- 10
-
YUNUS SÛRESİ
Mushaf’ımızdaki sıralamaya göre 10,
nüzûl sıralamasına göre 51, miûn kısmının birinci sûreler grubunun birinci
sûresi olan Yunus sûresinin âyet sayısı 109 olup Mekke’de nâzil
olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun
pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Kulluk kitabımızın 10. sırasında yer
almış Mekkî bir sûreyle karşı karşıyayız. Sûrenin iniş dönemiyle alâkalı
elimizde kesin bir bilgi olmamakla beraber muhtevasından anlıyoruz ki Mekke
döneminin sonlarına doğru inmiş bir sûredir. Mekke’li müşriklerin Resulullah
efendimize ve beraberindeki bir avuç müslümanın varlığına tahammüllerinin
kalmadığı ve artık Mekkeli müşriklerin adam olma ümidinin de sıfıra indiği bir
dönemde Rabbimizin bu sûresini gönderdiğini sûrenin muhtevasından anlıyoruz.
Karakter olarak birbirlerine benzeyen
öteki Mekkî sûrelerde olduğu gibi bu sûrede de Rabbimiz insanları risâleti
kabule dâvet eder. Risâlet konusunda şüpheleri olan ve Rasulullah efendimize
si-hirbaz demeye çalışan insanlara karşı deliller getirerek onun böyle bir şeyle
uzaktan ve yakından hiç bir ilgisinin olmadığını vurgular. Âhirete iman konusu,
Rabbimizin rubûbiyet ve ulûhiyet konusu ve daha başka konuların en güzel biçimde
anlatıldığı sûrenin âyetlerini inşallah tek tek tanımaya
çalışacağız.
1. “Elif, Lam, Ra. İşte bunlar hikmetli
Kitabın âyetleridir.”
Kur’an-ı Kerîmde ³h7! ile başlayan ilk
sûre bu sûredir. Bundan sonra bu sûreyi takip eden Hûd sûresi, Yusuf sûresi,
Ra’d sûresi, İbrahim ve Hicir sûreleri de Mekkî sûrelerdir ve hepsi de aynı
karakteristik özellikleri taşımaktadırlar.
Sûre huruf-ı mukatta ile başlar.
Huruf-ı mukatta kesik, kesik okunan harfler demektir. Bu harfler Kur’an-ı
Kerîmde altı sûrenin başında gelen ve o sûrelere ait birer
âyettirler.
Bu âyetler Kur’an’ın müteşabih
âyetlerindendir. Biliyoruz ki Kur’an-ı Kerîmde muhkem ve müteşabih âyetler
vardır. Muhkem âyetler en genel tarifiyle okuyucu tarafından ilk okunuşta mânâsı
anlaşılabilen, bizim beş duyumumuza hitap eden ve bizden imanla birlikte amel
isteyen âyetlerdir. Meselâ namazı kılın, zekatı verin âyetleri muhkem âyetlerdir
ve bizden hem iman hem de amel isteyen âyetlerdir. Yâni biz hem namazın farz
olduğuna inanacağız, hem de namazı bizzat kılacağız.
Kur’an-ı Kerîmdeki müteşabih âyetler
ise ilk okuyuşta mânâsı anlaşılamayan, duyularımızla kavrama imkânımızın
olmadığı ancak muhkemlerle anlayıp, çerçevesini çizebileceğimiz âyetlerdir ki
bunlar bizden amel istemez, sadece iman ister. Sırat, Haşr, Neşr, cennet,
cehennem, ruh, melek, cin, şeytan vahiy, arş, kürsi, semavat, yedul-lah gibi
konuları anlatan âyetlerdir. “Elif lâm mîm” “Yâsîn”, “Tâhâ” ve “Hâmîm” gibi
âyetler müteşabih âyetlerdir. Bunların ne olduklarını, ne anlama geldiklerini
biz bilemeyiz, hiç kimse de bilemez. Sadece bunların Allah’tan gelme birer âyet
olduklarına öylece inanırız. Zaten az evvel de ifade ettiğim gibi bu âyetler
bizden amel de istemez, bizden sadece iman ister. Yâni biz inanıyoruz ki bu
âyetler Allah’tan gelmiş birer âyettir.
1: Sûrelerin başında gelen bu âyetler
Kur’an’a dikkat çekmedir demişler. Rabbimiz o güne kadar insanların Kur’an’ın
muhataplarının alışık olmadıkları bir ifadeyle söze başlayarak onların
dikkatlerini kitap üzerine çekmek istemiştir deniyor. Allah buyuruyor ki sanki
bu âyetleriyle: Kullarım! Dinleyin şu anda Allah konuşuyor! Bunu kendi
sözlerinize benzetmeyin! Şu anda içinizden birisi konuşmuyor! Şu anda Peygamber
de konuşmuyor! Bu Benim sözümdür! Şu anda Rabbiniz konuşuyor! Gelin bunu Benim
sözüm olarak dinleyin! buyurarak kitabına ve kitabının önemine dikkat çekiyor
Rabbimiz.
Gelin ey insanlar, ey kullarım şu
anda Allah konuşuyor! Bu söz, insan sözüne benzemez bu! âlim sözü, fazıl sözü,
filozof sözü, psikolog sözü, sosyolog sözü, amir sözü, müdür sözü, baba ana sözü
gibi dinlemeyin bunu! Sakın ha Benim sözümü içinizden birinin sözüne
benzetmeyin! İçinizden birinin sözünü dinleyip de çöpe attığınız gibi, ya da
kulak ardı yaptığınız gibi Benim sözümü de öylesine dinlemeye kalkışmayın! Şu
anda Ben konuşuyorum! Bu söz Allah sözüdür! Ben konuşuyor olarak dinleyin ve
gereğini yerine getirin! diyor sanki daha sözlerinin başında Rabbimiz. İşte
insanlar bu söze daha bir ciddi kulak versinler daha bir ciddi dinlesinler diye
böyle bir dikkat çekmedir denmiş.
2: İkinci olarak: Bakıyoruz sûre
başlarında gelen bu tür âyetlerden sonra Kur’an-ı Kerîmde genellikle Kur’an’a
dikkat çekilmektedir. Bakıyoruz bu âyetlerden sonra Rabbimiz hep Kur’an’a dikkat
çekiyor. Bu âyetlerden sonra kitabın gündeme geldiğini görmekteyiz. Öyleyse sûre
başlarındaki bu âyetlerle Rabbimiz Kur’an’la alâkalı tüm insanlığa meydan okuyor
demektir. Buyuruyor ki Rabbimiz: Elif Lam Ra, Elif lâm Mîm, Yâsîn, Hâ Mîm. Ey
insanlar! İşte elinizdeki Kur’an bu harflerden meydana gelmiştir. Sizler bu
harfleri tanıyorsunuz, okuyorsunuz yazıyorsunuz. Bu harfler ellerinde olan
sizler, bu harfleri okuyan, yazan sizler, bu harfleri tanıyan sizler haydi
gücünüz yetiyorsa bu kitabın bir benzerini meydana getirin! Kur’an gibi bir
kitap ortaya koyun bakalım! diye tüm insanlığa bununla Rabbimiz meydan okuyor
denilmiş.
3: Bir üçüncüsü de bu harflerle
Kur’an’ın Allah’tan geldiği beyan ediliyor denmiş. Yâni bu kitap her hangi bir
insan sözü değil, insan kaynaklı bir kitap değil Allah kaynaklı bir kitaptır
mesajını ulaştırma adına Rabbimiz sûrelerin başında böylece hitabı uygun
bulmuştur deniyor. Ama en güzeli mânâsını bilmesek de bunlar aynen öteki âyetler
gibi Allah’tan gelmiş birer âyettir diyoruz ve öylece iman ediyoruz.
Demek ki bizler şu anda Hakîm bir
kitabın âyetleriyle karşı karşıyayız. Hakîm bir Allah’tan, hikmetin ve bilginin
kaynağı olan bir Allah’tan gelmiş Hakîm bir kitabın âyetleridir bunlar. Rabbimiz
kendisi Hakîm, hikmet sahibi, her şeyi bilen olduğu gibi bu kitabı da hikmet
sahibidir. Bu kitabı da mahza hikmettir, hikmet doludur.
Sûrenin hemen başında Rabbimizin
kendisinin ve kendisinden gelen bu âyetlerin hakim olduğunu anlatması bize şu
mesajı vermektedir: Kullarım bu kitap Hakîm olan bir Allah’tan gelme Hakîm bir
kitaptır. Eğer sizler gerçek hikmete, gerçek bilgiye ulaşmak istiyor-sanız, eğer
nîmet ehli olmak, hakim olmak istiyorsanız, yeryüzünde hiç bir varlığın
ulaşamayacağı yaratılış bilgisine, Allah bilgisine, kulluk bilgisine ulaşmak
istiyorsanız Hakîm olan Rabbinizden size gelen bu kitapla beraber olmak
zorundasınız. Hikmetin, bilginin kaynağından gelen bu kitabı tanımak
zorundasınız. Hakîm olan Allah’ın hikmet dolu âyetlerine kulak vermek
zorundasınız. Tüm hayatınızda bu kitabı hareket noktası kabul etmek
zorundasınız. Bunun dışında âlim olabilmek için, hakim olabilmek için, bilgin,
bilge olabilmek için baş vuracağınız bir yol, bir usul yoktur buyuruyor. Bizi
kitabıyla birlikte olmaya çağırıyor.
Allah’ın kitabından haberdar olmayan
insanların cehaletten kurtulmaları kesinlikle mümkün değildir. Dün de, bugün de,
yarın da yeryüzünün en âlim insanları müslümanlardır. Evet bu kitabı bilenler
âlimdir, bu kitapla beraber olanlar bilgindir. Bu kitaptan haberdar olanlar
hikmet sahibidirler. Kur’an-ı Kerîmdeki bu tür âyetlerin anlamı budur. Yâni bunu
bilenler âlimdir, bundan haberdar olanlar fakihtir, bununla beraber olanlar
akıllıdır gibi.
Ama Allah’ın kitabından, Allah’ın
yeryüzü için gönderdiği hayat programından habersiz bir hayat yaşayanlar
cahildir. Kâfirler ve müşrikler yeryüzünün en cahil, en akılsız insanlarıdırlar.
Çünkü Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki gerçek bilgi vahiydir. Gerçek
bilgi Allah’ın bildirdiği bilgidir. Allah bilgisine sahip olan, vahiy
bilgisinden haberdar olan kişi âlimdir. Yâni ilim müslümana aittir. Kur’an’ı ve
sünneti tanıyan kişi, vahiyden haberdar olan kişi dünyanın en âlim kişisidir.
Vahiyden habersiz yaşayan insanlar cahildirler, bilgisizdirler ve hem
dünyalarını hem de âhiretlerini berbat etmiş insanlardır. Kitap ve sünnetten
habersiz yaşayan kimseler zâlimlerdir ve Allah asla za-limlere yol gösterecek
değildir. Onlar dünyada da âhirette de kaybetmiş kendilerini kötüye harcamış,
hayatlarını boşa harcamış kimselerdir.
Tüm dünya şahittir ki Kur’an’ın
yeryüzünü şereflendirdiği ilk dönemde yeryüzünün en cahil toplumu Kur’an
sayesinde yeryüzünün en âlimleri olmuştur. Dünyanın en bedevi insanlarını bu
kitap dünyanın âlimi yaptı, dünyanın en hakimi yaptı, dünyanın en âdil
yöneti-cileri, dünyanın en örnek insanları yaptı. Sadece dünyanın değil
âhi-retin de en âlimi yaptı bu kitap onları. Yaratılış bilgisinin, Allah
bil-gisinin, kulluk bilgisinin vs aklınıza gelebilecek her bilginin en âlimi
yaptı bu kitap onları.
Öyleyse bunu, bu değişmez gerçeği tüm
insanlığa ilân ederek diyorum ki ey insanlar! Ey Allah kulları! Gelin durumunuz,
konumunuz ne olursa olsun, makamınız konumunuz koltuğunuz, renginiz
cinsiyetiniz, diplomanız, kariyeriniz, tahsiliniz diplomanız ne olursa olsun
gelin Hakîm olan Allah’ın Hakîm olan kitabına yönelelim. Hikmete ulaşma yolumuz
her zaman açıktır. Rabbimiz tüm kullarının önüne böyle bir rahmet kapısı
açmıştır. Rabbimizin açtığı bu rahmet kapısından istifade etmesini bilelim ve
yeryüzünde hiç bir kaynağın sunamayacağı, hiç bir Üniversitenin sağlayamayacağı,
hiç bir müessesenin veremeyeceği en üstün bilgilerle, hikmet ve kulluk
bilinciyle donanıp dünyanın ve âhiretin en âlimleri olma imkânını elde
edelim.
Veya bir başka mânâyla muhkem bir
kitabın âyetleridir bu âyetler. Semavat gibi, yıldızlar gibi tahkim edilmiş,
Allah tarafından sağlamlaştırılmış, asla birileri tarafından yıkılamayacak
muhkem varlıklar gibi bu kitabın âyetleri de tahkim edilmiş,
sağlamlaştırılmıştır. Hiç kimse ona müdahale edemez, hiç kimse onu iptal edemez,
hiç kimse onun âyetlerini kaldıramaz, hiç kimse onun yasalarını iptal edecek,
ondan daha muhkem, ondan daha güzel bir yasa koyamaz. Böyle Allah tarafından
tahkim edilmiş sağlamlaştırılmış kalpte olan kabulde olan, Levh-i Mahfuzdan
dünyaya yansıyan bir kitabın âyetleridir bunlar.
Veya bir başka mânâsıyla hayata hakim
olan, hayata hükmeden, hayatın tümünde söz sahibi olan bir kitabın âyetleridir
bunlar. Zira Kur’an hangi konuda ne diyorsa bu değişmeyen bir yasadır. İyi-kötü
konusunda, hayır-şer konusunda, hak-bâtıl konusunda, adâlet-zulüm konusunda,
iman-küfür konusunda, cennet cehennem konusunda, hayat-ölüm konusunda tek hakim,
tek kıstas bu kitaptır. Kâinatta neler olacağı, insanların başlarına nelerin
geleceği konularında bu kitap ne demişse, nelerden haber vermişse onlar mutlaka
gerçekleşecektir. Çünkü bu kitap hayatın sahibi ve hayatı programlayan bir
makamdan gelmektedir. Bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan bir
Allah’tan gelme bir kitaptır bu. İşte böyle sözü söz olan, dediği de-dik olan ve
hayata hakim olan bir kitaptır bu kitap.
Aynı zamanda zaman içinde değeri,
hükümleri, yasaları pör-süyüp, eskiyip, aşınıp değerini kaybetmeyecek bir
kitaptır bu kitap. Çünkü bu kitabın yasaları zaman ve mekânla sınırlı değildir.
Zama-nın kendisini eskitemeyeceği, üzerinden yağmurlar, karlar, boralar geçse de
tek yasasına, tek harfine bile halel getiremeyeceği, asla hiç bir gücün ezip
bozamayacağı kalpte olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuzdan dünya âlemine yansıyan
bir yazgının âyetleridir bunlar. Kıyâmete kadar eskimeden tüm insanlığın
problemlerini çözebilecek bir kitabın âyetleridir bunlar buyurarak kitabını
ortaya koyduktan sonra bakın şöyle buyuruyor:
2. “İçlerinden birine, “İnsanları uyar
ve inananlara, Rab’leri katında yüksek makamlar olduğunu müjdele” diye vahy
ettiğimiz, insanların tuhafına mı gitti ki, kâfirler: "Bu apaçık bir büyücüdür”
dediler?”
Evet kendi içlerinden, kendilerinden
olan bir kişiye onları uyarmak üzere vahiy göndermemiz çok tuhaf mı geldi
onlara? Acayiplerine mi gitti bu durum?
Mekke müşriklerinin tuhaflarına giden,
bir türlü kabullenemedikleri hususlar şunlardı:
a: Allah nasıl olur da vahiy
gönderebilir? Nasıl olur da Allah bizim hayatımıza karışabilir?
b: Allah nasıl olur da yeryüzündeki
insanlardan bizim gibi birini elçi seçip, onu muhatap kabul edip de, ona kendi
bilgisinden aktarabilir? Nasıl olur da bir beşere bizim hayatımıza karışmak
üzere vahiy gönderebilir? Nasıl olur da bir Meleği değil de böyle bizim gibi bir
beşeri görevlendirebilir? Nasıl olur da böyle bizim gibi bir beşerle
konuşabilir?
c: Allah nasıl oluyor da bizim
içimizden malı, mülkü, makamı, koltuğu, serveti samanı olmayan sıradan bir
insana vahiy gönderiyor? Allah bu iş için Ebu Talip’in yetiminden başkasını
bulamamış mı? İşte bu insanların tuhaflarına giden hususlar bunlardı. Bir türlü
akıllarına sığdıramıyorlardı bunları?
d: Bir de peygambere gelen Kur’an
âyetlerinin ortaya koyduğu ölüm ötesi hayatın varlığına taaccüp ediyorlardı.
Nasıl olur da öldükten sonra tekrar dirilebiliriz? Nasıl olur da yaşadığımız bu
hayatın ötesinde bir hesap, kitap olabilir? diyorlar ve âhiretin varlığını
reddetmeye çalışıyorlardı.
Tabii kendi içlerinden seçilen
peygamberi reddederlerken bi-rinci dertleri Allah’ın vahiy göndererek, hayat
programı göndererek hayatlarına karışmasını reddetmekti. Allah böyle içimizden
bir beşeri elçi seçerek, kitap göndererek, vahiy göndererek bizim hayatımıza
karışmasın demeye çalışıyorlardı. İşte şaşkınlıkları da buradan kaynaklanıyordu
aslında.
Halbuki bunda şaşılacak hiç bir şey
yoktu. Bu dünyayı kuran, bu dünyayı yaratan ve kendilerini yoktan var eden
Allah’ın onların içlerinden birini sözcü olarak seçip, onları uyarmak üzere
vahiy gön-dermesinden daha normal bir şey yoktur. İnsanın yaratıcısının onun
hayatına karışmasından, kulunun hayatını düzenleyecek hayat programı
göndermesinden daha normal ne olabilirdi? Kendilerini yaratan Rab’lerinin
onların hayatlarını düzenlemek üzere belli yasalar göndermesi hiç de garip kabul
edilecek bir şey değildir. Aksine asıl şaşılacak şey Onun yarattığı kullarına
kulluk programı göndermeyerek onları ne yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını
bilmez şaşkın bir vaziyette bırakmasıdır.
Biz kimiz? Biz neyiz? Nereden
geldik? Kim getirdi bizi bu âleme? Ne için geldik buraya? Öncemiz neydi?
Sonramız ne olacak? Bundan sonra nereye gideceğiz? Bu kâinat nedir? Bu kâinat
içinde benim konumum nedir? Rabbimizin bizleri bütün bu soruları cevaplayamaz
bir vaziyette sancılar içinde bırakması asıl şaşılacak bir du-rumdu. Ama
Rabbimiz öyle merhametlidir ki; bize merhametinin ge-reği peygamberler ve
kitaplar göndererek, bize kulluk programları indirerek bizi böyle bir kaostan
kurtarmıştır, böyle bir belirginsizlikten kurtarmıştır. Onun içindir ki Onun
bize bu konularda bilgi göndermesine değil de göndermemesine şaşmak lâzımdı.
İkinci hususa, yâni Allah’ın
insanlardan birisini seçip ona vahiy ulaştırmasına gelince: Daha önce de Nuh
toplumunun içinden bir Nuh (a.s)’ı, bir Âd toplumu içinden Hûd (a.s)ı, bir Semûd
toplumu içinden Sâlih (a.s)’ı, İsrâil oğullarından Musâ (a.s)’ı da peygamber
olarak seçen ve onlara kendilerinin de bildiği gibi bilgisinden aktaran, vahiy
gönderen, hayat programı gönderen Allah değil miydi? Bunu bilmi-yorlar mıydı?
Muhammed (a.s)’ı seçip onların hayatlarına karışmak, onların hayatlarını
düzenlemek üzere vahiy göndermesine niye şaşırıyorlar? Bundan daha normal,
bundan daha tabii ne var da?
Eğer niye içimizden başka birine değil
de Muhammed (a.s) a diye bir dertleri varsa ve böylece Allah’a akıl vermeye, yol
göstermeye çalışıyorlarsa bilsinler ki Allah kimsenin etkisi altında olmayandır.
Allah dilediğini seçer, dilediğine vahiy gönderir, dilediği zamanda gönderir,
dilediği âyetleri, dilediği hükümleri, dilediği miktarda ve dilediği zaman
dilimi içinde gönderir. Ve işte bu dileğiyle âhir zaman peygamberi olarak Hz.
Muhammed (a.s)’ı seçmiş ve onunla da peygamberlik mührünü tamamlamıştır. Bundan
sonra artık kıyâmete kadar hiç kimseye vahy etmeyeceğini bildirmiştir.
Bu konuda ve her konuda Allah’ı hiç
kimse zorlayamaz. Ya Rabbi bu peygamberliği niye filanlara vermedin de falanlara
verdin? Niye iki şehirden iki büyüğe vermedin de Abdullah’ın oğlu Muham-med’e
verdin bu görevi? Neden İsrâil oğullarından birine vermedin de Kureyş’ten birine
verdin ya Rabbi? Neden Türklerden seçmedin de Araplardan seçtin ya Rabbi? diye
hiç kimsenin Allah’a hesap sorma, Allah’ı yönlendirme ve Ona akıl verme hakkı
yoktur. O dilediğini yapar.
Aslında demin de ifade ettiğim gibi
alçakların tüm bu itirazlarının altında yatan sebep Allah’ı hayatlarına
karıştırmak istemiyor olmalarıdır. İstiyorlardı ki Allah hayatlarına karışmasın.
İstiyorlardı ki Allah onlara arzularını, emirlerini, yasaklarını bildirmesin.
İstiyorlardı ki bildikleri gibi keyiflerinin istediği gibi bir hayat yaşasınlar.
Kendilerini yaratan, kendilerine ve tüm kâinatta egemen olan, hayatın da ölümün
de sahibi olan, karşı gelinmez bir güç ve kuvvetin sahibi olan, göktekilerin ve
yerdekilerin boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan Allah’ın arzularını
duydukları zaman iştahları kaçacak, işledikleri bir kısım günahları
yapamayacaklar da onun için reddetmeye çalışıyorlardı. Hayatlarının
değişeceğinden hayatlarına bir takım kayıtlar geleceğinden korktukları için
duymamaya çalışıyorlardı.
Tamam Allah yücedir, Allah
büyüktür, severiz sayarız; ama olduğu yerde dursun, O gökleriyle ilgilensin,
diğer varlıklarıyla diğer mülküyle ilgilensin ama bizim hayatımıza karışmasın.
Böyle içimizden bir peygamber seçerek arzularını emirlerini bize bildirmesin. O
zaman dinlesek olmayacak, dinlemesek olmayacak, uysak olmayacak, uymasak
olmayacak, iyisi mi reddedelim olsun bitsin diyorlardı. Tüm bu çabalarının
altında yatan sebep aslında işte buydu.
Eğer Allah niye bir Meleğe değil de bir
beşere vahy ediyor di-yorsanız, buna taaccüp ediyorsanız bunda taaccüp edilecek
bir şey yoktur. Aslında Allah’ın size, sizin cinsinizden, sizin içinizden, sizin
örnek alabileceğiniz bir beşer göndermesi bir melek göndermesinden daha
mantıklı, daha uygundur.
En’âm’dan da öğreniyoruz ki Eğer
onların istedikleri gibi kendilerine elçi olarak bir beşer değil de bir melek
indirseydik elbette iş bitirilmiş olurdu, defterleri dürülmüş olurdu. Artık
kendilerine göz açacak zaman bile verilmezdi. Yâni eğer onlara bir melek
gelseydi göz açacak kadar bile zaman verilmezdi. Çünkü onlar gerçekten bir melek
görselerdi onun dehşetinden o anda işleri biter, canları çıkardı.
Bakıyoruz günümüz kâfirlerinin de
istedikleri budur. Bu adamlar günümüzde olduğu gibi aslında Allah’a inanan
insanlardı. Göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’a inanıyorlardı ama hayata
karışıcı olarak Allah’a inanmıyorlardı. Allah’ı hayatlarına karıştırmak
istemi-yorlardı. Allah’ın onların hayatlarına karışmak üzere gönderdiği vahyin
gerçek olup olmadığına dair delil istiyorlardı. Allah’ın hayata karışma
konusunda odak nokta seçtiği elçisinden şüphe ediyorlardı. Halbuki onlar
çocukluğundan beri bu elçiyi tanıyorlardı. Ona Mu-hammed’ül Emin lakabını
kendileri vermişlerdi. Ona inanmıyorlar da yanında bir Meleğin indirilmesini
istiyorlardı.
Halbuki yeryüzünde insanlığın
tarihinin başlangıcından beri Allah’ın değişmeyen bir yasası vardı. Allah insan
hayatına karışma konusunda tarih boyunca hep insanlardan elçi seçmişti. Melekler
ise her zaman ya o elçilere vahiy getirmek ya da Allah’ın insanları yok etmek,
toplumları helâk etme emrini yerine getirmek üzere inmişlerdi. Halbuki Meleğin
gelmesiyle iş bitmiş olacaktı. Meleğin gelmesiyle defterleri dürülmüş olacaktı.
Bundan sonra artık hiç bir tevbe imkânı, hiç bir mühletin gözetilmesi söz konusu
olamayacaktı. Ne oluyor? Bunu mu istiyorlar? Şu anda Allah’ın rahmeti gereği
onlara mühlet tanıdığının, tevbe imkânı verdiğinin farkında değil mi bu adamlar?
Bakın Furkân sûresinde buyurur ki Rabbimiz:
"Melekleri görecekleri gün, o gün
günâhkârlara hiç bir sevinç haberi yoktur. Ve: "size sevinmek yasak!"
diyeceklerdir."
(Furkân 22)
Evet bunlar bir melek gelsin
istiyorlar. Tabiat üstü bir şeyler bekliyorlar iman etmek için. Yâni iman
etmekten başka seçenek bırakmayacak biçimde kendilerini zorlayacak harikulade
bir şeyler isti-yorlar. Eh öyle olunca da imanın bir kıymeti kalmıyor ki zaten.
Gayb, gayb olarak devam ettiği sürece imtihan söz konusudur ve bu imtihan devam
etmektedir. Ama gayb apaçık görülür olduğu zaman imtihan bitmiş ve bu imtihan
sonuçlarının okunduğu âhiret başlamış olacaktır. Allah onun için melek
göndermiyor. Yâni Allah imtihan dönemi bitmeden önce sizi imtihan etmek istiyor
bu sizin için bir rahmetin tecelli-sidir.
Rabbinizin böyle içinizden birine vahy
etmesine taaccüp mü ediyorsunuz? Ki o peygambere:
İnsanları uyarsın ve iman edenlere de
müjdeler versin diye biz vahy ettik. İnsanları yaşadıkları hayatta o hayata
karışmak üzere Rab’leri tarafından gönderilmiş hayat programına, kulluk
programına, hayatın sahibinin gönderdiği yasalara uymaları, bu yasalar
istikâmetinde bir hayat yaşamaları konusunda uyarması ve Rab’lerinin hayat
programına karşı gelen veya ondan habersiz bir hayat yaşayan kimseleri
cehennemle uyarması ve Rab’lerinin istediği şekilde yaşayan mü’minleri de
cennetle müjdelemesi için Biz o peygambere vahy ediyoruz.
Demek ki peygamberin iki görevi var.
Birisi uyarmak, diğeri de müjdelemek. Müjde mü’minlere uyarı da tüm insanlığa
mahsustur. Ama unutmayalım ki Rasulullah efendimize indirilen bu kitabın uyarısı
sadece kâfirlere değildir. Yâni zaman zaman bu uyarının bize de dön-dürüldüğünü
gördüğümüzde sakın yadırgamayalım, sakın kendimizi uyarının dışında tutmayalım.
Ne oluyor! Ben müslümanım! Ben iman etmişim! Ben âlimim! Ben hocayım! Ben bu
işin ilmini yapmışım! Ben müftüyüm! Ben şu kadar haccetmişim diyerek bizi
kitapla uyaran bir müslümanın uyarısını göz ardı ederek kitaba ters düşen
tavrımızı düzeltme hususunda inatçı olmayalım. Evet bu kitap kıyâmete kadar tüm
insanlığı uyarmaya devam edecektir. Bu kitabın uyarısını herkes kendisine
yapılmış bir uyarı kabul etmek zorundadır. Mü’min de kâfir de bu kitabın
uyarısıyla uyarılmak zorundadır.
Hiç birimizin ne âlimimiz ne
cahilimiz, ne hocamız ne hacımız, ne amirimiz ne memurumuz, ne zenginimiz ne
fakirimiz, ne güçlümüz ne zayıfımız, ne kadınımız ne erkeğimiz hiç birimizin ben
yolumu bulmuşum, benim bu kitabın uyarısına ihtiyacım yok demeye hakkı yoktur.
Yeryüzünün en şerefli insanları olan peygamberler bile Allah’tan gelen bu
uyarılara kulak vermişler, Allah’tan gelen bu âyetlerle hayatlarını
düzenlemişlerse artık bu konuda hiç birimizin kendisini bu kitabın uyarısından
müstağnî görmesi mümkün değildir.
Evet demek ki bu kitap tüm insanlığı
uyarmak ve mü’minlere de müjdeler vermek için gelmiştir. Peki acaba mü’minlere
müjdenin konusu neymiş? Neyle müjdeliyor Rabbimiz mü’minleri? Kim ki bu kitapla
beraber olur, gecesinde gündüzünde bu kitapla hareket eder, hayatını bu kitapla
düzenler, bu kitabı tanıyıp bu kitabın istediği bir hayatı, Allah’ın kendisinden
istediği bir hayatı yaşarsa:
Onlar için Rab’leri katında doğruluk
makamları “kademe sıdkın” vardır.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu “Kademe Sıdkın” ifadesinin bir kaç mânâsı
vardır:
a: Kadem, kıdem önde olmak,
benzerlerini geçmiş olmak demektir. Bu adam şunlara göre daha kıdemli deriz ya.
İşte o mü’minler hem dünyada, hem de âhirette insanların en kıdemlisi
olacaklardır. Dünyada kitap hikmetine, peygamber hikmetine sahip olmaları
bakımından, vahiy bilgisine, varlık bilgisine sahip olmaları bakımından tüm
insanlardan kıdemlidir onlar. Levh-i Mahfuzda liste başıdır onlar. Kıyam günü
kabirlerinden ilk kaldırılanlardır onlar, Cennete ilk girecek olanlardır onlar.
Her bakımdan hem dünyada hem de âhirette kıdemlidir o
mü’minler.
b: Veya onların önceden takdim
ettikleri sâlih amelleri sebebiyle, Rab’lerine sundukları mal ve can karzları
sebebiyle, önceden gönderdikleri hasenatları sebebiyle onlar için Rab’leri
katında çok yüce dereceler vardır. Tabii Rab’leri katında bir dereceden söz
edilince, birilerinin önünde olma, birilerini geçme söz konusu olunca, elbette
bu yarışta ileri geçmenin ölçüleri de Allah ölçüleri olacaktır. Birileri parada
öne geçme, birileri makamda, mansıpta öne geçmeyi hedefleyebilir. Ama Allah
ölçülerinde bunların hiç birisinin bir değeri yoktur. Onun katında değerli olan
Onun belirlediği yasalar çerçevesinde değerli olanlardır.
c: Rasulullah efendimizin Rabbine ve
Onun rızasına yakınlığıdır. Kâinatın efendisinin Rabbine yakınlığı sebebiyle
onun şefaatine o mü’minler lâyık olacaklardır demek olacaktır mânâ. Böylece
anlıyo-ruz ki Rab’lerinden şerefli bir elçiye vahiy gönderilmesi aslında
kendilerini cennete ulaştıracak bir rahmet kapısının açılışı ve Rab’leri katında
kendilerine şefaat edecek, bu konuda mü’minleri kurtarmak üzere ileri atılacak,
öne geçecek kadem-i sıdk bir elçinin gönderilişi anlamına
gelmektedir ama bu insanlar bu nîmete karşı nankörlük ediyorlar ve onu taaccüple
karşılıyorlar diyor Rabbimiz. Yâni kendilerini kurtarmak üzere kendilerine
gönderilen bu elçinin gelişine, kendilerine böyle bir rahmet kapısının açılışına
memnun olmuyorlar.
Kâfirler dediler ki gerçekten bu apaçık
bir sihirdir veya bu apaçık bir sihirbazdır. Yâni gerek peygamber ve gerekse
onun okuduğu âyetler karşısında hayret ve dehşete kapılan kâfirler onun
karşısında âcizliklerini de itiraf adına diyorlar ki bu ancak açık bir
sihirbazdır, bilgiç bir sihirbazdır, profesyonel bir sihirbazdır. Tabii Kur’an
karşısında, peygamber karşısında kâfirlerin yapabilecekleri başka bir şey yoktu.
Vahiy karşısında ne yapacaklarını bilemeyen bu insanlar iftiraya sarılarak
peygamberi de onun getirdiği vahyi de reddediverdiler. Kâfirler biliyorlardı ki
o bir sihirbaz değildir. Biliyorlardı ki bu kitabın âyetleri bugüne kadar hiç
bir sihirbaz tarafından söylenememiş sözlerdi ama sıkışınca ne yapsınlar başka
diyecek bir şey bulamadılar ve öyle deyiverdiler.
Allah’ın Resûlü onlara Allah âyetlerini
arz edince Mekkeli müşrikler kesinlikle bunun insan sözü olmadığını,
olamayacağını insan üstü harikulade bir söz olduğunu anlıyorlardı. Çünkü o güne
kadar pek çok hatip, pek çok şair görmüşlerdi. Onlardan hangisi söyleyebilmişti
bunu? Hiç birisinin böyle sözleri söyleyebilmesi mümkün değildi. Kendi
içlerinden birisi olan Muhammed bin Abdullah’ın böyle bir sözü söylemesi de
mümkün değildi. Çünkü aralarında doğup bü-yümüştü. Çocukluğundan beri
tanıyorlardı onu. Kur’an’ın kesinlikle bir insan sözü olmadığını biliyorlardı
ama onu reddetmeye de karar-lıydılar ve onun için de söyleyebilecekleri bir tek
şey kalmıştı o da bu bir sihirden başkası değildir.
Kur’an-ı Kerîme şiir dediler, sihir
dediler, evvelkilerin masalları dediler, insan sözünden başkası değildir bu
dediler. Dediler ama bu-na kendileri de inanmadılar. Çünkü eğer Kur’an şiirse o
zaman on-dan bu kadar korkmanın anlamı ne? Piyasada yığınlarla şiir söyleyip
duran insan vardı. Buların hangisinin arkasına bu kadar insan düşmüştü? Yok eğer
Kur’an sihirse ve onu size getiren Peygamber bir sihirbazsa, eh piyasada bu
kadar sihirbaz var, bunlardan hangisinden bu kadar korkulmuş? Hangisine karşı bu
kadar tedbir alınmış? Bırakın eğer o bir sihirbazsa piyasada bir sihirbaz daha
dolaşsın. Ke-sinlikle biliyorlardı ki o bir sihirbaz değil. Bunu içlerinden en
bilginleri, en düşünürleri itiraf ediyor ve bırakalım onu kendi haline eğer
Araplara galip gelirse bu zafer bu şeref bizim olur, yok eğer o bir peygamber
değil de mağlup olacak olursa ondan kurtuluruz diyorlardı.
Evet dediler ki bu bir sihirdir ve
peygamber de bir sihirbazdır. Peki şimdiye kadar hangi sihirbaz bunları
gösterebilmişti? Hangi sihirbaz bu sözleri söyleyebilmiş? Meselâ Hz. Musâ’yı
düşünün ona da sihirbaz demişlerdi. Hangi sihirbaz becerebilirdi bunu? Hangi
sihirbaz kendisine mutlak ceza verecek olan yeryüzünün en zâlim ve en güçlü
ordusuna sahip olan bir kralın sarayına böyle bir cesaretle girebilmişti bugüne
kadar? Ve şimdi böyle zâlim bir idarecinin karşısında hangi sihirbaz bir asayı
yılan haline getirebilirdi? hangi sihirbaz bir el çabukluğuyla, biz göz
işaretiyle koskoca bir ülkeyi açlık ve felâkete sürükleyebilirdi? Hangi sihirbaz
bir ülkenin tamamının evlerine kurbağalar, çekirgeler, bitler doldurabilirdi?
Hangi sihirbaz tüm suları kan haline getirebilirdi?
Evet bugüne kadar hangi sihirbaz
becerebilmişti bütün bunları? Hattâ Mü’min sûresinde anlatılır Allah’ın bu güçlü
elçisine karşı şöyle diyordu: Sen bizi sihrinle yurdumuzdan çıkarmaya, bizim
dinimizi değiştirmeye ve Mısırın yönetimini eline geçirmeye mi geldin? Oysa
kesinlikle biliyorlardı ki o güne kadar hiç bir sihirbazın sihir gücüyle bir
memleketi fethettiği görülmemişti. Sihirbazlar sadece kendisinden mükâfatlar
alabilmek o güne kadar onun ayaklarını öpmekten başka bir şey yapmamışlardı bunu
çok iyi biliyorlardı. Onun içindir ki Firavunun hem sen bir sihirbazsın demesi
hem de arkasından sen benim krallığımı ele geçirmek istiyorsun demesi onun
kafasının ne denli karıştığını göstermektedir.
Gerek o günkü Firavunun ve gerekse
bugünkü Mekke müşriklerinin, gerekse yirminci asrın kâfirlerinin, ateistlerinin
peygambere sihirbaz, peygamberin getirdiği âyetlere de sihir diyen bu insanların
bu çifte standartları onun bir sihirbaz değil tüm bunları Allah desteğiyle
gösteren bir peygamber olduğunu anladıklarını; ama saltanatlarının, statülerinin
yok olmasından endişe ettikleri için, hayatlarının değişeceğinden, keyiflerinin
kaçacağından, zevklerinin kaçıp bir kısım günahları işleyemeyeceklerinden ötürü
onu reddetmeye çalıştıklarını göstermektedir.
3. “Doğrusu sizin Rabbiniz gökleri ve
yeri altı günde yaratıp sonra arşa hükmeden, işi düzenleyen Allah'tır, izni
olmadan kimse şefaat edemez. İşte Rabbin olan Allah budur. Ona kulluk edin.
Nasihat dinlemez misiniz?”
O Allah, size kitap gönderen, size
elçiler göndererek sizin cennet yollarınızı açan, gönderdiği kitapları ve
elçileri vasıtasıyla kâfirleri cehennemle uyaran, mü’minleri de cennet ve
rahmetle müjdeleyen Allah, sizin Rabbiniz olan Allah gökleri ve yeri altı günde
yaratmıştır.
Rabbiniz olan, tüm kâinatın Rabbi olan
sizin hayatınızı düzenleme gücüne, bilgisine ve hikmetine sahip olan, sizin
üzerinizde hâkimiyet, otorite ve yetki sahibi olan Allah, sizin üzerinizde
Kahhâr olan Allah, gökler ve yeryüzünü altı günde yaratmıştır sonra da arşı
istivâ etmiştir.
Bu altı gün nasıl bir gündür bunu
bilmiyoruz. Yâni şu bizim bildiğimiz 24 saatlik bir gün değildir bu. Çünkü
Rabbimizin gökler ve yeri yarattığı o dönem ne gün vardı, ne de güneş. Çünkü
bizim şu anda bir gün dediğimiz zaman dilimi dünyanın kendi çevresinde
dö-nüşüyle alâkalı bir zaman dilimidir. Kur’an-ı Kerîmde başka gün tabirlerini
de görüyoruz. Yaratılış günü, melek günü, dünya günü, âhiret günü, sürur ve azap
günleri gibi. Bunların ne demek olduklarını bil-miyoruz. Allah katında malum
olan bugünlerin ne demek olduğunu anlamasak da inanıyoruz ki Rabbimiz gökleri ve
yeri altı günde yaratmıştır.
Burada bir de sadece göklerin ve yerin
yaratılışından söz edilmektedir. Halbuki kâinatın tümünün yaratılmasıyla onun
bir parçasının yaratılması arasında Allah için her hangi bir fark yoktur. Çünkü
Allah için bir zerrenin yaratılışıyla kâinatın gerçeği aynıdır. Evet yaratan var
eden Allah’tır. Sizler ve her şey varlığınızı Allah’a muhtaçsınız. Hayatın
kaynağı Allah’tır. Hayatın sahibi O olduğu gibi sonunda onu alacak olan da
Odur.
İşte böyle güçlü bir Allah’tan geliyor
bu kitap ve bu peygamber.
Gökleri ve yeri yaratmış sonra
da:
Arşa istivâ etmiştir. Tüm kâinatı, tüm
mevcudatı, tüm mülkünü hâkimiyeti altına, egemenliği altına almıştır. Canlı ve
cansız tüm mev-cudatı kendi saltanatı altına almıştır. İşlerini de O tedbir edip
düzen-liyor. Tüm mevcudatı O yönetiyor. Her şeyin melekûtunu, mülkiyetini elinde
tutuyor.
Tedbir bir işin istenilen sonuca
ulaşması konusunda o işin önünü ardını, başını sonunu, nasıl başlayıp nereye
varacağını bilerek gözetmek, takdir etmek, idare etmek demektir. Tedbir belli
bir hikmete ve bilgiye uygun olarak işleri yaratmak, takdir etmek demektir.
Allah, müdebbirdir ve aynı zamanda kayyımdır.
Kayyum ise, sürekli insanları ve tüm
varlıkları görüp gözeten, güç ve kuvvetiyle onları sevk eden, hareket ettiren,
hareketlerini yaratan ve koruyandır. Evet Allah Kayyum dur. Yâni kendi zatı ile
kaimdir. Varlığı kendisindendir. Varlığı konusunda başkalarına muhtaç değildir.
Başkaları ise onunla kaimdir.
Tüm varlıklar var olabilmek için ona
muhtaçtırlar. Var olabilmek için ve varlıklarını sürdürebilmek için her şey Ona
muhtaçtır. Evet kayyum her an tüm varlıklar âlemini idare eden ve ayakta tutan
demektir.
“Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı
ancak Allah'a aittir. O, canlıları babalarının sulbünden kararlaşmış ve anaların
rahminde kararlaşmakta iken de bilir. Her şey apaçık bir Kitaptadır.”
(Hûd 6)
Evet tüm varlıkların yaratıcısı ve
idarecisi olan Allah, kâinattaki tüm varlıkların yerlerini, rızıklarını, nerede
olduklarını, nasıl bir hayat yaşadıklarını neye muhtaç olduklarını, nasıl bir
hayat programı izlemeleri gerektiğini bilen Odur, belirleyen
Odur.
Bu âyet-i kerîme Rabbimizin
rubûbiyetini gündeme getiren bir âyet-i kerîmedir. Dikkat ederseniz âyet-i
kerîmede önce yaratmadan söz ediliyor. Göklerin ve yerin yaratıcısı olarak
Rabbimiz kendisini or-taya koyduktan sonra, rubûbiyetini ortaya koyuyor. Çünkü
insanlar Allah’ın ulûhiyyetini tanıyor ve kabul ediyorlardı. Yâni yaratıcı ve
İlâh olarak bildikleri tanıdıkları bu Allah’ın rubûbiyetini, yâni hayata
karışmasını reddediyorlardı. Hayatlarına karışacak başka Rab’ler, başka
ilâhların varlığını iddia ediyorlardı. Halbuki Rab olanın, ilâh olanın yaratıcı
olması gerekecekti. Yaratıcı olmayanın ulûhiyet ve rubûbiyet konusunda söz hakkı
da olmamalıydı. Hiç bir şey yaratmayan hattâ bırakın kendisi dışında bir şeyler
yaratmasını kendisini bile yaratmaktan âciz olan, kendisi de Allah’ın
yaratmasına muhtaç olan âciz varlıkların asla rab olamayacakları ilâh
olamayacakları ortaya konulmak-tadır.
Madem ki yaratıcı Odur, madem ki
gökleri ve yeri, göktekileri ve yerdekileri yaratan Odur, madem ki mutlak güç ve
kudret sahibi Odur, madem ki göklerde ve yerlerde ne varsa hepsinin kendisine
boyun büktüğü, arzu ve yasalarına teslim olduğu varlık Allah’tır öy-leyse; ey
insanlar: Siz de Ona boyun bükmek, siz de Onun belirlediği yasalar istikâmetinde
bir hayat yaşamak ve kulluğunuzu sadece Ona yapmak zorundasınız. Tüm hayatınızda
sadece Onu dinlemek zorundasınız.
Üstelik dünyayı yaratıp da böyle
köşesine çekilmeyen, sizi yaratıp da sizinle ilgilenmeyen, sizi kendi halinize
bırakan bir Rab değildir O. Benim işim buraya kadardı, dünyanızı ve sizi
yarattım işim bitti. Bundan sonra artık ne dünyanızla ne de sizinle
ilgilenmiyorum. Ne haliniz varsa görün, nasıl isterseniz öylece yaşayın,
keyfinize gö-re, bildiğinize göre bir hayat yaşayın diyerek bizi kendi halimize
terk eden bir Rab değil. Yaratıklarıyla sürekli diyalog halinde olan,
yaratıklarının hayatını, işlerini tedbir edip düzenleyen, hayat veren, rızık
veren, öldürecek ve yaptıklarımızdan bizi hesaba çekecek olan bir Rab.
Evet işte bu Allah arşı istivâ
etmiştir. Arş bir kralın tahtına oturması demektir, ama böyle cismâni bir oturuş
değil hükümdarlık sıfatıyla muttasıf olması demektir. Yâni hükümdarlığın,
hâkimiyetin taht sayesinde değil tahtın hükümdar sayesinde ikâmesi anlatılır.
Yâni “İsteva maal arş” değil “İsteva alel arş”dır. Yâni Allah
arşla beraber oldu değil, arştan üstün oldu, arşa hükmetti anlamınadır. Çünkü “İsteva” karar kılmak, tek düze
olmak, yüksek olmak, yüce olmak, istila etmek, hâkimiyeti altına almak ve
kaplamak anlamınadır.
Rabbimiz zaman ve mekândan münezzeh
iken acaba bu âyetiyle neyi kast ediyor. Burada imanımız gereği diyebileceğimiz
en doğru ve en güzel söz şudur: Rabbimiz bu âyetiyle neyi kast ettiyse odur. Bu
konuda te’vile gerek de yoktur, imkânımız da yoktur. Çünkü bu tür âyetler
müteşabih âyetlerdir ve bizim bu konularda bilgimiz olmadığı için aynen
inanıyoruz. İnanıyoruz ki Rabbimiz arşı istivâ etmiştir. Ama bu istivânın ne
demek olduğunu, keyfiyetinin ne olduğunu bilmiyoruz.
Birisi İmam Mâlik efendimize istivâdan
sormuş, “keyfe” demiş. İmam Mâlik efendimiz
bir müddet sustuktan sonra vücudundan müthiş bir ter boşanır ve der ki: “İstivâ malum, keyf ise gayri makuldür. Buna
iman vacip, sual ise bidattir” der.
Bize yönelik olarak şu kadarını
söyleyelim: Allah Haydir. Allah tüm kâinata hükmedendir. Allah tüm kâinatta sözü
geçendir. Hıristiyanların dedikleri gibi Allah gökleri ve yeryüzünü altı günde
yarattı da sonra yedinci günü yorulup dinlenmeye çekilmiş değildir. Aristo’nun
ve Aristo yolunun yolcularının, demokratik kafaların dedikleri gibi dünyayı
yaratmış sonra da ne haliniz varsa görün, nasıl isterseniz öylece yaşayın, ben
dünyayla ilgilenmiyorum diyerek köşesine çekilmiş, dünya işini bize bırakmış
değildir. Hayata karışandır Allah. Hayata hükmedendir Allah. Tüm kâinatta hükmü
geçendir Allah. Çünkü yaratılış bitmemiştir. “Kün” emriyle her an yaratılış devam
etmektedir. Şu anda yaratılanlar Allah tarafından yaratılmakta, şu anda da tüm
eylemlerimizi yaratan Allah’tır.
Onun izni olmadan kim şefaat edebilir?
O izin vermeden kimin şefaate yetkisi olabilir? Yukarıdaki âyetlerde gördük
mülkün tamamı Allah’a aitken, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ınken her
şey ve herkes Allah’ın kulu iken, Allah’ın mülkü iken kimin böyle bir şeye
cesareti olabilir? Kim böyle bir şeye teşebbüs edebilir? Allah’ı kim etkisi
altına alabilir? Allah karşısında kim söz sahibi olabilir? Allah’a etki etmek,
Allah’a bir şey yaptırmak şöyle dursun en çok sevdiği Peygamberler ve melekler
bile Onun huzurunda ağızlarını bile açmaya cesaret
edemezler.
Kur’an-ı Kerîm şefaat konusunu etraflı
bir biçimde ele alıp anlatmıştır. Zira geçmişte ve günümüzde insanların
sapmalarının en büyük sebeplerinden birisi bu şefaat meselesinin yanlış
anlaşılmasıdır. Yahudilerin Hıristiyanların ve müşriklerin sapak noktasıdır bu
şe-faat konusu. Geçmişte sapanlar bu yüzden sapmıştır.
Yahudiler Uzeyr Allah’ın oğludur
dediler. Hıristiyanlar Îsâ Allah’ın oğludur dediler. Müşrikler de melekler
Allah’ın kızlarıdır dediler.
Bunlar bu yaratıkların sıfatları
konusunda hataya düştüler. Bunlara Allah’ın sıfatlarını vermeye kalktılar.
Gerekenden fazla değer verdiler. Bunların yaptıkları işlerin başkaları
tarafından yapılamayacağını, başkalarının yaptıklarını da bunların
yapamayacağını iddia ettiler. Diğer yaratıklardan ayırdılar bunları. Bunların
diğer varlıklardan daha çok Allah’a yakın olduklarını ya da Allah’ın bunlarla
daha çok ilgilendiğini iddia ettiler.
Aslında bütün bu iddiaların
altında yatan sebep Allah’a velîahtlar bulmak çabasıydı. Allah’a karşı torpilli
varlıklar bulmak çabasıydı. İşledikleri günahlara kılıf bulmak çabasıydı. Îsâ
Allah’ın oğludur! Uzeyr Allah’ın oğludur! Melekler Allah’ın kızlarıdır! derken
Allah’a torpil yaptırma gayretine giriyorlardı. Bir varlığın hatırından
çıkamayacağı, sözüne iş yapacağı varlık elbette onun en yakını oğlu ve kızı
olabilirdi.
Allah’ı insan gibi farz etmenin
yanılgısıydı bu. İnsanlara oğlu ya da kızı vasıtasıyla yaklaşılabildiğine göre
Allah’a da bu yakınları vasıtasıyla yaklaşabileceklerini, ona karşı da
şefaatçiler bulabileceklerini, torpil yaptırabileceklerini zannederek sapıp
gittiler. Bugün de pek çok insan böyle düşünmektedir. Dünkülerin sapak noktası
bugünkülerin de sapma konusu olmuş Allah korusun. Belki bir babaya oğlu, kızı
veya bir yakını vasıtasıyla yaklaşmak mümkün olabilir. Ona tesir etmek, onu
fikrinden vazgeçirmek mümkün olabilir belki ama yanıldıkları nokta Allah insan
gibi değil ki. Allah baba gibi değil ki.
Allah katındaki şefaatin insanlar
arasında cereyan eden şefaat gibi olduğunu düşünmek Allah’ı insan gibi düşünmek
ve Allah’ın sıfatları konusunda noksanlık izâfe etmektir ki bu şirktir ve
Rabbimizi bundan tenzih ederiz.
Bir kere azaba lâyık olanlar için
kesinlikle şefaat yoktur. Yâni kesinlikle ne kâfirler için, ne ehl-i kitap için,
ne Yahudiler, ne Hıristiyanlar ne de müşrikler için şefaat söz konusu değildir.
Bunlar istedikleri kadar kendileri hakkında şefaatte bulunacak varlıklar bulmaya
çalışsınlar, istedikleri kadar filan Allah’ın oğludur, falan Allah’ın kızıdır
desinler kesinlikle onlar için şefaat söz konusu değildir. Kur’an-ı Kerîmde bunu
anlatan pek çok âyet vardır.
Mü’minler konusunda şefaate gelince bu
kitap ve sünnetle caizdir ama, Kur’an’daki âyetlere baktığımız zaman bu şefaatin
aslı da şudur: Yarın Allah huzurunda, Allah kullarına şefaatte bulunabilecek,
şefaat edebilecek insanları Allah belirleyecektir. Bunu Allah’ın izni
belirleyecektir. Allah’ın izin vermediği hiç bir kimse şefaat etme hakkını
kendisinde bulamayacaktır. Meryem sûresinin 87. âyetinde Rabbimiz bu hususu
anlatırken şöyle buyurur:
"Rahmânın katında ondan söz almış olan
kimselerin dışında hiç kimse şefaate lâyık olamayacaktır."
(Meryem
87)
Yine Tâ-Hâ sûresinin 109. âyetinde
şöyle buyurulur:
"O gün Rahmânın izin verdiği ve
konuşmasına razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda
vermeyecektir."
(Tâhâ
109)
Bu ve benzeri âyetlerden anlıyoruz ki
şefaat edecek olanları yarın Allah belirleyecektir. Allah’ın kendilerine şefaat
izni verdiği insanlar ancak şefaat edebileceklerdir. Evet şefaat edicileri Allah
belirleyecek, ama şurasını da asla unutmayalım ki şefaat edilecek olanları da
yarın Allah belirleyecektir.
Yâni meselâ yarın Allah bana
şefaat edebilme müsaadesini verse ben babama anama, kayınpederime, bacanağıma,
arkadaşlarıma şefaat edemeyeceğim de Allah’ın şunlara, şunlara şefaat
edebilirsin diye benim karşıma çıkardığı listede yazılı olanlara şefaat
edebileceğim. Evet şefaat edecekleri de şefaat edilecekleri de yarın Allah
belirleyecektir. Öyleyse bugünden birilerini şâfî makamında görüp onların
ellerine eteklerine yapışmanın anlamı yoktur. Yarın bizi kurtarırlar diye
Allah’a yapılması gereken kulluk birimlerinden bazılarını onlara yapmanın anlamı
yoktur. Bilmiyoruz ki belki de bugün bizim şâfî makamında gördüklerimiz yarın
şefaat ediciler olmak şöyle dursun belki de şefaat edileceklerin içinde bile yer
almayabilirler.
Öyleyse unutmayalım ki şefaatin
tamamı Allah’a aittir. Ve de kulluğun tamamı sadece Ona yapılmalıdır. Şefaat
edecek ümidiyle kulluğu parçalayıp da Allah’tan başkalarına da kulluk yapmaya
kalk-mayalım. Kulluğumuzu sadece Allah’a yapalım, sadece Allah’a gü-venelim,
sadece Allah’a bel bağlayalım, sadece Ona dua edelim, sa-dece Ona sığınalım. O
dilerse beni sana, seni bana şefaatçi kılar yeter ki biz Onu razı etmeye
çalışalım.
Şefaat yetkisi bütünüyle Ona aittir.
Çünkü O sizin Rabbinizdir.
İşte bu Allah sizin Rabbinizdir.
Kur’an’ın tümünün anlattığı, tarih boyunca tüm peygamberlerin ortaya koyduğu
Allah sizin Rab-binizdir. Rab makamında, ulûhiyet makamında, hayatınızın
kanunlarını düzenleme konusunda Rabbiniz Odur. O her şeyin yaratıcısıdır.
Varlığımızın sebebi odur. Hayatın kaynağı Odur. Göklerin yerin gecenin,
gündüzün, meyvelerin, sebzelerin sahibi Odur. Malımızı, evimizi, ailemizi,
çocuklarımızı, makamımızı, paramızı, pulumuzu, aklımızı, zekamızı, bilgimizi her
şeyimizi yaratan Odur. Allah Hâlıktır o halde ,Ona kulluk edin. Madem ki her
şeyinizi yaratan Odur, madem ki her şeyinizi veren Odur o halde sadece Onu
dinleyin.
Zaten problem işte buradadır. Yaratıcı
olarak herkes Allah’ı kabul ediyor da Rab olarak, hayata karışıcı olarak Onu
kabule ya-naşmıyorlar. Meselâ müşrikler yaratıcı olarak, her şeyin var edicisi
olarak, göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ediyorlardı ama Rab
olarak, hayata karışıcı ve kanun koyucu olarak Onu kabul etmi-yorlardı. Rızık
verici olarak, yaratıklarının tümünü doyurucu olarak Allah’ı biliyorlar
inanıyorlardı ama hayatı düzenleyici olarak Allah’a inanmıyorlardı. Yasa
belirleyici olarak, hayata karışıcı olarak Allah’ı kabul
etmiyorlardı.
Halbuki Rab; terbiye eden, efendi,
mürebbi, mâlik sahip gibi anlamlara geldiği gibi yaratıcılık özelliği de söz
konusudur. Rab top yekun varlıklar âleminin var edicisi ve var ettiklerinin
hayat programını da tanzim edicisidir. Rab kula nasıl bir hayat yaşayacağını
belirleme makamında olan varlıktır. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlünün: Onlar Allah’ı bırakıp da Allah’ın
kanunlarını, Allah’ın belirlediği helâl haram yasalarını bir kenara bırakıp da
din adamlarının idarecilerinin helâl haram yasalarını kabul eden Hıristiyan ve
Yahudiler için Allah’ı bıraktılar da din adamlarını Rab’ler edindiler hadisi
bunu anlatır.
Demek ki Rab varlıklar dünyasının,
melekler, cinler ve insanlar âleminin yaratıcısı ve yaratma yasasının
koyucusudur.
Burada Allah’ınıza kul olun! demek
yerine "Rabbinize kul olun!" denildiğine göre şöyle bir espriyi de hatırlayalım:
Rab; yâni siz öyle bir Allah’a kul olunki o sizin Rabbinizdir. Çünkü Rab demek
hayata program çizen varlık demektir. Rab demek günlük hayat programını tespit
eden demektir. Rab demek yap ve yapma! deme yetkisine sahip olan varlık
demektir. Bakın buna yetkili olmaya hak kazandırıcı bir özelliği de var Allah’ın
o da hem yaratıcı hem de İlâh olmasıdır.
Yâni başka çareniz yok sadece Onu
dinlemek zorundasınız çünkü sizi yaratan Odur. Sizin her şeyinizi yaratan,
yaratan Odur. Şu andaki hayatınızı size lütfeden Odur. Elinizi ayağınızı,
aklınızı fikrinizi, gecenizi gündüzünüzü, paranızı, imkânınızı veren Odur.
Minnet duyacağınız, karşısında eğileceğiniz, yasalarına boyun bükeceğiniz tek
varlık Odur. Öyleyse sadece Ona kulluk edin. Sadece Onu razı etmeye çalışın.
Sadece Onun istediği biçimde bir hayat yaşayın. sadece Onun arzularını
gerçekleştirin.
Akıl etmez misiniz? Akıllarınızı
kullanmaz mısınız? Madem ki tüm varlıkları, tüm kâinatı yaratan odur, madem ki
sizi ve sizin olan her şeyi yoktan var eden Odur, madem ki yaratıcınız, rızık
vericiniz, doyurucunuz, diriltici ve öldürücünüz olan bir Rable karşı
karşıyasınız, madem ki şefaatin tümü de kendisine ait olan, egemenliğin,
hâkimiyetin tamamı kendisine ait olan yaşadığınız bu hayatın sonunda kendisine
hesap ödeyeceğiniz bir Allah’la karşı karşıyasınız öyleyse unutmayın ki
kulluğunuz da sadece Ona olacaktır. Madem ki yaratıcı Odur, öyleyse unutmayın ki
İlâh da Odur. Boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olması gereken minnet
duyacağınız varlık da Odur. Sadece Onu dinleyecek ve sadece Onun istediği gibi
yaşayacaksınız.
Ama siz bilirsiniz. İsterseniz
Ona kulluktan kaçın. İsterseniz Onu bırakıp Onun kullarına kulluk yapmaya
çalışın. İsterseniz Rab-binizi bırakıp içinizden bir kısım âciz varlıkları
tanrılaştırıp onların yasaları istikâmetinde bir hayat yaşayın. Ama şunu asla
unutmayın ki:
4. “Hepinizin dönüşü, Onadır. Allah'ın
vaadi haktır. O, önce yaratır, sonra inanıp yararlı işler yapanların ve inkâr
edenlerin hareketlerinin karşılığını adâletle vermek için tekrar diriltir.
İnkârcılara, inkârlarından ötürü kızgın bir içecek ve can yakıcı azab
vardır.”
Dönüşünüz Onadır. Attığınız her adım,
alıp verdiğiniz her nefes sizi Ona doğru götürmektedir. Yaşadığınız bu hayatın
sonunda yaptıklarınızın hesabını vermek üzere Onun huzuruna gideceksiniz. Onun
yargılamasıyla karşı karşıya geleceksiniz. Sizler şu anda Onun tarafından
getirildiğiniz bu dünyada her an Ona doğru koşmaktasınız. Unutmayın ki Allah’ın
vaadi haktır. Allah vaadinde asla hulf etmeyendir.
Allah ne demişse, ne vaadetmişse
hepsi haktır. Öleceksiniz demişse, sonra dirilecek ve hesaba çekileceksiniz
demişse haktır, doğrudur. Benim istediğim biçimde yaşayanlara cennet var
demişse, Beni ve Benim istediğim kulluğu tanımadan yaşayanlar, Benden
başkalarına kulluk yapanlar cehenneme gidecek demişse haktır doğrudur. Benim
kitabım sayesinde insanlar izzet ve şeref kazanacaklar, Benim yasalarıma uygun
yaşayanlar yeryüzüne hakim olacaklar, kendi hevâ ve heveslerini putlaştıranlar
da yeryüzünde zelil bir hayatın sahibi olacaklar demişse haktır. Kâfirler
cehenneme, mü’minler de cennete gidecekler demişse doğrudur. Allah ne demişse,
nelerin ger-çekleşeceğini haber vermişse sonunda mutlaka onlar gerçekleşecektir.
Bundan hiç kimsenin en ufak bir şüphesi olmasın.
O Allah, tüm mevcudatı yoktan var
edendir. Yarattıklarını tekrar öldürüp diriltecek olan da Odur. Peki niye böyle
yapacakmış Rab-bimiz? Yâni niye yaratmış insanları? Niye diriltecek öldürdükten
sonra? Allah’a, Allah’ın istediği biçimde iman etmiş, Allah’tan gelenlere,
Allah’ın istediği biçimde iman etmiş ve bu imanlarını sadece söz planında
bırakmayarak hayatlarında görüntülemiş, imanlarının gereğini yapmış, yaşamış,
pratize etmiş, imanlarından kaynaklanan bir hayat yaşamış mü’minleri adâletle
mükâfatlandırmak için. Rabbimiz hakla adâletle mükâfat verecektir.
Çünkü Rabbimizin yaptığı her
işinde adâlet vardır. Allah haktır, kendisi haktır, gökleri ve yeri, göktekileri
ve yerdekileri yaratması haktır, bizi yaratması haktır, bize hayat programı
olarak gönderdiği kitabı haktır, bize kulluk örneği olarak gönderdiği elçileri
haktır, bizi öldürmesi haktır, öldükten sonra bizi yeniden diriltip hesaba
çekmesi haktır ve yine Onun hak yasaları gereği mü’minlere karşı mükâfat
vermesi, yaşadıkları müslümanca bir hayatın sonucu olarak onları cennetle ve
rahmetle ödüllendirmesi de haktır.
Elbette adâlet bunu
gerektirmektedir. Herkes nasıl yaşamışsa sonunda mükâfat veya ceza ona göre
takdir edilecektir. Rabbimizin adâleti gereği herkes neye lâyıksa onu bulacak.
Mü’min de kâfir de yaşadıkları bu hayatın sonunda Rabbimizin âdil hükmüyle karşı
karşıya gelecektir. Kim neyi hak etmişse onu bulacaktır.
Demek ki bu dünyada Allah’ın istediği
biçimde yaşamış mü’-minlere bu tür mükâfatlar vardır. Peki kâfirlere ne varmış
öbür tarafta?
Kâfirlere gelince onlar için de
Hamîm’den kaynar sudan bir içecek ve kâfirliklerinden dolayı da elem verici,
acıklı bir azap vardır. Hamim kâfirlere cehennemde sunulacak içkidir. Kaynar su,
maden eriyiği ya da kâfirlerin gözyaşlarıyla dolmuş havuzlardaki birikintidir ki
onlara orada içirilecektir.
5. “Güneşi ışıklı ve ayı nûrlu yapan;
yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için aya konak yerleri düzenleyen O'dur.
Allah bunları ancak gerçeğe göre yaratmıştır; bilen millete âyetleri uzun
uzadıya açıklıyor.”
Allah güneşi bir aydınlık olarak
yarattı. Ayı da bir nûr olarak yarattı. Evet güneşimizi yaratan O, ayımızı
yaratan O, yeryüzünü ya-ratan, gökleri yaratan, yerdekileri ve göktekileri
yaratan, karanlıkları ve aydınlığı yaratan, karanlıkları ve nûru yaratan, güneşi
zıya, ayı nûr kılan ve tüm bunları bizim hizmetimize âmâde yapan Allah’tır.
Öy-leyse hamd da Allah’a aittir. Övgü ve senâ Allah’a aittir. Övülmeye lâ-yık
tek varlık Allah’tır. Kulluk edilmeye lâyık tek varlık Odur. Sözü dinlenmeye
lâyık tek varlık Odur.
Böyle iken Allah’ı tanımayanlar
başkalarına hamd etmeye çalışıyorlar. Başkalarını övmeye, başkalarına kulluk
etmeye çalışıyorlar. Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk tutmaya
çalışıyorlar. Kimileri Allah’ın yarattığı maddeyi Allah yerine koyarak Allah’a
denk tutuyorlar, aya, güneşe, yıldızlara veya maddeye tapınmaya çalışıyorlar.
Ki-mileri Allah’ın yarattığı kulları Allah makamına oturtarak ona denk
tu-tuyorlar, kimileri yeryüzünde Ona arkadaşlar izâfe ederek, ahbaplar izâfe
ederek, vekiller ve yetkililer izâfe ederek, kimileri Allah’a çocuklar izâfe
ederek, kimileri Allah’ın yarattığı ateşe, kimileri taşa toprağa, kimileri
kadına, kimileri Allah makamına oturttukları insanlara, tâğut-lara tapınarak
onları Allah’a denk tutmaya çalışıyorlar. Halbuki bunların hepsi birer
yaratıktır. Hepsi de Allah’ın yarattığı kulu ve mülküdür.
Tüm bu semavat ve arzdakileri yarattığı
için Allah hamd e lâyıktır. Gökleri ve yeri yarattığı için, insanı yarattığı
için, göktekileri yerdekileri insanın hizmetine sunduğu için Allah hamd edilmeye
lâyıktır. İşte böyle bir yaratıcı ilâh olmaya lâyıktır. İşte böyle bir yaratıcı
kulluğa lâyık olandır. Yaratmayla ulûhiyet arasında böyle bir bağ kuruluyor ve
sonra da deniliyor ki onlar bütün bunları yaratanın Allah olduğunu bile bile
yine de Allah’a denk ilâhlar bulmaya çalışıyorlar. Allah’tan başkalarını da
hayatlarında söz sahibi kabul edip onların sözlerini de dinlemeye, onların
arzularını da gerçekleştirmeye, onların kanunlarını da uygulamaya çalışıyorlar.
Halbuki ilâh olanın, rab olanın,
kendisine kulluk edilmesi gereken varlığın yaratıcı olması gerekir. Hani var mı
Allah’tan başka böyle bir yaratıcı? Gökleri ve yeri yaratan başka birileri var
mı? Ayı, güneşi, yıldızları, havayı, suyu yaratan başka birileri varsa tamam
onlara da kulluk yapalım.
Belki de güneşin bir aydınlık ayın da
bir nûr olarak ifade edilmesi ayın ışığını güneşten aldığını beyan içindir. Yâni
ayda aslında ışık yoktur da ışığını güneşten almaktadır deniyor, bu ifade belki
de buna işaret ediyor.
Ve ay için de menziller takdir ettik ki
onunla senelerin ayların hesabını bilesiniz diye. Eğer Rabbimiz gecemizin
zülüflerini aydınlatan aya, menziller, konaklar takdir buyurmasaydı biz bugün
günlerimizin aylarımızın hesabını bilemezdik. Eğer Rabbimiz bize rahmetinin
gereği tepemizin üzerine böyle bir takvim yerleştirmeseydi zamanı nereden
bilebilecektik? Rahmetinin gereği geceyi ve gündüzü yaratmasaydı, bizler hep
gece karanlığında ya da gündüz aydınlığında olsaydık bu hayatı nasıl
yaşayacaktık? İşlerimizi nasıl görecek, yolumuzu nasıl bulacak veya
dinlenmemizi, uykumuzu nasıl gerçekleş-tirecektik? Ama rahmetiyle bizi yaratan
Rabbimizin bizim bu dünyada düzenli bir hayat yaşayabilmemiz için gerekli her
türlü ortamı da hazırlamıştır. Daha bizi yaratmadan bu dünyada bizim rahat
etmemiz için tüm hayat standartlarını hazırlamıştır Rabbimiz. Yiyip
içeceklerimizden tutun da zaman ayarlamamıza kadar hiç bir şeyimizi ihmal
etmemiştir.
Hal böyleyken bütün bunları
yaratan Rabbine karşı şu insan oğlu ne kadar da nankör davranıyor değil mi?
Yaratılışı kendi elinde olmadığı halde, kendisine hayat için lâzım olan şeylerin
hiç birisini kendisi yaratmadığı halde, ne varlığının ne de var edildiği hayatın
dü-zenlenmesi konusunda kendisi söz sahibi olmadığı halde, ölümü ko-nusunda da
en ufak bir söz hakkı olmadığı halde yine de kendisini bir şey zannedip Rabbine
karşı kafa tutmaya kalkışmaktadır. Benim aklım var, benim anlayışım var, benim
bilgim var, benim keyfim var, benim kimseye ihtiyacım yoktur. Ben kendi hayatımı
kendim düzenleyebilirim. Ben hayatıma kimseyi karıştırmam. Benim hayatıma Allah
karışamaz. Benim Allah’ın kitabına da, Onun hayat programına da, Onun elçisine
de ihtiyacım yoktur diyen insan ne kadar da nankör, ne kadar da zavallı bir
tavır sergilemektedir.
Halbuki bu hayata gelişi de kendi
elinde değil gidişi de. Halbuki hayatın sahibi de ölümün sahibi de Allah’tır.
İnsanın sahibi de mülkün sahibi de Allah’tır. Hayat onun elinde, memat Onun
elinde, mülk Onun elinde, güç, kuvvet, saltanat Onun elindedir. Halbuki bizim
hayatımızın düzenini koyan da Allatır. Hayatın değişmez yasalarını koyan da
Odur.
Düşünün bir kere. Acıkmadan
yaşayabiliyor muyuz? Susama-ya çare bulabiliyor musunuz? Üşümeye çare
bulabiliyor musunuz? Ölüme çare bulabiliyor musunuz? Hayır bizler zaten fıtraten
Allah ya-salarına boyun bükmüşüz. Öyleyse izdırari olarak boyun büküp teslim
olduğumuz Allah yasalarına, ihtiyarî olarak da teslim olmak zorundayız. Yâni
müslüman olmak ve Allah’ın istediği biçimde bir hayat yaşamak zorundayız.
Çünkü Allah bütün bu yarattıklarını boş
yere, laf olsun diye yaratmamıştır. Yarattığı her şeyi hakla, hak olarak, hak
yasalara bağlı olarak yaratmıştır. Ve bilen bir kavim için, anlayan bir toplum
için, bu yaratılan âyetler üzerinde düşünen, kafa yoran, ibret almaya çalışan
insanlar için bunların her birerinde ibretler vardır. Ancak bu âyetlerden
bilenler ibret alacaklardır. Akıl sahipleri, akıllarını kullananlar ibret alacak
ve onları yaratana kulluğa karar vereceklerdir. Kâfirler zaten akılsızlardır.
Zaten kâfirin aklı olsaydı müslüman olurdu.
6. “Gece ile gündüzün birbiri ardınca
gelmesinde, Allah'ın göklerde ve yerde yarattıklarında, O'na karşı gelmekten
sakınan kimseler için âyetler vardır.”
Allahu Teâlânın gökleri ve yeri
yaratmasında muttakiler için âyetler vardır. Muttakiler için, takva erleri için
âyetler deliller vardır. Allah adına bir hayat yaşamak isteyen, Allah’la yol
bulmak isteyen, yolunu Allah’a sorarak yaşamak isteyen, Allah’ın rızasını
kazanmaya yönelmiş kimseler için âyetler vardır. Gözümüzün önünde görsel
âyetler, kulağımızın dibinde metluv âyetler, semavat ve arzda bizi yaratıcıya
götürecek, Allah’ın varlığına mihmandarlık yapacak pek çok âyetler vardır.
Bütün bu âyetlerle birlikte bir
hayat yaşamak, bütün bu âyetler arasında onların delaletiyle bir hayat yaşamak,
işte Allah’ın bizden istediği hayat budur. Allah’ın bizden istediği kulluk
budur. Ama insanlardan kimileri bu âyetleri görmezden gelerek, Allah’ın
âyetlerini örterek, örtbas ederek, Allah’ın âyetlerini gündemlerinden düşürerek,
sadece dünyayı tercih ederek bir hayat yaşamadan yanalar. Allah’-tan ve Allah’ın
hayat programından habersiz keyiflerinin istediği gibi bir hayat yaşamadan
yanalar.
7,8. “Bizimle karşılaşmayı ummayan ve
dünya hayatından hoşnut olup ona bağlananların ve âyetlerimizden habersiz
bulunanların, işte bunların kazandıklarına karşılık varacakları yer
cehennemdir.”
Bizimle kavuşmayı ummayanlar, bizimle
karşı karşıya gelecekleri randevu gününü hesaba katmayanlar, ölüm ötesini hesaba
katmadan yaşayanlar, öldükten sonra dirilip hesaba çekileceklerini kabul
etmeyenler, dünya hayatından razı olup onu tatminkâr bulanlar, dünyayla mutmain
olup onun ötesinde âhirete bir meyil bir arzu duymayanlar, dünyayı ve dünya
nîmetlerini yeterli bulup âhiret adına bir yatırımda bulunmayanlar.
Evet işte ancak bunlar bizim
âyetlerimizden gafildirler diyor Rabbimiz. Evet işte Allah’ın âyetlerine karşı
gaflet içinde olanlar bunlardır. Kim ki dünyayı yeterli bulur, kim ki dünyayı
hedef bilir, dünya ve içindekilerden razı olur, onu tatminkâr bulur, onunla
yetinmeyi dü-şünür, dünyayla mutlu olur ve dünyanın ötesindeki âhiret
mutluluğunu, cennet nîmetlerini ve cennet saadetini arzu etmezse elbette bu kişi
Allah’ın âyetlerinden gafil olacaktır. Benim için önemli olan dünyadır, dünyam
iyi olsun da gerisi önemli değildir, dünyada ulaşayım da gerisi önemli değildir
diyerek, dünyayı tatminkâr görerek tüm plan ve programını dünyayı kazanma adına
yapan bir kişinin elbette Allah’ın âyetleriyle ilgilenmesi mümkün olmayacaktır.
Elbette Allah’ın âyetlerinden
gafil olan bir kimse de dünya hayatını Allah’ın istediği gibi değil de kendi
istediği biçimde değerlendirecek ve böylece o kişinin dünyası da âhireti de
berbat olacaktır. Çünkü Allah’ın istediği biçimde yaşanmayan dünyanın Allah
katında hiç bir değeri yoktur. İmtihan için geldiğimiz bu dünya hayatı Allah’ın
istediği gibi değerlendirilir, Allah’ın belirlediği hayat programı istikâmetinde
yaşanırsa bir değer ifade edecektir. Dünyayı Allah’ın istediği biçimde
değerlendiren insanların dünya hayatları da güzel, âhiret ha-yatları da güzel
demektir. O zaman mü’min dünyada da cennet hayatını yaşamış olacaktır. Ama
dünyada Allah’ın programıyla değil de kendi hevâ ve hevesleriyle yaşayan ve yine
kendi hevâ ve hevesleriyle dünyayı hedef bilen, onunla tatmin olan, onu yeterli
gören, onun ötesindeki hayata hazırlık içinde olmayan kişi Allah’ın âyetlerinden
habersiz, Allah’ın âyetlerine karşı gaflet içinde yaşayan kişi demektir.
İşte böylelerinin varacağı yer
cehennemdir. Dünyada yaptıklarından dolayı, kazandıklarından dolayı onların
gidecekleri yer cehennemdir, ateştir. Evet işte dünya hayatında dünyayı hedef
bilen, dünyayı tercih edip âhireti ve âhiretteki mutlulukları mükâfatları hesaba
katmadan bir hayat yaşayan, yaşadığımız hayat ancak işte bu dünya hayatıdır,
bunun ötesinde başka bir hayat yoktur. Varsa da yoksa da hayat bu dünya
hayatıdır, bu hayatın ötesinde ne dirilme vardır ne de hesap kitap diyerek hayatını dirilme de hesap kitap da
yoktur inancına bina ederek yaşayan, dünyada ne bulmuşlarsa mal mülk, ev bark,
dükkan tezgah, şan şöhret, yeme içme, giyinme kuşanma gibi onlardan razı olan,
onlarla övünen insanların sonunda gidecekleri yer burasıdır.
İşte bunlar bizim âyetlerimizden
gafildirler buyururken Rab-bimiz bu duruma düşmenin sebebini de aslında burada
açıklamış oluyor. Allah’ın âyetlerinden gaflet. Allah’ın âyetlerinden habersizce
bir hayat yaşamak. Allah’ın hayatımıza diktiği işaret levhâlârını örte-rek,
Allah’ın yol gösterici uyarılarını gündemden düşürerek yaşanan bir hayatın
sonucu elbette böyle olacaktır. Bir insan düşünün ki Allah tarafından dünyaya
getiriliyor, dünyada kendisi için gerekli tüm ya-şam şartları hazırlanıyor,
muhtaç olduğu tüm nîmetler cömertçe kendisine sunuluyor ve yine Allah tarafından
geçici bir imtihan süresi için getirildiği bu dünyada nasıl bir hayat
yaşayacağına dair kendisine bir hayat programı gönderiliyor, bu programın icrası
konusunda kendisine örnek elçiler sunuluyor. Sonra da eğer böyle bir hayatı
yaşarsan sonunda Rabbinin cenneti var, değilse sen bilirsin ateş seni bekliyor
diye açık, açık uyarılıyor.
İşe bütün bunlara rağmen bir
insan düşünün ki Allah’ın kendisine verdiği bu hayattan istifade ediyor,
Allah’ın kendisine verdiği tüm nîmetleri kullanıyor ama Allah’ın kendisine
gönderdiği vahyi reddediyor, bu hayatın yaşam kurallarını, hayatın katalogunu
görmezden geliyor Allah’ın kendisine gönderdiği peygamberin hayat programını
reddediyor ve kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya
kalkışıyor. Kendi görüşlerine, kendi heveslerine tapınarak bir hayat yaşamaya
kalkışıyor. Şehvetleri varsa, kadın kız varsa, para pul varsa, şöhret, alkış
varsa, yeme içme varsa tamam, bundan başkası bize lâzım değil diyorsa elbette
onun gideceği yer de cehennemdir ateştir.
Rabbimizin bu uyarıları istikâmetinde
kendimizi hesaba çekmek zorundayız. Acaba okuduğumuz bu âyetler çerçevesinde
bizim yerimiz neresidir? Bu âyetler ışığında acaba bizim konumumuz nedir? Acaba
yaşadığımız hayatta ne kadar dünyacıyız ne kadar âhiretçiyiz. Acaba yaşadığımız
hayat gerçekten Allah’ın âyetlerinden kaynaklanan bir hayat mı, yoksa Allah’ın
âyetlerinden gaflet içinde, onlardan habersizce bizim kendi hevâ ve
heveslerimizden kaynaklanan bir hayat mı? bunu çok ciddi düşünmek zorundayız.
Yâni acaba dünyamız için âhiretimizi fedâ etmiş, âhireti unutarak tüm plan ve
programlarımızı dünya için mi yapıyoruz? bunu çok ciddi düşünmek zorundayız.
Elbette müslümanın hayatında da
dünyayla ilgilenme vardır. Yeme, içme, giyinme, kuşanma, kazanma harcama gibi.
Çünkü biz dünyada yaşıyoruz, dünya şartlarında yaşıyoruz. Ama müslüman hiç bir
zaman dünyası için âhiretini fedâ eden insan değildir. Müslüman dünyasını Allah
için, Allah’ın haber verdiği ebedî saadet yurdu âhiret için yaşayan insandır.
Bunu hiç bir zaman unutmamalıyız. Onun içindir ki bu âyetler ışığında kendimizi
hesaba çekmek zorundayız.
Acaba şu anda Allah’ın âyetleri
bizim gündemimizde ne kadar yer işgal ediyor? Acaba gündemimizde ne kadar cennet
var? cehennemi ne kadar düşünebiliyoruz? Gündemimizde dünya mı var yoksa bunlar
mı? En çok dert edindiğimiz şey nedir? bunu ciddi ciddi düşünmek zorundayız.
Eğer şu anda bizim dünyamızda bizim gündemlerimizde gerçekten âhiret hakimse,
gerçekten cennet ve cehennem hakimse, yaşadığımız hayatta tüm eylemlerimizde,
tüm tavırlarımızda, tüm amellerimizde hakim unsur bunlar ise o zaman biz hayata
Allah’ın âyetleriyle bakabilecek, hayatı Allah’ın vahyiyle değerlendirecek,
problemlerimizi Allah’ın âyetleriyle çözümleyecek ve Allah’ın bize lütfettiği bu
dünya hayatını Allah’ın istediği biçimde değerlendirecek bir noktadayız
demektir.
Ama bütün hemmimizle, bütün
gayretimizle dünyaya yönel-miş, dünyanın peşine takılmış, dünyayla tatmin olmuş,
daha fazla ka-zanma, daha fazla üretim, daha fazla ekonomi, daha fazla alkış,
daha fazla makam, daha fazla koltuk ve şöhret peşine takılıp, dünyanın içine
gömülüp âhireti hatırımıza bile getirmeyecek bir pisliğin içine düşmüşsek, o
zaman bilelim ki biz Allah’ın âyetlerinden uzak, Allah’ın hayat programından
habersiz bir hayatın içindeyiz demektir ki bu ha-yatın sonu cehennemdir.
Allah’a kulluğa, Allah’ın dinini,
Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini tanıyarak iyi bir müslüman olmaya
ayrılması gerek zamanın sadece para kazanmaya ayrıldığı bir hayat insanı
cehennemden başka bir yere götürmez.
Allah’ın âyetleriyle birlikte
olmayan, Allah’ın âyetlerinden habersiz yaşayan, toplumun empoze ettiği sahte
âyetlerle, toplumun sunduğu sahte hedeflerle, sahte önderlerle, sahte
peygamberlerle, şeytanla ve şeytan vahiyleriyle hareket eden bir kimsenin
gideceği yer elbette şeytanların gidecekleri yer olacaktır.
Bundan sonraki âyetinde kendi
âyetleriyle hareket eden, Allah’ın âyetlerini gündeminde canlı tutarak o âyetler
istikâmetinde bir hayat yaşayan ve böylece dünya ve âhiret dengesini Kur’an,
yâni tercihini Allah’ın istediği şekilde bir hayattan yana kullanan, ölüm öte-si
hayatı hesaba katarak yaşayan mü’minlerin hem dünyada hem de âhirette
kazanacakları mükâfatları mutlulukları anlatacak Rabbimiz bakın şöyle
buyuruyor:
9.
“İnananlar ve yararlı iş yapanları, imanlarına karşılık Rab’leri doğru
yola eriştirir; nîmet cennetlerinde onların altlarından ırmaklar
akar.”
İman edenler Allah’a, Allah’ın istediği
biçimde, iman edenler, Allah’tan gelenlere Allah’ın gönderdiği biçimde iman
edenler, peygambere Allah’ın gönderdiği örnekliliği içinde iman edenler, kitaba
Allah’ın istediği biçimde iman edenler. Evet inanılması gerekenlere Allah’ın
istediği biçimde iman eden ve bu imanlarını sadece söz planında, iddia planında
bırakmayarak hayatlarında görüntüleyenler, imanlarının pratiğini gerçekleştirip
amele dönüştürenler, imanlarının nasıl pratize edileceği konusunda
peygamberlerini adım adım takıp edenler.
Allah’a iman, Allah’ın istediği
hayatı yaşamaya imandır. Kitaba iman, hayatı onunla düzenlemeye ve amellerini
kitap kaynaklı yapmaya imandır. Peygambere iman, da onun hayatta örnekliliğine
imandır.
Evet işte böyle iman edenler ve
imanlarını amele dönüştürüp hayatlarında görüntüleyenler var ya işte bunlara
imanları ve teslimiyetleri sebebiyle Rab’leri hidâyet edecek onlara dosdoğru
yolunu gösterecektir.
Demek ki bir insan imanından da,
küfründen de bizzat kendisi sorumludur. Yâni Rabbimiz insanları kendi
iradeleriyle baş başa bırakmaktadır. İnsanlara iman ya da küfürden her hangi
birisini tercih imkânı vermekte ve hür iradesiyle yapacağı bu tercihine göre onu
sorumlu tutmaktadır.
Rabbimiz hiç kimseyi kendisine
özgür bir irade vermedikçe sorumlu kılmıyor. Rabbimiz kullarına akıl vermiş,
hayrı şerri birbirinden ayırt edecek temyiz vermiş, yâni hayır ve şer yollarını
da göstermiş, peygamberler göndermiş, o peygamberleri vasıtasıyla yol gösterecek
âyetler indirmiş sonra da insanlara şöyle buyurmuştur: Kullarım, ben size hayrı
da şerri de, hakkı da bâtılı da, cenneti de cennet yolunu da cehennemi de
cehenneme götürü yolları da gösterdim. Size bu ikisinden birisini tercih imkânı
ve iradesi de verdim. Haydi buyurun bu özelliklerinizle ya kabul edin ya da
reddedin. Artık bundan sonra hiç birinizin her hangi bir mâzeret ileri sürmeye
hakkınız kalmamıştır.
Kâfirliği seçen, seçimini
kâfirlikten yana kullanan insanın suçlusu başkası değil bizzat kendisidir. Hür
iradesiyle de İslâm’ı seçen, seçimini Allah’a kulluktan yana kullanan kimsenin
bu güzel sorumluluğu da kendisine aittir. Çünkü onu bizzat seçen kendisidir.
Çünkü bir kimse hür iradesiyle İslâm’ı seçmedikçe, iradesini o istikâmette
kullanıp gereğini yerine getirmedikçe Allah zorla onun İslâm’ını da
onay-lamıyor.
Allah zorla hiç kimseyi müslüman
yapmıyor. Zorla hiç kimseyi kâfir yapmadığı gibi müslüman da yapmıyor. Bir adam
kendi gönlüyle kendi iradesiyle kâfirliği tercih edecek, Allah onun tercihini
onaylayacak ve bu tercihine göre bir hayat yaşayacak ve sonunda bu tercihinin
âkıbetine katlanacak. Veya adam kendi hür iradesiyle müslüman-lığı tercih
edecek, Allah onun tercihini onaylayacak ve hayatını bu imana bina edecek ve
sonunda bu tercihinin karşılığını görecektir ve kurtulacaktır.
Durum böyle olunca da ne kâfirlerin ne
de müslümanların bugün kaderci bir anlayışa kapılarak benim bu tercihim ve bu
tercihe bağlı olarak yaşadığım hayatımın suçlusu ben değilim bunun suçlusu
kaderimdir, suçlusu Allah’tır diyerek tüm günâhlarından sıyrılması mümkün
değildir. Bu felsefeye kapılarak insanların tüm pisliklerin-den, tüm
rezaletlerinden sıyrılarak kendilerini temize çıkarma gayretleri Allah’tan ve
Allah’ın âyetlerinden gafil bir şekilde kendi şeytani felsefelerinin ardına
düşmelerinden, bilgisizce, mesnetsizce kendi hevâ ve heveslerini
putlaştırmalarından kaynaklanmaktadır. İşte Allah’ın kitabında haber verdiğine
göre Allah hiç kimsenin tercihinden, hareketlerinden sorumlu değildir.
Allah hiç bir kimseyi hiç bir
tercihe zorlamamaktadır. Hiç bir kimseyi hiç bir harekete zorlamamaktadır.
Aksine insanlar hür iradeleriyle iman ya da küfürden birini kendileri
seçmektedirler. Binaenaleyh kendi hür iradesiyle küfrü tercih eden kâfirin
cehenneme kadar yolu var diyoruz. Ama imanı, teslimiyeti ve cenneti tercih eden
kullarına da Rabbim bu tercihlerine göre hidâyet etmektedir.
Onlar, o mü’minler bu tercihlerinden ve
bu tercihlerine uygun olarak yaşadıkları müslümanca bir hayatlarından ötürü
altlarından ırmaklar akan Naim cennetlerindedirler. Evet bu müslümanlar tercih
ettikleri imanları sebebiyle ve bu imanlarından kaynaklanan yaşadıkları
hayatları sebebiyle Naim cennetlerindedirler. Kâfirler küfre kullandıkları
tercihleri sebebiyle cehennemde azabın içinde perişan olurlarken mü’minler de
Naim cennetlerinde nîmetlerin içindedirler.
Böyle bir sonuca müracaat için zaman
geç değildir. Her an buna müracaat edip sözleşme imzalayabilirsiniz. Gece veya
gündüz ne zaman isterseniz. Siz tercihinizi bundan yana kullanmaya karar
verdiğiniz anda bilesiniz ki Allah’ı yanı başınızda hazır bulacaksınız. Rabbiniz
hemen sizi böyle bir anlaşmada taraf kabul edecek, sizin bir adım atmanıza o
koşarak gelecek ve sizinle böyle bir akdi imzalayacak ve sonunda sizin için
cennetinden razı olacaktır. Cennetini sizin için ayakkabınızın tokasından daha
yakın kılacaktır.
Öyle bir cennet ki altlarından ırmaklar
akmaktadır. Bal ırmak-ları, süt ırmakları, şarap ırmakları ve su ırmakları. Öyle
bir cennet ki aradığınız her şey var. Öyle bir cennet ki sahibinin şanına
lâyıktır, başka bir şey demeye gerek yoktur.
10. “Oradaki duaları: "Münezzehsin ey
Allah'ım" dirlik temennileri: "Selâm size" ve dualarının sonu da: "Âlemlerin
Rabbi Allah'a hamd olsun" dur.”
Evet onların, o yaşadıkları hayatla hak
ettikleri cennete girmiş ve Rab’lerinin kendileri için hazırladığı gözlerin
görmediği, kulakların duymadığı, akıl ve hayallerinden bile geçiremeyecekleri
enva-ı çeşit devletlere ve nîmetlere ulaşmış o müslümanların oradaki duaları
şöyleymiş bakın: “Sübhanekallahümme” Allah’ım seni
tesbih ederim, seni tenzih ederim! Ya Rabbi sen noksan sıfatlardan münezzeh ve
kemal sıfatlarla muttasıfsın! Sen mükemmelsin! Sen seni nasıl tanıtmışsan seni
öylece kabul ederim. Dünyada seni böylece tesbih ediyor ve mükemmel kabul
ediyordum şimdi cennette de aynen bu tesbihim devam ediyor ya Rabbi. Çünkü ben
dünyadayken böyle yaşadım. Dünyamı senin istediğin biçimde değerlendirdim.
Dünyada senin hayat programını program bildim. Dünyayla âhiretin arasını
ayırmadım. Dünyayla tatmin olup, dünyayı tatminkâr bulup âhireti unutmadım. Ben
hayat programımı bu cennet üzerine bina ettim. Ben buranın heyecanıyla yaşadım
diyecekler.
Onların orada tahiyyeleri selâmdır.
Yâni cennette mü’minler birbirleriyle karşılaştıkları ortamlarda da birbirlerine
sözleri mukabeleleri sadece selâm olacaktır. Birbirlerine selâm diyecekler,
selâmun aleyküm diyecekler, birbirlerine selâm, selâmet ve esenlik
dileyecek-ler. Çünkü Selâm Rabbimizin isimlerinden birisidir ve böylece
mü’-minler birbirlerine Rab’lerini hatırlatacaklar, bu nîmetleri kendilerine
veren Rab’lerine hamdi ve Rab’lerinin nîmetlerinin güzelliklerini
hatırlatacaklardır. Dünyada iken tüm bu nîmetleri Rab’lerinden bilip Ona
teşekkür adına kulluklar yapmışlardı, şimdi cennette de kendilerine gözlerinin
görmediği, kulaklarının duymadığı, akıl ve hayallerinden bi-le geçiremedikleri
enva-ı çeşit nîmet ve lütuflarda bulunan Rab’lerine karşı hamd ve kullukları
devam etmektedir. Elbette dünyada selâm, selâmet İslâm ve teslimiyet içinde bir
hayat yaşayan mü’minlerin yurdu, selâmet yurdu olan cennet olacaktır. Dünyada
kişi nasıl bir hayat yaşamışsa sonunda bulacağı hayat da onun aynısı olacaktır.
İnsan şu anda nasıl bir hayat yaşıyorsa
sonunda kavuşacağı hayat da onun aynısı olacaktır. Selâm, selâmet, emniyet ve
teslimiyet içinde bir hayat yaşayan kişi sonunda selâmet yurdunda selâmet ve
emniyet içinde bir hayata kavuşacaktır. Zaten şu anda mü’minler dünyada böyle
bir hayat yaşıyorlar. Yâni şu anda mü’minler dünyada cennet hayatı yaşamaktadır,
kâfirler de cehennemi yaşamaktadırlar. Nasıl?
Hem cehennemi bir hayat yaşıyorlar ve hem de
dünya hayatından memnun oluyorlar. Tüm hedefleri dünya hayatıdır. Ama tüm
hedefleri dünya olsa da görüyoruz ki bu adamların dünyasında da hayır yoktur.
Gerçi dış görünüşleri itibariyle dünyayı hedefledikleri için dünyada gerçekten
erişemedikleri bir şey yok gibi ama nihâyet şu andaki hayalarını görüyoruz ki
kendi elleriyle dünyalarını da bozmuşlar, mekânik bir hayata gelmişler,
robotlaşmışlar, duyguları bitmiştir. Hisleri hareketleri kaybolmuştur, sevmek,
sevilmek, ağlamak, gülmek gibi tüm insanî duyguları bitmiştir. Fedâkârlık,
cefakarlık duyguları bitmiştir. Yedirme, içirme, infak ve akrabalık bağları
bitmiştir. Karılık, kocalık bağları bitmiştir. Babalık oğulluk bağları
bitmiştir. Her şeyleri bitmiştir. Böyle bir hayatın içinde tüm dünya onların
olsa ne olacak?
Şu anda aslında cehennemi
yaşıyorlar, ama böyle bir hayat da onlara süslü geliyor. Bunu hayat
zannediyorlar. Yâni çok rahat altlarından kaçırdıkları kadınlar, üstlerinden
kaçırdıkları kocalar onların iç dünyalarında büyük ıstıraplar oluşturuyor, derin
yaralar açıyor ama bunu sanki fevkalade güzel bir şeymiş gibi süslü görmeye
çalışıyorlar ve her biri de bunu ortaya koymaktan hiç de sıkıntı duymuyorlar,
çok rahat bir şekilde birbirlerini aşağıya indirebiliyorlar, çok rahat bir
şekilde birbirlerini atlatabiliyorlar, rezil rüsva bir hayatı birlikte
yaşıyorlar.
Meselâ bir adam cadde ortasında
herkesin gözleri önünde açlıktan geberip gitse; necisin diyen olmuyor ama yine
de bu hayat kendilerine süslü gösteriliyor. İşte böyle tüm gördükleri, oldum
olası bir dünya hayatları var, yaşasınlar bakalım zaten bu adamlar geberir
gebermez hepsi de cehenneme gidecekler. Hakikaten acımak gerekiyor bu adamlara
ama acımaya da hakkımız yok. Tümüyle sefaleti yaşıyorlar, ölür ölmez de
cehenneme gidecekler, büyük bir azabın içinde bulacaklar kendilerini.
Ve dünyada ne görmüşlerse
zevkleri de sefaları da eğlenceleri de hepsi bu kadar olacak. Lâkin işin garibi
bu halleriyle bile müslü-manlara hep tepeden bakıyorlar alay ediyorlar. Ama
sakın ha sakın siz müslümanlar onların alaylarından etkilenmeyin. Onlara
acınacak bir zavallı gözüyle bakalım. Ve gerçekten ağlanacak durumda olanların
kendilerinin olduğunu söyleyelim onlara ve hiç bir zaman en ufak bir şekilde
bile olsa kalbimizden onlara benzemek duygusu geçirmeyelim. Hiç bir zaman
onların yaşadığı hayatın özlemini çekmek gibi bir duruma düşmeyelim.
Çünkü ilim bizde, hikmet bizde,
izzet ve şeref biz de, akıl ve feraset bizde, kitap bizde, hidâyet bizdedir.
Bütün bunlara rağmen bunların, bu zavallıların bizim üzerimizde uyguladıkları
propagandalar sonucu hemen hemen çoğumuzun da etkisinde kaldığı konular vardır.
Bunu bitirmek zorundayız çünkü dünyada cehennemi yaşayan bu adamlara
imrenebileceğimiz hiç bir şey yoktur.
Ama dünyada şu anda cennet hayatını
yaşayan, dünyada Allah’ın istediği hayatı yaşayan, dünyada birbirleriyle
selâmlaşan, bir-birlerine selâmı, İslâm’ı ve Allah’a teslimiyeti tavsiye eden
mü’minler orada da bunu yaşayacaklar.
Ve bu mü’minlerin dâvâlarının sonu
Âlemlerin Rabbine hamd etmektir. Hamd Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Hamd sadece Allah’ın hakkıdır. Dünyadayken de zaten müslümanın ilk ve son işi,
ilk ve son ve sözü buydu. Dünyada yasalarını uygulayarak Rabbine hamd ediyordu.
Dünyada hatırını her şeyin ve herkesin hatırından üstün tutarak Rabbine hamd
ediyordu. Dünyada Rabbinin istediği bi-çimde bir hayat yaşayarak Rabbine hamd
ediyordu. Dünyada Rab-binin arzularından, Rabbinin emirlerinden razı olarak Ona
hamd ediyordu. Dünyada bu böyle olduğu gibi öbür tarafta da böyle olacaktır.
Dünyada Rabbine hamd ederek
yaşayan bir müslüman yaşadığı bu hayatın ilkelerini kendisine gösteren ve
sonunda kendisini cennete ulaştıran Rabbine orada yine hamd edecektir.
Elhamdülillah ki bu Allah kendisine dünyada cennetin yolunu göstermişti.
Elhamdülillah ki dünyada kitaplar ve peygamberler göndermek sûretiyle hem
cennete hem de cehenneme gidişin yollarını göstermişti Allah. Eğer Rabbimiz bize
şu anda cennete gidişin yolunu usulünü bildirmeseydi biz nereden bilebilecektik
onu? İşte mü’minlerin hamdleri orada da devam edecektir.
11. “İyiliği acele isteyen kimselere
Allah fenalığı da çabucak verseydi, süreleri hemen bitmiş olurdu. Bizimle
karşılaşmayı ummayanları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken
bırakırız.”
Âhireti, cenneti ve cennetteki
mü’minlerin mükâfatlarını gündeme getirirken bakıyoruz ki birden bire Rabbimiz
sözü dünyanın değerlendirilmesine çeviriverdi. Hayat da böyle değil mi? Bir
bakıyorsunuz hayattasınız, yaşıyor, amel işliyorsunuz, bir de bakmışsınız ki
ölüvermişsiniz. Bir bakıyorsunuz dünyadasınız, bir de bakıyorsunuz ki
âhirettesiniz. Bir bakıyorsunuz namazdasınız, bir de bakıyorsunuz ki dükkanda
müşterilerinizle karşı karşıyasınız. Bir bakıyorsunuz Ramazandasınız, bir de
bakıyorsunuz ki sofranın başındasınız. Bir bakıyorsunuz çocuksunuz, bir de
bakıyorsunuz ki evleniyorsunuz. Bir bakıyorsunuz bir başarıyla, bir nîmetle
kucaklaşıyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki bir acıyı, bir başarısızlığı
solukluyorsunuz. Bir bakıyorsunuz sabahtasınız, bir de bakıyorsunuz ki akşamı
idrak ediyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki evlerinizin içindesiniz, ağaçların,
semanın, kuşların, bulutların, insanların hayatın içindesiniz bir de
bakıyorsunuz ki bunların hepsini geride bırakarak âhirettesiniz.
Öyleyse unutmayalım ki attığımız
her adım, alıp verdiğimiz her bir nefes bizi ölüme ve ölüm ötesinde başımıza
geleceklere götürmektedir. İşte Kur’an’ın anlatımı da aynen böyledir. Bir anda
dünyayı anlatırken, bir de bakmışsınız ki âhiret ortamındasınız. Yâni bakıyoruz
ki Rabbimizin anlatımı da aynen insanlık hayatının sanki bir görüntüsüdür.
Evet hayat ve ölüm iç içedir ve ölüm
bize her şeyden yakındır. Gerçi şu anda bundan gafil olan insanlar ölümün,
âhiretin, hesabın kitabın değil de başka şeylerin acelecisidirler. Paranın,
pulun, makamın, mansıbın, hattâ kimi günâha batmış kimseler yaşadıkları hayatın
karşılığı olarak kendilerini bekleyen azabın, ateşin acelecisidirler.
Yaşadıkları hayatla sanki gelsin bakalım ne gelecekse gelsin de görelim
diyorlar. Ey peygamber! Ve ey peygamber yolunun yolcuları! hani şu
bahsettiğiniz, azap nerde kaldı? Hani nerede o? diyerek alaylı bir biçimde
azaplarını acele istemektedirler. Akılsızlar, gariptir ki Allah’tan istenmesi ve
beklenmesi gereken şeyleri Allah elçilerinden ve onların yolunun yolcusu
müslümanlardan istiyorlar. Haydi ey peygamber şu bize vaadedip durduğun azap
neyse getir de görelim bakalım diyorlar.
Veya bugün kâfirler bunu şu
andaki müslümanlardan istiyorlar. Tabii hainler ne peygamberlerin ne de onların
yolcularının böyle bir azabı acilen kendilerine getiremeyeceklerini bildikleri
için de bu konuda cesur davranabiliyorlar. Güya müslümanlara delil getirmiş ve
galip gelmiş sayıyorlar kendilerini de işledikleri günahlara devama kılıf
bulduklarını zannediyorlar. Tabii bunlar yeni değil, geçmiş toplumlar da
peygamberlerinden aynı şeyleri istemişlerdi. Kur’an bunu detayıyla
anlatır.
Evet bu beyinsizlerin bu isteklerine
karşılık Rabbimiz buyurur ki bakın:
Eğer Allah insanlar için, onların
işledikleri suçlar yüzünden hak ettikleri şerri acele etseydi, yâni bu
insanların amellerinin karşılığını dünyada hemen gönderme konusunda acele
etseydi ne olurdu? Onların hayra, hayır konusuna acele edip istedikleri gibi,
yâni paraya, pula, mala mülke, dünyaya, dünyalıklara acele edip onları
istedikleri gibi, onların dünyalık oldukları, maddeci kesildikleri gibi Allah da
onlar için amellerinin karşılığı olan cezalarını, azaplarını gönderme konusunda
acele etseydi onların ecelleri hemen acele gelir ve defterleri dürülürdü. Mühlet
veriyor, imkân tanıyor belki dönerler diye. Belki pişman olurlar da bana kulluğu
karar verirler diye. Bakın Şûrâ sûresi bize bu konuyu şöyle
anlatır:
“Başımıza gelen her hangi bir musîbet
ellerimizle işlediklerimizden ötürüdür. O, yine de çoğunu affeder. "Yeryüzünde
O'nu âciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dostunuz da yardımcınız da
yoktur.”
(Şûrâ 30,31)
Canınıza, malınıza gelen her hangi bir
musîbet sadece sizlerin ellerinizle işlemiş olduğunuz günâhlar yüzündendir.
Günâhlar sadece ellerle işlenmez. Ama genellikle fiiller elle işlendiği için
burada eller ifadesi kullanılmıştır.
Evet mallarınız ve canlarınız
konusunda size ulaşan musîbetler sizlerin ellerinizle işledikleriniz
yüzündendir. Ama sizin ellerinizle işlediklerinizden pek çoğunu Allah
affetmektedir. Ellerinizle işlediklerinizden pek çoğunu Allah görmezden geldiği,
kaale almayıp affettiği için bunların cezasını size tattırmıyor. Eğer Rabbiniz
size bu kadar merhametiyle muamele etmeyip de yaptığınız her bir günâh yüzünden
hemen cezalandırılsaydınız mutlaka hepiniz helâk olup giderdiniz. Kur’an’ın
başka yerlerinde bu hususu anlatan âyetler vardır.
"Eğer Allah kazandıklarıyla insanları
muaheze etmiş olsaydı yer yüzünde hiç bir canlı kalmazdı. Lâkin Allah onları
belli bir vakte kadar erteliyor."
(Fâtır 45)
"Eğer Allah zulümleri yüzünden
yerdekileri hesaba çekecek olsaydı yer yüzünde hiç bir canlı mahluk kal-mazdı."
(Nahl 61)
Rabbimiz bizim işlediklerimizden pek
çoğunu affetmekle birlikte bazıları yüzünden mallarımıza ve canlarımıza bir
şeyler göndermektedir. Öyleyse bileceğiz ki başımıza ne gelmişse kendi
işlediklerimizden dolayı gelmektedir. Ve yine mü'minlere gelen musîbet ve
sıkıntıların onların günâhlarına kefaret olduğunu Resûlü Ekrem efendimizin
hadislerinden öğreniyoruz. Müslümanın başına, malına ve canına gelen bir dert,
bir sıkıntı, bir hastalık, hattâ onun ayağına batan bir diken bile onun işlemiş
olduğu bir günâhına kefarettir. Bunlar sadece mü'minin günâhlarının silinmesine
sebep olmakla kalmayıp aynı zamanda onun Allah katında bir derece daha
yükselmesine sebep olmaktadır. Allah’ın Resûlü Hz. Ayşe’nin rivâyet ettiği bir
hadislerinde şöyle buyurur:
"Kulun yer yüzünde günâhları çoğalıp
onlara kefaret olacak bir şeyler bulunmadığı zaman Allah onun günâhlarına
kefaret olmak üzere onu bir üzüntüye duçar kılar. Böylece onun günâhlarını
döküverir"
Ama buyuruyor ki Rabbimiz insanlar
acelecidirler. Aceleden yaratılmışlardır. Aceleden yana peşinden yanadırlar.
Yaptıklarının karşılığını bu dünyada acele görmek isterler. Allah öyle değildir.
Allah yaptıklarının karşılığını onlara gösterme konusunda onlar gibi aceleci
değildir. Onlara dönüş imkânı, tevbe fırsatı tanımaktadır. Öyle olmasaydı,
yaptıklarımızın karşılığını acele dünyada görseydik belki şu anda hiçbirimiz
hayatta olmayacaktık.
Bizimle kavuşmayı ummayanları, bizimle
karşı karşıya gelmeyi istemeyenleri azgınlıkları içinde, taşkınlıkları içinde
bırakırız, terk ederiz de onlar şaşkın, şaşkın dolaşırlar. Biz onlara
şaşkınlıkları içinde dolaşmaları için mühlet veririz. Rabbimiz mühlet verir ama
asla ihmal etmez. Mühletini ihmal zannedip ihmallere düşmemek
gerekmektedir.
12. “İnsana bir darlık gelince, yan
yatarken, oturur veya ayakta iken bize yalvarıp yakarır; biz darlığını
giderince, başına gelen darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamışa döner. İşlerinde
tuttuğumuz olanlara, yaptıkları böylece güzel
görünür.”
Evet insana bir zarar dokundu mu,
istemediği beğenmediği bir şey başına geldi mi bize yalvarır. Hoşuna gitmeyen
bir şey başına geldi mi yattığı yerden, otururken yahut ayakta iken bize
yalvarır. Her ne halde olursa olsun insan Rabbine ısrarla dua eder. Aman ya
Rab-bi ben bittim! Aman ya Rabbi ben tükendim! Ben mahvoldum ya Rabbi! Ben
perişan oldum yetiş imdadıma ya Rabbi! Bu dert beni bitirdi ya Rabbi! Bu borç
beni tüketti ya Rabbi! Bu hastalık dermanımı götürdü ya Rabbi! Bu fakirlik
belimi büktü ya Rabbi! Bu aile huzursuzluğu benim ağzımın tadını alıp götürdü ya
Rabbi! Bu düşman korkusu beni benlikten çıkardı ya Rabbi! Bu zâlimler beni
kodese tıktılar ya Rabbi! Bu zâlimler bize nefes alma fırsatı vermediler ya
Rabbi diyerek dua dua yalvarır Allah’a. Hem öyle ısrarlı dua eder ki Rabbine
yeri mi değil mi hiç düşünmez. Nerede ve hangi konumda olursa olsun, yatıyormuş,
oturuyor, yahut yürüyormuş hiç fark etmez. Daraldığı, bunaldığı her yer ve
zamanda Rabbine dua eder yalvarır.
Hani müslümanın bu özelliği Kur’an’ın
üçüncü sûresinde Âl-i İmrân sûresinde şöyle anlatılıyordu:
“Onlar ayakta iken, otururken, yan
yatarken Al-lah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: "Rabbimiz!
Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru",
derler.”
(Âl-i İmrân 191)
Müslüman sabah akşam, yatarken yattığı
yerden, otururken, oturduğu yerden, okurken, yerken, içerken, kazanırken,
harcarken, savaşırken, barışırken, ailesiyle karşı karşıyayken, komşularıyla
konuşurken nerede ve hangi konumda olursa olsun Allah’ı zikrediyor, Allah’ı
gündemine alıyor ve yaptıkları yapacakları konusunda Allah’ın emirlerini ve
yasaklarını şuur haline getiriyor, her an Allah’la istişare ediyor. Yemesini
içmesini, yatmasını kalkmasını, almasını vermesini, küsmesini barışmasını,
savaşını barışını, ekonomisini siyasetini, terbiyesini eğitimini, hukukunu
cezasını Allah’ı gündemde tutarak Allah’la istişare ederek değerlendiriyor. Tüm
hayatında sadece Allah’ın rızasını hesap ediyor. Allah’tan başka hiç kimsenin
hatırını dinlemi-yor, Allah’tan başka hiç kimsenin çektiği yere gitmiyor.
Sürekli Allah’ın kitabını, Allah’ın hayat programını gündeminde canlı
tutarak hayatını onunla düzenlemeye
çalışıyor.
İşte bakın burada da bir insan tipi
anlatılıyor. Rabbimizin anlattığı bu insan tipi de kendisine her hangi bir
zarar, sevmediği, beğenmediği bir şey dokunduğu zaman ayakta, otururken,
yatarken kalkarken her an Allah’a dua dua yalvarıyor.
Ona dokunan, onu rahatsız eden o
zararını ondan giderdiğimiz, kaldırdığımız zaman da sanki kendisine dokunan bu
zarardan ötürü daha önce bize yalvarıp yakarmamış gibi hareket ederek geçip
gidiyor. Sanki o zarar kendisine hiç gelmemiş gibi, sanki başı daralmamış, sanki
hiç sıkıntıya düşmemiş gibi, sanki bize hiç yalvarmamış gibi, sanki onu ondan
defedip kaldıran biz değilmişiz gibi unutup geçip gidiyor. İşleri düşünce
hatırlıyorlar Allah’ı ama işleri bitince ihtiyaçları kalmayınca da unutuyorlar
yan çiziveriyorlar.
Sıkıntılı oldukları dönemlerde, darda
kaldıkları zamanlarda Allah’a dua ediyorlar ama sıkıntıları bittiği zaman da
sanki O’na ihtiyaçları kalmayınca Allah’la diyaloglarını kesiveriyorlar,
Allah’la birlikteliklerini unutuveriyorlar. Sanki o sıkıntılı dönemlerini hiç
yaşamamışlar gibi Allah’a yalvarıp yakarmalarını kesiyorlar. Hattâ yalvarıp
yakarmak şöyle dursun Allah’a karşı düşmanca bir tavır sergilemeye
başlayıveriyorlar. Gerçekten çok garip bir şey değil mi?
Hastalandığı zaman gücünün kuvvetinin
sınırını anlıyor, Allah’ın gücü ve kudreti yanında beş paralık bir gücünün
olmadığını anlıyor, Ona dua ediyor, ama hastalığı geçip sıhhatine kavuştuktan
sonra da bir daha hastalanmayacağını zannediyor. Artık ben hastalanmam, ben bu
sıhhatimi kaybetmem, ben ölmem demeye başlıyor. Fakr-u zaruret günlerinde
kendisini bu durumdan kurtarması için Allah’a yalvarıyor ama zenginlik ve
servete ulaştığı zaman da her şeyini kendisinden bilerek bu mülküm asla yok
olmaz, bu saltanatım asla yıkılmaz, bana asla bir daha iflas gelmez diyerek
Allah’a kafa tutmaya kalkışıyor. Tabii bu duygular, bu yetenekler de insana
Rabbimiz tarafından veriliyor ki yaşadığı bu hayatta bu yetenekleriyle Allah’a
mı yönelecek yoksa kendisini mi putlaştıracak? Bu imtihan da bunun ortaya
çıkmasını istiyor Rabbimiz.
Bu noktada Allah’a inanan müslüman
bilir ki sahip olduğu şeylerin tamamı Allah’tandır. Gücü, kuvveti, gençliği,
enerjisi, aklı, fikri, malı mülkü, serveti, bilgisi, tecrübesi, makamı, mansıbı,
hayatı, ölümü hepsi Allah’tandır. Allah bütün bunları kendisine lütfetmeseydi o
bunların hiç birisine sahip olamazdı. Yine müslüman bilir ki tüm bu verdiklerini
kendisine imtihan için vermiştir Allah ve de günün birinde bunların hepsini
alacaktır, alma gücüne sahiptir Allah. Dolayısıyla müslü-man asla ne malına
mülküne, ne gücüne saltanatına, ne gençliğine baharına güvenip bunları
kendisinden bilmemelidir. Bunların hepsi günün birinde bitecektir.
Öyleyse müslüman sadece daraldığı
zaman, ihtiyacı olduğu zaman değil sürekli Rabbine dua eden, sürekli Allah’la
diyalog halinde olan, sürekli Ona Onun istediği biçimde kulluk eden kişidir.
Sıkıntılı halindeyken de dua eder Rabbine, sıkıntıları bittiği zaman da,
hastayken de dua eder, sıhhatine kavuştuğu zaman da, fakirken de dua eder,
zenginliğe kavuşturulduğunda da. Çünkü müslüman bilir ki, kendisinin imtihanı
sadece sıkıntılı dönemiyle, fakirlik dönemiyle, hastalık, savaş, hakim
dönemleriyle sınırlı değildir. Savaşta da imtihandadır, barışta da. Hakimken de
imtihandadır, mahkumken de. İkindi vaktinde de imtihandadır, akşam vaktinde de.
Müslümanın imtihanın dışında olduğu bir dönemi yoktur. Âkıl bâliğ olduğu,
mükellef olduğu dönemden itibaren öleceği ana kadar tüm hayatında imtihandadır
müslüman.
Sanki imtihanda olduğu
dönemlerinde Allah’a dua edip imtihanın bittiği dönemlerinde de Allah’a duasını,
ibadetini kesiveren bir kâfir gibi, bir müşrik gibi, bir fâsık gibi değildir
müslüman. Yâni fakirliği bir imtihan ama zenginliği bir imtihan kabul etmeyen
veya işte hastalığı bir imtihan ama sağlığı bir imtihan kabul etmeyen bir
imanın, bir düşüncenin sahibi olamaz. Günümüz müslümanlarında da maalesef
bu kâfir anlayışının hakim
olduğunu görüyoruz. Nereden geldi bu anlayış bilmiyorum, ama sanki müslümanlar
da böyle düşünüyorlar.
Dinlerinden uzaklaşan müslümanlar
elbette kâfir dünyanın ahlâkıyla ahlâklanmak zorunda kalacaklar, elbette ki
müşriklerin inançlarının etkisi altında kalacaklardır. Kitap ve sünnetten
bilgilenmeyen, dinlerinin temel kaynaklarından sulanıp beslenmeyen insanlar
elbette sonunda müslüman gibi düşünüp inanmayacaktır. İşte bu cehalet bizi bu
noktaya getirmiştir.
Meselâ bakın kendilerine müslüman
ismini veren insanlardan niceleri hastalara acırlarken sağlara acımamaktadırlar.
Fakirliğe ve fakirlere acırlarken, zenginlere ve zenginliğe acımamaktadırlar.
Zenginlere ve zenginliğe imrenirken kimse fakirlere ve fakirliğe
imrenme-mektedirler. Herkes güç ve kuvvet sahiplerine özenmektedir. Bunun sebebi
de insanların kafalarında kıbleleştirdikleri hedeflerin farklılığından
kaynaklamaktadır. Allah diyor ki bakın:
Müsriflere, hayatlarını israf edenlere,
hayatlarını boşa harcayanlara, darda kaldıkları zaman, işleri düştüğü zaman
Allah’ı hatırlayan, Allah’a yalvaran ama işleri bitince de Allah’la diyalogları
kesilen kimselere amelleri süslü gösterildi. Yaşadıkları hayat onlara süslü
gösterildi de onlar da böyle hayatlarından memnun olarak yaşayıp gi-diyorlar.
Aslında böyle bir hayat hiç de beğenilecek, memnun olunacak, imrenilecek bir
hayat değildir ama Allah’tan ve Allah’ın âyetlerinden gafil olduklarından
yaptıklarının doğru olduğunu, yaşadıkları hayatın güzel bir hayat olduğunu
zannediyorlar.
13.
“Andolsun ki, sizden önce nice nesilleri, peygamberleri onlara belgeler
getirmişken, haksızlık ederek inanmadıkları zaman yok etmiştik. İşte biz suçlu
milleti böyle cezalandırırız.”
Az önceki âyette zikredile zulüm
özelliğini yaşayan, yâni işine geldiği yerde Allah’a kulluk yapıp işine
gelmediği yerde Allah’ı unutuveren, ya da hayatının bazı bölümlerine Allah’ı
karıştırıp öteki bölümlerinde başka rab’lere başka ilâhlara kulluk yapan nice
toplumları Allah helâk etmiştir.
Peki acaba bu helâk yasası nasıl olmuş?
Nasıl gerçekleşmiş? Şimdi biz de tıpkı bizden öncekiler gibi zulmeder, zâlim
konuma düşersek bu helâk yasası bize karşı nasıl işleyecek Rabbimiz bunu
anlatıyor. Bakın şöyle oluyormuş bu iş:
Onlara, o toplumlara Allah’ın elçileri
apaçık delillerle, Beyyi-ne’lerle geldiler, sahifelerle, Tevrat’la, İncil’le,
Zebur’la Allah’ın âyet-lerini ihtiva eden kitaplarla geldiler, yada Rab’leri
tarafından kendilerine lütfedilen sözlü vahiylerle geldiler. Yeryüzünde her bir
dönem her bir topluma Allah vahyini ulaştırmıştır. Rabbimiz yeryüzünü asla
vahiysiz bırakmamıştır. İnsanlar buna lâyık mı değil mi buna hiç bak-madan
Rabbimiz sürekli kullarına rahmet kapılarını açmış ve onları kendi bilgisiyle
bilgilendirmiştir.
Yeryüzünde hiç bir toplum yoktur
ki Allah onlara kitap veya peygamber göndererek onlara vahyini ulaştırmamış ve
onları uyarmamış olsun. Onun içindir ki dünya üzerinde hiç bir ferdin, hiç bir
toplumun mâzeret hakkı kalmamıştır. Yâni yarın hesap kitap döneminde ya Rabbi
biz duymamıştık, bizim böyle bir şeyden haberimiz yoktu, bize bunu anlatan
uyarıcılar gelmemişti, bizim senden, senin mesajından, senin cennetinden,
cehenneminden, kıyâmetten, hesaptan ki-taptan haberimiz yoktu diyerek bir
mâzeret ileri sürülemeyecek biçimde Rabbimiz yeryüzünü uyarmıştır. İşte
Rabbimizin bu âyetinde anlatıyor ki elçilerimiz onlara apaçık Beyyine’lerle,
belgelerle geldiler de onlar iman etmediler.
Peki her bir dönem her bir topluma
Allah elçilerini ve kitaplarını göndererek onları uyardığı halde şimdi acaba
rahmeti gereği kendilerini uyaran Allah mı suçlu? Büyük sıkıntılar çekerek
onların yalanlamalarına göğüs gererek onlara Allah’ın mesajını götüren
peygamberler mi suçlu? Yoksa her şeye rağmen kendilerine gelen elçiyi de, onun
kendilerine getirdiği Allah mesajını reddederek keyiflerince bir hayat yaşamadan
yana tavır sergileyen bu insanlar mı suçlu?
Eğer Rabbimiz insanları yaratıp
onları başıboş bıraksaydı, onlara peygamberler ve kitaplar göndermeyerek nasıl
bilirseniz öylece yaşayın deseydi ve bu insanlar da ne yapacaklarını
bilmedikleri için cehenneme doğru yollanmış olsalardı o zaman mâzeret hakları
olabilirdi. Ya Rabbi ne yapalım sen bize elçiler göndermediğin için, bize
kitaplar göndererek cennet ve cehennem yollarını göstermediğin için biz bu
duruma düştük deme hakları olabilecekti. Ya Rabbi bana bir kitap gönderseydin,
bana bir hayat programı gönderseydin, beni yarın başıma gelecek hesap ve kitap
dönemiyle uyarsaydın elbette ben de senin istediğin gibi yaşardım deme hakkımız
olabilecekti. Ama Rab-bimiz böyle bir mâzeretle karşısına çıkma imkânı
bırakmayacak biçimde tüm insanlığı uyarmıştır. Her bir dönem insanını uyarmış
ama bu uyarıya müspet cevap verip kabul etmek ve reddetmek de insanların
kendilerinin bileceği bir şeydir buyurmuştur.
İşte bu böyledir. Biz mücrim bir
topluluğu, günâhkâr bir top-luluğu işte böylece cezalandırırız. İşte Rabbimizin
yeryüzünde geçerli helâk yasası budur. Allah elçiler gönderiyor, Allah kitaplar
gönderiyor, insanları başlarına geleceklerle uyarıyor, onlara hayat programı
gönderiyor ve de Allah’ın bu uyarılarına müspet tavır takınanlar kurtuluyor
reddedenler inkâr edenler de helâki hak ediyorlar.
İşte Nuh toplumu, İşte Âd kavmi,
işte Semûd, işte Lût kavmi hepsi de bu yasanın kurbanı oldular. Hepsi de helâk
yasanına boyun büktüler. Ama meselâ bir Yunus kavmi az ilerde anlatacak Rabbimiz
azabın kendilerine yaklaşmasını hissedince dönecekler, tevbe edecekler
Rab’lerine ve Allah bu yasayı onlara uygulamayacak. Musâ (a.s)’ın karşısındaki
toplum Firavun ve çevresindekiler bu helâk yasasına boyun büktü. Ama
tercihlerini peygamberden yana kullanan, peygamber safında yer alan İsrâil
oğulları bu helâk yasasından kurtuldular. İşte Allah’ın yeryüzünde işleyen
yasası böyledir.
Öyleyse ey insanlar işte şu anda
da sizin karşınızda Allah elçisi ve onun size getirip sunduğu Allah kitabı
durmaktadır. Siz bilirsiniz, ister tercihinizi Allah’tan yana, Allah
yasalarından yana, Allah elçilerinden yana kullanarak kurtulanlardan olursunuz,
isterseniz Allah’a âyetlerini Allah elçilerini yalanlayarak, Allah’ın kitabını
reddederek helâk edilenlerin safında yer alır ve bu yasaya siz de boyun
bükersiniz.
14.
“Sonra onların ardından, nasıl davranacağınıza bakmak için sizi
yeryüzünde onların yerine geçirdik.”
Ondan sonra da sizi yeryüzünde
yerleştirip halifeler kıldık. O helâk edilenlerin ardından yeryüzünü size
verdik. Sizden öncekilerin hepsi gittiler. İyiler de gitti kötüler de gitti.
İbrahim de gitti Nemrut ta. Musâ da gitti Firavun da. Nuh (a.s) da gitti toplumu
da. Allah’ın Resûlü de gitti onun pırlanta ashabı da. Selçuklu da gitti Osmanlı
da. Dedeleriniz de gitti babalarınız da. Her bireri imtihan dönemlerini
doldurmuşlar, misyonlarını yerine getirip, rollerini oynayıp hepsi gitmişler
dünyadan. Kimileri Allah’ın istediği biçimde bir hayat yaşayarak, bu imtihanı
kazanarak kimileri de Allah’ın hayat programını reddederek kendi keyiflerince
bir hayat yaşayarak dünyalarını da ukbalarını da kaybetmişler.
İyi de bize ne bundan? Giden gitmiş,
kazanan kazanmış, kay-beden kaybetmiş, bizi ne ilgilendirir bu? Rabbimiz niye
anlatıyor bütün bunları bize? Bakın bu âyetinde Rabbimiz bütün bu kazananların,
kaybedenlerin, peygamberlerin ve peygamber düşmanlarının sergü-zeşti hayatlarını
bize anlatmasındaki sebebi, hikmeti ortaya koyuyor. Ey kullarım ben size sizden
öncekileri anlatıyorum. Onlara karşı yeryüzünde işlettiğim ve şu anda da sizin
tâbi olduğunuz yasalarımı anlatıyorum. Unutmayın ki onların ardından şu anda
yeryüzünü size bı-raktım. Şu anda yeryüzünde onların yerinde imtihanda olanlar
sizlersiniz. Dün onların üzerlerine doğan güneş şu anda sizlerin üzerinize
doğmaktadır. Dün onlara hizmet veren gece bugün sizin hizmetinize koşmaktadır.
Dün onları aydınlatan ay bugün sizi aydınlatmaktadır. Dün onları besleyen
toprağım bugün sizin hizmetinizdedir. Dün onları doyuran hayvanlarım bugün sizin
emrinizdedir. Dün onlara şarkı söyleyen kuşlarım bugün size nameler gönderiyor.
Dün yeryüzünün egemenliğini onlara vermiştim bugün bu egemenlik sizdedir. Peki
niye veriyor bütün bunları bize? Ya da niye egemen kılmış Rabbimiz şu anda
bizleri yeryüzünde?
Sebep buymuş işte. Bakalım sizler bütün
bu nîmetler içinde nasıl bir kulluk sergileyeceksiniz? Bu şerefli konuma
getirilen, bunca nîmetlerle kuşanan sizler bakalım nasıl ameller işleyeceksiniz?
Nasıl yaşayacaksınız? Bu dünyayı, bu hayatı, bu imkânları nasıl
değerlen-direceksiniz? size verilen bu hayatı verenin yolunda mı
yaşayacak-sınız? Bu nîmetleri nîmetlerin sahibinin yolunda mı kullanacaksınız
yoksa kendinizi bu nimetlerin sahibi bilip Allah’ı unutup bir hayat mı
yaşayacaksınız?
Allah buna bakıyor ve sonunda
yaşadığımız bu hayatın türüne göre de bizden öncekiler gibi bizi ya helâk
yasasıyla yargılayacak ya da kurtulanlardan kılacak.
15.
“Âyetlerimiz onlara açık, açık okununca, bi-zimle karşılaşmayı
ummayanlar, Muhammed'e: “Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir"
dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak, bana vahy olunana
uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabına uğramaktan
korkarım.”
Gün gibi apaçık delillerle,
Beyyine’lerle kendilerine bizim âyetlerimiz okunduğu zaman, duyurulduğu zaman
bizimle karşı karşıya geleceklerini ummayanlar, öldükten sonra dirilişi
reddedenler derler ki bize bunun dışında başka bir Kur’an getir, yahut da onu
değiştir derler. Halbuki Allah’ın Resûlü, Allah’ın kendisine gönderdiği kitabın
âyetlerini hiç değiştirmeden, ondan bir şey çıkarmadan ve ona en küçük bir şey
eklemeden tebliğ etmişti. Rasulullah efendimizin onlara ulaştırdığı bu Kur’an
onların anlayabilecekleri netlikte, açıklıkta bir Kur’andı. İfadeler açıktı,
uyarı açıktı, sorgulama netti. Onların hayatlarının yanlışlarını net ve açık bir
şekilde ortaya koyan bir kitaptı bu kitap.
Böyle sağa sola çekilemeyecek,
kendi yamukluklarına yol bul-mak üzere yanlış yorumlanamayacak biçimde açık ve
net bir şekilde Allah’ın âyetleri kendilerine duyurulunca âhirete inanmayanlar,
hayat bu hayattan ibarettir, bu hayatın dışında başka bir hayat yoktur
mantığıyla hareket eden ve Allah’la karşı karşıya geleceklerine ihtimal
vermeyenler dediler ki bu Kur’an bizim hoşumuza gitmedi. Biz bu ki-tabın
söylediklerini beğenmedik. Bu kitap gündeme getirdiği konularıyla bizim
huzurumuzu kaçırdı. Bizim ağzımızın tadını bozdu. Bu ki-tap bizim ve şu anda
yaşadığımız hayatı kötü sorguluyor. Ortaya koyduğu şeylerle bizi âciz bırakıyor.
Karşısında ne diyeceğimizi, nasıl tedbir alacağımızı, onu nasıl ve neyle
reddedeceğimizi şaşırdık. Bu kitabın ortaya koyduğu gerçekler karşısında
elimizden hiç bir şey gel-miyor.
Halbuki bu kitabın gelişinden
önce kendi hayatımızı ne kadar da beğeniyorduk. Kendi kendimize ne kadar da
güveniyorduk. Ama bu kitabın gelişinden sonra işte içimizdeki büyük büyük
adamların, büyük büyük şairlerin, büyük büyük düşünürlerin dilleri tutuldu.
Büyük büyük yöneticilerimiz, büyük büyük kâhinlerimiz bu kitap karşısında âciz
kaldılar.
Binaenaleyh ey peygamber! Ey Muhammed
iyisi mi sen gel bu işten vazgeç. Bize söyleyeceklerin, bize tavsiye edeceklerin
bizim anlayabileceğimiz cinsten olsun. Bizim hayatımıza, bizim yaşantımı-za
uygun düşecek şeyler söyle. Bizi sorgulayacak, bizim hayatımızı yargılayacak,
bizim anlayışlarımızı, bizim inanışlarımızı reddedecek şeyler söyleme.
Veya ey peygamber gel gündemi
değiştirelim, bizim gündemlerimizdeki konuları tartışalım da hiç olmazsa biz de
bir şeyler söyleyebilelim. Tartışmayı bizim sahaya çekelim, biz de bir şeyler
söyleyelim de böylece bize tâbi olanlar hepten bizim bir şey bilmeyen âcizler
olduğumuzu anlamasınlar ve bize tâbi olmaya devam etsinler. Peygamberle uzlaşma
zemini arıyorlardı hainler.
Halbuki bu kitap peygamberin
kendiliğinden ortaya koyduğu bir kitap değildi ki böyle bir teklife evet
diyebilsin. Kur’an’ı ortaya koy-ma konusunda Rasulullah’ın hiç bir yetkisi
yoktu. Peygamber Rab-binden kendisine ne geliyorsa onu olduğu gibi ortaya koymak
zorunda olan bir beşerdi. Bilhassa kitabın Mekkî sûrelerinde sıkça rastlanan
“gul” de ki emirleri bunu son derece açık ve net bir biçimde ortaya koyuyordu.
Yâni ey peygamberim sen sadece sana denilenleri or-taya koymak zorundasın
diyordu Rabbimiz bu ifadeleriyle. Eğer Allah’ın Resûlü Rabbinden kendisine gelen
vahyi değiştirir, insanların gönüllerini hoş etmek için onun bazı âyetlerini
gizler ya da ona kendiliğinden bir şeyler ilave ederse Rabbimizin çok çetin
tehditleriyle karşı karşıya gelecekti. Rasulullah’ın böyle bir yetkisi olmadığı
gibi kıyâmete kadar gelecek hiç bir insanın Kur’an’ı değiştirme yetki ve
selahiyeti yoktur.
Ben onu kendimden, kendi nefsimden,
kendi kendime değiştirme yetkisine sahip değilim. Kendi keyfime göre, kendi
arzuma gö-re ben bu Kur’an’ı değiştirme selahiyetine sahip değilim. Ben ancak
bana vahy olunana tâbi olurum. Benim işim, benim görevim budur. Yâni Allah’ın
elçisi Allah kendisine ne emretmişse, nasıl emretmişse öylece uymak, öylece
inanmak ve öylece yerine getirmek zorunda-dır. Allah’tan gelenleri kelimesi
kelimesine, harfi harfine Rabbinden gelenlere iman etmek ve onu Allah kullarına
duyurmak zorundadır.
Evet ben ancak bana vahy olunana tâbi
olurum de, çünkü eğer ben böyle değil de sizin arzularınıza tâbi olursam, sizin
arzularınıza göre Allah âyetlerini değiştirmeye kalkışırsam, böylece Rabbime
isyan edersem o zaman ben büyük bir günün azabından korkarım. Yâni sizin
beğenilerinizi kazanma adına, dünyayı ve dünyalıkları elde etme adına Rabbimden
gelen âyetleri kendi menfaatlerime göre değiştirir, gizlersem bu Rabbime
isyandır ve ben Rabbime karşı böyle bir isyandan korkarım. Çünkü Rabbime karşı
işleyeceğim böyle bir is-yan beni büyük bir günün azabının içine götürücüdür.
Öyleyse benden böyle bir şeyi kesinlikle istemeyin, bana böyle bir teklifle
gelmeyin. Ben de sizler de Rabbimizin bu büyük gününün azabından kurtulmak için
Rabbimizden bize neler gelmişse ona uyalım ve kurtulalım diyordu Allah’ın
Resûlü.
16. “Ey Muhammed, de ki: “Allah
dileseydi ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca
aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?”
Deki ey peygamberim! Eğer Allah
dileseydi ben bunu size okumazdım. Allah dileseydi ben bunu size duyurmazdım.
Allah dileseydi bu Kur’an’ı size bildirmez ve öğretmezdim. Muhakkak ki işte siz
de biliyorsunuz ki ben daha önce aranızda bir ömür boyu yaşadım. Çocukluğum,
gençliğim aranızda geçti. Bundan önceki hayatımı biliyor ve tanıyorsunuz. Bundan
önce size bu tür şeylerden bahsettiğim oldu mu? Daha önce kitap, vahiy gibi
şeylerden hiç söz ettim mi? Düşünmüyor musunuz? Akıllarınızı kullanmıyor
musunuz?
Gerçekten de Allah’ın Resûlünün
risâlet öncesi kırk yılı onların arasında geçmişti. Bu dönem içinde senelerce
Allah’ın Resûlünün Allah bana vahy ediyor, bana vahiy geliyor dediği hiç
görülmemiştir, duyulmamıştır. Ne göklerden, ne Allah’tan, ne gayp ten, ne
cennetten, ne cehennemden, ne dirilişten, ne hesaptan kitaptan, ne geçmişten
gelecekten bir gün bile olsun tek kelime söz söylememiştir. Çocukluğundan
itibaren herkesin sevip saydığı çok iyi bir insandı, ama kendisine Rabbi
tarafından vahiy gelene kadar toplumun yönünü belirleyecek, uçuruma doğru giden
toplumunu kurtuluşa götürecek bir bilgisi olmadığı için bir şey diyemiyordu.
Dürüst bir insan olarak toplumun içine düştüğü pislikten rahatsızdı. Güçlüler
tarafından güçsüzlerin, yetimlerin ezilişini gördükçe kalbi kan ağlıyordu.
Toplumdaki gayri insanî, gayri ahlâkî sınıf ayırımı, ezenlerin ezilenlerin
varlığı, zâlimlerin ve mazlumların varlığı, dengesizliklerin varlığı onu
temelinden sarsıyordu, ama çareyi de bilmediği için kan ağlıyordu. Zaman zaman şehrin bunaltıcı
havasını terk ediyor, Hıra dağına gidiyor ve başını iki elinin arasına alarak
beynini çatlatırcasına tefekküre dalıyor ve bu gidişe bir son verecek yollar,
çareler araştırıyordu.
Nihâyet bir gün Rabbimizin elçisini
karşında buluyor ve ondan kendisine iletilen Rabbinin vahyine şahit oluyordu.
Allah’ın elçisi Cebrâil Allah tarafından kendisine getirdiği âyetleri toplumuna
duyurma emrini getiriyordu. İşte Allah’ın Resûlü, Rabbinden kendisine gelen bu
âyetleri etrafındakilere duyurmaya ve etrafındakileri uyarmaya başlayınca
toplumda kavga da başlıyordu. İşte Rabbimiz buyurur ki kırk yıl sizin aranızda
büyümüş, bundan önce bu konularda size tek kelime bile söylememiş bir
peygamberin bu geçmişi, onun peygamberliğinin en büyük delilidir diyerek o
insanları bu konuda düşünmeye çağırıyordu. Diyordu ki:
Akıllarınızı kullanmaz mısınız?
Aklederek bu gerçeği anlamaz mısınız? Bu akıllarınız size bunun için
verilmiştir. Evet kim aklını kullanırsa kazanacaktır, kim de bu âyetler
karşısında akıllarını kullan-mazlarsa onlar da ebedîyen kaybedeceklerdir. Aklı
başında insanlar olarak sizler sonunda kazanmaya da, kaybetmeye de hazır
yaratıldınız buyuruyordu.
17. “Allah'a karşı yalan uyduran veya
âyetlerini yalan sayanlardan daha zâlim kim olabilir? Suçlular elbette saadete
erişemezler.”
Peygambere yönelik ama sadece onun
şahsını değil tüm insanlığı ilgilendiren genel bir yasadan söz ediyor Rabbimiz
burada. Allah’a yalan iftira edenden daha zâlim kim vardır? Allah’a yalan iftira
eden kişiden daha zâlim kim vardır. Peki Allah’a yalan iftirayı nasıl
anlayacağız?
Allah’a yalan iftirada bulunmak demek
Allah’ın zatıyla alâkalı, sıfatlarıyla alâkalı yalan söylemek, sıfatları
konusunda O’nu eksik tanımak, O’nun bu eksikliğini yerdekilerle tamamlama
cihetine gitmek, Onda olan sıfatları başkalarına vermek, başkalarının da O’nun
sıfatlarına sahip olduğunu iddia etmek demektir.
Yâni yeryüzünde O’ndan başka
program yapıcı, kanun ko-yucu bir kısım Rab’lerin de olabileceğine inanmak ve bu
kişilerin kanunlarına da uyulması gerektiğini iddia etmek, bunların da
yeryüzünde etkili yetkili varlıklar olduklarını söylemek, yalnız Allah’a ait
olan hâkimiyet hakkını bu varlıklara da vermek, ya da yeryüzünde Allah-tan başka
şifa dağıtıcıların da varlığına inanmak, yeryüzünde Allah-tan başka rızık
dağıtıcıların da varlığına inanmak, kendilerine sığınılacak, kendilerine dua
edilecek, yardıma çağrılacak Allah’tan başka varlıkların da bulunduğunu iddia
etmek işte bütün bunlar Allah’a yalan iftirada bulunmak
demektir.
Allah’ın zatıyla alâkalı Allah evlât
edindi, işte Îsâ Allah’ın oğludur, Uzeyr Allah’ın oğludur, melekler Allah’ın
kızlarıdır biçiminde Allah’a yalan iftirada bulunmak. Veya Aristo’nun dediği
gibi Allah ha-yata karışmaz, Allah dünyayı yarattı ve işi bitti. Allah bir şey
indirmemiştir, Allah bize âyet göndermemiştir, Allah bizim hayatımızla
ilgilen-mez şeklinde Allah’a yalan iftirada bulunmak. Ya da hayatı ilgilendi-ren
konularda Allah ve Resûlüne rağmen, Allah ve Resûlünün buyruklarına rağmen veya
onlara binaen söylenen yalanlar da Allah’a yalan iftiradır. Yâni Allah ve
Resûlünün sözlerini başka bir şekle getirerek söylenen
yalanlar.
Onların dediklerini demedi,
demediklerini de dedi şeklinde ya-lan iftirada bulunmak. Efendim zaten Allah da
bundan yanadır, Allah da bunu istemektedir diyerek Allah’ın istemediklerini
Allah istiyormuş pozisyonunda insanlara sunmak Allah’a yalan iftirada bulunmak
demektir. Efendim Allah da demokrasiden yanadır, İslâm da laikliği önermektedir.
Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad yoktur. Allah böyle bir şeyi emretmemiştir.
Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El
kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler değildir. Baş örtme de
yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir
yoktur. Kur’an mahza bir ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem
öneriyor efendim! Kur’an bundan başka bir şey demiyor ki! diyerek, kimileri de
bugün Allah’ın dediklerini demedi, demediklerini de dedi demeye çalışıyorlar
veya dedirtmeye çalışıyorlar Allah’a, Kur’an’a. İşte bu da Allah’a yalan
iftiradır.
Efendim ben Kur’an’ı başından
sonuna kadar taradım orada baş örtmeye dair bir tek emir bile bulamadım diyen
kişinin iftirası. Veya ben bu insanların kurtuluşu için bir tek yol biliyorum o
da demokrasidir, bunun dışında başka sıhhatli bir çıkış yolu bilmiyorum diyen
adamın iftirası. Bütün bunlar Allah adına beyan ve Allah adına Allah’a yalan
iftiralardır.
Ya da Yahudi ve Hıristiyanlar,
müşrikler bir hayat yaşıyorlardı ki baştan sona İslâm’dan uzak, ama diyorlardı
ki işte bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır. İşte Allah’ın razı
olduğu hayat budur, Allah kullarından böyle bir hayat ister. Bizler şu anda
Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz. Bizler Allah’ın elçisi Musâ’nın
yolundayız, Îsâ’nın yolundayız veya bizler Hanif’leriz, yâni İbrahim’in
yolundayız diyorlar ve Allah’a yalan iftirada bulunuyorlardı. Eğer şu anda
yaşadığımız şirk hayatını Allah onaylamasaydı, Allah böyle bir hayattan razı
olmasaydı elbette bizi helâk ederdi. Demek ki bizler şu anda Allah’ın bizden
istediği hayatı yaşıyoruz. Demek ki Allah şirkten razıdır diyerek, kaderci
kesilerek şirklerini Allah’a onaylatma iftiraları. Veya bizim Allah’la O yüce
varlıkla direk irtibat imkânımız yoktur, bir kısım aracılara ihtiyacımız vardır
gibi iftiralar.
Evet bunlardan hangisi olursa olsun,
Allah’a yalan iftirada bu-lunan kimseden daha zâlim kim vardır diyor Rabbimiz.
Dün de bugün de insanlar Allah’a yalan iftiralarda bulunmuşlardır. Bugün de öyle
diyorlar müşrikler. Efendim tamam Allah büyüktür, Allah yücedir, din mukaddes
bir kurumdur ama dini siyasete alet etmemek lâzımdır. Dini hayata karıştırmamak
lâzımdır. Din bir vicdan işidir. Dinin hayatta etkinliği olmamalıdır. İşlerimizi
dine dayandıramayız. Bizler kendi hayatımızı kendimiz belirlemeliyiz.
Yasalarımızı kendimiz yapmalıyız.
Veya işte bugün bizim hayatımızı
belirleyecek uzmanlarımız, büyüklerimiz, düşünürlerimiz, siyasîlerimiz vardır.
Yâni tüm bu konularda Allah’ın ortakları vardır diyorlar. Evet bütün bizler
Allah’ın yarattığı varlıklarız, Allah’ın kullarıyız amma işte bu konuda bize
yetkiler vermiş, kendisinin işleri çok yoğun olduğundan dolayı bizim işlerimizi,
siyasal işlerimizi, ekonomik işlerimizi, beşerî işlerimizi, sosyal işlerimizi
bize bırakmıştır. İşte biz de bu işlerimizi kendi tanrılarımıza döndüreceğiz
diyerek Allahu Teâlâya ortaklar bulmaya çalışıyorlar. Allah’ı, Allah’ın
kitabını, Allah’ın hayat programını, Allah’ın elçilerini red-detmeye
çalışıyorlar.
Rasulullah efendimizden bunu
istiyorlardı. Ey peygamber bı-rak bu Allah’ın âyetlerini de, sen bize başka
şeylerden söz et. Yâni bu Kur’an’ın dışında başka söz bilmez misin sen? Gel
başka şeylerden konuşalım. Ekonomiden, seçimden, geçimden, kadından kızdan
paradan puldan, marktan, dolardan, zevkten, eğlenceden, yaşamaktan, plajdan,
denizden, piknikten konuşalım. Rabbimizin yeryüzünde en büyük zulüm olarak vasf
ettiği pis hayatlarının içine çekmek istiyor-lardı Allah’ın Resûlünü.
Peygamberin gündem değiştirmesini ve kendi gündemlerine sahip çıkmasını
istiyorlardı. Peygamberin kendisine gelen vahyi bırakmasını, vahiyden
bahsetmemesini, vahyi gündeme almamasını veya vahyi değiştirmesini istiyorlardı.
Kendisine gelen vahye karşı sanki hiç gelmemiş gibi davranmasını, görmezden,
duy-mazdan gelmesini, yahut gelenleri onların keyiflerine göre değiştirmesini,
hayatlarına ters düşenleri gizlemesini, iştahlarını kaçıracak âyetleri gündeme
getirmemesini istiyorlardı.
Böylece Rasulullah’ın Rabbine
iftira etmesini bekliyorlardı. Halbuki böyle yaparak Allah’ın demediklerini
dedi, dediklerini demedi pozisyonunda onların keyiflerini hoş ederek Allah’a
iftira edenden daha zâlim kim vardır? diyordu Rabbimiz.
Tabi bu sadece Rasulullah
efendimiz için değil bugün bizim için de geçerli. İnsanların huzuru kaçmasın
diye Allah âyetlerini gizlemek, Allah’ın demediklerini sanki Allah diyormuş
pozisyonunda in-sanlara sunmak yeryüzünde en büyük zulümdür.
Aynı zamanda Allah’ın âyetlerini
yalanlayan kimseden daha zâlim kim vardır? Allah’ın âyetlerini yalanlamak,
Allah’ın âyetlerini yok farz etmek, gelmemiş kabul etmek, âyetlere rağmen
onlarla ilgi kurmadan yaşamak, âyetlerin varlığından habersiz yaşamak, âyetlere
rağmen âyetlerin zıddına bir hayat yaşamak demektir. Kendisine Al-lah’ın
âyetleri vahy edilmiş, Allah’ın âyetleri gönderilmiş bir peygamberden bunu
istiyorlardı hainler. Yok farz ediver bunları ey Muham-med, gelmemiş kabul
ediver, gündeme almayıver, bizim yanımızda sözünü etmeyiver bu âyetlerin, bizim
hayatımıza indirgemeyiver bu âyetleri diyorlardı.
Düşünün Allah yeryüzünde insanların
hayatlarına karışma konusunda bir peygamberi sözcü seçecek, ona kendi bilgisini
sunarak onu yeryüzünde şereflerin en büyüğüne lâyık kılacak ve bu peygamber de
tüm kâinatın yaratıcısı, tüm varlıkların sahibi ve tüm kâinata egemen olarak
Rabbini tanıdığı halde insanların hatırına Onun âyetlerini değiştirecek, iptal
edecek, gizleyecek ve onun yerine kendi hevâ ve hevesini, toplumun hevâ ve
hevesini tatmin adına bir kısım âyetler ikâme edecek. Allah’ın âyetleri yokmuş
gibi, kendisine Allah’tan böyle bir hayat programı gelmemiş gibi bir hayat
yaşayacak veya böyle vahiyden habersiz bir hayat yaşayan toplumun bu yaşantısını
onaylayacak. İnsanlara Allah’tan söz etmeyecek, onlara onların Rabbini kitabında
kendisini tanıttığı biçimde tanıtmayacak, böyle uyuşuk, kullarından her hangi
bir sorumluluk istemeyen, onlar neyi münasip görmüşlerse ona ses çıkarmayan,
hayatlarına karışmayan, ne yaparlarsa yapsınlar aldırış etmeyen bir Allah
tanıtacak.
Onun arzuları, Onun dini bir
vicdan işidir, hayata karışmaz diyecek. Bildiği tanıdığı Allah’ı da Onun dinini
de ezip bozacak. Allah’ın tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı gibi tanıtmayacak,
meselâ hukuku Allah’ın tanıttığı gibi tanıtmayacak, ekonomiyi Allah’ın tanıttığı
gibi tanıtmayacak, kılık-kıyafeti Allah’ın tanıttığı gibi tanıtmayacak, bireysel
ve toplumsal hayatın yapılanmasını Allah’ın tanıttığı gibi tanıtmayacak,
insanların tanımak istedikleri gibi bir Allah, tanımak istedikleri gibi bir din
tanıtacak onlara. Allah korusun da işte bu yeryüzünde en büyük zulümdür ve bir
peygamberin bunu yapması mümkün değildir.
Bir peygamber için nasıl böyle bir şey
mümkün değilse o peygamberin yolunun yolcusu olan bizler için de böyle bir şey
asla müm-kün olmayacaktır. Çünkü Rabbimiz gaypdır. Varlığından asla şüphe
etmediğimiz, kendi varlığımızdan da öte kesin ve yekîn bir imanla iman ettiğimiz
Rabbimizi tanımanın bir tek yolu vardır. O da Rabbi-mizin kendisini bize
tanıtmak üzere gönderdiği vahiydir. Biz ancak Rabbimizi O’nun vahyiyle
tanıyabiliriz. Bunun dışında başka bir kaynaktan bilgi almamız da mümkün
değildir. Buyurun düşünelim. Hep birlikte düşünelim. Ne bulabileceğiz? Ne
bilebileceğiz de bu konuda? Yâni yaşadığımız şu dünya hayatında Resuller
olmasaydı, Rabbi-mizin o Resullere indirdiği gaybî bilgiler, vahiy olmasaydı,
yâni Rab-bimizin kendisini bize tanıtan bilgileri kitap ve Resuller aracılığıyla
bize intikal etmeseydi biz Rabbimizi nereden tanıyacaktık? Biz dünyayı ve
dünyada bulunuş sebebimizi nereden tanıyacaktık? Varlığı ve varlık bilgisini,
varlık gayesini nereden tanıyacaktık? Âhireti, hesabı kitabı nereden
bilebilecektik?
Evet bütün bu bilgileri nereden
ve kimden öğrenecektik? Şim-di bir insan kalkar da Allah’tan gelen bu vahiy
bilgisini bir kenara bırakarak kendi hevâ ve hevesiyle bana göre Allah böyle
olmalıdır, bana göre Allah şöyle olmalıdır, bana göre Allah şöyle istemelidir, bana göre Allah
şundan, şundan razı olmalıdır, bana göre Allah’ın âyetleri şöyle olmalıdır, bana
göre Allah’ın peygamberi şöyle şöyle olmalıdır, bana göre Allah ve peygamberi
hayatımızın şu kadarına karışmalıdır, bana göre din şöyle olmalıdır, bana göre
kitap şunları emretmelidir, bana göre sosyal hayat şöyle olmalıdır, bana göre
ekonomik hayat böyle olmalıdır, bana göre hukuk şöyle olmalıdır, bana göre kılık
kıyafet böyle olmalıdır... demeye kalkışırsa bu Allah’ı yanlış tanımak, Allah’a
yol göstermek, Allah’a akıl vermeye çalışmaktır ki bu insan yeryüzünün en büyük
zâlimidir. Üstelik Allah da bütün bu konularda âyetler göndererek kendisini,
istediklerini ve istemediklerini açık, açık beyan etmişse bu zulümlerin en
büyüğüdür. Ve:
Böyle Allah’la, Allah’ın âyetleriyle,
Allah’ın yasalarıyla savaşa tutuşmuş mücrimler hiç bir zaman felaha
ermeyeceklerdir. Her zaman kaybedeceklerdir. Yaptıkları hep kayıplarını
sağlayacaktır. Mutlu olamayacaklardır bunlar. Allah’ın hayat programı
ortadayken, Allah’ın kitabı Allah’ın âyetleri varken onlara rağmen ne yaparlarsa
yapsınlar, ne kadar da güzel yasalar bulduk derlerse desinler yaptıkları onlara
huzur ve sükun sağlamayacaktır. İşte görüyoruz yaptıkları bir yıl bile
dayanmıyor.
Zaten bu zâlimler, bu mücrimler, bu
Allah’ın kitabını değiştirmek isteyenler Allah’ın kitabından başka kitaplar
arayanlar, Allah sisteminden nefret edenler, Allah’a kulluktan kaçanlar
Allah’tan başkalarına kulluk sevdalısı insanlardır. Bakın bundan sonraki bölümde
Rabbimiz onu şöyle anlatır:
18. “Onlar, Allah'ı bırakarak,
kendilerine fayda da zarar da veremeyen putlara taparlar: “Bunlar, Allah katında
bizim şefaatçilerimizdir” derler. Ey Muhammed, de ki: “Göklerde ve yerde,
Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?” Allah, onların ortak
koşmalarından münezzeh ve yücedir.”
Evet bu mücrimler Allah’ı bırakıp
O’ndan başkalarına tapınmaya çalışıyorlar. Kendilerine ne bir zarar ne de bir
fayda sağlama imkânı olmayan varlıklara tapınıyorlar. Bırakın onlara bir fayda
veya zarar sağlamayı kendilerine bile bir hayırları olmayan âcizlere
tapınıyorlar.
Kendileri böyle bir yanılgının içine
düşen bu zâlimler bu yet-miyormuş gibi bir de üstelik peygamberi de kendi
yanlışlarına çekmeye çalışıyorlar. Kendileri pislik içindelerken müslümanları da
kendi pisliklerine düşürmeye çalışıyorlar. Kendi şirklerini, kendi küfürlerini,
hevâ ve heveslerinden kaynaklanan pis hayatlarını peygambere ve peygamber
yolunun yolcuları olan mü’minlere de onaylattırmaya çalışıyorlar. Ey peygamber
ve ey peygamber yolunun yolcuları bizim keyfimiz böyle istiyor, siz de bizim
arzularımıza göre Kur’an’ı değiştirin. Bizim hayatımızı onaylayacak âyetler
bulun. Bizim huzurumuzu kaçırmayacak şeylerden bahsedin. Bunlar kitapta yoksa
bile değiştirin o kitabı. Allah böyle demiyorsa bile siz dedirtin . Bizim
hatırımıza siz de reddedin Allah’ın rubûbiyetini ve Ulûhiyyetini.
Yâni tüm egemenlik haklarını bize
devreden bir Allah bulun gelin bize. Keyfimize göre yaşamamıza ses çıkarmayacak
bir Allah bulun. En azından hayatımızın bazı bölümlerinde bizi serbest bırakacak
bir Allah bulun diyorlar. Hayatımızın bazı bölümlerinde söz sahibi bildiğimiz
öteki ilâhlarımıza da ses çıkarmayacak bir Allah lâzım bize diyorlar. Hayatı
parçalamak ve müşrikçe bir hayat yaşamak istiyorlar. Yeryüzünde şirki
yasallaştırmak istiyorlar. Bunun mantığını da şöylece ortaya koyuyorlar
bakın:
Bunlar, bu Allah berisinde kendilerine
ibadet ettiklerimiz, hayatımızın bazı bölümlerinde kendilerini söz sahibi bilip
arzularını gerçekleştirdiklerimiz, yasalarını uyguladıklarımız Allah yanında
bizim şefaatçilerimizdir. Bunlara da ibadet etmemizin, bunları da dinlememizin,
bu varlıkları da hayatımızda söz sahibi bilmemizin ve yasalarını uygulamamızın
sebebi bu varlıkların Allah yanında bize şefaat haklarının ve yetkilerinin
bulunmasındandır. Allah yeryüzünde bunları yetkili kılmıştır. Allah yetkilerinin
bir kısmını bunlara devretmiş, dünya egemenliğini, dünya hükümranlığını bunlara
vermiştir diyorlar. Allah böyle bir yetki vermemiş olsa bile bizim hatırımıza
vermek zorundadır diyerek Allah’ı şartlandırmaya ya da böyle bir Allah bulmaya
ve kabul etmeye çalışıyorlar.
Evet Allah böyle yapmak zorundadır,
çünkü bizim keyfimiz böyle istiyor. Hayatımızın tümünde Allah’a karşı sorumlu
olmamız, hayatımızın tümünde sadece Allah’ı dinlememiz, hayatımızın tümünde
Müslüman olmamız bizi bunaltır. Çünkü Allah’ı atlatma imkânımız yoktur. Her an
bizi gören, gözeten bir Allah’ı şartlandırmamız, yönlendirmemiz de mümkün
değildir. İyisi mi hayatımızın bazı bölümlerinde rahat bir nefes alabilmek için
Allah’tan başka rab’ler, ilâhlar bulmalıyız. Hayatımızın o bölümlerinde bari
istediğimiz günahları işle-yebilmek için kendilerini atlatabileceğimiz,
yönlendirebileceğimiz bizim gibi âciz varlıklara kulluk edelim ki az biraz
rahatlayalım diyorlar.
Peki kim olacak bu tanrılar? İşte
kendileri gibi âciz, güçsüz, her an kendilerini göremeyecek, kendilerinin çok
rahat yönlendirebilecekleri, etki altına alabilecekleri hukuk tanrıları, eğitim
tanrıları, kılık-kıyafet tanrıları, âdetler, töreler, modalar, siyasîler, ruhban
sınıfı, din adamları, ekonomik güce sahip olan ekonomik tanrılar olabilir. Yâni
yeryüzünde ne kadar güç kuvvet sahibi olup da bu güç ve kuvvetlerini Allah’tan
değil de kendilerinden bilen ve bunlarla Allah’a kafa tutarak egemenlik hakkının
kendilerinde olduğunu iddia eden varlık varsa, bunların tamamı Allah berisinde
kendilerine tapınılan varlıklardır.
İnsanlara hükmetme, insanların
hayat programlarını belirleme hakkı sanki bunlardadır. İnsanlara fayda ve zarar
verme sanki onların elindedir. İnsanların kendilerine kulluk etmelerini,
insanların kendi yasalarını uygulamalarını insanların kendilerine dua
etmelerini, insanların kendilerine sığınmalarını ve hayatlarının düzenlenmesi
konusun-da kendilerine müracaat etmelerini istemektedirler. Siyasal yapılan-mayı
bilen bunlardır, ekonomik düzenlemeyi bilen onlardır, insanların nasıl
giyineceklerini, nasıl yaşayacaklarını, nasıl bir hukuk kabul edeceklerini bilen
bunlardır. Yâni bunlar tanrıdırlar. Eğer bize itaat edip bizim dediklerimizi
dinlerseniz kurtulursunuz. Eğer bizimle beraber olur, bizim istediğimiz şekilde
yaşarsanız biz Allah huzurunda sizin şefaatçileriniz oluruz
diyorlar.
Evet dünya üzerindeki tüm egemen güçler
genelde Allah’a isyan sadedinde böyle bir oyunla insanların karşısına
çıkmaktadırlar. Kendilerinin tanrı olmadıkları çok açıkken diğer insanlardan
farklı hiç bir yönleri yokken, herkes gibi âcizlerken yine de insanlara
tanrılıklarını yutturabilmektedirler. Allah’a isyan içinde olmalarına rağmen
yine de kendilerine kulluğu Allah’a kulluk pozisyonunda sunarak zavallı
insanları kandırabilmektedirler. Allah’a rağmen, Allah’ın yasalarına rağmen
ortaya koydukları ekonomik sistemlerini,
hukuk sistemlerini, eğitim sistemlerini insanlara kabul ettirebilmektedirler.
Sen böyle düşünenlere de ki
peygamberim:
Göklerde ve yerlerde Allah’ın
bilmediğini O’na haber mi veriyorsunuz? Yâni bu konuda Allah’a akıl mı vermeye
çalışıyorsunuz? Bilmediği bir konuda Allah’a ders mi veriyorsunuz? Hani
bakıyoruz Allah’ın kitaplarında böyle bir şeyden söz edilmiyor. Ne Kur’an’da, ne
de önceki kitapların hiç birisinde böyle yeryüzünde birlerini yetkili kıldığına,
birilerine de egemenlik haklarını devrettiğine dair bir tek âyet yok. Allah
böyle bir şey söylemediği halde nasıl oluyor da sizler böyle bir şey iddia
ediyorsunuz? Sanki Allahu Teâlânın bilmediği, hatırlayamadığı veya unuttuğu bir
şeyi mi hatırlatıyorsunuz O’na?
Ama Allah bildirmese de, Allah
böyle bir şeyden söz etmese de, Allah kendilerine böyle bir yetki vermese de
fark etmez çünkü Al-lah da bize teslimdir, Allah da bizi onaylamak zorundadır.
Bizim Allah yanında çok değerli bir yerimiz vardır, binaenaleyh eğer bizim
dediğimiz gibi yaşarsanız biz sizi affettiririz diyorlar. Onların sergiledikleri
bu müşrikçe tavırlarına karşılık Rabbimiz diyor ki bakın:
Sübhaneh. Fesübhanallah! Hâşâ, hâşâ
tenzih ederiz O Allah’ı. Allah’ın yeryüzünde ne böyle temsilcileri var, ne
egemenlik yetkilerini devrettiği yetkilileri var, ne ortakları var, ne
yardımcıları var, ne tanrılar var, ne devletler var, ne kutsal varlıklar var.
Sadece gönderdiği kulluk programlarını uygulayacak ve kendisine kulluk yapacak
kulları var Allah’ın yer yüzünde. Yeryüzünde herkes ve her şey Allah’ın kuludur
başka bir şey değildir. Yeryüzünde Allah’ın uygulanmak üzere gönderdiği kitabını
uygulayan, Allah’ın yasalarına sahip çıkan, Allah’ın elçilerinin yolundan
giderek Allah’a kul olmaya çalışan kimselere itaatin dışında da yeryüzünde hiç
kimseye itaat yoktur. Allah’a isyan eden, Allah’a savaş açan, Allah yasalarına
itaat etmeyen, peygamberlerin yolundan gitmeyen hiç bir varlığa itaat yoktur.
Böylelerinin itaat edilmeye asla hakları yoktur.
Allahu Teâlâ bu tür müşriklerin,
şirklerinden ve uydurduklarından, Allah’a isnat ettiklerinden yücedir,
münezzehtir. Çünkü hiç bir varlık Allah’a şirk koşma hakkına sahip değildir. Kim
ki böyle Allah’a Allah’ın demediğini isnat ederek şirk koşarsa işte onlar
zâlimlerin ta kendileridirler. Allah onların dediklerinin tümünden
uzaktır.
Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
hayatın başlangıcında bu tür şirklerin olmadığını, hayatın başlangıcında
tevhidin hakim olduğunu anlatarak şöyle buyuruyor:
19. “İnsanlar bir tek ümmettiler, sonra
ayrılığa düştüler; şâyet Rab’lerinden, daha önce bir takdir geçmemiş olsaydı,
aralarında ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında hüküm çoktan verilmiş
olurdu.”
Hz. Âdem ve Havva ile başlayan insanlık
hayatı tevhidle başlamıştı. İnsanlığın hayatında tevhid ve müslümanca bir hayat
hakimdi. Hayat Allah’la başlıyordu, hayat dinle, vahiyle başlıyordu. Başlangıçta
insanlığın hayatında Allah vardı, gündeminde vahiy vardı, inancında düşüncesinde
tevhid vardı. Sonradan insanlar ihtilâf ettiler. Hz. Âdem’in bütün çocuklarının
hayatında hakim unsur vahiydi. Onlar tek ümmetti, tek milletti ve Allah’ın
yasalarına teslim olmuşlar, aralarında küfür ve şirk yoktu.
Şu anda küfür dünyası, müşrik
dünya kendi küfürlerine, kendi şirklerine delil bulabilmek için insanlığın ilk
dönemlerinin karanlık olduğunu, Allah’ı tanımadıklarını insanların Allah’ı
sonradan bulduklarını iddia etseler de işte Rabbimizin âyeti açık bir şekilde
ortaya koyuyor ki durum onların dedikleri gibi değildir. Aksine insanlığın ilk
dö-nemlerinden itibaren Allah var, vahiy var, tevhid inancı var, küfür ve şirk
daha sonradan ortaya çıkmaktadır. Âdem (a.s) ve çocukları hayatları boyunca
Rab’lerine kulluk edip Ona asla isyan içine girmemişlerdir. Ama sonradan
insanlar tefrikaya düşmüşlerdir. Onlardan kimileri yine hayatlarında teslimiyet
dini olan İslâm’ı ve tevhidi devam et-tirirken, kimileri de şeytan yollarına
uyarak küfrün ve şirkin içine düş-müşlerdir.
Evet hayat sonradan ikiye
ayrılmıştır. Şirk, İslâm’dan sonra ortaya çıkmıştır. Tevhid asıl, şirk ârızîdir.
İslâm inancı, tevhid inancı çe-şitli şirk inançlarının içinden çıkmamış, şirk
İslâm’dan sapmanın sonucudur. Yâni asıl İslâm’dır, asıl tevhiddir şirk ise
ârızîdir, kabuktur. İslâm temeldir, ayrılış sonradandır.
İnsanlığın başlangıcı aydınlıktır,
tevhiddir, hidâyettir, İslâm’dır, sırat-ı müstakîmdir. Küfür ve şirk sonradan
çıkmıştır. İnsanlar sonradan hak dinden, hak yoldan saparak küfre ve şirke
düşmüşlerdir. Sonradan aydınlık yolu terk ederek karanlık yollara girmişlerdir,
ama bu da Allah’ın bir yasası gereğidir.
Ama Rabbinden bir hüküm olmamış olsaydı
ihtilâf ettikleri ko-nularda insanların yaptıklarının karşılığını hemen verirdik
diyor Allah. Ama Rabbinin koyduğu bir yasası var. Bu yasası gereği yeryüzünde
insanların yaptıklarına, yapacaklarına izin veriyor, müsaade ediyor. Yâni
zâlimlere de, kâfirlere ve müşriklere de hayat hakkı tanıyor. İmtihan gereği,
yeryüzünde koyduğu yasası gereği buyurun dilediğinizi yapabilirsiniz, yollarınız
açıktır bu dünyada diyor. Ve bu yasa da insanların her an dönebilme, tevbe edip
yaptıklarından vazgeçebilme yollarının da açık olduğunu beraberinde
getiriyor.
Allah insanların bu dünyada
yaptıklarına imtihan gereği, dünyanın konumu gereği dokunmuyor. Çünkü burası
hesap masası değildir. Burası yemek masasıdır, hesap masası da öbür tarafta
kurulacaktır. Yaptıklarından ve yapmadıklarından dolayı Allah burada kimseden
hesap sormuyor. Ben size, benim istediğim hayatı bildirdim. Gönderdiğim kitabım
ve o kitabın pratiği olarak peygamberimle size razı olacağım kulluk programını
açıkladım. Buyurun, dilediğinizi yapın, dilediğiniz gibi bir hayat yaşayın.
İster benim istediğim gibi, isterse keyfinize göre bir hayat yaşayabilirsiniz.
Ama unutmayın ki yarın bu yaptıklarınızın hesabını soracağım
buyuruyor.
20. “Rabbinden Muhammed'e bir mûcize
indirilse ne olur! derler. Ey Muhammed,
onlara deki: “Gaybı bilmek Allah'a mahsustur; bekleyin, doğrusu ben de sizinle
birlikte beklemekteyim.”
Kâfirler peygamber (a.s)’ı kast ederek
diyorlar ki Rabbinden kendisine bir âyet gelmeli değil miydi? Sanki şu okunan
âyetler, âyet değilmiş gibi, ya da kâinatta Rabbimizin serpiştirdiği bunca
görsel âyet, âyet değilmiş gibi yeni âyetler bekliyorlar.
De ki gayb tamamen Allah’a aittir. Gayb
bilgisi sadece Allah’a aittir. Âyet göndermek de, peygamberini ve mü’minleri
gaybî bilgilerine muttali kılmak da sadece Allah’ın elindedir. Eğer şu
elimizdeki kitabın âyetlerini göndererek kendi bilgisini bize ulaştırmasaydı
peygamber de dahil hiç birimizin bunları bilmemiz mümkün olmayacaktı. Hiç
birimizin ne Allah’ı, ne Allah’ın sıfatlarını, ne Allah’a kulluğu, ne cenneti,
ne cehennemi, ne hidâyeti, ne dalâleti, ne geçmişi, ne geleceği bilmemiz mümkün
değildi. Rabbimiz gönderdiği bu kitabıyla pey-gamberine ve onun yolunun yolcusu
olan bizlere, bize lâzım olacak kadar gayb bilgilerini açmıştır. Bizi o
bilgilere muttali kılmış ve bitmiştir.
Artık bu kitabın inişinin sona
ermesiyle kıyâmete kadar yer-yüzünde hiç bir kimseye gayb bilgisi
bildirilmeyecek, hiç kimse gaybî bilgilere muttali olamayacaktır. Artık bu
konuda kim ne söylüyorsa yalancıdır. İster bunu din adamı rolünde olanlar
söylesin, ister baş-kaları söylesin hiç fark etmeyecektir. Gaybın anahtarları
Allah’ın elin-dedir ve kimseyi bu bilgilere muttali kılmayacaktır. Sadece
elçilerine gerekli olanları bildirmiş ve bitmiştir.
Ne bekliyorsunuz? Rabbinizden yeni
âyetler mi bekliyorsunuz? Amel etmenize, kulluk yapmanıza bu âyetler yetmiyor da
başka âyetler mi bekliyorsunuz? Yahut bu inkârlarınızdan, bu isyanlarınızdan
ötürü üzerinize Allah’ın azabının, Allah’ın gazabının inmesini mi bekliyorsunuz?
Ne bekliyorsanız bekleyin, ben de sizinle birlikte bekliyorum. Bu peygamberden
bir tehdittir ki Rabbimiz onlara böylece söylemesini emretmişti.
Allah’tan yeni âyetler
bekleyenlere, bu âyetler bize yetmez, bize daha başka âyetler lâzımdır, bizler
gaybî bilgilere muttali olmadan inanmayız mantığında olanlara, yahut da
Allah’tan istenmesi gereken şeyleri peygamberden isteme cehaletinde bulunanlara,
Allah’la peygamberi karıştıranlara böylece bir tehditte bulunmasını istiyordu
Rab-bimiz peygamberinden. Siz de bekleyin ben de bekliyorum. Şu anda yeryüzü
kâfirleri beklesinler, bizler de bekliyoruz. Kim kazanacak? Kim kaybedecek?
yakında onlar da görecek biz de göreceğiz. Kim galip gelecek kim mağlup olacak,
kim cehennemi boylayacak kim cennete uçacak? onlar da görecek biz de
göreceğiz.
21. “İnsanlara darlık geldikten sonra
onlara bolluğu tattırdığımızda, hemen âyetlerimize dil uzatmağa kalkışırlar;
onlara de ki: “Hile yapanın cezasını vermekte Allah daha çabuktur. “Elçi
meleklerimiz kurduğunuz tuzakları hiç şüphesiz
yazmaktadırlar.”
İnsanlara kendilerine dokunan bir
zarardan sonra bir rahmet tattırdığımız zaman hemen o kimseler bizim
âyetlerimize karşı bir tu-zak kurmaya kalkışırlar. Âyetlerimize dil uzatmaya
yönelirler.
Rabbimizin vaz ettiği bu insan tipi
kıyâmete kadar her dönem-de, her zaman ve mekânda bulunabilir. Âyetin ortaya
koyduğu tipleme karşısında herkes kendisini, kendi durumunu yargılamak,
sorgulamak zorundadır. Acaba şu anda bizim de Allah’la ilişkilerimiz böyle mi
değil mi? Bunu çok iyi sorgulamak zorundayız.
Şimdi bir insan düşünün. Ya da bir köy
halkı, bir şehir topluluğu düşünün. Bu topluluk kendilerinin üzerinde sürekli
belâlar eksik olmadığı zaman, işleri sürekli kötüye gittiği zaman Allah’a dua
ederler. İşlerinin düzeltilmesi için, rızıklarının açılması, kederlerinin
giderilmesi, başlarında dönen belâların kaldırılıp huzura ve mutluluğa
ka-vuşturulmaları için dua dua Allah’a yalvarıp yakarmaktadırlar. Nihâyet o
kimse üzerinden, o toplum üzerinden Rabbimiz o belâ ve musîbetleri kaldırıp
onları bolluğa ve mutluluğa kavuşturduğu zaman da hemen Allah’la ve Allah’ın
âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa başlayıverirler.
Sanki o belâlar ve musîbetler
döneminde güçleri olmadığı için Allah’a karşı gelemeyen bu insanlar ekonomik
güce sahip oldukları anda, siyasal gücü ellerine geçirdikleri anda, sıhhatlerine
kavuştukları anda Allah’ı da, O’na kulluğu da, O’na yalvarıp yakarmayı da
unutuveriyorlar. Üzerlerinden felâketler kaldırılıp da işleri tıkırında gitmeye
başlayınca Allah’ı da O’nun yasalarını da O’na kulluğu da unutup yan çizmeye
başlayıverirler. İşleri düşünce Allah’ı hatırlıyorlar ama hayatları düze çıkıp
da Allah’a ihtiyaçları kalmadığını zannettikleri zaman da Allah’ı
unutuveriyorlar.
İşte Rabbimiz bizim karşımıza bir insan
tipi çıkarıyor ve bu insanın karakterini bize anlatıyor. Bize diyor ki ey
müslümanlar! Sa-kın sizler de bu insanlar gibi olmayın. Sıkıntılı dönemlerinizde
Rab-binize karşı farklı, iyi dönemlerinizde de farklı davranışlar içine
gir-meyin. Veya ey müslümanlar! Bu tür insanları iyi tanıyın ve onlara karşı
tavırlarınızı iyi belirleyin. Şunu asla hatırınızdan çıkarmayın
ki:
Kâfirler Allah’ın sistemine
karşı, Allah’ın âyetlerine karşı ne kadar tuzak kurabilecekler? Üstelik onların
tuzaklarının tümünün Allah biliyorken. Ama onlar Rabbinin tuzaklarını bilmezler,
bilemezler. Rabbin onların kurdukları tuzakların nereye kadar gideceğini
bilmek-tedir, ama onlar Rab’lerinin kendilerine karşı neler hazırladığını asla
bilmemektedirler. Allah onların kendisine karşı, kendi âyetlerine ve siz
müslümanlara karşı tüm niyetlerini, tüm komplolarını bildiği için size bunu
haber verecektir.
Vahyin geldiği dönemlerde
Rabbimiz kendi safında yer almış kullarına onların tuzaklarının tümünü haber
veriyor ve mü’minleri onların komplolarından koruyordu. Gerçi bundan sonra vahiy
gelmeyecek ama Rabbimiz önce gönderdiği o vahiyleriyle müslümanlara öyle bir
basiret, öyle bir feraset kazandırmıştır ki kendilerine nereden nasıl bir
tehlike geleceğini mü’minler bilmektedirler. Çünkü Allah kâfirlerin tüm
tuzaklarını yazmaktadır, yazmıştır.
Şu anda irtica hikâyeleriyle
müslümanları yok etmeye soyunanlar, Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
sistemiyle savaşa tutuşanlar kiminle savaştığının farkında değildirler. Kiminle
savaştığını dahi bilmeyen zavallı insanlardır bunlar. Zannediyorlar ki
müslüman-lar zayıftır, zannediyorlar ki müslümanlar yalnız ve yardımcısızdırlar.
Onların safında Allah’ın bulunduğunun farkında olmayan bu iman yoksunları
yakında nasıl bir inkılapla sarsıldıklarını görecekler. Yakında tıpkı
kendilerinden öncekiler gibi Allah’ın helâk yasasının mahkumu olacaklar.
22.
“Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır. Bulunduğunuz gemi,
içindekileri güzel bir rüzgarla götürürken yolcular neşelenirler; bir fırtına
çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını
sandıkları anda ise Allah'ın dinine sarılarak, “Bizi bu tehlikeden kurtarırsan
andolsun ki şükredenlerden oluruz” diye O'na
yalvarırlar.”
O Allah ki sizi karada ve denizde
yürütendir. Bu imkânı size sağlayan, denizi, rüzgarı sizin emrinize musâhhar
kılan O’dur. Evet düşünün ki bir gemi içinde denizde seyahate çıkmışsınız, yahut bir rızık aramaya
çıkmışsınızdır, karadaki vasıtalarınızla karanın bittiği ve denizin başladığı
yere kadar gitmişsinizdir, orada da gemilere binip yolunuza devam ediyorsunuz.
Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgarla alıp götürürken ve onlar içinde
bulundukları bu ticaret ortamıyla bu rahat taşınma ortamıyla sevinirlerken
birden bire gemiye şiddetli bir fırtına, şiddetli bir kasırga gelip de bu
kasırganın tesiriyle her yerden gelen dalgalar onları her yönden sardığı ve
artık bu felâketten kesinlikle kurtulma ümitlerinin kalmadığı bir zamanda;
anladılar ki artık sonları gelmiştir.
Farz edin ki şehrin içindesiniz,
evinizin, dükkanınızın içindesiniz ama sanki bir Okyanusa bir rehavete
dalmışınız. Bir ekonominin içine, bir dünya meşgalesinin içine, bir zevk-ü
sefanın içine dalmışınız. Hayatınıza kimseyi karıştırmıyorsunuz. Sizin
yaşadığınız bu deb-debeli ve şaşaalı hayata kimse el uzatamıyor, dil uzatamıyor.
Kimseye ihtiyacınız yoktur. Her şey tıkırında gitmektedir. İşte ben bana
yeterim. Benim malım, benim bilgim, benim gücüm, benim sıhhatim, be-nim
gençliğim, benim servetim, benim makamım diyerek gömüldüğünüz bu hayatın içinde
keyfinizi yaşamaya çalışırken birden bire hiç beklemediğiniz bir anda bir
fırtına esmeye, bir kasırga esmeye başlar. Sağdan yahut soldan, siyasî yahut
ekonomik düzenin sarsılmaya başlayıverir. Yıkılış öyle bir sarar ki seni ne
yapacağını, nasıl davranacağını bile bilemezsin. Her an, her saniye evinizde,
dükkanınızda, köyünüzde, kentinizde böyle fırtınalar esebilir. İşte böyle bir
durumda:
Dini Allah’a halis kılarak, dini
yaşamanın dine bağlanmanın gerekliliğini anlayarak Allah’a dua ederler. Böyle
bir musîbet kapılarını çaldığı zaman bu tür insanların duaları sadece
Allah’adır. Böyle ciddi bir durumdayken, Allah’a işleri düşmüşken insanların
duaları, çağırışları, ibadetleri, kullukları, yalvarıp yakarmaları sadece
Allah’adır. Çünkü böyle bir durumda onların Allah’tan başka dostları yoktur. Her
bir yandan kendilerini sarmış bu şiddetli fırtınalar karşısında Allah’tan başka
kendilerine yardım edecek, böyle bir durumdan kendilerini kurtaracak Allah’tan
başka kimseleri yoktur.
İşte böyle bir durumda daha önce
kendilerine dua edip kulluk yaptıkları tüm varlıklar, kendilerini razı edip,
yasalarını uygulamaya çalıştıkları tüm Rab’leri, kendilerine sığınmaya
çalıştıkları ve hatırlarına koşturdukları tüm ilâhları, sosyal hayatlarının
problemlerini kendilerine sormaya gittikleri tüm efendileri, hukuk konusunda
uzman bildikleri tüm tanrıları, eğitim konusunda, kılık kıyafet konusunda
bilirkişiliğine güvendikleri tüm sahte mâbud’ları unutup Allah’a yönelirler.
Dini sadece Allah’a halis kılarlar. Yâni hayat programı dediğimiz dini sadece
Allah’tan almaya ve hayatlarının tümünde sadece Allah’ı Hakîm ve söz sahibi
görmeye başlarlar. Allah’a baş vururlar ve derler ki:
Ey Rabbimiz! Eğer bizi bu durumdan,
bizi bu felâketten, bizi bu hastalıktan, bizi bu iflastan, bizi bu düşmandan,
bizi bu yok oluştan, bu helâkten kurtarırsan, bizim üzerimizden bu belâyı
savuşturur ve bizi sahil-i selâmete çıkarırsan sana şükredenlerden olacağız.
Sana teşekkür edeceğiz. Sana kulluk edeceğiz ve sadece Seni dinleyeceğiz, sadece
Sana itaat edeceğiz. Hayatımızın her bir problemini sadece Sana soracak ve
sadece Senin dediğin biçimde hareket edeceğiz. Hayat programımızı sadece Senden
alacağız, hayatımızı Senin için yaşayacağız. Yeter ki bizi bu durumdan kurtar,
sadece Sana kulluk edecek, sadece Sana dua edecek ve Sana asla isyan
etmeyeceğiz. Her ne kadar şu ana kadar Sana isyan içinde bir hayat yaşamışsak
da, her ne kadar hayatımızda şu ana kadar Senden başkalarını dinlemiş isek ve
Senden başkalarının yasalarını uygulamışsak da diyerek Rab’lerine yalvarıp
yakarırlar.
23. “Allah onları kurtarınca, hemen
yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar! Geçici dünya
hayatında yaptığınız taşkınlık aleyhinizedir. Sonra dönüşünüz Bizedir.
Yaptıklarınızı size bildiririz.”
Evet onları dua dua yalvarıp
yakardıkları o kötü durumlarından kurtardığımız zaman da yeryüzünde azmaya,
azgınlık yapmaya, Allah’a kafa tutmaya başlayıverirler. Evet dün ne olur ya
Rabbi bizi bu durumdan kurtar, Sana kul olacağız, Seni dinleyeceğiz, Sana
şükredeceğiz, hayatımızı Senin için yaşayacağız dedikleri halde işleri bitince
de bir bakarsınız ki ne sözleri kalmış, ne şükürleri, ne kullukları, ne
itaatleri! Her şeyi unutmuşlar yine eski küfürlerine, yine eski şirklerine, eski
isyanlarına, eski hayatlarına dönüvermişler. Sanki hiç bir şey olmamış gibi yine
eski ilâhlarına, yine eski tanrılarına ve tâğutlarına kulluğa
dönüvermişler.
Bakın bu tip insanlara Rabbimiz diyor
ki:
Azgınlık ve taşkınlığınızın zararı
sadece kendinizedir. Sizler bu azgınlıklarınız ve taşkınlıklarınızla asla Bana
zarar veremezsiniz. Yeryüzündekilerin tamamı Allah’a savaş açmış olsalar bile
Allah’a ne zarar verebilecekler de? Tüm insanlar Allah yasalarına, Allah
sistemine karşı ağız birliği edip düşmanca bir tavır sergileseler bile Allah’a
karşı ne yapabilecekle? İnsanlar Allah’a hiç bir şey yapamazlar, ancak
yaptıklarının cezasını kendileri çekecektir. Unutmayın ki:
Dünya metaı azıcık bir metadır. Dünya
hayatı geçici bir metadır. Benim katımda hiç de değeri olmayan o dünyayı size
veririm. Malınız mülkünüz artmaya başlar. Ekonomik sıkıntılarınız giderilir.
Size güç kuvvet, makam mansıp yetki ve saltanat veririm. Bana isyanlarınız devam
ederken bile bunları Ben size veririm. Benden başkalarına kulluk ederken bile
sizin istediğiniz hiç bir şeyi sizden esirgemem. Bana savaş açarken bile sizin
güneşinizi, havanızı, suyunuzu kesmem. Ama unutmayın ki bütün bunlar Benim
katımda değersiz birer dünya metaıdır. Eğer bütün dünyanın Benim katımda sineğin
kanadı kadar bir değeri olsaydı ondan kâfire bir yudum su bile vermezdim.
Öyleyse ey kullarım! gelin bu geçici ve basit şeylere aldanıp da Bana kulluktan
gafil olmayın. Gelin yarına intikal etmeyecek basit bir dünyanın peşinde
koşarken Benim sizin için razı olduğum, size lâyık gördüğüm ve sizin için
hazırladığım cenneti göz ardı etmeyin. Unutmayın ki:
Sonra dönüşünüz Banadır. Yaşadığınız bu
hayatın bitiminde Bana dönecek ve yaptıklarınızın tümünden hesap vereceksiniz.
Unutmayın ki hayatın hesabını Bana ödeyeceksiniz. Attığınız her adım, alıp
verdiğiniz her nefes sizi Bana doğru yaklaştırmaktadır. Ölüme ve hesaba doğru
koşuyorsunuz. Her an hayata değil ölüme koşu içindesiniz. Bir gün burun buruna
geleceğiniz gerçek ölüm ve hesaptır, bunu unutmadan yaşayın. Bir de unutmayın ki
hayatın da ölümün de sahibi Benim. Benden başkasına hesap vermeyeceksiniz.
Öyleyse Benden başkalarına minnetiniz olmasın, Benden başkalarına kulluğunuz
olmasın, Benden başkalarını dinlemeyin, Benden başkalarını hayatınızda egemen
tanımayın.
Evet dönüşünüz Banadır
ve:
Gelin akılarınızı başlarınıza alın.
Madem ki sizi yaratan Benim, madem hayatınızı veren Benim, madem ki sahip
olduklarınızın tümünü Bana borçlusunuz, madem ki sonunda hiç kimseye değil de
sadece Bana hesap ödeyeceksiniz, madem ki attığınız her adımla ölüme doğru,
hesaba kitaba doğru gidiyorsunuz öyleyse bu şaşkınlığınız neyin nesi? Bu
serkeşliğiniz, bu itaatsizliğiniz neyin nesi? Rabbiniz olarak Beni bırakıp da
kendiniz gibi âcizlere kulluk edişiniz, onları razı etmek için çırpınışlarınız
neyin nesi? Şu siyasî hayatın karmaşası içinde Allah’tan başkalarına egemenlik
haklarını vermeniz neyin nesi? Şu ekonomik hayatın bunaltıcı koşturmaları
arasında Benim âyetlerimi gündeme almayışınız neyin nesi? Bu kendi hevâ ve
heveslerinizi veya şu anda din diye, hayat programı diye size sunulan şu bilimi
Allah yerine oturtmanız neyin nesi? İşleriniz iyi gidince, ekonomik hayatınız
rayına oturunca, karınlarınız doymaya başlayınca tamam artık bizler cennet
hayatına ulaştık diyerek dünyayla tatmin oluşunuz neyin nesi? Âhireti unutuşunuz
neyin nesi?.. Hiç düşünmez misiniz?
24. “Dünya hayatı gökten indirdiğimiz
su gibidir ki, onunla insan ve hayvanların yiyeceği bitkiler yetişip birbirine
karışmıştır. Yeryüzünün süslenip bezendiği ve yerin sahiplerinin bütün bunlara
mâlik olduklarını sandıkları sırada, gece veya gündüz buyruğumuz o yere gelmiş
ve orayı hiç bir şey bitirmemişe çevirmişiz; bir gün önce bir şey yokmuş gibi
olmuştur. Düşünen millet için, âyetleri böylece uzun uzun
açıklıyoruz.”
Allah gökten indirdiği bir su ile
yeryüzünde bitkiler bitiyor, yeryüzü alabildiğine güzelleşiyor, süsünü
giyiniyor, ziynetini takınıyor mükemmel bir hale geliyor. Ve artık yeryüzü
insanlığı zannediyorlar ki bu hayat kendilerinin. Zannediyorlar ki bu hayatın
sahibi kendileridir ve bu hayata güç yetirme imkânı kendi ellerindedir. Yâni
artık sahibi bulundukları bu güzellikleri hiç kaybetmeyeceklerdir.
Ama Bizim emrimiz gece yahut gündüzün
geliverir de o gü-zelim dünyayı, o güçlü dünyayı, o bozulmaz, o yıkılmaz
bildikleri dün-yayı ve dünyanın güzelliklerini tamamen çerçöp haline
getiriveririz. O güzelim tabiatı,
biçilmiş ekin haline getiriveririz. Sanki o dünya hiç olmamışçasına, sanki o
güzellikler hiç yokmuşçasına, sanki dünya hiç yokmuşçasına.
İşte dünya hayatı budur. Yâni
tabiatın öldüğü, solduğu bir kışın ardından gelen bir bahar düşünün. Ölümünden
sonra toprak canlanmış, bulutlardan Rabbimizin hayat kaynağı yağmur âyetleri
yeryüzüne inmiş, Allah’ın vahyiyle dirilen tabiat sonsuz bir güzelliğe ve
canlılığa bürünmüş.
İşte böyle bir hayatın içinde
insanlar zannederler ki artık ölüm hiç bir zaman gelmeyecek, bu güzellikler bu
saltanat hiç bir zaman yok olmayacak, bu bahar hiç bir zaman bitmeyecek, her şey
tıkırında gidecek. Sanki bütün bunlara kendi kendilerine ulaşmışlar gibi. Sanki
bu hayatın, bu güzelliklerin, bu baharın sahibi kendileriymiş gibi. Bu güneşin,
bu oksijenin, bu gençliğin, bu sağlığın bu servetin sahibi kendileriymiş gibi.
Sanki bunların hiç bir zaman yok olmayacağını zannediyorlar.
Gençliklerini hiç bir zaman
kaybetmeyeceklerini, sağlıklarını hiç bir zaman kaybetmeyeceklerini zannetmeye
başlıyorlar. Siyasî gü-ce sahip olanlar bu güçlerini hiç bir zaman
kaybetmeyeceklerini zannetmeye başlıyorlar. Oturdukları koltuklarını hiç bir
zaman kaybet-meyeceklerini, kendilerine egemen olduğu insanların kendilerine
asla isyan etmeyeceklerini zannetmeye başlarlar.
Sanki bulundukları makamda
kendilerinin tanrı olduklarını zan-netmeye başlarlar. Sanki yer yüzünü
doyuranın, besleyenin kendileri olduğunu zannetmeye başlarlar. Halbuki
kendisinden önce de o koltuğa oturanlar, kendisinden önce de o mülke, o güç ve
kuvvete sahip olanlar vardı. Halbuki onun gibi ondan daha güçlü neleri gelip
geçti bu dünyadan. Onlar gelip geçti de bu dünyadan, sen mi kalacaksın? Bundan
önce nice baharlar solup öldü de bu bahar mı devam edecek? Hangi bahar solmadı
bugüne kadar? Hangi güçlü ölmedi? Hangi güneş batmadı? Hangi imparator
yıkılmadı? Hangi melik bu dünyayı terk etmedi? Hangi varlık bu dünyaya kazık
çaktı?
İşte biz âyetlerimizi böylece
açıklıyoruz ki gerçeği anlayasınız, akıllarınızı kullanasınız diye. Kim ki bu
âyetleri iyi değerlendirir, Allah’ın bu âyetlerinin üzerinde kafa yorar ve bu
âyetlerin bilincine ererse bu âyetler elinden tutup onu hidâyete ulaştıracak ve
böylece Rab-bimiz onlara bu dünya hayatının değersizliğini, basitliğini
anlatacak, bağlanılması gereken öte
âlemin mutluluğunu onlara gösterecektir.
25. “Allah, cennete çağırır ve
dilediğini doğru yola eriştirir.”
Allah kullarını selâm yurduna, selâmet
yurduna, saadet yurduna dâvet ediyor. Çünkü orada bunların hiç birisi yoktur.
Orada ölme yoktur, orada solma yoktur, orada ihtiyarlama yoktur, orada
mahrumiyet yoktur, orada ayrılık yoktur, orada hayat ebedîdir, orada devlet ve
saltanat ebedîdir, orada gençlik, orada dinçlik ebedîdir, orada güzellik
ebedîdir. Rahmânın bu dâvetine icâbet eden, hayatını bunun hesabıyla yaşayan
insanların dünyası da âhireti de böyle güzel olacaktır. Eğer insanlar
Rab’lerinin bu mesajına, bu dâvetine kulak verirler, Rab’lerinin istediği
biçimde bir hayat yaşayarak ebedîlik yurduna, ebedî saadet yurduna doğru
koşarlarsa o zaman bu dünya hayatı da, koştukları hedefledikleri âhiret yurdu da
onlar için bir olacaktır. Yâni bu basit dünya hayatı da onlar için aynen cennet
hayatı kadar değerli ve güzel olacaktır. Hem dünya dâr’us selâm olacak onlar
için, hem de cennet dâr’us selâm olacaktır.
Dilediği kimseleri de Rabbimiz sırat-ı
müstakîme hidâyet eder. Yâni kim ki tercihini sırat-ı müstakîmden yana,
hidâyetten yana kullanır ve hidâyette olmak isterse, hidâyete lâyık hale gelmek
isterse, böyle bir hayat yaşarsa Cenâb-ı Hak da onu buna lâyık kılar. Ama
is-temeyenleri, iradesini bu yönde kullanmayanları, bu yolda adım atmayanları da
Rabbimiz zorla aman sen bu yola girmezsen sonunda perişan olacaksın diye İslâm’a
sokmaz.
26. “Muhsinlere (İyi davrananlara);
daima daha iyisi ve üstünü verilir. Onların yüzlerine ne bir karanlık, ne de
zillet bulaşır. İşte onlar cennetliklerdir, orada temelli
kalırlar.”
Muhsinler için hüsnâ vardır ve de
fazlalık vardır. Muhsin Allah’ı görüyormuşçasına Ona kulluk yapan kişidir. İhsan
Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk etmektir. İhsan Allah’ın gördüğü şuuru
içinde olmaktır. İhsan kişinin yaptığını Allah huzurunda, Allah kontrolünde
yapma şuuru içinde olmasıdır.
Yâni eğer bir mü’min hayatının
tümünde Allah’ı görmediği hal-de O’nu görüyormuşçasına, Allah’ın huzurunda
olduğunun şuurunda bulunursa, her anının Allah’ın kontrolü altında olduğunu
bilir ve böylece yaptıklarını Allah için yaparsa yâni Allah karşısında böyle bir
teslimiyet gösterirse. Ya Rabbi senin karşında ben bir hiçim! Ancak senin
izninle yaparım! Senin yap dediğini yaparım! Senin bildirdiğini bilirim! diyerek
Allah yolunda olursa, yaptıklarının tümünü Allah’a lâyık olarak yapmaya
çalışırsa, ya da hayatını Allah için yaşamaya çalışırsa, Allah kontrolünde
olduğunun bilincine ererse işte bunlar için, ve de sırat-ı müstakîme hidâyet
edilen, dosdoğru yolda yürüyen, dünyada da ukbada da Allah’ın dâvetine icâbet
eden, dünyada da ukbada da selâm ve selâmette olan, Allah’ın selâmet yurdu olan
cennetine evet di-yen ve bunun gereği olarak da Allah’ın istediği gibi bir hayat
yaşayan mü’minlere hüsnâ vardır. Rab’lerinin kendileri için hazırladığı gözlerin
görmediği, kulakların duymadığı cennetler ve o cennetler içinde akıl ve hayale
gelmedik nîmetler var.
Ve bir de ziyadesi vardır. Yâni
yaptıklarının en güzel bir karşılığı vardır ve de onlar için daha fazlası da
vardır, fazlalık da vardır.
Onların yüzlerine ne bir karanlık, ne
de zillet bulaşır. Yüzlerini ne karanlık kaplar, ne de horluk, hakirlik bürür.
Allah’ın cennetine idhal buyurduğu bu kutlu insanlar asla zelil olmayacaklar,
izzet içinde olacaklar. Yüzlerinde asla kara bir leke olmayacak, aksine onlar
Allah’ın nûruyla aydınlanmış olacaklar. Rab’leri onları yüceltecek, onlara izzet
ve şeref bahşedecek, düşünebileceğimizin ötesinde bir güzellik lütfedecektir.
Çünkü onlar dünyada sadece
Rab’lerini Azîz bilmişler, izzeti sadece Rab’lerinde görmüşler, Rab’lerine
kullukta görmüşler ve Azîz olmanın yolunu Rab’lerine kullukta bilmişler ve bir
ömür boyu O’na itaat etmişlerdi. Bir ömür boyu yalnızca Allah’a itaat ederek,
yalnızca Allah yolunda Azîz olabilmenin hesabını yapan bu müslümanlar dünyada
Azîz ve şerefli bir hayat yaşadıkları gibi öbür âlemde de Allah onları zillet ve
meskenetten kurtarıp izzet ve şeref içinde bir hayatı lütfedecektir. Azîz ve
şerefli bir makamın sahibi kılacaktır onları.
İşte onlar cennetliklerdir, orada
temelli kalacaktırlar. Öyleyse yarışanlar işte bunun için yarışsınlar. Öyleyse
ey müslümanlar haydi Rabbimizin hazırladığı cennetine koşalım. Haydi her
birerimiz Allah’ın istediği biçimde muhsinler olarak, hayatımızı Allah için
yaşayarak, Allah’ı görürcesine bir hayat yaşayarak sürekli O’nun huzurunda ve
O’nun kontrolünde olduğumuzu unutmadan bir hayat yaşayarak, yâni ihsan makamında
bir titizlik içinde yaptıklarımızın tümünü Allah’a lâyık yapalım, Allah adına
yapalım ve hüsnâyı elde edelim. Bizim için en güzel yol, en akıllı davranış
Allah’ın bizim için hazırladığı bu hüsnâyı, bu cenneti elde etmek için çalışıp
çırpınmak iken bakıyoruz insan-ların hesapları çok farlıdır. Ne kadar basit
hesapların içine giriyorlar insanlar değil mi?
Eğer şu kadar paraya
ulaşabilirsem, şu evi bir bitirebilirsem, şu arabayı bir alabilirsem, şu makama
bir oturabilirsem, bir holdingleşebilirsem tamam artık benim dünyada başka hiç
bir isteğim yoktur diyor adam. Ne kadar basit hedefler, ne kadar basit istekler
değil mi? Tam bir kâfir anlayışı. Ancak bir kâfir bunlarla avunup bir hayat
yaşayabilir. Bir müslümanın nasıl bu tür basit hesaplarla avunabildiğini anlamak
mümkün değildir.
Yâni dünyanın en iyi evi, en iyi
arabası, en iyi makamı senin olsa, dünyanın en zengini sen olsan, dünyanın tüm
altın ve gümüşleri senin olsa ne yazar? Tüm dünya senin olsa, tüm dünyadakiler
senin emrinde olsa ne kadar sahip olabileceksin de bütün bunlara? Ve eğer yarın
ölür ölmez cehenneme gideceksen neye yarar da bunlar? Eğer yarın bu sahip
olduklarının tümünü gideceğin o cehennem ateşinden kurtulabilmek için fidye
olarak vermeye çalışacak ve cehennemin sahibi tarafından da kabul edilmeyecekse
neye yarar bütün bunlar?
Evet mü’min bütün bunları bilecek, bu
âyetleri tanıyacak, Allah’ın öbür tarafta mü’min kulları için hazırladığı bu
güzel mükâfatları tanıyacak ama yine de dünyalıkların içine gömülme adına
yaşadığı hayatta aylar yıllar geçecek de cenneti bir kere hatırlamayacak, aylar
yıllar geçecek de bir kerecik Rabbinin hatırını sormak üzere kitabıyla ilgi
kurmayacak. Cenneti unuturken, cenneti anlatan Allah’ın kitabını örtüp bir hayat
yaşarken ama beri tarafta kendi ekonomik dünyasında, iş hayatında, siyasî
hayatında hep dünyasını düşünecek. Bunu anlamak gerçekten mümkün değildir. Yâni
adam kendi hayatını her gün düşünürken kendi kitabını, yâni hayat kitabını hiç
ihmal etmeden her gün okurken, Allah’ın kitabını okumaya zaman bulamıyorsa, ben
bunun neyle izah edileceğini bilmiyorum. Böyle bir kimse sadece bir aldanışın
içindedir diyebiliyorum.
Halbuki bir insanın Allah’ı
aldatması mümkün olmadığı gibi kendi kendisini aldatması da mümkün değildir.
Gündemini Allah oluşturmayan, gündemini Allah’ın kitabı oluşturmayan bir insan
kesinlikle bilmelidir ki o en büyük bir kayıp içindedir. Düşünün, bu sûre, Yunus
sûresi senin gündeminin ne kadarını oluşturabildi? Bakara, Âl-i İmrân ne kadar
gündem oluşturdu? Allah’ın Resûlünü ihtiyarlatıp belini büken Hûd sûresi seni ne
kadar ihtiyarlatabildi? Kur’an senin hayatına ne kadar etki edebildi? Cenneti ne
kadar düşünebildin? cehenneme ne kadar zaman ayırabildin?
Evet mü’minlerin durumları
böylece anlatıldıktan sonra bakın şimdi de beri taraftakiler
anlatılacak:
27. “Kötülük işleyenlere kötülükleri
kadar ceza verilir; onların yüzlerini zillet bürür; Allah'a karşı onları
savunacak yoktur; yüzleri, geceden kara bir parçayla örtülmüş gibidir. Bunlar
cehennemliklerdir, orada temelli kalırlar.”
Ama kötülere, kötülük
işleyenlere, kötülük kazananlara gelince onların cezası da işlediklerinin bir
mislidir. Seyyienin cezası, seyyi-enin karşılığı, misli mislinedir. İyilik ve
kötülüklerin karşılıkları farklıdır. İyiliklere kat kat mükâfaat veren Rabbimiz
günâhın karşılığını tamtamına veriyor. Bir sevaba on mükâfat, bin mükâfat
verilirken bir günâha bir ceza, iki günâha iki ceza verilmektedir. Yâni
anlıyoruz ki günâhların ve sevapların kat sayıları farklıdır. İyiliğin karşılığı
bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen bire sonsuz mükâfat iken kötülüğün
karşılığı ise sadece bire birdir. Rabbimiz ne kadar da merhametlidir bizim için
değil mi? Hattâ bakın bir adam bir günâh işlemeye niyet edip azmetse, ama sonra
da Allah korkusundan, âhiret endişesinden dolayı onu yapmaktan vaz geçse onun
karşılığında bir sevap verilecektir.
Evet günâhkârlara bire bir ceza verecek
Allah. Ve onların yüzlerini bir zillet, bir meskenet, bir eziklik, bir
perişanlık, bir horluk ve hakirlik kaplamıştır. Kayıplarından dolayı,
ayıplarından dolayı zillet içindedirler onlar. Tabii cehenneme giden zelil
olacaktır. Dünyada da zelil bir hayat yaşamışlardı bu adamlar. Ve artık
Allah’tan hiç bir kurtarıcıları, hiç bir yardımcıları ve koruyucuları yoktur.
Şefaatçileri yoktur onların. Onları dünyada yaşadıkları hayatın karşılığı olarak
kendileri için hazırlanmış cehennem ateşinden koruyup kurtaracak hiç bir yol,
hiç bir çare yoktur. Dertlerini dinleyecek, hatırlarını soracak, kendilerine
sıcak bir kucak açacak hiç bir dostları yoktur onların.
Utanç ve rezaletlerinden dolayı,
kayıplarından dolayı sanki onların yüzlerini karanlık bir geceden bir parça
kaplamış, yüzleri simsiyah kesilmiştir. Ama bu siyahlık şu anda kimi insanların
derilerinin siyahlığı anlamına bir siyahlık değildir. Çünkü yüzünün derisi
dünyada siyah olan bir müslümana bakarsınız ki yüzü parıl, parıl parlamaktadır.
Yâni şu anda beyaz insanın egemenliğinin sürdüğü dünyada siyahlara mutluluk
tanımıyorlar. Halbuki dünyada insanlar ancak İslâm’la mutlu olabilirler.
İslâm’ın dışında mutluluk yoktur. Derileri siyah olanlar da, beyaz olanlar da
ancak İslâm’la güzeldir. İster beyaz derili olsunlar, isterse siyah derili
olsunlar insanlar küfürle, şirkle asla güzel değildirler. Küfür ve şirk
mensupları çirkindirler, kötüdürler, kalpleri de yüzleri de simsiyahtır. İşte
cehenneme giden insanların da yüzlerini siyahlık kaplamıştır. Kapkara olmuştur
onların yüzleri. Sanki karanlık bir geceden parçalar gibi yüzleri simsiyahtır
onların. İşte bunlar cehennemin ashabıdırlar, ateşin sohbetçisidirler ve orada
ebedî kalıcı-dırlar.
Evet dünyada Rab’lerinin rızası
istikâmetinde bir hayat yaşayan, izzet ve şerefi Allah’ta görerek, izzet ve
şerefi Allah’a kullukta görerek azîz ve şerefli bir hayata talip olan
cennetlikler Rablerinin azîz ve şerefli kılmasıyla azîz ve şerefli bir cennet
hayatına doğru giderlerken, dünyada izzet ve şerefi Allah’tan başka yerlerde
arayarak bir hayat yaşayan cehennemlikler de zelil bir şekilde, horluk, hakirlik
içinde, yüzleri de simsiyah, ebedî azap yerleri olan ateşe
gitmektedirler.
28,29. “Onların hepsini bir gün
toplarız, sonra, puta tapanlara, “Siz ve putlarınız yerlerinize!” deyip onları
birbirinden ayırırız. Putları ise: “Bize tapmıyordunuz ki. Allah, sizinle bizim
aramızda şahit olarak yeter. Sizin tapınmanızdan bizim haberimiz yoktu,
"derler.”
Evet o cehennemliklerin tamamını
bir gün toplarız. Ve onlara deriz ki:
Haydi herkes şimdi yerini alsın
bakalım. Buyurun, siz bu tarafa ortaklarınız da bu tarafa. Herkes yerini,
mekânını alsın. Tapınanlar, tapınılanlar, tanrılar, kullar, sığınanlar,
kendilerine sığınılanlar, dua edenler, dua edilenler, sizler ve tanrılarınız,
sizler ve şerikleriniz, sizler ve Allah’a şirk koştuklarınız, kendilerinde güç
kuvvet gördükleriniz, kendilerinde egemenlik yetkisi gördükleriniz, yasalarını
uygulayarak kendilerine kulluk ettikleriniz, şefaatini umduklarınız, Allah
yerine ikâme etmeye çalıştıklarınız, dâvâcı ve sanık herkes yerini alsınlar
bakalım diyeceğiz buyurarak, burada Rabbimiz âhiret günü bir toplantıdan söz
ediyor. Mahşer günü, mahşerde cehennemlikleri bir yerde top-luyor
Allah.
Tabii âyetin ifadesiyle
cehennemliklerin müşrik kesimine diyor ki Rabbimiz haydi sizler şurada yerinizi
alın. Şerikleriniz, ortaklarınız, tapındıklarınız, sığındıklarınız, tanrılarınız
da şurada yerlerini alsınlar.
Ve onların aralarını ayırırız.
Tapınanlar bir tarafa, tapınılanlar bir tarafa, tanrılar bir tarafa, kullar bir
tarafa ayrılır. Tapınanların tapındıklarının tapınılmaya değmez olduklarını
anlamaları için Rab-bimiz aralarını ayırıyor. Peki bu müşriklerin dünyada
tapındıkları kimlerdi? Ya taştan, tunçtan yapılmış cansız cemadatlar, ya da
kendileri gibi insanlardı. Nasıl olur? İnsan insana tapınır mı? Bal gibi oluyor
işte. İnsanlar kimilerini güçlü kuvvetli görüyorlar, onları emir ve yasakları
uygulanacak bir makamda tutarak Allah sever gibi sevmeye, Allah’tan korkar gibi
onlardan korkmaya başlarlar. Onlara itaat ederler, onların arzularını
gerçekleştirirler. Sevgileri, nefretleri, kabulleri, retleri hep onlara yönelik
şekillenir. Allah yerine oturtarak toplumun istediği gibi yaşamaya çalışırlar.
Böyle tanrılar kullar sarmaş dolaş bir hayat yaşayıp giderlerken bir gün gelir
kullar da, tanrı bildikleri de Allah’tan gelen bir ölümle ölürler ve bir gün
kıyâmetle yeniden dirilirler, her iki taraf da Allah’ın huzurunda toplanırlar.
Allah’ı bilmek ve tanımakla birlikte, yirmi dört saatinin 2,3 saatini Allah’a
verdiği halde geri kalan 18,20 saatini insanlara, topluma, çevreye vererek
onları memnun etmeye çalışan insanları o tanrılarıyla birlikte, kutsal kabul
ettikleri, güç kuvvet sahibi bildiği varlıklarla birlikte bir araya
toplar.
Onların şürekaları, ortakları, yâni
tanrı kabul ettikleri, kendilerinde güç kuvvet, egemenlik gördükleri, yasalarını
uyguladıkları kimseler diyecekler ki siz bize ibadet etmiyordunuz. Siz bize
tapınmıyordunuz.
Allah sizinle bizim aramızda
şahittir ki gerçekten biz sizin bize ibadetinizden gafildik. Gerçekten bizler
sizin bize kulluğunuzdan habersizdik diyecekler.
Acaba nasıl anlayacağız bunu? Diyorlar
ki bakın Allah şahittir ki sizin bize tapınmanızdan bizim haberimiz yoktu ve
zaten sizler aslında bize kulluk da etmiyordunuz.
Gerçekten şu anda bir köyde, bir
şehirde oturduğu halde ken-dilerinden yüzlerce kilometre uzaktaki insanların
hayatını gündeme alan, onların arzu ve isteklerine yönelen, onların emir ve
yasaklarını uygulayan, onların hayat anlayışlarını benimseyen, onlar gibi
olmaya, onlar kaynaklı yaşamaya çalışan, Allah’ı severmiş gibi onları sevip
sayan, Allah’tan korkarmış gibi onlardan korkup çekinen, onlarla heyecanlanan,
onların haberleriyle üzülen, sevinen, onları kutsayan, onlardan yardım bekleyen
insanlar vardır. Bakara sûresinde anlatıldığı gibi Allahu Teâlâya nidler,
ortaklar buluyorlar ve onları Allah’ı se-vermiş gibi seviyorlar. Hem öyle
seviyorlar ki sanki Allah’ı sever gibi. Onların emirlerine, yasaklarına itaat
ederler de Allah’a isyan ederler. Bu şeriklerinin arzularını Allah’ın arzularına
tercih ederler.
Bunların bir kısmı bu şirki açıktan
yaparlar. Tıpkı Firavunlara, Nemrutlara insanların bir dönem yaptıkları gibi
onlara ilâh, mâbud ismi vermekten çekinmezler. Onlara açıktan açığa Rabbimiz!
Tanrımız! demekten çekinmezler. Onları güç kuvvet sahibi, nîmet sahibi bilirler.
Allah’tan beklemeleri gereken şeyleri bunlardan beklerler. Allah’a sığınmaları
gereken yerde bunlara sığınırlar. Allah’ı çağırmaları gereken yerde bunları
yardıma çağırıp, bunlara dua ederler. Allah’ın rızasını kazanıyorlarmış gibi
bunların rızalarını kazanmaya çalışırlar. Allah bu konuda ne diyor? hiç önemli
değil, yeter ki efendisi gücenmesin. Yeter ki lideri razı olsun. Yeter ki
futbolcu üzülmesin. Yeter ki artist hanım mahzun olmasın. Yeter ki şarkıcı kız
sıkıntı içine düşmesin. Yeter ki hoca efendiyi üzmeyeyim. Gerisi önemli değil,
Allahu Teâlâ zaten Ğafûr ur Rahîmdir, O gücenmez diyorlar.
Öyle bir seviyor, öyle bir bağlanıyor
ki adam bakıyoruz hakikaten sanki Allah sever gibi seviyorlar. Modaya ters
düşmektense bin defa Allah’a ters düşmeye razı olacak kadar seviyorlar. Allah’a
yapılması gerekenler bunlar adına yapılmaya çalışılıyor. Mü'minler Allah adına
Allah uğrunda ölmeyi göze alırlarken kimi insanlar bunlar adına da
ölebilmektedirler. Hattâ bunlardan kimileri Allah’tan daha fazla sevilmektedir.
Meselâ Allah’ın emirlerine zıt emirler veren, arzuları, kanunları Allah’ın
arzularıyla çatışan liderlere itaat eden kimselerin bu amelleri liderlerini
Allah’tan daha çok sevdiklerinin ispatıdır. Adam kendisi gibi âciz, kendisi gibi
ölümlü, kendisi gibi güçsüz ve kuvvetsiz olan bir adamın kanunlarının, koymuş
olduğu kurallarının insanlar üzerinde hakim olması adına malını veriyor, canını
veriyor...
Bilhassa oyun eğlence tanrılarında bunu
çok net görmek mümkündür. Adam bir futbolcuyu kalbinin ta derinliklerinde
yaşıyor. Bir artisti, ya da bir şarkıcıyı, ya da bir sanatçıyı kalbinin ta
derinliklerinde saklıyor.
Bu sevilen, sayılan, tanrı kabul
edilenler kendileri için yanıp tutuşan bu kullarından hiç bir zaman haberdar
değillerdir. Öyle değil mi? Meselâ düşünün ki şu bulunduğumuz noktadan bin
kilometre uzaklıkta icra edilen bir müzik programının yahut da bir oyun eğlence
programının ritmine, heyecanına kendisini kaptırmış bir insan düşünün. Yaşa!
Varol! Bir ol! En büyük sensin! Canım sana fedâ olsun! diyerek kalbini,
benliğini ona açarken, onu kendisine tapınırcasına kutsallaştırırken, onun
sevgisi ve heyecanıyla vücuduna jilet atarken, vecd ve istiğrakla kendisinden
geçerken o tanrılaştırılan oyuncunun, o sanatkârın bu zavallının hareketlerinden
haberi var mı dersiniz? Belki genel olarak hayranlarının kendilerinden geçerek
kendilerini seyrettiklerini, kendilerini yüceltip kutsallaştırdıklarını
bilebilirler. Sahnede karşısındakilerin davranışlarını görüp bilebilirler ama
çok uzak bir köyde, bir kasabadakilerin yaptıklarını bilmeleri mümkün değildir.
Yine meselâ ülkenin çok uzak
kentlerinde, ya da ülke dışında, başka ülkelerde politik ve siyasal güce sahip
olan bir insanın burada savuculuğunu, fikirlerinin yayıcılığını yapan, o benim
her şeyimdir, o benim fikir babamdır, benim ruh kaynağımdır, benim hayat
felsefemdir, ben ona bütün varlığımla bağlanıyorum, ben onu varlık sebebim kabul
ediyorum, o ne derse ben onu kabul ediyorum, o neye hayır demişse ben onu
reddediyorum, tüm benliğimle onu seviyorum diyen bir adamın durumunu düşünün.
Şimdi çok uzaklardaki bu tanrının bu kulundan ve bu kulunun kendisini
kutsallaştırıp tanrılaştırmasından haberi var mıdır? İşte yarın bu tür tanrılar
diyecekler ki Allah şahittir ki bizim, sizin kulluğunuzdan haberimiz yoktu.
Ya da siz aslında bize değil kendinize
kulluk ediyordunuz di-yecekler. Yâni siz kendi menfaatlerinize kulluk
ediyordunuz. Evet on-lar diyecekler ki zaten siz bize değil kendi hevâ ve
hevesinize tabiy-diniz diyecekler. Gerçekten de bakıyoruz meselâ politik hayatta
bunun aynısını görüyoruz. Ey anam! Ey babam! Atam! Kurtar bizi! Yolundayız!
İzindeyiz! Babam! Anam! filan diyorlar. Eh adamın işi bitti mi, menfaati bitti
mi veya parti bitti mi zaten bu bilmem neyin nesi di-yor, bunun bilmem nesini ne
yapayım diyor. Yâni basit menfaat hesapları işte. Milletvekilliği hesapları,
para hesapları, bakanlık hesapları, dekanlık hesapları, müdürlük hesapları,
ekonomik hesaplar. Dün birbirlerine fevkalade bağlanan adamlar bugün
birbirlerinin baş düşmanı oluyorlar.
Veya meselâ bir zamanlar gözünde
gönlünde yücelttiği, önünde secdelere kapandığı sanatçı sanatını icra edemez bir
duruma düştüğü zaman işte görüyoruz kimse bir dilim ekmek bile götürmüyor. Kimse
halini sormaya bile gitmiyor. Bu adamların son zamanlarında bir zamanki
kullarının gözleri önünde nasıl perişan bir duruma düştüklerini, nasıl perişan
bir vaziyette geberip gittiklerini görüyoruz. Veya bir zamanlar önünde diz
çökülen nice siyasal tanrıların, kullarının bir selâmına bile lâyık görülmeden
bir köşede yalnızlığa itildiklerini biliyoruz. Tabii onları tanrı kabul edenler
aslında onları değil de kendi menfaatlerini
tanrılaştırıyorlardı.
Yâni biz sizi takip ettiğimiz için,
size tâbi olduğumuz için, size tapındığımız için bu hale geldik diyenlere
ötekiler de diyecekler ki zaten siz bizi takip etmiyordunuz, siz kendi
menfaatlerinizi takip ediyordunuz. Siz bize değil kendi menfaatlerinize kulluk
ediyordunuz di-yecekler. Allah’ın dinini bırakıp da dünyanın peşinde koşan
insan-lardan hangi biri menfaatlerini takip etmiyorlar? Herkes keyfini, herkes
menfaatini takip ediyor bugün. Yarın ya Rabbi işte bunlar bizim tanrılarımızdı,
bunlar bizi saptırdılar demelerinin ne anlamı olacaktır? Çünkü artık
aralarındaki bütün ipler de kopuverecek. Makam, mevki, para, pul, rüşvet, şan,
şöhret, protokol gibi aralarındaki bütün bağlar kopuverecek ve dünyada
kendilerini kutsayıp kulluk ettikleri varlıklar onları terk edip kulluklarını
reddedecekler.
Evet dünyada Allah’ı bırakıp da
kendilerine dua edilenler, kendilerine kulluk edilenler, kendilerinde güç kuvvet
görülenler, kapılarında yardım dilenilenler. Yâni kendileri bir şey zannedilip
de reklamları, propagandaları yapılanlar. Kendileri rab ve ilâh mevkiinde
görülenler. Kurtarıcı konumunda bilinenler. Dünyada kendilerine tapınmaya
çalışan bu gönüllü kullarına asla dostluk göstermeyecekler. Kendilerinin önünde
eğilen bu yardakçılarına düşman olacaklar ve kendilerine yaptıkları dualarını ve
ibadetlerini reddedecekler. Ey aptallar! Sizler aslında bize kulluk
yapmıyordunuz! Sizler kendi menfaatlerinize, kendi nefislerinize ve kendi
hevâlarınıza kulluk ediyordunuz. Her ne kadar da bizim kanunlarımızın reklamını
yapıyor, bizim yasalarımızın tabileri oluyor gibi görünüyor idiyseniz de aslında
sizin derdiniz bize kulluk değil Rabbinize kulluktan kaçmaktı. Tüm derdiniz
hayatınıza Allah hakim olmasın da; kim hakim olursa olsundu. Hayatınızda Allah
söz sahibi olmasın da; kim söz sahibi olursa olsun idi. Çünkü Allah’ı
atlatamayacağınızı çok iyi biliyordunuz. Bunun yanında bizi
yönlendirebileceğinizi, seçme hakkınızla, oylarınızla bize tesir edip
istediğiniz yasaları çıkartabileceğinizi veya bizi atlatabileceğinizi, bizim
gafletlerimizden istifade ederek istediğiniz suçları işleyebileceğinizi
biliyordunuz. Yâni siz aslında kendi kendinize tapınıyordunuz
diyecekler.
Ya da burada kendilerine kulluk
yapılan, kutsallaştırıp kendilerine
ibadet edilen varlıklar meleklerdir, peygamberlerdir, vefat etmiş sâlih kişiler
veya kendilerine tapınan, kendilerine sığınıp dua edenlerin dualarını,
tapınılarını asla işitmeyecek olan cansız varlıklardır. Bunlar yarın öbür âlemde
dünyada kendilerinin haberi olmadan kendilerine kulluk yapanların kulluklarını
reddedecekler. Diyecekler ki ya Rabbi sen şahitsin ki bizler hiç bir zaman bu
insanlara bize kulluk ya-pın demedik. Bizler hiç bir zaman bunları kendimize
kulluğa çağırmadık. Bize dua edin, isteyeceklerinizi bizden isteyin, bize
sığının, bize yalvarın, bizim korumamız altına girin demedik. Bizler onların
gözleri önünde sadece Allah’a dua ettik. Sadece Sana kulluk yapıp sadece Sana
sığındık. Onların bize ibadetlerinden de dualarından da bizim hiç bir haberimiz
ve ilgimiz yoktur ya Rabbi. Bu sapıkların yaptıklarından bizler sorumlu değiliz.
Onların yaptıklarından bizim payımız yoktur diyecekler.
Kur’an-ı Kerîmin pek çok yerinde
Rabbimiz bu tür müşriklerin kendilerini asla duymayacak, duyamayacak, kıyâmete
kadar kendilerine cevap verip icâbet edemeyecek varlıklara ibadet ettiklerini,
onlara dua edip imdatlarına çağırdıklarını anlatır. Âyetlerde bu kendilerine dua
edilen, kendilerine ibadet edilen varlıklar kıyâmete kadar dua edenlere icâbet
edemezler, edemeyecekler deniyor. Peki acaba kıyâmet günü işitip icâbet
edebilecekler mi bunlar?
Evet işte burada anlatıldığına
göre orada konuşacaklar ve onların kendilerine yönelik gerçekleştirdikleri
kulluklarını reddedecekler. Çünkü kıyâmet günü iş değişecek. Dünyada onları hiç
duymayan put-lar veya bu zâlimlerin kendilerine dua edip yalvardıkları ölmüş ve
şu anda onları duymaktan uzak bulunan sâlih kişiler kıyâmet günü onlardan
teberrî edip uzaklaşacaklar. Vallahi ya Rabbi! Bu alçakların yaptıklarından
bizim haberimiz yoktu! Bizi sana ortak koşarak, bizde güç kuvvet görerek bize
dua eden bu zâlimlerin bu yaptıklarıyla bizim ilgimiz, alâkamız yoktur. Ya Rabbi
Sen şahitsin ki bizler hayatımız bo-yunca sadece Sana dua ettik, sadece Sana
kulluk yaptık ve sadece Sana kulluğa çağırdık. Hayatımız bunun ispatıdır. Bu
zâlimlere de bi-ze kulluk yapın demedik diyecekler ve onlardan uzaklaşıp Allah’a
sı-ğınacaklar.
Anlayabildiğimiz ve görebildiğimiz
kadarıyla müşriklerin kendilerine ibadet ettikleri, tanrılaştırdıkları, dua
ettikleri varlıklar üç kısımdır.
a: Ruhsuz, şuursuz olan cansız, camid
varlıklar.
b: Geçmişte yaşamış peygamberler ve
Allah’ın sâlih kullarıdır.
c: Yine geçmişte sapmış, sapıtmış ve
sapıklığı kendilerine din edinmiş, yol edinmiş ve kendileri saptıkları gibi
Allah kullarını da saptırmak için çırpınmış kimselerdir. Sapıklar ve
saptırıcılar olarak dünyadan göçüp gitmiş olan
insanlardır.
Birinci sırada yer alan cansız
varlıkların ne kendi varlıklarından, ne kendilerini putlaştıranlardan, ne de
kendilerine dua edip yalvaranların dualarından haberleri yoktur. Bunlar zaten
cansız varlıklardır.
İkinciler yâni Allah’ın kutlu elçileri
ve daha önce yaşamış Allah’ın sâlih kulları. Aslında bunlar yaşadıkları dönemde
Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk etmiş ve insanları Allah’a kulluğa
çağırmış kimselerdir. Hayatlarında bunun mücâdelesini vermiş insanlardır.
Allah’ın bu sâlih kulları da vefatlarından sonra kendilerine yapılan kul-lukları
ve duaları duymazlar, duyamazlar. Duymazlar çünkü vefat etmiştir onlar. Bu
zâlimlerin, bu akılsızların bu densizlerin densizliklerini duyurarak Allah
üzüntüye sevk etmez bu sâlih kullarını. Bu zâlimler tarafından kendilerinin
putlaştırıldıklarını, kutsallaştırılıp tanrılaştırıldıklarını ve hayatları
boyunca savundukları dâvânın tamamen aksine kendilerine ibadet edildiğini
duyurarak bu kutlu kullarını üzmez Rabbimiz.
Çünkü bunlar hayatları boyunca
sadece Allah’a kulluk yapmışlar, hayatları boyunca sadece Allah dua etmişler,
isteyeceklerini sadece Allah’tan istemişler, hayatları boyunca tevhide
inanmışlar, tevhidi yaşamışlar ve çevrelerindeki insanları sadece Allah’a
kulluğa ve tevhide çağırmışlardır. Bir ömür boyu çırpındıkları ve uğrunda şehit
düştükleri dâvâlarının kendilerinden sonra gelen zâlimler ve cahiller tarafından
ne hale getirildiğini göstererek onları asla üzmez Rabbi-miz. Ama kıyâmet günü
kendilerini putlaştırarak kendilerine kulluk edenleri
reddedecekler.
Üçüncü gruptakilere gelince yâni
geçmişte kendileri sapmış ve insanları saptırmış insanlara gelince bunlar zaten
yaşadıkları pis hayatın cezası olarak, suçlu kimseler olarak Allah katında
beklemektedirler. Ve geberip gittikleri andan itibaren dünyadan hiç bir haber
ulaşmaz onlara. Dünyadaki kötü haberleri ulaştırarak sâlih kullarını üzmediği
gibi bu zâlimlerin de orada sevinmelerini sağlamaz Allah. Yâni bazen bu
alçakların yaşadıkları dönemde savundukları sapıklıklar kendilerinden sonra
gelen insanlar arasında yaygınlaşmış ve zâhiren zafere ulaşmış olabilir. Allah
kendilerinin saptırdıkları haleflerinin yaygınlaştırdıkları bu sapıklıkları
onlara haber vererek, davalarının galibiyetini göstererek onları asla
sevindirmez orada diyoruz Allahu âlem.
Ama dediklerimizin tamamen aksine vefat
etmiş sâlih kullarına hayattaki sâlih kullarının dualarını, ulaştırır. Çünkü bu
onlara sevinç verir. Allah elbette dünyada rızasına uygun yaşamış ve hatırını
kazanmış kullarının orada sevinmelerini ister. Aynı zamanda daha önce geberip
gitmiş zâlimlere, suçlulara da dünyadan gönderilen lânetleri ve bedduaları da
ulaştırır. Çünkü bu onları kahredecektir. Kalîb-i Bedir denen yerde Rasulullah
efendimizin kâfirlerin cesetleri üzerinde okuduğu hutbeyi biliyoruz. Ey
kâfirler, ben Rabbimin bana olan vaadini hak buldum, gerçek buldum, sizler de
Rabbinizin size olan vaiy-dini hak buldunuz mu? Nasılmış? Doğrumuymuş? Hak
mıymış? Gerçek miymiş Allah? Doğru mu söylüyormuş Kur’an? Bütün bu Allah
âyetlerine, Allah vaadlerine iman eden ben, Rabbimin bana zafer va-adini,
galibiyet vaadini hak buldum, sizler de şu anda Rabbinizin size olan hezimet
vaiydini, mağlubiyet vaiydini, ateş ve azap vaiydini hak ve gerçek buldunuz mu?
Diye soruyordu. Hattâ sahâbe-i kirâm: Ey Allah’ın Resûlü, bunlar sizin
sözlerinizi duyar mı ki onlara sesleniyorsunuz? diye sorunca, Allah’ın Resûlü
evet aynen sizin gibi duyarlar, ama cevap veremezler buyurdu.
Bundan sonra bakın Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
30. “İşte orada herkes dünyada yapmış
olduğuyla imtihan verir ve gerçek Mevlâları olan Allah'a döndürülür. Uydukları
putlar da ortadan kaybolmuştur.”
Herkes dünyada ne yapmış etmişse,
ne tür ameller işlemişse onların tamamı açığa çıkarılır. Ve insanlar gerçek
Mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Dünyada gerçek velîleri olan ve velâyeti
altındaki kulları adına aldığı kulluk maddeleriyle kullarını karanlıklardan,
zulü-matlardan nûra ve aydınlığa çıkaran gerçek velîlerini, gerçek Mevlâlarını
ve Onun kendilerine gönderdiği kulluk programlarını unutup kendilerine sahte
velîler bulan ve bu velîlerin kendileri adına belirledikleri hayat programlarını
uygulamaya çalışan insanları Allah’ın melekleri gerçek velîleri olan ve
yeryüzünde kullarına hayat programı belirleme yetkisine kendisinden başka hiç
kimsenin sahip olmadığı Rab’lerinin huzuruna götürürler.
Gerçek Mevlâları olan Allah’ı
unutup da başkalarının kanunlarını uygulamaya çalışan insanlar gerçek
velîlerinin Allah olduğunu iki kere anlarlar. Bir ölüp giderlerken o sahte
velîlerin, o yapay tanrıların ve tanrıçaların kendilerine hiç bir faydalarının
olmadığını görerek an-larlar, bir de Rab’lerinin huzuruna vardıkları zaman
anlarlar. Tüm bu sahte velîlerin, tüm sahte tanrı ve tanrıçaların ellerinde hiç
bir şeyin olmadığını ve kendileri gibi âciz birer kul olduklarını anlarlar.
Böylece iftira ettikleri, uydurdukları,
kendi hevâ ve heveslerine göre, kendi keyiflerine göre ihdas edip tapındıkları
bu sahte tanrıları da artık kendilerinden uzaklaşmış, kendilerini, yâni
kullarını terk etmişlerdir. Gerçekten bu müşrikler kendi kendilerini
mahvetmişler, fır-satlarını, imkânlarını kötüye kullanmışlar, sermayelerini
kaybetmişler, kendi kendilerine yazık etmiş kimselerdir. Kendi kendilerini
cehenneme, azaba sürüklemiş kimselerdir. Allah berisinde uydurdukları ya-pay
tanrıları ve tanrıçaları da onları koyup kaybolmuşlardır. Kendilerine en küçük
bir fayda bile
sağlayamamışlardır.
Hani nerede ortaklarınız? Nerede
şerikleriniz? Nerede o dünyada hatırını kazanmaya çalıştıklarınız? Nerede
kendilerinde hâkimiyet gördükleriniz? Nerede bana ortak koştuklarınız? Nerede
aslında ortaklarınız değilken veya bana ortak olmaya lâyık değillerken inadına
bana ortakmış gibi gördükleriniz? Nerede Rableriniz, Rezzaklarınız, Hadîleriniz,
Vedûdlarınız, Şâfîleriniz, korktuklarınız, sığındıklarınız, dua edip imdadınıza
çağırdıklarınız, dualarınıza ortak ettikleriniz, benimle birlikte yeryüzünde
etkili yetkili zannettikleriniz, Mâbud’larınız, timsalleriniz. Hani nerede hukuk
tanrılarınız, ekonomi tanrılarınız, si-yasal tanrılarınız, şifa tanrılarınız?
Hani nerede onlar? Çağırın da sizi kurtarsınlar. Çağırın da sizi benim elimden
kurtarsın bu ortaklarınız.
Hani Allah berisinde ilâh kabul edip de
kendilerine kulluk ettikleriniz nerede? Hani önder, lider, kurtarıcı
zannettikleriniz? Hani yetkili bildikleriniz? Hani yasa koyucu bildikleriniz?
Sizi Rabbinizin takdir buyurduğu bu ölüm yasasından kurtaramadıkları gibi; şimdi
hesap döneminde de sizi terk ettiler. O
sahte tanrılardan şu anda Rabbini-zin huzurunda size yardım edecek, sizi
Allah’ın azabından kurtarabilecek birileri var mı? Sizin hakkınızda Allah’a söz
geçirebilecek, ya Rabbi bunu bana bırak! O benim kulumdu! diyebilecek birileri
var mı? Hayır hayır, tüm bağlar koptu. Tüm protokoller kesildi. Tüm ilişkiler
kesildi. Dünyadaki imtihan hayatı bitti ve artık yepyeni bir hayat başladı.
Âhiret gününde insanların hakim tanrıları sadece Allah’tır.
Dünyada da aslında hakim tanrı
Allah’tır ama Rabbimiz imtihan gereği, dünyanın kuralları gereği geçici olarak
kullarına yetki veriyor da onun için birileri tanrılıklarını iddia
edebiliyorlar, birileri de onların tanrılıklarını kabullenebiliyorlar. Ama şimdi
bu yetki bitmiş ve artık ne siyasal tanrılar, ne ekonomik tanrılar, ne hukuk
tanrıları, ne şifa tanrıları, ne oyun eğlence tanrıları kalmamış, hepsinin işi
bitmiş. Herkes Allah huzurunda kuldur ve yapayalnızdır. Kimse artık birilerine
büyüksün, tanrısın diyemiyor. Dünyada büyüklenenler, büyük gö-rülenler küçülmüş,
tanrı bilinenler küçülmüştür.
Öyleyse ey Allah’ın kulları! Madem ki
yarın Rabbinize döndürülecek ve yaşadığınız hayatın hesabını Ona vereceksiniz,
sizi yaratan, sizi yeryüzünde yaşatan, sizin şu anda istifade ettiğiniz tüm
nîmetleri size bahşeden, sonra dilediği bir zaman diliminde sizi öldürecek olan
gerçek velîniz dururken Onu bırakıp da nasıl kendinize yeni yeni velîler bulmaya
ve onların kanunlarını uygulamaya kalkışıyorsunuz? Buna nerden cesaret
buluyorsunuz? Sizi hesaba çekmeyecek olan, sizin hayatınızda en ufak bir hakları
bulunmayan ve tıpkı sizler gibi Allah’ın yasalarına teslim olmak zorunda olan bu
yapay tanrıların programlarını uygulamaya sizi iten sebep nedir ki?
31. “Ey Muhammed! De ki: “Gökten ve
yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin sahibi kimdir? Diriyi ölüden
çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran kimdir? Her işi düzenleyen kimdir?” Onlar:
“Allah'tır!” diyecekler. “O halde O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?”
de.”
Sizi doyuran, besleyen kim? Şu gözünüzü
kulaklarınızı size veren kim? Sizi görür ve işitir kılan kim? Diriden ölüyü,
ölüden diriyi çıkaran kim? Her işi düzenleyip tedbir eden kim? Güneşi yaratan,
ka-rı, yağmuru yağdıran, yaprakları düşüren, saçları ağartan, işleri dü-zenleyen
kim? Cevap verin bakalım. Şu kalplerinizin dışa açılan iki penceresine, yâni
kulak ve gözlerinize etkin olan kim? Bunları vermeye kimin gücü yeter? Bunlar
vasıtasıyla dış âlemdeki gerçekleri size idrak ettiren kim? Size bu kâinattaki
görsel ve işitsel âyetlere mutabakat imkânı veren kim? Onları kaybettiğiniz
zaman size iade edebilecek birileri var mı Allah’tan
başka?
Tabi gözleri kulakları veren Allah
olmakla birlikte bir de burada gözlere ve kulaklara Allah’ın Hakîm oluşu
anlatılmaktadır. Gözler ve kulaklar asla Onu idrak
edemez. Gözler asla Onu ihata edemez. Gözler Onu bu dünyada göremez. Ama O tüm
gözleri görür, tüm gözleri idrak eder, tüm gözleri ihata eder. Gözlerin hain
bakışlarına da, güzel bakışlarına da muttalidir Rabbimiz. Hiç bir bakış, hiç bir
işitiş, hiç bir düşünüş ve hareket Onun ilminin dışında değildir. O Allah ki tüm
gözlerin, tüm kulakların, tüm gönüllerin, tüm bedenlerin, tüm zihinlerin, tüm
beyinlerin, tüm akılların içindekileri, düşüncelerini, taşıdıkları
niyetleri, imanlarını bilmektedir.
Sonra yine söyleyin bakalım, ölüden
diriyi, diriden ölüyü çıkaran kim? Toprağın altına attığınız o kupkuru taneyi,
çekirdeği, tohumu yaran, çatlatan ve ondan hayat fışkırtan kimdir? Sizin toprağa
attığınız ölü bir tohum, ölü bir çekirdek Rabbinizin emri ve izniyle ölülüğünü
kaybediyor ve ondan diri çıkarılıyor. Söyleyin bakalım Allah’tan başka bu
küçücük çekirdekten hem de ölü bir çekirdekten böyle hayat fışkırtan başka
birileri var mı? Allah’tan başka hayat konusunda söz sahibi birileri var mı?
Küçücük bir spermanın içine koskoca bir insan yerleştirebilecek Allah’tan başka
birileri var mı? Bir tek ölü çekirdeğin içine tonlarla meyveyi yerleştirebilecek
birileri var mı?
Hiç bir hayat emaresi olmayan, bir çöl
veya bir buzul durumunda olan şu toprağa rahmetini göndererek o kupkuru toprağı
titreten, kabartan, canlandırıp hayat için harekete geçiren kimdir? Ölü iken onu
dirilten kim? İndirdiği yağmurla ölü toprağı dirilten kim? Ölü bir insandan
diriyi çıkaran, diri bir insandan da ölüyü çıkaran kim? kâfirden mü'mini
mü'minden de kâfiri çıkaran kim? Nuh gibi bir diriden Kenan gibi bir ölüyü veya
Âzer gibi bir ölüden İbrahim gibi bir diriyi çıkaran kim? Veya ölü bir toplumdan
melekleri bile geride bırakacak sahâbe toplumu gibi dirileri çıkaran kim?
Zekeriyya (a.s) gibi yüz yaşını
aşkın birinden üstelik de kısır bir hanımdan Yahya gibi bir diriyi çıkaran kim?
Veya işte bir zamanlar yok iken var edilen bu mevcudatı, yokluktan varlığa
çıkaran kim? Ölüyken, yokken yeryüzünde, hayat sahnesinde var edilen tüm
mevcudatı yokluktan var eden kim? Yoktu varlık, yoktu insanlar, yoktu semalar,
yoktu arz, yoktu güneş, yoktu ay yoktu yıldızlar da bu yokları var eden kim? Ve
bu var olanları da sonunda öldürecek olan kimdir? Bu hayatı bitirecek olan
kim?
Diyeceklerdir ki Allah. Bütün bunları
yapan, yaratan, idare eden Allah’tır. De ki öyleyse niye muttaki olmazsınız?
Niye takva ehli olmazsınız? Niye Rabbinizin koruması altına girerek Onunla yol
bulmaya, yolunuzu Ona sorarak yaşamaya, hayatınızı Onun kitabının yasaları
istikâmetinde yaşamaya yanaşmıyorsunuz? İşte Rab olmaya, hayat programı
belirlemeye, kullarının hayatına kanun koymaya yetkili varlık, sizin
boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisini dinlemeniz
gereken Rabbiniz Odur.
Hal böyleyken nasıl da Rabbinizi
bırakıp başkalarına yöneliyorsunuz? Allah’ı bildiğiniz halde, yaratıcı olarak,
yarattıklarının hayatlarını sürdürücü olarak, tüm varlıklarının rızkını verici
olarak Allah’ı tanıdığınız, bildiğiniz halde nasıl oluyor da Onu hayatınızda
diskalifiye edebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da böyle bir Allah’a kulluk dururken
başkalarına kulluk edebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da böyle bir Allah’ın kitabını,
böyle bir Allah’ın yasalarını bir kenara atarak başkalarının yasalarını
uygulamaya kalkışıyorsunuz? Tüm dünya birleşse kupkuru bir çekirdekten bir ağaç
çıkarabilir mi? Tüm dünya birleşse ölü ve kupkuru bir çöle hayat verebilir mi?
Tüm dünya birleşse ayı, güneşi yıldızları yaratabilir, yahut yok edebilir mi?
İşte bütün bunları yaratan Allah’tır ve sözü dinlenecek, hatırı kazanılacak,
hayat programı uygulanacak yegâne varlık da O’dur.
Böyle bir Rabbiniz varken ey
insanlar, neden başka Rab’ler bulmaya ve boyunlarınızdaki ipin ucunu onlara
vermeye çalışıyorsunuz? Niçin dönüyor ve döndürülüyorsunuz? Kime dönüyor, kimden
ne bekliyorsunuz? Kimin ekmeğini yiyip, kimin kılıcını sallamaya çalışıyorsunuz?
bir düşünün diyor Rabbimiz.
32. “şte gerçek Rabbiniz Allah, budur.
Gerçeğin dışında sadece sapıklık vardır. Öyleyse nasıl olup da
döndürülüyorsunuz?”
İşte bu Allah sizin Rabbinizdir.
İşte böyle bir Allah sizin gerçek Rabbinizdir. Zaten problem işte buradadır.
Yaratıcı olarak herkes Al-lah’ı kabul ediyor da Rab olarak, hayata karışıcı
olarak Allah’ı kabule yanaşmıyorlar. Dün de, bugün de müşrikler yaratıcı olarak,
her şeyin var edicisi olarak, göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul
ediyorlar, ama Rab olarak hayata karışıcı ve kanun koyucu olarak Allah’ı kabul
etmiyorlar. Rızık verici olarak, yaratıklarının tümünü doyurucu olarak Allah’ı
biliyorlar, inanıyorlar ama hayatı düzenleyici olarak Allah’a inanmıyorlar.
Yaratıcı olarak var olan, ama hayata karışıcı olarak sanki yok olan bir Allah
inancını yâni şirki yaygınlaştırma eğilimine girmektedir insanlar.
İşte sizin hak Rabbiniz, gerçek
Rabbiniz Allah budur. Sizin kendisine kulluk yapmanız gereken, çektiği yere
gitmeniz gereken, arzularını gerçekleştirmeniz gereken, sizin hayat programınızı
belirleme yetkisine sahip olan Rabbiniz Allah’tır. Allah vardır, birdir ile
kal-mayıp Ona kulluk etmeniz ve sadece Onu dinlemeniz gerekmektedir.
Allah dururken insanların Ondan
başkalarını Rab kabul etmeleri, Allah’tan gelen hak yasalar dururken insanların
başka yasalara tâbi olmaları sapıklıktan başka bir şey değildir. Siz de
biliyorsunuz , tüm insanlar da biliyorlar ki Hak Rab Allah’tır. Hak din, hak
yol, hak nizam, hak hayat tarzı Allah’ın hayat tarzıdır. Hak, hukuk Allah’ın
gönderdikleridir. Sizler ya Allah’ın Rabliğine, rubûbiyetine, ulûhiyetine evet
der, Onun istediği şekilde bir hayat yaşayarak müslüman olursunuz, ya da
sapıklığı tercih etmiş olursunuz. İnsan ya haktadır, ya da sapıklıkta. Ya
mü’mindir ya da kâfir. Çünkü hak özelliğine sahip olan sadece Allah’tır ve
hakkın dışında da sapıklık vardır.
Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi
hak, yasaları hak, sis-temi hak, yolu hak, cenneti hak, cehennemi hak, Sıratı
hak, terazisi hak, Mizanı hak, hepsi haktır. Evet hak Allah’tan gelendir. Namaz
haktır, Oruç, Hac, tesettür, infak, Cihad haktır. Müslümanca bir hayat haktır.
Kitap ve sünnete dayalı bir hayat haktır.
Eğer hakkı Allah’ın gönderdiklerinin
dışında görürseniz, Allah’ın vahyinin ötesinde hak peşine düşerseniz, Allah’ın
dininin dışında hak aramaya kalkışırsanız, problemlerinizin çözümünü bu kitabın
dışında ararsanız, başka yerlerde ararsanız mutlaka bâtıla düşmek zorunda
kalacaksınız. Çünkü yalnız Allah’ın indirdiği haktır. Ona muhalefet eden her şey
bâtıldır ve sapıklıktır. Tüm insanlık bir şey üzerinde toplanıp bu haktır
deseler de şâyet o Allah’ın indirdiğine ters düşüyorsa o bâtıldır.
Allah’ın indirdiğinin dışında hak
yoktur. Allah’ın indirdiğinin dışında hüküm de yoktur. Ve bu hak hüküm ortaya
konulmadıkça insanlar arasındaki ihtilâfların bitmesine de imkân ve ihtimal
yoktur. Allah’ın hak olarak indirdikleriyle hükmetmedikçe yeryüzünde asla salah
da olmayacaktır. Yeryüzünde sulh ve sükun asla gerçekleşmeyecektir. İhtilâfları
çözecek bir tek yol, bir tek kaynak vardır. O da Al-lah’ın yeryüzünde
ihtilâfları çözmek üzere indirdiği kitaptır. Hal böyleyken nasıl da
yamuluyorsunuz? Nasıl da edilgen bir hayatın sahibi olarak size etkili olanlar
tarafından haktan döndürülmeye razı oluyorsunuz? Nasıl da böyle bildiğiniz
tanıdığınız hak bir Rabbiniz varken, hak bir Mâbudunuz varken, hak bir Rab’den
gelen hak dininiz, hak yolunuz varken gidip başka yollara tâbi olmaya
kalkışıyorsunuz? Ama siz bilirsiniz. Unutmayın ki:
33.
“Böylece, fâsık olanların inanmayacaklarına dair Rabbinin söylediği söz
gerçekleşti.”
İşte böyle, fâsıklar üzerine,
haktan çıkanlar, haktan sapanlar, hak bir Allah’a itaatten sarfı nazar edenler,
hak bir Rabbin hak bir ki-tabını terk edenler için Rabbinin hükmü gerçekleşti.
Hangi hükmü? Onlar hiç bir zaman iman etmiyorlar. Onlar hiç bir zaman iman
etme-yecekler. Kendileri kendi hür iradeleriyle iman etmemeyi tercih etmişler
Allah da onların imandan kaçışlarını onaylayıvermiştir.
Öyleyse anlıyoruz ki yarın hiç
bir kâfir, hiç bir fâsık, hiç bir müşrik, hiç bir zâlim ya Rabbi beni niçin
kâfir yaptın? Beni niçin zalim ve fâsık kıldın? diye Allah’a karşı bir itiraz
hakkına sahip olamaya-caktır. Onlar dünyada kendi hür iradeleriyle kâfirliği,
zâlimliği, fâsık-lığı seçmişler Allah da onların bu seçimlerini onaylamıştır o
kadar. Bu seçimlerinin suçluları bizzat kendileridir. İyi tercihte bulunsalardı,
tercihlerini, seçimlerini haktan yana, hidâyetten yana kullanmış olsalardı
elbette Rabbimiz hükmünü onların tercihlerinden yana kullanacaktı. Ama işte
böyle küfürde, fıskta, şirkte oturaklaşmış olanlar, inkârda kemikleşmiş olanlar
üzerine kendi tercihlerinin sonucu olarak Allah’ın hükmü kesinleşmiştir ki artık
onlar iman etmeyecekler.
34.
“De ki: “Koştuğunuz ortaklardan, önce yaratan, sonra, bunu tekrar eden
var mıdır?” De ki: “Allah önce yaratır, sonra bunu tekrar eder. Nasıl da
döndürülüyorsunuz! "
Var mı böyle yoktan bir şeyler yaratan?
Böyle örneksiz, yoktan, olmayan bir şeyi yaratacak birileri var
mı?
Kâfirler de buna icâbetten
sorumludur. Diyeceğiz ki bu insanlara, ey insanlar! Şimdi sizlerin gerçek
Rabbiniz, hak Rabbiniz olan Allah’ı bırakıp da kendilerini rab ve ilâh kabul
ettiğiniz, kendilerine kul-luk yaptığınız, arzularını, yasalarını uygulamaya
çalıştığınız bu tanrılarınız içinde yoktan bir varlık yaratan var mı? Kendi
kendini yaratan birisi var mı? Yaratılışı konusunda başka kimseye muhtaç olmayan
birisi var mı? Ölmüş birisini diriltecek, ya da kendisinin ölümünün önüne
geçebilecek birisi var mı?
De ki yoku var eden, yoktan var eden ve
tekrar diriltecek olan Allah’tır. Sadece Allah’tır. Başka yok. Allah’tan başka
bunu becerecek birisi yok. Bir sineğin kanadını bile, kurumuş bir yaprağı bile
kimsenin yaratma gücü yok. Öyleyse nasıl da sapıyorsunuz? Niye sapıyorsunuz?
Niye yan çiziyorsunuz? Niye Allah’a kulluktan kaçıyorsunuz? Neden kaçırıyorsunuz
idraklerinizi? Niye kulak vermiyorsunuz akıllarınızın, kalplerinizin,
vicdanlarınızın sesine? Niye düşünmüyorsunuz? Yaratıcı olmayanlar Rab
olabilirler mi? Hiç bir şey yaratmayanlar, hattâ bırakın başka bir şey yaratmayı
kendilerini bile yaratmaktan âciz olanlar ilâh olabilirler mi? Kulluğa lâyık
olabilirler mi?
Öyleyse unutmayın ki Rab olan yaratıcı
olandır. İlâh olmaya, kendisine kulluk edilmeye lâyık olan yaratıcı olandır.
Hamd sadece Ona aittir, övgü ve senâ sadece Ona aittir. Övülmeye lâyık tek
varlık Allah’tır. Kulluk edilmeye lâyık tek varlık Odur. Böyle iken Allah’ı
tanımayanlar başkalarına hamd etmeye çalışıyorlar. Başkalarını övmeye,
başkalarına kulluk etmeye çalışıyorlar. Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana
denk tutmaya çalışıyorlar. Kimileri Allah’ın yarattığı maddeyi Allah yerine
koyarak Allah’a denk tutuyorlar, kimileri Allah’ın yarattığı kulları Allah
makamına oturtarak Ona denk tutuyorlar, kimileri yeryüzünde Ona arkadaşlar izâfe
ederek, ahbaplar izâfe ederek, vekiller ve yetkililer izâfe ederek, kimileri
Allah’a çocuklar izâfe ederek, kimileri Allah’ın yarattığı ateşe, kimileri taşa
toprağa, kimileri kadına, kimileri Allah makamına oturttukları insanlara,
tâğutlara tapınarak onları Allah’a denk tutmaya çalışıyorlar. Halbuki bunların
hepsi birer yaratıktır. Hepsi de Allah’ın yarattığı kulu ve mülküdür.
İşte böyle bir yaratıcı Rab olmaya,
İlâh olmaya lâyıktır. İşte böyle bir yaratıcı kulluğa lâyık olandır. Yaratmayla
ulûhiyet arasında böyle bir bağ kuruluyor ve sonra da deniliyor ki onlar bütün
bunları yaratanın Allah olduğunu bile bile yine de Allah’a denk ilâhlar bulmaya
çalışıyorlar. Allah’tan başkalarını da hayatlarında söz sahibi kabul edip
onların sözlerini de dinlemeye, onların arzularını da gerçekleştirmeye, onların
kanunlarını da uygulamaya çalışıyorlar. Halbuki İlâh olanın, Rab olanın,
kendisine kulluk edilmesi gereken varlığın yaratıcı olması gerekir.
Hani var mı Allah’tan başka böyle
bir yaratıcı? Gökleri ve yeri yaratan başka birileri var mı? Varsa böyle
birileri tamam o zaman ona da kulluk yapalım.
Meselâ gökten muhtaç olduğumuz
bir damla su indirebilecek birileri varsa tamam ona da kulluk yapalım. Veya
yeryüzünde bir tek ot bitirebilecek birilerini biliyorsanız tamam ona da kulluk
hakkımız olabilir. Meselâ zamana beş dakikalığına söz geçiren birileri veya
ölüme giderken ömrümüzü beş dakikalığına uzatabilecek birileri varsa tamam ona
da kulluk edelim. Onu da rab bilelim, onu da ilâh bilelim, onu da hamd edelim.
Onun arzularını da yerine getirelim. Onun programını da övelim, onun kitabını da
hamd edelim, onun sistemini de uygulayalım. Var mı böyle birileri? Hayır hayır
bir şeyler yaratmak şöyle dursun Allah’a denk tutulmaya çalışılan bu varlıkların
hiç birisi kendilerini bile yaratmamıştır.
Dün de, bugün de hain müşrikler,
yaratıcı olarak Allah’ı inkâr etmiyorlar; ama yaratılışın iadesi konusunda
inkârları odaklaşıyor. Yâni yaratıcı olan Allah’ın yaratıcılığını,
yaratıklarının varlığını inkâr etmiyorlar da tekrar dirilişi, ölüm ötesi hayatı,
öldükten sonraki dirilişi ve bu diriliş sonrasının hesabını, kitabını
reddediyorlar. Olmaz diyor-lar, mümkün değildir diyorlar. Şu kemikler tuz buz
olduktan sonra ye-niden diriltilmesi mümkün değildir diyorlar. Düşünmüyorlar ki
ilk defa yaratan, yoktan yaratan, örneksiz yaratan ve yaratma konusunda kimsenin
yardımına ihtiyacı olmayan Allah ikinci defa yaratamaz mı?
Aslında akılları olsa bu,
birincisinden daha kolaydır. Çünkü bir şeyi ilk defa yapmak, ilk defa ortaya
koymak zordur. Ama Allah için ilk ve son olarak hiçbir şeyin zorluğunu
düşünemeyiz.
Bakın üzerinde kafa yorup ciddi ciddi
düşünerek cevap bulmamız gereken bir soru daha geliyor.
35. “De ki: “Koştuğunuz ortaklardan
gerçeğe eriştiren var mıdır? De ki: “Ama Allah gerçeğe eriştirir. Gerçeğe
eriştiren mi, yoksa, birisi götürmezse gidemeyen mi uyulmağa daha lâyıktır? Ne
biçim hüküm veriyorsunuz?”
Bakın burada bir adım daha ileri
atılarak dünyada insanın en büyük ihtiyaçlarından birisi olan hidâyet konusu,
hidâyete erdirilme konusu, yâni dünyada mutlu olacağı, huzur ve sükûne ereceği
bir ha-yat programına ulaşma konusu gündeme getiriliyor. Soruyor Allah: Söyleyin
bakalım ey müşrikler, sizin bu şeriklerinizin, Allah’a ortak ko-şup kendilerinde
bir şey gördüklerinizin içinde hidâyet eden, insanları hidâyete, doğru yola
ulaştıran birileri var mı? Bunların içinde sizin tüm hayat problemlerinizi
çözümleyecek, sıkıntılarınızı hakça hidâyete götürecek birileri var mı? Sizin
ferdi, ailevi, toplumsal, ekonomik, siyasal, hukukî, ahlâkî, savaş, barış,
evlenme, boşanma gibi dünya ve ukba problemlerinizi çözümleyip sizi Allah’ın
yasaları gibi hakka, doğruya, saadete, huzura ulaştıracak birileri var mı? Sizi
hakka, hak bir hayata, hak bir dünyaya, hak bir yaşama ulaştıracak var mı? Var
mı böyle birileri?
Allah’ın hidâyetine, Allah’ın yol
gösterisine, Allah’ın kitabına gözlerini kapayan, kitapla ilgilenmeyen,
problemlerine kitapla çözüm aramayan toplumlar kör kalmaya mahkumdur.
Karanlıklar içinde, bunalımlar içinde, çözümsüzlükler ve çaresizlikler içinde
bocalamaya mahkumdur. İşte şu anda Allah’ın hidâyet kaynağı kitabından kaçan,
Allah’ın hidâyeti ve basîretlerinin dışında başka yerlerde çözüm arayan şu bizim
toplumun ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette çırpındığını, bocaladığını
görüyoruz. Her şeyimiz bozuk her şeyimiz çözümsüz. Problemlere çözüm arayan
idareciler de her şeyi denemeden ama Kur’an’a asla müracaat etmemeden yanalar.
Böyle adamlara, yâni Kur’an’ın
tabiriyle kör, sağır ve dilsiz insanlara neyimizi emânet edebiliriz? Hangi
işimizi emânet edebiliriz bunlara? Ne yapabilecekler bu adamlar sizin için ve bu
ülke için? Allah’ın hidâyetinden kaçan, Kur’an’dan kaçan, Kur’an’ın
çözümlerinden habersiz olan bu insanlar ne yapabilecekler de size? Neden
kurtarabilecekler de sizi? Ekonominizi düzlüğe çıkarabilecekler mi? Ekonomik
problemlerinizi çözebilecekler mi? Açlıktan kurtarabilecekler mi? Hukukunuzu,
eğitiminizi, sosyal ve siyasal hayatınızı düzlüğe çıkarabilecekler mi?
Bunalımlardan kurtarabilecekler mi? Sizi özgür, mutlu, huzurlu bir hayata
kavuşturabilecekler mi? Karanlık ve sömürgeci güçlerin egemenliğinden
kurtarabilecekler mi sizi?
Hani yıllardır Allah’ın
hidâyetinden, Allah’ın vahyinden, Allah’ın yol gösterisinden kaçan ve kendi
yasalarıyla sizi kurtarma iddiasında olanlar bugüne kadar ne yapabildiler? Sizi
karanlık ve egemen güçlere satmanın dışında, biraz daha onlara borçlandırarak
sırtınıza ipotekler koymanın ve onların kucağına itmenin dışında, sizi onlara
peşkeş çekmenin dışında ne yaptılar? Söyleyin ne yaptılar bu Kur’an düşmanları?
Bu hidâyet kaçkınları. Bizim Allah’ın hidâyetine ihtiyacımız yoktur, bizim
Kur’an’a ihtiyacımız yoktur! Bizim böyle bir kitaba ihtiyacımız yoktur, biz
toplumun problemlerini kendi gücümüzle, kendi bilgilerimizle çözeriz! Biz bu
problemleri A.B.D ile, A.T ile çözeriz! diyerek Kur’an’dan kaçan, Allah’ın çözüm
önerilerini beğenmeyen, Allah’ın gönderdiği basîretlerle ilgilenmeyen bu körlere
daha ne zamana kadar bel bağlayacak ve bunları Allah’a tercih edecek bu toplum
bil-miyorum!
De ki peygamberim hakka hidâyet eden,
doğruya ve çözüme ulaştıran sadece Allah’tır. O zaman söylesenize, doğruya
ulaştıran mı daha hayırlıdır? Yoksa Allah kendisine yol göstermedikçe doğruyu
göremeyen mi daha hayırlıdır? Hangisi uyulmaya daha lâyıktır? Nasıl
hükmediyorsunuz siz böyle? Nasıl da düşüncesiz hükmediyorsunuz böyle? Evet hiç
düşünmüyor musunuz? diyor Rabbimiz. Kendisine hidâyet olunmadan, yol
gösterilmeden yol bulamayan, kendisi bizzat Allah’ın hidâyetine, yol gösterisine
muhtaç olan âciz bir kimse mi kendisine uyulmaya daha lâyıktır, yoksa onun da
sahibi ve yol göstericisi olan Allah mı? Allah’ın sözleriyle, Allah’ın
yasalarıyla bir dünya yaşamak mı daha hayırlı, yoksa insanların yasalarıyla bir
hayat yaşamak mı?
Halbuki o insanlara Allah hidâyet
edip yol göstermeseydi, onlara görme ve işitme özelliği vermeseydi, Allah onlara
akıl, güç, kuvvet vermeseydi ne yapabileceklerdi onlar? Nasıl yol
bulabileceklerdi? Bu âcizlerin yollarına, onların çözüm önerilerine sahip
çıkmanız, onların istedikleri gibi bir hayat yaşamaya çalışmanız ne kadar da
yanlış bir şey değil mi? Ne oluyor size? Nasıl da böyle akılsızca hüküm
veriyorsunuz? Bizim işlerimize Allah karışmaz, bizim hayatımıza karışacak başka
tanrılarımız var, bu tanrılarımız bizim hayatımızın problemlerini Allah’tan daha
iyi bilir, ya da kendi hayatımızı biz kendimiz düzenleriz derken hiç yakışıyor
mu size? Akıllı bir insanın söyleyebileceği şey midir bu?
Halbuki sizin bunu diyebildiğiniz
dillerinizi Allah vermedi mi ? Aklınızı, fikrinizi, bilginizi, basîretinizi,
gözünüzü, kulağınızı, rızkınızı, hayatınızı Allah vermedi mi? Nasıl
diyebiliyorsunuz bunu Allah’a? Nasıl diyebiliyorsunuz Allah bizim hayatımıza
karışamaz, o orta çağda kaldı, o eskilerin masalıdır diye? Gücünü, kuvvetini,
attığın adımlarını bile kendisine borçlu olduğun Rabbine karşı nasıl
diyebiliyorsun bunu? İsyan ederken bile bu imkânı kendisinden aldığın Allah’ı
nasıl diskalifiye edebiliyorsun hayatında? Peki nasıl olacak? Hem bizim
ha-yatımıza karışamaz Allah diyorsun, Allah’la çatışmaya giriyorsun hem de bir
türlü çıkış yolu da bulamıyorsun. Bocalayıp duruyorsun. Ne kendini, ne aileni ne
de insanları mutlu edemedin.
Yok yok, boşuna uğraşmayın. Yol
Allah’ın yoludur, hidâyet Allah’ın hidâyetidir ve insanların Allah’tan başka dostları, velîleri, yol
göstericileri de yoktur. İnsanların ellerinden tutacak, kendilerine yardım
edecek, isteklerini yerine getirecek, problemlerini çözümleyecek, başları
daraldığı zaman korktuklarından onları kurtaracak, onlar adına aldığı kanunlar
yasalar ve kararlarla onları sahil-i selâmete çıkaracak, dünyada da ukbada da
onları mutlu ve mesud edecek, dünyada da ukbada da onların işlerini
kolaylaştırıp yollarını açacak hiç bir velîleri de yoktur onların. Ve işte
böyleleri apaçık bir sapıklık içindedirler.
Evet işte böyle Allah’ı velî
kabul etmeyen, Allah’ın velâyeti ve koruması altına girmeyen, Allah’ın
hidâyetine tâbi olmayan, Allah’ın kendileri adına aldığı kulluk maddeleriyle
ilgilenmeyen, kitap ve peygamberle diyalog kurmayan kendisine şeytanları,
tâğutları, kâfirleri, nefsini, hevâ ve heveslerini velî edinen, onların istediği
biçimde bir hayat yaşayan, onların hayat programlarını uygulamaya çalışan bir
adam elbette çok açık bir sapıklık içinde kıvranan kişidir. Böyle bir adamın tüm
hayatı bozuktur. Allah’tan ve Allah’ın kitabından ve elçisinin hayat
programından habersiz yaşayan bir adamın tüm hayatı bâtıllarla doludur. Aile
hayatı bozuktur, ticari hayatı bozuktur, sosyal hayatı bozuktur, ekonomik hayatı
bozuktur, insanlarla ilişkileri, çevresiyle münâsebetleri bozuktur hâsılı tüm
hayatı bozuk ve bâtıllarla doludur bu adamın.
Bunlar dalâlette kalmış, çölün
ortasında yolsuz, yordamsız kal-mış yollarını şaşırmış ve ne yapacaklarını
bilemeyecek bir vaziyette bocalayan çırpınan insanlardır. Binlerce yol vardır
karşılarında ama bu yollardan hangisinin kendilerini sahil-i selâmete
çıkaracağını bilememektedirler. Binlerce alternatif vardır hayatlarında ama
hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu bilememektedirler. Bir yasa
yaparlar, onunla problemlerini çözeceklerini zannederler, ama üç gün geçmeden
değiştirmek zorunda kalırlar.
Yaptıkları yasalar üç gün bile
gitmiyor. Yaptıklarının hiç birisi sadırlarına şifa olmuyor. Yaptıklarının hiç
birisi problemlerini çözmesi ve hayatlarına huzur getirmesi şöyle dursun her
yaptıkları yasa başka huzursuzluklara, başka sıkıntılara dâvetiye çıkarıyor.
Sıkıntılara giriftar olunca da yalvarıp yakarmaya
başlıyorlar.
36. “Onların çoğu zanna uyarlar;
gerçekte ise zan, hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah, yaptıklarını
şüphesiz bilir.”
Evet bu insanların pek çoğu zanna tâbi
oluyorlar ilme değil. Allah’tan gelen ilme, Allah’tan gelen vahye tâbi
olmuyorlar da zanna tâbi oluyorlar. İlim Allah’tan gelendir, zan ise onun
dışındakilerdir. Sû-renin önceki âyetlerinde anlattı Rabbimiz onu. Hak Allah’tan
gelendir ve hakka mutabakat etmeyen her şey sapıklıktır. Bu insanlar Allah
bilgisini, peygamber bilgisini bırakıyorlar da zanna tâbi oluyorlar. Vahyi
bırakıyorlar da kendi hevâ ve heveslerine tâbi oluyorlar. Kendilerini yaratan
Rab’lerinin kendilerine gönderdiği hayat programını bırak-mıyorlar da kendi
kendilerine oluşturdukları, kendi hevâ ve heveslerinin mahsulü olan tarihlerini,
sosyolojilerini, psikolojilerini, felsefelerini, hukuklarını, sosyal ve siyasal
bilimlerini vahyin yerine koymaya çalışıyorlar. Artık bu çağda bilim her şeyi
halletmektedir, her problemi çözebilmektedir, onun için bilimin dışında ne Allah
bilgisine, ne peygamber bilgisine ihtiyacımız kalmamıştır diyerek insan
hayatından vahiy bilgisini dışlamaya çalışıyorlar.
Evet bilginin, hidâyetin tek kaynağı
Allah’ın vahyidir. Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetidir.
37. “Bu Kur’an, Allah'tandır, başkası
tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendisinden öncekini doğrular ve O Kitabı
açıklar. Âlemlerin Rabbinden geldiğinde şüphe
yoktur.”
Kur’an asla Allah’tan başkaları
tarafından uydurulmuş, Allah-tan başkaları tarafından ortaya atılmış bir kitap
değildir. Kur’an’ı bir insan oluşturmamıştır, bir insan sözü değildir bu kitap.
Peygamber sözü değildir bu kitap. İnsanların toplanıp kafa yorarak ya da
cinleri, melekleri yardımlarına çağırarak meydana getirdikleri bir kitap
değildir bu. Allah berisinde, Allah dûnunda birilerinin uydurduğu bir kitap
değildir bu. Bu kitap Allah’tandır, Allah sözüdür.
Lâkin bu kitap önündekileri tasdik
edici bir kitaptır. Yâni bu kitap türedi, yeni çıkma bir kitap değil, kendinden
öncekileri tasdik edici bir kitaptır. Kendisinden önceki Tevrat’ı, İncil’i,
Zebur’u ve sahi-feleri tasdik edici bir kitaptır bu. Çünkü bu kitap onları
gönderen Allah tarafından gönderilmiştir. Tevrat’ın, İncil’in, Zebur’un geldiği
kaynaktan gelmedir bu kitap.
Bir de bu kitabın tasdik özelliğini
şöyle anlamaya çalışıyoruz: Bu kitap tasdik makamındır. Tüm amel ve kavillerde
kitap, mizandır, tasdik makamıdır. Kendisine arz edilen şeylerin doğruluğunu
bâtıllığını tasdik etme makamındadır Kur’an. Bu iyi ameldir, bu kötü ameldir
diye, bu sâlihtir bu gayri sâlihtir diye, bu Allah’ın rızasına uygun ameldir, bu
Allah’ın razı olduğu eylemdir diye, bu Allah’ın istediği hayat tarzıdır, bu
Allah’ın istediği sistemdir diye, Allah’ın emrettiği eğitim sistemi budur diye,
Allah’ın razı olduğu kıyafet budur diye, Allah’ın istediği kazanma-harcama budur
diye önüne tasdik için sunulan şeyi tasdik etmek veya reddetmek makamındadır
Kur’an. Kur’an hayatın mizanıdır. Kur’an’ın böyle bir dinamizmi var. Tüm
amellerin, tüm eylemlerin ve her şeyin ölçüsüdür Kuran.
Yâni arz edersiniz kitaba şöyle
bir düğün modeli, şöyle bir kazanç modeli, şöyle bir terbiye modeli, böyle bir
çocuk eğitimi modeli, böyle bir namaz modeli, şöyle bir zikir modeli veya şöyle
bir tapınma modeli veya böyle bir ulviyet, kutsiyet modeli, böyle bir takva
modeli... Bunu Kur’an’a arz edersiniz, Ey Kur’an! Ey yüce Kur’an! Biz düşündük
taşındık bunu münasip gördük! Biz bunu Tevrat’tan aldık! Biz bunu İncil’den
bulduk! Allah demişti bunu, Musâ demişti, Îsâ demişti bunu! Filanların
falanların hatırı içindi! Bakar eğer tasdik ederse, tamamdır, doğrudur,
münasiptir derse tamam o doğrudur. Yok tasdik etmezse işi bitmiştir. Kitabın
doğru demediği, kitabın okeylemediği hiç bir amel, hiç bir düşünce, hiç bir
eylem Allah katında makbul değildir. İşte buradaki tasdikten kastı bir de böyle
anlıyoruz.
Üstelik bir de tafsîl el
kitaptır. Kitabın ayrıntıları, tüm kitapların tafsilatı bu kitaptadır.
Kıyâmete kadar tüm insanlığın ihtiyaçlarına cevap verecek bir özelliktedir bu
kitap. Kıyâmete kadar insanlığın tüm ihtiyaçlarını karşılayacak, tüm
problemlerini çözecek her şeyi tafsilatıyla açıklayan, ortaya koyan bir kitaptır
bu.
Ve de kendisinde şüphe olmayan bir
kitaptır. Bu kitap Âlemlerin Rabbi olan Allah’tandır ve Allah’tan gelişi
konusunda zerre kadar şüphe olmayan bir kitaptır. Evet bu kitap bilginin kaynağı
olan, bilgisi tam olan Âlemlerin Rabbinden gelme bir kitap olarak kendisinde
asla şüpheli bir şey olmayandır. Şüphesiz bu Allah’tan gelen bir kitaptır ve
Allah’tan gelişi konusunda her hangi bir şüphe yoktur. Bir de bu kitapta şüpheli
bir şey yoktur anlamınadır. Bu kitap her türlü şekten, şüpheden ârî ve her
töhmetten müberradır. Hak oluşu, Allah’tan gelişi bunun kadar kesinlikle
bilinen, bunun kadar sırat-ı müstakîmi, doğru yolu gösteren başka bir kitap
yoktur.
Münzili hak, muhbiri sadık ve
gayesi mahza hayır olan, insanlığı saadet ve selâmete ulaştırmak için gelen bu
kitapta şüpheye imkân verecek bir cehalet, bir gaflet düşünmek mümkün değildir.
Böyle bir kitaptan ancak cehli mürekkebe boyanmış, kalpleri kilitlenmiş olan
muannit kâfirler ve her şeyden şüphe eden, ruhlarını şüphe bulutları kaplamış,
basiretleri sönmüş kimseler olabilir. Başka türlü bu kitaptan şüphe etmek mümkün
değildir.
38. “Ey Muhammed! Senin için, “Onu
uydurdun mu?” diyorlar. De ki: “Onun sûrelerine benzer bir sûre meydana getirin,
iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de
çağırın.”
İnsanlar onu peygamber uydurdu mu
diyorlar? Hayır hayır! Bu kitabı peygamber uydurmadı. Hiç kimse uydurmadı bu
kitabı. Veya birileri uydurdu da peygambere empoze de etmedi. Eğer Allah’tan
gelen bu kitabı peygamber uydurdu, yahut başkaları uydurdu da pey-gambere
öğretti filan diyerek, bir kısım sahte ve asılsız mesnetlerle kitabı reddetmeye
kalkışıyorsanız, o zaman onlara de ki peygamberim:
Haydi bu kitabın sûresinin bir
benzerini, bir mislini getirin bakalım. Hattâ Allah berisinde, Allah’tan başka
ne kadar yardımcılarınız varsa onları da çağırın yardımınıza, eğer
sadıklarsanız. Eğer iddianızı eyleme dönüştürüp ispat edebilecekseniz haydi
buyurun.
Kur’an’ın değişik yerlerinde Rabbimizin
tüm insanlığı bu kitabın bir benzerini meydana getirmeye dâvet ettiğini
görüyoruz. Eğer ciddiyseniz, Allah’ın berisinde, Allah’tan başka ne kadar
şahidiniz, ne kadar şühedanız, ne kadar yardımcınız varsa, yâni inandığı dâvâya
canını verecek kadar bağlı ne kadar şehidiniz, şahidiniz varsa onların hepsini
de toplayın! Allah’tan başka
güvendiğiniz ne kadar yardımcınız, ne kadar putlarınız ne kadar edipleriniz,
şairleriniz, bilginleriniz, filozoflarınız, müdürleriniz, genel müdürleriniz
varsa veya size baş olacak, ayak olabilecek ne kadar yardımcınız yardakçınız
varsa hepsini çağırın da haydi örnek bir sûre getirin bakalım. Eğer bu kitabın
Allah sözü oluşunu reddediyor ve bu bir şair sözüdür, bir kâhin sözüdür, bir
insan sözüdür diyorsanız.
Veya bu kitabı Peygamber
uyduruyor diyorsanız, bir insanın kendi başına kendiliğinden yapabildiği bir
şeyi diğer insanlardan, mil-yarlarca insanlar içinden herhalde bunu yapabilen
bir insan daha çı-kacaktır elbette. Öyleyse haydi bakalım birilerini çağırın da
bunun bir benzerini getirin bakalım.
Aslında inkâr edecekler de
hainler, ama böyle inkârlarına bir haklılık kazandırabilmek için bu bir şair
sözü, bir insan sözü olduğu için inkâr ediyoruz diyorlar. Halbuki daha önce ve o
anda çevrelerinde yığınlarla şair, yığınlarla kâhin ve sihirbaz görüyorlardı.
Şimdiye kadar acaba hangi şair, hangi kâhin, hangi sihirbaz bu kitabın
söylediklerini söyleyebilmişti? Hangi sihirbaz bu kitabın meydana getirdiği
tesiri meydana getirmişti? Hangi insan bunun bir benzerini söyleyebilmişti?
Hangi sihirbazın sihri gönüllerde bu kadar yer etmişti? Hangi sihirbaz toplumda
böylesine bir inkılabı gerçekleştirebilmişti? Aslında onlar da biliyorlar ki bu
bir sihir değil ama reddedişlerini haklı çıkarabilmek için öyle
diyorlardı.
Rabbimiz o gün, bugün ve kıyâmete kadar
tüm insanlığa meydan okuyor. Ey yirminci asrın kâfirleri! Dünküler bir şey
yapamadılar, buyurun siz yapın bakalım. Eğer şu anda sizler de dünküler gibi bu
kitabı bir peygamber uydurmuştur, bir insan uydurmuştur, tamam belki o dönem
insanlığı için, o dönemin problemlerini çözen bir kitap olarak iyi bir kitaptır,
ama artık bu dönemde bu kitabın yeri yoktur, bu kitap bizim dönemimizin kitabı
değildir, bize, bizim arzularımıza, bizim heveslerimize, bizim hayatımıza uygun
kitaplar lâzım.
Ve bu kitapları da bizler
kendimiz oluşturacağız. Kendi problemlerimizi kendimiz çözeceğiz diyorsanız
haydi buyurun tüm insanlığı toplayın, tüm bilginlerinizi, tüm hukukçularınızı,
tüm sosyal bilimcilerinizi, tüm siyasal bilimcilerinizi, bilim adamlarınızı,
siyasetçilerinizi, din adamlarınızı, hahamlarınızı, papazlarınızı, ediplerinizi,
şairlerinizi, proflarınızı, hattâ cinler de dahil toplayıp getirin de bu
Kur’an’ın ortaya koyduğu bir hayatı, bu kitabın sağladığı bir yaşamı, bir
huzuru, bir sa-adeti, bir geçmişi, bir geleceği siz oluşturun da görelim
bakalım. Haydi bu kitabın uygulandığı dönemin huzurunu getirin geriye. Haydi bu
kitabın uygulandığı toplumların çözdüğü problemleri çözün bakalım. Haydi kansız,
silahsız, barutsuz, göz yaşısız, zulümsüz bir toplum o-luşturun bakalım.
Çözsenize şu kan gölüne dönmüş dünyanızın problemlerini.
39. “Onlar, ilmini kavrayamadıkları ve
henüz yorumu da kendilerine bildirilmemiş olan şeyi yalanladılar. Onlardan
öncekiler de böylece yalanlamışlardı. Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir
bak.”
Hayır hayır bunlar kendi
ilimleriyle kuşatamadıkları, ihata edemedikleri şeyi yalanladılar. Bilmedikleri,
tanımadıkları şeyi yalanladılar onlar. Bilmiyorlar, bilemiyorlar, haberleri yok
zavallıların. Kur’an’ı tanımıyorlar, peygamberi tanımıyorlar, Allah’ı
tanımıyorlar ve cahilliklerinden ötürü bilmedikleri şeyi reddediyorlar. Ne var
bu Kur’an’da yahu? Onun gibisini biz de yazabiliriz! Onun gibisini biz de
oluşturabiliriz! diyenlerin tamamı Kur’an’ı tanımıyorlar. Gerçi onların bu
bilgisizliklerinde bizim de sorumluluğumuz büyüktür. Çünkü onlara Kur’an’ın ne
olduğunu anlatamadık, duyuramadık.
Biliyoruz deyip yürürler ama
bilmiyorlar kitabı. Kendi hayatlarını, kendi dünyalarını bildiklerinin binde
biri kadar Allah’ın kitabını bilmiyorlar. Kendi dünyalarını okuduklarının binde
biri kadar Allah’ın kitabını okumuyorlar. Müslümanlıklarının farkında olmadan
yaşayan günümüz müslümanları da, kâfirleri de kitaptan haberdar olma konusunda
aynı durumdadırlar.
Bakıyoruz adam hiç düşünmeden
ağzına geleni, ağzına geldiği gibi konuşuyor. Hakka istinat etmeden, kitabı
okumadan, kitabı tanımadan ben onu bilirim deyip yürüyor. Kitapla tanışmadıkları
halde, kitapla diyalog kurmadıkları halde, hayatı düzenlemek üzere kitabın
fonksiyonunu reddettikleri halde bu adamların konuştuklarının tamamı iftiradan
başka bir şey değildir. Her hangi bir konuda kitaba dayanmadan, hikmete istinat
etmeden söz söyleyen kişi kitabın ifadesiyle effakdir. Her hangi bir konuda
kitaba dayanmadan yorum ya-pan, görüş ortaya koyan kişi effakdir. İfk, effak
daha çok hayatın söz bölümünde, ifade bölümünde ortaya çıkan bir özelliktir.
Resûlü Ek-remin pak zevcesi Ayşe annemize yapılan ifk hadisesini biliyoruz.
Hakikatin hilafına söylenen o çok çirkin sözü biliyoruz.
Allah’ın kitabından, Allah’ın
sisteminden, Allah’ın düzeninden habersiz yeryüzünde sistem yapmaya, düzen
kurmaya çalışan insanların hepsi effakdir. Çünkü onların Allah’ın kitabından
haberleri yoktur. Hikmetten mahrum nasipsiz insanlardır bunlar. Sözleri kitaba
da-yanmaz. Davranışları vahiyden kaynaklanmaz. Allah hakkında rast gele
konuşurlar. Efendim Allah sadece dünyayı yaratmış ve işi bitmiştir. Allah hayata
karışmaz, Allah bir şey indirmemiştir, Allah arzularını bize bildirmemiştir,
Allah bizi serbest bırakmıştır, Allah da demokrasiden yanadır, Allah da şu bizim
yaşadığımız hayattan razıdır.
Eğer Allah istemeseydi biz bu
hayatı yaşayamazdık, Allah’ın yeryüzünde yetkili varlıkları vardır, Allah’a
direk yaklaşma imkânımız yoktur. Ona yaklaşabilmek ve Onu razı edebilmek için
aracılar kullanmak zorundayız vs, vs. Allah hakkında, din hakkında, kitap
hakkında, peygamber hakkında, hayat hakkında, ekonomi hakkında, hukuk hakkında,
eğitim hakkında, kılık-kıyafet hakkında, miras hakkında, kazanma-harcama
hakkında, Allah’la insanlar arasındaki ilişkiler konusunda, insanın insanla,
insanın toplumla ve devletle ilişkileri
konusunda, insanın kâinatla ilişkileri konusunda hâsılı insanın hayat programı
hakkında bilgiye dayanmadan, kitaba sormadan rast gele akıllarına geldiği gibi, akıllarına estiği gibi
konuşurlar. Tüm bu konularda Allah ne diyor? Peygamber ne diyor? Kitap nasıl bir
yol tarif ediyor? Onları hiç mi hiç ilgilendirmez.
Eğer bu kitap hakkındaki bilgin sadece
müşrik batıda, ya da münâfıkların arasında kâfirliğiyle, müşrikliğiyle müsellem
olan, Allah’a, peygambere, kitaba karşı iftira kusan bir takım İslâm düşmanı
kimselerin kitaplarına dayanıyor, onların kitaplarından okumuş ve bilgilenmişsen
nasıl oluyor da bu halinle ben kitabı biliyorum, ben Kur’an’ı tanıyorum diye
iftira edebiliyorsun? Oku baştan sona Allah’ın kitabını, oku peygamberinin
hadislerini de ondan sonra konuş ne konuşacaksan. Gece gündüz kendi dünyanı
okuyorsun, Allah’ın kitabının cahilisin, buna zaman bulamamışsın, kendi
hayatını, kendi dünyanı, kendi zanlarını ortaya koyarak Allah’ın kitabına iftira
ediyorsun. Ne var bu kitapta? Bunun gibisini ben de, biz de oluşturabiliriz
diyorsun.
Eğer bir yönelsen kitaba, bir
eline alsan onu göreceksin ki bu kitap başka kitaplara benzemez. Peygamber başka
insanlara ben-zemez. Sen başka değil bilmediğin şeyi reddediyorsun. Bilerek
düşman olanlar, bilerek, tanıyarak reddedenler hiç olmazsa bilerek cehenneme
gidiyorlar ama bilmeden, körü körüne, ya da göz göre göre bu cehenneme gidişi
bir türlü anlayamıyorum. On para kazanacağım diye on gün düşünüyor adamlar, on
kişiden akıl soruyorlar, on dükkan geziyorlar, ama Allah yoluyla şeytan yolunu
ayırt edecek, cennet ve cehennem arasında bir tercih yapacak, Allah’a göre,
Allah’ın kitabına göre, ya da insanların istediklerine göre bir hayat yaşayacak,
bu konuda hiç durup düşünmüyor. Fark etmez nasıl olursa olsun diyor. Fark etmez
nereye gidersem gideyim benim için önemli değil diyor. Gerçekten müslümanım
diyen birisi için çok hayret edilecek bir durumdur bu.
Zaten henüz onlara onun tevili de
gelmedi. Kur’an’ın haberlerinin yorumu henüz onlara gelmedi. Kur’an’ın
haberlerinin pek çoğu henüz dünyada gerçekleşmedi. Kur’an’ın verdiği haberlerin
pek çoğunun gerçekleşip gün yüzüne çıkma zamanı henüz gelmedi. Daha sonra ortaya
çıkacak kimi gerçekler, ama adam bunları beklemeden bu iş olmaz, bunlar olmaz,
bunlar gerçekleşmez, bunlar ütopik şeyler diyerek reddediveriyor. Allah diyor
ki:
İşte böyle. Bundan öncekiler de tıpkı
böyle demişlerdi, böyle yalanlamışlardı. Zaten başka değil bu iş böyle olacaktı.
İnkâr etmek isteyen, reddetmek isteyen, yalan saymak, yok farz etmek isteyen,
Allah’a kulluktan kurtulup, kendi kendisini putlaştırıp hevâ ve hevesleri
istikâmetinde bir hayat yaşamak isteyen herkes kendisine bir çıkış yolu buluyor
ve kendisinden kulluk isteyen, kendi hayatını sorgulayan bu kitabı reddediyor.
Benim kendi bilgim, kendi anlayışım, kendi zevkim, kendi yolum bundan daha
iyidir diyerek kendi yoluna devam ediyor. Allah korusun bazen bazen bizler de
oluyor bu değil mi?
Meselâ bazen kendimizi
sorgulayan, kendi fikrimizi, kendi dünyamızı yargılayan âyetlerle karşılaşınca
çoğu zaman bu âyetleri okumadan atlamayı düşündüğümüz oluyor mu? Çevremiz
tarafından yadırganacak, ailemiz, toplumumuz, idarecilerimiz tarafından tepkiye
sebep olacak nice âyetlerin bizden istediklerini es geçmeye çalıştığımız oluyor
mu? Bir âyetin bizden istediği yaparsak aman hacılığımız bitecek, hocalığımız
bitecek, şeyhliğimiz suya düşecek, şöhretimiz gölgelenecek, alkışlar kesilecek,
hediyeler kuruyacak, el öpmeler bitecek, hattâ belki eziyetlerle,
soruşturmalarla, karşı karşıya geleceğiz, belki kodes gündeme gelecek diyerek
âyetlerin istediklerini göz ardı ettiğimiz olmuyor mu? Allah diyor ki işte
bunlardan dolayı öncekiler de yalanlayıp yan çizmişlerdi.
Bir bakıverin bakalım böyle davranan
zâlimlerin âkıbetleri nice olmuş? Böyleleri bizim helâkimizden kurtulabilmişler
mi bir bakın diyor Rabbimiz. Bu kitaptan kaçsanız da, bunu duymamak için
kulaklarınızı tıkasanız da, elbiselerinizle bürünseniz de, işlerinizle,
mesleklerinizle, dükkanlarınızla, tezgahlarınızla, evlerinizle kadınlarınızla,
doktoralarınızla, diplomalarınızla bürünerek bu kitabın âyetlerinden saklanmaya
çalışsanız da, dünyayla, dünyalıklarla sarhoş olup bu kitabın uyarılarını
duymamaya çalışsanız da, başka kitaplara yönelip bunu gündemlerinizden düşürmeye
çalışsanız da unutmayın ki bu kitap yaşadığınız sürece üzerinizde egemendir.
Size hep egemen olan bir Rabbin egemen kitabıdır bu kitap. Sizi nasıl yaratıp bu
dünyada hayat verdiyse yakında o hayatlarınızı alacak ve sizi hesaba çekecektir.
Nasıl olsa Onun huzuruna dönecek ve Onunla karşı karşıya geleceksiniz. Öyleyse
gelin akıllarımızı başlarımıza almanın dışında başka çaremiz yoktur ey
müslümanlar.
Yoksa Allah korusun bu kitabın
tevilini bekleyenlerden oluruz ki o zaman durumumuz çok kötü olacaktır. Yâni bu
kitabın bize haber verdiği ve ısrarla bizi uyardığı sonun, sonucun gelmesini
bekleyenlerden olmayalım. Kıyâmetin gelip başımızda patlamasını bekleyip
duranlardan olmayalım. Azabın bütün şiddetiyle gelmesini, geberme zamanlarının
gelmesini bekleyenlerden olmayalım. Ne
zaman anlayacaklar bu insanlar gerçekleri? Ne zaman akıllarını başlarına
devşirecekler bu adamlar? Ama unutmasınlar ki onun sonucu geldiği zaman, kıyâmet
geldiği zaman ondan önce bu kitapla diyalogu kesenler, bu kitabı unutup
hayatlarında gündeme almayanlar, bu kitabın istediği bir hayatı yaşamayanlar
diyecekler ki ey Rabbimiz, elçilerin şüphesiz ki bize hakkı getirmişti.
Elçilerin bizi hakla tanıştırmıştı.
Heyhat ki bizler elçilerinin
getirdiği mesajla ilgilenmedik. Gururumuz galebe çaldı da senin kitabınla
diyalog kurmadık. Senin hayat programınla ilgilenmedik. Kendi hayatımızı
kendimiz belirlemeye kalkıştık. Kitabından habersiz bir hayat yaşadık. Şimdi
acaba bize bir şefaat edecek var mı ki bizi bu sonuçtan kurtarsın. Bir şâfî var
mı ki bize şefaat etsin diyecekler, dövünecekler, pişman olacaklar, af
dileyecekler, günâhlarını itiraf edecekler ama onların bu pişmanlıkları
kendilerine asla bir fayda sağlamayacak.
40. “Aralarında ona inanan ve inanmayan
vardır. Rabbin, bozguncuları daha iyi bilir.”
Kimileri bu kitaba iman
ediyorlar, kimileri de inanmıyorlar. Allah kullarını bu konuda serbest
bırakmıştır. Hiç kimseyi bu konuda zorlamamaktadır. Hür iradeleriyle dilerler
iman ederler dilerler küfrederler. Eğer böyle değil de Rabbimiz melekler gibi,
cansız cemadat gibi doğuştan insanların boyunlarındaki iplerini elinde
yaratsaydı elbette herkes mü’min olmak zorunda olacaklardı. Herkesi kendi
iradesiyle baş başa bırakmış, isteyenler kâfirliği seçebileceği gibi
dileyenlerde imanı tercih edebilmektedir. Niye bu böyledir? Allah neden böyle
istemiştir? Bu konuda hiç kimsenin hesap sorma hakkı yoktur.
Ancak kendi mantığını, kendi hevâ
ve heveslerini din kabul etmiş, kendi hayatını, kendi bilgisini putlaştırmış ve
kendilerince Allah’ın kitabında hata arayan kâfirler bu konuda Allah’ı sorgulama
cehaletinde bulunabilmektedirler. Kendilerince temel kabul ettikleri küfürleri,
şirkleri, yamuklukları ile güya Kur’an’ın ve sünnetin, Allah’ın ve Resûlünün
hatalarını bulduklarını zanneden bu zavallılar bazen müslüman görünümlü bazen da
kâfir kimlikli olarak İslâm’ı sorgulayacaklarını iddia etmektedirler. Müslümanın
asla böyle bir derdi olamaz. Müslüman Allah’a teslim olan, seçimini Allah’tan
yana kullanan kimsedir. Allah böyle dilemiştir o kadar. Allah hikmeti gereği
dünyada biz kullarını imanı da küfrü de tercih edebilecek bir özellikte
yaratmıştır ve bu tercihimizin sonucuna katlanacağımızı ortaya
koymuştur.
Ve Allah müfsitleri, bozguncuları
bilmektedir. Hidâyette olanları da, dalâleti tercih edenleri de Allah
bilmektedir. Herkesin neyi tercih ettiğini, herkesin nereye doğru gittiğini en
iyi bilen ve tercihine göre herkesi en güzel biçimde değerlendirecek olan da
Allah’tır. Herkesin yaşadığı hayata göre nereyi kazandığını, kimin gerçek
müslüman, kimin kâfir ve müşrik olduğunu bilen ve yarın bunun kararını verecek
olan da Allah’tır. Bu konuda yetki Ona aittir, yargı Ona aittir.
41. “Ey Muhammed! Seni yalanlarlarsa,
"Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir; siz benim yaptığımdan sorumlu
değilsiniz, ben de sizin yaptığınızdan sorumlu değilim"
de.”
Ey peygamberim! Seçimini Allah’tan yana
kullanmış, iradeni Allah’a teslim etmiş bir mü’min olarak eğer seni
yalanlıyorlarsa, senin dinini, senin yolunu, senin hayat programını, senin
tercihini kabul etmiyorlarsa sen onlara de ki benim amellerim benim olsun,
sizinkiler de size ait olsun. Benim yaşam biçimim, benim hayat anlayışım, benim
amellerim benim olsun, sizin hayat programlarınız da sizin olsun deyiver
onlara.
Sizler benim amellerimden, benim
yolumdan, benim hayat programımdan teberrî edip uzaklaşıyorsunuz, ben de sizin
vebal dolu, hıyanet dolu şirk ve küfür dolu yolunuzdan, amellerinizden teberrî
ediyorum. Sizin benimle benim de sizinle bir ilgim yoktur. Ne siz benim gibi
sadece Allah’a kul oluyorsunuz ne de ben sizin gibi bir hayat yaşıyorum. Sizin
dünyanız ayrı kâfirlerin dünyası tamamen ayrıdır. Kâfirin dünyası, kâfirin
ekonomi anlayışı, kâfirin hukuk anlayışı, eğitim anlayışı, siyaseti, mala
bakışı, istikbal anlayışı, ahlâkı her şeyi mü’minden farklıdır. Çünkü kâfir
kendi keyfini, kendi mantığını kendi hevâ ve heveslerini din kabul etmiş, hayat
programı kabul etmiş mü’-minse Allah’ın dinini hayat programı kabul etmiş
kimsedir. Onun içindir ki kâfirle mü’min ayrı dünyaların insanıdırlar.
Öyle değil mi? Meselâ bir köyde,
bir kentte, bir mahallede kâfir de yaşar mü’min de yaşar ama dünyaları,
hayatları farklıdır. Kâfir nefsi adına yaşar, keyfi adına yaşar, toplum adına
yaşar, çevre adına yaşar, egemen güçler adına, putlar adına, tâğutlar adına,
şeytan adına yaşar; mü’min hayatını sadece Allah adına ve Allah’ın belirlediği
yasalar istikâmetinde yaşar. Kâfirin değer yargısı Allah’tan başka her şeydir,
ama mü’minin değer yargısı sadece Allah’tan gelenlerdir. Birisi ebedî cehennemde
ötekisi de ebedî cennette olarak ayrılacaklardır.
Eğer kâfirler ve müşrikler bizim bu
imanımızı, bizim bu dinimizi ve hayat programımızı kabullenmeyecek olurlarsa da
onlara şöyle diyeceğiz: Sizin amelleriniz sizin olsun bizimkiler de bizim
olsun.
Sizin dininiz, sizin inanışınız, sizin
hayat programınız, sizin kulluk anlayışınız sizin olsun bizimki de bizim olsun.
Sizin amelleriniz sizin bizim amellerimiz de bizim olsun. Öldüğünüz zaman siz
kendi amellerinizle, biz de bizim amellerimizle karşılaşalım. Siz sizinkiler-den
sorumlu olun, biz de bizimkilerden. Siz sizin amellerinizin karşılığı olan
cehennemden biz de bizim amellerimizin sonucu olan cennetten razı
olalım.
Yâni sizler hem Allah’a hem de putlara,
hem Allah’a hem de Allah’tan başkalarına kulluk yaparak bir din, bir yol, bir
hayat tarzı sergileyebilirsiniz. Yâni yaşadığınız Hayatınızın bazı bölümlerine
Allah’ı bazı bölümlerine de başkalarını karıştırabilirsiniz. Hayatınızın bazı
bölümlerinde Allah’ı dinleyip, bazı bölümlerinde ise Allah’tan baş-kalarının
kanunlarını uygulayarak müşrikçe bir yol tutabilirsiniz. Hem Allah’ı, hem de
başkalarını razı etmeye çalışabilirsiniz. Hem Allah’a hem de başkalarına kulluk
edebilirsiniz. Ama bize gelince biz asla böyle bir şirk dininden razı olmayız.
Ama bizler taviz vermeden, ihlâsla,
katışıksız bir şekilde Allah’a ibadet edicileriz. Biz sadece Allah’ı Rab bilip
sadece Onu dinler ve sadece Ona kulluk ederiz. Yâni böyle hem Allah’a kulluk
edip, hem de binde bir de olsa başkalarını da dinlemeden yana olmayız,
başkalarına da kulluktan yana olmayız. Bin gramlık bir temiz suya bir gramlık da
zehir katarak onu içmeden yana olmayız. Biz şirk koşmadan hayatı parçalamadan
Allah’a ibadet ederiz. Sizler gibi hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı, bazı
bölümlerinde de başkalarını memnun etmeden yana olmayız diyeceğiz ve onlardan
teberrî edip ayrılacağız.
42. “Aralarında sana kulak veren
vardır. Sen, sağırlara üstelik akılları da almazsa, işittirebilir
misin?”
Peygamberim o seni ve senin
amelini, senin inancını, senin hayat programını reddeden insanlardan seni
dinleyenler de var, ama onlar dinlemekle beraber sana inanmaya yanaşmıyorlar.
Unutma ki peygamberim sen sağırlara işittirecek değilsin. Akılları almayan, akıl
etmeyen, akıllarını kullanmayan bu sağırlara sen mi işittireceksin? Adamlar hem
sağırlar, hem de üstelik akıllarını da kullanmıyorlarsa asla seni
dinlemeyecekler ve adam olma yoluna girmeyeceklerdir. Ama akıllarını, duyularını
kendi kurtuluşları adına kullananlar kazanacaklar, dünyalarını da âhiretlerini
de güzelleştireceklerdir. Evet din-leyenler, dinlediklerini düşünüp akıl
edenler, görenler, gördüklerini akıl süzgecinden geçirip değerlendirmeye alanlar
müslümanlardır, ama körler, görmeyenler, dinlemeyenler, sağırlar ve akıllarını
kullanmayanlar da kâfirlerdir.
Evet onlardan kimileri de vardır ki
seni dinlerler. Dinlerler ama itaate yanaşma görülmez hayatlarında. Dinlerler
ama uygulamaya yanaşmazlar. Çünkü bu adamların kalplerine hakkı duymalarına,
hakkı anlamalarına engeller, kılıflar vardır. Kulaklarına da sanki ısıdan izole
etme veya elektrikten yalıtma anlamına bir izole, bir tecrit bölgesi
yerleştirilmiştir. Kulaklarına kurşun dinlerler ama anlamazlar anlayamazlar.
Onlara bir şeyler anlatmak, nasihat etmek sığıra nasihat etmek gibidir. Çünkü
bunlar söyleyenin sözünü anlamak için akıllarını, kalplerini, gözlerini,
kulaklarını kullanmak istemezler. Kör bir taklitten yanadır adamlar. Denilenin
sebebini, hikmetini anlamaya yanaşmaz-lar.
Nitekim bir gün Resûlü Ekremin
okuduğu Kur’an’ı dinlemek üzere gelen Ebu Cehil kendisiyle birlikte onu dinleyen
Nadir bin Harise: Ey Nadir, Muhammed ne diyor? Onun okuduklarından bir şey
an-ladın mı? diye sorar. Resûlü Ekremin okuduğu Kur’an’ı uzun bir süre dinleyen
Nadir derki: Kâbe’yi inşa edene yemin ederim ki ne diyor bilmem, görüyorum ki o
sadece dilini oynatıyor, ama ne dediğini an-lamıyorum.
Evet anlamıyorlar,
anlayamıyorlardı, çünkü onlar Allah’ın kendilerine verdiği zikri geçen
organlarını kullanmak istemiyorlardı. Ölümle tüm bu organlar nasıl misyonunu
kaybediyorsa, ölen kişi nasıl duymaz duygulanmaz ve anlamaz hale geliyorsa işte
aynen onun gibi kabiliyetlerini söndürmüş, duymamayı, anlamamayı tercih etmiş bu
insanların bu organlarını Allah iptal edivermiş manevî bir
ölümle.
İşte Rabbimiz peygamberine ve onun
şahsında bizlere buyuruyor ki ey kullarım: Fıtratları bozulmuş olanlar,
yaratılış melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez, akıl etmez hale gelmiş,
doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş bu ölüleri siz diriltecek değilsiniz
onları an-cak Allah diriltecektir. Bu duruma gelmiş insanlar için ne
peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur. Zira
Allah’ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah’ın söyletmediğine kimse
bir şey söyletemez. Allah’ın göstermediğine kimse bir şey gös-teremez. Allah’ın
şaşırttığını kimse yola getiremez.
Bunlar kabirdekiler gibi
değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını pencerelerini kapamış, duymayan
duygulanmayan, düşünmeyen, idrak etmeyen hayattayken ölmüş insanlardır. Bunlar
ölülerdir ve bunları Allah’tan başka diriltecek de yoktur. Allah bunlarda ya bir
dirilme emaresi, bir canlılık belirtisi görürse, dilerse Rabbimiz dünyada diriltecektir bunları.
Dilemezse de âhirette huzuruna gelinceye kadar dünyada ölü bırakacak o zaman
diriltecektir.
43. “Aralarında sana bakan vardır. Sen
körleri, görmezlerken doğru yola eriştirebilir
misin?”
Onlardan seni gören, sana bakanlar da
vardır. Ya da sana bakar görünenler vardır. Tıpkı az evvel ifade edildiği gibi
dinlemedikleri halde dinler görünenler gibi bakar görünenler vardır. Çünkü tamam
gözün kendi başına mutlak bir görüşlülüğü vardır diyelim, ama gözün asıl özelliği nedir? Gören
göz, gözdür değil mi? Kulağın zarı patladı mı duymaz değil mi? Meselâ adamda
ağız var, dil var, diş var, dudak var, yutak var, nefes var, ciğer var, ama adam
yine de konu-şamıyorsa onun ağzı ha var ha yok diyecektik ya. İşte böyle
görmedikleri halde bakar görünenler var onların içinde.
Ee! Şimdi ey peygamberim sen bu
bakar körleri hidâyet edebilir misin? Var mı senin böyle bir gücün, yetkin?
Böyle hidâyetten kaçan, hidâyete talip olmayan kimselere senin asla böyle bir
hidâyet yetkin yoktur. Yetkisinin olmadığı biliyordu aslında Rasulullah
efendimiz ama bu insanların hidâyetini kendisine dert edindiği için, bunların
göz göre göre cehenneme gidişleri karşısında kendisini yiyip bitirecek bir
noktaya geldiği için Rabbimiz tekrar tekrar ona, bunu hatırlatıyordu.
Dolayısıyla yeryüzünde bu tür insanların da olabileceğini gündeme getirerek
peygamberini teselli ediyordu Rabbimiz.
Bizlere de uyarıda bulunuyor Rabbimiz.
Bu körlere siz mi göstereceksiniz? Bu sağırlara sizler mi duyuracaksınız?
Bunlara siz mi hidayet edeceksiniz? Dikkat ederseniz âyetin ilk bölümünde
Rabbi-miz önce sana bakarlar buyurulduktan sonra da onlar aslında görmü-yorlar,
kördürler buyuruyor. Bununla bize şunu anlatıyor Rabbimiz: İnsanların böyle
sadece beşerî planda bir gözlerinin olması, kulaklarının olması, kalplerinin olması hiç bir anlam ifade
etmiyor. Eğer o göz, o kulak, o kalp Allah’ın âyetlerini görüp, duyup, anlayıp
Allah’a kulluğa tahsis edilmemişse hiç bir değer ifade etmeyecektir. Varlığıyla
yokluğu müsavi olacaktır. İsterse bugünün tıbbının, biyolojisinin verilerine
göre en güzel azalar olsalar da bunlar, ama kendi ruhlarının, kendi
insanlıklarının, kendi nefislerinin ebedî kurtuluşlarına sebep olacak işlevi
gösteremiyorlar, tavır alamıyorlarsa hiç bir değerleri
olmayacaktır.
Ama burada bir yanlış anlaşılmaya imkân
vermemek için bun-dan sonraki âyetinde Rabbimiz hemen bir açıklamada bulunuyor:
Bunlara, bu körlüğü, bu sağırlığı, bu akıl etmezliği, bu anlamazlığı, bu
vurdumduymazlığı Allah yazdığı için, Allah takdir buyurduğu için böyle
değillerdir. Bakın Rabbimiz buyurur ki:
44. “Allah insanlara hiç zulmetmez,
fakat insanlar kendilerine zulmederler.”
Bunu insanlar kendileri
benimsemişlerdir. İnsanlar kendi hür iradeleriyle, kendileri adına kendileri
bunu seçmişlerdir. Bu seçim kendilerine aittir. Çünkü Allah kullarına asla
zulmetmez. Lâkin insan-lar kendi kendilerine zulmetmektedirler. Allah asla zâlim
değildir. Zâlim olanlar insanlardır. Zulmeden de kendileri, zulmettikleri de
kendileridir. Bu insanlar kendilerinin hem zâlimi hem de mazlumudurlar. Çünkü
Allah asla zulmen insanlara ceza vermez, haksız yere insanları cehenneme
göndermez. Allah insanlara onların hidâyeti anlayıp kabullenebilecek kapasiteler
vermedikçe onları hidâyetiyle sorumlu tutarak onlara zulmetmez. Hidâyet
yollarını kapatarak onlara zulmet-mez.
Hattâ bunun da ötesinde elçiler
ve kitaplar göndererek onlara kendisini ve istediği kulluğu açık, açık
anlatmadan, onları elçileri ve kitaplarıyla uyarmadan onların yaptıkları
yanlışlarından ötürü cehennemine göndermez. Her bir dönem uyarıcılar göndererek
insanları azapla, cehennemle, cennetle uyardıktan sonra yine de uyarılmak
istemeyen ve kendileri için ateşi tercih edenler için sizler cehennemi
boylayacaksınız tehdidinde bulunmaktadır Rabbimiz.
Ve sonunda bu akılsızlar hâlâ bu
tehdidin gereği davranış-larda bulunmuşlarsa, duymamaya, görmemeye, akıl
etmemeye ıs-rarlı bir tavır takınmışlarsa; elbette bu insanlar cehennemi
boylayacaklardır. Bu konuda hiç kimsenin her hangi bir itiraz hakkı da
kalmamaktadır.
45. “Onları toplayacağı kıyâmet günü,
sanki gündüz, birbirleriyle sadece tanışacak bir saat kadar kalmış gibidirler.
Allah'ın karşısına çıkmayı yalan sayanlar kaybetmişlerdir. Zaten doğru yolda
değillerdir.”
Onları topladığı bir gün sanki
onlar başka değil sadece gündüzün bir saati kadar kalmış gibidirler. Allah
onları hesap kitap için huzurunda topladığında sanki onlar dünyada birbirleriyle
tanışacak kadar, yâni bir günün bir tek saati kadar kalmış gibi olacaklar. Evet
dünyada yıllarca yaşadıklarını zanneden, kabirde yüzyıllarca kaldıklarını
zanneden bu insanlar bir de bakacaklar ki eyvah! Her şey bitmiş, her şey hayal
olmuş, her şey bir rüya gibi geride kalmış ve sanki dünyada yaşadıkları bir
günün bir tek saati kadar dünyada yaşamışlar veya bu kadar kabirde kalmışlar ve
işte bu kısacık bir zamanın sonunda şimdi kendilerini Rab’lerinin huzurunda
bulmuşlardır.
Kendi aralarında sanki birbirleriyle
tanışıp, bilişme dönemi kadar bir zaman dünyada kalmış gibidirler. Böylece bu
insanlar dünyada yaşadıkları fânî hayatın oradaki ebedî hayatla farklı olduğunu
anlayacaklar. Dünyada yaşadıkları bu fânî hayatın âhiretteki ebedî hayatın
yanında çok kısa olduğunu ve gerçek hayatın âhiretteki hayat olduğunu
bilecekler. Âhiretteki bu ebedî hayatı kaybetme pahasına dünyanın geçici
hayatına değer vermelerinin ne büyük bir hata olduğunu, bâkîyi terk ederek
fânîye sarılmalarının, değersizi değerliye tercih edişlerinin ne büyük bir
yanılgı olduğunu anlayacaklar.
İşte dünya hayat budur. İşte denî
hayat, alçak hayat budur. Onun için bu dünyaya bağlanmaya değmez. Aman benim
olsun demeye değmez. Dünyayı kıble edinip onun peşinde bir ömür tüketmeye
değmez. Âhiretin ebedî hayatı yanında bir saat bile olmayan dünyaya tapınmaya,
dünyayı tatminkâr bulmaya, onunla övünüp, oyalanıp âhireti ikinci plana atmaya
değmez. Bu dünya hayatın bir saatlik mutluluğuna karşılık âhiretteki ebedî,
ölümsüz bir hayatı unutmak akıl karı değildir.
Öyleyse ey şu anda dünyayı kıble
edinmiş, dünyayı hedef bilmiş, dünya boyunlarına bir ğıl gibi geçirilmiş, dünya
sevgisi kalplerine içirilmiş, dünyalıklar konusunda çoğalma sevdası gecelerine
gündüzlerine musâllat olmuş, ölümsüz zannettikleri dünyaya tapınır hale gelmiş
insanlar! Unutmayın ki dünya ölümlüdür. Hem de çok kısa bir zamanda, göz açıp
yumacak kadar kısa bir zamanda ölümlüdür. Hiç bitmeyecek zannettiğiniz dünyanın
size asla yar olmayacağını unutmayın! Bu hayatınızın, bu gençliğinizin, bu
imkânlarınızın, bu gününüzün, bu güneşinizin, bu gecenizin, gündüzünüzün çok
kısa bir süre sonra biteceğini unutmadan yaşamaya bakın. Çok kısa bir süre sonra
kaybedeceğin bu dünyaya bağlanmanın anlamı yoktur. Dünyayı cennete çevirmenin,
cenneti dünyada aramaya kalkışmanın, cenneti dünyada arama cinnetine kapılarak
âhireti satmanın anlamı yoktur.
Hani bir yolcu yoluna devam edip
giderken dinlenmek üzere uğradığı bir ağacın altını ne kadar imar ederse, ne
kadar restore ederse bizler de dünyayı o
kadar imar edelim. Fazlası lüzumsuzluktur. Zira bizler de şu anda öz vatanımıza
doğru giderken dinlenmek, amel işleyerek âhiretimizi kazanmak üzere uğradığımız
dünyayla ancak bu kadar ilgilenmek zorundayız. Düşünün ki arabanızla bir yere
gidiyorsunuz. Arabanız arıza yaptı veya tuvalet ihtiyacınız oldu da bir kenara
durdunuz. Orada bir kaç dakika dinlenmek için bir ağaç gölgesi, bir mekân
seçtiniz kendinize. Ne yaparsınız orada? Han hamam filan yapmazsınız değil mi
orada? Belki en fazla oturacağınız yerin dikenlerini, taşlarını biraz toplayıp
şöyle kendinize oturacak bir yer açarsınız hepsi o kadar. Çünkü toru topu beş on
dakika dinlenip devam edeceksiniz yolunuza.
Peki dünyada bundan fazla mı
kalacaksınız acaba ki öyle beş katlı, geniş salonlu, çift camlı, kalebodurlu,
fayanslı, geniş bahçeli evler ne olacak? Niye uğraşıyoruz bunlarla? Niye bu
evlerimiz barklarımız, atımız arabamız, dükkanımız tezgahımız, işimiz, aşımız,
eşimiz, dostumuz, karımız, kızımız, konservemiz, akvaryumdaki balığımız,
kafesteki bülbülümüz bizi dünyaya bağlayıp âhireti unutturacak noktaya geliyor?
Niye bu dünya ve dünyalıklar bizi dünyada yerleşik ve yapışkan hale getiriyor?
Nemize gerek bizim bahçedeki ağaç? Nemize gerek akvaryum? Ne ilgilendirir bizi
saksılar, çiçekler? Nemize gerek eğlenceler? Ne olacak bizi şu üç günlük dünyada
gariplikten çıkarıp yerleşik hayatın insanı yapmaya çağıran bu villalar bu
köşkler? Nemize gerek bu dünyada ebedî kalma planlarımız? Nemize gerek bu
dünyaya kazık çakma sevdalarımız? Ne oluyor? Niye yarın gidici bir garip değiliz
de hep buralıyız? Sahi biz dünya için miyiz? Sizler, bizler acaba dünya için mi
yaratıldık? Acaba buraya bu dünyaya mı aidiz? İşte anlatıyor ki Rabbimiz öyle
değil.
Evet Allah’la mülaki olmayı ummayanlar,
Allah’la bir gün karşı karşıya gelmeyi düşünmeden yaşayanlar, bir gün Allah’ın
hesabıyla karşılaşacakları şuurunda olmayanlar kaybetmiştir. Allah’la buluşmayı
yalanlayanlar, yalan sayanlar, buna inandıklarını dilleriyle kabul etseler de bu
imanın amelini gündeme getirmeyenler, hayatlarını bu imana bina etmeyenler,
gereği gibi yaşamayanlar kaybettiler. Zaten onlar hiç bir zaman hidâyette
değillerdi. Evet ölüm ötesi hayatı yalanlayanlar, yalan sayanlar, yok farz
edenler, ölüm ötesi hayatı hesaplarına katmadan yaşayanlar, ölüm ötesi hesabına
kitabına elde bir gözüyle bakmayanlar, dünyayı ölümsüz ve âhireti de uzak farz
edenler kaybetmişlerdir.
46.
“Onlara, söz verdiğimiz azabın bir kısmını ya dünyada sana gösteririz,
veya senin ruhunu alırız, nasıl olsa onların dönüşü de Bizedir; (âhirette
görürsün). Allah onların yaptıklarına şahittir.”
Ey peygamberim! Biz onlara
vaadettiğimiz azabın bir kısmını dünyada sana gösteririz, yahut da biz seni
onların arasından çekip alırız. Onların dönüşleri nasıl olsa bize olur. İşte
hayat budur. İşte Rabbinin vadi budur. Allah yeryüzünde kendisini kendisinin
tanıttığı gibi tanımaya, kendisinin istediği gibi kendisine kulluğa
yanaşmayanlara mutlaka azap vaadetmiştir. Allah’ın bu konudaki azabı kesindir.
Ama bu hemen olmayabilir. Dünyada acilen olmayabilir. Bunu sen hayatında
görebilirsin de görmeyebilirsin de.
Öyleyse ey peygamberim! Sen
sabret! Her şeye rağmen, tüm bu karşı gelmelere, tüm bu alay edişlere, tüm bu
müstekbirce davranışlara sabret! Aldırış etmeden yoluna devam et! Bıkma! Usanma!
Şunu kesinlikle bilesin ki Allah’ın vaadi haktır. Allah seni ve dâvânı mutlaka
galip getirecektir. Allah senin düşmanlarını mutlaka mağlup edecektir, bundan en
küçük bir endişen olmasın. Sen görevini yap, gerisini düşünme. Şunu kesinlikle
unutma ki netice sana ait değildir. Bu dâvâ senin dâvân değil Allah’ın dâvâsıdır
ve de bu dâvâ seninle bağımlı değildir. Dünyada, hayatında bu dâvânın galibiyeti
veya düş-manlarının kahredilişi düşüncesiyle sen kendini meşgul etme. Senin
görevin sadece çalışmak ve Rabbinin istediği biçimde
yürümektir.
Ama bilesin ki düşmanlarına
vaadettiğimiz azabın bir kısmını sana hayattayken göstereceğiz. Ya da senin
hayatına son vereceğiz. Seni kendimize alacağız. Dâvânın ulaştığı yüceliklerin
bir kısmını veya düşmanlarına yaptıklarımızın bir kısmını göremeyebilirsin. Öyle
de olmuş nitekim. Rabbimiz Bedir günü düşmanlarından en büyüklerinin geberişini
ona göstererek peygamberinin gözünü aydın etmiş, sonra hayatındayken Mekke’nin
fethini ve Arap yarımadasının hemen hemen tamamının fethini göstererek
peygamberini sevindirmiştir. Ama bir kısmını göremesen bile ne gam? Onlar
sonunda Benim huzuruma gelecekler ve onlara ne yapacağımı sana o zaman
göstereceğim buyuruyor Rabbimiz.
Veya senin hayatta kalıp kalmaman onlar
için hiç bir şey değiştirmeyecektir. Seni yok etmeyi becerseler de beceremeseler
de onlar için bir şey değişmeyecektir. Eğer sen yaşarsan onların sana ve senin
mesajına karşı gelmelerinin karşılığı olarak hak ettikleri azabın bizzat hayatta
iken onların başlarına geldiğini ve Bizim onlardan nasıl intikam aldığımızı
göreceksin. Yok eğer sen bizzat dünya gözüyle bunu görmeden vefat ettirilirsen;
bilesin ki bu onların başlarına gelecek olanı asla engellemeyecektir.
Yâni eğer onlardan intikam
almadan önce seni vefat ettirirsek bilesin ve üzülmeyesin ki sen görmesen de Biz
onlardan intikamımızı alacağız. Öyleyse sen bunu kafana takma! Sen bu konuda hiç
endişe etme! Sen yoluna devam et, Bizim buna gücümüz yeter! Sen hiç üzülme! öyle
de böyle de olsa onlar kesinlikle Allah’ın azabından
kurtulamayacaklardır.
47. “Her ümmetin bir peygamberi vardır.
Onlara peygamberleri geldiğinde aralarında adâletle hüküm verilmiş olur. Onların
hakları yenmez.”
Her bir ümmete, her bir topluma
bir elçi gönderdik. Her bir toplum için bir Resul vardır. Bu Allah’ın yeryüzünde
genel yasasıdır. Yeryüzünde tüm toplumlar için Allah tarafından bu rahmet kapısı
açıl-mıştır. tâbi her bir topluma ayrı ayrı peygamber gönderilmemiş olsa bile
peygamberin mesajının bozulmadan kendilerine ulaşan toplumlara da o peygamber
gönderilmiş demektir.
Ya da eğer bir toplum içinde bir
peygamber yoksa bile o peygamberin mesajından haberdar olan insanlar mevcutsa o
topluma o peygamber gönderilmiş demektir. Şu anda tüm dünya insanlığına
Rasulullah efendimizin gönderilmiş olduğu gibi. Tarih boyunca tüm dünya
insanlığını Rabbimiz vahiy nîmetiyle, peygamberlik nîmetiyle nîmetlendirmiştir.
Hiç bir zaman yeryüzünü vahiysiz bırakmamıştır. Dolayısıyla yeryüzünde hiç
kimsenin benim dinden, benim vahiyden, benim kitaptan, benim peygamberden
haberim yoktu. Benim âhiret-ten haberim yoktu demeye hakkı da, yetkisi de
yoktur. Her bir topluma Allah’ın elçileri geliyor ve:
Aralarında adâletle hükmediliyor.
Toplum Allah’ın istediği adâletten, her şeyi yerli yerine koymaktan, her şeyi
yerli yerinde kullan-maktan, yâni kulluktan haberdar ediliyor. Allah’ın
gönderdiği elçisi o toplumlara Allah’ı, hakkı, adâleti, imanı, tevhidi, kulluğu,
cini, meleği, hayatı, ölümü, âhireti, hesabı, kitabı net ve açık bir şekilde
açıklayıp, uygulayıp, gösterip örnekliyor. Sonra onlardan bu örneklenene uygun
bir şekilde yaşayanlara, ya da aksini yapanlara Allah yaptıklarının sonucunu
âdil bir şekilde verir de onlar asla en küçük bir zulme maruz kalmazlar. Ama
buna rağmen kimileri de dediler ki:
48. “Bu iddiada samimi iseniz, bu
azabın gerçekleşmesi ne zamandır? Söyle" derler”
Eğer doğrularsanız, eğer
sadıklarsanız, eğer bu iddialarınızı eyleme geçirip ispat edebilecek
kimselerseniz ne zaman bu vaad? Ne zaman bu tehdit? Ne zaman kıyâmet? Ne zaman
tekrar diriliş? Ne zaman mahşer? Ne zaman hesap-kitap? Ne zaman
cennet-ce-hennem? diyerek Allah’ın az evvel anlattığı vadini yargılamaya,
sorgulamaya ve aynı zamanda bu konuda Allah’ın sözcüsü konumundaki elçisini
alaya almaya, peygambere tepeden bakmaya çalışıyorlardı. Söylesene ey peygamber,
şu senin bizi kendisiyle uyardığın Allah’ın vadi ne zaman? Bizi onunla
uyarmandan sonra tam bir yıl geçti ama hâlâ o sözünü ettiğin vaatten ses yok.
İki yıl geçti, beş yıl geçti, on yıl geçti hâlâ bir eser yok. Haydi yirmi yıl
sonra diyelim. Haydi Nuh (a.s)’a göre 200 yıl, 500 yıl, 1000 yıl sonra bu
gerçekleşecek diyelim. Hani onun toplumunu uyarmasından bu yana nice binler yıl
geçtiği halde ne kıyâmetin koptuğu var ne de bunu reddeden şu müşrik ve kâfir
dünyanın bu retlerinden dolayı, bu kafa tutmalarından ötürü ne helâk olmaları
söz konusu, ne de bu vadin sahibi tarafından bir dünya cezasıyla
cezalandırılmaları söz konusu.
Durum böyle olunca da Rasulullah
efendimiz dönemindeki kâfir ve müşrik dünya şımardıkça şımarıyor ve Allah’ın
Resûlüne di-yorlar ki; haydi ey peygamber göster ne göstereceksen bakalım. Getir
bize ne getireceksen de görelim. Şu sözünü ettiğin kıyâmet, diriliş, hesap-kitap
ne zamansa söyle de bilelim diyorlardı. Günümüz kâfirleri de aynı şeyleri
söylüyorlar. Sen onlara şöyle söyle peygamberim:
49. “De ki: “Allah'ın dilemesi dışında
ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre
vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve öne de
alınmazlar”
De ki sizler yanlış kapı çaldınız.
Sizler cahillik edip Allah’a sormanız gereken, Allah’tan istemeniz gereken bir
şeyi benden istemeye kalkıştınız. Hayrola, sizler beni Allah’la
karıştırıyorsunuz galiba. Halbuki sizin gibi bir insan olan ben, tıpkı sizler
gibi Rabbimin bir kulu olan ben kendim için, kendi nefsim için dahi bir fayda ve
zarara mâlik değilim. Yâni kendime her hangi bir fayda sağlamaya, ya da kendimi
bir zarardan korumaya veya kendime bir zarar vermeye muktedir değilim, ancak
Allah’ın dilemesi müstesna. Ancak Rabbimin dilediği kadarına benim gücüm yeter.
Onun ötesinde benim hiç bir gücüm kudretim, hiç bir tasarruf yetkim yoktur. Ben
tıpkı sizler gibi Rabbimin kaderine, Rabbimin fayda ve zararına mahkumum. Rabbim
fayda ya da zarar adına benim hakkımda ne dilerse, ne takdir buyurursa ben onun
mahkumuyum. Çünkü hayat ve ölüm Onun elinde, fayda ve zarar Onun
elindedir.
Her ümmetin, her toplumun Allah tarafından
takdir edilmiş bir eceli vardır. Her toplum için yeryüzünde tanınmış bir süre
vardır. Dünyada Rabbim tarafından tayin buyurulan süreleri sona erince hiç bir
toplum bir saat bile geciktirilmediği gibi, öne de alınmazlar. Öy-leyse ey
peygamberle alay etmeye çalışanlar elbette sizin de eceliniz geldiği zaman,
sizin için de Rabbinizin takdir buyurduğu zaman dolduğu zaman sizleri de helâk
edecek olan Allah’tır. Dünyanın da eceli geldiği zaman, kâinatın da eceli
geldiği zaman onların kıyâmetlerini koparacak olan yine Allah’tır. Eceli gelen
dünya, eceli gelen toplum, eceli gelen aile, eceli gelen fert, eceli gelen güç
kuvvet hepsi ne bir saat tehir edilir, ne de bir saat ileri alınır.
Bu yasayı koyan Allah’tır. Bu
yasayı belirleyen Allah’tır. Ve bu konuda hiç kimsenin ne herhangi bir
müdahalesi ne de en ufak bir yetkisi yoktur. Yeryüzünde toplumların var oluş ve
yok oluşları da, devletlerin, milletlerin kuruluş ve yıkılışları da, yükseliş ve
çöküşleri de ailelerin fertlerin çıkışları, doğumları, yükselişleri ve ölümleri
yasası da Allah’ın elindedir. Hayat Onun elinde, ölüm Onun elindedir, takdir Ona
bağlıdır. Hiç bir fert, hiç bir aile, hiç bir toplum, hiç bir devlet, hiç bir
kurum, hiç bir müessese, hiç bir canlı kendi varlığını koruma ve sürdürme
yetkisine sahip değildir.
50.
“De ki: "Allah'ın azabı size gece veya gündüz gelirse, ne yaparsınız?
Suçlular niye bunda acele ediyorlar? "
Söyleyin bakalım, ne diyorsunuz?
Fikriniz ne bu konuda? Allah’ın azabı gece veya gündüz, gece haberiniz yokken ya
da güpegündüz, gözlerinizin önünde size geldiğinde mücrimler ne yapabilecekler?
Neye güçleri yetebilecek bunların? Hâlâ mücrimler bundan neyi acele istiyorlar?
Kendilerine böyle Allah’tan bir azap gelse ne yapabilecekler bu günâhkârlar da
buna acele edip duruyorlar. Nelerine güveniyorlar da bu azabın gelmesini acele
isteyip duruyorlar bu adamlar? Hani kendilerinden öncekiler kendilerine gelen
Allah’ın azabından kendilerini kurtarabilmişler mi? Gece veya gündüz Allah’tan
kendilerine gelenlerden kendisini kurtarabilmiş bir tek insan var mı? Değilse
neyine güveniyor bu adamlar?
51. “Vuku bulduktan sonra mı O'na
inanacaksınız? Yoksa hemen şimdi mi? Elbette, siz onu acele istiyor-dunuz”
denir.”
Evet evet yoksa bu iş vuku
bulduktan sonra mı iman edeceksiniz sizler? Acele Allah’ın azabının gelmesini mi
bekliyorsunuz? Allah’ın azabı başınıza geldiği zaman mı akıllarınızı başlarınıza
alacaksınız? Azabı görünce mi imana yöneleceksiniz? Eğer öyleyse geçmiş olsun.
Eğer azapla burun buruna kalınca gerçeği anlayıp imana yönelecekseniz, anlamaz
olun. Çünkü ne kıymeti var böyle bir imanın? Halbuki daha önce azabın gelmesini
bekliyordunuz.
Anlıyoruz ki bu insanlar
kendilerince azabın gelmesini isteyip beklerlerken öyle bilerek de
beklemiyorlar. Nasıl olsa böyle bir azap gelmez, gelmeyecek diyerek bir
bekleyişleri var. Yıllardır küfür içinde, şirk içinde bir hayat yaşayarak,
Allah’a ve elçilerine kafa tuttukları halde kendilerine dokunulmadığına göre,
helâk olmadıklarına göre, istedikleri suçları işlemeye devam ettikleri ve
kendilerine azap gelmediğine göre; bundan sonra da kesinlikle azabın gelmesi
mümkün değildir diyerek böyle bir emniyet duygusuna kapılıyorlar ama böyle hiç
beklemedikleri, ummadıkları bir anda azapla karşı karşıya gelince de şaşırıp
kalıyorlar.
52. “Haksızlık edenlere de: “Sonsuz
azabı tadın, ancak yaptığınıza karşılık ceza çekiyorsunuz”
denir.”
Sonra o zâlimlere denilir ki
haydi ebedîlik azabını tadın bakalım. Güya Allah’tan, Allah’ın hayat
programından, Allah’ın âyetlerinden habersiz zevk içinde bir hayat yaşıyordunuz.
Yaşadığınız bu ha-yatın sonunda başınıza hiç bir şeyin gelmeyeceğine inanıyor,
kendinizi güvende hissediyordunuz. Uyaranların uyarılarına aldırış
etmi-yordunuz. Gelsin bakalım, gelsin de ne gelecekse görelim diyordu-nuz. Hattâ
hani nerede kaldı o gelecek olan? Niye geç kaldı? diye Al-lah’ın elçilerini
alaya alıyordunuz. Azabın acele gelmesini istiyordu-nuz. Allah’ın elçilerinin
ısrarla sizin o beklediğiniz şey benim elimde değildir, ben bir beşer olarak ne
size ne de kendime bir fayda ve za-rar sağlama gücüne sahip değilim. Rabbime ve
Rabbimden getirdiğim bu mesaja iman etmeyenleri ben azaba uğratacağım demedim.
Ben sadece size yaşadığınız bu hayatın karşılığında mutlaka Allah’ın azabının
geleceğini söyledim.
Rabbinizden azap bekliyorsanız,
azabı celp edecek bir hayata yöneliyorsanız bunu size ben değil Allah
gönderecek. Unutmayın ki her toplumun bir eceli, bir son bulma zamanı vardır,
Rabbimin takdir buyurduğu o eceliniz geldiği zaman onu ne ben, ne de bir başkası
bir saat geri çevirmeye güç yetiremez diyerek benzer durumda olan geçmiş
toplumların bir gece istirahat halindeler iken, veya bir sabah işlerinin,
dükkanlarının başında işlerinin yoğun olduğu bir ortamda ansızın başlarına
gelenleri de gözlerinin önüne serdim.
Tıpkı Firavun örneğinde olduğu
gibi Allah’ın azabı, Allah’ın yakalaması başlarına gelinceye kadar imana
yönelmediler. Böyle bir imanın kendilerine asla fayda vermeyeceği ısrarla
gündeme getirilmesine rağmen yine de iman etmediler. Küfürlerini, şirklerini,
Allah ve Resûlüne karşı isyanlarını devam ettirdiler. Eğer şu anda da şu bizim
toplum tıpkı onlar gibi Kitaba ve sünnete karşı vurdumduymaz tavırlarını
sürdürmeye devam edecek olursa; bir gün mutlaka bunlar da ecellerinin geldiğini,
hayatlarının, her şeylerinin bittiğini görüp anlayacaklar.
Ya ölümleriyle ya da ölümlerinden
önce Allah’ın bir azabıyla, bir gazabıyla, yahut da kıyâmetle Allah’ın huzurunda
bulacaklar kendilerini ve Allah buyuracak ki buyurun hak ettiğiniz azabı tadın
ey zâlimler. Sizler şu anda yaptıklarınızın cezasını buluyorsunuz. Buyurun, ben
size dünyada imkân verdim, fırsat tanıdım, bu kadar ömür verdim, bu kadar nîmet
verdim ama sizler size verilen bu nîmetleri değerlendiremediniz. Tercihlerinizi
cehennemden yana kullandınız. Şim-di kazancınız sizindir. Yatırımınız işte
karşınızda, buyurun hak ettiğiniz ebedî ateşe. Ben size zulmetmiyorum, ben zâlim
değilim, siz kendi kendinizin zâlimlerisiniz.
53. “O gerçek midir?” diye senden
sorarlar. De ki: “Evet, Rabbim hakkı için o gerçektir, siz Allah'ı âciz
bırakamazsınız.”
Sana soruyorlar, senden
soruyorlar, bu olacak mı? Bu gerçek mi? Bu kıyâmet, bu yeniden diriliş, bu hesap
kitap, bu azap, bu ateş, bu cehennem, bu sonuç gerçekten olacak mı? diye senden
soruyorlar. Peygamberim, sen de ki onlara Rabbim hakkı için bunların hepsi
gerçektir. Rabbimin haber verdiği şeylerin tamamı mutlaka gerçekleşecektir ve
siz böyle bir günde asla Allah’ı âciz bırakacak, Allah’ı atlatacak ve Onun
sorgulamasından kurtulacak da değilsiniz.
Allah diyor ki insanlar bu
değerlendirmenin hak olup olmadığını sorarlar. Rasulullah efendimiz de buyurur
ki bunlar hak olan Allah’tan gelme hak haberlerdir. Biz biliyor ve inanıyoruz ki
Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi hak, ölüm hak, diriliş hak, sırat hak,
hesap hak, cennet hak, cehennem haktır. Lâkin müslümanlar bu hakları mezarın
başında hatırlarlar. Bunların hak olduğunu ölmüş kişiye hatırlatırlar ama
hayattakilere pek hatırlatmayı düşünmezler. Aman bu validir, aman bu emniyet
amiridir, aman bu askerdir, polistir, aman bu müdürdür, amirdir bir zararı
dokunur diye korktukları için bu hakları huzurlarında gündeme getirmekten ve bu
haklara riâyet ederek bir hayat yaşamasını onlara duyurmaktan korkan, onları
zulüm içinde bir hayata terk eden hoca efendiler bir gün o kimselerin cenaze
törenlerine çağrılırlar ve orada bunları o kişilere duyurmaya
çalışırlar.
Artık ne o ölmüş kişinin onlara selâm vermesi
ne de o talkında bulunan kişinin ona bir şeyler anlatması mümkün değildir.
Dünyadayken diyecektin bunu ona da; adam dünyadayken bunların hak olduğunu
bilerek yaşayacaktı. Dünyadayken Rabbin Allah olduğunu bilerek yaşayacaktı bu
adam. Dünyadayken kıblenin Waşinkton olmadığını Avrupa olmadığını Allah’ın
Kâbesi olduğunu söyleyecektin ki adam
ona göre bir hayat yaşayacaktı. Geçmiş olsun, adam yapacağını yapmış, hayatını,
amellerini tamamlamış, defteri kapanmış sen şimdi anlatıyorsun ona bunu.
Halbuki hoca efendiler şerrinden
korktukları, zulmünden ürktükleri bu adamların dünyadayken evlerine gidecekler,
dairelerine, makamlarına gidecekler ve uyaracaklardı.
Ey zavallı! Ey kendisinin bir şey
olduğunu zanneden zavallı insan! Yarın öldüğün zaman beni çağırıp talkın vermemi
isteyeceksin.
Ama ben sana şu gerçeği bugünden
telkin edeyim ki yarın benim sana kabrinin başında vereceğim telkinimin hiç bir
faydası olmayacak. Sen şu anda müslümanca bir hayatın sahibi olmazsan,
müslümanca amellerin sahibi olmazsan dünyanın tüm hocalarını çağırsalar bile hiç
bir değer ifade etmeyecek. Gel kendini aldatma da Allah’ın istediği şekilde
müslüman ol. Dinle bak sana şimdi söylüyo-rum ki Allah haktır, Allah Rabb’tır,
Allah tek İlâhtır, sadece Onu Rab bilip, sadece Onu İlâh bilip boynundaki kulluk
ipinin ucunu sadece Onun eline vermeli ve sadece Onu razı etmeli, sadece Onun
çektiği yere gitmelisin. Sadece Kulluğunu Ona yapmalısın.
Onun elçisi Hz. Muhammed (a.s) da
hak elçidir, hak örnektir. Sadece Onu örnek alacak, sadece Ona uyacak, Onu örnek
bilecek ve Onun gibi bir hayat yaşayacaksın. Allah’ın sana, bana ve tüm
insanlığa gönderdiği bu Kur’an haktır. Hayatını bu kitabına göre düzenleyecek,
amellerini bu kitaba dayandırarak yaşayacaksın. Bu kitabın onaylamadığı ameller
boştur. Bu kitaptan başka hayatta uygulanacak kitap yoktur. Sırat haktır, ölüm
haktır, kabir haktır, cennet haktır, cehennem haktır, hesap kitap haktır. Bütün
dünya bir gün ölecek ve sen de öleceksin. Bütün insanlar yaşadıkları hayattan
hesaba çekilecek, sen de çekileceksin. Gel fırsat eldeyken aklını başına al da
yarın kötü bir duruma düşme diye uyarmalıyız insanları.
Evet orada, kabrin başında bunlar hak
ama hayatta hak olan başka şeylerin varlığına da inanır insanlar. Dolar hak,
mark hak, ev hak, araba hak arsa hak, senet hak, çek hak, kazanmak hak, hak,
hak, hak.
54. “Haksızlık etmiş olan her kişi,
yeryüzünde olan her şeye sahip olsa, onu azabın fidyesi olarak verirdi. Azabı
görünce pişmanlık gösterdiler. Haksızlığa uğratılmadan aralarında adâletle
hükmolunmuştur.”
Evet ısrarla kâfirler ve
müşrikler Rasulullah efendimize ölüm ötesi hayatın, dirilişin, azabın gerçekten
olup olmadığını soruyorlardı. Rasulullah efendimiz de ısrarla ve yeminle bu işin
hak olduğunu, ger-çek olduğunu haber veriyordu. Bakın işte bu âyette de
yaşadıkları küfrün ve şirkin kıyâmette kendilerine nelere mal olacağı, neleri
kaybedecekleri gündeme getiriliyor. Zâlim olan, kendisini olmaması gereken yerde
tutan, bulunmaması gereken konumda bulunduran, yâni kendisini Allah’a kulluk
ortamından çıkararak zulmeden bir kimse tüm dünya onun olsa, sahip olduğu tüm
dünyayı kendisini Allah’ın azabından kurtarabilmek için fidye olarak verirdi
buyuruyor Rabbimiz.
Evet tüm dünyayı vermek ister.
Çünkü Allah’ın dayanılmaz azabını gördükleri zaman onları büyük bir pişmanlık
kaplayacaktır. Ama bu azap kendilerine zulmedilerek takdir edilen bir azap değil
yaptıklarına karşılık aralarında adâletle hükmedilerek verilmiş bir azaptır.
Onlara asla zulmedilmemiştir. Çünkü bu azap yasası Hz. Âdem’den bu yana net ve
açık bir biçimde tüm insanlığa ilân edilip herkes bundan haberdar edilmiştir.
Bunu tercih edenler bilerek tercih etmişlerdir.
Evet yarın bu insanlar her şeylerini
fedâya hazır olacaklar. Hattâ Kur’an’ın başka yerlerinde tüm dünya kendilerinin
olsa, hattâ bir misli daha olsa onu da verecekleri anlatılır. Halbuki hainler
dünyada bu dünya için sapmışlardı, dünyalıklar için sapmışlardı. Dünya hayatımız
iyi olsun da, dünya bizim olsun da gerisi ne olursa olsun diyerek sapmışlardı.
Şimdi Allah’ın azabını görünce adına saptıkları tüm dünyayı fedâ etmeye hazır
oluyorlar. Ama işte bu sûreden de anlıyoruz ki ne dünyanın tamamına sahip
olmaları, ne iki dünyaya sahip olmaları, ne dünya kadar altına, marka, dolara
sahip olmaları onları asla Allah’ın azabından kurtarmayacaktır.
Öyleyse yarın hiç bir işe
yaramayacak bu dünyayı kucaklama sevdamız da neyin nesidir? Halbuki bütün
dünyanın mülküne sahip olmaya karşılık bir tek âyetin bilincine ulaşıp onunla
Allah’a kulluğa yönelmek bizim için çok daha hayırlı olacaktır unutmayalım. Tüm
dünya mülküne sahip olmaktansa bir tek insanın hidâyetine vesile olmak bizim
için daha hayırlıdır. Cennette kamçı kadar bir yer elde etmek Rasulullah
efendimizin beyanıyla tüm dünyadan ve dünya-lıklardan daha hayırlıdır
unutmayalım.
Öyleyse ey insanlar! Ey müslümanlar!
Gelin yarın fedâ edeceğimiz dünyanın ve dünyalıkların peşine bu kadar
düşmeyelim. Gelin dünyayı kıble edinmeyelim. Gelin aklımızı, fikrimizi,
kafamızı, beynimizi, gecemizi, gündüzümüzü, bugünümüzü, yarınımızı, gözümüzü,
kulağımızı ekonomik dünyamız için kullanmaktan vazgeçelim. Gelin zamanımızı,
imkânlarımızı, fırsatlarımızı yarın uğrunda her şeyimizi fedâ edeceğimiz cenneti
kazanmak ve cehennemden kurtulmak için harcayalım. Ey şu anda dükkanını biraz
daha büyütme kavgası verenler, ey ekonomik gücünü geçen seneye oranla iki
misline çıkarmanın kavgasını verenler, şu anda aklını, fikrini para hesabı
peşinde kullananlar gelin Allah’ın şu uyarılarına kulak verin de yarın bu duruma
düşenlerden olmayın.
55. “İyi bilin ki, gökler de ve yerde
olanlar Allah'ındır. İyi bilin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir, ama çoğu bunu
bilmez.”
Unutmayın ki göklerde ve yerde
olanlar Allah’ındır. Dikkat edin Allah’ın vadi haktır. Lâkin insanların pek çoğu
bundan gafildirler. Hayat konusunda, ölüm konusunda söz sahibi Allah olduğu gibi
gökler ve yer konusunda da söz sahibi Odur. Göklere ve yere egemen olan da Odur.
Mülke konu göklerde ve yerde ne varsa hepsi Onundur. Göklerde ve yerde Onun sözü
ve hükmü geçer. O demişse ki bir gün sizi öldürecek, diriltecek ve hesaba
çekeceğim, tamam doğrudur, çünkü söz Onundur, yetki Onundur.
Çünkü:
56. “Dirilten ve öldüren O'dur. O'na
döneceksiniz.”
Dirilten de Odur öldüren de.
Hayatı veren de Odur onu geri alacak olan da. Zaten dönüşünüz Ona aittir. Ona
dönecek ve hesabı Ona ödeyeceksiniz.
57. “Ey insanlar! Rabbinizden size bir
öğüt ve kalplerde olana bir şifa, inananlara doğruyu gösteren bir rahmet ve
merhamet gelmiştir.”
Öyleyse ey insanlar! Hitap tüm
insan cinsine. Size Rabbiniz-den bir vaaz gelmiştir, bir mev’iza, bir nasihat,
bir uyarı gelmiştir.
Ve sadırlarda olan için şifa
geldi. Sadırlardaki tüm hastalıklar için Allah’tan bir şifa geldi. Bedenî,
kalbî, aklî, ruhî, ailevî, toplumsal ne tür hastalık olursa olsun onların tümüne
şifadır, çaredir bu kitap. Toplum olarak ekonominizin bozukluğundan mı şikâyet
ediyorsunuz? Hukukunuzun felç olduğunu mu söylüyorsunuz? Toplumunuzun ahlâken
sükut ettiğini mi düşünüyorsunuz? Ailevi bir huzursuzluk, bir geçimsizliğinizden
mi dem vuruyorsunuz? Ne tür bir hastalığınız, ne tür bir sıkıntınız olursa olsun
bu Kur’an tüm hastalıklarınıza şifadır. Yönelin Kur’an’a, okuyun kitabı,
uygulayın kitabın âyetlerini mutlak sûrette şifa bulacaksınız. Öyleyse gelin ey
insanlar tüm dertlerimizi, tüm hastalıklarımızı Allah’ın şifa kaynağı olarak
gönderdiği elimizdeki bu kitabımızla tedavi edelim.
Unutmayalım ki insanlar, aileler,
toplumlar, kalpler, sadırlar bu kitapla şifa bulacaktır. Genç, ihtiyar, kadın,
erkek, mü’min, kâfir, Yahudi, Hıristiyan fark etmez kim yolunu şaşırmış, kim bir
problemle karşı karşıya gelmiş ama çözüm yolu bulamamışsa mutlaka bu kitaba
yönelmek zorundadır. Şu anda yeni dünya düzenleri şu veya bu düşüncelerle, şu
veya bu tedbirlerle sizleri bu sıkıntılardan kurtaracaklarını iddia etseler de
işte görüyoruz hastalıkların, problemlerin çözümü şöyle dursun onları
çoğaltmanın ötesinde bir şey yapabildikleri yoktur.
Ve bu kitap mü’minler için hidâyet ve
rahmettir. Bu kitap kendisine inanıp onunla yol bulmak isteyenlere doğru yolu
gösteren bir kitaptır. İnsanlar bu kitaba dayanıp hareket ederlerse hatalarını
en aza indirebileceklerdir. O halde gücünüz yettiği kadar bu kitapla beraber
olun. Gücünüz yettiği kadar bu kitapla konuşun. Hüdendir bu kitap. Hidâyet
kaynağıdır. Hakkı bâtılı, iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayırandır, öğretendir,
gösterendir bu kitap. Rabbimiz mahza rahmetinin eseri olarak göndermiştir bunu
bize.
Hangi insan ki, hangi toplum ki, hangi
aile ki Kur’an’la birlikte problemleri çözmeye çalışır, Kuran’la problemlere
yaklaşmayı prensip edinirse, bir konuda Allah ne diyor? Kur’an ne diyor? diyerek
Allah’ın kitabına müracaat eder ve çözümü Allah’ın kitabında ararsa, Kur’an’la
görmeye, Kur’an’la bakmaya çalışırsa o mutlaka aydınlığa ve hayra ulaşacaktır.
Öyleyse ey müslümanlar!
Ekonomiyle ilgili bir derdiniz mi var? Ekonomik hayatınızı aydınlığa, düzlüğe
çıkarmak mı istiyorsunuz? Hukukunuzu aydınlığa çıkarmak mı istiyorsunuz?
Eğitiminizi düzlüğe çıkarmak mı istiyorsunuz? Aile hayatınızı, toplum
hayatınızı, gecenizi, gündüzünüzü, bugününüzü, yarınınızı, namazınızı,
orucunuzu, zikrinizi, fikrinizi dünyanızı, âhiretinizi aydınlığa çıkarmak mı
istiyorsunuz? O halde tüm problemlerinize bu kitabın yol gösterisiyle bakmak
zorundasınız. Tüm bu problemleri Kur’an âyetleriyle çözümlemek zorundasınız.
Allah size böyle hüden olan,
rahmet olan, şifa olan bir kitap gönderdiği halde kim de körlüğü tercih ederse,
kör olmayı, kör kalmayı tercih ederse o da kör olmaya ve kör kalmaya mahkumdur.
Allah’ın kitabına gözlerini kapayan, kitapla ilgilenmeyen problemlere kitapla
çözüm aramayan toplum kör kalmaya mahkumdur. Karan-lıklar içinde, bunalımlar
içinde, hastalıklar, çözümsüzlükler ve çaresizlikler içinde bocalamaya
mahkumdur. İşte şu anda Kur’an’dan kaçan ve basîretlerin dışında başka yerlerde
çözüm arayan şu bizim toplumun ne
yapacağını şaşırmış bir vaziyette çırpındığını bocaladığını görüyoruz.
Kitaplarına dönünceye kadar da bu perişanlıkları devam
edecektir.
58. “De ki: “Bunlar, Allah'ın bol
nîmeti ve rahme-tiyledir.” Buna sevinsinler. O, onların topladıklarından daha
hayırlıdır.”
Evet işte bunlar Allah’ın biz
kullarına fazlı ve rahmeti iledir. Öyleyse işte bununla sevinsinler. İnsanlar
kendilerine yönelen Rab-lerinin fazlı ve rahmetiyle sevinsinler, övünsünler,
buna sarılsınlar, bununla yol bulsunlar, bununla hastalıklarını tedavi edip,
problem-lerini çözüp hidâyetlerini, başarılarını artırsınlar. Bununla dünyada
hayatlarını düzlüğe çıkarsınlar, âhirette de Rab’lerinin rıza ve rıdva-nına
ulaşmayı bununla bilsinler. Ve hiç bir zaman unutmasınlar
ki:
Bu kitap, bu kitaba sahip olmaları, bu
kitapla hareket etmeleri, bu kitapla yol bulmaları onların topladıklarının
tamamından daha hayırlıdır. Yaptıklarınızın, kurduklarınızın,
geliştirdiklerinizin tamamından hayırlıdır bu kitap. Hayra ulaşmak için
kurduğunuz tüm vakıflarınızdan, problemlerinizi çözüme ulaştırmak için
kurduğunuz tüm müesseselerinizden, paralarınızdan, pullarınızdan, ulaştığınız
tüm ekonomik ve siyasal güçlerinizden, evlerinizden, villalarınızdan,
mallarınızdan, mülklerinizden, devletinizden, milletinizden her şeyinizden daha
hayırlıdır bu Kur’an. Çünkü sizi dünyada tüm çözümsüzlüklerinizden kurtaracak ve
sonunda sizleri ölümsüzlük yurduna, cennete ulaştıracak olan yine bu
kitaptır.
59. “De ki: “Allah'ın size verdiği
rızkın bir kısmını haram, bir kısmını helâl kıldığınızı görmüyor musunuz? De ki:
Size Allah mı izin verdi, yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyordunuz?”
De ki, şu Rabbinizin size
indirdiği rızık konusunda ne düşünüyorsunuz? Gördünüz ya Allah size rızık
indirdi. Ne oluyor? Sizler kendi kendinize Allah’ın size indirdiği bu rızıkların
bir kısmına helâl bir kısmına da haram mı demeye çalışıyorsunuz? Kendi kendinize
haram helâl yasaları mı belirlemeye kalkışıyorsunuz? Ne hakkınız var buna?
Kimden aldınız bu yetkiyi? Yoksa bu rızıklar sizin mi ki şu haramdır, bu
helâldir demeye çalışıyorsunuz? Bu yetkiyi size Allah mı verdi? Yoksa Allah’a
karşı yalan mı uyduruyorsunuz?
Rabbimiz burada kendisinin belirlediği
haram helâl sınırlarının dışına çıkan, ya da hiç bir yetkileri olmadığı halde
kendi kendilerine, kendi hevâ ve heveslerine göre haram helâl sınırları
belirlemeye kalkışan insanları sorgulamaktadır.
Yoksa Allah size bu konuda izin verdi
de öyle mi helâl haram belirliyorsunuz? Yoksa Allah’a yalan iftira mı
ediyorsunuz? Allah size böyle bir yetki mi verdi? Sizin helâl dedikleriniz
helâldir, haram bildikleriniz de haramdır diye? Var mı Allah’tan böyle bir
belgeniz? Hayır hayır Allah bu konuda kimseye yetki vermemiştir. Haram helâl
yasalarını belirleme sadece Allah’a aittir. Allah berisinde şu yiyecekler helâl,
bu içecekler haramdır diyenler Allah’a yalan iftira edenlerdir.
Yeryüzünde Allah’ın bu konuda
verdiği yetkiye dayanan Ra-sulullah efendimiz hariç hiç bir beşerin, hiç bir
makamın, şu haramdır, bu helâldir demeye hakkı yoktur. İster yeme-içme konusunda
olsun, ister giyim-kuşam konusunda olsun, isterse hayatın başka alanlarında
olsun Allah ve Resûlünden bir bilgi, bir belge olmadıkça hiç kimsenin haram
helâl belirleme hakkı yoktur. Tüm hayatta ancak o hayatın sahibin haram
dedikleri haramdır, helâl dedikleri de helâldir. Bir dilim ekmeği, bir damla
suyu, bir tek elmayı, bir tek üzümü bile yaratmaya gücü yetmeyen insanların
bunları haram kılmaya da helâl kılmaya da hakları olamaz.
Lâkin şu anda gerek kâfirlerden gerekse
müslümanlardan Allah’ın haramlarını helâl, helâllerini de haramlaştırmaya
çalışarak, bu konuda Allah’a iftira ederek yeryüzünde hakları olmadığı halde
fesat çıkaranlar, insanların düzenlerini bozmaya çalışanlar dünyanın en büyük
müfterileridirler.
Rabbimiz buyurur ki ey Yahudiler! Ey
Hıristiyanlar! Ey Kitap ehli olanlar! Ve siz ey Kur’an kitabıyla karşı karşıya
gelenler! Haram ve helâl konusunda ne diye Allah’a kafa tutarsınız da kendi
kendinize
haram ve
helâl belirlemesine kalkarsınız? Ne diye kendi kendinize hüküm çıkarırsınız?
Allah bir şeyi haram yada helâl kılarsa ne ala, nerden çıkardınız bu işi? Allah
haram kılmamış da siz daha mı iyi bi-liyorsunuz?
Düşünün
hayatımıza koyduğumuz haramları. Bugün kendi ha-yatımıza kendi ellerimizle
koyduğumuz negatif ve pozitif haramları bir düşünün. Adam diyor ki o elbiseyi
giyme! Neden? Yakışmıyor. Yahu İslâm yakıştırıyorsa sana ne bundan? Ya da ben
bir daha evlenmem! diyor adam. Neden? Toplumun baskısı var da ondan. Ee Allah’ın
baskısı yoksa sana ne? İki evlenenleri Allah kınamıyor ve bu işe haram demiyorsa
sana ne bundan?
Veya diyor
ki ben böyle bir evde oturamam! Ben bunu misa firime ikram edemem! Ben aileme
böyle bir şeyi giydiremem! Neden o? Yâni neden var o yasaklar bizim hayatımızda?
Neden var o haramlar, o hürmetler? Kim koydu bu haramları? Kim haram etmiş bütün
bunları? Kendi kendimize kendi hayatınıza koyduğumuz haramlardır
bunlar.
Ayrıca haramın bir de hürmet anlamını
düşünürsek, yâni doku-nulmazlık yüklediğimiz şeyler varsa. Yâni meselâ düğünde
şöyle olacak, nişanda böyle olacak, giyimde böyle olacak, sosyal ilişkilerde
böyle olacak. Şöyle saygılar, böyle eğilmeler, şöyle törenler, böyle bayramlar
diye kutsadığımız şeyler varsa hayatımızda o zaman bu âyeti bir daha anlamaya
çalışacağız. Allah tüm bunları haram kılmadığına göre size ne oluyor ey kitap
ehli?
Ve size ne
oluyor ey müslümanlar? Eğer sizler de kitabınız ve peygamberinizin sünnetiyle
tanışmadan önce hayatınıza bir kısım yasaklar koymuşsanız tamam olsun. Ama
Kur’an’ı tanıdıktan sonra artık o yasakların ne anlamı kalır? Niye hâlâ o hesap
peşindesiniz? Allah yasak demişse yasaktır, dememişse yasak değildir.
60. “Allah'a karşı yalan uyduranlar
kıyâmet gününü ne zannederler? Doğrusu Allah'ın insanlara olan nîmeti boldur,
fakat çoğu şükretmezler.”
Allah’a karşı, Allah demediği
halde bu haramdır, bu helâldir diyerek, haramı helâli belirleme yetkisini
Allah’tan alarak, Allah’ı hayata karıştırmayarak, Allah’ın hayata egemenliğini
reddederek, hayatın programını kendi hevâ ve hevesleriyle düzenlemeye çalışan bu
insanların kıyâmet günü hakkındaki bu bozuk düşünceleri de ne oluyor? Kıyâmet
gününü ne zannediyor bu insanlar? Nasıl hesap ediyorlar? Hiç düşünmüyorlar mı
kıyâmet gününün sorgulamasını? Ne kadar da pervasızlar böyle? Hiç mi korkuları
yok kıyâmet gününden? Halbuki Allah’ın insanlara, Allah’ın kullarına nîmetleri
ne kadar da boldur. Fakat insanlardan pek çoğu şükretmemektedir. Allah kullarına
sayısız nîmetler vermiş. Bu nîmetler konusunda haram olanları, helâl olanları
bildirmiş.
Örnek bir kul göndererek, örnek
bir peygamber seçerek onun örnek hayatıyla bu nîmetlerin yasasını belirlemiş.
Ama buna rağmen, Allah’ın bunca fazlına, keremine, rahmetine rağmen insanlar
yine de Allah’ın istediği hayatı yaşamaya, ya da hayatı Allah’ın belirlediği
öl-çüler içinde yaşamaya yanaşmıyorlar, Rab’lerine şükretmiyorlar, nîmetleri o
nîmetlerin vericisinin yolunda kullanmıyor, nîmetleri nîmetin sahibinin haram
helâl yasalarıyla değerlendirmiyorlar.
Ama şunu asla unutmayalım ki
yaşadığımız hayatta bizler sa-dece Allah’a karşı sorumluyuz. Sadece Allah’a
hesap vereceğiz. Bizi yaratan, bize yığınlarla nîmetler göndererek şu anda
hayatımızı sürdüren, bizi gören gözeten, bizi kontrol eden sadece Allah’tır.
Başka hiç kimseye karşı bir sorumluluğumuz yoktur. Hiç kimseye minnet borcumuz
yoktur. Ceza ve mükâfat sahibi sadece Allah’tır. Cennet ve cehennemin sahibi
sadece Allah’tır. Zannetmeyelim ki bizi cezalandırıp mükâfatlandıracak, bize
cennet ve cehennem verecek Allah’tan başka güçler, Allah’tan başka otoriteler,
söz sahipleri vardır. Bakın bu hususu Rabbimiz bundan sonraki âyetinde çok hoş
anlatır:
61. “Ey Muhammed! Ne iş yaparsan yap ve
sizler ona dair Kur’an'dan ne okursanız okuyun; ne yaparsanız yapın;
yaptıklarınıza daldığınız anda, mutlaka Biz sizi görürüz. Yerde ve gökte hiç bir
zerre Rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçüğü veya daha büyüğü şüphesiz
apaçık bir Kitaptadır.”
Ey peygamberim! Nerede olursan
ol, hangi durumda, hangi konumda olursan ol, ne yaparsan yap, Kur’an’dan ne
okursan oku, hangi ameli işlersen işle, o konumunda, o yaptığın amellerin içinde
bir an bile Bizden gaip değilsin, Bizden saklanma imkânına sahip değilsin. Biz
her an sizin üzerinizde şahidiz. Her an Bizim kontrolümüz al-tındasınız. Her
zaman ve zeminde Allah huzurundayız. Meselâ yemek yiyorsunuz, veya bir işe
daldınız, bir hastalık veya bir sıkıntı yaşıyorsunuz, veya bir savaş
ortamındasınız, veya etrafınızdaki Allah kullarına âyet hadis anlatma
makamındasınız, veya gördüğünüz bir kötülüğü değiştirme kavgası veriyorsunuz,
veya yöneldiniz Yunus okuyor-sunuz, Bakara, Nisâ okuyorsunuz, yâni bir kulluk
içinde yahut bir isyan içinde bulunuyorsunuz. Nerede, hangi konumda, hangi işin
içinde, hangi durumda bulunursanız bulunun, o işin içinde, o kavganın içinde
kendinizi ne kadar kaybederseniz kaybedin bilesiniz ki Allah sizi görmekte ve
bilmektedir. Bilesiniz ki hep Allah kontrolündesiniz. Yaptığınız her şeye Allah
şahittir. Hiç bir durumunuz Allah’tan gizli değildir.
Göklerde ve yerde zerre miskali, zerre
miktarı hiç bir şey Rab-binden gizli kalmaz. Bundan daha büyüğü, daha küçüğü de
Allah’a uzak değildir. Her şey apaçık bir kitaptadır. O kitap Allah’ın koruması
altındadır. Her şey Allah’ın bilgisi ve kontrolü altındadır. İyiliğimiz,
kö-tülüğümüz, hayrımız, şerrimiz, kaderimiz, geleceğimiz, geçmişimiz, her
şeyimiz Onun murâkabesi altındadır. Gözler Onu ihata edemez. Gözler Onu asla
kuşatamaz. Ama O tüm gözleri görür, tüm gözleri idrak eder, tüm gözleri ihata
eder. Gözlerin hain bakışlarına da güzel bakışlarına da muttalidir Rabbimiz. Hiç
bir bakış, hiç bir düşünüş ve hareket Onun ilminin dışında değildir.
O Allah ki tüm gözlerin, tüm
gönüllerin, tüm bedenlerin, tüm zihinlerin, tüm beyinlerin, tüm akılların
düşüncelerini, taşıdıkları niyetleri ve imanlarını bilmektedir. Rabbimiz
herkesin her varlığın iç dünyasına kadar bilen ve haberdar olandır. Varlıkların
en ince noktalarına kadar, kalplerinin içine kadar nüfuz eder. Yerin
derinliklerine kadar, göğün zirvelerine kadar her yere ve her şeye nüfuz eder.
Yâni Allah her şeyden haberdardır. Onun bilgisinin dışında bir yaprak bile
düş-mez, bir damla bile inmez.
Evet bu âyetinde Rabbimiz bizden bu
imanı, bu murâkabeyi kazanmamızı istemektedir. Sürekli Onun huzurunda, Onun
kontrolünde olduğumuz şuuru içinde bir hayat yaşamamızı, yaptıklarımızı ona
lâyık yapmamızı, hayatımızı Onun adına yaşamamızı istiyor. Bunu anlayabilen,
buna iman eden mü’min tüm ilişkilerinde, tüm ka-rarlarında ve davranışlarında
kendisini yaratan, kendisini yaşatan Rabbinin huzurunda ve karşısında olduğunu
unutmaz. Bütün kalbiyle bütün varlığıyla bütün benliğiyle, zâhirîyle batınıyla,
içiyle dışıyla, zamanıyla, mekânıyla Allah huzurundadır. Hani Allah’ın Resûlü
Cibril hadisinde:
“Her ne kadar sen onu görmüyorsan
da O seni görüyor ya”
Buyuruyordu. İşte bu duygu insanın ruhunu,
bedenini, her şeyini kaplayan bir ürpertidir. Bu şuuru kavrayan bir mü’min her
an Rabbinin basîret nazarının mevcudatın her zerresine nüfuz ettiğini iliklerine
kadar hissedecek ve hayatına çeki düzen verecektir. Her şeyden haberdar olan,
her şeyi gören ve her şeye nüfuz eden gözün sürekli murâkabesi altında
bulunmanın korkusu ve hacaleti içinde samimi bir kalple ona yönelecek, hiç bir
zaman hiç bir eyleminin O’ndan gizli kalmadığını anlayacak, O’nun göremeyeceği
bir harekette bulunmasının mümkün olmadığını kavrayacak, içini dışını temizleyip
Ona lâyık hale getirecek, Onun rızasını kazanmak için elinden gelen her şeyi
yapmak için çırpınacaktır.
62. “İyi bilin ki, Allah'ın dostlarına
korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.”
Evet dikkat edin, Allah’ın
dostları, Allah’ın evliyası için korku yoktur. Onlar için her hangi bir keder,
her hangi bir sıkıntı, üzüntü de yoktur diyor Rabbimiz. Onlar için ne cehenneme
gitme korkusu ne de cenneti kaybetme üzüntüsü yoktur. A’râf sûresindeki âyetle
bunu anlayacak olursak böyle demek zorunda kalacağız. Orada deniyor ki bakın:
"Girin cennete sizin üzerinize korkuda
yoktur mahzun olma da."
(A’râf: 49)
Buna göre kesinlikle cennete
gireceklerdir diyoruz. Ama insanlar bunu şöyle anlamamalılar: Efendim dünyada
mü'min olunca, Allah’ın dostlarından olunca, Kur’an’la sünnetle tanışınca yine
de korkuyoruz, yine de mahzun oluyoruz, neden böyle oluyor öyleyse? Neden tüm
korkulardan ve hüzünlerden kurtulmuyoruz filan demesinler. Çünkü dünyada
olabilecektir bunlar. Dünyada korku da üzüntü de olacaktır. Üzüntüsüz, gamsız,
tasasız, korkusuz bir hayat ancak cennette olabilecektir, bunu unutmayalım hiç
bir zaman.
Ya da bunun bir başka mânâsı da,
onun için gelecek konusunda korku yoktur, ama geçmişi konusunda da üzüntü yoktur
olacaktır. Yâni geçmişte yaptığı şeyler konusunda mağfiret, gelecek için de ecir
ve sevap söz konusudur onun için. Evet Allah’ın velîleri için korku ve üzüntü
yoktur yarın.
Peki acaba kendileri için korkunun da
üzüntünün de kaldırıldığı bu Allah’ın velîleri, Allah’ın dostları kimdir? Ne
gibi özellikleri varmış bunların? Buna geçmeden önce velî ile alâkalı çok kısa
bir özet yapalım. Velî bir varlık adına ona danışmadan tek taraflı karar veren,
karar alan ve aldığı kararlar berikisi için bağlayıcı olan varlıktır. Kuran-ı
Kerîmde ilk kademede bizim velîmizin Allah olduğu ve velîmiz olarak Rabbimizin
bizi karanlıklardan nûra çıkarmak üzere aldığı kararlarının tümünü uygulamak
zorunda olduğumuz anlatılır.
Sonra ikinci kademede mü’minlerin
birbirlerinin velîsi olduğu anlatılır. Mü'min mü'minin velîsidir. Yâni mü’minler
birbirleri hakkında karar alma, emretme yetkisine sahiptirler. Onların
birbirleri hakkında aldıkları kararlar onlar için bağlayıcıdır. Mü’minlerden
biri İslâm’dan, Allah’ın kararlarından bildiği 100 konu varsa o konuda karar
verir diğerleri onu uygular. Bir diğeri de İslâm’ın bir konusunda bilgisi varsa
o da onun hakkında karar alır, bu defa öbürleri de onu uygular. Meselâ ben
İslâm’ın on konusunu biliyorsam o on konuda karar vereceğim, sizler o konularda
benim aldığım kararlarımı uygulayacaksınız. İçinizden birisi de yirmi konuyu
biliyorsa o da yirmi konuda karar alacak bu defa da o yirmi konuda biz onu
dinleyecek ve onun bizim adımıza aldığı kararları uygulayacağız.
Sonra üçüncü bir kademede işte bu
âyet-i kerîmede olduğu gibi Allah’ın velîlerinden söz edilir. Bunlar da Allah’ın
kulları adına al-dığı kararlarını Allah adına Allah kullarına duyuran
kimselerdir. Allah dostlarıdır.
Çünkü Allah kulları adına aldığı
kararlarını bu mü'min kullarıyla yaptırır, bunlarla duyurur. Çünkü bunlar
yeryüzünde Allah’ın velîleridirler. Konuşurlar Allah adına, yaptırırlar Allah
adına, emrederler Allah adına, nehy ederler Allah adına, sakındırırlar Allah
adına, emrederler Allah’ın emrettiklerini, sakındırırlar Allah’ın
sakındırdıklarından, sevdirirler Allah’ın sevdiklerini, tebliğ ederler,
duyururlar Allah’ın duyurduklarını, gösterirler, uygulattırırlar Allah’ın
uygulayın buyurduklarını. Danışılır kendilerine yol gösterirler, hakkı
emrederler. İşte bunlar yeryüzünde Allah adına konuşan, Allah adına emreden,
Allah adına nehy eden, Allah’ın emirlerini, arzularını, âyetlerini,
talimatlarını duyuran, uygulayan, uygulattıran Allah dostlarıdır. Bunlar bu
müslümanlar Allah’ın dostlarıdırlar Allah da bu mü’minlerin dostudur. Bu
müslümanlar Allah’ın dostları olunca elbette Allah’ın dostluğundaki öteki
müslü-manlar da bunların dostlarıdırlar.
Evet işte velî budur, Evliyaullah
budur. Emr-i bil’ma’ruf ve nehy-i anil’münker görevini üstlenmiş her müslüman
Evliyaullahtan-dır, Allah’ın velîsidir. Allah adına müslümanlara karar
alabilecek kadar Allah yasalarını bilen, Kur’an ve sünneti tanıyan, Allah’ın
dininin yaşanması, Allah’ın kanunlarının ve emirlerinin anlatılması adına,
Allah’ın isteklerinin hakim olması adına çırpınırlar. Evin nasıl olmasını
istiyor Allah? Ailenin, ticaretin, kazanmanın harcamanın, eğitimin, hu-kukun,
sosyal yasaların, kardeşliğin, kulluğun nasıl olmasını istiyor Allah? Bunu bilen
insanlardır bunlar. Allah’ın emirlerini yasaklarını bi-len, Allah’ın rızasının
ve gazabının nerelerde olduğunu bilen insanlardır bunlar ve tüm dertleri
yeryüzünde Allah’ın arzularının gerçekleşmesi, Allah’ın egemenliğinin hakim
olmasıdır. Allah adına bunları isterler, bunları anlatırlar. Allah adına emr-i
bil’maruf ve nehy-i anil-münker yaparlar. Allah’ın istediği tüm iyiliklerin
yaygınlaştırılması ve tüm kötülüklerin kökünün kazınması adına çırpınırlar. İşte
bunlar yeryüzünde Allah’ın velîleridirler.
Ama şu anda bizim toplumda velîlik bazı
özel kişilere hasredilmeye çalışılıyor. İşte yerde alan gökte yiyen, gaybı
bilen, denizde yürüyen, kalplere hükmeden, eteğinden yapışanları cennete
ulaştıran, insanlara bir bakışıyla hidâyet eden, Allah yanında yetkileri
bulunan, kendisine sığınılan, dua edilen bir varlık olarak algılanmaya
çalışılıyor velî. Halbuki yeryüzünde mü’min olup da velî olmayan, Allah’a dost
olmayan bir tek insan yoktur. Tâbi bu mü’minler arasında imanlarına, takvalarına
ve teslimiyetlerine göre Allah’ın daha çok dostu, daha az dostu olanlar
olabilir.
Meselâ peygamberlerin bizden
üstünlükleri yasal olarak Allah tarafından bize bildirilmiştir. Ama
peygamberlerin dışındaki biz müs-lümanlara gelince müslümanların kendi
aralarındaki takva ve üstünlük ölçüsünü kendileri belirleme haklarına sahip
değillerdir. Bu yetki Rab-bimize ait olduğu için diyoruz ki derecelerini yarın
Rabbimizin açıklayacağı bütün müslümanlar evliyaullah’tandır. Hangisinin Allah’a
daha yakın olduğunu Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Müslümanların
dışındakilerin hepsi de evliyau’ş-şeytandır.
Bakın bunların özelliklerini Rabbimiz
şöyle anlatıyor:
63. “Onlar Allah'a inanmış ve O'na
karşı gelmekten sakınmışlardır.”
Bunlar Allah’a, Allah’tan
gelenlere Allah’ın istediği gibi iman edenler ve muttaki olanlardır. İnananlar
ve imanlarını söz planında, iddia planında bırakmayarak hayatlarında
görüntüleyen, inanan ve hayatlarını Allah için yaşayan insanlardır onlar.
64. “Dünya hayatında da, âhirette de
müjde onlaradır. Allah'ın sözlerinde hiç bir değişme yoktur. Bu büyük
başarıdır.”
Evet hem dünyada, hem de ukbada o
mü’minlere, o Allah dostlarına, o takva erlerine müjdeler olsun. Dünyada da
âhirette de müjdeler vardır onlara. Dünyada da ukbada da göz aydınlığı vardır
onlar için. Öyleyse gelin ey müslümanlar Allah dostu olmaya, Allah velîleri
olmaya çalışalım. Biz Rabbimizi dost bilelim, biz Rabbimizi velî bilelim.
Velîmiz olarak bizim adımıza aldığı kararları öğrenelim, bizim adımıza
gönderdiği hayat programına sahip çıkalım, hayatımızı vahiy kaynaklı yaşayalım,
böylece Rabbimizin velâyeti altına girelim ki Allah da bizi velî kabul buyursun.
Allah velîleri olarak birbirimizin de velîleri olmaya çalışalım. Birbirimize
Allah kararlarını duyurarak, birbirimize emri bil’ma’ruf ve nehyi anil’münker
yaparak birbirimizi hakta tutmaya, birbirimizi cennete ulaştırmaya çalışalım.
Böyle yaşarsak, böyle yaparsak
bilelim ki hem dünyada hem de âhirette müjdeler, mutluluklar bizim için
olacaktır. Çünkü unutmayalım ki Allah’ın kelimelerinde, Allah’ın kelâmında,
Allah’ın yasalarında asla değişiklik olmaz. Dünya başarısını da âhiret
başarısını da yakalayan müslümanlar işte bunlardır.
Evet demek ki Evliyaullah’tan olmak
için ne yapmak lâzımmış? Nereye girmek lâzımmış? Hangi yola, hangi tarikata
sulûk etmek lâzımmış? Bunun için tek yol var, o da İslâm yoludur, Allah’a kulluk
yo-ludur. Girersin İslâm yoluna, girersin sırat-ı müstakîme ve evliya olursun.
İslâm yolundan başka kutsanacak
yol yoktur. Allah ve Resûlünün yolunda gidenlere müjdeler olsun. Kur’an’ı
tanıyan, sünneti tanıyan ve hayatını bunlarla yaşamaya çalışanlara müjdeler
olsun. Bütün müslümanlar da bunun içindedirler.
65. “Ey Muhammed! İnkârcıların sözleri
seni üzmesin, çünkü bütün izzet ve şeref Allah'ındır. O, işitir ve
bilir.”
Ey peygamberim sakın ha
insanların lakırdıları seni üzmesin. İnsanların sözleri seni mahzun etmesin.
İzzet, şeref tümüyle Allah-tadır. İzzet ve şerefin tamamı Allah
katındadır.
İşte bu konuda yanılgı içinde olanların
tamamına bu konudaki uyarıyı peygamberinin diliyle yaptırıyor Rabbimiz. İnsanlar
İslâm’ın dışında yol arıyorlardı. İslâm’ın dışında izzet ve şeref peşine
düşmüşlerdi. Ayrı ayrı yollarda dostluk arıyorlardı. Ayrı yollarla Allah’a dost
olabileceklerine inanıyorlardı. Ayrı ayrı usullerle Allah’a yaklaşabileceklerine
inanıyorlardı. Ayrı ayrı yollarla şeref kazanacaklarına, izzet bulacaklarına
inanıyorlardı. Herkes böyle kendilerince belirledikleri yollarda giderken
Rabbimiz elçisini gönderdi de gelin ey insanlar, bir tek yol vardır, bir tek
usul vardır, o da sırat-ı müstakîmdir.
Gelin Allah’ın dosdoğru yoluna
girin. Gelin müslüman olun. Gelin Allah’a kul olun ve bu kulluğun modelini de
benden öğrenin, bana bakın, beni örnek alın, ben de görmediklerinizi kulluk
zannıyla yapmanız size hiç bir şey kazandırmayacaktır dedi. İnsanları Allah’a
kulluğa çağırdı. Ama insanlardan kimileri buna itiraz ettiler, bu dâveti
kabullenmediler. Bizim başka yollarımız var, bizim başka kutsadığımızlar var,
bizim reislerimiz var, ekonomik reislerimiz, hukuk uzmanlarımız, efendilerimiz,
şeyhlerimiz, hocalarımız, hacılarımız var diyerek herkes başka başka yerlerde
izzet ve şeref aramaya yöneliyorlardı. Halbuki Allah buyuruyor izzet ve şeref
tümüyle Allah’a aittir, Allah’tadır.
Evet izzet ve şeref Allah’a aittir.
Kitabımızın başka bir âyetinden öğreniyoruz ki, izzet ve şeref peygamberdedir,
izzet ve şeref mü'minlerdendir, ama münâfıklar böyle bilmezler. Peki bugün
kimler izzet ve şerefli? Hoca olanlar, malı olanlar, serveti olanlar, arabasının
modeli şöyle olanlar, omuzu kalabalık olanlar, evi eşyası şöyle şöyle olanlar,
villası, köşkü, sarayı olanlar, makamı mevkisi olanlar. Rabbi-miz buyurur ki
varsın münâfıklar böyle bilsinler peygamberim sen bil ki izzet ve şeref
Allah’tadır, Allah’la beraber olandadır, peygamberle ilgi ve irtibat
Kur’an’dadır. İzzet ve şeref Allah’ın kitabından haberdar olmadadır. İzzet ve
şeref peygamberin sünnetinden haberdar olmadadır. İzzet ve şeref iman ehli
olanlardadır. Evet müslüman şereflidir. Allah’a inanan, Allah’la beraber olan,
peygambere inanan, peygamber safında olanlar azîzdir, üstündür,
galiptir.
İzzeti ve şerefi Allah’tan, Allah’a
kulluktan, Allah’la beraber ol-aktan başka yerlerde arayanlar izzetsiz ve
şerefsiz insanlardır. Malda, makamda, parada, arabada, ekonomik ve siyasal güce
sahip olmakta izzet ve şeref görenler bunları kaybettikleri anda izzetsiz ve
şerefsiz hale gelmişlerdir. Müslüman asla cahili değer yargılarına itibar etmez.
Müslüman müslümanlıkla şeref kazanır. Müslüman Allah’a kulluğuyla izzet kazanır.
Çünkü:
66. “İyi bilin ki, göklerde ve yerde
kim varsa hepsi Allah'ındır. Allah'ı bırakıp putlara tapanlar sadece zanna
uyanlardır. Onlar ancak tahminde bulunuyorlar.”
Dikkat edin, göklerde ve yerde ne
varsa, kim varsa hepsi Allah’ındır. Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsi Allah’ın
mülkü olunca, göklere ve yere egemen olan, göklerde ve yerde söz sahibi Allah
olunca, göklerdekiler ve yerdekiler Allah’a boyun büküp teslim olunca böyle bir
Allah Azîz olmaz mı? İzzet ve şeref böyle bir Allah’ın olmaz mı? İzzet ve şeref
göklerin ve yerin sahip ve mâlikine ait olmaz mı? Göklerin sahibi, göktekilerin
sahibi, yerlerin sahibi, yerdekilerin sahibi, meleklerin sahibi, cinlerin
sahibi, insanların sahibi, hayvanların sahi-
bi, canlıların, cansızların, bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm varlıkların
sa-hibi ve mâliki Allah’tır. Mülkün sahibi Allah’tır. Allah mâliktir ve her şey
Onun mülküdür. Bizler de Onun mülküyüz. Hal böyleyken:
İnsanlar Allah’ı bırakıp da Allah
berisinde, Allah dununda şürekalarına dua edenler, kendilerine ortaklar,
şerikler buldular. Allah’ı bırakıp, ya da Allah’la beraber ortakların peşine
düştüler. Tüm mülk Allah’ınken, tüm mülk konusunda söz sahibi Allah’ken tuttular
da mülkleri mâlike ortaklar edindiler, âcizleri Rab’ler edindiler. Hayatlarını
parçaladılar ve hayatlarının her bir biriminde ayrı Rab’ler kabul ettiler.
Ekonomik hayatımıza filanlar karışır, siyasal hayatımızda falanlar söz
sahibidir, kılık kıyafetimizi falanlar belirler, hukuk hayatımızda falan
Rab’lerimiz vardır, düğünlerimizde falan Rab’lerimiz, eğitim hayatımızın
tespitinde filan Rab’lerimiz, ceza yasalarımızda filan Rab’lerimiz vardır
diyerek Allah’tan başka hayatlarında Rablerin varlığını iddia ettiler. Allah
buyurur ki böyle yapanlar sadece zanna uyanlardır.
Çünkü Allah’tan başka dua
edilecek, Allah’tan başka kendisine sığınılacak, kendisine kulluk yapılacak başka varlık yoktur. Hayatın sahibi de,
ölümün sahibi de, göklerin sahibi de, yerlerin sahibi de Allah’tır. Öyleyse
Allah’tan başkalarına kulluk edenler sadece zanna tabidirler. Zan, vahye
dayanmayan yanlış bilgilerdir. Böyle yapanlar yalan söylerler. Çünkü gerçek
bilgi vahiydir ve vahye dayanmayanların yapıp ettikleri atmasyondan başka bir
şey değildir, varsayımdan başka bir şey değildir.
67. “Size geceyi dinlenesiniz diye
karanlık ve gündüzü çalışasınız diye aydınlık olarak yaratan Allah'tır. Kulak
veren millet için bunlarda âyetler vardır.”
Allah, geceyi siz onda dinlenip
sükûnete kavuşasınız diye si-zin için yarattı. Geceyi sizin emrinize musâhhar
kıldı, gündüzü de ça-lışasınız diye aydınlık olarak yarattı. Bakın Rabbimiz
sahibi olduğu mülüne etkinliğini anlatıyor. Önce göklerde ve yerde ne varsa
hepsinin kendisinin olduğunu anlatarak bizim dış dünyamızı gündeme ge-tiren, dış
dünyamızı anlatan Rabbimiz şimdi de bizi yakalıyor ve unutmayın ki sizin de
sahibiniz Benim, sizin hayatınızın yasalarını koyan da Benim, sizin hayatınızın
vazgeçilmez unsuru olan gecenizi, gündüzünüzü yaratan, sizin hizmetinize sunan
Benim buyuruyor.
Evet gecemizi ve gündüzümüzü bize
lütfeden Rabbimizdir. Biz onlarsız olamayız, yaşayamayız. Eğer Rabbimiz şu anda
gecemizi gündüzümüzü alıverse bizim işimiz biter. Gündüzümüzü alıverse ölürüz.
Gece ve gündüz Allah’ın iki âyetidir. Geceye ve gündüze egemen olan Allah’tır. Evet Allah dinlenesiniz diye,
sükun bulasınız diye geceyi bir örtü gibi üzerinize örtüvermiş, gündüzü de
çalışasınız, değerlendiresiniz, maişet temin edesiniz veya yaşayasınız diye
aydınlık kılmıştır. Sizi, sizden çok düşünen Rabbiniz size karşı çok
lütufkârdır. Rabbiniz size karşı çok merhametlidir ama insanların pek çoğu ona
teşekkür etmezler. Allah’ın verdiklerini Allah yolunda kullanmak sûretiyle ona
şükreden azdır diyor Rabbimiz.
Evet gece ve gündüz âyetini bir
düşünün. Gündüzün ve gecenin uzayıp kısalması, peş peşe gelmesi, birbiri ardınca
gelmesinde ve buna bağlı olarak idrak ettiğiniz zamanın sırrında ve bunun size
temin ettiği menfaatlerin ortaya çıkış tarzında sizin için insanlar için akıl
sahipleri için âyetler vardır. Gece ve gündüz insan gücünün, insan
egemenliğinin, insan krallarının, insan meliklerinin ulaşamadığı iki âyet. Haydi
her şeyin hakimi biziz diyenler, egemenlik hakkı bizdedir diyenler, söz sahibi
olarak kendilerini görenler müdahale etsinler geceye, müdahale etsinler, söz
geçirsinler gündüze. Bazen geceyi, bazen gündüzü uzatsınlar bakalım.
Yapabilirler mi bunu? Geceyi ya da gündüzü bir saniye bile yerinden
oynatabilirler mi? Geceye ve gündüze söz geçirebilirler
mi?
İşte bu sürekli gözümüzün önünde
bulundurmamız gereken ve karşılığında bunu bize lütfeden Rabbimize karşı
şükretmemiz gereken bir âyettir. Şükür, teşekkür verileni verenin yolunda
kullanmaktır. Şükür nîmet cinsinden olur. Allah bize hangi nîmeti vermişse o
nîmet cinsinden infakta bulunarak şükredilir. Geceyi ve gündüzü onu bize
lütfeden Allah yolunda kullanmak, Allah’ın rızasını tahsilde harcamak şükürdür.
Onu, onu bize vermeyenler yolunda harcamak geceyi ve gündüzü onu bize verenin
razı olmadığı şeyler yolunda itlaf etmek nankörlüktür. İşte Rabbimiz buyurur ki
insanların pek çoğu bunun farkında değillerdir, pek çoğu şükretmemektedir.
İnsanların pek çoğu Allah’ı bırakıp da başkalarına kulluk etmektedirler. Allah’a
şirk koşmaktadırlar.
68. “Allah çocuk edindi” dediler; hâşâ;
O müstağnîdir; göklerde ve yerde olanlara sahiptir. Elinizde, O'nun çocuk
edindiğine dair bir belge yoktur, bilmediğiniz şeyi Allah'a nasıl
söylüyorsunuz?”
Allah çocuk edindi dediler.
Allah’a oğullar, kızlar izâfe ettiler. Göklerin ve yerin sahibi olan, göklere ve
yere egemen olan, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi olan Allah’a
yetkililer izâfe ettiler. Allah göklerin ve yerin sahibiyken, gökler ve yer
Onunken, kâfirler ru-bûbiyeti konusunda, ulûhiyeti konusunda, hayata karışması
konusunda, yeryüzünde egemenliği konusunda tuttular da melekleri, cinleri ve
insanlardan kimilerini Allah’a ortak koştular. Halbuki bunların tamamını yaratan
da Allah’tı.
Dediler ki Allah çok yücedir. Göklerin
ve yerin sahibi ve mâliki olan Allah’ın işleri çoktur. Bu kadar işin gücün
arasında bizimle ilgilenecek zamanı yoktur. O büyük işlerinin yanında bizim
işlerimiz gibi ufak tefek işleri oğullarına, kızlarına devretmiştir diyerek
Uzeyr Allah’ın oğludur dediler, Îsâ Allah’ın oğludur dediler, melekler Allah’ın
kızlarıdır dediler. Fe sübhanallah! Nasıl diyebilirler bunu Allah’a? Hal-buki
göklerdekiler ve yerdekilerin hepsi Onundur. Hepsi Onun kuludur, hepsi Ona boyun
büküp itaat etmektedir. Oğullar Onundur, babalar Onundur, analar Onundur, kızlar
Onundur, gökler Onundur, yerler Onundur, denizler Onundur, yıldızlar Onundur her
şey Onundur. Her şey Allah’ın kuludur... Tüm varlıklar Onun iken, tüm yaratıklar
Onun kulu iken bunlardan birini veya birkaçını kendisine oğul edinmesine ne
gerek var da?
Tevbe sûresinin 30. Âyetinde
anlatıldığına göre Yahudiler Uzeyr Allah’ın oğludur dediler, Hıristiyanlar da
Îsâ Allah’ın oğludur dediler. Müşrikler de melekler Allah’ın kızlarıdır dediler.
Bunlar bu ya-ratıkların sıfatları konusunda hataya düştüler. Bunlara Allah’ın
sıfatlarını vermeye kalktılar. Bunları kutsamaya kalkıştılar. Olduğundan farklı
bir konuma getirdiler bu zatları. Bunların yaptıkları işlerin başkaları
tarafından asla yapılamayacağını, başkalarının yaptıklarını da bu zatların
yapmayacaklarını iddia ettiler. Diğer varlıklardan ayırdılar bu zatları. Bu
zatların diğer varlıklardan daha fazla Allah’a yakın olduklarını, ya da Allah’ın
bu zatlarla daha fazla ilgilendiğini iddia ettiler.
Fe sübhanallah! O bu tür ilişkilerden
uzaktır. Zira bu tür şeyler Allah’a eksiklik ve ihtiyaç izâfesidir. Halbuki
Allah’ın varlıklarıyla ilişkisi birbirinden farklı değildir. Yâni Cenâb-ı Hakkın
varlıklarından bazısına daha yakın, bazısına daha uzak olduğu asla düşünülemez.
Allah göktekilerin ve yerdekilerin sahibi iken neden bir çocuğa ihtiyaç duysun
da? Zira eninde sonunda o da Allah’ın kulu değil mi?
Aslında bunların derdi şuydu. Uzeyr
Allah’ın oğludur, Îsâ Allah’ın oğludur derken bu adamlar esasen Allah’a karşı
torpilli varlıklar bularak işledikleri suçlara kılıflar bulmaya çalışıyorlardı.
Allah’a velîahtlar bulmaya çalışıyorlardı ki böylece Allah’a yaklaşabilme, ona
torpil yaptırabilme çabaları vardı. Öyle ya bir insana çocuğundan da-ha yakın
birisi olmayacağına göre, ya da adam çocuğunun hatırından çıkamayacağına göre,
bunlar da sanki Allah’ı insan gibi, kendisine çocuğu vasıtasıyla
yaklaşılabilecek bir varlık bildiklerinden ötürü torpil yaptırma derdiyle bu
herzelere yöneliyorlardı.
Hayır hayır Allah’a karşı
bilmediğiniz şeyleri söyleyerek iftira ediyorsunuz. Onun oğlu da yoktur, kızı da
yoktur, hanımı da yoktur, yetkilileri de yoktur, yeryüzünde yetkilerini
devrettiği varlıkları da yoktur, temsilcileri de yoktur, Onun namı hesabına iş
yapacak, karar ve-recek hiç kimse yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Onun
kulu ve mülküdür. Her şey ve herkes mülktür, mâlik olan sadece Odur. Dünyayı
idare etmekten âciz kaldı da onun idaresini Îsâ (a.s)’a Üzeyr (a.s)’a ya da
başka birilerine devretmiş değildir.
Evet Allah’ın oğlu var, kızı var,
yetkilileri var, yetkilerini devrettiği temsilcileri var derken gerçekten
dayandığınız bir deliliniz var mı? Bu konuda elinizde bir bilgi, bir belge var
mı? Şu anda tüm Hıristiyanlık dünyasına, Yahudi dünyaya ve müşrik dünyaya
sormamız gerekiyor. Îsâ Allah’ın oğludur, Uzeyr Allah’ın oğludur, Allah
yeryüzünün idaresini insanlara devretmiştir, Allah hayata karışmamaktadır,
falanlar, filanlar yeryüzünde egemendir, onların da yasa belirleme konusunda
yetkileri vardır, onlar da bizim hayatımızda söz sahibi varlıklardır, bizler
onları da dinlemek zorundayız derken acaba bu konuda dayandığınız nedir? Neye
dayanarak söylüyorsunuz bu sözleri?
Hayır hayır sizler Allah hakkında
ancak bilmediklerinizi söylü-yor, yalan söylüyor ve Allah’a iftira ediyorsunuz.
Çünkü Allah hakkında söz söyleyen kişi bunu Allah’ın kitabından delillendirmek
zorundadır. Allah hakkında söz söyleyen kişi ya Kur’an’la konuşur, ya
peygamberle konuşur doğru söyler, ya da vahyin dışında kendi hevâ ve
hevesleriyle konuşur ve yalan söyler. Bizler şu anda Allah hakkında Kur’an ve
sünnetle konuşuruz, toplum hakkında vahiyle konuşuruz, âhiret hakkında vahiyle
konuşuruz, hayat hakkında, ölüm hakkında, hayatın yasaları hakkında, ekonomi
hakkında, eğitim hakkında, her konuda vahiyle konuşuruz ve doğru söyleriz. Bir
kişi tüm bu konularda Allah’la, kitapla, peygamberle konuşmadığı sürece, Allah
ve peygamberin sözcülüğünü yapmadığı sürece, söylediklerini vahiy destekli
söylemediği sürece yalan söylüyor, iftira ediyor demektir.
Öyleyse ey müslümanlar! Ey insanlar! Gelin
konuştuklarımızı vahiy kaynaklı konuşmaya çalışalım. Ne konuşacaksak, ne
diyeceksek kitabımızla ve peygamberimizle söyleyelim. Hakka istinat etmeyen
sözlerden kaçınalım. Kendi hevâ ve heveslerimizi dinmiş gibi insanlara takdim
etmeyelim. Kendi fikirlerimizi kendi sözlerimizi, kendi yamukluklarımızı
kitaptan ve sünnettenmiş gibi insanlara sunarak insanları sapıtmayalım.
İnsanların dinlerini bozmayalım. Çünkü unutmayalım ki:
69. “De ki: “Allah'a karşı yalan
uyduranlar, kurtuluşa erişemezler.”
Allah’a karşı yalan uyduranlar,
Allah’a yalan iftiralarda bulunanlar, efendim Allah da bundan yanadır, Allah da
bundan razıdır, Allah da bunu istemektedir, Allah da böyle bir kıyafetten
razıdır, Allah da böyle bir hayattan yanadır diyerek; Allah’ın istemediklerini
Allah istiyormuş pozisyonunda insanlara sunmak Allah’a yalan iftirada bulunmak
demektir. Efendim Allah da demokrasiden yanadır, İslâm da laikliği önermektedir.
Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad yoktur. Allah böyle bir şeyi emretmemiştir.
Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El
kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler değildir. Baş örtme de
yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir
yoktur. Kur’an mahza bir ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem
öneriyor efendim! Kur’an bundan başka bir şey demiyor ki! diyerek, Allah’ın
demediklerini dedi, dediklerini de demedi biçiminde Allah’a yalan iftirada
bulunanlar asla kurtuluşa eremezler.
Öyleyse madem ki bu işin sonunda
cehenneme gitmek varsa Allah’ı iyi tanıyalım, Allah’ın kitabını ve elçisinin
Sünnetini iyi tanıyalım, konuştuklarımızı, yaptıklarımızı Allah kitabı ve
Resûlünün sünneti kaynaklı konuşalım ve yapalım ki Allah’a iftira etme isyanına
düşme-yelim.
Allah korusun kitabı tanımadan, sünneti
tanımadan, Bakara‘yı bilmeden, Yunus’u bilmeden din konusunda, Allah konusunda,
Allah’ın hayat programı konusunda söz söylersek biz de Allah’a iftira edenlerden
oluruz.
Allah için bu âyetler ışığında
kendimizi bir daha kontrol edelim. Acaba din diye nelere sarılıyoruz? Dinimizi
nereden alıyoruz? Kendimize uyguladığımız dinimizi ve de başkalarına
duyurduğumuz dinimizi nereden ve kimden alıyoruz? bunu bir düşünelim. Acaba
ölülerin arkasından okunan hatimleri, mevlüdleri din mi zannediyoruz? Particilik
yapmayı din mi zannediyoruz? Tarikatı din mi zannediyoruz? Eğer din diye
insanlara bunları götürüyorsak vallahi aldanıyoruz. Halbuki din Allah’ın kitabı
ve Resûlünün sünnetidir. Kendimiz din diye bunlara sa-rılmak zorunda olduğumuz
gibi insanlara da din diye bunları götürmek zorundayız. Bir insan benim dinim
var diyorsa, ben insanlara din götürüyorum diyorsa Allah’ın kitabını ve
Resûlünün sünnetini anlatmak zorundadır. Eğer insanlara din diye siyaseti
götürüyorsak, din diye particiliği anlatıyorsak, yahut da parti düşmanlığını
anlatıyorsak, insanlara din diye tarikatı anlatıyorsak bilelim ki bunlar ne
kitaptır ne de sünnettir. İnsanlara Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini
götürmek zorundayız başka çaremiz yoktur.
Evet işte bu Allah’ı yanlış tanıyanlar,
Allah’ı insanlara yanlış tanıtanlar, Allah’ın dinini yanlış tanıyanlar ve bu
dini toplumlarına yanlış tanıtarak Allah’a yalan iftirada bulunanlar, kendi
anlayışlarını, kendi hevâ ve heveslerini işte din budur diye, eğri büğrü bir
dini insanlara takdim ederek Allah’a yalan iftirada bulunanlar, sanki Allah’ın
âyetlerinin toplumu düzenleme hakkı ve yetkisi yokmuş gibi toplum hayatını kendi
yasalarıyla düzenlemeye çalışanlar, sanki Allah âyetleri kendilerinden hiç bir
mükellefiyet istemiyormuş gibi hayatlarını keyiflerinin istediği gibi yaşamaya
çalışanlar asla kurtuluşa eremeyeceklerdir.
70. “Onlar için dünyada bir müddet
geçinme vardır, sonra dönüşleri Bizedir. İnkarlarına karşılık onlara çetin azab
tattıracağız.”
Onlar için dünyada az bir meta
vardır. Çok kısa bir süre dünyada geçindikten sonra insanlar Allah’a dönecekler,
döndürülecekler ve bu yaptıklarının hesabını Allah’a ödeyeceklerdir. Allah
iftira edenlere, Allah hakkında, Allah’ın dini hakkında, Allah’ın yasaları
hakkında, Allah’ın zatı hakkında yalan söyleyerek hem kendilerini hem de
insanları mahvedenlere bu yamukluklarının karşılığı olarak çetin bir azap
tattıracağız buyuruyor Rabbimiz.
71. “Ey Muhammed! Onlara Nuh'un
başından geçenleri anlat: Milletine, “Ey Milletim! Eğer durumum, Allah'ın
âyetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa ki ben Allah'a güvenmişimdir siz ve
koştuğunuz ortaklar elbirliği edin; yapacağınız iş sonra size bir tasa vermesin.
Sonra onu bana uygulayın ve beni ertelemeyin”
demişti.”
Ey peygamberim! Onlara Nuh’un haberini
de anlat. Onun ha-berini de oku, onun durumunu da anlat insanlara. Oku emri
Rasulul-lah’a vahyen gelen Kur’an’ın, peygamber tarafından tebliğini emreden bir
ifadedir. Rasulullah’a emredilen bu husun aynı zamanda onun şahsında bizim için
de bir emirdir. Öyleyse peygamber tarafından bize nakil edilen bu kitabın
âyetlerini biz de hem kendimize hem de çevremize okumakla, duyurmakla
mükellefiz. Hele hele şu anda haber peşinde koşan haber meraklılarına daha çok
duyurmak zorundayız.
Nuh (a.s)’ın haberini önce Rasulullah
efendimiz bize okuyacak, bize duyuracak, biz ondan dinleyeceğiz ve hemen
arkasından duyduğumuz, öğrendiğimiz bu haberi kendi ailemize, kendi milletimize,
kendi kavim kabilemize götürecek, onlara bu haberle gideceğiz. Tüm haber
programlarının en başına yerleşecek ve asla dönemi bitmeyecek, önemi
kaybolmayacak, ilgi alanlarından düşmeyecek bir haber olacak Allah’ın bu
haberi.
İnsanların haber alma merakı vardır.
Haberdar olma merakı vardır insanlarda. Bakıyoruz hep haber peşinde koşuyorlar.
Kim ölmüş? Nasıl öldürmüş? Neyle öldürmüş? Kim nereye gitmiş? Kim ne-reden
gelmiş? Kim seçmiş? Kim seçilmiş? Kim kazanmış? Kim kaybetmiş? Vs, vs. İnsanlar
bir ömür boyu haber peşinde koşarlar. Belki de hakları vardır. Çünkü Allah
onlara beş duyu vermiştir. Koklamak, tatmak, dokunmak, duymak isterler, haberdar
olmak isterler.
Tamam iyi de acaba şu ana kadar
Allah’ın haberlerinden haberdar olabildik mi? Meselâ şu ana kadar size Nuh
(a.s)’ın haberi geldi mi? Siz Nuh (a.s)’ın haberine muttali olabildiniz mi?
Nuh’un haberini okudunuz mu? İbrahim (a.s)’ın haberini, Lût (a.s)’ın haberini,
kıyâmetin haberini, ölüm ötesi hayatın haberini okudunuz mu? Bakın Rabbimiz
yarattığı bu insanın yaratılış özelliklerini göz ardı etmeden onun haberdar olma
ihtiyacını gidermek için haberler göndermiş kitabında. Bu mânâda Kur’an’ın
tümüne haberler de diyebiliriz. Sâd sûresinde Cenab-ı Hakkın Kur’an için bu
ifadeyi kullandığını biliyoruz.
“Deki o azim bir
haberdir”
(Sad 67)
Evet bu Kur’an azîm bir haberdir.
Kur’an en büyük haberdir. Önünde saygıyla eğilinmesi gereken, durup dinlenilmesi
gereken, insanların tümünü ilgilendiren, zamanın tümünü ilgilendiren, mekânın
tümünü ilgilendiren bir haberdir Kur’an. Bizi ilgilendiren, hem bugünümüzü, hem
yarınımızı, hem dünyamızı hem de âhiretimizi ilgilendiren Kur’an’dan başka bir
haber yoktur. Söyleyin Allah aşkına, kıyâmetten daha büyük, daha önemli bir
haber olabilir mi? Olmaz değil mi? Yâni en büyük haber, Azamet sahibi, önünde
saygıyla eğilinmesi gereken, dehşeti, büyüklüğü kabul edilmesi gereken bir haber
ancak Kur’andır, Kur’an haberleridir.
Bugün her hangi bir haber programı
değil, dünyanın bütün haber şebekelerini meşgul edecek bir haber yayınlansa kaç
gün sürer? Ya da kaç kişiyi ciddi ilgilendirir bu haber? Kaç gün? Kaç ay? Kaç
yıl ilgilendirir insanları? Bir yıl, elli yıl, yüz yıl. Öyle de olmuş; ni-tekim sonunda unutulup
gitmiş.
Ama bakıyoruz, Kur’an kıyâmete kadar
bütün insanları, bütün zamanları, bütün mekânları kapsayacak gerçekten azamet
sahibi bir haber. Kur’an’ın bize verdiği haberler öyle azîm, öyle büyük ve
önemli haberlerdir ki tüm insanları, tüm zamanları ilgilendiren haberlerdir.
Keşke insanlar kendilerine lâzım olmayan haberler peşinde koşa-caklarına
gerçekten kendilerine lâzım olan haberlere yönelebilselerdi. İnsanlar keşke şu
şeytan vahiyleriyle, şeytan vahiylerinin haber programlarıyla ilgilendikleri
kadar Rab’lerinin haberleriyle ilgilenebilselerdi. Herkesin evinde şeytan
vahiylerini alma aygıtları vardır. Ama şunu söyleyeyim: Kur’an’ın dışındaki
haberlere ne kadar zaman ayırırsanız ayırın. Ama mutlaka Kur’an’a zaman ayırın!
Beş saat televizyon okumak, üç saat gazete okumak, bir saat tabelâları,
levhâlârı, dükkan reklamlarını okuyoruz da Allah için biraz da Kur’an
levhâlârını, Kur’an tabelâlarını okumalı değil miyiz?
Bakın işte bir Kur’an haberi. Nuh
(a.s)’ın haberini sunuyor Rabbimiz. Allah’ın elçisi iyice yaşlanmış kavminin
karşısında ve tüm uğraşlarına rağmen yine de kavmi adam olmaya yanaşmıyor.
Kavminin adam olmayışı karşısında Nuh (a.s) üzülüyor ama yine de izzet ve
şerefin zirvesinde, Allah’la birlikte olmanın, Allah safında olmanın üstünlüğü
içinde kavmine şöyle diyor:
Ey Milletim! Eğer benim durumum,
Allah’ın âyetlerini size hatırlatmam, sizleri Allah’ın âyetleriyle uyarmam,
içinde bulunduğum şu makamım, şu konumum, şu peygamberlik misyonum eğer size
ağır geliyor, hoşunuza gitmiyorsa ki ben sadece Allah’a güvenip dayanmışımdır,
bu görevimi Rabbimden almışımdır, Rabbime tevekkül etmişimdir, şu ana kadar
Rabbim adına hareket etmişimdir; eğer benim risâletim, benim durumum hoşunuza
gitmiyorsa o zaman haydi siz ve koştuğunuz ortaklar, şerikleriniz, putlarınız,
tanrılarınız elbirliği edin de ne yapabilecekseniz yapın bakalım. Bana karşı
yapacağınız iş sonra size bir tasa vermesin. Haydi elinizden ne geliyorsa onu
bana uygulayın ve beni ertelemeyin.
Evet yıllarca kavmiyle mücâdele vermiş,
gece dememiş, gündüz dememiş, kış dememiş, yaz dememiş bir ömür boyu hem de
bizim ömürlerimizden çok daha fazla bir ömür boyu kavgadan, mücâdeleden
usanmayan bir peygamberin savaşının, kavgasının son dönemlerinde söylediği
sözlerdi bunlar. Kavmiyle arasındaki yorucu savaşın son dönemlerinin sözleriydi
bunlar. Haydi ey adam olmayan kavmim, tüm işlerinizi, tüm planlarınızı, tüm
güçlerinizi, tüm putlarınızı, tüm imkânlarınızı, tüm silah güçlerinizi, tüm
askeri güçlerinizi, tüm ekonomik güçlerinizi, tüm bilim adamlarınızı, tüm
filozoflarınızı toplayıp getirin de bana ne yapabilecekseniz yapın bakalım.
Allah’ın elçisi belki hayatının son dönemlerinde, yaşlılık dönemlerinde tüm
kavmine, tüm insanlığa meydan okuyor. Allah desteğinde bir peygamber olarak, güç
kaynağının şuurunda bir mü’min olarak tüm dünyaya meydan okuyor.
Azîz olan Allah’ın elçisi olarak
izzet ve şerefin zirve noktasında tüm dünyaya meydan okuyor. Haydi toparlanın da
bana ne yapabilecekseniz yapın, sonra sizin işiniz sizin üzerinize bir keder
sebebi olmasın. Şimdi, hemen şimdi benim hakkımda ne yapacaksanız hük-münüzü
verin ve bana bir mühlet, bir fırsat da tanımayın. Acımayın bana. Öldürecek
misiniz? Hapse mi atacaksınız? Kodese mi tıkacaksınız? İşkence mi edeceksiniz?
Susturacak mısınız? Ne yapacaksanız haydi buyurun dedi ve sonra Nuh sûresinde
anlatıldığı gibi Rab-bine dua etti. Ya Rabbi bunlar adam olmuyorlar, bunlar
imana gel-miyorlar bunların işini bitir. Sonra dedi ki:
72. “Eğer yüz çevirirseniz bilin ki,
ben sizden ücret istemiyorum. Benim ecrim Allah'a aittir. Müslimlerden olmakla
emrolundum.”
Eğer benden ve getirdiğim
mesajdan yüz çevirirseniz, ben siz-den bunun karşılığında bir ecir, bir ücret
istemedim ki. Ben sizden mal da istemedim, mülk de istemedim, makam mansıp da
istemedim, saltanat da istemedim, kadın kız da istemedim, bana teşekkür etmenizi
de istemedim. Çünkü yaptığım bu görev Rabbimdendir ve onun mükâfatı da Rabbime
aittir. Sizin müslümanlığınızın karşılığı da size aittir. Siz müslüman olduğunuz
zaman kâr edecek, olmadığınız zaman da zarar görecek değilim ben.
¬
73. “Onu yalancı saydılar; ama Biz onu
ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık. Onları ötekilerin yerine geçirdi,
âyetlerimizi yalanlayanları suda boğduk. Uyarılanlardan söz dinlemeyenlerin
sonlarının nasıl olduğuna bir bak.”
Nuh (a.s)’ı yalanladılar, onu ve
getirdiği mesajı yok farz ettiler, dinlemediler, reddettiler. Hattâ son
dönemlerinde Allah’ın emriyle Nuh (a.s) gemi yapmaya başlayınca alaya aldılar,
dalga geçmeye çalıştılar. Ne o ey Nuh? Bu yaptığın da neyin nesi? Peygamberlik
mesleğini bıraktın da şimdi de marangozluğa mı başladın? diyerek onunla istihza
ettiler. Ama Allah artık onların adam olmayacaklarını, küfürlerinin karşılığı
olarak haklarında hüküm verme zamanının yaklaştığını bildirdi.
Bunun üzerine Hz. Nuh bir gemi
yaptı. Allah buyurur ki bakın: Biz Nuh’u ve beraberindekileri, onun yanında yer
alanları, peygamber safında olanları, seçimini Allah ve elçisinden yana tercih
edenleri, saflarını belirleyen mü’minleri gemide kurtardık. Bir gemi yapılıyor
Allah’ın emriyle, Allah gözetiminde ve bu gemide Nuh (a.s) var ve be-raberinde
müslümanlar var. Hz. Nuh’un yanına aldığı hayvanlardan birer çift var.
Kurtulması gerekenleri emniyete aldıktan sonra, Rabbi-miz gökten yağmurlar
gönderiyor, yerden de sular fışkırtıyor ve kâfirleri suların altında helâk
ediyor.
Bu ve benzeri âyetler hem yeryüzünde
işleyen Allah yasalarını, sünnetullahı anlatır hem de İslâm’ın tarihî olayları
yorumlayışındaki usulü anlatır. Yeryüzünde değişmeyen bir yasa, bir sünnetullah
gereği günâhları yüzünden, isyanları yüzünden insanlar helâk edilmektedir, hem
de helâk edenin başkası değil sadece Allah olduğu vurgulanır. Ümmetlerin,
toplumların yok edilişlerinde Allah’a ve elçilerine kafa tutmaları, Allah’tan
gelen hayat programını reddedip kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat
yaşamaya kalkışmalarıdır. Allah’ı hayatlarına karıştırmayarak elçileriyle savaşa
tutuşan bu insanlar ve toplumlar için yeryüzünde kaçınılmaz olan bu helâk, bu
yok oluş yasası ya yeryüzünde Allah tarafından çabucak gelen bir azapla
gerçekleşmekte, ya da ağır ağır etkisini gösteren fıtrî ve ahlâkî çözülüşlerle
kendisini göstermektedir.
Evet Allah isyanları sebebiyle bu
toplumları yok etmiş. Ama dikkat ederseniz bu helâk edilenlerin yanında
kurtulanlar da vardır. Allah herkesi helâk etmiyor. Bakın iman edenleri, gemiye
binenleri, Allah’ın dâvetine icâbet edenleri, peygamber safında yer alanları
kur-tarıyor Rabbimiz. Gemiye binenler kurtuluyor Allah yasalarında. Şu anda da
dünya üzerinde korkunç bir tufan var. İnsanlığının Allah’a kafa tutma, Allah’ı
hayatlarına karıştırmama, Allah’tan gelen hayat programına değer vermeme, ve
Allah’ın elçisiyle ilgilenmeme isyanlarından ötürü tüm dünyada tufan vardır.
Tüm dünyada Rabbimizin korkunç
bir tufanı vardır şu anda. Ama sünnetullah gereği şu anda gemi de vardır. Bu
tufandan sığınmak isteyenlerin sığınabilecekleri gemi de mevcuttur. Bu gemi son
el-çinin bina ettiği İslâm gemisi, geminin kaptanı da Hz. Muhammed (a.s)’dır. Şu
anda bu gemiye binenler, bu geminin kaptanının safında yer alanlar, bu geminin
kaptanına evet diyenler, tercihlerini bu istikâmette kullananlar hep kurtuluyor,
diğerleri ise helâk olup gidiyor. Eğer kurtulanlardan olmak istiyorsanız,
helâkin ve helâk yasasının dışında kalmak istiyorsanız o günkü kurtulanların
rolünü oynamak zorundasınız. Kurtulanlar safında, peygamber safında yer almak
zorundasınız. Safınızı belirlemek zorundasınız.
Evet Allah düşmanlarının defterini
dürüverdi de sonra peygamber safında yer alanları onların yerlerine yurtlarına
yerleştirip ha-lifeler kılıverdi. O helâk edilenlerin peşlerinden yeni yeni
nesiller getirmiş, onlardan sonra onların yerlerine başkaları vâris olmuş.
Öncekiler yok olmuş kayıplara karışmış, yoklukları bile hissedilememiştir. Ama
ne yazık ki bu gerçeği insanlar unutuverirler. Allah kendilerine yeryüzünde
yerleşme imkânı verince, yerlerini sağlamlaştırınca hemen bunu unutuverirler de
sanki kendilerini yaratan Allah değil de kendileriymiş gibi, sanki kendilerine
bu imkânları veren Allah değil de başkalarıymış gibi, sanki kendilerinden önce
nicelerini gözlerinin önünde Allah helâk etmemiş gibi Allah’a kafa tutmaya
kalkıverirler. Allah’a karşı da Allah’ın âyetlerine karşı da müstekbirce bir
tutumun içine giriverirler.
Halbuki Allah buyuruyor: İyi bir
baksanıza, uyarılıp da adam olmayanların sonu nasıl olmuş? Aman ya rabbi bizi
gemide olanlardan eyle! Aman ya Rabbi bizi peygamber safında yer alanlardan
eyle! Aman ya Rabbi sana ve elçine kafa tutanlardan
eyleme!
74. “Sonra onun ardından milletlere
peygamberler gönderdik, onlara belgeler getirdiler. Diğerlerinin daha önce yalan
saymış olduklarına bunlar da inanmadılar. Aşırı gidenlerin işte böylece
mühürleriz.”
Evet işte bu helâk yasasından
sonra tarihi yorumlama, ama dosdoğru yorumlama ve tarihten ibret alma devam
ediyor. Bu helâkten sonra da Allah peygamberler gönderiyor. Allah’ın elçileri
toplumlarına apaçık belgelerle, apaçık Beyyine’lerle, Allah âyetleriyle
geldiler. İnsanlar Allah elçilerini yalanladılar diye Rabbimiz onları
karanlıklar içinde bırakıvermiyor. Onların buna lâyık olup olmadıklarına
bakmaksızın Rabbimiz rahmeti, merhameti gereği peygamber göndermeye ve kullarını
uyarmaya devam ediyor. Ama o toplumlar da kendilerinden öncekilerden farklı
davranmadılar. Kendilerinden öncekilerin başlarına gelenlerden ibret almadılar.
Onlar da iman edip kurtulanlardan olmadılar. Aslında iradeleri vardı ve üstelik
Rabbimiz kendilerine bir miras da sunmuştu. Kendilerinden öncekilerin helâk
yasasını göstermişti.
Kimlerdi Nuh (a.s) dan sonra gönderilen
peygamberler? Âd kavmine Hûd (a.s)’ı, Semûd toplumuna Salip (a.s)’ı, Lût kavmine
Lût (a.s)’ı, Medyen ve Eykeli’lere Şuayb (a.s)’ı gönderdi Rabbimiz. Ama Allah’ın
bu şerefli elçilerinin toplumlarından pek azı müstesna çoğu iman etmediler.
Kendilerinden öncekilerin yolunu izlediler de Allah’a da, Allah’ın elçilerine de
isyanı meslek edindiler. İşte azgınların kalplerini böylece mühürleriz buyuruyor
Rabbimiz. Ama anlıyoruz ki Allah bir topluma uyarıcılar gönderip onları açık ve
net bir biçimde uyarmadıkça insanların kalplerini mühürlemiyor. Peygamberler
geliyor, onlar toplumlarını Allah’ın âyetleriyle uyarıyorlar, nasihat ediyorlar,
uğraşıyorlar, didiniyorlar, çırpınıyorlar ama toplumları onları dinlemiyorlar,
onların istediğine yönelmiyorlar Allah da onların işlerini bitiriyor. Yâni
adamlar kendi hür iradeleriyle kendi kalplerinin mühürlenmesini isti-yorlar
Allah da onların kalplerini mühürleyiveriyor. Yâni onların kendi tercihleri olan
küfürlerini onaylayıveriyor, olup bitiyor.
75. “Onların ardından da Firavun ve
erkanına âyetlerimizle Musâ ve Harun'u gönderdik. Ama büyüklük tasladılar ve
suçlu bir millet oldular.”
Evet yine tarihten bir kesit,
tarihe ait bir yorumlara, tarihten bir haber geliyor. Musâ (a.s) ve kardeşi
Harun (a.s)’ın Allah’ın âyetleriyle Firavuna ve Melesine gönderilişi
anlatılıyor. Firavuna ve onun Melesine, Firavuna ve onun kullarına, Allah’ın
rubûbiyetini reddederek Fi-ravunun Rabliğini kabullenmiş toplumuna Allah’ın iki
elçisini gönderişi anlatılıyor. Allah’a karşı, Allah’ın rubûbiyetine ve
ulûhiyetine karşı gönderdiği hayat programına karşı müstekbir davrandılar,
eyvallahsız davrandılar ve gerçekten mücrim bir toplum
oldular.
Peki acaba bu zavallıların Rab’lerine
karşı, Rab’lerinin hayatlarına karışmasına karşı, Rab’lerinin kendilerine
gönderdiği elçilerine karşı kibirlenip müstekbir davranmalarının sebebi neydi?
Nereden alıyorlardı bu gücü? Topluma egemen olan biziz, bize itaat etmek
zo-rundasınız, bizi dinlemek, bizim yasalarımızı uygulamak zorundasınız, tanrı
biziz, rab biziz, ilâh biziz derken neye dayanıyorlardı bu adam-lar?
Dayandıkları, güvendikleri şuydu. Şu anda bu topluma egemen konumda olan
bizleriz. Ekonomik ve siyasal yönden hakim konumda olan bizleriz. Herkes bizi
dinliyor, herkes bize itaat ediyor. Musâ ve Harun da bizim egemen olduğumuz
toplumun üyelerinden ve üstelik bizim ekmeğimizi yemiş, bizim elimizde büyümüş,
bizim okullarımızda yetişmiş, bizim yönetimimiz altında yetişmiş birer
ferttirler. Bize muhtaç olan birilerine biz nasıl ittiba ederiz? Bizim
kölelerimizin içinden çıkan bu insanlara nasıl tâbi olabiliriz? diyorlar ve
kibirleniyorlardı. Kibirlenmeleri imanlarına engel oluyordu.
Halbuki dün aynı ülkede egemen
olanlar Yakub (a.s)’ın çocuklarıydı. Firavun oğullarından önce Mısırda egemen
olanlar İsrâil oğullarıydı. Hep egemen olarak kendilerinin kalacağını ve
müslümanların hep köle olarak yaratıldıklarını zannediyor ve aldanıyorlardı.
Sanki kö-lelik müslümanların değişmez alınyazılarıydı. Halbuki yeryüzünde bu
Allah’ın bir yasasıydı. İmtihan gereği dün Mısıra hakim olan ve tarihinde Mısıra
en mutlu günlerini yaşatan Müslümanlar şimdi güçlü Fi-ravun oğullarının
egemenliği altında köle bir konuma düşürülmüşlerdi.
Ama devran dönecek orada mülkün
sahibi olan ve dilediklerine mülkü veren, dilediklerinden onu alan,
dilediklerini azîz eden, dilediklerini zelil etme gücüne sahip olan Allah
Müslümanlara güç kuvvet verecek ve tekrar Firavun oğullarına galip bir konuma
getirecek ve Firavunlar Müslümanlar karşısında ezileceklerdi. Bu Allah’ın
yeryüzünde değişmez yasasıydı. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Ama
Firavunlar bunu bilmezler. Allah’ı tanımayan kâfirler Allah’ın bu yasasından
gafildirler. Şu anda topluma egemen ya, şu anda elinde silahı var ya, elinde güç
kuvvet var ya ve üstelik kendisinde olanlar Müslümanın elinde yok ya, kâfir buna
aldanmaktadır. Müslümanın elinde bıçak bile yokken, Müslümana terk-i silah
ettirip, her türlü silahtan yoksun bırakıp kendisinin her türlü teknolojik güce
sahip olması, siyasal ve ekonomik güce, askeri güce sahip olması, her türlü imha
silahlarına sahip olması kâfiri aldatmakta ve müstekbir davranmaya sevk
etmektedir. Madem ki güç bende, madem ki egemenlik bende, o halde benim
istediğim gibi hareket edeceksiniz, benim istediğim gibi giyinip soyunacak,
benim istediğim gibi bir hayat yaşayacaksınız, değilse size hayat hakkı
tanımıyorum diyebilmektedir.
Ama bir gün böyle diyen kişinin ya da
kişilerin karşısına bir Musâ çıkıyor, bir Musâ gönderiyor Allah ve Onun
aracılığıyla bu insanları tanrılık taslamaktan vazgeçip kendisine kul olmaya
çağırıyor. Gelin Müslüman olun ve kurtulun, değilse sonunuz geldi diyor.
Kendiniz tanrılıktan vazgeçip yaratıcınıza, gerçek egemen olan Rabbinize teslim
olduğunuz gibi benim Müslüman kullarımdan da elinizi çekin. Benim kullarıma
tanrılık taslamaktan, zorla onları bana kulluktan, benim yasalarıma itaatten
çıkarıp kendinize, kendi yasalarınıza kul, köle yapmaktan elinizi çekin.
Allah’ın kutlu elçileri bu şekilde Rab’lerinin mesajıyla gelince alçaklar
şaşırıp, apışıp kaldılar. Bakın Allah diyor ki:
76. “Gerçek, katımızdan onlara gelince:
Doğrusu bu apaçık bir büyüdür dediler.”
Kendilerine reddetmeleri mümkün
olmayacak bir netlikte hak gelince, Allah’ın açık net bir âyeti olarak Hz. Musâ
(a.s)’ın elindeki asa gözlerinin önünde yılan haline gelince ve Kur’an’ın
değişik yerlerinde anlatıldığı gibi koynundan çıkardığı elleri bembeyaz bir nûr
haline gelince, ve Hz. Musâ (a.s) onlara farklı mûcizeler, farklı âyetler
gösterince dediler ki bu apaçık bir büyüdür, bir sihirdir. Bu Musâ çok bilgiç,
çok profesyonel bir sihirbazdır dediler. Çünkü alçağın kendisinin işi gücü
sihirdi zaten. Ülkeyi sihirbazlarla yönetiyordu. Hakkı bâtıl, bâtılı hak
gösterme el çabukluğuyla insanların gözlerini boyamakla durumu idare ediyordu.
Medyası sihirbazlardandı, siyaseti ve siyasetçileri sihirbazlardandı, ekonomisi,
ekonomicileri sihirbazlardandı, eğitimi, eğitimcileri sihirbazlardandı,
hukukçuları sihirbazlardı. Beyazı siyah, siyahı beyaz gösteriyorlar, iyiyi kötü,
kötüyü iyi gösteriyorlar, Musâ’yı Firavun, Firavunu Musâ gösteriyorlar ve
böylece ülkeyi idare ediyorlardı. Firavunun ülkeyi kendileri sayesinde yönettiği
sihirbazları bazen ilim adamı rolünde, bazen sanatçı rolünde, bazen hukukçu
ro-lünde, bazen medya rolünde kimselerdi.
Musâ (a.s) ve Firavunun gündeme
getirildiği her bir yerde sih-ri ve sihirbazları böyle anlıyoruz. Eğer sihri ve
sihirbazları Musâ (a.s) ın Firavunla, Firavun sistemiyle mücâdelesi çerçevesinde
anlamaya çalışırsak şöyle diyeceğiz: Musâ karşısında, Allah’ın hak elçisi
karşısında, bu elçinin ortaya koyduğu İslâm dâvâsı karşısında insanların
Firavunları ve Firavunî sistemleri ayakta tutmak üzere sahip oldukları ilim
dallarındaki bilgilerini ustaca kullanmalarının adına sihir denir. Allah
âyetleri karşısında, Allah sistemi karşısında ve bu sistemi savunan Allah erleri
karşısında Firavunî sistemleri ayakta tutmak için çırpınan kimselere de sihirbaz
denir. Bu sihirbazlar ellerindeki tüm bilgilerini, tüm imkânlarını sistemi haklı
çıkarmak ve yaşatmak üzere kullanırlar.
Meselâ adam şairdir,
edebiyatçıdır. Eğer bu adam sahip olduğu edebiyat bilgisini İslâm dâvâsı
karşısında Firavunu ve Firavunî sistemi ayakta tutma adına kullanıyorsa işte bu
adam sihirbazdır. Meselâ adam sanatkârdır ve bu sanatını Firavunun hizmetinde
kullanıyorsa bu adam da sihirbazdır. Veya adam bir dalda doçenttir, prof-tur,
hukuk bilgisine sahiptir, teknik bilgilere sahiptir ve bu bilim dalıyla Firavun
sistemini destekliyorsa, Musâ’yı ve Musâ gibileri, Müslümanları yalancı çıkarma
kavgası veriyorsa, halkın gözünü boyama kavgası veriyorsa bunlar da sihirbazdır.
Şarkıcılar böyledir, tiyatrocular böyledir, para babaları böyledir...
Zaten sihir beyazı, siyah;
siyahı, beyaz; hakkı, bâtıl; bâtılı, hak gösterme el çabukluğudur ve bunu yapan
herkes sihirbazdır. Musâ’yı Firavun, Firavunu Musâ gösteren herkes sihirbazdır.
Kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan bir sistemi hak, Allah’ın yasalarına
bağlı İslâm sistemini de bâtıl göstermeye çalışan bu uğurda sa’y eden herkes
sihirbazdır. Karıyla kocanın arasını ayıran, kardeşi kardeşe düşman yapan,
farklı farklı hiziplere ayırarak Müslümanları birbirleriyle vuruşturan
demokrasiyi hak İslâm’ı da bâtıl göstermeye çalışan herkes sihirbazdır. İnsanın
insana kulluğu anlamına gelen demokrasiyi savunan, bu sistemin en güzel bir
sistem olduğunu, insanların saadetini temin eden bir sistem olduğunu savunan
herkes sihirbazdır.
Bunlar da çağdaş sihirbazlardır.
Firavunlar bunlar sayesinde topluma hakim olurlar, bunlar sayesinde insanları
ezerler, bunlar sayesinde kan emerler. Tabii bunlar da Firavun tarafından
beslenirler ve palazlandırılırlar. Firavunun bunlara, bunların da Firavunlara
ihtiyacı vardır. İşte Firavun kendisi bu tür sihirbazların sırtına basarak
yükseldiği için, sermayesi bu olduğu için Allah’ın elçisi Musâ (a.s)’ın
getirdiği mesaja da sihirle karşılık vermek, ellerindeki sihir bilgileriyle,
teknolojileriyle peygamberin karşısına çıkmak istediler. Onların bu tavrı
karşısında bakın Allah’ın elçisi şöyle diyordu:
77. “Musâ: “Size gelen gerçeğe dil mi
uzatırsınız? Bu sihir midir? Sihirbazlar zaten başarı kazanamazlar"
dedi.”
Size gelen bu hakka, bu gerçeğe
sihir diyorsunuz öyle mi? Rabbiniz tarafından gönderilen bu hakka, bu hak
bilgisine nasıl sihir diyebiliyorsunuz? Unutmayın ki hiç bir sihirbaz başarıya
ulaşamaz. Hiç bir sihirbaz felaha eremez. Eğer ben bir sihirbaz olsaydım sizin
karşınızda asla bu başarıyı, bu cesareti gösteremezdim. Sihirbazlar her ne kadar
dünyada geçici bir süre için başarıya ulaşmış gibi görünseler de, insanların
gözlerini boyayarak dünyada geçici bir süre onlara egemen olsalar da çok kısa
bir süre sonra dünyada rezil rüsva oldukları gibi âhirette de cehennemi
boylayacaklardır.
Onun içindir ki bir peygamberin
cehenneme talip olması asla mümkün değildir. Allah’ın elçisi Allah’ın cennetine
talip olan, insanları da Allah’ın cennetine ulaştırma kavgası vermek için gelen
insandır. Onun içindir ki Rabbi ona başarı lütfediyordu.
Allah düşmanı Firavunun ve
hempalarının gözleri önünde elindeki asasını yılan haline getirerek, koynundan
çıkardığı elini bembeyaz bir nûr hale getirerek Allah elçisine başarı üstüne
başarı lütfediyordu. Hangi sihirbaz becerebilmişti şimdiye kadar bu başarıyı?
Hangi sihirbaz becerebilmiştir bunu? Hangi sihirbaz kendisine mutlak ceza
verecek olan yeryüzünün en zâlim ve en güçlü ordusuna sahip olan bir kralın
sarayına böyle bir cesaretle girebilmişti bugüne kadar? Ve şimdi böyle zâlim bir
idarecinin karşısında hangi sihirbaz bir asayı yılan haline getirebilirdi? Hangi
sihirbaz bir el çabukluğuyla, biz göz işaretiyle koskoca bir ülkeyi açlık ve
felâkete sürükleyebilirdi? Hangi sihirbaz bir ülkenin tamamının evlerine
kurbağalar, çekirgeler, bitler doldurabilirdi? Hangi sihirbaz tüm suları kan
haline getirebilirdi?
Evet bugüne kadar hangi sihirbaz
becerebilmişti bütün bunları? Hattâ Mü’min sûresinde anlatılır Allah’ın bu güçlü
elçisine karşı Firavun şöyle diyordu: Sen bizi sihrinle yurdumuzdan çıkarmaya,
bizim dinimizi değiştirmeye ve Mısırın yönetimini eline geçirmeye mi geldin?
Oysa kesinlikle biliyorlardı ki o güne kadar hiç bir sihirbazın sihir gücüyle
bir memleketi fethettiği görülmemişti. Sihirbazlar sadece kendisinden mükâfatlar
alabilmek o güne kadar onun ayaklarını öpmekten başka bir şey yapmamışlardı,
bunu çok iyi biliyordu. Onun içindir ki Firavunun hem sen bir sihirbazsın demesi
hem de arkasında sen benim krallığımı ele geçirmek istiyorsun demesi onun
kafasının ne denli karıştığını göstermektedir.
Evet gerek o günkü Firavunun, gerekse
dünkü Mekke müşriklerinin peygambere sihirbaz ve peygamberin getirdiği âyetlere
de sihir diyen, ve gerekse bugünkü peygamber yolunun yolcularına sihirbaz
diyerek onların Müslümanlıklarını reddetmeye çalışan bu insanların bu çifte
standartları karşısında diyoruz ki Allah elçileri ve onların yolunun yolcuları
asla bir sihirbaz değildir. Hz. Musâ (a.s)’da bir sihirbaz değil tüm bunları
Allah desteğiyle gösteren bir peygamberdir.
Bakın bunu bildikleri halde hainler
diyorlar ki:
78. “Siz ikiniz, bizi babalarımızı
üzerinde bulduğumuz yoldan çevirmek ve yeryüzünün büyükleri olasınız diye mi
geldiniz? Biz size inanmıyoruz” dediler.”
Evet diyorlar ki bakın: Siz
ikiniz ey Musâ ve Harun, yoksa bizi babalarımızı üzerinde bulduğumuz,
atalarımızdan miras olarak devraldığımız yoldan, hayat tarzından, hayat
anlayışından, yaşam biçiminden bizi uzaklaştırmaya mı geldiniz? Bizi şu anda
yaşadığımız hayat programlarımızdan döndürüp Allah yoluna, Allah programına
çağırmaya mı geldiniz? Yoksa böylece toplumda kendi egemenliğinizi kurup
büyüklenmek mi istiyorsunuz? Derdiniz ne sizin? Bizim devletimize mi göz
diktiniz yoksa? Yâni bizim devletimizi, bizim saltanatımızı elimizden almayı mı
planlıyorsunuz? Mısırda iktidarı ele geçirmek mi istiyorsunuz? Kime diyorlardı
bunu? İki kişiye. Sadece iki kişi. Hz. Musâ ve kardeşi Hz. Harun.
Düşünebiliyor musunuz? İki kişi
nasıl oluyor da yeryüzünün, o günkü dünyanın en süper gücüne kafa tutabiliyordu?
İki kişi nasıl olur da yeryüzünün en müstekbir, en zâlim Firavununun askerî ve
siyasal gücüne karşı bir tavır sergileyebiliyor? Nasıl olacak da yeryüzünün en
güçlü insanına ve onun saltanatına karşı başlattıkları bu savaşta iki kişi galip
gelebileceklerdi? tâbi materyalist bir anlayışa göre, maddeci bir düşünceye göre
bu mümkün değildir. Lâkin Firavunun telaşına bir bakın ki korkudan ne diyeceğini
şaşırmış. İki kişinin, ama Allah desteğinde olduklarını kesin bildiği, tanıdığı,
güçlerinin farkında olduğu iki kişinin devleti ele geçirebileceğinden söz
ediyor. Yoksa bunu mu düşünüyorsunuz? Niyetiniz bu mu? diyor. İki kişinin
sistemini sarsacağından endişe ediyor. Başına geleceklerin korkusunu yaşıyor.
Zaten tüm zâlimlerin, tüm tanrı taslaklarının korkulu rüyasıdır
bu.
Evet bir taraftan etrafındaki cahil
halkın tepkisini ve desteğini de sağlamak için ülkenin elden gitmek üzere
olduğunu ima ederek vatan, devlet, millet, sakarya teraneleri söylüyor, diğer
taraftan da Musâ ve Harun’u devletlerine göz dikmiş birer vatan haini olarak
suçlamaya, halkın gözünde mahkum etmeye çalışıyor. Siz ikiniz galiba bizi
atalarımızdan devraldığımız yolumuzdan uzaklaştırmaya geldiniz diyerek halkın
milliyetçilik duygularını tahrik etmeye çalışıyor hain. Siz bizi atalarımızın
yolundan koparıp, devletimize göz dikenlersiniz, binaenaleyh biz asla sizi
dinlemeyeceğiz, size asla inanmayacağız, si-zin getirdiğiniz mesajın mü’mini
olmayacağız diyerek reddettiler. Ama onlar ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse
desinler Allah elçilerinin tavırları kesindi. Çünkü onlar kendi keyifleriyle
hareket eden in-sanlar değiller, Allah tarafından görevlendirilmiş elçilerdi ve
ne pahasına olursa olsun görevlerini sürdüreceklerdi.
79. “Firavun: “Bütün bilgin
sihirbazları bana getirin” dedi.”
Evet başka sûrelerde bu mücâdele
anlatılır, Firavun sihirbaz-larını toplamaya karar verdi. Emretti adamlarına ve
ne kadar bilgili uzman sihirbaz varsa onların hepsini getirsinler dedi. Mısırın
tüm şehirlerinde ne kadar bilgiç, mahir sihirbaz varsa hepsini toplayıp
ge-tirsinler. Hem de öyle basit statüsüz sihirbazları değil bu işin profesörü
olanlarını, profesyonel olanlarını, akademisyenlerini toplayıp getirsinler. Yâni
her hangi bir ilim dalında, her hangi bir sanat dalında bil-gisi, gücü, mahareti
olup da bu gücünü Allah elçisi, Allah sistemi karşısında Firavunu desteklemede
kullanacak herkesi toplamaya ve on-ların desteğiyle Allah elçilerini mağlup
etmeye karar verdi.
Firavun, Firavunî sistemlerin
teşkilatlandığı şehir merkezlerine haberler gönderip her türlü numaracıları, her
cins sahtekârları, sistemin yetiştirdiği her tür profları, ekonomistleri, hukuk
uzmanlarını, sanatkârları ve her sahada uzmanları çağıracaklar ve hep birlikte
birbirlerine destek vererek sistemi tehdit eden Allah elçisiyle mücâdele
ve-recekler. tâbi ya ne için yetiştirmişti sistem bu adamları? Ne güne
besliyordu sistem bunları? Böyle bir zamanda da gelmeyeceklerdi de ne zaman
gelecekti bu adamlar?
Evet böyle sistemin tehlikeye
girdiği bir dönemde hepsi toplanıp, elbirliği, sözbirliği, güç birliği ederek
Firavun sisteminin devamı için mücâdele vereceklerdi Allah’la ve Allah
elçisiyle. Tüm bu insanlara karşı Hz. Musâ da tek başına Allah âyetleriyle ve
Allah adına mücâdele verecekti. Tek başınaydı Musâ (a.s), ama ne gam yanında
Allah vardı. Allah desteğindeydi.
Firavunun destekçisi tüm sihirbazlar
bir meydanda toplandılar. Hepsi de Allah elçisine karşı fikir birliği, güç
birliği oluşturdular. Tüm sihirbazlar, tüm halk Allah’ın elçisine
karşıydı.
80. “Sihirbazlar gelince Musâ onlara:
“Atacağınızı atın” dedi.”
Allah’ın elçisi dedi ki haydi
buyurun atın atacağınızı. Zaten Firavunun hizmetinde Allah dâvâsıyla
savaşanların atmaktan başka yapacak bir şeyleri yoktur. Siz hak karşısında bâtıl
taraftarları olarak, Allah dâvâsı karşısında kendiniz gibi âciz tanrı
taslaklarının kulları olarak sadece atıcılarsınız. Sizler hiç bir hak bilgisine,
hiç bir yakîn bilgisine sahip olmayan, sadece atmasyonlarınızla hakkı bâtıl,
bâtılı hak gösteren, beyazı siyah, siyahı beyaz gösteren, elinizdeki sihirlerle,
hakka dayanmayan bilgilerle insanları saptıranlardan başkası değilsiniz.
İşte görüyoruz günümüzün
sihirbazlarını. Şu medyanın yaptıklarını, şu büyük haber merkezlerinin
yaptıklarını görüyorsunuz. Dünyayı etkileri altına almaya çalışıyorlar. Beyazı
siyah, siyahı beyaz göstermeye çalışarak insanların gözlerini boyamaya
çalışıyorlar. Yer-yüzünün en terörist ülkesini en âdil ülke gösteriyor,
yeryüzünün en mâsum, en mus’taz’af insanlarını terörist ilân ediyorlar ve size
de bu-nu yutturmayı beceriyorlar. Yeryüzünün en âdil, en güzel, en hak sis-temi
olan İslâm’ı en kötü, en geri, ama yeryüzünün en kötü, en zâlim sistemlerini ise
en güzel, en âdil sistem diyorlar ve sizleri de inandırabiliyorlar buna. Yâni
adamlar zulme adâlet, adâlete zulüm diyorlar. Pislere ahlâklı, ahlâklılara pis
diyorlar ve insanları buna inandırabiliyorlar. Ama hakka dayanan, hak bilgisine,
Allah bilgisine, vahiy bilgisine dayanan, hadiselere Allah bilgisiyle bakabilen
insanlar hariç.
Onun içindir ki Hz. Musâ diyor ki haydi
buyurun hak karşısında ne atacaksanız atın ortaya bakalım. Haydi ne
numaralarınız varsa ortaya atın bakalım. Buyurun bir numaranız varsa ortaya atın
da görelim. Sonra da ne yapacaksak biz de yaparız dedi.
Çünkü Allah’ın elçisinin onlardan
korkacak hiç bir şeyi yoktu. Çünkü onlar ne atarlarsa atsınlar, hakkın
karşısında dayanma güçleri yoktu. Hakkın karşısında bâtılların asla dayanma
gücünün olmadığını Allah’ın elçisi çok iyi biliyordu. Ne atarlarsa atsınlar,
hangi numarayı çekerlerse çeksinler fark etmeyecekti. İster teknolojiyi
kullansınlar, ister sanatlarını kullansınlar, ister edebiyatlarını gündeme
getirsinler, ister falanca bilim dalını, filanca silahlarını kullansınlar fark
etmez hakkın karşısında hiç birisinin dayanma gücü yoktur. Hakkın karşısında
bâtıl yok olmak zorundadır. Hakkın karşısında her şey yerle bir olmak
zorundadır. İman karşısında hiç bir bâtılın dayanma gücü yoktur.
Hz. Musâ dedi ki haydi buyurun neyiniz
varsa atın ortaya. Ne-yiniz varsa, hangi fikriniz, hangi usulünüz, hangi
tekniğiniz, hangi na-zariyeniz varsa atın ortaya. Hz. Musâ’nın hiç bir endişesi
yoktu. Çünkü Allah âyetleriyle beraber olan, Allah âyetlerine sahip olan bir
Müslüman karşısında kim olursa olsun asla korkmayacaktır. Çünkü onların ortaya
attıklarının tümünü kaldıracak olan Allah âyetleridir. Bizim planımız, bizin
fikrimiz, bizim metodumuz, bizim zekamız değil. O halde eğer bizler de Allah
âyetlerinin bilgisine sahipsek o zaman hiç kimseden korkmayacağız. Ama Allah
âyetlerinden mahrumsak, Allah âyetlerinden habersizsek o zaman her şeyden
korkarız ve korkacağız demektir. Evet atın dedi Hz. Musâ
ve:
81,82. “Attıklarında, Musâ: “Yaptığınız
sihirdir, fa-kat Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette
düzeltmez. Suçlular istemese de Allah sözleriyle hakkı gerçekleştirecektir,”
dedi.”
Attılar ortaya atacaklarını.
Döktüler torbalarındakileri. Açığa çıkardılar kafalarındakileri,
kalplerindekileri. Hz. Musâ dedi ki; sizin getirdikleriniz sihirden, vehimden,
zandan başka bir şey değildir. Ve kesinlikle Allah onların tümünü iptal edecek,
boşa çıkaracaktır. Rab-bim hiç bir zaman kendi düzenini bozan bozguncuların
işlerini dü-zeltecek değildir. Allah, düzeninden habersiz düzen yapanları, Allah
düzenini değiştirmeye çalışanları başarıya ulaştırmayacaktır. Allah yasalarını
reddederek yaptıkları yasalar bir sene bile gitmeyecektir. Ne yaparlarsa
yapsınlar, ne kadar da şimdi en güzelini bulduk diye sevinirlerse sevinsinler
asla huzur ve saadete erişemeyecekler,
yaptıklarını her dönem bozmak zorunda kalacaklardır. Ve:
Allah mutlaka hakkı yeryüzünde ikâme
edecek, mücrimler istemeyip engel olmaya çalışsalar da.
Yâni Hz. Musâ (a.s) ve kardeşi
Harun (a.s)’ın Firavun ve toplumuyla mücadelesi Kur’an’da uzunca anlatılır.
Sihirbazların sihirlerinin tümünün asa tarafından yutulduğu, Allah desteğindeki,
vahiy desteğindeki bir peygamber karşısında sihirbazların tüm fikirlerinin, tüm
sistemlerinin, tüm göz boyacılıklarının iflas ettiğini, sonunda gerçeği anlayan
sihirbazların bir saat öncesine kadar hizmetinde oldukları Fi-ravunu terk edip
peygamber safına geçtiklerini, onların kendisinden izin almadan sergiledikleri
bu iman tavırlarına karşılık her devirde olduğu gibi zâlim Firavunun işkence ve
zulüm tehditlerinin geldiğini, sonra tüm diğer despotların yaptığı gibi
Firavunun Müslümanların çocuklarına yöneldiğini, onları eğitimlerini bozarak,
başlarını açtırarak ahlâksızlaştırmaya, ve öldürmeye çalıştığını ve en sonunda
da hem kendisinin hem de Allah’la tutuştuğu savaşında hizmetinde bulunanların
denizde boğulduğunu uzun uzun anlatır Rabbimiz.
83. “Firavun ve erkanının kendilerine
fenalık yapmasından korktuklarından, milletin bir kısım gençleri dışında, kimse
Musâ'ya inanmamıştı, çünkü Firavun o yerde hakimdi. O, gerçekten aşırı
gidenlerdendi.”
Firavunun kavminden, Firavun
hanedanından birkaç genç hariç bunun dışında hiç kimse iman etmedi. Ama
Rabbimizin ifadesinden anlıyoruz ki iman etmeyenler de zâlim Firavunun zulmünden
korktukları için, kendilerine bir zarar vereceğinden çekindikleri için iman
etmediler. Firavun ve sisteminin, Firavun ve adamlarının kendilerini fitneye
düşürmesinden, işkence etmesinden korkuları iman etmelerine engel oldu. tâbi
burada kast edilen sadece Firavun milleti değil Musâ ve Harun (a.s)’ların kendi
kavimleri olan İsrâil oğullarından da çok az insan bu dâvete iman edebildi.
Halbuki Musâ (a.s) kendilerini kurtarmak için
gelmişti. Kendi kavmini Firavun sisteminin köleliğinden kurtarıp
hürleştirmeye gelmişti.
Üstelik bu insanlar bunu
biliyorlardı. Hz. Musâ’nın ve kardeşi Harun’un Yakub (a.s)’ın çocuklarından
olduğunu, yâni kendilerinden olduğunu biliyorlardı. Hz. Musâ’nın ataları İbrahim
(a.s)’ın, Yakub (a.s)’ın, İshak (a.s)’ın ve Yusuf (a.s)’ın dini olan İslâm’la
geldiğini çok iyi biliyorlardı. Ama yıllar yılı Firavun oğullarının zulüm ve
işkence sisteminin altında öylesine sindirilmişler, öylesine asimile edilmişler,
öylesine köleleştirilmişlerdi ki korkularından kendilerini kurtarmaya gelen
tanıdıkları elçiye iman edip onun safında yer aldıklarını ortaya koyamadılar.
Çünkü:
Gerçekten Firavun yeryüzünde, Mısır
arzında büyüklenen, büyüklük taslayan bir zâlimdi. Karunlarıyla, Hâmânlarıyla,
Bel’amla-rıyla kendisini güçlü gösteriyor, zulmediyor, haddi aşıyor ve
bozgun-culuk yapıyordu. İsraf ediyor müsriflik yapıyordu. Yâni kendi kendisini
yaratıcısına kulluk makamından indirip boşa harcıyordu. Allah tarafından
yaratıldığı halde, sahip olduklarının tamamı kendisine Allah tarafından
verildiği halde Rabbine kafa tutarak tanrılığını iddia ederken aslında kendi
kendisine yazık ediyordu. Kendi kendisine zulmediyordu. Kendisini kendi
elleriyle Allah’ın istemediği bir hayata mahkum ederken hayatını israf ediyordu.
Kendi kendini ısrarla Cehennem yolunda tutarken ateşe doğru sürüklerken kendi
kendinin zâlimi oluyordu. Elbette kendisini düşünmeyen, kendi kendine zulmeden,
kendisine hayrı olmayan bir zâlimin diğer insanlar için hayır düşünmesi de
mümkün olmayacaktı. Kendi kendini mahvettiği gibi diğer insanların hayatını da
mahvediyordu. Kendi dünyasını yıktığı gibi, toplumunun dünyasını da yıkıp boşa
harcayan bir israfçıydı.
84. “Musâ: “Ey milletim! Allah'a
inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O'na güvenin”
dedi.”
Musâ (a.s) dedi ki, ey kavmim, ey
benden olanlar, ey anam, ey babam, ey akrabalarım eğer Allah’a iman ediyorsanız,
eğer mü’-minlerseniz Allah’a güvenin, Allah’a dayanıp tevekkül edin. Çünkü iman
bunu gerektirecektir. İman, Allah’a güveni ve teslimiyeti
gerektirecektir.
Evet gerçekten Allah’a inanmış
Müslümanlar gerek o günün şartlarına benzer bir şart altında bulunsunlar, yâni
zâlimlerin, tâğut-ların amansız işkenceleri altında ezilmişliği, horluğu
hakirliği yaşamaya mahkum olsunlar, gerekse kendi egemenliklerini kurmuş serbest
ve hür bir hayat yaşar olsunlar fark etmez eğer imanları varsa, eğer Allah’a
inandıklarını iddia ediyorlarsa mutlaka her konuda Rablerine tevekkül edip,
sadece Ona dayanıp güvenmeleri gerekecektir. Bu imanın gereğidir. İnananlar
mutlaka işlerini Allah’a havale edecekler, yardımı, zaferi, başarıyı Allah’tan
bekleyeceklerdir.
Yollarını Allah’a soracaklar,
hayat programlarını mutlaka Rab-lerinden alacaklardır. Kendileri adına karar
alma mevkiinde, yasa be-lirleme makamında sadece Allah’ı görecekler, hayatlarını
sadece Al-lah adına ve Allah yasaları istikâmetinde yaşayacaklar ve zinhar
Allah’tan başkalarına vekaletlerini vermeyecekler, Allah’tan başkalarını
dinlemeyecekler, Allah’tan başka kimsenin emanı altına girmeyeceklerdir.
Müslümanım diyen herkes hangi durumda olursa olsun buna mecburdur.
Ve işte bunu becerebilen,
hayatlarında bu teslimiyeti, bu tevekkülü gerçekleştirebilen mü’minler
vekillerinin yardımına hak kazanmış kimseler olarak mutlaka kurtuluşa
ereceklerdir. Allah bu konuda vaatte bulunmuştur ve Allah’ın vadi haktır.
Kendisine güvenen, kendisine dayanan kullarını Allah asla yolda bırakmayacaktır.
Kendisini vekil bilenleri Allah asla yalnız ve sahipsiz bırakmayacaktır. Safında
yer almış kullarını hangi durumda olurlarsa olsunlar mutlaka galip getirecektir
Rabbimiz. Bakın az da olsa, zayıf da olsa Rablerine iman edenler dediler
ki:
85,86. “Allah'a güvendik; Ey Rabbimiz!
Zâlim bir millet ile bizi sınama, rahmetinle bizi kâfirlerden kurtar”
dediler.”
Firavunun zulümlerine ve
işkencelerine rağmen yine de iman edebilmeyi beceren o az sayıda mü’min diyor ki
biz Allah’a güvenip dayandık. Biz Rabbimize tevekkül edip vekaletlerimizi Ona
verdik. Çok kötü şartlar altında Rabbimizin bizden istediği bu imanımızı, bu
teslimiyetimizi gerçekleştirirken başımıza gelecekler konusunda biz Rabbimizi
vekil tayin ettik. Bundan sonra bizi neler bekliyorsa biz on-lardan Rabbimizin
kucağına sığındık, Rabbimizin koruması altına gir-dik. Biz kendimizi Rabbimize
teslim ettik. Öyleyse ey Rabbimiz, ey uğruna tüm başımıza gelecekleri sineye
çektiğimiz, hatırına her türlü işkenceyi göze aldığımız
Rabbimiz:
Ey Rabbimiz, bizi zâlimler topluluğu
için fitne kılma, bizi bu zâlimler topluluğunun elinde oyuncak yapma. Onlar bu
kâfir ve zâlim halleriyle, sana kafa tutan bu durumlarıyla bizlere egemen olup,
bazen öldürerek, bazen zindanlara atarak, bazen kadınlarımızın kızlarımızın
ırzlarına tasallut ederek, bazen mallarımıza el koyarak, bazen eğitimlerimizi
bozarak, bazen haremlerimizin başörtülerine el atarak onların elinde bizleri
oyuncak kılarak bizi böyle ağır bir imtihana tâbi tutma ya Rabbi. Bizi
dayanamayacağımız iptilâlara uğratma ya Rab-bi.
Ya da bu kâfirleri, bu zâlimleri bize
karşı galip bir konuma, üs-tün ve egemen bir konuma getirerek bizi onlar için
onları da bizler için fitne konusu yapma ya Rabbi
diyorlar.
Bakın Mümtehine sûresinde de İbrahim
(a.s)’ın hicreti esnasında aynen böyle dua ettiği
anlatılır:
“Rabbimiz! Bizi, inkâr edenlerle
deneme; bizi bağışla, doğrusu Sen, güçlü olan, Hakîm
olansın.”
(Mümtehine 5)
Ey Rabbimiz! Bizi kâfirler için fitne
kılma! Bizi kâfirler için fitne sebebi kılma. Kâfirlerin sapmalarına,
sapıklıklarına bizi sebep kılma ya Rabbi. Eğer kâfirler biz mü’minlere karşı
galip gelirlerse, onlar kar-şısındaki savaşımızda biz mağlup pozisyonuna
düşersek bu onların küfürlerine yol açabilir, küfürlerinde kemikleşip kendi
hayatlarından emin bir duruma gelebilirler, kendilerini haklı ve hak yolda
görebilirler. Biz haklı olduğumuz için bu mü’minlere galip geldik diyebilirler.
Böylece onların küfürlerinde ısrarlarına biz sebep olabiliriz. Onun için on-ları
galip bizi mağlup bir konuma getirerek onların küfürlerine bizi se-bep kılma ya
Rabbi.
Ayrıca tâbi
böyle bir durumda dinlerinden habersiz yaşayan kimi zavallı mü’minler de
kendilerini haksız görecek bir konuma gelebilirler. Kâfirler karşısında aşağılık
psikozuna düşerek, onların haklılığını kabul ederek, onlara meylederek onların
yollarına, onların anlayışlarına, onların kafa yapılarına uygun bir biçimde din
üretmeye, din-lerini, inançlarını onlara doğru eğip bükmeye kalkışabilirler.
Onlar karşısında ezilmişliği, yenilmişliği soluklayarak dinlerini onlarınkine
uygun hale getirerek sürekli onlardan özür dileme aşağılığa düşebilirler. İşte
İbrahim (a.s) böyle dua ediyordu, bu Müslümanlar böyle dua ediyorlardı Allah’a.
Allah korusun da işte şu anda
iliklerimize kadar bunu yaşıyoruz. İslâm ümmeti şu anda kâfirler karşısında bu
yenilmişliği yaşamaktadır. Galip kâfir toplumları karşısında Müslümanlar bu
duruma düşerlerken onlar da bizdeki bu zaafı gördükçe sürekli bizim dinimizi
inceleyecekler ve onların bizim dinimizle alâkalı, bizim inanç sistemimizle
alâkalı, bizim tarihimizle alâkalı dediklerinin tamamını kabul et-meye
başlayacağız. İşte görüyoruz, Oryantalizm adı altında şu anda adamlar bizim
dinimizi inceliyorlar. Dininiz şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır, kitabınızın
fonksiyonu şöyle olmalıdır, peygamberinizin dindeki yeri şudur, sünnet dininizde
şu anlama gelmelidir diyorlar ve İslâm ümmeti içinde âlim görünen kimi
zavallılar da mal bulmuş mağribi gibi onlardan gelenlere sahip çıkma ve topluma
empoze etme kavgası vermektedir.
Tabi bu
kâfirler bizim içimizdeki bu piyonlarının bu tavırlarını gördükçe daha çok
heveslenip bizim üzerimize gelmeye devam edecekler. Öyle değil mi? Meselâ bir
Goldizer babasının hayrına mı araştırıyor hadisleri? Bir Kettani babasının
hayrına mı araştırıyor İslâm tarihini? Ne dersiniz? Bu Goldizer peygamberi çok
sevdiğinden, bizi çok sevdiğinden dolayı mı hadisle uğraşıyor? Kettani
Müslümanlığından dolayı, Rasulullah efendimize olan sevgisinden dolayı mı İslâm
tarihiyle ilgileniyor? Hayır hayır, İslâm’ı bozma konusunda, Müslümanların
zihinlerini idlal noktasında bir mantık geliştirmek ve geliştirdikleri bu
mantığı bu ümmet içindeki çömezlerine yetiştirip onlar vasıtasıyla bu ümmetin
inancını bozmak için yapıyorlar bunları. Alçaklar şu anda İslâm’ı araştırma,
İslâm’ın açıklarını bulma üniversiteleri kuruyorlar memleketlerinde ve harıl,
harıl çalışıyorlar.
Evet Hz. Musâ’ya ve onun getirdiği
mesaja iman eden azınlık bir grup böylece Rab’lerine dua ettiler. Ve dediler
ki:
Ey Rabbimiz Rahmetinle, merhamet ve
lütfunla bizi kâfirler topluluğundan da koruyup muhafaza buyur. Biz sana güvenip
tevekkül ettik, sen bizi bu zâlimlerin şerlerinden rahmetinle muhafaza buyur
dediler.
Evet şimdi Rabbimiz vekaletlerini
kendisine veren, kendisini vekil kabul edip işlerini, durumlarını kendisine
havale eden kullarını nasıl koruduğunu anlatacak. Nasıl korumuş onları?
87. “Musâ ve kardeşine: “Mısır'da
milletimize evler hazırlayın; evlerinizi namazgah edin, namaz kılın diye vahy
ettik, inananlara müjde et.”
Evet buyuruyor ki Rabbimiz, biz
Musâ’ya ve kardeşine vahy ettik. Bizden vahiy bekleyen, bizden çözüm bekleyen,
işlerini bize havale eden kullarımıza vahy ettik. Neyi vahy etmiş
Rabbimiz?
Kendiniz için, kavminiz için Mısırda
evler edinin, evler hazırlayın. Yâni şehirde, ülkede Allah’ın elçileri ve
beraberindeki Müslümanlar belli evler edinecekler, evler hazırlayacaklar. Orada
mü’minler eği-tim yapacaklar, dinlerini öğrenecekler ve öğretecekler. Eğitim
faaliyetini yürütmek üzere, mü’minleri vahiyle yakından tanıştırmak üzere evler
edinecekler, evler belirleyecekler. Çocuklarını Firavunun materyalist eğitim
sisteminden kurtarıp Allah’ın ve elçilerinin istediği biçimde eğitmeye
alacaklar. Belirledikleri bu evlerden Firavun ve adamlarının haberleri
olmayacak. Kendi iradeleriyle belirledikleri bu evlerde gizliden gizliye eğitim
faaliyetini yürütecekler.
Evet evlerini kıble edinecekler.
Evlerinde Müslümanca bir hayatın gereği olarak namaz kılacaklar ve bedenlerinde
Allah’ın söz sahipliğine imanlarını gündeme getirecekler. Bedenlerini Allah’ın
emrine verecekler. Böylece namazlarını, bireysel kulluklarını ikâme edecekler.
Yâni o evlerde bulunmalarının sebebi olarak sadece Allah’ın kıblesine
yönelecekler, sadece Allah’ın yörüngesine girecekler, sadece Allah’ın
hoşnutluğunu isteyecekler ve evlerini mescidler yapacaklar. Evlerini Allah’a
secde mahalli haline getirecekler. Allah’ın emirlerini uygulama alanı haline
getirecekler.
Elbette Firavunlar mescidleri aslî
fonksiyonlarından uzaklaştırmışlarsa, mü’minler o mescidlerde Rab’lerine secde
imkânlarını kaybetmişler, Rab’lerinin emirlerini uygulayarak Onun önünde boyun
bükme özgürlüklerini yitirmişlerse, açıktan açığa “Allahu Ekber” diyemeyecek bir
duruma gelmişler, açıktan açığa Allah’ın istediği biçimde giyinemeyecek bir
duruma gelmişlerse, mescidlerde açıktan açığa Allah’ın âyetlerini öğrenme
imkânları kalmamışsa, mescidlerde Allah’ın talimatlarının yerini Firavunların
talimatları almışsa o zaman kendi iradeleriyle belli evler edinmek zorunda
kalacaklardır. Orada Allah’ın istediği bir hayatı, Allah’ın istediği bir kulluğu
icra etmek zorundadırlar. Yâni en kötü şartlar altında bile Rabbimiz
mü’minlerden kendi rızasını kazanabilecekleri, kendisine kulluğu icra
edebilecekleri bir hareket, bir tavır istemektedir.
Ey mü’minler, içinde bulunduğunuz
toplum ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, topluma egemen olan Firavunlar ne
kadar zâlim ve kâfir olurlarsa olsunlar unutmayın ki onların göremeyecekleri,
onların ellerinin uzanamayacağı mekânlar vardır Allah’ın mülkünde. Bilesiniz ki
onlar asla o mekânlara ulaşamayacaklardır. Onların gücü yetmeyecektir buna.
Çünkü onlar öyle sizin zannettiğiniz ve kendilerinin de size empoze etmeye
çalıştıkları gibi her şeyi bilen, her şeyden her an haberdar olan kimseler
değillerdir. Belki bu Firavunlar egemenlik bizdedir, biz her şeyi biliyoruz,
yaptığınız her şeyden haberdarız, nefes alışverişlerinizi bile kontrol ediyoruz,
bütün dünyayı gözetliyoruz, tüm dünyadan haberdarız gibi yalan yanlış
numaralarla, sihirlerle insanları aldatmaya çalışsalar da aslında onlar
ayaklarının önündeki çukurlardan bile haberdar olmayan zavallılardır.
İşte örneklerini gördük. En büyük
Firavunlar bile yanı başlarındaki insanların kurşunlarına hedef olarak geberip
gitmekten kendilerini kurtaramadılar. İşte Amerikan devlet başkanlarının, İsrâil
devlet başkanının, Mısırın Firavununun herkesin gözleri önünde gebertilirken
dünyanın en süper istihbarat teşkilatına sahibiz diye övündükleri teşkilatların
hiçbir şey yapamadıklarını gördük. Evet bu Firavunlar is-tedikleri kadar Allah
sıfatlarını kendilerinde görsünler, istedikleri kadar kendilerinin tanrı
olduklarını iddia etsinler Allah’tan başka hiç kim-senin insanları, dünyayı
kontrol etme, insanların yaptıklarından haberdar olma imkânı da, gücü de
yoktur.
Evet Rabbimiz Mısırdaki mus’taz’aflara
diyor ki kendinize evler edinin. Evlerinizi Allah’a kulluğa tahsis edilmiş
mescidler haline getirin. Orada Allah’ın istediği biçimde namazlarınızı,
bireysel kulluklarınızı ikâme edin. Birbirlerinize kenetlenip Allah’ın istediği
gerçek İslâm kardeşliğini ve dayanışmasını gerçekleştirin. Eğer böyle yaparlarsa
ey peygamberim sen onlara şunu müjdele:
Mü’minlere dünyada izzet ve şeref,
galibiyet ve hâkimiyet, âhirette de cennetimi ve rızamı müjdele. Eğer böyle
Allah’ın kendilerinden istediğini yaparlarsa, Allah onları düşmanlarına galip
getirecek, onları Firavunun zulmünde kurtaracak, kölelik ve zillet içinde bir
hayattan özgürce bir dünya hayatına çıkaracaktır. Dünyada böyle şerefli bir
hayat, âhirette de gözlerinin görmediği, kulaklarının duymadığı ni-metler onları
beklemektedir onları. Ama eğer onlar mutlak güç ve kudret sahibi olan Allah’ın
kendilerinden istediği bir hayata yönelmez-lerse, kendileri bilir, zâlimlerin,
despotların elinde oyuncak olarak rezil rüsva bir hayat yaşamaktan asla
kurtulamayacaklar.
88. “Musâ: “Rabbimiz! Doğrusu sen
Firavuna ve erkanına ziynetler ve dünya hayatında mallar verdin. Rabbimiz! Senin
yolundan şaşırtmaları için mi? Rabbi-miz! Mallarını yok et, kalplerini sık;
çünkü onlar can yakıcı azabı görmedikçe inanmazlar”
dedi.”
Evet Musâ (a.s) dedi ki ey Rabbim
muhakkak ki sen Firavuna ve onun melesine, onun etrafındaki yardakçılarına,
destekçilerine bolca dünya malı ve ziynetlerini verdin. Onlara güç verdin,
iktidar verdin, imkân verdin, fırsat verdin, makam verdin, siyasal ve ekonomik
güç verdin. Ey Rabbim, sen bütün bunları bu hainlere, bu zalimlere insanları,
senin kullarını senin yolundan saptırsınlar diye mi verdin? Ellerindeki bu
imkânlarla senin kullarını sana kulluktan koparıp kendilerine kul köle
edinsinler diye mi verdin? Ya Rabbi bu zalimlerin mallarını yok et. Ellerindeki
bu imkânları al. Saltanatlarını ve zulümlerini bitir. Kalplerini sıkıp huzursuz
et, çünkü onlar can yakıcı azaplarını görmedikçe iman etmezler. Darda ve zorda
kalmadıkça senin gücünü, kudretini, kendilerininse âciz ve güçsüz zavallı
varlıklar olduklarını anlayamazlar. Onlar başka türlü gerçeği anlamazlar.
Gerçekten de işte şu anda güç kuvvet,
egemenlik ve saltanat kendi ellerinde olduğu için pek çok kâfirin kendi
yollarından, kendi hayat programlarından emin olduklarını, mutmain olduklarını,
küfürlerinde kemikleştiklerini görüyoruz. Ne var bizim hayatımızda? Ne var bizim
yolumuzda? Eğer bizler şu anda yanlış yolda olmuş olsaydık, elbette Allah bizi
cezalandırır ve bize bu imkânları vermezdi. Biz haklıyız ki Allah bize bunları
veriyor. Biz doğru yoldayız ki şu anda mü’-minler bizim egemenliğimiz
altındadır. Eğer şu müslümanların yolu doğru olmuş olsaydı, elbette onlar bize
egemen olurlardı, onlar bize muhtaç olurlardı diyorlar.
89. “Allah: “İkinizin duası kabul
olundu. Dürüst hareket edin; bilmeyenlerin yoluna asla uymayın”
dedi.”
İşte Rabbimizin elçilerinin
dualarına cevabı. Ey elçilerim, ikinizin duaları da kabul edildi. Dualarınız
kabul gördü. Duanıza icâbet edildi. Siz Rabbinizin istediği şekilde dosdoğru
hareket edin. Rabbi-nizin dosdoğru yolunda, sırat-ı müstakîminde olun. Hiç bir
şey bilmeyenlerin, vahyi tanımadıkları, vahye teslim olmadıkları için kendi hevâ
ve hevesleriyle hareket edenlerin yoluna asla uymayın. Evet bu ifadeden
anlıyoruz ki artık mücâdelenin sonuna yaklaşılmıştır. Artık Rabbimiz onların
dualarını kabul edecek, dualarına icâbet edecek ve ortak düşmanları olan Firavun
oğullarının defterini dürecekti. Rab-bimiz elçilerinin dualarında konu
edindikleri zâlim Firavun oğullarının elindeki ekonomik ve siyasal güçlerini
alacak, onları zelil ve rüsva e-decek âhirette de dayanılmaz bir azap olan
cehennem azabına gönderecekti.
90. “İsrâil oğullarını denizden
geçirdik, Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla artlarına düştüler.
Firavun boğulacağı anda: “İsrâil oğullarının inandığından başka ilâh olmadığına
inandım, artık ben O'na teslim olanlardanım”
dedi.”
İşte şu anda dünyanın en büyük
olaylarından birisi gerçekleşecekti. Şu okuduğum âyetlerde ortaya konulan hadise
Kur’an’ın anlattığı çağlardan, zaman dilimlerinden birisinin bitip bir başka
çağın başlangıç hadisesidir. Kur’an-ı Kerîm Hz. Âdem’le başlayan insanlık
tarihinin bu âyetle anlatılan Hz. Musâ
ve beraberindeki Müslümanların denizi sağ salim karşıya geçip Firavun
oğullarının denizde boğulması ve ondan sonra Musâ (a.s)’a Tevrat’ın verilmesine
kadar ki zamana “Gurûn’ul ûlâ” ve bu hadiseyle
başlayan ve Rasulullah efendimize Kur’an-ı Kerîmin gönderileceği zamana kadar
geçen döneme de “Gurûn’ul vüstâ”der.
Evet dünyanın birinci döneminin
bitip ikinci döneminin başlayacağı bir hadise gerçekleşiyordu. Rabbimiz
peygamberini ve onun safında yer alan mü’minleri savaşa sokmadan, onları hiç bir
eziyete sokmadan gözlerinin önünde düşmanlarını helâk edecekti. Düşmanları
karşısında uzun bir mücâdele sürecini yaşamış, bıkıp usanmadan Firavun ve
hempaları karşısında Allah’ın istediği direnci göstermişlerdi. Erkek
evlâtlarının öldürülmesinden kızlarının hayasızlaştırılmasına varıncaya kadar en
kötü işlerde işkenceler altında köle olarak çalıştırılmalarına varıncaya kadar
her şeye göğüs gerip mücâdelelerini sürdürmüşler. Ve işte artık bütün bunlardan
sonra birinci çağın son elçisi Hz. Musâ bu olaydan itibaren ikinci çağın ilk
elçisi olarak beraberindeki mü’minlerle birlikte bir zâlimin yıkılışına şahit
oluyorlardı.
Evet Allah’ın emrine uyarak bir gece
beraberlerinde Allah’ın peygamberi Musâ olduğu halde İsrâil oğulları Mısırı terk
ederler. Ertesi sabah onların kaçtığını haber alan Firavun hemen kentlerine
haber salar ve çok büyük bir ordu hazırlar ve arkalarından harekete geçer.
Elbette efendiler kölelerini asla kaybetmek istemezler. Bu adamlar şimdi bizi
terk edip giderlerse biz ne yaparız? Bizim işlerimizi kim görecek? Onlarsız biz
ne yaparız? Nasıl yaşarız? Diyerek onları yakalamayı hedefler. Bir de onlar
bizim kontrolümüzden çıkarlarsa, ken-di başlarına kalırlarsa ne olur ne olmaz
belki hürleşiverirler, belki özgürlüğü anlayıverirler diye onları takibe karar
verir.
Bir hesabı vardı Firavunun ama
Allah’ın da bir hesabı vardı ve o bunun farkında değildi. Tıpkı bugün dünya
üzerindeki tüm Firavunî güçlerin Müslümanları yakın takibe aldıkları gibi. Ama
Allah’ın da bir hesabı vardır. İsrâil oğulları kaçıyordu. Bıktıkları usandıkları
kölelikten kaçıyorlardı. Özgürlük aramak için kaçıyorlardı. Namuslarını
iffetlerini kurtarmak için, hürriyete kavuşmak için, inançlarını
yaşayabilecekleri bir ortama kavuşmak için kaçıyorlardı. Mısırda kölelik içinde
bir hayat yaşamaktansa çölde seve seve açlığı ve ölümü yudumlamak için
ka-çıyorlardı. Firavun arkalarından yetişmişti. Müslümanlar iki tehlike arasına
sıkışıp kalmışlardı. Bir tarafta Firavun ve ordusu, öbür tarafta
deniz.
Düşünebiliyor musunuz? Gerçekten de
yeryüzünün en büyük olayı cereyan ediyordu. Öyle bir an geldi ki akıllara
durgunluk veren yeryüzünde emsali görülmemiş bir olay yaşandı. Firavun gariban
Müslümanların arkalarından yetişmişti.
Önlerinde alabildiğine haşin bir deniz arkalarında da azgın Firavunun orduları.
İsrâil oğulları işte böyle bir kaos içindeydiler. Allah’ın yardımıyla deniz
yarıldı ve İsrâil oğulları karşıya geçtiler sağ salim. Arkalarından yeryüzünün
en büyük gücü, yeryüzünün en büyük devleti komutanlarıyla, askerleriyle onlar da
arkalarından o yola girdiler. Tam denizin ortalarına geldiklerinde; Allah
denizin gemini, zimamını salıverdi. Deniz eski haline geldi ve Firavun oğulları
tümüyle denizin altına gömülüp hayata veda ettiler. Yeryüzünün en güçlü adamı,
en müstekbir insanı Firavun suda boğulurken şu sözü söylemekten kendini
alamıyordu:
"İnandım ki İsrâil oğullarının iman
ettiği Allah’tan başka ilâh yokmuş. Ben de
Müslümanlardanım!"
Gerçekten bugün bu sözü tüm dünya
müstekbirlerine duyurmamız gerekmektedir. Tüm dünya Firavunlarına duyurmalıyız
bu sö-zü. Ey müstekbirler! Ey kendilerinde güç kuvvet olduğunu zanneden
zâlimler! Firavunun söylediği bu sözü sizler ne zaman söyleyeceksiniz? Size hiç
bir şey hatırlatmıyor mu bu söz? Ölürken mi söyleyeceksiniz bunu? Ama Firavuna
fayda vermediği gibi o zaman söyleyeceğiniz bu sözün size de hiç bir faydası
olmayacaktır.
91. “Ona: “Şimdi mi inandım? Daha önce
başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.” dendi.”
Firavun ben inandım ki İsrâil
oğullarının inandığı ilâhtan başka ilâh yoktur. Ama bunu ölürken söylüyordu
hain. Allah diyor ki şimdi mi inandın? Halbuki daha önce başkaldırmış,
bozgunculuk etmiştin. Halbuki şimdi inandım dediği ilâhın gönderdiği Musâ’yı dün
öldürmeye çalışıyordu. Yıllarca o İlâhın dinini reddetmiş, o İlâhın gönderdiği
peygamberi reddetmiş, o İlâha inanan İsrâil oğullarına kan kusturmuş kendinin
ülkesinin yegâne ilâhı olduğunu ilân etmişti. Şimdi ölürken inandım dediği
İlâhın hayat programına itiraz etmişti.
Kendi yasalarını toplumda hakim
kılabilmek için O İlâhın yasalarına geçit vermemişti. Kendi arzularını Allah’ın
arzularına tercih etmişti. Allah’ı reddedip kendi hevâ ve hevesleri
istikâmetinde bir hayat yaşamayı yeğlemişti. Şimdi O İlâhın gücünü kudretini
görmüş ve pişmanlık ortaya koyuyordu. Hayatı boyunca reddettiği Allah’a
geberirken iman etmeye çalışıyordu.
İşte kıyâmete kadar gelecek nesiller
içinde kendisine özenen, kendi yoluna imrenen, yeryüzünde Rabliğini iddia ederek
Allah’a ve Allah’ın dinine savaş açan, Allah yasalarını ilga ederek kendi
yasalarını insanlara dayatan, Allah’ın kullarını Allah’a kulluktan çıkarıp
kendisine kul köle edinen, Allah kullarının inandıkları gibi yaşamalarına,
inandıkları gibi giyinmelerine, inandıkları gibi hareket etmelerine izin
vermeyen tüm Firavun taslaklarına bu sözleriyle boğulup giderken Firavun şu
mesajı veriyordu: Gelin ey beni taklit edenler, ey benim yolumdan gidenler, ey
benim gibi Allah’la savaşa tutuşanlar, yeryüzünde Allah’a hayat hakkı
tanımayarak, yeryüzünde Allah yasalarının, Allah sisteminin uygulanmasına izin
vermeyerek, Müslümanlara zulmederek Allah’la savaşa soyunanlar, gelin sizler de
benim düştüğüm yanlışa düşmeyin! Ben imanı son dönemime tehir etmiştim. Ama
gördünüz ki o iman benden kabul edilmedi. Siz bunu önceden anlayın da benim
durumuma düşmeyin. Şimdiden hatalarınızdan dönüp, tâğut-luklarınızdan vazgeçip
Müslümanlığınızı ilân edin ve kurtulun diyordu. Anlayanlara mesajlar sunuyordu
Firavun.
Evet işte Allah’la, Allah’ın
elçileriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşan kimselerin âkıbeti böyle oldu.
Hepsi de geberip gittiler. Güçleri kuvvetleri, orduları, planları, silahları hiç
bir işe yaramadı. Çünkü karşılarında Allah vardı. Onlar zannediyorlardı ki
karşılarında gariban üç beş Müslüman var ve onların çabucak hakkından
gelebilecekler. Ama işte gördük ki Allah her zaman galip gelmiş, Allah
düşmanları her zaman mağlup olurken Allah taraftarları her zaman üstün
olmuşlardır.
92. “Senden sonrakilere bir ibret
teşkil etmesi için bugün sadece senin cesedini çıkarıp (sahile) atacağız,”
dedik. Doğrusu insanların çoğu âyetlerimizden
habersizdir.”
Evet bu âyetlerde anlatılan
konular gerçekten çok önemlidir. Rabbimizin duyurduğu bu haberlerini tüm
insanlığa duyurmak zorundayız. Önce kendimize duyurup sonra da tüm insanlığa,
kendini Firavun kabul edenlere, Firavun rolü oynamaya çalışanlara, Firavun
safında yer alanlara, Firavunların hizmetinde olanlara, Firavunlarla birlikte
olanlara, kendisini Musâ safında görenlere, tüm insanlara duyurmalıyız bunu.
Eğer Rabbimizin bu müthiş haberlerini Firavunlara duyurabilirsek, Firavunların
köleleştirdiği insanlara duyurabilirsek, ya da bulundukları bölgelerde
Firavunları uyarmaları gerekirken bundan korkup kaçan insanlara duyurabilirsek
herkes durumunu anlayacak ve Allah’a kulluğa yönelecektir.
Çünkü bu olay sadece tarihin
belli bir döneminde, belli bir coğrafyasında cereyan etmiş bir olay değildir. Şu
anda da dünyanın pek çok yerinde yaşanan bir olaydır. Dünyanın pek çok yerinde
küçük küçük de olsa tanrılık iddiasında bulunan, insanları Allah’a kulluktan
koparıp kendisine, kendi yasalarına kulluğa çağıran pek çok Firavunlar vardır.
Güç kuvvet bendedir, egemenlik bendedir, benim istediğim gibi yaşamazsanız
asarım, keserim diyen, kendilerini Firavun gören pek çok tanrı taslakları
vardır. Onun için gelin Firavunun sonunun nasıl olduğunu bu insanlara anlatalım.
Anlatalım da hem Firavunlar hem de şu anda onlara kulluk edenler bilsinler bu
gerçeği.
Allah buyuruyor ki; senden sonra
gelenlere bir âyet, bir ibret olsun diye işte senin cesedini ortaya çıkarıyoruz.
Cesedini çıkarıp karaya atıyoruz. Bilemiyoruz da belki yıllar yılı Firavun
sisteminin eğitiminden geçmiş, Firavunun tanrılığı altında bir hayat yaşamış,
kölelik ruhlarına sinmiş İsrâil oğulları tanrı bildikleri Firavunun öldüğüne
inanmayacaklar, onun yıkılışına evet diyemeyeceklerdi. O ölmedi, kayboldu, ama
yakında yine çıkacak, gelecek diyeceklerdi. Tıpkı şu anda bâtılı destekleyen ve
bâtılın yıkılıp gidişine üzülen hak taraftarı Müslümanlar gibi. Allah onlara
bizzat Firavunun cesedini gösterdi ki onun hegemonyasından kurtulduklarını kesin
bilsinler ve artık ölüsünden bile korkar bir durumdan kendilerini kurtarsınlar,
kıyâmete kadar insanlar anlasınlar ki Firavunlar da ölürler. Anlasınlar ki
Firavunlara kulluk yapılmaz. Anlasınlar ki Firavunların yasaları uygulan-maz.
Anlasınlar ki kulluk edilecek sadece Allah’tır...
93. “Andolsun ki, İsrâil oğullarını iyi
bir yere yerleştirdik, onlara temiz rızıklar verdik, kendilerine bir bilgi
gelene kadar ayrılığa düşmediler. Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde şüphesiz
kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.”
Evet İsrâil oğullarını, mus’taz’afları,
zayıf düşürülenleri, Fira-vunî sistemler tarafından hakları hürriyetleri
ellerinden alınan kavmi Allah yeryüzünde
iyi bir konuma yerleştirdi. Helâk edilen
Firavunun ülkesine vâris kıldı. Onlara güzel güzel rızıklar verdi. Bıldırcın
eti, kudret helvasıyla onları besledi. Müstekbirleri, zâlimleri, Allah’ın
yasalarına karşı gelenleri, Allah’ın yasalarına savaş ilân edenleri suda boğarak
kökünü kestiği gibi mus’taz’afları da
yeryüzüne hakim kıldı. Zâlimlere hayat hakkı tanımadığı gibi kendi yolunda
giden, kendisine kulluk eden garibanları da yeryüzünde en büyük nîmetlerle
nîmetlen-dirdi Rabbimiz.
Anlayabildiğimiz kadarıyla; ya o
helâk edilen zâlimlerin top-raklarına, onların yerlerine yurtlarına vâris
kılıyordu Rabbimiz mü’-minleri ya da yeryüzünün başka coğrafyalarında mü’minlere
hakimi-yet veriyor onları egemen kılıyordu. Kudüs civarındaki Şam bölgesi ya da
daha geniş tutacak olursak Nil nehriyle Fırat arasındaki bugünkü Yahudilerin
“Arz-ı Mev’ud” dedikleri topraklara yerleştirdi Rabbimiz onları.
Bu Yahudiler bugün bu toprakların
kendilerine vaadedildiğini iddia ediyorlar. Aslında bu topraklar işte âyet-i
kerîmede görüyoruz ki Yahudilere değil Müslümanlara vaadedilmiş topraklardır.
Rabbimizin etrafını mübârek kıldığı bu arzı orada Allah’a Allah’ın istediği
biçimde kulluk eden mü’min kullarına vaadetmiştir. Rabbimiz arzını her zaman
sâlih kullarına vaadetmektedir. Hiç
şüphemiz olmasın ki bu topraklar yakında gerçek sahiplerini bulacak ve
Müslümanların olacaktır.
İşte bu da yeryüzünde Rabbimizin
değişmeyen yasasıdır. Yeryüzünde zayıf da olsalar, sayısal yönden az da olsalar,
müstekbirler tarafından köle konumuna da düşürülseler eğer mus’taz’aflar
sabrederler, dirençlerini kaybetmezler ve Allah’ın kendilerinden istediği gibi
olmaya çalışırlarsa sonunda mutlaka Allah’ın yardımı gelecek ve düşmanları
helâke mahkum olurken kendileri de yeryüzüne egemen olacaklardır. Bu Allah’ın
değişmeyen bir yasasıdır ve bu konuda zerre kadar şüpheniz olmasın. Tarih bunun
örnekleriyle doludur.
94. “Sana indirdiğimizden şüphede isen,
senden önce indirdiğimiz Kitapları okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden
gerçek gelmiştir, sakın şüphelenenlerden olma.”
Evet Rabbimiz buyuruyor ki ey
peygamberim, eğer sana indirdiğimiz bu kitaptan şüphede isen, küfür dünyanın,
şirk dünyanın ekonomi anlayışlarıyla, felsefe anlayışlarıyla, sosyoloji
anlayışlarıyla, tarih anlayışlarıyla, hayat anlayışlarıyla senin içine atmaya
çalıştıkları bozukluklar sebebiyle eğer sana indirdiğimiz bu hayat programının
doğru olup olmadığı konusunda eğer içinde, kalbinde bir tereddüt varsa o zaman
haydi şu daha önce kendilerine kitap indirdiğimiz Yahudi ve Hıristiyanlara bir
sor bakalım. Aslında Rabbinden indirilenler konusunda Rasulullah efendimizin her
hangi bir şüphe içinde olması mümkün değildir ama bu âyet Enbiyâ sûresindeki şu
âyetin muhtevası gibidir.
“Eğer bilmiyorsanız zikir ehline
sorun!”
(Enbiyâ 7)
Âyetinin mânâsı gibidir. Âyetin anlamı
anlayabildiğimiz kadarıyla ey mü’minler, bilmediklerinizi gidin bilenlere sorun
demek değildir. Âyetin ma kabline ve ma ba’dine bakılırsa mânânın hiç de böyle
olmadığı anlaşılacaktır. Ama âyeti böyle cımbızla çekercesine Kur’an
bütünlüğünden, sûre bütünlüğünden soyutlayarak anlamaya kalkarsanız o şekilde
düşünmeniz mümkün olacaktır. Allah burada buyurur ki ey peygamberim! Ve ey
peygamber yolunun yolcuları! Eğer sizler bu kitabın, bu Kur’an’ın Allah’tan
geldiği konusunda her hangi bir şüphe içindeyseniz, bir kuşkunuz varsa bu
konuda, o zaman hadi zikir erbabına, fikir erbabına, Tevrat ve İncil erbabına
gidin bir sorun bakalım. diyor Allah. Yâni bu Kur’an’dan bir şüpheniz varsa, bir
endişeniz varsa. Değilse gidin onlara sorun falan demiyor bu âyet. Zikir kitap
demektir. Ehli zikir de ehl-i kitap demektir. Yâni Yahudi ve Hıristiyanlar
demektir. Ama Müslümanlar kavramları değiştirdikleri için bütün bu mânâlar yok
olup gitmiştir.
Evet bu konuda Yahudi ve Hıristiyanlara
bir şeyler sormak yasaktır aslında. Yâni bu Kur’an’ın sağlamasını Yahudi ve
Hıristiyanlarla yapmak anlamına gelecektir ki biz mü’minler kesinlikle bundan
men edilmişizdir. Bu bâtıldır. Bizim onlara soracak, onlardan öğrenecek hiç bir
şeyimiz yoktur. Allah’ın Resûlü de asla onlara uymayacak, asla bu konuda onlara
bir şey sormayacaktı.
Ama maalesef bu âyetleri farklı anlayan
günümüz Müslümanları arasında Kur’an’dan daha kesin, Kur’an’dan daha üstün yol
göstericiliğine inanılan teoride ya da pratikte pek çok kitap vardır. Nice
kitaplar vardır ki ortada maalesef Müslümanlar Kur’an’dan önce onlara ittiba
ediyorlar, bundan önce onları okumaya, onlardan bilgilenmeye ve bu kitabın
sağlamasını onlarla yapmaya çalışıyorlar. Âdeta bu kitapları ellerinden ve
dillerinden düşürmemeye çalışıyorlar. Halbuki hiç bir kitap bu kitaba tercih
edilemez. Hiç bir kitap bu kitabın önüne geçirilemez. Hiç bir kitap bu kitabı
yargılayamaz. Çünkü bu kitap Allah’tan gelmiştir. Bu kitap hak bir kitaptır. Bu
konuda zerre kadar şüphe edenlerden olmamalıyız.
Belki şu anda peygamber efendimiz
dönemi sihirbazlarından çok daha fazla etkin sihirbazlar var. Ve bir de maalesef
şu anda Müslümanlar kitaplarından habersiz bir hayat yaşıyorlar. Bu
sihirbazların sihirlerinden etkilenme durumu o güne nazaran daha fazla
olabileceği için Müslümanların Allah’ın gönderdiği kitap konusunda, hayat
programı konusunda şüphe içine düşmüş olanlar olabilir. Onun için hak
Rabbinizden gelendir, bu konuda en ufak bir şüpheniz olmasın diyor Rabbimiz.
Çünkü işte görüyoruz ki en yanlış yolda olan, Allah’tan gelenlere karşı en azgın
bir tavır sergileyen Firavunlar bile Allah’ın âyetleri karşısında yanıldıklarını
itiraf ediyorlar.
95. “Allah'ın âyetlerini
yalanlayanlardan da olma, yoksa kaybedenlerden
olursun.”
Bir de ey peygamberim, ve ey
peygamber yolunun yolcuları, sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan olmayın.
Yoksa kaybedenlerden, hüsrana mahkum olanlardan, hem dünyada hem de yarın
âhirette eli boşa çıkanlardan olursunuz.
Allah’ın âyetlerini yalan saymak,
yok farz etmek, kaale almamak, âyetlere rağmen onlardan habersiz bir hayat
yaşamak, demektir. Veya diliyle onlara inandığı halde amelen onları küfretmek
demektir. Meselâ biliyor adam, anlıyor âyetlerin ne dediğini, ama imanını
ey-leme dönüştürmüyorsa, inandığı, bildiği âyetlere imanını amele
dönüştürmüyorsa işte bu da yalan saymadır.
Yalan saymak küfürden biraz farklıdır.
İnkâr etmek âyetleri tümüyle reddetmek ve inanmamak demektir. Ama yalan saymak
âyetlere inanmakla beraber gereğini yerine getirmemek demektir. Meselâ adam
inanıyor namazın farz olduğuna, ama yine de kılmıyor. İnanıyor tesettürün
farziyyetine, ama yine de örtünmüyor. İnanıyor âhiretin varlığına, ama öyle bir
hayat yaşıyor ki hayatında bu inancın kokusunu bile görmek mümkün değildir. İşte
bu da âyetleri yalan saymak, âyetleri boşa çıkarmak, âyetlerin varlık sebebini
kaldırmak demektir. İşte böyle Allah’ın bunca âyetlerine rağmen sanki onlar
yokmuş gibi bir hayat yaşayanlar kaybetmişlerdir.
96,97. “Doğrusu Rabbinin söz verdiği
azabı hak edenler, can yakıcı azabı görene kadar kendilerine gelen her türlü
belgeye bile inanmazlar.”
İşte böyle Allah’ın âyetlerini
yalanlayanlar üzerine, onlar hakkında Allah’ın hükmü hak olup kesinleşmiştir.
Evet Allah’ın bu zâlimler üzerindeki hükmü hak oldu. Neydi bu Allah’ın onlar
konusundaki hükmü? Onlar iman etmeyecekler. Cehennem ashabıdır onlar ce henneme
gideceklerdir. Önceki âyetlerde de geçmişti, Allah onların kendi hür
iradeleriyle kendileri hakkındaki tercihlerini onaylamıştır. Yâni bu konuda
onlar asla mazur değillerdir. Bunu kendileri istemiş-ler, Allah’ın âyetlerini
yalan saymışlar, yok farz etmişler, âyetlerle il-gilenmemişler, kendilerini
yoktan var eden ve yaşadıkları bu hayatı kendilerine lütfeden Rab’lerini
tanımadan, o Rabbin hayat için koyduğu yasalarını, kitabını tanımadan, o Rabbin
âyetlerini örterek, örtbas ederek, o âyetleri kendilerine ulaştırmaya çalışan
Allah’ın elçilerini susturmaya çalışarak, onlara hayat hakkı tanımayarak bir
hayat yaşadılar.
İşte böyle yaşayanlara ne kadar âyet
gösterirseniz gösterin, ne kadar delil getirirseniz getirin asla iman
etmeyeceklerdir, ta ki ken-dilerine can yakıcı azap gelene kadar. Azapla karşı
karşıya gelene kadar onlar iman etmeyecekler diyor Rabbimiz. İşte sûrede
anlatılan Firavun imanını son anına bıraktı. Allah’tan kendisine yüzlerce âyet
geldiği halde, gerçeği bildiği halde denizde boğulacağı ana kadar, can yakıcı
bir azabın girdabına düşeceği ana kadar iman etmedi de ancak o zaman iman etmeye
kalkıştı. Ama böyle bir durumda, azap gelirken akıllarını başlarına alıp, tevbe
edip imana yönelen ve bu imanları, bu tevbeleri kendileri için fayda veren
tarihte sadece Yunus (a.s)’ın toplumudur.
98. “Bir kasaba halkı inanmalı değil
miydi ki, imanları kendilerine fayda versin! İşte Yunus’un milleti, inandığı
zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırdık ve onları
bir süre daha bu dünyada geçindirdik.”
Evet bir kasaba halkı, bir köy
halkı, bir şehir, bir ülke insanları yaşadıkları küfür ve şirke dayalı bir
hayatın sonunda Rab’lerinden kendilerine gelecek azabın ucu göründüğü zaman da
bari Rab’lerine dönüp yalvarsalardı Rab’leri onları affedecek, mağfiret
edecekti. Ama tarihte bu fırsatı değerlendirip Allah tarafından son anlarında
affa mazhar olarak Yunus (a.s)’ın toplumundan başkası da olmamıştır. Yunus
(a.s)’ın kavmi bu konuda apayrı bir kavim ve bu dönüşe en güzel bir
örnektir.
Allah’ın elçisi Hz. Yunus rivâyetlere
göre Ninova’ya peygamber olarak gönderilir ve toplumunu Allah’tan aldığı görevle
uyarır. Toplum onu dinlemez. Toplumunu Allah’tan kendilerine gelmekte olan bir
azapla uyarır. Ama henüz azap gelmeden, Allah’tan kendisine hicret emri gelmeden
toplumunu terk eder. Toplumun inkârcı tavırları karşısında, yola gelmeyişleri
karşısında siliverir onları. Belki gülmüştü yüzlerine, belki acı bir tebessüm
atmıştı, belki nefret etmişti ama acele etmişti. Kaçmıştı görevden.
Halbuki bir peygamberin Allah’tan
kendisine hicret emri gelmeden görev mahallini terk etmemesi gerekiyordu.
Ölecekse orada ölmeliydi. Allah dilemedikçe orada da ölmeyecekti tabii.
Dövecekler, sövecekler, hapse atacaklar ateşe atacaklar ama yine de gitmeyecekti
oradan. Fakat gitti işte. Niye gitti? Öyle yapılınca başımıza nelerin geleceğini
bize anlatma adına, gösterme adına, bize bir ders ver-me adına gitti. Bize bir
misa l olsun diye arz etti Allah.
Kur’an’ın ifadesine göre koşarak gitmişti. Kölenin efendisinden
kaçtığı gibi toplumundan kaçtı ve bir gemiye bindi. Yolda bir fır-tına sonucu
alabora oldu ve gemide bir kura çekildi. Yunus (a.s) kendi suçluluğunun
farkındaydı ya, belki bizzat kendisi bunu teklif eder ya da kura kendisine
çıktığı için denize atılmayı rahat rahat kabul eder ve atılır. Sonra denizde bir
balık tarafından yutulur. Sonra o balığın karnında hatasını anlayıp dua dua
yalvararak Rabbinden affını diler. Sonra Allah onu affeder. Sonra Allah Onu
seçer, seçilmişlerden kılar da tarihte helâkten dönen tek kavim olan kavme yine
Onu peygamber olarak gönderir.
Evet Yunus (a.s)ın toplumu
peygamberleri Yunus (a.s) aralarından ayrılıp gidince onun vaadettiği azabın
kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu görürler ve hemen hatalarını anlayıp
akıllarını başlarına alırlar. Hemen tevbe edip Rab’lerine kulluğa dönerler.
Böylece azabın yaklaşması anında gerçekleştirdikleri bu tevbeleriyle tüm
insanlığa en büyük bir örnek oluştururlar. Evet kendilerine Allah’ın el-çisi
tarafından verilen azap süresi dolunca tevbe ettiler, Rab’lerinden af dilediler
de Allah da onları affetti ve üzerlerine gelmekte olan azabı kaldırdı Rabbimiz.
Nihâyet Hz. Yunus Kavminin helâk olmadığını, tev-beleri sonucu Allah’ın onları
affettiğini öğrenince tekrar onlara dönüp geldi de kavmi ona iman
ettiler.
99. “Ey Muhammed! Rabbin dileseydi,
yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. öyle iken insanları inanmaya sen mi
zorlayacaksın?”
Evet Allah’ın Resûlü zaman zaman
insanlar yola gelmiyorlar diye üzülüp hayıflanıyordu. Cehenneme doğru giden
insanları görüyordu çevresinde ve üzüntüsünden kendisini yiyecek duruma
geliyordu. Çevresindeki insanların cehenneme gidişini gördüğü halde bir
Müslümanın buna razı olması asla mümkün değildir.
İşte Allah’ın Resûlü bu insanları
cehennemden engellemek ve cennete kazandırmak için çareler arıyordu. Acaba ne
yapsam da bu insanları hidâyete ulaştırsam? Nasıl etsem de bunları cennete
kazandırsam? Bu konuda öyle haristi ki Allah’ın Resûlü elinde avucunda, evinde,
cebinde nesi varsa hepsini bu uğurda harcamaya çalışıyordu. Yapması gerekenleri
yapıyordu da acaba bundan başka daha ne yapsam? diye
çırpınıyordu.
Bakın Rabbimiz buyuruyor ki ey
peygamberim, bu konuda kendini yiyip bitirecek bir noktaya gelmene gerek yok.
Unutma ki eğer Rabbin dileseydi insanların tamamını Müslüman yapardı. Allah
dileseydi bu insanların hiç birisi kâfir olamazdı, hiç birisi müşrik olamazdı.
Allah öyle dileseydi bu insanların hiç birisi Allah’a şirk koşamaz, Allah’a kafa
tutamaz ve Allah’a isyan içinde bir hayat yaşayamazdı. Eğer bu insanlar
yeryüzünde şu anda küfrü, şirki tercih edebiliyorlar ve Allah’a rağmen, Allah’ın
âyetlerine rağmen diledikleri gibi bir hayatı yaşama imkânı bulabiliyorlarsa
unutmayasın ki bu da Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir yasası gereğidir. Allah’ın
bunlara verdiği bir iznin sonucudur.
O halde bu insanları imana sen mi
zorlayacaksın? Halbuki onların hidâyete gelmesi senin planlarına, senin
programlarına bağlı değildir. Şüphesiz ki ey peygamberim sen dilediklerini
hidâyete erdiremezsin. Allah yasaları gereği özgür iradesiyle küfrü ve şirki
seçen bir kimseyi ne sen ne de bir başkası asla hidâyete ulaştıramaz. Bu iş
sadece Allah’ın elindedir. Bu Allah’ın koyduğu bir yasadır. Bunu kimse
değiştiremez.
Öyleyse ey peygamberim, senin
vazifen ölmüşleri diriltmek değildir. Sen ancak korkmadan, çekinmeden, açıkça
sana indirdiğimizi anlat ve ötesini düşünme. Eğer Allah dileseydi onların
tümünü, insanların tamamını hidâyet üzere, İslâm üzere toplardı. Ama Rabbin
böyle dilememiş ve böyle olmamıştır.
100. “Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse
inanmaz, O, aklını kullanmayanlara kötü bir azab verir.”
Allah dilemedikçe sen bu
kâfirleri hidâyet edemeyeceğin gibi, yine Allah dilemedikçe, Allah izin
vermedikçe hiç kimse de mü’min olamaz. İnsanların imana yönelişleri de Allah’ın
iznine tabidir. Ama tabii Allah’ın bu konudaki izninin gelmesi de kişinin
özgürce kendi tercihini bu istikâmette kullanmasıyladır. Kişi hür iradesiyle
tercihini imandan yana, mü’min olmadan yana kullandığı takdirde Allah izin verir
değilse Allah’ın izni gelmez. Çünkü bilesin ki Rabbin küfrü, şirki, pisliği,
murdarlığı ve en kötü azabı akılsızlara, iradelerini kötüye kullananlara
yazmıştır. Akılsızlar, akıllarını kullanmayanlar kötü olacaklar, kötü bir azabı
hak edecekler. Ama onları kâfir yapan, onları bu kötü azabın mahkumu yapan Allah
değil kendileridir. Bu onların kendi tercihlerinin
sonucudur.
101. “Göklerde ve yerde neler var, bir
bakın” de. İnanmayacak bir millete âyetler ve uyarmalar fayda
ver-mez.”
Böyle Allah’ı ve Allah’ın
âyetlerini diskalifiye ederek, örterek, örtbas ederek yaşayanlara deki
peygamberim, göklere ve yeryüzüne bakın. Bir bakın göklerde ve yerlerde ne var,
ne yok? Şu Rabbinizin göklerde ve yerde yarattığı ve size arz ettiği âyetlerine
bir baksanıza. Allah’ın âyetlerini bir gözlemlesenize. Dağlar, denizler,
dereler, ağaçlar, ırmaklar, bulutlar, ay, güneş, yıldızlar, taşlar, topraklar,
insanlar bunların hepsi Allah’ın âyetleridir. Allah’ın bu görsel âyetlerinin
yanında şu elimizdeki kitabın işitsel âyetleri de insanlara sunulmuştur. Ama
bütün bu âyetlerden ancak onlarla ilgilenen mü’min kimseler ibret alırlar.
İnanmayacak insanlar için bunca âyet hiç bir değer ifade etmeyecektir. Çünkü
onlar onlara dönüp bakmazlar, onlarla
gereği gibi ilgilenmezler, onların üzerinde düşünüp kafa yormazlar, anlamaya
çalışmazlar. Çünkü onlar bu âyetleri yalan saymaktadırlar.
Esasen onların iman yollarını
tıkayan şey iman konusunda âyetlerin azlığı, delillerin yetersizliği değil, ya
da kendilerini bu âyetlere çağıranların samimiyetlerini ortaya koyan
örnekliklerinden mahrum oluşları da değildir. Aslında bütün sebep onların
İslâm’ı, imanı kabul isteklerinin olmayışıdır. Bunlar bu delillere karşı, bu
âyetlere karşı nötr davranıyorlar. Sanki böyle bir âyet gelmemiş gibi ilgisiz
davranıyorlar. Gerek görsel gerek işitsel, gerekse kendi enfüslerinde gözlerinin
önünde yığınlarla âyetlerin yanından geçiyorlar da görmüyorlar, görmek
istemiyorlar. Çünkü onlar tüm kapılarını, tüm pencerelerini kapamışlar ve
kendilerine hayat programı olarak gelmiş bunca âyetlere karşı müstekbirce bir
tavır sergilemektedirler.
102. “Kendilerinden önce geçenlerin
başlarına gelen olaylardan başka bir şey mi bekliyorlar? “Bekleyin, ben de
sizinle beraber beklemekteyim” de.”
Evet bu halleriyle bu adamlar
başka değil kendilerinden öncekilerin başlarına gelenin kendi başlarına da
gelmesini bekliyorlar. Kendilerinden önce aynen kendileri gibi inanmamakta
direnen, Allah’ın âyetlerini örtbas ederek bir hayat yaşayan kimselere gelen
tufanı, racfeyi, sayhayı, azap günlerini, gazap günlerini bekliyorlar.
Ken-dilerinden öncekilerin başlarına gelenlerden ne kadar da gafiller?
Kendilerinden önce Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın peygamberleriyle,
Allah’ın hayat programıyla savaşa tutuşanlar helâk olmadılar mı ki kendilerinin
helâk olmayacaklarını zannediyorlar? Kendilerinden önceki bu kadar güçlü
toplumlar bitmedi mi ki kendilerinin ellerindeki güçlerinin, saltanatlarının
bitmeyeceğini zannediyorlar? Nasıl da böyle bir aldanışın içinde bu insanlar?
Öyleyse onlara de ki; Bekleyin ey
kâfirler, ben de sizinle beraber beklemekteyim. Allah âyetlerine karşı, Allah
yasalarına karşı bu savunduğunuz yasalarınızın ne hale geleceğini? Bu
hayatınızın sizi nereye götüreceğini yakında siz de göreceksiniz ben de
göreceğim. Yakında kim galip kim mağlup onu siz de göreceksiniz ben de. Allah
yasalarını savunanlar mı galip gelecek, Allah düşmanları mı galip ge-lecek pek
yakında göreceğiz onu. Ya da kim haklıymış kim haksızmış onu yakında birlikte
göreceğiz. Allah yasaları mı hakmış haklıymış, sizin kendi kafalarınızdan
ürettiğiniz sistemleriniz mi haklıymış çok yakında göreceğiz onu. Hangisi
kokuşmuş, hangisi insanlığa gerçek mutluluğu sunuyormuş göreceğiz. Bakın
Allah’ın elçisi ne kadar kendisinden emin ve ne kadar huzur içinde bir tavır
sergiliyor kâfirler kar-şısında.
Elbette eğer bir Müslüman
gerçekten Müslüman’sa o huzurludur. Müslüman gerçekten Müslüman’sa o yolunda
emindir. Yolunun doğruluğundan kesin emindir ve huzur içindedir. İşte bakın
kendisine düşeni yapmanın huzuru içinde Allah’ın elçisi diyor ki bekleyin, ben
de sizinle birlikte beklemekteyim. O halde bizler de yapmamız gerekenleri
yaptıktan sonra diyeceğiz ki ey kâfirler bekleyin, sizinle birlikte biz de
bekliyoruz.
Evet dün olduğu gibi şu anda da bir
bekleyiş var. Kâfirler de bekliyorlar, Müslümanlar da bekliyorlar. Allah’la
savaşa tutuşanlar da bir bekleyişin içindeler, biz Müslümanlar da bekliyoruz.
Bakalım görelim Allah ne yapacak? Yakında onlar da görecekler, bizler de
göreceğiz. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Meselâ bir Nuh (a.s) kendisine
iman eden beş on Müslüman’la birlikte kâfirlere karşı 950 yıl beklemiş, Hûd
(a.s) süper bir güç karşısında bir avuç garibanlarla bekledi, Sâlih (a.s)
Semûd’un güçlü kuvvetli zâlimlerine, kâfirlerine karşı bir avuç Müslüman’la
bekledi, Lût (a.s) sadece kendisine inanmış iki kızıyla bekledi, İbrahim (a.s)
büyük zâlim Nemrut tarafından ateşe atılana kadar bekledi, Musâ (a.s) azgın
Firavunun denizde ge-bertilişine kadar bekledi, Muhammed (a.s) Allah’ın yardımı
gelene ka-dar bekledi.
Şu anda biz de bekliyoruz, bizim
karşımızdaki kâfirler de bek-liyorlar. Bekleyelim bakalım Rabbimiz ne edecek? Ne
gösterecek? Kesin biliyor ve inanıyoruz ki Allah mü’minleri galip kâfirleri de
mağlup edecektir. Bu Allah’ın değişmez yasasıdır. Evet Allah düşmanları tarihin
her döneminde helâk edildi de:
103. “Sonra Biz, peygamberimizi ve
inananları böylece kurtarırız, inananları (verdiğimiz söz gereğince) kurtarmamız
Bize haktır.”
Kâfirleri, Allah düşmanlarını
helâk ederken, onların defterlerini dürerken peygamberi ve onun safında yer alan
mü’minleri işte böylece kurtardık diyor Rabbimiz. Biz bunu kendimize yazdık
buyuruyor Allah. Bu Allah’ın yeryüzünde değişmez bir
yasasıdır.
104. “Ey Muhammed! De ki: “Ey insanlar!
Benim dinimden şüphede iseniz bilin ki ben Allah'tan başka taptıklarınıza
tapmam. Ancak, sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. İnananlardan olmakla
emrolundum.”
Evet onlara de ki peygamberim,
eğer benim dinimden, benim Rabbimden getirip size sunduğum bu hayat tarzından
şüpheleniyorsanız, hâlâ bu dinin Allah’tan geldiği konusunda, ya da dinlerin,
sistemlerin en güzeli olduğu konusunda kalpleriniz yakîn kazanmamışsa, eğer hâlâ
bu kitaptan, bu kitabın ortaya koyduğu ahlâka, eğitime, hukuka, siyasete, sosyal
yapılanmalara ilişkin, hayatın her bir alanına ilişkin yasalarından, bu
yasaların doğruluğundan şüphe ederek tüm bu konularda Allah’tan başkalarının
yasalarına yöneliyorsanız o zaman bilin
ki ben sizin Allah’tan başka taptıklarınızın hiç birisine tapmam. Sizin tüm
küfür anlayışlarınızdan, şirk anlayışlarınızdan uzağım. Ben sizin
fikirlerinizden, felsefelerinizden, sizin tüm hayat anlayışlarınızdan beriyim.
Ben ancak sizi dirilten ve öldüren Allah’a kulluk ederim. Çünkü tek öldüren, tek
dirilten Odur.
İşte ben böyle bir Allah’a teslim
olmakla emrolundum. Böyle bir Allah’a iman edenlerden olmakla, hayatımın her bir
anında böyle bir Allah’a teslim olanlardan olmakla emrolundum. Sizin gibi
hayatın bazı alanlarında Allah’a söz hakkı verip öteki alanlarında başka
ilâhlara, başka rab’lere kulluk etmemekle, hayatı parçalamamakla, hayatın
tümünde Onun yasalarını uygulamakla emrolundum. Çünkü sizin bu yaptıklarınız
şirktir.
105,106. “Muhammed'e “Yüzünü, hanif
olarak yönelmiş olarak dine çevir, sakın puta tapanlardan olma; sana fayda da
zarar da veremeyecek, Allah'tan başkasına yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz,
zâlimlerden olursun” denildi.”
Ve bir de şununla emrolundum ki
yüzünü hanif olarak Allah’a çevir. Sadece Ona yönel. Sadece Allah’a kul olmak
üzere, sadece Onun rızasını kazanmak üzere tüm varlığınla, aklınla, fikrinle,
düşüncenle, kalbinle, amelinle, gecenle, gündüzünle, işinle, aşınla, çolu-ğunla,
çocuğunla her şeyinle Allah’a yönel. Allah’ın rızasına yönel. Evet mü’min her
şeyiyle Allah’ın rızasına yönelmek zorundadır. Fıt-ratını bozmadan Allah’a
yönelecek. Allah’tan başkalarına kesinlikle kulluk etmeyecek, Allah’tan
başkalarını dinlemeyecek, Allah’tan baş-kalarının çektiği yere gitmeyecek,
Allah’tan başkalarına dua etme-yecek, onlara sığınmayacak. İşte bu, hanif
olmanın, mü’min olmanın gereğidir.
107. “Allah sana bir sıkıntı verirse,
onu O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse O'nun nîmetini
engelleyecek yoktur. O'nu kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır,
merhametlidir.”
Allah’tan sana bir sıkıntı, bir
üzüntü gelirse bilesin ki onu Ondan başka kaldıracak yoktur. Rabbin sana bir
iyilik dilerse de onu senden engelleyecek de yoktur. Allah kullarından
dilediğine iyiliğini ulaştırandır. Allah bağışlayan ve merhamet
edendir.
Evet Rabbimizin bu âyetinden
öğreniyoruz ki zarar verecek olan da fayda sağlayacak olan da sadece Allah’tır.
Bütün bir dünya toplansa da sana bir zarar vermeyi isteseler bilesin ki senin
aleyhinde Allah’ın yazdıklarının dışında sana hiç bir zarar veremezler. Allah’ın
takdirinin dışında senin kılına bile dokunamazlar. Yâni tüm dünya senin
aleyhinde toplanmışlar komplolar hazırlıyorlar, sana düşmanlık için planlar
kuruyorlar. Seni okuldan atacaklar, işine son verecekler, İslâmî düşüncenden
ötürü seni hapse atacaklar, sürecekler, öldürecekler, önünü kesecekler. Allah’ın
senin aleyhinde yazdıklarının dışında sana hiç bir zarar veremezler diyor
Allah.
Evet Allah sana bir zarar murad ederse,
sana bir zarar isa bet ettirecek olursa, Allah’tan
sana bir zarar gelecek olursa, onu ondan başka kaldıracak yoktur. Onu ondan
başka senden defedecek yoktur.
Ne para, ne pul, ne ana, ne baba, ne
amir, ne müdür, ne arkadaş, ne efendi, ne şeyh onu senden defedecek hiç kimse
yoktur. Allah seni bir zarara düşürmeyi murad etti mi, Allah sana bir zarar
ulaştırmayı takdir buyurdu mu artık onu ondan başka kaldıracak yoktur. Yine
Allah sana bir hayır murad eder, senin bir hayra ulaşmanı dilerse onu senden
engelleyecek hiç bir kimse de yoktur. Seni o hayırdan mahrum edecek hiç bir güç
ve kuvvet yoktur. Zarar veren de fayda veren de Allah’tır. Allah’tan başka fayda
ve zarar veren yoktur. Öyleyse her konuda sadece Allah’a güvenip dayanın. Sakın
ha kendilerine bile bir fayda ve zarar sağlayamayacak olanlara güvenip
bağlanmayın. Allah’tan başkalarından yardım beklemeyin.
Baksanıza şu anda Allah’a güvenip
dayanmış Müslüman-lardan pek çoğu gerek ekonomik yönden gerekse başka yönlerden
sıkıntı içindedirler. Çeşitli eziyet ve işkenceler altında kıvranmak-tadırlar.
Onlar bu durumdalarken benim şu anda içinde bulunduğum durum benim için bir
fayda değil mi? Bu güvenip sığındıklarım bana bu tür faydaları sağlamış
oluyorlar mı? Egemenlik bizdedir, keyfimiz, tıkırımız yerindedir filan derseniz,
onlara de ki peygamberim dünya hayatı çok azdır. Bir gün bu hayat bitecek. Haydi
sana ölüm geldiğinde onlar kurtarabilirlerse seni kurtarsınlar bakalım.
Kurtarabilirler mi? Veya Allah’tan sana bir iflas yasası ulaştığı zaman seni bu
iflastan kurtarabilirler mi?
Veya Allah şu anda senin gözünü,
kulağını alı-verse sana onları geri getirebilecek birileri var mı? Senden
menfaatleri bittiği zaman etrafında birilerini görebilecek misin? Kabirde bu
güvendiklerinin hükümleri geçerli olabilecek mi? Kıyâmette, Mahşerde, mizanın
başında bunların sana yardımı olabilecek mi? Hesap, kitap döneminde, cennet ve
cehennemin arz edileceği günde melik, mâlik kim? Kimin sözü geçerli olacak?
Fayda ve zararı kim verecek o gün? Şu anda bir Allah yasası olarak, geçici bir
şekilde insanlara, toplumlara biraz biraz fayda ve zarar gücü verilmişse
bilesiniz ki bu mutlak fayda ve zarar gücü değildir. Mutlak fayda ve zarar
Allah’ın elindedir, bunu asla unutmayın.
Öyleyse ey peygamberim, ve ey peygamber
yolunun yolcuları eğer fayda ve zararın mutlak sahibi olan Allah’ı bırakıp da
başkalarına kulluk eder, başkalarını sığınıp güvenirseniz zâlimlerden olursunuz.
Çünkü Allah’tan başkalarına kulluk, Allah’tan başkalarına sığınmak zulümdür.
Kalbin, aklın, fikrin, düşüncenin hakkını vermemek
zu-lümdür.
108. “De ki: “Ey insanlar! Rabbinizden
size gerçek gelmiştir. Doğru yola giren ancak kendisi için girmiş ve sapıtan da
kendi zararına olarak sapıtmıştır. Ben sizin bekçiniz
değilim.”
Evet ey peygamberim, ve ey
peygamber safında yer alanlar, Rabbinizden size hak gelmiştir. Rabbinizden size
işte hak bir sûre olan Yunus sûresi gelmiştir, Rabbinizden size hak bir sûre
olarak Hûd sûresi, Nuh sûresi ve diğer sûreler gelmiştir. Bunların hepsi haktır.
Rabbinizden size hak bir kitap, hak bir
kitabın hak âyetler, gelmiştir, hak bir peygamber gelmiştir, hak bir hidâyet,
hak bir yol, hak bir hayat programı, hak bir risâlet gelmiştir. Bilesiniz ki
sadece Rabbinizden gelen haktır. Onun dışında her şey bâtıldır.
Öyleyse artık sizden kim
Rabbinizden gelen bu hidâyeti seçerse, kim bu hidâyete tâbi olur, kim
Rabbinizden gelen bu hayat programına evet derse o kendinedir. Kendi lehine,
kendi hayrına, kendi menfaatinedir. Ama sizden her kimde sapar, sapıtırsa,
Rabbin-den gelen hidâyeti bırakır da sapıklığa, dalâlete talip olursa o da kendi
aleyhinedir, kendi zararınadır. Hidâyeti tercih eden de dalâleti ve sapıklığı
tercih eden de kendisi için tercih etmiştir. Ben size vekil de değilim. Ben sizi
zorla Müslüman yapacak da zorla kâfir yapacak da değilim. Benim böyle bir yetkim
de, sorumluluğum da yoktur. Al-lah beni hak bir kitapla, hak bir dinle, hak bir
peygamber olarak gönder-di. İşte şu anda ben size bu hak dini ulaştırıyor, sizi
hakla tanıştırıyor ve bu hak hayat programına dâvet ediyorum. Dileyen benim bu
dâvetime evet deyip hak yolunu, dileyen de sapıklık yolunu tercih eder.
Evet biz de insanlara bunu diyeceğiz.
Kendilerine hakkı götürdüğümüz, kendilerine Allah’tan gelen bu hak kitabı
duyurduğumuz insanlara diyeceğiz ki ey insanlar, biz size vekil değiliz. Ne
peygamberin ne de bizim sizi zorla, zorbayla hakka ulaştırmamız, Müslüman
yapmamız mümkün değildir. Bizim size bu kitabın âyetlerini ulaştırmamızın
ötesinde böyle bir yetkimiz de, böyle bir sorumluluğumuz da yoktur. Sizin
sorumluluğunuzu da üzerimize alacak değiliz. Diler iman eder, diler
küfredersiniz, bu sizin bileceğiniz bir şeydir diyeceğiz.
109. “Ey Muhammed! Sana vahy edilene
uy; Allah hükmünü verene kadar sabret. O, hüküm verenlerin en
iyisidir.”
Öyleyse ey peygamber, ve ey
Müslümanlar, Rabbinizden size vahyedilene uyun. Size Rabbinizden gelen kitaba ve
âyetlere uyun. Ve Allah’ın hükmü gelene kadar sabredin, direnin, dayanın. O
hüküm verenlerin ve verdiği hükmü uygulayanların en iyisidir. Ey peygamberim,
Müslümanca kalabilmek için sabret, diren dayan, tüm direncini, tüm gayretini
ortaya koy. Tüm dünya birleşip de seni Allah’tan, Allah’a kulluktan, Allah’ın
istediği bir hayatı yaşamaktan alıkoymaya çalışsalar da, tüm dünya sana düşman
kesilse de, veya tüm dünya birleşip de sana dost kesilseler de, senin önünde
boyun büküp teslimiyet ortaya koysalar da sen yine de Müslüman kalabilmek için
dayan, diren ve sabret. Ta ki Allah’ın hükmü gelinceye kadar.
Peki Allah’ın hangi hükmü
gelinceye kadar? Allah’ın hükmü önceki âyetlerde beyan edildiği gibi
Müslümanlara başarı, Müslümanlara kurtuluş, nîmet ve zafer, kâfirlere de
hezimet, helâk ve yok oluştur. Allah’ın hükmü peygambere ve mü’minlere öldükleri
andan itibaren cennet ve Allah’ın hoşnutluğu, kâfirlere de geberdikleri andan
itibaren cehennem ve Allah’ın gazabıdır. Öyleyse ey peygamberim ve ey
Müslümanlar dünyada zafer, dünyada başarı, dünyada kurtuluş getirecek Rabbinizin
hükmü gelinceye kadar ve Rabbinizin rızasını ve cennetini getirecek Rabbinizin
ölüm hükmü gelene kadar cennet yolunda sabredin. Unutmayın ki hüküm verenlerin,
hakimlerin ve hükmünü uygulayacak olanların en hayırlısı
Allah’tır.
Bu sûreyi de burada bitirmiş oluyoruz.
Rabbim hepimizi razı olduğu biçimde iman eden ve bu imanıyla hayatını düzenleyen
salih kullarından eylesin. Bir sonraki dersimizde Hûd sûresini tanımaya
başlayacağız. Sübhanekallahümme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilahe illâ ente,
estağfiruke ve etûbu ileyke. Vel hamdü lillahi Rabbil âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder