Bu adam sizi arzınızdan
memleketinizden sürüp çıkarmak istiyor. Bu adamın bütün derdi sizin ülkenizi
eline geçirmektir. Bu adam vatan hainidir ve hedefi de sizi memleketinizden
etmektir. Sizin ülkenizi başkalarına peşkeş çekecek, memleketinizi başkalarına
satacak bu adam. tâbi alçaklar bunu söylerlerken de etraflarındaki hal-kın
milliyetçilik ve vatanseverlik duygularını tahrik etmeye ve vatanın milletin
bölünmezliği ilkesini halkın önlerine getirerek onları buna sahip çıkmaya dâvet
etmeye çalışıyorlardı. Halbuki bunların derdi ne vatanın bölünmesi, ne milletin
bölünmesi meselesi değildi. Bunların bütün dertleri kendi egemenliklerinin suya
düşmesi meselesiydi. Ken-dilerini besleyen, karınlarını şişiren musluklarının
kesilmesiydi asıl mesele. Çünkü o zaman istedikleri gibi hareket edemeyecekler,
istedikleri gibi milletin sırtına binerek para kazanamayacaklar, devletin
milletin malını istedikleri gibi harcayamayacaklardı. Har vurup har-man
savuramayacaklardı.
Evet alçaklar o anda Hz. Mûsâ’nın
gösterdiği bu iki mûcizenin halkın üzerinde meydana getirdiği tesiri nasıl yok
edebiliriz? Buna karşı nasıl bir tedbir alabiliriz diye düşündüler ve sonunda
halkın milliyetçilik duygularını, vatanperverlik hislerini tahrik etmeye karar
verdiler. Yeryüzünde dün de bugünde tüm despotların usulüdür bu. Tüm zâlimlerin
baş vurdukları en etkili silahlarıdır bu. Bir yerlerde birileri hakkı ortaya
koydu mu hemen despotların ilk sözleri budur. Bu adam vatan hainidir. Bu adam
ülke yönetimini eline geçirip kendi hegemonyasını kurmak istiyor. Bu adamın
derdi iktidarı ele geçirmektir. Bu adam bizi vatanımızdan ve devletimizden
edecek.
Müslümanlar
bir yerlerde Allah’ın egemenliğini kurmak adına hareket etmeye başlamışlarsa ilk
defa işe devletten başlayıp kendi egemenliklerinden başka bir şey düşünmeyen,
Allah egemenliğinin ne demek olduğunu bile henüz bilmeyen bu adamlara bu sözü
söyleme fırsatı vermek yerine ilk defa iyi bir müslüman olmaktan başlanırsa daha
iyi olacağını düşünüyorum. Yâni hemen devlete talip olmak yerine iyi bir
müslüman olun demeye talip olalım. Zaten bu toplum iyi bir müslüman olursa
elbette devlet de arkasından gelecektir.
Evet bu despotlar aslında
kendilerinin gasıp olduklarının farkındadırlar da müslümanlar da günün birinde
bu işin farkına varacaklar ve uyanacaklar diye ödleri kopmaktadır. Onun içindir
ki en küçük bir harekete bile tahammülleri yoktur. Elbette eğer haksa bu vergiyi
verenlerin hakkıdır. Eğer bir haksa bu, yolda belde çalışanların hakkıdır.
Vergiyi verip bu yükü omuzlayanlar onlar, her yerde çalışanlar onlar, yükü
çekenler onlar, askere gidenler onlar, ülkeyi korumaya çalışanlar onlar ama
devlete sahiplenmeye gelince illâ da üç buçuk ne idiğü belirsiz sosyete takımı
sahip olmalıdır devlete.
Evet Mûsâ bir vatan hainidir, sizin
ülkenizi elinizden almak istiyor dediler. Danışmanları yardakçıları böyle
deyince Firavun da dedi ki:
O halde ne buyurursunuz? Şimdi
Mûsâ’nın bu insanlar üzerinde meydana getirdiği bu tesiri yok etmek için nasıl
bir yol izleyelim? Nasıl bir tedbir alalım? Nasıl karalayalım onu? Ne
öneririsiniz bu konuda? Kim diyordu bunu Firavun diyordu. Şu tanrılık iddiasında
bulunan adam. Şu çevresindeki insanlara:
" Sizin en yüce Rabbiniz benim"
(Nâziât 24)
Diyen adam. Hem tanrı olduğunu, Rab
olduğunu İlah olduğunu iddia ediyor hem de ne yapacağını bile bilemiyor da
etrafındakilere danışıyordu hain. İşte yeryüzündeki tüm tanrı taslaklarının gücü
de budur, bilgisi de budur. Mısır benimdir, bu ülkenin her şeyi benden sorulur,
benim iznim olmadan Mısırda bir kuş bile uçamaz diyen adam öyle diyordu. Ne
emredersiniz? Ne önerirsiniz? Ne buyurusunuz? Hani Rab olanın alîm olması
gerekecekti. Hani İlah olanın hâkim olması gerekecekti. Hikmet sahibi ve
hâkimiyet sahibi olması gerekecekti. Her şeyi belli bir hikmetle ve kimseye
danışmadan, kimsenin etkisi altında kalmadan yapması gerekecekti. Hani Rab
olanın her şeye Kâdir olması gerekecekti. Her şeye güç yetirmesi gerekecekti.
Hani Rab olanın Azîz olması gerekecekti. Güçlü kuvvetli olması gerekecekti...
Ama işte Firavunların Rablikleri ve İlahlıkları buraya kadardı. O böyle
danışınca çevresindekiler de dediler ki:
111,112.
“Onu ve kardeşini eğle; şehirlere toplayıcılar gönder, bütün bilgin sihirbazları
sana getirsinler" dedi-ler.”
Evet
dediler ki onu ve beraberindeki kardeşi Harun’u hapset. İkisini de alıkoy ve
şehirlere de toplayıcılar gönder ne kadar bilgili, uzman sihirbaz varsa onların
hepsini getirsinler. Mısırın tüm şehirlerinde ne kadar bilgiç, mahir sihirbaz
varsa hepsini toplayıp getirsinler. Hem de öyle basit, statüsüz sihirbazları
değil bu işin profesörü olanlarını, profesyonel olanlarını, akademisyenlerini
toplayıp getirsinler.
Evet Firavunî sistemlerin
teşkilatlandığı şehir merkezlerine haberler gönderip her türlü numaracıları, her
cins sahtekârları, sistemin yetiştirdiği her tür profları, ekonomistleri, hukuk
uzmanlarını, sanatkârları ve her sahada uzmanları çağıracaklar ve hep birlikte
birbirlerine destek vererek sistemi tehdit eden Allah elçisiyle mücâdele
verecekler. tâbi ya ne için yetiştirmişti sistem bu adamları? Ne güne besliyordu
sistem bunları? Böyle bir zamanda da gelmeyeceklerdi de ne zaman geleceklerdi?
Evet hepsi toplanıp Firavun sisteminin devamı için mücâdele vereceklerdi
Allah’la ve Allah elçisiyle. Tüm bu insanlara karşı Hz. Mûsâ da tek başına Allah
âyetleriyle ve Allah adına mücâdele verecekti.
113.
“Sihirbazlar Firavuna geldi, "Yenecek olursak bize şüphesiz bir mükafat var
değil mi? "dediler.”
Evet
tüm sihirbazlar toplandılar. Sihiri ve sihirbazı Mûsâ (a.s)’ın Firavunla,
Firavun sistemiyle mücâdelesi çerçevesinde anlamaya çalışırsak şöyle diyeceğiz:
Mûsâ karşısında, Allah’ın hak elçisi karşısında, bu elçinin ortaya koyduğu İslâm
dâvâsı karşısında insanların Firavunları ve Firavunî sistemleri ayakta tutmak
üzere sahip oldukları ilim dallarındaki bilgilerini ustaca kullanmalarının adına
sihir denir. Allah âyetleri karşısında, Allah sistemi karşısında ve bu sistemi
savunan Allah erleri karşısında Firavunî sistemleri ayakta tutmak için çırpınan
kimselere de sihirbaz denir. Bu sihirbazlar ellerindeki tüm bilgileri, tüm
imkânları sistemi haklı çıkarmak ve yaşatmak üzere kullanırlar.
Meselâ
adam şairdir, edebiyatçıdır. Eğer bu adam sahip olduğu edebiyat bilgisini İslâm
dâvâsı karşısında Firavunu ve Firavunî sistemi ayakta tutma adına kullanıyorsa
işte bu adam sihirbazdır. Meselâ adam sanatkârdır ve bu sanatını Firavunun
hizmetinde kullanıyorsa bu adam da sihirbazdır. Veya adam bir dalda doçenttir,
prof. tur, hukuk bilgisine sahiptir, teknik bilgilere sahiptir ve bu bilim
dalıyla Firavun sistemini destekliyorsa, Mûsâ’yı ve Mûsâ gibileri, müslüman-ları
yalancı çıkarma kavgası veriyorsa, halkın gözünü boyama kavgası veriyorsa bunlar
da sihirbazdır. Şarkıcılar böyledir, tiyatrocular böyledir, para babaları
böyledir. Zaten sihir beyazı siyah, siyahı beyaz, hakkı bâtıl, bâtılı hak
gösterme el çabukluğudur ve bunu yapan herkes sihirbazdır.
Yâni
Mûsâ’yı Firavun, Firavunu Mûsâ gösteren herkes sihir-bazdır. Kendi hevâ ve
heveslerinden kaynaklanan bir sistemi hak, Allah’ın yasalarına bağlı İslâm
sistemini de bâtıl göstermeye çalışan bu uğurda sa’y eden herkes sihirbazdır.
Karıyla kocanın arasını ayı-ran, kardeşi kardeşe düşman yapan, farklı farklı
hiziplere ayırarak müslümanları birbirleriyle vuruşturan demokrasiyi hak,
İslâm’ı da bâtıl göstermeye çalışan herkes sihirbazdır.
Bir
başka deyişle insanın insana kulluğu anlamına gelen de-mokrasiyi savunan, bu
sistemin en güzel bir sistem olduğunu, in-sanların saadetini temin eden bir
sistem olduğunu savunan herkes sihirbazdır. Bunlar da çağdaş
sihirbazlardır.
Evet işte bu cinsten Firavunun
destekçisi tüm sihirbazlar bir meydanda toplandılar. Hepsi de Allah elçisine
karşı fikir birliği, güç birliği oluşturdular. Tüm sihirbazlar, tüm halk
Allah’ın elçisine karşıydı. Mûsâ’yla yarışacak bu sihirbazlar dediler
ki:
Bize elbette bir ücret vardır; eğer
galip taraf biz olursak dediler. Bu sözle hem bir soru hem de bunu Firavuna
kabul ettirme çabası vardı. Yâni elbette Firavunlar kendilerini besleyecekti.
Çünkü onlar, onun için vardılar ve de Firavunlar onlara muhtaçtı. Çünkü
Firavun-ları ve Firavun sistemlerini ayakta tutan bunlardı. Onun için onları
pa-rasıyla beslemek zorundaydı Firavunlar. Tüm kapıları açmalıydı onlar için.
Her iki taraf için de şahsiyetsizliktir bu ama ne fark eder de? Ne Firavunlarda
böyle bir şahsiyet ne de onlara köpeklik yapanlarda böyle bir onur beklenmez
zaten.
Evet diyorlar ki ey Firavun şimdi
Mûsâ’ya karşı biz galip gelirsek, elimizdeki bilgiler ve imkânlarla Mûsâ’yı ve
onun dâvâsını halkın gözünde düşürüp seni ve sistemini kurtarırsak bize bir
ücret vardır herhalde. Alçaklar ücreti fâni birisinden istiyorlar. Mükafatı
ölümlü birisinden bekliyorlar, fâniye sırtlarını yaslamak istiyorlar. Halbuki
me-selâ tam Firavun onlara mükafat vereceği esnada ölüverse elleri boşa
çıkacaktı. Ama bu adamlar Allah için hareket etselerdi, mükafatlarını Allah’tan
bekleselerdi çok daha hayırlı olacaktı ama işte ondan istiyorlar.
Elbette
bu kapitalist sistemin yetiştirdiği insanların gözünde paradan başka da değerli
bir şey yoktur. Vahiy sisteminin dışındaki tüm sistemlerde temel hedef paradır.
Allah’a inanmayan, cennete inanmayan, vahyi tanımayan toplumlarda para için
insanların yapa-mayacakları bir şey yoktur. Ve bu tür toplumlarda yapılan her
iş, atılan her adım mutlaka para karşılığında, madde karşılığında yapıla-caktır.
Halbuki
müslümanların gözünde paradan çok daha kıymetli şeyler vardır. Müslüman her
adımını atarken Allah’ın rızasını kazan-mak, Allah’ın cennetini kazanmak için
çırpınır. Müslüman’ın temel hedefi cennettir ve cennete giden yoldur. Zaten
biraz sonra bu si-hirbazların müslüman olduktan sonra hedeflerinin birden bire
değiş-tiğini parayı ve dünyalıkları ellerinin tersiyle itiverdiklerini
göreceğiz. Tüm dünyayı ayaklarının altına alıp Allah’ın rızasını başlarına taç
yaptıklarını göreceğiz. Onların bu soruları ya da talepleri karşısında Firavun
diyor ki:
114.
“Firavun, "Evet, yenerseniz gözdelerden olacaksınız"
dedi.”
Firavun
sizler mukarrabûndansınız. Sizler benim yakınlarım olacaksınız. Mukarrabûn
ifadesini Rabbimiz de kullanır kulları için. Mukarrabûn yakınlar,
yakınlaştırılanlar, mahiyete alınanlar demektir ki mukarrabûn’un nimetleri
sorulmaz. Artık onlar için her şey vardır. Firavun da öyle diyor bakın. Ben sizi
mahiyetime aldım diyor. Sizi ba-kan yapacağım, sizi dekan yapacağım, sizi müdür,
genel müdür yapacağım. Sizi müşavir, müsteşar yapacağım. Sizin için her kapı
açılacaktır. Giremeyeceğiniz bir kapı, elde edemeyeceğiniz bir nimet
kal-mayacak. Sizler merkezdesiniz, sizler sarayın içindesiniz, size ka-palı hiç
bir kapı kalmayacaktır. Krediler, teşvik primleri size akacak. Tüm bankalar
sizin emrinizde olacak. Yeter ki siz beni koruyun, yeter ki Mûsâ karşısında,
Mûsâ’nın gündeme getirdiği Allah yasaları karşısında benim yasalarımı benim
egemenliğimi koruyun ne isterseniz size vereceğim. Sizin hedeflerinizi benden
daha iyi kimse bilmez korkmayın tüm hedeflerinize sizi
ulaştıracağım.
Firavundan bu müjdeyi aldıktan sonra
bakın sihirbazlar Hz. Mûsâ’ya dönüyorlar ve şöyle
diyorlar:
115.116
“Sihirbazlar: "Ey Mûsâ! Mârifetini ya sen ortaya koy veya biz koyalım" dediler.”
Mûsâ: "Siz koyun" dedi. Sihirbazlar mârifetlerini ortaya koyunca insanların
gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir
yaptılar.”
Ey
Mûsâ! Önce sen mi atacaksın yoksa biz mi atalım? Önce sen mi başlayacaksın yoksa
biz mi ortaya atalım numaralarımızı? Tabii bu ifadeden anlaşılıyor ki adamlar
güveniyorlar kendilerine. Kendilerinden emin bir eda ile Hz. Mûsâ’ya meydan
okumaya çalışıyorlar. Hz. Mûsâ (a.s) dedi ki: Haydi numaralarınızı ortaya atın
bakalım. Haydi ne atacaksanız atın bakalım. Buyurun bir numaranız varsa ortaya
atın da görelim. Sonra da ne yapacaksak biz de yaparız dedi.
Çünkü
Allah’ın elçisinin onlardan korkacak bir şeyi yoktu. Çünkü onlar ne atarlarsa
atsınlar hakkın karşısında dayanma güçleri yoktu. Hakkın karşısında bâtılların
asla dayanma gücünün olmadığını Allah’ın elçisi çok iyi biliyordu. Ne atarlarsa
atsınlar, hangi numarayı çekerlerse çeksinler, ister teknolojiyi kullansınlar,
ister sanatlarını kul-lansınlar, ister edebiyatlarını gündeme getirsinler, ister
falanca bilim dalını, filanca silahlarını kullansınlar fark etmez hakkın
karşısında hiç birisinin dayanma gücü yoktur. Hakkın karşısında bâtıl yok olmak
zorundadır. Hakkın karşısında her şey yerle bir olmak zorundadır. İman
karşısında hiç bir bâtılın dayanma gücü yoktur.
Evet Hz. Mûsâ dedi ki neyiniz varsa
atın. Neyiniz varsa, hangi fikriniz, hangi usulünüz, hangi tekniğiniz, hangi
nazariyeniz varsa atın ortaya. Hz. Mûsâ’nın hiç bir endişesi yoktu. Çünkü Allah
âyetleriyle beraber olan, Allah âyetlerine sahip olan bir müslüman karşısında kim olursa olsun asla
korkmayacaktır. Ama Allah âyetlerine sahip olursa tabii. Çünkü onların ortaya
attıklarının tümünü kaldıracak olan Allah âyetleridir. Bizim planımız, bizin
fikrimiz, bizim metodumuz, bizim zekamız değil.
O
halde eğer bizler de Allah âyetlerinin bilgisine sahipsek o zaman hiç kimseden
korkmayacağız. Ama Allah âyetlerinde mah-rumsak, Allah âyetlerinden habersizsek
o zaman her şeyden korka-rız ve korkacağız demektir.
Attıkları zaman insanların gözlerini
sihirlediler. Attıkları şeylerle insanların gözlerini boyadılar. Zaten
yaptıkları hiç bir zaman gerçek değildi. Yaptıklarının hakikat olması, gerçek
olması da mümkün değildi. Ellerindeki ipleri, çöpleri sihir malzemelerini
attılar ortaya ve bu sihir aletleri etrafa korku salan, kıvrılan yılanlar
şeklinde görünmeye başladılar. Etraftaki insanların gözlerini boyayarak
korkuttular. Meydandakilerin tümünü korkutup dehşete düşürecek bir sihir ortaya
koydular. Tüm meydandakileri korkuttular.
Zaten
bu adamların yapabilecekleri tek şey insanları korkut-mak, insanların kalplerine
korku salmaktır. İşleri güçleri korkutmaktır. Gönülleri fethetmek, kalpleri
rahatlatmak, kalplere huzur ve saadet sunmak değildir bunların işi. O
peygamberlerin işidir, o mü’minlerin işidir. İnsanlara gerçekleri göstererek
gönül rahatlığı içinde insanların o gerçekleri kabule götürmek Firavunların ve
Firavun sistemlerinin işi değildir. Onlar sadece korkuturlar, zulmederek, terör
havaları estirerek ve zorla korkuyla fikirlerini kabul ettirirler. Bir de onlar
Allah desteğinden mahrum oldukları için mecburen bu yolu tercih
etmektedirler.
Evet insanları korkuttular. Kalplere
korku saldılar. İnsanları dehşete düşürdüler. Bu curcunada elbette Mûsâ (a.s) da
korkacaktı, çünkü o da bir insandı. Böyle bir durumda Allah elçisinin
yapabileceği bir tek şey vardı. O da Rabbine iltica etmek, Rabbine sığınmak ve
ne yapacağını nasıl davranacağını O’na sormak. Mûsâ (a.s) da öyle yaptı. Allah
buyurdu ki bu bağlamda:
117.
“Biz de Mûsâ'ya, "Asanı koyuver" dedik, o da koyuverdi; hemen onların
uydurduklarını yutmaya başladı.”
Evet
buyurur ki Rabbimiz: Ey Mûsâ asanı yere at. Asa elinde bir bastondur ama
Allah’ın emriyle o en büyük bir güçtür. Veya Allah’ın izniyle en büyük güce
dönüşecek bir asadır. Mûsâ (a.s) Allah’ın emrine uyarak asasını yere attı bir de
ne görsünler; bu asa onların tüm uydurduklarını yalayıp yutuyor. Meydandaki tüm
yılanları yalayıp, yutuyordu. Yere atılan asa bir ejderha olup onların tüm
sihirlerini yutup yok ediyordu.
İşte mesele buydu zaten. Mesele
hakkı ortaya koymaktı. Me-sele bütün berraklığıyla, bütün canlılığıyla hakkı
ortaya koymaktı. Me-sele sahtekârlık değildi. Mesele falanın filanın aleyhinde
konuşmak değildi. Mesele birilerinin aleyhinde konuşarak, onları küçülterek
büyümek değildi. Mesele sadece açık ve net bir biçimde hakkın ortaya
konulmasıydı, Allah elçisinden bunu istemişti ve Allah’ın elçisi de işte bunu
yapmıştı.
118.
“ Hak tahakkuk etti, onların yaptıkları boşa
gitti.”
Evet
hak ortaya çıktı, hak gözlerle görülecek gözlerin asla reddedemeyeceği bir
biçimde vâki oldu ve sihirbazların ortaya koyduklarının tamamı bâtıl oluverdi.
Onların hak karşısında ortaya attıklarının tamamı yerle bir oluverdi. Hak geldi,
bâtıl zail oldu. Hak geldi ve tüm bâtıllar yok oldular. Zira hakkın karşısında
hiç bir bâtıl yaşama imkânına sahip değildir. Hakkın karşısında hiç bir bâtılın
tutunma şansı yoktur.
Eğer
bizler de şu anda tıpkı Allah elçisi Hz. Mûsâ (a.s) gibi hakkı ortaya
koyabilirsek bizim hakkımız karşısında da tüm bâtıllar yok olup gideceklerdir.
Dünkü Hz. Mûsâ’nın elindeki hak, onun elin-deki asa bugün bizim elimizdeki
Kur’an’dır, vahiydir. Eğer bizler de bugün Allah vahyini net ve açık bir şekilde
ortaya koyabilirsek hiç şüpheniz olmasın ki şu andaki tüm bâtıllar yok olmak
zorunda kalacaktır. Allah’ın yasalarında değişme olmaz. Dünkü yasa neyse bugünkü
yasa da odur.
Ve
eğer şu anda bâtıllar yaşama imkânı bulabilmişlerse bi-lelim ki hakkın
olmayışındandır. Mûsâ (a.s) gibi hakkı ortaya koyacak Allah erlerinin
olmayışındandır. Yoksa hak karşısında hiç bir bâtılın dayanma şansı yoktur. Eğer
bizler bugün peygamberleri örnek alabilirsek, Allah elçilerinin bâtıllar
karşısında sergiledikleri mücâdeleyi korkmadan, Allah’a dayanarak, Allah’a
güvenerek verebilirsek, tıpkı Hz. Mûsâ (a.s)’ın mûcizesi gibi Muhammed (a.s)’ın
da kıyâmete kadar devam edecek olan en büyük mûcizesi Kur’an mûcizesine sahip
çıkabilirsek, insanların karşısına bu kitapla çıkabilirsek kesinlikle bilelim ki
Allah bizleri de muvaffak kılacaktır.
Evet Allah’ın elçisinin ortaya
koyduğu hak karşısında tüm bâtıllar tıpkı su üzerindeki köpük gibi yok olup
gittiler. Evet bâtıllar kesinlikle bizi korkutmamalı. Tıpkı akan sel sularının
üzerindeki köpüğe benzeyen bâtılın bazen bazen su yüzüne çıkması, bazen bazen
geçici bir süre için üstünmüş gibi görünmesi bizi asla ürkütmemelidir. Önemli
olan suyun üzerindeki köpük değil suyun kendisidir. Çünkü suyun üzerindeki köpük
ârızîdir bunu asla unutmayalım.
119.
“ İşte onlar yenildiler, küçük düştüler.”
Evet
sihirbazlar işte burada mağlup oldular, yenildiler, küçüldüler, küçüldükçe
küçüldüler. Elbette mağlup olacaklardı çünkü karşılarında hak vardı. Elbette
zillete mahkum olacaklardı çünkü hak karşısında mücâdeleye tutuşmuşlardı. Bunun
için rezil rüsva oldular. Allah’la savaşa tutuşanlar elbette horluk damgasını
yiyecekti. Allah’ın âyetlerine geçit vermemek için mücâdele edenler, Allah’ın
yasalarıyla çatışma içine girenler elbette rezil olacaklardı. Allah desteğinde
olan bir peygamberle veya peygamber yolunun yolcusu mü’minlerle kavgaya
soyunanlar ebette mahvolacaklardı kahrolacaklardı.
Tıpkı
sûrenin önceki âyetlerinde Rabbimizin anlattığı gibi kendilerinden önce yaşamış
kendilerinden çok daha güçlü Nûh toplumunun, Lût toplumunun, Âdın, Semûd’un,
Eykeliler’in yok olup gittikleri gibi. Bunlar da Allah’la, Allah’ın âyetleriyle,
Allah’ın elçileriyle, Allah’ın yasalarıyla savaşa tutuşmuşlar ve sonunda hepsi
de alçalmış olarak azabı tatmışlardı. Evet tıpkı onlar gibi Allah elçisi
karşısında mücâdeleye tutuşan sihirbazlar da mağlup oldular, küçüldükçe
küçüldüler. Sonra:
120,122.
“Sihirbazlar secdeye kapanıp, "Âlemlerin Rab-bine, Mûsâ ve Harun'un Rabbine
inandık" dediler.”
Sihirbazlar
secdeye kapandılar ve dediler ki biz âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Hârun’un Rabbine
iman ettik dediler ve hemen oracıkta müslüman oldular. Âlemlerin Rabbine iman
ettik dedikten sonra bir de te’kid için bir yanlış anlamaya meydan vermemek için
Mûsâ’nın ve Hârun’un Rabbine da iman ettik diyorlar. Çünkü Firavun da Rablik
iddiasındaydı. Yeryüzünde sizin en büyük Rabbiniz benim, benim dediğim biçimde
inanmak zorundasınız, benim istediğim biçimde giyinmek zorundasınız, benim
hukukumla amel etmek zorundasınız, benim alfabemi kullanmak zorundasınız, benim
yasalarıma itaat etmek zorundasınız, benim sözümün dışına çıkamazsınız di-yordu,
işte Âlemlerin Rabbini ondan ayırmak için böyle diyorlardı.
Evet
sihirbazlar hemen iman ettiler çünkü bu sihirbazlar an-ladılar ki Mûsâ (a.s)’ın
ortaya koyduğu şey farklıydı. Onun ortaya koyduğu şeyin sihirle ilgisi yoktu.
Mûsâ (a.s)’ın ortaya koyduğu şeyin kendilerininkiyle uzaktan ve yakından hiç bir
ilgisi alâkası yoktu. Zira bu adamlar öyle basit sihirbazlar değildi. Mısırın en
mahir sihirbazlarıydı ve sihirin âlâsını bilen insanlardı. Bu yüzden de Mûsâ
(a.s)’ın ortaya attığı şeyin hak olduğunu, Allah’tan geldiğini hemen
anlayıverdiler. Bir de bir başka anlayışa göre sihirbazların bu işi istemeyerek
Firavunun baskısıyla yapmak zorunda kaldıklarını da anlıyoruz. Zoraki Allah
elçisinin karşısına çıkarılan bu insanların hak karşısında hemen iman
ettiklerini görüyoruz. Buna Kur’an’ın başka bir yerinde bir işaret var:
“İman eden sihirbazlar: "Seni, gelen apaçık
mûcizelere ve bizi yaratana üstün tutmayacağız. Ne hüküm vereceksen ver. Sen,
ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin. Doğrusu biz, yanılmalarımızı ve bize
zorla yaptırdığın sihri bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah'ın vereceği
mükafat daha iyi ve daha devamlıdır" dediler.”(Tâhâ)
Evet bakın diyorlar ki bize zorla
yaptırdığın sihri bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Firavunlar kendi
sistemlerini koruyabilmek için böyle nice insanları kullanırlar. Nice insanlara
onur kırıcı istemedikleri şeyleri zorla, zorbayla
yaptırırlar.
Dikkat ederseniz Hz. Mûsâ onların
karşısına onların metotlarıyla çıkmadı. Hz. Mûsâ onları onların metotlarıyla
yenmedi. Mûsâ (a.s) onların karşısına vahiyle çıktı ve onları vahiyle yendi.
Onun için kendilerinden farklı bir hayatla, kendilerinden farklı bir inançla,
kendilerinden farklı bir hayatla ve metotla karşılarına çıkan Mûsâ (a.s)’a onlar
hemen iman ettiler.
Eğer
Mûsâ (a.s) onların karşısına onların metotlarıyla çık-saydı, sihir metoduyla
onları yenseydi o zaman çok rahat bizim me-totlarımızla bizi yendi diyecekler,
bizim metotlarımızı bizden daha iyi biliyor ki bizi yendi diyecekler, müthiş bir
adam, zeki bir adam diye-cekler, belki onu takdir edecekler ama asla Hz. Mûsâ’ya
iman et-meyeceklerdi. Çünkü sihir, imanın konusu olan bir şey değildi. Hz. Mûsâ
onların karşısına sihir metoduyla, onların geliştirdikleri metot-larla çıkmadı
vahiyle onların karşısına çıktı da onlar bunun farkına varır varmaz hemen iman
ettiler. Çünkü vahiy imanın konusuydu.
Öyleyse
bizler de bugün inanmayanların karşısına onların metotlarıyla çıkmayacağız.
Onların hayatlarıyla onların karşısına çık-mayacağız vahiyle Kur’an ve sünnetle
onların karşısına çıkacağız ki kendilerinden farklı bir anlayış,
kendilerininkinden farklı bir inanış ve yaşayış gördükleri andan itibaren hemen
iman edecekler ve kendi hayatlarını değiştirecekler.
O günkü sihirbazların imkânları
kıttı. Dar imkânlarıyla ortaya koydukları sihirleriyle sadece bir meydanda
kendilerini seyreden insanları sihirleme imkânına sahiptiler. Çok uzaktaki
kendilerini göremeyen insanları sihirleme imkânlarına sahip değillerdi.
Ellerinde T.V leri de, gazeteleri de, dergileri de, videoları da yoktu. Çok
uzaklara uzanma, uzaktakileri etkileme güçleri yoktu. Ama günümüzde teknik
gelişmeler oldu. Günümüz sihirbazları teknik yönden öylesine güçlendiler
öylesine büyük imkânlara sahip oldular ki sadece meydanlarda, sadece salonlarda
kendilerini görenleri değil ellerindeki imkânlarla çok uzaktaki insanları bile
sihirleme, etkileri altına alma gücüne sahiptirler.
Meselâ
Vaşington’dan, Pekin’den, Paris’ten, İstanbul’dan basıyorlar düğmeye ve
oturdukları yerden dünyanın en uzak bölgesindeki insanları bile sihirleme
imkânına sahip oluyorlar. Yâni bugünkü sihirbazlar dünkü sihirbazlardan çok daha
güçlü çok daha etkilidir. Öyleyse dünkü dar imkânlarla çalışan ama buna rağmen
yine de meydanda kendilerini seyreden insanları korkudan dehşete düşüren o
sihirbazlar karşısında insanlar nasıl korkmuşlardı? Hz. Mûsâ bu sihirler
tarafında yutulmamak için nasıl Allah’ın vahyine sarılmıştı?
Öyleyse
biz de bugün o dönemim yüz katıyla korkmak ve yine yüz katıyla Kur’an’a
sarılmak, vahye sığınmak zorundayız. Değilse eğer günümüz sihirleri ve
sihirbazları karşısında Allah’ın kitabına sığınmaz, Allah’ın kitabına
tutunmazsak kesinlikle bilelim ki bizler si-hirler tarafından, sihirbazlar
tarafından etkilenmekten ve yutulmaktan asla kurtulamayacağız demektir. Vahyi
tanımayan, vahye sarılıp onunla hareket etmeyen bir adamın, bu sihirbaz medya
karşısında bu sihirbaz TV ler karşısında, bu sihirbaz toplum karşısında
dayanması, yutulmaması bugün neredeyse imkânsız hale gelmiştir.
Ama
eğer bizler vahyi tanırsak, hadiselere vahyin perspekti-finden bakabilirsek,
vahyin kontrolüne girebilirsek tıpkı Hz. Mûsâ (a.s) gibi tüm dünyanın bize
yapabileceği bir şey yoktur.
Evet bir saat öncesine kadar
Firavunun hizmetinde çalışan, Allah dâvâsı karşısında Firavunları destekleyen,
Firavunlar sistemini koruma adına Allah elçisiyle savaşa tutuşan bu insanlar,
yıllar yılı hakkı bilmedikleri için bâtılların kulu kölesi olmuş bu insanlar,
hakkı tanır tanımaz bir anda iman ediverdiler.
Öyleyse
unutmayalım ki şu anda hakkı tanıyamadıkları için, Allah yasalarını, Allah
âyetlerini bilmedikleri için bâtıllar adına, Fira-vunlar adına, küfür ve şirk
sistemlerinin galibiyeti adına farkında ol-madan Rabbiyle, Rabbinin âyetleriyle,
Rabbinin elçisinin yoluyla mücâdele veren yığınlarla insan vardır. Unutmayalım
ki bu garibanların pek çoğu hakkı bilmedikleri için, hakkı tanımadıkları için,
kitapların-dan habersiz oldukları için bunu yapabilmektedirler. Eğer bunların
karşısına açık ve net bir biçimde kitabı koyabilirsek, İslâm’ı onlara
götürebilirsek tıpkı bu sihirbazlar gibi bir saat önce kendisine kulluk
ettikleri Firavunu reddedip kendilerini yaratan, kendilerini rızıklandı-ran
gerçek Rablerine kulluğa dönüverecek pek çok insan vardır onların içinde. Önemli
olan bu insanlar karşısında Mûsâ rolünü oynaya-bilmektir.
Evet hakla tanışan, imanla,
hidâyetle tanışan bu insanlar he-men iman ediverdiler, hemen secdeye
kapanıverdiler. Bundan sonra artık zâlim despotların işkenceleri gündeme
gelecekti. Rablerine kulluk adına; kendilerine kulluktan vazgeçenlere,
Rablerinin emirlerini dinlemek adına; kendilerinin sözünü dinlememeye karar
veren mü’-minlere karşı zâlimlerin işleyen zulüm mekânizmaları gündeme
gelecekti. Tarihin her devrinde bu böyle olmuştu. Bakın bu mü’minlere karşı
Firavun şöyle diyordu:
123
“Firavun: "Ben size izin vermeden mi O'na inandınız? Doğrusu bu halkı şehirden
çıkarmak için düzdüğünüz bir hiledir, fakat siz
göreceksiniz.”
Evet
diyor ki bakın Firavun: Ben size izin vermeden ha! Benden izin almadan iman
ettiniz ha! Bana danışmadan, benim onayımı almadan Mûsâ’ya ve onun Rabbine secde
ettiniz ha! Benden izin almadan Allah safına geçtiniz ha! Benden izin almadan
peygamberle birlik oldunuz ha! Benden izin almadan beni ve benin yasalarımı terk
edip, bana kulluğu terk edip Allah’ın kulu oldunuz ha! Allah’ın yasalarını
benimkilere tercih ettiniz ha! Bana karşı baş kaldırıp Allah karşısında secdeye
vardınız ha! Bana hayır dediniz de Allah’a evet dediniz ha! Benden izin almadan
Allah’ı bana tercih ettiniz ha! Benden izin almadan peygamber Mûsâ’yı benim
önüme geçirdiniz ha! Halbuki sizi ben çağırmıştım. Sizler benim memurlarımdınız.
Sizler benim kullarımdınız. Ben tayin etmiştim sizleri. Mükafatınızı, maaşınızı
ben verecektim. Sizler benim ülkemde yaşıyor benim nimetlerimden istifade
ediyordunuz...
Dikkat ediyor musunuz? Allah’a
inanmak için bile Firavunlardan izin almak gerekiyor. İnanan birisi olsanız bile
imanınızı sergileme konusunda, imanlarınızı yaşama konusunda, inandığınız
Allah’ın emirlerini yerine getirme konusunda Firavunlara danışmak zorundasınız.
Müslümanca bir hayat yaşayabilir miyiz yaşayamaz mıyız? Allah’ın istediği
biçimde örtünebilir miyiz örtünemez miyiz? Allah’ın istediği biçimde
nikâhlanabilir miyiz nikâhlanamaz mıyız? Allah’ın istediği biçimde mirasımızı
paylaşabilir miyiz paylaşamaz mıyız? Allah ve Re-sûlünün istediği biçimde
çocuklarımızı eğitebilir miyiz eğitemez mi-yiz? Allah’ın istediği biçimde
yaşayabilir miyiz yaşayamaz mıyız? Tüm bu konuları Firavunlara sormak
zorundasınız. Adım atarken bile onların iznine muhtaçsınız. Onların izin
vermediklerini kesinlikle yapamazsınız.
Şimdi de çağdaş Firavunlar aynı şeyi
demiyorlar mı? Sizler bi-zim kullarımız, bizim vatandaşlarımızsınız. Nasıl
giyineceğinize, na-sıl yaşayacağınıza, nerede ve nasıl okuyacağınıza, ne kadar
örtüneceğinize, dininizi hangi sınıra kadar yaşayacağınıza, ne kadarını
anlatabileceğinize, nasıl bir kisveye bürüneceğinize, nasıl bir hukuk
uy-gulayacağınıza, ekonominizin nasıl olacağına, bayramlarınızın tatil-lerinizin
neler olacağına biz karar veririz. Tüm hayatınız konusunda bize danışmak bizim
yasalarımıza karşı gelmemek zorundasınız di-yorlar.
Meselâ
müslüman bir kızcağız Rabbinin istediği biçimde örtünüverdi mi hemen Firavunlar
harekete geçerler. Bizden izin almadan örtündün ha! Bizden izin almadan bizim
yasalarımızı çiğnedin ha! Rabbini bize tercih ettin ha! Rabbinin yasalarını
bizimkilere tercih ettin ha! diyerek onu bundan vazgeçirebilmek için ellerinden
ne geliyorsa yaparlar.
Veya
meselâ bir öğretmen okulda talebelerine biraz fazlaca İslâm duyursa, bir vaiz
kürsüden cemaatine biraz açık anlatsa he-men sorguya çekerler. Bizden izin
almadan bunları, bunları konuştun ha! Halbuki neleri anlatacağını, ne kadarını
anlatacağını biz belir-leyecektik. Halbuki seni biz tayin etmiştik. Sen bizim
memurumuz-dun. Senin maaşını biz veriyorduk. Seni özellikle bize kulluk etsin
diye Mûsâ’nın karşısında, Mûsâların karşısında bizi savunasın diye okullarımızda eğitmiştik diyerek onun hemen
Firavunlar tarafından sorgulandıklarını görürüz.
Evet sihirbazlara karşı ama artık
bunlara sihirbazlar demeyelim çünkü müslüman oldular bunlar. Bu müslümanlara
diyor ki Firavun: Benden izin almadan iman ettiniz ha!
Ya
da bunu bir de şöyle anlıyoruz: Yâni eğer sizler bana da-nışıp, benden izin
alsaydınız elbette ben size bu konuda izin verirdim diyor. Yâni hain Firavun bu
durumda yavaş yavaş egemenliğinin sarsıldığının, inisiyatifin yavaş yavaş
elinden çıktığının, insanların Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ’ya meylettiklerinin
farkına varıyordu da güya bunu nasıl olsa insanlar yapacak, insanlar nasıl olsa
müslümanlaşmaya karar vermişler hiç olmazsa ben izin vereyim de rezil olmayayım
diye politika değiştiriyor hain.
Toplum
imana yönelince yapabileceği bir şey kalmadığı için kendisini izin verme
makamında görüyor, yine bir taraftan kendisini büyük görerek, kuyruğu dik
tutmaya çalışırken diğer taraftan da tavizini gündeme getiriyor. tâbi toplum
imana yönelince aslında Firavun-ların yapabilecekleri bir şey kalmamıştır. Dine
izin verdikleri gibi din dersi programları bile hazırlarlar. Ama dine yönelmiş
insanların karşılarına din budur diye yanlış bir din sunarak, hayata karışmayan
bir din sunarak yine onların imanlarını bozmaya
çalışırlar.
Evet bundan sonra iman eden
mü’minlere Firavunun tehditleri geliyor. Tarih boyunca bu, hep böyle olmuştur.
Öz benliğine dönen, fıtratıyla tanışıp, sahte rableri terk edip Rabbine kulluğa
yönelen mü’minlere karşı Firavunların tehdit ve işkenceleri hemen gündeme
gelecektir. Ama sonunda hep galip gelenler mü’minler, kaybedenler, helâk olanlar
da Allah’la savaşan Firavunlar olmuştur.
124.
“Andolsun ki, ellerinizi ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi
asacağım" dedi.”
Madem
ki sizler benden izin almadan iman ettiniz, madem ki beni çiğneyerek Allah’a
inandınız, o halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim.
Sonra da sizi sallandıracağım. Topunuzu asacağım sizin. tâbi buradaki asma iple
asma değil. Sa-lebe, ehl-i salip de oradan gelir çiviyle asma anlamınadır. Sizin
topu-nuzu çivilerle ağaçlara çivileyeceğim diyor Firavun.
Alçak
baktı ki iş kötüye gidiyor. Hz. Mûsâ’nın mûcizesi karşısında kendi adamları da
toptan iman edince rezil rüsva oldu. Durumunu kurtarabilmek için, kaybettiği
itibarını yeniden kazanabilmek için tüm zâlimlerin yaptığı gibi son çare olarak
mü’minlere işkence etmeye, baskı yaparak insanları caydırmaya, döndürmeye
çalışacaktı. Ve de esasen bununla onları kaybettim, ama en azından onların
arkasından halkın toptan iman etmelerini önleyeyim diye bu tedbiri alıyordu
Firavun. Çünkü ülkenin en bilgiçleri Mûsâ’ya iman etmişti. Tüm şehirlerden
toplayıp getirdiği en bilgili insanlar, en güvendiği adamlar, bakanlar,
dekanlar, ekonomistler, sanatkârlar, bilimciler Mûsâ’ya ve onun Rabbine iman
edince; elbette halkta onların peşinden imana yönelecekti. İşte bundan korkan
Firavun bu iman edenleri cezalandırmalıydı ki peşlerinden birileri de imana
heveslenmemeliydi.
İnanan insanları kendisi gibi
zanneden hain, bu tehditler karşısında onları dinlerinden döndürebileceğini
zannediyordu. Zannediyordu ki bu tehditler karşısında o mü’minler dinlerinden
dönüverecekler. Ama bakın onun bu tehditleri karşısında mü’minlerin tavırları
nasıl oldu:
125,126. “Onlar da: "Doğrusu biz ancak Rabbimize döneriz.
Rabbimizin âyetleri gelince, onlara inanmamızdan ötürü bizden öç alıyorsun.
Rabbimiz! Bize sabır ver ve canımızı müslim olarak al" dediler.”
Evet
bu hakkı tanıyıp iman edenler dediler ki zaten bunlar sihiri zorla yapıyorlardı.
Zaten bunlar Firavunlara zoraki kulluk ediyorlardı. O ana kadar istemeyerek
Firavuna kulluk yapan ama Mûsâ’nın getirdiği vahiyle tanışır tanışmaz hemen iman
eden bu insanlar di-yorlardı ki bakın: Biz Rabbimize inkılap ediyoruz. Az evvel
Firavunun eline bakan dilencilerin ağzından dökülen hakikate bir bakın Allah
aşkına. İslâm’la tanışır tanışmaz insanlardaki şu değişikliğe bir bakın Allah
aşkına. Biz Allah’a dönüyoruz. Ama inkılap değişerek inkılap ederek bir dönüşü
içermektedir.
Biz
önceki pis halimizle necis halimizde değil değişerek Rab-bimize dönüyoruz.
Önceki küfürlerimizden, şirklerimizden arınarak Rabbimize dönüyoruz. Meğer
bizler sana kulluk ederken ne kötü bir hayatın adamıymışız da farkında
değilmişiz. Meğer bizler seni razı edeceğiz derken Rabbimizi gazaplandıran
insanlarmışız. Meğer senin yasalarına sahip çıkarken Rabbimizin yasalarını
çiğniyormuşuz. Meğer bizler kendimiz gibi bir beşeri, kendimiz gibi bir âcizi
razı edeceğiz diye cehenneme doğru koşuyormuşuz. Biz önceki pisliklerimizden
arınmış olarak Rabbimize dönüyoruz.
Yâni
ey Firavun senin tehditlerin vız gelir artık bize. Değil mi cennet yolunu
bulmuşuz üç gün önce ölmüşüz beş gün sonra ölmüşüz ne fark eder de? Ölmeden önce
cehennemden kurtulduk ya. Öl-meden önce Rabbim bize hidâyet edip sana kulluktan
kurtardı ya; ar-tık bizim için ölüm oğul balıdır senin tehditlerinden zerre
kadar kork-muyoruz! buyur yapacağını arkana koyma diyorlardı. Bir saat öncesine
kadar Firavundan devşirecekleri paraların, mükafatların hesabını yapan adamlar
bir anda o kadar değişmişlerdi ki artık tüm dünya da, dünyanın malı mülkü
de gözlerinde küçülüvermişti. Bir saat
öncesine kadar Firavun sisteminin destekçisiydiler ama şimdi Rablerinin dininin,
Rablerinin yasalarının savunucusu olarak Firavunun karşısındaydılar.
Öyleyse
bizler de insanlara Allah’ın dinini götürürken bu bakandır, bu dekandır, bu
müdürdür, bu genel müdürdür, bunların hakka yönelmeleri mümkün değildir, bunlar
bizi dinlemezler demeyelim; onlarında hakkı tanıdıktan sonra hemen
döneceklerini, tâğutlara hiz-met yerine Rablerine hizmete yöneleceklerini hiç
bir zaman hatırımız-dan çıkarmayalım.
Evet
diyorlar ki biz zaten Allah’a dönüyoruz. Ve:
Ey Firavun sen başka değil ancak
Rabbimizin âyetlerine inan-dığımız için bizden intikam alıyorsun. Bir saat önce
bize muhtaç oldu-ğunu söylerken şimdi bize düşman kesilmenin sebebi sadece bizim
sana ve senin kanunlarına kulluktan çıkıp Rabbimize kul olmamız ve Rabbimizin
âyetlerine iman etmemizdir. Değilse bizim başka bir suçumuz yoktur. Çünkü az
evvel bizi mukarrabûn’dan sayan sendin. Sizi mahiyetime aldım diyen sendin. Ne
isterseniz vereceğim diyen sendin. Bizim tek suçumuz Allah’a iman etmemizdir.
Bizden bunun için intikam alıyorsun. Bürûc sûresinde kendilerini ateşe atarak
işkence edenlere karşı müslümanlar bunu söylüyorlardı.
Evet
bugün de zâlimler, kâfirler müslümanlardan intikam alıyorlar. Sebep ne? Suçları
ne bu müslümanların? Zina mı etmişler? Hırsızlık mı yapmışlar? Çalıp çırpmışlar
mı ülkenin hazinesini? Rüşvete suiistimalleri mi bulaşmış? Vergilerini mi
vermemişler? Veya bombalar imal edip insanlar için katliamlar mı
gerçekleştirmişler? İn-sanların can ve mallarına mı kastetmişler? Hayır, hayır
bu insanların bir tek suçları var o da müslüman olmak. İnsanların
egemenliklerini reddedip Rablerinin egemenliğini savunmak işte hepsi bu.
İmanları sebebiyle zulmediyorlar zâlimler müslümanlara.
Eğer
şu anda devlet dairelerinde üçüncü sınıf vatandaş oluyorsanız imanınız sebebiyle
değil mi? Askerde dışlanıp dayak yemeye götürülüyorsanız müslümanlığınız
sebebiyle değil mi? Birileri kendilerinden olmadığınız için, kendileri gibi
sizler de içemediğiniz için, kendileri gibi namazsız bir hayatı kabul
edemediğiniz için, kendileri gibi rüşveti kabul edemediğiniz için, kendileri
gibi çıplak gezmeyi sineye çekemediğiniz için, kendileri gibi balolara
gidemediğiniz için horlanıyor ve hakaretlere maruz
kalıyorsunuz.
Evet işte böyle bir devri,
devrimleriyle silmeye çalıştılar ama bir Mûsâ geliverdi de kül altında kalmış
közler yeniden canlanıp açığa çıkıverdi. İnsanlar imânâ yöneliverdiler.
Beyyine’yle tanışıp küfürlerini, şirklerini anlayıverdiler. Demek ki insanların
ve toplumların dirilişi için Beyyine’nin gelmesi şarttır. Beyyine gelmeli ki
insanlar değişsinler. Beyyine ortaya konmalı ki insanlar sapıklık noktalarını
onda anlasınlar.
Evet
Mûsâ (a.s)’ın ortaya koyduğu bu Beyyine’yle bakın in-sanlar ne kadar değiştiler.
Firavunların ölüm tehditleri bile artık vız geliyordu onlar için. Haydi ey
Firavun ne yapacaksan yap da görelim diyorlardı. Onların bu tavırları karşısında
Firavun da diyordu ki sizin çaprazlama el ve ayaklarınızı keseceğim ve sizi
onluk çivilerle ağaçlara asacağım diyor. Müslümanlar da diyorlar
ki:
Ya Rabbi üzerimize sabrını döküver.
Sabrını üzerimize yağdırıver ya Rabbi. Ve de bizi müslümanlar olarak öldür ya
Rabbi. Zira biraz sonra bu alçak bizim elimizi mi kesecek, gözümüzü mü oyacak,
bize nasıl bir işkence edeceği belli değil. Ne olur ne olmaz ya Rabbi belki
işkencelere dayanamayız da ağzımızdan senin hoşuna gitmeyecek ve bize
cennetimizi kaybettirecek bir ifade çıkabilir. Sabrını üzerimize yağdır ki
döneklik yapmayalım. Sabrını üzerimize dök ki sabırsızlık göstermeyelim ve
müslümanlar olarak ölelim. İşte
işkenceler karşısında müslümanın yapacağı en güzel dua budur. Ya Rab-bi
üzerimize öyle bir sabır yağdır ki iliklerimize kadar bu sabırla doyalım ve geri
adım atmayalım.
Ve rivâyetlere göre Firavun bu
müslümanları şehid eder ama Mûsâ’ya da kardeşi Hârun’a da dokunmaz. Çünkü
alçağın Mûsâ (a.s)’a dokunacak bir cesareti yoktur. Ona ilişmeye kalkıştığı
zaman başına nelerin geleceğinin farkındadır aslında. Peygamberin
etrafındakileri öldürüyorlar ama kendisine dokunamıyorlar. Çevresindekilerin
işini bitirirsek onu kontrol altına alabiliriz diye hesap
ediyorlar.
Tabi Firavun Mûsâ’yı serbest
bırakınca Mele bundan rahatsız oluyor. Mele Firavunun dikkatini çekiyor bakın bu
konuya. Zaten Melenin görevi budur. Bir yerlerde sisteme karşı herhangi bir
tehlike söz konusu olduğu zaman, sistemi yıkmaya yönelik bir hareket başladığı
zaman Melenin görevi devletin dikkatini oraya çekmek, gözleri oraya çevirmektir.
Projektörlerini oraya dikerek tehlikeyi bertaraf etmektir. İşte bakın Melenin,
Firavunun dikkatlerini bir noktaya çekmeye çalıştığını Rabbimiz bundan sonraki
âyetinde şöyle anlatıyor:
127.
“Firavun milletinin ileri gelenleri: "Mûsâ'yı ve milletini yeryüzünde
bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını bıraksınlar diye mi koyuveriyorsun?
“dediler. Firavun: “Onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız.
Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz" dedi.”
Evet
Mele, Firavun kavminin ileri gelenleri Mûsâ (a.s)’ın ve kavminin serbest
bırakılmasına tepkilerini dile getiriyorlar. Gözler di-kiliyor, dikkatler
çekiliyor.
Evet
toplumun ele başları Firavunu tahrik ediyorlar. Küfrün başı, sistemin başı böyle
pes ettiği sıfırı tükettiği zaman etrafındakiler onun pes etmesine izin
vermiyorlar. Çünkü sistemin yıkılması onların tüm menfaat kanallarının kesilmesi
demekti ki buna asla razı olamazlardı. Bakın diyorlar ki ey Firavun! Bu adamlar
seni ve tanrılarını terk etsinler, senin yasalarına karşı gelsinler diye mi
serbest bıraktın onları? Olmaz bu. Firavun hem kendisi tanrıydı hem de kendisinin ibadet ettiği tanrıları vardı.
Yâni böyle müşrik bir toplumda her şey ilah, herkes birbirine tapınmaktadır.
Evet Firavundan çok Firavun
kesilenler sistemin başını uyarıyorlar. Daha önce Mûsâ sihirbazdır diyerek Hz.
Mûsâ’yı mahkum edenler şimdi de devletin başını Mûsâ (a.s)’a karşı tahrik
ediyorlardı. Mûsâ (a.s)’ın serbest bırakılmasını düzen açısından son derece
tehlikeli görüyorlar ve diyorlar ki ey Firavun milli birlik ve bütünlüğümüzü
bozan bu adamları serbest bırakırsan senin düzenin tehlikeye girer. Bunlar fitne
çıkarırlar bunları yok etmen lâzım, bunları susturman lâ-zım gibi akıllar
veriyorlar.
Aslında
kendileri fitneydiler, kendileri fesat çıkarıyorlar, kendileri Allah’ın düzenini
bozuyorlar ve Allah kullarına zulmediyorlardı. Ama alçaklar, peygamberi ve
peygamber yolunun yolcularını fitne olarak görüyorlar. tâbi onlara göre iman
fitnedir takva fitnedir, teslimiyet fitnedir, Allah’a kulluk fesattır, hâsılı
onların topluma sundukları ilkelere karşı gelmek fitnedir fesattır. Onlar
kendilerince fitne gördükleri konuya dikkat çekince Firavun
da:
Dedi ki siz merak etmeyin elbette ki
biz onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını kadınlarını da sağ bırakacağız.
Muhakkak ki biz onların üzerinde kahhârız kahiriz, onların topunu ezecek
güçteyiz diyor. Evet siz merak etmeyin diyor Firavun, biz onların toparlanıp
güçlenmelerine fırsat vermeyeceğiz. Onların erkeklerini öldürüp kadınlarını
hayasızlaştıracağız..
Evet diyor ki Allah düşmanı onların kadınlarını hayat
kadını haline getireceğim. İşte Firavunlara göre, Firavun sistemlerine göre
gerçek hayat budur. Firavun sistemlerine göre toplumda kadının varlık sebebi
işte budur. Kadın erkekleri doyurmak için vardır toplumda. Kâfirler diyorlar ki
istediğimiz gibi istifade edebilmeliyiz onlardan. İstediğimiz gibi
kullanabilmeliyiz onları. Eğer kadınlar bizim bu şehvetlerimize cevap
verebilecek bir konumdaysalar, yâni hiç bir ahlâkî kayıt tanımadan, zerre kadar
haya, iffet duygusu duymadan her bakımdan serbest ve cömertçe vücutlarını bize
arz edebiliyorlarsa işte o zaman bu kadınlar hayatlarını yaşayan kadınlardır.
Hayatın tadını çıkaranlar bu kadınlardır. Zira gerçek hayat budur. Ötekiler
hayattan habersiz, yaşamaktan uzak ölülerdir, örümcek kafalılardır. İşte
Firavunların ka-fasındaki kadın budur.
Evet erkek çocuklarını öldürüyor
kadınlarını da bu hale getiriyor.
Bildiğimiz kadarıyla bu iş tarihte
iki kere olmuş. Biri Hz. Mûsâ henüz doğmadan önce olmuş, ikincisi de Hz.
Mûsâ’nın doğumundan sonra işte Mûsâ (a.s)’ın Firavunun karşısına geçip onu hakka
dâvetinden sonra olmuş. Birinde, yâni öncekinde “zebeha”
ifadesi
kullanılırken bu sonrakinde ise “gatele”
fiili kullanılıyor. Biri gatele, diğeri ise
zebeha yapmak.
Öldürmek;
ikisi de öldürmek ama biri kılıçla kurşunla öldürmek, ötekisi de eğitimle
öldürmek. Biri bizzat öldürmek ki bu konuda şu kadar çocuk öldürmüştür gibi
çeşitli rivâyetler vardır. Birisi bizzat öldürmek, ama ötekisi de eğitim
vasıtasıyla öldürmektir. Yâni Mûsâ (a.s)’ın doğuşundan önce öldürebildiklerini
öldürmüş, ikna edebildiklerini doğum kontrolü yutturmacaları ile daha doğmadan
rahimlerdeyken öldürtmüş ama önünü alamayıp her şeye rağmen doğanları da
eğitimle öldürmüş. Uyguladığı vahiy kaçkını materyalist eğitimle öldürmüştür. Ya
da öncekinde parça parça doğan çocukları öldürüyordu ama bu ikincisindeyse
Mûsâ’nın (a.s)’ın kavmi İsrâil oğulları için toplu imhalar söz konusu
olmuştur.
Niye yapıyordu Firavun bu soykırımı?
İsrâiloğulları, bu köleler çoğalıp da; bir gün kendisine kafa tutacak noktaya
gelmesinler diye. Sayısal çoğunluğa ulaşıp da efendilerinin karşısına geçip
onlardan hesap soracak, dökülen kanların, yapılan işkencelerin intikamını alacak
bir noktaya gelmelerinden korktukları için yapıyorlardı bunu. Ve diyor ki bakın
Firavun:
Muhakkak ki biz onlar üzerine
kahiriz, kahhârız. Biz onlara hâkim bir konumdayız. Onlar bizim ayağımızın
altında karıncalardan farksızdırlar. Müslümanlara böyle bakıyorlar alçaklar.
Firavunların gözünde müslümanlar işte budur. Biz onlara kahhârız. Biz istedik mi
kestiririz, biz istedik mi açtırırız, biz istedik mi nefes alışınızı bile
kontrol ederiz, biz izin vermesek adımınızı bile atamazsınız diyenlerin tü-mü de
bugün Firavunluk taslamaya çalışıyorlar. Halbuki bunların hiç birisi kahhâr
değildir.
Allah kulları üzerine yegâne
Kahhâr’dır, yegâne güç yetirendir, yegâne hâkim olandır. Ancak şu kadarını
söyleyelim ki Allah’ı Kahhâr bilmeyenlerin hayatında pek çok Kahhâr’lar
olacaktır. Allah’a ait olan bu sıfatı Allah’tan başkaları üzerinde görmeye
çalışan insanlar için kendileri Kahhâr görülen bir kısım insanlar da Kahhâr
pozları oynama başlayacaktır. Halbuki insanlar bu sıfatı sadece Rablerine verip
onları Kahhâr görmeseler, onlara değer vermeseler onlar cücelikleri içinde
kahrolup gideceklerdi.
Ama
heyhat ki insanlar onları Kahhâr görmeye başlayınca onlar da kendilerini bir
nane zannederek insanlar üzerinde Rableşivermektedirler. Biz insanlar üzerinde
Kahhârız! Biz asarız! Biz keseriz! Biz istedik mi açtırırız başörtülerinizi! Biz
istedik mi kestiririz sakallarınızı! Biz istedik mi atarız namaz kılanları! Ben
sizin Rabbiniz değil miyim? Biz sizin üzerinize kahir Kahhâr değil miyiz? Ben
izin vermeden nasıl iman ettiniz? Ben müsaade etmeden nasıl secde edersiniz? Ben
izin vermeden nasıl örtünürsünüz? Ben izin vermeden bunları nasıl
konuşabilirsiniz? Halbuki sizler benim kullarımsınız! Sizleri ben okuttum!
Sizler benim mekteplerimde okudunuz! Sizin maaşlarınızı ben ödüyorum! Sizin
hayatınız bizim elimizdedir! Nefes alışverişinizi bile kontrol ediyoruz! Eğer
biz müsaade etmesek adım bile atamazsınız! diyenleri kendileri üzerinde Kahhâr
bilenlerin üzerinde bunlar da Kahhâr konuma geleceklerdir. Sadece Allah’a ait
olan bu sıfatı insanlar üzerinde de görmeye başladılar mı onların üzerlerinde
Kahhârlar çoğalacaktır ve zavallı insanlar onları da razı etmek için
çırpınacaklardır.
Bugün maalesef insanlardan pek çoğu
bu sıfatı Allah’tan başkaları üzerinde de görüyorlar. İnsanlar böyle gördükleri
için pek çokları da onlar üzerinde Kahhâr olduklarını iddia ediyorlar. Ama bakın
Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ’yı kendisini insanlar üzerinde Kahhâr makamında görmeye
çalışan Firavun karşısında görüyoruz. Firavun Hz. Mûsâ’ya işte seni asarım,
keserim, zindana atarım, maaşını keserim, güneşini engellerim diye tehditler
savurmaya başlayınca Allah’ın elçisi bakın şöyle diyor. Hz. Mûsâ öyle bir
Peygamber ki sarayda, hem de bu Firavunun sarayında büyümüş, maddî imkânlar
içinde müreffeh bir hayat içinde yetişmiş ama bunu terk edip gitmiş. Medyen’de
yedi yıl çobanlık yapmış, aç kalmaya da susuz kalmaya da, ışıksız, yolsuz,
asfaltsız, vasıtasız, elektriksiz, telefonsuz, teyp siz, dolmuşsuz, vasıtasız
kalmaya da alışmış bir Peygamber. Firavunun asarım, keserim aç bırakırım, susuz
bırakırım şeklindeki tehditleri karşısında bakın aynen şöyle diyordu:
Vallahi
ey Firavun senin tehditlerin bana vız gelir. Ben çölden, Medyen’den geliyorum.
Arkamda upuzun bir çöl bırakıp geliyorum. Ben bu saydıklarının hiç birisinin
olmadığı bir ortamdan geliyorum. Açlığa, susuzluğa dünden alışmışım,
sıkıntıların meşakkatlerin alasını yaşamışım ben. Senin bana yapabilecek hiç bir
şeyin yoktur. Bunu di-yebilen birisine ne yapabilecekti de Firavun? Hz. Mûsâ
sarayda maddî şartlar altında, müreffeh bir hayat içinde yetişmiştir ama bunu
terk etmiş Medyen’e gitmiş, orada çobanlık yapmış, aç kalmaya susuz kalmaya
alışmış bir Peygamber.
Keşke
bizler de bu hayata bir alışabilsek, inanın hiç kimsenin yapabileceği bir şey
kalmayacaktır. Ama şimdi şu anda öyle miyiz? Meselâ yarın bir tehditte
bulunsalar ki bizim dediklerimizi yapmazsanız, bizi hayatınızda Kahhâr bilip
bizim kanunlarımıza itaat etmezseniz televizyon vergilerinizi ayda on milyona
çıkarıyoruz! Deseler pilimiz biter değil mi? Niye? Ee televizyonsuz bir hayata
nasıl dayanabileceğiz değil mi? İyisi mi biz bunları Kahhâr bilelim ve
dediklerini aynen uygulayalım diyoruz.
Ya
da eğer dediklerimize uymazsanız benzin fiyatlarını şu kadara çıkardık deseler
ne yaparız? Veya otobüs seferlerini kaldırıyoruz deseler işimiz biter değil mi?
Çünkü bizler arabasız bir hayata alışmadık. Telefonlarınızı iptal ediyoruz
deseler mahvoluruz değil mi? Lokantalarınızı, fırınlarınızı kapatıyoruz deseler
işimiz biter. Çünkü böyle bir hayata alışmadık bizler. Yarın tüm
elektriklerinizi kesiyoruz deseler, sizi aç bırakıyoruz deseler, sizi hapse
atacağız deseler işimiz biter değil mi? Çünkü bu köleliğin dışında da bir
hayatın varlığından haberimiz yoktur bizim. Böyle bir hayatın varlığına bir
inanabilsek o zaman tıpkı Hz. Mûsâ gibi bizi bunlarla tehdit eden ve kendilerini
Kahhâr bilmeye zorlayan tüm Firavunların tehditlerinin gözümüzde beş paralık bir
değeri kalmayacak.
İşte
biz kendi kendimizi bazı şeylerin kölesi yapıyoruz sonra da insanların bizim
üzerimizde Rableşmelerine, Kahhâr konuma gelmelerine zemin
hazırlıyoruz.
Firavunun bu alçakça planını
açıklamasından sonra Hz. Mûsâ kavmine diyor ki:
128. “Mûsâ milletine: "Allah'tan yardım dileyin ve
sabredin; yeryüzü şüphesiz Allah'ındır, kullardan dilediğini ona mirasçı kılar;
sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır" dedi.”
Evet
Firavunun bu tehditleri karşısında korkuya kapılan kavmine Allah’ın elçisi
korkmayın diyerek yeryüzünde Allah’ın koyduğu değişmez yasayı anlatıyordu.
Toplumuna Allah’ın yasasıyla müjde veriyordu. Bu öyle bir yasa ki Hz. Adem’den
bu yana hiç değişmemişti. Korkmayın Allah dilemedikçe yeryüzünde kimse kimseye
bir şey yapamaz Allah’ın yeryüzünde değişmez yasası işte budur diyordu. Bu tanrı
taslaklarından korkmayın ve sabırla Allah’tan yardım dileyin.
Eğer
sabreder bütün güç ve kuvvetin Allah’ta olduğunu bilir ve onun yardımı konusunda
ümitsizliğe düşmezseniz, Allah’ın istediği kulluktan vazgeçmez, yılgınlık
göstermez, direnir dayanır ve Allah’tan yardım isterseniz bilesiniz ki
yeryüzünün sahibi O’dur kullarından dilediğini ona vâris kılar. Allah’tan yardım
dilemek O’nu Rab bilmeye, O’nu Melik, Kahhâr ve Hâkim bilmeye ve tanımaya
bağlıdır.
Öyle
bir Allah’a iman edeceğiz ki O yalnız kendisinden yardım istenecek, kendisine
güvenilecek, yalnız kendisine sığınılacak her şeye güç yetiren bir Allah olacak.
Bir de sabredeceğiz. Her şeye rağ-men Allah’a kulluğa sabır. Her şeye rağmen
Allah’ın istediklerini yap-maya devama sabır. Düşmanlarımız güçlü olsalar da,
Allah’ın bize karşı yardımı gecikse de, dostlarımız az olsa da, en kötü şartlar
altında bulunsak da yılmadan, yıkılmadan yine kulluğumuza devam edeceğiz.
Böylece biz, bize düşeni yerine getirirsek yeryüzünde değişmeyen yasası gereği
Rabbimiz yeryüzün mirasını bize devredecek, yeryüzünün egemenliğini bize
verecektir.
Evet Allah’ın elçisi böyle bir
zâlim, böyle bir despot karşısında çocukları öldürülmüş, kadınları
hayasızlaştırılmış ve işkencenin en kötüsüne lâyık görülmüş, güçsüz, silahsız
müslümanların yapabilecekleri tek şey sabredip, yılgınlık göstermeyip Rablerinin
rahmet kapısına baş vurmalarıydı. Allah kapısını dövmeleriydi. İşte Allah’ın
el-çisi onlardan bunu istiyordu. Allah’la bağınızı koparmadan Allah’tan yardım
isteyin. Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayarak Allah’la irtibatınızı
koparmayarak Allah’tan yardım isteyin. Hayatınızla Allah’ın yardımına lâyık
olarak dilinizle de bunu gündeme getirerek Allah’tan yardım isteyin. Sabredin,
direncinizi, metanetinizi kaybetmeyin. Eğer her şeye rağmen sabreder ve
direncinizi kaybetmezseniz kendinizi Allah’ın emirleri üzerinde tutabilirseniz
bilesiniz ki Allah düşmanlarının size yapabilecekleri hiç bir şey
yoktur.
İşte o zaman yasaları gereği Allah
size yardım edecek düşmanlarınızdan intikamınızı alıverecek ve sizi yeryüzüne
varisler kılacaktır. Sizleri yeryüzüne egemen kılacaktır. Çünkü arz Allah’ındır.
Sadece Mısır değil tüm arzın sahibi Allah’tır. Ve o arza kim lâyıksa onları
vâris kılar Allah.
Öyle
değil mi şu arz mülkünden, şu coğrafyalardan kimler gelip geçmedi de? Ne
uluslar, ne milletler, ne devletler gelip geçmemiştir de? Bu topraklar bizimdir
diyen, bu topraklarda bizim borumuz öter diyen nice toplumları o topraklarda diz
üstü çöktürmedi mi Allah? Hayır! Hayır o topraklar Allah’ındır. Bu coğrafyalar
sadece Allah’ındır ve dilediklerini, lâyık olanları oralara yerleştirir.
Ve
âkıbet eninde sonunda müttakılerindir. Güzel son, hayırlı sonuç
müslümanlarındır. Çünkü yeryüzünde müslümanların olmadığı hiç bir dönem
olmamıştır. Yeryüzünde kâfirlerin olmadığı dönemler çok olmuştur, Hz. Adem (a.s)
dönemi veya Nûh tûfanında yeryüzünde bir tek kâfirin kalmadığı dönemler olmuştur
ama müslümanın olmadığı bir tek dönem gösterilemez. Öyleyse hem bu dünyada, hem
de âhirette güzel sonuç, hayırlı âkıbet sadece mü’minlere aittir. Hz. Mûsâ böyle
diyerek toplumunu sabra ve kulluğa devama teşvik edince onlar dediler ki
bakın:
129.
“Milleti: "Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet çektik" dediler.
Mûsâ'da: "Rabbinizin düşmanlarınızı yok etmesi ve yeryüzünde sizi onların yerine
geçirmesi umulur. O zaman nasıl davranacağınıza bakar"
dedi.”
Evet
diyor ki İsrâiloğulları ey Mûsâ sen bize gelmeden önce de sen geldikten sonra da
bizler hep eziyet çektik. Eziyet bizim kaderimiz oldu diyorlar. Ey Mûsâ şu
görmüş olduğun alçaltılma ve zelil kılınmanın bir benzerini biz senden önce de
yaşamıştık. Bu sözü bir kaç mânâda anlamaya çalışıyoruz:
1: Ya Mûsâ hani sen geldikten sonra
da bize Allah’ın yardımı gelmedi? Bize bir şeyler söyle, Allah’ın yardımı ne
zaman? diyerek Hz. Mûsâ’dan kendilerinin kurtuluşu konusunda dua talep
ediyorlardı. Hani Mekke’de işkenceler altında inleyen müslümanların Allah’ın
Resûlüne: “Meta
nasrullah?” Ey Allah’ın Resûlü Allah’ın yardımı ne zaman?
Şu bizim çilelerimizin bitiş zamanı ne zaman? deyişleri gibi onlar da
elçilerinden dua talep ediyorlardı diyoruz.
2: Mûsâ (a.s)’ın kavmi önceki
âyetlerden teselli bulmamışlardı da yaşadıkları korkunç hayatın tesiriyle biz
senden şimdiye kadar hep zarardan başka bir şey görmedik ey Mûsâ diye
peygamberlerine şikâyette bulunuyorlardı.
3: Veya bu çektikleri çilelerinin,
bu maruz kaldıkları eziyetlerin Hz. Mûsâ ile, onun gelişiyle bir ilgisinin
bulunmadığını ifade ederek ey Mûsâ bunun seninle bir ilgisi yoktur. Bu bizim
kendi çilemiz ve ka-derimiz demeye çalışıyorlardı.
Onların bu bedbinliklerini ve
yıkılışlarını gören Allah’ın elçisi de şöyle diyordu:
Hayır! Hayır öyle değil, umulur ki
Rabbiniz sizin düşmanlarınızı helâk eder de yeryüzünde kulluğun icrası konusunda
sizi halefler yapar. Tüm düşmanlarınızı yok eder de yeryüzünün halîfeleri yapar
sizi de orada ne yapacağınızı, nasıl ameller işleyeceğinizi dener. İşte umulan
budur Allah’tan. Çünkü Allah yasaları böyledir. Bugüne kadar yeryüzünde Allah’ın
yasaları hep böyle gerçekleşmiştir. Mutlaka inananlara Allah’ın yardımı ve zafer
gelecektir ama ne zamandır bilin-mez. Öyleyse hiç bir zaman ümitlerinizi
yitirmemeniz lâzım diyerek Hz. Mûsâ onlara Allah’ın değişmeyen yasalarını
hatırlatır.
Ama şurası da unutulmamalıdır ki
Allah müslüman bir topluma zafer nasip edip düşmanlarını helâk edip de onların
yerine müminleri egemen kıldı mı işte ondan sonra esas imtihan ve sorumluluk
başlamaktadır. Artık mü’minlerin ne yapacaklarına, nasıl ameller işleyeceklerine
ve halîfeliklerini nasıl icra edeceklerine bakacaktır Allah. Bu yeryüzünde hep
böyle olagelmiştir.
İşte bakın bundan sonra Mısırda
artık işler mü’minlerin lehine işlemeye başlamaktadır. Müslümanlara zulmeden
Firavun oğullarına onlar akıllarını başlarına alsınlar diye arka arkaya
iptilalar yığmaya başlamaktadır.
130.
“Andolsun ki, Biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve
ürün kıtlığına uğrattık.”
Evet Rabbimiz Firavun oğullarını,
Firavun toplumunu, Firavun ve Melesini bir kısım senelerle yakalayıverdik.
Arapça’da senelerle yakaladık ifadesi kıtlık yokluk ve açlığa delâlet
etmektedir. Onlara şiddetli kıtlık ve kuraklık yılları Mûsâllat ettik. Nitekim
Allah’ın Resûlü müşriklere beddua ederken bir defasında:
“Allah’ım
bunların üzerine Yusuf’un kıtlık seneleri gibi kıtlık seneleri veriver!”
Buyurmuştur.
(Buhârî, ezan 128)
Hadlerini bilsinler diye, kul
olduklarını, âciz olduklarını, Allah’a muhtaç olduklarını anlasınlar da
Rablerine karşı küfür ve isyandan, Allah kullarına karşı zulüm ve eziyetlerinden
vazgeçerek Allah’ın istediği kulluğa yönelsinler diye Allah onlara kıtlıklar ve
sıkıntılı yıllar gönderdi. Yıllar süren meyve ve sebze noksanlığı gönderiverdi
Rabbimiz onlara. Yıl yıldan kötü geldi. Seneler böyle geçti. Peki niye böyle
yapmıştı Allah? Çünkü tüm nimetler Allah’tandı. Nimeti veren benim buyurmuştu
Allah. Nimeti veren, verdiği nimeti geri alınca bu nimeti vereni bilmeleri
anlamaları gerekecekti. Rablerinin gücünü kudretini anlayıp gittikleri
yanlışlıklardan dönmeleri gerekecekti. Yaptıklarından ötürü tevbe etmeleri
gerekecekti. Bütün bu olayların tesadüfi değil, tabiat güçleri tarafından değil
Rablerinin takdiriyle olduğunu anlayarak O’na O’nun istediği biçimde kul
olmaları gerekecekti. Rablerine ve Rablerinin elçisine, Rablerinin yasalarına
karşı savaştan vazgeçmeleri gerekecekti.
Geçmiş toplumlara uygulanan
yasaların aynısını uyguluyordu Rabbimiz Firavun toplumuna. Allah’ın yeryüzünde
değişmeyen bir imtihan yasası vardı. Toplumlar için uyguladığı bir sünneti
vardı. Firavun ve toplumuna uygulanan bu yasa sadece onlara ait bir yasa
değildi. Önceki tüm toplumlara da uygulanmış ve tecrübe edilmiş bir yasaydı bu.
Bakın En’âm sûresinde de bu konu şöyle anlatılıyordu:
"Şüphesiz ki senden önce ümmetlere
peygamberler göndermiştik; Onları yalvarsınlar diye darlık ve sıkıntılara
sokmuştuk. Hiç değilse onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil
miydiler? Lâkin kalpleri katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara güzel
gösterdi."
(En’âm
42,43)
Evet önceki toplumlara da
peygamberler gönderdik. Onlar kendilerine gönderilen bu peygamberlere değer
vermediler, bu peygamberler ve onların kendilerine getirdiği mesajlarla
ilgilenmediler. Hayat programlarını Allah’tan ve Allah’ın elçilerinden almaya
yanaşmadılar. Allah’ı da Allah’ın elçilerini de hayatlarına karıştırmamaya
ça-lıştılar. Allah, hayata karışmaz dediler, Allah, âyet göndermez dediler,
Allah, elçi göndermez dediler. Onlar Allah’ı ve elçilerini küfrettiler de onlara
merhametimizden dolayı akılları başlarına gelsin de bize dönmeyi anlasınlar diye
biz onları fakirlik, kıtlık, açlık, geçim darlığı, hastalıklar, çeşitli afetler
ve zaruretlerle yakalayıverdik. Onları türlü türlü sıkıntılara sokuverdik ki
kabukları yırtılsın da tevhid açığa çıksın diye. Küfürden şirkten vazgeçsinler
de iman etsinler diye. Sığınacak kapıları kalmasın da bize sığınsınlar diye.
Yalvaracak, başvuracak, dövecek kapıları kalmasın da bize yalvarıp yakarsınlar
diye. Ama şeytan onlara amellerini süslü gösterdi de hayrı şer, şerri hayır
gösterdi de, iyiliği kötülük, kötülüğü iyilik gösterdi de onlar adam olma,
uyanma istidatlarını kaybettiler.
Evet aslında biraz önce zikrettiğim
o imtihanlar, o belâlar ve musîbetler onlarda sığınma, kulluk ve kurtuluş
hissini, Allah’a yalvarıp yakarma hissini uyandıracak ilahi
uyarılardı.
Ama bilelim ki bunların ilahi
uyarıcılığı devamlı değildir. Onun içindir ki böyle bir durumla karşı karşıya
gelen kişi hemen onu bir nimet bilmeli ve süratli bir şekilde uyanıp tevbe ve
yalvarışlarla Allah’a yönelmeli ve durumunu düzeltmesini bilmelidir. Zira bu
durum kısa bir süre sonra kaldırılıverir. Ya da esasen kısa bir süre sonra bu
uyarının tesiri gittikçe azalır ve nihâyet o sınırlı müddet bitiverir. Yâni o
sıkıntının uyarıcı özelliği kayboluverir. Bir alışkanlık ve tabii bir hal
oluverir. Yâni kısa bir dönem sonra bu belâların bu sıkıntıların terbiye edici
hiç bir tesiri kalmaz.
Evet Allah her şeyi kendilerinden
bilen mağrur bir topluma ekonomik darbeler indiriyordu. Belki azgınları yola
getirecek en etkili yol buydu. Onların açlıkla burunlarını yere sürtüyordu. Ama
bunu da yaparken Rabbimiz merhametinin gereği olarak yapıyordu. Rabbimiz kulları
için o kadar merhametli ki bakın yaptıklarından ötürü hemen onları helâk
edivermiyor. Çeşitli sözlü ve fiili uyarılar göndermek sûretiyle onları
uyarıyor. Çünkü kullarına karşı sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz
Firavunların da Firavunun arkasından gidenlerin de cennetini istiyor. Onların da
hidâyete ermelerini, onların da cennete gitmelerini istiyor. Onlar için de
cennet kapılarının açılmasını istiyor Rabbimiz. Onun içindir ki onları hemen
cezalandırmıyor da harikulade şeyler göndererek onların akıllarını başlarına
almalarını istiyor. Ama alçaklar bunu anlayamadılar. Allah’ın bu yarılarını
değerlendiremediler de:
131.
“Onlara bir iyilik geldiği zaman; "Bu bizden ötürüdür" derler, bir fenalığa
uğrarlarsa da, Mûsâ ve onunla beraber olanların uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin
ki, kendilerinin uğradığı uğursuzluk Allah katındandır, fakat çoğu bunu
bilmezler.”
Başlarına bir iyilik geldiği zaman
bu bizdendir diyorlardı. Bu bizim hakkımızdır, bu bizim hak ettiğimiz şeydir,
biz buna lâyığız diyerek kendilerinin onu hak ettiklerini söylüyorlardı. Yâni
işleri iyi gittiği zaman, karınları doyduğu, ekonomik yönden rahatladıkları
zaman bunu kendilerinden, kendi tedbirlerinden, kendi bilgilerinden, kendi plan
ve projelerinden biliyorlar.
İşte
biz böyle yaparız. İşte toplumun iktisa dına
ekonomisine biz böyle yön veririz. İste
ekonomiye biz böyle hâkim oluruz. Baksanıza bizim dönemimizde ekonomiyi nasıl
düzelttik? Biz yaparız, biz ederiz, biz kurarız. Eğer biz yapmasaydık, eğer biz
tedbir almasaydık, eğer biz plan yapmasaydık, eğer bu barajları biz kurmasaydık,
eğer bu fabrikaları biz inşa etmeseydik işiniz perişandı diyorlar. Biz alırken
kazanırız diyorlar. Her şeye kendilerini etkin ve yetkin görüyorlar. İyilikleri
kendilerinden görüyorlar.
Halbuki
bu adamların ne gökten yağmur indirmeye, ne de yerden bir tek nebat bitirmeye
güçleri yeter. Ne az yağdığı zaman bu-na çare bulmaya ne de çok yağdığı zaman
buna engel olmaya güçleri yetmemektedir. Ama buna rağmen bu âcizliklerine rağmen
yine de tüm iyiliklerin kendilerinden olduğunu kendilerinin becerdiklerini
söylüyorlar.
Ama bir uğursuzluk, bir darlık, bir
açlık ve sıkıntı gördükleri zaman, memleket gelişmediği zaman, ekonomi bozulduğu
zaman da bunu Hz. Mûsâ’dan ve onun yolunun yolcusu müslümanlardan biliyorlardı.
Müslümanlardan uçuklanıyorlardı. Allah’ın peygamberi Hz. Mûsâ ve beraberindeki
müslümanlara uğursuzluk yorumluyorlardı. Hep bunlar yüzünden uğursuzluklara
uğruyoruz. Bunların uğursuzlukları bize de bulaştı diyorlardı. Bunlar yüzünden
bizler de mahvolduk di-yorlardı. Hep Mûsâ ve beraberindekiler yüzünden
kötülükler başımıza geliyor derler. Eğer bu müslümanlar olmasaydı, eğer bu Allah
elçileri ve onların yollarının yolcuları olmasaydı, eğer onlar bizi
engellemeseydi, eğer onlar bizim eteklerimizden tutup engellemeselerdi, eğer
onlar bizim yolumuza barikatlar koymasalardı bizler bugün dünyanın en Medenî ve
en zengin ülkesi olacaktık derler. İyilikleri kendilerine, kötülükleri de
müslümanlara yormaktadırlar.
Evet bugün de durum aynen böyledir.
Bir bozuk dönem geldi mi suç hep müslümanlarındır. Suçlu hep müslümanlardır. Hep
onar bozdular, hep onlar geri bıraktılar bizi diyorlar. Kur’an için, sünnet
için, namaz için, abdest için, ilim için, zikir için, tesbih için zaman
ayırdılar da geri bıraktılar bizi. Hattâ şu anda müslümanlar bile bunu
söy-lüyorlar. Bu adamlar Kur’an, sünnet diye diye bizim kafalarımızı bozdular,
bizim düşünce yapılarımızı bozdular da onun için zengin olamadık
diyorlar.
Evet demiyorlar mı bugün bunları
müslümanlara? Yıllardır demediler mi bunları müslümanlara? Geri kalmışlıklarının
sebebini İslâm’da ve müslümanlarda görmediler mi? Bu yüzden de her fırsatta
kendilerini geri bıraktıklarına inandıkları İslâm’ın kutsal değerlerini ayak
altına almadılar mı? İslâm’ın tüm değerlerini yok etmek için ellerinden gelen
her şeyi yapmadılar mı? Kâfirlerle kucaklaşamadıklarının suçunu faturasını hep
müslümanlara kesmediler mi? Halkı müs-lüman olan ülkelerin az gelişmişliğini o
halkların bir kitaba imanlarına bağlamadılar mı? Geri kalmışlığın sebebi olarak
mahkum ettikleri Kuranın defterini dürebilmek için harf değişikliğinden tutun da
ellerinden gelen her şeyi yapmadılar mı?
Halbuki hemen hemen müslümanlar da
Tanzimat Fermanından beri kitaplarıyla ilgilerini kesmişlerdir. Yıllardır
müslümanlar kitaplarından habersiz kendi hevâ ve heveslerine bağlı bir hayat
yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Yâni takriben yüz yıldır hayatta ne Kur’an ve
ne dinin kuralları geçerli olmadığı halde, dini hayatlarından kovdukları halde
hani niye kalkınamadılar? Kur’an’ı hayattan kovup, dinin defterini dürüp, dinin
etkinliğini bitirip, Allah yasalarını ilga edip yüz yıldır kendi yasalarını onun
yerine hâkim kıldıkları halde hani nerede bu kalkınma? Şu anda bu toplumda kendi
yasaları hâkim değil mi? Hani niye sürüngenler gibi sürünüyorlar? Hani engel
gördükleri Kur’an’ın yasalarını ortadan kaldırdıkları halde niye birilerinin
kapısında dilenciler? Niye özledikleri, tapındıkları, hayranı oldukları
Avrupa’nın seviyesine çıkamıyorlar? Kim engelliyor şu anda bu adamları?
Öyle
değil mi? İslâm’ı, müslümanları sorgulayıp hep suçu onlarda göreceklerine biraz
da kendilerini, kendi küfürlerini kendi şirklerini, kendi köleliklerini
sorgulasalar olmaz mı? Bu izzetsizliklerinin, bu şerefsizliklerinin, bu
dilenciliklerinin, bu köleliklerinin sebebini Allah’la irtibatlarını
kesmelerinde, Allah’ın yasalarını reddetmelerinde, Allah’a ve Allah’ın sistemine
karşı savaş açmalarında görseler ya. Kitaplarıyla ilgiyi kesmelerinde arasalar
ya biraz da.
Yâsîn sûresinde de Rabbimiz bu
alçakların aynı şeyleri Allah’ın mürsellerine söylediklerini şöyle
anlatıyordu:
“Kasabalılar: "Doğrusu sizin yüzünüzden
uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz andolsun ki sizi taşlayacağız ve bizden size
can yakıcı bir azab dokunacaktır" demişlerdi.”
(Yâsîn
18)
Evet Allah’ın elçilerine diyorlardı
ki hep sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğruyoruz. Ey Allah’ın elçileri eğer sizler
bu işlerinizden, bu yaşantılarınızdan, bu yollarınızdan, bu imanlarınızdan, bu
dininizden vazgeçmezseniz o zaman sizi recm ederek katledeceğiz ve iyi bilin ki
bizden, size çok büyük kötülükler azaplar dokunacaktır. Yâni dünkü kâfirlerin
Allah elçilerine söylediklerini bugünkü kâfirler de günümüz müslümanlarına
söylüyorlar. Eğer bu imanlarınızdan, bu kılık kıyafetlerinizden, bu Kur’an’dan,
bu dinlerinizden vazgeçmezseniz sizi şöyle şöyle yapacağız diyorlar. Demek ki
kâfirler hiç değişmemiş ve kıyâmete kadar imanla küfür arasındaki bu savaş sürüp
gidecektir.
Allah buyurur ki bakın:
Hayır hayır, sizin tâiriniz Allah
yanındadır. Sizin uğursuzluklarınız Allah katındadır. Sizin başınıza gelen bu
belâlar, bu kıtlıklar, bu sıkıntılar Allah’tandır. Tüm bunlar Allah yasalarıdır.
Allah yasalarının gereğidir. Yâni onları bu belâlara, bu iptilâlara maruz
bırakan Allah’-tır. Ama insanların pek çoğu bunu bilmezler bunu anlayamazlar
diyor Rabbimiz. Halbuki insanlar tüm hayatlarını, hayatlarında gerçekleşmiş tüm
olayları, tüm başlarına gelenleri Allah’ın kitabına göre, Allah’ın yasalarına
göre değerlendirmek zorundadırlar. Ama insanların çoğu bunu bilmezler. Allah’ın
kitabından habersiz olan, Allah yasalarını bilmeyen bir toplum bu olayları nasıl
değerlendirecektir? Allah yasalarını bilmeyen insanların bu olayları sıhhatli
bir şekilde değerlendirip ibret alma imkânları da elbette olmayacaktır. Çünkü
ellerinde bir kıstas yoktur.
Başlarına bir şeyler gelir, bir
kıtlık gelir, bir deprem gelir, bir sel felâketi gelir. Ama bunun Allah yasası
olduğunu bilemeyen insanlar bütün bunları tabiata yükleyiverir. Efendim işte
alçak basınçla yüksek basınç bilmem ne olmuş da işte bu olaylar oluvermiş
deyiverirler. Hep yanlış değerlendirirler, yanlış yorumlarlar.
Halbuki Allah diyor ki tâirinizin,
uğursuzluklarınızın, başınıza gelenlerin sebebi sizlersiniz. Yâni bütün bu
başınıza gelenleri sizler hak ettiniz. Yâni uğursuzluk içine düşmeyi, zillete
mahkum olmayı, elin âlemin kapısında dilenci konumuna düşmeyi siz kendiniz
istediniz. Allah yasalarını bırakıp, kulların yasalarını tercih ettiğiniz için,
Al-lah’ın kitabını terk edip, kendi hevâ ve hevesleriniz istikâmetinde bur-nunuz
doğrusuna gitmeniz sebebiyledir. Allah yasalarına kulak vermeden, devletin ve
milletin mallarını haklı, haksız har vurup harman savurmanızdan dolayıdır. Haram
yollarla kendi heveslerinizi tatmin etmek için bu milletin ekonomisini
bozmanızdan dolayıdır.
Evet
eğer şu anda ekonominiz bozuksa bunun sebebi ne İslâm’dır ne de müslümanlardır,
sizin kendi İsraflarınızdandır. Sizin kendi bozukluklarınızdan ötürü Allah’ın
size gönderdiği şeylerdir bunlar. Çünkü güç ve kudret sahibi sadece
Allah’tır.
Evet Allah dönsünler diye, tevbe
etsinler diye, kendilerine gel-sinler de Allah’a yalvarsınlar diye onlara
belâlar, sıkıntılar gönderdi. Hiç değilse böyle bir durumdalarken bari yalvarıp
yakarmalı değiller miydi? Ama gelin görün ki bunların taşlaşmış kalplerini bu
belâlar ve musîbetler bile Allah döndüremedi. Kalpleri taş gibi kaskatı kesildi
de amellerini şeytan kendilerine süslü gösterdi. Yada şeytan onlara bu gelenleri
farklı biçimde yorumlattı.
Meselâ
Âd kavmi, Hûd kavmi, Lûd kavmi, Eykeliler Allah’ın kendilerine ibret alsınlar
diye gönderdiği bu belâları tabiat kanunları olarak yorumladılar. Veya işte
bunlar olağan şeylerdir. Daha önceki toplumlara da böyle şeyler gönderilmiştir
dediler.
Tıpkı
şu anda bizim toplumun bu depremleri, bu felâketleri farklı yönde yorumlayıp
onlardan ibret almaya yanaşmadıkları gibi. Şeytan ibret almalarını engelledi,
amellerini, yaptıklarını onlara süslü gösterdi. Hayatlarından, durumlarından,
amellerinden razı oldular. Ne var bizim hayatımızda? İşte kulluk budur! dediler.
İşte İslâm budur! dediler. İşte şu anda bizler Allah’ın bizden istediği hayatın
içindeyiz dediler. Bizler Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz! dediler.
Evet olayları saptıranlar, âyetlere
ters düşenler diyorlar ki ne yaparsan yap, ne dersen de, ne getirirsen getir biz
asla inanmayacağız.
132.
“Firavun ailesi: "Bizi sihirlemek için ne mûcize gösterirsen göster, sana
inanmayacağız" dediler.”
Evet Allah’ın peygamberi anlatmış,
çırpınmış, didinmiş ama bakın sonunda adamların dedikleri şu: Ey Mûsâ! Bize bir
âyet mi getireceksin? Bir mûcize mi getireceksin? Ne getirirsen getir, ne
yaparsan yap bil ki biz sana inanmayacağız. Sen boşuna uğraşıp kendini yorma.
Rasulullah efendimize de aynı şeyleri de söylemişlerdi. Ey Muhammed! Yakamızı
bırak bizim, biz kesinlikle sana ve senin getirdiklerine inanmayacağız.
Kendilerini cennete götürmek için çırpınan Allah elçisi Hz. Nûh’a karşı da
toplumu aynı şeyleri söylüyorlardı.
Ey
Nûh vazgeç bizi uyarmaktan. Eğer senin bütün derdin yarın Allah huzurunda tebliğ
sorumluluğundan kurtulmaksa, hesaba çekilme endişesinden ötürü bizi uyarıyorsan
vallahi biz yarın Allah huzurunda seni temize çıkarırız. Vallahi de billahi de
yarın Allah huzurunda bu peygamber bize vazifesini yaptı, bize hakkı anlattı
diyecek ve seni temize çıkaracağız. Derdin buysa bırak bizi sana inanmayacağız,
senin anlattıklarına bizim ihtiyacımız yoktur, bizi rahatsız etme
diyorlardı.
Evet Firavun toplumu da diyorlardı
ki ey Mûsâ bizi sihirlemek için ne tür bir âyet getirirsen getir, ne tür mûcize
gösterirsen göster biz asla sana inanmayacağız. Demek ki kâfirlerin iman
etmeleri için illâ da olağan üstü şeyler getirmek yetmemektedir. Zira iman bir
kalp işidir. Bir hidâyet işidir. Onun içindir ki Allah elçilerinin bizim
yapmamız gereken şey sadece insanlara Allah’ın âyetlerini götürmek, insanları
Allah’ın yasalarıyla uyarmaktır. Değilse istediğiniz kadar ikna edici olağan
üstü şeyler gösterseniz de onlar yine inanmayacaklardır. İşte bakın inanmıyor
adamlar. Peygamberin ortaya koyduğu mûcizeler karşısında bile iman etmiyorlar da
bunların tümünü sihir olarak değerlendiriyorlar.
Yâni
bu insanlar akıllara durgunluk verecek Allah elçilerinin mûcizeleri karşısında
bile iman etmiyorlarsa bizim ortaya koyduklarımız karşısında asla iman
etmeyeceklerdir. Karpuz çekirdeğine Allah yazdırsanız da, bal peteklerine Allah
nakşettirseniz de, ağaçlarda en büyük âyetler gösterseniz de bu kâfirlerin
imanlarına yetmeyecektir.
Öyleyse
bizim vazifemiz insanlara harikalar bulmak, göstermek değil Allah’ın âyetlerini
onlara götürmektir. Eğer Rabbimizin bu yüce âyetleri bu adamları uyandırmıyor,
akıllarını başlarına getirmiyorsa bizim getireceklerimizin ne kıymeti olabilir
de? Rabbimiz sûre-nin ileride gelecek başka bir âyetinde buyurur ki:
“Bundan sonra hangi söze
inanacaklar?”
(A’râf
185)
Evet eğer bu adamlar kendilerine
sunulan Allah’ın âyetlerine inanmıyorlarsa, Kur’an onlara bir şey söylemiyorsa,
Kur’an onları bir noktaya götürmüyorsa, Kur’an onların akıllarını başlarına
getirip hayatlarını değiştirmiyorsa hangi fikir, hangi metot, hangi felsefe,
hangi plan-program, hangi delil onları imânâ getirebilecek? Bakın bundan sonra
bu toplumu yola getirmek için Rabbimizin peş peşe onlara gönderdiği uyarıları
şöyle anlatmaya başlıyor.
133.
“Bunun üzerine su baskınını, çekirgeyi, haşaratı, kurbağaları ve kanı
birbirinden ayrı mûcizeler olarak onlara mûsâllat kıldık; yine de büyüklük
taslayıp suçlu bir millet oldular.”
Onların
üzerlerine tûfan gönderdik. Onları su tûfanına, su baskınlarına uğrattık.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu tûfan Rabbimizin emriyle Nil nehri taşmış,
patlayıp çevreye yayılıvermiş veya Allah’ın emriyle sekiz gün ve gece şiddetli
bir yağmur yağmış Mısır ve havalisini sular kaplayıvermiş. Firavun oğullarının
evleri tümüyle sularla dolmuş, boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlar.
Allah’tan gelme Allah’la bağlantılı büyük bir muhtırayla karşı karşıya
gelmişlerdi. Sonra arka arkaya çekirge geldi, bit haşarat geldi, kurbağalar
yağdı, kan geldi. Arka arkaya birbirinden etkili, birbirinden ayrı mûcizeleri
onlara mûsâllat kıldı Rabbimiz.
İnkar edemeyecekleri,
reddedemeyecekleri Allah’ın birbirinden etkili, birbirinden büyük mufassal
âyetleri olarak, ayrı ayrı mûcizeleri olarak veya birbirlerinden aralıklı olarak
Allah’ın âyetleri gelince. Bunların tabiat olayları değil, rast gele âyetler
değil doğrudan doğruya Allah’la bağlantılı âyetler olduğunu anlasınlar diye
Rabbimiz onlara bu âyetlerini gönderdiği zaman bunlar ne yaptılar? İstikbar
ettiler, gururlanıp kibirlendiler, çünkü bunlar mücrimlerdi diyor Rabbimiz.
Bunlar suçlulardı, suç işliyorlardı. Allah’ın âyetlerini çarpıtarak, Allah’ın
kendilerine gönderdiği âyetlerini yanlış yorumlayarak, Allah’ın âyetlerine
hakkını vermeyerek suç işliyorlardı. Anladıkları halde, bildikleri halde
Allah’ın âyetlerini reddederek veya onlara tabiat olayları damgasını vurarak suç
işleyen bir toplumdu onlar.
Bakın Rabbimizin onların akıllarını
erdirmek, haksız zulüm ve işkencelerini bitirip kulluğa yönlendirmek için onlara
gönderdiği bu açık ve net âyetler, mûcizeler karşısında onların tavrının şöyle
olduğunu anlatılacak:
134.
“Azap başlarına çökünce, "Ey Mûsâ! Rabbine, sana verdiği ahde göre, bizim için
yalvar. Bizden azabı kaldırırsan sana, andolsun ki, inanacağız ve İsrâil
oğullarını seninle beraber göndereceğiz" dediler.”
Allah’ın
âyetlerine kulak vermemeleri, Allah’ın âyetlerini normal, önceki atalarına
gelmiş, normal musîbetler olarak veya normal tabiat olayları olarak
değerlendirip geçerek yedikleri bu naneler yüzünden onların üzerlerine azap,
murdarlık, pislik vâki olunca da, yâni Allah’ın gönderdiği bu olaylar onları
ezip de perişan bir duruma düşürünce de çaresizlik içinde gelip Allah’ın elçisi
Mûsâ’ya bakın ne di-yorlar?
Ey Mûsâ! Rabbinin senin yanındaki
ahdi hatırına, Rabbinin seninle sözleşmesi hakkı için, senin Allah katındaki
değerin hatırına veya seninle Allah arasındaki risâlet bağı adına bizim için
Rabbine dua et. Bizim için Rabbine bir ilticada bulunuver.
Eğer
şu azabı, şu pisliği, şu murdarlığı bizden kaldırırsan sana iman edeceğiz, diğer
müslümanlarla birlikte sana teslim olanlardan olacağız ve de bu İsrâil
oğullarını seninle birlikte serbest bırakacağız, onları dilediğin coğrafyaya
götürebilirsin diyorlar. Utanmazlıklarına, ukalalıklarına ve köpekliklerine
bakın adamların. Hani şairin birisi öyle diyordu:
“Utanmazlıkta
tekleriz,
Kimi görsek
etekleriz.
Allah’tan da yardım
bekleriz,
Biz ne bulunmaz
köpekleriz.”
Öyle
değil mi ama? Köpek karşısındakine diş geçirebileceğine inanıyorsa hırlar, ama
karşısındaki kendisine diş geçirecek birisiyse de hemen kuyruk sallar. Bakın bu
adamlar da aynısını yapıyorlar. Şu ifadelere bir bakın.
Bir kere diyorlar ki ey Mûsâ
Rabbinin senin yanındaki ahdi hatırına, ya da seninle Rabbinin arasındaki
sözleşme ve risâlet bağı hatırına bizim için O’na bir dua ediver de bu belâyı
üzerimizden kaldırsın. Demek ki bu ifadelerden anlıyoruz ki bu adamlar Hz.
Mûsâ’nın Allah’la bağlantılı olduğunu, onun Allah’ın elçisi olduğunu biliyorlar.
Onlar aslında bu ifadeleriyle Hz. Mûsâ (a.s)’ın elçiliğini itiraf ediyorlardı.
Ama tabii bu itirafı iman adına değil menfaatleri adına, üzerlerindeki bu
ricsin, bu murdarlığın kaldırılması adına yapıyorlardı. Başları daraldığı için
söylüyorlardı bunu ve işleri bittiği zaman da yine eski cürümlerine
döneceklerdi.
Bir de yine diyorlar ki bakın ey
Mûsâ şu belâyı bizim üzerimizden kaldırırsan sana iman edeceğiz ve de ısrarla
isteyip durduğun bu İsrâil oğullarını sana vereceğiz. Yâni dilediğin yere
götürebilirsin onları. İfadedeki çarpıklığı anlıyor musunuz? Hem sana inanacağız
diyorlar hem de al bu İsrâil oğullarını dilediğin yere git diyorlar. E
inandığınız bir peygamberi nereye gönderiyorsunuz da? Hani inandınız ya artık,
peygamberin başka yerlere gitmesine ne gerek var? Yo aslında adamlar Hz. Mûsâ’yı
aralarında görmek istemiyorlar. Alsın bu İsrâil oğullarını da dilediği yere
gitsin ve bizden uzak olsun istiyorlar. Nere giderse gitsin yeter ki biz ondan
kurtulalım diyorlardı. Evet Allah’ın elçisine söz verdiler, kesin vaadlerde
bulundular, ama Allah bunların ne yapacaklarını biliyordu. Rabbimiz onların
içlerini dışlarını, niyetlerini bildiği halde yine de kendilerine mühlet tanıma
adına onların başlarındakini kaldırıyordu.
135.
“Azabı nasıl olsa sonuna gelecekleri bir müddet için üzerlerinden kaldırınca,
hemen sözlerinden cayıyorlardı.”
Evet
belli bir süre Allah azabı kaldırıverdi onların üzerlerinden de hemen sözlerini
değiştirip ahitlerini bozuverdiler. bu bölümü Kur’an’ın değişik yerlerinde
anlatıldığı şekliyle bir özetleyelim.
Rabbimiz onlara belâ olarak tûfan
gönderir. Her tarafları sular altında kalır. Tüm Mısır toprakları tüm arazileri
sular altında kalır. Su baskınına uğrarlar. Bunun sonunda geliyorlar Allah’ın
elçisinin yanına ve diyorlar ki Ey Allah’ın Resûlü biz ettik sen etme! Bizim
gibi asilerin isyanlarına aldırış etme! Bizim için Rabbine bir dua ediver de şu
belâyı bizim başımızdan kaldırsın biz de sana ve senin Rabbine iman edelim ve
hidâyette olalım diyorlardı. Eğer bu belâyı bizim üzerimizden defedersen sana ve
Rabbine iman edeceğiz diyorlardı.
Rabbimizin Zuhruf’ta ve Kur’an’ın
değişik yerlerinde anlattığına göre Hz. Mûsâ Cenâb-ı Hakka dua eder, Allah
onların üzerinden bu belâyı kaldırır. Yani Nil nehri artık yatağına döner ve su
baskınını Allah bitiriverir ve artık suların çekildiği arazilerinde çok güzel
mahsuller bitiriverir Rabbimiz. Ama onlar Allah’ın elçisine verdikleri bu
sözlerini unutup yan çiziverirler. Böyle bir belânın arkasından, içinde
insanların bile kaybolacağı ekinler bitiverince, bunu gözleriyle görüverince
yine hemen şımarıveriyorlar. Hz. Mûsâ’ya verdikleri sözlerini unuturlar, ne iman
ederler ne de İsrâil oğullarını Hz. Mûsâ’ya teslim ederler.
İnsanların
genel karakteridir bu. Başlarına bir belâ gelince, bir sıkıntı içine düşünce,
aman derler ama bu belâyı Allah savuşturunca da hemen yan çiziverirler.
Bakıyoruz insanlar bugün de böyle yapıyorlar. Başları dara gelince bugünkülerde
hemen Allah’la arası iyi olan hocalara, hacılara koşuyorlar. Yetişin! kurtarın!
diyorlar. Ne olursunuz gelin bizim için aranız iyi olan Rabbinize bir dua
ediverin. Bizim için bir hatim okuyuverin. Peki siz nerdesiniz? Siz kendiniz
nerdesiniz? O Rab sizin Rabbiniz değil mi? Bu din sizin de dininiz değil mi?
Sizin dua edecek ağızlarınız yok mu? Bu dinin öteki bölümleri sizi
ilgilen-dirmiyor mu? Firavun durumuna düşünce mi Allah’ı hatırlıyorsunuz?
Mekkeli müşriklerin durumuna düşünce mi Allah’ı hatırınıza getiriyorsunuz?
Başınız daralınca mı Allah’ı hatırlıyorsunuz?
Evet
Hz. Mûsâ Allah’a dua etti ve Allah onların başından bu belâyı kaldırdı ama bu
adamlar Allah’a ve Mûsâ (a.s)'a verdikleri sözü unutuverdiler. Yine eski
küfürlerine eski şirklerine devam ettiler. Mûsâ (a.s)’a verdikleri sözü unutup
yine bildikleri hayatı yaşamaya devam ettiler. Çünkü artık Allah’la bir işleri
kalmamıştı. Allah’a da onun elçisine de ihtiyaçları kalmamıştı. Su belâsı
kalkmış ve üstelik arazileri de bol mahsul vermişti. Tarlaları akıllara
durgunluk verecek biçimde buğ-daylarla dolmuştu. Ekonomileri düze çıkmıştı ve
artık her şeyi kafalarına göre garantiye almışlardı.
Ama sonra bakın ki Rabbimiz onların
üzerlerine müthiş bir çekirgeler sürüsünü gönderir. Öyle bir çekirge sürüsü
gelir ki o biten ekinlerin tamamını silip süpürürler. Güya tarlalarındaki
buğdayları görünce işi garantiye aldıklarını
zannediyorlardı.
Ey
Mûsâ eğer üzerimizden bu musîbet kaldırılırsa söz veriyoruz sana iman edeceğiz
derler. Hz. Mûsâ yine dua eder ve Allah onu da kaldırır. Bu musîbetin
kaldırılmasından sonra arta kalan buğdaylarını devşirip ambarlarına koyduktan
sonra, yâni buğdaylarını güya garantiye aldıktan sonra yine artık Allah’a
ihtiyaçlarının kalmadığı zannıyla yan çiziverirler. Derler ki tamam
buğdaylarımızı ambarlarımıza koyduk, bunlar bize yeter başka şeye ihtiyacımız
yoktur diyerek yine eski şirklerine, eski küfürlerine dönüverirler. Eh zaten
eskiden de bu tür şeyler olmuştur, olağan şeylerdir bunlar diyerek yine yan
çizerler.
Ama tamam artık ürünlerimizi
garantiye aldık diye sevinip dururlarken Rabbimiz onlara bit gönderir.
Ambarlarına bir hububat biti Mûsâllat eder ki oradakileri yiyip bitirirler.
Ambarları, evleri, barkları, elbiseleri, vücutları, yemekleri, yatakları ve
yorganları bitlerle do-luverir. Mahvolurlar, perişan olurlar ve yine Allah’ın
elçisine gelirler ve derler ki ey Mûsâ ne olur bu kaldırılsın sana iman
edeceğiz. Mûsâ (a.s) yine dua eder ve Allah onu da kaldırır. Ama onlar yine iman
etmezler.
Sonra Allah onların üzerine kurbağa
yağdırır. Evlerinin içi, yiyecekleri ve tüm hayatları kurbağa ile dolup da
perişan bir hale gelince yine gelip Hz. Mûsâ’dan Rabbine dua etmesini isterler.
Ey Mûsâ ne olur Rabbine bir dua ediver de şu belâ başımızdan bir kaldırılsın o
zaman söz veriyoruz kesinlikle sana iman edeceğiz diyorlar. Hz. Mûsâ yine dua
eder. Allah bu belâyı da kaldırır ama onlar yine iman etmezler yine yola
gelmezler.
Arkasından
onlara kan gönderir Rabbimiz. Her şeyleri kan olur. Ekmeğe el atarlar kan, suya
el atarlar kan, tüm yiyecek ve içecekleri tüm suları kan haline geliverir. Fakat
işin garibi bütün bu gelenler Mısırda yaşayan Firavun oğullarına geliyordu. Aynı
şehirde yaşayan İsrâil oğullarına hiç bir şey olmuyordu. İsrâil oğulları
bunların hiç birisinden etkilenmiyorlardı. Hattâ rivâyetlere göre Firavun
oğullarından olan birileri suyu ağzına götürüyor bakıyor kan. Sonra yanındaki
İsrâil oğullu kölesine veriyor su oluyordu. Kölesinin ağzından emmeye
çalışıyordu ama onun ağzından dökülürken yine kan haline geliyordu.
İşte
Rabbimiz adam olsunlar diye peş peşe biri öncekinden daha etkili mûcizeler
gönderdi ama bu adamlar yine adam olmayınca; bütün bu imtihanlar yine de onların
akıllarını başlarına getirmeyince; sonunda helâki hak etmiş
oldular.
Genelde insanlar böyledir. Darda
kaldıkları zaman, zorda kal-dıkları zaman Allah’ı hatırlıyorlar ama işleri düze
çıktığı zaman da Al-lah’ı unutup bildikleri hayatı yaşamaya yöneliveriyorlar.
Ama unutmayalım ki Allah bize de bazen böyle bir şeyler gönderir, gönderir ama
yine de Allah’ın istediğine gelmemeye diretirsek bilelim ki bizim defterimizi de
dürüverir. Evet bütün bunlar geldikçe yine Zuhruf’la
söyleyelim:
"Ama. azabı ülkelerinden
kaldırdığımızda hemen sözlerinden döndüler."
(Zuhruf
50)
Her
defasında söz verdiler ama sözlerinden döndüler. Onların bu sözlerinden
döneceklerini bile bile Rabbimiz rahmeti gereği yine de onların üzerlerinden
belâlarını kaldırıyordu.
Evet Mekkeli müşrikler de böyle bir
kıtlıkla karşı karşıya geldiklerinde geldiler Rasûlullah’tan bu kıtlığın
kaldırılması için dua istedikler. Bakın
ve dediler ki:
“ İnsanlar: "Rabbimiz! Bu azabı bizden
kaldır; doğrusu artık biz inananlarız" derler.”
Tıpkı
Firavunlar gibi, tıpkı selefleri gibi onlar da dediler ki ya Rabbi eğer bunu
bizden giderirsen o zaman biz mü'min olacağız. O zaman biz de sana iman
edeceğiz. Ya da biz mü'minleriz dediler. Evet darda kaldıkları zaman derler
bunu.
Allah’ın bu kadar uyarısı karşısında
hâlâ akıllarını başlarına almayınca, hâlâ imânâ yanaşmayınca da Allah bir azapla
yakalayıverdi onları ve işlerini bitiriverdi. Unutmayalım ki bu yasa sadece
Firavun ve toplumuna uygulanmış bir yasa değildir. Kıyâmete aynı özelliği
taşıyan insanlara da uygulanacak bir yasadır bu. Firavun yolunu takip eden tüm
tâğutlara uygulanacak bir yasadır bu. Bakın Allah diyor
ki:
136.
“Bu sebeple onlardan öç aldık, âyetlerimizi yalan sayıp umursamadıkları için
onları denizde boğduk.”
Onlardan
intikam aldık diyor Rabbimiz. Onları denizde boğup defterlerini dürüverdik.
Çünkü onlar âyetlerimizi işlemez hale getirmişlerdi. Âyetlerimizi yalanlamışlar
ve de bizim âyetlerimizden gafil olmuşlardı. Bu adamlar Allah’ın âyetlerini
yalanlıyorlardı.
Yâni
bu adamlar dilleriyle, ağızlarıyla Allah’ın âyetlerine inandıklarını
söylüyorlardı ama hayatlarıyla, hayat programlarıyla yalan-lıyorlardı. Âyetlere
inandıklarını iddia eden bu insanlar öyle bir hayat yaşıyorlardı ki yaşadıkları
hayatlarında bu inandıkları âyetlerin kokusunu bile görmek mümkün değildi.
Adamlar tüm bu musîbetlerin bizzat Allah tarafından geldiğini biliyorlar, bundan
kurtuluşun da yine Allah’ın elçisinin duasıyla olacağını biliyorlar, gelip ondan
dua talep ediyorlar ama sonra da dönüp öyle bir hayatın adamı oluyorlar ki bu
hayatlarında imanın eseri bile yok.
İşte
Allah’ın âyetlerini yalanlamak bu anlama gelmektedir. Elbette Allah’ın
kendilerine gönderdiği bu kadar âyetine karşı duyarsız olmuş, Allah’ın bunca
uyarılarına karşı vurdumduymaz bir tavır sergilemiş insanların âkıbeti bu
olacaktı.
Bunlar Allah’la alay ediyorlardı.
Allah’ın âyetleriyle Allah’ın sis-temiyle, Allah’ın yasalarıyla alay
ediyorlardı. Allah’a karşı, onun âyetlerine karşı, onun elçilerine karşı ve onun
sistemine karşı savaş açmışlardı bu adamlar. Toplumun idaresi konusunda,
toplumun sosyal hayatını düzenleme konusunda, Allah’ın âyetlerini yetersiz
görerek kendi yasalarını Allah yasalarına tercih ediyorlardı. Kendi yasalarını
uygulayabilmek için Allah yasalarına geçit vermiyorlardı. Allah âyetlerini
örtüyorlar, Allah âyetlerini topluma duyurmamaya çalışıyorlardı. Allah
yasalarına yasaklar koyuyorlardı da Allah da onlardan intikamını alıverdi. Bir
denizde boğuverdi onları.
Peki
Rabbimiz onları nerede ve nasıl boğdu? Onu Rabbimiz kitabının başka yerlerinde
anlatır. Kur’an’ın anlatım metodudur bu. Vahiy bütünlüğü içinde, Kur’an
bütünlüğü içinde anlamaya çalışacağız onu. Arabanın belli bir parçasını alıp bu
arabadır demeyeceğiz yâni. Evet Allah onların tümünü suda boğdu
da:
137.
“Hor görülen Yahudileri, bereketlendirdiğimiz yerin doğusuna ve batısına mirasçı
kıldık. Rabbinin İsrâil oğullarına verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık
yerine geldi. Firavun ve milletinin yaptığını ve yükselttiğini
yıktık.”
Kasas
sûresinde de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Biz, memlekette güçsüz sayılanlara
iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları vâris yapmak, memlekete
yerleştirmek; Firavun, Hâmân ve her ikisinin askerlerine, çekinmekte oldukları
şeyleri göstermek istiyorduk.”
(Kasas
5,6)
Evet mustaz’afları,
zayıflatılanları, zayıf düşürülenleri, Fira-vunî sistemler tarafından hakları
hürriyetleri ellerinden alınan kavmi
yâni İsrâil oğullarını etrafını bereketlendirdiğimiz yeryüzünün doğusuna ve
batısına yerleştirdik, vâris kıldık diyor Rabbimiz. Müstekbirleri, zâlimleri,
Allah’ın yasalarına karşı gelenleri, Allah’ın yasalarına savaş ilân edenleri
suda boğarak kökünü kestiğimiz gibi mustaz’afları da yeryüzüne hâkim kıldık
diyor.
Yani
zâlimlere hayat hakkı tanımadığımız gibi bizim yolumuzda giden, bize kulluk eden
garibanları da yeryüzünde en büyük nimetlerle nimetlendirdik diyor.
Anlayabildiğimiz kadarıyla ya o helâk edilen zâlimlerin topraklarına, onların
yerlerine yurtlarına vâris kılıyordu Rab-bimiz mü’minleri ya da yeryüzünün başka
coğrafyalarında mü’min-lere hâkimiyet veriyor onları egemen kılıyordu. Kudüs
civarındaki Şam bölgesi ya da daha geniş tutacak olursak Nil nehriyle Fırat
arasındaki bugünkü Yahudilerin “Arz-ı Mev’ud” dedikleri topraklara yerleştirdi
Rabbimiz onları.
Bu
Yahudiler bugün bu toprakların kendilerine vaadedildiğini iddia ediyorlar.
Aslında bu topraklar işte âyet-i kerîmede görüyoruz ki Yahudilere değil
müslümanlara vaadedilmiş topraklardır. Rabbimizin etrafını mübârek kıldığı bu
arzı orada Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kulluk eden mü’min kullarına
vaadetmiştir. Rabbimiz arzını her zaman sâlih kullarına vaadetmektedir. Hiç şüphemiz olmasın ki bu
topraklar yakında gerçek sahiplerini bulacak ve müslümanların
olacaktır.
İşte bu da yeryüzünde Rabbimizin
değişmeyen yasasıdır. Yeryüzünde zayıf da olsalar, sayısal yönden az da olsalar,
müstekbirler tarafından köle konumuna da düşürülseler eğer mus’taz’aflar
sabrederler, dirençlerini kaybetmezler ve Allah’ın kendilerinden istediği gibi
olmaya çalışırlarsa sonunda mutlaka Allah’ın yardımı gelecek ve düş-manları
helâke mahkum olurken kendileri de yeryüzüne egemen olacaklardır. Bu Allah’ın
değişmeyen bir yasasıdır ve bu konuda zerre kadar şüpheniz olmasın. Tarih bunun
örnekleriyle doludur.
“Mûsâ da: "Rabbinizin düşmanlarınızı yok
etmesi ve yeryüzünde sizi onların yerine geçirmesi umulur. O zaman nasıl
davranacağınıza bakar" dedi.”
Evet işte Rabbimizin vaadi böylece
gerçekleşiyordu. Zira Rab-bimiz kullarına bir şey vaadetmişse o mutlaka
gerçekleşecektir. Allah’ın kelimelerinde, Allah’ın yasalarında asla değişiklik
olmaz. İşte böylece mus’taz’aflara, zâlimler tarafından, müstekbirler tarafından
ezilmiş, horlanmış, hayat hakları ellerinden alınmış müslümanlara Rabbimizin bu
vadi böylece gerçekleşiyordu. Rabbimiz vaadetmişti kendilerine. Arz benimdir
demişti, oraya dilediklerimi, lâyık olanları vâris kılarım demişti ve işte
böylece bunun gerçekleştiğini görüyoruz.
Böylece
Rabbimizin en güzel sözleri, en güzel yasaları gerçekleşmiş oldu, tamamlanmış
oldu. Azgınlaşmaları sebebiyle Firavun oğulları helâk oldu. Artık yeryüzünde ne
Firavun vardı, ne Firavun oğulları vardı, ne Firavun sistemi vardı, ne de
onların devleti, gücü, kuvveti, iktidarı, medeniyeti. Hepsi bitmişti Allah’ın
izniyle. Ve de sabretmeleri sebebiyle de İsrâil oğulları zafere ulaşmış oldular.
Ama unutmayalım ki bunu belli
şartlara bağlıyor Rabbimiz. Bu yasanın belli şartları vardır. Kur’an-ı Kerîmde
pek çok yerde müs-tekbirler ve müs’taz’aflar anlatılır. Müstekbirler
kibirlenenler, büyüklenenler, istikbara kalkışarak, Allah yasalarını
beğenmeyerek kendi ya-salarını onların yerine ikâme etmeye çalışan kimselerdir.
Kimi insanlar kendi güçlerine, kendi imkânlarına, Allah’ın kendilerine
lütfettiği zekalarına ve kabiliyetlerine güvenerek kendilerini Allah’tan
müstağnî görürler, Allah’ı, Allah’a kulluğu, Allah’ın hesabını, âhireti ikinci
plana atabilirler.
Hattâ
âhiretin de kendilerinin olacağı, âhirette de kendilerinin egemen olacakları
vehmine kapılabilirler. Dünyada kendilerine verilmiş mal mülk ve saltanatı
tamamen kendilerinden bilip onları diledikleri gibi kullanabilecekleri sevdasına
kapılmış olabilirler. Kendilerini hayata hâkim bir konumda görerek, kendilerini
üstün görerek diğer insanları değersiz görerek onlar üzerinde Rableşirler,
onları kendi ar-zuları istikâmetinde yönlendirmeye kullanmaya kalkışabilir. İşte
bunlar müstekbirlerdir ve yaptıkları şeyin adı da istikbardır.
Müs’taz’aflar da zayıflar,
müstekbirler tarafından güçsüzleştirilmişler âciz bırakılmışlar anlamına
gelmektedir ki Kur’an-ı Kerîmde bunların üç grupta anlatıldıklarına şahit
olmaktayız.
1: Birinci gruptakiler elçilerinin
tebliğlerinin üzerinden uzun bir süre geçtiği için vahiyden uzaklaşmışlar,
müstekbirlerin zulüm ağlarına düşürülerek Allah’ın kitabından ve Resullerinin
sünnetinden uzaklaştırılmışlar veya müstekbirlerin kendilerine enjekte ettikleri
morfin sonucu uzun yıllar dinlerinin temel kaynaklarından koparılmışlar,
toplumlarına ve hayatlarına hâkim olan zâlimlerin kendilerine verdikleri eğitim
sunucu köleleştirilmiş, dinlerini, imanlarını, kitaplarını, peygam-berlerini,
namuslarını iffetlerini her şeylerini kaybetmişler.
Uzun
yıllar böyle geçtikten sonra nihâyet azıcık morfinin tesiri geçip kendilerine
gelmeye başlayınca, gözleri açılınca anlamışlar ki her şeylerini kaybetmişler.
Kendilerini morfinleyen müstekbirler, kendilerini bayıltan zâlimler tüm
hayatlarını değiştirmişler. Dinlerini, imanlarını, tarihlerini, takvimlerini,
yazılarını alfabelerini, kılıklarını kıyafetlerini, hukuklarını, eğitimlerini,
düşüncelerini, kabullerini, retlerini her şeylerini değiştirmişler. Hayatlarında
ne Allah’ın kitabı kalmış, ne Re-sûlünün sünneti kalmış, ne din kalmış, ne iman
kalmış, ne namus kal-mış, ne iffet kalmış. Her şeylerini kaybetmişler.
Müstekbirler onların hayatından Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini
kaldırmışlar ve onların yerine kendi yasalarını koymuşlar. Zâlimler kendilerini
Allah’a kulluktan koparıp kendi yasalarına kul köle edinmişler.
Evet
bunlar birazcık gözleri açılıp kendilerine geldikleri andan itibaren anlıyorlar
ki her şeylerini kaybedip müstekbirlerin
zulüm ağlarına yakalanmışlar. Anlıyorlar ki Allah’ın sisteminden uzaklaştırılıp
müstekbirlerin yasalarına kul köle edilmişler. Anlıyorlar ki Allah’a kulluktan
çıkarılıp, zâlimlerin kulu kölesi durumuna düşürülmüşler. İşte bu gerçeği anlar
anlamaz gecelerini gündüzlerine katarak bu zulüm ağından kurtulmak için, bu
esaret zincirlerini kırabilmek ve yeniden Allah’ın kitabına ve Resûlünün
sünnetine dönmek ve Allah’ın yasalarının hâkimiyetinde bir hayat yaşamak için
müstekbirlerle, zâlimlerle mücâdeleye tutuşmuş müs’taz’aflar.
Böyle
bir hayattan kurtulup Allah’ın istediği hayata ulaşmayı ve bu uğurda malıyla
canıyla mücâdeleyi hayatında birinci işi bilmiş ve bu olmadan ötekiler olmaz
inancıyla gece gündüz çırpınan müs-lümanlar. İşte bunlar birinci grupta
anlatılan müs’taz’aflardır ki Rabbimiz Kur’an’ın pek çok yerinde bu
müs’taz’afları yeryüzünün doğusuna batısına vâris kılacağını haber veriyor.
Çünkü
bunlar gerçeği anlar anlamaz bu durumdan kurtulmak için Allah’a güvenerek,
sabrederek, Allah düşmanı müstekbirlerle kıyasıya mücâdele vererek Allah’ın
yeryüzünde vaz ettiği yasalara riâyet eden müs’taz’aflar ki Allah onlara mutlaka
yardım edecek ve onları yeryüzüne egemen kılacaktır.
2: Kur’an-ı Kerîmde yine uzun uzun
durumları anlatılan ikinci grup müs’taz’aflara gelince bunlar da şunlardır.
Bunlar da tıpkı birinci gruptakiler gibi kendilerine verilen müşrik bir eğitim
sonucu, ya da müstekbirler tarafından kendilerine vurulan uyuşturucular sonucu
zâlimlerin zulüm ağlarına yakalanmışlar. Her şeylerini kaybetmişler. Her şeyleri
ellerinden alınmış. Nihâyet aradan geçen bir zaman sonra gözlerini açınca gerçeği anlamışlar ama öncekilerden farklı
olarak bunlar müstekbirlerden korkuları, müstekbirlerden gelebilecek sorgulama,
kınama, hapis, meslekten atılma, maaşın kesilmesi gibi korkuları Allah’a
güvenmemeleri, Allah’a ve Allah’ın yardımına itimat etme-meleri sebebiyle, bir
takım zaafları ve menfaatlerinin elden gitmemesi sebebiyle zâlimlere karşı ses
çıkarmamayı, müstekbirlere karşı susmayı tercih etmiş ve böylece âdeta
yeryüzündeki, ülkelerindeki istik-bara, zulme fesada karşı göz yummayı
yeğleyenler.
İşte
bunlar da ikinci grup müs’taz’aflardır ki
Kur’an’ın beyanıyla yarın bunlar cehennemi boylamaktadırlar, bunların
durağı cehennemdir ve bunlar müstekbirlerle aynı âkıbeti, zâlimlerle aynı ateşi
paylaşmaktadırlar. İbrâhim sûresi 21, Sebe’ sûresi 31,33
Nisa
sûresi 97 âyetleri ve daha pek çok âyet bunların cehenneme gideceklerini
anlatmaktadır.
3: Mustaz’afların üçüncü gurubunu da
Nisa
sûresinin 98,99 âyetleri şöyle haber vermektedir:
“Ancak çaresiz kalan, yol bulamayan
zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar. İşte Allah'ın bunları affetmesi
umulur. Allah Affedendir, Bağışlayandır.”
(Nisâ
98)
Evet
toplumda çocuklar vardır, henüz mükellef değillerdir. Za-vallı, hasta, yatalak
erkekler vardır ve de kadınlar vardır. Bunlar konumları itibariyle ne cihada ne
de hicrete yol bulamayan, imkân bulamayan insanlardır ve işte Allah’ın affetmesi
bağışlaması umulan müs’taz’aflar da bunlardır. Çocuklar, kadınlar ve de bedeni,
zihinsel, aklî veya cismanî zaafları sebebiyle vahye muhatap olmayan veya vahye
muhatap oldukları halde vahyi tanımaya imkân bulamamış doğru yola erememiş
hidâyeti bulamamış olanlar. Ya da azalarından kimileri olmadığı için, yatalak
durumda hasta oldukları için istikbara ve zulme karşı koyacak bedeni güçleri ve
malî imkânları olmayanlar. İşte gerçek müs’taz’aflar, gerçek güçsüzler ve
zayıflar bunlardır ve Allah’ın bunları affetmesi umulmaktadır.
Öyleyse çocuk değilsek, yatalak
değilsek, kadın da değilsek o zaman ya birinci grup müstekbirlerle kıyasıya
savaş sürdüren müs-taz’afların içinde yerimizi alacağız ya da Allah korusun
ikinci gurubun içindeysek müstekbirlerle aynı azabı paylaşmaya razı olacağız
demektir.
Evet Allah sabreden, direnen,
ümitlerini yitirmeyen ve Allah’ın kendilerinden istediğini yapmaya çalışan
İsrâil oğullarını zâlimlerin elinden kurtardı. Kıyâmete kadar da bu yasa böyle
devam edecektir.
Buraya
kadar olan bölümde Rabbimiz bize Hz. Mûsâ (a.s)’ın Firavun oğullarıyla
mücâdelesini anlattı. Bundan sonraki bölümlerde de Rabbimiz Hz. Mûsâ’nın kendi
toplumuyla, İsrâil oğullarıyla arasında geçen mücâdeleleri anlatacak. Çünkü
İsrâil oğulları da cinslikte Firavun oğullarından geri kalmayan bir toplumdu.
Yıllar yılı Firavunun köleliği altında yaşamış şahsiyetlerini kaybetmiş bir
toplumdu. Kölelik ruhlarına işlemiş bir toplumdu. En az Firavun oğulları kadar
Allah’ın elçisini uğraştırmış bir toplumdu. Çünkü Rabbimiz Zuhruf sûresinde
anlatır:
“Firavun, milletini küçümsedi ama,
onlar kendisine yine de itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir
milletti.”
(Zuhruf
54)
Allah’ın
elçisine karşı takındığı bu tavırlarıyla Firavun kavmini, toplumunu,
çevresindekileri küçümsedi ve onların düşüncelerine inanışlarına ve değer
yargılarına ipotek koydu. Siz de böyle inanacaksınız! Siz de böyle benim gibi
düşüneceksiniz diyerek onları kendisi gibi düşünmeye kendisi gibi inanmaya
zorlayarak, kendi anlayışını zorla onlara empoze ederek onları küçümsedi. Sizler
beni dinlemek zorundasınız. Benim dediklerimin dışına çıkmamak zorundasınız.
Sizin nasıl düşüneceğinizi? Nasıl inanacağınızı ben bilirim! Nasıl
giyineceğinizi ben belirlerim! Nasıl yaşayacağınızı ben bilirim! Siz
bilmezsiniz! Siz anlamazsınız! diyerek kavmini küçümsedi. Onları aptal yerine
koydu.
Şimdi
de öyle değil mi? Sizler anlamazsınız! Sizler bilmezsiniz! Sizler bizi dinlemek
zorundasınız! Eğer okulu bitirmek istiyorsanız, eğer diploma almak istiyorsanız,
eğer dükkan açmak istiyorsa-nız, eğer bakan olmak, dekan olmak istiyorsanız,
müdür olmak, doçent olmak istiyorsanız, sanayici olmak istiyorsanız benim
dediğimi yapacak ve benim sözümden çıkmayacaksınız. Şöyle şöyle davran-madan,
şunları şunları yapmadan bunları yapamazsınız diyerek şu anda bu müslümanlarla
alay eden, tüm vatandaşlarla alay eden, on-ların her tür özgürlüklerine
ipotekler koyanlar da aynı şeyi yapmıyorlar mı? Bunlar da insanların nasıl
düşüneceklerine, nasıl inanacaklarına, nasıl giyineceklerine biz karar veririz
diyerek onların özgürlüklerini sınırlayıp tıpkı Firavun gibi onlar üzerinde
tanrılıklarını iddia etmeye çalışıyorlar. Onların inançlarına ipotekler koyarak,
onları Rablerine kulluktan koparıp kendilerine kul köle edinmeye çalışıyorlar.
Ama Al-lah diyor ki bakın:
Onlar, o Firavunun kavmi, onun
çevresindekiler buna rağmen o Firavuna itaat ettiler, ses çıkarmadılar, ona
boyun köstüler de fâ-sıklardan oldular. Ya da onlar aslında fâsıktılar da
Firavuna itaat ederek fâsıklıklarını ortaya koydular. Gönüllü teslim oldular
ona. Zaten zâlimin yanı başında ona koltuk değnekliği yapan mazlum olmasa, zâlim
asla ayakta duramaz. Zâlimin varlığı, mazlumun varlığına bağlıdır. Zâlimin
hayatını sürdüren, mazlumun varlığıdır. Mazlum, mazlum olarak var olmasa,
mazlum, mazlum olarak yaşamaya son verse tüm Firavunlar ve zâlimlerin işi
bitecektir.
Evet ey müslümanlar! Bilesiniz ki
bugün sizleri de tahkir edecekler. Sizleri de küçük görecekler. Makamınız yok
diye, mevkiiniz yok diye, paranız pulunuz yok diye, dünyanın kulu kölesi
olmadınız diye sizi de aşağılayacaklar. Kendi değer yargılarıyla makamlarıyla
mevkileriyle, paraları ve pullarıyla sizin üzerinizde de saltanat kurmak
isteyenler olacak. Sakın ola ki bu adamların bu tavırlarına boyun bük-meyin.
Mü'minseniz en üstün sizsiniz bunu asla unutmayın. İzzet ve şeref bu dünyalık
şeylerde değil imandadır. İzzet ve şeref iman edip sâlih ameller
işleyenlerdedir.
Evet İsrâil oğulları, Firavuna itaat
eden fâsık bir toplumdu ve Hz. Mûsâ’yı gerçekten çok uğraştırdılar. İşte bundan
sonraki âyetlerinde Rabbimiz Mûsâ (a.s)’ın bunlarla mücâdelesini anlatacak.
Onların bozuk düzen anlayışlarını düzeltmek üzere Hz. Mûsâ’nın çabaları
çırpınışları gündeme getirilecek.
Aslında
şu anda yeryüzünün halkı müslüman olan ülkelerine bir baktığımız zaman aynı
manzaraları görmek mümkündür. Bu insanlar müslüman olduklarını iddia ediyorlar
ama hayatlarında pek çok yamukluklar vardır. Düşüncelerinde, inanışlarında,
amellerinde yığınlarla İslâm dışı şeyler mevcuttur. Dinlerinin temel kaynakları
olan Kitap ve sünnetten habersiz bir müslümanlık yaşamaktadırlar. Aslında
onların İslâm’ları da ciddi bir tamire muhtaçtır. Tıpkı Hz. Mûsâ (a.s)’ın
onların hayatlarını düzelttiği gibi şimdiki müslümanların hayatları da
düzeltilmeye muhtaçtır.
İşte
bu yönden Mûsâ (a.s)’ın bu bölümde anlatılacak mücâdele yöntemi bizim için en
güzel bir örnektir. Şu anda kendilerini müs-lüman gören ama maalesef
müslümanlıkla, müslümanlığın temel kaynaklarıyla doğrudan ilgi kuramamış bu
insanları düzeltmeye çalışırken bizler Mûsâ (a.s)’ı örnek almak zorunda
kalacağız. Bunun için de elbette Mûsâ (a.s)’ı ve onun mücâdele yöntemlerini çok
iyi tanımak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız. Bakın Rabbimiz anlatma-ya
başlıyor:
138,139. “İsrâil oğullarının denizden geçmelerini
sağladık. Puta gönülden tapan bir millete rastladılar. "Ey Mûsâ! Onların
tanrıları gibi bize de bir tanrı yap" dediler. Mûsâ: "Doğrusu siz bilgisiz bir
milletsiniz, bunlar yok olacaklar ve işledikleri boşa gidecektir" dedi.”
İsrâil
oğullarını denizden geçirdik. tâbi peygambere tâbi olmaları sebebiyle, peygamber
safında yer almaları, tercihlerini peygamber yanında olmaya kullanmaları
sebebiyle Rabbimiz Beni İsrâil’in tümünü denizden geçirip kurtardı. Halbuki
içlerinde tam iman etmemiş olanlar vardı, imanları mükemmel olmayanlar vardı.
Meselâ Firavun sabahleyin arkalarından yetiştiği zaman eyvah basıldık hata ettik
keşke yola çıkmasaydık diyenler vardı. Veya Hz. Mûsâ Tûra vahiy almaya gidince
yanlarındaki mücevherleri eritip buzağı şeklinde put yapıp insanları ona
tapınmaya çağıran Samiriler vardı, vardı, vardı.
Ama
bunlar tercihlerini peygamber safında olmaya yaptıkları için Rabbimiz hepsini
denizden geçirip kurtardı ama bundan sonra imtihan başlayacaktı. Bundan sonra bu
adamlar için uzun süren bir eğitim süreci başlayacaktı. Eğitilenler, Allah’ın
elçisinin dediği gibi olma yoluna girenler cennete gidecek, karşı gelmeye devam
edenler de cehenneme yuvarlanacaktı.
İşte bakın karşıya geçtikten sonra
bir kavme uğradılar ki o kavim puta tapınıyordu. Onları gören İsrâil oğulları
dediler ki ey Mûsâ bak bu adamların putları var bize de bunlarınki gibi bir put
yapsan olmaz mı? Onların bayrak gibi bir putları var, onların parlamentoları
gibi bir putları var, onların tarih putları var, onların demokrasi putları var,
onların ırkçılık putları var onların var da bizim niye olmasın? Bi-zim de bu tür
putlarımız olsun diyorlar.
Elbette yıllar yılı insanı
insanlıktan çıkaran, fıtratı bozan işkenceler altında yaşamış, âdeta
hafızalarını bile kaybedecek noktaya gelmiş insanlardan beklenebilecek bir
tavırdı bu. Efendileri tarafından ne emredilmişse hiç düşünmeden onu yapacak bir
duruma getirilmiş, iradesiz kölelerden beklenen bir davranıştı bu. Genelde köle
toplumların akılları çalışmaz. Çalışacak durumda olsa bile onu asla kullan-maz
köleler. Çünkü efendilerinden onun aksi istikâmette bir emir geldiği zaman bir
çatışma yaşamaktansa akıllarını hiç kullanmamayı yeğlerler köleler. Çünkü onlar
efendilerine mutlak itaat etmek zorundaydılar.
İslâm buna karşıdır. İslâm
insanların köleleştirilmesine, akıllarını iradelerini kullanmamalarına şiddetle
karşıdır. Rabbimiz her konuda bizim akıllarımızı kullanmamızı istemektedir.
Rabbimiz vahiy karşısında akıllarını kullanmayan bir toplum istemiyor. Vahyin
ışığında akıllarını kullanan tefekkür ehli bir toplum istiyor. Düşünme
özelliklerini yitirmiş bir topum olan İsrâil oğulları dediler ki ey Mûsâ bizim
de bunlarınki gibi putlarımız olmayacak mı? Hz. Mûsâ dedi ki: Doğrusu sizler
cahil bir milletsiniz. Çünkü bu putperestler yok olacaklar ve yaptıklarının
tamamı boşa gidecektir. Sizler böyle ellerinizle dokunup gözlerinizle
görebileceğinin İlahlar istiyorsunuz.
Bu
halinizle sizler cahillersiniz. Allah’ın sıfatlarını bilmeyen, Allah’ı tanımayan
kimselersiniz sizler. Çünkü kitabında kendisini bize tanıttığı biçimde Allah’ı
ve Onun sıfatlarını tanıyan bir toplum kesinlikle cahil değildir. Ama Allah’ı
kendisini tanıttığı biçimde tanımayan kimseler profesör de olsalar, ordinaryüs
profesör de olsalar cahildirler. Kur’an nazarında, Allah nazarında cahildir
bunlar. İşte Allah’ı Allah’ın kendisini tanıttığı biçimde tanımayan ya da yanlış
tanıyan bu cahillere Allah’ın elçisi diyordu ki sizler cahil kimselersiniz. Zira
bu sözü ancak cahiller ve müşrikler söyleyebilir.
Bu puta tapınanlar, Allah’ı bırakıp
da bu varlıklara İlahlık izâfe edenler, onların ortaya çıkardıkları sahte
ilahlar ve sahte tanrılar, tanrılık vasıfları verdikleri insanlar, kurumlar
bâtıldır yok olmaya mahkumdur. Zira bâtılın dayandığı hiç bir temeli yoktur.
140.
“Sizi âlemlere üstün kılmış olan Allah'tan başka bir ilâh mı arayacağım? "
dedi.”
Size
Allah’tan başka İlah mı edineceğim? Allah dururken size başka İlah mı bulayım
ben? Allah’tan başka İlah olmaya lâyık varlık mı var ki ben size onu bulayım?
Allah’tan başka sözü dinlenecek, yasaları uygulanacak boyunlarımızdaki kulluk
ipinin ucu eline verilecek ve çektiği yere gidilecek başka bir otorite ve yetki
sahibi mi var ki ben size onu bulayım? İşimizi kendisine havale edeceğimiz,
emir-lerine uyacağımız, yasalarını uygulayacağımız Allah’tan başka kim var ki
ben size onu bulayım? Var mı Allah’tan başka böyle birisi? Size şu ana kadar
bunca nimeti kim nasip etti? Firavunun zulmünden sizi kim kurtardı? İliklerinize
kadar işlemiş o kölelikten, o kötü hayattan sizi kim kurtardı? Denizi yarıp sizi
sağ salim karşıya geçirirken gözlerinizin önünde dünyanın en zâlim en despot
adamını sularda boğan kimdi? Tüm bunları size yapan Rabbinizi ne çabuk unuttunuz
da benden kendinize Allah’tan başka İlah bulmamı istiyorsunuz? Bunu benden nasıl
isteyebilirsiniz?
Yâni bu nasıl olabilir? Şimdi ben
gerek kendim, gerekse sizler için Allah’tan başka bir ilah bulup boynumdaki
kulluk ipinin ucunu onun eline verecek, onun çektiği yere gidecek, ona kul köle
olacağım öyle mi? Olacak şey midir bu? Rabbim olarak, ilahım olarak Allah
dururken O’nun berisinde bir ilah bulup, irademi ona mı teslim edeyim? Hayatıma
kulluk maddesi alacak, bana hayat programı belirleyecek Allah’tan başka kendime
bir velî mi bulayım? Allah’tan başka bir ilah bulup ona kulluk edeyim öyle mi? Hayatım nasıl olsun diye
sormaya ona mı gideyim? Hukuk düzenim nasıl olsun, ekonomik an-ayışım nasıl
olsun, siyasal yapılanmam nasıl olsun, ticaretim, işim, aşım, mesleğim nasıl
olsun, kılık kıyafetim, yemem içmem nasıl olsun, çocuklarıma karşı eğitimim
nasıl olsun, hanımımla münâsebe-tim nasıl olsun diye sormaya ona gideyim öyle
mi? Allah’tan başka kendime bir ilah mı bulayım? Yani hayatımda Allah’la beraber
başkalarına da karışma alanı bırakıp, hayatıma Allah’tan başkalarına da karar
verme hakkını vererek müşrik mi olayım?
O Allah ki sizi en kötü bir hayattan
kurtarıp âlemlere üstün kılmıştır. Yeryüzünde liderliği, önderliği, imamlığı
size vermek sûretiyle, sizin içinizden imamlar, peygamberler, önderler, liderler
çıkarmak sûretiyle sizi tüm âlemlere üstün kılmıştır Rabbiniz. Rabbinizin size
lütfettiği bunca nimetlerine karşılık nasıl olur da Rabbinizi bırakır da onun
berisinde bir takım putlara bir takım sahte İlahlara, bir takım yapay tanrılara
ve tanrıçalara kulluk yapmaya kalkışırsınız? Nasıl olurda Rabbinizin gücünü
kuvvetini, size sayısız lütuflarını gözlerinizle gördüğünüz halde nasıl oluyor
da O’na canlı cansız bir kısım varlıkları ortak etmeye çalışıyorsunuz? diyor
Allah’ın elçisi ve bundan sonra Rabbimiz İsrâil oğullarına ulaştırdığı
nimetlerini saymaya devam ediyor.
141.
“Sizi kötü azaba sokan, kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı öldüren Firavun
ailesinden kurtarmıştık. Bu, Rabbinizin size Mûsâllat kıldığı büyük bir belâ
idi.”
Evet
hatırlayın ki sizi Firavunun elinden, Firavunun zulmünden kurtarmıştık. Firavun
size azapların en kötüsünü reva görüyordu. Sizin erkeklerinizi öldürüp
kadınlarınızı sağ bırakıyor, ya da onlara utanılacak haya edilecek şeyler
yapıyordu. Ya erkeklerinizi öldürüyordu çoğalıp da kendilerine kafa tutacak bir
konuma gelmeyesiniz diye kadınlarınızın da rahimlerini yoklayarak doğum kontrolü
yapıyorlardı. Mısırda çoğalmasınlar, Mısırda hâkimiyeti ellerine geçirmesinler,
Mısırda Firavun sistemine karşı gelmesinler diye yapıyorlardı bunu size.
Evet Rabbimizin İsrâil oğullarına lütfettiği
nimetlerinin en büyüğü işte bu kölelikten kurtuluş nimetidir. Allah’ın onlara
lütfettiği hürriyet nimetidir. İşte bunda sizin için büyük bir iptilâ vardır,
imtihan vardır, ibret vardır. İnsanların başlarına gelen her şeyde bir imtihan
vardır. İyiliklerde de, nimetlerde de felâketlerde de birer imtihan vardır.
142.
“Mûsâ'ya otuz gece vade verip sonra buna on gece daha kattık; böylece Rabbinin
tayin ettiği müddet kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Harun'a, "Milletim
içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna gitme"
dedi.”
Sonra
biz Mûsâ’ya otuz gün vaadettik ve onu on ile tamamladık böylece Rabbinin mîkatı
kırk geceye tamamlandı.
İsrâil oğulları denizi geçtikten
sonra Sina çölünde dolaşmaya başladılar. Cenâb-ı Hak Mûsâ (a.s)'ı Tûr’a dâvet
etti. Rabbimiz Mûsâ (a.s) la görüşmek ve ona vahiy göndermek istedi. Oradaki
hayatlarını düzenleyecek kitap indirmek istedi. Daha önce de bildiğimiz gibi
Mûsâ (a.s)'ın Medyen dönemi bitip ailesiyle birlikte Mısır’a dönerken Rabbimiz
ona suhuf vermişti, şimdi de Tevrat verilecekti. Düşünebiliyor musunuz çölün
ortasında bir dağın kenarında Allah seçtiği kullarından birini huzuruna
çağırıyor ve ona kendi bilgisini Tevrat’ı indiriyor. Rabbimiz kullarından birini
muhatap kabul ediyor ve onunla konuşmayı diliyor. Bundan daha büyük bir şeref
olur mu? Peki siz de ister misiniz Rabbinizle konuşmayı? Siz de ister misiniz
aynı şerefe yükselmeyi?
Eğer
bugün bizler de Kur’an’ı okurken aynı duyguyla, aynı ruhla okursak inşallah
bugün biz de Hz. Mûsâ’nın yükseldiği o mertebede olabiliriz. Çünkü Allah’ın
kitabıyla Allah’ın vahyiyle beraber olmak demek Allah’la bizzat konuşmak
demektir. Yâni bugün Allah’ın bizimle konuşması da elimizdeki bu kitapla
gerçekleşecektir. Bu da bizim için en büyük bir şeref olacaktır. Tüm dünya sizin
olsa bile bu şerefin yanında çok az kalacaktır. Bakın Allah buyurur
ki:
Hani bir nimetim daha vardı size ey
Yahudiler onu da hatırlayın! Mûsâ (a.s) Allah’la kırk güne anlaşmıştı da Tur'a
gitmişti. Allah onu oraya çağırmıştı ve Mûsâ kardeşi Hârun’a şöyle
demişti:
Mûsâ kardeşi Hârun’a dedi ki ey
Harun! Kavmim konusunda bana halef ol. Toplumum konusunda bana halîfelik yapıp
bana vekil ol. Ben onların yanında olmadığım dönem seni halef edindim. Onlara
göz kulak ol. Evet Mûsâ (a.s) Rabbiyle sözleşmiş ve Tûr’a gidecekti ve bu konuda
onun olmadığı dönemde kavminin başında birisinin bırakılması gerekiyordu Hz.
Mûsâ (a.s)’da kardeşi Hârun’u kendi yerine vekil tayin ediyordu. Çünkü Hz. Mûsâ
çok iyi biliyordu ki yıllar yılı Firavun sisteminin eğitiminde köleleştirilmiş
bir toplumdu İsrâil oğulları, kendilerine sürekli müzâhir olacak, güdecek
birilerine ihtiyaçları vardı. Çobansız kalmaları tehlikeliydi zira şımararak
hemen eski fısklarına dönebilirlerdi. Onun için Mûsâ (a.s) kardeşini kendi
yerine vekil bırakarak onların sapmalarını engellemek ve ıslahlarını
gerçekleştirmek üzere kardeşine görev verdi.
Ve
kardeşine dedi ki: Sakın ha müfsitlerin, fesat çıkarıp yer-yüzünde Allah’ın
düzenini bozanlara uyma. Çünkü Mûsâ (a.s)’ın toplumu müslümandı ama henüz
müslümanlık içlerine tam oturmamıştı. Önceki hayatlarını, Mısır’ın kültürünü,
Firavunun eğitimini İslâmlarına katarak bozuk düzen bir müslümanlık yaşayan bir
toplumdu. Mısır’da Firavunun kendilerine sunduğu eğitim her an hayatlarında
açığa çıkıyor ve cins cins tavırlar sergiliyorlardı. Onların kafalarındaki
kalplerindeki Mısır kültürünün her an İslâm’larını yok ederek fıska düşmelerini
sağlayacağını bilen Mûsâ (a.s) kardeşine sıkı, sıkı tembih ediyordu. Bir
peygamber olan Mûsâ (a.s) kendisi gibi bir peygamber olan Harun (a.s)’a
tavsiyelerde bulunuyordu.
Bundan da anlıyoruz ki karşısındaki
peygamber bile olsa, gö-revini bilen birisi bile olsa nasihat güzel şeydir. Ona
görevini bir daha hatırlatmak güzel şeydir. Yâni bu adam bunun yapılması ya da
yapılmaması gerektiğini zaten kendisi biliyor bir de benim hatırlatmama ne gerek
var dememiz yanlıştır. Bilecek adam ama biz yine de bildiği şeyi ona bir daha
hatırlatacağız. Çünkü bakıyoruz sahâbe-i kirâm efendilerimizin hepsi de Asr
sûresini biliyorlardı ama her karşılaştıklarında birbirlerine yine de tavsiye
diyorlardı.
Öyleyse
aynı zamanda birilerinin bize bildiğimiz bir hususu hatırlatmalarından asla
gocunmamalıyız. Birilerinin bizi tenkid etmelerinden rahatsız olmamalıyız. Biz
her şeyi bilen âlim, bir hoca efendiyiz, binaenaleyh kimse bizi tenkid edemez
tavrında olmamalıyız. Çünkü bilelim ki yanlışları kendisine söylenmeyen
insanlar, yanlışlarını doğru zannedip ölünceye kadar o yanlışlarını sürdürüp
kendi kendilerini helâk edebilirler. Onun içindir ki Hz. Ömer efendimiz halîfe
se-çildiğinde ağlıyordu. Kendisine niçin ağladığı sorulduğunda diyordu ki:
Vallahi ben çok sert mizaçlı bir kimseyim. Korkarım ki bu sertliğimden ötürü
insanlar benden çekinirler de benim hatalarını söylemeyip beni uyarmazlar da
cehenneme gidişime göz yumarlar deyince en yakın arkadaşlarında birisi derki:
Vallahi ey Ömer İslâm’dan, haktan eğer bükülür, eğilir, inhiraf edersen şu
kılıcımla senin bükülen belini doğrulturum deyince Hz. Ömer efendimiz çok
sevinir. Yanıldığım hata et-tiğim zaman bana beni doğrultacak arkadaşlar veren
Rabbime hamd olsun diye dua ediyor. Öyleyse ister hacı olalım, ister hoca olalım,
is-ter profesör, ister şeyh olalım ne olursak olalım sürekli birbirimizi
uyaralım, birbirimizin yanlışlarını hemen söyleyelim, birbirimizin aynası olalım
ve birbirimizi cennete götürme kavgası içine girelim. Ama müs-lümanlığımızın
gereği olarak da Rabbimizin emri olarak da birbirimizi kırmadan, üzmeden,
rencide etmeden nasihatimizi en güzel biçimde gerçekleştirelim. Evet Mûsâ (a.s)
kardeşini kendi yerine vekil bırakıyor ona vazifelerini hatırlatıyor.
Sonra:
143.
“Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Mûsâ: Rabbim! Bana Kendini göster, Sana bakayım"
dedi. Allah: "Sen Beni göremeyeceksin ama dağa bak, eğer o yerinden kalkarsa sen
de Beni göreceksin" bu-yurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve
Mûsâ da baygın düştü; ayılınca: "Ya Rabbi, münezzehsin, Sana tevbe ettim, ben
inananların ilkiyim" dedi.”
Evet
Mûsâ (a.s) Mîkâd yerine geldiği zaman Rabbimiz onunla konuştu. Onu kendisiyle
mükâleme şerefiyle şereflendirdi. Yeryüzünde Rabbimizin bu şerefine nail olan
peygamber Hz. Mûsâ (a.s) dı. Rabbimizin her elçisine ikramları farklıdır. Her
elçinin ayrı ayrı vasıfları vardır ama Mûsâ (a.s)’ın en mümeyyiz vasfı işte
budur. Rabbimiz Onu bu şerefe yükseltip kendisiyle konuşunca Mûsâ (a.s) dedi ki:
Ya Rabbi! Bana Cemalini göster, sana bakayım dedi. Onun bu duasına karşılık
Rabbimiz buyurdu ki: Beni ebedîyen göremezsin ey Mûsâ! Lâkin şu dağa bak! Eğer o
dağ yerinde kalırsa o zaman sen de beni görebilirsin! buyurdu. Rabbi dağa
tecelli edince de onu yerle bir etti de Mûsâ (a.s) baygın bir şekilde yere
düştü.
Tabi
Rabbimizin dağa nasıl tecelli buyurduğunu bilmiyoruz, bilemiyoruz. Ama
inanıyoruz ki Rabbimiz o dağa tecelli etti, dağ, tuz buz oldu ve Mûsâ (a.s) da
dayanamayarak baygın bir vaziyette yere düştü. Allah’ın peygamberi Hz. Mûsâ
ayılıp kendisine geldiği zaman da: Ya Rabbi seni tesbih ederim, sana tevbe edip
yöneldim ve ben inananların ilkiyim diyordu. Ya Rabbi seni tesbih ederim. Yâni
seni senin tanıttığın gibi tanırım. Sana senin bildirdiğin gibi inanırım. Seni
senin sıfatlarınla tanırım. Seni sende olmayan sıfatlardan tenzih ederim, ben
senin sıfatlarına, senin gücüne kudretine iman edenlerin
il-kiyim.
Evet Rabbimizin bu beyanlarından
anlıyoruz ki Hz. Mûsâ Rab-bimizi görmemiştir. Yeryüzünde hiç bir peygamber,
hiçbir beşer Allah’ı görmemiştir. Peki hani Rabbimiz Kıyâmet
sûresinde:
“ O gün birtakım yüzler Rablerine bakıp
parlayacaktır.
(Kıyâmet
22,23)
O zaman bununla onu nasıl telif
edeceğiz? Anladığımıza göre de Kıyâmet sûresindeki bu âyetinde Rabbimiz kıyâmet
ortamını, cennet ortamını anlatmaktadır. Buradaki âyette ise dünya ortamı
anlatıl-maktadır. Öyleyse anlıyoruz ki dünyada dünya ortamında hiç kim-senin
Allah’ı görmesi mümkün değilken cennette kimi yüzler Rablerini seyredecekler
yâni orada Allah görülecektir.
Peki acaba Allah’ın Resûlü Mi’râca
çıktığı gece Allah’ı gördü mü? Eğer Allah’ın Resûlü Mi’râca çıktığı anda o
ortamda Mûsâ gibi bir ortamdaysa yâni dünya ortamındaysa kesinlikle Allah’ı
görmedi, eğer cennet ortamında bir bulunuşla bulunmuşsa o anda o zaman da
Allah’ı gördü diyeceğiz. Eğer Allah’ın Resûlü o anda bunun ikisinin de dışında
bir ortamda bulunmuşsa o zaman da bilmiyoruz diyeceğiz.
Ama Ayşe annemizin ifadesine
bakılırsa Allah’ın Resûlü Mi’râ-ca çıktığı gece dünyada yâni Mûsâ ortamında bir
bulunuşla bulundu ki Allah’ı görmedi diyoruz. Çünkü Ayşe annemiz diyor ki: “Kim
ki Hz. Peygamber Rabbini görmüştür derse o muhakkak yalan
söylemiştir.”
Evet Rabbinin cemalini dünyada
görmek isteyen Mûsâ (a.s) da; Rabbinin Cemalini görmeye değil, Rabbinin bir dağa
tecellisine bile dayanamayarak baygın bir şekilde yere yuvarlanmış ve bu
cüretinden ötürü Rabbine tevbe etmiştir.
144.
“Ey Mûsâ! Verdiklerimle ve seninle konuşmamla seni insanlar arasından seçtim;
sana verdiğimi al ve şükret" dedi.”
Ey
Mûsâ risâletimle biz seni âlemler üzerine seçtik. Risâlet gönderilen şeyler
demektir. Peygamberlere, Rablerinden gelen âyetler risâlettir, vahiyler
risâlettir. Allah’ın kelâmı, Allah’ın sözleri, kitaplar ve peygamberlik de bir
risâlettir. İşte Allah diyor ki ey Mûsâ seni Ra-sül kılmakla, sana vahiy
göndermekle, sana nasip ettiğim kelâmımla, sana vasıtasız konuşmamla seni
insanlara seçtim. Çünkü Allah’ın yeryüzündeki kullarından, peygamberlerinden
birisiyle doğrudan konuşması çağları değiştiren bir hadiseydi. Allah’ın
kullarından birine vasıtasız konuşması insanlık için yeni bir çağın açılmasının
ifadesiydi. Bu olayla artık ilk çağlar sona ermiş ve insanlık için yeni bir çağ
başlamıştır.
Öyleyse
ey peygamberim sana verdiğime tutun ve de şükredenlerden ol diyor Rabbimiz. Evet
sana verdiğime tutun, sana verdiğimi al. Onu eline al, onu tut, onu koru,
hayatında tut onu, hayatında uygulayarak koru onu. Kitaba öyle bir tutun ki onu
kendinden, kendini de ondan asla ayırma, hayatının tümünde onunla beraber ol.
Tüm hayatında yol göstericin hayat programın kitap olsun. Hareket noktan kitap
olsun. Tüm tavırlarında istinatgâhın kitap olsun. Rabbinin sana, senin hayat
programın olsun diye gönderdiği kitabıyla amel edip sana nasıl bir hayat
belirmemişse onun dediği gibi hareket et. Sana böyle ne yapacağını, nasıl
hareket edeceğini, hayatını nasıl düzenleyeceğini bildiren bir kitap bir hayat
programı gönderdiği için de Rabbine şükret. Sürekli teşekkür et
Rabbine.
Evet Mûsâ (a.s) Rabbine
şükretmeliydi çünkü Tevrat’ın kendisine gönderilmesiyle Hz. Mûsâ (a.s) insanlık
için seçkinlerden olmuştu. Kendisine İncilin gönderilmesiyle Hz. Îsâ (a.s) ve
kendisine Kur’-an’ın gönderilmesiyle de Allah’ın Resûlü seçilmişlerden olmuştu.
Şu anda da Allah’ın kitabına sarılan, Allah’ın kitabını hareket noktası ka-bul
eden ve yaptıklarını Allah’ın kitabıyla yapmaya çalışan, Allah’ın kitabını hayat
programı yapan herkes aynen o elçiler gibi halk arasında seçilmiş kimselerdir,
şerefli kimselerdir.
145. “Ona levhalarda her şeyden bir öğüt
yazdık ve her şeyi uzun uzadıya açıkladık; onlara sıkıca sarıl, milletine de
emret, en güzel şekilde tutsunlar. Size Allah'a karşı gelenlerin yurdunu
göstereceğim.”
Biz Levhada onun için her şeyi
yazdık. Her şeyin ayrıntısı vardır o kitapta. İmanın da, küfrün de, şirkin de,
hakkın da, bâtılın da, hayrın da, şerrin de her şeyin detayları anlatılmıştır.
Her şey açık ve net olarak Allah’ın kitabında anlatılmıştır. Tüm kitapların
özelliği mev-iza oluşudur. Kur’an-ı Kerîm de mev’izadır. Tüm insanlığı cennete
götürecek ve cehennemden uzaklaştıracak öğütleri muhtevidir. İnsanların
hayatlarının her bir bölümünde ne yapacaklarına, nasıl hareket edeceklerine dair
hükümler vardır, prensipler vardır.
O
halde ey peygamberim! Sen de kuvvetlice ona tutun. O kitaba kuvvetlice sarılıp
onunla amel et. Kitaba tüm kuvvetinle, tüm himmet ve gayretinle tutunup onu asla
elinden bırakma. Kitap sürekli elinde ve önünde olsun ki tüm hayatını onunla
düzenleyesin.
Ve kavmine, çevrendekilere de o
kitabı emret, o kitaba tutunup onunla amel etmelerini emret ki onlar da o
kitabın en güzeline uysunlar. Ya da en güzel biçimde onlar da Allah’ın kitabına
sarılıp onunla hayatlarını düzenlesinler. Eğer bunu yaparsanız, kendiniz benim
kitabıma kuvvetlice tutunur, onun emirlerini uygular nehiylerin-den de
kaçınırsanız ve de onu toplumunuza duyurursanız, toplumu-nuz da Allah’ın
kitabıyla en güzel bir şekilde diyalog kurar ve hayatlarını onunla düzenlerlerse
kesinlikle bilesiniz ki ben sizi zafere ulaştıracağım. Sizi zafere ulaştırırken
düşmanlarınızı, fâsıkları da hezimete maruz bırakacağım. Yâni ben fâsıkların
yurdunu size göstereceğim. Fâsıkların başlarına nelerin geleceğini, onların
nasıl bir helâkle helâk olacaklarını size göstereceğim diyor
Rabbimiz.
Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki Allah
elçisinden sonra gelen bizler Allah elçisinin bize bıraktığı bu kitabı en güzel
bir şekilde anlamak, tanımak, algılamak ve hayatımızı onunla düzenlemek
zorundayız. Biz bunu yaptığımız zaman Rabbimiz fâsıkların yurdunu bize
gösterecektir. Zira fâsıkların yurdu imansızdır orada iman yoktur orada inanç
yoktur ve bunun için de orada hayat yoktur. Çünkü vahiyden uzak olan bir yerde
hayat da yoktur. Kur’an ve sünnetin olmadığı bir yerde, vahyin bulunmadığı bir
yerde bir evde bir ülkede kesinlikle hayat da yoktur. Vahiyle irtibatları
olmadığı için ölüdür onlar.
146.
“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimden yüz çevirteceğim.
Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar; doğru yolu görseler, yol
olarak benimsemezler; azgınlık yolunu görseler, hemen onu yol edinirler. Bu
onların mûcizelerimizi yalan saymaları ve onlardan habersiz görünmelerinden
ileri gelir.”
Evet
yeryüzünde haksız yere tekebbür eden, Allah’a kulluktan kaçan, Allah’ın
yasalarına boyun eğmekten uzaklaşan, sanki kendisini yaratan Allah değilmiş gibi
O’na karşı müstekbir davranan, haksız
yere kibirlenen kimseleri âyetlerimizden çevireceğiz diyor Rabbimiz. Evet sanki
Allah’a ihtiyaçları yokmuş gibi, sanki Allah’ın kendisine gönderdiği hayat
programına kitabına ihtiyacı yokmuş gibi davranan, kendi görüşlerini, kendi
fikirlerini, kendi yasalarını Allah yasalarından üstün görenleri, âyetlerimizi
anlamaktan âyetlerimizi kavramaktan uzaklaştıracağız diyor Rabbimiz.
Çünkü
bu adamlar kendi iradeleriyle, kendi arzularıyla böyle bir yolu seçmiş
kimselerdir. Kendi akıllarına göre, kendi keyiflerine göre takılmayı tercih
etmiş kimselerdir bunlar. Allah’ın âyetlerini, Allah’ın hayat programını bırakıp
kendi hevâ ve heveslerini temel kabul etmiş ve buna göre bir hayat yaşamayı
tercih etmiş kimseler. Cenâb-ı Hak da onların kendi tercihlerine göre kendileri
için, kendilerinin seçmiş oldukları bu yolu kolaylaştırmıştır. Yâni artık
âyetlerden çevrilmişler, âyetler bunlar için bir şey söylemez, bir şey ifade
etmez oluver-miş. İster Rabbimizin görsel âyetleri olsun, ister işitsel âyetleri
olsun artık onlar için bir şey ifade etmez olmuştur. Çünkü artık bu adamların ne
görecek gözleri ne de işitecek kulakları kalmamıştır. Rabbimiz gözlerini ve
kulaklarını iptal etmiştir. Kendileri bu azalarını kullanmak istemediklerinden
böyle olmuştur.
Allah’ın âyetlerinin varlığına
rağmen onlar yokmuş gibi bir hayat yaşadıkları için böyle olmuştur. Yâni bir
insan Allah’ın onun hayatına karışması adına kendisi için gönderdiği âyetlerine
karşı ilgisiz kalır, onlardan habersiz bir hayat yaşarsa işte bu Allah’ın
âyetleriyle mücâdele anlamına gelecektir. Ve işte böyle yaşayan insanların
kalplerini Allah mühürleyecektir. Allah’a karşı müstekbir davranan, Allah’a ve
Allah’ın âyetlerine iman etmeyen, bu âyetler doğrultusunda bir hayat yaşamaya
yanaşmayan ve de Allah’ın âyetlerine dil uzatan kimselerin kalplerini Allah
mühürleyecektir. Ama şurası bir gerçek ki Allah haksız yere hiç kimsenin kalbini
mühürlemez.
Bu
insanlar Allah’ın kendileri için hayat programı olarak gönderdiği âyetlerden yüz
çevirmişler, kendi kendilerine bir hayat programı yapmışlar, amelleriyle
öylesine fısk-u fücura dalmışlardır ki artık o amellerden hoşlanmaya
başlamışlar. Durumlarından, yaşantılarından memnun olmuşlar, hayatlarından
mutmain olmuşlar. Şu anda bizim yaşadığımız hayat, hayatların en güzelidir.
Bizim başka şeye ihtiyacımız yoktur. Allah’a da Allah’ın âyetlerine de
peygambere de ihtiyacımız yoktur demeye başlamışlar. Allah’ın âyetleriyle
kendilerini sağlamaya alma, doğru yolu bulma ve ıslah olmayı hiç düşünmedikleri
için peygamberin getirdiği mesaja da hep şüphe ile bakmaya başlamışlardır.
Evet,
bir taraftan tekebbür içinde Allah’a teslim olmadıkları için, hayat programını
kabul etmeyerek, âyetleriyle ilgilenmeyerek Allah’a kafa tuttukları ve de
Cebbarlık yapıp Allah’ın kullarına zulmettikleri için Allah da onların
kalplerini mühürleyivermiştir.
Allah onların kalplerini mühürler.
Kulaklarına, dinleme özelliklerine de mühür basar. Yâni kalpleri mühürlenir
dinleme, anlama is-tidatları alınıverir. Gözleri vardır, görürler ama sanki
görmezler. Ku-lakları vardır duyarlar, ama sanki işitmezler. Kalpleri vardır ama
san-ki bir şey duyup anlamazlar. Tıpkı hayvanlar gibidir
onlar.
"Onların kalpleri vardır onunla anlamazlar. Gözleri vardır onunla
görmezler. Kulakları vardır onunla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir.
Hattâ hayvanlardan daha da şaşkındırlar."
(A'râf: 179)
Onların
Kur’an’ın haber verdiği konulara karşı tüm kapıları, tüm pencereleri
kapanmıştır. Mü'minlerin ruhlarına açık olan tüm pencereler bunlar için
kapalıdır. Çünkü onlar hidâyetle, hidâyet kaynağı olan Kur’an’la
ilgilenmemişlerdir. Hidâyet kaynağı olan Kur’an’a karşı ilgisiz ve nötr
davranmışlardır. Karanlıkta kalmayı tercih etmişler düğmeye basma gereği
duymamışlardır.
Bu adamlar sözü duyarlar, Allah’ın
âyetlerini dinlerler, duyarlar ama âyetlerin kendilerinden istediğini
anlamazlar, üzerinde düşünmezler, anlamaya çalışmazlar. Söyleyenin sözünü anlamak için akıllarını,
kalplerini, gözlerini kulaklarını kullanmak istemezler. Kör bir taklitten
yanadır adamlar. Denilenin sebebini, hikmetini anlamaya yanaşmazlar.
Nitekim
bir gün Rasûl-i Ekremin okuduğu Kur’an’ı dinlemek üzere gelen Ebu Cehil
kendisiyle birlikte onu dinleyen Nadir bin Harise: Ey Nadir, Muhammed ne diyor?
Onun okuduklarından bir şey anladın mı? diye sorar. Rasûl-i Ekremin okuduğu
Kuranı uzun bir sü-re dinleyen Nadir derki: Kâbe’yi inşa edene yemin ederim ki
ne diyor bilmem, görüyorum ki o sadece dilini oynatıyor, ama ne dediğini
an-lamıyorum der.
Evet
anlamıyorlar, anlayamıyorlardı, çünkü Allah onların kalplerine mührünü basmıştı
Bakara’da anlatıldığı gibi. Ekinne, kinan kelimesinin çoğuludur ki kalplerinde
kat kat örtüler vardır onların. Ölümle tüm bu organlar nasıl misyonunu
kaybediyorsa, ölen kişi nasıl duy-maz duygulanmaz ve anlamaz hale geliyorsa işte
aynen onun gibi ka-biliyetlerini söndürmüş, duymamayı, anlamamayı tercih etmiş
bu insanların bu organlarını Allah iptal edivermiş manevî bir ölümle
öldürüvermiş onları.
Evet Allah onları âyetlerinden
uzaklaştırmış, âyetleri anlamaktan onları menetmiş ve bunun içindir
ki:
Onlar
her ne zaman rüşt yolunu, sırat-ı müstakîmi, insanları hakka ve cennete
ulaştıran bir yolu görseler ona yol gözüyle bakmayacaklardır. Hak yolu yol
edinmeyecekler, İslâm yoluyla ilgilenmeyecekler, onu yol edinmeyeceklerdir.
Allah yoluna ters davranmaya çalışacaklardır. Kendi fikirlerine güvenen, kendi
yasalarına güvenen bu insanlar Allah yoluna değer
vermeyeceklerdir.
İşte görüyoruz, Allah yasalarına
karşı gurur ve kibir içinde olup kendi yasalarını Allah yoluna tercih edenlerin,
şu anda meselâ daha önce uyguluyor oldukları yasaların İslâm’a ait, imânâ ait
bir konu olduğunu anladıkları andan itibaren onu hayatlarından çıkarmaya ve ona
karşı zıt davranışlar içine girmeye çalıştıklarını. Biz bunu Allah emrettiği
için değil kendi keyiflerimiz böyle istediği için yapıyoruz demeye çalışıyorlar.
Bile bile yanlışa kaymaya, bile bile Allah yasalarını reddetmeye çalışıyorlar.
Zulüm yanlıştır, bunu biliyorlar ama bile bile yapıyorlar. Zina, fâiz, kumar,
içki, fuhuş, azgınlık, küfür, şirk, inkar yanlıştır ama bunları bile bile
yapıyorlar. Allah’a kibir içinde bulunan bu insanlardan başkasını beklemek de
mümkün değildir zaten. Hakka düşman oluyorlar ve:
Sapıklık yolunu, küfür yolunu, isyan
yolunu, şirk yolunu, zulüm yolunu, cehenneme götüren yolları gördükleri zaman
da, Kur’an ve sünnetin dışında şeytanın gösterdiği ne kadar yol varsa onları
gördükleri zaman da onu kendilerine yol edinirler, hemen benimseyip sahip
çıkarlar o yollara. Bu yolları Allah yoluna tercih ederler. Yâni Demokrasi gibi,
laiklik gibi ne kadar sapık, ne kadar bâtıl yollar varsa onları kendilerine yol
edinirler. Kendileri için yol haline getirirler. Çünkü onlar Allah’ın
âyetlerini, Allah’ın yasalarını bildikleri halde kibirlerinden ötürü onları boşa
çıkarmışlardır. Allah’ın yasalarını terk edip kendi keyiflerine kendi
hayatlarına dönmüşlerdir.
Halbuki
Allah yolunun dışındaki tüm bu bâtıl yolları onlara şeytan süsleyip
göstermiştir. Şeytan onları sırat-ı müstakîmden uzaklaştırıp kendi yollarına
çekmiştir. Kendilerinin dosdoğru yol üzerinde oldukları zehabına sürüklemiştir
şeytan onları. Peki niye böyle cehenneme doğru, ateşe doğru yuvarlanıp giderken
hâlâ kendilerinin doğru yolda olduklarını, cennet yolunda olduklarını zannediyor
bu adamlar? Çünkü:
Çünkü bunlar bizim âyetlerimizi
yalan saydılar, âyetlerimizi yok farz ettiler, âyetlerimizi okudular, gördüler,
tanıdılar, bildiler ama hayatlarını bu âyetlerle düzenlemeye yanaşmadılar. Belki
dilleriyle bu âyetlerin varlığını ve bu âyetlere iman ettiklerini itiraf ettiler
ama hayatlarını onlarla düzenlemediler, âyetlerimizle amel etmediler. Hayat
programlarını âyetlerimizden almadılar. Bu âyetlerimiz konusundaki imanlarını
pratikte göstermediler. İmanlarının tasdikçisi olmadılar, imanlarının eylemcisi
olmadılar. Ya bunca âyetimizi yok farz ettiler, ya da âyetlerimizi kendi
hayatlarına delil getirdiler, kendi fikirlerini desteklemede kullandılar, kendi
hayatlarının meşruiyetine malzeme yaptılar.
147.
“Âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalan sayan kimselerin işleri boşa gitmiştir.
Onlar işlediklerinin karşılığından başka bir şeyle mi
cezalanırlar?
İşte böyle âyetlerimizi ve
âhiretteki randevuyu, âhiretteki buluşmayı yalan sayanların tüm amelleri boşa
gitmiştir. Çünkü Allah’ın âyetlerini ve bu âyetlerin haber verdiği âhiretteki
hesabı kitabı yok farz eden, yalan sayan insanların elbette ki hayat
programlarını âhi-ret inancına bina etmeleri mümkün değildir. Onlar tüm
hesaplarını dünya adına, dünyada bitecek bir anlayışa bina ettikleri için zaten
yaptıklarının hepsi boş ve dünyada kalıcı olacaktır. Onların amellerinin hiç
birisi âhirete intikal edecek değildir. Elbette bu insanlar da dünyada bir
şeyler yapıyorlar, ter döküyorlar, binalar kuruyorlar, yatırımlar
gerçekleştiriyorlar, harcamalarda bulunuyorlar. Ama unutmayalım ki Allah için
olmayan, Allah adına sonunda mükafat beklenmeden yapılanların tümü boştur. Allah
adına yapılmayan hiç bir amel değerlendirilmeye tâbi tutulmayacaktır. Allah
böylelerinin amellerine değer vermeyecek ve onlar için terazi mîzan vaz
edilmeyecektir.
Ama şurası da bir gerçektir ki
onlara asla zulüm de edilmeyecektir. Onlara hiç bir zaman haksızlık da
yapılmayacaktır. Onlar kendi amelleriyle kendi yaptıklarıyla
cezalandırılacaklardır. Bu adamlar dünyada kendi kendilerine, kendi hayatlarına,
kendi zamanlarına, kendi azalarına zulmettikleri için, kendilerini Allah’a
kulluk ortamından çıkarıp ya kendi hevâ ve heveslerine ya da Allah’tan
başkalarına kulluk ortamında tuttukları için
yâni kendi kendilerine yazık ettikleri kendilerini boşa harcadıkları için
yaptıklarının karşılığı kendilerine gösterilecektir. İşte böyle kimseler için
Rabbimizin adâleti böylece gerçekleşiyor anlıyoruz.
Çünkü adamlar dünyada Allah için,
Allah’la bağlantılı olarak hiç bir şey yapmadılar. Eğer başkaları için bir
şeyler yapmışlarsa e zaten bunun karşılığını dünyada almışlardı. Alkış, makam,
koltuk, şöhret, teveccüh, para, pul için yapmışlardı yaptıklarını. Zaten dünyada
aldılar bunun karşılığını. Ya da yaptıklarını putları için tâğutları için,
efendileri, ağaları, patronları, çevreleri, yönetmelikleri, adetleri, töreleri,
modaları için yapmışlardı. Eh verebileceklerse gitsinler mükafatlarını onlardan
istesinler. Bizler dünyada sizlerin hatırınıza çırpınmıştık, haydi bize cennet
verin desinler onlara.
Evet bu insanlar gösteriş için
çırpındılar. Hayranlarını çoğaltmak için çırpındılar. İnsanlar bizden söz
etsinler, insanlar bize değer versinler, insanlar bizi konuşsunlar ve bizi
alkışlasınlar dediler. Ve mil-yarlarca hayran buldular kendilerine, salonlarca
alkış buldular, insanlar kendileri önünde saygıyla eğildiler. İnsanlar kendileri
önünde kendilerinden geçtiler, kendilerini takdir edip alkışladılar. Dünyada
istemedikleri kadar şanlara şöhretlere ulaştılar. Para içindi yaptıkları
istemedikleri kadar paralar aldılar, en zengin biz olalım, insanlar sofralarında
bizi konuşsunlar diye çırpınıyorlardı Allah onlara bu istediklerinin kapılarını
açtı dünyada. İstedikleri her şeyi elde ettiler. Dünyada tüm ecirlerini yiyip
bitirdiler de âhirete bir şey bırakmadılar.
Kimileri de dünyada Allah’a ve
Allah’tan gelenlere düşmanlık yapmak istiyordu. Dilini müslümanlara çatmada
kullanmak istiyordu. Allah yasalarına kin kusmak istiyordu Allah onlara da
tattırdı bunu. Halbuki mü’min tüm hayatını Allah için yaşayan, tüm yaptıklarını
yarın Allah huzurunda vereceği hesaba kitaba bina eden kişidir. Yaptığı her
şeyin bir hesabını vereceği inancı içinde yaşayan kişidir
mü’min.
Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde
Rabbimiz yine İsrâil oğullarının sapmalarından söz etmeye devam edecek.
148.
“Mûsâ'nın ardından milleti, ziynet takımlarından, canlıymış gibi böğüren bir
buzağı heykeli yaparak onu ilâh edindiler. O buzağının kendileriyle
konuşmadığını ve yol da göstermediğini görmediler mi? Onu ilâh olarak benimseyip
kendilerine yazık ettiler.”
Hz
Mûsâ’nın vahiy almak üzere Tur dağına gitmesinden sonra kavminin yaptıkları
cinslikleri anlatıyor Rabbimiz. Bundan önce Rabbimizin bize haber verdiğine göre
bu adamlar kızıl denizi geçer geçmez puta tapan bir kavim görmüşlerdi de
gözlerinin önünde Firavunun kırbacı canlanmış veya ayının gözleri önünde
canlanan sıcak saç gibi onların gözlerinin önünde de şartlandırıldıkları
Firavunun eğitimi canlanmış ve Mûsâ (a.s)’dan kendilerine bir put yapmasını
istemişlerdi. Burada da yine Mûsâ (a.s)ın kırk gün kadar kendilerini Sina
çölünde terk etmesi sonucunda buzağıya tapınmaları
anlatılıyor.
Bakın bu adamlar Allah’ı
biliyorlardı, Allah’ın gücünü görmüşlerdi, Firavunun zulmünü görmüşler, Allah’ın
kendilerini onun zulmünden nasıl kurtardığını görmüşler, denizin yarılıp
kendilerinin sağ salim karşıya geçerlerken düşmanlarının nasıl boğulduklarını
gözleriyle görmüşler.
Peygamberi tanımışlar, peygamberin
ne için ve nereye gittiğini bilmişlerdi ama yine de zâlimliklerini ortaya
koyuyorlardı. Dediler ki nereye gitti bu Mûsâ? Eğer bir Allah aramaya gitmişse
birlikte arasaydık! Bizler onun yokluğuna dayanamayız! Onsuz biz kime
sığınacağız? Onsuz hayatımızı neyle dolduracağız? Olmaz biz onsuz yapamayız
edemeyiz! diyerek yanlarındaki mücevherlerini eriterek buzağı şeklinde bir put
yapıp Peygamberden boşalan hayatlarını onunla doldurmaya kalktılar. Allah onları
ineğe tapınmaktan kısa bir süre önce kurtardığı halde, onlar tekrar buzağıya
dönerek zâlimlerden oldular.
Bir de üstelik bunlar ineğe de
tapamıyorlardı. Çünkü Mısırdaki efendileri ineğe tapıyorlardı. Bunlar hâlâ
köleliği içlerinde taşıdıklarından efendilerinin taptıklarına tapamıyorlar da
ineğin küçüğüne yâni buzağıya tapınmaya çalışıyorlardı. Çünkü inek egemen
güçlerin efendilerinin tanrısıydı. Köleler ise daha küçüğüne tapabileceklerdi.
Efendileri onları öyle eğitmişlerdi. Firavunun eğitim sistemi bunu
gerektiriyordu. Sizler kölesiniz denmişti kendilerine. Sizler az gelişmişsiniz
sizler güçsüzsünüz denmişti kendilerine yıllar yılı. Firavunun eğitiminde
yetişen bu insanlar hiçbir zaman efendilerine kafa tutma cesaretini kendilerinde
bulamazlardı. Onların yaptıklarını yapma cesaretini de kendilerinde
bulamazlardı. Onlar için hayat daima efendilerini taklit ve efendilerinin
yolunda olmaktı. Efendilerinin yaşadıkları bir hayata yüz yıl sonra ulaşmak bile
onlar için bir şerefti.
İşte bundan dolayıdır ki
efendilerinin kendilerini göremeyecekleri kadar onlardan uzaklaşmış olmalarına
rağmen yine de aldıkları bu eğitimin etkisiyle eh ne yapalım büyükler büyüğe
tapar, biz küçükler de ancak ineğin küçüğüne tapabiliriz
diyorlardı.
Bir de dikkat ederseniz buzağı
ziynet eşyasından yapılıyor. Bugün de bakıyoruz ziynet eşyalarının, altının,
gümüşün, paranın putlaştırıldığını görüyoruz. İnsanlar bugün de bunlara
tapınıyorlar âdeta. Ziynet esasen süs demektir. Dünyanın süsü ve ziyneti. Bugün
de insanlar âdeta bunlara tapınıyorlar. Öyleyse biz de buna çok dikkat
etmeliyiz. Dünya ve dünyanın süsü ve ziyneti olan şeyler hayatımızda
putlaşmasın.
Peygamber kısa bir dönem aralarından
ayrılınca hemen putlarına putçuluklarına dönüverdiler. Elbette peygamberi yok
farz eden bir toplumun bundan başka yapabileceği bir şey de yoktu. Meselâ bakın
Hıristiyanlarda Allah’ın peygamberi Hz. Îsâ’yı hayatlarından kovup o hale
getirince rahat bir nefes alabildiler. Îsâ için Allah dediler, Allah’ın oğlu
dediler, yarı Allah yarı insan karışımı bir varlık dediler ve sonunda rahat bir
nefes alma imkânını elde ettiler. Allah, insan, yarı Allah yarı insan karışımı
bir varlık, bu bize örnek olamaz! Biz onun gibi olamayız! Dediler ve ondan
kurtuluverdiler.
Görmüyorlar mı ki bu put (buzağı)
onlarla asla konuşmuyor ve de onları doğru yola hidâyet de etmiyor. Yâni ne
kendileriyle konuşan ne de kendilerine yol gösteremeyen bir putu kendilerine
tanrı edindiler de böylece zâlimlerden oldular. Çünkü Rabbimizin Bakara’da
anlattığına göre put sevgisi bu adamların kalplerine âdeta içirilmişti.
Firavunun eğitimi veya kırbacı bu adamların kalplerini put sevgisiyle
doldurmuştu. Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ (a.s)’ın kendilerine dönüşü on gün kadar
gecikince biz onsuz hayatımızı bir şeylerle doldurmak zorundayız dediler ve
yanlarındaki mücevherlerini eritip buzağı şeklinde bir put yaptılar ve ona
tapınmaya başladılar. Samiri onu çok ustaca bir yükseğe koymuştu ki rüzgar ağız
tarafından girip ensesinden çıkarken bir böğürme sesi meydana gelmesini
sağlıyordu.
Evet Allah diyor ki görmüyorlar mı
bu adamlar o put kendilerine ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyor. Yâni ne
kendilerine bir hayat tarzı önerme gücüne sahip ne de onların hayatlarının her
bi kademesinde ne yapacakları konusunda bir şeyler söyleyebilir. Evet
kendilerine ne cennet yolunu ne de cehennem yolunu gösteremeyecek kadar akılsız,
cansız, bilgisiz varlıklardır o putlar.
149.
“Elleri böğründe, çaresiz kalıp, kendilerinin sapıtmış olduklarını görünce:
"Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, andolsun ki mahvoluruz"
dediler.”
Yâni
bunlar yapmış oldukları bu işin yanlışlığını anlayıp bu işten pişman olduklarını
ortaya koyunca dediler ki ey Rabbimiz eğer bize acımaz, merhamet buyurmaz ve
bizi bu yaptıklarımızdan ötürü bağışlamazsan o zaman hem dünyada hem de Ukba’da
bizler zarara uğrayanlardan ve kaybedenlerden oluruz dediler.
Bu sözü Hz. Mûsâ (a.s)’ın Tur
dağından dönüşünde onları bu vaziyette görünce kendi yerine vekil bıraktığı
kardeşi Hz. Hârun’u ve kavmini azarlamasından sonra söylemişlerdir. Ha Mûsâ’nın
hem Hârun’u hem de kendilerini şiddetle azarlamasından sonra hata ettiklerini
anlıyorlar, yaptıklarından ötürü pişman oluyorlar ve Rablerine yalvarmaya
başlıyorlar. Tıpkı atamız Adem’le Anamız Havva’nın hatalarını anlar anlamaz
Rabbimize ettikleri duanın aynısını yapıyorlar. Eğer bizi yarlığayıp affetmezsen
biz ebedîyen kaybedenlerden oluruz ya Rabbi diyorlar.
Biz de zaman zaman hata edebiliriz.
İnsan olmamız hasebiyle, beşer olmamız hasebiyle zaman zaman nefsin ve şeytanın
iğvalarıy-la ayaklarımız kayabilir, hata edebilir, yanlışa düşebiliriz. İnsan
hata etmeyen, gaflet etmeyen, günaha düşmeyen değildir. Bunlar olabilir ama
önemli olan hatada, günahta ısrar etmemektir. Hatayı öğrendiğimiz andan itibaren
hemen tevbe edip Rabbimize yönelmek, düşer düşmez doğrulup kıblemizi değiştirmek
Rabbimize yönelmek zorundayız.
150.
“Mûsâ, milletine kızgın ve üzgün olarak dönünce "Benim arkamdan ne kötü
olmuşsunuz! Rabbinizin emrinin çabuk gelmesini mi istiyorsunuz?" dedi, levhaları
attı ve kardeşinin başından tutup kendisine doğru çekti. Harun: "Ey annem oğlu!
Bu millet beni küçümsedi; az kalsın öldürüyorlardı. Bana düşmanları sevindirecek
şekilde davranma beni bu zâlim milletle bir sayma"
dedi.”
Mûsâ
(a.s) çok üzgün ve kızgın, öfkeli bir durumda kavmine döndüğü zaman kavmine dedi
ki benim arkamdan ne kötü bir halef oldunuz? Benden sonra niye böyle kötü bir
halef oldunuz? Ben sizi kısa bir zaman için terk ettim diye, kısa bir süre sizin
yanınızdan ayrıldım diye, benim arkamdan niye hemen buzağıya tapındınız?
Rab-binizin azap emrinin bir an evvel gelip sizi kuşatmasını mı bekliyor-sunuz?
Allah’ın belâsını mı bekliyorsunuz? Rabbinizin emri konusunda acele mi
ediyorsunuz? diyerek gazabını ve üzüntüsünü izhâr etti ve:
Levhaları
attı ve kardeşi Hârun’un başından tutup kendisine doğru çekerek bana böyle mi
halef olunur? Benim arkamdan böyle mi halef oldun? Ben seni yerime niye
bırakmıştım? Tura giderken sen onlara göz kulak olasın diye, onlara nasihat
ederek küfre ve isyana düşmelerini engelleyesin diye seni arkamda halef
bırakmıştım. Sense benim yerime ne kötü halef oldun. Bana ne kötü halîfelik
yaptın. Bu kavmimin buzağıya tapınmalarına, şirke düşmelerine göz yumup müsaade
ettin diyerek kardeşi Hârun’a çıkışmaya başladı.
Harun (a.s) diyor ki ey annem oğlu!
Bu millet beni küçümsedi. Kavmim beni zayıflattı. Az kalsın neredeyse beni
öldürüyorlardı. Düş-manlarımın gözleri önünde beni rezil etme. Bana düşmanları
sevindirecek şekilde davranma. Ve sakın beni bu zâlim milletle bir sayma dedi.
Beni bu zâlimlerle beraber kabul etme. Beni bu zâlimlerle aynı kefeye koyma
benin bunlarla da yaptıkları bu şirkleriyle de uzaktan ve yakından bir ilgim
alâkam yoktur diyordu.
Evet Harun (a.s) ey annemin oğlu
diye söze başlayarak Mûsâ (a.s)’ın kardeşlik duygularını tahrik edip devreye
sokuyordu. Ey annemin oğlu; beni kınama benim bu konuda gücüm yetmedi. Bu kavim
benim üzerime galip geldiler. Kendilerini uyardığım zaman, bu yaptıklarının şirk
olduğunu, küfür olduğunu kendilerine anlatıp onları bu işten menettiğim zaman
benim üzerime o kadar saldırdılar, o kadar yüklendiler ki az kalsın beni
öldürüyorlardı. Bunları bu işten engellemeye çalıştım ama gücüm yetmedi, beni
dinlemediler. Onun içindir ki bu zâlim toplum karşısında beni azarlama ey
annemin oğlu. Bu zâlimler karşısında beni küçük düşürme. Ve sakın beni bu
zâlimlerle bir tutma diyordu Harun (a.s). Çünkü bu adamlar gerçekten zâlimlerden
olmuştu. Kısa bir süre Allah’ın elçisi yanlarından ayrılıp Tur’a vahiy almaya
gidince hemen sanki Allah’ı hiç tanımamışlar gibi, sanki Allah elçisi Hz.
Mûsâ’yla hiç tanışmamışlar gibi, sanki kendilerini Firavunun zulmünden kurtaran
Allah olmamış gibi, sanki Kızıl deniz kendileri için yarılmamış, kendileri sağ
salim karşıya geçip de gözlerinin önünde dünyanın en zâlim en despot adamı
Firavun ve avanesi askerleri ge-bermemiş
gibi kısa bir süre Allah’ın elçisi aralarından ayrıldı diye hemen eski
küfürlerine, eski şirklerine dönüp buzağıya tapınmaya başlayıverdiler ve
zâlimlerden oldular.
Ama Allah’ın elçisi Harun (a.s) hiç
bir zaman onların bu kü-fürlerine, bu şirklerine rıza göstermemiş, elinden
geldiği kadar, gücü yettiği kadar onlarla bu konuda mücâdele vermiş ama, yalnız
olmasından dolayı güç yetirememiş ve onları bu işten engelleyememiştir. Eğer
Harun (a.s) onların bu yaptıkları şirke ses çıkarmamış olsaydı, onlarla
mücâdeleye tutuşmamış olsaydı, eğer bu adamların yapmış ve tapınmış oldukları bu
heykele rıza göstermiş olsaydı o zaman Harun da aynen onlar gibi olacaktı. Onlarla aynı kefede, aynı konumda olacaktı.
Zâlimlerin zulmüne, müşriklerin şirkine ses çıkarmayarak onların eylemlerine
ortak olmuş olacaktı.
Lâkin
Allah’ın elçisi Hz. Harun böyle bir toplum içinde çalışıp çırpındığından dolayı,
onları bu işten vaz geçirmek için elinden geleni yaptığından dolayı onların ne
küfürlerine, ne şirk ve zulümlerine ortak olmayacaktır. Çünkü o onların
şirklerine ve zulümlerine ne bizzat onu kabul ettiğini söyleyerek ne de ses
çıkarmayarak destek olma durumuna asla düşmedi. İşte onun içindir ki Harun (a.s)
kardeşi Mûsâ (a.s)’a diyor ki: Ey annemin oğlu! beni bu zâlimlerle bir tutma.
Evet bundan şunu anlıyoruz: Eğer bir
toplumda bir zulüm varsa, eğer bir toplumda şirk varsa, küfür varsa, ahlâksızlık
ve haksızlık varsa ve eğer o toplumun üyeleri olan bizler toplumdan bu küfrün,
şirkin ve zulümlerin kalkması kaldırılması adına ciddi bir çalışmanın bir
mücâdelenin içine girmiyorsak, eğer karşı çıkmıyor, tavır almı-yorsak, susmayı
tercih ediyor, sineye çekiyorsak bilelim ki onların küfürlerinin şirklerinin ve
zulümlerinin tümüne bizler de ortağız demektir.
Ama biz, bize
düşen mücâdeleyi yaptığımız halde bu insanların şirklerini ve zulümlerini
engelleyemiyorsak o zaman onların yaptıklarından bizim bir sorumluluğumuz
olmayacak demektir.
151.
“Mûsâ" Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bize acı Sen merhametlilerin
merhametlisisin" dedi.”
Hz
Mûsâ’nın bu duasından da anlaşılıyor ki artık o kavim içinde onları şirke
düşmekten engelleme konusunda elinden geleni yapan Hz. Hârun’un suçsuzluğu Mûsâ
(a.s) tarafından da anlaşılmıştır. Onun içindir ki Hz. Mûsâ (a.s) sadece kendisi
için değil aynı zamanda kardeşi Harun için de dua ediyordu. Kendisi için de af
diliyordu Allah’tan çünkü onu kendi yerine vekil tayin eden bizzat kendisiydi.
Bundan da anlıyoruz ki bir yere idareci tayin eden bir devlet başkanı, tayin
ettiği kişinin yaptıklarının tümünden sorumludur. Çünkü onu oraya tayin eden
kendisidir.
Öyleyse
kişiler seçtiklerinin yaptıklarından sorumlu olduklarını unutmamalıdırlar. İşte
bunun içindir ki Hz. Mûsâ olup bitenlerden ötürü önce kendisini sorumlu kabul
edip kendisi için af diledikten sonra yerine tayin ettiği kardeşi hakkında dua
ediyor.
152. “Buzağıyı tanrı olarak benimseyenler, Rablerinin
öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır; iftira edenleri böylece
cezalandırırız.”
Evet
o Allah’ı bırakıp da buzağıya tapınanlar, buzağıyı kendilerine Rab edinenler,
heykelleri Rab ve İlah kabul edenler, bu putların arkasında kendi
egemenliklerini, kendi hevâ ve heveslerini, kendi düzenlerini putlaştıranlar
kendi yasalarını Allah yasalarının önüne geçirenler, kendi sistemlerini vahyin
yerine ikâme edenler, bunlarla toplumlara yön vermeye, toplumların hayatlarını
düzenlemeye çalışan kimselere Allah’tan bir gazap gelecektir. Allah’ın
rahmetinden, Allah’ın yardımından uzak oluş gelecektir. Allah’ın rahmetinden
mahrum oluş yanında bir de dünyada bir horluk, hakirlik ve zillet vardır onlar
için. Dünyada aşağılık mahluklar olacaklardır onlar.
Evet heykellerin peşinden giden,
heykelleri putlaştıran, heykelleri tanrılaştıran, buzağıları diken ve onların
arkasında kendi fikirlerini, kendi görüşlerini putlaştıran, vahyi bırakıp da
kendi hevâ ve heveslerini, kendi yasalarını putlaştıran hangi insan, hangi
toplum olursa olsun onun âkıbeti Rablerinin rahmetinden mahrum olmak, Allah’ın
gazabına maruz kalmak ve yeryüzünde aşağılık horluk ve zillet damgasını
yemektir. Putların ya da putlaştırılmış insanların yasalarının hâkim olduğu tüm
toplumların alın yazısıdır bu. Allah yasalarını bırakıp insan yasalarını tercih
eden toplumlar zillete ve meskenete mahkum olacaklardır. Kesinlikle izzetlerini
ve şereflerini kaybedecekler, şahsiyetleri silinecek, kimlikleri kalmayacak,
tarihleri kaybolacak, kültürleri, inançları yok olacak kendi varlıklarını bile
koruyamayacaklar ve yeryüzünde güçlü toplumların kulu kölesi olmak zorunda
kalacaklardır. Kendilerine egemen güçler ne derlerse ne emrederlerse onu yapmak
zorunda kalacaklardır. Hukuklarını onlar belirleyecek, eğitimlerini onlar
ayarlayacak, yazılarını, tarihlerini, takvimlerini, kılık kıyafetlerini her
şeylerini onlar ayarlayacaktır. Berikiler de onların kulu kölesi
olacaklardır.
Puta ya da putlaştırılmış varlıklara
tapan, putlaştırılmış varlıkların yasalarını uygulayan insanların belki ilk
zilletleri kendi elleriyle yontup yaptıkları putlar huzurunda secdeye varmaları
ve kendileri gibi âciz varlıklara kulluk zilletine katlanmalarıdır. İnsanın bir
eşyaya ya da kendisi gibi âciz bir insana tapınması, onun önünde eğilmesi kadar
alçaltıcı bir şey düşünmek mümkün değildir. Düşünebiliyor musunuz insanlar kendi
elleriyle put yapacaklar, kendi elleriyle yasa koyacaklar ve bunları koruma
görevini de kendi üzerlerine alacaklar
bunları korumak için de paralar harcayacaklar bundan daha aşağılık bir
şey olamaz yeryüzünde.
Ve bir de üstelik bu putların
koydukları yasaların tutarsızlıkları, uygulanırsızlıkları yüzünden çağın
gerisinde kalmaya, yeryüzünün dilencileri konumuna düşmeye sabretmeleri, onları
değiştirmeye cesaret edememeleri de
zilletin ve meskenetin zirvesidir belki. Allah di-yor ki
bakın:
İşte müfterileri böylece
cezalandırırız. İşte Allah’ın hayat programından kaçıp hayat programı budur
diyerek Allah’tan başkalarının yasalarını hâkim kılarak iftira edenleri böylece
cezalandırırız. Allah’ın dinini bırakıp kendi hevâ ve heveslerini onun yerine
geçiren kendi kafalarına göre bir hayat tarzı geliştiren müfterileri işte
böylece cezalandırırız diyor Rabbimiz. Evet Allah’a karşı din uyduran, Allah’a
karşı yasa belirleyen kimselerin âkıbetleri işte budur. Ama şunu da asla
unutmayın ki:
153.
“Kötülük işleyip ardından tevbe edenler ve inananlar bilsinler ki Rabbin, bu
hareketlerinin ardından şüphesiz bağışlar ve merhamet
eder.”
Kötülük
işleyenler, hattâ bu kötülükleri Allah’tan başkalarına tapınmaya kadar, küfre
kadar, şirke kadar varanlar, heykelciliklere ve heykellere tapınmaya kadar
varanlar, işledikleri kötülükler ne olursa olsun, ne kadar olursa olsun eğer
tevbe ederler bu yaptıklarından vaz geçerler akıllarını başlarına alarak Allah’a
Allah’ın istediği biçimde iman ederlerse, Allah’la barışırlarsa, Allah
yasalarını uygulamaya başlarlarsa muhakkak ki Allah onları bağışlayacak ve
kendilerine merhametle muamele edecektir. Öyleyse ey insanlar dönün Allah’a o
Allah Ğafûr ve Rahîmdir. Allah yaptıklarınızı silecek ve size rahmetiyle muamele
edecektir bundan hiç şüpheniz olmasın.
Demek ki putlara tapınacak kadar,
heykellerin önünde eğilecek kadar, Allah’la çatışma noktasına gelecek kadar
yoldan çıkmış bir toplumun bile temizlenme ve arınma yolları daima açıktır.
Toplumlar bu noktaya düşebilirler. Allah’ı unutup başka şeylere tapınacak kadar
alçalabilirler. Allah yasalarını bırakıp insan yasalarını uygulayarak Allah’la
harbe tutuşurcasına bir kısım tâğutları ona eş ve ortak koşacak bir duruma
gelebilirler. Veya Allah kanunlarını bir tarafa atarak kendilerine egemen olan
toplumların kanunlarını uygulama noktasına düşebilirler. Kendilerine egemen olan
toplumların tanrılarından daha düşük tanrılara tapınacak hale gelebilirler. Ama
bilelim ki ne yaparlarsa yapsınlar tevbe kapısı her zaman için açıktır onlar
için. Yeniden Allah’a dönebilme, yeniden Allah’ın kitabına dönebilme imkânları
her zaman mevcuttur. Böylece yeniden Allah’ın affına Allah’ın merhametine ve
nimetlerine ulaşma imkânları olabilecektir.
Evet Allah bu kadar Ğafur ve
Rahîmdir. Yalnız unutmamak lâzımdır ki Rabbimizin affına lâyık olabilmenin
şartları vardır. Âyet-i kerîmenin ifadesine göre tevbe edilecek. Yaptıklarımıza
son verecek, kıblemizi değiştirecek, hayat programlarımızı değiştirecek sonra da
durumumuzu düzelteceğiz. O zaman Rabbimizin affedemeyeceği hiç bir günah yoktur.
Değilse hayatımızı değiştirmiyorsak, zulüm şirklerimize devam ediyorsak asla
Rabbimizin affına ve mağfiretine mazhar olamayacağız
demektir.
154.
“Mûsâ, öfkesi yatışınca, bir nüshasında Rablerinden korkanlar için doğru yol ve
rahmet yazılı olan levhaları aldı.”
Mûsâ
(a.s)’ın gazap ve öfkesi dinince, yâni sakinleşip o hal kendisinden geçince.
Yâni az evvel Mûsâ’ya hükmeden gazap hali gidip yerine sükûnet hali gelince.
Çünkü az evvel Mûsâ (a.s)’ma hükmeden, ona kavmine kız, kardeşinin başından
tutup onu salla, levhaları elinden at diyen gazaptı. Yâni gazap insanın aklını
başından alan düşünme yeteneğini gideren bir durumdur. Onun içindir ki gazaplı
haldeyken kişi ne yaptığını, ne söylediğini bilemez. Onun içindir ki bizi bizden
çok iyi bilen Rabbimiz gazaplı haldeyken insanların hüküm vermelerini
yasaklamıştır.
Gazap; insanın öfke ile insanlıktan
çıkığı andır. İnsanlık önün-deki iki hadiseden birini seçme özelliğidir. Halbuki
gazaplanınca seç-me özelliği gider insandan. Dolayısıyla bu durumda insan
insanlıktan çıkmıştır. Bundan sonra pek çok muharremat birbirini takip eder.
Harpler, darplar, kavgalar, katl olayları, zulümler düşmanlıklar, kazf, yalan
isnadı, iftira, talak ve tüm fuhşiyyatlar gazaplanmanın sonunda meydana gelir.
İşte böyle gazaplandığı bir anda, gazap makamında bulunduğu bir anda gazabına
sahip çıkarak, kendisine sahip çıkarak gazabının gereğini yapmayan, Allah’ın
kendisinden istediklerinin dışına çıkmayan kimseyi de Allah cehenneminden ve
şeytandan emin kılacaktır.
Taberânî’nin Hz. Enes’ten rivâyet
ettiği bir hadislerinde de Allah’ın Resûlünün şöyle buyurduğunu
biliyoruz:
“Şu
üç şey iman ahlâkındandır.
1:
Öfkelendiği zaman öfkesine bâtıl sokmamak,
2:
Hoşlandığı zaman sevgisinden hakkı çıkarmamak,
3:
Kendisine ait olan şeyi almaya gücü yettiği halde almayıp
vazgeçmek”
Ama şurası da bir gerçektir ki gazap
bazı yerlerde gereklidir. Hattâ bazı konularda gazaplanmayan kimse mümin bile
değildir.
Rasûlullah’a bakıyoruz. Bize
gazaplanmayın diyen Rasulullah efendimizin hayatını izliyoruz. Zira biz dini
ondan öğreniriz. O ne yaptı? Nasıl yaptıysa? Ne dediyse? Ne dememizi ve nasıl
dememizi istemişse, na yapmamızı ve nasıl yapmamızı istemişse işte bizim ölçümüz
odur. Bakıyoruz ki demin de ifade ettiğim gibi Allah’ın Resûlü nefsi adına şahsı
adına hiç gazaplanmamış.
Hz.
Enes (R.A.) on yıl kendisine hizmet etmiş yaptığı bir şeyden ötürü bunu niçin
yaptın? Yapmayıp ihmal ettiği bir şeyden
dolayı da niçin yapmadın? diye bir defa da olsun onu azarlayıp ona
ga-zaplanmamıştır. Ama Kur’an’ın tümü kendisinin ahlâkı olan Allah’ın Resûlü,
Allah’ın kerih gördüğü bir meseleyi duyar ya da görürse, Allah’ın emirlerinin ve
yasalarının çiğnendiğini görür ya da duyarsa öyle bir şiddetle gazaplanır ve
öfkelenirdi ki hiç kimse onu durduramaz hiç kimse onu
susturamazdı.
İşte Rabbimizin insan fıtratına
koyduğu gazap yasası burada geçerlidir. Böyle yerlerde müslüman gazaplanmalıdır.
Diniyle alay edildiğini, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın şeriatıyla alay
edildiğini gördüğü yerde bir müslümanın yerinde duramaz hale gelip alaycıların
beyinlerinde patlayacak bir bomba gibi gazaplanması gerekmektedir. Allah
düşmanlarının suratlarında patlayacak bir şamar gibi gazaplanması gerekmektedir.
Zaten böyle durumlarda gazaplanmayan bir kimsenin müslümanlığından da şüphe
edilir. Gözlerinin önünde Allah’ın emirlerinin çiğnenmesi karşısında
gazaplanmamak zilletin ta kendisidir.
Hattâ İmam Şafiî efendimiz kızılması
gereken bir durum görüp de kızmayan kimsenin eşek olduğunu söyler.
Evet Allah’ın gazabının olduğu yerde
müslüman da gazap-lanmak zorundadır. Mü’minler Rablerinin gazabıyla gazaplanan,
rı-zası sebebiylede razı olan insanlardır.
Bakın
A’râf sûresinin 154. âyetinde Allah’ın gazabını celp edecek bir konumda
toplumunun kendisinin yokluğunda Allah’ı unutup onun yerine Buzağıya
tapındıklarını ve şirke düştüklerini görünce
Hz. Mûsâ (a.s)’ın da son derece gazaplandığı, hattâ Tevrat levhalarını
elinden attığı ve gazabı dinince onları yeniden eline aldığını görüyoruz.
Elbette
çevresindekilerin Allah’a kulluğu bırakıp da tâğutların peşine takıldıklarını,
Allah yasalarını terk edip insan yasalarına kul köle olduklarını, cennet yolunu
terk edip süratlice cehenneme doğru gittiklerini gören bir müslümanın bu duruma
gazaplanmaması mümkün değildir. Bir müslümanın böyle bir durumda rahat bir hayat
yaşaması mümkün değildir. Bu durumu değiştirmek ve Allah’ın gazabından korunmak
için bir müslümanın elinden ne geliyorsa yapması gerekmektedir.
Meselâ bir defasında Hz. Ömer elinde
Tevrat nüshaları olduğu halde Rasûlullah’ın huzuruna gelir. Rasûlullah’ı teyid
eden deliller bulurum kanaatiyle elindeki Tevrat nüshalarını okumaya başlar.
Onun bu durumuna şahit olan Allah’ın Resûlü son derece gazaplanır. Rasulullah
efendimizin gazaptan yüzünün kıpkırmızı kesildiğini gören sahâbe-i kirâm
efendilerimiz Hz. Ömer’i uyarırlar. Ey Ömer bırak onu okumayı! Vallahi yaptığın
bu işle Rasûlullah’ı gazaplandırdın derler. Farkında olmadan Rasûlullah’ı
gazaplandırdığını gören Hz. Ömer derhal onları elinden atar ve vallahi ya
Rasulullah gönlüm bunlara meyletmiş filan değildir. Vallahi ya Rasulallah kalbim
bu paçavralara kaymış filan değildir. Galiba beni yanlış anladınız. Vallahi ben
din olarak İslâm’dan, kitap olarak Kur’an’dan Rasul olarak da senden ra-zı
oldum. Bu paçavralara meylettiğimden, bunlara değer verdiğimden ötürü değil
belki sizin risâletinize delil bulurum niyetiyle okumuştum diyerek onun gazabını
dindirir ve gönlünü almayı becerir.
Yâni
şimdi şu anda müslümanların Allah’ın kitabının önüne yığınlarla beşer
kitaplarını geçirdiklerini, Allah’ın kitabıyla bilgilenmek yerine insan
kitaplarıyla bilgilenmeye çalıştıklarını görseydi ne kadar gazaplanacaktı varın
onu siz düşünün.
Yine Rasulullah bir defasında Hz.
Aişe’nin evinde sûretli bir kumaş görür, bu münker karşısında öylesine
gazaplanır ki Allah’ın Resûlü ta ki Ayşe anamız onu kaldırıncaya kadar gazabı
dinmez. Evet İslâm’ın yasak dediği, Allah’ın haram dediği bir münker karşısında
biz de aynen Rasulullah efendimiz gibi gazaplanacak ve o münker kaldırılıncaya
kadar Allah için gazabımız da dinmeyecektir. Evimizde hanımlarımızın veya
çocuklarımızın Allah’ı kızdıracak bir davranışlarını gördüğümüz zaman veya
çevremizdeki insanlarda Allah’ın gazabını celp edecek bir davranış gördüğümüz
zaman onları bu işte vazge-çirinceye ve Allah’ın gazabından emin oluncaya kadar
gazaplanacak ve o durumu kabul etmeyeceğiz.
Bakın Allah’ın Resûlü Medine’de bir
müslüman kadının örtüsüne saldıran Yahudilere karşı son derece gazaplanmış ve
onlarla sonuna kadar savaşmıştır. İşte bu konu mü’minin gazaplanma sebebidir.
Gözlerimizin önünde mü’minelerin namuslarıyla oynayacaklar, iffetlerini rencide
edecekler ve biz gazaplanmayacağız bu kesinlikle mümkün değildir.
Yine Hendek günü ikindi namazını
kıldırmaya fırsat bırakmayan müşriklere gazaplanıp beddua ettiğini biliyoruz
Rasulullah efendimizin. Bir Arâbî’nin saygısızca yakasından tutarak asılmasına
ve mübârek boyunlarında kıpkırmızı iz bırakmasına nefsi için gazap-lanmayan
Allah’ın Resûlünün Hendekte müslümanların ikindi namazlarını kılmalarına fırsat
vermeyen müşriklere karşı:
“Allah’ım
onların karınlarını ve evlerini ateşle doldur”
Diye
beddua ediyordu. Öyleyse bizler de müslümanları namazdan engelleyen her şeye
gazaplanıp lânet okuyacağız. Meselâ namazı engelleyen şu andaki materyalist
eğitim sistemimidir? Namazı engelleyen hayat programımıdır? İnsanlar mıdır?
Kimse buna gazap-lanıp değiştirmek için, namazla insanların arasına konmuş tüm
engelleri, tüm barikatları kaldırmak için elimizden gelen her şeyi yapmak
zorundayız.
Evet Hz. Mûsâ’nın gazabı
dinince:
Turdan getirmiş olduğu Levhaları
aldı. Ki onun bir nüshasında Rablerinden korkanlar için doğru yol ve rahmet
yazılı idi. Aslında tüm kitapların özelliğidir bu. Rabbimizin insan hayatını
düzenlemek üzere gönderdiği tüm kitaplarında olduğu gibi Hz. Mûsâ’ya gönderdiği
Tevrat’ta da hidâyet ve rahmet vardı. Yâni o kitap, tüm kitaplar insanlığın
hayat programı olarak onları hem dünyada mutlu etmek hem de onları cennete
ulaştırmak özelliğine sahiptir. Ama tâbi Rablerinden korkanlar Rablerine,
Rablerinin istediği biçimde iman edip Onunla, O’nun kitabıyla yol bulmaya
koşanlar için.
Bakara sûresinde:
Müttakılerin
kılavuzu, mihmandarı yol göstericisi olarak tarif buyurulan kitap En’âm sûresinde de:
İnsanların
tamamı için hidâyettir diye kendisini tanıtır. Aslında kitap herkese genel
mânâda hidâyeti göstermek için inmiştir. Ama herkes bu kitabın hidâyetini kabul
etmede, isteyerek bunun hidâyetini seçmede eşit olmayacaktır. Kimileri bununla
hiç ilgilenmeyecek, bunu anlamaya yanaşmayacaktır. Bakıyoruz Hâdî kelimesi,
hüden kelimesi Kur’an’da on beş ayrı mânâda kullanılmıştır. Allah hüdendir,
Tevrat hüdendir, Kur’an hüdendir, Kâbe hüdendir, Peygamberimiz hüdendir, başka
hüdenler de vardır Kur’an’da. Buna göre hüden olarak ne peygamberimizin, ne
Kâbe’nin ne de kitabın bizzat kendisi
birinin elinden tutup dini kabul ettirici olma derecesine vardıramaz meseleyi.
Yâni
gerek kitabın ve gerekse Peygamberimiz bizzat insanların kalplerine imanı
sokmakla değil, bu imanı insanlara tanıtmakla mükelleftirler. Öyleyse bir kimse
kitaba yanaşmadı mı kitap kimseye hidâyet edemez. Kitaba yaklaşan kişi eğer
onunla yol bulmak isterse ancak o, o zaman hidâyet edebilir. çünkü "Hüden
lin nas"
dır kitap. Ama "Hüden
lil müttakin"
dir de aynı zamanda. Ne demek o? Yâni herkese yol gösterecek kapasitede değil.
Yâni herkes bununla yol bulmak istemez, herkes buna yol sormaya gelmezse o
zaman, o sadece takvalılara yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir.
Ötekiler için hattâ yine Kur’an’ın ifadesiyle bu kitap kimilerinin zararını,
ziyanını artıracaktır.
"Kur’an zâlimlerin ancak zararını
artırır."
(İsrâ
82)
Evet kitap hidâyettir ama aynı zaman
da rahmettir de. Kullarına rahmetinin gereği olarak göndermiştir Rabbimiz
kitaplarını. Bakıyoruz kitabın indirilişiyle birlikte, kitabın indirilişinin
zikriyle birlikte he-en Rabbimizin Rahmân ve Rahîm oluşunun zikredildiğini
görüyoruz. Kitabın inzalinin hemen yanı başında Rabbimizin Rahmân ve Rahîm
oluşunun gündeme getirilmesinden anlıyoruz ki bu kitap Rahmân ve Rahîm olan bir
kaynaktan gelmektedir. Bu kitap Rabbinizin Rahmân ve Rahîm sıfatlarının
tecellisidir.
Yâni
bu kitabını Rabbiniz size mahza rahmetinin gereği olarak indirmiştir. Size
merhamet ettiği, size acıdığı için, sizin yeryüzünde ne yapacağınızı bilmez bir
vaziyette bocalamanıza razı olmadığı için rahmetinin gereği olarak Rabbiniz size
bu kitabı vasıtasıyla kendi bilgisini indirmiştir. Eğer Allah size merhamet
buyurup da bu kitabı vasıtasıyla kendi bilgisini indirmeseydi sizler karanlıklar
içinde ne yapacağınızı bilmez bir vaziyette kalırdınız.
Evet o Rabbiniz ki rahmeti gereği
sizi yaratan, sizi yoktan var eden, yaratılış öncesi sizin için dünyada her şeyi
hazırlayan, sizin için tüm şartları hazırlayan, yaratılış sonrası için de size
rızık verip sizi doyuran, sizi yaşatan ve bir de hayatınızı düzenlemeniz için
size kitap gönderen Rabbinizdir. Şimdi mahza kendilerine karşı rahmet olarak
gönderilen bu kitaba karşı kayıtsız kalan, ilgisiz kalan, hattâ onu inkar eden,
bu hayat programından habersiz bir şekilde kendilerine hayat programı yapmaya
kalkışan kimselerden daha zâlim kim vardır? Kendilerini bu kitaptan, bu kitabı
kendilerinden uzak tutan insanlardan daha zâlim kim olabilir? Rableri
kendilerine acıdığı için karanlıklarda kalmasınlar diye bir hayat programı
gönderiyor, kendilerini muhatap kabul edip kendi bilgisini gönderiyor onlara,
onlarsa bu rahmet kaynağına karşı ilgisiz kalarak kendilerini Rablerine kulluk
ortamından uzaklaştırarak başkalarına kulluğa koşuyorlar. Bundan daha büyük bir
zulüm olur mu? Bundan daha büyük bir nankörlük olur mu?
Evet bu kitap Rahmet kaynağı olan,
kullarına karşı sonsuz Rahmet ve merhamet sahibi bir Allah’tan gelmiştir.
Kullarına rah-metinin gereği olarak bu kitabını göndermiştir Rabbimiz. Bu
kitabın gelişi sadece bu kitaba iman edenler için değil tüm âlemler için bir
rahmettir. Sadece bu kitaba iman edip onunla amel eden, bu kitabı kendilerine
hayat programı yapan mü'minlere değil aynı zamanda bu kitabı reddedip onunla
diyalog kurmaya yanaşmayan insanlar için de rahmettir bu kitap. Sadece insanlar
için değil aynı zamanda tüm canlılar içinde bir rahmettir bu kitabın gelişi.
Bundan sonra Rabbimiz yine Hz. Mûsâ (a.s)’ın toplumuyla ilgili bir başka konuyu
gündeme getirerek şöyle buyuruyor:
155.
“Mûsâ, tayin ettiğimiz müddette milletinden yetmiş kişi seçti; onları sarsıntı
tutunca dedi ki: "Rabbim! Dileseydin daha önce beni ve onları yok ederdin,
aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi yok eder misin? Bu, senin
imtihanından başka bir şey değildir, bununla dilediğini saptırır, dilediğini
doğru yola iletirsin; bizim dostumuz sensin; bizi bağışla, bize merhamet et. Sen
bağışlayanların en iyisisin.”
Mûsâ (a.s) toplumundan yetmiş kişiyi
seçti. Rabbimiz kendisine kulluğu terk ederek buzağıya tapan bu insanların
tümünün affedilmeleri için onların içinden yetmiş kişinin seçilip kendisinden af
dilemeleri için bir vakit tayin etmişti. Veya Kur’an’ın değişik yerlerinde
anlatıldığına göre Mûsâ (a.s)’ın toplumu ey Mûsâ bizler Allah’ı açıkça
görmedikçe sana inanmayacağız dediler de, Mûsâ (a.s)’ da onları seçip Tur’a
götürdü.
Bunlar bu defa da biz Allah’ı açık
açık görmedikçe kesinlikle inanmayacağız ey Mûsâ! diye tutturunca rivâyetler
gösteriyor ki, Hz. Mûsâ bunlardan kendi içlerinden yetmiş kişiyi seçip
kendisiyle birlikte Tura göndermelerini istedi. Âyet-i kerîme bunların sayısının
yetmiş kişi oldukları anlatılır. Hz. Mûsâ kavmin seçtiği bu yetmiş kişiyle
beraber Tura gitti. Bunlar buzağıya tapan arkadaşları namına özür
dileyeceklerdi. Yada Hz. Mûsâ (a.s)’ın Allah’la konuşmasına şahit olacaklardı.
Burada Cenâb-ı Hakkın Hz. Mûsâ ile
konuşmasına şahit oldukları halde, hayır bu yetmez ey Mûsâ senin Rabbini açık
açık gözlerimizle görmedikçe inanmayacağız dediler. Sonra:
Onları bir yıldırım, bir sarsıntı,
bir ateş veya geberin diye bir ses yakalayınca, sanki alın öyleyse Allah’ı ancak
böyle görebilirsiniz! dercesine Allah onların tamamının işini bitiriverince Hz.
Mûsâ dedi ki:
Ya Rabbi!
Eğer sen dileseydin onları daha önce de helâk ederdin. Ta o seni bırakıp, sana
kulluğu terk edip de buzağıya tapınmaya başladıkları anda, buzağıya tapınanlara
ötekilerin engel olmadıkları anda onları da beni de öldürürdün ya Rabbi diyerek
Hz. Mûsâ ağlamaya başlamıştı. Sana kulluğu bırakıp puta tapınmaya çalışan veya
seni görme cinnetine kapılmış olan bu zâlimleri de daha önce seni görmek için
sana dua eden beni de daha önceden öldürüp helâk edebilirdin ya Rabbi. Ya Rabbi
sen kavmimin seçkinlerini öldürdün! Şimdi ben onların yanına varınca ne
diyeceğim? diye yalvarıp yakarınca Allah onları tekrar diriltti. Ya da Bakara
sûresindeki:
"Siz o zaman bakıp
duruyordunuz!"
İfadesinden anlaşıldığına göre
bunlar ölmemişlerdi de kımıl-dayamıyorlardı, ölüm haline gelmişlerdi diyenler de
olmuş. Nitekim burada da:
"Onları bir titreme
alınca..."
Hz Mûsâ Rabbine yalvarıyor ve diyor
ki:
İçimizdeki bir kısım sefihlerin,
hayrını, şerrini, menfaatini, zararını bilmeyen içimizdeki bir takım
beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk eder misin ya Rabbi? İçimizde ki bu
senin kendini tarif buyurduğun gibi tanımayan, senin azametinden, senin
sıfatlarından, senin kitabından, senin yasalarından, senin hayat programından
habersiz yaşayan bu beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi de helâk eder misin
ya Rabbi? Seni tanımadıkları için, sana karşı kafa tutarcasına kendi hevâ ve
heveslerini putlaştırıp keyiflerine geldiği gibi bir hayat yaşamaya kalkışan bu
cahillerin yaptıkları yüzünden bizi de helâk eder misin ya Rabbi? Ne olur bu
beyinsizler yüzünden bizi helâk etme ya Rabbi!
Ya Rabbi! Bütün bunlar senin birer
imtihanındır. Bütün bunlar senin birer fitnen ve denemendir. Şu benim toplumumun
içine düştükleri fitne muhakkak ki senden gelen bir imtihandır. Ve Sen bu tür
imtihanlarınla, bu tür fitneler sebebiyle dilediklerine hidâyet eder, dilediğin
kimseleri de saptırırsın. Bütün bu imtihanlarınla sen dilediklerinin kalbine
sarsılmaz bir iman kuvveti verir, dilediklerinin kalbini de kaydırırsın ya
Rabbi. Çünkü sen bizim velimizsin. Sen velâyetin altında bulunan biz kullarına
ne göndereceğini, ne tür kararlar alacağını ne bize ne de başkalarına
danışmayansın ya Rabbi. Boyunlarımızdaki kulluk iplerinin ucu elinde olansın ve
bize dilediğin gibi hükmedensin ya Rabbi. Kendisine sığınacağımız, kendisine
kulluk yapacağımız, bunaldığımız zaman kendisine dua edeceğimiz, çektiği yere
gideceğimiz, yasalarını uygulayacağımız tek velimizsin sensin ya Rabbi.
Sen bizim mevlâmızsın. Bizim hayatımızı
düzenleyen, bizim hayatımıza çekidüzen veren, bizim hayat programımızı
belirleyen sensin. Bize merhamet buyur. Sana lâyık olmayan amellerimizden ötürü
bizi affet. Hatalarımızı yok farz ediver, kusurlarımızı kaale almayıver,
ayıplarımızı görmeyiver, eksikliklerimizi tam kabul ediver, yanlışlarımızı
siliver, çünkü sen bağışlayanların en hayırlısısın ya
Rabbi!
Evet Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ
Rabbine dua, dua, yalvarıp yakarıyordu. Gerçekten Rabbimizin seçilmiş
kullarından, Rabbimizin bize sunduğu yasal örneklerinden birisi olan Hz. Mûsâ
(a.s)’ın duası bizim için en güzel örnek duadır.
Ya Rabbi içimizdeki bir kısım
beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin? Bugün bu duaya ne
kadar muhtacız değil mi? İçimizdeki içkicilerin, kumarcıların, fâizcilerin,
iffetsizlerin, namussuzların, hırsızların, zânilerin, laiklerin, demokratların,
kâfirlerin, müşriklerin, münâfıkların yaptıkları yüzünden bizi de helâk eder
misin ya Rabbi? Evet eğer bizler içimizdeki bu beyinsizlerin yaptıklarına
seyirci kalır, bunların bu ahlâksızlıklarına ses çıkarmaz, göz yumar, bu
ahlâksızların ve ahlâksızlıklarının toplumda temizlenmesi adına bir kavganın
içine girmezsek kesinlikle bilelim ki onlara gelecek azabın aynısı bize de
gelecek ve onların yaptıkları yüzünden Rabbimiz bizi de helâk edecektir.
Bu
Allah’ın yeryüzünde değişmez yasasıdır ve tarih boyunca bu hep böyle olmuştur.
Âyetin ifadesiyle söyleyelim: Bu bir fitnedir. Bu bir imtihandır. Gerçek
müslümanlarla sahtelerinin açığa çıkarılması için, gerçek müslümanlarla,
münâfıkların ve müşriklerin birbirlerinden ayrıştırılması için ve açığa
çıkarılması için Rabbimizin gönderdiği bir imtihandır bu.
156
“Bu dünyada ve âhirette bizim için güzel olanı yaz; biz Sana yöneldik" dedi.
Allah: "Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim her şeyi kaplamıştır; bunu
Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, zekât verenlere, âyetlerimize inananlara
yazacağım buyurdu.”
Ey
Rabbimiz bizim için hem dünyada hem de âhirette ha-seneler yaz. Hem bu dünyanın
hem de âhiretin güzelliklerini bizimle beraber kıl ya Rabbi. Bizim kendimiz
adına güzel gördüklerimiz değil senin güzel gördüklerini bizim için yaz ya
Rabbi. Çünkü hasene, güzellik bizim güzel gördüklerimiz değil, Allah’ın güzel
gördükleridir. Dünyada en güzel hayat Allah’ın belirlediği hayattır. Allah’ın
istediği biçimde yaşanan hayat en güzel hayattır. Âhirette bize Allah’ın
rızasını ve cenneti sağlayacak hayat en güzel hayattır. Bizi Allah’tan ve
âhiretteki hasenelerden uzaklaştıracak, bize kulluğumuzu unutturacak bir hayat
ne kadar da cazip bir hayat olursa olsun güzel bir hayat
değildir.
İşte mü’minin duası budur. Mü’min
sadece dünya için yaşayan bir insan değildir. Mü’min sadece dünyada kalacak,
dünyada bitecek ve âhirete intikal etmeyecek şeyler istemez. Ama bakın Kur’an-ı
Kerîmde kâfirlerin, müşriklerin duaları şöyle anlatılır:
"İnsanlardan kimileri de vardır ki
Rabbimiz bize dünyada ver! Derler. Onların âhirette nasipleri
yoktur."
Evet onlar, ya da başkaları
insanlardan kimileri de derler ki Ya Rabbi bize dünyada mal mülk ver! Biz
dünyada senden makam mevki istiyoruz, ev-bark istiyoruz, mark-dolar istiyoruz,
eş, dost, çevre, kredi istiyoruz! Bize bunlardan haber ver sen! Biz gerisini
bilmeyiz derler. Bize dünyada ver de; öbür tarafta ne olursa olsun bizim için
fark etmez derler. Dualarının konusu budur bunların. Aslında herkes dua eder.
Yeryüzünde dua etmeyen insan yoktur. Bütün insanlar dua ederler ama duadan duaya
fark vardır. Kişinin bir şeye yönelmesi onu elde etme adına çırpınması ona
ulaşma dına çalışıp çabalaması dua demektir.
Evet
bu adamlar her şeyin dünyada bitip tükenmesi adına dua etmektedirler. Dünyada
bitip tükenecek şeyler isteyerek dua etmektedirler. Böyle diyenlere, böyle dua
edenlere, böyle hedefler uğruna çırpınıp duranlara dünyada her şeyi verir Allah,
ama âhirette onların hiçbir nasipleri yoktur.
"İnsanlardan kimileri de Rabbimiz bize
dünyada hasene (iyilik) ver! Âhirette de hasene ver! Ve bizi ateşin azabından
koru! Derler."
Hasene, güzel-güzellik demektir.
Gerçek güzellik, gerçek ha-sene başlangıcı ve sonucu güzellik olandır.
Kazanılması, elde edilmesi, kendisine ulaşılması başlangıçta güzel olan nice
şeyler vardır ki neticeleri felâket olabilir, sonuçları acıyla bitebilir. Onun
içindir ki asıl hasene, asıl güzellik sonu güzel olan hasenelerdir.
Birinci gruptaki insanlar için,
sadece dünyayı isteyen dünyalık isteyen tüm planlarını programlarını dünyada
bitecek öbür tarafa intikal etmeyecek biçimde ayarlayan insanlar için hasenenin
sadece başlangıçlarının güzel olması yeterlidir. Elde ettikleri şeylerin,
kazandıklarının sadece dünyada onları sevindirmesi mutlu etmesi yeterlidir. Bize
sadece dünyada ver derler. Dünyada elde edelim de, dünyada tadalım da gerisi
önemli değildir derler.
Ya Rabbi bize verdiklerin sadece dünyada bizim
mutluluğumuzu sağlamakla kalmasın; aynı zamanda öbür tarafta bizi cehennem
ateşinden de koruyacak cinsten olsun derler. Müfessirler bu hem dünyada hem de
âhirette insanı mutlu edecek hasene konusunda şunları
söylemişler:
Bu hasene dünyada sağlıktır,
sıhhattir, geçinecek başkalarına muhtaç olmayacak kadar rızıktır, hayırda
çokluktur, âhirette sevaplara ulaştıracak ameller de çokluktur, dünyada sâliha
kadındır, dünyada sâlih arkadaştır iyi komşudur, dünyada güzel bir dünya
hayatıdır, huzurlu bir toplumdur, bereketli ömürdür, kulluk bilgisidir, Kur’an
ve sünnet anlayışıdır, hikmettir, hâsılı kişinin onunla Allah’ın rızasını
kazanabileceği ve sonunda cenneti elde ettirecek şeylerdir. Âhirette de
Hurilerdir, ırmaklardır, şaraplardır, giyeceklerin, yiyeceklerin güzelliğidir,
hâsılı kişinin onunla Allah’ın rızasını kazanabileceği ve sonunda cenneti elde
ettirecek şeylerdir demişler.
Evet bize dünya ve Ukba’da haseneler
nasip et ya Rabbi:
Biz
sadece sana yöneldik ya Rabbi! Senin rızana, senin hayat programına yöneldik ya
Rabbi! dedi Hz. Mûsâ. Cenâb-ı Hak da buyurdu ki:
Benin azabım elbette dilediklerime
ulaşacaktır. Kendilerine rahmet kapıları olarak gönderdiğim kitaplarımla diyalog
kurmayan, kendilerine örnek olarak gönderdiğim elçilerimle tanışmayan ve
ken-dilerinden istediğim hayatı yaşamaya yanaşmayan kimselere mut-laka benim
azabım ulaşacaktır. Ama bilesiniz ki benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Benim
rahmetim çok geniştir. Benim rahmetim gazabımı geçmiştir. Kullarımla ilişkim
rahmetime dayanmaktadır. Rahmetimden istifade etmek isteyenlerin tamamı
rahmetimin kapsamındadır. Çünkü ben o rahmetimi muttaki kullarım için yazacağım.
Yollarını benimle bulan, hayat programlarını benim kitabıma ve benim elçilerime
sorarak tesbit eden, benim istediğim biçimde yaşayan kullarıma ben o rahmetimi
yazacağım. Yâni onlara rahmetimi vacip kılacağım.
O muttakiler de şunlardır: Onlar
zekâtlarını verenlerdir. Mallarında benim hakkım olan zekâtlarını vererek tüm
mallarında beni söz sahibi kabul edenlerdir. Mallarına benim karıştığımı ortaya
koyan, benim âyetlerime iman edenlerdir. Âyetlerimizi okuyan anlayan ve o
âyetlerin kendilerinden istediği gibi hayatlarını
düzenleyenlerdir.
157.
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan
peygamber Muhammed'e uyanlara yazacağız. O peygamber, onlara, uygun olanı
emreder ve fenalıktan men eder, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılar,
onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir. Bu peygambere
inanan, hürmet eden, yardım eden, onunla gönderilen nûra uyanlar yok mu? İşte
onlar saadete erenlerdir. " dedi.”
Evet
onlar Ümmî olan Resule tâbi olup ona uyanlardır. Anasından doğduğu üzere olan
veya Ümm’ül Kura olan Mekke’ye mensup olan veya son ümmet, ümmeti Muhammede
mensup olan, okuma yazması olmayan bir peygambere tâbi olurlar. Ya da o zamânâ
kadar kendilerine kitap verilmemiş olan ümmî bir topluma gönderilen elçiye tâbi
olurlar. Onun içindir ki Yahudi ve Hıristiyanlar Mekke müşriklerine ümmî
diyorlardı. Kendilerine kitap ve peygamber gönderilmeyen toplum deme adına
onlara ümmî diyorlardı. İşte Rabbimizin affına mazhar olanlar bu ümmî peygambere
tâbi olanlardır. Öyle bir ümmî ki:
O peygamberi Yahudi ve Hristiyanlar
yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı olarak bulurlar. Çünkü Rasulullah
efendimizin, bu ümmî peygamberin sıfatları Tevrat ve İncil’de yazılı idi.
Binaenaleyh Rab-bimiz Hz. Mûsâ (a.s)’a diyordu ki ey Mûsâ! Senin kavminden onun
döneminde gelecek olanlar yanlarındaki Tevrat ve İncil’de hiç bir şüpheye
düşmeyecekleri bir biçimde o ümmî peygamberin tüm sıfatlarını yazılı bulacaklar.
Anlayabildiğimiz kadarıyla Rabbimiz Tevrat ve İncilin haber verdiği, iyiliğin
kendisine ona ve onun ümmetine yazılacağı ümmî peygamberi haber veriyor. Ve bu
âyetiyle Rabbimiz Yahudi ve Hıristiyanları kitaplarında vasıflarını buldukları
ahir zaman Nebîsine imânâ dâvet ediyor. Bakara sûresinde de Rabbimiz bu hususu
şöyle anlatıyordu:
"Kendilerine kitap verilenler o
peygamberi tanıyor-lardı, oğullarını tanıdıkları gibi. Ama onlardan bir grup
bilir oldukları halde hakkı gizlerler."
(Bakara
146)
Evet Yahudi ve Hıristiyanların
avuçlarının içini bildikleri kadar, ya da kendi öz çocuklarını tanıdıkları kadar
tanıyıp bildikleri bu ümmî peygamberin sıfatlarını da Rabbimiz bakın şöyle
anlatıyor:
O peygamber onlara iyiliği, marufu
emrediyor, güzel olanları emrediyor, Allah’ın emrettiklerini emrediyor ve aynı
zamanda onları münkerden, kötülüklerden, küfürden ve şirkten men ediyor.
Allah’ın rahmetinin gereği olan, aklın da, fıtratında güzel dediği şeyleri
emrediyor ve Allah’ın gazabını celp edecek kötü ve pis şeylerden onları nehy
ediyor.
Ve onlara güzel olan şeyleri,
Allah’ın güzel dediği şeyleri helâl kılıyor ve pis olan, pislik olan, kötü olan
çirkin olan tiksindirici şeyleri de onlara haram kılıyor. Zaten Rabbimizin helâl
dediği şeylerin tamamı güzeldir temizdir, ama Rabbimizin haram kıldıklarının
tamamı da pistir necistir.
Sûrenin önceki âyetlerinde bu hususu
anlatmıştı Rabbimiz:
“Ey Muhammed, de ki: "Allah'ın kulları için
yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir? "Bunlar, dünya hayatında
inananlarındır, kıyâmet gününde de yalnız onlar içindir" de. Bilen kimseler için
âyetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz.”
(A’râf
32)
Evet
Allah’ın yeryüzünde helâl kıldığı tertemiz rızıkları ve ziynetleri kim haram
kılıyormuş? Kimin yetkisi varmış buna? Halbuki haram-helâl sınırları belirleme
yetkisi sadece Allah’a aittir. Gerek yenilip-içilecek cinsten olsun, gerekse
giyilecek ve kullanılacak şey lerden olsun Allah’ın tertemiz rızıklarını ve
ziynetlerini Allah’tan başka hiç bir kimse, hiç bir kurum haram kılamaz. Hiç
kimse onları Allah’ın kullarına yasak edemezdi. Ama bir zamanlar İsrâil
oğullarının kendilerine haram kıldıkları şeyleri Allah’ın son elçisi ümmetine
helâl kılacaktı.
Ve
o peygamber onların yüklerini onlardan alıp indiriyor. Onların üzerlerinden
yüklerini, ağırlıklarını kaldırıyor o peygamber. Onların altında ezildikleri
ağır mükellefiyetlerini nesih ederek, külfetsiz kolaylık ve müsamaha üzere
kurulu bir din getirecektir. Ve işte ey Mûsâ senin şu anda kavmin için istediğin
rahmet ve bereket ancak o zaman yazılacak ve tamam olacaktır diyordu Rabbimiz.
İsrâil oğullarının zaman içinde sofuluk iddiasıyla kendi kendilerine
yükledikleri lüzumsuz yüklerin ve hurafelerin tümünü kaldırarak kolaylık üzere
bina edilmiş bir din getirecek benim o ümmî elçim.
İşte kim bu ümmî elçime iman eder,
onu destekleyenler, ona müzâhir olanlar, ona yardım edenler ve onunla beraber
indirilen nûra tâbi olanlar var ya; işte kurtuluşa felaha erenler, kurtuluşa
erenler bunlardır.
Evet ey Mûsâ sadece senin kavminden
değil hangi kavimden, hangi milletten olursa olsun kim o ümmî peygamberime iman
eder, onu düşmanlarına karşı müdafaa ederek ona yardımcı olursa ve de onunla
birlikte indirilen nûra inanır, onunla beraber indirilen Kur’an’a tâbi olur,
hayatını onunla düzenlemeye çalışırsa işte onlar hidâyete erenlerdir.
Evet nûra yâni kitaba tâbi olmak
demek, sadece ona inandım demek değildir. Sadece bu kitap benim kitabımdır ben
bu kitaba inanıyorum demek de o kitabın âyetlerini okuyup ezberlemek de
yetmeyecektir. O kitabın âyetlerini anlamak hayatı o kitabın âyetleriyle
düzenlemek gerekecektir. Bu kitap benim kitabımdır, ben bu kitaba ina-nıyorum,
benim kitabım var demek benin hayatımı kendisiyle düzenlediğim hayat programım
var, ben hayatımı bununla düzenliyorum demektir. Evet kitaba uymak kitabı pratik
hayatta yaşamak demektir.
Burada âyet-i kerîmenin ifadesi
istikâmetinde şu andaki ehl-i kitabı Allah’a ve peygamberlerine iman ettikleri
iddiasıyla cennete postalama çabası içine girenlere ve de bize sadece Kur’an
yeter, Kur’an’ın dışında bizim başka kaynağa ihtiyacımız yoktur diyerek dinin
temel kaynaklarından biri olan peygamberi ve onun sünnetini diskalifiye etmek
isteyen bizim ehl-i kitaba da diyorum ki: Bakın bu âyette de anlatıldığı gibi
sadece kitaba iman yetmiyor. Sadece peygambere inanmak da yeterli olmuyor.
Yâni
bugün bir Yahudi, ya da bir Hıristiyan Allah’a iman ettiğini söylese bile
Allah’ın gönderdiği son elçisine iman edip onunla birlikte gönderilen nûra yâni
Kur’an’a tâbi olmadıkça ona asla müslüman denemez. Son kitaba ve son elçiye iman
etmedikçe hiç bir kimsenin Allah’a iman ettiği ve teslim olduğu söylenemez.
Hattâ
bakın bu tür âyetlerden de anlıyoruz ki o dönemde bile yâni Hz. Mûsâ (a.s) ve
Hz. Îsâ (a.s) dönemlerinde bile bu geleceği müjdelenen ümmî peygambere inanmayan
bir Yahudi, bir Hıristiyan bile müslüman sayılmıyor. Çünkü Rabbimiz o
peygamberler döneminde bile bu gelecek ahir zaman peygamberine iman etmeleri ona
sahip çıkmaları ve ona yardımcı olmaları konusunda onlardan ahid alıyordu. O
dönemde bile bu konuda ahid vermeyenler müslüman sayılmıyorken bugün bu son
elçiye inanmayanları nasıl müslüman kabul edeceğiz? bunu anlamak gerçekten
mümkün değildir.
Öyleyse
ne onlar, ne de bu ümmî peygambere tâbi olmayanlar bu ümmî peygamberi ve onunla
birlikte gönderilen kitabı tanıdıkları halde, onlara iman ettiklerini dilleriyle
söyledikleri halde ona tâbi olmayanlar, yâni hayatlarını bu kitapla ve bu
peygamberin sünnetiyle düzenleyecek kadar kitapla ve sünnetle diyalog kurmayan
insanların cennete gitmeleri mümkün olmayacaktır.
Bakın âyet-i kerîmede Allah’ın
rızasına hak kazanacak ve felaha kurtuluşa erecek insanların özellikleri
anlatılırken şu şartlar ortaya konuyor:
1: Peygambere iman etmek.
Peygamberin örnekliliğine ve her konuda onun gibi olmamız gerektiğine iman
etmek. Allah’ın istediği kulluğu yaşayabilmek için adım adım kendisini takip
etmek zorunda olduğumuza iman etmek.
2: Peygamberi desteklemek ve ona
yardım etmek. Peygam-bere yardım onun misyonuna yardımdır. Peygambere yardım
onun geliş gayesine yardımdır. Eğer onun vazifesini biz de vazife bilir, o-nun
derdini biz de kendimize dert bilir, iş bilir, görev bilir ve o uğurda
çırpınırsak işte o zaman biz peygambere yardım ediyoruz
demektir.
3: Üçüncüsü de peygamberle
gönderilen nûra yâni Kitaba uymak, kitaba tâbi olmak, hayatı onunla düzenlemeye
çalışmaktır. İşte kim bunları yaparsa onlar felaha ermiş dünya ve âhirette
kurtuluş yolunu bulmuş demektir.
158.
“Ya Muhammed! De ki: " Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı,
Ondan başka ilâh bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için
gönderdiği peygamberiyim. Allah'a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren
peygamberine ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır inanın; ona uyun ki doğru
yolu bulasınız.”
Peygamberim
de ki: Ey insanlar! Sadece Beni İsrâil’le değil, sadece Araplara değil, sadece
Kureyş’e değil bütün insanlığa de ki. Allah’ın Resûlü tüm insanlık için kâffeten
elçi olarak gönderilmiştir. Onun mesajı tüm insanlık için bağlayıcıdır. Onun
yolu, onun mesajı tüm insanlık için tek yoldur. Onun içindir ki Rabbimiz onun
şöyle demesini istiyor. Ey insanlar! Ben hepinize gönderilmiş Allah’ın
elçisiyim. Tüm insanlığın bana ve getirdiğim mesaja iman etmesi şarttır.
Yahudi’sinin de, Hıristiyanının da, Mecûsî’sinin de, müşrikinin de bana iman
etmesi şarttır. Eğer kurtulmak istiyorsanız, eğer dünya ve âhiret mutluluğunu
elde etmek istiyorsanız, eğer cennete gitmek ve Allah’ın azabından emin olmak
istiyorsanız hepinizin bana ve getirdiğim mesaja inanması şarttır. Bana tâbi
olmak, benim gibi yaşamak, beni örnek almak, beni izlemek zorundasınız.
Evet ben Allah’ın kıyâmete kadar
gelecek tüm insanlık için gönderdiği bir elçiyim. Beni size elçi olarak gönderen
Allah öyle bir Allah ki göklerin ve yerin mülkünün sahibidir. Göklerde ve yerde
ne varsa hepsinin sahibidir O Allah. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi konusunda
egemen olan, tüm varlıklar üzerinde söz sahibi olan, yönetme hakkı sadece
kendisine ait olan bir Allah. Tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin
ucu elinde olan, mutlak güç ve kudret sahibi, mutlak tasarruf sahibi bir Allah.
Göklerde ve yerde yegâne söz sahibi yegâne mâlik odur. O mâliktir ve her şey
onun mülküdür. Mülkünde tasarruf hakkı sadece O’na aittir.
Aynı
zamanda O Allah kendisinden başka İlah da olmayandır. Varlıkları üzerinde
kendisinden başka söz sahibi, kendisinden başka etkili yetkili olmayandır.
Kendisinden başka kendisine kulluk edilecek, çektiği yere gidilecek, yasaları
uygulanacak varlık yoktur. Kendisinden başka hatırı kazanılacak, rızası peşinde
koşturulacak varlık yoktur. Çünkü öldüren ve dirilten odur. Hayatın sahibi
O’dur. Hayatı veren de alan da O’dur. Hayat sahibi, tüm varlığın hayatının
sebebi O’dur ve sonunda ölümü tattıracak olan da O’dur. Göklerde ve yerlerde
canlı cansız ne varsa hepsini yaratan, hepsini hayata getiren ve hepsinin
hayatını düzenleyen O’dur.
Evet hem şu bildiğimiz hayatı ve
ölümü yaratan O olduğu gibi, aynı zamanda gönderdiği vahyiyle insanlığı
dirilten, vahyini insanlığın dirilişi için ruh yapan, vahyini insanlar için
diriliş ve hayat kaynağı yapan, onunla ölüden diriyi çıkaran da Allah’tır. Başka
bir yerden başka bir kaynaktan insanlığın bu iki mânâda ne diriliş ne de ölüm
beklemeleri mümkün değildir. Çünkü imanın da küfrün de yaratıcısı Allah’tır.
Küfür ölümdür iman da diriliştir. Kâfir ölüdür mü’min de diridir. Vahiyle
tanışmayan, ruhla irtibatı olmayan kimse ölüdür. Ama Allah’ı tanıyan, hayatın
kaynağı olan vahiyle tanışan kişi diridir. Bu konudaki diriliş ve ölüm Allah’a
ait olduğu gibi şu bildiğimiz mânâda ki ölüm ve diriliş de yine sadece Allah’a
aittir. Tüm kâinat birleşse yeryüzünde bir tek hayat bile ortaya koyamayacakları
gibi Allah’ın takdir buyurduğu eceli gelmediği müddetçe yine bir tek canlının
hayatına son veremeyeceklerdir. Ne eceli gelmiş birini geriye bırakmaya nede
eceli gelmemiş birisini yok etmeye Allah’tan başka hiç kimsenin gücü
yetmeyecektir.
Öyleyse ey Allah’ın kulları! Ey
Allah’ın mülkleri! Haddinizi bilin de Allah’a, Allah’ın istediği biçimde iman
edin. Tüm hayatınızda söz sahibi olarak, hayatınızda egemen olarak Allah’a iman
edin. Gönderdikleriyle hayatınızı düzenlemek üzere Allah’a iman edin.
Boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucunu kendisine teslim etmek ve hayat programını
uygulamak üzere Allah’a iman edin. Sizin adınıza seçimini seçim kabul edip
iradelerinizi kendisine teslim etmek üzere Allah’a iman edin. Sizi yaratan, size
hayat veren ve şu anda sahip olduğunuz her şeyi size bahşeden ama yaşadığınız bu
hayatın sonunda size verdiği bu hayatı geri alıp verdiklerinin tümünden sizi
hesaba çekecek olarak Allah’a iman edin.
Ve
de O’nun Ümmî elçisine de iman edin. İmanlarınızın tam olabilmesi için o ümmî
elçiye de iman edin. Çünkü o peygamber ken-disi de Allah’a iman ediyor. Allah’a
ve Allah’ın kelimelerine, Allah’ın âyetlerine iman ediyor. Yâni onun
getirdiklerinin tamamı Allah’tandır. Kendisinden hiçbir şey söylemez o. O
peygamber Allah sözcüsüdür. Allah’ın yeryüzündekilerin hayatlarına karışma
noktasında odak nokta seçtiği varlıktır. Onun getirdiklerinin tamamı, onun tüm
hayatı sizi ilgilendirmektedir. Şâyet onun getirdikleri arasında sizi
ilgilendirmeyip de sadece kendisini ilgilendiren bir şey varsa zaten onlar
belirtilmiştir.
İman noktasında, İslâm noktasında,
teslimiyet noktasında mü’minler, peygamberlerle aynı saftadır. Bakın Bakara
sûresinde Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
"Peygamber Rabbinden kendisine ne
indirildiyse ona iman etti. Mü'minlerin de hepsi Allah’a, meleklerine,
kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler."
(Bakara
285)
Peygamber Rabbinden kendisine
indirilenlerin tümüne iman etti. Çünkü peygamber kitabın ilk muhatabı, vahyin
ilk münzili ve ilk muhbir-i sadığıdır. Onun için peygamber Rabbinden kendisine
indirilenlerin tamamına iman etti. Ve onun inandıklarına mü’minler de iman
ettiler.
Anlıyoruz ki peygamberin dâveti
kendisine herhangi bir yükümlülük getirmeyen, kendisine herhangi bir sorumluluk
yüklemeyen sırf başkalarına sorumluluk yükleyen bir çağrıdan tamamen uzak bir
dâvettir. Nitekim pek çok dâvetçi çağırdığı dâvâsını bir ustalık ve görev
bilirler. Kendileri çağırdıkları dâvâya inanmamışlardır. İnsanları düşünceler ve
sloganlarla harekete geçirdikleri halde, kendi çağırdıklarına inanmayan ve kendi
dâvâlarını yaşamayan insanlardır onlar. Başkalarına yol budur diye yol
gösterirlerken kendileri karanlıkta bocalayan insanlardır onlar. Böylece
insanları sömürmeyi hedeflemişlerdir. Ve insanlar bu tür dâvetçilere hiçbir
zaman inanmayacak, onların arkasından gitmeyecektir.
Ama peygamberler böyle değildir.
Rabbimizin seçtiği, Rab-bimizin eğittiği ve insanlığa örnek olarak
görevlendirdiği peygamberlerin tamamı insanları çağırdıkları kulluğa, insanları
çağırdıkları peygamberlik misyonuna, insanları çağırdıkları iman ve teslimiyet
dâvâsına herkesten önce inanan kişidir. İnsanları çağırdıkları mesaja herkesten
önce inanan ve yaşayan insanlardır onlar. Allah bunun böyle olduğunu haber
veriyor.
Böylece bize de diyor ki Rabbimiz bu
âyetiyle: Dâvetçi başkalarını kendi mesajına çağırmadan önce, kendisi kendi
mesajına köklü bir biçimde iman etmesi lâzımdır. Değilse o mesaj muallakta
kalacak, o dâvete kimse inanıp güvenmeyecek ve o dâvâ asla icâbet
görmeyecektir.
Evet Allah’a ve Allah’ın âyetlerine
herkesten önce iman etmiş Allah’ın ümmî elçisine siz de inanın. O öyle bir elçi
ki Allah’tan gelenlere iman etmiş, Allah’la diyalogu bir an kesilmemiş, Allah’ın
kelimelerine tam bağlanıp teslim olmuş onun dışında hiç bir söz, hiç bir öğreti,
hiç bir fikir kendisini ilgilendirmemiş sürekli Allah’tan gelenlere kulak vermiş
gönül bağlamış bir elçidir. O öyle bir elçi ki hem habercidir-Allah’tan en doğru
en gerçek haberleri getirendir- hem de ümmîdir. Yâni anadan doğma bir peygamber.
Peygamber olacağı güne kadar anadan doğma özelliğini korumuş, Allah kontrolünde
bir beşer olarak çevresi tarafından fıtratı bozulmamış, çevresi, kendisine hiç
bir şey verememiş, ondan sonraki hayatı da zaten gün gibi açık ve tertemiz olan
bir peygamber. İşte böyle bir peygamberi onu hayatınızda tek yasal örnek
bilerek, onu kendinize imam bilerek ve tüm hayatınızda onun gibi olmak zorunda
olduğunuzu bilerek inanın ve:
O peygambere tâbi olup, tüm
hayatınızda onu izleyin. Onun peşini bırakmayın. Onun hayat tarzını, onun yaşam
biçimini, onun mücâdele yöntemini, onun sünnetini çok iyi belleyip adım adım onu
izleyin ki doğru yolu bulasınız, hidâyete eresiniz. Yolunuzu ona sorun, onun
gösterdiği yoldan gidin ki sırat-ı müstakîmi ve cennet yolunu bulasınız,
cehennem yollarından da sakınasınız. Çünkü bu yol üzerinde sapak noktaları
vardır. Sırat-ı müstakîmden sağa sola sapan yollar vardır. Küfür yolları, şirk
yolları nifak yolları gibi şeytanların yolları vardır ki bunların tamamı
Rasulullah tarafından açıklanmıştır. Bu sapaklara düşmemek için sürekli Allah’ın
kitabı ve Resûlünün sünnetiyle birlikte olmak zorundayız.
159.
“Mûsâ'nın milletinden bir topluluk hakkı gösterirler ve onunla
hükmederlerdi.”
Evet
ümmeti içinde hak olan gerçek olan bir söz vardır. Bu söz, hak olan Allah’ın hak
sözüdür ki ümmeti Muhammed içinde hakka hidâyet eden, hakka irşad eden ve
kendisi de hak üzere olan bir ümmet olacaktır, olmalıdır. Allah’ın nûr olan yol
gösterici kitabı ve Onun pratiği mahiyetindeki Resûlünün sünnetiyle yol bulan ve
yeryüzü insanlığına yol gösteren ve sadece onunla adâlet yapan, onunla
yeryüzünde adâleti gerçekleştiren bir topluluk bulunacaktır. Ailede dengeyi,
toplumda dengeyi, hukukta dengeyi, iktisa tta
dengeyi, her şeyde dengeyi kuracak ve tüm insanlığın sapma noktalarını yanılgı
noktalarını kendisinde bulabilecekleri muvazene unsuru bir ümmet kıyâmete kadar
mevcut olacaktır.
Aslında
ümmet-i Muhammedin hepsi böyle olmalıdır, ama hiç olmazsa onların içinde böyle
bir grup olacaktır. Âyet-i kerîmeyi bir böyle anlıyoruz, bir de: Mûsâ (a.s)’ın
kavminden hidâyete erdirilmiş, hakka iletilmiş üstün bir cemaat vardı ki onlar
hakla hükmediyorlar, kitabı biliyorlar ve kitapla amel ediyorlar ve gerek
bireysel hayatlarında gerekse toplum hayatında bu kitabı uyguluyorlardı. Çünkü
hak Allah’tan gelendir. Hukuk Allah’ın hukukudur. Hakla, hukukla adâlet yapmak
demek de Allah’tan gelen kitabı uygulamak demektir.
Mûsâ ümmetinden hakla, kitapla amel
eden bu insanların kimler olduğu konusunda muhtelif görüşler vardır. Anladığımız
o ki Mûsâ (a.s)’ın toplumunun tamamı bu âyetlerde anlatıldığı gibi kötü
karakterli insanlar değildir. Bunların içinde gerçekten Allah’a Allah’ın
istediği biçimde iman eden, Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ’ya Allah’ın istediği
biçimde teslimiyet gösteren âdil kimselerde vardır. Bunlar gerek Hz. Mûsâ (a.s)
döneminde onun getirdiği hak yasalara teslim olup adâletle hükmedenler gerekse
Hz. Muhammed (a.s) döneminde onun getirdiği hakka, kitaba tâbi olup müslüman
olan kimselerdir. Bunlar önceki saf ve temiz ecdatlarının yolunu izleyerek son
elçiye de iman etmiş Mûsâ (a.s) toplumunun müslümanlarıdır. Abdullah İbni Selâm
ve diğerleri gibi.
160.
“ Biz İsrâil oğullarını oymaklar halinde on iki topluluğa ayırdık. Milleti,
Mûsâ'dan su isteyince ona: "Asanla taşa vur" diye bidirdik; ondan on iki pınar
fışkırdı. Herkes içeceği yeri öğrendi. Bulutla üzerlerine gölge yaptık, onlara
kudret helvası ve bıldırcın indirdik, "Size verdiğimiz rızıkların temiz
olanlarından yiyin" dedik. Onlar karşı gelmekle, Bize değil kendilerine
zulmediyorlardı.”
Hz
Mûsâ (a.s) İsrâil Oğullarını Firavunun zulmünden kurtardıktan sonra onları Sina
çölüne götürmüş ve orada bir sayım yapmıştı. Hz. Mûsâ onları on iki oymaya, on
iki boya ayırmıştı. Bunlar Yakub (a.s) on iki çocuğunun
boylarıydı.
Kavmi çölde Hz. Mûsâ’dan istiska
etmişler, su istemişlerdi de biz de Mûsâ’ya vahy ettik. Ey Mûsâ asanla taşa vur
dedik. O taştan on iki pınar fışkırdı da her bir boy su içeceği yeri bildi.
Sonra onları çölün kavurucu sıcağından bir bulutla gölgelendirip koruduk. Aynı
zamanda onların yiyecek problemlerini de hallediverdik. Onların üzerlerine
bıldırcın eti ve kudret helvası gönderdik. Tüm bu nimetleri onlara ihsan
ettikten sonra onlara dedik ki size rızık olarak verdiğimiz şeylerin
güzellerinden tayyip olanlarından yeyin. Ama onlar zulmedip bizim emirlerimizden
dışarıya çıkarken asla bize zulmetmediler kendilerine zulmettiler. Onlar sadece
kendi kendilerine yazık ettiler. Evet kavmi çölde Hz. Mûsâ’dan su istiyor ve Hz.
Mûsâ da asasını taşa vuruyor ve on iki kaynak fışkırıyor.
Allah’ın şu nimetine bakın. Evet çöl
ve su. Çöl ve içecek. Çölde en büyük problemdir bu. Evet Mûsâ kavmi için su
istemişti, istiska yapmıştı da biz dedik ki ona: Ey Mûsâ asanla taşa vur. Şu bir
zamanlar vurunca denizi yaran ve İsrâil oğullarının sağ salim karşı tarafa
geçmelerini sağlayan asa. Şu evvelki gün Firavun ve sihirbazlar karşısında yılan
haline gelip tüm sihirbazların iplerini ve değneklerini yutuveren asa. İşte bu
asayı vurdu Mûsâ (a.s) ve ondan on iki pınar fış-kırıverdi. Ve onlardan her
grup, her kabile, her fasile içeceklerini tanıdılar, bildiler. Şu nimete bakın
çöl, asa, taş ve su.
Evet çölde su problemlerini halletti
Rabbimiz. Sonra yine çölde en büyük problemlerden birisi de barınma problemiydi.
Güneşin kavurucu sıcağından korunma problemiydi Allah onu da hallediverdi. Bakın
diyor ki Rabbimiz:
Üzerlerini biz bulutla
gölgeleyiverdik. Onlar için hazırlanan ve onların barınmalarını sağlayan bir
bulut. Zaten orada korunmaydı, öyle odun lâzım, kömür lâzım, kalorifer mi? Orada
öyle bir dert yok. Sadece sıkıntı hava şartlarından kişinin barınmasıydı, onu da
Allah
bulutla
sağlamıştı tamam. Mücahidin ifadesine göre bu bulut şu bizim bildiğimiz bulut
değil. Allah’ın kıyâmet günü müminler için getireceği çok özel, çok güzel böyle
serinlik veren bir bulut olduğunu söyler. İbni Abbas da bu bulutun Bedir günü
müslümanların üzerlerine getirilen bulutun aynısı olduğunu söyler. Evet barınma
ihtiyaçlarını da sağlayıverdi Rabbimiz. Sonra çöl ortamında bir de yiyecek
dertleri kalmıştı:
Rabbimiz yiyecek problemlerini de
halletmek üzere onların üzerlerine bıldırcın ve kudret helvası indiriverdi. Men
ve Selva Cenâb-ı Hakkın çöl ortamında onları doyurmak için verdiği, indirdiği,
ya da yarattığı iki ayrı nimetti. Satın almak için paraya gerek yoktu, elde
etmek için zahmete ihtiyaç yoktu. Bedava Allah bu nimetleri kendilerine
lütfediyordu. Eğer mü’min rızık endişesiyle kulluğu terk etmez, birinci planda
Allah’a kulluğa koşarsa, bilelim ki Allah kesinlikle onu doyuracak, aç ve açıkta
bırakmayacaktır.
Nitekim, köle olarak Nemrut’un
mahiyetinde yaşamaktansa çölde aç kalsa da Allah’ın kulu olarak hür yaşamayı
tercih eden İbrâhim (a.s)'a çölün ortasında Zemzemi lütfeden de Allah’tı. Şu
anda yiyip içtiğimiz şeylerin tamamını da bize lütfeden
Allah’tır.
Veya Firavun’un sarayında
yağlı-ballı köle hayatı yaşamaktansa, çölde hür bir şekilde Allah’a kul olmayı
tercih eden Hz. Mûsâ’yı da elbette aç ve açıkta bırakmayacaktı Rabbimiz.Onlara
kudret helvası ve bıldırcın gönderdi. Men, yâni kudret helvası sütten daha
beyaz, baldan daha tatlı imiş ve fecir vaktinden güneşin doğuşuna kadar ki
zamanda böyle onların üzerlerine kar gibi yağıyormuş. Rivâyetlere göre saklama
endişesi taşımamaları gerekiyordu. Eğer saklayıp yarın yiyelim derlerse
kokuyormuş. İşe yaramıyormuş, bozuluyormuş.
İşte bütün bu nimetleri
başkalarından değil direk kendisinden geldiğini ortaya koyar bir pozisyonda
akıllarını erdirecek bir biçimde lütfettikten sonra Rabbimiz onlara buyurdu
ki:
Size verdiklerimizin güzellerinden,
tayyibatından yeyin için. Yâni onlar bütün bu nimetlerimiz karşısında serkeşlik
edince, bize mi eziyet edebilecektiler? Hayır! Bize hiç bir şey yapamazlar!
Kendilerine yazık ediyor onlar. Kim ki Allah’ın kendisine helâl kıldıklarından
yer içerse o kişi Allah’a kulluk ediyor demektir. Çünkü unutmamalıyız ki yemek
de bir kulluktur. Yediklerimizin tümünü Allah’tan bilerek ve Allah’ın helâl
kıldıklarından yemek zorunda olduğumuzu bilerek yemek, böylece Rabbimize
şükretmek zorundayız. Eğer insanlar Allah’ın kendilerine helâl kıldıklarını
bırakıyorlar da haramlara yöneliyorlarsa kendi kendilerine yazık ediyorlar
demektir. Yeme-içme konusunda her konuda Allah’ın yasalarını bozanlar, Allah’ın
helâl haram sınırlarını çiğneyenler, kendi keyiflerine ve kafalarına göre hayat
programı çizenler bilelim ki kendi kendilerine yazık ediyorlar demektir.
Allah’ın bundan kesinlikle etkilenmesi söz konusu değildir.
Yâni
insanların yaptıkları bu ahlâksızlıklardan dolayı Allah’ın mazlum konuma
düşürülmesi kesinlikle mümkün değildir. İnsanlar ne yaparlarsa kendilerine
yapmaktadırlar. Yâni Allah yasalarını çiğneyen insanlar hem zâlim hem de mazlum
durumuna düşmektedirler. Kendilerine zulmedenler de, zulmedilenler de
kendileridirler. Müslüman, ha-yat programını Allah’tan alan ve asla kendisinin
zâlimi ve mazlumu konumuna düşmeyen insandır. Bu haliyle de müslüman hem dünyada
hem de âhirette kendisini kurtaracaktır.
O halde nimetin güzelini çirkinini,
haramını helâlini Allah’a bırakmak zorundayız. Allah’ın güzel dediklerini, helâl
dediklerini öğrenip dünyada yine Allah’ın istediği biçimde onlardan istifade
ederek Allah’a kullukta kullanmak zorundayız. O zaman işte tertemiz nimetlerle
birlikte tertemiz bir hayatımız olacaktır. Aklımız temiz, neslimiz temiz,
sıhhatimiz temiz, ailemiz temiz, toplumumuz temiz, kalbimiz temiz, bedenimiz
temiz, gücümüz kuvvetimiz temiz her şeyimiz temiz olacaktır. Değilse Allah
korusun, Allah yasalarını görmezden gelerek bir hayat yaşamaya kalkışırsak şu
anda olduğu gibi hasta bir toplum oluşacak, pis bir toplum oluşacak, adım başına
eczanelerin, adım başına hasta hanelerin yükseldiği perişan bir toplum oluşacak
ve dünyamızı da âhiretimizi de berbat edeceğiz demektir. Allah’ın istediği
hayattan kaçan bir toplumun sonucu budur işte.
Aynı şeyi bizim için de düşünüyoruz
şimdi. Biz size bu kadar nimet verdiğimiz halde, siz bütün bu nimetler
karşılığında bana kulluk etmezseniz, etmeyecekseniz, bu asla bize eziyet olmaz,
siz ancak kendi kendinize eziyet ediyorsunuz! olacaktır mânâ. Yâni ısrarla
Kur’-an’da ki mantığı böyle yakalamaya çalışıyoruz tabii. Yâni her bir âyeti, ya
ben! ya ben! ya ben! diye anlamamız gerekiyor. O ortamda ben! O ortamda ben! Bu
âyet bana ne anlatıyor? Burada benden ne isteniyor diye âyetleri dinlemek ve
anlamak zorundayız bunu unutmamalıyız.
Dikkat ediyor musunuz bu adamlar
yıllar yılı Firavun sisteminin zulmü altında bir hayat yaşamışlar. Önceki
âyetlerde anlattı Rab-bimiz. Şahsiyetleri silinmiş, ırzları, namusları
kirletilmiş, en ağır işlerde çalıştırılmış, kanları emilmiş, hakları gasp
edilmiş, Firavun oğullarını kölesi durumuna düşürülmüşlerdi. İşte böyle bir
vaziyette iken Allah onları peygamberi aracılığıyla kurtarmış.
Çünkü
Rabbimizin Kasas sûresinde ifade buyurduğu veçhile onları yeryüzünde imamlar
kılmak murad ediyordu. Onları yeryüzünde egemen kılmak istiyordu. Zillete mahkum
edilmiş bu mus’taz’afları Rabbimiz önderler yapmak istiyordu. Kendilerine
zulmeden müstek-birleri yok edip onları, onların yerlerine varisler yapmak
istiyordu. Pe-ki acaba bu iş nasıl mümkün olacaktı? Yâni kölelik iliklerine
kadar iş-lemiş bu insanlar nasıl hürleştirilecekti? Bu adamlara hürriyetin ne
demek olduğu nasıl anlatılacak ve sinelerine sinmiş olan kölelik psikozu nasıl
temizlenecekti? Böyle perişan, karakteri silinmiş, kendilerine güvenleri
kalmamış bir toplumdan önderler olur muydu?
İşte
anlattı Rabbimiz önceki âyetlerde. Gözlerinin önünde Allah’ın izni ve yardımıyla
Kızıl deniz yarılmış, kendileri sağ salim karşıya geçerken yeryüzünün en zâlim
ve en güçlü ordusu yok edilmiş. Ama bu adamlar bunu gözleriyle göre göre karşıya
geçince ne demişlerdi? Ey Mûsâ bak şu gördüğümüz toplumun putları var bize de
bir put yapsana. Onların parlamentoları var bizim de olmalı değil mi? On-ların
bayrakları var, onların heykelleri var, onların laiklikleri var, onların
demokrasileri var bizim de aynısından olmalı değil mi? diyen insanlardı bunlar.
Sonra Hz. Mûsâ kısa bir süre onların hayatlarını düzenleyecek Rabbinden vahiy
almaya gidince yanlarındaki mücevherleri eriyip put yapan ve hemen tapınmaya
başlayıveren insanlardı bunlar. Peki yâni böyle bir toplumdan nasıl imamlar
çıkarılacaktı? Nasıl önderler, örnekler çıkarılacaktı? Bu nasıl mümkün olacaktı?
Evet
bu Allah için gâyet kolaydı. Allah için olmaz diye bir şey yoktu. Ölüden diriyi
diriden ölüyü çıkarandı Rabbimiz. Onlar için de böyle
oldu.
İşte anlıyoruz ki Rabbimiz onları
çöle çekmiştir. Çünkü çöl or-tamı kölelerin en güzel eğitilebilecekleri bir
ortamdır. Çünkü çölde ih-tiyaç maddeleri bellidir ve bunların tümünü de bedava
Rabbimiz onlara yağdırıverdi. Orada kimsenin kimseye hükmetmesi, kimsenin
kimseye egemen olması kesinlikle söz konusu değildi. Çünkü işte bu âyetlerde
anlatıldığına göre tüm nimetler Allah’tandı ve herkese eşit miktarda
gönderiliyordu, kimsenin kimseye eyvAllah’ı da söz konusu
değildi.
161.
“Onlara: "Şu şehirde oturun, dilediğiniz gibi yiyin için, 'Affet ' deyin ve
secde ederek kapısından girin; Biz de yanılmalarınızı bağışlarız, iyi
davrananlara daha da artıracağız" denmişti.”
Evet
onlara denmişti ki şu şehirde oturun. Oranın sakinleri olun ve orada dilediğiniz
gibi, dilediğiniz kadar yeyin için. Rabbimiz onlara bir şehir, bir coğrafya, bir
fetih nasip edecekti. Ama onlardan bunun karşılığında bir şey
istiyordu.
O şehirden girerken “Hıttah”
deyin ve de şehrin kapısından girerken secde
ederek, Allah huzurunda eğilerek girin. Eğer böyle yaparsanız biz de sizin
hatalarınızı, günahlarınızı affedeceğiz. İşte biz muhsinleri, Allah huzurunda
olduğunu unutmayanları, yaptıklarının tümünü Allah’ın gördüğü şuuru içinde ve
Allah’a lâyık biçimde yapan ihsan sahiplerini böylece mükafatlandırırız. Eğer bu
işi yaparken, bütün yaptıklarınızı yaparken muhsinler olursanız, tüm
hareketlerinizi Allah’ı görüyormuşçasına ayarlarsanız elbette size
zaferlerimizi, size nimetlerimizi artıracağız diyor
Rabbimiz.
Anlayabildiğimiz kadarıyla İsrâil
oğulları Sina çölünde. Kendilerine Allah tarafından bir emir veriliyor. Bu emir
çöl ortamından farklı bir ortama girmeyle ilgili bir emirdi. Kur’an’ın başka
yerlerinde anlatıldığına göre Ya ısrarla kendileri bunu istedikleri için ya da
Rabbimiz bunları böyle bir imtihana tâbi tutmak için istiyordu bunu onlardan.
Tih sahrasından çıktıktan sonra bir şehre girmelerini bir şehri fethetmelerini
istemişti Allah onlardan. Hangi karye bu? Burada adı verilmemiş. Allahu âlem
Filistin’e doğru giderlerken o istikâmette bir şehirdi bu. Filistin yolu
üzerinde bir karye. Arz-ı Mev’ûd’a gitmelerini sağlayacak bir şehrin girişi.
İşte
bir şehir ki o şehre girmeleri istenmiş. O şehrin kapısından girerken de, şehre
giriş eylemini gerçekleştirirken de secde ederek girin. Yâni bu nimetleri ve
zaferi size nasip ettiğimden dolayı bana sücceden girin. Secdeyi biliyoruz.
Meleklerin Hz. Adem’e secdeleri ni-teliğinde bir secde. Boyun eğmek anlamında,
tamam ya Rabbi! Senin istediğin gibi ya Rabbi! Bu şehirde biz ancak senin
istediklerini ister, senin istemediklerinden de biz nefret ederiz! şeklindeki
bir gerçeği kabul ediyoruz! biçiminde bir secdeydi bu...
"Ve de hıtta deyin!"
Türkçe’si: Allah’ım bağışla!
Allah’ım affet! Rabbim mağfiret et! Demektir. Yâni Arapça’daki estağfirullah
anlamına bir kelime.
"Biz de sizin hatalarınızı siliverelim, mağfiret
edelim."
"Bilin
ki biz ihsan edenlere artırırız."
İhsan edip muhsince davrananlara
artıracağız. Yâni daha çok nimet vereceğiz! Veya affedeceğiz. Af ile mağfiret
kelimelerinin anlamları
farklıdır.
Cenâb-ı Hakkın bunlara böyle bir yol
gösterisi var. Yâni gelin hıtta deyin ki sizi affedelim, mağfiret edelim!
diyordu Rabbimiz. Yâni biz sizi affedeceğiz, yeter ki siz Allah’a yönelin! Allah
karşısında takınmanız gereken tavrı takının.
Birisi öyle diyordu: Meselâ daha
yeni doğmuş bir bebek düşünün. Bu bebek acziyetinin küçüklüğünün doruk
noktasındayken, yâni kimseye kafa tutamayacak bir dönemi yaşarken, gücünün
iktidarının olmadığının farkında olan bu bebek daima el üstünde tutulur. Annesi
babası, kim alıyorsa kucağına, aman, aman diye üzerine titrer. Ama çocuk biraz
büyüyüp de ben de varım! Ben de yürüyebilirim! Ben de alabilir, ben de
satabilirim! demeye başladı mı artık burnu bilmem ne-den kurtulmamaya başlar ya.
İşte aynen bunun gibi insan da Allah
karşısında böyle bebek gibi bir sekînet, bir teslimiyet gösterirse. Ya Rabbi
senin karşında ben bir hiçim! Ancak senin izninle yaparım! Senin yap dediğini
yaparım! Senin bildirdiğini bilirim! diyerek Allah yolunda olursa, Allah da onu
öylece koruma altına alıverir. Ama ben de bilirim! Ben de beceririm! demeye
başlarsa ki tâğutluktur bu. Firavunun yaptığı da buydu zaten. O ortama kendini
düşürüverdi mi Allah korusun, hepten helâk olup gitmiştir. Bunlardan da bu
isteniyor: Gelin inat etmeyin! İsyan etmeyin! Deniyor. Ya Rabbi ben beceremedim!
Ben bu kadarını yapabildim! Ötesinde beni affet dememizi istiyor. Affet! Sen
büyüksün! dememizi istiyor. Ama bunda da samimi olmamızı
istiyor.
Ama bakın bu adamlar Allah’ın
dediklerini dinlemediler. Allah’tan af dileme ve ona secde etmeye
yanaşmadılar.
162.
“Onların zulmedenleri, kendilerine söylenen sözü başkasıyla değiştirdiler. Biz
de o zâlimlere, zulümlerinden ötürü gökten azap
indirdik.”
Âyetin
ifadesiyle söyleyecek olursak bu hainler bedel getirdiler. Allah’ın dediklerine
bedel getirip alternatif ortaya koydular. Allah’ın sözlerini, Allah’ın
emirlerini değiştirdiler. Allah’ın yasalarını değiştirip başkalarının yasalarını
koydular. Allah tarafından kendilerine denenleri yamulttular, kendilerine göre
Allah yasalarına bir şekil verdiler. Allah’ın âyetlerini Allah’ın istediği ve
Allah elçisinin anladığı gibi değil de kendi anlamak istedikleri gibi anlamaya
kalkıştılar. Allah’ın âyetlerini kendi keyiflerine, kendi zevklerine, kendi hevâ
ve heveslerine göre yorumladılar. Kendileri dine uyacakları yerde, dini kendi
hayatlarına uydurmaya kalkıştılar. Böylece kendi nanelerine, kendi pisliklerine
bir çıkış yolu aradılar ve buldular da tabii.
"Ama o zâlimler kendilerine denilen sözü
denilmeyene çevirdiler de."
Kendilerine denileni, denilmeyenle
değiştirdiler. Yıllarca Firavun siteminin zulmü altında kalmış, Firavun
eğitiminin etkisi altında her şeylerini kaybetmiş ezilmiş şahsiyetleri silinmiş,
tarihleri kaybolmuş, kültürleri yok olmuş, hafıza kaybına uğramış bir toplum
olarak bu insanlar Allah’ın emrini değiştiriverdiler. Yâni Allah’ın kendileri
için çizdiği programın dışına çıkıverdiler.
Bunun bize şu mânâyı hatırlattığını
unutmamalıyız: Allah bizden hangi lafızlarla, hangi stilde, hangi usulde bir
kulluk istemişse aynen o şekilde uygulamak zorundayız. Bunu asla değiştirme
hakkına sahip değiliz. Diyelim ki Allah bizden iki rek'at sabah namazı istiyor.
Yahu iki rekat ne olur ki kılmışken dört kılalım, beş kılalım diyerek bunu
fazlalaştırmaya kimsenin hakkı yoktur. İbadetlerdeki namazlardaki lafızları bir
başka şekilde değiştirmeye kimsenin hakkı yoktur. Tesettür öyle, miras öyle,
zekât öyle, kadın erkek ilişkileri öyledir.
Allah,
bizden ne tür bir kulluk istemiş ve onu ne tür uygulama-mızı istemişse; onu
aynen Allah’ın istediği biçimde uygulamak zorundayız. Bunları değiştirmeye ya da
yeni yeni tapını biçimleri ihdas etmeye, yeni yeni hukuk modelleri geliştirmeye,
yeni yeni yasalar belirlemeye hakkımız yoktur.
Ama bunlar değiştirdiler bakın.
Bakara’da anlatıldığı şekliyle "Hıtta"
yerine "Hınta"
demek gibi. Yâni af ya Rabbi! Sübhanal-lah ya Rabbi! seni tüm noksan sıfatlardan
tenzih ederim ya Rabbi! Demek gibi “Hıttah”
yerine
buğday demek mânâsına gelen “Hıntah”
deyiverdiler. Ya da secde yerine arka kapıdan
girmek gibi Allah’ın emirlerini değiştirdiler. Allah’ın istemediği bir eylemi
gerçekleştirdiler. İnsanlar ne yaparlarsa yapsınlar. İsterlerse gökte yürüsünler
Allah’ın kendilerinden istemediği bir kulluk türüyse bu yaptıkları boştur. Bakın
Allah diyor ki onlar böyle yapıp Allah’ın âyetlerini değiştirince
de:
Bunların
üzerlerine gökten bir murdarlık bir pislik, bir azap ve gazap gönderdik. Bizim
yasalarımıza bedel getiren, bizim âyetlerimize, bizim kanunlarımıza alternatif
getirip onlarla hayatlarını düzen-leme cinnetine kapılan bu insanların
üzerlerine gökten bir pislik indiriverdik diyor Rabbimiz. Önce ne demişti
Rabbimiz? Onların üzerlerine gökten bıldırcın eti ve kudret helvası gönderdik
demişti değil mi? Şimdi ne oldu? Allah yasalarını, Allah’ın gökten
indirdiklerini değiştirenlere karşı Allah’ta indirdiklerini değiştiriverdi.
Elbette
nimet isteyenlere nimetlerini artıran Rabbimiz pislikten hoşlananlara da pislik
ve murdarlık gönderecektir. Çünkü onlar zâlim oldular. Allah’a karşı
zulmettiler. Allah’ın âyetlerine karşı zulmettiler. Allah’ın âyetlerinin,
Allah’ın yasalarının hakkını vermediler. Allah’ın âyetlerini gereken yerde
kullanmadılar. Kendilerine de zulmettiler. Kendilerini olması gereken yerde
tutmadılar. Kendilerini Allah’a kulluk makamından çıkarıp ona uydurdukları
bedellerine, ona karşı uydurdukları yasalarına kulluk makamına indirgeyerek
kendi kendilerine de zulmettiler. Allah’a kulluğu bıraktılar da Allah’tan
başkalarının yasalarına itaat ederek onlara kulluk
yaptılar.
Çünkü
küfür ve şirk yeryüzünde zulümlerin en büyüğüdür. Estağfirullah diyecekleri
yerde sen bize dünyalık ver de gerisine karışma dediler. Ver de bizden isteme
dediler. Sen bize dünyada ver de bizden kulluk isteme dediler. Sen bize bolca
ver de bizler dünyada keyfimize göre bir hayat yaşayalım dediler.
Yâni
sana senin istediğin biçimde kulluk etmesek de, senin yasalarını çiğnesek de
bize versen ne olur? dediler. Bizler içki içsek de, bizler zina etsek de, bizler
senin hukukunu uygulamasak da versen ne olur? dediler. Bizler senin istediğin
şekilde giyinmesek de versen ne olur dediler. Biz bu şirklerimize, bu
zulümlerimize devam etsek de bize vermeye devam etsen ne olur dediler. Ne olur
yâni versen? Neyin eksilir? dercesine hâşâ Allah’a kafa tutmaya kalktılar.
Evet
Rabbimizin vermesi elbette kendisine kulluğa bağlıdır ama bezen de böyle
gazabından veriverir ki zâlimler cehennemi boylasınlar diye.
Bundan sonra Rabbimiz yine İsrâil
oğullarıyla alâkalı bir başka konuyu, İsrâil oğullarının Mûsâ toplumunun
Yahudileşme sürecini, haktan sapma sürecini gündeme getirerek bize bu konuda çok
önemli mesajlar sunmaktadır. İsrâil oğullarının bu Yahudileşme süreci bizim için
gerçekten çok büyük önem arz etmektedir. İslâm ümmetinde de Yahudileşme
eğilimlerine karşı üzerinde çok dikkatle durmamız gereken bir konudur bu.
Rabbimiz bizim, İslâm toplumunun onların durumlarına düşmemizi istemediği için
ısrarla bu konuda bizi uyarmaktadır. Bakın buyurur ki
Rabbimiz:
163.
“Ey Muhammed! Onlara deniz kıyısındaki kasabanın durumunu sor. Cumartesi
yasaklarını tecavüz ediyorlardı. Cumartesileri balıklar sürüyle geliyor, başka
günler gelmiyorlardı. Biz onları, yoldan çıkarmaları sebebiyle böylece
deniyorduk.”
Ey
peygamberim! Onlara deniz kenarında, denize nazır, deniz nimetlerinden istifade
eden bir liman kentinde oturanlardan da sor. Allah’ın yasalarını değiştiren,
Allah’ın âyetlerini kendi naneleri istikâmetinde yorumlayan bu insanların
başlarına neler gelmiş, yedikleri bu nanelerden sonra nasıl helâk olmuşlar sor
onlara. Bu liman kentinin neresi olduğu konusunda çok çeşitli rivâyetler var.
Ama anlayabildiğimiz kadarıyla Akabe körfeziyle Sina arasında bir bölgede
yaşayan bir toplumdu bunlar. Bunlar cumartesi ile ilgili Allah’ın bir yasasını
çiğniyorlardı. Cumartesi günü yasağına tecavüz ediyorlardı. Akın akın, ardı
arkası kesilmeyecek biçimde balık geliyordu onlara cumartesi günü. Cumartesi
günü geçtikten sonra da kendilerine hiç balık gelmiyordu. Allah diyor ki biz
onları yoldan çıkarmak için böylece deniyorduk.
Bu adamlar Rablerine dua edip
haftanın bir gününün kendilerine tahsis edilmesini istiyorlar. Diyorlar ki
Rabbimiz bize bir gün tahsis buyursun, biz o gün asla başka şeyle meşgul olmayıp
sadece Rabbimize kulluk edelim. O gün başka hiç kimseye kulluk etmeyecekler,
başka şeylerle meşgul olmayacaklar, kendilerini kitabi yönde, Allah’a kulluk
yönünde yetiştirecekler, geliştireceklerdi. Bunların bu istekleri üzerine
Rabbimiz kendilerine cuma gününü tahsis buyurur. Ama işi gücü tahrif olan bu
toplum cumayı, cumartesiye değiştirirler. Yahudiler bunu cumartesiye,
Hıristiyanlar da pazara değiştirdiler.
Evet
cumartesi günü hiç bir işle meşgul olmayacaklar ve sadece Rablerine kulluk
edeceklerdi. Bu onların Rablerine verdikleri biz sözdü ve bir iman konusuydu. Ve
kim hangi konuda bir iman gündeme getirmiş, bir iman iddiasında bulunmuşsa
elbette ki o konuda kendisine bir denenme gelecektir. O konuda sağlam mı
inanmış, cı-vık mı inanmış, samimi mi, gayri samimi mi bunu denemek üzere
Rabbimiz ona mutlaka bir deneme gönderecektir. Hakkında iman iddiasında
bulunduğumuz her konuda Rabbimiz mutlaka imkân yara
tacak,
fırsat verecek ve o konuda bizi deneyecektir. Meselâ bir adam eğer Allah bana
bolca para verirse ben onu Allah yolunda infak edeceğim mi diyor? Bu konuda bir
iman iddiasında mı bulunuyor? Rabbimiz mutlaka ona bir zaman bolca bir para
gönderecek ve onun bu konudaki imanında sadık mı değil mi olduğunu deneyecektir.
Veya
meselâ bir kadın eğer Rabbim bana iyi bir çevre nasip etseydi ben mutlaka
örtünürdüm mü diyor? Bu konuda bir iman iddiasında mı bulunuyor? Allah günün
birinde mutlaka ona bu konuda fırsat gönderecek ve onun imanında sadâkatini
deneyecektir.
Veya
meselâ bir adam eğer Rabbim bana bolca boş zaman verseydi ben mutlaka kitap ve
sünneti tanımak üzere ciddi bir çalışmaya girerdim mi diyor? Allah ona mutlaka
bolca boş zaman vere-cek ve onu deneyecektir. Çünkü ona bu konuda imkân
verilmese sa-mimi mi değil mi olduğu açığa çıkarılmaz. Ama meselâ şu anda pek
çok konuda iman iddiasında bulunuyoruz da Allah bize o konularda imkân ve fırsat
vermiyorsa o zaman şu iki durumdan birisi söz konusudur. Ya önceden Rabbimiz o
konularda bize imkân verdi, bizi denedi, denedi de biz hiç bir nane yemedik ve
artık yeni fırsatları yarat-mıyor demektir. Ya da samimi olmadığımız için Allah
bize fırsat gön-dermiyor demektir. Bu konuda kendimizi sorgulamak
zorundayız.
İşte İsrâil oğulları da Allah’tan
böyle bir istekte bulunmuşlar, bir iman iddiasında bulunmuşlar Rabbimiz de
onların bu imanlarında samimi mi değil mi oldukları denemek ve açığa çıkarmak
üzere onlara söz verdikleri günde bolca balık gönderiyor. Yâni meselâ düşünün ki
tam ezan okunduğu ve Rabbimizin bizi namaza çağırdığı bir dönemde dükkana
müşteriler yağmaya başlıyor. Ondan önce hiç müşteri gelmezken tam o esnada
müşteriler cıvıl, cıvıl oynaşmaya baş-lıyorlar. Veya meselâ Hudeybiye’de olduğu
gibi ihramlıyken, avlanmaları yasakken müslümanların sahabenin ayaklarının
altına yığınlarla av hayvanları gönderiliveriyor. Bakın Rabbimiz Mâide de onu
şöyle anlatır:
"Ey mü'minler! Allah gıyabında
kendisinden korkanları açığa çıkarmak için sizi av gibi bir şeyle imtihan
edecektir. (Bir av bolluğu ki isteyince) elleriniz de mızraklarınız da
yetişebilecek. Ondan sonra kim de haddini aşarsa ona acıklı bir azap
vardır."
(Mâide: 94)
Hudeybiye günü Allah sahâbe-i kirâmı
da böyle bir imtihana tâbi tutmuştu. Sahabe ihramlıydı, bu durumda avlanma
yasaktı kendilerine ve Allah bu esnada bolca av hayvanı göndermişti. Elleriyle
yakalayabilecekleri, mızraklarıyla vurabilecekleri kadar av hayvanları onları
yaklaştırılmış hattâ aralarında, ayaklarının altında dolaşmaya başlamışlardı.
Niye yapmıştı Allah bunu?
Gıyabında kim Allah’tan korkuyor,
kim korkmuyor bunu denemek istemişti Rabbimiz. Bolca bir av hayvanı gelmişti ama
müminler ihramlıydı. O durumda av avlamak şöyle dursun kişinin üzerindeki pireyi
bile öldürmesi yasaktı. Yasağa karşı ne kadar dayanacaklardı? Bunu denemek
istemişti Rabbimiz. İçki necistir bellidir. Kişinin ona karşı sabretmesi
kolaydır ama tab'an necis olmayan, pis olmayan av hayvanı gibi şeran yenmesi
helâl olan bir şeyi Allah geçici bir süre yasak kılıyordu. İşte böyle aslı helâl
olan bir şey karşısında dayanabilmek gerçekten zordur. Müslümanlar hırslarını
gıdıklayan, arzularını kamçılayan bir helâl karşısında, bir dünya nimeti
karşısında ne derece saygı göstereceklerdi? İşte Allah’ın temizle pisi, korkanla
korkmayanı ayırt edeceği bir imtihandı bu. Allah için mütedeyyin olanla dünya ve
nefisleri için dindar olanların açığa çıkarılması için bir imtihandı bu.
Allah bir dönem müslümanları da
böyle bir imtihana tâbi tuttu, av hayvanlarını yakınlaştırdı onlara; ama
müslümanlar başardılar bu imtihanı. Bugün de aynı imtihanlarla Rabbimiz bizi de
imtihan eder. Meselâ bir para kasasının başına getiriverir bazen Rabbimiz bizi,
elimizi uzatıverince alıverecek kadar paraların başına getirir ve dener Allah
bizi. Bazen bizi öyle bir konuma öyle bir makama getirir ki Rab-bimiz orada
binlerce insanın namusu bizim elimizin altındadır. İfta makamındasınız farz
edin, öğretici konumundasınız farz edin sizden din öğrenmeye gelen pek çoğunu
size yaklaştırıverir Allah da sizin o konudaki ağırlığınızı takvanızı ölçüverir.
Gıyabında kendisinden korkup korkmadığınızı ortaya çıkarıverir.
Veya
bazen size, küçük küçük imkânlar verir. Meselâ belediyeler verir, muhtarlıklar
verir ve sizi dener Allah. Buradaki ciddiyetinize samimiyetinize bakar da daha
sonra size devlet idaresini teslim eder. Oralarda başaramamışsanız daha
büyüklerini nasip etmez size.
Evet Allah İsrâil oğullarına
cumartesi günü bolca balık göndererek onları imtihana tâbi tutar. İsrâil
oğulları kendilerine yasaklanan bir durumla karşı karşıyaydılar. Bakın böyle bir
durumda bu adamlar içinde bulundukları duruma Yahudi’ce bir yorum getiriyorlar.
tâbi böyle bir imtihan karşısında onların kulluğunu bitirmek üzere fırsat
kollayan şeytan da onlara gelir ve vesvese
vermeye başlar. Yasağa bir yorum getirerek onlar nazarında yasağı
yumuşatmaya çalışır şeytan. Der ki: Cumartesi günü balık tutmanın yasaklığını da
nereden çıkardınız? Cumartesi balık tutmayın demedi ki Allah size. Cumartesi
balık yemeyin dedi. Cumartesi tutarsınız bu balıkları pazar günü yersiniz,
pazartesi yersiniz olur biter dedi.
şte
bu şeytanın insanlara yaklaşma yöntemidir. Şeytan mü’-minlere böyle yaklaşır.
Şeytan mü’minlere mü’minliklerini terk ettirmek üzere, açıktan açığa Allah’ın
emirlerini çiğnemek üzere yaklaş-maz. Çünkü o zaman şeytanlığı anlaşılacak ve
dinlenmeyecektir. Bunu çok iyi bilen şeytan onları küfre çağırmak yerine,
kulluğu terk ettirmek yasaları çiğnetmek üzere yaklaşır.
Fıtratı
çok iyi biliyor alçak. Kâfir olun, dinden çıkın, Allah’ı red-dedin diyerek
yaklaştığı zaman müminlerin kendisini dinlemeyeceklerini çok iyi bildiği için
onlara böyle yaklaşmaz. Haramlara yorum getirerek, haramları mü’minler nazarında
basitleştirerek yaklaşır. Hz. Adem’e ve Havva’ya da böyle yaklaşmıştı hain. Ey
Adem ve ey Havva! Bu ağacın diğerlerinden bir farkı yoktur. Üstelik bu ağaçtan
yerseniz bu size iki büyük fayda da sağlayacak, size hiç ölüm gelmeyecek ve
sizler ikiniz iki melek olacaksınız diyerek yaklaşmış ve onları kulluktan
çıkarmaya muvaffak olmuştu.
Bakıyoruz
şu anda da mü’minlere aynı yöntemle yaklaşıyor. Yahu bu fâizin yasaklığını da
nereden çıkardınız? Halbuki Allah ribayı yasaklamıştır. Riba ayrıdır, fâiz
ayrıdır diyerek, yasağa bir yorum getirerek bugün pek çok müslümanın nazarında
haramın ciddiyetini gevşetmeye muvaffak olmuştur. Veya meselâ açıverin kızım
başınızı. Açık gezenle kapalının bir farkı yoktur. Üstelik başınızı açarsanız bu
size iki büyük fayda da sağlayacaktır. Okul bitireceksiniz, sosyal statüler
kazanıp filan falan mevkilere gelip İslâm’a hizmet imkânı bulacaksınız vs, vs.
diyerek yasağı müslümanların nazarında basitleştiriverdi.
Bu konu İsrâil oğullarının
Yahudileşme konusudur. Bu konu bizim için gerçekten çok önemlidir. Zaman zaman
bizim karşımıza da bu tür imtihanlar çıkacaktır ve unutmayalım ki aynı şeytan
bizi de vartaya düşürmeye ve imtihanı kaybettirmeye çalışacaktır. Meselâ
karşımızda çok para kazanabileceğimiz bir iş var. Ama sonunda bizim haramlara
düşmemiz ve Rabbimizin rızasını kaybetmemiz de söz konusudur. Bizi fâize veya
harama düşürecek kârlı bir alışveriş veya İslâm’a göre bizim hakkımız olmayan
ama düzenin hak tanıdığı bir miras paylaşımı veya dinimizin haram kıldığı çok
karlı bir kredi imkânı vs.
Veya
işte görüyoruz İslâm’a hizmet edip dikkat çekenlerin üzerlerine kadın kız
salıyorlar. Tıpkı Mekke’de imânâ yönelen kimseleri bu kararından vaz geçirmek
için Nadır bin Harisin cilveli güzel fahişelerinden birini gönderip tüm
cilvelerini kullanarak bu adamı İslâm’dan vaz geçir diyerek fahişelerinden
birini onun üzerine saldığı gibi. Bunlar bizim ilgimizi çekmeyecek, imanlarımızı
namuslarımızı tartmayacak kadar az olursa bunlardan sarfı nazar edebiliriz. Ama
imanlarımızı namuslarımızı sarsacak miktarda oldu mu bütün bunlar yâni o İsrâil
oğullarına geldiği gibi ardı arkası kesilmeyecek miktarda meselâ milyarlar
noktasına ulaştığı zaman acaba nasıl davranıyoruz? Müslü-manca bir hayat
yaşadığımız için bir kısım nimetlerden mahrum bırakılmamız karşısında ne diyoruz
acaba? Keşke müslümanca bir hayat yaşamasaydık, bunun sonunda başımıza şunlar
şunlar gelmiştir, şu şu haklarımız elimizden alınmıştır diyerek
müslümanlığımızdan pişmanlık mı duyuyoruz?
Veya
meselâ Düzenin ve şeytanın karşımıza çıkardığı çok güzel bir fahişesi karşısında
ne kadar dayanabiliyoruz? İşte görüyoruz, üstelik müslümanların liderliğine
soyunmuş insanların bu kadınlar karşısında patır, patır döküldüklerini
görüyoruz. Evet bu durumlarda nasıl davranıyoruz? Acaba dini, imanı, namusu,
iffeti bir tarafa bırakarak tıpkı İsrâil oğulları gibi yamukluk yaparak, çeşitli
kılıflar ve yorumlar bularak yasağı çiğnemeye mi çalışıyoruz yoksa imanımızla
dimdik ayakta durmaya mı çalışıyoruz? Buna çok dikkat etmeliyiz. Şeytanın
karşımıza diktiği menfaatler karşısında Yahudileşmemeye, imanlarımızdan tavizler
vermeye çalışmalıyız. Bu konuyu Rabbimiz
sûrenin evvelki bölümlerinde anlatmıştı. Haramlar-helâller konusunda bizi
şeytanın adımlarına uymayın diye uyarmıştı. Haram ve helâl belirleme hakkının
sadece Allah’a ait olduğu konusunda bizi sıkı, sıkı
uyarmıştı.
Evet İsrâil oğullarına da böyle
yaklaştı Allah düşmanı. Zaten onlarda bu işe Yahudi’ce bir çözüm arıyorlardı
Şeytan da onlara bu konuda yardımcı oldu. Bu manzara karşısında kasaba halkı iki
gruba ayrılırlar. Bunlardan bir grup Allah’a daha önce verdikleri sözlerini
unutup yasağı çiğneyerek balık tutmaya koşar. Şeytanın yorumları istikâmetinde
balıkları cumartesi günü tutup kazdıkları kanallara, çukurlara düşürürler ve
ertesi günü de onları tutmaya başlarlar. Böylece güya Allah’ın yasağını da
çiğnememiş sayarlar kendilerini. Düpedüz Allah’ı kandırmaya çalışırlar.
Müslümanlarda görüyoruz bu Yahudileşme ve Allah’ı kandırma eylemlerini.
Meselâ
bir adam ölüyor, onun namaz borcunu, yemin borcunu filan hesap ediyorlar, üç beş
fakiri çağırıyorlar ve o ölen kişi adına onların ellerine milyonları veriyorlar
ve geri alıyorlar, öleni affettirmeye çalışıyorlar. Bu düpedüz Allah’ı
kandırmaya ve Onunla alay etmeye çalışmadan başka bir şey değildir.
Veya
fakirlere güya zekât veriyorlar ve sonra da onların ellerinden alıp filan ya da
falan müesseselere intikal ettiriyorlar. Bunlar Allah’a, Allah’ın diniyle
alaydan başka bir şey değildir. Yahudi’ce Allah’ın yasalarını değiştirmeden
başka bir şey değildir Allah korusun.
Evet İsrâil oğullarından bir grup
böyle yaptılar. Aynı toplumun içinde ikinci grup da: Yahu ne yapıyorsunuz siz?
Hani cumartesi günü iş yapmayacağınıza dair Allah’a söz vermiştiniz! Yapmayın!
Etmeyin! Bu yaptığınız yanlıştır! Allah’ın yasalarını çiğniyorsunuz! Allah’a
verdiğiniz sözlerinizi bozuyorsunuz! Üzerinize azap yağacak, gazap gelecek!
diyerek günaha giden insanları uyarmaya çalışanlar. Yâni müs-lümanlık
özelliklerini koruyarak günahkârlarla mücâdeleye tutuşan, Allah’ın hukukunu
korumaya çalışan, Allah’ın istediği biçimde emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l
münker görevlerini yerine getirenler. Evet başlangıçta kasaba halkı böyle iki
guruba ayrılıverdi. Bir süre bu iki grup arasında çatışma devam etti. Hattâ
rivâyetlere göre bu ikinci müslüman grup onların işledikleri bu nanelerden ötürü
Allah’ın gazabından korktukları için kendi evleriyle bu günahkârların evleri
arasına bir set bile çekerek korunmaya çalıştılar.
Ama
zaman uzayınca ve günaha gidenler uyaranları dinle-mez hale gelince bu uyaranlar
da kendi aralarında ikiye ayrılıverdiler. Bir grup diyordu ki: Bizim vazifemiz
bitmiştir artık! Elli kere uyardık, yüz kere uyardık bunların adam olmaları
geçmiştir artık! Allah bunların kalplerine mührünü basmış, bunlar kesinlikle
adam olmayacaklar diyerek evlerine çekiliverenler.
Öteki grup da baştaki
heyecanlarından hiç bir şey kaybetmeden günaha gidenleri uyarmaya devam edenler.
Böylece kaç grup oldu? Üç grup oldular.
1: Günah işleyenler. Allah’a
verdikleri sözü bozup yasağı çiğneyenler.
2: Kendileri günah işlemeyen, ama
başkalarını da uyarmaktan vazgeçip bizim vazifemiz bitmiştir artık diyerek
evlerine çekiliverenler. Biz peygamber miyiz ki ümmet kayıracağız? diyerek
günahkârlar karşısında sessiz kalıp evlerine çekiliverenler. Günaha gidenlerin
yanlışta olduklarını bilen, kendileri onlar gibi günah işlemeyen ama ya bu
günahkârlardan çekindiklerinden ya da nasıl olsa onlar bizi dinlemi-yorlar
diyerek bu konuda onları yarmaktan vazgeçiverenler.
3: Ne pahasına olursa olsun
günahkârlara engel olmaya onları uyarmaya devam edenler. Yapmayın! Etmeyin!
Haramdır! Günahtır! diye çırpınmaya devam edenler. Hattâ bakın bu bizim
vazifemiz bitmiştir, peygamber miyiz ki ümmet kayıracağız? Diyerek evlerine
çekiliveren grup, o günahkârları uyarmaya devam edenlere şöyle
diyor-lar:
164.
“Aralarından bir topluluk: "Allah'ın yok edeceği veya şiddetli azaba uğratacağı
bir millete niçin öğüt veri-yorsunuz?" dediler. Öğüt verenler: "Rabbimize hiç
değilse bir özür beyan edebilmemiz içindir, belki Allah'a karşı gelmekten
sakınırlar" dediler.”
Evet
bu iki grup arasındaki diyalog budur:
Allah’ın kendilerini helâk edeceği
ve şiddetle azaba uğratacağı bu insanlara niçin nasihat ediyorsunuz? demişlerdi.
Yâni bu Allah’ın kalplerini mühürlediği, Allah’ın kendilerine azap edeceği bu
insanları neden uyarıyorsunuz? Niye yoruyorsunuz kendinizi? Niye vaaz
ediyorsunuz bu adamlara? Bunlar adam olmaz! Bunlar yola gelmez! Boşuna niye
uğraşıyorsunuz? Demişlerdi de bakın öteki müslümanlar şöyle
diyorlardı:
Rabbinize
karşı bir mâzeretimiz olsun diye, bir de belki sakınırlar diye biz onlara
nasihat ediyoruz dediler.
Rabbimize karşı bir mâzeretimiz
olsun diye bunu yapmaya devam ediyoruz! Yarın soracak Rabbimiz: Ey kullarım!
Yanı başınızda günah işleyen insanları görüyordunuz da ne yaptınız? Onları
uyardınız mı? Onlara hakkı duyurdunuz mu? diye sorduğu zaman: Evet ya Rabbi sen
şahitsin ki biz vazifelerimizi yaptık! diyebilelim diye bunu yapıyoruz bir, bir
de bilmiyoruz ki belki bugün olmazsa yarın adam olurlar! Bugün dinlemezse yarın
dinlerler diye bunu yapıyoruz! Diyor-lar. Evet elimizde bir liste yok ki! Kimler
adam olacak, kimler olmayacak? Kimlerin kalbi mühürlenmiş asla yola gelmeyecek?
Kimler de yarın dönecek? Bunu bilmiyoruz ki! Onun için belki adam olurlar diye
bu görevi yapmaya devam ediyoruz dediler. Çünkü Rasûlullah’ı öldürmeye giden
Ömer’in dirileceğini kim bilebilirdi? Nerden bilebilirsiniz ki Ebu Süfyan yirmi
yıllık bir uğraşının sonunda müslüman olacaktı?
Öyleyse
hele bir uğraşalım, hele bir çabalayalım belki adam olurlar diyorlardı. Biz
uğraşalım belki de en zâlim, en kâfir insanların içinden samimi müslümanlar
çıkacaktır diyorlardı. Bir de diyorlardı ki uğraştık, uğraştık farz edelim ki
sonunda bunlar adam olmazlarsa bile biz kendimiz adam oluruz. Bugün yahu
bırakıver bu vaz u nasihati! Senden başka adam yok mu? diyenlere bunu söylemek
zorundayız işte. Bunlar adam olmasalar bile
biz adam olmak için bu görevimize devam ediyoruz.
Çünkü eğer bir toplum içinde
kötülükler işleniyorsa, zulümler, günahlar, ahlâksızlıklar işleniyorsa
unutmayalım ki sadece o toplum içindeki günahkârları değil toplumun öteki
üyelerini de hesaba çekecektir Rabbimiz. Birilerine niye bu günahları irtikap
ettiniz diye, ötekilere de niye bu insanları uyarmadınız? Neden onlara Allah’ın
âyetlerini duyurmadınız? Neden onları İslâm’la tanıştırmadınız? Neden onlara
cenneti ve cehennemi anlatmadınız? diye hesap soracaktır. Rabbimizin bu suali ve
sorgulaması karşısında ya Rabbi sen şahitsin ki ben bana düşeni yapmıştım, ben
elimden geldiği kadar bu insanları uyarmıştım, becerebildiğim kadarıyla bu
insanlara senin kitabını duyurmuştum diyebilecek duruma gelmek zorundayız.
Rabbimiz huzurunda mazur hale gelmek zorundayız bunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız.
Sonra şunu da unutmamalıyız ki bizim
görevimiz zorla bu insanları müslümanlaştırmak, bu insanların kalplerine zorla
İslâm’ı sokmak değildir. Bizim böyle bir sorumluluğumuz yoktur. Bizim gö-revimiz
bildiğimiz Allah âyetlerini bu insanlara ulaştırmak ve bu in-sanları Allah’ın
âyetleriyle uyarmaktır. Bu işi yaparken de evvel emir-de kendi sorumluluğumuzu
yerine getirmektir. Bunun içindir ki dikkat ediyorsanız Rabbimiz âyet-i
kerîmesinde bu mâzeret konusunu öne almıştır. Bu adamların yola gelmesi konusunu
daha sonra zikretmiştir.
Evet
biz, bize düşeni yaptığımız zaman Allah’ın yasalarına göre mazur olacağız. Çünkü
biliyoruz Allah’ın nice kutlu elçileri vardır ama; yanında kendisine iman etmiş
tek insan bile yoktur. Peygamber vardır 950 sene insanları hakka dâvet edip
büyük eziyetlere göğüs gerdiği halde yine de çevresindekileri müslüman
edememiştir. Ama ne gam, onlar yapmaları gerekeni yapmışlar ve Rableri katında
mazur sayılmışlardır.
165.
“Kendilerine yapılan öğütleri unutunca, Biz fenalıktan menedenleri kurtardık ve
zâlimleri, Allah'a karşı gelmelerinden ötürü şiddetli azaba
uğrattık.”
Evet
onlar, o günahkârlar kendilerini uyaranların uyarılarına aldırış etmez olunca,
kendilerine vaaz etmek için emek tüketenlerin sözlerini kulak ardı edince, biz
uyaranları kurtardık ve zâlimleri de çok şedit bir azapla yakalayıverdik diyor
Rabbimiz. Azgınlıkları sebebiyle, haddi aşmaları, Allah’ın yasalarını
çiğnemeleri, kendilerini Allah’a kulluk ortamından çıkarıp isyan etmeleri
sebebiyle onları çok şedit bir azapla yakalayıverdik. Peki neyle yakalamış Allah
onları? Nasıl bir azap gelmiş onlara?
166.
“Kendilerine edilen yasakları aşınca, onlara: "Aşağılık birer maymun olun"
dedik.”
Onlara
hor, hakir, aşağılık maymunlar olun dedik. Evet Allah bu zâlimlere maymunlar
olun buyurmuş ve onlar da maymunlar olmuşlar. Bu adamların nasıl
maymunlaştıkları, sîreta birer maymun mu? Yoksa sûreta maymunlar mı olmuşlar bu
konuda gerek Kur’an-ı Kerîmde gerekse Rasûlullah’ın sünnetinde detaylı bir bilgi
bize intikal etmemiş. Ama Rabbimizin ifadesinden anlaşılıyor ki bu adamlar
maymunlar olmuştur.
Tabii maymunun aslında hayvan olarak bir aşağılığı ve
sorumluluğu yoktur. Ama insan oldukları halde maymun olan bu insanlar aşağının
aşağısı haline getirilmişlerdir. Zaten aslında yaşantıları itibariyle,
hayatları, hayat tarzları itibariyle bu adamların fıtratları bozulmuş, zaten
hayvanlaşmış, maymunlaşmış kimselerdi. Allah’ın yasalarını çiğneyerek, Allah’ın
sistemine bedel getirerek, Allah’ın şeriatine alternatif getirerek, başkalarının
yasalarını uygulayarak zaten karakterleri bozulmuş kimselerdi bunlar. Dünya
milletleri gözünde böylece küçülen Yahudi asıllı Darvin de galiba bu aşağılık
duygusundan kurtulabilmek için sadece biz mi maymun olacağız? Bu iş tarihte
sadece bizimle mi ilgili olacak? Hep biz mi horlanacağız? demiş ve tüm insanlığı
aynı duruma düşürüp kendilerini kurtarabilmek için tüm insanlığın maymundan
geldiği tezini ortaya atıvermiş.
Tıpkı
cehenneme yalnız gitmeyi göze alamayan İblisin yanına arkadaşlar bulmak için
insanları saptırma çabası içine girdiği gibi Darvin de bu maymun olma işini tüm
insanlığa mal edivermiş. Bizim beyinsizler de mal bulmuş mağribî gibi onun bu
saçmalığına sahip çıkıvermişler.
Evet dikkat ederseniz âyet-i
kerîmede Rabbimiz iki gruptan söz etmiş. Günahkârların Allah’ın yasalarını
çiğneyenlerin maymunlaştırıldığını ve onları uyarma görevini yapan mü’minlerin
de kurtulduklarını anlatmış ama o üçüncü gruptakilerin âkıbetleri konusunda hiç
bir şey dememiştir. Yâni günahkârlara karşı uyarı görevi yapmayıp evlerine
çekiliveren bizi sokmayan yılan bin yıl yaşasın mantığında olanların ne
oldukları anlatılmamıştır. Bu adamlar ya ötekiler gibi dünyada cezalandırmış, ya
da cezaları kıyâmet gününe ertelenmiştir. Ya da Rabbimiz bu insanların zikriyle
kitabını kirletmek istememiştir diyoruz.
O halde unutmayalım ki böyle bir
toplum içinde kurtulanlar emr-i bil’maruf ve nehy-i anil’münker görevlerini
yapan müslüman-lardır. Öyleyse böyle bir toplum içinde kurtulanlardan olmak
istiyor-sak, bizler de müslümanlar olarak bu görevimizi yapmak zorundayız.
Kur’an’ın
değişik yerlerinde ve Rasulullah efendimizin hadislerinde görüyoruz ki bizim
ümmetler içinde hayırlı bir ümmet oluşumuzun sebebi de işte budur. Eğer bugün
bizler bizi diğer insanlardan üstün kılan bu özelliğimizi kaybeder ve İsrâil
oğullarının durumuna düşersek unutmayalım ki bizi de aynı âkıbet bekliyor
demektir. Ya müslümanlığımızı ortaya koyacak, küfre ve şirke rıza
göstermeyeceğiz sonunda kurtulanlardan olacağız ya da kâfirlere, müşriklere rıza
göstererek, onlarla kol kola pikniklere giderek, onlarla sarmaş dolaş bir hayat
yaşayarak onların arasında kaybolup gideceğiz. Şahsiyeti silinmiş, kimliği
kaybolmuş hayvanlar durumuna düşeceğiz demektir.
Bakıyorum şu bizim topluma ve inanın
ne diyeceğimi unutuyorum. Allah’ın yasalarını bırakıp da başkalarının yasalarını
uygulama noktasında yarış eden bu insanların maymundan ne farkları kalmış da?
Maymundan daha aşağılık mukallitler oluvermişler. Kâh onun sözünü alıyorlar kâh
berikinin sözünü alıyorlar. Kâh filanın kulu oluyorlar, kâh falanın arkasına
düşüyorlar. Sürekli yasa değiştiriyorlar. Güvenip bel bağladıklarının yasaları
üç ay bile dayanmıyor. Tamam şimdi iyisini bulduk diyorlar bir kaç ay sonra
değiştirmek zorunda kalıyorlar. Her an bir değişiklik yaşıyorlar. Bunu ancak
maymunlar yapar.
Bir
yerde duran bir maymunun karşısından o anda yüz insan geçse o maymun o anda yüz
insanın yaptığını taklid etmeye çalışır. Bizim de başımızdan yüzlerce insan
geçiyor, sırtımıza yüzlercesi biniyor bizler de tıpkı o maymunlar gibi onların
sözlerini taklid etmeye çalışıyoruz. Günde yüz kere değişmek zorunda kalıyoruz.
Lâkin de-ğişmez bir yasa olarak Allah yasalarını tanımaya ve onlarla mutlu
ol-maya bir türlü yanaşmıyoruz. Bu maymunluk hevesi bu topluma nereden gelip
çattı bir türlü anlayamıyorum. Yâni bu toplum Yahudileşme sürecine nasıl girdi
bunu anlamak gerçekten mümkün değil. Bizler de aşağılık maymunlar olmuşuz çoktan
da, farkında değiliz. İşte Allah yasalarını terk eden toplumun âkıbeti
budur.
167.
“Rabbin, kıyâmet gününe kadar, onları, kötü azaba uğratacak kimseleri üzerlerine
göndereceğini bildirmişti. Doğrusu Rabbin, cezayı çabuk verir. Doğrusu O
bağışlar ve merhamet eder.”
Evet
Allah yasalarını tanımaya onlarla hayatlarını düzenlemeye yanaşmayan insanlara
kıyâmete kadar Rabbimiz kendilerine azapların en kötüsünü tattıracak kimseleri
Mûsâllat edeceğini, kıyâmete kadar onların üzerlerine bu tip insanları
göndereceğini haber veriyor. Allah’la çatışmaya giren insanlar kim olurlarsa
olsunlar, ne olurlarsa olsunlar, ister Yahudi olsunlar, ister Hıristiyan,
isterse müslüman olsunlar fark etmez aynı duruma düşmüş insanlara Rabbimiz
azabın en kötüsünü reva görecek kimseleri musallat edecektir. Onlara zulmedecek,
onları ezecek, onlara haddini bildirecek, onların burunlarını sürtecek kimseler
gönderecektir Rabbimiz.
Evet diyor ki Rabbimiz hani Rabbin
ilân etmişti. Her an da ilân edilmektedir. Zaten bu âyetler bu yasalar Kur’an
içinde gelmekle kıyâmete kadar bunu tüm insanlığa Rabbimizin ilân buyurduğu
anlaşılmaktadır. Ama elbette ki ancak bu kitabı okuyanlar, bu kitapla ilgi
kuranlar bu ilândan haberdar olabileceklerdir. Değilse Allah’ın bu son
kitabından habersiz yaşayanlar bu ilândan mahrum olacaklardır. Kıyâmete kadar o
kötülere, o kitaplarının emirlerini yerine getirmeyen, kitaplarındaki Allah
yasalarını değiştiren, Allah yasalarını çiğneyen insanlara kötüleri Mûsâllat
kılacağım diyor Rabbimiz. Hem de tekid üstüne tekidle haber veriyor bunu. Âyet-i
kerîmedeki lam da, nun da birer tekid ifadesidir. İnsanların bu
konuya dikkatleri çekilsin diye Rabbimiz yemin ve tekidlerle bu konuyu ortaya
koyuyor.
Rabbimiz
bu ifadelerle buyuruyor ki; ey insanlar kesinlikle bilesiniz ki bu yasalardan
kurtuluş yoktur. Hiç bir güç, hiç bir kuvvet Allah’ın bu yasalarına engel
olamaz. Kıyâmete kadar Allah’ın bu yasaları geçerlidir. Allah’a karşı gelenlere,
Allah’ın göndereceği bu kullar, onlara azapların en kötüsünü peyleyecek ve
onlardan intikam alacaktır.
İşte bu Yahudilerin tarihleri
gözümüzün önündedir. Hz. Süleyman ve Dâvûd (a.s) dan sonra hemen hemen tüm
tarihleri yıkımla geçmiştir. Tarihin her bir döneminde bunların üzerlerine bu
acı azabın insanlar eliyle geldiği görüyoruz. Bu adamlar önce İsrâil oğulları,
Yakup çocukları olma özelliklerini kaybetmişler, Allah’ın şerefli kulları olma
şerefini yitirmişler. Her bir dönemde Allah da onların başlarına birilerini
Mûsâllat etmiş ve sürekli aşağılanmaya ve rezil bir hayat ya-şamaya mahkum
etmiştir onları. Bazen müslümanlar eliyle Rabbimiz onlar üzerinde bu yasayı
gerçekleştirmiş, bazen da başkaları eliyle bu yasanın onlar üzerinde
gerçekleşmesini sağlamıştır.
Her
asırda bunlara ayrı bir devleti Mûsâllat etmiş, kimi zaman kılıçtan
geçirilmişler, kimi zaman sürgüne maruz kalmışlar, kimi zaman zillet ve
meskeneti yudumlamışlar. Bir dönem Buhtunnasırı, bir dönem Babil kralını, başka
bir dönem Romalıları, başka bir dönem İranı onlara Mûsâllat etmiş tarih boyunca
hiç bir zaman rahat bir nefes alma imkânı bulamamışlardır.
Şu
anda da başka bir belâyı bekliyorlar ve asla oturdukları yerlerde rahat
değiller. Güya Filistin’de galip gibi görünseler de iğneli döşeklerde yatıp
kalmaktadırlar. Evlerinin altı köstebek yuvası gibi dehlizlerle doludur. Günün
birinde kanlarını emdikleri kemiklerini kırdıkları insanlar üzerlerine yürüyecek
de kaçacağız diye uyku durak bilmeden bir hayat yaşamak zorunda kalacaklar.
Elbette Allah’la çatışma içine giren bir toplumun âkıbeti böyle olacaktı. Bakın
Rabbimiz En’âm sûresinde de şöyle buyuruyordu:
“Bunun gibi, her kasabanın bir takım ileri
gelenlerini orada hile yapan suçlular kıldık. Oysa yalnız kendilerine hile
yaparlar da farkına varmazlar.”
(En’âm
123)
İşte
böylece biz her bir karye, her bir kasaba
her bir şehir ve her bir kent için o şehrin mücrimlerini yarattık. Her
bir şehre mücrimlerin büyüklerini egemen kıldık. Her memleketin ekabirlerini
mücrimlerden kıldık. Her bir beldenin ileri gelenlerini zulmedenler kılarız.
Orada hile yapıp dümenlerle kirli işler çevirsinler diye. Her bir belde de
kendilerinde renk gören, kendilerini bir nane zanneden, ben de biz de biliriz!
Biz de yaparız! Bizimde fikrimiz var! Bizim de egemenliğimiz var! Egemenlik
bizdedir! Hâkimiyet bizdedir! Biz istediğimizi yaparız! diyen azgınları kelek
kesenler kılarız. Orada tuzak kursunlar diye, orada insanlara zulmetsinler diye,
onlara zarar versinler diye, onları taciz etsinler diye müsaade ettik onlara
diyor Rabbimiz.
Garip değil mi? Bugün tüm köylerde,
tüm kasabalarda, tüm şehirlerde, tüm yerleşim birimlerinde bu tür mücrimleri
görürsünüz. Demek ki bunları egemen konuma getiren, onlara bu imkânı veren de
yine Allah’tır. Onların suçluluklarını, onların tüm zulüm ve yolsuzluklarını
onaylayan da Allah’tır. Allah bunlara dokunmuyor ki böylece bu mücrimler diğer
insanlar içim bir imtihan konusu, bir denenme vesilesi olsunlar. Böylece
anlıyoruz ki hem bu mücrimler hem de onların zulümlerine maruz kalan diğer
insanlar imtihan edilmektedirler.
Ama âyetin ifadesiyle söyleyelim.
Hem bu Allah’ın kendilerine imkân verip güçlü konuma getirdiği mücrimler, hem de
onların zulümlerini sineye çekmiş, onların zulümlerini bertaraf etmeyi
hatırlarından bile geçiremeyecek kadar onlara boyun bükmüş zavallı insanlar her
iki taraf da kendi kuyularını kazıyorlar. Her iki taraf da kendilerine tuzak
hazırlıyorlar. Her iki taraf da kendilerine yazık ediyorlar. Her iki taraf da
kendilerine zarar veriyorlar, zulmediyorlar. Her iki tarafta sonunda kendilerine
ediyorlar ama bunu bilmiyorlar. Zulmeden zâlimler de zâlimlerin zulümlerine
boyun büküp bunu sineye çeken mazlumlar da kendi kendilerine zulmediyorlar. Ama
şuurları da olmadığı için bunu anlayamıyorlar.
Öyle değil mi? Bir memleket insanı
Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın elçisinden ve Allah’ın kendileri için
gönderdiği hayat programından uzaklaşarak zâlim durumuna gelirlerse elbette
Cenâb-ı Hak zulme hak kazanan bu insanlara bu zâlimleri görevlendirir. Düşünün
ki filan adam Konya’da insanlara zulmediyor, insanların haklarını gasp ediyor,
nefes aldırmıyor, yoldan geçirtmiyor. Peki nedenmiş bu? Neden var o adamlar?
Neden zulmedebiliyor bu adamlar bu insanlara? Zira bu insanlar onları büyük
görüyorlar da ondan. Onları takmayıverseler, onları saymayıverseler onların
üzerlerinde en küçük tasallutları olmayacak. Ama berikiler onları adam yerine
koydukları için hattâ adam yerine koymaktan da öte onları yasa koyucu tanrılar
bilip Allah’ı ikinci plana attıkları için Allah da onları bunlara mûsâllat
etmektedir.
Hani
Rasûlullah’a ait olduğunu söyledikleri bir hadis vardı. Zâlim Allah’ın
kılıcıdır, Allah onun vasıtasıyla kullarından intikam alır. Ama sonunda iş
kılıcın yâni zâlimin kendisine gelir ve bizzat Allah da ondan intikam
alır.
Bilhassa şirk sistemlerinde,
ülkelerinde Allah’ın hâkimiyetini reddedip, Allah’ın kanunlarını reddedip
Allah’tan başkalarının kanunlarını yasallaştıran ve bu tanrılara kulluk etmeye
çalışan tüm demokratik ülkelerde onların büyüklerini, mücrimlerden kılıyor
Rabbimiz. Allah’ı hayatlarından kovmaya çalışan bu ülke insanlarının başına bu
tür zâlimleri mûsâllat ediyor. Şirk toplumlarının vaz geçilmez özelliğidir bu.
Allah’ın hâkim olmadığı devletlerinin en üst kademelerinde bu tür mücrimler
vardır. Hep zâlim insanlardır onların reisleri. Çalan, çır-pan, soyan, sömüren,
zulmeden insan tipleridir onların tepelerindekiler. Ama hem bu adamlar hem de bu
tür insanlara egemenlik hakkı tanıyarak onları tanrılaştıranlar zavallı insanlar
kendi kendilerine tuzak kurmaktadırlar diyor Rabbimiz.
Evet Allah böyle insanlardan
intikamını alacak zâlimleri onlara mûsâllat eder. İşte tıpkı İsrâil oğulları
gibi, hayatlarından Allah’ın sistemini kovup başkalarının yasalarını uygulayan
şu bizim toplumun derbederliğinin sebebi de budur.
Yahudilerin durumu budur. Tarihte
kendilerine pek çok peygamberler gönderilmiş, pek çok kitaplar gönderilmişti.
Allah’ın hak ki-tapları Tevrat, Zebur ve İncil hep bu topluma gönderilmişti.
Allah ısrarla her bir dönemde kendilerini sürekli uyarmıştı. Ama bu toplum
peygamber bilgisine, vahiy bilgisine, kitap bilgisine sahip oldukları halde
kendilerine gönderilmiş kitapları hep arkalarına atmış, Allah’ı unutmuş,
Allah’ın gönderdiği peygamberleri yalanlamış veya şehid etmiş hep böyle bir
karakter sergilemişlerdi.
Ellerinde
kitapları olmasına rağmen kitapla ilgisiz bir hayat yaşamayı yeğlediklerinden
dolayı, karakterlerinin bozukluğundan ötürü, bilhassa kölelik psikozuna
düşmeleri sebebiyle hayatları boyunca böyle rezil, zelil ve köle bir hayat
yaşamak bunların vazgeçilmez kaderleri olmuştu.
Burada hemen bu sünnetullahtan
hareketle şunu söylemek isterim: Hemen hemen bugün tıpkı İsrâil oğullarının
karakterini sergileyen İslâm ümmeti de ellerinde Allah’ın kendilerine gönderdiği
Kur’an olduğu halde, önlerinde şanlı bir Nebînin hayat düsturları durduğu halde
kitabı ve peygamberlerini bir tarafa bırakıp şeytanların uydurduğu sihirlere,
demokrasi gibi beşerî sitemlere bel bağlayıp onunla uyuşturabilmek içinde
kitaplarını kendilerine göre yorumlama bedbahtlığına düşen, peygamberin yolunu
sünnetini öldürerek, onun günlük hayattaki örnekliliğini bitirerek, onunla
ilgilenmeyerek ilgisizlikleri sebebiyle peygamberlerini öldüren bugünkü İslâm
ümmetinin de aynen onların durumuna düşeceğini, düştüğünü anlatıyor Rabbimiz bu
âyetlerinde.
İşte
İsrâil oğulları ve işte İsmail oğulları. Ne farkımız kalmış bunlardan? Onlar
kitaplarını arkalarına atmışlar, onlar peygamberle ilgilenmemişler, hayat
programlarını kitaba peygambere sormamışlar, kitaba ve peygambere rağmen farklı
bir hayat yaşamışlar ve sonunda rezil bir hayatın adamı olmuşlar. Kitabım
Kur’an, peygamberim Hz. Muhammed (a.s) diyen İslâm ümmeti de eğer bugün kitabı
ve peygamberi tanımadan bir hayat yaşamaya devam ederse onların da aynı âkıbete
düşmeleri kaçınılmazdır.
Bakın bundan sonraki âyet-i
kerîmesinde Rabbimiz Yahudilerin hayatlarındaki bu çözülmenin ulaştığı zirve
noktasını da şöyle anlatıyor.
168.
“Biz onları yeryüzünde iyiler ve aşağılıklar olarak bölük bölük ayırdık; iyiliğe
dönerler diye onları güzellikler ve kötülüklerle
sınadık.”
Ve
bir de biz onları yeryüzünde ümmetlere böldük, grup grup, hizip, hizip, bölük
bölük yaptık onları. Dâvûd ve Süleyman (a.s) lar döneminde yeryüzünde izzetin
zirvesini yaşayan bu insanlar, yeryüzünde İslâm sancağını taşımaya lâyık
oldukları için Allah’ın en büyük ikramlarına ulaşan bu insanlar, daha sonra
kitaplarına karşı takındıkları bu bozuk tavırlarından ötürü Allah’ın yasaları
gereği yeryüzünde dağılıyorlar, parçalanıyorlar, parça parça hale geliyorlar.
Her bireri değişik birer siyasî otoritelerin altında yaşamak zorunda kalıyorlar.
Değişik değişik gruplar halinde yeryüzünün her tarafına dağılıyorlar ve
kendilerinden olmayan insanların egemenliği altında bir hayatın mahkumu olmak
zorunda kalıyorlar.
Elbette
İslâm’dan, Allah yasalarından uzaklaşan bir toplumun âkıbeti budur. İslâm’dan
uzaklaşan toplum parça, parça olmak, bölük bölük olmak zorundadır. Çünkü İslâm
düzeninde, İslâm toplumunda olduğu gibi hepsinin ortaklaşa kabul ettikleri,
hepsinin birlikte baş vurdukları tek bir ölçü yoktur hayatlarında. Tüm kullarını
aynı ölçüde ve aynı değerde kabul eden yaratıcı bir Rab tarafından konulmuş ve
toplumda herkesin iman edip uymak zorunda olduğu değişmez kurallar yoktur
onların hayatlarında. Yâni toplumda herkesin emrine boyun eğeceği, herkesin
arzularına teslim olacağı bir İlahları yoktur onların. Aksine çok çeşitli
İlahları çok fazla Rableri vardır onların. Hâkimiyetin, ulûhiyetin ve teşri
hakkının kendilerinde olduğunu iddia eden bu sahte ilahlar, bu yapay tanrılar ve
tanrıçalar insanları bölük, bölük bölmüşler ve her bir bölüğü kendi peşlerine
takmışlar birbirleriyle savaştırmaktadırlar.
İşte
böyle bölük bölük olan müslümanlar birbirlerini yemekle meşguller. Onlar
birbirlerini yemekle meşgul olunca da düzen yaşama imkânı buluyor ve böylece bir
oyun devam edip gidiyor.
Evet bu tür demokratik toplumlarda
insanlar bölük bölüktür. Kimileri Rab kimileri kul, kimileri kanun koyucu,
kimileri bunlara itaat edici, kimileri idare edici, kimileri idare edilen böyle
Rabler ve kullar haline gelmişlerdir. İşte böyle hepsi insan oldukları halde,
hepsi de kul oldukları halde, hepsi de birbirlerinden farksız âciz varlıklar
oldukları halde kimilerinin Rab, kimilerinin kul konumunda olmaları toplumda
fertlerin birbirlerine karşı kin, nefret, düşmanlık ve haset duyguları devam
edip gitmektedir. Bir grup diğerine hükmetmekte bir grup diğerini ezmekte bir
grup sürekli diğer bir gurubun acısını tatmakta, biri diğeri yüzünden azap
çekmektedir. Elbette Allah’ın kitabını terk edip kendi hevâ ve heveslerine tâbi
olan bir toplumun sonu işte böyle olacaktır.
Ama Allah diyor ki; biz elbette ki
onları iyiliklerle de kötülüklerle de denedik. Onlara zaman zaman iyilikler ve
kötülükler göndererek onları biledik. Sık sık imtihanlardan geçirdik onları
belki kitaplarına
dönerler
diye. Belki akıllarını başlarına alırlar da Rablerine kulluğa dönerler
diye.
Bakın şu anda bizler de parça
parçayız. Bizler de şu anda bölük pörçük olmuşuz. Ümmet olarak parçalanmamız bir
yana aynı ülkede, hattâ aynı şehirde yaşayanlar olarak bile parça parça olmuşuz.
Bu parçalardan kimilerine iyilikler kimilerine de şu anda kötü-lükler
gelmektedir. Bir bölgede oturan müslümanlar kendi durum-larının iyiliğine
bakarak biz daha iyiyiz diyerek öteki kardeşlerini unu-tacak duruma
gelmişlerdir. Halbuki bu durumda bizim yapmamız gereken şudur. Bizden daha kötü
durumda olan coğrafyalardaki kardeşlerimizin yardımına koşmak zorundayız. Kendi
coğrafyamızdaki kardeşlerimizin daha iyi müslüman olmaları, öteki
coğrafyalardaki kardeşlerimizin de en azından bizim seviyemize gelmeleri için
elimizden geleni yapmaya koşmamız gerekmektedir.
Bunların içinden sâlihler de çıkmış.
Allah’ın kitabına, Allah’ın dinine sahip çıkan ve hayat programı olarak onların
uygulanması gerektiğine inanmış ve bu uğurda mücâdelelerini sürdürenler de
çıkmış. Bir kısmı da az sâlihlerden olmuş. İnanmış ama bu imanlarını gündeme
getirecek kadar salah ehli olamamışlar. Dilleriyle Allah’ın yasalarına iman
ettiklerini söylemişler ama hayatlarıyla içinde bulundukları toplumun anlayışına
karşı çıkamamış insanlar da çıkmış onların içinden. Ve işte böylece biz onları
çeşitli dönemlerde tüm insanlığa yaptığımız gibi bazen iyilikler göndererek
bazen da kötülükler göndererek
imtihanlara tâbi tuttuk. Bu gönderilenler sayesinde belki dönerler
Rablerine kulluk yaparlar diye.
169.
“Artlarından yerlerine gelen bir takım kötüler, kitaba mirasçı oldular. "Biz
nasıl olsa affedileceğiz" diyerek kitabın hükümlerini değiştirme karşılığı bu
değersiz dünyanın mallarını alırlar: Yine ona benzer geçici bir şey kendilerine
gelince onu da kabul ederlerdi. Onlardan, Allah'a karşı ancak gerçeği
söyleyeceklerine dair Kitab üzerine söz alınmamış mıydı? Kitapta onları
okumamışlar mıydı? Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için, âhiret yurdu daha
hayırlıdır.”
Bunlardan
sonra onların yerlerine, onlardan daha kötülerini vâris kıldık. Bunlar
kendilerinden öncekilerin yerine kitaba vâris oldular. Ama buradaki “arkada
kalanlar” ifadesi sadece onlardan sonra gelenler anlamına değil aynı zamanda
geride kalan, gerileyen, gittikçe gerileyen bir topluluk haline geldiler ve bu
durumda onlar kitaba vâris oldular anlamınadır. Onlar tıpkı kendilerinden
öncekiler gibi kitap ehliydiler, hayatlarını düzenleyebilecekleri müracaat
edebilecekleri el-lerinde kitapları vardı. Kitabı biliyorlardı, kitabı
tanıyorlardı, kitabı okuyorlardı. Ellerindeki kitabın varlık gayesini,
fonksiyonunu bildikleri halde kitaplarını arkalarına attılar. Ellerindeki kitabı
bir kenara bıraktılar. Biz nasıl olsa affedileceğiz diyerek kitabın hükümlerini
değiştirdiler ve kitaplarıyla ilgiyi alâkayı kestiler. Çok kötü bir konumda
olmalarına rağmen Allah’ın rahmetine bel bağladılar.
Halbuki
ancak müslümanca bir hayat yaşayan insanların Allah’ın rahmetine ümit
bağlamaları mümkündür. Böyle insanların rahmete bel bağlamaları caizdir.
Kitaplarını okuyorlar, kitabın emirlerini yaşamaya çalışıyorlar,
peygamberlerinin sünnetiyle ilgi kurup onu an-lamaya ve yaşamaya çalışıyorlarken
ufak tefek kusurları konusunda Allah’ın rahmetine bel bağlamaları şer’idir.
Ama
bir topluluk düşünün ki kitaplarından habersiz yaşıyor, kitaplarıyla ilgiyi
kesmişler, kitaplarının içindekilerle amel etmeye çalış-mıyor, Allah’ın
sınırlarını çiğneyerek elde edeceklerini elde etmeye çalışıyor ve de diyor ki
nasıl olsa bizler müslümanız ve bize mağfiret edilecektir, nasıl olsa bizler
müslüman bir babadan ve anadan doğduk Allah bize elbette mağfiret edecektir
diyor. İşte bu gerçekten çok kötü bir durumdur. Hem kitaplarını arkalarına
atıyorlar hem de Allah’ın mağfiretini umuyorlar.
Kitabın arkaya atılması demek
kitabın önüne başka şeylerin geçirilmesi demektir. Kitabın önüne başkalarının
kitaplarını veya kendi düşüncelerini, şahsî kanaatlerini onun önüne almak
anlamına gelmektedir. Ya da kitaptan yüz çevirmek, kitapla ilgiyi alâkayı
kesmek, hayat programını kitaba danışmadan hazırlamak, böyle bir kitap var mı
yok mu bundan habersiz yaşamak anlamına gelmektedir. Kitabın emirlerine ve
yasaklarına karşı kayıtsız, vurdum duymaz bir hava içine girmek, kitabı ona
ihtiyaç duyulmadığı için arkaya almak ve onu kendisine az bakılacak bir konuma
getirmek demektir. Veya kitaba, onu sonra okuruz! Hele önce şunları, şunları bir
okuyalım da ondan sonra sıra ona gelsin
diyerek, onu ikinci, üçüncü plana atmak demektir.
Evet kitaplarını arkalaya attılar,
kitaplarıyla ilgiyi alâkayı kestiler, kitaplarının emirlerini değiştirdiler.
Peki niye yapmışlar bunu?
Şu edna, şu deni, şu alçak dünyanın
geçici menfaatlerine meyledip yapıştılar da ondan. Şu Allah katında sineğin
kanadı kadar değeri olmayan, sadece imtihan için yaratılmış olan dünyayı kıble
edindiler. Dünyayı ve dünyalık şeyleri kazanmayı hedef bildiler. Onsuz olmaz
dediler. Tüm zamanlarını tüm mesailerini onu kazanmaya teksif ettiler. Tüm plan
ve programlarını onun adına yaptılar, dünyayı cennetleştirme ya da cennetlerini
dünyada arama cinnetine kapıldılar da kitaplarına ayıracak zamanları kalmadı.
Dünya onların gözünde o kadar değerliydi ki onun yanında değersiz olan kitapla
ilgilenmeye zamanları kalmadı. Kitaplarından habersiz yaşadıkları için, ya da
kitaplarından haberdar oldukları halde, kitaplarının farkına vardıkları halde
yine de haram helâl demeden ne geliyorsa onu almaya çalışıyorlardı.
Peki acaba bu adamlar kitaplarını
arkalarına atarlarken, kitaplarının hükümlerini değiştirip kendi hevâ ve
heveslerine göre hareket ederlerken bu cesareti nereden almışlar?
Nasıl olsa bizler affedileceğiz diye
düşünüyorlarmış. Durumlarından, gidişlerinden mutmain oluyorlarmış. Bizim şu
anda yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır. Bizler cennetin ta ortasına
lâyık insanlarız diyorlarmış. Allah kerim be! Allah ğafururrahimdir! diyerek
kendi kendilerini affetmeye, kendi kendilerine bir kuruntuya kapılmaya
çalışıyorlarmış. Kendilerine cennetin sahibi tarafından böyle bir garanti
verilmediği halde Allah bizi koymayacak da cennetine sığırları mı koyacak?
diyerek garanti veriyorlarmış. Allah nasıl olsa bizi affedecektir diyerek
Allah’ı şartlandırmaya ve Allah’a akıl vermeye
çalışıyorlarmış.
Böyle iken onlara bunun gibi bir
dünya metaı, bir dünya menfaati, bir haksız para, bir rüşvet sunulsa onu da
alırlar. Rablerinin kitabıyla ilgileri olmadığı için, hayatlarını, hayata
bakışlarını, mala bakışlarını kitap kaynaklı sünnet kaynaklı yapmadıkları için
bu adamlar hayata karşı, mala karşı o kadar hırslılar ki ona ulaşmak için haram
helâl tanımadan her yolu meşru görmektedirler. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde
insan oğlunun bir vadi dolusu malı olsa bununla yetinmeyip ikincisini ister,
onun gözünü ancak torak doyurur hadisi bunu anlatmaktadır her halde.
Ama
Allah’ın kitabını tanıyan, Allah’ın kitabı vasıtasıyla bu dünyanın mânâsını
anlayan bir müslüman asla böyle değildir. O tüm plan ve programını âhiret
hesabına bina eden bunun için çırpınan insandır. Dünyada Allah’ın kendisinden
istediği kulluğu icra edebil-mesi için kendisine lâzım olan kadarıyla dünyalıkla
yetinip gerisiyle ilgilenmeyen kimsedir mü’min. Dünyayla ilgileneceğim diye
kitabıyla diyalogunu koparan, dünyası için âhiretini satan kişi değildir mü’min.
Ama bunlar öyle yapmıyorlardı.
Kitaplarını gözden geçirmişler, kitaplarının farkına varmışlar ama yine de haram
helâl dinlemeden gelen her şeyi almaya çalışıyorlardı. Evet kitabımızda fâiz
haramdır ama günümüzde başka çaresi kalmamıştır diyerek, helâlin peşine düşmeden
içinde bulunduğu şartları değiştirmeye yönelmeden ne yapalım bu devirde başkası
mümkün değildir diyerek harama yönelmekteydiler.
Eğer bugün müslümanlar da tıpkı bu
Yahudiler gibi kitaba vâris oldukları halde, bizim de kitabımız var, bizler de
kitaplıyız dedikleri halde kitaplarını bir kenara bırakırlar, kitaplarının
kendilerine belirlediği kıblelerini değiştirirler, Allah’ın rızasını ve âhiret
hesabını unutarak alçak dünyanın geçici menfaatlerine, yarına intikal etmeyecek
mallarına mülklerine yapışıp kalırlar ve koskoca bir ömrü bunun için harcamaya
kalkışırlarsa ve de nasıl olsa Allah kerimdir bizi affedecektir mantığına
kapılırlarsa Allah korusun o zaman onların da Yahudilerden hiç bir farkları
kalmayacak demektir. Üstelik:
Bu adamlardan kitapları konusunda
mîsâk da alınmamış mıydı? Daha önce kendilerinden kitabın mîsâkını almamış
mıydık? Allah’a karşı haktan başka hiç bir şey söylememeleri konusunda kitapla
onlardan mîsâk alınmamış mıydı? Hani onlar sadece hak söyleyeceklerdi. Hani
Allah’tan gelen hakla, Allah’ın gönderdiği hukukla amel edeceklerdi. Hani
Allah’tan gelenin dışında hak ve hukuk kabul etmeyeceklerdi. Hani onlar sadece
kitaba göre hareket edeceklerine kitabın dışına çıkmayacaklarına dair Allah’a
söz vermişlerdi. Ben mü’-minim derlerken, ben de iman ettim derlerken, kelime-i
şehadeti ve tevhidi söylerlerken hani bu konuda ahitte bulunmuşlardı. Biz
müs-lüman olduk, biz iradelerimizi Allah’a teslim ettik, biz Allah’ın seçimini,
kendimiz için seçim kabul ettik, boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu Allah’a
teslim ettik, artık O bizi ne tarafa çekerse biz o tarafa gideceğiz, O bizim
adımıza nasıl bir hayat programı belirlerse biz onu yapacak ve yaşayacağız
diyerek kitapla Allah’a söz vermemişler miydi? Üstelik de:
Bu adamlar kitabın dersini de
biliyorlardı. Kitabın dirasetin-den, kitabın içindeki Allah’ın emir ve
yasaklarından da haberdardılar. Allah’ın kitabı kendilerine duyuruluyordu.
Kitaba yabancı değillerdi. Ama buna rağmen kitapla tanışık olmalarına rağmen,
kitaplarının kendilerinden nasıl bir hayat programı istediğini bildikleri halde,
kitaplarını her gün okudukları halde yine de bu adamlar değişmiyorlar. Kitap
kendilerini ha uyarmış ha uyarmamış fark etmez; yaşıyorlar. Kitap ne derse desin
onlar yine bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Bildikleri, tanıdıkları,
duydukları, okudukları kitabın âyetleri onların hayatlarını değiştirmiyor.
Kitaba rağmen kendilerine hayat programı yapıyorlar, kitabın uyarılarına rağmen
yine dünyanın peşine takılıp dünyalık menfaatler kazanacağız diye bir ömür
çırpınıp duruyorlar. Ama unutmayın ki:
Muttakiler
için, Allah’la yol bulanlar için, yollarını Allah’a, Allah’ın kitabına ve Onun
elçisine sorarak bulan ve Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayanlar için
elbette âhiret yurdu çok daha hayırlı çok daha güzeldir. Bunu akıl etmiyor
musunuz? Hâlâ bunu anlamayacak ve akıllanmayacak mısınız? hâlâ akıllarınızı
kullanmayacak mısınız?
170.
“Kitaba sımsıkı sarılanlar ve namaz kılanlar için ecir vardır, düşünmüyor
musunuz? Biz, iyiliğe çalışanların ecrini elbette zâyi
etmeyiz.”
Evet Allah’ın kitabına sım sıkı
sarılanlar ve insanların da ona sarılmasını sağlayıp öğütleyenler ve namazı
ayağa kaldırıp hayatlarını namazla özdeşleştirenler, çevrelerine namaz eğitimi
verenler, na-maz konusunda emri bil’maruf yapanlar var ya işte biz o
ıslahçıların, o kendileri sâlih olup aynı zamanda çevrelerini de ıslah etmeye
çalışan muslihînin amellerini, ecirlerini zâyi
etmeyeceğiz.
Evet kitaba sımsıkı sarılanlar.
Kitaba sarılmak kitabın şu cismine sarılıp, onu bağrına basıp onunla yatıp
kalkmak değildir. Kitabın âyetlerini ve o âyetlerin ortaya koyduğu mânâyı hiç
kaybetmeden hayatta uygulamaya çalışarak onu muhafaza etmek demektir. Ben bunsuz
hayatıma çeki düzen veremem, ben bunsuz yol bulamam, ben bu kitapsız hayat
programı yapamam, ben bunsuz hayat programı yapıp cennete ulaşamam diyerek
kitabın âyetlerine sarılıp, sürekli onlar kılavuzluğunda yol bulmak, yolunu
onlara sormak ve onlarla bir hayat yaşamak demektir.
Evet kitaba sarılanlar, Hz. Mûsâ
(a.s) gibi Yed-i Beyzaya sa-rılanlar veya Yedi Beyzayı ortaya koyanlar, Hz.
Yahya gibi kitabı elin-den hiç bırakmayan, kitaba sım sıkı sarılıp hayatına
kitapla yön veren, kitabın istediği hayatı yaşayan, kitapsız bir adım bile
atmayan veya Allah’ın Resûlü gibi tüm hareketlerinde kitabı istinat noktası
kabul edip sağ elime güneşi, sol elime de ayı verseler, dünyanın tüm nimetlerini
üzerime yağdırsalar da yine bu kitaptan ve bu kitabın yol gösterisinden
vazgeçmeyeceğim diyerek yemin edenler, gibi kitaba sım sıkı
tutunanlar.
Bir
de namazı ikâme edenler. Yâni kitapla beraberliklerinin, kitaba sarılmalarının
ispatı olarak, kitaptan mesaj almalarının pratikteki ilk eylemi olarak namazı
ikâme edenler. Salat aslında yöneliş demektir. İnsanın bütün varlığıyla, içiyle
dışıyla Rabbine yönelişinin adıdır namaz. İşte hayatımızda bunu
gerçekleştirmemizi istiyor Rab-bimiz. Tüm hayatımızla kendisine yönelmemizi
istiyor. Bunun için na-mazı ikâme etmemizi istiyor. İkame doğrultmak, ayağa
kaldırmak de-mektir. Namazın ikâmesi de hayatın namazla doğrultulması demektir.
Kişinin imanıyla doğrulması imanını ayağa kaldırması hayatını, iman kaynaklı
yaşamaya karar vermesi demektir. Kâbe’nin avlusunda namazla doğrulan Allah’ın
Resûlü etrafındakilere bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Namazıyla hayatı
şekillendirmeye ve o hayatta putları devirip onların yerine Allah’ın
egemenliğini kurmaya çalışıyordu. Öy-leyse namaz hayata hâkim
olmalıdır.
İşte
böylece kitaba sımsıkı sarılıp bunun gereği olarak da namazı ikâme edenlerin
yâni muslihînin ecirlerini zâyi etmeyeceğiz diyor Rabbimiz. Demek ki bundan da
anlıyoruz ki namaz ıslahmış ve namazı ikâme edenler ıslahçılarmış. İnsan
kendisini ıslah etmekle beraber aynı zamanda muslıh da olması gerekmektedir.
Yâni kendisi sâlih olmakla birlikte başkalarını ıslah etmesi de gerekmektedir.
Yâni namazla Rabbinden aldığı mesajı çevresindeki Allah kullarına ulaştırması
gerekmektedir.
Namaz Allah’la buluşmak demektir.
Namaz Allah’la konuşmak, Allah’la sözleşmek demektir. Onun kelâmıyla, bizzat
onunla sözleşmek demektir. O sözlere göre bir hayat yaşayacağına söz ver-mek
demektir. Namazla özdeş bir hayat yaşamaya, namaza endeksli bir hayat yaşamaya,
hayatı düzenleyecek bir namaz kılmaya sözleş-mek demektir. Hukuka etkili,
eğitime etkili, ekonomiye etkili, kazanmaya-harcamaya ve tüm hayat birimlerine
etkili bir namaz kılmaya ve bunun gereği olarak da namazda alınan mesajla hayatı
düzenlemeye sözleşmek demektir.
Elbette
böyle bir namaz kılabilmek için de kitaba sımsıkı sarılmak gerekmektedir. Kitabı
bir an bile elimizden düşürmememiz, onunla oturup onunla kalkmamız, onu hayata
tatbik etmemiz gerekmektedir. Biz kendimiz böyle sürekli onunla beraberliğimizi
sürdürdüğümüz gibi, etrafımızdaki insanlara da onu ulaştırma çabası içinde
olmamız gerekmektedir. Şereflilerin en şereflisi olan Allah elçilerinin
mesleğidir bu. Tüm Allah elçileri hayatları boyunca bunu yapmışlar. Kendileri
Allah’ın kitabına sımsıkı sarılmışlar, onu kendilerinden kendilerini ondan
ayırmamışlar, hayatlarını onunla düzenlemişler ve çevrelerindeki insanlara da
sürekli onu duyurmuşlardır.
171.“Tur dağını, gölgelik gibi onların üzerlerine
yükseltmiştik, onlar tepelerine düşeceğini sanmışlardı. Onlara: "Size verdiğimiz
Kitaba sıkıca sarılın, içinde olanları düşünün ki sakınanlardan olasınız"
demiştik.”
Rabbimiz
bu bölümde İsrâil oğullarından aldığı ahdi ve bu ahdi onlardan alış şeklini
anlatıyor. Biz onların üzerlerine dağı kaldırmıştık. Allah’ın sonsuz güç ve
kudreti karşısında dağ da kim oluyormuş? Dağı kaldırmış onların başları üzerinde
tıpkı yağmurdan korunmak isteyen kimsenin şemsiyeyi başının üzerinde kaldırdığı
gibi. Anlıyoruz ki bu adamlar öyle kolay, kolay Allah’a söz vermeye yanaşmayan
bir toplum. Allah böyle bir dağı üzerlerine kaldırarak zor altında kendilerinden
mîsâk alıyordu. Kendilerine vereceği ahdin ve kendilerinden alacağı sözün
ciddiyetini kendilerine göstermek için Rabbimiz böyle bir yol takip ediyor.
Dağı
kaldırıyor onların üzerlerine ve onlar yattıkları yerden bakıyorlar acaba Allah
bizimle dalga mı geçiyor diye. Ama onlar bu işin bir dalga geçme olmadığını,
bilâkis neredeyse o dağın üzerlerine düşeceğini başlarına kapaklanacağını
zannediyorlar, anlıyorlar. Yâni işin ciddiyetini
kavrıyorlar.
Peki acaba böyle ciddi bir ortamda
Allah’ın onlardan aldığı ahid neydi? Hangi konuda söz almıştı Rabbimiz onlardan?
Size verdiğimiz kitabı alın ve ona
kuvvetlice tutunun. Kitaba sımsıkı sarılın. Kitaba bütün ciddiyetinizle, bütün
gayretiniz ve himmetinizle sarılın. Kitaba böyle yarım elle değil, işin bir
ucundan değil tümüyle sarılın, tüm hayatınızla sarılın. Gecenizle gündüzünüzle,
işi-nizle aşınızla, kadınınızla erkeğinizle, çoluğunuzla çocuğunuzla her
şeyinizle kitaba sarılın. Onda olanları zikredin. Kitabın içindekileri gündem
edinin. Kitabı gündem maddesi olarak alın ve algılayın. Gündeminizi onunla
belirleyin. Onu program yapın. Hayat programınızı ondan alın. Yaşadığınız
hayatın temel ölçüsü yapın kitabı. Kitabı sadece mücerret sevap maksadıyla
okunan bir kitap durumuna düşürmeyin. Onu anlamak ve onunla hayatınızı
düzenlemek üzere onunla ilişki kurun. Kitapla böylece bir ilişki gerçekleştirin
ki muttakilerden olasınız, takvaya ulaşasınız.
Evet sadece İsrâil oğullarına
değildir bu hitap. Bize de verilmiştir kitap. Öyleyse biz de kitaba böylece
sarılacağız. Demek ki biz de Allah’ın bize gönderdiği kitaba sımsıkı, kuvvetlice
tutunmak zorundayız. Bunun birinci boyutunu budur. İkinci boyutu da kuvvetli
mü’minler olarak kitaba tutunun demektir bunun mânâsı. Kavî mü’-minler olarak,
kuvvetli mü’minler olarak kitaba sarılın. Yâni iman kuvvetini, amel kuvvetini,
ahlâk kuvvetini gündeme getirerek bu kitaba sarılın.
Çünkü
imanla, amelle, ahlâkla desteklenmeyen bir tutuş kuvvetli bir tutuş değildir.
Hayatta tatbik gerçeğiyle desteklenmeyen bir tutuş ciddi bir tutuş değildir.
Hayatta tatbik edilmeyen, hayatta yaşanmayan bir kitap, kitap olarak korunma
özelliğini kaybedecektir. Bireysel hayatla, aile hayatıyla, toplum hayatıyla,
ekonomik hayatla, siyasal hayatla hukukla ve tüm hayat programlarıyla
desteklenmeyen bir tutuş gerçek bir tutuş değildir.
Meselâ
düşünün ki şu anda toplum olarak, müslümanlar olarak kitapla diyalog kursak,
gece gündüz kitabın âyetlerini okuyup anlasak ama anladığımız bildiğimiz bu
âyetleri bireysel hayatımızda, aile hayatımızda, hukuk hayatımızda, ekonomik
hayatımızda, toplum hayatımızda uygulamıyorsak, bu âyetlerin istediği bir hayatı
yaşamıyor ve hayatımızı onlarla düzenlemiyorsak o zaman biz ne o kitaba inanmış
sayılırız ne de o kitaba kuvvetlice tutunmuş sayılırız.
Yâni
inandığımız, okuduğumuz, anladığımız kitabın âyetleri hayatımızda
görüntülenmiyorsa, hukukumuzda bu kitabın etkisi gö-rülmüyorsa, kılık-kıyafet
konusunda bu kitap kendini hissettirmiyorsa, ekonomide etkili değilse,
kılık-kıyafet bu kitabın âyetlerine göre şekillenmiyorsa, kazanmamız harcamamız
bu kitabın istediği biçimde şe-killenmiyorsa, evimiz, eğitimimiz, amellerimiz bu
kitaba göre şekillen-miyorsa, yâni ortada kitaba dayalı görünür bir hayat yoksa,
bir görün-tü, bir eylem, bir amel bir aksiyon yoksa bu iman Allah’ın istediği
bir kitap imanı olmadığı gibi bu tutuş da Allah’ın istediği bir tutuş değildir.
Çünkü
Allah’ın istediği tutuş kuvvetle, iman kuvvetiyle, amel kuvvetiyle, uygulama
kuvvetiyle bir tutuştur. İşte Rabbimiz bu âyetinde bizlerden kitabına böyle bir
tutuş istemektedir.
Allah’ın kitabına işte böyle bir
tutuşla tutunup onu zikir haline getirmek zorundayız. O zaman müttakılerden olma
imkânını elde etmiş olacağız. Yâni o zaman kitapla yol bulma imkânını veya
kitabın kendilerine fayda verdiği insanlardan olma imkânını elde etmiş, yâni
buna hak kazanmış olacağız. Bu kitabı zikir demek onu sürekli hatırımızda
tutmamız ve onunla hayatı düzenlememiz anlamına gelmektedir. Kitabın âyetlerinin
hayatta gündeme gelmesi demektir. Evet zikir kişinin hem kendi kendine
hatırlaması, kendi kendine gündem oluşturması, kitap üzerinde kafa yorması hem
de onu başkalarına duyurmaya çalışarak başkalarının hayatında kitapla gündem
oluşturma, başkalarının da onun üzerinde düşünmeleri
sağlamasıdır.
İsrâil oğullarından aldığı bu mîsâkı
anlattıktan sonra Rabbimiz bundan sonraki âyetinde insan oğullarından aldığı ilk
mîsâkı günde-me getiriyor. Bakın şöyle buyuruyor:
172.
“ Rabbin, insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: "Ben sizin
Rabbiniz değil miyim" demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: "Evet
şahidiz" demişlerdi. Bu, kıyâmet günü, "Bizim bundan haberimiz yoktu" dersiniz,
diyedir”
Hani
Adem oğullarından ve onların sırtlarından bütün zürriyetleri çıkarılıp kendi
nefislerine şahit tutarak şöyle demiştik:
Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye
sorulması ve onların da:
Belâ ya Rabbi! Biz şahit olduk
dedikleri bir mîsâktı.
Hadislerde anlatıldığına göre,
ruhlar âleminde Rabbimiz herkesi konuşturuyor. Efendimiz hadislerinde böyle bir
mîsâktan söz ediyor. Bunun sembolik bir şey olduğunu, aslında böyle bir
sözleşmenin olmadığını, ama Rabbimizin konuyu böyle bir diyalog halinde bize
anlattığını söyleyenler olmuşsa da bu doğru değildir. Bunun nasıl
gerçekleştirildiğini bilmesek de, künhünü anlayamamış olsak da iman ediyoruz ki
bu hadise olmuştur. İşte Kur’an’ın da anlattığına göre Rabbimiz onları kendi
nefislerine şahit tutarak, onlardan böyle bir ahid almıştır. Daha önce sizleri
yaratmadan ya da cisimlerinizi yaratmadan önce sizden mîsâk almıştık. O mîsâkı
hatırlayın diyor Rabbimiz. Rabbinize verdiğiniz sözlerinizi hatırlayın da
hayatınızı bu mîsâka göre ayarlayın diyor.
Hatırlayın
hele bir. Gündeme getirin. Hayatınızı bununla düzenlemek üzere bu mîsâkı
gündeminize alın. Hayatımızda çok lüzumsuz şeyleri gündeme alıp onlar üzerinde
kafa yoracağımıza Rabbimizin bu âyetlerini gündeme almak ve onlar üzerinde
düşünmek zorundayız. Bizim hayatımız için, bizim geleceğimiz için ne kadar büyük
bir olay, ne kadar azîm bir konu değil mi?
Bir dönem Rabbimiz bizi bize şahit
tutarak, bizi nefislerimize şahit tutarak “Ben
sizin Rabbiniz değil miyim”
demişti. Sizi yaratan, sizi yoktan var eden, sizi doyurup besleyen, size sizin
sahip olduğunuz her şeyi veren, sizi koruyup gözeten, sizin üzerinize yegâne
hâkimiyet egemenlik sahibi olan, sizin hayat programınızı belirleyen, sizin
nerede, nasıl hareket edeceğinizi, nasıl bir hayat yaşayacağınızı, hayatınızda
nasıl bir hukuk, nasıl bir ekonomi uygulayacağınızı, nasıl giyineceğinizi, neyi
nasıl düzenleyeceğinizi belirleyen ben değil miyim? Sizin boyunlarınızdaki
kulluk iplerinin ucu elinde olan, sizin adınıza kulluk maddesi alan ben değil
miyim? Yalnız kendisine itaat edeceğiniz yalnız kendisini dinleyeceğiniz yalnız
kendi yasalarını uygulayacağınız Rabbiniz ben değil miyim? buyurmuştu da bizler de kendi kendimizin şahitleri olarak:
“Belâ
ya Rabbi! Sen bizim Rabbimizsin, biz buna şahit olduk”
Bizim
hayat programımızı, bizim yaşam biçimimizi belirleyen, bizim hayatımıza kulluk
maddesi alan, boyunlarımızdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, seçimini seçim
kabul edeceğimiz, çektiği yere gideceğimiz, yasalarını uygulayacağımız Rabbimiz
sensin ya Rabbi. Bizler senden başkalarını Rab tanımayacağız, senden
başkalarının hayat programlarını uygulayıp onlara kulluk etmeyeceğiz, senden
başkalarının hatırına hareket etmeyeceğiz diyerek ona bu konuda söz vermiştik.
Öyleyse hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız ki bizler tüm hayatımızda Rabbimize verdiğimiz bu ahid üzere
yaşarsak o zaman bizler bu ahidlerimize sadık kalmışız demektir. Hayatımızın
tümünde yalnız Onu Rab kabul edip, yalnız onun yasalarını uygulayıp, sadece Ona
kulluk edip sadece Onun istediği biçimde yaşarsak sözümüze sadık kalmış olacağız
demektir. Aksi takdirde bunun dışında bir hayat yaşarsak, Allah’tan başkalarını
Rab bilir, Allah’tan başkalarının yasalarını uygular, Allah’tan başkalarının
çektiği yere gider ya da kendi hevâ ve heveslerimizin istediği bir hayatı
yaşamaya kalkışırsak o zaman da bu ahidlerimizi bozmuş ve yoldan çıkmış oluruz
Allah korusun.
Eğer
bir kimse Allah’a verdiği bu söze riâyet etmiyorsa bu adamın insanlara verdiği
sözlerine riâyeti de düşünülemez. Rabbiyle ahdine sadık davranmayan bir kimseden
insanlara karşı sadâkat beklenebilir mi? Şair Sadi Şirazi öyle der. Namaz
kılmayan birisine sakın borç para vermeyin. Çünkü namazı terk ederek Rabbine
karşı borcunu düşünmeyen bir adamın sizin borcunuza sadâkatini düşünmeniz
aptallıktır.
Peki hani bunu hatırlayan var mı
içimizde? Bunu hatırlamamak, böyle bir olayın olmadığı anlamına gelmez. Çünkü
meselâ şu anda bizler çocukluğumuzda yaptığımız pek çok şeyleri de
hatırlaya-mıyoruz ama onları hatırlamayışımız, onları yapmadığımız anlamına
gelmediği gibi âkıl bâliğ olduğumuz dönemden itibaren yaptıklarımız-dan sorumlu
olmadığımız anlamına da gelmemektedir. Bizler o dönemlerde yaptıklarımızı
hatırlamasak da anamız babamız tarafından işte sen şöyle yapardın böyle yapardın
gibi bizim hakkımızdaki sözlerinden beyan ve şehadetlerinden bunu anlıyoruz.
İşte aynen bunun gibi biz Rabbimizle gerçekleştirdiğimiz bu ahdi hatırlamıyor
olsak da Rabbimizin haber vermesinden bunu anlıyoruz.
Veya
fıtrattan, fıtratımızdan anlıyoruz bunu. İnsan olarak bizim fıtratımız ortaya
koyuyor ki Rabbimizle aramızda böyle bir sözleşme gerçekleşmiştir. Nasıl? Meselâ
bakın darda kaldığımız zaman, zorda kaldığımız zaman çok ciddi bir tehlike
anında ister mü'min olsun ister kâfir herkes Allah’a yalvarmaktadır. Bundan
anlıyoruz ki tüm insanlarda fıtrat tevhiddir, öz cevher tevhiddir, şirk ise
sonradan ona arız olmuş bir kabuktur. İşte böyle çok ciddi bir tehlike anında
insan fıtratı açığa çıkmaktadır. Fıtratın üzerini örtmüş olan kabuk o anda
dökülüveriyor ve insanın fıtratı açığa çıkıveriyor. Evet fıtratımız da ispat
ediyor ki biz Rabbimizle böyle bir sözleşme gerçekleştirmişiz. Zaten Allah bize
kitap göndermekle, kitabından bundan söz etmekle bizden ahid
almaktadır.
Peki neden böyle yapıyordu
Rabbimiz?
Kıyâmet
günü ya Rabbi biz bundan gafildik, böyle bir şeyden haberimiz yoktu, senden de,
senin Rabliğinden da, hayat programı belirlediğinden de, din gönderdiğinden de,
yarın bizi tüm yaptıklarımızdan sorumlu tutacağından da haberimiz yoktu diyerek
bir mâzeret ileri sürmemeniz için, böyle bir itiraz hakkınız kalmasın diye bunu
yaptık diyor Rabbimiz. Senin bizim Rabbimiz olduğunu bilmiyorduk, onun içindir
ki biz kendimize yasa belirleyen başka Rabler bulmuştuk. Senin hayat programı
belirleyici olduğunu bilmediğimiz için, içimizden birilerinin yasalarını
uygulamaya çalıştık. Hayatımızı onlara göre düzenledik, onların istediği gibi
giyinip kuşandık, onların istediği gibi hukuk yaptık, onların istediği gibi bir
hayat yaşadık, kulluğu sadece sana yapacağımız yerde onlara yaptık diye yarın
bir mazeretle benim huzuruma gelmeyesiniz diye biz bunu yaptık diyor Allah. Ya
da sizler yarın şöyle demeyesiniz diye:
173.
“Veya" Daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra
gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin? "
dersiniz, diyedir.”
Yahut
da bizim atalarımız şirk koşmuştur. Bizler de onlardan sonra gelen nesiller
idik. Onlardan sonra geldiğimiz için onların dinlerini din zannetmişiz, onların
yollarını yol zannetmişiz, onların hayat anlayışlarını biz de benimsemiş ve
böylece hata etmişiz, yanlışa düş-müşüz. Onları doğru yolda zannedip onların
peşinden giderek sapmış ve sapıtmışız diyerek yarın Rabbiniz huzurunda bir
mâzeret ileri sürmeyesiniz diye bunu yaptık diyor Allah.
Evet ya Rabbi! Bizler atalarımızdan
sonra gelen nesillerdik. Onların hayatlarını kabullendik. Onların hayatlarını,
onların yollarını ve dinlerini hiçbir zaman sorgulama gereği duymadık. Çünkü
onlar bizim büyüklerimizdi. Onlar elbette her şeyin en güzelini, her şeyin en
doğrusunu biliyorlardı ve hiçbir zaman onlara ve onların düşüncelerine karşı
gelecek gücümüz de yoktu. Çünkü onlar bizim için kutsadığımız kutsal
varlıklardı. Ne yapalım onların yoluna tâbi olmuştuk demeyesiniz diye bunu
yaptık diyor Rabbimiz.
Evet demek ki bu mantık yanlıştır.
Atalara teslimiyet kesinlikle onların doğruluğuna ve yanılmazlığına itimat
mantığı yanlıştır. Aksine geçmişin kitap ve sünnet doğrultusunda sorgulanması
gerekmektedir. Ve unutmayalım ki geçmişteki yanlışların tekrarlanması onların
üzerine bir yanlışın daha konulması demektir ki bu yanlışın daha da
pekiştirilmesi ve ondan dönüşün artık zorlaşması demektir. Ancak geçmişi
sorgulayalım derken kimilerinin iddia ettiği gibi geçmiştekilerin anlayışı
kesinlikle bizi bağlamaz, onların yaptıklarının tamamı yanlıştır, onların tümünü
silmemiz gerekir, demek istediğimiz anlaşılmasın. İnanıyorum ki geçmiştekilerin
yaptıklarının pek çoğu doğrudur. Ama insan olmaları hasebiyle bu doğrularının
yanın da yanlışları da vardır ve ola-caktır.
Öyleyse
elimizdeki kitap ve sünnetle bunlar yargılanmalı ve doğruları alınıp baş tacı
yapılırken yanlışları da doğruymuş gibi tekrar edilmemelidir. Ama en çok
bozulduğum konu da insan olmaları hasebiyle yaptıkları yanlışlardan ötürü de
selefimize sövmeye kalkışılmamalıdır. Bugün bizim hata yaptığımız gibi insan
olmaları sebebiyle on-lar da hata yapabilmişlerdir, bunu göz ardı etmemeliyiz.
En güzeli ha-tada ısrar etmemek ve hata olduğunu anladığı andan itibaren ondan
dönüp vaz geçebilmektir.
Evet yarın böyle bir mâzerette
bulunmamanız için ve yine Rabbiniz huzurunda mâzeretler ileri sürerek şöyle
demeyesiniz diye:
Ya
Rabbi bâtılların, bâtıl ehlinin, bâtılcıların yaptıklarından ötürü bizi de helâk
eder misin? Bizi saptıran bizden önceki babalarımız yüzünden, onların bize
bıraktıkları bozuk mirası yaşamamızdan ötürü bizi de helâk eder misin? diyerek
kendinizi temize çıkarma gayreti içine girmemeniz için bunu yaptık diyor.
Elbette helâk eder Rabbimiz. Eğer ataları sapıklık içinde diye kendileri de
onların yollarını sorgulamadan onlara tâbi olup aynı sapıklıkları yaşamaya
kalkışırlarsa, elbette bu yüzden onları da helâk edecektir Allah. Onları da
onların sapıklıklarını bilgisizce taklid edenleri de helâk
edecektir.
Bakıyoruz bugün de bu fıtratın açığa
çıktığını görüyoruz. Yâni kör bir taklidin peşine takılıp, dinlerinin aslını
araştırma gereği duymadan atalarından intikal edenin doğruluğuna güvenerek
onların iz-lerini takip eden insanların çoğunlukta olduğunu görüyoruz. Ya da
uy-dum cemaate diyerek çoğunluğun yaptıklarının doğruluğuna itikad eden ve hiç
düşünmeden onların peşine takılan insanlar görüyoruz.
Onların ne amel edecek kitapları
var, ne kitaptan haberleri var, ne dayandıkları bir delilleri vardır. Onlar
sadece cahil babalarının yoluna tâbi oluyorlar. Diyorlar ki biz atalarımızı bir
sebil üzere bir yol üzere, bir mezhep üzere, bir tarz üzere bir hayat programı
üzere bulduk biz de onların izleri üzerinde gitmekteyiz. Atalar dini. Atalar
yolu. Bunların işi gücü kör taklittir. Dinin temel kaynakları olan kitap ve
sün-neti tanıma ve amellerini onlara dayandırma zahmetinden kaçan bu
taklitçiler, atalarının sünnetine tâbi olarak kolay yoldan doğru yolu
bu-labileceklerini zanneden zavallılardır. Ataları da aynı şekilde
davrandıkları, yâni melekleri mâbud edinip onlara tapındıkları için bunlar da
aynı naneyi yiyerek doğru yolda olduklarını iddia etmeye çalışıyorlar.
Halbuki
Rabbimiz bizden bunu istemiyor. Rabbimiz bizden dinimizin temel kaynakları olan
kitap ve sünnetle tanışmamızı ve dinimizi yolumuzu onlara dayandırmamızı
istemektedir. Bizden önceki-lerden bize intikal edenleri bu iki kaynakla
yargılamamızı ve doğru-larını alıp yanlışlarını atmamızı
istemektedir.
Bizim kendilerini örnek alacağımız
seleflerimizden birisi bakın bu konuda gerçekten bize örnek olacak çok hoş bir
söz söyler. Seleflerimizden İmam Mâlik Rasulullah efendimizin mübârek kabrinin
başında der ki: İşte şurada yatan zat var ya bu zatın dışındaki insanlardan her
ne sadır olmuşsa bunlar alınır da atılır da. Kabul da edilir, red de edilir. Ama
sözleri reddelimeyecek bir tek zat var oda işte burada yatandır der. Ne hoş bir
söz değil mi? İşte kitap ve sünnet bilgisine sahip gerçekten örnek alınacak bir
insanın sözü.
Öyleyse
hiç bir zaman birileri Allah adına, din adına bir şeyler söyledi diye, hem de bu
sözünün doğruluğunu ispat sadedinde
Allah adına yemin de etti diye her söyleyenin sözünü din kabul etmeyeceğiz. Bunu
bu zat söylediğine göre öyleyse vardır bir hikmeti diyerek alıp kabul
etmeyeceğiz. Olur olmaz kitaplardan meselâ takvim yapraklarından din öğrenmeye
kalkışmayacağız. Dinimizi menkıbelerden, menkıbe kitaplarından almaya
kalkışmayacağız. İnsanlara hiç bir sorumluluk yüklemeyen sadece hoş hikâyelerle,
filanların falanların sergüzeşti hayatlarıyla imanımızı itikadımızı oluşturmaya
kalkışmayacağız. Çünkü bu tür şeylerle uğraşan insanların imanları, itikatları
bunlarla oluşmaya başlayıveriyor. Dinimizi, itikadımızı dininin temel
kaynaklarıyla oluşturmaya çalışacağız.
Ve
yarın; ya Rabbi bu bâtıl ehlinin yaptıklarından ötürü bizi de helâk eder misin
diyenlerden olmayalım. Zaten böyle diyerek mâzeretler sürmeyesiniz diye Rabbimiz
bunları anlatmaktadır. Ben babamın yolunu izledim, ben hocamın yolunu izledim ne
yapayım hakkı bulamadım suç onlarındır, demeye hakkımız
olmayacaktır.
174.
“Belki doğru yola dönerler diye âyetleri böyle uzun uzadıya
açıklıyoruz”.
Evet işte böylece âyetlerimizi
tafsil ettik. Fâsılalı, fâsılalı, ya da tafsilatlı bir biçimde âyetlerimizi
ortaya koyduk ki belki dönerler. Tüm âyetlerimizi ortaya koyduk. İşitsel
dediğimiz kitabın âyetleri, görsel dediğimiz kâinat âyetleri, fıtrat âyetleri,
içimizde ki dışımızdaki âyetleri Rabbimiz böylece ortaya koyuyor ki belki
insanlar gerçeği anlarlar da kendisine kulluğa dönerler diye. Belki kitabın
kendilerinden istediği hayatı yaşamaya yönelirler diye. Belki yegâne Rab ve
İlahları olarak Allah’ı tanırlar da onun dediğine dönerler
diye.
Evet görüyoruz ki Rabbimiz
kullarından böyle bir ahid alıyor. İnsanlar henüz yaratılmadan önce Rabbimiz
kendilerinden böyle bir söz alıyor. Ama şurasını da hiç bir zaman göz ardı
edemeyiz ki Rab-bimiz insanları sadece bu mîsâkla yargılamıyor, sadece bu sözle
so-rumlu tutmuyor. İnsanlardan ezelde böyle bir söz almakla birlikte da-ha sonra
her bir dönemde onlara bu mîsâklarını bu ahidlerini hatırlatacak kitaplar ve
peygamberler gönderiyor. İşte bakın bu mîsâktan çok sonra Rabbimizin bize
gönderdiği bu kitapta bundan söz etmesi bir hatırlatmadır. Onun içindir ki bu
kitabın bir adı da zikirdir, zikradır. Kitabın gelişi de, peygamberlerin gelişi
de, kâinattaki âyetlerin sunuluşu da bizim için bu mîsâkı anlatan hatırlatan
birer uyarıdan, birer hatırlatmadan başka bir şey değildir. Nitekim yine
Kur’an’da Rab-bimiz:
“Biz
hiç bir topluma peygamber göndermeden o topluma azap etmeyiz,
(o toplumu
muaheze etmeyiz)”
(İsrâ
15)
Buyurmaktadır.
Demek ki her topluma Rabbimiz elçilerini gönderip onları uyarmıştır.
175.
“Ey Muhammed! Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden
sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını
anlat.”
Rabbimiz
Allah’ın âyetleri kendisine verilmiş, Allah’ın âyetlerine ulaşmış, âyet
bilgisine, kitap bilgisine ulaşmış bir insan tipini anlatıyor. Kendisine
âyetlerimiz ulaşmış bir kimsenin haberini de anlat peygamberim. Onun haberini de
oku, onun durumunu da anlat insanlara. Bu oku emri Rasûlullah’a vahyen gelen
Kur’an’ın peygamber ta-rafından tebliğini emreden bir ifadedir. Rasûlullah’a
emredilen bu husun aynı zamanda onun şahsında bizim için de bir emirdir. Öyleyse
peygamber tarafından bize nakledilen bu kitabın âyetlerini biz de hem kendimize
hem de çevremize okumakla, duyurmakla mükellefiz. Hele hele şu anda haber
peşinde koşan, haber meraklılarına daha çok du-yurmak zorundayız.
Evet bir adam ki Allah’ın âyetleri
kendisine ulaşmış, âyetlerle ilgi kurmuş, anlamış ama ne yazık ki bu insan
bildiği, tanıdığı o Allah âyetlerinden sıyrılmış. Bu adam âyetlere sahipti.
Allah’ın afaki ve enfüsi âyetlerini çok iyi biliyordu. Ama ne yazık ki bu adam
bildiği âyetleri terk etti, âyetlerden sıyrılıp çıktı da şeytana tâbi oldu.
Şeytan da onu peşine taktı ve o kimse sonunda azgınlardan oluverdi. Demek ki
burada çok önemli bir haber var.
Çünkü
“Nebe”
çok büyük bir haber demektir. Rabbimizin bu konuyu anlatmak için seçtiği bu
kelimenin yapısından da anlıyoruz ki demek ki bu konu sürekli hafızalarımızda
canlı tutmamız gereken, ciddi ciddi kulak vermemiz ve sürekli kendisiyle meşgul
olmamız gereken bir haberdir. Kendimiz bu haberi okuyacağız, bu haberden
haberdar olacağız ve sürekli çevremizi bu haberden haberdar edeceğiz. Karımıza,
kızımıza, eşimize dostumuza bu haberi götürecek ve onların gündemlerini de bu
haberle oluşturmaya çalışacağız. Çünkü bizim her anımızı ilgilendiren bu büyük
haber yanında gazete haberlerinin, kanalizasyon haberlerinin hiç bir önemi
yoktur.
Eğer
biz, bize düşmanlığa soyunmuş bu şeytan vahiylerinin haberlerine zaman ayıracak
olursak bilelim ki Rabbimizin bu haberlerini tanımaya zamanımız da kalmayacaktır
gücümüzde. Halbuki direk bizim imanlarımızla, bizim cennetimizle, bizim dünya ve
ukba saadetimizle ilgili olan bu haberleri öğrenmeden başka haberlerin peşinde
koşmak caiz de değildir.
Bir adam ki Allah’ın âyetleri
kendisine ulaşmış, âyet bilgisini elde etmiş, kitabı tanımış, sünneti tanımış
ama o âyetlerin içinden sıyrılıp çıkmış. Bu kimse için Bel’am denilmiş. Bel’am
bin Baura Hz. Mûsâ (a.s) ümmetinden, İsrâil oğullarından âlim bir kimseydi.
Kitap bilgisine, Tevrat bilgisine sahip bir kimse olmasına rağmen kendisini
düzene angaje ettiği için, sırtını düzene dayadığı için düzenin keyfine göre ya
da kendi hevâ ve heveslerine göre, dünyevî menfaatlerine göre Allah âyetlerini
istediği gibi, ya da düzenin istediği gibi yorumlama ve âyetlerin içinden
sıyrılıp çıkma cinnetine kapılmış bir adam.
Kimileri de burada anlatılan kişinin
Ümeyyetübnü Ebi Salt olduğunu söylemişler. Bu adam da Rasulullah döneminde
yaşamış bir adamdı. Bu adam da Rasûlullah’ı tanıyordu, bekliyordu, hattâ
peygamberimizin özellikleri konusunda şiirler yazarak nerede kaldı? Beklenen
Nebî geç kaldı diyerek onun özlemini terennüm ediyordu. Nihâyet Allah’ın Resûlü
Mekke’de Kureyş içinden zuhur edince de Ra-sulullah hakkındaki tüm bu
bilgilerinden sıyrılarak gurura, kibre kapılarak ona imandan vaz geçiverdi.
Hattâ bu kimse hakkında Rasulul-lah efendimizin: “Şiiri
iman eden ama kendisi iman etmeyen adam” diye
söz ettiğini biliyoruz.
Bakın dikkat ediyorsanız âyet-i
kerîmede “Seleha,
inse-leha”
kelimesi kullanılmış. Seleha kelimesi aslında derinin vücuttan yüzülmesi
sıyrılıp çıkarılması anlamına gelmektedir. Bu mânâ içinde düşündüğümüz zaman
adam böyle bildiği Allah âyetlerinden top ye-kün sıyrılıp çıkıyor. Tıpkı derisi
yüzülen beden gibi. Derisi yüzülmüş, kendisini dış etkenlerden koruyacak deri
desteğini kaybetmiş bir vücut gibi Allah âyetlerinden sıyrılıp çıkmış.
Öyle
değil mi? Derisi yüzülmüş bir vücut dış etkenlere karşı kendisini koruyabilme
özelliğini kaybetmiş demektir. İşte tıpkı böyle bir vücut gibi kendisini tehdit
eden tüm tehlikelere karşı, tüm şerlere karşı kendisini koruyacak âyetlerin
desteğini kaybetmiştir. Kendisini azaptan, ateşten ve cehennemden koruyacak olan
âyetlerin içinden sıyrılıp çıkmış, âyetlerin korumasını kaybetmiştir.
Tabii adam böyle yapınca da, bildiği
tanıdığı Allah âyetlerinden soyutlanınca da, hayatını Allah âyetleriyle
düzenlemekten vazgeçip âyetlerden habersiz bir hayat yaşamaya yönelince, Allah
yasalarını bir kenara bırakıp kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir program
izlemeye başlayınca da şeytan onu ayartıp peşine takıverdi ve azgınlardan
oluverdi. Elbette böyle bir adamın başka yapabileceği bir şey yoktu. Hani bir
söz vardır; şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır diye. Birileri bunu hadis diye kendi
sistematiklerinde kullanmaya çalışsalar da hadis değil sadece bir söz, ama şöyle
anlarsak yerinde bir sözdür her halde: Yâni şeyh olarak, mürşid olarak, kılavuz
olarak Allah’ın ki-tabıyla tanışamamış birisinin şeytana tâbi olmaktan başka
yapabileceği bir şey yoktur.
Bakın Rabbimiz kitabının başka bir
yerinde bunu şöyle anlatır:
“Rahmân olan Allah'ı anmayı görmezlikten
gelene, ya-nından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş
veririz.”
(Zuhruf
36)
Kim
Rahmânın zikrinden yüz çevirir, Rahmânın zikrine karşı kör davranırsa. Kim
Rahmânın zikrine karşı körlük ederse. Rahmânın zikri Kur’an demektir, Rahmânın
zikri Rahmânın hayatın her bir kademesinde bizden istediği kulluk demektir. Evet
kim Rahmânın hayatın her bir kademesinde kendisinden istediği kulluğa karşı kör
ve ilgisiz davranırsa vahye karşı Kur’an’a karşı körlük ederse. "Âşa" Esasen
gözde meydana gelen bir çeşit zayıflık ve hastalık demektir. Bir çeşit görme
bozukluğu demektir. Kim ki Rahmânın zikri olan kitabını görmezlikten gelir,
gözünü ona karşı kör yapar ve kitaptan habersiz bir hayat yaşamaya kalkışırsa,
Kur’an’a göz yumar Kur’an’ı göz ardı ederse.
Ya
da kitaba karşı gözünü bozar, bakışını bozarsa. Biz kim bu kitabı anlamak kim!
Biz nerede bu kitabı anlamak nerede? Bu kitabı ancak büyük zatlar anlar! Onu
anlamak şöyle dursun onu elimize almaya bile lâyık değiliz! diyerek kim ki
kitaba karşı bakışını bozarsa biz de ona bitişik, ona yapışık, onun yanından hiç
bir zaman ayrılmayan bir şeytanı arkadaş yaparız diyor
Rabbimiz.
Ona
bir şeytanı mûsâllat kılarız ki o ondan asla ayrılmaz. Bu şeytan onun ayrılmaz
arkadaşı oluverir. Hem de böyle "Nukay-yız"
yaparız. Yâni ona bitişik, ona yapışık olarak o şeytanı onun üzerine kabuk
bağlatırız. Âdeta şeytan bir kabuk gibi onu çepeçevre sarıverir. Hani tohumlar,
yavrular kendilerini çepeçevre saran kabuğu yırtarak, bu esaretten kurtularak
dünyaya gelirler ya işte bu adamlar da böyle kendilerini şeytana esir ediyorlar,
onun esiri olarak sıkıntılı bir hayata razı oluyorlar sonunda. Yâni şeytan
onların etraflarını sararak onları esir ediyor, onlar üzerinde sulta kuruyor,
onları hâkimiyetleri altına alıyor.
Allah’la beraber olmayan, Rahmânın
zikrinden i’raz eden, vah-ye karşı kör davranan, vahiyle hareket etmeyen kişinin
sonucu budur işte. Yâni Kur’an’ın, vahyin alternatifi budur. Rahmânın vahyiyle
beraber olmayan kişi elbette şeytanın esiri olacaktır. Çünkü o kişi Allah’la
beraber olmamayı istemiştir. Allah’ın âyetleriyle beraber olmak istememiştir.
Rahmânın zikrinden yüz çevirmiştir. Rahmânın rahmetinin gereği kendisi için
açtığı rahmet kapısını örtmüş, vahyi örtmüş, güneşe karşı körlük etmiş kişidir.
Basîreti kapanmış artık böylece Kur’an’-dan uzaklaşan bir kişinin şeytana
yaklaşması da kaçınılmaz olacaktır.
Kur’an’ı tanımayan Kur’an’la beraber
olmayan bir adam ne yapar da başka? Hayatında amel edecek kitabı olmayan bir
adam ne yapar? Ya bizzat şeytanın ya da yeryüzündeki iki ayakları şeytanların
kulu kölesi olur. Nisa
sûresinde bu husus şöyle anlatılır:
“Doğru yol kendisine apaçık belli
olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan
kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş
yeridir!”
(Nisâ
115)
Yine bakın Sâf
sûresinde:
"Onlar yoldan sapınca, Allah da onların
kalplerini saptırmıştı. Allah, yoldan çıkan milleti doğru yola
eriştir-mez."
(Sâf
5)
Fussilet sûresinde de bu
saptıranların sadece şeytanlar olmadığını, iki ayaklı şeytanların da insanlara
mûsâllat kılınıp onları hak yoldan saptırdıkları anlatılır.
(Fussilet
25)
Evet Allah âyetlerini bildiği halde
onlarla ilgilenmeyip onlardan sıyrılıp, onlardan habersiz bir hayat yaşamaya
çalışan bu adam üzerinde şeytan hâkimiyet kurdu. Boşlukta yakaladığı bu adamın
boğazına bir ip takıp onu gemledi. Boynundaki kulluk ipinin ucunu Allah’a
vermeyen kişi elbette onu birilerine vermek zorunda kalacaktı. Allah’a kulluktan
kaçan kişi elbette birilerinin kucağına düşecekti. Allah vahyine teslim olup
hayatını onlarla düzenlemeye yanaşmayan kişi elbette birilerinin âyetlerine
teslim olmak zorunda kalacaktı. Evet Allah’tan kaçan kişi mutlaka ya cin
şeytanlarının ya da insan şeytanlarının ağına düşmek zorunda kalacaktır. İşte
Allah âyetlerinden sıyrılan, Allah âyetlerinin desteğini kaybeden bu adam
sonunda ipinin ucunu şeytanlara kaptırarak, azgınlaşarak onların gideceği yere
doğru, ateşe doğru, cehenneme doğru hızla ilerlemeye başladı. Allah diyor
ki:
176.
“Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve
hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini
sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan
kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde
düşünürler.”
Biz dilemiş olsaydık, o kişi kendisi adına
bunu dilemiş ve tercih etmiş olsaydı, adam gibi ilgi kurduğu, tanıdığı âyetlerle
yükselmeyi düşünseydi biz hem bu dünyada hem öbür tarafta onun derecelerini ve
şanını şerefini yüceltirdik. Eğer o Allah âyetlerine yapışıp, hayatını onlarla
düzenleseydi biz de onu onlarla yüceltirdik.
Demek âyetin ifadesinden anlıyoruz
ki; bu kitabın âyetleri yükselme sebebidir, rif’at sebebidir. Yeryüzünde
insanlara yükseklik kazandıran, insanları yücelten, insanlara incelik ve yücelik
kazandıran Allah’ın kitabıdır. Allah’ın kitabını tanıyan en yücedir, Allah’ın
kitabından haberdar olan en şereflidir. Allah’ın Resûlü de bu hususta şöyle
buyurur:
“ Oku
ve yüksel! Oku ve yücel!”
Evet
kitabı okuyan, kitabı tanıyan, kitapla hareket eden, kitap-la hayatını
düzenlemeye çalışan kişi yeryüzünün en üstünü, en şereflisi ve en izzetlisidir.
Evet işte bu adam da dileseydi, isteseydi, bildiği, tanıdığı kitabın âyetleriyle
yücelecekti, şeref kazanacaktı ama ne yazık ki bu adam:
Lâkin
o arza çakılıp kalmayı, yere çakılıp kalmayı, arzla bütünleşmeyi, toprakla
öpüşüp yerlerde sürünmeyi, izzetini, şerefini, değerini ayaklar altına düşürmeyi
tercih etti. Kendini yere atmayı tercih etti. Hem dünyada hem de ukba’da şeref
ve haysiyetini ayaklar altına düşürmeyi yeğledi. Çünkü onun tüm derdi, tüm
arzusu, tüm hemmi ve kıblesi dünya idi. Tüm plan ve programı dünya ve dünyalık
üzerine kurulmuştu. Dünya malına mülküne tamah ederek dinini, dünyasına fedâ
ediverdi. Dünyası adına dinini satıverdi. Allah âyetleriyle yücelmeyi terk etti
de dünyaya çakılı kalıverdi. Dünyaya kazık çakma sevdasına kapıldı da Allah
âyetlerinin kendisinden istediği kulluktan vazgeçiverdi. Elbette gözünde dünya
kıble olmuş bir adamın Allah dinine de, Allah âyetlerine de ayıracak zamanı
kalmayacaktı. Evet dünyayı kıble edindi de ona ulaşabilmek için dinini de,
izzetini de şerefini de satıverdi.
Hevâsına tâbi oldu. Hevâ ve
heveslerini putlaştırdı. Allah’ın âyetlerinin içinden sıyrılıp çıktığı için,
Allah’ın âyetlerinin korumasından mahrum kaldığı için, sap gibi ortada ve
boşlukta kaldığı için, hayatını düzenleyecek Allah âyetleri güdümlü vahiy
kaynaklı bir programı kalmadığı için elbette artık onun yapabileceği başka bir
şey yoktur. Artık böyle bir adam Şeytanların maskarası olmaktan, hevâsına
takılmaktan kurtulamayacaktır. Alçak dünyanın, alçak makamlarını elde edeceğim
diye, filanlar bana biraz makam verecekler diye, zengin olacağım diye, şöhrete
ulaşacağım diye, toprakla bütünleşeceğim di-ye, evim, apartmanım, arsam,
dükkanım tezgahım olacak diye bir ö-mür boyu çırpınıp duracaktır artık. Arzusu,
hevesi, hevâsı, keyfi kendisine neyi fısıldamışsa, nefsi neyi istemişse onların
peşinde kendi kendisini helâk edecek bir hayatın içinde yuvarlanıp gidecektir
artık cehenneme kadar. Allah diyor ki:
İşte
böylelerinin meseli, misa li köpek
misa li gibidir. Bunlar tıp-kı köpek gibidirler.
Üzerine gitsen de üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp
soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali
böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.
Evet bunlar köpek tabiatlı
insanlardır. Burada Rabbimizin bu tip insanları köpeğe benzetmesini bir kaç
vecihte anlamaya çalışıyoruz:
1: Bildiğimiz gibi köpek hiç bir
zaman doyuma ulaşamayan, bir türlü doyma bilmeyen, sürekli ciğeri açlıkla yanan
bir hayvandır. Doyumsuzluğu simgeleyen bir hayvan tipidir köpek. Şehvetine ve
boğazına düşkünlüğü yüzünden başına gelmedik kalmaz köpeğin. Bu doyumsuzluğundan
ötürü onun üzerine bir taş atsanız bile acaba yiyecek bir şey mi atıldı diye
onun peşinde koşturur.
“Yel
hes”
diyor Rabbimiz. Yâni böyle nasıl desem, zirve noktasında zilletin ve sıfırı
tüketmenin ifadesi. Üzerine varsan da so-lur, serbest bıraksan da. Üzerine
gidilip zor durumda bırakıldıklarında da solurlar, kendilerine her hangi bir
baskı yapılmayıp serbest bırakıldıkları zaman da solurlar. Yâni o kadar hoş
anlatıyor ki Rabbimiz, zamanımızda Allah’ın âyetlerini bilen, kitabın âyetlerini
tanıyan, dinden diyanetten haberdar olan kimi prof, kimi doktor, kimi doçent,
kimi müdür ve amirler görüyoruz ki bugün tıpkı burada anlatılan köpek gibi din
adına türlü türlü naneler yemektedirler. Allah’ın lütfu keremiyle kitap ve
sünnet bilgisine ulaştıkları halde kitabın âyetlerinden sıyrılarak köpekliğe
özenmektedirler. Üzerlerine varsan da solurlar, varmasan da solurlar. Üzerlerine
gidilip baskı yapılsa da pes ifadesi gösterirler, kendi kendilerine iken de.
Yâni
zorlanmadıkları zaman da aynı tavrı sergilerler. Yâni mecbur değillerken bile
teslimiyet izhâr edip el kaldırırlar. Hani bir soruşturma, bir sıkıştırma söz
konusu olduğu zaman neyse de hiç bir baskıya maruz değillerken bile yine düzen
adına, yine güçlüler adına dini yamultmadan yana, dini zâlimler lehine bozmadan
yana bir tavır sergiliyorlar. Dinlerini, dünyaları adına satmış, üç kuruşluk
dünya menfaati için dinlerini dünyaları haline getirmiş, dinlerini dünyalarına
yama yapmış, dünyalık bir kısım makamlar adına Allah âyetlerinden uzaklaşmış,
konumlarımız sarsılacak endişesiyle Allah âyetlerini her yerde gündeme
getirmekten korkan, bu korkularından ötürü gündeme getirmedikleri âyetlerden
kopmuş, uzaklaşmış, Allah âyetlerini kendileri için işlemez hale getirmiş bu
insan tiplerinin böylece köpekleştiklerine şahit oluyoruz
bugün.
Ne atarsan kendilerine onu yiyecek
bir şey zannederler. Daima kendi çıkarlarını düşünürler. Herhangi bir kapıdan
kendilerine bir şeyler geldi mi belki ileride bunun devamı gelecektir diye o
kapıya sadık kalmaya özen gösterirler. Başka bir kapıdan biraz fazlası geldiği
zaman önceki kapıyı unutup bu defa da oraya sadık kalırlar. İşte Allah kapısını
unutmuş, Allah âyetlerinden uzaklaşmış başka kapılarda kemik arayan materyalist
insan tipleri. Hangi kapıdan ne atılacak diye o kapılar hatırına dini gündeme
getirmeyerek ya da o kapıların istediği biçimde Allah’ın âyetlerini yorumlayarak
bekleşip dururlar. Devletten bir makam koparabilme hatırına Allah’ın dinini eğip
bükerler. Zâlim iktidarların bozuk düzen düşüncelerine, İslâm dışı hayat-larına
Kur’an’dan ve sünnetten destekler bulmaya çalışırlar. Allah âyetleriyle
zâlimleri desteklemeye çalışıyorlar.
Bu köpeklerin bir özelliği de
Allah’ın dini gündeme geldiği za-man, Allah’ın yüce âyetleri okunduğu zaman,
Allah’ın sistemi ortaya konulduğu zaman, sistem için bir tehlike söz konusu
olduğu zaman her birinin bir inden ulumaya, ürmeye başladığını görürsünüz.
Birisi çıkıp Allah âyetlerini gündeme getirdiği zaman buna tepki olarak bu
köpeklerden bir tanesinin ürmesiyle ötekilerin de hep bir ağızdan onu takip
ettiklerini ve o müslümanın sesini soluğunu boğmaya ve meydana getirdiği tesiri
silmeye çalıştıklarını görüyoruz.
İşte
bizim âyetlerimizi yalanlayan bir toplumun misa li
budur. Evet Allah’ın âyetlerinin bilgisine sahip oldukları halde, kitap sünnet
bilgisini elde etmiş oldukları halde onları bir kenara bırakıp, onları yalan
sayıp, yok farz edip, onların defterini dürüp kendi hevâ ve hevesleriyle bir
hayat yaşayan insanların durumu budur. Hayatlarını Allah’a ve peygambere
sormadan yaşayan insanların durumu budur.
Allah
için bu âyetlerle kendimizi bir sorgulayalım. Eğer şu anda müslümanız diyen
bizler Allah’ın kitabıyla ve Resûlünün sünnetiyle ilgisiz bir hayatın
içindeysek, hayatımızı kitap ve sünnete sormadan yaşıyorsak veya kitabı
bildiğimiz tanıdığımız halde, Allah’ın âyetlerinin bilgisine sahip olduğumuz
halde yine de kitap kaynaklı bir hayata yanaşmıyorsak o zaman bilelim ki bizler
de bildiğimiz o âyetlerle yücelmek yerine, dünya ve âhirette şerefli bir hayata
talip olmak yerine dünya ve âhirette rezil bir hayatın mahkumu olanlardan
olacağız demektir. Allah âyetlerini bırakır da hevâ ve heveslerimiz
istikâmetinde bir hayat yaşamaya kalkışırsak o zaman bilelim ki biz de köpekliğe
razıyız demektir.
177.
“Âyetlerimizi yalan sayan, kendine zulmeden millet ne kötü bir
misa ldir!”
Bizim
âyetlerimizi yalanlayan, yalana çıkaran, boşa çıkaran, âyetleri yok farz eden,
âyetlerimizi geçersiz hale getiren, işlemez hale getiren âyetlerimizden habersiz
bir hayat yaşayan böylece nefislerine zulmeden, kendi kendilerine yazık eden,
kendi kendilerini boşa harcayan kimselerin ne kötü bir
misa li
vardır. Bunlar kendi kendilerine yazık eden insanlardır. Kendilerini olmamaları
gereken makamda tutan ve cehenneme götürüp atan insanlardır bunlar. Kendi
kendilerini götürüp uçuruma atan insanlardır.
178. “Allah'ın doğru yola sevk ettiği kimse doğru yolda
olur. Saptırdığı kimseler ise, işte onlar mahvolanlardır.”
Evet
kim hidâyette olmayı dilemiş, tercihini hidâyete kullanmış, Allah da ona hidâyet
etmişse onu hidâyete erdirmiş, kim de dalâleti, sapıklığı tercih etmiş Allah da
onu saptırmışsa işte onlar kaybedenler mahvolanlardır, hüsrana mahkum
olanlardır.
Rabbimiz önce henüz onları
yaratmadan onlardan söz alıyor sonra onları semî ve basîr kılıyor, hidâyeti
anlamaya ve kabule hazır hale getiriyor, mayalarını hidâyetle yoğuruyor, sonra
onlara yaratılış öncesi verdikleri mîsâklarını hatırlatıcı kitaplar ve
peygamberler gönderiyor. Kâinatta kendilerine Allah’a verdikleri bu mîsâklarını
ilân edi
ci,
onları kulluğa teşvik edici binlerce görsel âyet yaratıyor. Bu âyetlere intikal
edebilecek göz, kulak, kalp, akıl veriyor. Âdeta onları bu mî-sâklarına
zorluyor, kul olmaları için lehlerinde bu kadar imkânları ha-zırlıyor. Bütün bu
hazırlanmış imkânlara rağmen yine de onlar hidâyeti değil de sapıklığı tercih
etmişlerse o zaman da hem dünyada hem de âhirette hüsrana uğrayanlardan
olduklarını, kaybedenlerden olduklarını, kendilerini boşa harcadıklarını haber
veriyor Rabbimiz.
Evet Allah kime hidâyet edip yol
göstermişse onu hidâyete erdirmiştir. Allah Hadîdir. Allah yol göstericidir.
Kitaplar ve peygamberler de yol göstericidirler bu mânâda. Cenâb-ı Hak kitaplar
ve peygamberler göndererek kullarına hidâyetini ulaştırır. Rabbimizin kulların
gönderdiği kitap ve peygamberler Onun kullarına açtığı rahmet kapılarıdır. Bu
anlamda hidâyet herkese açıktır. Yâni Allah’ın kullarına gönderdiği kitapları
“ Hüden lin nas”
Bütün insanlık için hidâyet kaynağıdır.
Aslında Kur’an herkese genel mânâda hidâyeti göstermek için inmiştir. Ama herkes
bu kitabın hidâyetini kabul etmede, is-teyerek bunun hidâyetini seçmede eşit
olmayacaktır. Kimileri bununla hiç ilgilenmeyecek, bunu anlamaya
yanaşmayacaktır.
Bakıyoruz
Hâdî kelimesi, hüden kelimesi Kur’an’da on beş ayrı mânâda kullanılmıştır. Allah
hüdendir, Tevrat hüdendir, Kur’an hü-dendir, Kâbe hüdendir, Peygamberimiz
hüdendir, başka hüdenler de vardır Kur’an’da. Buna göre hüden olarak ne
peygamberimizin, ne Kâbenin ne de Kur’an’ın bizzat kendisi birinin elinden tutup
dini kabul ettirici olma derecesine vardıramaz meseleyi.
Yâni
gerek Kur’an ve gerekse Peygamberimiz bizzat insanların kalplerine imanı
sokmakla değil bu imanı insanlara tanıtmakla mükelleftirler. Öyleyse kimse
Kur’an’a yanaşmadı mı Kur’an kimseye hidâyet edemez. Kur’an’a yaklaşan kişi eğer
onunla yol bulmak isterse ancak o, o zaman hidâyet edebilir. Çünkü "Hüden
lin nas"
dır, Kur’an. Ama "Hüden
lil müttakin"
dir de aynı zamanda. Ne demek o? Yâni herkese yol gösterecek kapasitede değil.
Yâni herkes bununla yol bulmak istemez, herkes buna yol sormaya gelmezse o
zaman, o sadece takvalılara yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir.
Ötekiler için hattâ yine Kur’an’ın ifadesiyle bu kitap kimilerinin zararını,
ziyanını artıracaktır.
"Kur’an zâlimlerin ancak zararını
artırır."
(İsrâ
82)
Evet demek ki Allah hidâyeti
isteyenlere kitapları, peygamberleri ve diğer hidâyet vesileleriyle hidâyet
eder. Allah kullarının kalplerine hidâyete yönelik İnşirâh verir, hidâyetine
karşı onların kalplerini, zihinlerini açar, onların ellerinden tutar, küfre ve kâfirlere karşı gönüllerine
tiksinti yerleştirir, şeytan ve ordularına karşı onların kalplerindeki korkuyu
kaldırıp onun yerine cesaret koyar, cenneti sevdirir, cehennemden nefret
ettirir, rızasıyla hoşnut eder, razı olduklarını sevdirir, namazı, orucu,
zekâtı, helâlleri sevdiklerini sevdirir sevmediklerine karşı kalplerine tiksinti
verir. Bütün bu tasarruflar da Rabbimizin hidâyet cümlelerindendir.
İşte
kendileri kendi özgür iradeleriyle hidâyeti istemiş olan kullarına böylece
hidâyetini ulaştırır Rabbimiz. Ama ötekilere, yâni sıfırı tüketenlere, iflas
edenlere gelince bunlar iradelerini sapıklıktan yana kullanan kimselerdir.
Allah’ın kendilerine açtığı kitap ve peygamberler gibi hidâyet kapılarından
girmek istemeyen, rahmet kapılarından istifade etmek istemeyenler, kitapla
beraber olmayanlar, peygamberle tanışmak istemeyenler, Allah’ın hidâyet
vesileleriyle ilgi kurmayanlar kendi fiilleriyle, kendi iradeleriyle sapıklığı
tercih ettikleri için Allah da onlar için tüm dalâlet yollarını açıvermiş ve
artık böyleleri şeytanların, hevâ ve heveslerinin peşine takılıp dünyada da
ukba’da da kaybedenlerden olmuştur.
179. “Andolsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan
yarattık; onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler;
kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi, hattâ daha da
sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.”
Evet biz insanlardan ve cinlerden
pek çoğunu cehennemlik ettik, cehennemlik kıldık diyor Rabbimiz. Gerek cinlerden
gerek in-sanlardan nicelerini cehennem için yarattık diyor. Bu ifade Rabbimi-zin
insanlar ve cinlerden pek çoğunu zorla cehenneme sokacağı anlamına
gelmemektedir. Aksine önceki âyetlerde insanlar ve cinleri cennete zorladığını
görmüştük. Daha yaratılış öncesi kendilerinden mîsâk alarak, sonra fıtratlarını
bu mîsâka zorlayacak biçimde yoğurarak, sonra bu mîsâkı hatırlatıcı yığınlarla
görsel ve işitsel âyetler göndererek kullarının cennetinden yana olduğunu
anlatmıştı Rabbimiz.
Ama bakın burada biz onların pek
çoğunu cehennem için ektik diyor. Bunun mânâsı bütün lehlerinde hazırlanmış
şartlara rağmen bu insanlardan ve cinlerden pek çoğunun cehennemi tercih
edecekleri anlatılıyor. Pek çoğunun iradelerini ve seçimlerini cehennemden yana
kullanacakları anlatılıyor. Bu ifade tıpkı sûrenin önceki bölümlerinde geçti.
“Onların
çoğunda ahde bağlılık görmedik, çoğunu fâsık kimseler olarak
bulduk.”
(A’râf
102)
Evet
daha önce helâk edilen toplumları anlatırken Rabbimiz biz onların ekserisini bir
ahd üzerine bulamadık buyurmaktadır. Yâni onları o ilk mîsâklarına riâyet eder
bulamadık diyordu. Onların ilk mîsâk ahdini unutup yalanladıklarını anlatıyordu.
Yâni az önce ifade edilen Galu belâdaki o ilk mîsâk ahdine pek çoğunun
sadık kalmadıklarını ekserisini bu konuda fâsık bulduk diyor Rabbimiz. Söze
sadâkatleri yok adamların. O Rablerine ilk verdikleri sözlerine sadâkatleri yok.
Gerek Rablerinin kendileri için kâinatta yarattığı meşhûd âyetleri, gerek
peygamberleri vasıtasıyla kendilerine gönderdiği âyetler, gerekse kendi
içlerinde kendi enfüslerinde Cenâb-ı Hakkın kendilerine gösterdiği âyetler
onları hakka dâvet ediyordu. Tüm bu âyetler onların hayatlarının yanlışlığını
ortaya koyuyordu. Ama onların çoğunu fâsık-lardan bulduk diyor
Rabbimiz.
Peki acaba bunun sebebi neymiş? Niye
bu insanların pek çoğu fâsıkmış? Veya niye bunların pek çoğu cehenneme gidecekmiş? Bakın bunun sebebini
şöyle anlatıyor Rabbimiz.
Onların kalpleri vardır onunla fıkıh
etmezler, anlamak, kavramak istemezler. Kalplerini kullanmak istemiyorlar.
Kalplerinin fonksiyonuna izin vermiyorlar, kalplerini çalıştırmak ve kullanmak
istemiyorlar. Allah’ın kendilerine anlamak kavramak ve değişmek için verdiği
kalpleri üzerinde baskı kurmaya çalışıyorlar. Kalplerinin Allah âyetleriyle
karşı karşıya gelmesine izin vermiyorlar. Kalplerinin dışa açılan iki penceresi
olan gözlerini ve kulaklarını Allah âyetlerinden uzak tutmaya çalışıyorlar.
Kalplerini Allah âyetlerinden saklamaya uzak tutmaya çalışıyorlar. Allah
âyetlerinin üzerlerini örterek kalplerinden saklamaya çalışıyorlar. Allah
âyetlerini gündemlerinden düşürerek kalpleriyle temasını engellemeye
çalışıyorlar.
Hasbel
kader eğer istemedikleri halde günün birinde kalpleri Allah’ın görsel ve işitsel
âyetleriyle karşı karşıya gelmişse o zaman da kalplerinin o âyetlerle
değişmesine, o âyetlerden etkilenip tavır almasına izin vermiyorlar. Halbuki o
kalplerini onlara bunun için vermişti Allah. Onları da herkes gibi insan
yaratmıştı. Herkes gibi onlara da kalp vermişti Allah. Kalpleri vardı onların.
Kalp değişme özelliği demektir.
İnkılap da oradan gelir. Değişerek altüst olan demektir. Kalp değişen, değişme
özelliğine sahip olan demektir. Evet Allah onlara böyle bir potansiyele sahip
kalpler vermişti. Ama bunlar bu kalplerini kullanmak istememişlerdir. Âdeta
kalplerine baskı uygulamışlar, kalplerinin anlamasına, kavramasına ve
değişmesine izin vermemişlerdir.
Meselâ İslâm tarihinde anlatılır
Allah’ın kendilerine kalp verdiği kâfirler, müşrikler Mekke’de zaman zaman gelip
Rasûlullah’ı dinli-yorlar, dinledikleri Allah âyetleriyle kalpleri etkileniyor
ama onu ber-taraf etmeye kalplerinin etkilenmesi üzerine âdeta baskı uygulamaya
çalışıyorlardı. Kalplerinin sesini duymamaya, bastırmaya çalışıyor-lardı. Hem
kendilerini tutamayarak inkar ettikleri peygamberi din-lemeye gidiyorlardı hem
de dinledikleri Allah âyetleri karşısında etki-lenen kalplerini bastırmaya bu
etkinin devamına izin vermemeye ça-lışıyorlardı. Allah âyetlerinin kalplerinde
meydana getirdiği etkiyi sile-bilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya
çalışıyorlardı. Kalple-rinin sesine rağmen avazlarının çıktığı kadar ağızlarıyla
küfrediyorlar, ağızlarıyla, tavırlarıyla, hayatlarıyla kalplerinin sesini
bastırmaya çalışıyorlardı.
Meselâ onların en büyüğü olan Velid
bin Muğîre bir gün gelip Allah’ın Resûlünü dinler. Karşı karşıya geldiği Kur’an
âyetlerinden kalbi o kadar etkilenir ki bu âyetler karşısında ne diyeceğini
şaşırır. Vallahi bu ne sihirdir, ne şiirdir, ne kehanettir ne de başka biri der.
İş-te bu sözler onun kalbinin sesleriydi ve imanın ilk kıvılcımlarıydı. Kalbi bu
etkinin ilk ışıklarını dışa yansıtmaya başlarken Ebu cehil devreye girer ve ey
Velid kavmini düşün, bizleri düşün, sana vereceğimiz hediyeleri düşün,
paracıkları düşün diyerek Kur’an âyetlerinin onun kalbinde meydana getirdiği
etkiyi silmeye ve kalbinin sesini bastırmaya çalışınca o da kalbinin sesine
muhalefet ederek veya kalbinin üzerine baskı uygulayarak diliyle Kur’an’ın bir
beşer sözü olduğunu söyleyiveriyor.
İşte
bu adam âyetlerle etkilenen, âyetlerle değişmeye başlayan kalbinin sesini
duymayarak, kalbinin bu fonksiyonuna izin vermeyerek onun üzerinde baskı
uygulamaya en güzel bir örnektir. Bırakıverseydi kalbini mutlaka iman edecekti.
Çünkü o kalbin böyle bir potansiyel özelliği vardı. Çünkü kalp fıtratıyla ilgi
kurduğu andan itibaren bundan başka bir şey yapmayacaktır yapamayacaktır. Hattâ
yeryüzünün en büyük tâğutlarından birisi olan Firavun bile huzurunda Mûsâ
(a.s)’ın gösterdiği iki âyet karşısında kalbinin etkilenip imânâ hazırlanırken
çevresindekilerin buna engel olduğunu biliyoruz.
Evet demek ki bunların cehenneme
gidişlerinin sebebi buymuş. Değilse Allah’ın kimseye bir kastı bir düşmanlığı
yoktur. Adamlar Allah’ın kendilerine verdiği kalplerini kullanmak
istemiyorlarmış. Halbuki Kur’an’ı anlamanın merkeziydi bu kalpler. Bu kalplerini
kullanacaklar, onunla fıkhedecekler, anlayacaklar ve beyinsizler gibi
olmayacaklardı. Akılsız ve beyinsizler gibi sadece atalarını taklid
etmeyeceklerdi. Kitap sünnet bilgisinden mahrum bir vaziyette hep atalarının,
şeytanların ve hevâlarının peşine takılmayacaklardı. Hep onların şirkleri
üzerine, onların yanlışları üzerine hayatlarını bina etmeye kalkışmayacaklardı.
Atalarımızı bir demokratik sistem üzerinde bulduk. Nasıl olsa onlar kesin
doğrudur diyerek bunun tartışılmasını bile caiz görmeyerek onların izi üzerinde
gitmeyeceklerdi. Halbuki onları insan yaratmıştı Allah. Akıl ve kalp vermişti
onlara ama onlar bunu kullanmak istememişler. Başka?
Onların gözleri vardır, ama
görmezler. Gözleri vardır ama onunla hakkı görmezler, hakikati görmezler,
Allah’ın âyetlerini görmezler. Allah’ın enfüs ve afakta yarattığı âyetlerini
görmezler. Meşhud ve metluv âyetleri görmezler. Lâkin Allah’ın mü’minlere
verdiği gözler bunlarda da vardır. İnsan olarak gözlerden bunlar da mahrum
değildirler. Ama onlar mü’minler gibi onlarla o gözlerle basîr değiller. Onlarla
basîret yapmıyorlar, etraflarında cereyan eden hadiseleri, eşyanın hakikatini ve
kâinattaki Rahmânın âyetlerini görmek istemiyorlar. Gözlerini Allah’ın âyetleri
üzerine teksif etmiyorlar, Allah’ın âyetlerinin üzerini örtüp gözlerinden
saklamaya çalışıyorlar. İşaret levhalarını örtüp öyle yaşamaya gayret ediyorlar.
Meselâ
Mekke’de yanı başlarında zuhur eden İslâm gerçeğini, aralarında, gözlerinin
önünde dolaşan peygamber gerçeğini görmek istemiyorlar. Gözlerinin önünde
sırtlanları sırtlanlıkta bin misli geride bırakmış, bilgisiz ve barbar
insanların tanıştıkları İslâm sayesinde bir anda nasıl melekleştiklerini görmek
istemiyorlar.
Veya
meselâ yeryüzü zâlimlerinin müstekbirlerinin başkalarının malını yiyebilmek için
kan emmeye koştukları, doyumsuz mideleri için binlerce insanın kanına girdikleri
şu günlerde mü’minlerin kendi mallarına kendi yiyeceklerine bile el uzatmayarak
oruç tutmalarını görmek istemiyorlar. Görüyorlar belki ama gözlerine baskı
uygulu-yorlar. Gözlerinin fonksiyonuna izin vermiyorlar. Gözleriyle gördüklerini
dilleriyle inkar etmeye çalışıyorlar. Neden yapıyorlar bunu? Çünkü hayatlarının
değişmesini istemiyorlar, rahatlarının kaçmasını istemi-yorlar.
İstiyorlar
ki bir kısım gerçeklerle yüz yüze gelip rahatları bozulmasın. İstiyorlar ki hevâ
ve heveslerine göre bir hayat yaşasınlar. İstiyorlar ki hayatlarında bir sınır,
bir kayıt olmasın. Kendileri Allah’ı hatırlatacak, kulluğu hatırlatacak, Allah’a
verdikleri mîsâkı hatırlatacak, huzurlarını kaçıracak hiç bir âyeti görmek
istemiyorlar.
Kulakları vardır ama onlarla
duymuyorlar. Allah kendilerine kulaklar vermiştir ama onlar bu kulaklarını hakkı
duymada, Allah’ın âyetlerini duyup dinlemede, etraflarında kendilerini uyaran
yığınlarca âyetlerin uyarılarına kulak vermede kullanmıyorlar. Kendilerini
cenne
te
götürecek kendi lehlerinde sonuçlar doğuracak uyarıcıları duymuyorlar.
Kulaklarını kendi lehlerinde kullanmıyorlar. Kulaklarını kul-lanmayarak
cehennemlerini hazırlıyorlar. Aslında diğer insanlar gibi mü’minler gibi bunlar
da duyuyorlar ama duymazdan geliyorlar. İnkar ettikleri için, reddettikleri için
sanki hiç duymamış gibi bir tavır takı-nıyorlar. Hani “aklı namazda olmayanın
kulağı ezanda olmaz” diye bir söz vardır. Bunların da akılları imanda olmadığı
için akılları gereğini yapma niyetinde olmadığı için duyuyorlar ama sanki
duymuyorlar. Allah’ın kendilerine verdiği bu işitme nimetine de baskı
uyguluyorlar.
İşte bunlar hayvanlar gibidirler.
Belki hayvanlardan daha aşağı bir konumdadırlar. Hidâyet açısından, yola ulaşma
açısından, yol bulma açısından, cennete ulaşma açısından bunlar belki
hayvanlardan daha aşağı ve daha sapıklık içindedirler. Çünkü hayvanlar insanlar
gibi yaratılmamışlardır. Allah hayvanlara akıl fikir vermemiştir. Hayvanlar
kendilerine verilen iç güdüleri vasıtasıyla yollarını bulabiliyorlar, iç
güdüleri sayesinde ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini bilebiliyorlar
ve hareketlerini ona göre ayarlıyorlar. İradeleri de olmadığı için Rabbimiz
kendilerine nasıl bir fonksiyon, nasıl bir görev yüklemişse mutlaka onun dışına
çıkamıyor ve onu yerine getiriyorlar.
Halbuki bu insanlar hayvanlar gibi
yaratılmamışlardır. Allah hayvanlardan farklı olarak kendilerine akıl vermiş,
irade vermiştir. Ama bunlar Allah’ın kendilerine verdiği bu nimetleri
kullanmadıkları için bunlar hayvanların da aşağısına yuvarlanmışlardır. Çünkü
Rab-bimizin kendilerine verdiği bu özellikler onları hayvanlardan ayıran
özelliklerdi. Kendilerini hayvanlardan ayıran bu özelliklerini kullan-madıkları
için insanlıklarını kaybedip hayvanlardan daha aşağı bir noktaya
düşmüşlerdir.
Evet onlar hayvanlar gibidirler
hattâ bilâkis yolca onlardan daha aşağıdırlar diyor Rabbimiz. İlk bakışta
bunların hayvanlardan hiç
bir
farklarının olmadığını görürsünüz. Çünkü hayvanlar yerler, onlar da yerler.
Hayvanlar içerler, onlarda içerler. Hayvanların cinsel ilişkileri vardır,
onların da vardır. Onlar da gelirler giderler, bunlar da gelip giderler. Onlar
da yatar uyurlar, bunlar da yatıp uyurlar, hayvanlar nasıl doyduklarını bilmeden
yerler içerlerse bunlar da tıpkı hayvanlar gibi doyumsuzdurlar. Hayvanlar belli
bir miktar yerler bitirirler ama bu kâfirler kendilerini sonu gelmez bir
doyumsuzluğa kaptırmış insan-lardırlar. Milyonlar yetmez, milyarlar yetmez,
trilyonlar yetmez bunlara. Tüm dünyayı verseniz yine de doyumsuzdur adamlar.
Bu insanlar üzerinde Kur’an’ın
beyanları ışığında biraz daha derin düşündüğümüz zaman hayvanlardan daha şaşkın,
hayvanlardan daha ne yapacaklarını bilmez bir durumda olduklarını görürüz. Çünkü
az evvel de ifade ettiğimiz gibi hayvanlar Allah’ın kendilerine yerleştirdiği
fıtrî yasalar yardımıyla bazı şeyleri bilebilmektedirler. Meselâ her hayvan
kendi cinsiyle çiftleşmesi gerektiğini bilmektedir. Hiç bir hayvanın kendi
cinsinin dışında başka bir hayvanla çiftleştiği görülmemiştir.
Meselâ
Rabbimiz Nahl sûresinde anlatıyor arıya vahy etmiştir de arı nasıl bal
yapacağını bilmektedir. Hangi yollardan çiçeklere gideceğini, balı nereye
getirip yerleştireceğini bilmektedir. Hayvanlar pek çok konuda ne yapacaklarını
bildikleri halde bu kâfirler onlar ka-dar ne yapacaklarını, nasıl hareket
edeceklerini, Allah’ın kendilerini ne için yarattığını, kendilerine nasıl bir
görev verdiğini, hayatlarını na-sıl düzenleyeceklerini bilmemektedirler.
Onun
içindir ki her gün kâfirlerin hayatları değişmektedir. Hayatlarında değişmez
Allah yasaları olmadığı için bugün iyi gördüklerini yarın kötü görmekte ve her
an değiştirmektedirler. Ne yapacaklarını bilmemekte ve büyük bir sapıklık ve
şaşkınlık içinde bocalayıp dur-maktadırlar.
180.
“En güzel isimler Allah'ındır. O'na o isimlerle dua edin. O'nun isimleri
konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını
göreceklerdir.”
En
güzel isimler sadece Allah’ındır. En güzel isimler sadece Allah’a aittir. O
halde onlarla Onu çağırın. O isimlerle Rabbinize dua edin. Rabbinizin en güzel
isimleriyle Onunla iletişim içine girip Ona seslenin. Rabbinizin en güzel
isimlerini çağrıştırarak, Rabbinizin en güzel isimlerinin muhtevalarını
hayatınızda canlı tutarak o isimlerin gereklerini yerine
getirin.
Bu hususu ortaya koyan bir Hadis-i
Şerîflerinde Allah’ın Resûlü buyurur ki:
“Allah’ın
99 esmâsı vardır, kim onları ıhsa ederse muhakkak cennete girecektir”
Evet Rabbimizin bu en güzel isimlerini ıhsa
edenin cennete gideceğini anlatıyor Rasulullah. Peki madem ki sonunda cennet
var, o halde bu isimleri ihsanın ne demek olduğunu tanımak zorundayız. Ne
demektir ıhsa? Ihsa bir şeyi bir şeyin içinden çıkarmak, ayırmak ve saymak
demektir. O halde Allah’ın en güzel isimlerini ıhsa onları başkalarından
ayırmak, onları Allah’tan başkalarına vermemek onları saymak hayatta onları
hatırda canlı tutmak, onların muhtevalarına göre bir hayat yaşamak hâsılı
onların hakkını vermek demektir.
Evet
elbette ki Rabbimizin bu en güzel isimlerini Rabbimizin kendisini bize anlattığı
kitabından ve elçisinin sünnetinden öğrenmek zorundayız. Allah kitabında ve
elçisinin beyanlarında kendisini bize nasıl tanıtmışsa, hangi isimlerin, hangi
sıfatların sahibi olarak bildirmişse Rabbimizi öylece tanıyacak, öylece o
simlerin sahibi olarak Ona iman edecek ve bu en güzel isimlerin çağrıştırdığı
biçimde kendisine yönelecek, bu isimlerin muhtevalarına uygun bir biçimde
kendisine karşı nasıl bir tavır takınmamızı istemişse öylece yapmaya
çalışacağız. Bu isimleri bizden nasıl bir kulluk istiyorsa öylece Ona kulluk
yapacağız. İşte âyet-i kerîme bizden bunu istiyor.
Yâni Rabbimize dua ederken, bir
derdimizi, bir sıkıntımızı Rabbimize arz eder ve Ondan yardım talep ederken bu
isimlerle çağıracağız, bu en güzel isimlerle Onunla ilgi ve iletişim kurarak Ona
iltica edeceğiz. Yâni Rabbimizin bu en güzel isimleriyle tevessül ederek Ona dua
edeceğiz. Çünkü bunu bize anlatan, bunu bize tarif ve teşvik eden Rabbimizin
bizzat kendisidir. İşte bu âyet-i kerîmesinde Rabbi-miz en güzel isimlerin
sadece kendisine ait olduğunu ve bu isimlerle kendisine dua etmemiz gerektiğini
anlatıyor.
Dikkat ederseniz burada âyet-i
kerîmede “El
Esmâ’ul Hüsnâ lillahi”
denmiyor da “Ve
lillah’il esmâ ül Hüsnâ” deniliyor.
Bu ifade bu isimlerin, bu en güzel isimlerin sadece Allah’a mahsus olduğunu
vurgulamak içindir, Arapça’da kelimenin bu şekilde kullanılmasından anlıyoruz
bunu. Anlıyoruz ki bu en güzel isimler sadece Rabbimize aittir. Anlıyoruz ki bu
en güzel isimleri açısından kendisine ortak olacak hiç bir varlık yoktur. Bazen
Kur’an-ı Kerîm içinde Rabbimizin bu en güzel isimleriyle başka varlıklara da
tesmiye olunduğunu, yâni onlara da bu isimlerin verildiğini görüyoruz.
Meselâ
Rabbimizin Kur’an’daki isimlerinden birisi olan Raûf Rahîm gibi isimlerinin
Rasulullah efendimiz için de kullanıldığına şahit oluyoruz. Veya meselâ Allah’ın
Hâdî isminin Rasulullah efendimize ve Kur’an’a da verildiğine şahit oluyoruz.
Veya
meselâ Rasulullah efendimiz için de Kur’an-ı Kerîm için de Azîz isminin
kullanıldığın biliyoruz. Ancak bu isimlerin onlar hakkında da kullanılmış olması
kesinlikle o varlıkların Allah’a denk oldukları, Allah’a benzer oldukları
anlamına gelmez. Yâni ne kitabın ne de Rasulullah efendimizin Allah’ın izzetine
benzer bir izzetle aziz olduklarını düşünmemiz caiz değildir. Sadece şu kadarını
söyleyebiliyoruz ki Azîz olan ve tümüyle izzet kendisinden olan, izzetin sahibi
olan Allah, izzeti peygamberinde yaratmıştır, kitabını izzetinden
şereflendirmiştir. Onların izzeti Allah’tandır, ama Rabbimizin izzeti
başkalarından değil kendisindendir diyoruz.
Evet en güzel isimler sadece Allah’a
aittir ve bizler o isimlerle Rabbimize dua edeceğiz. Yâni onunla iletişimimizi
bu isimleriyle kuracağız. Yâni dua edeceğimiz konu neyse, hangi konuda ona dua
edeceksek o konuyla alâkalı ismini gündeme getirerek, o ismin çağrıştırdığı
mânâyı, o ismin istediği tavrı takınarak dua edeceğiz. Eğer isteyeceğimiz konu
affımızsa o zaman ya Rahmân, ya Rahîm bizi affe-dip mağfiret buyur diyeceğiz.
Eğer ayıplarımızın kusurlarımızın ör-tülmesi konusuysa ya Ğaffar, ya Settar
diyerek, eğer konu rızık ko-nusuysa ya Rezzak diyerek, eğer şifa konusuysa ya
Şafi diyerek, eğer bir tehlikeden korunma konusuysa ya Hafız gibi isimlerle
Rab-bimize dua edip Onu imdadımıza çağıracağız ve de bu konuya etkin ve yetkin
sadece Onun olduğuna iman edeceğiz. Yâni bu isimleri konusunda, gökler ve
yeryüzünde asla kendisine ortakların olmadığına, benzerlerin olmadığına iman
edeceğiz.
Bir
anlamda Rabbimizi bu isimleriyle tanıyacak ve Ona bu şekilde iman edeceğiz.
Sadece Allah’a ait olduğu haber verilen bu isimleri bu sıfatları Allah’tan
başkalarına vermeyeceğiz. Allah’tan başkalarını bu isimlerle muttasıf bilerek
onlara da dua ederek, onları da çağırarak, çağrıştırarak şirke düşmeyeceğiz.
Meselâ âlim sadece Allah’tır. İlim tümüyle Allah’tandır ama ilminden bir kısmını
bize açmıştır O Rabbimiz. Kitapları peygamberleri aracılığıyla ilminden bir
kısım bize indirmiştir. İşte gerçek âlim olarak Allah’ı bilmeli gerçek ilim
olarak Allah bilgisini bilmemiz ve dışındakileri ise zandan ibaret, bâtıldan
ibaret bilmeliyiz. İşte Rabbimizin Alîm ismi bizde bunu çağrıştırmalı, Onunla
ilişkimizi bu şekilde ayarlamalı, bizim bu konuda böyle bir tavır sergilememizi
gerçekleştirmelidir.
Yâni
ilme ulaşmak, izzet ve şerefe ulaşmak isterken de sadece Ona ve Onun kitabına
müracaat biçiminde dua etmeliyiz. Çünkü gerçek ilim sadece Allah’ın ilmidir,
gerçek âlim sadece Allah’tır ve ilim sahibi olan kimse de Allah’ın kitabının
bilgisine sahip olan kimsedir. Allah’tan başkalarını âlim görmek, ilmi Allah’ın
vahyinin dışında aramak, ilim konusunda Allah’tan başkalarını çağırmak ve
çağrıştırmak ise şirktir.
Evet
bu konuda sadece Allah’ı çağıracak, Allah’ı çağrıştıracak ve Allah’a dua
edeceğiz. Allah’tan başka âlim, Allah’tan başka Azîz, Allah’tan başkalarında
ilim ve izzet aramaya çıkmayacağız. Tüm isimleri böyledir. Allah’tan başka Rab,
Allah’tan başka Şafi, Allah’tan başka Hadi, Allah’tan başka Razzak, Allah’tan
başka Mâlik, Melik yoktur.
Allah’ın kendisine ait en güzel
isimlerini öğrenmenin, bu isimlerin istediği biçimde bir tavır sergilemenin,
yâni Allah’ı Allah olarak tanıyarak Onunla Onun istediği biçimde bir iletişim
kurmanın yolu, Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini tanımadan geçer. Öyleyse
bu konularda şirke düşmek, yanlışlara düşmek istemiyorsak sürekli kitap ve
sünnetle birlikte olmak zorundayız, bunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız.
Allah’ın
isimleri konusunda ilhada düşen, sapan, sapıtan kimseleri de bırakıverin. Onlar
yakında yaptıklarının cezasını çekeceklerdir. Evet Allah’ın isimleri konusunda,
Allah’ın esmâsı konusunda, Allah’ın sıfatları konusunda ilhada düşen, yâni
onları ezen bozan, Allah’ın isim ve sıfatlarını tahrif eden, sadece Allah’a ait
olan bu isim ve sıfatları Allah’tan başkalarına da vermeye çalışan ve yeryüzünde
Allah isimlerine Allah sıfatlarına haiz bir kısım varlıklar kabul ederek şirke
düşen insanları bırakıverin. Onlar bu konuda nasıl bir anlayış içine girerlerse
girsinler, nasıl bir tavır sergilerlerse sergilesinler, kendi şirk
anlayışlarının ürünü olarak size nasıl bir anlayış sunarlarsa sunsunlar onları
terk ederek onların anlayış ve inanışlarını reddedin. Onların şirk
anlayışlarının ürünü olan eğitimlerini reddedin kılık-kı-yafet anlayışlarını
reddedin, parlamento anlayışlarını reddedin, hukuk anlayışlarını reddedin,
ekonomi anlayışlarını reddedin. Çünkü bunların her bireri Allah’ın belli bir
ismini nefiy eden şirk anlayışlarından kaynaklanmaktadır ve Rabbimiz onları terk
etmemizi bizden istemektedir.
Allah’ın esmâsı konusunda ilhada
düşenleri terk edin. Onları dinlemeyin,
onları kendinize velî ve dost edinmeyin, hayatınızı onların yasalarına bina
etmeyin, hayatınızı onlara sormayın, onlarla istişare etmeyin. Tabii bu ifade
onlarla görüşmeyin, onlara karışmayın, onları kendi hallerine bırakıverin,
onlara din duyurmayın, onlara doğruyu anlatmayın, onların hayatlarını ve
inanışlarını sorgulamayın, onları oldukları gibi kabullenin demek değildir.
Bütün bunları yapmakla beraber onlarla dostça bir ilişki içine girip hayatınızı
onlar kaynaklı düzenlemeyin demektir.
Peki acaba Allah’ın isimleri
konusunda ilhadı nasıl anlayacağız? Bu gerçekten çok önemli bir konudur üzerinde
biraz biraz duralım. Yâni bu insanlar Allah’ın isimleri konusunda acaba nasıl
ilhada düşüyorlar? Meselâ az evvel de ifade ettiğimiz gibi Allah kitabında diyor
ki her konuda en bilen benim, tek bilen benim, ilim bendendir diyor. Ama
kimileri Allah’ın bu ismini nefyederek, bilme konusunda Allah’ı diskalifiye
ederek içinde bulunduğumuz Nemrutların, Firavunların, Ebu Cehillerin tekrar
hortlatılmaya çalışıldığı bu çağı ilim çağı olarak empoze etmeye, ilim çağı
olarak sunmaya çalışıyorlar.
Bu
çağda artık Allah bilgisine, vahiy bilgisine ihtiyacımız kal-mamıştır, artık o
bilgiler eski çağlarda kalmıştır, eskilerde kalmıştır, mazide ve çölde
kalmıştır. Artık bugün orta çağa ait bir kısım Allah bilgileriyle, Allah
yasalarıyla hayatımızı düzenlememiz mümkün de-ğildir. Çünkü bu devirde onların
uygulanmaları da bizim problemle-rimize çözüm getirmeleri de mümkün değildir.
Zira çağımız değiş-miştir, çağ ilim çağıdır diyorlar. İşte bu iddia Allah’ın
Alîm ism-i şerifi açısından bir ilhaddır bir sapmadır ve şirktir, küfürdür.
Çünkü Âlim sadece Allahken, bu isim sadece Allah’a aitken onu Allah’tan
nef-yedip başkalarına vermek ilhaddır ve küfürdür.
Veya meselâ Allah kitabında diyor ki
Rab sadece benim. Kullarımı yaratan, onları doyurup besleyen, görüp gözeten ve
onların hayat programlarını belirleme hakkına onların hayatlarına yasa koyma
hakkına sahip olan sadece benim. Benden başka Rab, benden başka İlah, Melik ve
Mâlik yoktur diyor. Benden başka kullarımın hayatında söz sahibi yoktur.
Ama
gelin görün ki kimi mülhitler hayır artık devir değişti, bizim hayatımıza
karışacak, bizim hayatımıza program yapacak, yasa belirleyecek başka Rablerimiz
de vardır. Tamam Allah büyüktür, Allah yücedir, gökleri yaratan odur, bizleri
yaratan odur ama hayatımıza karışmaz O Allah. Bize isteklerini arzularını
bildirmez O Allah. Bizim hayatımızı kendi yasalarıyla düzenleyeceğimiz başka
tanrılarımız var. Bizim hukuk tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, kılık-kıyafet
tanrılarımız, siyasal tanrılarımız, şifa tanrılarımız var. Onlar bizim
işlerimizi düzen-liyorlar. Allah bizim işlerimize karışmamalıdır. Çünkü bizim
pis işlerimiz var, mafya işlerimiz var, Allah bu işlere karışmamalı. Şimdi bu
Al-lah bizim bu işlerimize karışır ve arzularını bize duyurursa o zaman biz
onunkileri mi dinleyeceğiz? Yoksa öteki tanrılarımızın kilerini mi dinleyeceğiz?
En iyisi mi hayatımızda böyle bir kaos yaşamaktansa Allah’ınkileri duymamak daha
iyidir diyorlar.
Onun
için Allah’ı ve onun elçilerini dinlememeye çalışıyorlar. Tamam Allah’a da
kulluk yapalım ama başka ilahları da dinleyelim diyorlar. Yeri gelince, işleri
düşünce, başları daralınca Allah’a kulluk yapıyorlar ama işleri bitince de başka
ilahlara kulluk ediyorlar. Toplumun benimsediği, kimsenin ayıplamadığı bir takım
kulluk türleri yerine getirilsin ama hayatın tümünü bu kulluk kapsamasın
diyorlar.
Meselâ
Kureyş müşriklerinin yaptığı gibi kendilerine servet sağlayan hac gibi
ibadetlere şu anda bizimkilerin de yaptıkları gibi tamam diyorlardı ama
hayatlarının geri kalan bölümüne Allah’ı karış-tırmıyorlar. Yâni hayatı
parçalıyorlar. Hayatımızın ibadet bölümüne Allah karışsın ama öteki bölümlerine
başka Rablerimiz karışsın di-yorlar. İşte bu Cenâb-ı Hakkın Rab ismi, rubûbiyet
sıfatı konusunda ilhaddır, küfürdür, şirktir.
Allah Azîzdir. İzzet ve şeref sadece
Ona aittir ama bugün iz-zeti başkalarında ve başka şeylerde arayan insanlar
vardır. Malda, parada, makamda, mansıpta, diplomada, doktorada statüde izzet ve
şeref arayanlar vardır. Veya sadece Allah’a ait olan bu izzeti ken-dilerinde
görenler vardır. İzzet bizdedir, şeref bizdedir, hâkimiyet bizdedir, bizim
istediğimiz biçimde yaşamak zorundasınız, bizim istediğimiz şekilde giyinmek
zorundasınız, bizim yasalarımıza itaat etmek zorundasınız, biz olmadan
yaşayamazsınız. Bizim dediğimiz gibi olun ki size izzet ve şeref verelim, bizin
sözümüzden çıkmayın ki size dereceler verelim diyen insanların bu tavırları da
Allah’ın Azîz ismi konusunda bir ilhaddır ve şirktir. Şafi sadece Allah olduğu
halde şifa veren biziz diyenler, Razzak sadece Allah olduğu halde rızık dağıtan
biziz diyenler, bizim dediklerimizden çıkarsanız maaşlarınızı keseriz, sizi aç
bırakırız diyenler, kendilerini hacet kapısı görenler, şu devlet kapısına
girmişseniz artık sizin için rızık garantidir diyenler, halbuki herkes için
rızkı garanti eden Allah’tır.
Yeryüzünde
debelenen hareket eden hiç bir canlı varlık yoktur ki onların rızıkları Allah’ın
üzerine olmasın. Halbuki rızık başkaları değil sadece Allah kaynaklıdır.
Yaratan, yaşatan, hayat veren Allah-tır. Hâlık sadece Allah’tır. Hayat Allah
kaynaklıdır, Allah sigortalıdır. Ama birileri gelin hayatınızı sigorta edelim
diyorlar ve Allah esmâsı konusunda ilhada gidiyorlar. Allah’tan başka
birilerinin insanların ha-yatlarını, hattâ kendi hayatlarını bile sigorta
etmeleri mümkün değildir. Allah bu dünyada ne kadar kalmamızı istemişse, ne
kadar ömür takdir etmişse ancak o kadar yaşayabiliriz. Kimsenin bunu
değiştirmesi mümkün değildir. Hâdî sadece Allah olduğu halde hidâyeti
ken-dilerinde görenler hepsi de Allah’ın esmâsı konusunda ilhad içindedirler.
Veya
Allah Ragıyb’dir. Murakabe ve kontrol edendir. Yâni insanların nerede ve nasıl
olduklarını, hangi durumda bulunduklarını bilebilen ve murakabe edebilen sadece
Allah’tır. Çünkü O kişiye şah damarından daha yakındır. Siz neredeyseniz O
sizinle beraberdir. Allah’ın bu sıfatı, bu ismi konusunda da insanların ilhada
düştüklerini görüyoruz. Allah’tan başka; insanların, insanları kontrol
ettiklerine, insanların ne yapıp ettiklerine muttali olduklarına inananları
görüyoruz. Veya kendilerini murakıp olarak insanlara takdim edenlere şahit
oluyoruz.
Veya
Allah’a ait bu sıfatı K.G.B. ye, Mossad’a veya başkalarına verenler görüyoruz.
İnsanların yatak odalarına kadar girip, onların durumlarına muttali olanları
duyuyoruz. Halbuki bu sıfatlar sadece Allah’a ait olan sıfatlardır bunu böyle
bilmeyenler Allah’ın bu sıfat ve esmâları konusunda ilhada düşmüş insanlardır.
Onun içindir ki bizler de ilhada düşmemek için Rabbimizin isimlerini ve
sıfatlarını çok iyi bilmek zorundayız. Bunun için de Kur’an’ı ve sünneti çok iyi
tanımak zorunda olduğumuzu unutmayacağız.
Ve Allah diyor ki ey mü’minler! siz
onları terk edin. Onları hayatınızdan, zihinlerinizden çıkarın. Sizin dünyanızda
onların sözleri, onların programları olmasın. Sakın ha onlar sizi sizin
gözlerinizin içi-ne baka baka kendi sapıklıklarına çağırmalarına izin vermeyin.
Evlerinizde onların vahiy organlarına izin vererek onların günahlarına or-tak
olmayın. Dinlemeyin onların vahiy organlarını. Okumayın onların gazetelerini
dergilerini. Şunu hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayın ki onlar mutlaka sizi
kendi cehennemlerine çekmeye çalışacaklar, kendi fikirlerini, kendi
inanışlarını, kendi ilhadlarını size de empoze etmeye çalışacaklardır. Eğer
sizler bu mülhitleri terk etmez, onların programlarını izlemeye devam ederseniz
unutmayın ki sizler de onların ilhad-larına ortak olmuş olacak ve sizler de
günün birinde onlar gibi düşünmeye başlayacaksınız, bunu hiç bir zaman
hatırınızdan çıkarmayın diyor.
181.
“Yarattıklarımızdan bir topluluk hakkı gösterirler ve onunla
hükmederler.”
Bizim
yarattıklarımızdan bir grup da vardır ki onlar hakkı görürler,hakkı gösterirler
ve hakla hükmedip amel ederler. Hakkı adâletle yerine getirirler. Evet bizim
yaratıklarımızdan kimileri de böyledir diyor Rabbimiz. Çünkü biz biliyoruz ki
kâfiri de yaratan mü’mini de yaratan Odur. Kâfiri ve onun küfrünü yaratan, buna
izin veren de Odur. Mü’mini yaratan onun imanına imkân hazırlayan da Odur. Ama
önceki âyetle birlik söyleyecek olursak yeryüzünde bu âyette özellikleri
anlatılan mü’minler azdır. Hak üzere olanların sayısı azdır. Ama az da olsa
böyle bir ümmet yeryüzünde vardır ve kıyâmete kadar da var
olacaktır.
Bakın bu azların özellikleri neymiş?
Öncekilerin kör, sağır ve kalpsiz kesilmelerine karşılık bunlar hakkı gören,
hakkı duyan ve Allah’tan gelen hakka gönül veren insanlardır. Hakka iman eden bu
insanlar aynı zamanda hak konusunda Hadîdirler. Yâni çevrelerindeki insanlara
hak yolu gösterendirler. Bir önceki âyette ifade ettiğimiz gibi Hâdî sadece
Allah’tır ama burada zikredilen bu hayırlı ümmetin hâdîlikleri insanları
hidâyete erdirme biçiminde değil de yol gösterme, yola delâlet etme mânâsında
Hadîdirler, rehberdirler. Peki neyle hidâyet ediyorlar bunlar? Hak ile, Allah’ın
gönderdiği hak kitap ile, Al
lah’ın
gönderdiği hak hukukla, hak yasalarla bunlar insanlara yol gösteriyorlar.
Çünkü
Allah’tan gelenlerin tamamı haktır. Allah kitabını hak olarak indirmiştir, Allah
elçisini hak olarak görevlendirmiştir Allah yasaları haktır, Allah gökleri ve
yeri hak olarak, hak yasalara müstenit olarak yaratmıştır. İşte bu hayırlı ümmet
Allah’tan gelen bu hak yasalarla, bu hak kitapla, hak peygamber bilgisiyle
insanlığa yol gösteriyorlar. Peki acaba bu kutlu insanların görevleri sadece
insanlara yol göstermek midir? Bunun dışında bu müslümanların başka vazifeleri
var mıdır? Hayır, onların başka görevleri de vardır. Allah diyor
ki:
Onlar insanlara doğru yolu
gösterdikleri gibi kendileri de sadece onunla adâlet yaparlar. Allah’ın
gönderdiği hak yasalarla hayatlarını düzenleyerek sadece onunla hayatlarını
dengeye getirirler. Bi-reysel hayatlarını, aile hayatlarını, toplumsal
hayatlarını, ekonomilerini, hukuklarını, eğitimlerini, kazanmalarını,
harcamalarını Allah’ın gön-derdiği hakla dengede tutarlar. Allah’tan gelen hak
yasalarla istikrarlı bir hayata kavuşurlar. Öteki insanlar gibi ne
yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını bilemeyen hayvan gibi değillerdir onlar.
Hayatları sü-rekli değişken ve istikrarsız değildir mü’minlerin. Yaptıklarını üç
ayda bozan, bir daha yapan bir daha bozan ve sürekli bir arayış ve kaos içinde
olan kimseler gibi değildir mü’minler. Çünkü onlar Kur’an ve sünnet dışında
insanların istikrara kavuşamayacaklarını çok iyi bilen
insanlardır.
Evet Allah diyor ki bunlar azdır.
Yeryüzünde cehennem için yaratılanlar için çok, bunlar için de az diyor. Peki bu
çok olan, cinler, şeytanlar, müşrikler ve kâfirlerin çokluğu karşısında bu azlar
ezilecekler miydi? Allah bu azları bu çoklar karşısında ezdirecek miydi? Bakın
bundan sonraki âyetinde Rabbimiz bu azları teselli için şöyle
buyuruyor:
182,183.
“Âyetlerimizi yalan sayanları, bilmedikleri yönden, ağır ağır sonuçlarına
yaklaştıracağız. Onlara mah-suzdan mühlet veririm, çünkü Benim düzenim
çetindir.”
Ey
benim yeryüzünde az, ama şerefli kullarım! Sizler hiç üzülmeyin, sakın bu çoklar
karşısında ümitsizliğe düşmeyin! Sizler üzerinize düşen neyse sadece onu yapın.
Ben bu çoklara, bu hayvanlardan daha aşağı olanlara, bu kendilerine verdiğim
insani melekelerini kullanmadıkları için âyetlerimizi yalan sayan, âyetlerimizi
yok farz eden, âyetlerimizi boşa çıkaran ve işlemez hale getirenlere mühlet
vermekteyim. Onların yollarını açmaktayım ve onları yavaş yavaş hiç bilmedikleri
açılardan, hiç hesap edemedikleri noktalardan derecelendireceğiz. Onları ağır
ağır derecelendireceğiz diyor Rabbimiz.
Tabii
anlayabildiğimiz kadarıyla bu derecelendirme işi onların küfürde, şirkte,
nifakta ne olduklarının ne kadar ileri gittiklerinin bir derecelendirilmelerinin
ifadesi anlamınadır. Çünkü onların her biri dünyada gerçekleştirilen bu
derecelendirmenin karşılığı olarak hak ettikleri cezaya çaptırılacaklardır.
Herkesin hesabı amellerine göre tutulacak ve belirlenecektir. Kur’an’ın başka
yerlerinden de biliyoruz ki hem cennette hem de cehennemde dereceler vardır.
Bakın onlardan birinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“İşlediklerinden ötürü herkesin bir derecesi
vardır. Herkese işlediklerinin karşılığı ödenir. Kendilerine haksızlık
yapılmaz.”
(Ahkâf
46)
Ne
iyilerin iyilikleri ne de kötülerin kötülükleri karşılıksız kalmayacaktır. Dünya
hayatında yaptıklarından, işlediklerinden ötürü herkesin amellerine karşılık
dereceleri vardır. Cennette cennetlikler için de cehennemde cehennemlikler için
de dereceler vardır. Cennetin de cehennemin de dereceleri vardır. Cennetin ve
cennetliklerin dereceleri kademe, kademe yukarı doğru yükselirken cehennemin ve
cehennemliklerin dereceleri de aşağıya
doğru derecelenmektedir. Dereceler ameller karşılığıdır. Cennetliklerinki
mükafat ve nimetlerin artırılması türünde bir derecelendirilme iken kâfirlerinki
de azabın artması türünde bir derecelendirilmedir.
Evet kullarına dereceler verir
Allah. Bakıyoruz bugün de birileri dereceler veriyor. Kendi kullarına, kendi
kölelerine kimi insanların da dereceler verdiğini görüyoruz. Birinci derece,
ikinci derece, üçüncü, beşinci derece gibi dereceler veriyorlar. İlk üç dereceye
girenlere, yâni limon gibi suyunu sıkıp posasını çıkardıklarına, pillerini
bitirdiklerine yeşil pasaport verenler. Sen dekansın, sen bakansın, sen prof
sun, sen doçentsin gibi dereceler dağıtanlar. Veya seni mahiyetime aldım, sen
mukarrabûn’dansın gibi lütuflarda bulunanlar filan görüyoruz. Her Rab kullarına
elbette dereceler verir. Ama Allah dereceleri o kadar yüce olan ki, katında o
kadar yüce dereceler olan ki onun verdiği dereceleri hiç kimse veremez.
Ya da bunun bir başka mânâsı da
onları hiç bilemedikleri hesap edemedikleri noktalardan derece, derece kademe,
kademe bekledikleri kötü sona yaklaştıracağız, yaklaştırmaktayız demektir. Yâni
onlar fakında değiller ama aslında kuruldukları andan itibaren yıkılışı yaşayan,
yaratıldıkları andan itibaren helâklerini soluklayan insanlardır. Var
edildikleri andan itibaren ebedî azaba doğru yürümektedirler. Ama bu zavallılar
bunun farkında değiller. Hep yükseldiklerini hep iyi yaptıklarını zannediyorlar
ve aldanıyorlar.
Evet Allah diyor ki ey müslümanlar!
Sakın sizler bu kâfirlerin hayatlarına bakarak üzülmeyin. Tabiri caizse ben
onların iplerini elimde tutuyorum. Ve iplerini gevşek tuttuğum için de,
yedikleri nanelerden ötürü hemen onları yakalamadığım içinde onlar aldanıyorlar.
Zannediyorlar ki hürdürler, zannediyorlar ki yaptıklarından ötürü hesap
ödeyecekleri bir makam yoktur. Zannediyorlar ki kendileri üzerinde kendilerini
gözetleyen, onlara basir olan, onları kontrol eden bir güç bir otorite yoktur.
Biz onlara mühlet verip imkân tanırız ama bilsinler ki bizim tuzağımız ve
yakalamamız pek güçlüdür. Allah yaka-ladı mı asla göz açtırmaz. Allah’ın
muahezesinden kimsenin kur-tulması mümkün değildir dedikten sonra Rabbimiz bu
tür insanları düşünmeye sevk ederek şöyle buyuruyor:
184.
“Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşları olan peygamberde deliliğin eseri yoktur. O
ancak açıkça uyaran bir kimsedir.”
Bunlar
hiç düşünmüyorlar mı? Onların arkadaşlarında her hangi bir cinnet yoktur. Cin,
cinnet aslında örtünmek, örtülü olmak demektir. Cinler, şeytanlar da insanlar
tarafından görünmeyen varlıklar olduğu için onlara cin denmiştir. Âyet-i
kerîmede geçen cinnet sözü böyle gözle görülmeyen varlıkların etkisi altında
kalmak anlamınadır. Çünkü cinlerin içindeki şeytanlar, insanları azdırma, yoldan
çıkarma görevini üstlenmiş varlıklardır. Ataları İblisten devralmışlardır bu
görevi. Onun içindir ki cinlerin etkisinde kalanlar kâfir cinlerin etkisi
altında kalmışlardır mü’min cinlerin değil. Her hangi bir insana cinlerin
tasallut etmesi, insanın cinlerin etkisi altında kalması onun delirmesi, aklını
kaybedip deli gibi hareket etmesi demektir. İşte böyle cinlerin kontrolüne
girmiş kişiye de cinnî, cinlenmiş, cinnetlenmiş denir.
Mekke müşrikleri Allah’ın Resûlüne
bunu yakıştırmaya çalışıyorlardı. Cinlenmiş, cinnet getirmiştir, cinlerin
kontrolüne girmiştir diyorlardı. Söyledikleri, yaptıkları cin kaynaklıdır
diyorlardı. Bunu cin çarpmış diyorlardı. Rabbimiz onların, bu iftirada
bulunanların arkadaşları üzerinde düşünmelerini isteyerek buyurur ki onlar
arkadaşları üzerinde hiç düşünmüyorlar mı? Onlar içlerinde doğup büyümüş,
ha-yatı gözleri önünde geçmiş peygamber üzerinde hiç düşünmüyorlar mı? Gerçekten
Rasulullah efendimizin kırk yıllık risâlet öncesi hayatı onların arasında
geçmişti. Onun bu risâlet öncesi dönemini düşündükleri zaman arkadaşlarının
kesinlikle böyle bir cinnet hali, cinlerin etkisi altında olma halinin
olmadığını anlayacaklardır.
Evet onlar bunu hiç tefekkür
etmiyorlar mı? Tefekkür belli esaslara dayanarak bir konuda değerlendirme yapmak
ve bir neticeye ulaşmak demektir. Evet bu adamlar arkadaşlarının kendi
aralarında geçmiş kırk yıllık risâlet öncesi hayatını esas alarak düşünmüyorlar
mı? Onun emin bir elçi olduğunu anlamıyorlar mı? Öyle de diyorlardı nitekim.
Peygamberlik öncesi ona Muhammed’ül Emin diyorlardı. Yanlarındaki emânetlerini
kendisine teslim ediyorlardı. Ama peygamber olarak görevlendirilip insanların
hayatlarını değiştirecek Rabbani vahiyle gelince ona deli deyiverdiler. Kırk yıl
kendisine emin dedikleri insana deli deyiverdiler. Hem de kendisine yeryüzünü
şereflendiren çok şerefli bir kitap geldikten sonra.
Bakıyoruz bugünün kâfirleri de aynı
mantığın sahibidirler. Günümüzün kâfirleri de müslümanları sevmiyorlar.
Müslümanların hareketlerini, hayat tarzlarını, kılık kıyafet anlayışlarını her
şeylerini beğen-miyorlar. Ellerinden gelse yeryüzünde bir tek müslümanı sağ
bırakmak istemezler. Ama bir yerde birine bir emânetin teslimi söz konusu olsa,
para yemeyecek, rüşvet almayacak, ahdine sadık kalacak birisinin tayini söz
konusu olduğu zaman yine oraya namazında abdes-tinde bir müslüman arıyorlar.
Mutlaka İmam Hatip mezunu, İlahiyat mezunu birisini ararlar. Çünkü bilirler ki
müslümanlar emin kimselerdir. Biliyorlar ki müslümanlar temiz ve iffetlidirler.
Biliyorlar ki kendileri bu konularda güvensizdirler.
Evet o peygambere mecnun diyorlardı.
Halbuki o peygamber ki kendisinde yeryüzünde hiç kimseye verilmemiş bir kitap
verilmiş bir elçiydi. Yeryüzünde Allah’ın bilgisine vahyine mazhar olmuş şerefli
bir elçiydi. Böyle bir deliye vahiy gönderir mi Allah? Yeryüzünde kıyâmete kadar
kullarının hayatını organize edecek vahye odak nokta seçilir mi bir deli? Böyle
birisi mi seçilir bu iş için? Hayır,hayır o apaçık bir uyarıcıdır. O kadar net
ve açıktır ki Allah’ın elçisi, insanların akıllarını karıştıracak hiç bir yönü
yoktur. Öyle apaçık ki insanlara göre tavır almaz. Sakallara göre tarak vurmaz.
Allah’tan aldığı vahiyle hareket eder ve kıyâmete kadar tüm insanlık için bir
uyarıcıdır o. Kıyâmete kadar insanlara ne anlatılması gerekiyorsa hiç bir şeyi
eksik bırakmadan, hiç bir şeyi gizlemeden her şeyi insanlığa anlatmış ve
anlattıklarını hayatında göstermiş bir peygamber. Önderleri nasıl böyle apaçıksa
müslümanların da aynen onun gibi olmaları gerekmektedir. Peygamberlerinden
kendilerine intikal eden hakkı apaçık yaşayıp insanlara aktarmak
zorundadırlar.
185. “Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı
her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olma ihtimalini düşün-müyorlar mı? Bundan
sonra hangi söze inanacaklar?”
Göklerin
ve yerin melekûtuna bakmıyorlar mı? Göklerin ve yerin melekûtunu hiç düşünüp
araştırmıyorlar mı? Göklerin ve yerin yaratılışını, göklerde ve yerde hüküm
süren saltanatı, egemenliği gör-müyorlar mı? Gökler ve yerlerde kimin sözünün
geçerli olduğunu, göklerde ve yerlerdeki varlıkların kime boyun büküp teslim
olduklarını? Allah’ın yaratıklarına bakmıyorlar mı? Baştan sona bir güzellik,
baştan sona bir hikmetin geçerliliğini görmüyorlar mı? Bu güzelliği bu hikmeti
Allah’tan başka birisinin gerçekleştirebilmesi mümkün müdür? Bütün bu âyetlerine
bakıp yeniden düşünmemizi istiyor Rabbimiz. Bunların hepsinin birer Allah âyeti
olduğunu anlamamızı istiyor. Tüm bu varlıkları yaratanın, hayatlarını düzenleyip
doyuranın, koruyup gözetenin Allah olduğunu anlamamızı istiyor.
Kim bilebilir belki de onların
ecelleri, sonları yaklaşmıştır. Yâni bu adamlar kendi hayatlarının, kendi
ecellerinin bile kendi ellerinde olmadığını o konuda Allah’ın söz sahibi
olduğunu anlamıyorlar mı? Tüm varlıkların hayatları kendi ellerinde olmadığı
gibi ölümleri ecelleri de kendi ellerinde değildir. Gelişimiz de elimizde değil
gidişimiz de. Eğer bu bizim elimizde olsaydı istemediğimiz bir zamanda bu
dünyaya veda edip gitmeye hiç birimiz razı olmazdık. Halbuki bu dünyada ne kadar
yaşayacağımıza biz kendimiz karar vermiyoruz. Ne kadar yaşayacağımıza,
ecellerimizin ne zaman geleceğine karar verip takdir eden Allah’tır. İşte Allah
diyor ki kim bilir belki ecelleriniz yaklaşmıştır. Anlıyoruz ki bizim dışımızda
bize hükmeden bir varlık vardır. Bir mâlik vardır. İnsanlar bunları düşünüp
anlamaya yanaşmayacaklar mı? Allah’ın varlığını anlayıp onun istediği bir hayatı
yaşamaya yönelmeyecekler mi?
Bütün
bu anlatılanlara, bütün bu âyetlere inanmayacaklar da bu adamlar hangi söze
inanacaklar? Akıllarını kullanmayan, gözlerini kulaklarını kullanmayan,
duyularını dumura uğratmış, insanlıklarından çıkmış olan bu insanlar bu
Kur’an’dan başka neye inanacaklar? Halbuki insan olan, insanlık özelliklerini
kaybetmemiş olan herkes mutlaka düşünecek, göklere bakacak, yere bakacak onlar
üzerinde hâkim olan yegâne gücün, onlar üzerinde sözü geçen varlığın Allah
olduğunu mutlaka anlayacaktır.
Anlıyolardı da nitekim müşrikler.
Kendilerine gökleri ve yerleri kim yarattı? diye sorulduğu zaman Allah
diyorlardı. Kendilerini yaratanın Allah olduğunu biliyor ve itiraf ediyorlardı.
Ama göklerin ve yerlerin yaratıcısı olarak, göklerde ve yerlerde egemenlik
sahibi olduğuna inandıkları Allah’ın kendi hayatlarına karışmasını
reddediyorlardı. E madem ki göklerde ve yerlerde ne varsa hepsini yaratan O,
göklerde ve yerler ne varsa hepsini doyuran O, madem ki her şeyin hayatı da
mematı da Onun elindedir o halde niye Ona kulluktan kaçıyorsunuz? Tüm kâinatta
sözü geçen Allah’ın sizin üzerinizde de söz sahibi olduğunu niye kabule
yanaşmıyorsunuz?
Evet bu kadar Allah âyetleri
insanları diriltip harekete geçirmi-yorsa onları hangi söz, hangi fikir hangi
mantık, hangi program, hangi delil harekete geçirebilecektir? Hangi olay bu
insanların akıllarını başına getirebilir? Hangi metot bu insanları Allah’a
kulluğa sevk edebilir? Ve tâbi bundan şunu anlıyoruz. Eğer bu insanlar bunca
Allah âyetleri karşısında bile hidâyete gelmiyorlarsa o zaman bizim görevimiz bu
insanları zorla hidâyete ulaştırmak değildir. Bizim görevimiz onları yola
getirmek için kendimize göre türlü deliller getirmek değildir. Bizim görevimiz
bu Allah âyetlerini insanlara duyurmaktır. Çünkü şunu hiç bir zaman unutmayın
ki:
186.
“Allah'ın saptırdığını yola getirecek yoktur. O, sapanları taşkınlıkları içinde
bocalayıp dururlarken bırakır.”
Allah
kimi saptırmışsa artık onu hidâyete ulaştıracak hiç kimse yoktur. Yâni kim ki
kendi iradesiyle dalâlette kalmayı karanlıkta kalmayı tercih etmişse Rabbimiz
yeryüzünde koyduğu yasası gereği ona hidâyeti nasip etmeyecektir. Zorla böyle
birini hidâyete ulaştırmaz, zorla cennete göndermez onu. Onun sapıklığına,
dalâletine izin verir, imkân yaratır onun için sapıklık yollarını açıp azap
yolunu kolaylaştırır. Allah birini dalâlette bırakmışsa artık ona doğru yolu
gösterecek yoktur. Çünkü kim ki kendi eliyle kendi yolunu kapatmışsa, Allah’ın
kendisine verdiği melekelerini kullanmayarak imânâ giden hidâyete giden tüm
yolları tıkamışsa artık ona yardım edebilecek yoktur. Artık Allah böylelerini
taşkınlıkları, azgınlıkları ve şaşkınlıkları içinde bocalar bir vaziyette
bırakıverir.
İşte
görüyoruz tüm müşrik sistemlerin, tüm müşrik va kâfir dünyanın nasıl bir
şaşkınlık ve sapıklık içinde çırpındıklarını.Allah’ın âyetlerini bırakıp,
hidâyeti terk edip kendi tuğyanları içinde, kendi hevâ ve hevesleri içinde bir
ömür mutsuz, huzursuz hayatlarını zehir, zindan edip
gidiyorlar.
187. “Ey Muhammed! Sana, kıyâmet saatinin ne zaman gelip
çatacağını soruyorlar, de ki: "O'nu ancak Rabbim bilir, onun vaktini O'ndan
başka belirtecek yoktur. Göklerin ve yerin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat,
sizlere ansızın gelecektir. "Sen sanki öğrenmişsin gibi sana soruyorlar, de ki:
"O'nu bilmek ancak Allah'a mahsustur, ama insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.”
Sana
saati soruyorlar. “Eyyane
mürsaha” Ne zaman demir atacak? diyorlar. Bu ifade hem
bir soru hem de bir istihza bir inkar mânâsı taşımaktadır. Dalga geçercesine,
alay edercesine soruyorlardı Allah’ın Resûlüne. Ey peygamber bizi kıyâmetle
korkutuyorsun, sürekli bir silah olarak bize kıyâmeti çeviriyorsun. E hani niye
gemli-yor bu kıyâmet? diyerek alaylı bir ifadeyle onu inkar ediyorlardı
aslında.
Ey peygamberim de ki onun bilgisi
Allah’a aittir. Kıyâmetin bilgisi Allah katındadır. Ben bunun bilgisine sahip
değilim. Kıyâmetin ne zaman kopacağını ben de bilmiyorum.
Evet kıyâmetin bilgisi sadece
Allah’a aittir. Onun zamanını Allah’tan başka bilebilecek yoktur. Hattâ Allah
mukarrabun melekler diye bilinen Allah’ın yüce melekleri bile bilmemektedir.
Rabbimiz on-lara bile bildirmemiştir. Meselâ hadis kitaplarının başlarında
rivâyet edilen Cibril hadisi diye maruf bir hadiste anlatıldığına göre
yeryü-züne Allah vahyinin inzalinde aracılık şerefine ermiş Cebrâil (a.s) bile
Rasulullah efendimize kıyâmetin ne zaman kopacağını sormuştur. Cebrâillin de
Rasûlullah’ın da bunun bilgisine sahip olmadığı açıkça ortaya konulmuştur. Ne
melek, ne peygamber kıyâmetin ne zaman kopacağını bilemez. Bunun bilgisi sadece
Rabbimize aittir. Ama Kur’an’ın değişik yerlerinde Rabbimizin bize haber
verdiğine göre bu gaybı bilgilerinden bir kısmını peygamberlerine
bildirmiştir.
Onun vaktini zamanını Allah kimseye
açmamıştır. Allah’tan başka hiç kimse onun zamanını bilemez. Bu konuda kim ne
söyle- mişse yalan söylemiş ve gaybı taşlamıştır. Çünkü:
Çünkü göklerde ve yerlerde o çok
büyük ve çok ağırdır. Onların inkar ettikleri, alaya aldıkları bu kıyâmet konusu
öyle bir basit ha
dise
değildir. Bu öyle azametli bir hadise ki tüm göklere ve yerlere ağır
gelmiştir.
Unutmayın ki bu kıyâmet sizin
üzerinize ansızın gelecektir. Ansızın sizin beyinlerinizde patlayacaktır
kıyâmet.
Bu beyinsizler sanki sen bu
kıyâmetten haberdarmışsın gibi onu sana soruyorlar. Cahiller Allah’la seni
karıştırıyorlar, Allah’a sormaları gereken şeyi sana soruyorlar, Allah’tan
istemeleri gerekeni senden istiyorlar. Sen bu beyinsizlere de ki
peygamberim:
De
ki onun bilgisi Allah katındadır. Ama insanlardan pek çoğu bunu bilmiyorlar,
bunu bilemiyorlar. Bunun sebebi de ya bunu bi-lebilecek Kitap bilgisinden, Allah
bilgisinden, vahiy bilgisinden mah-rumdurlar ya da bu insanların Allah’ın
kendilerine verdiği akıl gibi, göz, kulak gibi kalp gibi nimetlerini
kullanmıyorlar düşünmüyorlar.
Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
peygamberinin konumunu belirleyecek. Allah’tan istenmesi gereken şeyleri
peygamberden istemeye ve Allah’ın bilmesi gereken şeylerin, peygamber tarafından
da bilinmesini isteyerek Allah’la peygamberi karıştıran cahillere bir masaj
sunacak. Bakın şöyle buyuruyor:
188.
“De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek
durumda değilim. Görülmeyeni bileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük
de gel-mezdi. Ben sadece, inanan bir milleti uyaran ve müjdeleyen bir
peygamberim.”
Peygamberim!
Sana senin bilemeyeceğin kıyâmetin saatini soran o cahillere de ki: Ben kendim
için, kendi nefsim için ne bir menfaat celp edebilirim ne de bir zararı def
edebilirim. Ancak Allah’ın dilemesi müstesnadır. Bu işin mâliki ben değilim. Bu
işin sahibi, güç ve kuvvetin sahibi Allah’tır. Allah’ın izninin dışında benim
kendim için de yapabileceğim bir şey yoktur. Ancak Rabbimin yasaları sayesinde
bazı şeylerden istifade edebilirim. Yeme, içme gibi bana bırakılmış şeylerden
istifade edebilirim. Ama bu hiç bir zaman insanın kendisi hakkında mâlikiyetini
ifade etmez. Çünkü melekût bir şeyin var oluşundan, var edilişinden,
yaratılışından itibaren her türlü menfaatlerin sergilenişine varıncaya kadar her
türlü yetkiyi, gücü, kuvveti ve tasarrufu ifade eden bir kelimedir. Bu açıdan
melekût sadece Allah’a aittir. Mâlikiyet sadece ona aittir. Ne melek, ne
peygamber ne de başka bir varlığın fayda ve zarar konusunda mâlikiyet ve
tasarrufu yoktur.
Çünkü her hangi bir varlığın veya
insanın kendi nefsine fayda sağlayabilmesi demek; meselâ içeceği suyu yaratması,
içebileceği şekilde yaratması, kendisi o suya içme ihtiyacı hissetmeden önce
su-yu yaratması veya kendisini suya muhtaç olmayacak biçimde, suyu içmeden de
yaşayabilecek bir özellik sahibi yapması mümkün değildir. Çünkü insanı yaratan
kendisi değildir. Muhtaç olduğu suyu yaratan da kendisi değildir. İnsanı
yaratan, onu suya muhtaç yaratan ve onun emrine muhtaç olduğu suyu yaratıp veren
de Allah’tır. O halde o faydaya mâlik olan insanın bizzat kendisi değil
Allah’tır. Suya muhtaç olarak yarattığı insanın karşısına suyu çıkaran, bu
menfaati ona sağlayan Allah olduğu gibi, dilediği zaman o suyu ortadan
kaldırıvererek insanı o menfaatten mahrum etme gücüne sahip olan da Allah’tır.
Eğer
bu konuda fayda sağlayan insanın kendisi olsaydı muhtaç olduğu şeylerin hiç bir
zaman mahrumiyetini çekmemesi gerekecekti. O halde insan için bu faydaya mâlik
olan Allah’tır. Muhtaç olduğumuz suyun biyolojik yasalarını bizim vücutlarımıza
yerleştiren ve o suyla ihtiyaçlarımızı gideren Allah’tır. Susuzluk hissini
yaratan da, o suyun böbreklerimizden geçerek tüm vücuda yayılma yasasını yaratan
da her şeye mâlik olan da Allah’tır.
Evet peygamber bile olsa Allah’ın
dilemesi olmadan ne kendi nefsine bir hayır dokundurabilir ne de bir zararı def
edebilir. Onu da koruyan, ona da yardım eden Allah’tır. Kendisine gelebilecek
tüm zararlardan onu koruyan Allah’tır. Rabbimiz Kur’an-ı Kerîmde peygamberini
insanlardan gelebilecek her türlü zarardan koruyacağını vaadetmiştir. Ancak
zaman zaman Rabbimizin fayda sağlama ve za-rarı defetme konusunda tek yetkili
kendisinin olduğunu anlaması için peygamberini korumadığı da olmuştur. Zaman
zaman peygamber efendimizin sıkıntı çektiği olmuştur. Sığınılacak tek kucak
olarak Allah kucağını bilsin diye, zararı def ve menfaati sağlama konusunda tek
mâlikin Allah olduğunu anlaması ve sadece Rabbine güveninin perçinlenmesi için
meselâ Mekke’de peygamber düşmanlarının peygamber yoluna dikenler dökmelerine,
peygamber yemeğinin içine pislikler atılmasına, Kâbenin avlusunda namaz kılarken
omuzlarına deve işkembesi konulmasına, kâfirlerin ölüm tehditlerine, Taif’te
taşlanmasına, Uhut’ta mübârek dişlerinin kırılmasına, açlık gibi kimi
sıkıntıları çekmesine izin vermiştir.
Evet de ki peygamberim Allah’ın
dilemesi hariç ben kendime ne bir fayda sağlamaya ne de bir zararı defetmeye
muktedir değilim. Ancak Allah’ın meşieti dairesinde, Allah’ın istemesi ve
dilemesi sayesinde, Allah yasaları içinde ancak elimde bulundurabilirim. Yâni şu
suyu yeryüzünde bir yasa olarak Allah yaratmıştır ve şu anda sizler gibi ben de
içebiliyorum. Allah yaratmıştır elmayı ben de yiyebiliyorum. Ama asıl mâlik,
asıl yasa koyucu Allah’tır. Ben ancak Rabbimin koyduğu bu yasalardan Rabbimin
izin verdiği ölçüde istifade ediyorum. Sakın bu konuda beni Allah’la karıştırıp
Allah’ın sıfatlarını ve yetkilerini bende görmeye ve Allah’tan beklenmesi
gerekenleri benden isteme kalkışmayın. Ben değil sizlere bir şeyler sağlamak
kendi nefsim için bile Rabbim dilemedikçe hiçbir şeyi sağlamaya mâlik değilim.
Ben gaybı da bilmiyorum.
Eğer
ben gaybı bilseydim, eğer ben gayba muttali olsaydım, benim böyle bir özelliğim,
böyle bir sıfatım olsaydı o zaman kendi lehime, kendi namıma hayırları
çoğaltırdım. Hayırlarımı çoğaltır, çoğaltmak isterdim. Nerede altın var, nerede
gümüş var onlara sahip olurdum. Yeraltı hazinelerini deşer, yerüstü
menfaatlerini devşirirdim. Kendim için tüm hayırları celp ettiğim, topladığım
gibi bir de bana hiç bir kötülük de dokunamazdı. Eğer ben gaybı bilseydim,
nereden nasıl bir kötülük geleceğini bilmiş olsaydım tedbir alırdım ve bana asla
bir kötülük dokunamazdı. Tüm kötülükleri, tüm sıkıntıları kendimden kovar ve
savardım.
Ama bakıyoruz ki Allah’ın Resûlüne
bir kısım kötülükler dokunabilmiştir. Öyle değil mi? Allah’ın Resûlü başına
gelecekleri bir saat öncesinden bilseydi tedbir almaz mıydı. Meselâ onu akrep
sokmuş-tur. Bir kaç dakika önceden bunun başına geleceğini bilseydi Allah’ın
Resûlü tedbir almaz mıydı? Savaşta kılıç darbesi almış ve mübârek yanakları
yaralanmıştır. Attan düşmüş ve kendisine sihir yapılmıştır. Gaybı bilseydi
bunlara tedbir almaz mıydı Allah’ın Resulü? Hanımının gerdanlığı kaybolmuş çölde
saatlerce aramıştır Allah’ın Resûlü ve sahâbe-i kirâm. Hattâ hanımı Hz. Aişe
hakkında dedikodu çıkarılmış, durumu bilmeyen Allah’ın Resûlü çok huzursuz olmuş
hattâ:
"Ya
Aişe doğru söyle böyle bir şey oldu mu?"
Buyuracak
kadar bunalmış ve Aişe anamızın temiz olduğuna dair âyetler gelinceye kadar da
huzursuz bir vaziyette beklemiştir Allah’ın
Resûlü. Gaybı bilseydi Allah’ın Resûlü bunlar olur
muydu?
Evet
Allah’ın Resûlü de gaybı bilmediği için onun başına da bir takım kötülükler
gelebilmiştir. Meselâ Bi’ri Maûne vakasında, Râcî vakasında ashabının en değerli
hafızlarının başına gelecek olanları önceden bilseydi Allah’ın Resûlü o
canlarının orada doğranmasına göz yumar mıydı? Ama demin de ifade ettiğim gibi
Allah, Cebrâil vasıtasıyla peygamberine bir kısım gaybî bilgilerini
bildirmiştir.
Meselâ Resûl-i Ekrem önceden Yakub
oğullarının Mısıra gidiş hadisesini, Hz. Yusuf’un kardeşleri tarafından kuyuya
atılışını, Yusuf’un Mısırda satılışını, sonra zindana atılışını, sonra Allah’ın
izniyle devletin başına geçip babası ve kardeşlerinin yâni İsrâil oğullarının
Mısıra yerleşmesini bilmiyordu da Allah kitabında uzunca bunu anlattıktan sonra
buyurdu ki:
"Ey Peygamberim! Bunlar sana vahy
ettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları vakit sen
yanlarında değildin"
(
Yusuf: 102 )
İşte Peygamberimizin bildiği gaybî
haberler de bu vahy edilen haberlerdir. Yâni Allah’ın şu kitabında haber verdiği
gaybî bilgilerdir.Çünkü Allah’ın Resûlü kendisine bu kitap gelmeden önce
bunların hiçbirisini bilmiyordu da Allah bu kitabı sayesinde ona bildiriverdi.
Evet Allah’ın Resûlü daha önce namaz nedir, abdest nedir, cennet nedir, cehennem
nedir, kıyâmet nedir, hesap kitap, haşır neşir nedir, tüm bunları bilmiyordu da
Allah tüm bunları kitabında bildiriverdi de Rasûl-i Ekrem daha önce kendisi için
gayb olan bu bilgileri biliverdi. İşte Allah’ın Resûlüne bildirdiği ve
Rasûlullah’ın da bildiği gayb birimleri bunlardır. Nitekim Cin sûresinde
Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Görülmeyeni
bilen Allah görülmeyene kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek
istediği bunun dışındadır. Rablerinin bildirilerini tebliğ etmelerini ortaya
koymak için her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar; onların
yaptıklarını ilmiyle kuşatır ve her şeyi bir bir
sayar.
(Cin:
26,27,28)
Bakın bu âyet-i kerîmede son derece açık bir şekilde Rabbi-miz gaybını ancak seçtiği peygamberlerine ulaştırdığını anlatıyor. Peygamberlerini gaybına muttali kıldığını haber veriyor. Ama dikkat ederseniz peygamberlerine bildirdiği bu gaybî bilgilerin de melek vasıtasıyla kendilerine ulaştırılan vahiy olduğunu haber veriyor. Bakın diyor ki ayet-i kerîme unutmayın ki bu gaybını peygamberlerine gönderirken, yâni bu gaybî bilgileri melek vasıtasıyla peygamberlerine gönderirken o meleğin etrafını da böyle çepeçevre gözetleyicilerle kuşatır buyuruyor.
Yâni
mümkün değil yolda cinler, şeytanlar, hainler, zâlimler o meleğin önünü
kessinler de o elindeki Rabbinizin gönderdiği vahyi alsınlar, kafasından,
hafızasından onu söküp çıkarsınlar da başka bir bilgiyi ona tutuşturup desinler
ki zorla al şunu götür peygambere vahiy diye. Bu mümkün değildir. Bunu asla hiç
kimse yapamaz. Biz, peygamberlere vahiyle gönderdiğimiz meleğin önünü ve
arkasını böyle gözetleyicilerle kuşatırız diyor Rabbimiz. Peki bunu niye
anlatıyor Rabbimiz? Niye bunu bize kitabında haber verme gereği duymuş? Bakın
bundan sonraki âyetinde de onu şöyle açıklıyor:
Peygamberlerin Rablerinden aldıkları risâletleri tamamıyla tebliğ
ettiklerini bilinsin diye bunu anlatıyoruz. Yâni ne anladık bundan? Bundan şunu
anladık:
Birincisi; Peygamber bu konuda
herhangi bir şüpheye düşmesin diye, yâni acaba bu âyetler gerçekten Allah’tan mı
geliyor? Yoksa başkalarından mı geliyor? Bu konuda en ufak bir şüpheleri bir
tereddütleri kalmasın ve insanlara duyurduklarının kesinlikle Allah tan
geldiğini bilsinler diye bunu böyle yaptık.
İkincisi; Bir de peygambere ve onun
kendilerine duyurduğu âyetlere iman eden mü'minler acaba bunlar gerçekten
Allah’tan mı? Yoksa başkalarından mı? Bu konuda en küçük bir şüpheleri kalmasın
diye biz bunu böyle yaptık diyor Rabbimiz. Âyetin son kısmı bunu daha net
anlatıyor. Gerek peygambere gelenleri, gerekse ona vahiy getiren meleğin
yanındaki bilgilerin tümünü biz ihata etmişiz, tamamını saymışız diyor Rabbimiz.
Yâni mümkün değil ki peygamber, ya da ona vahiy getiren melek onların bir
kısmını gizlesin. Mümkün değil ki, o vahyin bir bölümünü size haber versin de
işine gelmeyenleri sizden saklasın. Biz onun tamamını âyet âyet, kelime kelime,
harf harf saymışız bilmişiz diyor.
Öyleyse bu âyetten anlıyoruz ki
Peygamberlere bildirilen gayb Cebrâil vasıtasıyla bildirilen gaybî bilgilerdir.
Demek ki peygamberimize bildirilen gaybî bilgiler Kur’an’da Rabbimizin ona
bildirdiği bilgilerdir. Peki o zaman Peygamber Efendimiz gaybı bilir mi? Hayır
peygamberler de gaybı bilemezler. Peki Allah
bildirirmiş ama bak burada bildirir diyor. Evet peygamberler Allah’ın
kendilerine bu kitapta bildirdiklerini bilir diyeceğiz.
Evet ben ne gaybı bilirim, ne
kendime bir faydaya mâlikim, ne kendime gelecek bir zararı savuşturmaya mâlikim,
ben sadece iman edecek bir toplum için uyarıcı ve müjdeleyiciyim. Allah’tan,
Allah’ın âyetlerinden, Allah’ın yasalarından, Allah’a kulluktan, müslümanca bir
hayattan ve cennetten yüz çevirenler için cehennemle, ateşle, azapla bir
uyarıcıyım. Allah’a iman etmek ve cennete gitmek isteyenler için de onları
cennet ve rahmetle müjdeleyiciyim. Biliyoruz ki Allah’ın Resûlü tüm insanlık
için müjdeci ve uyarıcıdır. Ama bu rahmetten istifade etmek istemeyenler onun
muhatabı olmamışlardır. Madem ki bizim örneğimiz olan Allah’ın Resûlü beşir ve
nezirdi, öyleyse biz de öyle olmalıyız. Biz de tıpkı pişdarımız gibi insanları
cennet ve cehennemle karşı karşıya getirmek ve onları bununla uyarmak
zorundayız.
189. “Sizi bir nefisten yaratan ve gönlünün huzura
kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah'tır. Eşine yaklaşınca, eşi hafif bir
yük yüklendi ve bu halde bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, karı koca
Rableri olan Allah'a: "Bize kusursuz bir çocuk verirsen, andolsun ki
şükredenlerden oluruz" diye yalvardılar.”
Rabbimiz
sûrenin başlarında insanlığın yaratılışını ve tarihini anlatmıştı. Burada da
yaratılışın ve yaratılış yasalarının kendisi tarafından konduğunu anlatıyor.
İnsanı yaratan ne melektir ne peygamberdir ne de başka birileridir. Hepimizi
yaratan, hepimizi yoktan var eden, hepimizi insan olma özelliğimizle bir tarağın
dişleri gibi müsavi olarak var eden Allah’tır.
Bakın burada bu konuyu gündeme
getirerek buyurur ki Rab-bimiz: Allah ki sizi bir tek nefisten yaratmıştır ve
ondanda zevcesini çıkarmıştır. Ona, eşine sükûnet bulsun diye. Evet Adem (a.s)
ın ve eşi Havva anamızın yaratılışı. Kur’an’ın değişik yerlerinden ve
Rasu-lullah efendimizin hadislerinden öğreniyoruz ki Rabbimiz Hz. Adem’i
topraktan yaratmıştır. Çeşitli safhalardan geçirildikten sonra kendi-sine Allah
tarafından ruh üfürülmüş, Bakara’da anlatıldığı gibi kendisine ilim verilmiş ve
Adem’in varlığı tamamlanmıştır.
Yine
hadislerden anlıyoruz ki eşi Havva anamız da onun eğeyi kemiklerinden
yaratılmıştır. Havva’nın Adem’in eşi olduğunu ve ikisinin birbirini
tamamladığını biliyoruz. Yâni kadın erkeği, erkek de kadını tamamlayan bir
bütünün parçalarıdır. Ne Havvasız Adem ne de Ademsiz Havva düşünülemez. Yâni
eşlik karşılıklıdır. İnsan olarak, kul olarak her ikisine de benzer görevler
yüklendiği gibi farklı misyonlar da yüklenmiştir. Bakın her ikisinin de
yaratılışları gündeme getirildikten sonra Rabbimiz buyurur
ki:
Onda sükûnet bulsun diye. Onda yuva
bulsun diye. Ona gönlü aksın, kalbi meyletsin, yanına vardığında doyuma ulaşsın
diye. Eşlerde birbirleri için böyle bir nimet söz konusudur. Bunu Allah
söylüyor. Demek ki evlenmek gerek kadın açısından gerekse erkek açısından
sükûnete, huzura ve doyuma ulaşma sebebidir. Bu gereksinim onların yaratıcıları
tarafından fıtratlarına yerleştirilmiş bir özelliktir. Evlilikten kaçanlar ister
erkek, ister kadın ne kadar da bu hayatın güzel bir hayat olduğunu iddia
ederlerse etsinler insan olarak bu insanların huzura kavuşmuş olmaları mümkün
değildir.
Burada
karı-koca arasındaki cinsel ilişkiyi kastetmiyorum sadece. İnsanlar arası
ilişkilere bakılınca karı kocanın birbirlerine yakınlığı kadar hiç bir yakınlık
yoktur yeryüzünde. Eşler birbirlerine her tür-lü yakınlığı, hayatı paylaşmayı,
emsali görülmedik dayanışmayı, birbirlerine sarılmayı, birbirlerine merhamet
etmeyi, şefkat etmeyi, bir-biriyle cennete gitmeyi, birbirini cehennemden
korumayı en güzel bir şekilde gerçekleştiren varlıklardır.
Kur’an’ın başka bir yerinde Rabbimiz
karı-kocanın bu özelliğini anlatırken şöyle buyurur:
"Hanımlarınız sizin için örtüdür, siz
de onlar için elbisesiniz."
1: Elbise kişiyi örter ve onu dış
etkenlerden korur. Kadınlarınız da sizi örtüp haramdan korumaktadırlar. Sizler
de kadınlarınızı örtüp onları haramlara düşmekten
korursunuz.
2: Kadınların kocaları, kocaların da
kadınları için elbise olmaları temiz olmaları ve sahibine has olmaları anlamını
da ihtiva etmektedir. Elbise temiz olmalıdır. Kadın temiz olmalıdır, kadın
afife, erkek de iffet sahibi olmalıdır. Kadın sadece kocasına ait olmalıdır.
Kocası da sadece karısına ait olmalıdır. Kadının başkalarına gitmesi de erkeğin
başkalarına uzanması da mümkün değildir.
3: Elbisenin insan vücuduna
yakınlığı neyse, karı kocanın da birbirlerine yakınlığı odur. Kadın kocasına
koca da karısına tıpkı elbisenin vücuda yakınlığı gibidir. Aslında bu âyet-i
kerîme oruç geceleri cinsel ilişkinin helâl kılınışının hikmetini anlatıyor.
Yâni karı koca birbirlerine bu kadar yakınken, o onun için elbise o da onun için
elbise haline gelmişken oruç geceleri birleşme yasağında, birbirlerine uzak
kalmalarında muhakkak ki bir zorluk olacaktır. İşte Allah bu zorluğu kaldırmayı
dilemiştir.
Libas esasen onların bizi haramdan
korumaları, bizim de onları haramdan korumamız demektir. Onların bizi Allah’a
kulluğa yönlendirmeleri, bizim de onları kulluğa yönlendirmemiz demektir.
Müslümanlar dinlerini hanımlarıyla tamamlarlar. Hanımlar da kocalarıyla
tamamlarlar. Onlar onlara örtü, onlar da onlara örtü. Hayatı birlikte yaşarlar
ve birlikte Allah’a kulluğa harcarlar.
Eğer kadınlarımız bizim için örtü
olacaklarsa o zaman onları çok iyi eğitmek zorundayız. Bizi örtecek, bizi
koruyacak biçimde onları eğitmek zorundayız. Hem kendimizi eğitmeli hem de
kadınlarımızı eğitmeliyiz. Yâni verdiğimiz kararlarda, uygulamalarımızda, cennet
yolunda ne onlar bize ayak bağı olmalılar, ne de biz onlara ayak bağı olmalıyız.
Eğer yaşadığımız hayatta onlar bize,
biz onlara ayak bağı olmaya başlamışsak bu bizim onlara gerekli eğitimi
vermememizden kaynaklanmaktadır. Ya da onlara gereken önemi vermediğimizden
kaynaklanır. Kadınlarına gereken ilgiyi göstermeyen insanlar, Allah’ın istediği
biçimde İslâm’ı yaşayamazlar. Kadınlarını Allah’ın istediği şekilde eğitmeyen
erkekler de, onların kadınları da kesinlikle cenneti bulamazlar. Birlikte
eğitilmeyen nice aileler görüyorum ki bugün kadınlar kocalarının derdini
anlayamadığı için kocalarını evlerine hapsetmekte ve onların İslâmi
çalışmalarına engel olma kavgası vermektedirler. Halbuki birlikte eğitilselerdi,
her ikisi de aynı endişeleri taşısalardı bu kadınlar kocalarını bir saat bile
evde boş durdurmayacaklardı.
Evet
birlikte eğitilerek onlar bizi cehennemden koruyacak, biz onları ateşe gitmekten
koruyacağız. Bir insanın harama düşmesi dünyanın yıkılması demektir. Bir kadının
kendi helâlinden başkalarına uzanması, bir erkeğin helâlinden başkalarına
gitmesi tüm dünyanın batmasıyla eş anlamlıdır ve de toplumun helâki işte
budur.
Evet işte karı-koca birbirileri için
sükûnet kaynağıdır, huzur kaynağıdır. Bakın yine hadislerde gördüğümüze göre
Adem (a.s) yaratıldı ama karısı yoktu. Bir ara Adem (a.s) uyudu veya daldı.
Sonra gözlerini açıp bir baktı ki yanında bir insan vardı, bir kadın duruyordu.
Hz. Adem’in gönlü ona doğru akıyor birden bire, onda kendisini buluyor ve hemen
diyor ki eşim! Yâni onun kendisinden bir parça olduğunu, kendisini tamamlamak
üzere yaratıldığını, kendisiyle birlikte cennet hayatı yaşayacağını anlayarak
eşim! diye terennüm ediverdi. İşte Allah’ın bu yasası her ikisinin fıtratına da
dercedilmiştir, yerleştirilmiştir diyoruz.
Adem
(a.s) onu kuşatınca, ona sarılınca, onunla beraber olunca, artık o onun eşi
olunca o da hafif bir yük yüklendi ve o yükle dolaştı. O yükle gezmeye başladı.
Hamileliğin ilk günleri hafiftir ama gittikçe ağırlaşmaktadır. Hamile kadın,
hamlini taşıyor. Onunla birlikte gezip dolaşıyor. Anamız Hz. Havva’da ve onun
evlâtlarının tümünde aynı yasanın geçerli kılındığını görüyoruz. Kadının
hamliyle birlikte bir gidişinin söz konusu olduğunu anlatıyor Rabbimiz. tâbi bu
ifadeden bir çok Allah yasası anlıyoruz. Meselâ hamile bir kadının normal
hayatındaki uğraşlarını terk ederek bir kenara çekilip yatması bu yasaya göre
uygun değildir. Yine o kadın normal hayatını sürdürecek, gidip geleceği yere
gidip gelecek ve böylece kendisini de çocuğunu da hantal bir duruma
getirmeyecektir. Böylece çocuk gelişiminde Allah yasası gerçekleşecektir.
Ve
nihâyet kadın ağırlaşınca, doğumu yaklaşınca kadın ve kocası ikisi birden candan
ciğerden Rablerine dua ediyorlardı. Rablerine yalvarmaya başladılar.
Durumlarıyla alâkalı olarak Rableriyle iletişim içine giriyorlar ve şöyle
diyorlardı:
Ya Rabbi! Eğer bize sâlih bir evlât
verirsen, sâlih, yarayışlı bir çocuk veya
bildiğimiz anlamda eli ayağı düzgün, arızasız, kusursuz, sağlıklı bir
çocuk verirsen biz sana şükredeceğiz, sana şükredenlerden olacağız dediler.
Çünkü bunları yaratan sadece Allah’tı. Çocuğu yaratan, çocuğa şekil veren ve onu
takdir buyuran Allah’tı. Sadece çocuk değil insana lütfedilen tüm rızıklar
Allah’tandır. Çocuk da bu rızıklardan birisidir. Karı koca bize verdiğin bu
rızıklardan ötürü sana kulluk yapacak, sana şükredeceğiz
diyorlardı.
190.
“Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, kendilerine verdiği şey hakkında
Allah'a ortak koştular. Allah, onların ortak koştukları şeylerden
yücedir.”
Allah
o ikisine eli ayağı düzgün nûr topu gibi bir çocuk verince, bu sefer de o çocuk
konusunda Rablerine şirk koşmaya başlayıverdiler. Âyet insan hayatındaki
bozulmaları, yanılgı noktalarını anlatıyor. Az evvel kendilerine henüz o çocuk
verilmeden önce o çocuğun da tüm rızıkların da kendilerine Allah tarafından
verildiğini ve tüm bu rızıkları verene karşı teşekkür tavrı takınılması
gerektiğini söylemişlerdi. Yâni hayatın sahibi olarak Allah’ı tanımışlar ve Ona
iman etmişlerdi. Lâkin çocukları olduktan sonra, Allah’la işleri bittikten
sonra, bu işi garantiye aldıktan sonra Rablerinin kendilerine lütfettiği bu
çocukları konusunda Ona şirk koşmaya başlıyorlar. İşte biz filan hocaya falan
türbeye gitmiştik de bizim çocuğumuz onun için eli ayağı düzgün dünyaya geldi.
Falan yerde dua ettiğimiz, filan yerde kurban kestiğimiz için bu çocuk bize
verildi. Veya işte sürekli filan doktorun kontrolü altındaydım da onun için
böyle sağlam bir çocuğa kavuştuk diyerek onu o şekilde takdir buyurup
kendilerine lütfeden Rablerine şirk koştular. Yâni böyle çocuğun sıhhatli
doğuşunu, düzgün oluşunu Allah’tan başkalarına izâfe ederek Allah’a şirk içine
girdiler.
Tabi burada anlatılan Hz. Adem (a.s)
ve Havva anamız değildir. Burada genel insanlar anlatılmaktadır. Bir de bu
konuda anlatılan bir rivâyet vardır. Biz insanların böyle bir rızık karşısında
hayatımızdaki bozukluğu anlatan bir rivâyet. Bir karıkoca Allah’a dua dua
yalvararak eli ayağı düzgün bir çocuk
isterler. Allah da onların bu arzularını yerine getirip onlara istedikleri gibi
bir çocuk ihsan eder. Rablerine şükür adına o çocuğun adını Abdullah korlar. Ama
göz bebekleri olan bu çocuk yaşamayıp kısa bir zaman sonra vefat eder. Böyle bir
kaç kez tekrar eder ve sonra şeytan o karı kocaya vesvese vererek eğer doğan
çocuğunuzun adını Abdullah değil de Abdul Haris koyarsanız bu çocuk kesinlikle
ölmeyip yaşayacaktır der. Şeytanın bu vesvesesini yerine getirirler ve gerçekten
o çocukları ölmeyip yaşar.
Haris
kelimesi hars yapan, ekip-diken anlamına bir kelimedir. İnsan hayatına,
insanların hayatına, bilgiler, kültürler, gelenekler, ka-nunlar, yasalar
koyanlara, ekip-dikenlere haris denir. Kültürler ortaya koyanlara haris denir.
İşte Abdulharis de kültür ortaya koyan, yasa ortaya koyanların kulu demektir.
Çocuklarını işte böylelerinin kulu bildiler, onlara adadılar. Yâni kendilerine
böyle eli ayağı düzgün bir evlât veren Rablerini unuttular da, o çocuğu
kendilerine Allah’ın verdiğini ve bu lütfundan ötürü o çocuğu verene kulluğa
yönelterek sahibine kulluk yolunda eğitecekleri yerde tuttular da Allah
berisinde bir takım harislerin, bir takım kanun koyucuların, bir takım kültür
belir-leyicilerin, insanların hayatına bir şeyler ekip-dikmeye çalışan bir takım
harislerin kulu kölesi yapıverdiler.
Evet işte şu anda görüyoruz ki nice
müslüman ana ve babalar çocuklarını onları kendilerine lütfeden Rablerine
kulluğa yönlendirecekleri yerde Allah berisinde, Allah eğitimini reddeden,
Allah’a kulluk eğitimini reddeden, nice harislere teslim etmektedirler. O
çocuklarını kendilerine veren Allah’ı unutan, O Allah’ın istediği kulluk
eğitimini, İslâmi eğitimi reddeden nice aileler görüyoruz bugün. Çocukları
olmadan dua dua Allah’a yalvardıkları halde çocukları olur olmaz, Ondan böyle
eli ayağı düzgün bir çocuk koparır koparmaz artık Allah’ın işini bitiren ve
bizim çocuğumuz tek yönlü bir eğitim almamalıdır. Sadece din eğitimi
almamalıdır. Bizim çocuğumuz böyle mistik, gerici ve tutucu değil, çağın tüm
kültürel eğitimlerinden haberdar olmalıdır. Çağdaş toplumuzda her türlü kültür
ekicilerin emrine teslim edilmelidir. Çağdaş eğitim veren kurumlara teslim
edilmelidir. Bizim çocuklarımızı çağa ayak uydurabilecek biçimde onlar
yetiştirmelidir.
Çocuklarımızı
çağa ayak uyduramayan Kur’an kursları, Medreseler, İmam Hatipler, İlahiyat
Fakülteleri değil çağdaş eğitim ve kültür kurumları yönlendirmelidir diyerek
çocuklarını Allah’ın istediği biçimde değil de başkalarının istediği eğitime
teslim eden nice ana babalar vardır bugün. Yâni bu adamlar çocuklarını onları
kendilerine lütfeden Allah’ın eğitimine teslim etmiyorlar. Çocuklarının
eğitimini Allah’a bırakmıyorlar. Allah’a sormuyorlar. Aksine Allah’ı reddeden
kimselere teslim ediyorlar. Çocuklarını Allah’a ve Allah’ın dinine yatırım
yapmıyorlar. Paraya, pula, makama, mevkie, istikbale, diplomaya yatırım
yapıyorlar. Bilelim ki bunu bilerek gönüllü yapanların tamamı bundan
sorulacaklardır yarın. Razı olarak çocuklarını Abdul haris yapanların tamamı
sorumludur.
Ama
razı olmadığı halde, istemeyerek köleliği yüzünden çocuklarını müşrik sistemin
eğitim kurumlarına gönderenlerin günahkâr oldukları kesin ama bu günahlarının
boyutunu bilmiyorum.
Yâni çocukları dünyaya gelmeden önce
dua dua Allah’a yalvarıp ya Rabbi ne olur bize eli ayağı düzgün bir çocuk
dedikleri halde çocukları dünyaya geldikten sonra da ya Rabbi tamam, senin işin
buraya kadardı, istediğimizi yerine getirdin ve işin bitti. Artık onun bundan
sonraki hayatını, eğitimini sen bilemezsin. Biz onu nasıl eğiteceğimizi, nasıl
yetiştireceğimizi senden daha iyi biliriz diyerek çocukları konusunda bana şirk
koştular diyor Allah. Bunu dille söylemeseler bile fiilen pek çok müslümanın
yaptıkları bundan başka bir şey değildir.
Tavır
olarak, fiil olarak bugün müslümanlar bunu sergiliyorlar. Ya Rabbi sen onun
kalbini yarattın işin bitti. Artık onun kalbini neyle dolduracağımızı biz
biliriz. Biz onu senden daha iyi bilenlere teslim ediyoruz onlar nasıl
isterlerse, nasıl münâsipse o kalbi doldururlar diyorlar. Söz olarak demeseler
de tavır olarak diyorlar bunu. Halbuki:
Allah onların ortak koştuklarından
yücedir, uzaktır, müstağnîdir.
191.
“Kendileri yaratılmışken, bir şey yaratamayan putları mı ortak
koşuyorlar?”
Yaratıcı
olmayan, hiç bir şey yaratmamış olan şeyleri mi Allah’a ortak koşmaya
çalışıyorlar? Yâni kendileri hiç bir şey yaratmamış olan, hattâ bırakın
başkalarını yaratmayı kendi kendilerini bile yaratmaya güç yetiremeyen,
kendileri bile Allah tarafından yaratılmış olan bu güçsüzleri, bu âciz
varlıkları mı Allah’a şirk koşmaya çalışıyorlar bu adamlar? Halbuki bir sineği
bile hattâ bir sineğin kanadını bile yaratmaktan âcizdir bunlar. Böyle
güçsüzleri nasıl Allah’a ortak koşarsınız? Böyle cahil varlıklar konusunda
bunlar çocuk eğitimini Allah’tan daha iyi bilir diyerek nasıl onlara teslim
ediyorsunuz çocuklarınızı? Bunların koymuş oldukları eğitim prensiplerini,
eğitim ilkelerini nasıl Allah yasalarına, Allah ilkelerine tercih ediyorsunuz?
Nasıl oluyor da onlarınkini Allah’ınkinden üstün tutabiliyorsunuz? Nasıl oluyor
da bunların sistemlerini Allah sisteminden üstün
tutabiliyorsunuz?
Madem ki yaratıcı Allah’tır. Madem
ki sizleri de çocuklarınızı da yaratan Odur, öyleyse yaratıcının ilmine,
yaratıcının eğitim yasalarına teslim olmak ve çocuklarınızı teslim etmek
zorundasınız. Halbuki Rab olanın, eğitici olanın, eğitimin yasalarını
belirleyici olanın yaratıcı olması gerekecektir. Bunlar neyi yaratmışlar ki
onları Rab belleyip ço-cuklarınızı Allah’a teslim edeceğiniz yerde, yaratarak,
sizi yoktan var ederek rahmetini gündeme getiren Allah’ın rahmetine teslim
edeceğiniz yerde başkalarının rahmetine mi teslim etmeye kalkışıyorsunuz? Ne
yapmış bunlar bugüne kadar size? Hangi rahmetinden istifade ettiniz bu
varlıkların? Yoksa sizler rahmeti sizi yaratan Rabbinizde değil de kapitalist
dünyanın kapitalist insanlarında mı arıyorsunuz? Onlar gibi çocuklarınızı da
kapitalist ve materyalist mi yapmak istiyor-sunuz? Onları Allah’ın istediği
biçimde bir Allah kulu olarak eğitmeyerek yoksa paranın, pulun, makamın,
mevkinin, toplumun, çevrenin, âdetlerin, törelerin, modanın kulları mı yapmaya
çalışıyorsunuz?
Yoksa
sizler izzet ve şerefi Allah’ta, Allah’a kullukta değil de başka şeylerde mi
arıyorsunuz? Onları cennete değil de cehenneme mi yatırım yapmaya
çalışıyorsunuz? Eğer böyle yaparsanız unutmayın ki izzetsiz ve şerefsizliğiniz
arttıkça artacak ve silik şahsiyetli varlıklar olmaya devam edeceksiniz
demektir.
Evet Rabbimiz diyor ki bu âyetiyle
ey kullarım! Ey müslü-manlar! Bana karşı bu küstahlığınız ne böyle? Bu cesareti
nereden alıyorsunuz? Ya Rabbi insan için, çocuk için dengeli muvazeneli bir
hayatı sen bilemezsin! Senin böyle şeylere aklın ermez! Çağdaş dünyanın ön
gördüğü prensiplerle biz hayatımızın dengesini sağlayacağız! Bizim şu anda bu
işleri çok iyi bilen ve ayarlayan eğitim tanrılarımız var! Sen sağlık konularını
bilmezsin, anlamazsın bu konuları, bizim şu anda bu işi senden daha iyi bilen
şifa tanrılarımız var, onların önerdikleri tıbbi yöntemlerimiz var. Sen hukuku
da bilmezsin. Her ne kadar bir zamanlar senin dediklerin işe yaramışsa da artık
devir değişti, bu işi senden daha iyi bilen hukuk tanrıları türedi, bizim
işlerimizi halledecek hukuk tanrılarımız var, bizim toplum yasalarımızı
belirleyecek siyasal tanrılarımız var, hikmetin senin kitabında değil olduğunu
keşfedip yeni yeni hikmetli kitaplar bulduk, artık biz senin kitabından değil de
o tanrılarımızın kitaplarından bilgileniyoruz, biz o tanrılarımızın eğitimlerini
benimsedik diyerek bana şirk koşmaya bu cesareti nereden alıyorsunuz? diyor
Rabbimiz.
192.
“Oysa putlar ne onlara yardım edebilir ve ne de kendilerine bir yardımları
olur.”
Üstelik
bu tanrı bildikleriniz kendilerine bile yardımda bulunamazlar. Bana şirk
koşmaya, ortak bilmeye çalıştığınız bu tanrı taslakları bırakın size bir kısım
yardımda bulunmayı onlar kendilerine bile yardım edemezler. Allah’tan,
Rablerinden kendilerine gelebilecek bir belâyı, bir azabı def etmeye bile gücü
yetmeyen bu insanlar nerde kaldı size yardım edecekler? Kendilerine gelen açlık
gibi, yorgunluk gibi, hastalık gibi, ölüm gibi bir sıkıntıyı bile defedemeyen bu
varlıklar nerde kaldı sizin sıkıntılarınızı giderebilecekler? Bu adamlar nasıl
sizin arzularınıza isteklerinize cevap verebilecekler ve sizi hem dünyada, hem
de ukba’da nasıl mutlu edebilecekler? Ne yapabilecekler bunlar sizin için? Ölümü
engelleyebilecekler mi? Ölüm döşeğine yattığınız zaman iki saatliğine olsun onu
geciktirebilecekler mi? Zamânâ iki dakikalığına söz geçirebilecekler mi? Gökten
iki damla yağmur indirebilecekler, yerden bir tek bitki bitirebilecekler mi?
kendilerine bile sahip olmayan bu tâğutlar nerde kaldı arkalarından giden
enayilere bir şey sağlayabilsinler?
Evet o sizin Allah’a ortak koşup
yasalarını Allah yasalarına tercih ettiğiniz, sizin hayatınızı düzenleme
konusunda Allah’tan daha bilgili kabul ettiğiniz varlıklar onlar kesinlikle size
hiç bir yardımda bulunamazlar, buna onların güçleri yermediği gibi güçleri yetse
bile size yardımda bulunmayı asla istemezler onlar. “İstetaa”
kelimesinde
bu mânâ da vardır. Yâni onlar size herhangi bir yardım sağlamaya güç
yetiremezler, güç yetirseler bile bunu asla istemezler demektir. Çünkü onlar
başkalarına vermeye değil almaya alışmış varlıklardır.
193.
“Onları doğru yola çağırırsanız, size uymazlar; çağırmanız da, susmanız da onlar
için birdir.”
Eğer
onları hakka, doğruya, doğru yola, Allah yoluna, sırat-ı müstakîme çağıracak
olursanız onlar asla size tâbi olmazlar. Peki size tâbi olmayanlara siz niye
tâbi oluyorsunuz? Bize tâbi olmayanlara, bizim yolumuzdan nefret edenlere biz
niye tâbi oluyoruz? Üstelik bizim yolumuz hak onlarınki bâtıl olduğu halde. Peki
biz neye çağırıyoruz onları? Biz onları hidâyete çağırıyoruz, cennete
çağırıyoruz, Allah’a çağırıyoruz. Onlar bizim kendilerini çağırdığımız hidâyete
tâbi olmadıkları halde onların bizi çağırdıkları cehennem yoluna, dalâlet
yoluna, şeytan yoluna, sapıklık, ahlâksızlık, hayasızlık, rezillik yollarına biz
niye tâbi oluyoruz? Onlar bize itaat etmedikleri halde biz niye onlara itaat
ediyoruz? Niçin onların peşinden gitmeye, onlar gibi olmaya, onların eğitim
anlayışlarını, hukuk anlayışlarını, kılık-kıyafet anlayışlarını kabullenmeye
çalışıyoruz?
Siz onları hakka dâvet etseniz de
sükut etseniz de onlar için müsavidir. Yâni siz ha onları hidâyete çağırmışsınız
ha sükut edip hiç bir şey yapmamışsınız onlar için fark etmeyecektir. Sizin
görüşünüz, sizin fikriniz, sizin inanışınız, sizin dininiz onlar için ha var ha
yoktur. Sizin varlığınız ya da yokluğunuz farksızdır onlar için. Yâni onlar sizi
insan yerine değil hayvan yerine bile koymuyorlar. Konuşup inancınızı, yolunuzu
ortaya koysanız da konuşmayıp sussanız da fark etmez onlar için. Öyleyse bize
değer vermeyenlere biz niye değer veriyoruz? Bizi adam yerine koymayanları biz
niye rehber, önder, Rab, İlah bilmeye ve onların yasalarına tâbi olmaya
çalışıyoruz? Öyleyse böylelerini kesinlikle dinlemeyecek, programlarını
izlemeyecek, çocuklarımızı onların eğitimlerine teslim
etmeyeceğiz.
194. “Allah'tan başka taptıklarınız putlar da, sizin gibi
yaratıklardır. Eğer doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler
bakalım.”
Sizin
Allah dununda, Allah berisinde dua ettikleriniz, çağırdıklarınız, Allah yasaları
dururken yasalarını çağrıştırdıklarınız, Allah berisinde kendilerinde bir nane
var zannederek imdadınıza çağırdıklarınız, kendileriyle iletişim kurmaya
çalıştıklarınız, kendilerine bel bağladıklarınız var ya. Kapılarında hukuk
dilendikleriniz, eğitim konusunda kendilerine baş vurup istekte bulunduklarınız
var ya onların hepsi de kuldurlar. Sizler gibi kuldur onlar. Allah’ın kulları ve
mülkleridir onlar. Yaratılışları Allah’tan, rızıkları Allah’tan, hayatları ve
ölümleri Allah’tan olan kullardır. Hepsi de çaresiz Allah yasalarına mahkumdur
onların.
Demek ki insanların
putlaştırdıkları, hayatlarında söz sahibi kabul edip kendilerine bel
bağladıkları varlıkların tamamı Allah’ın kuludur. tâbi tanrılaştırılan bu
varlıklar her zaman taştan tunçtan olmayabilir. Bazen da insanlar putlaştırılır,
kurumlar, müesseseler putlaştırılır. Allah diyor ki bunların hepsi güçsüzdür
hepsi kuldur. Bunlara dua edilemeyeceği gibi bunların kendileri duaya muhtaçtır.
Durum böyle olunca bu varlıklar nasıl putlaştırılabilir? Nasıl bu âcizlerin İlah
diye arkalarından gidilip yasaları uygulanabilir?
Evet onların hepsi de kuldur diyor
Rabbimiz. Ama tâbi burada şunu söyleyelim: Allah’a iki tür kulluk vardır.
Birincisi izdırari kulluk, ikincisi de ihtiyarî kulluktur. Veya bir başka
deyişle Rabbimizin iki tür emri vardır, iki tür yasası vardır. Kevnî emirleri,
kevnî yasaları, rubû-biyet yasaları ve şer’i yasaları. Kevnî yasaları konusunda
hiç kimsenin Allah’a karşı koyması mümkün değildir. Yâni izdırarî kulluk
konusunda hiç kimsenin Allah’a isyan edip o yasaların dışına çıkması mümkün
değildir. Çünkü o konuda kimsenin elinde irade yoktur. Kâfiri de mü’mini de
burada Allah yasasının dışına çıkamamaktadır.
Meselâ
Allah yeryüzünde kevnî bir yasa koymuştur ki insanlar havasız yaşayamazlar,
susuz yaşayamazlar. Hayır biz susuz da hayatımızı sürdürebiliriz ya Rabbi!
diyerek kimsenin bu Allah yasasına isyan etmesi mümkün değildir. Herkes bu
konuda Allah’a kul olmak zorundadır.
Yine
meselâ Rabbimiz yeryüzünde ölüm yasasını koymuştur ki ister kâfir ister mü’min
kimsenin buna itiraz hakkı yoktur. Hiç kimsede biz ölmeyeceğiz ya Rabbi! deme
hakkı da gücü de yoktur. Bu konuda herkes Allah’ın ölüm yasasına teslimdir,
mahkumdur ve kuldur. İşte bu anlamda herkes Allah’a kuldur ve
teslimdir.
Ama bir de ihtiyarî kulluk vardır.
Yâni bir de Allah’ın şer’i yasaları vardır. Allah’ın şeriat emirleri dediğimiz
kişilerin kendi iradeleriyle hayatlarını düzenleyecekleri emirleri yasaları
vardır. Rabbimiz bu konuda insanlara seçme özgürlüğü vermiştir, irade vermiştir.
Dileyen iman edip mü’min olur, dileyende inkar eder. Dileyen iman edip
boynundaki kulluk ipinin ucunu Allah’a teslim eder ve hayatını onun yasalarıyla
düzenler, dileyen de bildiği gibi bir hayat yaşayarak kâfir olur. İşte zaten
birinci anlamda Allah’ın kulu olan bizlerden bu ikinci anlamda da kulluk
istenmektedir. Bu iki kulluğu da gerçekleştiren kimselere müslüman
denir.
Evet o sizin çağırdıklarınızın hepsi
de kuldur. eğer bunun aksini iddia ediyor ve hâlâ onlarda bir kısım güçlerin
olduğunu iddia ediyorsanız haydi:
Haydi çağırın onları da size icâbet
etsinler bakalım. Başınız derde düştüğü zaman, sıkıştığınız zaman, büyük
felâketlere maruz kaldığınız zaman, meselâ bir depremle, bir ölümle, bir
kıtlıkla karşı karşıya kaldığınız zaman kime yalvarırsınız? Kimi çağırırsınız?
Bunları mı yoksa Allah’ı mı? Haydi böyle içinden çıkamadığınız konularda çağırın
o putlarınızı, çağırın o tâğutlarınızı da sizi kurtarsınlar bakalım. Çağırın
bakalım da eğer onlar sizin gibi kullar değiller de tanrısal bir güçleri varsa
size icâbet etsinler bakalım.
Bunlarda İlahlık gören, tanrısal güç
gören herkes yalan söylü-yor demektir. Çünkü bunların hiç birisi çağıranın
çağrısına icâbet edemezler. Evet bu insanların Allah’ı bırakıp da kıyâmet gününe
kadar kendilerine cevap veremeyecek, dualarına ve çağrılarına ebedîyen icâbet
edemeyecek âciz varlıklara kulluk yapmaktadırlar. Böyle insanlardan daha zâlim
kim vardır?
Evet yeryüzünde hiçbir şey yaratmaya
ve yapmaya güç yetiremeyen, kendi varlıkları konusunda bile Allah’a muhtaç olan,
yoku var etmeye, varı yok etmeye, fayda sağlamaya ve zararı def etmeye kadir
olmayan bir kısım âciz varlıklara dua eden kimselerden daha akılsız ve daha
zâlim kim vardır. Allah’ı bırakıp da böyle dualarını bile duyamayacak,
kendilerine icâbet edemeyecek kendilerinin imdadına yetişemeyecek varlıklara dua
eden kimselerden daha şaşkın, daha sapık kim vardır diyor Rabbimiz. Çünkü onlar
onların dualarından çığırtkanlıklarından gafildirler. Onlar ne hakkıyla
işitebilirler ne de icâ-bet edebilirler. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve bilen
sadece Allah-tır.
Peki
ne demektir hakkıyla işitmek. Hakkıyla işitmek işittiğine icâbet edebilmek
demektir. Hakkıyla işitmek, işittiğinin derdine derman olabilmek onun imdadına
yetişmek demektir. Allah işittiklerine icâbet etmek üzere işitir. Çağıranın
elinden tutup onun derdine der-man olmak üzere işitir. Başka şeyler de işitir,
başkaları da işitir belki ama hiç birisi icâbet edemezler. Allah’tan başka hiç
kimse İşittiklerinin imdadına yetişemezler. Hani çağırın bakalım imdadınıza
yetişen birilerini bulabilecek misiniz.
Evet bu akılsız, bu zâlim insanların
Allah’ı bırakıp da kendilerine dua edip yardım bekledikleri varlıkların hiç
birisi kıyâmete kadar onları ne işitebilecek ne de onların imdadına
yetişebileceklerdir. Kıyâmete kadar kapılarını dövdükleri bu âciz varlıkların
onlara hidâyet sunmaları, onlara yol göstermeleri, onlara reçeteler sunmaları
mümkün değildir. Kıyâmete kadar onları hakka ulaştırmaları mümkün değildir.
İstedikleri kadar bu zâlimler onların önünde eğilip onlardan yar-dım
beklesinler. İstedikleri kadar onları Rab bilip onlardan hayat programı
istesinler. Aman bizi kurtarın! Aman bize güzel yasalar yapıp bizi sahil-i
selâmete çıkarın! diyerek istedikleri kadar onlara yalvarıp yakarsınlar.
Kıyâmete kadar onların bunlara bir fayda sağlamaları mümkün olmayacaktır. Çünkü
isteyenler de zayıf istenenler de âcizdir. Onların hakka ulaşmaları asla mümkün
olmayacaktır.
Öyle
değil mi? Hani şu ana kadar bu âciz insanlardan hangisinin insanlığa sunduğu
sistem, hangisinin insanlığa sunduğu reçete insanları huzur ve sükuna
kavuşturabilmiştir? Dünya açısından bu böyle olduğu gibi âhiret açısından da
böyledir. Dünyada bir fayda sağlayamadıkları gibi âhirette de insanları Allah’ın
azabından kurtaramayacaklardır bu varlıklar. İşte görüyoruz bu âcizlerin elinde
dünyamız kan gölüne döndürülmüştür.
Tek İlah Odur, tek Rab Odur, tek
Mâbud Odur. Allah’ı bırakıp da onun berisinde Rab, İlah edindikleri kuldan başka
bir şey değildir; buyurduktan sonra Rabbimiz onların hiç birisinin İlah
olmadıklarının gerekçelerini anlatmaya devam ediyor.
195.
“Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek
gözleri mi var veya işitecek kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı çağırın
elinizden gelirse bana tuzak kurun, göz
açtırmayın.”
Söyleyin bakalım onların kendisiyle
yürüyebilecekleri ayakları mı var? Yahut kendisiyle tuttukları elleri mi vardır?
Şu putlaştırdığınız, abideleştirdiğiniz, Rableştirdiğiniz heykellerin, putların
ayakları yok ki çağırdığınız zaman sizin imdadınıza koşabilsinler, elleri yok ki
sizin işlerinizi halledebilsinler. Yâni sizler bu heykellerin, bu timsallerin
si-zin yardımınıza koşabileceklerini, sizin işlerinize, problemlerinize el
atabileceklerini mi zannediyorsunuz? Yâni bunların sarılıp tutacak işe el
koyacak elleri mi var zannediyorsunuz?
Ya
da el her hangi bir işi becermek, herhangi bir menfaati sağlamak veya herhangi
bir zararı defedip uzaklaştırmak için kulla-nılan azadır. Bu putların bu
heykellerin ne elleriyle bir iş becermeleri ne bir fayda sağlamaları ne de bir
zararı defetmeleri mümkün değildir. Bu tanrıların insanların problemlerini
halletmeleri şöyle dursun işte görüyoruz onların elleriyle ortaya koydukları
yığınlarla problemler var. Hani ne duruyorlar? El atıp toplumun, kullarının
problemlerini çözseler ya? Hiç bir problemi çözemiyorlar. Hiç bir sıkıntıyı
halledemiyorlar.
İşte
şu anda kendilerine bel bağlamış bir sürü insanın hayatında yığınlarla çözüm
bekleyen problemleri var ama o maskotları yapılmış, heykelleri dikilmiş tanrılar
bunların hiç birisini çözemiyorlar.
Yoksa onların gördükleri,
görecekleri gözleri mi var? Onların ileriyi görebildikleri basiretleri,
basarları mı var? Yâni onların ileriyi se-zinleyebilecekleri, yarına ait,
yarınlara ait felâketleri sezinledikleri ve-ya ilerideki bir kısım menfaatleri
görüp, sezinleyip celp edebilecekleri basiretleri mi var? Hayır, hayır bu da
yoktur onlarda. Bu özellikten de mahrumdur onlar. Bunlar kendi önlerini bile görmeyen varlıklar
olarak sizin için neyi görebilecekler de?
Yoksa kulakları var da duyuyorlar mı
onlar? Duyabiliyorlar mı onunla hakkı, hakikati. Duyabiliyorlar mı onunla
Allah’tan gelen ilmi? Duyabiliyorlar mı Allah âyetlerini? Hayatlarını kendisiyle
düzenlemeleri gereken Allah yasalarını duyabiliyorlar mı? Var mı bunlarda hakkı
işitecek kulaklar? Bu da yok değil mi bunlarda? Hani işte görüyoruz duyamıyorlar
hakkı. Duyamıyorlar Allah mesajını. İşte dinlemiyorlar Kur’an’ı, dinlemiyorlar
Sünneti. Kulak vermiyorlar vahye. Vahyi isteyerek dinlemeleri şöyle dursun; onun
kırıntısına bile tahammül ede-miyorlar. Haktan, hakikatten tiksiniyorlar, nefret
ediyorlar adamlar.
Hakkı, hakikati, vahyi dinleyenler,
vahye kulak verenler bu kâ-firlerden her zaman kat kat üstündürler. Vahyi
tanıyan, vahye iman eden bir müslüman gökle yer arası kadar kâfirden üstün ve
şereflidir. Öyleyse nasıl oluyor da bu kadar şerefli bir müslüman bu kâfirleri
kendisine rehber kabul edebilir? Nasıl olur da bu kâfirleri Rab, İlah kabul
ederek onların yasalarını uygulamaya kalkışabilir? Nasıl olur da onların
vahiylerini dinleyebilir? Allah vahyi dururken, peygamber sözü dururken nasıl
olur da bir müslüman onların programlarına kulak
verebilir?
De ki ey müşrikler! Ey Allah
berisinde bir kısım varlıklarda da güç kuvvet görenler! Allah berisinde hayata
karışacak, hayatta söz sahibi olacak bir kısım varlıkların da varlığını kabul
edenler! eğer samimiyseniz, eğer bu varlıklarda da güç kuvvet olduğuna
inanıyorsanız, eğer bu varlıklarda bir nane görüp onların yasalarını da
uygulamadan yana bir tavır sergiliyorsanız o zaman haydi çağırın o
tanrılarınızı, dua edin onlara, yahut onların dâvâlarını güdün de onlar hatırına
haydi bana kuracağınız ne tür tuzaklarınız varsa kurun bakalım. Haydi bana göz
açtırmayın. Haydi bakalım ne yapabilecekseniz, nereye varabilecekseniz, gücünüz
neye yetebilecek?
Sûrenin
önceki bölümlerinde Rabbimizin bize haber verdiği gibi önceki toplumlar bunu
denemişlerdi. Firavunlar, Nemrutlar, Âd, Semûd, Lûd kavmi bunu denemişlerdi.
Hepsi de Allah’a karşı savaş açmışlar, Allah’ın elçilerine karşı savaş açmışlar
ama kiminle savaştıklarını anlayıvermişler. Hepsi de helâk olup gitmişler. İşte
Rabbimiz bu dönemin kâfirlerine, peygamberinin böyle demesini istiyor. Haydi
buyurun ne yapacaksanız yapın, nasıl bir tuzak kuracaksanız kurun demesini
istiyordu.
Bu âyetler müslümanların Allah
tarafından desteklendiğini an-latan âyetlerdir. Yeryüzündeki tüm kâfirler, tüm
zâlimler, tüm tağut-lar, tüm putlar ve putçular birleşip müslümanlara tuzaklar
kurmaya, komplolar hazırlamaya ve müslümanlara göz açtırmamaya çalışsalar da
yine de müslümanlar güçlüdür. Çünkü onların safında Allah vardır. Çünkü onlar
Allah desteğindedirler. Çünkü müslümanların ellerinde, kâfirlerin ellerinde
olmayan silahlar vardır. Allah’a karşı hangi güç, hangi silah baş edebilir ki?
Müslümanların desteğinde Allah’ın melekleri vardır, meleklere karşı hangi güç
durabilecektir? Müslümanın desteğinde dağlar, taşlar, semalar, rüzgarlar vardır.
Rüzgarlara karşı, depremlere karşı kim karşı durabilecek? Suları kim
durdurabilecek? Veya sûrenin önceki bölümlerinde anlatılan toplumları helâk
etmek üzere Rabbimizin gönderdiği o müthiş helâk âyetlerinin önüne kim
geçebilir? Öyleyse:
196.
“Çünkü benim dostum, kitabı indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir.”
Benim
velim Allah’tır. Velâyetini bana ulaştırma adına, benim adıma aldığı
kararlarını, kulluk maddelerini bana duyurmak üzere bana kitabını göndermiştir
Rabbim. Elbette velî ile velâyetini üzerine aldığı kulları arasında karşılıklı
bir ilişki vardır. Nasıl ki çocuklarımızın velisi olarak bizler onlardan
istediklerimizi ve istemediklerimizi onlara bildiriyorsak, bizim velimiz olan
Rabbimiz da kitap göndererek bizden istediklerini ve istemediklerini bize
bildirmekte, bizden istediği kulluk programını bize ulaştırmaktadır. Bizim için
lâzım olan her türlü yasa bu kitabın içindedir. İyileri, sâlihleri dost edinen
onların korunmasını üzerine alan Rabbimiz gönderdiği kitabında onlar adına
aldığı kararlarıyla, onların elinden tutar, onları doğruya, hakka hidâyet eder
ve onları tüm düşmanlarından korur. Gördükleri, bildikleri düşmanlarından onları
koruduğu gibi hiç görmedikleri tanımadıkları, hiç bilmedikleri düşmanlarından da
onları korur. İnsanların bilemedikleri, tanıyamadıkları ordularını o
düşmanlarının üzerlerine göndererek mü’minleri teyid ederken düşmanlarını da
kahr-u perişan eder.
Evet mü’minler, velâyetlerini
Allah’a teslim etmiş Allah seçimini kendileri için seçim kabul etmiş,
iradelerini Allah’a teslim etmiş mü’minler yeryüzünde Allah’ın dostlarıdırlar.
Allah onların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucunu eline almıştır. Yâni Allah
yeryüzünde yapacaklarını onlarla birlikte yapar. Mü’minler yeryüzünde
kendilerine düşeni yaparlar, Allah’ın kendilerinden istediklerini yaparlar,
Allah da kendisine düşeni yapar.
Nedir
mü’minlere düşen? Allah’a gönderdiği kitabında istediği biçimde kulluk yapmak,
kitabındaki kulluk maddelerine sadık davranmak, kitapla hayatlarını düzenlemek,
velilerinin istediği bir hayatı yaşamak. Peki acaba Allah’a düşen nedir? Kulları
adına aldığı kararlarla onları dünya ve ukba’da mutlu etmek, ordularıyla
kullarını desteklemek, onları yeryüzüne vâris kılmak, düşmanlarına karşı galip
getirmek, küfrün karşısında onları muzaffer getirmek, müslümanları yeryüzünde
iktidar mevkiine getirerek onları İslâm sancağını taşıma şerefine nail kılmak ve
yaşadıkları bu geçici hayatın sonunda da onları ebedî mutluluğa cennet ve
rahmetine ulaştırmaktır.
Eğer şu anda bizler de Rabbimizin bu
yasalarından istifade etmeyi istiyorsak o zaman Onun velimiz olduğunu unutmamak
ve ve-limiz olan Allah’ın bizim adımıza aldığı velâyet maddelerini, yâni
kitabını elimize almak zorundayız. Yâni kitabı hayatımıza indirmek zorundayız.
Tüm hayatımızda kitapla birlikte olmak, tüm hayatımızı onunla düzenlemek
zorundayız.
197.
“ O'nu bırakıp da taptıklarınız, kendilerine yardım edemezler ki size yardım
etsinler.”
Allah’ı
bırakıp da Onun berisinde dua ettikleriniz, dâvâsını güttükleriniz, hayatınızı
düzenleme konusunda, problemlerinizin çözümü konusunda, fikirlerini, yasaları,
çözüm önerilerini çağırıp çağrıştırdığınız cansız varlıklar, putlar ve de canlı
varlıklar ne kendilerine bir menfaat sağlayabilirler ne de sizlere bir fayda
sağlama gücüne sahiptirler. İster şu anda yaşayanlar, isterse ölüp gitmiş
olanlar ne size zafer vermeye, ne yardım etmeye, ne de size gelebilecek bir
zararı defetmeye muktedir değillerdir. Onların işi gücü kullarını sömürmektir,
işi gücü kullarına yardım etmek değil kullarının sırtına binmek, onların
kanlarını emmektir. Kullarını sömürmek, şahsiyetlerini kemirmek, onurlarını
sömürmek, mallarını servetlerini sömürmektir.
Bunlar size yardım edemedikleri gibi
kendilerine de yardım edemezler. Kendi kendilerine yardım edip menfaatler
sağlamayı isteseler bile buna güçleri yoktur. Ne dünyada başlarına geleceklerden
ne de âhirette Allah’ın kendilerine takdir ettiklerinden kendilerini asla
kurtaramayacaklardır. Dünyada meselâ Allah’ın izni ve yardımıyla deniz
yarılacak, Mûsâ (a.s) ve beraberindeki mü’minler kurtulurken bu zâlimler
kendilerini kurtaramayarak boğulmak zorunda kalacaklardır. Veya Allah’ın azabı
gelip yeryüzü sularla kaplanacak, Hz. Nûh ve beraberindekiler Allah’ın
yardımıyla kurtulurken Allah düşmanları geberip gideceklerdir. Dünyada bu böyle
olduğu gibi âhirette de böyle olacaktır. Allah dostları Rablerinin yardımı ve
rahmetiyle cennete uçarlarken, Allah düşmanları cehenneme yuvarlanmaktan
kendilerini kurtaramayacaktır.
198.
“Onları doğru yola çağırırsanız duymazlar. Sana baktıklarını görürsün, oysa
görmezler.”
Sizler
böylelerini hüdaya, hidâyete, doğru yola, sırat-ı müstakîme çağırdığınız zaman,
cennete, cennet yoluna çağırdığınız zaman asla duymazlar. Kulakları yok
adamların. Uyuyan kimsenin bile kulakları devamlı dışa açıktır ama bunlar uyku
değil belki ölümle izah edilebilecek bir durumu yaşadıkları için kendilerine
yapılan dâveti duymuyorlar, duyamıyorlar.
Evet
onlar önce hakkı duyarlar, dinlerler,
anlarlar ama itaate yanaşma görülmez hayatlarında. Dinlerler ama uygulamaya
yanaşmazlar ve böylece artık vahiyden sulanma hakkını da kaybederler, bir daha
duyma duygulanmaz hale gelirler. Çünkü bu tavırlarından ötürü onların kalplerine
hakkı duymalarına, hakkı anlamalarına engeller, kılıflar koyduk diyor Rabbimiz
Kur’an’ın başka yerlerinde. Kulaklarına da sanki ısıdan izole etme veya
elektrikten yalıtma anlamına bir izole, bir tecrit bölgesi yerleştirdik.
Kulaklarına kurşun; dinlerler ama anlamazlar, anlayamazlar.
Evet onların kulakları vardır
duyarlar, dinlerle ama bu dinleme onlara hiç bir fayda sağlamaz. Çünkü Allah
onların Kur’an’ı anlamalarına engel olarak kalplerine örtüler, kulaklarına da
ağırlıklar koymuştur. İşte mü’minle kâfirin ayrıştığı nokta. Birinde anlamaya
dinlemeye ve iman etmeye amel etmeye karar var, say var, ötekiler de ise
hidâyete karşı nötr davranma var. Allah birisinin kalbini, anlayışını,
kavrayışını geri alırken ötekisinin anlayışını, hidâyetini ve takvasını
artırıyor. Yâni buradan da anlıyoruz ki mesele vahyin, vahiydeki maksadın kapalı
oluşunda değil, kitap ve sünnetin örtülü ve anlaşılmaz oluşunda değil mesele ona
muhatap olanların kalplerinin buna açık ya da kapalı olmasındadır. Eğer öyle
olsaydı müslümanlar da anlayamayacaklardı bu vahyi.
Evet bu insanlar ne Allah’ın
dâvetini, ne de sizin dâvetinizi duymuyorlar, icâbet
etmiyorlar.
199.
“Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, bilgisizlere aldırış
etme.”
Ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları! Bu tür insanlara karşı af yolunu
tut, affet onları ya da onlara örf yolunu tut, örfle muamele et onlara, emr-i
bil’ maruf yap.
Allah peygamberinden ve onun
şahsında bizlerden bu tür duymazlara karşı af yolunu istemektedir. Af insanların
bir kısım kusurlarını, eksikliklerini görmemek, kaale almamak, görmezden gelmek
demektir. E zaten az evvel özellikleri anlatılan insanların her ta-rafı
kusurdur, her tarafı hatadır. Ne Allah’ın dâvetini, ne insanların hi-dâyete
çağrısını duymayarak, duymazdan gelerek insanlık özelliklerini kaybedip
hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşmüş insanlardır bunlar. Ancak bu adamlar
ne kadar da insanlıktan çıkmış olurlarsa olsunlar, ne kadar da tefessüh etmiş
olurlarsa olsunlar yine de unutmamalıyız ki bunlar içinde adam olabilecekler her
zaman mevcuttur. Onları insanlıktan çıkaran tâğutların ellerinden, nefislerinin
ve şeytanlarının etkilerinden kurtarıp Allah’a kulluğa sevk edebilmek, insanlığa
ve cennete kazandırabilmek için mü’minlerin onlara karşı son derece
sabırlı, tahammüllü ve fedâkar bir tavır
takınmaları gerekmektedir. Allah bizden bunu istiyor.
Ama
tabii bu onlara sabır göstermek, onların kusurlarını gör-memek onlara hüsnü
kabul göstermek, onları olduğu gibi kabul et-mek ve tüm pisliklerini onaylamak
anlamına gelmemektedir. Onlar-dan mü’minlerin şahıslarına yönelik gelebilecek
olumsuz bir kısım tavırları onların ilerde adam olabilecekleri ümidiyle
görmezden gelmek, affetmek anlamınadır. Bizler onlara yapabileceğimiz din
duyurmamız hatırına onların bizim
şahsımıza yönelik kusurlarını görmeyiverecek, affedivereceğiz. Çünkü onlar
acınacak varlıklardır.
Önceki
âyetlerde anlattı Rabbimiz bunlar hayvandan daha aşağı, ne yapacaklarını
bilmeyen şaşkın varlıklardır. Lehlerini ve aleyhlerini bilemediklerinden
akıllarına esen her şeyi yapan varlıklardır. Allah tanımaz, peygamber tanımaz,
din, cennet, cehennem tanımaz insanlardır onlar. Onun için onlara yapacağımız
tebliğ hatırına, onları dine kazandırma hatırına şahsımıza karşı yaptıklarını
görmezden gelivereceğiz.
Ama şahıslarımıza yaptıklarını
affedeceğiz de bu arada onlara hakkı tavsiye etmekten, onlara emr-i bil’maruf
yapmaktan, onların hayatlarını sorgulamaktan da vaz geçmeyeceğiz. Onlara örfle
muamele etmekten örfü tavsiye etmekten de vazgeçmeyeceğiz. Örf bilinen tanınan
şey demektir. Yâni örf kitap ve sünnet demektir. Kitap ve sünnet bilgisi
demektir. Çünkü bakıyoruz Kur’an-ı Kerîmde Rabbimiz peygamberine ve onun
şahsında bizlere cahillerden, Allah’ı, Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini
bilmeyenlerden yüz çevirin buyurmaktadır. Ama hemen âyetin devamında onlara
hakkı duyurmamızı, onların cehaletlerini gidermek için onlara İslâm’ı, Allah’ı
ve kitabı ulaştırmamızı emretmektedir.
Evet cahillerin cehaletleriyle
mücâdele edeceğiz. Çevremizdeki insanlara Allah’ın kitabını, Resûlünün sünnetini
ulaştırmaya çalışacağız. İnsanların dirilişi adına her şeyimizi, malımızı,
zamanımızı hattâ gerekirse canımızı bile fedâdan çekinmeyeceğiz. Ama şurası da
çok önemlidir: İnsanlara din ulaştırmak için elimizden geleni yapacağız da ama
tüm derdimiz de bu olmamalıdır. İnsanların imdadına koşarken kendimizi de ihmal
etmemeliyiz. Başkalarını kurtaracağız diye kendimizi ihmal etmemiz asla caiz
değildir. Kendimiz de okuyacağız kitabı, okuyacağız sünneti, okuduklarımızı
anlayacağız, okuduklarımızı içimize sindirecek, onlarla dolup taşıp insanlara
gideceğiz. Yâni kendimizi unutmayacağız. Onun içindir ki:
200.
“Şeytan seni dürtecek olursa Allah'a sığın, doğrusu O işitir ve
bilir.”
Ya
başkalarıyla uğraşırken kendimizi unutma, kendimizi ihmal etme konusunda, ya da
karşımızdaki kâfirlerin, cahillerin bizim şahsımıza yönelik hatalarını
affederek, görmezden gelerek onları İslâm’a kazandırma konusunda eğer şeytandan
bir dürtü ile karşı karşıya gelecek olursanız. Yâni hep af taraftarı sen mi
olacaksın? O sana şöyle yaptı sen ona niye böyle yapmıyorsun? gibi şeytandan bir
dürtü gelirse hemen Allah’a sığın. Çünkü Allah işiten ve bilendir
buyurur.
Bu
gerçekten zordur. Kötülüğe karşı iyilik yapmak her kişinin karı değildir. Bu
ancak sabreden erlerin karıdır. Bu ancak sabır erlerine bir vergidir. Yâni kendi
nefsinden çok dâvâsını düşünen, insanların Allah dâvâsına gönül vermelerini
şahsından ön planda tutan, dâvâsının gönüllerde ma’kes bulması ve muzaffer
olması uğruna her şeyini fedâ edecek kadar sabreden kişiler ancak bu duruma
ulaşabilir. tâbi bu arada kişinin nefsi devreye girerken, iyiliğin, İslâm’ın
zaferine asla tahammülü olmayan şeytan da devreye
girecektir.
Eğer bu konuda şeytandan sana bir
dürtü, bir kamçı, bir teşvik gelecek olursa hemen ondan Allah’a sığın diyor
Rabbimiz. Hak ve bâtıl karşı karşıya gelince hak karşısında bâtılın yok olmasını
istemeyen şeytan hemen devreye girecektir. Çünkü bâtıl taraftarlarının,
kâfirlerin alabildiğine müslümanları yok edebilmek için işkenceye, hakarete,
alaylamalara başvurarak müslümanlara her türlü kötülüğü reva görürlerken
müslümanlar da Rablerinin kendilerinden istediği şekilde onların kötülüklerine
karşılık güçleri yettiği halde onlara kötülükle mukabele etmedikleri gibi hattâ
onlara iyilikte bulunmaya çalışmaları işte bu durum şeytanı kahreden bir
durumdur. Bu durum karşısında şeytan kahrolur. Çünkü Rabbimizin âyetinde ifade
buyurduğu veçhile
şeytanın
savunduğu bâtılın yıkılmasını ve İslâm’ın da dev adımlarla gönüllere nüfuz edip
hakkın galip gelmesini sağlayacak bir durumdur.
Tüm insanlar nezdinde kötülük
taraftarları da iyilik taraftarları da anlaşılacaktır. Kötülük sadece küfür
taraftarlarına, bâtıl taraftarlarına iyilik de hakkı savunanlara mahsus olunca
bâtılın savunulabilecek bir yönü kalmayacaktır. Bâtıl bütün çirkinliğiyle
sırıtacaktır. İşte bu noktada şeytan ister ki hak taraftarlarından da,
müslümanlardan da kötülük yapan birileri bulunsun ve şunu diyebilsin şeytan:
Bakın efendim, görüyorsunuz ki hata bir taraftan değil; iki tarafta da hata
vardır diyebilecek ve bâtılı savunabilecek bir imkânı elde edebilsin.
İşte
görüyoruz bugün yeryüzünün herhangi bir yerinde mü'-minler kendilerine yapılan
çok büyük haksızlığa karşılık çok küçük bir karşılık verseler bile şeytan hak
karşısında çok önemli bir propa-ganda malzemesi bulmuş oluyor ve bunu çok iyi
kullanıyor. Meselâ Çeçenistan’da müslümanların ülkeleri gasp edilir, binlerce
müslüman öldürülür, üç yüz bin insan öldürülür kimsenin sesi çıkmaz, ama bu
müslümanlardan bir yiğit çıkıp bir operasyonla üç beş kâfiri öldürünce kıyâmeti
koparırlar. Binlerce mâsum insanı öldürenler terörist olmazken bir gemi
operasyonunu gerçekleştiren ve de sonunda bir tek insanın burnunu bile
kanatmamaya dikkat eden bir müslüman çok rahat terörist ilân
edilir.
Evet şeytanlardan, şeytan
fısıltılarından, şeytan dürtülerinden ve şeytan vahiylerinden Allah’a
sığınacağız. Peki burada müsaadenizle bir soru sorayım. Acaba şu anda Şeytan ve
dostlarının vahiyleri, görüntüleri evlerimizin içindeyken, gözlerimizin
önündeyken, şeytan ve dostlarının yollarından gider, yasalarını uygulayıp
dururken, onların propagandalarıyla kulaklarımız doluyken söyler misiniz nasıl
sığınacağız onlardan Allah’a? Şeytan ve dostlarından Allah’a sığınabilmek için
önce şeytan ve dostlarını tanımamız, onlarla arayı açıp Allah’la aramızı
düzeltmemiz gerekecektir. Onlarla ilişkimizi kesip iman, amel ve kitapla beraber
olarak Rabbimizle aramızı düzeltecek ve onlardan sığınmaya yüzümüz olacaktır.
Zira
Allah’ı tanımayan, Allah’ın kitabını tanımayan şeytanları da onların iki ayaklı
dostlarını da tanıyamaz. Tanımayan da sığına-maz.
Elhamdülillah
ki bizler kitabı tanıyoruz şeytan ve dostlarını da,
onların
oyunlarını da tanıyoruz ve Rabbimizin tarif buyurduğu biçimde onlardan Rabbimize
sığınmasını da biliyoruz. Kulluğun tümünü yaşasak da yine onlardan Rabbimize
sığınmak zorunda olduğumu biliyoruz. Elhamdülillah ki onların hakkından
gelebilecek, bizim dualarımızı işiten bizim imdadımıza yetişen bir Rabbimiz
vardır. Ve O Rab bize bu konuda şunu tarif ediyor:
201.
“Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca,
Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler.”
Muttaki
olanlar, Allah’ın koruması altına girenler, Allah’la yol bulanlar, yollarını,
hayat programlarını Rablerine soranlar, Rablerinin kitabıyla birlikte olanlar,
hayatlarını Allah’ın belirlediği biçimde ve Allah için yaşayanlar var ya işte
onlar şeytandan kendilerine bir tavafçı dokunduğu zaman ne yapacaklarını çok iyi
bilirler. Onlar diğer insanlar gibi düşmandan ve onun vesveselerinden gafil
değildirler. Onlar asla düşmanın vartalarına düşmezler. Sürekli etraflarında
kendilerini yoldan saptırmak için fırsat kollayan düşman konusunda uyanıktır
onlar. Şeytanın ordularından kendilerine bir vesvese geldiği zaman, şeytan
onlara bir dolap çevirdiği zaman onlar hemen Allah’ı zikrederler. Allah’ı ve
onun öğütlerini onun kitabını hatırlarlar. Hemen zikirlenirler.
Yâni
kitapta o konuyla alâkalı âyetler hemen gözlerinin önünde canlanır, o konuyla
ilgili peygamberlerinin uygulaması hemen hatırlarına gelir, o konuyla alâkalı
yapmaları gereken neyse hemen onu hatırlarlar ve derhal şeytanların istediğinin
sapıklık olduğunu anlarlar, basiret sahibi olurlar. Şeytanların hak göstermeye
çalıştıkları şeyin bâtıl olduğunu, bâtıl göstermeye çalıştıklarının da hak
olduğunu hemen anlarlar ve gereğini yaparlar. Mü’minlerin ellerinde işte böyle
bir imkânları, böyle bir kitapları, zikirleri vardır.
202.
“Şeytanın kardeşleri onları azgınlığa sürüklerler ve bundan hiç geri
durmazlar.”
Şeytanın
kardeşleri, onun avaneleri, iki ayaklı yardakçıları onların azgınlığını
genişletirler. İnsanların azmaları, sapmaları konusunda onlara imkân ve
fırsatlar sağlarlar. Onların günah yollarını açarak onları günahlara sevk
ederler. Onlara alabildiğine özgürlüklere uzandırırlar. Sizler özgür
insanlarsınız, sizler dilediğiniz her şeyi yapabilme haklarına sahipsiniz
diyerek onların azgınlıklarını çoğaltmayı hedeflerler. Her şeye onları
ulaştırmak ve bulaştırmak isterler. Onları tuğyan ve azgınlıklar içinde
yüzdürmeye çalışırlar. Yiyeceklerinin, içeceklerinin, mallarının, mülklerinin ve
hayatlarının pisleşmesi için ellerinden gelen her şeyi yapmaktan geri durmazlar;
eksik de bırakmazlar. Yâni insanları azdırma eylemlerinde, insanları saptırma
planlarında eksiklik kusur işlemezler.
Veya
saptırdığı insanların başına o sapmadan ötürü bir belâ geldiği zaman ona ilk
gülecek olanlar da o şeytanlar olmaktadır. Şeytanlar, iki ayaklı şeytanlar,
şeytan misyonu üstlenmiş tâğutlar yoldan çıkardıkları insanların düşüşüne ilk
sevinenlerdir. Onları daha da saptırmak, daha da soyma, daha da ezme konusunda
hiç kusur etmezler. Bakın İbrâhim sûresinde azdırıp saptırdığı insanları
cehennemin kapısına kadar götüren şeytanın orada tüm çömezlerinin önünde bir
hutbe okuyarak şöyle diyeceği anlatılır:
“İş olup bitince, şeytan: "Doğrusu
Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size söz verdim ama, sonra caydım;
esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O
halde, beni değil kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni
kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim;
doğrusu zâlimlere can yakan bir azab vardır" der.”
" İbrâhim 22"
Bugün beni kınamayın, siz kendi
kendinizi kınayın! Zira dünyada iken benim sizin üzerinizde bir sultam bir
saltanatım, bir gücüm, kuvvetim yoktu. Bir göz kırptım hemen peşime
takılıverdiniz. Kalplerinizin ibresi o kadar zayıfmış ki hemen peşime
takılıverdiniz! Rab-binizi dinlemeyip beni dinleyerek, Rabbinizin kitabını
bırakıp benim vesveselerime kulak vererek beninle birlikte ebedî azap mahallime
geldiniz diyerek, kandırdığı, saptırdığı insanlara gülüp onlarla alay edince,
akılsızca onun peşine takılan zavallılar ona ve kendilerine gazaplanacaklar,
mahvolacaklar, kahrolacaklar.
203.
“Onlara bir âyet gelmediği zaman, "Sen bir tane yapsaydın ya" derler. De ki:
"Ben ancak Rabbim tarafından bana vahy olunana uyarım. Bu Kitab, inanan millete
Rabbinizden açık belgeler, yol gösterme ve rahmettir.”
Onlara
Allah’tan bir âyet, bir mûcize gelmeyince sana derler ki sen bulup buşurup
getirseydin ya derler. Bu tür beklediğimiz bir âyeti, bir mûcizeyi sen
getirseydin ya derler. Alçaklar Allah’la peygamberi karıştırıyorlar. Allah’tan
istenmesi gerekeni peygamberden isteyerek cahilliklerini ortaya koyuyorlar.
Peygamberim sen de ki; ben sadece Rabbimin bana vahy ettiklerini izlerim. Ben
sadece Rabbimden gelenlere tâbi olurum. Onlarla duyar, onlarla bilir ve onlarla
hareket ederim.
İşte
peygamberin misyonu budur. Peygamberin görevi budur. Peygamber yolunun yolcusu
olan bizlerin de görevimiz budur. Bizim görevimiz insanlara yeni, farklı,
değişik şeyler, harikulade şeyler getirerek insanları hidâyete ulaştıracak
değiliz. Bizim görevimiz de tıpkı pişdarımız gibi Allah’tan gelenlere tâbi
olmak, tüm hayatımızda Allah âyetlerini izlemek ve insanlara da bunu duyurmak ve
ulaştırmaktır.
İşte bunlar basiretlerdir iman
edecek ve imanlarının gereğini yerine getirecek olanlar için. İman edip
hayatlarını bu imanla düzenleyecek, imanlarını hayatlarında görüntüleyecek yâni
sâlih amel işleyecek olanlar için bu kitabın âyetleri, basîretlerdir.
Evet Rabbinizden size besâir, basîretler
gelmiştir. İşte bütün bu anlatılanları anlayabilmeniz için Rabbinizden size kalp
gözleri gel-miştir. Basar, basiret önümüzü gösteren, yolumuzu aydınlatan, nerede
nasıl davranacağımızı, hayatımızın her bir birimini nasıl düzenleyeceğimizi
gösteren, anlatan, yolumuzu açan aydınlatan Rabbiniz-den basiretler geldi size.
Yâni Rabbinizden âyetler geldi size. Size kalplerinizi, gözlerinizi,
kulaklarınızı açan âyetler geldi.
Kur’an besairdir, Kur’an nûrdur,
Kur’an hidâyettir, Kur’an Fur-kân’dır. Hani arabanızla bir yere giderken
karanlıkta arabanın farlarını yakıverince önünüz nasıl aydınlanıyor değil mi?
Köprüyü, virajı, tehlikeyi nasıl anlarsınız onunla değil mi? İşte Kur’an da
böyle bir nûrdur Furkân’dır. Olaylara Kur’an’ın gözlüğüyle bakıverdiniz mi o her
şeyi size fark ettiriverecektir.
Ama
Kur’an’dan habersizsek, olaylara Kur’an’la bakamazsak aile hayatımızı, toplum
hayatımızı, hukukumuzu, eğitimimizi kazan-mamızı, harcamamızı, sosyal ve siyasal
yapılanmalarımızı, ekono-mik düzenlemelerimizi Kur’an kaynaklı, Kur’an gözlüklü
düzenle-mezsek, tüm bunları Kur’an’ın gözetiminde yapmazsak hiç bir zaman
aydınlığa çıkmamız mümkün olmayacaktır.
Hangi insan ki, hangi toplum ki,
hangi aile ki Kur’an’la birlikte problemleri çözmeye çalışır, Kur’an kaynaklı,
problemlere yaklaşmayı prensip edinirse, bir konuda Allah ne diyor? Kur’an ne
diyor? Diyerek Allah’ın kitabına müracaat eder ve çözümü Allah’ın kitabında
ararsa, Kur’an’la görmeye, Kur’an’la bakmaya çalışırsa o mutlaka aydınlığa ve
hayra ulaşacaktır. Ve bu aydınlığa ulaşması sonunda kendi lehine olacaktır. Yâni
dünyada aydın, mutlu bir hayat elde etmiş olacaktır.
Öyleyse
ey müslümanlar! Ekonomiyle ilgili bir derdiniz mi var? Ekonomik hayatınızı
aydınlığa, düzlüğe çıkarmak mı istiyorsunuz? Hukukunuzu aydınlığa çıkarmak mı
istiyorsunuz? eğitiminizi düzlüğe çıkarmak mı istiyorsunuz? Aile hayatınızı,
toplum hayatınızı, gecenizi, gündüzünüzü, bugününüzü, yarınınızı, namazınızı,
orucunuzu, zikrinizi, fikrinizi, dünyanızı, âhiretinizi aydınlığa çıkarmak mı
istiyorsunuz? O halde problemlere basîretlerle bakmak zorundasınız. Tüm bu
problemleri basîretlerle yâni Kur’an âyetleriyle çözümlemek zorundasınız. Ama
Allah böyle basîretler gönderdiği halde kim de körlüğü tercih ederse, kör
olmayı, kör kalmayı tercih ederse o da kör olmaya ve kör kalmaya mahkumdur.
Allah’ın kitabına gözlerini kapayan, kitapla ilgilenmeyen, problemlere kitapla
çözüm aramayan toplum kör kalmaya mahkumdur. Karanlıklar içinde, bunalımlar
içinde, çözümsüzlükler ve çaresizlikler içinde bocalamaya mahkumdur.
İşte
şu anda Kur’an’dan kaçan ve basîretlerin dışında başka yerlerde çözüm arayan şu
bizim toplumun ne yapacağını şaşırmış
bir vaziyette çırpındığını bocaladığını görüyoruz.
204.
“Kur’an okunduğu zaman ona kulak verin, dinleyin ki merhamet
olunasınız.”
Kur’an
okunduğu zaman onu dinleyin. Kur’an okunduğu zaman susup onu dinleyin ki
Allah’ın rahmetine erişesiniz, merhamet olunasınız. Size Rabbiniz tarafından
merhamet edile, rahmetle muamele edile. Allah bize yol gösteriyor. Bize
merhameti gereği usul öğretiyor. Yeryüzünde koyduğu bir yasayı hatırlatıyor bize
Rabbimiz. Hani daha önceki âyetinde Rabbimiz bir kısım cahillerin, Allah’la
peygamberi karıştıran bir kısın insanların peygamberden mûcize beklediklerini,
bu tür âyetler gelmiyorsa sen getir dediklerini anlatmıştı. Burada da bu tür
insanlara Resûlünün böylece cevap vermesini istiyor. De ki onlara ey
peygamberim, ben Rabbimin bana vahy ettiklerini izler, onlara tâbi olurum,
onların peşi sıra giderim, çünkü işte bu Rabbimiz bana indirdiği Kur’an
basîretlerdir. Ben bunlarla bakar, bunlarla görür, bunlarla hareket ederim,
deyiver onlara ey peygamberim.
Evet Kur’an insanların yaşadıkları
bu dünya hayatında basîretlerle dolu olduğu gibi bu hayatın sonunda başımıza
nelerin geleceği, bizi nelerin beklediği konusunda da basîrettir. Hayatın önünü
de sonunu da gösteren bir görüntü, bir basîret, bir hidâyet ve rahmettir bu
kitap. Ama tâbi iman edecek olanlar için, bununla yol bulacaklar için. Yollarını
bu kitaba soracak, hayat programları konusunda bu kitaba müracaat edecekler
için.
İşte bu kitapla beraberlikte nasıl
bir tavır takınacağımızı anlatıyor Rabbimiz. Bu kitap okurken susacağız,
ukalalık etmeyecek, kendi düşüncelerimizi, başkalarının düşüncelerini onun önüne
geçirmeyecek, gündemi bu kitaba belirlettirecek ve bu kitabın istediği bir
hayatı sergileyeceğiz. Yâni Allah’ın Resûlü bu kitabı nasıl okuduysa, hangi
gayeyle, hangi niyetle okuduysa o şekilde okuyacak, okumanın şeklini, biçimini,
zamanını, miktarını, sayısını, oranını, hedefini onun tayin buyurduğu biçimde
tayin edeceğiz. Biz biliyoruz ki Allah’ın Resûlü bu kitabı anlamadan sadece
mücerret okumak için okumadı. Sadece bilgi olsun diye okumadı. Âyetler kalbine
indi Rasulullah efendimizin, hayatında
indi.
İşte
biz de onun gibi okuyacağız. Anlamak ve hayatımızı onunla düzenlemek üzere
okuyacağız. Kalbimizde ve hayatımızda tesirler ve değişiklikler icra edecek
biçimde okuyacağız. Dil, akıl, kalp uyumu içinde okuyacağız. İşte gerçek okuma
budur. Gerçek bir okumada dil âyetleri telaffuz eder, akıl onları tercüme eder,
kalp de onun istediği biçimde müteessir olup şekil alır, tavır alır. İşte gerçek
bir okuma budur. Eğer okuma konusunda bir sayı vermemiz gerekirse sahabenin
yaptığı gibi ya on âyet, on âyet okuyacağız, ilk on âyeti anlayıp uygulamadıkça
öteki on âyete geçmeyeceğiz. Eğer bir okuma zamanı belirlememiz gerekirse tıpkı
Rasulullah efendimizin yaptığı gibi gece yalnızken okuyacağız Müddessir ve
Müzzemmil’de anlatıldığı gibi gündüz de okuduğumuz bu âyetlerin gündemini
yaşayacak ve onu çevremize ilân edeceğiz.
Eğer böyle yaparsanız, Kur’an
okunurken susar, sadece onu dinler, onu Allah ve Resûlünün istediği biçimde
anlar ve hayatınıza aktarma çabası içine girerseniz bilesiniz ki size Rabbinizin
rahmet kapıları açılacak ve tüm nimetleri sizinle beraber
olacaktır.
205.
“Rabbini gönülden ve korkarak içinden hafif bir sesle sabah akşam an,
gafillerden olma.”
Ey
peygamberim sabah akşam kendi içinde hafiyyen Rabbini zikret. Candan, ciğerden
Rabbinin hangi isimlerini zikredeceksen, hangi isimleriyle ilgi iletişim
kuracaksan, neye ihtiyacın varsa, hangi derdini gündeme getireceksen, ne
isteyeceksen o konudaki isimleriyle Rabbini zikret. Rabbini tazarruan zikret.
Onun büyüklüğünü bilerek kendi küçüklüğünü, âcizliğini idrak ederek, azametinden
korku içinde zikret.
Zikir zikredileni edileni büyük
tanımak, büyüklük mevkiine o-turtmak, büyüklüğünü, gücünü kuvvetini kabul
etmektir. Zikir ve dua acziyetin ifadesidir. Zikir ve dua âcizin, güçsüzün
güçlüye teslimiye-tinin ifadesidir. Öyleyse zikreden eden kişiyi bu zikri
Allah’ın her an Rabbi ve koruyucusu olduğu ve bu Rabbi karşısında her an ona
muhtaç olduğu şuuruna götürecektir.
Öyleyse Rabbimizi zikredeceğiz. Ama
bakın burada Rabbimiz kendisini zikretmenin usulünü de öğretiyor bize. Gizlice
yalvarıp yakararak zikredeceğiz. Kendi küçüklüğümüzü, kendi fakirliğimizi,
âcizliğimizi, çaresizliğimizi, mahcubiyetimizi Rabbimizin de büyüklüğünü,
zenginliğini, güçlülüğünü itiraf ederek zikredeceğiz. Bir de gizlice
zik-redeceğiz. Bağırıp çağırarak zikretmeyeceğiz. Sanki Allah bizim
istediklerimizi vermek zorundaymış gibi ya da bizi duyamayacak bir uzaklıktaymış
gibi bir pozisyonda bağırıp çağırarak zikredilmez. Çünkü biliyoruz
ki:
1: Allah bize bizden, bize her
şeyden daha yakındır. Bize şah damarımızdan daha yakındır.
"Biz insana şah damarından daha
yakınız."
(Kaaf
16)
Âyeti bunu
anlatır.
Buna göre madem ki Allah bize bu
kadar yakındır o halde Allah’ı zikrederken onu uzakta bilip, işitmez zannedip
bağırıp çağırmanın, hoplayıp zıplamanın anlamı yoktur. Nitekim birilerinin böyle
yüksek sesle bağırıp çağırarak dua ettiklerini gören Allah’ın Resulü:
"Sizler
sağıra ve gaibe dua etmiyorsunuz. Herhalde işiten ve yakın olan birine dua
ediyorsunuz."
206.
“Doğrusu Rabbinin katında olanlar, O'na kulluk etmekten büyüklenmezler. O'nu
tenzih ederler ve yalnız O'na secde ederler.”
Doğrusu
Rabbinin katında olan melekler Ona kulluk etmekten asla büyüklenmezler. Onun
emirlerini yerine getirmekten asla kibirlenmezler, Onu tesbih ederler ve Ona
secde ederler.
Demek ki melekler de Allah’ın
kuludurlar ve Allah’ın bu yüce kulları ne kadar da yüce olurlarsa olsunlar, ne
kadar da günahsız olurlarsa olsunlar onların Allah karşısındaki konumları
kulluktan başka bir şey değildir. Allah’ın yarattığı mahluklar ne kadar da cesim
olurlarla olsunlar, ne kadar da yüce varlıklar olurlarsa olsunlar yine de
kuldurlar. Kul ne kadar da yüce olursa olsun yine de yaratıcısına muhtaçtır. Abd
her yerde her zaman ve mekânda yine abddır, Mâbud da Mâbud’dur. Yaratılmış olan
herkesin ve her şeyin yaratıcı karşısında konumu kulluktur.
Bakın
işte Allah’ın en yüce varlıkları olan melekler zerre kadar bir gurur ve kibre
kapılmadan Rablerine kulluk yapıyorlar ve Rablerini tesbih ediyorlar, Rablerini
azametine uygun sıfatlarıyla tanıyorlar, noksan sıfatlardan tenzih ediyorlar,
yerdeki ukalaların saygısızlıklarından ötürü de utançlarından yüzlerini yerlere
koyup Rablerine, sıfatlarıyla tanıdıkları Rablerine özürler beyan ediyorlar. Ve
Allah’a secde ediyorlar, boyun büküyorlar, her bir makamda O’nun emirlerini
uygu-luyorlar. Her bir fermanı karşısında teslimiyetlerini izhâr ediyorlar. Bu
sûre ile alâkalı da bu kadar söz yeter. Rabbim istediği gibi iman edip gereğiyle
amel eden kullarından eylesin. Ve âhiru dâ’vana enilhamdü lillahi Rabbil’
âlemîn.
Benim adım Irrua Uzman Hastanesinin Dr Wilson Jones'u, organ cerrahisinde uzmanım ve satmak isteyen insan organıyım. Böbrekinizi satmak ilginizi çekiyorsa Lütfen bize geri dönmekten çekinmeyin, böylece devam edebiliriz. Aşağıdaki bilgileri kullanarak bizimle iletişime geçin
YanıtlaSilE-posta Adresi: irruaspecialisthospital@gmail.com
Ben Iowa City, ABD'de bulunan Iowa Lutheran Hastanesi'nden bir temsilciyim, hastanede yönetimin internette nasıl çalıştığını ve bu yıl insan organlarını alıp satması için tekrar başladığımızı ilan etme fırsatını verdim. Böbrek, Bu teklifle ilgileniyorsanız, lütfen aşağıdaki e-postadan bizimle iletişime geçmekten çekinmeyin: Bağışçılarımızı iyi bir miktarda parayla ödüllendiriyoruz ve Organlarda uzmanız Cerrahide ve donör olarak risk yok o.
YanıtlaSilVe bu bizim e-postamız:
iowalutheranhospital@gmail.com
Ayrıca whatsapp +1 929 281 1248 numaralı telefondan bizi arayabilir veya bizimle iletişime geçebilirsiniz.
Biz Iowa City, Amerika Birleşik Devletleri'nde bulunan Iowa Lutheran Hastanesi temsilcisiyiz, bir kez daha hastalarımız için böbrek almak için buradayız ve onlar kurtarmak için bir böbrek bağışlamak isteyen herkese iyi bir miktar para ödemeyi kabul etmişlerdir. Bir bağışçı olmak ister veya bir Hayatı kurtarmak istiyorsanız, aşağıdaki e-postada bize yazabilirsiniz.
YanıtlaSilBu, sizin için tamamıyla zengin olmanız için bir fırsattır. Bizimle% 100 güvenli işlem garantisi veriyoruz ve garanti ediyoruz, her şey yasalara uygun böbrek bağışçılarına göre yapılacaktır.
Artık daha fazla zaman kaybetmeyin, lütfen bize iowalutheranhospital@gmail.com adresinden yazın.
Ayrıca whatsapp +1 929 281 1248 numaralı telefondan bizi arayabilir veya bizimle iletişime geçebilirsiniz.
Iowa Lutheran Hastanesi.