TEVBE
SÛRESİ
Mushaf’ımızdaki sıralamaya göre 9,
nüzûl sıralamasına göre 113, tıval kısmının ise 7. sûresi olan Tevbe sûresinin
âyet sayısı 129 olup Medine’de nâzil olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin
Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile
halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi
işitensin, her şeyi bilensin.
Sûrede Tebûk seferinden geri kalan
Müslümanların durumları, muhasebeleri ve tevbeleri konu edildiği için sûrenin
adına Tevbe sûresi denmiştir.
Tabii sûrenin bundan başka da
isimleri vardır. Bunlardan birisi “Fadıha” dır. Yalancıları, suni bir takım
mâzeretlerin arkasına saklanıp Allah ve Resulünü aldatmaya çalışan münâfıkları
deşifre eden, peygambere ve mü’minlere eziyet verenleri, mü’minlerin
sadakalarını küçümseyenleri, mescid-i dırar faaliyetlerine girerek Allah ve
Resulüne karşı komplolar peşine düşenlerin maskelerini düşürüp rezil rüsva eden
mânâsına.
Yine sûrenin bir başka adı da
“Berae”dir. Küfürden, Kâfirlerden, şirkten ve müşriklerden teberrî etmek, hem de
bir ültimatomla onlardan uzaklaşmak, onlarla ilişki kesmek mânâsına Berae sûresi
denilmiştir.
Sûre kitabımızın sûreleri arasında
başında besmele olmayan, besmelesiz başlayan tek sûredir. Kur’an’da başında
besmele olmayan başka bir sûre yoktur. Bunun sebebi konusunda kitapla alâkalı
söz söyleme yetkisinde olan selef âlimlerimiz çok farklı şeyler söylemişler.
Sahâbe-i Kirâm efendilerimizden kimileri aralarındaki mânâ ve muhteva
benzerliğinden dolayı bu sûreyi Enfâl sûresiyle bir kabul etmişlerdir. Bir kısmı
da bu iki sûreyi ayrı ayrı iki sûre kabul etmiş-lerdir. Ve arada besmele
yazmayarak bu iki görüşün ikisini de doğrulamışlardır. Böylece bu sûreler hem
müstakil birer sûre, hem de besmele yazılmadığı için tek sûre özelliğindedir.
İbni Abbas efendimizin bu konuda bir beyanı var.
Kitabımızın en son inen
sûrelerinden birisi olduğu için daha önceki inen sûrelerin kitapta
yerleştirileceği yeri beyan eden Ra-sulullah efendimiz bu sûrenin yerini
söylemeden âhirete irtihal buyurdu. Biz de bu iki sûre arasındaki muhteva
benzerliğine baktık ve bu sûrenin müstakil bir sûre mi, yoksa Enfâl sûresinin
devamı mı olduğu konusunda bir karara varamadık. Onun için bu sûreyi Enfâl’ın
arkasına yerleştirdik buyurur. Bunun dışında öteki söylenenleri sıralamaya gerek
görmüyorum.
Sûrede küfür ve şirkle uzlaşmanın
olamayacağı, küfür ve şirkle imanın koalisyonunun reddi gündeme getiriliyor.
Allah’a Allah’ın istediği şekilde inanmadıkları halde iman gösterisinde bulunan
münâfıklar gündeme getiriliyor. Mü’minlerin Kâfir ve münâfıklarla hukukî
ilişkileri karara bağlanıyor. Toplumlar arası ilişkiler ortaya konuyor.
Anlaşmaların iptal edilmesinin ilkeleri anlatılıyor. Savaş hukuku ele alınıyor.
Sonra Allah ve Resulünün istediği bir savaştan geri kalanların öz eleştirileri
yapılarak savaştan kaçmanın yasası, sorumlulukları ortaya konuyor. Sonra da bu
hususlarla alâkalı tevbe gündeme getiriliyor
1,2. “Allah'tan ve
Peygamberinden, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır: Yeryüzünde
dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah'ı âciz bırakamayacağınızı, Allah'ın
inkârcıları rezil edeceğini bilin.”
Evet bu sûre, bu âyetler
müşriklerden kendileriyle ahit yap-tıklarınıza, anlaşma imzaladıklarınıza Allah ve Resulünden kesin bir ihtardır, bir
uyarıdır, bir ültimatomdur, bir ilişik kesme ilânıdır. Onlarla tüm
ilişkilerinizin kesildiğinin, tüm anlaşmalarınızın ilga edildiğinin notasıdır
bu. Rabbimiz sûrenin bu ilk âyetiyle Rasulullah ve Müslü-anların müşriklerle
aralarında gerçekleştirdikleri tüm anlaşmaları feshetti. Tüm ilişkileri ilga
etti. Hani Enfâl sûresindeki müşriklerle yapılan anlaşmaların feshi açıkça ilân
edilip karşı tarafa bilgi verilmeden onlara karşı savaş açmanın caiz olmadığını
öğütlüyordu ya, işte bu âyetiyle de Rabbimiz bu feshin açıkça ilânını yapıverdi.
Ey müşrikler, artık bundan sonra, bu
ültimatomdan, bu fe-sihten, bu ayrışmanın deklaresinden sonra yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Ve ne
yaparsanız yapın Allah’ı âciz bırakamayacağınızı unutmayın. Allah’ın mutlak
sûrette Kâfirleri rezil rüsva edeceğini bilin. İşte bu size Allah ve Resulünden
bir ültimatomdur.
Allah’ın Resulü bu âyetler nâzil olunca
hemen daha önce hac emiri olarak Mekke’ye gönderdiği Ebu Bekir’in arkasından Hz.
Ali efendimizi göndererek bu âyetleri, bu ültimatomu orada herkese tebliğ
etmesini emretti. Hac mevsimi olduğu için bu âyetlerin herkese duyurulması daha
çabuk ve kolay olacaktı. Hz. Ali efendimiz orada İslâm’ın mutlak egemenliğini,
şirkin ve küfrün yok sayıldığını herkese ilân etti. Bundan böyle size dört ay
daha serbest dolaşım izni tanınmıştır.
Ama bilesiniz ki artık asla
Allah’ı ve Resulünü atlatamayacaksınız. Bundan böyle artık önceden yaptığınız
gibi Allah ve Resulüyle yaptığınız anlaşmalara ihanet edemeyeceksiniz. Bundan
sonra artık müşrikler ya Allah desteğindeki mü’minlerle bir var oluş yok oluş
savaşını göze alacaklar, bir savaş hazırlığı içine girecekler, ya İslâm
egemenliğinin ilân edildiği o bölgeyi, o ülkeyi terk edip gidecekler, ya-hut da
Allah ve Resulüyle savaşımlarından vazgeçip akıllarını başlarına alıp Müslüman
olacaklar. Böylece hem dünyalarını, hem de âhi-retlerini kurtarmış olacaklar.
Bunların dışında başka bir seçenekleri kalmıyordu.
Haydi buyurun dört ay daha
serbestçe gezip dolaşın. Bu süre içinde bizden size bir zarar dokunmayacaktır.
Size düşünüp karar verebileceğiniz bir süre tanınmıştır. Ama şunu kesinlikle
bilesiniz ki artık eski itibarınızı korumanız imkânsızdır. Eğer inkârda, küfür
ve şirkte, Allah’a yetki sınırlaması getirip, Onun yetkilerini kendinizde
görmeye devam ederseniz kesinlikle bilesiniz ki Allah sizi onursuzluğa, zillete,
horluğa, alçaklığa mahkum edecektir. İman onurunu kabullenmezseniz Allah sizi
utanç içinde bırakacaktır. Gelin kendi kendinizi onursuz bırakıp kendi kendinize
hakaret etmeyin. Gelin kendi kendinize yabancılaşıp kendi kendinize saygısızlık
yapmayın. Gelin hem Allah’la, hem de kendinizle bir güvenlik, bir barış
anlaşması içine girin.
Artık Allah’ın dini egemen olmuş ve
Kâfirlerde ve müşriklerde savaşacak bir güç de kalmamıştı. Rabbimizin rahmeti ve
hikmeti gereği onlara iman etmeleri için tanıdığı süre de tamamlanmıştı. Geri
kalan bu dört aylık süre de yine savaşacaklarsa hazırlık yapabilecekleri, ya da
araştırıp iman edeceklerse buna imkân verecek bir süreydi. İşte Rabbimiz onlara
bu fırsatı da lütfediyordu.
3. “Allah'ın ve peygamberinin,
müşriklerden uzak oldu-ğunu, büyük hac günü, Allah ve peygamberleri insanlara
ilân eder. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlı olur, yüz
çevirirseniz, bilin ki siz Allah'ı âciz bırakamazsınız. Ey Muhammed! İnkar
edenlere can yakıcı azabı müjdele.”
Yine Allah ve Resulünden büyük
hac günü tüm insanlığa yapılmış bir ilân, bir duyurudur ki Allah ve Resulü
kendisine şirk koşanlardan, kendisine yetki sınırlaması getirenlerden kesinlikle
ilişiğini kesmiştir. Bu herkesin kulağına bir ezandır ki Allah ve Resulü
müşriklerden kesinlikle beri olmuştur.
“Haccu’l Ekber” ifadesi kullanılmıştır. Hac
günleri, hac zamanı, Arafa gününden başlayarak Mina günlerinin sonlarına kadar
olan zamandır. Zira Tirmizi’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde Rasulullah
efendimiz:“Elhaccu arafatun” “Hac Arafa’dır”
buyurduğu, yine Buhârî’de: “Haza yevmü’l Haccu’l ekber” “İşte bu büyük
hac günüdür” buyurduğu rivâyet edilmektedir.
Veya Arapların umreye “Haccu’l asgar” Hacca da
“Haccu’l Ekber” tabiri kullandıkları bilinmektedir.
Umre senenin bütün günlerinde
yapılabildiği halde Bakara’nın da beyanıyla hac belli günlerde yapılmaktadır ve
o gün Arafa’dır diyor Rasulullah efendimiz. Buna göre günümüzde sünneti
diskalifiye ederek kendi aklını, mantığını din kabul eden kimi hainlerin demeye
çalıştıkları gibi artık Arafa günü olan Zilhiccenin dokuzuncu gününün dışında
bir günde Arafat’a çıkıp hac yapabilirim demeye hiç bir Müslü-manın hakkı ve
selahiyeti yoktur. Efendim işte insanlar çoğaldı, hacda izdiham oluyor, artık bu
hac işini diğer aylara da yaymak zorundayız. Kimimiz Muharrem ayında, kimimiz
Zilhiccede hac yapabilmeliyiz demeye kimsenin hakkı yoktur.
Hac bellidir, hac ayları da
bellidir. Bu yasa Hz. İbrahim (a.s) döneminde belirlenmiş, Rasulullah (a.s)
döneminde de bu yasa aynen pratikte uygulanmıştır. İlk önce Hz. Ebu Bekir
Efendimiz bunu pratikte göstermiş, sonra da Allah’ın Resulü veda haccında bizzat
bunu pratikte göstermiştir. Bundan sonra artık hiç birimiz istediğimiz zaman hac
yapabiliriz diyemeyiz kıyâmete kadar.
Bundan sonra, bu ilândan sonra eğer
tevbe ederseniz, bu küfür ve şirk programlarınızdan vazgeçip Müslüman olursanız,
Rab-binizle daha önce gerçekleştirdiğiniz fıtrî anlaşmalarınıza riâyet eder,
ahidlerinize sadık davranırsanız elbette bu sizin için daha hayırlı olacaktır.
Çünkü Allah’a karşı hainlik yapan insanların, O’nun kullarına karşı dürüst
davranmaları mümkün değildir. Allah’ın hukukuna riâyet etmeyen insanlardan,
kulların hukukuna riâyeti beklenemez.
Eğer Rabbinize verdiğiniz fıtrî
ahidlerinize geri dönerseniz, kendinizden ve Rabbinizden uzaklaşmaktan vazgeçip
kendinize gelirseniz, kendinizle barışık hale gelirseniz, akıllarınızı
başlarınıza alıp vicdanlarınızın üzerine örttüğünüz şu küfür ve şirk örtülerini
kaldırırsanız bu sizin hakkınızda daha hayırlı olacaktır. Ama yok yüz çevirecek
olursanız kesinlikle bilesiniz ki sizler Allah’ı asla âciz bırakamazsınız.
Kâfirleri, kendilerine yabancılaşanları, Allah’ı, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın
tek İlâh ve kendilerinin de Onun kulu olma gerçeğini örtenleri, fıtratlarını
örtbas edenleri elim bir azap ile müjdele.
Elbette bu kitabın, bu
peygamberin geliş gayesi olan, insanların, semavat ve arzın yaratılış sebebi
olan Allah’ın tek İlâh ve tüm yaratıkların da kul olma gerçeğini alaya alan, bu
gerçekle dalga geçen insanlara azaptan başka bir şey de müjdelenmeyecektir.
Hayatı böyle anlamsız bir eğlenceye dönüştüren bu mantığa yapılabilecek en uygun
şey de işte budur diyor Rabbimiz. Onlara kendi mantıklarıyla hitap edilerek
böyle dayanılmaz bir azabın müjdesi veriliyor. Sevinsinler hainler böyle bir
azapla.
Allah ve Resulünün müşriklerle hiç bir
ilgileri yoktur. Allah ve Resulü safında yer alan Müslümanların da müşriklerle
her hangi bir dostluğu, bir anlaşmaları yoktur. Müslümanlar kesinlikle
müşriklerden, onların hayat anlayışlarından, ekonomi anlayışlarından, siyasal
yapılanmalarından, hukuklarından, kazanma harcama anlayışlarından, eğitim,
evlenme, boşanma anlayışlarından, tüm anlayışlarından uzaklaşmak zorundadırlar.
İşte Rabbimiz bu yasayı
bildiriyordu Müslümanlara. Artık bu âyete göre Müslümanlar hangi dönemde, hangi
coğrafyada olurlarsa olsunlar acaba bu müşriklerle ilelebet birlikte nasıl
yaşayabiliriz? Bunlarla birlikteliğimizi hangi atmosferde sağlayabilirizi
düşünmekten ziyade, bunlardan tümüyle nasıl ayrılabilirizi, bunlara böyle bir
ültimatomu nasıl verebilirizi düşünmek zorundadırlar. Bu âyetleri onlara nasıl
ilân edebilirizi düşünmek zorundadırlar. Çünkü Rabbimiz kıyâmete kadar
mü’minlerden bunu istemektedir.
4. “Yalnız, anlaşma hükümlerinde
size karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen
müşriklerle yaptığınız anlaşmaya sonuna kadar riâyet edin. Allah sakınanları
sever.”
Ancak o müşriklerin arasından
kendileriyle anlaşma yapmış olduklarınız ve daha sonra da sizinle yapmış
oldukları bu anlaşma-larını ihlâl etmemiş olan, sizin düşmanlarınızla da size
karşı her hangi bir dayanışma içine girmemiş olan kimseler bunun dışındadır.
Bunlar müstesnadırlar. Bunlar sizlerle yaptıkları anlaşmalarına ihanet
etmeyenlerdir. Bunları diğerlerinden ayırıyor Rabbimiz ve bunlara verilen
sözlerin bâkî olduğunu beyan ediyor. Onlarla insanî ilişkilerin, ahlâkî
ilişkilerin devamını istiyor. Toptan süpürüp atmıyor onları. Onlara ahitleri
doluncaya kadar dokunulmamasını emrediyor.
Muhakkak ki Allah muttakileri,
kendisiyle yol bulanları, istediği gibi olanları, emirleri istikâmetinde hareket
edenleri sever buyuruyor. Muhakkak ki Allah kulluğun bilincinde olan,
sorumluluklarının farkında olanları sever. Evet bir maslahat gereği onlardan
anlaşma yapılanlar hainlik yapmadıkları sürece onlarla yapılan anlaşmalara sadık
kalınacak. Çünkü Müslüman vefa gösteremeyeceği hiç bir ahdin altına imza atmayan
kimsedir. Müslüman sözünün eri olan kimsedir.
İşte Rabbimiz mü’minlerin böyle
emin kimseler olmasını is-tiyor. Müslüman asla muhatabın kimliğini problem
yaparak verdiği sö-ze ihanet edemez. Karşısındaki kim olursa olsun. İster
Müslüman, is-ter Yahudi, ister Hıristiyan, isterse ateist olsun verdiği söze
sadık kal-mak zorundadır. Ona karşı ahdini bozmaya hakkı da, yetkisi de yoktur.
Evet, bir müslüman bu konuda, her
konuda kâfirlerden farklıdır. Verdiği söz kendi aleyhine de olsa onu yiyemez.
Ahdine vefalı davranır. Rabbimiz bizlerden bunu istiyor.
5. “Hürmetli aylar çıkınca,
müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme
yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse
yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet
eder.”
Bu aylar ya Rabbimizin kitabında
kan dökmeyi yasak kıldığı dört haram aydır, ya da yukarıda müşriklere tanınmış
olan dört aylık bir dokunulmazlık süresidir. Ya da bunun her ikisi de birlikte
ifade edilmiş olabilecektir. Yâni bu haram aylara denk geldiği için bu süre
içinde onlara dokunmayın buyurulmaktadır. İşte bu süre sıyrılıp çıktığı zaman
artık o müşrikleri yakaladığınız yerde öldürün. Onları tutun, hapsedin, kuşatın
onları. Her gözetim noktasında gözetleyin onları. Takibe alın onları.
Bu onlar için bir cezalandırmadır. Ama
bu cezalandırma anladığımız kadarıyla küfrün ve şirkin bir cezalandırılması
değil ihanetin cezalandırılmasıdır. Sözleşmelerine karşı giriştikleri
ihanetlerinin, hainliklerinin cezalandırılmasıdır. İnsanlar arası var olan, var
olması gereken hukukun ihlâl edilmesinin cezalandırılmasıdır.
Ey Müslümanlar, işte böyle
insanlar arası ilişkilerinde hainlik edenleri gözetleyin, takibe alın, kuşatın
ve yakaladığınız yerde onları öldürün. İster Harem bölgesinde, isterse başka bir
mekânda nerede bulursanız bitirin onları. Serbest dolaşmalarını engelleyin.
Böylece Müslüman olup kurtulmaktan başka çareleri kalmasın onların. Yâni öyle
bir kuşatın ki onları Müslüman olmaktan başka çıkış yollarının kalmadığını
anlayıp Müslüman olsunlar.
Eğer tevbe ederler, salât’ı ikâme
ederler, zekatı da verirlerse, Allah’la ve kendileriyle barışırlar,
fıtratlarıyla barışırlar ve bunun gereği olarak bireysel ve toplumsal
kulluklarını sadece Allah’a yaparlarsa, mallarında ve bedenlerinde Allah’ın söz
sahipliğini kabul ederler, Allah için bir hayat yaşamaya yönelirlerse onları
salıverin, yollarını açıverin.
Evet kitabımızın başka
âyetlerinden ve Rasulullah efendimizin hadislerinden öğreniyoruz ki namaz ve
zekat emrine isyan insanların öldürülme
sebebidir. Allah’ın insanın bedeninde ve malında söz sahipliği anlamına gelen,
ya da insanın bireysel ve toplumsal hayatına Allah’ın karışmasını kabul anlamına
gelen namazı ve zekatı reddeden bir kimse öldürülür. Bu konuda hiç bir ihtilâf
yoktur. Ancak namaz ve zekatın farziyetini kabul etmekle beraber yerine
getirmeyen kimseler hakkında ihtilâf vardır.
Bazı âlimler âyetin baş tarafını
ölçü alarak böyle kimseler had-den öldürülür derken, bazıları da âyetin sonraki
bölümünü temel kabul ederek hapsedilir ve bu farizaları ifa edecekleri ana kadar
hapisten çıkarılmaz demişlerdir. Zekatı vermeyenler üzerine Hz. Ebu Bekir
efendimizin ordu gönderdiğini biliyoruz. Kim demiş efendim namaz da, zekat da
insanın Allah’la kendi arasında bir ilişkiymiş? Kim demiş buna insanlar
karışmazmış? Kim demiş kimse insanlara namaz kılmalısın, zekat vermelisin
diyemezmiş? Kim demiş dinde zorlama yok muş?
İşte âyet son derece açık ve net
bir şekilde bunun böyle olmadığını ortaya koyuyor. Böyleleri Müslüman
olduklarını da iddia etseler evlerimize girmelerine, kızlarımızla evlenmelerine,
iş yerlerimizde çalışmalarına yol verilmeyecek. Yol vermeyin ki Allah’ın
istediği şekilde Müslümanca bir hayata dönmekten başka çareleri kalmasın.
Evet eğer onlar namaz kılarak
Allah’la diyaloga geçerler, Allah’tan mesaj alırlar ve hayatlarını bu mesaja
bina ederlerse, Allah’tan aldıkları bu mesajı toplumla paylaşırlar, yâni Allah
ve kullarıyla ilişkilerini Allah’ın istediği şekilde düzeltirlerse dokunmayın
onlara. Çünkü Allah Gafur ve Rahîmdir. Unutmayın ki Allah kullarını çok
bağışla-yandır. Sizler de böylelerine karşı Rabbinizin ahlâkıyla
ahlâklanın.
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de
yanaş ve Allah'a güven. O, şüphesiz işitir ve
bilir.
(Enfâl 61)
Eğer o Kâfirler sizinle
yaptıkları anlaşmalarını bozduktan sonra, size hainlik ettikten sonra sizden korkarak tekrar sizinle bir anlaşmaya
yönelirlerse sen de barıştan yana ol ve bu konuda Allah’a güven. Muhakkak ki
Allah işiten ve bilendir. Zira savaş değil, barış esastır. Evet Rabbimizin
yasalarında onlarda gerçekten barışa bir meyil görülmüşse bu mutlaka
değerlendirilecektir. Ama onlar gerçekten barış taraftarı değil de yine bir
başka hainlik düşünüyorlarsa bu güzel bir şekilde araştırılıp karar
verilecektir.
Evet Müslümanların diğer
insanlarla, diğer toplumlarla ilişkileri Allah’a güven esasına dayanır. Allah
her konuda Müslümanlara yetecektir. En olumsuz şartlar içinde bile tüm
hainliklere rağmen Rab-bimiz mü’minleri yardımıyla destekleyecek ve zafere
ulaştıracaktır. İşte bu konuda da temel yasa budur. O halde bize düşen her şart
al-tında Allah yasalarına sahip çıkmaktır. Gerisi Allah’a
aittir.
6. “Ey Muhammed! Müşriklerden
biri sana sığınırsa, onu güvene al; ta ki Allah'ın sözünü dinlesin. Sonra onu
güven içinde olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir
topluluktur.”
Eğer müşriklerden birisi senden
aman diler, sığınma talep ederse onu güvene al. Ona karşı sığınak ve barınak ol.
Ona aman ver. Ta ki o Allah’ın sözünü dinlesin. Allah’ın kelâmını ve dinini
öğrensin. Evet onlardan birisi sana sığınırsa sen de ona karşı kanat ger, ta ki
Allah’ın kelâmına kulak verip öğreninceye kadar. Ya da bakarsın ki o Allah’ın
kelâmına kulak verecek ve onu kabul edecektir. Evet aman dileyen bir müşriki
hemen öldürmek yok. Allah’ın dinini dinleyip öğreninceye kadar ona aman vermek
zorundayız. Çünkü Allah’ın yasasında aslolan insanları öldürmek değil,
diriltmektir. Aslolan insanları kaybetmek değil, kazanmaktır.
İslâm’ın cihadının hedefi de
zaten budur. İslâm’ın savaşının hedefi İslâm’la insan arasındaki engellerin
kaldırılmasıdır. Fitnenin yok edilmesidir. İnsanların hür iradeleriyle Allah’la,
Allah’ın diniyle karşı karşıya getirilmesidir. İşte bu âyet de bunu anlatıyor.
Yâni biz zorla insanları Müslüman etmekle değil, insanların önündeki engelleri
kaldırıp onların hür iradeleriyle İslâm’la tanışmalarına imkân hazırlamakla
mükellefiz.
Allah’ın dinini tanıyabilecek kadar bir
imkân, bir süre tanınacak. İslâm açık bir şekilde kendisine tebliğ edilecek ve
sonunda o kimse kendisini güvende hissedebileceği bir yere ulaştırılacaktır.
Yâni aman dileyen, sığınma talebinde bulunup da kendisine arz edilen Allah’ın
dinini kabul etmeyen kimseyi sonunda malına da, canına da her hangi bir zarar
gelmeden onu ülkesine ulaştır diyor Rabbimiz. Sen onlara karşı böyle davran,
çünkü onlar gerçeği bilmeyen bir topluluktur. Allah’tan, Allah’ın dininden,
Allah’ın kendilerinden istediği kulluktan gafil insanlardır onlar.
Din konusunda sıhhatli bir
bilgileri olmadığı için şirki, küfrü din zannetmiş insanlardır onlar. Allah’ın
dini konusunda belki sadece resmî ideolojinin din budur diye kendilerine sunduğu
sapıklıkları din diye tanımış insanlar olabilirler. Ya da dinin temel kaynakları
kitap ve sünnetten habersiz çevrelerinde bir takım din bilmez cahillerin
kendilerine sunduğu bâtılları, hurafeleri din zannedip dinlemiş insanlar
olabilirler. Öyleyse ey Müslümanlar, onları böyle acınacak kimseler olarak bilin
ve sizin dininizi, sizin hayatınızı yakından tanımak isteyenlere bu imkânı
hazırlayın diyor Rabbimiz. Allah’ın kelâmını işitmemiş insanlara karşı peşin
fikirli olmayın. Hemen onları tekfir edip öldürmeden yana bir tavrın içine
girmeyin.
7. “Mescid-i Haram'ın yanında
andlaştıklarınızın dışında, müşriklerin Allah katında ve peygamberleri önünde
nasıl bir anlaşmaları olabilir. Size doğru davrandıkça siz de onlara doğru
davranın. Allah, sözleşmelerini bozmaktan sakınanları
sever.”
Müşriklerin, Allah’a ortak
koşanların, Allah’ın yetkilerini Ondan alıp başkalarına verenlerin Allah ve
Resulüyle nasıl bir ahidleri olabilir ki? Böyleleri Allah ve Resulüyle nasıl bir
anlaşma içinde olabilirler ki?
Veya onların kendilerini,
canlarını ve mallarını Rasulullah ve Müslümanların elinden kurtaracak nasıl bir
ahidleri olabilir? Şirki tüm unsurlarıyla reddeden bir Allah’ın, yeryüzünde
şirkin kökünü kazımak üzere, şirk dinleri üzerine kendi dinini egemen kılmak
üzere kitap ve peygamber gönderen bir Allah’ın bu adamlarla nasıl bir anlaşması
olabilir? Allah bizim hayatımıza karışmaz. Allah bizim hukukumuza, bizim kılık
kıyafetimize, bizim sosyal, siyasal ve ekonomik hayatımıza karışamaz. Allah bize
yetki vermiştir. Bizim hayatımızı onaylamıştır. Biz bu dünyada dilediğimiz gibi
bir hayat yaşarız diyen kimselerin Allah katında nasıl bir değeri olabilir?
Eğer onların şirklerine Allah
izin vermişse, onların bu bozuk düzen hayatlarını Allah onaylamışsa şimdi nasıl
olur da yasaklar Allah bunu? Nasıl olur da sonradan bir peygamber göndererek
onları kendi egemenliğine çağırır? Olacak şey midir bu? Hayır hayır onların
Allah katında dayanacakları bir dayanak, sığınacakları bir sığınak yoktur.
Şirklerine hiç bir makul mâzeretleri, delilleri yoktur
onların.
Adamlar Allah’a Onun istediği şekilde
inanmadıkları halde iman iddiasında bulunuyorlardı. Allah’ın yetkilerini
parçalayıp hayatlarında egemen kıldıkları putlarına, egemen güçlerine verdikleri
halde biz Allah’ı seviyoruz diyorlardı. Biz Allah’ın Beyti’nin bekçileri ve
koruyucularıyız. Biz Allah’ın istediği hayatı yaşıyoruz diyorlardı. Allah’tan bu
konuda bir ahid, bir garanti almışlar gibi hayatlarını, inanışlarını Allah’a
onaylatmaya çalışıyorlardı.
Veya Allah bundan razı olmak
zorundadır diyerek hâşâ O’na yol göstermeye, akıl vermeye çalışıyorlardı.
Halbuki Rabbimiz onlara her hangi bir ahitte bulunmamıştı. Bizim savaşımız
Allah’la değil, Mu-hammed iledir diyorlardı. İşte Rabbimiz burada elçisine
yapılan düşmanlığın bizzat onu görevlendiren kendisine yapıldığını, elçisini
inkârın kendisini inkâr olduğunu vurgulamak üzere böyle buyuruyor. Ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcusu Müslümanlar artık sizlerin
müşriklerle anlaşma yapmanız için bir gerekçe kalmamıştır. Onlarla tüm
ilişkileriniz bitmiştir.
Ama sizin Mescid-i Haram yanında
kendileriyle anlaşma ya-pmış olduklarınız bunun dışındadır buyuruluyor. Bunlar
Hudeybiye’de Müslümanlarla anlaşma yapanlardır. Evet onlar içinden
sözleşmelerine sadık davrananlar bunun dışındadır. Size karşı anlaşmalarını
boz-mayanlara karşı sizler de bozmadan yana olmayın. Onlar size sa-dık
davrandıkları müddetçe siz de sadık olun. Çünkü yapılan anlaşmalara sadık
davranmak takvanın gereğidir. Unutmayın ki Allah muttakileri sever. Allah sever
deyince sahâbe-i kirâm efendilerimiz için bütün akan sular duruyordu. Allah
sevgisine ulaşmak, ya da Allah sevgisini kaybetmemek için onların
yapamayacakları bir şey yoktu.
8. “Nasıl olabilir ki, size üstün
gelselerdi ne bir yakınlık, ne de bir ahid gözetirlerdi. Kalpleriyle
istemezlerken sizi ağızlarıyla hoşnut etmeye uğraşırlar; çokları
fâsıktırlar.”
Nasıl olabilir ki?
Düşmanlarınızın size galip gelmeleri halinde size karşı ne bir yakınlık, ne
bağlayıcı bir yükümlülük, ne anlaşma-dan dolayı bir sorumluluk yüklenmemişken
bundan başka nasıl olabilirdi ki? Evet onlar size karşı galip gelip egemen
olsalardı ne akraba-lık hukukuna riâyet ederler, ne de size karşı verdikleri
sözlerine riâyet ederlerdi. Onlar sadece sizin karşınızda zayıf ve mağlup bir
konum-da oldukları sürece sizlerle anlaşma yaparlar. Sizin karşınızda güçlü bir
konuma geldikleri anda sizin kökünüzü kazımaktan başka bir şey düşünmezler.
Eğer siz onlara galip gelirseniz
kalpleriyle istemedikleri güzel sözlerle sizi hoşnut etmeye çalışırlar.
Kalplerinin gizlediklerinin aksine ağızlarıyla sizi memnun etmeye çalışırlar.
Yâni sizler böyle hiç bir sorumluluk taşımayan, sözleri olmayan, sözlerinde
durmayan kimselerle başka türlü nasıl ilişki içine girebileceksiniz de? Böyle
insanlarla insanca ilişkilere girmenin ahlâkî bir zemini yoktur. Palazlandıkları
andan itibaren tüm ahidlerini, tüm sözlerini, tüm andlaşmalarını yiyen bu
adamlarla başka türlü ilişki mümkün değildir. Ahlâk diye bir şey yok adamlarda.
Onların çoğu yoldan çıkmış fâsık kimselerdir. Allah’ın fıtratlarına koyduğu
insanî ve ahlâkî melekeleri kaybederek adamlıktan çıkmış kimselerdir onlar.
Evet insanları insan yapan, insanları
sözlerinde durmaya götüren, ahidlerine sadık davranmaya mecbur eden şey;
imandır, âhiret endişesidir. Cennet ümidi ve cehennem korkusudur. Bütün bunlara
inanmayan bir Kâfirden böyle bir sadâkat beklenir mi? Bir gün yaptıklarından
dolayı hesaba çekileceğine inanmayan insandan ahde vefa beklenir mi?
Peki bu adamların böyle küfür ve şirk
içinde bir hayattan yana olmalarının, ahde vefa etmemelerinin, sözlerinde
durmamalarının sebebi neymiş? Niye böyle bir hayattan yanalarmış bunlar?
9. “Allah'ın âyetlerini az bir
değere değiştirip, O'nun yolundan alıkoydular. Onların işledikleri gerçekten ne
kötüdür!”
Onlar Allah’ın âyetlerini az bir
menfaat karşılığında değiştiler. Bu azıcık menfaatleri sebebiyle de Onun yoluna
engel oldular. Burada onların tercihleri gündeme getiriliyor. Onlar değerli
olanı değersiz olana, kalıcı olanı geçici olana, pahalı olanı ucuz olana, bâkî
olanı fânî olana tercih ettiler. Dünyanın azıcık menfaatlerini âhiretin sonsuz
menfaatlerine tercih ettiler. Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini az bir
değere sattılar. Allah’ın kitabına karşılık çok az bir değer aldılar. İmanla,
hidâyetle dünya ikballerini tarttılar da dünya ağır geldi onlar için. Allah’ın
dinini, Allah’ın kitabını, Allah’ın elçisini bıraktılar da hevâ ve heveslerine
tâbi oldular. Böyle bir tercihin karşılığında tüm dünyayı almış olsalar bile az değil midir?
Tüm dünya kendilerine verilmiş olsa bile âhiretin sonsuzluğu yanında ne ifade
eder? Yok pahasına Allah’ın âyetlerini sattılar. İtibarlarının sarsılmaması
pahasına Allah’ın dinini sattılar. Hurafelere sattılar Allah’ın dinini.
Bidatlere sattılar. Sosyal statülerine sattılar. Makamlarına, koltuklarına
sattılar. Dükkanlarına, diplomalarına, doktoralarına
sattılar.
Kendileri böylece Allah’ın yolundan
ayrılıp uzaklaştıkları gibi, çevrelerindeki insanları da Allah yolundan
uzaklaştırdılar. Allah’ın âyetlerini yamulttular. Allah’ın kitabıyla, Allah’ın
diniyle insanların ara-sına girdiler. Dinle insanlar arasına engeller koydular
ve kendileri saptıkları gibi insanları da saptırdılar. Şu anda da insanları
Allah’ın kitabından engelleyenlere de, insanların engellemesi sebebiyle kitaptan
uzak kalanlara da Rabbim izan versin, basiret versin ve bu işten uzaklaştırsın.
Çünkü ne adına olursa olsun, karşılığında ne alırlarsa alsınlar Kur’an’ı satıp
yerine başka şeyleri alanlar ebedîyen kaybetmişlerdir. Ne kötü bir şey
yapmışlardır onlar? Kendileri Allah’ın dinini sattıkları gibi, başkalarını da
Allah’ın dininden engelleyenler ne kötü bir iş yapmışlardır?
Hudeybiye’de aldıkları kararlarla
Mekke’de iman etmiş veya iman etmeyi düşünen insanlara bunu yasaklamakla, iman
edenleri Medine’ye göndermemekle ne kötü bir iş yaptılar? İnsanların Allah’ın
âyetlerini ve Rasulullah’ı dinlemekten alıkoyan Mekke müşrikleri ne kötü bir iş
yaptılar? Bugün Kur’an’ın okunmasını, kitabın ve dinin öğ-renimini
yasaklayanlar, insanlara resmî bir din sunarak Allah’ın dininden uzaklaştıranlar
ne kötü bir iş yapıyorlar? Müslümanlara inançlarının gereği olarak giydikleri
kılık kıyafetlerini soyduranlar ne kötü bir iş yapıyorlar?
10. “Onlar hiç bir mü'minin
yakınlık veya ahdini gözetmezler. İşte aşırı gidenler
bunlardır.”
Onlar bir mü’min için ne bir
yakınlık, ne bir akrabalık, ne de bir ahit gözetirler. İman eden bir insana
karşı zerre kadar bir sorumluluk duymuyorlar diyor Rabbimiz. İman etmiş bir
insanın onların gözünde zerre kadar bir değeri yoktur. Ellerine fırsat geçtiği
takdirde, güçleri yettiği zaman bir mü’mini öldürme konusunda ne bir sorumluluk
duyarlar, ne bir ahit tanırlar, ne de bir anlaşma gözetirler. Mü’minlere karşı
yapamayacakları kötülük ve zulüm yoktur onların. İnsanlar arası ilişkilerde
zerre kadar bir güvenleri yoktur. İşte onlar haddi aşanların, hûdudu tecavüz
edenlerin taa kendileridir. Hiç bir kayıt, hiç bir sorumluluk tanımayan
insanlardır onlar. Onları durdurabilecek hiç bir kutsal değer de yoktur.
11. “Eğer tevbe eder, namaz kılar
ve zekat verirlerse, sizin din kardeşiniz olurlar. Bilen kimseler için
âyetlerimizi uzun uzadıya açıklıyoruz.”
Eğer böyleleri tevbe eder,
kendini düzeltir, Allah’la ve kendisiyle barışık hale gelir, namazı ayağa
kaldırır, namazla hayatını özdeşleştirir, namazı ve namazla aldığı Allah
mesajını hayatına egemen kılar ve zekatını da verirse. Allah’a imanının gereği
olarak arınıp yücelmek için zekat gibi bir bedel ödemeye yönelirse o zaman onlar
sizin dinde kardeşiniz olurlar. Evet onlar namazı ikâme ederek Allah’la
ilişkilerini, zekatla da insanlarla ilişkilerini Allah’ın istediği gibi
düzenleme yoluna girerlerse onlar sizin din kardeşleriniz olurlar.
Tevbe dönüş demektir. Tevbe kişinin Allah’la
ilişkilerini gözden geçirip Onun istediğine yönelmek demektir. Ama sadece ben
tevbe ettim, ben döndüm demekle olmaz bu iş. Bu dönüşünü bizzat bireysel ve
toplumsal hayatında göstermesi gerekir. Dönüşündeki samimiyetini ortaya koymak
üzere namazı ikâme ederek bireysel ha-yatında, zekatı da vererek toplumsal
hayatında sadece Allah’a kul olduğunu, sadece Onu dinlediğini ortaya koyacak.
Malını ve canını Allah yolunda kullanacak, Allah’ın emrine teslim edecek.
Allah’ın belirlediği yasalar istikâmetinde bir ömür tüketecek.
İşte o zaman onlar sizin din
kardeşiniz olurlar. Yâni sadece canlarını ve mallarını emin kılmakla kalmayıp
sizin kardeşliğiniz şerefine de erişirler. Dinde sizin lehinize ne varsa onların
lehlerine de o vardır. Sevinçte, kıvançta, tasada sizinle beraber olur onlar.
Daha önceden babalarınızı, kardeşlerinizi öldürmüş bile olsalar onların din
kardeşleriniz olduğunu unutmayın. Öyleyse Allah’la ve insanlarla ilişkilerini
Allah’ın istediği şekilde düzenlemeyenler, küfür ve şirkten dönüş yapıp malları
ve canları konusunda Allah’ı söz sahibi bilmeyenler bizim kardeşlerimiz
değillerdir. Onların dinleri ayrı olduğu için bizimle kardeşlik bağları da
yoktur.
İşte Biz âyetlerimizi onları dinleyen,
onlara kulak veren, onların değerini bilen, onlara iman eden ve onlar
istikâmetinde bir hayat yaşayacak olanlar için böyle tüm boyutlarıyla ele alıp
açıklıyoruz.
12. “Eğer anlaşmalarından sonra,
yeminlerini bozarlar, dininize dil uzatırlarsa, inkârda önde gidenlerle savaşın,
Çünkü onların yeminleri sayılmaz, belki
vazgeçerler.”
Eğer onlar sizlerle anlaşma
yaptıktan sonra yeminlerini, anlaşma şartlarını bozarlar ve sizin dininize,
sizin inanç sisteminize karşı dil uzatırlar, hakarete yeltenirlerse, dininize
buğz ederlerse o zaman sizler de küfrün öncüleriyle, küfür imamlarıyla savaşın.
Çünkü böyle anlaşmalarına ihanet edenler ve sizin dinlerinize düşman kesilenler
küfrün öncülüğünü yapan kimselerdir ve sizler de onlarla savaşmak zorundasınız.
İşte böyle küfür liderleri, küfür önderleri ile savaşın ki onlar yeminleri
olmayan kimseler oldukları için belki bu tavırlarından vazgeçerler.
Evet demek ki böyle yeminleri
olmayan, sözleri olmayan, sözlerinde durmasını bilmeyen insanları bu tür
tavırlarından vazgeçirmenin tek yolu onların boyunlarını kırmaktan geçiyormuş.
Onların boyunlarını, güçlerini, ellerini kırın ki kötülük yapamasınlar. Evet
Allah’ın dinine savaş açan, Allah’ın dinine küfreden herkes küfrün lideridir,
küfrün başıdır, beynidir. Öyleyse Müslümanlar önce küfrün beyniyle, küfrün idare
merkeziyle savaşacaklardır. Onları takip eden çömezlerine daha sonra sıra
gelecektir. Eğer Allah’ın diniyle insanlar arasına giren bu engeller ortadan
kaldırılırsa dinin önü açılacaktır diyor Rab-bimiz. Böylece Allah Kâfirlerin
baskılarını, zulümlerini giderecek, onların tekebbürlerini, istikbarlarını
kıracak ve Müslümanları onların zu-lümlerinden
koruyacaktır.
Onların ele başlarıyla savaşırsanız,
onların boyunlarını kırarsanız belki bu tipler cesaretleri kırılır da
hainliklerine bir son verirler. Belki dine saldırma şeklinde Allah’a,
andlaşmalara riâyet etmeme şeklinde de insanlara karşı işledikleri ihanet
eylemlerini sona erdirirler. İşte şu anda meydanlarda kahrolsun şeriat
teraneleriyle ürenler, basınlarıyla, yayınlarıyla, televizyonlarıyla,
tiyatrolarıyla, sinemalarıyla, eğitim kurumlarıyla Allah’ın dinine küfredenleri
görüyoruz. Müslümanlar bunlarla savaşmak zorundadırlar. Savaşmalı ki bu
hainlerin cesaretleri kırılsın da Allah’ın dinine küfretmekten vazgeçsinler.
Karşılarında savaşacak Müslüman göremeyince daha çok cesaretleniyorlar ve
şirretliklerini artırıyorlar alçaklar.
Haydi bunlarla savaşı göze
alamıyor Müslümanlar da, Allah aşkına bunların gazetelerini de mi protesto
edemiyorlar? Yayın organlarını da mı proteste edemiyorlar? Onların ürünlerini
sahiplenerek destek olanlar hâlâ Müslüman kalabildiklerini mi zannediyorlar?
Allah’ın âyetlerini böyle az bir değere satanlar hâlâ Müslüman olduklarını
zannediyorlarsa vallahi aldanıyorlar.
Gerçekten onların kalplerinde yemin
edebilecek, gönüllerinde saygı duyulacak hiç bir kutsal değer yoktur. Ne söz
vermişlerse, ne ahdetmişlerse hepsi dillerindedir onların. Yemine, ahde vefaya
inanmayanlardan, yemine riâyet de beklenemez. Böyleleriyle hiç bir anlaşma
yapılamaz. Bunların hiç bir sözlerine güvenilemez. Bunlar sadece savaştan, kaba
kuvvetten anlarlar. Sadece boyunları vurulmalı ki bu küfür ele başlarının o
zaman yaptıklarına bir son versinler. Ele başları gebertilince çömezleri
dağılsın, onları takip edenler de onların yaptıklarını yapamaz hale gelsin diyor
Rabbimiz.
13. “Yeminlerini bozan,
peygamberi sürgüne göndermeye azmeden bir toplumla savaşmanız gerekmez mi ki,
önce onlar başlamışlardır? Onlardan korkar mısınız? Eğer inanıyorsanız bilin ki
asıl korkmanız gereken Allah'tır.”
Hâlâ yeminlerini bozan,
ahidlerinden dönen ve peygamberi sürgüne göndermeye azmeden, saldırıda önce
davranan, saldırıda öncelik hakkını size bırakmayan bir güruhla savaşı göze
alamayacak mısınız? Böyleleriyle savaşmaz mısınız? Yoksa onlardan korkuyor
musunuz? Evet yeminlerini bozan, size karşı savaşın kıvılcımlarını ilk defa
kendileri başlattıkları için zâlim olan, size hayat hakkı tanımayan, Allah’ın
kendileri için bir şeref, bir rahmet kapısı olarak açtığı bir peygamberi -o
peygamber onların arasındayken Allah’ın kendilerine azap edici olmadığını beyan
etmiştir- vatanından çıkarıp sürgüne göndermek isteyen bu insanlarla savaşmaktan
korkuyor musunuz? Savaşamayacak mısınız bu Kâfirlerle. Eğer gerçek mü’min
iseniz, Allah’a imanda ısrarlıysanız bilesiniz ki gerçekten Allah kendisinden
korkulmaya daha lâyıktır. Yâni eğer korkunuz korkulanın büyüklüğünden dolayıysa
unutmayın ki Allah daha büyük olandır. Daha güçlü olan Allah’tır. Allah sizi
koruduğu müddetçe, Allah izin vermedikçe o Kâfirlerin size karşı yapabilecekleri
hiç bir şey yoktur. Onlardan korkup savaşı terk edeceğinize Allah’tan korkup
savaşa yürüyün. Değilse Allah’ın isteklerinden kaçtığınız zaman başınıza
gelecekleri siz düşünün diyor Rabbimiz.
İnandığınız Allah uğrunda savaşmaya
değmez mi? İnandığınız Peygamber uğrunda savaşmaya değmez mi? Dininiz uğrunda
savaşmaya değmez mi? Allah’la savaşan, peygamberle ve Müslümanlarla savaşan
Kâfirler savaşı çoktan hak etmiştir. Allah’ın diniyle insanlar arasına girenler,
insanların Rab’lerine kulluğunu engelleyenler, din eğitimini yasaklayanlar,
Allah’ın dinini saklayarak insanlara işte din budur diye resmî dinler sunanlar,
İslâm’a ve Müslümanlara hayat hakkı tanımayanlar savaşı çoktan hak etmiştir.
Allah’ın elçisini ve onun yolunun yolcularını sürgüne mahkum edenler, susturmaya
çalışanlar savaşı çoktan hak etmişlerdir. Onlarla savaşı göze alamadığınız
takdirde, başınıza gelecek belâları bekleyin diyecek
Rabbimiz.
14,15. “Onlarla savaşın ki Allah
sizin elinizle onları azaplandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de
mü'min-lerin gönüllerini ferahlandırsın, kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah
dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah Bilendir,
Hakîmdir.”
Onlarla kıyasıya savaşın ki Allah
sizin ellerinizle onlara azap edip, onları rezil rüsva etsin. Onlarla savaşın ki
Allah onları sizin ellerinizle cezalandırsın. İşte Allah’ın dünyadaki azabının
mânâsı budur. Allah’ın azabından dünyada anlaşılması gereken budur. Allah
dünyada birilerine birilerinin eliyle böyle azap eder. Terör, anarşi, savaşlar,
harpler, darplar, kıtaller ve doğal afetlerle Allah azap eder dünyada kullarına.
Bütün bunlar Allah’tan bağımsız değerlendirilemez. Bu Allah’ın yeryüzünde
koyduğu bir yasasıdır.
Evet Allah’ın bu dünyada onlara sizin
ellerinizle, sizin sebebinizle azap edip, onları rezil rüsva etmesi için sizler
onlarla savaşın. Ve bir de onlara, o kâfirlere karşı size yardım edip, sizi
destekleyip inananların kalplerine ferahlık vermesi için savaşın. Böylece
insanlardan kâfirlere azap etsin, mü’minlerin kalplerine de yardımıyla,
desteğiyle şifa versin. Yâni mü’minlerin kalplerindeki öfkeyi dindirsin ve
böylece hak açığa çıksın, hak yerini bulsun, mü’minler bunu açıkça görsünler de
gönüllerindeki öfke dinsin.
Hani şu anda Allah’la, Allah’ın
diniyle, mü’minlerle savaşanları gördükçe bizler de kahroluyoruz ya. Allah
onları kahretsin diye beddualar ediyoruz. Rabbimiz diyor ki burada, ey
Müslümanlar bu işi sadece duayla bırakmayın. Savaşın onlarla da Allah sizin
ellerinizle onlara azap etsin. Ve böylece de kalplerinizdeki öfkelerinize şifa
versin. Zira Allah her şeyi bir yasaya bağlamıştır. Sebepsiz bir şey yarat-mıyor
Rabbimiz. Sizler Allah’ın kılıçları olmak zorundasınız. Sizler Allah’ın
kahırları olmak zorundasınız. Allah adına savaşmak zorundasınız. Böylece
ezilmişlikten, horlanmışlıktan kurtulursunuz. Allah’ın yardımıyla izzet ve
şerefe ulaşmış olursunuz. Göğüsleriniz genişlemiş, şifa bulmuş olacaktır
buyuruyor. Mâzeretsiz şikâyetlerden de kurtulmuş olacaksınız. Unutmayın ki bir
toplum içinde olanları değiştirmedikçe Allah onları asla değiştirmeyecektir
buyuruyor.
16. “Allah, içinizden cihad
edenleri; Allah'tan, peygamberinden ve inananlardan başka sırdaş edinmeyenleri
ortaya çıkarmadan sizi kendi halinize bırakacak mı zannediyorsunuz? Allah
işlediklerinizden haberdardır.”
Yoksa sizler, içinizden Allah’ın
istediği bir hayatı gerçekleştirme konusunda tüm gücüyle cehd-ü gayret gösteren,
Allah’ın iradesinin, Allah’ın dininin egemenliği adına cihad eden, Allah’tan,
peygamberinden ve mü’minlerden başkasını sırdaş, dost edinmeyen kimseleri seçip
açığa çıkarmadan kendi halinize terk edileceğinizi mi zannediyorsunuz? Öyle mi
hesap ediyorsunuz ki Allah sizi bu konularda bir denenmeye, bir imtihana tâbi
tutmayacak? Sizi bir takım imtihan potalarından geçirmeden öyle başıboş
bırakıvereceğini mi zannediyorsunuz? Unutmayın ki Allah sizin yaptıklarınızın
tümünden haberdardır. Unutmayın ki tüm hayat bir imtihan salonudur ve sizler de
hayatın her bir saniyesinde denenmektesiniz.
Rabbimizin bu âyetinin beyanıyla
denenme konuları bunlardır. Allah yolunda cihad , Allah’tan, O’nun Resulü ve
mü’minlerden başkalarını dost ve sırdaş edinmemek. Her iddia bir ispat ister.
Allah’a iman eden kişi Allah yolunda malını ve canını fedâya hazır olan kişidir.
Allah’a inandım iddiasında bulunan kişi Allah’tan, elçisinden ve mü’-minlerden
başkasını asla dost bilmeyecektir. Allah dostlarını dost bilecek, düşmanlarını
da düşman bilecektir. Allah kimin ne olduğunu zaten bilmektedir, ama bunun açığa
çıkarılıp insanlar tarafından da bilinmesini istiyor. Ve herkesin elinde
belgesinin olmasını istiyor. Kim-senin bir itiraz hakkının kalmamasını istiyor.
Bu dünyada kim hangi iddiada bulunmuşsa Rabbimiz onu gerçekleştirebileceği
imkânlar veriyor ve deniyor onu. Ciddi mi inanmış? yoksa yalancı mı? bunu açığa
çıkarıyor. İşte bu âyetten bunu anlıyoruz.
17. “Puta tapanların kendilerinin
inkârcı olduklarını itiraf edip dururken Allah'ın mescidlerini onarmaları
gerekmez. Onların işledikleri boşa gitmiştir, cehennemde temelli
kalacaklardır.”
Müşriklerin üzerine düşmez.
Allah’a ortak koşanlar küfürlerine, şirklerine, kendi bozuk düzen hayatlarına
bizzat kendileri şahit olup dururlarken Allah’ın mescidlerini imar etmek,
onarmak onlara düş-mez. Onlara lazım değildir bu iş. Mekke müşrikleri Mekke’nin,
Kâbe-nin kendilerine ait olduğunu, onun imarıyla, yönetimiyle kendilerinin
yetkili olduklarını iddia ediyorlardı da Rabbimiz böyle
buyurdu.
Peki mescidleri imar deyince ne
anlayacağız? İmar, umre ay-nı kökten gelir. Sürekli dönüp dolaşıp mescidi
ziyaret etmek. Mescid merkezli bir hayat yaşamak demektir. Allah’ın mescitlerini
ziyaret et-mek, Allah’ın mescidlerine sahip çıkmakla övünmeye çalışıyorlardı
müşrikler. İşte Rabbimiz diyor ki şirkinize bizzat kendiniz şahitken, Al-lah’ın
mescidini putlarla doldurup onlar egemenliğinde bir hayattan yanayken o
mescidleri imar size gerekmez. Bu size düşmez. Sizin böyle bir yetkiniz yoktur.
İmar bir de onarmak, tamir etmek, ayağa
kaldırıp fonksiyonlarını icra edecek hale getirmek anlamına da gelir. Mescidleri
imar orada sadece Allah egemenliğini gerçekleştirmek, sadece Allah’ın adının
anılmasını, sadece Allah’ın hamd edilmesini gerçekleştirmektir. Şimdi buna göre
o mescidlerde Allah egemenliği yerine putların egemenliğini tercih eden, o
mescidlerde Allah kullarının Allah’a kulluğuna engel olan, o mescidlerde
insanların özgür bir şekilde Rabbim Allah demelerine izin vermeyen, namaz
kılmalarına, Allah’ı secde etmele-rine müsaade etmeyen bu müşriklerin o
mescidlerle ne ilgileri olabilir ki?
Öyle değil mi? O mescidlerde
Allah’tan başka herkesin adının yüceltilmesine izin verdikleri halde Allah’ın
adının yüceltilmesine izin vermeyen, Allah’a hayat hakkı tanımayan bu
müşriklerin bu işle ne ilgileri olabilir ki? Namaz kılmak için mü’minleri o
mescide sokmayan kimselerin o mescidin imarıyla ne ilgileri olabilir ki?
Mescidlerde Allah’ın âyetlerinin açıkça duyurulmasına izin vermeyen, ancak
kendilerinin izin verdikleri kadar duyurulmasına müsaade edenlerin bu
mescidlerle ne ilgileri olabilir ki? Mescidleri aslî fonksiyonlarının dışına
çıkaran, orada sadece kendi kanunlarını, kendi talimatlarını yüceltmeye çalışan,
uyguladıkları şirk programlarıyla insanlarla o mes-cidler arasına barikatlar
koyarak oraları cemaatsiz bırakanların o mescidlerle ne ilgileri olabilir ki?
Nereden alıyorlar bu adamlar bu yet-kiyi? Bu adamların hem Allah’a hem de
putlara, şeriklere, tâğutlara böyle birbirine zıt iki kulluk iddiaları hiçte
doğru değildir.
Böyle şirk içinde bir hayattan yana
oldukları için zaten onların tüm amelleri boşa gitmiştir. Tüm eylemleri boşa
gitmiştir. Zaten sadece Allah için olmayan bir amele amel denmez. Mescidleri de,
imarları da Allah’a imanlarından kaynaklanmıyor. Fırsatını bulsalar oraları
yıkarlar, harap ederler.
Yine tüm arzın mescid olduğunu
düşünürsek tüm arz mescidinde hâkimiyet kâfirlerin, müşriklerin elinde
olmamalıdır. Böyle bir şeye onların yetkileri ve hakları yoktur. Allah’a yetki
sınırlandırması getiren, Allah’ın yetkilerini gasp edip O’nun yasaları yerine
kendi yasalarını egemen kılmaya çalışan bu insanların yeryüzünü imar et-meleri,
yeryüzünde adâleti ikâme etmeleri, salahı gerçekleştirmeleri asla mümkün
değildir. Müşriklerin böyle bir yetkileri de, dertleri de yoktur diyor
Rabbimiz.
18. “Allah'ın mescitlerini
sadece, Allah'a ve âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekat veren ve ancak
Allah'tan korkan kimseler onarır. İşte onlar doğru yolda bulunanlardan
olabilirler.”
Allah’ın mescidlerini imar, tüm
yeryüzü mescidini düzenleme, yeryüzünün yapılanması sadece Allah’ı ve âhiret
gününe inanan, namazı ikâme eden ve sadece Allah’tan korkan, sadece Allah için
bir hayat yaşayan, Allah’tan başka hiç kimseden korkmayan kimselerin hakkıdır.
Bu yetki, bu hak sadece bu özellikleri taşıyan mü’minlere aittir. Allah insan
ilişkilerini Allah’ın istediği gibi ayarlama mânâsına gelen namazı ikâme
edenler, insanların kendi aralarındaki ilişkilerini Allah’ın istediği gibi
ayarlama anlamına gelen zekatı verenler ve de Allah’tan başka hiç kimseden
korkmayanların işidir tüm arz mescidinin imarı. Arzda düzen yapma, yeryüzünde
yapılanma gerçekleştirme, yeryüzünde egemen olma sadece bunların hakkıdır. İşte
ancak bunlar mühtedidirler. Ancak bunlar doğru yoldadırlar ve bunların
yapacakları düzen, doğru düzendir.
Allah’a Allah’ın istediği gibi
inanmayan, âhiret endişesi taşımayan, yaptıklarından dolayı hesaba
çekileceklerine inanmayanların, namazı ikâme, zekatı verme gibi, yâni bireysel
ve toplumsal hayatı Allah’ın istediği gibi düzenleme diye bir derdi olmayanların
mescidleri imar etmeleri, tüm arz mescidinde Allah’ın istediği düzeni kurmaları
mümkün değildir. Yine Allah’tan başkalarından korkan kimseler mes-cidleri
korktukları kimseler adına inşa ederler. Orada korktukları kimselerin adının
yüceltilmesine sa’y ederler. Onların yasalarının hamdi-ne sa’y ederler. Ama
sadece Allah’tan korkanlar sadece Onun adının yüceltilmesine, sadece Onun
yasalarının hamd edilmesine sa’y ederler.
O halde bu mescidlere biz kendimiz
sahip çıkmak zorundayız. Bu mescidler bizimdir. O mescidleri kâfirlere ve
müşriklere bırakma-yacağız. Dinin eğitim ve öğretiminin gerçekleştirileceği
ibadet kurumlarımızı, eğitim kurumlarımızı kendimiz oluşturmak zorundayız.
Oralarda kendimiz egemen olmak zorundayız. Programlarımızı kendimiz yapmak
zorundayız. Bunları müşriklerden bekleyecek olursak şirke bulaşmaktan kendimizi
de çocuklarımızı da kurtarmamız mümkün olmayacaktır. Allah’ın dinini, Allah’ın
kitabını sansürsüz anlama imkânımız olmayacaktır. Dinimizi müşriklerden, onların
programlarından öğrenmeye kalkışırsak asla Allah’ın istediği hidâyete ulaşma,
mühtedi olma imkânımız olmayacaktır.
19. “Hacca gelenlere su vermeyi,
Mescid-i Haramı onarmayı, Allah'a ve âhiret gününe inananla, Allah yolunda cihad
edenle bir mi tuttunuz? Allah katında bir olmazlar; Allah zulmeden milleti doğru
yola eriştirmez.”
Yoksa sizler ey müşrikler,
yalnızca hacılara su vermeyi, sadece Mescid-i Haram’ı onarıp ziyaret etmeyi
Allah’a ve âhiret gününe iman etmek ve bu imanın gereği olarak Allah yolunda
cihad etmekle, imanın yaşanması adına tüm imkânlarla cehd-ü gayret etmekle bir
mi tutuyorsunuz? Bunları eş değerde mi zannediyorsunuz? Hayır, hayır! Allah
katında bunlar asla birbirine eş değer değildir. Allah’a göre bunlar asla bir
olmaz. Allah katında asla mü’minlerle müşrikler bir olmaz. Allah katında asla
mü’minlerin amelleriyle müşriklerin amelleri bir olmaz. Allah katında asla
mü’minlerle müşriklerin makamları bir değildir.
Unutmayın ki dindarlık
gösterisiyle gerçek dindarlık bir değildir. Dış formları birbirine benziyor diye
müşriklerin şekilden ibaret olan hareketleriyle mü’minlerin imandan kaynaklanan
kulluklarını bir tuttu-ğumuzu mu zannediyorsunuz?
Yâni sizlerin ruhsuz bir biçimde,
sadece şekil olarak bazı dini formalite ve törenleri icra ederek dindarlık
gösterisinde bulunmanız gerçek iman ve gerçek takva değildir. Gerçek iman bir
takım hareketleri yapmaktan ibaret değildir. İnsanlar dış görünüşüne bakarak bu
ikisini bir zannedebilirler. Ama gönüllerin hâsılasını bilen, kalplerin özüne
sahip olan Allah asla müşriklerin amelleriyle mü’minlerin amellerini bir tutmaz.
Allah böyle dini törenselleştiren zâlimleri asla hidâyete ulaştırmaz.
Evet o gün müşrikler bu yaptıklarıyla
övünüyorlar ve yaptıkları bu hizmetlerle Allah’ın istediği yolda olma iddiasında
bulunuyorlardı. Hattâ kitap ehliyle yollarının, dinlerinin sağlamasını yapmaya
çalışıyorlardı. Söyleyin ey ehl-i kitap, bizim yolumuz mu daha doğru? Yoksa
Muhammed’in yolu mu? diye. Biz Allah’ın beytini ziyarete gelenlere su dağıtıyor,
Allah’ın beytinin bakımını, onarımını gerçekleştiriyoruz diyorlardı. Allah da
buyurdu ki biz müşriklerle, mü’minleri asla denk tutmayacağız. Allah asla
küfürden ve kâfirlerden razı olmaz. Allah as-la kâfirlerin ve müşriklerin
yaşadıkları hayatı onaylamaz.
20. “İnanan, hicret eden ve Allah
yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimselere Allah katında en büyük
dereceler vardır. İşte kurtulanlar onlardır.”
İman edenler, imanlarını
yaşamalarına imkân bulamadıkları ortamlardan başka ortamlara hicret edenler.
İmanlarını yaşayabilmek için Allah yolunda her türlü çaba ve gayreti
gösterenler. Malları ve canlarıyla cihad edenler Allah katında en büyük
makamlara sahiptirler. İşte kurtulanlar bunlardır.
Allah’a Allah’ın istediği gibi iman
edenler ve bu imanlarını yaşayabilmek için, imanlarını hayatlarında
görüntüleyebilmek için, iman kaynaklı bir hayatı gerçekleştirebilmek için zulmün
kendisinden de, zulmün diyarından da hicret edip uzaklaşanlar, bunun için
mallarından ve canlarından vazgeçebilenler, mallarını ve canlarını gözden
çıkarabilenler Allah katında en yüce makamlara sahip olanlar ve kurtulanlardır.
Allah’a, Allah’ın istediği gibi iman edip bu
imanlarını pratiğe dökebilmek için evlerini, yurtlarını, mallarını, mülklerini,
dükkanlarını tezgahlarını terk edenler, Allah’a kulluğa imkân bulamadıkları
ortamlarını, imkânlarını, fırsatlarını terk ederek Allah’a kulluğu icra
edebilecekleri başka ortamlara, başka konumlara hicret edenler, Allah’ın
haramlarından helâllerine hicret edenler, kötülerden, kötülüklerden
uzaklaşanlar, küfürden, isyandan şirkten, İslâm’a hicret edenler, Allah’ın
arzında Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kulluk edebilecekleri, Allah’ın
dinini daha güzel yaşayabilecekleri bir ortama koşanlar, Rabbim Allah dedikleri
için işlerinden atılanlar, yurtlarından çıkarılanlar, mesleklerini kaybedenler,
bu uğurda mallarını ve canlarını ortaya koyarak Müslümanca kalabilmeye
direnenler, işkencelere uğratılanlar işte onlar Benim katımda en yüksek
makamlara sahiptirler buyuruyor Rabbimiz.
Ben onları hem dünyada, hem de Ukba’da
gerçek kurtuluşa, gerçek başarıya ulaştıracağım. Onların tüm günâhlarını, tüm
kusurlarını, tüm falsolarını, tüm geçmişlerini örtecek, tüm günâhlarını
sıfırlayacak, tüm problemlerini bitirecek ve kurtuluşa erdireceğim. Allahu
Ekber! Allahu Ekber! Ne büyük bir müjde değil mi? İşte kurtuluşa er-menin yolu.
İşte kazançlı çıkmanın formülü.
Öyleyse haydi buyurun Allah’a,
Allah’ın istediği gibi iman edin. Allah’ın tek Rab, tek Melik, tek İlâh
olduğuna, hayatınıza karışacak Ondan başka Rab, Melik ve İlâh olmadığına iman
edin. Ondan başka hayata egemen varlık olmadığına iman edin. Müşrikler gibi
şirket içinde bir imandan yana olmayın. Allah’tan başka hayata karışacak tüm
sahte tanrıları reddedin. Sadece Onu dinleyin. Sadece O’nun çektiği yere gidin.
Küfrün, şirkin, isyanın her çeşidinden, Allah’a hicret edin. O zaman kesinlikle
bilesiniz ki kurtulanlardan, başarıya ulaşanlardan olacaksınız Allah’ın izniyle.
Bakın böyle yaşayan mü’minlere ne varmış:
21,22. “Rab’leri
onlara katından bir rahmet, hoşnutluk ve içinde tükenmez nîmetler bulunan ebedî
ve temelli kalacakları cennetleri müjdeler. Doğrusu büyük ecir Allah
katındadır.”
Rab’leri onları kendi katından
bir rahmet, bir hoşnutlukla müj-deleyecek. Allahu Ekber! Allahu Ekber! Allah
katından bir rahmet ve hoşnutluk. Onlar dünyada Rab’lerini razı etmişler,
Rab’lerini hoşnut edecek bir hayat peşinde olmuşlar, Rab’leri de onları
hoşnutlukla karşılayacak. Onlar dünyada Rab’lerinden razı olmuşlar. Rablerinin
rubûbiyetinden, Rab’lerinin isteklerinden razı olmuşlar. Hukuk adına,
kılık-kıyafet adına, kazanma harcama adına, eğitim adına, hayat adına Allah’ın
yasalarından razı olmuşlar, Allah da onları rızayla kar-şılıyor. Onlar Allah’tan
ve Onun hayat programından razı olmuşlar, Allah da onların razı olacağı bir
cennet hazırlamış. Öyle bir cennet ki içinde bitmez tükenmez nîmetler vardır ve
üstelik onlar orada ebedîyen kalıcıdırlar. Kesintisiz nîmetlerle donatılmış
cennetler onları beklemektedir. Çünkü katında böyle yüce mükâfatlar bulunan
sadece Allah’tır.
23. “Ey inananlar! Babalarınızı,
kardeşlerinizi küfrü, imana tercih ediyorlarsa dost edinmeyin. Sizden onları kim
dost edinirse doğrusu kendine yazık etmiş olur.”
Sizler ey iman edenler! Eğer
kalben imandan çok küfre meylediyorlarsa, küfrü imana tercih ediyorlarsa baba ve
kardeşlerinizi dost bilmeyin. Onları velî edinmeyin. Sizden kim böylelerini velî
edinirse, dost bilirse doğrusu onlar kendilerine yazık etmiş kimselerdir.
Sakın ha babalarınız ve kardeşleriniz
eğer imandan çok küfre yakınlarsa, tercihlerini imandan çok küfür lehinde
kullanıyorlarsa onları evliya kabul etmeyin. Sözü dinlenecek yegâne varlık
bilmeyin. Hayatınızda karar mevkiine oturtmayın onları. Velâyetinizi onlara
ver-
meyin. Ne
zaman? Küfrü imana tercih ettikleri zaman. Kâfirliği mü’-minlikten üstün
tuttukları zaman. Yâni sizden imanı değil de küfrü ve şirki icrayı istemeye
kalkıştıkları zaman. Bu durumda kesinlikle onları dinlemeyin, onlardan yana
olmayın buyurarak mü’min kullarının kafasında bir zihniyet devrimi
gerçekleştiriyor Rabbimiz. Kan bağlarının üzerinde, fiziki değerlerin üzerinde
çok muazzam bir değer, çok yüce bir bağ getiriyor.
Sizden kim onları sığınılacak bir dost
olarak görür, onların ve-lâyetlerini kabul eder, onların kararlarını Allah
yasalarına tercih etmeye kalkışırsa; onlar zâlimlerin taa kendileri olurlar.
Hakikati ters yüz etmiş, hakikati alabora etmiş olurlar. Allah’ın tek Rab, tek
İlâh ve tek Velî olma hakikatine ve insanların da sadece Onu dinleme, sadece
Onun velâyeti altına girme gerçeğine zulmetmiş olurlar. Allah’a ve kendilerine
zulmetmiş olurlar. Allah’ın kendilerini görmek istediği kulluk ortamından çıkmış
olurlar.
Evet babalarımız ve kardeşlerimiz bile
olsa küfrü imana tercih edenlerle bizim velâyet ilişkimiz yoktur. Kâfirlerin
mü’minlerle, mü’-minlerin de kâfirlerle asla bir velâyet ilişkileri olamaz. Eğer
sizler mü’-minler olarak bunu yapmazsanız, yâni sadece mü’minleri velî bilmez,
sadece mü’minler olarak aranızdaki velâyet bağlarını pekiştirmezseniz,
aranızdaki dostluk ve dayanışmalarınızı sağlamlaştırmazsanız, velîlerinizi,
valilerinizi, idarecilerinizi kendinizden seçmez, kâfirlerin ve müşriklerin
velâyeti altında bir hayata razı olursanız kesinlikle bilesiniz ki kendi
kendinize yazık etmiş olacaksınız, Allah’ın istediği Müs-lümanca ve özgürce bir
hayata ulaşamayacaksınız.
Eğer küfrü imana tercih edenleri velî
kabul edecek olursanız kesinlikle bilesiniz ki onlar sizi imanlarınızdan koparıp
kendi küfürlerine, kendi cehennemlerine götüreceklerdir. Öyleyse akıllarınızı
başlarınıza alın da sakın onların yoluna, onların yörüngesine girmeyin. Onların
düşüncelerine, onların anlayışlarına kapılıp, onların girdaplarına düşüp,
onların anaforlarına kapılıp tıpkı onlar gibi sizler de dünyanızı ve âhiretinizi
kaybetmeyin. Bu tehlikeyi çok iyi bilen Rabbimiz ısrarla kitabının her bir
sûresinde bu konuda bizi uyarmaktadır.
Kâfirlerle,
ister Yahudi olsun, ister Hıristiyan olsun, ister müşrik ya da ateist olsun
onlarla velâyete yaklaşan, onların velâyetleri altına giren, onların aldıkları
kararları uygulamadan yana bir tavır sergileyen Müslümanların imanları nifaka
dönüşüyor. Allah’a teslimiyetleri değerini kaybediyor ve sonunda bu insanların
Allah’la ilişkileri kopup gidiyor.
Çünkü Allah
düşmanı kâfirlerin velâyetini kabul etmek, onlarla birlikte oturup kalkmak,
onların İslâm’a ve Müslümanlara saldırılarında onların yanında olup onları
desteklemek, kâfirlere içten içe sevgi beslemek imanla asla bağdaşmaz. Çünkü
Allah’a bağlılık imandır. Allah’ı velî ve dost kabul etmek imandır. Allah’ın
velâyeti altına girip tüm hayatında Onun kararlarını uygulamak imandır. Allah’a
iman eden, Allah’ın koruması altına giren mü’minlerle dostluk kurmak, onlarla
velâyet ilişkisi içine girmek imandır.
Bu gerçekten hareketle bir mü’min eğer
dünya işlerinde, bi-reysel, sosyal, ailevi, toplumsal, ekonomik, siyasal
hayatında, âhirete müteallik işlerinde, yâni hayatının tüm alanlarında
kendisiyle ilgili tüm problemlerinde bir dostluk, bir velâ ilişkisi içine
girecekse, birileriyle birlikte hareket edecekse, birileriyle istişare edecek,
birilerinin kararına başvuracaksa, birilerinden akıl danışacaksa kendisine velî
olarak, dost olarak ancak ve ancak Allah dostluğuna ehil mü’minleri seçecektir.
Mü’minleri sevecek, mü’minleri dost bilecek, mü’minleri velî bilecek, mü’minlere
bağımlı olacak, mü’minlerin derdini, tasasını kendi tasası, sevincini kendi
sevinci, başarısını kendi başarısı bilecektir. Tüm işlerini, tüm hayatını,
siyasetini, ekonomisini, eğitimini, sosyal ve bireysel hayatını, aile hayatını
mü’minlere göre düzenleyecek, hesabında mü’minler olacaktır.
Evet,
Müslüman izzet ve şerefi Müslümanlarda ve Müslümanlarla birliktelikte
görecektir. Kâfirlerin, müşriklerin yanında zerre kadar bir izzet ve şeref
görmeyecektir. Kâfirlerle beraber olması ona tüm dünyayı kazandıracak olsa bile
onları mü’minlere tercih etmeyi aklının ucundan bile
geçirmeyecektir.
24. “De ki: “Babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun
gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan
peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu
gelene kadar bekleyin. Allah fâ-sık kimseleri doğru yola
eriştirmez.”
Ey peygamberim de ki, eğer
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız,
mensubiyetiniz, grubunuz, kliğiniz, kazandığınız mallarınız, kesatından, kötüye
gitmesinden korktuğunuz ticaret ve içine kurulduğunuz hoşunuza giden evleriniz
size Allah ve Resulünden, Onun yolunca cihad etmekten daha sevimli geliyorsa
Allah’ın buyruğu gelinceye kadar bekleyin. Eğer şu sayılanlar hatırına, onlar
sevgisi sebebiyle Allah yolunda cihadı terk ederseniz Allah’ın sizin için
yazdığı kötü sonu, zillet ve meskeneti, horluk ve hakirliği bekleyin.
Allah yolunda savaş insanı bu
sevdiklerinden koparır. Savaş tüm dünyayı gözden çıkarma işidir. Savaş insanın
rahatını kaçırır. Esasen şu yukarda sayılanlar Allah’a kulluk yolunda
kullanıldığı zaman güzeldir. Ama bunlar insanı Allah’a kulluktan engellemeye,
Allah’ın istediklerini icra etmekten kösteklemeye ve Cennet yolunda barikatlar
olmaya başlamışlarsa işte tehlike başlamış demektir.
Baba, evlât, çoluk, çocuk, eş, kardeş,
hısım, akraba, mal, mülk, ticaret, ev, bark bunların hepsi Allah’ın bu dünyada
bize lütfettiği birer metaadır, geçimliktir. Rasulullah efendimizin bir
hadisinin beyanıyla bütün bunlar ana karnından itibaren Cenâb-ı Hakkın biz
kullarına tahsis buyurduğu rızıklardır.
Yine
Rabbimizin Âl-i İmrân sûresinin beyanıyla bütün bunlar insana sevdirilmiştir,
süslü gösterilmiştir. Ama unutmayalım ki dünya hayatının bu geçici metaları
yanında Allah katında olanlar çok daha hayırlı, çok daha kalıcıdır. Bunların
hepsi bir gün gelecek bitecektir. Ama Allah yanında olanlar, Allah katında
olanlar ise bitmeyecek, tükenmeyecek, ölmeyecek, solmayacak ebedî
güzelliklerdir. İşte bakın Rabbimiz bunlarla onların bir mukayesesini yapıyor.
Söyleyin bakalım ey mü’minler, sizin için bunlar mı daha sevgili, yoksa Allah
mı? Bunlar mı daha sevgili, yoksa Allah yolunda cihad mı? Eğer bunlar sevgili
geliyor ve o yüzden cihadı terk ediyorsanız Allah’ın belâsını bekleyin.
Sevgi Allah içinse değerlidir. Allah ve
Resulünün sevgisi her şeyin sevgisinden üstte olmalıdır. Hiç bir şey mü’mine
Allah ve Resulü kadar sevgili olamaz. Çünkü hiç bir şeye ve hiç bir kimseye
Allah’a borçlu olduğumuz kadar borçlu olamayız. Bunlar hatırına Allah yolunda
cihaddan uzaklaşanlar fâsıklardır ve Allah asla fâsıkları doğru yola ulaştırmaz,
başarıya ulaştırmaz, hidâyete ulaştırmaz. Dünyada da, ukba’da da rezil ve
perişan eder onları.
25. “Andolsun ki Allah size
birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği fakat bir faydası da
olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip de bozularak arkanıza
döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti.”
Muhakkak ki Allah bir çok savaş
alanlarında yardım etmiştir. Özellikle Huneyn günü Allah’ın yardımı ve desteği
size ulaşmıştı. Hani orada, Huneyn’ de çokluğunuz sizi gurura sevk etmişti.
Sayısal çokluğunuza güvenip mağrur olmuştunuz. Lâkin bizzat gördünüz ki o
çokluğunuz hiç bir işe yaramamıştı. Bedir’de karşımızdaki düşmanın üçte
biriydik, ama şimdi düşman bizim üçte birimiz diye gururlanmıştınız. Zaferi
sayısal çoklukta görerek gurura kapılmıştınız. Oysa ne oldu? Olanca genişliğine
rağmen yeryüzü size dar gelmişti. Düşman karşısında bozguna uğrayarak arkanıza
dönüp kaçtınız. Taban kaldırdınız. Hem de peygamberinizi beraberinde az sayıda
candan inanmış yiğitle birlikte geride bırakarak kaçtınız. Allah’a güveni ve
tes-limiyeti sonsuz olan Resul siz dağılıp kaçmaya başlayınca sizin
arkanızdan:
“Ey Müslümanlar! Ben Allah’ın
elçisiyim! Bunda yalan yok! Ben Abdul’ Muttalib’in oğluyum! Bunda yalan yok!
Kaçmayın!
diye bağırarak sizi geriye çağırmıştı. Sonra
yerden bir avuç kum alıp düşman tarafına atmış ve o kumlardan gözlerine isabet
etmemiş bir tek kâfir kalmamıştı. Hatırlasanıza, böyle bir ortamda bile, sizin
kaçtığınız bir savaş meydanında bile Allah yardımını size ulaştırmış ve sizi
galip getirmişti. Savaşları idare edenin, yönlendirenin, sonucunu belirleyenin
sadece kendisi olduğunu, zaferin tamamiyle kendi elinde olduğunu, bunun sayısal
çokluk ya da azlıkla bir ilgisinin olmadığını, dilediklerini galip,
dilediklerini de mağlup edecek güçte olduğunu ayan beyan size göstermişti.
Unutmayın ki başarıyı, zaferi Allah’a değil de cahili güç anlayışlarına, sayısal
güç anlayışlarına endekslediğiniz anda sizin için kayıp başlamış demektir.
Huneyn savaşını anlatıyor Rabbimiz.
Mekke’nin fethinin hemen arkasından Rasulullah efendimiz Mekke’yi fetheden on
bin ki-şilik ordusuna yeni katılan Mekke’li yeni Müslümanlarla birlikte on iki
bin kişilik bir orduyla Taif taraflarında kendilerine saldırı niyeti için
hazırlık yapan Beni Sakif ve Havazin kabileleri üzerine yürüdü. Müslüman’ların
önceki savaşlarından çok farklı bir savaştı Huneyn savaşı.
Çünkü Müslümanlar ilk defa
düşmanlarının yaklaşık üç katıydı. Rabbimiz burada Müslümanlara çok muazzam bir
mesaj verdi. Sayılarının çokluğuna güvenen Müslümanlar düşman tarafından pusuya
düşürüldüler de mutlak sûrette mağlubiyetle sonuçlanacak olan bir savaş
Rabbimizin yardımı ve desteğiyle birdenbire zafere dönüştürülmüş ve böylece
Rabbimiz zaferin çoklukta değil sadece Allah katında olduğu konusunda
Müslümanları merhametiyle eğitivermişti. O günkü Müslümanlar ve bugün bizler
kesinlikle anladık ki zafer Allah’tan bağımsız değerlendirilemez.
Evet işte bu Allah’ın değişmeyen bir
yasasıdır. Müslümanlar hangi dönemde,
hangi coğrafyada olurlarsa olsunlar, Allah’ın istediği gibi Müslüman oldukları
sürece, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşadıkları sürece, Allah’a tam
güvendikleri sürece, Allah’ın yardımına ehil oldukları sürece kesinlikle
bilesiniz ki Allah’ın yardımı ve desteği onlar üzerinedir. Sayıları ne olursa
olsun böyle Allah desteğinde oldukları sürece onlarla savaşan kâfirler her zaman
karşılarında önce Allah’ı bulacaklar ve her zaman mağlup olup kaçacaklardır.
Allah desteğindeki Müslümanlar karşısında onların bir başarıya ulaşmaları asla
mümkün olmayacaktır.
Ama eğer Müslümanlar Allah’ın
sünnetine, Allah’ın bu top-lumsal yasalarına boyun eğmezler, zaferi Allah’a
teslimiyette bil-mezler, Allah yasalarını ihlâl ederek, Allah’ın istediği
kulluktan çıka-rak, peygamber (a.s)’ın emir ve yasaklarına riâyet etmeyerek,
kitap ve sünnetten uzaklaşarak kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda hareket
ederek bir savaşa girerlerse, yâni Allah desteğini kaybetmiş bir vaziyette
karşılarındaki kâfirlerle eşit bir konumda savaşa girer-lerse o zaman da elbette
sünnetullah gereği hangi taraf güçlüyse sa-vaşı o taraf kazanacaktır. O zaman da
artık kendilerinden başka hiç kimseyi kınamaya hakları olmayacaktır
Müslümanların.
26. “Bozgundan sonra Allah,
peygamberine, mü'minlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi; inkâr
edenleri azaba uğrattı. İnkarcıların cezası
budur.”
Bu bozgununuzdan sonra Allah
peygamberine ve mü’minlere sekînesini, güvenini indirdi. Peygamberin ve
mü’minlerin kalplerine bir sekînet, bir huzur, bir güven, bir emniyet indirdi.
Onların kalplerine desteğini indirdi
Rabbimiz. Onlardaki saklı olan gücü ortaya çıkarıverdi. kalplerine yardımını,
desteğini, müjdesini, zaferini, huzur ve sükununu, indiriverdi de onların
kalplerindeki orduları harekete geçiriverdi. Bileklerine derman, gözlerine fer
kazandırıverdi de onların her birerlerini bir insanken bin insan yapıverdi.
Kendisine imanlarını, kendi yolunda, kendi desteğinde, kendi safında savaşa
cesaretlerini artırıp pekiştiriverdi. İmanlarına iman katacak, imanlarını
artıracak öyle bir sekînet indirdi ki, öyle bir güven duygusu verdi ki onların
kalplerinde zerre kadar bir korkuları, zerre kadar bir güvensizlik duyguları
kalmadı Rab’lerine. Güvenleri, teslimiyetleri tamdı Allah’a karşı. Güvenleri
tamdı peygamberlerine karşı. Rab’lerinin kendilerine takdir ettiği güzel
günlerin geleceğine, zaferin kendilerinin olacağına imanları tamdı. Görmedikleri
güçlerle takviye etti onları. Zaten göklerin ve yerin orduları, askerleri yalnız
Allah’a aittir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın ordusudur. Göklerde ve
yerde olanların tamamı sadece Allah’ı dinlerler. Göklerde ve yerde yegâne hakim
güç Allahtır. Allah Alîm, Allah Hakîm’dir. Her şeyi bilen de O, her şeye
hükmeden de Odur. İlim sahibi de Odur, hikmet sahibi de Odur. Her şeye karar
veren de Odur, verdiği kararlarını ordularına uygulatan da Odur.
Üstelik bunu yeryüzünde koyduğu fiziksel yasalarını
da bozmadan böylece görünmeyen ordularını, meleklerini göndererek yapıyor
Rabbimiz .
27. “Allah bundan sonra da
dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bağışlar ve merhamet
eder.”
Ama bütün bunlara rağmen Allah
dilediği kimsenin tevbesine, kendisine yönelişine mukabele eder. Onların
tevbelerini, dönüşlerini kabul buyurur. Yâni dilediklerine böyle azap ederken
dilediklerinin tevbelerini kabul ederek onlara Müslüman olmalarını muvaffak
kılar. Nitekim Allah ve Resulüyle savaşa tutuşan bu Havazin kabilesinden
bazıları Müslümanların elleriyle Allah’ın azabını tadarken, bazıları da
Rabbimizin lütfu ile Müslüman olmuşlardır.
Tevbe yönelmek demektir. Tevbe kişinin
hayat programını de-ğiştirmesi demektir. Tevbe kişinin kıblesini değiştirmesi,
küfürden, şirkten, isyandan Allah’a kulluğa yönelmesi demektir. Kim bunu
gerçekleştirirse Allah da ona yönelir ve onun dönüşünü kabul buyurur. Kendisine
yönelenin yönelişini dikkate alır ve ona mukabele eder. Onun için kendisine
tevbe edene Allah da tevbe eder sözünün mânâsı işte budur. Zira böyle yanlıştan
dönenler, bilinç tazelemesinde bulunanlar için Allah sınırsız bağış ve merhamet
sahibidir. Allah karşısında böyle bir öz eleştiri yapanlara karşı Allah sınırsız
örtücü ve affedicidir. Sanki onun yaptıklarının tümünü silici ve hiç yapmamış
gibi kabul edicidir. İşte bunu vaadediyor Rabbimiz bu âyetinde.
28. “Ey inananlar! Doğrusu puta
tapanlar pistirler, bu sebeple, bu yıllardan sonra Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, bilin ki Allah dilerse sizi bol
nîmetleriyle zenginleştirecektir. Allah şüphesiz bilendir,
Hakîmdir.”
Ey iman edenler, doğrusu
müşrikler necistirler, pistirler. Kesinlikle bilesiniz ki şirki meslek edinenler
pisliktirler. Pislik içinde bir hayatın içine gömülmüş kimselerdir. Tabii bu
pislik maddî, fiziksel bir pislik değil, manevî bir pisliktir. Yâni müşrikler
insan olmaları sebebiyle aslında bedenleri temizdir. Yâni pislikleri doğuştan
değil ârızîdir. Şirk en büyük pisliktir. Amelleri pistir, düşünceleri pistir,
hayatları pistir, hayat programları pistir, sistemleri pistir.
Binaenaleyh Onların hiç bir
şeyleri alınmaz, hiç bir şeylerine değer verilmez, hiç bir şeylerine güvenilmez.
Müşrik bu pislikten ancak iman taharetiyle temizlenebilir. İbni Abbas efendimiz
bir müşrikle tokalaştığı için bir Müslümana abdest alması gerektiğini
söylemiştir. İbni Abbas efendimiz onların bedenlerinin de pis olduğu
kanaatindedir.
Evet müşrikler necistir ve artık bu
sebeple bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Müşriklerin hac
maksadıyla Haram bölgesine, kutsal bölgelere girmesi, yaklaşması yasaktır. Hac
ve umre yapmaları yasaktır. Bu seneden sonra ifadesiyle de Berae sûresinin
indiği sene kast edilmektedir. Yâni Hicretin dokuzuncu senesi. Artık onları bu
bölgeye ibadet maksadıyla sokmayın diyor Rabbimiz. Allah’ı istismar edenlerin bu
bölgelere girmesi yasaktır. Âlimlerimiz-den kimileri bu yasağın sadece Mescid-i
Haram bölgesi için geçerli olduğunu söylerlerken, bazıları da tüm mescidler için
geçerli olduğunu söylemişlerdir.
Ey Müslümanlar, eğer müşriklerin kutsal
bölgelere sokulmaması neticesinde ekonomik sıkıntılardan endişe ediyorsanız,
bilesiniz ki Allah sizi lütfu keremiyle bolluğa ulaştıracaktır. Allah sizi
onlardan müstağnî kılacaktır. Sizi zenginleştirecektir. Siz Allah’ın istediğini
yapma noktasında olursanız o sizi zenginleştirecektir. Kesinlikle bilesiniz ki
Allah’tan bağımsız bir ekonomik plan ve program da başarısız olacaktır.
Unutmayın ki Allah her şeyi en iyi bilen ve yaptığı her şeyi bir hikmetle
yapandır. Her şeyin sonunun nereye varacağını en iyi bilen O’dur.
Hicretin dokuzuncu yılında nâzil olan
bu âyetlerle artık müşriklerin o bölgeye girmeleri yasaklandı. Böylece Mekke’nin
fethiyle birlikte onlara iki yıl gibi bir süre tanınmıştı. Bir anlamda bu bir
geçiş dönemiydi. Elbette böylece bir yerde tümüyle Allah’ın dininin uygulanması
söz konusu olunca, insanların Allah’ın dinini yakından tanıyabilecekleri kadar
bir süre tanınacaktır. Ta ki Müslüman olmak isteyenler Müslümanlığın gereklerini
öğrenip öylece Müslüman olsunlar. Kâfir kalmak isteyenler de bilerek kâfir
kalsınlar.
Müslümanlar da artık fakir kalma,
ekonomik yönden gelişememe gibi endişelerle müşriklerle ilişkilerini kesme
noktasında bir sı-kıntıya düşmesinler. Allah’ın emirlerini çiğneyerek,
dükkanlarında Allah’ın haram kıldığı malları satarak, Allah’ın yasakladığı
kıyafetler ve ilişkiler içinde namazsız, tesettürsüz kadın çalıştırarak,
kâfirlerle, müşriklerle sıkı fıkı anlaşmalar yaparak zenginliğe ulaşacaklarını
sanmasınlar.
Eğer bu tür ilişkilere girmezsek,
bunlarla ilişkilerimizi koparırsak biz fakir kalırız, cahili anlayışlarına
kapılmamalılar. Kâfirlerin, müşriklerin kendilerine uygulayacakları ekonomik
ambargolardan zer-re kadar korkmamalılar. Rızkın sadece Allah’ın elinde olduğunu
unutmamalılar. Rızkı ve sebeplerinin tümünü yaratanın, velînîmet olanın Allah
olduğunu unutmamalılar. Sebepleri Allah yerine koyarak Allah’ı ikinci plana
atmamalılar. Allah’a muhtaç olduklarını unutup fa-lanlara, filanlara ihtiyaç
duyguları geliştirmesinler. Falanlar olmasa karnımız doymaz. Filanların yardımı
olmasa kalkınamayız. Amerika’nın teknolojisi olmasa adım bile atamayız. Batının
ilmi olmadan nefes bile alamayız demesinler. Unutmayın ki Allah Alîm ve
Hakîmdir. Size neyi emretmiş, neyi yasaklamışsa mutlaka onu bir ilim ve hikmetle
yapandır. Onun sonunun nereye varacağını en iyi bilendir.
29. “Kitap verilenlerden,
Allah'a, âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve peygamberlerinin haram kıldığını
haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle
cizye verene kadar savaşın.”
Ehl-i Kitaptan, kendilerine daha
önce kitap verilenlerden, vahye muhatap kılınanlardan, Yahudi ve
Hıristiyanlardan Allah’a Allah’ın istediği gibi inanmayan, âhiret gününe de
Allah’ın istediği gibi sorumluluk şuuru içinde inanmayan, Allah ve peygamberinin
haram kıldıklarını haram saymayan ve hak dini tek din olarak kabul etmeyen
kimselerle onların boyunlarını bükmüş, teslim olmuş bir vaziyette kendi
elleriyle size bir cizye verinceye kadar savaşın. Size boyun eğip, sizin
egemenliğinizi kabul edinceye kadar onlarla savaşın.
Evet bu âyetinde Rabbimiz kendileriyle
savaşılacak insanları ve onların taşıdıkları özellikleri anlatıyor. Kimmiş
bunlar? Kendilerine daha önce kitap verilmiş olanlar. Ne özellikleri varmış
bunların?
1: Allah’a iman etmiyorlarmış. Her ne
kadar bu Yahudiler, bu Hıristiyanlar Allah’a inandıklarını iddia etseler de
Allah’ın istediği gibi iman etmiyorlar. Çünkü Allah’a iman Allah’ın istediği
gibi imandır. Allah’a iman Allah’ın kitabında kendini nasıl haber vermişse,
hangi sıfatların sahibi olarak tanıtmışsa öylece imandır. Allah’a Allah’ın
istediği gibi inanmayan, Allah’ın inanın dediklerine inanmayan insanlara nasıl
mü’min diyeceğiz? Tevrat’ı gönderen ama İncil’i ve Kur’an’ı göndermeyen bir
Allah’a inanan Yahudi’lere nasıl mü’min diyeceğiz? Musâ’yı gönderen ama Îsâ’yı
ve Muhammed (a.s)’ı göndermeyen bir Allah’a inananlara nasıl mü’min diyeceğiz?
Veya İncil’i, Îsâ (a.s)’ı gönderen ama Kur’an’ı ve Muhammed (a.s)’ı göndermeyen
bir Allah’a inananlara nasıl mü’min diyeceğiz?
Öyle değil mi? Şu anda bir
Müslüman bile Allah’a inansa ama Allah’tan gelenlerden her hangi birine inanmasa
buna bile kâfir denir. Meselâ ben Allah’a inanıyorum ama tesettüre inanmıyorum
veya zekata inanmıyorum diyen bir adam kâfirdir.
Yine Allah’a iman Allah’ın hayata
karıştığına imandır. Allah’a iman Allah’ın hayatı düzenlemek üzere vahiy
gönderdiğine ve Onun istediği şekilde bir hayat yaşamaya imandır. Allah’a iman
Onun Rab, Melik ve İlâh olduğuna, Onun emir ve yasaklarına riâyete imandır.
Allah’a iman Onun belirlediği hayat programına imandır.
2: Âhirete de iman etmiyorlarmış.
Âhiret gününe iman, hesap, kitap konusuna iman demektir. Âhirete iman orada tüm
yaptıklarından hesaba çekileceğine imandır. Âhirete inanan kişi bu hayatı o
imana bina eden, bu hayatı ona göre yaşayan, her adım atışında, her duruşunda,
yâni pozitif ve negatif her eyleminde bunun şuuru içinde olan kişidir. Âhirete
inanan kişi her an Allah’la, Allah’ın sorgulaması ile karşı karşıya geleceğinin
bilincinde olan kişidir.
3: Allah ve peygamberinin haram
kıldıklarını haram bilmezlermiş bunlar. İşte Allah ve Resulüne Allah’ın istediği
iman budur. Allah ve Resulünün yasaklarını yasak bilmeyenler Allah ve Resulüne
iman etmemişlerdir. Haramın ve helâlin tespitinde söz sahibi Allah ve Resulüdür.
Bu konuda söz söyleme hakkına sahip başka hiç kimse yoktur. Mü'min kesinlikle
bilir ve öylece iman eder ki haram ve helâl sınırlarını ancak Allah tayin eder.
Allah berisinde ve bir de Resulü’ne verdiği yetki dışında bu konuda hiç kimse
pay sahibi değildir. Buna böylece inanmayanlar, bu konuda kriter bireydir
diyerek pragmatist bir anlayışla; birey için faydalı olanlar helâl, faydasız
olanlar da haramdır diyenler, veya bu konuda kıstas toplumdur diyerek; toplumun
helâl dedikleri helâl, haram dedikleri haramdır diyenler veya kolektivizmi
savunanlar mü’min olamazlar.
Evet yeryüzünde yasa belirleme
konusunda, haram helâl sınırları tespit konusunda Allah ve Resulünü diskalifiye
ederek Allah’ın dinini bozmaya çalışanlar, yeryüzünde kendi hevâ ve heveslerine
göre bir hayat yaşamaya, kendi arzularına göre bir din, bir hayat tarzı ortaya
koyarak kendi kendilerine tapınmaya çalışanlar mü’min değillerdir. Çünkü bu iyi
bu kötü, bu haram bu helâl, bu doğru bu yanlış, bu giyilir bu giyilmez, bu
içilir bu içilmez, bu haram, bu helâl deme hakkı sadece Allah’a aittir. Kendi
varlıkları, kendi yaratılışları üzerinde bile en ufak bir yetkileri, egemenlik
hakları olmadığı halde birbirlerine egemenlik iddiasında bulunanlara nasıl
mü’min denilebilecek? İşte böyleleriyle savaşın, diyor
Rabbimiz.
4: Hak dini, din edinmeyen kimselermiş
bunlar. Din bir hayat programıdır, bir yaşam biçimidir. Din hayatın tümünü içine
alan bir hayat programıdır. Ahlâkıyla, imanıyla, ticaretiyle, ekonomisiyle,
siyasetiyle, eğitimiyle, hukukuyla, yemesiyle, içmesiyle, giyim kuşamıyla,
evlenmesi boşanmasıyla bir yaşam biçimidir din. Hayatın tümüne karışan, hayatın
tümünü dolduran, hayatı parçalamadan onun tümünde söz sahibi olan Allah’ın hak
dininin yanında elbette başka-larının dinleri, başkalarının hayat programları,
başkalarının yaşam biçimleri de vardır. İşte din olarak, hayat programı olarak
sadece Al-lah’ın hak dinini kabul etmeyerek onun dışındaki dinlere inanan, o-nun
dışındaki sistemleri kabul edenlerle savaşın buyuruyor Rabbi-miz. Ülkelerinde
Allah’ın haram kıldığı fâizi, içkiyi, zinayı, kumarı ka-nun gücüyle
meşrulaştıranlarla savaşın diyor Rabbimiz.
Cizye cezadan gelir, yâni karşılık, bedel
demektir. Cizye sa-vaştan muafiyet vergisidir. Müslümanların egemenliği altında
ya-şayan gayri müslimlerin bulundukları bölgede kendilerine ve ülkelerine karşı
gerçekleştirilen düşman saldırılarına karşı gerek kendilerini, gerek mallarını
korumak üzere Müslüman mücahitlerin savaşmalarının ve kendilerinin böyle bir
cihada katılmamalarının karşılığı olarak alınan bir vergidir.
Elbette Müslüman olmayan, cihad
gibi ideolojik hedeflere inanmayan insanları inanmadıkları bir cihada çağırarak
zorlamaz İslâm. İslâm bunu bir insan hakkı olarak görür. Çünkü hiç bir insan
inanmadığı bir değer uğruna ölmek istemez. Onun içindir ki bir tarafta o
toplumun can ve mal güvenliğini sağlamak için savaşan canını ortaya koyan
insanlara karşı elbette o toplumun güvenliğine ortak olan, bundan pay alan gayri
müslimlerin buna karşılık bir bedel ödemeleri gerekecektir. İşte cizye budur.
Cizye gayri müslimlerin savunma sistemine ödemek zorunda oldukları bir bedeldir.
Bizzat canlarıyla buna katılmak istemeyenler elbette mallarıyla buna katılmak
zorundadırlar.
Peki şimdi soralım: Kim karlıdır
bu işten? Eğer bir zulüm, bir saldırı varsa kim haksızlığa uğramıştır bu işten?
Bir tarafta onların da güvenliğini sağlamak üzere canlarını ortaya koyan
Müslümanlar, diğer tarafta bu işe sadece mallarıyla katılan gayri müslimler.
Söyleyin Allah aşkına bu onlara bir haksızlık mıdır? Bir zulüm müdür?
Söyleyebilir misiniz bunu? İnsanı inanmadığı bir din, inanmadığı bir dâvâ uğruna
ölüme göndermek mi zulüm, yoksa onlardan bu iş karşılığında bir bedel alıp
serbest bırakmak mı? Hayır hayır Allah’ın bu konudaki yasası en güzel, en âdil
olanıdır ve Müslümanlar Allah hatırına bu kahrı sinelerine çekmeyi
başarmışlardır.
Yine bakın bu işin bir başka âdil ve
akıllara durgunluk veren güzel yanı da cizye asla zekattan fazla alınmamıştır.
Onun içindir ki kimi zâlim oryantalistlerin dedikleri gibi İslâm topraklarında
Müslümanların egemenliği altında yaşayan gayri müslimler bellerini büken cizye
korkusuyla İslâm’ı kabul edip Müslüman olmak zorunda kalmamışlardır. Çünkü
Müslüman oldukları takdirde de zaten en az cizye kadar ve hattâ ondan daha fazla
bir zekat ödemek zorundaydılar. Bu yalancıların yalan söylediklerini açıkça
ortaya koyan pek çok müsteşrik vardır.
Yine meselâ hastalardan,
yaşlılardan, çocuklardan, kadınlardan, din görevlilerinden, Hahamlardan,
Papazlardan asla cizye alınmamıştır. Herkesten gücü oranında cizye alınmıştır.
Yine bizzat asker olarak savunmaya kendi gönülleriyle katılanlardan cizye
alınmamıştır. Onun içindir ki bu cizye konusunu dillerine dolayarak İslâm’a ve
Müslümanlara hakaret edenler düşmanlıktan başka bir şey yapmıyorlar-dır.
30. “Yahudiler,
“Uzeyr Allah'ın oğludur” dediler; Hıristiyanlar,” Mesih Allah'ın oğludur”
dediler. Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında
geveledikleri sözdür. Allah onları yok etsin! Nasıl da
uyduruyorlar.”
Yahudiler Üzeyr Allah’ın oğludur
dediler. Kaybolan Tevrat’ı tekrar kendilerine buluveren sâlih kişi olarak
Yahudiler ona aşırı sevgi ve saygılarından ötürü Allah’ın oğlu demişlerdir.
Hıristiyanlar da Me
sih Allah’ın oğludur dediler. Îsâ
Allah’ın oğludur dediler. Böylece Yahudi ve Hıristiyanların putçulukları
reddedilir. Bunlar daha önce inkâr edenlerin sözlerine, önceki kâfirlerin
asılsız iddialarına benzemektedir. Önceki kâfirleri taklit ederek hakkında hiç
bir bilgileri, hiç bir delilleri olmadan ağızlarından geveledikleri bir sözden
başka bir şey değildir bu. Mesnetsiz, hüccetsiz mücerret bir
iddiadır.
Kendilerinden önceki kâfirler de aynı
şeyleri söylemişlerdi. Daha önceleri kâfirler, vahdet-i vücut denen Allah’la
insanın birleşimi teorisini ortaya atmışlardı. İşte Yahudi ve Hıristiyanların bu
iddiaları da bu sapık felsefi akıma dayanmaktadır. Veya panteizm adı altında
daha önceleri ortaya atılmış sapık bir felsefi akımın etkisi altında kalarak
bunları söylemişlerdir. Panteistler varlıkla Allah’ın aynı olduğunu iddia
etmişlerdir. Tüm varlıkların başlangıçta bir bütün iken sonradan Allah’tan
koparak meydana geldiklerini iddia etmişlerdir.
Evet işte böyle daha önceleri
Mısır’da, Hindistan’da, Yunanistan’da, Roma’da Allah bilgisinden uzak bir takım
filozofların ortaya attıkları Taoizm, Budizm, Brahmanizm gibi felsefi dinlerin
temelini teşkil eden sapık düşüncelerinden etkilenerek Yahudi ve Hıristiyanlar
bu tür sapıklıklara düşmüşlerdir.
Allah belâsını versin onların ki nasıl
da savruluyorlar? Nasıl da diyebiliyorlar bunu? Nasıl da putlaştırabiliyorlar
Allah’ın kullarını? Ey Müslümanlar sakın sizler de onlar gibi peygamberinizi,
azîzlerinizi, âlimlerinizi, idarecilerinizi, siyasîlerinizi, velîlerinizi
putlaştırıp Allah makamına çıkarmayın. Allah’ın sıfatlarını Allah’tan
başkalarına vermeyin. Onların arzularını, isteklerini, yasalarını, haram helâl
sınırlamalarını Allah’ınki gibi kabul etmeye kalkışmayın. Yaratılmışları
yaratıcıyla denk tutmaya kalkışmayın. Eşyayı, insanları Allah’ın kitabından,
peygamberin sünnetinden bağımsız değerlendirmeyin. Sizden öncekilerin yaptığı gibi insanları
uçurup kaçırmaya, göklere çıkarmaya kalkışmayın. Bakın onlar nasıl hareket
etmişler:
31. “Onlar Allah'ı bırakıp
hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i Rab’leri olarak kabul ettiler.
Oysa tek ilâh’tan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuş-lardı. Ondan başka ilâh
yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir.”
Onlar Allah’ı bıraktılar da Onun
berisinde Hahamlarını, papazlarını, Meryem oğlu Mesih’i Rab’ler edindiler. Oysa
onlar sadece tek İlâh olan Allah’a kullukla emrolunmuşlardı. Sadece tek İlâh
olan Allah’ı dinlemekle emrolunmuşlardı. Haram helâl sınırlarını belirleme
noktasında, hayat programını tespit etme konusunda, yasa koyma konusunda sadece
Allah’ı dinlemeleri gerekirken, onlar Allah’ı bıraktılar da Onun dûnunda, Onun
berisinde Hahamlarına, Rahiplerine, siyasîlerine itaat edip tâbi oldular.
Böylece Allah’ı bırakıp onlara kulluk ettiler. Yasa belirleme yetkisini
Allah’tan başkalarına verdiler. Allah’ın emir ve yasaklarını değil de onların
emir ve yasaklarını dinlediler. Kendilerini Allah’tan başkalarına nisbet
ettiler.
Ehl-i Kitabın sapıklığını gündeme
getiren bu âyet-i kerîme nâzil olduğu zaman âyetin nüzûlünden çok kısa bir süre
önce Hıristiyanlıktan İslâm’a giren Adiy Bin Hatem Rasulullah efendimize gelerek
şöyle diyordu: Ey Allah’ın Resulü, biz Hıristiyanken Allah’tan başkalarına asla
kulluk etmiyorduk. Burada anlatılan kulluk da neyin nesi? der. Bunun üzerine
Allah’ın Resulü ona şöyle sorar: Ey Adiy, söyler misin bana, sizin papazlarınız,
keşişleriniz, din adamlarınız, siyasîleriniz size bir kısım şeyleri emrederlerdi
de siz onların bu emirlerini yerine getirir miydiniz? Adiy, evet yerine
getirirdik der. Peki onlar sizin için bir kısım şeyleri yasaklardı da siz
onların bu yasaklarına tâbi olur muydunuz? Onların yasakladıklarını Allah yasağı
gibi bilmiyor muydunuz? Onlar Allah’ın yasak kıldıklarına yasak değil deyince
siz de aynen bunu kabul etmiyor muydunuz? Adiy evet deyince, Allah’ın Resulü
buyurdu ki:
“Zalike hiye ibadetün”
Ey Adiy işte bu onlara ibadetin ta kendisidir
buyurdu. İşte onları Allah berisinde Rab ittihaz etmek ve onlara kulluk yapmak
budur.
Evet öyleyse kişinin hayatında Allah
makamında oluş şeklinde helâl ve haram koymak, emir ve yasaklarda bulunmak
Rab’likitir bunu unutmayalım. Yâni bir karar merciini ve ondan çıkan kararları
ilâhî kararlar seviyesine çıkarmak onları ilâh ittihaz etmek, rab ittihaz etmek
demektir.
Meselâ birileri çıkıp dese ki ben
sizin et yemenizi yasaklıyo-rum. Veya ben sizin eğitiminizin, hukukunuzun, kılık
kıyafetinizin şöyle olmasını istiyorum. Yaşayışınızın, mirasınızın,
kazanmanızın, harcamanızın şöyle olmasını emrediyorum. Şu işi, şu kıyafeti, şu
alfabeyi, şu anlayışı sizin için yasaklıyorum diyen varlık raptır, Rablik
iddiasında bulunmuştur. Onu öylece razı olarak kabullenen, itirazsız gönül
rahatlığıyla onun bu emir ve arzularını uygulayan kişi de Allah’a müşrik olarak
onun kuludur. Ama kalben razı olmadığı halde köleliği sebebiyle bunu kabullenen
kişi büyük günâh işlemektedir.
Evet, eğer birileri Allah’ın hüküm
koymadığı bir konuda bir hüküm koyarsa veya Allah’ın hüküm koyup yasakladığını
emreder, emrettiğini yasaklarsa, Allah’ın helâllerini yasaklar, yasaklarını
helâllerse, onun bu hareketini yol olarak, yasa olarak benimseyip uygulayan kişi
müşriktir, öbürü de onun rabbidir. Halbuki insanlar tek bir Rabbe, tek bir İlâha
kulluğun dışında başka hiç kimseye kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Çünkü O
Allah kendisinden başka ilâh olmayandır. Kendisinden başka kullarının hayatına
program yapma yetkisine sahip varlık olmayandır.
32. “Allah'ın nûrunu ağızlarıyla
söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nûrunu mutlaka
tamamlayacaktır.”
Onlar Allah’ın nûrunu, Allah’ın
İslâm nûrunu, hidâyet ışığını ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Güya ağızlarıyla
güneşi örtmek, söndürmek istiyorlar. Ağızlarıyla, kâlemleriyle Allah’ın dinini
yok etmek istiyorlar. Allah’ı, Allah’ın dinini, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın
yasalarını, sistemini yeryüzünden silmek istiyorlar. Müslümanları boğmak ve yok
etmek istiyorlar. Zannediyorlar ki Allah’ın dini, Allah’ın güneşi ağızlarıyla
üfleyince sönüverecek. Allah ise
kâfirler istemeseler de dinini ta-mamlayacaktır. Allah dinini tamamlamak
dışındaki bir seçeneğe asla izin vermeyecektir. İnsanlık tarihinin başından bu
yana niceleri Allah-ın dinini yok etmek, Allah’ın nûrunu söndürmek istemişler
ama Rabbi-miz asla buna imkân vermemiş, bu cinnete kapılanların hepsini helâk
etmiştir. Onlar söndürme kavgası verirlerken elbette bizler de o nûru yakmaya,
güçlendirmeye çalışacağız. Allah’ın nûrunu, Allah’ın kitabını gündemde tutmanın
kavgası içine gireceğiz.
33. “Puta tapanlar hoşlanmasa da,
dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini doğru yol ve hak dinle
gönderen Allah'tır.”
Evet O Allah’tır peygamberini
hidâyetle, hidâyeti gösteren bir kitapla ve hak bir dinle gönderen. İşte vahyin
ve peygamberin gönderiliş amacı budur. Müşrikler istemese de, kâfirler kerih
görseler de Allah dinini, bu peygamberiyle gönderdiği bu hak olan İslâm dinini
bütün dinlere karşı üstün kılacak, galip getirecektir.
Peygamber insanlara yol gösteren mihmandardır.
İnsanları dünyada en doğruya, en güzele, âhirette de ebedî kurtuluş ve cennete
çağırandır. Allah tarafından seçilmiş, Allah tarafından eğitilmiş ve hayatı da
yine Allah tarafından yasallaştırılıp onaylanmış olarak bize sunulmuş bir
hidâyet rehberidir peygamber. Bizim örneğimiz, önderimiz, imamımızdır peygamber.
Hayatında zerre kadar bir falso olmayan ve bizim kendisini örnek alıp hayatını
yaşadığımız zaman, kendisini taklit ettiğimiz zaman kesinlikle hata
etmeyeceğimiz mükemmel bir örnek. Öyleyse bizler kendimiz için sadece Onu örnek
bilmek, imam bilmek zorunda olduğumuz gibi, insanları da Allah’ın bu örnek
insanına çağırmak zorundayız.
Müşrikler istemeseler de, kâfirler razı
olmasalar da Allah Onunla gönderdiği İslâm dinini tüm dinlere galip getirip
onların üzerine çıkaracaktır. Din bir hayat programı, bir yaşam biçimidir. Din
insanın, insanların uyguladıkları hayat programıdır. Din bir ferdin, bir
toplumun uymak zorunda olduğu kanunlar, yasalar manzumesidir. Din kişinin
kendisiyle, Rabbi ile ve insanlarla, çevresiyle münâsebetlerinin tümünü
düzenleyen kanunlar ve kurallar mecmuasıdır. Tüm bunları düzenlemek için kişi
neye ve kime müracaat ediyorsa kişi onun dininde demektir. Bu mânâda Kominizim
de, Kapitalizm de, Sosyalizm de, Demokrasi de bir dindir. Bunlar da insanların
ortaya attıkları bâtıl dinlerdir ve sistemlerdir. Herkesin, her toplumun mutlaka
bir dini, bir hayat programı, bir yaşam biçimi vardır. Kâfirin de bir dini,
kâfirin de bir hayat programı vardır. Elbette yeryüzünde dinsiz, yâni kanunsuz,
kuralsız, yolsuz, sistemsiz bir toplum düşünmek mümkün değildir.
Evet şu anda dünyada pek çok yol,
pek çok din, pek çok ha-yat programı, pek çok yaşam biçimi, pek çok sistem
vardır. İşte Rabbimiz kendi dinini, İslâm dinini, teslimiyet dinini tüm diğer
dinlere karşı galip getirecek, tüm diğer dinlerin, tüm diğer sistemlerin üstüne
çıkaracaktır. Çünkü Rabbimiz katında Rabbimizin kabul edip razı ol-duğu bir tek
din, bir tek yol vardır, o da teslimiyet dini olan İslâm dinidir. Allah katında
tek bir hayat tarzı var, o da Müslümanlıktır. Allah bu dinin dışında hiç bir
dini, bu dinin dışında hiç bir sistemi, hiç bir hayat programını kabul etmiyor.
Çünkü bunların hiç birisi müntesiplerini hi-dâyete ulaştırmıyor. Bunların hiç
birisi müntesiplerini hidâyete ulaştır-mıyor, cennete götürmüyor. Bunların hiç
birisi bağlılarının aklını, kalbini, duyularını doyuramaz. Hiç birisi
kullarının, evini, ailesini, ülkesini mutluluğa ulaştıramaz. İşte görüyoruz,
Allah dininin dışındaki dinler, Allah sisteminin, Allah programının dışındaki
sistemler ve programların hiç birisi insanları huzura kavuşturamıyor.
34. “Ey inananlar! Hahamlar ve
rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan
alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can
yakıcı azabı müjdele.”
Ey mü’minler, Hahamların ve Rahiplerin
pek çoğu haram yollarla insanların mallarına el korlar. Ürettikleri bâtıl
dinler, bâtıl yollar, bâtıl dini usuller, bâtıl dini törenler karşılığında
insanların mallarını yerler. İnsanları Allah yolundan alıkorlar. İnsanların
ellerindekilere ulaşmak için Allah’ın dinini yamulturlar, asılsız fetvalar
verirler, bâtıl inançlar imal ederler, insanlara kolayca cennete gidebilecekleri
dini törenler icat ederler ve insanlara bunları satarak değer elde ediyorlar.
Günâh çıkarma sektörüyle nice binlerin paralarını ceplerine atıyorlar. Böylece
hem para kazanıyorlar hem de insanları Allah yolundan en-gelliyorlar. Çünkü
cebinde parası olan bir adamın Allah’a kulluk yapmasına, Allah yasaları
istikâmetinde bir hayat yaşamasına gerek kal-mıyor. Çünkü o din simsarlarının
cebine koyduğu paracıklarla tüm günâhlarının affolduğuna inanıyorlar.
Veya Yahudi ve Hıristiyan âlimler
yanlarındaki Allah bilgisini, kitap ve peygamber bilgisini, Tevrat ve İncil’deki
son elçi Muhammed (a.s)’ın hak peygamber olduğu bilgisini insanlardan
gizledikleri için para elde ediyorlar ve insanların İslâm’a girmelerine engel
oluyorlar.
Alçaklar bir hurafe sektörü
geliştirerek onu Allah’ın dininin ye-rine ikâme ediyorlar. Bu yolla para
kazanıyorlar. İnsanlarla Allah’ın ki-tabının, Allah’ın dininin arasına
gerilmişler, dinin önüne perde olmuşlar, onlara diyorlar ki sizler bu kitabı
anlamazsınız, boşuna onu okuyacağız, anlayacağız diye yorulmayın, biz onu
anlarız ve size aktarırız diyorlar. İnsanların ana kaynağa gitmelerine engel
oluyorlar. Çünkü insanlar ana kaynağa ulaştıkları zaman kesin biliyorlar ki
kendi ticaretleri, kendi sektörleri duracak. Onun için diyorlar ki siz
bilemezsiniz biz anlatacağız size kitabı.
Ve tabii insanlara da Allah’ın
kitabını dosdoğru aktarmıyorlar. Allah’ın kitabı, Resulünün sünnetinin dışında
kitaplar, yollar oluşturarak insanları vahiy dininden uzaklaştırırlar.
Oluşturdukları bu yeni din-ler, bu yeni kitaplar, bu yeni yollar karşılığında
insanlara cenneti garanti ederler. Cenneti parsellerler. Cennete tapular
dağıtırlar. Kayna-ğın başına oturup insanları ondan engelleyip kendilerininkiyle
yetinmeye zorlarlar. Kendileri dünyanın kulu kölesi oldukları için, kendileri
ekonomik insan olup çıktıkları için insanları da ekonomik insan yapıyorlar.
Böylece istiyorlar ki din bilmeyen insanlar bu konuda hep ken-dilerine muhtaç
olsunlar. Hep kendilerine sorsunlar, hep kendilerini örnek alsınlar. Kendileri
de onlara sundukları din karşılığında onların mallarına ulaşabilsinler.
Yesinler bakalım doyumsuz zâlimler.
Yakında geberecekler ve kendilerini Allah’ın dininin ana kaynaklarından
uzaklaştırarak haklarını yedikleriyle hesaplaşmak üzere Rab’lerinin huzuruna
gidecekler. Yakında o alçaklar insanları Allah yolundan alıkoyarak, insanlara
kendi sapık dinlerini, kendi bozuk hayat tarzlarını, kendi şirk hukuklarını,
kendi materyalist eğitim anlayışlarını, kendi sapık felsefelerini empoze ederek,
insanları kendi cehennemlerine çağırmalarının karşılığını
görecekler.
Evet bunlar sadece ehl-i kitap
bilginler değil, bizim kitap eh-linden de kendisine kitap bilgisi verilmiş,
kitap ve peygamber bilgi-sine ulaşmış oldukları halde kendileri bildikleri bu
âyetlerin bilincinden sıyrılan, kendileri onunla amel etmedikleri gibi Allah
kullarına da onları duyurmayan, insanlar hatırına, ikballer hatırına onları
yamultan kimseler de aynen bunlar gibidirler.
Kitap bilgisine sahip oldukları
halde kendilerini mevcut düzene angaje ederek, düzenin keyfine göre, kendi hevâ
ve heveslerine göre, dünyevî menfaatlerine göre Allah âyetlerini istediği gibi,
ya da düzenin istediği gibi yorumlamaya çalışanlar da aynen bunlar gibidirler.
Alçak dünyanın, alçak makamlarını elde edeceğim diye, filanlar bana biraz makam
verecekler diye, zengin olacağım diye, şöhrete ulaşacağım diye bu tür sapık
yollara girenlere yazıklar olsun.
Evet altın ve gümüşü biriktirip, kenz
yapıp Allah yolunda harcamayanlara elim bir azabı müjdele peygamberim. Altın ve
gümüşten servet yapıp da onu Allah yolunda sarf etmeyenler, serveti bir Allah
emâneti bilmeyerek, onu insanların kullanımından saklayarak kenz yapanlar elim
bir azabı, dayanılmaz bir azabı hak etmişlerdir. Allah’ın verdiklerini
insanlarla paylaşmadan yana olmayanlar azabı hak etmişlerdir. Tabii burada
anlatılan servet düşmanlığı değil, servet sahibi olmanın yasaklığı değil, o
servetin kenzi ve Allah’ın istediği gibi sarf edilmemesidir. Hani Haşr sûresinde
öyle diyordu ya Rabbimiz:
“..Ta ki içinizdeki zenginler arasında
elden ele dolaşan bir devlet olmasın.”
(Haşr 7)
Ta ki zenginler arasında dönüp dolaşan
bir servet, bir devlet olmasın diye, biz bunu böyle yaptık. Zenginlik, servet,
mal ve mülkler toplumun tüm kesimlerine yayılmalıdır. Sadece zenginlerin elinde
dö-nüp dolaşmamalıdır. Zenginler daha çok şişmemeli, fakirler de daha
fakirleşmemeli. Bir kesim açlığından ölürken, diğer taraf şiştikçe şişmemeli.
Rabbimiz bunun için zenginlere
zekatı, sadakayı, infakı ve her türlü fedâkarlığı, harcamayı emretmektedir.
Krediler, teşvik primleri, devletin imkânları sadece belli kesimin elinde
olmamalı. Böyle yapanlar kesinlikle Allah’ın azabının mahkumu olduklarını
unutmamalıdırlar. Serveti iktidara, iktidarı da baskıya dönüştürenler azaptan
kurtulamayacaklardır. Sahabeden bu âyeti en güzel anlayıp uygulayan Hz. Ebu Zer
efendimizdir. Ebu Zer efendimiz mala
ve dünyaya bağımlı olmayan, arkadaşlarına da bu konuda aman ha mallarınız yarın
boyunlarınıza dolanan bir yılan, bir ejderha olmasın diye nasihat eden, tavır
koyan bir sahâbedir. Valileri dolaşır ve sizin Allah’a itimadınız yok mu? Niye
kenz yapıyorsunuz? Niye yarın için harcayacaklarınızı bugünden kazanma ve
biriktirme yanılgısına düşüyorsunuz? diye onları tokatlayan dünyaya ve
dünyalıklara karşı son derece züht içinde yaşamayı yeğleyen bir
sahâbeydi.
Kur’an-ı Kerimdeki bu ve bunun gibi
âyetlerin onda tezahürü işte bu şekilde kendini gösteriyordu. Onun içindir ki
Allah ne verdiyse ihtiyaç kadarını kendisine bırakıyor ve günlük ihtiyaç
fazlasını hemen elinden çıkarıyordu. Hattâ bakın Hz. Muaviye bir kere altın
göndermişti yatsıdan sonra. Sabahleyin o gönderdiklerini kendisinden geri
isteyince sabah namazında Ebu Zer efendimiz; o çoktan bitti, o verdiklerin
çoktan yerini buldu buyurmuştur. Çünkü Ebu Zer efendimiz pişdarından öyle
görmüştü. Sevgilisinin bu konudaki uygulamasına muttali olan Ebu Zer aynısını
yapmaktan geri durur muydu?
Rasûlullah da bir gün yatsı namazında cemaatin üstüne basarak mescidi
hızlıca tek eder ve evine gider. Biraz sonra tekrar mes-cide ashabının arasına
döner. Onun bu telaşını merak eden sahâbe ya Resûlullah önemli bir şey mi oldu
ki bizi tek edip geri döndünüz? deyince Allah’ın Resûlü şöyle buyurur: Evde
birilerine verilecek fazlalık bir şeyler vardı, onu biran evvel yerine
ulaştırayım diye acele ettim buyurur. Onun bu durumuna muttali olan Ebu Zer de
mihmandarının yolunu takip ediyordu.
Hz. Ebu Zer efendimiz herhalde bütün
hayatı boyunca hiç ze-kât vermemiştir. Zira mal onun elinde bir yıl hiç
beklemezdi. Bizim şu andaki durumumuz gerçekten çok garip. Hep biriktirmeden,
yığmadan, büyümeden, şişmeden yanayız. Bir ara sahabe-i kiram efendilerimiz de
bizim şu anda düştüğümüz yanlışa düşmüşlerdi. Resûlullah efendimize gelerek
şöyle demişlerdi: Ey Allah’ın resûlü, bütün mükâfatları zenginler aldı götürdü.
Çünkü onlar bizim uyguladığımız dinin hükümlerinden fazla olarak zekât
veriyorlar, infakta bulunuyorlar. Şimdi ey Allah’ın resûlü, biz ne yapalım?
Bizim bir imkânımız olmayacak mı? Kıskanmıyoruz o zengin kardeşlerimizi ama biz
ne yapalım? Biz de mal toplayalım mı? Biz de kazanalım mı? Biz de planımızı,
programımızı çok para kazanıp zekât verecek konuma gelmeye ayarlayalım mı?
İşimizi zekât verecek halde hazırlayalım mı? Peki işleri neydi bunların? Neyle
meşguldü bu müslümanlar? Bunlar Suffa ashabıydı. Bunların yeryüzünde bir karış
arazileri, evleri barkları olmadığı gibi cepleri de yoktu. Bunların tüm
uğraşıları Rasûlullah efendimizin dizlerinin dibinde onun fem-i saâdetlerinden
dökülen âyet ve hadisleri hıfzedip bize ulaştırmaktı. Etten kemikten bir köprü
oluşturup dinimizi bize ulaştıran Allah dostlarıydı bunlar. İlimle, dinle
uğraşırken dünyaya zamanları kalmadığı için de fakir kalmışlardı. Zekât verecek,
sadakada bulunacak imkânları yoktu. İşte bu yüzden de ciddi bir yanılgıya
düşmüşlerdi. Bugünün en büyük hastalığı kısmen de olsa onlarda da kendini
göstermiş. Evet İslâm’ın ilk günlerinde de sahâbenin arasında böyle bir arzu
doğdu. Biz de zenginlerden olsak ve zekât verecek konumda olsak. Ama Rasûlullah
onların içine düştükleri bu yanlışı çok hoş cevaplarla
haletti.
Allah’ın Resûlü bu hadislerinde
sahâbenin bu yanılgısını giderip kıyamete kadar tüm müslümanlara yarışacakları
alanları göstermiştir. Dünya ve ukbada izzet ve şerefin malda, mülkte değil
Allah’a Allah’ın istediği biçimde kullukta ve Allah’ın istediği amelleri
işlemektedir işaretini veriyordu. Bir başka hadislerinde yine Allah’ın Resûlü
şunu söylüyordu:
“Ben
size sizi sevindirecek şeylerin müjdesini veriyorum. Bunu gelecekte ümit
edebilirsiniz. Allah’a yemin olsun ki, ben sizin hakkınızda fakirlikten
korkmuyorum. Fakat ben sizin için sizden öncekilere dünyanın imkânları bolca
verildiği gibi, size de verileceğinden ve onlar nasıl bu hususta birbirleriyle
yarışmışlarsa, sizin de yarışacağınızdan ve dünya onları nasıl helak etmişse,
sizi de helak edeceğinden korkarım.”
(Buhâri,
Cizye 1)
Bakıyoruz sanki bugün müslümanların
derdi az evvel ifade et-tiğim konulardır. Yani bugün müslümanlar sanki
Rasûlullah’ın ısrarla ashabını uyardığı dünyanın peşine takılmadan yanalar.
Ashabın bir dönem düştüğü ve Resûlullah’ın ikazından sonra vazgeçtikleri servet
toplama derdi müslümanların kıblesi haline gelmiştir. Herkes bunun derdinde.
Efendim acaba Vehbi Koç nasıl zengin oldu? Biz de onun gibi olabilmek için ne
yapmalıyız? Para kazanmanın yolları nedir? İn-sanlar bugün bunun derdindeler.
Birisi geliyor şunu mu yapsam daha çok kazanırım? Yoksa bunu mu yapsam? Ne yapıp
etsem de bir zen-gin olsam? Ne yapsam da Allah’ın rızasını kazansam diyen yok.
Öyle değil mi? Sanki mal mülk sahibi olmak toplumda bir üstünlük sebebi, Allah
katında bir üstünlük sebebi kabul edilmektedir.
Allah’ın mal verdiği kimseler Allah’ın
malsız imtihan ettiği insanlardan üstünmüş gibi bir inanç yaygındır toplumda.
Halbuki ne malı olan üstündür ne de malsız imtihan edilen alçaktır. Bunun ikisi
de ayrı birer imtihandır. Meselâ şimdi farz edin ki birine el verilmiş ötekine
verilmemiş, çolak yaratılmış. Hangisi üstün bunun? Allah’ın kendisine el verip
öyle imtihan ettiği insan mı üstün? Yoksa Allah’ın el vermeyip çolak imtihan
ettiği insan mı üstün? Veya Allah’ın kendisine dil verdiği insan mı üstün, yoksa
Allah’ın kendisine dil vermeyip tat yarattığı insan mı üstün? Veya Allah’ın
kendisine bolca mal verip imtihan ettiği insan mı üstün yoksa Allah’ın mal
vermeyip fakirlikle im-tihan ettiği insan mı üstün? Aslında ne o üstün nede
berikisi alçaktır. Bunların hepsi ayrı birer imtihan konusudur. Allah birini
malla imtihan ediyor, ötekisini de malsız imtihan ediyor. Kimin üstün, kimin
alçak ol-duğu yarın belli olacak. Kimin kazanıp kimin kaybettiği yarın açığa
çı-kacaktır.
Allah
korusun da bugün müslümanlar maalesef sanki bu âyetlerden ve hadislerden
habersiz bir hayat programı yaşamaktadırlar. Rasûlullah efendimiz bu ve bezeri
hadisleriyle bize dünyayı kıble edinip âhireti ikinci plana atmamayı ve infak
yasasına bağlı bir hayat programı tarif ederken, ekonomik hayatımızı infaka
dayalı olarak a-yarlamamızı ısrarla öğütlerken maalesef müslümanlar tüm bu
hadisleri diskalifiye edercesine kâra dayalı, kazanma esasına dayalı, yığma ve
biriktirme mantığına dayalı, daha fazla büyüme, daha fazla şişme esasına dayalı
bir hayat programı gerçekleştirmenin hesabı içine düş-mektedirler. Gerçekten
hangi vahiy biriminin, hangi âyet gurubunun, hangi peygamber modelinin
müslümanlara bu hayat felsefesini empoze ettiğini anlamak mümkün değildir.
Bakıyoruz
bugün hemen hemen müslümanların hepsi, hacısı, hocası da dahil olmak üzere
geceli gündüzlü daha fazla kazanmak, daha fazla büyümek, daha büyük ekonomik
güce erişmenin hesabı içinde çırpınmaktadırlar. İşin garibi ve anlaşılmaz yönü
de müslüman-lar bunu din adına yaptıklarını söyleyebilmektedirler. Efendim
müslü-man zengin olmalıdır. Bugün bizlerin zengin olma hedefimiz, büyüme
isteğimiz, daha fazla ekonomik güce ulaşma programımız daha iyi, daha faziletli
müslüman olmak içindir. Daha müslümanca bir hayata ulaşmak içindir.
Zenginleşirsek daha iyi müslüman olacağımıza inancımızdan ötürü bunu yapıyoruz
diyerek Allah’a akıl vermeye, Allah’a yol göstermeye, Rasûlullah’ı
şartlandırmaya çalışıyorlar. Ya Rabbi biz bunu münasip gördük iyi bir
müslümanlık için, herhalde sen de bundan başka bir şey demezsin! Ya Rasulallah
herhalde sende bizim keyfimize uygun olarak sözlerini bir daha gözden geçirmek
zorundasın demeye çalışıyorlar.
Halbuki Allah indirdiği âyetlerin
hiçbirinde, kitabının hiçbir yerinde ve Rasûlullah efendimiz de hayatının hiç
bir döneminde: Ey müslümanlar! Aman ha! Ne yapın yapın daha fazla zengin olmaya
çalışın! Bütün gücünüzü, bütün kafanızı, bütün kalbinizi, bütün imkânlarınızı,
bütün mesainizi, bütün zamanlarınızı mal mülk toplamaya harcayın! Ne yapıp yapıp
kendinizi zekât verecek bir konuma getirin! Fark etmez ben zaten lüks olsun diye
indirdim onu, kitabımı tanımasanız da olur! Laf olsun diye gönderdim peygamberi,
onunla diyalog kurmasanız da olur. Siz bırakın bunları da aman para kazanmaya
bakın! Zira zenginler benim katımda daha üstündür! diye bir ayet indirmedi
Allah. Ben bugüne kadar Kur’an’ın hiçbir yerinde böyle bir âyet görmedim.
Rasûlullah efendimizin sözlerinin hiç birisinde böyle bir emir duymadım. Eğer
duyanlarınız bilenleriniz varsa söyleyin biz de bilelim. Yok ki böyle bir emir
müslümanlar kendilerine böyle bir yol, böyle bir hayat programı, böyle bir hedef
çizsinler.
İşin bir başka garip yönü de bugün
müslümanlar Allah için ka-zanıyoruz, Allah için biriktiriyoruz dedikleri halde
kazandıklarını Allah için değil de hep kendileri için harcıyorlar. Atlarını,
arabalarını daha lüks hale getirmek için, ev eşyalarını değiştirmek için, kılık
kıyafetlerini değiştirmek için, yeme içmelerini farklılaştırmak için,
sofralarını zenginleştirmek için harcıyorlar.
Ey müslümanlar şunu hiçbir zaman
hatırınızdan çıkarmayın ki, Allah’ın kitabını tanımaya, Allah’ın âyetleriyle
bilgilenmeye Peygam-berinin sünnetiyle diyalog kurmaya zamanınız kalmayacak bir
biçimde güya Allah’ın rızasını kazanmaya matuf olarak kazandığınız mallar,
topladığınız mülkler bilelim ki bizi Allah yolundan uzaklaştırmaktan başka bir
şeye yaramıyor. O halde tez elden aklımızı başımıza almak zorundayız.
Kimilerimizin şu ana kadar kazandıkları çoluk çocuğumuza, yedi sülalemize
yetecek kadar çoktur. Gelin öyleyse buna bir sınır getirip biraz da Allah’ın
âyetleri ne diyor? Tevbe sûresinin bu âyetleri neden söz ediyor? Allah’ın kitabı
bizden nasıl bir hayat istiyor? Rasû-lullah’ın sünneti ne diyor? Nasıl bir amel
istiyor? Nasıl bir iman isti-yor? Peygamber ne diyor? Bize nasıl bir hayat
programı gösteriyor? Biraz da bunları öğrenecek zamanımız olsun da bu âyetlere
de iman imkânımız olsun. Neredeyse ekonomik insan olup çıktık Allah korusun.
Paradan başka, kazanmaktan başka bir şey düşünemez hale gelmişiz. Ekonomik insan
birilerinin hoşuna gidiyor, bu düzenin hoşuna gidiyor. Yahu niye sadece para
düşünen biri olayım ben? Benim böyle sadece para düşünen ekonomik insan olmaya
hakkım yoktur. Niye ekonominin egemenliği altında bir hayat süreyim ben? Benim
sahibim, beni yaratan benden böyle bir hayat istemiyor. Benim hayatımda böyle
paradan puldan başka düşünecek hiç bir şeyim yok mu yani? Yok şunu alacağım, yok
bunu alacağım, yok şu taksitti yok bu ödemeydi. Hedef böyle para olunca da
elbette birileri birilerine haksızlık edecek, birileri birilerine zulmedecektir.
Zulmeden zulmü sineye çeken bir toplum olup çıktık Allah
korusun.
Halbuki selef âlimlerimiz bakın ne
kadar güzel söyler:
"Geçimin en hayırlısı sana yetecek
kadar olup seni meşgul etmeyen ve seni azgınlığa sevk
etmeyendir."
Ne
kadar hoş bir söz değil mi? Rabbimiz bize yetecek kadar versin ve bizi meşgul
etmeyecek kadar versin, bizi kulluktan ve Rab-bimizin bizden istediği diğer
emirleri icradan alıkoymayacak kadar versin inşallah. Allah korusun da bakıyorum
kimi müslümanlar malın mülkün dükkanın tezgahın kölesi olmuşlar, akşama kadar
satılmışlar. Ne ilim öğrenebilecek, ne Kur’an ve sünneti tanıyabilecek, ne çoluk
çocuğunun dini hayatıyla ilgilenebilecek, ne hanımlarını eğitebilecek, ne hasta
ziyareti yapabilecek, ne birilerine âyet ve hadis götürebilecek, ne tebliğ
edebilecek vakitleri kalmamıştır. Üstelik bu insanlar için bir durak noktası da
yoktur. Yedi sülalesini besleyecek kadar parası da olduğu halde hâlâ köleliği
sürdürebilmektedir. Allah korusun bu çok tehlikeli bir durumdur. Böyle bir
kişinin malı da mülkü de kendisinin helâkini hazırlayan bir belâdır bunu hiç bir
zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
Bakın Rabbimiz insanların düştükleri bu
tehlikeye dikkat çekerek kitabında şöyle buyurur:
"Eğer Allah rızkı kullarının hepsine
bol bol verseydi, yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O, dilediğini bir ölçüye
göre indirir. Doğrusu O kullarından haberdardır, onları
görendir."
(Şûrâ
27)
Evet eğer Allah yeryüzünde kullarına
bol bol rızıklar verip onların istedikleri her şeyi bol bol onlara
ulaştırıverseydi o kullar yeryüzünde şımarırlar, azarlar, isyan içine girerler
ve fesat çıkarırlardı. Yer-yüzünde dengeyi bozacak duruma gelirlerdi. Çünkü
âyeti kerimeden anlıyoruz ki zenginlik taşkınlık sebebidir. Zenginlik şımarıklık
sebebidir. Eğer Allah yerdeki kullarına her şeyi bol bol veriverseydi,
istedikleri her şeyi bulabilecek dilediklerini elde edebilecek ve istedikleri
her şeyi yapabilecek bir duruma gelselerdi Allah diyor ki onlar şımaracaklar ve
azgınlık içine gireceklerdi. Bakıyoruz yeryüzünde en çok şımaranlar, yeryüzünde
Allah’a en çok isyan içine girip de yeryüzünde dü-zeni bozanlar da zenginlerdir.
Yani bu insanlar yeryüzünde kendile-rine verilen azıcık zenginlik, azıcık güç ve
kuvvet sonucunda bile Allah’a kafa tutmaya kalkışıyorlar da Allah bunlara biraz
daha fazlasını verseydi acaba bunlar ne yapacaklardı? Meselâ biraz daha fazla
ömür verseydi, biraz daha fazla güç ve kuvvet verseydi, biraz daha fazla imkân
ve saltanat verseydi acaba bu insanlar ne yapacaklardı? Nasıl davranacaklardı?
Lâkin Allah rızkı dilediği ölçüde
indirir. Rızkı dilediği şekilde in-dirir ve kullarının her birine dilediği
şekilde rızık takdir eder. Çünkü o Allah kullarına Habîr ve Basîr’dir. Yani
şüphesiz ki Allah kullarının du-rumlarını mizaçlarını karakterlerini onlara
yarayan şeylerin neler olduğunu, herkese ne kadar vereceğini en iyi bilendir.
Kulları hakkında en hayırlı şeyin ne olduğunu en iyi bilendir Allah. İşte bu
bilgisi ve hikmeti gereği kime ne vereceğini, ne kadar vereceğini, kimi neyle ve
nasıl imtihan edeceğini en güzel bir şekilde takdir eder Allah. Bu bilgisi ve
hikmeti gereği çok verilmesi gerekenlere çok verir az verilmesi gerekenlere de
az verir. Nitekim bir hadis-i kutside Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
"Kullarımdan öyleleri vardır ki
zenginlikten başkası ona yaramaz. Eğer onu fakirleştirseydim bu fakirlik onun
dinini bozardı. Yine kullarımdan öyleleri de vardır ki onlara fakirlikten
başkası yaramaz. Eğer onu zengin kılsaydım bu zenginlik mutlaka onun dinini
bozardı"
(İbni
kesir 3/277)
Kimi insanlara neden fazla zenginlik
verildiğinin hikmetini işte bu hadisi kutsiden anlıyoruz. O kadar çok istiyor ki
vermese dini gidecek adamın da onun için veriyor Rabbimiz. Yani eğer insanlar
dün-yada Allah’ın kendilerine takdirine razı olup onunla yetinmeye çalışsalar
aslında Allah güzel takdir eder. Ama insanlar Allah’ın takdirine razı
olmuyorlar. Kimi insanlar bilirim onların mallarını zekât da temizleye-mez.
Meselâ adam başkalarının hakkına uzanmıştır, dükkanında çalıştırdıklarının
haklarını vermemiştir. Sanki Allah belirlemiş gibi birilerinin belirlediği
asgari ücreti vererek işçilerinin alın terini yemiştir. Veya infak âyeti zekât
âyetinden önce gelmiştir. Ama buna rağmen adam infak etmediği için sadece zekâtı
hesap edip infakı göz ardı et-tiği için yıllardır infakı ihmal ettiği için mal
birikimi söz konusu olmuştur. Zira bugüne kadar infak etseydi belki bu kadar
elinde malı birikmeyecekti. Şimdi bu adam zekât değil malının tümünü verse bile
so-rumluluktan kurtulamaz. Çünkü o mal zaten kendisinin değil. Veya kendisinin
olmayan malı artırdıkça artırmıştır adam. Ne bu malın aslı kendinidir ne de
artan kısım kendisinindir. Onu hak sahiplerine ulaştırmak zorundadır. Ya da bu
gerçeği anladıktan sonra hemen tevbe edip meşru yoldan kazanıp meşru yolda
harcamaya başlayacak elindeki birikiminin değerlendirmesini bu şekilde
yapacaktır.
Evet bu âyet ve hadisler çerçevesinde
unutmayalım ki zengin olmak için biriktirmek hedef değildir. Hedef zekât verecek
konuma gelmek değildir. İslâm’da böyle bir şey yoktur. Yani malı olan çok
ka-zanır olmayan kazanamaz, yok öyle. Zenginlerin Allah katında değeri çoktur da
fakirlerin değeri yoktur, yok öyle bir şey. Bakın Allah’ın Resûlü buyurur:
“Yarım hurmayla da olsa kendinizi cehennem
ateşinden koruyun”
Evet yanlış duymadınız yarım hurma.
Yarım hurma, bir hurmanın yarısı. Ne kadar az mı? Ne yapar mı yarım hurma? Hiç
mi? Hayır cehennemde kurtarır. Yarım hurma ne kadar az, ama ne kadar çok ki
kişiyi cehennemden kurtarıyor. O halde İslâm’da ölçü malın azlığı çokluğu
değildir. İslâm’ın ölçüsü materyalist felsefenin ölçüsü değildir. Yani
materyalizmde olduğu gibi işte bir milyon dağıtan o ka-dar sevap alır, beş lira
veren de o kadar sevap alır bu yoktur İslâm-da. Müslümanın müslümana gülümsemesi
bile sadakadır. Bakın para filan yok işin içinde. Sadece bir müslümanın bir
müslüman kardeşine bir tebessümü söz konusu.
35. “Bunlar cehennem ateşinde
kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, “Bu
kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın”
denecek.”
O servet ateşe dönüştürülecektir.
O servet cehennem ateşinde kızartılıp onların alınlarının, böğürlerinin,
sırtlarının dağlanacağı gün, onlara denilecek ki, işte bu sırf kendiniz için
yığdığınız, biriktirdiğiniz servetiniz, haydi şimdi tadın bakalım bu
yığmalarınızın karşılığını. Kor gibi kızarmış altın ve gümüşlerle ütülenecek
vücutları. Haydi Allah’ın size o serveti verirken bir imtihan konusu olarak
verdiğini unutmanızın karşılığını tadın bakalım denilecek. Allah yolunda
harcanmayan, başka yollarda harcanan mallar ateş ve azap sebebi
olacaktır.
36. “Allah'ın gökleri ve yeri
yarattığı günkü yazısında, Allah'a göre ayların sayısı on ikidir. Bunlardan
dördü haram aydır. Bu dosdoğru bir nizamdır. Öyleyse o aylar içinde kendinize
yazık etmeyin, top yekun sizinle savaşan putperestlerle siz de top yekun
savaşın, Allah'ın sakınanlarla beraber olduğunu
bilin.”
Allah’ın gökleri ve yeri
yarattığı günden beri Onun katında ay-ların sayısı on ikidir. Allah’ın
takdirinde, Allah’ın kitabında bu böyledir. Onlardan dört tanesi haram aylardır.
İşte bu dosdoğru bir din, dosdoğru bir nizam, dosdoğru bir değerlendirmedir. O
halde bu konuda, bu aylar konusunda kendinize yazık etmeyin. Bu aylarda bu
ayların hürmetini ihlâl ederek, Allah’ın yasalarını çiğneyerek, birbirlerinizle
savaşıp kan dökerek kendi kendinize zulmetmeyin. Ama o kâfirlerin top yekun
sizlerle savaştıkları gibi sizler de onlarla top yekun savaşın. Bilesiniz ki
Allah muttakilerle, kendisine kulluklarının bilincinde olanlarla, Rab’lerine
karşı sorumlu davrananlarla beraberdir.
Bu haram aylarda kâfirler, müşrikler
bizimle savaşa tutuşurlarsa elbette bizler bu aylar haram aylardır diyerek
onların bizi öldürmelerini beklemeyecek, biz de onlarla savaşacağız.
Evet Rabbimizin gökleri ve yeri
yarattığı günden beri Rab-bimiz katında ayların sayısı on ikidir. Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep
aylarıdır. Göklerin ve yerin yaratılışından beri haram olan bu ayları Rabbimiz
tarih boyunca her ümmete haram olarak takdim buyurmuştur. Hattâ Mekke’li
müşrikler kendileri çok çirkin şeyler yaparak yoldan sapmalarına rağmen bu haram
ayların hukukuna riâyet ederek bu aylarda savaş yapmıyorlardı. Gerçekten bu
aylarda emniyet ve sükun hakim oluyordu. Allah yasası, İslâm yasası olan bu
yasayı Allah Resulü de Mekke’de aynen korudu ve insanlara bu yasaya uymalarını
öğütledi. Haram aylar bugün de varlıklarını devam ettir-ektedirler.
37. “Sapıtmak için hürmetli
ayların yerlerini değiştirip, geciktirmek, küfürde gerçekten ileri gitmektir.
İnkar edenler Allah'ın haram kıldığı ayların sayısını uydurmak için, onu bir yıl
haram, bir yıl helâl sayıyorlar, böylece Allah'ın haram kıldığını helâl
kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü. Allah, inkâr eden toplumu
doğru yola eriştirmez.”
Nesii, yâni aylarda değişiklik yapmak,
ilave veya eksiklik yap-mak, onların yerlerini değiştirip geciktirmek gerçekten
küfürde ileri gitmektir. Böylece Allah’ın yasalarını tahrif etmek küfürde
ziyadeleş-mektir. Aylara yapılan bir ilave başka değil küfre yapılan bir
ilavedir.
İbadetler bu ayların hesabına göre
yapılır. Kameri takvim güneş takvimi gibi değildir. Her yıl on gün erken geldiği
için yılın bütün günlerini gezmektedir. Yâni 36 yılda bu gezisini tamamlar.
Müşrikler bir takım çıkarları sebebiyle zamanla oynamaya çalışıyorlardı. Aylara
bazen ilaveler, bazen eksiltmeler yaparak ayların yerini, zamanını değiştirmeye
çalışıyorlardı. Çıkarları, menfaatleri sebebiyle zamanla oynuyorlardı. Bir savaş
yapmak istediklerinde, birilerini öldürmek istediklerinde Allah’ın bu haram
aylarda koyduğu can güvenliğini ihlâl edebilmek için yapıyorlardı bunu. Allah’ın
haram aylarına denk getirmek için bu yasağını meşru görüyorlar,
helâlleştiriyorlardı. Kötü işleri, kötü amelleri onlara süslendirildi, pek cazip
göründü. Allah inkâr eden bir toplumu asla doğru yola iletmez. Çünkü onlar
uygulamayı bir yıl serbest, bir yıl yasak sayıyorlar ve böylece Allah’ın
yasasına karşı geliyorlardı.
Evet müşrikler savaş yapacakları,
düşmanlarını öldürecekleri zaman diyorlardı ki bu ay haram ay olmasın, biz
savaşımıza devam edelim. Buna karşılık bu haram ayı bir başka aya aktarırız
diyorlardı. Şu anda da kimi modernistlerin zamanı değiştirmeye, aynı şeyleri
yapmaya çalıştıklarını görüyoruz. Efendim işte hac aylarını değiştirelim.
Kimimiz Zilhicce ayında, kimimiz Muharremde, kimimiz Safer ayında
haccedebiliriz. Çünkü aynı ayda, Zilhicce ayında haccedince çok büyük izdiham
oluyor filan demeye çalışıyorlar. Allah’ın yasalarında değişiklik yapmaya
çalışıyorlar. Allah’ın hürmetini değiştirmeye çalışıyorlar. Meselâ Ramazan ayı
hilale göre tespit edilir. Müslümanlar ibadetlerini bu ayların hesabına göre
yaparlar. Ama bugün birileri ısrarla zamanla oynamak, Ramazan hilaliyle oynamak
ve mü’minlerin oruç ibadetlerini bozmak için çırpınıyor.
38. “Ey inananlar! Size ne oldu
ki, “Allah yolunda, savaşa çıkın” dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Âhireti
bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının geçimi âhirete göre
pek az bir şeydir.”
Hicretin dokuzuncu yılında Tebûk
seferine çıkmak üzere Ra-sulullah efendimiz bir seferberlik ilânında bulunduğu
zaman Müslümanlar arasında ağır davrananları kınayan bir âyetle karşı
karşıya-yız. Yeryüzünde fitne ve fesadın kökünün kazınması, adâletin, Allah’a
kulluğun gerçekleşmesi bu uğurda mü’minlerin Allah için bir savaşı göze
alabilmelerine bağlı olduğu vurgulanıyor. Dünya üzerinde, dünyaya taparak
zâlimce egemen olan güçlerin belini kırmak, egemenliklerine son verip, onların
zulüm ve işkenceleri altında kıvranan mazlumların, mus’taz’afların imdadına
yetişmek üzere Müslüman’ların mutlaka savaşı göze almaları gerektiği haber
veriliyor.
Ey mü’minler, size ne oluyor da sizler
Allah yolunda savaşmıyorsunuz? Ne oluyor size ki Allah ve Resulünün bir savaş
çağrısı karşısında yerlerinize çakılıp kaldınız? Size ne oluyor ki Allah yolunda
bir savaşı göze alamıyorsunuz? Ne oluyor size ki rahatınızın içine gömülüp
kaldınız? Zevkiniz, sefanız, malınız, mülkünüz ağır bastı da Allah yolunda bir
savaştan ürker oldunuz? Yoksa sizler âhiret haya-tını bırakıp da dünya hayatına
razı mı oldunuz? Yoksa dünyayı âhire-te tercih mi ettiniz? Rabbinizin rızasını,
cenneti bıraktınız da şu dün-yanın geçici menfaatlerine razı mı oldunuz?
Bilmiyor musunuz ki dün-ya hayatının geçimliliği âhiret hayatının yanında çok
azdır. Azı çoğa tercih mi ediyorsunuz? Bâkîyi, sonsuzu verip de fânîyi satın mı
alı-yorsunuz?
Şunu kesinlikle bilesiniz ki eğer
sizler peygamberle birlikte bu savaşa katılmaz, onu yalnız bırakırsanız Allah
onun destekçisidir. Allah elçisine yetecektir. Unutmayın ki sizlerin Allah
yolunda cihadı bir kenara bırakıp mal-mülk derdine koşmanız, tarla-tapan
derdine, ev-bark derdine, mark-dolar derdine koşmanız sizin kendi kendinizi
tehlikeye atmanız anlamına gelecektir.
Bu âyetlerin indiği ve Müslümanların
Allah yolunda bir sefere çağrıldıkları dönem Medine’de kıtlık ve kavurucu
sıcakların hakim ol-duğu, gölgelerin arandığı ve ekinlerin, meyvelerin hasat
mevsiminin geldiği bir döneme rastlıyordu. İşte böyle bir ortamda Rabbimiz bir
savaş emri veriyordu. Rasulullah efendimizin işin ciddiyetine binaen önceki
adetinden farklı olarak seferin yönünü
de açıkça ortaya koyuyordu. Bizans’a karşı, Rum’lara karşı bir sefere gidiyoruz
diyordu. Uzun ve meşakkatli bir yolculuk. Onun içindir ki Müslümanlardan ağır
davrananlar oldu. Dünya hayatı, yaşamak arzusu, mal mülk sevgisi ağır bastığı
için savaşa çıkmak zor geliyordu. Onların bu ağırdan almalarına karşılık bakın
Rabbimizin tehdidine:
39. “Eğer bu sefere çıkmazsanız
Allah size can yakıcı azapla azap eder ve yerinize başka bir millet getirir. Ona
bir şey de yapamazsınız. Allah her şeye Kâdirdir.”
Ey Müslümanlar, eğer rahatınızı
düşündüğünüz için, bağınızı bahçenizi düşündüğünüz için, dükkanınızı
ticaretinizi düşündüğünüz için, evinizi barkınızı düşündüğünüz için Allah
yolunda bir savaş size angarya gelir ve ağır davranırsanız bilesiniz ki Allah
size can yakıcı, dayanılmaz bir azapla azap edecektir. Sizi giderip sizin
yerinize Allah’ı, Allah’ın rızasını, Allah’ın cennetini dünya menfaatlerine
tercih edip Onun yolunda malları ve canlarıyla cihad edecek kullar getirecektir.
Unutmayın ki Allah dilediğini yapmaya Kâdirdir.
Evet o gün böyle ağır davranan
Müslümanlara yapılan bu teh-dit karşısında bugün Allah ve Resulünün cihad
çağrısına karşılık bizim durumlarımız gerçekten yürekler acısıdır. Rabbimizin
cihad çağrısına karşılık hiç kulak asmayan bizler gerçekten çok kötü bir
durumdayız. Allah için en ufak bir fedâkarlığa yanaşmayan bizler ne kötü bir
durumdayız? Âhiret hayatını unutup sadece dünya rahatından başka hiç bir şey
düşünmez hale gelenmişiz. Siz sahiplenmezseniz peygambere ona sahiplenenler
getirir Allah. Dilediği zaman da sizi yok etmeye muktedirdir. Size de
yaptıklarınıza da ihtiyacı yoktur Onun. Dilerse sizin defterlerinizi dürer de
daha önce sizi sizden öncekilerin yerine dünya sahnesine getirdiği gibi sizin
yerinize de başkalarını halef kılar. Nuh toplumunu yok edip yerine Ad’ı
getirdiği gibi, isyanlarından dolayı Ad’ın da defterini dürüp yerine Semûd’u
yerleştirdiği gibi, küfürlerinden ötürü Semûd’u da yerin dibine batırıp yerine
başkalarını getirdiği gibi. Veya Selçukluyu, Osmanlıyı yok edip şu anda onların
yerine sizleri getirdiği gibi. Sizi de yok edip yerinize başkalarını getirir.
Öyleyse size hakim olan, sizin üzerinize Kahhâr olan Rab-binize teslim olun.
Onun istediği hayatı yaşayın. Asla Onun emirlerine isyan içine girmeyin. Onun ve
elçisinin cihad çağrısına kulak tıkayarak azabına dâvetiye çıkarmayın. Şunu da
unutmayın ki:
40. “Muhammed'e yardım
etmezseniz, bilin ki, inkâr edenler onu Mekke'den çıkardıklarında mağarada
bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona yardım etmişti. Arkadaşı Ebu Bekir'e
“Üzülme, Allah bizimledir” diyordu; Allah da ona güven vermiş, görmediğiniz
askerlerle onu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Ancak Allah'ın
sözü yücedir. Allah güçlüdür, Hakîmdir.”
Eğer sizler peygamberime yardım
etmez, onu bu cihad çağrımda yalnız bırakırsanız unutmayın ki onun yardımcısı,
onun kefili Benim diyor Rabbimiz. Daha önce öyle olmadı mı? Hani hatırlasanıza
kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında Sevr mağarasında yanında onu koruyan
sizler miydiniz? İki kişiden biri olarak Allah ona yardım edip düşmanlarından
korumamış mıydı? Hani orada ayaklarının dibine kadar gelmiş kâfirlerden korku
içine giren Ebu Bekir’e arkadaşı: Üzülme, Allah bizimledir diyordu.
Ey Ebu Bekir, iki kişi hakkında
ne zandasın ki üçüncüleri Allah’tır onların. Sakın mahzun olma, biz Allah
korumasında ve Allah desteğindeyiz diyordu. Biz şu anda Allah için buradayız.
Hareket noktamız Allah’tır ve Rabbimiz bizi koruyacak, dinini galip getirecektir
korkmana ve üzülmene gerek yoktur diyordu. Böyle Allah da ona gü-ven vermiş,
görmediğiniz askerleriyle, ordularıyla onu desteklemiş ve sonuçta kendi sözünü
üstün getirmiş, kâfirlerin sözünü alçaltmıştır. Allah’ın kelimesi, Allah’ın
dini, Allah’ın yasaları üstündür. Allah Azîzdir, dilediğine güç yetirendir ve
yaptığı her şeyi belli bir hikmetle yapandır.
Evet şimdi şu anda Rabbinizin bir cihad
çağrısı karşısında peygamberini yalnız bıraksanız bile, hiç biriniz onunla
birlikte cihada çıkmasanız bile orada onu koruyan, onu galip getiren Allah
elbette yine galip getirecektir. Azîz olan, mutlak güç ve kudret sahibi olan ve
Hakîm olan Allah’ın hiç kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Siz ne yaparsanız
kendi menfaatiniz için yapmaktasınız. Allah yolunda mallarını ve canlarını
ortaya koyanlar kendi nefisleri için ortaya koymuşlardır. Allah yolunda bir
fedâkârlıktan kaçanlar da kendi aleyhlerinde bir eylem içine girmişlerdir. Allah
cennet karşılığında mü’minlerin mallarını ve canlarını satın almıştır. Öyleyse
haydi:
41. “İsteyen, istemeyen, hepiniz
savaşa çıkın. Allah yo-lunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Bilirseniz
bu sizin için hayırlıdır.”
Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak,
gerek binitli gerek binitsiz olarak, gerek kolay gerek zor gelerek, gerek genç
gerek yaşlı olarak, gerek evli gerek bekar olarak, gerek zengin gerek fakir
olarak, gerek silahlı gerek silahsız olarak Allah yolunda savaşa çıkın. İşiniz,
aşınız, durumunuz müsait olsa da çıkın olmasa da çıkın. Allah’ın ve Resulünün
emrine koşun. Hiç beklemeden emre imtisal edin. Allah yolunda mallarınız ve
canlarınızla cihad edin. Malı olan malıyla, canı olan canıyla, ikisine de sahip
olan ikisiyle de savaşa gitsin. Sakın ha sakın, Allah yolunda çıkılacak bir
cihad için mâzeretlerin arkasına saklanmayın.
Eğer bilirseniz bu sizin için çok
hayırlıdır. Haydi hakkınızda hayırlı olana koşun. Haydi imanlarınızı
yapabileceğiniz, imanlarınızı hayatınızda görüntüleyebileceğiniz, iman kaynaklı
yaşayabileceğiniz bir hayat ortamı oluşturmak üzere savaşa hazırlanın. İslâm
düşmanlarına karşı, düşmanlarınıza karşı tedbirlerinizi alarak bölük bölük
savaşa çıkın.
Ey Allah ve Resulüne iman edenler! Ey
dünya hayatı yerine âhireti satın alanlar! Ey Allah’la böyle bir alışverişte
bulunanlar! Fânîyi verip de bâkîye talip olanlar! Dünya hayatının basit
zevklerini bırakıp da cennete ve Allah’ın rızasına talip olanlar! Allah yolunda,
Allah’ın egemenliğini gerçekleştirmek için, ilay-ı kelimetullah için savaşın.
Çünkü unutmayın ki Allah yolunda savaşanlar geçici ve basit dünya hayatını
satıp, karşılığında ebedî olan âhireti satın almışlardır. Kim dünya hayatının
geçiciliğini, derbederliğini, fânîliğini, zavallılığını bilir de Allah yolunda
savaşarak buradaki zevkini, sefasını cennet için fedâ etmeyi becerebilirse,
fâniyi verip bâkîyi kazanmayı becerebilirse, Allah’ın rızasını kazanabilirse
işte kazançta olan odur. Dünyayı da âhireti de en iyi değerlendiren odur.
Öyleyse dünya hayatına karşılık âhireti satın almak isteyenler Allah yolunda
savaşsınlar. Bunun başka bir yolu yoktur.
Dünya metaı hem azdır, hem de geçicidir,
fânidir. Yâni şu an-da dünyanın ne kadarına sahip olsanız, ne kadarına egemen
olsanız, tüm dünya mülkleri, tüm dünya saltanatları sizin de olsa bilesiniz ki
çok azdır, âhiretin ve âhiret saltanatının yanında. Madem ki dünya metaı çok
azdır, madem ki tüm dünya sizin olsa bile bir gün bitecektir, öyleyse bir gün
bitecek olan bir dünya metaı hesabıyla Allah için bir savaştan geri kalarak
ebedî bir âhiret hayatını, ebedî bir cenneti fedâ etmek akıl kârı mıdır?
Muttakiler için, Allah’la yol bulanlar için, hayatlarını Allah için yaşayanlar
için, Allah’ın koruması altına girip Allah’ın istediği gibi yaşayan, Allah adına
canları ve mallarını fedâya hazır olanlar için âhiret yurdu gerçekten çok
hayırlıdır.
42. “Ey Muhammed! Kolay bir
kazanç, normal bir yolculuk olsaydı sana uyarlardı, fakat çıkılacak yol onlara
uzak geldi, kendilerini helâk ederek, “Gücümüz yetseydi sizinle beraber
çıkardık” diye Allah'a yemin edeceklerdir. Allah onların yalancı olduğunu
elbette biliyor.”
Eğer çıkacağınız bu sefer kolay
bir kazanç, kolay bir sefer olsaydı onlar mutlaka sana uyarlar, seninle birlikte
gelirlerdi. Fakat çıkılacak sefer onlara uzak ve zor geldi, meşakkatli geldi.
Eğer bu böyle kolayca, zahmetsizce elde edilecek bir ganîmet olsaydı elbette
senin peşinden gelirlerdi. Ama bu sefer o münâfıklara ağır geldi, zor geldi de
kendilerini helâke sürükleyerek sana diyecekler ki: Eğer gücümüz yetseydi,
imkânlarımız elverseydi elbette biz de seninle beraber gelirdik diye Allah’a
yemin edecekler. Allah onların yalancı olduklarını, bu sözlerinde samimi
olmadıklarını elbette çok iyi bilmektedir. Allah yolunda cihadı terk edecekler,
Allah ve Resulünün çağrısından kaçacaklar ve utanmadan bu yalanlarına bir de
Allah’ı şâhit tutarak kendi kendilerini helâke sürükleyecek
hainler.
Münâfıkların hareket noktası Allah’ın
rızası değil ganîmet derdidir. Bunlar aslında kendi menfaatlerinden başka bir
şey görmeyen kimselerdir. Sadece dünyayı görebilen insanlardır onlar. Uğrunda
savaşabilecekleri her hangi bir dâvâları olmayan insanlardır. Dâvâsız, ne sâdık
bir kâfir, ne de sâdık bir Müslüman’dır bunlar. Kitabımızın pek çok âyeti bu
zümreyi anlatır. Bunlar sadece kendi canlarını, çıkarlarını düşünen insanlardır.
Elde edecekleri bir dünya menfaati varsa, risk ve fedâkarlık yoksa gelirler.
Allah için bir savaşta Müslümanlar gibi ölmeyi, yaralanmayı, sıkıntı çekmeyi
göze alamayan, Allah için böyle bir fedâkârlığa razı olamayan, kendince savaş
gibi bir sıkıntının dışında kalmayı başarı zanneden insanlardır.
Basit düşünceleri, sığ
hesaplarıyla hareket eden zavallı insanlar. Bu dünyanın geçici zevk ve
eğlencelerine kapılarak Allah için bir savaştan kaçan ve dünyalarını da
âhiretlerini de mahveden insanlar. Menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyen bu
insanlardan ciddi bir fedâkârlık beklemek mümkün değildir. Ağızlarıyla
kalplerinde olmayan şeyleri söylerler. Ağızları başka, kalpleri başkadır
bunların. İçleri başka, dışları başkadır. Bakın diyorlar ki eğer gerçekten imkân
bulabilseydik, gücümüz yetseydi elbette bizler de sizinle gelirdik. Ama Allah
biliyor ki onlar yalan söylüyorlar.
43. “Allah seni affetsin;
doğrular sana belli olup, yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin
verdin?”
Allah’ın Resulü Tebûk seferinden
kaçabilmek için asılsız bahaneler öne sürerek kendisini aldatmaya çalışan bir
kısım münâfıkların özürlerini kabul ederek onların bu savaştan geri kalmalarına
izin vermişti de peygamberinin bu davranışını beğenmeyen Rabbimiz hemen onu
uyarıvermiştir. Yâni onun bu davranışını, bu içtihadını onaylamadığını ortaya
koyuverdi.
Allah seni affetsin! Allah senin
hayrını versin ey peygamberim! Niye böyle yaptın? Savaştan kaçmak için sana özür
beyanında bulunan bu insanların özürlerinin doğruluğu, yalancılığı açığa
çıkmadan, bu konuda bir araştırma yapmadan niye izin verdin onlara? Sakın bir
daha böyle yapma! diyerek uyarıverdi Rabbimiz onu ve bu davranışını onaylamadı.
Çünkü eğer Rasulullah efendimiz kendilerinin mâzeretlerini kabul etmeyerek,
onlara savaştan geri kalma izni vermeyerek onlar geri kalmış olsalardı elbette
onların nifakları açığa çıkacaktı. Böylece Allah için bir fedâkarlık anlamına
gelen savaş, mü’minle münafığı ayırıcı en büyük bir imtihan olacaktı.
Tebûk seferinin hazırlıklarının
başladığı günlerde insanlardan gelip mâzeretler ileri sürerek Rasulullah
efendimizden izin isteyenler oluyordu. Ey Allah’ın Resulü işte şu şu işlerimiz
var, şu şu mâzeretlerimiz var, bizi bu işten mazur gör diyorlardı. Bizi affet,
bizi bağışla biz bu sefere katılamayacağız. Rasulullah efendimiz de her mâzeret
beyan edene izin vermişti.
Rabbimiz buyuruyor ki ey
peygamberim, keşke öyle yapmayıp da biraz bekleseydin. Bekleseydin de gerçekten
mâzereti olanlarla olmayanlar bir açığa çıksaydı. Rabbin gerçekten inananlarla
münâfıkların açığa çıkması için böyle
bir imtihan açmıştı. Tabii ki Rasulullah efendimizin merhametine sığınarak böyle
bir savaştan yan çizmeye çalışanları oldukları hal üzere bırakacak değildi
Allah. Elbette onları tek tek ortaya çıkaracaktı Rabbimiz. Bakın bundan sonraki
âyetinde kimlerin izin isteyip kimlerin asla isteyemeyeceğini şöylece açıklıyor
Rabbimiz.
44,45. “Allah'a ve âhiret gününe
inananlar, mallarıyla, canlarıyla savaşmak istediklerinden ötürü geri kalmak
için senden izin istemezler. Allah sakınanları bilir. Ancak Allah'a ve âhiret
gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp şüphelerinde bocalayan kimseler senden
izin isterler.”
Allah’a ve âhiret gününe
gerçekten iman edenler, malları ve canlarını ortaya koyarak Allah yolunda
cihaddan kaçmak için asla senden izin istemezler. Allah’a, Allah’ın istediği
gibi iman edenler ve bir gün bu dünyada yaptıkları her şeyin hesabını
vereceklerinin bilincinde olanlar, Allah yolunda bir cihaddan geri kalmak için
asla izin istemezler. Çünkü zaten Allah’a iman Allah’ın hayata karıştığına
imandır. Allah’a iman onun hayat programı gönderdiğine imandır.
Allah’a iman ondan gelen cihad
emrine imandır. Allah böyle kendisine,
kendisinin istediği gibi iman eden, kendi yolunda cihad eden muttaki kullarını
bilmektedir buyurarak Rabbimiz cihadla takva arasında bir ilişkiyi vurguluyor.
Cihad bir Müslümanın kalbindeki takvanın açığa çıkmasıdır. Cihad takvanın
alâmetidir. Allah o muttakileri bilmektedir. Allah’ın rızasını ve âhiret
günündeki mükâfatlarını kazanabilmek için vesileler arayan, bunun için de cihada
koşan kullarını çok iyi bilmektedir Allah.
Zaten işte bu âyet-i kerîmesinde
Rabbimiz rızasını kazanmada en büyük vesilenin kendi yolunda cihad olduğunu
açıkça haber vermektedir. Mâide sûresinin 35. âyeti bunu daha açık anlatıyordu.
Evet Allah o muttakileri bilmektedir. Onların değerlerini bilmektedir. Onlara
nasıl mükâfatlar lütfedeceğini çok iyi bilmektedir.
Ancak senden yalnızca Allah’a ve âhiret
gününe inanmayan, kalplerine iman yerleşmemiş, kalpleri şüpheye kapılmış,
imanlarında şüpheye düşmüş kimseler izin isterler. Allah’a güvenleri olmayan,
Allah’ın kendi yolunda savaşan kullarına yardımına güvenmeyen, âhiret konusunda,
cennet konusunda hep bir şüphe içinde olanlar ancak senden izin isterler. Yâni
inanmadıkları halde iman gösterisinde bulunan münâfıklar, ancak cihaddan kaçmak
için senden izin isterler. Âhirete ve cennete inanmayan insanların Allah için
bir savaşı, bir fedâkarlığı göze almaları asla mümkün değildir. Onların ne Allah
yolunda mal harcamaları, ne de canlarını ortaya koymaları mümkün değildir.
46. “Eğer savaşa çıkmak
isteselerdi bir hazırlık yaparlardı. Ama Allah davranışlarını beğenmedi de
onları alıkoydu. “Acizlerle beraber oturun”
denildi.”
Gerçekten onlar savaşa çıkmak
isteselerdi elbette onun için bir hazırlık yaparlardı. Eğer kalplerinde
gerçekten Allah için bir savaş niyeti olmuş olsaydı, silah ve erzak yönünden bir
hareketin, bir hazırlığın içine girerlerdi. Onların böyle bir hareketin içine
girmemeleri aslında cihaddan kaçma niyetlerini açığa vurmaktadır. Lâkin Allah
onların seninle birlikte cihada çıkmalarını hoş görmedi de onları bu işten
alıkoydu. Onların seninle birlikte gelmelerini istemediği için Allah
isteklerini, azimlerini kırıverdi. Ayaklarını dolayıp kalplerine tembellik ve
isteksizlik koyuverdi. Onlara savaştan geri kalan âcizlerle beraber, kadın ve
çocuklarla beraber oturun dedi. Tevkif etti onları.
Elbette bir şeye inanan, bir şey için
samimi bir niyet taşıyan kişi onun için hazırlık içinde olmalıdır. Peki var mı
şu anda cihad için bir hazırlığınız? Bir planınız programınız var mı şu anda?
Ruhunuzu, kalbinizi, bineğinizi, silahınızı hazırlamak gibi bir derdiniz, bir
endişeniz var mı? Allah’ın dinini yeryüzünde hakim kılma, inancınızı yaşama diye
bir derdiniz var mı? Allah’ın tüm dinlere, tüm sistemlere üstün kılmak üzere
gönderdiği bu hak dinini yeryüzünde üstün getirme diye bir hesabınız var mı?
Peki oturduğunuz yerden mi olacak bu? Rasu-lullah oturduğu yerden mi
gerçekleştirdi bunu? Rasulullah efendimiz bir hadislerinde şöyle
buyuruyordu:
“Kim ki Allah yolunda cihad
etmeden, cihad etme niyetini içinden geçirmeden ölürse nifak üzere
ölmüştür”
Öyleyse bu halimizle münâfıklara mı
benziyoruz, yoksa mü’minlere mi? bunu iyi bir düşünelim Allah için.
Allah o münâfıkların seninle birlikte
çıkmalarını istemedi. Yâni biraz da Rabbimiz önceki uyarısından ötürü sıkıntıya
düşen Peygamberini teselli ediyordu burada. Ey peygamberim, aslında sen onlara
izin vermesen de zaten onlar seninle bir savaşa çıkmayacaklardı. Sen üzülme,
çünkü onların seninle birlikte çıkmaları sana zerre kadar bir hayır
kazandırmayacağı gibi bilâkis çok zararları olacaktır.
Çünkü:
47. “Aranızda savaşa çıkmış
olsalardı, ancak sizi bozmağa çalışırlar ve fitneye düşürmek için aranıza
sokulurlardı. İçinizde onlara kulak verenler var. Allah kendilerine yazık
edenleri bilir.”
Eğer onlar sizinle birlikte
savaşa çıkmış olsalardı sizin için fitne ve fesattan başka bir şey artırmazlar,
aranıza fitne sokmak üzere sa’y ederlerdi. İçinizde onlara kulak verenler
vardır. İçinizde onlara haber taşıyanlar vardır ve Allah elbette böyle
kendilerine yazık edenleri bilmektedir.
Evet içinizde onların
lakırdılarına kulak veren, onların fitne-lerini dinleyenler vardır. Onların
fitnelerine kulak verecek, onları din-leyecek, onlara itaat edecek, onlarla
birlikte hareket edecek zayıf kimseler vardır. Onların açtıkları fitne
çığırından gidebilecekler vardır. Böylelerini etkileyip moral men onları
çökertecekler bu münâfıklar. Onun içindir ki onların sizden, saflarınızdan uzak
olması daha hayırlı olduğu için Rabbiniz sizin hayrınıza takdirde bulundu. Ama
elbette Resul (a.s) hemen onlara izin vermeseydi, Allah münâfıklıkları açığa
çıkacaktı.
48. “Andolsun ki, daha önce de
fitne koparmak istemişlerdi. Sana karşı bir takım işler çeviriyorlardı, sonunda
onlar istemedikleri halde hak ortaya çıktı, Allah'ın emri üstün
geldi.”
Çünkü bu adamlar bundan önce de,
Tebûk seferinden önce de sizin aranızda fitne koparmak istemişlerdi. Bundan önce
de aranızdaki arkadaşlarını etkileyip, onların güçlerini kırıp fitneye düşürmek
istemişlerdi. Ama sonunda onlar istemedikleri halde hak ortaya çıktı. Allah’ın
yardımı geldi ve Allah’ın emri, Allah’ın takdiri, Allah’ın dini üstün geldi.
Meselâ Uhut savaşında
münâfıkların reisi Übey Bin Selül 300 kadar arkadaşıyla savaş alanını terk
edince bu Müslümanlarda şok etkisi yaptı. Onların bu tavırlarından dolayı
Müslümanların içinde çok ciddi tedirginlik yaşayanlar oldu. Hattâ kimileri
onların etkisiyle morallerini, dirençlerini yitirip geri çekilmeyi bile düşünür
olmuşlardı. Ordunun içinde ciddi bir bozgun, ciddi bir çözülme başlamıştı.
Halbuki Allah, onların dostu idi. Onları kendilerinden çok seven, onlar adına en
hayırlı, en güzel kararı alacak olan Allah’tı. Onlara yardım edip düşmanlarına
karşı galip getirecek, dini yüceltecek olan Allah’tı. Rab-bimiz yardımıyla
onları korundu da onlar Allah’ın yardımıyla münâfıkların oyunlarına gelmediler.
Münâfıklar gibi Rasulullah’ı ve Müslümanları kendi başlarına terk edip
gitmediler.
Bedirde de aynı şeyleri
yapmışlardı bu hainler. Yine Medine-de peygambere bir komplo kurarak öldürmek
istediler. Çok çeşitli planların, provokasyonların içine girdiler. Ama Allah
peygamberini de korudu, dinini de hakim kıldı. Onun içindir ki onların bu
seferde sizinle birlikte olmayışları, sizin hakkınızda hayırlıdır.
49. “Onlardan, “Bana izin ver,
beni fitneye düşürme” diyen vardır. Bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdi.
cehennem, inkâr edenleri şüphesiz kuşatacaktır.”
Onlardan kimileri de bu cihaddan
kaçmak için diyorlar ki, ey peygamber, bana izin ver, beni fitneye düşürme, beni
günâha sokma. Senin iznin, senin onayın olmadan eğer bu cihaddan geri kalırsam
fitneye düşer, günâha batarım. İşimiz, aşımız, ticaretimiz, malımız,
mülkümüz, evimiz, barkımız,
çoluğumuz, çocuğumuz helâk olacak. Gel bize izin ver de bu felâketlere
düşmeyelim.
Veya kimileri de diyorlardı ki ey
Allah’ın Resulü, ben kadınlara düşkünüm. Şimdi oraya gider de sarışın Rum
kadınlarını görürsem dayanamayarak bir günâha düşerim. İyisi mi gel izin
ver.
Ya da diyorlar ki ey Allah’ın Resulü biz bu
cihada gitmek is-temiyoruz. Bu cihad bize çok ağır geliyor, iyisi mi gel sen
izin ver de bizim başımızı belâya sokma. Seniz izninle bu savaştan geri kalalım
da günaha girmeyelim diyorlar.
Veya işte ey Allah’ın Resulü daha
biz adam olamadık, daha biz nefislerimizi terbiye edemedik, bırak bizim gibi
zayıfları da şimdilik nefislerimizin ıslahıyla uğraşalım diyerek sudan
bahanelerle savaştan muaf tutulmalarını istiyorlar.
Hayır hayır, onlar Allah yolunda bir
cihaddan kaçarak aslında fitnenin ta ortasına düşmüşlerdir. Bundan daha büyük
bir fitne olabilir mi? Çünkü Allah için bir savaştan kaçanlar, Allah için bir
fedâkârlığı göze alamayan insanlar yaşarken ölmüş insanlardır. İşte tarih içinde
böyle dinleri uğrunda, özgürce bir hayata kavuşmaları ve Müslüman-ca bir dünyaya
ulaşmaları uğrunda Allah’ın cihad emrini yerine ge-tirmeyen, düşmanla karşı
karşıya gelmeyi göze alamayan nice toplumların mahvolduklarını, perişan
olduklarını, yıllar yılı galip toplumların kölesi olarak zillet içinde bir
hayatın mahkumu olarak silinip gittiklerini görüyoruz. Allah için bir savaşı
göze alamadıkları için galip toplumların elinde oyuncak olmuş, varlıklarını,
şahsiyetlerini, hürriyetlerini kaybetmiş, dinlerini, tarihlerini kaybetmiş,
silinip gitmiş nice milletler tanıyoruz.
Evet Allah ve Resulünün cihad çağrısı
karşısında olmadık mâzeretlerin arkasına saklanan bu münâfıkların sadece
menfaatleriyle hareket ettiklerini de bakın bundan sonraki âyet şöyle ortaya
koyuyor:
50. “Sana bir iyilik gelince
onların fenasına gider; bir kötülük gelse, "Biz önceden ihtiyatlı davrandık"
derler, sevinerek dönüp giderler.”
Sana bir iyilik gelince onların ağırına
gider. Ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcusu Müslümanlar size bir
iyilik, bir zafer, bir galibiyet, bir ganîmet ulaştığı zaman o münâfıklar
üzüntülerinden deliye dönerler. Kendileri iman ehli olmadıklarından iman ehlinin
ulaştığı bir hayır onları üzüntüye gark eder. Sana bir musîbet, bir zarar, bir
mağlubiyet dokunduğu zaman da sevinçlerinden bayram ederler. Biz önceden
tedbirimizi almış, kafalarımızı çalıştırmış ve onlarla birlikte olmamışız
diyerek sevinç içinde dönüp giderler. Alçaklar güya kendilerini dünyada etkin ve
yetkin zannederler. Allah’ı, Allah’ın takdirini görmezden gelerek her şeyi kendi
plan ve programlarıyla başardıklarını zannederler. Başarılarını ve kayıplarını
kendilerine izâfe ederek başarılarından ötürü sevinip kayıplarından ötürü
üzülürler.
Evet peygamberin savaş dâvetine icâbet
etmeyenler, peygamberi ve Müslümanları yalnız bırakanlar, Allah için çıkılan bu
savaşta peygamberin ya da Müslümanların başlarına bir şeyler isâbet edince, bir
zarar ulaşınca zavallılar diyorlar ki doğrusu Allah bize nî-met verdi. Allah
bizi korudu. İyi ki bizler akılsızlık edip o savaşa gi-denlerle beraber olmadık.
Onlarla birlikte gitmedik de onun için ka-zandık. Peygamberin ve beraberindeki
Müslümanların başına gelen-ler bizim de başımıza gelmedi diye sevinirler.
Zavallılar Allah ve Resulünün emrettiği bir savaş konusunda Allah ve Resulünün
emrine muhalefet ederek Müslümanlarla birlikte olmamayı nîmet kabul ediyorlar.
Allah için bir savaşta
Müslümanlar gibi ölmeyi, yaralanmayı, sıkıntı çekmeyi göze alamayan, Allah için
böyle bir fedâkarlığa razı olamayan zavallılar kendilerince bir kısım
musîbetlerin dışında kalmayı başarı zannediyorlar. Alçakların sözleri
anlayışları ne kadar da basit, düşünceleri ne kadar da sığ, hesapları ne kadar
da yanlış değil mi? Bu dünyanın geçici zevk ve eğlencelerine kapılarak Allah
için bir savaştan kaçan insanlar ne kadar da zavallı insanlar değil mi? Halbuki
Allah’ın ve Resulünün her dâvetine koşan Müslüman, Uhutta şehit de olsa, Bedirde
mağlup da olsa veya şu anda dünya savaşlarında yenilmiş de olsa, görünürde
kâfirler karşısında ezilmiş de olsa kazanan yine odur, galip gelen yine odur,
üstün olan yine odur. Çünkü galibiyet ya da mağlubiyet, zafer ya da hezimet
dünya şartlarına göre hesap edilmez. Galibiyet ve mağlubiyet âhiret şartlarına
göre yapılır.
51. “De ki: “Allah'ın bize
yazdığından başkası başımıza gelmez. O bizim Mevlâ’mızdır, inananlar Allah'a
güvensin.”
Evet bu beyinsizlere de ki
peygamberim, ey akılsızlar nasıl düşünüyorsunuz böyle? Bilmiyor musunuz ki
Allah’ın bir takdiri vardır? Bilmiyor musunuz ki kulları üzerinde tek egemen
Allah’tır? Bil-iyor musunuz ki Allah’ın bizim için yazdığından başkası bizim
başımıza gelmez. Acı-tatlı, başarı-kayıp, zafer-hezimet, ölüm-şehadet başımıza
ne gelmişse hepsi Allah’ın takdiriyledir. Ondan bize ne gelmişse bizim
hayrımızadır. Çünkü O bizim Mevlâ’mızdır. O bizim sahibimiz-dir. Biz O’nun
yolunda olduğumuz müddetçe, O’nun rızası istikâmetinde hareket ettiğimiz
müddetçe, O’nun kararlarını uyguladığımız müddetçe O bizim Mevlâ’mızdır.
52. “De ki: “Bize iki iyilikten,
gazilik ve şehitlikten başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz? Oysa biz
Allah'ın kendi katından veya elimizle, sizi bir azaba uğratmasını bekliyoruz.
Bekleyiniz, doğrusu biz de sizinle birlikte
beklemekteyiz.”
Bu zavallılara de ki ey
peygamberim, ey münâfıklar sizler bizim hakkımızda iki iyilikten başka bir şey
mi bekliyorsunuz? Gazilik ya da şehadetin dışında başka bir şey mi
bekliyorsunuz? Başka değil bizler Allah için çıktığımız bir savaştan ya gazi
olarak, ya da şehit olarak döneriz. Allah yolunda olduğumuz sürece bizim için
bunların her ikisi de hayırlıdır. Bizim için kayıp diye bir şey yoktur. Biz
şehit ol-sak da galibiz, mağlup olsak da, muzaffer olsak da. Çünkü bizim
ha-reket noktamız Allah’ın rızasıdır. Biz yaşasak da Allah’ın kullarıyız ölsek
de. Allah yolunda olduğumuz sürece cennet bizimdir.
Bekleyin, sizinle beraber ben de
bekliyorum. Bekleyelim ve âkıbeti görelim. Hep beraber göreceğiz sonucu. Siz mi
haktasınız, yoksa bizler mi haklıyız. Allah yolunda savaşanlar, Allah
yasalarıyla hareket edenler mi kazanacak yoksa sizler mi? Allah yasaları mı hak
mış, yoksa sizin sarıldığınız küfür yasaları mı?Yakında göreceğiz. Bakın
Allah’ın elçisi ne kadar rahat ve kendisinden emin bir tavır ser-giliyor
münâfıklar ve kâfirler karşısında. Müslüman gerçekten Müslüman’sa o yolundan
emindir. Yolunun doğruluğundan kesin emindir ve huzur içindedir.
Evet dün olduğu gibi şu anda da bir
bekleyiş var. Kâfirler de bekliyorlar, Müslümanlar da bekliyorlar, münâfıklar da
bekliyorlar. Onlar da bir bekleyiş içindeler, bizler de. Bakalım görelim Allah
ne yapacak? Yakında onlar da görecekler, bizler de göreceğiz. Tarih boyunca bu
hep böyle olmuştur. Meselâ bir Nuh (a.s) kendisine iman eden beş on Müslüman’la
birlikte kâfirlere karşı 950 yıl beklemiş. Hûd (a.s) süper bir güç karşısında
bir avuç garibanlarla bekledi. Sâlih (a.s) Semûd’un güçlü kuvvetli zâlimlerine,
kâfirlerine karşı bir avuç Müslüman’la bekledi. Lut (a.s) sadece kendisine
inanmış iki kızıyla bekledi. İbrahim (a.s) büyük zâlim Nemrut tarafından ateşe
atılana kadar bekledi. Musâ (a.s) azgın Firavunun denizde gebertilişine kadar
bekledi. Muhammed (a.s) Allah’ın yardımı gelene kadar bekledi.
Şu anda biz de bekliyoruz bizim
karşımızdaki kâfirler de bek-liyorlar. Bekleyelim bakalım Rabbimiz ne edecek? Ne
gösterecek?. Onlar bizim için sadece şehâdet veya gazi olmayı bekliyorlar, ama
biz onlar için, ya bizim ellerimizle ya da bizzat Rabbimiz tarafından kesin bir
helâk bekliyoruz.
53,54. “Ey
Muhammed! De ki: “İstekli yahut isteksiz olarak verin, nasıl olsa kabul
edilmeyecektir. Siz şüphesiz fâsık bir topluluksunuz. Verdiklerinin kabul
olunmasına engel olan, Allah'ı ve peygamberini inkâr etmeleri, namaza tembel,
tembel gelmeleri, istemeye, istemeye vermeleridir.”
Evet de ki peygamberim onlara,
ister gönüllü, ister gönülsüz, ister isteyerek ister istemeyerek infakta
bulunun. Kesinlikle bilesiniz ki bu infaklarınız sizden kabul edilmeyecek. Allah
onu sizden kabul etmeyecektir. Çünkü sizler fâsıklar topluluğusunuz. Allah’a
imandan, itaatten, kulluktan çıkmış bir topluluksunuz. Adamlar hem türlü türlü
mâzeretlerin arkasına saklanarak Allah için çıkılacak bir cihaddan kaçmak
istiyorlar hem de bu niyetlerini gizleyebilmek için mücahitlere maddî katkıda
bulunmak, infakta bulunmak istiyorlardı. Siz yürüyün ey Müslümanlar, arkanızda
biz varız diyorlardı. Sizi desteklemeye hazırız diyorlardı. Her ne kadar bizler
sizlerle birlikte gelemiyorsak da paralarımızla yanınızdayız diyorlardı. Ama
hainler Allah rızası değil de sadece insanlara gösteriş için hareket
ediyorlardı. Bunun bir başka sebebi de:
Allah'ı ve peygamberini inkâr etmeleri,
namaza tembel, tembel gelmeleri, istemeye, istemeye vermeleridir. Evet onlar
namaza tembel ve isteksiz davranırlar. Namaza inanmadıklarından, namazla sevap
beklemediklerinden zoraki kılarlar. İdama gidiyorlarmış gibi namaza giderler.
Namazla çevrelerine karşı din kurtarma derdindedirler. Yâni adamlar Müslüman
olmadıkları halde bir kısım menfaatler devşirmek ve de kendilerini Müslümanların
elinden kurtarabilmek için çırpınan kimseler. Bunun için bu adamlar her gün Müslümanların mescidinde
Müslümanlarla beraber olmak, Müslümanlarla beraber görünmek, Müslümanlarla
beraber namaz kılmak zorunda kalıyorlardı. Aksi taktirde İslâm toplumunun bir
üyesi olmaktan çıkmaları söz konusuydu. Onun için münâfıklar kendilerini ele
vermemek için istemeye, istemeye namaz kılmak zorunda kalıyorlardı. İstemeye,
istemeye infakta bulunmak zorunda kalıyorlardı. İnanmadıkları bir şeyi yapma
azabına katlanmak zorunda kalıyorlardı. Onun içindir ki Rabbimiz ne
namazlarının, ne de infaklarının onlardan asla kabul edilmeyeceğini söylüyor.
Öyleyse:
55. “Artık onların malları ve
çocukları seni imrendir-mesin. Allah bunlarla onlara dünya hayatında azap etmek
ve canlarının inkârcı olarak çıkmasını ister.”
Ey peygamberim ve ey peygamber
yolunun yolcuları, sakın onların malları ve çocukları seni imrendirmesin, sizi
imrendirmesin. Sakın o münâfıkların ellerindekilere imrenmeyin. Malları,
mülkleri, ev-lâtları, ekonomik ve siyasal güçleri karşısında sakın içinizde
onlara karşı bir eziklik duymayın. Onlara verilenlerin hiç birisi onların
hayrına değildir. Allah bu dünya hayatında onlar sebebiyle onlara azap etmek
istiyor. Kâfirler olarak canlarının çıkmasını istiyor. Onların hiç birisi bu
dünyada kalıcı değildir, âhirete de intikal edici şeyler değildir.
Sakın ha ey Müslümanlar bunlar
niye bize verilmemiş de bu kâfirlere verilmiş diye mahzun olmayın. Bu kâfirlerin
sahip oldukları şeyler karşısında sakın ha bir aşağılık duygusuna kapılmayın,
bir şahsiyet bozukluğu yaşamayın. Unutmayın ki onlar bu sahip olduklarıyla
Allah’ı ve âhireti unutuyorlar. İşte onun için vermiştir Allah onlara bunları.
İşte görüyorsunuz ki münâfıklar
ve kâfirler Allah’la, Allah safında yer almış Müslümanlarla giriştikleri savaşta
mallarına, evlât-larına güvenmektedirler. Mal ekonomik gücü, evlât da askeri ve
siyasal gücü anlatır. İşte kâfirler ve münâfıklar mallarına, evlâtlarına,
ma-kamlarına, konumlarına güvenerek Allah’a ve Allah yolunun yolcularına savaş
açmaktadırlar. Allah o verdikleriyle onların azaplarını artırmaktadır. Onlar o
sahip olduklarına tutkularından ötürü münâfıklık yapmaktadırlar.
İşte görüyoruz ki adamlar onlara
bekçilik yapacağız diye bir cihaddan geri kalmaktadırlar. Onlara tutkularından
dolayı Allah’ın is-tediği kulluğa yönelemiyorlar. Böylece Allah onlara bu
dünyada azap etmektedir. Bundan daha büyük bir azap olabilir
mi?
56,57. “Sizden olmadıkları halde,
sizinle beraber olduklarına Allah’a yemin ederler. Oysa onlar korkak bir
topluluktur. Bir sığınak veya mağara yahut girecek bir yer bulmuş olsalardı,
çarçabuk oraya yönelirlerdi.”
Evet o münâfıklar, o
inanmadıkları halde iman gösterisinde bulananlar, sizden olmadıkları halde
sizden olduklarına, sizinle birlik olduklarına dair Allah adına yemin ederler.
Vallahi de billahi de biz de Müslümanız, biz de sizdeniz diye yemin ederler.
Halbuki onlar sizden değildirler. Kalpleri, duyguları, düşünceleriyle onlar
kâfirlerdendirler. Kâfirlerden yanadırlar. Ancak sizden gelebilecek bir takım
tehlikelerden korktukları için küfürlerini gizlemek ve sizden görünmek
istiyor-lar.
Müslümanların güçsüz olduğu ortamlarda
bunlar küfürlerini açıkça ortaya koyarlar. Böyle münâfıkça tavırlara ihtiyaç
duymazlar. Ama Müslümanların güçlü oldukları ortamlarda bu tür insanlar
inanmadıkları halde inanmış gibi görünürler ve için için kâfirlerle işbirliği
içine girerek Müslümanları arkadan hançerlemeye çalışırlar. Kâfir güç
odaklarıyla gizli gizli anlaşmalar yaparak Müslümanları yok etmenin hesabına
girerler. Kâfirlerle birlikte hareket ederler ama aslında bu adamlar kâfirlerle
de beraber değillerdir. Yâni bu münâfıkların asıl amacı küfür de değildir. Yâni
bir kâfir gibi ideolojik bir küfür taraftarı da değillerdir. Müslüman da
değillerdir. Bunlar kimliksiz insanlardır, dâvâsız insanlardır. Onların dinleri
de, davaları da sadece menfaatleridir. Menfaatleri gereği bir sarkaç gibi bazen
küfre ve kâfirlere bazen da imana ve Müslümanlara meylederler. Yâni hem iman
safının, hem de küfür safının bu tür insanlardan ciddi bir fedâkarlık
beklemeleri mümkün değildir.
Eğer onlar sizden sığınabilecek, sizden
kurtulabilecek bir mağara, bir sığınak, bir barınak, bir kale veya dar da olsa
girebilecekleri bir delik bulmuş olsalardı mutlaka oraya girecekler, o tarafa
dönecekler, oraya sığınacaklardı. Serkeş atlar gibi mutlaka o tarafa doğru
ko-şarlardı. Yâni sizden o kadar nefret ediyorlar ki, size karşı o kadar büyük
düşmanlık besliyorlar ki sizden kurtulmak için en kötü bir sığınak bulsalar bile
kaçıp oraya sığınacaklar.
Ama tabii böyle rol yaparak bir
görüntü sergilemeleri de onları çok sıkıyor. Kâfirliklerinin açığa çıkmaması
için vâki olan Allah için bir savaşta mallarını ve canlarını ortaya koymak
zorunda kalmış olmaları aslında onları kahrediyor.
Evet canlarını, mallarını,
mevkîlerini, ticaretlerini koruyabil-mek için dışarıdan Müslüman görünmeleri çok
zor geliyordu kendilerine. Küfre bile samimi bağlılıkları olmayan böyle
menfaatperestler eğer sığınabilecekleri bir ağaç kovuğu, başlarını
sokabilecekleri bir tünel, bir delik
bulmuş olsalardı elbette sizden kaçıp oraya sığınırlar, orada kâfirce bir hayatı
rahat yaşarlardı. Ama artık her taraf Müslüman’la dolduğu için böyle bir tenha
bulamadıkları için Müslümanların arasında yaşamak zorunda kalıyorlardı. Aslında
bu kendi tercihlerinin bir cezasıydı onlara. Çünkü Rabbimiz münâfıklıktan razı
değildir. İn-sanları serbest bırakmış, sonucuna katlanmak şartıyla dileyen
mü’-min, dileyen de kâfir olsun, ama münâfık olmayın buyurmuştur. Yâni kâfire
bir hürriyet tanımıştır. Onun zorlanmasını yasaklamıştır. Çünkü zorlandığı zaman
kâfir münâfık olacaktır ve Allah’ın buna rızası yoktur. Allah’ın hukuku
böyledir, ama şu anda Allah yasalarından habersiz yaşayan dünyanın her yerinde
uygulanan baskı sistemleri ancak kendi sistemlerine karşı münâfıklar
yetiştirmektedir. İşte şu anda ben Allah dinine göre bir hayat yaşamak istiyorum
diyen insanları münâfıklaştırıyor bu sistem. İnancına ters bir hayat yaşamak,
insana bu dünya hayatında en büyük bir ceza, en büyük bir azaptır. İnsanlar hür
iradeleriyle tercihini yapabilmelidirler. Allah böyle istiyor.
58,59. “Sadakalar hakkında sana
dil uzatanlar vardır. Onlara verilirse hoşnut olurlar, verilmezse, hemen
öfkeleniverirler. “Eğer onlar, Allah ve Peygamberinin kendilerine vermiş
oldukları şeylere razı olsalar ve “Allah bize yeter, O ve peygamberi bol
nîmetinden bize verecektir; doğrusu biz Allah'a gönül bağlayanlardanız”
deselerdi daha hayırlı olurdu.”
O münâfıklar içinde sadakalar
konusunda sana ve Müslümanlara dil uzatanlar da vardır. Kendilerine uğrunda
hareket ettikleri dünya mallarından verildiği zaman hoşnut olurlar, verilmediği
zaman da gazaplanırlar.
Evet sadakaların taksimi konusunda,
zekatların tevzii konusunda onlar sana dil uzatırlar. O zekat mallarından
kendilerine bol bol verirsen seni takdir ederler, senin yaptığını beğenirler.
Ama razı olacakları kadar vermezsen seni ayıplamaya kalkışırlar. Kitabımızın
çeşitli yerlerinde münâfıkların bu tutumları anlatılır. Savaşlardan elde edilen
ganîmetlerin taksimi konusunda Rasulullah efendimizi âdil olmamakla suçlamaya
çalıştıklarını gördük. Adamlar materyalist olduklarından her şeyin kendilerine
verilmesini istiyorlar. Hak etmedikleri şeylere ulaşmak istiyorlar.
Halbuki eğer onlar Allah ve Resulünün
verdiklerinden hoşnut olsalar, kendilerine verileni yeterli bulmuş olsalardı,
bize Allah yeter, Allah nasıl olsa pek yakında bize fazlından, kereminden bolca
verecektir demiş olsalardı, biz gerçekten Allah’a rağbet edenlerdeniz de-miş
olsalardı onlar hakkında daha hayırlı olurdu buyuruyor Rabbimiz. Biz ganîmet
için Müslüman olmadık, biz Rabbimizin rızasını ve cennetini isteriz
deyiverselerdi haklarında çok daha iyi olurdu. Kendileri ölçüp biçeceklerine
Allah ve Resulünün takdirine, ölçüp biçmesine razı olsalardı çok daha hayırlı
olurdu.
Çünkü hayatın programını, hayatın
yasalarını belirleme yetkisi Allah ve Resulüne aitti. Öyleyse bizler onlar gibi
olmayacak Allah ve Resulü bizim için ne ölçüp biçmişler, nasıl bir hayattan razı
olmuşlarsa biz de onlardan razı olacağız. Allah bize yeter, Allah’ın razı
oldukları bize yeter diyeceğiz. Biz sadece Allah’a rağbet edenleriz diyeceğiz.
Bu dünya hayatında bizim için bir fakirlik yazmış olsa bile öbür tarafta bize
bolca verecek diyeceğiz ve ondan razı olacağız. Çünkü bizler mü’min kimseler
olarak inanıyoruz ki mallarımız konusunda tek yetkili
Allah’tır.
Evet sadakalar konusunda, zekatlar ve
ganîmetlerin taksimi konusunda Allah’ın yasalarından memnun olmayanlar, Allah ve
Resulünün takdirine başkaldıranlar, Allah ve Resulünün yasakladığı yollardan mal
ve mülke ulaşmak isteyenler münâfıklardır.
60. “Zekatlar: Allah’tan bir farz
olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalpleri Müslümanlığa
ısındırılacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve
yolda kalanların uğrunda sarf edilir. Allah bilendir,
Hakîmdir.”
Sadakaların, zekatların kimlere
verilmesi gerektiğini anlatıyor bu âyetinde Rabbimiz. Evet zekatlar burada
anlatılan sekiz yere harcanacaktır. Bu sekiz sınıfın dışında başka yerlere
zekatın verilmesi caiz değildir. Kimmiş bunlar?
1: Fakirler. Zarûrî ihtiyaçlarını
karşılayamayacak durumda olan, bu konuda başkalarına muhtaç olan kimseler.
Çalışıp çabalayıp da kazandıkları aslî ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyen
kimseler fakirdir. İşte böyle ihtiyaç sahiplerine verilecektir
zekat.
2: Miskinler. Hiç bir şeyi olmayan
kimseler. Ya bedensel bir özründen, bir sakatlığından ötürü veya başka sebepler
yüzünden ça-lışıp rızkını, geçimini sağlayamayan miskinlere de zekat
verilecektir. Bir başka anlayışla miskin fakir olduğu halde dilenmeyen,
fakirliğini ortaya koyamayan kimsedir. Yâni dışarıdan bakıldığı zaman ihtiyaç
sahibi olduğu bilinemeyen iffetli fakirlerdir. Bunlar araştırılacak, bulunacak
ve zekat fonundan ihtiyaçları karşılanacaktır.
3: Zekat toplayıcıları, zekat
memurları. İster zengin ister fakir olsunlar zekat toplamakla görevli olan
memurlar. Toplamak ve dağıtmakla görevli olan kimselerin ücretleri de zekat
fonundan karşılanır.
4: Müellefe-i gulûb, kalpleri İslâm’a
ısındırılacaklar. İslâm’a ka-zandırılacak, yahut da kâfirlerin safına geçip de
Müslümanlara zarar verebileceklerinden korkulan kimseler. İşte böyle kimselere
İslâm’a kazandırılsın diye, zararlarından emin olunsun diye zekat verilebilir.
Fıkıh kitaplarında detaylarını görebilirsiniz. Ancak bu kimselere verilecek
zekat uygulamasının bugün de devam edip etmediği konusunda ihtilâf vardır.
Hanefîler bu uygulamanın İslam’ın güçlendiği Hz. Ömer efendimiz döneminde
kaldırıldığını ve artık böylelerine zekatın verilmesine gerek kalmadığını
söylerlerken diğer fakihler bunun bugün de geçerli olduğunu söylemektedirler.
5: Mükâtep köleler. Kölelikten
kurtulmak için efendisiyle anlaşma yapmış ama hürriyetinin bedelini ödemekte
güçlük çeken kölelere antlaştıkları meblağı ödeyebilmeleri için zekat verilir.
Veya köleleri hürriyetlerine kavuşturmak üzere tüm kölelere zekat
verilecektir.
6: Borçlular. Borç altında ezilen
borçlulara da zekat verilir. Yâni borçlu olup da tüm malı borçlularına
dağıtıldığı zaman fakir düşebilecek kimselere de zekat verilir. Tabii bir haram
yolunda, bir İsrâf yolunda borçlanmamış olmalıdır bu
kimseler.
7: Allah yolunda olanlar. Allah yolunda
Allah’ın dininin yücel-tilmesi, Allah’ın dininin, Allah’ın yasalarının
yeryüzünde egemen ol-ması için savaşan mücahitlere silah, mühimmat vs. alımı
için zekat verilir. Ordunun komutanına verilir. Veya Allah yolunda çalışan,
ilimle uğraşan kimseler de bunun içine girer.
8: Yolda kalmışlar. Yolda kalıp da
ihtiyacı olanlara da zekat verilir.
İşte bu Allah’ın farz kılıp
sınırlarını belirlediği, yasalaştırdığı
bir farizadır. Allah bilendir, bilgisi tam olandır ve her yasasını hikmetle
koyandır, hayata hakim olandır.
61. “İkiyüzlülerin içinde “O her
şeye kulak kesiliyor” diyerek peygamberi incitenler vardır. De ki: “O kulak,
Allah'a ve mü'minlere inanan, sizin için hayırlı olan, içinizden inanan
kimselere rahmet olan bir kulaktır. “Allah'ın peygamberlerini incitenlere can
yakıcı azabı vardır.”
Yine o münâfıklar içinde
dilleriyle, söz ve davranışlarıyla peygamberi incitenler vardır. O her şeye
kulak kesiliyor diyorlar. O bir ku-laktır diyorlar. O her şeye kulak veren,
duyduğu her şeyi doğrulayan bir kulaktır diyorlar. De ki, o sizin için bir hayır
kulağıdır. Şer kulağı değildir. O sadece hayrı dinler, hayra kulak verir ve
sadece onunla amel eder. Sadece hayırla hareket eder. Allah ne indirmişse, ne
buyurmuşsa ona kulak verir, onu dinler, onu tasdik eder ve onun eylemini
gerçekleştirir. Haber verdikleri konularda mü’minleri tasdik eder. Onlara
güveninden dolayı onları doğru çıkarır.
Evet o peygamber iman
etmelerinden ötürü, imanlarına se-bep olması sebebiyle mü’minler için bir rahmet
sebebi, rahmet ka-pısı, rahmet kulağıdır. Çünkü mü’minler tüm hayırlara
kendileri için açılmış o rahmet kapısından, o rahmet kulağından ulaşırlar. Çünkü
vahiy o mübârek kulağa aktarılmaktadır.
Rasulullah efendimize hakaret etmeye
çalışıyorlardı. O bir ku-laktır. O her şeyi dinleyen bir kulaktır. Herkesi
dinleyen, herkese kulak veren, huzurunda herkese konuşma fırsatı tanıyan, her
duyduğuna inanan saf bir kulaktır diyorlardı. O efendi köle ayırımı yapmadan
herkesi dinliyor. Herkes onun yanına girebiliyor. Kapısında nöbetçi, kapıcı
yoktur onun. Çevresinde korumaları yoktur onun. Hainler is-tiyorlardı ki herkes
onun yanına yaklaşamasın. Köleler, garibanlar peygamberin yanına rahat
giremesinler ki kendilerinin pis ağızlarından dökülen küfür ve nifak dolu
sözleri peygambere anlatamasınlar, duyuramasınlar. Duyursalar bile peygamber bu
kölelerin, bu aşağılık insanların sözlerine kulak verip onlara inanmasın da
kendileri gibi asil, soylu, efendi kimselere inansın. Onlara güvenmeyip
kendileri gi-bi saygın kimselere güvensin.
Evet Rasulullah’a ulaşmada aracıların
olmasını istiyorlar. Herkesin peygambere ulaşmasını istemiyorlar. Bugün de
insanların direk peygambere ulaşmasının mümkün olmadığını, bir takım aracılarla
ancak ulaşılabileceğini iddia edenler vardır. Birilerine bağlanmadan,
birilerinin el eteğine yapışmadan ona ulaşmanın mümkün olmadığını söyleyenler de
öyle mi düşünüyorlar bilemiyorum.
Hayır hayır, o peygamberin kulak
vermesi sizden iman eden-ler için hayırlıdır. Rahatça kendisine ulaşmanız,
rahatça derdinizi an-latabilmeniz, problemlerinizi sorabilmeniz için bir
rahmettir o peygam-ber. Herkesi dinler, ama herkesin dediğini yapmaz. O Allah’ı
inanır ve Ondan gelen vahye tâbi tutar o dinlediklerini, vahiy süzgecinden
geçirir ona uygun olanları yapar. Sizi de dinler ama sizin dediklerinizi yapmaz
o peygamber.
Veya bizler onun yanında
kalplerimizdekini gizleyerek ağız-larımızla Müslüman olduğumuzu söyledik mi, bir
de bunun üzerine Allah adına yemini bastık mı o bize inanır; çünkü nasıl olsa
her şeyi dinleyen, her söze kulak veren, her söze inanan bir kulaktır demeye
çalışıyorlar. Allah da buyuruyor ki ey münâfıklar, unutmayın ki böyle Allah
sevgilisini incitenlere dayanılmaz bir azap vardır. Bu yaptıklarınızdan ötürü
hazırlanın böyle bir azaba.
62,63. “Sizi hoşnut etmek için
Allah'a emin ederler. Eğer inanıyorlarsa Allah'ı ve peygamberini hoşnut etmeleri
daha gereklidir. Allah'a ve peygamberine karşı koymağa kalkışana, ebedî kalacağı
cehennem ateşi bulunduğunu bilmezler mi? Büyük rezillik
budur.”
Evet o münâfıklar sizi hoşnut
etmek için Allah adına yemin ederler. Biz de sizdeniz, biz de Müslümanız diye
yemin üstüne yemin ederler. Halbuki eğer onlar iman ediyorlarsa hoşnut edilmeye
Allah ve Resulü daha lâyıktı. Allah ve Resulü insanları razı etmekten daha
önceliklidir. İnsanlardan önce Allah ve Resulünü razı etmeyi düşünmeleri
gerekiyordu. Allah ve peygamberine düşmanlık edenler içinde ebedî kalacakları
bir cehenneme hazırlanmalıdır. İşte en büyük rüsvalık budur.
Öyleyse bizler de buna çok dikkat
edeceğiz. Münâfıklar gibi olmamaya çalışacağız. Tüm dünya bizden razı olmasa
bile Allah ve Resulü razı olsun yeter diyeceğiz. Kendimizi insanların beğenisine
değil Allah ve Resulünün beğenisine sunacağız. Hayatımızı Allah ve Resulünün
beğenisine adayacağız. Yeryüzünde hiç kimse bizi beğenip sevmese ne gam? Allah
ve Resulü seviyor ya diyeceğiz. Çünkü işte Rabbimiz anlatıyor Allah ve Resulünü
bırakıp da insanları razı et-meye çalışanlar başka değil münâfıklardır. Allah ve
Resulünün beğenisiyle değil de insanların alkışlarıyla hareket edenler
münâfıklardır. Allah ve Resulünü hesaba katmayıp da insanları hesaba katarak
onlar için, onların beğenisi için bir hayat yaşayanlar münâfıklardır. Allah
karşısında kötü bir konuma düşmekten korkmayıp insanlar karşısında kötü bir
konuma düşmekten korkanlar münâfıklardır.
Allah’ın azabından, Allah’ın
sorgulamasından korkmayıp, insanların sorgulamasından korkanlar münâfıklardır.
Allah’a karşı görevlerini yerine getirmeyip insanlara karşı titiz davranmaya
çalışanlar münâfıklardır. Çünkü sevilmeye de, korkulmaya da, hatırı kazanılmaya
da, beğenisine hayat fedâ edilmeye de en lâyık olan Allah ve Resulüdür.
64. “İki yüzlüler, kalplerinde
olanı haber verecek bir sûrenin inmesinden çekiniyorlar. De ki: “Alay edin
bakalım, Allah çekindiğiniz şeyi ortaya
koyacaktır.”
Evet münâfıkların sürekli
kalplerinde yaşattıkları bir korkuları var. Sürekli bir korkunun içindedir
onlar. Neden? Kalplerinde gizledikleri küfürlerini, nifaklarını açığa vuracak,
maskelerini düşürecek bir sûrenin inmesinden korkarlar. Allah bir sûre
gönderecek de bizleri deşifre edecek diye ödleri kopmaktadır hainlerin.
De ki, haydi alay ede durun
bakalım, şüphesiz ki Allah sizin gizlediklerinizi elbette elçisine
bildirecektir. Çekinip durduğunuz şeyi Allah açığa çıkaracak, sizi rezil ve
rüsva edecektir. Allah elbette mü-minlerle münâfıkları birbirinden ayırt
edecektir. Onları karmakarışık bir durumda bırakmayacaktır. İşte böyle cihad
gibi, Allah yolunda bir takım sıkıntıları göze almak gibi, açtığı imtihanlarla
kimin gerçek mü’-min kimin münâfık olduğunu ortaya çıkaracaktır. Bu çetin
imtihanlarla eleyecek Allah sizi.
İşte şu anda da Rabbimizin açtığı
imtihanlarla kimin ne olduğu açığa çıkmaktadır. Evet onlar devamlı böyle bir
korku içinde bulunmaktadırlar. Sürekli bir suçluluk psikolojisi içindedirler
hainler.
65. “Onlara
soracak olursan, “Biz andolsun ki, eğlenip oynuyorduk” diyecekler; De ki:
“Allah'la, âyetleriyle, peygamberiyle mi alay
ediyorsunuz?”
Onlara Allah hakkında, Allah’ın
dini, Allah’ın âyetleri hakkında, peygamber hakkında niye böyle lakırdılarda
bulunuyorsunuz? Niye böyle alaylarda bulunuyorsunuz diye sorsan, derler ki yemin
olsun ki biz bu konularda ciddi değildik. Vallahi biz ciddi konuşmuyorduk,
kasıtlı konuşmuyorduk. Sadece yol yorgunluğunu gidermek için oturup aramızda
şakalaşıyorduk. Bir oyun ve eğlencenin içine giriyorduk derler. Peygamberim sen
onlara de ki, ey hainler sizler Allah ile, Onun âyetleriyle ve elçisiyle mi
oyalanıyorsunuz? Allah’ın diniyle, Allah’ın kitabı ve şeriatiyle mi
eğleniyorsunuz? Eğlence konularınız bunlar mı? Bunları mı dilinize doladınız?
Allah’ı, Allah’ın elçisini mi hafife alıyorsunuz? Allah’ın elçisinin seferini
hafife mi alıyorsunuz? Müslümanların gücünü küçük mü görüyorsunuz? Allah’ı ve
elçisini oyun eğlenceye mi alıyorsunuz?
Tebûk seferine Rasulullah ve
Müslümanlarla birlikte çıkmış bir kaç münâfık vardı. Bunlar her zaman olduğu
gibi bu seferde de Müslümanların morallerini bozmak, cihad azimlerini kırmak,
ordu içinde fitne ve fesat tohumları ekmek üzere bir kısım lakırdılarda
bulundular. Rasulullah efendimiz hakkında dediler ki, şu adama bir bakın, boyuna
posuna bakmadan, gücüne kuvvetine bakmadan Rumlarla savaşa gidiyor. Şam
saraylarını ve kalelerini fethe gidiyor. Güçlü Bizans’a galip gelme rüyaları
görüyor. Olacak şey mi bu? Yâni şimdi sizler bu Romalıları Araplar gibi mi
zannediyorsunuz? Kiminle savaşa gittiğinizin ve başınıza nelerin geleceğinin
farkında mısınız? Biz çok yakında hepinizin Romalı askerler tarafından
boğazlarınıza ipler takılıp pazarda köleler olarak satıldığınızı görür gibi
oluyoruz. Aklınız yok mu sizin? gibi lakırdılar ettiler de Rabbimiz onların bu
haince sözlerini Rasulullah efendimize haber verdi.
Veya başka bir rivâyette de bu
münâfıklar bir konaklama yerinde kendi aralarında şöyle demişlerdi: Vallahi biz
şu Kur’an’ın hafızları kadar, Kur’an’ı en iyi bilenler kadar aç gözlü, karnı
doymaz, obur, yalan sözlü ve düşman karşısındaki bir savaşta korkak davranan
kimse görmedik dediler. Orada bulunan bir Müslüman da: Hayır, vallahi yalan
söylüyorsunuz ey Allah düşmanları! Biz de Kur’an’ın hafızları kadar savaşta
cesur ve ileri atılanları görmedik dedi ve gelip bunu Rasulullah efendimize
haber verdi.
Ve işte bunun üzerine Rabbimiz bu
âyetini inzal buyurdu. Ra-sulullah efendimiz onlara bu sözlerinin hesabını
sorunca da: Vallahi ey Allah’ın Resulü bizler ciddi değildik, şaka yapıyorduk
dediler. Ağızları kalplerindeki pisliklerini dışarıya sızdırınca hemen özür
dilemeye başladılar. Vallahi bizim kalbimiz temizdi, kalbimizde bir şey yoktu
demeye başladılar. Rabbimiz de buyurdu ki, ey alçaklar, ne oluyor? Yoksa sizler
Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın diniyle, Allah’ın peygamberiyle mi alay
ediyorsunuz? Bunları mı alay konusu yapıyorsunuz?
66. “Özür beyan etmeyin,
inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir topluluğu affetsek bile,
suçlarından ötürü bir topluluğa da azap ederiz.”
Boşuna özür dilemeyin alçaklar.
Bir takım sudan mâzeretlerin arkasına saklanarak türlü türlü günahlar işleyip
durmayın hainler. Maskeniz düşmüş, gerçek yüzünüz açığa çıkmıştır.
Ağızlarınızdan dökülen bu küfürlerinizle münâfıklığınız sırıtıp durmaktadır.
Artık hiç bir özrünüz, hiç bir mâzeretiniz kabul edilmeyecektir. Ağızlarınızdan
dökülen bu herzelerden sonra küfrünüz tescil edilmiştir. Çünkü sizler inandıktan
sonra inkâr ettiniz. İçinizden bazılarınızı affetsek bile suçlarından ötürü
mücrimlerinize azap edeceğiz.
İşte şu anda da ağızlarıyla,
kâlemleriyle Allah’a, Allah’ın di-nine, Allah’ın peygamberine, Allah’ın
şeriatına saldıranları görüyoruz. Allah’ın mukaddesleriyle alay edenleri
görüyoruz. Şu hocalar kadar, şu Kur’an’ın hafızları kadar midesi büyük görmedik
diyorlar. Aman öküz dursun da şu hocayı bir çıkarın diyorlar. Oyunlarında,
sinemalarında, tiyatrolarında, gazetelerinde, kitaplarında hep Allah’ın dinini
alay konusu yapıyorlar. Sıkıştıkları zaman da kalbimizde bir şey yok diyorlar.
Şakalaşıyorduk diyorlar. Kalbimiz temizdir diyorlar. Be alçaklar Allah bu dini
sizin oyun ve eğlencelerinize konu olsun diye mi göndermiştir? Bu alçakların hiç
bir mâzeretlerine inanmayacağız çün-kü onların ağızları kalplerini haber
vermektedir. Ağızlarından dökülenler niyetlerini ve kâfirliklerini açığa
çıkarmaktadır.
Allah’la, Allah’ın diniyle, dinin her
hangi bir hükmüyle, peygamberin sünnetiyle alay apaçık bir küfürdür. Herkim bunu
yaparsa kâfir olur. Allah’ın dinini, Allah’ın şiarlarını, şeriatını, hocaları,
sarığı, cübbeyi, namazı, orucu, tesettürü küçük düşürmek üzere alay eden de
kâfir olur. Orada bulunup da ses çıkarmayan, onun bu tavrına gülenlerin tamamı
da kâfir olurlar. Açın bakın, elfaz-ı küfür kitaplarda
yazılıdır.
67. “İkiyüzlü erkek ve kadınlar
da birbirlerindendir: Kötülüğü emreder, iyiliğe engel olurlar; elleri de
sıkıdır; Allah'ı unuttular, bu yüzden Allah da onları unuttu. Doğrusu
ikiyüzlüler fâsıktırlar.”
Münâfık erkekler ve münâfık
kadınlar birbirlerindendirler. Münâfık erkekler ve kadınlar küfür ve nifakta
birbirlerine benzerler. Birbirlerinin velîsi ve dostudurlar onlar. Kötülüğü,
münkeri emrederler ve iyiliği, marufu men ederler. İyiliklerin engellenmesi,
kötülüklerin yayılması için çırpınırlar. Kötülük taraftarıdır onlar. Kötülük
onların vazgeçilmez özellikleridir. İyiye düşmandırlar, iyilikten nefret
ederler. İyileri iyilikten vazgeçirmek için çırpınırlar. İyilerin ve iyiliklerin
önüne bari-katlar koymaya say ederlerken, kötülüklerin işlenmesine elbirliği
ya-parlar.
Elleri de sıkıdır onların.
Hayırlı hiç bir işe zerre kadar bir har-cama yapmazlar. Mallarını kötülük ve
fuhşiyyat yollarında tüketirler. Münâfıklığın belki en belirgin alâmetleri işte
bunlardır. İyiliği menet-mek, kötülükleri yaymaya çalışmak ve de cimrilik
yapmak. Bu özel-likler önünde sonunda insanı münâfıklığa götürür Allah korusun.
Elini sımsıkı tutup Allah yolunda
harcamada bulunamayanlar elbette iyilikleri men edip kötülükleri
emredeceklerdir. Çünkü toplumda iyiliğin yayılması demek münâfıkların
ellerindekilerin azalması de-mektir. Çünkü artık toplumda sömürü tuzakları boşa
çıkacaktır. Ama toplumda iyilik yerine kötülük, fedâkarlık yerine bencillik
hakîm olursa elbette zayıflar kendilerine teslim olmak zorunda kalacaklardır.
Evet münâfık erkek ve kadınlar
birbirleriyle tek can gibidirler. Birbirlerinin velîsi ve dostudurlar. Onlar
arasında karşılıklı bir velâyet, bir dostluk ilişkisi vardır. Birbirleri adına
karar alırlar ve birbirlerinin kararlarını, yasalarını uygularlar. Onlar
birbirlerinin velîsidirler. Tabii mü’minler olarak sizler de birbirlerinizin
velîsisiniz. Münâfıkların sizlerle, sizlerin de onlarla asla bir velâyet, bir
dostluk ilişkiniz olamaz. Akraba bile olsalar mü’minle münâfık arasında bir
dostluk, bir velâyet ilişkisi yoktur. Allah mü’minlerin velîsidir, mü’minler de
birbirlerinin ve-lîsidirler.
Mü’minler hiç bir zaman kendileri
gibi inanmış mü’minleri bırakarak münâfıkları kendilerine velî seçemezler. Hiç
bir zaman mü’min-leri bırakıp münâfıklarla dost olamazlar, onlarla dostluk
kuramazlar. Çünkü mü’minlerin velîleri, mü’minlerin dostları Allah’tır. Allah
mü’mi-nin dostudur, mü’min de mü’minin dostudur. Allah mü’minlerin velîsidir,
mü’minler de Allah’ın evliyasıdır. Öyleyse mü’minler mü’minlerin dostudur,
velîsidir, sırdaşıdır, birbirlerini cehennemden koruyup cennete
kazandırıcısıdır.
Öyleyse bir mü’min dünya işlerinde,
bireysel, sosyal, ailevi, toplumsal, ekonomik, siyasal hayatında, âhirete
müteallik işlerinde, yâni hayatının tüm alanlarında kendisiyle ilgili tüm
problemlerinde bir dostluk, bir velâ ilişkisi içine girecekse, birileriyle
birlikte hareket edecekse, birileriyle istişare edecek, birilerinin kararına
başvuracaksa, birilerinden akıl danışacaksa kendisine velî olarak, dost olarak
ancak ve ancak Allah dostluğuna ehil mü’minleri seçecektir. Mü’minleri sevecek,
mü’minleri dost bilecek, mü’minleri velî bilecek, mü’minlere bağımlı olacak,
mü’minlerin derdini, tasasını kendi tasası, sevincini kendi sevinci, başarısını
kendi başarısı bilecektir.
Tüm işlerini, tüm hayatını,
siyasetini, ekonomisini, eğitimini, sosyal ve bireysel hayatını, aile hayatını
mü’minlere göre düzenle-yecek, hesabında mü’minler olacaktır. Müslüman izzet ve
şerefi Müslümanlarda ve Müslümanlarla birliktelikte görecektir. Değilse Allah
korusun bir takım basit dünyevî hesaplarla, bir takım basit menfaat kaygılarıyla
bir Müslümanın mü’minleri bırakarak kâfirleri ve münâfıkları dost edinmesi,
hayatını onlar kaynaklı yaşaması asla düşünülemez.
Onlar Allah’ı unutmuşlar, Allah da
onları unutmuştur. Onlar Allah’ın dinini unuttular, Allah’ın dinini kendi haline
bıraktılar, ilgilenmediler, ilgi kurmadılar, Allah da onları unutmuştur. Onlar
Allah için bir hayat yaşamayı unuttular, Allah da onları korumayı, başarıya
ulaştırmayı, merhamet etmeyi unutmuştur. Elbette kendisine kulluğu unutanları
Allah da unutacaktır. Ne müthiş bir şey değil mi? Allah tara-fından unutulmak,
hesaba katılmamak, yüzüne bakılmamak, sözü dinlenmemek ve ebedîyen azaba mahkum
edilmek. Bundan daha kö-tü bir âkıbet olur mu?
Evet bu dünyada bu dünyanın sahibini
unutarak, bu hayatın sahibinin vahyinden yüz çevirerek, kitabı ve peygamberiyle
ilgilenmeyerek, hayatı vahye göre düzenlemeyerek, Kur’an ve sünnete karşı nötr
davranarak bir hayat yaşayanlar unutulacaklar. Allah’ın rahmet ve merhametinden
mahrum kaldıkları için mutlu olamayacaklar, huzur bulamayacaklar, hayatın tadını
alamayacaklar. Bugün burada unutuldukları gibi, yarın da cehennemin bir
köşesinde dayanılmaz azapların kucağında unutulacaklar.
Öyleyse gelin ey Müslümanlar,
Allah’ı unutanlar gibi olmayın. Allah’ı unutup Allah’ın da kendilerini unuttuğu
münâfıklar gibi olmayın. Onlar Rab’lerini unutmuşlar, Rab’lerini unutarak bir
hayat yaşamışlar, Allah da onlara kendilerini unutturuvermiş. Kendilerini
unutmuşlar adamlar. Kendilerini düşünmez olmuşlar. Kendi hayırlarını, kendi
mutluluklarını, kendi cennetlerini düşünmez olmuşlar. Cenneti unutup, âhireti
unutup hep dünyayı düşünür olmuşlar. Hep parayı düşünür olmuşlar, hayatı düşünür
olmuşlar, arabayı düşünür olmuşlar, arabanın modelini, elbisenin güzelini,
evlerinin dükkanlarının dizaynını düşünür olmuşlar.
Arabalarının üzerinde meydana
gelen küçücük bir çiziği düşünür olmuşlar da, kendi ruh dünyalarında,
ailelerinin, çocuklarının ruh dünyalarında oluşan nerdeyse araba girecek
büyüklükteki küfür ve şirk çiziklerini hiç düşünmez olmuşlar. Evlerinin
boyasını, cilasını düşünmüşler de kendilerinin, çocuklarının Allah boyasıyla
boyanmasını hiç düşünmez olmuşlar. Çocuklarının boğazlarının doyurulmasını
düşünmüşler de kalplerinin kafalarının Allah’ın istediği bilgi ve imanla
doyurulmasını hiç düşünmez olmuşlar.
Markı, Doları düşünmüşler de
Bakara’yı, Âl-i İmrân’ı hiç dü-şünmez olmuşlar. Dışlarını düşünmüşler de
içlerini, kalplerini düşün-mez olmuşlar. Bedenlerinin ihtiyaçlarını düşünmüşler
de kalplerinin ihtiyacını hiç düşünmez olmuşlar. Her şeyi düşünüyor adamlar, ama
kendilerini unutuyorlar. Kendi geleceklerini unutuyorlar. Halbuki bu dünyadan
insanın gidecek tek şeyi kendisidir. Malı mülkü, atı arabası, dükkanı tezgahı,
evi barkı, toprağı tapusu, vatanı ülkesi her şeyi burada kalacaktır. Yaptığımız,
ektiğimiz, diktiğimiz, bina ettiğimiz her şey bu dünyada kalacaktır. Bunlardan
sadece Allah için yaptıklarımızın kazancı bizimle birlikte öbür tarafa
gidecektir.
Eğer bizler bu dünyada bizi bu dünyaya
getiren, bizi yaratıp bu dünyada imtihana çeken Rabbimizi unutursak, Rabbimizin
dinini, Rabbimizin kitabını, Rabbimizin elçisini, Rabbimizin bizden
istediklerini unutarak bir hayat yaşarsak, İslâm’dan uzak bir dünya yaşayacak
olursak o zaman kesinlikle bilelim ki biz kendi kendimizi unutacak ve hayatımızı
dünyada kalacak, bizimle birlikte yarına intikal etmeyecek boş şeylerin peşinde
bir ömür tüketerek eli boş olarak Rabb’ımızın huzuruna gideriz.
İşte görüyoruz, insanlar
kendilerini, kendi geleceklerini unutuyorlar da nice boş şeylerin peşine
takılıyorlar değil mi? Allah’ın kendilerini kendisini hatırlatmak üzere,
kendilerine kendilerini, kendi kulluklarını, kendi kurtuluşlarını öğretmek üzere
gönderdiği kitabını unutuyorlar da başka nice kitapların peşine düşüyorlar.
Kur’an’ı unutuyorlar da nice
gazetelerin, nice dergilerin, nice kitapların peşine takılıyorlar. Allah’ın
kendilerine örnek olarak, model olarak gönderdiği peygamberini bırakıyorlar da
nicelerinin arkasına düşüyorlar. Nicelerini kendilerine örnek biliyorlar.
İşte kim böyle Allah’ı unutursa
Allah da ona kendisini unutturacaktır. Allah onu kendi haline bırakıverir de o
insan dünyanın peşinde, dünyada kalacak şeylerin peşinde yuvarlanır gider Allah
korusun. Tamamen küfrün, şirkin, isyanın ve günâhların içinde boğulur gider.
İşte bunlar münâfıklardır. Kalbi, düşüncesi, ameli, hayatı bozuk olanlardır
bunlar.
68. “Allah, ikiyüzlü erkek ve
kadınlara ve inkârcılara, ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. O,
onlara yeter. Allah lânet etsin! Onlara devamlı azap
vardır.”
Evet işte böyle münâfıkça
birbirlerine destek olup kötülüklerin yayılması ve iyiliklerin kökünün kazınması
adına sa’yedenler için Allah bu yaptıklarının karşılığı olarak içinde ebedî
kalacakları bir cehennem hazırlamıştır. Onlar Allah’ın lânetine uğramışlardır.
Onlara kesintisiz bir azap vardır orada.
69. “Ey
ikiyüzlüler! Siz, sizden önce daha kuvvetli, malları ve çocukları daha çok olup,
hisselerince bunlardan faydalanan kimseler gibisiniz. Sizden öncekiler,
hisselerince faydalandıkları gibi siz de hissenizce faydalandınız ve onların
bâtıla daldıkları gibi siz de daldınız. İşte bunlar dünyada ve âhirette işleri
boşa çıkanlardır, işte bunlar mahvolanlardır.”
Ey münâfıklar sizin durumunuz
tıpkı sizden önceki münâfıkların durumlarına benziyor. Onlar vücutça sizden daha
güçlü, siyasal ve ekonomik yönden sizden daha önde, mal ve evlât yönünden sizden
daha ilerdeydiler. Ama Allah’ın helâk yasaları, sünnetullah onları
yakalayıverdi. Onlar Allah’la başedememişlerken sizler mi baş edeceksiniz? Onlar
Allah’ın helâkinden kurtulamamışlarken sizler mi kurtulacaksınız? Onların
düştükleri yanlışlara düşerek onların başlarına gelenlerin sizlerin de başınıza
geleceğinden sakınmıyor musunuz?
Haydi bir süre bu dünyada onların
faydalandıkları gibi sizler de faydalanın bakalım. Onlar Allah’ın takdir ettiği
kadar dünya nimetlerinden tattılar. Sizler de dünyadan payınızı almaktasınız.
Onlar nasıl Rab’lerinin bu dünyada koyduğu yasası gereği kendilerine
dokunmayışına aldanarak bâtıllara daldıkları gibi sizler de şu anda bâtıllara
dalıyorsunuz. Sizler de onların yoluna giriyorsunuz. Elinizde hiç bir ölçü
olmadan, hiç bir Allah bilgisine, Allah programına sahip olmadan bir dünya
yaşıyorsunuz. Kendi hevâ ve heveslerinizle hareket ediyorsunuz. Onlar nasıl
böyle bilgisizce dünyaya dalarak mahvolmuşlar, helâk olmuşlarsa unutmayın ki
sizler de helâkten kurtulamayacaksınız. Sizlerin yaptıklarınız dünyada da
âhirette de boşa gidecektir. Tüm amelleriniz, tüm planlarınız, mü’minlere karşı,
Allah’ın dinine karşı geliştirdiğiniz tüm komplolarınız boşa çıkarılacak, hiç
bir konuda başarıya ulaşamayacaksınız. Eğer böyle olmamış olsaydı, onların tüm
plan ve programları Allah tarafından boşa çıkarılmamış olsaydı şu anda dünyada
bir tek Müslümanın kalmaması gerekecekti. Şu anda Allah’la savaşa tutuşan, Allah
ve onun Müslüman kullarıyla çatışma içine giren tüm dünya münâfıkları Allah’ın
bu sünneti karısında ezilmek zorunda kalacaklardır. Geçici bir müddet sanki
hedeflerine yaklaşmış gibi görünürler, ama unutmayın ki şimdiye kadar hiç bir
kâfir güç, hiçbir münâfık güruh Allah karşısında başarıya ulaşamamıştır. İşte
bakın öncekilerin durumları:
70. “Kendilerinden önce olan Nuh,
Ad, Semûd milletlerinin, İbrahim milletinin, Medyen ve altüst olmuş şehirler
halkının haberleri onlara gelmedi mi? Peygamberleri onlara belgeler
getirmişlerdi. Allah onlara zulmetmemiş, onlar kendilerine yazık
etmişlerdir.”
Evet onlara kendilerinden önceki
toplumların başlarına ge-lenlerin haberi gelmedi mi? Kendilerinden öncekilere
uygulanan ya-salarımızı bilmiyorlar mı bu adamlar? Rab’lerine isyanlarından
ötürü bir tûfanla helâk edilen Nuh toplumunun haberi, Rab’leriyle savaşa
tutuşmalarından ötürü bir rüzgârla helâk edilen Âd toplumunun, Al-lah’ın dinini,
Allah’ın elçisini reddetmelerinden ötürü bir sayhayla he-lâk edilen Semûd
toplumunun, nîmetlerinin ellerinden alınması şek-linde Allah azabına mahkum olan
İbrahim toplumunun, altüst olmuş Medyen toplumunun haberi ulaşmadı mı onlara? Bu
kitapta açık açık anlatmadık mı bunları?
Allah asla onlara zulmetmemiştir, onlar
yaptıklarıyla, yaşadıkları hayatlarıyla kendi kendilerine zulmetmişlerdir. Bu
sonucu in-sanlar kendileri kendi hür iradeleriyle seçmişlerdir. Bu seçim
kendilerine aittir. Çünkü Allah kullarına asla zulmetmez. Lâkin insanlar kendi
kendilerine zulmetmektedirler. Allah asla zâlim değildir. Zâlim olanlar
insanlardır. Zulmeden de kendileri zulmettikleri de kendileridir. Yâni bu
insanlar kendilerinin hem zâlimi hem de mazlumudurlar. Çünkü Allah asla zulmen
insanlara ceza vermez, haksız yere insanları cehenneme göndermez.
Allah insanlara onların hidâyeti
anlayıp kabullenebilecekleri kapasiteler vermedikçe onları hidâyetiyle sorumlu
tutarak onlara zul-metmez. Hidâyet yollarını kapatarak onlara zulmetmez. Hattâ
bunun da ötesinde elçiler ve kitaplar göndererek onlara kendisini ve istediği
kulluğu açık açık anlatmadan, onları elçileri ve kitaplarıyla uyarmadan onların
yaptıkları yanlışlarından ötürü cehennemine gön-dermez. Her bir dönem uyarıcılar
göndererek insanları azapla, cehennemle, cennetle uyardıktan sonra yine de
uyarılmak istemeyen ve kendileri için ateşi tercih edenler için sizler cehennemi
boylayacaksınız tehdidinde bulunmaktadır Rabbimiz. Ve sonunda bu akılsızlar hâlâ
bu tehdidin zıddına davranışlarda bulunmaya, duymamaya, görmemeye, akl etmemeye
ısrarlı bir tavır takınmışlarsa elbette bu insanlar dünyada helâki hak
edecekler, âhirette de cehennemi boylayacaklardır. Bu ko-nuda hiç kimsenin her
hangi bir itiraz hakkı da kalmamaktadır.
71,72. “Mü'min erkekler ve mü'min
kadınlar birbirlerinin velîleridir; iyiyi emreder kötülükten alı korlar; namaz
kılarlar, zekat verirler, Allah'a ve peygamberine itaat ederler. İşte Allah
bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, Hakîmdir. Allah mümin
erkeklere ve mü'min kadınlara, temelli kalacakları, içlerinden ırmaklar akan
cennetler, Adn cennetlerinde hoş meskenler vaadetmiştir. Allah'ın hoşnut olması
en büyük şeydir. İşte büyük kurtuluş budur.”
Az evvel münâfıkları anlatmıştı
Rabbimiz. Münâfıklar birbirlerindendirler. Onlar birbirlerinin velîsi,
dostudurlar buyurmuştu. Onlar kötülükleri emrederler, iyilikleri men ederler
buyurmuştu. Şimdi burada da mü’minlerin özelliklerini, değişmez vasıflarını
ortaya koyuyor. Orada dediğimiz gibi mü’minler de birbirlerinin velîleri,
dostları, karar mercileridirler. Birbirlerini cennete ulaştırmak üzere onlar da
birbirlerine iyiliği emrederler, kötülükten de nehyederler. İyiliklerin toplumda
yayılması, kötülüklerin de kökünün kazınması adına say ederler. Herkesin iyi
olmasını, herkesin cennete gitmesini arzu ederler.
Namazlarını ikâme ederler.
Toplumlarında namazı ayağa kaldırırlar. Namazın önündeki engelleri kaldırmaya,
toplumda namaz eğitimi vermeye say ederler. Zekatı da verirler. Bedenlerinde
Allah’ı egemen bildikleri gibi malları konusunda da Allah’ın egemen olduğunu
bilirler. İşte Allah bunlara merhamet edecek, bunlara yardım edecek, bunları
dünya ve ukba’da muvaffak edecektir. Muhakkak Allah Azîz ve
Hakîmdir.
Evet İşte böyle inanan, böyle yaşayan
mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara, temelli kalacakları, içlerinden ırmaklar
akan, zeminlerinden ırmaklar akan, ya da taht-ı tasarruflarında ırmakların akıp
durduğu cennetler, Adn cennetlerinde hoş meskenler vaadetmiştir. Bütün bunların
üzerinde Allah'ın hoşnut olması en büyük nîmettir. Allah onlardan razı olacak
orada. Çünkü dünyada onlar Rablerini razı etmişlerdi. Dünyada Rab’lerinden razı
olmuşlardı. Rab’lerinin kitabından, Rab’lerinin dininden, Rab’lerinin hayat
programından razı olmuşlardı. Rab’lerinin istediği hayattan razı olmuşlardı,
işte Rab’leri de onlardan razı oluyor ve kendilerinin de razı olacakları akla
hayale gel-medik nîmetlerle donatılmış bir cennet hayatını onlara lütfediyor.
İşte en büyük kurtuluş budur.
İşte en büyük başarı budur. Bundan daha büyük bir başarı, bundan daha büyük bir
şeref düşünülemez.
73. “Ey Peygamber! İnkârcılarla,
ikiyüzlülerle savaş; onlara karşı sert davran. Varacakları yer cehennem-dir, ne
kötü dönüştür.”
Ey peygamberim, ve ey peygamber
yoluna baş koymuş Müslümanlar, kâfirler ve münâfıklarla savaşın. Onlara karşı
sert ve izzetli davranın. Onların varacakları yer cehennemdir ve o gerçekten ne
kö-tü bir varış yeridir. Kâfirler ve münâfıklarla savaş, peygamber ve onun
yolunun yolcusu Müslümanlar için kaçınılmazdır. Allah’ı, Allah’ın dinini,
Allah’ın hayat programını reddeden, Ona ve Onun istediği hayata savaş açan, biz
kendi hayatımızı kendimiz belirleriz, kendi kitabımızı kendimiz yazarız, kendi
ilâhımızı kendimiz belirleriz, kendi peygamberimizi kendimiz oluştururuz, kendi
hukukumuzu kendimiz yaparız diyenlerle tamamen bunun aksini iddia edip, tamamen
aksine inanan mü’minler için savaş kaçınılmazdır. Çünkü yeryüzünde kâfirler,
sırf Allah’a iman ettikleri için Müslümanlardan nefret etmektedir.
Öyleyse bilelim ki küfürle iman
ehli arasındaki savaş kıyâmete kadar sürecektir. Yeryüzünde küfür ve iman
taraftarı olduğu sürece bu savaş asla bitmeyecektir. Müslümanlar bu savaştan
çekilseler bile kâfirler onları tamamen yeryüzünden silip yok edinceye kadar bu
savaşı sürdürecektir. Çünkü imanla küfür tıpkı geceyle gündüz gibidir. Birinin
varlığı diğerinin yokluğuna bağlıdır. Öyleyse Müslümanlar onlarla savaşmak
zorundadırlar.
Evet kâfir ve münâfıklara karşı
sert davranılması emrediliyor. Bundan önceki âyetlerde yumuşak davranma emri
burada sertleşmeye çevriliyor. Kâfirlere ve münâfıklara karşı caydırıcı olsun
diye sert davranacağız. Onlara karşı alabildiğine sert davranın ki böylece belki
o kâfirlerin ve münâfıkların iman ehline karşı uyguladıkları baskıları,
zulümleri son bulur.
Belki onlar da küfür ve
nifaklarından, Allah’la ver-dikleri savaşımlarından vazgeçip iman yolunu, cennet
yolunu tercih ederler. Yeryüzünde işledikleri zulümlerinden, cinâyetlerinden
vazgeçerler.
Tabii bunun gerçekleşmesi için
onlara sert davranması gereken Müslümanların güçlü olmaları gerekecektir. Onları
korkutacak bir güce sahip olmaları gerekecektir. İşte şu anda görüyoruz ki
Müslümanlar kâfirler ve münâfıklar için onları korkutacak, caydıracak bir güce
sahip değiller.
Maalesef şu anda Çeçenistan’da,
Filistin’de, Tür-kistan’da Müslüman kardeşlerimizi öldürenlerin bizlerden hiç
bir çe-kincemeleri yok değil mi? Bırakalım çok uzaktakileri, şu anda bu ülkede
birileri bir grup Müslümanı yok etmeye çalışırken öteki Müslümanlardan zerre
kadar bir çekincemesi yoktur. Halbuki Medine’de bir Müslüman kadının örtüsüne el
uzatan bir Yahudi karşısında öteki kar-deşlerinin nasıl davrandıklarını
biliyoruz.
Evet bir Müslüman kardeşleri için
savaşa karar veren Müslümanların bu kardeşlik bağını gören Yahudi korkmaz mı
Müslümanlardan? Çekinmez mi bir Müslümana ilişmekten? Ama işte şu anda kâfirler
tarafından Müslümanların kanları dökülürken, ırzları, namusları kirletilirken
diğer Müslümanların seyirci kalmaları, kıllarının bile kıpırdamayışı, hattâ
kimilerinin oh olmuş, onlar şunlardandı, onlar bizden değildi gibi İslâm dışı
tavırlar sergilemeleri kâfirleri cesaretlendiriyor ve Müslümanların onlar
üzerinde en ufak bir etkilerinin kalmadığını gösteriyor. Böyle bir durumda ne
fert olarak ne de toplum olarak zerre kadar bir Müslüman şahsiyetimiz
kalmayacaktır.
Kâfirler ve münâfıklarla Allah’ın
istediği gibi savaşacak ve on-lara karşı sert davranacağız. Bu konuda sadece
Allah’a güveneceğiz. Allah’ın yardımı ve zafer konusunda zerre kadar bir
şüphemiz olmayacak. Kesinlikle bileceğiz ki Allah bizimle beraber olacaktır. Bu
Allah’ın vaadidir, bu Allah’ın bir yasasıdır ve Allah yasalarında asla bir
değişiklik olmaz. Allah yasalarının işlememesi diye bir şey kesinlikle söz
konusu değildir.
74. “Andolsun ki, Müslüman
olduktan sonra inkâr edip küfür sözünü söylemişler iken, söylemedik diye Allah'a
yemin ettiler, başaramayacakları bir şeye giriştiler; Allah ve peygamberi bol
nîmetinden olanları zenginleştirdi ve öç almaya kalktılar. Eğer tevbe ederlerse
iyiliklerine olur; şâyet yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette can
yakıcı azaba uğratır. Yeryüzünde bir dost ve yardımcıları
yoktur.”
Münâfıklar kendilerinden sana
ulaşan o küfür sözü söylemediklerine dair Allah adına yemin ederler. Halbuki
onlar o küfür sözü, kendilerini kâfir yapıp İslâm’dan çıkaran sözü söylediler, o
işleri yaptılar da Müslümanlıklarından sonra küfre döndüler. Ve de asla
ulaşamayacakları, erişemeyecekleri bir şeye yeltenmişlerdir. Allah ve elçisiyle
savaşmaya yöneldiler, İslâm’ın kökünü kazımaya yeltendiler. Sûreta Müslüman
görünerek kaleyi içten yıkmaya azmettiler. Halbuki Allah dinini, kitabını
korumayı bizzat kendi üzerine almıştır. Din ve kitap korunduğu müddetçe elbette
o dinin ve o kitabın müntesipleri de korunmuş olacaktı. Allah mü’minlerin
desteğinde olacaktı. Münâfıklar mü’minlerle giriştikleri bir savaşta
karşılarında onlardan önce Allah’ı bulacaklardı. Müslümanları yenmek için önce
Allah’ı yenmeleri gerekecekti. Alçaklar bunun farkında olmadan büyük büyük
hedeflerin peşine takıldılar. Hiç bir zaman ulaşamayacakları, erişemeyecekleri
hülyalara kapıldılar.
Bu münâfıkların Allah ve elçisiyle,
Allah ve Müslümanlarla sa-vaşmalarının, intikam almaya çalışmalarının sebebini
de Rabbimiz şöyle açıklıyor bakın: Allah kendi fazl-ı kereminden onları zengin
kıldı ve Resulü de onları zenginleştirdi. Yâni hak etmedikleri şeyleri bol bol
onlara verdi de, nîmetlerle şımarıp Allah ve elçisine düşman kesildiler. Allah
bu mülkü, bu nîmetleri kendilerine vermeseydi, belki azmaya-caklar,
sapıtmayacaklardı. Hani sûrenin önceki âyetlerinde de söylemişti Rabbimiz biz
onlara bu verdiklerimizi başka değil sadece onları saptırmak ve canlarını
kâfirler olarak almak için verdik buyurmuştu. İşte burada da aynısını görüyoruz.
İşte onlara Rabbimizin sıhhat vermesinin, zenginlik vermesinin, mülk ve saltanat
vermesinin sebebi budur. Eğer tevbe ederlerse kendi iyiliklerine, kendi
menfaatlerine olur. Yok şâyet yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette
can yakıcı azaba uğratır. Yeryüzünde bir dost ve yardımcıları da olmaz onların.
Dünyadaki azapları inanmadıkları bir dinin hükümlerini uygulamaları, âhiretteki
azapları da dayanılmaz bir cehennem ateşidir. Hainler dünyada inanmadıkları bir
dininin namazını kılmak, zekatını vermek azabıyla karşı karşıya kalırlarken,
öbür tarafta da cehennem azabını boylayacaklardır.
Ensâr’dan bir Müslüman Cüheni
kabilesinden birisiyle kavga eder. Ve bu olay üzerine münâfıkların reisi Übey
Bin Selül der ki: Vallahi bizimle Muhammed’in durumu aynen şuna benzer: Besle
kar-gayı oysun gözünü. Bunu duyan oradaki bir Müslüman o alçağın bu sözünü
Rasulullah’a getirir. Rasulullah onu sorgulayınca Übey de: Vallahi ben böyle bir
şey söylemedim diye Allah adına yemin eder. Veya yine Übey Bin Selül’ün savaş
dönüşünde: “Ant olsun, eğer Medine’ye dönersek, daha
azîz (daha üstün) olan, daha zelil (daha alçak) olanı mutlaka oradan
çıkaracaktır.”
Sözüdür. Bu sözün sonunda da
sorgulandıkları zaman zerre kadar bir izzet ve şerefleri olmayan, mertçe
sözlerinin arkasında duramayan hainler yeminler ederek biz böyle bir şey demedik
demeye başlıyorlar. Tebuk seferinden dönüşte münâfıklar Rasulullah efendimize
bir komplo hazırladılar. Gece Rasulullah efendimizi karanlıkta bir tepeden
itekleyerek öldürmeyi hedeflediler. Rabbimiz onların bu menfur komplolarını
Rasulullah efendimize haber verdi. Rasulullah Ammar Bin Yasir’i ve Huzeyfe Bin
Yemâni’yi yanına aldı ve yolda yüzleri kapalı bir takım kimselerin kendisini
takip ettiklerini gördü. Huzeyfe onların üzerlerine doğru yürüyüp, ey Allah
düşmanları kendinize gelin! diye bağırmaya başlayınca hainler tanınmamak için
süratlice oradan kaçıp uzaklaştılar. Böylece ulaşamayacakları bir işe giriştiler
buyurdu Rabbimiz.
75,76. “Aralarında: “Allah bize
bol nîmetinden verecek olursa, andolsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden
olacağız” diye O'na and verenler vardır. Allah onlara bol nîmetinden verince,
cimrilik ettiler, yüz çevirdiler. Zaten
dönektirler.”
Onların içinden eğer Allah bize
bolca verirse yemin olsun ki biz de vereceğiz. O bize verirse biz de Onun
yolunda bol bol infak edeceğiz ve sâlihlerden olacağız diyenler vardır. Ama ne
zaman ki Allah onlara bol nîmet ulaştırınca Rab’lerine verdikleri bu sözlerini,
bu taahhütlerini unuttular da cimrilik ediverdiler. Allah’ın lütfundan
verdiklerini Allah kullarından men ediverdiler. Zaten hep dönektirler bu
münâfıklar. Hiç bir sözleri, hiç bir ahitleri yoktur
onların.
Evet Allah bize verirse elbette bizler
de verip sâlihlerden o-lacağız diyorlar. Allah bana bir imkân verirse, bir
fırsat verirse ben de bol bol infakta bulunacağım, açları doyuracak, çıplakları
giydirecek, muhtaçları sevindireceğim diyorlar. Bugüne kadar imkânım yoktu,
fırsatım yoktu, zamanım yoktu da ondan yapamadım. Vallahi aslında benim ne malda
ne mülkte gözüm yok. Ben kendim için istemiyorum, sırf fakir fukaraya dağıtmak
için istiyorum. Başımı sokacak kadar bir yerin, bir evin dışında, karnımı
doyuracak kadar bir malın dışında hepsini elden çıkaracağım. Allah bilmez mi
onların ne yapıp ne yapmayacaklarını? Allah bilmez mi onların neye sahip
olduklarını? Azı çoğu olmaz ki bir şeyin. Allah herkese bir şeyler vermiştir.
Eğer insanlar Allah’ın kendilerine vermiş olduğu imkânlar ve fırsatlar
nispetinde bir şeyler yapabiliyorlarsa bu şu demektir: Eğer Allah çokça verseydi
o kadar verecekti.
Meselâ şu anda yüz milyonu var ve
onun yirmi milyonunu Allah için harcayabiliyorsa, yüz milyar olduğu zaman da
yirmi milyarını harcayabilecek demektir. Elindeki on milyonun iki milyonunu
Allah için harcayamayan adam, on milyarın iki milyarını hiç bir zaman
harcaya-mayacak demektir.
Allah verdikçe cimrilik ettiler. Bir ev
verdi, bir araba verdi, da-ha neler neler verdi de onlar cimrilik yapıverdiler.
Rab’lerine verdik-leri sözlerinden dönüverdiler. Onlar zaten dönek insanlardır.
İşleri dönmektir zaten onların. Elimizdeki imkânları gücümüz nisbetinde Allah
yolunda kullanacağız ve ya Rabbi işte gücüm buraya kadardı, eğer daha çok
verirsen onları da Senin yolunda kullanmaya hazırım diyeceğiz ve doğru söylemiş
olacağız. Değilse yalancı münâfıklardan oluruz Allah korusun.
Efendim ben de bu kitabı öğrenmeye
başlayacağım da ama ne yapayım zamanım yok. Biraz zamanım olsa bak ben ne
yaparım. Allah bana bir araba verse, Allah bana bir dükkan verse, Allah bana bir
evlât verse, Allah bana bir hanım verse, Allah bana anlayışlı bir müdür verse,
anlayışlı bir ortam verse diyen herkese imkân verecek Rabbimiz, fırsat verecek
ve samimi olup olmadığını mutlaka açığa çıkaracaktır.
77,78. “Allah'a verdikleri sözden
caydıkları ve yalancı oldukları için Onunla karşılaşacakları güne kadar Allah
kalplerine nifak soktu. İkiyüzlüler,
Allah'ın onların sırlarını ve gizli toplantılarını bildiğini, Allah'ın
görünmeyenleri bilen olduğunu bilmiyorlar mıydı?”
Evet Allah da kendilerine
verdikleri sözlerini tutmamaları se-bebiyle kıyâmet gününe kadar onların
kalplerine münâfıklığı yazıvermiş, yerleştirivermiştir. Köklü bir duygu olarak
kalplerine nifakı yer-leştiriverdi. Rab’lerine söz verdikleri konularda Allah
kendilerine imkân ve fırsat verdiği halde bunları Allah yolunda kullanmadıkları
için kalplerine münâfıklık yerleştiriliverdi.
Öyleyse buna dikkat edeceğiz.
Sözü vermeden önce iyi dü-şünmeliyiz. Yapamayacaklarımız şeyleri Allah’a da
insanlara da vaad etmeyeceğiz. Allah bizim gücümüzü, takatimizi bilip dururken
Rabbi-mizin bize yüklemediği bir yükü kendi kendimize yüklemeye kalkışmayacağız.
Hani önceki sûrelerde anlatıldı. Allah kendilerine yük yüklemediği halde
Allah’tan kendilerine yükler yüklemesini, imtihan alanları açmasını isteyen
İsrâil oğullarının başına gelenleri biliyoruz. Kendilerinin talep ettikleri bir
cumartesi yasağını nasıl deldiklerini biliyoruz.
Onlar bilmiyorlar mı ki Allah onların
sırlarını da gizli toplantılarını da bilmektedir. Gizlediklerini de,
açıkladıklarını da, fısıldaştıklarını da
bilmektedir Allah. Tüm gaypları da bilendir Allah. Bunu bilmiyorlar mı bu
adamlar? Herhalde Allah’ı böyle bilselerdi, böyle iman etselerdi Rab’lerine
karşı bu tür tavırlarda bulunmayacaklardı. İnsanlar bilmeyebilirler, peygamber
bilemeyebilir onların iç hallerini, ama Allah’a göre bilinmeyen
yoktur.
79. “Sadaka vermekte gönülden davranan
mü'-minlere dil uzatan ve ancak ellerinden geldiği kadar verebilenlerle alay
eden kimselere bu davranışlarının cezasını Allah verir; onlara yakıcı azap
vardır.”
Evet sadaka verme konusunda
samimi davranan mü’minlere dil uzatıyorlar münâfıklar. Gönülden davrananlara,
imkânlarını zorlayarak bol bol sadaka verenlere dil uzatıyorlar. Fakir olup da
imkân-larını zorlayarak az verenlerle de alay ediyorlar. İbni Abbas efendimiz
der ki: Tebûk seferine karar verince Allah’ın Resulü mü’minleri infaka dâvet
etti. Rasulullah’ın bu dâvetini alan Müslümanlardan, sahâbe-den bazıları malının
tamamını, bazıları yarısını, bazıları da ellerinde avuçlarında olan çok az bir
şeyi getirebildiler. Sahâbeden hali vakti yerinde olan Abdurrahman Bin Avf
sadaka olarak Rasulullah efendimize 40 ukıyye altın getirdi. Ensâr’dan fakir bir
Müslüman da bir say kadar hurma getirdi. Bunu gören münâfıklar Abdurrahman Bin
Avf gösteriş için bunu yaptı. Ensâr’ın getirdiği o bir say hurmaya da Allah ve
Resulünün ihtiyacı yoktur dediler. Tebûk seferi için getirilen bu sadakalar
sebebiyle münâfıklar böyle söylediler.
Bir sefer için Rasulullah
efendimizin yaptığı cihad çağrısı ve infak talebi karşısında çok vereni
gösterişle, az vereni de cimrilikle suçlamaya kalkıştılar. Kendileri son derece
cimri davrandıkları gibi kendileri gibi davranmayan Müslümanlara da böyle şeyler
yakıştırdılar. Allah için dişinden tırnağından artırarak bir şeyler getiren
samimi Müslümanları alay konusu yaptılar. Rabbimiz de buyurdu ki, ey peygamberim
böyle davranan münâfıklara bu yaptıklarının cezasını Allah mutlaka verecektir.
Onlar için can yakıcı, dayanılmaz bir azap vardır buyurdu.
80. “Ey Muhammed! Onların ister
bağışlanmasını dile, ister dileme, birdir. Onlara yetmiş defa bağışlama dilesen
Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, Allah'ı ve peygamberini inkâr etmelerinden
ötürüdür. Allah fâsık topluluğu doğru yola
eriştirmez.”
Evet ey peygamberim, bu yaptıklarından
sonra, bu hainliklerinden sonra artık onlar için istiğfar etsen de etmesen de
birdir, denktir. Ha istiğfar etmişsin onlar için, ha etmemişsin fark etmez.
Onlar için af dilesen de dilemesen de fark etmez çünkü Allah onları kesinlikle
affetmeyecektir. Yetmiş kere onlar için istiğfar edip bağışlanma dilesen de
Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü onlar Allah ve elçisini inkâr etmişler,
Allah ve Resulüne itaatten çıkıp fıska
düşmüş-lerdir. Yâni bu adamlar Allah’la dalga geçecekler, peygamberle dalga
geçecekler, Müslümanlarla dalga geçecekler, sonra da Allah onları affedecek öyle
mi? Niye? Mecbur mu Allah böyle hainleri affetmeye?
Ya bu münâfıklar bu huylarından
ciddi ciddi vazgeçecekler, ya da Allah kesinlikle onları affetmeyecektir. Çünkü
Allah fâsık bir kavmi, fıskı fücur ehlini hidâyete erdirmez. Çünkü bu adamların
bir kâfir kadar bile İslâm’a dönme ihtimalleri yoktur. Yâni İslâm’ı, Allah’ı,
peygamberi tanımayan bir kâfir bunları tanıyınca Müslüman olabiliyor da, ama
bunları tanıyan bir münâfık İslâm’a girmiyor. Çünkü o ben Müslümanım diye kendi
kendini aldatıyor.
Evet Rabbimiz bu âyetinde vazgeç bunlar
hakkında istiğfardan ey peygamberim diye peygamberini uyarıyor. Ama insanların
cehennemine razı olmayan Allah’ın Resulü eğer seksen kere de istiğfar etsen
Allah onları bağışlamayacak ifadesine karşılık, onların da cennetine olan
iştiyakından ötürü öyleyse ben de seksenden fazla istiğfar ederim buyurdu. Yâni
insanların cehenneme gitmesine asla tahammülü olmayan Rasulullah efendimiz bir
konuda bir ruhsat bulduğu zaman onu o konuda kesin bir nehiy oluncaya kadar
kullanırdı. Hele hele bu konu insanların, ümmetinin affı ve cennetiyle
alâkalıysa. Çünkü o onlara karşı çok merhametlidir. Sonra Münâfikûn sûresin-deki
bu konuda bir nehiy gelince Rasulullah artık onlar hakkındaki istiğfarını
bitiriverdi.
O halde bu âyetlerden anlıyoruz ki dua
ve istiğfar ancak mü'-minler için fayda sağlayacaktır. Kâfir ve münâfıklar için
ne duanın ne de istiğfarın en küçük bir faydası olmayacaktır ve bu caiz de
değildir. Burada şunu da ifade edelim ki kâfir veya münâfık birisi için değil,
sı-radan bir kimse için Allah’ın en sevdiği peygamberi Hz. Muhammed (a.s) onun
hidâyeti için dua etse bile, o kişi kendi hidâyetini istemedikçe, Allah da onun
hidâyetini dilemedikçe yine de bunun hiçbir mânâsı olmayacaktır. Yine âyetten
anlıyoruz ki hidâyete talip olmayan kişiye hidâyet vermek sünnetullaha
aykırıdır.
Biz biliyor ve inanıyoruz ki
peygamberler Allah’ın yeryüzünde en değerli ve en şerefli kullarıdır. Ama
unutmayalım ki bunlar da kuldurlar. Tüm peygamberler Allah’ın Ona en mûtî
kullarıdır. Elbette ki peygamberler yeryüzünde dualarına icâbet edilme yönünden
en önde olan kullardır. Allah’ın bu sevgili kulları Allah’a dua ettiklerinde ya
istedikleri şeyler dünyada kendilerine verilir, yahut da burada verilmeyip öbür
tarafta kendilerine verilir. Ama bakın ki Allah’ın Resulü Allah katında
yeryüzünün en hayırlısı olduğu halde Allah’ın sevmediği insanlar hakkında ne
kadar da istiğfar ederse etsin Allah onlara mağfiret etmeyecektir. Öyleyse şunu
kesinlikle söyleyebiliriz ki Allah’ın razı olmadığı kişiler için yapılacak
şefaat asla kabul edilmeyecektir.
81. “Allah'ın peygamberinin
hilafına geri kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla
ve canlarıyla cihad hoşlarına gitmedi. “Sıcakta savaşa çıkmayın” dediler. De ki:
Cehennem ateşi daha sıcaktır.” Keşke bilseydiler!”
Muhalifler, Allah ve Resulünün
cihad çağrısına muhalefet edenler, Rasulullah ve beraberinde savaşa çıkan
mü’minleri yalnız bırakarak geride kalanlar oturup kalmalarına sevindiler.
Münâfıklar kadınlar gibi oturup kalmayı hoş gördüler. Kalplerindeki küfür ve
nifak hastalığından dolayı Allah yolunda cihada gidip canlarını ve mallarını
tehlikeye atmayışlarına memnun oldular. Allah yolunda malları ve canlarıyla
cihaddan hoşlanmadılar. Kendileri Allah yolunda bir cihadı göze alamadıkları
gibi birbirlerine, arkadaşlarına, eşlerine dostlarına
da: Sakın bu sıcakta savaşa
çıkmayın dediler. Kendileri geri kalışlarına üzülmediler de üstelik başkalarını
da engellemeye çalıştılar.
Sen onlara de ki peygamberim,
unutmayın ki sizin gibi cihad-dan kaçanlar için cehennem ateşi daha sıcaktır.
Ama keşke onlar bunu bir anlayabilselerdi. Keşke cehennem ateşinin hararetini
bir an-layabilselerdi. İşte böyle Allah için bir cihaddan kaçan, mallarını ve
canlarını Allah yolunda bir cihaddan saklayanlar cehenneme gideceklerdir.
Allah için bir fedâkarlığı angarya
görenler cehenneme gideceklerdir. Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad
etmeyi kerih görenler cehenneme gideceklerdir. Kendileri Allah için bir sefere
çıkmadıkları gibi Müslümanları cihaddan engellemeye çalışanlar cehenneme
gideceklerdir. Bu dünyadaki rahatımızı düşünerek Allah yolunda bir cihaddan
kaçmayalım. Diğer mü’minleri engellemek şöyle dursun, cihada teşvik edeceğiz.
Çünkü kıyâmet gününün sıkıntıları buradakilerden çok daha büyük olacaktır.
Kıyâmet gününün sıkıntılarına düşmemek için dünya sıkıntılarına razı olacağız.
Şedit olan cehennem ateşine
düşmemek için buradaki dünya ateşlerinde yanmaya razı olacağız. Orada malsız,
mülksüz, serma-yesiz kalmamak için Allah
yolunda bir mücâdele uğrunda gerekirse burada malsız, mülksüz bir hayata razı
olacağız. Allah yolunda her şeyimizi fedâ etmemiz gerekse bile bunu göze
alabilmeliyiz. Bunu anlayanlardan, fıkıh edenlerden olmalıyız. Cehennem ateşini
anlaya-bilen bir insan elbette tüm dünya ateşlerine razı olacaktır. Ama onu
bilmeyen, fıkıh etmeyenler elbette hiç bir dünya ateşine katlanama-yacaktır.
82. “Yaptıklarının cezası olarak,
bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar.”
Ve işte böyleleri bu
yaptıklarının karşılığı olarak bundan böyle çok ağlasınlar, az gülsünler.
Kendilerini, canlarını, mallarını böyle bir cihaddan koruduk, kurtulduk diye bu
dünyada az biraz gülsünler, az biraz sevinsinler bakalım. Gülebildikleri kadar
gülsünler, eğlenebildikleri kadar eğlensinler bu dünyada. Unutmayın ki onlar
öbür tarafta çok ağlayacaklardır. Çünkü bu dünya hayatı çok azdır, çok kısadır,
ama âhiret hayatı sonsuzdur. Sonsuz bir âhiret hayatının ağlaması yanında çok
kısa süren dünya sevinçleri ne olabilir ki? Ne kadar olabilir
ki?
Ama bu dünyada bu yaptıklarına
pişmanlık duyarak tevbe ederler, çok çok ağlarlarsa işte o zaman Allah’ın
bağışlamasına ulaşırlar.
83. “Allah seni ileri döndürüp,
onlardan bir toplulukla karşılaştırdığı zaman, senden savaşa çıkmak için izin
isterlerse de ki: “Benimle asla çıkamayacaksınız, benim yanımda hiç bir düşmanla
savaşmayacaksınız; çünkü baştan, oturup kalmaya razı oldunuz. Artık geri
kalanlarla beraber oturun.”
Allah seni bu seferden zaferle,
galibiyetle, sağ salim döndürdüğü ve onlarla karşı karşıya getirdiği zaman,
senden seninle birlikte tekrar bir savaşa çıkma talebinde bulunacaklar. Rabbimiz
ileride olacakları da anlatıyordu burada peygamberine. Yâni daha sefere çıkmadan
savaşın sonucunu bildiriyordu. Sen sağ salim savaştan döneceksin. Sen onlara
dönünce diyecekler ki ey Muhammed, seninle birlikte bir başa sefere çıkmak
istiyoruz diyecekler. Alçaklar Bizans ordusunun Müslümanların karşısına çıkma
cesaretini bile gösteremediklerini haber alınca peygamberle birlikte
çıkmadıklarına çok pişman oldular.
Ve dediler ki, diyecekler ki ey
Muhammed, her ne kadar Te-bûk’da bulunamamışsak ta, her ne kadar mâzeretlerimiz
seninle birlikte çıkmamıza engel olmuşsa da bizim kalbimiz sizinledir. Biz senin
yanındayız. Emret nereye istersen gideceğiz diyecekler.
Sen de ki o hainlere, hayır artık
sizler benim yanımda hiç bir düşmanla savaşmayacaksınız. Benimle birlikte hiç
bir savaşa çıkmayacaksınız, çıkmazsınız. Benimle birlikte hiç bir cihada çıkma
şerefine nail olmayacaksınız. Sizler böyle bir şerefe lâyık değilsiniz. Bu şeref
sizler için değil şerefli Müslümanlar içindir. Çünkü sizler evlerinizde oturmayı
benimle birlikte çıkmaya tercih ettiniz. Sizler artık bundan sonra erkekler gibi
savaşmayı düşünmeyin de kadınlar gibi evlerinizde oturmaya devam edin.
Evet Allah için bir fedâkarlık, bir
sıkıntı söz konusu. Zorlu bir savaş söz konusu. Ortada bir kâr garantisi de yok.
Ölüm, candan geçme, maldan olma tehlikesi var. Bu işe bir dâvetiye çıkarıldığı
za-man bunları göze alarak ilk defa dâvete icâbet edenlerin imanından,
teslimiyetinden şüphe edilmeyecektir. Ama İslâm izzete kavuştuktan sonra, ya da
Allah adına başlamış olan o hareket başarıya ulaştıktan sonra, hedef belli
olduktan sonra o harekete katılanların samimi-yetinden şüphe edilebilir. Samimi
olup olmadıkları araştırılabilir. Çünkü artık fedâkarlıktan çok menfaatlenme
vardır.
84. “Onlardan ölen kimsenin
namazını sakın kılma, mezarı başında durma! Çünkü onlar Allah'ı ve peygamberini
inkâr ettiler, fâsık olarak öldüler.”
Onlardan ölen hiç kimsenin sakın
namazını kılma. Onlara dua etme, salavat etme. Çünkü senin duan, senin
salavatın, senin namazın onlar için bir rahmettir ve onlar asla buna lâyık
değillerdir. Onların cenazelerinin başında, kabirlerinin başında da durma.
Onları gömmek, defnetmek, teçhiz etmek, dua etmek, ziyaret etmek maksadıyla
onların cenazelerinde bulunma. Çünkü onlar Allah ve Resulünü inkâr etmişler ve
fâsıklar olarak, dinden, yoldan, itaatten çıkmışlar olarak ölmüşlerdir.
Evet fâsık olarak, İslâm’dan çıkmış
olarak geberen birisinin cenazesini kılmak ta, defninde bulunmak ta,
arkalarından onlar için dua etmek de yasaktır.
Rivâyetlere göre Allah’ın Resulü samimi
bir Müslüman olan Abdullah’ın isteği üzerine babası münâfıklardan Abdullah bin
Übey’in cenaze namazını kıldırmayı kabul edip hazırlıklara başladı. Tam namazı
kıldırmak üzere yerini aldığı sırada işte Tevbe sûresinin bu âyetiyle Rabbimiz
onu uyarıverdi ve bu davranışını onaylamadığını ortaya koyuverdi. Ve Rabbimizin
bu uyarısından sonra Rasulullah efendimiz onların namazlarında bulunmayı da,
onlar adına istiğfar etmeyi de, dua etmeyi de bırakıverdi.
Kâfir olarak geberip gidenler
hakkında dua etmek de, istiğfar etmek de caiz değildir. Mü’minlere karşı
mü’mince bir tavır, münâ-fıklara karşı da onlara yakışır şekilde sertçe bir
tavır belirlemek zorundayız ki bu davranışımız onlar için bir uyarıcılık, bir
caydırıcılık özelliği taşımış olsun. Eğer Rasulullah efendimiz bu adamların
namazlarını kıldırmış olsaydı, hattâ diğer tüm peygamberleri de cemaat olarak
arkasına çağırmış olsaydı bile zerre kadar o münâfığa bir faydası olmayacaktır.
İnsana değer kazandıran onun imanı, teslimiyeti, takvası ve bu imana bağımlı
olarak işlediği sâlih amellerdir. Bunlar olmadığı müddetçe cenazesini kim
kıldırırsa kıldırsın hiç bir anlamı olmayacaktır.
Öyleyse peygamber ve Müslümanlar
tarafından kendilerine uygulanacak böyle bir tavır onların kendi durumlarını
tekrar gözden geçirip Allah yoluna girmelerini sağlayacaktır. Kâfir olarak,
münâfık olarak ölüp giden bir kimsenin iradesi bitmiş olduğu için arkasından
yapılanların hiç birisinin ona bir faydası dokunmayacaktır. İşte onlar için iş
işten geçmeden böyle bir tavırla akıllarını başlarına getirmeyi murat ediyordu
Rabbimiz.
85. “Malları ve çocukları seni
hayrete düşürmesin; Allah onlarla onlara dünyada azap etmek ve canlarının
inkârcı olarak çıkmasını ister.”
Öyleyse ey peygamberim ve ey
peygamber yolunun yolcuları, sakın ha sakın onların ne malları mülkleri, ne
çoluk çocukları, ne ekonomik ne de siyasal güçleri sizi imrendirmesin. Onlara
verilenler başka değil sadece onlara bu dünya hayatında azap etmek için ve
canlarının kâfirler olarak çıkması için verilmiştir. İnsanları kâfir ve münâfık
yapan şey demek ki öncelikle onların malları ve evlâtlarıdır. İnsanları Allah’a
kulluktan, Allah yolunda cihaddan alıkoyan ilk planda onların ekonomik ve
siyasal güçleridir. Bir ömür bunlara bekçilik yapacağım diye, bunları
çoğaltacağım diye âhireti unutuyorlar.
86,87. “Allah'a inanın ve
peygamberinin yanında savaşın” diye bir sûre inmiş olsa, onların gücü yetenleri
sizden izin isterler ve “Bizi bırak oturanlarla beraber kalalım” derler. Geri
kalan kadınlarla beraber bulunmaya razı oldular. Kalpleri kapanmıştır, bu yüzden
anlamazlar.”
Eğer onlara Allah’a Allah’ın
istediği gibi iman edin, Allah’a, Allah’ın kitabının ve Resulünün tarif ettiği
şekilde iman edin ve bu imanlarınızın gereği olarak, bu imanlarınızın
görüntülenmesi olarak Allah elçisinin yanı başında savaşın diye bir sûre
indirilse onlardan imkân sahipleri, servet sahipleri, ekonomik güç sahipleri
sizden izin isterler. Bizi bırak ey peygamber de şu evlerinde oturanlarla
birlikte bizler de oturalım derler. Evlerinden, barklarından, bağlarından,
bahçelerinden, fabrikalarından, bürolarından, zevklerinden, eğlencelerinden
ayrılmak onlara zor geliyor. Geri kalan kadınlarla beraber bulunmaya razı
oluyorlar.
Kendilerine göre bir takım bahaneler
uyduruyorlar. Bir takım mâzeretlerin arkasına saklanıp Allah yolunda bir
savaştan geri kalmak, muaf tutulmak istiyorlar. Tabii o anda yaptıklarına da
meşru kı-lıflar uydurmaktan da geri durmuyorlar. Efendim, bizler şu anda üm-met
için çok faydalı işlerle uğraşıyoruz. Eğer şu bizim fabrikamız ol-masa, bizim
paralarımız olmasa siz ne yapardınız? Hep bizim pa-ralarımızla, bizim
desteklerimizle yürümüyor mu bu hizmetler? Eğer bizler de bu fabrikalarımızı, bu
iş yerlerimizi bırakıp sizinle gidersek, bizim bu para kazanma imkânlarımız
bitiverirse haliniz perişan olur sizin. O halde bizi bize bırakın. Biz işimize
aşımıza, para kazanmamıza bakalım, siz gidin savaşa da, biz arkanızdan sizi
destekleyelim diyorlar. Savaştan kalıp işlerinin başında oldukları zaman hattâ
daha büyük sevaplar kazanacaklarına inananlar vardır.
Evet varlık sahipleri böyle yapıyorlar.
Varlıklı yaşamaya alı-şanlar mahrumiyetleri göze alamıyorlar. Tarih boyunca hep
böyle olmuştur. Tüm peygamberlerin dâvetine ilk karşı çıkanlar hep halkın
gelirlerinin kaymağını yiyen varlıklı, şımarık Mele’ ve mütraf grubu, egemenlik
sahipleri olmuştur. Halk üzerinde haksız hak sahibi olanlar olmuştur.
Rahatlarından fedâkarlığa yanaşmayanlar olmuştur. Onlar savaştan geri kalanlarla
birlikte olmayı seçtiler. Onların kalpleri mühürlendiği için de peygamberin
kendilerini çağırdığı gerçekleri anla-yamaz olmuşlardır. Dünyayı yeterli
gördükleri için, dünyayla cennetin mukayesesini yapma ince kavrayışından mahrum
olmuşlardır. Onlar böyle isteyince de Rabbimiz tercihlerini onaylayıp onların
kalplerini mühürleyivermiştir de anlamaz bir kavim
olmuşlardır.
88. “Ama peygamber ve onunla
beraber bulunan mü'minler, mallarıyla ve canlarıyla savaştılar. İşte iyilikler
onlaradır, saadete erişenler de onlardır.”
Lâkin Allah’ın Resulü Muhammed
(a.s) ve onunla birlikte iman edenler, onun inandığı gibi inananlar, onun
düşündüğü gibi düşünenler, onun yolunu yol edinenler, onun gibi olmanın
güvencesine erenler, malları ve canlarını ortaya koyarak Allah yolunda cihad
edenler var ya, işte hayırlar onlar içindir ve kurtuluşa erenler de onlardır. Bu
dünyada istedikleri kadar varlıklı kâfirler ve münâfıklar onları küçük
görsünler, istedikleri kadar onlarla alay etsinler, hem dünyada hem de Ukba’da
kazananlar, başarıya ulaşanlar onlardır. Peki onların ka-zandıkları bu hayır
neymiş? Bakın Rabbimiz onu şöyle anlatıyor:
89. “Allah onlara temelli
kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Büyük kurtuluş
budur.”
Allah onlar için içinde ebedîyen
kalacakları, ebedîyen bir mutluluğa ulaşacakları zeminlerinden ırmaklar akan
cennetler hazırlamıştır. İşte en büyük kar, en büyük kazanç budur. Çünkü bu
âlemde cennetten daha büyük bir mükâfat yoktur. Düşünün tüm dünyaya sahip
olsanız ne yazar? Ne kadar sahip olabileceksiniz? Ölünceye kadar değil mi? Fânî
değil mi bu dünya? Ama cennet ölünceye kadar değil, sonsuza dek sürecek bir
zevk, bir hayat... İşte en büyük mükâfat budur. Ne olur bu insanlar günde bir
kerecik bunu düşünüverse. Ama heyhat ki bunu düşünmeyenler, fıkhedemeyenler bunu
anlayamazlar.
90. “Bedevilerden, izin almak
üzere, özür beyan eden kimseler geldiler. Allah ve peygamberine yalan
söyleyenler ise, özür bile beyan etmeksizin geri kaldılar. Onlardan kâfir
olanlar can yakıcı azaba uğrayacaktır.”
Rabb’imiz Medineli münâfıkları
anlattı, şimdi burada da bedevi münâfıkların durumlarını açıklığa kavuşturacak.
Bedevilerden de sizden savaşa çıkmamak için izin isteyenler gelecekler. Allah ve
pey-gamberine karşı yalan söyleyenler ise özür bile beyan etmeksizin savaştan
kaçtılar, geri kaldılar. Onlardan kâfir olanlar dayanılmaz bir azabın mahkumu
olacaklardır.
Medine’li münâfıkların dışında
anlatılan bu münâfıklar Esed ve Gatafan kabilesi münâfıklarıdır. Fakirliklerini,
güçsüzlüklerini, imkânsızlıklarını mâzeret olarak ileri sürerek bu savaştan geri
kalmak için izin istediler. Bir kısmı böyle yaparken bir kısmı da iman
teslimiyet iddialarında Allah ve Resulüne karşı yalan söyleyenler de hiç bir
mâzeret ileri sürmeden cihaddan geri kaldılar. Bunlar Medine’nin ya-kınında
çölde yaşayan bedevilerdi. Rabbimiz buyurdu ki o inkâr edenlere yakında acı bir
azap isabet edecektir. İnandıklarını iddia ettikleri halde inandıkları Allah
hatırına bir savaşı göze alamayanlara, inandıkları Allah’ı uğrunda savaşmaya
değmez görenlere, kendi rahatlarını, kendi zevklerini düşündükleri kadar
Allah’ın dininin izzet ve şerefe ulaşmasını düşünmeyenlere elbette bir azap
gelecektir.
Şimdi Rasulullah efendimizin bir savaş
çağrısı karşısında buraya kadar üç sınıf ortaya konuldu:
1: Özürlü olarak, mâzeretli olarak geri
kalanlar.
2: Hiç bir özürleri yokken geri
kalanlar. Hiç bir mâzeret beyanında bulunmayanlar.
3: Rasulullah efendimizden bu savaşa
katılmamak için, muaf tutulmak için izin isteyenler. Peki acaba bunlardan
hangisi bu savaştan muafmış? Yâni kim gerçek özür sahibiymiş? Bakın bunu da
Rab-bimiz şöylece ortaya koyuyor:
91. “Güçsüzlere, hastalara ve
sarf edecek bir şeyi bulunmayanlara, Allah ve peygamberlerine bağlı kaldık-ları
müddetçe sorumluluk yoktur. İyi davrananlara sorumluluk olmaz. Allah
bağışlayandır, merhamet edendir.”
Güçsüzlere, zayıflara, hasta
olanlara, infak edecek bir şey bulamayanlara ki bunlar Allah ve Resulüne
bağlılıklarını sürdükleri müddetçe bir sorumluluk yoktur. Peki bunlar Allah ve
Resulüne bağlı olduklarını nasıl gösterecekler? Bunu nasıl ispat edecekler?
Kendileri zayıf, hasta, yatalak, kör, topal oldukları için istedikleri halde
cihada gidemiyorlar ama etrafındakileri cihada teşvik ediyorlar. Ne
duruyorsunuz? Haydi, Rasulullah’ın dâvetine koşun oğlum, torunum, amcam, babam.
Vallahi eğer Rabb’ım bana da bir imkân vermiş olsaydı bir saniye bile
beklemezdim diyerek samimiyetle çevrelerine nasihat ederler onlar.
Meselâ iki adam düşünün ki
hastalar. Ama bunlardan biri o anda hasta oluşuna, cihaddan geri kalışına
seviniyor. İyi ki hasta oldum ve savaştan kurtuldum diyor. Bunu kendisi için bir
kurtuluş vesilesi sayıyor ve kendisi gitmemekle beraber çevresindekileri de
engellemeye, onların da cihad şevklerini kırmaya çalışıyor. Ötekisi de
hastalığını bir talihsizlik görüyor ve üzülüyor. Keşke Rabbim bana da imkân
verseydi de Resul ve Müslümanları yalnız bırakmasaydım diyor ve bir yandan da
çevresindekileri savaşa teşvik ediyor haydi dur-mayın gidin diyor. Bu ikisi
elbette bir tutulmayacaktır.
Evet mâzeretlerinden dolayı savaşa
çıkamayanlar Allah ve Resulü için nasihat ettikleri müddetçe onlara bir vebal
yoktur. Çünkü ihsan sahipleri aleyhine bir yol olamaz. Kimse onlara bir söz
söyle-yemez, kimse onları bu konuda kınayamaz. Cepheye gidemeyenler ama geride
irşada devam edenler, geride insanların Allah’a kul olmaları, Resulüne ümmet
olmaları yolunda onları eğitmeye çalışanlar bu-nun dışındadır diyor Rabbimiz.
Onlar savaştan geri kalmışlardır ama gönülleri orada mü’minlerle beraberdir
onların. Çünkü Allah bunlar için Gafur ve Rahîm olandır.
92. “Binek
vermen için sana geldiklerinde, "Size binek bulamıyorum” dediğin zaman, sarf
edecek bir şey bulamadıkları için üzüntüden gözyaşı dökerek geri dönenlere de
bir sorumluluk yoktur.”
Allah’ın kendilerini bağışladığı
o gerçek mâzeret sahiplerinden kimileri de sana her geldiklerinde ey Allah’ın
Resulü bize binebileceğimiz bir binek ver de biz de seninle bu savaşta bulunalım
dediler de; sen de onlara size binek bulamıyorum dediğin zaman sarf edecek bir
şey bulamadıkları için
üzüntülerinden gözyaşı dökerek geri dönenler var ya, işte onlar için de bir
sorumluluk yoktur. Sürekli her gün geliyorlardı bunlar Rasulullah’ın yanına.
Belki bugün birileri Rasulullah’a bize verebileceği bir binit vermiştir diye her
gün gelip soruyorlardı. Her defasında da Allah’ın Resulü yok buyuruyordu. Onlar
da gidememelerine ağlaya, ağlaya dönenlere de kınama yoktur diyor Rabbi-miz.
Hattâ bunlar için Rasulullah efendimiz şöyle buyuruyordu:
“Gelmek istedikleri halde şu anda
sizinle birlikte gelemeyip arkanızda kalan nice mü’minler vardır ki bu
niyetlerinden ötürü attığınız her adımda, konakladığınız her vadide onlar
sizinle birlikte olmasınlar. Onlar sizin aldığınız ecirlerinize ortak
olmasınlar”
Sahâbe-i kirâm efendilerimizin:
“Ey Allah’ın Resulü, onlar Medine’de evlerinde
oturup bizimle sefere çıkmadıkları halde mi onlar bizimle beraberler?”
sorusuna da Allah’ın Resulü
diyordu ki:
“ Evet, çünkü onları mâzeretleri,
çaresizlikleri geri bıraktı.”
Evet işte bunlar gerçek mâzeret
sahipleridir, onlar kınanmazlar, onlar üzerine bir yol yoktur buyurduktan sonra
Rabbimiz şimdi de kimler üzerine yol var? kimler üzerine kınama ve ceza var? onu
şöylece ortaya koyuyor:
93. “Sorumluluk ancak, zengin
oldukları halde senden izin isteyen, geri kalan kadınlarla bulunmaya razı
olanlara ve Allah kalplerini mühürlemiş olduğu için
bilmeyenleredir.”
Sorumluluk, vebal, günâh ancak
Allah yolunda bir savaşa ve bu uğurda mal harcamaya güçleri yettiği halde
savaştan kaçmak için senden izin isteyen, mâzeretsiz geri kalan, kadınlarla
birlikte oturmaya razı olanlara ve Allah kalplerini mühürlediği için
bilmeyenlere aittir.
94. “Savaştan döndüğünüzde size
özür beyan ederler. Ey Muhammed, onlara de ki: “Özür beyan etmeyin, size
inanmayacağız, Allah haberlerinizi bize bildirmiştir. Allah da, peygamberi de
işlediklerinizi görecektir. Sonunda, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a
çevrileceksiniz. O, işlediklerinizi size haber
verecektir.”
Sizler sağ salim savaştan geri
döndüğünüzde onlar size karşı mâzeretler ileri sürüyorlar. Savaşa
katılmamalarının özürlerini beyan ediyorlar. Ey peygamberim, onlara de ki:
Boşuna özürle beyan etmeyin, size asla inanmayacağız. Size ebedîyen
güvenmeyeceğiz. Sizi asla tasdik etmeyeceğiz. Onun içindir ki Özür dilemenizin
hiç bir anlamı yoktur. Çünkü sizin haberlerinizi Allah bize bildirmiştir. Allah
bilgisiyle bizler sizleri tanıyoruz. Ne halde olduğunuzu, niçin bu savaşa
katılmadığınızı çok iyi biliyoruz. Elbette ilerde Allah ve Resulü sizin ne
yapacağınızı görecektir. Sonunda sizler hepiniz görüneni ve görünmeyeni,
bilineni bilinmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de o ne yapıp ettiğinizi
size haber verecektir.
Evet bugün de Allah’ın dininin
yücelmesi adına bir savaştan geri kalanlar istedikleri kadar mâzeretler ileri
sürsünler biz onlara diyeceğiz ki kesinlikle biz size inanmayacağız, çünkü Allah
sizin durumunuzu bize ulaştırmıştır. Sizin sıfatlarınızı Rabbimiz kitabında bize
haber vermiştir. Allah için bir fedâkarlığı göze alamayan siz münâfıkların
sıfatları bizim için malumdur. Biz de böyle diyeceğiz onlara. Ama Rabbimiz yine
de bir açık kapı bırakmış. Ne o? Âyette buyuruluyor ki: Allah ve Resulü sizin
amellerinizi görecektir. Elbette bundan sonra yapacaklarınız da görülecektir,
takip edilecektir. Eğer gerçekten bir mâzeret sebebiyle bu savaştan geri
kalmışsanız elbette bundan sonraki hareketlerinize bakılacaktır. Bundan sonra
sâlih ameller mi işleyeceksiniz? Münâfıklıktan vazgeçip Allah’ın dinini kendi
nefislerinize, kendi menfaatlerinize tercih mi edeceksiniz? Yoksa yine aksini
yapmaya mı devam edeceksiniz? bakacağız diyeceğiz.
Sonra da hesap vermek için Allah’ın
huzuruna çıkacaksınız. Bizim gördüklerimizi de görmediklerimizi de,
bildiklerimizi de bilmediklerimizi de bilen bir Allah huzuruna çıkacaksınız. Ve
O Allah ne yapıp ettiğinizi size haber verecektir. Şimdi şu anda bizi
kandırsanız bile Onu asla kandıramayacaksınız.
95. “Döndüğünüzde kendilerine
çıkışmamanız için, Allah'a yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin; çünkü
pistirler. Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları yer
cehennemdir.”
Siz onlara döndüğünüz zaman
kendilerinden vazgeçmeniz için, kendilerine ilişmemeniz için, kendilerini
azarlayıp cezalandırmamanız için, kabahatlerini görmemeniz için Allah adına
yemin edecekler. Yüz çevirin onlardan. Kesin onlarla ilişkilerinizi. Adam yerine
koy-mayın onları. Muhatap bile almayın. Çünkü birer pisliktir onlar. Birer
murdardır onlar. Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir
onların. Onları kabullenecek, pakleyecek olan sadece cehennemdir. Onlarla nasıl
arkadaşlık edeceksiniz? Nasıl onlarla hâlâ dostluk ilişkilerini sürdüreceksiniz?
Sadece cehennemin kabul edeceği, sadece cehennemin temizleyeceği böyle
pisliklerle nasıl ilişki sürdürülebilir? Bırakıverin o alçakları. Düşüncede,
imanda, harekette asla onlarla beraber olmayın.
96. “Kendilerinden hoşnut
olasınız diye, size and verirler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile, Allah,
yoldan çıkmış kimselerden razı olmaz.”
Kendilerinden hoşnut olasınız
diye, razı olasınız diye yemin eder onlar. Siz onlardan hoşnut olsanız bile,
özürlerini kabul edip affetseniz bile bilesiniz ki Allah böyle yolundan çıkmış
kimselerden asla hoşnut olmayacak, razı olmayacaktır. Allah kendini tanımayan,
kendi dinini, kendi yolunu tanımayan, rızası uğruna bir takım fedâkarlıkları
göze alamayan, rızası için cihad etmeyen, rızası için infakta bulunmayan
kimselerden asla razı olmaz. Gelin öyleyse ey mü’minler, Allah ahlâkıyla
ahlâklanın da Onun razı olmadıklarından sizler de razı olmayın. Allah’ın gazap
ettiklerine sizler de gazap edin. Gelin tüm hayatınızda insanların rızasını
değil de, insanların hoşnutluğunu değil de Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu ön
planda tutun. Tüm insanlar razı olup sizi alkışlasalar bile siz Allah’ın razı
olduklarından yana olun.
97. “Bedevilerin küfür ve
nifakları her yönden, daha ileridir. Allah'ın, peygamberine indirdiğinin
sınırlarını bilmemek, onlara daha lâyıktır. Allah bilendir,
Hakîmdir.”
Bedeviler, çölde yaşayan Araplar,
göçebe hayatı yaşayan Araplar şehirdekilerden, yerleşik hayat sahiplerinden
inkâr ve nifak bakımından, nankörlük ve münâfıklık bakımından çok daha
şedittirler. Çünkü onlar kaba, saba, kalpleri daha katı insanlardır. Ve onlar
Allah’ın peygamberine indirdiği hükümleri, yasaları tanımamaya, sınırları
tanımamaya daha yatkın ve elverişlidirler. Kendi başlarına buyruk, yönetici
tanımaz, otorite kabul etmez oldukları için daha kaba ve inkârcıdırlar onlar.
Din bilen, kitap sünnet tanıyan âlimlerle tanışmadıkları için dini az bilen
kimselerdir onlar. Allah kullarını elbette en iyi bilendir ve söylediği her şeyi
hikmetle söyleyen, yasalarını hikmetle koyandır.
Medine’de, şehirde Rasulullah ve
sahâbenin arasında bulunanlar okumak için kitap bulabilirler. Sormak için merci
bulabilirler. Allah’ın dinini öğrenme imkânı bulabilirler. Ama Rasulullah’ın
sohbetinden, Rasulullah efendimize inen âyetlerin eğitiminden mahrum kalmış
kimseler elbette bunlardan uzaktırlar. Dinin anlaşılış ve uygulanış tarzından
mahrumdurlar. Onun içindir ki onlar, o bedeviler küfür ve nifak yönünden,
Allah’ın sınırlarını tanımama yönünden daha yatkındırlar.
98. “Bedevilerden, Allah yolunda
sarf ettiklerini angarya sayanlar ve sizin başınıza belâlar gelmesini
bekleyenler vardır. Belâlar onlara olsun; Allah işitir ve
bilir.”
Yine bu bedevilerden Allah
yolunda, Allah’ın dininin ihyası, ikâmesi uğrunda infak ettikleri şeyleri zoraki
ödenmesi gereken bir borç, bir angarya sayanlar da vardır. Allah yolunda
yapacakları harcamaları bir cereme, bir yük, boşa giden bir sarf görenler
vardır. Sizin için zamanın musîbetlerini gözetlerler. Gelecek günlerin, dönen
devranın size belâlar, musîbetler getirmesini, sizi yok etmesini intizar
ederler. Beklerler ki gelecek günler sizin gücünüzü, kuvvetinizi bitirsin de
böylece sizin zorunuzla zekat vermekten, Allah yolunda bir takım fedâkarlıklarda
bulunmaktan kurtulmuş olsunlar. İsterler ki Müslümanların başına belâlar gelsin,
Müslümanlar alaşağı olsunlar da kendileri de onların korkusuyla zoraki bir takım
kulluklar altında bunalmaktan kurtulsunlar.
İnsanlar inanmadan, ikna olmadan
gönülsüz olarak yaptıklarının tamamını böyle bir cereme, zoraki bir borç
sayarlar. İnanmayanlar hep böyledir. Meselâ işte şu anda öyle insanları
görüyoruz ki kendi zevk-ü sefaları için falanca şarkıcılara, filanca
sanatkârlara milyarlarını harcarlarken hiç gam çekmez içinden. Evine, bahçesine,
arabasına, havuzuna, akvaryumuna milyarları harcamıştır zerre kadar bir sıkıntı
duymaz bunlardan. Çünkü inanarak, isteyerek harcamıştır. Ama Allah için,
Allah’ın dininin ikâmesi için üç kuruş çıksa cebinden ömrü billah unutamaz onu.
Çünkü istemeyerek vermiştir onu. İnan-mıyor adam. Allah yolunda bu verdiklerinin
boşa gittiğini zannediyor. Allah’a Allah’ın istediği gibi iman edememiş
insanların Onun yolundaki harcamalarının tamamı böyledir. Mecbur kalmadıkça
veremezler zaten. Ama bir otorite onları zorlarsa mecburen verirler ve verirken
de bunu bir angarya sayarlar. İşte
bunlar münâfıklardır.
İşte Müslümanların otoritesinden bıkıp
usandıkları için bu tür münâfıklar ne yapacaklar? Müslümanlar için belâlar
bekleyecekler, felâketler bekleyecekler. Bir gün şu adamların gücü bir bitse de,
otoriteleri, iktidarları bir son bulsa da bizler de onların korkusundan
istemeyerek yapmak zorunda kaldığımız şu işlerden bir kurtulsak diyecekler.
Tabii Müslümanlar için bu duyguyu içlerinde besleyenler, Müslümanların silinip
gitmesini bekleyenler elbette oturdukları yerden beklemeyeceklerdir. Bunun için
takım yollara başvuracaklar. O gücü, o otoriteyi yıkabilmek için ellerinden
gelen her türlü komployu deneyeceklerdir. İlerde gelecek gerekirse mescid inşa
edecekler, Müslümanları içten çökertmeye çalışacaklardır. Bunlar için Rabbimiz
buyuruyor ki:
Onların istedikleri belâlar kendi
başları geçsin, kendi başlarına geçecektir. Allah onların her sözlerini, her
planlarını işiten ve onlara ne yapacağını, nasıl bir karşılık vereceğini en iyi
bilendir Allah.
99. “Bedevilerden, Allah'a ve
âhiret gününe inanan, sarf ettiğini, Allah katında ibadet ve peygamberin
dualarına nail olmağa vesile sayanlar da vardır. Bilin ki, verdikleri onlar için
ibadettir. Allah, onlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz bağışlar ve merhamet
eder.”
O bedevilerden öyleleri de vardır
ki onlar Allah’a ve âhiret gününe iman ederler ve infaklarını, Allah yolundaki
harcamalarını Allah katında bir kurbaya sebep, bir yakınlığa vesile bilirler.
Evet onlar o harcamalarını Allah katında bir ibadet ve Resulünün kendilerine dua
ve istiğfarına vesile kabul ederler. Allah ve Resulünün yakınlığına sebep
bilirler. Dikkat edin Allah yolunda yapılan bu harcamalar onları Rab’lerinin
hoşnutluğuna, yakınlığına ve Resulünün salavatına, dua ve istiğfarına
ulaştıracak güzel bir ibadettir. Kim Allah yolunda ne veriyorsa bu onun için onu
Allah’a yaklaştıran bir kulluktur. Muhakkak ki Allah onlara rahmet edecek,
onları muttakiler için hazırladığı cennetlerine koyacaktır.
Allah’a yakınlık için, Allah’ın
hoşnutluğuna ulaşabilmek için ve peygamberin duasına, istiğfarına ehil hale
gelebilmek için infaklarını vesile bilirler. İnfaka tevessül ederler. Allah’ın
rızasını kazabilmek ve Resulünün şefaatine ehil hale gelebilmek için cihad gibi,
infak gibi önlerine çıkan her fırsatı değerlendirmeye çalışırlar. Allah yolunda
ci-hada koşuyorlar, Allah yolunda mallarını seferber ediyorlar. Yâni sa-lih
amellere koşuyorlar. Yâni amellerini vesile yapıp öne sürüyorlar. Rabbimiz de
buyuruyor ki dikkat edin, gerçekten bu yaptıkları cihad-lar, bu infaklar, bu
ameller Allah katında bir yakınlık vesilesidir. Elbette bu yaptıklarından ötürü
Allah onları rahmetine katacak, lütuflarına ulaştıracaktır. İşte Rahmete
ulaşmanın formülü. İşte Allah’a yaklaşmanın yolu. İşte Rasulullah efendimizin
şefaatine lâyık olmanın yolu budur. Haydi buyurun sizler de o yolda olun ve
kurtulun. Haydi cihada ve Allah yolunda harcama yapmaya. Muhakkak ki Allah
bağışlayandır merhamet edendir.
100. “İyilik yarışında önceliği
kazanan Muhacirler ve ensâr ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut
olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedî
kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük
kurtuluş budur.”
İyilik yarışında, takva yarışında
önceliği kazanan bu ümmetin ilkleri olan, ilk sahâbeler olan muhacirler ve ensâr
ve bir de güzellikle onlara uyanlar, onları takip edenler, onların yolundan
gidenler var ya işte Allah onlardan hoşnut olmuştur. Allah onlardan razı
olmuştur, onlar da Allah’tan razı ve hoşnut olmuşlardır. Allah onlar için,
içinde ebedî kalacakları zeminlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır.
İşte en büyük kurtuluş budur.
Evet iyilik yarışında takva yarışında,
Allah’a kulluk ve Resulüne ittiba konusunda en önde giden bu ümmetin en
bereketli dönemini, kuşluk vaktini idrak eden sahâbe-i kirâm efendilerimizden ve
güzellikle onların yolunu takip eden, onların yollarına, sünnetlerine uyanlardan
razı olduğunu ve onların kurtulduklarını haber veriyor Rabbi-miz. Bunlar, bu
ilkler bu ümmetin en hayırlılarıdırlar. Allah’ın dinini ka-bullenmede, Allah’ın
elçisini bağırlarına basmada, Allah ve Resulü yolunda mal ve canlarını ortaya
koymada başı çekenlerdir. Allah için muhacirlerin, mücahitlerin öncüleridir
onlar. Küfür ve şirke karşı, babalarına analarına, kavimlerine kabilelerine
karşı Allah adına baş kaldıranların ilkidir onlar. Tüm dünyanın saldırılarına
karşılık, tüm dünyanın ayıplamalarına karşılık Allah ve Resulü Resulünü tercih
eden ve bu tercihlerini tüm dünyaya haykıran insanlardır onlar. Her şeye rağmen
Allah’ı ve Resulünü dinlemiş insanlardır onlar. Rasulullah efendimiz bir
hadislerinde onların üstünlüğünü anlatırken şöyle buyurur:
“Ümmetimin en hayırlıları benim aralarında
peygamber olarak gönderildiğim bu nesildir. Sonra onlardan sonra gelecek
olanlar, sonra onlardan sonra gelecek olanlar..
Ravi diyor ki, çüncü nesil zikredildi mi
edilmedi mi? bunu en iyi bilen Allah’tır. Sonra şöyle buyurdu:
“Sonra onların yerine şişmanlığı seven ve
şahitlik etmeleri istenmeden önce şahitliğe koşan bir topluluk gelecektir.”
( Müslim,
Fezail’üs-Sahâbe 214)
Abdullah Bin Ömer efendimiz de Allah
onlardan razı olsun der ki:
“Her kim birilerine uymak isterse
Muhammed (a.s)’ın ashabına uymaya baksın. Çünkü onlar bu ümmetin en hayırlıları
idi. Kalpleri en iyi, ilimleri en derin, buna karşılık kendilerini gereksiz
külfete sokmaktan en uzak kimselerdi. Rabbimizin peygamberinin sohbetine seçtiği
bir topluluktu onlar. Kâbe’nin Rabbi olan Allah hakkı için onlar dosdoğru bir
hidâyet üzere yürüyorlardı.”
Evet sahâbenin sünneti, sahâbenin
anlayışı ve uygulamaları da bizim için örnektir. Çünkü sahâbe-i kirâm
efendilerimiz peygamberle birlik düşünülmesi gereken bir gerçektir. Biz
biliyoruz ki sahâbesiz bir peygamber düşünülemez. Zira bu din tek başına
yaşanılacak bir din değildir. Sünnetullah gereği Allah bu dini ferde
gönderme-miştir. Bu Hz. Adem’den bu yana hep böyle olagelmiştir. Peygamber
vasıtasıyla topluma gönderilen din, toplumun içinden odak nokta olarak seçilen
peygamber tarafından topluma ulaştırılmış ve peygamberle birlik o toplum
tarafından anlaşılmış ve yaşanmıştır. Allah’ın Resulü din olarak kendisine
gönderilen mesajı fert olarak kendisine yansıyan yönüyle aynen uygulamış ve
aynen ashabına da uygulatmıştır. Böylece sürekli Allah kontrolünde bir beşer
olarak peygamberin uyguladığı ve uygulattığı dinin sahâbe neslinde kıyâmete
kadar tüm insanlığa örnek olacak bir biçimde tezahür ettiğini, yaşanır,
yapılabilir hale geldiğini görüyoruz.
Öyleyse sahâbe dinde bizim için en
büyük örnektir. Dini an-layabilmek ve yaşayabilmek için sahâbe kirâm
efendilerimizi takip etmek zorundayız. Zira sahâbe dönemi sorularına binaen,
problem-lerine binaen vahiy gelen bir topluluktur. Din onların hayatında
tekemmül etti. Dinin anlaşılması, âyetlerin anlaşılması ve din adına or-taya
çıkan ihtilâfların çözüme ulaştırılması o dönemin sosyal haya-tının bilinmesini
gerektirir. Bu bilinmeden âyetin tamamen anlaşılması mümkün değildir. O âyet kim
hakkında geldi? Ne yaptı da geldi? Sonunda ne oldu? Bütün bunlar bilinmeden
âyetin anlaşılması mümkün değildir.
İşte
sahâbenin bizim hayatımızdaki, bizim dinimizdeki önemi burada ortaya
çıkmaktadır. Zira sahâbe rey ve içtihadın temel unsuru olan lügatin esasını,
vazıını, Arap adetlerini, Kur’an indiği dönemdeki Yahudi ve Hıristiyanların
sosyal durumlarını, nüzûl sebeplerini çok iyi biliyordu. Onun içindir ki
sahâbenin âlimlerinden Abdullah İbni Mes’-ud efendimiz der ki:
“Vallahi Kur’an’da inen her hangi
bir âyetin ne-rede, ne zaman, kimin hakkında ve hangi konuda indiğini ben
biliyorum.”
Eğer varsa içinizde ben bunu ondan daha iyi
bilirim diyen bir babayiğit o zaman ona bir sözüm yoktur. O halde sahâbe din
konusunda kendilerine müracaat edilen ikinci kaynaktır. İhtilâf konularında da
sahâbenin sünnetine müracaat etmek zorundayız. Çünkü işte Rabbimiz son derece
açık ne net olarak bildiriyor ki onlardan da, on-lara güzellikle tâbi olanlardan
da Allah razı olmuştur.
101. “Çevrenizdeki bedeviler
içinde ikiyüzlüler ve Medineliler içinde de ikiyüzlülükte direnenler vardır.
Onları siz değil, ancak Biz biliriz. Kendilerine iki defa azap edeceğiz; onlar
sonra da büyük bir azaba uğratılırlar.”
Bir de sizin çevrenizdeki
bedeviler arasında evleri size yakın münâfıklar vardır. Medineliler içinde de,
sizin içinizde de ikiyüzlülükte, münâfıklıkta direnenler vardır. Onlar sizler
gibi Allah ve Resulünün emirlerine gönül huzuruyla itaat ve teslimiyet yerine
münâfıklığı tercih edip, inanmadıkları halde iman gösterisinde bulunup nifak
çukurlarına dalmada inat ettiler. Bu yolda sebat edip bayağı bayağı yol kat’
ettiler. Münâfıklığı meslek edindiler. Ey Resulüm onları siz değil ancak Ben
bilirim. Ey peygamberim sen onların münâfıklıktaki becerilerini, maharetlerini
bilemezsin. Münâfıklıkta, kendilerini kamufle etmede, maskelerin arkasına
saklanıp ikiyüzlülük yapmada, takiyyede öyle ustalaştılar, öyle ileri gittiler
ki sen onları bilemezsin. Biz biliriz onları ve size Biz haber veririz.
Bilesin ki Biz onlara iki defa azap
edeceğiz. İki kere ceza vereceğiz onlara. Dünyada bir azap, âhirette bir azap.
Dünyada bu mü-nâfıklıklarının gereği olarak, inanmadıkları halde inanmış
görünmelerinin gereği olarak inanmadıkları bir dinin emirlerini zorla uygulama,
zorla namaz kılma, zorla oruç tutma azabı veya sizin için bekledikleri bir
felâketin, bir helâkin tamamen aksine size vereceğimiz bir başarı ve galibiyet
azabı tattıracağız onlara. Size karşı kurdukları tüm komplolarını boşa
çıkararak, tüm harcamalarını mahvederek dünyada azap edeceğiz onlara. Size karşı
münâfıklığı seçerek elde etmeyi umdukları tüm dünya menfaatlerini suya
düşürerek, yok ederek dünyada azap edeceğiz onlara. Ama iş bununla da bitmeyecek
esas âhirette dayanılmaz bir azapla azap edeceğiz onlara.
102. “Savaştan geri kalanların
bir kısmı da, suçlarını itiraf ettiler. Onlar iyi işi kötüyle karıştırmışlardı.
Allah'ın onların tevbesini kabul etmesi umulur; çünkü O bağışlayandır, merhamet
edendir.”
Savaştan geri kalanların kimileri
de suçlarını, günâhlarını itiraf ettiler. Bunlar ötekiler gibi sudan mâzeretler
uydurup, bir kısım mas-
kelerin arakasına saklanıp yalan
söylemediler. Hiç bir geçerli mâzeretleri olmadığı halde nefislerine uyarak
cihaddan kaçmayı tercih ettiklerini, ama sonradan bu yaptıklarına pişman
olduklarını itiraf ettiler. Onlar iyi bir işi kötü bir işe karıştırmışlardı.
Kötü amellerle iyi amelleri birbirine karıştırdılar. Kötülük de yaptılar iyilik
de işlediler. Cihaddan geri kalma günâhını da işlediler, tevbe ederek bu
yaptıklarından pişmanlık duyma eylemini de gerçekleştirdiler.
Ama dikkat ederseniz
itikatlarını, inançlarını karıştırmış değiller bunlar. İmanlarını kaybetmiş
değiller, amellerini karıştırmış kimselerdir bunlar. Daha önce iman etmişler,
imanlarının gereği olarak Allah ve Resulünün emrinde savaşlara katılmışlar,
sâlih ameller işlemişler, ama daha sonra böyle kötü bir amel de işlemiş
kimselerdir. Umulur ki Allah onların tevbelerini kabul eder, muhakkak ki Allah
bu tür insanlara karşı Gafur ve Rahîmdir. Çünkü bunlar imanlarını
yitirmemişlerdir. Hep kötülük işlememişlerdir. Sâlih ameller de işlemişlerdir.
Bedir’de, Uhut’ta, Hendek’te bulunmuşlar. Allah yolunda canlarını ve mallarını
ortaya koymuşlar. Ama işte bu seferde nefislerine uyup Rasulullah’la birlikte
çıkamamışlar ve bundan dolayı da pişman olmuşlar. Bazen böyle sürçmeler olabilir
mü’minin hayatında.
Rivâyetlere göre bu mü’minlerin adedi
yedi kişi kadardır. Hattâ bunlar bu yaptıkları cihaddan kaçma eyleminden,
suçundan dolayı henüz Allah’ın Resulü Medine’ye teşrif buyurmazdan önce
kendilerini mescide bağlayarak cezalandırmışlardır. Allah’ın Resulü gelip
kendilerini affettiğini bildirmedikçe kendilerini çözmeyeceklerine yemin
etmişlerdir. Bunlar aslında samimi Müslümanlardır. Dediler ki ey Allah’ın Resulü
vallahi bu cihaddan geri kalmak için hiç bir mâzeretimiz yoktu. Biz hata ettik.
İşte bizi seninle beraber cihada çıkmaktan engelleyen şu mallarımızdır. Al
onları elimizden de bizi bu günâhlarımızdan, bu kötülüklerimizden temizle
dediler. Allah’ın Resulü ben sizin mallarınızdan almakla emrolunmadım buyurunca
hemen arkasından işte aşağıdaki âyet nâzil oldu.
103. Ey Muhammed! Mallarının bir
kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al, onlara dua et; senin
duan onlar için bir güvendir. Allah işitir ve
bilir.
Ey peygamberim onların
mallarından sadaka al ki işledikleri günâhlarına kefaret olsun. Mallarından
sadaka al ki o sadakalarla on-ları temizleyip arındırasın. O sadakalarla onların
iyilikleri çoğalsın. Ya da buradaki tezkiye malın temizlenip çoğalması
anlamınadır. Onların mallarından sadaka al ki malları çoğalsın, bereketlensin.
Veya onların mallarından sadaka al ki nefislerinin mala bakışları temizlensin.
Nefisleri cimrilikten arınmış olsun. Ve bir de onlar için dua et. Çünkü senin
duan onlar için bir sekînet, bir huzur sebebidir. Senin duan onların kalplerine
huzur ve güven verecektir. Allah işitendir bilendir.
Evet ey peygamberim, sen yaptıklarına
karşılık onların mallarından sadaka alıp kendileri hakkında dua ettiğin zaman
onlar bunu tevbelerinin kabul olduğuna bir alâmet sayarlar ve huzura kavuşurlar.
Rivâyetlere göre bu Müslümanlar mallarının tümünü Rasulullah efendimize vermek
istediler. Günâhlarımıza kefaret olarak tüm malımızı al demişlerdi. Ama
Rasulullah mallarınızın ancak üçte birini verin buyurmuştu. Münâfıklardan gelip
mâzeret beyanında, özür beyanında bulunanlar olsa bile böyle bir mal infakında
bulunan hiç kimse çıkmadı onlardan.
104. “Allah'ın kullarının
tevbesini kabul ettiğini, sadakalar aldığını, Allah'ın tevbeleri kabul ve
merhamet eden olduğunu bilmiyorlar mı?”
Onlar bilmiyorlar mı ki Allah
kullarının tevbelerini, dönüşlerini kabul edendir. Allah’ın tevbeleri kabul eden
merhametliler merhametlisi olduğunu bilmiyorlar mı bu adamlar? Evet demek ki
tevbe sadece Allah’a yapılmalıdır ve tevbeleri kabul eden sadece Allah’tır.
Allah’tan başka kimseden tevbe alınmaz ve yapılmaz. İlla da filanların,
falanların huzurunda tevbenin yapılması şart değildir. Sadakalar da sadece Allah
için verilecek tevbeler de sadece Allah’a ve Allah için yapılacak. Evet bunu her
Müslüman bilecek ve uygulayacak. Günâh işleyen her Müslüman hemen tevbe etmeli
ve malından Rabbinin affına mazhar olabilmek için sadaka vermelidir.
105. “De ki: “İstediğinizi
işleyin; Allah, peygamberi ve mü'minler işlediklerinizi görecektir. Hepiniz,
görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size, işlediklerinizi
bildirecektir.”
De ki, haydi yapacağınızı yapın,
işleyeceğinizi işleyin; Allah, peygamberi ve Müslümanlar amellerinizi
görecektir. Hiç bir ameliniz, hiç bir eyleminiz asla Allah’a gizli kalmaz. Tevbe
mi edeceksiniz? Yanlışlarınızdan mı döneceksiniz? İnfak mı edeceksiniz? Allah
yolun-da cihad mı yapacaksınız? Yoksa tekrar nifaka mı döneceksiniz? Haydi ne
yapacaksanız yapın. Sizin ne yaptığınızı Allah, peygamberi ve mü’minler
görecektir. Şu anda zaten Allah o yaptıklarınızın, yapacaklarınızın tamamını
görmektedir, tamamından haberdardır ve yarın kıyâmet günü tüm amellerin ortaya
döküldüğü, kalplerin hâsılalarının ortaya döküldüğü gün Allah onları
peygamberine ve mü’minlere de gösterecektir. Samimi olup olmadığınız gözler
önüne serilecektir. Hiç bir gizlilik kapalılık kalmayacaktır.
Evet bu hitaptan sonra samimi olanlar
hemen tevbe ettiler, yaptıkları bu yanlışlarından döndüler, mallarını infak
ettiler, sâlih ameller işleyerek Allah ve Resûlünün rızasını almaya çalıştılar.
Ama münâfıklar, samimi olmayanlar yine eski nifaklarını sürdürdüler hem bu
dünyada hem de âhirette kaybettiler. Ve yarın görülmeyeni ve görüleni bilen
Allah'a döndürüldükleri zaman Allah ne halde olduklarını tek tek onlara haber
verecektir.
106. “Savaştan geri kalanların
bir kısmının işi de Allah'ın buyruğuna kalmıştır. Allah onlara ya azap eder, ya
da tevbelerini kabul eder. O bilendir, Hakîmdir.”
O savaştan geri kalanlardan bir
kısmının durumu da Allah’a kalmıştır, ertelenmiştir. Haklarında Allah’ın emri,
Allah’ın hükmü gelinceye kadar bekleyeceklerdir. Dilerse Allah onlara azap
edecek, cezalandıracak, dilerse de tevbelerini, dönüşlerini kabul buyuracak,
affedecektir. Elbette Allah her şeyi en iyi bilen ve yaptığı her şeyi bir
hikmetle yapandır.
Evet bu işi Allah’a kalmış olanlar Kâb
Bin Mâlik, Mirare Bin Rebii ve Hilal Bin Ümeyye’dir. Bu Müslümanlar da cihaddan
geri kalmışlar ama ötekiler gibi gelip bir mâzeret beyanında bulunmamışlar,
tevbelerini açıkça ilân etmemişlerdi. Elbette onların durumlarını en iyi bilen
Alîm ve Hakîm olan Allah’tı. Onların durumlarını Allah’tan daha iyi bilen yoktu.
Bunlar daha önce Bedir’de bulunmuş yiğitlerdendi. Bunlarla alâkalı hüküm daha
sonra gelecek. Rasulullah efendimiz savaştan geri kalmış olmaları sebebiyle
onlarla konuşmayı ve onlara selâm vermeyi yasakladı. Onlar böylece kendileri
hakkında Rab’leri-nin hükmünü beklemeye başladılar.
107. “Zarar vermek, inkâr etmek,
mü'minlerin arasını ayırmak, Allah ve Peygamberine karşı savaşanlara daha
önceden gözcülük yapmak üzere bir mescid kurup: “Biz sadece iyilik yapmak
istedik” diye yemin edenlerin yalancı olduklarına şüphesiz ki Allah
şahittir.”
Bir de Dırar mescidini ittihaz
edenler, Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın elçisine ve mü’minlere zarar vermek,
mü’minlerin arasını ayırmak, mü’minlerin arasına tefrika ve fitne sokmak,
mü’minleri birbirine düşürmek, küfre hizmet etmek, münâfıkça şer planlarını
gerçekleştirmek ve Allah ve Resûlüne karşı savaşanlara gözcülük etmek için bir
mescid inşa edenler vardır. Allah ve Resûlüne karşı daha önce harp ilân etmiş
olan kimseyi gözetmek, kollamak, ona destek ver-mek, ona bir üst oluşturmak, bir
karargah oluşturmak üzere mescid inşa edenler vardır. Onlar yemin ederler:
Vallahi de billahi de biz bu mescidi yaparken sadece iyilik düşündük, iyiliğin
dışında başka hiç bir kötü niyetimiz yoktu. Halbuki onların bu yeminlerinde
yalancı olduklarını Allah bilmektedir.
Evet Rabbimiz münâfıkların Medine’de
inşa ettikleri bir mescitten söz ediyor. Bu mescid; Dırar mescididir.
Münâfıklar Medine’de Rasulullah ve Müslümanlara zarar vermek, komplo kurmak
üzere böyle bir mescid inşa ettiler. Ebu Amir adında daha önce Hıristiyan olmuş,
Hıristiyanlıkta çok ilerlemiş, ilim
sahibi, yetki sahibi olmuş, Rahip olmuş bir Allah düşmanı vardı. Allah ve
Resûlüne karşı her tür düşmanlıkların, her tür komploların içinde bulunmuş bir
kâfir. Bedir-de, Uhut’ta, Hendekte ve diğer savaşlarda hep müşriklerin safında
yer almış, müşriklere destek sağlayıp onları peygambere karşı kışkırtmış bir
adam. Ama Hendek’te Rabbimizin yardımıyla mü’minlerin Mekkeli müşriklere ve
onların safında yer alan tüm birleşik ordulara karşı galip gelmelerinden ve daha
sonra gerçekleşen kesin fetihten, Mekke’nin fethinden sonra Rasulullah’ın
karşısına hiç bir güçle çıkamayacağını anlamıştır.
Zâhiren artık Müslümanların karşısına
çıkamayacaklarını anlayan bu münâfıklar yeni bir taktik geliştirdiler. Dediler
ki bir mescid inşa edelim Medine’de ve bu mescid perdesi arkasında Müslüman-lara
karşı sinsi faaliyetlerimizi sürdürelim. Faaliyet alanımız mescid olduğu için de
Müslümanlar bizim komplolarımızın farkına varamazlar dediler. Tüm plan ve
programlarımızı bu mescid perdesi arkasında uygulayabiliriz, kimse de bizden
şüphelenmez, kendimizi kamufle edebiliriz dediler. Böylece Müslümanları içten
yıkma imkânı buluruz dediler.
Ama alçaklar hesap edemediler ki
gaybın da, şehadetin de Alîmi, bir Allah’la savaşa tutuşuyorlardı. Bilmiyorlardı
ki savaş verdikleri peygamber Allah’ın elçisiydi. Bilmiyorlardı ki haklarında
komplo tasarladıkları o Müslümanlar Allah desteğindeydiler. Bilmiyorlardı ki
onların içlerine dışlarına muttali olan Allah elçisini ve beraberindeki
mü’min-leri her an onlar konusunda bilgilendirmektedir. Bilmiyorlar ki Allah
uğrunda savaş verdikleri dinini onlar istemese de yeryüzünde egemen kılacak ve
tüm dinlere üstün getirecektir. Bilmiyorlar ki Allah, hakkı bâtılların beynine
vuracak ve onunla tüm bâtılları yerle bir edecekti. Bunu unutuyorlardı hainler.
Kiminle savaştıklarının farkında değillerdi. Kendilerini her an gören, her
hallerine muttali olan ve tüm tuzaklarını boşa çıkaracak olan Âlemlerin Rabbi
Allah’tan habersizlerdi.
Rasulullah efendimiz Tebûk seferi
hazırlıkları içine girdiği günlerde bu mescidi inşa etmeye koyuldular ve gelip
Rasulullah efendimize ricada bulundular. Güya meşru bir sebep de bularak dediler
ki, ey Allah’ın Resûlü bu bölgedeki mü’minlerin yaşlıları mescide sabah namazına
gitmekte zorluk çekiyorlar, soğuk günlerde, yağmurlu günlerde sizin mescidinize
gelemeyenler burada rahat namazlarını kılsınlar için bir mescid inşa ettik. Gel
bu mescidin açılışını yaparak bu mescidimizi şereflendir dediler. İlk namazı sen
kıldır dediler. Rasulul-lah efendimiz aldığı haberler sonucunda onların bu
teklifine pek sıcak bakmadı. Buyurdu ki şu anda sefer hazırlığı içindeyim,
dönüşte bu konuyu görüşürüz.
İşte Rasulullah efendimiz bu
seferinin dönüşünde yolda Rab-bimiz ona bu âyetlerini indirerek durumdan onu
haberdar etti. Onların bu mescidi hangi menfur maksatlarla inşa ettiklerini, ne
tür entrikalar çevirmeye çalıştıklarını Resûlüne bildirdi. Ve Rabbinden aldığı
bu bilgiyle Allah’ın Resûlü de daha Medine’ye teşrif buyurmadan ashabından
bazılarını göndererek o mescidi yıktırdı, yaktırdı ve yerle bir ettirdi. Böylece
artık o münâfıklar tüm umutlarını yitirip Allah’ın elçisine karşı hiç bir şey
yapamayacakları anlamış olarak kendi içlerinde nifaklarını sürdürmeye
başladılar. Başka yollar ve yöntemler denemeye devam ettiler.
Evet bu mescidin özelliği sadece
Allah’a, Allah’ın dinine, Al-lah’ın peygamberine ve mü’minlere zarar vermek,
İslâm’ı içten yık-mak, mü’minleri parçalamak, mü’minlerin birliklerini,
güçlerini zaafa uğratmak, küfür ve şirki, nifakı yaymaktı. Allah ve Resûlüne
harp aç-mış bir kâfiri koruyup kollamak, ona üs yapmak, onun emir ve
talimatlarını uygulamak için yapılmış bir mescitti. Allah düşmanlarını
ör-gütlemek üzere kurulmuş bir mescitti. İşte bu mescidin özellikleri bunlardır.
Kimi Müslümanlar şu mescitlere de
mescid-i dırar demeye çalışıyorlar. Bir mescide mescid-i dırar diyebilmek için
evvela orada Mescid-i Nebînin olması gerekecektir. Hani şu anda Nebevi mescid
fonksiyonlarını icra edecek mescitlerimiz varsa bunları onlarla mukayese edelim
ve ey Müslümanlar gelin bu mescitlere gitmeyin de şu mescitlere gidin diyelim.
Var mı mescid-i Nebevi şu anda? Kurabildik mi o mescitlerimizi? Yok değil mi?
Öyleyse bu mescitler mescid-i dı-rar değil, mescid-i Türkîlerdir ve bizler de
Türkî Müslümanlarız. Biz bu kadarız, bizim mescitlerimiz de işte bu kadardır.
Biz biraz Müslümanlaşırsak bu mescitlerimiz de güzelleşecek. Elbette bu
mescitler bizimse onlara sahip çıkmak zorundayız. Böylece o mescitleri,
peygamber mescidi fonksiyonunu icra eder hale getirmek
zorundayız.
Eğer illa da bu memlekette Müslümanlar
dırar mescidleri arı-yorlarsa Müslümanların arasında onları bölüp parçalamak
için kurulan müesseselere, kulüplere, kurumlara baksınlar.
108. “Ey Muhammed! O mescide hiç
girme! İlk gününden beri Allah'a karşı gelmekten sakınmak için kurulan mescitte
bulunman daha uygundur. Orada, arınmak isteyen insanlar vardır. Allah, arınmak
isteyenleri sever.”
Sakın ha ey peygamberim o mescide
girme, o mescitte ebedîyen namaz kılma, orada kıyam etme. Elbette başlangıcından
itibaren takva üzerine, Allah’a kulluk üzerine kurulan mescid kıyam etmen, namaz
kılman, Allah’a dua etmen, Allah’ın dinini ikâme etmen için daha uygundur.
Temeli ilk gününden itibaren takva üzerine inşa edilen bu mescid, Mescid-i
Nebevidir veya Kuba Mescididir. Bunun ikisi de Rasulullah (a.s)’ın bizzat
kendisi çalışarak takva üzerine, Allah’a kulluk üzere inşa edilmiş mescitlerdir.
Evet temeli takva üzerine
kurulmuş müesseseler diğerlerine tercih edilecektir. İlk gününden temeli takva
üzerine kurulmamış olan, temeli Allah’ın dinine düşmanlık olan, Allah
düşmanlarını desteklemek üzere kurulmuş olan müesseseler terk edilmelidir.
Oralarda Müslümanların boy göstermesi oraların meşrulaşmasına sebebiyet
verecektir. İslâm’a ve Müslümanlara zarar veren müesseselerle Müslümanların
ilgileri olamaz.
Ey peygamberim! Böyle temelli takva
üzerine kurulmuş mescitte namaz kıl. Çünkü orada temizlenmeyi, temizliği seven
Allah erleri vardır. Allah da zaten tertemiz temizlenenleri sever. Orada sadece
Allah rızasını düşünen, imanlarıyla, düşünceleriyle, amelleriyle, niyetleriyle,
metotlarıyla sadece Allah için bir hayat yaşamayı düşünen temiz mü’minler
vardır. Küfür ve şirk pisliklerinden, günâh kirlerinden, ahlâksızlık ve
iffetsizlik unsurlarından uzaklaşmayı, Allah’ın kitabıyla, peygamberin yol
gösterisiyle maddî ve manevî her şeyleriyle tertemiz kalmayı, düşünen mü’minler
vardır orada. Kalbi, kafası, düşüncesi, itikadı, metodu pis olan kâfirler,
müşrikler ve münâfıklar gibi değillerdir onlar. İşte Allah’ın sevdikleri de
bunlardır.
Temizlikte kıstas vahiydir. Allah’ın
temiz dedikleri temiz, pis dedikleri de pistir. Kur’an’ın tarif ettiği ve
Rasulullah efendimizin örneklediği şekilde bir hayat yaşayanlar temizdirler.
Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayanlar necistirler. Yâni hayat programını
Allah’a sormadan yaşayanlar, Allah’ın kitabına peygamberin sünnetine karşı
ilgisiz yaşayanlar pistirler.
Çünkü Nâziât sûresinde bunun çok
hoş anlatımına şahit oluyoruz. Musâ (a.s) Firavuna ey Firavun gel seni
temizleyelim buyurmuştu. Gel seni Allah’la, Allah’ın kitabıyla, Allah’ın
istediği hayatla tanıştırayım ve temizleyeyim buyurmuştu. İşte temizlik Allah’a
imanla birlikte, küfürden, şirkten, nifaktan, isyandan, tâğutluktan kurtulmak
demektir. Müslümanlar böyle temizlerin bulunduğu mescitlerde bulunmalı, onlarla
birlik olmalıdır.
109. “Yapısını, Allah'tan
sakınmak ve O'nun hoşnutluğuna ermek için yapan kimse mi daha hayırlıdır; yoksa,
yapısını kayacak bir yar kıyısına yapıp da onunla beraber cehennem ateşine
yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden kimselere doğru yolu
göstermez.”
Binasının temelini Allah rızası,
Allah hoşnutluğu üzerine ku-ran kimse mi daha hayırlıdır? Yoksa binasının
temelini hemen gö-çüverecek bir yarın kenarına kurup kendisi de onunla birlikte
göçüp sonunda cehenneme yuvarlanıp giden bir kimse mi hayırlıdır? Allah asla
zâlimleri hidâyetine eriştirmez, zâlimleri başarıya ulaştırmaz.
Evet çok hoş bir misalle konuyu
gözlerimizin önüne seriyor Rabbimiz. Binasının temelini takva üzerine, Allah’a
kulluk, Allah’a teslimiyet esasları üzerine bina eden bir adam, hayatını Allah
için ya-şamaya karar veren, Allah’a kulluğunun bilinciyle Allah koruması altı-na
giren bir adam var.
Bir de Allah’tan, Allah’ın
âyetlerinden, Allah’ın gönderdiği hayat programından habersiz kendi kendine
program yaparak, kendi hevâ ve hevesleriyle bir dünya kurmaya çalışan bir adam
var.
Şimdi bu iki adamdan hangisi daha
hayırlıdır? Elbette hayatını Allah bilgisine, Allah dinine, Allah yasalarına,
Allah rızası ve hoşnutluğuna bina eden adam daha hayırlıdır. Çünkü Allah
bilgisi, Allah yasaları, Allah rızası ve hoşnutluğu son derece sağlam ve
güvenilir bir zemindir. Zemin sağlam olunca, temel sağlam olunca bu bina asla
yıkılmayacaktır. Takva ve Allah’a kulluk esasına istinat eden bütün işler
sağlamdır. Amel Allah’a kulluk esasına, takva esasına bağlı yapılmışsa
hayırlıdır, boşa gitmeyecektir.
Konuşma Allah için, Allah’ın
hoşnutluğu için yapılmışsa hayırlıdır, boşa gitmeyecektir. Ticaret, siyaset,
hukuk, ekonomi, evlenme, boşanma, kazanma, harcama takva ve Allah’ın hoşnutluğu
esasına bağlıysa hayırlıdır, boşa gitmeyecektir. Allah’a dayanılarak yapılan hiç
bir şey boşa gitmez. Çünkü Allah sağlamdır, Allah bâkîdir, Allah uyumaz, Allah
uyuklamaz, Allah gaflet etmez, Allah unutmaz, Allah hiç bir ameli zâyi etmez.
Ama hayat, ameller, işler, eylemler
takvaya ve Allah’a kulluk esasına bağlı değilse, Allah’ın hoşnutluğuna müstenit
değilse onların tamamı bir dere kenarında, bir yar kenarında sular tarafından
altı oyulmuş göçmek üzere olan bir toprak uzantısı üzerinde kurulmuş binalara
benzer. Normal sağlam bir zemin değildir orası, altı oyulmuştur, yıkılmak
üzeredir. Böyle bir yere bina kuran ve içinde oturan bir adamın durumu nedir?
Çok kısa bir sürede bu bina yıkılacak ve içindekiyle birlikte cehenneme
yuvarlanıp gidecektir.
İşte Rabbimiz buyurur ki Allah’a
kulluğa dayanmayan, takvadan kaynaklanmayan tüm ameller, tüm eylemler, tüm hayat
altı oyulmuş bir yarığın üzerine bina edilen binaya benzer.
Öyleyse yapacağımızı sadece Allah için
yapalım. Hayatımızı Allah için yaşayalım. Hayatımızı Allah rızasına, Allah
bilgisine bina edelim. Hayatımızı Allah beğenisine sunalım. Allah’ın
hoşnutluğunu her şeyin üstünde tutalım. Hayatımızı Allah’ın gösterdiği zemin
üzerine bina edelim. Allah’a takvaya ve Allah’ın rızasına temellendirelim. O
zemin sağlamdır. O zemin yıkılmayacaktır. Ama unutmayalım ki Allah’tan başka
herkes ve her şey ölecektir, fânî olacaktır, yıkılacaktır bir gün. Allah’tan
başkaları için, Allah’tan başkalarının hatırı için bir şey yapmayalım. Allah’tan
korkar gibi Allah’tan başkalarından korkmayalım. Hayatımızı Allah’tan
başkalarının arzularına bina etmeyelim.
Unutmayalım ki böyle Allah
kendisinden başkaları için bir hayat yaşayarak zulmeden topluluğa asla hidâyet etmez. Unutmayalım ki
Allah kendilerini Allah’a takva ve kulluk ortamından uzaklaştırıp başkalarına
kulluk ortamında bulunduranları asla başarıya ulaştırmaz. Çıkış bulamaz
böyleleri. Hayatları, amelleri, binaları asla öbür tarafa intikal etmez.
Binalarıyla birlikte, yaşadıkları hayatlarıyla birlikte cehenneme yuvarlanıp
gidecekler bu insanlar.
110. “Yaptıkları bina,
kalplerinde bir şüphe ve ıstırap kaynağı olmakta kalpleri paralanana kadar devam
edecektir. Allah bilendir, Hakîmdir.”
Onların Allah’a kulluk ve
takvadan uzak olarak yaptıkları binaları, yaşadıkları hayatları sürekli
kalplerinde bir şüphe ve ıstırap kaynağı olarak kalacaktır. Bu durum onların
kalpleri parçalanıncaya kadar, kalpleri paramparça oluncaya kadar devam
edecektir. Allah her şeyi en iyi bilen ve yaptığı her şeyi bir hikmetle
yapandır.
Evet bu münâfıkların takvaya istinat
etmeyen binaları yıkılıp gitmiştir ama hâlâ onların kalplerinde müslümanları
bölüp parçalama arzusu devam edip gidecektir. Fırsat buldukları takdirde başka
mescitler, başka müesseseler kurarak yine Allah’la savaşımlarını sürdürmeye
devam edeceklerdir. Tabii bunların karşısında müslümanlar da sürekli uyanık
kalmak zorunda olacaklardır. Allah’ın hükmünün geçerli olmadığı, Allah’ın ve
dininin açıkça ortaya konamadığı isimleri dırar mescidi olmasa bile bu
mescitleri takvaya çevirmek, içinde sadece Allah’ın adının yüceltildiği, sadece
Allah talimatlarının gündeme getirildiği, sadece Allah’a kulluğun icra edildiği,
peygamber dönemi fonksiyonlarının icra edildiği mescitlere çevirmek
zorundadırlar.
Âyetin bir başka mânâsı da şöyle
olacaktır: Gerçekten kâfirler,
münâfıklar ve müşrikler binalarından, yaşadıkları bu dünya hayatında sürekli bir
kuşku içindedirler. Yaşadıkları hayattan, inançlarından, yollarından,
âkıbetlerinden hep bir şüphe içindedirler. Allah’ın yokluğuna, dinin yokluğuna
bina ettikleri hayatlarından hiç bir zaman emin değildirler. Kur’an konusunda,
vahiy konusunda, bu vahyin Al-lah’tan gelişi konusunda, peygamberin hak olup
olmadığı konusun-da, öldükten sonra tekrar dirilme konusunda şüphe içindedirler.
Allah berisinde tapındıkları varlıkların ilâhlığı konusunda kuşku içindedirler.
Hayatlarından ve tapındıklarından emin değildirler. Acaba mı diye bir tereddüt
içinde kıvranmaktadırlar. Kalpleri parça parçadır.
Evet hiç bir kâfir Allah yok
derken bundan emin değildir. Hiç bir kâfir diriliş yok derken bu konuda emin
değildir. Çünkü bu konuda itminan ancak bilgiyledir. Hiç kimse Allah’ın
olmadığı, âhiretin olmadığı konusunda açık bir bilgiye sahip değildir. Hiç kimse
Allah’ı diskalifiye edip Ondan başkalarına da kulluk yapılacağı konusunda, şirk
konusunda bir bilgiye, bir delile sahip değildir. Onun içindir ki bu adamlar tüm
hayatlarını şüpheler, zanlar üzerine bina etmişlerdir, şüpheye dayalı bir hayat
manzumesi geliştirmişlerdir. Şüpheyi inançlarının te-meli yapmışlar, bir yarın
kenarına ev kurmuşlar ve böylece
hayatlarını ziyan etmişlerdir.
Evet Allah’tan gelen hak olan bir
kitaba inanmayan, Allah bil-isine güvenmeyen, vahy e karşı gözlerini ve
kulaklarını kapatarak kendilerine göre bir dünya Kur’an insanlar elbette her
şeyden şüphelenmek zorundadırlar. Bir şüpheden öteki şüpheye böyle bocalayıp
duracaklardır bunlar.
İşte görüyoruz, kitaba inanmayan,
peygamberi reddeden insanlar bu kararlarında, bu tavırlarında hiç bir zaman emin gözükmü-yorlar. Allah’ı,
kitabı, peygamberi inkâr ediyorlar ama içleri rahat değil. Kitaba ve peygambere
karşı takındıkları bu tavır karşısında sürekli ra-hatsızlık duyuyorlar, sürekli
bir tedirginlik yaşıyorlar, bunalımlar içine düşüyorlar. Hem reddediyorlar
Allah’ı ve dinini hem de içlerini kemiriyor bu gerçek. Peygambere yalancı
diyorlar ama kalpleri bunun tamamen tersini söylüyor. Ona mecnun diyorlar ama
vicdanları bunun aksini söylüyor. Âdeta hastalığa tutulmuş insanlar gibi çok
tuhaf tavırlar sergilemekten geri kalmıyorlar.
Kâfirlerin durumlarını böylece ortaya
koyduktan sonra Rab-bimiz, bundan sonraki âyetinde de mü’minlerin durumlarını
anlatacak. Sadece mü’minlerle yapmaya razı olduğu bir alışverişten söz edecek:
111. “Allah şüphesiz, Allah
yolunda savaşıp, öldü-ren ve öldürülen mü'minlerin canlarını ve mallarını
Tevrat, İncil ve Kur’an da söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın
almıştır. Verdiği sözü Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız
alışverişe sevinin; bu büyük başarıdır.”
Allah kendi yolunda savaşarak
ölen, öldüren mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın
almıştır. Bu alışveriş Tevrat, İncil ve son kitap Kur’an’da da söz verilmiş bir
haktır. Rabbimiz önceki kitaplarında da, son kitabı Kur’an’da da bu konuda
vaatte bu-lunmuştur. Söyleyin verdiği vaadini, sözünü Allah’tan çok tutan kim
vardır? Öyleyse ey mü’minler sevinin Rabbinizle yaptığınız bu alışverişle. Coşun
bu alışverişle. İşte en büyük başarı budur.
Allah yolunda malları ve
canlarını ortaya koyarak savaşan mü’minlerle bir alışveriş yapmak istiyor
Rabbimiz. Ama herkesle gir-miyor bu alışverişe. Sadece mü’minlerle girmek
istiyor Rabbimiz. Mü’-minlerden de malları ve canlarıyla Allah yolunda savaşı
göze alabilenlerle. Bir alışveriş söz konusu mü’minlerle Allah arasında. Satan
Allah, satın alan mü’minler, satılan şey cennet, bedel de can ve mal. Mü’minler
mallarını ve canlarını Allah’a vererek karşılığında Cenneti satın alıyorlar.
Mallarımızı ve canlarımızı bize veren
zaten Odur. Bakın zaten kendisine ait olan bu mallarımızı ve canlarımızı bizden
çok kıymetli bir bedelle, cennet bedeliyle bir daha satın almak istiyor. Bu ne
müthiş bir alışveriş?
Ama unutmayalım ki Rabbimizle böyle bir
alışverişe girebilmenin iki şartı vardır. Bunlardan birincisi Rabbimizi tanımak,
ikincisi de cenneti tanımak. Bu ikisi tanınmadıkça insanlar böyle bir alışverişe
giremezler
İşte bakın Rabbimiz bir vaatte
bulunuyor. Kullarım, eğer mallarınızı ve canlarınızı bana verirseniz, benim
yoluma korsanız karşılığında size cennet vereceğim. Şimdi Allah’la böyle bir
alışverişe girmenin iki şartı vardır. Birincisi Allah’ı tanımak, ikincisi de
cenneti tanımaktır. Böyle bir alışverişe girebilmek için kişinin önce Allah’ı
tanıması şarttır. Yapar mı bu Allah dediğini? Var mı Allah’ın böyle herkese
verebileceği cennetleri? Bu kadar güçlü mü bu Allah? Güvenilir mi bu Allah’a?
Allah tanınmalı. İkincisi de karşılığında vaad edilen cennet tanınmalıdır. Nedir
bu cennet? Nasıl bir şeydir bu cennet? Yâni değer mi böyle bir cennet için böyle
bir alışverişe girmeye? Değer mi karşılığında mal ve can vermeye?
Eğer Allah’ı kitabından ve
elçisinin sünnetinden tanıyor ve gü-veniyorsanız, yine Onun kitabından ve
elçisinin beyanlarından cenneti tanıyor ve ona arzu duyuyorsanız hemen hiç
beklemeden bu alış verişe girersiniz. Ama Allah’ı tanımıyorsanız, Ona
güvenmiyorsanız ve de cenneti tanımıyorsanız, Onu değerli görmüyor, Ona içinizde
bir arzu duymuyorsanız böyle bir alışverişe girmezsiniz.
İşte şu anda Allah’ın bu vaadini
duydukları halde, Allah’ın bu alışveriş isteğine muttali oldukları halde buna
yanaşmayan, yan çizen yığınlarla insanlar görüyoruz.
Evet unutmayalım ki bizler mü’min
olduğumuz gün, kelime i tevhidi söylediğimiz gün mallarımızı da canlarımızı da
Allah’a sattık. Böyle bir alışverişin içine girdik. Öyleyse Rabbimizle
yaptığımız bu anlaşmanın bilincinde olmak, şartlarına riâyet etmek zorundayız.
Mallarımız ve canlarımız konusunda Allah’ı söz sahibi bilmek ve Allah yolunda,
Allah’ın dininin ikâmesi uğrunda mallarımızı ve canlarımızı ortaya koymak
zorundayız. Yâni cihad etmek zorundayız. Yâni mallarımızı ve canlarımızı cihad
meydanlarında Rabb’ımıza sunmak zorundayız. Dilerse alır onları bizden Rabbimiz.
Yetkili Odur. Diler malımızı alır canımızı geri verir karşılığında cennet verir.
Diler canımızı alır malımızı verir karşılığında cennet verir. Diler ikisini de
alır, diler ikisini de geri verir ve cennet verir. Üstelik nice zaferler ve
ganîmetler nasip eder. Allah yolunda bir savaşta biz mallarımızı ve canlarımızı
ortaya koyarsak, canımız ve malımız konusunda Rabbimizi söz sahibi bilirsek O
bize cennetini verecektir. Bundan zerre kadar bir şüphemiz olmasın.
Öyleyse asla bu dünyada cennetten
çok daha basit dünya menfaatleri uğruna canlarımızı ve mallarımızı satmayalım.
Ebedî bir cenneti satıp da bu dünyanın basit ve geçici menfaatlerine talip
olmayalım. Hesabımızı güzel yapalım. Nasıl olsa günün birinde bu malın ve canın
elimizden alınacağını unutmayalım da onları değerlendirmesini bilelim. Malımızı,
canımızı, bilgimizi, zamanımızı, gecemizi, gündüzümüzü, imkânlarımızı,
hayatımızı, oğlumuzu, kızımızı cennet yolunda yatırım yapalım. Bunlar uğrunda
Allah yolunda bir cihaddan kaçarak cenneti verip dünyayı satın alanlardan
olmayalım. Sahip ol-duğumuz dünyalıklar bizi Allah’ın bizim için hazırladığı
cennetten alı-koymasın. Bâkîyi verip de fâniye talip olanlardan olmayalım.
Sûrenin
bundan sonraki bölümünü tanımak için 8. ciltte buluşmak üzere Allah’a emanet
olun. Sübhanekallahümme vebiham-dik, eşhedü en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke
ve etûbü ileyke. Vel hamdü lillahi Rabil âlemîn.
112. “Ey Muhammed! Allah'a tevbe
eden, kullukta bulunan, O'nu öven, O'nun uğrunda gezen, rüku ve secde eden,
uygun olanı buyurup fenalığı yasak eden ve Allah'ın yasaklarını koruyan
mü'minlere de müjdele.”
Taibûn ve Abidûndur onlar. Çokça tevbe
ederler. Mallarını ve canlarını ortaya koyarak, malları ve canları konusunda
Allah’ı söz sahibi bilerek Allah yolunda yaptıklarını yetersiz görürler. Acaba
güzel yapamadık mı? Acaba gücendirdik mi Rabbimizi? Acaba Rabbimizin rızasına
uygun yapamadık mı? diye sürekli kendilerini kontrol ederler. Sürekli Rab’lerine
yönelirler, Rab’lerinin hayat programına yönelirler. Yönleri, yörüngeleri hep
Allah’adır onların. Bir kulluktan başka bir kulluğa koşarlar. Tüm zamanları, tüm
ömürleri Allah yolunda, Allah’ı hoşnut etme yolundadır onların. Tüm hareketleri
ibadettir. Tüm hayatlarında gönül hoşnutluğu ile Rab’lerine kulluktadırlar
onlar. Ötekiler gibi, önceki âyetlerde anlatılan münâfıklar gibi cereme ve
angarya olarak zoraki kulluk yapmazlar onlar.
Hamidûndur onlar. Hamd ederler Allah’a.
Yüceltirler Rab’lerini. Darlıkta ve bollukta, hastalıkta ve sağlıkta, savaşta ve
barışta hep Rab’lerini gündemde tutarlar, överler. Sadece Rab’lerini eksiksiz ve
mükemmel görürler. Sadece Onun dinini, sadece Onun programını, sadece Onun
yolunu, sadece Onun istediği hayatı kabullenirler. Sa-dece Onun rızasını
gözetirler. Sadece Onun için bir hayat yaşarlar. Sadece Onu ve Ondan gelenleri
hamd edip sahiplenirler.
Sâihûndur onlar. Seyahat edenler, oruç
tutanlardır. Allah yo-lunda sürekli cihad için seyahat ederler. Yeryüzünün her
yerinde Al-lah egemenliğini gerçekleştirmek için çırpınırlar. Yeryüzünün her bir
karış bölgesine Allah’ın dinini, Allah’ın kitabının âyetlerini ulaştırma-ya,
onlarla Allah kullarını diriltmeye koşan tebliğcilerdir onlar. Hem kendilerine
hem de diğer insanlara faydalı olma adına seyahat eder-ler.
Rakiûn ve Sacidûndur onlar. Allah
önünde, Allah’ın arzu ve emirleri önünde eğilenler, boyun bükenler, teslimiyet
gösterenlerdir. Allah ne demişse doğrudur direyerek, Rabbim ne buyurmuşsa
kabulümdür diyerek teslim olanlardır onlar. Allah karşısında ukalalık
etme-yenler, Allah karşısında bilgi iddiasında, güç iddiasında bulunma-yarak
yokluklarını, hiçliklerini ortaya koyanlardır onlar. Rab’lerinin emirlerini
duyar duymaz hiç beklemeden uygulamaya koyanlardır on-lar.
İyiliği, marufu emreden, münkeratı da
nehyedenlerdir onlar. Kendileri Rab’lerinin iyi dediklerine, hayırlı dediklerine
koştukları gibi toplumda herkesin onlara koşmasını sağlayan, kendileri cennete
koştukları gibi çevrelerinin de koşmasını sağlayan, kendileri kötülüklerden,
cehennemden kaçtıkları gibi insanların da kaçınmalarını sağlayan insanlardır
onlar. Toplum içinde iyilikleri yayıp kötülüklerin, ahlâksızlıkların kökünü
kazımak için çırpınan kimselerdir onlar.
Ve bütün bunları yaparken de Allah’ın
Hûdudunu, Allah’ın sı-nırlarını muhafaza edenlerdir onlar. Namaz kılarken, tevbe
ederken, hamd ederken, överken, Allah yolunda cihada çıkarken, Rablerine rüku ve
secdeyi gerçekleştirirken, emr-i bil’maruf ve nehy-i anil’ mün-ker yaparken
Allah’ın yasalarına, Allah’ın hudutlarına riâyet eden-lerdir onlar. Bütün
bunları Allah nasıl istemişse, nasıl tarif buyurmuş-sa öylece yaparlar onlar.
Allah’ın sınırlarını taşarak kendi kendilerine usuller, şekiller, yöntemler
geliştirmezler. Allah’ın çizdiği sınırların dı-şına taşarak kendi kendilerine
efendim şöylesi daha iyi, böylesi daha uygun diyerek yeni yeni hudutlar, yeni
yeni usuller geliştirmezler onlar. Allah’ın dediğinin dışında takva modelleri,
tevbe modelleri, rüku ve secde usulleri geliştirmezler onlar. Çünkü sınır
çizmek, hudut koy-mak sadece Allah’ın hakkıdır başkalarının değil. Bunlar Allah
yasalarını bırakıp kendi kendilerine kanunlar koyuyorlar diye kâfirleri
eleştiren müslümanlar kendileri aynı yanlışa düşmemelidirler. Allah’ın dinini
değiştirmeye, Allah’ın hudutlarını aşmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Aklı vahyin
önüne geçirip yeni yeni din belirlemeye kimsenin hakkı yoktur. Allah’a kulluk
borcumuzu yerine getirirken Hudûdullah’ı mu-hafaza etmek zorundayız. Allah’ın
hudûdunu muhafaza ederek yaptığımız ameller ancak kabul görecektir. Evet
hududullaha riâyet eden mü’minler cennete girecektir. Allah’ın haram ve helâl
hududunu kuruma, Allah’ın helâl ve haramlarına riâyet etme cennete girme
sebebidir.
113,114. “Cehennemlik oldukları
anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek
Peygambere ve mü'minlere yaraşmaz İbrahim'in, babası için mağfiret dilemesi,
sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca
ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve yumuşak huylu
idi.”
Kâfir oldukları ve kâfir olarak
öldükleri kesin belli olduktan sonra, o çılgın ateşin ashabı oldukları belli
olduktan sonra yakın akrabaları bile olsa müşrikler hakkında istiğfar etmeleri
peygambere ve mü’minlere asla yakışmaz. Gerek haklarında inen bir vahiyle,
gerek-se kâfir olarak ölüp gittikleri belli olan kimseler hakkında dua etmek,
istiğfar etmek, onların bağışlanmalarını dilemek peygambere de onun yolunun
yolcularına da yakışık almaz. Böyle kâfir olarak Allah’ın hudutlarını muhafaza
etmeden geberip gidenler babalarımız bile olsa, analarımız, kardeşlerimiz bile
olsa onların arkasından dua etmemiz ve istiğfarda bulunmamız caiz değildir.
Bunlar hayattayken bunların, bu tür kâfirlerin, bu tür sistemlerin Allah’la
verdikleri savaşımlarında onların galip gelmeleri, başarıya ulaşmaları adına
onlara fiili yardım ve destekte bulunmak türünde bir dua da caiz değildir,
geberip gittikten sonra arkalarından dua ve istiğfarda bulunmak da caiz
değildir.
Rasulullah efendimizin amcası Ebu Talip
hakkında onun vefatından sonra yaptığı dua ve istiğfarını Rabbimiz yasaklayınca
Rasu-lullah efendimiz vazgeçiverdi. Yine İbrahim (a.s) babası hakkında dua ve
istiğfarda bulundu da Rabbimiz yasaklayınca vazgeçiverdiğini biliyoruz. Eğer o
istiğfar edilen kişi hayattaysa, henüz ölmemiş ve dönme ihtimali, tevbe etme
ihtimali mevcutsa ya Rabbi onun aklını başına getir, onun iman etmesini sağla,
iman nîmetini ona bahşet şeklinde bir dua caizdir. Yâni henüz hayattaysa buna
iman yolunu göster, hidâyet yolunu göster, gidişini değiştir diye dua etmek
caizdir. Ama kâfir olarak, müşrik olarak öldüğü belli olduktan sonra artık böyle
bir insan için dua etmek de, istiğfar etmek de caiz değildir.
İşte âyet-i kerîmede İbrahim (a.s)’ın
babası hakkındaki istiğfarı gündeme getiriliyor. İbrahim’in babası için
istiğfarda bulunması sadece ona daha önce verdiği bir söz dolayısıyla idi.
İbrahim (a.s) babasına daha önce söz vermişti. Ey babacığım ben senin için
Rabbime istiğfarda bulunacağım. Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim.
Rabbim beni boş çevirmez, Rabbimin dualarımı kabul edeceğini umarım buyurmuştu.
Ama ne zaman ki ona babasının Allah’ın düşmanı olduğu açıklandı, İbrahim (a.s)
hemen ondan teberrî edip uzaklaştı. Muhakkak ki İbrahim yufka yürekli,
merhametli bir kuldu. Halîm, vakur, ağırbaşlı bir kuldu. Allah yasasına muttali
olur olmaz hemen vazgeçiverdi.
Müslümanlar, sizler benim İbrahim
peygamberimden daha mı merhametlisiniz ki o cehennemlik olduğu açıkça kendisine
belli olunca babası hakkında istiğfardan vazgeçiverdi; uyarısında
bulunulmaktadır.
115. “Allah, bir milleti doğru
yola eriştirdikten sonra, sakınacakları şeyleri onlara açıklamadıkça, sapıklığa
düşürmez. Allah şüphesiz her şeyi bilir.”
Allah hidâyete ulaştırdığı bir
toplumu asla dalâlete düşürecek değildir. Ta ki onların sakınmaları gereken
şeyleri onlara açıklamadıkça. Yâni burada önceki uygulamalarından ötürü
mü’minlerin kınanmadıklarına şahit oluyoruz. Daha önceden mü’minler
akrabalarından haklarında dua ve istiğfar caiz olmayanlar için dua ve istiğfarda
bulunuyorlardı. Rabbimiz mü’minleri bu yasa öncesi yaptıklarından ötürü
kınamadı. Çünkü onlar bunu bu yasanın nüzûlünden önce yap-mışlardı. Rabbimiz
önceki hatalarından dolayı onları hesaba çekme-yeceğini müjdeliyor. Rabbimiz
neyin yasak neyin değil olduğunu açıklamadıkça, nelerden sakınılması gerektiği
ortaya koymadıkça onları asla dalâlete düşürmez.
Eğer bizler de şu ana kadar bu
yasayı bilmeden önce ters davranışlarda bulunmuşsak, şu andan itibaren
vazgeçeceğiz. Bizler de şu anda Rabbimizin bu metodunu anlamak ve kullanmak
zorundayız. Yâni insanlara nelerden sakınmaları gerektiğini, hangi amellerden
uzak durmaları gerektiğini bildirmeden, açıklamadan, hangi hareketin küfür
olduğunu, hangi davranışın ve inanışın şirk olduğunu, nelerin serbest, nelerin
yasak olduğunu açıkça bildirmeden insanları hemen suçlamaya gitmeyeceğiz, onları
dalâlette kabul etmeyeceğiz, şirkle, küfürle itham etmeyeceğiz. Hemen o
insanları tekfir etmeye kalkışmayacağız.
Bakın daha önceden bu münâfık ve kâfir
olarak geberip gidenler hakkında dua ve istiğfarda bulunmak bir küfürdü. Bu asla
peygamberlere ve müslümanlara yakışmayan bir davranıştı. Ama daha önceden
Rabbimiz bunu onlara açıklamadığından dolayı onları bu konuda mazur gördü.
Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir. Kimin hangi niyetle ne yaptığını ve sonunda
eline ne geçeceğini en iyi bilen Allah’tır.
116. “Göklerin ve yerin
hükümranlığı elbette Allah'ındır; dirilten ve öldüren O'dur. Allah'tan başka
dost ve yardımcınız yoktur.”
Muhakkak ki göklerin ve yerin
mülkü, saltanatı Allah’a aittir. Göklere ve yere, göktekilere ve yerdekilere
egemen olan Allah’tır. Göktekiler ve yerdekiler üzerinde tek söz sahibi
Allah’tır. Hayat veren de Odur, öldüren de Odur. Hayatın sahibi de odur, ölümün
sahibi de. Hayatı veren de Odur, alan da. Hiç kimse bu konuda Ona ortak
değildir.
Ve sizin Allah’tan başka ne bir
velîniz, ne bir karar merciiniz, ne bir yasa belirleyiciniz, ne bir dostunuz ve
yardımcınız vardır. Allah’tan başka bel bağlayıp güveneceğiniz, arzularını
gerçekleştireceğiniz, yasalarını uygulayacağınız, çektiği yere gideceğiniz bir
velîniz de, bir dostunuz da yoktur. Onun ortağı, yetkilileri ve yardımcıları
yoktur. Allah’tan başka gökler ve yerde tasarruf yetkisine sahip yoktur.
Allah’tan başka iyilik ve kötülük dokundurabilecek yoktur.
117. “Andolsun ki, Allah,
sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken Peygambere uyan
muhacirlerle ensârın ve Peygamberin tevbelerini kabul etti. Tevbelerini, onlara
karşı şefkatli ve merhametli olduğu için kabul
etmiştir.”
Muhakkak ki Allah elçisine,
ashabına, muhacirin ve ensâra tevbe, dönüş nasip etti. Onların dönüşlerini kabul
buyurdu. Onlar öy-le kimselerdir ki kalpleri neredeyse o zorluk seferinde kaymak
üzereyken, neredeyse Allah yolunda bir cihaddan geri kalmak üzereyken o zorluk
seferinde onlar kendilerine sahip çıkıp peygamber safında yer alıp, onunla
birlikte hareket ettiler. Evet onların içlerinde bir bölü
münün neredeyse kalbi kaymak
üzereyken o güçlük saatinde peygambere tâbi oldular. Tebûk’te peygamberi yalnız
bırakmadılar.
Evet mü’minlerden böyle bir grup
da varmış. İmanları olduğu halde, mü’min oldukları halde, Allah ve Resûlüne
teslim oldukları halde yine de neredeyse kalpleri kayıp Tebûk seferinden geri
kalmak üzere olanlar varmış. Nefislerine mağlup olup geri kalmak üzerelerken
Rabbimiz onlara yardımını yetiştirmiş, onları korumuş ve tevbeyi ihsan buyurmuş
da hemen dönüş yapıp peygamberin yanında yerlerini almışlar. Çünkü O Allah o
mü’min kullarına karşı çok merhametlidir.
Ebu Hayseme diye bir zât var.
Resûlullah aleyhisselâm sefere çıktıktan sonra, güzel bir bahçesi var. Hanımı
bahçenin koyu gölgesi altında çayı hazırlamış, kahveyi pişirmiş, pastaları
getirmiş ve kocasını dâvet ediyor. Ebu Hayseme hemen kalkıp: Hayır hayır, Resul
(a.s) güneşin altında yolculuk yaparken benim burada gölgeliklerin altında keyif
çatmam doğdu değildir deyip hemen kalkıp ordunun arkasından yola koyuluvermiş.
Nefsinin arzularını bir kenara itip Allah yolunda bir cihada yürüyüvermiş.
Şeytan ve ordularının bütün vesvese ve saldırılarını yenip Rasûlullah’ın ve
beraberindeki müslümanların arkasına takılıvermiş.
Ve nihayet arkadan orduya
yetişirken de Rasulullah efendimiz; “keşke şu gelen Ebu Hayseme olaydı” buyurur
ve geldiği zaman bakarlar ki odur. Rasulullah efendimiz onu görünce kendisine
dua eder. “Ey Ebu Hayseme, Elhamdülillah ki Allah seni şeytana, nefsine, dünya
ve dünyalıklara tamah ederek ebedî saadet yurdu olan cenneti kaybetmekten
korudu. Elhamdülillah ki sonradan da olsa aramıza katılmayı başardın” dedi ve bu
başarısından dolayı onu tebrik etti.
Evet neredeyse kalpleri kaymak
üzereyken Rabbimiz onlara yardım etmiştir de Rasulullah’ın safına
katılmışlardır. Tabii daha önce Allah yolunda oldukları için Allah onları bu
duruma düşmekten korumuştur.
118. “Bütün genişliğine rağmen
yer, dar gelerek nefisleri kendilerini sıkıştırıp, Allah'tan başka sığınacak
kimse olmadığını anlayan, savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de kabul
etti. Allah, tevbe ettikleri için onların tevbesini kabul etmiştir. Çünkü O
tevbeleri kabul eden, merhametli olandır.”
Evet bütün genişliğine rağmen
yeryüzü kendilerine dar gelmiş, nefisleri daralmış, nefisleri kendilerini
sıkıştırmış ve Allah’tan başka sığınabilecekleri hiç bir sığınak, hiç bir
barınak kalmadığını anlamış o savaştan geri kalan, ya da tevbeleri geriye
bırakılan üç Müslümanın tevbesini de Allah kabul etmiştir. Allah onların
dönüşlerini de kabul etmiştir. Çünkü O Allah tevbeleri kabul eden, merhametli
olandır.
Hani önceki âyetlerde savaştan geri
kalıp da günâhlarını itiraf edenlerden kimilerini affettiğini, bazılarının
tevbelerinin de geriye bı-rakıldığını anlatmıştı. Allah onları ya affedecek ya
da azaplandıracak buyurmuştu. İşte burada bu üç kişi sonuçları Allah’ın emrine
bıra-kılan üç kişidir. Bunlar orada da söylediğimiz gibi Kâb Bin Mâlik, Mi-rare
Bin Rebii ve Hilal Bin Ümeyye’dir. Bu müslümanlar da cihaddan geri kalmışlar ama
ötekiler gibi gelip bir mâzeret beyanında bulun-mamışlar, tevbelerini açıkça
ilân etmemişlerdi.
İşte Rasulullah efendimiz
ashabını bunlarla konuşmaktan men etmiş, bunlara selâmı yasaklamıştı. Bu durumda
tüm yeryüzü genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. Peygamber ve müslümanların
kendilerine karşı takındıkları bu tavır karşısında bunalmışlar, daralmışlardı.
Yaşadıkları, doğup büyüdükleri şehirleri onlara yabancılaşmıştı. Tüm
tanıdıkları, tüm akrabaları onlara küsmüştü. Onlar şöyle biliyorlardı ki
Allah’tan kaçacak bir melce yoktur. Allah’tan sığınabilecekleri bir sığınak
yoktur. Allah’tan yine Allah’a sığınmanın dışında başka bir çarenin, başka bir
melcenin yokluğunu anladılar. Allah’ın tevbelerini kabul etmediği insanların
gidebilecekleri, başvurabilecekleri hiç bir yerlerinin olmadığını anladılar.
Allah’tan başka bir velîlerinin, bir yardımcılarının olmadığını, olamayacağını
anladılar. Allah’tan yine ancak Allah’a sığınacaklarını anladılar. Allah’ın
yardım etmediklerine peygamber de dahil hiç kimsenin yardım edemeyeceğini
anladılar.
Sonra Allah onların tevbelerini kabul
etti. Onlara imkân tanıdı. Tevbeleri kabul eden yalnızca Allah’tır. Siyer
kitaplarında uzunca konu anlatılmış. Kâb Bin Mâlik’in o zamana kadar hiç o kadar
zengin olmadığı, savaştan geri kalmak için hiç bir mâzeretinin olmadığı bizzat
kendi beyanıyla anlaşılmaktadır. Bir ihmal sonucu, bir gaflet sonucu, son güne
kadar oyalanıp geri kaldığı anlatılmaktadır. Ötekiler de öyle yaparlar. Aslında
imanlarında hiç bir şüpheleri olmadığı halde bu seferden geri kalırlar. Ve
kendileri gibi geriye kalan münâfıklara bakarak son derece utanıyorlar.
Rasulullah efendimiz seferden dönüp gidemeyenler gelip özür dileyince,
mâzeretler beyan edince Rasu-lullah efendimiz onların mâzeretlerini kabul
ediyor.
Sonra Kab Bin Mâlik geliyor,
Rasulullah efendimiz ona şöyle bir bakıyor, gel bakalım ey Kab, gel. Sen niçin
geri kaldın bu seferden? Diyor ki: Vallahi ey Allah’ın Resûlü şu anda senin
huzurunda de-ğil de dünya meliklerinin huzurunda olmuş olsaydım beliğ
konuşmalarımla, onların hoşnutluğunu kazanırdım. Ama ben biliyorum ki sen
Allah’ın elçisisin. Olmayan mâzeretler uydurarak seni kandırmayı becersem bile
Allah bunu sana haber verecektir. Onun için ben doğ-ruyu söyleyeceğim. Bu
seferden geri kalmak için hiç bir mâzeretim yoktu. Ancak ben ihmalkârlığımın
kurbanı oldum diyor. Rasulullah efendimiz o ayrıldıktan sonra işte bu doğru
söyledi buyuruyor. Allah senin hakkında hükmünü verene kadar bekle. Kab oradan
ayrılınca akrabaları sıkıştırıyorlar onu. Yazıklar olsun ey Kâb, keşke bir
mâzeret söyleyip özür dileseydin, Resul senin hakkında istiğfar etseydi Allah
seni affederdi diyorlar. Hattâ Kâb diyor ki neredeyse geri dönüp bir mâzeretle
özür dilemeyi düşündüm. Bu arada şunu sordum: Benden başka benim gibi söyleyen
başka kimse oldu mu? Dediler ki iki kişi daha var, filan ve filan. O zaman
rahatladım ve eve döndüm.
İnsanlar fıtraten kendileri gibilerini
ararlar. Gerek hata konusunda, günâh konusunda, gerek iyilikler konusunda
yardımcılar ararlar. Tek başlarınaysa bu insanlara zor gelir. İşte emri
bil’marufun ve nehyi anil’münkerin değeri buradadır. Sâlih ameller ancak bir
cemaat halinde işlenir. İyilik taraftarları da, günâh taraftarları da
kendilerine yardımcıları görünce rahatlarlar. Bu bir psikolojidir. İşte
günâhkârla-rın günâhları yaymaya çalışmalarının sebebi de budur. Günâhların
yayılması günâhkârların cesaretlerini artırmakta, onları rahatlatmak-tadır.
Günâhları işleme noktasında yalnız kalmaları onları rahatsız edecektir. İyilik
taraftarları da böyledir.
Rasulullah efendimiz müslümanlara bu üç
kişiyle tüm ilişkilerini kesmelerini emreder. Bu boykottan, bu kamu oyu
sıkıştırmasından dolayı onlar gerçekten çok sıkıntılı günler yaşarlar. Böylece
bir 40 gün geçer. En yakın akrabaları bile konuşmayı ve selâmı keser onlarla. 40
günden sonra Rasulullah efendimiz ailelerine de haber göndererek onların da
onlardan uzak durmalarını emreder. Bunlardan en yaşlı olanın hanımı kendisine
bakacak kimsenin olmadığını ileri sürerek Rasulullah’tan izin ister. Onun bu
isteği kabul edilir onunla cinsel ilişki kurmamak şartıyla.
Böylece 50 gün geçer ve işte bu
âyet gelir ve tevbeleri kabul edilir. Bu bir terbiye metoduydu ki Rabbimiz
peygamberine ve mü’-minlere böylece uygulatıverdi. Böylece bu savaştan geri
kalan yak-laşık 80 kadar münâfık mâzeret beyan edip Rasulullah efendimizin
kendileri hakkında istiğfar etmesini istemişler. Ama bu üç samimi Mü-slüman
doğruyu söylemişler, yalana tevessül edip Allah ve Resulünü kandırmaya
çalışmadılar; nihâyet sonuçta yalan söylememelerinin karşılığını gördüler.
İmanlarında samimi olduklarını ortaya koydular, Allah da onları affettiğini
müjdeledi.
Öyleyse bizler de bugüne kadar Allah
için çok büyük hizmetler ettim. Allah için şu şu cihadlarda, şu şu hizmetlerde
bulundum. Yeter artık şu hizmette de bulunmayıversem ne olacak dememeliyiz. Ben
bugüne kadar Allah yolunda şu kadar mal harcadım, bu sefer de harcamayıversem ne
olacak dememeliyiz. Allah’ın bizden istediği bir kulluk söz konusuysa, bir
fedâkarlık söz konusuysa, kâfirlerle bir savaş söz konusuysa o savaşta mutlaka
müslümanlar safında yer almalıyız. Müslümanlarla birlikte Allah’ın razı olacağı
şekilde hareket emeliyiz. Ölünceye kadar bu duyarlılığımızı sürdürmeliyiz.
Ve eğer
İslâmî hareketin lideri emrinde hareket eden müslü-manların birini
cezalandıracak olursa, cezalandıran açısından bu kin ve nefretten, intikam
almaktan uzak olacak. Sadece Allah için bir us-landırma, bir ıslah niyeti
taşıyacak. Bir arındırma niyeti taşıyacak. Ce-zalandırılan açısından da bunu
kendisi hakkında hayırlı görecek, gü-nâhlarının affına sebep sayacak, liderinin
aleyhinde bir düşmanlık kampanyasına girişmeyecek, ihtilâfa imkân vermeyecek.
Bugüne ka-dar yaptığımız hizmetlerin tümünü göz ardı ettiler, bizi topumun
gözünde iki paralık ettiler demeyecek. Geçmişini öne dürerek muhalefete
kalkışmayacak. İmanında samimi ve ihlâslı olacak, imanının kıy-metini bilecek.
İşte bakın
bu üç samimi müslüman 50 gün boyunca liderlerinin bir işaretiyle müslüman
kardeşlerinin kendilerine küsmelerini, selâmı bile kesmelerini böyle
karşıladılar. Yeryüzü tüm genişliğine rağmen kendilerine dar geldiği halde,
hattâ Gassan meliki: Muhammed sana şöyle şöyle davranıp seni horlamış, gel bizim
katımızda senin çok saygın bir yerin var teklifine karşılık hasbünallal, bu da
bir imtihan de-yip iltifat etmemiştir. Her şeyimiz gidebilir bu dünyada. Tüm
yakınlarımızı kaybedebiliriz. Ama yeter ki biz müslümanlığımızı kaybetmeyelim
dediler. Yeter ki Allah bizi kulluğundan kovup çıkarmasın dediler. Tüm
fedâkarlıkları göze aldılar. Rabbimiz de sadâkatleri sebebiyle onları
affettiğini müjdeleyiverdi.
Resul,
emriyle onlara küsmüş olan kardeşleri onların affedil-dikleri müjdesini alır
almaz hepsi birden koşarcasına onlara bu müjdeyi götürmüşler ve küskünlüklerinin
sadece Allah ve Resûlü hatırına olduğunu ortaya koyuvermişlerdi. Onları tekrar
bağırlarına basmış-lardı. Kâb Bin Mâlik diyor ki: Ben hemen müjdeyi alır almaz
Rasulul-lah’ın huzuruna gelip dedim ki, ey Allah’ın Resûlü bu müjde sizin
tarafınızdan mı? Yoksa Allah tarafından mı? Rasulullah buyurdu ki bu Al-lah’ın
bağışlamasıdır. Bunu duyunca hemen ben tüm malımı sadaka olarak dağıtıyorum
dedim. Allah’ın Resulü hayır bir kısmını kendine bırak buyurdu, ben de öyle
yaptım diyor. Bayramımı böylece kutladım diyor. Bizler de Rabbimizin bize
ihsanlarına karşılık hemen Onun yolunda sadakalar ihsan etmeliyiz. Şükürlerde
bulunmalıyız.
119. “Ey inananlar! Allah'tan
sakının ve doğrularla beraber olun.”
Allah’a karşı takvalı olun.
Allah’a karşı kulluğunuzun bilincinde olun. Hep bir kulluk içinde olduğunuzun
bilinci içinde yaşayın. Rab-b’ınızın emirlerine karşı gelmekten sakının ve sadıklarla, doğrularla beraber olun. Doğru
söyleyenlerle, doğru yaşayanlarla beraber olun. İman iddiasında sadâkat
gösterenlerle beraber olun. İman iddialarını, teslimiyet iddialarını eyleme
dönüştürenler safında yerinizi alın. Sûre bütünlüğü içinde bu sadıklar
Rasulullah ve beraberindeki sahâbe-i ki-râm efendilerimizdir. Yalancılar da işte
önceki âyetlerde özellikleri or-taya konulan münâfıklardır. Yalan söylemeyen bu
üç ihlâslı mü’min önceden sadıklarla beraber olmamışlar, savaştan geri kalan
yalancılarla beraber olmuşlardı.
İşte Rabbimiz onları uyararak,
ama onlar şahsında kıyâmete kadar tüm mü’minleri uyararak sadıkların içinde
yerimizi almamızı öğütlüyor. Kâfirlerle yapılan bir savaşta mü’minlerle beraber
olun, ar-kada kalanlarla beraber olmayın buyuruyor. Sadıklarla,
Kur’an ve sünnetin tasdikçileriyle beraber olalım. Sadıkane vahye bağlı
olanlarla birlikte olalım. Değilse, bizi tam ve mükemmel kabul eden, bizim
yaptığımız her şeyi yalayıp yutanlarla beraber olursak helâkin eşiğinde
olduğumuzu unutmayalım.
120. “Medinelilere ve
çevrelerinde bulunan bedevilere, savaşta Allah'ın peygamberinden geri kalmak,
kendilerini ona tercih etmek yaraşmaz. Çünkü Allah yolunda susuzluğa,
yorgunluğa, açlığa uğramak, kâfirleri kızdıracak bir yeri işgal etmek ve düşmana
başarı kazandırmak karşılığında, onların yararlı bir iş yaptıkları mutlaka
yazılır. Doğrusu Allah iyilik yapanların ecrini zâyi
etmez.”
Medineli mü’minlere ve
çevrelerinde yaşayan bedevilere savaşta, sadıkları yalnız bırakmaları yakışmaz.
Allah için bir savaşta
kendilerini geri plana alarak
rahatlarını ona tercih etmeleri onlara hiç bir zaman yakışmaz. Allah’ın
elçisinin başına geleceklerin kendi başlarına gelmemesini düşünmeleri imanla
bağdaşır bir tercih değildir. Allah’ın Resûlüne muhalefet etmek imanın gereği
değildir. Peygamber neredeyse mü’minler orada olmalıdır. Çünkü Allah ve
Resûlünün sevgisi her sevginin üstünde olmalıdır. Kişi peygamberini kendi
nefsinden daha çok sevmedikçe gerçek müslüman olamaz. Peygamber (a.s) bir kısım
sıkıntılar çekerken bir müslümanın kendisini o sıkıntıların dışında tutmaya
çalışması mümkün değildir.
Çünkü Allah yolunda bir yorgunluk, bir
susuzluk çekmeniz, bir fedâkarlığı göze almanız ve gerçekten kâfirleri
öfkelendirecek bir yere ayak basmanız, bir zaferle kucaklaşmanız karşılığında
mutlaka size sâlih bir amel sevabı yazılacaktır. Şüphesiz ki Allah muhsinlerin,
iyilik taraftarlarının ecirlerini zâyi etmez.
Yâni peygamber (a.s) Allah
yolunda çıktığı bir seferde susuz kalıyor, aç kalıyor, sıkıntı çekiyor. Bir
yerlere ayak basıyor, bir fetihte bulunuyor. Yâni kâfirleri öfkelendirecek işler
yapıyor. Kâfirlere darbeler indirme, onların gönüllerinde şimşekler çaktırma
adına iş yapıyor. Rabbimiz de onların çektikleri bu sıkıntılara karşılık onlara
bir iyilik, bir mükâfat yazıyor. Peki şimdi bu sevaptan sizler mahrum mu
kalacaksınız? Sizler istemiyor musunuz bu mükâfatları? Sizin ihtiyacınız yok mu
bunlara?
Yâni peygamber (a.s) bir köşk
yaptırıp evinde, sarayında rahat rahat, açlık ve susuzluk çekmeden, sıkıntılara
düşmeden oturmaya lâyık değil miydi? Biz ondan daha mı lâyığız da kendimizi
düşünüyoruz bugün? Niye onun hayatına, onun cihadına, onun açlığına, onun
susuzluğuna talip değiliz? Yoksa kendimizin ondan daha iyi bir hayata lâyık
olduğumuzu mu düşünüyoruz? Hayır hayır iman bu değildir. İman gerektiği zaman aç
kalmayı susuz kalmayı, yorulmayı gerektirir. Bunu unutmayacağız. Yine
unutmayacağız ki:
121. “Allah, yaptıklarının
karşılığını en güzel şekilde kendilerine vermek üzere, az veya çok sarf
ettikleri her şey, yürüdükleri her yol, onlar için
yazılır.”
Allah’ın dininin hakîmiyeti adına
büyük, küçük, az çok ne infak etmişseniz, Allah yolunda neyi gözden
çıkarmışsanız, Allah yolunda, Allah’ın dininin tebliği yolunda, cihad yolunda
bir adım atmış bile olsanız, Onun yolunda birazcık yorulmuş bile olsanız
unutmayın ki bunlar sizin için yazılacaktır. Hiç bir şey boşa gitmeyecektir. Bu
yolda döktüğünüz iki damla ter, iki damla gözyaşı bile boşa gitmeyecektir. Allah
onların tamamını değerlendirmeye tâbi tutacaktır. Allah onları karşılıksız
bırakacak değildir. Allah onların yaptıklarının karşılığını da-ha güzeliyle
verecektir.
122. “İnananlar toptan savaşa
çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve milletlerini
geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece
belki yanlış hareketlerden çekinirler.”
Öyleyse mü’minlerin toptan savaşa
çıkmaları gerekmez. Tüm-den öne fırlamaları gerekmez. Onlardan her bir
topluluktan bir grup savaşa çıktığında dinde derin bir kavrayış elde etmek,
tefekkuh etmek, Allah’ın dinini en güzel bir şekilde öğrenip kavimleri
kendilerine döndüğü zaman onları uyarmak için kimileri geride kalabilir. Böylece
onlar dinde Allah’ın muradını kavrayıp yanlış hareketlerden sakınmış olurlar.
Evet mü’minlerin tamamının toplu olarak
savaşa katılmaları gerekmez. Her bir gruptan, kabileden, şehirden, köyden,
kasabadan bir grup geri kalsın. Niye kalacaklar bunlar? Dini öğrenmek, dinde
derinleşmek için. Ümmetin eğitim, öğretim faaliyetlerini yürütmek için. Savaşa
gidenler geri döndüklerinde onları bu bilgilerle bilgilendirmek, onları uyarmak
için. Anlaşılan budur. Yâni bir bölüm kendilerini ilme adayıp savaşa gitmeyecek.
Âyetlerin, hadislerin inceliğine vakıf olacaklar ve toplumlarını bununla
uyaracaklar. Savaşa gidenlerin savaş sebebiyle mahrum kaldıkları ilmi onlara
ulaştırsınlar. Çünkü savaş için, barış için, her şey için ilim şarttır. İlimsiz
hiç bir şey yapılamaz.
Veya bunun bir başka anlamı da şöyle
olacaktır: İslâm’ın hızla yayıldığı dönemlerde ülkeler fethedildi ve hızla
toplumlar İslâm’a girdiler. Tabii toplu olarak böyle müslüman olan insanlardan
pek çoğu girdikleri bu yeni dini tanımıyorlardı. Bunlar Medine’ye geliyorlar ve
İslâm’ı öğrenmeye çalışıyorlardı. Rabbimiz de buyurdu ki insanlardan bir kısmı
Medine’de kalıp böyle dini tanımak isteyenlere dini öğretsinler buyuruyor. Yâni
ey müslümanlar nasıl kâfirlerle savaşmak zorun-daysanız aynı şekilde cehaletle
de savaşmak zorundasınız. İslâm’ın önündeki en büyük engel cehalettir. Dün de
bugün de İslâm’a düşman olanların düşmanlık sebebi cehalettir, bilgisizliktir.
Cehaleti yen-mek ülkeleri fethetmekten çok daha zordur. Müslüman olup da bu işin
ilmine vakıf olamayan nice toplumlar nice cahili anlayışlarını Allah’ın dinine
sokup bidat ve hurafeler peşinde bir hayat yaşamışlardır. Tarih bunun
örnekleriyle doludur. İşte önemine binaen müslümanlardan bir grup da bu işi
üzerine alacaktır buyuruyor Rabbimiz.
123. “Ey inananlar! Yakınınızda
bulunan inkârcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki
Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlarla
beraberdir.”
Ey mü’minler, kâfirlerden size en
yakın olanlarla, en yakınızdakilerle savaşın. Sizi kendilerine karşı sert
görsünler. Onlara karşı sert davranın ki bu onlar için caydırıcı olsun.
Bilesiniz ki Allah takva sahipleriyle, kendisi adına hareket edenlerle,
kendisiyle yol bulanlarla beraberdir. Evet kâfirlerle kıyasıya savaşacağız ki
onlar bizde güç görecekler, cesaret görecekler, imanda sebat ve kararlılık
görecekler ve onlar için bu caydırıcı olacaktır. Ve o zaman kâfirler asla
mü’min-lerle bir savaşı göze alamayacaklardır. Allah’la, Allah’ın diniyle alay
edemeyecekler, müslümanlara zulmedemeyeceklerdir.
Eğer biz onlarla savaşı göze
alamaz, onlar karşısında korkak davranırsak elbette onlar cesaret bulup bize
saldıracaklardır. Kitabımızın başka âyetlerinin beyanından anlıyoruz ki bu
kâfirlerin kalplerinde Allah korkusu olmadığı için onlar Allah’tan çok
müslümanlardan çekinmektedirler. Alçaklar! Korkulması gereken makamdan değil de
mü’minlerden korkmaktadırlar. Çünkü onlar fıkıhsız, fehimsiz, anlayışsız,
kavrayışsız bir toplumdur. Hayvanlardan daha beter bir güruhtur onlar. Onun
içindir ki onlara sert davranılmalı ki zulümleri durdurulabilsin. Bir de
Rabbimizin işaretiyle en yakındakilerden başlanmalıdır. Şunu iyi bilin ki
onlarla girişilecek bir savaşta Allah muttakilerle beraberdir. Savaşı, barışı
yöneten, yönlendiren Allah olduğuna ve Rab-bimiz muttakilerle beraber olduğuna
göre savaşın sonucu da bellidir. Sonuçta muttakiler galip geleceklerdir.
124. “Bir sûre inince, aralarında
“Bu, hanginizin imanını artırdı?”diyen ikiyüzlüler vardır. İnananların ise
imanını artırmıştır; onlar birbirlerine bunu müjdelemek isterler. Kalplerinde
hastalık olanların ise pisliklerine pislik katmıştır; onlar kâfir olarak
ölmüşlerdir.”
Kendilerine bir sûre indirilince
onlardan şöyle diyenler de vardır: Şu sûre hanginizin imanını artırdı? Ne oldu?
Bu sûreyle imanı artan birisi var mı içinizde? Hangi imanınızı ziyadeleştirdi bu
sûre? Ne değiştirdi sizin hayatınızda? Neye yarar bu âyetler? diyerek alay
ederler. Allah âyetlerinin hayatlarında, imansızlık ve amelsizliklerinde
kendilerine hiçbir mânâ ifade etmediğini söyleyerek işlevlerini bitirmeye
çalışırlar. Ama iman edenlere gelince bu, onların imanlarını artır-mıştır ve
onlar birbirleriyle müjdeleşmektedirler. Bir iman birimleri daha arttığı için,
bilmedikleri bir konuyu daha öğrendikleri için bu yeni inen sûreyi birbirlerine
aktararak sevinirler. Kalplerinde hastalık olan münâfıklara gelince bu sûreler,
bu âyetler onların pisliklerine pislik, nifaklarına nifak katmaktadır.
Evet Rabbimizin indirdiği âyetler,
sûreler karşısında kâfir, münâfık ve mü’min tavırlar anlatılıyor burada. Allah’a
iman etmemiş, Allah’ı hakkıyla tanıyamamış bir kâfire, bir münâfığa ne ifade
edecek bu Kur’an? Ne ifade edecek bu âyetler? Yâni şu Kur’an gibi bir Kur’an
daha gelse, şu sûreler gibi bin sûre daha gelse ne faydası olacak da böyleleri
için? Allah’a, Allah’ın Rabb’lığına, Allah’ın İlâhlığına, Allah’ın hayata
karışıcılığına, Allah’ın vahiy göndericiliğine inanmayan bir adama 6 bin değil 6
yüz bin âyet okusanız ne değişecek de? Bu âyetler sadece mü’minlerin imanlarını
artıracaktır. Her bir yeni gelen âyet, her bir yeni iman birimini getirdiği için
ona inanan mü’minlerin iman birimleri artmaktadır. Amele dönüştürülen, pratiği
aktarılan her bir âyet mü’minlerin amellerini artırmaktadır.
Ve bu âyetler münâfıkların
murdarlıklarına murdarlık, pisliklerine pislik katmaktadır. Evet kâfirlerin
küfrünü artırıyor Kur’an, hastalıklı olanların da hastalıklarını artırıyor, iman
sahiplerinin de imanlarını artırıyor. Öyleyse bu âyetle kendimizi bir sorgulamak
zorundayız. Yâ-ni bu kadar âyet okuduğumuz halde eğer bizim de imanlarımız
art-mıyorsa, teslimiyetimiz artmıyorsa, kulluklarımız artmıyorsa o zaman
kendimizi gözden geçirmek zorundayız. O zaman küfür ve nifak hastalıklarımız
vardır Allah korusun. Allah’ın âyetlerini tanıdıkça tanıdığımız oranda imanımız,
kulluğumuz, takvamız ve teslimiyetimiz art-malıdır.
Kur’an’dan bilgilenmemizle imanımız
aynı oranda artmalıdır. Dinimizin, inancımızın, yolumuzun doğruluğuna dair
şahitlerimiz ço-ğaldıkça, delillerimiz çoğaldıkça itminanımız da çoğalacaktır.
Kâfir-lerin, münâfıkların da aleyhlerinde deliller çoğaldıkça küfürlerine
kü-für, nifaklarına nifak katılacaktır. Her bir âyet geldikçe kâfir ve mü-nâfık
bir sıkıntıya daha düşecektir. Bir inkârına yeni bir inkâr da ekle-necektir. Her
bir âyete yeni bir inkâr getirecek, onu ortadan kaldır-mak için yeni bir
mücâdele geliştirmeye çalışacaktır. Yâni Allah’tan gelen her bir emir, her bir
yasa karşısında onu inkâra deliller bulmaya, ona alternatifler üretmeye ve
teoriler geliştirmeye çalışacaktır.
126. “Onlar, yılda iki defa
belâya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe
et-miyorlar, ibret de almıyorlar.”
Yâni bu adamlar yılda bir ya da
iki kere belâya uğratılıp imtihana çekildiklerinin farkında değiller mi?
Kendilerine gelen Allah uyarılarından, fitneye düşürülmelerinden, imtihana
çekilmelerinden haberleri yok mu bu adamların? Böyleyken adamlar yine de
akıllarını başlarına alıp tevbe etmiyorlar. Düşünüp yollarını, hayatlarını,
kıblelerini değiştirip Allah’ın istediği hayata yönelmiyorlar. Durumlarını
gözden geçirip müslümanlığa yönelmiyorlar.
Rabbimiz her bir senede, her bir
merhalede onları fitnelere çarptırıyor. Sıkıntı veriyor, bolluk veriyor,
hastalık veriyor, sağlık veriyor, başarı veriyor, başarısızlık veriyor, bir
şeyler göndererek onları uyarıyor. Ya da haklarında her yıl bir iki âyet
indiriyor, sûre indiriyor ve bu münâfıkların durumları deşifre edilip
açıklanıyordu. Nifak hastalıklarından kurtulmaları ve iman etmeleri için
Rabbimiz kendi bilgisini, gücünü göstermek üzere maskelerini düşürüp akıllarını
başlarına er-diriyordu. Ama adamlar hâlâ akıllanmıyorlar, anlamaya
yanaşmıyor-lardı. Demiyorlardı ki işte bu âyet bizi anlatıyor, bizi deşifre
ediyor, bi-zim içimizi dışımıza getiriyor, bizim maskemizi düşürüyor. Bütün
bunları bir beşerin bilmesi ve ortaya koyması mümkün değildir. Bunlar ol-sa,
olsa kaybın da şehâdetin de bilicisi bir Allah’tandır diyemiyorlar, imana
yönelemiyorlardı.
Veya işte bu münâfıklar senede birkaç
defa zor işlere, savaşlara, infaklara, bir takım fedâkarlıklara çağrılıyorlardı.
Ve her defasında bu münâfıklar nefislerine ağır gelen, ancak samimiyetle inanmış
bir mü’minin becerebileceği bu zorlu işlere gelemiyorlardı. İşte tüm bunları
Rabbimiz onları imana, tevbeye çağırmak için yapıyordu. Kar-şılarına böyle
fırsatlar çıkarıyordu. Ama bu adamlar Allah’ın şahitliğine güvenmedikleri için
inanmıyorlar, inanmaya yanaşmıyorlardı. Demek ki bu imtihanlar, bu fitneler hem
bizim imanlarımızın ölçüsünü ortaya çıkarıcı birer imtihandır, hem de tevbe edip
hatalarımızdan dönmemiz için birer fırsattır.
127. “Bir sûre inince, “Sizi bir
kimse görüyor mu?” diye birbirlerine bakarlar, sonra dönüp giderler. Anlamaz bir
güruh olmalarına karşılık Allah onların kalplerini imandan
döndürmüştür.”
Onlara, o münâfıklara her ne
zaman bir sûre indirilse hemen birbirlerine bakarlar ve sizi bir gören var mı?
derler ve sıvışıp giderler. Böyle nasipsiz davranmalarından ötürü Allah da
onların kalplerinin anlama özelliğini gideriyor, imandan döndürüveriyor. Çünkü
onlar an-layışsız bir kavimdirler. Anlamaya yanaşmayan bir toplum oldukları için
Allah da onların kalplerinin anlayışını gideriveriyor. Allah’ın kitabına karşı,
Allah’ın âyetlerine karşı sürüler kesildikleri için Allah da onları sürüler
haline getiriveriyor, hayvanlar haline getiriveriyor. İnsanlar kitaba karşı
hayvanca bir tavır takınmamalıdırlar. Duymalılar, dinlemeliler, kulak
kabartmalılar, akl etmeliler, anlamaya çalışmalılar ve gereğini yerine getirme
kavgası içine girmeliler.
Evet denileni anlayabilmek için önce
dinlenmeli, kulak verilmelidir. Sonra onu anlayabilmek için aklını yormalı,
zihnini vermeli, tartmalı, ölçüp biçmelidir. Tüm duyularını harekete geçirmeli,
tüm cid-diyetini vermelidir. Değilse peşin bir fikirle, güvensizlik duygusuyla
dinlemeyenler, kulak vermeyenler Allah’ın âyetlerini anlayamazlar. Dinleyip de
anlamak için akıl yormayanlar, üzerinde düşünmeyenler de anlayamazlar. Kendisi
gibi yaratılmışların sözlerini anlayabilen bir insan yaratıcısı olan Rabbinin
sözlerini anlayamaz mı? İnsanlar dertlerini, meramlarını anlatabiliyorlar da
Allah meramını anlatmaktan âciz mi? Şu insanların konuşmalarını anlayabilen
herkes Allah’ın bu âyetlerini de anlayacaktır. Kimse bu konuda bir mâzeret ileri
süremez. Bu Allah’a iftiraların en büyüğüdür. Bu kitabı okuyan, bu kitabı
dinleyen ve üzerinde düşünen herkes bunu anlama imkânına sahiptir. Ama
inanmayanların, duymayanların, duymak istemeyenlerin kalplerini, anlayışlarını
da alıveriyor Rabbimiz. Kullanılmayan azalar elbette alınacaktır. Ve onlar
fehimsiz, anlayışsız bir kavim olup çıkacaklardır Allah korusun.
128. “Ey inananlar! Andolsun ki,
içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün,
inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber
gelmiştir.”
İşte size kendinizden, kendi
nefsinizden, kendi içinizden, ken-di cinsinizden bir peygamber gelmiştir. Azîz,
şerefli, üstün, izzet sahibi bir peygamber. Sizin sıkıntı çekmeniz ona çok ağır
gelir. Sizin üzerinize çok hırslıdır o peygamber. Size karşı çok düşkündür.
Mü’min-lere karşı çok Raûf ve Rahîm olan bir peygamberdir o. Mü’minlerin dünyada
sıkıntıya düşmelerini, âhirette de cehenneme gitmelerini asla istemeyen bir
peygamber. Sizin hidâyetiniz, sizin kurtuluşunuz için çok haris, bunun için
yapamayacağı olmayan, her türlü çalışmayı göğüsleyen bir peygamber. Sizin
kurtuluşunuz için kendini fedâ edecek kadar hırslı bir peygamber.
Veya bunun bir başka mânâsı da size
sizin içinizden, sizin cinsinizden öyle bir peygamber geldi ki size ağır
gelenler ona da ağır gelmektedir. Size sıkıntı verenler ona da sıkıntı
vermektedir. Tıpkı si-zin gibi bir kuldur, bir beşerdir o. Sizinle aynıdır o
peygamber. Siz na-sıl açlık çekiyorsanız, siz nasıl hasta oluyorsanız, siz nasıl
yoruluyorsanız o da aynen sizin gibi yorulan bir peygamberdir. Sizin zevk
aldıklarınızdan zevk alan, sizin hoşlanmadıklarınızdan hoşlanmayan bir
peygamberdir. Sizden farklı değildir o peygamber. Kitabımızın pek çok âyetinde
bu konuya dikkat çekilir. Tarih boyunca kâfirler hep bu yönüyle kendilerine
gelen peygamberlerine karşı çıkmışlardır. Bu da tıpkı bizim gibi bir beşerdir,
biz bizim gibi bir beşere mi inanacağız? demişlerdir. Rabbimiz de ısrarla sizin
nefsinizden bir elçi gönderdik uyarısında bulunmaktadır.
Bir beşer olarak bizden ayrı özel
yönlerinin yanında peygamberler yemeleri, içmeleri, yaşamaları, kullukları
yönünden aynen bizim gibidirler. Bizden bir farkları yoktur onların. Bizim gibi
doğarlar, büyürler, yaşarlar ve ölürler. Peki hiç mi farkları yoktur onların
bizden? Evet. Onlar Allah tarafından insanların hayatına karışmak üzere elçi
olarak seçilmiş kimselerdir. Allah’ın yeryüzündeki sözcüleridir onlar. Eğer o
bizim adımıza seçilen elçiler bizimle aynıysa bu bizim için şereflerin en
büyüğüdür. Bu şereften tüm insanlık istifade eder. Rabbimiz böylece içimizden
birini elçi seçerek biz kullarına şereflerin en büyüğünü bahşetmiştir. Biz
bundan şeref duyuyoruz.
129. “Ey Muhammed! Eğer yüz
çevirirlerse de ki: “Allah bana yeter; O'ndan başka ilâh yoktur, yalnız O'na
güveniyorum; O büyük arşın Rabbidir.”
Ey peygamberim, eğer senden,
senin getirdiğin mesajdan, senin örneklediğin müslümanlıktan yüz çevirirlerse
sen de ki: Allah bana yeter. Ben bana düşeni yaptım. Ben size Rabbimin
sözcülüğünü yaptım. Ben size Rabbimin âyetlerini duyurdum. Ben sizi Rabbinize
kulluğa çağırdım. Ben sizin gözlerinizin önünde Rabbinizin sizden istediği
kulluğu örnekledim, gösterdim size. Artık bundan sonrası size aittir.
İnanmazsanız bana Allah yeter. İster kabul edin ister etmeyin, ister iman edin
ister etmeyin, ister benimle birlikte savaşa çıkın ister çıkmayın. Allah için
çıkacağım bir savaşta ister mal harcayın, ister harcamayıp cimrilik yapın. Benim
hiç kimseye, hiç bir şeye ihtiyacım yoktur. Bana Allah yeter, de. Her zaman ve
zeminde, her konuda Rabb’ım bana yeter, de.
Evet kul, Rabbinin istediği bir hayatta
olduğu sürece bunu diyecek. Rabbim bana yeter diyeceğiz. Bize Allahtan başkası
lâzım değildir. Allah var, başkasına gerek yoktur diyeceğiz. Sadece Allah’a
güveneceğiz, sadece Ona dayanacağız. Başkalarına karşı korkusuz, hür ve özgür
olabilmenin yolu bunu diyebilmeden geçer. Gerçek güç kaynağının farkında olan
müslüman hep özgürdür. Mü’min sadece Allah’tan korkar, sadece Allah’a güvenip
bağlanır. Çünkü her konuda Allah kuluna kâfidir. Rızık vermede, korumada, hüküm
vermede, ya-sa belirlemede Allah kuluna kâfidir. Alîm olarak, Habir olarak,
Rez-zak olarak, Rab olarak, İlâh olarak Allah kâfidir. Bir başkasına
ihti-yacımız yoktur. Başka yerlerde hikmet aramaya, başkalarının bilgisiyle
bilgilenmeye ihtiyacımız yoktur. Ondan başka rızık vericilere ihtiyacımız
yoktur. İzzeti ve şerefi sadece Onda görür, Ondan, Ona kulluktan bekler başka
hiç bir yerde izzet ve şeref aramayız. Kendimizi başkalarına değil sadece Ona
beğendirmeye çalışırız, Onun beğenisi bizim için yeterlidir. Çünkü Ondan başka
ilâh yoktur. Ondan başka kulluk edilecek, Ondan başka arzuları yerine
getirilecek yoktur.
Ben sadece Ona tevekkül ediyor, sadece
Ona güveniyorum. Allah bana yeter. Ben sadece Ona teslimim. O yüce olan arşın
sahibidir. O her şeye Kâdirdir. Ben Rabb’ıma güvenip dayandıktan sonra, işlerimi
Ona havale ettikten sonra Rabbim her şeye Kâdirdir, mutlaka O benim yolumu
açacak, bana yol gösterecek ve yardım edecektir. İşte peygamberine böylece
demesini, böylece inanıp güvenmesini istiyor Rabbimiz. Bizler de eğer peygamber
(a.s)’ın izindeysek, peygamber yolunun yolcuları isek o zaman bizler de tıpkı
pîşdârımız gibi bize düşeni yaptıktan sonra Allah bize yeter diyeceğiz. Allah
var ya ne gam? diyeceğiz. Tüm hesaplarımızı Rabbimize, Rabbimizin arzularına
göre yapacağız. Rabbimiz nasıl isterse öylece bir hayat yaşayacağız. Bu sûreyle
alâkalı bu kadar söz yeter. Rabbim dilediği gibi iman edip amele dönüştürmeyi
hepimize nasip buyursun. Ve âhiru dâ’vana enilhamdü lillahi Rabbil âlemin.
Mali yardıma ihtiyacınız var mı? Hemen her türlü kredi için başvur
YanıtlaSilVe acilen paranı al!
Bize e-posta gönderin: (durdaneguneyfinancialservice@gmail.com)
* Randevu kredisi tutarı 7.000 dolar ile y 7.000.000 dolar arasında
* Faiz oranı% 2'dir.
* 1 ila 20 yıl arasında geri ödeme seçeneği.
* Aylık ve yıllık ödeme planı arasında seçim yapın.
* Şartlar ve kredi esnekliği koşulları.
Mali yardım için bugün bize e-posta: (durdaneguneyfinancialservice@gmail.com)
içtenlikle
yönetim