A’RÂF
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralanışına göre 7, nüzûl
sırasına göre 39, tıval kısmının da 6, sûresi olan Â’râf sûresi Mekke’de nâzil
olmuştur. Âyetlerinin sayısı 206 dır.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a
aittir. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, âline ve ashabına olsun. Rabbimiz
bizden kabul buyur. Çünkü Sen dualarımızı işiten ve her şeyi hakkıyla
Bilensin.
Mekke’de
nâzil olan 206 âyetiyle tanımaya çalışacağımız sûrenin adı sûrenin 46. âyetinde
zikredilen A’râf kelimesinden alınmıştır. Sûrenin A’râf isminden başka mîkâd,
mîsâk gibi isimleri de vardır. Mîsâk sûresi adını da alan bu sûre müslümanların
mîkâdını ve mî-sâkını anlatır. Rabbimiz bu sûrede önceki elçilerin
yalanlanmaların-dan söz eder. Çünkü bu sûre Rasulullah’ın ve beraberindeki bir
avuç müslümanın akla hayale gelmedik işkencelere maruz bırakıldıkları,
insanların imanlarından ötürü boyunlarına ipler takılıp sokaklarda
sü-rüklendikleri, ayaklarından develere bağlanıp çaprazlama develere kamçı
vurularak vücutlarının ortadan ikiye parçalandığı, sırtlarına taş-lar konulup
dinlerinden döndürülmeye zorlandığı bir dönemde nâzil oluyordu.
Âdeta ben de müslümanım
diyen herkesin işkenceye adaylığını koyduğu bir dönem. Müslümanlar Şa’bi Ebi
Talipte karantinaya alınmışlar, dağılıp gitsinler diye ekonomik ambargolara
maruz bırakılmışlardı. Yeni dinin sahibi olan insanlar hep değersiz hep adi
sa-yılıyordu. Mekke’de âdilerin, zâlimlerin hâkimiyetlerinin ve zulümlerinin had
safhada olduğu ve yeni gelen bu dinin yasalarını bildiği için saltanatlarının
sarsılacağından korkan hâkim zümrenin zulümlerini artırdıkları bir dönemde gelen
sûrede Rabbimiz hem peygamberini, hem de ona iman etmiş bir avuç müslümanı
teselli ediyordu. Rabbi-mizden müjde üstüne müjdeler geliyordu
mü’minlere.
Nuh’u, Hût’u, Sâlih’i bu sûrede
tanıyoruz. Mekke toplumuna benzer toplumları içinde Allah’ın bu kutlu
elçilerinin şanlı tavırlarını ve akıl almaz sabırlarını bu sûreden öğreniyoruz.
1. “Elif, Lam, Mim,
Sad.”
2. “Ey Muhammed: Sana bir Kitap
indirildi. Onunla insanları uyarman ve inananlara öğüt vermen için kalbine bir
darlık gelmesin.”
İşte bu kitap, elimizde
sahifelere yazılmış olan, hayal olmayan bu kitap, ey peygamberim bunu sana ben
gönderdim. Bu yükü sana ben yükledim. Ve bu yük senin takatinin çekeceği,
gücünün yeteceği kadar bir yüktür. Öyleyse sakın ha ondan dolayı daralma. Bu
kitaptan dolayı sakın sıkılma.
Galiba bizler laf olsun diye
müslümanız. Darılmayın ama ga-iba bizler çeşit olsun diye bu kitapla bir
beraberlik sürdürüyoruz. Müslümanlığımızı, imanımızı hayatımızın her bir
alanında teslimiyete dönüştürmeden, kulluğumuzu, kitapla beraberliğimizi, amele
dönüştürmeden kendimizce bir müslümanlık yaşamadan yanayız. Bakıyoruz Allah’ın
Resûlüne Cibril vahiy getirirken onda ciddi bir daralma, ciddi bir sıkıntı var.
Ya bu yükü çekemezsem! Ya bu
sorumluluğun altından kalkamazsam! Ya bu bana duyurulan Rabbimin âyetlerini
hakkıyla insanlara duyuramazsam! Ya bu insanlara hakkıyla bunu tebliğ edemezsem!
Ya bu insanların cehenneme gidişlerine engel olamazsam! diye Allah’ın Resûlünün
üzüntüsünden mahvolduğunu, kendisini ihmal edecek kadar, yemeyi içmeyi unutacak,
dengesini bozacak kadar ıstıraplar içinde kıvrandığını, kendisini yiyip
bitirecek hale geldiğini görüyoruz.
Zira çevresinde farkında olmadan
hızla ateşe doğru giden insanları görüyordu. Sevdiklerinin, tanıdıklarının
cehenneme gidişi onu üzüyordu ve yerinde duramaz hale getiriyordu. Meselâ benim
kâfir bir kardeşim olsa elbette bu bana ağır gelir ve beni üzer. Ama biliyoruz
ki Allah’ın Resûlü benim öz kardeşimi, benim öz çocuklarımı sevdiğimden çok
ümmetini sevmektedir.
Peki aynı kitabı okuyan bizler, aynı
sorumlulukla sorumlu olan bizler, aynı misyonu üstlenme iddiasında olan bizler,
çocuklarımızın İslâm’dan habersiz oluşu karşısında, hanımlarımızın kitap sünnet
bilgisinden mahrum oluşları karşısında, komşularımızın ve çevremizde yığınlarla
insanların süratlice cehenneme gidişleri karşısında, toplumun Allah’tan,
Allah’ın kitabından, Allah’ın hayat programından, Al-lah’ın hidâyet
hediyesinden, Allah’ın cennetinden ve cehenneminden, Allah’ın hesabından,
kitabından habersiz bir hayat
yaşamalarına biz niye üzülmüyoruz? Biz niye rahatız? Biz nasıl
rahatız?
İşte onlar adına üzülüp, onların
sorumluluğunu omuzlarında hissedip, kendini yiyip bitirecek bir noktaya gelen
Resûlünün imdadına bu âyetleri yetiştirerek onu teselli ediyordu
Rabbimiz.
Ey peygamberim! Sana gönderdiğim bu
kitabın âyetlerini insanlara duyurma konusunda, insanları bu kitapla uyarma
konusunda sakın sen sıkıntıya düşme. Senin onları diriltme adına, onları cennete
kazandırma adına onlara bu kitabı ulaştırma çaban karşısında onların sana
gösterecekleri tepkiler, takınacakları tavırlar karşısında da sakın ha
peygamberim üzülüp sıkıntıya düşme. Bu konuda içinde bir darlık, bir sıkıntı
olmasın. Bu kitabı kendilerine duyurduğun insanlar ne yaparlarsa yapsınlar,
nasıl davranırlarsa davransınlar sen hiç buna aldırış etmeden yoluna devam et.
Bu konuda hiç bir endişen, hiç bir sıkıntın ve korkun olmasın senin. Şunu hiç
bir zaman hatırından çıkarma ki ey peygamberim, Ben bu kitabı onunla sen
üzülesin, daralıp sıkıntı içine düşesin diye göndermedim. Ben bu kitabı sana
şunun için gönderdim:
Onunla mü’minleri müjdeleyesin ve kâfirleri de uyarasın diye Evet
Kur’an mü’minler için bir müjde, kâfirler için de bir uyarıcıdır. Mü’minler için
hatırlatma, teşvik etme ve yol gösterme özelliğine sahip olan bu kitap kâfirler
için de bir uyarıcı özelliği taşımaktadır. Kâfirler sürekli korkacaklar bu
kitaptan. Sürekli kahrolacaklar bu kitabın uyarısı karşısında. Kahrolup
mahvolacakları şeylerin dışında hiçbir şey duymayacaklar bu kitaptan kâfirler.
Cehennemi ve oradaki hayatı, ya da esasen hayatsızlığı anlatan âyetleri
duydukça, kaybettikleri cenneti ve oradaki hayatı duydukça birine yuvarlanıcı, ötekisini de kaybediciler
olarak üzüntülerinden kahrolacaklar, mahvolacaklar.
Evet ey peygamberim ve ey peygamber
yolunun yolcuları, kâfirlerin yaptıkları karşısında hiç üzülmeyin ve bu kitabın
uyarısının konusu olan şu hususa çok dikkat edin:
3. “Rabbinizden size indirilen
Kitaba uyun, O'ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın. Pek az öğüt
dinliyorsunuz.”
Rabbinizden size indirilen bu
kitaba tâbi olun ve sizi nereye götürüyorsa oraya gidin. O kitap size nasıl bir
yol tarif ediyorsa o yolda yürüyün.
Rabbinizden size ne gelmişse,
Rabbiniz size ne göndermiş-se, ne indirmişse ona uyun, ona tâbi olun. Ondan
başka dostlar, veliler edinerek onlara uymayın. Ne kadar da az öğüt
dinliyorsunuz siz?
Evet uymamız gereken, tâbi olmamız
gereken tüm hayatımızda rehber kabul etmemiz gereken imamımız, önderimiz,
rehberimiz, yasamız bellidir.
Risale-i Hamidiyye ile amel oluna
değil. Veya işte topluma uy, çevreye uy, yönetmeliklere uy, âdetlere uy,
gazeteye, mecmuaya, filan zâta, falan kişiye, babana, anana, devletine, amirine,
müdürüne, ağana, patronuna uy, onlara tâbi ol değil. Eğer onlar sana vahyi
ulaştırıyorlarsa tamam onlara da uy. O zaman zaten sen onlara değil vahye uymuş
olursun. Onlar vahyin tercümanı oluyorlarsa tamam onlara da uyabilirsin, ama
onlar vahye değil de kendi hevâ ve heveslerine tâbi olmuşlarsa kesinlikle onlara
uymayacağız.
İşte Rabbimizin en güzel ve en net
ifadesi. Tâbi olun ona. Uyun bu kitaba. Onu anlayın ve sizden ne istiyorsa
öylece yapın. Ye-mek yemeniz konusunda, meslek seçmeniz konusunda, kazanmanız
harcamanız konusunda, çocuklarınıza isim vermeniz konusunda, almanız-vermeniz
konusunda, küsmeniz-barışmanız konusunda ve hayatınızın her bir konusunda size
ne tarif ettiyse, nasıl yapmanızı tarif buyurduysa uyun ona.
Hemen hemen Kur’an’ın her bir
sayfasında Rasulullah efendimize Kur’an’a tâbi olma ve ondan başkalarına uymama
talimatı ve-rilmektedir. Tabii ki Rasûlullah’a vahye tâbi olma emri onun
şahsında aynı zamanda bize de bir emirdir. Gerçi buradaki âyet-i kerîmesinde
Rabbimiz hepimize hitap ediyor. Öyleyse biz de Allah’ın indirdiğine tâbi olmak
zorundayız. Biz de sadece Allah’ı dinlemek ve hayatımızı Allah’a sorarak yaşamak
zorundayız.
Fakat şu anda içinde yaşadığımız
toplum, hayatın her bir kademesinde Allah’ın kendilerinden istediklerini
bilmedikleri için, yâni Allah’ın kitabını tanımadıkları için, kitaplarından
habersiz yaşadıkları için hayatlarını sadece Allah’ın kitabına sorup yaşamaları
gerekirken başkalarını da dinlemeye, başkalarını da memnun etmeye çalışan bir
toplumdur. Bu durumda kişi günahkâr olur. Yâni Allah’ın o konuda kendisinden ne
istediğini bilmeyen bir kişi meselâ modanın, meselâ âdetlerin istediklerini
gerçekleştiriyorsa günahkâr olur. Ama Allah’ın kendisinden ne istediğini bildiği
bir konuda onun tamamen zıddını isteyen modayı, âdetleri, tâğutları dinler ve
onların arzularını gerçekleştirmeye çalışırsa o zaman bu kişi müşrik olur.
Meselâ:Bir kızcağız evlenirken
gelinlik giymemesi, vücudunu bu şekilde el âlemin gözleri önünde teşhir etmemesi
gerektiğini, Allah’ın bunu yasakladığını bilmeyerek gelinlik giymeye çalışırken,
bu kızcağız bu hareketiyle günah işliyor demektir. Ama bu kızcağıza Allah’ın bu
konudaki yasağı hatırlatılınca, Allah’ın bu konudaki isteğini bilince, yine de
bu tür bir elbiseyi giymeye kalkışırsa o zaman bu kızcağız müşrik demektir. Ama
hayır ben bunu bilmiyordum. Ben Rabbimin benden isteğinden yanayım diyerek böyle
bir elbiseyi giymekten vazgeçerse bu da mü'mindir.
Evet Allah buyuruyor ki ey peygamberim
ve ey peygamber yolunun yolcuları, Rabbinizden size ne indirilmişse sizler ona
tâbi olun, ona uyun. Biliyoruz ki Allah’ın Resûlü Allah’tan kendisine gönderilen
vahyi gece kendisi okuyor, o vahye kendisi tâbi oluyor ve kendi kendine vahyi
tekrar ediyordu. Yâni Allah’ın Resûlü her gece vahyi kendisine indirgiyordu.
Şimdi ona emredilenin aynısıyla sorumlu olan bizlere soruyorum. Acaba her gece
bize de vahiy geliyor mu? Her gündüz bize de vahiy geliyor mu? Biz de tıpkı
Allah’ın Resûlü gibi her gece ve her gündüz vahiyle beraber miyiz? Vahyin
gözetiminde ve Kur’an’ın kontrolünde bir hayat yaşayabiliyor muyuz?
Yâni şu anda bize vahiy geliyor
mu? Ve gelen vahye tâbi olabiliyor muyuz? Ya da isterseniz biraz farklı sorayım.
Sizler şu anda, gecenizde, gündüzünüzde kimin vahyine tâbisiniz? Kimden vahiy
alıyor ve hayatınızı onunla düzenlemeye çalışıyorsunuz? Diyecek-siniz ki Allah
vahyinden başka vahiyler mi var ki onlardan beslenelim? Evet daha önce onu
Rabbimiz kitabının başka yerlerinde anlatmıştı, bir Rahmânın vahyi, bir de
şeytan vahiylerinden söz etmişti.
Öyleyse bizler kimin vahyine
teslim oluyoruz? Yoksa gecemiz gündüzümüz hep başkalarının vahyine mi teslim
olmuş? Yoksa şeytan vahiyleriyle mi besleniyoruz? Yoksa biz başkalarının
vahiylerinin kontrolünde bir hayat yaşıyoruz da müslümanız diye bir de kendi
kendimizi mi aldatıyoruz? Yoksa Allah’tan başka şeytan vahiyleriyle meşgul olup
da hayatımızı onlarla mı düzenlemeye kalkıyoruz? A.B.D den, Avrupa’dan, yahudi
dünyadan, hıristiyan âlemden, Zerdüştlerden gelen vahiylere mi tâbi oluyoruz? Bu
vahiyleri dinliyor da hayatımızı onlar kaynaklı mı düzenlemeye çalışıyoruz? Bunu
çok iyi düşünmek ve anlamak zorundayız.
Başka çaremiz yok, her gün bize vahiy
gelmelidir. Her gece, her gündüz biz Allah’ın vahyiyle beraber olmalıyız. Her
gece ve gündüz bize Bakara, bize Âl-i İmrân, bize Nisâ, bize En’âm inmelidir.
Her gece ve gündüz bu Allah vahyiyle beraber olmak zorundayız. Beraber olmak
zorundayız ki bizler bu vahye uyabilelim. Bize her gece ve her gündüz vahiy
gelmeli ki biz hayatımızı onunla düzenleyebilelim. Gecemizi, gündüzümüzü,
işimizi, aşımızı, hayatımızı onunla düzenleyebilelim. Değilse Allah vahyiyle
ilgimizi kesersek Allah korusun o zaman şeytan vahiyleri gündeme gelir ki biz
onlarla hayatımızı düzenlemek zorunda kalırız. Eğer hayatımızı düzenlemek üzere
Allah’tan gelen vahiyler hayatımıza hâkim olmazsa, eğer bu vahiyler bize inmeye
devam etmezse, eğer gece gündüz kitapla beraber olamazsak o zaman onlar bizim
hayatımıza egemen olamaz, kitabın âyetleri bizim hayatımızda bize yol gösteren
imamımız olamaz ve biz onların egemenliği altında bir hayat yaşayamayız. Başka
vahiyler bizim hayatımıza hâkim olur ve biz başkalarının kulu kölesi olmaktan
kendimizi hiçbir zaman kurtaramayız Allah korusun.
Âyetin devamında şöyle buyurur
Rabbimiz. Bu kitaba tâbi olun ve de sakın ha Onun dışında kendinize veliler
bularak onlara uymayın. Çünkü göklerde ve yerlerde yegâne İlah olan da,
boyunlarınızdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan ve sadece kendisini dinlemeniz
gereken de Odur. Öyleyse ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları,
Allah’tan başkalarından yüz çevirin. Sakın Allah’tan başka kendinize veliler
bularak onlara itaat etmeyin. Tüm müşriklerden, tüm putçulardan ve put
sistemlerinden yüz çevirin. Onların inanışlarından, onların hayatlarından,
onların anlayışlarından, onların tarzı telakkilerinden, onların programlarından,
onların âdetlerinden, onların vahiylerinden, onların vahiy kaynaklarından yüz
çevirin.
Unutma ki sizin onlar gibi
inanmaya, onlar gibi yaşamaya, onlar gibi düşünmeye, onlar gibi giyinip
kuşanmaya asla hakkınız yoktur. Hayatınızı onlara sormaya, onları örnek alıp
onların istediği gibi yaşamaya, onlardan vahiy alıp onlardan bilgilenmeye,
onlara kulak verip onlara meyletmeye hiçbir zaman hakkınız yoktur, ihtiyacınız
da yoktur. Çünkü sizler onların kulu değilsiniz. Sizi onlar yaratmadı. Öy-leyse
sizler de terk edin onları. Dinlemeyin onları. Tâbi olmayın onların yasalarına.
Sizler sadece Rabbinizin bilgisine, Rabbinizin vahyine kulak verip, sadece Onun
âyetlerini dinlemek ve o âyetler istikâmetinde bir hayat yaşamak zorundasınız.
Bunu yaptığınız andan itibaren, Rabbinizden gelen vahye tâbi olduğunuz andan
itibaren artık sizin başka hiçbir bilgiye, başka hiçbir yardımcıya, hiçbir
desteğe ve örneğe ihtiyacınız olmadan yeryüzünde aziz olacak, yeryüzünün en
âlimi, yeryüzünün en bilgini, en yanılmazı ve en yenilmezi siz olacaksınız.
Yeryüzünün en şereflisi ve en üstünü siz olacaksınız. Yeryüzünde insanlığın,
adâletin, eşitliğin ve özgürlüğün garantisi siz olacaksınız. Yeryüzünde küfrü,
şirki, bozgunculuğu, zulmü, karanlığı kaldırma gücüne sahip olan yine ancak
sizler olacaksın diyor Rab-bimiz.
4.“Biz nice kasabaları yok
etmişizdir; geceleyin veya gündüz uykularında iken baskınımıza
uğramışlardır.”
Evet biz nice kasabaları, nice
insanları yok etmişizdir. Onlar geceleyin mışıl, mışıl uyurlarken, ya da
gündüzün hiçbir şeyden haberleri olmadığı halde dinlenirlerken, eğlenirlerken,
ansızın baskınımız, yıkımımız onlara gelivermişti. Bazen gündüzün ayan beyan
gözlerinin önünde, bazen da gece uykudalarken Allah’ın azabı gelmiştir. Meselâ
Nûh kavmini Rabbimiz gece helâk ederken, Hûd kavmi ise güpegündüz yerin dibine
batırılmıştır. Şimdi de öyle değil mi? Aman evim, arabam, dükkanım, müşterim,
çekim, senedim derken geliveriyor değil mi ölüm.
Hiç beklemedikleri bir anda azabımız
onlara geldiği zaman onların sözleri şöyle oldu. Onlar şu sözün dışında bir şey
demeye muvaffak olamadılar.
5. “Baskınımıza uğradıklarında,
sözleri, “Gerçekten biz zâlimdik” demekten ibaret
kalmıştır.”
Vallahi biz zâlimlerdik. Biz
gerçekten zulmeden zâlimlerdik. O ana kadar Allah’a isyan içinde çok rahat bir
hayat yaşıyorlarken, yaşadıkları hayattan ve kendilerinden memnunlarken Allah’ın
azabı kendilerine geliverince günahlarını, zâlimliklerini itiraftan, kendi
hayatlarını yargılamaktan, Allah’ın azabını hak edip Onun helâkine lâyık
olduklarını haykırmaktan başka ellerinden bir şey gelmedi diyor
Rabbimiz.
Evet rahatları yerindeyken, hayatları
tıkırındayken, Allah’ı da, Allah’ın yasalarını da, Allah’ın kitabını da
diskalifiye eden, Allah’a kulluktan yüz çeviren bu zâlimler kendilerine azap
geldiği zaman, başları daraldığı zaman Allah’ı hatırlarlar ve kendilerini
kınamaya başlarlar. Eyvah bize! Vah bize! Yazıklar olsun bize! Meğer bizler
zâlimlermişiz! Meğer bizler Rabbimize ve kendimize karşı zulüm içindeymişiz!
Kendimizi Rabbimize kulluk ortamından çıkararak hem Rabbimize, hem de kendimize
zulmetmişiz. Yazıklar olsun bize, biz Rabbimizi diskalifiye edip kendimizi
tanrılaştırmışız. Rabbimizin yasalarını terk edip kendi hayat programlarımızı
kendimiz yapmaya kalkışmışız. Hayata kendimizi etkin zannetmişiz. Ne
yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı kendimiz belirlemeye kalkışmışız. Allah
karşısında bilgi iddiasında, güç iddiasında bulunmaya çalışmışız. Allah hukuku
dururken kendimize hukuk belirlemeye, Allah yasaları varken kendimize yasa
belirlemeye kalkışmışız diyerek zâlimliklerini itiraf edip feryat ediyorlar.
Meselâ şimdi şu anda Allah’ı da,
Allah’ın yasalarını da, Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini de
dışlayarak onlar yerine yeryüzü tanrılarının yasalarını uygulamaya
çalışırlarken, daha dünyada sistemleri tıkandığı zaman, uyguladıkları yasalar
kendilerini çıkmaza sürüklediği zaman bu tür insanların aynı feryatlarının
yükseldiğini görüyoruz. Birbirlerini suçladıklarını, ama Allah yasalarını da
bilmedikleri için yine bir pislikten başka bir pisliğe, bir çıkmazdan başka bir
çıkmaza yuvarlandıklarını görüyoruz.
Allah’ın Resûlü buyurur ki:
“Bir toplum kendilerini mazur
görmeyecek bir hale gelmedikçe helâk olmazlar”
İşte bakın burada da deniliyor ki
onlar kendilerini mazur gör-müyorlar, kendilerini suçluyorlar, biz gerçekten
zâlimler olarak Rab-bimizin bu azabını bu helâkini hak ettik diyorlar. Yazıklar
olsun bize, biz buna lâyıktık diye feryat ediyorlar. Muhakkak biz zâlimlerdendik
diyorlar.
Demez komaz olsunlar. Bunu
dünyada yaşarken diyeceklerdi, azap kendilerine gelmeden önce diyeceklerdi. Bunu
dünyada kabul edecekler ve hayatlarını buna göre bina edeceklerdi, geçmişler
olsun. Evet itiraf edecekler, hem de yeminle, ama heyhat ki bu itirafın
kendilerine hiçbir faydası olmayacak. Çünkü zaten onu kesinlikle inkâr
edemeyecekleri bir ortamda, helâk ortamında itiraf etmektedirler. O ortamda
zaten inkâra güçleri yoktur.
Evet Allah’a inanmayanlar, dünya
hayatında hayatın sahibi olan Allah’a karşı sorumlu olduklarını reddedenler, bir
gün yaşadıkları bu hayatın sonunda Allah’a kavuşup, Onun sorgulamasıyla karşı
karşıya geleceklerine inanmayanlar, dünya hayatına razı olanlar, dünyayı
tatminkâr bulanlar, dünyanın ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini
duymayanlar, varsa da yoksa da yaşadığımız şu hayat vardır, bunun ötesinde
dirilme de, başka bir hayat da yoktur tavrıyla burada kam almaya bakalım
diyenler, yaşadıkları hayatlarında âhiret inancının kokusu bile olmayanlar, işte
Allah’ın helâkine ve yıkımına maruz kalanlar bunlardır. İşte hüsrana mahkum
olanlar bunlardır. İşte ebedîyen kaybedecek ve eli boşa çıkacak olanlar
bunlardır. İşte hiç ummadıkları bir zamanda gece uykudayken ya da gündüz
işinde-aşındayken Allah’ın helâki kendilerine geldiği zaman ey vah meğer biz
zâlimlermişiz diye feryat edecek olanlar, kaybettiklerine karşı hasret çekenler
bunlardır.
Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar olsun
bize! Yuh olsun bize! Vah orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim
anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bizim hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah
yapmamamız gerekirken yaptıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken
yapmadıklarımıza! Eyvah zulümlerimize diyerek dövünecekler, kaybettikleri
fırsatlarından ötürü hasret çekecekler onlar.
Evet çaresiz böyle yaşayanları Allah
helâk edecektir. Ama iş onunla bitse neyse. İş bu dünyadaki helâkle son bulsa
neyse, ama bakın Rabbimiz öbür tarafta da bundan çok daha büyük bir sorgulamanın
olacağını haber veriyor:
6. “Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız,
peygamberlere de soracağız.”
Hani ben sana bunun hesabını
sorarım. Sana bunun hesabını soracağım denir ya. İşte Rabbimiz diyor ki her iki
tarafa da bunun hesabını soracağım. Kendilerine peygamber gönderilen toplumlara
da soracağım, o toplumlara gönderdiğim peygamberlere de. Her ikisinden de hesap
soracağım diyor Rabbimiz.
Rabbimizin elçilerine soracağı soru
Mâide sûresinde anlatıldığı gibi bir sorudur:
“Allah peygamberleri topladığı gün, “Size ne
cevap verildi?” der; onlar, “Bizim bir bildiğimiz yoktur, doğrusu görülmeyenleri
bilen ancak Sensin” derler”
(Mâide 109)
Evet işte peygamberlere sorulacak soru
budur. Diyecek ki onlara Rabbimiz: Ey peygamberlerim! Sizler gönderildiğiniz
toplum-larınız tarafından nasıl karşılandınız? Size ne cevap verildi? Nasıl bir
mukabele gördünüz?
Veya gönderildiğiniz toplumlarınıza
karşı vazifelerinizi yaptınız mı? Benim âyetlerimi onlara anlattınız mı? Benim
mesajımı onlara duyurdunuz mu? Benim insanlardan istediğim kulluk konusunda
onlara örneklikte bulundunuz mu? Onlara gösterdiniz mi?
Aslında Rabbimiz peygamberlerinin
tümünün mâsum olduğunu, vazifelerini bi hakkın ifa ettiklerini, onların
yeryüzünde tüm yalanlamalar, tüm eziyetlere ve sıkıntılara rağmen yılmadan,
bıkmadan, usanmadan görevlerini yerine getirdiklerini bilmektedir. Bunu
bilmediğinden, ya da onlardan şüphe ettiğinden değildir bu soru. Çünkü Allah
kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu bilmektedir. Suçluları da, suçsuzları da
bilmektedir Rabbimiz. Bunu Kur’an’ın değişik yerlerinde
görüyoruz:
“ O gün ne insana ve ne cine suçu
sorulur.”
(Rahmân 39)
“ Suçluların suçları kendilerinden
sorulmaz.”
(Kasas 78)
Evet suçlular ve suçsuzlar yüzlerinden
belliyken, acaba bunlar suçlu mu? Suçsuz mu? Diye suçlular hakkında sormaya
gerek ol-madığı gibi, suçsuz oldukları kesin olan peygamberler hakkında
Rab-bimizin onlardan da soracağım buyurmasının mânâsını şöyle anlamaya
çalışıyoruz: Peygamberlere karşı gelmiş, onları yalanlamış, on-lara zulmetmiş
zâlimlerin bizzat peygamberler huzurunda, onların gözleri önünde açığa
çıkarılacak ve rezil edilecekleri vurgulanarak böylece bir tehdit unsuru
oluşturulsun istenmiştir.
Evet peygamberlerin sorusu böyle. Bir
de o peygamberlerin kendilerine gönderildiği toplumlarına soracak Rabbimiz.
Onlara sorulacak soruları da yine Kur’an’ın pek çok yerinde
görüyoruz.
“O gün Allah onlara seslenir:
"Peygamberlere ne cevap verdiniz?” der.”
(Kasas 65)
Evet o gün şöyle nida olunacak onlara
ve denilecek ki Peygamberlere nasıl icâbette bulundunuz? Neler dediniz onlara?
Ne cevap verdiniz? Peygamberlere ne cevap verdiniz? Onları nasıl karşıladınız?
Nasıl muamele yaptınız onlara?
Bilemiyorum da, ya Rabbi onlar bize bir
şey demedi ki biz onlara ne diyelim? diyeceğiz her halde. Yâni ya Rabbi peygamberin bize namaz kılın dedi
biz de kıldık, oruç tutun dedi tuttuk, zekât verin dedi verdik, çocuklarınızı
sünnet ettirirken yemek verin dedi biz de yaptık. Eh bunun dışında bize başka
bir şey demedi ki peygamberin biz ona cevap verelim. Yâni din diye ne anlattı
bize peygamber? İlmihal bilgileriydi her halde, onu da Tavaslı mı anlattı bazen?
Ya da Ömer Nasuhi mi anlattı? İşte namaz hocaları, mızraklı, kamalı, süngülü
namaz hocaları öyle dediler biz de icâbet ettik diyeceğiz her halde.
Peygamberle, peygamberin sünnetiyle, peygamberin hadisleriyle ilgilenmeyen,
peygamberden ve onun hayatından habersiz yaşayan bir adamın elbette diyebileceği
işte budur.
Halbuki Peygamber elli bin, atmış bin
söz söyleyen amel eden varlıktır. Yâni tespit edilen hadisleri 50, 60 bin kadar
olan bir örnektir. Evet atmış bin civarında söz söyleyen bir peygamber. Onlardan
ne kadar haberdarsak bizde o kadarı var demektir. Meselâ bir araba 6000 parçadan
oluşuyorsa, sizde kaç parça varsa, arabanızda o kadar parça var demektir. Her
halde bir direksiyon, bir de dört teker varsa elinizde ona benim arabam var
filan demiyorsanız, o zaman 60 000 de,kaç hadis varsa sizde o kadar hadis var
demektir ve sizin peygamberle ilginiz o kadar demektir. Kaç hadisiniz varsa
üzerinde kafa yorduğunuz, hayatınızı onunla düzenleyeceğiniz o kadar
müslü-manlığınız var demektir.
Allah korusun haberdar olduğunuz
zaten yok da, bir de üstelik onlara cevabınızı düşünün. Meselâ 60 000 odalı bir
saray gezecektiniz ve değerlendirmenize göre de size mükafat verecektiler. İki
oda, üç oda, beş oda gezdiniz ve orada oyalandınız, durdunuz artık. İşte kumar
oynama, zina etme, sağa bakma, sola gitme, dükkana git, tezgaha git, yat, uyu
tamam. Geri kalan odalarda çok güzel şeyler vardı belki, onlardan da haberdar
olacaktınız da öyle yorumlayacaktınız, cevap verecektiniz. İcâbet edecek, amel
haline getirecektiniz. Öyle değil mi? Eğer sadece namaz, oruç, hac, zekât,
kelime-i şeha-det insanı cennete götürecekse Kur’an’dan diğer bölümleri alalım,
çıkaralım din bozulmayacaktır o zaman. Dinde hâşâ fazlalık olur o zaman.
Veya işte birkaç hadis bırakalım
hayatımızda gerisini tümden yok farz edelim, eğer din bozulmuyorsa o zaman hâşâ
boşuna bu kadar söz söyleyendir peygamber. Hayır hayır kitabın da peygamberin de
bizim hayatımızdaki fonksiyonu bu kadar basite indirilemez. Unutmayalım ki bu
kitabı tanıdığımız kadarıyla, peygamberin sünnetini tanıdığımız kadarıyla
müslümanız ve Rabbimizin sorularına cevap vereceğiz. Diğer kitapları tanımasak
da olur, diğer liderleri ve efendileri ve onların uygulamalarını tanımasak da
olur, ama bu kitabı ve peygamberin sünnetini tanımak
zorundayız.
Yeryüzündeki tüm kitaplar, kitapçıklar,
ister daha önce Allah-tan gelmiş, ama sonradan insanların tahrif ettikleri
kitaplar olsun, is- terse insanların
kendi elleriyle Allah’ın indirdiği kitaplardan esinlenerek yazdıkları,
oluşturdukları kitaplar olsun fark etmez, beşerin elinin değdiği, kâleminin
işlediği hiçbir kitap, bu kitabın yerine geçemeyecektir. Hiçbir kitap bu
kitaptan öne alınamayacak, önde tutulamayacak ve yeryüzünde hiçbir lider, hiçbir
önder de Hz. Muhammed (a.s) ın önüne geçemeyecektir.
Yarın mezara girilince de insanların
tümü bu kitaptan hesaba çekileceklerdir. Kitabın nedir? Sualiyle bu kitabı
tanıyıp tanımadığımızdan, bununla ilgilenip ilgilenmediğimizden, bunu diğer
beşer kitaplarının önüne geçirip geçirmediğimizden, buna en üstün payeyi verip
hayatımızı sadece buna sorup sormadığımızdan, yâni bununla amel edip
etmediğimizden hesaba çekileceğiz. Kesinlikle bilesiniz ki insanların yazdıkları
kitaplardan hesaba çekilmeyecektir insanlar. Soru bu kitaptan çıkacak, hesap bu
kitaptan verilecektir. Hayatınızın hesabını bu kitaba göre vermek zorunda
kalacaksınız.
Ve yine kesinlikle bilesiniz ki lider
olarak, imam olarak, önder olarak insanlık Hz. Muhammed (a.s)' dan hesaba
çekilecektir. Kime uymuştunuz? Kimi örnek almıştınız? Kimin peşindeydiniz?
Amellerinizi kimden almıştınız? Kimi gündemde tutmaya çalışıyordunuz? Kimi
tanıyıp onun gibi olma savaşı veriyordunuz? Kimin anma törenlerini düzenleme
savaşı veriyordunuz? Peygamber mi yoksa başkaları mı? Kimin sözlerini öğrenmeye,
Kimin sözlerini ısrarla öğretmeye çalışıyordunuz? Kimin sünneti, kimin modeli
kafalarınızda canlıydı? Peygamberinkiler mi? Yoksa başkalarınınkiler mi? Bundan
hesaba çekileceğiz yarın.
7. “Andolsun ki, yaptıklarını kendilerine bir bir anlatacağız
zira onlardan uzak değildik.”
Kitap onların yapa geldikleri tüm
amellerini ortaya dökecektir. Ya bu kitap, ya da insanların amel defterleri.
Çünkü Rabbimiz yanımızdaki melekleri vasıtasıyla bizim tüm amellerimizi tespit
edendir. Allah amellerimizin hiç birisinden gafil
değildir.
8,9. “Gerçek tartı kıyâmet
günündedir. Tartıları ağır gelenler, işte onlar kurtulanlardır. Tartıları hafif
gelenler, âyetlerimize yaptıkları haksızlıklardan ötürü kendilerini mahvetmiş
olanlardır.”
Evet hak mîzan, gerçek tartı
kıyâmet günündedir. Hak mîzan. Hak kelimesi kitabımızda çok geçer. Rabbimiz hak,
kitabı hak, peygamberi hak, cennet hak, cehennem hak, sırat hak, terazi hak,
Mîzan hak hepsi haktır. Ogün hak bir mîzan kurulacak ve tartıları ağır gelenler,
amelleri değerlendirmeye tâbi tutulanlar, iyilikleri kötülüklerine galip
gelenler onlar ebedîyen kurtuluşa erenlerdir. Ama tartıları hafif gelenler,
amelleri değerlendirilmeye lâyık görülmeyenler, kötülükleri iyiliklerine galip
gelenler, hakka istinat etmeyen amelleri hakka mutabık amellerinden fazla
olanlar âyetlerimize zulmettiklerinden ötürü, âyetlerimizi yok farz edip amel
işlediklerinden ötürü, âyetlerin fonksiyonunu değiştirdiklerinden ötürü hüsrana
mahkum olacaklardır.
O gün mîzan, hakla kurulacaktır.
Hak bir mîzan konulacak. Bu öyle bir terazidir ki, öyle bir mîzandır ki hiç
kimseyi en küçük bir haksızlığı maruz bırakmadan tüm yaptıklarını, tüm
amellerini, o amelleri işlerken taşıdığı niyetlerini tartıp değerlendirecektir.
Kişinin amelleri mi tartılacak? Yoksa amel defterleri mi tartılacak? Yoksa o
amelleri işleyen kişinin kendisi mi tartılacak? Bunun münakaşasına girmeye gerek
yoktur. Belki de bunların hepsi birden tartılacak ve değerlendirmeye tâbi
tutulacaktır.
Abdullah İbni mes’ud için Allah’ın
Resûlü buyurur ki: “Onun bacaklarının inceliğine mi şaşıyorsunuz? Allah’a
yemin ederim ki onlar kıyâmet günü Uhut dağından daha ağır gelecektir.” Yâni
kimilerinin amelleri değerlendirilmeye bile tâbi tutulmazken, kimilerinin
amelleri de işte bu kadar ağır olacaktır.
Mîzanın, terazinin hak oluşu, hak
olarak konuşu onda hakka istinad etmeyen, haktan başka şeylere dayanarak yapılan
hiçbir amelin ağırlığının olmayacağı, değerlendirmeye tâbi tutulmayacağı
anlamına gelmektedir. Çünkü Kur’an bizzat Mîzandır. Rabbimiz Şûra sûresinde
şöyle buyurur:
“Gerçekten Kitabı ve ölçüyü
indiren Allah'tır. Ne bilirsin, belki de kıyâmet saati
yakındır.”
(Şûra 17)
Evet Allah kitabını hak olarak, hukuk
olarak indiren ve Mîzanı da hak olarak indirendir. Bu kitapla birlikte ince bir
adâlet terazisi de indirmiştir Allah ki o her şeyi ölçer, her konuda ölçüyü vaz’
eder, her amelin ölçüsünü bu kitap verir. Tüm hakları o belirler, tüm amel ve
hareketleri o mizana vurur, her şeyi o dengeye getirir.
Evet kitap kıstastır, tüm amel ve
kavillerde kitap mîzandır, ya da bu kitap her amel için tasdik makamıdır.
Kendisine arz edilen şeylerin doğruluğunu, bâtıllığını tasdik etme makamındadır
Kur’an. Bu iyi ameldir bu kötü ameldir diye, bu sâlihtir bu gayri sâlihtir diye,
bu Allah’ın rızasına uygun ameldir diye, Allah’ın razı olduğu eylemdir diye, bu
Allah’ın istediği hayat tarzıdır, bu Allah’ın istediği sistemdir diye, Allah’ın
emrettiği eğitim sitemi budur diye, Allah’ın razı olduğu kıyafet budur diye,
Allah’ın istediği kazanma harcama budur diye önüne tasdik için sunulan şeyi
tasdik etmek veya reddetmek makamındadır Kur’an.
Kur’an hayatın mîzanıdır. Kur’an’ın
böyle bir dinamizmi var yâni. Tüm amellerin ölçüsüdür Kur’an. Yâni arz edersiniz
kitaba şöyle bir düğün modeli, şöyle bir kazanç modeli, şöyle bir terbiye
modeli, böyle bir çocuk eğitimi modeli, böyle bir namaz modeli, şöyle bir zikir
modeli veya şöyle bir tapınma modeli veya böyle bir ulviyet kutsiyet modeli,
böyle bir takva modeli... Bunu Kur’an’a arz edersiniz, Ey Kur’an! Ey yüce
Kur’an! Biz düşündük taşındık bunu münâsip gördük! Biz bunu Tevrat’tan aldık!
Biz bunu İncil’den bulduk! Allah demişti bunu, Mûsâ demişti, Îsâ demişti bunu!
Filanların, falanların hatırı içindi! Bakar ona, eğer tasdik ederse, tamamdır,
doğrudur, münâsiptir derse tamam o doğrudur. Yok tasdik etmezse işi bitmiştir
onun. Kitabın doğru demediği, kitabın okeylemediği hiçbir amel, hiçbir düşünce,
hiçbir eylem Allah katında makbul değildir. İşte buradaki mîzandan kasıt,
kitabın kıstas oluşu, terazi oluşu özelliğidir denmiş.
Veya bu mîzan ile kastedilen şeyin bu
kitabın sosyal hayatta uygulanan ve terazi gibi her şeyi yerli yerine oturtan,
her şeyi en güzel ve en doğru biçimde tartarak hak ve bâtılın, doğru ve
yanlışın, zulüm ve adâletin farkını ortaya koyan her şeyi ortaya çıkaran
Şeriattır denmiş. Yâni bu kitabın pratiği anlamına gelen Şeriat hayata bir hâkim
oldu mu her şey dengeye gelecek, her inanç her düşünce, her anlayış, her amel
tartılarak sonucunun ve değerinin ne olduğu açıkça ortaya
dökülecektir.
Evet demek ki dünyada mîzan olan kıstas
olan, hakkı bâtılı ortaya koyan bu kitaba istinad ederek yapılan ameller
değerlendirilmeye tâbi tutulacak, buna dayanmayanlar ise hiçbir değer ifade
etmeyecek, değerlendirilmeye bile tâbi tutulmayacaktır anlıyoruz. Hattâ bakın
yine Kur’an-ı Kerîmde kâfirler için mîzan konulmayacağı, tartı tutulmayacağı,
onların amellerinin değerlendirilmeye bile alınmayacağı anlatılmaktadır Kehf
sûresinde:
“Bunlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na
kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir. Kıyâmet günü Biz
onlara değer vermeyeceğiz.”
İşte bunlar Rablerinin âyetlerini
ve ona kavuşmayı inkâr eden kimselerdir. Allah’ın kendilerine yol göstermek
üzere gönderdiği kitabının âyetlerini inkâr etmişler. Allah’ın âyetlerini
örtmüşler, âyetleri gündemlerinden düşürmüşler, âyetlerden habersiz bir hayat
yaşamışlar. Ve de ona kavuşacakları günü hesaplarına katmadan yaşamış-lar.
Yaşadıkları bu hayatın sonunda kendilerinden hesap sorulma-yacak zannederek
yaşamışlar. Onun için tüm amelleri boşa gitmiştir.
Rabbimiz buyurur ki biz onlar
için kıyâmet günü her hangi bir tartı da tutmayacağız. Onların amelleri asla
değerlendirmeye tâbi tutulmayacaklardır. Amellerinin hiç bir değeri
olmayacaktır. Ne yaparlarsa yapsınlar, isterse büyük büyük ameller işlesinler,
fabrikalar, yollar, köprüler kursunlar, açları doyurup çıplakları giydirsinler
değil mi ki tüm bu amellerinin yaptırıcısı Allah değil hepsi boştur bunların.
Onların dünya hayatında tüm sa’yleri, tüm mesaileri, tüm yaptıkları ve
kazandıkları boşa gitmiştir.
Ya da onlar tüm çabalarını, tüm
plan ve programlarını dünya adına harcamış kimselerdir. Yâni bunlar dünyayı
kıble edinmiş, tüm plan ve programlarını dünyayı kazanmak adına yapmışlar,
dünyalık elde etmek üzere, dünyada zengin ve başarılı olmak üzere yapmış
insanlardır. Tüm yatırımlarını dünyada kalıcı ve âhirete intikal etmeyici
şeylere yapmışlar. Dünyada zengin olmak ve dünyada başarmak onların tek
amacıydı. Âhiret adına bir endişeleri yoktu onların. Bu yüzden hayatlarında
Allah’ı diskalifiye etmişler, peygamberi unutmuşlar, kitabı yok farz etmişler,
hesabı yok farz etmişler... Hesabı yok farz edince de kendilerini her türlü
sorumluluktan azade saymışlar ve tıpkı hayvanlar gibi, ipini koparmış danalar
gibi sorumsuzca bir hayat yaşamışlar. Bunu yaparken de çok iyi bir şey
yaptıklarını zannetmişler. Böylece hayatlarını mahvetmişler. Tüm yaptıkları boşa
gitmiş, kendilerini de kendilerine verilen imkânlarını da boşa harcamışlar.
Çünkü yaptıkları ve kazandıklarının tamamı dünyada kalmıştır. Zaten bu tür
insanlar sermayelerini bile kaybetmiş insanlardır. Sermayeyi kaybeden birinin
kar etmesi de düşünülemez.
Peki bizi yarın hesaba çekecek olan
Rabbimiz acaba bize bu dünyada imkân vermedi mi? Bize hiç bir fırsat vermeden mi
bizi imtihana çekecek? Bizi dünyaya getirmeden mi bizim adımıza karar verecek?
Hayır hayır:
10. “Sizi yeryüzünde yerleştirdik
ve orada size geçimlikler yarattık. Öyleyken pek az
şükrediyorsunuz”
Yeryüzünü sizin için bir karar
yeri kıldık. İstikrar makamı yaptık. Yeryüzünü sizin için vatan yaptık. Orada
sizin için, yaşamınız için, imtihanınız için geçimlikler yarattık. Sizin için
orada her şeyi hazırladık. Her şeyiniz Allah’tan olduğu halde siz ne kadar da az
şükrediyorsunuz?
Sizin Rabbiniz, sizin kendisine kul
olmanız, sizin hayat programlarınızı kendisinden almanız gereken Rabbiniz o
Allah ki, o öyle lütuf sahibi bir Allah ki sizi yaratmış ve şu yeri sizin için
bir döşek bir karar yeri yapmış. Size bir yatak yapıp sizin rahatınıza sunmuştur
onu. Sizin imtihanınız için bir imtihan salonu kılmıştır onu. Orada yatıp
kalkıyor, orada uyuyup uyanıyor, orada dayanıp oturuyorsunuz. Altınızdan
çekiliverseydi bu döşek nerede karar kılardınız? Öyle olmasaydı nerede yatıp
nerede otururdunuz? Size böyle bir vatan kılmasaydı ne yapar, nasıl
yaşardınız?
Demek ki bizi yaratan ama yarattığı
gibi öyle başı boş bırakmayan, kendi halimize terk etmeyen ve hayatımızın devamı
için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir Rab'le karşı karşıyayız. Hayat
ama en az onun kadar önemli olan bu hayatın devamı. Dünyayı bizim için yaşam
yeri olarak hazırlayıvermiş Rabbimiz.
Şimdi burada bir soru sorayım
size: Eğer bu dünya insanların elinde olsaydı, insanların mülkünde olsaydı bu
kadar cömertçe onu insanlara sunabilir miydi? Şu gökyüzü, şu semamızın simasını
süsleyen yıldızlar, şu gecemizin zülüflerini aydınlatan hilal, şu bize her
saniye ısı ve ışık gönderen güneş, şu her an teneffüs ettiğimiz hava, şu
kıymetini bilmeden tükettiğimiz sular bir insanın ya da insanların elinde
olsaydı onu ondan bu kadar rahat alabilir miydiniz? İşte sizin böyle cömert bir
Rabbiniz var.
Öyleyse kimin ekmeğini yiyip,
kimin kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin nimetlerinden istifade edip de
kimlere kulluk ettiğinizi bir düşünün. Kimin evinde oturduğunuzu, kimin
döşeğinde yattığınızı, kimin eşyalarını kullandığınızı bir düşünün! Düşünün de
kime kul ol-manız gerektiğini iyi anlayın!
Bütün bunları yaratan, bütün bu
nimetlerle sizi perverde eden Allah’tan başka bir ilah olmayacağını bilip
dururken sizler ne kadar da az şükrediyorsunuz Rabbinize. Ne kadar da az
teşekkür ediyorsunuz Ona?
İşte bu bizim yaratılışımız, yoktan var
edilişimiz, sonra üzerinde yaşadığımız dünyamızın yaratılışı, sonra yaşadığımız
bu dünyada Rabbimiz tarafından tüm yaşam şartlarımızın hazırlanması, sürekli
gözümüzün önünde bulundurmamız gereken ve karşılığında bunu bize lütfeden
Rabbimize karşı şükretmemiz gereken bir âyettir.
Şükür, teşekkür verileni verenin
yolunda kullanmaktır. Şükür hayatı o hayatın sahibinin yolunda kullanmaktır.
Şükür dünyayı, hayatı, canı, malı, zamanı, imkânları, fırsatları onu verenin
yolunda harcamaktır. Şükür nimet cinsinden olur. Allah bize hangi nimeti
vermişse o nimet cinsinden infakta bulunarak şükredilir. Hayatı onu bize veren
Allah’ın istediği biçimde yaşamak, geceyi ve gündüzü onu bize lütfeden Allah
yolunda kullanmak, aklı onu verenin razı olduğu yerde kullanmak, zamanı onu
verenin razı olduğu yerde kullanmak Allah’ın rızasını tahsilde harcamak
şükürdür. Hayatı o hayatın sahibine sormadan yaşamak, zamanı kendi bildiğimiz
biçimde doldurmak, malı o malın sahibinin razı olmadığı yerlerden kazanıp onun
razı olmayacağı yerlerde harcamak, elimizi, ayağımızı, gözümüzü kulağımızı
onları bize verenin yolunda kullanmamak, varlığımızı onu bize vermeyenler
yolunda harcamak, geceyi ve gündüzü onu bize verenin razı olmadığı şeyler
yolunda itlaf etmek nankörlüktür Allah korusun. İşte Rabbimiz buyurur ki
insanların pek çoğu bunun farkında değillerdir, pek çoğu şükretmemektedir.
Evet diyor ki Rabbimiz: Ey kullarım
sizi ben yarattım. Hayatınızı bana borçlusunuz. Sadece bana şükretmeniz bana
teşekkür etmeniz gerekirken, hayatınızı benim istediğim biçimde yaşamanız, bana
teslim olup bana kulluk etmeniz gerekirken, tam aksini yaparak bana nidler,
eşler, ortaklar aramaya, bulmaya kalkmayın! Rızasını kazanacağınız, kendilerine
kulluk edeceğiniz, hayat programlarınızı kendilerine soracağınız, sistemlerini
sistem kabul edeceğiniz benden başka
Rabler, benim dununda efendiler bulmaya kalkmayın!
Veya beni sadece hayatın bazı
bölümlerine karışan, ama öbür bölümlerde yetkisiz kabul etmeyin! Namazınıza
karışan ama kılık kıyafetinize karışmayan, Orucunuza karışan ama hukukunuza
karışmayan, mescidinize karışan ama kazanmanıza harcamanıza, çocuklarınızın
eğitimine, sofranıza, ev tefrişlerinize, düğününüze derneğinize, okumanıza
yazmanıza, meslek seçiminize karışmayan bir Allah kabul etmeyin. Hayatınızın
bazı bölümlerine karışan, o bölümlerde söz sahibi olan varlıklar, efendiler,
amirler bulmayın! diyor Rabbimiz.
Ama ne gariptir ki insanlardan kimileri
Allah’ın bu tür âyetlerinin üzerini örttükleri için, işaret levhalarını kamufle
ettikleri için, Allah’ın âyetlerinden habersiz yaşadıkları için haktan,
hakikatten, hidâyetten, dosdoğru yoldan yüz çeviriyorlar. Allah’tan yüz çevirip
başkalarına yöneliyorlar. Allah’a kulluk yapmaları gerekirken, Allah’ın razı
etmeleri gerekirken, Allah’a teşekkür etmeleri gerekirken başkalarına teşekkür
etmeye, başkalarına kulluk etmeye, başkalarını razı etmeye çalışıyorlar. Hayat
programlarını hayatın sahibi olan Allah’tan almaları gerekirken başkalarının
hayat programlarını alıp uygulamaya yöneliyorlar.
Evet unutmayalım ki Rabbimiz bizi de
üzerinde yaşadığımız bu dünyayı da bizim imtihanımız için yaratmıştır. Şu anda
sahip olduğumuz imkânların tümünü bunun için vermiştir bize. Kendilerine
yeryüzünde imkân verilenler, mal mülk verilenler, ekonomik güç verilenler,
sosyal güç verilenler, amirlik müdürlük verilenler çok dikkat et-sinler. Allah
bu verdikleriyle onları denemek için imtihan etmek için onlara bunları
vermiştir.
Zira mülkün sahibi Allah’tır.
Kendilerine mülk verilenler ise o mülk üzerinde halîfelik makamına getirilmiş
insanlardır. Onlar acaba kendilerini vekil bilip o mülkün gerçek sahibinin
arzularını mı yerine getirecekler? Kendilerine verilen o mülkü mülk sahibinin
istediği bi-çimde mi kullanacaklar? Yoksa mülkün gerçek sahibini unutup
ken-dilerini mülkün sahibi zannedip, kendilerinin vekil olduklarını unutup
kendilerini asil zannedip, kendilerini ulûhiyet haklarına, egemenlik haklarına
sahip zannedip o mülkte gerçek mülk sahibinin tasarrufu gibi mutlak bir
tasarrufta mı bulunacaklar? İşte Allah insanları ve toplumları bu konuda
denemektedir, imtihan etmektedir. Birinin helâkinden sonra öteki nesilleri
getirerek Allah onları imtihan etmektedir.
Bundan sonra Rabbimiz geçmişimizin
geçmişinden söz etmeye başlayacak. Bizim ilkimizden söz etmeye başlayacak.
İlkimiz atamız olan Hz. Âdem’in yeryüzünde yaratılışı ve onun başından geçenleri
anlatmaya başlayacak. İnsan cinsinin asla bilemeyeceği, vahyin dışında başka hiç
bir kaynaktan öğrenme imkânımızın olmadığı bir haberle bizi karşı karşıya
getirecek Rabbimiz. İnsanı ve insanlık tarihinin tümünü özetleyen bir haber bir
bilgi. İnsan denen varlığın kıyâmete kadar yeryüzünde nasıl yaşayacağını, kimin
safında yer alacağını, hangi ekolü benimseyeceğini anlatan bir tebliğ. Başka bir
deyişle yeryüzünde kulluğu ve isyanı anlatan bir mesaj. Yaratılışla birlikte kim
kulluk etmiş, kim isyan etmiş? Veya Allah’a kulluk nedir? Allah’a Allah’ın
istediği biçimde kulluk nasıl yapılır? İsyan nasıl olur? İsyan neden olur? Âdem
ve iblis örneğiyle bu konunun anlatıldığı bir pasaj.
Evet Âdem ve İblis anlatılacak. Âdem’i
tavır ve İblisi tavır anlatılacak. Yaratılış, sonra imtihan, sonra cennet ve
daha sonra da yeryüzüne iniş anlatılacak. Bu inişten sonra da kıyâmete kadar
yeryüzünde insanoğlunun durumu ve imtihanı anlatılacak. Bakın Rabbimiz şöylece
söze başlıyor:
11. “Andolsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra
meleklere, “Âdem'e secde edin” dedik; İblisten başka hepsi secde etti, o secde
edenlerden olmadı.”
Evet Rabbimiz bundan önceki
âyetinde insanlık için yeryüzünü hazırladığını anlatmıştı. Yeryüzünü insanın
yaşayabileceği bir ortam haline getirdiğini haber vermişti. Burada da Rabbimiz
artık yeryüzünde insanlık tarihinin başladığını, peygamberler tarihinin
başladığını ve daha farklı bir deyişle artık yeryüzünde İslâm tarihinin
başladığını haber veriyor. Rabbimiz kendisinin bildiği bizim bilmediğimiz bir
tarihle bizi yüz yüze getiriyor. Bunlar gaybî haberlerdir, bunları bizler ancak
Rabbimizin haber verdiği kadarıyla öğrenebiliriz. Ve bu konularda kesin bilgi
Rabbimizin haber verdiği bilgidir. Onun dışında kim ne derse desin hepsi zandan
ibarettir.
Bakın Rabbimiz diyor ki biz sizi
yarattık. Sonra da size şekil verdik. Bir çamurdanken size şekil verdik
sûretlendirdik. Elsiz ayaksız, gözsüz kulaksızdınız, size el ayak, göz kulak
verdik. İç ve dış organlarınızı en güzel bir şekilde düzenleyip sizi ahseni
takvim üzere kıldık. Önce bir kan pıhtısı yaptık, sonra mudğa, sonra ızam. Bu
sonralar bu mânâya gelebileceği gibi sizi küçücük bir çocuk yaptı, sonra genç,
sonra da olgunlaştırdı anlamına da gelecektir. Veya bu sonralık Hz. Âdem’in
yarılışından sonra olduğu gibi ana rahmindeki merhaleleri de anlatır da denmiş.
Kur’an’ın farklı yerlerinde bize
anlatıldığına göre Rabbimiz Âdem’i ve onun neslini topraktan yaratmıştır. Hz.
Âdem de dahil tüm peygamberler, tüm insanlık topraktan yaratılmıştır. Bunu
özellikle de-meye çalışıyoruz çünkü kimileri peygamber efendimizin nûrdan
yaratıldığını ısrarla iddia ederek sanki onu insanlıktan, beşerlikten çıkarmaya
ve hıristiyanların peygamberleri Îsâ’ya yaptıklarını yapmaya çalışıyorlar.
Halbuki Rasulullah efendimiz kendisinin bir beşer olduğunu ve beşer olması
münâsebetiyle de topraktan yaratıldığını ısrarla vurgulamaktadır. Aynen bizim
gibi, insan cinsi gibi topraktan yaratılmış olan Allah’ın Resûlü bizim için de
en güzel bir örneklik ve Allah’a kulluk sergilemiştir. Bir beşer olarak
peygamberimiz Allah’a kulluğu zirve noktasında yaşayarak örnekleyerek bize
göstermiştir.
Galiba vahdet felsefesinin
kurucuları tarafından onun da bir Allah olduğunu savunmak için mi? Yoksa onun
bir beşer olmadığını ortaya koyarak bize örnek olamayacağını iddia etmek için mi
hep bir nûrdan yaratılışı iddia edilip durmaktadır. Halbuki Kur’an’ın beyanına
göre insan cinsi topraktan, melekler nûrdan, cinler ve şeytan da ateşten ve dumandan yaratılmışlardır.
Hûrilerin de zaferandan yaratıldıkları bir hadiste ifade
edilmektedir.
Evet bu yaratılıştan sonra meleklere
dedik ki Âdem’e secde edin. Bütün melekler Âdem’e secde ettiler İblis müstesna.
Hadise Bakara’da ve diğer sûrelerde teferruatıyla anlatılır. Bu secde olayı
insanların ilkinin, ilkimizin başından geçen ve kıyâmete kadar onun neslinin de
gün be gün yaşayacakları bir olay, bir hayat, bir tecrübe. İnsanların tümü ya
Âdem’in yoluna, meleklerin yoluna girip onların tavrını sergileyecekler ya da
Şeytanın yoluna girip onun rolünü oynayacaklardı.
Rabbimiz yeryüzünde bir halîfe yaratmış
ve tüm meleklerine ona secde ile emretmiş. İstisnasız tüm melekler ona secde
ederlerken İblis bu işin dışında kalmış. Bu secdenin mahiyetini bilmiyoruz.
Allah’ın yeryüzünde halîfe olarak yarattığı Hz. Âdem’in önünde ona karşı yapılan
bir hürmet ve istirham secdesi miydi? yoksa şu şimdi bizim namazlarda yaptığımız
secdeye benzer bir secdemiydi? yoksa bu emri veren Allah’ın emrine bir boyun
bükmüş müydü bunu bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa Rableri onlara emretmiş
onlar da hemen Rablerinin bu emrine imtisal etmişlerdir.
Komutan askere emrediyor, şu taşı
selâmlayacaksın diye. Asker de komutanın emrini yerine getirmek için döner o
taşı selâmlar. Ama askerin bu eylemi ne o taşın üstünlüğünü, ne de o askerin
alçaklığını göstermez, komutanın emrine imtisalı gösterir.
Meselâ şu anda biz toprağa ve
Kâbe’ye doğru secde ediyoruz. Ama bizim secdemiz ne toprağa ne de Kâbe’yedir.
Bizim secdemiz bize bu emri veren Rabb’imizedir, Rabbimizin emrine
imtisaldır.
Rablerinden kendilerine intikal eden bu
emir karşısında melekler hemen secde ettiler ama iblis secde etmedi. İblis secde
edenlerden olmadı. Neden oldu bu? Niçin secde etmedi şeytan? Nedenini ve
niçinini bilmiyoruz. İblis secde etmedi.
Peki İblis kim? İblisin cinler
taifesinden olduğunu, kendisine özgü bir şahsiyetinin bulunduğunu, cinlerin
tıpkı insanlar gibi doğması ölmesi ve üremelerinin olduğunu, Allah’a iman edip
ona kulluk edenlerinin varlığının yanında Allah’a inanmayıp isyan edenlerinin de
varlığını biliyoruz. Ama cinlere ait olarak bildiğimiz bütün bu özelliklerin
yanında İblisin ayrı bir durumu var. O da biraz sonra gelecek kesin Allah’a
isyan eden bir varlık olarak onun kıyâmete kadar varlığını sürdürecek olmasıdır.
Kehf sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
"O cinlerdendi ve Rabbinin emrinin
dışına çıktı."
(Kehf: 50)
Bu âyet onun bir cin olduğunu anlatır.
İblis, nass ile sabittir ki cinlerdendir. Çünkü bakın secde etmemeyi
becerebilmiştir İblis. Eğer bir melek olsaydı bunu becermesi mümkün değildi.
Çünkü melek kesinlikle Allah’a isyan edemez.
Sonra yine Kur’an-ı Kerîmde
İblisin soyundan söz edilir. İnsanların ilk atası nasıl Hz. Âdem (a.s) ise
cinlerin aslı ve ilk atası da İblistir. Bu da onun bir melek olmadığını
gösterir. Zira meleğin zürriyeti yoktur. Onlarda erkeklik dişilik söz konusu
değildir.
İblis meleklerden olmadığı halde
bu secde emrinin ona da tahsisi konusunda şöyle denmiş: İblis, melek olmadığı
halde kendisini meleklere benzetmiş, onlar gibi Allah’a kulluk yapmaya çalışan
bir cin idi de Allah’ın bu emrine onun için muhatap olmuştur
demişler.
Evet tüm melekler secde ettikleri halde
İblis secde edenlerden olmadı. İblis onun şeytanlıktan önceki adıdır. Gerçi
"İblis" karıştırmaktan gelir. Karıştıran demektir. Şeytan ise İblis’in yaptığı
işi yapmaktır. Yâni secde etmeme işine, secdeden kaçınma eylemine de şeytanlık
denir.
Öyleyse kimdir şeytan? Şeytan secde
etmeyendir. Şeytan secde etmeyenlerdir. Şeytan kıyâmete kadar secdesizlerin,
secde etmeyenlerin lideri, temsilcisi ve sembolüdür. Öyleyse İkinci bir
anlamıyla bu secde de şeytanın yapmadığı, Meleğin yaptığı şeydir. Yâni secde
Allah’tan intikal eden her bir emir karşısında boyun eğmektir, Allah’ın her bir
emrine boyun bükmek, bel kırmaktır. Allah’ın her emrine kabul demektir. Tamam ya
Rabbi! Kabul ya Rabbi! Duydum ya Rabbi! Anladım ya Rabbi deyip ondan intikal
eden her bir emri uygulamaya koymak demektir.
Namaz secdesi değildir tabii bu.
Allah’tan intikal eden her bir emir karşısında yapılacak secde. Tamam Ya Rabbi!
Anladım ya Rab-bi! İnandım ya Rabbi! Kabul ya Rabbi! diyerek kişinin Allah’ın
emirlerine boyun bükmesinin teslim olmasının, iman etmesinin ve uygulamaya
koymasının adına secde denir.
Meselâ hangi emri aldık Allah’tan?
İlmin farziyeti emri mi? Ki-tabını ve elçisinin sünnetini tanıma emrini mi?
Çocuklarımızın müs-lümanca eğitimi emrini mi? Âyetlerinin ve arzularının
hayatımıza hâkim kılınması emrini mi? Onun istediği biçimde giyinme emrini mi?
Hayatımızın kazanma ve harcama biriminde sadece Onu dinleme emrini mi? Hangi
emriyle muhatap olursak olalım tamam ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! İnandım ya
Rabbi! Amenna ya Rabbi! Hemen uygulamaya koyuyorum ya Rabbi! Hemen hayatımı
onunla düzenliyorum ya Rabbi! Bu imanımı hemen amel olarak hayatımda
görün-tülüyorum ya Rabbi! diyerek hemen Ondan bize intikal eden her bir emri
uygulamaya koyuyorsak, hemen duyar duymaz meselâ ilim öğ-renmeye başlıyorsak,
duyar duymaz hemen kılmaya, tutmaya, örtün-meye başlıyorsak; bilelim ki biz
tıpkı melekler gibi Allah’a secdeyi gerçekleştiriyoruz demektir.
Ama Allah’tan bize intikal eden
her bir emir karşısında ukalalık eder, duymazdan gelir, yok farz eder, Allah’ın
böyle bir emri yok farz eder, savsaklar ve hemen uygulamaya koymazsak o zaman da
biz şeytanın safında yer alıyoruz, secdesizlik yapıyoruz secdeyi terk ediyoruz
demektir. Namaz emri böyledir, tesettür emri böyledir, zekât emri böyledir, ilim
emri ve tüm emirler böyledir.
Rabbimizden bize intikal eden her bir
emir karşısında tamam ya Rabbi diyerek uygulamaya koşarsak o emre secde edersek
bilelim ki biz secdelilerin safında meleklerin safında yer alıyoruz, ama emri
duymazdan gelir, hemen uygulamaya koymaz ve savsaklamadan yana olursak bilelim
ki o zaman da bir secdesizlerin safında İblisin safında yer alıyoruz
demektir.
Kur’an’ın başka yerlerinde de bu mânâyı
görüyoruz. Allah’tan kendilerine intikal eden emirleri yerine getiren kulları
için Rabbimiz, secde kelimesini kullanmaktadır:
"Mü'minler de
"sücceden ve kıyama" Gecelerler."
(Furkân: 64)
Meselâ namazı tamam kabul ettim ya Rabbi!
derler, orucu kabul ya Rabbi! Tamam ya Rabbi! derler, ama bunu sadece sözde
bırakmazlar, hemen uygulamaya koyarlar, secde ederler.
Evet şeytan secde etmeyendir ve tüm
secdesizler, tüm secde etmeyenler şeytandır. Yine biz biliyoruz ki şeytan sadece
cinlerden değildir. İnsanların da şeytanları, insanların da secdesizleri vardır.
"İşte Biz böylece her Nebiye İnsan ve
cin şeytan-larını musallat kıldık"
(En’âm 112)
Öyleyse insanlardan her kim ki Allah’tan
kendisine intikal eden her bir emir karşısında boyun bükmez, tamam ya Rabbi,
anladım ya Rabbi, hemen uygulamaya koyuyorum, söz ya Rabbi, bak bunun ameline
başladım ya Rabbi! demiyorsa, emri savsaklıyorsa, geciktiriyorsa, tehir
ediyorsa, duymazdan geliyorsa o kişi şeytanlık yapıyor demektir. Hangi konu
olursa olsun. Giyim-kuşam konusu, yeme-içme konusu, sosyal konular, ekonomik
kaygılar, ya da siyasal yapılanma konusu, hangi konu olursa olsun. Kim ki
Allah’ın isteğinin ötesinde hareket ediyor yâni Allah’a boyun eğmiyor, secde
etmiyorsa işte bu adam şeytanlık yapıyor demektir.
İşte iblis budur ve işte secde budur.
İblis Allah’tan gelen bu emri uygulamaya koymadı, secde etmedi. Allah’a karşı
geldi. Allah’ı dinlemedi. Allah’a isyan etti. Peki emrine karşı gelen bu varlığa
Allah’ın ne yapması gerekirdi? Nasıl bir muamelede bulunması gerekirdi? Bize
göre sözünü dinlemeyen ve kendisine isyan eden bu varlığı hemen yok etmesi,
hemen helâk etmesi, kahretmesi gerekiyordu değil mi? Ama Rabbimiz öyle yapmıyor.
Rabbimizin şu rahmetine merhametine bir bakın. Buyurdu ki:
12. “Allah, "Sana emrettiğim
halde, seni secdeden alıkoyan nedir?" dedi, "Beni ateşten onu çamurdan yarattın,
ben ondan üstünüm", cevabını verdi.”
Ey İblis! sana secdeyle
emrettiğim halde seni secdeden, seni bu benim emrime inkıyattan alıkoyan nedir?
Sana ne mâni oldu ki secde etmedin? Ne mâzeretin vardı ki benim emrime karşı
geldin? Söyle bakalım neyin vardı senin? Duymadın mı sözümü? Yoksa bir dalgınlık
sonucu, bir gaflet sonucu anlayamadın mı benim emrimi? Niye secde etmedin? Neden
benim emrimin dışında hareket ettin?
Evet bakın Rabbimiz İblisin bir
mâzeretinin olup olmadığını soruyordu. Peki bilmiyor muydu Rabbimiz onun bir
mâzeretinin olup olmadığını? Elbette biliyordu ama işte rahmet bu. Rabbimizin
rahmeti bu. Rabbimizin rahmeti böyle tecelli ediyordu. Merhameti bol olan
Rabbimiz ona imkân tanıyordu, fırsat tanıyordu, onu özür dileme yolunu
açıyordu.
Bizim için de böyledir Rabbimizin
rahmeti. İşlediğimiz bir isyan karşısında hemen bizim defterimizi dürüvermiyor
Rabbimiz. Eğer öyle yapsaydı şu anda yeryüzünde bir tek insan kalmazdı. Bize
imkân tanıyor, bize tevbe fırsatları veriyor, bize hatalarımızdan dönüş yolları
açıyor.
Meselâ bakın zina konusunda da bu
böyledir. Allah’ın Resulü:
“Şüpheli şeylerde haddi
uygulamayın”
Buyurur. Yâni şüphelerle hadleri
kaldırın buyurur. Şüpheli durumlarda hadleri uygulamadan kaldırın buyurur. Hâkim
de bunu uygulamak zorundadır. Meselâ ben zina ettim. Hadd-i şer’iyi uygulayıp
beni temizleyin! diyerek huzuruna gelen bir adama hâkim: Hayır! sen böyle bir
şeyi yapmış olamazsın! dön git tevbe et! Allah’ın affetmeyeceği bir günah
yoktur! diyerek onu huzurundan kovar. Sonra adam ikinci defa aynı itirafla
gelirse onu bir daha çıkarır huzurundan. Sonra üçüncü, dördüncü defa gelip adam
aynı itiraflarda bulununca kendisi recm edilir. İşte burada da aynı rahmetin
tecellisini görüyoruz.
Allah, İblise rahmeti gereği imkân
tanıyordu. Tevbe ve geriye dönüş imkânı veriyordu. Aslında Allah onun herhangi
bir mâzeretinin olup olmadığını biliyordu. Ama yine de ona bir imkân tanıyordu.
Peki böyle bir durumda İblisin ne yapması gerekiyordu? Aslında Allah’ı da onun
gücünü kudretini de bilen bir varlık olarak İblisin hemen bu fırsatı
değerlendirip yaptığımdan dolayı Rabbinden özür dilemesi, tevbe etmesi gerekirdi
değil mi? Aman ya Rabbi! Ben bir hata ettim! Ben sana karşı kusur işledim!
Yapmamam gerekeni yaptım! Yapmam gerekeni yapmadım! Rabbim olarak sana karşı
takınmamam gereken bir tavır takındım! Olmamam gereken bir konumda bolundum! Ama
ben ettim sen etme ya Rabbi! Kusuruma bakma ya Rabbi! Densizliğimi, cüretimi,
isyanımı görme ya Rabbi! Beni affet ya Rabbi! diye yalvarıp yakarması gerekirken
bakın İblis ne diyor:
“Dedi ki, "Beni ateşten onu
çamurdan yarattın, ben ondan üstünüm" cevabını
verdi.”
Beni ateşten yarattın onu
topraktan o halde ben ondan hayırlıyım. İblis mantığıdır işte bu. Bu mantığı çok
iyi anlamak zorundayız. Çünkü çevremizde pek çok insanın aynı mantığı
kullandıklarını göreceğiz. Çevremizde anamız, babamız, karımız, kocamız,
kardeşimiz, kavmimiz, kabilemiz, amirimiz, memurumuz olarak insanların bu
mantıkla, şeytan mantığıyla karşımıza çıktıklarını
göreceğiz.
Dedi ki İblis ben ondan hayırlıyım.
Halbuki Allah’tan kendisine bir emir intikal etmişti, Rabbimiz kendisine Âdem'e
secde et buyurmuştu. Kendisine düşen Allah’ın emrine uymak ve onun emri gereği
hemen Âdem’in önünde eğilmekti. Değilse onun görevi yorum yapmak değildi. Hâşâ
Allah’a akıl vermeye çalışmak değildi.
Ama bakın dedi ki ben ondan hayırlıyım,
çünkü beni ateşten onu topraktan yarattın.
Bir kere bu bâtıl bir iddiaydı. Çünkü
bir şey hayırlımıydı yoksa hayırsız mıydı bunu Allah diyecekti. Halbuki bu
Allah’tan her hangi bir şey ulaşmamıştı kendisine. Çünkü henüz Âdem yeni
yaratılıyordu. Yeni yaratılan ve henüz ne olduğu belli olmayan, henüz denenmemiş
bir varlık mı hayırlıydı, yoksa kendisi mi hayırlıydı bu belli değildi. Onun mu,
yoksa berikisinin mi hayırlı olduğunu Allah diyecekti. Ama İblis bu konudaki
Allah’ın hükmünü beklemeden kendi kendine hüküm koyarak ilk bâtılını işlemiş
oldu.
İblis Allah’ın bir emri karşısında
kıyas ederek aklı işin içine karıştırarak sanki Rabbimizin emrine yorum
getirmeye çalışarak Allah’a akıl vermeye kalkışıyordu. Halbuki kulluğun gereği
bu değildi. Kulluk teslimiyeti gerektirir. Kulluğun mantığı teslimiyettir.
Kulluk, kulun Rabbine ve onun emirlerine karşı itirazsız, yorumsuz, aklı işin
içine karıştırmadan mutlak teslimiyetidir.
Buna Rabbimizin kitabında örnek olarak
anlattığı, kulluğun zirve noktasında bulunan kutlu bir elçisinin hayatından bir
örnek verelim. Bu kutlu elçi Hz. Mûsâ (a.s). Toplumu çölde kendisinden su ister.
Allah’ın elçisi bu konuda ilk vuracağı kapıyı bilmektedir. Onların bu
isteklerini tüm isteklerin is’af edicisine duyurur. Onlar namına tüm nimetlerin
sahibinden su ister. Bakara sûresinde uzunca anlatıldığı veçhile Rabbimiz
buyurur ki ey Mûsâ asanı taşa vur. Hakikaten bu emir Mûsâ (a.s)’a öyle bir yerde
veriliyordu ki aklın bunu alması mümkün değildi. Sina çölünde, ıssız bir çölün
ortasında, yıllardır belki yağmur yüzü görmemiş bir çölün ortasında Allah
tarafından peygambere böyle bir emir veriliyordu. Asanı o kupkuru taşa vur.
Olacak şey miydi bu? Suyla bunun ne ilgisi vardı?
Acaba peygamber yerinde biz
olsaydık ve Rabbimiz bu emrini bize verseydi ne yapardık? Aklı işin içine
karıştırmadan, fiziği devreye sokmadan, Rabbimizin emrini yorumlamaya çalışmadan
hemen uygular mıydık? bir düşünün. Ne kadar da mantıksız görünürse görünsün, ne
kadar da bizim aklımıza ve fizik kanunlarına ters düşerse düşsün emri veren
Allah’sa bu doğrudur deyip hemen uygulamaya koyabilir miydik? bir
düşünün.
Ama Hz. Mûsâ öyle demedi. O aklı işin
içine karıştırmadı. Al-lah’ın emrine yorum getirmedi. Allah diyorsa doğrudur
dedi ve asasını taşa vurdu da Allah’ın izniyle o kayadan sular
fışkırıverdi.
Taş, asa ve su. E peki ne ilgisi var
bunların suyla? deseydi Hz. Mûsâ bizim gibi. Yâni Hz. Mûsâ akıl yürütseydi,
problemi fizikle fizik kanunlarıyla değerlendirseydi kesinlikle su çıkmazdı,
çıkmayacaktı. Ama Allah demişse tamam ilgisi vardır. Mûsâ (a.s)'ın vahiy
kar-şısındaki tavrı kesin teslimiyetti. Vahiy ne emrediyorsa hemen kabul edip
teslim olmak zorundayız. Hemen onu uygulamaya koymayarak akıl süzgecinden
geçirip yoruma tâbi tuttuğumuz zaman da kaybedeceğimizi hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmamalıyız. İşte bu âyetle kıyâmete kadar bu mesajı veriyordu
Hz. Mûsâ bize. Kıyâmete kadar Rab’ ten gelen emirlerin hikmeti konusunda kesin
bir bilgi sahibi olamayabiliriz. Ama unutmayalım ki bizler hikmetini anlayamasak
da Al-lah’ın emrettiği şeyler serapa hikmettir
hikmetlidir.
Ve şunu asla unutmayalım ki hikmetini
anlayamasak da merhametli olan Allah kulunun faydasına olmayan hiç bir şey
emretmez. Bize düşen sadece Allah’ın emrine boyun eğmektir. İşte o zaman Rab’
ten gelen nimet bize ulaşacaktır. Nitekim melekler de öyle yaptılar.
Öyleyse biz de Allah’ın melekleri gibi,
Allah’ın kutlu elçisi Mûsâ (a.s) gibi Rabbimizden bize intikal eden emirlerden
hiç birisine yorum getirmeden, acaba yapsak mı yapmasak mı? Acaba bunlar bizim
hayrımıza mı değil mi gibi bir muhasebeye girmeden mutlak teslimiyet göstermek
zorundayız. Bunu bana emreden Rabbimdir deyip hemen emre uymak zorundayız.
Rabbimizin emirleri karşısında şeytanî bir tavır sergilemeyeceğiz.
Eğer böyle davranır, hiç bir
tereddüt ve şüphe geçirmeden Rabbimizin emirlerini uygulamaya koyarsak bilelim
ki Rabbimiz bizim de hayatımızda nice olmazları olduracak, nice
umutsuzluklarımızı giderecek, nice dertlerimize derman verecek, nice kuru
taşlardan su-lar akıtacak, nice ıssız çöllerde bizi bıldırcın eti ve kudret
helvalarıyla besleyecektir. Bundan hiç mi hiç şüphemiz olmasın. Ama öyle değil
de Rabbimizin emirleri karşısında şeytanca bir tavır takınacak olursak ona
yapıldığı gibi Rabbimiz bizi de rahmette kovacak, küçültecek, alçaltacak rezil
ve rüsva bir hayatın adamı yapacaktır.
Evet ben ondan hayırlıyım diyen şeytan
bir mantık yürütüyordu. Bir doğruya istinad ettirerek bir bâtılı kabul
ettirmeye, bir doğrunun gölgesinde bir bâtılı empoze etmeye çalışıyordu. Bâtılı,
bir doğrunun, bir hakkın içine koyarak yutturmaya çalışıyordu. Dikkat ederseniz
burada biri doğru ötekisi bâtıl iki cümleden oluşan bir önerme var. Beni ateşten
yarattın onu topraktan öyleyse ben ondan hayırlıyım. Bunlardan doğru olan, hak
olan “beni ateşten yarattın onu topraktan cümlesidir” Bu doğrudur. Gerçekten
Rabbimiz onu ateşten, Âdem’i de topraktan yaratmıştı. Bâtıl olan cümle de
“öyleyse ben on-dan hayırlıyım” cümlesiydi. Bir doğruya istinad ettirerek bir
bâtılı kabul ettirmeye çalışıyordu.
Bugün de bakıyoruz insanların aynı
mantığı kullandıklarını görüyoruz. Bir doğrunun gölgesi altında bir bâtılı
yutturmaya, bir doğruya istinad ettirerek bir yanlışı empoze etmeye
çalışıyorlar. Efendim Amerika’yla münâsebetlerimizi keselim de Rusya’nın
kucağına mı atalım kendimizi? Rusya Amerika’dan daha mı iyi sanki? Aynen şeytan
mantığı. Bir doğrunun gölgesinde bir bâtılı hoş gösterme çabaları. Burada doğru
olan, evet Rusya daha iyi değildir. Bu cümle doğrudur. Ama bu doğruya
dayandırılarak bir bâtılı empoze etmeye çalışıyorlar. Amerikan bâtılını empoze
etmeye çalışıyorlar.
Ne yâni şimdi kızlarımız bu okullara
gitmesin de evde mi kalsınlar? Okullara gitmeyip evde oturanlar daha mı iyi
sanki? Bir doğrunun hatırına bir bâtılı sineye çekmeye çalışıyor adamlar. Tamam
evde boş, boş oturanlar iyi değiller de bu doğrudan hareketle niye bir bâtılı
güzel göstermeye çalışıyorsunuz? Bir pislikten başka bir pisliğe çağırmanın
şeytan mantığı olduğunu bilmiyor musunuz?
Öyle diyeceğinize evde oturanlara
eğitim imkânı hazırlayın. Bunların hepsi şeytan mantığıdır. Ne yâni paralarımızı
bankaya yatırmayalım da evde hırsızların kucağına mı teslim edelim? Ne yâni şu
partiyi desteklemeyelim de filanlar mı gelsinler iktidara? Ne yâni biz
oturmayalım bu makamlara da şunlar şunlar mı otursunlar? Bunların hepsi şeytan
mantığıdır. Bir doğrunun gölgesinde bir bâtılı empoze
çabalarıdır.
Veya çevrelerindeki zulümleri
göstererek birileri demokrasiyi empoze etmeye çalışıyor. Ne yapalım yâni
demokrasiyi bırakalım da şunlar şunlar gibi mi olalım? Tamam onlar da iyi
değildir ama sizin savunduğunuz da iyi değildir. Kendi yasalarınızı, kendi
fikirlerinizi Allah yasalarına tercih edip kendi tanrılığınızı iddia etmekten
vazgeçin Allah yasalarına teslim olun bakın iyi nasılmış o zaman göreceksiniz.
Değilse bir pislikten diğer pisliğe çağırmanın anlamı yoktur. Bunların hepsi
bâtıldır.
Ama maalesef bâtıllar hakkın
desteğinde olunca da onun yıkılması zor oluyor. Fenerin içinde yanan bir mum
düşünün. Farz edin ki onun içindeki ateş bâtıldır, onu çevreleyen cam fanus da
haktır. Bu ateş bu hakkın desteğinde olduğu sürece onun söndürülmesi zordur.
Dışardan üfleme onu söndüremeyecektir. Ama ne zaman ki bu ateş hakkın
desteğinden, hakkın muhafazasından, doğrunun istinadından yâni onu muhafaza eden
cam fanustan ayırabilirsek ondan sonra onun söndürülmesi çok kolay olacaktır.
İşte bâtılların hayatta kalışlarının hikmeti buradadır. Maalesef tüm bâtıllar
hakkın desteğindedir.
Burada Şeytanın işlediği bir başka
bâtıl daha var ki o da bizim yaşamımızın temelini oluşturan bir bâtıldır. O da
şudur: Şeytan diyor ki; ne? Ben Âdem’e secde edeceğim ha? Ne dedin ne dedin?
Âdem’e secde mi dedin? Niye secde edecekmişim ben ona? Kim o? Sanki onun maddesi
benim maddemden üstün mü ki ona secde edeceğim?
İbadet ve emirler konusunda, varlıklar
arası ilişkiler konusunda maddeyi temel kabul edip materyalistçe bir düşünce
mantığı. Meseleye materyalistçe bir yaklaşım. İnsanların pek çoğu böyle değil
mi? Adam her şeyi parayla ölçüyor bugün. İffeti, namusu, dostluğu, arkadaşlığı,
sevgiyi hep parayla ölçüyor. O kaç paralık adammış da onunla arkadaşlık
edecekmişim! diyor. Kaç paralık adam da onun dâvetine icâbet edecekmişim! O kim
ki onun elini öpecekmişim! Hattâ benim karnımı yarsalar onun karnından daha
fazla kazurat çıkar diyor adam. Her şeyi maddeyle ölçmeye çalışıyor. İşte şeytan
da aynı şeyi yapmaya çalışıyordu.
Evet şeytan Allah karşısında bilgi
iddiasında, güç iddiasında bulunuyordu. Allah bilgisi, Allah mesajı, Allah
yasaları karşısında ilk defa kendi bilgisini, kendi fikirlerini, kendi yasasını
savunan bir tip olarak ortaya çıkıyordu şeytan. Ve kıyâmete kadar onun yolunu
takip edenler için bir selef oluyordu. İnsanlardan da Allah bilgisini, Allah
mesajını, Allah yasalarını beğenmeyerek kendi yasalarını onun yasalarına tercih
edenler, Allah yasalarını ilga ederek kendi yasalarını onun yerine ikâme etmeye
çalışan insan şeytanları da hep var olagelmiştir yeryüzünde. İşte Allah’la
çatışan, Allah’la ve Allah yasalarıyla savaşa tutuşan bu tâğutların başlangıcı
da o döneme dayanmaktadır. Şeytanî güçler, şeytanî fikirler, şeytanî sistemlerle
Rahmânî güçlerin kavgası da o zamandan beri devam edip gelmektedir. Ve kıyâmete
kadar da yeryüzünde bu mücâdele devam edecektir.
Şeytan Allah’ın kendisine tanıdığı
tevbe imkânını da kendisine kafa tutarak, delil getirerek, verdiği emrin
beklentilerine uygunsuzluğunu ortaya koyarak aslında o güne kadar Allah’a değil
de kendi arzularına kendi nefsinin isteklerine tapındığını ortaya koyunca bakın
Rabbimiz şöyle buyurdu:
13.”Ona, " İn oradan, orada
büyüklenmek sana düşmez, defol, sen alçağın birisin"
dedi.”
Öyleyse ey İblis in oradan! İn o
mevkiden, makamdan! Çık o makamdan mansıptan! Defol o ter temiz meleklerimin
arasından! Defol o şerefli meleklerimin arasından! Ya da çık o nimetler yurdu
cennetimden! Ya da ayrıl benim korumamdan! Çünkü o yüce makam Allah karşısında
haddini bilen, Rab karşısında ubûdiyet konumunda olan itaat ve tevazu sahibi
kullarımın makamıdır. Sense Rabbinin açık ve net secde emrine karşılık
geliştirdiğin bâtıl kıyasın, sapık düşüncen ve tavrınla küçülmeyi, zillet içinde
bir hayatın sahibi olmayı kendin istedin. Yaratıcının emrini icra etmekle
küçüleceğini zannettin. Âdem’e secde etmekle değersiz olacağını zannettin. Ama
bilemedin ki asıl küçülmen yaratıcına karşı gelmendir. Böylece küçülmeyin,
al-çalmayın, horluğunun sebebini kendin hazırladın. Defol sen alçağın birisin.
Alçalmaya lâyıksın buyurdu.
Bugün aynen şeytan gibi nice alçaklar
görüyoruz ki Rabbi hu-zurunda secdeye varmaktan korkuyorlar. Küçüleceğiz
endişesiyle Rablerinin emirlerini icradan kaçıyorlar. Halbuki peygamberimiz bir
hadislerinde şöyle buyuruyor:
“Kim secde eder, Allah karşısında
tevazu gösterirse Allah onu yüceltir, kim de tekebbür eder Allah’a ve kullarına
karşı büyüklük taslamaya kalkışırsa
Allah da onu alçaltır”
Bir kimse Rabbinin emirlerine ne kadar
teslim olursa, ne kadar muttaki davranırsa, Allah emirleri karşısında ne kadar
boynu bükük olursa o nispette izzet ve şeref sahibi olur. Allah’ın Resûlü yine
başka bir hadislerinde buyurur ki: “Gerek fert planında gerekse devletler
planında güçlü olmak isteyen Allah’a tevekkül etsin. Allah’a güvensin. Allah’ı
velî bilip İşlerini Allah’a havale etsin. Allah’ın yasalarını uygulayarak ona
teslim olsun. Kim insanların en zengini olmak istiyorsa kendi yanındakilere ya
da insanların elindekilere değil sadece Allah’ın yanındakine güvensin. Çünkü
kendi yanındakiler de insanların elindekiler de bir gün gelir biter. Onlar bitmezlerse bile bir gün gelir insan kendisi
onları terk etmek zorunda kalır.
Kim ki insanların en şereflisi
olmak isterse, gerek fert planında, gerekse devletler planında kim ki en aziz,
en güçlü ve en şerefli olmak isterse muttaki olsun. Allah’ın koruması altına
girsin, yolunu Allah’la bulsun, yolunu Allah’a sorarak bulsun, hayatını Allah’ın
istediği biçimde düzenlesin. Kim ki hayatını Allah’a sorarak yaşarsa, hayatını
Allah’ın kitabına sorarak yaşarsa yeryüzünün en şerefli, en aziz ve en güçlü
insanı odur.
Ama kim de Allah’ın kitabından
Allah’ın yasalarından habersiz bir hayat yaşarsa, Allah’a ve Allah’ın kitabına
rağmen tıpkı İblis gibi Allah’a isyan bayrağı açarcasına bir hayat yaşarsa o da
küçülmeye hor ve hakir bir hayatın adamı olmaya mahkumdur. Çünkü Allah’a isyan
etmiş, Allah’la savaşa tutuşmuş kimseler sonunda mağlup olmak, küçülmek ve
izzetsiz bir duruma düşmek zorunda kalacaklardır. Tıpkı selefleri gibi cennet
için yaratılmışlarken, yüce makamlar için yaratılmışlar iken, yeryüzünde halîfe
olarak yaratılmışlar iken halîfelik konumuna lâyık hareket etmediklerinden,
cennete lâyık hareket etmediklerinden, kulluktan çıktıklarından Allah’ın
hazırladığı makamların tümünden çıkarılmak ve kovulmak zorunda kalacaklardır.
Evet Rabbimiz çık oradan alçak! İn
oradan alçalmış olarak! buyurunca Rabbimizin bu tehdit içeren ifadesi karşısında
İblisi bir korku, bir titreme, bir telaş ve yıkılış sarıverdi. Anladı ki artık
hayatının sonu gelmişti. Anladı ki artık Rabbi onu helâk edecekti. Bu vaziyette
Allah tarafından helâk edilmektense, işlediği bu suç yüzünden kahrolup
gitmektense, geberip gitmektense zillet içinde de olsa, horluk hakirlik içinde
de olsa, rahmetten kovulmuş ve gazaba uğramışlardan olarak da olsa yaşamayı
tercih etti. Hayatı tercih etti ve dedi ki:
14. “İnsanların tekrar
dirilecekleri güne kadar beni ertele" dedi.”
Ya Rabbi senden dileğim o ki ba’s
gününe kadar, insanların öldükten sonra yeniden dirilecekleri güne kadar bana
izin ver. O zamana kadar bana mühlet tanı ve o zamana kadar beni öldürme dedi.
Bakın çok da akıllı çukur, güya insanların tekrar dirilecekleri ana kadar
yaşarsa bir daha kendisine ölüm gelmeyecek. Güya kendince Allah’ı kandırıp
ebedîlik istiyordu kendisi için. Onun içindir ki dikkat ederseniz ya Rabbi bana
kıyâmet gününe kadar izin ver demiyor da ba’s gününe kadar diyor. Yâni hiç bir
zaman ölümü tatmak istemi-yordu. Ama Rabbimiz ona istediği kadar izin vermedi de
şöyle buyurdu:
15.“Allah; " Sen erteye
bırakılanlardansın" dedi.”
Tamam ba’s gününe kadar sana izin
verdim, insanların ölüp de tekrar dirilecekleri güne kadar seni erteledim demedi
de buyurdu ki tamam sen izin verilenlerdensin. Yâni kıyâmetin kopacağı güne
kadar izin verilenlerdensin buyurdu. Kıyâmetin kopacağı güne kadar izin verdi
Rabbimiz. Tamam sen mühlet verilenlerdensin haydi ne ya-pacaksan, ne nane
yiyeceksen yapacağını yap buyurdu.
Buradan da anlıyoruz ki şeytan Allah’ı
da âhireti de öldükten sonra dirilişi de hesabı kitabı da cenneti ve cehennemi
de inkâr etmiyordu. Şeytan Allah’a da âhiret gününe de inanıyordu. Öyleyse
şeytanın küfrü Allah’ı inkâr etmek âhireti, öldükten sonra dirilmeyi he-sabı
kitabı reddetmek türünde bir küfür değildi. Daha önce de ifade ettiğim gibi
şeytanın küfrü; kendisini Allah’ın teklifinden âzâde saymak türünde bir küfürdü.
Allah’ın emrini yok farz etmek, duymamak, duymazdan gelmek türünde bir küfür.
Değilse bakın şeytan Allah’a iman ediyor, Allah’ı tanıyor, âhireti, dirilişi,
hesabı, kitabı kabul ediyor. Allah’ın gücünü, kudretini biliyor. İstenecek,
yalvarılacak, sığınılacak, dua edilecek makamın farkındadır.
Ama inandığı Allah’ın secde
emrini duymazdan geliyor, emrin aksine bir tavır sergiliyor. Peki, o zaman şu
anda Allah’a inandıklarını iddia ettikleri halde, inandıkları Allah’ın namaz
emrini duymazdan gelenler, tesettür emrini yok farz edenler, kendilerini O’na
kulluktan âzâde sayanlar, sanki Allah’tan kendilerine emir ve yasaklarını ihtiva
eden bir kitap gelmemiş gibi davrananlar, kitaptan ve peygamberden habersiz bir
hayat yaşamaya çalışanlar da tıpkı şeytanın küfrünü yapmıyorlar mı? Çünkü
bakıyoruz Enfâl sûresinde bu olaydan yüz yıllar sonra şeytanı Bedir’de
görüyoruz:
“Şeytan onlara işlediklerini güzel
gösterir ve “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur; doğrusu ben de size
yardımcıyım" dedi. İki ordu karşılaşınca da, geri dönüp, " Benim sizinle ilgim
yok; doğrusu sizin görmediğinizi ben görüyorum ve şüphesiz Allah'tan korkuyorum,
Allah'ın azabı şiddetlidir" dedi”
(Enfâl 48)
Evet şeytan Mekke müşriklerine cesaret
vererek Bedir’e kadar onları getirir. Bugün sizi yenebilecek bir güç ve kuvvet
yoktur, ben de sizin yanınızda sizin yardımcınızım diyerek onları harekete
geçirir, ama Bedir’e geldiklerinde Cebrâil’i görür ve topuklarının üstünde
gerisin geriye dönerek şöyle der: Benim sizinle bir ilgim alâkam yoktur. Zira
ben şu anda sizin görmediğinizi görüyorum. Ben Cebrâil’i görüyorum. İçinde
Cebrâil’in bulunduğu bir orduyla savaşılmaz. Bu orduyla baş edilmez. Böyle bir
ordunun karşısında durmaktan Allah’a sınırım. Ben Allah’tan korkarım, zira
Allah’ın azabı çok şedittir diyordu.
Evet bu olaydan yüz yıllar sonra yine
şeytanın ben Allah’tan korkarım dediğine şahit oluyoruz. Demek ki Allah’a
inanıyordu şeytan. Yukarıdaki âyetten de anlıyoruz ki şeytan yine âhiret gününe
de iman ediyordu. Ya Rabbi beni ba’s gününe kadar ertele diyordu. Peki Allah’ı
da âhiretteki hesabı da inkâr etmeyen bu şeytanın küfrü nasıl bir küfürdü
öyleyse?
Demek ki şeytanın küfrü Allah’ı ve
âhireti inkâr etmek türünde bir küfür değildi. Onun küfrü Allah’ın emir ve
tekliflerinden kendini azade saymak ya da emirlerin, amellerin gerekliliğini
inkâr türünde bir küfürdü. Kendisini tekliften azade sayıyordu. Allah’ın emir ve
tekliflerini yok farz ediyordu. Allah’ın emir ve tekliflerinin kendi istek ve
eğilimlerine uygunluğunu arıyordu. Bu işe önce benim mantığım yatsın diyordu.
Hoşlanmadığım cinsten olmasın emir ve teklifler diyordu. Al-lah’ın emir ve
tekliflerini örtmeden örtbas etmeden yana bir tavır ser-giliyordu. Yâni örtenlerden oluyordu şeytan. Allah’ın ortaya
çıkardığı hakikati örtüyordu şeytan. Peki hangi hakikatti Allah’ın ortaya
çıkardığı halde şeytanın örttüğü hakikat?
1- Allah’ın "Âdem’e secde edin!" Emri
açığa çıkmıştı, Allah bu konuda açık bir şekilde emrini açığa çıkarmıştı ama o
secde etmedi, bu emri uygulamaya koymadı. Allah’ın açığa çıkan bu emrini örtbas
etmeden yana bir tavır sergiledi.
2- Bakara sûresiyle söyleyecek olursak
Âdem’in halîfelik özellikleri açığa çıkmıştı, ayan beyan gözleri önünde Allah
bunu ispat etmişti, ama şeytan bu hakikatin üstünü
örtüvermişti.
Zaten:
"Kim bile bile hiçbir özrü yokken
namazı terk ederse o kâfirdir."
Sözünün mânâsı da budur işte. Yâni
insan namaza olan imanını eylem olarak göstermezse küfrediyor demektir bu adam.
Yâni namaza inandım dedi de kılmadı mı, inandım demesine de inanmamak lâzım
gelecektir.
Şunu da söyleyelim burada: Şeytan
Allah’ı inkâr ettiği için kâfir olmadı da Allah’ın emrine itaat etmemesi
sebebiyle kâfir olmuştur. Secdeyi terk etti, üstelik secdesizliği savunmaya
kalkıştı. Bir kimse meselâ tesettür konusunda secde etmese, yâni Allah’ın bu
emrini hemen uygulamaya koymasa bu ameli küfürdür, ama bir de bu tesettürsüzlüğü
savunma boyutunda bir tavır sergilerse o kesin kâfir
olacaktır.
Demek ki şeytanın küfrü, kendisini
tekliften azade saymak, ya da Allah’ın emirlerini yok farz etmek. Öyleyse
dönelim kendimize şimdi pek çok insan da öyle değil mi? Kendimizi azade
saydığımız, daha erken dediğimiz, henüz vakti değil dediğimiz, hele şunlar
şunlar bir bitsin de ondan sonra dediğimiz, yahut da gerekliliğini hafife
aldığımız nice emirleri nice teklifleri var Rabbimizin değil mi? Sakal mı? daha
genciz! Hac mı? Şimdi zamanı değil yaşlanınca! Cihad mı? Şimdi olmaz güçlenince!
İlim mi? Kuran ve sünneti tanımak mı? Hele okul bir bitsin! Hele dükkan tezgah
işlerini bir yoluna koyalım da ondan sonra. Emr-i bil’maruf mu? Çevremize
çocuklarımıza âyet hadis anlatmak mı? E canım ilmimiz ne ki? Hele biraz
öğrenelim de ondan sonra...
Evet Allah’a inandığını iddia eden nice
insan var ki; bugün tıpkı şeytan gibi kendilerini tekliften azade sayıyorlar
Allah korusun. Sanki o konularda Allah kendilerinden bir şey istemiyor, sanki
teklifi yok Allah’ın o konularda. Allah’a inandıklarını iddia ediyorlar ama
sanki hayatlarının mutfak bölümünde Allah’ın her hangi bir teklifi yok. Allah’a
inandıklarını iddia ediyorlar ama sanki inandıkları Allah’ın ha-yatlarının
kazanma ve harcama bölümünde her hangi bir teklifi yok. Sanki serbest bırakmış
Allah onları. Nereden kazanırsanız kazanın, nasıl kazanırsanız kazanın, hangi
meslekleri seçerseniz seçin ve ne-relerde harcarsanız harcayın bu konuda
keyfiniz nasıl isterse onu ya-pın demiş. Allah’a inandıklarını iddia ediyorlar
ama sanki düğünleri konusunda Allah’ın her hangi bir teklifinin olduğunu
bilmiyorlar. Ekonomilerinde, eğitimlerinde, hukuklarında, kılık kıyafetlerinde,
siyasal yapılanmalarında Allah’ın teklifinin olduğunu bilmiyorlar. Sanki tüm bu
konularda kendilerine Allah’ın hiç bir teklifi yok gibi hayatlarının bu
bölümlerini yaşarken hiç mi hiç Allah sorma gereği duymuyorlar. San-ki
hayatlarının sadece namaz oruç gibi bölümlerinde Allah’ın tekliflerinin olduğu
zannediyorlar ve Allah korusun tıpkı şeytan gibi kendilerini tekliften azade
sayıyorlar.
Pek çok insan vardır ki bugün kırk
yaşından önce Allah’ın kendisine her hangi bir emrinin, teklifinin olduğunu
bilmiyorlar. Meselâ kimi insanların hayatında ibadet kırk yaşından sonra başlar.
Kimi insanların hayatında namaz hacdan sonra başlar. Hacca gidip gelmeden önce
namaz diye bir sorumluluğu, ya da namaz diye Allah’ın bir teklifi yoktur. Kimi
insanların hayatında namaz, tesettür gibi kulluklar okul bittikten, diplomayı
aldıktan sonra başlar.
Allah için söyleyin bütün bunlar Allah’ın emirlerini yok sayma, Allah’ın
teklifleri karşısında kendisini azade sayma, bu emir ve amellerin gerekliliğini
reddetme değil de nedir? Şeytanın tavrıyla bu insanların tavırlarının ne farkı
var da? Ya da bu insanların kullandıkları mantık şeytan mantığı değil de
nedir?
Onun için Allah’ın tekliflerinden belki
de en zoru olan cihadı seçerek kişi buna imkân bulamasa bile en azından içinde
cihada bir arzu duymayarak onun gerekliliğini hafife alarak ölürse onun bir nevi
münâfık olarak öldüğünü söylemiyor muydu?
O halde bizler Allah’ın her bir emri
her bir teklifi karşısında ya melekler gibi hemen secde yaparak, o emirleri
duyar duymaz hemen uygulamaya koyarak melekler safında yer alacağız, yahut da
şeytan gibi duymazdan gelerek, Rabbimizin emirlerini yok farz ederek, kendimizi
tekliflerden azade sayarak, geciktirerek, savsaklayarak şeytan safında yer alacağız. Eğer şeytan gibi
kulluktan, rahmetten ve cennetten kovulmak, dünya da ukba’da da alçalanlardan
olmak istemi-yorsak o zaman meleklerin tavrını sergilemek zorundayız. Her bir
emir karşısında hemen secdeyi gerçekleştirmeliyiz. Rabbimizden ne tür bir emir
aldık? Hac mı? Hemen secde edelim. İlim mi? Hiç beklemeden hemen secde edip başlayalım. Zekât mı? İnfak
mı? Hele bir zenginleyelim filan mantığına girmeden hemen gücümüz nispetinde
secde edip uygulayalım. Tesettür mü? İçkiyi terk etmek mi? Tebliğ mi? Cihad mı?
Neyse hemen beklemeden uygulamaya koyalım.
Evet şeytan böylece küfredip, isyan
edip, kulluktan ve rahmetten kovulup ve üstelik Allah’tan kıyâmet gününe kadar
müsaadeyi de aldıktan sonra, ölümden, kahrolmaktan ve yok olup gitmekten
kurtulup yaşamayı da garantiye aldıktan sonra bakın ne
diyordu:
16,17. "Beni
azdırdığın için, andolsun ki, Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım.
Sonra önlerinden, artlarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım; çoğunu
Sana şükreder bulamayacaksın" dedi.”
Madem ki sen beni azdırdın, madem
ki sen beni saptırdın, benim sapmama imkân hazırladın, öyleyse ben de senin beni
saptırmana karşılık, senin dosdoğru yolunun üzerinde kendileri sebebiyle
saptırıldığım kullarına karşılık duracağım. İbni Abbas efendimiz buradaki
“Ağveyteni” ifadesini “kema ezlalteni” şeklinde anlamış.
İfadeyi görüyor musunuz? Beni
saptırmana karşılık, beni azdırmana karşılık ben de benin kendisi sebebiyle
saptırılıp rahmetten uzaklaştırıldığım bu Âdem neslinin dosdoğru yolları
üzerinde duracağım. Sonra onların önlerinden geleceğim, arkalarından geleceğim,
sağlarından sollarından geleceğim, onları saptıracağım ve sen onların pek çoğunu
sana şükreder bulamayacaksın.
Birinci olarak şunu söyleyelim. Dikkat
ediyorsanız şeytan kendisinin sapma işini Allah’a izâfe ediyor. Beni saptırmana
karşılık. Madem ki sen beni azdırıp saptırdın öyleyse ben de diye söze başlıyor.
Halbuki onu saptıran Allah değildi. O zaten sapıklardandı da Rab-bimizin bu
secde emri, bu sapıklığını açığa çıkarmış oldu. Allah’ın bu emri karşısında
kendi düşüncesine, kendi hevâ ve hevesine kapıldığı için, kökenini, maddesini,
madde-i asliyesini, yâni ırkını ileri sürerek, ırkçılık yaparak aslında kendisi
sapmıştır İblis. Ama bu sapmasının faturasını Allah’a kesmeye çalışıyor. İşte bu
da ayrı bir şeytan mantığı. Suçu hiç kabullenmeme ve suçu hep başkalarının
üzerine atma. Öyleyse âdi şeytanın geliştirdiği bu mantığa da dikkat
edeceğiz.
Kur’an-ı Kerîme baktığımız zaman, suç
karşısında iki tavır görüyoruz. Âdem’in yaratılışını anlatan Kur’an âyetlerine
baktığımız zaman iki suç, iki suçlu ve suç karşısında iki tavır görüyoruz.
Ortada iki suç var. Birisi Âdem’in suçu, ötekisi de İblisin suçu. Âdem’in suçu
cennette Allah’ın yasakladığı meyveden yeme suçu, İblisin suçu da yeryüzünde
halîfe olarak yaratılan Hz. Âdem’e secde emrini yerine getirmeme ve bu emri
veren makama kafa tutma suçu.
Evet ortada iki suç var ve iki de
suçlu var. Ama suç karşısında da iki tavır görüyoruz. Yâni suçun ve suçlunun
tespiti konusunda, suçun kabulü konusunda ve suçluya verilecek ceza konusunda
iki tavır var. Birisi Âdem’in tavrı ötekisi de İblisin tavrı. Suç ve suçu kabul
konusunda bir Âdem’in fikri var bir de İblisin fikri ve tavrı var. Ya da şöyle
ifade edelim; suç karşısında bir âdem’in tavrı, bir de şeytanın tavrı
var.
İşlediği o suç karşısında Âdem’in tavrı
Kur’an-ı Kerîmde çok açık ve net olarak şöyle anlatılır: Âdem (a.s) suçunu
kabahatini anladı, suçu kabullendi, tamamıyla bu eylem karşısında kendisini
suçlu gördü ve Rabbinin kendisini affetmesi için ona yönelip yalvardı yakardı.
Tabi hanımı Havva anamız da aynını yaptı. Âyet-i kerîme ilerde gelecek o zaman o
konu üzerinde detaylı olarak duracağız. Bakın suç karşısında Allah’ın istediği
gibi bir tavır takınan, suçlu olduklarını anlayıp kabullenen ve bunun için de
kendisine karşı suç işledikleri Rablerine karşı özür dileme makamında olan Âdem
ve Havva aleyhi-messelâm şöyle
diyorlardı:
“Her ikisi, "Rabbimiz! Kendimize yazık ettik;
bizi bağışlamaz ve bize "merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz"
dediler.”
(A’râf 23)
Evet her ikisi de suçlarını kabul edip,
ya Rabbi bizler suçlu-yuz, bizler sana karşı yapmamamız gerekeni yaptık,
yemememiz ge-reken meyveden yedik, senin yasağına karşı gelerek nefislerimize
zulmettik, olmamamız gereken, bulunmamamız gereken konumda bulunduk dediler.
Aslında onların o meyveden yemelerinde de etkili olan, kendilerini yeminler
ederek kandıran şeytandı, ama onlar bu işin faturasını şeytana çıkarmadılar.
Suçlu odur ya Rabbi! bizi o saptırdı demediler.
Ya da bu konuda neden şeytanı
bize musallat edip de bizi saptırdın diye Allah’ı da suçlamadılar. Suçlarını
kabul ettiler. Ya Rab-bi suçumuzu kabullenip, suçumuzu itiraf edip senden af
diliyoruz. Eğer sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen o zaman biz
kaybedenlerden oluruz diyorlar. Suç karşısında böyle bir tavır sergileyip,
suçlarını kabul edip, kendisine yalvaran, kendisini suçlarının affı konusunda
tek yetkili gören kullarını bu tavırlarından ötürü Rabbimiz de affediyor,
affettiğini bildiriyordu. İşte bu, suç karşısında Âdem’in
tavrıydı.
Ama bakın İblisin tavrı bundan çok
farklıydı. Madem ki sen beni azdırdın, beni saptırdın, öyleyse ben de şöyle
şöyle yapacağım. Kendisini saptıran kim? Kendisine bu suçu işleten kim? Yâni
suçlu kim? Kendisi değil, Allah. Kendisinde hiç suç yok, bütün suç Allah’ta.
Sanki onu azdıran, saptıran, yoldan çıkaran ve secde etmemesine sebep olan
Allah, kendisinde hiç suç yok.
İşte bu da ayrı bir şeytan mantığıdır.
Suçu hep başkalarının üzerine atma, suçu hiç kendi üzerine almama, bu şeytan
tavrıdır. Ve bizler şu anda suç karşısında ya Âdem’in tavrını sergileyecek,
suç-luysak suçumuzu kabullenecek, karşımızdakinden özür dileyecek ve affedilmeyi
hak edeceğiz, ya da tıpkı şeytan gibi suçu hep başkalarının üzerine atacak, suçu
kabullenmeyecek ve aftan da mahrum kalacağız.
Şeytanın bu mantığının, suç karşısında
takındığı bu tavrının da bugün insanlar arasında çok yaygın olduğunu görüyoruz.
Kimsenin suça sahip çıkmadığını, suçu hep karşısındakilere atmaya çalıştığını
görüyoruz. Talebeye sorsan hoca kabahatli, hocaya sorsan ta-lebe suçlu. Babaya
göre evlât suçlu, evlâda sorsan baba kabahatli. Memura göre amir, amire göre
memur suçlu. Devlete göre halk suçlu, halka sorsan devlet suçlu. Kocaya göre
hanım, hanıma sorsan koca suçlu. Ortada bir suç varsa, bir düzensizlik varsa hep
karşıdaki suçludur. Kendisinde zerre kadar bir kabahat yoktur adamın. İşte
şeytan mantığıdır bu.
Meselâ şu anda bu ülkede İslâm
yaşanmıyor. Bu bir vakıadır. Ne bireysel planda, ne de toplumsal planda mükemmel
bir müs-lümanca yaşam yok. Evlerimizden tutun da, okullarımıza, iş yerleri-mize,
dükkanlarımıza kadar, caddelerimize kadar İslâm yaşanmıyor. Peki kim suçlu? Suç
kimin bu konuda? Adam başlıyor anlatmaya: Efendim bütün suç basındadır. Şu
ahlâksız basın, şu tüm ahlâkî ka-yıtlardan boşanmış, aklına ne geldiyse yazıp çizen ve
ümmetin zihin-lerini idlal eden basın yok mu, bütün suç bu basındadır. Ülkenin
bu hale gelmesinin tek suçlusu basındır, başka suçlu aramaya gerek yoktur bu
ülkede.
Bir başkası; hayır kardeşim
hayır, bu memlekette suçlu mu arıyorsunuz? Bu memlekette gerçek suçlu medyadır.
Bu vicdansız medya olmasa her şey düzelecek, ama ne yapalım suçun en büyüğü
ondadır, suçluların ene büyüğü odur.
Bir başkası; geç kardeşim sen
orayı bir geç. Şu dünya Siyonist teşkilatı var ya, şu yahudiler var ya, bu
memleketi bozan onarın taa kendisidir. Kalıbımı basarım ki tek suçlu onlardır,
başka suçlu aramaya gerek yoktur bu memlekette.
Bir başkası; yok gardaş yok,
kendinizi boşuna yoruyorsunuz, boş yere milletin günahına giriyorsunuz. Şu
ithalat ve ihracatçılar var ya, bizim pilimizi bitiren onlardır. Bir başkası; şu
yayıncılar var ya yayıncılar ah!! Tüm suç onlarda. İyi eserler yayınlamıyorlar
efendim! Bir başkası; hayır efendim bütün suç babalarda çocuklarını müslümanca
eğitmiyorlar. Vs, vs.
Evet düzen suçlu, kadın suçlu, erkek
suçlu, baba suçlu, evlât suçlu, amir suçlu, müdür suçlu, öğretmen suçlu, talebe
suçlu, basın suçlu, yayın suçlu, suçlu, suçlu, suçlu. Herkes suçlu ama biz suçlu
değiliz. İşte bu şeytan mantığıdır. Hayır hayır! İş öyle değil, bizden şeytanın
tavrı değil Âdem’in tavrı isteniyor. Herkesten ve her şeyden önce ben suçluyum
ben! Bu ülkede İslâm bilinmiyorsa, bu ülkede İslâm yaşanmıyorsa ben suçluyum!
Hanımım kitap ve sünnetten habersizse, ben suçluyum! Çocuklarım Allah-peygamber
tanımıyorlarsa ben suçluyum ! Komşularım namaz kılmıyorlarsa ben suçluyum ben!
Çevremdekiler peygamberin adını bile bilmiyorlarsa ben suçluyum ben! Bu toplum
farkında olmadan süratlice cehenneme doğru gidiyorsa ben suçluyum! Bu toplum
Kur’an’dan habersiz bir hayat yaşıyorsa ben suçluyum ben!
İşte böyle dediğimiz an Âdem’in
tavrını sergilemiş ve kendimizi sorumlu tuttuğumuz için de çareler arayacak,
kurtuluşa bir adım atacak ve affa mazhar olacağız demektir.
Öyleyse bir yerde bir kötülük
varsa, bir yerde bir suç ortamı varsa önce suçlu olarak kendimizi göreceğiz.
Herkes kabahati kendisinde ararsa o zaman kabahatin kaybolması, bozukluğun
düzelmesi, ifsadın bitirilmesi biraz daha kolaylaşacaktır.
O halde bu konuya çok dikkat
edeceğiz. Âdem’i tavrı sergileme konusuna çok dikkat edeceğiz. Biz en iyiyiz
başkaları kötüdür. Biz suçsuzuz başkaları suçludur demeyeceğiz. Ortadaki
kötülüklerin müsebbibi hep onlardır demeyeceğiz.
Değilse öteki türlü şeytan gibi suçu
hep başkalarının üzerine atacak ve hep yerimizde sayacağız demektir. Karşımızda
suçladıklarımızın hiç birisi yok zaten. Yâni zaten bu suçladıklarımızın hiç
birisi suçu üzerlerine almıyorlar, suçun muhatabı olmuyorlar ve suç sahipsiz
kalınca da çözümsüzlük devam ediyor.
Tamam yâni belki babalar çocuklarını
eğitmedikleri için suçlu olabilirler, ama bunu bilen bizler, bunu anlayan ben
bugüne kadar kaç babayı uyardık? Öyleyse suçlu biziz. Veya şu saydıklarınızın
hepsi suçlu olabilirler, ama onları uyarmak için bugüne kadar ne yaptık? Öyleyse
suçlu biziz diyeceğiz. Belki çok uzakta olan birilerini uyarma imkânımız
olmayabilir. Ama bunu öyle bir dert edinelim ki kendimize, bu suç karşısında
öyle bir yargılayalım ki kendimizi, öyle bir sancı çekelim ki bu konuda, öyle
bir çırpınalım, öyle bir koşturalım, öyle bir taş atalım ki denize, meydana
gelecek dalgalar bizim endişelerimizi çok uzaktakilere kadar ulaştırsın. Öyle
bir yerinde haykıralım ki hakkı yankılar gittiği yerlere kadar gitsin. Öyle bir
hasbi din duyuralım ki bu topluma nefesimizin ulaşmadığı çorak arazi kalmasın.
Öyle bir titreşim gerçekleştirelim ki çevremizde tutuşturduğumuz kıvılcım ateş
olup tüm ülkeyi yakıversin.
Evet şeytan suçu Allah’ın üzerine
atarak de di ki: Ey Rabbim! Madem ki sen beni azdırıp saptırdın öyleyse ben de
onların dosdoğru yollarının üzerine oturacak, sağlarından, sollarından,
önlerinden ve arkalarından gelerek onları yoldan çıkaracağım. Onları sana
kulluktan çıkaracağım ki sen onların pek çoğunu şükreder
bulamayacaksın.
Bu âyet-i kerîmeden de anlıyoruz ki;
sırat-ı müstakîmin üzerinde şeytan var. Hani şu Fâtihada sürekli bizi üzerinde
kıl ya Rabbi diye dua ettiğimiz peygamberlerin, sâlihlerin, sıddîkların yolu var
ya işte o yolun üzerinde, yanında, yanı başında ya da içinde şeytanlar var
oturuyorlar. Tıpkı bir saptırıcının veya bir dilencinin yol üstünde oturduğu
gibi. Veya bir hırsızın yol üstünde birilerini soymak için fırsat kolladığı
gibi. Bir kurdun avını yakalamak için pusu kurup beklediği gibi. Bul karayı, al
parayı diyerek avanak müşterilerini gözetleyen bir yankesicinin köşe başında
duruşu gibi şeytan da şeytanlar da bizi yolumuzdan alıkoymak bizim o yolla
ilişkimizi bitirmek için bizim yolumuzun üzerinde oturmaktadırlar.
“Bu,
dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolun-dan ayrı düşürecek yollara uymayın.
Allah size bunları sakınasınız diye
buyurmaktadır.
(En’âm 153)
Evet işte bu dosdoğru yolumdur.
Sizi dünyada huzura, âhiret-te de cennete götürecek yol budur. Ama bu benim
yolumun dışında da yollar vardır. Sakın o yollara uymayın. Yol tekdir. Yol
Allah’ın yoludur, tâli yollarsa şeytanların yollarıdır. Eğer benim yolumu
bırakır da onların yollarına uyarsanız onlar sizi Rabbinizin yolundan ayırıp
saptırırlar.
Allah kendi yolunu, dosdoğru yolunu
kitabında ortaya koymuştur. Öyleyse bütün mesele Allah’ın kitabına uymak ve
kitaba göre yaşamaktır. Kitapla yol bulmaktır. Yolunu kitaba ve sünnete sorarak
bulmaktır. Takva da budur işte. Takva Rabbimizin yukarda tarif buyurduğu
esaslara göre hayat yaşamaktır. Rabbimizin kitabında anlattığı bu emir ve
yasaklara riâyettir takva. Rabbimiz bizim muttaki olmamız için, bizim böylece
bir hayat yaşayarak cennete ulaşmamız için yollarını göstermiştir. Kitabın ve
sünnetin dışında takva yolu da yoktur. Kim ki kitap ve sünneti bırakır da başka
şeylerin, başka yolların peşine takılırsa o mutlaka sapmak zorunda
kalacaktır.
Allah’ın Resûlü bu konuyu anlatırken
elindeki bir çöple yere bir çizgi çizdi ve buyurdu ki: “işte Rabbimin dosdoğru
yoludur. Sonra onun sağına ve soluna başka çizgiler çizerek işte bunlar da
şeytanların yollarıdır. sakın sizler bu yollara gitmeyin çünkü o yollardan her
birisinin üzerinde sizi ona çağıran, sizi sırat-ı müstakîmden uzaklaş-tırmak ve
saptırmak isteyen şeytanlar vardır.”
Evet her bir yolun üzerinde oturan
şeytanlar insanları o yollara çağırmaktadırlar. İnsanları tâli yollara
çağırıyorlar ve bu yolların sırat-ı müstakîm olduğunu söylüyorlar. tâbi bu
şeytanlar iman etmiş, sırat-ı müstakîme girmiş mü’minleri bu yoldan çıkıp kendi
yollarına girmeye çağırdıkları gibi, henüz bu yola girmemiş ama girmeye
hazırlanan insanları da bu sırattan uzaklaştırmaya, bu sırata girmemeye
çağırıyorlar.
Allah’ın Resûlü bu hususu
anlatırken bir hadislerinde şöyle buyurur: Kul müslüman olmak ve atalarının
yolunu terk ederek sırat-ı müstakîme girmek ister. Şeytan böyle bir kulun
yolunun üzerine oturur ve atalarının dinini terk etmemesi için ona telkinlerde
bulunmaya başlar. Ne kötülüğünü gördün ki atalarının yolunu terk ediyorsun?
diyerek onu bu işten engellemeye gayret ederken bu konuda kararlı olan kul
şeytanı elinin tersiyle iteler ve sırata çıkar. Ama kulun yeni girdiği, henüz
yeni yeni öğrenmeye çalıştığı bu İslâm yolunda bu defa da şeytan onun karşısına
hicret yolunda dikilir. Çünkü o müslüman bulunduğu ortamda Allah’a kulluğu
Allah’ın istediği biçimde icra edemeyince mutlaka buna imkân verecek bir ortama
gitmeyi deneyecektir.
İşte kulun hicret yoluna dikilen
şeytan ona şöyle demeye başlar: Bu yaptığın bir kaçış değil mi? Bu bir
korkaklığın ifadesi değil mi? Atalarının yurdunu, doğup büyüdüğün vatanını terk
edip nereye gidiyorsun? Bundan daha güzel bir yurt mu bulacaksın? Hem bundan
sonra gittiğin yerde başına nelerin geleceğini biliyor musun? diyerek onu bu
yoldan engellemeye çalışır. Fakat bu konuda kararlı olan kul şeytanı iterek
biraz daha yola girer.
Elbette bu bir kaçış değildir,
bir korkaklık alâmeti değil tabiri caizse bu bir dönüş hareketidir. Uzun bir
engeli atlayabilmek için bi-raz geri çekilme hareketidir bu. Şeytan bu konuda da
muvaffak olamayınca bu defa Allah yolunda cihada çıkan kulun karşısına cihad
yolunda çıkar ve ona şöyle demeye başlar: İyi kardeşim tamam anladık ilam-ı
kelimetullah da peki hanımını, çocuklarını kime emânet ettin sen? Dükkanını
tezgahını, işini aşını, markını dolarını, vatanını, toprağını kime bırakıp
gidiyorsun? Birilerini kurtaracağım diye, birilerinin imdadına yetişeceğim diye
evdekileri, malını mülkünü tehlikeye
atmanın anlamı var mı? Sen gittiğin o diyarlarda bir hiç uğruna kör bir kurşuna
hedef olup ölüp gideceksin de yıllarca emek sarf ederek ka-zandığın, uykularını terk
ederek, rahatına kıyarak elde ettiğin bu paralarına, bu malına mülküne kimler
konacak? Bu dinin sahibi sen misin? Senden başka bu işi yapacak yok mu yâni?
diyerek o mü’mini girdiği cihad yolundan da alıkoymak ister. Adam şeytanı bir
daha iterek yoluna devam eder.
Bu defa Allah’ın Resûlü buyurur
ki; artık bu mü’min nasıl ölürse ölsün, nerede ölürse ölsün Allah ona
bakmaksızın kesinlikle onu cennetine koyacaktır. Bu kul ister yatağında ölsün,
ister düşman karşısında muharebe meydanlarında ölsün ister suda boğularak ölsün
değil mi ki en büyük düşmana karşı galip gelmeyi becerebilmiştir ar-tık Cenâb-ı
Hak üzerine bu kulu cennetine koymak vacip olur buyuruyor. Çünkü artık bu kul
kesin sırat-ı müstakîmdedir ve artık lânet şeytanın ona yapabileceği bir şey
yoktur.
Evet diyor ki Allah düşmanı ben
dosdoğru yollarının üzerinde duracağım. Âyet-i kerîmede dikkat ederseniz şeytan
onların sağlarından, sollarından, önlerinden ve arkalarından geleceğim diyor.
Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
a: Şeytan insanların önlerinden gelir.
İnsanın önünde yaşayacağı hayatı cazip göstererek hayat içinde hayata sığmayacak
hedefler gösterir. Şunları da alman lâzım, şunlara da sahip olman lâzım, şunlara
da ulaşman lâzım, şu hedeflere de varman lâzım, şu tepeleri de aşman lâzım, şu
şöhretlere, şu alkışlara da sahip olman lâzım diyerek bir ömre sığmayacak
hedefler gösterir ve kişiyi Rabbine kulluktan uzaklaştırır. Dünya hayatını
insanın gözünde biricik hedef gösterir ve âhireti, hesabı kitabı unutturur.
Veya insanın önünden gelerek önündeki
ölüm, kabir, kıyâmet, haşr, neşr, cennet cehennem gibi gerçekleri inkâr ettirir.
Bütün bunların hikâye olduğunu, boş şeyler olduğunu söyleyerek şeytanî
yorumlarla hafife aldırır. İnsan aklını mezarlıklara çevirip ustaca yorumlarla
şu yüz yıllar önce ölmüş, vücutları atomlar halinde toprağa karışıp gitmiş,
çürüyüp yok olup gitmiş kemikler bir daha nereden dirilecek? böyle bir şeyin
gerçekleşmesi mümkün müdür? Akıl var mantık var diyerek, yeniden diriliş
konusunda insanlara vesveseler vererek onlara hesabı kitabı inkâr ettirir.
Veya demin anlattığım gibi,
Rasulullah efendimizin ifade buyurduğu gibi insanın önüne yaşayacağı hayatı,
önünde tadacağı zevkleri, gençliğini hatırlatarak, ölüm korkusunu gündeme
getirerek insanı Allah yolunda cihaddan alıkoymaya çalışır. Ya da gelecekte aç
kalma, sefil düşme, el âleme muhtaç olma korkusu vererek insanları Allah yolunda
zekât ve infakta bulunmaktan menetmeye çalışır.
Evet öyle diyor hain insanların
önlerinden geleceğim ve ilerilerini karanlık göstereceğim. Kıyâmet yok
dedirteceğim, cennet yok, cehennem yok, hesap kitap yok, hûri yok, ğılman yok
dedirteceğim. İnsanları geçici zevk ve eğlencelerin peşine takacak, müzik gibi,
oyun gibi, akvaryumun başında zaman öldürmek gibi, arabasının renginde elbise
peşinde koşturmak gibi, onları boş şeylerin peşine takacak, dünyayı hiç
bitmeyecek, ölümü hiç gelmeyecekmiş gibi göstereceğim.
Ya da onların önüne reklâmlar
vasıtasıyla öyle yeni teknolojik eşyalar ve malzemeler sunduracağım ki insanları
bunların peşine takıp, geleceklerini takside bağlatacak ve bir ömür boyu
bunların peşinde koşturacağım. İnsanları âdeta ekonomik insan yapıp ödeme,
senet, çek, borç dert peşinde sana kulluktan, senin kitabına ve peygamberinin
sünnetini tanımaya zaman bırakmayacağım. Onlarda cennet arzusu da, cehennem
korkusu da bırakmayacağım. Bunları onların gündemlerinden çıkarıp sadece dünya
düşünür hale getireceğim vs., vs. İşte şeytanın önden gelerek insanları
aldatmasını böyle anlıyoruz.
b: Sonra arkalarından geleceğim diyor.
İnsanların arkalarından gelip sürekli dürtükleyeceğim onları. Arkalarından gelip
arkalarıyla geçmişleriyle ilgilerini alâkalarını kestireceğim. Tarihleriyle
kültürleriyle ilgilerini kestireceğim. Selefleriyle ilgilerini bitireceğim.
Ecdatlarıyla bağlarını koparacağım. Geçmişlerine sövdürecek, seleflerinin yolunu
reddettireceğim. Geçmişten intikal eden tüm bilgilerin tüm haber-lerin düzmece
olduğunu, yalandan ibaret olduğunu, kendileri için ayak bağı olduğunu söyleyip
tüm geçmişlerini sildireceğim onlara.
Veya işte öncekiler yalan
söylüyorlar dedirteceğim. Nebî yoktur dedirteceğim. Öncekiler cahildi, kitap yok
dedirteceğim. Kur’an öncekilerin düzmesinden başka bir şey değildir
dedirteceğim. Sünnet yok dedirteceğim. Sünnet dedikleri falanların filanların
uydurmasından başka bir şey değildir dedirteceğim. Geçmişler sünnete yalan
ka-rıştırmışlardır, ona asla itimat edilmez dedirteceğim.
Mazilerini karanlık göstereceğim,
ecdatlarına sövdüreceğim. Ecdatlarına kızıl sultan dedirteceğim. Sahabeyi ve
onların uygulamalarını yok farz ettireceğim. Hâsılı arkalarından gelerek onların
geçmişleriyle ilgilerini kestireceğim.
Veya kimilerine arkadan öyle bir
yaklaşıyor ki şeytan, adam ecdadının mârifetleriyle kendisini kamufle etmeye
başlıyor. Efendim benim babam işte şöyle âlimdi, benim dedem şöyle hocaydı,
böyle hacıydı diyerek kendi yamukluğunu örttürüyor şeytan
ona.
c: Sonra yine onların sağlarından
geleceğim diyor. Allah’a inanan ve ona kulluk yapmaya çalışan, ama İslâmî
bilgisi, kitap sünnet bilgisi zayıf olan müslümanlara şeytan genellikle
sağlarından yaklaşır. Mü’minmiş gibi görünerek, muttakiymiş gibi, hayırhahmış
gibi görünerek, nasihatler ederek ve de Allah adına yeminler ederek iyi bir
müslüman kimliğinde gelir şeytan. Nitekim biraz sonra gelecek âyetinde Rabbimiz
anlatacak Hz. Âdem’e ve Hz. Havva’ya da böyle, onların hayırlarını isteyerek,
onlara Allah adına yeminler ederek yaklaşmıştı Allah’ın düşmanı.
Çünkü eğer gerçek yüzüyle, gerçek
kimliğiyle yaklaşmış olsaydı elbette babamız ve anamız onu tanıyacak ve
vesveselerine kulak vermeyeceklerdi. Alçak bunu çok iyi bildiği için mü’minlere
yüzüne maske takarak yaklaşıyor. Müslümanca sözler ederek, Allah-’tan, kitaptan,
peygamberden söz ederek, Allah adına yeminler ederek yaklaşır ve çok rahat
kandırır onları.
Evet müslümanlara bu kimlikle
yaklaşıyor şeytan. Nitekim Rabbimiz Lokman sûresinde bu konuda müslümanları
şöyle uyarmaktadır:
“ Ey İnsanlar! Rabbinize karşı
gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğulun da babası için bir şey ödeyemeyeceği
günden korkun. Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi
aldatmasın. Allah'ın affına güvendirerek şeytan sizi
ayartmasın.
(Lokman 33)
Evet Rabbimiz diyor ki sakın ha şeytan
Allah adına yeminler ederek sizi aldatmasın. Sakın ha Şeytan ve taraftarlarının,
şeytan ve talebelerinin, şeytan misyonunu üstlenmiş iki ayaklı yeryüzü
şeytanlarının sarıklar sararak, cübbeler giyerek, Allah adına konuşuyormuş gibi
davranarak sizlere söylediklerine aldanmayın ey kullarım. Eviniz şöyle olsun,
ticaretiniz böyle olsun, kazanmanız harcamanız, mesleğiniz mektebiniz, hukukunuz
eğitiminiz, yazınız tatiliniz, giyiminiz kuşamınız şöyle olsun, şeklindeki
telkinlerine sakın aldanmayın. Söylediklerinin doğruluğuna dair yemin de
etseler, sözlerinin ispatı sadedinde âyet de okusalar kitap ve sünnete uymayan
sözlerini kabullenmeye ve hayatınızı onların dediklerine göre yaşamaya
kakışmayın diyor Rabbimiz.
Öyleyse unutmayalım ki zamanımızda pek
çok şeytan taraf-tarı bu yüzden müslümanları aldatabilmek için sarık sarmakta ve
cübbe giymektedir. Zira onlar hocalarından öğrendiler ki gayri İslâmî kılık ve
kıyafetlerle müslümanlara yaklaşabilmeleri ve onları aldatabilmeleri kesinlikle
mümkün değildir.
Evet müslümanların bu zaaf
noktalarını çok iyi bilen şeytan ve taraftarları bugün müslüman bir hayırhah
kimliğiyle müslümanlara yaklaşarak her guruba kendilerinin hak yolda
olduklarını, kendilerinin çalışmalarının ve metotlarının hak olduğunu, hak yolda
olduklarını ama karşılarındaki müslüman grupları ise bâtıl yolda olduklarını
üfleyerek İslâm adına müslümanları birbirleriyle savaştırmayı
becerebilmektedirler. Hem de kutsal bir savaş anlayışıyla. Şeytanın bu oyunları
sonucu itminan içinde olan müslümanlar, karşılarındaki müslüman grupları her
yönden sorgulamaya alırlarken, maalesef kendi gruplarını, kendi efendilerini
asla sorgulamayı düşünmemektedirler.
Hattâ Kur’an’ı bile, sünneti bile
sorgulamaya alan müslüman-lar maalesef kendi durumlarını hiç de sorgulama gereği
duymamak-tadırlar. Bunun sebebi de tabii ki şeytan onlara kendilerini güzel
göstermektedir. Sen ki en iyi, siz ki en doğru, siz ki en haklı, siz ki bu işe
en lâyık, siz ki bu konuda en önde olmaya lâyık diyerek onları bu konuda mutmain
hale getiriyor.
Evet Allah düşmanı sağdan gelerek
insana amellerini süslü gösterir. Sen şu anda Allah'ın istediği hayatı
yaşıyorsun. Senin yaşadığın hayat haza müslümanca bir hayattır. Bundan daha iyi
bir müslümanlık olamaz. Sen bu halinle cennetin ta ortasına lâyık bir kimsesin
diyerek yaptıklarını eksiksiz ve yeterli gösterir. Bazen de ya-hu bunda ne var
sanki! Bunu yapmayan mı kaldı? Her iş bitti de sıra buna mı geldi? Diyerek, kimi
günahları küçük göstererek, kimi vecibeleri basite indirgeyerek müslümanı
aldatmaya çalışır. Evet sağdan gelişini de böyle anlamaya
çalışıyoruz.
ç: Şeytan bizzat kendi şekli ve kendi
kimliğiyle insanlara yaklaşmak isterse, soldan gelir ve bu defa yüzü bellidir.
Öncekilerde olduğu gibi yüzünde maskesi filan da yoktur. Bilhassa İslâm’dan,
din-den, Allah’tan, peygamberden, kulluktan, yaratılış gayesinden habersizce bir
hayat yaşayan kendisi gibilerine bu yönden gelir şeytan. Çünkü onlar da kendisi
gibi oldukları için saklayacağı, saklanacağı bir şey yoktur. Gâyet rahat ve
cesurdur onlara gelirken. Çünkü bu in-sanlar vahyi tanımamaktadırlar. Kitap ve
sünnetten habersiz bulunmaktadırlar. Kitabı ve sünneti tanımayan birilerinin
şeytanı da, onun tehlikesini de tanıması zaten mümkün
değildir.
Evet böylelerine açık ve rahat bir
şekilde yaklaşan şeytan on-ları küfre, şirke, zulme ve isyanlara dâvet
etmektedir. Onları müslü-manlarla mücâdele etmeye, müslümanların ve Allah
dostlarının kanını içmeye, kemiklerini kırmaya dâvet etmektedir. İşte görüyoruz
bu konuda gerçekten çok muvaffak olmuştur Allah düşmanı. Yeryüzü kâfirleri onun
teşviki ve saldırtmasıyla müslüman kanı içmeye bir türlü
doymuyorlar.
Demek ki unutmayacağız ki, izinleri
kaldırmış olarak şeytan sürekli çalışacağını söylüyor. Sürekli gelecektir bize.
Bazen öndedir, bizi peşinden sürüklemek ister. Bazen arkadadır, dürtüklemek
ister bizi. Bazen sağdan gelir, tanırsınız ve defedersiniz alçağı, ama bu defa
da solunuzdan geliverir. Sağınızdan gelir sağcı olarak, solunuzdan gelir solcu
olarak. İhtiras adına gelir, menfaat adına gelir, makam mevki adına gelir, para
pul adına gelir, kin ve düşmanlık adına gelir, şehvet adına gelir. İçinizden
gelir, dışınızdan gelir. Kadın olarak gelir, erkek olarak gelir, amir olarak
gelir, müdür olarak gelir. TV olarak, oyun olarak, kristal eşyalar olarak, bizi
meftun edecek çiçekler olarak, nefis yemekler olarak, zevkler, eğlenceler,
bağlar, bahçeler, lezzetler görünümünde gelip yanı başınızda
bitiverir.
Evet şeytan böyle yapacağım diyor, ama
şunu da hiç bir zaman unutmayalım ki bu alçağın hiç bir zaman kullar üzerinde
her hangi bir otoritesi, her hangi bir yaptırım gücü de yoktur. Allah’a inanan,
Allah’la yol bulmaya çalışan, sürekli Allah’ın kitabı ve peygamberinin
sünnetiyle beraber olan, vahye sarılan, hayatını vahiyle düzenlemeye çalışan
Allah’ın muttaki ve sâlih kulları üzerinde onun da avarelerinin de hiç bir
etkisi ve yetkisi yoktur. Ama dinlerinin temel kaynakları olan Allah’ın kitabı
ve Resûlünün hayatından habersiz ya-şayan insanlar üzerinde etkili olur.
Dinlerini tanımayan insanları çok rahat aldatır.
“İnananlar Allah yolunda savaşırlar,
İnkar edenler ise şeytan yolunda harbedenler. Şeytanın dostlarıyla savaşın,
esasen şeytanın hilesi pek zayıftır.”
(Nisâ 76)
Evet şeytanın hilesi çok zayıftır diyor
Rabbimiz. Şeytan bizzat kendisi de itiraf ediyor bunu:
“ İblis: "Senin kudretine andolsun ki,
onlardan, sana içten bağlı ihlâslı kulların müstesna, hepsini azdıracağım"
dedi.
(Sa’d
82,83)
Evet hayatını Allah için yaşamaya
çalışan, Allah’a ve Allah’ın yasalarına sımsıkı bağlı olan ihlâslı müminlere
şeytan ve dostlarının yapabilecekleri hiç bir şey yoktur. Öyleyse bizler ihlâslı
mü’minler ol-mak zorundayız. İhlâslı, yâni saf, süzülmüş, katışıksız, karışıksız
vahiy müslümanı olmak zorundayız ki, şeytandan korunmuş olalım. Dinimizi
Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine değil de, başka şeylere dayandırmaya
kalkışırsak, yâni karışık ve katışıklı bir din sahibi olursak böyle bir
garantimiz kalmıyor. İşte Rabbimizin haber ver-mesiyle anlıyoruz ki biz iyi bir
Müslüman olursak şeytan bize hiçbir şey yapamayacakmış. İşte şeytanın böyle
dediğini bize Rabbimiz ha-ber veriyor. Bu haberle ilgilenirsek, kitapla beraber
olursak kesinlikle bilelim ki Rabbimiz bizi onun şerrinden
koruyacaktır.
18. “Allah, "Yerilmiş ve
kovulmuşsun, oradan defol; an-dolsun ki insanlardan sana kim uyarsa, onları ve
sizi, hepinizi cehenneme dolduracağım" dedi.”
Çık oradan alçak! Yıkıl oradan!
Defol o cennetten mezmu-men medhura. Kovulmuş ve kınanmış olarak
defol oradan! Andol-sun ki sen ve sana uyanlarla birlikte, sen ve insanlardan
beni ve benim yolumu bırakıp sana, senin yoluna tâbi olanlarla birlikte
Cehennemi dolduracağım. Cehennemi sen ve senin avenenle dolduraca-ğım. Sana tâbi olanlar, senin gösterdiğin yoldan
gidenler ne kadar da çok olurlarsa olsunlar, ben cehennemi onlarla dolduracağım.
Evet Rabbimiz kendi yolunu
bırakan, kitabını terk eden, elçisinin gösterdiği yolu terk ederek şeytan ve
şeytanî güçlerin egemen-likleri altında bir hayata razı olan tüm şeytan
avenelerini cennete atacağını haber veriyor.
“ O gün cehenneme; "Doldun mu? deriz, o: "Daha var mı? "
der.
(Gaf 30)
Evet cehennem bunları alır mı, almaz mı
diye aklınıza bir endişe gelmesin. Bakın Rabbimiz soruyor cehennemine de o diyor
ki; hel min mezid? Birinci mânâsı; daha yok mu ya Rabbi! Bugün o
kadar coştum ki bir türlü doymak bilmiyorum! Daha varsa gelsin ya Rabbi!
diyecek. Bir ikinci mânâsı da; cehenneme bu şeytan ve dostları atıldıkça
atılacak, atıldıkça atılacak ve sonra cehennem de şaşıracak ve diyecekmiş ki;
daha mı var ya Rabbi? Bunların hâlâ arkası ke-silmedi mi ya Rabbi diyerek
şaşkınlığını dile getirecek.
Bunların sayılarının çok olacaklarına
dair bu âyetler de delildir. Şeytan, onlardan çoğunu şükreder bulamayacaksın
diyordu, Rab-bimiz de En’âm’da onların çoğunluğuna uyarsan seni saptırırlar,
çünkü o çoğunluk Allah’ın kitabına değil şeytana ve şeytanın zanlarına tâbi
olurlar diyordu. Ve sakın ha ey müslümanlar bunların çok oluşlarına aldırış
etmeyin. Çokluklarına değer vermeyin. Yâni bu ka-dar insanın eğer gittikleri yol
yanlış olsaydı, bu kadar insan bu yoldan gider miydi diye sakın bir yanlışa
düşmeyin. Çünkü insanların çoğunluğu şeytan yolundan gitmektedir, şeytan
peşinden gitmektedir. İnsanların çoğunluğu inanmamaktadır.
Öyleyse hak çoğunluğun yolu
değil, Allah’ın yoludur. Bu şeytan metbularının âdetleri ne kadar da çok olursa
olsun, gerçek yol Rabbimizin gösterdiği yoldur. Biz de ona uyalım şeytanın
adımlarına tâbi olmayalım.
Bundan sonra söz Âdem’e dönüyor ve
Rabbimiz şöyle bu-yuruyor:
19. “Ey Âdem! Sen ve eşin
cennette kalın ve istediğiniz yerden yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın yoksa
zâlimlerden olursunuz.”
Şeytanın kovulmasından ve
rahmetten tart edilmesinden sonra anladığımız o ki arzda yaratılan Âdem’e arzda
secde edilmiş, melekler ona yerde secde ederek imtihanı kazananlardan olurken,
şeytan secde etmeyerek imtihanı kaybedenlerden olmuş ve hemen bundan sonra da
Rabbimiz Âdem’i arzdan alıp cennete yükseltmiş. Ve bakın buraya kadar
anlattıklarına Rabbimiz bir örnek verecek. Şey-tan dedi, şeytanın saptırmalarına
dikkat dedi, aman düşmanınıza karşı âgâh olun, uyanık olun dedi, şimdi de bakın
bu şeytan, insanları iş-te şöylece saptırır diyerek atamızın ve anamızın
hayatından bize bir örnek sunacak. Bu melun düşmanın atamız ve anamıza nasıl
yaklaşma imkânı bulduğunu, onları nasıl kandırdığını anlatarak bize bu konuda
bir ibret levhası arz edecek, bir miras sunacak.
Rabbimiz; ey Âdem sen ve zevcen
cennette oturun. Evet sadece sen değil, zevcen de cennette olsun. Arkadaşlar,
bizler sadece kendimiz cennete gitme kavgası vermeyeceğiz, zevcelerimizi de
cennete götürme kavgası vereceğiz. Vah o müslümanlara ki hanımlarını eğitip,
onları kitap ve sünnetle tanıştırıp cennete götürme derdinde değiller. Vah o
kadınlara ki kocalarının koştuğu cennete gitme arzusu içinde değiller.
Evet sen ve hanımın cennette
oturun ve dilediğinizden yiyip için, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden
olursunuz bu-yuruyor. Evet her şeyden yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın. Her şey
serbest, ama hayatlarında bir yasak var.
Bir ağaca yaklaşılmayacak. Bu yasak,
Âdem ile Havva’nın iradeleridir. Bu yasak iradeyi anlatır. Yâni Âdem ile
Havva’nın seçebilme özellikleri vardır. İyi ya da kötü, haram ya da helâl, hayır
ya da şerden, iman ya da küfürden birini seçebilme, tercih edebilme
özelliklerinin varlığını anlatır bu yasak.
Esasen irade yasakla yeşerebilir.
Eğer varlıkların hayatında yasak yoksa onların şahsiyetlerinin gelişmesi de
mümkün değildir. Şahsiyetlerin gelişmesi için yasak lâzımdır. Meselâ her
istediğini yapabilen bir çocuk düşünün, şahsiyeti gelişmez bu çocuğun. Bunların
da şahsiyetlerinin gelişip yeşermesi için bir yasak var hayatlarında. Allah
buyurdu ki; bir ağaca yaklaşmayacaksınız.
Peki neydi bu ağaç? Ne bilmiyoruz, ama
tadılan bir şey olduğunu, bir ağaç, yenen bir ağaç olduğunu biliyoruz. Ağaç
yenmez de meyvesi yenir tabii. Mihnet ağacı demişler, buğday ağacı demişler,
buğdaydan ağaç olur mu? Orasını bilmem, ama demişler işte. Zırvanın te’vili
olmayacağından bunları geçiyorum. Bir ağaç var ve o yasak ediliyor, o
kadar.
Evet Âdem ve Havva cennetteler ve
bir yasak var hayatlarında. Her şeyden dilediğiniz kadar yeyin için, ama şu
ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz. Şimdi de öyle değil mi? Bütün
meşrubatlar serbest, ama içki yasak. Bir çok hayvan serbest, ama domuz
yasak.
Evet Âdem ve Havva cennete ve
hayatlarında bir yasak var. Burada bir soru hatırımıza geliyor. Arzda yaratılan,
yeryüzünde yaratılan ve Bakara’da anlatıldığı gibi yeryüzünün halîfesi olarak
yaratılan Âdem ve Havva acaba neden bir cennete konuluyor? Hz. Âdem ilk andan
itibaren zaten dünyada yaşamak üzere yaratılmıştı:
Âyeti bunu gösteriyordu. Peki neden
direk yeryüzünde değil de başka bir yerde imtihan ediliyordu Hz. Âdem (a.s)?
Veya neden böyle bir ağaçla imtihan ediliyordu? Bir de onun o imtihanı başarıp
başarmayacağını, o ağaçtan yiyip yemeyeceğini ezelî ve ebedî ilmiyle zaten
bilmiyor muydu Allah? Bunu bildiği halde Allah neden böyle bir imtihana konu
kıldı?
a: Bunun bilebildiğimiz kadarıyla
birinci sebebi: Hz. Âdem’i yetiştirmek içindi. Yeryüzünde ileride halîfe olacak
varlığın içinde giz-lenmiş olan kuvvetleri uyarmak, onu şeytanla savaşa
hazırlamak, acıları tattırmak, pişmanlığı yudumlatmak, düşmanını tanıtmak ve
düşman karşısında sığınağını bildirmek içindi.
Böylece Hz. Âdem deneyim sahibi
oluyordu. Benliğindeki zayıflıkların farkına varıyor, düşmanının aldatma
yöntemlerini tanıyor ve öğreniyordu ki bundan sonra onunla daha etkili bir
mücâdele verebilsin.
b: İkinci olarak yanlıştan, hatadan
dönmesi gerektiğini, hatadan nasıl dönmesi, nasıl tevbe etmesi gerektiğini
öğretiyordu ona.
c:
Üçüncü olarak da, aynı zamanda nesli için de bir örneklik söz konusuydu.
Kıyâmete kadar Âdem neslinden gelecek insanlara bu konuda ders veriyordu,
düşmanlarını tanıtıyordu Rabbimiz.
d: Dördüncü olarak da, Rabbimiz böylece
atamız Âdem’e ve tüm soyuna bir hedef göstermiş oldu. Ey Âdem! İşte cennet
budur. Dünyadaki tüm uğraşınızda hedefiniz burası olsun! Burasını kazanmak için
çalışıp çırpının dercesine onlara cennetini gösteriverdi
diyoruz.
Allah sonucun böyle olacağını, onun o
ağaçtan yiyeceğini bildiği halde niye böyle bir emirle karşı karşıya bıraktı
onu?
Emir veren:
1- Ya o emrin bizzat yapılmasını ister.
Emri vermesindeki sebep bizzat o işin yapılmasıdır.
2- Ya da mesele o işin yapılması değil
de emredilen varlığın samimiyet ve itaatini sınamak için böyle bir emir
verilmiştir. O konudaki samimiyet ve imanının gücünü ortaya çıkarmak için emir
vermiştir.
Nitekim Cenâb-ı Hakkın Hz. İbrâhim’e
"Oğlunu kurban et!" Emri bu türden bir emirdi. Bu sebeple de eylem
gerçekleşmeden de Cenâb-ı Hak bu emri geri aldı. Baba ile oğulun
teslimiyetlerini ortaya çıkarmak istiyordu. Veya bu konuda onların bu
teslimiyetlerini insanlığa örnek sunmak istiyordu. Veya onları böylece eğitmek
istiyordu Rabbimiz. Evet her ikisi de cennette ve karşılarında duran bir yasak
var.
İşte bu andan itibaren şeytan harekete
geçer. Hani demişti ya Âdem’i ve neslini yoldan çıkaracağım. İşte bu sözünü
gerçekleştirmek için ilk deneyimini vermek üzere şeytan harekete geçer. Âdem ve
Havva'yı kandırarak hem onlara hem de kıyâmete kadar onların neslinden gelecek
insanlara ilk numarasını, ilk kandırma tekniğini göstermek ister ve şöylece işe
başlar:
20. “Şeytan, ayıp yerlerini
kendilerine göstermek için onlara fısıldadı:" Rabbinizin sizi bu ağaçtan
menetmesi melek olmanız veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir.
"
Evet şeytan o ikisine vesvese
verdi. Sadece Havva’ya ve onun vasıtasıyla da Âdem’e değil. “Lehüma” İkisine
birden vesvese verdi, gizlice, yavaşça fısıldadı onlara. Şeytanca bir vahiy, bir
mesaj ulaştırdı onlara.
Vesvese; kulağa takılan küpenin orada
hafif hareketinden çıkardığı sese denir. İnsan kulağına yakınlığı sebebiyle
küpenin çıkardığı bu sese vesvese denildiği gibi insana belki küpeden daha fazla
yakınlığı sebebiyle de şeytanın insana verdiği fısıltılarına da vesvese
denilmiş. Bu yüzdendir ki şeytanın Kur’an’daki isimlerinden bir başkası da
“vesvas dır”.
Vesvâs; vesveseyi verene, yapana
denir. Vesvâs, şeytandır. Felak sûresinden biliyoruz ki vesvas sadece şeytan
değil şeytan mis-yonunun üstlenmiş insan vesvâsları da
vardır. Vesvese, dinde sapıklığa, kulluğu terke, isyana, şehvete ve mâsiyetlere
dâvetiyedir.
Evet her ikisine de vesvese verdi.
Bunun şekli, biçimi bizim için önemli değildir. Eğer önemli olsaydı Rabbimiz
burada açık açık bize anlatırdı..
Peki şeytan niye vesvese vermiş onlara?
Ya da vesvesesinin hedefi neymiş? Rabbimizin ifadesine göre onlara vesvese
verirken şeytanın temel hedefi onların ayıp yerlerini açmak, deşifre etmek,
açığa çıkartmaktı. Bunu gerçekleştirebilmek için onlara dedi
ki:
Dedi ki ey Âdem ve ey Havva! Rabbiniz
bu ağacı size neden yasak kıldı biliyor musunuz? Bu ağaçtan yemenizi neden men
ediyor biliyor musunuz? Rabbiniz bunu siz melek olmayasınız diye ve siz cennette
ebedîyen kalmayasınız diye, ebedî bir yaşam hakkı elde et-meyesiniz diye
yasaklıyor. İki melek olmayasınız ve ebedîyet yurdunu elde etmeyesiniz, hiç
bitmeyen, tükenmeyen bir mülke sahip olmayasınız, olamayasınız diye bu yasağı
koydu. Rabbiniz size gerekli olan böyle bir nimete böyle bir saadete kavuşmanızı
istemediği için bu ağacı size yasakladı. Yâni eğer bu söylediklerimi elde etmek,
onlara kavuşmak istiyorsanız bu ağaçtan yemek zorundasınız.
Burada şeytanın Âdem’le Havva’ya
yaklaşma taktiğini anlıyoruz. Bu bizim için çok önemlidir. Şeytanın bu taktiğini
Rabbimiz bize anlatıyor ki ona karşı uyanık olalım.
Daha önceki âyetinde Rabbimizin bize
anlattığı gibi şeytan mü’minlere sağ taraflarından yaklaşır. Yüzünü,
şeytanlığını bir mas-keyle saklayarak yaklaşır. Bakın
atamız ve anamıza da aynı yönden yaklaşıyor. Alçak kesinlikle bilmektedir ki
şeytan olarak yaklaştığı zaman şeytanlığı fark edilecek ve reddedilecek, sözü
dinlenmeyecek.
Ey Âdem ve ey Havva! Bu ağacı
size yasaklayan Allah’ı dinlemeyin! Kimmiş o? Nasıl yasaklarmış bunu size? Onu
dinlemeyin ve ona itaatten, ona kulluktan çıkın! deseydi, böyle yaklaşsaydı
kesinlikle dinlenmeyeceğini biliyordu. Onun için yüzüne bir maske takarak, hükme
şeytanca bir yorum getirerek onları itaatten çıkmaya çağırıyordu. Allah’ın
yasağına, Allah’ın hükmüne şeytanca bir yorum getirerek, yasağı insan nazarında
törpüleyerek basit hale getirmeyi plan-lıyordu.
Deniz kenarında bir karyede yaşayan ve
Allah tarafından kendilerine emredilen cumartesi günü yasağıyla karşı karşıya
bulunan yahudilere de aynı taktikle yaklaşmıştı şeytan. Onlar için de hükme bir
yorum getirerek şöyle diyordu. Cumartesi günü balık tutma yasağını nereden
çıkardınız? Allah size cumartesi günü balık tutmayın demedi ki! Cumartesi günü
balık yemeyin dedi! Cumartesi tutarsınız daha sonra yersiniz olur biter.
Şeytanın bu şeytanca yorumu ve
vesveselerine kapılan İsrâil oğullarının gözünde yasak basitleşiverdi ve
oltasını ağını kapan herkes balık tutmaya koştu. Bakıyoruz bugün de şeytan ve
dostları getirdikleri şeytanca yorumlarla müslümanların gözünde Allah’ın
yasaklarını hafifleterek onları yasakları delme konusunda, haramları çiğneme
konusunda cesur hale getirmeye çalışıyorlar.
Meselâ bir zamanlar müslümanlar
nazarında fâiz yasaktı. He-men hemen bütün müslümanlar Allah’ın bu yasağı
karşısında çok titiz davranıyorlar, fâizin yakın semtine bile uğramamaya
çalışıyorlardı. Ama şeytan ve çömezleri bu fâiz konusuna bir yorum getirdiler.
Dediler ki, ya hu bu fâiz yasağını nereden çıkardınız? Allah’ın Kur’an’da
yasakladığı şey fâiz değil, ribadır. Allah fâiz değil ribayı yasaklamıştır. Riba
ayrı fâiz ayrı şeydir diyerek şeytanca bir yorum getirince bugün müslümanların
gözünde bu yasak basitleşmiş ve senedini, çekini kapan müslümanlar bankalara
koşuvermişlerdir. Tıpkı İsrâil oğullarının oltasını ağını alıp balık tutmaya
koştukları ve yasağı deldikleri gibi.
Namaz konusunda da aynı şeyi
söylüyorlar bu şeytan ağızlılar. Kardeşim nereden çıkardınız bu namazı? Hani
Kur’an’ın neresinde geçer namaz? Kur’an’da Allah’ın bize emrettiği şey namaz
değil salâttır. Salât da dua demektir. Bakın lügat kitaplarına, salât
kelimesinin namaz değil dua anlamına geldiğini göreceksiniz. Allah’a Allah’ın
istediği biçimde dua edip kalbinizi de temiz tuttunuz mu iş bitmiştir. Namaza
da, niyaza da gerek yoktur diyerek iblisin ağzını kullanarak, hocalarının
taktiğini uygulayarak, emri böyle bir yoruma tâbi tutarak, yâni emri
törpüleyerek bugün müslümanların gözünde namaz emrini hafifletip müslümanları
namazdan uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.
Bu tip ağızları kullanarak
haramlara ve emirlere böyle şeytanca yorumlar getirenlerin, müslümanlara
şeytanca yaklaşanların tamamı bilelim ki şeytandır. Şeytan misyonunu üstlenmiş
mü’minleri Allah yolundan saptırmaya çalışan iki ayaklı şeytanlardır
bunlar.
Bakın diyor ki ey Âdem ve ey Havva! Bu
ağacı Rabbiniz size niye yasak kıldı biliyor musunuz? Aslında bu ağacın öteki
ağaçlardan hiç bir farkı yoktur. Üstelik siz ikiniz bu ağaçtan yediğiniz
takdirde ikiniz melek olacaksınız ve ebedîyen yaşayacaksınız. İki melek olarak
size hiç ölüm gelmeyecek, hayatınız ve zevkleriniz asla son bulmayacak, ebedîlik
hakkını elde etmiş olacaksınız.
Bugün iki ayaklı şeytanların da aynı
şekilde insanlara yaklaştıklarını görüyoruz. Aynen hocalarının ağzını
kullandıklarını görüyoruz. Kızım açıverin başınızı! Örtülü başla açık başın bir
farkı yoktur. Eğer sizler başınızı açar ve okullarınıza devam ederseniz üstelik
bu size iki büyük fayda sağlayacaktır. İlim öğreneceksiniz, diploma
ala-caksınız, falan ve filan mevkilere gelme imkânı bulacak, istikballe-rinizi
kazanacak, gelecekte kendinize çok iyi bir hayat hazırlayacaksınız. Size
sağlayacağı bu büyük faydaların yanında yasağı delmenizin ne önemi olabilir?
Evet tüm emirler ve haramlar konusunda bugün şeytanın iki ayaklı talebeleri
aynen hocalarının taktiğini kullanarak insanlara
yaklaşmaktadırlar.
Bakın şeytan da aynı taktikle Âdem ve
Havva’ya yaklaşıyordu. Ey Âdem ve Havva, bu ağacın diğerlerinden bir farkı
yoktur. Üstelik sizler bu ağaçtan yiyecek olursanız size iki büyük menfaat
sağlayacak. İkiniz iki melek olacaksınız ve ebedîyen yaşayacaksınız, size bir
daha ölüm gelmeyecektir. Onları zaaf noktalarından yakalıyor hain. İnsanın zaaf
noktalarını çok iyi bilmektedir alçak. İnsanın en büyük iki zaaf noktası vardır.
Birincisi ebedîleşmek,
ölümsüzleşmek, ebedîyen yaşamak arzusu, ikincisi de yaşadığı hayatta mal makam
sahibi olmak rahat bir hayat yaşamak. Şeytan insanların bu en büyük zaaf
noktalarını çok iyi bildiği için genelde onları kandırabilmek için bu
noktalarından yaklaşıyor.
Gerçekten mal sevgisi, makam
sevgisi, yaşama sevgisi, dünyada ebedî kalma arzusu insanın fıtratında var olan
şeylerdir. Zaten insanın gözünde dünyada mal, mülk ve makam sahibi olmak
ebedîleşme sebebidir. İnsan bunlara sahip olmakla dünyada ebedîleşeceğini
zanneder. Malı, mülkü ve makamı dünyada ebedîlik sebebi zan-eder. Bunlara sahip
olduğu zaman sanki artık kendisinin kimseye ihtiyacının olmadığı zehabına
kapılarak müstekbirce bir tutum sergilemeye başlar. Kur’an’ın pek çok yerinde
azgınlaşan, tâğutlaşan, yer-üzünde tanrılığını iddia ederek Allah’a karşı savaş
açma bedbahtlığında bulunan insanların genellikle mal-mülk sahibi, makam-mevki
sahibi, sulta-saltanat sahibi kimseler olduğunu görüyoruz. Bakın Rabbimiz Hümeze
sûresinde bu hususu şöyle anlatıyor:
Mal toplayarak onu tekrer tekrar
sayan, diliyle çekiştirip alay eden kimsenin vay haline! Malının kendisini
ölümsüz kılacağını sanır.
(Hümeze
1,2,3)
Evet mal toplar ve yığar. Üst üste
yığar, alt alta yığar, apartman diye yığar ve sayar. Saydıkça paracıklarının
karşısında mest olur. Ve en sonunda zanneder ki bu paraları, bu servetleri, bu
zenginlikleri kendisini ebedîleştirecek. Bu serveti kendisini ölümden
kurtaracak. İşte bu duygu kendisini tâğutluğa, tanrılaşmaya, azgınlaşmaya, hak
hukuk tanımamaya, insanlara zulmetmeye, her şeyin kendisine ait olduğunu
savunmaya, kendisinden başkalarına hiç bir şey vermemeye ve Allah’la savaşmaya
götürüyor. Bu konuda örnek Kur’an’da pek çoktur da bunlardan sadece Kehf
sûresinde anlatılan şımarık, iki bahçe sahibi zengin bir kimsenin örneği var.
Allah’ın kendisine bolca mal mülk verdiği, ama kendisine verilenlerin tamamını
kendisinden bilen ve sahip olduklarıyla Allah’a kafa tutmaya kalkışan bir
adam.
“Kendisine böylece yazık ederek bahçesine
girerken: "Bu bahçenin batacağını hiç zannetmem. Kıyâmetin kopacağını da
sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülürsem, andolsun ki orada bundan daha iyisini
bulurum" dedi.
(Kehf 35,36)
Evet malına mülküne, gücüne kuvvetine,
bağına bahçesine, imkânına iktidarına güvenen ve sanki hiç kimseye eyvallah’ının
ol-madığını zanneden, dünyada ebedî kalacağı gururuyla hareket eden bir adam.
Böyleleri Elbette buradaki cennetler hatırına, buradaki makam ve mevkileri
hatırına Allah’ı unutacaklar, Allah’a kulluğu unutacaklar, hayatlarında Allah’ı
diskalifiye edecekler ve kendilerini mülkün sahibi bileceklerdir. Kendilerini
hayata ve mülke etkin ve yetkin bilecekler ve şöyle diyeceklerdir: Bu bahçenin
batacağını, bu bahçenin harap olacağını hiç sanmıyorum. Bu bahçem hiç bir zaman
harap olmaz olamaz diyecek ve bu inancı bu zannı sonunda onu kıyâmetin
kopacağını da yalanlamaya kadar götürecektir. Diyecektir ki kıyâmetin kopacağını
da hiç sanmıyorum. Kıyâmetin kopacağına da inan-mıyorum. İhtimal vermiyorum ki
böyle bir şey olsun. Zannetmiyorum ki öldükten sonra yeniden dirilelim ve bir
hesabın kitabın içine girelim.
Evet dikkat ediyor musunuz dünya
sevgisi, mal-mülk tutkusu ve elindekilere güvenerek onlarla duyduğu bu gurur
adamı nereye kadar götürüyor? Adam gurur ve kibir içinde bahçesinin içine
giriyor. Ya da işte şirketinin içine giriyor, fabrikasının oturma bölümüne
giriyor, saltanatının içine giriyor, makamına giriyor. Kendisinde güç ve kuvvet
görerek gurur ve kibir içinde, nefsine ve çevresindekilere zulmeder, tepeden
bakar olduğu halde, Allah’ı da diskalifiye ederek di-yor ki; ben gerçek güç ve
kuvvet sahibiyim! Ben mal mülk sahibiyim! Benim bağım-bahçem, atım-arabam,
makamım-mansıbım, çevrem, kredim, saltanatım var. Bütün bunların sahibi benim!
Bu gücümün, bu saltanatımın, bu çevremin, bu kredimin, bu hayatımın sahibi benim
ve artık ben bu mülkün batacağına da inanmıyorum! Kesinlikle yok olmaz bu iş
yerleri! Yok olmaz bu fabrikalar! Bitmez bu saltanat! Son bulmaz bu hayat!
Gelmez ölüm bana! Ben ebedîyen yaşarım bu saltanatımın içinde!
Bütün bunlara sahipken artık ben
kıyâmetin kopacağına da ihtimal vermiyorum! Bu saltanatın, bu gücün ve bu
imkânın sahibi olan birinin üzerine kesinlikle kıyâmet kopmaz! Benim üzerime
kıyâmet kopmaz! Kimse benim önüme geçemez! Kimse benimle baş edemez! Allah’ın da
beni öldüreceğini sanmıyorum!
Gerçi eğer bu zavallı fakirlerin,
şu ayak takımının, şu örümcek kafalıların dedikleri doğru da gerçekten kıyâmet
kopacaksa bile, ne önemi var? Eğer bunların dedikleri gibi ölecek ve yeniden
dirileceksek, elbette yine bize orada da ayrıcalık tanınacak ve ayrı muamele
yapılacaktır. Zat-ı âlileri orada da korunacaktır elbette. Çünkü dünyada bu
kadar servetin bu kadar saltanatın sahibi değil miydik bizler? Öyleyse sayın
cenapları, elbette âhirette de düşünülecek, elbette orada da protokol
bozulmayacak, orada da saygınlığını koruyacaktı. Böyle düşünüyordu
adam.
Evet zenginler ölmez, paralılar ölmez,
makam sahipleri, sal-tanat sahipleri ölmez. Dünyanın en zengin adamı Karun, bir
gün paracıklarının karşısına geçip sevinçten mest olmuş bir vaziyette onları
sayarken, hizmetçisi de uzaktan gülerek onu seyrediyormuş. Hizmetçisini böyle
garip bir tavır içinde gören Karun onun paracıklarına göz koyduğunu ve onları
çalmayı planladığını zannederek onu ayaklarının altına alıp ezmeye başlar. Niye
gülüyordun söyle bakalım? diye onu ezmeye çalışırken, bir ara fırsat bulan
hizmetçi bağırır: Efendim! vallahi onları çalmayı filan düşünmedim! Düşündüm ki
siz ölünce.. Filan demeye çalışırken, daha onun sözünü boğazında kesen Karun der
ki: Sus! Ben ölmem! Zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Saltanat sahipleri ölmez!
diye onu daha beter yapmaya koyulur.
Evet zenginler ölmez! Paralılar
ölmez! Saltanat sahipleri öl-mez! Bu Ehramlar, bu anıt kabirler de onun için var
ya. Ölmediklerini ortaya koymak için, ölümsüzlüklerini ispat için, ya da
öldükten sonra da hegemonyalarını sürdürebilmek için yaptırıyorlar
bunları.
Evet insanın bu zaaf noktalarını çok
iyi bilen İblis, insana bu yönlerden yaklaşıyor.
21. “Doğrusu ben size öğüt
verenlerdenim" diye ikisine yemin etti.”
Vallahi de billahi de ben sizin
kötülüğünüzü değil, iyiliğinizi düşünmekteyim. Vallahi ben sizin için hayırhah
bir nasihatçiyim. Benim bu işte en küçük bir menfaatim yoktur. Eğer kendim için
isti-yorsam, kendi menfaatimi düşünüyorsam namerdim. Ben sizin iyiliğiniz için,
sizin menfaatiniz için çırpınıyorum. Bütün derdim sizin şu söylediğim nimetlere
ulaşmanızdır. Benim bundan başka bir derdim yoktur diyerek onlara Allah adına
yeminler etti şeytan. Bu sözleriyle Âdem ve Havva’yı kandırmaya
çalıştı.
Bakın soruyu kendilerine ilk sorduğunda
Âdem ve Havva’da bir iman vardı. Hani şeytan onlara; ey Âdem ve ey Havva! Allah
bu ağacı size niye yasakladı biliyor musunuz? dediğinde Hz. Âdem’de ve Hz.
Havva’da bir iman vardı ki bu ağaçtan yenmemeliydi. Nedenini, niçinini
düşünmemişlerdi bile. Çünkü Yasaksa yasaktır, haramsa haramdır diyorlardı. Allah
demişse ki bu yasaktır, tamam artık o yenmemeliydi. Allah demişse ki bu
haramdır, tamam o haramdır, ne-denine niçinine gerek yoktu. Çünkü Allah
kullarından teslimiyet ister. Kulluğun mantığı teslimiyettir. Allah ne demişse,
neleri emretmiş ve neleri yasaklamışsa o konuda kullarından itirazsız teslimiyet
ister. Nedenine niçinine yönelerek yapılan kulluk Allah’ın istediği kulluk
değildir.
Meselâ şu anda içkiyi içmiyoruz
neden? Siroz hastalığına yakalanırız diye mi? Hayır Allah yasak kıldı diye.
Domuz etini yemiyoruz neden? İçinde trişin tenya var diye mi? Hayır Allah yasak
kıldı diye. Namaz kılıyoruz neden? Diz kireçlemelerini önlemek için mi? Hayır
Allah emrettiği için. Oruç tutuyoruz neden? On bir ay yorulan midelerimizi
dinlendirmek için mi? Sıhhat için, perhiz için mi? Hayır Allah emrettiği için.
Değilse emir ve nehiyleri tıbbi
mahzurlar veya bedensel faydalar mülahazasıyla icra etmek, esasen nefisperestlik
ve menfaatperestliktir. Allah için mütedeyyin olanlarla menfaatleri için
mütedeyyin olanların ayrıldıkları kesin çizgi de işte
buradadır.
Evet Hz. Âdem ve Havva hiç
düşünmemişlerdi bile. Yasaksa yasaktır ve bu ağaçtan yenmemeli diyorlardı o ana
kadar. Ama şimdi bir şeytan yorumuyla, bir şeytan mülahazasıyla karşı karşıya
bulunuyorlardı.
Meselâ namaz konusunda insanda
bir kanaat vardır ki namaz mutlaka kılınmalıdır. Nerden geldi bu kanaat?
Allah’ın kitabından ve Resûlünün sünnetinden biliyoruz ki namaz farzdır ve
mutlaka kılınmalıdır. Ama bu emir konusunda insanın bilinç altında ikinci bir
kanaati, ikinci bir imanı daha vardır. Yâni bu namaz kılınmasa da olabilir,
geçenlerde sabah namazını kılmadım da gök kubbe başıma mı yıkıldı sanki? Bak
piyasada namaz kılmayan yığınlarla insan var, ne olmuş yâni? Onlar da gül gibi
yaşayıp gidiyorlar diye insanda ikinci bir kanaat daha vardır.
İşte insandaki bu birinci kanaat,
ikinci kanaate galip geldiği zaman kişi mutlaka namazı kılacaktır. Ama insanın
bilinç altındaki bu ikinci kanaat, birinci kanaate galip geldiği zaman kişi
namazı kılmayacaktır. Tüm emir ve yasaklar için bu böyledir. İşte insan
fıtratını çok iyi bilen şeytan insandaki bu birinci kanaati törpüleyip
zayıflatmak ve ikinci kanaati kuvvetlendirip açığa çıkarmak üzere insana
yaklaşır. Çeşitli yorumlarla, yan ürünlerle bu ikinci kanaati güçlendirip
birinci kanaati zayıflatıp insanı emirler ve yasaklar konusunda gevşekliğe
sürüklemek ister.
İşte Hz. Âdem’le Havva’da var
olan bu ağaçtan yenmemeli şeklindeki birinci imanı, birinci kanaati zayıflatıp,
onların bilinç altındaki yendiği zaman da bir şey çıkmaz, üstelik yendiği zaman
şu şu menfaatleri vardır şeklindeki ikinci zayıf kanaatlerini güçlendirip açığa
çıkarmaya çalışıyordu şeytan.
Bakıyoruz bugün de şeytan ağızlılar
aynı ağzı kullanıyorlar. Emirler ve yasaklar konusunda insanların birinci
imanlarını zayıflatıp ikinci kanaatlerini açığa çıkararak güçlendirmeye
çalışıyorlar. İnsanların yasağa karşı ayakta duran imanlarının karşısına bir
takım şeytanî yorumlar getirerek çözülmelerini sağlıyorlar. Bir takış şeytanî
gerekçeler getirerek günahları hoş göstermeye ve insanları haramları işleme
konusunda cesur hale getirmeye çalışıyorlar. Haramları güzel göstererek, ya da
her bir haram karşısında bir mantık geliştirerek onu insanlar nazarında
basitleştirmeye çalışıyorlar.
Meselâ kumarın adını milli
piyango, yahut oyun, çıplaklığın adını sanat, fuhşun adını bilmem ne koyarak
cazip göstermeye bu işi insanlara yaptıracak bir kısım gerekçeler bulmaya
çalışıyorlar.
Veya meselâ ev yaptırmak için
alınacak fâiz konusunda bu ev kredisidir efendim zaruret miktarı almanın ne
mahzuru olabilir? Veya işte çocuklarımın hakkından gelemedim efendim ne yapalım
barı pavyonu evin içine taşımak zorunda kaldım dedirterek her birine kılıflar
bulduruyor şeytan.
Evet şeytan atamıza ve anamıza böyle
yorumlar yaparak, kılıflar bularak ve üstelik de Allah adına yeminler ederek
yaklaşıyordu. Saf ve temiz bir biçimde Rablerine kulluk yapmaya çalışan,
Rablerinin emir ve yasaklarına riâyet etmeye çalışan babamız ve anamız henüz
şeytanı da tanımıyorlardı. Kendileri temiz oldukları için herkesi temiz
zannediyorlar ve şeytan da dahil hiç bir varlığın kendilerini yaratan Rableri
adına yemin edemeyeceğini, yeminle teyit ederek yalan söyleyemeyeceğini
zannediyorlardı. Bundan dolayı da şeytanın yeminlerine ve tatlı sözlerine
kanıverdiler. Çünkü onlar Allah’a inanıyorlardı, şeytan da onları Allah’la
kandırıyordu. Zira mü’mini Allah’la kandırma yöntemi en kolay bir yöntemdir.
Şu anda da şeytan taraftarları,
şeytanî güçler, şeytan ağızlıların kullandıkları en etkili yöntem budur. Onun
içindir ki hem şeytana ve hem de şeytanî güçlere karşı dikkat çeken Rabbimiz
Kur’an’ın pek çok yerinde bizi bu konuda ısrarla uyarır.
“Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın.
Allah'ın affına güvendirerek şeytan sizi
ayartmasın.”
(Lokman 33)
Evet sakın ha ey kullarım!
aldatıcılar sizi Allah’la aldatmasınlar buyuruyor Rabbimiz. Peki aldatıcılar
Allah’la nasıl aldatırlar insanı? Allah bir şey indirmedi diye aldatırlar. Allah
hayata karışmaz diye aldatırlar. Bu kadar yüce bir Allah’ın işi yok da bizim pis
işlerimizle mi ilgilenecek? diye aldatırlar. Allah dünyayı yaratmış ama onunla
ilgilenmek istememiştir, öyleyse hayatımızı biz belirleriz diye aldatırlar.
Allah’ı yanlış tanıtarak aldatırlar. Allah’ın sıfatlarını Allah dışında
birilerine vererek aldatırlar.
Meselâ Allah kılık kıyafete
karışmaz! Allah düğününüze-der-neğinize karışmaz! Allah kazanmanıza-harcamanıza
karışmaz! Allah mesleklerinize karışmaz! Düğünde bu kadar olur canım! Allah bu
kadarına da karışacak değil ya! Evinizi nasıl döşeyeceğinize, çocuklarınızı
nasıl giydirip ne şekilde eğiteceğinize, hangi mekteplerde okuyacağınıza, sabah
kaçta kalkacağınıza, sofranızda nelerin bulunup nelerin bulunmayacağına da Allah
karışacak değil ya canım diyerek Allah’la aldatırlar.
Veya Allah Kerîm be! derler.
Yığınlarla günah işlesen de, ken-disine kulluk yapmasan da Allah kerim! Allah
Gafururrahim! Affedecektir diyerek aldatırlar.
Veya işte Allah’ın kitabı böyle
okunur diyerek aldatırlar. Anlamadan da okusan fark etmez diyerek aldatırlar.
Sırf affeden, ama hiç azap etmeyen, sırf cenneti olan, ama asla cehennemi
olmayan bir Allah tanıtarak aldatırlar. Öyle bir Allah tanıtırlar ki Kur’an’ın
hiç bir yerinde tanıtılmayan bir Allah’tır bu. Kendi kafalarından şekillendirip
biçimlendirdikleri bir Allah imajıyla insanları
aldatırlar.
Başta şeytan olmak üzere Allah’la
aldatan piyasada pek çok iki ayaklı şeytanlar vardır. Onun içindir ki Rabbimiz
Kur’an’ın pek çok yerinde bizi bu konuda ısrarla uyarmaktadır. Aldatıcılar sizi
Allah’la aldatmasınlar, zira aldatılmanın en kötüsü ve en tehlikelisi budur.
Onun içindir ki bugün piyasada Allah'tan, Allah’ın dininden haberdar olup da
Allah’ın dinini kazanç metaı yapan, menfaatlerinden ötürü Allah’ın dinini
yamultmaya çalışan, Allah’ın dinini yanlış aktaranlar, kitaba dayalı din
anlatmayanlar, efsaneleri ve bir kısım kişileri kitabın önüne geçirerek din
anlatmaya çalışanlar insanları kandırmaktadırlar.
Sanki bu toplum peygamberi
tanımış da sıra başkalarını tanıtmaya gelmiş gibi, sanki bu ümmet kitaplarını
tanımışlar da başka kitaplara sıra gelmiş gibi anlatımlarında kitaba ve sünnete
yer veremeyecek kadar başka şeyler anlatmaya çalışanlar bu ümmeti
aldatmaktadırlar.
Yâni kimseyi itham etmek
istemiyorum, ama ne yazık ki içinde biz de olmakla beraber bu toplumu hocalar
kandırmaktadır. Ya da dinden habersiz oldukları halde, kitap ve sünnet
bilgisinden mahrum oldukları halde din bilirmiş gibi bu toplumun önüne geçen
insanlar kandırmaktadırlar.
Ya böyle zır cahil yobazlar, ya
da dini bildikleri halde, din tahsili, medrese tahsili yaptıkları halde
makam-mevki endişesiyle, para- pul endişesiyle bildikleri dini anlatmayarak, ya
da yanlış anlatarak insanları aldatanlar ki bunlara kitabımız “Bel’am” diyor.
Göz diktikleri makamlara ulaşmak için, hedefledikleri ikballere kavuşmak için,
ya da içine gömüldükleri makamlarını, yapıştıkları koltuklarını muhafaza
edebilmek için dini eğerler, bükerler. Allah’ın dediklerine demedi,
de-mediklerine dedi derler. Allah’ın âyetlerine amirlerinin, müdürlerinin,
ağalarının, patronlarının, tâğutlarının istediği gibi anlamlar vermeye
çalışırlar. Allah’a baş kaldıran resmî ideolojilerin istedikleri doğrultusunda,
onların hevâ ve hevesleri doğrultusunda, onların sistemlerinin devamı
doğrultusunda âyetleri yorumlayarak onlar hatırına mü’min-leri kandırırlar.
Tabii ki ilim ehli olduklarından,
diploma sahibi olduklarından, halkın gözünde kariyer sahibi bulunduklarından
bunların insanları kandırmaları da çok kolay olmaktadır. Öyleyse yapılacak şey,
bizler birinci elden dinimizi öğrenmek zorundayız. Dinimizi ondan bundan değil
direk Allah’ın kitabından ve Resûlünün sünnetinden öğrenmek zorundayız. Bize
Allah’ın kitabını anlatan, Resûlünün sünnetini bilen temiz selefimizin ağzından dinimizi öğrenmek
zorundayız.
Değilse bakın atamız Âdem ve
anamız Havva bile böyle Allah adına kendilerine yaklaşan, Allah adına yeminler
eden Allah düşmanına aldanmaktan kurtulamıyorlardı. Biz de bu tür aldanmalardan
kurtulamayacağız demektir. Eğer dinimizi iyi bilirsek, kitabımızı ve onun
pratiği olan peygamberimizin sünnetini iyi bilirsek, o zaman bi-ze din duyurmaya
çalışan ve Allah adına yeminler söyleyerek bize yaklaşmaya çalışanların
sözlerini vururuz kitaba, vururuz sünnete saf altınsa, sahte para değilse,
doğruysa, uygunsa alırız; değilse reddeder ve dinimizi kurtarmış oluruz. Kim
söylerse söylesin, isterse insanların en âlim bildikleri de söylese o zaman hiç
fark etmeyecek kitaba ve sünnete aykırıysa reddederiz olur
biter.
Bizim kendilerini örnek alacağımız
seleflerimizden birisi bakın bu konuda gerçekten bize örnek olacak çok hoş bir
söz söyler. Seleflerimizden İmam Mâlik Rasulullah efendimizin mübârek kabrinin
başında der ki: İşte şurada yatan zat var ya; bu zatın dışındaki
insanlardan her ne sadır olmuşsa bunlar alınır da, atılır da. Kabul da edilir,
redde edilir. Ama sözleri reddelimeyecek bir tek zat var o da işte burada
yatandır der. Ne hoş bir söz değil mi? İşte kitap ve sünnet bilgisine
sahip gerçekten örnek alınacak bir insanın sözü.
Öyleyse hiç bir zaman birileri
Allah adına, din adına bir şeyler söyledi diye, hem de bu sözünün doğruluğunu ispat sadedinde Allah adına yemin
de etti diye her söyleyenin sözünü din kabul etmeyeceğiz. Bunu bu zat
söylediğine göre öyleyse vardır bir hikmeti diyerek alıp kabul etmeyeceğiz. Olur
olmaz kitaplardan meselâ takvim yapraklarından din öğrenmeye kalkışmayacağız.
Dinimizi menkıbelerden, menkıbe kitaplarından almaya kalkışmayacağız. İnsanlara
hiç bir sorumluluk yüklemeyen sadece hoş hikâyelerle, filanların falanların
sergüzeşti hayatlarıyla imanımızı itikadımızı oluşturmaya kalkışmayacağız. Çünkü
bu tür şeylerle uğraşan insanların imanları itikatları bunlarla oluşmaya
başlayıveriyor. Dinimizi itikadımızı dininin temel kaynaklarıyla oluşturmaya
çalışacağız.
Evet işte böyle şeytan onlara yaklaştı
ve:
22.“Böylece onların yanılmalarını
sağladı. Ağaçtan meyve tattıklarında kendilerine ayıp yerleri göründü, cennet
yapraklarından oralarına örtmeğe koyuldular. Rableri onlara, "Ben sizi o ağaçtan
menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?
diye seslendi.”
O ikisini hileyle, dalaverelerle,
yeminlerle aldattı ve yanılmalarını, hataya düşmelerini sağladı. Şeytanın
iğvaları sonucu Rablerinin yasakladığı ağaçtan yiyiverdiler. Onlar o ağaçtan
tattıkları zaman da onların ayıp yerleri açığa çıkıverdi. Ya da günahları açığa
çıkıverdi. Ya demin ifade ettiğim gibi bilinç altlarındaki zayıf olan bu ikinci
kanaatleri, mâsiyetleri, günahları açığa çıktı, ya da avret mahalleri açığa
çıkıverdi. Önceleri ikisinin de avret yerleri Allah’tan bir nûrla örtülüydü de
işledikleri bu günahla açığa çıkıverdi. ya da özlerinde, fıtratlarında,
mayalarında bulunan günah özelliği, günah işleme özelliği, irade özelliği açığa
çıkıverdi. Yâni insan oluşları açığa çıkıverdi.
İşte bakın fıtrat hemen ortaya
çıkıverdi. Çünkü insan oğlu iki şeyden meydana gelmiştir. Birinci yönü onun
çamur yönüdür. Allah onu topraktan, balçıktan yaratmıştır. İkinci yönü de ruh
yönüdür. Ça-murdan yarattığı bu varlığa Allah bir de ruh vermiştir. İnsan ele
alınıp tanınırken, değerlendirilirken bu iki yön ihmal edilmemelidir.
Zira insan ne yalnızca ruh ne de
sadece çamurdur. Bu bizim babamız, anamız, karımız, kocamız, oğlumuz kızımız
olabilir. Onlarla ilişkilerimizde, onlara ulaştıracağımız eğitimlerde onun iki
yönünü ihmal etmeyecek ve dengeyi kurmaya çalışacağız. Bunu en iyi bilen elbette
onun kurucusu, onun yaratıcısı olan Allah’tır. İşte onu en iyi bilen Allah ona
kanun vazediyor. Allah’ın insan adına koyduğu kanunların yasaların uygulanması
bu iki yönün unutulmamasını gerektirir.
Bu konuda insanı tanımayanlar çok hata
etmişlerdir. Meselâ Hristiyanlar onu yanlış anlayarak, insanın maddesini
reddederek dağ başlarında onu keşişleştirmeyi düşünürken, yahudilerse onun
mânâsını reddederek, ruhunu yok farz ederek, onu bu özelliğinden soyutlayarak
sapmışlardır.
Evet onlar o ağaçtan yiyince fıtratları
açığa çıkıverdi, avret mahalleri açılıverdi de:
Hemen cennet yapraklarıyla açılan
yerlerini örtmeye koyuldular, örtünmeye çalıştılar. Evet Âdem atamız ve Havva
anamız cennette açılan avret yerlerini hayalarından, edeplerinden ötürü hemen
yapraklarla örtmeye çalışıyorlar. Halbuki ilk insandı bunlar. Önceden açıklık ya
da örtünme nedir bilmiyorlardı, birden bire avret yerleri açılıverince hemen
yapraklarla oralarını yamamaya, örtmeye çalışıyorlar.
Burada hatırımıza iki soru
geliyor:
A: Peki acaba kim vardı çevrelerinde
onları görecek? Ve kimden utanıyorlardı bunlar?
B: İkincisi utanmaları gerektiğini,
avret yerlerini, edep yerlerini örtmeleri gerektiğini kim öğretmişti onlara?
Hocaları kimdi? Eğitimcileri kimdi onların? Burada bence üzerinde durulması
gereken iki önemli konudur bunlar. Bizim sosyal hayatımıza ışık tutacak iki
önemli husus.
Evet cennette sadece iki insan var.
Âdem ve Havva. Ne ar-kadaşları var, ne dostları var, ne çoluk çocukları, ne
hısım akrabaları, ne de başka birileri. Sadece ikisi var ve edep yerleri
açılınca hemen hayalarından, utançlarından örtünmeye çalışıyorlar. Peki kimden
uta-nıyorlardı bunlar? Kim görebilecekti onları? Kimi hesap ediyorlardı
bunlar?
Demin de ifade ettiğim gibi insan
olması hasebiyle insanın iki çevresi vardır. Maddî çevresi ve manevî çevresi.
Materyalistlerin iddia ettikleri gibi insan sadece maddeden ibaret olmadığından,
ruhu da olduğundan maddî çevresinin yanında onun bir de manevî çevreleri de
vardır. İnsanın maddî çevresini onun yaratılış yönlerinden biri olan dünya ile,
toprak ile ilgili olan vücudunun yine dünya ile ilgili çevresidir. İnsanlar,
taşlar, ağaçlar, dağlar, hayvanlar, kuşlar vs. gibi maddî çevresidir. Öbürü de
yaratılışının ikinci unsuru olan ruhuyla ilgili çevresidir. Allah, melekler,
cinler vs. gibi çevresi.
Evet insan evvela manevî
çevresinden Allah’tan, meleklerden utanacak, sonra da maddî çevresinden
utanacaktır. Asıl utanılması gereken Allah’tır. Zira utanmayı bizim
fıtratlarımıza koyan, utanmayı yaratan ve utanmanın sınırlarını belirleyen
Rabbimizdir. Yâni ben Allah’ın utan dediklerinden utanacağım, utanma
dediklerinden de utanmayacağım.
Evet utanacakları çevrelerini
bildikleri için utanıp örtünmek zarureti duymuşlardı. Peki acaba bu çevrelerine
karşı utanmaları ge-rektiğini kim söylemişti onlara? Hocaları kimdi onların?
Kimden eğitim almışlardı ve nereden bilmişlerdi örtünmeleri gerektiğini bunlar?
Hani günümüzde kimi kâfirler derler ki efendim insanlara çevreleri tarafından
böyle bir eğitim verildiği için insanlar örtünmektedirler. Eğer bir kadına
babası, kocası ve çevresi tarafından böyle bir eğitim verilmese hiç bir kadın
örtünmeyecektir. Babaları, kocaları ve çevreleri zorladığı için kadınlar
örtünmektedirler. Onlara böyle bir telkin, böyle bir eğitim verilmese hiç bir
kadın örtünmez filan diyorlar.
Peki sormak lâzım bu kâfirlere.
Âdem’le Havva’nın babaları kimdi ki onları zorlamıştı? Hocaları kimdi ki onlara
böyle bir eğitim ulaştırmıştı? Çevrelerinde kim vardı ki onlara böyle bir eğitim
ulaştırmıştı? Kim bunlara örtünmeleri gerektiğini söylemişti? Bakın görüyoruz ki
Âdem ve Havva kimse kendilerini zorlamadığı halde, kimse kendilerine böyle bir
eğitim ulaştırmadığı halde fıtratlarındaki bu duygudan dolayı örtünmek zorunda
kalıyorlardı.
Demek ki her insan doğuştan
örtünme hissine sahiptir. İnsanın mayasında vardır bu. Fıtratı bozulmamış herkes
örtünmek zorundadır. Dünyanın en fahişe bir kadını bile getirip insanların
gözleri önünde soymaya kalkışsanız o bile mutlaka utanacak, huzursuz
olacaktır.
Rableri onlara, "Ben sizi o ağaçtan
menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?
diye seslendi.” Bir an uyuverdiler şeytana. Çünkü yeminler üstüne yeminler
etmişti alçak! Ben size nasihatçiyim diye. Aldandılar bu yeminlere. Çünkü
zannediyorlardı ki Allah adına yemin eden herkes doğru söylemektedir. Evet
aldandılar işte. Neden? Nedenini bilmiyoruz. Neden Hz. Ali efendimizle Ayşe
annemiz karşı karşıya geldiler? Neden Hz. Ali efendimizle Hz. Muaviye karşı
karşıya geldiler? Neden bir adam çıkıyor şapka giyip sarıkları çıkaracağım diyor
adam daha Kastamonu’ya gelmeden herkes başına bir şapka geçiriveriyor? Neden?
neden? Şeytan, şeytan, şeytan. Bunun başka bir izah tarzı
yoktur.
Demek ki Atamız ve anamız Rabbimizin
tembihine rağmen, uyarısına rağmen aldanmışlar ve bir anlık bir gaflet sonucu
şeytana uyabilmişlerse unutmayalım ki biz de onun ağına düşebiliriz. Bu alçak
düşman her an bizi de düşülebilir. Onun içindir ki her an bu konuda dikkatli
olmak zorundayız. Rablerinin yasakladığı meyveden yiyince, Rableri de onlara ben
size şeytana uymayın demedim mi? buyurunca dediler ki:
23. “Her ikisi, "Rabbimiz!
Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize "merhamet etmezsen biz
kaybedenlerden oluruz" dediler.”
Ya Rabbi biz kendi kendimize
zulmettik. Bulunmamamız ge-reken konumda bulunarak, yapmamamız gereken şeyi
yaparak, dinlemememiz gereken varlığı dinleyerek, gösterdiği yolda yürümememiz
gereken düşmanın yoluna tâbi olarak, dinlememiz gereken Rab-bimizin emirlerinden
bir an gaflet ederek biz kendi kendimize zulmettik. Eğer bu yaptığımızdan dolayı
bizi bağışlamaz biz affetmezsen biz hüsrana mahkum olanlardan oluruz. Biz
rahmeti kaybeden, cehenneme yuvarlanan ve ebedîyen amelleri boşa gidenlerden
oluruz. Öyleyse ne olur ya Rabbi bizi affet, bizi bağışla ve bize merhametinle
muamelede bulun diyorlar. Daha önceki âyette de ifade ettiğimiz gibi suçlarını
suçlu olduklarını itiraf ederek hemen tevbe ettiler Rablerine.
Evet şeytan suçunu kabullenmedi, suçunu
üzerine almadı, suç karşısında şeytanca bir tavır sergileyerek tevbe etmedi,
suçundan vazgeçmedi, suçunu savunmaya devam etti ve rahmetten de cennetten de
kovulmuş oldu. Ama Âdem (a.s) suçunu kabul etti, hemen arkasından tevbe edip o
suçtan vazgeçti ve bu dönüşleri sebebiyle de Rableri onları affetti ve suçları
sebebiyle çıkarıldıkları cennete tev-beleri sebebiyle yeniden dönme imkânı
lütfetti Allah onlara.
Demek ki bundan şunu da anlıyoruz ki şu
anda dünyada işlediğimiz her bir günah bizi yavaş yavaş cennetten
uzaklaştırmaktadır. Ama bir anlık bir gaflet sonucu işlediğimiz suçları
kabullenir, suçumuzu itiraf eder, yaptığımıza pişman olur, gerek o suça devam
ederek, gerekse savunmaya kalkarak devam ettirmez ve girdiğimiz şeytan yolundan
hemen Rabbimizin yoluna dönüverir, hayatımızı düzeltir, halimizi ıslah eder ve
Allah’ın istediği gibi bir kul olma kavgası verirsek o zaman bilelim ki biz de o
zaman günahlarımız sebebiyle uzaklaşmakta olduğumuz cennete tevbelerimiz
sebebiyle yeniden yaklaşma süreci içine girmiş oluruz.
İşte Âdem’in yolu ve işte şeytanın
yolu. Kim bir günah işler ve hemen arkasından tevbe ederek o günahı terk etme
yoluna girerse o Âdem’in yolundadır, kim de işlediği günahına devam ederse o da
şeytan yolunun yolcusudur.
Âdem hatasını anladı ve hemen pişman
oldu Allah da onu affetti. Demek ki tevbe kişinin Allah’la ilişkisini
düzeltmenin adıdır. Bir insan için Allah’la yakın ilgiden mahrum oluş kadar daha
büyük bir hüsran olamaz. Günah psikozu içinde yaşayıp, Allah’la diyalogunun
kesilmesi kadar insanı kahreden başka bir şey düşünmek mümkün değildir.
Bir de hata ferdidir, tevbe de
ferdidir. Hıristiyanların iddia ettikleri gibi insan doğmadan önce günahkâr
değildir. Hıristiyan yazarlar burada diyorlar ki efendim atamız Âdem’le anamız
Havva bir suç işlediler. Cennette yenmemesi gereken meyveden yiyip Allah’a isyan
ettiler. Böylece onların sulbünde dünyaya gelen her çocuk doğuştan günahkârdır.
Her doğan kişi babamız Âdem’le anamız Havva’nın gü-nah lekeleriyle dünyaya
gelmektedir. E ne olacak? İşte Kilisedeki mukaddes suyla yıkanacak ve böylece
temizlenecektir. tâbi kiliseye gelir sağlama cambazlığından başka bir şey
değildir bu. Çünkü Rabbimiz buyurur ki:
"Herkesin kazandığı ancak kendi
boynunadır. Hiç kimse kendi vebalinden başkasını
yüklenemez."
(En’âm: 164)
Allah herkesi kendi günahından sorumlu
tutmaktadır. Kimse kimsenin günahını yüklenemez. Hiç kimse kimsenin günahından
dolayı sorumlu tutulamaz. Kimse kimsenin günah lekesini taşıyamaz.
Hz. Îsâ hadisesi de böyledir. Diyorlar
ki efendim bizim peygamberimiz İsa burada çarmıha gerilerek, kendini fedâ ederek
tüm hıristiyanların günahlarına kefaret olmuştur. Bundan böyle istediğiniz kadar
günah işleseniz de korkmayın! Çünkü tüm günahlarınızı Peygamberiniz sırtında
alıp götürmüştür. İnsanları ferdiyetçi anlayıştan uzaklaştırıp günaha teşvik
etme tuzaklarından biri. Hoş biz de kimileri kimilerinin günahlarını
yüklenmekten sırtları kamburlaşmıştır. Yok sizin vazifelerinizi yaparken uykusuz
kalıyorlarmış, yok kabir suallerinize bile onlar cevap
vereceklermiş???
24,25. “Birbirinize düşman olarak inin, siz
yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz. Orada yaşar, orada ölür ve
oradan dirilip çıkarılırsınız" dedi.
İnin birbirinize düşman olarak. Sizin
için orada, yeryüzünde belli bir süre geçimlik vardır. Orada belli bir vakte kadar yaşayacak
ve geçimlik temin edeceksiniz. İşte yaşıyoruz bu hayatı, herkes için ayrı mesken
var, herkes için ayrı mülkler var, herkesin ayrı ayrı yerleri, yurtları vardır.
Bir de herkesin ayrı ayrı ömürleri zamanları vardır. Bir de bu ifade tüm
insanlar içindir. Bu söz sadece Hz. Âdem’e değil bize de deniyor aynı zamanda.
Yâni buradaki birbirinize düşman olarak inin sözünü kimileri işte Âdem’le
Havva’nın ve şeytanın birbirlerine düşman olacakları şeklinde anlamaya
çalışmışlar. İşte kadınla erkek sürekli birbirinin düşmanıdır filan demeye
çalışarak kadınla erkeği birbirlerine düşman etmeye çalışmışlarsa da bunun aslı
yoktur. Kadın erkeğin, erkek de kadının düşmanı değildir. Bu iki varlık
birbirlerini tamamlamak için yaratılmış varlıklardır.
Ve hiç bir zaman da Âdem
Havva’ya, Havva da Âdem’e düş-man olmamışlardır. Bu konuda onların birbirlerine
düşman olduklarına dair hiç bir tarihî belge yoktur. Buradaki ifade yeryüzünde
Âdem, İblis arasında, Havva, iblis arasında, mü’min, kâfir arasında, mü’min,
müşrik arasında sürekli düşmanlıklar olacaktır anlamınadır. Mal düşmanlığı,
makam-mevki düşmanlığı, saltanat düşmanlığı, gelin-kay-nana düşmanlığı,
kurt-kuzu düşmanlığı, tilki-tavuk düşmanlığı, mü’-min-kâfir düşmanlığı vs. vs.
Öyleyse bu düşmanlıkları anlatma
adına ve esasen bize gerçek düşmanımızı tanıtma anlamınadır. Değilse yâni bunu
bana ne için anlattı Allah? Benim imtihanım için anlattı elbette. Bak şu anda
sen, senin atan şeytanın fısıltılarına kulak verdiği için buradasın! Âdem böyle,
böyle yaptığı için sen şu anda dünyadasın! Bunu unutma! Eğer sen de şeytanın
fısıltılarına kulak verir, onun iğvalarına kapılırsan sen de cennete giremezsin!
Aranızdaki düşmanlığı unutma deniliyor.
İşte bu andan itibaren yeryüzünde
Allah’a isyanın temsilcisi olan İblis’le, Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olan
insan arasında kıyâmete kadar sürecek düşmanlık başlıyordu. Bu savaş imanla
küfür, hak ile bâtıl, hidâyetle-dalâlet arasında devam edecek bir savaştır. Ve
anlıyoruz ki artık hiçbir zaman İblis bizimle barış masasına oturmayacaktır.
Hiçbir zaman bizimle sulha yanaşmayacak ve sürekli bizi yoklayacak zayıf anımızı
bulmaya çalışacaktır.
Öyleyse yeryüzünde mutlaka iki cephe,
iki kutup olacaktır. İman cephesi- küfür cephesi, secdeliler cephesi-
secdesizler cephesi, Âdem’in cephesi- şeytanın cephesi. Bu iki cephe arasında
kıyâmete kadar düşmanlık devam edecektir. Şeytan ve taraftarlarıyla, şeytanî
güçlerle savaşımız kıyâmete kadar sürecektir. Bakıyoruz ki şu anda dünya
siyasetine hâkim olan şeytanî güçler sürekli savaşı körüklüyorlar. Her
toplantıda barıştan söz edilir ama bir türlü barış gerçek-leşmez. Barıştan bahsedenler hep müslüman kanı akıtmamadan
ya-nadırlar. Barış sözleri
bile müslümanları yok etme planlarıdır.
Hayır hayır müslümanlar bu
sözlere aldanmamalıdır. Rabbi-miz buyuruyor ki siz silahlarınızı terk etseniz
bile onlar asla sizin varlığınıza tahammül etmeyecekler ve kıyâmete kadar bu
savaşı sürdüreceklerdir. Bunların sizin karşınızda barış havarisi kesilmelerine
sakın aldanmayın ey müslümanlar. O halda sizler de hakkın savaşını vermeye, hak
adına ve hak safında onlarla karşılaşmaya hazır olun diyor Rabbimiz.
Öyleyse bu âyetlerle bizden
istenen iman cephesinde, Âdem cephesinde yerimizi almak, safımızı iyi
belirlemek, Allah’ın düşmanlarını düşman bilmek dostlarını dost bilip
hayatımızın sonuna kadar böyle bir şuurla yaşamaktır. Hayatımızın sonuna kadar
şeytanla ve şeytan taraftarları ve Allah düşmanlarıyla savaşta olduğumuzu
unutmamaktır. Bu dünyada geçici bir geçimlik için ve imtihan için bulunduğumuzu
unutmamak ve sonunda hesap vermek üzere gideceğimiz âhireti bir an bile
hatırımızdan çıkarmamaktır.
Evet Âdem ve Havva yeryüzüne
indiriliyor. Bir de Hristiyanla-rın iddia ettikleri gibi Hz. Âdem (a.s) işlediği
bu suçun cezasını çek-mek üzere yeryüzüne indirilmemiştir. Bakara sûresindeki
âyet-i kerîmesinde Rabbimiz onun yeryüzüne halîfe olarak indirildiğini anlatır.
Hz. Âdem yeryüzüne halîfe olarak indirilmiştir. Yeryüzünü idare etmek üzere.
Yeryüzünde Allah’ın yasasıyla bütün varlıklara hükmetmek, yeryüzünde Allah’ın
egemenliğini gerçekleştirmek ve yeryüzünde efendilik yapmak yeryüzünde Allah’ın
hâkimiyetini gerçekleştirmek üzere indirilmiştir. İmtihan için indirildiğimiz bu
yeryüzünde bizim için karar kılınacak bir yer ve belli bir yaşam süresi vardır.
Yâni elimizde olmadan getirildiğimiz bu hayatta bizim her birerimiz için takdir
edilmiş bir zaman ve mekân dilimi vardır. İşte bu zaman ve mekân diliminin
kesiştiği noktayı biz bizi buraya getirene kullukla doldurmak zorundayız. Bu
hayatı onu bize lütfeden varlık adına yaşamak zorundayız.
Çünkü Rabbimiz diyor ki orada
yaşayacak, hayatınızı orada sürdürecek, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız.
Orada size ta-nınan zaman ve mekân içinde yaptıklarınızın tümünün hesabını
vermek üzere Rabbinizin huzuruna getirileceksiniz. İşte hayatınızı yaşarken bir
an bile bunu hatırınızdan çıkarmamanız gerekmektedir.
Ve bundan sonra da şeytanın insana
yaklaşabileceği noktaları anlatarak Rabbimiz şöyle buyurur. Sanki atamızın
başından ge-çenleri anlattıktan sonra bundan bizim alabileceğimiz dersleri
anla-tıyor. Şu anda da bizim karşımızda duran ve tıpkı atamıza yaptıklarını bize
de yapmak için fırsat kollayan şeytanın hilelerine dikkatimizi çekiyor. Şeytanın
stratejileri konusunda bize bilgi vererek onun olası hücumlarına karşı
açıklarımızı kapatmamızı istiyor. Bakın ne diyor:
26. “Ey
insanoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle sizi süsleyecek elbiseler
gönderdik. Takva örtüsü ise bunlardan daha hayırlıdır. Allah'ın bu âyetleri öğüt
almanız içindir.”
Rabbimiz şeytanın en çok yaklaşma
noktasına parmak basıyor ve diyor ki ey atalarının başına gelenleri öğrenen ve
düşmanlarını tanıyan Âdem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek ve sizi
süsleyecek, sizin için ziynet olacak bir elbise, rîşâ gönderdik. Amma bilesiniz
ki takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. İşte bunlar Rabbinizin âyetleridir
umulur ki öğüt alırsınız.
Âyet-i kerîmede dikkat ederseniz üç
elbiseden bahsediliyor. Bunlardan birincisi üzerinizi örtecek, sizin ayıp
yerlerinizi örtecek bir elbise. İkincisi rîşâ, üçüncüsü de takva
elbisesidir.
Önce bir elbiseden söz etti Rabbimiz.
Vücutlarımızı örtecek, bizi soğuktan sıcaktan ve dış etkenlerden koruyacak
biyolojik bir ihtiyaç veya fiziksel bir gereksinim olarak üzerimize giydiğimiz
bir elbise. Sonra bir de “Rîşâ” dedi Rabbimiz. Bu rîşâ ya
kişilerin konumları, makamları ve sosyal statüleri gereği giydikleri elbisedir.
İşte kompradorların, kralların, binbaşının, yüzbaşının vs. giydikleri özel
elbiselerdir denmiş.
Ya da birinci elbise içe giyilen
elbisedir, bu ikincisi de dışa giyilen elbisedir denmiş. Sonra bir üçüncü elbise
olarak takva elbisesinden söz etti Rabbimiz. Buyurdu ki takva elbisesi en
hayırlısıdır, takva elbisesi daha hayırlıdır.
Takva elbisesi giyinişteki niyeti
anlatır. Yâni elbiseyi niçin giyineceğiz? Sadece biyolojik bir ihtiyaç ya da
fiziksel bir gereksinim olarak mı? O tip bir elbise bize yakıştı diye mi? Onun
içinde daha güzel görünüyoruz diye mi? Ya da âdetler böyle istiyor, toplum
bundan razıdır diye mi? Hayır bunların hiç birisi takvaya götürücü değildir. Bu
niyetlerle giyinişlerin hiç birisi takva giyinişi, bu elbiselerin hiç birisi
takva elbisesi değildir.
Elbise takvaya götürücü olacak.
Elbise Allah’tan ittika adına, Allah öylece giyinmemizi istedi diye, Allah
böylece giyinmemizden razı diye giyinilen elbise takva elbisesidir ve bu niyetle
giyiniş de takva giyinişidir. İçinde bulunduğu aile, içinde yaşadığı toplum
böyle istiyor diye giyinen, sonra o aileyi o toplumu değiştirdiği zaman da
farklı giyinen kişi muttaki değildir ve onun örtünmesi de takvaya dayanan bir
örtünme değildir. Bundan dolayıdır ki içinde bulunduğu toplumun baskısıyla
örtünen bir kişi bu amelinin mükafatını da göremeyecektir.
Çünkü bir amelin yaptırıcısı
Allah değilse o amel boştur. Zaten toplumun baskısıyla örtünme, sürekli de
olamaz. Söz konusu bu dış baskı biter bitmez örtünme de bitecektir. Bilhassa
Suudi Arabistan vatandaşlarının ülkelerini terk etmek üzere uçağa bindikleri
andan itibaren hemen başlarının açıldığını çoğunuz görmüşsünüzdür. İşte kanun
baskısı, çevre baskısı buraya kadar dayanacaktır. Bu baskının yok olmasıyla
örtünme de bitecektir. Bu tür giyinişler takva giyinişi
değildir
“Allah kapalı oldukları halde
çıplak gezen kadınlara lânet etmiştir.”
Buyuruyordu peygamberimiz. Peki
ne anlayacağız bundan? Yâni hem kapalı hem çıplak. Bir adam ya kapalıdır ya da
çıplaktır. Nasıl anlayacağız bu kapalı oldukları halde açık gezenler
hadisini?
Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun
birinci mânâsı eğer bir insan üzerine çok şeffaf, çok dar, dışardan bakıldığı
zaman sanki tüm vücut hatlarını belli edecek bir elbise giyinmişse bu kapalı olduğu halde çıplak gezen birisidir ve
Allah o kişiye lânet etmektedir.
Öyleyse elbiseyi örtünmeyi
emreden ve onun sınırlarını da belirleyen Allah’ın istediği biçimde giyinmek
zorundayız. Sadece kadınlar değil erkekler olarak biz de Allah’ın istediği
biçimde giyinip gi-yinmediğimize dikkat etmek zorundayız. Bu konuda nedense hep
ka-dınlara yüklenilir. Peki erkekler için tesettür yok mudur? Elbette vardır. O
halde düşünelim acaba şu bizim üzerimizdekiler Allah’ın istediği elbiseler mi?
Şu kemana kılıf çeker gibi giyindiğimiz pantolonlar, şu yakalı yenli Frenk
gömlekleri acaba Allah’ın razı olduğu elbiseler mi değil mi bunu düşünmek
zorundayız. Evet kapalı oldukları halde çıplak gezenler ifadesini böyle anlamaya
çalışıyoruz.
Bunun bir ikinci mânâsı da bir insan ne
için örtündüğünün şuurunda değilse, örtünmesinde temel hedefi Allah’ın rızasına
götürücü, takvaya götürücü değilse, yâni o kişinin kafasının içi boşsa onun
dışarıdan o kafayı örtmesinin hiç bir mânâsı yoktur. Adamın kalbinin içi boşsa
dışardan o başı, o bedeni örtmesinin hiç bir mânâsı olmayacaktır. Allah’ın
örtünme emrinden habersiz, kalbi ve kafasının içi bomboş ama çevresinin
zorlamasıyla ya da işte âdet kabilinden başını ve vücudunu örten birisi kapalı
olduğu halde çıplak gezen birisidir.
Bir de Allah toplum içinde kadına da
erkeğe de ayrı roller yüklemiştir. Kadın ya da erkek eğer Allah’ın kendisine
yüklemediği bir rolü üstlenmiş veya Allah’ın kendisini görmek istemediği bir
konumda, bir makamda boy göstermeye başlamışsa işte bu kişi kapalı olduğu halde
açık gezen kişidir ve Allah’ın lânetine hak kazanmıştır.
Evet kadınımız da erkeğimiz de takvaya
götürücü olarak giyinmek zorundayız. Allah emretti diye ve Allah’ın emrettiği
biçimde örtünmek zorundayız. Çünkü Rabbimiz bu kitabında ve Rasulullah efendimiz
de hadislerinde ve bizzat hayatında örtünmenin pratiğini bize göstermiştir.
Âyetlerde belki genel anlamıyla anlatılan örtünme konusu ayrıntılarıyla
Rasulullah efendimizin hadislerinde ortaya konulmuştur.
O halde bu konuda temel kriter
Allah’ın kitabı ve onun pratiği mahiyetindeki Rasûlullah’ın sünnetidir. Birde
Allah’ın istediği kulluğun en güzel biçimde örneklendiği sahabe uygulamaları
bizim için en güzel ve vazgeçilmez örnektir. O halde bu konuda, her konuda Kur
anda gördüğümüz genel ifadeleri Rasulullah efendimizin beyanları ve sahabenin
tatbikatıyla birlikte anlamaya çalışacağız ki her hangi bir yanlış anlamaya ve
hataya düşmeyelim. Bunun dışında indi kanaatlere, yüzeysel görüşlere, kâfir
dünya karşısında düşülen aşağılık duygusu sonucu verilen fetvalara da asla
itibar etmemeliyiz.
Evet Rabbimiz bizi tekrar tekrar
uyarıyor. Ey Âdem oğulları! Sakın ha eytan sizi de bir
fitneye düşürmesin! Babanız Âdem’e ve anneniz Havva’ya bir dümen çevirip de
onları bir vartaya düşürdüğü gibi, onları kandırıp cennetten çıkardığı gibi
sakın size de bir oyun oynamasın. Onların avret mahallerini açtırıp, günahlarını
açığa çıkarıp açık yerlerini onlara göstermek sûretiyle, zaaf noktalarını açmak
ve önlerine koymak sûretiyle onları cennetten çıkarttığı gibi sizi de aynı
noktaya getirerek size de cennetinizi kaybettirmesin. Sakın bu alçak sizi de
soyup soğana çevirerek, çırılçıplak sokaklara dökerek cennetinize engel olmasın.
Rahmetten kovulmanıza sebep olmasın.
Evet demek ki şeytanın insana
yaklaşabileceği en hassas nokta, en tesirli nokta işte buymuş. Ama maalesef
Rabbimiz bizi uzun uzun atamızın başından geçenlerle uyardığı halde yine de
şeytanın getirdiği şeytanca yorumlara kapılan insanlar soyunuverdiler. Moda
dediler, sanat dediler, medeniyet dediler, toplum dediler, âdetler dediler,
devrimler dediler ve en sonunda Rablerinin emrini çiğneyerek şeytanlara
uyuverdiler. Rablerinin uyarılarına, peygamberlerinin soluklarına, fıtratlarının
sesine kulak vermediler de şeytanların vesveselerine kulak verdiler. Allah
vahyini dinlemediler de şeytan vahiylerine kulak verdiler. Önce şeytanın
istediği gibi soyundular. Şeytanın adımlarına uydular. Çıplak bir toplum, çıplak
bir cemiyet oldular.
Sonra da şeytanın öteki
vartalarına, zinaya, fuhşa ve ahlâksızlığa yuvarlandılar. Sonra yaşadıkları gibi
inanmaya, yaşadıkları gibi düşünmeye başlayınca, imanlarını itikadlarını da
kaybederek cehen-neme yuvarlanmaya lâyık bir toplum haline geldiler. Böyle bir
milletin gideceği yer elbette uydukları, tâbi oldukları, adım adım kendisini
takip ettikleri şeytanın gideceği yerdir. Alçak maalesef ebedî yurduna pek çok
müşteri buldu. Orada kendisine arkadaşlık edecek yalnızlığını giderecek pek çok
avene buldu kendisine.
Evet bu alçak düşmana karşı dikkatli
davranın çünkü:
Evet o şeytan ve aveneleri, yaranları
sizin onları görmediğiniz yerlerden sizi görmektedirler. Şeytan ve taraftarları
sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanlara dost kılarız velî
kılarız.
Demek ki şeytan ve kabilesi bizi, bizim
onları görmediğimiz yönlerden görmekte ve bize yaklaşmaktadırlar. Buradan şunu
anlıyo-ruz ki şeytanın avenesi ve kabilesi de vardır. Hz. Âdem’in şahsında
Allah’ın secde emrine karşı gelen şeytan bir taneydi ama kıyâmete kadar
Rabbimizin kendisine verdiği izin gereği onun insanlardan ve cinlerden çömezleri
aveneleri vardır. İnsanların saptırıcıları cinlerin kâfirleri hep onun
emrindedirler.
Öyleyse şeytanın ve dostlarının bize
bizim göremeyeceğimiz, fark edemeyeceğimiz yerlerden yaklaşmalarına çok dikkat
edeceğiz. Ama tedbirimizi alırsak hırsızın girebileceği tüm menfezleri
kapatırsak, her yeri kilitlersek İslâm’ı en güzel bir biçimde yaşarsak,
hayatımızın her bir biriminde Rabbimize kul olduğumuzu unutmazsak o zaman alçak
nereden gelirse gelsin yapabileceği bir şey yoktur.
Ama onu kâfirlerin velisi kıldık diyor
Rabbimiz. Şeytan kâfirlerin velisidir. Kâfirlerin program yapıcısı, yaşam
belirleyicisi şeytandır. Kâfirler onun kendileri adına aldığı kararları
uygularlar. Şeytanın fısıltılarına, vesveselerine, vahiylerine teslim olurlar.
Allah’ın yasalarını bırakıp şeytanın adımlarına tâbi olurlar, onun gösterdiği
yoldan giderler. Allah’a kulluğu bırakıp şeytana kulluk yaparlar. Allah’ın
belirlediği helâl haram sınırlarını tanımazlar da şeytanın gösterdiği fahşaları
işlerler.
Öyleyse hayrola ey müslümanlar?
Size ne oluyor? Ben onu kâfirlere velî yapmıştım. Size ne oluyor da onu velî
biliyorsunuz? Ben onu size velî kılmadığım halde siz niye şeytanın ve şeytan
taraftarlarının kararlarını uygulamaya çalışıyorsunuz? Yakışıyor mu bu
size?
28. “Onlar bir fenalık yaptıkları
zaman, "Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti" derler. De ki:
" Allah fenalığı emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı
söylüyorsunuz?”
Bir fuhuş, bir fahşa işledikleri
zaman, Allah’ın hududunu, Al-lah’ın belirlediği sınırları aşan bir fuhuş
işledikleri zaman, meselâ şeytanın vesveselerine kulak vererek çırılçıplak
gezmeye başladıkları zaman veya meselâ Allah’ın yasak kıldığı kumarı, içkiyi
irtikap ettikleri zaman şeytanın kulları derler ki babalarımızı bu yolda bulduk.
Her tür fahşa her tür aşırılık karşısında şeytan mantığını kullanarak derler ki
babalarımızı da aynen böyle yaparken bulduk. Zaten Allah da bunu emretmektedir.
Biz bu yaptıklarımızın tümünü ecdadımızdan devraldık ve kesinlikle biliyoruz ki
Allah da bizim bu yaptıklarımızdan yanadır. Allah da bunu istemektedir diyerek
tümüyle suçu Allah’a ve ecdatlarının üzerine atmaya ve şeytanca mantıklar ve
kılıflar geliştirmeye çalışıyorlar.
Tıpkı önce âyetlerde gördüğümüz
gibi hocalarının yolunu takıp ederek suçu başkalarına atmaya çalışıyorlar. Suçu
Allah’a ve ecdatlarının üzerine atmaya çalışıyorlar. Kabahati kendilerinde
görmüyorlar ve de işlediklerinin suç olduğunu kamufle edebilmek için kendilerine
ve yaptıklarına kılıflar bulmaya çalışıyor alçaklar tıpkı alçak hocaları
gibi.
Evet bu kâfirler bir kötülük bir fahşa
işledikleri zaman biz aba ve ecdadımızdan böyle gördük. Aba ve ecdadımızı bunun
üzerine bulduk. Aba ve ecdadımızı da bunları yapar bulduk. Eğer bu yaptığımız
şeyler kötü bir şey olsaydı atalarımız yapmazlardı bunu derler. Atalarımız da
bunları yaptığına göre bunlar günah değildir derler. Biz atalarımızı bir din bir
yol üzerine bulduk biz de onların izleri üzerinde güdülüp gideceğiz. Onlar bizi
nereye çekerlerse nereye sürüklerlerse oraya doğru gideceğiz diyorlar.
Karşılarında kendilerine bu yaptıklarının fahşa olduğunu, Allah’ın istemediği,
haram kıldığı amellerdir, vazgeçin bunlardan ve Rabbinize kulluğa yönelin diyen
Allah elçilerine ve onların misyonlarını üstlenmiş mü’minlere diyorlar ki fark
etmez ey peygamber! Sen ne dersen de, ne getirirsen getir bizim ona ihtiyacımız
yoktur. Yâni adamlar müstekbirdirler eyvallahsız dırlar. Peygamberin mesajını
anlamaya dinlemeye yanaşmıyorlar.
Bir de derler ki Allah da bunu
emretmektedir. Allah da böyle yapmamızı istemektedir. Bu düpedüz Allah’a
iftiradır. Eğer Allah böyle bir şey isteseydi kitabında onu bizzat emrederdi.
Buna Allah’ın ki-tabından delil gerekir. Çünkü vahiy kitapla bilinir. Allah
arzularını emirlerini yasaklarını kitapla bildirmiştir. Allah’ın nelerden
hoşlandığı nelerden razı olmadığı kitapla bilinir. Allah arzularını kitapla
bildirmiştir. Allah’ın emir ve yasakları konusunda kitap temel kriterdir.
Allah’ın kitabında bu tür fahşalar emredilmediğine göre bunların tamamı
Allah’tan değil şeytandandır.
Çünkü Allah asla fahşayı
emretmez. Allah fuhşa götüren başta çıplaklık olmak üzere hiç bir şeyi emretmez.
Kitabında Allah’ın emretmediği bir şeyi Allah da böyle ister diyerek Allah’a yol
göstermeye çalışmak, Allah’ın emretmediklerini Allah emrediyormuş pozisyonunda
yapmak veya insanlara tavsiye etmek iftiraların en büyüğüdür. Zira Allah asla
fahşayı emretmez.
Bakıyoruz bugün şeytanın uşakları
şeytan vahiylerine kulak vererek kendi mantıklarına göre, kendi hevâ ve
heveslerine göre bir din oluşturmaya çalışıyorlar. Ve bu dinin de Allah
tarafından onaylandığını iddia etmeye çalışıyorlar. Hayatlarına karışmayan,
kendilerinden hiç bir sorumluluk istemeyen, keyifleri nasıl isterse öylece
yaşamalarına izin veren, onlar neyi beğenmişlerse ona ses çıkarmayan bir Allah,
bir din ihdas etmeye çalışıyorlar. Dinsizliklerine dini alet etmeye,
iftiralarına Allah’ı alet etmeye çalışıyorlar.
Bakın Zuhruf sûresinde şöyle dedikleri
anlatılır:
"Eğer Rahmân dilemiş olsaydı, biz
bunlara kulluk etmez-dik " derler. Buna dair bir bilgileri yoktur; onlar sadece
vehimde bulunuyorlar.
(Zuhruf 20)
Görüyor musunuz? Alçaklar yaptıkları
işledikleri naneleri kadere bağlayıp işin içinden sıyrılmak istiyorlar.
Hatalarının vebalini, günahlarının ve işledikleri nanelerin sorumluluğunu
Allah’a yüklemeye çalışıyorlar. Yaptıkları pislikler konusunda Allah’ı
suçluyorlar. Gaybı taşlıyorlar ve diyorlar ki eğer Allah müsaade etmeseydi
bizler bu tür çıplak giyinme işini, bu kumarı, bu içkiyi, bu fâizi, bu zinayı
yapa-mazdık. Eğer Allah izin veremeseydi bizler bu demokrasiyi bu putlara
tapınma işini beceremezdik. Allah izin vermeseydi biz bunları nasıl
yapabilirdik?
Alçaklar hayatlarına program
çiziyorlar, hayatlarına haramlar koyuyorlar, helâller belirliyorlar, yasalar
koyuyorlar sonra da diyorlar ki Allah böyle istediği için biz böyle yapıyoruz.
Allah izin verdiği için biz bu yaptıklarımızı yapıyoruz. Allah müsaade ettiği
için biz bu taptıklarımıza tapabiliyoruz. Değilse bu yaptıklarımıza rızası
olmasaydı o zaman Allah bize imkân vermez ve bizi helâk ederdi. Uzun zamandır
hem atalarımız hem bizler bu işleri yürüttüğümüze göre, Allah bizi helâk
etmediğine göre demek ki Allah böyle istiyor diyorlar. Allah’ın dünyada
kendilerine dokunmamasını delil getirerek nanelerine kılıf bulmaya
çalışıyorlar.
Halbuki imtihan gereği Allah dünyada
kullarına dokunmuyor. İyilik yapana da kötülük yapana da dokunmuyor. Yâni
Allah’ın imtihan gereği dünyada insana dalâleti seçebilme iradesini vermiş
olması dalâletten razı olması anlamına gelmemektedir. Allah’ın yeryüzünde
imtihan gereği küfrü ve şirki yaratması onlardan razı olduğu anlamına
gelmemektedir. Kâfirler böylece kendi küfürlerine kılıf aramaya bulmaya
çalışıyorlar. Allah’a akıl vermeye, Allah’a yol göstermeye çalışıyorlar. Ey
Allah! Biz bunu münâsip gördük! Herhalde bizim uygun gördüğümüzü sen de uygun
görürsün! Veya uygun görmek zorundasın! demeye çalışıyorlar alçaklar. Bunu
bizden Allah istedi diyorlar.
Evet Allah tüm emir ve
yasaklarını kitapla bildirdiği halde bu adamlar nereden çıkarıyorlar bunları?
Yoksa onların başka kitapları var da oradan mı okuyorlar bunları? Nereden
bilgileniyorlar bu adamlar? Kur’an’ın başka yerlerinde görüyoruz Allah buyurur
ki:
Yoksa sizin Allah kitabından başka
kitaplarınız var da ona mı tutunuyorsunuz? Onunla mı amel etmeye çalışıyorsunuz?
Bu yediğiniz naneler konusunda yoksa Allah size başka bir kitap gönderdi de
ondan mı hükmediyorsunuz? Yoksa bu konularda size söz veren başka ilahlarınız mı
var? Yoksa sizin yanınızda kitabımız budur diye bağrınıza basıp kendileriyle
amel etmeye çalıştığınız başka ilahların kitapları mı var? Yoksa Allah’ın
kitabıyla öteki ilahlarınızın kitaplarını mı karıştırıyorsunuz? Yâni sizler
böyle iddia ediyorsunuz. Bu yaptıklarımız Allah’ın istedikleridir diyorsunuz.
Allah da bizden böyle bir hayat ister diyorsunuz. Allah da bu tür giyinmeden
yanadır, Allah da bu tür bir hayat programından yanadır, Allah da demokrasiden
yanadır diyorsunuz. Allah da laikliği öneriyor diyorsunuz. Allah da böyle bir
kıyafetten razıdır diyorsunuz. Gerçekten Allah mı dedi bunları size? Yoksa
bunları diyenleri Allah mı kabul ettiniz?
Yâni Allah kitabında size bunları
demediği halde, size bu konularda izin vermediği halde sizler bütün bu konularda
size ruhsat tanıyan başka ilahlar mı buldunuz? Kendinize başka ilahlar buldunuz
da yoksa Allah’ı mı şartlandırmaya çalışıyorsunuz? Allah’a yol göstermeye akıl
vermeye mi çalışıyorsunuz? Yâni kesinlikle bir kere ben size böyle bir kitap
göndermedim. Ben size bu yaptıklarınız konusun-da izin vermedim. Sizden bu tür
naneler yapmanızı istemedim. Hâşâ Allah niye sorsun da değilse? Yâni Allah böyle
bir kitap göndermediğini onlardan böyle şeyler istemediğini bildiği halde niye
sorsun bu soruyu?
Peki ne çıkar öyleyse bundan?
Bundan çıkan şudur: Ben size böyle bir kitap göndermediğime göre sizden bu
yaptıklarınızı asla istemediğime göre yoksa kendiniz İlah zannıyla, Rab zannıyla
birilerine gidip bu konularda kendisinden izin aldınız da onu mu ilah
zannediyorsunuz? Ona mı kulluk edip, onu mu razı etmeye
çalışıyorsunuz?
Hayır hayır onların tüm bu yedikleri
naneler konusunda hiç bir bilgileri hiç bir delilleri yoktur. Onlar sadece
atarlar. Onlar sadece zannederler, zanna uyarlar. Onların ne amel edecek kitapları var, ne
kitaptan haberleri var, ne dayandıkları bir delilleri vardır. Onlar sadece cahil
babalarının yoluna tâbi oluyorlar. Diyorlar ki biz atalarımızı bir sebil üzere
bir yol üzere, bir mezhep üzere, bir tarz üzere bir hayat programı üzere bulduk
biz de onların izleri üzerinde gitmekteyiz. Atalar dini. Atalar yolu.
Bunların işi gücü kör taklittir.
Dinin temel kaynakları olan kitap ve sünneti tanıma ve amellerini onlara
dayandırma zahmetinden kaçan bu zavallı taklitçiler atalarının sünnetine tâbi
olarak kısa yoldan doğru yolu bulabileceklerini zanneden zavallılardır bunlar.
Ataları da aynı şekilde davrandıkları,
aynı naneleri yedikleri için bunlar da aynı naneyi yiyerek doğru yolda
olduklarını iddia etmeye çalışıyorlar.
Peki fahşayı emretmeyen Allah
neyi emredermiş?
29. “De ki: "Rabbim adâleti
emretti; her secde yerinde yüzünüzü O'na doğrultun; dinde samimi olarak O'na
yalvarın. Sizi yarattığı gibi yine O'na
döneceksiniz.”
Evet Rabbim adâleti emreder.
Fıtrata uygun olan şeyleri em-reder. Fahşayla uzak ve yakından hiç bir ilgisi
bulunmayan Rabbimi-zin emrettiği bu adâlet neymiş? Her mescit konumunda, her
secde yerinde yüzünüzü ona doğru döndürmeniz ve dinde muhlisler olarak sadece
ona yalvarmanız, sadece ona dua etmeniz, dini sadece Allah’a mahsus kılarak,
dinde ihlâs sahipleri olarak, katışıksız din sahipleri olarak duanızı,
ibadetinizi, dâvetiyenizi sadece Allah’a yapmanızdır. Unutmayın ki sizi nasıl
yaratmışsa yine ona döneceksiniz. Nasıl yaratılmışsanız öylece Rabbinize
döneceksiniz. İşte Allah’ın sizden istediği adâlet budur.
Dikkat ederseniz Rabbimiz her secde
yerinde, her secde makamında yüzümüzü sadece kendisine çevirmemizi emrediyor.:
“Yeryüzünün tamamı benim için
mescit ve temiz
kılındı.”
Efendimiz buyuruyordu. Diğer din
mensupları ibadetlerini belli yerlerde icra ederlerken biz müslümanlar neresi
olursa olsun namaz vakti geldi mi hemen oracıkta Rabbimize kulluğumuzu icra
ediyoruz. Çünkü tüm arz bizim için secde makamı ve temizdir. tâbi buradaki
secdeyi sadece namaz secdesi olarak düşünmüyoruz. Yeryüzünün neresinde olursak
olalım, nerede ve hangi konumda olursak olalım, hayatımızın her bir konumunda,
hayatımızın her bir biriminde Allah’ın emirlerini icra ederek her bir emre secde
edeceğiz. Her yerde her konumda Allah’ı dinleyeceğiz. Hayatımızın her bir
birimini Allah’ın istediği şekilde düzenleyeceğiz. Hayatımızın her anında
yüzümüzü, aklımızı, fikrimizi, düşüncemizi, benliğimizi Allah’a döndüreceğiz.
Giyinirken Allah’ın emirlerini
uygulayarak secdemizi Allah’a, kazanırken harcarken Allah’ın istediklerine
riâyet ederek secdemizi Allah’a, severken, küserken onu dinleyecek ve secdemizi
Allah’a ya-pacağız. Tüm
hayatımızda yönümüzü, yüzümüzü Allah’a doğru çevirecek, onun istediklerini ön
plana alacak, onun rızasını tercih edecek, onu hesaba katacak ve onun istediği
gibi inanıp, onun istediği gibi hareket edeceğiz. Her an onun huzurunda
olduğumuzu ve her an ona hesap vermek durumunda olduğumuzu unutmayacağız.
Bir de dinde muhlisler olarak sadece
duamızı dâvetiyemizi, kulluğumuzu ona yapacağız. Halis bir din sahibi,
katışıksız bir din sa-hibi olacağız.
Din, kişinin hayat programıdır.
Din, kişinin yaşam biçimidir. Öyle bir din yaşayacağız ki, öyle bir hayat
programımız olacak ki; o hayatın tümünde sadece Allah’ı dinleyecek ve başka
şeyleri katıp karıştırmayacağız. Yâni hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı bazı
bölümlerinde de başkalarını dinleyerek, hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ın
yasalarını bazı bölümlerinde de başkalarının yasalarını uygulayarak katışıklı
bir din, şirket içinde bir hayat yaşamayacağız. Şirke düşmeyeceğiz. Yirmi dört
saatimizin tümünü Allah’a ait kılacak, sadece onu dinleyecek ve sadece ona
kulluk yapacağız.
Zaten nasıl yaratılmışsak öylece bir
gün Allah’a döneceğiz ve hayatımızın hesabını vereceğiz. Yaratılışımız nasıl
bizim elimizde değilse dönüşümüz de bizim elimizde değildir. Bizi yaratan Allah
bize tanıdığı bu imtihan süresinin sonunda hesap sormak üzere bizi huzuruna
çağıracaktır. Bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmamamız germektedir.
30. “Allah insanlardan bir
takımını doğru yola eriştirdi, fakat bir takımı da sapıklığı hak etti, çünkü
bunlar Allah'ı bırakıp şeytanları dost edinmiş ve kendilerini doğru yolda
sanmışlardı.”
Evet Allah kullarından hidâyete
talip olanları hidâyete eriştirmiş, dalâleti, sapıklığı isteyenler de sapıklığı
hak ettiler. Hidâyeti de dalâleti de yaratan Allah’tır ama Rabbimizin dalâlete
rızası yoktur. Rabbimiz kimsenin üzerine sapıklığı, dalâleti yazmaz ama insanlar
illâ da sapıklığı tercih ederler dalâleti benimserlerse onlar hakkında da
sapıklığı yazıveriyor. Çünkü onlar kendi iradeleriyle Allah’ı bırakıp şeytanı
kendilerine velî edinmişlerdir. Allah’ın vahyini, Allah’ın yasalarını bırakıp
şeytanın yasalarını ya da kendi hevâ ve heveslerini ilah edinip o istikâmette
bir hayat yaşamayı yeğlemişlerdir. Şeytanların velâyeti altına girip onların
kendileri adına aldıkları kararları uygulamışlardır. Peygamberin kendilerine
gösterdiği hayat programını reddedip başkalarının hayat programını
benimsemişler, onların pren-siplerini, onların ilkelerini benimseyip bir hayat
yaşamışlardır.
Ve üstelik yaşadıkları bu hayatın
doğru olduğunu, kendilerinin hak yolda olduklarını zannetmişlerdir. Şeytan
amellerini onlara süslü göstermiş ve pislik içinde bir hayat yaşarken
kendilerini hep hidâyette sanmışlardır.
31. “Ey Âdemoğulları! Her mescid
yanında ziynetlerinizi takının; yiyin için fakat İsraf etmeyin, çünkü Allah
müsrifleri sevmez.”
Her mescid yanında süslenmemizi,
ziynetlenmemizi istiyor Rabbimiz. Her mescid yanında bizden bir hareket
isteniyor. Ama bu öyle bir hareket olacak ki devamlı olacak, hiç kesintiye
uğramayacak ve bir de mutedil olacak ifradı tefriti olmayacak. Bu hareketin
sınırları Allah ve Resûlü tarafından çizilmiştir. Nerede durulacak nerede
yürünecek bunu Allah ve Resûlü belirlemiştir.
Halbuki bakıyoruz ki bugün
müslümanların hayatında belli bir hedef, belli bir durak yoktur. Durulacak bir
hudut bir sınır yoktur. Hep ileri, hep ileri bir felsefenin esiridir
müslümanlar. Halbuki müslümanın hareketlerinde bir sınır bir hudut olmalıdır.
Allah ve Resûlü böyle istemektedir.
Meselâ yemede içmede bir sınır
vardır. Karın doyuncaya kadar yenir, ihtiyaç kadar içilir. İhtiyaç kadar
kazanılır ve karşıdakine ihtiyacı kadar verilir. Zengin olunca o da vermeye
başlar. Giyininceye kadar giyinilir ve karşıdaki giyininceye kadar giydirilir.
Abdest alınıncaya kadar su kullanılır. İslâm’da davranışlarımızın tümünde bir
sınır bir hudut vardır.
Burada da diyor ki bakın Rabbimiz her
mescid yanında ziy-netlerinizi takınınız. Her mescid
yanında süsleniniz. Mescidler de öy-le bir süslenin ki bu sizin süsünüz olsun.
Mescitlerin içini süsleyin. Neyle? Halılar zililer, koltuklar kanepeler, yazılar
levhalar, akvaryumlar avizelerle mi? Hayır saf temiz cemaatlerle. Tertemiz
müslüman saflarla. Bir binanın tuğlaları gibi birbirlerine kenetlenmiş, kafa
kalp birliği, iman itikad birliği içinde omuz omuza cemaatlerle.
Ya da şirkten, bid’atlerden ve
hurafelerden uzak Allah’ın istediği gibi ibadetlerle süsleyin mescidleri. Allah
ve Resûlünün istediği Allah’a lâyık kulluklarla, namazlarla, zikirlerle, tesbih
ve tehlillerle, Allah’a lâyık kıyam ve secdelerle süsleyin. Yâni mescidin içini
süsleyin, ya da mescitlerin içinde süslenin.
Ya da mescidlerin çevresini, mescid
mahallerini süsleyin. Mescitlerin çevresini temizleyin. Yâni yıkın mescidlerin
çevresindeki meyhaneleri. Yerle bir edin mescidlere bitişik kumarhaneleri. Silip
sü-pürüp mescidlerin yanı
başındaki fâiz haneleri. Temizleyin mescidleri bu pisliklerden ve süsleyin
mescidlerinizin çevresini.
Âyet-i kerîmeden şu namaz kıldığımız
mescidleri anladığımız gibi bir de hani Allah’ın Resûlü tüm arz benim için
mescid kılındı buyuruyordu ya öyleyse ey müslümanlar öyle bir hayat yaşayalım ki
tüm arz bizim için mescid olsun. Tüm arz bizim için orada Allah’ın emirlerini
uygulayacağımız mekânlar olsun, tüm arz mescidinde Allah’ın biz-den istediği
tavırlarla süslenelim. Tüm arz mescidinde Allah’ın emirlerini görüntüleyelim.
Her nerede olursak olalım orada Allah’ın emirlerine secde ederek Allah’ın
arzularıyla süslenelim. Her yerde Allah’ın kitabını görüntüleyelim. Allah’ın
boyasıyla boyanalım, çevremize bu boya ile görünelim ve çevremizi de bu boya ile
süsleyelim. Arzın her bir bölgesinde Rabbimize yakınlık gereği onun her
istediğine onun istediği biçimde boyun bükelim.
Ziynet budur işte. Ziynet Allah’ın
boyası, Allah’ın bizde gör-mek istediği görüntüdür. Allah ve Resûlünün ziynet
dediği, süslü dediği şey ziynettir, süstür ve süslüdür. Dışındakilerin hiç
birisi süs değildir, ziynet değildir.
Meselâ bir gelin düşünün ki
üzerine giydiği gelinlik Zambiya’dan getirtilmiş, açık yeri kapalı yerinden
fazla. Allah ve Resûlünün kıstaslarına göre bu elbisenin içindeki gelin süslü
değildir. Süs ve ziynet değildir bu elbise. Bir gelin ki tepeden tırnağa örtülü
işte süslü olan budur.
Bir ev düşünün ki şu kadar metre
kare bir alana yapılmış, bahçesindeki çiçekler Sirilankadan, içindeki vazolar
Bohemya’dan, kol-tukları kanepeleri İtalya’dan
getirtilmiş süslü değildir bu ev. Ama yarın ölecekmiş gibi eşyaları Allah ve
Resûlünün istediği gibi bina edilmiş bir çadır ondan süslüdür.
Bir el düşünün ki milyarlara mal
olmuş bir altın yüksük takıl-mış bu el süslü değildir. Ama Allah ve Resûlünün
istediği biçimde çok ucuz da olsa gümüş bir yüksük takılmış el süslüdür. Bir baş
düşünün ki açık, o baş süslü değildir.
Veya bir baş düşünün ki takke
giyilmiş o da süslü değildir. Başın ziyneti o takkenin üzerine sarılmış bir
sarıktır. Veya sakalsız bir yüz asla süslü değildir.
Yüzün ziyneti de Allah ve
Resûlünün istediği biçimde bırakıl-mış sakaldır. Tesettürsüz bir vücut süslü
değildir. Allah ve Resûlünün tarifine uygun olarak giyinmiş bir beden
ziynetlidir. Bir kadının kocasının yanında ona kendisini arz etmesi, onun süsü
ve ziyneti, dahası başkalarının yanında sesini ve saçının bir telini bile
saklaması onun süsü ve ziynetidir.
Yâni Allah neyi nasıl istemişse
öylece yapmak ziynettir. Su geminin altındaysa ziynettir, ama su geminin
içindeyse ziynet değil-dir. Dünya ve dünyalık her şey ayaklarınızın altındaysa,
siz onlara hükmedebiliyorsanız ziynetlidir, ama dünyalıklar sizin içinize girmiş
ve size hükmetmeye başlamışsa bu ziynet değildir.
O halde Allah’ın bizden istediği,
beğendiği, bizde görmekten razı olduğu her türlü davranışlarımız bizim
ziynetimiz ve süsümüzdür. Namaz vücudumuzun süsü ve ziynetidir. Zekât
mallarımızın ziynetidir. Terbiye adına çocuklarımıza attığımız her tokat onların
süsüdür. Müslümanın onu cennete ulaştırma adına hanımının yüzüne kondurduğu buse
de onun süsüdür.
Bir sofra ki Rasûlullah’ın
sofrasına benzediği ölçüde süslüdür. Bir yiyiş içiş modeli Rasûlullah’ınkine
benzediği ölçüde ziynetlidir. İşte bu bir başka ifadesiyle ruhsattır. Ruhsat
miktarı olanlar süslüdür ziynetlidir ruhsat ötesine aşıldığı zaman da bu
israftır.
Evet öyle bir süslenelim ki bu arz
mescidinde bu Allah ve Resûlünün bizden istediği bir süslenme olsun. Tıpkı
kocası için süslenen bir kadının yahut da karısı için süslenen bir kocanın
süslenmesi gibi biz de Rabbimiz için ve Rabbimizin istediği biçimde
süslenelim.
Bakın âyetin devamında Rabbimiz
süslenmenin hemen akabinde İsrafı da yasaklamaktadır.
Yemenizde içmenizde, giyinmenizde
kuşanmanızda da haddi aşıp İsraf etmeyin. Allah’ın sınırlarını aşmayın. Allah ve
Resûlünün tanıdığı ruhsatın dışına çıkmayın. Haramı helâl yapmayın. Öyle yiyin
için, öyle giyinin kuşanın ki bu Allah’ın size tanıdığı ruhsat kadar olsun. Yeme
içme ve giyinme konusunda Allah’ın Resûlü ne kadarına müsaade etmişse işte o
kadarı israf değildir. Bu sınırı aşanların tamamı bilelim ki israftır. Tek çeşit
yenecek, acıkmadan oturulmayacak, doymadan kalkılacak, ayakta yenmeyecek,
besmele çekilecek önünden yenecek, aç komşular varsa onlar da
çağrılacak.
Evet yiyin için ama israf etmeyin çünkü
Allah israf edenleri sevmez. Peki İsraf nedir? İsraf ihtiyaç dışı tüketim
demektir. İhtiyaç dışı istihlak demektir. İsraf ihtiyaçsızlık adına harcamaktır.
Peki ihtiyaç nedir? İhtiyaç işte curcuna burada başlıyor. Efendim işte şu kadar
da olsa yetmiyor, yetiremiyoruz. Bizim ihtiyaç felsefemiz yanlıştır. İhtiyaç
anlayışlarımız bozuktur.
Peki nedir ihtiyaç? İhtiyaç
Allah’ın bizden istediği kulluğun icrasında bize mutlaka lâzım olan şeylerdir.
Cenâb-ı Hakkın bizim hayatımıza çizdiği kulluk programının icrası adına
harcanacaklara, harcanması gerekenlere ihtiyaç diyoruz. İşte bunun dışına çıkmak
bu sınırı aşmak israftır. İhtiyaç elzemi
lâzıma tercih etmektir. İsraf da lâzımı elzeme tercih etmek demektir.
Öyleyse hayatımızda bir lâzım bir
de elzem olan şeyler vardır. Yâni onsuz olmaz mutlaka elzem olanlar vardır bir
de olsa da olur olmasa da olur dediğimiz lâzım olanlar vardır. O halde ihtiyaç
elzemi lâzıma tercihtir. Mutlaka elzem dediğimiz onsuz olmaz dediğimiz şeyleri
lâzıma tercih edeceğiz.
Meselâ her evin mutlaka bir
sergiye ihtiyacı vardır. Elzemdir bu. Ama bu serginin bir kilim yahut bir hasır
olması elzemken bilmem kaç milyona mal olacak bir Bünyan halısı olması da belki
lâzımdır. Öyleyse biz elzemi lâzıma tercih edecek ve o konuda İsraf etmeyeceğiz.
Evimizde aydınlanmak için mutlaka bir aydınlatıcıya ihtiyaç vardır. Elzemdir bu. Ama yüz mumluk
bir ampul dururken bilmem kaç milyona mal olacak bir avize almamız lâzımı elzeme
tercihtir ki bu İsraftır.
Yaşamak ve Allah’a kulluk takdim
edebilmek için yemek zorundayız bu elzemdir. Ama şu kadar liraya mal olan bir
yemekle doyacakken bu kadar liraya mal olacak yemeklerin peşine takılmak,
hayatta onları hedef haline getirmek veya üç lokmayla doyacakken dördüncü
beşinci lokmaya uzanmak İsraftır. Hattâ ol sebepten bar-sakları boşaltma adına
tuvalette kaybedilen zaman bile İsraftır.
Kişinin Allah’ın kendisinden sarfını
istemediği her türlü sarf, her türlü harcama İsraftır. Efendim bu havluya el
siliniyor bir de ayak havlusu lâzım. Peki var mıydı sahabenin böyle ayak
havluları? İhtiyaç konusunda kitap ve sünnet ölçüdür. Ne yapalım bunlar, bunlar
da ihtiyaçtır diyerek eğer Pavlos’un köpeği şartlanmaya kalkışırsak
ihtiyaçlarımız hiç bir zaman bitmeyecek ve biz ihtiyaçsızlığı ihtiyaç bilip bir
ömür boyu bunların giderilmesi adına çırpınıp duracağız
demektir.
Allah’ın Resûlü bir hadislerinde
denizin kenarında da bulun-sanız abdest alırken fazla su harcayıp İsraf etmeyin
buyurmaktadır. Denizin kenarında bile olsanız. Yâni benim yaptığım meşru bir
iştir, ben şu anda abdest alıyorum binaen aleyh iki üç avuç fazla su harcasam ne
çıkar? Denizin suyu tükenecek değil ya demeyeceğiz. Bu bir emirdir ve müslümanın
tüm hayatı buna uygun olmalıdır. Bakın deniz kenarında meşru bir yere harcarken
bile israf etmeyeceğiz.
Tabi burada anlatılan sadece
deniz değildir. Ne kadarda malın olursa olsun yine de harcaman ölçülü olacaktır.
Yâni düşünün ki çok malınız var. Deniz kadar da malınız olsa meşru dairede
harcarken bile israf etmeyeceksiniz. Gayri meşruya zaten harcanmayacak da
meşruya harcanırken bile İsraf edilmeyecek. Bir iki örnek
verelim.
Meselâ bugün Allah ve Resûlünün
istediği tarzda bir düğün eğer üz yüz milyona mal olabiliyorsa iki yüz elli
milyonu olan bir elli milyon borç bulsun üç yüz milyon harcasın, yüz milyarı
olanda yine üç yüz milyon harcasın ve İsraf etmesin demektir bunun mânâsı. Peki
deniz kadar malı var adamın o da bu kadar harcayacak peki bu adam malının geri
kalanı ne yapacak? Onu harcamayıp, İsraf etmeyip Allah kullarına ulaştıracak.
Veya meselâ beş kişilik bir
ailenin bir akşam yemeği elli bin liraya hazırlanabiliyorsa yüz milyonumuz da
olsa yine elli bin lira harcayacak ve İsraf etmeyeceğiz. Efendim benim deniz
kadar malım var. Şu kadar da harcasam tükenmez, ne fark eder ben başkaları gibi
değilim ki, benim sofram başkalarının sofrası gibi olamaz, benim düğünde
harcamam başkaları gibi olamaz demek Allah korusun İslâm dışı bir hayatı
çağıracak ve bizi İsrafların içine batıracak ve toplumda fertler arası uçurumlar
meydana getirecektir.
Meselâ çocukların ekmeği bile zor
bulabildikleri bir mahallede bizim çocuklarımızın ellerinde pastayla sokağa
çıkması ne büyük bir dengesizlik ve ne acı bir yıkım doğuracaktır bunu düşünmek
zo-rundayız.
Öyleyse unutmayalım ki deniz
kadar malı olan da ırmak kadar malı olan da aynı ölçüde harcayacak, her ikisinin
de sofraları aynı olacak, her ikisinin de harcamaları aynı olacak ve fazlalıklar
Allah kullarına ulaştırılacak ve İsraf edilmeyecektir. işte hadisin bize
anlatmak istediği budur.
Günümüz insanı maalesef deliğe göre
yama yerine, yamaya göre delik açma kavgasındadır. İhtiyaca göre harcama yerine
paraya göre, gelire göre harcama alanları açmaya çalışıyorlar. Nice insan
bilirim ki kaşınan yerlerini bile kaşıyamıyor, ama niceleri de vardır ki
gicişmedik yerlerini kaşıma kavgası veriyor. Ben öyle insanlar tanırım ki sadece
bir akşam yemekleri mübâlağa etmiyorum fakir bir ailenin bir aylık yiyeceği.
Fakir bir ailenin bir ayda yiyeceğini bir akşam yiyebiliyorlar.
Sanki adamların ağzı mutfakta
ensesi tuvalette. Yemekten başka bir şey düşünmüyor adamlar. Halbuki
vücutlarımız bize Allah’ın emânetidir. Vücutlarımızın yapısını değiştirmeye,
bozmaya ve işleyişini zorlaştırmaya yönelik her şey yasaktır. Emânete
hıyanettir. Bir mideye her gün inen mayeyi şöyle bir düşünün. Sabahleyin beş
bardak renkli su çay, gündüz akşama kadar renkli su, ayran, göze faydalıdır diye
bir iki bardak havuç suyu, vitamin vardır diye bir iki bardak portakal, limon
suyu, bir iki şişe meşrubat, her uğradığı yerde hatır için çay üstüne çay, kahve
üstüne kahve. Şimdi bu mideyi düşünün siz.
Lâkin şurası bir hakikat ki bütün
bu içmeler ihtiyaç adına, beslenme adına değil hatır adına, İsraf ve lüks
adınadır. Vücudun yapı taşlarını bozma adınadır. Dostluk adına veya müşterinin
her isteğini yerine getirme adına bunlara karşı çıkamayan kişi İsrafın içine
gömülüyor demektir. Meselâ gittiğiniz her yerde size su ikram edilse siz de bunu
reddetmeseniz ölürsünüz . Ama renkli su olunca akşama kadar içmeye devam ediyor
adamlar.
Halbuki bu dünyada elbette
mü’minler kâfirlerden farklı olmalıdırlar. Kitabımızın başka âyetlerinin
beyanıyla; kâfirler dünyada sa-dece yerler içerler. Hem de hayvanlar gibi yerler
içerler. Bu hayvan özelliğidir. Sadece yemek içmek. Önüne ne gelirse yemek
içmek. Ye-mek için yemek, içmek için içmek. Kulluk için değil, ihtiyaç için
değil önüne gelen hiçbir şeyi reddetmeden yemek içmek bu hayvan karakteridir.
Halbuki mümin asla böyle değildir. O önüne gelen her şeyi ye-meden yana olmaz.
Onun yemesinde ve içmesinde bir sınır bir durak noktası vardır.
Hattâ Allah’ın Resûlü bir
hadislerinde:
“Kişinin canının çektiği
her şeyden yemeye çalışması İsraf olarak ona
yeter”
Buyurmaktadır. Ee efendim tüm bu
nîmetler yenmek ve içmek için yaratılmamış mıdır? Yemeyelim mi yâni? Bütün
kadınlar da evlenmek için yaratılmışlardır ama bir sınır var değil mi? Hepsinden
istifade hakkımız yoktur değil mi? Hayvanlar yerler içerler ama yiyip içtikleri
nîmetler üzerinde hiç düşünmezler. Acaba bu yediğim, içtiğim rızklar nereden
gelmiştir? Nasıl meydana gelmiştir? Kim yaratmış bunları? Acaba tüm bu nîmetleri
yaratıp benim hizmetime sunan varlık bu nîmetler karşılığında benden ne ister?
O’na nasıl teşekkür etmeliyim? Hayvan bunu düşünmez düşünemez. İşte kâfirler de
aynen bu hayvanlar gibidirler. Yiyip içmelerinde hiçbir kontrol mekânizması,
hiçbir sınır ve durak noktası olmadığı gibi tüm bu nîmetleri kendilerine sunan
Rablerine karşı da en küçük bir minnet duyguları da
yoktur.
Evet Allah İsrafı da
yasaklamıştır. Yiyin için ama İsraf etmeyin çünkü Allah İsraf edenleri sevmez
dedikten sonra:
32.: “Ey Muhammed, de ki:
"Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?"
"Bunlar, dünya hayatında inananlarındır, kıyâmet gününde de yalnız onlar
içindir" de. Bilen kimseler için âyetlerimizi böy-lece uzun uzun açıklıyoruz.”
Evet Allah’ın yeryüzünde helâl
kıldığı tertemiz rızıkları ve ziynetleri kim haram kılıyormuş? Kimin yetkisi
varmış buna? Halbuki ha-ram helâl sınırları belirleme yetkisi sadece Allah’a
aittir. Gerek yenilip içilecek cinsten olsun gerekse giyilecek ve kullanılacak
şeylerden ol-sun Allah’ın tertemiz rızıklarını ve ziynetlerini Allah’tan başka
hiç bir kimse, hiç bir kurum haram kılamaz. Hiç kimse onları Allah’ın kullarına
yasak edemez.
Rabbimizin yasalarına göre eşyada
aslolan ibahadır. Rabbi-mizin yarattığı her şey temizdir ancak hakkında nas
bulunanlar müstesnadır. Beş şeyde aslolan hürmettir. Din, nesil, akıl, nefs ve
mal. Mevcudatın tamamı insan için yaratılmış ve insanın hizmetine verilmiş
olduğu için tüm mevcudatta aslolan ibahadır, helâllik ve temizliktir. Ama
hakkında bunun zıddını ortaya koyan, yâni onun haramlığını an-latan nassın
bulunduğu şeyler bunun dışındadır. Haram olanlar haramdır da helâl olanlardan
istifade şeklini belirleme hakkı da Allah’ın Resûlüne aittir.
Tüm helâllerden nasıl istifade
edileceğini, ne miktar ve hangi ölçüde istifade edileceğini de Allah’ın Resûlü
belirlemiştir. İnsanlar Allah ve Resûlünün helâl dediği bölgelerde yer içerler
giyinirler ama onların ruhsatını aşan bölgelerde de durmak zorundadırlar.
Aslında bu sınırı Allah ve Resûlü belirler de ama insanlar da bunu
seçebi-lirler. Yâni insanlar Allah’ın kendilerine vermiş olduğu fıtrat gereği
ta-bi eğer bu fıtrat bozulmamışsa, hakkın tecellisi olarak insanlar da iyiyi
kötüyü seçebilme ayırt edebilme özelliğine sahiptirler.
Ya da kendi iradelerince iyiyi
kötüyü seçebilirler, kendilerince haram helâl sınırları belirleyebilirler ama
sonucuna kendileri katlan-mak kayd-u şartıyla. Rabbimiz diyor ki imanı da küfrü
de seçebilir-siniz, haram helâl konusunda, hayat programı konusunda beni de
dinleyebilirsiniz başkalarını da. Sonucuna kendiniz katlamak kayd-u şartıyla
dilediğinizi yapabilirsiniz. Ama benim rızamı ve cennetimi kazanmak istiyorsanız
her konuda beni dinlemek, benim hayat programımı uygulamak zorundasınız.
Çünkü bizi yaratan, bizi
programlayan, bizim fıtratımızı en iyi bilen Odur. İnsan için yapılacak
yapılmayacak işleri, haram helâl sınırlarını en güzel belirleyen
Allah’tır.
Öyleyse kimmiş Allah’ın tertemiz
rızıklarını haram kılmaya kal-kışan? Kimin haddineymiş Allah’a rağmen haram
helâl belirleme? Rı-zık çok genel bir kavramdır. Rızık kişiye Allah’ın ana
karnında ve dün-yaya geldikten sonraki dönemde tahsis buyurduğu şeylerin
tümüdür. Ana karnında başlayan Rabbimizin bu tahsisatı ölümle kesilip son bulur.
Bizim için, bir insan için ne kadar rızık takdir edildi? Ölümden önce bunun
bilinmesi mümkün değildir. Ancak kişi ölünce ona tahsis edilen rızkın o kadar
olduğu bilinir.
İşte ana karnı da dahil olmak
kayd-u şartıyla Rabbimizin kula tahsis buyurduğu şeylerin tümüne rızık denir.
İlimden, akıldan, fikir-den, kelimeden, nefesten, zamandan, evlâttan, havadan,
sudan, gü-neşten, paradan puldan, yiyecekten, içecekten giyeceğe kadar her şey
ona takdir edilmiş rızıktır. Başka bir deyişle rızık mevcudatın bir bölümünün
diğer bölümüne tahsisidir de diyebiliriz. Güneşi bizim em-rimize tahsis
buyurduğu gibi, arıyı, elma ağacını, koyunu, ineği bizim rızkımıza sebep kıldığı
gibi.
Evet tüm bunlar birer rızıktır ama bu
rızıkların helâlleri var güzelleri var çirkinleri var. Ziynet ve rızıkların
helâllerinden güzellerin-den istifade edeceğiz ama bir de şunu da hiç bir zaman
hatırımızdan çıkarmayacağız ki helâlleri bile olsa ziynet gündeme gelince şeytan
da gündeme gelecektir. Nerede bir ziynet varsa orada şeytan da var demektir.
“Fe Zeyyene lehümüşşeytan”
gibi âyetleri Kur’an-ın her bir
yerinde görmek mümkündür. Ziy-netin gündeme geldiği
her yerde şeytan da gündeme geliyor o bakım-dan ziynetler konusunda çok dikkatli
olmak zorundayız. Çünkü bakın Rabbimiz âyetin devamında şöyle
buyuruyor:
Deki bunlar, dünya hayatında
inananlarındır, kıyâmet gününde de yalnız onlar içindir. Bilen kimseler için
âyetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz. Evet biz de diyeceğiz ki dünyadaki
tüm nimetler, dünyadaki tüm süsler ve ziynetler mü’minler içindir. Ama kıyâmet
gününde ise sadece mü’minler içindir.
Âyet-i Kerîmeden anlıyoruz ki
dünyada mü’minler için yaratılmış olan, varlık sebepleri müslümanlar olan bu
nimetlerden kâfirler de istifade etmektedirler. Ama kıyâmet gününde artık bunlar
sadece mü’minlere ait olacak kâfirler ise artık tüm bu nimetlerden mahrum
bırakılacaklardır.
İlerde gelecek aynı sûrede
cehenneme dolmuş kâfirler mü’-minlerin ellerindeki nimetleri görünce diyecekler
ki ey mü’minler şu nimetlerinizden biraz da bizim tarafa gönderseniz de biz de
biraz onlardan tatsak diyecekler de mü’minler de onlara diyecekler ki Allah
bunları size haram kılmıştır.
Biliyoruz ki dünyadaki yiyeceklerin iki
özelliği var. Bunlardan birisi tokluk vermesi, ikincisi de vücudumuzu
korumasıdır ve öbür tarafta da bize hayat kazandıracak cennete ulaştırıcı
özelliğe sahip olmasıdır. Demek ki bu üç özelliğe sahip olanlar dünyada
mü’minler içindir, ama rızık olarak bu dünyada kâfirler de onlardan istifade
etmektedir ve kıyâmet gününde sadece mü’minlerin olacaktır
bunlar.
Evet haram ve helâlleri sadece
Allah belirler. Allah’tan başka hiç kimse bu konuda yetkili değildir buyurduktan
sonra Rabbimiz haram kıldıklarından bir kısmını burada anlatacak bakın. Bu
konuda söz yalnız onundur, hüküm yalnız ona aittir. Peki neymiş Rabbimizin
haramları?
33. “De ki: " Rabbim sadece, açık
ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir delil
indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri
söylemenizi haram kılmıştır.”
Evet fahşayı, fuhşiyatı
yasaklamış Rabbimiz. Fahşanın gizlisini de açığını da haram kılmıştır Rabbimiz.
Fahşanın, fuhşiyatın gizlisine de açığına da yasaklamıştır. Fahşa, fuhuş;
aşırılık demektir, haddi aşmak demektir. Hangi konuda? Maddî manevî her konuda.
Meselâ eşya talebinde aşırılık, mal talebinde aşırılık, rızık talebinde
aşırılık, bilgi toplama konusunda aşırılık, mesken konusunda aşırılık, sevgi
saygı konusunda insanları putlaştıracak biçimde aşırılık, on ki-şiyle devlet kurma hayallerine kapılarak hedefte aşırılık.
Babaya, anaya karşı ya onların meşru isteklerini dinlememe hususunda
aşırılıklar, ya da onların Allah’la çatışan her arzularını yerine getirerek
on-ların putlaşmalarına imkân hazırlamak türünde çizgiyi aşma aşırılıkları.
Veya rızık konusunda Allah’a
güvenmeyerek çocukları öldür-me aşırılıkları. Allah’ın yasak kıldığı kılık
kıyafetler konusunda aşırı-lıklar, şeytanın süslü gösterdiği tesettürsüzlük
aşırılıkları, ya da kadın erkek ilişkilerinde zina dediğimiz aşırılıklar. Bu
aşırılıkların tümünden sakının diyor Rabbimiz hepsini yasak kıldım diyor.
Bilhassa kadın er-kek ilişkileri konusunda aşırılık hususunda çok yanlışlarımız
var.
Meselâ bizim toplumda şu anda bu
aşırılıkları kadınlar yaptığı zaman onlara fahişe denirken aynı şeyleri erkekler
yaptıkları zaman onlara hiç bir şey denmiyor. Halbuki bunları yapan kadına da
erkeğe de fuhuş sahibi yâni fahişe denir
Bugüne kadar sadece fahşa, fuhuş
denildiği zaman sadece kadın erkek ilişkilerinde aşırılık, haddi aşma
anlaşılmaktadır. Halbuki sadece bu konuda değil her konuda aşırılıktan men
ediyor Rabbimiz. Hem de aşırılığın, fahşanın gizlisinden de açığından da
sakınmamızı istiyor.
Peki acaba fahşanın, aşırılığın
gizlisi ve açığından ne anla-yacağız? İnsanlar arasında açıktan açığa işlenen
fahşalara da yak-laşmayın kimsenin göremeyeceği bir tenhada işlenenlerinden de
sakının. Veya metres hayatı gibi, dost tutma gibi toplumun yasallaştırdığı,
insanların kurumlaştırıp haram ve yasak görmediği fuhuşlardan da sakının
insanların toplumun hoş görmediği aşırılıklardan da sakının. Toplumun onayıyla,
insanların izniyle yapılanlarından da sakının toplumun kınadıklarından da
sakının. Meselâ nasıl?
İşte toplumun yasallaştırdığı ve
ruhsat çıkardığı genel evlerde yapılanlardan da sakının. Veya işte diyorlar ki
bir kadınla yaşayacak-sın. Nikâhın bir kadınla olacak ama bin kadınla ilişki
kurabilirsin bu normaldir. Ama toplumun koyduğu bu kuralın dışına çıkar da
ikinci bir kadınla nikâhlı bir beraberlik kurmaya kalkışırsan o zaman bu
fuhuştur, bu ilişki zinadır. Yâni yaşadığın ülkede veya dünya üzerinde egemen
güçlerin yasak dedikleri şeyler yasak ama yasak demediği şeyler serbesttir ya.
Halbuki Allah’ın haram dedikleri haram helâl dedikleri de helâldi.
Öyleyse insanlar ister
meşrulaştırsınlar, ister haram deyip yasaklasınlar bizim için bunun hiç bir
önemi yoktur. Bizim için Allah’ın yasak dedikleri yasaktır yasak değil dedikleri
de yasak değildir.
Kur’an’da pek çok
yerde:
"Bunlar Allah’ın hudutlarıdır ve
bunları asla aşmayın!"
şeklinde
biz kullarını uyardığını biliyoruz.
Günahı ve haksız yere tecavüzü de Allah
yasaklamıştır. Peki haklı yere tecavüz caiz mi? Elbette hayır. Ama buradaki
ifade aslında haksızlık yapanlar kendileri de bilmektedirler haksız yere
zulmettiklerini, kendileri de farkındadırlar haksız ve zâlim olduklarını da bile
bile haksızlık ve tecavüz etektedirler anlamınadır bu.
Sonra:
Hakkında Allah’ın hiç bir delil
indirmediği şeyi Allah’a şirk koş-manızı ortak koşmanızı da Allah yasaklamıştır.
Allah’ın hakkında hiç bir belge indirmediği şirk de haramdır. Peki acaba
Allah’ın hakkında delil indirdiği de olur mu bu konuda? Elbette meselâ Allah
mü’minlere halîfeyi dinleyin demiş, babayı dinleyin demiş kocayı dinleyin demiş.
Bunları da dinleyeceğiz ama bunları dinlememiz Allah’a şirk konusu olmayacak
demek ki. tâbi bunların bizden istedikleri Allah ve Resûlünün arzularıyla
çatışmayacak. Çatışırsa elbette onları da dinlemeyeceğiz.
Müslümanın müslüman olabilmesi için
önce şirkten kurtulması gerekmektedir. İslâm’a girişin ifadesi olan kelime-i
tevhidde bunu gö-rüyoruz. Allah’tan başkalarını reddedecek kişi sonra da İslâm’a
girecektir. Ancak sadece şirkten kurulmak da yetmez yâni sadece la demek de
yetmez hemen arkasından illallah denmelidir. İkisini birlikte düşünmek
zorundayız.
Şirk ulûhiyet ve rubûbiyette Allah’a
ortaklar bulmak, Allah gibi başka varlıklar kabul ederek onlara ibadet etmek
veya onların ka-nunlarına, arzularına ve yasalarına itaat etmek
demektir.
Şirk Allah’ı tanımakla beraber, Allah
kulluk yapmakla beraber onu eksik tanımak, onu onun kendisini bize tarif
buyurduğu sıfatlarından bazılarını reddetmektir.
Şirk Allah’a ait olan sıfatlardan
bazılarını Allah’tan başkalarına vermek, Allah’tan başkaları üzerinde
düşünmektir. Meselâ Rab sadece Allah iken Allah’ın bu sıfatını Allah’tan
başkalarına da vererek ondan başka da kanun koyucuların varlığına inanmak veya
şafi sadece Allah iken, Allah’tan başka şifa verici yok iken sadece Allah’a ait
olan bu sıfatı Allah’tan başkalarına da verip onların da şifa verebileceklerine
inanmak şirktir. Rabbimizin tüm sıfatları için aynı şey
geçerlidir.
Şirk yirmi dört saatin tümünde Sadece
Allah’ı Rab kabul edip onun arzularını gerçekleştirmek gerekirken bu zamanın her
hangi bir biriminde arzuları Allah’ın arzularıyla çatışan bir varlığın
arzularına itaat etmek de şirktir. Şöyle giyineceksin, şurada okuyacaksın, şunu
anlatacaksın, şu kadar anlatacaksın, şunu yapacaksın, bunu yapmayacaksın gibi
arzuları emirleri Allah’ın arzularıyla çatışan bir varlığı dinlemek de
şirktir.
Allah’ın haramlarını helâl, helâllerini
haram kabul etmek de şirktir. Adam namaz kılar, oruç tutar ama tesettürü modası
geçmiş bir emir olarak görürse veya İslâm’ın orucunu, haccını kabul eder ama
ekonomisini reddederse bu da şirktir.
Veya Allah’ın gökler de hâkimiyetini
kabul eder ama yerde hâkimiyetini reddederse bu da
şirktir.
Eğer ölümde söz sahibi Allah ama
düğünde söz sahibi top-lumsa, bu tümüyle Allah’ı inkâr değildir. Eğer namaz
konusunda söz sahibi Allah ama hukukta söz sahibi başkalarıysa, oruç konusunda
söz sahibi Allah ama eğitimde, siyasal yapılanmada, ekonomik düzenlemelerde söz
sahibi başkalarıysa bu tümüyle Allah’ı inkâr değildir ama şirktir.
Yâni düğünde toplumun hâkim
oluşu, ya da hukukta Allah’tan başka birilerinin hâkim oluşu veya hayatın bazı
birimlerinde Allah’tan başkalarının söz sahibi oluşu o başkalarının Allah oluşu
mânâsına gelmemektedir. Ancak Allah’ın bir sıfatı bölünüp parçalanıp bir
başkalarına verilmesidir ki işte bu şirktir. İnsanlar zannediyorlarsa ki şu şu
konularda Allah hayatımızda söz sahibi değildir. Bu konularda toplum, şu
konularda moda, şu konularda devlet şu konularda çevre söz sahibidir diye
düşünmeye ve kabul etmeye başladı mı artık onun hayatında şirk başlamış
demektir.
Dünün müşrikleri Allah’a inanıyorlardı
ama onun hayata karışacağını reddediyorlardı. Müşrikler de göklerin ve yerlerin
sahibi Allah’tır, severiz sayarız o Allah’ı, gökleri ve yerleri ona verelim ama
o Allah bizim hayatımıza karışamaz diyerek Allah’a şirk koştular. Kendi
hayatlarına Allah’tan başka karışacak Rabler bularak Allah’a şirk koştular.
Dediler ki o Allah bizim hayatımıza karışmaz, karışamaz. Çünkü bizim pis
işlerimiz var, dalavereli işlerimiz var, basit işlerimiz, karanlık işlerimiz
mafya işlerimiz var. Ekonomik işlerimizde bizim ne yapacağımız belli olmaz,
meslek hayatımızda ne yapacağımız belli olmaz, siyasî işlerimizde nasıl
dalavereler yapacağımız belli olmaz. Hukuk işlerimizde içimizde kimi güçlüler
var, biz onlara garibanlardan farklı hak tanımak zorundayız. İçimizde
dokunulmazlar var, siyasîler var, azizler var, imtiyazlılar var, para babaları
var onlara ayrıca hak tanımak zorundayız. İçimizde güçlüler var, egemenlik
sahipleri var, onlara mallarımızdan belli bir hisse ayırmak zorundayız. İçimizde
etkili yetkili kimseler var bizler zaman zaman onlara da dua yapmak zorundayız,
dualarımıza onları da karıştırmak zorundayız, onlara da sığınmak, onlardan da
yardım istemek zorundayız.
Yâni bizim böyle pis işlerimiz
var, kirli işlerimiz var. Ya Rabbi sen yücesin, seni böyle pis işlere
karıştırmak istemiyoruz. Sen göklerinle ilgilen, diğer varlıklarınla ilgilen,
yerinde dur, bizim işimize karışma, bırak bizi kendi halimize de ne halimiz
varsa görelim, diyerek Allah’a şirk koştular.
Kâfirler, müşrikler ne derlerse
desinler nasıl inanırlarsa inansınlar biz sadece ona kulluk ederiz. Bizim
Rabbimiz tekdir. Bizim hayat programımızı tespit eden Rabbimiz bir tanedir. Biz
onunla beraber program yapmada ortaklar kabul etmiyoruz. Onunla birlikte kanun
koyma hakkına sahip ortaklar bilmiyoruz. Onunla birlikte arzularına uyacağımız,
rızasını kazanmaya çalışacağımız, yasalarını uygulayıp talimatlarını yerine
getireceğimiz başka Rabbimiz, başka ilahlarımız yoktur. Hüküm onundur, hâkimiyet
onundur, yaratan odur, hayat veren odur, öldüren odur, rızık veren doyuran odur,
kanun koyan odur, hüküm vaz eden odur. Bizler onunla beraber başkalarını da
dinleyerek şirk koşmayız. Biz sizin anlayışlarınızdan
beriyiz.
Evet Allah’ı küstürmek adına
başkalarını razı etmek şirktir. Al-lah’ı küstürmek adına babamızı, anamızı,
karımızı, liderimizi, efendimizi, zevklerimizi razı etmek şirktir. Allah’ı
küstürmek adına başkalarının arzularını yerine getirmek şirktir. Allah’ı
küstürmek adına başkalarının kılık kıyafet anlayışını kabul etmek şirktir.
Allah’ı küstürmek adına başkalarının alfabesini kabul etmek, Allah’ı küstürmek
adına başkalarının hayat tarzını kabul etmek şirktir Allah
korusun.
Ve yeryüzünde en büyük zulüm Allah’a
ortaklar bularak onlara da kulluk yapmaktır. En büyük zulüm kişinin kendisini
yaratan Allah’a kulluk makamında tutması, sadece onu dinleyip sadece onu razı
etmesi gerekirken o makamdan indirip Allah’la birlikte başkalarına da kulluk
etmesidir. İşte Allah bunu da yasak kılmıştır.
Allah hakkında veya Allah adına
bilmediği şeyleri söylemeyi de Allah yasak kılmıştır. Adam Allah'tan söz eder
ama Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini bilmediği için yalan yanlış şeyler
söyler. Adam dinden diyanetten bahseder ama İslâm’ın i’sinden bile haberi
yoktur. Anadan babadan veya gazeteden, dergiden, takvim yaprağından duyduğunu
İslâm diye ortaya koymaya çalışır. Allah hakkında konuşur ama Allah’ı
tanımadıklarından söylediklerinin tamamı iftiradır.
Allah’a yalan iftirada bulunmak demek
Allah’ın zatıyla alâkalı, sıfatlarıyla alâkalı yalan söylemek, sıfatları
konusunda onu eksik ta-nımak, onun bu eksikliğini yerdekilerle tamamlama
cihetine gitmek, onda olan sıfatları başkalarına vermek, başkalarının da onun
sıfatlarına sahip olduğunu iddia etmek demektir. Yâni yeryüzünde ondan başka
program yapıcı, kanun koyucu bir kısım Rablerin de olabile-ceğine inanmak ve bu
kişilerin kanunlarına da uyulması gerektiğini iddia etmek, bunların da
yeryüzünde etkili yetkili varlıklar olduklarını söylemek, yalnız Allah’a ait
olan hâkimiyet hakkını bu varlıklara da vermek, ya da yeryüzünde Allah’tan başka
şifa dağıtıcıların da var-lığına inanmak, yeryüzünde Allah’tan başka rızık
dağıtıcıların da varlığına inanmak, kendilerine sığınılacak, kendilerine dua
edilecek, yardıma çağrılacak Allah’tan başka varlıkların da bulunduğunu iddia
etmek işte bütün bunlar Allah’a yalan iftirada bulunmak
demektir.
Veya Allah’ın zatıyla alâkalı Allah
evlât edindi, işte Îsâ Allah’ın oğludur, Üzeyr Allah’ın oğludur, melekler
Allah’ın kızlarıdır biçiminde Allah’a yalan iftirada bulunmak.
Veya Aristo’nun dediği gibi Allah
hayata karışmaz, Allah dünyayı yarattı ve işi bitti. Allah bir şey
indirmemiştir, Allah bize âyet göndermemiştir, Allah bizim hayatımızla
ilgilenmez şeklinde Allah’a yalan iftirada bulunmak.
Ya da hayatı ilgilendiren
konularda Allah ve Resûlüne rağ-men, Allah ve Resûlünün buyruklarına rağmen veya
onlara binaen söylenen yalanlar da Allah yalan iftiradır. Yâni Allah ve
Resûlünün sözlerini başka bir şekle getirerek söylenen
yalanlar.
Allah’ın dediklerini demedi,
demediklerini de dedi şeklinde yalan iftirada bulunmak. Efendim zaten Allah da
bundan yanadır, Allah da bunu istemektedir diyerek Allah’ın istemediklerini
Allah isti-yormuş pozisyonunda insanlara sunmak Allah’a yalan iftirada bulun-mak
demektir. Efendim Allah da demokrasiden yanadır, İslâm da lâ-ikliği önermektedir. Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad
yoktur. Allah böyle bir şeyi emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle
böyle çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle
Kur’an’a yakışan şeyler değildir bunlar. Baş örtme de yoktur efendim! Nerden
çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir yoktur. Kur’an mahza bir
ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem öneriyor efendim! Kur’an bundan
başka bir şey demiyor ki! diyerek, kimileri de bugün Allah’ın dediklerini
demedi, demediklerini de dedi demeye çalışıyorlar veya dedirtmeye çalışıyorlar
Allah’a, Kur’an’a.
İşte bu da Allah’a yalan
iftiradır. Efendim ben Kur’an’ı başından sonuna kadar taradım orada baş örtmeye
dair bir tek emir bile bulamadım diyen kişinin iftirası. Veya ben bu insanların
kurtuluşu için bir tek yol biliyorum o da demokrasidir, bunun dışında başka
sıhhatli bir çıkış yolu bilmiyorum diyen adamın iftirası. Bütün bunlar Allah
adına beyan ve Allah adına Allah’a yalan iftiralardır.
Ya da yahudi ve hıristiyanlar,
müşrikler bir hayat yaşıyorlardı ki baştan sona İslâm’dan uzak, ama diyorlardı
ki işte bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır. İşte Allah’ın razı
olduğu hayat budur, Allah kullarından böyle bir hayat ister. Bizler şu anda
Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz. Bizler
Allah’ın elçisi Mûsâ’nın yolundayız, Îsâ’nın yolundayız, veya bizler
hanifleriz, yâni İbrâhim’in yolundayız diyorlar ve Allah’a yalan iftirada
bulunuyorlardı.
Halbuki yaşadıkları bu hayat ne
Allah’ın istediği bir hayattı, ne de bu sözünü ettikleri Peygamberlerle ilgisi
olan bir hayattı. İşte bu da Allah’a yalan iftirada bulunmaktır. Tıpkı bugün
yaşadıkları hayat İslâm olmayan müslümanların biz İslâm’ı yaşıyoruz, bu
yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır demeleri gibi. Halbuki namazımızdan
tesettürümüze kadar, siyasal yapılanmamızdan ekonomik sistemlerimize, hukuk
tarzımızdan kılık-kıyafet biçimimize, mücâdele metodumuzun meşruluğundan
düğün-dernek anlayışlarımıza, beşerî ilişkilerimizden soframıza kadar,
çocuklarımızın eğitimine kadar yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayat
değildir.
Bakın Bakara sûresinde de Rabbimiz,
Allah hakkında insanları kandırmaya ve saptırmaya çalışan şeytanı dinlemememiz
gerektiğini anlatırken şöyle buyurur:
"Muhakkak ki o şeytan size kötülük ve fahşa
emreder. Size ahlâksızlığı emreder. Ve de Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri
söylemenizi emreder."
(Bakara 169)
Bana göre Allah böyle olmalı, bana göre
Allah böyle demeli, bana göre şöyle dememeli, bana göre cihadı emretmemeli, bana
göre tesettürü istememeli, bana göre bu devirde kısası emretmemeli, bana göre
namaz olmamalı diyerek sizin Allah hakkında düşüncelerinizi bozmaya çalışıyor
şeytan. Allah karşısında bilgi iddiasına, Allah karşısında, güç iddiasına
götürür sizi. Ne yâni Allah bilirse ben de bilirim, Allah’ın gücü kuvveti varsa
benimde gücüm kuvvetim vardır demeye götürür. Allah kanunlarına muhalif kanunlar
yapmaya yönlendirir sizi. Allah yasalarını dinlememeye, beğenmemeye götürür.
Öyleyse kesinlikle şeytan
vahiylerini dinlemeyeceğiz, hep Allah’ın vahyini dinleyeceğiz. Ne şeytan
vahiylerini ne de yeryüzündeki iki ayaklı şeytan vahiylerini dinlemeyecek sadece
Rabbimizin vahyine kulak verecek ve Rabbimiz kitabında ve Resûlünün sünnetinde
kendisini bize nasıl tanıtmışsa, hangi sıfatlarla muttasıf, hangi sıfatlardan
münezzeh tanıtmışsa o şekilde ona iman edecek ve başkalarına ku-lak
vermeyeceğiz. Allah doğru söyler, Allah güzel sözler diyeceğiz ve şeytana
uymayacağız.
34. “Her ümmet için belirli bir
süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne
geçebilirler.”
Evet Allah kâinatta her şey için belli
hak yasalar tespit etmiştir. Kâinatta her ümmet için, her fert ve toplum için,
her varlık için her şey için belli bir ecel tayin buyurmuştur. Her şeyin takdir
edilmiş bir eceli vardır. Eceli geldiği zaman yapraklar düşer, eceli geldiği
zaman taşlar yuvarlanır, eceli geldiği zaman dipdiri bedenler düşer, eceli
geldiği zaman ruhlar bedenlerden ayrılır, eceli geldiği zaman güneşin defteri
dürülür, yıldızlar yerlerinden sökülüp sağa sola atılır, dağlar yürütülür. Eceli
geldiği zaman dünya durur, hayat biter ve her şey yok olup gider. Evet her şey
için bir zaman, bir ecel belirlemiştir Rabbimiz. Kendisinden başka her şey
fânidir. Her şey eceli geldiği zaman yok olmaya mahkumdur. Bâki olan sadece bu
kâinatın yaratıcısı ve yarattığı varlıkların yasalarının ve ecellerinin tayin
edicisi olan Rabbimizdir.
Fertlerin eceli olduğu gibi toplumların
da ecelleri vardır. Ra-sûlullah’ın bir hadislerinden öğreniyoruz ki bireysel
ecel, bireysel kıyâmet, toplumsal ecel ve kevnî ecel vardır. Bireysel ecel
fertlerin ecelidir. Toplumsal ecel de toplumların hayat sahnesinden silinip
gitmesidir. Her hangi bir şehrin, her hangi bir ülkenin, her hangi bir toplumun
tarih sahnesinden silinip gitmesidir. Kevnî kıyâmet de kâinattaki varlıkların
tümünün yok edilmesidir.
İşte gerek fertler için gerek toplumlar
için gerekse kâinat için Allah tarafından takdir edilmiş ecel geldi mi artık ne
bir saat geciktirilebilir, ne de bir saat ileri alınabilir.
35. “Ey insanoğulları! Size
ardınızdan âyetlerimizi okuyan Peygamberler geldiğinde, kimler onların
bildiklerine karşı gelmekten sakınır ve gidişini düzeltirse, işte onlara korku
yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
Kur’an-ı Kerîmde Âdem kıssasının
geçtiği her yerde bu âyetin konusu geçmektedir. O olaydan sonra Rabbimiz sürekli
Peygamberler göndermiş ve yeryüzünü vahiysiz bırakmamıştır. Her dönem yeryüzüne
elçiler göndermiş, kitaplar göndermiş Rabbimiz ve demiştir ki sizlerden kim
benim gönderdiğim âyetlerimi okuyan elçilerim kendisine geldiğinde ona uyar,
onun getirdiği kitaplarıma tâbi olur, o kitap istikâmetinde bir hayat yaşarsa o
emindir, emniyettedir, cennettedir, ona korku da yoktur mahzun olma da. Ama kim
de o elçilerimi ve el-çilerim vasıtasıyla kendisine gönderdiğim kitabımı inkâr
eder, yalanlar, yok farz eder, ondan habersiz bir hayat yaşamaya kalkarsa o da
cehennemdedir.
Evet her dönem Allah’ın elçileri,
Allah’ın istekleri, yâni vahiy kendilerine ulaşınca insanlar iki grup
oluyorlarmış. Kitap karşısında veya Peygamber karşısında iki grup insan
varmış:
1- Ya kimileri bu hidâyete tâbi
oluyorlar, muttaki davranıyorlar, Rablerinin koruması altına giriyorlar, o yol
göstericinin yol gösterisine uyuyorlar yollarını, yol bilene soruyorlar, yol
göstericinin elinden tutuyorlar o nasıl yol gösteriyorsa onun peşinde olmaya
çalışıyorlar, o zaman:
"Onlar için korku da yoktur
mahzun da olmayacaklardır."
Hükmü geçerlidir. Yâni onlar kesinlikle
cennete gideceklerdir. Onlara korku yoktur ve onlar mahzunda olmayacaklardır.
Yâni ne cehenneme gitme korkusu nede cenneti kaybetme hüznü olmayacaktır onlar
için. Korku da yok mahzun olma da yoktur onlar için. Sû-renin ilerisinde gelecek
ve diyecek ki Rabbimiz:
"Girin cennete sizin üzerinize korkuda
yoktur mahzun olma da."
(A’râf: 49)
Buna göre kesinlikle cennete
gireceklerdir bunlar diyoruz. Yâni insanlar şöyle anlamamalılar: Dünyada mü'min
olunca Kur’an’la, sünnetle tanışınca yine de korkuyoruz, korkudan emin
olamıyoruz, yine de mahzun oluyoruz, neden böyle oluyor öyleyse? Neden tüm
korkulardan ve hüzünlerden kurtulmuyoruz filan demesinler. Çünkü dünyada
olabilecektir bunlar. Üzüntüsüz, gamsız, tasasız bir hayat ancak cennette
olabilecektir bunu unutmayalım hiç bir zaman.
Adam öyle diyor değil mi şimdi.
Efendim madem ki bizler müs-lümanlarız, madem ki Rabbimize kulluk etmeye çalışıyoruz,
öyleyse bizim için korku olmamalı. Biz ateşte yanmamalıyız, suda
boğulma-malıyız. Bir besmeleyle suda yürüyebilmeliyiz. Tamam bunlar olabilir ama
bunlar o adamın iyi bir müslüman olduğunu asla göstermez. Rasulullah bizden çok
muttaki bir müslümandı ama başına şu anda bizim istemediğimiz pek çok şeyler
gelebilmiştir. Öteki Peygamberler için de aynı şeyler söz konusu
olmuştur.
Rabbimizin bu âyet-i kerîmesinde
anlattığı muttakilerin kork-mamalarının yeri anlayabildiğimiz kadarıyla
şurasıdır: Onlar için yap-tıklarının boşa gitme korkusu yoktur. Zira Rableri
onların kendisi için yaptıkları tüm amellerini, tüm döktükleri terlerini,
akıttıkları her damla- kanlarını, harcadıkları tek kuruşlarını, attıkları her
bir adımlarını, tükettikleri her bir nefeslerini garanti ediyor. Kulum onlar
benim yanımda emânette kalın onlara muhtaç olduğun bir dönemde onları benden
alırın diyor. Cennete girmek için mi lâzım oldu? Cehennemden kurtuluş için mi
lâzım oldu o zaman onları benden alırsın diyor.
Evet işte bu korku olmayacaktır
onlar için. Değilse şu dünyada yaşadığımız fıtrî korkular
olabilecektir.
Evet Allah’ın âyetlerini kıssa eden,
Allah ayetlerini okuyan, Bakarayı, En’âm’ı, A'râf'ı, Kevser’i okuyan, kabri,
haşr’i, neşri, azabı, ikabı, cenneti, cehennemi anlatan, Allah’ın kâinatta
yarattığı Kur’an dışındaki meşhûd âyetlerini anlatan, Allah’ın âyetlerini
öğreten, Allah’ın kullarından istediği kulluğu yaşayan ve bizim için Allah’ın
istediği kulluğu örnekleyen Allah elçilerine tâbi olan, takvayı seçen, gayba
inanan, namaz kılıp, infak eden, hayatını Allah için yaşamaya karar veren ve
durumunu ıslah edip iyi bir müslüman olmaya çalışan mü’minler için korku da
yoktur mahzun olma da yoktur. İşte bunlar vahiy karşısında, her bir dönem gelen
Allah’ın elçileri karşısında birinci grupta olanlardır. Bir ikinci grup daha
varmış:
36. “Âyetlerimizi yalanlayıp
onlara karşı büyüklük taslayanlar, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli
kalacaklardır.”
Ama ikinci bir grup da olacak
insanlardan. Benden bir hidâyet rehberi, benden bir yol gösteri, benden bir
vahiy ve Peygamberle karşı karşıya geldiklerini de ikinci bir grup insan da
şöyle davranacaktır:
Böylece âyetlerimizi yalanlayanlar veya
amelen onları küf-redenler yalan sayanlar var ya. Meselâ biliyor adam, anlıyor
âyetlerin ne dediğini ama bilgisini amele, imanını eyleme dönüştürmüyorsa,
inandığı bildiği âyetlere imanını amele dönüştürmüyorsa işte bu da ayrı bir
küfür çeşididir. Dikkat ederseniz inkâr edenler, küfredenler denmiyor da yalan
sayanlar deniyor. Çünkü yalan saymak inkardan farklıdır. Adam duyuyor, anlıyor,
hattâ inanıyor ama gereğini yerine getirmiyor. Yâni diliyle inandığını iddia
ediyor ama hayatıyla, hayat programıyla yalanlıyor. Meselâ adama soruyorsunuz:
Arkadaş ölecek misin? Evet. Dirilecek misin? Evet. Hesap kitap var mı? Tamam.
Peki Allah Kâdir mi? Yapar mı bunu?
Tamam. Hepsine inanıyor adam. Ama bakıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı
konulara aldırış etmeden yaşıyor. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu
bile görmek mümkün değil. Yâni öyle bir hayat programı var ki adamın bu
inancının hiç mi hiç etkisi yok.
Yâni imanının inandım dediği şeyin
gereğini yapmıyor. Veya imanını amele dönüştürmüyor adam. Çok korkunç bir suç
değil mi bu? Namaz kılması gerektiğine inanıyor ama kılmıyor. Örtünmesi
gerektiğine inanıyor ama örtünmüyor. Kur’an’ı, Sünneti tanımadan Müslümanlık
olmayacağına inanıyor ama farklı yaşıyor. Çoluk çocuğunu eğitmesi gerektiğine
inanıyor ama yanaşmıyor. Duyar İslâm’ı, okur Kur’an’ı; doğru yahu, yapmak lâzım,
etmek lâzım, vah, tüh der ama döner gider eski haline. Hiç değişme olmaz
hayatında. Unutur gider bu duyduklarını. İşte yalan sayma budur ve gerçekten çok
büyük bir suçtur. Biliyor, inandığını iddia ediyor, ama bunu kendi hayatına
indirmiyor. İşte bu şekilde Allah’ın âyetlerini yalan sayanlar, küfredenler,
kamufle etmeye çalışanlar, toplumun gündeminden düşür-meye çalışanlar ve de
âyetleri kaale almayarak, âyetlerin imanını gündeme getirmeyerek onlara karşı
müstekbirce, kibirlice, ihtiyaçsızca, eyvallahsızca bir tavır takınan
cehennemdedirler.
Allah’ın âyetlerine karşı
büyüklenenler, Allah’ın âyetlerine karşı müstekbir davrananlar, Allah’ın
âyetlerine karşı, Allah’ın sistemine karşı kendilerini müstağnî görenler,
ihtiyaçsız kabul ederek, eyval-lahsız bir tavır sergileyerek onu kabule tenezzül
etmeyenler. Allah’ın âyetlerinden daha güzelini biz de söyleriz, Allah’ın
sisteminden daha güzelini biz de vaz edebiliriz, Allah’ın yasalarından daha
güzelini biz de koyabiliriz diyenler. Allah’ın âyetlerini beğenmeyenler.
Allah’ın miras hukukunu beğenmeyip kendi hukuklarını onun yerine ikâme etmeye
çalışanlar, kısas âyetleri bu devirde geçersizdir, te-settür âyetleri demode
olmuştur diyenler. Allah’ın kullarının hayat yolları üzerine yerleştirdiği
işaret levhalarını örttükleri için, âyetleri gizleyip kamufle ettikleri için
ısrarla kendi hayatlarını, kendi anlayışlarını savunuyorlar. Âyetlere karşı, o
âyetleri kendilerine sunan Allah elçilerine karşı kendi hayat felsefelerini
gündeme getiriyor ve onu savunuyorlar. Âyetleri görmezden geliyorlar, duymazdan
geliyorlar, yok etmek istiyorlar, örtmek istiyorlar. İşaret levhalarını
örttükleri için de ne yaptıklarını ne-reye gittiklerini kestiremeyecek bir
duruma düşmüşlerdir.
"İşte bunlar cehennem ashabıdır. Ve
onlar orada ebedîyen kalacaklardır."
Bunlar cehennemle ateşle sohbet
edeceklerdir. Ateşle sohbetçilerdir bunlar, ateşin arkadaşlarıdır, orada sohbet
edecekler, orada oturup kalkacaklar.
"Ebedîyen orada
kalacaklar."
Üstelik hiç çıkmamacasına. Efendim kimi
âyetler cennetle ilgilidir. Cennetle ilgili olanlar öyledir ama acaba
cehennemden çıkış var mıdır? Diye kimileri cehennemlikleri zorla oradan
çıkarmaya ça-lışmışsa da, Kur’an’ın genel mânâsına göre ebedîyen cehennemde
kalanlar olacaktır. Bu konuda benim anladığım budur. Bunu önceki derslerimde
detaylıca demeye çalıştım.
37.“Allah'a karşı yalan uyduran
veya âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir? Kitaptaki payları kendilerine
erişecek olanlar onlardır. Elçilerimiz canlarını almak üzere geldiklerinde
onlara, "Allah'tan başka taptıklarınız nerede?" deyince, "Bizi koyup kaçtılar"
derler, böylece inkârcı olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik
ederler.”
Evet Allah’a karşı yalan uyduran,
Allah’a yalan iftira eden ve Allah’ın âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim
vardır? Peki acaba Allah’a yalan iftirada bulunmak ne
demektir?
Allah’a yalan iftirada bulunmak demek
Allah’ın zatıyla alâkalı, sıfatlarıyla alâkalı yalan söylemek, sıfatları
konusunda onu eksik tanımak, onun bu eksikliğini yerdekilerle tamamlama cihetine
gitmek, onda olan sıfatları başkalarına vermek, başkalarının da onun sıfatlarına
sahip olduğunu iddia etmek demektir.
Yâni yeryüzünde ondan başka
program yapıcı, kanun koyucu bir kısım Rablerin de olabileceğine inanmak ve bu
kişilerin kanunlarına da uyulması gerektiğini iddia etmek, bunların da
yeryüzünde etkili yetkili varlıklar olduklarını söylemek, yalnız Allah’a ait
olan hâkimiyet hakkını bu varlıklara da vermek, ya da yeryüzünde Allah’tan başka
şifa dağıtıcıların da varlığına inanmak, yeryüzünde Allah’tan başka rızık
dağıtıcıların da varlığına inanmak, kendilerine sığınılacak, kendilerine dua
edilecek, yardıma çağrılacak Allah’tan başka varlıkların da bulunduğunu iddia
etmek işte bütün bunlar Allah’a yalan iftirada bulunmak
demektir.
Veya Allah’ın zatıyla alâkalı Allah
evlât edindi, işte Îsâ Allah’ın oğludur, Üzeyr Allah’ın oğludur, melekler
Allah’ın kızlarıdır biçiminde Allah’a yalan iftirada bulunmak. Veya Aristo’nun
dediği gibi Allah ha-yata karışmaz, Allah dünyayı yarattı ve işi bitti. Allah
bir şey indirmemiştir, Allah bize âyet göndermemiştir, Allah bizim hayatımızla
ilgilen-mez şeklinde Allah’a yalan iftirada bulunmak. Ya da hayatı ilgilendi-ren
konularda Allah ve Resûlüne rağmen, Allah ve Resûlünün buyruklarına rağmen veya
onlara binaen söylenen yalanlar da Allah’a yalan iftiradır. Yâni Allah ve
Resûlünün sözlerini başka bir şekle getirerek söylenen
yalanlar.
Onların dediklerini demedi,
demediklerini de dedi şeklinde yalan iftirada bulunmak. Efendim zaten Allah da
bundan yanadır, Al-lah da bunu istemektedir diyerek Allah’ın istemediklerini
Allah istiyor-muş pozisyonunda insanlara sunmak Allah’a yalan iftirada bulunmak
demektir. Efendim Allah da demokrasiden yanadır, İslâm da laikliği önermektedir.
Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad yoktur. Allah böyle bir şeyi emretmemiştir.
Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El
kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler değildir bunlar. Baş örtme
de yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir
yoktur. Kur’an mahza bir ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem
öneriyor efendim! Kur’an bundan başka bir şey demiyor ki! Diyerek, kimileri de
bugün Allah’ın dediklerini demedi, demediklerini de dedi demeye çalışıyorlar
veya dedirtmeye çalışıyorlar Allah’a, Kur’an’a.
İşte bu da Allah’a yalan
iftiradır. Efendim ben Kur’an’ı başından sonuna kadar taradım orada baş örtmeye
dair bir tek emir bile bulamadım diyen kişinin iftirası. Veya ben bu insanların
kurtuluşu için bir tek yol biliyorum o da demokrasidir, bunun dışında başka
sıhhatli bir çıkış yolu bilmiyorum diyen adamın iftirası. Bütün bunlar Allah
adına beyan ve Allah adına Allah’a yalan iftiralardır.
Ya da yahudi ve hıristiyanlar,
müşrikler bir hayat yaşıyorlardı ki baştan sona İslâm’dan uzak, ama diyorlardı
ki işte bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır. İşte Allah’ın razı
olduğu hayat budur, Allah kullarından böyle bir hayat ister. Bizler şu anda
Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz. Bizler
Allah’ın elçisi Mûsâ’nın yolundayız, Îsâ’nın yolundayız, veya bizler
hanifleriz, yâni İbrâhim’in yolundayız diyorlar ve Allah’a yalan iftirada
bulunuyorlardı.
Halbuki yaşadıkları bu hayat ne
Allah’ın istediği bir hayattı, ne de bu sözünü ettikleri Peygamberlerle ilgisi
olan bir hayattı. İşte bu da Allah’a yalan iftirada bulunmaktır. Tıpkı bugün
yaşadıkları hayat İslâm olmayan müslümanların biz İslâm’ı yaşıyoruz, bu
yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır demeleri gibi. Halbuki namazımızdan
tesettürümüze kadar, siyasal yapılanmamızdan ekonomik sistemlerimize, hukuk
tarzımızdan kılık kıyafet biçimimize, mücâdele metodumuzun meşruluğundan düğün
dernek anlayışlarımıza, beşerî ilişkilerimizden soframıza kadar, çocuklarımızın
eğitimine kadar hiç bir şeyimiz Allah’ın istediği gibi değildir.
Evet böyle Allah’a karşı yalan
iftiralarda bulunan ve bir de Allah’ın âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim
vardır. Allah’ın âyetlerini yalanlamak âyetlere rağmen onları yok farz ederek
bir hayat yaşamak demektir. Âyetleri yalan sayarak, varlığını görmezden gelerek,
âyetleri örterek, gündeme almayarak bir hayat yaşayan kişiden daha zâlim kim
vardır diyor Rabbimiz. Böyle yapan zâlimleri Allah kesinlikle hidâyete
ulaştırmayacaktır. Bu tür insanlar kesinlikle saadeti bulamayacaklardır, huzuru
göremeyeceklerdir.
Evet işte bu Allah’ı yanlış tanıyanlar,
Allah’ı insanlara yanlış tanıtanlar, Allah’ın dinini yanlış tanıyanlar ve bu
dini toplumlarına yanlış tanıtarak Allah’a yalan iftirada bulunanlar, kendi
anlayışlarını, kendi hevâ ve heveslerini işte din budur diye eğri büğrü bir dini
insanlara takdim ederek Allah’a yalan iftirada bulunanlar ve de Allah’ın
âyetlerini yalan sayanlar, Allah’ın âyetlerini yok farz edenler, sanki Allah
kendilerine hiç âyet göndermemiş, sanki kendilerinden hiç bir sorumluluk
istememiş gibi Allah’ın âyetlerini görmezden gelerek yaşayanlar, sanki Allah’ın
âyetlerinin toplumu düzenleme hakkı ve yetkisi yok muş gibi toplum hayatını
kendi yasalarıyla düzenlemeye çalışanlar, sanki Allah âyetleri kendilerinden hiç
bir mükellefiyet istemiyormuş gibi hayatlarını keyiflerinin istediği gibi
yaşamaya çalışanlardan daha zâlim kim vardır? buyurduktan sonra diyor ki
Rabbimiz.
İşte bunlar, bu zâlimler kitaptan
nasiplerine ulaşacaklardır. Kitaptan onlara takdir edilenler onlara gelecektir.
Rabbimiz ezelde kader olarak bunlara neyi takdir etmişse, ömür olarak, rızık
olarak, hayat olarak neyi kararlaştırmışsa kaderleri ve nasipleri onlara
ulaşacaktır. Allah onlar için yeryüzünde ne kadar hayat takdir etmişse o kadar
yaşayacaklardır. Rızık olarak kendilerine ne takdir edilmişse onu elde
edeceklerdir. Allah’ın kendilerine takdir buyurduğu her şeyden istifade
edeceklerdir. Kendilerine dokunulmayacaktır. İşledikleri nanelerden ötürü bu
nimetlerden mahrum edilmeyeceklerdir. Peki ne zamana
kadar?
Hattâ meleklerimiz onların canlarını
almaya geldiklerinde işte o zaman onları gebertirler. Onların defterlerini
dürerler. Onların dünyadaki kendilerine takdir edilmiş hayatlarına, hayatın
sahibinin emriyle son verirler. Ve Allah’ın melekleri o zâlimlere derler
ki:
Ey zâlimler! Ey müstekbirler! Ey
cehennem kütükleri! Hani o Allah berisinde kendilerine dua ettikleriniz? Hani o
kendilerini büyük zannedip, kendilerini etkin ve yetkin zannedip de daraldığınız
zamanlar kendilerine dua edip yardıma çağırdığınız güçler nerede? Nerede o Allah
sever gibi sevdikleriniz? Allah’tan korkar gibi kendilerinden korktuklarınız
varlıklar nerede? Nerede o sanki Allah gibi kendilerinden sistem
dilendikleriniz? Efendilerimiz siz bilirsiniz, bize hukuk yapın! Siz bilirsiniz
bize yasa belirleyin diyerek kendilerine kulluk ihrazında bulunduklarınız
nerede? Kendilerinde rızık bekledikleriniz, medet umduklarınız, kendilerine
yöneldikleriniz nerede? Haydi çağırın onları da size yardım etsinler. Haydi
çağırın onları da sizi bu ölümden kurtarsınlar.
Hani benim yerime hayatınıza ikâme
etmeye çalıştığınız hu-kuk tanrılarınız? Bunlar da bilirler hukuku, bizim
Allah’ınkine ihtiyacımız yoktur dedikleriniz. Bunlar bize anında şifa
ulaştırırlar bizim Allah’ın vereceği şifaya ihtiyacımız yoktur diye bana şirk
koşmaya, benim yerime kendilerine gitmeye çalıştığınız şifa tanrılarınız hani
nerede?
Hani nerede ortaklarınız? Nerede
şerikleriniz, şürekânız? Nerede o dünyada hatırını kazanmaya çalıştıklarınız?
Nerede kendile-rinde hâkimiyet gördükleriniz? Nerede bana ortak koştuklarınız?
aslında ortaklarınız değilken veya bana ortak olmaya lâyık değillerken inadına
bana ortakmış gibi gördükleriniz? Hani nerede Rableriniz Rezzaklarınız,
hâdîleriniz, vedûdlarınız, şâfîleriniz, korktuklarınız, sı-ğındıklarınız, dua
edip imdadınıza çağırdıklarınız, dualarınıza ortak ettikleriniz, benimle
birlikte yeryüzünde etkili yetkili zannettikleriniz? Nerede mâbudlarınız,
timsalleriniz, liderleriniz, önderleriniz? Hani ne-rede onlar çağırın da sizi
kurtarsınlar onlar. Çağırın da sizi benim elimden kurtarsın bu ortaklarınız.
Hani ülke idaresini bunlar daha iyi bilirler diyerek bana şirk koşmaya
çalıştığınız siyasal tanrılarınız? Di-ye seslenildiği zaman onlar diyecekler ki:
Diyecekler ki onlar bizden kayboldular.
Onlar bizi terk ettiler, diyecekler ve orada kendi nefislerine şahitlik
edecekler. Kendi kâfirliklerine şahitlik edip itiraf edecekler. Ya Rabbi!
Onlardan hiç birisinin senin ortakların olduğuna dair bizden hiç birimiz
şahitlik yapmıyoruz! diyecekler. Alçaklar anlayacaklar gerçeği de böyle
diyecekler. Bugün deseler ya bunu. O gün bunu demelerinin kendilerine en küçük
bir faydası olmayacak. Çünkü yarın zorunlu olarak diyecekler bunu. İnkâr etme
imkânlarının olmadığı bir zamanda diyecekler bunu. Çünkü zaten onlarla araları
ayrılmıştır. Ölürken bir ayırıyor Allah
onların aralarını, yâni ölürken bu tanrıların kendilerine hiç bir şey
yapamadıklarını göstererek Allah aralarındaki bağları koparıyor, sonra öbür
tarafta dirildikleri zaman bir daha koparacak Allah onların aralarını.
Yâni artık onların Allah’a ortak
koştukları kendilerinden uzaklaşıp kaybolacak ve onlar artık kendilerinin
kaçacak bir yerlerinin olmadığını da anlayacaklar ve o zaman diyecekler ki hayır
ya Rabbi bunların sana ortak olduklarını bizden söyleyecek, buna şahitlik edecek
hiç kimse yoktur diyecekler. Allah da buyuracak ki:
38. “Allah, " Sizden önce geçmiş
cin ve insan ümmetleriyle beraber ateşe girin" der. Her ümmet girdikçe kendi
yoldaşına lânet eder. Hepsi birbiri ardından Cehennemde toplanınca, sonrakiler
öncekiler için "Rabbimiz! Bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara ateş azabını
kat kat ver" derler, Allah, "Hepsinin kat kattır, ama bilmezsiniz"
der.”
Evet Rabbimiz buyuracak ki
onlara: Haydi bakalım girin cehenneme. Sizden önce insanlardan ve cinlerden
sizin gibi düşünen, sizin gibi inanan, sizin gibi yaşayan, sizinle beraber aynı
günahları işleyen, aynı zulümleri irtikap edenlerle beraber girin cehenneme
de-nilecek onlara. İnsanlığın yeryüzünde boy
gösterdiği Hz. Âdem (a.s) döneminden sizin geberdiğiniz güne kadar cinlerden ve
insanlardan ateşi boylayanlarla beraber siz de ateşe yuvarlanın denecek ve Hz.
Âdem’den bu yana cinlerden ve insanlardan tüm müşrikler, tüm zâlimler,
kendilerini Allah’a kulluk makamından koparıp Allah’tan başkalarına kulluk
ortamında tutmaya çalışan tüm müşrik ve zâlimler, Allah’ın yasalarını
beğenmeyerek, Allah’ın âyetlerini reddederek keyiflerince bir hayat yaşayan tüm
zâlimler, Allah’a iftira eden, Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini yok farz ederek
hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya çalışan tüm zâlimler
cehennemde bir arada toplanacaklar.
Onlardan her bir ümmet, her bir grup
oraya girdikçe, cehennemi boylayıp ateşle kucaklaştıkça kendi kardeşini
lânetleyecek, kendi arkadaşına lânet yağdıracak. Yâni dünyada aynı kategoride
olanlar, dünyada aynı safta bulunan, aynı günahları işleyen, aynı günah ve zulüm
çukurlarına birlikte batan, aynı naneleri birlikte yiyen, aynı zulümleri
birlikte gerçekleştiren günah arkadaşına lânetler yağdıracak.
Evet lânetleşecekler. Sen yaptın!
Allah belânı versin, sen teşvik ettin! Allah kahretsin sen yönlendirdin! Allah
kahretsin keşke seni dinlemeseydim! Keşke seni hiç tanımamış olsaydım bütün bu
yaptıklarımı bana sen yaptırdın! Senin hatırına bunları yaptım! Yok sen yaptın!
gibi orada birbirlerini lânetleyecekler, birbirlerini
suçlayacaklar.
Alçaklar bugün söyleseler ya bunu.
Bugün kınasalar ya bir-birlerini. Bugün terk etseler ya birbirlerini. Bugün
vazgeçseler ya bu yaptıklarından. Artık orada birbirlerini lânetlemelerinin, yok
sen yaptın, yok ben yaptım demelerinin ve pişmanlık ortaya koymalarının
kendilerine hiç bir faydası olmayacaktır.
Ta ki hepsi orada toplanacaklar.
Birbiri ardınca hepsi orada toplanınca. Hepsi bir araya
gelince.
Âyetlerden anlıyoruz ki tüm nesiller
toplanacak ve tüm nesillerin hesabı bir anda görülecektir. Çünkü bir şahsın veya
bir neslin yaptıkları sadece kendi şahısları veya kendi dönemleriyle sınırlı
değildir. Kişinin veya kişilerin yaptıkları onların ölümünden sonra da devam
eder ve nesiller boyu iz bırakıp tesirleri devam eder. Bu yüzden onlar hakkında
karar vermek için birbirlerine olan bu tesirleri ortaya dökülsün diye,
birbirlerine şahitlik yapsınlar diye tüm nesiller bir araya toplanacaklardır.
Evet ayrı ayrı her nesil için her
kuşak için işledikleri günahlardan dolayı iki kat ceza vardır. Çünkü birinci
ceza kendilerinin işlediklerinden ötürü, ikinci ceza da kendilerinden sonraki
nesillerin kendilerini örnek alarak günah işlemiş olmalarından dolayıdır. Bundan
dolayı selef olanlar yâni öncekiler kendi yaptıkları günahlardan dolayı sorumlu
olacakları gibi sonrakilere kötü örnek olmalarından dolayı da sorumlu
olacaklardır.
Hani Allah’ın Resûlü hadislerinde bu
hususu şöyle anlatıyordu:
"Müslümanlıkta iyi bir çığır açan
kimseye, açtığı bu çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da
verilir. Bununla beraber onların sevabı eksilmez. Müslümanlıkta kötü bir çığır
açan kimseye de açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, o yoldan gidenlerin
günahı da onlarınki eksilmeksizin ona yüklenecektir."
(Müslim)
Meselâ birisi zinanın, zina evinin ilk
baniliğini yapar, zina adı-na ilk çığırı açmışsa, veya futbol sahalarının
yollarını, sinemanın, fâizin, içkinin, kumarın yollarını gösterirse, bu konuda
ilk çığırı açarsa kıyâmete kadar o yoldan gidecek tüm zinacıların, tüm
fâizcilerin, içkicilerin günahları onlarınkiler eksilmeksizin bu ilk çığır açan
kişiye yüklenecektir. Fâizin, içkinin tanıtımını yapanlar da aynen bunun
gibidir. Ya da barı, pavyonu evin içine taşıma adına video ve televizyon
teminine yardımcı olanlar da onu seyredenlerin günahlarının bir mislini
yükleneceklerdir. Hattâ yeryüzünde ilk adam öldürme çığırını açtığı için Hz.
Âdem’in oğlu kabil kıyâmete kadar adam öldürenlerin günahlarının bir mislini
sırtına yüklenecektir.
Ama kim de iyi bir çığır açmışsa
kıyâmete kadar o yoldan giden insanların sevaplarının bir misli onun defterine
yazılacaktır. İnsanların müslümanlaşması, insanların İslâm’a, Kur’an ve sünnete
yönelmeleri adına kim bir çığır açarsa, kim bir adım atarsa bilelim ki onlarda
meydana gelen değişimlerin sevaplarının bir misli o kişinin defterine
yazılacaktır.
Evet insanlar hangi yolda çığır
açmışlarsa o çığırdan gidenlerin sevap ya da günahları onları
ilgilendirmektedir.
Demek ki insanın yaptıkları sadece
kendisiyle sınırlı kalmamaktadır. Kafasında ve vücudunda taşıdığı virüsü
kendisinden başka çocuklarına ve daha sonraki nesillere de aktarmaktadır.
Dolayısıyla bu eyleme adâlet gereği ceza ya da mükafatın takdiri de ancak
gelecek nesillere intikali ve yaptığı tesirlerle ancak hükme bağlanabi-lecektir.
Meselâ bir savaş başlatıp döneminde milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş bir
adam düşünün. Hattâ bununla da sınırlı kılmayıp arkasından asırlarca milyonların
hayatını kötü yönde etkileyen miras bırakmış bir kişi düşünün. Bu dünyada böyle
birisini kim cezalandırabilir? Bu adamın cezalandırılabilmesi için, bu adama
ve-rilebilecek cezanın takdir edilebilmesi için elbette onun bu mirasın-dan
kıyâmete kadar etkilenmiş tüm insanların toplanmaları gerek-mektedir. İşte bu
cehennemlikler cehennemde toplanınca:
Sonrakiler öncekilere diyecekler ki,
yâni cehenneme önce girip yerleşenlere sonradan gelenler diyecekler ki, ya da
mus’tazaflar müstekbirlere, tâbi olanlar tâbi olunanlara, ya da arkadan gidenler
önderlerine diyecekler ki: Ya Rabbi! İşte bizi saptıranlar bunlardır! Bizi
dosdoğru yoldan bunlar saptırdı. Bizi senin yolundan, senin kitabının yolundan,
senin elçilerinin yolundan ve cennet yolundan saptırarak buraya kadar getirenler
işte bunlardır! Bizim yazımızı değiştirenler bunlardır. Biz bunlar yüzünden
kitabımızı tanıyamadık! Bizim kılık kıyafetimizi bunlar değiştirdiler. Biz senin
istediğin gibi giyinemedik! Bizim hukukumuzla bunlar oynadılar! Senin hukukunla
amel edemedik! Bizim eğitimimizi bunlar bozdular, biz senin dinini öğrenemedik!
Senin dinini, senin hayat programını bunlar ilga edip kendi yasalarını onun
yerine ikâme ettiler, biz senin hayat tarzını yaşayamadık! Bizi saptıranlar
bunlardır! Eğer bu adamlar olmasaydı biz senin istediğin gibi yaşayacak ve şimdi
bu cehenneme gelmeyecektik! Binaen aleyh ya Rabbi bunlara azabın iki katını ver!
diyecekler.
Kur’an’ın pek çok yerinde bu adamların
cehennemdeki atışmaları lânetleşmeleri anlatılır. Kur’an literatüründe
cehennemlikler tasnif edilirken bazen öncekiler sonrakiler ifadesi kullanılır,
bazen da müstekbirler müs’taz’aflar ifadesi kullanılır. Meselâ bakın bunların
karşılıklı atışmalarından birini de Mü’min sûresinde Rabbimiz şöyle
anlatır:
"Ateşin içinde birbirleriyle
tartışırlarken, mus’taz-aflar (Güçsüzler) müstekbirlere (Büyüklük taslayanlara):
"Doğrusu biz size uymuştuk, şimdi ateşin bir parçasını olsun bizden savabilir
misiniz? Derler." Müstekbirler de: "Doğrusu hepimiz onun içindeyiz. Şüphesiz ki
Allah kullar arasında hükmünü vermiştir." derler."
(Mü’min 47,48)
Evet cehennemde, ateşin içinde aynı
azabı paylaşan insanların tartışmalarını, birbirlerini suçlamalarını anlatıyor
burada Rabbimiz. Demek ki bu iki grup da cehennemdedir. Demek ki mustaz'afların,
zayıfların zayıflığı onları kurtaramayacaktır. Davar sürüsü gibi idarecilerinin
kanunlarına itaat etmek zorunda kalmış bu insanların ne yapalım biz güçsüzdük,
zayıftık, gücümüz kuvvetimiz yoktu, elimizden bir şey gelmiyordu demeleri onları
kurtaramayacaktır. Çünkü Allah onlara akıl vermişti, Allah onlara irade
vermişti. Seçme hürriyeti vermişti Allah onlara. Bunlar hiç bir zaman böyle
sürüler değildi. Berikiler onların iradelerini satın almak istedikleri zaman,
boyunlarına ip takıp kendilerine kul köle yapmaya zorladıkları zaman hiç bir
tepki göstermediler. Sanki bu işe dünden razıymış gibi boyunlarını teslim
ettiler.
Bakın mus’taz’aflar, yâni yönetilenler,
idare edilenler müstek-birlere, yâni yöneticilere, idarecilere, yönlendirenlere
diyorlar ki: Ey müstekbirler! Doğrusu biz dünyada iken size uymuştuk! Dünyada
emirlerinize boyun eğiyor, kanunlarınıza itaat ediyor, arzularınızı yerine
getiriyor, bizi neye çağırdıysanız koyun gibi arkanızdan geliyor-duk. Sürüler
gibi size tâbi oluyorduk. Sizler güçlüydünüz, sizler kendinizi dünyada Rabler
görüyordunuz, ilah olduğunuzu iddia ediyordu-nuz. Haydi bakalım gücünüzü
gösterin, ilahlığınızı, Rab lığınızı gösterin de şu azabın bir kısmını olsun
bizden defedin. Ya da azabın bir kısmını olsun bizim yerimize yüklenebilir
misiniz?
Yine Kur’an’ın başka bir yerinde
mustaz’afların şöyle diye-cekleri anlatılır:
"İnkar edenler: "Ey bizin Rabbimiz!
Cinlerden ve insanlardan bizi doğru yoldan saptıranları bize göster de onları
ayaklarımızın altına alalım, böylece cehennemin en altında kalanlardan
olsunlar." diyeceklerdir."
(Fussilet 29)
Evet o gün insanlar azabı boylayınca,
cehenneme yuvarlanınca bakın şöyle diyeceklermiş. Ya Rabbi! Ne olur, şu bizim
hayatımızı bozanları, bizim senin kitabınla diyaloglarımızı kesenleri, senin
âyetlerinle aramıza girerek âyetlerini yasaklayanları, bize bozuk düzen
programlar yaparak ve işte din budur diyerek bizi senin kitabından alıkoyanları,
senin kitabınla tanışmamıza engel olanları, kendi kanunlarını, kendi
talimatlarını senin ayetlerinin önüne geçirerek bizi senin kitabına gitmekten
alıkoyanları, bizim gündemlerimizi değiştirerek senin kitabına ulaşma
imkânlarımızı öldürenleri, başka kitaplar, başka önderler ihdas ederek senin
kitabını ve peygamberinin sünnetini kamufle etmeye çalışanları bize bir göster.
Göster ki onları ayaklarımızın altına bir alalım. Göster ki onları bir ezelim.
Onları aşağıların aşağısı yapalım. Ya da onları cehennemin en esfeline
yuvarlayalım diyecekler.
Evet kendilerine Allah’ın
âyetlerini anlatmayan, kendilerini Allah’ın kitabıyla tanıştırmayan babalarını,
kocalarını, hocalarını, üstad larını, komşularını, liderlerini arayacak insanlar
onları ayaklarının altına almak için. Kendilerine kötü çığırlar açan,
kendilerine kötü miraslar bırakan ve böylece kendilerinin şirke düşüp cehenneme
yuvarlanmalarına sebep olan öncülerini önderlerini arayacak insanlar. Cehenneme
yuvarlanmak üzere gittikleri kötü çığırı açıp onlara miras bırakanları
arayacaklar.
Öyleyse aman ha din budur diye
çocuklarımıza çok kötü bit miras bırakıp da, bizden sonra çocuklarımızda din
buymuş diye o hayatı yaşayıp da yarın bizi ayaklarının altına almak için
arananlardan olmayalım. Çoluk çocuğumuza güzel bir din, güzel bir yol bırakmaya
çalışalım.
Evet öncekilerden kendilerini
saptıranları arayacaklar. Halbuki dünyadayken alçaklar bunlara ağam paşam
diyorlardı. Anam! Babam! Kurtar bizi! diyorlardı. Her şeyimizi sana borçluyuz!
Sen olmasaydın biz olmazdık! Liderim! Şeyhim! Efendim! Şevketlim biz senin
dediğinden çıkmayız! Atam izindeyiz! diyorlardı. Yâni onlar ne kadar alçaksa
berikiler de o kadar alçaklık yapıyorlardı dünyada.
Onların bu serzenişleri karşısında
Rabbimiz de buyurur ki:
Hayır hayır
sizin her birinize azabın iki katı vardır ama siz bilmiyorsunuz. Çünkü size göre
onlar önderlerse siz de sizden sonrakilere nazaran öndesiniz. Sizi onlar
saptırdıysa, sizi sizden öncekilerin ihmali saptırdıysa, sizi sizden öncekilerin
size verdiği bozuk eğitim, bozuk miras saptırdıysa siz de sizden sonrakileri
saptırdınız. Sizin onlardan farkınız ne? Bir sonrakilere göre siz de önde değil
misiniz? Şöyle kafalarımızı ellerimizin içine alıp bir düşünelim. Bu âyetler şu
anda bize hitap ediyor. Eğer bizi bizden öncekiler saptırdıysa biz de bizden
sonrakileri saptırmıyor muyuz şimdi? Allah için bir düşünelim.
Yâni eğer bizim sapıklığımız
bizden öncekilerin bize bıraktıkları bozuk miras yüzündense, hep bundan şikâyet
ediyorsak, peki o zaman söyleyin biz, bizden sonrakilere ne bırakıyoruz? Nasıl
bir miras bırakıyoruz çocuklarımıza. Bizler şu anda bizden sonra yaşayacak
çocuklarımıza nasıl bir yol bırakıyoruz? Arkamıza bıraktığımız yol, çoluk
çocuğumuza bıraktığımız usul, onlara gösterdiğimiz din, onlara örneklediğimiz
kulluk, çevremize ulaştırdığımız teklifler acaba yarın karşımıza nasıl bir sonuç
çıkaracak? Acaba bizim arkamızdan gelenler de ya Rabbi bizi bunlar saptırdı.
Bize öyle bir yol, öyle bir din bıraktılar ki biz de onu gerçek yol zannettik.
Onu gerçek din zannettik. Bize öyle bir hayat anlayışı, öyle bir mal anlayışı,
öyle bir kazanma harcama anlayışı, öyle bir gece hayatı, öyle bir gündüz hayatı
örneklediler ki biz de onu gerçek bir hayat zannettik. Bizi başkası değil bunlar
saptırdı ya Rabbi demeyecekler mi acaba? Çocuklarımızdan torunlarımızdan bu
şikâyetlerle bu lânetlerle karşılaşmayacak mıyız acaba? Bu âyetler ışığında
Allah için kendimizi sorgulamak zorunda-yız.
39. “Öncekiler sonrakilere,
"Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktu, kazandığınıza karşılık azabı tadın"
derler.”
Evet onlar böyle deyince öncekiler,
öndekiler, tâbi olunanlar veya müstekbirler, idareciler de ne diyorlar bakın: Ey
zâlimler! Ey adam olmadıklar! Ey sürüler! Ey iradesizler! Ey beyinsizler! Ey
akılları bizim cebimizde olanlar! Boşuna bağırıp durmayın! Boşuna lânetler
yağdırıp durmayın! Zira sizin bizden bir farkınız yoktur.
Yâni şimdi size hidâyet geldi de,
sizler hidâyet üzere yaşamak istediniz de sizi hidâyetten biz mi kopardık? Siz
Rabbinizin istediği bir hayatı yaşamak istediniz de sizi bundan biz mi
engelledik? Hayır hayır! Bilâkis siz kendiniz sapıklardınız! Siz kendiniz
mücrimlerdiniz! Siz dünyada sizi teşvik ettiğimiz şeylere karşı ihtirasınızdan,
hırsınızdan dolayı hemen kolayca bizim peşimize takıldınız. Kolayca bizim
ağımıza tutuldunuz. Biz sizin vicdanlarınızı satın almaya geldiğimizde sizler
buna dünden razıydınız. Bizim karşımızda en küçük bir tepkide bulunmadınız. Sizi
Rabbinizin hayat tarzından koparıp demokrasiye, laikliğe, milliyetçiliğe,
ırkçılığa, dünyaya, dünyalıklara çağırdığımız zaman mal bulmuş mağribî gibi
hemen bizim dâvetimize uyuverdiniz. Karşımızda en küçük bir mücâdele bile
vermediniz.
Çünkü sizler Zaten Allah’a
kulluktan bıkmış usanmıştınız. Hayatınızın her bir sahasında sadece Allah’ı
dinlemekten, Allah’ın dediklerini yapmaktan usanmıştınız da hayatınızın bazı
bölümlerini başka Rablere başka İlahlara bırakarak biraz rahat nefes almayı ümit
ederek bizlere tapınmaya yönelmiş kimselerdiniz. Hayatınızın her bir bölümünde
Allah’ı atlatamayacağınızı, Allah’ı yönlendiremeyeceğinizi bildiğiniz için biraz
da bizim gibi atlatılabilecek, yönlendirilebilecek tanrılarımız olsun
istemiştiniz. Hayatınızın bazı bölümlerine bizlerin karışmamızı siz kendiniz
istemiştiniz. Allah’tan bıkıp usanan sizler kendinize öyle tanrılar istiyordunuz
ki sizden hiç bir ahlâkî sorumluluk istemesinler.
Sizden namaz, oruç, hac,
tesettür, zekât, istemesinler. Bıkıp usandığınız Allah’ın size haram kıldığı
içkiyi, kumarı, fâizi, tesettürü helâl kılıverecek, yasallaştırıverecek tanrılar
istediniz kendinize. Sizi rahatlatacak size rahat bir nefes alma imkânı verecek
tanrılar istediniz. Üstelik bu tanrıların ipleri de sizin kendi ellerinizde
olduğu için, yâni onları kendiniz seçtiğiniz için siz ne isterseniz o konuda
kanun yapacak, sizin arzularınıza tâbi olup yönlendirebileceğiniz tanrılar
is-tediniz kendinize. Siz istediniz, siz seçtiniz biz de size hükmettik. Siz
sattınız vicdanlarınızı biz de satın aldık. Alan memnun satan memnun. Siz
istediniz, biz bulduk. Eğer sizler vicdanlarınızı satmak istemeseydiniz biz onu
zorla sizden alamazdık. Öyleyse bizi niye kını-yorsunuz da?
Üstelik belki de bizi saptıran
sizlersiniz. Çünkü sizler gönül rızasıyla bize itaat ettiğiniz için, bizi büyük
kabul edip bizim karşımızda boyun büktüğünüz için, biz de kendimizi bir nane
zannettik. aslında bizi şımartanlar da sizlersiniz. Eğer sizler bize itaat edip
adam yerine koymasaydınız belki bizler de zulmedemeyecek,
şımarmayacaktık.
Boşuna bağırıp çağırıp da kendinizi
yormayın ey sürüler! Bağırsanız da çağırsanız da çare yok; siz de biz de bu
ateşin içindeyiz! Çare yok siz de biz de bu ateşe razı olmak zorundayız.
Şüphesiz ki Allah kulları hakkında hükmünü vermiştir. Yâni her birimizin
müstahak olduğu kadar azabı aramızda paylaştırmıştır. Allah azabı
paylaştırmıştır ve iş bitmiştir bu konuda. Eğer Rabbimizin takdir buyurduğu bu
azabı sizden giderecek bir gücümüz olsaydı sizden önce kendimizinkini
kaldırırdık, kendi azabımızı giderirdik. Şimdi siz de biz de isyanlarımızın
kazandıklarımızın karşılığı olarak azabı tadalım
diyecekler.
Evet Kur’an’ın pek çok yerinde işte bu
konu uzun,uzun anlatılır. Önderleri yüzünden tâbi oldukları yüzünden cehennemi
boylayan insanların pişman oldukları, keşke onlara tâbi olmasaydık, keşke onları
dinlemeseydik de Allah ve Resûlünü dinleseydik, keşke onları büyük bilmeseydik,
keşke onları efendi bilip onlara itaat etmeseydik de Rabbimizin istediği biçimde
yaşasaydık diye hasret ve pişmanlıkla yanıp yakıldıkları anlatılır. Özellikle “Küberaena” ve “Sadetena” ifadeleri geçtiği için
böyle dedim. Bunlardan “sadetena” siyasal büyükler, siyasî
sahada büyük kabul edilenler, meselâ hukuk konusunda büyük kabul edilenler,
ekonomi konusunda uzman kabul edilenler ve kendilerinin yasalarına tâbi
olunanlar kastedilirken “Kübe-raena” diye anlatılanlar da
din büyükleridir.
Yâni insanlara yanlış din
tanıtanlar, Allah dinini eğip bükenler ve insanlara din diye kendi anlayışlarını
takdim edenler veya Allah dinini, Allah yasalarını kaldırıp din budur diye,
hayat tarzı budur diye kendi anlayışlarını, kendi hayat tarzlarını insanlara
kabul ettirmeye çalışanlar kastedilmektedir.
Evet ister siyasal önderler olsun
isterse dini önderler olsunlar eğer insanlar araştırmadan, tahkik etmeden
bunlara tâbi olurlar ve efendim ne yapalım işte büyüklerimiz hayat diye, din
diye bunları sundular biz de kabul ettik. Bu konuda bizim her hangi bir suçumuz
yoktur. Eğer bir suç varsa bir suçlu varsa gerçek suçlu onlardır de-meye
kimsenin hakkı yoktur. Din, böyle basite indirgenemez ki. Başka şeye benzemez bu
dindir, hayattır. Efendim filan hoca
dedi ben de yaptım. Falan zat öyle buyurdu ben de uyguladım demek yarın bizi
kurtarmayacaktır. Dinimizi kendimiz öğrenmek zorundayız. Allah bize de akıl
vermiştir. Allah’ın bize verdiği bu akıllarımızı birilerinin cebine sokmaya ve
körü körüne onların peşine takılmaya hakkımız yoktur.
Her birerimiz kendi dinimizi
öğrenmeye çalışırken eğer bir kısım yerleri anlayamamışsak o zaman elbette
bizden bir adım ileride o konuda bilgi sahibi insanların bilgilerine müracaat
edebiliriz. Ama körü körüne birilerine bağlanıyor, ya da din bilmeyenlere din
soruyorsa kişi o da yanlış bir din tarif ediyorsa bu hiç bir zaman tâbi olanlar
için mâzeret sebebi olmayacaktır.
40.“Doğrusu âyetlerimizi yalan
sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin
deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler. Suçluları böyle
cezalandırırız.”
Evet az evvelki âyette Rabbimizin
anlattığı müstekbirlerin iki tavrı anlatılıyor burada. Birincisi Allah’ın
âyetlerini yalanlamak, ikincisi de âyetlere karşı kibirlenmek, âyetlere karşı
müstekbir davranmak, ihtiyaçsız davranmak, kendilerini Allah’ın âyetlerinden
müstağnî görmek.
Bu müstekbirler Allah’ın âyetlerini
yalan sayıyorlar, Allah’ın âyetlerini yok farz ediyorlar, Allah’ın âyetlerine
karşı aldırış etmiyor-lar, Allah’ın âyetlerini uygulamaya yanaşmıyorlar da
başkalarının âyetlerini uygulamaya çalışıyorlar. Hayatı düzenlemek üzere
Allah’ın gönderdiği âyetlerini görmezden geliyorlar da hayatlarını başka
şeylerle düzenlemeye çalışıyorlar. İşte Allah’ın âyetlerini yalanlamanın mânâsı
budur. Yâni bir insanın Allah’ın âyetlerine rağmen kendisine düzen kurmaya
çalışması, Allah’ın âyetlerinin varlığına rağmen farklı bir hayat yaşamaya
çalışması Allah’ın âyetlerini yalanlaması anlamına gelmektedir.
Veya Allah’ın âyetlerini bildiği halde,
onları okuduğu halde, onlara inandığını iddia ettiği halde eğer bir adam
inandığı bu âyetleri hayatında uygulamıyor ve hayatını başka âyetlerle,
başkalarının yasalarıyla, başkalarının ilkeleri ve kanunlarıyla düzenlemeye
çalışıyorsa bu adam Allah’ın âyetlerini yalan sayıyor, Allah’ın âyetlerini
yalan-lıyor demektir. Sanki Allah’ın âyetleri hayatı düzenlemeye yetmiyor-muş
gibi Allah’ın âyetlerine karşı kibirlenenler, âyetlerle ilgilenmeyerek kendi
hevâ ve heveslerine göre hayat sürenler için bakın Rab-bimiz buyurur
ki:
Böyleleri
için Rahmet kapıları açılmayacak. Rahmânın kullarıyla irtibat kapıları
açılmayacaktır. Ve bu adamlar deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar, yahut da
halat iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir. Hani Türkçe’de
balık kavağa çıkıncaya kadar bu iş olmayacak diye bir söz vardır. İşte balık
kavağa çı-kamayacağına göre,
deve iğne deliğinden geçemeyeceğine göre bu adamlar da asla cennete
giremeyecekler, cennetin kokusunu bile alamayacaklar
demektir.
Evet bu adamlar için semanın kapıları
açılmayacak. Ya melekler bu adamların ruhlarını semaya doğru götürürlerken
semanın kapıları açılıp bunlara hüsnü kabul gösterilmeyecektir. Mü’minlerin
ruhları için açılan semanın kapıları bunlar için kapalı kalacak ve melekler
bunları geri döndüreceklerdir. Ya da bu adamlara Rabbimizin rahmet kapıları
açılmayacaktır. Neden? Çünkü bunlar dünyada iken kendilerine açılan rahmet
kapılarıyla ilgilenmemişlerdi.
Kitap imamdır. Kitap rehberdir. Kitap
kendisine uyanları, kendisini takip edenleri hedefe götürecek bir imam ve
rehberdir. Kitap en büyük rahmettir. Allah kullarına gönderdiği kitapları
vasıtasıyla onlara yeryüzünde en büyük rahmet kapılarını açmıştır. Kitapları
sayesinde hem dünyada hem de âhirette kullarına en büyük rahmet kapılarını
açmıştır. Dün Allah’ın kullarına gönderdiği bir kitap ve o kitap sayesinde
açtığı bir rahmet kapısı ile çölde ona iman eden Allah’ın kulları onun
rehberliğinde saadete ulaşmışlardır. Kölelikten yeryüzünün efendiliğine
ulaşmışlardır. Ama kimileri de Allah’ın kendileri için açtığı rahmet kapılarıyla
ilgilenmemişler, bu rahmetten istifade etmeyi
istememişlerdir.
Acaba şu anda bizler Allah’ın
âyetlerine karşı müstekbir mi davranıyoruz? Ya da Allah’ın sevdiği şeylere
müstekbir mi davranıyoruz? Meselâ sarığa karşı müstekbir mi davranıyoruz? Sakala
karşı müstekbir mi davranıyoruz? Bir hamal karşısında, bir işçi karşısında
tavrımız nasıldır? Statülerinden ötürü insanlara karşı müstekbir mi
davranıyoruz? Filan toplantıda, filan yerde, falanların arasında bu kı-yafet
giyilmez diyerek Allah’ın istediklerinden bir utanmamız var mı yok mu? Allah’ın
emirlerine karşı bazı yerlerde müstekbir mi davranıyoruz? Falanların yanında
âyetten bahsedilmez, orada bu konular gitmez diyerek Allah’ın âyetlerine karşı
bazı ortamlarda müstekbir mi davranıyoruz? Burada namaz kılınmaz diyerek bazı
konumlarda namaza karşı müstekbir mi davranıyoruz? Eğer öyleyse bakın
müstek-birlere Rabbimiz nasıl bir ceza hazırlamış:
41. “Onlar için cehennemden bir
yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Zâlimleri böyle
cezalandırırız.”
Evet onlar için orada cehennemde
bir yatak yorgan vardır. Ama ateşle bitişik bir yatak ve yorgan. Evet bu
yataklar şu bildiğimiz yataklardan değildir. Onların kendilerine mahsus yâni
bizzat kendilerine ait olan başkalarına verilmeyen ateşten yatakları vardır.
Altla-rında ateşten bir yatak üstlerinde de ateşten yorganlar vardır. Yatak ve
yorgan dünyada insanın dinlenmek için yorgunluğunu atmak ve uyumak için
kullandığı eşyadır. Ama oradaki yatakları hiç bir zaman onlara dinlenme imkânı
sağlamayacaktır. Bilâkis onlara azap üstüne azap olacaktır. Allah diyor ki işte
zâlimleri, kendilerini Allah’a kulluk makamından çıkarıp başkalarına veya kendi
nefsine kulluk makamında tutmaya çalışan zâlimleri böylece cezalandıracağız.
42. “İnanan ve yararlı iş
işleyenler ki; kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz işte cennetlikler
onlardır, orada temelli kalacaklardır.”
İnananlar. Peki neye inananlar?
Buraya kadar anlatılanlara iman edenler. Sadece namaza değil, sadece abdeste
değil, sadece oruca değil. Kur’an’ın başından itibaren buraya kadar Allah’ın
anlat-tıklarına iman edenler. Allah’ın inanılmasını istediği her konuya iman
edenler. Bakaraya, Âl-i İmrân’a, Nisâ’ya, En’âm’a, A’râf’a inananlar, bu
bölümlerde Allah’ın anlattıklarına inananlar ve inancını yaşayanlar, imanlarını
kuru bir iddiadan ibaret bırakmayıp inandım dedikleri konunun amelini de gündeme
getirenler.
İşte biz hiç bir insana, hiç bir
nefse gücünün yetmeyeceği bir yükü yüklemeyiz. Yâni bizim inanılmasını ve amele
dönüştürülmesini istediğimiz şeylerin tamamı insanın güç yetirebileceği takat
getirebileceği şeylerdir diyor Rabbimiz. Allah hiç bir kimseye gücünün
yetmeyeceği yükü yüklemez. Onun içindir ki Kur’an-ı Kerîmde Rabbimizin bizi
sorumlu tuttuğu şeylerin tamamı bize göredir. Buna göre Rab-bimizin bizden
istediği kulluk konularında hiç kimsenin ben bunları yapamadım, benim bunları
yapmaya gücüm yetmedi diye mâzeret ileri sürmeye hakkı yoktur. Allah bu ve
benzeri âyetlerde diyor ki:
Üzülmeyin kullarım! Rabbiniz hiç
kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Sizin Rabbiniz doyumsuz
değildir. Sizin Rabbiniz zâlim değildir. Evet Allah’ın kullarına yükleyeceği yük
ancak kulların güç yetireceği kadardır. Hattâ onun çok çok altındadır. Sizi yaratan Allah, sizin ne kadar yük
çekebileceğinizi, sizin nelere katlanabileceğinizi çok iyi bilmektedir. Allah
merhametlidir. Allah kullarını asla zor-lamaz.
Sonra şunu da unutmayalım ki herkesin
kendi kazancı ken-disinedir. Kim bir iyilik yaparsa o kendine, kendi lehine, kim
de bir kötülük yaparsa o da kendi aleyhinedir. İyiliğin sevabı da kötülüğün
vebali de kendisine ait olacaktır. Yaptıklarınızın yararları da zararları da
menfaatleri de mazarratları da Allah’a değil kendinizedir. Öyleyse kendisini
seven kişi, kendisi için iyilik bekleyen kişi yaptıklarıyla kendi kendisine
zulmetmesin. Kendini can yakan, dayanılmaz ateşten korumasını bilsin. Bunun için
de hayırların en güzelini kendisi için işlesin. Kendisini ateşe götürecek,
ateşten yatak ve yorgana götürecek amellerde bulunmasın. Kendi kendini kendi
elleriyle cehenneme atmasın diyor Rabbimiz.
Evet işte bunlar da cennet ashabıdır,
onlar orada ebedîyen kalacaklar ve cennet nimetlerinden kesintisiz bir şekilde
istifade edecekler.
43. “Cennette altlarından
ırmaklar akarken gönüllerinden kini çıkarıp atarız. "Bizi buraya eriştiren
Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu
bulamazdık. Andolsun ki Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmiştir"
derler. Onlara, "İşlediğinize karşılık işte mirasçısı olduğunuz cennet" diye
seslenilir.”
Altlarından nehirlerin,
ırmakların akıp gittiği o cennetlere girdirilmeden önce Rabbimiz onların
kalplerindeki kıskançlık ve kin duygularını söküp çıkaracağını anlatıyor. Yâni
mü’minlerin birbirlerine karşı kinlerini, çekemezlik duygularını, bencillik
özelliklerini Allah göğüslerinden söküp alıyor ki orada bu tür rahatsızlıklar
yaşanmasın. Cennette hayatlarının tadını kaçırabilecek her şeyi alıveriyor
Rabbimiz. Evet cennette ne karşılıklı dünyadan taşıyıp getirdikleri, ne de orada
gerçekleşecek hiç bir kırgınlık, hiç bir dargınlık olmayacak, hiç bir husumet ve
düşmanlık olmayacak. Her şeyden arınmış arındırılmış olarak girecekler onlar
cennete.
Tabi bütün bu nimetlere ulaştığını,
ulaştırıldığını gören mü’mi-nin diyeceği söz şudur: Bütün bu nimetleri bize
veren, bizi bu nimetlere ulaştıran, bizi cennete ulaştıran, bize cennet yolunu
gösteren, bize cennete ulaştırıcı ameller işlemeyi nasip eden Rabbimize hamd
olsun. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi, bize yol göstermeseydi, dünyada bize
kitap ve Peygamberler göndermek sûretiyle bize cennet yolunu tanıtmasaydı, bize
cennete yollarını açmasaydı hiç bir zaman biz bu cenneti bulamazdık, hiç bir
zaman biz bu nimetleri elde edemezdik. İşte mü’min karakteri. Mü’min bir nimete
ulaştığı zaman bunu kendisinden değil
Allah’tan bilir. Bunu bana Rabbim verdi der ve sürekli Rabbine şükreder.
Evet gerçekten de Rabbimiz insana akıl
veriyor, idrak veriyor, hakkı bâtılı, iyiyi kötüyü ayırt etme gücü veriyor sonra
hakkı bâtılı anlatan kitaplar gönderiyor, sonra ne olur ne olmaz belki de bu
kitapların içindekileri anlayamazlar yanlış anlamaya kalkarlar diye o kitapların
nasıl anlaşılması gerektiğini, nasıl pratize edilip yaşanması gerektiğini
anlatmak ve göstermek üzere Peygamberler gönderiyor.
Evet hakikaten Rabbimiz bizim
cennete gidebilmemiz için, sürekli bizi cennet yolunda tutmak için, bizi hidâyet
yolunda tutmak için bize bu kadar imkânlar hazırlamaktadır. Eğer Rabbimiz bütün
bu imkânları hazırlamasaydı, bize kitap göndermeseydi, bize elçilerini
göndermeseydi, bize cennet yollarını net ve açık bir şekilde beyan etmeseydi
mümkün değil biz bu cenneti bulamazdık bu cennete ulaşa-mazdık. İşte bu cennet
mahza Rabbimizin bize ikramıdır lütfudur. Burada bugün bunu anlayıp Rablerine
hamd etmeye çalışan, Rablerinin kendileri adına seçtiklerinden razı olup öylece
bir hayat yaşamaya çalışan mü’minler orada da bu hamdlerini devam ettiriyorlar.
Bütün bu nimetlerin kendilerinden değil Rablerinden olduğunu burada itiraf eden
mü’minler bu imanlarını orada da itiraf ediyorlar.
Bundan sonra Rabbimiz yarın mutlaka
başımıza gelecek bir dönemi ve o dönemde olacakları anlatıyor. Mahşer günü
insanlar mahşer yerinde toplanmışlar. Cennetlikler cehennemlikler ve tüm
in-sanlık toplanmışlar bir araya gelmişler. İnsanlığın ilki Hz. Âdem’den bu yana
gelmiş geçmiş yerdeki kum taneleri kadar kalabalık insanlık mahşer yerinde
toplanmıştır. İçinde biz de varız, siz de varsınız elbette. İşte böyle bir anda
olacakları anlatıyor Rabbimiz.
Rabbimiz rahmetinin eseri olarak,
bize merhametinin eseri olarak yarın olacakları bugünden gözlerimizin önüne
getiriyor ki bununla bizi uyarmak istiyor. Akıllarımızı başlarımıza getirmek
istiyor. Bizi o kadar ikaz ediyor ki Rabbimiz yâni aklı başında olan bir adamın
bu kadar ikazdan sonra artık bu gerçeği anlaması lâzımdır. Hoş zaten kâfirin
aklı yok. Aklı olsaydı bu kadar uyarıdan sonra anlarlardı
gerçekleri.
Evet orada kendilerine nida edilecek ve
denilecek ki: İşte bu cennet sizin dünyada yapmış olduğunuz amellerinize
karşılık sizlerin vâris olduğunuz cennettir. Görüyor musunuz Rabbimizin
rahmetini. Müslümanların az evvelki sözlerine karşılık ne kadar hoş bir
münâsebet, ne kadar hoş bir mukabele. Mü’minler diyorlar ki, ya Rabbi bu cennete
bizi sen ulaştırdın, senin rahmetin olmasaydı, senin yol göstermen olmasaydı biz
bu cennete ulaşamazdık diyorlar Allah da buyurur ki siz amel işlediniz, siz
çalışıp çırpındınız. Siz kendiniz dünyada işlediğiniz amellere karşılık
kazandınız bu cenneti buyuruyor. Yâni kullarının başına kakmıyor Rabbimiz. Hadi
hadi hiç bir şey yapmadınız yatıp yatıp geldiniz de bu cenneti size ben veriyorum demiyor da
siz çalışıp çabaladınız da karşılığında bu cenneti elde ettiniz diyor. Kur’an’ın
pek çok yerinde Rabbimizin bu ifadesini görüyoruz. İşte iş-lediğiniz amellere
karşılık elde ettiğiniz cennet, işte amellerinizle kazandığınız cennet gibi
ifadeleri çokça görüyoruz. Böylece Rabbimiz biz değer veriyor, bizi onore ediyor
ve bize rahmetiyle muamele ediyor.
O halde bütün bu âyetler karşısında
şunu hiç bir zaman unutmayacağız ki cennete amellerle girilecektir. Cennet
amellerle kazanılacaktır. Amele dönüştürülmemiş mücerret bir iman cenneti
kazanmaya yetmeyecektir. Ama şunu da ifade edelim ki sadece amelle de cennete
girilmiyor, amelle beraber Rabbimizin rahmeti de olmalıdır. Rabbimizin rahmeti
de onun bizden istediği sâlih amellere koşmamız ve o amelleri işlerken de onun
rızasına uygun niyet taşımamızla, yâni Allah için muttaki olmakla tüm hayatı
Allah için yaşamakla mümkün olacaktır. Çünkü Rabbimiz kitabının her bir
bölümünde bizden bunu istemektedir. Kitabının her bir bölümünde sürekli Rabbimiz
bana kul olun diyor. Benim istediğim şekilde yaşayın diyor. Benim size
gönderdiğim hayat programını yaşayın diyor. Allah’a Allah’ın istediği biçimde
kulluk yapmadan Allah’ın bizim adımıza gönderdiği hayat programını uygulamadan,
hayatı Allah adına yaşayan muttaki kullar olmadan Allah’ın rahmetine ermek
mümkün değildir. Allah’ın rahmetine lâyık olmadan da cennete ulaşmak mümkün
değildir.
Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde
Rabbimiz cennetliklerle cehennemlikler arasında geçen bir tartışmayı anlatacak.
44. “Cennetlikler,
cehennemliklere: "Biz Rabbimizin bize vaadettiğini gerçek bulduk, Rabbinizin
size de vaadettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslenirler, "Evet" derler.
Aralarında bir münadi, "Allah'ın lâneti zâlimler üzerine
olsun.”
Bir yanda Allah’ın rahmetine
ermiş cennetlikler var öbür ta-rafta da dünyadayken Allah’ın istediği şekilde
yaşamayarak Allah’ın rahmetini kaybetmiş ve bunun sonucu olarak da cehenneme
yuvar-lanmış insanlar var. Aralarında bir sur var ve bu insanlar birbirleriyle
konuşuyorlar. Ama bunu dünya mantığına göre düşünmeyeceğiz tabii. Zira biz
Rasulullah efendimizin hadisinden biliyoruz ki Cennete en son girecek adamın
makamı şu anda üstünde gezip dolaştığımız dünyanın beş on misli olacak. O zaman
bu konuşma nasıl olacak diye düşünüyoruz. Yâni bu kadar büyük mesafelerden
insanlar nasıl konuşacaklar ve birbirlerine seslerini nasıl duyuracaklar? Belki
eskiden bunu anlamak da anlatmak da zordu. Ama şimdi televizyon, radyo gibi
iletişim araçları bunun biraz daha kolay anlaşılmasını sağlıyorlar.
Meselâ şu anda ben benim
anladığım ve düşündüğüm şeyleri ciğerimde oluşturduğum ve dışa çıkardığım ses
titreşimlerini sizin kulaklarınıza doğru gönderiyorum ve sizler şu anda benim ne
demek istediklerimi hemen anlıyorsunuz. Ama ne gariptir ki aynı sesleri bir
Fransız'ın, bir Almanın kulaklarına da gönderiyorum lâkin bu adamların
kulaklarında ne varsa bilmiyorum onlar sizin anladığınız şeyleri anlayamıyorlar.
Bir tıkaç mı var kulaklarında? Yoksa sizin anladıklarınızı anlamalarına engel
bir perde mi var onlar sizin anladığınız gibi anlayamıyorlar. Şunu demek
istiyorum, böyle duymak için, anlamak için çok uzakta ya da çok yakında olmak
pek fazla bir şey değiştir-miyor yâni. Belki bilemiyorum yarın insanın alnına
bir lazer konacak ve içinden geçenleri insanlar
anlayıverecekler.
Evet burada bir konu anlatılıyor.
Cennetliklerle cehennemliklerin bir diyalogları bir konuşmaları anlatılıyor.
A'râf'ta bir konuşma. Aynı zamanda bu sûreye isim olan bir olaydır bu. A’râf
sûresi burada geçen A’râf kelimesinden alınmıştır. Cennetlikler var bir tarafta,
cehennemlikler var öbür tarafta bir de bunların arasında yari A'râf'ta bir kısım
insanlar var ve aralarında bir kısım konuşmalar geçmektedir. Kur’an-ı Kerîmin
pek çok yerinde ve Rasulullah efendimizin Hadis-i Şerîflerinde beyan
buyurulduğuna göre zaman zaman cennet ashabı cehennem
ashabına, cehennem ashabı da cennet ashabına arz ediliyor gösteriliyor. Ve zaman
zaman bunların arasında bir kısım konuşmalar cereyan
ediyor.
Veya yine kimi hadislerden
öğreniyoruz ki cennetliklere, cehennemliklerin hayatları makamları gösteriliyor,
cehennemliklere de cennetliklerin nimetleri makamları gösteriliyor. Sebep ne?
Anlayabildiğimiz kadarıyla cennetlikler iki kere sevinsinler cehennemlikler de
iki kere kahrolsunlar diye yapılıyor bu. Mü’minler için iki sevinç, kâfirler
için de iki kahroluş vardır. Mü’minler amellerinin karşılığı olarak Rablerinin
kendileri için hazırladığı gözlerin görmediği kulakların duy-madığı cennet ve
nimetlerini görünce bir sevinecekler, bir de kâfirlerin içinde bulundukları
cehennem ve azabını görünce ikinci bir kere daha sevinecekler. Çok şükür ki
dünyada bu kâfirler gibi yaşayıp bu cehenneme gitmedik diye. Cehennemlikler de
dünyada yaşadıkları pis bir hayatın sonucu olarak boyladıkları cehennemi ve
oradaki daya-nılmaz azabı görünce bir kahrolacaklar bir de cennette mü’minlerin
içinde bulundukları nimetleri görünce ikinci bir defa daha kahrolacaklar. Vah
bize, yuh bize, yazıklar olsun bize demek şimdi biz bu cenneti kaybettik ha!
diye ikinci bir defa daha kahrolacaklar mahvolacaklar.
Bakın cennetlikler cehennemliklere
diyecekler ki:
Cennet ashabı cehennem ashabına
seslenecekler ve diyecekler ki. Ey cehennem sohbetçileri! Ey ateşin dostları,
ateş taraftarları! Biz Rabbimizin bize vadini hak bulduk, gerçek bulduk, siz de
Rab-binizin size vaiydini hak buldunuz mu? Rabbimiz dünyadayken yaşadığımız bir
hayatın sonunda bize neleri vaadetmişse biz onların tümünü hak bulduk gerçek
bulduk. Hepsi de doğruymuş, hepsi de hakmış. Rabbimiz dünya hayatındayken bize
ey kullarım eğer benim istediğim gibi bir hayat yaşarsanız karşılığında şunlar
şunlar var;
yok benim hayat programımı terk eder de kendi bildiğiniz gibi bir hayat
yaşarsanız sonunda şunlar şunlar sizi beklemektedir
buyurmuştu. Hayatınızı benim adıma yaşarsanız sizi en güzel bir hayatta
yaşatırım, değilse sizi ateşin ashabı yaparım demişti.
İşte bizler Rabbimizin istediği
gibi bir hayat yaşadık, boyunlarımızdaki ipin ucunu Rabbimize teslim ettik,
Rabbimiz ne tarafa çekmişse biz o tarafa gittik. Rabbimizin bizden istediği
sâlih ameller işledik ve Rabbimiz
vaadettiği o güzel hayatı bize verdi. Biz Rabbimizin bize
vaadettiklerinin hepsini hak bulduk. Hûrileri, ğılmanları, şarap ır-maklarını, bal ırmaklarını, süt ırmaklarını ve daha nice
nimetleri aynen hak bulduk. Rabbimiz vadinde hulf etmedi. Zaten biz bunu daha
önceden de biliyor ve öylece inanıyorduk. Haydi söyleyin bakalım siz de
Rabbinizin size vaadetmiş olduklarını hak buldunuz mu? Siz de Allah’ın
cehennemini, Allah’ın ateşini ve azabını hak buldunuz mu?
diyorlar.
Dünyada da Rasulullah efendimizin
“Kalib-i Bedir” denen çu-kura gömülen kâfirlere aynı
şeyi sorduğunu biliyoruz. Bedirde müslü-manlar tarafında gebertilen kâfirler bu
çukura doldurulmuş ve Allah’ın Resûlü onların başında şöyle bir hutbe irad
buyurmuştu. “Ey kâfirler! Ben Rabbimin bana vadini hak buldum, sizler de
Rabbinizin size vaadettiklerini hak buldunuz mu? Nasıl doğru muymuş Allah’ın
dedikleri? Şimdi anladınız mı gerçeği?” buyurmuştu da sahâbe-i kirâm
efendilerimiz Allah’ın Resûlüne şöyle sormuşlardı: Ey Allah’ın Resûlü! Onlar
ölüler değil mi? Ölü olan bu insanlar sizin bu sözlerinizi nasıl duyacaklar?
Allah’ın Resûlü buyurdu ki: “Evet onlar da aynen sizin gibi konuşulanları
duyarlar ama cevap veremezler.”
Peki acaba neydi Rasulullah efendimize
vaadedilenler ve neydi o kâfirlere vaadedilenler? Yâni Rasulullah efendimizin
hak bulduğu Allah’ın vadi neydi ve kâfirlere de siz de hak buldunuz mu vadi
dediği Allah’ın vadi neydi? Rasulullah adına Rabbimizin vadi zaferdi, kâfirlere
karşı kendisine Allah’ın destek vadiydi, cennetti, Allah’ın rızasıydı. Kâfirler
adına da Allah’ın vadi hezimetti, mağlubiyetti, gebermeydi ve sonunda cehennemi
boylamaydı.
Demek ki bu dünyadaki durumdur. Yâni
bundan anlıyoruz ki bu kâfirler dünyada da duyacaklardır bunu. Yâni bugün
kâfirlerinin mezarlarının başına gidip söylesek bunları burada da duyacaklardır.
Ama burada anlatılan konu onların âhiretteki duymaları ve duyurulmalarıdır
tabii.
Evet mü’minler, cennetlikler
cehennemliklere diyecekler ki biz Rabbimizin bize vaadettiği cenneti ve
nimetlerini hak bulduk siz de Rabbinizin size vaadettiği cehennemi ve azabını
hak buldunuz mu? Nasıl doğru muymuş Allah’ın vaadleri? Yalan mıymış? Ne haber?
Ya-par mıymış Allah dediklerini? Dünyada dediğiniz gibi hikâyemiymiş bunlar
yoksa gerçek miymiş? diyorlar.
Evet bilelim ki Allah da dediğini aynen
yapacaktır. Ne demişti Rabbimiz? Kur’an’la beraber olun! Sünnetle beraber olun!
Benim size gönderdiğim hayat programımı tanıyıp o istikâmette yaşayın. Eğer
benim dediğim gibi yaşarsanız sonunda sizleri cennetime koyarım. Aksini
yaparsanız sizi cehennemime doldururum demişti. Peki acaba yapar mı Allah
dediklerini? Sözünün eri midir Allah? Elbette işte gördü mü’minler cenneti.
Rablerinin vaadettiği cenneti ve devletleri gördüler. Elbette cehennemi de
vereceğini biliyorlar ve karşılarındaki kâfirlere böyle
diyorlar.
O halde burada bize düşen iki şey
vardır.
A: Madem ki bizler yarın Allah’ın
cennet ya da cehennem adına bize vadini hak bulacağız, yerimizin neresi olacağı
konusunda Rabbimizin hükmüne razı olacağız ve buna asla itiraz edemeyeceğiz. O
halde aklımızı başımıza alıp bugünden Rabbimizin bize vadini hak bulalım da
cenneti hak etmeye çalışalım. Rabbimizin bizim adımıza gönderdiği hayat
programına hak diyelim, onun istediği biçimde bir hayat yaşayalım da yarın
zorunlu olarak hak diyeceğimiz, inkâr edemeyeceğimiz cenneti kazanmaya
çalışalım. Zira bugün bu imkân bizim elimizdedir. Yarın bu imkânımız kalmayacak
ve mecburen Rab-bimizin hükmüne evet diyecek Rabbimizin takdirini hak
bulacağız.
B: Bir ikincisi de yarın bizler
diyeceğiz ya kâfirlere, ey kâfirler! Biz Rabbimizin bize vadini hak bulduk!
Sizler de Rabbinizin size vadini hak buldunuz mu? Nasıl doğru muymuş Kur’an’ın
dedikleri? diyeceğiz. Öyleyse yarın diyeceğimiz bu sözü onlara bugünden diyelim.
Bugünden söyleyelim onlara bunu ki yarın bunu diyebilecek bir konumda olmayı
garantileyelim. Bugünden diyelim ki onlara bunu ki yarın cennetlikler safında
yer almayı garantileyelim.
Ya da bunu kâfirlerin anlayıp
değerlendirebilecekleri bu dünya ortamında söyleyelim ki bu sözümüz onlar için
bir mânâ ifade etsin. Zira yarın söylenecek bu sözün onlar için bir kıymeti
kalmayacak. Yarın onlar zaten bilecekler ve anlayacaklar bunu. İstemeseler de
bilecekler yarın bunu. Öyleyse bu sözü zorunlu olarak kabul edecekleri yarına
saklamayalım da bugünden söyleyelim onara. Bugünden haberdar edelim onları ki
akıllarını başlarına alsınlar. Gelin ey kâfirler! Bu yaşadığınız hayattan
vazgeçin! Bu hayatın sonu sizi cehenneme götürüyor! Kendi ellerinizle kendinizi
cehenneme sürüklüyorsunuz! Yarın pişman olacaksınız! Yarın eyvah diyeceksiniz
ama bu pişmanlığınızın size hiç bir faydası olamayacak diyelim ve bugünden
uyaralım onları.
Meselâ bir delikanlı filan kızla
evlenecek. Adam onun ona lâ-yık olmadığını, böyle bir evliliğin onun kulluğunu
ters yönde etkileyeceğini, hayatını çekilmez bir noktaya götüreceğini bildiği
halde ona önceden söylemiyor, onu bu konuda önceden uyarmıyor, herşey olup bittikten sonra söylemeye çalışıyor. Veya birisi
hanımıyla boşanmaya karar vermiş, aileyi yıkmayı düşünüyor. Onun durumuna
muttali olan berikisi boşanmadan evvel bu işin çok çirkin bir şey olduğunu,
Allah’ın sevmediği bir şey olduğunu, kendisini çok büyük sıkıntıların
beklediğini, durumunu bir daha gözden geçirmesi gerektiğini önceden söy-lemiyor ona da her şey
bittikten sonra demeye kalkışıyor geçmiş olsun.
Veya bildiği tanıdığı bir
müslüman kardeşinin falan kişiyle ortaklık etmemesi gerektiğini, onun paraya
bakışının bozuk olduğunu, İslâmî yaşayışının bozuk olduğunu, onunla yapacağı bir
ortaklığın kendisine çok büyük sıkıntılara mal olacağını önceden açık ve net bir
biçimde söylemiyor, adamın başına bu belâ geldikten sonra söylemeye çalışıyor,
geçmiş olsun.
Veya meselâ bir delikanlı okuldan
kaydını sildirmeye karar vermiş veya işte falan okula kayıt yaptırmaya karar
vermiş onu bilen arkadaşı bu konuda onu uyarıp ona bildiklerini anlatmıyor.
Sakın bu okula kaydolma. Zira oradan alacağın bilgiler senin kulluğunu ters
yönde etkileyecek, orada kafana dolduracağın yığınlarla boş bilgiler yüzünden
kafanda vahye yer kalmayacak, o bilgilerle uğraşırken vahyi tanımana zamanın
kalmayacak diyerek zamanında onu uyarmıyor her şey bittikten sonra ona bunu
demeye çalışıyor geçmiş olsun.
O halde karşımızdakinin anlayacağı bir
dille; özel olarak, genel değil bizzat onu ilgilendiren yönüyle açık ve net bir
biçimde anlatmak zorundayız. Zira anlatılacak konu özel değil de genel
anlatıldığı zaman çoğu defa karşımızdaki anlatılanlardan kendisine müncer olan
bölümü ayırt edemeyebiliyor, anlamayabiliyor.
Anlatılanların kendisini ilgilendiren yönünü kavrayamayabiliyor. Çok
genel anlatımlardan ken-disine bir ders çıkaramayabiliyor.
Meselâ birine defalarca anlatsak.
Evlenilecek kızda işte şu şu özellikler bulunmalıdır.
Şu şu özelliklere sahip birisiyle evlenmek müs-lüman
bir delikanlının hayatını çıkmaza sürükleyecektir, kulluğunu ters yönde
etkileyecektir gibi çok genel hatlarıyla birine defalarca anlatsak sonra da bu
delikanlı böyle birisiyle evlenip başına belâyı bulunca da ona gördün mü? Benim
dediğim doğru değil miymiş? Ben haklı değil miymişim? Dememiz doğru
olmayacaktır. Neden? Çünkü biz ona bu meseleyi anlatırken çok genel hatlarıyla
anlattık. Ona bu konuyu anlatırken konuyu özelleştirip sen bu kızla evlenme
demedik hiç bir zaman. O da bizim kendisine anlattığımız bu genel ifadeler
arasından kendisine müncer bölümü çıkaramadı. Böyle değil de karşımızdakinin
anlayabileceği bir dille özel olarak ona anlatacağımızı anlatmak ve onu çok açık
bir şekilde uyarmak zorundayız.
Evet yarın biz Rabbimizin bize vadini
hak bulduk siz de Rab-binizin size olan vadini hak buldunuz mu? diyeceğimiz
kâfirlere de bunu dünyada demek zorundayız. Dünyada açık ve net bir biçimde bu
kâfirleri yarın olup bitecekler konusunda uyarmak zorundayız bu-nu unutmayalım.
Evet mü’minler cennetlikler onlara böyle bir soru so-runca bakın cehennemlikler
de onlara şöyle cevap verecekler:
Diyecekler ki evet. Kâfirler itiraf
edecekler durumlarını. Nasıl itiraf etmesinler ki bu azabın içinde
bulunmaktadırlar. Nasıl kabullenmesinler ki iliklerine kadar bu azabı
hissetmektedirler. Zaten Rabbi-miz onların içinde bulundukları hayatı,
yaşadıkları korkunç azabı mü’-minlere de göstermektedir.
Sonra aralarında bir grup ya
insanlardan ya da meleklerden bir grup bir ezanla seslenir. Nida edici bir
nidacı bir müezzin aralarında seslenir. Bir müezzin ezan okur ve der ki:
Allah’ın lâneti zâlimler üzerine olsun. Allah’ın rahmetinden uzak oluş, Allah’ın
nimetlerinden uzak oluş rahmetten kovuluş zâlimlerin üzerine olsun. Allah’ın
lâneti kendilerini Allah’a kulluk makamından çıkarıp başka konumlarda tutan
müşriklerin ve kâfirlerin üzerine olsun. Çünkü en büyük zulüm şirktir.
Zulüm; adâletin zıddıdır. Adâlet de bir
şeyi yerli yerine koymak yerli yerinde kullanmak demektir. İşte bu adamlar
kendilerini Allah’a kulluk makamında tutmaları gerekirken oradan koparıp ya
kendi kendilerine ya da Allah’tan başkalarına kulluk makamında tuttukları için
zulümlerin en büyüğünü işlemiş kimselerdir.
Peki acaba bu adamların bu müşriklerin
bu zâlimlerin ve kâfirlerin suçları neydi? Ne yapmışlardı bu adamlar ki Allah’ın
lâneti bunların üzerine olacaktı? Neden rahmetten mahrum olacaklardı bu adamlar?
Bakın bundan sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz onların suçlarını, cürümlerini
şöylece anlatmaya başlıyor:
45. “Ki onlar Allah yolundan
alıkoyan, o yolun eğriliğini isteyen ve âhireti inkâr eden
zâlimleredir.”
Onlar kendileri yoldan
ayrıldılar. Allah yolundan çıktılar. İman yolundan, İslâm yolundan, Kur’an
yolundan, Allah yolundan ayrılıp çıktılar. Bu yoldan çıkmak demek o yolun
dışında hareket etmek de-mektir. Yemesiyle, içmesiyle, giyinmesi, kuşanmasıyla,
ticareti, eğiti-miyle, çoluğu çocuğu, sofrası, gecesi ve gündüzüyle, evlenmesi,
boşanmasıyla her şeyiyle bu yolun dışında hareket etmesidir.
Evet kendileri Allah yolundan
uzaklaştıkları gibi başkalarını da Allah yolundan uzaklaştırdılar. Onlar Allah
kullarını Allah’ın kitabından Resûlünün sünnetinden uzaklaştırıyorlar. Allah
kullarını Allah sisteminden Allah yasalarından uzaklaştırıyorlar.
Televizyonlarıyla, dergileriyle, gazeteleriyle, eğitim sistemleriyle, ekonomik
sistemleriyle, hu-kuk sistemleriyle, eğlenceleriyle, lüksleriyle her türlü
vasıtalarla Allah kullarının gündemlerini değiştirerek onları Allah yolundan
uzaklaştırıyorlar. İnsanların sırat-ı müstakîmlerinin üzerine oturuyorlar
onların cennete ulaşmalarını engellemeye çalışıyorlar. Aman duymayın, dinlemeyin
diyerek insanları Allah’ın dininden Allah’ın kitabından uzaklaştırmaya
çalışıyorlar.
Dün Mekke müşrikleri de aynı şeyi
yapıyorlardı. Allah’ın kita-bından insanları uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.
Kendileri dinlemiyorlar, dinletmiyorlardı. Gürültü çıkararak engellemeye
çalışıyorlardı, el çırparak engellemeye çalışıyorlar, müzikle engellemeye
çalışıyorlardı. Bakıyoruz bugün de zâlimler insanları Allah’ın kitabından,
Allah’ın di-ninden alıkoymak istiyorlar. Din eğitimini yasaklamaya çalışıyorlar.
Allah’ın kullarının Allah kitabını duymalarına engel olmaya çalışıyorlar. Aman
bu insanlar dinle tanışmasınlar, Aman bu insanlar Kur’-an’la, kitaplarıyla
tanışmasınlar diye insanlarla kitapları arasına engeller koyuyorlar. O gün de
bugün de din düşmanlarının yaptıkları şey budur. Bakın Rabbimiz Âl-i İmrân
sûresinde bir âyet-i kerîmesinde bu hususu şöyle anlatır:
"De ki: "Ey kitap ehli! Allah sizin
yaptıklarını görüp dururken Allah’ın âyetlerini niçin örtbas etmeye
çalışıyorsunuz? De ki: "Ey kitap ehli! sizler doğru olduğuna şahitken niçin dini
eğri büğrü göstermeye çalışarak mü'-minleri dinlerinden çevirmeye
çalışıyorsunuz? Allah asla yaptıklarınızdan gafil
değildir."
(Âl-i İmrân
98,99)
Evet diyor ki Rabbimiz ey ehl-i kitap!
Ey yahudi ve hıristiyan-lar! Ne oluyor size! Nereden alıyorsunuz bu gücü? Kafa
çalıştırıyor, şeytanlık yapıyor ve Allah’ın âyetlerini örtmeye, örtbas etmeye
ça-lışıyorsunuz. Allah kullarına Allah’ın âyetlerini duyurmamaya
çalışı-yorsunuz. Neden Allah’ın kullarını Allah yolundan saptırmaya
çalışı-yorsunuz? Neden Allah’ın dosdoğru dinini eğri büğrü göstermek sû-retiyle
insanları dinden uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz?
Evet dünün kitap ehli de aynı şeyi
yapıyordu. Bugünün ehl-i kitapları da kendilerinin bu dinin mensubu olduklarını
söyleyen, ama dinle diyanetle en küçük bir alâkaları bulunmayan zâlimler de
İnsanlar dinleriyle tanışmasınlar, kitaplarıyla buluşmasınlar diye ellerinden
ge-len her şeyi yapıyorlar, bütün propaganda imkânlarını kullanıyorlar. Bakın
dün de bugün de bu insanların yaptıkları şey şudur:
1- Önce insanların dine girmemeleri
için, insanların kitaplarıyla tanışmamaları için ellerinden ne geliyorsa
yapıyorlar. Dinle insanların arasına engeller koyuyorlar. İnsanların dinlerine
ulaşma imkânlarını kaldırıyorlar. Her taraftan kapatıyor o yolu. Din eğitimini
yasaklıyor-lar. İnsanların dinleriyle tanışma, kitap sünnet duyma yollarını
kapatıyorlar. Böylece insanlara dini duyurmayarak onları Allah yolundan
alıkoymaya çalışırlar. İnsanları dinlerinden kitaplarından uzaklaştırmaya
çalışırlar. İlk planda yaptıkları budur. Dine giden tüm yolları ve imkânları
kapatmak.
2- Ama buna rağmen, bütün bu
engellemelere ve aleyhte pro-pagandalara rağmen yine de insanlar bu barikatları
aşarak dine girmeye, kitaplarıyla tanışmaya muvaffak olmuşlarsa bu sefer de bu
adamlar dinde eğrilik büğrülük meydana getirirler. Yâni o insanların önüne öyle
bozuk bir din sunarlar ki bu dinin İslâm’la uzak ve yakından hiç bir ilgisi
yoktur. Yâni böyle hayata karışmayan, hayatta hiç bir etkinliği olmayan, camiye
veya vicdanlara hapsedilmiş, sadece sözden ibaret bir din ya da hayatın bazı
bölümlerine karışan, ama öteki bölümlerine karışmayan, işte sadece törenlerde
hatırlanan, salonlarda konuşulan ama onun dışında hayatta hiç bir geçerliliği
olmayan bir din sunarlar. Hukuka karışmayan, eğitime karışmayan, kılık-kıyafete
karışmayan, kazanmaya-harcamaya karışmayan, hayatta hiç bir etkinliği olmayan
resmi bir din.
Özellikle kendilerince
şekillendirip biçimlendirdikleri bu dini ders kitaplarına koyarlar ve işte din
budur diye insanlara bunu sunarlar. İnsanların kafalarını allak bullak ederler.
İnsanlar bu karmaşa içinde neyin Allah dini, neyin başkalarının dini olduğunu
anlayamaz hale gelirler. Ve böylece insanların dinlerini eğri büğrü yaparak
onları Allah dinine ulaşmaktan alıkorlar. Bunun neticesi olarak da insanlar öyle
bir din yaşarlar ki bu din Allah dini değil resmi ideolojinin şekillendirip
biçimlendirdikleri bir dindir. Evet şu anda acı acı
bunu seyrediyoruz. İnsanlar bir din yaşıyorlar ama bu din Allah’ın dini değil
resmi ideolojinin kendilerine dayattıkları bir dindir.
Bir din yaşıyorlar ama yaşadıkları din
eğri büğrü bir dindir. Meselâ Kur’an okumayı bilmedikleri halde ona hürmet
ettiklerini söylerler. Kur’an’ı evlerinin en mutena köşelerine asmaya
çalışırlar. Ken-dileri namaz kılmadıkları halde namaz kılanları sevdiklerini
söylerler. Meselâ yıl da bir mevlüd okutmayı, bir kaç yılda bir hatim indirmeyi
din sayarlar, dini yaşamış sayarlar. Oruç tutmadıkları halde oruç tutanlara
ikram etmeye çalışırlar. İslâm’ın çok üstün bir din olduğunu, ancak geçmiş dönem
insan hayatlarını tanzim ettiğini söylerler. İyidir, güzeldir ama devri
geçmiştir derler. Dinin her hangi bir emri gündeme geldiği zaman tamam biz de
yapmalıyız, biz de kılmalıyız, biz de örtünmeliyiz ama şimdi zamanı değil. Zaman
bulamıyoruz. Tamam ben de kitap ve sünneti tanımak zorunda olduğuma inanıyorum.
Kitap ve Sünneti tanımadan Allah’ın istediği kulluğu yaşamanın mümkün olmadığını
ben de biliyorum ama ne yapayım vakit bulamıyorum derler.
Öyleyse insanlara sunduğumuz dine çok
dikkat etmek zorundayız. İnsanlara sunduğumuz din Allah’ın dini mi yoksa kendi
anlayışlarımızı din diye insanlara sunmaya mı çalışıyoruz? Gerçekten insanlara
sunduğumuz din Allah’ın kitabında ve Rasûlullah’ın sünnetinde anlatılan din mi
yoksa insanlar tarafından mecrasından uzaklaştırılmış bir din mi? Kitap ve
sünnete dayalı bir din mi anlatıyoruz insanlara yoksa Anadolu kültürüyle
şekillendirilmiş, insanlar tarafından bulanıklaştırılmış, bir yığın safsata mı
anlatıyoruz? Yâni din diye insanlara sunduğumuz âyet ve hadisler mi yoksa bir
yığın insan hayatı mı? Âyet ve hadislere dayalı net açık ve kolay bir din
anlatmak yerine bir yığın insan hayatlarıyla dini karmakarışık bir hale mi
getiriyoruz? bu konuda ciddi bir şekilde kendimizi sorgulamak
zorundayız.
Ve bir de onlar âhireti
küfrediyorlardı. Âhireti örtüyorlar, âhi-reti hesabı, kitabı gündemlerinden
düşürüyorlar, yaptıkları işlerin bir gün karşılığını göreceklerini
düşünmüyorlar, cürümlerinin şirklerinin küfürlerinin sümen altı edileceğine
inanıyorlardı. Bundan dolayıdır ki alabildiğine cesurca günahların üstüne,
üstüne gidiyorlar kendilerini isyanlardan engelleyecek hiç bir kayıt
tanımıyorlardı. Zaten âhirete hesaba kitaba inanmayan, âhireti gündemlerinden
düşürmüş insan-ların yapamayacakları yoktur yeryüzünde.
46. “İki taraf arasında bir perde
ve burçlar üzerinde her iki tarafı da simalarından tanıyan adamlar vardır;
cennetliklere, " Size selâm olsun" derler. Bunlar henüz girmeyen fakat cenneti
uman kimselerdir.”
Evet iki taraf arasında yâni
cennetliklerle cehennemliklerin arasında bir perde var. Evet toplandılar,
karşılıklı konuştular ve Rab-bimiz bu iki gurubun arasına bir set, bir perde,
bir hicap çekti. Bu ko-nu Hadîd sûresinin 13. âyetinde de
anlatılır.
Araf’ta da
her iki tarafı da simalarından tanıyan bilen adamlar vardır. Evet Araf’ta bir
kısım rical vardır ki bunlar her iki tarafı da cehennemlikleri de cennetlikleri
de yüzlerinden tanımakta. Tabii ki bu ikisinin yüzleri simaları bir olmayacaktı.
Cennetlik mü’minlerin yüzleriyle cehennemlik kâfirlerin simaları elbette bir
olmayacaktı. Bir taraf cennette Rablerinin kendileri için hazırladığı gözlerin
görmediği, kulakların duymadığı, insanın kalbinden bile geçiremeyeceği envai
çeşit nimetlere ermiş, hûrilere kavuşmuş, zevklerle kucaklaşmış olmanın sevinci
içinde yüzleri parıl, parıl parlamaktadır, öbür taraftakiler ise cehennemin
dayanılmaz azapları ve işkencelerinin altında iştahları kaçmış, yüzleri kederden
kapkara kesilmiştir. Her iki tarafın da içinde bulundukları ortam yüzlerine
aksetmiştir. Bu yüzdendir ki A’râf’taki-lerin onları
yüzlerinden tanımaları zor olmayacaktır. Evet o Araf’taki adamlar her iki tarafı
da yüzlerinden tanımaktadırlar.
Araf; ya yüksek bir tepe anlamınadır.
Ya da mârifet anlamına, irfan anlamına, mârifetullah anlamına gelmektedir.
Arapça’da genel de yerden yukarıya doğru çıkan her yere, yâni yer yüksekliğine
sahip olan her yere A’râf denilir. Öyleyse bu bölge ya cennetle cehennem
arasında böyle her iki tarafı da görebilecek yüksekçe bir bölgenin bir tepenin
adıdır. Bu yüksekçe bölgede bulunan bir kısım insanlar var ve onlar hem
cennetlikleri hem de cehennemlikleri rahat bir şekilde görmektedirler. Bu
Araf’takilerin kimlikleri konusunda iki görüş vardır.
a: Ya bunlar günahları sevaplarına denk
olup amelleriyle ne cenneti ne de cehennemi hak edememiş kimselerdir. Yâni ne
iyi amelleriyle cenneti ne de kötü amelleriyle cehennemi hak etmemiş insanlardır
bunlar.
b: Ama aşağıdaki âyetlerin gelişinden
bunların kesin cennete gidecekleri anlaşıldığı için bunların mârifete ermiş,
irfan sahibi Peygamberler, şehitler ve sâlih kimseler olduğunu da
söyleyebiliyoruz. Yâni bu zatların kesinlikle Allah’ın kendilerinden razı
olduğunu bunun için de yüksek bir yerde, zirvede bulunduklarını
söyleyebiliyoruz. Çünkü Arapça’da horozun ibiğinin en yüksek yerine “Urf”
denilmektedir.
Evet Araf’takiler cennet ashabına
sesleniyorlar ve diyorlar ki: Esselâmu aleyküm! Ey Allah’ın cennetlik kulları!
Allah’ın selâmı üzerinize olsun! Allah’ın selâmeti, esenliği, rahmeti ve
bereketi sizlerin üzerinize olsun! Sizler selâmet ve esenlikte olunuz! Zaten
burada selâmet güvenlik ve esenlik sizin hakkınızdır. Dünyada zaten sizler
Allah’ın selâmeti üzere yaşadınız. Dünya Hayatınızda Allah’ın selâmı, Allah’ın
selâmeti, esenliği ve huzuru zaten sizinle beraberdi. Siz zaten dünyada Allah’ın
silmine girip Allah’ın İslâm’ıyla yaşadınız. Silme girdiniz, teslim oldunuz,
Allah’ın teslimiyet dini olan İslâm’a girdiniz, iradelerinizi, boyunlarınızdaki
ipin ucunu Rabbinize teslim ettiniz. Selâmete talip oldunuz, barıştan yana
esenlikten yana oldunuz. Allah’ın rahmetini, Allah’ın inâyetini, Allah’ın
esenliğini ve selâmetini hak edecek bir hayat yaşadınız. Bundan dolayıdır ki
şimdi burada da Allah’ın selâmı ve selâmeti sizin üzerinize olsun diyorlar. Yâni
sizler selâmet içinde, güvenlik içinde cennette yaşayın diyorlar.
Ama:
Henüz kendileri o cennete girmemişler
de ona tamah etmektedirler, arzu etmektedirler. Çünkü bulundukları o yüksek
makamdan cenneti ve cennetin içindeki nimetleri görüyorlar, mü’minlerin nasıl
bir nimet ve emniyet icre olduklarını görüyorlar ve biliyorlar. Onları nimet
icre gördükçe onların girdikleri ve henüz kendilerinin girmedikleri cennete bir
an evvel kendileri de girmek için can atıyorlar tamah ediyorlar. Mü’minlerin
girip de kendilerinin böyle bir görev ifa etme adına henüz girdirilmedikleri ama
girmeyi ümit ettikleri cennete can atıyorlar. Sonra:
47. “Gözleri cehennemlikler
yönüne çevrilince: Rabbi-miz! Bizi zâlimlerle beraber bulundurma"
derler.”
Bu A’râf ashabının gözleri,
cehennemlikler tarafına çevrilince. İfadeye dikkat ediyor musunuz? Bunların
yüzleri cehennemlikler tarafına çevrilince. Yâni bu adamlar cehennem tarafına,
cehennemlikler tarafına bakmak bile istemiyorlar. O taraftaki azabı, o taraftaki
ıstırabı ve sıkıntıları, insanların insanlıktan çıkmış vaziyetlerini ve
çektikleri azapları görmek midelerini bulandırmak bile istemiyorlar. Ama bir
gerçeği tespit için ya da melekler onların gözlerini o tarafa çevirince deniyor.
Evet gözleri o tarafa düşürülünce diyorlar ki bakın: Ey bizim Rabbimiz! Ey bizim
hayat programımızı belirleyen Rabbimiz! Ey bizim adına kulluklar yaptığımız,
yoluna gittiğimiz Rabbimiz! Aman ya Rabbi! Ne olur ya Rabbi bizi bu zâlimlerle
beraber kılma! Bizi bu mücrimlerle komşu yapma ya Rabbi! Bizi bu müşriklerle
aynı ortamda kılma ya Rabbi! Aman ya Rabbi bizi bu zâlimlerin cehennemine sokma!
Bizi cehennemliklerden eyleme diyerek Rablerine dua,dua yalvarıyorlar.
Peki demin bu kimselerin Peygamberler
ve sâlihler olabileceğini söylemiştik. Acaba Peygamberler de derler mi bunu?
Elbette onlar da derler. Zira biz biliyoruz ki onlar da birer kuldur ve kul
olarak onların da bir garantileri yoktur. Allah’ın Resûlü bir gün buyurur ki: “Herkes hesaba çekilecektir.”
Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz so-rarlar: Peki sen de mi ya Rasulallah? Rasulullah
efendimiz de: “Evet ben de” buyurur. Cennetin ve
cehennemin mutlak sahibi, mutlak güç ve kudret sahibi Allah karşısında elbette
Peygamberler de söylerler bunu, şehidler de, sâlihler de...
48. “Burçlarda olanlar,
simalarından tanıdıkları adamlara "Topluluğunuz, topladığınız mal ve büyüklük
taslamalarınız size fayda vermedi.”
Evet yüzlerinden perişanlıklarını
okudukları insanlara diyecekler ki A’râf ashabı: Hani ne haber? Ne oldu size?
topladıklarınız, kibirlendikleriniz, müstekbirleştikleriniz size bir fayda
sağlamadı. Gururlarınız kibirleriniz bir işe yaramadı. Topladıklarınız siz
kurtaramadı. Sahip olduklarınız sizi müstağnî kılmadı.
Ne toplamışlardı bunlar dünyada? Makam
toplamışlardı, koltuk toplamışlardı, rütbe toplamışlardı, dost avene
toplamışlardı. Ev, araba, arsa toplamışlardı. Mark, Dolar, Riyal toplamışlardı.
Altın gümüş toplamışlardı. Sevgiler, saygılar toplamışlardı. A.B.D seviyordu
onları, A.T seviyordu onları, İ.M.F seviyordu. Nefretler, buğzlar, kinler
toplamışlardı. Sanatkâr resimleri toplamışlardı, maç skorları toplamışlardı,
film starları toplamışlardı. Sanat eserlerinin fotoğraflarını toplamışlardı.
Bu Edirne Selimiye’nin el misali
göğe açılan minareleri, bu Aksaray’daki filan caminin eşsiz kubbesi, bu
Denizli’deki Akhan’ın abanoz mihrabı. Topladınız, biriktirdiniz koleksiyonlar
yaptınız.
Kafaya yığınlarla bilgiler
topladınız. İşte a kare, be kare, ce kare, kurbağanın barsağı, Fujiyama
yanardağı, Everest tepesinin yüksekliği, filan ülkenin nehirleri, filan nehrin
debisi rejimi, filan ülke-nin iklimi veya işte filan şehrin plaka numarası,
falan sanatçının öz geçmişi daha,daha neler topladınız. Ama hani bu
topladıklarınız bir işe yaramadı ve sizi kurtarmadı
diyecekler.
Hani dünyada mallarınız vardı,
makamlarınız vardı ve bu mallarınız makamlarınız sayesinde dünyada
beceremeyeceğiniz elde edemeyeceğiniz hiç bir şey yoktu. İmkânlarınız güçleriniz
sayesinde dünyada olmazı oldurabileceğizini zannediyordunuz. Herkes sizin
önünüzde diz çöküyor, boyun büküyordu. En açılmaz kapılar sizin önünüzde
açılıyor, en zor işler bile sizin önünüzde kolaylaşıyordu. Mallarınız
makamlarınız sayesinde ulaşamayacağınız hiç bir şey yoktu.
İşte sizler dünyadaki bu
konumlarınıza aldandınız da bu güçlerinizin öbür tarafta da sizi kurtaracağını
zannettiniz. Bu dünyada her şeyi halleden bizler öbür tarafta da elbette bir
çaresine bakarız dediniz. Hani o mallarınız, makamlarınız, güçleriniz,
saltanatlarınız ne işe yaradı? Cehennem azabından en küçük bir şey defedebildi
mi?
Kur’an’ın başka yerlerinden biliyoruz
ki bu adamlar itiraf ede-cekler. Hayır,hayır ne paralarımız ve mülklerimiz bize
hiç bir şey sağlamadı diyecekler. Gücümüz kuvvetimiz de yok oldu. Eşimiz
dostumuz da bizi terk etti hiç birisinden en ufak bir yardım göremedik
diyecekler.
Sonra yine Araf’takiler onlara şöyle
diyecekler:
49. “Allah'ın rahmetine
erdiremeyeceğine yemin ettikleriniz bunlar mıydı? diye seslenirler. Oysa Allah
onlara şöyle der: "cennete girin, size korku yoktur, sizler mahzun da
olmayacaksınız.”
Cennete girmiş, Rablerinin
rahmetine ermiş garip müslüman-ları, Mustaz’afları göstererek diyecekler ki
onlara bunlar asla Allah’ın rahmetine erişemeyecekler. Dünyada küçük olanlar,
dünyada fakir olanlar asla Allah’ın rahmetine ulaşamayacak diyordunuz. Şu
Bilaller, şu Ammarlar mıydı o dedikleriniz? Allah Peygamber olarak bizim gibi
makam sahipleri mal mülk sahipleri dururken gönderecek insan bulamadı da bu
yetime mi gönderdi diye küçük gördüğünüz şu Peygamber mi rahmete ulaşamayacaktı?
Hani eğer bu dinde bir hayır olsaydı şu ayak takımından önce bu işe biz sahip
çıkardık. Bunlar bu konuda asla bizi geçmemeliydi diyerek bu garibanları küçük
görüyordunuz. Rahmet bize gelmeli, rahmete bizler onlardan ve herkesten daha
layığız diyordunuz.
Hani bakın bakalım kim ulaşmış
Allah’ın rahmetine? Kimler yerleşmiş cennete? Kimler o rahmetten uzak kalmış?
Kimler cehenneme yuvarlanmış? Bakın bakalım o küçük gördüğümüz insanların
cennetteki konumlarına. Bakın cennette gözlerin görmediği kulakların duymadığı
nimetler içinde zevki sefalarına. Ellerinde kadehler, etraflarında kendilerine
hizmet eden hûriler ve ğılmanlarla koltuklarına kurulmuş vaziyetlerine bir
bakın. Bakın onların cennetteki makamlarına da kim rahmete lâyıkmış kim lâyık
değilmiş anlayın diyorlar.
Evet cennette ellerinde kadehleri
yanlarında hûrileriyle koltuklarına kurulmuş bir vaziyette müslümanlar da bu
kâfirlerin cehennemde yanışlarını görecekler ve onlara gülecekler, onlarla alay
edecekler. Evet o alçaklar, o müstekbirler o kâfirler dünyada o garibanlarla
alay ediyorlardı. Dünyada tükürüklerini bile lâyık görmüyorlardı o müslü-anlara.
Dünyada tepeden bakıyorlardı alçaklar müslümanlara. Sonra denecek ki
onlara:
Girin cennete, sizin için korku yoktur
mahzun da olmayacak-sınız. Ne cehenneme gitme korkusu ne de cenneti kaybetme
üzüntüsü olmayacak artık sizler için. Yada dünyada çektiğiniz sıkıntılar artık
bitmiştir, şimdi artık sizin için korkusuz ve üzüntüsüz bir hayat
başlamıştır.
50. “Cehennemlikler
cennetliklere, "Bize biraz su veya Allah'ın size verdiği rızıktan gönderin" diye
seslenirler, onlar da, "Doğrusu Allah dinlerini alay ve eğlenceye alan, dünya
hayatına aldanan inkârcılara ikisini de haram etmiştir"
derler.”
Bu bölümde de cennetliklerle
cehennemliklerin karşılıklı diya-logları anlatılıyor. Cennetlikler cehennemlikleri,
cehennemlikler de cennetlikleri görmektedir. Cenâb-ı Hak her iki tarafı da
birbirine göstermektedir. Daha önce cennetlikler cehennemliklere seslenmişlerdi.
Araya Araf’takiler girmiş, onların her iki tarafa da hitapları söz konusu
olmuştu. Şimdi de Araf’takilerin sözü bitince cehennemliklerin cennetliklere
sözü başlamış oluyor.
Evet cehennemlikler cennetteki
mü’minleri pınarlar başlarında hûriler eşliğinde, ellerinde şaraplarla,
birbirlerine girmiş, girift olmuş muz bahçeleri arasında, çağlayanların
ortasında, baldan ırmakların, sütten nehirlerin kenarlarında zevki sefa içinde
birbirleriyle kadeh alış verişlerini görünce bakın diyecekler ki:
Ey mü’minler! Ey Allah’ın rahmetine
ermişler! Ey yaşamaya hak kazanmışlar! Ne olursunuz, Allah aşkına şu içtiğiniz
sularınızdan, şaraplarınızdan, şu içine gömüldüğünüz rızıklarınızdan,
ballarınızdan, sütlerinizden, şaraplarınızdan, şerbetlerinizden,
meyvelerinizden, üzümlerinizden, incirlerinizden, muzlarınızdan, elmalarınızdan,
portakallarınızdan, bıldırcınlarınızdan, helvalarınızdan biraz da bizim tarafa
gönderseniz, biraz da bizim tarafa dökseniz olmaz mı? Yandık, öldük, bittik,
mahvolduk diye yalvaracaklar.
Kolay değil; gerçekten dayanılmaz bir
azabın içindeler adam-lar. Bazen yakan bazen donduran korkunç bir azabın
içindeler. Gölge olarak yalnız dumanın bulunabileceği, yiyecek olarak dari
dikeni, irin, cehennemliklerin göz yaşları, içecek olarak da hamim, maden
eriyiği bulunabilen bir azap düşünün. Bir damla suya muhtaç, bir gram oksijene
hasret dayanılmaz bir azabın içindelerken cenneti görüyorlar, cennetlik
müslümanların nimetler içinde yüzdüklerini görüyorlar ve yalvarıp yakarmaya
başlıyorlar. Ne olur bu nimetlerinizden bizden ya-na da gönderseniz
diyorlar.
Mü’minler diyecekler ki
onlara:
Size onlar haram kılındı. Allah bu
yiyecekleri, bu içecekleri, bu rızıkları kâfirlere haram kıldı. Dünyadayken
sizler bu nimetlerden mü’minleri mahrum etmiştiniz. Ele geçirdiğiniz şeylerin
hepsinin kendinize ait olduğunu zannediyordunuz. Bir türlü doymak bilmeyen bir
tavırla mü’minlerin ellerindekileri de midenize yuvarlama çabası içindeydiniz.
Kan emmeye bir türlü doymuyordunuz. Dünyanın nimetlerini sömürmek için savaşlar
yapmıştınız. Emperyalist ve sömürgeci emeller peşinde koşmuştunuz. İnsanların
haklarına, insanların doğal servetlerine ipotekler koymuştunuz. İnsanlara
zulmetmiş, işkenceler yapmıştınız. Dünyada insanların ölmesi, insanların aç
kalması sizin için hiç önemli değildi. Yeter ki bizim karınlarımız şişsin, yeter
ki biz yiyelim, yeter ki biz doyalım diyordunuz. Dünyada insanları bu
nimetlerden mahrum bırakan sizlere Allah bu nimetleri haram kılmıştır. Bizim bu
nimetleri size verme hakkımız yoktur. Çünkü Rabbimiz bunu bize yasaklamıştır
diyecekler.
Evet dünyada bu nimetler herkese
serbesttir. Konumu gereği, imtihan gereği Rabbimiz bu nimetlerini dünyada
herkese sunmuştur.
Peki acaba bu adamların bu
mahrumiyetlerinin sebebi ne? Neden bu adamlara bu nimetler haram kılınıyor?
Bakın bundan sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz bunun sebebini şöyle
anlatıyor:
51. “Doğrusu Allah, dinlerini
alay ve eğlenceye alan, dünya hayatına aldanan inkârcılara ikisini de haram
etmiştir" derler. Bugünle karşılaşacaklarını unuttukları, âyetlerimizi bile
bile inkâr ettikleri gibi biz de onları
unutuyoruz.”
Onlar dinlerini oyun ve eğlence
yaptılar. Dinlerini oyun ve eğlence kabul ettiler. Bir dinleri vardı, bir din
sahibiydiler ki bunlar o dini oyun ve eğlence konusu
yaptılar.
Evet dinlerini oyun ve eğlence edinen,
dinlerini oyun ve oyuncak tutan dünya hayatına verdikleri değeri dinlerine
vermeyen, dünya hayatını dinlerine tercih eden, dünyayı hedef bilip, dünyayı
kıble edinip bütün plan ve programlarını dünyayı kazanma adına yapan bu yüzden
de dinleriyle ilgilenme imkânı bulamayan, kitaplarıyla tanışma imkânı bulamayan,
Peygamberleriyle tanışma imkânı bulamayan kimselerdir bunlar. Dünyayı kıble
edinen, dünyayı alıp da âhireti unutanlar, dinlerini dünyalarına alet edenler,
dinlerini dünyalarına yamayanlar, dünyayı kazanmak için dinlerini malzeme olarak
kullanan kimselerdir bunlar.
Çünkü dünya hayatı aldatmıştır onları.
Dünya ile aldanmıştır onlar. Nasıl bir aldanma? Onu kendilerinin zannediyorlar.
Dünyayı ebedî zannediyorlar. Bugün, bu güneş hiç bitmeyecek, ölüm hiç gelmeyecek
zannediyorlar. Dünyanın içindekilere meylederek aldanıyorlar. Dünyanın konumu ve
kuralları aldatıyor onları. Konumu gereği dünyada hiç kimseye dokunmuyor Allah
ya; işte böyle işledikleri naneler yüzünden kendilerine dokunulmayınca dünyada
Allah’ı atlattık zannediyorlar ve aldanıyorlar. Ya da belki en belirgini
dünyanın düzenine, dünyanın yönetimine Allah’ı karıştırmayarak aldanıyorlar.
Dünyanın yönetimini biz biliriz diye aldanıyorlar. Ya da dünya onları oya-lıyor,
dünya onların gözünde çok büyük değer ifade ediyor da onlar dinlerini
önemsemiyorlar.
Bunlar dinlerini oyun ve eğlence yerine
koyuyorlar. Öyle bir dinleri var ki bu adamların kendilerine uyguladıkları
dinleri farklı başkalarına anlattıkları din farklıdır. Ya da böyle salonlarda
konferanslarda konuşulan ama bir türlü hayatlarında görülmeyen bir dinleri
vardır onların. Tartışılan fakat amel edilmeyen bir din. Konuşulan ama hayata
aktarılmayan bir din. Vicdanlarda hapsedilen ama sosyal hayata egemen olmayan
bir din.
Veya sadece kendilerinin
müslümanlığını ispat söz konusu olduğu zaman ağızlarına aldıkları ama hukukları,
mirasları, eğitimleri siyasal ve ekonomik yapılanmaları, meslekleri, kazanmaları
harcamaları söz konusu olduğu zaman ağza alınmayan bir din. Camiye karışan ama
sosyal hayata karışmayan bir din. Evet dinlerini bu hale getiren, onu oyun ve
eğlence haline getiren kimselerdir bunlar.
Yahut da dünya hayatı kendilerini
aldatıp meşgul ettiği için dinlerinin gerçek kaynaklarıyla tanışamadıkları için,
Kur’an ve sünnetten habersiz kaldıkları için kendilerine lehv ve
laibi din kabul etmiş, oyun ve eğlenceyi din zannetmiş insanlardır
bunlar. Yâni eğer insanlar kendi indî mütalaalarını, hocadan hacıdan, anadan
babadan duyduklarını, radyodan televizyondan duyduklarını, takvim yaprağından
okuduklarını, toplumdan ve piyasadan devşirdiklerini kendilerine din kabul
ediyorlar ve bununla amel etmeye çalışıyorlarsa lehviyyatı ve lağviyyatı
kendilerine din kabul etmişler demektir Allah korusun. Yâni oyun ve eğlenceyi
kendilerine din kabul etmişler demektir.
Çünkü din; kişinin hayat
programının tümüdür. Din; kişinin kendisiyle, Rabbiyle ve insanlarla
münâsebetlerinin tümünü düzenleyen kanunlar ve kurallar mecmuasıdır. Tüm bunları
düzenlemek için neye ve kime müracaat ediyorsa kişi onun dininde
demektir.
İşte böyle dünyanın kendilerini aldatıp
köleleştirdiği için dünya peşinde koşarken, dünyalıklar peşinde koşarken
dinlerinin temel kaynakları olan kitap ve sünnetle tanışma imkânı bulamayan
dinleriyle yakından tanışma zahmetinde bulunmayan ve böylece oradan buradan
devşirdiklerini kendilerine din kabul eden ve böylece oyunu ve oyuncağı din
zanneden kimselerdir bunlar.
Ya da sadece boş zamanlarında dinle
ilgilenenlerdir bunlar. Bugün ne? Cuma, bu ay ne? Ramazan. Bu gece ne? Miraç
kandili. Bu üç aylar, bu kırkıncı gecesi gibi hatırlarına geldikçe dinle
ilgilenirler. Boş zamanlarında dinle ilgilenirler. Ama onların bazı programları
vardır ki onları kimse bozamaz. O programlarına kimse müdahale edemez. Meselâ
saat üçte haydi falan yere din anlatmaya gidelim, falan kimseye hadis anlatmaya,
veya falan yerde tefsir dinlemeye gidelim dediğiniz zaman, ya iyi de şu anda
işim var, dükkanda hiç kimse yok, müşterilerin cıvıl cıvıl oynaştığı şu anda nasıl bırakıp giderim? Veya şu anda
okulda dersim başlayacak, bürom yalnız kalacak. Adamın bu programlarını
kesinlikle bozmak mümkün değildir. Bütün bu programlarından arta kalan zamanda
dinle ilgilenecek adam. Hayatını başka Rabler o kadar doldurmuş ki o Rablerin
gaflet edip dolduramadığı bölümde ancak dinle ilgilenecek adam. Haftada bir kere
işte gelip âyet dinleyecek, hadis dinleyecek hepsi o kadar.
Dünyaya ve dünyalık işlere o kadar önem
verirler ki dinleriyle ilgilenecek vakitleri kalmamıştır. Tanıdığım bir kardeşin
dükkanına gittim geçenlerde. Dedim ki gel seninle biraz Bakara okuyalım. Kendin
için çoluk çocuğun için çok iyi olur dedim. Dedi ki vallahi hocam şu anda olmaz.
Şu anda işim o kadar yoğun ki vallahi başımı kaşıyacak vaktim yok dedi. Birkaç
hafta sonra çarşıda rastladım ona. Dedim ki hayrola nereye gidiyorsun? Dedi ki
bilgisayar kursuna gidiyorum, ne olur ne olmaz belki yarın lâzım olur diye
öğrenmek istedim. Dedim ki ya eğer bu kadar vaktin olduğunu bilseydim mutlaka
seninle Bakara okumaya başlardım. Çünkü bilgisayar belki lâzım olacak, ama
vallahi Bakara sana mutlaka lâzımdır. Hem dünyan için lâzımdır hem de âhiretin
için lâzımdır. Hem kendin için lâzımdır hem de çoluk çocuğun için lâzımdır.
Evet Bakara öğrenmeye zaman
bulamayan adamlar bilgisayar öğrenmeye vakit bulabiliyorlar. Ona verdikleri
ciddiyeti dinlerine vermiyor bu insanlar, ne garip değil mi? Hani Tirmizî de
Allah’ın Resûlü iki aç kurttan söz ediyordu:
"Bir koyun sürüsünün üzerine
salıverilen iki aç kurdun o koyun sürüsüne verdiği zarar kişideki mal ve şeref
hırsının onun dinine verdiği zarardan daha fazla değildir."
(Tirmizî terc.
4/196)
İki aç kurt düşünün. Önüne gelen her
şeyi parçalayacak kadar, hattâ kendi hemcinslerine bile saldıracak kadar
açlıktan gözü dönmüş iki aç kurt düşünün. Bu iki kurt bir koyun sürüsüne
saldıracaklar bu sürünün ne hale geleceğini bir düşünün. İşte bir kişide bulunan
iki sıfatı Allah’ın Resûlü bu iki aç kurda benzetiyor. Bunlardan birisi dünya
hırsı, ikincisi de makam ve şeref hırsı. Adam tüm hayatını bu iki şeye
hasretmiş. Aman malım olsun, aman insanlar nezdinde şerefim olsun diye
çırpınmaktadır. İşte bir tarafta iki aç kurt diğer tarafta kendisinde bu iki
özellik bulunan bir insan. Mal hırsı, dünya hırsı ve insanların kendisini takdir
etmesini isteme arzusu, şerefinin artmasını isteme arzusu içinde kıvranan bir
insan. İnsanda bulunan bu iki arzu iki aç kurda bedeldir diyor Allah’ın Resûlü.
İşte görüyoruz. Adamda öyle bir
mal kazanma hırsı var ki bugününü, yarınını, dününü, gecesini, gündüzünü, tüm
zaman ve mesaisini buna hasretmiş, buna vakfetmiş. Kendisini öyle bir vakfetmiş
ki dünyaya öyle bir satılmış ki, yada dünya onun boynuna öyle ğıl geçirmiş ki
adamın durup düşünecek, ilim öğrenecek, kitabını, dinini tanıyacak, çocuklarının
dini hayatıyla ilgilenecek, komşularının İslâmî dertleriyle ilgilenecek bir tek
saniyesi bile kalmamış. Yine bu adamda öyle bir makam, koltuk, şeref, şöhret
hırsı var ki insanlar beni konuşsunlar, insanlar beni takdir etsinler diye
yapamayacağı şey yoktur. Yapıştığı koltuğu terk etmemek için fedâ edemeyeceği
hiç bir şey yoktur.
Şimdi böyle bir adamın dininin ne
hale geleceğini varın siz düşünün. İki aç kurdun koyun sürüsüne vereceği zarar
bu adamın dinine vereceği zarardan daha büyük değildir diyor Allah’ın Resûlü.
Deplasman maçına gitme heyecanıyla kıvranan bir adamın, aynı heyecanla camiye
gitme derdiyle kıvranmıyorsa bu adamın dininin ne hale geldiğini siz düşünün.
Ev ev,
kapı kapı dolaşıp tencere reklâmı yapan ama aynı
heyecanla Allah’ın dininin reklâmını yapmaya koşmayan insanların varsa şâyet
dinlerinin ne hale geldiğini siz düşünün. Elbiselerine gösterdikleri titizliği,
arabalarına gösterdikleri hassasiyeti, akvaryumlarına ayırdıkları zamanı,
misafirlerine ikram konusunda, ya da kendileri mi-safirken ev sahibinden
bekledikleri titizliği dinlerine göstermeyen insanların dinlerinin ne hale
geldiğini siz düşünün. Cebindeki parayı ka-sasına aktarabilmek için sabahtan
akşama kadar müşterilerinin önünde iki büklüm olan insanların Rablerinin
huzurunda ona aynı şeyi yapmaktan kaçınıyorlar veya işte bir iki dakikaya
sığdırmaya çalışıyorlarsa bunların dinlerinin ne hale geldiğini varın siz
düşünün.
Çocuğunun böbreği rahatsızlanınca
soluğu Ankara’da hattâ Avrupa’da alan adam eğer aynı heyecanla çocuklarının
inanç dünyasında meydana gelen rahatsızlıklar karşısında çocuklarını Allah’la
tanıştırma, Peygamberle tanıştırma çabası içine girmiyorsa bu adamın dininin ne
hale geldiğini siz düşünün.
Geçenlerde bir arkadaş çocuğunu
ameliyat ettirdi. Çocuğun durumu nasıl diye sordum. Hocam dedi çok şükür çocuk
kurtuldu. Hattâ bir de bunun için kurban kesmeyi düşünüyorum. Ben dedim ki hayır
kardeşim senin çocuk kurtulmadı. Onun bedenini kurtardın ama ruhunu kurtaramadın
dedim. Vücudunu kurtardın ama ruhu ve dini ölü o çocuğun dedim.
Evet iki aç kurdun koyunları parça
parça ettiği gibi insandaki bu iki arzunun onun dinini
parça parça perişan ettiğini görüyoruz. Adam diyor ki
arkadaş kesinlikle ben ütüsüz pantolonla dışarıya çıkamam. Falan arabaya
binemem! Bu benin şerefime yakışmaz! Ben böyle bir evde oturamamam! Bu benim
klasımı sarsar! Ben bunu misafirlerime ikram edemem! Zira bu benim şerefimi
lekeler. Çevrenin boynuna taktığı yafta düşüverecek de el âlemin gözünde
itibarım sarsılacak diye aklı başından gitmektedir adamın.
Evet işte böyle dinlerinin temel
kaynağı olan kitaplarına gereken değeri vermeyen, peygamberlerine gereken
saygıyı göstermeyen, dinlerinin ana kaidesi olan iman, ibadet, itikad ve ahlâkî
hükümleri tüm hareketlerinde ölçü olarak almayan, zekâttan bahsederken
önemsemeyen, zinadan, hacdan, namustan, iffetten söz ederken bunları hiç de
önemsemeyen, bunlar bir dönem yaşanmış, ama şimdi modası geçmiş şeylerdir.
Veya işte bu hususlar toprağa
bağlı tarım ekonomisinde yaşayan cemiyet tiplerinde görülen şeylerdir. İffetten
tesettürden bahsederken tüm bunlar kadın hukukunu ihlâldir diyen, günlük hayatı
Allah’ın prensiplerine bırakmayan kimseleri bırakıverin ey müslüman-lar.
Bunlar dinlerini asla ciddiye almazlar.
Namazla televizyon tar-tılır da bunlar nazarında televizyon ağır gelir. Yahu
namaz geçiyor! Şu televizyonu kapasana! Dendiği zaman hiç aldırış etmezler. Şu
müziği dinleme! Beynine ve belleğine zulmediyorsun dendiği zaman hiç aldırış
etmezler. Yahu böyle konuşma karın boş oluyor! Dendiği zaman hiç önemsemezler.
Yahu bu namaz olmadı, hızlı kıldın, yanlış okudun, yanlış yaptın dendiği zaman
hiç önemsemezler. Yahu bu malı müşteriye övme Allah Resûlü bunu men ediyor
dediğiniz zaman hiç aldırış etmezler. Fazla yalan söylüyorsun bu senin için azap
sebebidir dendiği zaman hiç aldırış etmezler. Hâsılı dinlerinin hükümlerine hiç
önem vermezler.
Onların bugünü unuttukları gibi biz de
onları unuttuk. Onlar dünyada âhireti hesaba katmadan bir hayat yaşamışlardı biz
de bugün onları unutuyoruz diyor Rabbimiz. Ne müthiş bir şey değil mi?
Unutulmak, yüzüne bakılmamak, sözü dinlenmemek ve ebedîyen azaba mahkum edilmek.
Ne korkunç bir âkıbet. İşte bundan dolayı unutuluyorlar, bundan dolayı
nimetlerden mahrum ediliyorlar ve azaba lâyık
görülüyorlar.
Allah için bu âyetler ışığında
kendimizi bir daha kontrol edelim. Acaba din diye nelere sarılıyoruz? Dinimizi
nereden alıyoruz? Acaba ölülerin arkasından okunan hatimleri, mevlüdleri din mi
zannediyoruz? Particilik yapmayı din mi zannediyoruz? Tarikatı din mi
zannediyoruz? Eğer din diye insanlara bunları götürüyorsak vallahi aldanıyoruz.
Halbuki din Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetidir. Kendimiz din diye bunlara
sarılmak zorunda olduğumuz gibi insanlara da din diye bunları götürmek
zorundayız. Bir insan benim dinim var diyorsa, ben insanlara din götürüyorum
diyorsa Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini anlatmak zorundadır.
Öyle değil de eğer insanlara din
diye siyaseti götürüyorsak, din diye particiliği anlatıyorsak, yahut da parti
düşmanlığını anlatıyorsak, insanlara din diye tarikatı anlatıyorsak bilelim ki
bunlar ne kitaptır ne de sünnettir. İnsanlara Allah’ın kitabını ve Resûlünün
sünnetini götürmek zorundayız başka çaremiz yoktur.
Bir de bunlar bizim âyetlerimizi inkâr
ediyorlardı. Cuhd yâni böyle bile bile Allah’ın
âyetlerini inkâr ediyorlardı.
Hani Tâhâ sûresinde Rabbimiz öyle
diyordu:
“Benim kitabından yüz çeviren bilsin ki onun
dar bir geçimi olur ve kıyâmet günü de onu kör olarak haşr
ederiz.”
(Tâ-hâ 124)
Evet vahiyden yüz çeviren, vahiyle
ilgilenmeyen, hayatını vahye göre düzenlemeye yanaşmayan, Kur’an ve sünnete
karşı nötr davranan kimseleri Rabbimiz bir geçim darlığına düşürecek, sıkıntılı
bir hayat yaratacak. Belki adamın parası pulu da olabilir, başkalarına nazaran
zengin de olabilirler ama hayatları kölelik ve sıkıntı içinde olacaktır
bunların. Mutlu olamayacaklar, huzur bulamayacaklar, hayatın tadını
alamayacaklar.
Bir de Rabbimiz diyor ki bunları
kıyâmet gününde ama olarak, kör olarak haşr edeceğiz. Bunlar diyecekler ki ya
Rabbi! Bizler dünyada kör değildik! O zaman Rabbimiz buyuracak ki evet öyledir,
bizim âyetlerimiz dünyadayken size geldi de onları unutmuştunuz, onları yok farz
etmiştiniz onları görmezden gelmiştiniz, hayatınızı bu âyetlere göre
düzenlememiştiniz sizler de işte aynen bunun gibi bugün burada cehennemin bir
köşesinde dayanılmaz azapların kucağında unutulacaksınız. Sizin orada azabın
içinde kıvrandığınızı hiç kimse görmeyecek, hiç kimse ilgilenmeyecek
buyuracak.
Evet alçakların dünyada gözleri vardı
ama kullanmıyorlardı. Kulakları vardı, kalpleri vardı ama
kullanmıyorlardı.
52. “Andolsun ki Biz onlara bir Kitap getirdik, inanan bir millet
için yol gösterici ve rahmet olarak onu bilgiyle uzun uzun açıkladık.”
Evet halbuki biz ona bir kitap
getirmiştik. Peygamberlerimiz vasıtasıyla biz onlara bir mesaj ulaştırmıştık.
Her dönemde yollarını bulsunlar diye, hayatlarına onunla çeki düzen versinler
diye onlara birer hayat programı göndermiştik. Hem öyle bir kitap ki soru
sormalarına, şaşırıp kalmalarına mahal bırakmayacak biçimde, başka hiç bir şeye
muhtaç olmayacakları biçimde her şeyi açık açık onda
anlatmıştık. Her şeyi bir bilgiye göre tafsil etmiştik. Her şeyin en ince te-ferruatına kadar ayrıntısını
vermiştik o kitapta. İnsanlara her konuda yol gösterecek, insanları dünyada
huzur ve saadete, hidâyete, kulluğa ve sonunda cennete ulaştıracak net bilgiler
vardı o kitaplarda.
Bir de o
kitap:
İman edenler için rahmettir, rahmet
kaynağıdır. Bu kitap Rahmân ve Rahîm olan bir kaynaktan gelmektedir. Bu kitap
Rabbinizin Rahmân ve Rahîm sıfatlarının tecellisidir. Yâni bu kitabını Rabbiniz
size mahza rahmetinin gereği olarak indirmiştir. Size merhamet ettiği, size
acıdığı için, sizin yeryüzünde ne yapacağınızı bilmez bir vaziyet-te
bocalamanıza razı olmadığı için rahmetinin gereği olarak Rabbiniz size bu kitabı
vasıtasıyla kendi bilgisini indirmiştir. Eğer Allah size merhamet buyurup da bu
kitabı vasıtasıyla kendi bilgisini indirme-seydi sizler karanlıklar içinde ne
yapacağınızı bilmez bir vaziyette ka-lırdınız.
Allah kitabını indirmiştir elinizin
altında olsun diye, size yakın olsun diye, siz sürekli onunla beraber olasınız
diye, siz ondan istifade edesiniz diye, ona tutunarak yol bulasınız, onunla
çölde yol bulasınız, ona tutunup çukurdan kurtulasınız diye. Allah sizi muhatap
kabul edip merhametinden dolayı kendi kelâmını sizin elinizin altına indirirken
sakın sizler onu hep kaldırmadan yana olmayın. Yâni o kitap sürekli elinizde
olsun, sürekli elinizin altında bulunsun. Siz de indirin onu hayatınıza. Siz de
indirgeyin onu hukukunuza, siz de indirgeyin onu eğitiminize, kazanmanıza
harcamanıza, siyasal yapılanmanıza, tüm hayatınıza, tüm beşerî ilişkilerinize.
Unutmayın ki Allah’ın kitabına karşı
saygı, ihtiram onu gerek kendinizin, gerekse inanların ulaşamayacakları
yükseklerde tutmak, onu hayattan uzaklaştırmak değildir. Öyle olsaydı elbette
Allah onu mele-i a’lâ’dan, yüceler yücesi bir makamdan bu alçak dünyaya
indir-mezdi. Ne oluyor, yoksa Allah’ın indirdiğini kaldırmaya mı
çalışıyorsunuz?
Peki acaba ellerinin altında Allah’tan
gelme böyle bir kitapları olduğu halde bu insanlar niye bu kitabı görmezden
geliyorlar? Neden Allah’ın kitabından istifade etmek istemiyorlar? Neden
Allah’ın kendilerine açtığı bu rahmet kapısından faydalanmak istemiyorlar?
Yoksa:
53. “Kitabın haber verdiği
sonuçtan başka bir şey mi bek-liyorlar? Sonuç gelip çattığı gün, önceleri onu
unutmuş olanlar, "Rabbimizin Peygamberleri şüphesiz bize gerçeği getirmişti,
şimdi bize şefaat edecek var mı ki şefaat etsin, yahut geriye çevrilsek de
işlediklerimizin başka türlüsünü işlesek" derler. Doğrusu kendilerini
mahvetmişlerdir, uydurdukları şeyler onları koyup kaçmışlardır.”
Yoksa onlar bu kitabın
kendilerine haber verdiği ve ısrarla kendilerini uyardığı sonun, sonucun
gelmesini mi bekliyorlar? Yoksa bu adamlar kıyâmetin gelip başlarında
patlamasını mı bekliyorlar? Azabın bütün şiddetiyle kendilerine gelmesini,
geberme zamanlarının gelmesini mi bekliyorlar? Ne zaman anlayacaklar bu insanlar
gerçekleri? Ne zaman akıllarını başlarına devşirecekler bu
adamlar?
Ama onun sonucu geldiği zaman, kıyâmet
geldiği zaman ondan önce bu kitapla diyalogu kesenler, bu kitabı unutup
hayatlarında gündeme almayanlar, bu kitabın istediği bir hayatı yaşamayanlar
diyecekler ki ey Rabbimiz elçilerin şüphesiz ki bize hakkı getirmişti. Elçilerin
bizi hakla tanıştırmıştı. Heyhat ki bizler elçilerin getirdiği mesajla
ilgilenmedik. Gururumuz galebe çaldı da senin kitabınla diyalog kurmadık. Senin
hayat programınla ilgilenmedik. Kendi hayatımızı kendimiz belirlemeye kalkıştık.
Kitabından habersiz bir hayat yaşadık. Şimdi acaba bize bir şefaat edecek var mı
ki bizi bu sonuçtan kurtarsın. Bir şâfi var mı ki bize şefaat etsin diyecekler,
dövünecekler, pişman olacaklar, af dileyecekler, günahlarını itiraf edecekler,
ama onların bu pişmanlıkları kendilerine asla bir fayda sağlamayacak. Geçmiş
olsun. Bunu bu dünyada diyecektiniz. Bunu bu imtihan alanında anlayacak,
kabullenecek ve hayatınıza bu kabule göre yaşayacaktınız. İmtihan bittikten
sonra, iradeleriniz bittikten sonra zorunlu olarak anlama, bilme ve kabul etme
ortamında böyle bir iman iddianızın size hiçbir faydası olmayacaktır.
Dünyada iken eteklerine
yapıştıkları, kurtarıcı bildikleri tanrıları ve tanrıçaları de kendilerine her
hangi bir fayda sağlamayacak. Bunu da anlayınca diyecekler ki ya Rabbi keşke
dünyaya bir daha geri döndürülsek de önceki işlediklerimize bir daha dönmesek.
Dünyaya tekrar döndürülsek, bize bir fırsat daha tanınsa da önceki
günahlarımızdan uzaklaşıp senin istediğin hayatı yaşasak. Ya Rabbi ne olur bizi
dünyaya bir daha geri çevir de sana asla şirk koşmayalım. Yapay tanrılar
tanrıçalar edinmeyelim. Kendi hayat programımızı kendimiz belirlemeye
çalışmayalım. Senin gönderdiğin kitabını ve elçilerini örnek alalım diyecekler
ama artık onlar için dünyaya bir daha geri döndürülme hakkı kalmamıştır.
Gerçekten bunlar kendi
kendilerini mahvetmişler, fırsatlarını imkânlarını kötüye kullanmışlar,
sermayelerini kaybetmişler, kendi kendilerine yazık etmiş kimselerdir. Kendi
kendilerini cehenneme, azaba sürüklemiş kimselerdir. Allah berisinde
uydurdukları yapay tanrıları ve tanrıçaları da onları koyup kaybolmuşlardır,
kendilerine en küçük bir fayda sağlayamamışlardır. Hepsi de onları terk edip
kaçıp gitmişlerdir. Zaten kendilerine bile bir fayda sağlama gücüne sahip
olmayanların onlara bir fayda sağlamaları da mümkün değildir. Orada herkes kendi
başının derdine düşmüştür.
54. “Rabbiniz, gökleri ve yeri
altı günde yaratan ve arşa hükmeden, gündüzü
durmadan kovalayan gece ile bürüyen; güneşi, ayı, yıldızları, hepsini
buyruğuna baş eğdirerek var eden Allah'tır. Bilin ki yaratma da emir de O'nun
hakkıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah Yücedir.”
Allah iman ve istikâmet sahibi
ecdadımızdan, selefimizden razı olsun. Rabbim onların taksiratlarını affetsin.
Onlar bize dini anlatmışlar. İmam Ebu Hanife, İmam Şafiî, İmam Mâlik, İmam Ahmed
İbni Hanbel ve diğerleri Kurana müteallik meseleler üzerinde içine nüfuz
edebilmek için öylesine yürümüşler, öylesine titizlik göstermişler ki aylarını
yıllarını vermişler.
Kimileri de bu konularda yâni müteşabih
konularında çok gereksiz ve lüzumsuzluklarla uğraşmıştır. Meselâ Rabbimiz burada
bir altı gün dedi. Allah gökleri ve yeri altı günde yarattı buyurdu ya tamam
demişler ve almış yürümüşler. Acaba nedir ki bu altı gün? Allah arş dedi, acaba
nedir ki bu arş? Nasıl olur arşı istivâ? Nasıl olur göklerin ve yerin altı günde
yaratılması? Diye uzun uzun tartışmışlar. Bu gereksiz
ve lüks tartışmalar sonucunda işte Mürcie çıkmış, Müşeb-bihe çıkmış, Mücessime
çıkmış. Birisi şöyle demiş, ötekisi böyle demiş ve yıllar yılı bu kavgalar sürüp
gitmiş. Bu lüzumsuz kavgalar sonucunda kimileri dinden çıkıp gitmiş, kimileri
boş şeylerle iştigal etmiş.
Halbuki bu konuları, müteşabihat
ediğimiz konuları fazla de-rinleştirmeden bütünlüğü içinde anlamak ve kabul
etmek zorundayız. Bu konularda, bu âyetlerde önüyle sonuyla bütünlük lâzımdır.
Önce ne dedi Allah? Cennet dedi, cennetlikler dedi, cennetliklerle
cehennemliklerin durumlarını anlattıktan sonra bu âyete geldi. Dedi ki Rab-bimiz
Allah gökleri ve yeri altı günde yaratan ve arşa hükmedendir. Bunu derken
Rabbimiz bu altı günü araştırın demiyor veya arşı araştırın, ne olduğunu ne
olmadığını bulun, bilin, anlayın demiyor Rab-bimiz.
Meselâ yine A’râf sûresinde ilerde
gelecek:
“En güzel isimler Allah'ındır. O'na o
isimlerle dua edin. O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar
yaptıklarının cezasını göreceklerdir.
(A’râf 180)
Evet burada esmâsından söz ederken
Rabbimiz bunları araştırın, bunların ne mânâya geldiğini bilin bulun demiyor. Ya
ne diyor? Bunlar Allah’ın isimleridir binaen aleyh bunlarla dua edin diyor. Eğer
duanızın konusu bir günah konusuysa “Ya Ğaffar” diyerek, eğer bir rızık
konusuysa “Ya Rezzak” diyerek Rabbinizin bu isimleriyle Ona dua edin
diyor.
Burada da öyledir. Bakın Rabbimiz
buyurur ki sizin Rabbiniz olan, sizin hayatınızı düzenleme gücüne, bilgisine ve
hikmetine sahip olan, sizin üzerinizde hâkimiyet, otorite ve yetki sahibi olan
Allah, sizin üzerinizde Kahhâr olan Allah gökyüzü ve yeryüzünü altı günde
yaratmıştır sonra da arşı istivâ etmiştir.
Bu altı gün nasıl bir gündür bunu
bilmiyoruz. Yâni şu bizim bildiğimiz 24 saatlik bir gün değildir bu. Çünkü
Rabbimizin gökler ve yeri yarattığı o dönem ne gün vardı ne de güneş. Çünkü
bizim şu an-da bir gün dediğimiz zaman dilimi dünyanın kendi çevresinde
dönüşüyle alâkalı bir zaman dilimidir.
Burada bir de sadece göklerin ve yerin
yaratılışından söz edilmektedir. Halbuki kâinatın tümünün yaratılmasıyla onun
bir parçasının yaratılması arasında Allah için herhangi bir fark yoktur. Çünkü
Allah için bir zerrenin yaratılışıyla kâinatın gerçeği aynıdır.
Evet dünyanın kendi çevresinde dönüşüne
bir gün denirken, güneşin kendi çevresinde dönüşü olan bir yıla da bir gün
“yevm” denilmektedir. Diğer gezegenler için bir günün yevmin miktarını
bilmi-yoruz. Bir de dünyanın yaratıldığı andan itibaren kıyâmetin kopacağı güne
kadar ki zamana bir gün denilmiş. Kıyâmetin kopuşundan sonraki âhiret gününe de
bir gün denilmiştir. Yevm’üd dünya ve yevm’ül âhireti. Bir de Meâric sûresinde
anlatılan melek günü vardır ki bu da elli bin yıldır. Ve işte bir de burada
anlatılan yaratılış günü vardır ki bunun mahiyetini
bilmiyoruz.
Öyleyse şu kadarını söyleyelim yevm
izâfîdir. Acaba insan oğlu içinde bulunduğu bu izâfî yevmi aşıp da yaratılış
yevminin içine girebilir mi? Allah isterse olmaz diye bir şey yoktur. İşte
Rasulullah efendimizin hayatında gerçekleşen Mi’râc olayı veya Hz. Süleyman
(as)’ın hayatında gerçekleşen göz açıp yumacak kadar kısa bir zamanda Belkıs’ın
sarayının getirilmesi veya meselâ rüya olayı da belki öyledir. Çünkü Allah’tan
gelen ruh asla madde ile sınırlı değildir.
Evet bu altı gün konusunda da
Rabbimizin arşı konusunda da arşı istivâ etmesi konusunda da fazla bir bilgimiz
yoktur. Arş; sakf mânâsına bir yerin en yükseği, en üstü, en zirvesidir. Veya
arş kralların oturduğu tahtın lâzımı olan mülk ve saltanattan kinayedir. Hani şu
tabir kullanılır: “Zelle arşuhu” Onun arşı (mülkü) yıkıldı. Mülkü yerinde olduğu
ve hâkimiyeti devam ettiği zaman da: “İsteva ala arşihi” denir. Arş bir kralın
tahtına oturması demektir ama böyle cismani bir oturuş değil hükümdarlık
sıfatıyla muttasıf olması demektir. Yâni hükümdarlık taht sayesinde değil tahtın
hükümdar sayesinde ikâmesi anlatılır.
Bir de dikkat ederseniz “İsteva
maal arş” değil “İsteva alel arş” dır. Yâni Allah arşla beraber oldu değil, arştan üstün oldu, arşa hük-metti
anlamınadır. Çünkü “İsteva” karar kılmak, tek düze olmak, yüksek olmak, yüce
olmak, istila etmek, hâkimiyeti altına almak ve kaplamak
anlamınadır.
Rabbimiz zaman ve mekândan münezzeh
iken acaba bu âyetiyle neyi kastediyor. Burada imanımız gereği diyebileceğimiz
en doğru ve en güzel söz şudur: Rabbimiz bu âyetiyle neyi kastettiyse odur. Bu
konuda te’vile gerek de yoktur, imkânımız da yoktur. Çünkü bu tür âyetler
müteşabih âyetlerdir ve bizim bu konularda bilgimiz olmadığı için aynen
inanıyoruz. İnanıyoruz ki Rabbimiz arşı istivâ etmiştir. Ama bu istivânın ne
demek olduğunu, keyfiyetinin ne olduğunu bilmiyoruz.
Birisi İmam Mâlik efendimize istivâdan
sormuş, “keyfe” demiş. İmam Mâlik efendimiz bir müddet sustuktan sonra
vücudundan müthiş bir ter boşanır ve der ki: “İstivâ malum, keyf ise gayri
makuldür. Buna iman vacip, sual ise bid’attir”
Bize yönelik olarak şu kadarını
söyleyelim. Allah haydir. Allah tüm kâinata hükmedendir. Allah tüm kâinatta sözü
geçendir. Hris-tiyanların dedikleri gibi Allah gökleri yeryüzünü altı günde
yarattı da sonra yedinci günü yorulup dinlenmeye çekilmiş değildir. Aristo’nun
ve Aristo yolunun yolcularının, demokratik kafaların dedikleri gibi dün-yayı
yaratmış sonra da ne haliniz varsa görün, nasıl isterseniz öylece yaşayın, ben
dünyayla ilgilenmiyorum diyerek köşesine çekilmiş, dünya işini bize bırakmış
değildir Allah. Hayata karışandır hayata hükmedendir Allah. Tüm kâinatta hükmü
geçendir Allah. Çünkü yaratılış bitmemiştir. “Kün” emriyle her an yaratılış
devam etmektedir. Şu anda yaratılanlar Allah tarafından yaratılmakta, şu anda da
tüm eylemlerimizi yaratan Allah’tır.
Yine bundan anlıyoruz ki
materyalistlerin iddia ettikleri gibi âlem kadîm değildir hadistir. Bir defada
yaratılmış değil, muhtelif lahzalarla yaratılmaktadır. Eğer def’aten yâni bir
defada yaratılmış olsaydı dünkü âlem olmazdı. Hayden meyyit, meyyitten hay,
ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat, babadan evlât, anadan oğul
olmazdı. Veya şu andaki halkın şu andaki yaratılışın imkânına delil ol-mazdı o
zaman. Yâni birimiz diğerinin yaratılışına şahit olamazdık ve âlem kadîm
zannedilirdi.
Gündüzü durmadan kovalayan, gece ile
bürüyen; güneşi, ayı, yıldızları hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden
Allah’tır. Bilin ki yaratma da emir de O'nun hakkıdır. Âlemlerin Rabbi olan
Allah Yücedir. Evet geceyi de gündüzü de yaratan, geceye de gündüze de hükmeden
O dur. Gece de gündüz de Allah’a, Allah’ın yasalarına boyun bükmüş iki âyettir.
Güneşi, ayı ve yıldızları da O Allah kendi buyruğuna baş eğdirmiştir.
Peki gece ve gündüz
Rablerinin emirlerine boyun bükmüşlerken, güneş, ay ve yıldızlar Allah’ın
yasalarına teslim olmuşlarken siz kime teslim oluyorsunuz? Sizden milyarlarca
kere daha büyük olan bu varlıklar Allah’a boyun bükmüşlerken, Allah’ı
dinliyorlarken siz kimi dinliyorsunuz? Bütün bu varlıklar hayat programlarını
Rablerinden alırlarken, bir an bile Rablerine isyan edemezlerken siz hayat
programlarınızı kimden alıyorsunuz? Bütün bu varlıklar Allah’ınken siz
kiminsiniz?
Yoksa sizler yaratıcı olarak Allah’ı
kabul ediyor da hayata ka-rışıcı olarak Onu reddetmeye mi çalışıyorsunuz? Tamam
göklerin de yerlerinde, göktekilerin de yerdekilerin de yaratıcısı Allah’tır ama
bu Allah bizim hayatımıza karışmaz mı demeye çalışıyorsunuz? Biz hayatımızı
bildiğimiz gibi yaşarız, ya da bizim hayatımıza karışacak başka Rablerimiz başka
tanrılarımız var demeye mi çalışıyorsunuz? Allah bizim hayatımızı bilmez mi
demeye çalışıyorsunuz? Gökleri yaratan, göktekilere hükmeden, yerleri yaratmaya
güç yetiren Allah sizin hukukunuzu hiç bilmez mi? Sizin eğitiminizi bilmez mi?
Sizin sosyal, ekonomik ve siyasal yapılanmalarınızı hiç bilmez mi? Halbuki
yaratan da O dur, yarattığını idare etmesini bilen de O’dur. Yaratan da O’dur
yarattığının hayat programını belirleyen de O’dur. Yaratan da O’dur Rab da
O’dur.
Hani var mı Ondan başka böyle
yaratıcı birileri? Geceyi gündüzü yaratan, geceye gündüze söz geçiren, güneşe,
aya ve yıldızlara hükmedebilen birileri var mı? Varsa tamam onlara da kulluk
edin. Onlara da minnet duyun, onların arzularını da yerine getirin. Halbuki
Allah’tan başka hiç kimsenin bu konularda gücü ve kuvveti yoktur. Göklerin ve
göktekilerin işlerini düzenlediği gibi yerdekilerin işlerini de düzenleyen
Allah’tır. Öyleyse sadece Allah’ı dinlemek zorundayız. Sa-dece Rabbimize kulluk
etmek zorundayız. Hayat programımızı sadece Rabbimizden almak
zorundayız.
Çünkü Rabbimizin şanı çok yücedir. O
tüm eksik sıfatlardan münezzehtir. Kâfirlerin ve müşriklerin dedikleri gibi O
Allah hiç bir za-man gökleri ve yeri yaratıp onların idarelerinden âciz kaldığı
için ondakilerin idarelerini başkalarına havale etmiş değildir. Böyle bir iddia
Allah’a hâşâ noksanlık ve zayıflık izâfesidir ki Rabbimiz böyle şeylerden
fersah, fersah uzaktır. Öyleyse:
55. “Rabbinize gönülden ve
gizlice yalvarın. Doğrusu O aşırı gidenleri
sevmez”
İşte böyle bir Rabbe gönülden ve
gizlice dua edin. Böyle bir Rable iletişim içine girin. Daraldığınız zaman,
çıkmaza girdiğiniz zaman, bunaldığınız zaman, sıkıntıya düştüğünüz zaman
isteyeceklerinizi Ondan isteyin. Problemlerinizi O na havale edin. Çözümü Ondan
isteyin ve bekleyin. İrtibatınız sürekli Onunla olsun.
Kur’an-ı Kerîm biliyoruz ki Rabbimizin
kelâm sıfatının tecelli-sidir. Allah’ın Resûlü Efendimiz de bu kelâmın bize
ulaştırılmasında vasıtadır. Rabbimiz merhameti gereği, rahmeti gereği kitabı
vasıtasıyla dünyada ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı, nasıl bir hayat
yaşayacağımızı kurallar halinde bize bildirmiştir. İnsanı insan etmenin, insanı
mutlu etmenin kuralları diyoruz bunlara.
Âdem ve nesli dünyaya gelmiş. Peki bu
varlık geldiği bu hayatta ne yapacak? Nasıl yaşayacak? Nasıl bir hayat programı
takip edecek? Onların bocalamalarına imkân vermeden Rabbimiz hemen vahyini
gönderir. Ve Rabbimiz yeryüzünü bir an bile vahiysiz bırak-maz. İnsanlar buna
lâyık mıdır değiller midir buna hiç bakmaksızın sürekli Rabbimiz vahyini
gönderir.
İşte insanın dünyada hayatını tanzim
adına, amel etmesi adına gelmiş bir âyet, bir kural.
Rabbinize dua edin gönülden ve gizlice.
Rabbimiz rahmetinin eseri olarak bizim kendisine dua etmemizi istemektedir.
Başka bir âyetinde Rabbinizin esmâsıyla Rabbinize dua edin buyurur. Yâni
dualarımızın kabul yöntemini de gösterir bize. Başka bir yerde “Deki felakın Rabbine sığınırım...”
Bazen de peygamberler ve sâlih mü’minler şöylece dua ederler, şöylece
dua ettiler diyerek bize dua modelleri öğretir.
Dua,dua edileni büyük tanımak, büyüklük
mevkiine oturtmak, büyüklüğünü, gücünü kuvvetini kabul etmektir. Dua acziyetin
ifadesidir. Dua âcizin, güçsüzün güçlüye teslimiyetinin ifadesidir. Öyleyse dua
eden kişiyi bu duası Allah’ın her an Rabbi ve koruyucusu olduğu ve bu Rabbi
karşısında her an ona muhtaç olduğu şuuruna götürecektir.
Öyleyse Rabbimize dua edeceğiz. Ama
bakın burada Rab-bimiz duanın usulünü de öğretiyor bize. Gizlice ve yalvarıp
yakararak dua edeceğiz. Kendi küçüklüğümüzü, kendi fakirliğimizi, âcizliğimizi,
çaresizliğimizi, mahcubiyetimizi Rabbimizin de büyüklüğünü, zenginliğini,
güçlülüğünü itiraf ederek dua edeceğiz. Bir de gizlice dua edeceğiz. Bağırıp
çağırarak dua etmeyeceğiz. Sanki Allah bizim istediklerimizi vermek zorundaymış
gibi bir pozisyonda bağırıp çağırarak dua edilmez. Çünkü biliyoruz
ki:
1- Allah bize bizden, bize her şeyden
daha yakındır. Bize şah damarımızdan daha yakındır Allah.
"Biz insana şah damarından daha
yakınız."
(Gâf 16)
Âyeti bunu
anlatır.
Buna göre madem ki Allah bize bu kadar
yakındır o halde:
a: Allah’a dua ederken onu uzakta
bilip, işitmez zannedip ba-ğırıp çağırmanın, hoplayıp zıplamanın anlamı yoktur. Nitekim
birilerinin böyle yüksek sesle, bağırıp çağırarak dua ettiklerini gören Allah’ın
Resulü:
"Sizler sağıra ve gaibe dua etmiyorsunuz.
Her halde işiten ve yakın olan birine dua
ediyorsunuz."
Buyurmuştur.
b: Madem ki Allah bize bizden ve
herkesten yakındır, o halde duada birilerinin aracılığına ne gerek var? Aracı
kullanmaya da gerek yoktur. Bir kere Rabbime ben kendim bizzat dua
edebilmeliyim. Birilerinin gölgesinde, vasıtasında dua ederek şahsiyetimin
ezilmesine, silinmesine gerek yoktur. Bundan sonra kime boyun eğecek de mümin?
Kimden korkacak da? Kime sığınacak da? Allah kendisine o kadar yakın ki; ya Rab!
Dediği anda telsizsiz, telefonsuz, aracısız anında duyan bir Allah’la karşı
karşıyaysa mü'min aracılara ne gerek var da. Hiç kimse kişiye Allah kadar yakın
olmadığına göre aracılar kullanarak şirke düşmesinin de anlamı kalmamıştır.
İşte illâ da efendim aracılara ihtiyaç
vardır, baksanıza bir mü-dürün yanına bile aracılar kullanarak yaklaşılmaktadır
diyenler galiba Allah’ı insan gibi düşündüklerinden şirkin daniskasını
gerçekleştirmektedirler. Tamam belki müdüre birileri vasıtasıyla yaklaşılabilir,
ama Allah, o müdür gibi gafil biri değil ki. Evet dua edeceğiz, davetiye
göndereceğiz Rabbimize ama dâvetiyenin üzerine başkalarının ismini
yazmayacağız.
2- Günahsız bir ağızla dua etmeye
çalışmalıyız. Allah’ın Re-sulü Tirmizi’de:
"Kişi günah işleyip sılayı rahmi kat
etmedikçe, ve de acele etmedikçe Allahu Teâlâ onun duasını Reddetmez."
Buyurur. Helâl gıda çok önemlidir dua
için.
Allah’ın Resulü bir adamdan söz eder.
Adam Allah için yollara düşmüş. Cihada, sefere çıkmış, ilay-ı kelimetullah adına
çıkmış, Allah’a dost kazandırmak, tebliğ yapmak, emri bil maruf yapmak için veya
savaşarak Allah düşmanlarının işini bitirmek üzere yola çıkmış. Bu yolda büyük
sıkıntılar çekmiş, büyük zorluklara katlanmış, yüzü gözü toza toprağa batmış ve
bu haldeyken el kaldırıp: "Ya Rab! Ya Rab! Diyerek Allah’a dua ediyor, bir
şeyler istiyor Allah’tan. Çocukları için istiyor, ülkesi için istiyor,
memleketinde ittifaktan dem vurarak is-tiyor, devlet istiyor, düzen-dirlik
istiyor Bosna’dakiler, Çeçenistanda-kiler için istiyor, istiyor. Ama Allah’ın
Resulü buyuruyor ki bu adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası
haram, özü haram, sözü haram nerede kaldı Allah bunun duasını kabul
edecek.
3- Duada bir de acele etmeyeceğiz.
Allah’ın Resulü:
"Sizden biriniz acele etmedikçe Allahu
Teâlâ duanızı kabul buyurur."
Duada acele etmek, dua ettim de Allah
kabul etme-di demektir.
(Buhârî, Müslim)
Dua ile istenen ihtiyacın karşılanması
hemen de olabilir, bir müddet sonra da olabilir, bazen de istenen şey âhirete
kalabilir. Bazen de bizim hakkımızda hayırlı olan şey bizim istediğimizin
dışında bir şey de olabilir. Öyleyse olmadı! Dua ettim de kabul edilmedi! Diye
acele etmeyelim Allah istediği zaman istediği biçimde bizim duamızı kabul
edecektir. Ve bazen bizim daha çok dua etmemizi istediği için Rabbimiz
istediğimiz şeyleri geç verebilir. Bu durumda kesinlikle ümitsizliğe
düşmemeliyiz. Değilse yâni Allah’ın mülkü yanında bizim istediklerimiz ne kadar
olabilir de? Bütün dünya insanlığı birleşse, herkes isteyebileceğinin en son
sınırını istese Allahu Teâlâ’nın mülkünden bir şey eksilir mi? Öyleyse bizim
istediklerimizi geciktirmesinin sebebi bizim biraz daha dua ederek kulluğumuzu
artırmamızı istemesinden başka bir şey değildir.
4- Şurası da unutulmamalıdır
ki:
"Dua bir
ibadettir."
(Ebu Dâvûd, Tirmizi, İbni
Mâce)
5- Dua ederken Allah’tan istenmesi
gereken, istenmesi caiz olan şeyleri istemeliyiz. Harika, mûcize, nübüvvet ve
haramları istemek gibi caiz olmayan şeyleri istemeyeceğiz.
6- Oruçlu dua etmeye çalışacağız. Hele
hele iftar vakti yapılan duanın reddedilmeyeceğini
söyler Allah’ın Resulü:
"Oruçlunun iftar vakti yapmış olduğu
duası mutlaka kabul olur."
"İftar zamanı oruçlunun duası
reddedilmez ."
Yine Ebu Hureyre’nin rivâyet ettikleri
bir hadislerinde Allah’ın Resulü şöyle buyurur: Üç kimsenin duası asla
reddedilmez.
1- Âdil devlet reisinin duası.
2- İftar edinceye kadar oruçlunun
duası.
3- Zulme uğrayan mazlumun duası.
Bu üç kişinin duasının asla reddedilmeyeceğini anlatıyor Allah’ın
Resulü.
Evet Allah bizden dua etmemizi istiyor.
Duaya o kadar önem verelim ki öyle bir dua hayatı uygulayalım ki artık bizim
hayatımız hep dua olsun. Yâni Allah’la ilişkimizi hiç kesmeyelim. Çünkü dua
sürekli Allah’la ilişki içinde olmaktır. Her zaman ona dua edelim. Hem de
is-teklerimiz meşru olduğu sürece utanmadan isteyelim ondan. Bu da istenir mi?
Demeyelim. İstenilen kim? Allah. Yâni anamız değil, babamız değil, ağamız,
patronumuz değil. Üstelik biz yalvardıkça bizi seviyor.
Biz ona yöneldikçe o bizim kendisine
yönelmemizden mem-nun oluyor. Öyleyse hemen yalvaralım, hemen yakaralım.
Karnımız acıktı yalvaralım, susadık yalvaralım, ayakkabımız kayboldu yalvaralım,
ayakkabımız bulundu yalvaralım, sıkıntımız var yalvaralım, cennet istiyoruz
yalvaralım, cehennemden korkuyoruz yalvaralım,
yal-varalım,yalvaralım...
Ve Kur’an’daki dua modellerini de iyi
belleyelim. Kur’an’daki dua modelleri yanında bir de Resulü Ekrem Efendimizin
dua usullerini, ezkarını iyi belleyelim. Bizim toplumun en büyük
hastalıklarından biri de duayı bilmemeleridir. Gerçi mekânik bir hayatımız var.
İşte imam bize namazı kıldırırken duayı bile biz ona yaptırırız ve biz arkasında
amin deriz. Yâni şimdi duayı bir başkasına ettirip ben de arkasından amin
dedikten sonra benim dua yeteneğim kayboluyor demektir. Hacca gidiyor
müslümanlar, başlarında birileri var duayı ona yaptırıyorlar. Kişi kendisi
yapmalı aslında duayı. Hani İsrâil oğullarının hastalığıdır bu. Ağzı kurumuş
sanki insanların da kendileri dua ede-miyor hep başkalarına dua ettirmeye
çalışıyorlar. Aslında müslüman kendi duasını kendisi yapmalıdır. Ya Rabbi! Bana
özgürlük ver! Ya Rabbi bana hürriyet ver! Ya Rabbi benim ülkeme dirlik düzenlik
ver! Ya Rabbi bana cennet ver! Diyemez mi bunu müslümanlar? Elbette herkes
söyleyebilir bunu, ama yine de alışmış insanlar ille de birileri dua edecek
onlar da amin diyecekler garip bir şey.
Allah korusun da Hristiyanlıkta olduğu
gibi namazını birileri kı-lıverecek, orucunu birileri tutuverecek, hatmini, Kur’an’ını
birileri oku-yuverecek, duasını birileri yapıverecek, haccını birileri
yapıverecek tamam. Hristiyan dünyada olduğu gibi birileri papaz olacak ötekiler
ümmî olacaklar, günahı oldu mu onun yerine para verecek, namazını kılamadı mı
onun yerine para verecek birileri hallediverecek Allah korusun da böylece din
kaybolup gidecektir. Halbuki dua bizim Allah’la ilişkimizi sağlayan ve hiç
bitmeyen, tükenmeyen bir ibadettir. Dua etmeyi bilmeyen kişi kullukta yapamaz.
İşte namaz bir duadır, hac bir duadır. Evet duanız da olmasa Rabbiniz sizi ne
yapsın?
56. “Düzeltilmişken, yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın. Allah'a korkarak ve umutla yalvarın. Doğrusu Allah'ın
rahmeti iyi davrananlara yakındır.”
Evet ıslahından sonra, yeryüzünü
Rabbiniz ıslah ettikten sonra da orada düzeni bozmayın. Yeryüzünde fesat
çıkarmayın. Kitaptan vahiyden uzaklaşmak sûretiyle, kitabın dediklerinin dışında
bir hayat yaşamak sûretiyle yeryüzünün düzenini dengesini bozmayın diyor
Rabbimiz.
Peki düzen bozmak ne demektir? Düzen ne
demektir? Bu ko-nuda tek cümleyle özetlersek: Allah’ın düzen dediği şey
düzendir, düzensizlik dediği de düzensizliktir. Düzen ya da düzensizlik, fesat
ya da sulh, ifsat ya da ıslah.. Bunlardan biri mü'minin tavrı, diğeri de
münafığın tavrıdır. Veya değişik söyleyelim: Bunlardan biri imanın sonucu,
diğeri de küfrün sonucudur. İnancın gereği olan amel, ameli sâ-lihtir.
İmansızlığın gereği olan amele de ameli gayri sâlih denir.
Fesat; Islahtan sonra yapılan şeydir.
Yâni fesat; bozmadır, düzeni bozmak demektir. Allah: Ben arzı ve ondakileri
düzenledikten sonra sakın onu bozmayın diyor. Allah düzenlediği arzda bir vakte
kadar bizim oturmamızı istemiş ve onun ıslahı ve fesadından bizi sorumlu
tutmuştur.
Öyleyse işimiz küfür ve şirk değil
iman, isyan değil itaat, bozmak değil yapmak, ihtilal değil intizam, zulüm değil
adâlet, fesat değil ıslahtır. Allah arzı yarattı düzene koydu, Âdem’i ve soyunu
gönderdi. Âdem (a.s) dünyaya geldiği zamanlar düzen devam ediyordu
dünyada.
Meselâ bir eve yeni bir gelin gelir.
Evin sahibi ona bir düzenden söz eder: Bu minder burada olmalı! Bu sürahi buraya
konmalı! Buraya ekmek konmamalı sofra şuraya serilmeli! gibi. İşte gelin bu
denenler konusunda öyle yapmalı ve düzeni bozmamalıdır. Ama bu gelin denmeyenler
konusunda da serbesttir ya. İşte Cenâb-ı Hak da Hz. Âdem (a.s)'a yeni getirdiği
bu evde bir kısım düzenlerden söz etti: Kan dökmeyin! Adam öldürmeyin! Zina
etmeyin! Küfretmeyin! Münâfıklık etmeyin! Namaz kılın! Oruç tutun! buyurmuş ve
böylece yeni geldikleri bu evin düzenini bildirmişti. Bir süre yeryüzünde
Allah’ın koyduğu bu düzene riâyet edildi. Ama Hz. Âdem’in oğlu Kabil bu düzeni
bozuverdi. Adam öldürdü. Sonra her düzen bozulduğu dönem Allah Peygamber
gönderdi bu bozulanlara çeki düzen vermek için. Bir Nûh gönderdi düzeldi ama
arkasından yine bozuldu. Sonra bir Peygamber daha gönderdi düzeldi arkasından
yine bozuldu yine Peygamber gönderdi. Sonra Hz. Îsâ’yı ve en sonra da Hz.
Muhammed (a.s)'ı gönderdi. İslâm’dan sonra özellikle bu iş geçerlidir. Çünkü
artık başka Peygamber gelmeyecektir.
Yeryüzünde Allah’ın koyduğu düzenini
bozmak demektir. Allah’ın isteklerinin dışına çıkmak, Allah’ın istediklerinden
farklı yaşamak demektir ve bu münâfıkların işidir.
Dönüyoruz şimdi kendimize: Elektrik
kabloları, lavabo muslukları da dahil olmak üzere evimizdeki tüm eşyaları sokağa
dökelim. Evi yeniden düzenlemek için yeniden yerleştirelim. Eğer İslâm o
yerleştirmeye düzen demiyorsa bozgunculuk demektir bu. Yâni İslâm onlara ihtiyaç
demiyorsa, tamam bu da olmalı! Bu da ihtiyaçtır! Evde bu da bulunmalı!
demiyorsa, biz Allah’a ve Peygambere sorarak düzen yapmadığımız için bizimki de
bozuk demektir ve biz de düzen bozucuyuz demektir.
Çocuğumuza aktardıklarımız, kendi
kafamıza yerleştirdiklerimiz eğer Allah ve Resulüne sorulmadan yapılmışsa biz de
düzen bozuyoruz demektir. Biz de ifsad edenlerdeniz demektir. Kafamızı şöyle bir
keselim içindekileri bir masanın üzerine boşaltalım ve çağıralım kitap ve
sünneti. Diyelim ki ya Rabbi, ya Rasulallah işte ben bilir bilmez bütün bunları
doldurmuşum kafamın içine ama anladım ki bunu size sormadan yapmışım şimdi
pişman oldum. Bunlardan lâzım dediklerinizi, kalsın dediklerinizi tekrar
koyacağım ve gereksiz bulduklarınızı atacağım! desek acaba neler kalır oraya
koyabileceğimiz bir düşünün. Bu Allah’ın verdiği kafanın düzenini bozmak değil
de nedir ya? Ama kendi arzumuzla kafamıza yerleştirdiklerimizi kastediyorum
tabii. Yoksa biz istemeden gardiyanların okuduklarından öğrendiklerimiz değil
tabi. Hani gardiyanlar sürekli bir şeyler okurlar da mahkumlar da mecburen öğrenirler ya o ayrı.
Ben onları kastetmedim.
Soralım Rasûlullah’a: Ya Rasulallah
bilir bilmez bir sürü şey yerleştirmişim ben bu kafaya gel şunları yeniden bir
yerleştirelim! diyelim. Nerede kullanacağımıza göre yerleştirmeliyiz ama. Meselâ
adam Bakara öğreniyor para kazanmak için, Âl-i İmrân öğreniyor do-çent olmak
için, Nisa öğreniyor kitap yazmak içinse bu da bozuk düzen olacaktır
elbette.
Bunun dışında meselâ şehri yeniden
düzenlemek için başa geçirelim birini veya adam işte okulda düzen için kurallar
koyuyor, fabrikada kurallar koyuyor, evde kurallar koyuyor düzen için. Eğer
Allah onun koyduğu kurallara düzen demiyorsa bizim koyduğumuz kurallara düzen
demiyorsa o zaman biz de düzen bozuculardanız de-mektir Allah korusun. Meselâ
hanımın şöyle davranması için bir kural koymuşuz. Eğer buna İslâm düzen
demiyorsa düzen bozmadır bu. İstediğimiz kadar düzen diyelim. Perdenin şeklini
şöyle yaptın, döşemenin biçimini böyle yaptın, eğer İslâm buna izin veriyorsa
tamam. Değilse efendim burada kastedilen itikadî düzensizlik değil mi yâni? Bu
anlattıklarınızla ne ilgisi var? Filan diyorsanız iyi de her amel bir imandan
kaynaklanmıyor mu? Yâni yeryüzünde görüntülenen bir bozukluktan bahsediliyor
burada. Amele dönüşmüş bir bozuk inançtan bir bozuk imandan söz ediliyor âyet-i
kerîmede.
Yâni fesat kişinin hayatında
görüntülenen bozukluğudur. Meselâ ikinci kat mesabesinde bir ev yapıyordu sahabe
de Allah’ın Resulü razı olmuyordu buna. Çünkü imanın dışta görüntüsüydü bu ve
düzeni bozmaktı.
Veya Hz. Ömer Efendimiz şehir
planının kurallarını koyuyordu ve kim onu bozarsa bozguncu oluyordu tabii. Demek
ki biz bulunduğumuz bölgenin düzenini Allah’a sorup yapacağız. En küçük
biriminden en büyük birimine kadar. Meselâ kazanma ve harcama düzenimizi, cüzdan
düzenimizi Allah’a sorup yapacağız. Aksi takdirde biz de bozguncuyuz Allah
korusun. Meselâ insanın eğitiminde düzen ke-sinlikle Allah’a sorulmadan
yapılmamalıdır. Birileri bir düzen koymuş ortaya ve demişler ki işte efendim
önce şunlar şunlar öğretilmelidir, önce şunlar şunlar okunmalıdır. Eğitimde şunlar şunlar önceliklidir. Eğer bütün bunlar Allah’a ve Resulüne
sorulmadan yapılıyorsa, Allah’ın öncelik tanıdıklarını sonraya almak şöyle
dursun, adına bile izin verilmiyorsa bozmadır bu. Evet böyle yeryüzünde düzen
bozucular olmayın.
Sonra korku ve ümit arasında Rabbinize
dua edin. Rabbinizin dayanılmaz elim cehenneminden korkarak azabına düşmekten
ürpererek ve de cennetini, rahmetini ümit ederek Rabbinize dua edin. Rabbimize
korku ve ümit içinde dua edeceğiz. Çünkü biliyoruz ve iman ediyoruz ki Rabbimiz
Ğafururrahimdir ama aynı zamanda Şe-did’ül ikabdır da. Rabbimiz cennet sahibidir ama bir de öyle
bir ce-hennemi var ki onu kimse dolduramayacaktır. Yâni sanki bir tek kişi
gidecek oraya ve o giden de sanki biziz. Rabbimizin cennetine de sanki bir tek
kişi gidecek ama sanki o biziz. Yâni öyle bir Allah’a inanacağız ki o Allah
Rahmândır, Rahîmdir, Gafurdur, affedicidir, yer dolusu, gökler dolusu
günahlarınız da olsa affedecek, cennette siz razı oluncaya kadar size verecek
bir Allah ama cehennemi de olan, Cebbâr olan, Kahhâr olan, Mütekebbir olan bir
Allah.
Evet işte duamız
tavrımız bu ikisinin arasında olacak. Ne o ağır basacak ne bu ağır basacak. İşte
bizden böyle bir tavır isteniyor. Rabbimizin cehenneminden korkacak tir tir titreyecek ve cennetine karşı da içimizde bir tamah bir
arzu olacak. Yâni cennet, cehennem hep gözümüzün önünde duracak. Sonra bilelim
ki bilin ki Allah’ın rahmet ve merhameti muhsinlere çok yakındır. Allah’ın
rahmeti muh-sinlerle beraberdir.
Zaten bu hale gelen kişi
sürekli kendisini kul, Allah’ı Rab makamında bilen, kendisini âciz Rabbini büyük
bilerek ona dua eden, Rabbinin cennetini umarak ve cehenneminden ona sığınarak
yaptığı amellerini onun huzurunda ve ona lâyık yapmaya çalışan bir kişi ihsan
makamında olan bir kişidir ki o Allah’ın rahmetine hak kazanmıştır. Allah’ın
rahmeti o kişiye yakındır.
Evet ihsan Allah’ı
görüyormuşçasına Ona kulluk yapmaktır. İhsan her an Allah huzurunda olduğunun
şuurunda olmaktır. İhsan hayatı Allah için yaşamaktır. Allah kitabında
kendisinden nasıl bir kul-luk istiyorsa öylece yaşayan kişi muhsindir. Yâni
sürekli Allah kontrolü altında olduğunu unutmadan bir hayat yaşayan ve
yaptıklarını Allah’a lâyık yapmaya çalışan kişi muhsindir. Tüm hayatında Allah’ı
hesaba katan, O’nun kulu ve kölesi olduğunun bilincinde olan kişi muhsindir.
Bunu elde etmenin yolu da sürekli
Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti rehberliğinde bir hayat yaşamaya bağlıdır.
Öyleyse bizler de Allah adına ve Allah’ın istediği biçimde yaşayalım ki
Rabbimizin rahmeti bizimle beraber olsun. Değilse Rabbimizin rahmeti olmadan da
hiç bir zaman cennetin yolunu bulamayız.
57. “Rahmetin önünde müjdeci
olarak rüzgarları gönderen Allah'tır. Rüzgarlar, yağmur yüklü bulutları
taşıdığında, onu ölü bir memlekete gönderir, su indirir ve onunla her türlü
ürünü yetiştiririz; ölüleri de bunun gibi diriltip, çıkarırız; belki bundan
ibret alırsınız.”
O Allah ki rahmetinin önünde rüzgarları
müjdeci olarak gönderir. Rüzgar rahmet yüklü, yağmur yüklü ağır bulutları
yüklenir sonra biz onu ölü bir araziye sevk ederiz de oraya su indiririz. Ve o
su sayesinde de yeryüzünde her türlü meyve ve sebzeleri çıkarırız. İşte
ölümünden sonra gönderdiğimiz rahmet kaynağı suyla ölü arazileri dirilttiğimiz
gibi sizden ölmüşleri de böylece diriltiriz. Ölü kalplileri de böylece
vahyimizle diriltiriz. Belki düşünür de ibret alırsınız diye bunları size
anlatıyoruz diyor Rabbimiz.
Evet yağmur yağmadan önce bakıyoruz ki
yağmurun önünde müjdeci olarak tatlı ve serin bir rüzgar eser. Biz bu rüzgardan
anlarız ki Rabbimizin rahmeti geliyor.
Evet işte Rabbimizin bize sunduğu
âyetleri. Yeryüzü tanrılarının tanrıçalarının hiç birisinin elinin değmeyeceği,
değemeyeceği, hiç kimsenin müdahale imkânı olmayan âyetler. Bulut âyeti, yağmur
âyeti ve rüzgar âyeti. Sonra Rabbimizin emriyle bunlar vasıtasıyla yeryüzünde
oluşan bitkiler meyveler ve sebzeler âyetleri.
Var mı Allah’tan başka bunlara
söz geçirebilen? Haydi bu insanlar gökten bir damla su indirsinler. Haydi bu
tanrılık iddiasında bulunanlar yeryüzünde bir tek ot bitirsinler. Gökten fazla
değil sadece bir tek damla indirsinler, bir tek varlık yaratsınlar. Mümkün mü?
İsterse bütün dünya birleşsin bir damla su bile indiremeyeceklerdir. Bu âyetin
alternatifi olarak tüm yeryüzü birleşseler bir tek âyet
çıkaramazlar.
Burada yağmur için rahmet kelimesini
kullanmış Rabbimiz. Çünkü tüm yeryüzü varlıklarının ihtiyacı vardır ona. Onsuz
yeryüzünde hayat mümkün değildir.
İnsanlar ümitlerini kesip ümit
inkisarına uğradıktan sonra üzüntüden çatlamış dudaklarına, çoraklaşmış
gönüllerine ve yine o nispette çoraklaşmış arazilerine önce insanların yüzlerini
güldürecek rahmet ve bereket müjdecisi rüzgarları gönderdiğini sonra da hemen
arkasından da yağmur indirdiğini anlatıyor Rabbimiz. İnsanların ümitlerinin
kesildiği ve çaresizlikten kıvrandıkları bir anda Rabbimiz Rahmetini
indiriveriyor. Ve Rabbimizin bereketli yağmurları yeryüzüne in-meye başlayınca,
Rabbimizin mübârek dudağı yeryüzünü öpmeye, bereketli eli yeryüzünü sıvazlamaya
başlayınca da hemen birdenbire
yeryüzünün çehresi tablosu değişiveriyor. Ümitsizlik içinde kırışmış yüzler
birden bire gülmeye başlamış, yağmursuzluk yüzünden çatlamış toprağın yüzü
gülmüş, kupkuru kurular yeşermiş, hayat gelmiş, her türlü meyveler, her çeşit
bitkiler oluşmuş, hem kullarının yüz çizgileri hem de toprağın yüzünün çizgileri
değişmiş ve insanlar sevince gark olmuşlardır.
Kur’an’ın başka bir yerinde Rabbimiz
şöyle buyurur. Görürsün ki toprak kupkurudur. Hiçbir hayat emaresi yoktur.
Meselâ bir çöl düşünün veya bir buzul düşünün veya işte bir kaç metre don bir
yer düşünün. Ama biz rahmetimizle o kupkuru toprağa gökten suyu indirdiğimiz
zaman o toprağın titrediğini, kabardığını, toprağın canlanıp hayat için harekete
geçtiğini görürsün. Şüphe yok ki ona hayat veren, onu böylece ölü iken dirilten
Allah elbette ölüleri de işte böylece diriltir. İndirdiği yağmurla ölü toprağı
dirilten Allah aynen bunun gibi indirdiği vahiyle de ölü kalpleri diriltir.
İndirdiği vahiyle Rabbimiz ölülerden diriler çıkarır, kâfirlerden mü'minler
oluşturur. Ya da öldükten sonra kıyâmet günü insanları, sizleri öylece diriltip
yeniden hayat verecek-tir. Şüphesiz ki o her şeye Kâdirdir. Yâni iradesini her
neye tevcih buyurmuşsa o anında vücuda geliverir.
Âyetin devamında buyurur ki Rabbimiz
işte aynen bunun gibi, indirdiğimiz suyla, su âyetimizle ölü arazileri nasıl
diriltiyorsak ölümünüzden sonra sizleri de böylece dirilteceğiz. Belki ibret
alırsınız diye bunları size anlatıyoruz.
Tabi burada Rabbimizin anlattığı
diriltme hem ölmüş insanları kıyâmet günü diriltmesi hem de dünyada iken vahiy
sayesinde ölmüş kalpleri diriltmesi anlamına gelecektir. Öyleyse hem kendimizi
hem de çevremizdeki insanları Allah’ın âyetleriyle diriltmek zorundayız.
Allah’ın âyetlerini hem kendimize hem de çevremize duyurmak zorundayız.
Karşınızdaki adam ne kadar da katı kalpli, ne kadar da mu-annit birisi olursa olsun yağmur âyetiyle ölü ve kupkuru bir
araziyi dirilten Allah’ın Kur’an ayetleriyle de ölü kalpleri dirilteceğine
inanmak zorundayız.
Evet Rabbimizin bu âyetlerini, hem de
çevremizden, çok ya-kınımızdan bize sunduğu bu âyetleri hiç bir zaman unutmadan
ya-şayacağız. Bu âyetler sürekli bizim gündemimizde olacak ve sürekli Rabbimize
haşyet duyacağız. Bu âyetlerle birlikte bu âyetlerin sahi-bine itaat içinde bir
hayat yaşayacağız.
Ama bakıyoruz ki bugün insanlar tüm bu
âyetleri kapatıyorlar gündeme getirmiyorlar, örtüyorlar, örtbas ediyorlar,
kamufle ediyorlar ve kendi âyetlerini gündeme getirmek için ellerinden gelen her
şeyi yapmaya çalışıyorlar. Korkunç bir gelişme, müthiş bir gelişme, müthiş bir
buluş. İşte gökyüzüne çıkıyoruz, yeryüzüne iniyoruz sihirbazlık numaralarıyla
insanlığın gözlerini büyülemeye çalışıyorlar. Böylece gerçek âyetler gündemden
düşürülmüş, şeytan âyetleri her tarafı kaplamış ve sonunda da insanlar kendi
kendilerine ibadet eder olmuşlar. Kutsiyet insana ait olmuş, üstünlük insana
izâfe edilir olmuş. Halbuki hiçbir konuda tek yetkileri bile yoktur bu
insanların.
Bakıyorsunuz rüzgarlar bir o tarafa
gidiyorlar, bir bu tarafa gi-diyorlar. Bir anda yerdeler, bir de bakmışınız ki
gökyüzüne çıkmışlar. Bütün bunlar kimin emriyle oluyor? Gök ve yer tanrıları
onlara söz geçirebiliyorlar mı? Yoksa ekonomik, siyasal tanrılar, egemenlik
bi-zim diyenler mi? Veya ruhaniler mi bu işi yapıyorlar? Rüzgarları onlar mı
hareket ettiriyorlar, bulutları onlar mı hareket ettiriyorlar? Bitkileri onlar
mı çıkarıyorlar? Varlıkları onlar mı yaratıyorlar? İnsanları onlar mı yaratıyorlar? Dağları
onlar mı yaratmış, gökleri onlar mı bina etmiş? Gemileri onlar mı hareket
ettiriyorlar? Hayır hayır, bunların hepsi Allah’ın
âyetleridir. Ondan başka kimsenin de bu konuda en küçük bir yetkisi de
yoktur.
58. “İyi toprak Rabbinin izniyle
bitki verir, çorak toprak kavruk bitki çıkarır. Şükredecek millet için böylece
âyetleri yerli yerince açıklarız”.
Evet iyi toprak, güzel toprak,
mümbit toprak Allah’ın izniyle güzel nebatat bitirir. Faydalı ve güzel mahsul
bitirir. Ama habis, kötü ve çorak olan topraksa kavruk bitkilerden başka hiç bir
işe yaramayan dikenlerden başka bir şey bitirmez. Şükreden kullarımız için işte
âyetlerimizi böylece açık açık anlatıyoruz,
açıklıyoruz. Her yönüyle âyetlerimizi evirip çevirip size açıklıyoruz ki ibret
alasınız, âyetlerimiz üzerinde düşünesiniz, ve size bu âyetleri göndererek
Rabbinizin istediği kulluğu gerçekleştiresiniz diye. Şükür buydu zaten. Şükür
hayatı onu veren adına yaşamaktır. Şükür Allah’a Allah’ın istediği biçimde kul
olmak, Allah’ın verdiklerini onun yolunda ve onun istediği biçimde
kullanmaktır.
Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki
Rabbimizin yağmur âyeti karşısında, Rabbimizin bu meşhûd âyeti karşısında iki
toprak tavrı görüyoruz. İki cins toprak vardır. Bunlardan birincisi verimli
mümbit bir topraktır. Bu özelliğinden dolayı yağmur âyetiyle karşı karşıya
geldiği andan itibaren, Allah’ın yağmur âyetini sinesine alır almaz hemen en
güzel biçimde nebatını bitiriyor. Hattâ Bakarada anlatıldığına göre bu toprak
öyle özellik sahibidir ki oraya bolca yağmur yağmasa bile, yâni ufak bir çisenti
olsa bile yine bitki bitirir.
Ama bunun yanında öyle topraklar da
vardır ki cinsi kötüdür. Çoraktır. Bu tür topraklar da sadece diken bitirir.
İnsanların ve hay-vanların işine yaramayacak şeyler bitirir. Veya sert bir
kayalık arazi düşünün ki yağan yağmurlar üzerinden kolayca akıp gitmektedir. Bu
sert arazinin üzerinde incecik bir toprak tabakası var ve siz bunun üzerine bir
şeyler ekiyorsunuz. O ektiğinizi korumaya ve yetiştirmeye çalışıyorsunuz. Tohum
çıkıyor, filizleniyor, dışardan tohum filizlenip dal budak saldı diye bakıp,
bakıp seviniyorsunuz. Sonra bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağmaya başlıyor.
Ve yağan yağmur selleri o kayalığın üzerindeki o incecik toprak katmanını
üzerindeki filizlerle beraber söküp silip süpürür. Sonunda çekilen tüm zahmetler
tüm emekler, harcanan tüm mesailer bir anda yok olup gidiyor. Çünkü bu filizler
köksüzdür, tutunurlulukları yoktur.
İşte aynen bunun gibi amellerini
köklü bir imana dayandırmayan, basit ve köksüz menfaatler ve gösterişler için
yapan kişilerin amelleri de böyle yok olup gidecektir. Yarına intikal etmeyecek,
âhi-rete intikal etmeyecek ve Allah katında en ufak bir faydası bile
görülmeyecektir.
İşte aynen bu topraklar gibi Rabbimizin
vahiy rahmeti karşısında, Kur’an rahmeti karşısında, sünnet rahmeti karşısında,
hidâyet rahmeti karşısında insanlar da iki türlüdür. Bunlardan birisi vahiyle
tanışır tanışmaz, peygamberin mesajıyla buluşur buluşmaz, Allah’ın âyetleri
sinesine girer girmez, kalplerine vahiyden bir çisenti düşer düşmez tüm hayatı
bu vahiyle değişiveren, tüm bakışlarını, tüm amellerini ve düşünüşlerini vahiy
kaynaklı yapıveren yâni vahiyden istifade ederek amel meyveleri döküveren
mü’minler. İçine nüfuz eden vahiyle hayatını düzenleyip sâlih ameller işlemeye
koyulan mü’min.
Öteki insan tipiyse Allah’ın bunca
âyetlerinden istifade edemeyen alabildiğine çorak ve nasipsiz kâfirlerdir.
Meselâ aynı dönemde Rabbinin yağan rahmetinden istifade edip hayatını onunla
düzenleyen bir Nûh (a.s) var, ama yanı başında aynı âyetlerden istifade edemeyip
kâfirce bir hayat yaşayan insanlar. Ve Rahmânın rahmetiyle yunup yıkanan ve o
rahmet gereği Rabbine teslim olmuş bir İbrâhim (as) yanında alabildiğine
çoraklaşmış Nemrut ve onun safında yer alanlar. Veya Allah’ın rahmeti karşısında
mümbit bir toprak rolü oynayan Hz. Mûsâ (a.s) ama yanı başında alabildiğine
çorak bir Firavun ve taraftarları. Hz. Muhammed (a.s) ve ashabı bu mümbit
araziyi temsil ederken Ebu Cehiller Ebu Lehepler de çorak arazinin
temsilcileriydi.
Tarih bu iki toprağın mücâdelesiyle
doludur. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz bu iki sınıf arasındaki
mücâdelelerden söz edecek. İlk çağdan itibaren vahiy karşısında iyi toprağı
temsil eden Allah elçileriyle kötü toprağı temsil eden peygamber düşmanları
arasında gerçekleşmiş mücâdeleyi anlatacak Rabbimiz. Her iki gurubu da çok iyi
tanımak zorundayız. Sınıfımızı, safımızı belirlememiz açısından Rabbimizin
anlatacağı bu grupları çok iyi tanımak zorundayız. Değilse Allah korusun
yanılır, şaşırır da Allah elçilerinin yanında yer almamız gerekirken Allah
düşmanlarının safında yer almaya kalkışabiliriz. Allah dostlarının rolünü
oynamamız gerekirken Allah düşmanlarının rolünü oynamaya
kalkışabiliriz.
İşte Allah anlatmaya
başlıyor:
59. “ Andolsun ki Nûh'u milletine
gönderdik. " Ey milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur;
doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum"
dedi.”
Biz Nûh’u kavmine gönderdik. Âyet-i
kerîmeden anlıyoruz ki Hz. Nûh (a.s) toplumuna risâletle gönderilen, kendisine
din, kitap ve şeriat verilen ilk resuldür. Halbuki Nûh (a.s) dan önce gönderilen
Âdem, Şid ve İdris aleyhimesselâm lar da Nebî ve elçidirler ama bunlara suhuf
verilmiştir. Âdem (a.s) insanlara peygamber olarak gönderilmemiştir çünkü o
zaten yaratılırken peygamber olarak yaratılmıştır. Hz. Nûh hakkındaki bu Resul
ifadesini şöyle anlamaya çalışıyoruz:
Rasulullah efendimizin bu konudaki
hadisini hatırlıyoruz. Kıyâmette hesap kitap dönemi başlayınca bütün insanlar o
bekleme dehşetinden bıkmış, usanmış, bitkin bir vaziyette soluğu babaları Âdem
(a.s) ın huzurunda alacaklar. Hz. Âdem
diyecek ki şefaat için siz Nûh’a gidin çünkü benim suçum var. Siz ilk resul olan
Nûh’a gidin diyecek. Hz. Nûh’un ilk resul olması konusu işte bu hadiste geçiyor.
Değilse Kur’an’da anlatılan Peygamberlerin hepsi Resuldür, hepsi Nebîdir.
Evet bir ayırım söz konusudur ama
bu fonksiyonel bir mânâ taşıyacaktır. Allah Elçileri hakkında bazen Resul bazen
de Nebî demiştir, ama bu Peygamberlerin Allah’la insanlar arasında bulunduğu
yere yâni konumlarına bağlıdır. Yâni bir Peygamber toplumla münâsebeti söz
konusu olunca başka bir isim alacak, Allah’la münâsebeti söz konusu olunca da
başka bir isim alacaktır. Yâni Allah’tan haber vermesi adına ona Nebî yâni
haberci diyeceğiz, topluma elçi olması adına da resul yâni elçi diyeceğiz. Yâni
peygamberin konumundan dolayı kendisine verilen isimlerdir bunlar.
Meselâ şu anda benim size göre
adım Alidir, hanımıma göre benim adım kocadır, çocuklarıma göre babadır veya
kimileri toplumuna göre emirdir, halîfedir gibi. Bunun başka bir özelliği
yoktur. Yâni her peygamber Allah’tan haber vermesi, Allah’tan haber getirmesi
bakımından Nebîdir, bize örnek olması, elçi olması açısından da Resuldür. Bunun
dışında yok efendim işte kendilerine kitap ve şeriat gönderilenler Resuldür
ötekiler Nebîdir ayırımını göremiyoruz Kuranda.
Meselâ bakıyoruz Kur’an’da Hz. İsmail (a.s) için “Erselna” yâ-ni Resul
ifadesi kullanılıyor. Halbuki biz biliyoruz ki İsmail (a.s)’a ki-tap
gönderilmemiştir. Yâni o zaman İsmail (a.s) için böyle buyurulu-yorsa ve Hz.
İsmail’e kitap mı, şeriat mı gönderildi bilinmiyorsa ve de ikisi de aynı anda
kullanılıyorsa. O zaman böyle anlamak daha münâsip olacaktır. Veya Nûh (a.s)
için Lût, Sâlih, Hûd (a.s) için de Allah, Resul kelimesini kullanıyorsa ve
bunlara kitap ve şeriat verildiğinden de söz edilmiyorsa bunun içinden
çıkamayız. Öyleyse Peygamberlerin kavimle münâsebetini anlatma adına ona Resul,
Allah’la olan münâsebetini anlatma adına da Nebî denmiştir
diyoruz.
Burada “Erselna” sözünün ilk defa Hz.
Nûh hakkında kullanılmasının belki şöyle bir anlamı da olabilir. Hz. Âdem tüm
insan nesli için gönderilmiş bir peygamberdir ve döneminde çocukları hep iman
ehliydi. Halbuki peygamberlerin gönderiliş sebebi bozulan insanların uyarmaktı
ya, işte uyarı için gönderilen ilk peygamber Hz. Nûh’tu diyoruz ve onun içindir
ki ona ilk defa “Erselna kelimesi bundan dolayı
kullanılmıştır.
Nuh’u kavmine gönderdik. Nûh Nerdeydi de gönderdik deniyor? Buradaki
“ersele” gönderdik ifadesi böyle Türkçe’deki İstanbul’dan Ankara’ya göndermek
anlamına değildir. Hz. Nûh toplumunun içindeyken biz onu sözcü olarak seçtik,
insanların hayatlarına karışma konusunda, insanlara vahiy gönderme konusunda onu
odak nokta ya da sözcü seçip görevlendirdik demektir bunun mânâsı. İşte biz Onu
kavmine gönderdik ifadesinden bize çok büyük bir mesaj var. Nedir o? Demek ki
Allah insan hayatına karışıyor ve
anlıyoruz ki bu karışmayı içimizden birisi ile yapıyor. Ben sizin hayatınıza karışacağım diyor ve
içimizden birini bu konuda sözcü seçiyor Rabbimiz. Bir de biz onu kavmine
gönderdik ifadesiyle yine şunu da anlıyoruz ki Rabbimiz nasıl ki o toplumun
içindeyken ona o topluma görevlendirmişse biz de şu anda kendi toplumumuza
görevlenmişizdir.
Yâni biz de hanımlarımıza,
çocuklarımıza ve çevremizdekilere görevlendirildik. Öyleyse Allah’ın Hz. Nûh’u
kavmine gönderdiği gibi biz de kendimizi kendi kavmimize, kendi ehlimize
gönderelim. Aynı bölgede yaşayanlara ulaşma imkânımız olanlara ulaşalım ve bunu
Allah’tan bir görev bilelim. Önce karımızı, kızımızı, sonra da en yakın
çevremizden başlamak ı şartıyla onları uyarmanın yükümlüğüyle kendimizi sorumlu
tutalım.
Bakın toplumuna görevlendirilen Hz. Nûh
onlara ne diyor? tâbi tıpkı onun gibi görevlendirilmiş olan bizler kavmimize ne
diyecekmişiz:
Ey kavmim Allah’a kulluk edin, Allah’a
kulluk yapın sizin O’n-dan başka İlahınız yoktur. Allah’ı dinleyin, Allah’ın
dediklerini yapın, Allah’ın istediği hayatı yaşayın çünkü sizin O’ndan başka
sözünü dinleyeceğiniz, rızasını kazanacağınız varlık yoktur. Değilse ben sizin
adınıza, sizin namınıza, sizin aleyhinize büyük bir günün, azim bir günün,
herkesin önünde saygıyla eğilmek zorunda kalacağı ve hiç kimsenin itiraz
edemeyeceği bir günün azabından korkuyorum.
Biliyoruz ki insanlık Nûh (a.s)
dönemine kadar Hz. Âdem ve onun oğulları Hz. Şid ve Hz. İdris dönemlerinde
tevhid üzere bir hayat yaşamışlar, yeryüzünde Allah’ın koyduğu düzeni
bozmamışlar Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluğu sürdürmüşlerdir. Hz. Nûh
dönemine kadar hayatlarına şirk ve bâtıllar karıştırmadan gelmişlerdi. Ama Hz.
Nûh dönemine gelindiğinde insanlar tevhid inancından uzaklaşmışlar ve şirki ve
bâtılları hayatlarına hâkim kılmışlardı. Toplum içlerindeki sâlih kişileri
putlaştırmış, Allah’a yapmaları gereken kulluğu bunlara yapmaya başlamışlar,
Allah’a sığınmaları gerekirken, Allah’a dua etmeleri gerekirken bu sâlih
kişilere sığınıp bunlara dua etmeye başlamışlardır.
İşte Hz. Nûh (a.s) işte böyle
bozulmuş bir topluma gönderiliyordu. Bundan dolayıdır ki Nûh (a.s) o ana kadar
gönderilen peygamberler içinde ilk uyarı ile görevlendirilen bir peygamber
olarak karşımıza çıkmaktadır. Kendi dönemine kadar insan tevhid üzere tek
millet, tek ümmet iken Nûh döneminde insanlık bu tek ümmet olma özelliğini
kaybetmiş, sadece Allah’a kulluktan kopmuş ve Allah’tan başkalarına da kulluk
etmeye başlamış ve işte bundan dolayıdır ki Hz. Nûh’un onlara sadece Allah’a
kulluk edin, sizin ondan başka kulluk yapacağınız İlanız yoktur buyurduğunu
görüyoruz.
Evet bu çağdan sonra gelen
peygamberlerin hemen hemen hepsinin toplumlarına aynı
şeyleri söylediklerine şahit oluyoruz. Demek ki insanlık bu çağdan itibaren yâni
kurûn-ı ûla dediğimiz birinci asırdan itibaren bozulmuştur. Meselâ
Nûh (a.s)’ın, Sâlih (a.s)ın, Şu-ayb (a.s)’ın da toplumlarına ilk defa bunu
söylediklerini, toplumlarını ilk defa yalnız Allah’a kulluğa çağırdıklarını
görüyoruz.
Dikkat edilirse bütün bu peygamberler
ey kavmimiz Allah’a iman edin demiyorlar, toplumlarından Allah’a iman
istemiyorlar çünkü zaten toplumları Allah’a inanan insanlardı. Onlar Allah’ı
bilmeyen insanlar değildi Allah’ı biliyorlardı da inandığınız Allah’a kulluk
edin sadece kulluğunuzu O’na yapın deniyor. Demek ki Allah’a iman ko-nusunda her
hangi bir problem yoktu. Allah’a inanıyordu bu toplumlar ama Allah’la birlikte
başka Rablere de, başka İlahlara da kulluk yapıyorlardı ki peygamberler onları
sadece Allah’a kulluğa çağırıyordu.
Bugün de olduğu gibi tarih boyunca
zaten İlahlardan bir İlah olarak tanrılardan bir tanrı olarak Allah’a da kulluk
konusunda hiç bir problem çıkmamıştır.
Tüm peygamberler insanlığı “La ilahe
illallah” temel esasına çağırmışlardır. Allah’tan başka sözü dinlenecek, hatırı
kazanılacak hayata hâkim olan İlah yoktur. Allah’tan başka kendisine kulluk
yapılacak, hayat programı program kabul edecek varlık yoktur esasına
çağırmışlardır. Zaten tarih boyunca en büyük problem işte burada çıkmıştır.
Tarih boyunca en büyük problem sadece Allah’a kulluk et-mek sadece Allah’ı
dinlemek ve hayata hâkim olarak sadece Allah’ı kabul etmek konusunda çıkmıştır.
Değilse Allah’a da ibadet
konusunda hiç problem çıkmamıştır. Yâni İlahlardan bir İlah olarak Allah’a da
kulluğu herkes kabul etmiştir. Öteki İlahlar yanında Allah’a da kulluğa kimse
ses çıkarmamıştır. Yâni göklerin ve yerin göklerdekiler ve yerdekilerin
yaratıcısı olarak, dağların ve denizlerin yaratıcısı olarak, rızık verici,
öldüren, yaratan, yaşatan bir İlah olarak herkes onu kabul etmiştir. Ama
inandığınız bu Allah kendisinden başka ilah olmayandır, ama bu Allah hayata
karışan ve kendisinden başka hayata karışıcı olmayandır, ama bu Allah insanların
kulluk programlarını belirleyendir ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır,
ama bu Allah boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin
çektiği yere gidilmesi gerekendir.
Yâni bu Allah kendisinden başka
Rab, Melik, İlah olmayandır dendiği zaman işte kavga burada başlamıştır.
Göklerin ve yerin yaratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri bu Allah’ı
insanlar hayatlarına karışıcı olarak reddetmeye çalışmışlardır. İlah olarak
Allah’ı kabul edelim ama tek ilah olarak asla kabul etmeyiz diyorlar. İlahlardan
birisi olarak onu da dinleyelim, ilahlardan birisi olarak ona da kulluk yapalım
ama tek ilah olarak sadece ona kulluğa hayır diyorlar. Çünkü bizim hayatımıza
karışacak başka ilahlarımız da var. Hayatımızda sö-zünü dinleyeceğimiz başka
Rablerimiz de var. Bizim Allah’tan başka hukuk tanrılarımız, eğitim
tanrılarımız, şifa tanrılarımız, siyasal tanrılarımız da var.
Tamam bu tanrılardan birisi
olarak Allah’ı da dinleyelim ama öteki tanrılarımızı da dinlemek zorundayız
diyorlar. Aslında bu iddiaların altında Allah’tan Allah’a kulluktan kurtulup
kendi keyiflerince bildikleri gibi bir hayat yaşama arzuları yatmaktadır.
Ya da şöyle ifade edelim: Bunlar
Allah’a kulluktan kurtulup kendi kendilerine, kendi hevâ ve heveslerine tapınmak
istiyorlar. Keyiflerinin istediği gibi sorumsuz ve sınırsızca bir hayat yaşamak
is-tiyorlar. Çünkü bakıyoruz bu adamlar Allah’tan başka kendilerinin ilahları
olduklarını iddia ettikleri kimseleri de kendileri seçiyorlar. Seçtiklerini
istedikleri gibi yönlendirebileceklerini bildikleri için seçiyorlar. Seçtikleri
ilahlarına bizi şöyle şöyle idare ederseniz sizi
seçeriz değilse sizi seçmeyiz diyebildikleri için seçiyorlar. Bizden şunları,
şunları istemeyeceksiniz! Bizi şu şu sorumluluklar
altına almayacaksınız!
Yâni bizden namaz gibi, zekât
gibi, tesettür gibi ağır sorumluluklar istemeyeceksiniz! İçki gibi, kumar gibi,
fâiz gibi, zina gibi bizim alışık olduğumuz şeyleri bizim için
yasaklamayacaksınız! Bize lüks ve müreffeh bir hayat sağlayacaksınız! Biz ne
istersek nasıl bir hayata razıysak onu sağlayacaksınız! Eğer bize bizim
istediğimiz kanunları çıkarır, bizim istediğimiz hayatı hazırlarsanız Rab
olarak, İlah olarak biz de sizleri seçeriz diyebildikleri için onları
seçebiliyorlar.
Yâni onları
yönlendirebileceklerini, şartlandırabilecekleri için onları seçiyorlar. Allah’a
bunu diyemeyecekleri için Allah’ı istedikleri gibi şartlandıramayacakları için
Allah’ı Rab kabul edemiyorlar. Her şeyi kendi arzularına ve kafalarına göre
ayarlamak ve düzenlemek istedikleri için yâni kendi kendilerine tapınmak
istedikleri için, şeh-vetlerine tapınmak istedikleri için hayatlarından Allah’ı
diskalifiye et-mek istiyorlar.
Tamam İlahlardan bir İlah olarak
Allah’ı da dinleyelim, meselâ hayatımızın ibadet bölümünde tamam Allah’ı
dinleyelim ama öteki bölümlerinde biraz nefes alabilmek için Allah’tan
başkalarını da dinleyelim diyorlar. Halbuki bu şirktir. Hayatı parçalamak ve
hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı ama öteki bölümlerinde başkalarını dinlemek
şirktir. Halbuki tevhid kişinin hayatının tümünde Allah’a teslim
olmasıdır.
İşte bakıyoruz bugün de olduğu gibi o
dönemlerde de insanlar sadece Allah’a kulluktan çıkıp Allah’tan başka İlahları
da tanrıları da dinlemeden yana oldukları için Allah’ın elçilerinin
toplumlarından ilk istedikleri şey sadece Allah’a kulluk, yalnız Allah’ı dinlemek olmuştur. Göklerin ve
yerlerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul edelim ama hayatımıza karışıcı olarak
Onu dinlemeyiz, diyerek şirke düşen bu insanları tüm peygamberler yalnız Allah’a
kulluğa ve tevhide çağırmışlardır.
Evet demek ki günümüzde hayata Allah’ın
karşımasını reddeden laiklerin, ateistlerin ve tüm demokrat kafalı kâfirlerin
söyledikleri yeni bir şey değildir. Ta birinci asırdan beri Hz. Nûh (a.s)
döneminden beri insanların sapma noktasıdır bu. Zaten o günden bugüne insanların
hayatlarında teknik bir kısım değişiklikler olsa da özde, düşüncede ve inançta
fazla bir değişiklik olmamıştır. Her dönemde inanan ve inanmayanlar mevcut
olagelmiştir. Her devirde peygamber düşüncesine sahip çıkanların yanında
Firavunların, Nemrutların, Ebu Cehillerin düşüncesini savunanlar da
olmuştur.
Evet Hz. Nûh diyor ki ey kavmim! Sadece
Allah’ı dinleyin! Yal-nızca Allah’a kulluk yapın! Sadece Allah’ın hayat
programını uygulayın! Eğitiminizi Allah’ın istediği biçimde düzenleyin,
hukukunuzu Allah’ın istediği biçimde ayarlayın, ticaretinizi Allah yasalarına
göre belirleyin, evinizi, eşyanızı, kazanmanızı, harcamanızı, hayata bakışınızı,
insanlarla olan ilişkilerinizi, gecenizi gündüzünüzü Allah’ın istediği biçimde
ayarlayın çünkü sizin için Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz İlahınız
yoktur. Allah’tan başka hayat programı kabul edilmeye lâyık Rab ve İlah yoktur.
Değilse ben sizin için azîm bir günün azabından endişe ediyorum. Ya sizin için
tufan gününden korkuyorum, ya da kıyâmet günü şirklerinize karşılık sizi
bekleyen azaptan korkuyorum deyince bakın onlardan Mele denen bir grup ne
dediler:
_Å9Ë! ³¬y¬8²Y«5 ²w¬8 Ο¸«W²7!
«”@«5
¯w[¬A8 ¯”Ÿ¸«/ z¬4 «“!«I«X«7
60. “Milletin ileri gelenleri:
"Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz"
dediler.”
Evet o toplumun içinden bir grup,
bir cemaat, ama kalburüstü bir cemaat, toplumda söz sahibi bir cemaat, toplumda
kendilerine müracaat edilen, sözü dinlenen, protokol erbabı, ya da siyasal ve
ekonomik güce sahip olan bir grup. Bunların adına Kur’an’da Mele denir. Bunların
her devirde belirgin sıfatları İslâm’ın yok edilişi adına bir araya gelmek ve
var güçleriyle topumda İslâm’la mücâdele etmektir. İslâm adına ülkede gelişen
her türlü harekete Firavunların, siyasal iktidarın dikkatini çekmektir bu
Melenin görevi. Ülkenin neresinde İslâmî bir hareket, nerede İslâmî bir
kıpırdanış meydana gelmişse bu Mele grubu hemen oraya damlar ve aman dikkat!
Burada İslâmî bir uyanış var, onun başını ezin diyerek siyasal iktidarın
dikkatini çekerler.
İşte şimdiki basın o günkü meleyi
temsil ediyor. Yâni şirk sistemlerinde o sistemin kaymağıyla beslenen, o
sistemin tüm nimetlerinden istifade eden ve o sistemin devamını sağlamak
amacıyla o sisteme yönelik tüm hareketleri yerinde tespit edip gammazlamak üzere
kurulan bir müessesenin elemanlarıdır bunlar. Bunların hortumları sistemin
yaşamasıyla doğru orantılı olduğu için herkesten çok o sistemin devamına say
ederler.
Bakın bu Mele gurubu diyorlar ki:
Ey Nûh, muhakkak ki biz seni
sapıklardan görüyoruz. Biz seni apaçık bir sapıklık, apaçık bir yanılgı içinde
görüyoruz. Dertleri neydi bunların? Eğer Hz. Nûh’un getirdiği İslâm gelirse,
toplumda adâlet hâkim olursa, tevhid inancı toplumda hâkim olursa bunların gelir
kaynakları kuruyacak ve adamlar artık kan emmeye devam edemeyeceklerdi.
Hortumları kesilecekti adamların.
Ve bakıyoruz, tarih boyunca
peygamberlere ilk karşı gelenler de bunlardır. Allah tarafından elçileri
vasıtasıyla toplumlara sunulan İlahi mesaja ilk karşı çıkanlar bunlar olmuştur.
Bunlar aslında kendileri zâlim oldukları halde, ümmetin paralarını haksız yere
yiyerek, toplumun kanını emerek sapıklık içinde oldukları halde Allah’ın
elçilerini sapıklıkla hitam ediyorlar. Cehennemi cennet, ateşi gülistan
görüyorlar alçaklar. Cehenneme doğru gidiyorlar ama farkında değiller, gülistana
koştuklarını zannediyorlar hainler.
Tabii eğer bir toplum içinde
böylesine sapıklık hâkim olursa elbette o toplumda sapıklar, sapık olmayanları
sapık görmeye baş-layacaktır. Toplumun içinde fuhuş ve
ahlâksızlık böylesine yaygın hale gelirse elbette namussuzlar, namusluları
namussuzlukla itham edeceklerdir. Hırsızlar hırsız olmayanları enayilikle
suçlamaya başlayacaklardır. Yâni bir memlekette herkes kafayı yemişse o toplumda
üç beş tane akıllı insan varsa, bu sefer berikiler onlara, deli demeye
başlayacaklardır. İşte bu Mele grubu da Allah’ın elçisine seni sapıklardan
görüyoruz diyorlardı. Onların bu tavrı karşısında bakın Allah’ın elçisi şöyle
diyordu:
61,63. “Ey milletim! Bende bir
sapıklık yoktur, ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini
size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben
biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak üzere sizi
uyarmak için aranızdan biri vasıtasıyla Rabbinizden size haber gelmesine mi
şaşıyorsunuz? " dedi.”
Evet bunun üzerine Nûh (a.s) kavmine
diyor ki: Bakın bu sözü söyleyenler Mele grubu idi ama Hz. Nûh sadece Meleye
demiyor da onlar da içinde olmak üzere kavmine diyor. Konuyu kavmine anlatıyor.
Çünkü Onun muhatapları sadece Mele değil, tüm toplumdu. Onun mesajı tüm toplumu
ilgilendiriyordu zira.
Diyor ki ey kavmim, bende herhangi bir
sapıklık yoktur. Zira bu görev benden değildir. Ben Âlemlerin Rabbinin
elçisiyim. İşte pey-gamberin değişmez özelliği. Ben Allah’ın elçisiyim ve bu iş
Allah-tandır. Öyleyse biz de öyle diyeceğiz. Bu söylediklerimiz bizden değil
Allah’tandır diyeceğiz. Tabii o zaman kendi fikirlerimizi değil de Allah’ın
âyetlerini götüreceğiz insanlara ve sonunda da bunu rahatlıkla söyleyebileceğiz.
Ben size Rabbimizin âyetlerini, Rabbimizin emirlerini bildiriyor ve size nasihat
ediyorum. Nasihat sadece tedipçilik değildir.
Yâni peygamber sadece posta
memuru değildir. Söylediklerini bizzat kendisi yaşayandır Peygamber. Bakın diyor
ki Allah’ın elçisi ben size hem tebliğ ediyor hem de nasihatte bulunuyorum. Yâni
sözlerimi davranışlarımla, hareketlerimle gösteriyor, sözümle özümle sizin
hayrınızı istediğimi ortaya koyuyorum. Sadece bana gelenlere değil, bizzat ben
kendim giderek hakkı anlatıyorum. Candan ciğerden davranarak sizlerin hayrınızı
ve cennetinizi istiyorum. Sizinle aramdaki şahsî meseleleri asla ön plana
almıyorum. Yâni sizlerin bana karşı tavırlarınıza, işkencelerinize,
yalanlamalarınıza bakarak sizin cehenneminize göz yummaya, bana yaptıklarınızdan
ötürü darılarak sizi kendi halinize bırakıvermeye
kalkışmıyorum.
Aynı zamanda sizin bilmediklerinizi ben
biliyorum Rabbimden. Doğrudan ben Rabbimle bağlantılı olduğum için sizin
bilmediğiniz, bilemeyeceğiniz bilgileri de Rabbimden biliyorum. Peygamber arada
ikinci bir şahıs olmaksızın direk Allah’tan bilgi alandır. Ama peygamberden
başkalarının bu bilgilere ulaşabilmeleri için mutlaka bir başka şahsa veya
vasıtaya ihtiyaçları vardır. Peygambere ve kitaplara ihti-yaçları vardır.
Meselâ şu anda bizlerin
peygambere ve Allah’ın kitabına müracaat etmeden bu bilgilere ulaşma imkânımız
yoktur. Biz neydik? Nereden geldik? Kim bizi dünyaya getirdi? Dünyaya ne için
geldik? Nereye gidiyoruz? Bundan sonra başımıza neler gelecek? Bizi istikbalde
neler beklemektedir? Bütün bunları ancak Allah’ın kitabı ve Resûlünün
sünnetinden öğrenebiliriz.
İşte bakın Allah’ın elçisi Hz. Nûh öyle
diyordu. Ben Allah’tan sizin bilmediklerinizi bilmekteyim. Benim önümü, benim
yolumu vahiy aydınlatıyor. Ben Rabbimin vahyiyle düşünüyor, Rabbimin vahyiyle
görüyor ve hareket ediyorum. Halbuki sizler bu ışıktan mahrumsunuz. Sizler benim
bildiklerimi bilmekten uzaksınız. Şimdi sizler kendisiyle yol bulmanız için
içinizden bir kimsenin aracılığıyla Rabbinizin âyetlerinin size gelmesini acayip
bir şey mi görüyorsunuz?
Yâni sizin gibi, sizin içinizde
yaşayan, sizin halinizi bilen bir insanın Allah tarafından vahiy konusunda odak
nokta seçilmesi sözcü seçilmesi acayibinize mi gitti? Ya da insan cinsinden bir
peygam-berin seçilerek size gönderilmesi çok mu acayip bir şey? Yâni belki
yeryüzünde en şaşılmayacak şey, en kabul edilecek tek şey varsa o da yaratıcı
olan, rızık veren, kulları konusunda tek söz sahibi olan bir Allah’ın içinizden
bir elçi seçerek arzularını, yasalarını bildirmesidir.
Yâni böyle bir zikrayı, böyle bir
hayat programını Rabbiniz göndermeyecek de kim gönderecekti? Sizin hayat
programınızı sizi yaratan ve sizin sahibiniz olan Allah belirlemeyecekti de kim
belirleyecekti? Yâni bunda şaşılacak ne var? Bundan daha normal ne var ki?
Ya da Allah’ın elçisi şöyle diyordu.
Melek mi gelmeli diyorsunuz? Sizler Rabbiniz tarafından size elçi olarak bir
meleğin gelmesini mi bekliyordunuz? Yeryüzünde dolaşan sizler birer melek
olsaydınız tamam elçi olarak Allah’ın bir melek göndermesi uygun olurdu. Ama
sizler insansınız ve peygamber de sizi gittiğiniz yolun yanlışlığı ko-nusunda
uyarmak için gelmektedir. Sizi Allah’ın rahmetine ulaştırmak için gelmektedir.
Böyle bir neticeyi sağlamak ve sizi Allah’ın cenne-tine ulaştırmak için
gönderilen Allah’ın elçisini neden garip karşılıyor-sunuz? Yâni sizden bir ücret
mi istiyor peygamber? Para mı istiyor sizden? Teşekkür mü istiyor sizden?
diyordu.
64. “ Onu yalanladılar; biz de
onu ve gemide beraberinde olanları kurtardık, âyetlerimizi yalan sayanları suda
boğduk, çünkü onlar kör bir milletti.”
Hz Nûh’u yalanladılar. Biz de Onu ve
beraberindeki inananları, Onun mücâdelesini destekleyenleri gemide kurtardık.
Evet tercihini peygamber yolunda olmaya kullanan, oylarını peygamberin
gemisinde, peygamberin terekesinde, peygamberin safında olmaya kullananları
kurtardık diyor Rabbimiz. Bunlar inanan insanlardı. Belki bunların içinde
günahkârlar da vardı ama, değil mi ki tercihlerini peygam-berden yana
kullanmışlardı, günahkâr da olsalar Allah onları tercih ettikleri safta
kurtarıyordu.
Meselâ tercihini Hz. Mûsâ’nın
yanında olmaya kullanan bir Samiri de denizi geçip kurtulanların arasındaydı.
Bunlar günahkâr da olsalar imanlarından ötürü, tercihlerinden ötürü dünyada
kurtulanlardan oluyorlardı ama bu kurtuluştan sonra peygamber yanında uzun bir
süre eğitim yasasına tâbi tutuluyorlar ve yasalara teslim olup eğitilenler,
ıslah olanlar aynı zamanda âhirette de kurtulanlardan olurken, eğitilmeyenler,
ıslah olmayanlar da âhirette kurtuluştan mahrum oluyorlardı.
Evet iman edenleri peygamberle beraber
kurtardık ve bizim âyetlerimizi yalanlayanları da denizde boğduk, çünkü onlar
kör bir milletti diyor Rabbimiz. Onlar kör bir toplumdu. Gerçeği görecek gözleri
yoktu. Hakkın ne olduğunu hiçbir zaman bilemediler. Kör bir toplum olmalarından
ötürü de denizde boğulmayı hak ettiler ve sonunda da cehennemi boyladılar.
Tabi A’râf sûresinde sadece bu kadar
anlatılır. Kur’an’ın başka yerlerinde uzun uzun bu
konu anlatılır.
Evet bir toplum helâk edildi. Allah’a
karşı gelen, Allah’ın elçisine karşı gelen ve hayatlarına Allah’ı da Allah’ın
elçisini de karıştırmak istemeyen, kendi bildiklerince bir hayat yaşamaktan yana
tavır sergileyen bir toplum helâk edilirken Allah’a ve Allah’ın elçisine teslim
olanlar da kurtulanlardan oldu. Bundan sonra bir peygamber daha
tanı-yoruz:
65. “ Âd milletine de, kardeşleri Hûd'u
gönderdik: "Ey milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur,
karşı gelmekten sakınmaz mısınız? " dedi.”
Ad milletine, Âd toplumuna da Hz.
Hûd (a.s)’ı gönderdi Rab-bimiz. Âd kavmi de Yemen, Yemame, Cidde, Hadramut
arasında ya-şamış bir kavimdir. Kur’an’ın bize anlattığına göre Arapların
yakından tanıdıkları bildikleri, şiirlerine konu ettikleri bir toplum. Biz bile şu an-da bir şeyin eskisine adi
diyoruz. Herhalde 1970 lerde İngilizler bu bölgede; Adın helâk edildikleri
bölgede, bazı araştırmalar yapmışlar, bazı bulgular elde etmeye çalışmışlar ama
azabın indiği azabın merkezi olan o bölgeye girmeleri mümkün olmamış.
Evet Rabbimiz diyor ki Âd kavmine de
kardeşleri Hûd’u gönderdik. Yâni kendi kardeşlerinden kendi içlerinden olan,
kendilerini tanıyan, kendi örf ve âdetlerine yabancı olmayan, kendi hukuk
sistemlerine aşina olan, kendilerine yabancı olmayan bir peygamber gönderdi. Ya
da melek olmayan, cinlerden olmayan kendilerinden, kendi cinslerinden bir
peygamber gönderdi Allah onlara.
O da aynen selefi Nûh (a.s) gibi dedi
ki Ey milletim! Ey kavmim Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka İlahınız
yoktur, öyleyse Rabbinize karşı
gelmekten sakınmaz mısınız? diyordu. Hz. Nûh (a.s) da aynı şeyleri söylüyordu
toplumuna. Tarih boyunca hiç değişmeyen kelime-i tevhidi, la İlâhe İllallah
mesajı tekrar ediliyordu. Göklerde ve yerlerde Allah’tan başka İlah yoktur genel
yasası tekrar ediliyordu. Göklerde ve yerlerde ne varsa zaten hepsi bu yasaya
boyun bükmekteydi. Ama kendisine tanınan iradeden ötürü insanlar zaman zaman bu yasayı çiğnedikleri için her bir bozulma döneminde
gelen Allah elçileri insanlara bunu hatırlatıyordu.
Tabi bugün bizler de onların
yolundaysak aynı şeyleri söyleyeceğiz insanlara. Ey anamız, ey babamız, ey
kardeşimiz, ey ekmek aldığımız, ey su verdiğimiz insanlar sadece Allah’a kulluk
edin, sadece Allah’ı dinleyin çünkü sizin ondan başka Rabbiniz ondan başka
İlahınız yoktur. Ondan başka sözünü dinleyeceğiniz, hatırını kazanacağınız
Rabbiniz ve İlahınız yoktur diyeceğiz.
Evet yine anladığımız kadarıyla tıpkı
Nûh toplumu gibi Âd toplumu da Allah’ı bilen bir toplumdu. Onun içindir ki Hûd
(a.s) da kendi toplumunu Allah’a imana çağırmıyor da sadece O’nu dinlemeye,
sadece O’na kulluğa çağırıyor. Ondan sonra da diyor ki Allah’ın peygamberi: hâlâ
Rabbinize yönelmeyecek misiniz? hâlâ Rabbinizle yol bulmayacak mısınız? hâlâ
Rabbinizin koruması altına girmeyecek misiniz? hâlâ Rabbinizin istediği hayatı
yaşamaya yanaşmayacak mısınız? Allah’ın razı olduğu hayatı yaşayıp Allah’ın
cennetine gitmeye razı olmayacak mısınız?
66. “Milletinin
inkârcı ileri gelenleri, "Biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni
yalancılardan sanıyoruz" dediler.”
Evet Hûd (a.s)’ın kavminin Mele
grubu da bakın şöyle diyor-du: Ey Hûd biz seni sapık, dengesiz, akılsız ve
şuursuz görüyoruz. Seni beyinsizlerden biri görüyoruz. Ve de seni yalancılardan
görüyoruz. Buradaki zan kesinlik anlamınadır. Öyleyse diyorlar ki ye Hûd biz
seni kesinlikle yalancılardan görüyoruz.
Nuh (a.s)’ın toplumu ne demişti? Ey Nûh
biz seni kesin bir yanılgı içinde görüyoruz. Onlar Allah’ın elçisine böyle
derlerken, bunlar da Allah elçisine beyinsiz demeye çalışıyorlardı. Tabii
toplumda beyinsizler çoğalınca kim beyinsiz kim beyinli? Kim akılsız kim akıllı?
birbirine karışıyordu. Ve yine görüyoruz ki her iki peygambere de ilk karşı
gelenler toplumun Mele gurubu oluyordu. Devletin kaymağını yiyen makam
sahipleri, devletin ekonomisini elinde tutan kimseler ilk karşı gelenler
oluyordu.
Ey Hûd biz seni kesin beyinsizlerden
görüyoruz diyorlardı. Bu adamlar kesin biliyorlardı ki Hûd (a.s) ın mesajı
toplumda maya tuttuğu zaman kendilerine hayat hakkı kalmayacaktı. Toplumun
kanını ememeyecekler, gayri meşru kazançlarına imkân kalmayacaktı. İnsanların
sırtlarına binerek, mazlumların mallarını yiyemeyeceklerdi. Bunun için
peygambere ve onun getirdiği mesaja geçit vermemeye
çalışıyorlardı.
Onların bu ithamlarına karşılık bakın
Allah’ın elçisi onlara ve kavme şöyle diyordu:
67. “ Ey milletim! Ben beyinsiz
değil, âlemlerin Rabbinin peygamberiyim.”
Ey kavmim! Ey milletim! Ey
akrabalarım! Ey anam, babam! Bende her hangi bir sefihlik yoktur. Ben beyinsiz
değilim. Bende delilik yoktur. Lâkin ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim. Ben bu
işi kendi kafamdan da çıkarmış değilim. Benim vazifem sadece elçiliktir. Ben
Rabbimden aldığım görevle size geldim. Bu söylediklerim benden değil
Allah’tandır.
68,69. “Size Rabbimin sözlerini
bildiriyorum. Ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm; sizi uyarmak üzere,
aranızdan bir adam vasıtası ile Rabbinizden bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?
Allah'ın sizi Nûh'un milleti yerine getirdiğini ve vücutça da onlardan üstün
kıldığını hatırlayın, başarıya erişebilmeniz için Allah'ın nimetlerini anın"
dedi.”
Ben size Rabbimin Risâletini,
Rabbimin âyetlerini ulaştırıyorum. Ve ben size sadece bir nasihatçiyim, sizin
iyiliğiniz için, sizin selâmetiniz için, sizin kurtuluşunuz için gelmiş bir
elçiyim. Üstelik bu yaptıklarım karşılığında sizden bir ücret de istemiyorum.
Bir menfaatim de söz konusu değildir. Allah’ın tüm elçilerinin toplumlarına
söyledikleri budur.
Sizden olan, sizin cinsinizden olan bir
elçi vasıtasıyla size Rabbinizden bir uyarı gelmesini acayip bir şey mi kabul
ediyorsunuz? Sizden olan birinin, içinizden birinin size sizi onunla uyarmak
için bir öğüt getirmesini garip mi karşılıyorsunuz? Tuttuğunuz yolun
yanlışlığını, hayat programlarınızın bozukluğunu, yaşadığınız bu hayatın sonunda
süratlice cehenneme, ateşe doğru gittiğinizi size haber vermek için içinizden
bir elçinin gönderilmesi pek mi acayibinize gitti?
Düşünsenize, hatırlasanıza sizi Nûh
kavminden sonra Rab-biniz halîfe yapmıştı. Nûh kavminin tüm müşriklerinin,
putçularının kökünü kazımış tufanla ve sadece Hz. Nûh ve Ona iman etmiş az
sayıda insan bırakmıştı geriye. Hûd (a.s)’ın toplumu olan Âd kavmi de işte
gemide kurtulan bu azların torunlarıydı. Nûh kavminin helâkinden sonra Rabbimiz
Âd kavmini yeryüzünde halîfe yaptı. Yeryüzü kendilerine devredildi. Artık
onların nasıl amel işlediklerini görecekti Allah. İşte burada Rabbimiz diyor ki
onlara: Ey insanlar! Ey inanan insanların torunları! Tufanı ne çabuk unuttunuz?
Babalarınızın yolunu, babalarınızın dinini ne çabuk unuttunuz? Daha dün kâfirler
helâk edilirken, inanmayanlar suda boğulurken sizin babalarınız imanlarından
ötürü gemide kurtulanlardan olmuşlardı. Yâni sizin atalarınız inanan
mü’minlerdi. Onları, onların dinlerini, onların yollarını ne çabuk unuttunuz?
Onlardan inanmayanları Rabbinizin helâk ettiğini ne çabuk unutuverdiniz?
denilerek onlara helâk yasası hatırlatılmaktadır.
Rabbimizin değişmez yasası gereği
yeryüzünde gerçekleştirdiği helâklerin her biri bir sonraki toplum için birer
ibret, birer âyet özelliği taşımaktadır. Tüm bu âyetler gösteriyordu ki Allah
tek Raptır, Allah tek İlahtır, Allah’tan başka kendisine kulluk edilecek,
Allah’tan başka yasaları uygulanacak Rab ve İlah yoktur ve kesinlikle Allah’a
karşı gelinmez. Allah’la savaşa tutuşanların tümü helâkten
kurtulamamıştır.
Ve Allah sizi güç, kuvvet konusunda da
ziyâdeleştirmişti. Size güç, kuvvet, boy-pos vermişti.
İbni İshâk’ın rivâyetine göre Âd kavmi
Ummandan Yemene kadar uzanan geniş bir bölgede, Ahkâf denen bölgede yaşıyordu.
Bu bölgede mesken olan Âd toplumu tüm civar ülkelere de hâkim bir durumdaydı.
hâlâ şu anda bile Hadramut taraflarında bunların evlerinin, barklarının
kalıntılarına rastlanmaktadır. Gerçekten çok muhteşem bir Medeniyet kurmuşlardı.
Rabbimiz Fecr sûresinde yeryüzünde onlar gibisinin yaratılmadığını
anlatır:
“Ey Muhammed! Rabbinin, hiçbir
memlekette benzeri ortaya konmayan sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Âd
milletine ne ettiğini görmedin mi?”
(Fecr 68)
Evet Âd kavmi gibisi bir daha
yaratılmamıştır. Cenneti dünyada arama, cenneti dünyada kurmaya da dünyayı
cennetleştirme cinnetine kapılmış bir kavimdi. Yahut dünyayı cennetleştirme
sevdalısı bir topluluktu. Dünyayı kıble edinmiş tüm plan ve programlarını dünya
adına yapan bir toplum, bir karakter. Bu karakterin bu kıblenin tezahürü olarak
da İrem’i görüyoruz. Bağlar, bahçeler, eğlenceler, kasırlar, köşkler, kafesler,
kanaryalar, kaşaneler. İstiyorlardı ki dünya cennet olsun. İstiyorlardı ki
cenneti dünyada yaşasınlar. Cennetliklerini dünya da
istiyorlardı.
Şuarâ sûresinde de Hz. Hûd (a.s)’ın
onlarla diyalogu şöyle anlatılır:
“Siz her yüksek yere koca bir bina
kurup, boş şeyle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı
edinirsiniz? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakının ve
bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size verenden sakının; davarları, oğulları,
bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir. Doğrusu hakkınızda büyük günün
azabından korkuyorum" dedi. İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce
birdir.”
(Şuarâ 128,
136)
Evet dünyayı cennetleştirme cinnetine
kapılmış olan bu toplum ne kadar oturacakları, ne kadar kalacakları belli olduğu
halde sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi her bir dağın başına villalar, köşkler
yapıyorlardı. Oturamayacakları evler yapıyorlar, yiyemeyecekleri,
tüketeme-yecekleri servetler topluyorlardı. Kendilerini ebedîleştirsin diye, hiç
ölmeyelim ve ebedîyen yaşayalım diye evler, dükkanlar, fabrikalar, iş yerleri
yapıyorlardı. Adamların öyle bir hayat programları vardı ki sanki hiç
ölmeyecekler. Dünyaya bu bağımlılıklarından ötürü, âhireti unuttuklarından ötürü
de tuttukları zaman Cebbarların tuttuğu gibi tutuyorlardı. Zorbaların tuttuğu
gibi tutuyorlardı. Tuttuklarının canını çıkarıyor, yakaladıklarının kanını
emiyorlardı, doyumsuzlukları yüzünden insanlara zulmediyorlardı. Allah’ın elçisi
kendilerine böyle yapmayın, Allah’tan korkun, Allah’la yol bulun, Allah’ın
koruması altına girip Onun istediği bir hayatı yaşayın, Rabbinize itaat edin,
bunun için de Rabbinizin sizden istediği kulluğu benden öğrenin dediği zaman da
ona karşı müstekbirce bir tutum sergiliyorlardı.
Allah’ın elçisine diyorlardı
ki:
Ey peygamber! Boşuna uğraşma! Boşuna
yorma kendini! Vaaz etsen de etmesen de, uyarsan da uyarmasan da fark etmez,
çünkü kesinlikle biz değişmeyeceğiz dediler. Allah’ın âyetleriyle mücâdeleye
tutuştular. Allah’ın elçisini yok etmeye soyundular. Bakın bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz onların elçisine şöyle dediklerini
anlatır:
70. “Bize; yalnız Allah'a kulluk
etmemizi, babalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi geldin? Doğru
sözlülerden isen haydi bizi tehdit ettiğin azaba uğrat"
dediler.”
Diyorlar ki ey Hûd! Bizi yalnız
Allah’a kulluğa çağırmaya mı geldin? Bizi babalarımızın dinledikleri
tanrılarımızı terk edip yalnız Allah’ı dinlemeye çağırmaya mı geldin? Bizi öteki
tanrılarımızdan vazgeçirip sadece Allah’a kulluğa çağırmaya mı geldin? Bizler
sadece Allah’ı mı dinleyeceğiz? Sadece Ona mı kulluk edeceğiz? Peki o zaman
bizim öteki ilahlarımız ne olacak? Öteki tanrılarımız ne olacak?
diyorlardı.
Bakın bu âyetten de anlıyoruz ki Âd
kavmi Allah’ı bilmeyen, tanımayan bir toplum değildi. Bakın şöyle demiyorlar
Allah’ın elçisine. Ne yâni ey Hûd! Durup dururken bir Allah mı çıkardın? Bu da
nereden çıktı? Bugüne kadar hiç duymadığımız, hiç bilmediğimiz bir Allah mı
çıkardın? demiyorlar da şöyle diyorlar: Ey peygamber! Bizi sadece O’na kulluğa
mı çağırıyorsun? Öteki ilahlarımızı terk edip sadece Onu dinlemeye, egemenlik
hakkını sadece O’na vermeye, hayatımızda söz sahibi olarak sadece O’nu kabule mi
çağırmaya geldin? Diyor-lardı.
Yâni alçaklar Allah’ı
biliyorlardı, tanıyorlardı, hattâ zaman zaman O’na kulluk da ediyorlardı ama
hayatlarında yetkili gördükleri başka Rableri, başka İlahları da vardı. Onları da dinlemek zorunda olduklarını
söyleyerek sadece Allah’a kulluğa yanaşmıyorlardı. Tamam İlahlardan bir İlah
olarak, tanrılardan bir tanrı olarak Allah’ı da dinleyelim, hayatımızın ibadet
bölümünde Onu da dinleyelim ama hayatımızın öteki bölümlerinde söz sahibi olan
öteki İlahlarımızı da dinlemek zorundayız diyorlardı.
Bakıyoruz şimdikiler de aynı şeyleri
söylüyorlar. Tamam Allah yücedir, Allah büyüktür ama yerinde dursun, O bizim
hayatımıza ka-rışmaz diyorlar. Ya da tamam hayatımızın belli bölümlerinde
Allah’ın yasaları geçerlidir. Namaz, oruç, abdest gibi konularda Allah’ı
dinleriz, ama hayatımızın öteki bölümlerinde bizim kendi yasalarını uygulamak
zorunda olduğumuz başka Rablerimiz, başka İlahlarımız vardır. Meselâ hukuk
konusunda başka Rablerimiz var, eğitim alanında başka tanrılarımız, kılık
kıyafet konusunda başka Rablerimiz var diyorlar. Tamam İlahlardan bir İlah
olarak, tanrılardan bir tanrı olarak Allah’ı da dinleyelim, Allah’a da kulluk
edelim ama bizim hayatımıza karışan başkaları olduğu için sadece Onu dinlemeye,
sadece Ona kulluk etmeye, sadece Onun yasalarını uygulamaya hayır
diyorlar.
Tamam göklerin, yerin yaratıcısı
olarak, yağmurun yağdırıcısı olarak, rüzgarların sahibi olarak Allah’ı kabul
ediyoruz ama bu Allah bizim hayatımıza karışmaz. Çünkü O Allah göklerin,
yerlerin, yıldızların, güneşin ve tüm kâinatın sahibidir. Allah işte böyle büyük
işlerin yanında ufak tefek işlere vakti olmayan olduğu için; bu işleri bize
bırakılmıştır diyorlar.
Ve diyorlar ki ya Rabbi, bizim
ilim adamlarımız var, ilmi işle-rimizi biz onlarla halledeceğiz, senin de bilgin
vardır ama neyse işte devir değişti şimdi bizim bilim adamlarımız bu işleri daha
iyi halledi-yorlar diyerek bugün de insanlar sadece Allah’a kulluğu
reddedi-yorlar ve şirk içinde bir kulluktan yana olmaya çalışıyorlar.
Peygamberlerin hiç birisi Allah’tan
başkalarına kulluğa çağırmamıştır. Tüm peygamberler tevhid inancında icma
etmişlerdir. Tüm peygamberlerin tarihlerini, hayatlarını incelediğimiz zaman
onların hayatlarında tek İlah, Allah’tır. Tüm peygamberler insanlığı La
ilahe illallah temel esasına çağırmışlardır. Allah’tan başka sözü
dinlenecek, hatırı kazanılacak hayata hâkim olan İlah yoktur. Allah’tan başka
kendisine kulluk yapılacak, hayat programı program kabul edecek varlık yoktur
esasına çağırmışlardır.
Zaten tarih boyunca en büyük
problem işte burada çıkmıştır. Tarih boyunca en büyük problem sadece Allah’a
kulluk etmek sadece Allah’ı dinlemek ve hayata hâkim olarak sadece Allah’ı kabul
etmek konusunda çıkmıştır. Değilse Allah’a da ibadet konusunda hiç problem
çıkmamıştır. Yâni İlahlardan bir İlah olarak Allah’a da kulluğu herkes kabul
etmiştir. Öteki İlahlar yanında Allah’a da kulluğa kimse ses çıkarmamıştır. Yâni
göklerin ve yerin, göklerdekiler ve yerdekilerin yaratıcısı olarak, dağların ve
denizlerin yaratıcısı olarak, rızık verici, öldüren, yaratan yaşatan bir İlah
olarak herkes Onu kabul etmiştir. Ama inandığınız bu Allah kendisinden başka
ilah olmayandır, ama bu Allah hayata karışan ve kendisinden başka hayata
karışıcı olmayandır, ama bu Allah insanların kulluk programlarını belirleyendir
ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır, ama bu Allah boyunlarınızdaki
kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin çektiği yere gidilmesi
gerekendir.
Yâni bu Allah kendisinden başka
Rab, Melik, İlah olmayandır dendiği zaman işte kavga burada başlamıştır.
Göklerin ve yerin ya-ratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri bu Allah’ı
insanlar hayatlarına karışıcı olarak reddetmeye çalışmışlardır. İlah olarak
Allah’ı kabul edelim ama tek ilah olarak asla kabul etmeyiz diyorlar. İlahlardan
birisi olarak Onu da dinleyelim, ilahlardan birisi olarak Ona da kulluk
ya-palım, ama tek ilah olarak sadece Ona kulluğa hayır diyorlar. Çünkü bizim
hayatımıza karışacak başka ilahlarımız da var. Hayatımızda sö-zünü
dinleyeceğimiz başka Rablerimiz de var. Bizim Allah’tan başka hukuk
tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, şifa tanrılarımız, siyasal tanrılarımız da
var. Tamam bu tanrılardan birisi olarak Allah’ı da dinleyelim ama öteki
tanrılarımızı da dinlemek zorundayız diyorlar.
Meselâ imam nikâhı da olsun ama öteki
nikâh da olmalıdır di-yorlar. Allah’ı da dinleyelim ama öteki tanrılarımızı da
dinleyelim onları da küstürmeyelim diyorlar. Veya düğünde tamam Kur’an da
okunsun ama mevlit de okunsun diyorlar. Allah’ı da küstürmeyelim ama âdetler
tanrımızı da küstürmeyelim diyorlar. Veya tamam zekatı verelim ama vergi de
verelim. Veya müslümanlık da olsun ama baş açarak tahsil de olsun
diyorlar.
Evet diyorlar ki; ey peygamber, bizi
babalarımızın yolundan koparıp sadece Allah’a kulluğa çağırmaya mı geldin?
Halbuki biz ba-balarımızı da dinlemek zorundayız. Burada ki baba; sadece
anaların kocaları olan babalar değildir. Baba sözü dinlenecek otorite demek-tir.
Baba sözünden çıkılmayacak, sözü kanun olan güç demektir. Noel baba, Goryo baba,
Sam baba, kurtar baba, mafya baba, imdat baba, yetiş babalar var ya, izindeyiz
ata filan diyorlar ya. İşte tüm bu babalarımızı da dinlemek zorundayız
diyorlardı. Onlardan bize intikal eden yasaları da uygulamak zorundayız
diyorlardı. Evet biz sadece Allah’ı değil babalarımızı da dinleyeceğiz,
öyleyse:
Ey Hûd! Haydi biz ne getireceksen getir
de görelim. Bu tavrımıza karşılık, bu şirkimize karşılık haydi buyur ne
getireceksen getir. Azap mı yağdıracaksın, taş mı yağdıracaksın, ateş mi
gönderecek-sin, azap mı edeceksin haydi ne yapacaksan yap diyorlar. Cahiller
Allah’tan istenmesi gereken, Allah’tan beklenmesi gereken şeyleri de
peygamberden bekliyorlar. Allah’ı da peygamberi de bilmiyorlar. Bilselerdi zaten
iman ederlerdi. Tıpkı Hudeybiye de yapılan anlaşmanın başına “Rasulullah
Muhammed” ibaresinin yazılmasına bozulmuşlar ve eğer biz bunu kabul etmiş
olsaydık zaten burada bu anlaşmayı yapmazdık dedikleri gibi.
71. “Hiç şüphesiz artık Rabbinizin azap ve
öfkesini hak ettiniz. Allah'ın hiçbir delil indirmediği isimlerini de siz ve
babalarınızın koyduğu putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin,
doğrusu ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim"
dedi.”
Evet Hz. Hûd dedi ki sizler bu
tavırlarınızla Rabbinizden size bir öfke fırtınası, biz azap fırtınasını hak
ettiniz. Muhakkak sizin üzerinize Rabbinizin azabı gelecektir buyurduktan sonra
bakın şöyle diyor:
Sizin ve atalarınızın isimlendirdiği
isimler konusunda benimle mücâdeleye mi tutuşuyorsunuz? Sizin ve atalarınızın
uydurduğu şeylere dayanarak benimle savaşmak mı istiyorsunuz? Sizin aklınızın,
sizin atalarınızın akıllarının ortaya koyduğu, kendinizin uydurduğu, kendi
eseriniz olan, sizin ve atalarınızın hevâ ve heveslerinden kaynaklanan bir takım
düşüncelerin, bir takım sistemlerin, bir takım yasaların, bir takım putların
arkasına saklanarak, onlara dayanarak benimle mücâdele mi etmek istiyorsunuz?
Benin Rabbimden getirdiğim bu dinin karşısına çıkardığınız ve savunmaya
çalıştığınız bu isimler ne böyle? Yâni sizin eseriniz olan, insan aklının eseri
olan bu putlar ne böyle? Siz kendiniz dikmediniz mi bu putları? Siz koymadınız
mı bu yasaları? Siz kendiniz koymadınız mı bu kanunları? Allah’ın sisteminin,
Allah’ın mesajının karşısında şu savunduğunuz, şu tutunduğunuz demokrasiyi
kendiniz icad etmediniz mi? Ona tutunarak Allah sistemini dışlamaya mı
çalışıyorsunuz? Herkes bu demokrasiye inanmalıdır diyerek insanları bu kendi
diktiğiniz puta imana mı çağırıyorsunuz? Onun kesin hak olduğunu kabullenip
tartışmasını bile yasaklamaya mı çalışıyorsunuz? En güzel sistem budur, en ideal
hayat tarzı budur, bunun dışında insanları mutlu edecek sistem yoktur diye, ona
dayanarak benim getirdiğimi reddetmek mi istiyorsunuz?
Üstelik:
Bu konuda Allah size bir delil de
indirmemiştir. Bu konuda bu kendi akıllarınızdan kendi hevâ ve heveslerinizden
kaynaklanan bu demokrasinin hak olduğuna dair Allah’tan bir delil de yok bir
âyet de yoktur. Ve yıllardır bu sistemi uygulayan ülkelerin durumları da belli.
Ahlâklarıyla, sosyal yapılarıyla, gençlikleriyle, sömürülüleriyle,
intiharlarıyla kanları ve göz yaşlarıyla herkesin gözü önündedir. İçkileriyle,
kumarlarıyla, eroinleriyle, homoseksüelleriyle, buhranları ve bunalımlarıyla
insanların gözleri önündedir. İnsanların varmak istedikleri nokta bumudur sizce?
Siz de onların ortaya koyduğu bu sistemi Allah sistemi karşısında savunurken
onların vardıkları neticeye mi varmak istiyorsunuz? diyordu Allah’ın elçisi.
Evet insanlar kendi kafalarından, kendi
hevâ ve heveslerinden bir şeyler üretiyorlar ve onlara tutunarak Allah
sistemiyle savaşa kalkışıyorlar. Diktikleri bu putlara dokunulmazlıklar izâfe
ederek, onların kesin doğru olduklarını kabul ederek onların tartışılmasına bile
izin vermiyorlar.
Bakın Ebu Zer efendimiz genç yaşında
İslâm’ı kabul eder. hâlâ müşrik olan ailesi onu bir gün putlarının bulunduğu
alana götürürler. Onlar vecd içinde putlarına tapınmayla meşgullerken onların
kutsadıkları bu putları reddedip Allah’a inanmış olan Ebu Zer efendimiz yerden
bir taş alıp putlardan birine atmak ister. Bunu yapmaya teşebbüs ettiğinde
gerçekten çok korktum diyor Ebu Zer efendimiz. İçimden bir ürperti yükseldi,
vücudumdan müthiş bir ter boşandı diyor. Çünkü o güne kadar öylesine
kutsamışlardı ki o putu, öylesine dokunulmazlık izâfe etmişlerdi ki kendisine,
öylesine telkinlerde bulunmuşlardı ki bakın Allah’a iman ettiği halde, o putun,
o cansız varlığın kendisine hiç bir zarar veremeyeceğini bildiği halde yine de
tit-riyordu Ebu Zer efendimiz. Ya çarpılırsam? Ya bu putun gazabına uğrarsam?
diye yine de korkuyordu.
Şimdi de böyle. Adamlar öyle bir
kutsiyet izâfe ediyorlar ki meselâ laikliğe, öyle bir reklamını yapıyorlar ki
demokrasinin, öyle bir dokunulmazlık veriyorlar ki putlara onların kesin bâtıl
olduklarını bilen insanlar bile onlara dokunmaktan
korkuyorlar.
Meselâ kimileri, kimi insanlara öyle
bir büyüklük izâfe ederler ki, onları öylesine putlaştırırlar ki neredeyse
adamların yatak odalarına kadar girer bu adamlar, en mahrem yerlerine kadar
müdahale et-meye kalkışırlar da berikiler buna ses çıkaramazlar. Halbuki Allah
meleklerini bile kullarının yatak odalarına sokmazken bu adamlar oralara bile
girebilmektedirler. Gerçekten anlamak çok zor.
Öyle değil mi? Bu adamlar kalpten
geçenleri bilirler, Allah yanında işlenen naneler bunlar yanında asla işlenmez.
Ne olur ne olmaz çarpılırız diyor insanlar. Halbuki bu sıfatlar sadece Allah’a
aittir. Kulları üzerine kahir olan, mahlukâtı üzerinde Kahhâr olan, onların
kalplerinden geçenlere muttali olan, onları her an kontrol etme gücüne sahip
olan, semi ve basıyr olan, onları kahredecek, helâk edecek olan sadece
Allah’tır. Şimdi sadece Allah’a ait olan bu sıfatları Allah’tan başka birilerine
verdiğimiz de, meselâ polise verdiğimizde, amire, müdüre verdiğimizde, insanlara
verdiğimizde ne olur bizim halimiz?
Evet adamlar kendi yaptıklarına
sarılarak Allah yasalarıyla savaşmaya çalışıyorlar. Bunlar Allah’ınkinden daha
üstün, bunlar Allah yasalarından daha doğrudur demeye çalışıyorlar. Meselâ kanun
çıkarıyorlar, kendileri yasa yapıyorlar ve Allah’ın arzuları bu yasalarla
çatıştığı zaman da “eh ne yapalım yasalar böyle” diyorlar. Ne yapalım yasalar izin
vermiyor diyorlar. Peki kim yaptı bu yasaları? Kim dikti bu putları? Allah
yasalarına göre örtünmek isteyen kızların karşısına kendi yasalarını
çıkarıyorlar ne yapalım yasalar engel diyorlar.
Eskiden müşrik Araplar helvadan
put yapıyorlar, bir süre tapınıyorlar sonra acıkınca da onu yiyiveriyorlardı.
Şimdi de aynen öyledir. Yasa yapıyorlar, bir süre o yasalara saygı duyup
uyguluyorlar onları ama daha sonra işlerine gelmeyince de o yasaları
yiyiveriyorlar. Hani şimdi şu anda on sene önceki yasalar var mı? Nerede onlar?
Halbuki o günlerde o yasalar yüzünden ne canlar yakmışlardı değil mi? Ama aradan
bir kaç sene geçince kendi yasalarını, kendi putlarını kendileri yiyorlar.
Meselâ istedikleri bir adam doçent olacaksa ve mevcut yasalar da onun bu makamı
kapmasına elvermiyorsa adamlar onun için özel yasa çıkarıyorlar.
Veya birisi bir makama gelecek
ama, mevcut yasalar buna imkân vermiyorsa ona engel olan yasayı yiyip onun
yerine bir yenisi dikiverirler. Meselâ farz edin ki bir yere bir müdür lâzım ve
orası için düşündükleri birisi varsa çıkaracakları yasaya o adamın tüm
özelliklerini yazarlar, adamın sadece yazılmadık bir tek adı kalır ve bu adamı
bu yasa gereği müdür yaparlar oraya.
Bütün bu yaptıklarınız sadece isimden
ibarettir diyor Rabbi-miz. Sadece isim ve altında da hiç bir şey yoktur. Meselâ
adâlet di-yorlar ama adâletin a’sına bile rastlamak mümkün değil. Hürriyet
di-yorlar, eşitlik diyorlar yasalar diyorlar, demokrasi diyorlar, laiklik
di-yorlar, din ve vicdan özgürlüğü diyorlar ama başörtülülere kan ağla-tıyorlar.
İnsan hakları diyorlar, adâlet konseyi diyorlar, güvenlik kon-seyi diyorlar ama
sadece isimden ibaret altında bu isme lâyık hiç bir şey yok. Tüm dünyaya
korkudan başka, zulümden başka hiç bir şey yaymıyorlar. Sadece isimden ibarettir
bunların yaptıkları şeyler altını kazıdığınız zaman hiç bir çıkmaz diyor
Allah.
Evet Allah’ın elçisi diyor ki kendi
çıkardığınız yasalarınıza dayanarak benim getirdiğim Allah yasalarını
reddediyorsunuz öyle mi?
Öyleyse bekleyin ben de sizinle
birlikte bekliyorum. Bu sa-vunduğunuz yasalarınızın ne hale geleceğini, sizi
nereye götüreceğini yakında siz de göreceksiniz ben de göreceğim. Yakında kim
galip kim mağlup onu siz de göreceksiniz ben de. Allah yasalarını savunanlar mı
galip gelecek, Allah düşmanları mı galip gelecek pek yakında göreceğiz onu.
Ya da kim haklıymış kim haksızmış
onu yakında birlikte göreceğiz. Allah yasaları mı hakmış haklıymış, sizin kendi
kafalarınızdan ürettiğiniz sistemleriniz mi haklıymış çok yakında göreceğiz onu.
Hangisi kokuşmuş, hangisi insanlığa gerçek mutluluğu sunuyormuş göreceğiz. Bakın
Allah’ın elçisi ne kadar kendisinden emin ve ne kadar huzur içinde bir tavır
sergiliyor kâfirler karşısında.
Eğer müslüman gerçekten müslümansa o
huzurludur. Müslüman gerçekten müslümansa o yolunda emindir. Yolunun
doğrulu-ğundan kesin emindir ve huzur içindedir. Ama
bakıyoruz ki bugün müslümanlar müslümanlaştıkça huzursuzlukları da artmaktadır.
Bu durum karşısında ben ancak şunu diyebiliyorum: Müslümanların bu durumda ya
müslümanlıklarında bir bozukluk var ya da huzursuzluklarında bir terslik var.
Bakın bir Allah elçisi Allah’ın emirlerini insanlara, kavmine tebliğ etti. Kavmi
onu öldürmek istedi. Onu öldürmek için peşine takıldı. O onların zulmünden kaçıp
ormanda bir ağacın kovuğuna girdi. Elbisesinin bir parçası dışarıda kaldığı için
onun orada olduğunu anlayıp testereyle ağaçla birlikte belinden biçiverdiler ama
Allah’ın elçisi yine bu anda bile ne kadar huzur içindeydi.
Evet bir müslüman vazifesini
yapmışsa mutlaka huzur içindedir. Rabbinin emirlerini insanlara duyurabilmişse
huzurludur. Ama ga-liba
günümüz müslümanları dünyayı cennet yapmak istiyorlar. Dünyada herkes bu gerçeği
anlayıversin, herkes müslüman oluversin, bir anlatışta herkes yol buluversin
istiyorlar ve bu olmayacak şeyler konusunda huzursuzluk üretiyorlar. Üç kişiyle
devlet kurmayı hedef-liyorlar ve olmayınca da huzursuzluk üretiyorlar. Halbuki
olacak bunlar. Adam olmayanlar da
çıkacak, bizi anlamayanlar da çıkacak, cehenneme hevesli olanlar da çıkacak,
küfürde direnenler de olacak bu dünyada. Bunları huzursuzluk kaynağı yapmanın
anlamı yoktur.
Evet günümüz müslümanlarının ya böyle
huzursuzluk kaynakları İslâmî değil; ya da öğrendikleri ve yaşadıkları İslâm,
İslâm değil de onun için müslümanlaştıkça huzursuzlukları artıyor. Bu ikisini
bir daha gözden geçirmek zorundayız. Acaba müslümanlığımız Allah’ın kitabına ve
Resûlünün sünnetine dayalı bir müslümanlık mı yoksa piyasa müslümanlığı mı? Yâni
şuradan buradan devşirdiğimiz bir müslümanlık mı? Bunu bir gözden geçirelim bir.
Bir de acaba hedeflerimiz, beklentilerimiz peygamberlerinkine benziyor mu? Yoksa
kendi kendimize hedefler belirleyip de olmayınca huzursuzluk kaynağı mı oluyor?
bunu da gözden geçirelim. Bakın Allah’ın elçileri görevlerini yapmış olmanın
huzuru içinde ne kadar rahatlar.
72. “Biz,
rahmetimizle, Hûd'u ve beraberinde bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalan
sayarak inanmayanların kökünü kestik”.
Evet Allah diyor ki biz onu,
Hûd’u ve beraberindeki inananları, onu ve getirdiği mesajını destekleyenleri,
peygamber safında yer alanları rahmetimizle kurtardık, âyetlerimizi
yalanlayanları, âyetlerimizi işlemez hale getirenleri, âyetlerimizi boşa çıkarıp
onlarla ilgilenmeyenleri kendi sistemlerine, kendi putlarına, kendi hayat
tarzlarına tutunarak Allah sistemiyle savaşa tutuşanların da kökünü kestik.
Kim iman edecek kim iman
etmeyecek aslında bunu biliyordu Allah. Aslında bunları yaratmadan da biliyordu
Rabbimiz. Ama işte böylece hem bu adamları kendi vicdanlarıyla yüzleştirmek
üzere hem insanlara bunları göstermek üzere dünyaya getirip denedi onları ve
sonra da köklerini kesiverdi.
Kendimizden bir rahmetle, katımızdan
bir rahmetle inananları kurtardık diyor Rabbimiz. Evet demek ki Rabbimizin
rahmeti olmadıkça kurtuluş kesinlikle mümkün değildir. Bunu hiç bir zaman
hatırımızdan çıkarmamalıyız. Rabbimizin rahmeti ve rızası olmadıkça, arkamızda
Rabbimizin desteği olmadıkça ne bu dünyada ne de ukbada kurtuluşumuz kesinlikle
mümkün değildir. Yâni bir dâvâ ki arkasında Allah yoksa o dâvânın galip gelmesi
kesinlikle mümkün değildir. Öy-leyse tüm mücâdelelerimizde Allah yasalarına
uygun hareket edelim ki Allah bizimle beraber olsun. Tavizler vererek, Allah’ın
hoşlanmayacağı yollara saparak Allah desteğini kaybetmemeye çalışalım inşallah.
Evet böylece bir toplumun sonucuna şahit oluyoruz. Allah’ın elçisi Hûd (a.s) Âd
kavmine geldi, onlara Allah’ın âyetlerini getirdi ama onlar kendi diktikleri
putların, kendi icat ettikleri sistemlerin arkasına saklanarak Allah sistemiyle
savaşa tutuştular. İnananları kurtarırken Rabbimiz kâfirlerin kökünü kesiverdi.
Çünkü onlar:
Onlar mü’min değillerdi. Mü’minlerden de olmadılar. Bunlar
mü’minlerden olmak şöyle dursun Allah’ın diniyle Allah’ın sistemiyle savaşa
tutuştular. Vahyi topluma duyurmamak için ellerinden geleni yapmaya çalıştılar.
Aman bu insanlar Allah âyetlerini duymasınlar. Eğer duyarlarsa bizimkilere
itibar etmezler diye Allah âyetlerinin eğitimine yasaklar koydular. Kur’an
eğitimini yasakladılar. Kendi yasalarına tutunarak Allah sistemiyle savaşa
tutuştular da Allah da onların kökünü kesiverdi.
Her devirde bu
böyle olmuştur. Her devirde Allah düşmanları ve Allah dostları olagelmiştir ve
her dönemde Allah dostlarını kurtarırken düşmanlarını helâk etmiştir. Bu
yeryüzünde Allah’ın değişmeyen yasasıdır. Düşmanlarını helâk yasası ve
dostlarına yardım yasası de-ğişmeyen yasadır. Kendilerinden öncekilerin
başlarına gelenleri bildikleri halde yine de Allah’a kafa tutmaya
çalışabiliyorlar bu insanlar.
73. “Semûd milletine de kardeşleri Sâlih'i gönderdik. "Ey
milletim Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur. Rabbinizden size bir
belge geldi: Allah'ın bu dişi devesi size bir delildir, onu bırakın, Allah'ın
toprağında otlasın; ona kötülük etmeyin, yoksa can yakıcı azaba
uğrarsınız”.
Önceki âyetlerde Rabbimiz Âd
kavmini anlatmıştı; burada da Semûd’u anlatacak. Evet diyor ki Rabbimiz Semûd’a
da kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Demek ki her kavme, her topluma kendi
kardeşlerinden birisi gönderiliyor. O toplumu iyi bilen, onların dertlerini,
âdetlerini, dillerini, problemlerini iyi bilen onları tanıyan bir elçi
gönderiliyor. Onları hakka dâvette inandırıcı olsun ve de onların problemlerini çözmede başarılı
olsun diye.
Semûd kavmi Âd kavminden sonra gelmiş,
onların halefi olarak Medine ile Kudüs arasında “Hicr” denilen bölgede yaşamış
bir kavimdir. Hattâ Allah’ın Resûlü Tebuk taraflarına giderken: Buradan hızlı
geçin, zira burası kardeşim Sâlih’in devesini katlettikleri yerdir buyurur.
Semûd’un en büyük şehirlerinden birisi olan belki de merkezi olan “Medayin-i
Sâlih” tir. Daha sonra bu şehrin harabeleri üzerinde yapılan incelemelerden
anlaşılıyor ki bu şehrin nüfusu beş yüz bin civarındaymış. Bu toplum herhalde
helâk edilen üçüncü toplumdur. Kendilerinden önce sırasıyla Nûh kavmi, Âd kavmi
helâk edilmiş ve onların arkasından bu toplum geliyordu.
Sâlih (a.s)’ın toplumuna söyledikleri de diğerlerinden pek farklı değil.
O da aynı şeyleri söylüyor ve diyor ki ey kavmim Allah’a kulluk yapın sizin
Allah’tan başka İlahınız yoktur. Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz, hatırını
kazanacağınız, çektiği yere gideceğiniz İlahınız yoktur.
Rabbinizden size bir Beyyine gelmiştir.
Rabbinizden size bir mûcize gelmiştir. Yâni sizin elçi olarak beni kabullenmeniz
ve benim dediklerim istikâmetinde bir hayat yaşamanız konusunda size bir tehdidi
var Rabbinizin. İşte Rabbinizden size böyle bir Beyyine bir mûcize gelmiştir.
Kur’an’ın başka âyetlerinden teferruatını öğrendiğimiz bu mûcize, bu
beyyine:
İşte şu Allah’ın devesidir ki onda
sizin için âyet vardır. O sizin için Rabbinizden bir âyettir. Onu bırakın, ona
ilişmeyin ki o Allah’ın arzında otlasın. Ona kötülük etmeyin ki Allah’ın azabı
size dokunmasın.
Rivâyetlere göre Sâlih (a.s)’ın toplumu
kendisinden bir mûcize istemişler. Ey Sâlih bize reddedemeyeceğimiz bir mûcize
getirirsen Rabbinden o zaman sana ve Rabbine iman edeceğiz demişler. Rab-bimiz
de onlara bu dişi deveyi göndermiş. Cenâb-ı Hak sert bir kayadan böyle dişi bir
deve çıkarmış. Tabii ki bu deve böyle normal bildiğimiz bir deve değil. Allah’ın
âyeti dendiğine göre mûcize bir deveydi bu, harikulade bir deve. Ona inanmak
Allah’a iman demek olan, ona ilişmek de Allah’a ilişmek olan bir deve.
Evet o deve Allah’ın bir âyetiydi ve
ona karşı Allah nasıl davranılmasını emretmişse öylece davranmaları gerekiyordu.
Allah’ın elçisi Hz. Sâlih diyor ki onlara: Bırakın, dokunmayın bu deveye de
Allah’ın arzında dilediği gibi yesin içsin. Ona kötülükle dokunacak olursanız
Allah’ın azabına uğrarsınız.
Evet bu deveye kötü bir şekilde
yaklaşmak, kötülük yapmak üzere dokunmayacaklardı. Kötülüğün dışında meselâ süt
almak için başka şeyler için dokunabileceklerdi. Zira arz da Allah’ındı deve de
Allah’ındı. Ve Allah’ın âyeti olan bu deveye karşı Allah’ın istediği gibi
davranmak zorundaydılar. Allah’ın âyetine hayat hakkı tanımak zorundaydılar.
Allah’ın arzında Allah’ın yasalarına, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın dinine,
Allah’ın hayat programına hayat hakkı tanıyacaklardı. Kendilerinin, kâinatın,
devenin ve tüm varlıkların yaratıcısı ve sahibi olan Allah’ın hayata karışmasına
karşı gelmeyeceklerdi. Bu hayat Allah’tansa, bu varlıkların sahibi Oysa, elbette
onlar konusunda söz sahibi de O’dur diyeceklerdi. İlişmeyeceklerdi Allah
âyetine. Dışlamayacaklardı Allah’ı. Yok etmeden yana olmayacaklardı Allah
âyetlerini.
Başka? Başka ne istiyordu Allah
onlardan? Bakın kullarına karşı rahmeti bol olan Rabbimiz, bu rahmeti gereği
gafil kullarının akıllarını erdirmek için bundan sonraki âyetinde onlara şöyle
sesleniyor:
74. “Allah'ın sizi Âd milleti
yerine getirdiğini, ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler
yonttuğunuz yeryüzünde yerleştirdiğini hatırlayın; Allah'ın nimetlerini anın,
yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın"
dedi.”
Hatırlasanıza Âd kavminden sonra
sizi halîfeler kılmıştık. Allah onlardan sonra sizi yeryüzünde yerleştirip
imtihana tâbi tuttu. Allah âyetlerine inanmayan, Allah elçileriyle savaşa
tutuşan Âd toplumunu yok etti ve Allah onların mülkü üzerine sizleri getirdi.
Onlardan aldığı nimetlerini şimdi size verdi. Onların arkalarından sizleri
yeryüzüne yerleştirdi. Size imkân verdi, coğrafya verdi, yeryüzünde hükmetme
yetkisi verdi. Sizleri yeryüzünde egemen kıldı. Dilediğiniz gibi yeryüzüne
hükmedecek konuma getirdi sizi. Bu yetkiyi kimden aldınız? Kim verdi bütün bu
nimetleri size? Bütün bunları Allah lütfetmedi mi size? Yeryüzünü size boyun
büktüren Allah değil mi? Siz kendiniz mi yapıyorsunuz bunları? Yeryüzünün
ovalarında köşkler kurup, dağlarında kayaları yontup evler, köşkler
yapıyorsunuz.
Hem ovalardan istifade
ediyorsunuz hem dağlardan. Dağlarda evler yontuyorsunuz, ovalarda da köşkler
yapıyorsunuz. Rivâyetlere göre kendilerinden öncekilerin rüzgar ve sarsıntıyla
yok edildiklerini bildikleri için güya dağların üzerlerinde kayalardan mağaralar
yontarak kendilerini Allah’tan gelebilecek muhtemel bir azaba karşı sağlama
almaya çalışıyorlardı.
Allah’ın elçisi diyor ki bütün bunları
size Allah’ın verdiğini hiç düşünmüyor musunuz? Sizden öncekilerin helâk
edildiklerini ne çabuk unuttunuz? Yaşadığınız bu bölgede, bu köşklerin içinde
kendinizi emniyette mi hissediyorsunuz?
Evet Semûd kavmi dağ başlarında
kayaları yontarak, kayaları, dağları yararak çok muhkem evler yapıyorlar, hiç
ölmeyeceklermiş gibi köşkler içinde yaşıyorlardı ve zannediyorlardı ki bu sağlam
yapılar kendilerini her türlü tehlikelere karşı koruyacaktı. Bu sağlam
yapılarına, muhkem evlerine, mülklerine, servetlerine makamlarına ve
medeniyetlerine güvenerek Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın elçileriyle sa-vaşa
tutuşuyorlardı. Kendilerinden önce Allah mücâdeleye tutuşanların gözlerinin
önünde Allah karşısında nasıl mağlup olduklarını görmüşlerdi ama yine de ibret
almıyorlar ve onların yolundan gitmeyi tercih ediyorlardı.
Bu yüzden nerede yüksek, yüksek binalar
görsem Semûd’u hatırlarım. Gözümün önünde hiç ölmeyecekmiş gibi plan program
yapan Semûd canlanır. Allah korusun da bugünün insanları da tıpkı Semûd’un
tavrını sergiliyorlar. Sanki ebedî kalma iddiasını sergileyen, Allah’a da,
Allah’ın âyetlerine de, Allah’ın peygamberinin sünnetine de ihtiyaçlarının
olmadığını söylüyorlar. Adamlar öyle bir hayat yaşıyorlar ki hayatlarında ne
kitap var ne sünnet. Sanki hiç ölmeyecekler, sanki kıyâmet hiç gelmeyecek ve
saltanatları düzeleri sanki hiç yıkılmayacak. Tüm günlerini, tüm zamanlarını ve
mesailerini bunlara ayırarak, gündemlerinden âhireti, hesabı kitabı çıkararak
işleri güçleri kasır ve büyût olan bu insanları görünce Semûd’u hatırlamamak
mümkün değildir.
Evet Allah’ın elçisi diyor ki Allah’ın
size verdiği bu nimetleri hatırlayın da yeryüzünde fesat çıkarmayın, yeryüzünde
Allah’ın koyduğu düzeni bozmayın. Allah’ın sizlere kulluk adına verdiği bu
nimetleri sırf zevkleriniz istikâmetinde kullanacağınıza ihtiyaçlarınız kadar
hayatı kullanıp o arazileri o imkânları Allah’a kulluk üzere kullansaydınız ya.
Her yerde Allah’a secdeyi gerçekleştirseydiniz ya. Her yeri evlerle, köşklerle,
saraylarla dolduracağınıza her yeri Allah’a secde mahalli kılsaydınız ya. Her
yerde Allah’ın istediği gibi davranarak Al-lah’a kulluğu gerçekleştirerek
halîfelik hakkınızın devamını sağlasaydınız ya.
Bakın Allah’ın elçisinin bu uyarısına
karşılık o toplumun Melesi de şöyle diyorlardı:
75.
“Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri, aralarından iman eden ve bu
sebeple hor gördükleri kimselere, "Sâlih'in Rabbi tarafından gönderildiğini
sahiden biliyor musunuz? "dediler, onlar da, "Doğrusu biz onunla gönderilene
inanıyoruz" dediler.”
Müstekbirler, kibirlenenler,
Allah’a ve elçisine kafa tutanlar, mallarına makamlarına, servetlerine,
konumlarına, evlerine, köşklerine güvenerek Allah’a da Allah’ın âyetlerine de
Allah’ın elçilerine de değer vermeyenler, devletin nimetlerinden en fazla
istifade eden, kan emen, toplumda peygamber mesajının hâkim olmasıyla tüm
menfaat hortumlarının kesileceğinden ve
mevcut düzenin yaşamasından yana olanlar, müstekbirler mus’taz’aflara,
ezilenlere, horlananlara, ikinci, üçüncü sınıf vatandaş görülenlere şöyle
diyorlardı:
Yâni şimdi sizler gerçekten Sâlih’in
Rabbinden bir mürsel olduğunu, Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu
biliyor musunuz? Onun gerçekten bir peygamber olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Onların bu sorularına karşı Sâlih (a.s)’ma iman etmiş mü’minler de diyorlar
ki:
Biz Sâlih (a.s)’ın bir peygamber
olduğuna da onun Rabbinden getirdiklerinin tümüne de iman ettik. Biz onun
getirdiklerinin tümüne inandık. Dikkat ederseniz kâfirler siz onun bir peygamber
olduğunu biliyor musunuz? Belki de o sizi kandırmıştır şeklindeki sorularına
kar-şılık mü’minlerin verdikleri cevap gerçekten çok manidardır. Kâfirlerin
sorularını düzelterek diyorlar ki sadece bilmek yetmez. Biz sadece işi bilmekle
bırakmadık bu bildiklerimizi imana dönüştürdük. Mücerret bilgi bir işe yaramaz
ki. İman için elbette iman edilecek şeyler bilinmeliydi, bilinmeyen şeye iman
söz konusu olamazdı ama bu bilgi hemen imana dönüşmeliydi.
Ve işte bakın diyorlar ki bilmek
de ne demek? Bilmenin de ötesinde biz onun getirdiklerinin tümüne iman ettik.
Allah’ın elçisinin Rabbinden getirdiklerinin hepsini kabul ettik. Onun Rabbinden
getirdiklerinin tümü bizim başımızın üzerindedir dediler ve imanlarını
kâ-firlerin yüzlerine haykırdılar.
Bakın anlaşılan o ki Sâlih (a.s)
toplumunu Allah dâvet eder. Her toplumda olduğu
gibi Sâlih (a.s)’ın toplumun içinden de sadece zayıf olanlar, fakirler ve
garibanlar bu dâvete icâbet ederler. Varlıklılar, yöneticiler, topluma egemen
olanlar iman etmezler. Ve bunlar, bu kâfirler o toplumda kendilerine ters olan
bu insanları ikinci, üçüncü sınıf vatandaş görerek, müs’taz’af görerek
imanlarından dolayı onları sorgulamaya çalışıyorlar. Şu andaki müstekbirlerin
imanlarından dolayı aşağı gördükleri müslümanları sorgulamaya çalıştıkları gibi.
İmanlarından dolayı mü’minleri mahkum etmeye çalıştıkları gibi. Gelin bakalım
bizim iznimiz olmadan sizler nasıl inandınız? Bizler bu işe okey demeden nasıl
örtündünüz? Bizlerin müsaadesi olmadan şunları, şunları nasıl yaparsınız?
dedikleri gibi onları da sorgulamaya ça-lışıyorlardı kâfirler.
Ve işin en enteresan tarafı da düne
kadar tükürüklerini bile lâyık görmedikleri bu ayak takımını, bu kölelerini
imanlarından ötürü artık kale almaya ve onları kendilerine muhatap kabul etmeye
başlıyorlardı bu kâfirler.
Öyleyse şunu hiç bir zaman
unutmayalım ki bizler de bugün bu kâfirlerin karşılarına net ve açık müslümanlar
olarak çıkarsak, kendilerinden farklı bir kimlikle onların karşılarına
çıkabilirsek o zaman bizi bu imanlarımızla değerlendirecekler. Yoksa bu adamlar
bizi neyle değerlendirecekler? Atla mı? Arabayla mı? Servetle mi? Parayla mı?
Biz bunlarla bu adamların karşısına çıkmaya çalışırsak unutmayalım ki ebedîyen
dünyaya tapınan bu adamların elindekilere ulaşamayacağımıza göre, bizim
elimizdekiler hep onlarınkinden az ola-cağına göre yine bir değerimiz olmayacak
demektir. Başka neyle çı-kabileceğiz bu adamların karşısına? Demokrasiyle mi,
laiklikle mi, İs-lâmi olmayan sosyal
yapılanmalarımızla, eğitim anlayışlarımızla mı?
Bu adamlar bizim artıklarımızla
geçinen, bizi taklit eden, bizi efendi görüp bizimkileri kapmaya çalışan köleler
diyecekler. Peki o zaman neyle çıkacağız bu adamların karşısına? İmanla
çıkacağız, Kur’an’la çıkacağız, bunlardan farklı bir hayat anlayışıyla,
bunlardan farklı bir kimlikle müslüman kimliğiyle çıkacağız işte o zaman bu
adamlar bizi muhatap kabul edecekler başka çaresi yoktur bunun.
Evet mü’minler kâfirlerin karşılarına
müslüman kimliğiyle dikilince bakın onlar ne dediler:
76. “Büyüklük taslayanla, "Sizin
inandığınızı biz inkâr ediyoruz" dediler.”
Evet müstekbirler de dediler ki
biz de sizin inandıklarınızı inkâr ettik. Biz de sizin mü’mini olduğunuz
şeylerin kâfiri olduk. Biz sizin inandıklarınızın doğruluğunu bilmiyoruz,
bilemiyoruz demiyorlar da; biz onların kâfiriyiz diyorlar alçaklar. Aslında onlar da biliyorlar peygamberin hak olduğunu.
Onlar da biliyorlar Sâlih (a.s)’ın hak pey-gamber olduğunu ve bu devenin mûcize
bir deve olduğunu. Biliyorlar ama hayatlarının değişmesinden korktukları için,
menfaatlerinin kesileceğini bildikleri için iman etmiyorlardı. Peygamberin
mesajına iman ettikleri zaman hayatları değişecekti, kan emmeye devam
edemeyeceklerdi, zulümlerini sürdüremeyeceklerdi de onun için iman
etmiyor-lardı.
Sizin iman ettiğiniz şeylerin hiç
birisini kabul etmiyoruz diyerek; şehirde inananlarla kâfirler arasında çekişme
oldu. Şehirde dokuz kişilik bir eşkıya gurubu vardı. Bu eşkıya gurubunun içinden
en şakîleri ileri atılıp deveyi biçiverdi.
77. “Ve dişi deveyi kesip devirdiler; Rablerinin
buyruğuna baş kaldırdılar, "Ey Sâlih, eğer sen peygambersen bizi tehdit ettiğin
azaba uğrat bakalım" dediler.”
Evet Allah’ın âyetini, deveyi
biçtiler. tâbi büyük bir deve olduğu için ayaklarından biçip
öldürdüler.
Bu devenin bir özelliği vardı, bir gün
toplum kuyulardan su içmeyecek ve sadece bu deve su içecek ve ikinci gün de
içtiği bu suyu süt olarak kavme ikram edecek ve tüm kavmi doyuracaktı. İkinci
gün de bu deve su içmeyecek ve kavim kuyulardan su içecekti. Yâni Medayin-i
Sâlih’in beş yüz bin civarında nüfusu olan bir şehir olduğunu düşünürsek bir tek
deve beş yüz bin insanı sütle doyuracaktı.
Gerçekten büyük bir mûcizeydi bu
deve. Gerçekten de toplum için mahza hayırdı, hayırlıydı, bereketliydi bu deve.
Ama kâfirler Allah’ın bu âyetine tahammül edemediler. Allah’ın âyetini ortadan
kaldırmaya yöneldiler. Allah’ın yasasını ortadan kaldırmaya yöneldiler. Allah’ın
arzında Allah’a hayat hakkı tanımadılar, Allah’ın âyetine hayat hakkı
tanımadılar ve kendileri için mahza hayır olan, tek suçu kendilerine süt verip
onları beslemek olan bu deveyi ayaklarından biçerek öldürüverdiler. tâbi büyük
bir deve olduğu için ayaklarından biçip onu
öldürüverdiler.
Evet kâfirlerin fıtratında, küfür
tabiatında faydalıyı ret vardır. Kâfir kesinlikle hayra, hakka dayanamaz.
Kâfirin hayra hayırlıya bereketliye tahammülü yoktur. Bakın bu deve mahza
kendileri için hayırlıydı, mahza bereket kaynağıydı. Bu devenin bir tek suçu
vardı o da süt vermek. Süt verip bu insanları doyurmak. Bunun dışında başka bir
suçu yoktu bu devenin. Ama kâfirin mantığı ters çalıştığından bu hayra tahammül
edemedi. Tıpkı şu anda yeryüzünde tek suçu süt vermek olan ürettikleriyle tüm
dünyayı doyurmaktan başka bir suçu olmayan müslümanları öldürmek için günümüz
kâfirlerinin soyundukları gibi.
Ben müslümanları Sâlih (a.s)’ın
devesine benzetirim. Şu andaki müslümanların yeryüzünde varlıkları da insanlık
için mahza hayırdır. Bugün müslümanların bir tek suçu var. O da tıpkı Sâlih
(a.s)’ın devesi gibi süt vermek. Yâni ürettikleriyle tüm dünyayı beslemek. Ama
bugünkü kâfirler de tıpkı dünün kâfirleri gibi bu hayra tahammül edemiyorlar. Bu
hayrın varlığına tahammül edemiyorlar da yeryüzündeki tüm müslümanları yok etmek
için çırpınıyorlar. Yeryüzünde Allah’ın âyetine, Allah’ın arzularının
görüntülenmesine, Allah’ın yasalarının temsil edilmesine tahammül edemiyorlar.
Çünkü kesin biliyorlar ki bu kâfirler yeryüzünde müslümanlar var oldukları
sürece, yeryüzünde müslümanlar Allah’a kulluğu sergiledikleri sürece bâtılların
bâtıllıkları anlaşılacak sapıkların sapıklık noktaları açığa çıkacak ve
kendilerine hayat hakkı kalmayacaktı.
Evet kâfirin mantığı ters işlemektedir.
Şaşı gözlüdür kâfir. Her şeyi ters değerlendirir. Hakkı bâtıl, bâtılı hak görür,
hayrı şer, şerri hayır görür, temizi pis, pisi temiz görür. Sanki namusluluğu
namussuzluk, namussuzluğu namusluluk bilir. Meselâ bir okulda iki bin öğrenciden
sadece iki tanesi kapalı olsa küfrün buna tahammülü yoktur. Neden? Çünkü o iki
tane örtülünün varlığı örtüsüzlerin varlığını açığa çıkarıyor da ondan. Koskoca
bir dairede rüşvet yemeyen iki tane memurun varlığına tahammülleri yoktur.
Neden? Çünkü o iki tane mü’minin varlığı ötekilerin pisliğini açığa çıkarıyor da
ondan.
Evet Sâlih (a.s)’ toplumu
peygamberlerinin buna dokunmayın dediği deveyi Allah’ın âyetini ortadan
kaldırıverdiler. Şu anda da son elçi Hz. Muhammed (a.s)’ın bunlara dokunmayın
dediği yeryüzünde Allah âyetlerini, Allah sistemini kaldırmaya
çalışıyorlar.
Evet deveyi öldürdüler. Peki acaba niye
öldürmüşlerdi bu de-veyi? Çünkü bu deve Allah’ın âyetiydi ve karşılıksız süt
veriyordu top-luma. Bu devenin varlığı, misyonu toplumda menfaatperestlerin
huzurunu kaçırıyordu. Karşılıksız bir şey yapmayı bilmeyenlerin pisliğini açığa
çıkarıyordu bu deve. Peygamber de böyleydi. Rabbimiz Müd-dessir sûresinde
peygamberine şöyle diyordu:
“ Yaptığın iyiliği çok görerek başa
kakma.”
(Müddessir
6)
Daha iyisini beklediğinden dolayı sen
insanlara iyilikte bulunayım deme. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez deme. Ben
bunu bir kere arabama bindirirsem bu bana araba hediye edecek deme.
Hareketlerini buna bina etme peygamberim.
Yaptığın işi çok görerek başa kakma.
Veya sen çok iyiliğe lâyıksın zannederek hareketini öylece düzenleme. Veya
karşındakini minnet duygusu altında tutma.
Yâni Az verip çok şey bekleme. Hem toplumsal planda, hem de Allah’a karşı
görevlerinde öyle davranma. Meselâ namazımızı kılıyoruz, abdestimizi alıyoruz,
elbette Allah bizi cennete koyacaktır değil mi? diyerek az yaptığın kulluğun
karşılığında tam kulluğun gereği olan cenneti bekleme. Bir böyle. Bir de sosyal
ilişkiler içinde karşındakine iki âyet anlattın diye iki çay içirmesini bekleme.
Ya da aferin demesini bekleme. Veya tebliğ ettim, duyurdum diye hemen hayatını
değiştirmesini bekleme.
İşte Allah peygamberinden bunu
bekliyordu. Şimdi böyle bir peygamberin varlığına kâfirler, toplumda
menfaatlerini birinci planda tutan zâlimler tahammül edebilirler mi? Devletse
tebaasını, talebeyse hocasını, hocaysa talebesini, müdürse okulunu ve
talebelerini, sa-tıcıysa
müşterilerini, müşteriyse satıcıyı düşünen birisini gördüklerinde elbette
zâlimlerin iştahı kaçacaktı. Bu tipte bir tek adamın varlığına bile tahammül
edemezler. Onu yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Kendilerinin
yanlışlığını ortay koyan kıstası yok etmek için yapamayacakları yoktur bu
adamların.
İşte Semûd da böyleydi. Kendilerinin
iyiliğini isteyen, yaptıkları karşılığında kendilerinden bir ücret istemeyen
fedâkarlık sembolü kardeşleri Sâlih’in
varlığına dayanamadılar. Mahza kendileri için hayır olan, bereket olan
devenin varlığına tahammül edemediler. Allah’ın âyetine tahammül edemediler de
deveyi öldürüverdiler.
Aslında deveyi boğazlayanlar bir kaç
kişiydi, ya da onların da içinden bir tanesi bu işi gerçekleştirmişti ama dikkat
ederseniz Rab-bimiz bu işi toplumun tümüne teşmil ediyor. Tüm toplumu suçlu
kabul ediyor. Neden? Çünkü devenin öldürülme konusunda ötekiler de ona yardımcı
oldular veya ötekiler de onun bu eylemine ses çıkarmadılar, engel olmadılar,
karşı koymaya çalışmadılar. İçlerinden bir şakinin Allah’ın âyetini kaldırmasına
göz yumdular. İşte onların bu tavrı o şakîye en büyük destekti ve Rabbimiz bu
konuda onların tümünü bu suça ortak kabul ediyor. O deveyi hep beraber
boğazladılar, Allah’ın âyetini hep beraber ortadan kaldırdılar diyor.
Yâni bir toplum içinden bir şaki
çıkıp Allah’ın sistemini kaldırırsa toplumun diğer üyeleri on bu işten
engellemeye çalışmazsa tüm toplum suçludur diyor Rabbimiz. Evet toplum içinde
şirke, toplum içinde ahlâksızlığa, toplum içinde İslâm dışı uygulamalara ses
çıkarmayan herkes ondan sorumludur.
Evet deveyi öldürdüler Sonra da
küstahlıkları içinde dediler ki bakın:
Allah’ın elçisine meydan okuyarak
dediler ki ey Sâlih! Biz ya-pacağımızı yaptık, haydi sen de o bize vaadettiğin
azabı getir de gö-relim. Ey Sâlih gerçekten peygambersen haydi ne getireceksen
getir de görelim dediler. Hakikaten Allah’a ve onun elçisine kafa tutmada çok
ileri gittiler. Çünkü Sâlih (a.s)’a meydan okumaları demek Allah’a meydan
okumaları demekti. Yâni âyetin ifadesinden de anlıyoruz ki aslında bu adamlar
Allah’ın azabını hak ettiklerini, Allah’ın azabının mutlaka kendilerine
geleceğini bildiler de yine de kuyruğu dik tutmaya çalıştılar. Yâni onu
öldürünce rahatları kaçtı. Çünkü önceki toplumlara Allah’ın yaptıklarını
bildikleri için artık kesinlikle kendilerine Allah’ın azabının geleceğini
anladılar.
Rivâyetlere göre bu deveyi
öldürmelerinden sonra Rabbimiz onlara üç gün müddet tanıdı. Üç gün kendi
memleketinizde faydalanın dedi. Haydi üç gün daha yaşayın dedi. Yine rivâyetlere
göre bu üç günün birinci gününde, yüzleri sarardı, ikinci gün yüzleri kızardı,
üçüncü gün de yüzleri kap kara kesildi. Daha sonra:
78. “Bu yüzden onları bir
sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü
çöküverdiler.”
Onları bir racfe
yakalayıverdi. Dizlerinin üzerinde çöküverdiler. Oldukları yerde diz
çöküverdiler. Güvendikleri evleri, villaları, saltanatları, medeniyetleri bir
anda çöküverdi. Güçleri kuvvetleri teknolojileri bir sayha ile bir anda
çöküverdi. Bir Sa’ika, bir yıldırım, bir titreşim, ya da geberin diye bir ses
geliverdi de ne evleri, ne köşkleri, ne medeniyetleri, ne güçleri kuvvetleri
kendilerini helâkten kurtaramadı.
Diz çöktüler, keşke alçaklar daha
önce diz çökselerdi. Keşke daha önceden secdeye kapansalardı. Keşke daha önceden
Rablerinin emirlerine boyun büküp Onun istediği hayatı yaşamaya yönelselerdi.
Onlar böyle tav’an diz çökmeye yanaşmayınca Rabbimiz zorla diz
çöktürüverdi onlara.
79. “Sâlih de onlardan yüz
çevirdi ve" Ey milletim! An-dolsun ki ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt
vermiştim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz?
dedi.”
Sâlih (a.s) onlardan yüz çevirdi,
onlardan uzaklaşıp şöyle bir tepeye çekildi ve az evvel beş bin insanın yaşadığı
Medayin’e şöyle bir baktı. O insanlardan, o insanların evlerinden,
Medeniyetlerinden geriye kalanı şöyle bir seyretti. Ve dedi ki, ey kavmim!
andolsun ki ben size Rabbimiz risâletini tebliğ ettim. Rabbimin bana
gönderdiklerini ben size tastamam ulaştırdım. Bu konuda en küçük bir mâzeret
gösteremeyeceğiniz biçimde size hakkı duyurdum. Ben bana düşenlerin tamamını
yaptım.
Ve ben size nasihat ettim. Sizin
cennetiniz için ve cehennemden korunmanız için ben size nasihatçi davrandım.
Yâni size son derece samimi davrandım. Sizden hiç bir ücret istemedim. Ve sizin
bana yaptığınız işkenceler ve yalanlamalarınız karşısında bıkıp usanıp, size
kızıp darılıp da sizin cehenneminize göz yummaya kalkmadım. Şahsî meseleleri ön
plana çıkarmadım. Sadece sizin için iyilik düşündüm ama:
Lâkin siz nasihatçileri sevmiyorsunuz.
Siz sadece sizin iyiliğinizi düşünen, sizi ezmeyi, sizi kullanmayı, size
zulmetmeyi istemeyen ve sadece sizin cennetiniz ve mutluluğunuz için
çırpınanları sevmiyorsunuz. Siz nasihati ve nasihatçiyi sevmiyorsunuz. Siz böyle
sırf sizin iyiliğinizi isteyen insanları sevmiyorsunuz. Siz her an sırtınıza
binecek, her dakika sizi ezecek, sizi kullanacak birilerinden hoşlanıyorsunuz.
Bu tip zorbalar karşısında ancak hizaya geliyorsunuz. Bir peygamberden değil,
zâlim bir idareciden hoşlanıyorsunuz. Sizi seven, size değer veren ve sizin
için, sizin kurtuluşunuz için her türlü fedâkarlığa katlanan, bir elçiyi kaale
almıyorsunuz da sizi ezenlerin karşısında ceket ilikliyorsunuz. Siz sizden çok
sizi düşünen birisini değil, sizi her an ezen birilerinden hoşlanıyordunuz ve işte böyle bir tutumun
sonucunda da Allah’ın azabını hak ettiniz.
Gerçekten sevinmedi Hz. Sâlih (a.s).
Kavminin başına gelenlere üzüldü. Zavallılar ben size dememiş miydim? Ben size
anlatmamış mıydım? diyerek üzüntüsünü dile getiriyordu.
Evet bir toplum daha tarih sahnesinden
siliniyordu. Bir toplum daha Rablerine isyanlarının cezasını çekerken, o toplum
içinde üslendikleri rollerinden dolayı Allah elçisi ve beraberinde inananlar
kurtuluyor ve Rablerinin va’dine kadar yaşıyorlar. Sonra Rabbimiz bir başka
toplumu anlatmaya başlıyor. Lût (a.s)’ı ve onun toplumunu anlatmaya
başlıyor.
80. “Lût’u da gönderdik, milletine" Dünyalarda hiç kimsenin
sizden önce yapmadığı bir hayasızlığı mı
yapıyorsunuz?”
Lût (a.s) İbrâhim (a.s)’ın
yeğenidir. İbrâhim (a.s)’ın kavmiyle, toplumuyla, devletiyle verdiği onurlu
mücâdelesinden ve sonunda ateşe atılmasından sonra yeğeni Lût (a.s)’la beraber
ülkesinden hicret etmiş. İbrâhim (a.s) Filistin bölgesine yâni Beyti Makdis
civarına, Lût (a.s) da Ürdün’e Sodam ve Gomore kentlerinin bulunduğu bölgeye
yerleşmiştir. Kudüs’le Amman arasında bir bölgedir burası.
Lût (a.s)’ın toplumunun bir büyük
hastalığı vardı. Yeryüzünde hiç bir kavmin yapmadığı korkunç bir hastalık.
Lûtîlik. Erkeğin erkelere gitmesi. Bakın diyor ki Hz. Lût: Sizler fahişeye mi
gidiyorsunuz? Aşırılığa, fahşaya mı gidiyorsunuz? Dünyalarda sizden önce hiç bir
kavimde görülmemiş, hiç kimsenin yapmadığı bir hayasızlığı mı yapmak
istiyorsunuz? Veya âleminden maksat insanların dışında hayvanlar âleminde bile
benzeri görülmemiş çok çirkin bir şeyi mi yapmaya
gidiyorsunuz?
81. “Siz kadınları bırakıp
şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz, doğrusu çok aşırı giden bir milletsiniz"
dedi.”
Hayvanların bile yapmadığı, yapamadığı
bu fıtrat bozukluğuyla kadınlar dururken erkeklere mi gidiyorsunuz? Hem de bir
yanlışlık sonucu, bir hata sonucu da değil üstelik şehvetle gidiyorsunuz öyle
mi? Hayır hayır sizler haddi aşan bir toplumsunuz.
Sizler müsrif bir toplumsunuz. Yâni böyle sere serpe, keyfine göre, zevkine göre
yaşamak isteyen, hiçbir sınır tanımayan, Allah tanımayan bir toplumsunuz. Çünkü
hayatın sınırını koyan Allah’tır. Sınır tanımayanlar da Allah
tanımayanlardır.
Allah’ın müsrifler olarak vasfettiği bu
kavim ahlâksızlıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki toplumun içinde herkesin
gözleri önünde bu ahlâksızlığı işliyorlardı. Ahlâksızlığı doruk noktada
sergileyen, peygambere kafa tutmayı doruk noktada yasallaştırmış bir toplum.
Ahlâksızlığı en zirvede temsil eden kavim Hz. Lût (a.s)’ın kavmidir. Hattâ insan
sûretinde kavmi yok etmek için Allah’ın melekleri Hz. Lût (a.s)’a geldikleri
zaman karısı bu ahlâksızlara haber vermişti. Lût’un evine çok yakışıklı
delikanlılar geldi, eğer onlardan istifade etmek isterseniz haydi buyurun diye;
eve bu ahlâksızları dâvet etmişti. Ahlâksız toplum da Lût (a.s)’ın evini
muhasara ettiler. Ey Lût biliyoruz ki senin evinde yakışıklı gençler var onları
bize teslim etmezsen sana şöyle şöyle yapacağız
diyerek Allah elçisini tehdit ettiler.
Yâni düşünebiliyor musunuz
birisinin evine misafir olarak bir kısım
gençler geliyor ve ev sahibinden şehvetlerini tatmin için bu misafirlerinin
kendilerine teslim edilmesini istiyorlar. Gerçekten ahlâksızlığın doruk noktası.
Bakıyoruz bugün de Amerika’da ve müşrik
batıda ve onların uydusu konumunda bulunan Türkiye’nin pek çok şehirlerinde aynı
ahlâksızlıkların sergilendiğini görüyoruz. Aynı fıtrat bozukluklarını bugün de
görüyoruz. Belki de Lût (as) ın ahlâksız ve sapık kavmini aratmayacak boyutta.
İşte bu fıtratın bozulmasının ifadesidir. Bütün bunlar inanç bozukluğundan
tevellüd eden şeylerdir.
Allah diyor ki sizler müsrif bir
toplumsunuz. Sizler haddi aşan, Allah’ın sınırlarını tanımayıp çiğneyen
Rabbinizin size vermiş olduğu nimetleri kötü yerde kullanan, fıtratı kötüye
kullanan insanlarsınız. Allah onlara bir güç vermişti, cinsel bir potansiyel
vermişti halbuki onlar Allah’ın kendilerine verdiği bu güç sayesinde nesillerini
devam ettireceklerdi. Beşeriyetin devamını sağlayacaklardı. Erkekse kadına,
kadınsa erkeğe gidecekler ve Allah’ın kendilerine gösterdiği yollardan bu
arzularını tatmin edeceklerdi. Oysaki bu ahlâksız toplum Allah’ın kendilerine
Lütfettiği bu gücü bu enerjiyi gerekli yerde kullanmayarak İsraf
ediyorlardı.
Demek ki İsraf nimeti o nimetin
vericisinin yolunda kullanmamaktır. İsraf: Nimeti, nimet sahibinin gösterdiği
istikâmette kullanmamaktır. Evet malımızı, evlâtlarımızı, canımızı, elimizi,
ayağımızı, paramızı, cinsel gücümüzü, aklımızı, fikrimizi, kâlemimizi,
zamanımızı nerede ve nasıl kullanacağımızı Allah’a sormak zorundayız. Çünkü
bütün bu sahip olduğumuz şeyleri bize veren Odur. O bütün bu verdiklerini nerede
ve nasıl kullanmamızı istiyorsa oralarda kullanmak zorundayız. O zaman nimete
şükretmiş olacağız, değilse küfran-ı nimet etmiş ve İsraf etmiş olacağız. İşte
Allah’ın kullarına vermiş olduğu cinsel nimeti de üreme nimetini de evlenerek
meşru dairede çoluk-çocuk sahibi olarak onu verenin rızasına uygun olarak
değerlendirmek zorundayız.
Evet demek ki bu da bir nimettir.
Ve eğer bu bir nimet olmasaydı ne kadın kocasına tahammül eder ne de koca
karısının ve çocuklarının kahrını çekmeye yanaşırdı. İşte Allah’ın verdiği bu
nimetin burada kullanılması gerekmektedir. Rabbimiz bize bu nimeti bunun için
lütfetmiştir. Bu nimetin Allah’ın yasakladığı bir istikâmette kullanılması,
erkeklerin erkeklere giderek, kadınların da kadınlarla tatmin olarak
kullanılması nimetin İsrafıdır.
Evet Allah’ın elçisi onlara, sizler
kadınları bırakarak erkeklere giden sapıklar mısınız? Sapıklığı mı tercih
ediyorsunuz? Sizler ne sapık ne İsrafçı insanlarsınız buyurunca bakın onlar da
şöyle diyorlardı:
82. “Milletinin cevabı sadece,
"Onları kasabamızdan çıkarın, güya onlar temiz kalmaya uğraşan insanlarmış"
demek oldu.”
Çıkarın bu adamları şehrimizden.
Çıkarın onları beldemizden. Atın bu adamları okullarımızdan. Sürün bu adamları
kentimizden. Yok edin bunları. Temizleyin bu adamları sokaklarımızdan. Çünkü
bunlar temizlenmek isteyen kimselerdirler. Temizlik istiyorlar bunlar. Aşırı
temizlikten yanalar bunlar. Madem ki temizlik istiyorlarmış, madem ki
temizlikten yanalarmış öyleyse çıkarın bunları şehrimizden de diledikleri yerde
diledikleri kadar temizlensinler. Bunlar memleketin düzenini bozuyorlar. Bunlar
ülkenin yeknesaklığını zedeliyorlar. Bunlar bizim ülkemizde fitne çıkarıyorlar.
Bizler ne güzel erkek erkeğe, kadın kadına bir ayırım yapmadan cinsel
arzularımızı tatmin edip keyiflerimize bakarken bu adamlar homoseksüelliğe,
zinaya karşı çıkarak bizim huzurumuzu kaçırıyorlar. Yok haramdı, yok helâldi
diyerek bizim iştahımızı kaçırıyorlar. Huzurumuzu kaçıran, bize Allah’ı, bize
âhireti, bize haramı helâli, hesabı kitabı, namusu iffeti hatırlatan ve böylece
zevklerimizi kaçıran bu insanları çıkarın ülkemizden de biz de rahat bir şekilde
yiyeceğimiz nanelerimizi yiyelim diyorlar.
Bugün de aynı şeyleri demiyorlar mı?
Çıkarın bu adamları şe-hirlerinizden. Atın bunları okullarınızdan. Temizleyin
bunları askeriyenizden. Kovun bunları mahallenizden. Çıkarın bu adamları
akrabalığınızdan. Çünkü temizliği istiyor bu adamlar. Bu sofuları sürün başka
yerlere. Bu tesettürlüleri uzaklaştırın üniversitelerinizden. Bu sakallıları, bu
rüşvet yemek istemeyenleri, bu temizlikten yana olanları atın dairelerinizden.
Evet semi ve basîr olma özellikleri alınmış, pislikten yana olanların bugün de
aynı şeyleri söylediklerine şahit oluyoruz. Çünkü hakkı bâtıldan, doğruyu
yanlıştan, güzeli çirkinden, pisi temizden, namusu namussuzluktan ayırabilme
özellikleri alınmış insanlardan bundan başkası da beklenmeyecekti elbette.
Evet kirlilerin içinde temizlerin
yaşaması zordur. Pislerin içinde az da olsa temizlerin varlığı, pislerin
pisliklerini açığa çıkardığı için pisler kesinlikle onların varlığına tahammül
edemezler. Sistemleri pis olan, hukukları pis olan, kazanmaları harcamaları pis
olan, eğitimleri pis olan, erkek kadın ilişkileri pis olan her şeyleri pis olan,
her tarafları kokuşmuş fıtratları pisliğe alışmış insanların temizlikten ve
temizlerden hoşlanmaları asla mümkün olmayacaktır.
Evet onlar böyle deyince
de:
83. “Bunun üzerine Lût'u ve
taraftarlarını kurtardık; yalnız karısı geride kalıp helâke uğrayanlardan
oldu.”
Evet bunun üzerine peygamberi ve onun
safında yer alanları, tercihini peygamberden yana kullananları kurtardık ancak
hanımı müstesna çünkü geride kalanlardan oldu. Veya onun karısı helâke
uğrayanlardan oldu. Veya o Lût (a.s)’ın karısı rahmetten ve kurtuluştan mahrum
olanlardandı. Temizlikten, temizlenmeden yana olan, Allah’ın istediğinden yana
olan peygamberi ve onunla birlik olanları kurtardık ve:
84. “Geriye kalanların üzerine
öyle bir yağmur yağdırdık ki! Suçluların sonunun nasıl olduğuna bir
bak!”
Evet cinsel ahlâksızlığı doruklaştıran
bir toplumun âkıbeti de işte böyle oldu. Allah’ın ve O’nun elçisinin
kendilerinden istediği tertemiz bir hayata razı olmayarak pislikten hoşlanan bir
toplumun âkı-beti işte budur.
Lût (a.s)’ın toplumu böyle pislik
içinde peygamberlerinin kendilerine sunduğu mesajdan habersiz, Allah’a ve O’nun
elçisine kafa tutar bir hayatı yaşayıp dururlarken onları helâk görevini alan
Allah’ın melekleri bu toplumu helâk etmek üzere gelirlerken önce Beyti Mak-dis
civarındaki Halil kentinde ikâmet eden Hz. İbrâhim’in (a.s)’ın yanına uğrarlar.
Allah’ın melekleri insan sûretinde kendisine geldikleri için atamız İbrâhim
(a.s) onlara kızartılmış bir buzağı ikram eder. Fakat onların sofraya el
sunmadıklarını gören atamızı bir korku bir telaş alır. Çünkü genelde o toplumda
bir eve misafir gelenler eğer ikram edilen yemeği yemezlerse düşmanlık adına
geldikleri anlaşılırdı veya bu varlıkların melek oldukları anlaşılırdı. İşte
atamız İbrâhim’i bir korku almıştı. Onun ve hanımının telaşlandıklarını gören
Allah’ın melekleri onları rahatlatmak için dediler ki ey İbrâhim korkmayın biz
Allah’ın melekleriyiz. Bunu öğrenince İbrâhim (a.s)’ı bu defa da başka bir
kor-ku almıştı. Melek ya vahiy getirir ya da hele hele
bir insan sûretinde gelmişlerse mutlaka bir toplumu helâk etmek için gelirler
diyerek bir başka korku kaplamıştı atamızı. Allah’ın melekleri dediler ki korkma
ey İbrâhim biz sana bir çocuk müjdelemeye geldik dediler.
Onların bu sözlerini duyan Sara
annemiz de çok heyecanlandı veya hayretini şaşkınlığını gizleyemeyerek ellerini
yüzüne vurdu ve dedi ki ben ha! Benim çocuğum olacak ha! Ben kısır bir kadınım!
Ve de üstelik seksen doksan yaşındayım! Böyle bir ayağı çukura kaymış,
yaşlılığının son haddine ulaşmış bir kadından nasıl bir çocuk olabilir? diyerek
hayretini izhâr ederken melekler de dediler ki” Kezalik” işte böyle. Güç ve
kudret sahibi olan rabbine bu iş kolaydır, hiç bir şey ona zor gelmez
dediler.
Sonra İbrâhim (a.s) meleklere sordu:
Sizin esas geliş gayeniz nedir? Allah’ın melekleri de dediler ki biz Rabbimizin
emriyle Lût’un kavmini helâk etmeye geldik. Allah’ın merhametli elçisi heyecanla
de-di ki; ama orada Lût var. Melekler dediler ki orada kimin olduğunu biz
bilmekteyiz. Sonra oradan ayrılıp Ürdün’e, Lût (a.s)’ın bölgesine geldiler,
insan sûretinde az evvel de ifade ettiğimiz gibi hanımı hainlerden olduğu için
onları kavmin ahlâksızlarına haber verdi. Bizim evde yakışıklı gençler var
onlardan istifade etmek istiyorsanız haydi gelin dedi. Sonra ahlâksızlar
tarafından Lût (a.s)’ın evi çevrildi. Ver o gençleri bize ey Lût yoksa biz sana
ne yapacağımızı görürsün diye tehditler savurmaya başladılar.
Onların bu tavırları Lût (a.s)’a
gerçekten çok ağır geldi. Misafirlerini kendi elleriyle bu ahlâksızlara teslim
etmek durumunda kalmak onu çok üzdü de onlara ey kavmim işte kızlarım! Gerçekten
evlenmek istiyorsanız onları alın ve bu misafirlerime dokunmayın dedi. tâbi bu
işte kızlarım ifadesi işte ümmetimin kadınları, eğer evlenmek istiyorsanız bu
kadınlarla evlenin ve erkeklere gitmekten sakının anlamına da gelmektedir. Onlar
dediler ki ey Lût bizim ne istediğimizi sen pek ala biliyorsun. Biz kızları
değil erkekleri istiyoruz ve onları almadan da buradan bir adım bile atmayacağız
dediler.
Sonra Allah’ın melekleri dediler ki ey
Lût korkmana gerek yok biz Allah’ın elçileriyiz ve bu ahlâksızların defterlerini
dürmeye geldik derler ve işte Rabbimizin:
“Geriye kalanların üzerine öyle bir
yağmur yağdır-dık ki! Suçluların sonunun nasıl olduğuna bir
bak!”
Âyetinde ifade edildiği gibi
Allah onların işlerini bitiriverdi. Mü’-minleri kurtarırken Rabbimiz kâfirlerin
kökünü kazıyıverdi. Ama burada dikkat ederseniz karısı müstesna diyor
Rabbimiz.
Evet görüyoruz ki iman etmedikleri
sürece peygamber karıları, peygamber kızları, peygamber oğulları peygamber
babaları, peygamber amcaları bile kurtulamıyor. Öyleyse ancak inananlar
kurtulacaktır, bunun dışında ne nesep bağı ne de başka bağlar hiç bir değer
ifade etmeyecektir.
Bakın Rabbimiz Tahrîm sûresinde iki
peygamber karısından bir de Firavunun karısı olan Asiye annemizden örnek vererek
bu hususu şöyle anlatır:
Allah, inkâr edenlere, Nûh'un karısıyla
Lût'un karısını misal gösterir: Onlar, kullarımızdan iki iyi kulun, nikâhı
altında iken onlara karşı hainlik edip inkârlarını gizlemişlerdi de iki
peygamber Allah'tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına: "
Cehenneme girenlerle beraber siz de girin" dendi
(Tahrîm 10)
“Allah, inananlara Firavunun karısını
misal gösterir: O: Rabbim! Katından bana cennette bir ev yap; beni Firavundan ve
onun işlediklerinden kurtar; beni zâlim milletten kurtar"
demişti.”
(Tahrîm 11)
Evet görüyor musunuz? İki peygamber
karısı, Lût (a.s) ve Nûh (a.s)’ın karıları kocaları peygamber oldukları halde,
Allah kendilerine çok büyük nimetler sağlamış olduğu halde, evlerine vahiy
indiği ve çevrelerindeki insanlar o evden aydınlandıkları halde bu büyük
nimetten istifade edemeyen iki peygamber karısı, cehenneme gidiyor ama zâlim ve
despot bir adamın Firavunun karısı olan Asiye annemiz akşam-sabah yemek yerine
kendisine sopa atan dünyanın en zâlim adamının emrinde o zor imkânları, o dar
imkânları değerlendirip cennete gidiyor. Rabbimiz bu ikisini mü’minlere misal
olarak arz ediyor.
Yarın ya Rabbi işte imkânım yoktu, zamanım
yoktu, zâlim bir müdürüm vardı nefes aldırmadı, zâlim birinin tebaasıydım fırsat
vermedi. Veya ya Rabbi param yoktu, pulum yoktu, imkânım yoktu ne yapayım kulluk
yapamadım diyerek yığınlarla mâzeretlerin arkasına saklanmak isteyenlere işte bu
iki örneği verecek. Bakın ki imkânı olanlar ne yapmış? İmkânsızlıklar içinde
kıvranan ne yapmış buyuracak.
Evet Lût (a.s)’ın karısı da helâk
edilenler arasındaydı, dünyada ve helâk edilenlerin arasında olacak âhirette.
Bildiğimiz kadarıyla Lût (a.s)’a toplumu içinden sadece iki kızı iman etmiştir.
Bundan başka hiç kimse iman etmemiştir. Allah’ın elçisi yıllarca anlatmış,
yıllarca uyarmış, yapmayın etmeyin demiş, bu gidişiniz dünyada azaba, âhirette
de cehenneme doğru bir gidiştir.
Gelin ey insanlar Rabbinize iman
edin. Gelin Rabbinizin sizden istediği bir hayatı yaşayın. Gelin kendi
hayatınızı kendiniz belirlemeye ve keyfinizin istediği şeyleri yapmaya
kalkışmayın. Sizin bir sahibiniz ve yaratıcınız vardır. Sizler hayatınızı
Rabbinize borçlusunuz. Rabbiniz denemek için sizi bu dünyaya getirdi. Sizden
öncekiler gibi şu anda sizler de imtihandasınız. Gelin inadı bırakın da
müs-lüman olun, Rabbinize teslim olun diye yıllarca uyardı onları ama din-lemediler. Yan çizdiler, keyifleri ağır bastı, şehvetleri
ağır bastı, menfaatleri ağır bastı da Rablerine ve Rablerinin elçisine isyan
edince Allah da onların defterlerini dürüverdi.
”Geriye kalanların üzerine öyle bir
yağmur yağdırdık ki! Suçluların sonunun nasıl olduğuna bir
bak!”
Evet üzerlerine bir yağmur
gönderdi de Rabbimiz işlerini bitiriverdi. Bir toplum daha siliniyordu tarih
sahnesinden. Allah diyor ki onların âkıbetleri ne oldu bir bakın. Lût kavminin
Kur’an’da bir başka ismi de “Mu’tefikat” tır. Yâni altı üstüne
getirilmiş bir toplum mânâsına. Allah üzerlerine bir yağmur göndermiş, o
yağmurun arasında taş yağdırmış ve melekler de her bireri beş bin kişiden ibaret
olan iki şehrin altını üstüne getirivermişlerdir. Bu toplumun bulunduğu yer
bugünkü Bahr’ul Muhît yâni ölü deniz diye anılan Lût gölü ve çevresidir. Burası
deniz seviyesinden çok daha aşağılarda bir çukurdur ki bu toplumun yere
battığının göstergesidir.
Böylece insanlık Allah’a kafa tutan bir
toplumun ne hale geldiğini bir daha görüyordu. İnsanlık Allah’ın gücüne
kuvvetine bir daha şahit oluyordu. Ama ne gariptir ki insanlar ibret almıyorlar.
Zâlimlerin sonu hep böyle olduğu halde yine de insanlar onların hemen arkasından
hiç bir şey olmamış gibi zâlimliklerine devam edebiliyorlar. Gerçekten çok garip
bir şeydir bu. Bize karşı rahmeti sonsuz olan Rab-bimiz bu kitabının her bir
sûresinde sürekli bizi uyarıyor. Ey kullarım, dikkat edin, ben sizlere ısrarla
bunu anlatıyorum. Ben size bu helâk konusunda peşin bir kanaat, peşin bir bilgi
veriyorum. Bu konuda kesin bir kanaate vararak, hata etmeyesiniz diye önceden
sizi uyarıyorum. Önceden size bilgi ulaştırıyorum. Sizden öncekilerin,
atalarınızın düştükleri yanlışı, onların yanılgı noktalarını, sapak noktalarını
anlatıyorum ki sizler de onların
yanlışlarına düşmeyesiniz. Bu size bir uyarı değil mi yani? Ne oluyor size? Ne
yapmaya çalışıyorsunuz? Ge-lin akıllarınızı başlarınıza alın da sizler de onlar
gibi kezzebe yapmayın. Gelin onlar gibi sizler de bu gerçekleri, bu helâk
yasasını yalanlamayın. Yalan saymayın
beni. Yalan saymayın ölüm ötesi hayatın hesabını. Onların durumlarını görün de
kendinize gelin buyurmaktadır.
Burada şunu da söyleyelim ki bu bizim
için de en güzel örnek olacaktır. Bakın Allah’ın elçileri anlatıyor, anlatıyor
yine de insanlar kabul etmiyorlar. Öyleyse biz de birilerine anlatınca hemen
adam ol-malarını beklemeyeceğiz. Bizim karşımızda da birileri bizi ve bizim
kendilerine sunduğumuz İslâm’ı kabullenmeyebilirler. Anlıyoruz ki böyle bir
durumda kendimizi asla sıkıntıya sokmayacağız. Unutmayacağız ki bizden çok daha
şerefli bir Allah elçisine sadece iki tane kızı iman ediyor. Bunun dışında hiç
kimse inanmıyor. Ayrıca Rasulullah efendimizin hadislerinde öğreniyoruz ki yarın
hiç ümmeti olmayan peygamberler gelecektir Allah huzuruna. Ama onların da bizim
de görevimiz insanların kalplerine imanı sokmak değildir. Bizim görevimiz
anlatmamız gerekenlere ısrarla anlatmaktır gerisi Allah’a kalmış bir şeydir.
Önemli olan batan toplumların içinde batmayıp kurtulanların rolünü
üslenebilmektir. Bundan sonra Rabbimiz bir zâlim dosyası daha açacak. Her halde
bu bölümün son zâlim dosyası olacak bu dosya. Bu da Şuayb (a.s) ve toplumunun
dosyası.
85. “ Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Onlara şöyle
dedi:" Ey milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka İlahınız yoktur.
Rabbinizden size bir belge geldi. Ölçü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasını
eksik vermeyin, düzelttikten sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin; inanıyorsanız
bilin ki, bunlar sizin için hayırlıdır.”
Evet bu sûrede özetler halinde Rabbimiz
elçilerinin kavimleriyle mücâdelesini anlatır. Bu bölümde de Rabbimiz Şuayb
(a.s)’ın toplumuyla mücâdelesini anlatacak. Ancak bu peygamberin toplumuyla
mücâdelesinde itikadî konulardan ziyâde muamelat konularına dikkat
çekilmektedir. Yine önceki peygamberlerin toplumları gibi bu toplumun da Allah’a
inanan ama inandıkları Allah’a ortak koşan bir toplum olduğunu görüyoruz.
Allah’a iman eden ama inandıkları Allah’ı hayatlarına karıştırmamadan yana olan
bir toplum.
Belki hayatlarının ibadet
bölümünde Allah’ı söz sahibi kabul edip, muamelat konusundaki prensiplerini
Allah’tan başkalarından almaya çalışan, hayatlarının muamelat bölümünde
Allah’tan başka-larını yetkili kabul eden bir toplum. İşte Şuayb (a.s) hayatı
parçalayıp bir bölümünde Allah’ı öteki bölümünde de başka Rableri dinleyen
toplumunu sadece Allah’a kulluğa ve tevhide dâvet
ediyordu.
Evet toplum Medyen toplumu ve peygamber
Hz. Şuayb. Med-yen toplumu Akabe körfezinin Suudi Arabistan taraflarına doğru
bakan bir bölgede yaşamış bir toplumdur. Bugünkü Tebuk taraflarında yaşamış bir
toplum. Afrika’yı Asya’ya bağlayan uluslararası ticaret yollarının geçtiği çok
önemli bir ticaret ülkesinde yaşamış bir toplum. İşte böyle bir topluma Allah
elçi olarak Hz. Şuayb’ı gönderir. Şuayb (a.s)’ın Hz. İbrâhim’in torunlarından
olduğu rivâyet edilir.
Toplumunun en büyük hastalığı muamelat
konusuna Allah’ı karıştırmamak ve ölçü tartıya riâyet etmemek. Ölçü ve tartıda
kapitalist bir hayatın ortaya konması. Maddeci ve materyalist bir anlayışın
doruklaştırılması. Âhiret inancının, hesap kitap duygusunun diskalifiye edilip
dünyanın birinci plana alınması ve bunun sonucu olarak da putlaştırılan dünya ve
dünyalıklara ulaşabilmek için her şeyin meşru sayıldığı bir toplum.
Hz Şuayb’ın önce tıpkı önceki elçilerin
yaptığı gibi bu toplumu Allah’a kulluğa çağırdığını
görüyoruz.
Ey kavmim Allah’a kulluk edin, çünkü
sizin O’ndan başka kulluk yapacağınız İlahınız yoktur. Allah’tan başka sözünü
dinleyeceğiniz, kendisine ibadet edeceğiniz sizin üzerinizde yetki ve otorite
sahibi yoktur. Yaratıcınız O, rızık vericiniz O, hayat programınızı belirleyen
O’dur. Ondan başka hayatınızda minnet duyacağınız, hesap ödeyeceğiniz ne
göklerde ne yerde başka bir varlık yoktur. İşte böyle bir Allah’ı dinleyin
çünkü:
Rabbinizden size apaçık Beyyine’ler
gelmiştir. Öyleyse Rab-binizin emrettiği biçimde ölçü ve tartıya riâyet edin ve
insanların mallarını eksiltmeyin.
Evet Allah’ın peygamberi evvela
toplumunu tevhide dâvet ettikten sonra, ölçü ve tartı konusunu, ticarette dürüst
davranmaları konusunu gündeme getiriyor. Elbette tevhidi kavrayamamış, Allah’a
Allah’ın istediği biçimde inanamamış bir insanın, içine iman ve akide
yerleşmemiş bir toplumun ameli hayatının düzelmesi de mümkün olmayacaktır.
Allah’ı, Allah’ın kendisini tarif ettiği biçimde tanımayan ve inanmayan bir
adama bir kısım amellerden söz etmenin anlamı yoktur. Çünkü ne adına yapacak da
adam bunları? İnsanlara önce Allah anlatılacak, cennet anlatılacak, cehennem
anlatılacak, hesap kitap anlatılacak, yâni cenneti ve cehennemi olan, sonunda
hesaba çekecek olan bir Allah anlatılacak ve ondan sonra da işte bu Allah
hatırına şunları şunları yapman lâzım denilecektir.
Sadece Allah’ı din-lemen ve Allah’tan başka hiç
kimseyi dinlememen gerekir diyeceğiz. Yâni insanları şirkten, küfürden arındırıp
onların kalplerine imanı yerleştirmeliyiz.
İşte Allah’ın elçisi de işe buradan
başladıktan sonra onların hayatlarındaki bir bozukluğa dikkat çekiyor. Ölçü ve
tartıya riâyet edin ve insanların eşyalarını eksiltmeyin, eksik vermeyin. Evet
ölçü ve tartıya riâyet edilmeli ve insanların eşyaları eksiltilmemeli. Bu emir
ticaretin her çeşidini içine alan bir emirdir. İhtiyaç olmayan şeylerin
reklâmlar vasıtasıyla ihtiyaçmış gibi göstermekten tutun da, insanların
şartlandırılmasına, satılmaması gereken malın satılmasına kadar, enflasyon
yoluyla çaktırmadan sade yağdan kıl çeker gibi insanların ceplerine uzanmaya
kadar her türlü mal eksiltmeyi içine almaktadır ve bunların her türlüsü
yasaktır.
Mutaffifîn sûresinde de Rabbimiz bu
hususu anlatır:
“İnsanlardan, kendileri bir şeyi
ölçerek aldıkları za-man tam alan; ama onlara bir şeyi ölçüp tartarak
verdiklerinde eksik tutan, kimselerin, vay haline!. Bunlar, tekrar dirileceklerini sanmıyorlar
mı?”
(Mutaffifîn
1,5)
Yâni kendi lehlerine ölçüp
biçtiklerinde farklı başkalarına ölçüp biçtiklerinde farklı ölçüp biçenlere veyl
olsun diyor Rabbimiz. Bir konuda fikir beyan ederken kendilerine yönelikse
farklı başkalarına yönelikse farklı beyanda bulunanlara, birinden mal alacaksa
onu kötüleyip, kendisi satacaksa onu övenlere... Yâni kendisi için başka
insanlar için başa düşünüp uygulayanlara veyl olsun. İşte bu mutaffif’liktir, hainliktir. Yâni başkasına geldi mi şöyle,
kendine geldi mi böyle davrananlara veyl olsun.
Hani Bakarada münafığın hali
anlatılırken adam ateş yaktı, sonra Allah onun gözünün görme özelliğini alıverdi
de adam önünü göremiyor deniyordu ya. İşte aynen bunun gibi olanlara veyl olsun.
Yâni adam yaktı, bu yaktığı ateş
etrafını aydınlatıyor, başkaları onun ışığından istifade ediyor ama kendi
yaktığı ateşten kendisi fayda-lanmıyor. Yâni adam hep başkalarına din anlatıyor
ama kendi anlattığı dinden kendisinin faydalanması yok. Kendi anlattıklarıyla
kendisi amel etmiyor. Meselâ adam başkalarını eğitmeye çalışır ama kendi evini
ihmal eder. Başkalarının çocuklarını eğitmeye gider ama kendi evindekilerle hiç
ilgilenmez. Yâni iş kendisine döndürüldüğünde evine sünnet girmeyen, mutfağına
Kur’an girmeyen, yemesine içmesine, kazanmasına harcamasına Kur’an girmeyen
kimse de aynıdır. Bu adam da mutaffif’tir anlayabildiğimiz
kadarıyla.
Evet Rabbimiz diyor ki ölçü ve tartıya
iyi riâyet edin, insanların mallarını eksiltmeyin. İnsanların haklarını yemek
sûretiyle onlara zul-metmeyin. Eğer bir toplumun hayatı Allah’a iman esasına
dayanmı-yorsa, ekonomik hayatı Allah’a teslimiyet esasına dayanmıyor kapitalist
yahut materyalist bir anlayışa dayanıyorsa küfre ve şirke dayanıyorsa o toplumda
mutlaka zulüm olacak, insanlar her şeyi kendi menfaatlerine göre yontacak ve
mutlaka o toplumda ezenler ve ezilenler olacaktır. Çünkü hayatları Allah’a iman
esasına dayanmayan, hayat programlarını Allah’tan almayan toplum fertleri
bencildirler, hodbindirler, sadece kendilerini düşünen, kendilerinden başka hiç
kimseyi düşünmeyen, tüm dünya kendilerine verilse bile bir türlü doymayan
insanlardır. Bundan dolayıdır ki daha çok kazanabilmek için insanlara ölçüp
tartarken hep eksik ölçüp tartacaklar ve insanlara
zulmedeceklerdir.
İşte Medyen ahalisi de böyleydi.
Rivâyetlere göre ticarette kullandıkları altın ve gümüş paralardan insanlara
verirken bir kısmını keserek eksilterek veriyorlardı. İşte şu anda bizim
toplumda enflasyon da aynı şeyi gerçekleştirmektedir. Tabii bu şekilde
insanların bir-birlerine zulmetmelerini sağlayan şu anda yaşadığımız sistemdir.
Al-lah’a iman ve teslimiyet esasına dayanmayan bu sistem her gün insanların
cebindekini biraz daha eksiltmektedir. Ama bizler de buna yardımcı oluyoruz.
Adamın borcu var ödemiyor. Kesinlikle
borçlanmadan uzak duralım. Özellikle ve ısrarla bunu diyeyim. Bu iş bu toplumun
en büyük belâsıdır. Ekonomik insan olma belâsı bu toplumun en büyük belâsıdır.
Yâni bizim hep borçlanmadan yana olmamız, borçlanmaya karşı cesur olmamız
hepimizin sonunda ekonomik insan olmamız de-mektir. Ekonomik insan birilerinin
hoşuna gidiyor, bu düzenin hoşuna gidiyor. Niye sadece para düşünen biri olayım
ben? Benim böyle sa-dece para düşünen ekonomik insan olmaya hakkım yoktur. Niye
ekonominin egemenliği altında bir hayat süreyim? Benim sahibim, beni yaratan
benden böyle bir hayat istemiyor. Benim hayatımda böyle paradan puldan başka
düşünecek hiç bir şeyim yok mu yâni? Yok şunu alacağım, yok bunu alacağım, yok
şu taksitti, yok bu ödemeydi! Hedef böyle para olunca da elbette birileri
birilerine haksızlık edecek, birileri birilerine zulmedecektir. Evet böyle
yapmayın bir, bir de:
86. “Allah'a inananları yolundan
alıkoyup ve o yolun eğriliğini dileyerek tehdit edip her yolda pusu kurup
oturmayın. Azken, Allah'ın sizi çoğalttığını hatırlayın; bozguncuların sonunun
nasıl olduğuna bir bakın.”
Her bir yolun üzerine oturup
insanları Allah yolundan uzaklaştırıp kendi yollarınıza çağırmayın. Yolda
eğrilik arayarak, yolun eğrisini isteyerek, insanların yollarını eğip bükerek
insanların dinlerini, yollarını bozmayın. Anlayabildiğimiz kadar bunun bir kaç
mânâsı var.
1- Birincisi bu toplum Asya, Afrika ve
Avrupa’nın ticaret ker-vanlarının geçtiği, kesiştiği
merkezî bir noktada oturan bir toplumdu. Bu bölgeden geçen ticaret kervanlarının
yollarını değiştirerek kervanları soymaya çalışıyorlardı da Rabbimiz bunu
yapmamalarını, böyle bir ahlâksızlıktan vazgeçmelerini öğütlemektedir. Tıpkı
bugün reklâmlar vasıtasıyla, insanları şartlandırmak sûretiyle insanların
yollarını değiştirerek yazar kasalarının önlerine uğramalarını sağlayarak onları
soymaya çalışan insanların yaptıkları gibi.
2- Devletin, toplumun önemli köşelerini
ellerine geçirerek, önemli noktalarına oturarak, iktisadî, ekonomik, hukuk,
eğitim sahalarını ellerine geçirerek toplumun dinlerini, hayatlarını, hayat
programlarını bozuyorlardı.
Veya meselâ, medyayı, basın ve
yayın araçlarını ellerine geçirerek bütün bu sahip oldukları imkân ve araçlarla
insanların düşüncelerini, inanışlarını ve dinlerini bozuyorlardı. Ellerine
geçirdikleri bu vasıtalarla insanları şartlandırarak hakkı bâtıl, bâtılı hak,
beyazı siyah, siyahı beyaz göstererek toplumun tüm ahlâkî değerlerini
bozuyorlardı.
Tıpkı bugün aynı vasıtaları
elleri geçirerek, aynı köşe bucakları kaparak insanların dinlerini, inanışlarını
ve düşüncelerini bozmaya çalışan zâlimler gibi. Devletin toplumun bütün
imkânlarını, halkı soyarak elde ettikleri tüm ekonomik güçlerini bu yolda
harcayan, bu toplumun dinini bozma ve toplumu dinsizleştirme yolunda kullanan
zâlimler gibi.
Ekonomiyi bozuyorlar, hukuku
bozuyorlar, eğitimi bozuyorlar, kılık-kıyafeti bozuyorlar, halkın paralarıyla
yazdıkları güya din dersi kitaplarıyla halkın dini bozuyorlar. Allah’ın dinini
bozuyorlar, Allah’ın dinini eğip büküyorlar ve işte din budur diye insanların
karşısına bozuk bir din çıkarıyorlar. Allah’ın dinini kaldırarak yerine resmi
bir din çıkarıyorlar. Kendi hevâ ve heveslerine göre hayata karışmayan, ha-yatta
hiç bir etkinliği olmayan, devletle hiç bir problemi olmayan, ken-di
tanrılıklarına, kendi egemenliklerine evet diyen bir din çıkarıyorlar ve işte
din budur diyorlar.
Böylece Allah dininden
kopardıkları insanları kendi dinlerine kul köle edinerek Allah kullarını
cehenneme sürüklüyorlar. Halkın im-kânlarıyla oturdukları makamlarda zorla
müminlerin çocuklarının örtülerini çıkartıyorlar. Bizim dinimize göre, resmî
dine göre bu yasaktır diyorlar. Resmî dine göre sakal yasaktır, sarık yasaktır,
namaz yasaktır diyorlar. Bugün de aynen Medyen’liler gibi Allah kullarının
dinlerini eğip bükenleri görüyoruz.
3- Ya da her bir yolun başına oturarak,
yolu değiştirerek, yolun kurallarını kendileri koyarak, yolun özelliğini bozarak
insanları Allah yolundan uzaklaştırıyorlardı. Kaynağın başına oturarak insanları
bu dinin temel kaynaklarından uzaklaştırarak kendi yazıp çizdikleriyle
insanların dinlerini karma karışık hale getiriyorlardı. Üç kuruşluk dünya
menfaati adına, beş kuruşluk statü adına insanları kendi yollarına, kendi
anlayışlarına çağırarak kitap ve sünnetten uzaklaştırmaya
çalışıyorlardı.
Evet şu anda da insanları Allah’ın
kitabına ve Resûlünün sün-netine çağırmayarak kendilerine, kendi cemaatlerine,
kendi anlayışlarına, kendi yollarına veya kendileri gibilerin yollarına
çağıranların tamamı bilelim ki Allah kullarının dinlerini karmakarışık etmeye
çalışan insanlardır. O kadar çok insan sözü, o kadar çok insan hayatı duyuyor ki
bu insanlar; ne yapacaklarını, nasıl amel edeceklerini şaşırıyorlar. Filan şöyle
dedi falan böyle dedi, filan şöyle uçmuştu, falan böyle kaçmıştı acaba bizler
bunların hangisiyle sorumluyuz? insanların kafaları karma karışık hale geliyor.
Bırakalım bunları da Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini anlatalım. Net ve
açık İslâm’ı gündeme getirelim de insanlar da ne yapacaklarını
bilsinler.
Evet ey Medyen toplumu! Ve ey şu anda
Medyen’i aratmayacak biçimde Allah kullarının yollarını, dinlerini bozmaya
çalışanlar yapmayın bunu. Allah kullarının dinlerini
bozmayın.
Sizler azken, güçsüzken Allah’ın sizi
hem mal yönünden hem güç ve kuvvet yönünden hem makam-mansıp yönünden
güçlendirdiğini hatırlayın. Şu anda sahip olduğunuz her şeyi size Allah vermedi
mi? Bunu düşünün ve sizden önce şu anda sizin yaptığınız fesadı yapanların
âkıbetlerinin nasıl olduğuna da bir bakıverin. Eğer sizler şu anda bu
fesatlarınıza devam edecek olursanız onların başlarına gelenlerin sizin de
başınıza geleceğinden hiç şüpheniz olmasın.
87. “İçinizde madem ki benimle
gönderilene inanan bir topluluk ve inanmayan bir topluluk var, o halde Allah'ın
aramızda hükmünü bildirmesine kadar sabredin. Allah hükmedenlerin en
iyisidir.”
Eğer benim getirdiğim dine,
benimle gönderilen mesaja sizden bir kısmınız inanmış ve bir kısmınız da
inanmamışsa, yâni ben Rabbimden gelen bu mesajı açık ve net bir biçimde size
sunduğum halde içinizden bir grup inanmış, bir grup da reddederek saflar
ayrılmışsa, saflar belirginleşmişse o zaman benim diyebileceğim veya be-nim
üzerime düşen şudur:
Öyleyse Rabbim aramızda hüküm verinceye
kadar bekleyin. Sabredin Allah aramızda hükmünü verene kadar. Çünkü Allah bu işi
böyle muallakta bırakmayacaktır. Kimimiz iman ederken kiminiz reddediyorsa
elbette Allah bu konuda haklıyı ve haksızı açığa çıkaracaktır. Bu hükmün nasıl
olacağını bilmiyoruz. Geçmiştekilere Allah ne yaptı? Onların inananlarına nasıl
bir hüküm verdi? İşte aynen onun gibi bizim hakkımızda da bir hüküm verecektir.
Çünkü O Allah hüküm verenlerin ve verdiği hükmünü uygulayanların en
hayırlısıdır.
Evet işte inanmayanlara karşı bugün de
müslümanın demesi gereken budur. Şuayb (a.s) aynen böyle diyordu. Şuayb (a.s)’a
“Hatıb’ul Enbiyâ” denir. Allah’ın elçisi en güzeli konuşur. Demek ki biz
de anlatacağız bu insanlara ölçüyü-tartıyı sağlam yapmalarını, insanların
mallarını, haklarını yememeleri gerektiğini, insanların dinlerini, inanışlarını
bozmamaları gerektiğini söyleyeceğiz. Eğer inan-mazlarsa tıpkı Şuayb (a.s) gibi
biz de diyeceğiz ki inanan var inanmayan var Allah aramızda hükmünü verinceye
kadar biz bekleyeceğiz. Allah aramızda hükmünü verinceye kadar siz de bekleyin
bizler de bekleyeceğiz diyeceğiz.
Ama şurasını hiç bir zaman unutmayalım
ki yeryüzünde bâtıllar asla hakkın varlığına tahammül edemezler. Yeryüzünde
kâfir, mü’minin varlığına asla tahammül edemez. Hak taraftarları yâni mü’-minler
bâtıl taraftarları kâfirlerle her hangi bir savaşa girişmese de, az evvel ifade
edildiği gibi madem ki ey kâfirler sizler inanmadınız öyleyse bizler de Allah
aramızda hükmünü verene kadar bekleyeceğiz dese de bâtıl taraftarları yine de
rahat durmazlar. Yine de hakka karşı barıştan yana olmazlar. İlahî yasa budur ve
bu yasa tarihin hiç bir döneminde değişmemiştir. Bakın ne
diyorlar:
88. “Milletinin büyüklük taslayan
ileri gelenleri, "Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da, andolsun ki seni ve
inananları seninle beraber kasabamızdan çıkarırız" dediler. Şuayb, onlara:
"İstemesek de mi?”
Evet işte her zaman olduğu gibi
Melenin tehdidi. Her dönemde ileri atılan, devlet yönetimine sahip olan,
devletin kaymağını yiyen, devletin imkânlarından nasiplenen ve bunun için de
devletin zeva-linden en çok korkan daha doğrusu kendi
menfaatlerinin zevalinden ödü kopan ve bunun için de her dönemde herkesten önce
öne atılan Mele gurubu dediler ki Allah’ın elçisine:
Ey Şuayb! Ya bizim dinimize dönersiniz
ya da seni ve sana inananları ülkemizden çıkaracağız. Ya adam gibi olursunuz, ya
bizim dediğimiz gibi inanır, bizim istediğimiz gibi düşünür, bizim istediğimiz
gibi giyinir, bizim istediğimizi gibi yaşarsınız ya da andolsun ki sizi
memleketimizden söküp atacağız. Ya bizim gibi iktisadî bozukluklara ses
çıkarmaz, bizim ahlâksızlıklarımıza siz de sahip çıkarsınız, bizim hayatımıza,
bizim yasalarımıza, bizim ticaretimize, bizim çalıp-çırp-mamıza, yetimlerin
haklarını, devletin imkânlarını kullanmamıza hiç laf etmezsiniz, bizim
hukukumuza, bizim eğitim anlayışımıza, bizim kılık-kıyafet anlayışımıza ses
çıkarmazsınız ya da sürülmeyi göze alırsınız. Ya bizim fâizlerimize, bizim
gasplarımıza, bizim genel evlerimize, bizim fuhuşlarımıza, bizim rüşvetlerimize
dil uzatmayarak fitne çıkarmazsınız yahut da sizi süreceğiz diyorlar. Yâni ya
bizim huzurumuzu kaçırmaz, düzenlerimizi bozmazsınız ya da sürülmeyi göze
alırsınız diyorlar. Ya bizim hayatımızı benimsersiniz ya da çeker
gidersiniz.
Görüyor musunuz Allah elçisine ve
beraberindeki müminlere kâfirlerin tehditlerini. Yâni dilim varmıyor demeye amma
başka da çarem yok; ya bugün biz müslüman değiliz ya da bugünün kâfirleri
değişmiş, onlara denenler bu gün bize denmiyor. Evet dünkü kâfirlerin mü’minlere
söyledikleri bugün bize söylenmiyor. Ya kâfirler değişmiş ya da müslümanlar
değişmiş. Kâfir hiç bir zaman değişmeyeceğine göre herhalde bugün onlar
karşısındaki biz müslümanlar değiştik. Ya bizim hayatımızı kabullenirsiniz, ya
bizim anlayışlarımıza dönersiniz, ya bizim metotlarımızla hareket edersiniz, ya
bizim gibi demokratik usullerle çalışırsınız bizim prensiplerimize uyarsınız ya
da sizi ülkemizden çıkarırız.
Aslında bunu onlara biz demeliydik.
Onlara bunu biz söyle-meliydik. Ama biz demeyince onlar diyorlar tabii bunu. Biz
demiyoruz onlara bunu. Biz diyoruz ki vazgeç yahu bu işten! Etliye sütlüye
karışma! Sakın ileri gitme! Kayın pederimiz diyor, bacanağımız diyor, babamız,
anamız diyor. Biz böyle davranınca da elbette onlar bize bunu deme hakkını elde
ediyorlar.
Evet Allah’ın elçisi Şuayb (a.s)
karşısında bu tehditleri savu-ruyorlardı. Çünkü şunu kesin olarak biliyorlardı
onlar. Eğer Şuayb (a.s)’ın Allah’tan getirdiği mesaj toplumda maya tutarsa o
zaman top-lum hayatını bu mesaja göre düzenleyecek ve toplumda zulümden eser
kalmayacaktı. Toplumda materyalizm, maddecilik tutunamayacak, toplum ferlerinden
hiç birisi diğerini sömüremeyecek kimse kimsenin kanını ememeyecek, kimse
kimseyi ezemeyecek, kimse kimsenin sırtına binerek para kazanamayacaktı.
Dolayısıyla bu Melenin hortumları, gelir kaynakları kesilecekti. İşte bundan
dolayı herkesten önce bunlar peygamberin karşısına dikiliyorlar ve onun
dâvetinin in-sanlar tarafından kabul görmesini engellemeye çalışıyorlardı. Hûd
sûresinde de toplunun Hz. Şuayb (a.s)’a şöyle dedikleri
anlatılıyordu:
"Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını
bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmanızı meneden senin
namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin"
dediler.”
(Hûd 87)
Evet diyorlar ki ey Şuayb! Senin
namazın mı emrediyor bunları sana? Atalarımızın babalarımızın senelerdir
tapındıkları tanrılara, babalarımızın atalarımızın senelerdir uyup geldikleri bu
yasalara itaat etmememiz gerektiğini ve sadece Allah’a kulluk etmemiz
gerektiğini sana söyleyen sana emreden
senin namazın mıdır? Veya hayatımızı düzenleyen yasalar konusunda, ticaret
hayatımızı belirleyen, hukukumuzu, eğitim hayatımızı düzenleyen yasalar
konusunda sadece Allah’ı dinlememiz gerektiğini sana emreden senin namazın mı?
Veya mallarımız
konusunda dilediğimiz gibi tasarrufta bulun-maktan senin namazın mı men ediyor?
Ne oluyor? Bu mallar, bu mülkler bizim değil mi? Bu mallarımız üzerinde
dilediğimiz gibi tasarrufta bulunmayacak mıyız? Dilediğimiz yerden kazanıp,
dilediğimiz gibi harcama yetkimiz olmayacak mı? Namazın mı söylüyor bunları
sana?
Demek ki Allah’tan mesaj alma makamı
olan namazın böyle bir misyonu vardır. Namaz bütün hayatı düzenleme fonksiyonuna
sahiptir. Kıldığı namazı kişiye sadece Allah’a kulluğu, sadece Allah’ı dinlemeyi
ve Allah’tan başkalarını dinlememeyi Allah’tan başkalarına kulluk etmemeyi
öğretmesi lâzımdır. Namaz kişiyi tüm hayatında Allah’a teslimiyete götürmelidir.
Malı konusunda, evlâdı konusunda, hanımı konusunda, zamanı konusunda dilediği
gibi hareket etmemesini tüm bu konularda sadece Allah’ı dinlemesini emreden bir
fonksiyona sahip olması gerekmektedir. Namaz insanı tüm kötülüklerden nehy eder
âyeti de bunu anlatır.
Yâni namaz kişinin tüm hayatını
düzenleyen bir özelliğe sahiptir ve böyle bir namaza namaz denir. Namaz kıldığı
halde hayatını Allah’a teslim etmeyen kişinin kıldığı namaza namaz denmez. Namaz
kıldığı halde malı konusunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, namaz kıldığı halde
hukukunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, namaz kıldığı halde ekonomik anlayışında
Allah’ı söz sahibi bilmeyen, namaz kıldığı halde eğitimi konusunda Allah’tan
başkalarının yasalarını uygulayan bir adam namaz kılmıyor
demektir.
Allah elçisinin karşısında bâtılın
tehditlerinin estiğini görüyoruz. Ama kâfirler ne derlerse desinler, ne
yaparlarsa yapsınlar, nasıl tehditler savururlarsa savursunlar Allah’ın elçisi
asla taviz makamında değildi. Allah’ın elçisi Hz. Şuayb taviz vermeye yetkili
bir makamda değildi. İşte bakın onların bu tür tehditleri karşısında Allah’ın
elçisinin cevabı kesindi.
Yâni biz istemesek de mi? Yâni bu sizin
bize sunduğunuz hayattan razı olmasak da mı bunu bize yapacaksınız? Veya bu
kendi vatanımızdan çıkmak istemesek de mi bizi çıkaracaksınız? Zorla ve zorbayla
bizi kendi ülkelerimizden çıkaracaksınız öyle mi? O zaman:
89. “Allah bizi dininizden
kurtardıktan sonra ona dönecek olursak, doğrusu Allah'a karşı yalan uydurmuş
oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakış-maz. Rabbimizin
ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnız Allah'a güvendik. Rabbimiz! Bizimle
milletimiz arasında hak ile Sen hüküm ver, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın”
dedi.”
Allah bize hidâyetini gönderip bizi
dalâletten, sapıklıktan kurtardıktan sonra tekrar o eski dalâlet ve sapıklığa
dönecek olursak o zaman bizler Allah’a açık bir iftirada bulunmuş oluruz. Eğer
Rabbi-mizin gönderdiği hakkı, hidâyeti doğru yolu tanıdıktan sonra, Rabbi-mizden
gelen hakka inandıktan sonra eğer sizin sapıklıklarınıza, si-zin milletinize,
sizin dininize, sizin anlayışlarınıza, sizin yasalarınıza, sizin
dolandırıcılıklarınıza, sizin rüşvetlerinize, sizin kılık-kıyafet anlayışınıza,
sizin hukuk anlayışınıza, sizin hayat anlayışınıza dönersek, sizin gibi inanır
sizin gibi yaşamaya kalkışırsak o zaman Allah’a karşı en büyük iftiraya
kalkışmış oluruz. Eğer sizin bu sapık dininize, bu sapık hayat tarzınıza
dönersek Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz.
Eğer sizler de bizler de Allah’ın
bu hükümlerini duyduktan sonra, Allah’ın yolunu ve hidâyetini tanıdıktan sonra
sanki bütün bunları duymamış gibi, tanımamış gibi hâlâ eski hayatımıza devam
edecek olursak Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz. Bir peygamber için asla
geri dönüş yoktur. Peygamber yolunun yolcuları için de bu böyledir. Peygamber de
peygamber yolunun yolcuları da hidâyeti tanıdıktan ve ona iman ettikten sonra
tekrar eski küfürlerine eski şirklerine dönmektense bin defa ateşe atılmayı
tercih ederler.
Çünkü gerçekten hakkı tanıdıktan
sonra insanın onu bırakıp bâtıla uyması çok daha zor, çok daha çetrefilli ve
yorucudur. Tevhidi tanıyan Allah’ı tanıyan, Allah’a kulluğu tanıyan bir adamın
Allah’ı bırakıp da Allah’tan başkalarına kulluğu, insanda insanlık haysiyeti
bırakmaz, öldürür. Böyle bir insanın, insanlar tarafından boynuna gem vurulup
zorla Allah’tan başkalarına kulluğa çağrılması kadar kor-kunç ve hakir bir şey
düşünülemez. Yeryüzünde bundan daha hakir bir kulluk türü de düşünülemez.
Öyle değil mi? Allah bile
kâinatın sahibi ve yaratıcısı olduğu halde, insanların sahibi olduğu halde
insanlardan böyle zoraki bir kulluk istememektedir. Ama bâtıl bu şekilde
hâkimiyetini kurunca, gücü eline geçirince insanlar hem akıllarını, hem
dinlerini, hem nesillerini hem de servetlerini kurtaramazlar. İnsanlar bâtıllara
karşı mükellefiyetlerinin gereği olarak her şeylerini kaybederler.
Çünkü doyumsuzlardır ve
insanların her şeylerine el koyarlar. En sonunda bu bâtıllar insanların
namuslarına bile el atarlar. Bir baba, kızını bâtılların istediği okumaktan, bir
koca, karısını bâtılların is-tediği gibi giyinmekten bile kurtaramaz. Halbuki
Allah’a kullukta bu risklerin hiç birisi yoktur.
Evet Şuayb (a.s) diyor ki:
Eğer biz Allah’ı ve Allah’ın
hidâyetini, Allah’ın yasalarını tanıdıktan sonra sizinkilere uyarsak Allah’a en
büyük iftirayı yapmış oluruz. Çünkü bizi Allah yarattı ve bu hayatı bize Allah
verdi. Bu hayatı bize veren Rabbimiz bunun için vermedi. Kendisinden başkalarına
kulluk etmemiz için vermedi bu hayatı. Bu hayatı bize bizi kendilerine kulluğa
çağıranlar vermedi. Bu hayatı bizi kendi yasalarına boyun bükmeye çağıranlar
vermedi. Bizi de, yaşadığımız bu hayatı da onlar yaratmadı.
Üstelik de Rabbimiz bizi bu hayattan
kurtardıktan sonra, küfürden, şirkten, ahlâksızlıktan ve tüm pisliklerden
kurtardıktan sonra. Bizi küfrün şirkin karanlıklarından tevhidin aydınlığına
çıkardıktan sonra nasıl olur da sizin bizi çağırdığınız karanlık hayatınıza
dönebiliriz? Nasıl olur da sizin pislik içindeki hayatınıza dönebiliriz? Sizin
bu ahlâksızlıklarınızı nasıl kabul edebiliriz? Bir müslümanın küfürden, şirkten
ve tüm pisliklerden kurtulduktan sonra tekrar eski pisliklere dönmesi nasıl
mümkün olacaktır? Bir müslüman için böyle bir durumla karşı karşıya gelmesi bin
defa ateşe atılmaktan daha beter bir şeydir. Çünkü bu dünyanın ateşi belki onun
canını alabilir ama imanını asla. Dünyada yanma insanın canını alacaktır belki
ama onun cennetini asla alamayacaktır.
Bizim oraya, sizin çağırdığınız hayata
dönmemiz asla müm-kün değildir. Böyle bir düşünceyi böyle bir fikri
akıllarımızın ucundan bile geçirmiyoruz. Ama Rabbimizin istemesi hariç. Yâni biz
sizin bizi kendisine çağırdığınız hayata asla razı olmayacağız ama Allah’ın
di-lemesi müstesna diyorlar.
Çünkü güç ve kuvvet Allah’tadır.
Kalpleri evirip çeviren, kalplere hâkim olan Allah’tır. Biz sadece O’na tevekkül
edecek, O’na güvenip sığınacak, sadece O’na dua edecek, sadece ona kulluk etmeye
devam edeceğiz; ötesinde nelerin olacağını bilmiyoruz. Allah hakkımızda ne
hükmetmişse onu göreceğiz diyorlar.
Çünkü Rabbimizin ilmi her şeyi
kuşatmıştır. Her şey O’nun bilgisi dahilindedir, diyorlar ve sonra da Rablerine
dua ediyorlar. Ya Rabbi! Sen bizimle kavmimizin arasını aç! Onlarla bizim
aramızda hükmünü ver ya Rabbi! Onlarla bizim aramızda hükmünü hak ile ver ya
Rabbi! Çünkü kitabını hak ile indiren sensin! Peygamberini hak ile gönderen
sensin! Gökleri, yerleri, varlıkları hak ile yaratan sensin ya Rabbi! Elbette
Rabbimiz onlarla bizim aramızda hükmünü hak olarak verecektir diyorlar. Ve sen
hüküm verenlerin, arayı açanların en hayırlısısın.
Evet Hz. Şuayb işi Allah’a bırakıyor. O
Allah’a teslim bir peygamber olarak insanların tekliflerini reddeder ama
meşiet-i İlahiye de karışmaz. Zira o sadece bir elçidir ve Allah’ın bu mevzudaki
muradını da bilmemektedir. İşte böylece Ulûhiyet kavramının Peygamber şahsında
billurlaşmasını görüyoruz. Allah’ın elçisinin kuvvet kaynağını görüp O’na
sığındığını görüyoruz. Rabbine Rabbin istediği biçimde sığındığını gören
toplumun da O’nu bırakıp her dönemde olduğu gibi ona inanan mü’minlere
yöneldiklerini görüyoruz. Alçaklar Peygambere dokunamıyorlar. Ona iliştikleri
zaman biliyorlar başlarına nelerin geleceğini de ona inanan garibanların üzerine
gidiyorlar. Peygamberi dize getiremeyince çevresindeki mü’minlere
yükleniyorlar.
90. “Milletinin inkâr eden ileri
gelenleri, "Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz"
dediler.”
Eğer Şuayb’a iman ederseniz
andolsun ki kaybedenlerden olursunuz. Bunu iki anlama söylediklerini anlıyoruz.
Ya bu bir tehditti, mü’minleri tehdit ediyorlardı. Eğer Ona iman ederseniz çok
büyük ziyana uğrayacaksınız. Yâni bizim reddettiğimiz bu adama iman ederseniz
artık başınıza gelecekleri siz düşünün. Neyiniz varsa hepsini elinizden
alacağız, mallarınızı hattâ canlarınızı ve tüm haklarınızı elinizden alıp sizi
kendimize köleler edineceğiz. Her şeyinizi kaybedip bizim kölelerimiz durumuna
düşeceksiniz diye tehdit ediyorlardı mü’minleri.
Ya da bunu onlara bir nasihat
olarak söylüyorlar da olabilir. Yâni eğer bu adama iman ederseniz, bu
peygamberin istediği gibi yaşamaya kalkışırsanız o zaman bu toplumda sizler yok
olmak erimek zorunda kalacaksınız.
Öyle değil mi? Fâiz almadan,
ölçüde tartıda bizim gibi hile yapmadan, insanların cebindekine uzanmadan, içki
içmeden, kumara yönelmeden, yalana-dolana bulaşmadan bu toplumda nasıl ticaret
yapacaksınız? Kazanmak şöyle dursun, büyümek şöyle dursun sermayelerinizi bile
koruyamayacaksınız. Bunları yapmadan bu toplumda ayakta kalmanız mümkün
değildir. Bu kafayla sizler bu toplumda bu toplumun ekonomik anlayışı içinde
eriyecek, silinip gideceksiniz.
Evet eğer Şuayb’ın getirdiği dine
tâbi olursanız, onun haram dediklerini haram, helâl dediklerini de helâl kabul
ederek hayatınızı bu inanca bina edecek olursanız mümkün değil sizler zarar
edeceksiniz diyorlar. Fâizsiz, kumarsız, rüşvetsiz bir ekonomi düşünülemez.
İnsanlara zulmetmeden, insanların haklarını yemeden, insanların sırtlarına
basmadan para kazanmak da yükselmek de mümkün değildir. E baksanıza Şuayb’ın
getirdiği mesaj bunların tümünü reddetmektedir. Eğer ona iman ederseniz bütün
bunları nasıl yapabileceksiniz? Mümkün değil bu kafayla giderseniz zinhar sizler
adam olamazsınız. Zarar etmek bir tarafa sizler dünyanızı da zindan edeceksiniz.
Çünkü içkisiz, kumarsız, kadınsız, fâizsiz, düzensiz dalaveresiz bir hayat
çekilebilecek bir hayat değildir. Gelin hayatınızı yaşayın bu adamın dediklerine
inanmayın diyorlardı.
Evet kâfirler mü’minlere böyle diyorlar
ve nasihat ediyorlardı. Bu peygamberin dediği gibi bir hayat yaşarsanız
kaybedeceksiniz. Alçaklar kendileri dünyayı hedef bildiklerinden dolayı dünyalık
elde edemeyen mü’minlere, sizler sonunda kaybedecek ve enayi durumuna
düşeceksiniz diyorlardı. Müslümanca bir hayat onlar için kayıptır. Dünyada
zevklerini yaşayamamış olmak onlar için kayıptır. Kâfirler müslümanlar için dün
de bugün de böyle düşünüyorlar. Halbuki gerçek kaybedenler kendileridir, gerçek
kayıp onların hayatlarıdır. Allah’a kulluğa dönüştürülemeyen bir dünya hayatı
baştan sona kayıptır. Yendikten sonra Allah’a kulluğa dönüştürülmeyen tüm
nimetler boştur ve kayıptır. İstifade edilip de kulluğa dönüştürülemeyen tüm
nimetler değersiz ve boştur. İşte kendileri boş şeylerle oyalanan kâfirler,
mü’minlerin hayatlarını boş olarak görüyorlar ve
aldanıyorlar.
91. “Bu yüzden onları bir
sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü
çöküverdiler.”
Evet bu yedikleri naneler
yüzünden onları bir racfe, bir sarsıntı, bir deprem ya da geberin! Geberesiceler
diye bir ses yakaladı da hepsi oldukları yere diz çöküverdiler. Oldukları yere
yığılıp kaldılar. Evlerinin ortasında diz çökülü kalıverdiler. Zaten ölüydü bu
kâfirler. Çünkü vahiyle ilgi kuramamış insanların tamamı ölüdürler. Kur’an ve
sünnetle tanışamamış insanların tamamı ölüdürler.
İşte bu ölüleri bir sarsıntı
kendilerine getiriverdi. Yâni Allah’tan gelen bir racfe, bir sarsıntı onları
olmaları gereken konuma getiri-verdi. Onlar hayatlarında diz çöküp Allah’a
kulluk yapmaları gere-kirken bundan kaçınıyorlardı da bir sarsıntı onları diz
çöktürüverdi.
O ana kadar Allah huzurunda diz
çökmeye yanaşmayan alçaklar, çaresiz diz çöküverdiler. Kazandıkları o malları
mülkleri, çalıp-çırptıkları servetleri, o makamları mansıpları, güçleri
kuvvetleri, medeniyetleri onları Allah’ın azabından kurtaramadı. Ekonomik yönden
çok büyük bir güce sahip oldukları halde bu güç ve kuvvetlerine güvenerek
Allah’a ve Allah’ın elçisine kafa tuttukları halde evlerinde ıhıverdiler. Allah
diyor ki bakın:
92. “Şuayb'ı yalanlayanlar, yurtlarında sanki
hiç yaşamamışlar gibi oldular, izleri bile kalmadı. Mahvolanlar, Şuayb'ı
yalanlayanlar oldu.”
Allah’ın elçisi Hz. Şuayb’ı
yalanlayanlar, onun getirdiği mesajı yalanlayanlar, Allah’ın elçileri
vasıtasıyla onların hayatlarına karışmasına karşı çıkanlar, Allah’ın kendilerine
gönderdiği hayat programını beğenmeyerek kendi bildikleri bir hayatı yaşamaya
çalışanlar geberip gittiler de sanki orada hiç yaşamamış gibi oldular. Sanki
orada böyle bir toplum hiç yaşamamıştı. Sanki Medyen diye bir ülke hiç olmamış
sanki o insanlar orada hiç yaşamamıştı. Sanki orada böyle bir toplum hiç zevk
yapmamış, sanki orada hiç bayram yapmamışlar, yaşamamışlar, hiç şenlikte
bulunmamışlar, şen şakrak bir toplum yaşamamıştı artık orada. Onlardan arkaya
kalan hiç bir iz hiç bir eser yoktu.
Allah’ın elçisi Hz. Şuayb’ı ve onun
getirdiği hayat programını yalanlayanlar ziyana uğradılar. Ziyana uğrayanlar
kendileri oldu. Güya bunlara göre Allah’a ve Allah’ın elçisine iman eden,
hayatlarını Allah’ın istediği gibi yaşayanlar ziyana uğrayacaktı. Kaybedenler
bunlar olacaktı ama kendileri oldular. Sıfırı tüketenler onlar oldu. Her
şeylerini bitirenler, her şeylerini tüketenler onlar oldu. Tüm değerlerini tüm
sermayelerini sıfırlayanlar onlar oldu. İşte peygamberleri yalanlayanların
âkıbeti budur. Hiç bir zaman Allah’ın elçilerine iman eden, Allah’ın elçilerinin
gösterdiği hayatı yaşayan mü’minlerin ne dünyada ne de ukba’da kaybetmeleri
düşünülemez. Aksine hem dünya hem de ukba’da kaybedenler, elleri boşa çıkanlar
Allah’ın elçilerini reddederek kendi hayat programlarını kendileri yaparak,
küfürlerine, şirklerine ve isyanlarına devam edenlerdir.
Evet böylece bir toplumun daha defteri
dürülüyor, bir toplum daha tarih sahnesinden siliniyordu.
93. “Şuayb onlardan döndü de, "Ey milletim! Andolsun ki, Rabbimin
sözlerini size bildirdim, öğüt verdim; inkârcı millet için niçin üzüleyim? "
dedi.”
Uyarılarına kulak vermeyen,
dediklerini dinlemeyen toplumunun helâkini acı acı
seyreden Allah’ın elçisi onlardan yüz çevirerek ey kavmim ben size Allah’ın
masajını duyurdum. Rabbimin sizin adınıza bana gönderdiklerinin tümünü ben size
ulaştırdım. Ve üstelik size karşı da nasuh davrandım. Sizin iyiliğinizi istedim.
Şahsî meseleleri hiç nazar-ı itibara almadım. Yâni benim şahsıma karşı
yaptıklarınız iş-kenceleri, yalanlamaları, hakaretleri
hiç nazar-ı itibara almadan, şahsıma yaptıklarınıza darılarak sizin cehenneme
gidişinize asla göz yummadan, sizden intikam almayı da düşünmeden hakkı olduğu
gibi size aktardım. Hep sizin lehinize hareket ettim. Ama sizler nasihatten
anlamaz, iyilik bilmez bir toplum oldunuz. Artık sizin gibi muannit bir kâfir
toplum arkasından bunlar helâk oldu, bunlar cehenneme gitti diye, bunlara yazık
oldu diye niçin üzüleyim? Üzülmeye değmez insanlarsınız sizler
diyordu.
Eğer bizler de çevremizdekilere karşı
görevlerimizi tam yaparsak, onlara Allah’ın istediği biçimde Allah mesajını
duyurursak o zaman biz de hiç üzülmeyeceğiz. Son derece rahat olacağız. Ama
bizler bu insanlara karşı tebliğ görevimizi hakkıyla yapamadıysak hem kendimize
hem de onlara ağlayalım.
Evet üzülmüyordu Allah’ın elçisi çünkü
görevini tam yapmıştı. Üzülmüyordu, vazifesini eksiksiz yapmıştı. Gönül
rahatlığı içindeydi Şuayb (a.s) çünkü hakkıyla uyarmıştı onları. Tüm bu
uyarılarına rağmen yine de iman etmeyen, yine de adam olmayarak burnunun
doğrusuna giden bu insanlara üzülmeye değmezdi. Demek ki kâfirlerin, müşriklerin
arkasından üzülmek caiz değildir. İşte Allah’ın en merhametli, en şefkatli
kulunun, onların dirilişi için kendini bile ihmal edecek kadar çırpınan bir
Allah elçisinin onların arkalarından üzülmediğini gö-rüyoruz. Firavunun
arkasından da kimse üzülmedi. Rabbimiz Kur’-an’ın başka bir yerinde Ona ne gök
ağladı ne yerdekilerden kimse ağ-ladı
buyurmaktadır.
Mü’min olan bir kimse asla bir kâfirin
arkasından ağlayamaz. Ama maalesef günümüzde kimi mü’minlerin kâfirlerin
arkasından ağ-ladıklarını, ağıtlar yaktıklarını
görüyoruz. Onların cennete kazandırılması yolunda dualar yaptıklarını görüyoruz.
Galiba bu insanlar Allah’ın elçilerinden daha merhametli ki elçilerin
ağlamadıklarına ağlamaya kalkışıyorlar. Hayır bu yanlıştır. Biz dünyada iken
görevimizi tam yapacağız. Bu adamlar hayattayken hattâ kendimizi fedâ edercesine
bu adamlara hakkı duyurmaya çalışacağız ama bu adamların kâfir olarak
geberdiklerini görünce de artık hiç üzülmeyeceğiz ve onların kurtuluşları için
de asla Allah’a dua etmeyeceğiz.
94. “Biz hangi kasabaya bir
peygamber gönderdikse, ora halkını, yalvarıp yakarsınlar diye, darlık ve
sıkıntıya uğratmışızdır.”
Daha önceki âyetlerinde Rabbimiz
Peygamberlerine ve onlarla gönderdiği hayat programına kafa tutan toplumların
helâkinden söz etmişti. Burada da Rabbimiz bir başka helâk yasasını
anlatıyor.
Evet diyor ki Rabbimiz biz hiç bir
memlekete, hiç bir karyeye, hiç bir şehre bir peygamber göndermedik ki o bölge
halkını sığınacak, kucak olarak bizim kucağımızı bilsinler, âcizliklerini
anlasınlar da bize kul olsunlar, bize yalvarıp yakarsınlar diye bir kısım
sıkıntı ve darlıklara uğratmamış olalım. Onların bize dönmelerini, bizim
gücümüzü kudretimizi anlamalarını, küfürlerinden, şirklerinden
şımarıklıklarından, ahlâksızlıklarından vazgeçerek dürüst bir hayatın adamı
olmaları için kul olmaları için onlara bir kısım belâlar ve musîbetler
göndeririz diyor Rabbimiz. Rabbimiz bir topluma elçilerini gönderir göndermez
hemen arkasından o toplumun gönderilen elçiye iman etmeleri için, akıllarını
başlarına alarak peygamberin getirdiği hayat programını kabul etmeleri için bir
kısım muhtıralar gönderiyor.
Demek ki darlık ve sıkıntı
peygamberlerin geldiği bölgelerin vazgeçilmez özelliğidir. Eğer bugün bizim de
evimize, ailemize, kö-yümüze, kentimize, çevremize, muhitimize peygamber
gelmişse unutmayalım ki biz de darlık ve sıkıntı içinde olacağız demektir.
Değilse eğer bizim eve bizim aileye peygamber uğramamışsa o zaman bolluk, refah
ve lüks içinde olacağız demektir. Herkes kendi evine, kendi ailesine, kendi
çevresine peygamber gelmiş mi gelmemiş mi bunu kendisi düşünsün.
Yâni şöyle bir bakalım evimizin
içine. Bir bakalım mutfağımıza. Bir bakalım şehrimize, bir bakalım köyümüze.
Bakalım da oralara peygamberin gelip gelmediğini anlayalım. Oralara peygamber
anlayışının hâkim olup olmadığına kendimiz karar verelim. Eğer hayatımızda,
yememizde içmemizde biraz biraz sıkıntı ve darlık
varsa, biraz biraz her istediğimizi bulamama durumu
varsa o zaman peygamberi anlayışın evimizin içine girdiğini, aksi varsa, yâni
her şeyimiz bolsa, hiç bir şeyin sıkıntısını çekmeyecek bir durumdaysak,
yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızdaysa o zaman Peygamberin evimize
basmadığını anlayalım.
Yâni şöyle bir bakalım
hayatımıza, kazanmamıza, harcamamıza ve kendi kararımızı kendimiz verelim. Evet
unutmayalım ki Peygamberin geldiği yer, peygamberi anlayışın hâkim olduğu yer
mutlaka sıkıntıya girecektir. Orada mutlaka bir şeylerin eksikliği söz konusu
olacaktır.
Evet önce darlık gönderiyor Allah. Ne
için? O topum akıllarını başlarına alsın diye. Peygamberin mesajını
reddetmesinler diye. Allah’ın kendilerinden istediği hayatı yaşamaya
yanaşsınlar, Allah’a Al-lah’ın istediği biçimde kul olsunlar diye. Kendi
acziyetlerini anlayıp sı-ğınılacak kucak olarak
Rablerinin kucağını bilsinler, ibret alsınlar da gittikleri yolun yanlışlığını
anlasınlar, peygamberin getirdiği vahiy sistemini kabullensinler ve böylece
hayatlarını Allah’ın istediği biçimde düzenlesinler diye Allah onlara bir takım
sıkıntılar gönderiyor. Değilse, eğer tüm bu uyarılar karşısında onlar akıllarını
başlarına almazlar, Peygamberin getirdiği hayat programıyla ilgilenmezler
burunlarının doğrusuna giderler ve Rablerine kulluğa yanaşmazlarsa o zaman da
bakın imtihanın ikinci boyutunu şöyle anlatıyor Rabbimiz:
95. “Sonra kötülüğün yerine
iyilik koyduk, öyle ki, çoğalıp, "Babalarımız da darlığa uğramış, bolluğa
kavuşmuşlardır" dediler. Bu yüzden onları, haberleri olmadan, ansızın
yakalayıverdik.”
Evet daha sonra da biz o
kötülükleri, o sıkıntıları iyilikle değiştiriveririz. Yâni onların tüm
sıkıntılarını alıveririz. Tüm kıtlıklarını, yokluklarını, dertlerini,
sıkıntılarını, hastalıklarını, mahrumiyetlerini
alıveririz de onların yerine bolluklar, rahatlıklar veriveririz. Öyle ki
çoğalırlar, çoğaldıkça çoğalırlar. Evlâtların çokluğu, malların çokluğu,
mülklerin çokluğu, dünyalık ve rahat adına ne varsa hepsini çok çok veriveririz. Ve sonra da derler ki bu normal bir hayatın
gerekleridir. Bir zamanlar babalarımızın başından da böyle şeyler gelip
geçmişti. Atalarımız da böyle kıtlık ve bolluk zamanları yaşamışlardı, bunlar
hayatın birer cilvesinden başka bir şey değildir diyerek bunların birer imtihan
sebebi olduğunu, akıllarını başlarına devşirtecek birer uyarı olduğunu
unuturlar, kendilerine verilen bu nimetlerle bu bolluklarla sevinip coşmaya
başlarlar, şımarıp, gururlanmaya başlarlarla da biz de onları ansızın
yakalayıveririz ve işlerini bitiririz diyor Rabbimiz.
Evet Allah önce birbiri ardından
uyarıcılar gönderir, belâlar ve musîbetler gönderir, fırsatlar yaratır,
tembihlerde bulunur. Eğer onlar kendilerine gelen bu uyarılara aldırış etmezler
ve tüm bu şiddetler onların kalplerini yumuşatmazsa, o sıkıntılardan ibret alıp
Rablerine dönmezlerse o zaman da Allah onların bu tür sıkıntılarını
kaldırıveriyor. Onlara her konuda bolluklar gönderiveriyor.
En’âm’daki âyetin ifadesiyle
söylersek onlara her şeyin kapılarını açıverir. Allah diyor ki onlara her şeyin
kapılarını açıveririz. Öyle bir bolluk, öyle bir refah, öyle bir hürriyet
veririz ki tüm engelleri tüm sıkıntıları kaldırıveririz. Paralar, mallar,
mülkler, servetler, altınlar, gü-müşler, atlar, arabalar, marklar, dolarlar her
taraftan üzerlerine rızık-lar nimetler yağmaya başlayıverir. Ne arzu ederlerse
önlerinde, ne ararlarsa bulabilecek, ne isterlerse yapabilecek hale gelirler.
Hastalık, dert, sıkıntı, açlık, fakirlik hiç bir dertleri, hiç bir sıkıntıları
kalmayıverir. İşleri açılır, ev alırlar, dükkan alırlar, şansları yaver gider,
milletvekili olurlar, bakan olurlar, dekan olurlar, YÖK başkanı olurlar, dünya
nimetleri adına Cenâb-ı Hak bütün kapıları açıverir. Ferahlanır, ne oldum delisi
olurlar, bütün bunları kendilerinin yaptığını iddia ederek takdiri
unutuverirler.
Bu da ayrı bir imtihan. Bolluk da ayrı
bir imtihandır. Adam sey-yar satıcı olarak başlar, üç tekerlekliyle işe başlar
sonunda Vehbi Koç oluverir, Sakıp Sabancı oluverir. Cenâb-ı Haktan hayırlısını
istemek zorundayız. Çünkü Allah verir ama bazen bu verdikleriyle kendisini
unutturuverir. Çünkü buda ayrı bir imtihandır, bunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız. Açılan her kapı, verilen her imkân eğer bize Allah’ı
unutturuyorsa o zaman çok korkmak zorundayız. Hani Kur’-an’da anlatılan bağ
sahiplerini bahçe sahiplerini çok iyi biliyoruz.
Şunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız: Şiddet ve sı-kıntılarla yapılan
imtihan ayrı, bollukla yapılan imtihan ayrıdır. Bu bollukla yapılan imtihan
ötekisinden çok daha tehlikeli çok daha zor bir imtihandır. Rabbimizin darlıkla
sıkıntıyla yaptığı imtihan insanın kalbini yumuşatıp insanı Allah’a çevirmesi
açısından onu başarmak belki kolaydır ama bu bollukla yaptığı imtihan insanların
şımarıklılığını, müstekbirliğini artırdığı için, insanı eyvallahsız hale
getirdiği için bunu başarmak gerçekten çok zordur. Birinde sabır diğerinde,
şükür gerekir. Sıkıntıya sabır, bolluk karşısında da verilen nimetler cinsinden
şü-kür ister Allah.
Evet dikkat ediyor musunuz Rabbimiz
diyor ki bu adamların akılları başlarına gelsin de bize dönmeyi anlasınlar diye
biz onları fakirlik, kıtlık, açlık, geçim darlığı, hastalıklar, çeşitli afetler
ve zaruretlerle yakalayıverdik. Onları türlü türlü
sıkıntılara sokuverdik ki kabukları yırtılsın da tevhid açığa çıksın diye.
Küfürden, şirkten vazgeçsinler de iman etsinler diye. Sığınacak kapıları
kalmasın da bize sığınsınlar diye. Yalvaracak, başvuracak, dövecek kapıları
kalmasın da bize yalvarıp-yakarsınlar diye. Ama şeytan onlara amellerini süslü
gösterdi de hayrı şer, şerri hayır gösterdi de, iyiliği kötülük, kötülüğü iyilik
gösterdi de onlar adam olma, uyanma istidatlarını kaybettiler.
Evet aslında o imtihanlar, o belâlar ve
musîbetler onlarda sı-ğınma, kulluk ve kurtuluş hissini, Allah’a yalvarıp
yakarma hissini uyandıracak ilahi uyarılardı.
Bakın Rabbimiz aynı sûrenin az
ilerisinde bu hususu şöyle anlatır:
"Andolsun ki,
biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına
uğrattık."
(A’râf 130)
Ama bilelim ki bunların ilahi
uyarıcılığı devamlı değildir. Onun içindir ki böyle bir durumla karşı karşıya
gelen kişi hemen onu bir nimet bilmeli ve süratli bir şekilde uyanıp tevbe ve
yalvarışlarla Allah’a yönelmeli ve durumunu düzeltmesini bilmelidir. Zira bu
durum kısa bir süre sonra
kaldırılıverir. Ya da esasen kısa bir süre sonra bu uyarının tesiri
gittikçe azalır ve nihâyet o sınırlı müddet bitiverir. Yâni o sıkıntının uyarıcı
özelliği kayboluverir. Bir alışkanlık ve tabii bir hal oluverir. Yâni kısa bir
dönem sonra bu belâların bu sıkıntıların terbiye edici hiç bir tesiri kalmaz.
Evet Allah dönsünler diye, tevbe
etsinler diye, kendilerine gelsinler de Allah’a yalvarsınlar diye onlara
belâlar, sıkıntılar gönderdi. Hiç değilse böyle bir durumdalarken bari yalvarıp
yakarmalı değiller miydi? Ama gelin görün ki bunların taşlaşmış kalplerini bu
belâlar ve musîbetler bile Allah döndüremedi. Kalpleri taş gibi kaskatı kesildi
de amellerini şeytan kendilerine süslü gösterdi. Yada şeytan onlara bu gelenleri
farklı biçimde yorumlattı.
Meselâ Âd kavmi, Hûd kavmi, Lût
kavmi, Eykeliler Allah’ın kendilerine ibret alsınlar diye gönderdiği bu belâları
tabiat kanunları olarak yorumladılar.
Veya işte bunlar olağan
şeylerdir. Daha önceki toplumlara da böyle şeyler gönderilmiştir dediler. Tıpkı
şu anda bizim toplumun bu depremleri, bu felâketleri farklı yönde yorumlayıp
onlardan ibret almaya yanaşmadıkları gibi. Şeytan ibret almalarını engelledi,
amellerini, yaptıklarını onlara süslü gösterdi. Hayatlarından, durumlarından,
amellerinden razı oldular. Ne var bizim hayatımızda? İşte kulluk budur! dediler.
İşte İslâm budur! dediler. İşte şu anda bizler Allah’ın biz-den istediği hayatın
içindeyiz dediler. Bizler Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz! dediler. Allah
da onları ansızın yakalayıverir de işlerini bitiriverir.
96. “Eğer kasabaların halkı
inanmış ve Bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin
bolluklarını verirdik. Ama yalanladılar; bu yüzden onları, yaptıklarına karşılık
yakalayıverdik.”
Evet eğer insanlar, şu ileriki
âyetlerde anlatılan Âd kavmi, Se-mûd kavmi, Nûh kavmi, Hûd kavmi, Medyen’liler
ve tün insanlar eğer iman etselerdi, Rablerine ve Rablerinin elçilerine
Rablerinin is-tediği biçimde iman etselerdi, Rablerine karşı gelmekten
sakınsalar ve Rableriyle yol bulabilselerdi, yollarını Rablerine sorsalar, hayat
programlarını Rablerinin vahyinden alarak yaşasalardı, Allah’ın elçilerinin
kendilerine örneklediği kulluğu yaşasalardı elbette biz de onlara göklerin ve
yerin bereketlerini açıverirdik. Göklerden bolca yağmurlar yağdırır yerden de
bolca rızıklar bitirirdik. Böylece insanların hayatında bir bereket olurdu diyor
Rabbimiz. Biz onları bereketlere gark ederdik di-yor.
Demek ki âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki
bereketin iki sebebi vardır. Ya da berekete ulaşmak için iki şart var. Bunlardan
birincisi iman. Allah’a ve Allah’tan gelenlere Allah’ın istediği biçimde bir
iman. İkincisi de takvadır. Allah’la yol bulmak, hayat programını Allah’tan
al-mak ve bu imanın gereği olarak tüm hayatı Allah için yaşamaktır. İşte böyle
yapan, böyle yaşayan insanların hayatına Allah bereket veriyor. Hayatlarını
bereketlendiriyor Rabbimiz.
Bereket; Meselâ misafir geliyor
bir eve ve o evden bir şeyler
eksiltiyor. Veya zekât diye malından bir şeyler veriyor adam ve onun malından
bir şeyler eksiliyor. Zâhiren malından kırkta bir oranında bir eksilme oluyor.
Veya meselâ bir memur her ay maaşının on da birini infak ediyor, bu miktarı
almamış kabul ediyor. Geriye kalana Allah öy-le bir bereket verecek ki veya
geriye kalan kısım ona öyle bir yetecek ki bunu herkesin anlaması mümkün
değildir. Cenâb-ı Hak ona iktifa özelliği verecek, yetinme duygusu, istiğna
duygusu verecek ve adam kendisini sürekli zengin hissedecektir. Veya insanların
pek çoğunun anlayamadığı biçimde Cenâb-ı Hak onun eşyalarına dayanma gücü
verecektir.
Meselâ bakıyoruz bugün aylık geliri beş
yüz milyon lira olan iki çocuklu bir aile geçinemiyor, darlık ve sıkıntı içinde
kıvranırken aylık geliri yüz milyon lira olan beş çocuklu bir aile çok rahat
geçinebilmektedir. Neden? Bereket işte. Allah birine o kadarcık maaşının bir
bölümünü Allah için infak edeceğim diye çırpındığı için bereket vermiştir
ötekisine infak etmediği için bereket vermemiştir. Birisinin ayakkabısı altı
ayda eskidiği halde ötekisinin ayakkabısına Allah dayanma gücü vermiştir üç beş
sene dayanmaktadır.
Veya meselâ birisinin karısı
hasta haneden çıkmazken ötekisinin karısına Allah sıhhat vermiştir. Birisinin
arabası sürekli arıza yapıp para harcattırırken ötekisinin eşyalarına Allah
dayanma gücü vermiştir işte berekettir bütün bunlar.
Veya meselâ birisi çocuklarının
çevreye karşı ezilmemesi adına evine renkli televizyon alması, okulda çocuğunun
azığının farklı olmasına özen göstermesi, çocuklarını Anadolu Liselerine
gönderme çabası yanında, yâni çevreye kulluğu yanında; öbürünün böyle bir derdi
yoktur.
Veya birisinin çevreye kulluk
adına şöyle şöyle giyinmesi, ya-malıklı elbise giyinememesi,
modaya uygun olmayan bir elbise giyinememesi, evini şöyle şöyle döşemesi, şöyle bir arabaya binememesi, şöyle bir
evde, şöyle bir muhitte oturamaması, misafirlerine şöyle bir şeyi ikram
edememesi, şöyle bir hayatın adamı olma derdi varken ötekisinin böyle dertleri
yoktur. Birisi yaşadığı bu hayatın gereği olarak taksit ve ödemelerle ömrünü
tüketirken öbürü çok rahattır. Çünkü o sadece Allah’ı razı etmeden yanadır ve
çok sade bir hayat yaşamaktadır.
Evet böyle yaşayanlar Allah’ın
bereketine gark edilirlerken, Allah’a, Allah’ın istediği biçimde inanmayan,
Allah’la yol bulmaya, yollarını Allah’a sormaya yanaşmayan, hayatlarını Allah
için yaşamayan kimseler de Allah’ın bereketinden mahrum bırakılacaklardır.
Allah’tan yüz çeviren, Allah’ın kitabından ve Resûlünün sünnetinden yüz çeviren
insanlar da bereketten mahrum edileceklerdir. Nitekim bakın Tâhâ sûresinde
Rabbimiz bu hususu şöyle anlatıyordu:
“Benim kitabımdan yüz çeviren bilsin ki
onun dar bir geçimi olur ve kıyâmet günü de onu kör olarak haşr ederiz. O zaman: "Rabbim! Beni niçin kör olarak haşr
ettin, oysa ben gören bir kimseydim" der. Allah: Böyledir, âyetlerimiz sana
gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun"
der..”
(Tâhâ
124,125,126)
Evet kim Allah’ın zikrinden, yâni
Allah’ın kitabından, Allah’ın istediği kulluktan, hayatın her bir biriminde
Allah’ın istediği gibi davranıştan yüz çevirirse, kim Allah’ın istediği gibi
değil de kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya yönelirse
onlar için bereket kaldırılacak ve geçim darlığı, geçim sıkıntısı olacaktır.
Hayatlarının da, kazandıklarının da, mesleklerinin de, çalışıp çabalamalarının
da hiç bir beti-bereketi olmayacaktır. Belki milyarlar kazanacaklar ama yine de
doymayacaklardır. Kulu kölesi oldukları hayat standardının peşinde bir ömür
tüketecekler ve bir türlü istedikleri noktaya ulaşamayacaklardır. Velileri olan
Şeytan kendilerine yeni yeni hedefler gösterecek ve bu
hedeflerin arkasında bir ömür boyu çırpınıp duracaklar.
Bereket gerçekten insanların çoğunun
anlayamadıkları ve far-kında olmadıkları bir şeydir. Meselâ sabahleyin saat 6,7
arasında ya-pabildiğimiz
işleri akşam aynı saatlerde yapabilmemiz mümkün değildir. Zaman aynı zamandır,
süre aynı süredir ama bereketler farklıdır.
Evet keşke bu adamlar iman etseler ve
muttaki davransalardı ama onlar yalanladılar da işlediklerinden dolayı biz de
onları yakalayıverdik.
97. “Kasabaların halkı, geceleyin
uyurken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende
miydiler?”
Acaba bu şehir ahalileri bu
memleketlerin insanları geceleyin mışıl, mışıl uykudalarken azabımızın
kendilerine gelivermesinden emin mi oldular? Ya da şu anda Mekke müşrikleri
Allah’ın azabının kendilerine gelmesinden emin mi oldular? Yahut da şu anda şu
bizim ülkede yaşayan müşrikler emin mi oldular? Halkı müslüman ülkelerin
müşrikleri Allah’ın azabının tepelerine inmesinden emin mi oldular. Veya
Amerika’daki müşrikler, Avrupa’daki müşrikler Allah’ın azabının ansızın
kendilerine gelmesinden emin mi oldular? Allah’ın âyetlerini, Allah’ın
sistemini, Allah’ın kendileri için vaz ettiği hayat programını reddederek kendi
keyiflerince bir dünya kurup en güzel, en doğru ha-yatın kendi yaşadıkları hayat
olduğunu iddia eden tüm yeryüzü müşrikleri Allah’ın azabının gelmesinden emin mi
oldular?
Ya da şu anda bizler Allah’ın
azabının gelivermesinden emin mi olduk? Nereden biliyoruz meselâ bu gece bir
depremle Konya’nın yerin dibine batmayacağını? Nasıl olur da kendimizi güvende
hissedebiliriz? Bunu her an düşünmek, her an Rabbimizin azabının gazabının
gelivereceğinden korkup Rabbimize Rabbimizin istediği biçimde kulluk işlemeye
yönelmek zorundayız.
98. “Yahut kasabaların halkı,
kuşluk vakti eğlenirlerken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende
miydiler?”
Veya bir kuşluk vakti insanlar
oyunda eğlencedeyken ansızın azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? Bir
kuşluk vakti işlerine, aşlarına devam ederlerken, Allah’tan da Allah’ın
azabından da gaflet içinde oyun eğlencelere gömüldükleri bir anda kendilerine
azabın gelmesinden emin mi oldular? Zaten eğer insanlar hayatı Allah için
yaşamıyorlarsa o hayat oyun ve eğlenceden ibarettir. Allah için yaşanmayan hayat
oyun ve eğlencedir. Allah için niyet taşınmayan her şey oyun ve eğlenceden
ibarettir. Allah hesaba katılmadan, âhi-ret hesaba katılmadan yaşanan bir hayat
oyun ve eğlenceden başka bir hayat değildir. Evet ister güpegündüz gözlerinin
önünde isterse gece mışıl, mışıl uykudalarken, haberleri yokken Allah’ın azabı
gelivermesinden bu insanlar emin mi oldular?
99. “Onlar Allah'ın düzeninden
güvende miydiler? Allah'ın düzeninden ancak mahvolacak millet güvende
olur.”
Allah’ın mekrinden Allah’ın
cezalandırmasından emin mi ol-dular? Allah’ın mekrinden emin yaşayanlar ancak
hüsrana mahkum olanlardır. Dünyada da ukba’da da kaybedecek olanlardan başkaları
Allah’ın mekrinden emin olamazlar. Allah her an bizi bir tehlikeyle bir
sıkıntıyla bir korkuyla imtihan edebilir. Her an Rabbimizin bu tür imtihanlarına
hazırlıklı olmak zorundayız. Çünkü Allah kulları üzerinde mutlak tasarruf
sahibidir. Kullarına ne tür sorular göndereceğine on-ları neyle imtihan
edeceğine ancak kendisi karar verir. Bu tür belâlar gelmeden önce hazırlıklı
olmak zorundayız. Kendimizi cennete hazırlamak zorundayız. Kazanma ihtimalinin
kalmayacağı, başarma ve kulluk işleme imkânlarımızın elimizden alınacağı
durumlar gelmeden önce kendimizi hazırlamak zorundayız.
100. “Sahiplerinden sonra
yeryüzünde mirasçı olan kimselere hâlâ şu açıkça anlaşılmadı mı ki; Biz
dileseydik onları da suçluların cezasına uğratırdık. Kalplerini kapatıp
mühürleriz de bir şey duymazlar.”
Evet daha önce
yerleştirdiklerimizden sonra onların mirasları üzerine yerleştirdiğimiz
insanlara hâlâ hidâyet, yol gösteri gelmedi mi? Gerçekleşmedi mi? Yâni biz
zamanlar arzda, yerleştirdiğimiz ata-larınızdan sonra şu anda onların yerlerine
yurtlarına sizleri yerleştirmişiz. Biz dileseydik günahlarından ötürü onları
helâk ederdik. Ama günahları sebebiyle isyanları sebebiyle onları ve şu anda
sizleri hemen helâk etmeyip Allah’ın sizlere böyle bir rahmet kapısı açması
sizlere tevbe imkânı dönüş fırsatı vermiş olması size hidâyet olarak yetmiyor
mu? Hakkı anlamanızı sağlamıyor mu Rabbinizin bu yaptığı? Rabbinizin sizin
adınıza işleyen bu rahmeti sizin O’nu anlamanıza yetmeliydi. Ama bu gerçeği
anlamaya yanaşmayanların kalplerini mühürleriz de artık bir şey duymaz,
duygulanmaz olurlar.
Yâni eğer bir insan ben şu ana
kadar, meselâ otuz yaşına ka-dar İslâm dışı bir hayat yaşadım ama şu ana kadar
ciddi bir azapla, ikabla karşılaşmadım. Öyleyse kırk yaşına geleyim de Rabbime
kulluk yoluna gireyim der, kırk yaşına geldiğinde de, canım elli olsun da ondan
sonra derse, yâni Allah’ın kendisine tanıdığı fırsatları değerlendirme yoluna
girmezse o zaman Allah da onların kalplerinin üzerine tabederiz diyor.
Yâni her gün biraz daha kitap ve
sünneti tanıyarak imanlarımızı artırmadan yana olmazsak, teslimiyetlerimizi
artırmadan yana olmazsak, aynı hayatı, aynı statüyü korumadan ve yerimizde
saymadan yana olursak Allah korusun biz
de kalbi tabedilenlerden oluruz. Kalbin tabedilmesini şöyle anlamaya
çalışıyoruz. Sanki Allah; görülmüştür o kalp işe yaramaz. Denenmiştir bir işe
yaramaz. Hurdaya çıkarılmıştır bir işe yaramaz diyerek kalbin üzerine damgasını,
mührünü vuruveriyor.
Öyleyse Allah’ın bize ne kadar bir
mühlet tanıdığını bilmediğimiz için çok korkmak zorundayız. Çünkü hayatımızın
gerçek derecesini bilmiyoruz. Gafletimizin gerçek derecesini bilmiyoruz.
İhmalimizin derecesini ve bu ihmallerimizin sonunda artık bu adam olmaz diyerek,
artık bunun kalbi işe yaramaz diyerek mührünü ne zaman basıvereceğini
bilmediğimiz için elimizi çabuk tutmak ve Allah’ın istediği hayata yönelmek
zorundayız.
Kesinlikle bilelim ki Allah’ın
kanunları, Allah’ın yasaları değiş-mez. Kesinlikle bilelim ki İlahi iradede
değişiklik olmaz. Bizi öncekilerin uğradıkları âkıbetten men edecek, onların
âkıbetlerine düşmekten kurtaracak hiç gücümüz ve kuvvetimiz yoktur. Öyleyse
Kur’an’da bizden öncekiler konusunda anlatılanlardan ibret almak zorundayız ve
onların yanlışlarına düşmemek için hayatımıza çok dikkat etmek zorundayız.
Çünkü anlıyoruz ki insanların
durumları, yaşantıları gerçekten azabı gerektiriyorsa da Rabbimiz hemen onlara
azabını göndermiyor. Onlara dokunmuyor, onlara imkân tanıyor, fırsat veriyor.
Ama bu ser-bestlik onları aldatıyor. Şunları, şunları yaptım ama şu ana kadar
ba-na her hangi bir azap gelmedi. Demek ki bu dünyada sorumlu olduğumuz bir
makam yoktur. Demek ki bu dünyada hesap ödeyeceğimiz bir varlık yoktur diyerek
aldanıyorlar. Demek ki bizim şu anda yaşadığımız hayat en güzel bir hayattır
demeye başlıyorlar. Böylece hayatlarını sürdürmeye çalışan ve değişmeden yana
olmayanların da kalplerini mühürleyiveriyor Rabbimiz. Yâni ilk defa
inanmayanların kalplerini mühürleyiveriyor. Yoksa hiç kimsenin küfürde
kemikleşip kalmasını istemez Allah.
Onların kalplerini mühürledik de artık
onlar görmez ve duy-maz oluverdiler. Hakkı duymaz, güzeli görmez, doğruya
ulaşamaz oluverdiler.
101. “ Ey Muhammed! İşte
kasabaların haberlerini sana anlatıyoruz. Andolsun ki onlara peygamberleri
belgeler getirdi; öncekileri yalanladıklarından ötürü inanmadılar. Allah
kâfirlerin kalplerini böylece kapatıp mühürler.”
Evet işte sana senden önceki
kasabaların şehirlerin haberlerini anlatıyoruz. Şu başlarından, senin ülkenin
insanlarının başına gelen şeylerin geçtiği şehirlerin haberlerini anlatıyoruz.
Ama bunu sana ve senin toplumuna anlatırken hikâye olsun diye, hoşça vakitler
geçiresiniz diye değil, bunlar, bu haberler senin ve toplumunun ibret alıp
kendilerine çeki düzen versinler için anlattığımız çok önemli vakalardır,
haberlerdir. Onların başlarına gelenlere iyi bakıp ibret alasınız da onların
düştüklerine sizler de düşmeyesiniz diye bunları size anlatıyoruz. Onlara
peygamberlerimizi belgeler getirdi. Onlar hakkı görsünler de doğruya gitsinler
diye elçilerimiz her türlü mûcizeleri getirdi onlara da öncekileri
yalanladıklarından ötürü onlara da iman etmediler. Daha öncekiler gibi onlar
iman etmemeyi âdet haline getirdiler. İşte Allah iman etmeyenlerin kalplerini
böylece mühürleyiverir.
Öyleyse Rabbimizin âyetlerini duyar
duymaz hemen hiç beklemeden iman etmek zorundayız. Hemen teslimiyet göstermek
zorundayız. Eğer Rabbimizin emirlerini duyar duymaz hemen hiç beklemeden iman
etmezsek yada iman eder etmez hemen teslimiyet göstererek uygulamaya koymazsak
öncekilerin yaptıkları gibi böyle bozuk tutumlar sergilemeye kalkışırsak bilelim
ki bizim kalplerimiz de mühürlenecek ve artık biz de tıpkı onlar gibi bir şey
duymaz, duygulanmaz hale geleceğiz demektir.
102. “Onların çoğunda ahde
bağlılık görmedik, çoğunu fâsık kimseler olarak
bulduk.”
Burada ekserisini bir ahd üzerine
bulamadık derken Rabbimiz onların ilk mîsâk ahdini unutup yalanladıklarını
anlatmaktadır. Yâni sûrenin sonunda anlatılan “Galu belâ” diye bilinen o
ilk mîsâk ahdine pek çoğunun sadık kalmadıklarını, ekserisini bu konuda fâsık
bulduk diyor Rabbimiz. Söze sadâkatleri yok adamların. O Rablerine ilk
verdikleri sözlerine sadâkatleri yok. Gerek Rablerinin kendileri için kâinatta
yarattığı meşhûd âyetleri, gerek peygamberleri vasıtasıyla kendilerine
gönderdiği âyetler gerekse kendi içlerinde kendi enfüslerinde Cenâb-ı Hakkın kendilerine gösterdiği âyetler
onlara hakka dâvet ediyordu.
Evet tüm bu âyetler
onların hayatlarının yanlışlığını ortaya koyuyordu. Halbuki zaman zaman daraldıkları, sıkıştıkları anlarda Allah’a
yalvarıyorlardı. Ya Rabbi! Eğer bizi bu sıkıntıdan kurtarır sahil-i selâmete
çıkarırsan söz veriyoruz sana kulluk yapacağız, senin istediğin gibi bir hayat
yaşayacağız diyerek Allah’a yalvarıyorlar, söz ve-riyorlardı. Yâni fıtratlarında
mayalarında Allah inancı vardı bu adamların. İçlerindeki Allah âyetleri de
onlara bunu söylüyordu ama belâlar kaldırılınca da yine eski şirklerine, eski
küfürlerine dönüveriyorlardı. Allah’a verdikleri bu sözlerini unutuveriyorlardı.
Allah’la sözleşme ya-pıyorlar ama bu sözleşmelerini hemen unutuyorlardı. İşte
Rabbimiz diyor ki onları ahitlerine sadık bulmadık.
Gerçekten de ilk toplumlarda kâfir,
fâsık ve zâlimlerin yanında mü’minler çok azınlıktaydı. Ve işte bu azlıklarından
dolayı da Rab-bimiz onlara pek fazla yük yüklememiştir. Düşmanlarıyla savaşıp
on-ları yok etme işini ilk dönemler Rabbimiz bizzat kendi üzerine almıştır. Ta
ki Mûsâ (a.s) dönemine gelininceye kadar. Bu dönemde yeryüzünde müslümanlar
çoğaldı. Bundan sonra Rabbimiz onlara haydi şu şehre girin! Artık sizler
çoğaldınız falan yeri fethedin! Bundan böyle ben sizin elinizle ve
kılıçlarınızla kâfirlere zarar vereceğim buyurdu. Siz yürüyün, ben yine sizinle
beraberim buyurdu.
Rasûlullah’ın hayatında da ilk
dönemlerde “Sen onları bana bırak” peygamberim
ifadelerinin üç yerde geçtiğini biliyoruz. Müzzemmil, Müddessir ve Kâlem. İlk
dönemlerde Rasulullah efendimize böyle diyordu Rabbimiz. Çünkü Allah Resûlünün
etrafında iman etmiş bir kaç kişi vardı henüz. Bunlarla kâfirlere karşı bir
savaş vermesi de mümkün değildi. Rasulullah efendimizin ve beraberindeki bir
avuç müslümanın daraldıkları, bunaldıkları bir zaman da bu âyetler geliyor ve
müslümanlar da rahat bir nefes alma imkânı elde ediyorlardı. Sen çekil kenara ey
peygamberim! Onlar benimle karşı karşıya gelsinler ve benimle baş etsinler
diyordu. Bir zamanlar Hz. Nûh’a da diğerlerine de böyle demişti ve onlara nasıl
yardım ettiğini, onların düşmanlarını nasıl kahrettiğini göstermişti Rabbimiz
ona. O dönemlerde de kâfirler mü’minlerin eliyle değil bizzat Rabbimiz
tarafından yok edilmişti.
Evet Allah diyor ki onların pek çoğunu
bir ahd üzerine bulmadık. “Gurûn’ul Ûla” dediğimiz birinci çağdaki toplumların genel
karakterleri işte böyleydi. Onların içinde çok az insan, iman etmişti. Pek çoğu
şirk içinde yüzüyordu. “Gurûn’ul Vüsta” dediğimiz Hz. Mûsâ (a.s)’a Tur dağında
Tevrat’ın verilmesiyle başlayan orta çağ ve bu çağda gönderilen peygamberler
döneminde durum biraz daha farklılaşmıştır. İşte bundan sonra Rabbimiz bize bu
dönemin peygamberlerini anlatmaya başlayacak. Buraya kadar ilk dönemin
elçilerinden örnekler sunmuştu Rabbimiz, bundan sonrada ikinci dönemin
elçilerini gözlerimizin önüne serecek. İlk dönemlerin helâk yasalarını
anlattıktan sonra Rabbimiz daha sonraki dönemlerin durumunu anlatacak.
103. “Sonra peygamberlerin
ardından Mûsâ'yı âyetlerimizle Firavun ve erkanına gönderdik. Âyetlerimize karşı
haksızlık ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir
bak.”
Evet ilk dönem peygamberlerini ve
ilk dönem toplumlarını ve onların helâk yasalarını anlattıktan sonra Rabbimiz
şimdi de ikinci dönem elçilerinden ve elçilerin toplumlarından haber verecek.
Önceki çağın insanları Allah’ı Allah’ın elçileri vasıtasıyla kendilerine
gönderdiği hayat programını yalanlamışlar helâk olup gitmişlerdir.
Bundan sonra dört büyük kitabın
gönderildiği dönemi ve o dö-nemin peygamberlerini ve toplumlarını anlatmaya
başlayarak Rabbi-miz buyurur ki bakın:
Biz onlardan sonra Firavuna ve onun
büyük toplumuna, Firavun sistemini benimseyenlere, Firavun gibi düşünen, Firavun
gibi yaşayanlara, avenesine âyetlerimizle Mûsâ’yı gönderdik. Rabbimiz elçisi Hz.
Mûsâ (a.s)’ı ve onun gerek Firavunla gerekse kendi toplumuyla mücâdelesini
Kur’an’ın pek çok yerinde bize anlatır. Demek ki bu konu bizim için çok büyük
önem taşıyor ki Rabbimiz sürekli hemen hemen kitabının
her bir bölümünde bize bundan söz ediyor. Elbette tüm peygamberleri bileceğiz,
tanıyacağız ama özellikle Hz. Mûsâ (a.s)’ı ve onun mücâdelesini daha bir güzel bilmek zorundayız. Hele hele şu anda Firavun sistemini aratmayan dünya sistemleri
arasında, Firavunları aratmayan dünya müstekbirleri karşısında bunu daha bir
canlı tutacağız hafızalarımızda. Tüm zâlimler karşısında tüm sahte tanrılar ve
tanrıçalar karşısında vereceğimiz mücâdele açısından O’nu daha bir iyi
tanıyacağız.
Araf sûresinin bu bölümünde Rabbimiz
Hz. Mûsâ (a.s)’ın Firavunla ilk karşılaştıkları dönem anlatılmaktadır. Allah tüm
elçilerini gönderdiği gibi Hz. Mûsâ’yı da âyetleriyle gönderiyor. Çünkü Allah’ın
âyetleri dirilticidir ve bağlayıcıdır.
Onlar bizim âyetlerimize zulmettiler
diyor Rabbimiz. Allah’ın âyetlerine zulmettiler. Yâni Allah’ın âyetlerinin
hakkını vermediler. Al-lah’ın âyetlerine gereken değeri vermediler, âyetleri
hayatlarında gereken yerlerde kullanmadılar, âyetlerden istifade edemediler,
âyetlerin fonksiyonunu, geliş gayesini anlayamadılar. Allah bu âyetlerini niye
göndermişti? Allah kullarının bu âyetlerle beraber olmalarını ve asla onlardan
ayrılmamalarını niye istiyordu? Bu âyetleri muska haline getirip boyunlarımıza
takalım diye mi? Veya bu âyetleri hastalara içirelim diye mi? Veya ölülere
okuyalım diye mi? Veya kulaklarımızın müzik zevkini tatmin edelim diye mi? Veya
medreselerde Arapça’nın alıştırma kitabı olarak kullanalım diye, doktoralarımıza
konu edinip onlarla para kazanalım diye mi? Makalelerimizi, hitabelerimizi
onunla süsleyelim diye mi?
Yoksa bu âyetleri okuyup öğrenip
hayatımızı bununla düzenleyelim, bu âyetlerle yol bulalım diye mi? Bu âyetlerle
yol bularak cennete ulaşalım diye mi? Eğer bu âyetlerin ne için geldiğini
unutursak, onları Allah’ın gönderdiği gayenin dışında kullanmaya çalışırsak biz
de Allah’ın âyetlerine zulmediyoruz demektir. Onlar âyetlerimize zulmettiler de
bak ki müfsitlerin âkıbeti nice oldu?
Müfsit bozguncu demektir. Müfsitler
yeryüzünde Allah’a kulluk düzenini bozan kimselerdir. Yeryüzünü yaratan ve
yarattığı hayat için belli bir düzen koyan Allah’ın koyduğu düzeni beğenmeyip,
Allah yasalarını beğenmeyip onun yerine kendi sistemlerini kendi fikirlerini
hâkim kılmaya çalışan ve böylece yeryüzünde Allah’a kulluğu bozan kimselere
müfsitler denir. Kitabı bir tarafa bırakarak hayatlarını düzenlemeye çalışanlara
müfsit denir. Bakın müfsitlerin durumu ne ol-muş?
104. “ Mûsâ, "Ey Firavun! Ben
âlemlerin Rabbinin peygamberiyim.”
Mûsâ (a.s) geliyor Firavuna. Tâbi
burada Rabbimiz Mûsâ (a.s)’ın nereden geldiğini, nasıl geldiğini anlatmıyor.
Kur’an’ın değişik yerlerinde anlatılan konuyu kısaca bir
özetleyelim.
Firavun aslında Mûsâ (a.s)’ın
geleceğini biliyor. Ya önceki peygamberlerden nakledilenlerden biliyor, ya
müneccimleri kendisine bu konuda bilgi verdiği için biliyor, yahut da her
zâlimin olduğu gibi Firavunda ezdiği kanlarını emdiği mazlumların bir dirilip
kendisinden hesap soracağının farkındadır da onun için biliyor. Bir yasadır bu.
Ezilenler bir gün dirilip ezenlerden mutlaka hesap soracaklardır. Aslında her
zâlim bunun farkındadır. Bunun kaçınılmaz olduğu bilen şu andaki yeryüzü
zâlimleri de korkulu rüyalar görmektedirler. Hafakanlar geçirmektedirler.
Ezdikleri insanlar ha uyandılar ha uyanacaklar diye. Ha hesap sordular ha
soracaklar diye.
İşte Firavun da bunun farkındaydı ve
tedbir alıyordu. Mûsâ gelmesin diye, Mûsâlar dirilmesinler diye İsrâil
oğullarının erkek çocuklarını öldürtüyordu. Binlerce çocuk öldürtmüştü. Hz.
Mûsâ’nın annesi çocuğunu doğurur ve Firavunun korkusundan bir sepete koyup onu
Nil nehrine bırakır.
Ve Mûsâ Firavunun sarayındadır.
Firavun bunca tedbiri almasına rağmen kendisini yıkacak çocuk kendi sarayında
kendi imkânları içinde büyümeye başlar. İşte Firavunlar ne kadar tedbir
alırlarsa alsınlar bilelim ki Allah’ın takdirinin önüne geçemeyeceklerdir. Kendi
kucaklarında büyüyen, kendi okullarında okuyup yetişenler bir gün mutlaka
kendilerini yıkacaklardır bundan hiç şüpheniz olmasın.
Hz Mûsâ, Firavunun sarayında büyümeye
başlar. Gençlik yıllarında Mısırda Firavun oğullarından bir kıptiyle İsrâil
oğullarından birinin kavgasına şahit olur ve İsrâil oğulluya yardım ederek
kıptiye bir yumruk vurur ve orada öldürür onu. Sonra Firavunun korkusundan
Medyen’e kaçar ve orada Şuayb (a.s)’ın koyunları güderek saklanır. Şuayb
(a.s)’ın kızlarından Safura annemizle evlenir. Daha sonra tekrar Mısıra dönme
emri alır, yolda Rabbimiz kendisine vahiyde bulunur ve Mısıra gidip Firavun ve
toplumunu uyarma emrini verir ve işte bu dönüşünde Firavunun karşısındadır.
Bakın Firavunla karşı karşıya gelen
Allah’ın elçisi şöyle diyordu:
Ey Firavun ben âlemlerin Rabbinin
elçisiyim. Ben Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Görüyoruz ki
Hz. Mûsâ her şeyden önce Risâlet özelliğini ortaya koyuyor. Diyor ki ey
Firavun ben Allah’ın elçisiyim. Ben senin karşına bir kültürle, bana ait bir
fikirle, bana ait bir plan ve programla, bana ait bir tüzük veya projeyle
çıkmıyorum. Binaenaleyh eğer beni reddedersen Allah’ı reddetmiş olacaksın. Bana
karşı gelmekle bilesin ki Allah’a karşı gelmiş olacaksın diyordu. Firavuna açık
ve net bir şekilde peygamberliğini ilân edip haykırıyordu. tâbi kendisi Rablik
iddiasında bulunduğu için Firavun karşısında Âlemlerin Rabbinin elçisi olduğu
söyleyerek Hz. Mûsâ onun Rabliğini da reddediyordu.
Halbuki Mûsâ (a.s) demin de ifade
ettiğim gibi Mısırda Firavunun kucağında büyümüş, onun sarayında büyümüş, bir
adam öldürmüş, idama mahkum olmuş yakalandığı takdirde mutlaka idam edilecekti.
Firavun sistemine göre idama mahkum bir insan olmasına rağmen ve de yeryüzünün
en zâlim, en despot ve de en güçlü insanının karşısında hiç korkmadan hakkı
haykırıyordu Allah’ın elçisi. Evet ben Âlemlerin Rabbinin elçisiyim
ve:
105. “Bana Allah'a karşı ancak
doğru söylemek yaraşır. Size Rabbinizden bir mûcize getirdim, İsrâil oğullarını
benimle beraber koyuver" dedi.”
Ben Allah’a karşı haktan başka
hak sözden başka bir söz de söylemiyorum. Ben Allah adına konuşuyorum ve benin
hayatımda söyleyeceklerimin tamamı haktır. Hakkın dışında söz söylemek bana
yaraşmaz, bana yakışmaz. Benim üzerime gereken, tüm mü’minlerin üzerine gereken,
tüm inananlara düşen sadece hak söylemektir. Hakkın dışında, Allah’ın
dediklerinin dışında söz söylemek bana ya-kışmaz. Ve Rabbimin emriyle hakkı söylerken de hiç bir
şeyden kork-muyorum diyordu.
Evet işte kulluk örneklerimizden biri
Hz. Mûsâ ve karşısındaki dünyanın en zâlim adamına karşı tavrı. Acaba Allah bunu
bize niye anlatıyor? Ya da acaba biz peygamberleri niye tanıyoruz? Peygamberleri
niye öğreniyoruz? Allah’ın elçileri bizim için bizim kulluğumuz için en güzel
seçilmiş örnekler de onun için Allah onları bize tanıtıyor ve biz de onları
öğreniyoruz. Evet peygamberlerde bizim için en güzel örnekler vardır,
peygamberler bizim için kulluk örnekleridirler. Allah bizden istediği kulluk
konusunda, bizden istediği tavırlar konusunda model insanlar olarak
peygamberlerini takdim etmiştir.
Yâni toplumumuz hangi peygamberin
toplumuna benziyorsa, içinde bulunduğumuz konum hangi peygamberin konumuna
benzi-yorsa o konumda o peygamberi örnek alalım diye Allah onları bize
tanıtmaktadır. İşte böyle bir zâlim karşısında, böyle bir konumda bizim
örneğimiz olan Hz. Mûsâ’nın davranışı bizim için en güzel bir ör-nektir. Yâni
bizler de konumumuz ne olursa olsun, durumumuz ne olursa olsun devamlı hakkı
söylemek, hakkı haykırmak ve haktan başkasını söylememek zorundayız. En zâlim
birinin karşısında bile haktan ayrılmamak eğilip bükülmemek zorundayız. Sürekli
hakkın müdafii ve tercümanı olmak zorundayız.
Eğer bulunduğumuz bir konumda
hakkı söylemekten çekiniyor veya korkuyorsak o zaman hiç olmazsa susmak
zorundayız. O konumda hiç olmazsa bâtıl veya yalan söyleyerek hakkı
yanıltmaktansa, hakkı yamultmaktansa susmayı tercik etmeliyiz. İnsanların bizim
şahsımızda Allah dinini yanlış öğrenmeleri söz konusuysa hiç olmazsa susmayı
tercih etmeliyiz. Sözlerimizle tavırlarımızla Allah dinini saptırmaktan eğip
bükmektense, susmak daha hayırlıdır orada. Evet Allah’ın elçisi diyor ki bana
hak sözden başkası yakışmaz, ben Allah için hak söz
söylüyorum.
Ben size Rabbinizden bir Beyyine
ile geldim. Rabbinizden si-ze bir Beyyine getirdim. Ben Rabbinizden size apaçık
bir delille geldim. Sizler Rabbinizi kabul etseniz de etmeseniz de, kibirlenip
büyüklük taslasanız da kabullenseniz de O Allah sizin de Rabbinizdir ve beni
size sizin reddedemeyeceğiniz bir Beyyine ile gönderdi. tâbi bir tek Beyyine,
bir tek mûcize değil elimde Allah’ın âyetleriyle geldim diyor Allah’ın elçisi.
Ve devam ediyor Rabbiniz sizden istiyor ve emrediyor ki İsrâil oğullarını bana
bırak ve benimle gönder.
Evet Mûsâ (a.s) önce konum belirlemesi
yapıyor. Kendi konumunu belirliyor, ben Allah’ın elçisiyim ve onun tarafından
geliyorum diyor sonra da görevini yâni geliş gayesini ortaya koyuyor. Bırak bu
İsrâil oğullarını götüreyim diyor. tâbi Allah’ın elçisinin görevi sadece İsrâil
oğullarını Firavunun elinden kurtarmakla sınırlı değildi. Firavunu müslümanlığa
dâvet etti. Onun müslüman olmasını âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim olmasını
istedi. Böyle olduğu zaman yâni Firavun Allah’a iman edip Allah’ın yasalarına
teslim olduğu zaman elbette problem baştan çözülecekti. O zaman Firavunun
Firavunluğu bitecek, Rabliği sona erecek, tâğutluğu kalmayacak ve toplumda Allah
elçisini yegâne itaat makamı olacak herkes ona itaat edecekti.
İşte elbette Mûsâ (a.s)
Firavundan evvel emirde bunu istedi ve eğer bunu yapmazsan, bunu kabul etmezsen
o zaman ver İsrâil oğullarını götüreyim diyordu. Ey Firavun yeter bu adamları
köleleştirdiğin. Yeter bu adamların kanlarını emip ırzlarını kullandığın. Yeter
artık bu adamları sömürdüğün. Allah’ın hür yarattığı analarından hür doğmuş bu
insanları kullandığın yeter artık ver onları götüreceğim
der.
İşte peygamberin geliş gayelerinden
biri belki de en büyüklerinden birisi budur. Köleleştirilmiş insanları
hürleştirmek. Tâğutların, sahte tanrıların kulları haline gelmiş, getirilmiş
insanları onlara kulluktan kurtarıp hür bir şekilde Rablerine kulluğa dâvet
etmek. İnsanların insanlara kulluğunu bitirip Allah’a kul olmalarını sağlamak.
Yeryüzündeki tüm zâlimlerin, tüm despotların zulümlerini, haksızlıklarını kırıp
yeryüzünde adâleti gerçekleştirmek. Allah’ın Resûlü de Mekke’deki zuafayı,
köleleştirilmiş insanları efendi yapmıştı. İnsanların insanları ezmesine,
insanların insanlara hükmetmesine engel olmuş, egemenliği zâlimlerin elinden
alıp sadece Allah vermişti.
İşte Hz. Mûsâ (a.s) da aynı şeyi yapmak
için geliyordu. Yıllardır Firavunların elinde oyuncak olmuş, köleleştirilmiş
İsrâil oğullarını Firavunun elinden kurtarmak için geliyordu. Burada İsrâil
oğullarının kimliğiyle alâkalı kısa bir özet sunalım.
İsrâil Yâ’kub (a.s)'ın Kur’an’da da
kullanılmış adıdır. Bizzat kendisinin adı. Abdurrahmân Abdullah gibi Allah’ın
kulu anlamına geliyormuş. Evet İsrâil, Yâ’kub (a.s)'ın adıdır. Yâ’kub (a.s) da
İbrâhim (a.s)'ın oğlu İshâk (a.s)'ın oğludur. İsrâil oğulları ise işte bu Yakup
oğlu, İshâk oğlu, İbrâhim oğlu sülalenin adıdır. Yakup (a.s)'ın on iki oğlundan
meydana gelen sülalenin adına Yakup çocukları veya pey-gamber çocukları anlamına
İsrâil oğulları denir.
Bu Yâ’kub’un çocuklarının ilk
vatanları Kudüs civarıdır. Hani Hz. İbrâhim kavmiyle babası ve idarecilerle
verdiği çetin bir müca-deleden sonra ülkesini terk etmek zorunda kalır. Ur
bölgesinden Harran’a, sonra oradan Şam’a, oradan da Kudüs bölgesine gelip
yerleşir. Hz. İbrâhim’in Mısır’a da bir seferinin olduğunu biliyoruz. Oğlu
İsmail ile birlikte hanımı Hacer’i Mekke bölgesine bırakıp gelir Allah’ın
emriyle. Hz. İbrâhim’in kendisinin yaşadığı bölge Kudüs civarındaki
Halil’urrahmân denilen bölgedir. İbrâhim (a.s)'ın vefatından sonra bu bölgede
İbrâhim (a.s)'ın öteki hanımından dünyaya gelen oğlu Hz. İshâk peygamber olarak
görevlendirildi. Demek ki iki oğlundan Hz. İsmail Mekke bölgesinde Hz. İshâk da
Kudüs bölgesinde görevlendirildi.
Kudüs bölgesinde İshâk (a.s)'ın
vefatından sonra onun oğlu Yâ’kub (a.s) peygamber olarak görevlendirildi. Yâ’kub
(a.s)'ın on iki oğlu vardı. Bu oğullarından birinin adı Yusuf’tu. Yusuf
sûresinde uzun uzun Rabbimiz anlatır: Baba Yâ’kub
(a.s)'ın diğer oğullarından fazla Yusuf'a meyli vardır. Babalarının bu meylini
kıskanan öteki çocukları kardeşleri Yusuf’u kuyuya atarlar. Kervan, Mısır,
pazar, aziz, zindan filan derken Hz. Yusuf Mısırda yönetime getirilir. Bundan
sonra baba Yâ’kub (a.s) ve onun diğer oğulları Mısıra gelip yerleşirler.
Görülen ve bilinen o ki Yâ’kub
(a.s)’ın çocukları uzun bir süre Mısırın yönetimini ellerinde tutarlar.
Peygamber çocuklarının yönetiminde bulunan Mısır halkı uzun bir süre mutlu bir
hayat yaşar. Ve nihâyet her toplum gibi sünnetullah gereği Mısırda da peygamber
çocukları denen bu İsrâil oğullarının egemenlikleri son bulur. Mısır yönetimine,
Firavun oğulları denen azgın bir sülale hâkim olur. Tabii İsrâil oğulları
Allah’ın kendilerine hayat programı olarak gönderdiği kitaplarına ve
peygamberlerinin yoluna ters düştükleri için Mısırda egemenlikleri de uzun
sürmedi. Peygamber çocuklarının egemenliği sona erince de Firavun oğulları
yönetimi ellerine geçirir geçirmez Mısırda yıllardır yönetimi ellerinde
bulundurmuş olan bu İsrâil oğullarını köle durumuna düşürür.
Köleleşmiş toplumların elbette
hür bir hayatları hür fikirleri olamazdı. Elbette Meliklerinin tâğutlarının dini
neyse bunların dini de o olacaktı. Elbette bu müslümanlar böyle bir ortamda
müslümanlıklarını kaybedecekler ve kendilerine egemen olan gurubun milletine ve
dinlerine tâbi olacaklardı. Elbette böyle köle bir toplumun Allah’a Allah’ın
istediği biçimde kullukları da olamazdı. Zâlim Firavun oğullarının elinde
gerçekten İsrâil oğulları acımasız bir azap yaşamaya başlarlar.
Ve nihayet son döneme
yaklaşıldığında köle durumuna dü-şürülmüş bulunan ve uzun bir süre en kötü bir hayatı
yaşamaya mahkum edilmiş olan bu İsrâil oğullarının arasından bir kurtarıcının
çıkması ve İsrâil oğullarını bu Firavun sisteminin acımasız zulmünden kurtarması
fikri yaygın hale gelir. Allah’ın sünneti gereği ezilen toplumlara,
mus’taz’aflara böyle kendi içlerinden bir kurtarıcı gönderilmesi söz konusudur.
Ve işte bu kurtarıcı Hz. Mûsâ’dır ve gelmiş İsrâil oğullarını Firavunun elinden
kurtarmak üzere Firavunun karşısındadır.
Hz Mûsâ Firavuna der ki ver bu İsrâil
oğullarını alıp götüreceğim. Peki neden Allah’ın elçisi bu köleleri Mısırdan
alıp götürecekti? Çünkü müslümanların; zâlimlerin, Firavunların gölgesinde bir
hayat yaşamaları kesinlikle mümkün değildi. Firavunların sistemi altında
müslümanların müslümanlıklarını gündeme getirmeleri, imanlarının gereğini ortaya
koymaları asla mümkün değildi. Böyle bir ortamda müslümanların müslümanca bir
hayat sergilemeleri imkânsızdı. Zira İslâm’ın karakteri böyle bir şeye müsait
değildi. Bir adam hem müs-lümanım diyecek hem de İslâm’ının, imanının gereğini
yaşayamayacak bu kesinlikle mümkün değildi. Allah onların böyle bir müslümanlık
sergilemelerine asla razı değildi. İslâm’ın karakteri toplumun en alt biriminden
en üst birimine kadar, aileden devlet yapısına kadar her yerde Allah’ın
otoritesinin hâkimiyetini istemektedir.
Onun içindir ki imanlarının
serbestçe görüntülenmesine izin vermeyen ve âdeta kendilerini münâfıkça bir
hayata zorlayan böyle bir atmosferde müslümanların yaşaması mümkün değildi. Onun
içindir ki Allah’ın elçisi onları bu ortamdan alıp müslümanca yaşayabilecekleri,
müslümanca bir hayatı ortaya koyup müslümanca eğitilebilecekleri başka bir
coğrafyaya, başka bir iklime götürmek istiyordu.
Ama Firavunlar asla buna izin
vermeyeceklerdir. Efendiler kölelerini asla bırakmak istemezler. Efendiler
hizmetçilerini asla kaybetmek istemezler. Bu adamlar giderlerse bizim işlerimizi
kim görecek? Biz kimin sırtına bineceğiz? Biz kimin kanını emeceğiz? On-larsız biz ne yaparız? Nasıl yaşarız? diyerek efendiler
kölelerini kaybetmek istemezler. Hele hele bu köleler
peşin peşin köleliği sineye çekmişlerse onları hiç
kaybetmek istemezler.
Meselâ şu anda Amerika bizi
kaybetmek ister mi? Kendisine köleliği şeref bilmiş bizim gibi köle bir toplumu
Amerikan efendilerimiz kaybetmek ister mi? Avrupa da yeşilleniyor zaman zaman biz kölelere ama, Amerika bizi kaybetmemek için
elinden gelen her şeyi yapıyor. Elbette adam hizmetçisini kaybetmek istemez.
Elbette adam çobanına iyi bakar. Neden? Çünkü kendisine hizmet ediyor da ondan.
Adam köpeğine yal çalıp onu iyi doyurur. Neden? Çünkü kendisini koruyacak da
ondan. Adam koyunlarını iyi doyurmak ister. Neden? Çünkü kendisine süt verecek
de ondan. İşte zaman zaman bizim efendimiz olan
Amerikanın da bize ufak tefek yardımlarının mânâsı budur. Elbette kendisine süt
verecek olan kullarını doyurmalıdır. Evet hiç bir efendi kölelerini bırakmak
istemez.
Bir de Firavunlar, efendiler şöyle
hesap ederler. Eğer onlar bizim kontrolümüzden çıkarlarsa, kölelerimiz bizim
inisiyatifimizden uzaklaşırlar da kendi başlarına kalırlarsa ne olur ne olmaz
belki hürleşiverirler, belki özgürlüğü anlayıverirler diye onları asla kendi
başlarına bırakmak istemezler. Sürekli, nereye giderlerse gitsinler onları yakın
takibe alırlar, kontrollerinde tutarlar.
Bir de Firavunun korkusu şuydu:
Bu adamları kendi başlarına eğer Mûsâ (a.s)’ın kontrolüne bırakır da bu adamlar
onunla birlikte giderlerken ne olur ne olmaz tekrar geriye dönerler de Firavunun
zaten çökmekte olan sistemine hücum ederlerse Mûsâ ile beraber işimizi bitiriler
diye korkuyordu. Çünkü Firavun hayatı seven birisiydi, ölümü göze alamayacak
kadar da korkaktı. İsrâil oğulları kendi kontrolü altında oldukları sürece ona
hizmet edecekler ve ona karşı gelme cesaretini kesinlikle kendilerinde
bulamayacaklardı. Zira Firavunun sitemi onları bu şekilde eğitiyordu. Ne olur ne
olmaz bu köleler Mûsâ ile bir süre baş başa kalırlar, vahyi tanırlar ve
bilinçleşirlerse geriye dönüp kendisinin işini
bitirebilirlerdi.
İşte bu yüzden onları Mûsâ’ya vermemesi
ve kölelerini yakın takibe alması gerekiyordu. Bir hesabı vardı Firavunun ama
Allah’ın da bir hesabı vardı ve o bunun farkında değildi. Tıpkı bugün dünya
üzerindeki tüm Firavunî güçlerin müslümanları yakın takibe aldıkları gibi.
Müslümanlar bugün tüm dünyada kendilerine en yakın Firavunların yakın takibi
altında bir hayat sürmektedirler. Müslümanlara egemen olan güçler onları sürekli
kontrolleri altında tutup, onların birlikte hareket ederek kendilerine karşı bir
çıkış eyleminde bulunmamaları için, birleşmemeleri için tüm imkânlarını
kullanmaktadırlar. Aynen o gün İsrâil oğullarının Firavun oğulları tarafından
serbest bırakılmayıp yakın takibe alındıkları gibi.
Evet efendiler kölelerini asla başı boş
bırakmazlar. Meselâ şu anda dünyanın hiç bir yerinde müslümanların kendi
sistemlerini kurup müslümanca bir hukuk, müslümanca bir ekonomi, müslümanca bir
eğitim, müslümanca bir sosyal yapı kurmalarına asla izin vermezler. Dünyanın en
küçük bir kasabasında bir köyünde bile buna izin vermezler. Neden? Çünkü meselâ
dünyanın en küçük bir köyünde bile müslümanlar bunu becerseler ve Allah’ın
istediği kulluğu, Allah’ın istediği siyasal yapıyı kursalar o zaman dünyanın tüm
hukukçuları, dünyanın tüm ekonomisyenleri, dünyanın tüm eğitimcileri, dünyanın
tüm sosyal bilimcileri oraya akın edip İslâm’ı araştıracaklar, İslâm’ı
soruşturacaklar, İslâm’ı tanıyacaklar ve sonunda İslâm’ın farkını görecekler ve
artık bu alçakların sistemlerine kimse değer vermeyecek de ondan. Kendi
sistemlerinin çöpe atılmasından korktukları için buna izin
vermiyorlar.
106. “Firavun: "Bir mûcize
getirdiysen ortaya koy ba-kalım, doğru sözlülerden isen bunu yaparsın"
dedi.”
Ey Mûsâ! Eğer bir âyet, bir
mûcize getirdiysen haydi onu or-taya koy bakalım. Eğer doğru söylüyorsan, eğer
iddianı ispata ha-zırsan haydi onu göster bakalım. Firavunun bu ifadesinden de
anlı-yoruz ki Firavun peygamberlik konusunu bilmeyen, peygamberlik müessesesine
yabancı birisi değildi. Peygamberi biliyor, peygam-berlik müessesesini
tanıyor, peygamberin mûcizelerle geldiğini, ge-leceğini biliyor ve onun için Hz. Mûsâ’dan bir mûcize
istiyordu. Bakın Hz. Mûsâ’nın bu iddiası karşısında Firavun şöyle demiyordu: Ne?
Ne? Ne dedin? Peygamber mi dedin? Elçi mi dedin? Âlemlerin Rabbi mi dedin? Onun
elçisiyim mi dedin? Ne demektir bu? Ne demektir elçilik? Ne demektir
peygamberlik? filan demiyor da, eğer bir peygambersen öyleyse haydi bize bir
mûcize göster diyor.
Tabi bu sözüyle peşin peşin Hz. Mûsâ’yı yalanlamak, onun yalancı ve sahtekâr
olduğunu ortaya koyarak çevresindekilerin ona imanını engellemek istiyordu.
Çevresindekilerin kendisine itaatini kaybetmemek istiyordu. Haydi eğer sadıksan
bir mûcize ortaya koy bakalım dedi. Bunun üzerine:
107,108. “Mûsâ, (a.s)asını yere
atar atmaz apaçık bir yılan oluverdi; elini çıkardı, bakanlar, bembeyaz olduğunu
gördüler.”
Hz Mûsâ (a.s)asını yere attı. Bir de ne
görsünler o apaçık bir ejderha oluvermişti. Kur’an’ın başka yerlerinde de bu
konuyu anlatırken Rabbimiz şöyle buyurur:
“Bırakınca, değnek hemen, koşan
bir yılan oluverdi.”
(Tâ-Hâ 20)
Evet o asa koşan bir ejderha
oluvermişti. Belki de Firavunun üzerine hücum eden saldıran büyük bir ejderha
bir yılan oluvermişti. Yâni böyle gözle görülen bir biçimde bir yılan oluverdi.
Yâni öyle bir yalan değil, hayal değil, yanılgı ve aldanış da değil, gözlerde
bir değişme de değil bizzat ayan beyan bir ejderhaydı bu. İnsanların dağı dağ
olarak, dereyi dere olarak gördükleri gibi bizzat ejderhanın yılanın kendisi
oluvermişti asa.
Bu asa farklı bir asaydı. Bu asa o
dönemin en büyük kültürünü yok edecek bir asaydı. Bu asa o dönemin en büyük
iktidarını bitirecek bir asaydı. Rabbimizin Mûsâ (a.s)’ın Medyen döneminde
elinde bulundurduğu, koyunlarına yaprak dökmede, kendisine dayanıp yaslanmada ve
daha pek çok ihtiyaçlarını gidermede kullandığı ve Rab-bimizin daha önce sözünü
ettiği asaydı bu asa. Evet şimdi de bu asa Firavun karşısında onun ödünü
patlatacak bir ejderhaydı.
Ve bir de Hz. Mûsâ elini koynundan
çıkardı bir de ne görsünler bakanlar için, görmek isteyenler için bembeyaz
oluverdi. Bu da Hz. Mûsâ’nın Allah’ın elçisi olarak ortaya koyduğu ikinci bir
mûcizeydi. Eli bakanlar için bembeyazdı. Her ne kadar Malkom X Hz. Mûsâ siyahtı,
zenciydi de bir anda eli bembeyaz oluvermişti filan demişse ve işi kendi ırkına
çekmeye çalışmışsa da bu apaçık bir mûcizeydi diyoruz.
Evet bizler de bugün ellerimizi
koynumuza atıp oradan çıkaracağımız kitabımızı insanlara göstereceğiz. Allah
kullarını Allah kitabıyla karşı karşıya getireceğiz. Biz de koynumuzdaki Allah
kitabını insanlara ulaştıracağız. Çünkü Mûsâ (a.s)’ın elindeki bu iki mûcize
bugün bizim elimizdeki Allah kitabıdır. Bakın bu hususu açık ve net olarak bize
anlatırken Allah’ın Resûlü şöyle buyurmaktadır:
Teraktüküm alâ beyzae nagıyyetin” “Ben sizi
bembeyaz tertemiz bir şey üzere bıraktım”
Evet sizi tertemiz, bembeyaz,
içinde hiç bir kirlilik hiç bir bulanıklık bulunmayan bembeyaz, tertemiz bir
kitap üzere, Kur’an üzere bıraktım diyor Allah’ın Resûlü. Nûr olan, aydın olan,
aydınlık olan, aydın ve aydınlık insanların kendisiyle beraber oldukları ya da
kendisiyle birlikte hareket edenlerin aydın oldukları bir kitap bıraktım size
diyor. İşte Mûsâ’nın elindeki mûcize asa bizim elimizdeki mûcize Kur’an’dır.
Öyleyse biz de Allah’ın bize gönderdiği bu mûcizeyi, bu kitabı insanlara
gösterecek ve ulaştıracağız. Kendimiz de bizzat bu mûcizeyle hareket edeceğiz ki
zâlimlerin zulümleri kırılsın. Görmek isteyenler, bakmak isteyenler Allah’ın
kitabıyla dirilsin.
Evet Allah’ın elçisi iki tane mûcize
ortaya koyunca:
109,110. “Firavun
milletinin ileri gelenleri, "Doğrusu bu bilgin bir sihirbazdır, sizi
memleketinizden çıkarmak is-tiyor, dediler. Firavun: ne buyuruyorsunuz? "
dedi.”
Firavunun etrafındaki
danışmanları, yandaşları, Firavun sisteminin devamını sağlayan ileri gelenler,
holdingler, para babaları, eşraf takımı Firavundan önce ileri atıldılar.
Baktılar ki Firavun sistemi tehlikede. Baktılar ki kendi egemenlikleri, kendi
menfaatleri bitecek. Baktılar ki hortumları kesilecek. Baktılar ki devletin
kaymağı ellerinden alınıyor. Firavundan önce ileri atıldılar. Hattâ rivâyetlere
göre Mûsâ (a.s)’ın gösterdiği bu iki mûcizeden sonra Firavun ona ve getirdiği
mesaja iman etmeye yönelmiş ama bu çevresindekiler engel olmuşlar. Demişler ki
düne kadar kucağında büyüyen birine mi iman ediyorsun. Evet bakın mele gurubu dediler
ki:
Evet bu bilgiç bir sihirbazdır dediler.
Bilgiç bir sihirbaz diyerek hemen Allah’ın elçisini karalamak istediler. Her
dönemde bu böyledir. Her dönemde hak karşısında zâlimlerin sığındıkları usul
işte budur. Bugün de meselâ birisi bir hakikati ortaya koydu da insanlar ona
yöneldiler, ona meyletmeye başladılar, onu dinlemeye başladılar mı yönetimi
elinde bulunduran ve egemenliklerinin sarsılmasından korkan zâlimlerin
iftiraları hazırdır. Bu adam bir sahtekârdır. Bu bir sihirbazdır. Yaptıkları ve
söyledikleriyle insanları kandırmaya ve çıkar sağlamaya çalışıyor. İnsanlar
üzerinde kendi hegemonyasını kurarak insanları sömürmeye çalışıyor diyerek
Firavunların melesi durumunda bulunan basın yayın başlıyorlar adamı karalamaya.
Bugün bunların nicelerini karalayarak toplumdan dışladıklarına şahit olduk.
Bu bir sihirbazdır. Hem de tam
anlamıyla bilgiye dayanan akademisyen bir sihirbazdır. Hainler sözlerine dayanak
da bulmaya çalışıyorlar bu ifadeleriyle. Aslında o güne kadar pek çok sihirbaz
görmüşlerdi, ama bu sihirbazlardan hiç birisinin o güne kadar Mûsâ’nın yaptığını
yapamadıklarını biliyorlardı da onun için sözleri sırıtıp kalmasın diye bu
akademisyen bir sihirbazdır, ilme dayanan bilgin bir sihirbazdır diyorlardı.
Aslında Mûsâ (a.s)’ın ortaya koyduğu bu iki mûcizeyi görenlerin tamamı onun bir
sihirbaz olmadığını anlamışlardı. Aslında Firavun da etrafındaki Mele gurubu da
Mûsâ (a.s)’ın bir sihirbaz değil Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber
olduğunu anlamış ve bilmişlerdi. Ama ona iman sorumluluğundan kendilerini
kurtarabilmek için ona sihirbaz deyiverdiler.
Evet dediler ki bu bir sihirbazdır. Hz.
Mûsâ Firavunun karşısına ilk çıktığında ona gösterdiği asa ve yed-i beyzâ
mûcizelerinden sonra Firavun ve çevresindeki danışmanları bu bir sihirbazdır
dediler. Peki şimdiye kadar hangi sihirbaz bunları gösterebilmişti? Hangi
sihirbaz bu cesareti gösterebilmişti? Bir adam öldürmüş Mısırdan kaçmış uzun bir
süre Medyen’de sığındıktan sonra şimdi güpegündüz elinde asasıyla Mısıra, hem de
dünyanın büyük, en zâlim, en güçlü devletinin sarayına elini kolunu sallaya
sallaya girip karşısına dikilip onlara hakkı tebliğ
ediyordu.
Hangi sihirbaz becerebilirdi
bunu? Hangi sihirbaz kendisine mutlak ceza verecek olan yeryüzünün en zâlim ve
en güçlü ordusu-na sahip olan bir kralın sarayına böyle bir cesaretle
girebilmişti bugüne kadar? Ve şimdi böyle zâlim bir idarecinin karşısında hangi
sihirbaz bir asayı yılan haline getirebilirdi? Hangi sihirbaz bir el
çabukluğuyla, biz göz işaretiyle koskoca bir ülkeyi böyle açlık ve felâkete
sürükleyebilirdi? Hangi sihirbaz bir ülkenin tamamının evlerine kurbağalar,
çekirgeler, bitler doldurabilirdi? Hangi sihirbaz tüm suları kan haline
getirebilirdi?
Evet bugüne kadar hangi sihirbaz
becerebilmişti bütün bun-ları? İlerdeki âyetlerde gelecek Firavun Hz. Mûsâ’nın
gösterdiği bu müthiş mûcizeler karşısında öylesine şaşırmıştı ki şöyle diyordu:
Sen bizi sihrinle yurdumuzdan çıkarmaya, bizim dinimizi değiştirmeye ve Mısırın
yönetimini eline geçirmeye mi geldin? Oysa kesinlikle bili-yorlardı ki o güne
kadar hiç bir sihirbazın sihir gücüyle bir memleketi fethettiği görülmemişti.
Sihirbazlar sadece kendisinden mükafatlar alabilmek için o güne kadar onun ayaklarını öpmekten
başka bir şey yapmamışlardı bunu çok iyi biliyordu. Onun içindir ki Firavunun
hem sen bir sihirbazsın demesi, hem de arkasında sen benim krallığımı ele
geçirmek istiyorsun demesi onun kafasının ne denli karıştığını göstermektedir.
Bu Firavunun ve onun yanında yer
almış peygambere sihir-baz diyen, bu devlet erkanının onun bir sihirbaz değil
tüm bunları Allah desteğiyle gösteren bir peygamber olduğunu anladıklarını ama
saltanatlarının, statülerinin yok olmasından endişe ettikleri için onu
reddetmeye çalıştıklarını göstermektedir. Çünkü peygamber olarak Allah’ın
elçisini kabullendikleri andan itibaren tüm saltanatları bitecekti. Firavunun
tahakkümü kalmayacak istedikleri gibi halka zulmedemeyeceklerdi. İstedikleri
gibi insanların kanlarımı ememeyeceklerdi. Yanındaki avenesi de istedikleri gibi
devlet imkânlarından yararlanamayacaklardı.
Hz. Mûsâ aleyhisselâmın İsrâil
oğullarını alıp dünyanın başka bir coğrafyasına gitme talebine, özgürlük
isteğine karşı Firavun’un tavrını ve bundan sonra Firavunun başına gelecekleri,
yâni sûrenin geriye kalan bölümünü tanımak için 7. ciltte buluşmak üzere velham-dü lillahi Rabil âlemîn..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder