HÛD SÛRESİ
Mushaf’ımızdaki
sıralamaya göre 11, nüzûl sıralamasına göre 52, miûn kısmının birinci sûreler
grubunun ikinci sûresi olan Hûd sûresinin âyet sayısı 123 olup Mekke’de nâzil
olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Sûrenin başında Kur’an’ın iniş sebebine dikkat
çekilir. Sadece Allah’a kulluk edesiniz diye bu kitabı indirdik buyurulur. Sonra
insanların, inanmayanların bu kitaptan saklanıp bürünmeleri gündeme getirilir.
Göklerin ve yerin yaratılışı, insanlara nîmetlerin ulaştırılışı, bu nîmetler
karşısında insanların tutumları, şükürsüz nankörlerin Allah’ın dinini bozma
taktikleri ortaya konur. Ama onların asla Allah’ı âciz bırakamayacakları
vurgulanır. Sonra iman eden mü’minlerle kâfirlerin karşılaştırılması yapılır.
Vahiyle gören mü’minlerle, vahiyden mahrum oldukları için kör kalan kâfirlerin
mukayesesi yapılır. Sonra buna tarihten örneklere geçilir. Sırasıyla Nuh (a.s)
ve toplumunun örneği, Hûd (a.s) ve Âd kavmi, Sâlih (a.s) ve toplumu olan Semûd,
sonra Lût kav-mini helâk emriyle gelen meleklerin İbrahim (a.s)’a uğrayıp Ona
bir evlât ve torun müjdelemeleri, sonra Lût kavminin helâki, sonra Şuayb (a.s)
ve topumu Medyen ve Eykeliler’in helâki, sonra Mûsâ (a.s)’dan bir kesit
anlatılır. Sonra bütün bu gaybî haberlerin kendisine anlatıldığı Rasulullah
efendimizden dosdoğru olması istenir.
1,3. “Elif, Lâm, Ra. Bu kitap, hakim ve haberdar olan
Allah tarafından, Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye âyetleri kesin
kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış bir Kitaptır. Ben size, O'nun
tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim. Rabbinizden mağfiret dileyin
ve O'na tevbe edin ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin ve her
fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin. Eğer yüz çevirirseniz o zaman
ben doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkarım.”
Huruf-ı mukatta âyetinden sonra Rabbimiz buyurur ki,
Hakîm ve Habîr olan, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah’tan gelme
bir kitap ki, bir yasa ki, bir ferman ki, bir hayat programı ki, bir yazgı ki
onun âyetleri tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmıştır. Bu Allah âyetleri bir yasa
olarak, bir kader olarak tüm zamanları, tüm mekânları ve tüm insanlığı
kapsamaktadır. Bu Allah âyetlerinin karşısına hiçbir gücün çıkabilmesi, hiç
kimsenin onları nakzetmesi, ilga etmesi, değiştirmesi mümkün değildir. Kıyâmete
kadar kimsenin o âyetlerle savaşması ve galip gelmesi mümkün değildir. Kıyâmete
kadar hiçbir gücün bu âyetlere karşı galip gelmesi mümkün değildir. Kıyâmete
kadar hiç kimsenin, hiç bir gücün bu kitabın âyetlerinden daha güzelini ortaya
koyması mümkün değildir.
Evet muhkem bir kitabın âyetleridir bu âyetler.
Semavat gibi, yıldızlar gibi tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmış, bozulmaktan,
tahrifattan korunmuş, insanlar tarafından yıkılamayacak muhkem varlıklar gibi
tahkim edilmiş sağlamlaştırılmıştır. Hiç kimse ona müdahale ede-mez. Hiç kimse
onu iptal edemez. Hiç kimse onun âyetlerini kaldıra-maz. Hiç kimse onun
yasalarını iptal edecek, ondan daha muhkem, ondan daha güzel bir yasa koyamaz.
Böyle Allah tarafından tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmış, kalpte olan kabulde
olan, Levh-i Mahfuz’dan dünyaya yansıyan bir kitabın âyetleridir bunlar. Hayata
hakim olan, hayata hükmeden, hayatın tümünde söz sahibi olan bir kitabın
âyetleridir bunlar. Zira Kur’an hangi konuda ne diyorsa bu değişmeyen bir
yasadır. İyi kötü konusunda, hayır şer konusunda, hak bâtıl konusunda, adâlet
zulüm konusunda, iman küfür konusunda, cennet cehennem konusunda, hayat ölüm
konusunda tek hakim, tek kıstas bu kitaptır.
Sonra, bu tahkiminden sonra da âyetleri tafsıyl
edilmiş, açık-lanmış, herkesin anlayabileceği, herkesin uygulayabileceği, her
kesin kendisiyle yol bulabileceği, herkesin kendisiyle hayatını
düzenleyebileceği açık bir hale getirilmiştir Hakîm ve Habîr olan Allah
tarafından.
Veya fâsılalı fâsılalı bir şekilde,
bölüm-bölüm, sûre-sûre, âyet-âyet hükümleri beyan edilmiştir. Hükümler,
kıssalar, âyetler detaylı olarak anlatılmış, her şey ne eksiği ne de fazlalığı
olmadan tastamam ortaya konmuştur. Gerçekten Hakîm olan, hikmet sahibi olan,
hayata hakim olan, hayata hükmeden, her şeyi bilen, en iyi hüküm veren, her
şeyin sahibi olan Allah tarafından gönderilmiştir bu kitap.
Peki niye gelmiş bu kitap? Niye göndermiş
Rabbimiz bu ki-tabını? Ne istiyor bu kitabın sahibi kullarından? Bakın âyetin
devamında bu kitabın geliş sebebi şöylece gündeme getirilir:
Sadece Allah’a kulluk edin. Kulluğunuz,
ubûdiyetiniz sadece Allah’a olsun. Sadece Allah’ı dinleyin. Sadece Allah’a boyun
bükün. Sadece Allah için yaşayın. Hayatınızın tümünde tek hakim varlık Allah
olsun. Hayatı parçalamayın. Kulluğu parçalamayın. Gece hayatınızda, gündüz
hayatınızda, aile hayatınızda, bireysel hayatınızda, toplumsal hayatınızda,
evlenmenizde, boşanmanızda, hukukunuzda, eği-timinizde, savaşınızda,
barışınızda, kazanmanızda harcamanızda söz sahibi sadece Allah olsun. Sadece
O’nu razı etmeye çalışın. Kendinizi sadece O’na beğendirmeye çalışın.
Evet işte kitabın tebliğcisinin kimliği. İşte
bu kitabın pratiği, bu kitapta istenen kulluğun örneği olan peygamberin özelliği
ve şerefi. Elbette böyle bir Allah’ın yeryüzündeki sözcüsü olan, böyle değişmez
ve değiştirilemez bir kitabın tahkim edilmiş âyetlerini okuyan, o âyetlerin
bilincine eren bir tebliğci bu kitabın diliyle konuşacaktı. Kendinden emin,
yolundan emin, çağırdığından emin, Allah karşısında boynu bükük, ama Allah’tan
başkaları karşısında başı dimdik olarak şöyle diyor: İşte ey insanlar, ben size
Allah tarafından gönderilmiş, görevlendirilmiş bir müjdeci ve uyarıcıyım.
Allah’ın bu kitabında istediği kulluğu size gösterecek, size örnekleyecek yasal
bir örnek olarak beni izlerseniz, benim gibi bir hayat yaşarsanız sizi Cennetle
müjdeler, aksini yaparsanız da cehennemle uyarırım. Sizler bu misyonumla Allah’a
kulluğu bende göreceksiniz. Rabbinizin istediği örneği bende bulacaksınız.
Evet işte bu kitap bunun için gelmiştir. Allah sizden
kulluk istiyor. Allah sizden sadece kendisini dinlemenizi, sadece kendisine
ibadet etmenizi istiyor ve bu konuda örneğiniz de benim dedikten sonra
Rasulullah efendimiz bu kitabın ve kendisinin geliş gayesini anlatmaya devam
ediyor:
Rabbinize istiğfar edin. Rabbinizden bağışlanma
dileyin. Çün-kü ne siz, ne ben, hiçbirimiz Rabbimizin bu kitabında bizden
istediği kulluğu lâyıkıyla yapamayız. Kusurlarımız, hatalarımız, falsolarımız
olacaktır. Öyleyse gelin Rabbimize istiğfar edelim. Hatalarımızı, kusurlarımızı
görmemesini, eksiklerimizi tam kabul etmesini, günahlarımızı kale almamasını
dileyelim O’ndan. Becerebildiğimiz kadar kulluğa koşalım, beceremediklerimiz
konusunda da O’nun affını isteyelim.
Sonra O’na tevbe edin. O’na yönelin. Yönünüzü
O’na dönün. O’nun yörüngesine girin. O’nun kulluk programına yönelin.
İyiliklerinizle güzel amellerinizle Rabbinize yönelin. Günahlarınızdan,
isyanlarınızdan, O’ndan habersiz, O’nun kitabından, O’nun kulluk progra-mından
habersiz hayatlarınızdan vazgeçip Rabbinize kulluğa yönelin. Rabbinizin kitabına
yönelin. Rabbinizi hoşnut etmeye, Rabbinizin rızasını kazanmaya koşun. Sadece ve
sadece O’nun onayladığı bir hayatı yaşamaya koşun. Eğer böyle yaparsanız
kesinlikle bilesiniz ki Allah belli bir ecele kadar, yâni ölümlerinize kadar
size çok hoş nîmetler verecek. Bu dünyada bol bol nîmetler, bol bol rızklar
verecek, bu dünyada güzel bir hayat yaşatacak, sizi güven ve emniyete
kavuşturacaktır.
Ve O Allah her fazilet sahibine faziletini de
verir. Yâni sorumlu olduğu mükellefiyetinden fazlasını yapan, farzların ötesinde
nafilelerle Allah’a yaklaşmaya çalışan kullarına hem dünyada, hem de âhirette
fazla fazla verir Allah. Dünyada Müslümanca bir hayat yaşadığınız sürece
Rabbinizin güzel nîmetleriyle nîmetlenir asla bir darlık çekmezsiniz. Dünyada
bereketli bir hayatınız olur, huzur içinde bir hayat sürersiniz. Ölümlerinize
kadar huzur içinde olursunuz. Aksi takdirde dünyada ebedîyen bu nîmetler içinde
olmayacaksınız. Öbür tarafta Müslümanca bir hayat yaşayanlar gözlerin görmediği,
kulakların duymadığı, kalplerinizden bile geçiremeyeceğiniz, hayal bile
edemeyeceğiniz envai çeşit nîmetler sizi beklemektedir.
Ama eğer Allah’ın istediği kulluktan yüz
çevirirseniz, Allah’ın istediği gibi yaşamaktan yüz çevirirseniz, O’na
istiğfardan, O’na yönelmekten, Onun için bir hayat yaşamaktan uzaklaşırsanız, o
zaman ben büyük bir günün azabının size geleceği günden korkuyorum. Korkarım ki
o kıyâmet gününün azabı size gelecek ve o zaman hiçbir şey yapamayacaksınız. O
gün rezil ve perişan olacaksınız. Öyleyse gelin ey insanlar, sadece Allah’a
kulluk yapın. Gelin sadece O’nu dinleyin, sadece O’na yönelin. Çünkü:
4. “Dönüşünüz ancak Allah'adır. O her şeye
Kâdirdir.”
Unutmayın ki dönüşünüz Allah’adır. Hesabı O’na
ödeyecek-siniz. Yaşadığınız bu hayatın sonunda O’nun kararıyla, O’nun
yar-gılamasıyla ve O’nun hükmüyle karşı karşıya kalacaksınız. Bilesiniz ki
attığınız her adım, aldığınız her nefes sizi Rabbinize doğru götü-rüyor. Tüm
çabalamalarınız O’na doğrudur. Her an ölüme doğru, her an kıyâmete doğru
koşuyorsunuz. İnsan ölmek üzere doğuyor. Güneş batmak üzere doğuyor. Gündüz
geceye doğru koşuyor, gece gündüze doğru hareket ediyor. Her şey fânidir bu
âlemde. Herkes ve her şey yok olmaya mahkumdur. Bir gün gelecek siz de yok
olacaksınız, dünyanız da, ayınız, güneşiniz de yok olacak. Bir gün O’nun
huzurunda toplanacak ve saniye saniye bu hayatta yaptıklarımızın hesabı
sorulacak.
Öyleyse sonunda hesabı kime ödeyecekseniz, kime karşı
sorumlu olacaksanız, kimin hükmüne boyun eğmek zorunda kalacaksanız kulluğunuz
da sadece O’na olsun. Sadece O’nu razı etmeye çalışın. Gecenizi gündüzünüzü
sadece O’nun belirlediği yasalar istikâmetinde düzenleyin. Allah’ın size
gönderdiği bu kitabın bilincine erin. Allah’ın şu muhkem âyetlerinin
doğrultusunda bir hayat yaşayın. Bu kitabın âyetlerini kendinize gündem yapın.
Aklınızda, fikrinizde, ağzınızda, kulaklarınızda bu kitabın âyetleri olsun. Daha
güzel Müslümanlık hesabı içinde olun.
Unutmayın ki Rabbiniz her şeye Kâdirdir. Her
şeye güç ye-tirendir. Sakın şüpheniz olmasın. Allah ölümlerinizden sonra sizi
tekrar diriltip hesap kitap için huzuruna getirmeye Kâdirdir. Yaşadığınız bu
hayatın, yaptıklarınızın hesabını size sormaya Kâdirdir. Güzel amellerinizin
mükafatını, kötü amellerinizin de cezasını vermeye Kâdirdir. Gelin bunu
unutmadan yaşayın. Gelin büyük bir mükafat, büyük bir cezaya doğru adım
attığımızı unutmayın. Gelin sırt dönmeyin Allah’a. Gelin kulaklarınızı tıkamayın
Kur’an’a. İlgisiz kalmayın Peygamber’e. Tapınmayın dünyaya. Tapınmayın eşyaya.
Sadece bu dünya için yaşamayın. Hesabınızı bu dünya için yapmayın. Allah’ın bu
uyarılarına karşı kör ve sağır kesilmeyin.
Beni dinlemeyebilirsiniz. Ben zaten bana kulak verin
demiyo-rum. Beni örnek alın, benim gibi olun demiyorum. Ama gelin Allah’ın
âyetlerini okuyun, Allah’ın âyetlerine kulak verin, Allah’ın âyetleriyle
gözleriniz, kulaklarınız açılsın diyorum. Allah’ın âyetleriyle dirilin diyo-rum.
Dünyaya ayırdığınız zamanın onda birini, yüzde birini şu kitabı okumaya,
anlamaya ayırın. Bu kitabın âyetlerinin bilincine ermeye çalışın diyorum.
Allah için bir düşünün. Hayatı ne kadar biliyorsunuz? Şu
ki-tabı ne kadar biliyorsunuz? Kafalarınızdaki ekonomik bilgilerinizle şu
kitaptan bilgilerinizi bir kıyaslayın. Siyasal hayat bilgilerinizle kitaptan
bilgilerinizi bir kıyaslayın. Bildiğiniz, tanıdığınız önderlerinizle,
şeyhlerinizle, siyasal liderlerinizle peygamber konusundaki bilgilerinizi bir
kıyaslayın. Televizyon dinlediğiniz zamanla Kur’an okumaya, dinlemeye
ayırdığınız zamanı bir kıyaslayın. Gazeteye, dergiye ayırdığınız zamanla bu
kitaba ayırdığınız zamanlarınızı bir kıyaslayın. Hangisi daha çok? Hangisini
daha çok tanıyorsunuz? Hangisiyle daha yakından tanışıyorsunuz? Hangisinin
bilgisi daha çok kafanızda canlanıyor? Kimin bilgileriyle kafanızı
dolduruyorsunuz? Allah için bir düşünün.
Her gece kimin vahyiyle berabersiniz? Allah vahyiyle mi?
Yok-sa şeytan vahiyleriyle mi? Allah için bir bakın durumunuza? Bir bakın ki
nereye doğru gidiyorsunuz? Bu gidişiniz sizi nereye doğru götürüyor?
5. “Bilin ki, onlar Kur’an okurlarken gizlenmek için iki
büklüm olurlar. Bilin ki, elbiselerine büründüklerinde bile Allah onların
gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Çünkü O, kalplerde olanı
bilendir.”
Dikkat! Dikkat! Aman dikkat edin. Senden gizlenmek
üzere, senden saklanmak üzere sadırlarını eğip büküyorlar. Senden bürünüyorlar,
örtünüyorlar onlar. Sanki çalıntı bir malı gizlemek için, kimse görmesin diye
vücudunu ona perde etmeye çalışan bir hırsız gibi kendilerini senden
kaçırıyorlar onlar. Seni görmek istemiyorlar. Seni dinlemek istemiyorlar.
Seninle karşı karşıya gelmek istemiyorlar. Bu âyetlerin nâzil olduğu dönemde
Mekkeliler bu âyetleri de, bu âyetlerin tebliğcisini de dinlemek istemiyorlardı.
Köşe-bucak kaçıyorlar, onun mesajını duymamak için ondan uzaklaşmaya
çalışıyorlardı. Peygamber kendilerini tanımasın diye, kendilerine bu âyetleri
duyurmasın diye elbiseleriyle yüzlerini kapatıyorlar, bir şeylerle bürünüyorlar
ve kendilerini bu âyetlerden saklamaya çalışıyorlardı. Hakikat karşısında tıpkı
deve kuşu gibi yüzlerini, başlarını kumlara gömüyorlardı.
Evet âyet-i kerîmedeki sadırlarını eğip
büküyorlar ifadesi yan çiziyorlar, sırt dönüyorlar, yüz çeviriyorlar,
ilgilenmiyorlar gibi anlamlara gelmektedir. Dün onlar bu işi yapıyorlardı, bugün
de günümüz Müslümanları aynı şeyi yapıyorlar. Dün onlar dinlemiyorlardı, bugün
Müslümanlar dinlemiyorlar. Acaba neden bu insanlar bu Kur’an’ı din-lemiyorlar?
Neden Kur’an’a kulak vermiyorlar? Neyle bürünüyorlar bu insanlar kitaba ve
peygambere karşı? Yâni kitabın ve peygamberin önüne neyi kalkan yapıyorlar? Neyi
dikiyorlar? Arkadaşlar günümüz Müslümanları da kimileri cemaatini dikiyor
kitabın karşısına, ondan dolayı dinlemiyor Kur’an’ı. Kimileri partisini
putlaştırıyor, onun için ge-rek duymuyor bu kitabı dinlemeye, kimi efendisinden,
şeyhinden dolayı, kimi siyasal liderinden dolayı, kimi ekonomik kaygısından, mal
mülk derdinden dolayı dinlemiyor, dinlemiyor, dinlemiyor.
Yapmayın ey Müslümanlar. Bir şeyleri geçirmeyin bu
kitabın önüne. Doktoralarınızı, doçentliklerinizi, mesleklerinizi,
makamlarınızı, evlerinizi, çoluk çocuklarınızı, işinizi, aşınızı perde yapıp,
onların arkasına saklanıp bu kitapla ilginizi kesmeyin. Tamam, ben de
okuyacağım, ben de anlayacak ve anlatacağım, ben de yaşayacağım, ama işte şu şu
konumum, şu şu işim bana imkân vermiyor diyerek bu kitaba karşı kalkanlar
bulmayın. O kalkanların arkasına saklanıp, onlarla bürünüp kitapla ilginizi
kesmeyin.
Gelin Allah aşkına şu kutsallaştırdığımız
önderlerimizi, şu ken-di oluşturduğumuz kitaplarımızı bir kenara bırakalım.
Gelin göğsümüzü eğip bükmeden, bir şeylerin arkasına saklanmadan, tüm
varlığımızla, kalbimizi, gözümüzü, kulağımızı, düşüncemizi, amelimizi ki-taba ve
peygambere çevirelim. Tüm varlığımızla Allah’a ve Resûlüne yönelelim. Her
şeyimizi kitaba ve peygambere endeksli yapalım. Kitapla düşünelim, peygamberle
yürüyelim. Tüm hayat problemlerimizi vahiyle çözümleyelim. Vahiy kaynaklı bir
hayat yaşayalım. Hayat fel-sefemizi bir yerlerde oluşturup sonra da bunu vahye
onaylattırmaktan vazgeçelim.
Tüm öncelikli bilgilerimizi atıp vahye yönelelim. O ne
dediyse, nasıl dediyse öylece kabul edelim. Hayat felsefemizi bir kenara
bırakalım. Cemaat felsefemizi bir tarafa bırakalım. Grupçuluğumuzu,
hi-zipçiliğimizi bir kenara bırakalım. Sadece Rabbim bana ne dedi? diye, Rabbim
benden nasıl bir hayat istedi? diye vahye kulak verelim. Şimdiye kadar elimizden
düşürmediğimiz kitapları elimizden bir atalım. İşte bu kitaplar bizi adam
etmedi. Bizi bir noktaya götürmedi. Peygamberin önüne geçirdiğimiz şu kutsal
şahsiyetleri de bir kenara bırakalım. Bu kitabı ve peygamberin sünnetini elimize
alalım. Göğüslerimizi eğip bükmeden Allah nasıl istiyorsa öyle bir hayat
yaşamaya çalışalım.
Evet o gün insanlar karşısına çıkamıyorlardı
peygamberin. Hakkından gelemiyorlardı peygamberin. Durduramıyorlardı onu.
Karşısına hiçbir şeyle çıkamıyorlardı. Şair dediler, tutmadı. Kâhin dediler,
sökmedi. Sihirbaz dediler, olmadı. Şu anda da peygamber yolunun yolcularına aynı
şeyleri söylüyorlar. Olmadık iftiralarla kitap ve sünnete yönelmiş, vahye
yönelmiş, Allah ve peygamber diyen Müslümanları suçluyorlar, ama tutmuyor.
Kıyâmete kadar da tutmayacak. Kıyâmete kadar peygamber yolunun yolcuları bu
kitap ve peygamberle insanların karşılarına çıkmaya devam edecekler. Dinlemek
istemeyecekler. Eğip bükecekler kendilerini. Bir şeylerin arkasına
saklanacaklar. Bir şeylerle bürünecekler, ama bu Allah vahyinden asla
kaçamayacaklar. Allah âyetleri onların gönüllerine işleyecek, kalplerine bir ok
gibi saplanacak. Onlar bu kitaptan kaçtıkça batacaklar, kaçtıkça çözümsüzlüğe
gömülecekler ve kurtuluşun bu kitapta olduğunu, bu kitabın dışında asla çözüme
ulaşamayacaklarını anlayacaklar. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, ister kaçsınlar,
ister kapatsınlar, ister yasaklasınlar, ister kulaklarını tıkasınlar,
unutmasınlar ki:
Allah her şeyi biliyor. Gizlediklerini de
biliyor, aleni yapıp ettiklerini de biliyor. Çünkü O Allah kalplerde olanları da
bilir, niyetleri de bilir, iç dünyalarınızı da bilir. Şimdi böyle her şeyi
bilen, her şeyden haberdar olan, bilgisi tam olan, bilgi kendisinden olan bir
Allah’tan gelme bir kitap dururken sizler kimlere gidiyorsunuz? Kimlere baş
vuruyor? Kimlerin bilgisiyle bilgilenmeye, kimlerden çözüm istemeye
gidiyorsunuz? Kimlerin kitaplarını okumadan yanasınız? Efendim bu kitap da
Allah’ın kitabını anlatıyor. Bu liderim de, bu efendim de kitabı ve peygamberi
anlatıyor. Bunlar başka şey anlatmıyorlar ki? Hayır hayır. Aracıları bırakıp
direk bu kitapla diyalog kuralım. Allah ne di-yor? Peygamber ne istiyor? Bunu
direk kitaptan ve peygamberden öğrenmeye çalışalım. Çünkü herkes yanılabilir,
herkes hata edebilir, ama hata etmeyen, yanılmayan sadece Allah ve Resûlüdür.
Her kitapta yanılgı olabilir, ama içinde yanılgı olmayan tek kitap Kur’an ve
sünnettir, bunu asla unutmayalım.
6. “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak
Allah'a aittir. O, canlıları babalarının sulbünde kararlaşmış ve anaların
rahminde kararlaşmakta iken de bilir. Her şey apaçık bir
Kitaptadır.”
Evet yeryüzünde debelenen, hareket eden hiç bir varlık
yoktur ki Allah onların rızklarını kendi üzerine almış, rızklarına kefil olmuş
olmasın. Şu anda yeryüzünde debelenen kaç çeşit varlık var? Kaç miktar varlık
var? Bu varlıklar nerede ve nasıl bir hayat içindedirler? Nasıl bir şart
altındadırlar? Hayatlarını sürdürebilmek için neye ihtiyaçları var? Nasıl bir
hayat yaşamalıdırlar? Bunların hepsini bilen bir Allah’tır O. Allah’tan başka
bunu kimsenin bilmesi de mümkün değildir. Onların isimlerini, sayılarını,
yerlerini, yurtlarını, yaşam biçimlerini, rızklarını ve ihtiyaçlarını,
hayatlarını nasıl sürdürmeleri gerektiğini, rollerini bilen ve düzenleyen
Allah’tır.
Hiç bir varlık O’nun ilminin dışında kalamaz. En
küçüğünden en büyüğüne kadar, karadakilerden, denizin içindekilere kadar bu
varlıkların beden yapıları hayat tarzlarına ne kadar uygun düşüyor değil mi? En
küçük bir sineğin bile bakımını, beslenmesini, korunmasını, nerede olursa olsun
yolunu bulmasını Allah’tan başka kimse öğretmemiştir ona.
Evet tüm varlıkların, tüm kullarının rızkı Allah’ın
elindedir. Hiç kimsenin elinin değmediği, değemeyeceği, elinin erişemeyeceği
yâni kimsenin müdahale edemeyeceği tüm rızıklar, tüm servetler onun elindedir.
Rızık konusunda yetki sadece O’na aittir. Dilediklerine rızkı genişletir bol bol
verir, dilediklerine de kısıverir. Çünkü O her şeyi bi-lendir. Kimin neye muhtaç
olduğunu, kime ne kadar vereceğini, kime ne kadar kısacağını bilendir. Rızkı
takdir eden Odur. Hikmet sahibidir o. Hikmeti gereği yapar bu taksimi. Onun ilmi
her şeyi kuşattığı için bir kulu için zenginliğin mi hayırlı, yoksa fakirliğin
mi, onu en iyi bilen odur. Bol vermesinde de az vermesinde de mutlaka bir hikmet
ve ha-yır vardır.
Öyleyse bu konuda ona akıl vermeye, ona yol göstermeye
gerek yoktur. Ya Rabbi bana şu kadar vermeliydin! Beni şununla im-tihan
etmeliydin! Ben buna lâyıktım! Beni şununla imtihan etseydin ben mutlaka
imtihanı kazanırdım! Diyerek ona karşı gelmenin anlamı yoktur. Çünkü kime ne
kadar vereceğini çok iyi bilendir Rabbimiz.
Bir de bu konuda endişeye de gerek yoktur.
Rabbimiz tüm varlıkların rızkını veren ve bunu teminat altına alandır. Bana
ayırdığını yanlışlıkla hiç bir zaman başkalarına vermeyecek kadar bilgi ve
hikmet sahibi, başkalarına ayırdığını da çatlasam patlasam da, sadece gündüz
değil geceleri de çalışıp çabalasam da asla bana vermeyecek kadar âdil bir
Allah’tır o.
Evet madem ki tüm rızıklar onun elindedir,
madem ki herke-sin rızkını veren ve teminat altına alan odur, madem ki rızık
konu-sunda tüm insanlar ona muhtaçtır o halde bu insanlar neden Rablerini
bırakır da Onun berisinde kendilerine velîler bulmaya çalışrlar? Neden
Rablerinin kendileri adına gönderdiği hayat programından yüz çevirirler de
kendileri gibi rızka muhtaç insanların kanunlarına itaatten yana olmaya
çalışırlar? Neden ihtilâf ettikleri konularda Rablerinin hükmüne müracaat
etmezler? Neden Rablerinin kitabına baş vur-mazlar da başkalarının hükümlerine
baş vururlar. Rızık konusunda ona yönelen, onun arzında yaşayan, onun havasını
tüketen, onun suyundan istifade eden, onun arzında yaşayan, onun verdiği azaları
kullanan bu insanlar hayat programı konusunda neden onunkinden yana olmuyorlar?
Neden onun kitabından habersiz yaşamaya çalışıyorlar? Neden onun peygamberiyle
diyaloga yanaşmıyorlar?
Rabbimiz hayata karışıcı tek Rab ve İlâh olarak
kendi rubûbi-yet ve ulûhiyetini tanıtmaya devam ediyor.
7. “Arş'ı su üzerinde iken, hanginizin daha güzel iş
işlediğini ortaya koymak için, gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Ey
Muhammed! Andolsun ki, “Siz gerçekten, ölümden sonra dirileceksiniz” desen,
inkâr edenler: “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir"
derler.”
Evet O Allah ki gökleri ve yeri 6 günde yaratmıştır.
Onun arşı su üzerindeydi. Rabbimiz bu âyetinde bize yaratılışı anlatıyor. Esasen
bu 6 gün meselesi de, arş’ı su üzerinde bulunuyordu ifadesi de gaybî konulardır.
Bu gaybî konularda hiç kimsenin bir şey demeye hakları olmadığı gibi, yine hiç
kimsenin bu konularda söz söyleyenlere itibar etme hakları da yoktur. Çünkü
Rabbimiz bu kadar söylemiş, bir açıklamada bulunmamış. Kur’an’ın beyan edicisi
olan Rasulullah efendimizden de bu konuda bir açıklama, bir beyan olmadığına
göre aynen böylece iman eder ve susarız. Çünkü hiç kimse, hiçbirimiz göklerin ve
yerin yaratılışına şahit olmadık ki bu konuda söz söyleme yetkisine sahip
olalım.
İşte şu anda vahiysiz konuşanlar yaratılışla alâkalı bir
şeyler söylüyorlar, ama söylediklerinin tamamı yalandan ibarettir. Tamamı gaybı
taşlamadan ibarettir. Tahmin ve zandan öteye bu söyledikleri şeyler hiçbir değer
ifade etmeyen şeylerdir. Zaten bu adamların çıkış noktaları baştan yanlıştır.
Yaratıcıyı hesaba katmadan, Allah’ı diskalifiye ederek işe başlıyorlar. Gökler
ve yer onlara göre bir yaratıcı olmaksızın, tesadüfen, kendi kendine var
olmuştur. Onun içindir ki bu Allahsızların sözlerinin hiçbirisine itibar
edemeyiz. Söylediklerinin hepsi tahminden, zandan ve yalandan ibarettir. Bu
konuda bileceği-miz, inanacağımız ve diyeceğimiz sadece şudur: Gökleri ve yeri
ya-ratan Allah’tır, 6 günde yaratmıştır ve arşı da su üzerinde idi o kadar.
Bunun üzerinde değil de şunun üzerinde düşüncelerinizi, tefekkür-lerinizi
yoğunlaştırın. Size lâzım olan, anlamanız gereken şudur diyor Rabbimiz. Niye
yaratılmış bu gökler ? Niye yaratılmış bu insanlar? Sizler niye varsınız bu
dünyada? Varlığın var oluş sebebi nedir?
İşte üzerinde kafa yormanız gereken mesele
budur. Bunu anlamaya çalışın. Niye yaratmış Allah bu gökleri ve yeri? Niye
ya-ratmış Allah sizi? Hanginiz daha güzel ameller işleyecek? Hanginiz daha güzel
kulluklar yapacak? Bu konuda sizi deneyelim diye. Evet işte yaratmanın sebebi
budur. Göklerin ve yerin yaratılışı bizim imtihanımız içinmiş. Demek ki bizim
için yaratılmış gökler ve yer. Bizim imtihanımız için yaratılmış. Yâni bu gök
niye var? Benim imtihanım için. Bu arzın varlık sebebi ne? Benim imtihanıma
konu. Öyleyse ben imtihan olacağım. Biz imtihan olacağız bu yerde? Kulluk
imtihanı, ibadet imtihanı, sabır imtihanı, şükür imtihanı, namaz imtihanı, oruç
imtihanı...
İşte bu imtihanın salonu bu âlemdir. Rabbimiz bizim
imtihanımız için her şeyi hazır hale getirmiş. Arz hazır, sema hazır, hayat
hazır, rızık hazır, akıl hazır, göz-kulak hazır, irade hazır, bilgi hazır,
hidâyet hazır ve Allah bizden kulluk istiyor. Bu imkânlarını Allah’ın istediği
gibi kullananlar, Allah’ın istediği fıtratlarına uygun sâlih ameller işleyenler,
Müslümanca bir hayat yaşayanlar sonunda cennete, kâfirler de cehenneme
gideceklerdir. İşte bu imtihanın neticesi de budur.
Eğer sen desen ki ölümden sonra dirileceksiniz.
Kâfirler, a-kıllarını, duyularını, fıtratlarını, iradelerini örtenler derler ki,
diyecekler ki bu bir büyüden, bu bir sihirden başka bir şey değildir. Yâni bu
sizin diriliş dediğiniz şey, hesaba çekilme dediğiniz şey bu dünyada cahil
halkın gözlerini boyamaktan, onları aldatmaktan başka bir şey değildir.
Cahillerin dünya zevklerini kaçırmaktan ve onlar üzerinde baskı kurmaktan başka
bir şey değildir.
Evet, bu hiç değişmemiştir. Dün de, bugün de kâfirler
aynı şe-yi söylüyorlar. Zavallı insanlar kendi zanlarıyla, varsayımlarıyla,
vahiyden uzak bilimsel dünyalarıyla, tahminleriyle kendilerine bir felsefe
uyduruyorlar. Vahyi tanımadıkları için, Allah bilgisinden uzak oldukları için
gözlerinin önünü bile göremiyorlar.
Kendi ruhlarından, kendi bedenlerinden, kendi
dünyalarından habersiz kendi kendilerine zanlarda, tahminlerde bulunuyorlar.
Hayat bu hayattır. Bu hayatın dışında başka bir hayat yoktur diyerek, dirilişin
bir sihir olduğunu iddia ederek Müslümanın doğrusunu Müslümana kullanmaya
çalışıyorlar. Aslında kendisi de inanmıyor bu dediğine. Kendisi de biliyor ki
mutlaka yaptıklarının hesabı bir gün kendisinden sorulacak. Kendisi de bunun
farkındadır ama hayat programının bozulacağından korktuğu için böyle diyor. Yâni
âhiret gündeme geldiği zaman, tekrar diriliş, hesap kitap gündeme geldiği zaman
iştahı kaçacak ve şu anda yaptığı işleri rahat yapamayacak da onun için
reddediyor. Allahsız, vahiysiz, cennetsiz, cehennemsiz bir dünya kurduğu için
inkar etmesin de ne yapsın? Elbette böyle bir dünya, ona bunu inkâr ettirecektir
Allah korusun.
8. “Andolsun ki, onların azabını sayılı bir süreye kadar
ertelesek, “Onu alıkoyan nedir? “derler. Bilin ki, onlara azap geldiği gün,
artık geri çevrilmez; alaya aldıkları şey onları
mahvedecektir.”
Onlardan, onların hak ettiği azabı belli bir süre, belli
bir müddet tehir etsek bu sefer de derler ki hani o azabı tutan nedir ya? Hani o
sözünü ettiğiniz azabı alıkoyan ne? Hani niye gelmiyor bu azap? Hani yıllardır
sizin sözünü ettiğiniz O Allah’ı, o dirilişi, o azabı inkâr edip durduğumuz
halde nerede kaldı bu azap? Niye gelmiyor? Bu bir taraftan bir inkârın, bir
alayın ifadesiyken, diğer taraftan da içten içe bir korkunun, bir şüphenin
ifadesidir. Yâni kâfir hiçbir zaman inkârında samimi değildir. Biliyor ki bu
reddettiği bir gün başına gelecek. Biliyor ki bir gün ölüm gelecek.
İşte yeryüzünde küfrün zirvesini sergileyen Firavun.
Kendisini insanlara rab ve ilâh olarak takdim ediyor. Benden başka ilâh yoktur
diyor. İlâhlığı adına Mûsâ (a.s)’a ve Müslümanlara yapmadığını bırak-mıyor. Ama
geberip giderken iman ediyor. Şehadet kelimesini söylü-yor. Anlıyoruz ki dünya
üzerinde hangi kâfir olursa olsun öldükten sonra dirilişle alâkalı mutlaka
içinde bir bilgi var, bir duygu var. Bu dünyada rahatlayabilmek için vicdanının
sesini, kalbinin sesini susturmaya çalışıyor. Duyularına baskı uygulamaya
çalışıyor.
Evet insan yaptığı suçların karşılığı olan ceza
hemen gelmediği takdirde onun hiç gelmeyeceğini zannediyor. Halbuki o suçun
cezası vakti gelince çekilir. Bu bazen bu dünyada, bazen da öbür ta-rafta
gerçekleşir. Allah’ın acelesi yoktur. İnsanın ilâhî cezayı acele is-temesi onun
cehaletinin eseridir. Çünkü Rabbimiz sonsuz merhamet sahibidir. Kullarının
tevbesine imkân tanımaktadır. Belki bir gün dönerler de kurtulurlar diye onlara
mühlet veriyor.
Dikkat edin, o azap onlara geldiği gün, o azap
onlara çattığı zaman onu onlardan uzaklaştıracak, onlarla o azabın arasına girip
onları kurtaracak hiç bir güç ve kuvvet yoktur. Alay ettikleri, reddet-tikleri
azap da onları kuşatıverecek. Dünyada işledikleri tüm kötülükleri, yaptıkları
tüm pislikleri, küfürleri, şirkleri, Allah’tan habersiz yaşadıkları hayatlarının
kötü sonucu kendilerini kuşatıverecek. İnkâr ettikleri, reddettikleri, alay edip
durdukları azap, kıyâmet gerçeği kendilerini çepeçevre kuşatıverecek. Allah’ın
azabını alay konusu yapıyorlardı, hafife alıyorlardı. Cenneti ve cehennemi
gündeme almıyorlar, Allah’ın haberleriyle alay ediyorlardı. İşte alay ettiği
şeyler yarın onları çepeçevre kuşatacaktır. Ve artık ondan kaçıp kurtulmaları da
mümkün olmayacaktır. Hani Nuh kavmi kurtulabildi mi? Âd kavmi kaçabildi mi?
Semûd kavmi bir şey yapabildi mi? Firavunlar, Karunlar bir şey yapabildiler mi?
Kim ne yapabilmiş? Ey zavallı kâfirler siz kaçıp kurtulabilecek misiniz?
Neyinize güveniyorsunuz? Hiç aklınız, izanınız yok mu sizin?
9. “Andolsun ki, insana nîmetlerimizi tattırır sonra onu
ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.”
İnsana katımızdan bir rahmet tattırsak, ona katımızdan
bir nî-met ulaştırsak, sonra da o nîmetleri ondan alıversek, hemen o ümit
inkisârına uğrar da nankörlüğe dönüverir, kâfir oluverir. Tüm ümitlerini
kaybeder de Allah’la çatışma içine giriverir. Geçmişini unutur. Dünü unutur.
Bugün vermediyse, bugün aldıysa dün vermişti Rabbim de-mez. Halbuki aynı
insan:
10. “Başına gelen sıkıntıdan sonra, ona bir nîmet
tattırırsak “Musîbetler başımdan gitti” der; doğrusu o, şımarıp böbürlenen
biridir.”
Kendisine dokunan zararlardan sonra nîmetlerimizi
kendisine tattırdığımız zaman der ki artık tüm olumsuzluklar, tüm kötülükler
benden gitti. Tüm kötülükleri başımdan uzaklaştırdım. Ben becerdim bunu. Ben
akıllı davrandım da bu kötülükleri kendimden uzaklaştırdım. Hiç kimsenin
yapamadığını ben başardım demeye başlar. Peki ey zavallı insan, madem ki bu
kötülükleri defeden, uzaklaştıran olarak kendini görüyor ve biliyorsun da acaba
niye elindeki iyilikleri kaybettiğin ortamı da kendinden bilmiyorsun?
Yâni madem ki üzerindeki kötülükleri aklınla, bilginle,
tedbirinle, gücünle kuvvetinle defettiğini iddia ediyorsun, Allah’ı diskalifiye
ediyorsun, o zaman neden elindeki iyilikleri kaybetmeye gücün, aklın fikrin
yetmiyor? Madem ki başarı kendinden, başarısızlığa düşmekten neden
engelleyemiyorsun kendini? Madem ki bu sıhhat senden, onu kaybedip hasta
olmamaya niye gücün yetmiyor? Madem ki hayat senden, onu kaybedip ölmemeye niye
gücün yetmiyor? Orada bitiyor hain. Yâni elindekileri kaybettiği zaman suçlu
başkalarıdır, ama kaybettiklerini tekrar ele geçirince de tüm mârifet
kendisindedir.
Zararları, kötülükleri, olumsuzlukları hep başkaları
yapmıştır ama iyilikler, başarılar, karlar kendisindendir. İyi notu kendisi
almıştır ama kötü notu öğretmen vermiştir. Halbuki bunların hepsi Allah’tan-dır.
Rabbimiz kendisine başarı verdiği zaman, sıhhat verdiği zaman, zenginlik verdiği
zaman hemen bunu Allah’tan değil de kendisinden bilerek şımarmaya başlıyor. Ben
bunlara kendim ulaştım diyor. Kafasını çalıştıran bunlara ulaşır diyor. Sonra
bütün bunları veren Allah bir imtihan sebebiyle geri alıverince, tepetakla
getiriverince, ekonomik gücü, siyasal nüfusu sıfıra doğru inmeye başlayınca da
bu sefer bunun bir imtihan olduğunu unutuyor da tüm ümitlerini kaybedip
dövünmeye başlıyor.
Halbuki bir Müslüman bilir ki veren de
Allah’tır, alan da. Vermesi ayrı bir imtihandır, alması ayrı bir imtihan.
Müslüman bilir ve inanır ki bu hayatının da, bu ekonomik gücünün de, bu siyasal
gücünün de, bu malının mülkünün de, bu sıhhatinin de vericisi ve alıcısı
Allah’tır ve bunlar dünyanın birer imtihanıdır. Allah bunlarla kendisini imtihan
etmektedir. Bunlar ilk defa bize veriliyor ve ebedîyen bizde kalacak da
değildir.
İşte bizden öncekiler bunlarla imtihan edildiler, şu
anda da bizler imtihandayız. Öyleyse zannetmeyelim ki bütün bu verilenler bizler
imtihanı kazandık da onun için veriliyor. Zannetmeyelim ki bizler Allah’ın
sevgili kullarıyız da bu zenginlik, bu sıhhat, bu siyasal güç onun için bize
veriliyor. Verilmeyenler de zannetmesinler ki onlar kötü oldukları için
bunlardan mahrum bırakılıyorlar. Hayır hayır, verilenler verilenlerle,
verilmeyenler de verilmeyenlerle imtihandadır. Kimin kazandığı, kimin kaybettiği
de bugün değil yarın belli olacaktır.
Öyleyse hangi durumda imtihan edilirsek
edilelim Allah’a kul-luk programımızı bozmamalıyız. Zenginken de, fakirken de,
hastalık anında da, sağlık içinde de Rabbimize kul olmak zorundayız. Verdiği
zaman da şükrederek Allah’a yöneleceğiz, aldığı zaman da sabrederek Rabbimize
yöneleceğiz. Verilince şımarıp, alınınca da isyana yö-nelmeyeceğiz. Sürekli bir
imtihanda olduğumuzu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayacağız. Kâfir ve müşrik
dünyanın yanılgılarına, de-ğer yargılarına düşmeyeceğiz. Hayatı Allah’ın değer
yargılarıyla değerlendireceğiz. Mal mülk gibi, siyasal güç gibi cahili güç
anlayışlarına kapılmayacağız. Müslümanca düşüneceğiz. Gerçek başarıyı, gerçek
gücü, gerçek büyümeyi takvada göreceğiz, teslimiyette göreceğiz, kullukta ve
sâlih amellerde göreceğiz. İzzet ve şerefi kâfir dünyanın gördüğü şeylerde
görmeyeceğiz.
11. “Bunların dışında, sabredip iyi işler işleyen
kimselere, işte onlara mağfiret ve büyük ecir vardır.”
Lâkin sabredenler, kendilerine imtihan konusu olarak
Allah tarafından bir şeyler verilince de, alınınca da bunu Allah’tan bir
im-tihan bilip şımarmayanlar, ümitsizliğe düşmeyenler, Allah’ın imtihan soruları
karşısında kulluk programlarını bozmayanlar, her halükârda Müslümanca bir direnç
gösterip Müslüman kalabilmenin kavgasını verenler, planlarını programlarını
bunun için yapanlar, bunun için ya-tırım yapanlar, Allah’ın istemediği şeylerde
büyümenin değil, Allah’ın razı olacağı şeylerde büyümenin hesabını yapanlar,
Allah’ın vahyine, Allah’ın değer yargılarına sahip çıkanlar var ya, bunun için
sâlih ameller işleyenler, hayatlarını iman kaynaklı yaşayanlar var ya işte onlar
için bağışlanma var ve büyük ecirler onları beklemektedir.
12. “Putperestlerin: “Ona bir hazine indirilmeli veya
yanında bir melek gelmeli değil miydi?” demelerinden senin Ey Muhammed! Kalbin
daralır ve belki de sana vahy olunanın bir kısmını terk edecek olursun. Sen
ancak bir uyarıcısın, Allah her şeye vekildir.”
Şu
sözü söylediler diye senin göğsün daralıyor. Daralıyor, sı-kılıyor ve bu yüzden
de sana vahy edilenlerin bir kısmından vazgeçmeyi bile düşünüyorsun.
Çevresindekiler onun getirdiği vahye karşı çıkıp ona ve getirdiği mesaja sihir,
şiir, mecnun gibi iftiralarda, saldırılarda bulunmaya başlayınca, bunlar dönemi
geçmiş şeylerdir filân demeye başlayınca, onunla ve getirdiği şeylerle
ilgilenmemeye devam edince, boykota maruz kalınca, alay konusu edilince
Rasu-lullah efendimiz sıkılıyor, bunalıyordu. İnsan elbette kendi bildiği
doğrular uzun bir süre insanlar tarafından reddedilince gerçekten büyük
sıkıntılara düşer, hayal kırıklığına uğrar, umutsuzluğa kapılır. Bunun böyle
gidişi yılları alıverince peygamber için değil ama insan dâvâsının doğruluğundan
bile şüpheye düşer. Böyle bir durumda insan ola-rak onun desteğe, teselliye
ihtiyacı vardır. İşte böyle yıllar süren bir uğraşta Rabbimiz elçisini teselli
ediyor.
Mekkeliler Rasulullah efendimizi dinlemiyorlar,
onun dediklerini kale almıyorlar, alay üstüne alayla mukabelede bulunuyorlardı.
Hattâ şöyle diyorlardı:
Ona bir hazine gelmeli değil miydi? Onun
hazineleri olmalı değil miydi? Ne bilelim biz onun gerçekten bir peygamber
olduğunu? Bu konuda bizi temin edecek bir hazine verilmeli değil miydi? Şu
dağları onun için altın, gümüş yapmalı değil miydi Allah? Orduları, askerleri
olsaydı ya? Yahut bir melek onun elçiliğine şehadet etmeli değil miydi? Bir
melek gelmeli ve o melek bu peygamberdir, buna inanın demeli, değil miydi? Şimdi
bu durumda böyle bir insanın peygamberliğini biz nasıl kabul edelim? Parası yok,
pulu yok, ekonomik gücü yok, holdingi yok, siyasal gücü yok, orduları, askerleri
yok, atı yok, arabası yok, melekleri, ruhani gücü yok, gaybı bilmiyor, Levh-i
Mahfuzu okuyamıyor, bir bakışıyla insanları hidâyete ulaştıramıyor, bir anda
âyetler getiremiyor, azaplar indiremiyor, gazaplar çağıramıyor. Bunun bizden bir
farkı yok dediler.
İşte insanların bu itirazları, bu değer
yargıları karşısında Ra-sulullah efendimiz kendi kendine düşünmeye başladı.
Acaba şimdilik şu şu konuları anlatmasam mı? Acaba şunları şunları şimdilik bu
adamlara demesem mi? Bir tarafta ekonominin patronları var ki adamlar malları
mülkleriyle topluma egemen olmuşlar, kendilerini kabul ettirmişler. Bir tarafta
ruhban sınıfı var ki adamlar gaybı biliyorlar, geçmişten haber veriyorlar,
gelecekten konuşuyorlar, uçuyorlar, kaçıyorlar, cennet parselliyorlar. Hocalar
var, hacılar var, yöneticiler var...
Ve insanlar bunlara yönelip peygamber (a.s)’ı
dinlemeyince Rasulullah efendimiz üzülüyor, sıkılıyor, ruhu daralıyordu da
Rabbi-miz buyurdu ki: Sakın ha, sakın! peygamberim, sen onların bu abuk sabuk
sözlerine aldırış etme. Onlar seni ve Rabbini şartlandırmak istiyorlar.
Kendilerine kendilerinin istedikleri cinsten şeyler indirilme-sini istiyorlar.
Onlar kendilerine, kendi arzularına, kendi şehvetlerine, kendi hevâ ve
heveslerine tapınmak istiyorlar. Sakın insanlar ne der? El âlem ne düşünür? diye
bir hesabın içine girerek şunları şunları du-yurmayayım deme. Çünkü bu din, bu
âyetler senden değildir. Bu din Rabbindendir ve sen sadece Rabbinden gelenleri
tebliğle görevlisin. Eğer sana gelenler senden mal mülk istemek için
geliyorlarsa, hazine için geliyorlarsa, gaybı bilmen için geliyorlarsa hiç
gelmesinler. Senin işin bunlar değil, senin görevin bunlar değil. Sen sadece
cennet ve cehennemle uyarıcısın. İşte Yusuf’la, Yunusla, Hut’la uyarıcısın. Sen
yoluna devam et çünkü:
Allah her şeye vekildir. Vekaletini Allah’a
ver, O’na güven, O’na dayan, O’na tevekkül et, işini O’na havale et ve görevine
devam et, uyarına devam et. O dilerse melek de gönderir, hazine de gönderir, ya
da göndermez. Dün peygamberine bunu söyleyen Rabbimiz bugün bize de aynı şeyi
söylüyor. Bizler de insanların tutumlarından dolayı tavrımızı değiştirmeyeceğiz,
sadece Rabbimize güvenecek, işimizi O’na havale edecek ve uyarımızı
sürdüreceğiz. Bize de aynı şeyleri söyleyecekler. Bunların ne paraları var, ne
pulları var, ne büyük şirketleri var, ne ruhani güçleri var, ne gaybı biliyorlar
diyecekler. İşte peygambere de dendi bunlar. Bu tür zırvalar karşısında ne
kalplerimiz sıkılacak, ne morallerimiz bozulacak, ne de Allah’ın âyetlerinden
kimilerini okumaktan, duyurmaktan vazgeçeceğiz.
13. “Senin için: “Onu uydurdu” diyorlar, öyle mi? De ki:
“Öyleyse onun sûrelerine benzer on sûre meydana getirin, iddianızda samimi
iseniz, Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın.”
Yoksa bu Kur’an’ı peygamber uydurdu mu diyorlar? Bu
kitabı peygamber kendi kafasından uyduruyor ve Allah’a izâfe ederek iftira
ediyor mu diyorlar? Evet dediler ki ey Muhammed bu kitabı sen uyduruyorsun ve
utanmadan bir de Allah gönderiyor onu diye iftira ediyorsun. Halbuki bunu
diyenler Rasulullah efendimizi çok iyi tanıyorlardı. Allah’ın Resûlü bu sözleri
söylemeye başlamadan önce kırk yıl aralarında kalmıştı. Çocukluğu, gençliği
aralarında, gözlerinin önünde geçmişti ve daha önce kendisinden böyle şeyler
duymamışlardı. Yâni bu tür sözleri bir beşerin, bir insanın söyleyemeyeceğini
kendileri de pek âlâ biliyorlardı. Bir delinin, bir şairin, bir kâhinin asla
bunları söyleyemeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Biliyorlardı ama yine de
insanları şartlandırabilmek için böyle diyorlardı. Onların bu iddialarına
karşılık Rabbimiz de buyurdu ki:
Haydi o zaman bu Kur’an’a benzer uydurulmuş on
sûre ge-tirin bakalım. Haydi buyurun bu kitabın sûrelerinin benzeri on sûre
getirin. Madem ki bir beşerin uydurabileceğini söylüyorsunuz, haydi öteki
beşerleriniz bir on sûre uydursunlar. Haydi Allah dûnunda, Allah berisinde ne
kadar yardımcılarınız varsa, ne kadar şairleriniz, edipleriniz, hukukçularınız,
ekonomistleriniz, siyasileriniz, proflarınız, putlarınız, ilâhlarınız varsa
onları da yardıma çağırın. Eğer yapabilecekseniz, eğer sadıksanız, eğer
iddianızı eyleme geçirebilecekseniz haydi buyurun. Diyorsanız ki bunu peygamber
kendisi uydurdu, o zaman haydi siz de benzer bir on sûre uydurun.
Mümkün müdür ki bunu Allah’tan başka birileri
söyleyebilsin? Yaratılışı gündeme getiren bir sûre. Göklerin ve yerin
yaratılışından bahseden, Âdem (a.s)dan söz eden, arştan, kürsiden bahseden bir
sûre, insanı anlatan, hayatı anlatan, Allah’ı anlatan, âhireti, cenneti,
cehennemi anlatan, ekonomik hayatın, hukukun, sosyal yapının yasalarını ortaya
koyan bir sûreyi kim getirebilecek ki Allah’tan başka? Yâni muhtevayı
getirmeleri mümkün olmadığı gibi, edebi yönden, belâgat ve fesahat yönünden de
böyle bir sözü söylemeleri mümkün değildir.
14. “Söylediğinizi yapamazlarsa, bilin ki o, ancak
Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. O'ndan başka ilâh yoktur, artık Müslümansınız
değil mi?”
Evet tekrar tekrar bu kitabın bir benzerini meydana
getirmeleri konusunda kendilerine yapılan bu dâvete icâbet edememeleri, bu
meydan okuma karşısında âciz kalmaları bu kitabın Allah’tan oluşunun bir
ispatıdır. İşte böylece ne sizlerin, ne de tapındığınız tanrılarınızın, yasa
tanrılarınızın, hukuk tanrılarınızın, eğitim tanrılarınızın, ekonomi
tanrılarınızın, siyasal tanrılarınızın bu konuda imdadınıza yetişemeyişleri
onların ilâh olmadıklarını da açığa çıkarmıştır.
Öyleyse kesinlikle bilin ki, iman etmek ve bu imanla
hayatı düzenlemek üzere bilin ki bu kitap başka değil Allah’ın ilmiyle
indirilmiştir. Bu kitap asla bir beşerin söyleyebileceği bir kitap değildir. Bu
kitabın yasaları asla bir beşerin koyamayacağı yasalardır. Bu kitabı Allah
indirmiştir. Allah’ın söylediği bu sözleri kimse söyleyemez. Allah’ın koyduğu bu
yasaları kimse koyamaz. Çünkü Allah’tan başka İlâh yoktur. Allah’ın yetkilerine
ortak yoktur. Artık Müslüman olur musunuz? Artık Allah’ın ilmiyle Cebrâil’in
getirdiği bu kitaba, bu kitabın getirdiği yasalara, bu kitabın istediği hayat
programına teslim olur musunuz?
Evet insanlar ya bu Allah kitabına teslim
olurlar, iradelerini Allah’a teslim ederler, bu kitabın emir ve yasalarına
uyarak Müslü-manca bir hayat yaşarlar, ya da bu kitabı reddederek başka
rablerin, başka ilâhların kitaplarına, yasalarına göre bir hayat yaşayarak
sonunda cehenneme giderler. Dünyada da âhirette rezil ve perişan bir hayatın
mahkumu olurlar. Vahyin karşıtları onları dünyada da âhiret-te mutsuzluğa
götürür. Bakın vahyin karşısında duran bir dünya hesabını en güzel değerlendiren
âyetlerden birisi geliyor. Dünya hesabına düşerek vahye kulak vermeyenlerin
anlatıldığı bir âyet:
15. “Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada
işlediklerinin karşılığını tastamam, veririz; onlar orada bir eksikliğe de
uğratılmazlar.”
Kim dünya hayatını ve onun süsünü, ziynetini isterse.
Dünya hayatının malını, mülkünü, saltanatını, şöhretini, altınını, gümüşünü,
Markını, Dolarını isterse orada onların sa’y lerinin, çabalarının karşılığını
tamı tamına onlara veririz ve onlar orada asla bir zarara uğratılmazlar,
eksiltilmezler. Planlarının, programlarının, hedeflerinin, düşüncelerinin,
eylemlerinin karşılığını tastamam onlara öderiz. Yâni bir adam dünyaya ne kadar
değer verirse, dünyayı ne kadar kıble edinir, ne kadar hedefler, kalbini,
kafasını ne kadar yorarsa, dünyayı kazanmak için ne kadar çalışır, çabalarsa, ne
kadarına ulaşmayı dert edinirse Rabbimiz ona o dünyadan o kadarını veririz
diyor.
Hani diyorlar ya adamlar: Efendim büyük düşünmek lâzım.
Büyük hedefler çizmek lâzım. Hedefimize ulaştık. Düşündüğümüz noktaya geldik.
Siyasal, ekonomik planlarımızı gerçekleştirdik. İşte böyle dünya hayatı hesabı
içine girenlere girdikleri hesap ve hesaba ulaşmak için gerçekleştirdikleri
eylem kadar Allah onlara veririm di-yor. Tabii şu anda çok zenginlerin nasıl
zengin olduklarını da anlıyo-ruz buradan. Adamlar kafaya onu takmışlar, onu
hedeflemişler, onun hesabını yapmışlar, Allah da vermiş. Sonunda büyük
makamlara, mevkilere, müesseselere, fabrikalara, mallara, mülklere, herkesin
im-rendiği şeylere ulaşıyor adamlar. Fakat:
16. “İşte âhirette onlara ateşten başka bir şey yoktur.
İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları da
bâtıldır.”
Bu
dünyacıların, bu dünyayı kıble edinenlerin, hesaplarını dünya adına yapanların,
dünyada güç ve kuvvet sahiplerinin, eğe-menlerin himayesi altına girerek onlar
sayesinde daha büyük dünya güçlerine, daha büyük dünya menfaatlerine sahip olma
hesabı içine girenlerin âhirette nasipleri ancak ateştir. Dünyada onların tüm
yaptıkları, tüm planladıkları, tüm kazandıkları boşa gitmiştir. Tüm amelleri de
bâtıl olmuştur.
Evet kim Allah’ın bu kitabını bir kenara
bırakarak dünya hesabı içine girerse, kitap ve peygamberin istediklerini
görmezden gelerek kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde kendisine bir düzen, bir
hedef oluşturur, bir dünya saltanatı peşine takılırsa işte bu adam dünyanın
malına, mülküne, saltanatına ulaşır, ama öbür tarafta onun nasibi ancak ateştir,
gideceği yer cehennemdir. Bu dünyada yaptıklarının tamamı da boşa gitmiştir.
Bu kitabı reddedenler, peygamberi reddedenler,
kitabın ve peygamberin istediği hayatı reddedenler genelde dünyacılardır.
Dünyayı kıble edinenlerdir. Dünyayı hedefleyenler, dünyaya tapınanlar, dünya
zevklerinden istifade konusunda hiçbir sınır kabul etmeyenler bu kitabı
örtenlerdir. Kitabı ve peygamberi yok farz ederek kendi he-vâ ve hevesleri
istikâmetinde bir hayat yaşamak isteyenlerin tüm yaptıkları, tüm kazandıkları
boşa gitmiştir. Tüm amelleri bâtıl olmuştur. Hiçbir şeyleri öbür tarafa intikal
etmeyecektir.
Zaten onlar hesaplarını bu dünya için yapmışlardı.
Âhiret adına hiçbir yatırımları yoktu. Onun içindir ki kitabı kapatma, kitabı
reddetme pahasına, peygamberi diskalifiye etme pahasına bu dünyada
kazandıklarının hiçbirisi değerlendirilmeye tâbi tutulmayacaktır.
17. “Rabbinin katından bir belgesi ve onun arkasından da
bir şahidi olanlar, önlerinde de Mûsâ'nın Kitabı önder ve rahmet olarak
bulunanlardır ki, işte onlar Kur’an'a inanırlar. Hangi topluluk onu inkâr ederse
yeri ateştir; senin de bundan şüphen olmasın. Doğrusu o, Rabbinden bir
gerçektir, fakat insanların çoğu inanmazlar.”
Şimdi bir kimse düşünün ki Rabbinden bir beyyine
üzeredir. Bir peygamber ki, ya da o peygamberin yolunun yolcusu bir Müslüman
düşünün ki Rabbinden bir delil üzeredir. Bir şahit onun Allah’tan gelme bir
beyyine üzere olduğuna şahitlik ediyor. Bir şahit onu izliyor. Yâni Kur’an onu
doğruluyor, Cebrâil, melekler onun beyyine üzere ol-duğuna şehadet ediyor.
Önceki peygamberlerin metbuları, İsrâil oğullarından gerçeği bilen ve inananlar
onun doğruluğuna şehadet ediyor. Ondan önce de zaten bir imâm ve önder olan Mûsâ
(a.s) nın kitabı Tevrat da onun doğruluğuna, onun beyyine üzere oluşuna şehadet
ediyor.
Evet Allah’ın Resûlü Rabbinden bir beyyine
üzeredir. Allah’tan kendisine apaçık âyetler geliyor, vahiy geliyor. Bu vahyi
kendisine Allah’ın Meleği Cebrâil getiriyor. Allah onun peygamberliğini tasdik
ediyor, kitap onun doğruluğunu tasdik ediyor. Daha önce aynı kaynaktan gelmiş
Mûsâ ve Îsâ (a.s) lar ve onlara gönderilmiş kitaplar da onun peygamberliğini
tasdik ediyorlar, kendi toplumlarından ona iman etmeleri konusunda ahit
alıyorlar. Müslümanlar ona iman ediyorlar, onun peygamberliğini kabul ediyorlar.
Ama kim de, hiziplerden, gruplardan o gün
Mekke’de, bugün de dünya üzerinde kim ki Allah’ı, melekleri, kitabı, peygamberi
kabul etmezse kesinlikle bilsin ki ateş onun gideceği yerdir. Onun vaadleş-me
yeri ateştir, cehennemdir. Sakın ey peygamberim ve ey Müslü-manlar bundan
şüpheniz olmasın. Bu kitap Rabbinden bir haktır. Hak olan Rabbinden gelme bir
haktır bu kitap. Lâkin insanların pek çoğu buna iman etmiyorlar.
Peygamber, Allah’tan gelme bir beyyine ile, bir
hidâyetle, bir kitapla hareket ediyor. Hareket noktası vahiydir. İnsanları vahye
çağırıyor ve kendisi de vahiy doğrultusunda hareket ediyor. Allah’ın istediği
hayatı yaşıyor. O Allah’ın hak peygamberidir. Onun hak elçi olduğuna, Allah
şahit, melek şahit, kitap şahit, enfüs ve âfaktaki âyetler şahit, Mûsâ, Îsâ
(a.s) lar şahit, Tevrat, İncil şahit. Ve daha önce bu hak kitaplara inanmış ve o
kitaplar rehberliğinde bir hayat yaşamış Müslümanlar şahit. Şimdi böyle
şahitlerin şehadetiyle Allah’tan gelme bir beyyine ile hareket eden, Allah’ın
değer yargılarına sahip olan bir kimse hiç Beyyine’den habersiz, kitap
bilgisinden mahrum dünyacılar gibi olur mu? Böyle bir mü’min hiç dünya perestler
gibi hareket eder mi? Birisi dünya peşinde koşarken öbürleri Allah rızasını
hedeflemektedir. Birisi cehenneme giderken ötekisi elbette cennete
gidecektir.
Bir de buradaki peygamberin doğruluğuna bu
Kur’an’ın şahit olmasını şöyle anlamaya çalışıyoruz: Rasulullah efendimizin her
sözüne, her uygulamasına, yâni sünnetine muhakkak Kur’an şehadet etmektedir.
Said Bin Cübeyr der ki:
“Peygamber (a.s)dan bana hangi hadis ulaşmışsa mutlaka
onun Kur’an-ı Kerîmde tasdik edildiğini gördüm. Bana peygamber (a.s) dan ulaşan
haberlerden birisi şöyleydi: “Bu ümmetten ister Yahudi olsun, ister Hıristiyan
olsun kim benim peygamberliğimi işitip de bana iman et-mezse mutlaka cehenneme
girer.” Ben kendi kendime acaba Rasulullah efendimizin bu sözünü tasdik eden
hangi âyettir? diye düşünmeye başladım. Çünkü ben Rasulul-lah’tan işittiğim her
sözün mutlaka Kur’an tarafından tasdik edildiğini görmüştüm. İşte bu sözünü
tasdik eden âyetin de bu âyet olduğunu gördüm” “Bu güruhlardan kim onu inkâr
ederse bilsin ki ona vaadedilen ateştir” âyeti onun bu sözünün şahididir
der”
18. “Yalan söyleyerek Allah'a iftira edenden daha zâlim
kim vardır? İşte bunlar Rablerine götürülürler ve şahitler: “Rablerine yalan
söyleyenler bunlardır” derler. Bilin ki Allah'ın lâneti haksızlık
yapanlaradır.”
Allah üzerine yalan iftira eden kimseden daha zâlim kim
var-dır? Kim Allah’a yalan bir iftirada bulunursa o zâlimlerin en büyüğü-dür.
Allah’ın zâtıyla, sıfatlarıyla, yetkileriyle
alâkalı yalan söyleyenler. Allah hayata karışmaz, Allah vahiy göndermez, bu
kitabı sen uy-duruyorsun ey Muhammed diyerek yalan söyleyenler. Allah bizden
kulluk istemez şeklinde yalan iftirada bulunanlar. Allah’ın sıfatlarını,
Allah’ın yetkilerini Allah’tan başkalarına vererek Allah’a yalan iftira edenler.
Yeryüzünde Allah’tan başka rablerin, ilâhların, tanrıların varlığını kabul
ederek Allah’a iftira edenler. Allah’ın haram dediğine helâl, helâl dediğine
haram diyerek Allah’a iftira edenler. Gerek yiyecek ve içecekler konusunda,
gerek giyim kuşam konusunda, gerek sosyal ve ekonomik hayatta Allah’ın haram ve
helâllerini değiştirmeye kalkışanlar. Allah demediği halde şunlar şunlar
haramdır, bunlar bunlar helâldir diyenlerden daha zâlim kim vardır?
Allah’ın zâtıyla alâkalı Allah’ın yeryüzünde
yetkilileri, oğulları, evlâtları vardır diyenler. Allah âyetlerini
yalanlayanlar. Allah âyetlerini hayatlarında boşa çıkaranlar, işlemez hale
getirenler. Allah’tan gelen bu doğruları gündemlerinden düşürmeye çalışanlar.
Bunlardan daha zâlim kim vardır? diyor Rabbimiz. Allah da, melekler de, kitap
da, peygamber de, Bakara da, Âl-i İmrân da, Nisâ da, Hûd da oyun eğlence
bilinecek sözler değildir. Allah hakkında, Allah’ın dini hakkında, Allah’ın
kitabı ve peygamberi hakkında konuşacak kişi kitabın ve peygamberin
söylediklerinin dışında hiçbir şey söyleyemez. Kendi hevâ ve hevesiyle kimsenin
olur olmaz söz söylemeye hakkı yoktur. Bilmediği bir din konusunda, kitap,
peygamber, cennet cehennem konusunda söz söyleyip Allah’a ve dinine iftira
edenden daha zâlim yoktur.
Onlar, o dünya hesabıyla, mal mülk hesabıyla
Allah’a iftira edenler bir gün gelecek Allah’ın huzuruna getirilecekler.
Rablerine arz olunacaklar, şahitler de diyecekler ki işte Rableri üzerine yalan
söyleyenler bunlardır. Allah şahit, melekler şahit, Kur’an şahit, peygamberler
şahit, azalar şahit, arz şahit, kendileri şahit... İşte bu şahitler diyecekler
ki: Ya Rabbi senin üzerine yalan söyleyenler bunlardır. Sana iftira edenler,
senin istemediğin bir hayatı yaşayanlar bunlardır. Kendi hevâ ve heveslerine
göre oluşturdukları bir hayatı yaşarken bu hayatı sana izâfe edenler, işte Allah
da böyle bir hayatı istemektedir diyerek, pis hayatlarına Seni şahit tutarak
insanları kandıranlar bunlardır. Hayatlarını, hayat anlayışlarını, mala
bakışlarını, ekonomik anlayışlarını Sana onaylattırmaya çalışanlar bunlardır. Ve
işte Allah’ın lâneti böyle zâlimler üzerinedir.
19. “Bunlar Allah'ın yolundan ala korlar ve o yolu
eğriltmeğe çalışırlar; işte onlar âhireti inkâr edenlerdir.”
İnsanları Allah yolundan engelleyenler, uzaklaştırmaya
çalışanlardır. İşte zâlimlerin birinci özelliği buymuş. Geceli gündüzlü
koşturarak insanları Allah’ın dininden, Allah’a kulluktan uzaklaştırmaya sa’y
ederler. İnsanları kendi kontrolleri altında tutabilmek için onların dinleriyle,
kitaplarıyla, peygamberleriyle ilgilerini kesmeye çalışırlar. Aman bu insanlar
dinleriyle tanışmasınlar, kitaplarıyla buluşmasınlar diye insanlarla dinleri
arasına barikatlar koyarlar, yasaklar koyarlar. Ekonomi diyerek, seçim diyerek,
geçim diyerek, diploma, okul diyerek, iş, aş diyerek insanların gündemlerini
değiştirmeye çalışırlar. İn-sanların önüne farklı hedefler, farklı kitaplar,
farklı önderler çıkararak onları Allah’ın kitabından ve Resûlünden
uzaklaştırmaya çalışırlar. Bunun için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.
Bütün propaganda imkânlarını kullanıyorlar.
Bütün bu aleyhte şartlara rağmen Allah yolundan
uzaklaştıramadıkları insanların da dinlerini eğip bükmeye, dinlerini bozmaya
çalışırlar. Dinde eğrilik ararlar. Müslümanlar bu alçakların numaralarını
anlayıp da İslâm’ın istediği bir izzet ve şerefe sahip çıkınca İslâmi-zasyon adı
altında, yahut Amerikan İslâm’ı adı altında, yahut resmî din adı altında bir din
ihdas ediyorlar ve insanların karşısına bu dini çıkarmaya çalışıyorlar.
Yâni insanların önüne öyle bozuk bir din sunmaya
çalışıyorlar ki bu dinin Allah’ın diniyle, İslâm’la uzak ve yakından bir ilgisi
yoktur. Kiliseye hapsedilmiş, camiye hapsedilmiş, vicdanlara gömülmüş, hayata
karışmayan, ya da hayatın bazı bölümlerine karışan, ama öteki bölümlerine
karışmayan bir din. Sadece törenlerde hatırlanan onun dışında hayatta hiç bir
geçerliliği olmayan bir din. Ders kitaplarına koyup işte din budur diye
insanlara bunu sunuyorlar. Alçaklar tıpkı dün insanların grup grup, fevç fevç
Îsâ (a.s) nın İslâm’ına koştuklarını görünce Onun İslâm’ına bir numara çekip, o
dini bozup Pavlos’un Hıristiyanlığını insanların önüne sundukları gibi şimdi de
son dine aynı numarayı çekerek, Allah’ın Kur’an’da istediği, Rasulullah (a.s) ın
da sünnetinde uygulayarak gösterdiği İslâm’ı tamamen bozup, tamamen tersyüz edip
kendi hevâ ve heveslerine göre bir din oluşturup insanların önlerine sunmaya
çalışıyorlar. Bir yandan insanların önüne böyle resmi bir din sunmaya
çalışırlarken öte yandan da din masaldır diyerek insanları dinden uzaklaştırmaya
çalışıyorlar. Alçaklar sanki Allah’la verdikleri savaşta galip geleceklerini
zannediyorlar. Dünyada da Allah’ın lâneti onlar üzerinedir, âhirette de
kaybedenler onlar olacaktır.
20. “Bunlar yeryüzünde Allah'ı âciz bırakamazlar.
Allah'tan başka kendilerini kurtaracak dostları da yoktur. Azap onlara kat kat
verilir; işitemezler ve göremezlerdi.”
Onlar, o Allah’a yalan iftirada bulunanlar, Allah’ın
dinini bo-zanlar, insanların karşısına bozuk dinler çıkararak insanları Allah
yo-lundan uzaklaştırmaya, insanları irtitada sevk edenler, dünya karşılığında
dinlerini satanlar, Allah’ın dinini, Allah’ın ayetlerini tahrif edenler, daha
önce Mûsâ (a.s) nın dinini, kitabını bozup Yahudiliği ihdas edenler, Îsâ (a.s)
nın dinini ve kitabını bozup Hıristiyanlığı ortaya atanlar, daha sonraları da
Muhammed (a.s) in dinini kendi hevâ ve he-vesleriyle yorumlayıp yepyeni bir din
ortaya çıkararak Allah’a, Allah’ın kitabına, Allah’ın Resûlüne iftira edenler
var ya, Şeytanlar desteğinde Allah’la verdikleri savaşta galip geleceklerini
zannedenler var ya: Onlar asla yeryüzünde Allah’ı âciz bırakamayacaklardır.
Alçaklar ekonomik, siyasal ve askeri güçlerine
güvenerek, mallarına, mülklerine, devletlerine, saltanatlarına, kavimlerine,
kabi-lelerine güvenerek yeryüzünde Allah’ı âciz bırakacaklarını, Allah’ı
yeryüzünde silebileceklerini, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın sistemini yok
edeceklerini zannediyorlar. Kendilerini bir şey zannederek Allah’a kafa tutmaya
kalkışıyorlar. Allah’ın âyetlerini örtbas etmeye çalışıyorlar. Allah’ın
âyetlerini gündemden düşürüp hem kendi gözlerinden gönüllerinden, hem de
insanların dikkatlerinden kaçırmak için çalışıyorlar. Allah’ın gücünü,
kudretini, egemenliğini yok etmeye çalışıyorlar. Yeryüzünde Allah’a hayat hakkı
tanımamaya, kendi yasalarının uygulanması adına Allah yasalarını ilga etmeye
çalışarak Allah’la savaşa tutuşuyorlar. Rabbimiz buyuruyor ki onlar asla Beni
âciz bırakamayacaklar. Onların Allah berisinde yardımcıları, dostları da
olmayacak.
Gerçekten Allah’ın dostluğunu, Allah’ın
velâyetini bir kenara bırakıp dünya üzerindeki şeytan taraftarlarını kendilerine
velî bilip, dost kabul edip egemen güç bunlardadır diyerek onların yörüngelerine
giren zâlimler, Allah’ın dinini bozarak bu zâlim güçlerin gözlerine girmeye
çalışan zâlimler, müfteriler Allah’tan başka hiçbir veli, hiçbir yardımcı
bulamayacaklardır kendilerine. Tüm dünya birleşse Allah’la tutuştukları bu
savaşın sonunda mutlaka mağlup olacaklardır.
Ve artık görmeye de işitmeye de güç
yetiremeyecekler. Allah onların bu kullanmadıkları, kullanmak istemedikleri
fıtrî özelliklerini de geri alacaktır. İşte görmüyorlar, işitmiyorlar. Güya bir
kitabımız var diyorlar, biz de kitap ehliyiz diyorlar, ama bakıyoruz ki Allah’ın
kitabı Allah’ın dostlarını dost bilin, düşmanlarını düşman bilin dediği halde,
Allah’ın kitabı Allah’ın dostlarını ve düşmanlarını açık ve net bir biçimde
ortaya koyduğu halde kâfirlerle, müşriklerle dostluk kurmaya çalışıyorlar.
Velî Allah iken, Allah’tan başkalarına velâyetlerini
teslim ediyorlar. Geçici dünya menfaatleri sebebiyle Allah’tan başkalarına
kulluk eden insanların gözleri de görmemektedir, kulakları da duymamaktadır. Kör
ve sağırlar olarak şaşkın şaşkın dolaşmaktadırlar. Evet işte Allah’ı bırakarak
Allah düşmanlarına bel bağlayanların âkıbeti budur. Allah’a inandığını iddia
ettiği halde Allah’la çatışma içine girme pahasına bir takım güçlülere
sığınanların sonu:
21. “İşte bunlar kendilerine yazık edenlerdir.
Uydurdukları putlar da onlardan uzaklaşıp kaybolmuştur.”
Onlar nefislerini ziyana götürenlerdir. Onlar kendi
kendilerine yazık eden, kendi kendilerini boşa harcayan insanlardır. Onlar dünya
ve âhirette kaybedenlerdir. Kendi kendilerini ziyan edenler, kendi kendilerini
bozuk para gibi harcayanlar, sıfırı tüketenler, kendi kendilerine zarar
verenlerdir bunlar. Kendi kendilerini ateşe götürenlerdir bunlar. Uydurdukları
tanrılar, uydurdukları sistemler, güvenip bel bağladıkları güçler de kaybolup
gitmiştir. Hiçbir yardımcıları, dostları da kalmamıştır.
22. “Âhirette en çok kayba uğrayacaklar şüphesiz
bunlardır.”
Çaresiz âhirette de en büyük kayba uğrayacak, en büyük
za-rarı kucaklayanlar da bunlar olacaktır. Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın
kitabına, Allah’ın elçisine, Allah’ın hayat programına iftira edenler, dünya
üzerinde geçici güç ve kuvvet sahiplerine güvenerek tercihlerini Allah ve
Resûlüne düşmanlıktan yana kullananlar âhirette de kaybedenlerden olacaklardır.
23. “Doğrusu inanan ve yararlı iş yapanlar ve Rablerine
boyun eğenler, işte onlar cennetliklerdir; orada
temellidirler.”
İman edenler, Allah’a, Allah’ın kitabına, Allah’ın
elçisine Al-lah’ın istediği gibi iman edenler ve Rablerine boyun bükenler,
Rablerine teslim olanlar, Rableri karşısında mütevazı olanlar, gönülden
Rablerinin arzularını yerine getirenler, Rablerini aldatmadan yana ol-madan
samimiyetle Allah’a kulluk edenler, bu samimiyetlerinin bir göstergesi olarak
Rablerinin âyetleriyle birlikte olanlar, Rablerinin ki-tabıyla bilgilenmelerini
sürdürenler de cennet ashabıdırlar. Ve onlar orada ebedîyen kalacaklar.
Evet işte bir tarafta hem dünyalarını hem de
âhiretleri kaybedenler, diğer tarafta da dünyalarını da âhiretlerini de
kazananlar. İşte kâfirlerin, müşrikleri âkıbetleri ve işte mü’minlerin mutlu
sonları. Hangisini tercih edeceksek edelim. Eğer dünya ve âhiretlerini kaybedip
cehenneme gideceklerle dostluklarımızı sürdürürsek unutmayalım ki biz de onların
gittiği yere gideceğiz demektir. Yok eğer dostluğumuz sadece Allah’a olursa,
Allah dostlarını dost, düşmanlarını da düşman bilerek, velî olarak sadece
Müslümanları kabul ederek bir hayat yaşarsak o zaman bizler de ölümsüz bir
cenneti elde edeceğiz.
Bundan sonra Rabbimiz bu iki grubun bir
misâlini sunacak:
24. “Bu iki zümrenin durumu, kör ve sağır kimse ile
gören ve işten kimsenin durumuna benzer. Durumları hiç eşit olabilir mi? İbret
almıyor musunuz?”
Evet bu iki grubun örneği kör ve sağır bir kimse ile
gören ve işiten bir kimsenin durumuna benzer. Allah’a, Allah’ın âyetlerine,
Allah’ın elçisine kulak veren Allah’ın âyetlerini gören bir kimseyle gözlerini
ve kulaklarını yol göstericinin âyetlerine kapatmış kimse bir olur mu? Görenle
görmeyen, işitenle işitmeyen hiç bir olur mu? Kur’an ve peygamberle gören,
Kur’an ve peygamberle işitenler Müslümanlardır. Kitabın ve sünnetin gözlüğüyle
bakanlar, basiret sahipleri Müslümanlardır. Kitabı ve peygamberi bir tarafa
bırakıp kendi hevâ ve hevesleriyle hareket edenler de kâfirlerdir. Hakkı bâtılı
ayırt edecek vahiy bil-gisine sahip olanla vahiy nûrundan mahrum olan kimse bir
olur mu? Allah’ın âyetleriyle görüşü keskinleşen kimse, âyetlerden habersiz
olarak körleşen kimse gibi olur mu? Hiç düşünmez misiniz?
Bundan sonraki âyetinde Allah ve Resûlüne kulak
veren mü’-minlerle kâfirlerin bir olmadıklarını tarihten bir örnekle Rabbimiz
şöylece görüntülüyor:
25,26. “Andolsun ki biz Nuh'u kendi milletine gönderdik;
“Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım; Allah'tan başkasına kulluk etmeyin;
doğrusu ben hakkınızda can yakıcı bir günün azabından korkuyorum.”
dedi.”
Muhakkak ki Biz Nuh’u kavmine gönderdik. Önceki
sûrelerde Nuh (a.s) un kavmini tanımaya çalışmıştık. Allah’ı bırakıp insanları
putlaştırmaya başlamış olan kavmine gönderilince Nuh (a.s) dedi ki ben size
apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başka kimseye kulluk yapmayın. Allah’tan başka
hiç kimseyi dinlemeyin. Hayatınızda Allah’tan başka etkili, yetkili varlık kabul
etmeyin.
Eğer böyle yapmazsanız muhakkak ki ben sizin için can
yakıcı bir günün azabından korkuyorum. Ben sizin için, sizin adınıza korkuyorum.
Böyle bir günde ne yaparsınız? Allah’ın azabının karşısında nasıl dayanırsınız?
Gelin şu hayatınızı bir düzene koyun. Sizler Allah’ı biliyordunuz. Allah’a
kulluğun ne demek olduğunu biliyordunuz. Daha evvel yalnız Allah’a kulluk
ediyordunuz. Ama şeytan içinizden bir kısım sâlihleri putlaştırdı ve Allah’a
kulluğu terk ettiniz. Hem Allah’a hem de yeryüzünde oluşturduğunuz putlara
tapınmaya başladınız di-yerek Allah’ın elçisi o gün toplumunu böylece uyardı.
Kıyâmete kadar kendi toplumunun yanlışının aynısını
sürdüren, hayatlarında Allah’a kulluğu bırakıp bir takım sâlih kişileri,
melekleri tanrılaştıran tüm toplumları da böylece uyardı Nuh (a.s). Yalnız
Allah’a kulluk edin, O’nun dışında hiç kimseye kulluk etmeyin dedi. Sadece
Allah’ın hayat programını uygulayın. Eğitiminizi Allah’ın istediği biçimde
düzenleyin. Hukukunuzu Allah’ın istediği biçimde ayarlayın. Ticaretinizi Allah
yasalarına göre belirleyin. Evinizi, eşyanızı, kazanmanızı, harcamanızı, hayata
bakışınızı, insanlarla ilişkilerinizi, gecenizi gündüzünüzü Allah’ın istediği
biçimde ayarlayın.
Çünkü sizin için Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz
ilâhınız yoktur. Allah’tan başka hayat programı kabul edilmeye lâyık rab ve ilâh
yoktur. Değilse ben sizin için azîm bir günün azabından endişe ediyorum. Ya
sizin için tufan gününden korkuyorum, ya da kıyâmet günü şirklerinize karşılık
sizi bekleyen azaptan korkuyorum.
Allah’ın tüm mübârek elçileri gibi Nuh aleyhisselâm
toplumunu uyardı. Onları sadece Allah’a, tek Allah’a kulluğa çağırdı. Sizin
O’ndan başka hayatınıza karışacak, sözü dinlenecek, arzuları yerine getirilecek
rabbiniz ve ilahınız yoktur dedi. Allah elçisinin bu ısrarlı uyarı karşısında
bakın onlardan Mele’ denen bir grup ona şöyle dediler:
27. “Milletinin inkârcı ileri gelenleri: “Senin ancak
kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Daha başlangıçta, sana bizim ayak
takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de
yoktur; biz sizi yalancı sanıyoruz" dediler.”
Evet Nuh (a.s) un sadece Allah’a kulluğa dâveti
karşısında Mele’ grubu, kavmin ileri gelenleri, kâfirlerin ele başları,
statükocular, kurulu düzenin savunucuları, mevcut hayatın devamından yana
olanlar, toplumun şımarık zenginleri, egemen güçleri dediler ki: Biz seni aynen
bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Senin bizden hiçbir farkın yoktur. Aynı
zamanda bizler sana iman edenlerin, senin arkana düşenlerin de geri zekalı,
kısır görüşlü, toplumumuzun en fakir kimseleri olduğunu görüyoruz. Senin de,
sana inanan Müslümanların da bizden bir üstünlüğünüz yoktur.
Allah’ın elçilerine ilk karşı gelenler, ilk
savaş açanlar kavmin ileri gelen Mele’ takımıdır. Yâni toplumun zengin, şımarık
servet sahipleri, toplum içinde egemen, sınırsız bir hayat yaşayan,
zenginliklerinin, arsızlıklarının, servetlerinin kendilerini azdırdığı
kimselerdir. Servetlerinin, zevk ve eğlencelerinin, lüks içinde sınırsızca
yaşadıkları hayatlarının hakkı kabullerine engel olduğu varlıklı kimseler.
Bunlar her dönemde ve her toplumda gönderilmiş hak elçilerine karşı ilk sa-vaşı
açan kimselerdir. Hemen hemen her dönemde topluma egemen olan bu zenginler grubu
peygamberlere karşı ilk tavır alıp, peygamberlerin yolunu kesmeye çalışıp, halkı
Allah elçilerine karşı kışkırtmışlardır.
Bunun sebebi de bunlar her toplumda mevcut statükonun
de-vamından yanadırlar. Yâni mevcut düzeni savunmaktadırlar. Çünkü kendilerini
servet sahibi yapan, kendilerini diğer insanlara egemen kılan, garibanların
kanlarını emmeye izin veren, toplumun fakir kesimi üzerinde kendilerini
Rableştiren o düzenin kendisidir. Mevcut sistem sayesinde palazlanıp servet
sahibi oldukları için sistemin yıkılmasını asla istemezler.
Peygamber toplumda ezen ve ezilenlerin, zâlimlerin ve
mazlumların, sahte Rablerin rubûbiyetlerine ve köleleştirilmiş Allah kullarının
zoraki onlara kulluklarına son verip toplumda Allah hâkimiyetini gerçekleştirmek
için gelmektedir. Peygamber adâleti tesis etmek için gelmektedir. Peygamberin
mesajı gönüllerde yer edip o mesajın hayata hakim olması bu adamların elde
ettikleri tüm gayri meşru servetlerinin ve toplum içinde bu servetleri sayesinde
sağladıkları tüm statülerinin ellerinden uçup gitmesi demektir. İşte bunu çok
iyi bilen bu servet sahipleri düzenlerinin bozulacağı korkusuyla Allah
elçilerine ilk savaşı açmaktadırlar. Halkın cahil kalmasını istemektedirler.
Halkın bilinçlenmesini, halkın peygamberle tanışmasını
istememektedirler.
Evet bakın bu insanların peygamberi ve
peygamber yanında yer alan Müslümanları suçlama yöntemleri de şöyledir: İlk
suçlamaları Allah elçisine karşı sen bizim gibi bir beşersin diyorlar. Elçinin
suçu bir insan olması. Gerçi o ana kadar itaat ettikleri, sözünü dinledikleri
kimseler de birer beşerdi. Yâni aralarında kutsadıkları varlıklar da birer sâlih
kimselerdi. Ama küfrün mantığı olmuyor işte. Çünkü adamlar aralarında
kutsadıkları varlıklara insan üstü sıfatlar veriyorlar ve peygamberin de öyle
olmasını istiyorlar. Uçmalı, kaçmalı, denizde yürümeli, gaybı bilmeli peygamber
diyorlar.
Sonra ikinci suçlamaları da Nuh (a.s)’a iman edenler
böyle toplumda saygınlığı olmayan garibanlardır. Parasız, pulsuz, büyük ekonomik
güçleri, büyük sosyal, askeri güçleri olmayan üç beş çulsuz insan Ona iman
ediyor. Aklı paraya pula ermeyen üç beş erazil, yalınayak kimse Ona iman ediyor.
Tabii ekonomiyi temel kabul eden, parayı değer yargısı kabul eden materyalist
toplumlarda fakirler geri zekalı insanlardır. İşte tarih boyunca küfrün ve
şirkin egemen olduğu toplumlarda daima haklılar, üstünler, başarılılar,
akıllılar ekonomik ve siyasal güce sahip olanlardır. Bunlara sahip olmayanlar da
geri zekalı, zavallı insanlardır. Tarihin hiçbir döneminde değişmiyor bu
anlayış. Rasulullah efendimiz döneminde de Mekkeliler aynı şeyleri
söylüyor-lardı. Bugün de dünya üzerinde materyalist toplumların değer yargıları
böyledir.
Halbuki Allah’ın değer yargısı böyle değildir.
Kâfir ve müşrik dünyanın değerli gördükleri şeylerin Allah katında zerre kadar
bir değeri yoktur. Allah katında değerli olan sadece iman ve teslimiyettir.
Müslüman olanlar, Müslümanca bir hayatı kabullenmiş olanlar Allah katında
üstündür. Bunun dışındakilerin hiçbir üstülüğü yoktur. Dünyanın en üstün
ekonomik gücüne de sahip olsalar, dünyanın en büyük siyasal gücüne de sahip
olsalar mü’min olmayanların Allah katında zerre kadar bir değerleri yoktur.
Evet Mele’ grubu tercihini Allah ve elçisinden yana
kullananlara hakaret ettiler. Bunlar akılları hayra şerre ermeyen kimselerdir
dediler. Sizin bizim üzerimize bir üstünlüğünüz yoktur dediler. Tabii üstünlüğü
iman ve teslimiyet olarak görmez de sadece ekonomik güç olarak görürseniz
elbette Nuh (a.s) un bunları yoktur. Patron değil, şirketleri yok, prof değil,
siyasi bir gücü yok, askeri bir gücü yok. Ama Allah’a imanı olan, takvası ve
teslimiyeti olan bir kul ve elçi. Zaten peygamberlerin geliş sebebi de budur.
Onlar toplumdaki sınıf farklılıklarını yok etmek için gelirler. Onlar ezenlerin
egemenliklerini kırmak için gelirler. Onlar insanların egemenlere, zâlimlere
kulluğunu bitirip sadece Allah’a kul olmalarını sağlamak için gelirler.
Yeryüzünde insanların inanç özgürlüklerini sağlamak için gelirler.
Yöneticilerin, zen-ginlerin, ruhban sınıfının toplum içinde ayrıcalıklarını yok
etmek için gelirler. Ama kâfir mantığı bunu anlamadığı için kendi felsefelerince
senin bizden bir üstünlüğün yoktur diyorlar. Onların bu karşı çıkışları
karşısında bakın Allah’ın elçisi diyor ki:
28. “Nuh: “Ey milletim! Rabbimin katından bir delilim
bulunsa ve bana yine katından bir rahmet vermiş de bunlar sizden gizlenmiş olsa,
söyleyin bana, hoşlanmadığınız halde zorla sizi bunlara mecbur mu edeceğiz? “
dedi.”
Ey
milletim, ey kavmim görüyorsunuz ki ben Rabbimden bir beyyine üzerineyim. Ben
Rabbimden bir delil üzereyim. Rabbim beni elçi seçti ve bana vahiy gönderdi. Ben
vahiyle hareket ediyorum. Size söylediklerim kendimden değil, Allah’tandır. Ben
Allah adına konu-şuyorum. Şimdi ben Rabbimin istediği gibi hareket etmesem,
Rab-bimden gelen bu gerçeği gizleyip size duyurmasam benim halim nice olur?
Evet Allah’ın elçisi önce konumunu belirtiyor.
Ben elçiyim di-yor. Beni Allah görevlendirdi diyor. Sizin bekledikleriniz bende
yoktur. Ben bir insanım. Ekonomik gücüm yok, siyasal gücüm yok, askeri gücüm
yok, harikulade bir özelliğim de yok, uçan, kaçan, gaybı bilen bir özelliğim de
yok. Ben bir beşerim ve Allah’ın elçisiyim. Sadece Al-lah’tan gelenlerle hareket
ediyorum. Rabbim ne göndermişse ona tâbi olan, onu size duyuran bir uyarıcıyım.
Sizlerin değer yargılarınıza gö-re size bir üstünlüğüm yok ama; ben asla bir
yalancı değilim. Ben bunları kendi kendime uydurmuş birisi değilim. Ben
Rabbimden bir delil üzereyim. Rabbim beni elçi seçip bana rahmetini indirmiştir.
İşte benim görevim de, sizden farklı yanım da budur diyor Allah’ın elçisi.
Evet bugün bizler de aynı sözü söylemek zorundayız kâfir
ve müşrik dünyaya karşı. Bizim farklı yanımız Allah’a imanımızdır. Bizim farklı
yanımız Allah’ın vahyine teslim oluşumuzdur. Bizim farklı yanımız Beyyine ile
hareket etmemizdir diyeceğiz ve böyle bir anlayışla ortaya çıkacağız ve tüm
dünya beklediği gerçek insanlığı, gerçek Müslümanlığı bizde görecek ve tüm
dünyanın dirilişine sebep olacağız.
Ama maalesef Müslümanlar kâfir ve müşriklerin
istedikleri bir anlayışla, onların değer yargılarıyla ortaya çıkmaya
çalışıyorlar. Onlar ekonomik güce değer verdiklerine göre biz de daha büyük bir
ekonomik güce sahip olmalıyız. Onlar siyasal gücü ön plana çıkardıklarına göre
bizler de daha büyük bir siyasal ve askeri güçle ortaya çıkalım, daha büyük bir
bilimsel güçle ortaya çıkalım dedikleri sürece onları hiçbir zaman
geçemeyecekler ve işin acısı da kendilerini de mahvedecekler, karşılarındakileri
de mahvedecekler. Bırakalım bu kâfirlerin hayat anlayışlarına sahip çıkmayı da
Müslümanca bir görüntüyle onların karşısına çıkalım ve diyelim ki ey insanlar
işte biz buyuz. Biz Müslümanız ve Allah’ın istediği hayatı yaşıyoruz. Biz
beyyine üzereyiz. Biz hayatımızı Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetiyle
düzenliyo-ruz ve yeryüzünde Allah’ın istediği kulluk işte budur diyelim.
Onlar kör oldular, körleştiler, körlüğü tercih
ettiler. Gözlerini kapattılar Allah’ın âyetlerine karşı. Görmek istemediler. Siz
kerih gördüğünüz sürece, istemediğiniz, reddettiğiniz sürece biz de onu size
zorla kabul ettirecek değiliz. Sizler görmek istemezken bizler zorla hakikati
sizin gözlerinize sokacak değiliz. Siz bilirsiniz. İster görün, is-ter görmeyin,
ister kabul edin ister etmeyin biz sizleri imana zorlayacak değiliz. Bu bizim
görevimiz değildir ve buna gücümüz de yetmez zaten. Bu iş Allah’ın işidir.
Göstermek ve duyurmak Allah’a aittir.
29. “Ey milletim! Buna karşılık ben sizden bir mal da
istemiyorum. Benim ücretim Allah'a aittir; inananları da kovacak değilim; çünkü
onlar Rableriyle karşılaşacaklar; fakat ben sizi cahil bir millet olarak
görüyorum.”
Ey
kavmim, şu yaptığım uyarımın karşılığında ben sizden bir mal-mülk de
istemiyorum. Sizden bir ücret de istemiyorum. Sizler gibi dünyacı değilim ben.
Sizin gözünüzde çok değerli olan şeyler benim gözümde beş para etmez. Benim
hedefim sizler gibi dünya servetlerine ulaşmak da değildir. Benim ücretim, benim
mükafatım Allah’a aittir. Sizler kendi mallarınızın, kendi mülklerinizin, kendi
hayatlarınızın hesabını Allah’a vereceksiniz. Sizin değer yargılarınıza göre
değersiz olan ama Rabbim yanında çok değerli olan bu şerefli Müslümanları siz
istemediniz diye kovacak değilim. Onlar yeryüzünde Allah’ın en makbul
kullarıdır, ben onlarla değer buluyorum. Ben şerefi onların yanında görüyorum ve
onlar Rablerine kavuşacaklar. Onların hesapları Allah’a aittir. Lâkin ben sizi
zır cahil bir toplum görüyorum. Allah kıstaslarına göre yanılgıda olan, yanlışta
olan sizlersiniz.
Çünkü değerlendirmeniz yanlış ve cahilcedir. Onlar fakir
fukaraymış ne ifade eder bu? Sizler de dün fakirdiniz. Analarınızdan doğ-duğunuz
gün şu sahip olduklarınızı hiçbirisine sahip değildiniz. Onları fakir sizi
zengin kılan Rabbimdir. Güç ve kuvvet sahiplerine bu dünyada güç ve kuvvet veren
de Allah’tır, zayıfları zayıf kılan da Allah’tır. Sizler cahilce düşünüyorsunuz.
Mal-mülk sahibi oluş üstünlük sebebi değildir. Mal-mülk sahibi olmasalar da iman
edenler yeryüzünün en üstün insanlarıdır. Allah’a kulluktan kaçanlar, Allah’la
savaşa tutuşanlar yeryüzünün en zenginleri de olsalar yeryüzünün en alçak, en
bayağı insanlarıdır. Ben yeryüzünün en şereflilerini en alçaklarına asla
değişmem. Sizi bu Müslümanlara asla tercih etmem. Ben bir beşerim ve sizin
paranızda pulunuzda da hiç bir gözüm yoktur.
30. “ Ey milletim! Onları kovarsam, Allah'a karşı beni
kim savunur? Düşünmez misiniz?”
Ey
kavmim, size göre düşük olan ama Allah’a göre en yüksek izzet ve şerefe sahip
olan bu Müslümanları sizin hatırınıza yanımdan kovduğum zaman, sizi onlara
tercih ettiğim zaman Rabbimden gelecek bir azaba karşı beni kim savunabilir?
Allah’a karşı, Allah’ın gazabına karşı beni kim kurtarabilir? Aklınız yok mu
sizin? Hiç düşünmez misiniz? Allah’ın istemediği bir şeyi nasıl yapabilirim ben?
Bir düşünsenize. Benim geliş sebebim zaten bu değil midir? Rabbim beni insanlar
arasındaki sınıf farklılıklarını kaldırmak için göndermemiş midir? Güçlülerin
güçsüzleri ezmesini engellemek için gelmedim mi ben? Nasıl isteyebilirsiniz bunu
benden?
Onları Allah muhafazası altına almış. Kul olarak, insan
olarak onları Allah yaratmış. Benimle beraber onları Rabbim kardeş ilân et-miş.
Haydi gücünüz yetiyorsa o beğenmediğiniz insanlardan bir tanesini yaratın.
Bırakın onlardan birisini yaratmayı, haydi saçlarının bir telini yaratın.
Tırnağını yaratın. Nasıl oluyor da Allah’ın yarattığı insanı hor
görebiliyorsunuz? Nereden alıyorsunuz bu yetkiyi? Sizin gönlünüzü hoş edeyim
diye ben onları asla kovamam diyordu Allah’ın elçisi.
Kâfirler hiç değişmiyorlar değil mi? Mekke’de
Rasulullah e-fendimizden de aynı şeyleri istiyorlardı. Ey Muhammed, şu
garibanları yanından kov ki bizler de senin yanına girebilelim. Bizler onlarla
birlikte asla oturmayız. Onları yanından kov, ya da bizi başka bir yerde, başka
bir ortamda kabul et diyorlardı. Halbuki Allah’ın elçileri bu yetimlerin, bu
garibanların hayatlarını korumak için gelmiştir.
Öyleyse gelin kâfirlerin anlayışlarını bir kenara
bırakalım da Allah elçilerinin dâvetlerine kulak verelim. Gelin içimizdeki tüm
sınıf farklılıklarını reddedelim, hepimizin Allah önünde eşit olduğumuz bir
anlayışı gerçekleştirelim. İnsanları ekonomik güçlerine göre, siyasal güçlerine
göre değerlendirmeyelim, Allah’ın değer yargılarına sahip çıkan bir toplum
oluşturalım. Böylece dünyamız da güzel olsun, âhi-retimiz de güzel olsun. Evet
Nuh (a.s) un dâveti devam ediyor:
31. “Size, Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum;
gaybı da bilmem; doğrusu melek olduğumu da söylemi-yorum; küçük gördüklerinize
Allah iyilik vermeyecektir diyemem; içlerinde olanı Allah daha iyi bilir. Yoksa
şüphesiz haksızlık edenlerden olurum.”
Yine ben size demiyorum ki Allah’ın hazineleri benim
yanımdadır. Ben Allah’ın hazinelerine mâlikim. Ben böyle bir şey de demedim.
Benimle beraber olursanız, benim dâvetime iman ederseniz sizi mala mülke boğarım
da demedim. Ben gaybı bildiğimi de iddia etmedim.. Gelin ben sizin için Levh-i
Mahfuz’u okuyuvereyim. Size gele-ceğinizi gösterivereyim. Gelecekte başınıza
gelecekler konusunda sizi aydınlatıvereyim demedim.
Ben bir Meleğim de demedim. Ben zaten bir beşer
olduğumu, sizin gibi bir insan olduğumu söylüyorum. Doğrusu sizin şu
gözlerinizde basit gördüğünüz, küçük gördüğünüz kimseler için Allah onlara hayır
vermeyecek de diyemem. Onların hayırsız insanlar olduklarını da söyleyemem.
Mal-mülk verilmeyenlerin, yönetim, başkanlık, reislik verilmeyenlerin hayırsız,
verilenlerin de hayırlı olduklarını söylemiyo-rum. Bu sizin malları mülkleri
olmadığı için hayırsız gördüğünüz insanların nefislerinde olanı en iyi bilen
Allah’tır. Kalplerin hâsılasını, kalplerin takvasını en iyi bilen Allah’tır. Kim
muttaki, kim değil? bunu ben değil Allah bilir. Eğer ben kovarsam onları
zâlimlerden olurum.
Evet tarih içinde peygamberlerle alâkalı bu
yanlış inanış hep olagelmiştir. Cahiller peygamberlerden hep böyle şeyler
istemişler, böyle şeyler beklemişler. Hazineler istemişler, gökten sofra
indirmesini istemişler, gaybı bilmesini, kaybolan şeyleri bulmasını, hastaları
iyileştirmesini istemişler. Hz. Âdem’den beri bakıyoruz peygamberlere hep aynı
teklifler ileri sürülmüş. Ey Peygamber! Sen bizim gibi bir be-şersin! Tıpkı
bizim gibi yiyip içiyor, bizim gibi çarşı pazarda dolaşıyor, bizim gibi hasta
oluyor, bizim gibi baba oluyor, koca oluyorsun. Bizden farklı altınların
mücevherlerin, Markların Dolarların, bağların bahçelerin yoktur. Askerlerin,
orduların, yardımcıların, muhafızların yoktur. Bu durumda bizler kesinlikle sana
inanmayız.
Bizim sana inanmamız için bizden farklı olman lâzım.
Bize harikalar göstermen lâzım. Acıkmaman, susamaman, hasta olmaman, evlenmemen,
koca olmaman, baba olmaman lâzım. Zaman zaman borç alan, geçimini temin için
pazara çıkan birisi olmaman lâzım di-yorlardı.
Kafalarında böyle bir Peygamber imajı vardı. Bu
imajın dı-şında bir Peygamber düşünemiyorlardı. Daha doğrusu Allah’la Peygamberi
karıştırıyorlardı. Allah’tan istenmesi gereken şeyleri bir beşerden
istiyorlardı. Allah’ın sıfatlarını Peygamberle karıştırıyorlardı.
Evet peygamber bir insandı ve onun için hazine
gerekmiyor-du. Hazine, mal mülk, servet saman, saltanat Peygamberlik için
ge-rekmez. Bu tür şeyler belki sulta için, sultanlık için gereklidir. Ama bu-nu
anlayamayanlar, sultanlıkla peygamberliği karıştıran kimi akılsızlar
peygamberden bunu bekliyorlardı.
Yine peygamber için, peygamberlik için gaybı bilmek de
gerekmez. Çünkü bu gaybı bilme işi Allâm’ul ğuyûb olan Allah’ın
işidir. Allah’ın sıfatlarıyla Peygamberin konumu kesinlikle karıştırılmamalıdır.
Bir beşer olarak Peygamber kesinlikle Allah makamına oturtul-mamalıdır.
Peygamber bir melek de değildir. Peygamber Rabbinin kendisine vahy ettiklerine
tâbi olan bir beşerdir. Hz. Nuh böylece kendisini ortaya koyunca dediler
ki:
32. “Ey Nuh! Bizimle cidden tartıştın; hem de çok
tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azabı başımıza getir”
dediler.”
Ey
Nuh, gerçekten bizimle çok tartışın, çok mücâdele ettin. Yeteri kadar karşılıklı
mücâdele ettik. Artık şu bize vaadedip durduğun, bizi kendisiyle tehdit edip
durduğun şu azabı getirsen ya. Hani bak bu kadar zamandır sana ve getirdiğin
mesaja sırt döndük. Yıllardır seni ve Rabbini reddettik. Haydi artık ne
getireceksen getir de görelim. Hani seni ve Rabbini reddettiğimiz takdirde bizim
hakkımızda bir azaptan korktuğunu filân söylüyordun? Hani nerede kaldı o azap?
Eğer gerçekten sadıklardansan, iddianı eyleme geçirebileceksen haydi getir o
azabı da görelim dediler.
Evet gelmiş geçmiş tüm Allah elçilerine
söylenen budur. Bakın cahiller Allah’tan beklenmesi gerekeni peygamberden
bekliyorlar. Halbuki azabı peygamber değil Allah getirecektir. Azap peygamberin
elinde değil ki istediği zaman onu getirsin ve düşmanlarının defterini
dürüversin. Hani Rasulullah efendimize de aynı şeyleri söylüyorlar da o şöyle
diyordu:
"De ki: Sizin acele istediğiniz şey benim elimde
olsaydı, benimle aranızdaki iş bitmiş olurdu." Allah zulmedenleri en iyi
bilendir."
(En’âm 58)
Evet sizin acele ettiğiniz, acele istediğiniz
azap benim elimde değildir. Eğer o azap benim elimde olsaydı, o azaba benim
gücüm yetseydi çoktan sizin işinizi bitirmiş olurdum. Ben Allah değilim, ben
Allah’ın bir kuluyum. Ben sizin gibi bir beşerim. Beni Allah makamında görmeyin.
Allah’tan istenmesi gereken bir şeyi benden istemeyin. Buna benim gücüm yetmez.
Bu benim işim değil, onu ancak Allah gönderir. Eğer benim buna gücüm yetseydi o
zaman benimle sizin aranızdaki işi hemen bitirirdim, sizin defterinizi dürerdim
diyordu.
Şimdi böyle bir durumda, böyle cahili bir
toplum karşısında ne yapsın Nuh (a.s)? Ne yapsın Muhammed (a.s)? Ne yapsın
Müslüman? Uyaracaksınız bir toplumu, Allah’a kul olun, değilse sizin için
Allah’ın azabından korkuyorum diyeceksiniz, aradan yıllar geçecek ama Allah’ın
azabı gelmeyecek. Kâfirler kâfirliklerine devam edecek, zâlimler zâlimliklerini
sürdürecek, ama adına uyarıda bulunduğunuz Rabbinizden onlara vaadettiğiniz bir
azap gelmeyecek. Ve Allah’ın bir uyarıcısı olarak size dönüp diyecekler ki, hani
ne haber? Hani bir Allah’tan, bir azaptan dem vuruyordun? Nerde kaldı o? diyerek
seninle alaya başlayacaklar.
Yâni gerçekten çok zor. Hiçbir beşerin, hiçbir
peygamberin, hiçbir Müslümanın elinde böyle bir yetki yoktur. Helâki hak Allah
düş-manlarını, İslâm düşmanlarını helâk yetkisi peygamberin ve müslü-manların
elinde değil, Allah’ın elindedir. Allah bu gücü, bu yetkiyi kul-larından
hiçbirisine vermemiştir. Allah düşmanlarına karşı peygamberin bile yapabileceği
bir şey yoktur. Bakın elinde böyle bir güç, böyle bir yetki olmayan Allah’ın
elçisi kendisiyle azap konusunda, helâk konusunda alay eden kâfirlere şöyle
diyor:
33,34. “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz
O'nu âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek
istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbi-nizdir, O'na döndürüleceksiniz”
dedi.”
Muhakkak ki onu size getirecek olan Allah’tır. O azabı
size Allah getirir. Eğer dilerse Rabbim onu size getirir, o zaman da asla O’nu
âciz bırakamazsınız. Rabbim o azabı getirdiği zaman sizin işiniz de bitmiştir.
Ve doğrusu bir nasihatçi olarak, sizler için iyilikten başka bir şey düşünmeyen
bir elçi olarak benim size yaptığım nasihatlerim hiçbir fayda vermiyor. Bana
düşmanlığınıza rağmen sizin hakkınızda iyilik düşünüyorum, ama Allah da sizin
azmanızı istiyor. Sizin bu azgınlaşmanız karşısında benim nasihatlerim hiçbir
değer ifade etmi-yor. Evet toplum azdıkça azıyor. Güçlerine, kuvvetlerine
güvenerek karşılarındaki güçsüz, kuvvetsiz gördükleri Allah’ın elçisi karşısında
azgınlıkları, şımarıklıkları arttıkça artıyor.
Dile kolay. 950 yıllık bir kavga sanki yavaş yavaş sona
doğru yaklaşıyor. 950 yıl Nuh (a.s) bıkmadan, usanmadan, büyük bir sabır abidesi
olarak nasihatini, dâvetini sürdürürken, karşısındakiler de aynı tavırlarını
artırarak sürdürürler. Ve artık küfürde, şirkte ısrarları, Allah elçisi
karşısındaki dirençleri iyice belirginleşmeye başlayınca, Müslümanlığa
yanaşmamaları kesinlikle açığa çıkınca Allah’ın azabının ucu da görünmeye
başlıyor. Burada bir ara cümle geliyor. Bakın Rabbimiz buyuruyor ki:
35. “Ey Muhammed, sana “Kur’an’ı kendiliğinden uydurdu”
derler, de ki: “Uydurdumsa suçu bana aittir; oysa ben sizin işlediğiniz
günahlardan uzağım.”
Ey
peygamberim, şu anda senin karşındakiler de tıpkı Nuh (a.s) un toplumu gibi,
onların bu tavırlarını duyduktan sonra bu kitabı peygamber uydurdu mu diyorlar?
Bu kitabı senin uydurduğunu mu demeye çalışıyorlar? Kur’an’ın bu tarihî
bilgisini, Kur’an’ın haber verdiği bu haberleri senin uydurduğunu mu söylemeye
çalışıyorlar? Sen Nuh’u nerden bileceksin? Nuh (a.s) la toplumu arasında geçen
bu konuşmaları, bu mücâdeleleri sen nereden bilebileceksin? Senin böyle bir şeyi
uydurman mümkün mü? Nasıl da diyebiliyorlar bunu? Peygamberim, sen onlara de ki,
eğer bütün bunları ben uydurmuşsam cürümüm, günahım bana aittir. Bunun vebali
bana aittir, de.
Uzun zaman aranızda yaşamış, emin dediğiniz, kullara
karşı, sizlere karşı bile bir tek yalanı görülmemiş, duyulmamış bir peygamber
kalkacak bir şeyler uyduracak sonra da işte bunlar Allah’tandır diye Rabbine
iftira edecek. Düşünülecek şey mi bu? Buyrulduktan sonra, böyle bir ara
cümlesinden sonra Nuh aleyhisselâmın bize örnekliği, Onun Kur’an’daki dosdoğru
dâveti ve kavmiyle mücadelesi devam ediyor:
36,37. “Nuh'a, “Senin milletinden, inanmış olanlardan
başkası inanmayacaktır; onların yapa geldiklerine üzülme; nezaretimiz altında,
sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana baş vurma,
çünkü onlar suda boğulacaklardır" diye Allah tarafında vahy
olundu.”
Ey
Nuh, şu ana kadar toplumundan iman etmiş olanların dışında artık hiçbir kimse
iman etmeyecek. Şu ana kadar inananlar inanmış, artık bundan sonra kimse
Müslüman olmayacak. Artık bundan sonra o kâfirlerin yaptıklarına üzülme. Artık
bundan sonra onlar Müslüman olacaklar diye de bir beklentin, bir ümidin olmasın.
Bu iş bitmiştir. Ne müthiş bir şey değil mi? 950 yıllık dayanılmaz bir dâvet,
dayanılmaz acılar, ıstıraplar, alaylar, hakaretler. Bütün bunların sonunda iman
edenlerin sayısı 10,15,20 en çok rakamla 40 ya da 80 kişi. Hepsi bu. Ve artık
dâvet bitmiş, çırpınış bitmiş, hüküm verilecekti.
“Nuh dedi ki: “Rabbim!
Yeryüzünde hiçbir inkârcı bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını
saptırırlar; sadece ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup
yetiştirmezler.”
(Nuh 26,27)
Evet akıl almaz bir sabırla, Allah’tan aldığı
emri savsaklamadan, işi oluruna bırakmadan, sabır sembolü olarak görevini
sürdüren, 950 yıl her türlü fırsatı değerlendirerek çevresindekileri uyarmaya
çalışan, bıkmadan, usanmadan bu işi sürdüren Hz. Nuh bakın en sonunda bunları
söylüyordu. İşi Allah’a havale ediyordu. Ya Rabbi yeryüzünde bir tek kâfir
bırakma. Yeryüzündeki tüm kâfirlerin kökünü kes! Çünkü eğer yeryüzünde onlardan
bir tek fert, bir tek aile bırakırsan onlar kâfirden başkasını doğurmazlar.
Doğurduklarını kâfir yetiştirirler. Kâfirler, kâfir doğururlar. Kâfirlerin
eğitimi insanların kâfirleşmesini sağlar. Kâfirlerin egemen olduğu yerde ancak
kâfir yetişir. Bunlara fırsat verirsen yeryüzünde kâfir yetiştirirler ya Rabbi.
Binaenaleyh yeryüzündeki tüm kâfirleri yok et, diyordu.
Ama tâbi o ana kadar, Rabbinden onların iman
etmeyeceklerine dair bilgiyi alana kadar, dâvetini sabırla sürdürdü. Öyleyse
bizler de böyle yapalım. Şu anda Allah bize bunu demediğine göre, karşımızdaki
insanların adam olmayacakları bilgisi bize ulaşmadığına göre bizler asla
yılgınlık göstermeden, bu insanların helâkini istemeden anlatmaya devam etmek
zorundayız. Evet işte bu noktadan sonra Rabbimiz buyurdu ki:
Bizim gözetimimiz ve vahyimiz altında bir gemi
yap. Yeryüzünde ilk gemi yapımı da Allah’tandı. Allah emriyle, Allah vahyiyle,
Allah gözetimi altında yapılacaktı gemi. Gemi yapımı konusunda bil-gilendirme de
Allah’tandı. Evet artık vakit gelmişti. Bir gemi yapılacak Allah’ın emri ve yol
gösterisiyle, iman edenler o gemide kurtarılacak ve geri kalanlar da
boğulacaklardı. Ve tarihte yeryüzünde ilk helâk hükmü böylece gerçekleşmiş
olacaktı. Mü’minlerle kâfirler arasında ilk ayrışma böylece gerçekleşmiş
olacaktı. Allah’ın elçisi Rabbinden aldığı bu emirle hemen gemi yapımına
başlıyor.
38,39. “Gemiyi yaparken milletinin inkârcı ileri
gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da: “Bizimle alay
ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz; rezil edecek
azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini göreceksiniz”
dedi.”
Nuh (a.s) gemiyi yapmaya başlayınca kavmin ileri
gelenleri Nuh (a.s) un yanına uğradıkça Onunla alay ediyorlar. Bu nedir ey Nuh?
Bu da peygamberliğinin bir gereği midir? Yoksa meslek mi değiştirdin?
Peygamberlik işini bıraktın da bu işe mi başladın? Diyorlar. Nuh (a.s) dedi ki
haydi şimdi alay edin bakalım bizimle, yakın da biz de sizinle alay ederiz.
Peygamberin tehdidiyle karşı karşıya alaycılar. Alay edin bakalım, biz de
sizinle alay edeceğiz. Yakında azabın kime geleceğini? Kimi rezil rüsva
edeceğini göreceksiniz. Sürekli bir azap karşısında kim alaya lâyıkmış onu
yakında görecek ve bileceksiniz. Kim kaybedecekmiş? Kim kazanacakmış çok yakında
anlayacaksınız.
40. “Buyruğumuz gelip tandırdan sular kaynamağa
başlayınca, “Her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında
kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir" dedik. Pek az kimse onunla
beraber inanmıştı.”
Ne
zaman ki emrimiz geldi, sular kaynamaya, denizler yük-selmeye başladı. Gemi
çalışmaya başladı ve Biz dedik ki ey Nuh her bir varlıktan birer çift al ve
üzerine azap hükmü, gazap hükmü, tufan, boğulma, helâk hükmü gerçekleşenler
hariç ehlinden çoluk çocuğunu ve toplumundan iman edenleri, tercihini senden
yana kullananları al dedik. Zaten Onunla birlikte pek az insan iman etmişti. Çok
insan inanmıştı Nuh aleyhisselâma ve onun getirdiği hidâyet hediyesine. İşte
tercihini senden yana kullanmış, senin rehberliğini, senin kaptanlığını
kabullenmiş o azları al yanına ve:
41. “Allah “Oraya binin; yürümesi ve durması Allah'ın
ismiyledir, Rabbin bağışlar ve merhamet eder" dedi.”
Rabbimiz buyurdu ki o gemiye bismillah diyerek, Allah
adını anarak, Allah izniyle binin. Çünkü gemiyi yaptıran Allah, geminin sa-hibi
Allah, suyun sahibi Allah, tufanın sahibi Allah, geminin de, tufa-nın da,
kurtuluşun da, helâkin de yasasını koyan Allah’tır. O geminin akışı da duruşu da
Allah’ın adıyladır. Onu yürüten de, hareket ettiren de, su üzerinde yüzdüren de,
durduran da Allah’tır.
42. “Gemi, dağlar gibi dalgalar içinde onları
götürürken, Nuh, bir kenarda ayrı kalmış oğluna “Ey oğulcuğum! Bizimle beraber
gel, kâfirlerle birlik olma diye seslendi.”
O
gemi dağlar gibi dalgaların arasında yürümeye başlar. Yerlerden sular fışkırır,
göklerden sular iner ve sular tüm dünyayı kaplar. Gemiye binenler, peygamberle
birlik olanlar, tercihlerini Allah’tan ve peygamberden yana kullananlar hariç
tüm dünya insanlığı helâk olacaklar. Ve artık biraz sonra yeryüzünde gemiye
binenlerin dışında hiç kimse kalmayacak.
Nuh gemiden oğluna nida etti. O şöyle gemiden
bir kenarda, kıyıda duruyordu. Gemiye binmemişti. İnananların içinde yerini
almamıştı. Ey oğlum, gel bizimle beraber bin gemiye. Gel mü’minlerle beraber sen
de bin. Gel şu kurtuluş gemisine sen de bin. Gel sen de kurtulanlardan, felaha
erenlerden ol. Sakın gemiye binmeyen, kurtuluşu değil de helâki seçen kâfirlerle
beraber olma. Gel beni dinle, de-ğilse helâk olacaksın. Dünyanı da âhiretini
kaybedeceksin. Babası-nın merhametle yalvarışlarına karşılık oğlu dedi
ki:
43. “Oğlu: “Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır"
deyince, Nuh: "Bugün Allah'ın buyruğundan O'nun acıdıkları dışında kurtulacak
yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara
karıştı.”
Ben dağlara sığınırım, dağlara çıkarım, onlar beni sudan
ko-rur. Dağlara güvendi, gücüne kuvvetine güvendi, teknolojisine gü-vendi. Nuh
(a.s) dedi ki, ey oğlum, bugün Allah’ın emrinden kendisini kurtaracak yoktur.
Bugün Allah’ın emrinden hiç kimse kendisini kurtaramayacak. Ancak Allah’ın
rahmet edip acıdıkları müstesna. Bugün Allah’ın azabı, Allah’ın gazabı, Allah’ın
helâk emri herkesi boğacak, herkesi kapsayacak. Gel inat etme de Allah’ın
rahmetine hak kazananların içine gir. Gel mü’minlere katıl. Gel Müslüman ol. Gel
kurtulanlardan ol. Tam onlar konuşurlarken babayla oğulun arasına bir dalga
girdi ve o da boğulanlardan oldu. Onun işi de bitti. Tüm diğer zâlimler gibi Nuh
(a.s) un oğlu da boğuldu sular altında. Ebedîyen yok oluşun, ebedîyen kahroluşun
ve kaybedişin derinliklerine gömülüp gitti o da.
Dünya üzerinde Allah’ın helâk yasası
gerçekleşti ve artık yeryüzünde hiç kimse kalmadı. Tabii tüm yeryüzü mü? Yoksa
yeryüzünün o gün için insan yaşayan bölümü mü? Bunu bilmiyoruz. Ama artık
yeryüzünde gemiye binenlerin dışında hiçbir insanın kalmadığı ve insanlığın
tekrar bu gemiye binenlerden ürediğini biliyoruz. Evet Allah’ın hükmü
gerçekleşti, tufan uygulandı, zâlimler, kâfirler helâk oldu.
44. “Yere, “Suyunu çek!” göğe, “Ey gök sen de tut!”
denildi. Su çekildi, iş de bitti; gemi Cûdiye oturdu. "Haksızlık yapan millet
Allah'ın rahmetinden uzak olsun" denildi.”
Sonra denildi ki: Ey arz suyunu yut! Ve ey sema sen de
suyunu tut! İki emir, iki ferman. Göklere ve yere egemen olan, göklere ve yere
söz geçiren, göklerin ve yerin boynundaki ipin ucu elinde olan Allah’tan iki
kuluna iki emir. Ey yer suyunu yut! Ey sema suyunu tut! İş böylece tamamlandı,
emir yerine getirildi, hüküm gerçekleşti. Yer suyunu yuttu, sema suyunu tuttu,
gemi de Cûdi dağının üzerine yerleşti, oturdu. Ve denildi ki zâlimler güruhu
Allah’ın rahmetinden uzak olsun.
Hani sûrenin önceki bölümlerinde Rabbimiz tüm
insanlığa bir meydan okumuştu. Eğer ciddiyseniz Allah’ın berisinde Allah’tan
başka ne kadar şahidiniz, ne kadar şühedanız ne kadar yardımcınız varsa, yâni
inandığı dâvâya canını verecek kadar bağlı ne kadar şehidiniz varsa onların
hepsini de toplayın. Allah’tan başka güvendiğiniz ne kadar yardımcınız ne kadar
putlarınız ne kadar edipleriniz, şairleriniz, bilginleriniz, filozoflarınız,
müdürleriniz, genel müdürleriniz varsa veya size baş olacak, ayak olabilecek ne
kadar yardımcınız yardakçınız varsa hepsini çağırın da haydi örnek bir sûre
getirin bakalım buyurmuştu.
Yâni madem ki bu kitabı Peygamber uyduruyor
diyorsunuz. Bir insanın kendi başına kendiliğinden yapabildiği bir şeyi diğer
insanlardan, milyarlarca insanlar içinden herhalde yapabilen bir insan
çıkacaktır elbette.
Abdullah İbni Mukaffa diye bir adam var. Arap
edebiyatının dahilerinden kabul edilir. Gerçekten bu işi bilen bir adam. “Kelile
ve Dimneyi” Arapça’ya kazandıran bir adam. Günün birinde Kur’an’a benzer bir
nazire yapmak çıkmış kafasından. Sen bunu becerirsin, bu işi ancak içimizden sen
kıvırırsın demişler. Tamam! Demiş, herhalde bu işi ben kıvıracağım. Şöyle
hazırlığını yapmış, enine boyuna bakmış, kendini toplamış ve Kur’an’ı bu gözle
bir daha okumuş. Benzerini yapmak adına dikkatlice Kur’an’ı okurken Hud sûresine
geliyor. Hud sûresinde Rabbimizin anlattığı bu bölüme gelir. Tufandan önce Allah
göğe emretti: Ey gök su indir! buyurdu, gök de bu emre imtisâlen suyunu indirdi.
Sonra yere emretti Allah, yer de suyunu fışkırttı, tamam her taraf su. Helâk
olacaklar helâk olmuşlar, cezasını çekmesi gerekenler çekmişler cezalarını,
artık iş bitmiş ve tufan da bitecekti. Allah birisi semaya, ötekisi de arza
olmak üzere iki emir verdi.
"Ey sema artık suyunu tut! Ve ey arz sen de
suyunu yut!"
Allah dedi ki göğe: Ey gök artık suyunu tut! Ve
ey yer sen de suyunu yut! İki emir veriliyordu: Birisi göğe, ötekisi yeryüzüne.
Birisi tut! Diğeri yut! Tamam hepsi bu kadar. Birisi tutmuş, ötekisi de
yut-muştu suyunu ve artık yeryüzü
kupkuruydu.
Kur’an’ın bu bölümüne gelince adam kara kara
düşünmeye başlıyor. Sanki beynini ellerinin arasına alıyor, sıktıkça sıkıyor,
kafatasını eritiyor, beynini cıvık cıvık alıyor eline ve sonra diyor ki: Eyvah!
Bunu diyebilmek için semaya ve arza söz geçirmek gücünde olmak gerekiyor. Bunu
diyebilmek için, böyle bir sözü söyleyebilmek, Kur’an gibisini meydana
getirebilmek için ancak Allah olmak gerekiyor. Ben Allah olmadığıma göre ne
mümkün öyleyse? Diyor ve sonunda vazgeçiyor bu delilikten.
Öyleyse Kur’an’a benzer yapmanın bu mantığını
kaybetmememiz gerekiyor. Değilse yapılır yâni. Bir yığın herze çıkabilir
karşımıza. Böyle değil, aya laf edecek adam, güneşe söz geçirecek, arza
emredecek, semaya ferman edecek. Bunu Allah’tan başka kimse gerçekleştiremez.
Kim diyebilir bunu semaya ve arza? Kim söz geçirebilir bunlara Allah’tan başka?
İnsanlar da bir şeyler söylüyorlar ama bunların hiç birisinin onların
fermanından haberleri bile yoksa, bu herzeden başka bir şey değildir de
nedir?
Evet olan olur ve gemi Cudi dağına yerleşir.
Cudi dağı Me-zopotomya bölgesindedir ve işte tarihin ikinci başlangıcı
burasıdır. Âdem (a.s) in inip hayatın başladığı ilk nokta yine burasıdır.
Cennet-ten indirildikten sonra atamızla, anamızın birleştikleri yer Arafat
dağıdır. Hayat bir zamanlar buradan başlar. Nuh kavmi de belli yerlerde yaşar,
nihâyet tufan sonunda insanlık hayatı yine Dicle nehri kenarında Cudi dağı
çevresinde başlar.
45. “Nuh Rabbine seslendi: “Rabbim! Oğlum benim
ailemdendi. Doğrusu Senin vaadin haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin”
dedi.”
Ya
Rabbi, oğlum! O benim ehlimdendir ya Rabbi! diye bağırır. O benim oğlumdur,
senin vaadin de haktır. Senin vaadettiğin şekilde suda boğulanlar cehenneme
gidecek. Ama ben inanıyorum ki Sen Ahkem’ül Hakiminsin. Hüküm verenlerin en
iyisisin. En doğru, en gü-zel hükmü Sen verirsin. Ama ne gelir elden? Kolay
değil. En sevdiği evlâdı cehenneme gidecek.
46. “Allah: “Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz; çünkü
kötü bir iş işlemiştir; öyleyse bilmediğin şeyi Benden isteme. İşte sana öğüt,
bilgisizlerden olma" dedi.”
Ey
Nuh, o senin ehlin değildir. Çünkü o gayr-i sâlih bir amel işlemiştir. O
gayr-i sâlih bir amelin sahibidir. Nuh (a.s) un ehli Müslüman
olanlardır. Oğlu bile olsa bir Müslümanın eğer Müslüman değilse ehli
sayılmayacaktır. Peygamber çocuğu bile olsa sâlih bir amelin sahibi olmadıkça
babasıyla bir ilgisi olmayacaktır. İbrahim (a.s) in babası da böyleydi.
Rabbimizin
dünyada en çok sevdiği insanlar peygamberlerdir. En çok değer verdiği insanlar
da onlardır, en büyük imtihana tâbi tut-tukları da yine onlardır. İşte
görüyoruz birisinin oğlu Müslüman olmu-yor, birisinin babası, birisinin karısı,
birisinin baba yerindeki amcası Müslüman olmuyor. Yâni dereceleri yükselsin diye
mi? Sabırları artsın diye mi? Yoksa kıyâmete kadar bu elçilerinin hayatında
örneklemeler bulunsun diye mi? bilmiyoruz. Bakın Rabbimiz ya Rabbi oğlum diyen
Nuh (a.s)’a şöyle buyuruyor:
Ey peygamberim, sakın hakkında bir bilgin
olmayan, sana hakkında bilgi verilmeyen bir konuda benden bir şey isteme.
Cahil-lerden olmaman için sana vaaz ediyorum. Seninle hiç bir ilgisi olma-yan,
imanla, sâlih amelle bir ilgisi olmayan o oğlun hakkında sakın benden af
dileyerek cahillerden olma. Eğer o da Müslüman olsaydı, senin imanını ve amelini
paylaşsaydı elbette seninle birlikte cennete gidecekti. Ama imanı ve ameli
olmayan birisini nesebi kurtaramaz. Bir kimse peygamber oğlu, peygamber babası,
peygamber hanımı da olsa iman etmediği, ve bu imana bağlı Müslümanca bir hayat
yaşamadığı sürece kurtulması mümkün olmayacaktır.
İşte görüyoruz bir peygamber çocuğu kurtulamıyor. Artık
nesep olarak peygamberden daha üstün bir nesep düşünülebilir mi? Peygamber
neslinden daha şerefli bir nesil düşünülebilir mi? Öyleyse hiçbir kimse babası
sebebiyle, oğlu sebebiyle, hanımı, kocası sebebiyle kurtulamayacaktır. İşte
Rabbimizin uyarısını alan Nuh (a.s) dedi ki:
47. “Rabbim! Bilmediğim şeyi Senden istemekten Sana
sığınırım. Beni bağışlamaz ve merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum"
dedi.”
Bilmediğim bir konuda, hakkında bilgim olmayan bir
konuda Senden bir şey istemekten Sana sığınırım ya Rabbi. Sen beni
bağışlamazsan, hatalarımı örtmezsen, kusurumu görmezden gelmezsen ben ne yaparım
ya Rabbi? Bana merhamet etmezsen, rahmetinle be-ni bağışlamazsan ben zarara
uğrayanlardan olurum. Dünyada ve âhirette kaybedenlerden olurum ya Rabbi.
48. “Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan topluluklarla
bizden bir selâmet ve bereketle gemiden in. Ama bir çok toplulukları da
geçindireceğiz, sonra onlara can yakıcı bir azap vereceğiz"
denildi.”
Denildi ki ey Nuh, Bizden bir selâmla in. Haydi buyurun
Bizden bir selâmetle, Bizden bir esenlikle yeniden dünyaya inin. Hatırlarsanız
ilk defa bu söz Âdem atamıza denilmişti. Cennette dünyaya inerlerken Âdem ve
Havva anamıza inin deniliyordu. Şimdi insanlığın ikinci atasına söyleniyor.
Selâm ve bereketler, inişin üzerine seninle beraber olsun. Seninle beraber olan,
tercihini senden yana kullanan ümmetler üzerine de olsun bereketler, selâmetler,
esenlikler. O ümmetleri faydalandıracağız, onlara hayat vereceğiz, nîmetler
vereceğiz. Ama onlar da sonradan kendilerine verdiklerimizle tuğyan ederler,
başkaldırırlar, kulluktan çıkarlarsa, Bizden onlara da dayanılmaz bir azap
dokunacak, onlar da tıpkı öncekiler gibi cezalarını çekeceklerdir. Müslümanca
bir hayatı devam ettirenler de hem dünyada hem de âhirette kazananlardan
olacaklardır.
49. “Ey Muhammed! Bunlar sana vahy ettiğimiz bilinmeyen
olaylardır. Sen de milletin de daha önce bunları bilmezdiniz. Sabret, sonuç
Allah'tan sakınanlarındır.”
İşte bir peygamberin, bir beşerin asla bilemeyeceği
haberler hadiseler. Rabbimiz elçisine bu bilgileri, bu haberleri ulaştırıyor ve
elçisi de Allah’tan gelen bu bilgileri insanlığa duyuruyor. Peygamber bu Allah
bilgileriyle izzet ve şeref buluyor, Müslümanlar vahiyle izzet ve şeref
buluyorlar. Kâfirler, müşrikler yok edilirken peygamber ve onun safında yer
alanlar kurtuluyor. Tüm dünyayı tufan kaplasa da, tüm dünyayı küfür ve zulüm
kaplasa da peygamber safında olanlar kurtulacaktır.
İşte Rabbimiz bunu anlatıyordu burada peygamberine. Bunu
öğrendi Rasulullah efendimiz, bunu öğrendi sahâbe-i kirâm efendi-lerimiz, bunu
öğreniyoruz şu anda bizler ve kıyâmete kadar Rabbi-mizin bu sûresini okuyan
Müslümanlar. Bizler şu anda Rabbimizin bu yasasını öğrendik ve bu âyetleri
kuşandık. Tüm dünya felâketlerin içine düşebilir. Tüm dünyayı tufanlar
sarabilir. Ama ne olursa olsun kaptanı peygamber olanlar kesinlikle
kurtulacaktır.
Evet şu anda da dünya üzerinde korkunç bir
tufan var. İn-sanlığının Allah’a kafa tutma, Allah’ı hayatlarına karıştırmama,
Al-lah’tan gelen hayat programına değer vermeme ve Allah’ın elçisiyle
ilgilenmeme isyanlarından ötürü tüm dünyada tufan vardır. Tüm dünyada Rabbimizin
korkunç bir tufanı vardır şu anda. Ama sünnetullah gereği şu anda gemi de
vardır. Bu tufandan sığınmak isteyenlerin sı-ğınabilecekleri gemi de mevcuttur.
Bu gemi Son elçinin bina ettiği İs-lâm gemisi, geminin kaptanı da Hz. Muhammed
(a.s)’dır. Şu anda bu gemiye binenler, bu geminin kaptanının safında yer
alanlar, bu geminin kaptanına evet diyenler, tercihlerini bu istikâmette
kullananlar hep kurtuluyor, diğerleri ise helâk olup gidiyor.
Eğer batanların, cehenneme gidenlerin içinde değil de
kur-tulanlardan olmak istiyorsanız, helâkin ve helâk yasasının dışında kalmak
istiyorsanız o günkü kurtulanların rolünü oynamak zorundasınız. Kurtulanlar
safında, peygamber safında yer almak zorundasınız. Safınızı belirlemek
zorundasınız.
Yâni eğer sizler de Tâğutlaşan, azgınlaşan,
Allah’la ve elçi-siyle savaşa tutuşan, Allah’ın kitabını, Resûlünün örnek
hayatını red-deden bu toplumda dalgalar halinde sizi yok etmeye yönelen
toplu-mun küfründen, inkârından, ilhadından kurtulmak istiyorsanız, bu kü-für
dalgalarının boğucu etkisi altında boğulmamak istiyorsanız o zaman sizler de
gemiye binenlerden olmak zorundasınız. Sizler de pey-gamber safında yer almak
zorundasınız. Allah düşmanlarından ayrılmak zorundasınız. Allah’a Allah’ın
istediği biçimde kulluk yapanlar-dan olmak zorundasınız...
İşte bunlar gayb haberleridir, gaybî
bilgilerimizi size ulaştırıyoruz ki bundan önce ne kavmin ne de sen bunları
bilmiyordun. Öy-leyse sabret ey peygamberim. Dayan, diren Müslümanca bir hayata.
Gelecekte başarı, gelecekte özgürlük, gelecekte devlet, iktidar, izzet ve şeref
hayatlarını Allah için yaşayanların olacaktır. 950 yıl sıkıntı çeken
Müslümanların sanki hiç kazanma şansları yok gibiydi değil mi? Kazanalar sanki
hep kâfirler ve müşriklerdi. Ezilenler, horlananlar Müslümanlardı. Ama işte
göklere ve yere egemen olan büyük irade Müslümanların kazanmasına, kâfirlerin
helâkine hükmetti ve sonunda o bir avuç insan kazanan taraf olurken, kâfirler
geberip gittiler. Ebedîyen kaybettiler.
Allah, düşmanlarının defterini dürüverdi de
sonra peygamber safında yer alanları onların yerlerine yurtlarına yerleştirip
halifeler kılıverdi. O helâk edilenlerin peşlerinden yeni yeni nesiller
getirmiş, onlardan sonra onların yerlerine başkaları vâris olmuş. Öncekiler yok
olmuş kayıplara karışmış, yoklukları bile hissedilememiştir. Ama ne yazık ki bu
gerçeği insanlar unutuverirler. Allah kendilerine yeryüzünde yerleşme imkânı
verince, yerlerini sağlamlaştırınca hemen bunu unutuverirler de sanki
kendilerini yaratan Allah değil de kendileriymiş gibi, sanki kendilerine bu
imkânları veren Allah değil de başkalarıymış gibi, sanki kendilerinden önce
nicelerini gözlerinin önünde Allah helâk etmemiş gibi Allah’a kafa tutmaya
kalkıverirler. Allah’a karşı da Allah’ın âyetlerine karşı da müstekbirce bir
tutumun içine giriverirler.
Bakın bir toplum daha gündeme
geliyor:
50. “Âd milletine kardeşleri Hud’u gönderdik. Şöyle
dedi: "Ey milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur; yoksa
sadece yalan uyduran kimseler olursunuz.”
Evet Nuh (a.s) un kavmiyle kavgasından sonra şimdi de
Hud as’ın toplumuyla kavgasına şahit oluyoruz. Bir gayb bilgisine, bir gayb
haberine de Rabbimizin anlatımıyla muttali oluyoruz. Yeryüzünün en süper gücüne
sahip olan, Fecr sûresinin beyanıyla:
“Ki ülkeler içinde onun benzeri
yaratılmamıştı.”
(Fecr 8)
30,40 metre uzunluğunda dev gibi adamlardı. Bu
toplum İbni İshak’ın rivâyetine göre Umman’dan Yemen’e kadar uzanan geniş bir
bölgede, Ahkâf denen bölgede yaşıyordu. Yemen, Yemame, Cidde, Hadramut arasında
yaşamış bir kavimdir. Bu bölgede meskun olan Âd toplumu tüm civar ülkelere de
hakim bir durumdaydı. Hâlâ şu anda bile Hadramut taraflarında bunların evlerinin
barklarının kalıntılarına rastlanmaktadır. Kur’an’ın bize anlattığına göre
Arapların yakından tanıdıkları, bildikleri, şiirlerine konu ettikleri bir
toplum. Görkemli şehirleri, üstün teknolojileri, pazıları, güçleri kuvvetleri,
medeniyetleriyle hayatlarında Allah’ı diskalifiye etmiş, Allah’ın insan hayatını
düzenlemek üzere gönderdiği hayat programını terk etmiş, keyiflerince bir hayat
yaşayarak Allah’a karşı bir savaş ilân etme cüretini göstermiş bir kavim.
Kendilerine Hud (a.s) elçi olarak gönderildi.
Kendilerini yer-yüzünün en süper gücü olarak gören bu topluma Hud (a.s) Allah’ın
dâvetini ulaştırdı, onları Allah’ın âyetleriyle uyardı. Onları sadece Allah’a
kulluğa, sadece Allah’ı dinlemeye çağırdı. Bir gün gelip kendilerine verilen bu
güç ve kuvvetlerinin biteceğini, kıyâmetin kopacağını, hayatlarının ve
saltanatlarının yok olacağını hatırlattı. Allah’ın desteğiyle Allah’ın
kendisinden istediği Müslümanca bir dâveti uzunca bir süre devam ettirdi.
Anlattı, uyardı, didindi, çabaladı ama kavmin içinde çok az bir Müslüman grup
hariç toplum Onun dâvetine hüsnükabul göstermedi.
Âd toplumuna da kardeşleri Hud (a.s)’ı
gönderdik, görevlendirdik. Kendi içlerinden, kendi nefislerinden, kendi
akrabalarından, kendi topraklarından bir elçi olarak görevlendirdik. Nuh
kavminden sonra yeryüzünde Allah’ın kendilerine egemenlik verdiği Âd kavmine
kardeşleri Hud (a.s) gönderiliyordu. Bakın Hud (a.s) diyor ki:
Ey
kavmim! Ey benden olanlar! Ey benden bir parça olanlar! Ey anam! Ey babam!
Allah’a kul olun! Sadece Rabbinize kul olun! Sadece O’nu dinleyin! Sadece O’nun
istediği hayatı yaşayın! Ben si-zin için Allah’tan başka bir İlâh, Allah’tan
başka bir Rab tanımıyorum. Allah’tan başka sizin için sözünü dinleyeceğiniz,
çektiği yere gideceğiniz, yasalarını uygulayıp kendisini hoşnut edeceğiniz bir
ilâh ve rab bilmiyorum. Gelin sadece O’nu dinleyin. Sadece O’nun istediği gibi
yaşayın. Sadece O’na kulluk edin. Tek Rab, tek İlâh olan Allah’ı bırakıp
başkalarına kulluk ederek, başkalarının istediği hayatı yaşayarak, başkalarının
yasalarını uygulayarak sizler şu anda Allah’a iftira ediyorsunuz. Bu halinizle
müfteri durumundasınız. Gelin vazgeçin bu yaşantılarınızdan da sadece Allah’a
kulluğa yönelin.
51. “Ey milletim! Buna karşılık sizden bir ücret
istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yaratana aittir. Aklet-mez
misiniz?”
Ey
kavmim, ben yaptığım bu tebliğimin, bu dâvetimin karşılığında sizden bir ücret,
bir mükafat istemiyorum. Benim ücretim, benim mükafatım beni yoktan var eden
Rabbime aittir. Benim ecrim beni yaratıp size elçi olarak görevlendiren Rabbime
aittir. Yaptığım bu dâvetin karşılığında ne mal, mülk vermenizi, ne bal baklava
yedirmenizi, ne çay kahve ikram etmenizi, ne arabalarınıza bindirmenizi, ne bana
bir teşekkür etmenizi istemiyorum. Akl etmez misiniz? Düşün-mez misiniz?
Akıllarınızı kullanmaz mısınız? Zannetmeyin ki ben bu çalışmalarımın sonunda bir
dünya menfaatine ulaşacağım. Zannetmeyin ki bu tebliğimi bir dünya gücüne, bir
dünya menfaatine tahvil edeceğim. Ben yokken beni var eden ve beni size elçi
gönderen Rabbimden beklerin ben beklediğimi. O bana vaadettiğini verecektir.
Benim görevim sizi yalnızca Allah’a kulluğa dâvettir. Ne güzel bir ifade değil
mi? Tüm peygamberler toplumlarına bunu söylediler.
Öyleyse bizler de insanlara ulaştırdığımız din
karşılığında, du-yurduğumuz âyet ve hadis karşılığında kesinlikle insanlardan
hiç bir şey istemeyeceğiz. Eğer böyle insanların elindekilerden müstağni
davranırsak o zaman insanlara karşı güvenli olur ve mesajımız insanlar
tarafından hüsnü kabul görür. Eğer dünya üzerinde köpeklerin üşüştükleri leşe
benzer leşlerden uzak durursak, onun peşinde olan köpeklerden emin oluruz. Eğer
bizler de o leşten almaya çalışırsak o zaman köpekler de bizim üzerimize hücum
edeceklerdir.
Özellikle dâvetçilerin kendilerini halkın
elindekilerden uzak tut-maları gerekmektedir. Şurasını hiçbir zaman unutmayalım
ki halkın elindekilere göz diken, halktan bir şeyler istemeye alışmış bir
dâvetçi sonunda halkın istediğine göre, halkın hoşnut olduğuna göre dini eğip
bükmek ve onların isteyip hoşnut oldukları bir dini anlatmak zorunda kalacaktır.
Böyle birisi zenginler karşısında, mal mülk sahipleri karşısında eğilip
bükülmekten, dini onların arzularına göre eğip bükmekten kurtulamayacaktır.
Halbuki bu Allah korusun nifak alâmetidir. Allah’ın Resûlü malından,
zenginliğinden dolayı bir kişiye saygı duymanın münâfıklık alâmeti olduğunu
haber veriyor.
Öyleyse insanların mallarında mülklerinde
hiçbir zaman gözümüz olmamalı. Bizim vazifemiz sadece onların mallarını
fakirlere vermelerini sağlayarak toplumun fakirlerini rahatlatmaya ve onları da
dini vazifelerini yapmaya, sorumluluklarını bizzat kendilerinin yerine
getirmelerine yönlendirmeliyiz. Bizim görevimiz sadece onları bu hayra
yönlendirmek olmalıdır. Ama yanlış anlamayalım zenginlerin paralarını fakirlere
dağıtmak üzere onlardan biz almamalıyız. Onların paralarına elimizi bile
sürmeden kendilerinin bu işi yapmalarını sağlamalıyız. Değilse biz onların
paralarını aldık mı onlar rahatlayacaklar ve fakirlerin durumlarına muttali
olamayacaklar ve lüks içindeki hayatlarına devam edeceklerdir. Bırakalım
kendileri gitsinler fakirlerin evlerine de kendi hayatlarıyla o fakirlerin
hayatlarını mukayese imkanları olsun.
Hz. Ali efendimiz buyurur ki: Özellikle
mü’minlerin imamlarının, önderlerinin hayatlarının dünyaya karşı zühd içinde
olmaları gerekir ki halkın hayatlarından, sorunlarından haberdar olsunlar.
Âlimlerin, imamların, önderlerin zâhid olmadıkları, doyumsuzca dünyaya
meylettikleri bir toplumun öteki fertlerinin zâhid olmaları elbette beklene-mez.
Öyleyse becerebildiğimiz kadar dünya konusunda zâhid olacak, kendimize yetecek
kadar rızkın ötesinde dünyayı kucaklayacakmış gibi bir doyumsuzluğun içine
girmeyeceğiz inşallah.
Allah Resûlü hadislerinde bir de:
“insanların elinde bulu-nanlara karşı zâhid ol ki insanlar seni sevsin.”
İnsanların elinde olandan ümidi kes ki sen de zengin olasın ve Allah da
seni sevsin buyurur. Öyleyse insanlar nezdinde sevilip sayılan, değer ve-rilen
bir kimse olmak istiyorsak insanların ellerindekilerden ümit keselim, onlardan
zühd içinde olalım.
Sehl Bin Sâd’den rivâyet edilen başka bir
hadislerinde:
"Mü'minin şerefi gece ibâdetidir. Onun izzeti de
insanlardan müstağni olmasıdır"
Evet gece kalkıp Allah’a ibâdet eden ve insanlardan
müstağni olan, insanların eline bakmaktan uzak duran, insanlardan hiçbir şey
istemeyen mü’min en şerefli mü’mindir. Çünkü bir şeye aşırı düşkünlük, bir şeye
aşırı tamah o konuda fakirliktir. Ama ona ve dünyaya önem vermemek ise o konuda
zenginliktir. Yani bir insan bir şeye de-ğer vermediği zaman o konuda zengin
olur.
Kab'ul Ahbar der ki: Âlimin ilmini ve vakarını
üç şey giderir. Bi-rincisi tamah, ikincisi nefsinin mağlubu olması, üçüncüsü de
hacetini halktan istemesidir. Demek ki tamah içinde olan, sürekli ihtiyaç içinde
kıvranan, nefsinin arzularına mağlup olarak doyumsuzca onun isteklerinin peşine
takılan, günah peşinde koşan ve de başkalarının sırtından geçinmeye çalışan,
sürekli insanlardan bir şeyler bekleyen âlim vakarını kaybedecektir. İnsanların
gözünde silik şahsiyet sahibi bir insan durumuna düşecektir. İnsanlar tarafından
sevilmeyen bir insan durumuna düşecektir. Çünkü biliyoruz ki insanlar kendi
ellerindekine göz dikenlerden hoşlanmazlar. Çünkü insan oğlu mala mülke
düşkündür. Rasûlullah efendimizin beyanıyla bir vadi altını olsa ikinci bir
vadinin olmasını ister.
Onun içindir ki insan oğlu fıtraten kendi elindekileri
istemeyenleri sever. İnsanlar genellikle kendilerine muhtaç olmayan insanları,
kendilerine yük olmayan insanları severler. Sevdiklerine ortak olmaya
çalışanlara da düşman olurlar. Mal mülk de pek çok insanın uğrunda ömür
tükettiği en büyük sevgilidir. İşte görüyoruz insanlar kendilerinden borç
isteyen insanlardan bile köşe bucak kaçmaktadırlar. Halk arasındaki para isteme
benden buz gibi soğurum senden gibi sözler bunun en güzel delilidir. Öyleyse
bizler de kesinlikle insanların ellerindekilere göz dikmeyecek onlardan zühd
içinde olacağız. Biliyoruz ki Allah’ın Resûlü bu konunun önemine binaen
ashabından insanlardan bir şey istememe konusunda biat almıştır. Bakın bir
hadislerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kim ki insanlardan bir şey istememe
hususunda bana garanti verirse ben de ona cenneti garanti
ederim”
Hattâ bu tavsiyenin kendisine yapıldığı sahâbe
Ebu Zer efendimiz der ki: Vallahi Rasûlullah efendimizden bu tavsiyeyi
işittikten sonra atımın üzerindeyken kamçım yere düştü de onu bana alıverecek
aşağıda pek çok arkadaşım varken kimseden yardım istemeyip atımdan inip kamçımı
kendim aldım buyurur. Evet insanlardan bir şeyler istemek kişinin kalbindeki
ilmi söküp çıkarır. O ilmin sahibinin vakarını yok eder.
52. “Ey milletim! Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra
O'na tevbe edin ki, size gökten bol bol yağmur göndersin, kuvvetinize kuvvet
katsın; suçlular olarak yüz çevirmeyin.”
Ey
kavmim, Rabbinize istiğfar edin. Rabbinizden af dileyin. Rabbinizden
kusurlarınızın örtülmesini, hatalarınızın kale alınmama-sını dileyin.
Estağfurullah deyin. Ya Rab biz Sana bu kadar kulluk yapabildik. Sen bu
yaptıklarımızdan daha iyisine, daha güzeline lâyıksın, ama biz bu kadar
becerebildik, bizi bağışla, kusurumuza bak-ma deyin. Kötülüklerden, günahlardan,
isyanlardan vaz geçip Allah’ın rahmetine yönelin. Rabbinize tevbe edin. Yüzünüzü
O’na doğru çevirin. Günah programlarınızdan vazgeçip O’na itaate yönelin ki
semadan size O Allah bol bol yağmurlar göndersin. Size bol bol rızklar
yağdırsın. Sizin gücünüze güç katsın. Kuvvetinizi artırsın. Daha güçlü, daha
kuvvetli bir hale getirsin sizi. Böylece Müslümanca bir hayatın nîmetlerine
ulaşarak kulluğunuzu çok daha güzel yapma imkânına ulaşmış olasınız. Ve zinhar
mücrimler olarak, günahkârlar olarak Rabbinize isyan içine girmeyin. O’nun bu
uyarılarına karşılık kavmi dediler ki:
53. “Ey Hud! Sen bize bir belge getirmeden, senin
sözünden ötürü ilâhlarımızı terk etmeyiz ve sana inanmayız.”
Ey
Hud, sen bize bir beyyine, bir delil getirmedin. İyi güzel konuşuyorsun da, ama
hani bir delil göstersene. Yâni şimdi bizler senin elçiliğine, senin bu
dediklerinin doğruluğuna nasıl inanacağız? Nasıl güveneceğiz sana? Yıllardır
kulluk yaptığımız şu ilâhlarımız ne olacak? Biz alıştığımız bu tanrılarımızı
nasıl terk ederiz? Biz senin bu sözlerinle onları asla terk edecek değiliz. Ve
biz sana teslim olanlardan, mü’minlerden de olamayız. Bize bir mûcize göster ki
inanalım.
İlâhlarını terk etmeye yanaşmadılar.
İnanışlarını, anlayışlarını, kulluk programlarını, yaşadıkları hayat
programlarını terk etmek istemediler. Güçlerine kuvvetlerine güvendiler. Biz
güçlüyüz dediler. Bizden daha güçlü kim var dediler. Kimse bize galip gelemez
dediler. Kimse bizimle baş edemez dediler. Güç, kuvvet, saltanat bizdedir
dediler. Biz kimseye boyun eğmeyiz dediler. Yaratıcılarını unutup Al-lah’ın
elçisine kafa tuttular. Güçlerini kuvvetlerini kendilerinden bildiler. Biz senin
bu sözlerinle asla tanrılarımızı bırakmayız dediler. Biz alışılmış hayatımızdan,
geleneklerimizden, âdetlerimizden, kültürümüzden, sosyal ve siyasal
yapılanmalarımızdan asla senin hatırına vazgeçmeyiz dediler. Bizim şu anda
hayatımızı düzenleyen siyasal tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, hukuk
tanrılarımız, şifa tanrılarımız, oyun eğlence tanrılarımız var. Biz onları asla
terk etmeyiz dediler.
54,57. “Bir kısım tanrımız seni çarpmıştır, demekten
başka bir şey demeyiz” dediler. Hud: “Doğrusu ben Allah'ı şahit tutuyorum; siz
de şahit olun ki, ben O'nu bırakıp koştuğunuz ortaklardan uzağım. Hepiniz bana
tuzak kurun sonra da ertelemeyin. Ben, ancak benim de sizin de Rabbiniz olan
Allah'a güvenirim. Hiç bir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun.
Rabbim elbette doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ben size, benimle
gönderileni bildirdim. Rabbim sizden başka bir milleti yerinize getirebilir,
O'na bir şey de yapamazsınız. Doğrusu Rabbim her şeyi koruyandır"
dedi.”
Herhalde bizim ilâhlarımız seni çarpmış olmalı ki sen
saçmalıyor, ne dediğini bilmiyorsun. Biz sana ancak bunu söyleriz. Halbuki
Allah’ı bırakıp da tapındıkları İlâhlar ya daha önceki sâlih kişilerin
putlaştırılmış isimleri, ya hayatta olan egemen güçler, liderler, önder-ler,
siyasiler, ya da kendi elleriyle yontup oluşturdukları taştan tunç-tan putlardı.
Tabii bunlar Nuh (a.s)’la birlikte gemiye binen Müslü-manların çocuklarıdır.
Yâni böyle aradan çok fazla bir zaman da geç-memiş. Ama insanoğlu işte böyle
kısa bir zaman sonra hak yoldan sapabiliyor. Ey Hud! Seni bizim İlâhlarımızın
çarptığını görüyoruz şeklindeki sözlerine karşılık Allah’ın elçisi diyor
ki:
Ben Allah’ı şahit tutuyorum, sizler de şahit
olun ki ben Allah berisinde Allah’a ortaklar koştuğunuz tüm şeriklerinizden, tüm
ortaklarınızdan teberrî ediyorum, reddediyorum, hiçbirini kabul
etmiyorum.
Haydi hepiniz toplanın, güç birliği yapın ve bana
kuracağınız tuzaklarınızı kurun. Ne yapacaksanız yapın da göreyim. Bana da
mühlet vermeyin, fırsat vermeyin, göz açtırmayın. Bu bir tehditti. Allah’ın
elçisi açıkça toplumunu tehdit ediyordu. Zirvede bir güç kuvvet sahibi olan,
yeryüzünün en süper bir toplumu olan Âd toplumuna bir insanın böyle bir tehditte
bulunması mümkün değildi. Ama Allah’a güvenen, güç kaynağını bilen, Allah
desteğindeki bir peygamberin tüm dünyaya meydan okuyabilecek gücü nasıl
kendisinde görebildiğini anlıyoruz.
Ve işte bu âyetlerle Mekke’de Rasulullah efendimize aynı
desteğin devam ettiğini ve şu anda da, kıyâmete kadar da Allah desteğinin devam
ettiğini anlıyoruz. Evet anlıyoruz ki Allah’a iman etmiş, Allah desteğini almış
bir Müslüman dünyada tek başına kalsa bile tüm dünyaya meydan okuyacak güçtedir.
Karşısında kim olursa olsun en büyük güç ve kuvvet sahibi Müslümandır,
Müslümanlardır.
Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a
tevekkül ettim. Ona dayandım, işimi O’na havale ettim. Haydi elinizden geleni
arkanıza koymayın. Benim Rabbim, ama sizin de Rabbinizdir O Allah diyor. Bir
taraftan onlara merhamet ettiğini gündeme getirirken, diğer taraftan da yine
onları Allah’a imana dâvetini sürdürdüğüne şahit oluyoruz. Onlara acıyarak
kurtuluşları için her fırsatta doğruyu göstermeye çalışıyor, akıllarını
erdirmeye gayret ediyor. O Rab sadece benim değil aynı zaman da sizin de
Rabbiniz diyor ve onları dışlamadığını ihsas ettiriyor. Sizler kendi kendinize
uydurduğunuz şu sahte tanrılarınızı bırakın gerçek Rabbiniz olan Allah’a kulluğa
yönelin diyor.
Yeryüzünde debelenen, hareket eden hiç bir
canlı yoktur ki onun nasiyesinden, perçeminden Allah tutmuş olmasın. Onu
yakalamak Allah’a ait olmasın. Yeryüzünde hiç bir varlık yoktur ki ona egemen
olan, ona hükmeden, onu kontrol eden Allah olmasın. Sizler ey gücüne kuvvetine
güvenen ve Allah’a kafa tutmaya çalışan kavmim, bilesiniz ki sizlere de Allah
egemendir. Sizin sahibiniz de Allah’tır.
Muhakkak ki benim Rabbim sırat-ı müstakîm
üzeredir. Benim Rabbim dosdoğru bir yol üzeredir. Anlıyoruz ki bizim şu anda
üzerinde olduğumuz yol, sırat-ı müstakîm Allah’ın yoludur. Öncelikle bu yol
Allah’ın yoludur, sonra peygamberlerin, sâlihlerin, müminlerin yoludur. Allah’ın
kendilerine nîmet verdiği şerefli kulların yoludur. Gazaba uğrayanların,
sapanların, sapıtanların yolu değildir. Yâni benim şu anda sizleri dâvet ettiğim
bu yol Rabbimin yoludur. Benim üzerinde yürüdüğüm ve sizi çağırdığım bu hayat
programı benden değil, Allah’tandır. Ben bunu kendi kendime uydurmuş, ihdas
etmiş değilim. Allah’ın istediği, Allah’ın kabul ettiği ve razı olduğu yol işte
budur. Şu anda bizlerin de üzerinde yürümek zorunda olduğumuz, insanları
çağırmak zorunda olduğumuz yol bu yoldur. En’âm sûresinde de aynı ifade
kullanılıyor. Rabbimiz bu dinin kendi yolu olduğunu ifade edi-yor.
Ben bu yolu, bu dini size tebliğ ettim. Size
gönderildiğim sırat-ı müstakimi ben size duyurdum. Ben görevimi yaptım. Eğer
sizler yüz çevirirseniz, kabul etmezseniz şunu kesinlikle bilesiniz ki:
Eğer Müslüman olmazsanız Rabbim sizi giderip
yok eder de sizin yerinize bir başka toplumu getirir. O’na zarar veremezsiniz,
bunun önüne de geçemezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim her şeyin muhafızıdır, her şeyin
koruyucusudur, hiçbir şey Onunla başedemez. Hiç birinizin gücü ve kuvveti
O’nunla savaşmaya yetmez. Ne boyunuz posunuz, ne gücünüz kuvvetiniz, ne
teknolojiniz, ne de medeniyetiniz asla sizi O’nun yakalamasından kurtaramaz.
Evet her şeyi ortaya koyarak Allah’ın elçisi onları
uyarıyor. Onları açık açık Allah’la, Allah’ın gücü ve kudretiyle, Allah’ın
âyetleriyle karşı karşıya getiriyor. Vazgeçin Allah’la savaşmaktan. Eğer
Müslüman olursanız Allah size daha çok güç ve kudret verecek. Eğer teslim
olursanız Allah size nî-metlerini artıracak. Eğer Müslüman olursanız Allah’ın
cennetine gideceksiniz.
Yok eğer Müslüman olmazsanız kesinlikle bilesiniz ki
Allah sizi yakalayacak ve işinizi bitirecek. Gücünüz kuvvetiniz O’na karşı
hiçbir işe yaramayacaktır. Benim Rabbim güçlüdür, egemendir der. Ama dünyaya
tapınan, gücüne kuvvetine mağrur olan toplumun durup dinleyecek zamanı kalmamış.
âdeta sarhoş olmuşlar. Dünyayı kıble edinmişler. Allah’ı da Allah’ın elçisini de
dinleyecek durumları kalmamış. Siyasal ve teknolojik güçleri kendilerini sarhoş
etmiş. Bu sefer Rabbimiz onlara da bir başka ceza takdir eder:
58. “Buyruğumuz gelince, Hud'u ve beraberindeki
inananları, rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir azaptan
koruduk.”
Emrimiz onlara geldiği zaman. Artık tıpkı kendilerinden
önce Nuh (a.s) un toplumu gibi Allah’ı ve elçisini reddediyorlar. Allah’ı
hayatlarına karıştırmak istemiyorlar. Adam olma istidatlarını kaybediyorlar.
İşte bu noktada diyor ki Rabbimiz: Hud (a.s)’ı ve ona iman eden, Onun safında
yer alan, tercihlerini peygamberden yana kullanan beraberindeki Müslümanları
katımızdan bir rahmetle kurardık. O kötü azaptan o Müslümanları sıyırıp
kurtardık.
59. İşte bu, Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr eden,
peygamberlerine kafa tutan ve her inatçı zorbanın emrine uyan Âd
milletidir.”
İşte Âd, Rablerinin âyetlerine karşı inkârcı
davrandılar. Rablerinden gelen hayat programına karşı büyüklendiler. Rablerinin
âyetleriyle ilgilenmediler. Allah’ın âyetlerini örttüler, yok farz ettiler,
görmez-den, duymazdan geldiler. Allah’ın kendilerinden istediği kulluğun, ha-yat
programının yeryüzünde pratik örneği olan Allah’ın elçilerini gündemlerinden
düşürerek, yok farz ederek bir hayat yaşadılar. Peygamberin örnekliliğini
reddettiler, dinlemediler. Peygamberleri vasıtasıyla Allah’ın onların
hayatlarına müdahalesine izin vermediler. Peygambere isyanı kendilerine din
edindiler, peygamberin gösterdiği yol dışında kendilerine yol edindiler.
Peygamber mesajına karşı ilgisiz kaldılar. Peygamberin getirdiği hayat
programına rağmen kendilerine hayat programı yaptılar. Hayat programlarını
peygambere sormadılar, peygamberi kullukta örnek almadılar, peygambere rağmen,
peygamberin yoluna rağmen kendilerine başka başka yollar edindiler.
Peygamberleri dinlemediler de:
Her bir inatçı zorbanın emrine tâbi oldular.
Peygamberi bı-raktılar da zorbaların peşine takıldılar. Zâlimlere boyun eğdiler.
Peygamber kendilerine yol gösterdi, hakkı anlattı, hidâyete işaret etti, ama
adamlar Allah’ın elçisini dinlemediler. Elçinin uyarılarına kulak vermediler.
Elçinin getirdiği hidâyetle ilgilenmediler de içlerinde her bir inatçı zorbaya
itaat ettiler. Peygamberi dinlemediler de içlerindeki bir kısım zâlim
siyasetçileri dinlediler. Peygambere kulak vermediler de zâlimlere kulak
verdiler. Onların yasalarını, onların hayat programlarını sahiplendiler. Kılık
kıyafet konusunda, hayat konusunda, hayat programı konusunda, hukuk konusunda,
eğitim konusunda, ekonomik ve siyasal yapılanmalar konularında peygamberi değil
de başkalarını dinlediler. Zulümlerinden korktukları için tâğutlarınkini
uyguladılar. Ama bu yaptıklarından ötürü:
60. “Bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânete uğradılar.
Bilin ki Âd milleti Rablerini inkâr etti ve yine bilin ki Hud'un milleti Âd
Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.”
Onlara bu dünyada lânet, kıyâmet gününde de bir lânet
hak oldu, realite oldu, yasa oldu. Dikkat edin, Âd kavmi Rablerine küfrettiler.
Dikkat edin Hud (a.s) un kavmi olan Âd Allah’ın rahmetinden çok uzak oldu.
Allah’ın rahmetini kaybettiler. Rahmetten tart edilip kovuldular.
Kitabımızın başka âyetlerinden anlıyoruz ki
Rabbimiz onları rahmetinden, korumasından uzaklaştırdı ve müthiş bir kıtlık
verdi. Al-lah’ın bu imtihanının altında çok bunaldılar, perişan oldular.
Rabbimiz çeşitli belâlar göndererek adam olmaya yönlendirdi onları ama yine de
adam olmadılar. Allah’ın elçisi adam olmaya yanaşmayan bu toplumun helâkinin
yaklaştığını anlayınca yalvarıp yakardı. Yapmayın, etmeyin, Allah sizi helâk
edecek dedi. Dinlemediler. Ve nihâyet üzerlerine kapkara bir bulut yürüdü. Ama
bunu farklı yorumladılar. Hayır hayır, bu bulut bize bir azap değil, yağmur
getiriyor, bereket getiriyor dediler, peygamberle dalga geçtiler. Ama
bekledikleri şeyi getirmeyecekti o bulut. Onları yerin dibine batırıcı şeyler
getirecekti.
Evet Peygamberin kendilerine vaadettiği gökten
Allah’ın a-zabını getiren, içinde Allah’ın azabını barındıran ve kendilerini
helâk edecek olan bulutu yine kendi menfaatlerine hizmet edecek bir rah-met
olarak algılamaya çalıştılar. Gözleri ve gönülleri dünyaya meylet-miş, dünyayı
kıble edinmiş, dünyadan ve dünyalıklardan başka hiçbir şey düşünmeyen bir
topluluk elbette kendilerine gelen her şeyi arzularına yönelik algılamaya
çalışacaklardı. O güne kadar kendilerine rahmet getiren bulutun boynundaki ipin
Allah’ın elinde olduğunu nereden bileceklerdi de? Kendi boyunlarındaki ipin
ucunu Allah’a teslim etmeyen zâlimler bunu nereden bilebileceklerdi? Kâinattaki
tüm varlıkların Allah’ın kulu ve kölesi olduklarını, hepsinin de Rablerinin
yasalarına boyun büktüklerini ve sadece O’nu dinlediklerini bilmeleri mümkün
değildi.
Halbuki demin söyledi Hud (a.s). Tüm varlıklara egemen
olan Allah’tır. Rüzgar Allah’ın ordusudur. Sular Allah’ın ordusudur. Ateş
Allah’ın ordusudur. Bulutlar, kuşlar, dağlar taşlar ve tüm varlıklar Allah’ın
ordusudur. Tüm varlıkların varlık yasalarını koyan Allah’tır. Suya, buluta,
ateşe insanlar için hayat olun! kullarım için hayat kaynağı olun! buyurduğu
andan itibaren tüm bu varlıklar Rablerinin emriyle insanlar için hayat kaynağı
olurlar. Ama bu varlıklarının yasalarını değiştirip onlar için azap olun dediği
anda, tüm bu varlıklar insanlar için birer azap kaynağı oluverirler. İnsanlara
rahmet getiren bulutlar ve rüzgarlar Rablerinin emriyle birden bire tufana
dönüşür ve toplumları helâk ediverir.
Evet o bulutun içinden şedit bir kasırga, bir
rüzgar esmeye başlayıverdi de yedi gün sekiz gece esen bu dev gibi, güç ve
kuvvet sahibi olan bu adamları yerden yere vurup, köklerinden sökülmüş hurma
kütüklerine döndürüverdi. Kavmi yerlere seriverdi. Şehirlerinde taş taş üstünde
kalmadı. Ve yeryüzünde Âd kavmi diye bir kavim de kalmadı.
Hani güçlüydüler? Hani kimse onlarla başedemezdi? Hani
boyları posları vardı? Hani şehirleri, teknolojileri, medeniyetleri vardı?
Onlardan arta kalan ne vardı? Her şeyleri bitmişti. Allah’ın karşısında kim
durabilirdi? Hangi süper güç Allah’la savaşını sürdürebilirdi? İşte bir rüzgarı,
bir zelzelesi insanların işini bitiriveriyor. Hâlâ şu Allah’la çatışma içinde
olan zâlimlere şaşmak lâzım. Bakın işte Allah’la çatışma içine giren koskoca bir
toplum, koskoca bir medeniyet, eşsiz bir medeniyet bir anda yok olup gidiyor.
İşte önce Nuh kavmi, sonra Âd kavminin helâkleri
anlatıldıktan sonra şimdi de sıra Semûd kavminde. Rabbimiz bize karşı sonsuz
rahmeti ve merhametinin gereği olarak bizi uyarıyor. Bu anlatılanların tamamı
bizim uyarılmamız içindir. Bakın, ben bir zamanlar insanlar şöyle şöyle yaptılar
da ben onları yerle bir ettim. Yaptıklarından dolayı onlar benim helâk yasamın
mahkumu oldular. Gelin sizler onlar gibi olmayın diye bizi uyarmak için Rabbimiz
bunları anlatıyor.
Demek ki kul olarak insan Allah karşısında,
Allah âyetleri kar-şısında, Allah sözü karşısında, Allah tehdidi karşısında
olduğunu bil-meli, bir an bile bunu unutmamalıdır. Mü’min olsun, kâfir olsun tüm
kullar, tüm insanlar bunu bilmek, bunun bilincinde olmak zorundadır. Hz. Adem
(a.s) dan bu yana insanlık tarihine baktığımız zaman gerçekten sadece Allah
yasalarının geçerli olduğunu görürüz. Devir değişti diyorlar, insanlar değişti
diyorlar, çağımız farklı diyorlar. Ama ba-kıyoruz ki tıpkı çağımız insanları
öncekilerin yaptıklarının aynısını yapıyorlar. Veya öncekiler de günümüz
insanlarının tavırlarını sergi-liyorlar. Onlar da güçlerine, kuvvetlerine,
devletlerine, saltanatlarına güveniyorlar.
Şu andaki kâfirler de aynı şeylere güveniyorlar.
Mallarına mülklerine, ekonomik ve siyasal güçlerine, askeri güçlerine,
sistem-lerine güveniyorlar. Bize bunların hepsi verilmiştir, biz bunların
hepsine sahibiz diyorlar. Ama bakıyoruz ki bütün bu güçlerin zirvesine ulaşmış
toplumlar Allah’la savaşa tutuşmalarından ötürü helâk ediliyor, yerle bir
ediliyorlar. Nice süper güçler yerin dibine batırılıyor. Demek ki insanlar Allah
karşısında ne olurlarsa olsunlar, hangi güce sahip olurlarsa olsunlar Allah’ın
helâkinden, Allah’ın intikamından kaçıp kurtulamıyorlar. Günümüz kâfirlerinin de
bunu hiç bir zaman unutma-maları gerekecektir.
Ama Allah sadece helâk eden, sadece kullarından
intikam alan değildir. Rabbimiz her an, her fırsatta kullarını rahmetine
çağırmaktadır. Dünyaya böyle bir program koymuştur. Sürekli bize rubû-biyetini,
ulûhiyetini, rahmetini hatırlatarak bizi kendisine kulluğa dâvet etmektedir.
Bakın bir hatırlatma:
61. “Semûd milletine kardeşleri Sâlih'i gönderdik. “Ey
milletim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka ilâhınız yoktur; sizi yeryüzünde
yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O'dur. Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin,
sonra ona tevbe edin. Doğrusu Rabbim size yakın ve duaları kabul edendir”
dedi.”
Evet Semûd toplumuna da kardeşleri Sâlih’i gönderdik.
Demek ki her kavme, her topluma kendi içlerinden, kendi kardeşlerinden birisi
gönderiliyor. O toplumu en iyi bilen, onların dertlerini, âdetlerini,
hayatlarını, dillerini, problemlerini en iyi bilen onları en iyi tanıyan bir
elçi gönderiliyor. Onları Hakka dâvette inandırıcı olsun ve de onların
problemlerini çözmede başarılı olsun diye.
Semûd kavmi Âd kavminden sonra gelmiş, onların
halefi olarak Mekke ile Kudüs arasında, Hicaz ile Filistin toprakları arasında,
Hayber ile Tebûk arasında “Hicr” denilen bölgede yaşamış bir kavimdir. Hattâ
Allah’ın Resûlü Tebûk taraflarına giderken ashabına buradan hızlı geçin, zira
burası kardeşim Sâlihin devesini katlettikleri yerdir buyurur. Semûd’un en büyük
şehirlerinden birisi olan belki de merkezi olan “Medayin-i Sâlih”tir. Daha sonra
bu şehrin harabeleri üzerinde yapılan incelemelerden anlaşılıyor ki bu şehrin
nüfusu beş yüz bin civarındaymış. Bu toplum herhalde helâk edilen üçüncü
toplumdur. Kendilerinden önce sırasıyla Nuh kavmi, Âd kavmi helâk edilmiş ve
onların arkasından bu toplum geliyordu. Kendilerine gönderilen Sâlih (a.s) dedi
ki:
Ey kavmim, sadece Allah’a kulluk edin,
Allah’tan başka ilâh kabul etmeyin. Önceki peygamberlerin dâvetlerinin aynısını
görüyoruz. Tüm peygamberler toplumlarını sadece Allah’a kulluğa çağırmışlardır.
Ama dikkat ederseniz Allah’ın elçileri ey kavmim, Allah’a iman edin demiyorlar.
Toplumlarını Allah’a imana çağırmıyorlar. Neden? Çünkü zaten toplumları Allah’ı
tanıyorlar, biliyorlar. Hatta zaman zaman O’na kulluk da ediyorlardı. Ama sadece
Allah’a değil, Allah’la beraber O’nun berisinde bir kısım varlıklara da kulluk
ediyorlardı. Ha-yatlarının kimi bölümlerinde Allah’ı dinliyorlar, ama öteki
bölümle-rinde sözünü dinleyecekleri, yasalarını uygulayacakları başka ilâhları,
başka Rableri vardı.
Tamam hayatın ibadet bölümünde Allah’ı dinleyelim, ama
hayatımızın hukuk bölümünde, kılık kıyafet bölümünde, ekonomi bölümünde, eğitim
bölümünde, sosyal ve siyasal düzenlemeler bölümünde bizim sözünü dinleyeceğimiz,
arzularını gerçekleştireceğimiz başka ilâhlarımız var diyorlardı. Onun içindir
ki dikkat ederseniz Allah’ın elçileri diyorlar ki ey kavmim, sadece Allah’a kul
olun. Hayatınızı parçalamadan hayatın tamamında Allah’a kulluk edin. Hayatınızın
tamamında hakim varlık; Allah olsun diyorlar. Kulluğunuz sadece Allah’a olsun,
çünkü Allah dışında sizin başka ilâhlarınız yoktur diyor-lar.
Bakın sizi yeryüzünde yaratan O’dur. Sizi var
eden O’dur. Sizleri yeryüzüne yerleştiren, orada size imkân veren, coğrafya
veren, yeryüzünde hükmetme salahiyeti veren Allah’tır. Sizleri yeryüzünde egemen
kılan Rabbinizdir. Dilediğiniz gibi yeryüzüne hükmedecek ko-numa getirdi sizi.
Bu yetkiyi kimden aldınız? Kim verdi bütün bu nîmetleri size? Bütün bunları
Allah lütfetmedi mi size? Yeryüzünü size boyun büktüren Allah değil mi? Siz
kendiniz mi yapıyorsunuz bunları? Yeryüzünün ovalarında köşkler kurup,
dağlarında kayaları yontup evler yapıyorsunuz. Hem ovalardan istifade
ediyorsunuz hem dağlardan. Dağlarda evler yontuyorsunuz, ovalarda da köşkler
yapıyorsunuz. Unutmayın ki tüm bu nimetleri size lütfeden Allah’tır. Varlığınızı
O’na borçlusunuz. Bu hayatınız O’ndandır.
Öyleyse kulluk, sadece yaratıcının hakkıdır. Başkalarına
karşı sizin hiçbir minnet borcunuz yoktur. Minnetiniz sadece Allah’a aittir.
Sizi yaratan Allah yeryüzünü size imar ettiriyor. Öyleyse istiğfar edin
Rabbinize. Bağış dileyin sahibinizden. Bu güç ve kuvvetinize güvenerek
yaratıcınıza kafa tutmaktan vazgeçin de O’na kulluğa yönelin. Günah
programlarınızdan, O’na isyan içinde, O’ndan habersiz bir gi-dişten vazgeçip,
tevbe edip Rabbinize itaate yönelin. Çünkü benim Rabbim size yakındır, size
icâbet eder. Dönüşünüzü kabul eder. Tev-belerinizi hoş karşılar. Dualarınızı,
yalvarıp yakarmalarınızı kabul eder. Sizin dualarınıza mutlaka icâbet eder.
Semûd kavmi daha önce de ifade ettiğimiz gibi
Nuh kavminden, Âd kavminden sonra gelmiş bir kavim. Nuh kavminin suyla helâkine,
Âd kavminin rüzgarla helâkine şahit olmuş, güya kendilerince atalarının helâkini
yorumlayıp ders çıkarmış bir kavimdi.
Evet bunlar kendilerinden önceki toplumların yok
edilişlerini görmüşlerdi. Gördükleri, bildikleri bu tecrübelerinden dolayı
bunlar kendilerinden öncekilerin âkıbetine uğramamak için yüksek kayaları,
kayalıkları yontarak, yüksek yüksek barınaklar yapmışlar. Evlerini, şe-hirlerini
yüksek kayalıkların arasında yontarak oluşturmuşlar. Sudan etkilenmeyelim,
rüzgardan korunalım diye böyle yaptılar. Böylece gü-ya kendilerini Allah’tan
gelebilecek deprem, zelzele gibi afatlardan garantiye aldıklarını
zannediyorlardı.
Artık Allah’la tutuştukları savaşta, peygambere karşı
gerçekleştirdikleri mücâdelede Âd kavmini yakalayan rüzgar onları
yakalayamayacak, Nuh toplumunu helâk eden su onlara bir şey yapamayacaktı. Onun
için kendilerinden önce helâk edilen toplumların yolundan gitmekten
korkmuyorlardı. Atalarımız evlerini, şehirlerini düzlük arazilerde kurarak büyük
hata etmişlerdi. Bizler bu hataya düşmeyeceğiz. Bizler evlerimizi kayaları
yontarak, muhkem yapacağız ve artık bu tür hatalara düşmeyeceğiz. Artık Allah
bizimle başedemez diyorlardı.
Tıpkı şu Marmara bölgesindeki depremi yorumlayan bizim
kâfirler gibi. Yok inşaat hatasıymış, yok yapılar sağlam değilmiş filân falan.
Aynen Semûd da böyle yorumlamıştı Allah’ın bu âyetini. Kayaları yontup
mağaralara girdiler. Ölümsüzlüğü aradılar dünyada. Artık kimse bizim bu
evlerimizi yıkamaz. Kimse bizim hayatımıza son vere-mez dediler. Sel de gelse,
rüzgar da gelse bize hiç bir şey yapamaz dediler. Dünyaya kazık çakma sevdasına
kapıldılar. Hiç ölmeyecekmiş gibi bir hayat programının içine daldılar. Sâlih
(a.s) gelin bu gidişlerinizden vazgeçip Allah’a kul olun deyince onlar dediler
ki:
62. “Ey Sâlih! Sen bundan önce, aramızda kendisinden
iyilik beklenen bir kimseydin; şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan
men mi ediyorsun? Doğrusu bizi çağırdığın şeyden şüphe ve endişedeyiz”
dediler.”
Ey
Sâlih, sen bundan önce aramızda iyi, saygın bir kimseydin. Hepimizin sevip
saydığı bir insandın. Kendisinden iyilik beklediğimiz, hayır umduğumuz bir
kişiydin daha önce. Bizimle iyi geçiniyordun. İlerisi için senden çok şeyler
bekliyorduk. Toplumumuz için büyük adam, yararlı adam olacağını bekliyorduk.
Bundan önce bu peygam-berlik misyonunu üstlenmeden önce bizim ne mallarımıza,
mülklerimize, ne saraylarımıza, köşklerimize, ne kazanmamıza, harcamamı-za, ne
de hayatımıza karışmıyordun. Nereden çıktı şimdi bu? Biz atalarımızın yolunu
güzel güzel takip edip gidiyorduk. Şimdi sen bizi atalarımızın taptıklarına
tapmaktan menetmeye mi çalışıyorsun? Şim-diye kadar yaşamaya alıştığımız bir
hayat tarzından uzaklaştırmak, kurulu düzenimizi bozmak mı istiyorsun?
Mekke’de Allah’ın Resûlüne de aynı şeyleri
söylüyorlardı. Bugün biz Müslümanlara da aynı şeyleri söylüyorlar. Tabii
peygamberler ve onların kutlu yollarının takipçisi olan Müslümanlar toplumun
bozuk düzen gidişini sorgulamazlarsa gâyet iyidirler. Toplumun kurulu düzenini
eleştirmezlerse bir problem yoktur. İşte görüyoruz Allah’ın elçileri doğup
büyüdükleri toplumlarının içinde peygamber olmadan önce, topluma Allah’ın
âyetlerini duyurmaya, toplumun hayatını Allah’ın âyetleriyle sorgulamaya
başlamadan, böylece toplumun iştahını kaçırmaya başlamadan önce gâyet iyidirler.
Edepleriyle, ahlâklarıyla, diğer gamlıklarıyla, adâletleriyle, güvenleriyle,
emânete riâyetleriyle, komşuluklarıyla herkesin parmakla gösterdikleri
insanlardır. Herkes tarafından sevilen, güvenilen, emânetler kendilerine teslim
edilen insanlardır. Hakemliklerine başvurulan insanlardır.
Ama ne zaman ki Allah elçileri Allah’tan mesaj alıp bu
mesaj-la toplumu sorgulamaya başlarlar, ne zaman ki toplumun zulmüne,
haksızlıklarına, güçlülerin zayıfları ezmelerine, insanların insanlar üzerinde
Rableşmelerine karşı çıkmaya başlarlarsa artık toplum içinde o saygın kimseler
birdenbire toplumun düşmanı oluverirler. Halbuki kendilerinin hayrına hareket
eden bu Allah elçilerini daha çok sevmeleri, hemen bu peygamberlerin dâvetlerine
kulak vermeleri gerekiyordu. Öyle yapmıyorlar hainler de diyorlar ki sen şimdiye
kadar aramızda iyi ve saygın birisiydin. Bu ne iştir ki:
Şimdi sen atalarımızın ibadet ettiklerine
ibadetten bizi alıkoymak mı istiyorsun? Biz atalarımızın yolundan gitmek
istiyoruz. Atalarımızı neyin üzerinde bulmuşsak, neye ibadet eder bulmuşsak biz
de ona ibadet etmek istiyoruz. Atalarımız yanlışta mıydı? Bu kadar tanrı boşuna
mıydı? Atalarımızın bu hayatı boş muydu? Bu tanrılar ne olacak? Bu içimizdeki
egemen güçler ne olacak? Tamam Allah’ı da dinleyelim, Allah’a da kulluk edelim,
ama biz atalarımızdan intikal eden bu öteki tanrılarımızı da dinlemek
zorundayız. Bu hukuk tanrılarımızı, bu siyasal tanrılarımızı, bu kılık kıyafet
tanrılarımızı, bu ekonomik tanrılarımızı, bu yasaları, bu yönetmelikleri, bu
âdetleri de dinlemek zorundayız diyorlar. Hele hele şu içimizdeki dokuzlu çeteyi
mutlak dinlemek zorundayız diyorlar.
Akla hayale gelmedik zulümleri irtikap eden dokuzlu bir
çete vardı Sâlih (a.s) in toplumu içinde. Bunlar toplum içinde siyasal, ekonomik
ve askeri güce sahip oldukları için kimse onlara karşı gele-miyordu. Gece
zayıfları öldürürler, gündüz başkalarının üzerine atarlardı. Geceleyin çalarlar,
gündüzün başkalarının üzerine atarlardı. İn-sanların mallarını gasp ederler,
ırzlarına, namuslarına tasallut ederler, dinlerine küfrederlerdi.
Toplum diyor ki biz onları da dinlemek, onlara da itaat
etmek zorundayız. Hayatımızda onlara da karışma alanı bırakmak, onların arzu ve
isteklerini de yerine getirmek zorundayız. Onların yasalarını da uygulamak
zorundayız. İşte böyle birbirlerini tanrı kul edinmiş, hükmedenlerin
hükmedilenlerin, hayata program yapanların o programları uygulamadan yana
olanların, yâni tanrıların ve kulların bulunduğu, zalimlerin egemen olduğu bir
topluma elçi olarak gönderilen Sâlih (a.s) dedi ki:
63. “Ey milletim! Eğer Rabbimden bir belgem olur ve bana
rahmet eder de ben O'na baş kaldırırsam, söyleyin, Allah'a karşı beni kim
savunur? Bana zararımı artırmaktan başka bir şey yapamazsınız"
dedi.”
Ey
kavmim, ne dersiniz? Gördünüz ya ben Rabbimden bir beyyine üzereyim. Rabbim bana
kendi katından bir rahmet vermiştir. Rabbim beni elçi seçmiş ve bana katından
vahiy göndermiştir. Rab-bim bana bir Risâlet görevi vermiştir. Ben şu anda böyle
bir belgeyle hareket ediyorum. Şimdi söyleyin bana, eğer Rabbimin görevli bir
elçisi olarak ben tutar O’na isyan edersem, O’na karşı bana kim yardım edecek?
Rabbimden gelebilecek bir cezaya karşı beni kim koruyabilecek? Yâni doğrusu siz
beni zarara sokmak istiyorsunuz. Benim zararımı artırmaktan başka bir şey
istemiyorsunuz. Sizler benim ziyanıma fazlalık getirmeden yanasınız.
Gerçekten bu toplum peygamberi de kendi pis
hayatlarına çekmeye çalışırlarken büyük bir zulüm ve haksızlık içindeydiler.
Kendi hayatlarını mahvettikleri gibi peygamberi de mahvetmek istiyorlardı.
Peygamber diyor ki:
64. “Ey milletim! Bu, size bir âyet olarak, Allah'ın
devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağında otlasın; ona fenalık etmeyin, yoksa
siz hemen azaba uğrarsınız.”
Ey
kavmim, işte Allah’ın devesi. Bu deve sizin için bir âyettir. Rabbimiz böyle
materyalist bir toplumun gözleri önünde taştan bir deve çıkardı ve onların
kalplerini, duyularını açıp Allah’a kulluğa götürecek bir deve, bir âyet
çıkarıverdi. Şüphesiz tüm develer Allah’ın âyetidir, ama bu deve ötekilerden
farklıydı. Rabbimin öteki develer için takdir ettiği bir yaratılış yasasının
dışında yaratılıyordu bu deve. Allah’ın elçisi diyor ki, ey kavmim, onu serbest
bırakın, yeryüzünde yiyip içsin. Kötülükle dokunmayın ona, ilişmeyin Allah’ın
devesine. Yoksa yakın bir azap size dokunur da sizleri perişan ediverir.
Sâlih (a.s) in toplumu dediler ki: Ey Sâlih,
bizler senin elçiliğin konusunda şüphe içindeyiz. Allah tarafından gönderildiğin
konusunda emin olmamız için Allah bize bir âyet, bir mûcize göndersin demişler.
Yâni bize böyle reddedemeyeceğimiz cinsten bir mûcize getirirsen Rabbinden de o
zaman sana ve Rabbine iman etsek demişler. Rab-bimiz de onlara bir dişi deve
göndermiş. Rabbimiz sert bir kayadan böyle dişi bir deve çıkarmış. Tabii ki bu
deve böyle normal bildiğimiz bir deve değil. Allah’ın âyeti dendiğine göre
mûcize bir deveydi bu. Harikulade bir deve. O’na inanmak Allah’a iman demek
olan, ona iliş-mek de Allah’a ilişmek olan, yâni Allah âyeti olan bir deve.
İşte bu Allah âyetine ilişmeyecekler, kötülükle
dokunmayacaklardı. Çünkü arz da Allah’ındı, deve de Allah’ındı. Ve Allah’ın
âyeti olan bu deveye karşı Allah’ın istediği gibi davranmak zorundaydılar.
Allah’ın âyetine hayat hakkı tanımak zorundaydılar. Allah’ın arzında Allah’ın
yasalarına, Allah’ın âyetlerine hayat hakkı tanıyacaklardı.
Sâlih (a.s) öyle diyor. Ben Rabbimden bir
beyyine üzereyim. Ben bunları kendimden söylemiyorum. Gelin Rabbinizin elçisi
olarak beni dinleyin. Yâni Sâlih (a.s) peygamber olmadan önce, o Beyine’-lere
muttali olmadan önce toplumuna hiçbir sorgulama getirmiyordu. Toplumuna karşı
herhangi bir uyarıda bulunmuyordu. Böyle bir şeyi bilmiyordu diğer peygamberler
gibi. Ama o andan itibaren Allah ken-disini seçmiş ve ona toplumunu uyarmak
üzere vahiy göndermişti. Onları cahilce cehenneme gidişlerine kayıtsız
kalamazdı. Allah zaten onu bunun için gönderiyordu. Allah onların cehenneme
gidişlerini istemiyor ve elçisini gönderiyordu. Rabbimiz kendisine, âyetlerine,
elçilerine, Müslümanlara hayat hakkı tanımayan bu insanları kendi hallerine
bırakmıyor. Onlara acıyor, merhamet ediyor ve onları bu kö-tü gidişten
uzaklaştıracak elçiler gönderiyor, kitaplar gönderiyor, yol gösteriyor...
İşte Rabbimiz Sâlih (a.s)’a da toplumunu uyaracak
beyyine-ler, deliller gönderiyor. Allah’ın elçisi diyor ki: Ey kavmim, ben
Rab-bimi ve O’nun istediği hayat programını bildiğim halde eğer sizin
isteklerinize uyarsam, Rabbime isyan ederek sizin hevâ ve heveslerinize tâbi
olursam bu benim zararımı artıracak. Allah’la benim aramı açmak mı istiyorsunuz?
Rabbim beni cezalandırmayı murad ederse bana kim yardımcı olabilir? Bakın
istediğini yerine getirip Rabbim ka-yalıkların içinden gözlerinizin önünde bir
deve çıkardı, gücünü, kudretini size gösterdi. Bu Allah’ın apaçık bir âyetidir.
Kuyulardan bir gün bu deve içecekti, kavim
içmeyecekti, ikinci gün de kavim içecek deve içmeyecekti. Ve deve o bir gün
içtiği suyu ertesi gün süt olarak kavme ikram edecek, tüm kavim onun sütünden
istifade edecekti. Allah böyle bir nîmet ve rahmet sunmuştu onlara.
Bir manada Allah’ın elçisi Sâlih (a.s) Allah’ın
gönderdiği bu deveyle toplumun en büyük zenginliğinin yarısını halka bedava
aktarmış olacaktı. Yâni düşünün ki bu ülkede şu anda insanların elinin
karışmadığı, alın terinin devreye girmediği zenginlikleri var değil mi? Meselâ
ne gibi? Meselâ ormanlar, orman ürünleri, deniz ürünleri, elektrik enerjileri,
madenler vs. Bu nîmetlerin olduğu gibi halka aktarılmasının yarısını ifade eden
bir anlayış. Veya meselâ petrol bölgesi olan bir bölgede çıkarılan petrollerin
yarısını Allah kullarına aktarılmasını eline geçirmişti. Veya altın ve gümüş
rezervlerinin çok olduğu bir bölgede çıkarılan altın ve gümüşün yarısının halka
aktarılması imkânına sahip olmuştu. Yarısı diyorum, çünkü bir gün onlar içecekti
kuyudan suyu, diğer gün de bu deve içecekti. Yâni yarısı bu devenindi.
Eğer dün ve bugün Allah’ın arzlarında Allah kullarına
egemen güçler Allah’ın arzından verdiği bu nîmetlere sahiplenmeyi bir tarafa
bıraksalar, bunlar Allah’ındır, bunlara herkesin sahip olması gerekir
deyiverseler, herkesin bunlardan kullanma hakkı vardır deyiverseler toplumda
denge ve adâlet gerçekleşecektir. Ama insanlardan egemen güçler Allah’ın tüm
insanlara lütfettiği bu karşılıksız zenginlikleri, nîmetleri kendileri
sahiplenmeye ve bunları diğer insanlara satmaya kalkışınca elbette yeryüzünde
adâlet ve denge kalmayacaktır. Tüm bu zenginlikler toplumu sömüren birkaç insana
açılıp ötekilere kapalı kalınca zulüm başlayacaktır.
İşte bu deve bize bunları hatırlatıyor. Allah
kullarının, Allah’ın yarattığı ortak nîmetlere ortak ulaşmaları gerektiğini
hatırlatıyor. Deve işte böyle bir hayatın, böyle bir anlayışın sembolüdür. Ama
bu karşılıksız nîmetin ulaştırılması o materyalist dokuzlu çetenin, mafyanın
ağırına gitti. Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Nasıl olurdu da halk bizim sahip
olduğumuz nîmetlere böyle bedava ulaşabilirdi? Suyu da, sütü de satmaya alışmış
materyalist zâlimlerin böyle bir şeyi kabullenme-leri mümkün değildi. Dünyada,
ülkede ne kadar zenginlik varsa onlara önce kendileri sahip olmalıydılar.
İnsanlar hiç onlara para ödemeden süte ulaşacak ve sömürü oranları düşecekti
hainlerin. Çetelerin işi bitiyordu. Onun için bu devenin varlığına tahammül
edemediler. Bu devenin sütünü önce bu mafya kendi aralarında pay edecekler,
egemen güçlere yüzde elli atmışı verilecek, askeri güçlerin temsilcilerine yüzde
otuz kırk, geriye kalan da toplumun geri kalan kesimine dağıtılmalıydı. İşte bu
deveyle böyle bir zulüm sisteminin önünü kesiyordu Rabbimiz. İşte böyle bir
adâlet sistemini tesis etmenin kavgasını veren Sâlih (a.s)’a karanlık güçler
karşı gelirler.
İşte şu anda da görüyoruz ki petrollere, altın
madenlerine, su enerjilerine, orman ürünlerine, gıda maddelerine halkın
kendileri aracılığı olmadan ulaşmasını istemiyor sömürücü zâlimler. Halklarını
sömürüp kendi ekonomik güçlerinin artmasını, kendi hegemonyalarının sürmesini
isteyen tüm zâlimler böyle bir peygambere de, böyle bir Allah âyetine de
tahammül edemediklerini görüyoruz.
Yâni bugün bir peygamber çıkacak, bir peygamber yolunun
yolcusu çıkacak ve diyecek ki: Halkın malı halkındır. Bunlardan, bu temel
ihtiyaç maddelerinden herkes eşit seviyede istifade edecek. Yeryüzünde herkes
müreffeh bir hayata ulaşacak diyecek, buna hiçbir zaman tahammül edemezler.
Çünkü herkesin Allah’ın verdiği nîmetlere kimseye sömürülmeden ulaşmasına
sömürücülerin rızası olmaz.
İşte Sâlih (a.s) in kavmi de, kavmin egemen sınıfı da
mahza hayır olan, karşılıksız veren bu devenin varlığına tahammül edemediler. Bu
deve sayesinde halkın müreffeh bir hayata ulaşmasını istemediler de:
65. “Buna rağmen onu kesip devirdiler. O zaman Sâlih:
"Yurdunuzda üç gün daha kalın. Bu, yalanlanmayacak bir sözdür”
dedi.”
Onu çöktürdüler, deveyi ıhtırdılar ve ayaklarından biçip
öl-dürdüler. Bu öldürme eylemini de o dokuzlu çetenin, mafyanın için-den
gönderdikleri en azgını, en zâlimi gerçekleştirir. Kimsenin deve-ye yaklaşması
mümkün olmadığı için ona içki içirirler, aklını başından alırlar, duyularını
iptal ederler, saldırgan hale getirirler ve o da bu öldürme işini
gerçekleştirir. Bunun üzerine Sâlih (a.s) dedi ki: Haydi üç gün daha yurdunuzda
yaşayın bakalım. Haydi size üç gün daha müsaade. Ondan sonra görürsünüz
gününüzü. Üç gün daha yaşayın bakalım. Unutmayın ki bu yalanlanmayan, asla
yalanı olmayan bir vaaddir.
Tüm topluma söylüyordu bunu Allah’ın elçisi.
Halbuki deveyi boğazlayanlar, Allah’ın âyetini ortadan
kaldırmaya çalışanlar, Allah’a kulluk sembolünü yok etmeye atılanlar o toplumun
içinde bir kaç kişiydi, ya da onların da içinden, o dokuzlu çeteden bir
tanesiydi. İç-lerinden bir tek kişi gerçekleştirmişti bu işi, ama dikkat
ederseniz Rabbimiz bu işi toplumun tümüne teşmil ediyor. Tüm toplumu suçlu kabul
ediyor. Neden? Çünkü devenin öldürülmesi konusunda ötekiler de ona yardımcı
oldular. Veya ötekiler de onun bu eylemine ses çıkarmadılar, engel olmadılar,
karşı koymaya çalışmadılar. İçlerinden bir şakinin Allah’ın âyetini kaldırmasına
göz yumdular. İşte onların bu tavrı o şâkiye en büyük destekti ve Rabbimiz bu
konuda onların tümünü bu suça ortak kabul ediyordu. O deveyi hep beraber
boğazladılar, Allah’ın âyetini hep beraber ortadan kaldırdılar diyor.
Yâni işte bundan da anlıyoruz ki bir toplum içinden bir
şâki çıkıp Allah’ın sistemini kaldırırsa, Allah’ın âyetlerini silmeye, Allah’a
kulluk sembollerini, İmâm Hatipleri, Kur’an kurslarını, baş örtülerini yok
etmeye çalışırken toplumun diğer üyeleri onu bu işten engellemeye çalışmazsa tüm
toplum suçludur diyor Rabbimiz. Evet toplum içinde şirke, toplum içinde
ahlâksızlığa, toplum içinde İslâm dışı uygulamalara ses çıkarmayan herkes ondan
sorumludur.
Toplum içinde varlığıyla, görüntüsüyle Allah’ı
hatırlatan bir sembolü kaldırmaya çalıştılar. Rabbimiz ve O’nun elçisi de
kendilerine üç gün mühlet verdi. Bu üç gün içinde gâyet rahat hayatları devam
etti. Bu arada Sâlih (a.s)’a ve ailesine baskın yaparak öldürmeyi planlıyorlar.
Yıllar sonra aynı misyonla ortaya çıkan Rasulullah efendimizi öldürmeyi
planlayanların ilk tatbikatını yapıyorlardı. Rabbimiz onların bu tuzaklarına
fırsat vermiyor. İstedikleri kadar biz deveden kurtulduk, şimdi de Sâlih’ten
kurtulacağız diye sevinip, planlar yapsınlar. Onların bir hesabı varsa elbette
Allah’ın da bir hesabı vardı. Bakın Rabbimiz buyuruyor ki:
66. “Buyruğumuz gelince, Sâlih'i ve beraberindeki
inananları katımızdan bir rahmet olarak o günün rezilliğinden kurtardık. Doğrusu
Rabbin pek kuvvetli ve güçlüdür.”
Ne
zaman ki onlara emrimiz geldi, Sâlih’i ve beraberindeki iman edenleri katımızdan
bir rahmetle o günün rüsvalık azabından kurtardık. Şüphesiz ki Rabbin Gavî’dir,
Azîzdir, güç ve kuvvet sahi-bidir, hüküm ve hâkimiyet sahibidir. Rabbin izzet ve
şeref sahibidir, intikam sahibidir.
67. “Haksızlık yapanları bir çığlık tuttu, oldukları
yerde diz üstü çöküverdiler”
Mü’minleri çekip kurtarırken zâlimleri bir sayhayla, bir
çığlıkla yakalayıverdi de yurtlarında diz çöküp kaldılar. Güvendikleri evleri,
villaları, saltanatları, medeniyetleri bir anda çöküverdi. Güçleri, kuvvetleri,
teknolojileri bir sayha ile bir anda çöküverdi. Bir sa’ika, bir yıldırım, bir
titreşim, ya da geberin diye bir ses geliverdi de ne evleri, ne köşkleri, ne
medeniyetleri, ne güçleri kuvvetleri kendilerini helâkten kurtaramadı. O ölümsüz
diye övünüp güvendikleri dağ evlerinin içinde dizlerinin üzerine çöküverdiler.
Keşke alçaklar daha önce diz çökselerdi. Keşke daha önceden secdeye
kapansalardı. Keşke daha önceden Rablerinin emirlerine boyun büküp O’nun
istediği hayatı yaşamaya yönelselerdi. Onlar böyle tav’an diz çökmeye
yanaşmayınca Rabbimiz zorla diz çöktürüverdi onları.
Kamer sûresinin
beyanıyla hayvanların yemeyip de ahırlarda bıraktıkları kesmik kırıntılarına
döndüler. Gerçekten büyük saray ve köşk sevdalısı bir toplumun, ölümsüzlüğü
arayan, dünyayı kıbleleştirmiş bir toplumun sonu. Tabii mesaj tüm dünya
insanlığınaydı. Ey insanlar, eğer sizler de bunlar gibi dünya sevdalısı
olursanız, dünyayı cennetleştirme cinnetine kapılır, cenneti dünyaya taşıma
çılgınlığına kapılır, Rabbinizle kavganın içine girerseniz, yüzlerce insanın
hakkını sadece bir insana vermeye kalkışırsanız, insanlara zulmederseniz,
insanları sömürürseniz kesinlikle bilesiniz ki aynı acı son sizi de
beklemektedir.
68. “Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki, Semûd
milleti Rabbini inkâr etmişti. Bilin ki, Semûd milleti Allah'ın rahmetinden
uzaklaştı.”
Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Sanki orada, o
Medayin’de böyle bir toplum hiç yaşamamıştı. Sanki Medyen diye bir ülke hiç
olmamıştı. Sanki orada böyle bir toplum hiç zevk yapmamış, sanki orada hiç
bayram yapmamışlar, yaşamamışlar, hiç şenlikte bulunmamışlar, şen şakrak bir
toplum yaşamamıştı artık orada. Onlardan arkaya kalan hiç bir iz, hiç bir eser
yoktu.
Gece vakti o kavmin ileri gelenleri Sâlih
(a.s)’ı gizlice öldürmeye karar verdiler. Öldürelim Sâlih’i de kim vurduya
gitsin diye kararlaştırdılar. Ama Allah buna izin vermeyecekti. Üç gün sonra
korkunç bir sayha, bir titreşim onları yok ediverdi. Güya evlerini Âd kavmi gibi
düzlük arazilerde değil de kayalıkların arasında yonttukları mağaralarda
kurmuşlardı. Güya sudan, tufandan ve rüzgardan etkilenmeyeceklerdi. Ama Allah’ın
bunlardan başka âyeti yok muydu? İşte Allah’ın bir başka âyetiyle korunma
felsefeleri de bir işe yaramıyordu. Bir sayha ki kapı pencere de tanımadığı için
işleri bitiverdi. Sâlih (a.s)’ı öldürme planları boşa çıkıyor, müslümanları yok
etme desiseleri boşa gidiyor, Rabbimiz korumayı murad ettiklerini koruyor ve bir
çığlıkla Semûd kavmi de hayata veda ediyordu. Kurtulan yine Müslümanlar,
kaybedenler yine kâfirler ve zâlimler. Helâk olanlar yine Allah’la, Allah’ın
âyetleriyle, Allah’ın elçileriyle ve Müslümanlarla savaşa tutuşanlar.
Dikkat edin, Semûd Rabbine küfretmişti,
Rabbini, Rabbinin âyetlerini örtmüş, Rabbinin hayat programını örterek bir hayat
ya-şamaya yönelmişti de Allah’ın rahmetinden uzaklaşarak ebedîyen kaybettiler.
Halbuki Allah’ın rahmeti kendilerine ne kadar da yakındı değil mi? Eğer
elçilerini dinleyip Müslüman oluverselerdi Allah’ın rahmetiyle güzel bir dünya
yaşayabilirlerdi. Allah’ın rahmetiyle cennete gidebilirlerdi. Ama alçaklar
ayaklarına kadar gelmiş rahmeti teptiler. Allah’ı, Allah’a kulluğu unutup
dünyayı kıbleleştirdiler. Güçlerine, kuvvetlerine güvenerek Allah’la savaşa
tutuştular da sonunda geberip gittiler. İşte bir helâk yasası daha ve işte
yeryüzünden silinip giden bir toplum daha. Ama yeryüzünde hayat devam ediyor.
Yeryüzünde insanlar hayat sürmeye devam ediyor. Yine Müslümanların yolunu devam
ettiren Müslümanlar, yine zâlimlerin bu helâk yasasından ibret almayan kâfirler
ve zâlimler. Bundan sonra İbrahim (a.s) dan söz edecek Rabbimiz:
69. “Andolsun ki, elçilerimiz müjde ile İbrahim'e
geldiler. “ Selâm sana” dediler, “Size de selâm” dedi, hemen kızartılmış bir
buzağı getirdi.”
İbrahim (a.s)’a Allah’ın elçileri geldi. Allah’ın
müjdeci melekleri geldi. Allah’ın melekleri İbrahim (a.s) in misafirleridir.
Elçilerimiz, meleklerimiz İbrahim’e müjde getirdiler, müjdeyle geldiler. Dediler
ki: “selâma”. Selâm, selâmetlik, esenlik, Allah’ın rahmet ve
bereketi se-nin üzerine olsun ey İbrahim. O da dedi ki Allah’ın selâmı sizin
üzerinize olsun. Şu anda Halilü’rrahmân kentindeyiz. Bir peygamber şehrinde, bir
peygamber evinde, bir peygamber ocağındayız. Allah’ın kutlu bir peygamberinin,
hem de bizim babamız olan bir peygamberin evine misafir olduk ve Rabbimizin
bilgilendirmesiyle binlerce yıl önce gerçekleşmiş bir konuşmayı, bir
misafirliği, bir ağırlamayı, bir tarihi öğreniyoruz. Başka hiç bir kaynaktan
öğrenme imkânımız olmayan bir olayı yaşıyoruz.
Allah’ın melekleri Allah’ın elçisi İbrahim’in
evine geliyorlar misafir olarak ve selâmlaşıyorlar. İbrahim (a.s) misafirlerinin
önüne bir kızartılmış bir buzağı getiriverdi. Atamız İbrahim (a.s) misafirlere
çok çok ikramlıydı. Kıyâmete kadar gelecek tüm Müslümanlara en güzel bir
cömertliğin, en güzel bir misafirperverliğin örneğini sunuyordu ata-mız. İşte
bir gün kendisine misafirler gelir. Ama bu defa gelen misafirler öteki
misafirler gibi değildi. İbrahim (a.s) da bundan habersizdi. Yâni insan
sûretinde gelen bu misafirlerin melek olduklarını bilmiyor-du. Her zaman gelen
misafirlere yaptığı gibi cömertçe davranıyor ve hemen bir buzağıyı kızartıp
önlerine koyuyor.
70. “Ellerini ona uzatmadıklarını görünce, durumlarını
beğenmedi ve içine korku düştü. Onlar, "Korkma, biz Lût milletine gönderildik"
dediler.”
Ama baktı gördü ki o misafirler sofraya, buzağıya
ellerini u-zatmıyorlar, sunmuyorlar. Onları yadırgadı, ve onların bu
durumlarından dolayı içine bir korku, bir ürperti düştü. Acaba bu nasıl bir
şeydi? Yâni birileri hem evinize misafir gelecek, siz onlara karşı son derece
cömert davranıp malınızın en iyisinden, en temizinden ikram edeceksiniz, ama
onlar sizin ikramınıza el uzatmayacaklar. Gerçekten çok garip bir şey. Bu durum
ne misafirlik yasasına, ne de misafir kabul yasasına uygun bir hareket değildir.
Misafirlik yasasına göre bir Müslüman evine gelen misafirlerine elinden gelen
ikramını yapacak, cömert davranacak, gelen misafir de ev sahibinin ikramını
kabul edecek. Böylece her iki tarafın da kötü bir niyet taşımadıkları açığa
çıkmış olacak. Her iki taraf da birbirlerine güven vermiş olacaklar.
Evet misafirlerin bu alışılmadık tavırları
İbrahim (as)’ı korkuttu. Çünkü o dönemde gelen misafirler kendilerine ev sahibi
tarafından ikram edileni reddetmemeliydiler. Eğer bir eve gelen misafirler ev
sa-hibinin ikramını reddediyorlarsa o zaman işin içinde başka şeyler var
demekti. Bir düşmanlık için gelmişler demekti. İbrahim (a.s) yemeğine el
uzatmayan bu misafirlerin kendisine bir düşmanlık niyetiyle geldiklerini
zannetti, ya da yemek yemeyişlerinden onların insan sûretinde gelen melek
olduklarını hissetti. Meleklerin böyle insan sû-retinde gelişleri de çok ciddi
durumlarda olurdu. Bu yüzden vahiy getirmediklerine göre azap getirdikleri
endişesiyle korkmaya başladı, acaba niye geldiler diye. Onun korktuğunu anlayan
misafirleri dediler ki:
Ey İbrahim sakın korkma, biz Lût kavmine
gönderildik. Biz Lût kavmi için Rabbimiz tarafından görevlendirilmiş elçileriz,
melekleriz dediler. İbrahim (a.s) artık onların melek olduklarını, niye yemek
yemediklerini ve yeğeni Lût (a.s) un kavmine görevli olarak geldiklerini
anlıyor. Sıkıntısı biraz biraz gidiyor.
71. “Bu arada, İbrahim'in ayakta duran karısı gülünce,
"O'na İshak'ı ardından Yakub'u müjdeleriz" dediler.”
İbrahim (a.s) in karısı bu arada o da merak içinde
ayakta beklemektedir. İbrahim (a.s) in yaşı epey ilerlemiş, 90,100 e yaklaşmış,
karısı Sâre annemiz de 70-80 yaşlarında, o da ihtiyarlamış bir durumda. Gelen
misafirlerden İbrahim (a.s) tedirgin, Sâre annemiz merak içinde ve melekler
diyorlar ki biz Lût kavmini helâk etmek üzere Rabbimiz tarafından
görevlendirilmiş elçileriz. Bu sözü duyan İbrahim (a.s) rahatlamış, karısı da
kapının eşiğinde ayakta bekliyor. Annemiz gülümsedi. Misafirlerin zararlı
olmadıklarına sevinip gülümsedi. O arada melekler İbrahim (a.s) ve hanımına
hemen İshak’ı ve ardından da Yakub (a.s)’ı müjdeliyorlar.
Başka sûrelerde anlatıldığına göre İbrahim (a.s)’a çok
bilgin bir oğul müjdelediler. Yâni Allah bilgisine lâyık görülecek, vahiyle
şe-reflendirilecek, ileride peygamber olacak bir oğul müjdelediler Ona. Bu âlim
oğul İshak (a.s)’dı, Sâffât sûresinde de Ona halîm bir oğul müjdesi veriliyordu
ki bu da İsmail (a.s)’dı. Yine bakın burada İshak (a.s) vasıtasıyla kendisine
Yakub (a.s) gibi şerefli bir torun peygamber müjdesi de veriliyordu. Tabii İshak
(a.s) ın müjdesinin verildiği bu dönemde az evvel ifade ettiğim gibi İbrahim
(a.s) yüz yaşını aşkın ihtiyar bir çağda bulunuyordu. Karısı da o yaşlarda
çocuktan kesilmiş bir durumu yaşıyordu. Melekler böyle bir durumdaki yaşlı bir
ana-babaya bir evlât ve torun müjdeliyorlardı.
72. “Vay başıma gelenler! Ben bir koca karı, kocamda
ihtiyar olmuşken nasıl doğurabilirim? Doğrusu bu şaşılacak bir şey"
dedi.”
Dedi ki Sâre anamız: Bana yazıklar olsun! Eyvah bana!
Vah bana! Ben bu yaştayken nasıl bir çocuk dünyaya getirebilirim? Bu yaşta ben
çocuk mu dünyaya getireceğim? Ben ihtiyar bir kadın, şu kocam da yaşlı bir şeyh
iken. Yâni bu nasıl olabilir? Ben ihtiyar bir kadın, kocam yaşlı birisi. İki
ölüden bir diri, nasıl olacak bu iş? diyor. Kitabımızın bir başka bölümünde konu
anlatılırken, Zâriyât sûresinde Sâre anamız çığlık atıyor, feryat ediyor
elleriyle yüzünü kapatıyor veya elleriyle yüzüne vurarak, hayretini
gizleyemeyerek hem ihtiyar, hem de kısır bir koca karı ha! diyor. Öyle ya,
şimdiye kadar gençlik döneminde bile hiçbir çocuk dünyaya getirememişken şimdi
bir çocuk dünyaya getirecekti. Gerçekten hayret edilecek bir şeydi bu. Ve işte
hayretini gizleyemiyordu anamız. Gerçekten bu çok tuhaf bir şey diyordu.
73. “Ey evin hanımı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri
üzerinize olmuşken, nasıl Allah'ın işine şaşarsın? O, övülmeye lâyıktır,
yücelerin yücesidir" dediler.”
Onun bu taaccübü karşısında Allah’ın elçileri dediler
ki: Al-lah’ın emrini tuhaf mı görüyorsunuz? Allah’ın hükmünü şaşkınlıkla mı
karşılıyorsunuz? Ey hane sahipleri, Allah’ın Rahmeti ve bereketi sizin üzerinize
olsun. Evet Allah’ın rahmeti ve bereketi bu aile üzerinedir. Bizler de şu anda
namazlarımızın tahiyyatında sürekli bu duayı yapıyor ve gündemde tutuyoruz.
Tabii sadece namazlarımızda gündeme almakla kalmıyoruz, aynı zamanda pratik
hayatımızda da, aile hayatımızda da, toplumsal hayatımızda da örnek almak
zorunda olduğumuzu biliyoruz. Bizler de Allah’ın rahmetinin ve bereketinin bizim
ailelerimizin üzerine olmasını istiyorsak bu örnek aileyi örnek almak zorunda
olduğumuzu unutmayacağız. Tabii yine örnek alabilmek için de bu aileyi yakından
tanıyacağız. Elimizdeki şu kitabın âyetleriyle o mübarek aileyi tanıyacak ve
adım adım onları takip edeceğiz, onlar gibi olmaya, onların teslimiyetlerini
kendimize örnek almaya çalışcağız.
Şüphesiz ki O Allah Hamîd’dir, hamde lâyıktır.
Övülmeye lâyık sadece Allah’tır. Gönderdikleri övülmeye lâyıktır. Kitabı
övülmeye lâyıktır. Hayat programı uygulanmaya lâyıktır. Arzuları yerine
getirilmeye lâyıktır.
74. “İbrahim'in korkusu gidip de müjde kendisine
ulaşınca, Lût milleti hakkında elçilerimizle tartışmaya
girişti.”
İşte meleklerin bu ifadelerinden, bu müjdelerinden sonra
İbrahim (a.s)’dan korku zail oldu. Bir taraftan korkusu giderilirken diğer
taraftan da bir müjdeyle de karşı karşıya kaldı. Ne güzel bir müjdeydi bu? Allah
ihtiyar halinde kendisine bir evlât verecek ve onun soyundan kimler dünyaya
gelmeyecekti? Yakub, Yusuf, Mûsâ, Harun, Dâ-vûd, Süleyman, Zekeriya, Yahya, Îsâ
(a.s) lar hep o oğuldan dünyaya gelecekti. Bir peygamberler silsilesi o çocuğu
takip edecekti. Bundan daha büyük bir müjde olur muydu? Bu kadar çok cennet
meyveleri sunuluyordu atamıza. Eğer sizler de, bizler de Allah’ın tüm insanlığa
imâm kıldığı İbrahim ailesini örnek alırsak elbette bizim çocuklarımızdan da
Rabbimiz bize cennet meyveleri lütfedecektir.
Tabii otuz yaşından sonra çocuk yapmanın yasak olduğuna
inanan, hayatı çocuklarıyla paylaşmak istemeyen bencil kadınların, materyalist
erkeklerin bunu anlamaları mümkün olmayacaktır. Kendileri örnek olması gereken
İbrahim ailesini bir kenara bırakıp da kâfir aileleri, müşrik aileleri örnek
almaya çalışan, daha dünyaya gelmeden çocuklarını öldürmeye soyunan aileler bunu
nasıl anlayabilecekler de? Hem çocuklarınızı öldüreceksiniz, hem de İbrahim
(a.s)’a komşu olacaksınız öyle mi? Kocaları öldükten sonra bir daha evlenmeyen
kadınlar, boşandıktan sonra bir daha evlenmeyi düşünmeyen erkek ve kadınlar,
evlenmemeyi mârifet sayan erkek ve kadınlar İbrahim ailesini örnek almaya
yanaşmayan kimselerdir. Bunlar kimleri örnek aldıklarını, kimlerin yolunu takip
ettiklerini bir düşünsünler Allah için.
Evet İbrahim (a.s)dan korku gitti, müjde geldi
ve Bizimle Lût kavmi hakkında tartışmaya başladı diyor Rabbimiz. İbrahim (a.s):
Ey Allah’ın melekleri orada Lût var diyerek melekleri bu işten vazgeçirmek için
mücâdeleye tutuştuğu anlatılıyor.
75. “Doğrusu İbrahim çok içli, yumuşak huylu ve kendini
Allah'a vermiş bir kimse idi.”
Çünkü İbrahim halimdi, çok yumuşak huylu, Allah’a çok
çok yalvarıp yakaran bir elçiydi. Bağrı yanık, yüreği dağlıydı. Hep Rabbine
yönelen, hep Allah’ın arzularına koşan, itirazsız, aklı işin içine
karıştırmadan, hesapların içine girmeden Allah’ın her emrini yerine getirmeye
koşan bir elçiydi. Yüreği dayanamadı bu habere. Allah’ın elçileri Lût kavminin
helâki için geldiklerini söylemişlerdi. İbrahim (a.s)’ı bir telaş almıştı. Orada
Lût var, orada Müslümanlar var diye onları bu işten vazgeçirmek için var gücüyle
mücâdeleye tutuşuyordu. Melekler dediler ki:
76. “Elçilerimiz, “Ey İbrahim! Bundan vazgeç, doğrusu
Rabbinin emri gelmiştir. Onlara, şüphesiz, geri çevrilemeyecek bir azap
gelmektedir" dediler.”
Ey
İbrahim, bu işten vazgeç artık. Doğrusu Rabbinin emri geldi. Rabbin karar verdi
bu iş olacak. Bu işte dönüş yoktur. Yâni o kavim helâki hak etti, helâk olacak.
Yıllarca Allah’a isyan eden, Allah’ın elçisini dinlemeyen, Lût (a.s) un
uyarılarına kulak vermeyen o toplum çaresiz helâk olacak. Çünkü o toplum
gerçekten âdi, günahkâr, suçlu bir toplumdur. Onlarda âlemlerde görülmemiş,
yeryüzünde hiçbir kavmin yapmadığı korkunç bir hastalıkları vardı. Lûtîlik.
Erkeğin kadınları bırakıp erkeklere gitmesi. Kadınlar erkeklerden, erkekler de
kadınlardan hoşlanmıyorlar, hemcinslerine gidecekleri yerde eş cinslerine
gidiyorlar. Tatminsizlikte zirve noktasına ulaşmış rezil bir toplum. İnsanlıktan
çıkmış, Allah’ın sınırlarını aşmış, tatminsizlik içinde kıvranan bir toplum.
Hayvanları bile utandıracak ilişkilere dalmış bir toplum.
Lut (a.s) un toplumunun pisliği buydu. Allah’ın elçisi
yıllarca yapmayın! Etmeyin! Sizler fahişeye mi gidiyorsunuz? Aşırılığa, fah-şaya
mı gidiyorsunuz? Dünyalarda sizden önce hiçbir kavimde görülmemiş, hiç kimsenin
yapmadığı bir hayasızlığı mı yapmak istiyor-sunuz? İnsanların dışında hayvanlar
âleminde bile benzeri görülmemiş çok çirkin bir şeyi mi yapmaya gidiyorsunuz?
Allah’ın varlığınızı, soyunuzu, neslinizi devam ettirmek üzere verdiği bu
erkeklik, kadınlık güçlerinizi boşa akıtan israfçılar mı oluyorsunuz? Allah’ın
istemediği bir hayatı yaşamaktan vazgeçin diye ısrarla onları uyardığı halde bir
türlü pislikten vazgeçmemiş bir toplum olarak onlar Allah’ın azabını hak
ettiler.
Evet melekler Lût (a.s) un kavmi hakkında
bizimle tartışmayı bırak diyorlardı İbrahim (a.s)’a. Çünkü o toplum adam olma
yeteneğini kaybetmiştir. O günlerde azgınlıklarını, Allah’a, peygambere ve
Müslümanlara karşı düşmanlıklarını artırmışlar ve şöyle diyorlardı: Çı-karın bu
peygamberi şehrimizden. Atın bu adamları şehrimizden. Çı-karın onları
beldemizden. Atın bu adamları okullarımızdan. Sürün bu adamları kentimizden. Yok
edin bunları. Temizleyin bu adamları sokaklarımızdan. Çünkü bunlar temizlenmek
isteyen kimselerdirler. Te-mizlik istiyorlar bunlar. Aşırı temizlikten yanalar
bunlar.
Madem ki temizlik istiyorlarmış, madem ki temizlikten
yanalarmış, öyleyse çıkarın bunları şehrimizden de diledikleri yerde diledikleri
kadar temizlensinler. Bunlar memleketin düzenini bozuyorlar. Bunlar ülkenin
yeknesaklığını zedeliyorlar. Bunlar bizim ülkemizde fitne çıkarıyorlar. Bizler
ne güzel erkek erkeğe, kadın kadına bir ayırım yapmadan cinsel arzularımızı
tatmin edip keyiflerimize bakarken, bu adamlar Allah’tan, dinden, iffetten,
hayadan, Allah yasalarından bahsederek homoseksüelliğe, zinaya karşı çıkarak
bizim huzurumu-zu kaçırıyorlar.
Yok haramdı, yok helâldi diyerek bizim iştahımızı
kaçırıyorlar. Huzurumuzu kaçıran, bize Allah’ı, bize âhireti, bize haramı
helâli, hesabı kitabı hatırlatan ve böylece zevklerimizi kaçıran bu insanları
çıkarın ülkemizden de biz de rahat bir şekilde yapacaklarımızı yapalım
diyorlardı.
Bakıyoruz bugün de aynı şeyleri söylüyorlar
Müslümanlara. Atın bunları okullarınızdan. Temizleyin bunları askeriyenizden.
Kovun bunları mahallenizden. Çıkarın bu adamları akrabalığınızdan. Çünkü
temizliği istiyor bu adamlar. Bu sofuları sürün başka yerlere. Bu tesettürlüleri
uzaklaştırın üniversitelerinizden. Bu sakallıları, bu rüşvet yemek
istemeyenleri, bu temizlikten yana olanları atın dairelerinizden...
Evet pislikten yana olanların bugün de aynı şeyleri
söylediklerine şahit oluyoruz. Çünkü hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan, güzeli
çirkinden, pisi temizden, namusu namussuzluktan ayırabilme özelliklerini
kaybetmiş bu insanlardan bundan başkası da beklenmeyecekti elbette. Elbette
kirlilerin içinde temizlerin yaşaması zor olacaktı. Pislerin içinde az da olsa
temizlerin varlığı, pislerin pisliklerini açığa çıkardığı için pisler kesinlikle
onların varlığına tahammül etmeleri düşünülemeyecekti. Sistemleri pis olan,
hukukları pis olan, kazanmaları harcamaları pis olan, eğitimleri pis olan, erkek
kadın ilişkileri pis olan, her şeyleri pis olan, her tarafları kokuşmuş,
fıtratları pisliğe alışmış in-sanların temizlikten ve temizlerden hoşlanmaları
asla mümkün olmayacaktı.
Allah’ın melekleri de diyorlar ki onlara
Allah’ın korkunç bir azabı gelecek ve bu azap asla onlardan geri çevrilmeyecek.
Onlara gelecek bu azap kıyâmete kadar böyle bir ahlâksızlığa düşen tüm
kavimlere, tüm toplumlara örnek olacak. Kıyâmete kadar kim Allah’ın helâl yoldan
gösterdiği tatmin yolunu bırakır da kadın kadına, erkek erkeğe haram bir yola
giderse aynı azapla uyarılmış olacak.
77. “Elçilerimiz Lût’a gelince, O'nun fenasına gitti;
çok sıkıldı, "Bu çetin bir gündür" dedi.”
Vaktaki elçilerimiz Lût’a geldiler. Lût (a.s) İbrahim
(a.s) in yeğenidir ve İbrahim (a.s) in kavmiyle Lût (a.s) un toplumu arasında
40-50 kilometre kadar bir mesafe var. İbrahim (a.s) Kudüs yakınlarında
Halilürrahmân şehrinde, Lût (a.s) da bugünkü Lût gölünün bulunduğu bölgede
yaşamaktadır. Allah’ın melekleri önce İbrahim (a.s) in yanına uğradılar. Sonra
da hemen yakınlarında bulunan Lût (a.s) un yanına geldiler.
Elçilerin Ona gelmesi gerçekten Onu büyük bir sıkıntıya
düşürdü. Onların insan sûretinde gelişlerinden dolayı daraldı Lût (a.s), perişan
bir vaziyete düştü. Üzüldü, içi daraldı. Ve dedi ki gerçekten bugün zor bir
gündür. Misafirler insan sûretinde rezil bir hayat yaşayan toplumun içindeki Lût
(a.s) un evine gelmişlerdi. Şimdi ne yapacaktı Allah’ın elçisi? Biraz sonra
alçak kavim gelecek ve misafirleri isteyeceklerdi. Önceden de uyarmışlardı Lût
(a.s)’ı. Kesinlikle ey Lût sen gelen misafirlere evini açmayacaksın. Kimseyi
misafir almayacaksın. Böylece onlar, o gelen misafirler bizim elimize düşecekler
ve biz onları istediğimiz gibi kullanacağız demişlerdi.
Yâni oraya gelen garip insanlara kimse evini açmayacak,
kimse onları korumayacak ve onlar da o kavmin kalma yerlerine dü-şecekler, han,
hamam, otel cinsinden yerlere düşecekler ve ora-lardaki bekleyen hainlerin
cinsel sömürülerinin içinde bulacaklar kendilerini. Hem yatma parasıyla
sömürülecek, hem yeme içme masraflarıyla sömürülecek, hem de oralarda
kendilerine hazırlanan tuzaklarla cinsel yönden sömürülecekler. Tıpkı şimdi şu
bizim içinde bulunduğumuz pislik anlayışları gibi. Sahi bizim toplum kime
benziyor şu anda? Onu siz düşünün.
Evet Lût (a.s) Müslümanca bir anlayışı
sergileyip gelen mi-safirleri evine alınca onların sömürü düzenlerine engel
olmuştu. İşte biraz sonra geleceklerini bildiği için Lût (a.s) daralıyor,
üzülüyor. Onları kavimden gizlemesi de mümkün değil, çünkü hanımı da o
hainlerden olduğu için hemen onları kavmin ahlâksızlarına haber verecektir.
Bizim evde yakışıklı gençler var onlardan istifade etmek istiyorsanız haydi
gelin diyecek. Biraz sonra ahlâksızlar tarafından Lût (a.s) un evi çevrilecek,
muhasara edilecek.
78,79. “Milleti ona koşarak geldiler. Daha önce kötü
işler işliyorlardı. "Ey milletim! İşte bunlar benim kızlarım, onlar sizin için
daha temizdir. (Size nikâhlayabilirim!) Allah'tan sakının, konuklarımın önünde
beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında kimse yok mudur?” dedi. Andolsun ki,
senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun; doğrusu, ne istediğimizin
farkındasın" dediler.”
Evet işte oldu bile. Kavim koşarak Onun yanına geldiler,
ki onlar o kötü işi yapıyorlardı. O pisliğin içindelerdi. Dediler ki ey Lût o
evindekileri bize teslim et. Biz onlara sahip olmak istiyoruz dediler. Lût (a.s)
dedi ki: Ey kavmim, işte kızlarım. Ya kendi kızları ya da üm-metin kızları. İşte
bunlar tertemizdir sizin için dedi.
Misafirlerini kendi elleriyle bu ahlâksızlara teslim
etmek durumunda kalmak onu çok üzdü de onlara: Ey kavmim işte kızlarım!
Gerçekten evlenmek istiyorsanız onları alın ve bu misafirlerime dokunmayın dedi.
Allah’tan korkun ve misafirlerin konusunda beni rezil rüsva etmeyin dedi.
Tabi bu, “işte kızlarım” ifadesi işte ümmetimin
kadınları, eğer evlenmek istiyorsanız bu kadınlarla evlenin, cinsel
ihtiyaçlarını kadınlarınızla giderin. Hiç sizin içinizde akıllı uslu bir adam
yok mu? Aklınız başınızda değil mi sizin? Vazgeçin bu misafirlerimden ve
erkeklere gitmekten anlamına geliyordu.
Onlar dediler ki: Ey Lût, bizim ne istediğimizi
sen pek âlâ biliyorsun. Bizim senin kızlarında gözümüz yoktur. Kızlarında bir
hakkımız yoktur. Biz kızları değil erkekleri istiyoruz ve onları almadan da
buradan bir adım bile atmayacağız. Evet alçakların kızlardan, kadınlardan yana
bir arzuları kalmamış, onların gözleri erkeklerde. Bizim ne istediğimizi
biliyorsun, bize nasihat edip durma dediler. Allah’ın elçisi dedi ki:
80. “Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam
bir yere sığınsam" dedi.”
Ah
keşke sizlere karşı şu anda benim bir gücüm kuvvetim olsaydı. Yahut keşke böyle
güçlü kuvvetli bir kaleye, bir sığınağa sığınabilseydim. Keşke sizin bu
rezilliklerinizden, kepazeliklerinizden uzak kalmış olsaydım diyordu. Ne müthiş
bir durum değil mi? Evine misafir geliyor ve toplum onlara saldıracak kadar
hayasızlaşmış. Çaresizlik içinde kıvranan Allah’ın elçisi onlara kendi kızlarını
gösteriyor.
Evet daraldı Allah’ın elçisi. Çünkü o da
bilmiyordu aynen İbrahim (a.s) gibi gelen misafirlerin melek olduklarını.
Sıkıntı içinde onları kavmin sapıklarına teslim etmemek için bir içeri, bir
dışarı koşturup çırpınıyordu. İşte o esnada onun bu telâşını gören Melekler
şöyle dediler:
81. “Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz, onlar sana
ilişemeyecekler; geceleyin bir ara, ailenle beraber yola çık; karının dışında
kimse geri kalmasın. Doğrusu onların başına gelen onun başına da gelecektir.
Vadeleri gün doğana kadardır. Gün doğması yakın değil mi?”
dediler.”
Allah’ın melekleri dediler ki: Ey Lût! Korkmana
gerek yok! Çünkü biz Allah’ın elçileriyiz ve bu ahlâksızlar asla sana
ulaşa-mazlar! Bunlar asla sana ilişemezler! Biz bu ahlâksızların defterlerini
dürmeye geldik! Gecenin bir parçası olduğu zaman ehlini yürüt! Ehlinle birlikte
yola çık! Sizden hiçbiriniz geriye bakmasın! Hiçbiriniz geriye iltifat etmesin!
Karın hariç hiç kimse geride kalmasın! Hiçbirinizin o pis hayatta gözünüz
olmasın! Geceleyin bu toplumu terk et! Ama karısına isâbet edecekti o kavme
isâbet eden azap, çünkü o Müslüman değildi. Müslüman olmadığı için o da o rezil
rüsva azabın mahkumu olacaktı.
Onların randevu zamanı, vaadleşme vakti sabah vaktidir.
Onların yaşama süreleri gün doğana kadardır. Sabah vakti yakın değil mi? Evet
Allah’ın elçileri böyle diyorlar. Lût (a.s) ehliyle beraber, zaten ehlinden
kendisine iman eden sadece iki kızıydı. İki kızından başka hiç kimse iman
etmemişti. Evet cinsel ahlâksızlığı doruklaştıran, Allah’a ve peygamber isyanı
doruk noktaya çıkaran bir kavim biraz sonra helâk olacak. Şu anda gece vakti.
Lût (a.s) gecenin yarısından sonra kızlarını alıp yola çıkacak, yanında hanımı
da olacak ama, o iman etmediği için, sapıkların küfrünü tercih ettiği için
kavimle birlikte helâk olacak. Kurtulanlar sadece Lût (a.s) ve iki kızcağızı
olacak. Ve işte sabah vakti, helâk vakti yakındır.
82,83. “Buyruğumuz gelince oraların altını üstüne
getirdik; üzerine de Rabbinin katından, işaretli olarak yığın yığın sert taş
yağdırdık. Bunlar zâlimlerden hiçbir zaman uzak
olmayacaktır.”
Evet emrimiz geldi ve o ahlâksız toplumun kentinin
altını üstüne getirdik. Melekler kaldırıyorlar şehri tepe taklak yere
vuruyorlar. Ve hepsinin üzerine de belirlenmiş, çamurdan taşlaştırılmış taşları
yağdırdık ve Rabbin tarafından belirlenmişti o taşlar. Yâni her bir taş kimin
beyninde patlayacak belli idi. Gerçekten o taşlar zâlimlerden uzak değillerdi.
Lût kavminin Kur’an’da bir başka ismi de “Mu’tefikat” tır. Yâni altı
üstüne getirilmiş bir toplum manasına.
Allah üzerlerine bir yağmur göndermiş, o yağmurun
arasında taş yağdırmış ve melekler de her bireri beş bin kişiden ibaret olan iki
şehrin altını üstüne getirivermişlerdir.
Bu toplumun bulunduğu yer bugünkü Lût gölü ve
çevresidir. Burası deniz seviyesinden çok daha aşağılarda bir çukurdur ki bu
toplumun yere battığının göstergesidir. Ama şu anda insanlar Allah’ın bu helâk
yasasını yanlış yorumlamaya çalışıyorlar. Allah’ın bu helâk yasasını insanların
gözlerinden gizleyebilmek için atlaslardan Lût gölünün adını değiştirmeye
çalışıyorlar. Aman bu insanlar Lût (a.s) ve onun yere batan ahlâksız toplumuyla
ilgi kurmasınlar diye buranın adına ölü deniz demeye çalışıyorlar.
Evet böylece insanlık Allah’a kafa tutan bir
toplumun helâkine daha şahit oluyordu. İnsanlık Allah’ın gücüne kuvvetine bir
daha şahit oluyordu. İşte Allah’ın elçisi yıllarca anlatmış, yıllarca uyarmış,
yapmayın, etmeyin demiş. Bu gidişiniz dünyada azaba, âhirette de cehenneme doğru
bir gidiştir. Gelin ey insanlar, Rabbinize iman edin. Gelin Rabbinizin sizden
istediği bir hayatı yaşayın. Gelin kendi hayatınızı kendiniz belirlemeye ve
keyfinizin istediği şeyleri yapmaya kalkışmayın. Sizin bir sahibiniz ve
yaratıcınız vardır. Sizler hayatınızı Rabbinize borçlusunuz. Rabbiniz denemek
için sizi bu dünyaya getirdi. Sizden öncekiler gibi şu anda sizler de
imtihandasınız.
Öyleyse gelin inadı bırakın da Müslüman olun. Gelin
Rabbi-nize teslim olun diye yıllarca uyardı onları, ama dinlemediler. Yan
çiz-diler. Keyifleri ağır bastı. Şehvetleri ağır bastı. Menfaatleri ağır bastı
da Rablerine ve Rablerinin elçisine isyan edince Allah da onların defterlerini
dürüverdi.
Ama ne gariptir ki insanlar gözlerinin önünde
cereyan eden bu helâk yasasından ibret almıyorlar. Zâlimlerin sonu hep böyle
olduğu halde yine de insanlar onların hemen arkasından hiç bir şey olmamış gibi
zâlimliklerine devam edebiliyorlar. Bakın işte bundan sonra Rab-bimiz bir zâlim
dosyası daha açacak. Bu da Şuayb (a.s) ın toplumunun dosyası. Bakın Rabbimiz onu
da şöylece anlatmaya başlıyor:
84. “Medyen halkına kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Şöyle
dedi: "Ey milletim! Allah'a Kulluk edin; O'ndan başka ilâhınız yoktur. Ölçüyü
tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum ve hakkınızda
kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.”
Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Medyen halkı
Akabe körfezinin Suudi Arabistan taraflarına doğru bakan bir bölgede yaşamış bir
toplumdur. Bugünkü Tebûk taraflarında Afrika’yı Asya’ya bağlayan uluslararası
ticaret yollarının geçtiği çok önemli bir ticaret ülkesinde yaşamış bir toplum.
Önceki âyetlerde anlatılan toplumlardan farklı olarak ekonomik hayatı ön plana
çıkaran bir toplum. Yine aynen öteki helâk edilen toplumlar gibi Allah’a inanan
ama şirk içinde bir hayattan yana olan, ya da inandıkları Allah’ın hayatlarına
karışmasını istemeyen bir toplum.
Belki hayatlarının ibadet bölümünde Allah’ı söz sahibi
kabul edip, muamelât konularında başkalarını dinleyen, ya da keyiflerince
hareket etmek isteyen bir toplum. Ekonomik insan denen bir tipin belki tarihte
ilk örneğini sergileyen bir toplum. Dünya ticaret yollarının merkezinde
bulunmaları sebebiyle tüm dünya insanlığı onlara muhtaç bir durumdaydı. Çok
zengindiler ama Allah’ın istemediği bir hayatın içine giriyorlar, ölçüde tartıda
hile yapıyorlar, insanların haklarını yiyorlardı. Ticarette her türlü oyun ve
dalaverin içine giriyorlardı. İşte Hud sûresinin bu bölümünde Şuayb (a.s)’ın
hayatı parçalayıp bir bölümünde Allah’ı, öteki bölümünde de başka Rableri
dinleyen bu toplumunu sadece Allah’a kulluğa ve tevhide dâvetine şahit oluyoruz.
Gerçekten günümüz ekonomik insanların toplumumuzu kuşattığı bir atmosferde bu
bilgilere çok ihtiyacımız var.
Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Ya
öteki peygam-berlerin kardeşi Şuayb, ya da toplumun kardeşleri Şuayb’ı Medyen
toplumuna peygamber olarak gönderiyor Rabbimiz. İşte böyle bir topluma elçi
olarak Hz. Şuayb (a.s) diğer elçiler gibi toplumuna şöyle sesleniyor: Ey kavmim!
Allah’a kulluk edin! Çünkü sizin O’ndan başka kulluk yapacağınız ilâhınız
yoktur. Allah’tan başka sözünü dinleye-ceğiniz, kendisine ibadet edeceğiniz
sizin üzerinizde yetki ve otorite sahibi yoktur. Allah’tan başka hiç kimsenin ne
ekonomik hayata, ne siyasal hayata karışma yetkisi yoktur. Tüm hayatınıza
karışıcı olarak sadece Allah’ı dinleyin.
Ölçüyü tartıyı da eksiltmeyin. Ölçüye ve
tartıya riâyet edin. Düzgün yapın bu işi. Haksızlıkla insanların mallarını
yemeye çalışmayın. Zulmetmeyin insanlara. Ben sizi hayra ulaşmış, hayır içinde
görüyorum. Hayır mal-mülk anlamınadır. Ben sizi malı mülkü çok gö-rüyorum. Allah
size içinde bulunduğunuz coğrafya sebebiyle bol bol nîmetler vermiş. Gelin size
bütün bunları lütfeden Rabbinizin istediği gibi bir hayat yaşayın ki Allah size
daha çok lütuflarda bulunsun, nîmetlerini artırsın. Helâl yollardan kazanın.
Helâl yollardan ticaret yapın. Gelin Allah’ın istemediği haram yollara saparak,
ölçüyü tartıyı eksilterek Allah’a isyan içinde bir hayatı terk edin. Ben
gerçekten sizi kuşatacak, sizi sarıverecek bir günün azabından korkuyorum. Bir
azapla yok olup gidersiniz diyordu Allah’ın elçisi Şuayb (a.s).
85. “Ey milletim! Ölçüyü ve tartıyı tamamı tamamına
yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozgunculuk yaparak
karışıklık çıkarmayın.”
Ey
kavmim, ölçüyü ve tartıyı adâletle yerine getirip uygulayın. Ölçüyü tartıyı
adâletle îfâ edip ikâme edin. Gerek alırken gerek satarken, gerek kendinize
ölçerken, gerek başkalarına ölçerken adâletten ayrılmayın. Eksiltme çoğaltma
yollarıyla, gasp yollarıyla, reklam yollarıyla, insanların gözlerini boyayarak
ihtiyaç olmayan şeyleri ihtiyaçmış gibi göstererek, haram yolları
meşrulaştırarak ekonomik hayatı bozmayın. İnsanların mallarını eksiltmeyin.
İnsanların ekonomik güçlerine darbe indirmeyin. Enflasyon, devalüasyon gibi
numaralarla insanların ceplerine el atıp onların mallarını eksiltmeden yana
olmayın. Âhireti, âhiretin hesabını kitabını diskalifiye edip putlaştırdığınız
dünyalıklara ulaşabilmek için her şeyi meşru görmeden yana olmayın. Kapitalist
ve materyalist bir anlayışın kurbanı olmayın. Böylece yeryüzünde bozgunculuk
yapmayın, Allah’ın koyduğu düzeni değiştirmeyin diyordu Allah’ın elçisi Şuayb
(a.s).
Allah’ın peygamberi evvela toplumunu tevhide,
yalnız Allah’a kulluğa dâvet ettikten sonra ölçü ve tartı konusunu, ticarette
dürüst davranmaları konusunu gündeme getiriyor. Elbette tevhidi kavrayamamış,
Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanamamış bir insanın, içine iman ve akide
yerleşmemiş bir toplumun ameli hayatının düzelmesi de mümkün olmayacaktır.
Allah’ı Allah’ın kendisini tarif ettiği biçimde tanımayan ve inanmayan bir adama
bir kısım amellerden söz etmenin anlamı yoktur.
İnsanlara önce Allah anlatılacak, cennet anlatılacak,
cehennem anlatılacak, hesap kitap anlatılacak, yâni cenneti ve cehennemi olan,
sonunda hesaba çekecek olan bir Allah anlatılacak ve ondan sonra da işte bu
Allah hatırına şunları şunları yapman lâzım denilecektir. Sadece Allah’ı
dinlemen ve Allah’tan başka hiç kimseyi dinlememen gerekir diyeceğiz. Yâni
insanları şirkten, küfürden arındırıp onların kalplerine imanı yerleştirmeliyiz.
İşte Sâlih (a.s) da böyle yapıyordu.
86. “İnanıyorsanız, Allah'ın geri olarak bıraktığı helâl
kar sizin için daha hayırlıdır. Ben size bekçi değilim.”
Eğer iman
ediyorsanız, eğer mü’min iseniz Allah’ın sizin için helâl yollardan bıraktığı
kârlar daha hayırlı ve bereketlidir. Kazanma-nın helâl yolları her zaman
açıktır. Rabbimiz her zaman helâl olarak kazanma, helâl olarak evlenme, helâl
olarak yaşama kapısını açık tutmuştur. Fıtratı en iyi bilen Rabbimiz insanın tüm
ihtiyaçlarını en gü-zel yollardan temin imkânı vermiştir. Hiç bir kimse hiç bir
probleminin çözümsüzlüğünden söz edemez. Her konunun yasalarını koyan Rab-bimiz
helâl bir ticaretin kurallarını belirlemiş, insanlar Allah’ın belirlediği
ölçüler içinde helâl yollardan ihtiyaçları olan şeylere ulaşma hakkına sahip
kılınmışlardır.
Artık insanların
haramlara tevessül ederek hem bu dünyada, hem de âhirette Allah’ın gazabına
götürecek bir yanlışlık içine girmelerinin ne anlamı vardır? İşte Şuayb (a.s)
diyor ki, eğer iman ediyorsanız Allah’ın sizin için ayırdığı helâl kazanç sizin
için o haram kazançlardan çok daha hayırlıdır. Ben sizin üzerinize muhafız da
değilim. Gelin kendi kendinizi helâke sürüklemeyin. Allah’ın elçisinin bu
uyarına karşılık dediler ki:
87. “Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı
emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmanızı me-neden senin namazın
mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin"
dediler.”
Ey
Şuayb, babalarımızın ibadet ettiklerine ibadet etmemizi terk etmeyi sana namazın
mı emrediyor? Mallarımız konusunda keyfimize göre hareket etmemize senin namazın
mı engel oluyor? Sen gerçekten yumuşak, halim selim, akıllı uslu bir adamdın. Ne
oldu sana? Niye değiştin böyle? Dün böyle değildin sen? Namazın mı değiştirdi
seni? Dün hiçbir şeyimize karışmayan sen, şimdi tüm hayatımızı sorgulu-yorsun.
Namazlı hayatın mı seni bunlara zorluyor? Bizim ekonomik özgürlüğümüze namazın
mı sınır getirmek istiyor? diyorlar.
Şuayb (a.s) ın peygamberlik öncesi hayatında
namaz yoktu. Ama peygamber olup da hayatı düzenleme unsuru olarak, Allah’tan
mesaj alma makamı olarak namazla beraber olmaya başlar başla-maz hayatında
namazın fonksiyonu gündeme geldi.
Çünkü namaz hayatı düzenleme özelliğine sahip bir
ameldir. Namaz kişinin bireysel, toplumsal, ekonomik, ahlâkî, ailevî tüm
ha-yatını düzene koyma özelliğine sahip olduğu gibi, aynı zamanda o kişinin
içinde yaşadığı toplumun yanlışlarını düzeltme eylemine de sevk edici bir
ibadettir. Namaz kılan bir mü’min kendi hayatını na-maza özdeş, namaza endeksli
bir hale getirdiği gibi çevresini de namaza, Allah’a kulluğa endeksli bir hale
getirir.
İşte Allah’ın elçisi, elçiliğinden ve namazı ikâmesinden
sonra toplumun yanlışlarını gündeme getirmeye, toplumu sorgulamaya başlayınca
toplum öyle diyordu: Ey Şuayb! Senin namazın mı emrediyor bunları sana?
Atalarımızın babalarımızın senelerdir tapındıkları tanrılara, babalarımızın,
atalarımızın senelerdir uyup geldikleri bu yasalara itaat etmememiz gerektiğini
ve sadece Allah’a kulluk etmemiz gerektiğini sana söyleyen, sana emreden senin
namazın mıdır?
Veya hayatımızı düzenleyen yasalar konusunda, ticaret
hayatımızı belirleyen, hukukumuzu, eğitim hayatımızı düzenleyen yasalar
konusunda sadece Allah’ı dinlememiz gerektiğini sana emreden senin namazın mı?
Veya mallarımız konusunda dilediğimiz gibi tasarrufta bulunmaktan senin namazın
mı menediyor? diyorlar.
Demek ki Allah’ın istediği biçimde ikâme
edilecek bir namaz bütün hayatı düzenleme fonksiyonuna sahiptir. Namaz kişiye
sadece Allah’a kulluğu, sadece Allah’ı dinlemeyi ve Allah’tan başkalarını
dinlememeyi, Allah’tan başkalarına kulluk etmemeyi öğretmesi lâzımdır. Namaz
bunu amir olmalı. Namaz kişiyi tüm hayatında Allah’a teslimiyete götürmelidir.
Malı konusunda, evlâdı konusunda hanımı konusunda, zamanı konusunda dilediği
gibi hareket etmemesini, tüm bu konularda sadece Allah’ı dinlemesini emreden bir
fonksiyona sahip olması gerekmektedir. Namaz insanı tüm kötülüklerden nehy
etmeli. İşte âyet bize bunu anlatıyor.
Yâni namaz kişinin tüm hayatını düzenleyen bir özelliğe
sahiptir ve böyle bir namaza namaz denir. Değilse namaz kıldığı halde hayatını
Allah’a teslim etmeyen, namaz kıldığı halde ticaret hayatı bozuk olan, namaz
kıldığı halde ailevî hayatı bozuk olan bir kişinin kıldığı namaza namaz denmez.
Namaz kıldığı halde malı konusunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, namaz kılığı
halde o malını kazanacağı yerleri de, harcayacağı yerleri de Allah’a sormayarak
kendisi belirlemeye kalkışan kişi namaz kılmıyor demektir. Namaz kıldığı halde
hukukunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, ekonomik anlayışında Allah’ı söz sahibi
bilmeyen, eğitimi konusunda Allah’tan başkalarının yasalarını uygulayan bir adam
namaz kılmıyor demektir. Evet kavminin ey Şuayb sen önceden aramızda iyi bir
kimseydin. Ne oldu, bunları sana namazın mı emrediyor? şeklindeki sorulara
karşılık Şuayb (a.s) şöyle diyordu:
88. “Ey Milletim! Rabbimden benim bir belgem olduğu ve
bana güzel bir rızık da verdiği halde, O'na karşı gelebilir miyim? Söylesenize!
Size yasak ettiğim şeylerde, aykırı hareket etmek istemem; gücümün yettiği kadar
ıslah etmekten başka bir dileğim yoktur. Başarım ancak Allah'tandır, O'na
güvendim: O'na yöneliyorum" dedi.”
Ey
kavmim gördüğünüz gibi ben Rabbimden bir beyyine üzereyim. Rabbim beni elçi
seçti ve bana hayatımı ve hayatınızı düzenleyeceğim vahiy gönderdi. Beni size
görevlendirdi. Sizin hayatınızdaki yanlışları düzeltmek üzere beni gönderdi. Ben
O’nun elçisiyim. Bana çok güzel rızklar verdi. Hidâyet rızkı verdi bana. Şimdi
böyle bir durumda ben sizi nehy ettiğim şeylere nasıl muhalefet edebilirim?
Nasıl yapabilirim bunu? Hem sizi hayra, hakka dâvet edeyim, hem de kendim buna
aykırı davranayım. Ben sizin yanlışlarınıza nasıl göz yumayım? Sizin bozuk düzen
anlayışlarınıza, uygulamalarınıza ses çıkarmayarak ben nasıl ortak olabilirim?
Ben gücüm yettiğince ıslah istiyorum, düzeltmek istiyorum. Sizin hayatınızı
düzeltmek, sizinle Rabbinizin arasını düzeltmek ve sonuçta da kendim Rabbimle
barışmak istiyorum.
Ben beni görevlendiren Rabbimin istedikleri
doğrultusunda hareket ederek Rabbimin rızasını kazanmak istiyorum. Tüm hayatımda
O’nun kulu olmak istiyorum. Gelin siz de Rabbinizin size gönderdiği elçisini
dinleyin. Gelin sadece ekonomi düşünen, sadece para düşünen insanlar olmaktan
vazgeçin. Ekonomi hayatın tamamı değildir. Hayatın sadece bir parçası olan
ekonomiyi kıble edinmeyin. Ekonomiyi hayatın temeli yapmayın. Ekonomik bir insan
olmayın diyordu.
Çünkü eğer bir toplumun hayatı Allah’a iman
esasına dayanmıyor, ekonomik hayatı Allah’a teslimiyet esasına dayanmıyor,
kapitalist yahut materyalist bir anlayışa dayanıyorsa, küfre ve şirke
dayanıyorsa o toplumda mutlaka zulüm olacak, insanlar her şeyi kendi
menfaatlerine göre yontacak ve mutlaka o toplumda ezenler ve ezilenler
olacaktır. Çünkü hayatları Allah’a iman esasına dayanmayan, hayat programlarını
Allah’tan almayan toplum ferleri bencildirler, sadece kendilerini düşünen,
kendilerinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, tüm dünya kendilerine verilse bile
bir türlü doymayan insanlardır. Bundan dolayıdır ki daha çok kazanabilmek için
insanlara ölçüp tartarken hep eksik ölçüp tartacaklar ve insanlara
zulmedeceklerdir. Gelin vazgeçin bu işten ve Allah’ın istediği bir hayatı
yaşayın. Allah’la barışık olun diyordu Allah’ın elçisi.
Benim başarım da Allah’tandır. Ben ancak
başarıyı Allah’tan beklerim. O’ndan başka kimseye güvenmem. Ben ne ekonomik
hayatıma, ne siyasal gücüme, ne bunlara sahip olanlara güvenip bel bağlarım.
Çünkü onların hepsi fânidir, Bâkî olan sadece Allah’tır. Mu-vaffakiyetimin,
başarımın kaynağı Allah’tır. Ben sadece O’na tevekkül ettim, işimi O’na havale
ettim. Benim vekilim O’dur, vekaletin O’nun elindedir. O’na güvenip dayandım ve
sadece O’nun benim hakkımdaki verdiği karaları yerine getiririm.
89,90. “Ey Milletim! Bana karşı gelmeniz, Nuh milletine
veya Hud milletine veya da Sâlih milletine gelen felâketin bir benzerini, sakın
başınıza getirmesin. Lût milleti sizden uzak değildir. Rabbinizden mağfiret
dileyin; O'na tevbe edin; Doğrusu Rabbim merhamet eder ve çok
sever.”
Şuayb (a.s) ın toplumuyla kavgası devam ediyor. Ey
kavmim, bana karşı gelmeniz, bana düşmanlık etmeniz sakın ha daha önce Nuh
milletine, Hud toplumuna ve Sâlih milletine İsâbet eden bir felâketin size de
gelmesine sebep olmasın. Dikkat edin sizden öncekiler de Rabbimin kendilerine
gönderdiği elçilere kulak asmadılar. Tıpkı onların peygamberlerine yaptıkları
gibi şimdi sizler de benimle bir ça-tışma içine giriyorsunuz. Bana düşman
kesiliyorsunuz. Unutmayın ki bu kavga size pahalıya mal olacak. Tıpkı öncekiler
gibi sizler de helâk olacaksınız. Allah ve elçisiyle savaşa tutuşmanın sonucu
mutlak bir helâk kaçınılmazdır.
Bu Allah’ın yeryüzünde değişmez bir yasasıdır. Sizler
sizden öncekilerin yolunda olduğunuz sürece aynı âkıbetin size de gelmesi
kesindir. Lût (a.s) ın kavmi de sizden çok uzak değildir. Çok geçmedi o toplumun
helâkinin üzerinden. Sizler o kavmin nasıl helâk edildiğini biliyorsunuz. Tarihi
unutmayın. Sizden öncekilerin helâki sizin için bir ibret levhasıdır.
Bu uyarıları unutmayın da Rabbinize istiğfar edin.
Elinizden geldiği kadar O’na kulluk yapın da beceremedikleriniz konusunda,
kusurlarınızın konusunda O’nun affını isteyin. Tevbe edin Rabbinize. Yönelin
Rabbinize. O’nun yörüngesine girin. Çünkü Rabbim Rahîmdir, merhametlidir,
Vedûd’dur sevgilidir, kullarını sevendir. Sadece O’nu sevin, sadece O’nun
sevgisine, beğenisine ulaşmaya çalışın.
91. “Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyor ve
doğrusu seni aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer taraftarların olmasaydı seni
taşlardık. Esasen bizim gözümüzde pek itibarın da yoktur"
dediler.”
Allah’ın elçisinin kendileri hayrına bu çırpınışları
karşısında dediler ki: Ey Şuayb, biz senin söylediklerinin bir çoğunu
anlamıyoruz. Sen neden söz ediyorsun? Bizi neye çağırıyorsun? Biz senin ne
dediğini? Neye dâvet ettiğini anlayamıyoruz dediler. Halbuki Şuayb (a.s) onlar
gibi bir insandı. Onların içinde yaşayan, onların dilini konuşan, kendi
kardeşlerinden, kendi içlerinden bir elçiydi. Peki acaba niye anlayamıyorlardı
Onun dediklerini? Anlıyorlardı hainler de kendilerini sorumluluktan kurtarmak
için böyle diyorlardı. Çünkü Şuayb (a.s) onlara yanlışlarını söylüyordu,
hayatlarını sorguluyordu. Bu yaptık-larınız yanlış diyordu. Sadece Allah’a
kulluk edin, Allah’tan başkala-rından yüz çevirin diyordu. Bal gibi anlıyorlardı
peygamberin dedik-lerini ama hayatlarının değişmesini, keyiflerinin kaçmasını
isteme-dikleri için anlayamıyoruz diyorlardı.
Ekonomik insan olup çıkmışlardı. Ekonomiden, ekonomik
büyümeden, paradan, altından, gümüşten başka bir şey düşünemeyen insanlar olup
çıkmışlardı. Dünyanın ve dünyalıkların esiri ve sarhoşu olarak ne Allah’ı, ne
peygamberi, ne daha önce helâk edilen toplumları duymayan, düşünmeyen bir toplum
olmuşlar, cenneti ve cehennemi gündemlerinde düşürmüşler, hatırlamaz olmuşlardı.
İşte şu anda aynen onların sarhoşluğuna kapılıp parayı,
ekonomik büyümeyi kıble edinmiş şu topluma peygamber gelse ne ya-zar? Kim
dinler? Kim anlar peygamberi? Kimin gündeminde âhiret? Kimin gündeminde cennet,
cehennem? Gündeminde olmayan bir konuyu nasıl anlayacaklar bu insanlar? Paradan
bahsetsen, ekono-mik büyümeden bahsetsen, karıdan kızdan bahsetsen anlarız, ama
bu dediklerine bizler çok yabancıyız ve anlayamıyoruz diyorlardı.
Yâni attan, arabadan, fabrikadan, çekten, senetten vakit
bu-lamıyorlar ki Allah’la, Allah’ın elçilerinin mesajıyla ilgilenebilsinler.
Şimdi adamlar dünya ekonomisine sahipken yanlış yoldasınız diyen bir peygamberi
nasıl anlasınlar? Bu ekonomik saygınlıkları karşılık kendileri gibi bir ekonomik
güce sahip olmayan birisini nasıl dinleyebilirlerdi? Şimdi böyle saygın bir
hayatı bırakıp nasıl âhirete yönelebilirlerdi? Bu paranın, pulun, şöhretin,
alkışın arasında cennet hesabına nasıl girilebilirdi? İşte onun için diyorlardı
ki ey Sâlih biz senin dediklerinden bir şey anlamıyoruz. İşte âyetin devamındaki
şu sözleri de bunu açık açık ortaya koyuyordu:
Ey Sâlih, seni aramızda zayıf görüyoruz. Sen
zayıfsın. Malın yok, mülkün yok, ekonomik gücün, siyasal gücün yok. Sen bizim
aramızda zayıf birisisin. Doğru dürüst bir evin, bir araban, bir fabrikan,
şirketin, holdingin, bir siyasi gücün yok. Sen nesin ki? Sen kim oluyorsun ki
bizim hayatımıza karışıyorsun? Bizler şu anda dünya çapında ticaretlerimizle
ülke ekonomisini elimizde tutuyoruz. Siyasi hayatta söz sahibi bizleriz. Ülke
sorunları bizden sorulur. İnsanlar bizim ekonomik, siyasal ve askeri gücümüzün
önünde eğiliyorlar. Sense çulsuzun tekisin, gelmiş bize ahkam kesiyorsun. Bizim
yolumuza çomak sokmaya çalışıyor, bizim büyüme hedeflerimize engel olmaya
çalışıyorsun diyorlar. Bakın bu sözleriyle Sâlih (a.s)ın sözlerini çok iyi
anladıklarını ortaya koyuyorlar hainler. Anlıyorlar ama reddediyorlar. Sonra da
şu tehditleri savurmaya başlıyorlar:
Ey Şuayb, eğer senin aramızda kavmin, kabilen,
ailen olmasaydı seni taşlar, recm eder ve işini bitirir, sesini keserdik. Senin
bizim üzerimize bir izzetin, bir gücün kuvvetin de yoktur. Bizimle baş edecek
bir durumun yoktur senin. Onların bu tehditlerine karşı Şuayb (a.s) dedi
ki:
92. “Ey Milletim! Benim taraftarlarım size göre
Allah'tan daha mı değerlidir ki Allah'a sırt çevirdiniz? Doğrusu Rabbim
yaptıklarınızı bilgisiyle kuşatmıştır" dedi.”
Ey
kavmim, ne oluyor size? Nasıl düşünüyorsunuz böyle? Nasıl diyebiliyorsunuz bunu?
Yâni şimdi benim kabilem, benim ailem size Allah’tan daha mı güçlü geliyor?
Allah’tan çekinmiyorsunuz da ailemden mi çekiniyorsunuz?
Evet ekonomiyi temel kabul eden, ekonomik gücü
temel kabul eden insanlar kendilerinin güç ve kuvvetleriyle doğru orantılı
olanlardan çekinirler. Eğer hayatlarında ekonomiyi değil de Allah’ı, Allah’a
imanı temel kabul etseler o zaman zaten her şeyleri, tüm hedefleri, tüm
hayatları boşa çıkacak.
Hayatlarında Allah’ın değer yargıları olmayacak ki kendi
kendilerine oluşturdukları değer yargılarıyla bir yarışın içine girecekler ve
insanlar arasında bir yer tutunabilsinler. Kendi değer yargılarıyla birilerine
üstünlük taslayabilsinler.
Ama Allah’ın değer yargıları devreye girdi mi bu
üstünlüklerinin orada beş para etmediği anlayacaklar ve rezil olacaklar.
O zaman tüm bu ekonomik kavgaları, siyasal ve askeri
kav-gaları boşa çıkacaktır. Bu büyüme hedefleri hiç bir değer ifade et-meyecek,
Allah’ın değer yargılarına göre çok küçük ve değersiz mahluklar olduklarını
anlayacaklardır. Onun için reddediyorlar hainler ken-di yöntemleriyle, kendi
değer yargılarıyla karşılarına çıkmayan Allah elçisini.
Öyleyse bizler de zinhar bu adamların kendi değer
yargılarıy-la onların karşısına çıkmayacağız. Efendim bak bunlar zengin,
bunların ekonomik güçleri var, bizler de bu adamların karşısına onların
elindekilerle çıkmalıyız filân demeyeceğiz. Onların karşısına Allah’ın değer
yargılarıyla çıkacağız, tıpkı işte bu sûrede anlatılan Allah elçileri gibi, bunu
hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
Allah’ı arkanıza mı atıyorsunuz? Allah’la
ilginizi kesiyor mu-sunuz? Halbuki Rabbim sizi de yaptıklarınızı da kuşatmıştır.
Nasıl unutuyorsunuz Allah’ı? Halbuki Allah sizi çepeçevre kuşatmıştır. Beni
yalnız mı zannediyorsunuz? Beni sadece ailemle mi değerlendiriyorsunuz? Sizi
kuşatan, size egemen olan, sizin her şeyinizden haberdar olan Allah’ın gücünden
gafil misiniz? Aklınız yok mu sizin?
93. “Ey Milletim! Durumunuzun gerektirdiğini yapın,
doğrusu ben de yapacağım. Kime rezil edici bir azabın geleceğini, kimin yalancı
olduğunu bileceksiniz. Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber
gözlüyorum.”
Öyleyse ey kavmim! Buyurun konumunuzun gereğini yapın!
Haydi bulunduğunuz makam ve mekânda gücünüz neye yetiyorsa yapın! Öldürecek
misiniz? Recm edecek misiniz? Asacak, kesecek, susturacak mısınız? Haydi
elinizden geleni geri bırakmayın. Ben de yapacağımı yapacağım diye onlara hücuma
geçer Allah’ın elçisi.
Artık aradan yıllar geçmiş, savaşın sonuna
gelinmiş, son raunda ulaşılmış. Allah desteğindeki Şuayb (a.s) Allah’tan aldığı
izzet ve şerefle onlara meydan okuyordu. Haydi buyurun ne yapacaksanız yapın,
ben de yapacağımı yapıyorum diyordu. Çünkü Allah elçisinin Rabbine güveni
tamdır. Allah’ın onları helâk edeceğine itimadı, tevekkülü tamdır. Onlar
kendisini tehdit edince O da onları tehdit etti. Çok yakında rezil rüsva eden
azabın kime geldiğini? Kimin galip, kimin mağlup olduğunu görecek ve
bileceksiniz diyordu.
O zaman yalancı kimmiş bileceksiniz diyordu. Allah’a
imanı temel kabul eden mi doğrudaymış? Yoksa ekonomik anlayışı hayatın temeli
kabul eden mi doğrudaymış bunu yakında bileceksiniz diyordu. Ekonomik güce sahip
olanlar mı üstünmüş? Her şeyi ekonomide görenler mi izzet ve şeref sahibiymiş?
Yoksa hiçbir şeyleri olmasa da Allah’a iman edenler mi?
Yakında anlayacaksınız diyordu. İşte bu tartışmaların hemen ardından:
94. “Buyruğumuz gelince, Şuayb’ı ve beraberindeki
inananları katımızdan bir rahmet olarak kurtardık. Haksızlık yapanları bir
çığlık yakaladı, oldukları yere diz üstü çöküverdiler.”
Ne
zaman ki emrimiz geldi, Şuayb ve beraberindeki mü’min-leri katımızdan bir
rahmetle kurtardık, zulmedenleri bir sayha yakaladı da oldukları yerde diz üstü
çöküverdiler. Korkunç bir gürültü, korkunç bir ses, bir çığlık, bir zelzeleyle
Şuayb (a.s) ın kavminin de defteri dürülüverdi. Medyen bölgesi, o büyük ticaret
merkezi bir azap ve gazap ortamı oluverdi. Dünyanın en büyük ekonomik gücü
tarihin karanlıklarına gömülüverdi.
Tıpkı öncekiler gibi ebedîyen kaybedenlerden
oluverdiler. Ne ekonomik, ne siyasal, ne de askeri güçleri hiçbir işe yaramadı.
İşte böylece kimim üstün, kimin alçak olduğu, kimin izzet ve şerefli, kimin
izzetsiz ve şerefsiz, kimin kazanıp kimin kaybettiği ortaya
konuverdi.
95. “Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semûd
milleti Allah'ın rahmetinden uzaklaştığı gibi Medyen halkı da
uzaklaştı.”
Sanki onlar orada hiç yaşamışlar. Sanki orada hiç hayat
sür-memişler, hiç şenlik yaşamamışlar. Sanki hiç oralara ticaret kervan-ları
gelmemiş. Dikkat edin Medyen tıpkı Semûd’un Allah’ın rahmetin-den uzak olduğu
gibi rahmetten uzak oldu. Medyen dünyada helâki tattığı gibi öbür tarafta da
ebedîyen kaybedenlerden oldu. Onlar hayata veda edip giderlerken ekonominin
üstünlüğü üzerine hayatlarını bina eden, ekonomik güçlerine güvenerek Allah’a
savaş açan kıyâmete kadar gelecek tüm insanlığa bir mesaj sundular.
Gelin ey bizi takip edenler! Ey bizim gibi dünyayı
kıbleleştirip Allah’ı unutanlar! Ey dünyaya tapınıp âhireti hesaba katmayanlar!
Bizim durumumuza bakıp ibret alın. Nasıl ki bizi sahip olduklarımız
kurtaramadıysa bilesiniz ki sizi de sahip olduklarınız kurtaramayacaktır.
Kurtuluş Allah’a imandadır. Kurtuluş Allah ve peygamberlerin gösterdiği yolda
yürümektedir, hayatın Allah’a teslimiyetin esas alınarak yaşanmasındadır diye
insanlığa mesaj veriyorlardı.
Evet bir toplumun daha helâkine şahit olduktan
sonra Rab-bimiz sanki insanlık tarihini gözümüzün önüne sunuyor. Nuh (a.s), Hud
(a.s), Sâlih (a.s), İbrahim (a.s), Lût (a.s), Şuayb (a.s) la insanlık tarihinin
birinci dönemi biterken şimdi de karşımızda Mûsâ (a.s) var. Mûsâ (a.s) nın
gönderildiği Firavun toplumu ve İsrâil oğulları. Bir kavgaya daha şahit
olacağız. Bakın Rabbimiz onu da anlatmaya başlıyor:
96,97. “Andolsun ki Mûsâ'yı Firavun ve erkanına
mûcizelerimizle, apaçık bir delil ile gönderdik. Firavunun buyruğuna uydular,
oysa Firavunun buyurduğu sağduyuya uygun değildi.”
Şüphesiz ki Biz Mûsâ’yı âyetlerimizle, mûcizelerimizle
ve apaçık bir sultayla, apaçık bir haklılık ve delillerle Firavun ve toplumuna
gönderdik. Rabbimizin Mûsâ (a.s)’a verdiği apaçık delil asa, Yed-i Beyza, Tur’da
verilen âyetlerdir. Ama insanlar kendilerine gönderilen bu rahmet elçisine
itibar etmediler, ona tâbi olmadılar, onu dinlemediler de Firavuna tâbi oldular,
Firavunun emrine boyun eğdiler. Halbuki Firavunun emri, Firavunun yasaları,
Firavunun hayat programı hiç de doğru değildi, hiç de hak değildi. Firavun doğru
bir hayatın içinde değildi. Firavun Allah’a baş kaldıran, Allah’a isyan eden,
kendi Rabliğini, ilâhlığını iddia eden, küfür ve şirk bataklığına gömülmüş bir
zâlimdi.
İşte böyle insanları köleleştirip kendisine kulluğa,
kendi yasalarını uygulamaya zorlayan bir zâlime ve toplumuna elçi olarak gelen
Hz. Mûsâ onunla ve toplumuyla amansız biz savaş başlatır. Kitabımızın pek çok
yerinde bu konu bize anlatılır. Ayrıntılarını önceki sûrelerde uzun uzun
gördüğümüz bu savaşın son raundunu burada anlatıvermiş Rabbimiz.
98. “Firavun, kıyâmet gününde milletine öncülük eder,
onları cehenneme götürür. Gittikleri yer ne kötü yerdir!”
Kıyâmet günü o hain kavminin önüne düşecek ve onları
ateşe götürecek. Ateşte sulamaya, ateşte onların su ihtiyaçlarını giderme-ye
götürecek. Onun mihmandarlığında gidilen o ateş, o cehennem ne kötü bir yerdir?
Eğer insanlar yaratıcılarına kulluğu bırakırlar da kendilerine rablik, ilâhlık
iddiasında bulunan Firavunları dinlerler, Firavunlara itaat ederler,
Firavunların yasarıyla bir hayat yaşamaya kalkışırlarsa elbette onlar da o
Firavunların gittiği yere gideceklerdir. Dünyada Firavunları önlerine
geçirenlerin, Firavunlar rehberliğinde bir hayat yaşayanların öbür tarafta da
Firavunların arkasında, Firavunların rehberliğinde cehenneme gideceklerdir.
İşte o gün insanlar kendilerine gönderilen Allah
elçisine tâbi olmadılar, Allah elçisi rehberliğinde bir hayata yanaşmadılar da
Firavunun peşine düştüler. Tabii Firavun da bu gönüllü kullarını küçümsedi ve
onların düşüncelerine inanışlarına ve değer yargılarına ipotek koydu. Siz de
böyle inanacaksınız! Siz de böyle benim gibi düşüneceksiniz diyerek onları
kendisi gibi düşünmeye, kendisi gibi inanmaya zorlayarak, kendi anlayışını zorla
onlara empoze etti. Sizler beni dinlemek zorundasınız. Benim dediklerimin dışına
çıkmamak zorundasınız. Sizin nasıl düşüneceğinizi? Nasıl inanacağınızı ben
bilirim! Nasıl giyineceğinizi ben belirlerim! Siz anlamazsınız diyerek onları
aptal yerine koydu.
Şimdi de öyle değil mi? Şimdi de aynı şeyleri
söylemiyorlar mı Firavunlar? Sizler anlamazsınız! Sizler bilmezsiniz! Sizler
bizi dinlemek zorundasınız! Eğer okulu bitirmek istiyorsanız, eğer diploma
al-mak istiyorsanız, eğer dükkan açmak istiyorsanız, eğer bakan olmak, dekan
olmak istiyorsanız, müdür olmak, doçent olmak istiyorsanız, sanayici olmak
istiyorsanız benim dediğimi yapacak ve benim sözümden çıkmayacaksınız. Şöyle
şöyle davranmadan, şunları şunları yapmadan bunları yapamazsınız diyerek şu anda
bu Müslümanlarla alay eden, onların her tür özgürlüklerine ipotekler koyanlar da
aynı şeyi yapmıyorlar mı? Ama tabii Allah’a ve elçisine itaatten çıkıp
Firavunlara kulluğa yönelen insanlar bunu hak ediyorlar.
Yâni eğer onlar onlara değer vermeseler yapabilecekleri
hiçbir şey yoktur. Zaten zâlimin yanı başında ona koltuk değnekliği yapan mazlum
olmasa, zâlim asla ayakta duramaz. Zâlimin varlığı mazlumun varlığına bağlıdır.
Bu tür sahte Rablerin hayatını sürdüren mazlumun varlığıdır.
99. “Hem burada ve hem kıyâmet gününde lânete
uğ-ratılırlar. Bu ne kötü bir bağıştır!”
Bu
dünyada onlara lânet olduğu gibi kıyâmet gününde de onlara lânet üstüne lânet
var. Yaptıklarına karşılık kıyâmet gününde onlara ateş ikram edilecek,
dayanılmaz azaplar ikram edilecek. İnsanlara rablik ve ilâhlık iddiasında
bulunan bir sahte tanrıya ve o tanrılara itaat eden, onların istediği gibi bir
hayat yaşayan zavallı kul-larına bitmeyen, tükenmeyen azaplar var. Tanrılar da,
kulları da birlikte cehenneme gidecekler ve buradaki beraberliklerini orada da
sür-dürecekler cehennem azabının içinde.
100. “Ey Muhammed! Bu sana anlattıklarımız, kasabaların
başından geçenlerdir. Onların bir kısmı hâlâ duruyor, bir kısmı ise silinip
gitmiştir.”
İşte ey peygamberim bu haberler, bu gaybî bilgiler, bu
başka hiçbir kaynaktan öğrenme imkânına sahip olmadığın kasabaların, şehirlerin
haberleridir. Bin yıllar önce yaşamış Nuh kavminin, Âd kav-minin, Semûd’un
haberleri. İşte biz bunları sana anlatıyoruz. Biz bunları sana kıssa ediyoruz ki
onlardan kimilerinin izleri, kalıntıları hâlâ duruyor, kimilerinin emareleri de
silinip gitmiş. Hepsi sana haber verdiğimiz bir helâk yasasıyla yok olup
gitmişler. Hani nerede onlar şimdi? O uzun ömürlerine güvenerek peygamberlerine
kafa tutan Nuh kavmi nerede? Yeryüzünün en süper gücüne sahip olan, 30,40 metre
boyundaki tuttuğunu deviren o büyük teknolojinin sahibi Âd kavmi nerede? Dünyayı
kıbleleştiren, yeryüzüne kazık çakma sevdasına kapılan, yeryüzünde Allah’a,
Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçilerine ha-yat hakkı tanımayan o Semûd nerede?
İşte hepsi yok olup gitmişler. Şehirlerinde,
saraylarında, köşklerinde baykuşlar ötüyor şimdi. Cinsel ahlâksızlığı
peygamberin misafirleri meleklere saldıracak boyuta ulaştıran Lût kavmi şu anda
Lût gölünün altında yatıyor. Hani onlardan bir hareket, bir ses bile
duyul-muyor. O rablik ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun Kızıl denizin
altında yatıyor. Hangi hatıra kalmış kendisinden? Ama şunu kesinlikle bilesiniz
ki:
101. “Onlara Biz zulmetmedik, fakat onlar kendilerine
yazık ettiler. Rabbinin buyruğu gelince, Allah'ı bırakıp taptıkları tanrılar
kendilerine bir fayda vermedi, kayıplarını artırmaktan başka bir şeye
yaramadı.”
Biz onlara zulmetmedik. Onlar kendi kendilerine
zulmettiler. Kendi kendilerini harcadılar onlar. Onlar kendilerini Rablerine
kulluk ortamından çıkararak kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde, Firavunlar
istikâmetinde bir hayat yaşayarak kendilerini bozuk para gibi harcadılar. Allah
asla zâlim değildir. Zâlim olanlar kendileridir. Zulmeden de kendileri,
zulmettikleri de kendileridir. Bu insanlar kendilerinin hem zâlimi hem de
mazlumudurlar. Her bir dönem uyarıcılar göndererek onları azapla, cehennemle,
cennetle uyarmıştır Rabbimiz. Ama onlar ateşi tercih etmişler, cehennemi tercih
etmişler Rabbimiz de onların hür iradeleriyle yaptıkları bu tercihlerini
onaylamıştır. Bu âyetlerde gördüğümüz helâkler Allah’ın keyfi hareketi değildir.
Onlar nefislerine zulmettikleri için helâk edildiler.
Onlar bu dünyada helâki yudumlarlarken Allah
berisinde dua ettikleri, sözünü dinleyip arzularına tâbi oldukları ilâhlarının
da kendilerine bir faydası olmadı. Allah’ın emri geldikten sonra Allah berisinde
tapındıkları ilâhları onlara hiçbir şey sağlayamadı.
Öyleyse ey insanlar, nereye gidiyorsunuz? Hangi tarafı
tercih ediyorsunuz? Batanların yolunu mu? Kurtulanların yolunu mu? Nuh kavminin
batanları gibi mi yaşıyoruz? Yoksa Nuh (a.s) ve beraberindeki Müslümanlar gibi
mi? Âd kavmi gibi dünyayı kıble mi ediniyoruz? Dünyada hiç ölmeyecekmiş gibi
plan program mı yapıyoruz? Semûd kavmi gibi hayırlıyı hayırsız, hayırsızı
hayırlı mı görüyoruz? Allah’ın âyetlerine onlar gibi ilgisiz veya düşmanca bir
tavır mı sergiliyoruz? Yoksa Sâlih (a.s)ve beraberindeki Müslümanlar gibi mi
davranıyoruz? Lût kavmi gibi ahlâksız bir hayatın adamı mıyız? Yoksa Lût (a.s)
ve beraberindeki Müslümanlar gibi iffet ve haya sahibi miyiz? Medyen-liler gibi
ekonomik bozukluğu Allah’a ve peygambere kafa tutacak boyutta
doruklaştıranlardan mıyız? Yoksa Sâlih (a.s) gibi mi? Haya-tımız helâk olanlara
mı benziyor yoksa kurtulanlara mı? Yolumuz Firavun yoluna, tavrımız Firavun
tavrına mı benziyor? Yoksa Mûsâ (as)’ın yoluna mı? Durumumuzu, konumumuzu iyi
belirlemek için bu âyetlerle bilgilenmemiz ne kadar? Bunu çok iyi düşünmek
zorundayız. Değilse siz bilirsiniz:
102. “Allah, kasabaların zâlim halkını yakalayınca,
böyle yakalar; yakalaması da şiddetli ve elimdir.”
Rabbinin zâlimleri yakalayışı işte böyledir. Zâlim olan,
Allah’a, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçilerine zulmeden, kendilerini Allah’a
kulluk ortamından kopararak kendi kendilerine zulmeden köyleri, ka-sabaları
kentleri Rabbin işte böylece yakalayıverir, işlerini bitiriverir. Unutma ki
Rabbinin yakalaması çok şedittir. O’nun yakalaması karşısında hiçbir güç ve
kuvvet duramaz, hiç kimse kurtulamaz. Bazen bir rüzgarla, bazen bulutla, bazen
bir ses, bir sayha, bir çığlıkla, bazen suyla, bazen bir sinekle, bazen bir
denizle bazen da birkaç tane melekle yakalayıverir Allah.
Tarih bunun şahitleriyle doludur. Allah’la savaşa
tutuşan za-limlerin hepsi de sonunda mağlup oldular. Hepsi de ellerindeki güç ve
kuvvetlerinin, imkân ve saltanatlarının hiçbir işe yaramadığını gördüler. Hiç
birisi Allah’ın âyetlerini yalanlamalarının ve onlarla savaşa tutuşmalarının
karşılığı olarak Allah’ın kendilerine takdir buyurduğu azaptan
kurtulamadılar.
103. “Âhiretin azabından korkanlara, bunda, hiç şüphesiz
ibret vardır. Bu, insanların toplanacağı gündür; bu, görülecek bir
gündür.”
İşte âhiretin azabından korkanlar, âhiretin
hesabından endişe duyanlar için bunlarda âyetler, ibretler, uyarılar vardır. O
âhiret günü öyle bir gündür ki tüm insanlık onda toplanacaktır. Ve o gün
şahitlerin hazır edilip dinlenecekleri de bir gündür. Arz şahit, sema şahit,
melekler şahit, insanlar şahit, insanların azaları şahit. İşte tüm bu şahitlerin
şehadeti altında herkesin hesapların açıktan açığa görüleceği bir gündür o gün.
104. “Biz, o günü, ancak belli bir süreye kadar
geciktiririz.”
Ve
biz o günü, o hesap kitap gününü belli bir ecele kadar tehir ediyoruz. Biz o gün
için belli bir zaman tayin ettik. Eğer Biz böyle bir karar vermiş olmasaydık
çoktan bu zâlimlerin işlerini bitirirdik. Bu emir sadece Allah’a aittir. Bu emri
verecek olan sadece Allah’tır. Ne melekler, ne Cebrâil, ne İsrâfil, ne peygamber
hiç kimse bilemez bunu. Zamanını vaktini bilmesek de bizler kesinlikle şunu
biliyoruz ki attığımız her adımla, aldığımız her nefesle ona doğru
yaklaşmaktayız. Her saniye ona biraz daha yaklaşıyoruz.
105. “O gün gelince, Allah'ın izni olmadan hiç kimse
konuşamaz; içlerinde bedbaht olanlar da, mes'ud olanlar da
vardır.”
O
gün geldiği zaman, o kıyâmet günü, o hesap günü, o azap, o mükafat günü gelip
çattığı zaman Allah’ın müsaadesi olmadan hiçbir kimse konuşamaz. Hiç kimse
konuşmaya muktedir olamaz. Herkes Allah’ın hükmüne teslim, herkes Allah’ın
hükmüne boyun bükmüş, herkes Allah huzurunda suspus olmuş. Hiç kimsenin Allah’ın
kararına isyan etme, kafa tutma gücü de, yetkisi de yoktur. İbadet etme, kulluk
etme hakları da bitmiştir, isyan etme hakları da bitmiştir. Kimileri mesut,
kimileri de bedbahttır o gün. Kimileri kazanmış, kimileri de kaybetmiştir o gün.
İşte sûrenin önceki bölümlerinde kaybedenleri,
kazananları anlatmıştı Rabbimiz. Âdem (a.s) dan bu yana Müslümanlar hep
ka-zanmışlar, kâfirler de hep kaybedenler olmuşlardı. Orada da kaza-nanlar,
mes’ud olanlar Müslümanlar, bedbaht olanlar, hüsrana mahkum olanlar kâfirler ve
zâlimler olacaktır. Dünyada da bunun örneğini sunuyordu Rabbimiz.
106. “Bedbaht olanlar cehennemdedirler. Onlar orada ah
edip inlerler.”
Şakiler, bedbaht olanlar, kem talih olanlar, analarından
do-ğumlarıyla birlikte şakilik, bedbahtlık yolunu seçen, Allah’a isyan yolunu
seçenler var ya, onlar cehennemdedirler. Onların ateşin için-dedirler ve onlar
için korkunç bir soluma vardır. Bir soluk alışverişleri var ki; korkunç. mu
korkunç, iğrenç mi iğrenç. İnsanın yüreğini hoplatan bir ah edip inlemeleri
vardır orada onların. Ah! Keşke dünyada böyle bir hayatın adamı olmasaydık! Ah!
Keşke kendimizi Rabbimize kulluk ortamından uzaklaştırmamış olsaydık. Ah! Vah!
Keşke Rabbi-mizin kitaplarına ve elçilerinin dâvetlerine kulak verseydik. Keşke
kendi hevâ ve heveslerimiz istikâmetinde bir hayat yaşamamış olsaydık diye bir
ahu figanları olacak ki çok korkunç.
107. “Rabbinin dilemesi bir yana, gökler ve yer
durdukça, orada temelli kalacaklardır. Rabbin, şüphesiz, her istediğini
yapar.”
Onlar orada ebedîyen kalacaklar. Gökler ve yer durdukça
cehennemde ebedîyen kalacaklar, ancak Allah’ın diledikleri müstesna. Evet
Allah’ın dilemesi, ya da Allah’ın diledikleri müstesna orada ebedîyen kalacaklar
onlar. Demek ki âyet-i kerîmenin ifadesinden anlı-yoruz ki cehennemde ebedîyen
kalmayanlar da olacaktır. Demek ki kimileri belli bir süre yandıktan sonra
oradan çıkarılacaktır. Bunlar Müslümanların günahkârlarıdır. Onlar orada
günahları kadar yandıktan sonra çıkarılacaklardır biliyoruz. Sünnet bunun böyle
olduğunu haber verir.
İşte Rablerinin hükmüne boyun bükerek birileri
gitti cehenneme. Halbuki dünyada ne saltanatları vardı, ne güçleri vardı, ne
zevk-ü sefaları vardı. Ama orada her şey bitti. Hiçbir varlıkları onlara fayda
vermedi.
108. “Mes'ud olanlar ise cennettedirler. Rabbinin
dilemesi bir yana, sonsuz bir lütuf olarak, gökler ve yer durdukça, orada
temelli kalacaklardır.”
Ama beri tarafta mesutlara, bahtiyarlara, Müslümanlara
ge-lince onlar da cennettedirler. Onlar da O cennette gökler ve yer durdukça
kalacaklardır. Rabbin dilemesiyle. Hayat Allah’ın dilemesiyle ebedîleşecek.
Allah kime ebedî bir mükafat, kime ebedî bir ceza vermişse onların bu hakkı
doğmuş olacaktır. Bu hak sadece Allah’ın elindedir. İşte bitmeyen, tükenmeyen,
kesintiye uğramayan bir atâ, bir mükafattır. Öyleyse ey peygamberim ve ey
peygamber yolunun yolcuları sakın ha:
109. “Ey Muhammed! Bu putperestlerin taptıklarının bâtıl
olduğunda şüphen olmasın; daha önce babalarının tapmış oldukları gibi onlar da
taparlar. Onlara paylarını şüphesiz eksiksiz olarak
ödeyeceğiz.”
Bu
insanların, bu müşriklerin, bu kâfirlerin Allah’ı bırakıp da tapındıklarından
şüpheye düşme. Bunlar sapıktırlar, bunlar yanlış yol-dadırlar. Bunlar bilgisizce
atalarının yolunun takip eden insanlardır. Ataları daha önce neye tapınmışlarsa,
ataları neyi putlaştırmışlarsa, ataları nasıl bir yanlış yola girmişlerse onlar
da atalarının aynı yanlışlarını sürdürüyorlar. Şunu kesinlikle bilesiniz ki
onlara yaptıkları bu sapıklıklarından meydana gelen nasipleri eksiksiz
ödenecektir. Yaptıklarının karşılığı tastamam ödenecektir onlara.
Öyleyse ey peygamberim ve ey Müslümanlar bu karşınızdaki
kâfirlerle, müşriklerle vereceğiniz savaşı Allah vahyiyle Allah bilgisiyle,
Allah desteğiyle götürmek zorundasınız. Kâfirlerin size karşı kullandıkları
hayali güçleri, baskıları karşısında, Allah’ın kendilerine verdiği geçici
yetkileri karşısında sakın onların bir güçlerinin kuvvetlerinin olduğu zehabına
kapılmayın. Siz kendinizi Allah’a teslim edin diyor.
Kâfirlerin bu geçici güç ve kuvvetlerinin
karşısında peygamberin bile bir etkilenmesi söz konusu olabilir. Rabbimiz
buyuruyor ki sakın ha onların tanrılarını, ibadetlerini bir şey görme. Onların
tüm hayatları, tüm yaptıkları yanlıştır, sapıklıktır, ne kendilerinin ne de
tanrılarının sana verebilecekleri hiç bir zararları yoktur. Bu konuda zerre
kadar bir endişen, bir kuşkun olmasın. Sen Rabbine kul olduğun sürece, Rabbinin
istediği gibi bir hayat yaşadığın sürece sen doğrudasın. Onların dayandıkları
hiç bir şey yoktur. Onlar sadece babalarının yoluna dayanıyorlar. Kör bir
taklidin peşindedirler. İşte şu anda da bakıyoruz yeryüzünün neresinde bir
kâfir, bir müşrik varsa mutlaka kendilerinden öncekilerin şirkini, küfrünü devam
ettirmekten başka yaptıkları bir şey yoktur.
110. “Andolsun ki, Mûsâ'ya Kitap verdik; onda ayrılığa
düştüler. Eğer Rabbinin verilmiş bir sözü olmasaydı, aralarında çoktan
hükmedilmiş olurdu. Doğrusu onlar, Kitabın Allah katından olduğunda şüphe ve
endişe içindedirler.”
Burada tekrar Mûsâ (a.s)’a dönüldüğünü görüyoruz.
Firavunun helâkinden sonra Mûsâ (a.s)’a Tevrat’ın verilmesiyle yeni bir çağ
başlamıştır. Bu yeni çağın özelliği kitaplar dönemidir. Müslümanların yeryüzünde
özgürlük döneminin başladığı bir dönemdir bu dönem. Bundan önce insanlık
tarihinde herhangi bir kitap göremiyoruz. Peki bundan önceki elçilere vahiy
gelmedi mi diyeceğiz? Hayır, tarihin hiçbir döneminde insanlık vahiyden mahrum
olmamıştır. Ama bundan önce elçilere sözlü vahiyler geliyordu. Sözlü vahiyler,
yahut sahifeler söz konusudur.
Allah’tan gelen bu sözlü vahiylerle peygamberler hareket
ediyorlar ve bu vahiy nîmetinden insanları istifade ettiriyorlardı. Ama
Rabbimizin bu sûresinde ve kitabımızın öteki sûrelerinde anlattığı bu
helâklerden sonra, en son Mûsâ (a.s) nın suhuf’u döneminde de Firavun ve
hempaları denizde boğuldu, İsrâil oğulları sağ salim karşıya geçtiler, işte bu
zamandan itibaren Mûsâ (a.s)’a Tevrat verildi ve artık insanlık kitaplı bir
döneme girmiş oldu. Artık bundan sonra toplumlar Allah’tan bir azapla helâk
olmayacaklar, o zâlimlerin hakkından Müslümanlar gelecek ve Rabbimiz Müslümanlar
eliyle kâfirlerin ve zâlimlerin cezasını verecek.
İşte Mûsâ (a.s)’a Tevrat veriliyor, o kitap
konusunda da in-sanlar ihtilâfa düşüyorlar. tâbi o dönemde olmuyor da bu iş,
kitabın gelişinden yıllar sonra insanlar o kitap hakkında kuşkuya düşüyorlar.
Kitabı terk ediyorlar, kitapsız bir hayatı tercih ediyorlar. Eğer Rab-binden bir
hüküm olmamış olsaydı, elbette Allah onların aralarında hemen hükmünü verirdi.
Onların hemen defterini dürerdi, ama Allah verdiği hüküm gereği, koyduğu yasa
gereği onları hemen yok et-meyip mühlet tanıdı. Kitabı kabul edip etmemelerinin
sonucunu âhi-rete bıraktı. Dileyen kitaba iman eder, kitapla hayatını düzenler
Cen-nete gider, dileyen de kitapsızlığı tercih eder ve sonunda Cehen-neme gider
buyurarak onlara bu hayatta imkân ve fırsat tanıdı Allah.
111. “Rabbin, onların işlerinin karşılığını elbette
tamamen verecektir. O, şüphesiz, onların yaptıklarını bilir.”
Rabbin onların her birine amellerinin karşılığını
verecektir. Zaten yaşanılan bu hayatın manası da budur. Burada bu hayat bunun
için vardır. Kim nasıl bir hayat yaşayacak? Kim güzel ameller işleyecek? Kim
Rabbini razı edecek? Kim de kötü ameller işleyerek imtihanı kaybedecek? İşte bu
dünya, bu hayat bunun için vardır. Hayatın sebebi de budur, öte âlemde dirilişin
sebebi de budur. İnsanlar bu dünyada kendilerine tanınan imtihan süresi içinde
yaptıklarının karşılığını görmek için dirilecekler.
Allah’a isyan ya da itaatle bir dünya hayatı yaşayan
insanlar, Tevrat’ı kabul eden ya da etmeyenler, İncili kabul edenler ya da
etmeyenler, Kur’an’ı kabul edenler ya da etmeyenler yaşadıkları bu ha-yatın
sonunda tekrar dirilecekler ve Allah’ın bu dünyada kendilerine verdiği
özgürlükle bu tercihlerinin karşılığını göreceklerdir. Allah hiç kimseyi bu
dünyada imana, ya da küfre zorlamadı. İmanı da, küfrü de, cenneti de, cehennemi
de kendi hür iradeleriyle kazanmaları için onlara fırsat tanıdı. Eğer Bana kul
olur, Benim istediğim gibi Müslü-manca bir hayat yaşarsanız cennete gidersiniz,
aksini yaparsanız cehenneme gidersiniz dedi. Ne yaparsanız, neyi tercih
ederseniz mutlaka onun karşılığını göreceksiniz buyurdu. Hiçbir kimseyi
karşılıksız bırakmadığını bildirdi.
Evet Allah insanların yapıp ettiklerinin tümünden
haberdardır. Herkesin yaptığını bilmektedir. Her şey Levh-i Mahfuz’da yazılıdır.
Melekler yaptığımız her şeyi yazmaktadırlar. Allah’a gizli kalacak hiç bir şey
de yoktur.
112. “Ey Muhammed! Sen, beraberindeki tevbe edenlerle
birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah
yaptıklarınızı görür.”
Ey
peygamberim, sen emrolunduğun şekilde dosdoğru ol. Ve yanındaki tevbe edenlerle
birlikte dosdoğru ol. Sakın azgınlaşma. Sakın azgınlardan, azgınlığı seçenlerden
olma. Muhakkak ki Allah yaptıklarınıza Basîrdir. Allah yaptıklarınızı
görmektedir. İşte Rasu-lullah efendimizin bizzat kendi beyanlarıyla onu
ihtiyarlatan bir âyetle karşı karşıyayız. Beni Hud ve kardeşleri ihtiyarlattı
buyurur Allah’ın Resûlü. Rasulullah efendimizin başındaki saçları ağartan sûre
ve o sûrenin bu âyetidir. Ulemâ bu konuda der ki, Allah’ın Resûlünü
ihti-yarlatan Hud sûresinin işte bu 112. âyeti ve ahavatından maksat da Şûrâ
sûresinin 15. âyetidir. Oradaki âyet de şöyleydi:
"Ey Muhammed! Bundan ötürü sen birliğe çağır ve
emrolunduğun gibi dosdoğru ol; Onların hevâ ve heveslerine uyma ve şöyle söyle:
"Ben Allah’ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adâletle hükmetmekle
emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz
bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir
şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş onadır."
(Şûrâ 15)
İşte Allah’ın Resûlünün sakallarının ve
saçlarının ağarmasına sebep olan âyetler bunlardı. Her iki âyette de ona diyordu
ki Rab-bimiz: "Ey Resûlüm! Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" Allah senden nasıl
olmanı istiyorsa öylece ol! Allah senden nasıl bir kulluk istiyorsa öylece
Rabbine kulluk yap! Kıyâmete kadar tüm insanlığa örnek olacak bir şekilde
yamulmadan, inhiraf etmeden, eğrilmeden, kaçamak yapmadan, yan çizmeden Rabbinin
emirlerini yerine getir! Tüm insanlığa örnek olacak dosdoğru bir Müslümanlık
sergile diyordu. İmanıyla, takvasıyla, teslimiyetiyle, ameliyle, bireysel,
sosyal ve ailevî yönüyle kıyâmete kadar tüm insanlığa örnek olacak Müslümanca
bir yaşantı biçimi sergile. İnsanlığın örnek alıp uyguladıkları zaman cennete,
reddettikleri zaman da cehenneme gidecekleri bir örnek kulluk sergile. Bu yolun
pratiğini ortaya koy diyordu Rabbimiz ona. Gerçekten kolay bir şey değildi bu.
Ama bu zoru başarmalıydı Rasulullah efendimiz. Bu zorda yardımcısı, destekçisi
Allah’tı ve Rabbimiz yardım etti ona.
Allah peygamberinden böyle bir teslimiyet,
böyle emrolundu-ğu gibi bir dosdoğru oluş istiyordu. Ama bu peygamber için zor
değildi. Zira Allah’ın Resûlünde hiç eksiklik yoktu. O bunu yerine getirme
konusunda kesinlikle yorulmamıştır.
Vakıa, biliyoruz ki vahyin gelişi Allah’ın Resûlünü
yoruyordu. Âyetlerle karşı karşıya gelişi onu sarsıyordu. Zira o mütekelliminden
dinliyordu onu. Allah’ın Resûlü Kur’an âyetlerini bizzat o âyetlerin mütekellimi
olan Allah’tan dinliyor, bizzat O’ndan ahz ediyordu. Nitekim bir defasında bir
sahâbenin dizindeyken vahiy gelmişti de o sahâbe sandım ki dizim felç oldu,
kemiklerim eridi zannettim demiştir. Yine Kusva isimli devesinin üzerindeyken
bir defasında toptan En’âm sûresi nâzil olmuştu da devenin ayakları kuma
gömülüvermişti. Yine Ayşe annemiz ve diğer sahâbenin rivâyetlerine bakılırsa kış
gününde vahiy gelirken Allah’ın Resûlünün mübarek yüzlerinde buram buram ter
görünürdü.
Evet vahyin gelişi peygamberimizi yoruyordu ama
bütün vahiy için geçerliydi bu. Bütün âyetler için geçerliydi. Halbuki burada
asıl onu ihtiyarlatan bölümün:
"Peygamberim! Sen beraberindeki tevbe edenlerle
beraber emrolunduğun gibi dosdoğru ol!"
İfadesiydi. Yâni sen dosdoğru ol! Ama seninle
beraber olan-ları da, sana tâbi olanları da kendin gibi dosdoğru hale getir!
Seninle birlik olanlar da aynen senin gibi dosdoğru olsunlar! İfadesiydi onu
ihtiyarlatan. Allah’ın Resûlü zaten kendisi dosdoğruydu, ama kendisine tâbi
olanları da aynen kendisi gibi dosdoğru yapma derdi var ya, işte Allah’ın
Resûlünün belini büken dert buydu. Onu ihtiyarlatıp saçlarını ağartan endişe
buydu işte. Sadece kendisinin doğruluğu istenseydi iş kolaydı, ama
beraberindekileri de dosdoğru hale getirilmesi isteniyordu ondan.
Evet yanındakileri dosdoğru hale getirme derdi
Allah’ın Re-sulünün bile belini bükerken, onun mübarek saçını, sakalını
ağar-tırken ya biz ne yapacağız? Ya bizim beraberimizdekiler? Ya bizim
çevremizdekiler? Ya bizim hanımlarımız? Ya bizim analarımız? Ba-balarımız? Ya
bizim çocuklarımız? Ya bizim komşularımız? Ya bizim dükkanımızdakiler? Biz de
aynen Allah’ın Resûlü gibi onları da dosdoğru hale getirme derdiyle uykularımızı
kaybedecek duruma gelebildik mi? Biz de bunun sorumluluğunu omuzlarımızda
hissedebildik mi? Çevremizdekilerin dirilmeleri adına çareler aramaya koşabildik
mi? Yoksa ne yapayım beceremiyorum diyerek yan çizme ye mi kalkıştık? Yoksa
onları diriltme konusunda bir kaç gün uğraştık da sonunda usanıp bunlar adam
olmuyorlar diye kırıp döktük mü onları? Allah’ın Resûlünün elinde de vardı kırıp
dökmek ama Allah’ın Resûlü bunu asla kullanmamıştır. Taif’ten dönüşünde kan
revan içinde bile meleğin kendisine teklifi karşısında onun cevabını çok iyi
biliyoruz. Nesillerinden bir tek kişi bile iman edecekse ya Rabbi onları helâk
etme! diyordu.
Öyleyse biz de ana babalarını kaybettiklerimizin
çocuklarını kazanmaya çalışalım. Mü'minleri müminleştirmede, kâfirleri
İslâmlaş-tırmada Allah’ın Resûlü ne kadar harisse biz de öyle olmaya çalışalım.
Allah’ın Resûlünün belini büken sorumluluğu biz de üzerimizde hissedelim. Çoluk
çocuğumuzu, hanımlarımızı, komşularımızı, arkadaşlarımızı İslâmlaştırma derdi
bizim de belimizi büksün. Biz de hem kendimizi dosdoğru yapmaya, hem de
çevremizdekileri dosdoğru hale getirmeye çalışalım. En büyük derdimiz bu
olsun.
Dosdoğru olma bize Fâtihayı hatırlatır. Orada
dosdoğru yol Kur’andı, Kur’an’ın hidâyetine tâbi olmaktı. O halde peygamber
(a.s) da onun yolunun yolcusu olan bizler de sürekli bu kitapla beraber olacak,
yolumuzu bu kitapla bulacak ve bu kitabın tarif ettiği gibi dos-doğru olmaya
çalışacağız. İşte bu dosdoğru olmanın en önemli gereklerinden birisi bundan
sonraki âyette ortaya konuyor. Bunun için ne yapılacakmış? Bakın Rabbimiz şöyle
anlatıyor:
113. “Haksızlık yapanlara yönelmeyin, yoksa ateş size de
dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur; sonra, yardım da
göremezsiniz.”
Sakın ha sakın zâlimlere yönelme! Zâlimlerden yana olma!
Zâlimlere meyletme! Zâlimlerle beraber olup onları savunma! O zaman kesinlikle
bilesiniz ki ateş size dokunuverir. Ateş ashabından oluverirsiniz. Sakın ha
sakın ey peygamberim ve ey peygamber yo-lunun yolcuları zulümden yana olmayın.
Zulümden ve zâlimden yana bir tavır sergilemeyin. Müslüman hiçbir zaman zâlimden
yana olamaz. Hayatta adâlet ve hak hakim olacaktır. Çünkü hayatın sahibi olan
Allah Âdil ve Haktır.
Öyleyse Allah’a, Hak olan Allah’a iman eden Peygamber ve
Müslümanlar hakça bir hayat yaşamak zorundadırlar. Günah işle-yerek, hainlik
yaparak, Allah’a kulluktan çıkarak kendi kendilerine zul-metmekte olan, hainlik
eden, hainliklerinde ısrar eden, tevbe ederek hainliklerinden vazgeçmeyen
kimselerle beraber olan, onların zulümlerine destek olanlar elbette sonunda
onların gittikleri Cehenneme gideceklerdir. Böyle insanları Allah sevmezken, bir
Müslüman nasıl sevebilir? Allah’ın müdafaa etmediklerini bir Müslüman nasıl
müdafaa edebilir?
Evet Allah’a karşı, peygambere karşı, Allah’ın
kitabına karşı, mü’minlere karşı, paralarına karşı, mallarına karşı, hanımlarına
ve çocuklarına karşı zâlim davranan, yapmamaları gerekeni yapan, her şeye
zulmeden onlarla ilişkilerini Allah’ın istediği gibi ayarlamayan, Allah’ın
kendisine emânet ettiği dine karşı zâlim davranan, tüm emânetlere hıyanet eden,
emânetlerle alâkalı emânetin sahibinin dis-kalifiye ederek yaşayan insanlara
gerek zâlim davrandıkları konularda, gerekse başka konularda asla destek
olmayacağız. Zulümlerine ve hıyanetlerinde yardımcı olmayacağız.
Bakın Rabbimiz peygamberini şiddetle uyarıyor bu konuda.
Biz biliyoruz ki Rasulullah efendimiz asla zâlimlere meyletmedi. Asla
zâlimlerden yana olmadı. Biz Müslümanlar bu konuda çok titiz davransınlar diye
onun şahsında bu uyarısını bize ulaştırıyordu Rabbi-miz.
Bunlar egemendir diye, bunlar güç ve kuvvet sahibidir
diye, bunların ekonomik, siyasal ve askeri güçleri var diye zâlimlerin emrine
girmeyecek Müslümanlar. Zâlimlerin zulümlerine destek vermeyecekler. Peygamber
ve Müslümanlar hakkın yanında, adâletin yanında, zayıfların yanında yer
alacaktır. Peygamber ve Müslümanlar toplum içinde Allah’ın istemediği tüm sınıf
ayırımlarını bir kenara atarak tavırlarını Allah’tan, adâletten, haktan yana
belirleyecekler.
Eğer Allah’ın razı olmadığı bir tavır
sergilerseniz, haktan yana, adâletten yana değil de güçlülerden yana,
egemenlerden yana, zenginlerden ve zâlimlerden yana bir tavır sergilerseniz,
zâlimlerle beraber olur, onlara destek olursanız, onların destekçisi olursanız
kesinlikle bilesiniz ki Ben sizin dostunuz ve yardımcınız değilim diyor
Rabbimiz. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım da
olunmazsınız. Kendinize bir yardımcı da bulamazsınız. Allah desteğini kaybetmiş
bir kimseye kim yardım edebilecek?
Evet demek ki dosdoğru olmanın yolu kâfirlere, zâlimlere
destek olmamaktan, onlara meyletmemekten, onlardan uzak durmaktan geçmektedir.
Sonra bu iş için bir de şuna dikkat edin:
114. “Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın
zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt kabul
edenlere bir öğüttür.”
Gündüzün iki tarafında, yâni sabah ve akşam ve geceye
yakın zamanlarda namazı ikâme edin. Beş vakit namazı ikâme edin. Çünkü muhakkak
ki iyilikleriniz kötülüklerinizi giderir. Hasenatınız seyyiatınızı yok eder.
İşte bunun için bize namazı emrediyor Rabbimiz. Bize olan sonsuz rahmetinin
gereği namazı emrediyor. Namazların arasında işlenen günahların silinmesi için
gösteriyor bize namazı. Namaz iki namaz arasındaki günahların affına sebeptir.
Görüyor musunuz? Rabbimiz bize rahmeti gereği bir günün aralarını namazlarla
ayırmış ve o zamanlar içinde işlediğimiz günahları o namazlarımızla silmeyi
murad buyurmuş.
Bakın bir gün bir günah işleyen bir sahâbe
Rasulullah’a gelerek: Ya Rasulullah! Ben yapılmaması gereken bir şey yaptım!
Evi-mize bir şey istemeye gelen bir komşumun karısına bakılmaması gereken bir
bakışta bulundum! Benim durumum ne olacak? Allah için söyle yoksa ben helâkte
miyim? der. Rasulullah efendimiz bir süre sükut eder ve işte bu âyet-i kerîme
inzal buyurulur:
“Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın
zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt kabul
edenlere bir öğüttür.”
Evet namaz kıl, çünkü iyiliklerin kötülüklerini
giderir buyuruyor Allah’ın Resûlü. Demek ki namaz artının eksileri götürdüğü
gibi kişinin günahlarını götüren, silip süpüren bir ibadettir. Çünkü namaz başlı
başına bir tevbe, bir yöneliş ve Allah’tan yardım isteme makamıdır.
Buhârî ve Müslim’de verilen nehir misâli bu
türdendir. Allah’ın Resûlü sizden birinizin evinin önünden bir nehir aksa ve her
gün beş defa bu nehirde yıkansa o kimse de kir kalır mı? Buyurur. Sahâbe-i kirâm
efendilerimiz de elbette kalmaz deyince, Allah’ın Resûlü buyurur ki, işte beş
vakit namaz da bu nehir gibi hataları siler, yıkar gider buyurur.
"Beş vakit Namaz aradaki işlenenlere
kefarettir, Ramazan da iki ramazan arasında işlenenlere kefarettir, büyük
günahlardan sakınıldığı müddetçe"
(Buhârî,Müslim)
Ebu Dâvûd, Tirmizî, İbni Mâce’nin Hz. Ebu Bekir
efendimizden şunu rivâyet ederler:
“Bir adam Rasulullah’a gelip: Ya Rasulallah ben
bir suç işledim, Allah’ın kitabında cezam nedir? Onu ikâme et dedi. Rasulullah
bir süre sükut buyurdu. Nihâyet namaz vakti geldi. Sahâbeyle birlikte namazı
kıldılar. O adam Rasulullah’a dönüp bir daha tekrarlayınca Rasulul-lah şöyle
buyurdu: “Söylesene! Sen bizimle birlikte namaz kılmadın mı? Allah senin haddini
affetmiştir.”
Evet büyük günahlardan, Kebair’den sakınıldığı
müddetçe iki namaz arasında işlenen ufak tefek günahlara bu namazlar kefarettir.
Ramazan da böyledir. İki Ramazan arasında işlenmiş günahlara da Ramazan
kefarettir.
İşte bu zâkirler için, zikir ehli için, Allah’ı
Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın emir ve yasaklarını sürekli
gündemde tutarak O’nun istediği gibi bir hayat yaşamaya çalışanlar için bir
gündemdir, bir öğüttür. Öyleyse ey peygamberim:
115. “Sabret, Allah iyi davrananların ecrini elbette
zâyi etmez.”
Sabret! Dosdoğru, sırat-ı müstakîm üzere Müslümanca bir
ha-yata dirençli ol! Rabbinin istediği kulluğa diren, dayan! Muhakkak ki Allah
kendisini görüyormuşçasına, kendisine lâyık kulluk yapanların mükafatlarını asla
zâyi etmez. Müslümanlar sabrettikleri müddetçe, geriye dönüşü akıllarının
ucundan bile geçirmeden her şart altında Allah’ın istediği gibi bir hayata
direnç gösterip, Müslümanca kalabilmenin kavgasını verdikleri sürece kesinlikle
bilelim ki Allah’ın mükafatına lâyık olacaklardır.
116. “Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri,
yeryüzünde bozgunculuğa engel olmalı değil miydiler? Onlardan kurtardıklarımız
pek azdır. Kendilerine verilen nîmete karşı haksızlık edenlere uyanlar ise suçlu
oldular.”
Sizden önceki nesillerde, toplumlarda ileri gelen akıl
sahipleri yeryüzünde fesada engel olmalı değiller miydi? İnsanları
bozgunculuktan alıkoymalı değiller miydi ? Toplum içinde bu görevi üstlenen akıl
sahipleri bulunmalı değil miydi? Evet o toplumların içinde bu görevi
üstlendiklerinden ötürü kurtardıklarımız çok az kimselerdir. Halbuki böyle değil
de bu tür insanlar toplum içinde çok olmalılardı. Çün-kü hayırlı insanlar
bunlardı. Allah’ın rızası buradaydı. Toplum içinde insanları hayra, Hakka teşvik
edecek, insanları ıslah edecek, onları zulümden alıkoyacak akıl sahiplerinin
olması gerekiyordu. Dünya onlarla dengeye gelecek, insanlar onlar sayesinde
cennet yolunu bu-lacaklardı. İşte Allah bunu istiyordu. Allah bundan razıydı.
Ama bunlar işte önceki toplumlarda anlatıldı ki çok azdı.
Zâlimler o mütraf’ların, şımarıkların,
azgınların yoluna tâbi ol-dular. Onlar mücrim kimselerdi. Onlar bu dünyada
Allah’ı, Allah’ın yasalarını reddederek kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde
bir hayata yöneldiler. Allah’ın kendilerine verdikleriyle şımarıklıkları,
azgınlıkları, tuğyanları artıkça arttı. Hayatı ve elindekileri kendilerine veren
Rablerine kulluk yapacakları yerde, Rablerine şükredecekleri yerde Rablerine
isyan içinde bir hayattan yana oldular.
117. “Rabbin, kasabaların halkı ıslah olmuşken, haksız
yere onları yok etmez.”
Rabbin toplumları, kavimleri, şehirleri zâlimce helâk
edici değildir. İnsanları haksız olarak cezalandırıcı değildir. Hiç bir topluma
onlar helâki hak etmedikleri halde keyfine göre, haksız yere bir helâk emri
vermemiştir Allah. Her zaman onları uyarıcı elçiler göndermiş, âyetleriyle
onları yüz yüze getirmiş, zaman tanımış, mühlet vermiş, sonra da adam
olmayacakları ortaya çıkınca adâletle karar vermiştir. Ehli Allah’la barışmadan
yana olduğu halde hiç bir toplumu helâk etmemiştir. Ama ne zaman ki insanlar
Allah’a, Allah’ın elçilerine düşmanca bir tavır takındılar, Allah ve elçileriyle
savaşa tutuştular işte o zaman onlar hakkında helâk kararını vermiştir.
118,119. “Eğer Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet
kılardı. Fakat, Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, hâlâ ayrılıktadırlar,
esasen onları bunun için yaratmıştır. Rab-bin "Andolsun ki cehennemi hep insan
ve cin ile dolduracağım" sözü yerine gelmiştir.”
Şunu da unutma ki eğer Rabbin dileseydi insanları tek
bir üm-met yapardı. Herkesi Müslüman yapardı. O zaman kitap ve peygamber
göndermeye de gerek kalmazdı. Bakın semavat, arz, ay, güneş, yıldızlar,
bitkiler, hayvanlar, melekler hepsinin boyunlarındaki ipin ucu doğuştan Allah’ın
elindedir. Allah’a karşı asla isyan etme imkânları yoktur. Allah’a kafa tutma
imkânları yoktur bunların. Bunlar zoraki kuldurlar Allah’a.
Ama insanlar için Allah bunu murad etmemiştir.
İnsanların i-manlarını zorunlu kılmamıştır Rabbimiz. Eğer bu insanlar yeryüzünde
dün ve bugün küfrü, şirki tercih edebiliyorlar ve Allah’a rağmen, Allah’ın
âyetlerine rağmen diledikleri gibi bir hayatı yaşama imkânı bulabiliyorlarsa
unutmasınlar ki bu da Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir yasası gereğidir. Allah’ın
bunlara verdiği bir iznin sonucudur bu. Eğer Allah böyle murad etmeyip onlara bu
konuda müsaade etmeseydi onlar asla ihtilâf edemez, ayrı ayrı gruplar
olamazlardı. Rabbinin acıdığı, merhamet ettiği kimseler dinde ihtilâflardan uzak
oldular ve Allah’ın dinini samimiyetle Allah’ın istediği şekilde uyguladılar.
Zaten işte Allah onları bunun için yaratmıştır. İyi olsunlar diye, sâlih
olsunlar, kul olsunlar diye yarattı Allah onları. Allah’ın onları yaratma sebebi
onların Müslümanca bir hayat sürmeleri içindi. Ama eğer onlar bundan yüz
çeviriyorlarsa elbette cezalarını vermek de Allah’a aittir. Onlar için de
Allah’ın şu kelimesi, şu hükmü, şu yasası tamam oldu:
İnsanlardan ve cinlerden cehenneme lâyık
olanların, cehennemi tercih ederek bir hayat yaşayanların tamamını cehennemde
toplayacağım. Yeminle bu hükmünü, bu yasasını bildiriyor Rabbimiz. Çünkü onlar
Allah’a iman etmediler. Allah’ın istediği gibi yaşamadılar. Cehenneme gitmeyi
tercih ettiler. Cehenneme lâyık ameller işlediler ve Rabbim de onların bu
tercihlerini onaylayıp onların cehennemine hükmetti o kadar.
120. “Peygamberlerin başlarından geçenlerden, sana
anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar; sana bu belgelerle
gerçek; inananlara da öğüt ve hatırlatma gelmiştir.”
Evet işte böyle senden önceki elçilerimizi sana
anlatıyoruz. Peygamberlerimizin haberlerini sana kıssa ediyoruz. Bakıyoruz bu
sûrede, diğer sûrelerde Rabbimiz ısrarla peygamberine ve onun şahsında bizlere
anlatıyor. O peygamberin haberleriyle senin kalbini tespit edip sağlamlaştıralım
diye.
İşte Rasulullah efendimize ve biz Müslümanlara bu
peygam-berlerin haberlerinin anlatılmasının sebebi kalplerimizin
sağlamlaş-tırılması, kalplerimizin itminana, doyuma ulaştırılması içinmiş.
Pey-gamberlerin Allah yolunda, Allah’a kulluk yolunda göğüs gerdikleri
mücâdeleleri, toplumlarının, kâfirleri karşısında dirençleri, Müslü-manca bir
hayata sabır örnekleri, Rabbimizin sürekli onların deste-ğinde oluşu,
düşmanlarını helâk edişi anlatılıyor ki peygamber ve Müslümanlar aynen onlar
gibi direncini kaybetmesinler. Rabbimizin kendisine anlattığı bu haberlerle
büyüyen Rasulullah efendimiz yer-yüzünün en büyük izzet ve şerefine ulaşıyordu.
Eğer şu anda bizler de bu peygamber haberleriyle beraber
olur, bu Allah haberleriyle büyürsek, kalbimizde, kafamızda, duyularımızda hep
peygamber haberleri canlı olursa bizim kalplerimizde Allah’a kulluk yolunda
sağlamlaşacak, hiç kimseden bir korkumuz kalmaz, desteğimizde Allah olduğunun
itminanını elde etmiş oluruz.
Ama eğer bizler şu anda bu peygamber
haberlerinden uzak bir hayat yaşar, Allah’ın bize yasal örnekler olarak sunduğu
bu peygamberlerle beraber olmaz, başka örnek şahsiyetler peşine takılır, onları
gündemimizde tutmaya çalışırsak o zaman kalplerimiz gevşer, korkular bizi sarar
ve Allah’ın istediği bir hayatı yaşayamayız Allah korusun.
İşte ey peygamberim, bu sana anlattığımız
peygamber kıs-saları haktır. Bu konuda hak sana gelmiştir. Mü’minlere bir zikir,
bir gündem, bir şeref gelmiştir. Öyleyse zikir mi istiyoruz? Hayatımızı
düzenleyeceğimiz tezkira mı istiyoruz? Gündem mi istiyoruz? Kalbimizin imanla
yatışmasını, güçlenmesini mi istiyoruz? Korkusuz bir hayat yaşamak mı istiyoruz?
İzzet ve şerefe ulaşmak mı istiyoruz? O zaman bu kitapla, bu tezkirayla beraber
olmak zorundayız. Allah’ın bu haberleriyle bilgilenmek zorundayız. Kalplerimizi,
gözlerimizi, kulaklarımızı Allah’ın elçileriyle doldurmak, bu haberlerle beraber
olmak zorundayız. Peygamberleri gündeme almak zorundayız. Allah elçileri
egemenliğinde bir hayat yaşamak zorundayız. Tanıdığımız, tanıttığımız,
öğrendiğimiz, öğrettiğimiz, duyurduğumuz, örnek aldığımız, örnek gösterdiğimiz
sadece peygamberler olsun.
121,122. “İnanmayanlara: "Durumunuzun gerektirdiğini
yapın, doğrusu biz de yapıyoruz; bekleyin, biz de bekliyo-ruz"
de.”
İman etmeyenlere de ki, haydi ne yapacaksanız yapın.
Onlar, o kâfirler durumları, konumları, makamları, ekonomik, siyasal ve askeri
güçleri neyi iktiza ediyorsa onu yapsınlar. Ellerinden geleni arkalarına
koymasınlar. Ne yapabileceklerse yapsınlar. Evet dün bunu peygamber söylüyordu,
bugün de biz söyleyeceğiz. Diyeceğiz ki ey kâfirler, ey zâlimler, ey Allah
düşmanları, haydi gücünüz neye yeti-yorsa yapın yapacağınızı. Allah kullarını
asmayı, kesmeyi, tanklarınızla ezmeyi yok etmeyi mi planlıyorsunuz? Müslümanları
yeryüzünden silmeyi mi hedefliyorsunuz? Haydi buyurun ne yapacaksanız yapın. Siz
yapacağınızı yapın biz de yaparız yapacağımızı. Bekleyin, biz de bekliyoruz.
Yanında bir avuç bile yardımcısının olmadığı bir Mekke
at-mosferinde söylüyordu Allah’ın Resûlü bunları. Eğer bugün biz Müslümanlar da
tıpkı elçileri gibi karşılarındaki tüm dünya kâfirlerine karşı bu sözü
söyleyebilirler, onların karşılarına Allah desteğinde olmamın bilinci içinde bir
tavırla çıkabildikleri an Müslümanlar için galibiyet başlamış demektir. Peki bu
iş nasıl olacak? Tüm dünya kâfirlerine karşı böyle namüsait şartlar altında
Müslümanların galibiyeti nasıl gerçekleşecek? Derseniz:
123. “Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Bütün
işler ona döndürülür. Öyleyse O'na kulluk et. O'na güven. Rabbin,
yaptıklarınızdan habersiz değildir.”
Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Göklerin ve
yerin gaybî bilgileri sadece O’na aittir. Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı,
sahibi O’dur. Göklere ve yere egemen olan O’dur. Yarın ne olacak? Yarın neler
gerçekleşecek? Bunu bilmiyoruz. Hani sûrenin önceki bölümlerinde verdiği
kararları anlatmıştı Rabbimiz. Tûr’da neye karar verdiğine bizi muttali
kılmıştı. Hatırlayın, neye karar vermişti Rabbimiz Tûr’-da? Firavun ve
hempalarının helâkine, Kızıl denizde boğulmalarına karar vermişti. Ve işte
gördük bu kararını nasıl gerçekleştirdiğini.
İbrahim (a.s)’a uğrayan meleklerle bir kararını
bildirmişti Rab-bimiz. Neydi o karar? Boşuna uğraşma ey İbrahim, Rabbin
karar-laştırdı Lût kavmi helâk olacak. Ne oldu sonunda? Lût kavmine kararını
uygulamadı mı? Mekke’de, Belde-i Eminde karar verdi Rabbimiz. Neye karar verdi?
Mekkeliler yıkılacak, Mekkeliler bitecek ve Peygamber (a.s) beraberindeki
mü’minlerle beraber yeryüzünün en aziz ve şerefli insanları olacaklar. Olmadı
mı? Uygulamadı mı Allah bu ka-rarını?
Acaba şu anda ekonomik, siyasal ve askeri gücü eline
geçir-dikleri için şımaran, Allah’la savaşa tutuşan, yeryüzünde Müslüman-ları
silmeye çalışan, Allah’a hayat hakkı tanımamaya yemin eden şu kâfirler ve
zâlimler hakkında, onlar karşısında inim inim inleyen Müslümanlar hakkında
verilmiş bir kararının olmadığını mı zannediyorsunuz? Bugünün kâfirleri rezil
rüsva olmayacaklar mı zannediyorsunuz? Tıpkı önceki Müslümanlar gibi onların
yolunu izleyen günümüz Müslümanlarının yeniden izzet ve şerefe
kavuşturulmayacaklar mı zannediyorsunuz? O zaman bu peygamber haberlerinden
habersiz bir hayatın içindesiniz demektir. O zaman kalpleriniz bu haberlerle
sağlamlaştırılmamış demektir. Şu anda nasıl bir karar verildiğini bilmiyoruz ki?
Şeklini, biçimini, zamanını bilemesek de kesin biliyoruz ki eğer bizler de
önceki peygamberlerin müminlerinin yolunda olursak kesinlikle Allah onlara
lütfettiğini bize de lütfedecektir. Çünkü bu Allah’ın yeryüzünde asla değişmeyen
sünnetidir bu, yasasıdır bu.
Evet göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir ve
işlerin tamamı so-nunda O’na döner. Çünkü egemenliğin, mülkün, saltanatın sahibi
O’-dur. Dilediğine mülkü veren, dilediğinden alan O’dur. dilediğini aziz,
dilediğini zelil eden O’dur. Dilediğini kaldıran, dilediğini indiren O’dur. İşte
gözlerimizle gördük bunu. Kâfirleri, zâlimleri nasıl yere batırdığını,
Müslümanları nasıl kurtarıp izzet ve şerefe ulaştırdığını adım adım seyrettik.
Onları buna ulaştıran Allah bugün de bunu yapacak güçtedir. Bu Allah’ın
yeryüzünde vaadidir ve Allah’ın vaadi haktır, kimse O’nun vaadinin önüne
geçemeyecektir. Tüm işler O’na döndürülecek. Peki bütün bu işleri Allah
ayarlayacak, Allah yapacak da bize ne düşecek? İşte bize düşen de
şudur:
Sen sadece Allah’a kulluk et. Sizler sadece
Allah’ı dinleyin. Sadece Allah’ın istediği gibi yaşayın. Gecenizde, gündüzünüzde
sadece Allah egemen olsun. Boyunlarınızdaki kulluk iplerinin ucunu Allah’ın
eline verin. O nereye çekmişse, O ne demişse, O nasıl bir hayat istemişse öylece
yapın, öylece yaşayın. O’nun seçimini kendiniz için seçim kabul edin. Sadece
O’nu razı etmeye çalışın. Sadece O’nun beğenisine ulaşmak için çırpının.
Ve sadece O’na güvenin, dayanın. Vekaletinizi O’na
verin. İşlerinizi O’na havale edin. Vekiliniz olarak, veliniz olarak, sahibiniz
ola-rak O’nun aldığı kararları uygulayın. O’na güvenip teslim olun. O’nun
koruması altına girin. Ve asla unutmayın ki Rabbiniz sizin durumla-rınızdan,
içinde bulunduğunuz şartlarınızdan gafil değildir. Sizin yaptıklarınızdan,
düşündüklerinizden habersiz değildir Allah. Sizi de gör-mektedir, düşmanlarınızı
da. Her şeyi değerlendirme O’nda, hüküm O’nda, karar verme O’nda, kararını
uygulama O’nda, galibiyet O’nda, zafer O’ndadır.
Öyleyse ne mutlu Allah’ı Velî bilip, vekil bilip O’nun
istediği gibi bir hayat yaşayıp, O’nun yardımıyla izzet ve şerefe ulaşma ümidini
yitirmeyenlere. Ne mutlu bu hayatı Müslümanca tamamlayıp, Rab-binin rızasını
kazanıp cennette uçanlara. Yazıklar olsun Rabbini tanımayıp, Rabbiyle ve O’nun
diniyle bir savaş başlatıp, Rabbinin gazabına maruz kalıp, dünyada rezil rüsva
olup öteler âleminde de cehenneme akıp gidenlere. Vel hamdü lillahi Rabbil
âlemîn.
Iyi geceler kardeşim çok haklı ve doğru bi yol üzeresiniz insanlar Allah i tanımadan bi tanrı uydurmuşlar ona secde ediyorlar en basit örneği şu dur ki Allah meleklere ve şeytana insan a secde et emrini vermişken aslında secde etmelerini istediği insan miydi hayır insandaki Allah ti insan kime secde ettiğini hıc düşünmez mi Allah onun beyni iken ana kumanda o iken kainatta her canlı Allah i zikrederken insan nasıl rabbinden başkasına secde eder Allah hicbir peygamberine kendisine secde edin emri vermemistir bu yapılan secde hz muhammed 'in secdesi değildir en basit örneği Allah havada ucan kuşu örnek vermiştir onu havada tutan biziz diye yaratılmış herşey de Allah vardır ve gerçek ibadette ister Allah deyin ister Rahman en güzel isimler ona aittir artk onu hamd ile tesbih edin onu büyükleyin övgü yalnızca ona aittir gerçek ibadet Allah ın zikridir kardeşim iyi geceler
YanıtlaSilIyi geceler kardeşim çok haklı ve doğru bi yol üzeresiniz insanlar Allah i tanımadan bi tanrı uydurmuşlar ona secde ediyorlar en basit örneği şu dur ki Allah meleklere ve şeytana insan a secde et emrini vermişken aslında secde etmelerini istediği insan miydi hayır insandaki Allah ti insan kime secde ettiğini hıc düşünmez mi Allah onun beyni iken ana kumanda o iken kainatta her canlı Allah i zikrederken insan nasıl rabbinden başkasına secde eder Allah hicbir peygamberine kendisine secde edin emri vermemistir bu yapılan secde hz muhammed 'in secdesi değildir en basit örneği Allah havada ucan kuşu örnek vermiştir onu havada tutan biziz diye yaratılmış herşey de Allah vardır ve gerçek ibadette ister Allah deyin ister Rahman en güzel isimler ona aittir artk onu hamd ile tesbih edin onu büyükleyin övgü yalnızca ona aittir gerçek ibadet Allah ın zikridir kardeşim iyi geceler
YanıtlaSil