ENFÂL
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre 8, nüzûl
sıralamasına göre 88, esseb’ut tıval kısmının da 7 sûresi olan Enfâl sûresinin
âyetleri 75 olup Medine’de nâzil olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin
Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile
halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi
işitensin, her şeyi bilensin.
Bedir savaşını, savaş sonrası ganîmetlerin
taksimi konusunda Müslümanlar arasında çıkan bir tartışmayı konu ederek söze
başlayan bir sûreyi tanımaya başlayacağız. Bu sûrede savaşı, barışı, savaş ve
barışın yasalarını, savaşta Allah’ın müminlere desteğini, takvayı, sabrı, gerek
savaş esnasında gerekse hayatın her bir alanında Allah ve Resulüne mutlak
itaati, savaş ganîmetlerinin paylaşım problemlerinin çözümünü çok net ve açık
olarak göreceğiz, öğreneceğiz.
İman küfür savaşlarının tamamının
Allah’ın elinde olduğunu, savaşların sonucunun belli olduğunu, galibiyetin
Allah’ın yardımına ve desteğine bağlı olduğunu çok açık ve net bir biçimde
anlayacağız. İslâm’ın savaşlarının hedefinin çok net bir biçimde ortaya
konulduğuna şâhit olacağız.
Yine savaşların alt yapısında
akidenin, dinin rolünü öğreneceğiz. Gerek savaş esnasında, gerek savaş öncesi ve
sonrasında ruhlardaki, zihinlerdeki duygulara, niyetlere şâhit olacağız.
Kâfirler karşısında Allah desteğindeki mü’minlerin güçlerinin oranlanmasını
öğreneceğiz. Bunun gibi daha pek çok konunun anlatıldığı Enfâl sû-resinin ilk
âyetini tanımaya başlayalım.
1. “Ey Muhammed! Sana ganîmetlere
ait soru sorarlar, de ki: Ganîmetler Allah'ın ve Peygamberindir. İnanıyorsanız
Allah'tan sakının, aranızdaki münâsebetleri düzeltin, Allah'a ve Peygamberine
itaat edin.”
Sana Enfâl’ı soruyorlar, de ki o
Allah ve Resulü içindir. Evet Bedir savaşı sonrasında ganîmetlerin taksimi
konusunda bir problem çıkmıştı. Bedir savaşı Müslümanların ilk savaşıydı. Onun
içindir ki sa-vaş hakkında ve savaşta elde edilen ganîmetler konusunda
Müslümanların fazla bilgileri yoktu. Bu konuda açık talimatlara ihtiyaç vardı.
İslâm’ı kabul etmiş olmalarına rağmen Müslümanlar hâlâ üzerlerinde cahilliye
kalıntıları taşıyorlardı. İşte Bedir savaşı sonunda herkes önceden olduğu gibi
ellerine geçirdikleri ganîmetlerin kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlardı.
Müslümanlar arasında düşmanı takip ettikleri için ganîmet elde edemeyenler ise o
mallarda bizim de hakkımız var diyorlardı. İşte Rabbimiz sûreye bu problemin
gündemiyle başlar.
Peygamberim, sana ganîmetlerden
sorarlar. Ne yapacağız? Nasıl paylaşacağız? Kim ne kadar alacak? Burada Rabbimiz
onlar Allah ve Resulüne aittir buyururken ilerde bunun yasasını açık bir şekilde
ortaya koyacaktır. Bir de dikkat ederseniz burada ganîmet kelimesi yerine Enfâl
yâni lütuf ve nîmet anlamına gelen bir kelimenin kullanılışı calibi dikkattir.
Sanki Rabbimiz bununla şunu hatırlatıyordu:
Ey Müslümanlar, söyleyin sizler
şu anda Allah’ın lütfettiği nî-metler konusunda mı tartışıyorsunuz? Eğer bunlar
Rabbinizin size bir lütfu keremiyse, o zaman size ne oluyor ki onların paylaşımı
konu-sunda Allah’ın hükmünü bilmeden hak iddiasında bulunuyorsunuz? İyi bilin ki
onların paylaşımı konusunda karar onları size lütfeden Allah’a aittir. Şunu da
çok iyi bilesiniz ki sizin savaşınızın hedefi bu ganîmetlere ulaşmak değildir.
Sizler Allah için, yeryüzünde Allah’ın iradesini hakim kılmak, insanları
diriltmek, insanları cennete ulaştırmak için savaşan insanlarsınız.
Allah’tan korkun. Allah’a karşı takvalı
olun. Hayatınızı Allah için yaşayın. Allah yasalarıyla hareket edin. Unutmayın
ki bu iş Al-lah’a ve Onun vahyine tâbi olan, Allah talimatlarıyla hareket eden
Resulüne aittir. Peygamber, Rabbi kendisine nasıl buyurmuşsa, nasıl yol
göstermişse Enfâl öylece paylaşılacaktır. Sizler bu malları nasıl
paylaşacağınızın derdinde değil Allah ve Resulüne nasıl tâbi olacağınızın
peşinde olun. Allah’a karşı nasıl takvalı olacağınızın peşinde olun.
Ve aralarınızı da düzeltin. Ümmet
arasında vahdeti, salahı gerçekleştirin. Müslümanların birbirlerine bakışı,
birbirleriyle ilişkisi Allah’ın istediği gibi değilse, ganîmet duygusu, menfaat
duygusu ön plana çıkmışsa, Allah ve Resulüne itaat ve kardeşlikleri
zedelenmişse, takva yıpratılmışsa bu yapılan şeyin adı da cihad olmaktan çıkmış
demektir. Müslümanlar arasındaki saflar pekişmemişse, gönüller, kalpler,
kafalar, düşünceler bir değilse bunun adına cihad denmez.
Öyleyse sizler önce aranızdaki,
saflarınızdaki, kalplerinizdeki açıklıkları gidermeye, saflarınızdaki boşlukları
doldurmaya, ihtilâflarınızı gidermeye, durumunuzu düzeltmeye bakın. Bunu
başarırsanız aranızda ganîmetlerin paylaşımı da kolay olacaktır. O zaman
kardeşine fazlası gittiği zaman, sana kötüsü geldiği zaman hiç fark
etmeyecektir. Çünkü onun da senden bir parça olduğunu düşünecek, bunu çok
rahatlıkla kabul edeceksiniz. Zayıfların, fakirlerin zaten korunduğu bir
toplumda bu konuda hiç bir problem çıkmayacaktır. Onun için siz önce aranızı
ıslah etmeye bakın. Birbirinize kardeşler olarak sıkı sıkıya bağlı bir ümmet
olmaya ve her konuda Allah ve Resulüne itaat eder mü’minler olmaya bakın. Eğer
gerçekten mü’minler iseniz, gerçekten Allah’a, cennete, Allah’ın sizlere
vaadettiği mükâfatlara iman ediyorsanız.
2,3. “İnananlar ancak o
kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, âyetleri okunduğu zaman bu
onların imanlarını artırır. Ve Rablerine güvenirler; namaz kılarlar; kendilerine
verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler.”
Mü’minlerin, gerçek mü’minlerin
özelliklerinin açıklandığı bir âyet. Gerçekten inanmış, tam anlamıyla iman
etmiş, emniyet ve güvenlik içine girmiş, Rabbiyle tam bir diyalog halinde, rıza
halinde olan, Allah’tan ve Ondan gelenlerin tümünden razı olmuş mü’minlerin
özellikleri şunlardır:
Allah anıldığı zaman, Allah’ın
esmâsından birisi gündeme gel-diği zaman, veya ef’ali, fiilleri, sıfatları,
âyetleri gündeme getirildiği zaman, en büyük olarak Allah gündeme getirildiği
zaman, Rab olarak, İlâh olarak, Melik olarak, Rahmân olarak gündeme getirildiği
zaman kalpleri titreyen, kalplerinde bir hareket, bir depreniş, bir heyecan, bir
arzu, bir saygı meydana gelen kimselerdir onlar.
Evet kalpler ancak Kur’an’la mutmain
olur. Ancak Kur’an’la itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur.
Çünkü kalp Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça şüphe ve tereddütlerden
kurtulup doyuma ve itminana ulaşacaktır.
Demek ki Allah’ın âyetleri okundukça,
âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü'minlerin kalpleri coşar, taşar, sanki kabına
sığmaz hale gelir. Bu âyetin bize anlattığına göre kalplerin itminana
kavuşmasının birinci yolu elimizdeki şu Kur’an âyetleridir. Bunun bir ikinci
yolu da yine kitabımızın Bakara sûresinin beyanıyla meşhut âyetlerle olacaktır.
Rabbimizin kâinata serpiştirdiği görsel âyetlerini gördükçe kalpler doyuma
ulaşacaktır.
Allah’ın âyetleri kendilerine tilâvet
olunduğu, duyurulduğu, izlettirildiği zaman onların imanları artar. Gerek
Allah’ın şu elimdeki kitabının âyetlerini okuyarak izlediği, veya gerekse
âyetleri okuyan bir Müslüman kardeşinin kendisine duyurmasıyla izlediği zaman
onların mânâsına nüfuz ederek, Rabbinin kendisinden istediklerinin bilincine
ererek, farkına vararak dinlerler. İşte böyle ne dendiğini, ne istendiğini
anlamaya, kavramaya çalışarak izleme onların imanlarını artırır. Çünkü böyle
âyetler üzerinde kafa yorarak izleyenler görürler ve anlarlar ki tüm kâinatta
Allah yasaları uygulanmaktadır. Çevrelerinde cereyan eden tüm hadiselerde bu
Allah yasalarının uygulandığını gören mü’-minlerin imanları
artacaktır.
İman aslında kalbin işidir. Ve iman
için kişi Kur’an bilmek zo-rundadır. Önce bilecek kişi, inanacak ve sonra da onu
amel haline getirecek. Bilmeden inanılmadığı gibi inanmadan da yapılmaz. Neye
inanıyoruz? Bunu bileceğiz. Meselâ benim kaç tane sâlih amelim var-sa o kadar
imanım var demektir. Meselâ benim yirmi tane sâlih amelim varsa yirmi tane
imanım var demektir. Bunu çoğalttıkça benim imanım da çoğalacaktır. Öyleyse
kitaptan iman birimlerini çoğaltmak, yâni tanıdığımız her bir âyetle
imanlarımızı çoğaltmak ve buna oranla da sâlih amellerimizi çoğaltmak
zorundayız.
Evet Allah’ın iman birimi âyetlerini
tanıdıkça, öğrendikçe ki-şinin imanı artacaktır. Yâni Kur’an’da her bir iman
konusu gündeme geldikçe bunu öğrenip iman eden mü’minlerin imanları, iman
konuları artıverir. Öğrendiği her bir âyet karşısında Allah demişse doğrudur,
Allah ne demişse kabulümdür diyerek Allah’ın âyetleriyle tanıştıkça kendisini,
hayatını, bakışını, düşüncesini değiştiren kişinin imanı artacaktır. Zira her
bir yeni âyeti tanıyıp inandıkça müminlerin imanları artmaktadır. Çünkü mü’min
durağan değildir. Mümin sürekli imana, teslimiyete doğru bir gelişim içindedir.
Öğrendiği her bir yeni âyete imanla, mü’minler taklitten çıkıp tahkike
ulaşırlar.
Meselâ eğer şu ana kadar bu
sûreyi bilmiyorsak şimdi iki âyet öğrendik, iman ettik ve iki âyetlik bir iman
artışımız oldu, ya da iki iman birimi daha kazandık demektir. Öyleyse her yeni
âyete inandıkça bir iman birimimiz daha oluyor demektir. O halde bizler de bugün
Rabbimizin âyetlerini tanıyarak iman birimlerimizi artırmak
zorundayız.
(Dinleyiciler arasından imanın
artıp eksilmesiyle ilgili bir hadis soruldu.)
Ben aslında burada bu konuya girmek
istemiyordum, ama arkadaşın sorusuna binaen birkaç söz
söyleyelim inşallah: İman taat ve ibadetle artar, isyan ile de azalır. Selef
âlimlerimiz bu konuda ittifak etmişlerdir. Kur’an’da imanın artmasına işte bu
âyet delil gösterilmiştir. İbni Mübârek azalıp çoğalma ifadesi yerine üstünlük,
kuvvetlilik ve zayıflık ifadesini kullanmıştır. İman için sadece dil ile ikrar
ve kalp ile tasdikin yeterli olmadığını, aynı zamanda amellerle bizzat ortaya
konarak gösterilmesi gerektiğini söyleyenler de olmuştur. Âlimlerimizden
kimileri; imanın ameller cihetinden ziyadeleşmesi asr-ı saadete mahsustur. Zira
asr-ı saadette İslâm ahkâmı yeni nâzil oluyordu. Her yeni gelen hükme inandıkça
mü’minlerin imanları ziyadeleşiyordu. Ama devri saadetten sonra, yâni ahkâm
tamamlandıktan sonra imanın ziyadeleşmesi artık mümkün değildir demişlerdir.
Kimileri; iman adına söz konusu olan bu artış kemiyet itibariyle değil, keyfiyet
itibariyledir derken, Fahrettin Râzî gibi kimi âlimlerimiz de; insan fıtraten
zaten mü’min olarak doğar. Buna imanî fıtrî denir ve bu iman buluğ çağına kadar
sürer. Bu çağdan sonra kişi iman-i istidlâlî ile Allah’ın varlığına, birliğine,
peygamberine iman eder. İşte imanda ziyadeleşme budur der. Tıpkı; “ya Rabbi,
ölüleri nasıl dirilttiğini görmek isti-yorum” diyen İbrahim aleyhisselâmın imanı
gibi. Biz biliyoruz ki İbrahim aleyhisselâmın imanı tamdı, eksiksizdi. Onun
imanı kendisine tâ-bi olanların tamamının imanından üstündü. Ama o Allah’tan
imanı ko-nusunda daha da kemal istedi. İşlerin zuhurunu görerek imanına kuvvet
kazandırmak istedi.
İşte
ben meseleye bu yönden bakıyorum. Bu artma ve eksilmeyi İmanın eylemi ve
aksiyonu olan amel açısından anlıyorum. Çünkü bakıyoruz meselâ nehy-i
anil’münker hadisinde de aynı konu anlatılıyor. Hani; “sizden biriniz bir münker
görürse onu eliyle düzeltsin, eğer buna gücü yetmezse diliyle, ona da gücü
yetmezse kalbiyle düzeltsin” buyuruluyordu ya. İşte anlıyoruz ki birinin imanı
güçlüdür. Derhal bu iman onu elle müdahaleye zorluyor. Güçlü olan imanı bu
şekilde tezahür ediyor. Yani iman hemen aktif hale geliyor. Kalpte, batında iman
ne ise zahirde de amel o ölçüde kendini gösteriyor. Ötekisinin imanı bu
birinciye nispetle daha zayıf ki ancak dilini hareket ettirebiliyor. Ancak o
kadar bir aktivite gösterebiliyor.
Yine
kitabımızda ashab-ı sebt’in durumuna baktığımız zaman aynı durumu görebiliyoruz.
Cumartesi günü balık tutma yasağını çiğneyen toplum üç grup oluyor. Bu konuyu
A’râf sûresinde uzunca anlattık.
1-
Yasağa
uymayarak balık tutmaya devam edenler.
2-
Cumartesi yasağına riayet edip, balık tutmaya gitmeyen, ancak bunu sadece kendi
şahıslarında uygulayabilen, başkalarını da bu işten menetmeye imanları
yetmeyenler. İmanları var, ama bu imanları onları başkalarını uyarmaya sevk
edecek kadar güçlü değil.
3- Kendileri yasağa riayet etmekle
birlikte, günahkârların yanlış hareketlerine iştirak etmemekle birlikte, aynı
zamanda emr-i bil’-maruf ve nehy-i anil’münker dediğimiz sürekli hareketlilik ve
dinamizm isteyen cihat ruhunu canlı tutanlar. İşte bu üçüncü grubun imanı
kendilerini günahtan uzaklaştırdığı gibi, başkalarını da menetmeye yetecek kadar
güçlü idi. Günahkârlarla iç içe yaşadıkları bir ortamda bu iman onları Allah’ın
yakın bir azabından korkutuyordu. Hattâ kalplerindeki bu imanlarının dışa
yansıyan maddi bir tezahürü olarak da bunlar günahkârlarla kendi evleri,
mahalleleri arasına bir duvar çekip tedbir almışlardır. İşte bu imanın
güçlülüğünün madde planında, amel planında, aksiyon planında açığa çıkışıydı.
Tebuk seferinden geri kalan Kâb Bin Malik’in imanı da kendisi gibi aynı suçu
işleyen ötekilerin imanından daha güçlüydü ki, o iman kendisine ötekiler gibi
yalan söylemesine engel oldu.
Peki bir mü’min böyle üstün bir imanı
nasıl kazanacak? Bu soruya da bir iki söz ettikten sonra inşallah sonraki âyete
geçelim. Benim bildiğim, iman birimleri olan şu kitabı ve Resûl aleyhisselâmın
hadislerini sürekli elimizde tutarak, Rabbimizi yakından tanımak, O’-nun
esmasına, sıfatlarına, fiillerine muttali olmak, mutlak gücün, kuvvetin,
kudretin sadece Allah’a ait olduğunu kavramaya çalışacağız. Bu, bizim Allah’a
daha çok yaklaşmamızı sağlayacaktır. Zira Allah’tan başka hiçbir varlıkta kuvvet
ve kudretin, yetkinin olmadığını bilmek O’na teslimiyeti iltizam edecektir.
O’nun mülkün mutlak maliki olduğunu bilmemiz bizi O’nun dışındaki eşyaya,
varlıklara bağımlı olmaktan kurtaracaktır. O zaman şu anda insanların
putlaştırıp önünde eğildikleri teknik üstünlük, teknolojik farklılık, sayısal
üstünlük vs vs gö-zümüzde küçülecek ve sadece Allah büyüyecektir. Kendilerinden
kat kat fazla olan düşmanları karşısında Bedir’de zafer kazanan mü’min-lerin
yaşadıkları durum işte buydu. Ama Huneyn de yaşanan durum bunun tamamen
zıddıydı. Bedirde aslan kesilen ruh orada pörsüyü-verdi.
Evet, bu iman önünde Kızıl Deniz,
arkasında dünyanın en büyük ordularının sahibi Firavun olduğu halde Allah’a
güven ve teslimiyetinde zerre kadar bir sarsılma yaşamayan Hz. Musa’yı tanıyarak
kazanılacaktır. Veya sizler yeryüzünde güç ve kuvvet iddiasında bulunan bir
başka tâğut tarafından ateşe atılırken imanıyla dimdik ayakta duran İbrahim
aleyhisselâmla tanışmadan onun imanını kazanmayı, ya da aynı tâğutların
ateşlerinin sizleri de yakmamasını nasıl isteyeceksiniz? Bu kitapta İsmail
aleyhisselâmla tanışmadan onun teslimiyetini nasıl kazanacaksınız? Benim bu
konuda diyebileceklerim bu kadardır. İnşallah konu anlaşılmıştır, artık başka
soru olmasın da bundan sonraki âyeti tanımaya geçelim.
Ve onlar sadece Rablerine tevekkül
ederler. İşlerini Rablerine havale ederler. Gerek kendisiyle ilişkilerinin
düzenlenmesi konusunda, gerek kendi aralarındaki ilişkilerinin düzenlenmesi
konusunda yasa koyma salahiyetini kesinlikle kendilerinde görmezler. Her konuda
velileri, vekilleri Allah’tır. Kul olarak bizler bize düşenleri, gücümü-zün
yetebileceklerini yaptıktan sonra sonucu Rabbimize havale edeceğiz. Rabbimizin
bizden işte bu sûrede istediği gibi savaşa hazırlanacağız. Savaş için sadece
maddî hazırlıklar değil, Rabbimizin bu konuda bize haber verdiği tüm yasalarına
uygun hareket ederek savaş meydanına koşacağız. Karşımıza çıkan Allah düşmanları
kaç kişi olurlarsa olsunlar, güçleri, kuvvetleri ne olursa olsun, isterse bizim
on katımız olsunlar, onlarla savaşa hazır olacak ve gerisini Allah’a
bırakacağız. Ve kesinlikle bileceğiz ki bizler yasalara teslim olup Rab-bimize
güvendiğimiz sürece O bizim vekilimiz olarak bizi zafere ulaştıracak, bizim için
hayırlı olanı bize lütfedecektir.
Onlar namazı ikame edenlerdir. Namazı
ayağa kaldıranlardır onlar. Rabbimiz bize cihadı anlatacak, ama onu gündeme
getirmeden önce mü’minlerin uymaları gereken yasaları, mü’minlerin sahip
olmaları gereken özellikleri ortaya koyuyor. Çünkü bu özelliklere sahip
olunmadan sadece silah ve sayısal güçle kâfirler karşısında galip gel-mek mümkün
olmayacaktır. İşte bunun içindir ki Rabbimiz önce bu hazırlıkları gündeme
getiriyor.
Onlar namazı ikame ederler. Salât
aslında mü’minin tümüyle, tüm varlığıyla, içiyle dışıyla, kalbiyle bedeniyle
Rabbine yönelişi demektir. Salât kişinin Allah’la diyalogu demektir. Allah’a
yalvarış ve ya-karış halidir. İnsanın tüm varlığıyla, tüm hareketleriyle Rabbine
gerçekleştirdiği bir dua, bir kıraat, bir secde, bir rüku, bir teslimiyet, bir
yöneliştir, bir doğruluş, bir Allah için oluştur namaz. Tüm hayatı Allah’ın
istediği gibi düzenlemektir namaz. Hayatın tümünü kapsayan Allah’a kulluğu
herkesin görebileceği şekilde ayakta tutmak demektir namaz. Allah’ın istemediği
her türlü hayatın, her türlü düşüncenin, her türlü anlayışın, her türlü putun,
her türlü programın reddedilişini ortaya koyan, sadece Allah’a kulluğu
abideleştiren bir eylemdir namaz. Tevhidin simgesi olarak ortaya dikilmiş bir
ameldir.
Rasulullah efendimiz döneminde bunu çok
hoş görürüz. Müslümanlar Kâbe’nin avlusunda namaz kıldılar ve bu namazlarıyla şu
abideyi diktiler, şu reddiyeyi ortaya koydular. Biz bu namazımızla, biz bu
tevhidimizle, bu pratik gösterimimizle Allah evindeki tüm putlarınızı,
kafalarınızın içindeki tüm putlarınızı, kalplerinizin içindeki tüm küfür ve şirk
düşüncelerinizi reddediyoruz. Allah’tan kaynaklanmayan, Allah’a kulluk esasına
dayanmayan tüm hayatınızı reddediyoruz. Sa-dece Allah’a kulluk edeceğimizi,
sadece Allah huzurunda eğileceğimizi, sadece Allah’ı dinleyeceğimizi
gösteriyoruz. Bakın, görün işte inancımızı diktik gözlerinizin önüne.
Tevhidimizi serdik nazarlarınıza diyerek bir namaz ikame etmişlerdi.
Bir de o mü’minler kendilerine rızık
olarak verdiklerimizi infak ederler. Kendilerine verilenleri Allah kullarıyla
paylaşmanın kavgası içine girerler. Allah’ın verdiklerinden Allah kullarına bir
delik açarlar. Hem de hiç kapanmayacak bir delik açarlar da oradan Allah
kullarını hep istifade ettirirler. Onlar namazı ikameyle bedenlerinde Allah’ın
söz sahibi olduğunu bildikleri gibi, mallarını da Allah yolunda infak ederek o
mallarında Allah’ın söz sahipliğini ortaya koyarlar. Çünkü onlar bilirler ki o
malları kendilerine lütfeden Rableridir.
Rızık çok genel bir ifadedir. Tüm hayat
bizim için Rabbimizin lütfettiği bir rızıktır. Öyleyse elimizi, ayağımızı,
gözümüzü, kulağımızı, kalbimizi, bedenimizi, malımızı, paramızı, bilgimizi,
zamanımızı, imkânımızı, fırsatımızı, oğlumuzu, kızımızı, evimizi, arabamızı, her
şeyimizi Allah’ın istediği yerde harcayıp infakta bulunacağız. Tüm hayatımızı
Allah için yaşayarak infak edeceğiz. Allah’ın verdiği ilim rızkını insanlara
ulaştıracağız. Allah’ın bize verdiği ilimden insanları istifade ettireceğiz.
Ondan bir delik açıp insanlara akıtıp duracağız. İnsanların karşısında güzel bir
Müslümanlık sergileyerek onlara infakta bulunacağız.
İşte böyle olduğumuz zaman, Allah’ın
âyetleriyle tanışarak kalplerimiz doyuma ulaştığı, kalplerimiz yatıştığı, her an
âyetlerle iman birimlerimiz arttığı; durağan, taklidi bir hayattan tahkiki bir
hayata koştuğumuz, namazı ikame ettiğimiz, tüm bedenimizde Allah’ı söz sahibi
bildiğimiz, tüm malımızda Allah’ı söz sahibi bildiğimiz zaman çok rahat cihad
meydanlarına koşabilecek ve Allah yolunda bir savaşı göze alabileceğiz demektir.
Çünkü cihad Allah için mal ve candan vazgeçebilmeyi gerektirir. Şu anda sahip
olduğu şeylerde Allah’ın söz sahipliğini kabul edemeyen, Allah için onlardan bir
delik açamayan, onların bir kısmını Allah için veremeyen insanlar cihada hazır
olabilirler mi? Elbette olamayacaklardır.
4. “İşte gerçekten inanmış
olanlar bunlardır. Onlara Rablerinin katında mertebeler, mağfiret ve cömertçe
verilmiş rızıklar vardır.”
İşte gerçek mü’minler bunlardır.
Demek ki bir mü’min var, bir de gerçek mü’min vardır. İmanlarının eylemini
gerçekleştirmiş, imanlarını iddia planından ispat planına dökmüş, hem dilleri,
hem kalpleri ve hem de amelleriyle, hayatlarıyla imanlarını ortaya koymuş
insanlar bunlardır. İmanlarının gereklerini yerine getirmiş mü’minler bunlardır.
Öyleyse bir insan gerçek mü’min
olmak istiyorsa kesinlikle bu özelliklere sahip olmak zorundadır. Kalbim temiz
olduktan sonra namaz kılmasam da olur diyen bir kimse gerçek mü’min değildir.
Namazını kıldığı halde onu ikame etmeyen, namazda Allah’tan hiç bir mesaj
almayan, hayatıyla namazı doğru orantılı olmayan, namazı kendisini kimi
kötülüklerden alıkoyamayan kimse gerçek mü’min değildir. Malında, bilgisinde,
zamanında, hayatında ve tüm sahip olduklarında Allah’ın söz sahibi olduğunu
bilmeyen, sahip olduklarını Allah kullarıyla paylaşma kavgası içine girmeyen bir
kimse de gerçek mü’min değildir.
Evet bunlar gerçek müminlerdir ve onlar
için Allah katında de-receler vardır, mağfiret vardır, Allah onların
geçmişlerini sıfırlayacak, hatalarını bağışlayacak ve onlara Kerîm bir nîmet,
değerli bir cennet lütfedecektir. Kesintisiz ve baş kakıntısı olmayan bir cennet
vardır on-lar için. Evet Rabbimizin kitabından ve Resulünün Sünnetinden cenneti
öğrenen bir kimsenin onu kaybettirecek bir hayatı yaşaması mümkün
değildir.
Bu mukaddimeden sonra Rabbimiz savaş
âyetlerini gündeme getirecek. Allah’ın sevgili elçisi ve beraberindeki mü’minler
Mekke’de gerçekten çok mükemmel bir dâvet gerçekleştirdiler. Namazlarıyla,
infaklarıyla, Allah için bir hayat yaşamalarıyla gerçekten çok güzel bir
Müslümanlık sergilediler. Sonra Rabbimizin emriyle Medine’ye bir hic-ret
gerçekleşti. Medine İslâm yurdunda Allah ve Resulü egemenliğinde özgürce bir
hayata kavuştular. Tabii Müslümanların eğitilmeleri bu-rada da devam etti. Ve
artık cihad zamanı gelmişti. Ama henüz yeni Müslüman olanlar içinde Rabbimizin
burada anlattığı gibi bir takım olumsuzluklar da ortaya çıkabilmektedir. Bakın
Rabbimiz onu şu şekilde dile getiriyor:
5,6. “Nitekim Rabbin seni hak
uğrunda evinden savaş için çıkarmıştı, oysa Müslümanların bir takımı bundan
hoşlanmamıştı. Sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi, gerçek ortaya
çıktıktan sonra bile seninle tartışıyorlardı.”
Nitekim Rabbin seni evinden hak
ile çıkardı. Buradaki “Ke-ma” ifadesi ilk âyete bir
atıftır. İlk âyette ne demişti Rabbimiz? Ganîmetler Allah ve Resulüne aittir.
Ganîmetlerin taksimi konusunda söz sahibi Allah ve Resulüdür. Tıpkı seni evinden
hak ile çıkaranın Allah olduğu gibi. Veya tıpkı ganîmetlerin taksimi konusunda
bir hoşnutsuzluk duydukları gibi senin evinden hak ile çıkarılman konusunda da
hoşnutsuzluk duymuşlardı. Veya tıpkı senin hak ile, hakkı ikame için, Allah
dinini aziz kılmak için savaşa çıktığın gibi Allah da sana yardım ederek seni ve
dinini aziz kılmıştır.
Evet ey peygamberim, Rabbin seni hak
uğrunda, hak yolunda, hak ile evinden çıkardı. Çünkü Rasulullah efendimizin
Allah’ın kendisinden istediği kulluğu gerçekleştirme çabası içinde yaşadığı tüm
hayatı, tüm davranışları Hakka göre idi. Tüm hayatı kulluktu ve işte bu kulluğun
bir parçası olarak cihad için de evinden çıkıyordu. Ama müminlerden bir grup bu
işi kerih görüyorlar, isteksiz davranıyorlardı. Hak hususunda peygamberle
mücâdele ediyorlardı. Yaşadıkları Müs-lümanca bir hayatın sonunda kendilerine
verilen bir cihad emrine sıcak bakmıyorlardı. Hak hususunda peygamberle
mücâdeleye tutuşuyorlardı. Hak açığa çıktığı halde, hak olan cihad yasası ortaya
konduktan sonra, hak olan bir cihad emrine muhatap oldukları halde seninle bu
hak konusunda mücâdele ediyorlardı.
Az evvel Rabbimizin özelliklerini
saydığı gerçek müminlerden olmayan, tam yetişmemiş olan Müslümanlar Allah’ın
cihad emri karşısında bir isteksizlik hali yaşıyorlar. Çünkü cihad gerçekten zor
bir kulluktur. Allah dininin izzet ve şerefe ulaşması, Allah kullarının cennete
kazandırılması adına bir kimsenin her şeyini bir tarafa bırakarak yola çıkması,
cennete bilet alması demektir. Öyle değil mi? Adam ailesini, çocuklarını,
sevdiklerini, malını, mülkünü geride bırakacak, dünyasını, memleketini terk
edecek ve Allah için yola çıkacak. Savaş ortamına varıncaya kadar pek çok
eziyetlere maruz kalacak. Savaş meydanında da eli kolu budanacak, canını
kaybedecek, sevdiklerini kaybedecektir. İşte böyle bir durumla karşı karşıya
kaldığı zaman henüz iman hazırlığını tamamlamamış, amel hazırlığını ikmal
etmemiş, henüz gerçek mü’minler olabilme özelliğini kazanamamış mü’minler bundan
bir isteksizlik halet-i ruhîyesi yaşayacaklardır.
Sanki göz göre göre ölüme doğru
sürükleniyorlarmış gibi bir durum açığa çıkacaktır. Aslında şu anda hepimiz
ölüme doğru sürükleniyoruz. Ancak ölümü kendimizden çok uzak hissettiğimizden
dolayı ölümden etkilenmemiz söz konusu olmuyor. Her an ölüme doğru gidiyoruz ama
insan kendisini ölüme yakın hissettiği durumlara giderken o zaman ölümün kendisi
adına taşıdığı riskin farkına varabiliyor. İşte aynen bunun gibi öleceğini
anlayan bir insan her şeyinin biteceğini, henüz cennete hazır olmadığını, bu
haliyle cehenneme gidebileceğini düşünerek korkuların kendisini sardığını
hisseder. İşte böyle bir ortamda kişinin ölümü hissetmesi aslında kendi durumunu
değerlendirmesi anlamına geliyor.
Ama gerçekten ölümün kendisini
cennete ulaştıracağı inancı, hazırlığı içinde olan bir mümin onun için öyle
acele ediyor ki ağzındaki bir hurmayı yiyecek zamanı bile kayıp sayıp ölüme
atılabiliyor. Çünkü artık onun için ölüm gerçekten cenneti yakalama fırsatıdır.
Tüm sıkıntılardan kurtulma fırsatıdır. Ebedî saadeti yudumlama, Rabbini görme,
O’nun devletlerine erme zamanıdır. Zaten bu dünyada bir insanın peygamberlikten
sonra ki -o kesbî değil, Vehbî’dir, yâni çalışılarak el-de edilen bir makam
değil Allah’ın lütfettiği bir makamdır- elde edebileceği ikinci mertebe
şehitliktir. Şehitlik en büyük bir
kurtuluştur.
Evet bir insan imanıyla, ameliyle ölüme
hazır değilse, ölümün kendisini cennete götüreceği konusunda tereddütleri varsa
bu insanın ölüme koşması düşünülemez. İşte burada anlatılanlar da böyle
kimselerdir. Sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi bir ruh haleti
içine düştüler. Halbuki Allah onları böyle bir cihad meydanında tertemiz hale
getirmek istiyordu. Allah onları imanlarında ve teslimiyetlerinde kemale
erdirmek istiyordu.
7,8. “Allah bu iki taifeden
birini size vaadetmişti; siz, kuvvetsiz olanın size düşmesini istiyordunuz.
Oysa, suçluların hoşuna gitmese de, hakkı ortaya çıkarmak ve bâtılı tepelemek
için, Allah sözleriyle hakkı ortaya koymak ve inkârcıların kökünü kesmek
istiyordu.”
Hani Allah size iki gruptan
birini vaadediyordu. İki gruptan birisi sizindir diyordu. Rabbimiz Müslümanların
karşısına iki taife, iki grup çıkarıyor ve tercihlerini kendilerinin yapmalarını
istiyor. Bakalım hangileri zor olanı, faziletli olanı, hangileri de kolay olanı
tercih edecekler? Evet Rabbimiz bu konuda bize seçim yetkisi vererek bizi bize
göstermek istiyor. Gönül dünyamızın nasıl olduğunu bize göstermek, bizi bizimle
yüzleştirmek istiyor. Yanlışlarımızdan, kendi kıt bilgilerimizden vazgeçip bizim
için nelerin hayırlı, nelerin hayırsız olduğunu tam bilen Rabbimizin arzularına
teslim olalım istiyor. Kendisinin istediği şekilde Müslüman olalım
istiyor.
Evet Allah size bu iki gruptan birisini
vaadetmişti de sizler güçlü kuvvetli olmayan, fazla silahı ve silahşörleri
olmayanın, yâni kervanın sizin için olmasını istiyordunuz. Evet Mekke’ye doğru
yol alan Kureyş’e ait bir kervan, bir de o kervanın tehlikede olduğunu haber
alarak yola koyulan müşrikler ordusu. Rabbimiz müminlere her ikisinden birini
vaadetmişti. Yâni kervanın üzerine giderek tüm mallarıyla birlikte kervanı ele
geçireceklerini de, kendilerine doğru gelmekte olan müşrikler ordusunun üstüne
giderek, onlarla savaşarak muzaffer olacaklarını da vaadetmişti Allah onlara.
İkisi de müyesser olacaktı onlar için ama onlar savaş ve zorluk riski olmayanı,
kervanı tercih et-tiler. Allah Resulüne bir savaş için hazırlıklı olmadıklarını
beyan ettiler. Ey Allah’ın Resulü, biz evlerimizden çıkarken kervan için çıktık.
Bize bir orduyla savaşacağımız söylenmemişti dediler.
Ama Allah onlar için başka bir şey
istiyordu. Ama Allah hakkı hak olarak yerleştirmek istiyordu. Allah doğru olan,
gerçek olan, hak olan yasalarını gözler önüne sermek istiyordu. Allah vadinin
hak olduğunu ispat etmek istiyordu. Müminlere zafer vadinin, kâfirlere azap
vaiydinin hak olduğunu gözler önüne sermek ve göstermek istiyordu. Dostlarını
galip, düşmanlarını mağlup kılmak istiyordu. Dininin, programının hak olduğunu
göstermek istiyordu. Allah Bedirde sayısal ve güç yönünden zafer kazanmaları
âdeta imkânsız olan mü’minleri ga-lip getirerek kıyâmete kadar hak yasalarının
hak oluşunu insanlara göstermek istiyordu. Allah kelimeleriyle, ol emriyle bunu
gerçekleştirmek istiyordu. Allah kıyâmete kadar bir yasa olarak kendilerinden
çok daha fazla güç ve sayıya sahip olan kâfirler karşısında Müslümanlara
desteğini göstererek onların imanlarını, cesaretlerini, şereflerini artırmayı
dilemişti. Rabbin dinini üstün getirmeyi dilemişti, çünkü işlerin âkıbetini en
iyi bilen Oydu.
Böylece kâfirlerin kökünü kesmek
istiyordu Allah. Hakkı üstün getirmek, bâtılı da tepelemek, bâtılın defterini
dürmek istiyordu. Allah dinini, sistemini, hayat programını üstün getirmek Ebu
Cehilleri ve onların sistemlerini yok etmek istiyordu. Zira Ebu Cehil bâtıldı,
Ebu Cehilin sistemi bâtıldı, Ebu Lehepler bâtıldı, Ebu Leheplerin yasaları
bâtıldı, müşriklerin düşünceleri, müşriklerin hukukları, müşriklerin ekonomik
anlayışları, müşriklerin Allah’tan kaynaklanmayan tüm hayatları bâtıldı. Allah
bunları yok etmek, ortadan kaldırmak istiyordu. Onların düşüncelerine,
hayatlarına, egemenliklerine son vermek istiyor-du. Allah’ın bu iradesi kıyâmete
kadar geçerlidir. Rabbimiz ne zaman isterse hak karşısındaki bâtılları ortadan
kaldırır. Bu vadini ne zaman isterse o zaman gerçekleştirir.
Suçlular istemese de, kâfirler hoş
görmese de Allah onları ve sistemlerini yok edecektir. Mücrimler, günahkârlar,
kâfirler ve zâlimler elbette mü’minlerin küfre karşı, şirke karşı galip
gelmesini hiçbir zaman istemezler. Yine mü’minler içinde belli bir dereceyi
tamamlayamamış olanlar da böyle bir şeyi ya zamanı değildir diye, veya biz şu
anda güçsüzüz diye, veya küfre ve şirke karşı galip gelemeyiz diye, veya başka
gerekçeler sebebiyle, başka zaaflar sebebiyle onlar da
istemiyorlar.
Evet Rabbimiz bu âyetiyle buyuruyor ki,
ey Müslümanlar, sizler basit menfaatler, basit dünya nîmetleri, basit hesaplar
peşindeydiniz. Ama Allah sizin için yüksek menfaatler istiyordu. Dininin
yücel-mesini, dinine sahip çıkan siz mü’minlerin izzet ve şerefe ulaşmanızı
istiyordu. Allah sizin kâfirlerle savaşarak zafere ulaşmanızı istiyordu. Çünkü
hak savaşsız ikame edilmediği gibi, bâtıllar da savaşsız yıkılmayacaktır.
9. “Rabbinizin yardımına
sığınıyordunuz. O, “Ben size birbiri peşinden bin melekle yardım ederim" diye
cevap vermişti.”
Hani siz Rabbinizin yardımına
sığınıyordunuz. Hoşlanılmayan bir durumdan kurtulmak için Rabbinizden yardım
isteğinde bulunuyordunuz. Düşman karşısında sayısal azlığınızdan dolayı dua dua
Rabbinize yöneliyor, O’ndan destek ve zafer bekliyordunuz. Sizin bu dua dua
yalvarıp yakarmalarınıza karşılık Allah buyurdu ki: Ben size birbiri ardınca,
peş peşe bin melekle imdat edeceğim.
Evet Bedirde mü’minlerin sayısı 310,
kâfirlerin sayısı da 1000 kadardı. Böyle bir durumda güç kaynaklarını bilen
müslümanlar Allah’tan yardım istiyorlardı. Demek imdat Allah’adır. Medet
denilecek varlık sadece Allah’tır. İmdat ya Rab! Medet ya Rab! Yetiş ya Rab!
diyerek sadece Allah’tan imdat isteyeceğiz. Çünkü bizi işitecek olan, bize
icâbet edecek olan, bize ordularını gönderecek olan, kalbimize inşirah verecek
olan, kalbimize kuvvet ve cesaret verecek olan gerçek imdat sahibi Allah’tır.
Bir de kitabımızın bu ve benzeri
âyetlerinden anlıyoruz ki Rab-bimizin imdadı melekleriyle olmaktadır. Birileri
birilerinin gönderildiğini iddia etmeye çalışsalar da Allah hep meleklerini
gönderiyor. Şimdi karşılarında hiçbir gücün duramayacağı, hiçbir silahın işe
yaramayacağı melekler desteğinde olan bir Müslümanın gücünü kuvvetini, izzetini
ve şerefini bir düşünün. Kim galip gelebilir ona karşı? Kim ne yapabilir ona?
Kim dokunabilir onun kılına? Şimdi bu âyetler gerçekten bizim zihnimizde iman
olabilse, bu âyetlerle gerçekten bizim imanımız artsa hiç böyle bir zilletin
mahkumu olur muyduk?
Evet Rabbimiz Bedirde mü’minlerin
yardımına melekleriyle imdat ediyordu. Peş peşe bin melek. Peki ne gerek vardı
buna? Yâni meleklerini göndermeden de Allah onları galip getiremez miydi? Veya
bu kadar çok meleğe ne gerek vardı? Bir tek melekle bile yerin altını üstüne
getiren Rabbimizin bununla muradı neydi?
10. “Allah bunu ancak bir müjde
olması ve kalplerinizin yatışması için yapmıştı. Yardım ancak Allah katındandır.
Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir.”
Allah bunu ancak size bir müjde
olsun diye yaptı. Sırf size bir destek olsun diye yaptı. Onlarla sizin
kalpleriniz huzura kavuşsun, kalpleriniz yatışsın diye. Mü’minler insan
sûretinde bu melekleri görüyorlar ve onlarla kalpleri yatışıyor, cesaretleri
artıyordu. Evet sadece sizin kalpleriniz yatışsın, kalpleriniz güvenle dolsun
diyedir. Tabii insan olarak Müslümanlar yanı başlarında kendileri gibi savaşan
insan sûretinde yardımcıları görünce kalpleri yatışacak ve güven duygusu içine
gireceklerdi.
İşte Rabbimiz buyuruyor ki burada
biz bunu sırf sizin kalpleriniz yatışsın diye yapıyoruz, değilse zafer, yardım,
galibiyet sadece Azîz ve Hakîm olan Allah’a aittir. Zafer sadece Allah
katındadır, Allah tarafındandır. O dilediği takdirde melekler göndermeden de
düşmanlarını helâk, dostlarını muzaffer etmeye muktedirdir.
Gökleri ve yerleri iradesiyle
kudret elinde tutan Rabbimiz ol deyivermekle her şeyi olduruverecektir. Tek
başına bir ümmet tavrı sergilemiş bir tek mümini tüm dünyaya galip getirir.
Bizler şu anda Rabbimizin istediği kaliteyi bir yakalayabilsek bizim önümüzde
du-racak hiç bir güç ve kuvvet yoktur. Muhakkak ki Allah Azîzdir, O asla
yenilmez, O hep galiptir.
Ancak Rabbimiz Firavunlara mühlet
tanıyor. Kıyâmete kadar da onlara mühlet tanıyacaktır. Ama kesinlikle bilelim ki
hâşâ bu Allah’ın âcizliğinden, onlarla başedemediğinden değildir. İman etmeleri
için, gerçeği anlayıp teslim olmaları için fırsat tanıma hikmetinden
merhametinden dolayıdır.
Ama bir gün helâk yasasına sıra
geldiği zaman onların hiç bir tutanakları olmayacaktır. Onlar tıpkı Firavun gibi
bir gün Allah yakalamasıyla karşı karşıya geldiği zaman yaşamış oldukları tüm
hayatlarına, tüm inanışlarına ters düşen bir söz söylemekten kendilerini
alamayacaklardır. Biz Allah’a inandık! Biz âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman
edip teslim olduk! demek zorunda kalacaklardır.
Çünkü Allah Azîzdir, Allah Kahhâr’dır,
Allah göklerde ve yerde tek egemendir. İzzet ve şeref arayanlar, güç ve kuvvet
arayanlar, iti-bar arayanlar bunu Allah katında aramak zorundadırlar. Allah
yasalarına, Allah’ın kulluk programına teslimiyette aramak zorundadır. Allah’ın
istediği gibi bir hayat yaşamakta aramak zorundadır. Allah Hakîmdir. Hüküm
O’nundur, hâkimiyet O’nundur. Hikmet sahibi O’dur. Gerçek hükümran O’dur.
Kâinatta cereyan eden O’nun yasalarıdır. Kâfirlerin, zâlimlerin, tâğutların
yasaları da sadece O’nun müsaade etmesiyle vardır. İşte bu âyetlerde anlatılan
savaş yasaları da en hik-metli yasalardır. Öyleyse hikmete ulaşmak isteyen,
bilgin olmak, bilge olmak isteyenler de hikmeti Allah katında, Allah yasalarında
aramak zorundadır.
Evet Rabbimiz mü’minleri savaşa
hazırladı. Şimdi müslüman-lar savaş alanındalar. Rabbimiz hükmü ve hikmeti
gereği mü’minleri zafere ulaştırmak istiyor. Böyle bir savaşta mü’minlerin çok
yüksek bir morale, çok yüksek bir ruh haline sahip olmaları gerekiyordu. Ve
savaşı idare eden, her şeyi takdir ve tedbir eden Rabbimiz bir taraftan onların
yardımına meleklerini gönderirken, diğer taraftan da onlara şu lütuflarda
bulunuyordu:
11. “Allah kendi
katından bir güven işareti olarak sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Sizi
arıtmak, sizden şeytan vesvesesini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve
sebatınızı artırmak için gökten size su indirmişti.”
Hani Allah kendisinden bir güven,
bir emniyet olarak size uyuklamayı sardırıyordu. Savaş ortamında, savaş öncesi
gecesi Allah tarafından Müslümanları bir uyku, bir uyuklama almıştı. Bu uyuklama
Allah’tandı. Ne içindi bu uyku? Mü’minlerin kalplerindeki bir takım
sı-kıntıların, korkuların kaldırılması, dinlenmeleri, yapacakları savaşa hazır
olmaları için Rabbimiz o sıkıntılı, o telaşlı dönemlerinde onlara bir uyku
lütfediyordu. Böyle bir emniyet duygusu veriyordu. Müslümanlar silahlarını bile
bırakacak şekilde kendilerini emin hissedip uyuyorlardı. İşte bunlar içinizden
Allah’a güvenleri tam olan, Allah’a tevekküllerinden ötürü cesaretlerini hiçbir
zaman kaybetmeyen kimselerdi ki böylece Allah onların savaş ortamındaki
korkularını kaldırıp yardım ve desteğini ulaştırmıştır.
Evet Rabbimizin müminlere lütfettiği bu
uyku gaflet için değil, emniyet içindi. Korkudan çıkarıp dinlendirmek içindi.
Bir de Allah üzerinize gökten su indiriyordu ki onunla sizi temizlesin, hadesten
ve şeytanın ricsinden sizi temizlesin. Abdest ve gusül ihtiyacınızı gideresiniz
diye ve de düşmanın sizden önce gelerek savaş alanındaki suları tutup sizin
telef olacağınız konusunda, şeytanın size verdiği vesveseleri gidermek için.
Hadesten ve necasetten temizlenememiş insanlar şehadet konusunda kendilerini
rahatsız hissederler. Allah gökten su indirerek onların tertemiz
temizlenmelerini sağlayıverdi. Bir de ayaklarınızı sağlam basasınız diye. Yâni
mü’minler hem maddî hem de manevî yönden tam bir temizlik, tam bir hazırlık
içinde savaşa girdiler.
Gökten Rabbimizin indirdiği o
suyla bastıkları kumsal bölge sertleşti ve ayaklarını sağlam bastılar. Kalpleri
sabır ve dirençle pekiştirildi ve böylece ayaklarını sağlam bastılar. Allah için
giriştikleri bu savaşta Allah’ın açık lütuf ve desteklerine şâhit olarak düşman
karşısında ayak direyip tabansızlık göstermediler, kaçmayı düşünmediler. Evet
içleri temiz, dışları temiz, içlerinde ve dışlarında imandan başka bir şey
bulunmadığı halde, kalplerinde Allah yolunda olabilmenin, Allah yolunda
ölebilmenin en üst derecesini yaşar bir vaziyette ayaklarını sağlam bastılar.
Bakın Rabbimiz bir başka şey gönderiyor onlara:
12. “Rabbin meleklere, “Ben
sizinleyim, inananları destekleyin” diye vahy etti. “Ben inkâr edenlerin
kalplerine korku salacağım, artık onların boyunlarını vurun parmaklarını
doğrayın" dedi.”
Rabbin, meleklere: Ben sizinle
beraberim! Ben sizinleyim! Ben sizin arkanızda ve desteğinizdeyim! Sizler
mü’minleri destekleyin! Mü’minlerin yardımında olun! diye vahy etti.
Düşünebiliyor musunuz? Bir tek melek ki tek başına bir şehri, bir ülkeyi
kanadıyla altüst edebilecek şekilde yaratılmışken, Rabbimizin arşını 8 melek
taşıyorken onların güçlerini, kuvvetlerini düşünebilmemiz gerçekten mümkün
de-ğildir. İşte böyle güçlü meleklerine bir de üstelik Rabbimiz siz yürü-yün!
Ben sizinle beraberim! Ben sizin desteğinizdeyim! ifadesini kullanıyorsa
meselenin ciddiyetini anlamaya çalışın.
Ey meleklerim, mü’minlerin yardımında
olunuz! Mü’minlerin desteğinde olunuz! Müminlere cesaret ve sebat veriniz!
Mü’minlerin gözlerine birer savaşçı bahadır olarak görünerek onlara moral
kazandırın ki onlar kâfirler karşısında ayaklarını sağlam bassınlar! Onların
kalplerinde karşılarındaki kâfirlere karşı en ufak bir korku, en ufak bir
çekinme kalmasın. Onlar büyük bir cesaret, büyük bir heyecanla Bana doğru,
cennete doğru, şehadete doğru koşsunlar. Benim yolumda ölüm onlar için oğul balı
olsun. Şehadet gerçek hayat olsun. Cennetin kokusunu teneffüs edip koşar
adımlarla ona doğru yönelsinler. Bir yarış içinde olsunlar buyurarak Rabbimiz
meleklerini görevlendiriyor, gönderiyordu.
Ayrıca Rabbimiz Ben kâfirlerin kalbine
korku salacağım bu-yuruyor. Bu da Müslümanlara ayrı bir desteğiydi Rabbimizin.
Böyle bir durumda aslında neredeyse mü’minler hiçbir şey yapmasalar bile savaş
mü’minlerin lehine sonuçlanacaktır. Müminlere büyük bir cesaret, kâfirlerin
kalplerine de bir korku, bir ürkme, bir yılgınlık veriyor Rabbimiz. Daha önce
hazırlanan şartlar zaten mü’minlerin lehine ve kâfirleri mahvedecek biçimde
tezahür ediyordu. Mü’minler ayaklarını sağlam basarlarken, ne adına? Kim adına?
Hangi neticeyi elde etme adına bir savaş verirlerken, sonunda cennet
kazanacakları bir kavganın içine girerlerken, kâfirler ne adına savaştıklarının
bile farkında değiller. Böyle bir karmaşa içinde, böyle bir korku ve tedirginlik
içinde savaşa çıkan kâfirlerin ellerinde en modern silahları bile olsa hiç bir
işe yaramayacaktır. Müslümanlar da bu kadar cesaretli ve nereye bastıklarının
bilincinde iken kesinlikle bilelim ki cesaretin, kararlılığın karşısına
çıkabilecek hiç bir silah yoktur. Rasulullah efendimizin bir hadislerinde bana
bir aylık mesafeden düşmanlarımın kalbine korku ile yardım edildi buyurması da
işte bunu anlatır.
Evet Müslümanların ayakları sapasağlam
basarken kâfirlerin ayaklarının altı çamur haline gelmiş. Ne yaptıklarını,
nereye bastıklarını bilemez olmuşlar. Kalplerinde hiçbir rabıta kalmamış. Çünkü
Allah kalplerine bir korku, bir yılgınlık atmış ve şeytanın pislikleri her
yönden onları kuşatıvermiş. İleride gelecek, şeytan onları bu savaşa teşvik
etmiş. Ama tam savaşın başlayacağı bir sırada Müslümanların safında, Allah’ın
meleklerini görünce ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben sizden
beriyim. Vay bugün Müslümanlardan çekeceklerinize, diyerek onları yüzüstü
bırakarak kaçıp gitmiş. İşte böyle bir ortamda pis olan kâfirler, zâlimler orada
kaldılar.
Evet bütün bu yönlerden
kıyaslandığı zaman İslâm ordusu küfür ordusu karşısında zafer kazanmaya
lâyıktır. Bu durumda sadece sayısal bir azlığın çok fazla bir önemi
olmayacaktır. Kendilerine yardımcı olarak gönderilen melekleri saymazsanız,
Allah’ın bizzat kendi desteğini hesaba katmasanız görünüşte bir azlık söz
konusudur. Ama işin iç yüzüne bakıldığı zaman böyle Allah ve melekleri
desteğindeki bir iman ordusu karşısında durabilecek hiçbir küfür ordusu yoktur.
Ey meleklerim, onların boyunlarının
üzerine vurun. Ve onların her parmağına vurun. Acaba melekler bu savaş içinde
nasıl bir rol aldılar? Rabbimizin bu emirlerini nasıl gerçekleştirdiler? Bu
konuda açık rivâyetler olmadığı için bunu net olarak bilemiyoruz. Şu kadarını
söyleyebiliyoruz ki; onlar İslâm ordusunun kâfirlere yaptığı darbelerin tam
İsâbet edip yerlerine gelmeleri anlamında bir yardımları mutlaka olmuştur.
Ayrıca karşıdaki kâfirlerin sindirilmeleri, etkisiz hale getirilmeleri için bu
melekler Allah’ın yardımıyla yapmaları gerekenleri yap-mıştır. Bu konuda
kitabımızın başka bir yerinde ve Rasulullah efendimizin sünnetinde açık seçik
bir bilgi ulaşmadığı için ancak bu kadar söyleyebiliyoruz.
Meleklerin kâfirlerin
boyunlarının üzerine vurması bizzat onları öldürdü mü? Yoksa onları etkisiz hale
getirdi de mü’minler mi öldürme işini tamamladı bunu
bilmiyoruz.
Her parmaklarına vurunuz ifadesini de
böyle anlıyoruz. Bir in-sanın boynunun üzerine vurulduğu zaman aslında o insan
etkisiz hale gelir. Bir nevi baygınlık haline gelir. Parmakların üzerine
vurulduğu zaman da, savaş esnasında en çok kullanılan parmaklar artık işe
ya-ramaz hale gelir ki işte böylece melekler kâfirlerin tümüyle etkisiz hale
getiriyorlardı. Tabii bu arada mü’minler mutlaka savaşa devam ettiler. Ama
onlara düşen sadece armut toplamak türünde bir görevdi. Boyunlarına ve ellerine
meleklerin vurdukları darbelerle etkisiz hale getirilmiş kâfirleri kesmek
türünde bir görev yapmışlardır.
Tabii Rabbimiz zâhirde bunu böyle
göstermedi. Niye? Çünkü mü’minler bu savaşta büyük bir kahramanlık gösterisinde
bulunsunlar, gerçekten bir şeyler yaptıklarını görsünler de cesaretleri artsın
diye. İşte burada Rabbimiz bize bu işin perde arkasını anlatıyor. Ama görünürde
kâfirler mü’minlerin üzerine, mü’minler de kâfirlerin üzerine yürüyor ve savaş
meydanında kıyasıya bir mücâdele sürüyordu. Ama Allah katında bu savaşın
neticesi belliydi. Rabbimiz bu savaşın sonunda hakkı galip getirecek, İslâm’a ve
Müslümanlara izzet ve şeref kazandıracaktı. Orada bir avuç Müslümanı helâk
etmeyecekti. Onların nesillerinden kıyâmete kadar mü’minler gelecekti.
Kâfirlerin de tamamı helâk edilmeyecekti. İçlerinden belli bir kısmı helâk
edilecek geriye kalanlardan ileride Müslüman olanlar çıkacaktı.
Evet netice belliydi. Neticesi
belli olan bir savaş yapılıyordu. Ve bu savaşta iki taraf vardı. Birisi Allah,
diğeri de Allah düşmanı kâ-firler. Mü’minler de Allah safında yer almışlardı.
Allah müminlerle bir-likte ordularını getirmişti. Niçin? Kâfirler kıyâmete kadar
Allah’la savaşılamayacağını bilsinler diye. İşte görüyoruz ki bu savaşı bizzat
Allah kendisi hazırladı. İki tarafı da savaş meydanına kendisi getirdi. Peki ne
içindi bu?
13,14. “Bu, onların Allah'a ve
peygamberlerine karşı koy-malarındandır. Kim Allah'a ve peygamberine karşı
koyarsa, bilsin ki, Allah'ın cezası şiddetlidir. İşte bunu tadın, in-kâr
edenlere cehennem azabı da vardır.”
Allah ve Resulüne karşı düşman
olmalarındandı. Allah ve Re-sulüne karşı başka bir şık, başka bir alternatif
olmalarından, oluşturmalarındandır. Kim ki Allah ve Resulüne karşı bir şık, bir
cephe, bir alternatif olursa hiç şüphesiz ki Allah ikabı, cezalandırması çok
şedit olandır. Onun karşısında herhangi bir gücün durması, herhangi bir silahın
dayanması mümkün değildir.
İşte böyle. Haydi tadın bakalım
Allah’ın azabını. Varın bakalım Allah’ın azabının tadına. Bugüne kadar Allah’ın
nîmetlerinin tadına baktınız hainler. Hep Allah’ın nîmetleriyle Allah’a kafa
tutmaya alıştınız. Hep Allah’ın nîmetleriyle Allah kullarına düşmanlık yaptınız.
Allah’ın arzında, Allah’ın mülkünde Allah’a hayat hakkı tanımadınız. Allah’ın
mülkünde Allah yasalarına söz hakkı tanımadınız. Allah’ın arzında Allah’ın
mü’min kullarına hayat hakkı tanımadınız. Allah kullarının Allah’a kulluk
merkezi olan mescitlerini harap ettiniz. Kâbe’yi putlarla doldurup mü’minlerin
oraya girmelerini yasakladınız. Rabbi-niz hep size lütuflarda bulunduğu halde
siz O’na ve dinine karşı düş-manca bir tavır sergilediniz. Nîmetleriyle
yaşadığınız Rabbinize iman ve şükür gereği duymadınız. Ama bu Allah aynı zamanda
ikabı, azabı, yakalaması da çok şedit olandı. İntikam sahibi bir Allah’tı. Haydi
şimdi bir de Allah’ın azabının tadına bakın bakalım. Hem de küçümsediğiniz,
değersiz gördüğünüz mü’minler eliyle böyle bir öldürülüşle öldürülerek tadın
azabı.
Bu sizin dünyada tadacağınız azaptır.
Ama unutmayın ki kâfir olarak yaşayıp da kâfir olarak ölenlerin bir nasipleri
daha vardır. Tadına bakacakları bir azapları daha vardır ki o da kıyâmet günü
görecekleri cehennem azabıdır. Evet işte Rabbimiz bu âyetlerini savaş meydanında
hem müminlere gösterdi hem de kâfirlere gösterdi. Neden? Kâfir olmak isteyen
bilerek kâfir olsun, mü’min olmak isteyen de bilerek mü’min olsun diye. Allah ve
Resulüne şık olmak, şak olmak, ayrılmak, cephe olmak, muhalefet etmek, düşmanlık
etmek ne demekmiş? Bunu herkes anlasın ve bilsin diye.
Evet yeryüzünde hiç kimse
Allah’ın nîmetleriyle bir hayat yaşarken O’na düşmanlığı savunabilecek bir
delil, bir mâzeret bulamaz. Allah’ın nîmetleriyle O’na kulluğu ön plana
çıkaracağı yerde, O’na te-şekküre yöneleceği yerde, O’na düşmanlığa kalkışmanın
hiçbir mantığı yoktur. Yâni kâfirliğin hiçbir tutarlı ve hayırlı yönü yoktur.
Kâfirler ve müşrikler ne bu dünyada, ne de âhirette insana hiç bir kâr
sağla-maz. Onun içindir ki bu kâfirlerin niçin kâfirliği tercih ettiklerini
anlamak gerçekten mümkün değildir.
15. “Ey
İnananlar! Savaş için ilerlerken, inkâr edenlerle toplu halde karşılaştığınızda
onlara arkanızı dönmeyin.”
Ey mü’minler, ağır ordular
halinde kâfirlerle karşılaştığınız za-man, sizden sayıca üstün olarak karşınızda
saf tutmuş olan kâfirlerle buluştuğunuz zaman, onlara asla arkanızı dönmeyin.
Allah’ın değişmeyen yasalarından birisi de işte budur. Tarih boyunca hep böyle
kâfirler sayısal yönden çok, mü’minler de hep az olagelmişlerdir. Allah
safındaki mü’minler bazen kendilerinin beş katı, bazen on katı, bazen yirmi katı
kâfir karşısında Allah’ın yardımıyla zafere nail olmuşlardır. Tarih bunun
örnekleriyle doludur. Bu yasalarını Allah her devirde göstermiştir. Bir avuç
Müslümana koskoca güçler karşısında, Allah zaferi tattırmıştır. İşte şu anda da
yeryüzünün en güçlü ordusu denen Ruslar karşısında bir avuç Çeçenlerin
zaferlerini görüyoruz. Rabbimiz kâfirlerin kalplerine atmış olduğu korkuyla, hiç
savaşsız kâfirleri anlaşma masasına bile oturtmuştur.
İşte bütün bunları, bütün bu Allah
desteklerini gören müslü-manlar hiç bir düşman ordusu karşısında arkasını dönüp
kaçmamalıdır. Çünkü düşmanlarıyla savaşan bizzat Allah’tır. İman küfür
savaşlarının iki tarafı, iki cephesi vardır. Bunlardan birisi Allah cephesi,
ötekisi de kâfirler cephesi. Yâni savaşmak üzere Müslümanlarla karşı karşıya
gelen kâfirler Müslümanlardan önce Allah’la karşı karşıya gelmektedirler.
Mü’minler bu savaşta taraf değil, sadece Allah safında bulunmaktadırlar. Yâni
anlıyoruz ki kâfirler önce Allah’ı yenecekler sonra da mü’minleri yenecekler.
Allah’ın mağlup edilmesi mümkün olmayacağına göre Allah yasalarına riayet eden
mü’minlerin böyle bir savaşta yenilmeleri de mümkün olmayacaktır.
Evet Allah müminlerden bir tavır
istemektedir. Rabbimizin mü’-minlerden istediği tavır şudur: Onlar kâfirler
karşısında dimdik dura-caklar ve kendisine güvenecekler. İşte mü’minlerden bu
istenmek-tedir. Ve işte Rabbimiz mü’minlerin sadece kendisine güvenip dayanarak
bu savaşa girmelerini sağlamak için bazen iki tarafın sayılarını, sayısal
güçlerini birbirlerine ters bir şekilde göstermektedir. Savaş başlamadan önce
iki tarafın da savaşa böylece teşvik edildiğini görüyoruz. Yeter ki savaşa
başlansın. Çünkü savaş başladıktan sonra zaten Müslümanlar lehine sonuçlanacak,
zaten kazanılacaktır.
Eğer Allah safındaki, Allah
desteğindeki mü’minler Allah’ın istediği şekilde bu savaşa girmişlerse,
Rablerine güveniyorlarsa, savaşın sonucunu Allah’ın belirleyeceğine inanıyorlar
ve düşman karşısında kaçmayı akıllarının ucundan bile geçirmeyerek sabırla
şehadeti ve cenneti hedeflemiş olurlarsa, Allah’ın rızası adına ebedî dirilik
olan ölüme, şehadete koşabilirlerse o zaman kesinlikle bilelim ki Allah on-lara
zaferi nasip edecektir. Böyle bir iman ordusunun sayısı ne kadar da az olursa
olsun, karşısında durabilecek hiç bir güç ve kuvvet yoktur.
Çünkü bu ordu sadece
mü’minlerden ibaret değildir. Allah ve melekleri o ordunun safındadır.
Allah’ın rüzgar, yağmur, yıldırım vs. tüm orduları o mü’min ordunun safında ve
kâfirlerin karşısındadır. Kâ-firlerinse tek dostu şeytandır. Şeytanınsa
mü’minlere verebileceği hiç bir zararı da, kâfirlere verebileceği hiç bir
desteği yoktur. Bakın Rab-bimiz son derece açık ve net bir biçimde Mücâdele
sûresinde şöyle buyurur:
“Allah, “Andolsun ki ben ve
peygamberlerim üstün geleceğiz” diye yazmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir.
Güçlüdür.”
(Mücâdele 21)
Evet bu bir yasadır. Yeryüzünde
değişmeyen bir yasadır. Öy-leyse peygamber ve peygamber yolunun yolcuları
Müslümanlar kâfirler karşısında sabredecekler, direnecekler, dayanacaklar,
yılgınlık göstermeyecekler. Müslümanlar eğer düşmanları karşısında Allah’ın
kendilerinden istediğini yerine getirirlerse kesinlikle bilelim ki Allah da
onlara karşı yardımını gönderecektir. Ve sonunda zafere ulaşacak olanlar
mü’minler ve helâk olacak olanlar da kâfirler ve müşrikler
olacaktır.
16. “Tekrar
savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı
dışında, o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah’tan bir gazaba uğramış olur.
Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür!”
Evet sayısal oran ne olursa olsun
Müslümanlar asla kâfirler karşısında sırt dönüp kaçmayacaklar. Ancak bunun iki
istisnası anlatılıyor burada. Hem böylece Müslümanlara bir savaş taktiği de
öğretiliyor. Evet böyle neticesi belli olan, kesinlikle Müslümanlar lehine
so-nuçlanacak bir savaş ortamında kişi, düşmânâ sırt dönüp kaçacak olursa ona
verilecek cezayı da Rabbimiz âyetin sonunda anlatıyor. Ama önce kâfirler
karşısında arka dönmenin iki istisnası gündeme getiriliyor.
Bunlardan birincisi savaş için
bir taktik uygulayandır.
Şu anda Çeçenistan’daki
kardeşlerimizin yaptığı gibi önce kaçar gibi, geri çekilir gibi yaparak düşmanı
aldatan, düşmanı içeriye doğru çekerek vur kaç taktiği uygulayarak düşmanı
darmadağın edenler bunun dışındadır. İşte bu ve buna benzer savaş taktikleri
uygulamak üzere düşman karşısında geri çekilmek müstesnadır.
İkincisi de, başka bir savaş birliğine
katılmak üzere hareket edenler de bunun dışındadır. Onlar da kaçıyor
değillerdir. Meselâ bir birliktekilerin ekserisi doğrandı, çok az sayıda mücahit
kaldı. O kalan Müslümanlar bir başka İslâm birliğine katılarak onlarla birlikte
çarpışmak üzere, savaşa devam etmek üzere bir taktik uygulaması içine
giriyorlarsa işte bu da müstesnadır.
Savaş alanında yana doğru, sağa
sola doğru gitmek de bir savaş taktiği olarak bunun dışındadır. Yine savaşmaya
devam etmektedirler. Zafere ulaşana veya şehadete ulaşana kadar oradadırlar.
Yine savaş topluluğunun emiri, kumandanı nihaî emrini verinceye ka-dar ordunun
içinden ayrılmayacaklardır. İşte bu savaş taktikleri hariç, kim de düşman
karşısında yılgınlık gösterip, korkak davranıp sırt dönerek kaçarsa o Allah’tan
bir gazaba uğramıştır.
Artık ben de Müslümanım diyen bir
kimse için her hangi bir kurtuluş söz konusu olmayacaktır. Neden? Çünkü Allah’ın
bizzat destek verdiği, meleklerin, yağmurun onlarla birlikte savaşa katıldığı
bir savaş ortamından kaçıp gitmek gerçekten düşünülebilecek bir şey değildir.
Allah ordusunun içinden kaçan bir kimsenin vebalini bir düşünün. Bu adam resmen:
Ey Allah’ım! Sen bu kâfir ordu karşısında asla galip gelemezsin! Allah’ın
yenilebileceğine itikat etmiş, imanını kaybetmiş ve Allah’ın gazabına maruz
kalmış demektir bu kişi ve işte böyle bir kimsenin Me’vâsı, sığınağı, barınağı
da cehennemden başka bir yer değildir. O ne kötü bir varış yeri? Ne kötü bir
sığınaktır? Rabbimiz bu genel yasalarını ortaya koyarken yine Bedir’de
Müslümanlar lehine gerçekleşen ve Müslümanların göremediği bir takım yasaları da
gündeme getirir.
17. “Onları siz öldürmediniz
fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı. Allah
bunu, inananları güzel bir imtihana tâbi tutmak için yapmıştı. Doğrusu O işitir
ve bilir.”
Ey Müslümanlar, onları, o
kâfirleri siz öldürmediniz. Fakat o kâfirleri Allah öldürdü. Gerçekten savaşın
tüm şartları Allah tarafından hazırlanmışsa, Allah meleklerini göndererek
Müslümanlara destek vermişse, müslümanların kalplerine cesaret ve sebat
vermişse, yağmurla Müslümanların imdadına yetişmiş, böylece Müslümanları
temizlemiş, kalplerine büyük bir rabıta vermiş, bu arada yine mü’minler le-hine
kâfirlerin kalplerine de bir korku ve tedirginlik salmışsa, sonunda ortaya serilmiş şu kâfir leşleri
Allah’ın bu lütufları sonucunda meydana gelmişse şimdi siz söyleyin onları Allah
öldürmemiş de kim öldürmüştür? Gerçi kılıcı sallayanlar, okları atanlar zahirde
Müslümanlardır ama öldüren Allah’tır.
Attığın zaman sen atmadın, lâkin
Allah attı. Tefsirler savaşın başlangıcında Rasulullah efendimizin uzunca bir
dua ederek eline bir avuç kum alıp kâfir ordunun üzerine attığını, o kumlardan
her birinin bir kâfirin gözüne gittiğini anlatmışlar. Tabii Firavun ve ordusu
karşısında Mûsâ (a.s) nın Asasını denize vurması gibi Rasulullah efendimizden de
bir kulluk bekleniyordu. Ondan da bir hareket isteniyordu. Rasulullah efendimiz
de işte bunu yaptı. Allah da gerisini tamamlayıverdi.
İşte sana atma emrini veren Allah’tı.
Allah emretti, sen de attın. Attığını hedefine ulaştıran Allah’tı. Sizi galip
getiren Allah’tı. Do-layısıyla size bu konuda bir şeref payesi yoktur. Yâni bir
okun, bir kı-lıcın, bir silahın onu kullanan kimseye karşı durumu neyse, o
Müslümanların Allah’a karşı durumu hattâ onun da altındadır. Kılıç, silah, ok
nasıl onu kullananın emrindeyse Müslümanlar da Allah’ın emrindedirler. Öldüren
silahtır, öldüren kılıçtır ama öldüren onu kullanandır değil mi? Savaşı şu kılıç
kazandı. Düşmanı şu ok öldürdü demeyiz. Ben kazandım, biz öldürdük deriz. İşte
aynen bunun gibi öldüren Müslüman’dır ama öldüren Allah’tır. Çünkü her şey
Allah’ın dilemesi ve yaratmasıyla gerçekleşmektedir.
İşte Rabbimiz böylece
Müslümanları güzel bir imtihanla im-tihan etmeyi murad etti. Onlara güzel bir
zafer tecrübesi kazandırmak istedi. Belâ kelimesi hem deneme, sınama anlamına,
hem de daha güzel bir noktaya getirme anlamınadır. Rabbimiz böylece mü’minleri
hem denedi, imtihan etti, hem de onları bulundukları durumdan çok daha güzel bir
konuma getirdi. Evet Müslümanlar bu olayların tümünü orada yaşadılar. Allah’ın
kendilerine olan lütuflarının bazısını gör-memiş olsalar bile ama Rablerinin bu
lütuflarını hissettiler.
Tabii böyle bir savaş meydanında
bulunulmadıkça o ortamda Allah âyetlerinin, Allah yasalarının nasıl
hissedildiğini, gönüller üzerinde nasıl tesirler meydana getirdiğini anlamak da,
anlatmak da mümkün değildir. Ancak bunu şöyle izah edebiliriz. Meselâ namaz
kıl-mayan, namazı tanımayan bir insana namaz içerisinde insan gönlünün duyduğu,
insan derisinin hissettiği, benliğinin yaşamış olduğu zevki anlatabilmek mümkün
değildir. İşte Rabbimiz savaş meydanında kendi safında savaşan mü’minlere bu
âyetlerinin, bu desteklerinin tamamını hissettirerek, gönüllerinde yaşatarak
onların zaten Rablerine bağlı olan gönüllerini daha sıkı, bağlı bir hale
getirdi.
Mü’minler gerçekten çok güzel
sınavdan geçirildiler. Bu sınav onları daha güzel mü’minler haline getirdi.
Allah’a İmanları arttı, güvenleri arttı, teslimiyetleri arttı, gönülleri Allah’a
daha bağlı hale geldi. Ayaklar Allah yoluna gidebilmeye, eller Allah yolunda
vurabilmeye, gözler cenneti daha güzel görebilmeye götürüldü. Meselâ gelip o
Müslümanlardan birisi Rasulullah efendimize soruyordu. Ey Allah’ın Resulü, şimdi
ben burada öldürülürsem karşılığında ne vardır? Resulü Ekrem buyuruyordu ki
cennet. Efendisinden aldığı bu müjdeyle yerinde duramaz hale gelen o sahâbe de
diyordu ki şu ağzımdaki hurmaları yiyecek zaman kadar bile cennetten uzak
kalmamalıyım. Sonra ileri atılıp şehadet şerbetini içip, cennete
uçuveriyordu.
Gerçekten orada onlar Allah’ı
görmeseler bile görmüş gibi ol-dular. Veya en azından Allah’ın kendilerini görüp
gözettiğini, rızasıyla, ihsanıyla kendileriyle beraber olduğunu yaşadılar,
hissettiler. Cenneti görmemiş olsalar bile sanki görmüş gibi oldular, kokusunu
duydular. Bizler de şu anda uzaktan o havayı teneffüs eder gibi oluyoruz değil
mi? Böylece bizlerin de gönüllerimiz Rabbimize daha bir güven ve bağlılık
kazanıyor. Bir de bunları bizzat yaşayanları düşünün. İşte on-lar için bunlar
imtihanların en güzeliydi.
Muhakkak ki Allah işitendir, bilendir.
Safındaki mü’minlerin du-alarını, kendisine yalvarıp yakarışlarını, zafer
isteyişlerini, o anda, sa-vaş meydanında gönüllerde cereyan eden nice
heyecanları, nice di-lekleri, dile getirilmeyen nice duyguları işitiyordu,
biliyordu ve aynıyla onlara icâbet ediyordu. Mü’minlerin sığınmalarını,
dualarını bilen ve işiten Allah, aynı zamanda azgın müşriklerin söylediklerini
de biliyor ve işitiyordu. Bazen onların söylediklerine karşı ne yapacaksa, nasıl
bir mukabelede bulunacaksa yapıyordu. Yâni o andaki olup biten tüm ayrıntıları,
gerek iki tarafça dile getirilen, gerekse dile getirilmeyip gönüllerde
taşınanları, savaş öncesi hazırlıkları, savaş sonrası olup bitecekleri tüm
ayrıntılarıyla bilen ve işitendi Allah. Her şey O’nun bil-gisi ve kontrolü
altındaydı.
18. “İşte bu, Allah'ın
inkârcıların düzenini zayıflatıp yok etmesidir.”
İşte yasa böyledir. Allah yasası
böyledir ve bu Allah yasasından asla kurtuluş yoktur. Allah kendi adına, kendi
safında savaşan müminlerle beraberdir. Allah mü’minlerin desteğindedir. İşte
Allah yasası böyledir. Allah kâfirlerin karşısındadır. Kâfirler Allah’ın
düşma-nıdır.Kâfirler, müşrikler Allah’a karşı cephe açmış zavallı kimselerdir.
Müminlerse gücün, kudretin, izzet ve şerefin, zafer ve galibiyetin Allah katında
olduğuna inanmış ve bu inanç istikâmetinde bir hayat yaşa
yan bahtiyar ve şerefli
insanlardır. İşte yasa böyledir. Bu Allah yasasını değiştirebilecek hiçbir güç
ve kuvvet yoktur.
Allah kâfirlerin tüm tuzaklarını, tüm
hilelerini, mü’minler aleyhine kurdukları tüm komplolarını, tüm plan ve
programlarını bozacak, boşa çıkaracak, zayıflatacak, etkisiz hale getirecektir.
Ama dikkat ederseniz Rabbimiz burada ve kitabımızın değişik yerlerindeki
âyetlerinde onların hilelerini tamamen ortadan kaldıracağım, tamamen yok
edeceğim demiyor da onlara vehim vereceğim, gevşeklik vereceğim diyor. Çünkü
onların ellerini, kollarını kırarak, onları tamamen etkisiz hale getirerek biz
Müslümanların onlar karşısında emin bir vaziyette bir kenarda oturan miskinler
olmamızı istemiyor. Kâfirler karşısında elbette bizim de yapacağımız bir şeyler
olacak ve böylece bizler de kendimizi diri ve canlı tutacağız.
Yâni Mûsâ (a.s) gibi bizler de
elimizdeki asayı denize vurmak, veya Rasulullah efendimiz gibi yerden kum alıp
onların üzerine atmak, esbaba tevessül etmek zorundayız. Cihad meydanına çıkmak
ve onlar karşısında kılıç sallamak zorundayız. Bizim ortaya koyduğumuz bu
hareketle onların tüm çabaları, tüm hazırlıkları, tüm plan ve programları
Rabbimiz tarafından boşa çıkarılacaktır.
19. “Ey inkârcılar! “Zafer
istiyorsanız, işte zafer geldi size; (Aleyhinize çıktı). Peygamberlere karşı
gelmekten vazgeçerseniz sizin iyiliğinize olur, yok, tekrar dönerseniz biz de
döneriz; topluluğunuz çok da olsa size hiçbir fayda vermez. Allah inananlarla
beraberdir.”
Ey kâfirler, eğer fetih, eğer
zafer istiyor idiyseniz işte size fetih geldi. İş aleyhinize çıktı. Hani sizler
bu savaşa çıkmadan önce Kâbe’nin avlusunda Kâbe’nin Rabbine dua dua
yalvarmıştınız. Ey Kâbe’nin Rabbi, iki taraftan hangisi haklıysa, hangimiz
haktaysak bu savaşta o tarafı galip getir de kimin haklı, kimin haksız olduğunu
an-layalım diye yalvarıp yakarmıştınız. İşte şimdi Allah haklı tarafı galip
getirdi. Fethetmeyi arzu ediyordunuz, işte fethedildiniz. Öldürmek
is-tiyordunuz, işte öldürüldünüz. Galip gelmek istiyordunuz, işte mağlup
oldunuz.
Rabbimiz burada gerçekten kâfirlerin
aklını başına getirecek bir uyarıda bulunuyor. Alay vari bir uyarıda bulunuyor.
Kâfirlerin Müslümanlar lehine dua ettiklerini ortaya koyuyor. Rabbimiz
mü’minlerin galibiyeti için her şeyi, bütün yasalarını onlar lehine uyguladı.
Halbuki kâfirler ya Rabbi yarın kim haklıysa ona yardım edip onu galip getir
derlerken elbette kendilerinin haklı olduklarını ve Allah’ın kendilerine yardım
etmesini, kendilerini galip getirmesini istiyorlardı. Ama madem ki bu işi
Allah’a havale ettiler, o zaman anlamalıdırlar ki işte zafer Müslümanlara nasip
edildiğine göre, haklı taraf Allah’a göre onlardır. Hakta olanlar Allah
tarafında olan Müslümanlardır. Aslında kâfirler de farkında olmadan
Müslümanların galibiyeti, kendilerinin mağlubiyetine dua ettiler.
İşte burada Rabbimiz onlara bunu
hatırlatarak buyuruyor ki Ey kâfirler, sizler haklı taraf için fetih
istiyordunuz ya, işte o fetih geldi. Haklı taraf galip gelsin diye dua
ediyordunuz ya, işte haklı taraf galip geldi. Fetih bekliyordunuz, ama bu fetih
istediğiniz gibi sizin beyinlerinizde patladı. Çünkü siz fethi haklı olan taraf
için istemiştiniz. Haklı olan tarafın Müslümanlar olduğu ortaya çıktı. Kâfir ve
müşrikler olarak da sizin haksız taraf olduğunuz anlaşıldı. Burada artık size
akl edip, akıllarınızı kullanıp bu küfür ve şirklerinizden, Allah ve Resulüne
cephe almaktan vazgeçmeniz düşmektedir. Bu inatlarınızdan vaz geçmeniz ve
Müslüman olmanız gerekmektedir. Eğer vazgeçerseniz bu sizin iyiliğinize, sizin
hayrınıza olacaktır. Yok eğer sizler bu gerçeği gözlerinizle görerek anladıktan
sonra tekrar yine eski küfrünüze, şirkinize, Allah ve elçisine karşı cephe
oluşturmaya dönerseniz kesinlikle bilesiniz ki Biz de döneriz.
Savaş öncesi dua dua yalvardıkları
Allah gözlerinin önünde haklı tarafı galip getirdi. O zaman bu neyi gösterir?
Demek ki haklı taraf müminlerdir. Tüm müşriklere gösterdi Allah bunu. Şimdi
böyle bir durumda ne yapmaları gerekiyordu bu müşriklerin? Küfür ve şirklerine
bir son verip, Allah ve Resulüne iman etmeleri gerekiyordu. İş-te Rabbimiz
onlara bunu tavsiye ederek buyuruyor ki; eğer Allah ve Resulüne düşmanlıktan
vazgeçerseniz bu sizin için hayırlı olacaktır. Rabbimiz her şeyi gözleriyle
gördükleri bu savaşta ölmemiş olanlara rahmet kapılarının açık olduğunu
müjdeliyor.
Ve işte bu uyarıyı alıp da
Müslüman olanlar hariç tekrar küfür ve şirklerine, Allah ve Resulüne
düşmanlıklarına dönenlere Allah’ta Uhut savaşında, Hendek savaşında ve diğer
savaşlarda tekrar döndü de hepsi geberip gittiler. Demek ki Allah’la savaşılmaz.
Bunu an-layanlar Müslüman oldular ve kurtuldular. En son Mekke’nin fethiyle tüm
müşrikler Müslüman oldular.
Evet böylece anlıyoruz ki Rabbimizin
savaşlarda şöyle bir yasası da vardır: Rabbimiz rahmeti gereği bir anda
kâfirlerin tamamını helâk etmiyor. Zaman zaman âyetlerini gösteriyor onlara,
yasalarını izlettiriyor. Niye? Bu âyetlerini gözleriyle görenler mü’min
olsunlar, Allah ordusu safına katılsınlar diye. Rahmeti ve merhameti gereği daha
çok insan cennete gitsin diye.
Sizin grubunuz, sizin topluluğunuz çok
da olsa kesinlikle bi-lesiniz ki bu size hiç bir fayda sağlamayacaktır. Ve hiç
şüphesiz ki Allah müminlerle beraberdir. Söyleyin Allah mü’minlerin desteğinde
oldukça mü’minlerin karşısında hangi güç, hangi ordu durabilir? Evet Rabbimiz
tekrar tekrar bunları kâfirlere hatırlatarak onlara karşı uyarısını sürdürüyor.
Bizler de şu anda Rabbimizin bu âyetlerini kâfirlere duyurarak onları İslâm’a ve
cennete kazandırma gayreti içinde olacağız. Rabbimiz tarihi böyle güzel bir
şekilde yorumluyor. Öyleyse bizler de bu gerçeklerin herkese duyurulmasıyla
yükümlüyüz. Evet Allah müminlerle beraberdir, Allah mü’minlerin desteğindedir,
ama bir şartla tabii. Neymiş o?
20,21. “Ey İnananlar! Allah'a ve peygamberine
itaat edin, Kuranı dinleyip dururken yüz çevirmeyin, dinlemedikleri halde
"Dinledik" diyenler gibi olmayın.”
Ey mü’minler Rabbinizin sizinle
beraber olmasını, sizin desteğinizde olmasını istiyorsanız, böyle bir zaferin
sizlere de müyesser olmasını istiyorsanız, diyerek şimdi de Rabbimiz sözü
mü’minlere çeviriyor ve bu sûre içinde defalarca, sık sık ey iman edenler
diyerek Rabbimiz Müslümanlara seslenişini sürdürecek görüyoruz. Bu hitap
Rabbimize aittir. Rabbimiz bizzat kendi has kullarına sesleniyor. Bunun sebebi
de kendisini bu hitabın muhatabı kabul eden herkes Allah’ın emirlerine koşsun ve
herkes Allah’ın isteklerine göre kendilerini düzeltsin
diyedir.
Ey mü’minler Allah’a itaat edin. Allah
ne diyorsa tamam de-yin. Allah ne diyorsa doğrudur deyin. Allah ne istiyorsa
kabulümdür deyin. Resulüne de itaat edin. Resul ne diyorsa, nasıl istiyorsa ona
akıl vermeye kalkışmadan tamam deyin. Allah ve Resulüne itaat etmeden, Allah ve
Resulünün istediği şekilde olmadan zaten Müslümanlık mümkün değildir.
İşittiğiniz halde, Allah ve Resulünün emirlerini, uyarılarını duyduğunuz halde
tevellâ edenlerden olmayın. Yâni dönenlerden, yüz çevirenlerden, kendi bildiğini
yapanlardan olmayın. Allah ve Resulünün buyruklarını duyup durduğunuz halde,
bilip durduğunuz halde onları bir tarafa bırakıp sanki hiç duymamış gibi kendi
hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya yönelenlerden olmayın. Kitabı
ve sünneti duyduğunuz halde, işittiğiniz halde kendi bildikleri gibi
yaşayanlardan olmayın. Kitap ve sünneti duyduğunuz halde kendi kuruntularınız
peşinde gitmeyin. Kitap ve sünneti bildiğiniz halde toplumun istediği, âdetlerin
istediği, tâğutların istediği bir hayata yönelmeyin. Bu âyetleri duyduğunuz
halde, bu âyetlerin muhatabı olduğunuz halde bile bile kendinizi cehenneme
atmayın.
İşitmedikleri halde işittik diyenler
gibi olmayın. Demek ki bir kısım insanlar varmış ki onlar duymadıkları halde
duyduk, işitmedikleri halde işittik diyorlarmış. Demek ki bir kısım insanlar
varmış ki onlar kalplerini, gönüllerini, dikkatlerini vererek dinlemiyorlarmış.
Dinler gibi görünüyorlar, kulak verir gibi görünüyorlar, bir takım harfler, bir
takım kelimeler onların kulaklarına çalınıyor ama o kelimelerin mânâlarını
anlamadıkları halde biz işittik diyorlar. Lâkin işittiklerinin, duyduklarının
tamamen aksini yapmaya yöneliyorlar. Biz bildiğimizi yaparız di-yorlar. Böyle
bir işitme Allah’a göre bir işitme değildir. Böyle anlamadan bir okuma da
Allah’ın istediği bir okuma değildir. İnsan Allah’ın kitabını okurken, dinlerken
can kulağıyla dinleyecek, okuyup dinlediğini anlamaya çalışacak, anlayamamışsa
soracak, soruşturacak iyice anlayıp iman ettikten sonra da gereğini yerine
getirmeye çalışacaktır.
22. “Allah katında, yeryüzündeki
canlıların en kötüsü gerçeği akl etmeyen sağırlar ve
dilsizlerdir.”
Muhakkak ki Allah katında
varlıkların en şerlisi, hayvanlar, sürüngenler, mikroplar da dahil canlıların en
kötüsü sağır ve dilsiz olanlardır. Vahyi duymayanlar, vahye karşı sağır ve
dilsiz kesilenler yaratıkların en şerlisidir. Aslında yarattığı tüm canlılar
için Rabbimiz belli bir yasa koymuştur ve tüm varlıklar onları yerine
getirmektedirler. Belki bu yaratıklardan kimilerinin kulakları da, dilleri de
yoktur ama Rabbimizin kendilerine verdiği içgüdüleriyle hareket etmektedirler.
Ki-tabımızın başka bir âyetinin beyanıyla her şeyin, her varlığın bir tes-bihi,
bir salâtı vardır. Varlıkların tamamı Rablerinin kendilerine yüklediği o
salâtlarını, o tesbihlerini yerine getirmektedirler. İşte tüm bu varlıklarla
kıyas edildikleri zaman onların en kötüleri, en şerlileri, en kötü bir konumda
olanları insanların sağır ve dilsiz olanlarıymış.
Kitap karşısında, peygamber
karşısında, Allah’ın vahyi karşısında sağır ve dilsiz kesilenler, kulaklarını,
dillerini, akıllarını kullanmak istemeyenlerdir. Allah’ın vahyine hakkıyla kulak
vermeyenler, verseler bile anlamaya yanaşmayanlar, anlamadan kulak verenler ve
gereğini yerine getirmeyenlerdir. Yâni Allah’ın vahyini nasıl duyması, nasıl
işitmesi gerekiyorsa öylece duyup işitmeyen insanlar. Tıpkı bir hayvan gibi
işitip anlamamak, anlamadan duymak insana yakışan bir özellik değildir.
Veya duyduğu, işittiği ve
anladığı bir şeyi sanki hiç duymamış gibi davranan, duyduğunun gereğini
yapmayan, yaşamayan kimse de onu hakkıyla duymuş sayılmayacaktır. Böyle bir
kimse sağır ve dilsizdir. Onun ağzından çıkan sözler Allah sözleri değildir,
vahiy değildir. Tamamen boş ve bâtıl sözlerdir. İnsan vahye mutâbık değerli
şeyler söylediği zaman, kelime-i tevhidi, Allah’a imanı söylediği zaman söz
söylemiş olur. Dilini Allah’ın istediği yerde kullanmayan kimsenin dili yoktur.
Bunlar, böyleleri akıllarını da
kullanmayan insanlardır. Akılda bir bağlanma, bir bağlılık ifadesi vardır. Hani
deveni sağlam bağla ve Allah’a tevekkül et buyuruyordu ya Allah’ın Resulü. Deve
bağlandığı zaman bağlanmış oluyor. Öyleyse Rabbimiz istiyor ki insan akl edecek,
aklını kullanacak, aklını bağlayacak hidâyete. Hidâyete tâbi olacak, hidâyet
kaynağı olan kitabın âyetlerini anlamaya, kavramaya ça-lışacak, Allah’ın
kendisine gönderdiği bu âyetlerin kendisine ne dediğini, kendisinden ne
istediğini anlamaya çalışacak ve bu âyetler istikâmetinde kendisini ıslah
etmeye, düzeltmeye gayret edecektir. Allah’ın kendisine verdiği akılla belli bir
çizgiye, belli bir özelliğe, insan olma vasfına sahip olmaya çalışacaktır.
Türkçe’deki uslanmak ifadesi de
bu anlamadır. Allah’ın kendisine verdiği aklını kullanmaya yanaşmayan kişi hem
kendisine, hem de çevresine zulmediyor demektir. Hem kendisine, hem de
etrafın-dakilere zararlı oluyor demektir. Aklını kullanmayan kimse duyduğu ve
söylediği şeylerin ne anlama geldiğini bilmeyen kimsedir. Kulağına neyin
gittiğinin, ağzından neyin çıktığının farkında olmayan kimsedir. Akıllarını,
kulaklarını ve dillerini Allah’ın istediği şekilde kullanmayan insanlar, kör bir
taklitten yana tavır alan maymunlar gibidirler. Bu insanların akılları
başkalarının cebinde olduğu için Allah’tan başka kim ne demişse ona tâbi
olurlar.
23. “Allah onlarda bir iyilik
görseydi onlara işittirirdi. Onlara işittirmiş olsaydı yine de yüz çevirirlerdi,
zaten dönektirler.”
Vahye karşı, Allah’ın kitabına ve
Resulünün sünnetine karşı akıllarını, duyularını kullanmak istemeyen, tüm
kapılarını, pencerelerini kapamış olan bu insanlarda zerre kadar hayır yoktur.
Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, onlarda zerre kadar bir adam
olma emaresi görseydi elbette onlara da işittirirdi. Rabbimizin ezelî ilmine
göre demek ki onlarda hiçbir hayır mevcut olmadığı için onlara işittirmiyor.
Şâyet Rabbimiz onlara işittirecek olsaydı yine işitmemiş gibi, hiç duymamış gibi
işittiklerinden yüz çevirip bildikleri gibi bir hayat yaşamaya yönelirlerdi.
Yine kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde yanlışlarına dönerlerdi. Burada
münâfık tipli insanlar anlatılıyor. Allah’ın vahyini duydukları halde yan çize
çize duymazlıktan, anlamaz-lıktan gelerek kendi bildikleri hayatı yaşamaya
yönelen kimselerin münâfıklıkları ortaya konuyor.
Tamam duyduk, tamam anladık
canım, sağır değiliz ya diyerek duydukları vahyin tamamen aksine bir hayata,
burunlarının doğrusuna giden insanlar anlatılıyor. İşte bunlar mahlukât
içerisinde en şerli, en kötü durumda olmayı isteyen kimselerdir. Allah’ın
kendisine yüklediği kulluğu yerine getiren bir sivrisinek bile bunlardan çok
üstündür. Çünkü bu adamlar yaratıcılarına, rızık vericilerine karşı hiçbir
görevlerini yerine getirmemektedirler. Allah’ı hayatlarına karıştırmıyorlar.
İşte bu durum, insan adındaki, insan görümündeki o varlığı tüm varlıkların en
şerlisi konumuna düşürmektedir.
24. “Ey inananlar! Allah ve
Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman icâbet edin. Allah'ın kişi
ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O’ nun katında toplanacağınızı
bilin.”
Ey mü’minler. Ey Gönlünü ve tüm
hayatını Allah’a vererek, Allah’ın tüm yasalarını kabul ederek, tasdik ederek
ebedî güveni hakketmiş kullarım. Ey Allah denilince, Allah buyuruyor denilince
kalpleri yatışmış olan kullarım. İnandığınız Allah ve Resulüne icâbet ediniz.
Allah ve Resulü sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman hemen icâbet
edin. Anlıyoruz Allah ve Resulünün çağırdığı şeylerin tamamı bize hayat veren
şeylerdir ve onlardan mahrum olanlar da ölüdür. Yine biliyoruz ki Kur’an’ın bir
adı da ruhtur ve bu ruhla ilişkisi kesilmiş insan ölüdür. Zaten irtidat eden,
Kur’an’dan irtibatını kesen kişi ruh hakkını, hayatiyet hakkını kaybettiği için
İslâm’da ölümü hakketmiş insandır.
Evet dünyaya karışmak üzere, hayata
karışmak üzere, kul-larının hayatına karışmak üzere, kullarına hayat
kazandırmak, kul-larını gerçek hayat olan cennete ulaştırmak üzere gönderdiği
tüm emirlerine icâbet edin.
Müslümanlar olarak bizler
Rabbimizin ve Resulünün tüm çağrılarına icâbet etmek zorundayız. Meselâ bakın
Rasulullah efendimiz sahâbeden birini namazdayken çağırır, o kişi de namazını
tamamlamadan Rasulullah’ın dâvetine icâbet etmez. Bunun üzerine Allah’ın Resulü
bu âyet-i kerîmeyi okur, veya bu olay üzerine âyet iner. Ama sebeb-i nüzûl
âyetin genel mânâsını sınırlandırmaz. Bu tefsirde genel bir yasadır.
Hangi konuda olursa olsun Allah
ve Resulü sizi neye çağır-mışsa, neleri emretmiş, neleri yasaklamışsa tümüne
icâbet etmek ve baş üstüne demek zorundayız. Eğer Allah ve Resulü bu kitabın
istediği bir hayatı yaşamaya çağırıyorsa hemen icâbet ediniz. Allah ve Resulü
savaşa çağırıyorsa hemen hiç beklemeden icâbet ediniz. Allah ve Resulü infaka
çağırıyorsa, sahip olduklarınızı Allah kullarıyla paylaşmaya çağırıyorsa hemen
icâbet ediniz. Allah ve Resulü neyi beğenmişse, sizler de hemen onu beğenin.
Allah ve Resulü nelerden uzaklaşmanızı istemişse hemen onlardan uzaklaşın. Allah
ve Resulü kitap ve sünnet karşısında dilsiz ve sağırlar kesilmeyin demişse hemen
bu tavrınızı değiştirin. Allah ve Resulü vahyi işitmedikleri halde işittik
diyenlerden olmayın demişse, olmayın. Allah ve Resulü kitap ve sünnete karşı
vurdum duymaz bir tavır takınanları mahlukâtın en şerlileri olarak vasf
etmişlerse, onlar gibi olmayın. Allah ve Resulüyle muvafakat halinde bulunun.
Allah ve Resulü neyi sevmişse siz de onu sevin, neye düşman olmuşsa siz de ona
düşman olun. Allah ve Resulünün razı olduklarından razı olup gazap ettiklerine
gazap edin... İşte Allah ve Resulüne icâbet budur.
Şimdi böyle yaptığımız zaman,
böyle yaşadığımız zaman bunun menfaati kime dokunur? Allah ve Resulü mü? Hayır.
Rabbimiz buyuruyor ki:
Sizi diriltecek, size hayat verecek,
sizi yaşatacak, sizi Allah’ın istediği ebedî diriliğe ulaştıracak buyuruyor.
Sizi gerçek dirilik hayatı cennete ulaştıracak. Öyleyse bunun sonunda
menfaatlenecek olanlar bizleriz.
Şunu da kesinlikle bilin ki, iman etmek
ve amele dönüştürmek üzere bilin ki; Allah kişi ile kalbi arasına havl yapar.
Allah kişi ile kalbi arasına engel olur. Çünkü Allah kişiye kendi kalbinden daha
yakındır. Allah insan ile kalbi arasına engel olur. Allah sadece insanın
kendisiyle başkaları arasına değil onun bizzat kendisi ile kalbi arasına girer
de insanı bir anda kalbindeki niyetlerinden ve amellerinden mahrum bırakır. Bir
anda insanın iradesini bozup tersyüz eder. İnsanın düşüncelerini, kanaatlerini,
zevklerini, hedeflerini değiştiriverir. Aklını, şuurunu yok ediverir. Kendi
kendini duymaz ve anlamaz hale getiriverir.
Allah, Mukallib el
Gulûptur. Kalpleri değiştiren, kalplere hükmedendir. Bir kimse Allah ve
Resulünün kendisine hayat kazandıracak, kendisini diriltecek dâvetlerine hemen
icâbet etmez, Allah ve Resulünün çağrılarına uyma duygusunu yitirir ve nefsinin,
hevâ ve heveslerinin çağrılarına, başkalarının çağrılarına icâbet etme eğilimi
gösterirse, başkalarının hayat programlarına, başkalarının yasalarına evet
demeye yönelirse Rabbimiz de onun kalbi üzerinde etkisini kuruverir ve artık
şerri, küfrü, şirki, pisliği, murdarlığı yazıverir de onların kalplerini bunları
sever bir hale gelir. Artık bir daha hakkı, doğruyu, İslâm’ı, imanı sevmez ve
asla bunlara dönemez hale gelir. Çünkü Allah, Muhavvil el
Gulûbdur. Kalplere egemen olan, onlara söz geçiren, onları evirip
çevirip dilediği hale sokandır.
Hani Rabbimiz kitabımızın bir
başka âyetinde şöyle buyuruyordu: “Ey peygamberim, sen yeryüzündekilerin
tamamını infak edip harcasaydın onların kalplerinin arasını telif
edemezdin.” O birbirlerini yemeye çalışan insanları sahâbe-i kirâm
olarak tek bir üm-met haline getiremezdin. İşte aynen burada olduğu gibi
Rabbimiz Allah ve Resulüne iman etmeye çalışan, Allah ve Resulünün dâvetlerine
icâbet etmeye yönelen o topluluğun kalpleriyle kendileri arasına girmiş ve
onların kalplerindeki tüm kini, düşmanlığı, yanlış duyguları kaldırıp onları
ümmet içinde en şerefli mü’minler haline getirivermiştir.
Burada Rasulullah efendimizin bir
duasını da hatırlayalım. Bizler Rabbimizin ve Resulünün istediği bir takım
eylemleri yapmaya çalışmakla birlikte sürekli bu duayı yapalım inşallah. “Ey
kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Sebbit galbi ala diynik. Benim kalbimi dinin
üzerine sabit kıl” İnşallah bu
duayı sürekli bizler de yapalım. Çünkü gönüllerimiz nelere bağlı değil ki?
Meselâ bir namazımız var, onda bile kalbimiz tümüyle Allah’a bağlı değil. Bir
orucumuz var, onda da tamamiyle Allah’a bağlı değiliz. Onun için biz de tıpkı
Rasulullah efendimizin istediği gibi Rabbimizden kalplerimizi dinine bağlamasını
isteyelim. Kalbimizle irtibatımız kesilmeden önce, canımız elimizden alınmadan
önce, fırsat elimizde iken Allah ve Resulünün dâvetine icâbet edelim.
Tirmîzi’nin rivâyetinde
Rasulullah efendimizin az evvel okuduğu duasını duyan sahâbe-i kirâm
efendilerimiz buyurdular ki: Ey Allah’ın Resulü, biz sana getirdiğin mesaja
inandığımız halde bizim için korkuyor musunuz? diye sorunca şöyle buyurdu:
“Evet, kalpler şanı yüce Allah’ın
iki parmağı arasındadır, onları evirip çevirir.”
Ve unutmayın ki sonunda O’na haşir
olacak, O’nun huzuruna getirileceksiniz. Hesabı O’na ödeyeceksiniz. Öyleyse
faturayı kendisine ödeyeceğiniz Rabbinizin istediği gibi küfürden, şirkten,
nifaktan, ihlassızlıktan, dünyaya bağlılıktan kurtulmuş tertemiz bir kalple
Rab-binizin huzuruna gitmeye bakın. İşte ancak o zaman hesabınızın kolay
olacağını düşünebilirsiniz. Eğer düşüncemiz, itikadımız, imanımız, amelimiz ve
kalbimiz bir uygunluk ifade ediyorsa işte o zaman kurtuluş söz konusu olacaktır.
Değilse bilesiniz ki sadece kalp temizliği de yetmeyecektir. Öyle değil mi?
Âyetin başında Rabbimiz Allah ve Resulüne icâbet edin buyurdu. Allah ve Resulü
ne istemişse öylece uygulayın, böylece dirilik kazanacaksınız .
25. “Aranızdan
yalnız zâlimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının, Allah'ın azabının
şiddetli olduğunu bilin.”
Öyle bir fitneden sakının, öyle
bir fitneden korkun, ürkün ki o aranızda sadece zâlimlere, zulmü, küfrü ve şirki
yürütenlere erişmekle kalmayacaktır. Yaş kuru demeden, günahkâr günahsız demeden
hepinizi saracaktır. Şunu kesinlikle bilesiniz ki Allah ikabı, azabı, yakalaması
çok şiddetli olandır.
Öyleyse kesinlikle bilelim ki
Müslümanlar olarak sadece kendimizi kurtarmamız, sadece kendi dirlik ve
düzenimizi sağlamamız bi-ze yetmeyecektir. Sadece sâlihler olmamız
yetmeyecektir, muslihler olmadıkça. Sadece kendimizi diriltmemiz yetmeyecektir
başkalarını da dirilticiler olmadıkça. Tıpkı Rasulullah efendimizin yaptığı gibi
ken-dimizi dirilttiğimiz gibi, bu âyetleri kendimize duyurduğumuz gibi insanlara
da götürmek zorundayız. Allah’ın kitabından ve Resulünün sünnetinden habersiz
oldukları için gerek kendilerine karşı, gerek ailelerine, gerek çevrelerine
karşı zulüm içinde bir hayat yaşayan insanlara karşı emr-i bil’maruf ve nehy-i
anil’münker görevimizi yerine getirmek zorundayız.
Şunu kesinlikle bilelim ki eğer
biz onlara karşı bu görevimizi yapmazsak, o zâlimlere İsâbet edecek
zulümlerinden bize de mutlaka bir pay ayrılacaktır. Bu pay ne kadar olacak? Bunu
Rabbimiz bizim kalbimize, eylemlerimize veya ihmallerimize, vurdumduymazlığımıza
göre ayarlayacaktır. Kötülüğü sineye çekmiş, günahkârlara karşı en ufak bir
tavır alamamış insanlar onlara gelecek azaba hazır olsunlar. Eğer bir toplum
içinde kötülük taraftarları kötülüklerini açıktan açığa işleyecek kadar cesaret
bulabilmişler ve mü’minler de onları baskı altında tutabilecek cesareti
gösteremiyorlarsa o zaman zaten yeterli belâ onlara gelmiş demektir. Kötülerin
kötülüğü, ahlâksızların ahlâksızlığı o toplum içinde yayılmış ve berikileri de
sarmış demektir. Böyle bir durumda Allah’ın azabı genelleşecektir. İşte
görüyoruz, hal dilden daha iyi anlatıyor.
26. “Yeryüzünde az sayıda
olduğunuz ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi esir alıp götürmesinden
korktuğunuz zamanları, hatırlayın. Allah, şükredesiniz diye sizi barındırmış,
yardımıyla desteklemiş, temiz şeylerle
rızıklandır-mıştır.”
Hatırlayın. Hani sizler çok
azdınız, yeryüzünde müs’taz’afdı-nız, aşağılanıyor, horlanıyordunuz. İnsanlar,
müstekbirler sizi zaafa düşürüyorlardı. İnsanlar sizi zayıf görüyorlardı.
Zâlimlerin, kâfirlerin baskıları altında bir takım fonksiyonlarınızı icra
edemiyordunuz.
Mekke, zulüm ortamında kâfirler
tarafından mü’minlerin düşürüldükleri durum anlatılıyor. Mekke’de kâfirler tüm
güçleriyle mü’min-lerin üzerine yükleniyorlar, onları bir kaşık suda boğmaya
çalışıyorlardı. Bazen bir yerlere hapsediyorlar, ekonomik ambargolar
uygulu-yorlar, bazen öldürüyorlar, bazen işkenceler altında inim inim
inletiyorlardı. İşte ey Müslümanlar, o ortamı bir hatırlayın. Kimi görevlerinizi
icra edemiyordunuz. İnsanların sizi esir alıp götürmelerinden korkuyordunuz.
Bana imanlarınızı gündeme getiremiyor, Benim yüceliğimi açıktan açığa
haykıramıyor, ilân edemiyordunuz. İnandığınız gibi bir hayat yaşayamıyordunuz.
Kızgın kumlar üzerinde sürükleniyordunuz. İnsanların sizi kapıvermesinden korku
içindeydiniz...
Böyle bir zulüm ortamındayken, Allah
şükredesiniz diye, kendisine, kendisinin istediği gibi kulluk edesiniz diye sizi
oradan kurtarmış, Medine’de, dar’ul İslâm’da barındırmış ve zaferiyle sizi teyit
etmiştir. Sizi Allah ve Resulü egemenliğinde Medine özgür ortamına
ka-vuşturmuştur. Medine’de size güzel güzel rızıklar lütfetmiştir. Tabii o gün
için bu âyetin muhatabı o Müslümanlardı, ama kıyâmete kadar her bir dönem
Müslümanları bu âyetin muhatabıdırlar. Her çağın az olan, azınlıkta olan
Müslümanları Rabbimiz tarafından aynen onlar gibi desteklenmekte, az iken,
mus’taz’af iken, insanlar sizi kapıverecekler, boğuverecekler, tanklarıyla
üzerlerinize yürüyüverecekler diye tir tir titrerken sizi onların elinden
kurtaran, size güvenlik yurtları nasip eden de Rabbinizdir.
Öyleyse Allah’ın üzerinizdeki bu
büyük lütuflarını unutmayın. Bunu sürekli gündemde tutarak Rabbinize şükredin.
Rabbinizin verdiği nîmetleri O’nun istediği yerde kullanın. O’nun verdiği hayatı
O’-nun için yaşayın. Hayatı Allah için yaşamak zorunda olduğunuzu hep gündemde
tutun. Bunu sürekli gündemde tutuş kişinin Allah’la bağını artıracaktır. Evet
sürekli Rabbinizin size olan ihsanlarını gündemde tutun.
Çünkü O Allah sizi hoş şeylerden,
tayyibattan rızıklandırmış-tır. Yedikleriniz, içtikleriniz, giydikleriniz,
hanımlarınız, kocalarınız, çocuklarınız, bilginiz, imanınız, hidâyetiniz,
ömrünüz, hayatınız, geceniz, gündüzünüz, havanız, suyunuz her şeyiniz birer
rızıktır ve unutmayın ki onların tamamını size veren Allah’tır. Tüm bunları
Allah yolunda ve Allah’ın istediği gibi kullanın. O zaman umulur ki şükür
makamına erişmiş olursunuz. Yâni eğer bu makama ulaşırsanız o zaman Allah
yolunda başınıza gelen bir takım problemleri problem etmekten çıkarırsınız. Ya
Rabbi, ben her an sana şükretme makamındayım diyebilme özelliğini elde
edersiniz. O zaman Allah yolunda başınıza gelen bir takım felâketlere
sabredebilme, dayanabilme gücünü, sabrını elde etmiş olursunuz. Çünkü Rahmânın
büyük nîmetlerini düşünebilen kişi, onların yokluğu anında da şükretmesini,
sabretmesini becerebilecektir.
27. “Ey inananlar! Allah'a ve
Peygambere karşı hainlik etmeyin, size güvenilen şeylere, bile bile ihanet etmiş
olursunuz.”
Ey iman edenler. Ey buraya kadar
anlatılanlara inandım diyenler. Bakın Rabbimiz her bir emrini beyan buyururken,
sizden her bir kulluğu isterken tekrar tekrar bu ifadeyi kullanıyor. Anlıyoruz
ki Rab-bimiz kendisine çok değer verdiği kulunu hep karşısında görmek is-tiyor.
Kulunu hep muhatap almak istiyor. Mü’minler için bundan daha büyük bir şeref
düşünülemez. Öyleyse bizler, bize böylece hitap ederek bizi izzetlerin en
büyüğüne lâyık gören Rabbimizi dinlerken doğrudan O’na muhatap olarak
dinleyeceğiz. Rabbimizin muhatabı olarak kulak vereceğiz. Buyur ya Rabbi! Emret
ya Rabbi! Dediklerini dinlemeye ve uygulamaya hazırım ya Rabbi! diyecek ve
öylece dinleyeceğiz.
Ey mü’minler, Allah ve Resulüne sakın
ihanette bulunmayın. Allah ve Resulüne hainlik yapmayın. Allah’ın size verdiği
emânetlere karşı hain davranmayın. Değil mi ki siz bu emânetleri yüklendiniz.
Dağların, taşların, semavat ve arzın yüklenmekten kaçındığı bu emânetlere siz
kabul dediniz...
Nedir bu emânet? Bu emânet en genel
anlamıyla Rabbimizin insan fıtratına koyduğu, ya da insan fıtratına uygun olarak
indirdiği kitabı ve Resulünün sünnetidir. Yâni insan fıtratıyla, Allah’ın
indirdiği kitap ve sünnet tam bir uygunluk içindedir. Kitap ve sünnet bize
Allah’ın emânetidir. Ezelde, ya da Müslüman olduğumuz gün Rabbimi-ze verdiğimiz
söz bize emânettir. Din emânettir, Kur’an emânettir, peygamber emânettir,
hidâyet emânettir, akıl emânettir, bilgi emânettir, zaman emânettir,
çocuklarımız emânettir, emânettir. Tüm bu emâ-netlerle ilişkimizi emânetin
sahibinin istediği gibi ayarlamak zorundayız. Rabbimiz bunları bize ne için
vermişse onları o istikâmette kullanmak zorundayız. Bu emânetlerle Allah’ın
istemediği bir ilişki içine girer, emânetlere hıyanet edersek Allah’a hain olmuş
oluruz.
Rabbimiz buruyor ki ey Müslümanlar,
bunu bile bile böyle yapmayın. Allah’ın emânetlerini, Allah’ın yasalarını bile
bile onlara hain davranmayın. Eğer Allah ve Resulüne karşı onların emir ve
ne-hiylerine, size hayat verecek dâvetlerine ihanette bulunursanız, Allah ve
Resulünün isteklerine saygısızlık yaparsanız, kitap ve sünnete karşı ilgisiz bir
tavır takınırsanız kesinlikle bilesiniz ki Rabbinizin size: Ey Müslümanlar!
şeklindeki hitabının muhatabı olma şerefinden mahrum kalırsınız.
Burada, sûrenin başına gidiyoruz.
Ne demişti Rabbimiz? Ganîmetler Allah ve Resulüne aittir buyurmuştu. Öyleyse ey
Müslümanlar, ganîmetler konusunda, ganîmetlerin paylaşımı konusunda Allah ve
Resulüne karşı haince bir tutum içine girmeyin. Ganîmetler konusunda Allah ve
Resulünün taksimine itiraz ederek, ganîmetleri hakkınız olmadığı halde
zimmetinize geçirerek hıyanette bulunmayın. Bu konuda ve her konuda Allah ve
Resulüne ihanette bulunursanız, ha-ince bir tutum içine girerseniz o zaman kendi
emânetlerinize de haince davranır ve birbirinize düşersiniz. Aranızdaki tüm
kardeşlik bağları çözülüverir. Bile bile, Allah’ın bu konudaki yasalarını duya
duya böyle bir şeye tevessül etmeyin. Ancak belki bu bir hata sonucu, bir gaflet
sonucu olabilir. Önceki uygulamalar sebebiyle böyle bir şeyi düşünebilirsiniz.
Ama bu konuda Allah’ın yasalarını bildiğiniz, duyduğunuz andan itibaren
yapmayın. Çünkü mal mülk konusunda insan niye sapar? Çoluk-çocuk derdi, evlâd-u
ıyal derdi değil mi? Ama iyi bilin ki:
28. “Mallarınızın ve
çocuklarınızın, aslında bir sınama olduğunu ve büyük ecrin Allah katında
bulunduğunu bilin.”
Mallarınız ve çoluk-çocuğunuz
sizin için bir fitnedir, bir denenmedir. Bilesiniz ki ecirlerin en büyüğü, en
büyük mükafat Allah katındadır. Dikkat edin mallarınız ve çocuklarınız sizi
meftun edip Al-lah yolundan saptırmasınlar. Mallarınız ve çocuklarınız sizi
Allah ve Resulüne karşı hain davranmaya itmesinler. Bunlar sizin için birer
imtihan sebebidir. Onlarla ilişkilerinizi Allah’ın istediği şekilde mi
ayar-lıyorsunuz? Değil mi? Denenmekte olduğunuzu unutmayın. Öyleyse onlarla
ilişkilerinizi Allah’ın istediği şekilde ayarlayın da imtihanı kaybetmeyin. Aman
ha! Mal tutkunuz, çoluk-çocuk derdiniz sizi Allah’a kulluktan ayırmasın.
Fitne: Herhangi bir madeni içindeki
katkı maddeleri, cürufları ayrılsın diye potaya atmak ve eritmek ve arıtmak
demektir. Demek ki bizler çoluk-çocuk sahibi olmakla, mal-mülk sahibi olmakla
bir potadan geçiriliyoruz. Bunlar konusunda Allah’ın yasalarına, bunların
hukukuna riâyet edip etmeyeceğimiz konusunda denenmekteyiz. Madem ki bunlar
bizim için bir imtihan konusudur, öyleyse bunlara hiç sahip olmayalım da
imtihanda başarılı çıkalım demeye, Allah’ın imtihanından kaçmaya da hakkımız
yoktur. Bunlarla birlikte bu hayatı yaşamamız da bir Allah yasasıdır. Yâni
müslüman helâl bir şekilde rızık peşinde, evlâd-u ıyal peşinde
olacaktır.
Kitabımızın başka bir âyetinde de
eşlerimizin ve çoluk çocuklarımızın bize düşman oldukları vurgulanır. Ve sonunda
da buyurulur ki ey kullarım, dikkat edin sakın, bunlar sebebiyle sapmayın.
Bunlar sebebiyle kulluğunuzu aksatmayın. Unutmayın ki ecirlerin en büyüğü
Rabbinizin katındadır; hanımlarınızın, çocuklarınızın, mallarınızın yanında
değil buyuruyor. Peki madem ki mallarımız, hanımlarımız, evlâtlarımız bizim için
bir imtihan konusuysa, o zaman ne yapalım? Hemen tüm mallarımızı elimizden
çıkaralım mı? Evlâtlarımızı evlâtlıktan reddedip, hanımlarımızı boşayalım mı?
Biz bunlarsız yaşayamayız. Rabbimiz bir başka yasası gereği bunlarla birlikte
olmamızı istiyor. Evlilik yasasını koyan, kadını erkeğe, erkeği kadına muhtaç
yaratan Allah’tır. Koyduğu bu evlilik yasasının sonunda çoluk-çocuğa ulaşılıyor.
Mal-mülk de böyledir. Allah vermeseydi bütün bunlara ulaşma imkânımız da yoktur.
Yâni böyle bir yasa koyan Allah, bunların bizim için fitne konusu olduğunu haber
vererek bizi uyarısını şöyle anlamaya çalışıyoruz.
Eğer mallarımız, eşlerimiz ve
çocuklarımız bizi Allah’a kulluk yolundan alıkoyuyorlarsa, kulluğumuza engel
olabilecek bir noktaya gelmişlerse, onlar yüzünden kulluğumuz engelleniyor ve
cenneti kay-betmeye doğru gidiyorsak işte o andan itibaren anlıyoruz ki onlar
bi-zim düşmanımız olmaya başlamışlardır. Eğer kadınsak kocamız, ko-caysak
karımız, babaysak evlâdımız, evlâtsak babamız bizi Rabbi-mize kulluktan, bizi
cennete gitmekten engelleyecek bir noktaya gel-mişlerse kesinlikle bilelim ki
onlar bizim düşmanımızdırlar. Eğer bizi cehenneme doğru götürmeye başlamışlarsa
kesinlikle bilelim ki onlar bizim düşmanımızdırlar. Onlar için bu böyle olduğu
gibi, eğer biz ken-di kendimizi hayırdan şerre, kulluktan isyana, cennetten
cehenneme doğru götürmeye başlamışsak kesinlikle bilelim ki biz kendi kendimizin
de düşmanı olmaya başlamışız demektir.
İşte görüyoruz. Allah’a kulluk yolunda
yürüyen mü’min bir ko-caya, aksi istikâmette yürüyen karısı ve çocukları; veya
Allah’a itaate yönelmiş mü’mine bir kadına, aksi istikâmette yürüyen kocası ve
çocukları büyük engeller ve problemler çıkarabilmektedir. Genellikle Allah’a
kulluğu birinci plana almış, dünyayı, dünya ikballerini, dünya zevk-ü sefasını
ikinci plana atmış bir erkeğe karşı, hanımı ve çocukları büyük bir talihsizlik
olarak bakarlar. Öyle ki kocalarını, babalarını cehenneme gönderme pahasına da
olsa bu dünyada kendilerine refah ve zenginlik içinde bir dünya sunmasını
beklerler. Yine Allah’a kulluğu birinci plana çıkarmış pek çok mü’mine hanımın,
kocaları ve çocukları onların hayatlarını zindan ettiklerini görüyoruz. Evet
Allah için bir cihada çıkacak kocaların önünde en büyük engel hanım ve
çocuklardır.
Bir de tâbi bizim emânetimize verilmiş,
bizim için bir imtihan konusu yapılmış mallarımızla, hanımlarımızla,
çocuklarımızla ilişkilerimizi Allah’ın istediği gibi ayarlayıp ayarlamadığımız
konusunda, onların hukuklarına Allah’ın istediği gibi riâyet edip etmediğimiz
konusunda imtihana çekileceğiz. Eğer bizler onları Allah çizgisine çekmeye
çalışır, onları Allah’ın istediği gibi Müslümanca eğitir, onları inandığımız
yolumuza, kendi kulluk programımıza çekmeye çalışır, onları Allah’ın kitabı ve
Resulünün sünnetiyle tanıştırır, barıştırır, Allah’la aralarını düzeltirsek,
onları Allah’a iyi kullar, cennete iyi aboneler yapabilirsek, bunun kavgasını
verebilirsek bu imtihandan başarıyla çıkmış olacağız. O zaman inşallah Rabbimiz
hem bizi, hem de haklarında imtihana tâbi tutulduğumuz yakınlarımızı
bağışlayacaktır.
Varlığıyla yokluğuyla, azlığıyla
çokluğuyla bilelim ki mallarımız, mülklerimiz, oğullarımız, kızlarımız bir
denemedir, bir imtihandır. Rab-bimiz bu verdikleriyle bizi sürekli denemektedir.
Mallarımız mülklerimiz konusunda, oğullarımız-kızlarımız konusunda cennete
gidebilmenin hesabını güzel yapmak zorundayız. Eğer bir imtihan sebebiyle bize
verilen mallarımız ve çocuklarımızla ilişkilerimizi Allah’ın istediği biçimde
ayarlayamaz ve onların altında ezilirsek, dünya bize hakim olursa, bu sahip
olduklarımız bize Allah’ı, âhireti, Allah’ın hesabını unutturursa, Allah korusun
bu imtihanı kaybettik demektir.
Rabbimizin bize verdiklerini
imtihan sebebi bilmez de mutlak gaye olarak görmeye başlarsak kaybetmişiz
demektir. Ama bütün bu sahip olduklarımızı bize bir imtihan sorusu olarak
Allah’ın verdiğinin bilinci içinde, onları Allah’a kullukta kullanmayı
becerebilirsek, eşimizi, oğlumuzu, kızımızı Allah’ın istediği bir yöne
yönlendirebilirsek işte o zaman imtihanı kazanmışız demektir. Eşimizle,
malımızla, oğlumuzla, kızımızla Allah’a itaate ve cennet kazanmaya
yönelebilirsek unutmayalım ki Allah’ın öbür taraftaki mükafatı çok büyük
olacaktır.
Ama eğer biz onlara karşı görevlerimizi
yapar da buna rağ-men onlar adam olmazlarsa, o zaman elbette biz onlardan
sorumlu tutulmayacağız. Meselâ bir Nuh (a.s) oğlu ile imtihana tâbi tutuldu.
Allah’ın elçisi oğlunu Müslümanlaştırabilmek için çok uğraştı, ama olmayınca
Rabbimiz Onu bu konuda hesaba çekmeyecek.
29. “Ey inananlar! Allah'tan
sakınırsanız, O size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir,
kötülüklerinizi örter sizi bağışlar. Allah büyük, bol nîmet
sahibidir.”
Ey iman edenler, eğer muttaki
olursanız, eğer Allah için bir hayat yaşar, Allah’ın dediğini yapma çabası
içinde olursanız, Allah’ın size verdiği emânetlere karşı haince davranmaktan
sakınırsanız, yolunuzu Allah’la bulmaya çalışır, Allah yasalarına ters düşmekten
çekinirseniz bilesiniz ki Allah size bir Furkân verecektir. Size ayırıcı, fark
edici bir özellik verecektir. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan
ayıracak, fark ettirecek bir nîmet lütfedecektir size. Size böyle belirgin bir
özellik kazandırarak, sizi diğer insanlardan ayıracaktır.
Ya da düşmanlarıyla dostları
arasında ayırım günleri, ayırım işaretleri lütfedecektir Rabbimiz. Yâni
dostlarına kurtuluş, zafer ve hidâyet yollarını gösterecektir. Böylece mü’minler
kendilerinin kâfirlerden farklı olduklarını anlayacaklar, kâfirler de
kendilerinin mü’min-lerden farklı olduklarını anlayacaklardır. Sizi tıpkı Ömer
el Faruk gibi yapacaktır. Tüm problemlerinizi çözecek, çözüm yollarını
gösterecek ve hayatınızı düzlüğe çıkaracaktır. Sizin kötülüklerinizi,
kusurlarınız, hatalarınızı örtecek, size mağfiret edecektir. Sizi ebedî bir
lütufla nîmetlerinin en büyüğü olan cennetine ulaştıracaktır.
Evet gerek dünya hayatında
gerekse âhiret hayatında mü’-minler kâfirlerden farklı olacaklar. Ama Rabbimizin
bu va’di gerçek-leşirken elbette kâfirler de kendilerine düşeni yapmaya devam
ede-cekler. Nasıl? İşte bundan sonraki âyetinde Rabbimiz Resulünün şah-sında onu
bize şöylece anlatıyor:
30. “İnkar edenler, seni bağlayıp
bir yere kapamak veya öldürmek yada sürmek için düzen kuruyorlardı. Onlar düzen
kurarken, Allah da düzenlerini bozuyordu. Allah düzen yapanların en
iyisidir.”
Hani kâfirler sana karşı
komplolar hazırlıyorlar, dolaplar çe-viriyorlardı. Tabii Allah düşmanlarının,
Allah elçisine karşı açıkça, mertçe yapabilecekleri bir şeyleri olmadığı için
elbette karanlık işler çevireceklerdi. Sinsice, kancıkça dalavereler çevirmenin
ötesinde zaten onların yapacakları bir şey yoktur.
Seni durdurmak, hapsetmek, bir yere
bağlamak, susturmak istiyorlardı. İşte kâfirlerin bir Müslümana yapabilecekleri
ilk şey budur. İslâmî hareketi, İslâmî hareketi götüren dâvetçiyi durdurmak,
hapsetmek, susturmak, etkisiz hale getirmek. Dâvetçinin insanlara ulaşmasını
önlemek, ya da dâvetçiyle insanların ilgisini, iletişimini kesmek, koparmak.
İşin en kolay yönü, en risksiz olanı işte budur. Dâvetçiyle insanların arasına
engeller koyarlar. Dâvetçiyi durdurabilmek, susturabilmek için ellerinden gelen
her şeyi yaparlar. Gerekirse para, makam, koltuk, kadın her şeyi onun ayağının
altına sererler. Ya da onu kodese atarak susturmaya, halkın gözünden gizlemeye
çalışırlar. İşte Rasulullah efendimiz için bunları düşünüyorlardı.
Veya seni durdurabilmek için uzak bir
yerlere, insanların ku-laklarından, gözlerinden ırak bir yerlere sürmeyi
düşünüyorlardı. Eğer bu da olmazsa senin vücudunu ortadan kaldırmayı
planlıyorlardı. Şahsını ortadan kaldırırsak mesajı da yok olur gider diyorlardı.
Rasu-lullah efendimizi öldürmeyi planlıyorlardı.
Onlar tuzak kuruyorlar, dolap
çeviriyorlar, Allah da onların tuzaklarına karşı bir eylem, bir fiil
içerisindedir. Onların bir hesabı var-sa elbette Allah’ın da bir hesabı vardı.
Onlar Allah’ın elçisine tuzak-lar kurmak
istediler, hile yapmak istediler, Ama Allah da onlara bir tuzak kuruyordu.
Allah’ın kurduğu tuzağın yanında elbette onların tuzakları başarılı olamayacak,
neticeye ulaşamayacaktı. Allah’ın kur-duğu tuzaklar geçerli olacaktı. Çünkü hiç
kimse O’na karşı koyama-yacaktı. Onların tuzaklarının tümüne Allah muttali iken,
Allah’ın ilmi onları kuşatmışken, onlar Allah’ın tuzaklarından gafildirler. Onun
içindir ki Allah, elçisine karşı kurdukları tüm tuzakları, tasarladıkları tüm
komploları boşa çıkaracak veya kendi başlarına
geçirecektir.
Çünkü Allah makîrinin en
hayırlısı idi. Yâni Allah onlara öyle bir tuzak kuracak ki bu tuzak onlar için
mahza hayır olacaktır. Herkes için hayır murad eder Rabbimiz. Rabbimizin
tuzakları mü’minler için de hayırlıdır, kâfirler için de. Çünkü Allah’ın kurduğu
tuzak sinsice, al-çakça bir tuzak değildir. Rabbimizin tuzakları zulüm
unsurlarını, küfür ve şirk unsurlarını kaldırmaya yönelik mahza hikmete dayalı
bir tuzaktır. Kâfirler peygamberi öldürmeye yönelik bu eylemlerinden ötürü,
aslında ölümü hak etmelerine rağmen Rabbimiz onları öldürmeyecek, ama
peygamberini de onların elinden sağ salim kurtarıp Medine’ye ulaştıracaktı.
Medine’de ona devlet nasip edecek ve o devlet eliyle bu kâfirlerin dirilişini
hazırlayacaktı. Çok az kâfir hariç tüm Mekkeli müşrikler Mekke’nin fethiyle
birlikte sonunda hakkı bulacaklar, kurtuluşa ereceklerdi. Ne kadar da hayırlı
bir tuzak değil mi Rabbimizin mekri? Zulmün ortadan kaldırılışı da hayırdır,
peygamberin ve peygamber yolunun yolcularını zulümden kurtarılmaları da.
Evet işte kâfirlerin Müslümanlar
karşısında yapabilecekleri bunlardır. Durdurmak, yolunu kesmek, asmak, kesmek,
sürmek, kodese atmak. Bugün de kâfirler Müslümanlara karşı bunları işletecekler.
Ama Rasulullah efendimizi korkutmadığı gibi ölüm bizi de asla korkutmayacak.
Mûsâ (a.s) karşısında Firavunlar ölümü gündeme ge-tirince, Rabbimiz hayır
buyurdu, ölümden asla korkma ey Mûsâ. Kesinlikle bilesin ki onlar senin kılına
bile dokunamazlar. Ama sürgün olabilecek, hicret olabilecek. Zaten muhacirlik
mü’minin kaderinde vardır. Allah’ın istediği kulluğu icra etmekte sıkıntı
çektiğimiz bir ortamdan rahat icra edebileceğimiz bir ortama gidecek ve sağ
oldukça her yerde Allah’ın bizden istediği kulluğa devam edeceğiz.
Dün böyle olduğu gibi, bugün de, yarın
da bu böyle olacaktır. Şu anda da kâfirler Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın
elçisine, Allah elçisinin yolunu takip eden Müslümanlara tuzaklar kurmaya
çalışıyorlar. Hayatı, ekonomiyi, eğitimi, hukuku, kılık kıyafeti, vitrinleri,
sokakları Allah’a kulluğun aksine düzenleyerek tuzaklar kurmaya çalışıyorlar.
Kendilerine göre din kitapları oluşturarak, işte din budur diye insanlara
sunarak, Allah’ın dinini bozarak tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Din eğitimini
yasaklayarak, İmâm Hatipleri kapatarak, Kur’an kurslarını bi-tirerek, Allah
kullarının Allah dinine ulaşma yollarını kapatarak Allah dinine tuzaklar kurmaya
çalışıyorlar. Kendi âyetlerinin gündemde kal-ması adına Allah’ın âyetlerini
toplumun gündeminden düşürmeye çalı-şıyorlar. Allah’ın elçisine hayat hakkı
tanımamaya çalışıyorlar. Al-lah’ın elçisinin örnekliliğini bitirmeye
çalışıyorlar.
Böylece Allah elçisini öldürmeye
çalışıyorlar. Allah’a ve Onun elçisine, Allah ve elçisi yolunun yolcularına
çeşit çeşit tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Müslümanların çocuklarının
beyinlerini orada Kur’an ve sünnete yer kalmasın diye, çok lüzumsuz bilgilerle
doldurarak tuzaklar kuruyorlar. Allah’a kulluğa zamanları kalmasın diye
insanların hayatlarını eğlencelerle, kendi vahiyleriyle, kendi oluşturdukları
gündemlerle doldurarak tuzaklar kuruyorlar.
Ama ne yazık ki günümüz kâfirleri
de tıpkı dünün kâfirleri gibi Allah’tan gafildirler. Kime tuzak kurduklarının,
kiminle savaşa tutuştuklarının farkında değiller. Halbuki tüm tuzaklar Allah’a
aittir. Tüm düzenleri bozmak Allah’a aittir.
Öyle değil mi? Kâfirler Allah’ın
sistemine karşı, Allah’ın âyetlerine karşı, Allah’ın elçisine karşı ne kadar
tuzak kurabilecekler? Üstelik onların tuzaklarının tümünü Allah biliyorken.
Allah onların tuzaklarının tümünü bilir, ama onlar Rabbinin tuzaklarını
bilmezler, bilemezler. Rabbin onların kurdukları tuzakların nereye kadar
gideceğini bilmektedir, ama onlar Rablerinin kendilerine karşı neler
hazırladığını asla bilmemektedirler. Ama onlar gözlerinin önündeki çukuru bile
gö-rememektedirler. Elbette Allah’la, Allah’ın elçileriyle, Allah’ın mü’min
kullarıyla girecekleri bir savaşta mağlup olanlar onlar olacaktır, galip olanlar
da Allah desteğinde olan mü’minler olacaktır. Çünkü Allah on-ların kendisine
karşı, kendi âyetlerine ve siz Müslümanlara karşı tüm niyetlerini, tüm
komplolarını bildiği için unutmayın ki sizi onların komplolarından koruyacaktır.
Onların kurdukları tuzaklar konusunda sizi bilgilendirecek ve korunma yollarını
gösterecektir.
Gerçi bundan sonra vahiy
gelmeyecek ama Rabbimiz önce gönderdiği o vahiyleriyle Müslümanlara öyle bir
basiret, öyle bir feraset kazandırmıştır ki kendilerine nereden nasıl bir
tehlike geleceğini müminler bilmektedirler.
Şu anda irtica-mirtica hikâyeleriyle
Müslümanları yok etmeye soyunanlar, Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
sistemiyle savaşa tutuşanlar kiminle savaştıklarının farkında değildirler.
Kiminle savaştığını dahi bilmeyen zavallı insanlardır bunlar. Zannediyorlar ki
Müslümanlar zayıftır. Zannediyorlar ki Müslümanlar yalnız ve yardımcısızdırlar.
Onların safında Allah’ın bulunduğunun farkında olmayan bu iman yoksunları
yakında nasıl bir inkılapla sarsıldıklarını görecekler.
Evet Mekke kâfirleri Allah’ın elçisini
yok etmek için harekete geçtiler. Peygamberi öldürüp, peygamberin maddî ve
manevî varlığını, örnekliliğini bitirip keyiflerine göre bir hayat
yaşayacaklardı. Ama Allah buna izin vermedi.
31. “Âyetlerimiz onlara okunduğu
zaman, “İşittik, işittik! İstesek biz de aynını söyleyebiliriz; bu sadece
eskilerin masallarıdır" derlerdi.”
Âyetlerimiz kendilerine okunduğu
zaman, âyetlerimiz kendilerine izlettirildiği zaman derler ki tamam biz bunları
işittik. Anladık! Ne demek istediğiniz anlaşılmıştır. Şâyet istesek bunun
aynısını biz de söyleyebiliriz. Ama bir türlü istemezler hainler. Veya Allah’ın
âyetleri karşısında müstekbirce bir tavır takınıp bunlar basit şeyler demeye
çalışıyorlar. İstersek insanlar için biz de bunun gibi yasalar koyarız. İstesek
bizler de bu âyetlerden daha iyi nazariyeler geliştirebiliriz. Kur’an’ın ortaya
koyduğu gibi bir hayat tarzı, bir hukuk sistemi, bir ekonomik yapı, bir siyasal
düzenleme, bir eğitim yapılanması biz de ortaya koyabiliriz. Diyorlar bunu ama
ortaya koyabildikleri hiçbir şeyleri yoktur. Allah kitabının sağladığı neticeyi
sağlayabilecek hiçbir şey yapabilmiş değillerdir. İnsanlara hidâyeti, insanlara
hakkı, cenneti, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayabilecek, insanlara ruh ve
beden dengesi kurabilecek hiçbir şey ortaya koyabilmiş değillerdir. Sözleri,
iddiaları sadece bir reklamdan başka bir şey değildir.
İşte görüyoruz, bu Allah tanımazlar
yüzünden tüm toplum ha-yatımız bozuktur. Allah’tan ve Allah’ın kitabından ve
elçisinin hayat programından habersiz yasa yapmaya çalışan toplumun tüm hayatı,
bâtıllarla doludur. Aile hayatımız bozuktur, ticârî hayatımız bozuktur, sosyal
hayatımız bozuktur, ekonomik hayatımız bozuktur, insanlarla ilişkilerimiz,
çevremizle münâsebetlerimiz bozuktur, hâsılı tüm hayatımız bozuk ve bâtıllarla
doludur.
Şu anda tıpkı Mekke kâfirleri gibi
Allah’ın kitabına, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın yasalarına, Allah’ın hayat
programına bedel getireceklerini, Allah’ın koyduğu yasaların aynısını
koyabileceklerini iddia eden günümüz kâfirleri de dalâlette kalmış, çölün
ortasında yolsuz, yordamsız, çözümsüz olarak ne yapacaklarını bilemez bir
vaziyette bocalayan insanlardır. Binlerce yol vardır karşılarında, ama bu
yollardan hangisinin kendilerini sahil-i selâmete çıkaracağını
bilememektedirler. Binlerce alternatif vardır hayatlarında, ama hangisinin
doğru, hangisinin yanlış olduğunu bilememektedirler.
Bir yasa yaparlar, onunla
problemlerini çözeceklerini zannederler, ama üç gün geçmeden değiştirmek zorunda
kalırlar onu. Yaptıkları yasalar üç gün bile gitmiyor. Yaptıklarının hiç birisi
sadırlarına şifa olmuyor. Yaptıklarının hiç birisi problemlerini çözmesi ve
hayatlarına huzur getirmesi şöyle dursun, her yaptıkları yasa başka
huzursuzluklara, başka sıkıntılara dâvetiye çıkarıyor. Tam doğruyu bulduk
dedikleri anda farklı bir batağa saplandıklarını görüyorlar. Allah yasalarına
dönecekleri ana kadar daha çok çekecekler, çok çektirecekler
hainler.
Yine Allah âyetleri kendilerine
duyurulduğu zaman derler ki bu kâfirler, bu ancak eskilerin masallarıdır. Bu
eskilerin masallarından, eskilerin Üstûrelerinden başka bir şey değildir.
Bunlar eskilerin yazdıkları, eskilerin
uydurdukları, eskilerin uy-guladıkları satırlardır. Bunlar çok eski şeyler,
modası geçmiş, günü-müzde geçerliliği olmayan şeylerdir. Bunlar çağdaş şeyler
değildir. Bunlar mitolojik şeyler. Efsaneden ibarettir bunlar. Bunlar bugün
ya-şanmaz şeyler. Belki bir zamanlar, eski zamanlarda bunları uygulamak
mümkündü, ama bu devirde kesinlikle yaşanacak şeyler değildir bunlar.
Hem masal diyorlar, hem de
insanları bundan, bu kitaptan engellemeye çalışıyorlar. Madem ki masal öyleyse
niye korkuyorsunuz bu kadar bu kitaptan? Niye yasaklıyorsunuz bu kitabın okunup
öğrenilmesini? Madem ki masal, bırakın dinlesin insanlar bu kitabı. Madem ki bu
kitap bir mitolojidir, öyleyse bırakın öğrensinler insanlar kitaplarını. Niye
ödünüz kopuyor bu kitaptan? Niye barikatlar koyuyorsunuz bu kitapla insanların
arasına? Niye ürküyorsunuz bu kitabın gündeme getirilmesinden? Masal okuyan,
masal dinleyen başka kimse yok mu? Hikâye okuyan başka insan yok mu piyasada?
Bırakın birileri de bu masalları okusunlar. Hayır hayır, masal diyorlar, hikâye
diyorlar ama buna kendileri de inanmıyorlar. Masal dedikleri bu kitabın
serbestçe okunması, anlaşılması sonunda hem kendilerine hem de çevrelerindeki
insanlara tesir edeceğinden korkuyorlar da onun için yasaklamaya çalışıyorlar
hainler.
32. “Allah'ımız! Eğer bu Kitap,
gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azap
ver" demişlerdi.”
Bakın ey Allah’ımız diyorlar. Ey
Allah’ımız diyerek, bizzat bil-dikleri, tanıdıkları Rabbimizin ismiyle hitap
ederek, darda kaldıkları zaman hatırladıkları, işleri bitince de unuttukları
Rabbimizin adıyla hitap ederek diyorlar ki, eğer gerçekten bu kitap, bu
peygamber se-nin katından bir hak ise, gerçek ise haydi bize gökten taşlar
yağdır. Yahut da bize elim bir azap gönder. Ey Allah’ım! Eğer bu kitap senin
tarafından gelmiş hak bir kitapsa, eğer bu Muhammed doğru söy-lüyorsa hemen
üzerimize gökten taşlar veya acıklı bir azap gönder diyorlardı.
"Bize, bizi tanrılarımızdan
alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi
başımıza getir" dediler.
(Ahkâf 22)
Ey Hud, eğer bu söylediklerin konusunda
sâdıksan haydi ne getireceksen getir de görelim diyorlardı. Allah’ın elçisini
peşinen red-dediyorlardı bu sözleriyle. Hud (a.s) un getirdiklerinin Allah’tan
olma-dığını kendisinin uydurduğunu söylemeye çalışıyorlardı. İşte burada da
Mekke müşriklerinin sözleri anlatılıyor. Ondan önce de, ondan sonra da
insanların söyleye geldikleri sözlerdir bu sözler. Yâni her dö-nemde kâfirin
karakteristik bir özelliğidir bu. Bugün de aynı şeyleri söylüyor kâfirler. Ey
Müslümanlar, eğer doğru söylüyorsanız, eğer kı-yâmet varsa, eğer öldükten sonra
dirilme varsa, eğer bir azap, bir ikap, bir hesap kitap varsa hadi ne gelecekse
geliversin de görelim bakalım. İşte böyle bir tavrı, böyle bir kâfir tavrını
Rabbimiz burada sorguluyor.
Yâni gerçekten çok korkunç bir şey. Bir
insanın Allah’a karşı söyleyebileceği en feci bir söz. Muhtaç oldukları
nîmetleri konusunda daima Allah’a yalvarıp yakaran insanların aynı Allah’ın
dinini kabul, peygamberine iman söz konusu olduğu zaman Ondan azap istediklerine
şahit oluyoruz. Bu tip müşrik insanların ne kadar çapraz bir şahsiyet
sergilediklerine şaşmamak elden gelmiyor. Yâni başka bir şey isteseler, meselâ
hayır isteseler, mal mülk isteseler, Ebrehe’nin ordusu karşısında korunma
isteseler bütün bunların Allah katından olduğunu biliyorlar, hak olduğunu
biliyorlar. Keşke bir de bunu biliverseler ve Rablerine teslimiyet
gösteriverseler elbette Rablerinin kendilerine ne hayırlar açacağını müşahede
edecekler.
İşte gözlerinin önünde öldürmek
istedikleri, sürmek, susturmak istedikleri Ebu Talibin yetimi Allah tarafından
korunuyor ve adım adım zafere doğru yürüyor. Bunu gözleriyle göre göre onun
haklılığı konusunda Allah’tan daha başka ne bekliyorlar bu hainler? Bakın
Rabbimiz onların bu azap isteklerine karşılık şöyle
buyuruyordu:
33. “Oysa, sen içlerinde iken
Allah onlara azap etmez. Onlar bağışlanma dilerken de elbette Allah azap edecek
değildir.”
Evet Rabbimiz onlara karşı,
insanlara karşı, onların kendileri hakkında düşünemeyecekleri kadar merhametli
idi. Rabbimiz hiç um-mayacakları kadar onlara rahmet kapıları açmaya devam
edecekti. Bakın işte burada rahmeti gereği bir yasasını gündeme getiriyor.
Peygamberim, onlar istedikleri kadar farkında olmadan, cahilce kendileri
hakkında azap istesinler. İstedikleri kadar azaplarına, helâklerine dua
etsinler. Sen onların arasında olduğun sürece Rabbin asla onlara azap edecek
değildir. Çünkü bu kâfirliklerinden, bu zâlimliklerinden ötürü onlar toptan
helâk edilseler Rasulullah efendimizin gönderiliş hikmeti ortadan kalkmış
olacaktı. Çünkü o tüm âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. İnsanlar Müslüman
olsunlar, insanlar hidâ-
yeti bulsunlar, küfür ve şirkten
tevhide yükselsinler diye gönderilmişti o şerefli peygamber.
Yıllar sonra da olsa şu anda ne
yaptıklarını bilmeyen bu in-sanların tamamı Müslüman olacaklardı. Onun içindir
ki sen onların içindeyken onlara azap edecek değilim diyor Rabbimiz. Çünkü
peygamber onların arasında tebliğini sürdürdüğü sürece, bir toplum içinde hakkı
tavsiye edenler olduğu müddetçe o topluma bir azap gön-dermiyor Rabbimiz. Çünkü
bir toplum, içinde hakkı tebliğ edenler ol-duğu sürece Allah o toplum üyeleri
içinden adam olacakların adam olmasına imkân tanıyor. Yâni o toplum içinde
dâvetçiyi dinleyip düzelme süreci içine girenler, istiğfar edenler olduğu
müddetçe Allah o toplumu helâk etmiyor.
Veya o toplum içinde ileride
istiğfar edecekler çıkacaksa Rab-bimiz onlara azap göndermiyor. Tabii burada
istiğfarı da anlamak zorundayız. Bir insan susamayınca su istemez değil mi? Önce
susayacak, suyu bilecek, suyu isteyecek, suya muhatap olmayı isteyecek.
İstiğfarda da böyle bir mânâ vardır. Yâni bir adam günah işlediğini, günahkâr
olduğunu bilecek, anlayacak, pişman olacak ve ya Rabbi beni bağışla diye
Allah’tan mağfiret isteyecek, günahlarının örtülmesini, kusurlarının kale
alınmamasını talep edecek.
Evet böyle aralarında elçilerin
bulunduğu ve istiğfar edenler olduğu veya istiğfar edecekler olabileceği bir
toplumu toptan helâk etmiyor Rabbimiz. Onun içindir ki tarihte hiçbir toplum
peygamberler aralarından çekip alınmadıkça toptan helâk edilmemiştir. Evet
peygamber ve peygamber yolunun yolcusu tebliğcilerin varlığı bir toplum için
rahmet sebebidir. Peki Rasulullah Mekke’yi terk edip onların arasından
ayrılışından sonra ne olacak? Bakın şimdi de bu yasayı anlatıyor
Rabbimiz:
34. “Yoksa Mescid-i Haram'a
girmekten men ederlerken Allah onlara niçin azap etmesin? Hem de O’nun dostu
değiller; O’nun dostları ancak karşı gelmekten sakınanlardır. Fakat çoğu bunu
bilmiyorlar.”
Ne oluyor onlara? Yâni ne hakları
var onların? Nelerine gü-veniyorlar ki Allah onlara azap etmeyecek? Ne
güvenleri, ne ruçha-niyetleri var ki Allah onlara helâkini göndermeyecek? Onlar
hiç bir velâyet hakları olmadığı halde o dokunulmaz mescide Müslümanları
sokmuyorlarken, Müslümanların ibadet özgürlüklerini ellerinden alıp dururlarken,
Allah onlara niye azap etmesin? Üstelik de o mescidin evliyası da değiller. O
mescit üzerinde hiçbir hakları ve liyâkatleri yoktur onların. Çünkü onlar o
mescide de, o mescidin Rabbi olan Allah’a da inanmıyorlar. O mescidin gerçek
sahibi muttakilerdir. Allah’a inanan, Allah’la yol bulan, hayatlarını Allah için
yaşayanlardır. Allah’ın mescitlerine liyâkat şerefi muttaki mü’minlerin
hakkıdır. Mescitleri küfür gibi, şirk gibi, putlar gibi manevî pisliklerden,
necaset gibi maddî pisliklerden temizleme yetkisi mü’minlere aittir.
Orada bir çok putları büyütüp
onlara hamd edip, yalnız bunlar büyüktür, ancak Lat ve Menat büyüktür diyerek
Allah’ın mescidini putlarla doldurup Allah’ın Resulü’nü ve Rabbim Allah diyen
Müslümanları oraya sokmamaya çalışan siz müşriklerin o mescitle hiçbir ilginiz
kalmamıştır. Orada, Allah’ın mescidinde Allah’tan başka ne kadar tanrıça, tanrı
taslağı varsa bunların hepsinin adının anılmasına müsaade edip Allahu Teâlânın
adının zikredilmesine müsaade etmeyenlerin, Müslümanları oraya sokmamaya, orada
namaz kılmalarına engel olmaya çalışanların oranın sahipleri, oranın
yöneticileri olması mümkün değildir.
Hem sizler İbrahim’in yolunda
olduğunuzu, Kâbe’nin sahibi olduğunuzu iddia edeceksiniz, hem de orada putları
yücelteceksiniz. Bu mu Kâbe’ye sahiplik? Kâbe’de putlara egemenlik tanıyıp
Allah’ı unutacaksınız. Bu mu Kâbe’ye sahip olmak? Bu mu İbrahim’in yolunda
olmak? Böyle mi yapmıştı İbrahim? Bir ömür boyu putlarla savaşan bir İbrahim’in
yolunda olmak bu mu olmalıydı? Hayır hayır sizler ne İbrahim (a.s)ın
yolundasınız, ne de Kâbe’nin velilerisiniz. Kâbe’nin velileri, sahipleri ancak
İbrahim (a.s) in tevhid dinini sürdüren muttaki müminlerdir diyor Rabbimiz.
Ancak onlardan pek çoğu bunu
bilmezler. Şu anda da bakıyoruz kâfirler, müşrikler buna ehil olmadıkları halde,
buna liyakatleri olmadığı halde tüm dünya mescitlerinde, tüm arz mescidinde
egemenliklerini kurmuşlar, şirk sistemlerini kurmuşlar ve dünya mescidi üzerinde
Müslümanların Allah’a kulluklarına, Allah’ı yüceltmelerine, Allah’ın istediği
bir hayatı yaşamalarına engel olmaya çalışıyorlar. Allah’ın yasalarını
uygulamalarına engel olmaya çalışıyorlar. İnsanları Allah yasalarından başka
yasalara teslim etmek için, put yasalarını egemen kılmak için ellerinden gelen
her şeyi yapıyorlar.
35. “Kâbe’deki tapınmaları sadece
ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. İnkârınıza karşılık artık
azabı tadın.”
Evet onların Beyt yanındaki
salâtları, duaları, namazları, Allah’a yönelişleri, ya da bunların yerine
koydukları şeyler sadece ıslık çalmak, alkış tutmak, horon tepmek, müzik çalmak,
el çırpmak ve hoplayıp zıplamaktan başka bir şey değildir. Allah’a, Allah’ın
istediği şekilde kulluk yaparak O’na hamd etmek, Allah’ı, Allah’ın âyetlerini
gündemde tutmak tamamiyle ortadan kalkmış, Allah’ın iradesine ters eylemler
geliştirilmiş. Halbuki Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yapılır. Allah’a
Allah’ı belirlediği kurallarla yaklaşılır. Adamlar Allah’a sormadan kendi
kendilerine kulluk modelleri, tapını usulleri geliştiriyorlar ve güya Allah’a
kulluk yapıyoruz derken, Onunla çatışmaya, O’na düşmanlık yapmaya ve şirke
düşüyorlar. Allah’a yaklaşacağız diye Allah’ın beytinin içini putlarla
dolduruyorlar, Allah’a yapılması gerekenleri bu putlara yaparak güya Allah’a
kulluk yaptıklarını zannediyorlar.
Öyle değil mi? Bu âyetleri
hayatın tümüne indirgeyecek olursak müşriklerin hayatın tümünde kendini gösteren
bu özelliklerinin yayıldığını görürüz. Rabbimiz buyuruyor ki bu yaptığınız
kâfirliklerden dolayı tadın Allah’ın azabını. Alçaklar, sizler Allah’tan
başkalarına çığlık attınız. Allah’tan başkalarına bağırıp çağırdınız. Allah’tan
başkalarından medetler umdunuz. Allah’tan başkalarını ulûhiyet makamına oturtup
onlara bel bağladınız.. İnsanlara Allah’ı unutturabilmek için elinizden ne
geliyorsa yaptınız.
36,37. “Doğrusu inkâr edenler
mallarını Allah'ın yolundan insanları alıkoymak için sarf ederler ve daha da
sarf edeceklerdir; ama sonra içleri yanacak, hem de mağlup olacaklardır. Bu
Allah'ın, temizi murdardan ayırması ve murdarları üst üste koyup hepsini yığarak
cehenneme yerleştirmesi içindir; inkâr edenler cehenneme toplanacaklardır. İşte
onlar mahvolanlardır.”
Mallarınızı insanları Allah
yolundan alıkoymak için sarf ettiniz. Kâfirler insanları Allah yolundan
alıkoymak için mal sarf ederler. Ellerinde avuçlarında neleri varsa
harcayacaklardır. Niçin? Yeter ki insanlar Allah’a kulluğu düşünmesinler. Yeter
ki insanlar Allah’ın kitabından uzaklaşsınlar. Yeter ki Allah, kitap, peygamber,
Kâbe insanların gündeminde olmasın. Yeter ki Allah’ın dini gündemde olmasın.
Yeter ki
insanlar Kâbe’ye değil de başka
taraflara dönsünler. Yeter ki insanlar moda tanrılarına, oyun eğlence
tanrılarına yönelsinler. Bunun için yığın yığın mallar harcayacaklar,
müesseseler kuracaklar kâfirler. Peki ne olacak sonunda? Muvaffak olabilecekler
mi bu konuda? Hayır:
Sonra yaptıkları bu harcamalardan ötürü
onların içi yanacak, mağlup olacaklar ve ulaşmak istedikleri neticeye asla
ulaşamayacaklar diyor Rabbimiz. Evet yenilecekler ve hasret içine düşecekler.
Alçaklar zaten insanların mallarını, mülklerini gasp ederek Allah yoluna engel
olabilmek için harcama yapıyorlardı.
Ey Müslümanlar, şunu kesinlikle
bilesiniz ki Allah düşmanlarının dünya hayatındaki harcamaları, size karşı
askeri ve siyasal güce ulaşmak için yaptıkları harcamalar, sizi yok etmek için,
sizi yeryüzünden silmek için yaptıkları harcamalar, kurdukları düzenler,
hazırladıkları komplolar hiç bir işe yaramayacaktır. Onların sizi yok etmek için
yaptıkları harcamaları, askeri ve savaş yatırımları tıpkı bir rüzgara, bir rüzgar ortamına
benzetiliyor. Son derece yakıcı, kavurucu bir rüzgar, bir toplumun ekinine
İsâbet eder ve tüm ekinlerini, tüm zenginliklerini, tüm ekonomik varlıklarını
altüst ediverir.
İşte kâfirlerin dünyadaki tüm
harcamaları buna benzer. Bir gece ayazıyla meyveye durması beklenen tüm
çiçeklerin bir anda sararıp, solup dökülmesi gibi, kâfirlerin harcamaları da,
Müslümanları yok etmek üzere tüm yapıp ettikleri de savrulup yok olacak ve
dünyada elleri boşa çıkacaktır. Allah onların tüm planlarını, tüm komplolarını
bozacak, neticesiz bırakacaktır.
İşte bu âyetleriyle Rabbimiz kâfirlerin
yaptıkları harcamalarla Müslümanlar karşısındaki bir yenilgilerini gündeme
getirerek bu savaş çerçevesinde hem kıyâmete kadar gelecek Müslümanlara, hem de
onların karşılarında yer alan kâfirlere mesajlar sunmaktadır. Kâfirlerin
Allah’la girişecekleri bir savaşta ne mallarının, ne evlâtlarının, ne ekonomik
güçlerinin ne de askeri ve siyasal güçlerinin kendilerine hiç bir fayda
sağlamayacağı, Allah’a karşı bunların bir işe yaramayacağı,
kâfirlerin Müslümanlar karşısında
hiçbir güç ve kuvvetlerinin olmadığı, Müslümanlar karşısında hiçbir zaman
zafere, başarıya ulaşma imkânlarının olmadığı anlatılmaktadır.
Böylece bu savaş çerçevesinde
yaptığı bu değerlendirmeleri, bu açıklamalarıyla Rabbimiz istiyor ki Müslümanlar
bu gerçeği iyi anlasınlar. Savaşı bu âyetlerle değerlendirsinler. O günden
itibaren kıyâmete kadar yapılacak tüm iman küfür savaşlarında bu âyetler
Müslümanlara güç olsun, ışık olsun, yol göstersin.
Öyleyse Müslümanlar kıyâmete
kadar Allah düşmanı kâfir-lerle giriştikleri bir savaşta sadece Allah’a
güvensinler, sadece Allah’ı vekil bilsinler ve zinhar zaferi Allah’tan
beklesinler. Allah’ın yardımı olmadan zafer kazanmalarının kesinlikle mümkün
olmadığını bilsinler. Karşılarındaki kâfirler ne kadar da sayısal ve ekonomik
yönden kendilerinden çok fazla, çok güçlü, ne kadar da teknolojik yönden
kendilerinden üstün olurlarsa olsunlar, sonuçta zaferin, galibiyetin Allah’a ait
olduğunu, göklerde ve yerde hiç bir gücün Allah’la baş edemeyece-ğini
anlasınlar, bilsinler, böylece inansınlar. İşte Rabbimiz bu âyetleriyle bunu
anlatıyor.
Tabii Müslümanlar açısından böyle
olduğu gibi onların karşılarında saf tutan kâfirler açısından da bu böyledir.
Rabbimiz bu âyetleriyle kâfirlere de diyor ki: Ey kâfirler, sizler kiminle
savaştığınızın farkında mısınız? Bu iman küfür savaşında, bu hak bâtıl savaşında
karşınızda kimin bulunduğunu anlayamadınız mı? Unutmayın ki Müslümanlarla
giriştiğiniz bir savaşta karşınızda onlardan önce Beni bulacaksınız.
Müslümanları yok edebilmek, onlara karşı galip gelebilmek için önce beni yenmek,
beni diskalifiye etmek zorundasınız. Ben varken onların kılına bile
dokunamazsınız buyurarak, Allah’la savaşta ısrarlı olmamalarını, Allah’a teslim
olup Müslüman olmalarını istemektedir.
Evet habis olanı hoş olandan, güzel
olanı pisten ayırmak için, habis olanları üst üste yığarak cehenneme atması için
Rabbimizin koyduğu bir yasasıdır. Rabbimiz pisle temizi elbette bir tutmayacak,
onların arasını ayıracaktır. Onun içindir ki hiç bir kâfirin, hiç bir müşrikin,
hiç bir pisin, hiç bir Firavunun, hiç bir Ebu Cehilin Allah’ın bu yasasına
itiraz etme hakkı yoktur. İsterse itiraz etsinler, bu yasayı değiştirme güçleri
yoktur.
İşte görüyoruz tüm insanlar bile;
habisi tayipten ayırmakta-dırlar. Kimse pisle temizi bir tutmuyor. Müminiyle
kâfiriyle insanlar bile habis olanları, pis olanları atıp temiz olanları almaya
çalışıyorlarken, Allah niye habisle tayibi ayırmasın ? Kendinize tanıdığınız bu
hakkı Allah’a niye tanımamaya çalışıyorsunuz? Aklınız yok mu sizin? Yemeğin
içine düşen kılı, necaseti niye atıyorsunuz? Öyleyse akıllarınızı başlarınıza
alın da Allah’ın yasalarının güzelliğini görmeye çalışın. Allah’ın size
lütfettiği rızıkları hatırlayın da Ona karşı isyan gibi, küfür gibi, şirk gibi
pislikleri üzerinizden atmaya bakın. İşte bunun içindir ki Peygamber ve
peygamber misyonunu üslenip sizi bunlarla uyaranlar aranızda olduğu sürece
Rabbiniz size bir azap göndermeyerek fırsat tanımaktadır.
Değilse siz bilirsiniz. Unutmayın ki
yarın Allah pisleri, kâfirleri üst üste koyarak, pestil yaparak, yoğunlaştırarak
hepsini cehennemine atacaktır. İşe yaramayan pislerin âkıbeti işte budur.
Akıllarını, duyularını, hayatlarını, sermayelerini boşa harcayanlar, kendilerini
bozuk para gibi harcayanlar bunlardır. Cenneti kaybedenler bunlardır. Gerçekten
en büyük kayıp, en büyük zarar budur. Öyleyse yeryüzünde kâfir olanlar,
kâfirlerin peşinden gidenler, kâfirlerin hayatlarına imrenenler, kâfirlerin
egemenliği altında bir hayata razı olanlar neyi kaybettiklerini iyi düşünmek
zorundadırlar. Bakın kullarına karşı sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz
kâfirlere tekrar tekrar sesleniyor:
38. “İnkar
edenlere, eğer savaştan vazgeçerlerse, geçmişlerini bağışlayacağını ve tekrar
başlarlarsa evvelkilerin hükmünün uygulanacağını söyle.”
Rabbimiz bu dünyada kâfirlere
kurtuluş yollarını göstermeye, onları uyarmaya devam ediyor. Peygamberim,
kâfirlere de ki, eğer küfürlerinizden, şirklerinizden, zulümlerinizden, Benimle
savaştan, mü’minlerle savaştan, mü’minleri Benim yolumdan engellemekten
vazgeçerseniz; kesinlikle bilesiniz ki yaptıklarınızın tamamı bağışlanacaktır.
Ben sizin tüm geçmişinizi mağfiret edeceğim. Ama yok eğer tekrar eski
küfürlerinize, eski zulümlerinize dönerseniz kesinlikle bilesiniz ki size aynen
ilklerin, öncekilerin sünneti uygulanacaktır. Onların âkıbetlerinden sizler de
kurtulamayacaksınız.
Görüyor musunuz? Rabbimiz bir
taraftan müjdelerken diğer taraftan da onları, öncekilerin başlarına gelenlerle
korkutuyor. Beşîr ve Nezîr olarak gönderdiği peygamberinin nasıl hareket etmesi
gerektiğini anlatıyor. Rasulullah efendimiz de aynen Rabbimizin buyurduğu gibi
yapmıştır. Kâfirlerin tüm düşmanlıklarına karşılık, her türlü durdurma, öldürme,
sürme eylemlerine karşılık o yine onları mükafat ve azapla uyarmaya devam
etmiştir.
Eğer şu anda bizim için de kâfirler
aynı şeyleri düşünmüşlerse, aynı tedbirlere başvurmuşlarsa kesinlikle bilelim ki
bizler de peygamber yolundayız, bizler de bir şeyler yapıyoruz demektir. Yâni
bizi de durdurmayı, hapsetmeyi, sürgün etmeyi düşünmüşlerse biz de Rasulullah’ın
yolundayız demektir. Ama şu ana kadar bizim için ne ölüm, ne sürgün, ne de
hapis, yargılanma söz konusu olmamışsa biz yatıyoruz demektir. Kırk yıldır
kürsülerde vaaz ediyorum, ama elhamdülillah hiç bir polisle başım derde girmedi
diyen adam gibi, biz peygamber sünneti peşinde değiliz demektir. Tüm
peygamberlerin hayat programına sahip çıkacağız. Tüm peygamberlerin dâvet
anlayışına sahip çıkacağız. İnsanları Allah’ın dinine dâvet için gayret sarf
edeceğiz. Hattâ dâvet de yetmeyecek inancımız uğrunda Allah için bir savaşı da
göze alacağız. Yâni tüm bu uğraşılarımızın sonunda en son yapmamız gereken şeyi
de yapmaya hazır olacağız da sonra da; ya şehadet, ya da ganîmetlere ulaşacağız
Allah’ın izniyle.
Tabii dâvetten önce savaşı
düşünmemek gerekir. İnsanlar Allah’ın istediği gibi Allah yoluna dâvet edilecek,
edilecek, söz anlamadıkları zaman âkıbetleri açık ve net bir şekilde kendilerine
duyuru-lacaktır. Allah’ın azabı, cehennemle karşı karşıya getirilecekler, teslim
oldukları takdirde tüm yaptıklarının affedileceği müjdelenecek, teslim
olmadıkları takdirde öncekilerin âkıbetleriyle uyarılacaklardır. Bu uyarı
sürecinde tarih gündemlerine getirilecek, tarih içinde uyarıdan
nasiplenmedikleri için yerin dibine batırılanlar anlatılacak. Ad, Semûd,
Firavunlar gözlerinin önüne serilecek, buna rağmen yine de küfür ve şirklerine
devam ediyorlarsa, kendilerine hakkı anlatanları öldürmeyi, dur-durmayı
düşünüyorlarsa o zaman da Rabbimizin yardımına güvenerek savaşa girişeceğiz.
Neyimiz varsa Allah yolunda fedâ etmeye yöneleceğiz. Bakın bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz savaşımızın hedefini de şöylece ortaya
koyuyor:
39. “Fitne kalmayıp, yalnız
Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki
Allah onların işlediklerini şüphesiz görür.”
Evet ey mü’minler! Onlarla
savaşın. Tâ ki yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din, sistem, hayat programı
sadece Allah’ın oluncaya kadar. Yâni yeryüzünde egemenlik sadece Allah’ın
oluncaya, sadece Allah’ın dini yeryüzünde hükümran oluncaya kadar. İşte İslâm’ın
savaşı bu gerçekleşinceye kadar sürecektir.
Fitne, küfür ve şirk demektir. Fitne
yeryüzünde Allah’a isyan bayrağının çekilmesi demektir. Fitne yeryüzünde Allah’a
kulluğu yasaklayıp, Allah’a kulluğa geçit vermeyip onun yerine şirki, küfrü
yaymaya çalışmak, Allah’ın dinini ve yasaların çiğnemek, mü'minleri zorla
dinlerinden döndürüp onları kâfirleştirmek için programlar yapmak demektir.
İslâm’a girmiş insanları zorla dinlerinden döndürebilmek için çeşitli yollar,
çeşitli işkenceler denemektir. Fitne şiddete başvurarak zorla, zorbayla bir
fikri, bir inancı ortadan kaldırmaya çalışmak demektir. Kan dökmek çok kötü bir
şey olmasına rağmen, insanları dinlerinden, inançlarından zorla vazgeçirerek,
ezerek, bellerini ve gururlarını kırarak onları kendi inançlarını benimsemeye
zorlamak demektir ki; Rabbimiz Bakara sûresinde ölümden çok daha beter bir şey
olduğunu ifade eder.
Kâfirlerin Allah’ı inkârları, Allah’a
şirk koşmaları, insanları Al-lah yolundan alıkoymaları, İslâm eğitiminden mahrum
bırakarak in-sanları cehenneme doğru sevk etmeleri, onları İslâm’dan onları
küfre çevirmeye çalışmaları ölümden çok daha beter bir suçtur. Çünkü fitne dine
tecavüzdür, dinin tebliğini yasaklamak demektir. İnsanların Allah dinine
ulaşmalarını engellemek demektir. Materyalizmi, dinsizlik öğretimini teşvik
ederek din eğitimini, din hürriyetini yasaklamak demektir fitne.
İşte yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve
din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşın onlarla diyor âyet-i kerîme. Yâni
hayatın tümünde din yalnız Allah’ın oluncaya ve yeryüzünde Allah’ın kullarının
Allah’ın dinine ulaşmalarını engelleyen, din eğitimini engelleyen, Allah’ın
dinini tercih etmiş kişileri dinlerinden döndürebilmek için yapılan tüm
fitneler, tüm barikatlar ve tüm engeller kalkıncaya kadar savaşın. Yeryüzünde
küfür ve şirkten eser kalmayıncaya kadar Müslümanların savaşı sürecektir
öyleyse. İnsanların inançlarına saygı göstermek yerine vahşi gücü seçen,
insanlara zorla kendi inançlarını dayatanlarla yeryüzünde savaşmak mü'minlerin
en büyük görevlerinden birisidir. Mü’minler böyleleriyle savaşmalılar ki
yeryüzünde Allah’ın dini hakim olsun. Savaşmalılar ki din yalnız Allah’a ait
olsun.
Din hayat tarzı demektir. Din bir toplumun
uymak zorunda olduğu kurallar, kanunlar manzumesi ve hayat tarzı demektir. Bu
mânâda dinsiz bir toplum düşünülemez. Kanunsuz, kuralsız, sitemsiz bir toplum
düşünülemez. Her toplumun mutlaka uymak zorunda olduğu bir dini, bir sistemi ve
kanunları vardır. Ancak dinler, sistemler iki türlüdür. Allah tarafından
belirlenmiş hak dinler, Hakka dayanan sitemler, bir de insanlar tarafından
geliştirilmiş, ortaya atılmış bâtıl dinler, bâtıl sistemler. Bu mânâda komünizm
bir dindir, Kapitalizm bir dindir, diğer sistemler, diğer hayat programları da
birer dindir. Çünkü bunlar da toplumun uyması gereken sistemler, kanunlar
manzumesidir. Ve tarih boyunca gelen tüm peygamberler insanlar tarafından ortaya
atılmış bu bâtıl dinlerle, bu bâtıl sitemlerle mücâdele ederek onları kaldırıp,
yerine Allah’ın sistemini ikame etmeye ve böylece Allah’ın kullarını kulların
sistemlerine ve dinlerine uyarak onlara kulluk etmekten kurtarıp yalnız Allah’ın
dinine, Allah’ın sitemine kul olmaya çağırmışlardır.
Evet demek ki yeryüzünde bir tek kâfir
kalmayıncaya kadar değil, yeryüzünde bir tek Müslüman kalmayıncaya kadar bizim
savaşımız sürecek diyorlar. Biz öyle demiyoruz. Biz yeryüzünde bir tek kâfir
kalmayıncaya kadar bizim savaşımız sürecek demiyoruz. Ne diyoruz? Yeryüzünde
fitne kalmayıncaya, herkes beğendiği inancını yaşayabileceği bir özgürlük
ortamına ulaşıncaya, kimsenin kimseye dayatma yapamayacağı ana kadar ve din
yalnız Allah’ın oluncaya ka-dar savaşımız sürecektir
diyoruz.
Evet demek ki yeryüzünde bu
gerçekleşinceye kadar savaş da bitmeyecektir. Kâfirler suni bir barıştan söz
etseler de, yeni dünya düzeninden söz etseler de, savaşsız bir dünya
yutturmacısından dem vursalar da, bunlar gerçekleşmedikçe yeryüzünde asla
savaşlar bitmeyecektir. Çünkü işte bu yasayı Allah koyuyor. Allah yasasını
değiştirecek de yoktur.
Eğer bu işe bir son verirlerse, fitne
durumlarına bir son verirlerse, küfürlerinden, şirklerinden vazgeçerler, Allah,
Resulü ve Müslümanlarla savaşlarına bir son verirler ve iradelerini Allah
iradesine mahkum ederlerse, kesinlikle bilsinler ki hiç şüphesiz Allah onların
yapmakta olduklarını görendir, bilendir. Yâni şüphesiz Müslüman ol-duktan sonra
da bu insanların işleri bitmeyecektir. Nasıl ki mü’minler insanların dirilişi
için tüm imkânlarını, tüm hayatlarını ortaya koymuşlarsa onlar da artık Allah’ın
dininin egemenliği için yapmaları gerekenleri yapacaklardır. Yâni şu anda biz
onların dirilişi için ne yapıyorsak onlar da kendileri gibilerin dirilişi için
yapmaları gerekenleri yapacaklardır. Bizim için şu anda Allah’ın emirlerine
riâyet, haramlarından kaçınmak neyse onlar için de aynısı olacaktır. Değilse
Müslüman ol-duktan sonra onlar bizim sömürgemiz, bizim mahkumumuz değillerdir.
Onlar da bizler gibi aynı haklara sahip, aynı yasalara tâbi insanlardır.
40. “Eğer yüz çevirirlerse
Allah'ın sizin dostunuz olduğunu bilin; O ne güzel dost, ne güzel
yardımcıdır!”
Eğer
yüz çevirir bildiklerine göre bir hayat yaşamaya yönelir-lerse, kendi kafalarına
göre takılmaya kalkışırlarsa bilesiniz ki Allah sizin Mevlâ’nızdır. Yâni onlar
sizinle verdikleri bir savaşın sonunda sizden korkarak biz de Müslüman olduk
derler, sizi kandırırlar ama yine eski bildiklerine, eski kâfirliklerine
dönerlerse kesinlikle bilesiniz ki sizin Mevlâ’nız, sizin dostunuz, sizin
koruyucunuz Allah’tır. Onlardan korkmanıza, çekinmenize hiç de gerek yoktur.
Medine’de aynı şey yaşanmıştır. Rasulullah efendimizin Medine’ye hicretinden
sonra orada yaşayan insanlardan kimileri korktukları için biz de Müslüman olduk
dediler. İman etmedikleri halde münâfıklar olarak İslâm cema-atinin içine
katıldılar. Bazen kendilerini kurtarabilmek için namaz kıl-dılar, savaşa iştirak
ettiler. Maskeleri düşmesin diye Müslümanca gö-rüntüler sergilediler. İslâm
devletini yıkmaya çalıştılar. Çevrelerindeki
Yahudilerle,
Mekke kâfirleriyle ilişkiler kurarak Müslümanları arkalarından hançerlemeye
çalıştılar.
İşte böyle kimseler için Rabbimiz
Müslümanlara buyuruyordu ki, ey Müslümanlar, hiç korkmayın onlardan. Allah sizin
velinizdir, Al-lah sizin dostunuzdur. Allah sizi onların komplolarından
koruyacaktır. Mevlâ’nız olan Allah size onların sahip olmadıkları silahlarını,
meleklerini, ordularını gönderir. O Allah ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcı-dır.
İşte mü’minler böylece dua edecekler. Bundan sonra Rabbimiz ta sûrenin başında
sözünü ettiği ganîmetlerin taksimini anlatacak. Bakın şöyle
buyuruyor:
41. “Eğer Allah'a
ve hakkı bâtıldan ayıran o günde, iki topluluğun karşılaştığı günde kulumuz
Muhammed'e indirdiğimize inanıyorsanız bilin ki ele geçirdiğiniz ganîmetin beşte
biri Allah'ın, Peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve
yolcularındır. Allah her şeye Kadirdir.”
Evet ey Müslümanlar, ey
ganîmetler konusunda tartışmalara giren Müslümanlar, eğer Allah’a ve o hakkı
bâtıldan ayıran o Bedir gününde elçiniz Muhammed’e indirdiğimize inanıyorsanız
bilesiniz ki ganîmetlerin taksimi şöyle olacaktır diye yol tarif ediyor
Rabbimiz.
Rabbimiz ganîmetlerden nîmet olarak,
Allah lütfu olarak söz etmiş ve bu ganîmetlere ulaşabilmek için mü’minlerde
bulunması gereken özelliklerden bahsetmişti.
Ey Müslümanlar! Ey Allah ne demişse
tamam diyenler! Bilesiniz ki ganîmet olarak elinize ne geçirmişseniz onun beşte
biri Allah ve Resulü içindir. Akrabalar içindir. Başta Peygamberin yakınları,
akrabalarıdır ki onlar bu ganîmetlerin beşte birinden nasip dar edileceklerdir.
Sonra yine bu beşte bir yetimler, yoksullar, yolda kalmışlar içindir. Eğer
Allah’a iman etmişseniz. Eğer Furkân günü Allah’ın peygamberine indirdiği
âyetlere iman etmişseniz. Eğer iki grubun, hayırlı ve hayırsız, tayip ve habis
grubun karşılaştığı, ayrıldığı, ayrıştırıldığı günde Rabbinizin size gönderdiği
ordularına, âyetlerine, yardımlarına, zaferine iman etmişseniz işte bu taksimat
bu şekilde olacaktır. Evet fıkhen bu ganîmetlerin taksimi işini böylece anlamalı
ve kabul etmelisiniz. tâbi ben burada bu işin detayına girmiyorum. Detayını
öğrenmek isteyenler fıkıh kitaplarına müracaat ederler.
Sadece şu kadar bir inceliğe
dikkatlerinizi çekeyim: Genelde cihada katılanlar güçlü olan, kuvvetli olan,
cihada katılabilecek kapasitede insanlardır. Ancak onlar Allah için bir cihada
gittikleri zaman geride kalan akrabalar, yetimler, yoksullar, yolda kalmışların
da bu ganîmetten payları vardır. Çünkü onlar da katılmak istemişler ama imkân
bulamamışlar, giden kardeşlerine zafer için dua etmişlerdir. Çünkü İslâm ümmeti
top yekun bir ümmettir. Tıpkı şu anda Allah’ın bize verdiklerini verilmeyenlere
de ulaştırma kavgası içine girmek zo-runda olduğumuz gibi, savaş ganîmetlerinden
onları da istifade ettir-meye çalışacağız.
Rabbimiz burada bize bunu anlatıyor.
Daha önceki âyetlerinde eğer biz
muttaki olursak bize Furkan vereceğini vaad etmişti Rabbimiz. Burada da Furkân
gününden söz ediyor. Müminlerle kâfirlerin karşılaştıkları o güne, Bedir gününe
Fur-kân günü diyor Rabbimiz. Mü’minler o güne kadar yapmaları gerekenleri
yapmışlar, kâfirler de yapmışlardır ve nihâyet o gün orada ay-rılış noktasına
gelmişlerdi. Allah, dostlarına, mü’minlere yardımını göndermiş, meleklerini
göndermiş, mü’minlerin kalplerine cesaret vermiş, inşirah vermiş, yağmur
yağdırarak ayaklarına sebat vermiştir. Karşılarındaki Allah düşmanlarına da
onlara yaptıklarının tam tersini yapmış, morallerini bozmuş, yardımcısız
bırakmış, yağdırdığı yağmurla ayaklarının altını kaygan yapmış ve böylece
dostlarıyla düşmanlarının arasını ayırmıştır. Dostlarına zafer, düşmanlarına da
hezimet tattırmıştır. Öyleyse o günkü neticeyi Allah indirmiştir.
Öyleyse bizzat Allah’ın
gerçekleştirdiği bu zaferin sonunda ulaştığınız ganîmetlerin taksimi konusunda
şükrâne olarak Allah dinlenmelidir. Çünkü bu Furkân’ı veren Allah’tır. Bu
ayrılışı gerçekleş-tiren Allah’tır. Belki bundan önce insanlar hangi safta yer
alacakları konusunda net bir tavır sergileyememiş olabilirlerdi. Mü’min
oldukları halde müşrik, müşrik oldukları halde mü’min görünmeye çalışanlar
ol-muştu. İşte bugün saflar tamamen ayrılmıştır. Artık bundan sonra kâ-firlerin
safı arasında yer alan hiçbir kimseye mümin gözüyle bakılmayacaktır.
42. “Siz vadiye en yakın ve onlar
da en uzak yamaçta idiler; kervanın süvarileri sizden daha aşağıdaydı. Savaş
için buluşmak üzere söyleşmeye kalksaydınız, vaktini tayinden anlaşmazlığa
düşerdiniz; fakat Allah mahvolan, apaçık belgeden ötürü mahvolsun; yaşayan da
apaçık belgeden ötürü yaşasın diye olacak işi yaptı. Doğrusu Allah işitir ve
bilir.”
Hani siz o gün aşağı yamaçta,
vadiye yakın olan, Medine’ye yakın olan bir yamaçta bulunuyordunuz. Onlar da en
uzak yamaçta idiler. Yâni kâfir ordusu Medine’ye nisbetle uzak bir yamaçta
bulunuyordu. Kervan ise sizden aşağıda bulunuyordu. Kervan sahil kıyısından
Mekke’ye doğru yol tutturmuş gidiyordu. Eğer sizler vaatleşecek olsaydınız,
müşriklerle bu savaş konusunda randevulaşacak olsaydınız, falan yerde
karşılaşalım, falan yerde hesaplaşalım diye bir sözleşmede bulunmuş olsaydınız
kesinlikle o randevu vakti konusunda ihtilâf ederdiniz. Yâni vaatleştiğiniz
günde, vaatleştiğiniz yerde bir araya gelmeniz ve böyle bir savaşın
gerçekleşmesi asla mümkün olmazdı. Muhakkak ki savaşın vaktini ve yerini tayin
hususunda ihtilâf ederdiniz. Sizin sayısal azlığınız cesaretinizi kıracak,
onların kervanlarının sağ salim kurtulmuş olması da onları savaştan
vazgeçirecekti.
Halbuki siz iradenizin dışında
Allah’ın takdiriyle bir anda düş-manla karşı karşıya gelmiş oldunuz. Allah
işlenmesi mukadder olan bir işi yerine getirmek için bunu yaptı. Dinini üstün ve
aziz kılmak, kelimesini yüceltmek, dostlarını muzaffer, düşmanlarını zelil ve
peri-şan etmek için bunu yaptı. Böylece helâk olan apaçık bir delil üzerine
helâk olsun da kâfirin Allah’a karşı savunabilecek bir haklılık delili kalmasın.
Aynı şekilde Müslümanın da teslimiyeti kesin bilgiye da-yansın diye bunu böylece
yapmıştır.
Evet o gün o iki orduyu oraya getiren
Allah’tır. Her iki ordunun da oraya gelmesinin sebeplerini ortaya koyan
Allah’tır. Çağımızda cereyan eden savaşların tümünü de biz aynı şekilde
değerlendirmek zorundayız. Mü’minler Allah’ın istediği gibi mü’min olma yoluna
girerlerse Rabbimiz her an onların hayrına olabilecek bir sürükleniş içine
sokacaktır onları. Rabbimiz mü’minleri yönetecek, yönlendirecektir. Tıpkı şu
anda Çeçenistan’da olduğu gibi. Mü’minleri Mısır’ı terk etmeye doğru yürütecek,
Firavunları arkalarından denizde boğulmaya doğru sevk edecek, çekecek ve orada
onları boğacaktır. Yâni bir ayrılış vaktini mutlaka gerçekleştirecektir Allah.
Rabbimiz mü’minleri böylece cennete doğru sürüklerken, kâfirleri de cehenneme
doğru sürükleyecektir.
İşte bizim bilmediğimiz
Rabbimizin bildiği pek çok hikmetlerle Rabbimiz bizi istemediğimiz bir savaş
alanına sürüklerse o zaman sabretmemiz, savaşa devam etmemiz gerekecektir. Çünkü
giriştiğimiz o savaşın sonucu zaten Allah katında bellidir. Rabbimiz sanki
yapılmış bitmiş gibi olan bir işi mutlaka neticeye ulaştıracaktır. İsterse işte
Bedirde olduğu gibi şartlar tümüyle Müslümanların aleyhine olsun. Tüm şartları
Rabbimiz Müslümanların lehine çevirecektir. Niçin? Helâk olan bir beyyineden
dolayı helâk olsun, yaşayan da bir beyyi-neden dolayı yaşamış olsun. Yâni
kâfirliği tercih eden bir delilden sonra kâfirliği tercih etsin, mü’min olan da
Allah tarafından indirilen âyetleri görsün, Allah’ın mü’min kullarına gönderdiği
yardımlarını görsün de ona göre mü’min olsun. Ne kâfirin ne de mü’minin yolu
konusunda bir şüphesi kalmasın diye.
Kâfirler de haklı tarafa yardım
etmesi için dua ettikleri Allah’ın, kime yardım edip galip getirdiğini bizzat
gördüler. Her iki taraf da bu âyetleri gözlerinin önünde yaşadılar. Rasulullah
efendimizin gerçekten Allah’ın elçisi olduğunu anladılar. İşte bunların tamamı
beyyiney-di. Yâni açık ve net olarak bu dinin, bu kitabın, bu peygamberin
Allah’tan gelme bir hak olduğunu bildiler. Bütün bu beyyineler sabit ol-du.
Elbette Beyyine’ye ulaştıktan
sonra küfür ve şirkini sürdüren insanların helâkten kurtulmaları mümkün
olmayacaktır. Yaşayan da Beyyine ile yaşayacaktır artık. Yâni bu Beyyine’leri
gören mü’minler de Allah âyetlerinin hak olduğunu daima hatırlarında canlı
tutarak ya-şasınlar. Bu Beyyinelerle Allah’a imanları bir kat daha artsın da
gerçek mü’minler olarak hayatiyet özellikleri, dirilikleri artsın. Bundan sonra
kâfirlerle bir daha karşılaştıkları zaman hep korkak değil ileri atılan,
kâfirlerin egemenliğini kabul değil onlara egemen olan birer diri topluluk
olsunlar.
Evet Bedirde kâfirlerin yenilmesiyle
bir Ebu Cehil sistemi temelinden sarsıldı. Allah sistemini reddeden bir beşer
sisteminin sallandığını Rabbimiz tüm dünyaya göstermiş oldu. Muhakkak ki Allah
işitendir, bilendir. Yaptığımız tüm eylemlerimizi, dualarımızı, niyetlerimizi
bilen ve işitendir. İşte bizim böyle bir Allah’la velâyet ilişkimiz vardır.
Allah her an bizimle beraberdir.
Bakın Rabbimiz bundan sonraki
âyetlerinde bizimle bu beraberliğine, bizim velîmiz oluşuna, kendisinin ve bizim
düşmanlarımıza karşı hep bizi desteklediğine dair bir örnek
sunacak:
43. “Allah onları uykunda sana az
gösteriyordu. Çok göstermiş olsaydı, yılacak ve bu hususta çekişmeye
başlayacaktınız, fakat Allah sizi kurtardı; çünkü O kalplerde olanı
bilir.”
Hani, hatırlasana ey peygamberim,
Allah sana rüyanda onları az gösteriyordu. Rasulullah efendimiz daha Medine’den
Bedir’e hareket ettiğinde rüyasında, Allah ona müşriklerin ordusunu az gösterdi.
Rasulullah efendimiz de rüyasını mü’minlere anlatmış, bu da onlara cesaret
vermişti. Eğer Allah sana onları oldukları gibi, ya da çok gösterseydi elbette
yılgınlık gösterecek, gevşeyecek, münakaşa edecek, bu iş hakkında tartışmalara
girecek, birbirinize düşecek, aranızda görüş ayrılığı çıkacak, gücünüz,
moraliniz azalacak ve başarısızlık ortaya çıkacaktı. Fakat böyle yaparak Allah
size selâmeti verdi, size selâmet yollarını açıverdi, İslâm’ın zaferini
gösteriverdi, sizin için
daru’s selâm olan cennetin
yollarını açıverdi. Çünkü Allah göğüslerde, kalplerde olanın özünü bilendir.
Yâni böyle bir durumda ne
yapılacak? Nasıl davranılacak? Cesaret mi gösterilecek? Korkaklık mı
sergilenecek? İleri mi atılı nacak? Yılgınlık mı gösterilecek? Allah bunu çok
iyi bilendir. Yâni gönüllerde ne var, ne yok bunu en iyi bilen Allah’tır. Yâni
gerçekten o topluluk niçin oradaydı? Bunu bilen Allah’tır. Mü’minler kervan için
mi yola çıkmışlardı? Ganîmete ulaşmak için mi oradaydılar? Bunu çok iyi bilen
Rabbimiz dikkat ederseniz sûrenin ilk âyetlerinde hemen ganîmet taksimi konusuna
girmedi. Mü’minlerin kalplerini bu işe hazırladı, içlerindeki niyetlerini
temizledi, değiştirdi, onların kalplerindeki ganîmet sevgisini kaldırdı,
ganîmete ulaşmak için savaşa çıkmanın yanlışlığını onlara anlattı, gösterdi,
yaşattı, duyurdu, hissettirdi. Allah için orada bulunmaları gerektiğini onlara
kabul ettirdi, cennetin kokusunu duyurdu ve gerçekten Allah’a lika arzusuyla
onları dolup taşırdı.
İşte o savaş meydanında kimin kalbinde
ne varsa, bunlardan başka ne yüce duygular varsa bunların tamamını biliyordu
Allah. Kalplerindekilere lâyık olarak Rabbimiz de onlara, Bedir zaferini
lütfetti. Onları Bedir ashabı yaptı ve onların günahlarını bağışladım müjdesiyle
onları sevinçlerin en büyüğüne nail kıldı. Eğer gerçekten bizler de şu anda
onların izindeysek, onların gittiği yere gitme çabası için-deysek, kendilerini
ihsan ile takibe yönelmişlersek o zaman bizler de onlar gibi olmak, onlar gibi
yaşamak, onları her yönüyle örnek almak zorundayız. Eğer bizler onların
örnekliliğini yakalayabilir, onlar gibi bir hayat yaşayabilirsek kesinlikle
bilelim ki Rabbimiz aynı zaferleri bize de lütfedecek demektir. Bunu hiç bir
zaman hatırımızdan çıkarma-yalım.
Orada rüyadaki bir gösterim
anlatılırken bundan sonraki âyetinde de bizzat uyanık halinde gösterilen bir
gösterimden söz ediliyor. Bakın Rabbimiz o hususu da şöyle
anlatıyor:
44. “Karşılaştığınızda, olacak
işi oldurmak için, onları gözlerinize az gösteriyor ve sizi de onların gözünde
azaltıyordu. Bütün işler dönüp Allah'a varır.”
Düşmanla karşı karşıya
geldiğinizde Allah onları size az gösteriyordu. Ve onların gözlerine de sizi az
gösteriyordu. İki tarafa da karşılarındakileri az gösteriyordu. Karşı tarafa
Müslümanları az gösteriyordu ki, onlar cesarete gelip savaştan vazgeçmesinler,
ve az gördükleri mü’minleri ezip geçeceklerini zannetsinler. Mü’minlere de
onları az gösteriyordu ki onlar da bu savaşta sebat göstersinler. Rivâyetlere
göre İbni Mesud efendimiz yanındaki bir sahâbeye soruyordu. Karşıdaki düşmanı ne
kadar görüyorsun? diye, o sahâbe de diyordu ki vallahi ben onları yaklaşık yüz
kişi kadar görüyorum. Ebu cehil de Müslümanların sayıları hakkında bir lokma
kadarlar diyordu. Böylece iki ordu vuruşsun da Allah intikam alacağı taraftan
intikamını alsın, galip getireceği tarafın da üzerine nîmetlerini tamamlayıp
galip getirsin. Çünkü Allah dilediğine hükmeder ve neye hükmetmişse onu uygular.
Çünkü bütün işler sonunda Allah’a dönüp varır.
Evet işte böylece mü’minler az
gördükleri kâfirlere saldırıyorlar, kâfirler de az gördükleri mü’minlerin
üzerine yürüyorlar. Netice Allah’ın zaten verilmiş bir kararını, yapılmış bir
işini, verilmiş bir emrini gerçekleştirmek. Bunu gerçekleştirmek, savaşın
devamını sağlamak için Rabbimiz âyetlerini böylece gösteriyordu. Rüyada
gösteriyordu, bizzat uyanıkken gösteriyordu. Böylece iş aynen Allah’ın istediği,
planladığı gibi cereyan ediyordu. Çünkü bütün işler Allah’a döndürülür. Emreden
O’dur, takdir eden, gerçekleştiren O’dur. Rüyada O gösterir, şartları O
hazırlar, meleklerini O gönderir ve işler O’nun istediği şekilde gerçekleşir.
Peki bu durumda
mü’minlere düşen nedir? Mü’minler Cenâb-ı Hakkın bu mûcize diyebileceğimiz
âyetlerini beklemekten ziyâde Allah’a, Allah’ın istediği kulluğa yönelmelidir.
Yâni mü’mine düşen kendisinin yapması gerekenleri yapmaktır, Allah da kendisine
düşeni elbette yapacaktır. Ama işin başında, ama ortasında, ama sonunda. İşte
orada da yaptı Rabbimiz yapacağını.
Savaşın başında her iki tarafı da
birbirine az gösteren Rab-bimiz yine Âl-i İmrân sûresinin beyanıyla savaşın
başlamasıyla bir-likte mü’minleri kâfirlerin sayılarının, güçlerinin iki katı
gösteriveriyor. Sayısal ve güç yönünden
çok azınlıkta olan mü’minler kâfirlerin gö-zünde iki katı gösteriliyor ve
Müslümanlara da o kâfirleri mevcut sa-yılarından ve güçlerinden çok daha az
gösteriliyor. Böylece Rabbimiz istediklerini az, istediklerini çok göstererek
mü’minleri güçlendiriyor, kâfirlerin cesaretlerini
kırıyor.
45,46. “Ey inananlar! Bir
toplulukla karşılaşırsanız dayanın; başarıya erişebilmeniz için Allah'ı çok
anın. Allah'a ve peygamberine itaat edin; çekişmeyin yoksa korkar başarısızlığa
düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle
beraberdir.”
Ey Allah’ın istediği gibi iman
edenler. Ey Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın yasalarına,
Allah’ın velâyetine, tarih içinde hep Allah’ın yasalarının üstün olup
uygulandığına iman edenler. Öyleyse bu imanınızın gereği olarak bir toplulukla
karşı karşıya gelirseniz sebat edin, dayanın, direnin, dişinizi sıkın.
Ayaklarınız yerlerinden kaymasın. Ayağınız sağlam bassın. İmanlarınızla,
teslimiyetlerinizle, tevekküllerinizle sabit olun. Geri adım atmamak, kaçmamak
üzere yerlerinizde çakılıp kalın. Gönlünüz Rabbinize bağlansın. Yolunuzda,
dâvânızda, imanınızda, Allah’ın yardımı konusunda şüpheniz, tereddüdünüz
olmasın.
Kesinlikle bilesiniz ki Allah
sizinle beraberdir, Allah sizin desteğinizdedir, Allah size yardımını
ulaştıracaktır. Bu Allah’ın va’didir, bu Allah’ın bir yasasıdır ve Allah
yasalarında asla bir değişiklik olmaz
Kâinatta işleyen yasaların tamamı Allah
yasasıdır. İşte Bedir. Müslümanlar çok az. Böyle bir durumda Müslümanların
kendilerinden çok fazla güce sahip olan kâfirler karşısında galip gelmeleri
normal yasalar dahilinde âdeta mümkün değil gibi görünmektedir. Ama elbette
Allah orada bizzat kendi emrini gündeme getirecek, meleklerini göndererek
mü’minlere va’dini gerçekleştirecektir. Şartları tamamen mü’minlerin lehine
değiştirecektir. Çünkü zaferin tamamıyla Allah ka-tından olduğunu önceki
âyetlerde bildirmişti Rabbimiz. Öyleyse mü’-minlere düşen sadece kâfirler
karşısında, o kâfirler kendilerinden ne kadar da fazla olurlarsa olsunlar
sabretmek, Allah’ın istediği gibi davranmaktır. Daima ileriye doğru yürümek ve
asla kaçmayı düşünmemektir. İleri gittikçe Rabbinin rızasını ve Cennetin
kokusunu duymaktır. Böyle yapınca şehit olsa da, kazansa da galip olacaktır
Müslüman.
Evet savaşta sabredin ve felaha,
başarıya ulaşabilmek için Allah’ı çokça zikredin. Zafere ulaşabilmek için
Allah’ı çokça gündeme alın. Savaş esnasında bile, ölüm kalım ortamında bile
Allah’ı zikirlerin en büyüğü olan namazlarınızı terk etmeyin. Allah’ın
hayatınızın ve ölümünüzün sahibi olduğunu unutmayın. Sonunda Rabbinize
kavuşacağınızı, O’nun rızasına ve cennetine doğru gittiğinizi aklınızda canlı
tutun. Allah için bir savaş verdiğinizi asla unutmayın. Allah’a ve Resulüne
gönülden itaat edin. Allah ve Resulünün emir ve yasaklarına riâyet edin. Allah
ve Resulü sizin nasıl davranmanızı istiyorsa öylece davranın. Yapılacak iş belli
iken, Allah ve Resulünün istedikleri açıkken çekişme içine girmeyin, tartışma
içine düşmeyin, çözülmeyin, birbirinizle ihtilâflara düşmeyin. Çok kötü bir
durumda olsanız bile kontrolü kaybetmeyin. Yoksa gevşer, yılgınlık gösterir ve
gücünüz kuvvetiniz gider ve sonunda başarısızlığa düşersiniz. Sabredin doğrusu
Allah sabredenlerle beraberdir.
Peki Müslümanlar arasında hiç ihtilâf
olmaz mı? Hiç görüş ay-rılığı olmaz mı? Olabilecektir elbette ama, Şûrâ vardır
gerek devlet iş-lerinde, gerek askeri işlerde. Elbette Şûrâda bu meseleleri
görüşmek, tartışmak, danışmak ayrı şeydir, parçalanıp birbirine düşmek ayrı
şeydir. Bir konu Şûrâda karara bağlanmışsa, Emîr’ul Mü’minîn neye karar vermişse
artık iş bitmiştir. Artık o emre itaat Allah’a itaat demektir. İslâm’daki itaat
mekânizmalarını biliyoruz. Allah ve Resulüne mutlak itaat, emir sahiplerine de
Allah ve Resulünün istediklerini emrettikleri sürece itaat edilecektir. Emir
çevresindekilerle istişare sonucu bir karar vermişse artık öteki Müslümanların
ayaklarını geri atmalarına imkân kalmamıştır. Allah ve Resulünün arzularına ters
düşmeyecek bir biçimde emirin aldığı kararı uygulamak zorundadır Müslümanlar.
Değilse emir bir tarafa, öteki Müslümanlar da başka bir tarafa çekecek olurlarsa
ne cihadımız, ne devlet işimiz başarıya ulaşır, ne de kâ-firlere karşı bir
kuvvet gösterisi içinde olabiliriz.
İşte Rabbimiz buyuruyor ki gevşersiniz,
gücünüz, kuvvetiniz gider, havanız kaybolur, egemenliğiniz yok olur. Kâfirler
için onları bizden korkutacak bir güce, bir havaya sahip olmak zorundayız. Peki
acaba şu anda kâfirler üzerinde hiç bir havamız, hiç bir gücümüz, etkinliğimiz
var mı? Yok değil mi? Müslümanca bir kimliğimiz, bir şahsiyetimiz var mı? Yok
değil mi? Neden? Çünkü Müslümanlar olarak ümmet olma şuurunu kaybettik.
Birbirimiz için canımızı fedâ edecek kadar birbirimizle bir kardeşliğimiz
kalmadı da ondan. Şu anda Filistin’deki kardeşlerimiz, Çeçenistan’daki
kardeşlerimiz, dünyanın çeşitli coğrafyalarındaki kardeşlerimizle bir kardeşlik
ilişkimiz var da onları öldürenlerin bu kardeşlerden bir çekincemeleri yok değil
mi? Bırakalım çok uzaktakileri, şu anda bu ülkede birileri bir grup Müslümanı
yok etmeye çalışırken öteki Müslümanlardan zerre kadar bir çekincemesi yoktur.
Halbuki Medine’de bir Müslüman
kadının örtüsüne el uzatan bir Yahudi karşısında öteki kardeşlerinin nasıl
davrandıklarını biliyoruz. Bir Müslüman kardeşleri için savaşa karar veren
Müslümanların bu kardeşlik bağını gören Yahudi korkmaz mı Müslümanlardan?
Çekinmez mi bir Müslümana ilişmekten? Ama işte şu anda kâfirler ta-rafından
Müslümanların kanları dökülürken, ırzları, namusları kirletilirken diğer
Müslümanların seyirci kalmaları, kıllarının bile kıpırdamayışı, hattâ
kimilerinin oh olmuş, onlar şunlardandı, onlar bizden değildi gibi İslâm dışı
bir tavır sergilemeleri kâfirleri cesaretlendiriyor ve Müslümanların onlar
üzerinde en ufak bir etkilerinin kalmadığını gösteriyor. Böyle bir durumda ne
fert olarak ne de toplum olarak zerre kadar bir Müslüman şahsiyetimiz
kalmayacaktır.
İşte Rabbimizin yasaları gözlerimizin
önündedir. Eğer böyle parça parça değil de top yekun Allah ve Resulünün
emirlerine itaat eden, birbirleriyle çekişmeyen mü’minler olabilirsek peşinen
bir çok savaşı kazanmış olabileceğiz demektir. Çünkü hayatı seven kâfirler o
zaman asla şu anda olduğu gibi bizler karşısında savaşı göze alamayacaklardır.
Ama eğer bizler Allah ve Resulüne itaat halinde değilsek, kitap ve sünnet
etrafında toplanarak kardeşler olamamışsak, birbirleriyle çekişmeyen,
birbirleriyle kenetlenmiş bir ümmet olamamışsak bizdeki bu zaafı gören kâfirler
hep bize saldıracaklar ve galip geleceklerdir. Öyleyse sabredin ey mü’minler.
Kendinizi Allah ve Resulünün istediği yerde tutun. Allah ve Resulüne itaat
makamında tutun. Bilesiniz ki Allah sabredenlerle beraberdir.
47. “Yurtlarından böbürlenerek,
insanlara gösteriş yaparak çıkan ve Allah yolundan menedenler gibi olmayın.
Allah onların işlediklerini her yönüyle Bilendir.”
Şunlar gibi de olmayın ki; onlar
yurtlarından böbürlenerek, insanlara gösteriş yaparak çıkmışlardır. İnsanları
Allah yolundan men ederek çıkmışlar. Kâfirler debdebe ve alayiş içinde,
yanlarına şarkıcı, eğlendirici kadınları da alarak, çalgı, çığırtı unsurlarıyla
birlikte, tüm ziynetlerini takınmışlar, Müslümanlara hava atmak, Müslümanları
Al-lah yolundan engellemek, inanları sindirebilmek, o bölgede sahip oldukları
egemenliklerini daha bir güçlendirmek için insanlara gözdağı vererek
çıkmışlardı. Sakın sizler onlar gibi olmayın diyor Rabbimiz mü’minlere.
Bunların asıl amacı yeryüzünde
insanları Allah’a kulluktan alıkoymaktır. Allah dininin gelişiyle, Allah
Resulünün gelişiyle menfa-atleri sarsılmış, konumlarını, egemenliklerini
kaybetmişler. Onun için Rasulullah’a düşman kesiliyorlardı. Onun için Allah’ın
Resulünü öldür-me, sürme, hapsetme planları peşindeydiler. Asıl amaçları hakkı
yok etmek, hakkı susturmak, hakkı sindirmek, Hak olan Resul etrafındaki
Müslümanları ortadan kaldırmaktı. Yâni asıl düşmanlıkları Allah düşmanlığıydı.
Allah’ın hayata karışmasına karşıydılar. Ama:
48. “Şeytan onlara işlediklerini
güzel gösterir ve "Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur; doğrusu ben de
size yardımcıyım" dedi. İki ordu karşılaşınca da, geri dönüp, "Benim sizinle
ilgim yok; doğrusu sizin görmediğinizi ben görüyorum ve şüphesiz Allah’tan
korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir" dedi”
Bir tek dostları var kâfirlerin.
O da şeytan. Allah’la savaşın içindelerken şeytan onlara bu yaptıklarını süslü
gösteriyordu. Şeytan onlara amellerini süslü ve mantıklı gösterdiği için ne
yaptıklarının farkında değillerdi alçaklar. Şeytan kendilerine gelip cesaret
vererek, destek va’dinde bulunarak diyordu ki, bugün insanlardan size galip
gelebilecek kimse yoktur. Sizin karşınızda durabilecek hiç bir güç yoktur. Derdi
neydi şeytanın? Tüm derdi onları Müslümanlarla savaştırıp Müslümanlara bir
yenilgi tattırmak. Çünkü Allah dostlarının ezelî düşmanıdır şeytan.
Bakın kâfirlere doğrusu ben size
yardımcıyım, ben size müzâhirim, size destek vereceğim. Ama ne zaman ki iki ordu
karşı karşıya geldi, şeytan hemen ökçeleri üzerinde gerisin geriye dönerek
kaçarken şöyle diyordu: Ben sizden beriyim. Ben sizden uzağım. Benim sizinle bir
ilgim yoktur. Çünkü ben sizin görmediklerinizi görüyorum. Ben Cebrâil’i
görüyorum. İçinde Cebrâil’in bulunduğu bir orduyla sa-vaşılmaz. Bu orduyla baş
edilmez. Böyle bir ordunun karşısında durmaktan Allah’a sınırım. Ben Allah’tan
korkarım zira Allah’ın azabı çok şedittir.
Dikkat ediyor musunuz? Bu sözleri kim
söylüyor? Şeytan. Ben Allah’tan korkarım diyor. Vay bugün Müslümanlardan
başınıza geleceklere diyor. İşte böyledir şeytan. İşte kâfirlerin dostu bu
kadardır. Teşvik eder, cesaret verir, dürtükler, oraya kadar getirir, sonra da
dostlarını terk ederek kaçıp gider. Tabii bizzat bir insan sûretinde mi geldi
onlara? yoksa bu vesveseleri kâfirlerin gönlüne mi attı? bunu bilemiyoruz. Bu
âyetler bize şunu söylüyor: Ey Müslümanlar, işte kâfirlerin destekçisi bu
kadardır. Eğer sizler bir kâfir ordu karşısında sabreder, direnir, dayanır ve
yılgınlık göstermezseniz onların kalplerine geçici bir cesaret veren şeytanları
onları terk edecek, mutlaka onların kalplerini korku dolduracak ve Rabbiniz
desteğiyle sizi galip getirecektir. Kâfirlerin dostları sahtedir, sizin dostunuz
Allah’tır bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
Tabii bu kâfirlerin başka dostları,
başka destekçileri de vardır. Sözde destekçiler. Bakın onları da Rabbimiz bundan
sonraki âyetinde şöylece anlatıyor:
49. “İki yüzlüler ve kalplerinde
hastalık bulunanlar "Müslümanları dinleri aldattı" diyorlardı; oysa kim Allah'a
güvenirse bilmelidir ki Allah güçlüdür, hakimdir.”
Evet kâfirlerin ikinci sahte
dostları olan münâfıklar, kalplerinde nifak hastalığı bulunanlar da diyorlar ki,
bu Müslümanları dinleri aldatmış, dinleri gözlerini döndürmüş, akıllarını
başlarından almıştır. Aklı yok bu Müslümanların. Şu küçücük hallerine bakmadan
güçlü, kuvvetli Kureyş ordusuyla savaşma çılgınlığına kapılıyorlar. Dinleri bu
adamları körleştirmiş olmalı ki böyle bir şeye cüret edebiliyorlar. Evet zâhirde
bu böyleydi. Kâfirler görünüşte Müslümanların üç katıydı. Böyle güçlü kuvvetli
bir ordunun karşısında durabilmek zâhiren mümkün değildi. Bu adamlar çok büyük
bir felâketle karşılaşacaklar diyordu münâfıklar.
Peki hangi münâfıklardı bunu
söyleyenler? Bunlar ya Medine’de inanmadıkları halde iman iddiasında bulunan
Medine münâfıklarıydı, yahut da Mekke’de iman ettikleri halde, inandık dedikleri
halde henüz kalplerine iman oturmamış, hâlâ bir takım şüpheleri bulunan
kimselerdi. Bunlar müşrik orduyla birlikte Bedir’e kadar sürüklenip gelmiş
insanlardı. Şu hesabın içindeydiler: Eğer orada Müslümanlar güçlüyse onlara
katılırız, yok eğer müşrik ordu güçlüyse onların içinde kalırız niyetiyle
gelmişlerdi. Şimdi Bedirde Müslümanları çok zayıf görünce de böyle diyorlardı.
Dinleri bu adamları kandırmış.
Bunlar aslında kendi
menfaatlerinden başka bir şey görmeyen kimselerdir. Sadece dünyayı görebilen
insanlar. Uğrunda savaşabilecekleri her hangi bir düşünceleri, dâvâları olmayan
insanlar. Kitabımızın pek çok âyeti bu zümreyi anlatır. Bunlar sadece kendi
canlarını, çıkarlarını düşünen insanlardır. Menfaat icabı kim güçlüyse onun
yanında yer alan bir karakter. Savaşa gelmeleri de, namaz kılıp, zekât vermeleri
de imanlarından kaynaklanmaz. Sadece Müslümanlardan kendilerine gelebilecek
zararlara karşı kendilerini diskalifiye endişelerindendir.
Evet bunlar kâfirdir ve kâfirlerin
dostudurlar. Kalpleri hep kâ-firlerden yanadır ama, bakın Rabbimizin buradaki
beyanlarına göre bunlar aslında kâfirlerin de sâdık dostları değillerdir. Yâni
küfrün de sâdık bekçileri değillerdir bunlar. Kâfirlerin safında yer almalarının
al-tında yatan sebep de eğer bir iman-küfür savaşında kâfirler galip gelirlerse
Müslümanlarla birlikte bizi kırıp geçirmesinler, kâfirlerin yanında kendimizi
garantiye alacak bir yerimiz, yeri geldikçe onlardan da menfaatlenelim diyedir.
Onun içindir ki hem iman safının hem de küfür safının bu tür insanlardan ciddi
bir fedâkarlık beklemeleri mümkün değildir. İşte onun içindir ki Rabbimiz
bunlardan söz ederken kalpleri hasta adamlar tabirini kullanıyor.
Halbuki kim Allah’a güvenip tevekkül
etmişse, kim işlerini Allah’a havale etmişse, kim kendisine vekil olarak Allah’ı
bilmiş ve sadece Ona güvenip dayanmışsa bilsin ki O Allah Azîzdir ve Hakimdir.
Allah mutlak galiptir. Allah mutlak güçlüdür. Çünkü işin sahibi Allah’tır.
Başında da sonunda da iş Allah’a aittir. Kâfirlerle savaşan aslında biz değil
Allah’tır. Müslümanlar savaşanlar önce karşılarında Allah’ı bulacaklardır. Bu
bir Allah yasasıdır.
Öyleyse burada Müslümana düşen iş
sadece adına savaşa çıktığı Allah’a güvenip tevekkül etmektir. Bu konuda, her
konuda Allah’ı kendisine vekil kabul edip işi O’na havale etmektir. Tabii
Müslüman salahiyeti olan konularda kendisine düşeni yapacak. Yâni Allah’ın
kendisinden istediğini yapacak. Yâni savaş için kâfirlerin karşısına dikilecek
ve sonucunu Allah’a havale edecektir. Çünkü O bizim velimizdir. Bizim adımıza en
güzel, en uygun kararı alan O’dur. O bi-zim adımıza nasıl bir yasa belirlemişse
o yasaya uymak zorundayız.
İşte Bedir’de de Müslümanlar
aynen böyle yaptılar. Velileri Olan Allah’ın adlarına aldığı bir karar gereği
kâfirlerin karşısına dikil-diler. Allah adına hareket eden Allah elçisinin
çevresinde tek güç, tek yumruk, tek kalp oldular. Bunlar Allah’ın emriydi.
Kendilerine düşeni yaptılar. Ve güçlerinin yetmeyeceği şeyi de Rablerinden
beklediler. Rablerine dua dua yalvarıp zafer istediler. Zaten o noktadan
itibaren Rabbimizin va’di gerçekleşecektir. Vekil olan Allah’ın yardımı ve
desteği gelecektir. Evet işte kim böyle Allah’a tevekkül ederse kesinlikle
bilsin ki galip gelecek olan Allah’tır. Çünkü Allah Azîzdir, Hakîmdir. Allah
yenilmeyen ve yanılmayandır. İki orduyu böyle bir hikmetle karşı karşıya getirip
onlar üzerinde mutlak egemenliğini gerçekleştirendir Allah.
50,51. “Melekler inkâr edenlerin
yüzlerine ve sırtlarına vurarak, "Yakıcı azabı tadın, bu, kendi ellerinizle
yaptığınızın karşılığıdır" diyerek canlarını alırken bir görseydin! Yoksa Allah
kullara asla zulmetmez.”
Peygamberim, keşke kâfirlerin
durumlarını bir görseydin. Ne zaman? Nasıl? Meleklerin o kâfirleri
öldürdüklerini. İleri atılırlarken o kâfirlerin yüzlerine, kaçarlarken de
sırtlarına, ense köklerine vurup vurup onları yerlere sererlerken bir görseydin.
Savaş ortamında cereyan eden hadiseleri bir bir gözler önüne seriyor Rabbimiz.
Niyetleri, düşünceleri, kalplerden geçenleri, ölüm sahnelerini en ince
teferruatına kadar bilen Rabbimiz anlatıyor. Bakın Allah’ın askerleri melekler
kâfirlerin hayatlarına son veriyorlar. Bunu da onların yüzlerine ve
en-
se köklerine vurarak
gerçekleştiriyorlar. Ve de diyorlar ki onlara, tadın alçaklar yangın azabını,
çünkü bu sizin yaptıklarınızın karşılığıdır. Bu Allah’la savaşmanızın, Allah’a
cephe almanızın karşılığıdır. Bakın bakalım Allah’la savaşmak ne demekmiş? Bu
yaşadığınız o pis hayatın, o küfür ve şirk programlarınızın cezasıdır.
Küçümsedikleri Müslümanların
elleriyle birer birer devrilmenin acısını tadıyorlar şimdi. Bütün bunları duyup
öğrendikten sonra kim kâfirliğe razı olabilir? Kim özenebilir kâfirliğe? İşte
kâfirlerin durumu budur. İşte onların yolunda giden, onların egemenliği altında
bir hayata razı olanların âkıbetleri budur. Çünkü onlar mahlukâtın en
şerlileridirler.
Allah kimseye zulmetmiyor. Bakın
buyuruyor ki bütün bunlar sizin ellerinizle yaptıklarınız sebebiyledir. Allah
kullarına asla zulmet-mez. Allah asla kullarının hakkını gasbetmez. Kullar
Allah’a Allah’ın istediği kulluğu yerine getirdikleri sürece Rabbimiz vaatlerini
mutlaka onlara ulaştırır. Ama ne zaman ki onlar Allah’a kul olacakları yerde
düşman kesilirlerse yine bir başka yasası gereği hak ettikleri cezayı onlara
gönderiverir. Ama unutmayalım ki Rabbimizin cezası işlenen suç oranında, yâni
bire bir iken mükafatına sınır yoktur. Bu da Rab-bimizin âdil oluşunu gösterir.
Allah için zaten zulmü düşünmek mümkün değildir. Zulmü kendisine haram kılmıştır
Rabbimiz. Ve zulmü in-sanlar arasında da haram kıldığını beyan buyuruyor.
52. “Firavun taifesi ve onlardan
öncekilerin gidişi gibi, Allah'ın âyetlerini yalanladılar da Allah onları
günahlarından ötürü yok etti. Allah kuvvetlidir cezalandırması
şiddetlidir.”
Bunların durumu Firavun ailesinin
durumu gibidir buyurarak Rabbimiz tarihten bir misâlle bizi yüz yüze getirecek.
Tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekiler gibi. Onlar bildikleri tanıdıkları
halde Allah’ın âyetlerini yalanladılar. Firavun ve halkı Mûsâ (a.s) nın
kendilerine Allah’tan getirdiği âyetleri biliyorlardı. Her bir âyet geldikçe ey
Mûsâ bizim için Rabbine dua et, eğer bu belâ üzerimizden kaldırılırsa iman
edeceğiz demişlerdi. Allah âyetleri karşısında müstağni ve müstekbir
davranmışlardı. Firavun böyle yatığı zaman etrafındakiler de onun bu küfrüne
ortak olmuşlardı. Ve neticede birbirlerini cehenneme sürüklemişlerdi.
Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi,
Semûd kavmi Lût kavmi, Medyen’liler, Eyke’liler de aynı şeyi yapmışlardı. Onlar
da güçlerine, kuvvetlerine güvenerek Allah’ın âyetlerini reddettiler. Allah’la,
Allah’ın elçileriyle, Allah elçileri safında yer almış mü’minlerle savaşa
tutuştular. Sizler bu toplumların korkunç âkıbetlerini görmez misiniz? Onları
anlatan Rabbinizin şu kitabının sûreleri arasında gezinti yap-maz mısınız? Nasıl
olmuş? Ne yapmışlar onlar? Ne olmuş âkıbetleri? Allah onların tümünü
günahlarından ötürü helâk etmedi mi? Allah on-ları kendi âyetlerini örtüp,
örtbas etmelerinden dolayı yakalayıp cezalandırmadı mı?
Bir hatırlasanıza Firavun
toplumunu. Hatırlasanıza Firavunun gücünü, kuvvetini, saltanatını, ordusunu,
askeri ve siyasal gücünü. Yeryüzünün en süper gücüne sahip olan Firavun
karşısında savaşan Mûsâ ve Harun (a.s)’ları gözlerinizin önüne getirsenize.
Firavun ve toplumuna karşılık iki insan ve onların yanında henüz açıktan açığa
peygamberleri desteklediklerini bile açıklayıp ilân edemeyen, yıllar yılı
Firavun sisteminin köleleştirdiği, dinlerini, imanlarını, namuslarını,
iffetlerini, her şeylerini kaybetmiş İsrail oğullu var. Peki ne oldu? Sonuca bir
baksanıza. Kim galip? Kim mağlup?
Onlar Allah’ın âyetlerini
yalanladılar, yok farz ettiler,
âyetlerin üzerini örterek, gündemlerinden düşürerek bir hayat yaşadılar. Kendi
yasalarını Allah’ın âyetlerine tercih ederek bir hayat yaşadılar da Allah da bu
günahları, bu isyanları sebebiyle yakalayıp muaheze ediverdi. Ağızlarının
paylarını veriverdi.
Peki nasıl yakaladı? Neyle yakaladı
Rabbimiz Firavunu? Bunu aşağıdaki âyet anlatacak, Rabbimiz onu ve toplumunu
suyla yakaladı. Allah’ın yakalaması pek çetindir. O yakaladı mı tam yakalar.
Bazen bir rüzgarla, bazen bir suyla, bazen bulutla, bazen bir ses, bir sayha,
bir çığlıkla, bazen bir denizle, bazen birkaç tane melekle, bazen
anayla-babayla, bazen zâlim idarecilerle, bazen azgın tâğutlarla, bazen A.B.D.
ile, Bazen İ.M.F. ile, bazen bir sarsıntı, bir zelzeleyle, bazen ekonomik,
sosyal veya ailevi hastalıklarla yakalayıverir Allah. Tarih bunun şâhitleriyle
doludur. Allah’la savaşa tutuşan zâlimlerin hepsi de sonunda mağlup oldular.
Hepsi de ellerindeki güç ve kuvvetlerinin, imkân ve saltanatlarının hiç bir işe
yaramadığını gördüler. Hiç birisi Allah’ın âyetlerini yalanlamalarının ve
onlarla savaşa tutuşmalarının karşılığı olarak Allah’ın kendilerine takdir
buyurduğu azaptan kurtulamadılar.
53. “Bu, bir topluluk iyi
gidişini değiştirmedikçe Allah'ın da verdiği nîmeti değiştirmeyeceğinden ve
Allah'ın işiten bilen olmasındandır.”
Evet salahla ilgili, ıslahla
ilgili bir başka yasanın böylece gün-deme getirildiğine şâhit oluyoruz. Herhangi
bir toplum kendisini, kendi durumunu, kendi hayatını değiştirmedikçe Allah da o
toplum üzerindeki nîmetlerini değiştirecek değildir. Bu Rabbimizin hikmetine
terstir. Evet Rabbimiz herhangi bir topluma verdiği nîmetlerini
değiştirmeyecektir. Bu nîmet iman nîmeti olabilir, hidâyet nîmeti, sağlık
nîmeti, servet nîmeti, güvenlik nîmeti olabilir. Bir toplum kendisini
değiştirip, Allah’a kulluğunu bozup nankörleşmedikçe onlara verdiği nîmetlerini
Rabbimiz asla onlardan geri almamaktadır.
Tabii bu değişim müspet de, menfi
de olabilecektir. Rabbimiz tarafından beğenilen bir durum beğenilmeyen bir
durumla değiştirile-ileceği gibi, bunun tamamen aksi de olabilecektir. Yâni bir
toplum tavırlarıyla Rabbimizin kendilerine lütfettiği nîmetlerine ehil
olmadıklarını göstermedikçe onlara lütfettiği nîmetlerini esirgemez, çekip
onların elinden geri almaz.
Meselâ Rabbimiz Kureyş’e nîmetler
göndermişti. Tüm dünyaya karşı büyük bir güven duygusu vermişti. İşte onlar
kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, yâni kendilerine Allah’ın Resulü
geldikten sonra onu ortadan kaldırma eylemlerinden, Allah’la savaş cüretlerinden
vazgeçmedikleri sürece Allah onlara verdiği bu nîmetlerini değiştirecektir. Ama
insanlar iyiye doğru, Hakka doğru, kulluğa doğru bir düzelme gösterirlerse
Rabbimiz onlara daha çok nîmetler gönderiyor. Günahlara doğru, isyanlara doğru
bir eğilim gösterdikleri zaman da Rabbimiz ellerindeki nîmetlerini geri
alıveriyor.
Evet bu yasa kâfirler için de,
mü’minler için de geçerlidir. Kâfirlerin de mü’minlerin de bu yasayı bilmeleri
gerekmektedir. Eğer her gün biraz daha güzel Müslümanlığa yönelebilirsek,
durumlarımızı biraz daha güzelleştirebilirsek, imanlarımızı, takvalarımızı,
teslimiyetlerimizi, amellerimizi, namazlarımızı biraz daha güzelleştirebilirsek
kesinlikle bilelim ki Rabbimiz bize daha çok nîmetler gönderecektir. Ama şu anda
imtihan için bize verilen nîmetleri Allah’a kulluk yolunda kullanmaz, bunların
birer imtihan sebebi olduğunu unutursak kesinlikle bilelim ki bu nîmetler
elimizden alınacaktır. Hiç şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve bilendir. İşte
yine tarihten bir örnek:
54. “Firavun taifesi ve onlardan
öncekilerin gidişi gibi, Rablerinin âyetlerini yalanladılar da onları
günahlarından ötürü yok ettik. Firavun taifesini suda boğduk. Hepsi
zâlimlerdendi.”
Tıpkı Firavun ve hempalarının,
Firavun ve avenelerinin, onun yolunda gidenlerin durumları gibi. Rabbimiz
gerçekten onlara çok büyük nîmetler vermişti, fırsatlar, imkânlar, egemenlik
vermişti. Onlar bu nîmetleri verenin yolunda kullanacaklar, nîmet vericinin
elçisine iman edeceklerdi. Halbuki onlar bunun tamamen aksini yaptılar.
Rablerinin âyetlerini örttüler, Rablerinin elçisini reddettiler. Allah’ı ve
elçisini hayatlarına karıştırmadılar. Allah âyetleriyle karşı karşıya gelme
nîmetine karşı da nankör davrandılar. Asa âyetini, Yed-i Beyza âyetini, tûfan,
kan, kurbağa gibi Allah âyetlerine karşı ilgisiz kaldılar. Allah’ın bunca
âyetini yok farz ettiler, gelmemiş kabul ettiler, ilgilenmediler, boşa
çıkardılar, gereğini yapmadılar da Allah’ta onları helâk ediverdi. Günahlarından
dolayı işlerini bitiriverdi.
Evet Allah onların her birini farklı
bir yakalama usulüyle yakalayıverdi. Kurtulabildiler mi Allah’ın yakalamasından?
Hani güçlüydüler? Hani düzenli orduları vardı? Hani ekonomik ve siyasal güçleri
vardı? Hani karşılarındaki Müslümanlar güçsüzdü? Hani orduları, askerleri,
silahları yoktu? Hani yalnız ve korumasızdılar? Hani tanklarıyla ezip
geçeceklerdi? Hani Allah’ın mülkünde Allah’a ve müminlere hayat hakkı
tanımıyordu? Hani Allah kullarının Rabbim Allah demelerine izin vermiyordu? Ne
oldu sonuç? Allah safında yer alanlar, tercihlerini Allah’tan yana yapanlar az
da olsalar galip, kâfirlerse zillet ve horluk içinde geberip gittiler.
Elbette öyle olacaktı. Çünkü
onların hepsi de zâlimdiler. Kendilerini Allah’a itaat makamından çıkarıp küfür
ve şirk içinde bir hayatın mahkumu etmiş insanlardı. Elbette Allah’ın
kendilerine gönderdiği bu kadar âyetine karşı duyarsız olmuş, Allah’ın bunca
uyarılarına karşı vurdumduymaz bir tavır sergilemiş insanların âkıbeti bu
olacaktı.
Öyleyse kimin arkasından gideceğimize
iyi karar vermek zorundayız. Sonu helâk olan Firavunları mı takip edeceğiz?
Yoksa Allah’ın istediği bir hayat yaşayıp kazanan Mûsâ (a.s) nın peşinden mi
gideceğiz? Bakın Rabbimiz buyuruyor ki:
55. “Allah katında yeryüzünde
yaşayanların en kötüsü, inkâr edenlerdir. Onlar artık
inanmazlar.”
Evet işte bunlar yeryüzündeki
mahlukâtın, yaratıkların en şerlileridirler. Hareket eden, canlılık devinimi
gösteren yeryüzündeki varlıkların en kötüsü, en zararlısı, kâfirler ve
müşriklerdir. Bunlar diğer zararlı varlıklar gibi sadece çevreyi bozmakla,
mahvetmekle kalmıyor-lar aynı zamanda nesilleri de mahvediyorlar, ırzları,
namusları da mahvediyorlar, insanların dünyalarını da, âhiretlerini de
mahvediyorlar. Aile hayatlarını mahvediyorlar her şeylerini mahvediyorlar ve
artık onlar iman da etmezler. Kendileri tamamiyle şer oldukları için, hiç bir
hayır unsurları olmadığı için ve de etraflarına da sadece şerleri, pislikleri
bulaştığı için, kâfirliği kendilerine prensip edindikleri için bunların iman
etmeleri de mümkün değildir.
Çünkü aslında bunlar Allah’ın
meşhut âyetlerini kendi içlerinde görmüşler, duymuşlar, hissetmişler, Allah’ın
kitabını görmüşler ama açmamışlar, okumamışlar, ilgilenmemişler, kapatmışlar.
Kendi enfüs-lerindeki Allah âyetlerini görmüşler ama örtbas etmişler,
vicdanlarının sesini susturmuşlar.
Etraflarında Allah’ın istediği
kulluk hayatını yaşayan peygamberleri, mü’minleri görmüşler, onların hayatlarına
muttali olmuşlar ama örtüp örtbas etmişler. Böyle insanlar elbette iman
etmeyeceklerdir. Çünkü peşin peşin kapılarını, pencerelerini kapatmışlar.
Gördükleri halde, bildikleri halde hakkı reddetmişlerdir.
Varlıkların, mahlukâtın en şerlisidir
bunlar. Çünkü bunlar Allah’ın kendilerine verdiği tüm nîmetleri örtmüşler,
fıtratlarını örtmüşler, Allah’ın âyetlerini örtmüşler ve Allah’ın kitabının
konuşulmasını, öğrenilmesini yasaklamışlar, duyulmasını, duyurulmasını
istememişler ve örtücü mânâsına kâfirliği tercih etmişlerdir. Bunlar tüm
mahlukâtın en şerlisidirler. Gerçi dış görünüşleri itibariyle dünyayı
hedefledikleri için dünyada gerçekten erişemedikleri bir şey yok gibi ama
nihâyet kâfirlikleri sebebiyle kendi elleriyle dünyalarını da bozmuşlar,
duyguları bitmiştir, hisleri hareketleri kaybolmuştur. Sevmek, sevilmek,
ağlamak, gülmek gibi tüm insani duyguları bitmiştir. Fedâkarlık, cefakarlık gibi
duyguları bitmiştir. Yedirme, içirme, infak ve akrabalık bağları bit-miştir.
Karılık, kocalık bağları bitmiştir. Babalık oğulluk bağları bitmiştir. Her
şeyleri bitmiştir. Böyle bir hayatın içinde tüm dünya onların olsa ne olacak? Şu
anda aslında bu kâfirler cehennemi yaşıyorlar.
Ama ne gariptir böyle bir hayat
da onlara süslü geliyor. Bunu hayat zannediyor zavallılar. Yâni çok rahat
altlarından kaçırdıkları ka-dınlar, üstlerinden kaçırdıkları kocalar onların iç
dünyalarında büyük ıstıraplar oluşturuyor, derin yaralar açıyor ama bunu sanki
fevkalade güzel bir şeymiş gibi süslü görmeye çalışıyorlar ve her biri de bunu
ortaya koymaktan hiç de sıkıntı duymuyor. Çok rahat bir şekilde birbirlerini
aşağıya indirebiliyorlar. Çok rahat bir şekilde birbirlerini atlatabiliyorlar,
rezil rüsva bir hayatı birlikte yaşıyorlar.
Evet bunlar aslında yaratıkların en
adisi, en şerefsizidirler. Ha-kikaten acımak gerekiyor bu adamlara ama acımaya
da hakkımız yok. Tümüyle sefaleti yaşıyorlar, ölür ölmez de cehenneme
gide-cekler, büyük bir azabın içinde bulacaklar kendilerini. Öyleyse onlara
acınacak bir zavallı gözüyle bakalım. Hiçbir zaman onların yaşadığı hayatın
özlemini çekmek gibi bir duruma düşmeyelim.
56,57.“Ey Muhammed! Anlaşma
yaptığın kimseler, sonucundan sakınmayarak anlaşmalarını her defasında bozarlar.
Savaşta onları yakalarsan, arkalarındakilere ibret olacak şekilde, darmadağın
et.”
Öyleyse ey peygamberim, sen böyle
kendileriyle anlaşma yaptığın kimseler sonra hiç sonucundan sakınmayarak
anlaşmalarını her defasında nakzederler. Onlar ahde riâyet etmezler. Rasulullah
efendimizin Medine’ye hicretiyle birlikte Rasulullah efendimizle anlaşma
yapmışlardı. Müslümanlar aleyhine hiçbir harekette bulunmayacaklar, Müslümanlar
da onlar aleyhine bir harekette bulunmayacaklardı. Ama biliyoruz ki Yahudiler
her fırsatta anlaşmalarını bozuyorlardı. Meselâ Bedir savaşı esnasında
Rasulullah efendimizle anlaşmalarını bozarak Müslümanlar aleyhine Mekke
müşriklerine silah yardımında bulundular. Sonra yine onlarla yeniden bir anlaşma
daha yapıldı. Bu defa da Hendek savaşı esnasında müşriklerle birlikte hareket
ederek anlaşmayı bozdular.
Neden? Çünkü onların takvaları
yoktu. Hiçbir esasa göre düşünmeleri yoktu. Hiçbir kimseye, hiçbir varlığa karşı
bir çekinceme-leri yoktu. Hiçbir şeyden korkuları, hiçbir şeye saygıları yoktu.
Allah’a karşı takva Allah nasıl bir tavır istiyorsa öylece davranmak demektir.
Kişinin Rabbi karşısında takınması gereken tavrı takınması, yapması gerekenleri
yapması, yapmaması gerekenlerden kaçınması demektir. İşte bunlarda böyle bir
takva olmadığı için hiç bir anlaşmalarına saygı göstermezler.
Onları savaşta yakaladığın zaman
arkalarındakilere ibret o-lacak bir biçimde darmadağın edip öyle bir
cezalandırın ki, onlara öyle bir darbe vurun ki arkalarından geleceklerin
gözleri korksun da böyle bir şeye cesaret edemesinler. Müslümana saldırmanın,
Müslü-manı arkadan hançerlemenin, Müslümana verilen sözü bozmanın ne demek
olduğunu görsünler, anlasınlar. Yâni artık böyle hainlik yapanlara merhametli
davranmak söz konusu olmayacaktır. Çünkü diğer dünya kâfirlerinin gözünü
korkutacak biçimde onlara bir darbe indirilmesi gerekmektedir.
Belki de akıllarını başlarına
alırlar da hainlikten vazgeçerler. Belki de Allah’ın kendi safındaki mü’minlere
açık yardımını ve desteğini görürler de düşmanca tavırlarına bir son verirler.
Allah tarafından kendilerine gönderilmiş vahye kulak verirler de Müslüman olma
yoluna girerler, hidâyete ererler. İşte anlıyoruz ki bunda sadece bizim için
değil kâfirler için de bir hikmet vardır.
58. “Eğer bir topluluğun
anlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara karşı anlaşmayı bozarak
aynı şe-kilde davran. Doğrusu Allah hainleri
sevmez.”
Eğer herhangi bir kavmin
hıyanetinden korkacak olursan, aranızdaki anlaşmayı bozmaları söz konusu olursa
o zaman açıkça onlara durumu söyleyip haberdar et. Yâni sen de onlara karşı
anlaşmayı bozarak aynı şekilde davran. Evet bu âyetiyle de Rabbimiz gerektiğinde
bir toplumla yapılan anlaşmanın bozulabileceğini anlatıyor. Müslümanlar
kendileriyle anlaşma yaptıkları kimselerin anlaşma şartlarına riâyet
etmediklerini, ters davrandıklarını gördükleri zaman, ken-dilerine ihanet
edeceklerinden endişelendikleri zaman bu anlaşmayı bozabileceklerdir.
Bir şartla tabii. Karşı tarafa
anlaşmanın bittiğini haber vere-rek. Kendileriyle bağların koparıldığını açık
açık ilân ederek anlaşmayı bozacaklar. Bunu yapmadan, sanki aralarındaki anlaşma
devam ediyormuş gibi davranarak ansızın onlara saldırıda bulunmanın caiz
olmadığını haber veriyor Rabbimiz.
İşte Müslümanın karakteri budur.
İslâm’ın siyasi ahlâkı bunu gerektirir. Şunu hiç bir zaman unutmamalıyız ki
Müslümanlar olarak bizler Rabbimizin yasalarına uygunluğumuz nisbetinde
Rabbimizin yardımına ehil hale geleceğiz. Bize düşen velimizin bizim adımıza
al-dığı kararları aynen uygulamaktır. Onun kararlarının dışına çıkarak bir tavır
sergilemek unutmayacağız ki O’nun desteğini kaybetmemize se-bep olacaktır.
Allah’ın yasalarına riâyet etmeyerek O’na tevekkül Allah’ın razı olduğu bir
tevekkül değildir. Allah’ın yasalarına uyan mü’-min Allah’ın istediği şekilde tevekkülü
gerçekleştirmiş demektir.
Evet anlaşmayı bozduğumuzu,
kendileriyle savaş kararı aldığımızı karşımızdaki düşmana açıkça bildirmek
zorundayız. Rabbimiz böyle istiyor. Onları haberleri yokken tek taraflı
anlaşmayı bozmak ta, ansızın onlara saldırmak da hainliktir ki Müslüman asla
kâfirler gibi hain olamazlar. Çünkü Müslümanlar kâfirleri sadece öldürülecek
insanlar olarak göremezler. Onları diriltilip cennete gönderilmesi gereken
zavallı insanlar olarak görür. Az evvelki âyette ifade edildiği gibi onların
hainlerinin, azgınlık edenlerinin yakalanıp bir darbe vurulmasındaki hedef de
ötekilerin uyanmasına sebep teşkil etmesi içindi. Yeryüzünde Müslümanların
ırzlarının, namuslarının, inanç hürriyetlerinin korunması, kâfirlerin
saldırılarından emin olunması ve yeryüzünde anarşinin kaldırılmasına yönelikti
bu. Cezayı hakketmiş olana esaslı bir darbe indirilecek diğerlerinin gözü
korkutulacak, hainlik düşünenler bu niyetlerinden vaz geçirilecek. Allah
hainleri asla sevmez. Allah haince davrananları asla sevmez. Onlar hainlik
yapıyorlar diye siz hiçbir zaman onlara hainlik yapmaya
kalkışmayın.
59. “İnkâr edenler, asla öne
geçtiklerini sanmasınlar, çünkü onlar sizi âciz
bırakamayacaklardır.”
Kâfirler asla öne geçtiklerini
zannetmesinler. Kâfirler hainlik yaparak, tek taraflı anlaşmalarınıza ihanet
ederek asla sizi âciz bırakacaklarını, sizin elinizden kurtulacaklarını
sanmasınlar. Böyle yaparak ne Allah’ı, ne peygamberi, ne de mü’minleri âciz
bırakacaklarını sanmasınlar. Sakın kâfirler böyle bir hesabın içine girmesinler.
Biz sayısal ve silah yönünden Müslümanlardan çok güçlüyüz diyerek Müslümanlara
karşı hain davranmaya kalkışmasınlar. Çünkü bu yanlış bir hesaptır. Çünkü bu
hesabın içine girdikleri anda işler tersine dönmeye başlayacaktır.
Öyleyse bizler de eğer kâfirlere
saldıracağımızı önceden haber verirsek onlar erken davranıp bize zarar
verebilirler hesabı içine girmemeliyiz. Allah ne diyorsa öyle yapmalıyız. İşte
görüyoruz, kâfirler yüz yıldır böyle bir hazırlığın içindeler. En modern
silahlar imal ettiler. Yeryüzünün her tarafını silah deposu haline getirdiler.
Ama yaptıkları hesapların hiçbirisi tutmadı. En güçlü orduların Allah karşısında
hiçbir işe yaramadığını gördük. O halde kâfirler hiçbir zaman Allah’ı âciz
bı-rakacaklarını sanmasınlar. Peki öyleyse biz ne yapacağız? Allah safında
olduğumuza göre kesinlikle galip gelecek taraf olarak yatacak mıyız? Hayır,
Rabbimizin bizden istediğini yaparak sadece O’na güveneceğiz. Ama zinhar O’nun
bize emrettiklerini yapmaya çalışacağız. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
bizim yapmamız gerekenleri şöylece anlatıyor:
60. “Ey inananlar! Onlara karşı
gücünüzün yettiği kadar Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların
dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere kuvvet ve savaş
atları hazırlayın. Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey size haksızlık
yapılmadan, tamamen ödene-cektir.”
Ey mü’minler, sizler kâfirlere
karşı gücünüz yettiği kadar, gücünüzün yettiği kuvvet cinsinden hazırlık yapın.
Evet demek ki nasıl olsa Allah bizim yardımcımızdır diyerek bizler yatmayacağız.
Gücümüz, kuvvetimiz neye yetiyorsa, nereye kadar yetiyorsa güç kuvvet hazırlığı
içine gireceğiz. Biz gücümüzün yettiğinden sorumluyuz. Eğer kâfirlerin bizim
ulaşamayacağımız şeyler elde etmişlerse, silah ve teknoloji yönünden bizden
üstün şeylere sahiplerse o zaman o konuda bir hesabın içine girmeyeceğiz. Biz
bize düşen, bizim hazırlayabileceğimiz kadar bir hazırlık yapmaktan sorumlu
olacağız. Elde edebildiğimiz, imal edebildiğimiz kadarıyla bir hazırlık içinde
olacağız.
Ama elbette biz kâfir olmadığımız
için onların bize karşı kullanmayı düşündükleri silahların pek çoğunu onlara
karşı kullanamayacağız. Ama bizde onlarda olmayan bir silah vardır ki o da
şehadete, cennete ulaşma adına ölüme koşmaktır. Böyle güçlü bir silah hiçbir
zaman kâfirlerin elinde yoktur. Unutmamalıdır ki şehadet için koşan bir mü’-min
karşısında durabilecek bir silah yoktur.
Müslümanlar böylece kendilerini
eğitmelidirler. Böyle bir hazırlık içinde kâfirlerin karşısına çıkabilirsek
kesinlikle o savaş bizim lehimize olacaktır. Yok eğer sadece maddî silah gücüyle
savaş kazanılmış olsaydı tüm savaşları kâfirlerin kazanmaları gerekecekti. Eğer
bizler iman gücümüzü, amel gücümüzü, ahlâk gücümüzü, şehadete koşma gücümüzü
takınarak, bu güçlerle donanarak kâfirlerin karşısına çıkabilirsek unutmayalım
ki bunların yanında melekler gücümüz, Allah’ın orduları gücümüz, Allah’ın
görünen ve görünmeyen orduları gücümüz de devreye girecektir. Yağmur bizim
lehimizde olacak, melekler bizden yana, cesaret bizden yana, korku kâfirlerden
yana olacaktır. Hattâ kâfirlerin dostu şeytan bile kâfirlere korku salarak bizim
lehimize dönecektir.
Evet böyle bir hazırlık içinde
olacağız. Savaş için hazır bekleyen atlar bağlayacağız. Atlı süvarilerimiz
olacak. Tabii bugün hızlı ha-reket eden mekânik zırhlı araçlar, tanklar da bunun
içine girmektedir. Böylece Allah’ın düşmanlarını, bizim düşmanlarımızı, bir de
Allah’ın bilip de bizim bilmediğimiz düşmanlarımızı yıldırma imkânını elde etmiş
olacağız.
Evet demek ki bu yaptığımız savaş
hazırlıklarıyla hem bizim bildiğimiz hem de bizim bilmeyip de Rabbimizin bildiği
düşmanlarımızı korkutmuş olacağız. Tabii bildiğimiz açık düşmanlarımız olduğu
gibi bizim bilemeyip Allah’ın bildiği münâfıkça düşmanlık besleyenler de
olabilecektir. Bu hazırlıklarımızla böylece onların kalplerine de bir korku
salmış olacağız. Bizim bu hazırlığımız düşmanlarımız için caydırıcı bir özellik
taşıyacak, onların saldırganlığını kıracaktır. Öyleyse barış için kuvvetli olmak
zorundayız. Mü’min hem iman yönünden, hem cesaret yönünden, hem de aktivitesiyle
güçlü olmalıdır. Allah’tan başka hiç kimseden korkmadığı tüm çevresine
göstermelidir Müslüman.
Şunu da asla unutmayın ki ey
Müslümanlar bu iş için, Allah yolunda savaş için ne infak eder, ne harcarsanız,
ne ter dökerseniz, ne vakit ayırırsanız o size tastamam ödenecektir ve siz bu
konuda asla bir zarara uğratılmayacaksınız. Rabbimiz bizden sadır olan her şeyi
kayd edecek ve değerlendirmeye tâbi tutacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı
eksiltilmeden size ödenecektir. Siz ister farkında olun ister olmayın yaptığınız
her şey değerlendirilmeye tâbi tutulacak. Bazen yaptıklarınız on katıyla, bazen
yedi yüz, bazen da sonsuz mükafatlar verilecektir.
61,62,63. “Eğer onlar barışa
yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a güven. O, şüphesiz işitir ve bilir. Seni
aldatmak isterlerse, bil ki şüphesiz Allah sana kafidir. Seni ve inananları
yardımıyla destekleyen, kalplerini uzlaştıran O’-dur. Eğer yeryüzünde olan her
şeyi sarf etsen bile, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın, ama Allah onların
kalplerini uzlaştırdı. Doğrusu O güçlüdür,
hakimdir.”
Eğer o kâfirler size karşı yaptıkları haince
anlaşmayı bozma niyetlerinden sonra sizin de onlara anlaşmayı bozma ilânınızdan
korkarak tekrar sizinle bir anlaşmaya yönelirlerse sen de barıştan yana ol. Zira
savaş değil, barış esastır.
Evet onlar senden barış isterlerse sen
de onlarla barışa meylet ve Allah’a tevekkül et. Evet Rabbimizin bu yasaları
mutlaka Müslümanların emiri tarafından göz önünde bulundurulacak,
değerlendirilmeye alınacaktır. Onlarda gerçekten barışa bir meyil görülmüşse bu
mutlaka değerlendirilecektir. Ama onlar gerçekten barış taraftarı değil de yine
bir başka hainlik düşünüyorlarsa bu güzel bir şekilde araştırılıp karar
verilecektir. Ve verilen bu barış kararıyla da Müslümanlar sırtlarını Allah’a
dayayacaklar korkmayacaklardır. Rabbimizin bu ifadesini bir de şöyle anlıyoruz:
Yâni eğer onlar bir barıştan söz ederlerse sizler hemen bunu kabul edin, acaba
bu adamlar hinliğine mi barıştan söz ediyorlar? diye bir korku içine girmeyin,
Allah’a güvenip dayanın. Onların niyetlerini bilen Allah elbette sizi onların
komplolarından koruyacaktır.
Tabii Rasulullah efendimiz
hayattayken onların niyetlerini, gizli planlarını Rabbimiz Cebrâil vasıtasıyla
haber vermiştir. Ama artık vahiy kesildiğine göre bizim bunu kesinlikle bilmemiz
mümkün değildir. Bilmesek de elbette değerlendirilecek ve bir karar
verilecektir. Müslümanlar baktılar ve gördüler ki adamların niyeti barıştan
yanadır barışa karar verecekler. Eğer bu kâfirler içlerinde kimseye
hissettirmedikleri bir plan düşünüyorlarsa o zaman da artık korkmayacağız,
Allah’ın bize yeteceğine güveneceğiz. Evet Müslümanların diğer insanlarla, diğer
toplumlarla ilişkileri Allah’a güven esasına dayanır. Allah her konuda
Müslümanlara yetecektir. En olumsuz şartlar içinde bile tüm hainliklere rağmen
Rabbimiz mü’minleri yardımıyla destekleyecek ve zafere ulaştıracaktır. İşte bu
konuda da temel yasa budur. O halde bize düşen her şart altında Allah yasalarına
sahip çıkmaktır. Gerisi Allah’a aittir. Allah’ın bize yüklemediği derin
hesapların içine de girmeyeceğiz.
Allah işlerin tamamen kendisinin elinde
olduğunu anlatmıştı. İşte bakın burada da insanların kalplerine iman koyarak
onları kardeşler haline getirdiğini anlatıyor. Allah onların kalplerini
uzlaştırıp hepsini kardeşler yaptı. Allah onların kalplerine ülfet verdi. Onları
birbirlerine ısındırıverdi. Yüz yıllardır birbirlerini yiyecek kadar aralarında
kin, nefret ve düşmanlık bulunan Arap kabilelerini birleştirerek, birbirlerine
gönülden bağlı insanlar haline getirivermiştir. Daha önce bu insanlar
birbirleriyle menfaat kavgaları içindeyken, birbirlerini öldürürlerken, kabile
savaşları, anarşi, terör içerisinde bir hayatı sürdürüp giderlerken Rabbimiz
onların bu durumlarını bitirivermiştir.
Saldırganlıkta, vahşette
sırtlanları yüz kere geride bırakmış bu insanlar sahâbe toplumu oluverdiler.
Çünkü Rabbimiz onların kalplerine bir ülfet koydu da gönülleri birbirlerine
bağlanıverdi. Birbirlerini Allah için sever oldular. Allah için, din için bir
araya gelmeyi, Allah için ölmeyi, Allah için ve birbirleri için ölmeyi şiar
haline getirdiler.
Bunu Allah yapmıştır. Ezelî düşman Evs
ve Hazreci kardeş yaptı. Bunu bir insanın başarması mümkün değildir. Bakın
buyuruyor ki Rabbimiz, ey peygamberim eğer sen yeryüzündekilerin tamamını
harcamış olsaydın onların kalpleri arasına böyle bir ülfet verip onları
birleştiremezdin. Tüm dünyayı harcasan onları böyle kardeşler yapamazdın. Gerçi
Rabbimiz yasaları içerisinde müellefe-i kulûb diye bir statü de tespit
buyurmuştur. Bizlere böyle bir statüyü de emretmiştir.
Kalpleri İslâm’a ısındırılmak
üzere, kalplerinde bir ülfet sağlamak üzere kendilerine maddî şeyler verilen
insanlar bu verilenlerle İslâm’a ısındırılacaktır.
Ancak bu ısındırma ile buradaki
ülfet, ısındırma birbirinden farklıdır. Elbette İslâm’ın dünyevî hayırları da
olacaktır. Yâni mü’min olanlara Rabbimiz elbette dünyevî bereketler de
sunacaktır. Onların kendisine şükretmeleri, kendisine daha çok bağlanmaları için
bir takım nîmetlerle de onları elbette imtihan edecektir. O mânâda mal mülk de
ülfet için bir sebeptir. Ancak sahâbe-i kirâm efendilerimizin birbirlerine
bağlandığı gibi, onların Allah için birbirlerini sevdikleri gibi bir sevgi
düzeyine, bir ülfet düzeyine ulaşabilmek ancak ortak pay-laşmalarla mümkün
olacaktır.
Aynı Allah’a inanan, Allah’ı aynı
derecede seven, Allah’tan başka hiçbir ilâh kabul etmeyen, gönülleri Allah’a
bağlı olan, Rasu-lullah (a.s) ve diğer peygamberlerden başka hiç bir önder kabul
et-meyen, aynı imanı, aynı teslimiyeti, aynı nümune-i imtisâlı kabul e-den
insanlar, aynı paylaşım içinde olan insanlardır. Çünkü onları gö-nüllerinde
başka önderler yoktur. Farklı örnekler yoktur. Kimisi şunu, kimisi bunu seviyor
değillerdir. İbrahim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed (a.s) ların hepsi de aynı yolun
önderleri, aynı yolun dâvetçileridirler. İşte onları aynı önder kabul eden bu
insanların arasında değişiklikler olmayacaktır ki birbirlerine buğz edip düşman
olsunlar.
Çünkü paylaşımları ortak
olacaktır. Aynı kitaba yönelmişler hayatlarında bunu bilfiil
gerçekleştirmişlerdir. Böyle olduğu için zaten kalpler birbirine binlerce
noktadan bağlıdır. Aynı şeyleri seviyorlar, aynı şeye inanıyorlar, aynı şeyi
düşünüyorlar, aynı şeylerden korkuyorlar, aynı şeyler uğrunda savaş veriyorlar,
aynı gayelerle infak ediyorlar, aynı safta bulunuyorlar, aynı mescid de, aynı
Allah’a birlikte ibadet ediyorlardır. Aynı önderin, aynı önderlerin
ümmetidirler. Böyle olduğu için onları birbirlerine bağlayan sadece mal mülk
olmayacağından 6 bin küsur âyet, bir o kadar ve daha fazla hadisle birbirlerine
bağlanmış olan bu insanları sadece mal mülk ile aynı düzeyde birbirlerine
bağımlı hale getirebilmek elbette mümkün olmayacaktır. Mal-mülk ortaklığı biter
bitmez, o bağın kopmasıyla birbirimizi diğerlerimize bağlayacak başka hangi bağ
kalacaktır?
Sahâbe-i kirâm efendilerimiz
böyle değildi tabii. Yüz binlerce bağla birbirlerine bağlıydılar
onlar.
Evet Allah onların kalplerine ülfet
vermiştir. 6 bin küsûr âyet ve binlerce hadis-i şeriflerdeki esaslarla
birbirlerine bağlanmaya çalışan bu insanların ayrıca gönüllerinin birbirlerine
daha bağımlı bir hale gelmeleri için Rabbimizin ayrı bir müdahalesi de söz
konusu olacaktır. Hidâyete talip olan insanlara Allah ayrıca bir hidâyet daha
sunmaktadır. Onları şeytanlara karşı koruyacak, kalplerine itminan ve inşirah
verecek, kalplerindeki ülfeti daha bir artıracaktır. Rahmetiyle kalplerine
göndereceği bilinmeyen tesirlerle, hissedilen fakat adı konamayan tesirlerle bir
ümmeti gerçekten top yekun bağımlı hale getirecektir. Çünkü Allah Azîzdir, asla
yenilmeyendir ve en yücedir, hakimdir, her yaptığı işi bir hikmetle yapmaktadır.
Hüküm Onundur, hükümranlık Ona aittir.
64. “Ey Peygamber! Allah'ın
yardımı sana ve sana uyan mü'minlere yeter.”
Ey peygamber, sana Allah yeter,
sana Allah yetecektir. Hesabını yapacağın tek varlık, kendisine güvenip
dayanacağın tek varlık Allah’tır. Tüm düşmanlarına karşı Allah sana yeter. Bir
de hesap edilme konusunda Allah kâfidir. Her konuda sadece hesap edeceğin Allah
olsun. İşte Rabbimizin bu emri gereği Rasulullah efendimiz her konuda tüm hayatı
içerisinde Allah bana yeter, Rabbim bana kafidir. Ben Rabbime güvenip
dayandıktan sonra, işlerimi Ona havale ettikten sonra Rabbim her şeye kadirdir,
yolumu mutlaka açacaktır diye inandı ve yaşadı.
Ayrıca peygamber (a.s)hasb
kelimesinin ikinci anlamıyla tüm hesaplarını zaten Allah’ın iradesine, Allah’ın
emirlerine ve yasalarına, Allah’ın vahyine göre yapmıştır.
Bizler de eğer peygamber (as)ın
izindeysek tüm hesaplarımızı Rabbimize, Rabbimizin arzularına göre yapmak
zorundayız. Rabbimiz nasıl isterse öylece olacaktır demek zorundayız.
Günümüzdeki tüm hesaplarımız, savaş barış hesaplarımız, dünya Âhiret
hesaplarımız, kazanma harcama hesaplarımız Rabbimizin önümüze koyduğu hesaplar
dahilinde olacaktır. Aile hayatımızdaki, bireysel hayatımızdaki, ekonomik,
siyasal hayatımızdaki tüm hesaplarımız Allah’ın istediği ve emrettiği gibi
olacaktır. Çünkü Allah böyle istiyor. Resul (a.s) da aynen böyle yapmıştır.
Bugün bizler de böyle yaptığımız
takdirde unutmayalım ki Allah bize de yetecektir. Tüm düşmanlarımıza karşı
Rabbimiz bize kafi gelecektir. İblise karşı, İblis peşinde giden kâfirlerin
tuzaklarına, müşriklerin tuzaklarına ve komplolarına karşı Allah bize de
yetecektir. Çünkü Allah karşısında onların tuzaklarının tamamı zayıftır. Allah
karşısında kim ne yapabilecek de? Onların tümünün tuzakları Rabbimiz tarafından
boşa çıkarılacaktır. Çünkü onlar Rabbimizin kendilerine nasıl bir hesap içinde
olduğunu bilmezlerken, Allah onların tüm hesaplarını, tüm niyetlerini
bilmektedir.
Meselâ sûrenin önceki âyetlerinde
anlatıldı. Kâfirler toplanmışlar ve Rasulullah efendimizi öldürmeyi
planlıyorlar. Ama onların niyetlerini bilen Rabbimiz onları öyle bir yenilgiye
uğrattı ki bu yenilgi onlar için de kurtuluş sebebi oluverdi. Rabbimiz o
kâfirleri Müslümanların o sabrı ve peygamber (as)‘ın o örnek ahlâkı sayesinde
gün geçtikçe İslâm’a ısınır bir hale getiriverdi. En sonunda hepsi de Müslüman
oldular. Yâni âdeta Rabbimizin planıyla zaman içerisinde onlar düşmanları olan
Rasulullah efendimizin safına dost olarak geçiverdiler. Onlarla kardeş oldular.
Onlarla birlik oldular.
65,66. “Ey Peygamber! Mü'minleri
savaş için coştur. Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener.
Sizin yüz kişiniz, inkâr edenlerden bin kişiyi yener; çünkü onlar anlayışsız bir
güruhtur. Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, zira içinizde zaaf bulunduğunu
biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener; sizin bin
kişiniz, Allah'ın izniyle iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle
beraberdir.”
Ey peygamber, mü’minleri savaşa
teşvik et, onları savaş için coştur. Allah yolunda savaşmaları için onlara
teşvikte bulun. Peygamber kendisi bizzat savaş için vaziyet alacağı gibi aynı
zamanda yanındaki Müslümanları da teşvik edecek. Biz biliyoruz ki zaten
peygamber ilk günden beri böyle bir savaşın içindedir. Biliyoruz ki Rasu-lullah
efendimizin hayatında Allah yasaları belli bir süreç içindedir. Bu yaların pek
çoğu zamanı geldiğinde inmiştir. Bazıları hazırlık yapmak üzere önceden
mü’minlere indirilmiş ve mü’minleri hazırlamıştır. Mü’-minler Rablerinden gelen
bu yasalar istikâmetinde hazırlıklarını yaptıktan sonra Rabbimiz herhangi bir
sebep olarak veya olmayarak âyetlerini indirmiştir. Böylece Rabbimiz mü’minlere
ne yapacaklarını bildirmiştir. Mü’minler de hemen onun gereğini yerine
getirmişlerdir.
Meselâ Mekki sûrelerden Âdiyât
sûresinde Rabbimiz cihaddan söz eder. Görkemli cihad sahneleri mü’minlerin
gözleri önüne ge-tirilir. Bu tablolarla, bu cihad görüntüleriyle mü’minlerin
kalbinde ci-had duyguları geliştirilir, mü’minlerin gönülleri cihada doğru sevk
edilir. Mü’minlerin kalplerinde böyle büyük bir duygu oluşturulur. Ancak bu
sûrenin indirildiği Mekke ortamında henüz cihada izin yoktur. Peki cihada izin
yok, hem de cihaddan niye söz ediliyor? O zaman bundan şunu anlıyoruz. Henüz
cihada hiç izin verilmediği zamanlarda bile gönüllerde cihad coşkusu meydana
getirmek içindi. Yâni mü’minler ileride bir gün yapacakları cihada hem gönülden,
hem de diğer yönlerden hazır hale getiriliyorlardı.
Böylece Allah için, Allah dininin
ikamesi için dünyadan uzak-laşabilmeleri öğretildi onlara. Çünkü Allah için bir
cihad söz konusu olduğu zaman, dünya artık bir kenarda kalacaktı. İnsan sahip
olduğu her şeyini terk edip cihad meydanlarında, ya Rabbi, ben kendimi de sana
vermeye geldim. Senin yolunda canımı da vermeye geldim. Malımdan, mülkümden vaz
geçtim. Çoluk çocuğumu arkada bıraktım. Şimdi de sana canımı vermeye geldim
diyerek cihad meydanında olabilecekti. Bu hazırlıkların hepsi önceden
yapılacaktı ve bir gün cihad emri geldiği zaman, cihad meydanlarına koşun emri
geldiği za-man Allah’ın peygamberi ve onun izinde olan, bu yetkiye sahip olan
emirler, komutanlar mü’minleri cihada teşvik edecekti. Ve işte Rab-bimiz burada
savaşla ilgili diğer yasalarını da bizlere bildiriyor.
Bakın peygambere ve onun şahsında onun
yolunun yolcusu mü’minlere bir savaş desteği, bir savaş morali. Sizden sabredip
kendisini tutacak olan, gerçekten Allah bir savaşta dimdik düşmana karşı
duracak, geri kaçmayı aklının ucundan bile geçirmeyecek, Allah yolunda
çekinmeden canını verebilecek bir kapasitede olan yirmi kişi, yirmi mü’min
kâfirlerden iki yüz kişiyi yener. Sizden bu kapasitede yir-mi kişi, iki yüz
kâfire bedeldir. İşte Rabbimizin mü’minlere ilâhî nusreti ve desteği. Kâfirlerle
mü’minler arasındaki oran işte Rabbimiz tarafından böyle belirleniyor. Demek ki
iman bir mümini kâfir karşısında on katı daha güçlü kılıyor. Bu kuvvet kâfirler
karşısında Müslümanlar yirmi kişilik bir grup oluşturdukları zaman geçerlidir.
Peki şimdi bir problem var. Acaba
bu Müslümanların özelliği neymiş? Bir tek özellikten bahsedilmiş, o da sabreden
yirmi kişi. Ken-disini tutan yirmi kişi. Hangi konuda sabır? Hangi konuda
kendisini tutmak? Arkadaşlar daha önceden sabır hayatını yaşamış olan, daha
önceden kendisini tutmayı becerebilmiş yirmi kişi. Hangi konuda? Birinci
anlamıyla Allah’ın farzları üzerinde, Allah’ın emir ve yasakları üzerinde
kendisini tutmuş, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışmış, sabretmiş,
sabirînden yirmi kişi. İkinci anlamıyla kendisini tutabilmiş, haramlardan
kaçınabilmiş, haramlara hiç yaklaşmama sabrını gösterebilmiş yirmi kişi. Üçüncü
bir anlamıyla başına gelen felâketler karşısında bağırıp çağırmamış, isyan
etmemiş, Rabbinin kaderine, takdirine razı olmuş, gözleri yaşarmış belki, tıpkı
Rasulullah efendimizin oğlu İbrahim’in vefatı esnasında olduğu gibi ama, bağıra
çağıra ağlayıp isyan etmemiş. Allah verdi, O aldı diyebilmiş. İsyan etmemiş,
kendisini tutabilmiş. Böyle bir olgunluğu daha önceki hayatında gerçekleştirmiş
yirmi kişi, iki yüz kişiye galip gelecektir.
Veya daha önceden Allah için, Allah
yolunda mallarını ve canlarını, mallarını ve bedenlerini vermesini öğrenmiş,
namaz ve zekât, namaz ve infak deneyiminden geçmiş olanlar işte şimdi bu cihad
meydanında da Allah için bunları seve seve verebileceklerdir. Daha önceden
İslâm’ın nehylerinden kaçmasını öğrenmiş olanlar, elbette cihad meydanında da
dünyayı bir kenara koyabileceklerdir.
Elbette böyle inanmış, ne adına
savaştıklarının farkında olan, hayatın ve ölümün mânâsını anlamış, âhiretin
mükafatlarını, cenneti, cehennemi bilmiş Müslümanlar karşılarında bunların
hiçbirisini bilmeyen, sadece dünyaları için, ülkeleri için savaşan, ırkçılık
için savaşan kâfirler, kendilerinin yirmi katı olsalar bile onlardan her zaman
güçlüdürler. Çünkü onlar mü’minlerin bildiklerini bilmeyen, onların
inandıklarına inanmayan anlayışsız, bilgisiz bir toplumdur. Onlar cennet için,
Allah için değil, sadece yağma ve talan için savaşan insanlardır. Onlar Allah
desteğinden mahrumdurlar.
Böyle mü’minlerden yüz kişi o
kâfirlerden bin kişiye galip gelecektir. Çünkü onlar hiçbir şey bilmeyen bir
güruhtur. Çünkü onlar işin farkında olmayan, işin fıkhında olmayan bir
toplulukturlar. Çünkü mü’-min ölüme koşarken onlar ölümden kaçan insanlardır.
Mü’min cennet özlemiyle çırpınırken, Allah’ın rızasına ulaşma heyecanıyla
koşarken, kâfirler dünyaya dönsem, sevgililerime tekrar kavuşsam hayalleriyle
savaşmaktadır. Mü’minlerin ayakları ileri ileri koşarken kâfirlerin ayakları
elbette geri, geri gidecektir. Mü’minler cennetteki Allah’ın nîmetlerine gözünü
dikmiş olarak savaşırken, kâfirler ise tekrar vatanına döndüğü zaman bırakmış
olduğu ticaretini, hayatını düşünmektedir.
Elbette bu vasıflara sahip olan
yüz mü’min bu vasıflardan mahrum olan bin kâfire galip gelecektir. Onlar hep
Allah’ın izniyle Allah’ın yasalarına uydukları için zafere ulaşacaklardır.
Mü’minler Allah yasalarına uydukları için, kâfirler ise bu Allah yasalarına ters
düştükleri için, onlara göre şekillenmedikleri için, işin farkında olmadık-ları
için, cenneti, cehennemi, Allah’ın rızasını ve gazabını, uğrunda can verilmesi
gereken şerefli şeyleri bilmedikleri için mutlaka
yenileceklerdir.
Allah şu anda sizden tahfif etmiştir.
Yâni sizin için bir indirimde bulunmuştur.. Yasada bir hafifletme yapılıyor
anlıyoruz. Tabii önceki yasa kaldırılmıyor, ancak mü’minlere yüklenen
sorumluluğun bir kısmı kaldırılıyor. Yâni yukarıdaki yasaya uymak yasaklanmıyor.
Sizden yüz kişi, sabreden yüz kişi kâfirlerden iki yüz kişiye galip gelirler.
Sizden bin kişi olursa onlardan iki bin kişiye galip gelirler. Allah’ın izniyle
galip gelirler. Allah hiç şüphesiz sabredenlerle beraberdir. Evet işte yasa bu
hale getirilmiştir. Mü’minlerden sorumluluk noktasında bir indirme söz konusu
edilerek, yukarıdaki âyetlerde gündeme getirilen kendilerinin on katı bir
düşmanla savaşma emri Allah tarafından iki katına indirilmiştir.
Meselâ düşünün ki Nuh (a.s)döneminde
bir avuç Müslüman, bir gemilik Müslüman tüm kâfir toplumla savaşlarında belli
bir noktaya geldiğinde Allah o mü’minlere şunu emretmiş: Gemi yapacaksınız.
Rabbimiz Nuh peygambere böyle emretmiş. Demek ki o an ki savaş malzemesi olarak
mü’minlerin hazırlanmaları gereken, yapabilecekleri tek şey oydu. Rabbimiz de
onu emrediyordu. Ve Nuh peygamber gemiyi yapıyor. Hazırlıklar tamam, geminin
içine alınacaklar alınıyor, azınlıkta olan iman edenler o gemi içerisine
biniyor. Geriye kalanlar dışarıda ve savaş başlıyor. Nasıl bir savaş? İnsanlar
için ve bütün varlıklar için hayat olarak sunulmuş olan su her taraftan
boşanmaya başlıyor. Yerlerden su fışkırıyor, gökler su boşaltıyor ve kâfirler
helâk ediliyor. Mü’minler zafere ulaştırılıyor. İşte bunlar da örneklerdir. Veya
meselâ Mûsâ (a.s)ve Firavun arasındaki savaş da böyledir. Öyleyse iman küfür
arasındaki savaşların illa da insanların düşündükleri gibi olması gerekmiyor.
Meselâ Haşr sûresindeki savaşta
mü’minler sadece kuşatma yapıyorlar ve Allah her birinin evi kale gibi olan
Yahudilerin içine bir korku salıyor ve kendi elleriyle evlerini yıkmaya
başlayıveriyorlar O korku sebebiyle. Yâni bu savaş aslında iman ile küfür
arasında işin bitirilmesi hadisesidir. Bu hadise nasıl bitecektir? Ne şekilde
gerçekleşecektir? Allah nasıl bitirecektir? Onu Allah bilir. Biz bu yasalardan
herhangi birine kendimizi uydurabiliriz. Yâni bazen bir avuç mü’min, yüz mü’min,
iki yüz mü’min kendisinin on katı değil yirmi katı, icabında otuz katı kâfirle
savaş yapabilir ki bunu yaptıklarında Allah onlara niçin bunu yaptınız demez.
Çünkü İslâm tarihi içerisinde peygamber (a.s)dan sonra bizden çok değerli
mü’minlerin yapmış oldukları savaşların bir çoğuna Allah zafer nasip etmiştir.
İşte onların hareketleri, tavırları İslâm’ın böyle anlaşılması gerektiğini
gözler önüne sermiştir. İslâm’ı bizden daha çok anlayan sahâbe-i kirâm bu
şekilde uygulamalar yapmıştır. Bize düşen Allah katında yasa olarak
indirilenlere tâbi olmak, Allah katındakilere gözümüzü dikmek, Allah için cihad
meydanlarına koşmaktır. Gerçekten sabrettiğimiz takdirde Allah bizlere de
zaferini nasip edecektir.
67. “Yeryüzünde savaşırken,
düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz. Geçici dünya malını
istiyorsunuz, oysa Allah Âhireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür,
hakimdir.”
Bedir savaşının arkasından meşhur
bir hadise zuhur etmişti. Peygamber ve bazı sahâbe müşrik esirlerinin fidye
karşılığında salıverilmelerini ön
görmüşlerdir. İçlerinde Hz. Ömer (r.a) bulunduğu bir diğer kısım ashap
ise onların öldürülmelerini istemişti. Henüz bu konuda bir yasa inmediği için
Rasulullah fidye alma hadisesini uygulamıştır.
Allah’ın yasası da şudur: Yeryüzünde sağlam bir hâkimiyet el-de
etmedikçe, savaşta düşmanı iyice hırpalayıp gücünü kırmadıkça, düşmanı kesin bir
yenilgiye uğratarak bulunduğu coğrafyada İslâm’ın yerleşmesini, İslâm’ın
egemenliğini sağlamadıkça hiçbir peygambere esirler edinmek yakışmaz.
Bundan sonra sözü Peygamberin
şahsından bizlere döndürerek Rabbimiz şöyle buyuruyor. Dünya hayatının
menfaatlerini elde etmek isteyerek, bu maksatla, bu şekilde yapmanız doğru
değildir. Ey Müslümanlar, sizler esir almakla, esir peşinde koşmakla dünya malı
ve menfaati peşinde koşuyorsunuz. Geçici dünya menfaatlerini umuyorsunuz.
Halbuki Allah sizin için âhireti murat ediyor. Unutmayın ki Allah Azîz ve
Hakîmdir. Onun emrine asla karşı gelmeyin.
Artık yasanın inmesinden sonra bizler için
böyle bir şey söz konusu olmamalıdır. Böyle dünya menfaatleri amacıyla onlardan
alınacak fidye karşılığında dünyayı tercih ederek onları esir olarak tutmak
yakışmaz. Peygamber için de bizler için de böyle bir şey söz konusu
olmayacaktır. Rasulullah efendimiz de zaten fidye karşılığında Bedir esirlerini
serbest bırakırken hiç bir zaman dünyayı istememiştir. Ancak böyle Rabbimiz
tarafından bir yasa gönderilmediği için, onlar esir olarak kaldıkları takdirde
belki ileride Müslüman olurlar düşüncesiyle fidye hadisesini öngörmüştür. Çünkü
Allah onun için de bizim için de Âhireti istemektedir. Yâni mü’minler her zaman
âhiret yurdunu düşünerek Allah katındaki Âhireti tercih etmelidirler. Çünkü
Allah’ın her emrinde, her yasağında, her işinde, her yasasında bir hikmet
vardır. Onun bu hikmetli yasaları hükümran olacaktır.
68. “Daha önceden Allah'tan
verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap
erişirdi.”
Allah’tan önceden geçmiş bir yasa
olmasaydı aldığınız o fidyelerden dolayı size büyük bir azap dokunurdu. Bizler
için böyle bir azabın söz konusu olduğunu anlatıyor Rabbimiz. Peki acaba burada
kast edilen Allah’ın daha önceki yasası neydi? Bunu düşündüğümüz zaman şöyle
anlayabileceğiz. Yasa inmedikçe, herhangi bir yasa konmadıkça, belli bir konu
içinde konuyla ilgili bir açıklama yapılmadığı takdirde daha önceki inmiş olan
âyetlere göre onları yorumlayarak hükmünü veren bir Müslüman bu konuda sorumlu
olmayacaktır. Ra-sûlullah’ın hayatında özellikle bu söz konusudur. Çünkü o dönem
ya-salar yeni iniyordu. Daha önceki inen yasalar içerisinde esirlere nasıl
davranılacağı konusunda bir açıklama mevcut değildi. Rasulullah bu konuyu bir
önceki yasalarla şöyle yorumladı. Onların öldürülmelerine dair bir emir
olmadığından dolayı fidye karşılığı saldıklarının hayatlarının bağışlanmaları
söz konusuydu.
Peki bunu hangi amaçla yaptı Rasulullah? Belki
onların içinden mü’min olanlar çıkar diye. Eğer zihinlerinizi yoklarsanız
şunları da hatırlayacaksınız. Meselâ bir seferinde Cebrâil (a.s) Rasûlullah’ın
başına gelen bir hadise sebebiyle iki dağı birleştirerek kendisine zulmeden
kâfirleri helâk etmek üzere Rabbinden emir alıp geldiğini hatırlatınca
Rasulullah bu konuda kendisinin serbest bırakıldığını anlayarak bunu istememiş
ve belki onların içinden mü’minlerin çıkabileceğini düşünmüştü. Rabbimiz de o
toplumu helâk etmemiş ve gerçekten on-ların içinden mü’minler çıkmıştır. İşte
burada da Rasulullah efendimiz aynı şekilde bir hareket sergilemiştir. Onların
içinden müminler çıksın diye onları salıvermiştir. Yâni bu konuda nasıl
davranacağına dair önceden açık bir yasa olmadığı için sergilediği bu genel yasa
sebebiyle Rasulullah ve sahâbe-i kirâm cezalandırılmamıştır.
69. “Elde ettiğiniz ganîmetleri
temiz ve helâl olarak yiyin; Allah'tan sakının, doğrusu Allah bağışlar ve
merhamet eder.”
Artık rızık olarak aldığınız
ganîmetleri temiz ve helâl olarak yiyiniz içiniz. Dikkat ederseniz bu sûrede üç
defa ganîmetlerden söz edildi, ama taksimatı yapılmadı. Yâni 41. âyet-i kerîmede
her ne kadar taksimat yapılmışsa da yiyiniz emri verilmedi. Bu arada bir çok
yasalar indirildi, mü’minler savaşa hazırlandı, savaş öncesi tavırları dile
getirildi, savaşta takınmaları gereken tavırları anlatıldı. Bütün bunların
Allah’ın yardımı ve desteğiyle gerçekleştiği defalarca dile getirildi. Ve şimdi
artık ganîmetleri yeme izni çıkıyordu. Bu yasalara uyan insanlar ganîmetleri
helâl bir şekilde yeme imkânı elde edeceklerdir.
Allah’a karşı muttaki olunuz. Allah
bağışlayan ve rahmet kapılarını açandır. Takva bu sûrede sık sık geçti. Takva
Allah’ın istediği şekilde bir hayattır. Takva Allah’ın istediği şekilde
yaşamaktır ki bunu hiçbir zaman göz ardı
etmeyeceğiz. Hayatımızda daima Allah’a karşı takva hakim
olacak.
70. “Ey Peygamber! Elinizde
bulunan esirlere, “Allah kalplerinizde bir iyilik bulunursa, size sizden
alınanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar, Allah bağışlayandır, merhamet
edendir" de.”
Ey peygamber, ellerinizdeki
esirlere de ki, eğer Allah sizin kalplerinizde bir hayır olduğunu bilseydi
sizden alınmış olanların daha hayırlısını size verirdi ve size mağfiret ederdi.
Yâni dikkat ederseniz daha önceki âyet-i kerîmede esirlerin alınmasıyla ilgili
bir hitap geldi. Fakat şimdi o esirlere yönelik bir uyarı geliyor. Ey esirler,
madem ki peygamber ve sahâbe sizin hakkınızda böyle bir hüküm verdi, önceki
yasaları uyguladı, madem ki öldürülmediniz, madem ki yaşadınız, Al-lah bu
yasasını, öldürme yasasını hemen o hadisenin peşinden indirip Müslümanlara sizi
öldürtmedi, buna müsaade buyurdu, öyleyse unutmayın ki sizler Rabbinizin rahmeti
gereği şu anda İslâm ile müşerref olma hakkına sahip kılındınız. O zaman Allah
tarafından onlara da bir söylemimiz vardır. Onların bu hadiseyle kendilerini
değerlendirmeleri Allah’ın mağfiretine nail olabilmek için bazı hesapları
yapmaları, Allah’ın bu yasalarına göre kendilerini takdir etmeleri gerekecek.
Onun için bu âyetle biz onları Allah ile, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
rahmetiyle muhatap ederek onlara bunu söyleyeceğiz. Söyleyeceğiz ki onlar da bu
âyetlerle kendi hesaplarını yapsınlar.
Ey kâfirler eğer Allah sizin
kalplerinizde bir hayır görseydi elbette Allah size mağfiret eder ve size,
sizden aldığının daha hayırlısını verirdi. Öyleyse sizler kendinize dönün ve
kalplerinizi bir yoklayın. Gerçekten kalplerinizde bozukluklar varsa onları
temizleyin. Zaten kalplerinde ne varsa onları kendileri bilirler. Onları
atmalısınız. Bakın mü’minleri Allah nasıl zaferle müşerref kılmışsa, onları
eğite eğite, onların kalplerini temizleye, temizleye en sonunda bir çok yasanın
arkasından onlara nasıl ganîmetlerden istifade etme, dünya hâkimiyetini elde
etme şerefini bahşetmişse sizler de aynı şereflere nail olmanın hesabını
yapmalısınız. Onun için kalplerinizi yoklayıp, oradaki kötülükleri atıp mü’min
olmalısınız. Allah’ın mağfiretine erişebilmek için yapmanız gerekenleri yapmak
zorundasınız.
Çünkü işte gördünüz ki daha evvel
tıpkı sizler gibi müşrik olan insanlar mü’min oldular, Allah’ın emirlerini
yerine getirdiler ve Allah kendilerine zafer nasip etti, onları hakim duruma
getirdi. Yeryüzünün hükümranlığını onlara bahşetti. Şu anda sizler onların
elinde esir duruma düştünüz. Sizler de tıpkı onlar gibi vazgeçin şu küfür ve
şirklerinizden de onlar gibi şereflere ulaşın.
Eğer eski halleriniz üzere devam
ederseniz kesinlikle bilesiniz ki Allah’ın lütuflarından istifade
edemeyeceksiniz.
71. “Esirler sana hıyanet etmek
isterlerse, bilsinler ki esasen daha önce de Allah'a hıyanet etmişlerdi. Allah
bundan ötürü onları yenmen için sana imkân verdi. Allah bilendir,
hakimdir.”
Şâyet sana hainlik düşünürler, sana
ihanet etmek isterlerse daha evvel onlar Allah’a da hainlik yapmışlardı. Allah
kendilerine tüm nîmetlerini yağdırmış olmasına rağmen yine de Rablerine karşı
isyan bayrağını çekmişlerdi. Darda kaldıkları zaman yalvarıp yakardıkları,
ihtiyaçları düştüğü zaman hatırladıkları, kendilerine yardımını, kendilerini bir
çok tehlikelerden kurtarışını bizzat gözleriyle gördükleri ve işte şu anda da
kendilerine bir ölüm yasası indirmeyerek kendilerine hayat hakkı tanıdığına
şâhit oldukları Allah’a karşı hain davrandılar.
Eğer şu anda da önceki yaptıkları
gibi Rablerine karşı haince bir davranışın içine girerlerse kesinlikle bilesin
ki ey peygamberim onların bu hıyanetlerine karşı Allah size imkân verecektir.
Allah Alîmdir, Hakîmdir. Allah her şeyi bilen ve yaptığı her şeyi bir hikmetle
yapandır. İşte bütün bu Rabbimizin âyetlerini, uyarılarını biz elimize esir
düşen insanlara ulaştıracağız. Onları düşünmeye sevk edip Müslüman olmalarına
yardımcı olacağız.
72. “Doğrusu inanıp hicret
edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri
barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İnanıp
hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din
uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı
onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi
görür.”
İman edenler, hicret edenler.
İman edenler ve iman kaynaklı bir hayat yaşayabilmek için, imanlarından kıl payı
ayrılmamak için hicret edenler, imanları için her şeylerini fedâ edenler,
imanları uğrunda cihad edenler, imanlarını yaşayabilmek için malları ve
canlarıyla cehd-ü gayret sarf edenler. Ve barındıranlar, destek olanlar var ya
işte onlar birbirlerinin dostudurlar, birbirlerinin velisidirler. Birbirleriyle
kardeşlik ilişkisi içinde bulunanlardır onlar. Birbirlerine karşı sırdaştır
onlar. Birbirlerine karşı sorumluluk taşıyan insanlardır onlar. Birbirlerine
Allah’ın emirlerini emreden, birbirlerini Allah’ın yasaklarından sakındıran,
birbirlerini cennete kazandırma kavgası veren insanlardır onlar.
İman edip de hicret etmeyenlere, iman
edip iman kaynaklı bir hayata yürümeyenlere, imanlarını yaşayabilecekleri bir
ortam arayışı içine girmeyenlere gelince onlarla sizin aranızda herhangi bir
velâyet ilişkisi yoktur. Zaten doğal olarak böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün
değildir. Hattâ onlar da hicret edip sizin aranıza katılıncaya kadar... Eğer din
hususunda sizden bir nusret, bir yardım isterlerse o zaman bu konuda onlara
destek olmak zorundasınız. Yâni eğer dinlerine mâni olunuyor, dinlerini
yaşamalarına imkân verilmiyorsa, dinleri konusunda zulme maruz kalıyorlarsa
onlara yardım etmek zorundasınız. Bu da bir Allah yasasıdır. Velâyetin her
türlüsü yasak değildir. Din konusunda bir yardım istemeleri söz konusu olursa
onlara yardım edeceğiz.
Evet İslâm yurduna
hicret edip Müslümanlara katılmayan Müslümanlarla İslâm yurdunda ikâmet eden
Müslümanlar arasında sadece İslâm bağı, İslâm kardeşliği bağı vardır. Küfür ve
şirk diyarında yaşayan Müslümanlar İslâm yurdunda yaşayan Müslümanlara vâris
olamazlar, birbirlerinin velisi olamazlar. Allah’ın Resulü bir hadisle-rinde
buyurur ki:
“Müşriklerin arasında yaşayan hiç
bir Müslümana karşı sorumluluk borcum yoktur.”
Ancak aranızda bir anlaşma, sıkı bir
sözleşme olan topluluk-lara karşı bu olmayacaktır. O topluluk içinde herhangi
bir Müslüma-nın din konusunda da olsa bir problemi var da sizden yardım
isti-yorsa savaş açarak o Müslümana yardım etmeniz söz konusu değildir. Müslüman
her zaman anlaşma yaptığı toplumlara karşı anlaşmasına sâdık kalmak zorundadır.
Tabii bu şu anlamda değildir. Hiç müdahale etmeyeceğiz, ağzımızı hiç
açmayacağız, aramızda anlaşma bulunan toplum bizim din kardeşlerimize
zulmederken biz onları kabulleneceğiz anlamına değildir. O devlet nezdinde hiç
bir girişimde bulunmayacağız anlamına değildir bu. Sadece o antlaşmamızı fiilen
kökünden bozup atacak bir davranış içine girmeyeceğiz anlamınadır. Onun dışında
yine o Müslüman kardeşlerimize yardımlarımızı esir-gemeyeceğiz.
73. “İnkâr edenler birbirlerinin
dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde kargaşalık, fitne ve
büyük bozgun çıkar.”
Kâfirlere gelince onlar da
birbirlerinin velisi ve dostudurlar. Onlar arasında da karşılıklı velâyet
ilişkileri vardır. Birbirleri adına karar alırlar ve birbirlerinin kararlarını,
yasalarını uygularlar. Onlar birbirlerinin velisidirler, sizler de
birbirlerinizin velisisiniz. Kâfirlerin mü’min-lerle, mü’minlerin de kâfirlerle
asla bir velâyet ilişkileri olamaz. Akraba bile olsalar müminle kâfir arasında
bir dostluk, bir velâyet ilişkisi yoktur. Allah mü’minlerin velisidir, mü’minler
de birbirlerinin velisidirler.
Eğer sizler mü’minler olarak bunu
yapmazsanız, yâni sadece mü’minleri velî bilmez, sadece mü’minler olarak
aranızdaki velâyet bağlarını pekiştirmezseniz, aranızdaki dostluk ve
dayanışmalarınızı sağlamlaştırmazsanız, velilerinizi, valilerinizi,
idarecilerinizi kendinizden seçmez, kâfirlerin ve müşriklerin velâyeti altında
bir hayata razı olursanız kesinlikle bilesiniz ki yeryüzünde büyük bir fitne ve
fesat olur.
Şu anda öyle değil mi? Öyle
olmamış mı? Mü’minler birbirleriyle ilişkilerini bozdukları için, kâfirleri ve
kendilerini tek ümmet bilip tek yumruk halinde kendilerinden başkalarının
karşısında durabilme özelliklerini yitirdikleri için, kendilerinden başkalarının
velâyeti altında bir hayattan razı oldukları için yeryüzünde büyük bir fitne
çıkmamış mıdır?
74. “İnanıp hicret edenler, Allah
yolunda savaşanlar ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte onlar
gerçekten inanmış olanlardır. Onlara mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar
vardır.”
İman edip hicret edenler ve Allah
yolunda hicret edenler, muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, muhacir
kardeşlerini bağırlarına basanlar, onlara yardım edip destek olanlar var ya işte
onlar gerçek Müslümanlardır. Bu özellikler bizde varsa biz gerçek Müslümanlarız.
Onlar için mağfiret vardır, Rableri tarafından bağışlanma, kusurlarının
örtülmesi vardır ve Kerîm bir ecir, cömertçe bir mükafat vardır.
75. “Sonra inanıp hicret eden ve
sizinle birlikte savaşanlar, işte onlar sizdendir. Birbirinin mirasçısı olan
akraba, Allah'ın Kitabı’na göre birbirine daha yakındır. Doğrusu Allah her şeyi
bilir.”
Tekrar iman edenler, sonradan
iman edenler. Öncekiler önceden iman edenlerdi, bunlar da sonradan iman
edenlerdir. Sonradan iman etmiş ve kardeşleriyle velâyet ilişkilerini
gerçekleştirmiş olanlar. Esirler içerisinde, savaşılan toplumlar içerisinde
dirilip sonradan imana gelmiş olanlar, hicret edip Müslüman kardeşlerine
katılmış, Müslümanlara destek vermiş olanlar, hangi ırktan, hangi ülkeden, hangi
dinden, hangi coğrafyadan olurlarsa olsunlar Müslümanlarla birlikte, sizinle
birlikte cihada katılarak kendileri gibi olanları diriltmeye koşmuş olanlar,
onlar da sizlerdendirler. Önceki durumları ne olursa olsun onlar da sizin
gibidirler, onlar da sizin kardeşlerinizdirler. Onları kendinizden bir parça
kabul etmek, kardeş bilmek ve bağrınıza basmak zorundasınız. Artık İslâm
ümmetinin bir üyesidirler onlar.
Akrabalık bağları içerisinde olanlar
ise Allah kitabında, Allah yasalarında birbirlerine daha yakın velâyet
ilişkileri içerisindedirler. Yâni arada akrabalık bağları söz konusu olduğu
takdirde onlarla olan ilişkilerin daha yakın, daha farklı olması bizlere
emredilmiş oluyor. Yâni iman noktasında bizler hepimiz birbirimizin kardeşiyiz.
Ama bakın bu âyetlerde anlatıldığı gibi, iman, hicret, Allah yolunda cihad,
akrabalık gibi özellikler sebebiyle daha bir kardeş olacağız. Ve de ayrıca
akrabalığın da getirdiği ayrı bir takım haklar hukuklar söz konusu olacaktır.
Meselâ akrabalık artı bir de
komşuluk söz konusu olunca el-bette hukuklarımız ve sorumluluklarımız
farklılaşacaktır. Ama kom-şuluk bağlarımız, akrabalık bağlarımız hiçbir zaman
İslâm kardeşliği bağlarımızı zedeleyecek bir noktaya varmayacaktır. Hiç şüphesiz
ki Allah yaptığınız her şeyi bilmektedir. Her şeyi Allah’ın ezelî ve ebedî
ilminin altında yaptığınızı unutmayın. Enfâl sûresiyle alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim bu sûrede anlatılan Allah yasalarına uygun hareket ederek
Rabbimizin desteğine ehil Müslümanlar olmayı ve zaferden zafere koşmayı Rabbim
cümlemize nasip buyursun in-şallah. Âhirette de ebedî zafer, ebedî mutluluk
bizim olsun. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder