O’nun zevcesi olmadığı halde,
nasıl çocuğu olabilir? Her şey O’nun olduğu halde, her şey O’nun kulu ve kölesi
olduğu halde, Allah’ın böyle bir şeye neden ihtiyacı olsun ki? Çocuk, bir
eksikliğin, bir ihtiyacın ifadesidir ve Allah’a böyle bir şeyin yakıştırılması
asla mümkün değildir. Allah’ın böyle bir şeye neden ihtiyacı olsun ki? Çünkü her
şey O’nundur, her şeyi yaratan zaten O’dur.
İşte hayat, işte var oluş ve işte
varları var eden âlemlerin Rab-bi. Allah dışında var mı başka böyle Rabler, var
mı böyle “Ol” dediği zaman olduracaklar? Eğer benim günlerimi, benim gençliğimi
bana iade edecek olan Ondan başka birileri, benim ölümle karşı karşıya kaldığım
bir zamanda bana iki saat daha süre verebilecek O’ndan başka birileri varsa,
tamam o zaman iki saatliğine onlara da kulluk edeyim.
Ya da bizim için gökten bir damla
yağmur indirebilecek veya yerden bir tane buğday bitirebilecek birileri varsa,
ona da kulluk edelim. Ama yok öyle birileri. Öyleyse, madem ki benim yaratılışım
Allah’tansa, benim rızkım Allah’tansa, benim ölümüm Allah’tansa o zaman
başkalarının benden kulluk beklemelerinin ne mânâsı vardır? Benim O’ndan başka
birilerine kul köle olmamın ne anlamı vardır? Yetki Allah’ındır ve O’ndan başka
kimsenin yetki hakkı yoktur.
102. İşte Rabbiniz, Allah budur.
O'ndan başka ilâh yoktur, her şeyin yaratanıdır. Öyleyse O’na kulluk edin; O
her şeye de vekildir.
Bu Allah sizin Rabbinizdir.
Okuduğumuz bu âyetlerin ve Kur’-an’ın tümünün anlattığı, tarih boyunca tüm
peygamberlerin ortaya koyduğu Allah’tır sizin Rabbiniz. Rab makamında, ulûhiyet
makamın-da, hayatınızın kanunlarını düzenleme makamında Rabbiniz O’dur.
Rabbiniz olan Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. O, her şeyin
yaratıcısıdır, varlığımızın sebebi O’dur. Hayatın kaynağı O’dur; göklerin,
yerin, gecenin, gündüzün, meyvelerin, sebzelerin sahibi O’dur. Malımızı,
evimizi, ailemizi, çocuklarımızı, makamımızı, paramızı, pulumuzu, aklımızı,
zekâmızı, bilgimizi her şeyimizi yaratan O’dur. Allah Hâliktır, o halde O’na
kulluk edin. Madem ki her şeyinizi yaratan ve her şeyinizi veren O’dur, o halde
sadece O’na itaat edin. Zaten tüm varlıkları iki grupta topluyoruz; yaratan ve
diğerleri.
Problem işte buradadır. İnsanların bir
kısmı Allah’ı Rab olarak kabul ediyor ama hayata karışıcı olarak Allah’ı kabule
yanaşmıyorlar. Meselâ müşrikler göklerin ve yerin, her şeyin yaratıcısı olarak
Allah’ı kabul ediyorlardı, ama Rab olarak, hayata karışıcı ve kanun koyucu
olarak Allah’ı kabul etmiyorlardı. Rızık verici olarak, yarattıklarının tü-münü
doyurucu olarak Allah’ı biliyorlar, inanıyorlardı ama hayatı düzenleyici olarak
Allah’a inanmıyorlardı.
Günümüz insanları da -Allah korusun-
aynı noktaya düştüğü için, yaratıcı olarak var olan, ama hayata karışıcı olarak
sanki yok olan bir Allah inancını, yâni şirki yaygınlaştırma eğilimine
girdikleri için bu konuyu daha önce de anlatmış olmama rağmen burada biraz daha
üzerinde durmak istiyorum.
Peygamberlerin hiç birisi Allah’tan
başkasına kulluğa çağırmamıştır. Tüm peygamberler tevhid inancı üzerinde
toplanmışlardır. Tüm peygamberlerin tarihlerini, hayatlarını incelediğimiz zaman
onların hayatlarında tek ilâhın Allah olduğunu görürüz. Tüm peygamberler
insanlığı “La İlâhe illallah” temel esasına çağırmışlardır. Allah’tan baş-ka
sözü dinlenecek, rızası kazanılacak, hayata hakim olan ilâh yoktur. Allah’tan
başka kendisine kulluk yapılacak, hayat programı program kabul edilecek varlık
yoktur esasına çağırmışlardır. Zaten tarih boyunca en büyük problem işte burada,
sadece Allah’a kulluk etmek, sadece Allah’ı dinlemek ve hayata hakim olarak
sadece Allah’ı kabul etmek konusunda çıkmıştır. Değilse Allah’a
da ibadet konusunda hiç problem çıkmamıştır. Yâni ilâhlardan bir ilâh
olarak Allah’a da kulluğu herkes kabul etmiştir. Öteki ilâhlar yanında Allah’a
da kulluğa kimse ses çıkarmamıştır.
Yâni göklerin ve yerin,
göklerdekilerin ve yerdekilerin yaratıcısı, dağların ve denizlerin yaratıcısı
olarak, rızık verici, öldüren, yaratan, yaşatan bir ilâh olarak herkes O’nu
kabul etmiştir. Ama inandığınız bu Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. Bu
Allah hayata karışan ve kendisinden başka hayata karışıcı olmayan, insanların
kulluk programlarını belirleyen ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır. Bu
Allah boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin
çektiği yere gidilmesi gerekendir. Yâni bu Allah kendisinden başka rab, melik,
ilâh olmayandır dendiği zaman işte kavga burada başlamıştır. Göklerin ve yerin
yaratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri Allah’ı insanlar hayatlarına
karışıcı olarak reddetmeye çalışmışlardır. “İlâh olarak Allah’ı kabul edelim
ama, tek ilâh olarak asla kabul etmeyiz” diyorlar. “İlâhlardan birisi olarak
O’nu da dinleyelim, ilâhlardan birisi olarak O’na da kulluk yapalım, ama tek
ilâh olarak sadece O’na kulluğa hayır!” diyorlar.
Bunun sebebi olarak da şöyle
diyorlar: Çünkü bizim hayatımıza karışacak başka ilâhlarımız da var.
Hayatımızda sözünü dinleyeceğimiz başka Rablerimiz de var. Bizim Allah’tan
başka hukuk tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, şifa tanrılarımız, siyasal
tanrılarımız da var. Tamam bu tanrılardan birisi olarak Allah’ı da dinleyelim,
ama öte-ki tanrılarımızı da dinlemek zorundayız diyorlar. Aslında bu iddiaların
altında Allah’tan, Allah’a kulluktan kurtulup kendi keyiflerince bildikleri gibi
bir hayat yaşama arzuları yatmaktadır. Ya da şöyle ifade edelim: Bunlar Allah’a
kulluktan kurtulup kendi kendilerine, kendi hevâ ve he-veslerine tapınmak
istiyorlar. Keyiflerinin istediği gibi sorumsuz ve sı-nırsızca bir hayat yaşamak
istiyorlar.
Çünkü bakıyoruz, bu adamlar
Allah’tan başka kendilerinin ilâhları olduklarını iddia ettikleri kimseleri de
kendileri seçiyorlar. Seçtiklerini istedikleri gibi yönlendirebileceklerini
bildikleri için seçiyorlar. Seçtiklerine bizi şöyle şöyle idare ederseniz sizi
seçeriz, değilse sizi seçmeyiz diyebildikleri için seçiyorlar. Bizden şunları
şunları istemeyeceksiniz! Bizi şu şu sorumluluklar altına almayacaksınız!
Bizden namaz gibi, zekât gibi, tesettür gibi ağır sorumluluklar
istemeyeceksiniz! İçki gibi, kumar gibi, fâiz gibi, zina gibi bizim alışık
olduğumuz şeyleri bizim için yasaklamayacaksınız! Bize lüks ve müreffeh bir
ha-yat sağlayacaksınız! Biz ne istersek, nasıl bir hayattan razıysak onu
sağlayacaksınız! Eğer bize bizim istediğimiz kanunları çıkarır, bizim
istediğimiz hayatı hazırlarsanız Rab olarak, İlâh olarak biz de sizleri seçeriz
diyebildikleri için onları seçebiliyorlar. Onları yönlendirebile-ceklerini,
şartlandırabileceklerini bildikleri için onları seçiyorlar.
Ama Allah’a bunu diyemeyecekleri,
Allah’ı istedikleri gibi şartlandıramayacakları için Allah’ı Rab kabul
edemiyorlar. Her şeyi kendi keyiflerine, arzularına ve kafalarına göre ayarlamak
ve düzenlemek istedikleri için, yâni kendi kendilerine tapınmak istedikleri
için, şehvetlerine tapınmak istedikleri için hayatlarından Allah’ı çıkarmak
istiyor-lar. Tamam, ilâhlardan bir ilâh olarak Allah’ı da dinleyelim, meselâ
hayatımızın ibadet bölümünde O’nu da dinleyelim, ama hayatımızın öteki
bölümlerinde biraz nefes alabilmek için Allah’tan başkalarını da dinleyelim
diyorlar. Halbuki bu şirktir. Hayatı parçalamak ve hayatın bazı bölümlerinde
Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını dinlemek şirktir. Halbuki tevhid,
kişinin, hayatının tümünde Allah’a teslim olmasıdır.
Evet O Allah her şeyin yaratıcısıdır ve
kendisinden başka ilâh, rab, otorite, egemen, yetkili olmayandır. Çünkü ilâh
olanın, Rab olanın yaratıcı olması gerekir. O’ndan başka yaratıcı da olmadığına
göre Rab sadece O’dur. Öyleyse sadece O’na kulluk edin, sadece O’nu dinleyin,
sadece O’nun emirlerini dinleyin ve O’nu razı etmeye çalışın. Rab olarak, ilâh
olarak O’na inandığınızı ortaya koymak üzere hayatınızı O’nun adına yaşayın.
Yirmi dört saatinizi O’nun belirlediği yasalar istikâmetinde yaşayın. Allah’tan
başka, toplum, müdür-âmir, âdetler, yönetmelikler gibi putları Allah makamına
oturtup onların istedikleri bir hayatı yaşayıp Allah’a şirk koşmaya kalkışmayın.
Yaşadığınız bu hayatın sonunda O’nun huzuruna gideceğinizi ve hayatınızın
hesabını sonunda O’na ödeyeceğinizi asla unutmayın.
Eğer böyle Rab olarak, ilâh olarak
Allah’a iman eder, Allah’ı böyle güçlü kuvvetli bilir ve sadece O’nu hesaba
katar, O’nun istediği hayatı yaşar, O’nun dışında her şeyin hatırını
ayaklarınızın altına alabilirseniz o zaman bilesiniz ki O Allah sizin her
şeyinize vekildir. Bilesiniz ki sizin arkanızda Allah vardır. Sizin önünüzde
Allah vardır, dayanacağınız, güveneceğiniz Allah’tır. Sizi herkese karşı ve her
şeye karşı koruyacak olan Allah’tır. Size yol gösterecek olan Allah’tır. Tarih
boyunca dostlarını tüm düşmanlarına karşı nasıl korumuş ve galip getirmişse,
sizi de koruyacaktır. Bu konuda en küçük bir şüpheniz
olmasın.
103.
“Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür. O Latîftir,
haberdardır.”
Gözler O’nu idrak edemez. Gözler
O’nu ihâta edemez. Görmekle anlaşılamaz. Göz O’nu anlayamaz. Görmeye yönelik bir
anlaşılma tarafı olamaz Allah’ın, ancak imanla anlaşılacak, iman ile idrak
edilecektir. Gözler O’nu bu dünyada göremez ama O tüm gözleri gö-rür, tüm
gözleri, tüm bakışları idrak eder, tüm gözleri ihâta eder. Gözlerin hain
bakışlarından da güzel bakışlarından da haberdârdır O. Hangi gözün nasıl baktığını, nereye
baktığını, niçin baktığını, bu bakışıyla hangi beklentilerin içinde olduğunu,
kendisine neler ayırdığını, ne anlama geldiğini, geleceğini hepsini en bilen,
mükemmel bilen, eksiksiz bilen O’dur. Çünkü gözlerin idraki sadece O’na aittir.
Tüm gözlerin, tüm gönüllerin, tüm bedenlerin, tüm zihinlerin, tüm beyin-lerin,
tüm akılların düşüncelerini, taşıdıkları niyetlerini ve imanlarını bilmektedir.
Evet gözlere, gönüllere hakim olan, tek söz sahibi olandır.
Çünkü O latîftir. Yâni hiçbir kesâfeti
olmayan yoğunluktadır Rabbimiz. Rabbimiz herkese, her varlığa karşı lütûf
sahibidir. Herkesi, her varlığı iç dünyasına kadar bilen ve haberdar olandır.
Varlıkların en ince noktalarına kadar, kalplerinin içine kadar nüfûz eder.
Yerin derinliklerine kadar, göğün zirvelerine kadar her yere ve her şeye nüfûz
eder. Yâni Allah her şeyden haberdardır, O’nun bilgisinin dışında bir yaprak
bile düşmez, bir damla yağmur bile inmez.
Burada, âyet-i kerîmede Allah’ın gözler
tarafından görülemeyeceği anlatılmaktadır. Bu konuda uzunca tartışmalar
olmakla beraber, sadece Ayşe annemizin (r.a.) şu sözünü nakledip
geçeceğim:
Mü'minlerin annesi annemiz (r.a.) der
ki: “Kim ki Rasulullah hakkında şu üç sözü söylerse, bilesiniz ki Allah’ın
Resulüne iftira etmiştir:
1- Kim ki Mi’râca çıktığı gece Allah’ın
Resulü Allah’ı görmüştür derse, o kimse Rasulullah’a iftira etmiştir der ve işte
En’âm sûresinin bu âyetini okuyarak bu konuda delil
getirir.
2- Kim ki Allah’ın Resulü yarını
biliyordu, geleceği biliyordu derse, yâni gaybı bildiğini iddia ederse, bu kimse
de Allah’ın Resulüne iftira etmiştir buyurarak Lokman sûresindeki mugayyebat-ı
hamse âyetini okur.
3- Ve yine kim ki Allah’ın Resulü
Rabbinin kendisine vahy et-tiği emirlerden, âyetlerden kimilerini gizleyip
insanlara anlatmamıştır derse bu kimse de Allah’ın Resulüne iftira etmiştir der
ve delil olarak da Mâide 67 âyetini okur.”
Evet dünyada hiç bir göz O’nu göremez,
ama yine Kur’an’ın ifadesiyle âhirette, cennette mü'minler Rablerini
göreceklerdir diyoruz.
104. “Doğrusu size Rabbinizden
açık belgeler gelmiştir; kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi
aleyhinedir. Ben sizin bekçiniz değilim.”
Evet Rabbinizden size besâir,
basîretler gelmiştir. İşte bütün bu anlatılanları anlayabilmeniz için
Rabbinizden size kalp gözleri gel-miştir. Basar, basîret önümüzü gösteren,
yolumuzu aydınlatan, nerede nasıl davranacağımızı, hayatımızın her bir birimini
nasıl düzenle-yeceğimizi gösteren, anlatan, yolumuzu açan, aydınlatan
Rabbimiz-den basiretler geldi bize. Yâni Rabbinizden âyetler geldi size. Size
kalplerinizi, gözlerinizi, kulaklarınızı açan âyetler geldi. Ve ben sizi zorla
Müslüman yapacak değilim. Bana inanmanız için, bana teslim olmanız ve kendi
lehinize hükmetmeniz için tüm sebepleri, tüm vasıtaları yarattım ben.
Evet basîretler yaratmıştır Allah.
Görebilme, fark edebilme, anlayabilme özellikleri göndermiş Rabbimiz bize.
Basîret; sadece böyle görüvermek değildir. Gözünüz kapalıydı, bir anda bağı
çözüverdiler ve siz gördünüz, bu mânâya değildir basîret. Hani Kalem sûresinin
beşinci âyetinde öyle deniyordu:
“Hanginizin aklından zoru olduğunu yakında sen
de göreceksin, onlar da görecekler. Doğrusu senin Rabbin, yolundan sapıtanları
çok iyi bilir; O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.”
(Kalem
5-7)
Peygamber Efendimizi ve onunla birlik
olan Müslümanları onore etmek üzere buyuruyor ki Rabbimiz; Ey peygamberim, sen
Rabbinin nimetleri sayesinde kesinlikle deli değilsin. Sana öyle büyük ecirler
ve mükafatlar verilecek ki bunu sen de göreceksin, onlar da görecekler.
Onlar da basîr
olacaklar senin de basîretinin konusu olacak. Yakında onlar da anlayıp
bilecekler sen de anlayıp bileceksin. Neyi? –YB²S«W²7! vU¬±[<Ï@¬" acaba
hanginiz meftunmuş? Hanginiz deli hanginiz akıllıymış? Bunu çok yakında onlar da
anlayacaklar, sen de anlayacaksın. Ama bu görüş farklı bir görüştür. Hani bazen
karşımızdakine söyleriz; “bak, sonunda sen bunu göreceksin, seninle sonra
görüşürüz” diyoruz ya, işte böyle bir görmek. Anlamak, fehmetmek, fark etmek,
kavramak, işin künhüne vakıf olabilmek, bizimle ilgili yönlerini kavrayabilmek
anlamlarına gelen bir ifade.
İşte böyle bir anlayış, kavrayış
özelliği gönderiyor Rabbimiz bize. Yâni öyle bir görebilme, fark edebilme,
kavrayabilme özelliği ki, bu özellik bize Rabbimizden gelmiş olarak onunla
görüyorsak, kendi lehimize, ama ona karşı kör ve ilgisiz davranıyorsak, o zaman
da kendi aleyhimize davrandığımızı o zaman anlayacağız.
Evet, kim onunla görürse, kim
besâîr’i kullanırsa, kim basîret sahibi olmayı isterse, kim Allah’ın gör dediği
gibi görmeye, O’nun istediği gibi anlamaya çalışırsa işte bu onun lehine
olacaktır. Ama kim de kör davranırsa, ilgisiz kalırsa o da onun aleyhine
olacaktır. Peygamberim, biz seni onlara muhafız göndermedik.
Bundan önceki âyetlerde de
anlattığım gibi dışınızda ve içinizde yığınlarla görsel âyetler yaratıp onları
size arz ettim. Bir de işitsel âyetler denen şu Kur’an âyetlerini gönderdim.
Tüm bu yarattığım âyetlere intibak edebilecek, onları anlayıp
değerlendirebilecek, gözler, kulaklar ve kalp verdim size. Artık siz
bilirsiniz, ister iman eder kendi lehinize hükmedersiniz, diler küfreder, tüm bu
âyetlere karşı kör ve sağır davranır, sonucuna kendiniz katlanmanız kayd u
şartıyla aleyhinize hükmedersiniz. Unutmayın ki inanmanız da, küfretmeniz de
sizin içindir. Allah’ın sizin imanlarınıza da ihtiyacı yoktur, amellerinize de.
Ne yaparsanız kendi lehinize ve aleyhinizedir.
Kim görürse, kim hadiselere bu
basiretlerle bakarsa, kim bu gözlükleri kullanırsa kendi lehine hükmetmiş, kim
de körlük yapar, bu gözlükleri kullanmak istemez ve hadiselere bu âyetlerle
bakmak is-temezse o da kendi aleyhine hükmetmiş, kör kalmayı tercih etmiş
de-mektir.
Evet Kur’an besâirdir, Kur’an nûrdur,
Kur’an hidâyettir, Fur-kân’dır. Hani arabanızla bir yere giderken karanlıkta
arabanın farlarını yakıverince önünüz nasıl aydınlanıyor değil mi? Köprüyü,
virajı, tehlikeyi nasıl anlarsınız onunla değil mi? İşte Kur’an da böyle bir
nûrdur, Furkân’dır. Olaylara Kur’an’ın gözlüğüyle bakıverdiniz mi O her şeyi
size fark ettiriverecektir. Ama Kur’an’dan habersizsek, olaylara Kur’-an’la
bakamazsak, aile hayatımızı, toplum hayatımızı, hukukumuzu, eğitimimizi,
kazanmamızı harcamamızı, sosyal ve siyasal yapılanmalarımızı, ekonomik
düzenlemelerimizi Kur’an kaynaklı, Kur’an gözlüklü düzenlemezsek, tüm bunları
Kuranın gözetiminde yapmazsak hiçbir zaman aydınlığa çıkmamız mümkün
olmayacaktır.
Hangi insan, hangi toplum, hangi aile
ki Kur’an’la birlikte problemleri çözmeye çalışır, Kur’an kaynaklı problemlere
yaklaşmayı prensip edinir, “bu konuda Allah ne diyor, Kur’an ne diyor?” diyerek
Allah’ın kitabına müracaat eder ve çözümü Allah’ın kitabında arar, Kur’an’la
görmeye, Kur’an’la bakmaya çalışırsa, o mutlaka aydınlığa ve hayra ulaşacaktır.
Bu aydınlığa ulaşması, sonunda kendi lehine olacaktır. Yâni dünyada aydın, mutlu
bir hayat elde etmiş olacaktır.
Öyleyse ey Müslümanlar!
Ekonomiyle ilgili bir derdiniz mi var? Ekonomik hayatınızı aydınlığa, düzlüğe
çıkarmak mı istiyorsunuz? Hukukunuzu aydınlığa çıkarmak mı istiyorsunuz?
Eğitiminizi düzlüğe çıkarmak mı istiyorsunuz? Aile hayatınızı, toplum
hayatınızı, gecenizi, gündüzünüzü, bugününüzü, yarınınızı, namazınızı,
orucunuzu, zikrinizi, fikrinizi, dünyanızı, âhiretinizi aydınlığa çıkarmak mı
istiyorsunuz? O halde problemlere basiretlerle bakmak zorundasınız. Tüm bu
problemleri basiretlerle, yâni Kur’an âyetleriyle çözümlemek zorundasınız. Ama
Allah böyle basiretler gönderdiği halde kim de körlüğü tercih eder, kör olmayı,
kör kalmayı tercih ederse, o da kör olmaya ve kör kalmaya mahkûmdur. Allah’ın
Kitabına gözlerini kapayan, Kitapla ilgilenmeyen, problemlerine Kitapla çözüm
aramayan toplum kör kalmaya mahkumdur. Karanlıklar içinde, bunalımlar,
çözümsüzlükler ve çaresizlikler içinde kıvranmaya mahkûmdur.
İşte şu anda Kur’an’dan kaçan ve
basiretlerin dışında başka yerlerde çözüm arayan şu bizim toplumun ne yapacağını
şaşırmış bir vaziyette çırpındığını, bocaladığını görüyoruz. Her şeyimiz bozuk,
her şeyimiz çözümsüz. Problemlere çözüm arayan idareciler de her şeyi denemeden,
ama Kur’an’a asla müracaat etmemeden yanalar. Böyle adamlara, yâni Kur’an’ın
tabiriyle kör, sağır ve dilsiz insanlara neyimizi emânet edebiliriz ki? Hangi
işimizi emânet edebiliriz bunlara? Ne yapabilecek bu adamlar sizin için ve bu
ülke için? Kur’an’dan kaçan, Kur’an’ın çözümlerinden habersiz olan bu insanlar
neden kurtarabilecekler ki sizi? Açlıktan kurtarabilecekler mi, bunalımlardan
kurtarabilecekler mi? Karanlık ve sömürgeci güçlerin egemenliğinden
kurtarabilecekler mi sizi? Sizi aydınlığa, düzlüğe çıkarabilecekler mi? Hani
yıllardır bu iddiada olanlar, yıllardır size bunları vadedenler bugüne kadar ne
yapabildiler sizin için? Sizi karanlık ve egemen güçlere sat-manın dışında,
biraz daha onlara borçlandırarak sırtınıza ipotekler koymanın ve onların
kucağına itmenin dışında ne yaptılar? Sizi o egemen güçlere peşkeş çekmenin dışında ne yaptılar?
Söyleyin ne yaptılar bu Kur’an
düşmanları? “Benim Kur’an’a ihtiyacım yoktur! Bizim böyle bir kitaba ihtiyacımız
yoktur! Ben toplum problemlerini kendi gücümle, kendi bilgimle çözerim! Ben bu
problemleri A.B.D ile, A.E.T ile çözerim!” diyerek Kur’an’dan kaçan, Allah’ın
çözüm önerilerini beğenmeyen, basîretlerle ilgilenmeyen bu körlere daha ne
zamana kadar bel bağlayacak ve bunları Allah’a tercih edecek bu toplum
bilmiyorum! Allah bu topluma basîret versin, şuûr versin
inşallah.
Evet Kur’an basîrettir. Hadiselere
Kur’an’la, Kur’an’ın gözlüğüyle bakan kimseyle ona karşı kör ve sağır kesilen
kimse çok farklıdır. Peygamberimizin:
"Mü'minin ferasetiyle yol bulun,
çünkü o Allah’ın nûruyla bakar.”
hadisi de işte bu gerçeği
anlatır. Hadiste anlatılan nûr da Kur’an’dır. Bir mü'min gaybı bilmez, bilemez.
Allah onu kullarına açmamıştır. İşte mü'min gaybı bilmediği için, geleceği
göremediği için ona Kur’an sayesinde basîretler vermiştir Allah. Yâni ilerisini
Kur’an’la değerlendirip adımlarını sağlam atması için, kararlarını düzgün
vermesi ve hata etmemesi için Rabbimiz bu kitabın âyetlerini bizler için
basîretler kılmıştır. İleriyi bu kitabın âyetleriyle görsünler, ileriye bu
kitabın âyetlerinin gözlüğüyle baksınlar diye, hayatın problemlerini onunla
değerlendirip çözsünler diye, hayatlarını onunla düzenlesinler ve hata
etmesinler, yanlışa düşmesinler, isâbet güçleri artsın diye Rabbimiz bu kitabın
âyetlerini göndermiştir.
Zira yeryüzünde sünnetullah dediğimiz
Allah yasaları işlemektedir. Yeryüzünde işleyen bu Allah yasalarını bilen kişi
olayları tahlil ve geleceği düzenleme konusunda elbette basîret sahibidir.
Kur’-an’la, basîretle beraber olan kişi elbette her şeyi iyi bilecek ve kitap
sayesinde onun bakışı keskinleşecektir. Meselâ şu anda ben desem ki “Yakında şu
yeryüzünün en büyük şeytanı, yeryüzünün en büyük teröristi ve kan içicisi
Amerika yıkılacaktır”; anlarsınız ki bu benim tavrım asla gaybı bilmek değil,
gaybtan haber vermek değil, Allah yasalarını bilmektir. Allah’ın yeryüzünde
koyduğu yasaları bilen birisi bunu çok rahat anlayacaktır.
Çünkü A’râf sûresi’nde
anlatıldığına göre Rabbimiz her insan için nasıl bir ecel tayin buyurmuşsa, aynı
zamanda toplumlar için de bir ecel tayin buyurmuştur. Bu Allah’ın yeryüzünde
koyduğu bir yasadır. Toplumlar adâlet üzerine kuruldukları zaman onların
ömürlerinin biraz daha uzun olabileceği, ama toplumlar zulmetmeye başladıkları
zaman da onların ecellerinin ve sonlarının yaklaştığını Allah kitabında haber
vermektedir. Şimdi olaylara Allah’ın kitabıyla bakabilen birisi olarak benim
bunu bilmem çok normaldir ve bu asla gayb-dan haber vermek de değildir.
Evet madem ki bu kitabın âyetleri
basîrettir, o halde hadiselere bu kitabın gözlüğüyle bakabilen kimseyle bu
kitabın âyetlerine karşı kör ve sağır kesilen kişi elbette birbirlerinden farklı
olacaklardır.
Meselâ kitaptan bir âyet öğrendikten
sonra o âyeti öğrenmeden önceki bakışım değişiveriyor. Bir âyet öğreniyorum
Allah’ın kitabından ve suya bakışım değişiyor. Başka bir âyet öğreniyorum veya
başka bir gözlük takıyorum gözüme, bu defa bu âyetin konu edindiği kadına
bakışım değişiyor. Bir başka âyet öğreniyorum, mala bakışım değişiyor. Bir
başkasıyla istikbal anlayışım değişiyor, kazanma, harcama anlayışım, ihtiyaç
anlayışım, zenginlik-fakirlik anlayışım, ikram anlayışım, infak anlayışım, sevgi
ve nefret anlayışlarım değişiveriyor.
Meselâ Nisâ sûresini, Ahzâb
sûresini tanıdıktan sonra benim dünkü kadın anlayışım tamamen değişti. Dün
sokakta kapalı bir kadın gördüğüm zaman seviniyordum, çok şükür sokaklarımızda
kapalı kadınlar da dolaşmaya başladılar diye; ama bu sûreleri öğrendikten sonra
yâni hadiselere Kur’an’ın gözlüğüyle bakabilecek noktaya geldikten sonra şimdi
bu tür kapalı kadınları sokakta gördüğüm zaman üzülüyorum ve acıyorum onlara. Ne
işi vardı bu mü’minelerin bu sokaklarda? Keşke vakarla evlerinde oturup
Rablerinin arzusuna teslimiyet gösterselerdi diyorum.
Bir adam görüyorum, okuduğum,
öğrendiğim bir âyeti onun yüzünde okuyor ve seviyorum onu. Bağrıma basmak
geliyor içimden onu. Bir başkasını görüyorum, okuduğum âyetler sanki yüzünde
canlanıyor ve içimden alçak diye bağırasım geliyor, yüzüne tüküresim geliyor.
Bir alış-veriş görüyorum, öğrendiğim âyetler hemen onun fâiz olduğunu ve böyle
bir alışverişe girmemem gerektiğini söylüyor. Bir eğitim sistemi görüyorum,
okuduğum âyetler ya da gözüme taktığım gözlükler onun tamamen vahiyden uzak,
materyalist bir eğitim siste-mi olduğunu ve çocuklarımı kesinlikle ona teslim
etmemem gerektiğini söylüyor. Ayırıyor bunları kalbim, fark ediyor bunları
gözlerim, tefrik ediyor vahiyle bütünleşen basîretim.
Bir şişe içki, dünyanın en
kaliteli içkisi de olsa, birileri ona ulaşmak için Avrupalara kadar gitmeyi bile
göze alsa da, benim için zerre kadar imrenilecek bir şey değildir o. Zinâdan
nefret ederim, çu-vallarla da olsa haram para zerre kadar ilgimi çekmez benim.
Çünkü Allah’tan basîretler geldi bana. Allah’tan gözlükler geldi bize. Rabbi-miz
gönderdiği bu basîretleriyle bir kısım şeyleri sevdirdi bize, biz onları
severiz. Bir kısım şeylerden de nefret ettirdi, biz onlardan da nefret
ederiz.
Evet işte iki bakış. Birisi hadiselere
Kur’an’ın gözlüğüyle bakabilen bir insanın bakışı, ötekisi de hadiselere kendi
hevâ ve heveslerinin gözlüğüyle bakan birisinin bakışı.
Hz Ömer kendi döneminde İran’a
Müslümanlardan bir elçi gönderir. Elçi Kisra’nın sarayına girer. Kisra’nın
sarayında yerler ipek ve atlas halılarla döşelidir. Birilerinin gözlerini
kamaştıran bu ihtişamlı koltuklar ve halıların üzerinde yürüyen sahâbe zayıf,
cılız ama alabildiğine vakûr ve başı dik bir haldedir. Birilerinin bakmaya bile
kıyamadığı bu halıların üzerinde Kisra’ya doğru yürürken mızrağıyla halıları
dele dele Kisra’nın huzuruna yaklaşıyordu. Herkes hayretten donakalmıştı bu
manzara karşısında. Allah elçisinin kafasında bir tek derdi vardı. O da İran
Kisra’sının ve halkının Müslüman olması. Bu büyük dâvâ yanında ne kıymeti vardı
gerisinin? İşte iki bakış. Birisi halıya, kilime, koltuğa, kanepeye, süse,
ihtişama, paraya, pula iman derecesinde bir bağlılık, diğeri ise dünyaya
dalarım da Rabbimi ikinci plana atarım endişesiyle şiddetle onlardan
kaçış.
Aynen bunun gibi Bizans hükümdarı,
karşısında İslâm askerlerini görünce hayret ve dehşet içinde çevresindekilere
şöyle diyordu: “Dikkat edin, şu anda karşınızda sizin hayatı ve yaşamayı
sevdiğiniz kadar ölümü seven ve ona can atan bir ordu var. Ona göre ne
yapacaksanız yapın!” diyordu. İşte iki göz, işte iki bakış ve iki
değerlendiriş. Birisi dünyayı sevmiş, onu hedef ve kıble edinmiş, onu
kaybetme-me adına her şeyini fedâya hazır bir bakış, diğeri ise âhireti
kazanma adına her şeyi göze alabilecek kadar dünyayı ve dünyalıkları
ayaklarının altına almış, şehâdete susamış bir bakış. İşte Kur’an’la bakabilen
bir mü'minin bakışı ve işte kitaptan habersiz birinin
bakışı.
Mü'min, etrafında cereyan eden her olay
karşısında, her eşya karşısında mutlaka bir tavır belirleyen insandır. Ya kabul
edecektir onu, ya da reddedecektir. Ya meşrû diyecektir ona, ya da gayr-ı meşrû
diyecektir. İşte bu bakış, bu değerlendiriş ve bu tavır belirlemede vahiy ölçü
ise, bilelim ki bu, Allah’ın istediği bir bakış ve değer-lendirmedir. Değilse o
zaman bu değerlendirme nefsin, hevânın ve şeytanın kaynaklık ettiği bir
değerlendirmedir.
Meselâ bir kadın görüyoruz
kalabalığın içinde, açık yeri kapalı yerinden fazla ve bu haliyle insanları
eğlendirmeye çalışıyor. Birileri çılgınca onu alkışlasalar da mü'min böyle bir
manzara karşısında tükürüğünü bile lâyık görmeyecektir ona. Veya işte dünya
çapında bir futbolcu bir gol atar. Tüm dünya çılgınca onu alkışlarken bir
Müslüman için bu hiç bir değer ifade etmeyecektir. Veya bir dergi çıkar
piyasaya, şehvetperestler onu elden ele dolaştırıp suyunu çıkarmaya
çalışırlarken, bir Müslüman da Allah ve Resulünün sevmediği bir mikroptur bu
diyerek elini ve evini bu zehirden korumanın gayretine düşer. İşte bunlar
farklı farklı bakışlar, farklı farklı değerlendirmelerdir. Ve bu
değerlendirmelerde Kur’an besâîrdir, kıstastır.
Evet, düşünün ki herkesin gözleri
bozuktu da Allah gözlükler gönderdi. Kim bu gözlükleri takar ve hadiselere bu
gözlüklerle bakarsa her şeyi dürüst görür. Kim de bu gözlükleri takmaz, kendi
bilgisiyle olaylara bakmaya çalışırsa o da bozuk görecektir diyor
Rab-bimiz.
Evet kim Allah’ın kitabıyla ve
Resulünün sünnetiyle olaylara bakarsa o kimse Allah’ın istediği gibi görmeye
başlar. Kim de bu gözlüklerle ilgilenmezse, o da nefsinin, şehvetinin,
mantığının istediği gibi görmeye başlar. Ve işin garibi o toplumda ihtilâflar,
vuruşmalar, çekişmeler de hiçbir zaman bitmeyecektir. Çünkü gözlükler, bakışlar
farklı olunca, görüşler de hep farklı olmaya devam
edecektir.
105. Ey Muhammed! Sana, "Sen
okumuşsun" derler; oy-sa Biz, öğrenecek kimselere âyetleri böylece türlü türlü
açıklamaktayız.
Evet Rabbimiz her şeyi güzel
açıklar. Hangi konuya bakarsanız bakın her şey net ve açıktır. İnsanların, “Ya
Rabbi, biz anlayamamıştık, bize anlatılmamıştı” diyebilecekleri, mâzeret ileri
sürebilecekleri hiçbir kapalılık, hiçbir bulanıklılık yoktur Allah’ın
kitabında. Ama böyle açık, net ve üstün ifadelerle karşı karşıya gelen kâfirler
şüphe içindedirler. Ey Muhammed! Galiba sen bunu birilerinden öğreniyorsun,
birilerinden okuyorsun, birilerinden ders alıyorsun diyor-lar. Sen bizim gibi
bir insan olarak kesinlikle bunları söyleyemezsin diyorlar. Kimden? İşte
Buhayra’dan, Nastura’dan ya da eski kitaplardan öğrenmişsin diyorlardı. Yâni bu
senin okudukların “esatîru’l evvelîn”dir demeye çalışıyorlardı. Şimdi de “Bu kitap eskilerin masalları”dır
diyorlar.
Bir hıristiyan profesör konferans
veriyor İzmir’de. Diyor ki, “Muhammed öyle müthiş bir dâhidir ki, hiçbir şeyi
olmasa bile, hiçbir şey yapmamış olsa bile onun cömertliği, hilmi, aile hayatı,
kahramanlığı veya onun ortaya koyduğu Kur’an yeter.” Tabi salondaki ahmaklar
da alkışlıyorlar bu alçağı. Hiç birisi çıkıp da demiyor ki be alçak, o mu koydu
bu kitabı ortaya? O mu söyledi bu kitabı, yoksa Allah mı?!
Ya da, “onlar böyle diyerek sapsınlar
diye biz bu kitabı bu şe-kilde sana gönderiyoruz peygamberim” demek olacaktır
mânâ. Onlar böyle kırk yıl aralarında büyümüş bir peygamberin böyle şeyler
diyemeyeceğini iddia edip saparlarken, bilen bir kavim de bununla ger-çeği
anlayıp iman etsinler ve hayatlarını bununla düzenlesinler diye bu kitabı
gönderdik.
Demek ki âyetlerin böyle tekrar tekrar
aynı konuların gündeme getirilişinin iki sebebi varmış. Sonunda insanlar
anlasınlar ve desinler ji; sen bunun dersini almışsın. Evet öyledir zaten. Bir
anlamda düşündüğümüz zaman dersi veren Allah, dersi alan da Resûlullah
Efendimizdir. İsterse tersini söylemiş olsunlar. Yâni ey Muhammed, sen bunu
birilerinden öğreniyorsun desinler. Dediler de nitekim. Ne derlerse desinler,
Allah o kadar güzel ortaya koyacak ki sonunda insan-lar bu gerçeği
kavrayacaklar. Sonunda fark edecekler ki meğer peygamber bunu birilerinden
değil, Allah’tan öğreniyor, Allah’tan alıyormuş.
Ayrıca âyetlerin böyle tekrar tekrar
gelmesinin bir başka hikmeti de, bir kavim, bir toplum anlamak isterlerse,
onlara gerçekler ayan beyan kılınmış olsun diyedir. Evet peygamberim, biz bu
kitabı açık açık ortaya koyuyoruz, öyleyse sen de:
106. Rabbinden sana vahy olunana
uy, O’ndan başka ilâh yoktur, puta tapanlardan yüz
çevir.
Rabbinden sana ne gelmişse,
Rabbin sana ne göndermişse, ne indirmişse sen ona uy, ona tâbi ol. O kadar hoş
bir ifade ki, sanki yeryüzünde başka hiç kimse yok da sadece bir tek
peygamberimiz varmış gibi ona hitap ediyor Rabbimiz. Demek ki Kur’an’la beraber
olmak, Allah’la beraber olmak bunu gerektiriyor anlıyoruz. Bakın gökler, yer,
göktekiler, yerdekiler, dağlar, denizler, dereler, tepeler, aylar, güneşler
hepsi anlatıldı. Sonra denildi ki; işte bütün bu var olanlar sizin Rabbiniz olan
Allah’ı anlatıyor. Hayata sebep, hayata egemen tek Rabbin Allah olduğunu ortaya
koyuyor. Öyleyse haydi kul olun, köle olun bana. Haydi benim dediğimle görün
hayatı. Haydi ben nasıl görmenizi istiyorsam öylece görün. Ben nasıl
değerlendirmenizi isti-yorsam öylece değerlendirin. Ben nasıl yaşamanızı
istiyorsam öylece yaşayın. Benim dediğim gibi bakın deyiverdi Rabbimiz. Kim
benim dediğim gibi bakarsa hayata, benim dediğim gibi bakarsa ihtiyaçlarına,
çözümlerine, problemlerine, hukukuna, kazanmasına, harcamasına, eğitimine
kesinlikle bilesiniz ki bu, onun lehine olacaktır. Ama kim de kör davranırsa,
kim benim gör dediğimi görmezse bilsin ki o da onun aleyhine olacaktır. İşte biz
bu âyetleri evirip çevirip böyle tekrar tekrar gündeme getiriyorsak işte siz
bunu anlayasınız içindir buyurduktan sonra, sanki gökyüzü yok, yer ve yerdekiler
yok, hiç kimse yokmuş gibi, sadece peygamberimiz varmış gibi Rabbimiz ona görev
yüklüyor. Ey peygamberim, sana Rabbinden ne vahiy edilmişse sen ona ittiba et.
Sen onun peşi sıra git.
Efendim, annen izin verdiyse, hayır yok
anne. Baban müsaade ettiyse, hayır yok baba. Toplum, çevren uygun gördüyse,
hayır yok çevre. Yönetmelikler el verdiyse, hayır. Piyasa iyi gidiyorsa, hayır.
Müdürün, ağan, patronun, devletin, arkadaşların, karın, kocan, üstadın, şeyhin,
hocan sana destek çıkarsa, hayır. Öyle denilmiyor bakın. Dünyada hiç kimse yok,
sadece peygamberimiz var. Hiçbir engel, hiçbir destek yok. Kimseyi takma
peygamberim. Kimseyi bekleme, Allah sana ne vahiy etmişse takış peşine, öylece
inan, öylece bir hayat yaşa diyor Rabbimiz.
İşte topluma uy, çevreye uy,
yönetmeliklere, âdetlere, gazete-ye, mecmuaya, filan zâta, falan kişiye,
babana, anana, devletine, â-mirine, müdürüne, ağana, patronuna uy, onlara tâbi
ol değil! Eğer onlar sana vahyi ulaştırıyorlarsa tamam onlara da uy, tâbi ol! O
zaman zaten sen onlara değil vahye uymuş olursun. Onlar vahyin tercümanı
oluyorlarsa onlara da uyabilirsin, ama onlar vahye değil de kendi hevâ ve
heveslerine tâbi olmuşlarsa kesinlikle onlara
uymayacağız.
Evet, dikkat ederseniz az önce sanki bu
dünyada hiç kimse yokmuş farz ettirecek biçimde bir ifade vardı, ama şimdi
müşriklerden sakınma, yüz çevirme emrediliyor. Yâni hayatta müşrikler de olacak,
takma sen onları. Onlardan yüz çevir. Onlardan değil, onlar gibi olmaktan, onlar
gibi inanmaktan, onlar gibi yaşamaktan yüz çevir. Bu ikisi biraz farklıdır.
Onlardan yüz çevirmek, onlar gibi olmaktan yüz çevirmek. Nisâ sûresi öyle
diyordu değil mi?
“İşte bunların kalplerinde olanı Allah bilir.
Onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver, kendilerine tesirli sözler
söyle.”
(Nisâ 63)
Peygamberim, sen böylelerinden yüz
çevir. Onlarla beraber olma. Ama onlara vaaz ve nasihat et. Peki nasıl oldu? Hem
ilgiyi ke-seceğiz, hem de nasihat edeceğiz onlara. Hatta onlara nasıl vaaz
edeceğimiz de belirleniyor. Onlara kendilerini, kendi dünyalarını ilgilendiren
anlaşılır söz söyle. Yâni onların anlayacakları
dilden onlara vaaz ve nasihatte bulunmak
zorundayız. Kendi enfüslerinden, kendi dünyalarından, kendilerinin anlayacağı
dilden onlara “kavlen beliyğa” yapmak zorundayız. Onları düzeltmeye, onları iyi
bir Müslüman etmeye yönelik anlaşılır söz söylememiz isteniyor. Yâni kavlen
beliyğa adamın kendi dünyasından, kendi hayatından söz söylemektir. Demek ki
onlardan değil, onlar gibi olmaktan yüz çevirmemiz emrediliyor. Onların yolunu,
yaşantılarını terk etmemiz emrediliyor. İşte bu mânâda onlarla ilgimizi
keseceğiz. Değilse hepten onlardan uzaklaşıp, onları kendi hallerine bırakıp
cehenneme gitmelerine göz yummayacağız. Görüşeceğiz, konuşacağız, anlatacağız.
Allah’ın Resûlü elbette Ebu Cehil ve benzerleriyle onlar ölüp gidene kadar
onlarla ilgisini bu mânâda kesmemiştir.
Evet ey peygamberim, sen Rabbinden sana
indirilene tâbi ol. Rasulullah’a vahye tâbi olma emri onun şahsında aynı zamanda
bize de bir emirdir. Biz de Allah’ın indirdiğine tâbi olmak zorundayız. Biz de
sadece Allah’ı dinlemek ve hayatımızı Allah’a sorarak yaşamak zorundayız. Fakat
şu anda içinde yaşadığımız toplum, hayatın her bir kademesinde Allah’ın
kendilerinden istediklerini bilmedikleri için, yâni Allah’ın kitabını
tanımadıkları için başkalarını da dinlemeye, başkalarını da memnun etmeye
çalışan bir toplumdur. Allah’la birlikte başka-larına da kulluk etmeye çalışan
bir toplumdur. Bu durumda kişi günahkâr olur. Yâni Allah’ın o konuda
kendisinden ne istediğini bilme-yen bir kişi meselâ modanın, âdetlerin
istediklerini gerçekleştiriyorsa günahkâr olur. Ama Allah’ın kendisinden ne
istediğini bildiği bir konu-da onun tamamen zıddını isteyen modayı, âdetleri,
tâğutları dinler ve onların arzularını gerçekleştirmeye çalışırsa o zaman bu
kişi müşrik olur.
Meselâ şu örneği daha önce de
vermiştim: Bir kızcağız evlenirken gelinlik giymemesi, vücudunu bu şekilde
elâlemin gözleri önünde teşhir etmemesi gerektiğini, Allah’ın bunu yasakladığını
bilme-yerek gelinlik giymeye çalışırken, bu kızcağız bu hareketiyle günah
işliyor demektir. Ama bu kızcağıza Allah’ın bu konudaki yasağı hatırlatılınca,
Allah’ın bu konudaki isteğini bilince yine de bu tür bir elbiseyi giymeye
kalkışırsa, bu kızcağız müşrik demektir. Ama hayır ben bunu bilmiyordum, ben
Rabbimin benden isteğinden yanayım diyerek böyle bir elbiseyi giymekten
vazgeçerse bu da mü’mindir.
Allah buyuruyor ki, “ey peygamberim ve
ey peygamber yolunun yolcuları, Rabbinizden size ne indirilmişse sizler ona
tâbi olun, ona uyun.” Biliyoruz ki Allah’ın Resulü Allah’tan kendisine
gönderilen vahyi gece kendisi okuyor, o vahye kendisi tâbi oluyor ve kendi
kendine bu vahyi tekrar ediyordu. Yâni Allah’ın Resulü her gece vahyi kendisine
indirgiyordu. Şimdi ona emredilenin aynısıyla sorumlu olan bizlere soruyorum.
Acaba her gece bize de vahiy geliyor mu? Her gündüz bize de vahiy geliyor mu?
Biz de tıpkı Allah’ın Resulü gibi her gece ve her gündüz vahiyle beraber miyiz?
Vahyin gözetiminde ve Kur’an’ın kontrolünde bir hayat yaşayabiliyor muyuz? Yâni
şu anda bize vahiy geliyor mu ve gelen vahye tâbi olabiliyor muyuz?
Ya da isterseniz biraz farklı
sorayım. Sizler şu anda, gecenizde, gündüzünüzde kimin vahyine tabisiniz?
Kimden vahiy alıyor ve hayatınızı onunla düzenlemeye çalışıyorsunuz?
Diyeceksiniz ki Allah vahyinden başka vahiyler mi var ki onlardan beslenelim?
Evet daha önce onu Rabbimiz anlatmıştı, bir Rahmân’ın vahyi, bir de şeytan
vahiylerinden söz etmişti. Öyleyse bizler kimin vahyine teslim olu-yoruz? Yoksa
gecemiz gündüzümüz hep başkalarının vahyine mi teslim olmuş? Ya da biz
başkalarının vahiylerinin kontrolünde bir ha-yat yaşıyoruz da Müslümanız diye
bir de kendi kendimizi mi aldatıyoruz? Allah’tan başka şeytan vahiyleriyle
meşgul olup da hayatımızı onlarla mı düzenlemeye kalkıyoruz? Yoksa A.B.D’den,
Avrupa’dan, yahudi dünyadan, hıristiyan âlemden, Zerdüştlerden gelen vahiylere
mi tâbi oluyoruz? Bu vahiyleri dinliyor da hayatımızı onlar kaynaklı mı
düzenlemeye çalışıyoruz? Bunu çok iyi düşünmek ve anlamak zorundayız.
Başka çaremiz yok, her gün bize vahiy
gelmelidir. Her gece, her gündüz biz Allah’ın vahyiyle beraber olmalıyız. Her
gece ve gündüz bize Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, En’âm inmelidir. Her gece ve
gündüz bu Allah vahyiyle beraber olmak zorundayız. Beraber olmak zorundayız
ki, bizler bu vahye uyabilelim. Bize her gece ve her gündüz vahiy gelmeli ki,
biz hayatımızı, gecemizi, gündüzümüzü, işimizi, aşımızı, hayatımızı onunla
düzenleyebilelim. Değilse Allah vahyiyle il-gimizi kesersek Allah korusun o
zaman şeytan vahiyleri gündeme gelir ki, biz onlarla hayatımızı düzenlemek
zorunda kalırız. Eğer hayatımızı düzenlemek üzere Allah’tan gelen vahiyler
hayatımıza hakim olmaz, eğer bu vahiyler bize inmeye devam etmezse, o zaman
onlar bizim hayatımıza egemen olamaz ve biz onların egemenliği altında bir hayat
yaşayamayız. Başka vahiyler bizim hayatımıza hakim olur ve biz başkalarının kulu
kölesi olmaktan kendimizi hiç bir zaman kurtaramayız Allah korusun.
İlah olan da, boyunlarınızdaki kulluk
iplerinin ucu elinde olan ve sadece kendisini dinlemeniz gereken de O’dur. Ve ey
peygamberim, müşriklerden de yüz çevir. Putçulardan ve put sistemlerinden yüz
çevir. Onların inanışlarından, onların hayatlarından, onların anlayışlarından,
programlarından, âdetlerinden, vahiylerinden, vahiy kaynaklarından yüz çevir.
Unutma ki senin onlar gibi inanmaya, onlar gi-bi yaşamaya, onlar gibi düşünmeye,
onlar gibi giyinip kuşanmaya as-la hakkın yoktur. Hayatını onlara sormaya,
onları örnek alıp onların istediği gibi yaşamaya, onlardan vahiy alıp onlardan
bilgilenmeye, onlara kulak verip meyletmeye hiçbir zaman hakkın yoktur,
ihtiyacın da yoktur. Çünkü sen onların kulu değilsin, seni onlar yaratmadı. Sen
terk et onları. Sen sadece Rabbinin bilgisine, Rabbinin vahyine kulak verip,
sadece onun âyetlerini dinlemek ve o âyetler istikâmetinde bir hayat yaşamak
zorundasın.
Bunu yaptığın andan itibaren,
Rabbinden gelen vahye tâbi olduğun andan itibaren, artık senin başka hiçbir
bilgiye, başka hiç bir yardımcıya, hiçbir desteğe ve örneğe ihtiyacın olmadan
yeryüzünde aziz olacak, yeryüzünün en âlimi, yeryüzünün en bilgini, en yanılmazı
ve en yenilmezi olacaksın. Yeryüzünün en şereflisi ve en üstünü olacaksın.
Yeryüzünde insanlığın, adâletin eşitliğin ve özgürlüğün garantisi sen
olacaksın. Yeryüzünde küfrü, şirki, bozgunculuğu, zulmü, karanlığı kaldırma
gücüne sahip olan yine ancak sen olacaksın diyor Rabbimiz.
Tabi Rabbimiz peygamberinin uğraşını
biliyordu. Müşrikler toptan ortadan kalksın, kâfirlerin tümü Müslüman olup
cennete gitsin şeklindeki çabasını biliyordu Allah. Bakın bu nokta da Rabbimiz
elçisine diyor ki; ve sen ey peygamberim, sakın kâfirlerin ve müşriklerin
varlığına da üzülme, çünkü:
107. “Allah dileseydi puta
tapmazlardı. Seni onlara koruyucu yapmadık, onların vekili de
değilsin.”
Evet Allah dileseydi bu
insanların hiçbirisi kâfir olamazdı, hiçbirisi müşrik olamazdı. Allah öyle
dileseydi bu insanların hiçbirisi Allah’a şirk koşamaz, Allah’ı ortaklı
düşünemez, Allah’a yetki sınırlama-sı getiremez, kafa tutamaz ve Allah’a isyan
içinde bir hayat yaşaya-mazdı. Eğer bu insanlar yeryüzünde şu anda küfrü, şirki
tercih edebiliyorlar ve Allah’a rağmen, Allah’ın âyetlerine rağmen diledikleri
gibi bir hayatı yaşama imkânı bulabiliyorlarsa unutmayasın ki, bu da Allah’ın
yeryüzünde koyduğu bir yasa gereğidir. Allah’ın bunlara verdiği bir iznin ve
iradenin sonucudur bu.
Bir yanlış anlamaya mahal
vermemek için bunu bir daha söyleyeyim: Sakın ha buradan şu anda birilerinin
müşrik olmaları Allah’ın şirki onayladığı, şirke izin verdiği şeklinde
anlaşılmasın. Peki nasıl anlayacağız bunu? Allah herkese doğuştan iyi bir
Müslüman olabilmeye de, kâfir ve müşrik olabilmeye de potansiyel bir güç
veriyor. İrade gereği her ikisini de
tercih edebilmeye imkân tanıyor. Ve işte bu adamlar Allah’ın tanıdığı bu imkânı
müşrik olmaya kullanıyorlar hepsi bu.
Şûrâ sûresinde de Rabbimiz bu
hususu şöyle anlatır:
"Eğer Allah dilemiş olsaydı hepsini bir
tek ümmet yapardı. Ama, O, rahmetine dilediğini kavuşturur. Zâlimlerin ise bir
dost ve yardımcısı olmaz."
(Şûrâ 8)
Evet Allah dileseydi herkesi peygamber
yapardı, herkesi peygamber gibi yapardı. Burada iki konuya dikkat çekiliyor.
Birincisi Rabbimiz peygamberini teselli ediyor. Yâni Rasulullah’ın bunca
çabalarına rağmen Mekke müşriklerinin küfürlerinde, şirklerin-de, cehalet ve
sapıklıklarında direnmeleri, hakkı kabule yanaş-mamaları karşısında
peygamberinin üzülmemesi gerektiğini anlatıyor Rabbimiz. Peygamberim! Olmuyor
diye, olmadılar diye, bu adamlar bunca çabalarına rağmen istenilen noktaya
gelmiyorlar diye niye üzülüp kendi kendini harap ediyorsun? Eğer senin Rab-bin
dileseydi bu insanların hepsini bir tek ümmet yapardı. Bunların tamamını hak
din üzerinde toplar, tamamını Müslüman yapar, mü'min yaratırdı. O zaman kitap
ve peygamber göndermeye de gerek kalmazdı. Bakın bu hususun Bakara’da şöyle
anlatıldığını görüyoruz:
"Dinde zorlama yoktur. Çünkü hak
bâtıldan ayrılmıştır."
(Bakara 256)
1- Dinde zorlama yoktur, yâni dine
girme konusunda, insanların bu dine girmeleri konusunda zor kullanmak
yoktur.
2- Dinden çıkma konusunda zorlama
yoktur. Zor kullanarak bu dine girmiş insanları dinden çıkarmak, mürted yapmak
da yoktur. Ehl-i kitap ve kâfir dünyada şu anda insanlar dinlerinden çıkarılmak
için zorlanmaktadırlar. Allah bu âyetiyle onların bundan vazgeçmelerini,
insanları din eğitiminden mahrum bırakarak, ya da İslâm’ı yanlış tanıtarak, ya
da İslâm’la insanların arasına barikatlar koyarak insanların bu dinle
tanışmasını engellemekten vaz-geçmelerini emretmektedir.
3- Dinde, dinin ruhunda zorlama yoktur.
Yâni sadece dine girme çıkma konusunda değil, bu dinin esasında hiçbir zorlama
yoktur. Zira bu dinin konusu zorunlu fiiller değil, rıza ve isteğe bağlı fiiller
ve davranışlardır.
"İslâm dininde zorlamanın sonucunda yapılan
amellere sevap verilmez."
Hadisi bunu anlatır. Zorlama ile iman
da, itikat da caiz de-ğildir. Zorlamanın sonucunda gerçekleşecek bir imana iman
den-mez. Zorlamanın sonucu kabul edilen bir iman, Allah’ın istediği bir iman
değildir. Aynen bunun gibi zoraki kılınan namaz da namaz değildir; zoraki
tutulan oruç da oruç değildir. Çünkü zorlanma bir kişiye hoşlanmadığı halde,
kalben inanmadığı halde bir şeyi tehditle ve zorla yaptırmaktır. Halbuki bu din
hoşlanılmayacak bir din değildir. Bu din insanlara anlatıldığı zaman herkesin
gönül rahatlığıyla kabullenebileceği bir dindir. Bu konuda insanları zorlama
hakkı sadece Allah’a aittir. Yâni yarattıklarını, kullarını bu konuda zorlama
hakkı sadece Allah’a aittir.
Nitekim
Allah kimi kullarını da zorlamıştır. Bakın gökyüzü, yeryüzü, ay, güneş,
yıldızlar, bitkiler, hayvanlar, melekler hepsinin boyunlarındaki ipin ucu
doğuştan Allah’ın elindedir. Zoraki kulluk yapmaktadırlar, Allah’a karşı asla
isyan etme, kafa tutma imkânları yoktur. Bunlar zoraki kuldurlar Allah’a, başka
şansları yoktur yâni.
Ama insanlar için Allah bunu murat
etmemiştir. İnsanların imanlarını zorunlu kılmamıştır Rabbimiz. Bakınız bu
hususu Rab-bimiz başka bir âyetinde şöyle anlatır:
"Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde kim
varsa hepsi toptan iman ederdi. O halde sen mü'min olsunlar diye insanları
zorlayacak mısın?"
(Yunus 99)
O halde din konusunda, dine girme
konusunda hiç kimse zorlanmamalıdır. Çünkü zorlanan bir kimsenin açığa vuracağı
iman, Allah katında kabul edilen bir iman değildir. Ama şurası da
unutulmamalıdır ki, velev ki böyle bir zorlamanın sonucu da olsa ben iman ettim
diyen kişiye: Sen bunu korktuğun için söylüyorsun! Sen aslında kâfirsin demek
caiz değildir. Böyle bir iman iddia-sında bulunan kişi için şüphe ortadan
kalkacak kadar beklenir, ona kâfir muamelesi yapılmaz. Yâni o kişi imanını açığa
vurup amellerle ispatlayacak kadar beklenir. Eğer bu süre içinde amellerle
imanını ispatlarsa mü'min, değilse kâfir kabul edilir.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu ve
benzeri âyetlerde Rabbi-miz birinci olarak peygamberini ve onun yolunun
yolcuları olan bizleri teselli ediyor ve bizlere yol gösteriyor. Diyor ki, ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları! Sakın bu insanlar yola
gelmiyorlar, hakkı kabule yanaşmıyorlar diye kendi kendinizi yiyip bitirmeyin!
Bu Allah için zor bir şey değildir. Eğer Allah dileseydi onların tamamını hak
din üzere toplayıverirdi. Diğer varlıklar gibi onların da boyunlarındaki ipin
ucunu eline alıverirdi de hiçbirisi Al-lah’a kafa tutamazdı. Ama Allah böyle
murat etmiş, onlara irade vermiş, iradelerini iyiye kullananları rahmetine
sokmuş, zâlimleri de rahmetinden ve hidâyetinden mahrum bırakmıştır.
Bir de kimileri dün de, bugün de bu
konuda yanlış bir mantık yürüterek dini reddetme cüretinde bulunmuşlardır.
Şöyle diyor-lar: “Efendim eğer Allah gerçekten bu kâfirlerin iman etmelerini,
hidâyet üzere olmalarını istemiş olsaydı, yâni bizi kendi başımıza bırakmayıp da
gerçekten bizim hayatımıza, insan hayatına karışmış olsaydı, gerçekten kitap
göndererek, vahiy göndererek, peygamberler göndererek bizim hayatımıza
karışmayı murat etmiş, bizden bir şeyler istemiş, bize emirlerini göndermiş
olsaydı o zaman Allah böyle kitaplar ve peygamberler göndererek dolambaçlı
yolları seçmezdi!! Herkesi Müslüman olarak yaratır, diğer mahlukât gibi bizim
de boyunlarımızdaki ipin ucunu doğuştan eline alıverir veya semâvât ve arza
dediği gibi, "Müslüman olun!" "Teslim olun!" der, işi bitirirdi. Böyle
demediğine göre, böyle yapmadığına göre Allah bizden bir şey istemiyor, Allah
bize vahiy göndermiyor da kendilerinin peygamber olduklarını iddia eden kimi
insanlar bizi aldatıyor!!”
“Allah vahiy göndermez,
Allah hayata karışmaz. Allah bizi kendi halimize bırakmış ve nasıl bilirseniz
öylece yaşayın demiştir. Eğer şu anda bizim yaptıklarımızdan, bizim yaşadığımız
hayattan Allah razı olmasaydı, şu anda bize böyle razı olmadığı bir hayatı
yaşama imkânı vermezdi!! Şu anda bizlere bu hayatı yaşama imkânı verdiğine ve
bizi bu yaptıklarımızı yapma konusunda durdurmadığına, böyle bir hayatı yaşayan
bizleri hemen cezalandırmadığına, bu hayatımızdan dolayı bizleri helâk
etmediğine göre demek ki Allah bu yaptıklarımızdan razıdır?!!” diyorlar. Böyle
bâtıl bir mantıkla İslâm’ı da, vahyi de, peygamberi de reddetmeye çalışıyorlar.
Rabbimiz onların bu sapık mantıklarını reddetmek üzere buyurur ki, eğer Allah
dilemiş olsaydı hepsini tek bir ümmet yapardı. Yâni hepsini zoraki mü'min
yapardı. Lâkin Allah öyle murat etmemiş, insanlara irade vermiş ve bu
iradelerini İslâm’dan yana, imandan yana kullananları rahmetine ulaştırmış,
aksini yapanları da dostsuz ve velisiz bırakmıştır. İşte bu âyetiyle Rabbimiz
bu hususu anlatır.
Rabbimiz yeryüzünü yarattı, orada
hayatı ve insanları, zu-lümâtı ve nûru yarattı. En’âm sûresinin başındaki
âyetler bu hususu ortaya koymuştu. Rabbimiz imanı da, küfrü de, hidâyeti de,
dalâleti de ortaya koydu. Yeryüzünde yarattığı bu insanlara özgür bir irade
verdi. Bu hür iradeleriyle insanlara bu ikisinden birisini seçme hakkını da
verdi. İşte bu yüzdendir ki insanlardan kimileri imanı, kimileri de küfür ve
şirki seçebilmektedirler. Eğer Allah yarattığı insana böyle bir irade
vermeseydi, bu insanlar elbette ki küfür ya da iman, itaat ya da isyandan
birisini seçme hakkına sa-hip olamayacaklardı. Meselâ Allah herkesi kâfir
yapsaydı bu insanlar imanı ve hidâyeti nereden bulabileceklerdi? Ya da
Rabbi-miz herkesi melek yapsaydı bu insanlar isyana nasıl güç
yetirebileceklerdi? Herkesi taş yapsaydı bu insanlar Allah’a nasıl kafa
tutabileceklerdi? Ama Rabbimiz böyle dilemiş ve yeryüzünde böyle bir yasa
koymuştur. İşte insanlar Allah’ın yeryüzünde koyduğu bu yasa gereği iradelerini
kullanıp dileyen imanı, dileyen de küfrü ve şirki tercih
edebilmektedirler.
Bir de bu âyetiyle Rabbimiz mü’minlere
İslâm’ı tebliğ ederken karşılarındaki muhataplarının hemen etkilenip Müslüman
olmayışları, hemen istenilen noktaya gelmeyişleri karşısında ümitsizliğe
düşmemeleri konusunda uyarıda bulunmaktadır.
Ey peygamberim! Biz seni onlar üzerine
muhafız da kılma-dık. Yâni ey peygamberim, senin onlar hakkında böyle bir
sorumluğun da yoktur. Onları zorla mü'min yapmak, onları zorla basîret sahibi
yapmak, ya da onları zorla küfür ve körlük sahibi yap-mak gibi bir yetkin ve
selâhiyetin yoktur senin. Gücün de yoktur buna. Sen onlar üzerine vekil de tayin
edilmiş değilsin. Yâni sen hiçbir zaman onların küfür ve şirklerinden sorumlu
değilsin. Onların işledikleri suçlardan ötürü seni sorumlu tutmayacağız.
Dileyen Müslüman olur ve Müslümanlığının sonucu kendisine ait olur, di-leyen de
küfreder ve küfrünün sonucuna kendisi katlanmak zorunda
kalır.
Peygamber böyle olunca elbette
peygamber yolunun yol-cuları da böyle olacaktır. Yâni bugün insanlardan hiç
birisinin, hiç birimizin insanlar üzerinde muhafızlık iddiasında bulunması
mümkün değildir. Bu insanlardan biz sorumluyuz, bunları hidâyete biz
ulaştırıyoruz, bunun sorumlusu bizleriz, bu insanlar bizden sorulur gibi bir
iddiada bulunmamamız gerekmektedir. Ancak bizler de tıpkı peygamberler gibi
onların misyonlarını yüklenerek, onların sorumluluklarını kuşanarak, insanları
Allah’ın âyetleriyle karşı kar-şıya getirmek, ya iman ya da küfrü rahat bir
şekilde tercih edecek ortamı sağlamakla görevliyiz. İşte bizim en büyük
görevimiz budur.
108.“Allah'tan başka
yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a
sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik, sonra dönüşleri
Rablerinedir. O, işlediklerini haber verir.”
Onların Allah berisinde
tapındıkları putlarına sövmeyin. Allah berisinde ilâh bildiklerine küfretmeyin,
Allah’tan başka hayatlarında söz sahibi bilip yalvardıklarına sövmeyin ki onlar
da cahillikle aşırı gi-derek sizin Allah’ınıza sövmesinler. Ya da siz o
müşriklere sövmeyin ki onlar da Allah’a sövmesinler. Şu Allah berisinde Allah
gibi olmadıklarını bile bile bir kısım varlıklara dua ve davetiye çıkaranlar var
ya, şu müşrikler var ya sakın o müşriklere sövmeyin, çünkü onlar da bil-meziye
Allah’a sövüverirler. Siz o müşrikin kendisine sövüyorsanız bile, o tutar
Allah’a söver. İşte şu anda birileri Allah’tan başka birilerine davetiye
çıkarıyorlar. Nasıl? Meselâ; Aman sağlığım bozuldu, se-nin şifana muhtacım! Aman
senin hükmüne muhtacım! Aman himmetine, yardımına muhtacım! Aman yetiş ekmeğine,
suyuna muhtacım yetiş! Diye Allah’tan başkalarını yardıma çağıranlar, onlara kul
köle olmaya çalışanlar var ya, bu insanların çağırdıklarına sövmeyin, ya da bu
insanların kendilerine sövmeyin, çünkü onlar da cahilce Allah’a sövmeye
kalkışırlar.
Yâni birincisi adamın inancına sövmek,
putuna sövmek, ötekisi de kendisine sövmek. Peki acaba bunun birincisi doğruysa,
yâni adamın putuna sövmek yasaklanıyorsa kendisine sövebilecek
miyiz?
Veya eğer yasaklanan kendisine
sövmekse, o zaman putuna sövebilecek miyiz? Adamın kendisine sövmenin zaten
yasak olduğunu biliyoruz. Gözü kör diye, boyu kısa diye adama söveceksiniz.
Filan aileden, falan şehirden diye söveceksiniz. Ne hakkınız var buna? Çünkü sen
öyle sövdün mü, o da Allah’a söver. Peki acaba onun inancının yanlışlığını,
kötülüğünü söylemek anlamına bir sövgü olabilir mi? Eh bakıyoruz kitabımız hep
söylüyor bunu. Onlar görmezler, bilmezler, anlamazlar, akletmezler, taştırlar,
hayvandan beterdirler vs vs nice hakaret ifade eden sözler söylüyor. Öyleyse biz
de onların yanlışlarını söyleyeceğiz tabi. Peki onlar da bize? Onlar zaten
yaparlar, o ayrı şeydir de bizim ahlâkımız güzel olmalı, asla onlar gibi
sövmemeliyiz.
İslâm en güzel strateji tespitidir.
Onun içindir ki bütün insanlar, babalar, analar, evlâtlar, kadınlar, erkekler,
talebeler, hocalar, idareciler, idare edilenler, kısacası herkes her gece ve
her gündüzde, dururlarken, hareket ederlerken, yatarlarken, kalkarlarken,
kazanırlarken, harcarlarken, dinlerlerken, konuşurlarken hep Kur’an’a ve
Kur’-an’ın yol göstermesine muhtaçtırlar. Zira Allah’ın mesajı en güzel ve en
doğru mesajdır.
Ancak hadiseler tek kişiye, tek insana
ircâ edilemez, çünkü hadiseler tek kişinin iradesine bağlı olarak cereyan etmez.
Meselâ bir adam düşünün ki beş dakika önce geçen dolmuşa binemediği için on
dakika sonra meydana gelen bir kazada dolmuşa binenlerin tamamı ölmüş olduğu
halde bu adam ölmemiştir. Beş dakika önce o dolmuşa binmeyen bu adam için
kendisini ölümden kurtarmıştır diyemeyiz. Zi-ra ölümden geri kalış kurtuluş
olmadığı gibi, Allah onu belki de çocuklarının babası olarak sağ bırakmış
olabilir. Yahut da filanın kocası olarak, falanın dostu ve hâmisi olarak veya
falanın ağzının payını ve-ren düşmanı olarak sağ kalmasını istemiş olabilir.
Veya gazi olarak, kulağı şöyle olarak, bacağı böyle olarak insanlara örnek
olması için Allah onu sağ bırakmış olabilir.
Evet, insanların günlük aylık ve
ömürlük olarak nasıl hareket edeceklerini belirleyen İslâm, onların başka din
mensuplarına karşı da nasıl davranmalarını gerektiğini belirleyendir. İşte bu
âyet-i kerîmesinde Rabbimiz mü'minlerin kâfirlere karşı, müşriklere karşı
stratejilerini şöyle anlatır: Onların putlarına, saygı duyup kutsâdıkları
şeylere, değer verip bağlandıkları şeylere sövmeyin ki, ya da sizler putçulara
sövmeyin ki onlar da cahillik edip sizin Allah’ınıza
sövmesinler.
Bir kere bilelim ki yeryüzünde
müşrikler vardır ve olacaklardır. Bunun bütünüyle ortadan kaldırılması da mümkün
değildir. Rabbimiz onların tümüyle yok olup İslâm’a girmeleri için çırpınan
peygamberine sûrenin evvelinde hatırlarsanız şöyle buyurmuştu:
“Eğer Allah dileseydi onların topunu
doğru yolda toplardı. Hal böyleyken ey peygamberim sakın cahillerden olma!"
(En’âm 35)
Demek ki bu insanlar da olabilecektir
yeryüzünde.
İkinci olarak Müslümanın görevi put
sövücülüğü değildir. Put sövücülüğü yolunda çaba harcanması caiz değildir ve
zaman israfıdır. Putun kötülüğü anlatılır, ama sövülmez. Bu, o müşriklerin, o
kâfirlerin dinlerinin, yollarının, hayatlarının, inanışlarının kötülüğünü
gündeme getirmeyin, onları tenkit etmeyin, onlara ilişmeyin anlamına bir emir
değildir. Aksine her fırsatta onların dinlerinin ve hayatlarının bozukluğunu,
yollarının yanlışlığını ortaya koymakla birlikte, onların tanrılarının,
ilâhlarının sahteliğini ısrarla gündeme getirmekle birlikte, onlara sövmememiz,
hakarette bulunmamamız gerektiği anlatılıyor burada. Çünkü eğer bizler onların
kutsadıkları, yücelttikleri tanrılarına, ilâhlarına, putlarına ve kutsal
değerlerine söversek, onlar da bilgisizce bizim Allah’ımıza söverler ve zâlimce
Allah’a hakaret etmeye cüret bulurlar, hak kazanırlar.
Bir Müslüman için bu sözler hiç
de duyulacak, işitilecek ve da-yanılacak sözler değildir. Hiçbir Müslüman
insanları Allah’ına sövdür-me makamında olmamalıdır. Hiçbir Müslümanın buna
hakkı yoktur. Ama Müslüman böyle bir şeye sebep olmadığı halde, yâni onların
putlarına sövmediği halde, onlar karşısında edepli davrandığı halde yine de
Müslümanların Allah’ına da, Allah’ın kitabına da, peygamberine de, Allah’ın
sistemine de bugün olduğu gibi her gün küfrediyorlarsa, o zaman bilelim ki
Allah onların belâlarını verecektir.
Bir de İslâm’ın tebliğinde, tebliğ
edilen insanların bağlandıkları şeyleri ilk defa hedef alıp işe oradan başlamak
hatalıdır. Adamın tut-tuğu takımından, partisinden, derneğinden, gazetesinden,
modasından, liderinden vs. işe başlamak hatadır. Zira eğer siz söze buradan
başlarsanız, ona daha sonra sunacağınız mesajınızı dinlemeyecektir adam. İslâm’ı
tebliğde Allah ve Resulünün istemediği odak noktalarından tebliğe başlamak,
İslâm’a hücumlara sebep olmaktadır. Meselâ adam karşısındakine İslâm’ın aslı,
esası, rüknü cumadır diye işe başlıyor. Kılmayacaksın cumayı diye işe başlıyor.
Odak nokta olarak bunu alıyor veya darü’l harp’tir diye başlıyor. İşte muhatabın
sevdiği, bağlandığı şeyle işe başlayınca bu sefer karşısındaki de onun
İslâ-m’ına hakaret etmeye başlıyor. Sizin Müslümanlığınıza da, size de demeye
başlıyor.
Meselâ adamın Allah ve peygamber
makamında gördüğü, kendisini kutsayıp sığınmaya çalıştığı falan ve filan zâtın
kötülüğü ile başlanır, bunun İslâm’da olmadığının anlatılması odak noktası
yapılırsa, adamın Allah’a sayesinde dua ettiği varlığın sövme konusu edil-mesi,
onun indinde doğruya sövme işini gerektirebilir. O halde mü'-mine düşen küfür ve
şirki reddetmek, küfür ve şirk ehliyle peygamberlerin yaptığı gibi en güzel
biçimde mücâdele etmektir.
İşte biz böylece her ümmete, her
topluma amellerini süslü gösterdik. Evet onlara amellerini süslü gösteren
Allah’tır, ama sonunda onlar buna lâyık olduklarından dolayıdır bu. Değilse
Allah herkese İslâm’ı süslü gösterir. Ama insanlar kendi hür iradeleriyle ille
de öyle istiyorlarsa, o zaman da; alın bakalım dercesine Rabbimiz sizin için
öyle olsun buyurup kendi amellerini de süslü gösteriveriyor. Madem ki pislikten
hoşlanıyorsunuz, haydi öyle olsun deyiverir. Tabi bir anlamda da şeytana izin
verildiği için böyle olacaktır.
Evet, bakın konu biraz daha net
anlaşılıyor böylece. Niye titiz davranacakmışız bu kâfirler ve müşrikler
karşısında? İşte nedeni. Demek ki her ümmet, her topluluk, her din mensubu, her
inanç sahibi kimseler kendi dinlerinin, kendi yollarının doğruluğuna,
kutsallığına inanır, kendi değer yargılarının sıhhatine inanırlarmış. Rabbimiz
diyor ki herkese kendi yolunu biz süsledik. İneğe tapınan adam da, sineğe
tapınan kişi de kendi dininden, kendi inancından ve yolundan mutmain olmuş.
Müslüman bu tür insanlara hakkı duyururken hikmetle ve güzellikle duyurmalı,
kırıp dökmeden, sövüp saymadan anlatmaya, onları hakka, doğruya, güzele
çağırmalıdır.
Evet bu âyet-i kerîmeden kâfirlerin
Allah’a ne için sövmeye kalkıştıklarının sebebini anladık. Niçin sövermiş kâfir
Allah’a? Öncelikle düşmanlık ve cehaletinden. Bunu âyetin önceki bölümünden
an-ladık. Kâfirin vazgeçilmez iki özelliğidir bu. Düşmanlık ve cehalet. Pe-ki
niçin bu böyledir? Onu da Rabbimiz âyetin ikinci bölümünde anlatıyor. Biz her
ümmetin, her grubun amellerini kendilerine süslü gösterdik. Adam bâtılın,
pisliğin, şirkin içine batmış ama yine de kendi di-nini, kendi yolunu doğru ve
güzel görmektedir. Kendini haklı görmek-tedir. Öyleyse sövmeye gerek yoktur.
Anlatın hakikati, âhireti, anlatın Allah huzuruna çıkıp sonunda hesabı ona
ödeyeceğimizi, ama asla sövmeyin. Çünkü ne onlara, ne de onların dinlerine,
inanışlarına, put-larına sövmeye hakkınız yoktur. Bakın Rabbimiz âyetin sonunda
şöyle diyor:
Onların dönüşü Rablerinedir. Ve
sonunda onların yapıp ettiklerini Allah onlara haber verecektir. Herkes ne
yapacaksa yapsın. Sonunda herkes Allah’a dönecek ve Allah onlara yaptıklarının
tümünü haber verecek olunca, sanki bunları söyledikten sonra Rabbimiz insanları
serbest bırakıveriyor.
Evet, hepimizin Rabbi Allah’tır
ve her an O’na doğru gidiyoruz. Yaşadığımız sürece yapıp ettiklerimizin hesabını
Allah’a ödeyeceğiz. Sorumlu olduğumuz varlık O’dur. Hayatımızın sebebi,
varlığımızın kaynağı O’dur. Bizi yaratan, yaşatan ve öldüren O’dur, sonunda
bizim karşımıza amellerimize göre cennet ve cehennemi çıkaracak olan da O’dur.
Öyleyse sadece O’na kulluk yapmak zorundayız. Sadece O’nu dinlemek ve O’nun
gösterdiği yere gitmek zorundayız. Sadece O’nu hesaba katmak ve sadece O’nu razı
etmek zorundayız. Gelin minnet borcumuz olmayan, bizim gibi yaratılmış âciz
varlıkları güçsüz ve ölümlü yaratıkları Rab ve ilâh kabul etmeyelim. Çünkü iyi
düşünün ki sizin tapındıklarınızın hiçbirisinde bu özellikler yoktur. Bunların
hiçbirisine karşı ödeyeceğimiz bir bedel yoktur. Hiç birisinin cenneti de
cehennemi de yoktur. Hiç birisine minnet borcumuz da yoktur. Hiç birisi de bizi
yaratmamış, bize hiç bir şey de sağlamış değildir diyerek, tatlılıkla, kırıp
dökmeden insanları uyaralım inşallah.
Allah onların yaptıklarını yarın onlara
haber verecek, tek tek anlatacak. Bizim yaptıklarımızı da elbette bize
anlatacak, haber verecek. Allah’tan dileğimiz ve duamız odur ki, yarın ondan
öğreneceğimiz haber cennet haberi, rıza ve rıdvan haberi olur da en büyük
kurtuluşa erer ve Rabbimizin cennetine ve rahmetine ulaşma imkânımız olur
inşallah.
109. “Kendilerine bir mûcize gösterilirse,
mutlaka ona inanacaklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin ederler. De ki:
“Mûziceler ancak Allah katındadır; onların, muzice geldiği zaman da
inanmayacaklarını anlamıyor musunuz?”
Evet bir de onlar tüm güçleriyle,
tüm gayret ve ciddiyetleriyle Allah’a yeminler ederek dediler ki; “Eğer
Rabbimizden bize bir âyet gelir, bir mûcize gösterilirse mutlaka biz de ona iman
edeceğiz!” Eğer kendilerine Allah’tan bir âyet gelirse inanacaklarına dair yemin
ediyorlar.
Allah’tan yeni bir âyet istiyorlar,
âyet bekliyorlar. Tabi bekledikleri bu âyet Kur’an âyetlerinden yeni bir âyet
olabileceği gibi, Rab-bimizin mûcize âyetlerinden bir âyet de olabilir.
Enteresan bir olay olursa o zaman iman edeceklerini söylüyorlar.
Âyet mi istiyorsunuz? Şu elinizdeki
Allah’ın âyetleri yetmiyor mu size? Allah’ın kitaplarında gönderdiği âyetler
yetmiyor mu? Bu ki-taplardaki âyetler âyet değil mi? Sûrenin az önceki
bölümlerinde Rabbimizin sunduğu âyetler âyet değil mi sanki? Şu kâinatta
Allah’ın serpiştirdiği gördüğümüz âyetler yetmiyor mu? Allah’tan âyet
istiyor-lar, halbuki Allah’ın âyetlerinden habersizler. Allah’ın kendileriyle
konuşmasını istiyorlar, halbuki şu âyetlerle Allah’ın kendileriyle
konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar aslında da sahtekârlık yapıyorlar.
Farklı âyetler bekliyorlar hainler. Nasıl meselâ? Meselâ gökyüzünden Allah’ın
emriyle yağmur yağdıran bulutlar aslında Allah’ın âyetlerin-den bir âyettir, ama
onlar bu bulutlardan üzerlerine farklı bir âyet yağdırılmasını, ateş
yağdırılmasını bekliyorlar veya güneşin alışılmışın dışında kendilerine taş
yağdırmasını bekliyorlar.
Allah bu tür âyetleri de gönderir
onlara ama eğer bu tür âyetlerini göndermiyorsa, bu onlara rahmetinden
dolayıdır, ama hainler bunun farkında değiller. Çünkü geçmiş toplumlara yaptığı
gibi reddedilemeyecek bir âyet gönderir de onlar yine inanmazlarsa sonları
gel-miş olacaktır. Halbuki bu tür âyetleri göndermeyerek, aslında Rabbi-miz
onlara süre tanımakta, imkân vermektedir. Ama bu hainler bunu
anlamıyorlar.
Bu tür âyetler bekliyorlar Allah’tan.
Bir anda dağlar altın olsun, çöller yemyeşil birer arazi haline gelsin. Aslında
bu tür âyetleri de görmüyor değiller; örneğin kışın yeryüzü kupkuru bir çöl
haline geldikten sonra Allah’ın izniyle bahar mevsimiyle birlikte ölü
toprakların canlanıp yemyeşil hale geldiğini de görüyorlar. Ya da dedikleri gibi
dağlardan altın madenlerinin çıktığına da şâhit oluyorlar. Zaman zaman isyan
eden toplumlara bulutlardan ateşlerin yağdırıldığını da gö-rüyorlar. Buna rağmen
yine de Allah’tan iman etmek için farklı âyetler istiyorlar. Bu aynı zamanda her
toplumun kendi peygamberlerinden istedikleri ve Allah elçileriyle alay ettikleri
konudur.
Meselâ Mûsâ’nın toplumu konuşmaya şâhit
oldular, bu defa da bizzat Allah’ı görelim dediler. Bunlar da Allah’ın
konuşmasına şâ-hit oldular, bu defa da ne diyeceklerdi? Allah’ı bizzat görmemiz
lâzım.
Allah’tan yeryüzüne bir sofra
indirmesini mi bekliyorsunuz? Allah’ın yeryüzünde sizlere sunduğu şu nîmet
sofrasını görmüyor musunuz? Elmasıyla, armuduyla, buğdayıyla, yağlısıyla,
tuzlusuyla, tatlısıyla, ekşisiyle Allah’ın size sunduğu şu sofrayı görmüyor
musunuz? Kim verdi bütün bunları size, bütün bunlar âyet değil mi? Ama hayır
hayır, tüm yeryüzü birer âyetken bunlar yine iman etmiyorlar; öyleyse bunların
iman etmeyişlerinin sebebi âyetlerin eksikliği değil sadece inattır. Onların
iman etmeyişlerinin sebebi sadece kendileri de değildir, zira bu iş kendilerine
bağlı bir iş değil, hidâyet Allah’tandır ve Allah izin vermedikçe bunların
inanmaları da mümkün değildir.
Bu tür insanları bugün de çok
görürsünüz. Gelir yanınıza ve der ki, eğer bana âhireti ispat edersen ben de
inanacağım. Veya işte eğer bana kader konusunu ispat edersen inanacağım. Bir
başkası, eğer filan konuyu ispat edersen inanacağım. Ümide kapılarak ağırlığıyla
o konuyu anlatıyorsunuz ama sonunda yine inanmazlar. Peygambere de aynı teklifle
gelmişler, ama yine aynı halleriyle dönmüşlerdir. Evet âlimlerimiz uzun uzun
anlatmışlar bu konuları, ama bu tür insanlara en son söyleyeceğimiz söz şu
olmalıdır. Bütün bu hususlarda tek söz sahibi Allah’tır. Allah’ı Allah olarak
kabul edip O’na itimat etmezsen inanman da mümkün değildir. Bu, Allah’ı Allah
olarak tanıyıp O’na güvenmeye bağlıdır. Örneğin Allah deseydi ki kadın üç alacak
mirasta, erkek bir alacak, biz bu defa böyle diyecektik ve böyle inanacaktık,
çünkü biz O’na güvenmiş ve O’na dayanmışız. Rabbi-miz de bizim bu adamlara
söylememiz gerekeni zaten bundan sonraki bölümde şöyle
anlatır:
De ki tüm âyetler Allah’tandır. Biz
size nasıl bir âyet gösterebileceğiz de? Yâni ey peygamberlerim! Ve ey
Müslümanlar! Siz bu tür âyetler getireceğiz de onları ikna edeceğiz diye
kendinizi yormayın. Tüm kâinat âyet kesilse de bunların dertleri o değildir.
Bunlar yine de inanmayacaklar. Siz üzülmeyin! Siz bu konuda kendinizi sorumlu
zannetmeyin. Dileyenler iman eder, cennete gider; dileyenler küfreder cehennemi
boylar. Cennet de cehennem de açıktır onlar için. Bir Müslümanın onları razı
edebilmek için yeni deliller, yeni âyetler peşinde koşmasına da gerek yoktur.
Allah’ın elçileri hiçbir zaman onları memnun edecek bir âyet getiremediler ki
bizler getirsek.
Unutmayalım ki binlerce âyet de
getirsek zaten bu adamlar iman etmeyecekler; çünkü bakın Rabbimiz bundan sonraki
âyetinde şöyle buyurur:
110. Onların kalplerini,
gözlerini ona ilk defa inanmadıkları gibi çeviririz; onları taşkınlıkları içinde
şaşkın şaşkın bırakırız.
Onların kalplerini ilk defa
inanmadıkları gibi çeviririz de onları azgınlıkları içinde bocalar vaziyette
bırakıveririz. Biz biliriz iddialarında şaşkın bir vaziyette dolaşır
bırakıverdik onları. Yâni Allah yeryüzünü hiç bir zaman âyetsiz, vahiysiz
bırakmamıştır. Hz. Âdem’den bu yana sürekli peygamberler göndermiş ve sürekli
âyetler göndermiştir. İnsanlık tarihinin hiç bir dönemi kitapsız, sahifesiz ve
vahiysiz kalma-mıştır. Peygambersiz, vahiysiz, kitapsız bir dönem düşünmek
mümkün değildir. Bir başka deyişle insanlık sürekli Cenâb-ı Hakkın ortak bir
rahmetine, ortak bir nîmetine lâyık olagelmiştir. Rahmeti bol olan Rabbimiz bu
insanların bu vahye lâyık mı, değil mi olduklarına bakmadan, bu nîmete ehil mi,
değil mi olduklarını hiç hesaba katmadan, her dönem insan topluluklarına mutlaka
peygamber göndermiştir. Ve onlara bu peygamberleri vasıtasıyla mesajını,
vahyini, muhtaç oldukları hak bilgisini ulaştırmıştır.
Bu insanlar kendilerine
gönderilen bu peygamberi ve onun getirdiği mesajı kabullenmişler veya
reddetmişler, bu ayrı bir problemdir. Şimdi o konuya giremeyiz. Rabbimizin büyük
lütfu böylece gerçekleşmiştir. Şimdi düşünmemiz lâzım: Acaba Rabbimiz bize böyle
bir lütufta bulunmamış olsaydı, bize kulluğumuzu anlatan böyle bir kitap
göndermemiş ve “ne yapın, yapın beni bulun! Beni bilin! Ve beni razı edecek
kulluklar yapın!” buyurmuş olsaydı ne yapardık? Ne ederdik sorusunun cevabını
bulabilirsek, o zaman Rabbimizin bize ulaştırdığı bu mesajın, bu kitabın
değerini anlayabiliriz.
Rabbimiz rahmeti gereği biz kullarına
sürekli kitaplar ve âyetler gönderdiği halde, bu insanlar bu kitaplara, bu
âyetlere inanmama konusunda sabitleştiler ve Allah da bu konuda işte bu yasasını
koyuverdi. Zaten onlar inanmaktan yanaydılar, oylarını inkârdan yana
kul-landılar; Rabbimiz de onların inanmamalarını, küfürlerini ve şirklerini
kesinleştirmelerini onayladı. Allah onların küfürlerini, şirklerini onayla-dı,
böylece onlar azgın bir hayatın insanı oldular. Küfür ve şirk içinde şaşkın
şaşkın yaşadıkları bir hayatı bitirirlerken, ateşin, cehennemin onları
beklemekte olduğunun farkında değildirler.
111. “Eğer biz onlara melekleri indirsek,
ölüler onlarla konuşsa ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe,
yine de inanmazlardı; fakat onların çoğu bunu
bilmiyorlar.”
Âyet istiyorlardı ya, hani “Bize
farklı âyetler gelmeli ki inanalım, peygamberler melek olmalı, peygamberlerin
yanında onları destekleyen veya kendilerinin gerçekten peygamber olduklarına
şâhitlik eden melekler olmalıdır, bir melek desteklemeli peygamberleri”
diyorlardı ya. Sûrenin önceki bölümlerinde peygamberden bunu istemişlerdi.
Kur’an’ın başka yerlerinde de anlatılır bu husus. Onlar, Allah’tan farklı
âyetler istemişlerdi.
Bakın Rabbimiz bu bölümde diyor ki:
“Eğer onlara melekleri de indirmiş olsaydık, yahut onların gözleri önünde ölmüş
insanları da diriltseydik, babalarını, dedelerini diriltip onlarla konuşma
imkânını da onlara lütfetseydik, hattâ her şeyi derdest edip onların karşılarına
ge-tirseydik, ölüleri dirileri, dağları taşları, canlıları cansızları, kuşları
kurtları her şeyi toplayıp onların karşılarına dizseydik yine de bu adamlar iman
edecek değillerdir. İman etmezler, etmeyecekler. Ancak Allah’ın dilemesi
müstesnâdır. Allah dilerse bu insanlar iman ederler, Allah izin vermezse asla
iman edemezler. Yâni iman etmek sizin elinizde değildir. Lâkin onlar
cahildirler.
Âyet istemişlerdi Allah’tan. Bir
mûcize, bir alâmet olsun ki iman edelim demişlerdi. Yeminler etmişlerdi bu
konuda. Allah buyurdu ki; bütün âyetler Allah katındadır. İyi bilsinler ki
istedikleri her şey kendilerine gelmiş de olsa, ancak Allah’ın yasasına göre
inanacaklar inanır, inanmayacak olan da yine inanmaz. İman için gerekli şartları
Allah’tan başka bilecek kim var da? Yâni bu insanlar taş yürüsün, ba-lık uçsun,
yıldız kaçsın inanırız diyorlar. Allah da buyurur ki, hayır si-zin nasıl iman
edeceğinizi ben daha iyi bilirim. Çünkü imanı da, imanın şartlarını da ben
ortaya koyuyorum. Bu benim ortaya koyduğum şartlar sebebiyle inananlar
inananlardır, inanmayanlar da inanmayanlardır. Çünkü benim ortaya koyduğum
şartlarla inanmayanlar başka hangi şartlarla inanırlarsa inansınlar ben onları
inanmış kabul etmi-yorum. Meselâ melekler gelseydi yanlarına, ölüler konuşmuş
olsaydı kendileriyle kesinlikle inanmayacaklardı onlar. Çünkü kendi yasa-larıyla
bu imana iman demiyor Rabbimiz. Allah kendi dediği gibi, kendi istediği gibi
iman edenlere iman ehli diyor. Meselâ şu anda herkese cehennemi gösterse ve
herkes bir bir iman etmeye başlasa, eh Allah böyle bir imana iman demiyor ki.
Gıyaben Allah’a itimat edecek, gıyaben ondan gelen haberleri kabul edecek ve
işte Allah yasasına göre bu kişiye mü’min denecek. Bu yasayı koyan O’dur ve
kimsenin O’na bu konuda hesap sorma yetkisi de yoktur.
112,113. “Aldatmak için birbirlerine cazip
sözler fısıldayan cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık. Bu
şeytanlar, âhirete inanmayanların kalplerinin o sözlere yönelmesi, ondan hoşnut
olması ve kendilerinin işledikleri suçları işlemeleri için böyle yaparlar.
Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı, sen onları iftiraları ile baş başa
bırak.”
Rabbimiz, her bir peygamber için
insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık, onları peygamberlere musallat ettik
diyor. Öyleyse anlıyoruz ki Hz. Adem aleyhisselâmdan bu yana bütün peygamberler
bir savaşın, bir mücadelenin içinde olmuşlar. Bir başka ifadeyle dâvetçi
olmuşlar. Allah’tan haberci ve Allah’ın habercisi olmuşlar. İşte bu
peygamberlerin her birine mutlaka insanlar ve cinlerin şeytanlık yapanları
düşman kesilmişler. Ta ataları İblisle başlanış bu iş. Peki şeytanlık nedir?
Şeytan; Allah’ın emrini anlayıp, kavrayıp ona karşı gelmek, dinlememek demektir.
İblis denen ve cinlerden olan o varlık sonradan şeytan olmuştur. Yâni şeytanlık
yapınca ona özel şeytan denmiştir. Değilse aynı özelliği taşıyan herkes
şeytandır. Nitekim işte bu âyet ve Nâs sûresinin son âyeti insanların da,
cinlerin de şeytanlık yaptıklarını anlatır bize. Şeytanlık bir özellikse, bir
misyon, bir karakterse, bir yapıysa, bir tavırsa bunu kim ortaya koyuyorsa işte
o şeytan olacaktır. Hattâ anamız babamız bile olsa, karımız kocamız bile olsa
şeytanlık yapıyorlarsa, onların yaptıkları şeytanlıktır. Çünkü İblis Allah’ı
tanıyordu. Kitabımızda bunun çok açık ve net beyanları var. Hem de “Ben âlemleri
Rabbi olan Allah’tan korkarım” diyecek kadar net. İblis ölümü, âhireti, hesabı
kitabı tanıyordu. Allah’ın etkinlik ve egemenliğini, hükümranlığını, hikmet ve
hâkimiyetini biliyordu. Ama bu bilgisi yetmedi ona, teslim olmadı. Allah’ın
secde emrine karşı dik kafalılık etti, boyun eğmedi. İşte bir varlık kendisine
tanınan iradesiyle Allah’ın net bir emrine karşı dik kafalılık eder, boyun
eğmez, secde etmezse bu iş şeytanlıktır. Kim bunu yaparsa ona şeytan diyoruz. Ve
işte o günden sonra artık İblis şeytan oldu. İster cinlerden, isterse
insanlardan o gibi olan her şey ve herkes şeytandır.
Demek oluyor ki her bir
peygambere iki ayaklı insan şeytanlarından ve cin şeytanlarından düşmanlar
kılınıyor, Rabbimiz onları peygamberlerin peşine takıyor. Eğer peygamberler
böyle oluyorsa, peygamberlerin peşine insan ve şeytan cinleri musallat
ediliyorsa, biz haydi haydi insan ve cin şeytanlarıyla sürekli karşı karşıyayız
demektir. Bizim peşimizde de insan ve cin şeytanları var demektir. Onlar önce
peygamberlerin düşmanları, sonra da bizim düşmanlarımızdır. Çünkü peygamberler
Allah’ı dinlemenin, Allah’a itaatin sembolü olan, tâbiri caizse meleklerin
yaptıkları işin yapılmasını anlatan, örnekleyen insanlardır. Ve tabi
peygamberler bu görevlerini en güzel bir biçimde ortaya koydukça artık meydanda
şeytanlara yer kalmayacaktı. Artık şeytanlar müşteri kaybına uğruyorlardı.
Elbette onların en büyük potansiyel düşmanları şeytanlar olacaktı.
Bu ve buna benzer âyetlerden anlıyoruz
ki şeytan sadece cin-lerden değildir; insanlardan da şeytanlar olabilmektedir.
Ancak Kur’-an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki şeytanların lideri ve reisi
olan İblis, cinlerdendir. İblis cinlerdendir ama onun emrine giren, onun
di-rektifleriyle çalışan, yeryüzünde onun rolünü ve misyonunu üstlenen, İslam
dinini karıştırmaya çalışan, insanları Allah’a kulluktan ve secdeden
uzaklaştırmak için çırpınan iki ayaklı şeytanlar da vardır. Bu iki ayaklı
‘insan’ şeytanlarının yeryüzünde bütün dertleri peygamberleri ve mü’minleri
Allah’tan, Allah’ın kitabından uzaklaştırmak, Allah’a kul-luktan çıkarmak ve
Sırât-ı Müstakîmden uzaklaştırmaktır.
Gerek cin şeytanları ve gerekse
bunların rollerini üstlenen iki ayaklı insan şeytanları, insanları Allah’a
kulluktan koparabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. İnsanların
önlerine farklı secde makamları çıkarırlar. Çünkü cin ve insan şeytanları
kesinlikle bilirler ki insanlar mutlaka secde edeceklerdir. İnsanlar yaratılış
gereği birilerine kulluk yapmaya, birilerine secde etmeye müsait
yaratılmışlardır. Bunu çok iyi bilen şeytanlar, insanların önüne secde edecek
sahte ilahlar çıkarırlar. Futbolculara, sanatçılara, yıldızlara, güneşlere,
büyüklere, büyük bilinenlere, tâğutlara, tâğutların yasalarına, mallara,
makamlara secde ettirirler. Onların tüm dertleri insanlar Allah’a secde
etmesinler de kime ve neye secde ederlerse etsinler fark etmez. İnsanların önüne
öyle hayat programları çıkarırlar ki, bu programlar içinde insanların Allah’a
ulaşmaları mümkün değildir. Cin ve insan şeytanlarının düzenledikleri hayat
programı, insanların Allah’a ulaşmalarını baştan bitirmektedir.
Yine insan ve cin şeytanları,
insanların dinle tanışmamala- rı,
kitaplarıyla ve peygamberleriyle tanışmamaları için ellerinden gelen her şeyi
yaparlar. Din eğitimini yasaklarlar, kitaba ve peygambere yasak koyarlar.
İsterler ki dinleriyle tanışamayan insanlar Allah’a kulluktan kopup başka
şeylerin kulu kölesi olsunlar. Eğer her şeye rağmen insanlar dinleriyle tanışma
eğilimi göstermişlerse, bu defa da onların karşılarına bozuk bir din, kitaba ve
sünnete dayanmayan bir din çıkarırlar ve “işte din budur” derler. Ne yapar yapar
insanları İslâm’dan saptırmaya çalışırlar. Bunu beceremezse eğer, yâni muhatabı
her şeye rağmen yine de İslâm’a girerse, bu sefer de o kişinin girdiği yolu,
girdiği İslâm’ı eğri büğrü yapmaya çalışır. Muhatap aldığı kimsenin İslâm’ını
bozar. Din yaşıyorum diye bid’atleri karşısına çıkarır onun, ya da din diye
insanların sunduğu, aslını bir türlü öğreneme-diği bir yığın felsefenin içine
çeker onu.
Muhatabını Allah’ın kitabına,
peygamberin sünnetine değil de insanların kitaplarına, insanların sözlerine sevk
eder. Biraz daha açık söyleyelim, Allah’a değil de güneşlere, güneş gibi
büyüklere secde etmelerini sağlar. Allah dururken büyüklerin önünde secde
ettirir.
Güneş aslında büyük yıldızdır
değil mi? Böyle güneş gibi piyasada yıldızı parlayan niceleri vardır ki,
niceleri onlara secde etmektedirler, onlara secde etmek için çırpınmaktadırlar
Allah korusun.
Demek ki, Allah elçilerine ve mü’minlere düşman olan, onları imandan ve
Allah’a kulluktan çıkarmak için çırpınan, buna karşılık kâfirleri de
küfürlerinde, şirklerinde ve isyanlarında sabırlı olmaya, yollarında sabit
olmaya teşvik eden, onların amellerini kendilerine süslü ve mantıklı göstermeye
çalışan insan ve cin şeytanları vardır. İnsanları kendi kötü âkıbetlerine, kendi
secdesizliklerine, kendi küfürlerine, kendi şirklerine ve en sonunda da kendi
cehennemlerine çağıran şeytanlar vardır. Zaten şeytan da bu demektir. Bu gayeyle
hareket eden her şey şeytandır ve şeytan fonksiyonunu üstlenmiş
demektir.
Bu şeytanlar birbirlerine
vahyediyorlar. Birbirlerine bilgi aktarıyorlar, bilgi fısıldıyorlar.
Birbirlerini aldatmak niyetiyle sözün yaldızlısını söylüyorlar. Yaldızlı,
parlak, aldatıcı sözler söylüyorlar. İçten içe, ta içe, merkeze, damara doğru
nüfuz edici bir seslenme, bir fısıldama gerçekleştiriyorlar. Allah peygamberine
yapar, vahiydir, şeytanlar bir-birlerine ve dostlarına yaparlar, o da vahiydir.
Böylece de hem peygamberleri, hem de Müslümanları yanıltarak, aldatarak dinden,
imandan ve Allah’a kulluktan uzaklaştırmak, kâfirleri de küfürlerinde,
şirklerinde ısrarlı hale getirmek istiyorlar.
O halde “zuhrufel kavil’e” çok dikkat
edeceğiz. Süslü sözlere, damara ulaşan yaldızlı ifadelere çok dikkat edeceğiz.
Hani biliyoruz ki zehiri teneke kapta vermezler, altın kapta verirler. Yâni
böyle bize hoş gelen, kalbimizi okşayan nice hoş sözler eğer âyet ve hadis
değilse bunlar konusunda daha bir uyanık davranmak zorundayız. Acaba kim ne için
söyledi bunları? Belki de bizi ta damarımızdan vuran şeytan sözleridir bunlar.
Şeytanlar belki de bizi de kendilerinden eylemeye çalışıyorlar bu sözlerle.
Kitabımızın beyânıyla münâfıklar da öyle sözler söylerler. Münâfikûn sûresi bunu
çok hoş anlatır.
“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider,
konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki dayanmış keresteler gibidir. Her
sayhayı kendi aleyhlerinde zannederler. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah
onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar?”
(Münâfikûn
4)
Sen onları bir görsen cisimleri,
kalıpları, kaportaları pek hoşuna gider. Cisimleri, cüsseleri hoşuna gider.
Kellifelli adamlardır. Kelle kulak yerinde. Konuştukları zaman dinlersin, çünkü
çok yerinde oturaklı sözler söylerler. Yani onların boşlukta işgal ettikleri bir
yerleri, bir konumları var ki, bir makamları, bir statüleri var ki işte bu
konumları dikkat çeker. Amirdirler, âlimdirler, fazıldırlar, bilgiçtirler,
öğretmendirler, müdürdürler, patrondurlar filan ya, işte onların bu durumları
senin pek hoşuna gider. Dikkat ederseniz burada "Ecsâmuhum" deniyor. Yani
onların mânâları değil, akılları değil, bakışları, görüşleri, basiretleri değil
cisimleri hoşuna gider diyor Rabbimiz. Bu adamların cisimleri hoşuna gidiyormuş
Rasûlullah’ın. Onların cisimlerini, kalıplarını, konumlarını görünce keşke şu
adamlar Müslüman olsaydı diyormuş Allah’ın Resûlü. Niye böyle diyordu Allah’ın
Resûlü? Bakıyordu güçlü kuvvetli gibi, etrafına söz geçirecek gibi, kellifelli
görünüyorlardı. Ra-sûlullah’ın yanına geldiklerinde ciddi ciddi, iddialı,
iddialı laflar ediyorlardı. Büyük büyük laflar ediyorlardı.
Rabbimiz diyor ki konuştukları zaman
neredeyse onları dinlemek istersiniz. Fasih konuşurlar, düzgün konuşurlar onları
dinleyen birileri fesahat ve belâgatların ötürü sözlerine kulak verip dinlemek
ister. Şimdi de görüyoruz işte adamlar kellifelli çıkıyorlar milletin karşısına
ekonomi mekonomi diye başlıyorlar, ülke idaresi filan diyorlar, dinleyince
bayağı bayağı düşünen birisi filan zannediyorsunuz, ama adamların ciğeri beş
para etmiyor. Allah diyor ki, onlar sanki duvara dayanmış keresteler gibidirler.
Sanki kenara dayanmış kalaslar gibidir adamlar.
Bu adamlar Rasûlullah’ın
meclislerine gelir gâyet ciddi, ağırbaşlı bir şekilde Allah’ın Resûlünü dinler
görünürlermiş. Söze kulak verirler, sözü almaya ve anlamaya çalıştıkları tavrını
sergilerlermiş. Ama bu tavırlarının tamamen aksine kulaklarına asla söz
gitmiyor, kalplerine inmiyordu. Sanki söz duvara çarpıyor ve söyleyene geri
dönüyordu. Allah buyurur ki sanki onlar duvara yaslanmış kütükler, keresteler
gibiydi. Kalplerinde hiçbir şey yoktur, kafaları bomboştur onların. Kalbinde
imanı olmayan bir kimsede bilgi, izzet, şeref de yoktur. Dökülen elbiseler
içinde de olsa, evi barkı, parası pulu olmasa da, konuşması da insanların
alkışlayacağı bir şekilde olmasa da Allah için hayatını feda eden bir Müslüman
üstündür Allah katında. Ama beri tarafta boylu, poslu, malı mülkü var, kavmi
kabilesi var, güzel konuşma yeteneği var, ama kalbinde Allah’a iman ve
teslimiyet yoksa o kimse Allah katında beş para etmez.
Âyetteki kereste, kütük benzetmesinden
anlıyoruz ki sanki bu adamlar ruhu olmayan cesetler gibidirler. Yani ağaca bir
insan elbisesi giydirilmiş Rasûlullah’ın karşısında oturuyorlardı. Ağaçtan
adamlardı bunlar. Ruhu olmayan, aklı olmayan, idraki olmayan, zerre kadar
düşünceleri olmayan cisimlerdir bunlar. Aldatıcı süslü sözler söyleyerek
insanları aldatmaya çalışıyorlar.
İşte görüyoruz ki tüm insan ve cin
şeytanları izinleri kaldırmışlar, gece gündüz durup dinlenmeden dostlarına,
birbirlerine vahiy ulaştırıyorlar. Şu ülkenin her tarafına uzanan yayın
şebekeleri, şu ba-sın yayın, şu insanların yatak odalarına kadar uzanan medya,
kendi vahiyleriyle, kendi bilgi aktarımları, kendi yorumlarıyla insanlar
üzerinde istedikleri gibi egemenlik kurabilmektedirler. İnsanları bu şeytan
vahiyleriyle istedikleri gibi yönlendirebilmektedirler. İşin garip olan ta-rafı,
Allah vahyine inandıklarını iddia eden Müslümanlar da, “aman bunların
haberlerini, aman bunların yorumlarını kaçırmayalım” diyerek onların
aktardıkları vahiy araçlarına gönüllü olarak teslim olmuşlar, mekteplerinde,
çarşılarında, pazarlarında, hattâ yatak odalarında bile bunların vahiylerinin
hakimiyeti altına girmişlerdir.
Sanki bu halleriyle Müslümanlar
diyor ki: “Ey şeytanlar! Ey insan ve cin şeytanları! Biz size teslim olduk!
Bizim hayatımızı düzenleyenler sizlersiniz! Biz yediğimiz yemekten, içtiğimiz
sudan daha fazla sizin vahiylerinize muhtacız! Çocuklarımızın eğitimini,
hanımlarımızın konumlarını biz sizin vahiylerinize bıraktık! Gece gündüz biz
sizi izliyoruz, sizin vahyiniz olmadan biz yaşayamayız. Aman bizi ihmal etmeyin,
aman bizi vahiysiz bırakmayın. Bizi terk ederseniz biz ne yaparız? Nasıl ederiz?
Biz hayatımızı neyle ve nasıl düzenleriz?” diyerek gözlerini, kulaklarını,
kalplerini açıp bu şeytanların vahiylerine yönelmişler. Allah’ın vahyini terk
ederek, Rablerinin kitabını terk ederek bu şeytan vahiylerine itibar
ediyorlar.
Ama bizler elhamdülillah Kur’an’ı
tanıyoruz, onunla şeytanı ta-nıyoruz. Kitabımız sayesinde şeytanı ve şeytanın
vahiylerini, taktiklerini tanıyoruz. Onun vahiylerinden Rabbimize sığınırız.
Kur’an’ı tanımayan, Allah’ın vahyinden haberdar olmayan hiç kimse şeytanı da,
şeytanların vahiylerini de tanıyamaz, onlardan nasıl sığınması gerektiğini de
bilemez.
Hem insan şeytanları hem de cin
şeytanları el ele vermişler, Allah kullarını dinsizleştirmenin kavgasını
veriyorlar. Peki acaba Allah bu şeytanlara neden bu izni tanıyor? Acaba neden
Allah kendi vahyine rağmen onların vahiylerine müsaade ediyor? Neden Allah
kullarını kendi vahyinden uzaklaştırıp gündem değiştirerek kendi vahiylerini
insanlara empoze fırsatı veriyor bu şeytanlara? Niye bu kâfirlere Allah imkân
veriyor? diye aklımıza bir soru gelirse deriz ki, Rabbimiz imtihan gereği
yeryüzünde buna imkân tanımıştır. Âyetin sonunda diyor ki
Rabbimiz:
Onlar böyle vahy ediyorlar diye sakın
onlara bir güç ve kuvvet filan izafe etmeye, onları güçlü filan zannetmeye
kalkışmayın. Ne yapayım, onlar geliyorlar, kalbimin derinliklerine vahy
ediyorlar, ben de çaresiz onların dediklerini yapmak zorunda kalıyorum filan
demeye kalkışmayın. Eğer Allah dileseydi onlar bunu yapamazlardı. Ama bu bir
imtihandır ve Allah imtihan dünyasında buna müsaade etmiştir. Unutmayalım ki
şeytan, kendisine sen güçlüsün demeyen bir kimseye hiçbir şey yapamaz. Şeytan,
sen güçlüsün, hadi bana emret de senin çalgına göre oynayayım diyenlerden
başkası üzerinde asla etkili olamaz. Bakın tarihte bunun çok hoş bir örneği
Enfâl sûresinde anlatılır.
“Şeytan onlara işlediklerini
güzel gösterir ve "Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur; doğrusu ben de
size yardımcıyım" dedi. İki ordu karşılaşınca da, geri dönüp, "Benim sizinle
ilgim yok; doğrusu sizin görmediğinizi ben görüyorum ve şüphesiz Allah’tan
korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir" dedi”
(Enfâl
48)
Evet, Cebrâil Müslümanların
safında, mü’minlerin meleklerle desteklendikleri bir ortamda kâfirlerin, Kureyş
ordusunun tek dostları var, o da şeytan. Allah’la savaşın içindelerken şeytan
onlara bu yaptıklarını süslü gösteriyordu. Şeytan onlara amellerini süslü ve
mantıklı gösterdiği için ne yaptıklarının farkında değillerdi alçaklar. Şeytan
kendilerine gelip cesaret vererek, destek va’dinde bulunarak diyordu ki, bugün
insanlardan size galip gelebilecek kimse yoktur. Ben de size destek verdikten
sonra artık sizin karşınızda durabilecek hiç bir güç yoktur diyordu. Yaldızlı ve
aldatıcı vaatlerde bulunuyordu. Derdi neydi şeytanın? Tüm derdi onları
Müslümanlarla savaştırıp Müslümanlara bir yenilgi tattırmak. Ya da ne fark eder
her iki tarafın da ka-nını döktürmek. Çünkü ister o taraftan ister bu taraftan
hepsi düşmanı olan Adem’in çocukları ya. Çünkü Allah dostlarının ezelî
düşmanıdır şeytan.
Bakın kâfirlere doğrusu ben size
yardımcıyım, ben size müzâhirim, size destek vereceğim. Ama ne zaman ki iki ordu
karşı karşıya geldi, şeytan hemen ökçeleri üzerinde gerisin geriye dönerek
kaçarken şöyle diyordu: Ben sizden beriyim. Ben sizden uzağım. Benim sizinle bir
ilgim yoktur. Çünkü ben sizin görmediklerinizi görüyorum. Ben Cebrâil’i
görüyorum. İçinde Cebrâil’in bulunduğu bir orduyla savaşılmaz. Bu orduyla baş
edilmez. Böyle bir ordunun karşısında durmaktan Allah’a sınırım. Ben Allah’tan
korkarım zira Allah’ın azabı çok şedittir.
Dikkat ediyor musunuz? Bu sözleri kim
söylüyor? Şeytan. Ben Allah’tan korkarım diyor. Vay bugün Müslümanlardan
başınıza geleceklere diyor. İşte böyledir şeytan. İşte kâfirlerin dostu bu
kadardır. Teşvik eder, cesaret verir, dürtükler, oraya kadar getirir, sonra da
dostlarını terk ederek kaçıp gider. Tabii bizzat bir insan sûretinde mi geldi
onlara? Yoksa bu vesveseleri kâfirlerin gönlüne mi attı? Bunu bilemiyoruz. Bu
âyetler bize şunu söylüyor: Ey Müslümanlar, işte kâ-firlerin destekçisi bu
kadardır. Eğer sizler bir kâfir ordu karşısında sabreder, direnir, dayanır ve
yılgınlık göstermezseniz onların kalplerine geçici bir cesaret veren şeytanları
onları terk edecek, mutlaka onların kalplerini korku dolduracak ve Rabbiniz
desteğiyle sizi galip getirecektir. Kâfirlerin dostları sahtedir, sizin dostunuz
Allah’tır bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
Ey peygamberim ve ey peygamber yolunun
yolcuları, siz onları iftiralarıyla baş başa bırakın. Sizler Rabbinizin vahyiyle
beraber olun ve yolunuza devam edin, onların size yapabileceği hiçbir şey
yoktur. Eğer siz onların gündemlerine değer vermez, onların programlarıyla
ilgilenmezseniz, kesinlikle bilesiniz ki onların size yapabileceği bir şey
yoktur. Çünkü onlar ancak kendilerine değer veren, kendilerine teslim olan
kimseler üzerinde etkili olabilecekleridir.
Allah’ı, O’nun kitabını tanımayan
insanlar çaresizlik ortaya ko-yuyorlar bugün. Diyorlar ki; efendim ne yapalım,
bir yandan örf ve âdetler, bir yandan yönetmelikler, bir yandan moda, bir yandan
çevre, nefis ve şeytan öyle bir asılıyor ki mecalimiz kalmıyor. Evet bir elinden
her şey seni cehenneme doğru çekiyorsa, öteki elinle sen Allah’ın kitabına öyle
ciddi bir tutun ki, bak o zaman hangi taraf kuvvetliyse o tarafa
gideceksin.
Peki bu insan ve cin şeytanları bu
vahiyleri neden insanlara ulaştırıyorlar? Dertleri ne bu şeytanların? Ya da
neden izin veriyormuş bunlara Rabbimiz?
Âhirete inanmayanların gönülleri
onlara, onların vahiylerine meyletsin de, yarın; ya Rabbi bizim bunlardan
haberimiz yoktu, bizim şeytanlardan ve onların vahiylerinden haberimiz yoktu,
bizim senin kitabından da, senin vahyinden de haberimiz yoktu demesinler, böyle
bir mâzeretleri kalmasın diye Allah onlara müsaade ediyor.
Rabbimiz iki vahyi de haber veriyor.
Hem kendi vahyini, hem de şeytanların vahiylerini haber veriyor. Tüm detaylarına
kadar bunları ortaya koyuyor. Buna göre Allah vahyine uyanların hem dünyada
mutlu, güzel bir hayat yaşayacağını, hem de âhirette cennete, Allah’ın rahmetine
ulaşacağını; şeytanların vahiylerine teslim olup, hayatlarını onlardan aldıkları
mesajlarla düzenlemeye çalışanların da dünyada bedbaht bir hayat yaşamak zorunda
kaldıkları gibi, âhirette de cehenneme yuvarlanmak zorunda kalacaklarını haber
veriyor.
Allah vahyinden kaçanlar unutmasınlar
ki, bu kaçışla birlikte onlar şeytan vahiylerine teslim olmak zorunda
kalacaklardır.
Allah’a kulluktan kaçan, Allah’ın
velâyetini kabul etmeyen insanların başına kuzgun gibi tâğutlar çöker, şeytanlar
ve şeytan vahiyleri gündeme gelir ki zorlamayla, dayatmayla, hile ve
aldatmalarla on-ları her taraflarından kıskıvrak bağlarlar, ağlarına düşürürler.
Onların yularlarını ellerine alırlar ve onların velileri olurlar. Onları nûrdan,
imandan, İslâm’dan, Allah’a kulluktan, yaratılışlarından, fıtratlarından,
insanlıklarından, doğru yoldan çıkarıp karanlıklara, küfre, inkâra, ilhâ-da ve
karanlıklara sürüklerler. Gidilmeyecek yollara sürüklerler onları. Çünkü
tâğutlar aydınlık yolları sevmezler. Aklı, ilmi, düşünceyi fesâda verirler,
ahlâkı ve fıtratı bozarlar. Allah ve Resulüyle yarış iddiasıyla yapılmayacak
şeyleri yaparlar. Peşlerine taktıkları insanları belâların kucağına taşırlar.
Boyunlarındaki ipin ucunu, o ipin de, kendilerinin de sahibi olan Allah’a
vermeyerek kendi ellerinde tutmak isterler, onları kendilerine kul, köle
edinirler.
İnsanlar güya Allah’a kulluktan
kaçarken bu defa tâğutların ve şeytanların kulu, kölesi olurlar. Allah’ı inkâr
eden, velâyetini Allah’a vermeyen kişi binlerce tâğutun ve şeytanın kulu olur.
Bir tek Allah’a kulluktan kaçarken birçok tâğuta kulluğa razı olur. Meselâ
Allah’a kul-luktan kaçan kişi evvela kendisini Allah’a kulluktan koparıp
ayaklarını kaydırmak için fırsat kollayan şeytanın kulu durumuna düşer. Sonra
onu Allah’ın arzularından koparıp, kendi arzu ve şehvetlerinin kulu kölesi
durumuna düşürmek isteyen nefsinin kulu durumuna düşer. Daha sonra başkalarının,
karısı, babası, anası, çocukları, akrabaları, kavmi, kabilesi, milleti, devleti,
politik ve dinî liderleri, ağası, patronu, çevresi, âdetleri, töreleri, modası
ve daha yüzlerce tâğutun kulu, kölesi durumuna düşecektir.
İşte görüyoruz ki, Allah’ın velâyetini
kabul etmeyen insanlar bir tek Allah’a kulluktan kaçarken yığınlarla tâğutun
kulu kölesi olmuşlar. Kimisi şeytanın kulu, kimisi nefsin kulu, kimisi modanın
kulu, kimisi şehvetlerinin, kadının, âdetlerin, törelerin, kanun koyucuların,
çevrenin, ağaların, patronların kulu. Kimisi bu âlemde sebepler nizamı üzerinde
galip ve müessir zannettikleri, zarar ve felâketler anında kendilerinden medet
umdukları, kendilerine sığındıkları, kendilerini kurtarıcı olarak bildikleri
kimselerin kulu. Bir tek Allah’a kulluktan kurtulup özgürlüğe kavuşacaklarını
zanneden bu insanlar, boyunlarına pek çok sahte ilahın kulluk iplerini takmışlar
ve onların çektikleri yere gitmek zorunda kalmışlardır. Hepsini aynı anda razı
etmek zorunda kalmış, kalpleri parça parça olmuş, burunlarına vurulmadık zincir
kalmamış, zillet ve meskenetin dibine düşmek zorunda
kalmışlardır.
O halde Allah dışındaki tüm tâğutları
inkâr edip, hayatımızda onlara karışma alanı bırakmayıp, boyunlarımızdaki kulluk
ipinin ucunu sadece Allah’ın eline verip, sadece Rabbimizi velî kabul etmek
zorundayız. Sadece Allah’ı velî kabul edip, kulluğumuzu sadece Allah’a yapıp,
Allah’ın bizim adımıza aldığı kulluk maddelerine sımsıkı sarılıp bu
karanlıklardan kurtulmak zorundayız. Bundan başka çaremiz de yoktur. Allah
yardımcımız olsun inşallah.
İşte bu âyet-i kerîmede Rablerinin
velâyetinden çıkıp, kendilerine Allah dışında bir takım veliler bulup onların
himayesine girmeye çalışan insanlara deniyor ki, onların hesaplarını Allah
tutmaktadır. Onların sicillerini, amel defterlerini tutan Allah’tır, onların
yaptıklarının hesabını soracak olan da Allah’tır. Bu yüzden ey peygamberim, sen
onların üzerlerine vekil değilsin! Yâni bu insanların kaderleri senin elinde
değildir, bu insanların kalplerine hükmeden sen değilsin ki on-ları hemen bu
dine kazandırasın. Bu insanların kaderleri senin elinde değil ki, sen sana karşı
gelen bu insanların defterlerini hemen dürüp onların işlerini bitiriveresin.
Rabbimiz burada peygamberin konumunu ve
fonksiyonunu belirlemektedir. Ama anlıyoruz ki bu hitap peygamberden çok onun
muhataplarınadır. Yâni bilesiniz ki ey insanlar, bu Allah’ın elçisinin elinde
bile bir şey yoktur. Hâl böyleyken sizin hayatınızda etkili zannettikleriniz,
Allah dışında kendilerini veliler edindiğiniz, hayatınıza karışma yetkisi
verdiğiniz bu varlıklara da ne oluyor? Sizin Allah dışında keramet sahibi
zannettikleriniz, Allah yanında kendilerinde güç ve kuvvet var zannedip
kendilerine dua edip imdadınıza çağırdığınız, kendilerine sığınmaya çalıştığınız
bu varlıklar da ne oluyor? denmektedir.
Evet demek ki Allah peygamberlerine
vahy ediyor, şeytanlar da birbirlerine vahy ediyor. Cin şeytanları insan
şeytanlarına vahy ediyor, insan şeytanları da insan şeytanlarına vahy ediyor.
İnsan şeytanlarının cin şeytanlarına vahy ettiğini bilmiyorum. Yaldızlı, süslü,
parlak sözlerde bulunuyorlar. Ne dersiniz? Bazen kalbinize şöyle ılık bir sesin
aktığını duydunuz mu? “Yatak odanızı değiştirin! Yâni artık bu devir de öyle
yatılmaz ki!” Bu ses ister iki ayaklı insan şeytanlarından gelsin, isterse cin
şeytanlarından. Sana ne? Nasıl yatarsam yatarım, keyfimin kahyası mısın be? Ama
bakın hem aldatıcı, hem de yaldızlı sözler. Sizi düşünüyoruz efendim. Sizin için
yâni. Daha bir huzur ve sükununuzu düşünüyoruz dercesine. Derken bir başka
fısıltı; “Efendim, çocuğunuzun istikbali için, kızınızın geleceğini
karartmamanız için şunları şunları öğretmeli, şuralarda okutmalı değil misiniz.”
Vs vs. Adamlar böylece birbirlerinin şeytanlıklarını devam ettiriyorlar.
Müşterilerini kaybetmemeye çalışıyorlar. Yanlışlıkları devam etsin istiyorlar.
Âhirete inanmayanların kalpleri bu konuda sağlamlaşsın, imansızlıklarından
mutmain olsunlar, sapık yollarından dönmesinler diye böyle yapıyorlar. Bu
sözlere kulak kesilsinler de yollarına devam etsinler diye.
Allah için burada hepimize bir uyarıda
bulunayım. Duyduğunuz tüm sözler, tüm fısıltılar kimden gelirse gelsin, eğer
vahiy değilse dikkat edin, dinlemeyin. Hep şüpheci olalım demiyorum, hep Kurâncı
olalım diyorum, hep vahiyci olalım diyorum. Çünkü şöyle sorayım; Allah için
söyleyin, duyduğumuz hangi sözün bizdeki etkisinden dolayı yarın hesaba
çekilmeyeceğiz? Kitaba ve sünnete uygun olmayan o sözleri niçin dinledin diye
bir hesap gelmeyecek mi yarın? İşte onun için titiz davranmak zorundayız. Bize
denilen her şey için; ya bunlar vahye aykırıysa, ya vahye uygunsa demek
zorundayız. Kıyafetin şöyle olsun, telefonun, araban böyle olsun. Sevgide ve
nefrette, kabulde ve rette hülasa hayatın tüm birimlerinde kim ne diyorsa desin,
demeye devam etsin biz onları değil vahyi dinleyeceğiz. Kur’an’la
beraberliğimizin ana esprisi işte bu olacak.
Demek ki birileri vahy ediyorlar. Yâni
her peygamberin böyle şeytanları vardır. Aslında bunu biraz daha açık söylersek;
her bir pey-gamberî anlayışın, her bir peygamberî yaşantının mutlaka bir şeytan
düşmanı vardır. Peygamber efendimizden bize intikal eden her bir peygamberî
sünnetin mutlaka bir düşman şeytanı vardır. Yâni peygamberimin bana yansıyan her
bir hayat bölümüyle ilgili mutlaka bir düşman şeytanı vardır. Peygamberimin bana
getirdiği her bir haber programı konusunda insanlar ve cinlerin şeytanları
düşmanlık planları sunarlar. O haberleri benim hayatımda diskalifiye etmek,
etkilerini kaldırmak isterler. O konuda bizi peygamberî anlayıştan
uzaklaştırabilmek için o şeytanlar bize aksi bir şeyler fısıldarlar, vahy
ederler. Ya da kitabımızda bizim hayatımız için, bizim Müslümanlığımız için bize
sunulan her bir peygamber örnekliğine karşı bir düşman şeytanla kar-şı
karşıyayız. Hangi peygamberin bir örnek yönü sunulmuşsa, onu yok farz ettirecek,
değiştirecek bir şeytan vahyiyle karşı karşıyayız. Bunu çok iyi anlamak
zorundayız. Eğer hayatımızı düzenleyen vahiy Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ değilse,
Allah vahyi değilse, o zaman kimin vahiyleriyle bir hayat yaşadığımızı iyi
anlamak zorundayız.
114. Allah size kitabı açık açık
indirmişken O’ndan başka bir hakem mi isteyeyim? Kendilerine kitap
verdiklerimiz, onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler.
Öyleyse sen şüpheye düşenlerden olma!
Şeytanlar istedikleri kadar
vahyetsinler. İstedikleri kadar bu vahiyleriyle Allah kullarını saptırmaya,
küfre düşürmeye çalışsınlar. İstedikleri kadar aldatıcı sözlerine, saptırıcı
vahiylerine devam edip tüm dünyayı egemenlikleri altına almaya çalışsınlar.
İstedikleri kadar bu sapık vahiyleriyle insanların ekonomik hayatlarına, siyasal
hayatlarına, eğitim hayatlarına, beşerî münâsebetlerine, kılık kıyafetlerine
egemen olmaya çalışsınlar. Müslüman bunlara hiç değer vermeyecek, her zaman ve
zeminde şu sözü söyleyecektir:
Ben kendime Allah’tan başka bir hakem
mi bulayım? Ben ken-dime Allah’tan başka bir hakem mi kabul edeyim? Allah’tan
başka güç, kuvvet sahibi, üzerimde hâkimiyet sahibi, hayatımda söz sahibi,
otorite ve saltanat sahibi olan, ‘yap yapma’ diyen, ‘otur oturma’, ‘giy-giyme’,
‘sev sevme’ diyen bir hakem mi bulayım? Ben kendime kendi hayatıma Allah’tan
başka bir hakem bulup onun emirlerine teslim mi olacağım? İşimi kendisine havale
edeceğim, başım daraldığı zaman hükmüne baş vurabileceğim, benim hakkımda karar
verecek Allah’-tan başka bir hakem mi bulacağım? Halbuki benim Allah’tan başka
bir hakemim yoktur. Hakem olan, hâkim olan Allah ortada, Allah’ın kitabı ortada
iken onun hakemliğini yeterli görmeyeceğim veya beğenme-yeceğim veya fazla bulup
budamaya, az bulup eklemeye çalışacağım, hülasa O’ndan başka bir hakem bulacağım
öyle mi? Var mı böyle bir hakem? Yok zaten. Semaya gitsem, arza insem bulamam
böyle bir hakem. Kendim olsam, hiç lâyık değilim. Önderimiz, örneğimiz böyle
söylüyor ve bizim de böyle dememizi istiyor. Öyleyse Kur’an’ı kendisine kitap
kabul eden herkes söylemek zorundadır bunu.
Zira
yeryüzünde ve tüm kâinatta Allah’tan başka hakem yoktur. O bunu yap diyorsa, onu
yapacağız, yapma diyorsa yapmayacağız. Her hususta hüküm ve hâkimiyet sahibi
O’dur. Meselâ düşünün ki bir yerde oturuyoruz ve Allah da diyorsa ki burada
Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle alay vardır, burada oturmayın, hemen
kalkacağız oradan. Niçin? Allah dediği için. Şu kazanç haramdır, niçin? Allah
öyle dediği için. Şunlar sevilmeli, şunlar asla sevilmemeli. Niçin? Allah dediği
için. İçki yasaktır, zina haramdır, niçin? Allah öyle dediği için. Şu kıyafet
güzel, bu kıyafet haramdır, niçin? Allah dediği için. Ev şöyle olmalı, sofra
böyle olmalı, niçin? Allah dediği için.
Bütün hayatımızla ilgili hükümleri
kitabında açık açık Rabbimiz anlattığı için artık bizim bir başkasına
müracaatımız yasaktır. Hayatımızı düzenleme konusunda Allah’tan, Allah’ın
kitabından ve sünnetten başka hiç bir kaynağa başvurmamız câiz değildir. Yalnız
Kur’an şeklindeki Haricî mantığını reddederiz, çünkü sünnet ve diğer şer’î
deliller de müracaat kaynağıdır.
Evet hüküm Allah’ındır, hâkimiyet O’na
aittir, bizim ondan baş-ka hakimimiz, hakemimiz olamaz, çünkü O Allah ki bize
mufassal bir kitap göndermiştir. O Allah ki hayatı düzenlemek üzere, hayat
programı olmak üzere bir kitap göndermiştir. Öyle bir kitap ki tüm sözlerimiz,
fiillerimiz, problemlerimiz, ilişkilerimiz, kısacası bütün hayat programımız
onda vardır. Tafsilatlı olarak Rabbimiz her şeyi o kitapta anlatmıştır. Bizim
hayatımızı, bizim yaşam biçimimizi ortaya koyan eşsiz bir kitap.
Şimdi Allah
böyle bir kitap indirecek, ihtiyaç hissettiğiniz her şey olacak o kitapta,
üstelik tafsilatlı bir biçimde her şey ortaya konacak, sonra da biz kendimize
başka hakem arayacağız öyle mi? Hükmüne müracaat edeceğim, kararını soracağım
bir hakem. Çok garip bir iştir bu dedi peygamberim. Şu anda ben diyorum, sizler
de deyin. Herkes desin ki göklerde ve yerde hükmüne boyun eğilecek, arzuları
yerine getirilecek, yasaları uygulanacak, çektiği yere gidilecek ve adına hayat
yaşanacak bir tek hakim vardır, O da Allah’tır. O’ndan başka hakimliğe,
hakemliğe, Rabliğe lâyık yoktur. Çünkü göklerde ve yerde varlık olarak,
yaratılmış olarak ne varsa hepsi O’nun kulu ve kölesidir.
Bakın bu sûrede üç garip konuya, üç
yanlışa dikkat çekti. Birisi velî olarak, karar mercii olarak Allah dururken
O’ndan başka bir velî arama yanlışlığı, bir başkası Allah’ın hakem oluşu ve
O’ndan başka hakem arama yanlışlığı, ötekisi de Allah’ın tek Rab oluşu ve O’ndan
başka program yapıcı rab arama yanlışlığı. Bu dünyada velî olarak, kullarına
hayat programı belirleyici olarak Allah dururken başka yasa belirleyiciler
arayanlar, hakem olarak, hükmedici olarak Allah dururken başka hakimler,
hakemler arayanlar, başka rabler arayanlar sapıkların ta kendileridirler.
Allah’ın hakem oluşu konusunda
kitabımızın bir başka sûresinde, Nisâ’da bir âyet okuyalım.
“Ey Muhammed! Sana indirilen Kuran'a ve
senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Putların
önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa, onları tanımamakla emrolunmuşlardı.
Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak
ister.”
(Nisâ 60)
Baksana! Bakmıyor musun? Farkında değil
misin? Görmedin mi? Bir düşünsene ey peygamberim. Şu sana indirilen ve senden
öncekilere indirilenlere inandığını iddia edenler var ya. Ben Kur’an’a
inanıyorum! Ben Allah’ın vahiy gönderdiğine inanıyorum! Ben Allah’ın benim
hayatıma karışmasına inanırım! diyenler var ya. Onlar tutmuşlar hayatlarına
karışacak Allah’tan başka hakemler arıyorlar. Allah’ın dışında hükmetmeye, karar
vermeye, yasa belirlemeye yetkili tâğutlar arayıp, bulup onların hükümlerine
müracaat etmek istiyorlar. Halbuki
onlar bunu
küfretmekle, reddetmekle, inkâr etmekle yükümlü idiler. Bunu gündemlerinden
çıkarmalı idiler. Ama heyhat ki şeytan onları çok boyutlu saptırmak istiyor.
Bunu Nisâ sûresinde uzun uzun anlattık.
Hakem Allah’tır. Hükmeden Allah’tır.
Allah’tan başka hakem yoktur. Kur’an zaten baştan sona bu gerçeği anlatır.
Hayata sadece ben karışırım, sadece benim dediğimi dinleyin, benden başka hakem
kabul etmeyin demiyor mu Allah? Öyleyse bir düşünün. Ne yaptınız, kim dedi diye?
Bugün saat ikide ne yaptınız, kim dedi de yaptınız? Ya da ne yapmadınız, kim
dedi diye? Bunu hep kendimize sormalıyız. Bakın yine Zümer sûresinde Allah’tan
başka birilerini dinlemenin yasaklığını şöyle anlatıyordu:
“De ki: “Ey cahiller! Bana,
Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi
emredersiniz?”
(Zümer
64)
De ki ey bilgisizler, ey
cahiller, ey Allah peygamber tanımazlar bana Allah’tan başkalarına kulluğu mu
emrediyorsunuz? Ey tevhid-den gafiller benden böyle bir şey mi istiyor,
bekliyorsunuz? Arkadaşlar, bu ifade, onlara cahiller diye hitap asla onlara bir
hakaret değildir. Çünkü işte gerçek cahiller, gerçek bilgisizler bunlardır.
Kopkoyu bir cehaletin içinde olanlar bunlardır. Bundan daha büyük bir cehalet
olur mu? Yâni yaratıcıya kulluk edilmeyecek de kime edilecek? Kulluk yaratıcının
hakkı değil de başka kimin hakkı olabilir? Rızık vericiye kulluk edilmeyecek de
başka kime kulluk edilecek?
Evet yaratıcı Allah’tır. Öyleyse kulluk
da sadece Ona aittir. Övülmeye, hamd edilmeye ve kulluk edilmeye lâyık tek
varlık Allah-tır. Hal böyle iken ey Allah tanımazlar sizler benim Allah’ı
bırakıp da başkalarına hamd etmeye, başkalarına kulluk etmeye mi çağırıyorsunuz?
Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk tutmaya mı çağırıyorsunuz? Allah’ın
yarattığı maddeleri, Allah’ın yarattığı kulları Allah makamına oturtarak ona
denk tutmamı mı istiyorsunuz? Halbuki bunların hepsi birer yaratıktır. Hepsi de
Allah’ın yarattığı kulu ve mülküdür. Kulluk bunlara değil tüm bunları yaratanın
hakkıdır. Yaratıcı İlâh olmaya lâyık olandır. Yaratıcı kulluğa lâyık olandır.
Yaratmayla ulûhiyet arasında böyle bir bağ kuruluyor.
Yaratıcı olan, rızık verici olan
Allah’ı bırakıp da başkalarını ha-yatımda söz sahibi kabul edip onların
sözlerini dinlemeye, onların ar-zularını
gerçekleştirmeye, onların kanunlarını uygulamaya mı çağırıyorsunuz beni?
Hiç aklınız yok mu sizin? Hiç düşünmez misiniz? Halbuki İlâh olanın, Rab olanın,
kendisine kulluk edilmesi gereken varlığın yaratıcı olması gerekir. Hani var mı
Allah’tan başka böyle bir yaratıcı? Gökleri ve yeri yaratan başka birileri var
mı? Varsa böyle birileri tamam o zaman ona da kulluk yapalım. Varsa tamam ona da
kulluk edelim. Onu da hamd edelim. Onun arzularını da yerine getirelim. Onun
programını da uygulayalım, onun kitabını da hamd edelim, onun sistemini de
uygulayalım. Var mı böyle birileri? Hayır hayır bir şeyler yaratmak şöyle
dursun, beni Allah’a denk tutmaya çağırdığınız bu varlıkların hiç birisi
kendilerini bile yaratmamıştır.
Hakemi Türkçe’deki hakem gibi
düşünürsek, meselâ sen bir hakem seçtin, ben de aynı adamı veya başka birini
hakem olarak ka-bul ettim. Ya da sen bir hakem, ben bir hakem, Allah dururken
ben bir hakem mi bulacağım? Hükmüne boyun eğecek Allah’tan başka bi-rilerim mi
olacak? Ki O Allah bana böyle her şeyi açık açık, tafsilatlı olarak anlattığı
halde. Nereden bulabilirim böyle bir hakemi? Ama işte Rabbimizin bu apaçık
beyânlarıyla anlıyoruz ki; gelin biz de hayatınıza karışalım, biz de hayatınıza
program yapalım, bizi de dinleyin, Allah’ın dedikleriyle bizimkilerin ne farkı
var? Dercesine insanları aldatmaya, kandırmaya çalışan şeytan ve dostları
olacaktır. Onların bu çabaları kıyâmete kadar da devam edecektir. Rabbimiz bunu
bize baştan anlatıyor.
Birisi öyle diyor: “Kur’an’da her şey
vardır diyorsunuz, peki acaba Kur’an’da otoban da var mı? Veya Kur’an’da
Fujiyama da var mı?” Evet, Kur’an’da her şey var. Ama şunu unutmayalım ki bana
lâ-zım olan her şey vardır, kulluğum adına bana lâzım olan her şey. Me-selâ
gidiyorsunuz bir boyacıya ve diyorsunuz ki ben evimi badana yaptıracağım,
kapılar ve pencereler için boya istiyorum. Siz bunu dedikten sonra boyacı her
halde size bir ağaç aşılama makinesi, bir bağ budama makası, bir mozaik inceltme
makinesi, bir tarla sürme pulluğu vermez değil mi? Her şey değil, sadece boya
ile ilgili ihtiyaç maddeleri verir size: Boya, fırça, tiner vs…
İşte Kur’an da böyledir. Onda her şey
vardır derken, unutmayalım ki bu dünyada bizim kulluğu yaşamamız adına her şey
vardır, bir Müslüman olarak hayatımızı idame ettirme adına her şey vardır.
Meselâ suyunu çeşmeden mi içeceksin, yoksa dereden mi içeceksin? Bunu sen
bilirsin, bu Kur’an’da yoktur. Ama ne içeceğin ne içmeyeceğin vardır Kur’an’da.
Şunları içebilirsin, şunları içmemelisin denmiştir. Meselâ Kur’an’da, “Sabah
kalkınca kahvaltında bir bardak çay, on gram zeytin, iki yumurta yiyeceksiniz”
diye bir ayet olsaydı, o zaman hayatımız ne olurdu düşünebiliyor musunuz? Her
zaman her kahvaltıda bunların dışında bir şey yemeniz mümkün olmayacaktı. Ama
Kur’an’da Rabbimiz sadece yenmesi haram olanları ve serbest olanları
açıklamıştır. Ya da düşünün ki Kur’an’da evleneceğiniz kızın burnu şöyle olacak,
yaşı şöyle, isminin baş harfi böyle olacak diye bir âyet olsaydı, ne yapardınız
bir düşünün?.. Oysa Rabbimiz Kur’an’da sadece evlenilmesi câiz olanları ve
olmayanları açıklamış, ortaya koymuştur.
Rabbimiz bize her şeyi tafsilatıyla
anlatan bir kitap göndermiş-ken ben kendime ondan başka bir hakem mi bulayım?!
Burada şunu da unutmadan söyleyelim: Madem ki hayatımızda tek hüküm sahibi, tek
hâkimiyet sahibi hakemimiz Allah’tır, öyleyse Rabbimizin hükümlerini
uygulayabilmek için bu hükümlerin neler olduğunu bilmek ve tanımak zorundayız.
Hem bizim hakimimiz Allah’tır diyeceğiz, hem de hakemin bizim adımıza aldığı
kulluk maddelerinden, yâni Allah’ın kitabından habersiz bir hayat yaşayacağız,
bu kesinlikle kendi kendimizi aldatmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Maâlesef bugün bu ülkede uygulanan
hükümler Allah’ın hükümleri değildir. Ölenleri öldürenleri görüyoruz bu
memlekette, neden? Hüküm Allah’ın değil de ondan. Kardeş oldukları halde
birbirlerinin gırtlağına sarılanları görüyoruz, neden? Hüküm Allah’a ait değil
de ondan. Zinânın, ahlâksızlığın, hırsızlığın, rüşvetin adam boyu yükseldiğini
görüyoruz, neden? Hüküm Allah’ın değil de ondan. Adam si-nirlendiği için
hanımını boşuyor, neden? Hüküm Allah’ın değil de ondan. Neden boşanır kadın?
Nasıl boşanır? Bu konuda insanlar Allah’ın hükmünü bilmiyor. Adam ticaret
yapıyor, alıp sattığı şeyler, ürettiği şeyler tamamen israfa yönelik, neden?
Allah’ın hükmünü bilmiyor. Halbuki israfa, şerre delâlet eden herkes aynen onu
işlemiş gibidir. O halde hüküm Allah’ın olacak. Almamızda vermemizde,
sevmemizde-küsmemizde, ilgimizde-ilgisizliğimizde, yememizde-içmemizde, kısacası
her şeyimizde hüküm Allah’ın olacak. Sadece Allah’a soracağız, O’ndan müsaade
alamadığımız hiçbir şeyi yapmayacağız. Allah’tan başka veliler, hakemler bulup
onların arzularını gerçekleştirmeye çalışmayacağız.
Ama zinhar Allah’ın hakemliğini
kabulümüz şartlı olmamalıdır. Ya Rabbi, tamam ben senin hakemliğini kabul
ederim, ama benim istediğim gibi hüküm verirsen. Ben senin kitabının hükmüne
müracaat ederim, ama benim dediğimi dersen. Adam bana soru soruyor, ben kendi
bildiğime göre cevap veriyorum, adamın hoşuna gitmiyor. Tekrar söylüyorum, bu
benim soruma cevap olmadı diyor. Bana cevap vermedin ki diyor. O zaman ben de
diyorum ki, arkadaş sen istediğin cevabı söyle, ben de sana onu söyleyeyim. Yâni
Allah Rahmân olarak, Alîm olarak, Hakîm olarak ortada ama ben O’nu hakem
bilme-yeceğim de başka hakemler arayacağım. Ya Rabbi akıl ver, basîret ver bize.
Kitap Allah’tan gelmiştir ve
kendilerine kitap verilenler yâni eh-l-i kitap bilirler ki, bu kitap Allah’ın
kitabıdır. Zaten kitaba âşina olanlar, kitaplarını tanıyanlar bu son kitabın da,
onun kendisine gönderildiği peygamberin de Allah’tan gelme bir hak, bir gerçek
olduğunu baştan bilirler. Hattâ yine bu sûre bize avuçlarının içini bildikleri
gibi, kendi isimlerini, kendi çocuklarını bildikleri gibi bildiklerini
anlatıyordu. Aslında onlar bu kitabın Allah’tan hak olarak, hakikat olarak
geldiğini, hak açığa çıksın diye, hakikat yaşansın diye geldiğini çok iyi
biliyorlar. Yani kitap niçin gelir? Allah kitabı ne diye indirir? Allah’ın tek
Rab ve İlâh oluşu hakikati ve insanların O’na kul köle olmaları gerçeği
anlaşılsın diye. Kitabın bundan başka bir geliş amacı olmaz. Kitap yasa
demektir, yazgı demektir, insanlığın hayat programı demektir, değiş-tirilemez
prensipler demektir.
Meselâ ben
size bir mesaj göndersem. Desem ki, ben Salı gü-nü saat iki de sizin şehrin
otogarındayım, beni o saatte oradan alın. Benim bu mesajımı aldınız, duydunuz ve
sevindiniz, coştunuz. Bir dostunuz geliyor diye sevinçten yerinizde duramaz hale
geldiniz. Benim mektup, mesaj elden ele dilden dile dolaşıyor. Herkes birbirine
haber ediyor. Mesajı bilgisa yarlarda yazıyorsunuz, yazı
karakterini değiştiriyor, çıktılar alıyor, duvarlara asıyor, panolarda
sergiliyorsu-nuz. Hattâ en güzel okuyanlara ödüller veriyorsunuz.
Namelendiriyor, bestelendiriyorsunuz. Ama Salı oluyor, saat iki oluyor ve ben
oradayım. Bakıyorum ki otogarda hiç kimsecikler yok. Etrafa bakınıyorum, tanıdık
bir sima arıyorum, devam ediyorum beklemeye, bir iki daha oluyor, ama gecenin
ikisi. Tekrar bir iki daha oluyor ertesi günün gün-düz ikisi. Ben ikiler ikiler
beklemeye devam ediyorum, benim dostlar da benim mektubu okumaya, okudukça
kendilerinden geçmeye devam ediyorlar. Sanki Allah’ın kitabını şu anda
Müslümanlar da aynen böyle mi okuyorlar dersiniz? Ben garajda bekliyorum diye
haber gönderiyorum, Allah farklı haberler gönderiyor. Kullarım sizi şu
gönderdiklerimi anlayarak, öylece bir hayat yaşayarak cennette bekliyorum diyor.
O beklesin biz bildiğimize devam ederiz diyorlar.
Tarih
boyunca tüm peygamberlerin en büyük dertleri işte budur. Peygamberlerin en büyük
mücâdeleleri şu olmuştur: Ben Allah tarafından görevlendirilmiş bir insanım ve
bu kitap da Allah’tan gelmiştir. Rabbimiz, kendilerine kitap verilenler, yahudi
ve hıristiyanlar kesinlikle bu kitabın Allah’tan geldiğini bilmektedirler diyor.
Onların bu konudaki bilgileri kesindir, Öyleyse ey peygamberim ve ey peygamber
yolunun yolcuları, sakın bu konuda şüpheye düşmeyin. Yâni acaba bu yahudiler, bu
hıristiyanlar bu kitabı tanıyorlar mı, tanımıyorlar mı? Acaba bu kitap
kendilerine duyuruldu mu, duyurulmadı mı diye sakın şüpheye düşmeyin; onlar
kendi öz oğullarını bildikleri gibi bu kitabın Allah’tan geldiğini
bilmektedirler, bu konuda en ufak bir tereddüdünüz olmasın diyor Rabbimiz. Ya da
Allah tek hakemdir, O’ndan başka hakem yoktur, sakın bu konuda zerre kadar bir
şüpheniz olmasın.
Bir de acaba bu insanlar bu kitabı
anlayabilirler mi anlayamazlar mı diye veya ben bunu bu insanlara anlatabilir
miyim, anlatamaz mıyım diye sakın şüpheye düşmeyin. Çünkü hakim Allah’tır,
hâkimiyet sahibi, hikmet sahibi O’dur. O diyorsa ki bunu yapın, yapmak
zorundayız. O diyorsa ki bu kitabı herkese ulaştırın, ulaştırmak zorundayız;
gerisini düşünmeye hakkımız yoktur. O, hikmet sahibidir. Her hususta hüküm ve
egemenlik sahibi O’dur.
115. Rabbinin sözü, doğruluk ve
adâletle tamamlandı. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, işitir ve
bilir.
Rabbinin hükmü, Rabbinin
hâkimiyeti tamamlandı. Bu konuda artık tartışmaya gerek yoktur, hüküm ve
hâkimiyet sadece Allah’a ait-tir. Hâkimiyet sadece Allah’ın hakkıdır. Yeryüzünde
ve tüm kâinatta egemenlik, söz hakkı Allah’a aittir. Rabbinin kelimeleri
tamamlanmıştır, kimse onu değiştiremez, kimse onu yok edemez. Kimse ondan daha
tutarlısını, ondan daha güzelini kesinlikle ortaya
koyamaz.
Allah’ın sözleri, Allah’ın kelimeleri
adâlet ve sıdık olarak tamamlanmıştır. Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz: İki tür
söz söylenir. Bunlardan birisi hüküm cümlesidir, ikincisi de haber cümlesidir.
Meselâ "Bunun adı Ahmet’tir" haber cümlesi, "Ahmet çok iyi bir insandır" cümlesi
de hüküm cümlesidir. “Bu güneştir”, haber cümlesi, “güneş insanlar için
faydalıdır” cümlesi de hüküm cümlesidir. Allah’ın sözleri, Allah’ın kelimeleri
haber vermek yönünden de hüküm ortaya koymak yönünden de sâdık ve âdildir. Hem
sadâkati, hem doğrulanması, hem tasdiki açısından, hem de adâleti ve dengesi
açısından tastamamdır.
Sıdkın, sadâkatin zıddı kizbdir, yâni
yalancılıktır. Adâletin zıddı da zulümdür. Öyleyse buna göre bir haber cümlesi
söyleyen kişi bu sözünde ya sâdıktır ya kâzibdir. Ama bir hüküm cümlesi
söyleyen, bir hüküm koyan kişi bu cümlesiyle ya âdildir ya da
zâlimdir.
Bir haber cümlesi söyledik. Meselâ "bu
bardağın içindeki içkidir" dedik. Onun mahiyetinin içki olduğu haberini
verdiğimiz bu sözümüzde ya sâdık olduk ya da kâzib olduk. Eğer verdiğimiz bu
haber doğruysa, yâni o bardağın içindeki gerçekten içkiyse biz sâdığız, değilse
biz kâzibiz, yâni yalancıyız demektir. Bu bir haber cümlesidir. Ama meselâ bir
hüküm cümlesi söylesek, örneğin "içki insanlar için faydalı bir şeydir" veya
"Televizyonsuz bir hayat olmaz" ya da "Meslek adına sakalı kestirmek gerekir",
"Moda adına şöyle şöyle giyinmeliyiz", "Burada namaz kılınmaz" dersek bir hüküm
cümleleri söylemiş oluruz. İşte bu cümlelerimizle biz ya âdil olduk, ya da zâlim
olduk. Çünkü biz hüküm verdik, hüküm ortaya koyduk. Eğer verdiğimiz bu hüküm
Allah’ın hükmüne uyuyorsa biz âdiliz, değilse Allah korusun biz zâlimiz
demektir. Öyleyse söylediğimiz hüküm cümleleriyle günde kaç defa zâlim
olduğumuzu, farkında olmadan kendimizi kaç kez zalim durumuna düşürdüğümüzü bir
düşünelim. Allah’ın hükümlerini bilme-yen insanların konuştukları her sözlerinde
ne hâle geleceklerini artık siz düşünün…
Basit bir cümleyi bile söylerken
unutmayalım ki, âdil de olabiliriz zâlim de, âdil olmamız kesin değildir. Çünkü
âdil olmamız, Allah’ın hükümlerini tam olarak bilmemize bağlıdır. Bu, bizim
Allah’ın kitabını ve o kitabın pratiği olan Resûlünün sünnetini bilmemize
bağlıdır. Vah-yi ne kadar biliyorsak o kadar âdil olma imkânımız var demektir. O
halde söylediğimiz her hüküm cümlesinde zâlim de olabiliriz âdil de. Ama
biliyoruz ki sözlerinin tümünde Allah âdildir. Rabbimiz haber cümlelerinin
tamamında sâdık olduğu gibi, hüküm cümlelerinin tama-mında da âdildir. Namaz
kılın demiş, oruç tutun demiş, fâiz haramdır, açık giyinmeyin haramdır, cihad
farzdır, ilim farzdır demiş ve hüküm cümleleri söylemiş, Rabbimiz bu sözlerinin
tamamında âdildir. Yine Rabbimiz kitabında haber cümleleri söylemiş, Nuh’tan,
İbrahim’den, Nemrut’tan, Firavun’dan haber vermiş. Tüm bu haber cümlelerinde
Rabbimiz tam sâdıktır, tam sıdk sahibidir.
Evet, Rabbimiz bir şey demişse, bir
âyet göndermişse, bir sû-re göndermişse veya bir on âyette, bir beş âyette bir
konu anlatmışsa, bütün bir Kurân’da bir aile, bir sosyal yapı, sosyal ilişkiler,
sadece Allah’a kulluk, şirkten uzak olmak, tevhidi kabullenmek, yarın âhiretin
varlığı, yeniden dirilip hesaba çekileceğimiz gerçekleri gibi hangi konu
anlatılmışsa işte o anlatılanlardan her biri sıdkan ve adlen tastamamdır. Yâni
Allah haber vermişse doğru, olsun dediyse doğru, var dediyse doğru, yok dediyse
doğru, olmalıdır dediyse doğrudur. Var dediği bir şeyin olması gerektiğini
anlatıyorsa doğru, yanlışlığını anlatıyorsa da doğrudur. Adem’i topraktan
yarattım dediyse doğru, tarihte âd kavmi diye bir kavim vardı dediyse de
doğrudur. Ne demişse, ne söylermişse hem haber olarak doğru, hem de hüküm olarak
doğrudur. Bunlar Allah’ın tastamam kelimeleridir.
Allah’ın sözleri, Allah’ın kelimeleri
adl ve sıdk olarak tamamlanmıştır. Kimse onları değiştiremeyeceği gibi, hiç
kimse de onun gi-bisini va’z edemez. Hiç kimse onun gibisini söyleyemez, onun
gibisini ortaya koyamaz. Rabbimiz hükümlerini, yasalarını kullarına
bildirmiştir. Gönderdiği bu dinini, bu yasalarını uygulayan insanların ve
toplumların yeryüzünde yaşadıkları sürece mutlu olacaklarını ve yaşadıkları bu
hayatın sonunda da cennette yine mesut bir hayatın onları beklediğini ortaya
koymuştur. Ama Allah’ın dinini yok farz ederek, kitabını ve elçilerini yok
sayarak kendi bildiklerince bir hayat yaşayanların da dünyada cehennemî bir
hayat yaşayacağı gibi, bu hayatın sonunda da kendilerini cehennem azabı
beklemektedir. İşte Allah böylece hükmedip işi bitirmiştir, bunu değiştirecek de
yoktur.
Peki acaba Allah’ın bu sözleri on dört
asır önce söylenmiş ve bitmiş midir ya da günümüze kadar değişmemiş midir
bunlar? Hayır hayır! Onun kelimelerini değiştirecek yoktur. Peki Allah
âyetlerini, ke-limelerini, kelâmını, yasalarını göndermiş peygamberimize. Acaba
peygamber aleyhisselâm Rabbinden kendisine gelen bu âyetlerin ta-mamını yazdırdı
mı ki? Evet. Peki acaba unuttuğu, atladığı var mı ki? Peki sana göre zaten
hangisi kalmış da? Yâni keşke insanlar biraz daha ciddi olsalar. Eğer gerçekten
Kur’an konusunda şüpheleniyorlarsa buyursunlar incelemeye alsınlar. Yâni o
incelemenin sonunda ne çıkınca ne yapacaklar? Yok yok kendilerini aldatıyor
insanlar.
Evet, Allah’ın kelimelerini, kelâmını
değiştirecek yoktur. Ama bakıyoruz değiştiriyor insanlar. Kimisi yakıyor, kimisi
yırtıyor, kimisi yarısını yakıyor, kimisi tamamını yakıyor, kimisi bozuk para
gibi har-cıyor. Kim ne yaparsa yapsın, unutmayalım ki onun aslı asil olarak
or-tada kalacaktır. İnsanlar o asla ulaşmak isterlerse kıyâmete kadar onu
bulabileceklerdir. Yâni kıyâmete kadar insanlardan her biri; ben Rabbimden gelen
Ku’an’ın baştan sona tümüne ulaşmak istiyorum, onu bulup onunla dinimi
tamamlamak, Allah’ın istediği bir hayatı yaşamak ve sonunda cenneti hak etmek
istiyorum derse, bilelim ki ondan bu imkânı hiç kimse alamaz, çatlasalar
patlasalar da. Belki bir meâlden okur, o zaman acaba o meâl yazarının
eksikliklerinden doğan yanlışlıklar ne olacak? Adam eğer bıkmadan, usanmadan ben
peygamberimin anlatıp yaşadığı dini, peygamberimin kendisine dayanıp da
Müslümanlığı gerçekleştiği dini öğrenmek istiyorum diyorsa bir müslüman
kesinlikle o din, o kitap ona ulaşır. Bir meâl daha, bir de Riyâzu’s Sâlihîn
arada. Sonra bir meâl daha, arada bir Buhârî, sonra bir meâl daha, arada bir
Tirmizî okur. Sonra Taberî’den Razi’ye, Kurtubî’den Zenahşerî’ye, Elmalı’dan
Tefhim’e kadar tefsirlerle benden önce Kur’an’ı öğrendiğine inandığım selef
âlimlerimizin anlayışlarını da oku ki hepsi beraber sende peygamberin getirdiği
İslâm’ın, Kur’an’ın anlayışını sağlayacaktır. Çünkü Kur’an’ın böyle bir özelliği
var. Israrla ve samimiyetle kendisine müracaat edenlere en doğru yolu, kıvamında
bir kulluğu gösterme, anlatma, hidâyet etme özelliği vardır.
Allah’ın sözlerinde değişme yoktur
ifadesini şöyle de anlıyo-ruz: Dün Allah dostlarına yardım etmiş ve onları
destekleyerek tüm düşmanlarına karşı galip getirmiştir ve kıyâmete kadar
dostlarına, mü’minlere yardım vaadinde bulunmuştur. Rabbimiz Mûsâ (a.s)’a, Nuh
(as)’a, İbrahim (as)'a yardım edip desteklemiş; acaba bugün mü'minler olarak
bize de yardım eder mi? diye bir derdiniz varsa, şu-nu kesinlikle unutmayın ki,
Allah’ın kelimelerini, Allah’ın vaadini ve ya-salarını değiştirecek yoktur.
Bizler de yasalara riâyet ettiğimiz sürece, biz de tıpkı o Allah elçileri gibi
Allah yolunda olduğumuz sürece, onların misyonlarına sahip çıktığımız sürece
bilelim ki Allah bize de yardım edecek, bizi de destekleyecek ve tüm
düşmanlarımıza karşı bizi de galip getirecektir.
Rabbimiz âyetin sonunda buyurur
ki;
Değilse siz
bilirsiniz, unutmayın ki Allah her şeyi işiten ve bilendir. Sizin ne durumda
olduğunuzu, neye muhtaç olduğunuzu en iyi bilen O’dur. Yâni sonunda sizi hesaba
çekecek olandır. Üzülmeyin, korkmayın ve şartlar ne olursa olsun Rabbinizin
kitabına tâbi olarak, Rabbinizi hakem bilerek, velî bilerek yolunuza devam edin
buyuru-luyor. Öyleyse Allah’ın tüm yasaları, haberleri, hükümleri tastamam
doğrudur. Bunu değiştirecek hiç kimse de yoktur. Yâni Allah bu kelimelerini
boşuna göndermemiştir. Bu gönderdikleriyle sizden kulluk istemektedir. İşiten ve
bilen olarak sizden haberdardır ve sonunda si-zi hesaba çekecektir.
116. “Yeryüzündekilerin
çoğunluğuna itaat edersen seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna
uyarlar, sadece tahminde bulunurlar.”
Yol, çoğunluğun yolu değildir.
Yol ekseriyetin yolu değil, Allah’ın yoludur. Eğer sen yeryüzündekilerin
ekseriyetinin yolunda gidersen seni Allah yolundan saptırırlar. Allahu Ekber.
Sözün ilk muhatabının kim olduğunu biliyoruz. Peygamberimize söyleniyor. Sen
onların ekseriyetini dinlersen seni yoldan ederler. Çünkü herkes kendi inancının
davetçisidir. Kim neye inanıyorsa herkes öyle olsun istiyor. Hattâ adamlar
kendilerinin zanna uyduklarını bile bilmiyorlar. Halbuki onlar zannediyorlar ve
sadece atıyorlar. Varsın onlar be yaptıklarını fark etmesinler, ama Allah
peygamberine fark ettiriyor.
Yeryüzünde
yaşayan insanların pek çoğunun, kısm-ı âzâmisinin, ekseriyetinin hakkı kabule
yanaşmadığı, insanların çoğunun Allah’ın hükümlerinin dışında kalıp Allah’a
kulluktan kaçtığı gerçeğinden hareketle, kâfirlerin ve müşriklerin yeryüzünde
çokluğuna bakarak; madem ki insanların çoğu Allah’ı tanımıyor, madem ki
inanların çoğu Allah’ın dinini reddediyor, madem ki insanların çoğunluğu Allah’ı
ve Allah’ın yasalarını hesaba katmadan yaşamayı yeğliyor. Madem ki çoğunluk
böyledir, mademki çoğunluk böyle düşünüyor, böyle inanıyor öyleyse biz de
çoğunluğun yolunda olmalıyız. Öyleyse biz de ço-ğunluğun tasvip edip benimsediği
bir hayatı yaşamalıyız diyebilir insanlar.
Eğer
insanlar Allah’a gönül vermemişlerse, eğer insanlar inanç boyutunda peygamberle
bütünleşmemişlerse, iradelerini, Benliklerini, kimliklerini vahye teslim
etmemişler, vahiyle oluşturmamışlarsa, kesinlikle bilelim ki onları dinleyen
peygamber bile olsa, imkân bulurlar onu bile saptırmaya çalışırlar. O zaman ey
müslüman, toplum içinde tavrın şöyle olsun, kadınlığın böyle, kocalığın şöyle
olsun, sofran şöyle, kazanman harcaman böyle olsun diyenleri dinlerken çok
dikkat edin. Hayatında ticareti kocalarından gören nice kadınlar, sonunda
ticarette kocalarının baş danışmanı oluyorlar. Birilerini dinlemeye başladınız
mı size yol gösterirler. Yâni o dinlediğiniz insanlar, akıl sorduğunuz insanlar
gel beraber bu konuyu Allah ve Resûlüne soralım demezler. İşte konunun odak
noktası da burada düğümleniyor. Yâni âyetin anlatmak istediği işte budur. Sosyal
hayatın problemlerini çözmeye çalışanlar problemi herkese sorarlar, objektif bir
çözüm için bunu ana prensip kabul ederler. Allah’a ve peygambere sormayı
akıllarının ucundan bile geçirmezler. Acaba bu konuda Kur’an ne diyor? Peygamber
ne öneriyor? Hiç ilgilenmezler. Acaba Allah bu konuyu bilmez diye mi
sormuyorlar, yoksa bunun da Allah’a sorulacağını mı bilmiyorlar? En iyimser
ifadeyle söyleyelim; Allahu âlem bu insanlar Kurân’da ve sünnette de bunun
çözüme ulaşacağını bilmiyorlar.
Peki
bırakın beni, peygamber bile danışsa saptıracak olan bu insanların kendileri ne
yapıyorlar? Allah diyor ki; onlar sadece zanna tabi oluyorlar. Galiba,
zannederim, herhalde, farz ederim, bana göre, diyelim ki, atıyorum, meselâ… diye
başlıyorlar. Adamların yaptıklarının hepsi bu. Soruyorsunuz, beyefendi bunları
söylerken nereye dayandınız? Adam gayet rahat koltuğuna yaslanıyor ve konuşuyor.
Bakara’ya, Âl-i İmrân’a, En’âm’a, Nisâ’ya, Buhârî’ye, Müslim’e dayanacak değil
ya. Allah diyor ki:
Sadece
atıyorlar adamlar. Kur’an’ın beyanına göre talan söyleyip saçmalamak anlamına
gelen bu atmasyon işini, şeytan müs-lümanların diline yerleştiriverdi. Dinleyin
insanları, misâl verecek adam, atıyorum diyor. Yahu sen atıyorsan ben de
tutmuyorum, dinle-miyorum. At gitsin bana ne? Yâni senin bu atmasyonunun benim
dünyamda yeri ne? Niye dinleyecekmişim seni? Atana itibar edilir mi? İşkembeden
atanlar dinlenir mi? Atan bir adam neresinden atarsa at-sın hiçbir değeri
yoktur. Çünkü Allah’la yarışmaya kalkışan bir adam nereden atar da? Allah bir
konuda bir şey dedikten sonra, doğruyu yanlışı ortaya koyduktan sonra ve Onun
ortaya koydu gerçekler tastamam doğruysa Onunla yarışa kalkışanlar nereden
atarlar? Bakın Resûl-i Ekrem Efendimiz sahâbe-i kirâm efendilerimize bir şey
sorduklarında, onlar şöyle diyorlardı; “Allahu ve Resûlühü a’lem.” Allah ve
Resûlü daha iyi bilir. Bunu en bilen Allah ve Resûlüdür. Söyle ey Allah’ın
resûlü biz sizden öğrenmeye hazırız diyorlar.
Öyleyse
pek çok insanı dinleseniz onlar sizi saptırırlar. Ev mi yaptıracaksınız? Dükkan
mı açacaksınız? Evlenecek misiniz? Sorun sağdan, soldan komşularınıza.
Akrabalarınıza, amcanıza, dayınıza, halanıza, teyzenize. Neler diyecekler onlar?
Neler demeyecekler ki? Peki Allah’a ve Resûlüne sorsanız acaba bilirle mi ki?
Bir fikirleri var mı ki bu konuda? Meselâ çok derin bir hoca efendi talebesine
nasihat ediyor; evlâdım, evleneceğin kız kesinlikle Üniversite mezunu olsun.
Hangi bölüm olursa olsun, yeter ki yüksek okul mezunu olsun, çünkü senin evden
çıkarken gösterdiğin kitaptan fişleri akşama kadar evde yazarsa, senin için
hazırlayacağı baldan, baklavadan daha hayırlıdır.
Fe
sübhanallah, sekreter filan mı alıyordu ki? Yoksa asistan mı? Öy-leyse evlenecek
olanlar, ev yaptıracak olanlar, dükkan açacak olanlar, hülasa hayatının her bir
döneminde, pozitif ve negatif eylemlerinin tümünde pek çoğu saptırıcı olarak
ortaya konan insanları değil, Allah ve Resûlünü dinleyin. Allah ve Resûlüne
sorun.
Demokrasiye göre, demokratik anlayışa
göre, demokrasi dinine göre her ne kadar çoğunluğun egemenliğini kabul edip bunu
yasallaştırmışlarsa da görüyoruz ki tüm demokratik ülkelerde toplumlara
hükmedenler hiç de dedikleri gibi çoğunluğu temsil
etmiyorlar.
Meselâ bu milletin yüzde doksan sekizi
bir araya gelip; biz İs-lâm’ı istiyoruz, biz Allah’ın dinini istiyoruz, biz
Allah’ın sistemini yaşamak istiyoruz, biz sadece Rabbimize kulluk yapmak, sadece
Rabbi-mizin yasalarını uygulamak istiyoruz deseler, yine de bu hak onlara
verilmez. Niye? Çünkü onlar ayrılıkçıdır. Ötekiler toplumun yüzde iki-sini
teşkil etseler bile bu yüzde ikiyi teşkil edenler ayrılıkçı değil, ama yüzde
doksan sekiz ayrılıkçıdır. Yüzde ikiyi teşkil edenler birlikten ya-nadır, ama bu
yüzde doksan sekizi teşkil edenler bölmeden, bölücülükten yanadır. Halbuki
ayrılıkçının kim olduğunu Allah söylüyor. İslâm’dan ayrılan kişi ayrılıkçıdır.
İslâm köktür, İslâm asıldır; kim ondan ayrılmışsa, kim onu terk etmiş başka
şeylerin peşine takılmışsa işte o ayrılığa düşmüş
demektir.
Aslında asıl olan İslâm’dır. Hz.
Âdem’den ve Hz. İbrahim’den bu yana kök İslâm’dır. Kim ondan ayrılırsa onlar
ayrılığın içine düşmüş olacaklardır. İslâm asıl olunca, nerede olursa olsun
İslâm’dan yana olan, İslâm’dan söz eden kişi, birlikten ve beraberlikten söz
ediyor demektir. Ama ne gariptir ki bugün birileri bir yerlerde İslâm’dan,
dinden bahsedince birileri hemen onun ayrılıkçı olduğunu, ayrılık tohumları
ekmeye çalıştığını söylüyorlar. Dinden, İslâm’dan bahsedenlere fitne
çıkarıyorsunuz, ayrılık yapmaya çalışıyorsunuz diyorlar. Allah diyor ki,
bakmayın siz onlara, asıl ayrılıkçı olanlar, asıl fitne çıkaranlar, asıl bölücü
olanlar kendileridir. İslâm asıl olduğuna göre İs-lâm’dan kopanlar, İslâm’dan
ayrılanlar ayrılık tohumları ekenlerin tâ kendileridirler.
Şunu demek istiyorum, tüm demokratik
ülkelerde öyle yutturmaya çalıştıkları gibi toplumlara hükmedenler hiç de
çoğunluğu ve çoğunluğun görüşünü temsil etmiyorlar, çok küçük bir azınlık
çoğunluğa hükmediyor. Müslümanlar onlar nazarında yüzde doksan dokuzu da temsil
etse onlar yine azınlıktır, kendileri de yüzde biri ifade etse de egemenlik
onların ellerindedir. Yâni yüzde doksana karşı yüzde beşin, yüzde onun
hükmettiğini görüyoruz. Ama durum tamamen bunun aksine olsa, yâni yaşadığımız bu ülkede insanların tamamı küfrü tercih
etmiş olsalar bile ve biz de tek başına kalmış olsak bile, yanımızda bizimle
yürüyecek bir tek insan kalmamış olsa bile hiç önemli değildir. Biz Allah ve
Resulünün tarif ettiği yolda yürümek zorundayız bunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız. Kur’an’la biliyoruz ki İbrahim (a.s) tek başına bir ümmetti.
Yanımızda bizi destekleyenlerin olup olmaması bizim için hiç de önemli değildir.
Önemli olan bizim Allah’ın kitabına uyup uymamamızdır. Allah’ın dinine göre
Allah’ın hak dediği haktır, bâtıl dediği de bâtıldır. Demokrasilerde ise
çoğunluğun hak dediği haktır, bâtıl dediği de bâtıldır. Allah’ın sistemiyle
demokrasi temelde birbirine zıttır. İşte Rabbimiz âyet-i kerîmesinde bunu
anlatıyor.
Eğer Allah’a değil de yeryüzündekilere,
insanların çoğunluğuna itaat ederseniz, baba, ana, eş, dost, menfaat, çevre ve
piyasaya uyarsanız, onlar saptırırlar sizi diyor Rabbimiz. Üstelik bu söz
peygambere söyleniyor. Peygamberini kendisi desteklediği halde ve onun sapması
mümkün olmadığı halde Rabbimiz onu bile uyarıyor. Bu desteğine rağmen bu
istikâmetine rağmen Allah’ın Resulü bile azıcık Allah’a kulluktan taviz verip
onlara meylediverse, onu bile saptırırlar diyor Rabbimiz.
Toplumu ve ekseriyeti dinlemeye
kalkıştığımız zaman bizi ke-sinlikle haktan saptıracaklarını unutmamalıyız.
Çünkü hakka istinat etmeyen çoğunluk zanna uymaktadır. Her hangi bir bilgiyle,
hakka is-tinat eden bir ilimle değil, sadece zan ile hükmediyorlar, zanla
hareket ediyorlar. Onlar gerçek bilgiyi reddetmişler, vahyi reddetmişler,
Allah’ı ve Allah’tan gelen bilgiyi reddetmişlerdir. Sadece zannı ve yalanı temel
kabul edip hayatlarını ona bina etmişlerdir. Bunlar zanna tâbi olduklarından
bugün bir kanun yaparlar, ertesi gün tamamen aksine bir görüş ortaya koyarlar.
Bugün güzel dediklerine yarın çirkin derler. Meselâ dün bu çoğunluk, doğan bir
çocuk en az altı ay anasını emmeli diyordu, şimdi ise imal ettikleri mamaları
satılsın diye çocuk annesini hiç emmemeli diyorlar. Şu şöyle olmalı, bu böyle
olmalı diyorlar ve dediklerinin tamamında da sadece zanna uyuyorlar ve
atıyorlar. Öyleyse kesinlikle İslâm’da çoğunluğa uymak
yoktur.
Efendim ne yapalım herkes böyle
düşünüyormuş, herkes böyle yaşıyormuş, herkes çocuklarını filan filan okullara
gönderiyormuş, herkes şöyle giyiniyormuş, böyle soyunuyormuş bunların hiç birisi
bizi ilgilendirmez. Çünkü bunların hiç birisi bizi cennete götürecek yollar
değildir. İnsanlar böyle düşünüyor diye, insanlar şöyle yaşıyorlar diye eğer biz
de onlar gibi düşünmeye, onlar gibi yaşamaya kalkarsak o zaman unutmayalım ki
sonunda biz de o çoğunluğun gittiği yere gitmek zorunda kalacağız bunu hiç bir
zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Sadece yaşadığımız bölgede değil, şu
anda dünya üzerinde altı yedi milyar insan yaşıyorsa bile ve bunların tümünün
istediği, razı olduğu ve arzu ettiği bir sistemi oturtmak zorundayız deseler
bile, Rabbimizin âyetine göre bu caiz değildir. Madem ki çoğunluk böyle istiyor,
madem ki toplum böyle istiyor, madem ki insanlık böyle istiyor öyleyse biz de bu
insanların yaptıklarını yapmak zorundayız düşüncesinin bâtıl olduğunu anlatıyor
Rabbimiz. Çünkü çoğunluk ölçü değildir. Çoğunluk için istenmez, Allah için
istenir. Çoğunluk için yapılmaz, Allah için yapılır. Bir amelin yaptırıcı Allah
değilse, kim olursa olsun o amel bâtıldır.
Rabbimiz diyor ki ey kullarım! Dünya
üzerinde çoğunluğun ya da azınlığın istediği, razı olduğu bir hayatı yaşamayı
kabul ederek bir dünya yaşarsanız, hayat programınızı buna bina ederseniz bu
size asla felah getirmeyecektir. Tüm dünya insanlığı Müslüman olsa bile, ya da
tüm dünya kâfir olsa bile bize düşen onların çoğunluğu adına bir hayat yaşamak
değil, Allah adına ve Allah’ın belirlediği biçimde bir hayat yaşamaktır. Çünkü
şunu asla unutmayalım ki yeryüzündeki in-sanların tamamı kâfir olsa da onların
içinden bir tek insan Allah’ın is-tediği hayatı yaşadığı zaman nasıl cennete
gidecekse, bunun zıddını yapan bir kimse de cehenneme
gidecektir.
117. «Doğrusu Rabbin, yolundan
kimin saptığını daha iyi bilir. Doğru yolda olanları da en iyi O bilir.
„
Muhakkak ki Allah yolundan,
dininden sapanları da, o yol üzere, hidâyet üzere olanları da en iyi bilendir.
Sapanı da, sapıtanı da, hidâyette olanı da en iyi bilen Allah olduğuna göre bize
düşen de öy-leyse her şeyi bilen âlim ve her şeyden haberdar olan Habîr olan,
Ha-kîm olan Allah’ın yargısını, değerlendirmesini temek kabul edip O’nun dediği
gibi yaşamaktır. İnsanlar ister çoğunluk olsunlar, ister azınlık olsunlar
onların hiç birisinin hüküm verme ve değerlendirme hakları da, güçleri de
yoktur. Tüm yeryüzü insanlığı toplansalar hattâ cinleri de yardıma çağırsalar,
şu iyidir, şu kötüdür, şu haktır, şu bâtıldır demeye hakları yoktur. İyiliklerin
ve kötülüklerin tespitinde, hakkın ve bâtılın tespitinde kıstas insanlar değil,
toplum değil vahiydir. İnsanlar hidâyete mi erdiler, cennet yolunu mu buldular,
cehennem yolundan mı kaçmayı becerdiler bunu en bilen, eksiksiz bilen, yanılmaz
bilen Allah’tır. Her şeyi tam bilen Allah elbette hayata karışmaya tam
yetkilidir. Onun hayata karışma yetkisine sınır yoktur ve bu yetki Onun Rab ve
İlah oluşunun ta kendisidir.
Çünkü
insanlar ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir zaman geleceği hesap edemedikleri gibi,
yarını göz önünde bulunduramadıkları gibi, kâinat planında da düşünme imkânına
sahip değillerdir. Evet insanlar yarını asla hesaba katamazlar. Bugün iyi
bildikleri bir şey bin yıl sonra kötü görülebilir. Veya burada iyi görülen bir
şey dünyanın başka bir ikliminde kötü görülebilir. Yarınları hesaba katma ve
kâinat planında düşünme imkânına sahip olan sadece Allah’tır. O halde nasıl olur
da böyle ellerinde bir yetkileri bulunmayan insan topluluklarının çok
olanlarını, çokluk tarafında olanlarını tanrı makamında kabul edip onların
istediği bir hayatı yaşayalım? Nasıl olur da Allah’ın istediği hayatı terk
ederek çoğunluğun istediği bir hayatı yaşamaya razı olarak şirke
düşelim?
Evet ne insanların ne de kendimizin
değerlendirmeye, değer yargısı ortaya koymaya hakkımız yoktur. Buna böylece
inanmak zorundayız. O zaman neye göre hareket edeceğiz? Allah’ın yasalarına ve
Allah’ın değerlendirmesine göre hareket edeceğiz. Çünkü hidâyeti ve hidâyette
olanları en iyi bilen Allah’tır. Yolu en iyi bilen Allah’tır. Sapıklığı da
sapanları da en iyi bilen Allah’tır. Hidâyette olanı da dalâlette olanı da en
iyi bilen O’dur. Öyleyse hayatımızı sadece O’na soracak ve sadece O’nun istediği
bir hayatı yaşayacağız başka çaremiz yoktur.
İşte bakın hayatlarını sadece Allah’a
sorarak, Allah’ın değer yargılarına göre bir hayat yaşamaya karar vermiş
Müslümanlara, bu hükümlerinden, bu değer yargılarından birini şöylece ortaya
koyuyor Rabbimiz. Ya da Rabbimizin hayata karışıcı tek Rab ve İlah oluşunun bize
yansıyan bir yönü:
118. “Allah'ın âyetlerini inanıyorsanız,
üzerine Allah’ın adı anılmış olan şeyden yiyin.”
Allah’a, Allah’ın değer
yargılarına, Allah’ın sizin adınıza aldığı kulluk maddelerine inanıyorsanız,
üzerine Allah’ın adının anıldığı şeylerden yiyiniz. Eğer Allah’ın âyetlerini
iman iddianız varsa, eğer o âyetlerin sizi Allah’ın tek Rab ve İlah oluşu
gerçeğine götürdüğünü kabul ediyorsanız, böyle bir imanın, emanın altında,
güvencesinde ol-duğunuzu iddia ediyorsanız haydi öyleyse Allah’ın adının
anıldığı şeylerden yiyin. Yâni yemek olarak size sunulan, önünüze konulan şeyler
eğer Allah adına, Allah’ın adıyla, Allah gündemde tutularak hazırlan-mış,
getirilmiş, konulmuş, sunulmuş, ikram edilmişse ancak ondan yiyin. Değilse Onun
adının anılmadığı, zikir konusu yapılmadığı, gündemde tutulmadığı şeylerden
yemeyin. Bunu aşağıda gelecek 121. âyet şöyle anlatacak:
“Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş
hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytanlar
sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat ederseniz
şüphesiz siz müşrik olursunuz.”
En’âm 121)
Öyleyse, buraya kadar anlatılanları
anladıysan, haydi ancak Allah’ın adının anıldığı, Allah adının gündemde
tutulduğu şeylerden yiyin. Eğer Allah’ın âyetlerine inandığınızı iddia
ediyorsanız. Eğer si-zin imanınızı, düşüncenizi, bakışınızı, eylemlerinizi,
hayatınızı Allah’ın âyetleri düzenliyorsa böyle yapmak zorundasınız. Hakem
olarak, ha-kim olarak, Rab ve İlah olarak Allah size haber veriyor. Benim adım
gündemde tutularak hazırlananlardan yiyin.
Peki acaba bu koyunun, ya da sığırın
kesimi esnasında besmele çekilmeyi mi anlatır? Evet, ayan beyan öyledir. Ama işi
biraz da-ha genellersek; eğer bir şey yama konusuysa, sizin içinse, önünüze
getirilmişse, ister kendiniz hazırlamış olun, isterse birileri sizin için
hazırlamış olsun, onun orada var kılınması, önünüze konulması Allah namı
hesabına değilse yemeyin ondan. Yâni onun ikramı Allah’tan dolayı değilse
kesinlikle yemeyin onu.
Neyi yiyeceğiz, neyi yemeyeceğiz? Bu
konuda bir probleminiz varsa, elbette bunu en iyi bilen Allah bakın şöyle
buyuruyor: Kesilen hayvanlardan üzerine besmele çekilmiş, yâni Allah adına,
Allah namına, Allah için, Allah’ın rızasına uygun olarak kesilmiş olanlardan
yiyin eğer mü'min iseniz. Eğer Allah’a teslim olmuş, O’nun yasalarına, O’nun
değer yargılarına, O’nun sizin adınıza aldığı kulluk maddeleri-ne teslim
olmuşsanız Allah’ın dediğini temel kabul edin, mutlak doğru
bilin.
Rabbimiz bu konuda, her konuda benim
dediğim geçerlidir buyuruyor. Ben benim dediğim gibi isterim buyuruyor. Hayata
tek yet-kili benim diyor. Benden başka hayatınıza karışacak yoktur diyor. Ve
bunun bir açılımı olarak da; buyurun işte hayvanlar, işte yiyecekler. Eğer ben
dedi diye sofranızda var kılınmışsa bütün bunlar, haydi on-lardan yiyin. Eğer
önümüze konanlar Allah adına, Allah adının gündemde tutulmasının sonucu ise
ondan yiyeceğiz, değilse yasaktır. Önümüze konan hayvanlar eğer para adına,
tâğutlar adına, putlar adına, birilerinin memnun edilmesi adına kesilmişse onlar
yenmeyecektir. Aslında kesilen hayvanlar açısından Allah adına kesilenlerle
başkaları adına kesilenler arasında bir fark yoktur. Fark bizde olacaktır. Biz
Allah dedi diye, Allah böyle istedi diye birisini kabul edip diğerini
reddedersek o zaman kul olacağız. Yaptığımız bu eylem bizim adımıza kulluk
olacaktır. Çünkü bizim hareket noktamız Allah’ın rızasıdır. Bizim tüm
eylemlerimizin tek yaptırıcısı Allah’tır. O yap derse yaparız, yapma derse terk
ederiz. İşte böyle yapan kişiye müslüman denir. Tümüyle iradesini Allah’a teslim
eden kişi müslümandır.
Yok eğer Allah’a değil de şeytanlara
teslim olduysanız, o zaman onların vahiylerini uygularsınız. Önceki âyetlerde
anlatmıştı Rab-bimiz, şeytanlar da farklı vahiylerde, farklı yorumlarda
bulunuyorlardı. Diyorlardı ki insan ve cin şeytanları; Nasıl oluyor da Allah’ın
öldürdükleri yenmiyor da bizim kestiklerimiz yeniyor? Nasıl oluyor da vadesiyle
ölen, yâni Allah’ın öldürdüğü hayvanlar yenmiyor da, bizim kesip öldürdüklerimiz
yeniyor? diyorlardı. İşte bu konuda onların değer yargıları, onların vahiyleri
buydu. Şeytanlar da bu vahiylerini, bu yorumlarını insanlara ulaştırmaya ve
insanları etkilemeye çalışıyorlardı. Nelerin yeneceği, nelerin yenmeyeceği
konusunda şeytanların da vahiyleri vardır. Ama hayatını Allah’ın değer
yargılarına göre yaşamaya karar vermiş Müslüman ne Mecusilerin, Mecusi
şeytanlarının, ne müşrik şeytanların, ne hıristiyan ve yahudi şeytan dünyanın
vahiylerine kulak vermeyecektir. Müslüman sadece Allah vahyine kulak veren
insandır. Kim ne derse desin önemli olan Allah’ın helâl dedikleri helâldir,
haram dedikleri de haramdır. Bir önceki âyette de ifade ettiğimiz gibi haramı ve
helâli belirleme hakkı sadece Allah’a aittir başka hiç kimsenin bu konuda söz
söyleme hakkı yoktur.
İşte bu konuda tek yetkili makam diyor
ki; üzerine besmele çe-kilmiş hayvanları yiyin. Öyleyse kesilen hayvan üzerine
besmele çekilerek kesilmiş, Allah adına, Allah’ın meşru gördüğü bir biçimde
kesilmişse o hayvan helâldir, değilse o hayvan haramdır.
"O size ölü hayvan etini, kanı, domuz
etini, ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvan etini haram
kılmıştır."
(Bakara 173)
Helâl olan şeyler çoktur. Onun için
helâller tek tek sayılmaz. Ama buna mukabil haramlar az olduğu için isimleri tek
tek belirtilir. Yâni haramlar sayılır ve haram olduğu belirtilenlerin dışında
kalan ların hepsinin helâl olduğunu
anlarız. Onun içindir ki bir şeyin helâl oluşuna delil istemez, haram oluşuna
delil istenir.
Bakın burada sayılan haramlar
şunlardır:
1- Meyte yâni lâşe. Kendiliğinden ölmüş
veya şer’î bir usulle kesilmemiş hayvanlar lâşe hükmündedir ve yenmez. Yâni
Müslüma-nın besmele çekerek veya ehl-i kitabın kestiklerinin dışındaki hayvanlar
haramdır.
2- Kan necistir ve yenilmesi haram
kılınmıştır. Ancak bu âyette sadece kandan genel olarak söz edilmiştir. Fakat
En’âm sûresinde bu konu biraz açıklığa kavuşturulmuştur.
"Akan kan size haram kılındı."
(En’âm 145)
Buyurulmaktadır. Öyleyse haram olan
akan kandır. Değilse et ve kemik içinde kalan kan haram değildir. Bir de
Rasulullah’a izâfe edilen ama kimilerince zayıf kabul edilmiş bir hadis-i
şerifte: "Benim için iki ölü ve iki kan helâl kılındı.” İki ölü, balık ve çekirge, iki kan ise dalak
ve karaciğerdir.
3- Domuz eti haramdır. Domuzun sadece
eti değil yağı, kılı, derisi, kemikleri her şeyi haramdır.
4- Allah’tan başkaları adına kesilen
hayvan da haramdır. Meselâ filan türbede filan kişi adı zikredilerek veya işte
başkan için, bakan için, reisi cumhur için diyerek bunların adına kesilen
hayvanlar haramdır. Allah için ve Allah’ın meşru gördüğü bir niyetle kesilen
hay-vanlar keserken de Allah adı anılarak kesilirse bu haram
değildir.
"Ama her kim de mecbur kalır ve
yemediği takdirde öleceği muhakkak olursa"
"Başkasının hakkına tecavüz etmediği
sürece"
Yâni kendisi gibi zaruret içinde
bulunan diğer birisinin ölümünü önleyecek kadar elinde bulunana saldırmamak ve
onun ölümüne sebep olmamak kayd u şartıyla bir. Bir de:
"Taşkınlık yapmadığı
sürece."
Yâni ölmeyecek kadar yediği, zaruret
ölçüsünden fazlasına uzanmadığı müddetçe.
"Ona da bir günah yoktur. Çünkü Allah
bağışla-yandır, merhamet edendir."
Böyle darda kalmış, zaruret içinde
bulunan kimse için bunlar-dan hangisini bulursa zaruret miktarı, yâni diri
kalacak kadar, ölme-yecek kadar yemesinde bir beis yoktur.
Hani fıkıhtaki:
"Zaruretler haram olan şeyleri mubah
kılar."
Hükmü işte bu âyetin mânâsını
içerir.
Besmeleyle alâkalı fakihlerimizin
ifadesine göre; yenmesi haram olan hayvanlar şu şekilde
özetlenmiştir:
Allah adından başkaları için, Allah’tan
başkalarını tazim ve ululamak için onlar adına kesilen hayvanlar kesinlikle
yenmez. Bile bile besmele terk edilirse o hayvan da yenmez. Ama fakihlerimizden
bazıları eğer kesen Müslüman ise zaten onun hayatında Allah vardır, binaenaleyh
kesim esnasında ister besmele çeksin isterse çekmesin bu hayvanın yenebileceğine
hükmederlerken, bazıları da besmele çekilmeyen hayvanın yenmeyeceğine
hükmetmektedirler. Bazıları da eğer bir Müslüman unutarak besmeleyi çekmemişse
bu hayvanın ye-nileceğine hükmetmişledir.
Lâkin burada şunu ifade edelim ki, tüm
amellerde niyet çok önemlidir. Yâni yapılan bir amelde o amelin yaptırıcısı çok
önemlidir. Yaptırıcısı İslâm olmayan her şey İslâm’da bâtıldır. Unutmayalım ki
yarın her yaptığı iş konusunda sorulacak adama: Bu konuda Rab-biniz kimdi?
denilecek. Bunu yaptıran kimdi sana? Neden kestin bunu? Kim adına kestin? Neden
aldın bunu? Neden sattın? Neden yaptın bu işi? Kim dedi de yaptın? Ya Allah dedi
de öyle yaptım! diyecek adam ya da işte bilmiyorum, Zerdüşt buyurdu da onun için
yaptım! diyecek. İşte ihtiyacımdı ya Rabbi! Güzel görmüştüm ya Rabbi! Uygun
bulmuştum ya Rabbi. Veya işte bunu Firavun adına yapmıştım, bunu toplum adına
yapmıştım, bunu âdetleri memnun etme adına yapmıştım diyecek. Unutmayalım ki
yaptırıcısı Allah olmayan her iş boştur. Allah adına yapılmayanlar ne adına ve
kim adına yapılmış olursa olsunlar hepsi boştur. Hiç birisinin yarın Allah
huzurunda karşılığını istemeye hakkımız olmayacak. Hattâ bir hadis-i kutsi’de
mahza Allah-tan başkaları adına yapılanlar değil, Allah adına başkalarının da
ortak edildiklerinin bile Rabbimiz tarafından kabul görmeyeceği anlatılır.
Meselâ bir adam bir ameli yaparken hem Allah benden razı olsun, hem de başkaları
beni beğensin diye yapmışsa, Allah’a başkalarını da ortak etmişse bu amel bile
kabul edilmeyecektir. Çünkü Rabbimiz; ben ortaklıktan beriyim buyuruyor. Bir kul
hem beni hem de benim dışımdakileri memnun etme adına bir amel işlemişse ben
ondan da, onun bana ortak kıldıklarında da beriyim, o ameli bana değil ortağına
aittir, karşılığını da ondan istesin buyuruyor.
Meselâ bakın namaz, namaza kimse laf
edemez değil mi? Bunun bile yaptırıcısı Allah değilse bu bile bâtıldır. Diz
kireçlenmelerini önlemek için, jimnastik hareketi için kılınan namaz, yâni
yaptırıcısı Allah olmayan namaz da bâtıldır. Öyleyse yaptırıcısı İslâm olmayan
bütün eylemler bâtıldır.
Öyleyse söyle diyelim. Firavunlar
adına, tâğutlar adına kesilen bir hayvanın, yapılan bir amelin başında bin
besmele çekilse bile yine de bu boştur. Zaten bu tür eylemlerin başında besmele
çekmek Allah’a yol göstermek, Allah’a akıl vermek anlamına geleceği için, ya da
meşru olmayan bir niyete Allah’ı karıştırma anlamına geleceği için Al-lah’a
yapılmış en büyük bir iftira olacaktır. Birilerini ululamak adına, birilerinin
şerefini yüceltmek adına veya putlar adına kesilen bir hayvanın kesimi esnasında
bin besmele çekilse bile bu hayvan asla yen-meyecektir. Ve bu kesim işini yapan
kişiye de besmele çekiyor denmeyecektir.
119.“Size ne oluyor ki, Allah
size darda kalmanızın dışında, haram olanları genişçe anlatmışken adının üzerine
anıldığı şeyden yemiyorsunuz? Doğrusu çoğunluk, hevâ ve heveslerine uyarak,
bilmeden sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen
Rabbindir.”
Evet size ne oluyor da başında
besmele çekilerek Allah adına kesilen hayvanları yemiyorsunuz? Allah tarafından
size helâl olarak belirlenmiş, Allah yasalarına göre size helâl kılınmış bu
hayvanları yememe konusunda neden ayak diretiyorsunuz? Haram ve helâlleri
belirleme hakkı sadece Allah’a aittir. Neyin haram neyin helâl olduğunu öğrenmek
istiyorsanız buyurun Allah’ın sizin adınıza haram ve helâlleri belirlediği
kitabına ve o kitabın pratiği olan Resulünün sünnetine bakın. Bu iş insanların
yetkisinde olan, çoğunluğun elinde olan bir iş değildir. Muhakkak ki haram
olanlar da, helâl olanlar da Rabbiniz tarafından size
açıklanmıştır.
Rabbiniz kitabında her şeyi size apaçık
anlattıktan sonra sizler kendi kendinize haram ve helâller belirlemeye mi
kalkışıyorsunuz? diyor Rabbimiz. Haram ve helâl belirleme hakkı sadece Allah’a
ait iken bugün maalesef bu konu çoğunluğun elindedir. İnsanların, toplumun,
çoğunluğunun helâl dediği, güzel dediği helâl, haram dediği, yasak dediği de
haram ve yasak sayılmaktadır.
Rabbimiz buyurur ki ey yahudiler! Ey
hıristiyanlar! Ey kitap ehli olanlar! Ve siz ey Kur’an kitabıyla karşı karşıya
gelenler! Haram ve helâl konusunda ne diye Allah’a kafa tutarsınız da kendi
kendinize haram ve helâl belirlemesine kalkarsınız? Ne diye kendi kendinize
hüküm çıkarırsınız? Allah bir şeyi haram ya da helâl kılarsa ne âlâ, nerden
çıkardınız bu işi? Allah haram kılmamış da siz daha mı iyi bi-liyorsunuz?
Düşünün hayatımıza koyduğumuz haramlar. Bugün kendi hayatımıza kendi ellerimizle
koyduğumuz negatif ve pozitif haramları bir düşünün. Meselâ ne gibi haramlar?
Adam diyor ki gardaş, sen o elbiseyi giyme! Neden? Yakışmıyor. Yahu İslâm
yakıştırıyorsa sana ne bundan? Ya da ben bir daha evlenmem! diyor adam. Neden?
Toplumun baskısı var da ondan. Allah’ın baskısı yoksa sana ne? İki evlenenleri
Allah kınamıyor ve bu işe haram demiyorsa sana ne bundan? Veya diyor ki ben
böyle bir evde oturamam! Ben bunu misa firime ikram edemem! Ben aileme
böyle bir şeyi giydiremem! Neden o? Yâni neden var o yasaklar bizim hayatımızda?
Neden var o haramlar, o hürmetler? Kim koydu bu haramları? Kim haram etmiş bütün
bunları? Kendi kendimize kendi hayatınıza koyduğumuz haramlardır bunlar.
Ayrıca haramın bir de hürmet anlamını
düşünürsek, yâni do-kunulmazlık yüklediğimiz şeyler varsa. Yâni düğünde şöyle
olacak, nişanda böyle olacak, giyimde böyle olacak, sosyal ilişkilerde böyle
olacak... Şöyle saygılar, böyle eğilmeler, şöyle törenler, böyle bay-ramlar diye
kutsadığımız şeyler varsa hayatımızda, o zaman bu âyeti bir daha anlamaya
çalışacağız. Allah tüm bunları haram kılmadığına göre size ne oluyor ey kitap
ehli? Size ne oluyor ey Müslümanlar? Üstelik yasak kılınanlar da Tevrat’tan
önceydi. Siz bunu Yâ’kub oğulları olarak yapıyorsanız, ama bu iş Tevrat’tan
önceydi. Allah ondan sonra Tevrat’ı gönderdi de Hz. Yâ’kub onunla amel etti.
Veya ey bugünün ehl-i kitabı olan Müslümanlar! Eğer sizler de kitabınız ve
peygamberinizin sünnetiyle tanışmadan önce hayatınıza bir kısım yasaklar
koymuşsanız... Ama Kur’an’ı tanıdıktan sonra artık o yasakların ne anlamı kalır?
Niye hâlâ o hesabın peşindesiniz? Allah yasak demişse yasaktır, dememişse yasak
değildir.
Ama köle ruhlu insanlar hem
efendilerinin yasaklarına uyarlar, efendilerinin görüşlerine müracaat ederler.
Acaba efendim ne der bu konuda? derler, hem de Allah’ın yasaklarına uymaya
çalışırlar. İşte günümüz Müslüman köleleri de böyledir. Ama sadece efendimiz
Samed olan Allah olunca artık, Allah’ın yasağından başka yasak kabul etmeyeceğiz
demektir.
Evet Allah size haram ve helâlleri
belirlemiştir. Allah’ın ha-ramlarını haram, helâllerini de helâl bilecek ve o
istikâmette bir hayat yaşayacaksınız.
Haramları, Allah’ın haram dediklerini
de şu şartla yiyebilirsiniz; ancak bunu belirleme hakkı da yine size değil
Allah’a aittir. Bu ruhsattır ve bu ruhsatı da yine Rabbimizin yasalarından almak
zorundayız. Peki neymiş bu ruhsat? Muzdar durumda kalmış ve çaresizlik sebebiyle
yemek zorunda kalmışsanız, o haram kılınanlardan da yeme hakkımızın olduğunu
anlatıyor Rabbimiz. Bakara’daki âyet bunu anlatır. Zaruret durumuna düşmüşsek,
onsuz olmaz durumuna düşmüşsek Rabbimiz bu haramları yemeye de izin
veriyor.
Meselâ içki yasaktır. Ama susuz kalmış
ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorsak, sadece susuzluğumuzu giderecek
ve ölümden kurtulabilecek kadar ve de başka birisinin hakkına tecavüze
yeltenmeden haram olan içkiyi içebiliriz.
Evet Rabbimiz kitabında haramlarını ve
helâllerini açık açık haber verdiği halde, buna rağmen insanların çoğu kendi
zanlarına dayanarak, kendi hevâ ve heveslerine tutunarak ilimsiz bir biçimde
helâl haram belirlemeye kalkışarak insanları saptırmaya çalışıyorlar.
Mecusiler, müşrikler, yahudi ve
hıristiyan dünya gece gündüz uğraşıyorlar. Kendilerine göre haramlar helâller
belirleyerek, kendilerine göre emirler ve yasaklar belirleyerek tüm yeryüzüne
beyanatlar-da ve vahiylerde bulunuyorlar. Böylece Müslümanların zihinlerini
idlal etmeye çalışıyorlar. Mü’minleri haram ve helâl belirleme konusunda
Allah’tan koparıp kendilerine kul köle edinmek istiyorlar.
Ama bu kâfirler ne kadar uğraşırlarsa
uğraşsınlar biz Müslümanlar kesinlikle onlara uymayacağız. Kesinlikle onların
vahiylerine kulak vermeyeceğiz. Çünkü onlar bilgisizce kendi akıllarına, kendi
zanlarına kendi hevâ ve heveslerine dayanmaktadırlar. Çünkü onlar insanları
kendi sapık hayatlarına ortak etmek istiyorlar. İnsanları kendi cehennemlerine
çağırıyorlar.
İşte görüyoruz her gün ve her gece
büyük şeytanla el ele vermişler çeşit çeşit haram ve helâl belirlemeye
çalışıyorlar. Şunlar yenir bunlar yenmez! Şunlar giyilir bunlar giyilmemelidir!
Şunlar içilir bun-ların modası geçmiştir! Bu devirde şöyle yaşanır böyle
yaşanmaz! Şunlarsız olmaz! Bunlarsız hayat çekilmez! Şurada okunur, burada
okunmaz! Şöyle kazanılır böyle harcanmaz! Şu meslekler seçilir! İn-sanlar şöyle
yönetilir, bu devirde bu tür bir yönetim olmaz! Yönetime şunlar şunlar esas
alınır, bunlar, bunlar alınmaz! Hukukun temel di-namikleri şunlardır, bunlar
hukuk yönünden kabul edilmez! Eğitimin il-keleri şunlardır bunların modası
geçmiştir gibi gece gündüz insanlara vahiyde bulunarak insanları Allah
ilkelerinden uzaklaştırmak istemek-tedirler. Tüm dertleri, İnsanları Allah’a
kulluktan koparıp kendi yasala-rına, kendi hevâ ve heveslerine kul köle
edinmek.
Gece ve gündüz bu adamların, bu insan ve cin
şeytanlarının vahiyleriyle beraber olanlar, bu şeytan vahiylerinden beslenenler,
on- ların kulu ve kölesi olmaktan asla kurtulamayacaklardır. Ancak gece gündüz
Allah vahyiyle beraber olup, Allah vahyinden bilgilenenler bu şeytan
vahiylerinden kurtulup Rablerinin kulu olarak kalmayı başarabileceklerdir, bunu
asla hatırımızdan çıkarmayalım.
Muhakkak
ki Allah sapanları, taşkınları en iyi bilendir. Evet yoldan geçenler, sana
bakanlar, yemez misin diyenler, içmez misim diyenler, sana zorla ikram etmeye
çalışanlar ne için ikram ediyorlar, bunu düşünmeden yemeyeceğiz o zaman. Eğer
ikramın hedefi Allah’sa, Allah adına ikram ediliyorsa hemen yiyeceğiz, değilse
vazgeçeceğiz.
Meselâ bir koyunumuz var ve biz onu
Allah izin verdi diye, Al-lah cana ve mala hakimdir diye, Onun iznine binaen
şöyle güzelce kıbleye doğru yatırdık, önceden bilediğimiz bıçakla bismillah
Allahu Ekber diyerek kestik. Ya Rabbi senin adınla, senin izninle, sen dediğin
için, senin yetkinle, sana boyun eğiyorum diyerek kestik. Yâni so-nunda kan aktı
ve hayvan öldü. Bir başkası da aynısını yapıyor. Tutuyor, getiriyor hayvanı,
biledikleri bıçakla o da kesiyor. Lâkin o, Allah dedi diye, Allah’tan böyle bir
yetki aldık diye değil. İşte ikisinin farkı bu. Yâni işte Allah’ın hayata
karışmasının temel esprisi budur. Böyle görüntülenir bu iş. Söyleyin, bu ikisi
arasında ne fark var? Yâni bizim yaptığımız gibi Allah dedi diye besmeleyle
kesilen önceki hayvanın etiyle, Allah dedi diye kesilmeyen, ya da Allah’tan
başkası dedi diye kesilen bu sonraki hayvanın etlerinin ne farkı var? Yâni
kesimde bes-mele çekilmenin, niyet farkının dışında başka hiçbir farkı olmayan
bu hayvanların etlerinin ne farkı olacak? Hayatın tüm konuları da aslında aynen
böyle değil mi?
Meselâ Allah’a, Allah dedi diye, Kur’an
ve sünnete dayandırılarak kıyılan bir nikahla, bir birleşmeyle onun dışındaki
birleşmelerin ne farkı var aslında? Yâni erkek kadına, kadın erkeğe; ben sana
vardım, ben de seni aldım, haydi beraber olalım demesiyle, bunu Allah adına
yapıyoruz, değilse Allah izin vermemiş olsaydı asla yapmazdık diyenlerin farkını
anlayabildik mi? Veya meselâ düşünün tertemiz bir tavuk kestiniz Allah adına,
kesen de müslüman, güzel yolunmuş, şoklama filan yapılmamış, içini de çıkarmış,
temizlemiş ve güzelce pişirmiş. Tam yiyecekleri sırada bir hırsız gelip çalmış,
evine götürmüş ve çoluk çocuğuyla yiyecek. Bakın tavuk aynı tavuk. Ama önceki
sofrada iken tertemiz olan bu tavuk, beriki sofraya geçince haram olmuştur. Peki
ne farkı var? Neden birine helâl de ötekisine haram? Allah öyle dedi diye, bunun
başka bir izah tarzı yoktur.
İşte Allah’ın yetkili oluşuyla, Allah’ı
yetkili bilişle Allah’a yetkisizlik izafesinin temel espirisi budur, başka yok.
Bütün bir din, bütün bir hayat işte böyle anlaşılmalıdır. Allah tek Rab’dir,
Allah tek İlah’tır, Allah hayata tek karışandır, Allah hayata tek program
yapandır, Allah hakemdir, Allah hakimdir, Allah alîmdir, Allah istediğini
yapandır, Allah yol gösterendir. İşte Allah’ın böylece yetkili olduğuna inanan
ve Onun istediği gibi bir yaşayanlara müslüman, aksini yapanlara da kâfir denir.
Yaşantısını Allah dedi diye ayarlayanlar müslüman, Allah ayarlar, ama ben de
ayarlarım diyenler müşriktir. Ve işte hayata Allah’ın karışma yetkisini net
anlatan bir örnek sunuldu burada. O dedi diye kesilince yiyoruz, o demedi diye
kesilince de yemiyoruz.
Kâfirler işte burada müslümanları
yormaya, bunaltmaya, aldatıp saptırmaya çalışıyorlar. Geliyorlar müslümanlara
diyorlar ki; efendim besmeleyle kendi kestiğiniz, kendi öldürdüğünüz hayvanları
yi-yorsunuz, ama Allah’ın öldürdüklerini yemiyorsunuz. Bu nasıl bir iş? Sizin
öldürdükleriniz yeniyor, ama Allah’ın öldürdükleri yenmiyor? Ha-ni vadesiyle,
kendiliğinden ölen hayvanlar yenmiyor ya. Yâni kendi mantık oyunlarıyla
müslümanları şaşırtmaya çalışıyorlar. Halbuki bizim kestiğimiz de Allah’ın
öldürdüğü, Allah’ın öldürdüğü de Allah’ın öl-dürdüğüdür. Yâni ben, benim
kestiğim Allah’ın öldürdüğünden daha iyi olduğu için onu yiyorum demiyorum.
Böyle bir iddiam yok. Zaten bunu ben belirlemiş değilim ki. Hangi hayvanın,
hangi kesimle kesilmiş bir hayvanın yenileceğini, yenilmeyeceğini Allah
belirliyor. Diyor ki Rabbim; Vadesiyle, kendiliğinden, benim öldürdüklerimi
yemeyin, siz benim dediğim gibi öldürdüklerinizi yiyin. Allah böyle deyince
artık yetki Onun olarak ben, tamam ya Rabbi, can baş üstüne ya Rabbi, çünkü can
da senin, mal da senin. Cana hakim olan
da, mala hükmeden de sensin. Sen nasıl istersen öylece yaparım diyor ve sadece
Onun dediğini dinliyorum. Bu konuda, her konuda sapkınları, sapanları, haddi
aşanları asla dinlemem.
120. “Günahın açığını da
gizlisini de bırakın. Günah kazananlar, kazandıklarına karşılık şüphesiz ceza
görecek-lerdir.”
Bir de günahın açığını da
gizlisini de terk edin diyor Rabbimiz. Evet günahın açığını da gizlisini de terk
etmek zorundayız. Günah mı? Hepsini terk edeceğiz. Günahın her cinsinden uzak
duracağız. Peki günahın açığı ve gizlisinden ne anlayacağız?
Günahın açığını, yâni açıktan açığa
herkesin gözü önünde iş-lenenleri de terk edeceğiz, gizlide bir tenhada
işlenenlerini de terk edeceğiz. Umumî yerlerde işlenenlerini de, tenhâlarda
işlenenleri de terk edeceğiz. Birisi sokakta içer ötekisi evinde. Bunların her
ikisini de terk edeceğiz.
Allah’ın haram deyip toplumun da haram
kabul ettiği, açıkça bilinen günahları terk ettiğimiz gibi, Allah’ın kitabında
haram dediği halde toplumun çoğunun artık bunu yapmayan kalmadı diyerek
ya-sallaştırdıkları ve haram olmaktan çıkardıklarını da, bilinmeyen gizli
günahları da işlemekten uzaklaşacağız.
Veya meselâ zina haramdır bu bellidir.
Ama bir adam düşü-nün ki karısını boşamış. Karısı kendisine haram olmuş, ama
bunu kimse bilmiyor ve o kimse de evliliğine devam ediyor. İşte böyle kimsenin
bilmeyip de bizim bildiğimiz gizli günahları da işlemekten sakınacağız. Veya
adam oturur sofranın başına helalden kazanmış gibi yer içer, kimse bilmez onun
haramdan çalıp çırparak topladığını.
Bir günaha delâlet eden aynen onu
işlemiş gibidir. Adam diyor ki İslâm’a hizmet temel prensiptir. Binaenaleyh
kızlarımızı İslâm’a hizmet için şu şu okullara göndermeliyiz. Çocuklarımızı
devrin bilgilerinden mahrum etmemeliyiz diyerek, içinde taşıdığı niyeti
çaktırmadan, Allah’ın günahlarından birini işlemeye teşvik ediyor insanları.
İşte böyle niyeti gizli günahları işlemekten de
sakınacağız.
Evet gizli açık tüm günahları terk
edeceğiz. Unutmayalım ki mayın tarlasında geziyormuşçasına günahların üstüne
üstüne giderek bir hayat yaşayan kimseler, işledikleri bu günahların karşılığını
mutlaka göreceklerdir. O günahlarının karşılığıyla mutlaka bir gün karşı karşıya
geleceklerdir. Ondan kaçıp kurtulmaları kesinlikle mümkün olmayacaktır.
Evet böyleleri günahlarının
tümüyle cezalandırılacaklardır. Hani
adam bir suç işler affedilir, ama aynı suçu ikinci defa işleyince evvelki suç
aynen avdet eder ya, işte aynen bunun gibi ceza görecektir böyle
davrananlar.
121. “Üzerine Allah'ın adının anılmadığı
kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu
şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat
ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.”
Allah adına kesilmemiş hayvanları
yemeyin. Yâni bu kesim Allah’tan değil mi? Üzerine Allah adı anılmadı mı?
Besmele çekilme-di mi? Allah’tan dolayı değil mi? Allah’ın gündemde tutulmasının
gereği değil mi? Allah’ın bir olurundan kaynaklanmıyor mu bu kesim, ya da
önümüze sunulan bu yiyecekler? Bunlar asla yenmeyecektir. Çünkü bu fısktır,
günahtır, isyandır ve itaatten çıkıştır. Bunu icra eden fâsık olacaktır, Allah’a
itaatten çıkmış olacaktır.
Kesim işlemi esnasında bile bile
besmele çekip Allah adını anmaya yanaşmayan bir müşrikin kestiği yenmez. Eğer
hayvanı kesen kişi bir müşrikse onun kestiği yenmemelidir. Çünkü bu büyük
günahtır veyahut da dinden çıkıştır.
Ama dünkü dersimizde de
söylediğimiz gibi, bundan sadece kesim esnasında mücerret besmele çekivermeyi
anlamayacağız. Al-lah’ı, Allah’ın hayata etkin ve egemenliğinin gündemi adına
kesilenleri yiyeceğiz. Allah’ın gündemi adına olmayanları yemeyeceğiz.
Bunun biraz daha net anlaşılması
için bir örnek verelim: Meselâ sizin dinsiz, ateist bir komşunuz var. Bir gün
bahçesinde beslediği koyununu kesmeye karar vermiş. Dedi ki size; komşu sana da
ikram etsem. Hayır dediniz, yemem. Bir şartla yerim, ya kelime-i şehadet
söyleyeceksin, ya da hiç olmasa keserken bismillah diyeceksin. Adam geri durdu,
ısrar ettiniz, tekrar ettiniz ve nihayet dayanamayarak iyi hadi öyleyse diyerek
bismillah dedi ve kesti, şimdi bu adam size göre müslüman oldu mu? Kesimi Allah
adına yaptı mı? Kalpten demedi, müslüman oluyorum olarak demedi, sizin için
söyledi, sizin hatırınıza söyledi, size gösteriş için, sizi memnun etmek için
söyledi. Yiyecek misiniz bu eti? Peki ne dersiniz, nice bismillahlardan sonra
açılan kapılarda Allah’ın kesin yasakladığı para kazanma yollarıyla kazanılan
paraların ürünü ikramları kabul edecek misiniz? Bunu yerken düşünmeyecek
misiniz? Evet adam bismillah diyor. Her kapıyı açarken taze bismillah diyor. Ama
dükkanına Allah’ı karıştırmıyorsa, kazanmasına harcamasına peygamberi
karıştırmıyorsa, hayatında Allah gündemde değilse nasıl yiyeceksiniz? Öyleyse
hayvanı keserken besmeleyi çekmeyenin yemeğini yemeyin değil, hayvanı keserken,
hayatını yaşarken Allah adını gündemde tutmuyorsa yemeyin diyor. Allah dedi diye
değilse yemeyin diyor. Allah ben bu model kesime, bu model kazanmaya, bu model
hazırlamaya, bu model ikrama izin veriyorum deme şartıyla yiyeceğiz. Değilse
yenilmeyecektir. Buna göre yiyenler, yedirenler ve yenenler bir kere daha
düşünülmelidir.
Fâsık bulunduğu yerden zarar vermek
için ayrılan demektir. Fâsık lügatte itaatten çıkan demektir. Nitekim bunun için
deliğinden çıkan fareye de fuveysıka denmiştir. Fâsık büyük günahları
işleyerek Allah’a itaatten çıkan kişi demektir. Bakara sûresinin anlattığına
göre fısk şu anlamlara gelmektedir:
Allah’la yaptıkları anlaşmayı
bozmak. Allah’la anlaşma metin-
lerini imzaladıktan sonra bozmak,
bozmaya çalışmak. Yâni Allah’la anlaşma yapıyorlar: Ya Rabbi ben senin kulunum,
sen benim Rabbimsin, sadece senin dediğini yapacağım! Senden başkasının
dediklerine gitmeyeceğim! Sen ne istersen tamam! Benim hayatıma sadece sen
program çizeceksin! Ben de bu anlaşmaya sâdık kalacağıma ve karşılığında cennet
bulacağıma inanarak söz veriyorum ya Rabbi! değilse cehennem konusunun
farkındayım! diyerek Allah’a söz veriyor adam, ondan sonra da nakzediyor.
Antlaşma konusuna aykırı hareket ediyor. Evet demek ki fâsıkın birinci sıfatı
Allah’la ahdini boz-makmış. Bu ahdi şöyle de anlamaya
çalışmışlar.
2- Emirlerine itaat, nehiylerinden
kaçınmak hususunda Allah-ın kitaplarında açıkladığı konulara ait ahitlerini
bozmak demektir bu. Allah’ın dediklerini yapmamak, demediklerini, haram
kıldıklarını yapmak gibi.
Demek ki böyle Allah adı anılmadan,
besmele çekilmeden ke-sim yapmak ve de o kesimden yemek fıskmış. Ama dikkat
ederseniz âyet-i kerimede herhangi bir kesimden söz edilmemektedir. Öyleyse bunu
sadece kesimle sınırlı düşünmeyeceğiz. Bunu genel düşünece-ğiz. Yâni Allah adı
anılmadan, Allah adına olmadan yapılan tüm hazırlıklar soframıza yemek diye
sunulmuşsa bunları da asla yemeyeceğiz. Meselâ ne gibi? Meselâ yiyecek ki
hazırlanması, oraya getirilmesi, bize ikram edilmesi konusunda Allah hakim
değilse, Allah adına hareket edilmemişse, Allah’tan dolayı ikram edilmemişse
onlar da yenmeyecektir. Düşünün ki önünüze getirilen yemeğin hazırlayıcısı
onları hazırlama adına namazı terk etmişse. Düşünün ki namaza en-gel kazançların
ürünü olan yemeklerse. Namaza, zikre, Kur’an, sünnete ayrılacak zamanların
öldürücüsü olarak yapılan kazançların ürü-nü olan yemekler de Allah adına
olmayan yemekler değil mi?
Evet fıskı anlattıktan sonra Rabbimiz
fıskın kaynağı olan şeytanlara dikkat çekiyor. İnsanların sapmasında, fıska
düşmesinde şeytanların en büyük rol oynadığını anlatıyor. Tüm günahlar
şeytandan-dır. Şu anda yeryüzünde varolan kin, haset ve düşmanlıklar hep
şeytandandır. Allah’ın kullarını zikirden, Rablerinin kitabını hatırlamak-tan,
Kur’an ve sünnetle iştigalden alıkoyan şeytandır. İnsanları namazdan alıkoyan
şeytandır. İnsanların Allah elçilerini Allah ve Rab olarak düşünmelerine sebep
şeytandır. Îsâ’yı Allah makamına koyduran şeytandır. Veya müşriklere Allah’ın
meleklerinin kızlar olduğunu düşündüren ve onları saptıran yine şeytandır.
İnsanların karşısına Al-lah’tan başka secde makamları çıkarıp onlara secde
ettiren yine şeytandır. İnsanların karşısına Allah sisteminden başka sistemler
çıkarıp insanların onlara kul köle olmasını öğütleyen yine şeytandır.
Unutmayalım ki bizi Allah’a kulluktan,
bizi namazdan alıkoyan her şey şeytandır. Meselâ bir merkep kaybettin ve onu
ararken namazın mı geçti? bilesin ki o merkep senin için şeytandır. Veya meselâ
bir şey ki seni kine, düşmanlığa sevk ediyorsa o şey senin için şeytandır. Veya
bir şey ki senin ilim öğrenmene, Kur’an ve sünneti tanımana engel oluyorsa, bu
senin dükkanın olabilir, malın, mülkün, makamın, mesleğin, karın, kızın,
arkadaşların olabilir bilesin ki bunlar se-nin
şeytanındır.
Öyleyse aman şeytana dikkat edin! Zira
unutmayın ki yeryüzünde sizlerin en büyük düşmanınız odur. Ve o
şeytan:
Sizinle mücâdele etsinler diye
kendi dostlarına vahiy ederler. Hem kafalarınızda, kalplerinizde, düşünce ve
imanlarınızda şüphe ve sarsıntılar meydana getirmek, hem de kendi dostları
sizinle mücâde-lelerini sürdürsünler için sürekli vahiyde bulunurlar. Evet
şeytanlar, Allah’ın secde emrine kafa tutanlar, dostlarına, yardımcılarına,
yeryü-zünde kendi misyonlarını üstlenmiş insanlara, iki ayaklı şeytanlara
il-hamlarda bulunup süratlice onlara mesajlar ulaştırırlar. Haber merkezlerine,
dostlarına, kendilerini dinleyenlere haberler gönderirler.
Eviniz şöyle olsun, ev tefrişleriniz
şöyle olsun, perdeleriniz mobilyalarınız şöyle olsun, kazanmanız harcamanız
şöyle olsun, eğitiminiz, hukukunuz şöyle olsun, oturmalarınız kalkmalarınız
şöyle ol-sun, sofranızda şunlar şunlar bulunsun vs vs. dostlarına uygulasınlar
diye sürekli vahiy ulaştırırlar.
Tıpkı Rabbinin peygamberine, hayatın
şöyle şöyle olsun, şunları, şunları yap, ama şunlar şunlar haramdır diye vahiy
gönderdiği gibi, bu Rabler de dostlarına, kullarına uygulanmak üzere vahiy
gönderirler. Cebrâil ve Allah’ın Resulü nasıl ki Allah’tan gelen vahyi kendi
aralarında birbirlerine tekrar ediyorlarsa, bu vahiy programlarını seyredenler
de birbirlerine bu programları anlatıyorlar bugün. Ve Rasu-lullah’a gelen vahyi
sahâbe birbirlerine nasıl aktarıp, birbirlerini nasıl bilgilendirmeye
çalışıyorlarsa bugün bakıyoruz ki bu şeytan vahiylerini seyredenler de
sabahleyin birbirlerine bu programları anlatıp duyuruyorlar. Seyrettin mi? Bu
gece filan filana şöyle yaptı, filan filana şunu dedi diyerek şeytan vahiy
programlarının gündem maddelerini bir-birlerine
aktarıyorlar.
Âyetin nüzûl sebebiyle alâkalı
âlimlerimiz bize şunu anlatır: Medineli yahudiler din konusunda, Allah konusunda
ve peygamber bilgisi konusunda kendilerinin akıl hocası konumunda bulunan
yahu-di bilginleri, yahudi Hahamları Mekke’deki müşriklere vahiy aktarıyorlar,
bilgi ulaştırıyorlardı. Diyorlardı ki sorun bakalım o Müslümanlara. Allah’ın
öldürdüğü hayvanı niçin yemiyorlar da kendi kesip öldürdükleri hayvanları
yiyorlar? Olacak şey midir bu? Allah’ın kesip öldürdüğü yenmiyor, insanların
kesip öldürdüğü hayvanlar yeniyor diyerek onlara akıl vermeye çalışıyorlar,
vahiy ulaştırmaya çalışıyorlardı. İşi mantık oyununa dökmeye çalışıyorlardı.
Ya da başka bir rivâyete göre
İranlı Mecusiler ulaştırıyordu Mekkeli müşriklere bu vahyi. O dönemim
şeytanları, yahudiler, hıris-tiyanlar ve Mecusiler vahy ediyorlardı dostlarına,
peygamber karşı-sında mücâdeleyi sürdürsünler de Müslüman olmasınlar diye. Aman
peygamber karşısında şöyle yapın, böyle davranın diye birlikte kararlar almaya
çalışıyorlar ve birlikte hareket imkânları arıyorlardı dostlarıyla. Birlikte
Müslümanlarla mücâdele ortamı arıyorlardı. Dostlarına Müslümanlarla mücâdele
metotları ulaştırmaya çalışıyorlardı.
Bakıyoruz bu şeytanlar hiç değişmemiş.
Bugün de bu insan ve cin şeytanlarının el ele vererek şu andaki yeryüzü
Müslümanlarıyla mücâdelede birlikte hareket kararları alıyorlar. Müslümanları
terörist ilân ederek birlikte terörle mücâdele kararları alıyorlar, anlaşmalar
imzalıyorlar. Halkı Müslüman olan ülkelerdeki dostlarına, o Müslümanlarla
mücâdeleye devam etsinler diye vahiyler ulaştırarak akıllar veriyorlar. Aman şu
İslâmî gelişmeye dikkat edin! Aman şu hareketi ne yapıp, yapıp bastırın! Aman
şunları, şunları yok edin! Kapatın! Susturun! diyerek onlara fikir babalığı ve
şeytanlık yapmaya çalışıyorlar.
Ey Müslümanlar! Ey Allah vahyine mahzar
olanlar! Eğer sizler size gelmiş Rabbinizin vahyi dururken bu vahyi bırakır da
onlara kulak verir, onların vahiylerine kulak verir, onların yayınlarını
izlemeye devam ederseniz, onlara itaat etmeye kalkışırsanız şunu kesinlikle
unutmayın ki çaresiz siz de onlar gibi müşrik olmak zorunda kalırsınız,
kalacaksınız diyor Rabbimiz. Aynen onlar gibi inanmaya, aynen onlar gibi
düşünmeye ve aynen onlar gibi yaşamaya mecbur olacaksınız diyor Rabbimiz.
Onların tarzı telakkilerini, onların hayat anlayışlarını, onların haram helâl
anlayışlarını kabul ederek aynen onlar gibi şirke düşeceksiniz diyor
Rabbimiz.
Evet ey Müslümanlar! Çok dikkat etmek
zorundayız. Bu şey-tanların vahiylerine kulak veren Müslümanlar, gece gündüz bu
şeytan vahiyleriyle ve yayınlarıyla beslenen Müslümanlar! Rabbimizin ifadesi
gerçekten çok vahimdir. Onlar da aynen onlar gibi müşrik olmak zorunda
kalacaklardır diyor. O zaman Allah için çok ciddi düşünmek zorundayız. Bu şeytan
vahiylerini evlerimize bastırmamalıyız. Çoluk çocuğumuzu bu şeytan vahiylerinin
eline bırakmamalıyız. Bununla beraber Allah vahyine de çok sıkı tutunmak
zorundayız. Tıpkı sihirbazların sihri karşısında vahye tutunup sihirlere
kapılmaktan kurtulup zafere ulaşan Hz. Mûsâ gibi biz de bugün Kur’an’a çok ciddi
sarılmak zorundayız. Eğer bu şeytan yayınlarına karşı kulaklarımızı çok iyi
tıkar, Allah vahyine de çok iyi açarsak kesinlikle bilelim ki bu şeytanların
bize karşı yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. Biz Allah’ın vahyiyle donanırsak,
vahiyle silahlanır ve biz güçlü olursak, güç kaynağıyla irtibat kurabilirsek tüm
dünya şeytanlarının yapabilecekleri bir şey yoktur. Ama:
122. “ Ölü iken kalbini
diriltip, insanlar arasında yürürken önünü aydınlatacak bir nûr verdiğimiz
kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp çıkamayan kimsenin durumu gibi midir?
Kâfirlere de, işledikleri güzel gösterilmiştir. ”
Bir insan düşünün ki ölü. Bir
insan düşünün ki ruhen ölü, bedenen ölü. Bir insan ki ruhtan, Allah’tan,
peygamberden, kitaptan, vahiyden habersiz. Hayatı bilmiyor, mematı bilmiyor.
Hayrını bilmiyor, şerrini bilmiyor. Yaptığı neye yarıyor, yapmadığı neye yarıyor
farkında değildir. Allah diyor ki böyle ölü iken kendisine hidâyet vererek
dirilttik. Yâni kâfirken Müslüman yaptık diyor. Artık dirilmiştir. Tıpkı kupkuru
bir toprağın Rahmânın rahmetiyle dirilip canlandığı gibi. Artık vahyin,
hidâyetin dirilttiği bu kişi Allah’ı tanıyor, kitabı tanıyor, peygamberi
tanıyor, kendisini tanıyor, çevresini tanıyor hayatı tanıyor, ölümü tanıyor,
varlık gayesini tanıyor.
Evet biz onu dirilttik ve bir de ayrıca
ona bir nûr verdik. Ona rehberlik edecek, yaşadığı hayatta onun yolunu
aydınlatacak, hayatı boyunca onu yalnız bırakmayacak bir kitap, bir peygamber
verdik. Artık yaşadığı hayatta insanlar arasında o nûrla, o kitapla, o vahiyle
yürüyor ve o nûr onu karanlıklar arasında bırakmayıp aydınlığa çıkarıyor. Nûr
ile bakabiliyor çevresine. Nûr ile değerlendirebiliyor hadiseleri. Ne yaptığını,
ne yapmadığını, yaptığının neye yaradığını, yapmadığının ne anlama geldiğini
bilebiliyor. Lehine ve aleyhine olanların farkındadır. Çünkü artık nûru vardır
onun. Nûr sahibidir. Nûrla bakabilmektedir artık. Farz edin ki evinizde bir anda
elektrikler gitti ve karanlıkta kaldınız. O anı bir gözünüzün önüne getirin.
Sonra bir mum buldunuz ve yaktınız. Bir anda etrafınız aydınlanıverdi. İşte
böyle ölü iken vahiyle dirilttiğimiz, kâfirken hidâyetle Müslüman yaptığımız bu
adam hiç karanlıkta kalan bir adamla bir olur mu?
Allah nûruyla aydınlanan, Allah nûruyla
gören bir mü’min el-bette karanlıklar içinde bocalayan bir kâfir gibi
olmayacaktır. Allah nûruyla aydınlanan mü’min yemek yerken hayrını şerrini
görebile-cektir. Komşusuna bakınca ona karşı görevleri aklına gelecektir.
Âyet-i Kerimede iki insan tipi mukayese
ediliyor. Erbab-ı ilim arasında sûrelerin, âyetlerin faziletleri, nüzûl
hikmetleri hususunda bazı çalışmalar olmuştur. Hattâ bu hususta insanlar bu sûre
ile, bu âyetlerle meşgul olsunlar diye o sûre veya âyetler hususunda hadis
uyduranlar bile olmuştur. Bizzat kendileri bunu itiraf
etmişlerdir.
Abdullah İbni Mesud derki: Kur’an’da
hiçbir âyet yok ki onun nerede? Kimler hakkında? Hangi hadise üzerine indiğini
bilmiş ol-mayayım. Ümmetin bahri denilen bu büyük sahâbe hakkında Allah’ın
Resulü dua etmişti de Allah onu dinde fakih
yapmıştır.
Aslında Kur’an’daki âyetlerin tümü
herhangi bir hadise üzerine inmemiştir. Ama bir çoğunun belli bir hadiseyle
alâkalı olarak indiğini biliyoruz. Meselâ bir ifk hadisesi olmuştur. Rasulullah
bir ay kadar beklemiş ve o hadiseyle alâkalı âyetler gelmiştir. Veya Ebu Leheb
İslâm’a ve Rasulullah’a taş atmıştır da akabinde Tebbet sûresi gelmiştir. Veya
bir kadın "Ümmü Cemil" Rasulullah’a gelip şeytanın seni unuttu demiştir de Duhâ
sûresi gelmiştir. Veya Mekke’nin fethine dair bir âyet gelmiştir... Fakat
Kur’an’da öyle âyetler vardır ki hiçbir hadise, hiçbir beklenti olmadan
gelmiştir bu âyetler.
Nüzûl sebeplerini bilmek usul açısından
o âyetlerin mânâla- rını
anlamakta yardımcı olur. Ama bu âyet bunun için inmiştir, bu âyet sadece bu
olayı aydınlatmak için gelmiştir dersek o âyeti o döneme, o vakaya hasretmiş ve
gömmüş oluruz ki bu İslâm dışı bir anlayıştır. Zira o âyet o dönemde vuku bulmuş
bir hadise üzerine inmiş olsa da kıyâmete kadar olabilecek benzer tüm olay ve
insanları ilgilendirmektedir. İslâm bu şekilde inanmayı ve düşünmeyi
gerektirir.
Meselâ Cenâb-ı Hak ilk emir olarak
Kur’an’da Rasulullah’a oku demiştir. Rasulullah o gün okumuş ve kıyâmete kadar
okunacaktır. Bu okuma emri sadece o dönemle veya sadece Rasulullah’ın şahsıyla
alâkalı bir emir değil, kıyâmete kadar bizimle de ilgili bir emirdir. Yine
Rasulullah’a Müzzemmil sûresinde kıyam emredilmiş, kı-yâmete kadar bu emir devam
edecektir.
Bu âyette de iki nüzûl hikmeti
anlatılır.
1- Birinci rivâyet Allah’ın Resulü
Kâbe’nin avlusunda namaz kılarken Ebu Cehil bir devenin işkembesini onun
omuzları üzerine koyar. Hz. Fatıma Rasulullah’ın omuzlarından onu kaldırabilmek
için uğraşır. Durum Hz. Hamza’ya intikal edince Hz. Hamza, Ebu Cehili hırpalar
ve bu hadise üzerine bu âyetler iner. Yâni bu rivâyete göre burada anlatılan
ölü, Allah’ın Resulüne bu tür bir tavırda bulunan Ebu Cehildir, Allah’ın
kendisini vahiyle dirilttiği de Allah’ın Resulüdür.
2- İkinci rivâyet ise şöyledir. Ammar
ve Ömer’in İslâm’la dirilmesine mukabil Ebu Cehil’in ölümünü anlatır bu âyet
denmiştir. Va-hiyle diyalog kuran birileri onunla dirilirken, ondan mahrum kalan
bi-rilerinin ölülüğü anlatılıyor denmiş.
Kimin hakkında ve hangi olayla ilgili
olursa olsun kıyâmete ka-dar âyet bize hitap etmektedir ve
edecektir.
Ölü iken kalbini dirilttiğimiz adam,
hiç karanlıkta kalan kim-seyle bir olur mu? dendikten sonra, bu insanın
sıfatları sayılıyor ve deniliyor ki; biz ona bir nûr verdik de o nûrla
insanların arasında yü-rüyor. Yâni bir insan düşünün ki önce ölüdür. Ama bu ölüm
canın bedenden ayrılışı şeklinde bir ölüm değildir. Canları bedenlerindey-ken
ölüdür bu kâfirler. Akif bunlar için namaz kıldığı caminin imâmına şöyle
diyordu:
Hoca bunları canlı zannetme
sakın. Bunlar meyyit-i müteharrike lerdir.
Kişi eğer vahiyle, Allah’la, peygamberle
beraber değilse, Kur’-an’dan, peygamberden ve onun ashabından örnek alacak kadar
onlarla yakınlık kurmuş değilse, Rasulullah’ın ve sahâbesinin tatbikatını
bilmiyorsa ölüdür. Kur’an’dan ayrı kalması sebebiyle ölüdür o insan.
Rasulullah’ın hayat veren çağrısına uymamışsa hayattan mahrumdur o insan. Çünkü
Rabbimiz Enfâl sûresinde öyle diyordu:
"Ey inananlar! Allah ve Peygamber,
sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman icâbet
edin."
(Enfâl 24)
Âyet-i kerimeden da anlıyoruz ki Allah
ve Resulünün çağırdığı şey hayat veren şeydir ve ondan mahrum olanlar da ölüdür.
Yine biliyoruz ki Kur’an’ın bir adı da ruhtur ve bu ruhla ilişkisi kesilmiş
insan ölüdür. Zaten irtidat eden, Kur’an’la irtibatını kesen kişi ruh hakkını,
hayatiyet hakkını kaybettiği için İslâm’da ölümü hakketmiş insandır. İşte böyle
vahiyle, ruhla tanışamamış bir ölüyle, vahiyle dirilmiş kimse bir olur mu? diyor
Rabbimiz. Nûr sahibi bir Müslüman ile bu nûrdan mahrum olan kâfir bir olur mu?
Eline el feneri verilmiş ve onunla yürüyen bir adamla, karanlıkta el yordamıyla
düşe kalka yürümeye çalışan insan hiç bir olur mu? Elbette bu ikisi bir
olmayacaktır.
Kur’an ve sünnetle hareket eden, kitap
ve sünnet nûruna sahip olan kişi meselâ evine bir misa fir geldiği zaman hiç şaşırmaz.
Çünkü elinde nûr var onun. Kur’an ve sünnete sorma imkânı vardır. Sorar kitaba,
sorar peygambere: Ya Rasulallah ben bu misa firlerime ne ikrâm edeyim?
Bunlara ne anlatayım? Nasıl davranayım? Allah’ın Resulü kendisine ne tarif
ettiyse, nasıl tarif ettiyse veya Allah’ın Resulü hayatında evine gelen
misa firlerine ne ikram ettiyse, nasıl
ikram ettiyse, nasıl davrandı ve neler anlattıysa onu aynen uygular olur biter.
Eğer o kimse için Allah’ın Resulü yandaki odada gibi yakınsa, her an ona
sorabilecek kadar onunla diyalog halindeyse, her an Kur’an’a sorabilecek kadar
Kur’an’a yakınsa nûr sahibidir o ve hiç bir zorluk çekmeyecektir
hayatında.
Ya da bir otobüste, trende, başka bir
şehirde, çarşıda, pazarda, insanların içinde, tenhada, evinde, talebelerinin
arasında bulunurken o anda Allah’ın kendisinden neler istediğini, o konumda
Ra-sulullah ve ashabının nasıl davrandığını bilen bir kimseyle bilmeyen bir
kimse hiç bir olur mu? Birisi çok rahat bu bildiğini uygularken, ötekisi ise o
konumda şaşırıp kalacaktır. Birisinin önü ve arkası alabildiğine aydınlık, öbürü
ise karanlıklar içindedir.
İşte iki insan tipi duruyor karşımızda.
Birisi nûr sahibi, Kur’an sahibi, diğeri zulmetler içinde bocalamaktadır. Bu iki
insan tipini ha-yatımız boyunca hep karşımızda canlı tutmak zorundayız. Meselâ
birisiyle karşılaştık diyelim. Ne diyeceğiz bu adama? Yâni değeri ne-dir bu
adamın? Ne cins bir adamdır bu? Kaç çocuğu var? Kaç evi, kaç arabası var?
Parası, Markı, Doları var mı? Diploması, doktorası var mı? Mesleği, makamı,
mansıbı var mı? Adamın değerlendirilme-sinde kesinlikle ölçü bunlar değildir.
Peki neymiş o zaman değerlen-dirme ölçüsü? Ölçü, bu adam nûrdan mı, yoksa
zulmetten yana mı? Nûr ashabından mı? Yoksa zulümat ashabından mı bu adam? Vahyi
tanıyan, vahiyle hareket bir mü'min mi? Yoksa vahiyden habersiz ha-reket etmeye
çalışan birisi mi? İşte bir adamın değerlendirilmesinde ölçü budur. Buna göre
Ebu Cehiller, Nemrutlar, Firavunlar, tüm kâfirler, kitaptan habersiz yaşayanlar
ve kıyâmete kadar bunların karakterlerini taşıyanlar karanlıkta kalmış zulmet
ashabındandırlar. Ama vahiyle hareket eden, nûrla yürüyen, tüm peygamberler ve
peygamber yolunun yolcusu olan mü'minler de nûrla hareket eden aydınlık
dünyasının üyeleridir.
Bir Ömer vardı ölü. Hayatiyeti yok.
Zulmette kalmış ve sanki kendi kendisini öldürmüş, kendi kendisini boğmuş.
Allah’ın kendisini yeryüzünde insan diye, halife diye, ahseni takvim üzere
yarattığı insanlık özelliklerinden bir eser bırakmamış üzerinde. Esfeli safiline
sü-rüklemiş kendisini. Ama böyle ölümün şahikasına doğru giderken Al-lah’ın
vahyine gönül vermiş, Allah ve Resulünün kendisini kendisine hayat vermek üzere
çağırdığı hidâyeti kabul etmiş ve diriltmiş. Ölüden diriyi, diriden de ölüyü
çıkaran Rabbimiz onu hidâyetiyle diriltivermiş. Ama bir de Ebu Cehil veya her
devirde bulunan Ebu Cehilleri düşünün ki bunlar zulmetler
içindedirler.
Evet, buraya kadar söylediklerimizi bir
özetleyelim inşallah. Allah’ın ölü iken diriltip kendisine nur verdiği ve onurla
insanlar arasında gezen bir adam ve zulümat içinde, karanlıklar içinde ve de
ondan çıkış imkânını da kaybetmiş bir adam düşünün. Bu iki insan hiçbir olur mu?
Allah’ın kendisine nur verdiği ve o nurla insanlar arasında gezen bir kişi.
Demek ki ölü ve diri mü’min ve kâfir olarak vasfedi-liyor. Diri mü’min, ölü de
kâfirdir. Öyleyse ne dersiniz? Kur’an ve sünnetle dirilmek, iman ve İslâm’la
dirilmek konusunda; hayır ben başka şeylerle diriyim diyebilenler de çıkacak mı?
Desinler, aslında zifiri karanlıktadırlar onlar ve oradan da çıkma imkânları da
yoktur onların. Ama diri olabilmek, diri kalabilmek için Allah’ın verdiği nur
ile, yâni iman ile, Kur’an ile gezmek, insanlar arasında yürümek, insanlar
arasında görünmek, görüntülenmek, insanlara bunu göstermek, duyurmak, anlatmak
gerekmektedir. Yâni bir insana Allah nur lütfedecek, Kur’an bilgisi, iman ışığı
verecek, kitapla imanla tanışacak, lâkin eğer o kişi bununla insanlar arasında
gezip dolaşmaz, insanlara bunu göstermez, tanıtmaz, öğretmez ve yansıtmazsa,
bilelim ki o zaman kendisine verilen bu nurun faydasını göremeyecektir. Öyleyse
haydi Allah’ın bize verdiği bu nurla insanlara koşalım. Karanlıkta kalmış
insanların dünyalarını aydınlatmak üzere bir tebliğ faaliyetinin içine girelim
de bu nurdan istifade etmiş olanlardan olalım Allah’ın izniyle.
Peki burada bir soru hatırımıza
geliyor. Aydınlıkta yaşamak dururken, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın vahyiyle
dünyasını da âhiretini de aydınlatmak varken, bu imkân herkes için geçerliyken
acaba bu insanlar neden karanlıklar içinde kalmayı tercih ediyorlar? Neden
ha-yatlarını zehir zindan etmeden yana oylarını kullanıyorlar?
İşte böyle. Çünkü biz kâfirlere
amellerini süslü gösterdik. Kâ-firlere, müşriklere amelleri süslü
gösterilmiştir. Daha önceki âyetin tefsirinde bu anlatılmıştı. Şeytan onlara
amellerini süslü göstermektedir. Adamlar hayatlarını güzel görüyorlar, tüm
yaptıklarını iyi görüyorlar. Yollarını yol kabul ediyorlar. Bundan daha güzel
bir hayat olmaz diyorlar. Bizim yolumuzdan, bizim hayatımızdan, bizim
yaşantımızdan daha iyisi olmaz diyorlar. Ve böylece kendilerinden emin olarak
Allah’ın dinini, Allah’ın yolunu kabule yanaşmıyorlar. Pislik içinde yaşıyorlar
ama bunu çok güzel bir hayat zannediyorlar. Oysa Allah beğenmedikten sonra bizim
amellerimizi beğenmemizin ne anlamı olacak da? Allah beğenmedikten sonra bizim
beğenmeye ne hakkımız var?
123. “Bunun gibi, her
kasabanın bir takım ileri gelen-lerini orada hile yapan suçlular kıldık. Oysa
yalnız kendilerine hile yaparlar da farkına varmazlar.”
İşte böylece biz her bir karye,
her bir kasaba, her bir şehir, her bir kent için o şehrin mücrimlerini
yarattık. Her bir şehre müc-rimlerin büyüklerini egemen kıldık. Her memleketin
ekabirlerini müc-rimlerden kıldık. Her bir beldenin ileri gelenlerini
zulmedenler kıldık. Orada hile yapıp, dümenlerle kirli işler çevirsinler diye.
Her bir bel-dede kendilerinde renk gören, kendilerini bir şey zanneden, ben de,
biz de biliriz! Biz de yaparız! Bizim de fikrimiz var! Bizim de ege-menliğimiz
var! Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet bizdedir! Biz istedi-ğimizi yaparız! diyen
azgınlar kılarız. Orada tuzak kursunlar diye, orada insanlara zulmetsinler diye,
zarar versinler diye, onları taciz etsinler diye müsaade ettik onlara diyor
Rabbimiz.
Onlar orada düzen kurarlar, plan proje
yaparlar. Ancak onlar farkına varmadıkları halde kendilerine tuzak kurarlar.
Kuyu kazarlar, kendilerine kazarlar. Sanki Allah bu tür insanlara diyor ki;
haydi buyurun, istediğiniz plan ve projeyi yapın, nasıl isterseniz öylece yapın,
size imkân ve fırsat veriyorum diyor. Ama onlar bu yapıp ettikleriyle ancak
kendilerine ederler, kendi aleyhlerine hareket ederler. Peygambere, müslümanlara
ve İslâm’a hiçbir şey yapamazlar. Peki acaba Kur’an’la beraber olan insanlar
düşünüyor mu? Söyleyin, sizin bu Kur’an’la beraberliğiniz, Allah’la
beraberliğiniz konusunda acaba bu insanlar etkili olmuşlar mı? Yâni acaba bu
adamlar böyle plan program yaptılar da onun için mi müslümanlar Allah ve
peygamberden uzaklaştılar? Kimileri hep böyle yorumlayarak ucuzculuğa gitseler
de ben öyle olduğunu zannetmiyorum. Zaten eğer ben müslümanım di-yenler zaten
Müslümanlığın temel kitabı olan Kur’an’la beraberliklerini bırakmışlarsa bu,
benim anladığım şeytan ve dostlarının plan ve projelerinden kaynaklanmıyor.
Çünkü işte Rabbimiz öyle diyor; onlar ancak kendi kendilerine plan ve projeler
kurabilirler, ancak kendi ken-dilerini batırırlar, ancak kendi kendilerini
saptırırlar, ama Kur’an’la beraber olanlara karşı yapabilecekleri hiçbir şeyleri
yoktur. Allah’ın kitabıyla birlikte olmak isteyenlere ne şeytanlar, ne azgınlar,
ne büyükler, ne küçükler bir zarar veremeyecektir.
Garip değil mi? Bugün tüm köylerde, tüm
kasabalarda, tüm şehirlerde, tüm
yerleşim birimlerinde bu tür mücrimleri görürsünüz. Demek ki bunları egemen
konuma getiren, onlara bu imkânı veren de yine Allah’tır. Onların
suçluluklarını, onların tüm zulüm ve yolsuzluk-larını onaylayan da Allah’tır.
Allah bunlara dokunmuyor ki böylece bu mücrimler diğer insanlar için bir imtihan
konusu, bir denenme vesilesi olsunlar. Böylece anlıyoruz ki hem bu mücrimler,
hem de onların zulümlerine maruz kalan diğer insanlar imtihan
edilmektedirler.
Ama âyetin ifadesiyle söyleyelim: Hem
bu Allah’ın kendilerine imkân verip güçlü konuma getirdiği mücrimler, hem de
onların zulümlerini sineye çekmiş, onların zulümlerini bertaraf etmeyi
hatırlarından bile geçiremeyecek kadar onlara boyun bükmüş zavallı insanlar, her
iki taraf da kendi kuyularını kazıyorlar. Her iki taraf da kendilerine tuzak
hazırlıyorlar. Her iki taraf da kendilerine yazık ediyorlar. Her iki taraf da
kendilerine zarar veriyorlar, zulmediyorlar. Her iki taraf da sonunda
kendilerine ediyorlar ama bunu bilmiyorlar. Zulmeden zâlimler de zâlimlerin
zulümlerine boyun büküp bunu sineye çeken mazlumlar da kendi kendilerine
zulmediyorlar. Ama şuurları da olmadığı için bunu anlayamıyorlar diyor
Rabbimiz.
Öyle değil mi? Bir memleket insanı
Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın elçisinden ve Allah’ın kendileri için
gönderdiği hayat programından uzaklaşarak zâlim durumuna gelirlerse elbette
Cenâb-ı Hak zulme hak kazanan bu insanlar için bu zâlimleri görevlendirir.
Düşününki filan adam Konya’da insanlara zulmediyor, insanların haklarını gasp
ediyor, nefes aldırmıyor, yoldan geçirtmiyor. Peki nedenmiş bu? Neden var o
adamlar? Neden zulmedebiliyor bu adamlar bu insanlara? Zira bu insanlar onları
büyük görüyorlar da ondan. Onları takmayıverseler, onları saymayıverseler,
onların üzerlerinde en küçük bir tasallutları olmayacak. Ama berikiler onları
adam yerine koydukları için, hattâ adam yerine koymaktan da öte onları yasa
koyucu tanrılar bilip, Allah’ı ikinci plana attıkları için Allah da onları
bunlara musallat etmektedir. Hani Rasulullah’a ait olduğunu söyledikleri bir
hadis vardı.
Zâlim Allah’ın kılıcıdır, Allah
onun vasıtasıyla kullarından intikam alır. Ama sonunda iş kılıcın, yâni zâlimin
kendisine gelir ve bizzat Allah da ondan intikam alır.
Bilhassa şirk sistemlerinde, şirk
ülkelerinde Allah’ın hakimi-yetini reddedip, Allah’ın kanunlarını reddedip
Allah’tan başkalarının kanunlarını yasallaştıran ve bu tanrılara kulluk etmeye
çalışan tüm demokratik ülkelerde, onların büyüklerini mücrimlerden kılıyor
Rab-bimiz. Allah’ı hayatlarından kovmaya çalışan bu ülke insanlarının ba-şına bu
tür zâlimleri musallat ediyor. Şirk toplumlarının vazgeçilmez özelliğidir bu.
Allah’ın hakim olmadığı devletlerin en üst kademele-rinde bu tür mücrimler
vardır. Hep zâlim insanlardır onların reisleri. Çalan, çırpan, soyan, sömüren,
zulmeden insan tipleridir onların tepelerindekiler. Ama hem bu adamlar, hem de
bu tür insanlara egemenlik hakkı tanıyarak onları tanrılaştıranlar -zavallı
insanlar- kendi kendilerine tuzak kurmaktadırlar. İşte zâlim bir Âd kavmi, işte
zâlim bir Semûd, işte Eyke’liler, işte bir Nuh kavmi. Ve bu zâlimlerin
karşılarında hep ezilen bir Müslümanlar topluluğu. Sonunda bakın görün ki bu
zâlimlerin hepsi kahrolup gitmişler ve geride bir avuç Müslüman ve peygamberler
kalmışlardır.
Bakın bu mücrimler ve de bu mücrimlerin
gönüllü kulları ne derlermiş:
124. “Onlara bir âyet geldiği
zaman, “Allah'ın peygamberlerine verilen bize de verilmedikçe inanmayız” derler.
Allah, peygamberliğini vereceği kimseyi daha iyi bilir. Suç işleyenlere Allah
katından bir aşağılık ve hilelerinden ötürü de şiddetli bir azap
erişecektir”
Kendilerine bir âyet geldiği
zaman, kendilerine âyetler geldiği zaman, Allah’ın elçileri kendilerine Allah’ın
âyetlerini getirip duyur-dukları zaman derler ki bu adâletsizliktir! Olmaz böyle
şey! Allah pey-gambere ne göndermişse bize de aynısını göndermek zorundadır!
Peygamberlerine gönderdiklerinden bize de göndermedikçe biz kesinlikle ona
inanmayacağız! Peygambere ne gönderdiyse? Vahiy mi geliyordu onlara? Bize de
gelmedikçe, melek mi iniyordu onlara? Bi-ze de indirilmedikçe, Allah’la mı
konuşuyorlardı o peygamberler? Biz de onunla konuşmadıkça, kitap mı okuyorlardı
onlar? Biz de aynısını okumadıkça kesinlikle biz ona inanmayacağız. Yâni hakka
inanmama konusunda kendilerine bir haklılık payesi çıkarmak istemektedirler.
Madem ki Allah’ın elçilerine gelenler bize gelmedi, mademki Allah elçilerini
bizden ayırmıştır, o halde varsın o elçiler ona inansın biz de ona iman
etmemekte haklıyız demeye çalışıyorlardı. Allah’a, Allah’ın elçilerine, Allah’ın
kitaplarına inanmayışlarına kılıf bulmaya çalışıyorlar hainler. Güya böylece
kendilerini sorumluluktan kurtarmaya çalışıyorlar. Eh ne yapalım? Allah’ın
elçilerine gelenler bize de gelseydi biz de inanırdık
diyorlar.
Halbuki ne fark edecek de? Ha
kendilerine gelmiş vahiy, ha da kendi içlerinden birisine gelmiş, ne fark eder?
Bu neyi değiştirecek de? Zaten gerçek mânâda vahyi bilselerdi bunu asla
diyemezlerdi. Değil mi ki o mesaj peygamberler tarafından kendilerine
ulaştırılmıştır. Allahu Teâlâ yeryüzünde herkesi peygamber seçecek ve herkese
ayrı ayrı vahiy gönderecek değildi ya. İnsanlardan birisini bu konuda odak nokta
seçip onların tamamının hayatına karışmak üzere vahyini
ulaştırmıştır.
Bunu tarih boyunca hep istediler Allah
elçilerinden. Her dönem toplumu peygamberlerinden istediler bunu. Ama bakıyoruz
günümüz insanları bunu istemekle beraber farklı şeyler de istiyorlar. Eh o bir
peygamberdi ve elbette öyle yapmak zorundaydı, biz peygamber miyiz ki bunları,
bunları yapalım? diyorlar. Biz peygamber miyiz ki ümmet kayıralım? Biz peygamber
miyiz ki namaz kılalım? Biz peygamber miyiz ki bu şekilde giyinelim? Biz
peygamber miyiz ki sürekli kitapla beraber olalım? Efendim elbette o
peygamberdi. Elbette onlar sahâbeydi. Biz sahâbe miyiz ki onlar gibi
olalım? Efendim elbette o İmâm Ebu
Hanife idi. Elbette o İmam Şafii’ydi. Biz nasıl onlar gibi olabiliriz? Onlar
Osmanlıydı, onlar Selçukluydu. Veya işte efendim biz hafız değiliz ki, biz İmam
Hatip mezunu, biz İlâhiyat mezunu değiliz ki, biz din dersi öğretmeni değiliz ki
vs. vs.
Evet diyorlar ki onlar peygamberdi biz
peygamber değiliz. Peygamberlik bekliyorlar beyefendiler. Kendilerinin de
peygamber ol-malarını, kendilerine de vahiy gönderilmesini bekliyorlar. Öyle
olursa biz de inanacağız diyorlar. Ama kesinlikle dertleri iman değil bu
itiraz-da bulunanların. Dertleri kendilerini iman sorumluluğundan kurtarabilmek
için mugalata yapıyorlar alçaklar.
Bunu diyen insanlara şunu sormak lâzım:
Peki acaba Allah’ın kendilerini elçi seçip vahiy gönderdiği peygamberler
kendilerine gelen bu vahiyler konusunda sizden farklı mıdırlar? Bu
peygamberlerin sizden farklı bir yönleri var mı bu konuda? Acaba bu peygamberler
ken-dilerine âyet gelmiş diye, kendilerine vahiy gelmiş diye torpilli olarak bu
âyetleri yaşamadan, bu vahye teslim olmadan sorgusuz sualsiz direk cennete mi
gidecekler? Siz peygambersiniz, siz bunlardan sorumlu değilsiniz, siz direk
cennete gideceksiniz diye bu peygamber-lerin getirdiği âyetlerin içinde bir tek
âyet gördünüz mü? Hayır. Onlar da tıpkı sizler gibi kendilerine gelen bu
âyetlerin ortaya koyduğu kulluğu icra etmekle mükellef değiller mi? Yâni sizler
tarih boyunca Allah’ın göndermiş olduğu bu peygamberlerden hiç birisinin diğer
insanlardan farklı bir hayat yaşadığını gördünüz mü? Bu insanların sorumlu
olduğu kulluğu terk eden bir tek peygamber gösterebilir misiniz? Bu peygamberler
kendileri elçi seçilmişler, kendilerine vahiy gelmiş diye kulluk yapmadan direk
cennete gidecekler de öteki insanlar cennete gitmeyecekler mi? Bunu mu demek
istiyorsunuz? Ne demek istiyor-sunuz siz?
Halbuki iman konusunda, kulluk
konusunda, cennet ve ce-hennem konusunda peygamberlerin diğer mü’minlerden
hiçbir fark-ları yoktur. Yâni Allah bizi de elçi seçseydi, bize de vahiy
gönder-seydi o zaman biz de inanırdık demeye çalışıyorsunuz. Halbuki siz de
biliyor ve kabul ediyorsunuz ki Allah’ın peygamberleri hepimizden çok Allah’a
kulluk yaptılar, Allah’a, Allah’ın arzularına, Allah’ın yasalarına ters düşme
konusunda hepimizden daha çok Allah’tan korktular. Yeryüzünde en tavizsiz, en
halis, en ciddi bir hayatı ve kulluğu ilk önce onlar ortaya koydular. En güzel
biçimde yeryüzünde kulluk örneğini onlar sergileyip bize gösterdiler. Tüm
toplumları, tüm çevreleri getirdikleri vahiyden vazgeçseler bile, yan çizseler
bile onlar yeryüzünde asla Rablerine kulluktan ve Rablerinin emirlerini yerine
getirmekten vazgeçmediler. Toplumlarının yalanlamalarına, çevrelerinin
alaylarına, akrabalarının dışlamalarına kahramanca göğüs gerdiler. Söyleyin
bakalım şimdi, peygamberlik bekleyen sizler bunların milyonda birine
katlanabilecek misiniz? Böyle bir kulluk yapmaya hazır
mısınız?
Onlar böyle yaşadılar. Eğer bizler de
onların sarıldıkları kitaba, onların uyguladıkları mesaja, onların
gerçekleştirdikleri kulluğa yönelir ve tıpkı onlar gibi Rabbimizin istediği bir
hayatı yaşamaya çalışırsak kesinlikle bilelim ki biz de onların ulaştıkları
makamlara ulaşacak, onların gittikleri cennetlere gideceğiz demektir. Ve hiç
birimizin niye onlara vahiy geliyor da bize gelmiyor diye kendimizi
sorumluluktan kurtarmaya hakkımız da yoktur.
Rabbimiz bu risâletini, peygamberliğini
kime vereceğini, bu nîmetini kime lütfedeceğini en iyi bilendir. Hangi
peygambere ne tür âyetler göndereceğini de elbette en iyi bilendir. Hiç kimsenin
ne bu konuda, ne de diğer konularda Allah’a akıl vermeye, Ona yol göstermeye
hakkı da, yetkisi de yoktur.
Şunu da unutmayalım ki bu şekilde
Allah’a kafa tutan, Allah elçilerine karşı gelen, Allah’ın takdirini ve
yasalarını beğenmeyen kimselere bu hilelerinden ve kirli işlerinden dolayı, bu
küstahça karıştırdıkları haltlarından dolayı, bu dalaverelerle insanları Allah
yolundan uzaklaştırdıkları ve saptırdıklarından dolayı alçaklık gelecektir.
Bunlar yeryüzünde alçaklığın mahkumu olacaklar. Allah gururlarını kıracak ve
alçaldıkça alçalacaklar alçaklar. Ama tabi bütün bunlar kendi yapıp
ettiklerinden kaynaklanıyor.
Terbiyesiz herifler, peygambere gelen
bize de gelmeli diyor-lar. Ya da bizim istediğimiz cinsten âyetler gelmeli
diyorlar. Daha önceki peygamberlere gönderilen özel mûcizeler gelmeli. Musa
aley-hisselâmın elindeki taştan su çıkaran, isteyince yılan olan, vurunca denizi
yaran Âsâ, Sâlih aleyhisselâmın devesi bize de gelmedikçe di-yorlar. Bir de
tamam inanalım, ama o peygambere verilenler bize de verilsin. Yâni bu mesaj
bizim de olsun, Allah neden bir tek ona gönderiyor? Bize de bir peygamberlik
versin, bize de kitap versin diyor-lar. Peygamber olma sevdasına kapılıyor
hainler. İnsanların bu mantıkla imandan yüz çevirdiklerini Rabbimiz bize
Müddessir sûresinde de anlatıyordu.
“Hayır; her biri önüne açılıvermiş
sahifeler verilmesini isterler.”
(Müddessir
52)
İsterler ki her birerine verilmiş özel
kitapları olsun. Yâni herkes peygamber olsun. Hayır hayır bunların derdi her
birerinin önüne açılmış sahifeleri, kitapları olsun isterler. Hepsinin
kendilerine mahsus kitapları olsun isterler. Yâni bunlar hepsi peygamber olsun
isterler. Hepsine ayrı ayrı birer kitap verilsin, hepsinin kendilerine mahsus
kitapları olsun isterler. Hepsi kendilerinin özel kitapları olsun ve hepsi de
kendi kitaplarına bakarak Allah’ın istediği budur! Allah’ın muradı budur! Benim
kitapta böyle deniyor! Ben bunu kitabımdan böyle anladım! demek isterler.
Dolayısıyla benim anlayışım doğrudur! Benim düşüncem, benim metodum, benim
dinim, benim yaşadığım hayat doğrudur! Kesin doğrudur! diyecekler, hiç kimseye
bağımlı olmayacaklar. Peygamber bu âyeti nasıl anlamış, sahabe nasıl anlamış bu
hiç önemli değil, önemli olan kendi kitaplarından kendi anladıkları olsun
isterler. Yâni Allah’ın istediklerini kendi istedikleri gibi yorumlayacaklar ve
keyiflerine göre bir din yaşayacaklar.
Galiba Peygamberi ve onun sünnetini
diskalifiye etmeye çalışanların çabası da bu gibi görünüyor değil mi? Yâni
Kur’an’ı peygam-berin kitabı, peygambere gelen kitap, peygamberin anlayıp
yaşadığı, peygamberin anlayıp uyguladığı, örneklediği bir kitap olmaktan çıkarıp
kendilerince anlamak istiyorlar. Çünkü Kur’an’ı peygamberin kitabı, peygamberin
anlayıp yorumladığı kitap olarak kabul edip peygam-bere bağımlı anlamaya
çalıştıkları zaman düşüncelerine,
anlayışlarına peygamberî bir sınır gelecektir. Kitabı peygamberin anladığı gibi
anlamak, peygamberin uyguladığı gibi pratikte uygulamak zorunda kalacaklar. O
zaman hayatlarına yasaklar gelecek, onun anlayışının dışına çıkamayacaklar ve
daha bir Müslümanca yaşamak zorunda kalacaklar. Ama peygamberi ve peygamberin
sünnetini, peygamberin anlayışını, peygamberin uygulamalarını diskalifiye ederek
Kur’an’ı peygambere bağımlı olmadan anlamaya çalıştılar mı, kendi istedikleri
gibi âyetleri yorumlama imkânları olacak, kendi arzularına göre onu yorumlama
imkânı bulmuş olacaklar. İşte peygamberi ve onun sünnetini silmek isteyenlerin
tek derdi budur. İstiyorlar ki ben benim kitabımdan bunu anladım. Benim kitapta
bunlar var. Ben böyle anladım, beni başkası bağlamaz diyecekler ve keyiflerine
uygun bir hayat yaşama imkânı bulabilecekler.
Ama sûrede bu âyetin hemen
arkasından deniyor ki, hayır hayır, öyle değil:
“Hayır; daha doğrusu âhiretten
korkmazlar.”
(Müddessir
53)
Hayır hayır! Onların yarın endişeleri
yok. Hesap kitap dertleri yok onların. Âhiret endişeleri yok onların da ondan.
Peygamberi kenara aldılar mı artık Kur’an’ı, dini istedikleri gibi
yorumlayacaklar, istedikleri gibi bir hayat yaşayacaklar. Kendileri dine değil,
dini kendilerine uyduracaklar, dertleri budur adamların. Ama âhirette soracağız
onlara bunun hesabını diyor Rabbimiz. Allah’ın şöyle bir yasasını ar-tık öğrenme
zamanı gelmiştir:
125. “Allah kimi doğru yola
koymak isterse onun kalbini İslâmîyet'e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe
yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece, inanmayanları
küfür bataklığında bırakır.”
Rabbimiz En’âm sûresinin bu
bölümünde kendi yardımının, kendi hidâyetinin ve yol göstermesinin bizim
irademize bağlı olduğu-nu anlatır.
Allah kimi hidâyet etmek isterse, kim
hür iradesiyle hidâyeti talep eder de Allah da onu hidâyette devamlı kılmak
isterse onun göğsünü, onun kalbini İslâm’a genişletir. Onun sadrını İslâm’a
açıverir. Dikkat ederseniz bu âyet-i kerimesinde Rabbimiz hidâyet ve dalâletin
kanununu, iman ve küfrün yasasını anlatır. Elbette ki bunun ikisi de Allah’a
aittir. Hidâyet de, dalâlet de, iman da, küfür de Rabbimize aittir. Peki o zaman
burada hatırımıza bir soru geliyor. Madem ki hidâyet de, dalâlet de Allah’a
aittir, o halde biz niye hep hidâyet isti-yoruz Allah’tan? Çünkü kimin
hidâyette, kimin de dalâlette kalıcı olduğu belli olmadığı için biz sürekli
Rabbimizden bunu istemek zorundayız. Yâni bugün hidâyette olsak bile, yarın bu
durumu koruyup ko-ruyamayacağımız belli olmadığı için sürekli istiyoruz bunu
Allah’tan.
Rabbimiz bizi yaratmış, bizim karşımıza
iki yol çıkarmış. Birisi küfür yolu, ötekisi de iman yolu. Birisi hidâyet,
ötekisi de dalâlet. İnsanların önünde bu yolların ikisi de açıktır. İradelerinde
serbest bırakılan tüm insanlar iman ya da küfür, hak ya da bâtıl, hidâyet ya da
dalâlet bu ikisinden birini seçebilme özelliğinde yaratılmışlardır. İnsanı
ahsen-i takvim üzere yaratan Rabbimiz bu insana aynı zamanda bu ahseni takvim
üzere kalmasının devamlı olmadığını, esfel-i safiline de yuvarlanabileceğini
vurgular kitabında. Bu durum kişinin kendi hür iradesine bırakılmıştır. Ama
şurasını da asla unutmamalıyız ki insana verilen bu irade de onun tekvini
iradesinin bir tecellisidir.
Tabi burada kulun hür iradesiyle
tercihinin bu işte etkili olduğunu net anlatan âyetler var kitabımızda. Onlardan
birisi Zümer sûresindedir:
“Allah kimin kalbini İslâm'a açmışsa, o, Rabbi
katından bir nûr üzere olmaz mı? Kalpleri Allah'ı anmak hususunda katılaşmış
olanlara yazıklar olsun; işte bunlar apaçık
sapıklıktadırlar.”
(Zümer
22)
Rabbimiz burada iki insan tipini
ortaya koyarak karşılaştırma yapıyor. Allah o kişinin sadrını, kalbini İslâm’a
açtırmış ve de bu insan Rabbinden bir
nûr üzeredir. Aklı, kalbi, duyuları İslâm’la dolmuştur. İçi, dışı nûrla,
aydınlıkla dolmuş ve Rabbinin istediği bir düşünceye, bir imana, bir hayata
kavuşmuştur. Evet böyle bir insan tipi var karşımızda. Allah’a yönelmiş,
Allah’ın diniyle hoşnut olmuş, Allah’ın dininden razı olmuş. Gönlünde büyük bir
ferahlık, büyük bir zevk var. Sadrı İslâm’a açılmış, eline de nûr olan bir kitap
almış, nûr olan kitaba kanaat getirmiş, kitaba iman etmiş, kalbi onu benimsemiş,
bu nûrla duyuyor, bu nûrla düşünüyor, bu nûrla yürüyor, bu nûrla hareket ediyor.
Bir ikinci insan tipi daha ortaya
koyuyor Rabbimiz. Bu insan da kalbi katılaşmış, İslâm’ı görmek, tanımak
istememiş. Allah’ın âyetlerine gözlerini, kulaklarını, kalbini kapamış, zikri
duymak istememiş, kalbi Allah’ın âyetlerine karşı kasıldıkça kasılmış. Yâni
aslında bu adamların kalpleri Allah’ın şu metluv âyetlerini duydukça, Allah’ın
meşhûd âyetlerini gördükçe değişmek istiyor, ama adamlar kalplerini kasıyorlar,
kalplerini katılaştırıyorlar, değişmesine, tavır almasına im-kân vermiyorlar.
Yâni her insanın içinde, kalbinde Allah’a yekîn bir bilgi vardır. Ama bu
insanlar kendilerinde var olan Allah kendilerine hatırlatıldığı zaman ister
istemez kalpleri bundan etkilenip tavır alıyor. İşte Allah’ın âyetlerinin
kalplerinde meydana getirdiği tesiri yok etmek için kasılıp geri çekiyorlar,
kasıyorlar. Gerçekten bir şeyler anladıkları halde karşı çıkanlara yazıklar
olsun. Kalplerindeki bu kasılmayı aslında dışarıdan da, gözlerinden de, burun
kıvırmalarından da anlamak, gözlemlemek mümkündür.
Demek ki insanın kendi iradesi sonucu
göksün İslâm’a açılması hidâyet, daralması, kapanması, sıkışması da dalâletle
birlik ifa-de ediliyor. Ve yine bir insanın göksünün İslâm’a açılması, o
insanın; bana hidâyet ve ya Rabbi diye Allah’a gitmesine, müracaat etmesine
bağlıdır. Bütün Kur’an sanki bunu bize ısrarla anlatır. Çünkü âdil bir Allah’a
iman ediyoruz.
Öyleyse işi fazla karıştırmadan
söyleyeyim Cenâb-ı Hak kimin hidâyetini dilerse, yâni kim kendisi hakkında kendi
hür iradesiyle hidâyeti diler, hidâyeti tercih eder de Allah da onun hakkında
onu ya-ratmayı murat buyurursa, işte onun sadrını İslâm’a açar. Öyleyse
unutmayalım ki insan önce kendisi dileyecek bunu Allah da yara-tacak. Yâni
meselâ ben kendi hakkımda hür irademle dalâleti dileye-ceğim, küfrü tercih
edeceğim Allah da bunun tamamen aksine benim hakkımda hidâyet dileyip benim için
hidâyet yaratacak, olmaz böyle şey. Veya ben kendi hakkımda hidâyet dileyeceğim,
onu isteyeceğim Allah da benim bu isteğimin zıddına benim için dalâlet yaratacak
olmaz bu. Evet Allah bizim için hidâyetten yanadır, Allah bizim için hidâyetten
razıdır, dalâletten asla razı değildir, ama dünyada imtihan yasası gereği biz ne
istersek onu yaratıyor Rabbimiz.
Eğer bizi bizden çok seven, bizi bizden
çok düşünen ve bize bizden daha çok merhamet eden olmasaydı Rabbimiz Ona isyan
içinde olan biz kullarına tekrar be tekrar affedip peygamberler gön-dermezdi.
Bundan anlıyoruz ki Rabbimiz bizim hidâyetimizi, hidâyette kalmamızı
dilemektedir. Allah imandan razıdır hidâyetten razıdır, küfürden ve dalâletten
asla razı değildir, ama yine de kulları isteyince bunların her ikisini de
yaratan Odur. Yâni Rabbimiz hidâyet isteyenlere hidâyet lütfeder de, hidâyet
lütfetmek istediklerinin kalbine İslâm’a bir inşirah verir. Bunun peygamber
planında düşünülmesi İnşirâh sûresinin anlaşılmasına
bağlıdır:
“Ey Muhammed! Senin gönlünü açmadık mı?
Belini büken yükünü üzerinden almadık mı?
Resûlullah
efendimize bir lütuftan söz ediyor bu sûre. Senin göksüne bir inşirah, bir
ferahlık, bir açıklık vermedik mi? Senin kemiklerini kıracak bir yükün vardı da
onu sırtından alıp indirmedik mi? Seni gündemde tutma gereğini ortaya koymadık
mı diye devam eder sûre. İşte Resûlullah efendimiz görevinin başında böyle bir
nimete nail oldu. Musa aleyhisselâm da Medyen’den dönerken Tur’un eteklerinde
giderken gördüğü bir ateşe yöneldi, ama Allah orada ona vahyini gönderme ortamı
hazırlamıştı. Hidâyet etme imkânı hazırlamıştı. Orada Rabbiyle konuşurken dedi
ki Musa aleyhisselâm; ya Rabbi benim göksüme genişlik ver ve işimde de kolaylık
lütfediver. Sanki isteyen kullarına diyor ki Rabbimiz; kulum, sen istedin, al
öyleyse buyur deyiveriyor. Artık senin kalbin, kafan, benliğin, aklın, her şeyin
İslâm’a açılacak, İslâm’la iç içe olabilirsin, İslâm’ı içine sindirebilirsin, al
istediğin diyor.
Evet dileyen insanın bizzat kendisidir,
yaratan da Allah’tır. Önce Allah mı diliyor? Yoksa kul mu diliyor? Bunun
münakaşasına gerek duymadan diyelim ki sanki Allah şartları hazırlıyor ve onu da
biz seçiyoruz demek her halde en güzeli olacaktır. Yâni ben müslüman olmak
istiyorum demek, Allah’a müracaat etmek demektir. Ben müs-lüman oldum demek, ben
işte o hanedeyim, beni de say ya Rabbi de-mektir. Ama tabi iş ondan sonra
başlar. Eğer ciddiyse bunu söyleyen kişi, Allah da onun ciddiyetini görüp kabul
edeceği sınıftan kabul etmişse, o zaman göğüs açılır ve İslâm yerleşir oraya.
Tabi şartları hazırlayanın yine Allah olduğunu unutmamamız gerekiyor.
Meselâ birini on gün aç bırakıyorsunuz,
sonra yemeklerin en güzellerinden çeşitlerinden, lezzetlerinden bahsediyorsunuz
onun ya-nında, adamın iştahını kabartıyorsunuz, sonra da adamın önüne çok güzel
bir sofra koyuyorsunuz, sonra da adam talep ediyor bu yemeği. İşte benim
anladığım bu hidâyet meselesi de aynen bunun gibidir. Cenâb-ı Hak insanı
hidâyete muhtaç yaratıyor, hidâyete meyilli yaratıyor, sonra da bu insanın
karşısına hidâyeti çıkarıyor ve insan da talep ediyor, istiyor onu. Zira Cenâb-ı
Hak herkes için istiyor bunu. Ama bazıları istemez. Bazıları hidâyetten yana
kullanmaz oyunu. İşte Allah hidâyeti sadece bu istemeyenler için dilemez.
Onu isteyip talep edenler için diyor ki
bakın Rabbimiz: Biz onun göğsünü İslâm’a, hidâyete açarız. Biz iyi bir Müslüman
olmak isteyelim, biz hidâyette olmak ve hidâyette kalmak isteyelim Allah bi-zim
için onu yaratacak, bizim göğsümüzü istediğimiz şeye
açacaktır.
Sahâbe sorar Allah’ın Resulüne: Ey
Allah’ın Resulü acaba göğsün İslâm’a açılmasının mânâsı ne demektir? Hoş
doktorlar da açarlar insanların kalplerini. Ne adına açarlar onlar? Elbette
tedavi adına açarlar. Tedavi adına, ameliyat adına, incelemek adına, ya da
çevredeki talebelerine göstermek adına açarlar onlar. Sahâbenin bu sorusu
karşısında Allah’ın Resulü buyurur ki Allah’ın bir nûrudur ki Allah onu oraya
koyar. Allah onu oraya koyduktan sonra, kul onunla inşirah bulur. Sahâbe tekrar
sorar: Peki bunun işareti nedir ey Allah’ın Resulü? Yâni bizim kalbimizin
Rabbimiz tarafından İslâm’a açıldığını, oraya Rabbimiz tarafından bir nûr
konulduğunu nereden anlayacağız? Allah’ın Resulü buyurur ki: Bunun alâmeti odur
ki kişi İslâm’a yönelir, imana yönelir, Kur’an’a yönelir, sünnete yönelir,
cennete ve itaate yönelir, ölüme hazırlığa yönelir.
Evet demek ki kim kendisi için hidâyeti
diler, hidâyeti tercih ederse Allah onun önüne öyle bir ufuk açar ki, o kadar
rahat bir gönül huzuruna kavuşur ki, İslâm’ı çok rahat yaşar. Allah’a çok rahat
kulluk yapar. Allah’ın emir ve yasaklarının tümünden razı olur. Emirlerini
yerine getirmek ve yasaklarından sakınmak onun için çok kolay hale gelir.
Peki şimdi düşünün, düşünelim. Ne
diyorsunuz? Rabbimizin size sunduğu En’âm, A’râf, İsrâ, Kehf, Enbiyâ gibi
sûreleriyle, bu âyetleriyle veyâ Buhâri, Müslim, Tirmizi gibi kitaplarla sunulan
pey-gamber hadisleriyle sizin göğsünüz sıkışıyor, daralıyor, zorlanıyor musunuz,
yoksa her bir mesaja ulaştıkça daha bir rahat ve huzur içinde mi oluyorsunuz?
Eğer şu anda bizim içimizde bir daralma varsa, Allah’ın emirlerini yerine
getirme konusunda içimizde bir istek-sizlik varsa, namaza karşı bir arzu,
tesettüre karşı bir meyil yoksa o zaman Allah korusun biz istemiyoruz, Allah da
bizim için yaratmıyor diyeceğiz. İşte görüyoruz İslâm kimilerine sunuldukça
çatlıyorlar, patlıyorlar. Zümer sûresinin beyanıyla söyleyecek olursak: Kimileri
her konuya etkin ve yetkin tek bir Allah’tan söz edildiği zaman âhirete
inanmayanların yüzlerinin ekşimekte, gönülleri daralmakta, çatlayıp patlayacak
hale gelmektedirler.
Evet hidâyet böyle olduğu
gibi:
Allah kimi de saptırmak, dalâlette
bırakmak isterse, adam kendisi dalâleti tercih eder Allah da onu dalâlette
bırakmak isterse, birinci insanın zıddına onu göğsünü o kadar daraltır ki, o
kadar sıkıntılara sokar ki onu sanki gökyüzüne yükseliyormuş gibi içinde büyük
darlık hisseder.
Evet sapıtmak isteyen, saptırmak
isteyen kimselerin kalplerinde de öyle bir darlık, öyle bir huzursuzluk yaratır
ki Allah sanki bir ağaca değil, dağa değil de gökyüzüne tırmanıyormuşçasına
sıkıntı ve isteksizlik hisseder.
Ya da yücelmek isteyen, yükseklik
iddiasında bulunan insanların doymak bilmez bir şekilde yükselmek adına nefes
tükettikleri gibidir onun durumu sanki. Hani A’râf sûresinde böyle tipler
anlatılıyordu. Salıverseniz de solurlar, koşsa da solumasını bitirmeyen köpek
tabiatlı Bel’amların anlatımına bir daha bakın göreceksiniz bunu. Kazansa da
soluyan, kaybetse de, harcasa da soluyan, harcamasa da, biriktirse de soluyan,
biriktirmese de, dünya planında yüceldikçe yücelmeye çalışan doyumsuz insanların
bu uğurda nefes nefese kaldığı gibi bu insan da iç sıkıntılarıyla dünyasını
tüketir gider.
Gönlünü İslâm’dan ve kulluktan
soğutuverir Allah onun. Hoş-lanmaz Allah’tan, hoşlanmaz peygamberden, nefret
eder kitaptan, sevmez namazı, beğenmez tesettürü, rahat değildir İslâm’dan,
idama gidiş bilir mescide gidişi...
Şimdi bu durumda kendimizi bir
sorgulayalım. Eğer İslâm’dan razı değilseniz, eğer Kur’an sizi sıkıyorsa, eğer
hadislerden zevk al-mıyorsanız, eğer kitap ve sünneti öğrenmeye isteksizseniz,
namazdan, abdestten, tesettürden, hacdan, zekâttan hoşlanmıyorsanız, e-ğer
müminlerle beraberlik sizi sıkıyorsa, eğer dinden, âyetten, peygamberden
bahsetmekten sıkılıyorsanız, Cenâb-ı Hakkı hatırlamak, âhireti, hesabı, kitabı
düşünmek size zevk vermiyorsa o zaman kesinlikle söyleyebilirim ki siz bir
pislik içindesiniz, siz necasetten hoşlanıyorsunuz demek tir ki; halbuki Allah
onu kâfirlere yazmıştır. Öyleyse durumunuzu bir daha gözden
geçirin.
Evet din adına en güzelini, hayat adına
en güzelini, hayat programı ve sistem adına en güzelini, hukuk adına en
güzelini, eğitim adına en güzelini, kanun adına en güzelini, kazanç adına en
güzelini, eşya adına en güzelini, ev tefrişi adına en güzelini Allah’ınki
bilmi-yorsanız, Allah’ınkinden hoşlanıp razı olmuyorsanız. Bunları insanlardan
veya toplumdan almaya, Avrupa’dan, Amerika’dan, İsviçre’den, Fransa’dan almaya
çalışıyorsanız bilesiniz ki siz kesin hidâyetten çık-mış pisliğe batmış
insanlarsınız. Hukuk adına, eğitim adına, kılık kıyafet adına sosyal, siyasal,
bireysel ve toplumsal yasalar ve yapılanmalar adına eğer Allah’ınkilerden değil
de başkalarınınkilerden razı ve hoşnut iseniz, kesinlikle temizden değil,
pislikten hoşlanan kimseler siniz demektir. Bir de utanmadan İslâm’dan,
Müslümanlıktan söz ederek Müslümanların mukaddes mefhumlarını kirletmeyin.
Müslümanlık iddialarınızla müslümanları kandırmaya
çalışmayın.
Peki niye böyle oluyor? Neden böyle
pislik içindesiniz? Allah öyle diyor da ondan.
İşte Allah böylece inanmayan kâfirlere
pisliği yazmıştır. Pis-likten hoşlanma ve hayırdan hoşlanmama onların
vazgeçilmez özelliğidir. İşte böylece Allah inanmayanları bataklılar içinde
pislikler içinde bocalar bir vaziyette bırakıveriyor. Allah kötülüğü yazıyor
kâfirlere. Çünkü onlar hep kötülükten yana olmuşlardır. Çünkü onlar oylarını hep
kötülükten yana kullanmışlardır. Çünkü onlar hidâyetten nefret edip dalaleti
tercih etmişlerdir. Çünkü onlar bunu istemişler, iradelerini bu istikâmette
kullanmışlar, kötülükten razı olmuşlar, kötülüğün peşinde olmuşlar Allah da
onlara bunu yazıvermiş. Kötülüğü onların vazgeçilmez özelliği yapıvermiş. Onlar
kesinlikle temizlikten uzak, te-mizlik ortamı olan cennetten uzak, pislik ortamı
olan Cehennemin di-bine lâyık insanlardır.
Öyleyse ey Müslümanlar! Sakın sizler bu
pislik taraftarlarını dinlemeyin! Sakın onlardan yana meyletmeyin! Sakın
hayatınızda onları örnek almayın! Sakın hayat programınızı onlara sormaya
kalkışmayın! Sakın onları bir şey zannedip de onların yasalarını uygula-maya
kalkışmayın! Zira onlar yeryüzünün en şerli, en akılsız, en zavallı
varlıklarıdır. Yeryüzünün en hayırlı, en şerefli varlıkları olan müs-lümanların
onlardan alabilecek hiçbir şeyleri yoktur.
126. 127 “Rabbinin, dosdoğru
yolu işte budur. İbret alan kimselere âyetleri uzun uzadıya açıkladık.
Rablerinin katında selâmet yurdu onlarındır. O, işlediklerinden ötürü onların
dostudur.„
İşte dosdoğru yol budur.
Rabbinizin yolu dosdoğrudur. İşte bu yol Rabbinin yoludur. Allah karışır bu
yolda. Onun kes dediği kesilir, ye dediği yenilir, yeme dediği yenilmez. Konuş
derse konuşulur, sus derse susulur. Al dediği alınır, ver dediği verilir. Mala
da O karışır, ca-na da. O yola girenleri sonunda cennete götürecek, cennette
Allah’la buluşturacak ve cehennemden, ateşten, azaptan kurtaracak yol budur.
İşte kişiyi cennette Allah’la buluşturacak Allah’ın dosdoğru yolu budur. İşte
En’âm sûresinde başından buraya kadar anlatılan yol bu yoldur. Kur’an’ın ilk
sûresi olan Fâtiha sûresinden buraya kadar, buradan da kitabımızın son sûresine
kadar anlatılıp ortaya konulan yol. Ama âyetlerimizi düşünen, öğüt alan, bu
âyetlerle hayatlarını düzenlemeye çalışan müminlere biz böyle âyetlerimizi açık
açık anlatıyoruz.
Eğer bir kavim, bir toplum, bir
insan bu âyetleri zikredecekse, gündemine alacaksa, onlar üzerinde düşünecek,
kafa yoracaksa, on-larla yol bulacaksa, onlar rehberliğinde bir hayat
yaşayacaksa işte Allah onları tafsilatlı bir şekilde anlatıyor. Tekrar tekrar,
fasıl fasıl ortaya koyuyor. Hem öyle ki kullarının tüm problemlerini hall ü
fasledici olarak.
Onlar için, tefekkür erbabı için,
düşünenler için, müstakim sıratta yürüyenler için, sonu cennet olan bu yolda
gidenler için Rableri katında selâmet yurdu olan cennet var, daru’s selâm
vardır. Selâmete erilecek yer vardır, ortam vardır. Orada onlar esenliğe
kavuşacaklardır. O selâmet darında, yurdunda gam kasavet yoktur artık. Üzüntü
keder yoktur orada. Orada dert yok, çile yok. Hastalık yok, ölüm yok. Orası
selâm yurdudur, selâmet yurdudur. Öyleyse Allah için dünyayı cennetleştirmeye
çalışanlar, ya da cennetliklerini dünyada arama cinnetine kapılanlar Allah için
bu âyetler üzerinden bir daha düşünsünler. Dünyada gamsız, kasavetsiz, dertsiz,
çilesiz, ölümsüz bir hayat hedefleyenler bir daha okusunlar bu âyeti.
Bakın bir hadiste şöyle bir husus
anlatılır: Dünyaya geldiği andan ölümüne kadar hep sıkıntı içinde yaşamış, bir
kerecik yüzü gülmemiş bir adam cennete şöyle bir daldırılıp çıkarıldıktan sonra
kendisine sorulacakmış. Ey insan, sen daha önce hiç sıkıntı gördün mü? Hiç çile
çektin mi? Cenneti gören o kişi öncekilerin tümünü unutup diyecekmiş ki, hayır,
ben daha önce hiçbir sıkıntı ve keder görmedim. Cennete bir kere daldırılıp
çıkarıldı ya her şey bitmiş.
Aynen bunun gibi dünyada hiç
sıkıntı çekmemiş, bir eli yağ-da, bir eli balda yaşamış bir kâfir de cehenneme
şöyle bir batırılıp çıkarılacak ve sorulacakmış. Sen hiç dünyada huzur yüzü
gördün mü? Adam, hayır vallahi ya Rabbi. Ben dünyada hiç rahat yüzü gör-medim
diyecekmiş.
Ve amellerinden dolayı,
yaşadıkları hayatlarından dolayı on-ların velileri Allah’tır. Yâni onlar dünyada
Allah’ı kendilerine veli edin-mişler, Allah’ın velâyeti altına girmişler, Allah
için bir hayat yaşamış-lar, Allah da onların karar mercileri olmuştur. Allah’ı
veli kabul etmiş-ler, dolayısıyla birbirlerini, kendilerinden olanları veli
kabul etmiş insanlardır. Kâfirlerin ve şeytanların velâyetini asla kabul
etmemişler, onları kendileri adına karar mercii kabul etmemiş insanlardır. Yâni
cenneti hak edecek ameller işlemiş kimselerdir onlar.
Evet Rabbimiz âyetlerini işte böyle
açık açık anlatıyor, ortaya koyuyor. Ama bu âyetler tefekkür edilip kavranmaya
çalışılmazsa ne işe yarayacak da? Çok iyi tefekkür edenler ve onlarla hayatı
düzenleme kavgası verenler anlarlar ancak bu âyetleri. Biz bunlarsız yapamayız,
biz bunlarsız hukuk yapamayız, biz bunlarsız eğitimin temellerini bilemeyiz, biz
bunlarsız hayatımızı düzenleyemeyiz, biz bunlarsız kulluk yapamayız, biz
bunlarsız Rabbimizi razı edemeyiz, biz bunlarsız cennete gidemeyiz derdinde
olanlar ancak bu âyetlerin kıymetini bilebilirler.
Evet böyle yapanlar, böyle yaşayanlar
için her türlü sıkıntıdan, her türlü borçtan dertten uzak selâmet yurdu olan
cennetler vardır. Allah bu mü'minlerin velisidir. Onların hûrilerini,
ğılmanlarını, şaraplarını, ırmaklarını, yiyeceklerini içeceklerini Allah
verecektir. Bu da onların dünyadaki amellerinin karşılığıdır. Öyleyse ey
Müslümanlar! Yirmi dört saate sığdırılabilecek amellerinize çok dikkat edin.
İşte işledi-ğiniz, işleyeceğiniz bu amellerinize mukabildir bütün
bunlar.
Ama siz bilirsiniz. İsterseniz dünyada
ebedî kalacakmış gibi plan program yapıp amelleri ikinci plana alın. İsterseniz
Rabbinizin hayat programını terk edip kendi bildiğiniz gibi bir hayat yaşayın.
İsterseniz kitap ve sünnetle diyaloglarınızı kesip şeytan vahiyleriyle meşgul
olun. Ama bilesiniz ki bir gün gelecek ve yeryüzünde hayat bitecek. Bir gün
gelecek herkes yaşadığı hayatın hesabını vermek üzere Rabbinin huzurunda
toplanacak.
128.“Allah hepsini toplayacağı
gün, "Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız" der, insanlardan
onlara uymuş olanlar, "Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan faydalandık ve
bize tayin ettiğin sürenin sonuna ulaştık" derler. "cehennem, Allah'ın
dilemesine bağlı olarak, temelli kalacağınız durağınızdır" der. Doğrusu Rabbin
hakimdir, bilendir. „
Evet Rabbimiz bir gün gelecek tüm
insanları toplayacak. Kı-yâmet günü, hesap kitap dönemi tüm insanlar bir araya
toplanacaklar. Hepsi beraber toptan gelecekler şeklinde değil her halde mânâ.
Hepsi Allah’ın huzuruna gelecek. Rabbimiz velileri bulunduğu velâyet haklarını
kendisine veren kullarını, kendisinin aldığı kararları uygulayan, kendisinin
istediği biçimde yaşayan kullarını cennetine uçurmak ve velâyetlerini şeytanlara
bırakıp şeytanların hayat programlarını uygulamaya çalışan kimseleri de
cehenneme yuvarlamak üzere tüm insanları kıyâmet günü toplayacak.
Sonra cinlere, şeytanlara diyecek ki
Rabbimiz: Ey cinler topluluğu! bayağı insanlardan çoğunu saptırdınız! bayağı bu
insanlardan pek çoğunu topladınız! İnsanları saptırmak için bayağı çalışıp
çırpındınız ve kendinize bayağı bayağı yandaşlar buldunuz. İnsanları çok çok
kullandınız, onlara istediklerinizi yaptırdınız. İnsanlardan pek ço-ğunu
ayartıp, kandırıp kendinize yâran yaptınız. Kendinize avene ve yardakçılar
buldunuz. Yardımcılarınızı, avenelerinizi ne kadar da çoğalttınız? Ne kadar da
çok uşak buldunuz kendinize insanlardan? Ne kadar da çok kullandınız bu
insanları? Kendi cehenneminizde yalnız kalmamak için ne kadar da müşteri
buldunuz oraya?
İnsanlardan onların dostları olanlar,
dünyada şeytanları velî bilenler, cinler ve şeytanlarla birlikte hareket
edenler, yeryüzünde on-larla el ele verip insanları saptırmaya çalışanlar,
cinlerin misyonlarını üslenenler, onların insanlardan karar mercileri de
diyecekler ki: Evet ya Rabbi biz birbirimizden istifade ettik. Biz birbirimizi
kullandık. Onlar bizden biz de onlardan istifade ettik. Onlar bizi, biz de
onları kullandık. Dünyada menfaatlerimiz bunu gerektiriyordu. Menfaatlerimiz
gereği bizler bu cinlerle birlikte hareket ettik. Evet onlar bizi kullandılar,
onlar bizi saptırdılar, onlar bize yolun sapığını gösterdiler. Ama şurası da
muhakkak ki onların bizim üzerimizde herhangi bir güçleri, bir saltanatları, bir
yaptırım iktidarları yoktu. Havamızı, suyumuzu, güneşi-mizi, elimizi, ayağımızı,
hayatımızı onlar yaratmamıştı. Onların bizim üzerimizde hiçbir hak ve
salahiyetleri yoktu. Aslında menfaatlerimiz gereği ve de kalplerimizin
gevşekliği yüzünden biz kendi kendilerimizi sattık onlara. Biz kendimiz teslim
olduk onlara. Onlar bizden, biz de onlardan istifade ettik. Onlar bizi kullandı,
biz de onları kullandık. Onlar bizi, biz de onları kendi menfaatlerimize alet
ettik. Ve böylece nihâyet senin bize takdir buyurduğun ecelimize ulaştık. Ve
şimdi işte senin huzuruna geldik ya Rabbi.
Evet ya Rabbi! Bizler yaşadığımız
sürece şeytanlara tâbi olduk. Şeytanlarla beraber olduk. Senin vahyini bir
kenara bırakıp onların vahiylerine teslim olduk. Onlar bizi, biz onları
kullandık. İnsan cinleri, bizim gibi insanlardan olup da yeryüzü tanrılığına
soyunmuş, şeytan misyonunu üstlenmiş sahte tanrılar bizi, biz de onları
kullandık. Biz onları seçtik, onlar da bizi yönettiler. Ama onlar bizi bizim
iste-diğimiz şekilde yönettiler. Biz de onları yönlendirme şartıyla seçtik. Seni
istediğimiz gibi yönlendirebilme imkânımızın olmadığını ve bu seçtiğimiz
tanrılarımızı istediğimiz gibi yönlendirebileceğimizi bildiğimiz için, yâni bu
tanrıların ipleri bizim elimizde olduğu için onları seçtik. Çünkü senin asla
gafil olmadığını ve hayatta boşluk bırakmadan bizden kulluk isteyeceğini
biliyorduk. Ama bu bizim seçtiklerimiz bizim gibi insanlar oldukları için tüm
hayatımızı kontrol imkânları olmadığı için, gafletlerinden istifade edip
istediğimiz suçları işleyebileceğimizi biliyorduk. Hesaplarımız işte böyle
menfaate dayanıyorduk.
Onun içindir ki ya Rabbi bizler
hiç kimseyi suçlamıyoruz. Bizler menfaatlerimizin kurbanıyız. Biz menfaatlenmek
istedik ve böylece senin tayin ettiğin ecele kadar ulaştık. Yâni tövbe edemedik,
hayatımızın sonuna kadar onları Rab bilmeye ve onların kanunlarını uy-gulamaya
devam ettik diyecekler. Günahlarını itiraf edecekler. Ama bu itirafın onlara hiç
bir faydası olmayacak. Bu gerçeği dünyada anlayıp gereğini yerine getirenleri
Rabbimiz affedecek, ama oradaki bu itirafın hiç bir faydası olmayacak.
Onlar böylece itirafta bulununca
Rabbimiz de buyuracak ki; haydi buyurun öyleyse cehenneme. Haydi sizin
durağınız, barınağınız, sığınağınız ateştir. Onun içinde ebedî kalacaksınız, o
sizin barınağınızdır, ama Allah’ın dilemesi, ya da Allah’ın diledikleri müstesna
orada ebediyen kalmak üzere girin cehenneme. Demek ki âyet-i kerimenin
ifadesinden anlıyoruz ki cehennemde ebediyen kalmayanlar da olacaktır. Demek ki
kimileri belli bir süre yandıktan sonra oradan çıkarılacaktır. Bunlar
Müslümanların günahkarlarıdır. Onlar orada gü-nahları kadar yandıktan sonra
çıkarılacaklardır biliyoruz.
Ya da girin amelleriniz karşılığı
kazandığınız cehenneme, a-ma orada kalmanız da Rabbinizin emriyledir, Onun
iznine tabidir. Yâ-ni cennet de cehennem de Allah’ın dilemesiyledir. İnsanlar
adına yer-leşim merkezi olarak cennetin de cehennemin de belirlemesi Allah’a
aittir. Çünkü Rabbin Hakîmdir, Alîmdir. Bunu yapan hikmet ve ilim sa-hibidir. Ne
yapacağını, nasıl yapacağını en iyi bilen ve yaptığı her şe-yi belli bir hikmete
mebni yapandır O Allah. Ve bu hikmeti ve merhameti gereği de Rabbimiz, şimdiden
bizi uyarıyor. Yarın olacakları bu-günden bize haber veriyor. Ey kullarım!
Dikkat edin! Ben size acıyo-rum! Size merhamet ediyorum! Gelin inat etmeyin de
beni dinleyin! Gelin sizi saptırmak isteyen cin şeytanlarını, yer yüzü
tanrılığına soyunan insan şeytanlarını dinlemeyin! Onlara itaat etmeyin! Onların
belirledikleri bir hayatı yaşayarak onların kulu olmayın! Rabbiniz olarak beni
dinleyin! Benim sizin adınıza gönderdiğim kitabıma ve elçilerime itaat edin!
Onlara kulak verip yaşayın! Değilse siz bilirsiniz, günah sizindir ve sonuna
ateşe katlanmak zorunda kalacak olanlar da sizlersiniz
diyor.
Çünkü Rabbin hakîmdir, Alîmdir. Çünkü
Rabbin hükmetmeye yetkilidir, yanılmaz hükmeder, ne dediyse öylecedir, daha
güzeli yoktur ve neyi nerede emredeceğini, neyi nerede nehiy edeceğini, kimi
neyle nasıl imtihan edeceğini, kime ceza kime mükâfat vereceğini en iyi
bilendir.
129.
Zâlimlerin bir kısmını, kazandıklarından ötürü diğer bir kısmına böylece
musallat ederiz.
Evet işte böyledir. İşte durum
buraya kadar anlatılanlar gibidir. Amelleri sebebiyle, işledikleri suçlar
sebebiyle, yaşantıları sebebiyle zâlimlerin bir kısmını bir kısmına musallat
ederiz diyor Rabbimiz. Biz zâlimlerden bir bölümünü diğer bir kısmına velî tayin
ederiz. Onlar birbirlerinin velîleri, valileri olurlar. Hepsi birbirinin
velâyeti makamında, yetkilisi, yöneticisi, idarecisi durumunda olurlar. Ama bu,
başka değil kendi tercihlerinin, kendi eylemlerinin, amellerinin sonucudur.
Değilse zâlimler zâlim olmasalardı Allah onların velîleri olacaktı ya. Ve o
zaman elbette Allah da onlara kendilerinden bir yönetici verecekti.
Evet, nasıl ki mü’minler
birbirlerinin velisi, dostu iseler. Nasıl ki mü’minler birbirlerine iyiliği
emrederler, birbirlerini cennete kazandırmak için çırpınırlarsa, kâfirler de,
zâlimler de birbirlerinin velisidirler. Birbirlerine vali olurlar. Birbirlerine
yetkili, yönetici olurlar. Onlar da bir-birlerine kötülüğü emrederler ve
iyilikten menetmeye çalışırlar. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar aynı
inançta, aynı düşüncede olan insanlar birbirlerinin dostudurlar. Nasıl ki
birbirlerine velî olan, birbirlerini velî bilen Müslümanlar ortak velî olarak,
tek velî olarak Allah’ı velî bilip onun emir ve yasalarına teslim oluyorlarsa,
tüm hayatlarında, tüm ilişkilerinde Allah’ın yasalarını esas kabul edip onun
istediği biçimde yaşamaya çalışıyorlarsa, birbirlerini velî kabul eden zâlimler
ve kâfirler de ortak velî olarak şeytanları ve tâğutları kabul edip,
velâyetlerini onların eline verip, onların belirlediği hayatı yaşamaya
çalışmaktadırlar.
Evet mü’minlerin destekleyicisi
müminlerdir, kâfir ve zâlimlerin destekleyiciler de yine kâfir ve zâlimlerdir.
Her mü’min kendisine destek verecek bir mü’min ararken, her zâlim de kendisini
destekleye-cek bir zâlim arar. Her zâlim kendi zulmüne destek verecek birini
arı-yor ve buluyor. Ama şurası da bir gerçek ki desteklenen de zâlim,
destekleyen de zâlimdir. Zulmeden de zâlimdir, zulme destek veren de zâlimdir.
Bir yerde zâlimin varlığı onun zulmünü sineye çeken, o-nun zulmü karşısında
susmayı tercih eden mazlumun varlığına bağlıdır. Ona destek olan mazlum
olmadıkça zâlim hiç bir zaman varlığını sürdüremez.
Evet desteklenen ve destekleyen
zâlimler birbirlerinin velisi oluyorlar. Zâlim mazluma veli, mazlum da zâlime
veli. O onu seçiyor, o onu destekliyor, o da onu yönetiyor. Allah onları
birbirlerine velî yapıyor ve böylece Rabbimiz bu zâlimlerin birbirlerine destek
vermesi konusunda izin veriyor. Birisi cinlerden olur, ötekisi insanlardan.
Birisi insanların bir grubundan olur, ötekiler de başka bir grubundan. Birisi
hıristiyan olur, ötekisi yahudi. Birisi kâfir olur, ötekisi müşrik. Biri A.B.D.
olur, A.E.T olur ötekisi onun köleleri. Birbirlerine destek olurlar.
Birbirlerine kulluk ederler ve böylece cehenneme yuvarlanacakları güne kadar
birbirlerini kullanırlar giderler ve sonunda da hiç bir mâzeret hakları kalmaz.
Çünkü bu onların kendi eylemlerinin sonucudur. Kendi tercihlerinin, kendi
elleriyle kazandıklarının sonucudur. Çünkü eğer onlar sadece Allah’ı veli bilmiş
olsalardı, yâni böyle zâlim olmasalardı elbette Allah onların velileri olacaktı.
Rabbimiz buyurur ki
bakın:
130. "Ey cin ve insan topluluğu!
Size âyetlerimi anlatan, bugünle karşılaşmanızdan sizi uyaran peygamberler
gelmedi mi? "Kendi hakkımızda şahidiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı da
inkârcı olduklarına, kendi aleyhlerinde şâhitlik
ettiler.”
Ey insanlar ve cinler topluluğu!
Size sizden elçiler gelmedi mi? Size beni anlatan, size bana kulluğu anlatan,
size benim âyetlerimi anlatan elçilerim gelmedi mi? Size sizin içinizden, size
sizin cinsinizden elçiler gelmedi mi benim âyetlerimi kıssa eden? Ayetlerimi
yaşanır olarak size takdim eden elçilerim gelmedi mi? Âyetlerimle sizi uyaran,
karşı karşıya geleceğiniz bugününüzle sizi uyaran, bugünle, bu hesap kitapla, bu
cehennemle uyaran bir elçi gelmedi mi size? Benim âyetlerimi okuyan, anlatan,
öğreten, kıssa eden, yaşayan, pratikte gösteren, örnek olarak size takdim eden
elçilerim gelmedi mi size diye soruyor Rabbimiz. Ben böyle elçiler gönderdim
size haberiniz yok mu buyuruyor. Onlar tarafından benim âyetlerim size
ulaştırıldı. Ve sizler o peygamberlerim aracılığıyla işte şu içinde bulunduğunuz
bugünle uyarıldınız. Ölüm ötesi hayatın, dirilişin gerçeğiyle haberdar
kılındınız. Peygamberlerim aranızdaydı ve cenneti de cehennemi de size haber
verdiler. Ben peygamberlerim aracılığıyla bu konularda sizi haberdar ettim.
Tabi bu âyetin beyanıyla bu
soruyu o gün soracak Rabbimiz ama unutmayalım ki bu soru bugün de soruluyor.
Rabbimizin yeryü-züne her dönem kitap göndermesi, peygamber göndermesi ve
yerdekilere sürekli hidâyet kapıları açması insanların yarın bu konuda her hangi
bir mâzeret haklarının kalmaması içindir. Ya Rabbi! Biz duymamıştık! Bizim
bundan haberimiz yoktu! Ne cennetten ne cehennemden haberimiz yoktu! Bize hesap
kitabı anlatan, bizi bugünümüz-le karşı karşıya getiren, bizi bunlarla uyaran,
bize kulluğu anlatan elçilerin gelmedi diye insanların bir mâzeret hakları
kalmasın diye yapıyor Rabbimiz bunu.
Nitekim bakın Rablerinin bu sorusuna
karşı insanlar şöyle di-yecekler: Ya Rabbi! Bizler kendi hakkımızda şâhitlik
ederiz! Biz ne-fislerimize, kendi aleyhimize şâhitler olduk! Evet kendi
aleyhimize şâ-hitlik ediyoruz ki elçilerin bize geldi ya Rabbi! Elçilerin bizi
uyardılar! Cennet ve cehennemle uyardılar! Hesap, kitapla uyardılar!
Âyetle-rinle uyardılar! Ama biz dinlemedik onları! Onların uyarılarına aldırış
etmedik! Bir kulağımızdan girdi, öbüründen çıktı. İşimiz, aşımız, dükkanlarımız,
ticaretlerimiz, yaşantılarımız, hayatlarımız onları dinleme-ye zaman bırakmadı.
Hayatımız, hayat programımız onlarla ilgilen-meye imkân bırakmadı. Aslında senin
elçilerin emin kimselerdi. Hayatlarıyla, yaşantılarıyla senin dediklerine en
güzel örneklik yapan kimselerdi. Üstelik bize yaptıkları uyarılar karşılığında
bizden her-hangi bir şey de istememişlerdi ama biz onlara değer
vermedik.
Ve bir de dünya hayatı onları aldattı
diyor Rabbimiz. Dünyanın konunu ve kuralları aldattı onları. İmtihan gereği
Allah’ın dünyada günah işleyenlere dokunmaması onları aldattı. Zannettiler ki
hesap ödenecek bir makam yoktur. Zannettiler ki dünyada Allah’ı atlattık.
Zannettiler ki dünya hiç bitmeyecek. Zannettiler ki hayat hiç bitmeyecek.
Zannettiler ki dirilmeyecekler ve hesaba çekilmeyecekler. Evet dünya onları
aldattı da sonunda kendi dünyalarına kendileri şâhitlik ettiler. Kendi
gidecekleri yere kendileri şâhitlik ettiler. Kendi hak ettikleri yeri kendileri
itiraf ettiler. Kendi aleyhlerindeki hükümlerini kendileri verdiler.
Ve böylece onlar kendilerinin kâfir
olduklarını beyan edecekler. Yâni bu insanlar bu gerçeği olduğu gibi
kabulleneceklerdir. Ama ne fayda. Bunu önce söyleyecektiler. Çünkü:
131.“Bu, haberleri yokken kasabalar halkını
Allah'ın haksız yere yok etmeyeceğinden dolayıdır.
„
Evet şirkleri sebebiyle, küfürleri
sebebiyle Rabbin hiçbir beldeyi, hiçbir şehri, hiçbir kenti, hiçbir toplumu
helâk edecek değildir. Allah hiçbir toplumu onlar gafilken zulmen helâk
etmemiştir. Allah’ın yasasına yakırıdır bu. Rabbimizin böyle bir yasası var.
Zulmetmez Allah kullarına. Habersiz helâk etmez. Gönderdiği elçilerle
uyarmadıkça, kendi uyarılarıyla onları karşı karşıya getirmedikçe, onlar
gafilken Rabbin hiçbir toplumu helâk edecek değildir. Allah zâlim değildir. Hiç
kimseye zulmetmez Allah. Rabbimizin böyle bir yasası var. Kullarına peygamber
göndermeden, onları kendi dininden, kendi isteklerinden, kendi hayat
programından haberdar kılmadıkça onları cezalandırmaz Rabbimiz. Hattâ insanlar
tercihleriyle cezayı hak etmiş olsalar bile, hemen cezalandırmaz. Boyun
büksünler diye, kendilerine gelip pişman olsunlar diye yeniden uyarır, peş peşe
uyarıcılar gönderir ve ar-tık onlar her şeye rağmen dinlemiyorlarsa o zaman da
gereğini yapar elbette.
Yâni onlar gaflet içindeyken, tevhidi
tanımazken, şirkten ha-bersiz iken, tevhitle tanışmamışken, Allah’ın
âyetlerinden, cennetten, cehennemden habersizlerken Rabbimiz onları helâk edecek
değildir.
Evet anlıyoruz ki uyarılmadan helâk
yok. Tarihin her bir dö-neminde Allah’ın elçileri insanları uyardılar,
toplumlarına Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini anlattılar. Toplumları bildiler
Allah’ın âyetlerini, bildiler tevhidi, şirki, bildiler cenneti ve cehennemi ve
bir önceki âyetle söyleyecek olursak hiç itiraz etmeden kendi aleyhlerine de
şâhitlikte bulunduklarını görüyoruz. Madem ki kendi aleyhlerinde şâhitlikte
bulunuyorlar öyleyse uyarıldı bu insanlar.
Öyleyse bu âyet bize şunu anlatıyor:
Uyarılmadan insanlar helâki hak etmeyeceklerine göre, uyarının şart olduğuna
göre ve bu-gün aramızda bu uyarı işini yapacak peygamber olmadığına göre, bu işi
biz yapacağız. Bu görev şu anda bizim üzerimizdedir. Biz şu anda tüm yeryüzü
insanlığına Allah’ın dinini, Allah’ın âyetlerini, tevhidi, şirki çok açık ve net
bir biçimde ulaştırmak ve insanları cennet ve cehennemle uyarmak zorundayız.
Uyarmalıyız ki kurtulanlar kurtulsun, helâk olmak isteyenler helâk
olsunlar.
Kâfirler, müşrikler, tâğutlar
yaptıkları işlerle aslında Allah’a düşmanlık etmektedirler. Allah’la savaşa
tutuşanlar asla iflah olmaz-lar. Bu yeryüzünde Allah’ın koyduğu yasadır.
Müslümanlar bunu çok iyi bilmek zorundadırlar. Müslümanlar Allah düşmanlarını
kendi güçleriyle, kendi imkânlarıyla, kendi planları ve kendi sayısal
çoğunluk-larıyla değil Allah’la yeneceklerdir. O halde Müslümanlar Allah
düşmanlarını, kendileriyle karşı karşıya değil Allah’la karşı karşıya
getirmelidirler. Allah düşmanlarını, kendi güç ve kuvvetleriyle, kendi plan ve
programlarıyla yenebileceklerine inanan Müslümanlar aslında far-kında olmadan
materyalistçe bir güç anlayışının içine düşmektedir-ler.
Oysa Allah düşmanlarının yaşama
süresi Müslümanların güçlü yahut güçsüz, az yahut çok olmalarına bağlı değildir.
Tarihin hiç bir devrinde Müslümanlar güçlü oldukları için kâfirlere galip gelmiş
değillerdir. Önemli olan Müslümanların, Allah düşmanlarını açık ve net bir
biçimde uyarıp Allah’la karşı karşıya getirmeleridir. Bunu yaptılar mı
karşılarındaki kâfirler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, Müslümanların
durumları da ne olursa olsun, az ya da çok, güçlü ya da güçsüz ne olursa olsun,
kâfirler mutlaka helâki hak edeceklerdir. Çünkü onları helâk edecek olan
Allah’tır.
Allah’ın yeryüzünde değişmez yasası
olan bu sünnetullahı Müslümanların çok iyi bilmeleri gerekmektedir. Çünkü bu
yasa günümüzde de, kıyâmete kadar da geçerli bir yasadır. Müslümanlar her şeyden
önce Allah düşmanlarının karşısına, tâğutların karşısına ellerinde Allah’ın
kitabı olduğu halde bir uyarıcı, bir haberci, bir korkutucu olarak çıkmak
zorundadırlar. Onları kendileri ile, kendi plan ve programları ile değil
Allah’la, Allah’ın azabıyla karşı karşıya getirmelidirler. Zira sünnetullah
gereği onları Allah tehdit etmektedir. Allah’ın gücü yanında, Allah’ın tehdidi
yanında Müslümanların güç ve tehditlerinin ne anlamı olacak? Bunu çok iyi bilen Allah elçileri
karşılarındaki güçleri Allah’la, Allah’ın azabıyla tehdit etmişler ve onları
Allah’la karşı karşıya getirmişlerdir. Açık açık elçiler tarafından uyarılan bu
toplumlar da dinlemeyince sonunda azabı hak etmişlerdir. Şuarâ sûresinde bu
husus şöyle anlatılır:
“Hiçbir kasaba halkını kendilerine öğüt
veren uyarıcılar gelmeden yok etmedik. Biz zâlim
değiliz.”
(Şuarâ
208,209)
Evet helâk edilenler helâki hak etmeden
önce mutlaka uyarıl-mışlardır. Uyarılmadan helâk yoktur. Uyarılanlar
uyarılmalarına rağmen, Allah’ın âyetleriyle yüz yüze getirilmelerine rağmen yine
de is-yanlarından, küfürlerinden, şirklerinden vazgeçmemişlerse o zaman
sünnetullah gereği helâki hakketmişler ve Allah tarafından yerin dibine
batırılmışlardır. İşte Ad, işte Semûd, işte Nuh kavmi, işte Lût kavmi, işte
Firavunlar ve diğerleri. Bunların hiç birisinde Müslümanların azlığı ya da
çokluğunun hiçbir rolünü görmüyoruz. Sadece Müslümanların vazifelerini
yaptıklarını açık ve net bir biçimde onları Allah’ın âyetleriyle karşı karşıya
getirip uyardıklarını ve Allah’ın düşmanlarını yok ettiğini görüyoruz.
Evet, Rabbimizin bütün bu âyetlerinden
anlıyoruz ki, onlar bu helâki dünya hayatına aldanmaları sonucu hak
etmektedirler. Dünya hayatının onları aldatması. Şu içinde bulunduğumuz hayat.
Dünya hayat, alçak hayat, denî hayat, yakın hayat. Neden aldanıyor insanlar
bilmem ki? Nedir insanların bu kadar aldandıkları? Dünya neden bu kadar tatlı
bilmiyorum ki. Ama bu dünyaya dalıp gidip, onu kucaklamaya çalışırken
aldananlar, dünyada ebedî kalacağını zannederek, öylece plan program yaparak
aldananlar, dünyayı cennetleştirmeye çalışarak aldananlar.
Tarihte bunların çok enteresan
örneklerini biliyorsunuz. Meselâ dünyaya kazık çakma sevdasına kapılan Semûd
kavmi, muhkem binalar yapıyorlar, dağları yontup köşkler yapıyorlar. Neden?
Çünkü zaten ölmeyecekler ya. Veya cenneti dünyada arama cinnetine kapılmış bir
başka toplum. Ama bağlanmaya değmez ki. Bir arim seli yaptıkları barajlarını
yıkıp yerle bir ediyor ve helâk olup gidiyorlar sonunda. Ama bilemiyorlar ki
bunu. Yâni her bir peygamber dönemi toplumlarını hatırlayın, bu dünya hayata
aldananlar helâk oluyor. Aldanmayanlarsa kurtuluyorlar. Ve böylece orada
aleyhlerine şehadette bulunuyorlar, biz kâfir olduk, biz hakkı örttük, örtbas
ettik, kendimiz şaşırdığımız gibi, bu şaşkınlığımızı başkalarına da empoze ettik
diye itiraf edecekler ama, bu Allah’ın zulmederek, haksızlık yaparak bir ülke
ahalisini helâk ettiği anlamına gelmemektedir.
Evet Allah insanlar gafilken,
kendilerine elçiler gelmeden onları yakalayıveren gafil avcısı değildir. Ya da
insanları böyle denk ge-tirip yakalayan, işlerini bitiren değildir. Önce haber
veriyor işte. Ey kullarım işte bu âyetler size ve sizden sonra herkese
duyurulsun içindir. Bu görevi kendinize görev bilirseniz haydi duyurun insanlara
bunu. Eğer duyanlar beni tek Rab ve İlah kabul ederse, benim lütfum ve ihsanım
olarak onlara cennetim vardır, değilse helâki hak ederse o da kendi aleyhinedir,
ben zulmetmem diyor. Yâni bugünden haber veriyor bize. Gelin bugünden uyanın,
değilse helâke gidiyorsunuz, bakın duyduk duymadık demeyin, ben söylüyorum,
anlayın öyleyse dercesine vahyiyle gerçekleri bize tekrar tekrar haber veriyor.
Bakın Zuhruf sûresi Firavun ve
toplumunun uyarılışını ve başarına gelenleri çok güzel
anlatır:
“ Böylece Bizi öfkelendirince onlardan
öç aldık, hepsini suda boğduk.”
(Zuhruf 55)
Evet yıllarca uyarıldılar. Onlara
çok çeşitli âyetler geldi. Her biri diğerinden etkili uyarılar kapılarını çaldı.
Allah türlü türlü fırsatlar yarattı onlar için. Uzun süre dönüş imkânı lütfetti.
Rabbimizin rahmeti çok geniştir. Hep rahmet kapıları açtı Rabbimiz onlara. Ama
onlar kendilerine açılan tüm rahmet kapılarını kapattılar. Bu rahmetten
isti-fade etmesini bilemediler. Allah’ın elçisinin uyarılarına aldırış edip adam
olmadılar. İşte böyle, Allah uyarır, uyarır ama onlar yine de an-lamazlar da
Allah’ı gazaplandırırlarsa Allah da onlardan öç alarak iş-lerini bitiriverir.
Onları boğuverir. Hayatlarını boğuverir, programlarını boğuverir, gidişlerini
boğuverir.
Ama suda boğuverdi Allah onları.
Aslında su da Rabbimizin rahmetlerinden birisidir. Rahmet olan su kendisine
Allah’ın yüklediği yasa değişince böyle azap oluveriyor. Hayat için yaratılan su
bir anda helâk sebebi oluveriyor. Allah onların tümünü suda boğdu da
mü’-minlerin onların yerlerine yurtlarına vâris kıldı.
Şimdi yeryüzünde Rabbimizin koyduğu bu
yasadan habersiz olan bazı kardeşlerimiz şöyle diyorlar: Bu alçakların zulmü, bu
Amerikanın bu Avrupa’nın zulümleri, bu yerli ve yabancı zâlimlerin zulümleri
Firavunların, Lût kavminin, Âd’ın ve Semûd’un zulümlerini de geçti. Allah’la
savaşa tutuştular, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın sistemini reddettiler,
yeryüzünde oluk oluk Müslüman kanı akıttılar. Acaba ne zaman yıkılacak bu
zâlimler? Ne zaman helâk edecek Rabbimiz bu zâlimleri? Bunlar hâlâ helâki hak
etmediler mi?
Bugün pek çok Müslümanın aynı sözleri
sayıkladıklarına şâhit oluyoruz. Halbuki unutuyor bu Müslümanlar, helâkten önce
uyarılma şarttır. Bu kâfirler, bu zâlimler bilmedikleri, gafil oldukları,
beklemedikleri bir âkıbetle değil kendilerine apaçık âyetlerle bildirilen bir
âkıbetle karşı karşıya gelmelidirler. Biz onları bu âkıbetle uyarabildik mi ki
onların helâklerini bekliyoruz? Onlar önce açık açık Allah’ın âyetleriyle karşı
karşıya getirilecek kabul ettikleri zaman kurtuluşa erecekler ve reddettikleri
zaman ancak helâki hak edecekler ve ancak o zaman helâkları gerçekleşecektir.
Demek ki bütün mesele bugün bizim
görevimizi yapmamıza bağlıdır. Değilse günümüz zâlimlerinin öncekilere bir
üstünlüğü yoktur. Öncekiler helâk edildiler de bunlar edilmeyecek mi yâni? Ne
ayrıcalıkları var bunların? Bizler Rabbimizin bizden istediğini yapabilecek bir
noktaya geldiğimiz andan itibaren kesinlikle bilelim ki sünnetullah gereği bu
kâfirler Rabbimizin helâk yasasının mahkumu olmaktan bir saniye bile
kurtulamayacaklardır.
“Ey Mekke putperestleri! Sizin
inkârcılarınız bunlardan daha mı üstündür? Yoksa Kitaplarda size bir kurtuluş
belgesi mi var? Ey Muhammed! Yoksa: “Biz öç alabilecek bir topluluğuz" mu
diyorlar? Toplulukları dağıtılacak, yüz geri
edeceklerdir.”
(Kamer 43,44,45)
Evet ne farkları var bunların
öncekilerden? Tüm gavurlukları yapacaklar, içki, kumar, zina, zulüm tüm
haramları meşrulaştıracak-lar, Allah’la Allah’ın sistemiyle alay edecekler,
Müslümanlara zulmedecekler bütün bunlara rağmen yine de berat edip helâkten
kurtulacaklar öyle mi? Biz güçlüyüz mü diyorlar yoksa? Öncekiler dağınıktı,
öncekiler güçsüzdü Allah onlarla baş edebilmiş ama bizler şu anda birleştik,
birleşmiş milletlerimizi kurduk, Natoyu kurduk artık Allah bizimle başedemez mi
demek istiyorlar? Hayır hayır Allah onların to-punu bir anda helâk edecek
güçtedir, ama yeryüzünde koyduğu yasa gereği bizim görev yapmamızı istiyor.
Sünnetullah budur yeryüzünde.
132.“İşlediklerine karşılık her birinin
dereceleri vardır. Rabbim onların işlediklerinden habersiz değildir”
Evet her bir şahıs için
amellerine göre dereceler vardır. Her bir kimse için dünyada işlediği amelleri
karşılığında dereceler vardır. Rabbimiz her bir kimsenin amellerine göre ona
dereceler hazırla-mıştır. Üst derece, alt derece. İnsanların yeryüzünde
işledikleri amellerine göre cennette de, cehennemde de dereceler vardır.
Mü’minler için de kâfirler için de dereceler vardır. Her insan dünyada
yaptıklarına göre dereceler, mükafatlar ve cezalar görecektir. Mü’minler
işledikleri hayırlı amellerinin azlığına, çokluğuna göre cennette dereceler ve
mükafatlar elde ederlerken, kâfirler ve zâlimler de işledikleri cürümlere göre
cehennemde azaplar kazanacaklardır.
Şunu hiçbir zaman unutma ki
Rabbin insanların yaptıklarının hiç birisinden gafil değildir. Zerre kadar bile
olsa ne kâfirin ne de müminin amelleri zâyi edilmeyecek. Kim ne yapmışsa onun
karşılığını görecektir. İnsanları yaptıklarıyla hesaba çekecektir
Rabbimiz.
Öyleyse unutmayın ki Allah sizden
haberdardır. Sizin ne yaptığınızı, ne yapmadığınızı çok iyi bilmektedir ve
sonunda bu yapıp ettiklerinizle sizi hesaba çekecektir. İşte bizi yarın hesaba
çekecek olan Allah:
133. “Rabbin Müstağnî ve rahmet
sahibidir. Dilerse, sizi başka bir milletin soyundan getirdiği gibi, sizi yok
eder, dilediğini yerinize getirir.”
Evet şunu da asla unutmayın ki
yaptıklarınızın tümünü siz kendiniz için yapıyorsunuz. Çünkü Allah Ganidir,
Allah zengindir ve sizin yaptıklarınızın hiç birisine ihtiyacı yoktur. Allah hiç
kimseye ve hiç kimsenin amellerine muhtaç değildir. Ne ibadetlerinize, ne
çalışmalarınıza, ne gayretlerinize hiç bir şeye ihtiyacı yoktur Onun. Hiç
birinize ihtiyacı olmadığı gibi, üstelik sizin için sonsuz rahmet ve merhamet
sahibidir de O Allah. Yokken sizi yaratan Odur. Sizi size ihtiyacından dolayı,
yalnızlığını gidermek veya sizin yapacaklarınızdan istifade etmek için de
yaratmadı. Dilediği zaman da sizi yok etmeye muktedirdir. Size de,
yaptıklarınıza da ihtiyacı yoktur Onun. Dilerse sizin defterlerinizi dürer de
daha önce sizi sizden öncekilerin yerine dünya sahnesine getirdiği gibi sizin
yerinize de başkalarını halef kılar. Sizi giderir, sizin yerinize başkalarını
var kılar da hayatın yükünü, halifelik görevini onların sırtına yükleyiverir.
Tıpkı siz de bir başka toplumun zürriyeti değil misiniz? Yâni Allah’ın size bir
ihtiyacı yoktur, sizin O’na ihtiyacınız vardır unutmayın.
Sizi başkalarının neslinden
getirdiği gibi sizin neslinizden de başkalarını getirir. Nuh toplumunu yok edip
yerine Âd’ı getirip yer-leştirdiği gibi. İsyanlarından dolayı Âd’ın da defterini
dürüp yerine Se-mûd’u yerleştirdiği gibi. Küfürlerinden ötürü Semûd’u da yerin
dibine batırıp yerine başkalarını getirdiği gibi. Veya Selçukluyu, Osmanlıyı yok
edip şu anda onların yerine sizleri getirdiği gibi. Sizi de yok edip yerinize
başkalarını getirir O Allah. Öyleyse size hakim olan, sizin üzerinize Kahhâr
olan Rabbinize teslim olup Onun istediği hayatı yaşayın. Asla Onun emirlerine
isyan içine girmeyin. Onu ve Onun hayat programını hesaba katmayarak bir hayat
yaşamaktan sakının.
Evet sanmayın ki dünyada kalış
süreleriniz sizin kendi elle-rinizdedir. Dünyada bizler istediğimiz kadar yaşama
imkânına sahip değiliz. Gelişimiz de elimizde değil, gidişimiz de. Dünyaya
bizler istediğimiz dönemde, istediğimiz coğrafyada ve istediğimiz aileden
gelmedik. Bu konuda bize bir şey sorulmadı. Erkek ve kadın olarak da
yaratılmamız bizim elimizde değildir. Bir tavuk olarak da dünyaya ge-lebilirdik
ve hiç bir itiraz hakkımız da olmayacaktı. Hani tavukların bir itiraz hakları
var mı? Gelişimiz böyle olduğu gibi gidişimiz de bizim elimizde değildir. Belki
bugün, belki yarın, belki yarından da önce gideceğiz. Çaresiz buna hiç bir zaman
itiraz hakkımız yoktur. Nasıl ki bizler başkalarına vâris olmuşsak, başkalarının
ölümünden sonra onların yerine dünyaya getirilmişsek bizim yerimize de başkaları
getirilecektir. Dilerse Allah sizi yok eder, sizden başka birilerini var kılar,
hayatın yükünü, halifelik görevini onlara verir. Tıpkı siz de bir başka toplumun
zürriyeti idiniz. Bir başka neslin nesli olarak geldiniz.
Öyleyse madem ki bir gün
gideceğiz bu dünyadan, madem ki kazık çakmayacağız yeryüzüne ve madem ki bizi
getirip götüren bir varlık var, o halde geçici bir dünyaya bağlanıp
kalmayacağız. Tüm plan ve programlarımızı geçici bir dünya adına yapmayacağız.
Adımlarımızı âhiret adına atacak, hesabımızı kitabımızı âhiret adına
yapa-cağız.
134. “Size vaadedilen, mutlaka yerine
gelecektir; siz O’ nu âciz kılamazsınız.”
Evet zinhar unutmayın ki, size
her vaadolunan mutlaka ge-lecek, gerçekleştirilecektir. Allah’ın vadinde asla
değişiklik olmaz. Ne vaadolunmuştu bize? Ne vaadetmişti Rabbimiz bize? Ölüm
vaado-lunuyordu bize, o mutlaka gelecektir. Ondan kaçıp kurtulmak mümkün
değildir. Başka? Diriliş vaadolunuyordu, yaşadığımız hayatın he-sabını ödemek
üzere, yaptıklarımızın bedelini ödemek üzere yeniden diriliş vaadolunuyordu,
hesap kitap vaadolunuyordu, terazi mizan va-adolunuyordu, cennet cehennem
vaadolunuyordu, onlar mutlaka ge-lecek ve gerçekleşecektir. Başka neler
vaadolunuyordu bize? İsyan içinde olanlara helâk vaadolunuyordu, dilersek sizi
yok eder yerinize başkalarını getiririz deniyordu, o mutlaka gerçekleşecektir.
Küfür ehline, şirk ehline vaadedilen azapların tümü mutlaka gelecektir. Sakın ha
yaptıklarınızdan ötürü Allah’ı atlatabileceğinizi sanmayın. İsyan içinde
olanlara Rabbimizin vaadettiği azapların tümü gelecektir. Gelecektir ama bazen
sizin beklemediğiniz, anlayamadığınız, bileme-diğiniz biçimlerde gelir azap.
Evet böylece Rabbimizden insanlara
vaadolunanlar pozitif ve negatif olarak iki ana grupta toplanabilecektir. Birisi
dediğim gibi, be-nim istediğim gibi, benim peygamberimin emrettiği gibi bir
hayat yaşarsanız karşılığında vaadettiğim mükafatlar size gelecektir. Size
cennet vaadediyorum ve bu vaadim aynen gerçekleşecektir. Ötekisi de tam tersine
beni dinlemez, elçilerime kulak vermez, kafanıza göre hareket ederseniz o zaman
da size cehennemi vaadediyorum, aynen o da gerçekleşecektir. Buyurun hangisini
isterseniz tercih size aittir diyor Rabbimiz.
Bazen sizi azdıran bir zenginlik
biçiminde, bazen sizi perişan eden, belinizi büken bir fakirlik biçimine, bazen
yerin üstünü altına getiren bir deprem biçiminde, bazen sizi şia, parti parti,
grup grup yaparak birinizin acısını diğerine tattırma biçiminde, bazen başınıza
başsız başları musallat etme biçiminde, bazen düşmanlarınızı size musallat
ederek ekmeğinizi elinizden almaları biçiminde, bazen çoluk çocuğunuzu elinizden
aldırıp, istemediğiniz eğitimlere zorlamak biçiminde, kadınlarınızın
kızlarınızın namuslarına sahip çıkamama biçiminde, çeşitli biçimlerde gelir
Allah’ın azabı da farkına bile varamazsınız. Evet Allah size ne vaadetmişse
onların tamamı size gelecektir. Ne kadar da güçlü olursanız olun, ne kadar da
kaçmaya, saklanmaya çalışırsanız çalışın bundan kurtulma imkânınız yoktur.
Allah’la baş etme imkânınız yoktur.
Öyleyse Allah’ın vaadini iki ana
grupta topladık:
1: Rızama uygun, kitabımın ve
peygamberimin gösterdiği gibi hareket ederseniz size cennet vaadediyorum, aynen
öyle gerçekleşecektir.
2: Bir de bunun tam tersine, beni
dinlemez, kitabımı ve peygamberimi dinlemez, kendi kafanıza göre giderseniz size
cehennemi vaadediyorum. Buyurun hangisini isterseniz diyor
Rabbimiz.
135. “De ki, “Ey milletim! durumunuzun
gerektirdiği-ni yapın, doğrusu ben de yapacağım. Sonucun kimin için hayırlı
olacağını bileceksiniz. Zulmedenler şüphesiz
kurtulamazlar.”
Onlara de ki ey peygamberim! Ve
sizler de deyin o kâfirlere ey peygamber yolunun yolcuları. Deyin ki onlara: Ey
kâfirler! Ey müşrikler! Ey zâlimler! Ey Allah düşmanları! Haydi buyurun, kendi
konumunuza, kendi durumunuza göre ne uygunsa, neyi uygun görmüşseniz yapın
bakalım. Ne yapacaksanız yapın bakalım! Kendi durumunuza göre neyi uygun
görmüşseniz haydi yapın bakalım! Sizler elinizden ne geliyorsa, ne
yapabilecekseniz yapın! Sizler yapacağınızı yapın! Küfrün gereği olarak, şirkin
gereği olarak Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle savaş yolunda
neye gücünüz yetiyorsa yapın! Elinizden geleni arkanıza koymayın! Ne
yapacaksanız, nasıl yaşayacaksanız bildiğiniz gibi yaşayın! Ben de bana yakışanı
yapacağım. Ben de yapacağımı yapıyorum! Biz de yapacağımızı yapacağız! Pek
yakında göreceksiniz gelecek kiminmiş? Pek yakında görecek ve bileceksiniz,
gelecek kâfirlerin miymiş, yoksa mü’minlerin mi? Gelecekte kâfirler mi galip
gelecek yoksa Allah dostları mı? Arkasında Allah’ın bulunduğu dâvâ mı galip
gelecek yoksa arkasında şeytanların bulunduğu küfür mü? bunu çok yakında
göreceksiniz.
Evet her şey bu kadar açık ve net
bir biçimde ortaya konduk-tan sonra artık ne yapacaksanız yapın. Siz size uygun
olanı yapın, ben de bana uygun olanı yapacağım. Âkıbet kime aitmiş? Sonuç
kiminmiş? Gelecek kiminmiş? Gelecekte kim egemen olacak yeryüzünde? Hangi dâvâ
egemen olacak? Yahut da yaşadığımız bu dünyanın sonunda cennete kim gidecek?
Âhiret yurdu kimin olacak? Kim kaybedecek, kim kazanacak? Bunu yakında siz de
göreceksiniz biz de göreceğiz. Sonunda kesinlikle bileceksiniz ki bu dâr ve
diyarın akıbeti kimin lehineymiş, zalimler kesinlikle felah bulmazlarmış.
Kesinlikle bilelim ki zâlimler
asla iflah olmazlar. Zalimlere kurtuluş yoktur. Ve yine kesinlikle bilesiniz ki
yarın âkıbet, yarın cennet mü’minlerindir.
Öyleyse biz yolumuzdan asla şüphede
değiliz. Biz dâvâmız-dan, yaşadığımız hayattan asla kuşkuda değiliz. Siz
yapacağınızı yapın, biz de bizim yapmamız gerekenleri yapacağız. Sizler
inandı-ğınız yolun gereklerini, inandığınız küfür ve şirk dinlerinin amellerini
pratikte gösterin ben de, biz de inandığımız tevhid dininin amellerini
hayatımızda sergilemeye devam edeceğiz. Siz imanlarınızı yaşayın, ben de imanımı
yaşamaya devam edeceğim. Siz bildiğinizi ortaya ko-yun, ben de bildiğimi ortaya
koyacağım. Ama ben şunu şimdiden si-ze haber vereyim ki zâlimler asla iflah
olmazlar. Zâlimler asla iflah ol-mayacaklar. Zâlimler hiçbir zaman egemen
olamayacaklar. Zâlimle-rin ne dünyada ne de âhirette asla kurtulmaları mümkün
değildir. Dünyada da ukba’da da kurtuluşa erenler ancak mü’minler olacaktır.
Allah’a şirk koşan, Allah’a isyan eden, Allah’ın sistemini reddedip başkalarının
sistemlerini yasallaştıran, zâlim bir toplum ne dünyada, ne de ukba’da
kesinlikle kurtuluşa eremeyecektir. Geçmişte bu böyle olduğu gibi yarın da böyle
olmaya devam edecektir. Bu Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir yasadır ve kıyâmete
kadar da bu yasa devam edecektir.
Bundan sonraki âyetlerinde Rabbimiz
küfrün, şirkin temelini ve tutarsızlığını ortaya koyacak. Şirkin temel
felsefesini anlatacak. kâfir ve müşrik kafaların ürünlerini anlatmaya
başlayacak.
Müşrik kafaların, Allah’a inandıkları
halde Onu hayata karış-tırmak istemeyen, Allah’a inandıkları halde yaşadıkları
hayatta Ona yetki vermeyen, ya da hayatı parçalayıp onun bir bölümünde Allah’ı,
öteki bölümlerinde de Allah’tan başkalarını söz sahibi kabul eden müşrik
kafaların içini ortaya dökecek Rabbimiz. Allah’ı bildikleri halde Ona teslim
olmayan, inandım dedikleri Allah’ın hayata karışmasını reddeden, müşrik
insanların düşüncelerinin hayatlarında nasıl tezahür ettiğini? Şirklerinin
dünyalarında nasıl bir görüntü arz ettiğini? Şirklerinin hayatlarını nasıl
şekillendirdiğini ortaya koyan bir âyetle karşı
karşıyayız.
Kâfirlerin ve müşriklerin inançlarına
göre şekillenen hayatları anlatılacak. Her ne kadar kâfirler kâfirse de
hayatlarının kimi yönleri İslâm’a uygun olabilir. Meselâ kimi insanlar kâfir
olsalar da yalan söylemezler. Hırsızlık yapmayan, domuz eti yemeyen, içki
içmeyenler de vardır aralarında. Bunun sebebi bir zamanlar onlar da hak din
üzereydiler. Zaman içinde gelen hak dinlerin onlardaki kalıntılarıdır
bunlar.
Bakın bunların hayatı nasıl
şekilleniyormuş? Şirk inançları ha-yata nasıl yansıyormuş? Rabbimiz şöyle
anlatır:
136. “Kendi zanlarına göre, Bu Allah'ındır, bu
da putlarımızındır diyerek, Allah'ın yarattığı hayvanlar ve ekinlerden pay
ayırdılar. Putları için ayırdıkları Allah için ve-rilmez, ama Allah için
ayırdıkları putlarına verilirdi; ne kötü hüküm
veriyorlardı!”
Gerek hayvanlardan gerekse
ekinlerden, mahsullerden bir nasip ayırıp zanlarınca dediler ki bu Allah’ındır.
Sonra aynı mallardan bir hisse daha ayırdılar ve yine kendi zanlarınca dediler
ki bunlar da putlarımıza, putların arkasına saklanarak egemenliği ellerine
geçirmiş olan egemen güçlerimize, toplumda iktidarı elinde bulunduranlara,
ortaklarımıza, liderlerimize, idarecilerimize, otorite sahiplerimize aittir.
Onlardan gelebilecek tahakkümü, zulmü önlemek için bunları da onlara ayırdık
diyorlardı.
Yâni nerden öğreniyorlar, nasıl
öğreniyorlar gerçekten hayret ediyoruz. Ama İblis’ten öğreniyorlar, akıl
hocalarından bilgileniyorlar ve birbirlerine öğretiyorlar bu işi. Mantığa bakın,
düşünceye bakın ki, malları, ekinleri, tarlaları, hayvanları, davarları,
sığırları tüm mal varlıklarını ve de hayatlarını ikiye bölüyorlar veyâ daha
doğrusu üçe bö-lüyorlar, bir bölümü aslan payı olarak kendilerine ayırıyorlar,
geri kalanının da bir bölümünü Allah’a, diğer bölümünü de putlarına, Allah’a
ortak kabul ettikleri varlıklarına ayırıyorlar. Tanrısal özellik yükledikleri
varlıklara pay veriyorlar. Niye? Zırvanın te’vili olmaz.
Evet kendilerine ayırdıklarının
dışındaki mallarını ikiye bölüyorlardı kendi zanlarınca ve diyorlardı ki şu
Allah’ındır, şunlar da egemen güçlerindir. İşte şirkin temel felsefesi budur.
Şirkin hayat programı budur. Demin de ifade ettiğim gibi müşriklerin, müşrik
kafaların ikilem içinde bir hayatları vardır. Şirk kelimesinin ifade ettiği
anlam da budur zaten. Şirkte ikilem vardır. Sürekli bir ikilem içinde yaşar
müşrik. Hayatının bir bölümünde söz sahibi Allah’tır, öteki bölümlerinde de söz
sahibi başka tanrıları vardır. Hayatının öteki bölümlerinde söz sahibi olan
tanrılar isterse bir tane olsun, isterse birden çok olsun fark
etmez.
Allah’tan başka hayatlarında söz sahibi
olan bu tanrılar bazen ekonomik tanrılardır, kimileri siyasal tanrılardır,
kimileri bilimsel tanrılar, kimileri hukuk tanrısı, kimileri şifa tanrısı,
kimileri oyun eğlence tanrısı, kimileri dua, tövbe ve sığınma tanrısı, kimileri
kılık kıyafet tanrısı, kimileri moda ve âdetler tanrısı vs vs. Tüm şirk
toplumlarında bu tanrıları yığınlarla görmek mümkündür. Allah’ın karıştırmadığı
alanlarda bu tanrılar söz sahibidir müşrik toplumlarda. Çünkü hayat ikiye
bölünmüştür. Allah’ın karıştığı bölüm, başka tanrıların söz sahibi olduğu bölüm.
Zaman da ikiye bölünmüştür. Allah’a ayrılan zaman, başkalarına ayrılan zaman.
İbadet gibi Allah’ın karıştığı zaman birimi, onun dışında başkalarına kulluk
yapılan zaman dilimi.
Tüm şirk toplumlarında görmek mümkündür
bunu. Allah be-risinde hayata etkin olan bu tanrılar bazen canlıdır, bazen da
cansız varlıklardır. Bazen canlıdır bu tanrılar insan gibi, insanlar gibi ve her
biri hayatın belli birimlerini paylaşırlar. Sen şu bölümde tanrısın, şu bölüm
sana aittir, ama şu bölüm de bana aittir gibi kendi aralarında yetkileri
paylaşırlar ve kendi keyiflerince bir dünya oluştururlar, Allah kullarını
kendilerine kul köle edinirler. İşte müşrikçe inanarak haya-tında bu ikilemi
yaşamak zorunda olan insanların bir özelliğini anla-tıyor
Rabbimiz.
Allah’ın kendilerine lütfettiği
mallarından, hayvanlarından, e-kinlerinden birer pay, birer hisse ayırıyorlar ve
diyorlar ki şu hisse Al-lah’ındır, şu da şeriklerimizin, ortaklarımızın,
egemenlerimizindir. Hal-buki tüm mallar Allah’ındı. Allah’ın malından Allah’a
bir hisse ayırıyorlar, putların, hakimlerin, hükümdarların, idarecilerin onda
zerre kadar hakları olmadığı halde onlara da bir hisse ayırıyorlardı. Allah’a
ayrılanlar toplumun fakirlerine, muhtaçlarına harcanıyor, öteki tanrılara
ayrılanlar da toplumun egemen güçlerine, idarecilere gidiyordu. Bu kendilerine
hisse ayrılan tanrılar eğer canlı varlıklarsa, yâni insanlarsa bizzat kendileri
alıyorlardı bunu, eğer bu tanrılar cansız putlarsa o zaman da bu putların
arkasına saklanan uyanıklar alıyorlardı bunları. Ve böylece insanlardan
emdikleri bu kanlarla güçlenip palazlananlar toplumda hakim konuma
gelebiliyorlardı.
Bir de bakın şöyle
yapıyorlardı:
Putlara ayrılan, krallara, idarecilere,
egemen güçlere ayrılan, hakim zümreye ayrılan, loncaya, kliğe ayrılan,
liderlere, sevilen kişilere ayrılanlar mutlaka verilmeliydi yerine, mutlaka
ulaştırılmalıydı onlara. Ama Allah’a ayrılan mallarda her hangi bir telef, bir
eksilme söz konusu olmuşsa ona verilmekten vazgeçilirdi. Bunu yaparken de
ge-rekçeleri şuydu: Eh nasıl olsa Allah Ganîdir, Allah zengindir, Allah’ın
ihtiyacı yoktur, vermesek de olur Ona diyorlardı. Ama berikilerin ihtiyaçları
vardır. Onlar Allah kadar güçlü, Allah kadar zengin değildirler. Binaenaleyh
onların hakkını kesemeyiz diyorlardı. Ne kadar da garip değil mi? Tam müşrik
mantığı yâni. Peki madem ki Allah güçlüdür, Madem ki Allah’ın hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur, madem ki onlar güçsüz-dür, madem ki onlar muhtaçtır, eh niye
tapınıyorsunuz onlara? Niye onlara söz hakkı tanıyorsunuz hayatınızda? Niye
uyguluyorsunuz onların yasalarını? Ve niye kulluk ediyorsunuz onlara? Neden Rab
biliyorsunuz onları? Neden? Neden işlerinizi onlara havale ediyorsunuz? Neden
hukuku Allah bilmiyormuş gibi onların kapısında hukuk dileniyorsunuz? Neden
Allah yasaları dururken onlara yasa belirleme hakkı tanıyorsunuz? Neden velî ve
hakim biliyorsunuz onları? Başka değil sadece şirk mantığı diyoruz
buna.
Evet nasıl olsa Allah’ın ihtiyacı
yoktur ama bu beriki tanrılarımız fakirdir onlara vermek zorundayız diyorlardı.
Bir de aslında an-lıyoruz ki bu adamlar Allah’tan korkmuyorlar ama öteki
tanrılardan, idarecilerden, egemen güçlerden korkuyorlardı. Çünkü demin de
ifa-de ettiğim gibi Allah’a ayrılanlar toplumda gariban fakir fukaraya
harcanıyordu. Bunların haklarını vermedikleri zaman onlardan kendilerine
gelebilecek bir tehlike yoktu, ama beriki egemen tanrılara, siyasal tanrılara
vermedikleri zaman onlardan gelebilecek hapis gibi, başka cezalar gibi şeylerden
korkuyorlardı ve onların haklarını derhal ödü-yorlardı.
Tıpkı şu anda bu ülkenin
müşrikleri gibi. Mallarından bir hisse Allah’a ayırıp bu zekâttır, bu Allah’ın
hakkıdır diyen, sonra mallarından bir ikinci hisse daha ayırıp bu vergidir, bu
egemen güçlerin hakkıdır diyen ve Allah’a ayırdıklarında bir eksilme olursa
tâğutlara ayırdıklarından bu tarafa takviye yapmayan, ne yapalım az kazandık
di-yen, ama tâğutlara ayırdıklarında bir eksilme olduğu zaman da Allah’a
ayırdıklarından alıp o tarafa takviye yaparak onu mutlaka ödemeye çalışan
kimseler gibi. Kendilerine o malları mülkleri veren Allah’tan korkmuyorlar
adamlar ama öteki tanrılarından korktukları için onların haklarını hemen
ödüyorlar.
Evet Allah için ayrılan verilmese
de olur ama öteki tanrılar ihmal edilmemeliydi. Önemli olan Allah’ın rızası
değil öteki tanrıların rızasıydı. Allah’ı kızdırsalar da fark etmezdi, önemli
olan öteki tanrıları kızdırmamalarıydı. Önemli olan bu tanrıların şişmesiydi.
Önemli olan bu tanrıların bu tür kaynaklardan beslenerek güç ve kuvvetlerini,
egemenliklerini sürdürmeleriydi. Öyle değil mi? Fakir ve güçsüz dü-şerek bu
tanrıları yüzden gözden düşerse bu adamların hayatı nasıl olurdu? Önemli olan bu
tanrıların göz dolduracak bir biçimde hayat-larını sürdürmeleriydi. Fakir fukara
yaşamayıverse ne olacak? Zaten yaşamayı ne bilir de onlar? Efendilerinin
yaşadıkları hayat da zaten onlar için değil miydi? Önemli olan efendilerin
debdebeli ve şaşaalı bir hayat yaşamasıdır gerisinin hiç bir önemi yoktur
kölelerin gözünde. Efendilerin büyümesi, şişmesi onlar için en büyük şereftir.
Evet işte şirk, işte şirkin mantığı,
işte müşrikler ve işte şirk di-ninin şekillendirdiği bir hayat. Bir de şunu
söyleyelim burada: Şirk an-layışı, şirk mantığı müşrikin hayatında ilk önce
ekonomik anlayışında kendisini gösterir. Yâni bir adamın müşrik mi, değil mi?
Olduğunu an-lamak istiyorsanız onun mal anlayışına, ekonomik dünyasına bir
bakmanız yeterli olacaktır. Şirk anlayışı önce kişinin mala bakışında te-zahür
eder. Şirk anlayışı kişilerin hayatında öyle israf yolları açar ki kapanması bir
ömür içine sığdırılamaz. Öteki tanrılarının kınamasın-dan korkusu sebebiyle yaya
yürüyemediği için araba almak zorun-dadır. Çevre putunun kendisini
yadırgayacağından korktuğu için ara-banın en pahalısına ve modellisine binmek
zorundadır. Yamalı giye-mediği için hep yenisini almak zorundadır. Ayakkabısını
tamir ettirmekten utandığı için hep yenisine yetişmek zorundadır. Modası geçti
endişesiyle üç aylık elbisesini soymak ve yerine yenilerini almak zo-rundadır.
Meslek icabı, mevki icabı şöyle bir evde oturmaktan haya ettiği için böyle bir
villada oturmak zorundadır. Gelen misa firlerden korktuğu için evini
şöyle şöyle tefriş etmek zorundadır.
Evet Allah’tan başka tanrıların
da varlığına inanan, hayatında onların da hatırını kazanabilmek için çırpınan
bir müşrik bu tanrıları hatırına hayatında öyle olmadık gedikler açar ki bir
ömür boyu çır-pınır durur da yine de bir türlü kapatamaz bu gedikleri. Bu put
adına, bu spor adına, bu klik adına, bu parti adına, bu makam adına, bu sosyal
hayat adına, bu şöhret adına, bu alkış adına, bu toplum a-dına, bu çevre adına,
bu mevki adına diyecek ve harcadıkça harcayacak.
Evet böyle topluma, çevreye, modaya,
âdetlere, törelere de kulluk edilirse hayat böyle olur işte. Müşrikin hayatı
böyledir. Şunu da memnun edebildim mi acaba? Şunun da gözüne girebildim mi
acaba? Şunların sofrasında da ben konuşuluyor muyum acaba? diye bir ömür boyu
çırpınır durur müşrik. Çünkü sadece Allah’ın kulu değildir o. Sadece Allah’a
karşı sorumlu değildir. Onun sorumlu olduğu kulluk yaptığı başka tanrıları da
vardır. Halbuki Müslümanın hayatında sadece hakim güç Allah’tır. Allah
kendisinden razı olduktan sonra tüm dünya kınasa vız gelir onun için. Razı
edeceği varlık tek olduğu için de çok rahattır Müslüman. Kalbi parça parça
değildir onun. Çok efendiyi razı etmek için yorulmuş bir adam değildir o. Rabbi
kendisinden razı mı tamam rahattır o. Evet Müslümanın kazanırken de harcarken de
hayatında hakim güç sadece Allah’tır.
Müşrikler mallarını parçalayıp onun bir
bölümünde Allah’tan başka tanrıları söz sahibi kabul ettikleri gibi, bir de
zamanı parçala yıp o konuda da
ikilem yaşayan insanlardır. Görüyoruz işte adamlar zamanı da parçalıyorlar.
Allah’ın kendilerine lütfettiği yirmi dört saatin sadece iki saatini Allah’a
verdiler, iki saatini Allah’a ayırdılar bu Allah’a yeter dedeliler ve geriye
kalan yirmi iki saatini kendilerine ayırdılar bu bize ait dediler. Mekân
konusunda da aynı ayırımı yapıyorlar müşrikler. Şuralara şuralara Allah karışır,
ama şuralarda şuralarda filanların hükmü geçerlidir diyorlar. Tamam mescitlerde
Allah söz sa-hibidir ama onun dışında kalan yerlerde bizim söz sahibi başka
tanrılarımız vardır diyorlar. Bu kadarı Allah’a yeter diyorlar. Allah öyle
hayatımızın her bölümüne karışmamalı diyorlar. Yüzde on, yüzde yirmi Allah’a
yeter diyorlar ama geri kalan yüz de seksen doksanını kendi keyiflerine, kendi
putlarına ayırıyorlar.
Âyeti bir de şöyle anlamaya
çalışıyoruz: Ayırsınlar bakalım, kendilerince taksim etsinler. Ama bilsinler
böyle bir mantıkla Allah’a ayırdıkları asla Allah’a gitmez, Allah asla böyle bir
ayırımı kabul et-mez. Put yanında düşünülen, putla birlik düşünülen, ortaklı
düşünülen bir Allah hakkı Allah tarafından asla kabul görmez. Öyleyse putlarına
ayırdıkları elbette putlarına gider, ama böyle şirk içinde bir ayırımı Allah
kesinlikle kabul etmeyecektir. Yarın putları, kendileri, ayırdıkları, verdikleri
hepsi birden cehennemde birbirlerine lânetleşecekler. Bu hainle onu bekliyorlar.
Evet, Allah’la birlikte O’nun yanında
başkalarını da ilahlık makamında gören bu insanlar, Allah’ın kendilerine
lütfettiği o malları konusunda bir pay ayırıyorlar ve diyorlar ki; ya Rabbi bu senindir. Bu senin hakkındır, ama
şunlar da bizim tanrılarındır. Bizim hayatımızı düzenleyecek, bizi bize
bırakacak, bizim kendileriyle ilişkilerimizi ayarlayacak sana ortak bildiğimiz,
yasalarını uyguladığımız, kulu kölesi olduğumuz öteki tanrılarımızındır. O
ortaklarına ayırdıkları asla Al-lah’a ulaşmaz. Ama bu Allah’ındır dedikleri
onların putlarına, ilahlarına varır ulaşır. Allah diyor
ki:
Ne kadar da kötü hükmediyorlar? Ne
kadar çirkin ve âdî bir iş yapıyorlar? Hiç düşünmüyorlar mı bu adamlar? Hiç
akılları yok mu bunların? Bu kendilerinin sahip oldukları ekinlerde ve
hayvanlarda, bu mallarında Allah’tan başka kimlerin hakkı olabilir? Bunları kim
verdi onlara? Mallarını peşkeş çekmeye çalıştıkları bu yeryüzü tanrılarının, bu
tanrı taslaklarının ne hakları olabilecek de bu mallarında? Dünyada tanrılığa
soyunmuş bu âciz tanrı taslaklarının, bu âciz tanrıçaların tamamı toplansalar
acaba o hayvanlardan bir tanesini yaratabilecekler mi? Bırakın bir hayvan veya
canlı yaratmayı o hayvanların beslenebilmesi için gökten bir damla yağmur
yağdırabilecekler mi bu tanrı taslakları? Bir tek buğday tanesi bitirebilecekler
mi onlar yeryüzünde? Hiç düşünmüyorlar mı bu insanlar? Ne hakla veriyorlar
mallarını onlara? Hangi hakla mallarında söz sahibi kabul ediyorlar bu adamları?
Hayır hayır, ekinlerin de,
hayvanların da, o hayvanların sahip-lerinin de sahibi Allah’tır. Hayatın sahibi
Allah’tır. Göklerin ve yerlerin sahibi Allah’tır. Gecenin sahibi, gündüzün
sahibi Allah’tır. Mallarımız da mülklerimiz de hayatımız da Allah’ındır. Bizler
şu anda birer emânetçiyiz. Ve emânetin sahibi de Hayy’dir, hayattadır. Emanetin
sahibi olan Rabbimiz bütün bu verdiklerini nerede ve nasıl harcamamızı, nerede
ve nasıl kullanmamızı istiyorsa oralarda harcamak ve kullanmak zorundayız.
Mallarımız emânettir, evlâtlarımız emânettir, bedenlerimiz emânettir, akıl
emânettir, bilgi emânettir, zaman emânettir her şey emânettir ve emânetin sahibi
de hayattadır. Tüm bu verdiklerini nerede ve nasıl kullanacağımızı O’na sormak
zorundayız. Ama müşrikler Allah’a sormayarak kendilerini bu konuda yetkili
görmüşler ve bu şekilde rezil bir hayatın adamı olmuşlar Allah
korusun.
Bu âyet bana şunları anlattı:
Kimi arkadaşlarla görüşüyorum, beni sevdiklerini söylüyorlar, anlattığım
Kur’an’a şiddetle ihtiyaçlarının olduğunu, birlikte ders yapmamız gerektiğini
söylüyorlar. Tamam di-yorum, haftada bir akşam buluşup okuyalım, birlikte
anlamaya çalışalım. Bir iki hafta çok dikkatli dinliyorlar. Üçüncü hafta
soruyorum, bu hafta neredeyiz, kimin evindeyiz diye, adam başlıyor bin bir
mazeretler beyan etmeye. Efendim, arkadaşlardan birisi yola gitmiş, ötekisinin
misa firi gelmiş, kendisi de hemen
evden bir arkadaşına gitmek üzereymiş de işte bu hafta dersi iptal etsek. Zaten
haftada bir saatlik Kur’an’la bir beraberlik, onu da daha sonraki haftaya
kaydırma teklifinde bulunuyorlar. Bazen içime bir kurt düşüyor, acaba on beş
günde bile Allah’a zaman ayıramayacak kadar meşgul olan bu insanlar bu geceleri
ne yapıyorlar diye birinin evine gidiyorum. Bakıyorum ki adam televizyonun
başına oturmuş, elinde neskahvesi hazır, duman gölgesi altında, lâhûti bir
manzarada kendi dünyasına dalmış. Meğer haftanın bir saatini bile Allah’a
ayıramayan beyefendi bunlara zaman ayırıyormuş. Yıkılıyorum. Soruyorum, hani sen
bu geceni Allah’a ayırmıştın? Dünkü gecen, evvelki günkü gecen zaten bu
ekranındı, ne oluyor demeden kendimi alamıyorum. Ne dersiniz? Yâni Allah’a
ayırdıklarımız da mı bazen putlara gidiyor? Ekran putu, ya da başka putlar.
Allah’a ayıracağımız zamanları da başkaları mı çalıyor ne? Akrabalar,
arkadaşlar, bacanaklar, enişteler, dayılar mı çalıyor?
Öyle değil de hiç olmazsa
haftanın bazı günlerini Allah’a ayırsanız, erken yatıp sahurda, seherde kalkıp
bu gece Allah’a gidece-ğim deseniz. Seheri değerlendirseniz, Rabbinizle, O’nun
kitabıyla da-ha bir yakın olsanız, hattâ gündüzünü de oruç tutsanız. Tabi bu,
anneler günü, babalar günü gibi Allah günü, peygamber günü anlamına
gelmemelidir. Çok iyi bilelim ki Allah’a ayrılanlar eğer bu mantıkla ay-rılmışsa
asla Allah’a ulaşmaz. Ya Rabbi, bak ben sana günümün şu kadarını ayırıyorum, ama
geri kalanları da artık sen idare et, onlara müdahale etme, onlar da bizim olsun
yani, göksümüzü gere gere ge-ri kalanı da kendimiz harcayalım demeye kimsenin
hakkı yoktur. Çünkü zamanı veren, imkânı veren, hayatı veren, ekini veren, ürünü
veren Allah olunca, elbette kine ne kadarını vereceğimiz O belirleyecektir.
Meselâ bize kulağı veren Allah’sa, ya Rabbi günde bir saat onu sana veriyorum,
geri kalanında de sen bana müdahale etmesen de rahat yaşasak demeye kimsenin
hakkı yoktur.
Peki bu müşriklerin bozukluğu sadece
malları konusunda mı-dır? Başka bozuklukları yok mu bunların? Evet her şeyleri
bozuktur bu adamların. Bakın:
²
137. “Böylece, putlara hizmet edenler, puta
tapanların çoğunu helâke sürüklemek, dinlerini karma karışık etmek için
çocuklarını öldürmelerini onlara iyi göstermişlerdir. Allah dileseydi bunu
yapamazlardı. Ey Muhammed! Sen onları ve iftiralarını bir tarafa
bırak.”
İşte böylece müşriklere onların
Allah berisinde söz sahibi kabul ettikleri ve hayatlarında hâkimiyet hakkı
verdikleri tanrıları, ilâhları, ilâheleri çocuklarını öldürmelerini de güzel
gösterdiler. İlâhları onlara öz evlâtlarını öldürmelerini süslü ve mantıklı
gösterdiler de onlar da öz evlâtlarını öldürmeye başladılar. Şeytanlar,
tâğutlar, egemen güçler bu zavallı kullarının dinlerini ve hayatlarını bozmak
için çocuklarını öldürmelerini öğütlediler de bu zavallılar da bu tanrılarının
telkinleriyle çocuklarını öldürmeye koyuldular. Zavallı insanlar Rablerinin
âyetlerini terk ettiler, Rablerinin hayat programını reddettiler de kendilerini
helâk etmek isteyen şeytanî güçlere teslim oldular. Onlar da istedikleri gibi
kullandılar onları. Mallarını aldılar, yetmedi evlâtlarına da göz diktiler.
Müşrik toplumlarda müşrik kafaların hayatlarını kendilerine sorup yaşadıkları
şeytanî güçlerin bir başka oyununu görüyoruz burada. Çocuklarını öldürmeyi süslü
göstermek.
Yâni onları helâke ve inançlarında
şaşkınlığa sevk ettiler. Peki bu nasıl bir şeydir? Yâni insanların kendi öz
evlâtlarını öldürmenin güzel gösterilmesini nasıl anlayacağız? Nasıl olur da hem
çocuk öldürülür, hem de güzel olur bu iş? Eğer adam baştan şartlanırsa güzel
olur. Hani öyle derler; kedi yavrusunu yemek istediği zaman, şöyle gözlerini
kapatır, onu güvercin yavrusu gibi tasavvur eder, kendini buna şartlandırır,
gözünü açarken bir hamlede saldırır, parçalar ve yermiş. Değilse hiç kendi
yavrusunu yiyebilir mi? Peki anneler, babalar çocuklarını yerlerken, kumlara
gömerlerken, toplum bataklıklarına gömerlerken, materyalist eğitim çukurlarına
gömerlerken başka bir şeye şartlanmadıklarını kim iddia edebilir? İşte
müşriklere Allah’ın or-tağıdır diye kulu kölesi oldukları varlıklar çocuklarını
öldürmeyi süslü ve güzel göstermişlerdir de böyle zevkle öldürüyorlar.
Acaba çocukları zevkle öldürmek, bıçağı
almak, tabancayı al-mak veya başka bir öldürücüyü alıp öldürmek midir? Veya ipe bağla-yıp denize atmak mıdır? Veya
bir başka öldürme yöntemi midir? Bakıyoruz kitabımıza, işte bu sûrenin önceki
âyetlerinde Rabbimiz ölü ve diri konusunda farklı kavramlar öğretti bize.
Kur’an’la beraber olan, vahyi tanıyan, vahiyle yürüyen, vahiyle hareket eden
kişi diri, onunla beraberliğini yitirenler de ölüydü.
Öyleyse ne dersiniz, çocuklarını
kitapsız ve peygambersiz bırakanlar onları öldürmemişler mi? Bunu gayet rahat,
neşeyle yapmı-yorlar mı bu insanlar? Belki ben çocuğumu kendi ellerimle
öldürüyorum diyenleri göremezsiniz bugün. Ama meselâ bir anne ve baba canı
ciğeri bildiği kızını evleneceği kocaya elleriyle götürüp teslim ediyorlar değil
mi? Neden? Çünkü bu bir inanç işidir, öylece yapılmasına inanmışlardır. Onun
mantığını kavrayınca çok rahat evlerinden çıkarıyorlar. İşte bu müşrikler de
kendi kendilerine bir mantık geliştiriyorlar, diyorlar ki bu çocuk ölmeli,
öldürülmeli, bu çocuk ortadan kaldırılmalı, bu çocuk benim soframa oturmamalı,
bunu kabulleniyorlar.
Evet müşrik insanların tanrıları olan
bu şeytanî güçler, bu ta-ğutlar, Allah berisinde topluma egemen olan bu tanrı
taslakları kullarının dünyada sıfırı tüketmeleri için, dünyada acı bir hayat
yaşamaları için, kendi kendilerini yiyip bitirip mahvetmeleri için, öbür tarafta
da cehenneme yuvarlanmaları için onlara kendi öz evlâtlarını bile öldürmelerini
tavsiye ediyorlar. Ne kadar acı değil mi? İnsanlar Allah’ı bırakacaklar,
Allah’ın sistemini bırakacaklar, sonra Allah berisinde birilerini tanrı kabul
edecekler, onların kanunlarını uygulamaya çalışacaklar, onlara kul köle
olacaklar ve sonra da bu tanrı taslakları velâyetlerini ellerine aldıkları bu
kullarının mallarını, mülklerini ellerinden alacak, çoluk çocuklarına göz
dikecekler ve diyecekler ki:
Ey benim gönüllü kullarım! Ey
gerçek Rablerini terk ettikleri için benim kucağıma düşmek zorunda kalan akıllı
kullarım! Ben sizleri düşünürüm! Siz beni dinleyin gerisine karışmayın! Sizin
fazla mala, mülke ihtiyacınız yoktur! Sizin fazla çocuğa da ihtiyacınız yoktur!
Sa-kın ha fazla çocuk sahibi olarak bana vermeniz gerekenleri, bana ye-dirmeniz
gerekenleri onlara yedirmeye kalkışmayasınız! Sizler akıllı insanlarsınız!
Akıllı oluşunuz Rabbinizi terk etmenizden bellidir. Böyle akıllı, kültürlü,
aydın insanlar olarak sizler her şeyden önce beni düşünmek, bizi hesap etmek
zorundasınız. Onun için de çok fazla çocuk yapmamalısınız. Bazen ana rahminde
onları henüz dünyaya ge-tirmeden öldürmelisiniz. Bazen ana rahmine düştüğü andan
itibaren öldürmelisiniz. Bazen de dünyaya geldikten sonra defterlerini
dürmelisiniz onların.
Hem sizler merak etmeyin, ben
bunların tümünü sizin için düşünüveriyorum. Öldürme usullerinin tümünü sizin
ayağınıza kadar getiririm ben, siz hiç merak etmeyin. Bu benim işimdir. Aksi
takdirde sizler çok çocuk sahibi olduğunuz zaman benim hayatım daralacak. Şey
yanlış söyledim yâni o zaman sizin hayatınız daralacak. O çocuklara harcadığınız
zaman bana harcamanız azalacak. Yo yine yanlış söyledim, kendinize harcamanız
kısılacak demek istedim diyerek tanrılar emir veriyorlar kullarına ve zavallı
kullar da onların telkinlerine boyun bükerek çocuklarını öldürüyorlar. Halbuki
hepsi yalan. Hepsi yutturmaca. Eğer bu sahte tanrılar, bu egemen güçler,
toplumun ka-nını emmeye çalışan bu bir avuç tâğutî ve şeytanî güçler bu ülkenin
ekonomisini bozmasalar vallahi de, billahi de bu ülke şu andaki nüfusunun üç
misli nüfusu bile besleyecek imkânlara sahiptir. Yalan söy-lüyor hainler. Yalan
söylüyor insanlık katilleri.
Çünkü rızkı ayarlayanlar, rızkı taksim
edenler, rızkı yaratanlar onlar değil Allah’tır. Allah yarattıklarını asla ihmal
etmez. Yeryüzünde ne kadar insan varsa ona göre rızık yaratan Allah’tır.
Yeryüzünde Al-lahlığa soyunan bu doymazlar yalan söylüyorlar. Ne kadar insan az
olursa o kadar çok şişebileceklerine inanıyor bu zâlimler.
Tamam bunlar zâlim, ya bunlara kulluk
edenlere ne demek lâzım? Onlar da en az bunlar kadar zâlim değiller mi? Evet
şirk onlara da, bunlara da bunu yaptırıyordu. Ya doğmadan önce ana rahminde, ya
daha evvel kontrol haplarıyla, ya doğduktan sonra namus korkusu ve ar
duygusuyla, damada teslim acısıyla ya da ekonomik sebepler yüzünden çocuklarını
öldürüyorlar, ya da doğduktan sonra onları dinsiz bırakarak, eğitimsiz
bırakarak, materyalist bir eğitim sistemine terk ederek onları öldürüyorlar.
Müşriki buna iten bir başka temel
felsefe de bencillik duygu-sudur. Hayatını yaşama, hayatını bir başkasıyla
paylaşmama mantığıdır. Batıdaki kâfirler buna inandıkları için orada ayrıca
devlet baskısına gerek kalmamıştır. Ama halkı Müslüman olan ülkelerde bu iş
devlet baskısıyla gerçekleştirilmektedir.
Peki dertleri ne bu adamların? Birinci
dertlerini söyledim, kendi karınlarını şişirmek ve insanları daha çok sömürmek
istiyorlar. İkinci dertlerine gelince, o da aman İsmail oğulları çoğalıp da bize
kafa tutacak duruma gelmesinler. Köleler palazlanıp da bize isyan edecek konuma
gelmesinler diye efendilerimiz tedbirler düşünüyorlar. Kölelere efendileri
bunları empoze ediyorlar.
Demek ki insanlar vahyi tanımazlar,
Allah’tan başkalarını da dinlerler, Allah’tan başkalarına da kul köle olurlarsa,
işlerini onlara havale ederlerse; onlar da onların işlerini bozarlar, dinlerini
karmaka-rışık hale getirirler. Böylece işte bu tür İslâm dışı anlayışları onlara
güzel göstermeye devam ederler.
Eğer bizler hayatımızı düzenleme
konusunda yalnız Allah’ı dinler, yalnız vahye kulak verirsek, bize Allah ve
Resulünün dediklerini aktaranlara kulak verirsek, yalnız vahiy gözlüğüyle
hadiselere bak-maya çalışırsak o zaman dinimizi kurtarma imkânını elde
edebiliriz. Değilse vahyi tanımayan insan şeytanı da tanıyamaz. Şeytanın
oyunlarını da, tâğutların oyunlarını da tanıyamaz.
Eğer şu anda bizler vahyi bir
kenara bırakır da başkalarını dinlemeye çalışır, başkalarının sözlerini vahiy
yerine koyarsak o zaman Allah korusunun dinimizi karmakarışık hale getirir,
yolumuzu kaybederiz. Zaten âyet-i kerimede Rabbimiz, o başkalarının insanların
dinlerini karmakarışık hale getirmek istediklerini anlatıyor. Bu şeytanlar, bu
şeytanî güçler, bu tâğutlar, bu tanrı taslakları insanların dinlerini bozmaya,
Allah dinini karıştırmaya ve sonunda Allah vahyi yerine kendi vahiylerini
yerleştirmeye o kadar taliptirler ki bu uğurda yapamayacakları, fedâ
edemeyecekleri bir şey yoktur. Çünkü toplumu bitirmek ve kendileri egemen olarak
kalmak istemektedir bu hainler. Zaten kendi öz evlâtlarını öldüren bir toplumun
geleceği bitmiş demektir. Kendinden başkalarını düşünemeyecek kadar
canavarlaşmış bir toplumun sonu yıkımdan başka bir şey değildir.
Yeryüzünde kendilerinin dışındaki tüm
toplumları yok etmek isteyen zâlim güçler o toplumların karşısına resmi bir din
çıkarırlar. Allah diniyle ilgisi olmayan resmi bir din. Yürürlükteki resmi
ideolojiyle, resmi sistemle çatışmayan ve hayata asla karışmayan bir din.
Müslümanlar eğer bu resmi ideolojinin kendilerine dayattığı dine göre değil de
Allah dinine göre hareket etmeyi becerebilirler, dinlerini vahiyden almaya
çalışırlarsa ancak o zaman kurtulabileceklerdir. Bunun başka hiçbir yolu ve
çaresi de yoktur.
Bu yeryüzü tanrılarından, bu tanrı
taslaklarından korkmaya da gerek yoktur. Bakın âyetin sonunda Rabbimiz buyurur
ki:
Ama bu hainlerin insanlara çocuklarını
öldürmeyi süslü göstermeleri sakın onların güçlü oldukları zehabına götürmesin
sizi. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, ne dümen çevirirlerse çevirsinler. Bilesin
ki onlar gerçek güç ve kuvvet sahibi değillerdir. Gerçek güç ve kuvvet sahibi
Allah’tır. Eğer Allah dileseydi onlar bu numaraların hiç birisini yapamazlardı.
Eğer onlar şu anda bir şeyler yapabiliyorlarsa Allah müsaade ettiği için bunu
yapabiliyorlar. Allah izin vermeseydi ne onlar Rablik iddiasında bulunabilirler
ne de berikiler onların kulu kölesi olabilirlerdi. Allah dilemeseydi ne onlar
insanların dinlerini karıştırabilirler, ne de berikiler onların bozuk dinlerine
tâbi olabilirlerdi. Allah dileseydi bunların hiç birisi yanlışa gitmezlerdi. Ama
Allah onların yollarını açıvermiş sapsınlar, sapıtsınlar ve sonunda cehennemi
boylasınlar diye.
Öyleyse bırakıver onları ey
peygamberim. Salıver onları bildikleri gibi yaşasınlar kendi sapıklıkları
içinde. Kendi dinleriyle, kendi şirkleriyle, kendi yollarıyla, kendi
tanrılarıyla ve iftiralarıyla baş başa bırakıver onları. Sen yalnız Allah’ı
dinle. Sen sadece Rabbinin vahyine kulak ver, O’na dayan, O’na güven, O’na sarıl
ve yoluna devam et. Nasıl olsa bir gün Allah’ın huzuruna gelecekler ve hesap
verecekler o hainler.
Müşriklerin yanlışlarından birisi daha
gündeme geliyor bundan sonraki âyet-i kerimede:
138. "Bu hayvanlar ve ekinleri dilediğimizden
başka-sının yemesi yasaktır; bir kısım hayvanların sırtlarına yük vurmak da
haramdır" iddiasında bulunarak ve bir kısım hayvanları keserken de Allah'ın
adını anmamak sûretiyle O’ na iftira ederler. Allah, yaptıkları iftiralara karşı
onları cezalandıracaktır.”
.
Burada da bir başka şirk mantığını
anlatıyor Rabbimiz. Aslında şirk sistemlerinin hiç birisinin mantığı yoktur.
Vahye dayanmadıklarından yaptıkları her şey saçma, her şey tutarsızdır. Önceki
âyetlerde hayvanlar konusundaki tutarsızlıklarını, saçmalıklarını görmüştük,
burada da yeme içme konusunda, yiyecek ve içecekler konusundaki
tutarsızlıklarını görüyoruz.
Diyorlar ki şu hayvanları ve şu
ekinleri bizim dilediğimizden başkalarının yemesi yasaktır. Şu hayvanlara ve
ekinlere yaklaşmak yasaktır. Bunlara dokunmak, bunları kullanmak, binmek,
dokunmak, yaklaşmak, yemek, içmek yasaktır. Kendilerince, kendi zanlarınca,
kendi ümniyelerince diyorlardı ki, bunları bizim dilediklerimizin dışın-da hiç
kimse yiyemez. Şu hayvanların sırtları, onların sırtlarındakiler haram kılındı.
Şu hayvanların üzerine de onların kesimi esnasında Allah’ın adı anılamaz. Onlar
kesilirken besmele çekilemez diyerek Al-lah’a iftira ediyorlardı. Besmelesiz
adamlar. Tanrı da böyle ister di-yerek kendi anlayışlarını kutsamaya
çalışıyorlar. Hiçbir delilleri de yoktur bu konuda. Yâni İbrahim aleyhisselâm
böyle dedi diye filan değil. Buhâri’de gördük, Müslim’de okuduk filan diye
değil. Kendi zanlarınca, kendilerince öyledir de onun için.
Demek ki bunu yaparlarken
dayandıkları ne? Sebep ne? De-dim ya şirkin mantığı olmaz. Belki de şu anda
yeryüzünde hayvan kesimini hoş görmeyen adlarına Vegetarian mı ne deniyor et
yemez-lerin yaptığı da bu mantıksızlıktır işte. Günümüzde yok mu bunlar? Bir
düşünün hayatınızdaki dokunulmazları. Bunlara dokunmayın! Bunlara kimse
karışamaz! Bu konulara tanrı bile karışamaz! Bunlara Allah bile müdahale edemez!
Allah bile bu yasakları değiştiremez, kaldıramaz dercesine hayata yerleştirilen
nice dokunulmaz vardır değil mi? Hâşâ âyet de getirseniz, hadis de okusanız bu
konu böyledir denen nice hürmetler, nice tabular var bugün. Yeme-içme
konularında, giyim-kuşam konularında, dâvet-ziyafet konularında, sosyal ve
siyasal ilişkiler konusunda nice dokunulmaz tabular var. Bunlara Allah
karışamaz! Bunların kurallarını biz kendimiz koyarız! Diyerek hayatın
kurallarını koymaya tek yetkili Allah’ı diskalifiye ederek koyduğumuz
kurallar.
İftiradır bunlar Allah’a. Allah
böyle bir şey demediği halde Al-lah adına koydukları bu kuralları Allah’a
onaylattırmaya çalışıyorlardı. Allah da böyle ister, Allah da bundan yanadır
diyerek iftira ediyorlardı Allah’a. Tıpkı kendi kafalarından bir din, bir sitem
belirleyip adına da demokrasi deyip, kendi tanrılarını kendileri seçip,
seçtikleri tanrılarını istedikleri biçimde etkileyip kendi kendilerine tapınıp
da Allah da bundan yanadır, Allah da böyle bir sistem önermektedir diyerek
Allah’a iftira etmeye çalışanlar gibi. Allah da laiklikten yanadır, Allah da
fâizden yanadır diyerek kendi yalanlarını
Allah’a onaylattırmaya çalışanlar gibi.
Diyorlar ki şu hayvanların sırtları
haramdır. Yâni onların sırt-larına binmek, sırtlarına yük vurmak ve bu şekilde
onları kullanmak yasaktır. Bu hayvanlar bu işlerde kullanılmayacak ve yeryüzünde
serbest dolaşacaklardır diyorlardı. Mâide’de Rabbimiz bunu biraz daha açık
anlatır.
Peki niye yapıyorlardı bunu? Neden bu
tür kurallar koyuyor-lardı? Allah diyor ki iftira en aleyh.
Allah’a iftira etmek için yapıyorlardı bunu. Müşriklerin hayatında bu tür şeyler
sayılamayacak kadar çoktur. Kendilerince yasa korlar, kendilerince haram
belirlerler, kendilerince yasaklar koyarlar, kendilerince iyi kötü belirlerler.
Halbuki sûrenin önceki bölümlerinde söylemişti Rabbimiz, insanların böyle bir
hakları yoktur. İnsanların haram helâl belirleme, iyi kötü belirleme yetkileri
kesinlikle yoktur. Bu hak ve yetki sadece Allah’a aittir. Bu ye-nir, bu yenmez.
Bu içilir, bu içilmez. Bu haram, bu helâl. Bu iyi, bu kötü. Bu giyilir, bu
giyilmez. Bu kullanılır, bu kullanılmaz deme hakkı sadece Allah’a aittir.
Çünkü göklerin ve yerlerin
yaratıcısı O’dur. Göktekiler ve yerdekilerin tümünün sahibi ve Mâliki Odur.
Mâlik oysa; mülkü üzerinde söz söyleme ve karar verme yetkisi de sadece O’na
aittir. Kim ki Allah’ın mülkü üzerinde Allah demediği halde bu haramdır, bu
helâldir diyerek hüküm vermeye kalkışırsa o Allah’a iftira ediyor demektir.
İftirasının cezasını da cehennemde Rabbimiz verecektir ona. Kendi varlıkları,
kendi yaratılışları üzerinde bile yetkileri, egemenlik hakları olmayan bu
insanlar nasıl oluyor da birbirlerine egemenlik iddiasında bulunarak Allah
demediği halde haram helâl sınırları belirlemeye kalkışıyorlar? Bunu anlamak
gerçekten mümkün değildir.
Be Kur’an’da, ben Bakara’da, ben
Nisâ’da, ben Kurtubî’de, ben Taberî’de böyle bir rivayet gördüm de ondan dolayı
demiyorlar, öyle uygun görüyorlar. Akıllarına estiği gibi haram helâl yasaları
be-lirliyorlar. Onlar diyecek haram, onlar diyecek helâl, onlar isteyecek
yiyecekler, onlar isteyecek yemeyecekler. Onlar şöyle giyinin diyecekler öyle
giyinecekler, böyle soyunun diyecekler soyunacaklar.
Bugüne taşıyın bunu. Var mı bizde
de öyle durumlar? Var mı bizde de böyle kendilerine dokunulmazlık izafe
edilenler? Bunu Allah bile değiştiremez dercesine kesin âyetlere ve hadislere
rağmen bu böyledir denenler. Yeme içmeden giyim kuşama, sosyal ilişkilerden
eğitime, düğünden derneğe, dâvetten ziyafete kadar Allah’ı karıştırmamaya
çalıştığımız nice alanlar, biz biliriz, kuralını biz koyarız dediğimiz nice
hayat birimleri var değil mi?
Ve yine dediler
ki:
139. “Bu hayvanların
karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize
yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olurlar" dediler. Allah bu türlü
sözlerin cezasını verecektir, çünkü O hakimdir, bilendir.”
Evet şu hayvanların karınlarında
olanlar sadece erkeklerimize mahsus olup kadınlarımıza yasaktır. Eğer
hayvanların karınlarında olan yavrular sağ doğacak olurlarsa bu kadınlarımıza
yasaktır, yok eğer bu yavrular ölü doğacak olurlarsa, o zaman kadınlarımız da,
erkeklerimiz de birlikte ondan istifade edebilirler. Toplumda egemen konumda
olanlar diledikleri gibi hükmediyorlar. Görüyor musunuz? Erkeklerin
egemenliğini? Görüyor musunuz güçlülerin egemenliğini? Bu hayvanlar toplumun bir
kısmına helâl, ama bir kısmına haram. Güçlülere, egemen olanlara helâl, ama
zayıf gördükleri kadınlara ha-ram.
Müşrik toplumların görüntüsüdür
bu. Eğer toplumda egemen güçler erkeklerse yasayı kendi lehlerinde
belirliyorlar. Yok eğer kadınlarsa bu sefer de onlar kendi lehlerine yasa
koyuyorlar. Eğer toplumda egemen güçler hırsızlarsa bu sefer de yasa onların
lehine işle-yecektir. Homoseksüellerin egemen olduğu toplumlarda da yasa onların
lehine işlemeye başlayacaktır. Demokrasi bu, ne olacağı belli olmaz. Toplumda
egemen güç Allah olmazsa bir taraftan öbür tarafa kayıp duracaktır denge. Meselâ
şu anda bizim toplumda içki kimilerine
serbest ama kimilerine yasak. Zina kimilerine serbest ama kimilerine yasak.
Dokunulmaz olanlar, egemen olanlar istedikleri suçları işleyecekler ama
ötekilere yasaktır bunlar. Kim dedi bunu? Kim verdi bu yetkiyi? Kim çizdi bu
sınırları? Kim koydu bu kuralları? Eğer Allah kullarının tümüne eşit haklar
vermişse bu Allah’a iftira değil de nedir?
Evet bu da Allah’a ayrı bir iftira
türüdür. Erkeklere serbest ka-dınlara haram. Nerden çıkarıyorlar bunu?
Kadınlardan farklı olarak erkeklerin ne yetkileri var ki kendi lehlerine hüküm
verebiliyorlar? Da-yandıkları hiçbir delilleri yoktur bu konuda. Sadece hevâ ve
heveslerine takılıyorlar. Hevâ ve heveslerini Allah bilgisi yerine ikame edip,
hayatın sahibi olan, tüm bu nimetlerin sahibi olan Allah böyle bir şey demediği
halde kendi kendilerine böyle zırvalarda bulunuyorlar. Kafalarına göre
takılıyorlar.
140. “Beyinsizlikleri yüzünden,
körü körüne çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği nîmetleri
Allah'a iftira ederek haram sayanlar mahvolmuşlardır; onlar sapıtmışlardır,
zaten doğru yolda da değillerdi.”
Bilgisizce, beyinsizce
çocuklarını öldürenler dünyada da uk-baa da hüsrana mahkum olmuş, kaybetmiş
insanlardır. Sefih; hayrını şerrini, kârını zararını bilmeyen akılsız beyinsiz
kimse demektir. Menfaatini, ziyanını bilemeyen zavallı kimse demektir. Yâni
İbrahim milletinden, İbrahim dininden yüz çevirmiş, Allah’a sormadan yaşayan
zavallı insanlar. Kendi kendilerine yazık eden, bilgisizce kendi elleriyle
hayatlarını zorlaştıran beyinsiz insanlar. Allah’ın kendilerine verdiği tertemiz
rızkları durup dururken kendi kendilerine haram kılan, hayvanlarını, mallarını
başkalarına peşkeş çeken, tanrı taslakları emretti diye öz evlâtlarını öldüren
aptal kimselerdir bunlar.
Böyle kendi bilgisizlikleriyle
bir şeyler yaparlarken, bir şeyleri kendilerine haram kılarlarken de biz bunları
Allah adına haram kılıyoruz diyerek bir de utanmadan Allah’a iftira ediyorlar.
Allah namına biz karar veriyoruz, bize bu yetkiyi Allah vermiştir, Allah da
böyle yapma-mızı ister, Allah da bundan yanadır dercesine işledikleri suçları,
günahları Allah’a fatura etmeye çalışıyorlar. Allah’ı yönlendirmeye, Allah’a
akıl vermeye yol göstermeye çalışmaktadırlar. Halbuki Allah kendilerine ne böyle
bir yetki vermiş ne de bu yaptıklarını onaylamıştır. Bunlar cahildirler
yaptıkları şeylerin nedenini ve niçinini bilemeyecek kadar sefih
kimselerdir.
Dünyada da âhirette de kaybetmiş
kimselerdir bunlar. Dün-yalarını da âhiretlerini de berbat etmiş insanlar.
Allah’ın helâl kıldığı tertemiz yiyecekleri kendilerine haram kıldıkları için,
mallarını başka-larının ağzına sundukları için, çocuklarını öldürdükleri için
dünyalarını karartıp berbat etmişler, ekonomilerini rezil etmişler, sosyal
hayatlarını çekilmez hallere, bunalımlara sürüklemişler. Böylece sanki daha
dünyadayken cehennemi yaşamaya başlamışlar ve işin en kötüsü de öldükleri andan
itibaren cehennemi boylayacaklardır bu adamlar.
Evet çocuklarını öldürenler. Bundan
önceki âyetlerde bu ko-nuda epey bir şeyler demeye çalışmıştım. Sanki o
çocuklarının hayatını kendileri vermiş gibi, sanki hayatın sahibi kendileriymiş
gibi o hayatı almaya çalışıyorlar. Halbuki o çocuklarının hayatları da,
kendilerinin hayatları da kendilerinden değildir. Kendilerini yaratan da,
ço-cuklarını var eden de Allah’tır. Yaptıkları bu kötü işle Allah’a iftira
edi-yorlar.
Bir de Allah’ın kendilerine
sunduğu tertemiz rızıkları haram kılarak Allah’a iftira ediyorlar. Hayatın
sahibi olan, hayata kurallar koymaya tek yetkili olan, haram-helal yasaları
belirlemeye tek yetkili olan Allah’tan bu yetkiyi alarak Allah’a iftira
ediyorlar. Allah bu işleri bilmez. Allah hayata karışmaz. Bu işleri biz biliriz
diyerek Allah’a iftira ediyorlar.
Meselâ bugün Allah’ın sunduğu
tertemiz rızıkları nasıl haram kılıyor insanlar? Bakın şu insanların hayatına.
Evlenme konusundan boşanmaya kadar insanlar Allah’ın kendilerine helal
kıldıklarını haram kılmaya çalışıyorlar. Tıpkı Allah kendilerine böyle bir şey
demediği halde evlenmeyi kendilerine haram kılan ruhbanlar gibi. Allah’ın ruhsat
verdiği ikinci, üçüncü evliliğin önüne barikatlar koymaya çalışanlar da aynısını
yapmaya çalışmıyorlar mı bugün? Tıpkı bir zamanlar insanlar arasından çıkıp;
kesinlikle ruhban olmazsanız, evlenmeyi ve savaşı terk etmezseniz, şehri terk
edip dağ başlarına çekilmezseniz beni razı edemezsiniz diye Allah bir emir
göndermediği halde, kendi kendilerine karar veren ruhbanlar gibi. Savaşı,
evlenmeyi kendilerine yasak edip sonunda hüsrana uğrayanlar gibi. Unutmayın ki
bu bir sapıklık ve hidâyetin dışına çıkmaktır.
141. “Çardaklı ve çardaksız
bağları inşa eden Allah'tır. Tatları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı
birbirine benzer ve benzemez şekilde yaratan O’ dur. Ürün verdiği zaman
ürününden yiyin, devşirildiği ve biçildiği gün de hakkını verin; israf etmeyin,
çünkü Allah müsrifleri sevmez.”
Evet çardaklı çardaksız asmalar,
bağlar bahçeler yaratan Al-lah’tır. Bağlar bahçeler, hurmalar, hurmalıklar,
ekinler, meyveler, ürünler yaratmıştır Allah. Tadı, tuzu, rengi, özellikleri
birbirine benzer, benzemez faklı farklı meyveler yaratmıştır Allah. Aynı toprak,
aynı su, aynı hava ama bakın ki biri elma olmuş, diğeri
ayva.
Madem ki bütün bunları yaratıp size
sunan Allah’tır öyleyse bütün bu nîmetleri nîmetin vericisinin istediği yerde
kullanın. Allah’ın sizin için yarattığı bu tertemiz nîmetleri yiyin, için ama
hasat zamanında da Allah’ın hakkını unutmayın. Tüm bu nîmetleri size veren
Rabbinize şükür olarak siz de Rabbinizin hatırı için Allah kullarına onlardan
haklarını verin.
Hasat zamanından maksat kimilerine göre
günlüktür, günlük geliri olanlar günlük olarak kazancının durumuna göre onda
bir, yirmide birini hemen elinden çıkarıp Allah adına Allah kullarına ulaştırmak
zorundadır. Kimilerine göre bu hasat zamanı haftalıktır. Geliri haftalık olanlar
da haftalık olarak bu infakı yerine getirecek. Kimilerine göre aylıktır, bunlar
da ay sonunda maaşlarını alır almaz bunu gerçekleştirecek. Kimilerine göre bu
yıllıktır yıl sonunda bu kimseler de ürünlerinin onda, yirmide birini hemen
elinden çıkarmak zorundadır.
Değilse Allah korusun Kalem sûresinde
anlatılan bahçe sahiplerinin durumuna düşmeyelim. Aman bugün erkenden kalkıp
bağımızı bozalım, ama kimse duymasın, fakirlerin haberi olmasın demişlerdi de,
Allah onlardan önce bir dâvetçi göndermiş ve bağlarını bozuvermişti. Aman böyle
yapmayalım. Ürünleri hasadı anında mutlaka yoksullara, fakirlere de haklarını
vermeliyiz. Ama haddi aşmamalı, çizgiyi taşmamalıyız. Yâni ne çok az, ne de çok
fazla olarak yapmayın. Çünkü Allah asla müsrifleri, haddi aşan taşkınları
sevmez.
Sûre Mekke’de nâzil olduğuna göre bu
âyetlerde emredilen hak zekât değildir. Ulemânın ifadesine göre bu öşürdür,
infaktır. Öşü-rün miktarı kelimenin mânâsından da anlaşılacağı gibi yağmur
sularıyla sulanan arazilerde onda bir, kendi çabalarıyla sulanan arazilerin
gelirinden de yirmide bir verilecektir. Allah ve Resulü bu konuda yasayı
belirlemiştir.
Evet ürünlerimizin hasadı esnasında
onda bir, yirmide bir Allah’ın hakkı olarak Allah kullarına ulaştırmak
zorundayız. Kaldırdığımız ürünlerin onda biri, yirmi de biri bizim değil
Müslümanlarındır. Ama gördüğüm bir çok insanlar Allah korusun bunu unutmuş
durumdadırlar. Rabbimizin bu ve bunun gibi âyetlerde emrettiği öşür bugün
unutulmuştur.
Allah’ın hakkını Allah kullarına
ulaştırın, ama verirken de israf etmeyin diyor Rabbimiz. İsraf kişinin
kendisini, hayatını ve malını bo-şa harcaması anlamına gelmektedir. Kendisini
bulunmaması gereken bir konumda bulunduran insan kendisini israf etmiş demektir.
Kulluk konumunda bulunması gereken kişinin kendisini kulluktan uzaklaştırarak
bir hayat yaşaması kendi kendisini israf etmesi demektir. Malını o malın
vericisi ve gerçek sahibi olan Allah’ın istemediği yerde harcayan kişi de malını
israf etmiş boşa harcamış demektir. Bu mallar bizimdir, bunları ben kazandım, bu
mallarımda hiç kimsenin hakkı yoktur diyen kişi de malını israf etmiş, boşa
harcamış demektir.
Evet israf nîmetleri yerinde
kullanmamak demektir. Şerde, haramda ve Allah’ın izin vermediği yerlerde
kullanılan her bir damla, her bir kuruş israftır. Helâlde, hayırda ve Allah’ın
istediği yerlerde kullanılan mallar ise israf değildir. Ama çocuklarımıza,
kendimize ve Müslümanlara verirken de İslâm saçıp savurarak kötü bir duruma
gelmeyi de hoş görmemektedir.
Evet Allah böyle hem kendisini, hem
kendi hayatını, hem de malını mülkünü israf edenleri, boşa harcayanları asla
sevmez. Her şeyini israf ederek kendisini sonunda cehenneme götüren, ateşe atan
kimseleri Allah asla sevmez. Kendini, elini, ayağını, gözünü, kulağını ve de
çevresini cehenneme taşıyan insanları Allah sevmez.
142. “Hayvanları da yük ve
kesim için yaratan Allah'tır. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin, şeytana ayak
uydurmayın, o size apaçık bir düşmandır. ”
Evet at gibi, deve gibi, merkep
gibi kimilerini yük taşımak için, koyun gibi, keçi gibi, inek gibi, tavuk gibi
kimilerini de etinden, sütünden, yününden istifade edesiniz diye sizin için
yaratan, sizin emrinize âmâde kılan Allah’tır. En’âm, hayvanlar. Neydi en’âm?
Hani bu sûreden bir sûre sonra biraz daha tafsilatlı gelecek, sekiz çift
varlıktır. Ko-yun, keçi, sığır ve deve cinsinin erkeği ve dişisiyle sekiz
çeşidi. Kimilerine binersiniz, yük taşırsınız, ama kimilerini de döşek
yapımında, yatak yapımında kullanırsınız. Bunlardan yiyin, için ama sakın
şeytanın adımlarına uymayın. Peki ne demektir şeytanın adımları? Nasıl uyulur
şeytanın adımlarına? Şeytan bir yol tutturmuş gidiyorken eğer ben de onun
arkasına düşüp onun gittiği yoldan gidiyorsam işte ben onun adımlarına tâbi
olmuşum demektir.
Peki acaba şeytan hangi yolda
yürümektedir? Bu ciddi bir konudur, öyleyse benim kafa yorduğum kadar Allah için
sizler de bu konuda biraz kafa yorun. Yorun da peygamber peşinde mi, peygamberin
adımlarına tâbi olarak mı, yoksa şeytan peşinde mi yürüyoruz bunu bir anlayalım.
Örflere, törelere, âdetlere, topluma, çevreye, modaya, yönetmeliklere uymak mı?
Babaya, anaya, efendiye, lidere, re-ise uymak mı? Yoksa Allah’ın kitabına ve
Resulünün sünnetine mi? Allah için bunu bir daha düşünelim
inşallah.
Bakın Rabbimiz diyor ki; Allah’ın size
rızık olarak verdiklerinden yiyin, ama zinhar şeytanın adımlarına uymayın. Peki
acaba şu anda bana şeytanın adımlarını, izlerini gösterebilecek birisi var mı?
Peki ne anlayacağız o zaman? Acaba ben nerede gidince şeytanın adımlarına uymuş
olacağım, nerede yürümeyince onun adımlarını ta-kip etmemiş olacağım? Onun için
işi karıştırmak niyetiyle değil, ama anlamak için sorular üretiyor, cevaplar
bulmaya çalışıyoruz.
Hani Ensar’dan bir kadın din
endişesiyle gelip Resûlullah Efendimize sorar: “Ey Allah’ın Resûlü âdet
döneminden sonra nasıl te-mizleneceğiz?” Samimidir, başka kimden öğrenecektir bu
dini? En yetkiliye soracaktır elbette. Resûlullah Efendimiz iffet âbidesi olarak
en güzel biçimde ona cevabı verir. Ama acaba anlayamadım mı endişesiyle kadın
tekrar tekrar soruverir. Ama yâni nasıl ey Allah’ın Resûlü deyiverir. O esnada
Ayşe annemiz eteğinden tutup çeker ve; “Allah hayrını versin, biz kadınları
rezil ettin” diye uyarısını yapar. Allah’ın Resûlü buyurur ki; “ne mutlu Ensâr
kadınlarına, çünkü dinlerini öğrenmelerine hayaları engel olmuyor.”
İşte bizler de bu ölçüyü
kaybetmemeden yana olacağız. İşte bundan dolayı soruyoruz. Şeytanın adımlarına
tabi olmak nedir? Şeytan bir yolda yürür ve eğer ben de o yolda yürüsem ona tabi
olmuş olurum. Peki acaba şeytan hangi yolda yürür? Kaç numaralı otobanda ki
şeytan? Kasanın ucundan mı, kesenin yanından mı? Gerçekten bu ciddi bir konudur,
biraz kafa yoralım inşallah.
Şeytanın adımlarına tâbi olmak,
onun gösterdiği yolda yürümek demektir. Kitap ve peygamber rehberliğinde bir
hayat yaşamaktan uzaklaşmak demektir. Bir kişi vahyi tanımaz, Allah’ın istediği
bir hayat programını tanımazsa şeytanların yoluna girmekten başka ya-pabileceği
bir şey yoktur. Vahiyden habersiz bir kimse hangi şeytanın yoluna tâbi olursa
olsun sonunda sapmak zorunda kalacaktır. Çünkü şeytan vahyi bırakıp da kendisine
tâbi olan insanların yolunu ne yapar yapar İslâm’dan saptırır. Bunu beceremezse
eğer, muhatabı her şeye rağmen yine de İslâm’a girerse, bu sefer de: o kişinin
girdiği yolu, girdiği İslâm’ı eğri büğrü yapmaya çalışır. Yâni adamın İslâm’ını
bozar. Din yaşıyorum diye bidatleri karşısına çıkarır onun, ya da din diye
insanların sunduğu, aslını bir türlü öğrenemediği bir yığın felsefenin içine
çeker onu. Allah’ın kitabına,
peygamberin sünnetine değil de in-sanların kitaplarına, insanların sözlerine
sevk eder onu. Biraz daha açık söyleyelim; Allah’a değil de güneşlere, güneş
gibi büyüklere sec-de etmelerini sağlar. Allah dururken büyüklerin önünde secde
ettirir. Güneş aslında büyük yıldızdır değil mi? Böyle güneş gibi piyasada
yıldızı parlayan niceleri vardır ki, niceleri onlara secde etmektedirler,
onlara secde etmek için çırpınmaktadırlar Allah korusun.
Sadece şeytana değil, şeytan adına
hareket eden yeryüzü şeytanlarına da dikkat çekiyor Rabbimiz. Belki de
şeytanların, ya da yeryüzü şeytanlarının bugün en büyük başarılarından birisi de
bir mü'-mini diğer bir mü'min kardeşiyle iman adına savaştırmasıdır. Yeryüzü
şeytanları bugün mü'minleri mü'minlerle savaştırmaktadırlar. Hem de din adına.
Devletler planında böyledir, fertler planında da böyledir. Şeytanlar
müslümanları bölmüşler, gruplara, hiziplere ayırmışlar, tıpkı Firavun taktiğiyle
ve birbirleriyle savaştırmaktadırlar.
Allah buyurur ki: Sakın ha sakın
şeytanın size tarif ettiği hiç bir yola tabi olmayın. Şeytanın yoluna tabi
olmamanın yolu da Allahu Teâlâ’nın bu kitabında bildirdiği küfür ve şirk
yollarını bilmeye bağlıdır. Allah’ın yoluna tabi olmanın yolu da yine Allahu
Teâlâ’nın bu kitabın-da bildirmiş olduğu sırat-ı müstakimi tanımakla mümkündür.
Dikkat ederseniz Bakara sûresinde bu ikisi yan yana anlatılmaktadır. Bir tarafta
iman diğer tarafta küfür, bir tarafta İslâm diğer tarafta şirk, bir tarafta
Allah yolu diğer tarafta şeytan yolları olduğu gibi ikili bir anlatımla
anlatılmaktadır.
Ama unutmayalım ki, şeytanı ve onun saptırma
taktiklerini sadece tanımak bu kitapla mümkündür. Çünkü şeytanı ve yollarını
tanıtan sadece bu kitaptır. İslâm’ı tanımak da bu kitapla mümkündür. Öyleyse
kitabı tanırız, böylece şeytanı tanırız. Şeytanı tanırız, şeytan yolundan
uzaklaşırız, İslâm’ı tanırız, İslâm yoluna gireriz. Allah’ı tanırız, Allah
yoluna gireriz ve tüm şeytanlardan Allah’a sığınırız. Allah’ın kitabını ve
kitabın pratiği olan Resûlullah efendimizin sünnetini tanımayan bir kişinin
şeytanı da, onun yolunu da, onun insanları aldatma usullerini de tanıması mümkün
değildir. Tabiatıyla onu ve saptırma yöntemlerini tanımayan bir kişinin ondan
korunması da mümkün olmayacaktır.
Allah için söyleyin, Rahmân’ın
adımlarının peşi sıra mı, peygamberin adımlarının peşi sıra mı, yoksa onların
dışında bir şeylerin peşi sıra mı gidiyoruz? Rahmetli babamızın bir bir
adımlarını mı takip ediyoruz mu diyoruz, yoksa sosyal hayatı mı? Yoksa biz
modern ha-yatın gereklerini takip ediyoruz, bize lâzım olan da budur mu
diyo-ruz? Bunu tekrar düşünelim inşallah.
Evet Allah size nimetler sunmuştur. Hem
yüklerinizin taşınmasında, hem de yemeniz için hayvanlar yaratmıştır.
Kimilerinin yünlerinden istifade edersiniz. Yünlerinden elbise yaparsınız, yatak
yapıp üzerinde yatarsınız, çadır yaparsınız. Kimilerinin etinden, kimilerinin
derilerinden istifade edersiniz. Allah’ın yarattığı bu hayvanlarda sizler için
çok büyük menfaatler vardır.
Rabbimiz bu hayvanlardan kimilerini de
binmemiz ve üzerlerinde yüklerimizi taşımamız için bizim emrimize âmâde
kılmıştır. Zuh-ruf sûresinde bu hayvanlara binerken şöyle dememizi istiyor
Rabbi-miz:
“Her sınıf varlığı yaratan O’ dur.
Gemiler ve hayvanlardan binesiniz diye size binekler var etmiştir. Bütün bunlar,
üzerlerine oturunca Rabbinizin nîmetini anarak: "Bunları buyruğumuza veren ne
yücedir; zaten bizim takatimiz bunlara yetmezdi; şüphesiz Rabbimize döneceğiz"
demeniz içindir.”
(Zuhruf
1214)
Her sınıf varlığı yaratan, hem de her
şeyi çift yaratan Allah’tır. Tüm çiftleri yaratan Allah’tır. Zaten kendisinin
dışında her şey çifttir. Tatlı-ekşi, yağlı-tuzlu, siyah-beyaz, iyi-kötü,
erkek-dişi tüm sınıf ve türleri yaratan Allah’tır. Buradaki "Ezvac" çiftler
ifadesiyle kastedilen sadece erkek ve dişi değildir. Allah tüm mahlukâtını böyle
çift çift yaratmıştır. Ve sizin için binesiniz taşınasınız diye denizlerde
gemileri, karalarda da binit hayvanlarını yaratıp hizmetinize sunan da yine
Allah’tır. Sırtlarına binmeniz, etlerinden yemeniz, sütlerinden istifade etmeniz
için onları yaratıp sizin için zelil kılan, sizin emrinize âmâde eyleyen
Allah’tır.
Rabbimiz yeryüzünün efendisi ve
halifesi olarak yarattığı insana verdiği nîmetlerden söz ettikten sonra
kendisine verilen bunca nîmet karşısında insanın takınması gereken tavrı
anlatmaya başlıyor. Nîmet, nîmetin sahibini hatırlatır. Her nîmet bir şükür
gerektirir.
Onların sırtlarına binip yerleştiğiniz
zaman Rabbinizin nîmetlerini anarak, ya da nîmetleriyle Rabbinizi anarak şöyle
deyin: Bunları bize boyun eğdiren, bunları bizim emrimize âmâde kılan Rabbimiz
ne yücedir. Bunları bize ihsan eden Rabbimizi tesbih ve tenzih ederiz. Eğer
Rabbimiz bütün bunları bize vermeseydi bunlara bizim gücümüz yetmezdi. Rabbimiz
o kadar yüce, o kadar lütuf ve merhamet sahidir ki bizler O’nun bize lütfettiği
nîmetlere misliyle mukabele etmek şöyle dursun hakkıyla teşekkür bile edemeyiz
dememizi istiyor.
Düşünsenize: Bizden çok daha
güçlü bir hayvan nasıl oluyor da bize itaat ediyor? Bu gemiler denizde nasıl
yüzüyorlar? Bu suya kaldırma gücünü kim veriyor? Bütün bunları düşünmeden, bütün
bu nîmetleri bahşeden, bağışlayan Allah’ı tanımadan, O’na tevekkül et-meden bir
hayat yaşamamızı istemiyor Allah. Bu akıl ve vicdan sahibi bir varlığın işi
değildir.
"Allah’ın Resulü bineceği binite
ayağını koyunca "bismillah" der sonra hayvanın üzerine bindiği zaman da "Elhamdü
lillahi ala külli halin" diyerek yukarıdaki âyeti okurdu. Arkasından üç tekbir
alır üç de tehlil getirirdi."
(Ebu Dâvûd, cihad
72)
Seferden döndüğü zaman da "Âyibûna tâibûna lirabbi-na
hâmidûna" Biz Rabbimize tevbe ve hamd ederek dönüyoruz derdi.
(Buhârî)
Evet Rabbinizin sizin için yarattığı ve sizin emrinize âmâde kıldığı bu
hayvanlardan yiyin ama tüm bunları size vereni asla unutmayın. Tüm bu hayvanları
bizim için yaratmasaydı Rabbimiz bütün bunları nereden bulabilirdik biz? Nîmet
bedava gelince ve elde olunca, yâni onu kaybetmeyince insan onun kıymetini
anlamakta güçlük çekiyor. Gece bedava elimizde, gündüz meccanen elimizde, su
yanımızda, hayvanlar hizmetimizde, etlerinden, sütlerinden, yünlerinden,
ballarından istifade edip duruyoruz. Güneş tepemizde sürekli varlığını ve nîmet
yağdırmasını sürdürdükçe onların kıymetini bile-miyor insanlar. Eğer tüm bu
nîmetleri hayatımızdan kaldırıverseydi Rabbimiz biz ne yapardık ne ederdik? Bir
tanesini bile bulabilir miydik bunların?
Veya bütün bu nîmetler Allah’tan
değil de insanlardan olsaydı onları bu kadar kolay kullanma imkânımız olur
muydu? Bütün bunları insanların elinden alabilmek için neler harcamamız, ne
bedeller ödememiz gerekecekti değil mi? İşte görüyoruz insanlar bir kaç alet
edevat icat ediyorlar, üstelik de bunları Allah’ın kendilerine lütfettiği akıl
ve bu aklın işleyeceği yeryüzünde Rabbimizin koyduğu yasaları sayesinde
yapabiliyorlar, ama buna rağmen adamların gururlarından yanlarına bile
varılmıyor sanki çok büyük bir şey yapmışlar gibi.
Allah’ın âyetlerini diskalifiye
ederek kendi âyetlerini hamd etmeye başlıyorlar. İşte biz şöyle büyüğüz, böyle
becerikliyiz, atom çağındayız, modern çağdayız filan. Sormak lâzım yeryüzünde
tanrılığa soyunmuş bu ahmaklara. Sormak lâzım Allah âyetlerini örterek kendi
âyetlerini kendi güçlerini ortaya koymaya çalışan sahte tanrılara. Sormak lâzım
bu sahte çağların sahte yaratıcılarına. Acaba sizler bir hayvan yaratabilecek
misiniz? Bir koyun, bir keçi yaratabilecek misiniz? Bırakın böyle büyüklerini
bir karınca yaratabilecek misiniz? Allah’ın size verdiği akılla bir şeyler
yapabilen sizler, nasıl oluyor da bir şeyler becermiş gibi kendinizi Allah
makamında görmeye başlıyorsunuz? Nasıl oluyor da yeryüzünde tanrılık pozları
oynamaya kal-kışıyorsunuz? Nasıl oluyor da Rabbinizi ve Rabbinizin size
lütfettiği bu kadar nîmetlere karşı nankörlük yapmaya çalışıyorsunuz? Niye
Al-lah’ın âyetlerini örtmeye, diskalifiye etmeye çalışıyorsunuz? Niye
ha-yatınızda Allah’a söz hakkı vermemeye çalışıyorsunuz? Allah’ı niye
diskalifiye ederek yaşamaya kalkışıyorsunuz? Bu gücü nereden alı-yorsunuz?
Evet Rabbinizin yarattığı bu
hayvanlardan, bu nîmetlerden yiyin ama sakın ha şeytanın adımlarına uymayın.
Çünkü bilesiniz ki o sizin için apaçık bir düşmandır. Helâller haramlar
konusunda sakın şeytanlara tâbi olmayın. Hangi hayvan yenir, hangi hayvanlar
yen-mez bu konuda sadece Rabbinizi dinleyin ve sakın şeytanların vahiylerine
teslim olup onlara kulak vermeyin. Allah size bu konudaki hükümlerini
bildirmiştir. Neler haramdır? Neler helâldir? Tüm bunları açık açık anlatmıştır
Rabbimiz. Sizler bu konuda Rabbinizin emirle-rine teslim
olun.
Önceki âyetlerde de anlatmıştı
Rabbimiz; Şeytanlar insanları saptırır. Şeytan insanın en büyük düşmanıdır.
Allah’ın Resûlü buyurur ki her insanın peşine takılmış onun kulluğunu bitirmek
için fırsat kollayan bir şeytan vardır. Hattâ sahâbenin senin peşinde de böyle
bir şeytan var mıdır ey Allah’ın Resulü? şeklindeki sorularına Allah’ın Resulü
şöyle cevap verir: Evet, ama Rabbim onun Müslüman olması konusunda bana yardım
etti buyuruştur. Evet her insanın peşinde onu haramlara düşürmek, onun kulluğunu
bitirmek için fırsat kollayan şeytanlar vardır. Ve bu en büyük düşmanlar
kıyâmete kadar insanları yoldan çıkarmak için durup dinlenmeden çalışmaya devam
edeceklerdir. Ama yine Kur’an’ın ifadesiyle söyleyelim, eğer biz sâlih olursak,
eğer biz ihlâs sahibi olursak, eğer biz Kur’an’la sürekli beraber olursak
onların bize hiçbir etkileri ve zararları olmayacaktır.
Bilelim ki şeytan sadece kendi
dostlarını, kendisini bir şey zanneden, kendisini güçlü zanneden dostlarını
korkutabilir, sadece onlar üzerinde etkili olabilir. Hain vesveseleriyle hep
kendisini güç kuvvet sahibi gösterir. Tüm dünyada yetki benimdir, egemen olan
benim der. Kendi gücünü, saltanatını Allah’ın gücünden daha üstün göstermeye
çalışır. Böylece dostlarını korkutur. İşte şu anda görüyoruz ki dünyada insan ve
cin şeytanlarının yaptıkları budur. Şu anda yeryüzünde insan ve cin şeytanları
el ele vererek kendilerinin Allah’-tan daha güçlü olduklarını yaymaya ve bu
propagandalarıyla tüm dünyayı kendilerinden korkutmaya çalışıyorlar. Allah
kendisini Alîm, Habîr, Cebbâr, Kahhâr, Hakîm, Azîz, Kadîr, Azîm ve Ekber olarak
ta-nıtırken, bunlar da kendilerini bu Allah sıfatlarının sahibi olarak tanıtmaya
çalışıyorlar.
Öyleyse bilelim ki güçlü olan
sadece Allah’tır, mutlak güç ve kudret sahibi olan sadece Allah’tır. Rabbimiz
sadece kendisine güvenip şeytan ve avenelerinden korkmamamızı istiyor. Kendi
safında, kendi yolunda, kendi desteği
altında şeytan ve dostlarıyla savaşmamızı, onlardan asla korkmamamızı emrediyor.
Bu yüzden de onu ve avenesini bir şeymiş gibi gözlerimizde büyütmemize ve
onlardan korkmamıza da gerek yoktur. Şurası bir gerçek ki şeytan ve avenesinden
korkan, onları bir şey zanneden müslümanlar onlarla savaşı göze alamazlar. Allah
korusun o zaman müslümanlar şeytan ve şeytani güçlerle savaş kapasitelerini
kaybederler.
Evet bu Allah düşmanı şeytan size
haramı helâl, helâli haram gösterecek. Eğer Rabbinizin âyetlerini bırakır da
onun peşine takılırsanız bilesiniz ki sonunda siz de onun gittiği yere gitmek
onun âkıbetine razı olmak zorunda kalacaksınız. Sakın ha atanız Âdem’i bir
vartaya düşürdüğü gibi sizi de peşine takıp kendi cehennemine ortak et-mesin
diyor Rabbimiz.
143. “Allah sekiz çift
hayvan yaratmıştır: Koyundan iki ve keçiden iki; de ki: "İki erkeği mi, yoksa
iki dişiyi mi veya o iki dişinin Rahîmlerinde bulunan yavruları mı haram
kılmıştır? Doğru sözlü iseniz bana bilgiye dayanarak cevap
verin.”
Allah sekiz çift hayvan
yaratmıştır. Hayvanlarda temel kabul edilen sekiz çift. Zümer sûresinde Rabbimiz
bu konuda bilgi verir. Bu sekiz çift, koyunun erkek ve dişi olarak iki cins,
erkeği ve dişisiyle keçiden iki cins, etti dört. Dördü de bundan sonraki âyette
gelecek ve sekiz çift edecek.
Şimdi soruyor Rabbimiz: De ki, iki
erkeği mi? Yoksa iki dişiyi mi haram kılmıştır Allah? Yoksa o dişilerin
Rahîmlerinde olan yavruları mı haram kılmıştır? Şimdi bu kendi kafalarına estiği
gibi haram helâl sınırları belirlemeye çalışan müşriklere sormamızı istiyor
Rabbi-miz. Şu haram, bu helâl diyenlere, şu erkeklere helâl, ama kadınlara
haram, ölü doğarsa kadınlar da yiyebilir, eğer diri doğarsa bu yavrular
kadınlara haram, erkeklere helâldir diyerek Allah’ın demediklerini Allah’a
iftira ederek dedirtmeye çalışanlara sormalıyız yâni. Tüm bu konularda haram
helâl sınırları belirleme hakkını kimden almışlar? Haydi yanınızda bu konuda bir
bilginiz varsa haber verin bakalım. Allah’ın indirdiği kitapların herhangi
birinde bu konuda bir delil bir bel-ge varsa onu açığa çıkarsınlar. Ne yetkiniz
var bunu demeye? Ama ya Rabbi sen diyorsun da, biz de demeyelim mi? Eh haydi
yarışın o zaman Allah’la.
Tevrat’ta, İncil’de, Zebur’da
böyle bir âyet, bir delil varsa getirsinler onu. Yahut bu konuda her hangi bir
peygamber sözü varsa onu açıklasınlar. Ey müşrikler sizler bu konuda hüküm
koyarken dayandığınız temeli, mantığı bir ilimle haber verin bakalım. Kural
koymada, yasa belirlemede, hayat programı çizmede, kanun koymada neye
dayanıyorsunuz? Yasak koyarken, ya da serbest bırakırken neye dayanıyorsunuz? Ne
yetkiniz var? Kim Allah’la yarışabilecek? Kimin bilgisi Allah’a denk olacak?
Allah’ınki kesin doğru olduğu halde ne diye dinlemiyorsunuz O’nu? Ayrıca:
144. “ Deveden iki, sığırdan iki yaratmıştır;
de ki: "İki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin Rahîmlerinde
bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Yoksa Allah size bunları buyururken orada
mı idiniz? "İnsanları, bilmediklerinden sapıtmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Allah,
zâlim milleti doğru yola eriştirmez.”
Yoksa bu yasakları Allah koydu
da, O yasak koyarken sizler O’nun yanında mıydınız? Yoksa sizler Allah’ın
yanındaydınız da buna şâhitler mi oldunuz? Yoksa sizler Allah’ın çok hatırlı
özel kulları mısınız? Başkalarına bildirmediği bilgileri, peygamberlerine
vermediği özel bilgileri Allah size mi bildirdi? Yâni Allah kitaplarının hiç
birisinde peygamberlerine böyle bir bilgi indirmediğine göre sizinle özel olarak
mı konuştu? Allah’ın torpilli kulları mısınız siz yoksa? Allah size kimseye
vermediği özel bir yetki mi verdi? Benim adıma yasa belirleyebilirsiniz, benim
adıma haram ve helâl koyabilirsiniz diye Allah size yetki mi verdi? Dilediğiniz
gibi yaşayın diye size izin mi verdi? Yâni nereden çıkarıyorsunuz bunları? Neye
göre yasak diyorsunuz? Neye göre serbest diyorsunuz? Buyurarak Rabbimiz
rubûbiyetini ortaya koyuyor. Gelin beni dinleyin diyor. Yâni Allah kendisinin
tek Rab ve İlah olduğunu anlatıyor. Hayata yasa koymaya Allah’tan başka kim
yetkili olabilir?
Bu konuda Allah’ın izni olmadığı halde,
Allah’ın onayı olmadığı halde Allah’a iftira edenden daha zâlim kim vardır? Peki
böyle Allah demediği halde, Allah böyle diyor, Allah şöyle istiyor diyerek
iftira ediyorlar? Dertleri neymiş bu adamların? Bilgisizce insanları saptırmak
için böyle yapıyorlar. Dini bozmak, dini mecrasından çıkarmak, yeryüzünde kendi
hevâ ve heveslerine göre bir hayat yaşamak için yapıyorlar. Kendi arzularına
göre bir din, bir hayat tarzı ortaya koyabilmek için, yâni kendi kendilerine
tapınmak için böyle yapıyorlar. Cahildir bunlar. Kâfirler ve müşrikler
yeryüzünün en cahil en akılsız insanlarıdırlar.
Çünkü Kur’an’ın başka
âyetlerinden öğreniyoruz ki gerçek bil-gi vahiydir. Gerçek bilgi Allah’ın
bildirdiği bilgidir. Allah bilgisine sahip olan, vahiy bilgisinden haberdar olan
kişi âlimdir. Yâni ilim Müslüma-n’a aittir. Kur’an’ı ve sünneti tanıyan kişi,
vahiyden haberdar olan kişi dünyanın en âlim kişisidir. Vahiyden habersiz
yaşayan insanlar hem dünyalarını, hem de âhiretlerini berbat etmiş insanlardır.
Kitap ve sün-netten habersiz yaşayan kimseler zâlimlerdir ve Allah asla
zâlimlere yol gösterecek değildir. Onlar dünyada da âhirette de kaybetmiş
kimselerdir.
Ve Allah asla böyle zâlimleri
doğruya iletmez. Allah böyle ol-maması gereken yerde olan, bulunmaması gereken
konumda bulu-nan, kendilerini Allah’a kulluk konumundan çıkaran, vahye
danışa-cakları yerde danışmayan zâlimlere kesinlikle cennet yolunu kapalı
tutacaktır.
Evet Allah böyle zâlim bir toplumu asla
kurtuluşa ve düzlüğe ulaştırmayacaktır. Zalimler, olmaması gereken yerde
olanlar, olması gereken yerde bulunmayanlar, yapmayacakları şeyleri yapanlar,
yap-ması gerekenleri terk edenler, vahyi olması gereken yerde tutmayanlardır.
Kulluğun dışında bir hayatın adamı olanlardır. Allah’ı, O’nun âyetlerini, O’nun
hayat programını reddederek kendi kendilerine bilgisizce yasa belirlemeye
kalkışan, kanun koyma hakkını, haram helâl belirleme hakkını kendilerinde gören
zâlim bir toplumu asla kurtuluşa ulaştırmayacaktır. Böyle bir toplum ne hukukta,
ne eğitimde, ne ekonomide, ne amelde, ne düşüncede kesinlikle doğruya
ulaşamayacaktır.
Evet böyle bir toplum Allah
desteğini kaybettiği için iyi şeyler yapmak için çırpınsalar da Allah’ın
yasalarından habersiz hareket et-tiklerinden, istinat noktası olarak Allah’ın
kitabını tanımadıklarından ne yaparlarsa yapsınlar hep batacaklar. Karmaşa
içinde bir hayat yaşamaktan asla kurtulamayacaklardır bunlar. Hiç bir konuda
doğru ve sıhhatli bir noktaya varamayacaklardır. hiç bir konuda çözüme
ulaşamayacaklardır. Çözümü bulduk sandıkça batacaklardır. Çünkü Allah’ın
yasalarını reddetmiş ve zâlim olmuştur o toplum.
İşte görüyoruz, şu anda Allah’ı,
kitabını ve elçisinin yolunu terk edip, vahiy eşliğinde bir hayat programından
kaçıp başka yerlerde çözüm arayan insanlar battıkça batıyorlar. Çözümsüzlükler
içinde kıvranıyorlar.
145. “Ey Muhammed! De ki:
"Bana vahy olunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve günah işlenerek
Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair
bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve
zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir. "Doğrusu Rabbin bağışlar
ve merhamet eder”.
Ey peygamberim de ki bana vahy
olunanda haram olarak bul-duklarımı size söyleyeyim. Tadan bir kişinin tattığı
şeylerde, yâni yiyecekler konusunda ancak şunları buluyorum. Ya da bana vahy
olunan dinde haram olarak ancak şunların dışında bir şey
bulmuyorum:
Yâni bana vahy edilenlerde şu
sayılacakların dışında bir haram gör-müyorum. Evet vahyin dışında haram olmaz,
olamaz. Ama bir başka sûrede bir başkaları bildiriliyorsa onlar da haramdır
tabi. Ya da Rab-bimiz elçisine yetki vermiş de, o da vahiy gereği bize
bildirmişse onun dedikleri de haramdır. Yâni burada Allah haramları söylüyor,
bi-naenaleyh bunun dışında başka haram yoktur demeye kimsenin hakkı yoktur.
Neymiş onlar?
1- Meyte. Ölü. Leş. Kendiliğinde
İslâmî usullere göre kesilmeden ölen hayvan. Veya Allah’ın dediğinin dışında
kesilmiş olan hayvan. Salt para için, şöhret için, bir ihtiras, bir kan sebebi
yüzünden kesilmiş, kan görmeye bayılmanın, elini kana bulamanın sevkini tatmak
için kesilmiş olanlar da böyledir. Meyte; kendiliğinden ölen hayvan, yüksek bir
yerden düşerek ölen, başka bir hayvanın toslamasıyla ölen hayvan, yırtıcı
hayvanların artığı vs. kesilmeden ölen hayvanların yenmesi
haramdır.
2- Akan kan da haramdır.
Damarlardan akan kan. Akmak zorunda olan kan. Etin ve kemiğin üzerinde kalan
kan, haram değildir. Hayvanın vücudundaki kan, akan bir kandır. Akışa hazır bir
kandır. Ama akabildiği kadar akar, geriye kalanlar helâldir. İşte bu sebepten
Rasulullah efendimiz bir hadislerinde iki kanın helâl olduğunu bildiriyor.
Birisi ciğerdeki, ötekisi de dalaktaki kan. Çünkü onlar ancak o kadar
akabiliyorlar.
3- Domuz, hınzır haramdır. O
zaten pistir, pisliktir ve necis-tir. Derisi, kılı, tırnağı her şeyi haramdır.
Domuzun kendisi de pisliktir, onun etinden yemek de pisliktir. Biz demiyoruz
bunu. Biz getirmedik onu o hale. Allah böyle diyor. Onun bizim dünyamızda
varlığı pisliktir.
4- Fısk yâni Allah adına kesilmeyen
hayvanlar da fısktır ve haramdır. Allah’tan başkaları adına kesilenler de
fısktır. Allah hayvanların canla bedenlerinin beraberliğini ancak kendi adına
boğazlanma yöntemiyle bize helâl kılıyor. Ötekilerse fısk u fücur oluyor. Meselâ
tâğutlar adına, Firavunların izzetine ve şerefine ya da insanların putlaştırdığı
çeşitli putlar adına kesilen hayvanlar da haramdır.
Ama kim de muzdar yâni darda kalırsa,
mecburiyet altında kalırsa, yâni başka yiyecek içecek bir şey bulamazsa, haddi
tecavüz etmemek kayd u şartıyla ölmeyecek ve hayatını devam ettirecek kadar, bir
de başka bir muzdarın hakkına tecavüz etmemek, onun elindekine uzanmamak
şartıyla yiyip içmesinde bir günah yoktur. Bu ko-nuda Rabbimiz bağışlama ve
merhamet sahibi olduğunu haber veriyor.
Evet Rabbimiz, efendimize böyle
demesini emrediyor. Bana vahyedilenlerde bunların dışında bir haram bilmiyorum.
Öyle değil mi ama? Vahyin dışında haram olur mu? Haramlar ancak vahiyle
bildirilenlerdir. Bu konuda tek yetkili Allah’tır. Eğer Allah peygamberine yetki
vermişse o da bu yetkinin gereği, bu vahyin gereği bize bildirmişse elbette o da
yetkilidir diyoruz. Onun haram dedikleri de haram-dır diye iman ediyoruz.
146. “Yahudilere tırnaklı
her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik
yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu
şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür”.
Rabbimiz diyor ki yahudilere
tırnaklı hayvanları haram kıldık. Âyet-i Kerimede anlatılan bu tırnaklıdan kasıt
herhalde deve olması en büyük ihtimaldir. Rabbimiz azgınlıkları sebebiyle,
kulluktan çıkmaları sebebiyle Yâ’kub oğullarını devenin etinden, sütünden mahrum
etmiştir. Cezalandırmıştır Allah onları. Ayrıca davar ve sığırın sırt, ba-ğırsak
ve kemik yağları hariç iç yağları da bunlara haram kılınmıştır. İsyanları
sebebiyle Rabbimiz bu nîmetleri onlara haram kılmıştır. Biz haram helâl
sınırlarını kendimiz belirleriz, yeryüzünde kendi aklımızla yasa koyma hakkına
sahibiz dedikleri ve Allah’ı diskalifiye etme çabası içine girdikleri için
Rabbimiz onları cezalandırıverdi.
Eğer bugün bizler de Allah’ın
âyetlerini görmezden gelerek kendi kendimize aklımıza estiği gibi yasa
belirlemeye, haram helâl sınırları tespit etmeye kalkışırsak, kendi hevâ ve
heveslerimizi Allah’ın sisteminin önüne geçirmeye kalkışırsak Rabbimiz aynen
İsrail oğullarına yaptığı gibi bizleri de pek çok nîmetlerden mahrum bırakarak
cezalandırır. Çünkü Rabbimiz doğru sözlüdür. Ne demişse ne vaat et-mişse onu
mutlaka gerçekleştirendir. Nitekim şu anda helâl olan bir çok nîmete ulaşma
imkânımız yoktur. Hem helâl, hem elimizden alınmış.
147. “Seni yalanlarlarsa,
"Rabbinizin rahmeti geniştir; O’ nun azabı suçlu milletten geri çevrilemez"
de.”
Peygamberim! Ey benim
peygamberimin yolcusu olmaya, be-nim kitabımın sözcüsü olmaya evet diyenler, iyi
dinleyin, eğer seni yalan sayarlar, yalanlarlarsa. Senin getirdiğin kitabı,
senin getirdiğin mesajı yalanlarlar, kabul etmezlerse. Bu kitabın gösterdiği
şekilde değil de onu yok farz ederek bir hayat yaşamaya kalkışırlar, Allah’ın
belirlediği haram helâl sınırlarını aşarlar, Allah’ın yeryüzünde koyduğu
yasalarını reddederler, kendi bildikleri gibi kendilerine yasa yapmaya
kalkışırlarsa, dilediklerini yasaklayıp dilediklerini helâl kabul ederlerse, o
zaman sen onlara de ki, Rabbimin rahmeti geniştir. Rabbim rahmet sahibidir.
Allahu Ekber, şu cevaba bir
bakın. Ne diyecekmişiz? Ne dedi peygamberimiz? Allah diyor ki; ey peygamberim,
onlara de ki; sizin Rabbiniz gerçekten büyük rahmet sahibidir. Yâni peygamberi
yalanlayanlar, yalan sayanlar, Allah elçisi karşısında böyle yalan yanlış
tavırlar içine girenlere cevap olarak Allah’ın rahmet ve merhameti
ha-tırlatılıyor. Ne hoş bir cevap değil mi? Elbette Allah’ın hâşâ müsabık
olarak, muarız olarak, muhasım olarak, karşıt grup olarak sahnede olması zaten
düşünülemez. Yâni hâşâ Allah onların karşısına onlarla yarış için çıkması
düşünülmez ki. İstediğini zaten yapar O. Mesele onların akıllarını erdirmektir.
Onlara konuyu güzel anlatmaktır. Çünkü Rabbimiz kullarına karşı rahmet ve
merhamet sahibidir. İşte tekrar tekrar bunu gündemde tutar. Gelin anlayın da
vazgeçin der. Ama bütün bunlara rağmen dik kafalılık ederlerse, dinlemezlerse
bilsinler ki O şedit bir ikâp sahibidir de aynı zamanda.
Evet siz O’na O’nun istediği
kulluktan kaçıyorsunuz, ama buna rağmen sizin havanızı, suyunuzu, gününüzü,
güneşinizi kesmez. Sizi aç ve bîlaç bırakmaz. Size mal-mülk verir. Size
oğul-evlât verir. Size hayat verir. Size sıhhat, güç, kuvvet verir, saltanat
verir, imkân, fırsat verir. Ama sizler Rabbinizin size lütfettiği bu rahmet
kapılarından istifade etmez ve Ona karşı nankörlüklerinizi sürdürürseniz o zaman
da bilesiniz ki Rabbinizin azabı, Rabbinizin be’si, sıkıntıları üzerinizden asla
eksik olmayacaktır.
Unutmayın ki O’nun takdirinin
önüne hiç kimse geçemez. O’-nun isyankarlara yazdığı azabı hiç kimse
engelleyemez. Allah’ın azabını, vurgununu günahkâr bir toplumdan geri çevirecek
yoktur. Dünyada insanlara sınırlı bir özgürlük verir. Ne yaparsanız yapın
imtihan gereği size dokunmayabilir. Ama dünyanın bu konumu sizleri asla
aldatmasın. Çünkü O’nun cehennemi vardır. Sizi onunla cezalandırmayı murad
buyurdu mu artık O’nun önüne kimse geçemez. Hiç kimsede, ya Rabbi bize imkân
vermedin, bize gerçeği anlayabilecek bir akıl vermedin, bize fikir feraset
vermedin, bize âyetler indirmedin, bize bizim başımıza gelecekleri haber
vermedin, bize peygamber göndermedin diyerek mâzeretler ileri sürme hakkı da
yoktur. Çünkü bakın Rabbimiz her şeyi açık anlatmıştır
kitabında.
İşte Rabbimiz kitabında baştan
sona bu konuyu anlatıyor. Ey kullarım, gelin yalan saymayın. Elçimi doğrulayın,
ona ve getirdiği mesajıma sadakatle bağlılığınızı ortaya koyun, tasdik edin.
Sonra da der ki; Olabilir, ey peygamberim, eğer onlar yalan sayarlarsa sen
on-lara yine benim rahmetimi hatırlat. Yâni bugüne kadar yalan saydınız,
peygambere karşı geldiniz, kitapla ilgisiz yaşadınız, ama gelin Allah rahmet ve
merhamet sahibidir, vazgeçerseniz bağışlayıp yok sayıverir. Gelin Allah rahmet
ve merhamet sahibidir, acır sizi bağışlayıverir. Eğer böyle yaparlarsa rahmetime
ve merhametime nail olurlar. Değilse benim azabımı, benim cezamı mücrimlerin
üzerinden kim engelleyebilecek? Allah’ın azabı geri çevrilmez. Tarih bunun
örnekleriyle do-ludur. Allah’ın helâk yasasının mahkumu olmuş hiçbir toplum
O’nun baskınından kaçacak, kurtulacak bir sığınak
bulamamıştır.
148. “Puta tapanlar, "Allah
dileseydi babalarımız ve biz puta tapmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık"
diyecekler; onlardan öncekiler de, Bizim şiddetli azabımızı tadana kadar böyle
demişlerdi. Onlara "Bize karşı çıkarabileceğiniz bir bilginiz var mı? Siz ancak
zanna uyuyorsunuz ve sadece tahminde bulunuyorsunuz" de.”
Şirk koşanlar, müşrikler, Allah’ı
ortaklı düşünenler, Allah’a yet-ki sınırlaması getirenler dediler ki, diyecekler
ki. Çünkü öncekiler de aynı şeyleri söylemişlerdi. Eğer Allah dilemiş olsaydı,
Allah isteseydi biz asla O’na şirk koşmazdık, koşamazdık. Bizler O’na şirk
koşamadığımız gibi atalarımız da asla O’na şirk koşamazlardı. Allah’a karşı şirk
koşma imkânlarımız olmadığı gibi, şu haram kıldıklarımızı da ha-ram kılma
hakkımız, gücümüz ve yetkimiz de olmazdı. Yeryüzünde dilediğimiz gibi yasa
belirleme hakkımız da olmazdı. Tüm bu yaptıklarımız Allah’ın dilemesiyledir. Biz
başka değil sadece kadere teslimiz. Biz kaderin mahkumuyuz. Kaderimiz böyle
olduğu için biz bunları yapabiliyoruz diyorlar.
Söylesenize ey müslümanlar. Ey bu yeni
dinin sahipleri. Olacak şey midir bu? Allah’ın izni olmadan bir şey olur mu?
Allah’ın izni olmadan bir yaprak yerinden oynayabilir mi? Allah izin vermeseydi
biz müşrik olabilir miydik?
Dikkat ediyor musunuz? Alçaklar
suçlarının tümünü kadere yüklemeye çalışıyorlar. İşledikleri suçları Allah’a
yüklemeye çalışıyorlar. Yaptıklarının faturasını Allah’a çıkarmaya çalışıyorlar.
Allah istemeseydi biz bunları yapamazdık. Allah dilemeseydi biz bu suçları
işleyemezdik. Allah istemeseydi biz zina edemezdik, Allah izin vermeseydi biz
içki içemezdik, Allah istemeseydi biz put da yapamazdık, puta da tapamazdık
diyerek işlediklerinin faturasını Allah’a çıkarmaya
çalışıyorlar.
Çok garip değil mi? Bugünkü kâfirler ve
müşrikler de aynı mantığa sığınmaya çalışıyorlar. Gerçekten anlamak mümkün
değildir. Yâni adamlar bir hayat yaşayacaklar, yaşadıkları bu hayatta hiç bir
sınır tanımayacaklar, sürekli özgürlükten, hürriyetten söz edecekler. Bizler
özgür insanlarız, yaşadığımız hayatta hiç bir kayd-u şart altına girmeyiz,
kimseye karşı sorumlu değiliz, dilediğimiz gibi özgürce yaşarız diyecekler.
Dilediğimiz gibi dilediklerimizi yaparız diyecekler. Dilediğimiz gibi hayatımıza
yasa yaparız diyecekler. Dilediğimiz şeyleri haram, dilediğimiz şeyleri de helâl
kılarız, kimse bu konuda bize baskı yapamaz, hesap soramaz diyecekler.
Yeryüzünde egemen biz-leriz diyecekler. Egemenlik kayıtsız şartsız bizimdir
diyecekler. Sonra da işledikleri günahların cezası ve sorumluluğuna katlanmaları
söz konusu olunca da mantıksızca diyecekler ki biz kaderin mahkumu-yuz. Allah
dilemeseydi, Allah böyle istemeseydi biz bunları yapa-mazdık diyecekler. Alın
yazımız böyleymiş ne yapalım? diyecekler.
Sormak lâzım bu kendilerini tanrı
zanneden ve diledikleri gibi yaşayabileceklerine inanan zavallılara. Ey akılsız
kâfirler! Ey beyinsiz müşrikler! Ey ne dediğini, ne yaptığını bilemeyecek kadar
aptallık, sefihlik sergileyen akılsızlar! Söyleyin bakalım sizler yeryüzünde,
ya-şadığınız hayatta Allah’ı da, Allah’ın âyetlerini de, Allah’ın yeryüzünde
belirlediği hayat programını da reddederek özgürlük şarkıları söylerken,
kendinizi tüm dünyaya karşı özgürlük ve hürriyet savaşçıları olarak lanse
ederken, egemenlik bizdedir, biz dilediklerimizi yaparız derken,
tanrılıklarınızı iddia ederken, ne oldu da böyle birdenbire Allah’la karşı
karşıya gelip O’nun sorgulaması tepenize binince o özgürlük ve tanrılık
şarkılarını unutup, dillerinizi yutup kuzu kesiliyorsunuz?
Ne oldu? Hani siz özgür değil
miydiniz? Hani siz hiçbir kayd-u şart altına girmeyen kimseler değil miydiniz?
Hani siz tanrı değil miydiniz? Hani egemenlik sizde değil miydi? Niye suspus
oldunuz böyle? Dünyada özgürce dilediğinizi yaparken, özgürce Allah kullarına
zulmederken, özgürce insanların mallarını gasp ederken, özgürce Allah’ın helâl
haram sınırlarını çiğnerken, özgürce insanların özgürlük haklarını ellerinden
alıp onları kendinize kul köle edinirken, insanları Rablerine kulluktan koparıp
köleleştirirken, kendi yasalarınıza itaat etsinler diye Rablerinin yasalarını
onlara duyurmamaya çalışırken şimdi ne oldu? Ne oldu ki birdenbire
değişiverdiniz? Dünyada işlediğiniz amellerinizle Rabbinizin huzuruna çıkıp
onların karşılığı olarak alacağınız cehennemi görünce niye böyle birdenbire kuzu
kesildiniz? Bizim elimizde bir yetki yoktu! Biz yaptıklarımızın tümünü Allah
öyle istediği için yaptık! Bizi bu hale Allah getirdi! Değilse bunların hiç
birisini yapamazdık. Eğer Allah dilemeseydi biz ne şirk koşabilirdik, ne haram
helâl belirleyebilirdik, ne zulmedebilirdik, ne tanrılığımızı iddia edebilirdik,
ne egemenlik bizdedir diyerek yeryüzünde kanun koyabilirdik. Üstelik bizim
atalarımız da aynı şeyleri yapmışlardı diyerek kendinizi Allah’ın cehenneminden
kurtarmaya çalışıyorsunuz?
Evet müşrikler böyle diyecekler. Allah
dilemeseydi biz bunları yapamazdık. Şeytan mantığını kullanıyorlar, şeytan
mantığına sığınıyorlar alçaklar. Araf’ta anlatılır şeytan da aynı şeyi yapmıştı.
İşlediği Âdeme secde etmeme suçunu kabullenmeyen şeytan da suçu Allah’ın üzerine
atmaya çalışıyordu. Ya Rabbi madem ki beni saptırdın öyleyse ben de beni
saptırmana mukabil kullarını saptıracağım diyordu. Rabbimiz buyurur ki:
Bu sadece onların yaptığı bir şey
değil, sadece şimdikilerin tavrı değil, öncekiler de aynı şeyleri yapmışlar,
onlar da aynı şeyleri söylemişlerdi de onların yaptıkları yanlarına kalmadı.
Bizim azabımızı tadıncaya kadar, tıraşları önlerine ininceye kadar öncekiler de
aynı suçları işlemişlerdi. Bizim elimizde bir şey yoktur! Ne yapalım senâryomuzu
Allah böyle yazmış? Senâryoyu yazan, belirleyen Allah’tır bizlerse sadece
sahnede oyuncularız. Ne yapalım kaderimiz böyleymiş! Bizler kaderin mahkumuyuz
dediler. Eğer şu anda bizler kâfirsek bunun suçu Allah’ındır dediler. Eğer şu
anda bizler namussuzluk, şerefsizlik yapıyorsak suç Allah’ındır dediler.
Öncekiler de aynı şeyleri söylediler.
Hayır hayır kimse böyle bir iddiada
bulunamaz. Yeryüzünde herkes özgürdür. Herkes özgür yaratılmıştır. Allah herkesi
hür yaratmıştır. İnsanlar günah ya da sevap yaptıkları her konuda serbesttirler.
Diledikleri yolu, diledikleri hayatı seçme konusunda hür yaratılmışlardır.
Hidâyeti de seçebilirler, dalaleti de. İmanı da seçebilirler küfrü ve şirki de.
Dünyada imtihan gereği, dünyanın konumu gereği Rabbimi-zin koyduğu yasa budur ve
yaşadığımız sürece bu böyle devam edecektir. Ama unutmayalım ki bu yasa ölünceye
kadardır. Öldüğümüz andan itibaren, dünyada imtihan dönemimiz sona erdiği andan
itibaren artık Rabbimizin başka bir yasasıyla karşı karşıya
geleceğiz.
Öyle değil mi? Elli yıl kâfir yaşayan
birisi elli yılın sonunda Müslüman olamıyor mu? Adam Müslüman olmak istedi de
Allah buna imkân mı vermedi? Haydi bunu anlayan sizler ey müşrikler, haydi tövbe
edin! Haydi La İlâhe illallah deyin! Haydi biz pişman olduk deyin! Biz Müslüman
olduk deyin! Biz Allah’a inandık deyin!
Eğer şu anda bunu beceremeyecek
olursanız, Müslüman olma imkânınız olmuyorsa o zaman belki itiraz hakkınız
doğacaktır. O zaman ne yapalım bizler Müslüman olmak istedik, kelime-i şehâdeti
söylemek istedik ama bunu beceremedik. Dillerimiz bunu söyleye-medi
diyebilirsiniz. O zaman gökleri ve yerleri, göktekileri ve yerdekileri buna
şâhit tutun. Bizi buna şâhit tutun. Güneşi, ayı, yıldızları, dağları, taşları ve
tüm canlı cansız varlıkları şâhit tutun. Tüm bu varlıkların şehâdeti altında
deyin ki; ya Rabbi! Tüm varlıkların şâhittir ki bizler küfürden, şirkten
vazgeçip Müslüman olmak istedik. Nefislerimize kulluktan vazgeçip sana kulluğa
karar verdik, ama sen buna izin vermedin. Sen bu konuda bize imkân ve fırsat
tanımadın. Ne yapalım biz de çaresiz kâfir ve müşrik olduk deyin. O zaman biz de
size şâhitlik yapalım. Evet ya Rabbi! Bizler buna şahidiz! Bu adamlar
kendilerinin tanrılığından vazgeçip senin Rabliğini kabul etmek ve senin
gönderdiğin kitabın istikâmetinde bir hayat yaşamaya karar verdiler ama bu
konuda sen onlara izin vermedin. Sen bunlara fırsat tanımadın diyelim.
Ama kesinlikle bunu diyemeyeceksiniz.
Çünkü Müslüman olmak istediğiniz zaman bu konuda kimse size engel olmamaktadır.
Küfrü ve şirki tercih ederken kimsenin size engel olamadığı gibi. Üstelik sizler
şu anda iman yolunu, İslâm yolunu, Allah’a kulluk yolunu tercih ettiğiniz zaman
hattâ Allah sizin için onu kolaylaştıracağını, yolunuzu açacağını, gönlünüze
inşirah vereceğini vaadetmektedir.
Öyleyse gelin ey kâfirler! Gelin ey
müşrikler! Dünyada bu tür mantıkların arkasına saklanarak Rabbinize karşı,
Rabbinizin kitabına karşı, Rabbinizin hayat programına karşı savaş açarak kendi
ellerinizle dünyanızı karartmayın. Her şey bu kadar açık ve net iken gelin kendi
ellerinizle hem kendinizi, hem de yeryüzünde tanrılık taslayarak, yasalar
belirleyerek saptırdığınız Allah kullarını cehenneme sürüklemeyin. Vazgeçin bu
inatlarınızdan. Vazgeçin bu kuruntularınıza kulluk ederek kendinize yazık
etmekten.
Hiç düşünmüyor musunuz? Siz size
Allah’ın verdiği beş paralık aklınızla, beş paralık gücünüzle yeryüzünde
tanrılık taslamaya, öz-gürlük taslamaya, egemenlik taslamaya kalkışıyorsunuz.
Yeryüzünde yetki bizdedir diyerek kendinizi bir şey görmeye kalkışıyorsunuz da
sizi yaratan, sizin dışınızdaki tüm kâinatı yaratan sonsuz güç ve kudret sahibi
olan Rabbinize niye söz hakkı tanımak istemiyorsunuz? Çok küçük bir dünyanın çok
küçük bir şehrinde, çok küçük bir odasında, çok küçük bir koltuğa oturduk diye
kendinizde yetki görmeye başlıyorsunuz da tüm kâinatta egemen olan Rabbinize
neden egemenlik hakkı tanımaya yanaşmıyorsunuz?
Ne oluyor size? Nedir bu haliniz?
Üç kişiyi doyurduk diye, beş kişiye maaş verdik diye ki bunlar da Allah’tandır
mahiyetinizdekilere emirler dağıtmaya çalışan sizler, size her şeyinizi veren
Rabbinizin emirlerini niye görmezden geliyorsunuz? Rabbiniz hakkında nasıl da
böyle bozuk düzen şeyler düşünüyorsunuz? Nelere lâyık görüyorsunuz Rabbinizi?
Yâni Allah zannettiğiniz gibi böyle güçsüz kuvvetsiz birisi mi ki sizi zorunlu
bir hayata mahkum etsin? Sizi neden kaderin mahkumu yapsın? Allah zevk mi alıyor
ki kullarını böyle zorunlu bir hayatın esiri yapsın da onları kendisine
sövdürsün? Yâni sebep ne ki Allah kâfiri kâfir olarak kalmaya zorlasın da
kendisine küfrettirsin? Sebep ne ki kulunu içki içmeye zorlasın da sevmediği bir
ameli işlemesine katlansın? Gerçekten bu çok garip bir şeydir. Böyle bir şey
kesinlikle mümkün değildir.
Hani sûrenin başlarında anlatmıştı
Rabbimiz: Allah hidâyeti de, dalâleti de, imanı da, küfrü de, aydınlığı da, nûru
da, karanlıkları da yaratmıştır. Her ikisini de yaratmış, kullarına irade vermiş
ve bunlardan her hangi birini tercih özgürlüğü vermiştir. Ne yapalım, Allah bizi
istediğimiz şekilde değil de istediği şekilde yaşamaya mahkum etmiş demeye hiç
bir zaman hakkımız yoktur.
Bakın âyetin sonunda diyor ki
Rabbimiz:
De ki bu iddiaları ortaya atıp onun
arkasına saklanırken elinizde bir belge var mı? Bu iddianız bir bilgiye
dayanıyor mu? Bu konuda dayandığınız bir deliliniz var mı? Eğer elinizde bir
bilgi, bir belge varsa haydi buyurun getirin onu da konuşup tartışalım. Hani
sizin âyetiniz? Hani sizin kitabınız? Nerede istinat noktanız? Hayır hayır!
Onların bu konuda hiç bir delilleri yoktur. Onlar sadece zanna tâbi oluyorlar.
Onlar sadece zanna tâbi oldukları için atarlar, saçmalarlar. Bugün bir hüküm
ortaya korlar, yarın onu beğenmedikleri için yanlışlığını anlayıp hemen
değiştirirler. Ortaya bir hüküm koyarken, bir yasa belirlerken dayandıkları hiç
bir temelleri olmayınca en kısa zamanda temelsizliklerini anlayıp değiştirirler
onu.
Gerçek ilim olan vahiyle
ilgileri, alâkaları olmadığı için, Allah’ın kitabını reddettikleri için onların
hayatlarını zanlar, vehimler, şüpheler, mitolojiler ve cehaletler kaplamıştır.
Allah’ın kendilerine lütfettiği bilgiyi bunlara satmış kimselerdir onlar.
Allah’ın kendilerine verdiği özgürlüğü bunlara sattılar. Allah’ın kendilerine
verdiği özgürlüğü kullara sattılar. Allah’ın kendilerine verdiği hayatı ağalara,
beylere, paşalara, patronlara, tâğutlara, âdetlere, törelere, modaya,
nefislerine, çevreye ve şeytanlara sattılar. Hayatlarını israf ettiler.
Hayatlarını ve ömürlerini berbat ettiler ve sonunda cehennemi
boyladılar.
Evet bunları söylerken onlar
ancak zanna dayanıyorlar. Sadece zanna tabi oluyorlar. Ve sadece atıyor,
atmasyon yapıyorlar. Yalan söylüyorlar. Bir yerlere dayanma imkânı olmayan,
işkembeden atma sözler söylüyorlar.
149. "Üstün delil Allah'ın
delilidir. O dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi" de.
„
De ki gerçek delil Allah’a
aittir. Tam deliller, gerçek deliller, ke-sin sonuca götürücü deliller, kesin
gerçeğe ulaştırıcı deliller ancak Al-lah’tandır ve sadece Allah’a aittir.
İnsanları yaşadıkları hayatta hidâyete, doğruya, kurtuluşa, mutluluk ve saadete
ulaştıracak deliller sa-dece Allah’a aittir. Bütün gerçekleri, her gerçeği en
güzel anlatan net delil sadece Allah’ın delilidir. Veya bütün şüpheleri ortadan
kaldıran, gerçeği tümüyle ifade eden, her gerçeğe ulaşan, herkese ulaşan,
u-laşacak olan, herkesin ulaşmak istedikleri zaman ulaşabilecekleri tek delil,
kaynak delil Allah’ınkidir. Allah dediyse doğrudur. Delil O’nun delilidir. Çünkü
varlık O’nundur. Gökleri ve yerleri, göktekileri ve yerdekileri yaratan O’dur.
Yarattıklarına yol gösteren O’dur. Göktekiler ve yerdekileri hidâyete ulaştırma
yetkisi de, onları saptırma yetkisi de sadece O’na aittir. İnsanlardan ve diğer
varlıklardan hiç birisinin bu konuda her hangi bir yetkisi, her hangi bir
delilleri yoktur. Tüm yetki Allah’ın elindedir.
Eğer şu anda insanlar, yahut
diğer varlıklar bir şeyler yapabiliyorlar, bir adım atabiliyorlarsa bu onlara
Allah’ın verdiği yetki saye-sinde olabilmektedir. Veya meselâ şu anda insanlar
iradelerini kulla-narak hidâyet ya da dalâletten birisini seçebiliyorlarsa, iman
ya da küfürden birisini seçip o istikâmette hayatlarını sürdürebiliyorlarsa
bi-lelim ki yine bu da Rabbimizin onlara verdiği yetki sayesinde
olmaktadır.
Evet yeryüzünü ve orada imtihan için
insanlığı yaratan Allah imanı ve küfrü yarattı. Sonra da yarattığı kullarına
iman ya da küfürden birini seçmelerini diledi. Dileyen iman eder, dileyen de
küfreder dedi. Sonucuna kendiniz katlanmak kayd u şartıyla bunlardan her hangi
birisini seçebilir ve öylece yaşayabilirsiniz dedi. Az evvel müşriklerin iddia
ettikleri gibi insanları ne imana, ne de küfre zorlamadı. Yeryüzünde bu yasayı
Allah belirledi. Öyleyse küfür ve şirk Allah yazgısı değildir. Küfür ve şirk
Allah takdiri değildir.
Burada bir de şunu söyleyelim: Maalesef
bu konuda kâfir ve müşriklerin yanıldığı gibi pek çok Müslüman da yanılgı içine
düşmektedir. Maalesef Müslümanlar da Allah’a iftira edercesine pek çok konuda
kaderci kesilmektedir. Ne yapalım kaderimiz böyle imiş? Ne yapalım yazgımız
böyleymiş ki Allah’tan başkalarının kanunlarına kul köle olmuşuz. Alın yazımız
böyle yazılmış ki zillet ve meskenet içinde bir hayatı yaşamak zorunda kalmışız.
Hayır hayır kendi ellerinizle
düştüğümüz bu pis hayatın faturasını Allah’a kesmeye hakkımız yoktur. Şu anda
yaşadığımız zillet ve meskenet de Allah’ın yazgısı değildir. Allah Müslümanlara
da asla zillet ve meskenet yazmadı. Allah kesinlikle Müslümanları da zorunlu bir
yazgının, zorunlu bir kaderin mahkumu yapmadı. Dileyen zilleti dileyen de izzeti
tercih eder dedi.
Eğer şu anda yer yüzünde yaşayan
Müslümanlar kitaplarını terk etmişler, peygamberlerinin sünnetine ters düşmüşler
ve sonunda da zillet içinde bir hayatın mahkumu olmuşlarsa bu konuda Allah’ı
değil de kendilerini suçlasınlar. Ölümü göze alamadıkları için, şeha-deti göze
alamadıkları için, uğrunda ölmeye değmeyen bir Allah’a inandıkları için,
inandıkları Allah’ı hayatlarına karıştırmaktan bıkıp usanıp başka tanrıların
yasalarını uygulamaya hevesli oldukları için bu duruma düşmüşlerdir. Bunun başka
bir izahı yoktur.
İşte bütün gerçeği en güzel
anlatan, pek güzel ortaya koyan Allah’ın delilidir. Hüccetü’l bâliğa Allah’a
aittir. Tüm şüpheleri ortadan kaldıracak bilgisidir. Veya herkese ulaşacak,
anlamak isteyen, yol bulmak isteyen herkesin ulaşabileceği tek delil Allah’ın
delilidir. Allah’ın dediği doğrudur. Başkaları ne derse desin hiçbir değer ifade
etmez. Zaten eğer Allah dilemiş olsaydı elbette hepinizi hidayete ile-tirdi. Hal
böyleyken Allah’ın delili ortadayken delil mi arayacağız? Al-lah’ın ortadayken
O’nun hidayetinden başka hidayet mi arayacağız?
150. “De ki: "Allah'ın bunu
haram kıldığına şâhitlik edecek şâhitlerinizi getirin. "Şâhitlik ederlerse,
onlarla beraber olup sözlerini kabullenme; âyetlerimizi yalanlayanların ve
âhirete inanmayanların heveslerine uyma; onlar Rablerine başkalarını eşit
tutuyorlar.”
De ki haydi şâhitlerinizi getirin. Eğer
yeryüzünde haram-helâl belirleme hakkının kendinize verildiğini iddia
ediyorsanız, eğer yeryüzünde kanun koyma hakkının, egemenlik hakkının kendinizde
olduğunu iddia ediyorsanız veya Allah demediği halde Ona iftira ederek Allah
şunları şunları haram kılmıştır, şunları şunları da helâl kılmıştır diyorsanız,
haydi delillerinizi getirin. Şu şöyle olmalı, bu böyle olmalı, şu yenmeli bu
yenmemeli, şu giyilmeli bu giyilmemeli, şunlar içilir, bunlar içilmez, evlilik
şöyle olmalı böyle olmamalı, ev tefrişi şöyle olmalı böyle olmamalı, şöyle
kazanılmalı böyle harcanmalı filan diye kendi kendinize kurallar koyuyor,
yasalar belirlemeye çalışıyorsunuz ya. Haram helâl sınırları belirlemeye
çalışıyorsunuz ya, haydi delillerinizi getirin bakalım tüm bu konularda. Çağırın
şâhitlerinizi bakalım da tüm bu konularda Allah’ın size yetki verdiğini
söylesinler. Haydi belgelerinizi, kanıtlarınızı getirin de ne diyecekseniz deyin
bakalım. Dökün torbanızda ne varsa. Kesinlikle Allah bunu haram kılmıştır
diyebi-lecekleriniz varsa getirin. İncil’den mi okuyacaklar, Tevrat’tan mı
gösterecekler, yoksa kendilerine meleğin gelip haber verdiğini mi söyleyecekler,
bu konuda bir şehadeti olabilecekler varsa hepsini getirin bakalım.
Bu gücü, bu yetkiyi nereden
aldığınızı söylesin bakalım o şâhitleriniz. Şâhitleriniz kim sizin? Eğer bu
konuda şâhitleriniz varsa, eğer Allah hayata karışmıyorsa, hayatın kurallarını
koyma konusunda, hayata kanun koyma konusunda sizleri yetkili kılmışsa, o zaman
Allah bu yaptıklarınızın tümünü onaylamış demektir. Getirin şâhitlerinizi de biz
de inanalım buna ve sizinle birlikte olalım.
Eğer onlar buna şâhitlik ederlerse sen
şâhitlik yapıp onlarla beraber hareket etme. Onların bu şehâdetlerini asla
kabullenme. Yâ-ni haydi diyelim ki birilerini bulup getirdiler, milattan önce
beş bin yılına ait Tevrat’lar bulduk diye şahitler getirmiş olsalar bile, sen
onlarla birlik şehadet etme. Çünkü onlar yalan söylüyorlar. Onlar kendi
elleriyle yazdıklarına bu Allah’tandır diye iftira ediyorlar. Çünkü daha ön-ceki
sûreler bize öyle anlattı. Gerçeği bilmediklerinden suça karşı cü-retli
davranıyorlar onlar. Öyleyse ey peygamberim, onlar bu konuda şehadet etmiş
olsalar bile, sen onlara inanma, yalan söylüyorlar. Bu-nun kesinlikle mümkün
olmadığını haber vererek buyurur ki Rabbi-miz:
Yâni tüm insanlar buna şâhitlik
etseler bile, tüm insanlar Kur’-an ve sünnetin haber verdiklerinin yanlışlığı
konusunda şehâdet etseler bile sen onlarla beraber şehâdette bulunma. Eğer biz
Kur’an ve sünnete dayanmışsak, Kur’an ve sünnetle hareket ediyorsak, yâni hayatımızda istinat noktası olarak onları
seçmişsek tüm dünya bizi bu konuda yalnız bırakmış olsala bile hiç bir önemi
yoktur. Yolumuzun kesin doğruluğunu bilecek ve devam
edeceğiz.
Yâni eğer bu kâfirler, bu müşrikler
muharref Tevrat’tan, bozulmuş İncil’den veya milattan önce beş bin yılına ait
Tevrat bulduk ve ondan şahit getiriyoruz, bak bunda böyle yazıyor diye bir şahit
getirseler bile biz onlarla beraber şehâdet etmeyeceğiz. Çünkü onlar yalan
söylüyorlar. İşte Allah bilgisi, Allah şehâdeti böyle diyor.
Evet Allah diyor ki ey peygamberim!
Onlar tüm bu konularda yalancı şâhitler bulsalar bile sen sakın onlarla birlikte
şâhitlik etme. Ve:
Sakın ha âyetlerimi yalanlayanların
hevâ ve heveslerine uyma. Eğer insanlar vahye dayanmıyorlarsa, istinat noktaları
vahiy değilse, kitap ve sünnetten habersiz bir hayat yaşıyorlarsa mutlaka onlar
zanlara tâbi oluyorlar ve kesinlikle kendi hevâ ve hevesleriyle hareket
ediyorlar demektir. Bu tür insanlara uymayı ve onları dinleyerek, onlarla
birlikte hareket etmeyi yasaklıyor. Sadece beni dinle, sadece benim gönderdiğim
mesaja tabi ol diyor Rabbimiz.
Evet ey peygamberim ve ey peygamber
yolunun yolcuları! Âyetlerimi yalanlayan, âyetlerimi kaale almayan, onlara
inanmayan, onlar istikâmetinde yaşamayan ve âyetlerimi yok farz ederek bir hayat
yaşayan, kendilerine göre bir dünya oluşturup sürünenlerin hevâ ve heveslerine
uymayın. Onlar âhirete de inanmıyorlar. Yaşadıkları hayatta âhiret endişeleri,
hesap kitap dertleri de yoktur onların. Bir de Rablerine karşı denkler, eşler,
endadlar da koşuyorlar onlar. Rableri dururken O’nun berisinde kendilerine
ekonomik tanrılar, siyasal tanrılar, hukuk tanrıları, kılık kıyafet tanrıları,
dua tanrıları, tövbe tanrıları bularak onları Rablerine denk tutuyorlar.
Bunların yasalarını uygulamaya çalışıyorlar onlar. Rablerinin yetkilerini
bunlara dağıtıyor ve hayatlarında bu tanrıları da söz sahibi kabul ediyorlar bu
zavallılar.
Zaten Allah’a ortak koşanlar âhiret
endişesi, hesap kitap derdi olmayanlardır. Bunlar yaptıkları tüm zulümlerinin,
işledikleri tüm cürümlerin yanlarına kâr kalacağına, yeniden dirilme
olmayacağına, sü-menaltı edileceklerine inanan zavallılardır. Âhiret inancı olan
birisinin bunları yapması mümkün değildir.
Şunu her zaman söylüyorum; eğer bir
adam bu dünyada gavurluk yapacaksa, zulmedecek, kan içecek, kötülük yapacaksa o
kişi her şeyden önce âhireti, ölüm ötesi hayatın hesabını kitabını inkâr et-mek
zorundadır. Âhiret yok, diriliş yok, hesaba çekilme yok demek zorundadır. Hattâ
Allah’tan önce bunu reddetmek zorundadır. Neden? Çünkü böyle yapmazsa adam
gavurluk yapamaz da ondan. Yâni bir adam düşünün ki, hem âhiret, hesap, kitap
var diyecek, hem de gavurca bir hayat yaşayacak, zulmedecek, kan dökecek, içki
içecek, zina edecek, hasılı keyfine göre bir hayat yaşayacak. Bu kesinlikle
mümkün değildir. Onun içindir ki adam önce âhireti inkâr edecek, sonra da
yiyeceği naneleri rahat yiyebilecektir.
Evet bir daha söyleyelim. Bu tür
insanların hevâ ve heveslerine uymamalıyız. Eğer bu tür zavallıların hevâ ve
heveslerine tâbi olursak o zaman kesinlikle bilelim ki Rabbimizi ve O’nun
âyetlerini terk etmek zorunda kalırız. Allah korusun o zaman hayatımızda
Rabbi-mizin âyetlerine gündemimizde yer kalmaz. Onlara tâbi olduğumuz zaman
onların gündemlerine tâbi olmak zorunda kalırız. İşte görüyoruz her gün yeni bir
gündemle insanları meşgul ediyorlar. Ne zaman bunların vahiylerinden vakit bulup
da insanlar vahye dönebilecekler? Bugün şu konu, öbürsü gün şu konu derken
gündemi tamamen dolduruyorlar ve insanların vahiyle meşgul olmasına fırsat
vermiyorlar. Allah korusun öyle olunca da âhiret gündemlerimizden düşüverir. O
zaman yine Rabbim muhafaza buyursun tıpkı onlar gibi sırf dünya ve dünyalık
düşünen birer materyalist olup çıkıveririz.
Tıpkı bu müşrik kafalar gibi
Allah yetkilerini alıp birilerine veren birer demokratik olur çıkarız. Ve
korkuyorum farkında olmadan hızla Müslümanlar buna doğru gidiyorlar. Hayır
hayır! Bizim aklımız başımızdadır elhamdülillah. Bizler kesinlikle bu adamların
hevâ ve he-veslerine tâbi olmayacağız inşallah. Sadece Allah’ı dinleyeceğiz.
Sadece Allah’ın doğrularına sarılacağız. Allah berisinde hayata yasaklar koyarak
Allah’a iftira edenleri dinlemeyeceğiz. Allah’a yetki sınırlaması getirmeye
çalışanları dinlemeyeceğiz. Bizim şirkimiz de Allah’tan-dır. Allah izin
vermeseydi biz böyle bir hayatı asla yaşayamazdık diyerek kaderci kesilen
kâfirlere kulak vermeyeceğiz. Hayatı istediğimiz gibi yaşama konusunda bize
yetkiyi Allah verdi diyerek Allah’ı hayatlarına karıştırmayanları
dinlemeyeceğiz.
Onlar ne derlerse desinler
kesinlikle dinlemeyeceğiz ve delil isteyeceğiz bu konuda onlardan. Delil
getirseler, getirmeye çalışsalar bile kesinlikle onların yalancı olduklarını
bileceğiz. Gerçek bilginin, doğru bilginin bu kitaptaki bilgiler olduğuna iman
edecek ve tüm varlığımızla ona sarılacağız. Allah bu konuda bize şuur versin,
basiret versin inşallah.
151. “De ki: "Gelin size
Rabbinizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim: O’ na hiçbir şeyi ortak koşmayın,
anaya babaya iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin" sizin
ve onların rızkını veren Biziz, "Gizli ve açık kötülüklere yaklaşmayın, Allah'ın
haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah bunları size düşünesiniz diye
buyurmaktadır.”
Gelin Rabbinizin neleri haram
kıldığını size tela yapayım. Tela; takip etmek, takip ederek,
izleyerek üzerinde düşünerek, kafa yo-rarak okumak demektir. Okumak da budur
zaten. Okunan anlaşılacak, üzerinde düşünülecek ve hayat onunla düzenlenecek.
Okunan şeylerin peşi sıra gidilecek, haramları haram helâlleri helâl
bilinecek.
Evet gelin şu hevâ ve heveslerinizi bir
kenara bırakın da Rab-binizin size neleri haram kıldığını ben size okuyayım.
Dinleyin beni. İzleyin beni. Bunu benden dinleyin. Siz bilmiyorsunuz. Siz bu
konuda kendinizi yetkili zannediyorsunuz. Siz hep kendinize yontmaya
çalışıyorsunuz. Siz kendinizi peygamber makamına koyuyorsunuz. Allah beni sözcü
seçti. Madem ki önceki âyetlerde de ifade ettiğimiz gibi haram ve helâl
belirleme hakkı sadece yaratıcıya aitse, bu konuda Ondan başka yetkili yoksa,
işte bu tek yetkilinin bu konuda tespiti şöyledir. Hayatınızda nelerin haram,
nelerin helâl olduğunu Rabbiniz-den öğrenin. Yaşadığınız hayatta, yaşadığınız
dünyada, girdiğiniz bu sırat-ı müstakîmde, yürüdüğünüz bu yolda neler haram?
Neler helâldir? Bunu Rabbimizden öğreneceğiz. Yaşadığımız hayatta nelere dikkat
edeceğiz? Nasıl bir hayat yaşayacağız? Nerede duracak? Ne-rede yürüyeceğiz?
Nerede bulunacak? Nerede bulunmayacağız? Ya-pılacak ve yapılmayacak şeyleri,
haram helâl sınırlarını nasıl belirleyeceğiz? Nelerden sakınacak, nelerle
beraber olacağız? Tüm bunları yol kurucusu olan Rabbimizden öğrenmek ve O’nun
belirlediği biçimde hareket etmek zorundayız.
De ki gelin size Rabbinizin neleri
haram kıldığını okuyayım. Sakın ha sizler bu konuda şunun bunun sözüne bakmayın.
Bu konuda her konuda Allah’tan başkalarının değer yargılarına kulak vermeyin.
Hayata yasa koyma hakkı, hayatınızda haram helâl belirleme hakkı sadece Allah’a
aittir. Dinleyin ben size Rabbinizin haramlarını okuyayım.
Evet haram helâl belirleme Allah’a
aittir ve Allah’ın verdiği yet-ki gereği Resulüne aittir. Neymiş
onlar?
1- Birincisi:
Allah’ı
ortaklı düşünmeyeceksiniz. Ne anayı, ne babayı, ne hacıyı, ne hocayı, ne lideri
ne şeyhi, ne parayı pulu, ne dükkanı tezgâhı, ne göktekileri ne yerdekileri
Allah’la beraber inanmayacaksınız.
Allah’a hiç
bir şeyi ortak koşmayacaksınız. Hiç bir şeyi Allah’a denk tutmayacaksınız. Hiç
bir şeyin hatırını Allah’ın hatırına denk tutmayacaksınız. Hatırı kazanılacak
tek varlık Allah’tır. Kulu kölesi olunacak tek varlık Allah’tır. Yolunda
gidilecek tek varlık Allah’tır. Sözü dinlenecek tek varlık Allah’tır. Hayata
karışmaya yetkili tek varlık Allah’tır. Hayatımıza kurallar koymaya, haram-helâl
yasaları belirlemeye tek yetkili Allah’tır. Allah’ın yetkilerini hiç bir kimseye
vermeyeceksiniz. Al-lah’ın sıfatlarını hiç kimseye vermeyeceksiniz. Allah’ın
yetkilerini sınırlandırmaya kalkışmayacaksınız. Allah’ın yetkilerini
sınırlandırmak ha-ramdır ve şirktir. Zamanı ve mekânı asla parçalamayacaksınız.
Za-manın tümünde ve mekânın tümünde Allah’ı egemen ve yetkili bileceksiniz.
Zamanı ve mekânı parçalayıp: Ya Rabbi, tamam sen güçlüsün! Sen Kahhâr’sın! Sen
göklerin sahibisin! Göklerde egemensin, ama yeryüzünde yetkin yoktur! Bizim
hayatımıza karışamazsın! Bizim hayatımızda söz sahibi başka Rablerimiz var
diyerek şirke düşmeyin.
Veya tamam ya Rabbi, sen bizim
mescitlerimize karışabilirsin ama dükkanlarımıza karışamazsın! Okullarımıza,
mahkemelerimize, parlamentomuza karışamazsın! diyerek şirke düşmeyin. Veya
namazımıza karışabilirsin, bu konuda yetkilisin ama kılık kıyafetinize
karışamazsın! Orucumuza karışabilirsin ama hukukumuza karışamazsın! Zekâtımıza
karışabilirsin ama ekonomimize karışamazsın! Çünkü bizim hayatımızın o
bölümlerini ayarlayacak başka tanrılarımız vardır diyerek Allah’a ortaklar
bulmaya çalışmayın.
Çünkü hayatın her bir biriminde
etkili ve yetkili olan Allah’ın yetkilerini sınırlandırmak kesinlikle şirktir.
Hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı yetkili bilip, öteki bölümlerinde yasa
belirleyecek başka ilâhlar kabul etmek şirktir. Hayatın bazı bölümlerinde haram
helâl sınırları belirleyen, filan yerde şöyle davranılmalı, ama falan yerde de
böyle davranılmalı diyen varlıklar kabul etmek şirktir.
Zaman konusunda da bu böyledir. Zamanı
parçalamak da şirktir. Efendim
sabahleyin şu şu saatlerde Allah söz sahibidir, ama gündüzün filan saatlerinde
falanlar yetkilidir, onlar dinlenmelidir demek de şirktir. 24 saatin tümünde
sözü dinlenecek tek sorumlu ol-duğumuz yetkili Allah’tır.
Şunu kesinlikle unutmayın ki böyle
şirke bulaşmış bir hayatın Allah katında hiç bir değeri yoktur. Sûrenin daha
önceki bölümlerinde Rabbimiz peygamber bile olsa şirk koşanın gözünün yaşına
bakılmayacağını anlatmıştı:
“Bu, Allah'ın kullarından dilediğini
eriştirdiği yoldur. Puta taparlarsa amelleri boşa
çıkar.”
(En’âm 88)
Yeryüzünde onlar kadar, Allah’ın o
kutlu elçileri kadar Allah’a ciddi kulluk yapan başka birisini de görmek mümkün
değildir. Yeryüzünde Allah’ın elçileri kadar insanlardan gelen yalanlamalara,
alaylara, inkârlara, belâ ve musîbetlere sabreden, dayanan başka birini
göstermek mümkün değildir. Yeryüzünde Allah’a en mükemmel kulluğu yapanlar
onlardır. İnsanların en sâlihleri, en mükemmelleri ve en muttakileri onlardır.
Rabbimiz yeryüzünde onlara en yüce değeri ver-miş. Ama bakın Allah o şerefli
kullarına zaman zaman şu tehdidi de yapmıştır. Eğer onlar yeryüzünde Allah’ın
seçtiği örnek kullar olarak Allah’ın kendilerinden istediği kulluğu, Allah’ın
kendilerinden istediği teslimiyeti gerçekleştirmemiş olsalardı. Birazcık bu
konuda gevşeklik göstermiş olsalardı. Azıcık da olsa kendilerini Rablerine
kulluk ortamından uzaklaştırıp şirke düşüverselerdi. Hayatlarında azıcık da olsa
Allah’ı ikinci plana atıverselerdi. Ya kendi hevâlarını, kendi arzularını ve
heveslerini, yahut da Allah’tan başka birilerini ilâh kabul edip onların
arzularını gerçekleştirmeye meylediverselerdi. Yâni tâğutları, liderleri,
önderleri, toplumu, çevreyi, âdetleri, ayı, güneşi, yıldızları tanrı kabul edip
onlar kaynaklı bir hayata azıcık meylediverselerdi. Veya bir lahza onların
hatırlarını Allah hatırına tercih ediverselerdi, Allah yanında onlara da hayata
karışma alanı, yâni onlara da ulûhiyet ve rubûbiyet hakkı tanıyıverselerdi.
Yeryüzünde onlara da birazcık egemenlik hakkı tanıyıverselerdi kesinlikle
bilelim ki Allah onların tüm amellerini boşa çıkarır ve şah damarını
koparıverirdi. Evet şirk koşmayacaksınız bir, ikincisi:
Anaya, babaya karşı muhsin
davranacaksınız. Rabbimiz Kur’-an-ı Kerimde bakıyoruz kendisine kulluğu
zikrettiği her bir bölümde anaya babaya ihsanı da zikretmektedir. İhsan Cibril
hadisinde anlatılır. Allah’ı görüyormuşçasına bir tavır demektir. Kişinin Allah
huzurunda olduğu şuurunda olmasının adına ihsan denir. Öyleyse ana babaya karşı
ihsan demek, her hal-u kârda onlara itaat etmek demek değildir. Dikkat
ediyorsanız âyet-i kerimesinde anaya babaya itaat demiyor Rabbimiz. İhsan diyor.
Yâni ana baba karşısında da Allah huzurunda olduğumuzu unutmamamızı istiyor. Ana
babamız karşısındaki tüm tavırlarımızda Allah huzurunda olduğumuzu, yâni o anda
Allah’ın bizden ne istediğinin şuurunda olmamızı istiyor. Yâni biz onların değil
Allah’ın kuluyuz. Yâni biz onlardan önce Allah’ı dinlemek zorundayız. Yâni
babamızın anamızın Allah’a ters düşen isteklerini dinlememeliyiz.
Yâni onları hayatımızda
putlaştırmamalıyız. Onları dinlerken Allah huzurunda olduğumuzu unutmamalıyız.
Onların istekleri Rab-bimizin arzu ve emirleriyle çatışırsa onları dinlememeli,
Rabbimizi din-lemeli, ama onların bizden istedikleri Rabbimizin istediklerine
uygun-sa o zaman yine Allah huzurunda olduğumuzu unutmayarak onların arzularını
yerine getirme konusunda gevşeklik göstermemeliyiz. İşte ana babaya ihsan
budur.
Öyleyse ana babaya ihsan, onların Allah
arzularına uygun isteklerini yerine getirmek, Allah arzularına ters düşen
yerlerde de onları uyarıp putlaşmalarına engel olmaktır. Yâni onlara onların
istediği biçimde değil de Allah’ın istediği biçimde davranmaktır. Eğer on-lar
bakıma muhtaçlarsa onların bakımını üstlenmektir. Evet eğer onların maddeye
ihtiyaçları varsa, dine ihtiyaçları varsa, kitap sünnet bilgisine ihtiyaçları
varsa onları temin edeceğiz. Onlara merhamet edeceğiz. Tıpkı biz küçükken
onların bize merhamet ettikleri gibi biz de ihtiyarlık dönemlerinde onlara
merhamet kanatlarımızı gerecek ve onları üzmemeye çalışacağız. Onları cennete
götürmenin kavgasını vereceğiz.
3- Üçüncüsü:
Evet Rabbimizin haramlarından üçüncüsü
de rızık endişesiyle, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onların da,
sizin de rızkınızı biz veriyoruz diyor Rabbimiz. Üstelik dikkat ediyorsanız
“Onların da sizin de rızıklarınızı” buyurarak onların rızıklarını öne almış
Rab-bimiz. Öyleyse bundan da anlıyoruz ki bizim rızıklarımız da onların
rı-zıklarına bağlıdır. Onları bizim doyurup beslememiz şöyle dursun, ak-sine
bizim de şu anda çocuklarımız sayesinde doyduğumuzu unutmayalım. Biz kendi
rızıklarımızı da kendimiz bulmadığımız gibi onların rızıklarını da biz
bulmuyoruz.
Ama müşrikler bu konuda böyle düşünmez,
böyle inanmazlar. Çünkü onların velileri Allah değil tâğutlardır. Bu müşriklerin
tanrıları, yöneticileri onlara bunu öğütlüyorlardı. Onlara kendi öz evlâtlarını
öl-dürmeleri gerektiğini empoze ediyorlar, onların iliklerini emiyorlar,
mallarına el koyuyorlar, güçlerini sömürüyorlar, onları fakir ve güçsüz hale
getiriyorlar ve daha sonra da daha çok emme bölgeleri çıkarabilmek için de
onlara çocuklarını öldürmelerini tavsiye ediyorlardı.
Bu katil, bu sömürgen tanrıların
emirlerine kulak veren zavallı kullar da, aman bakamayız besleyemeyiz, çok çocuk
sahibi olunca efendilerimize ayırdığımızı onlara yedirmek zorunda kalırız da
efendilerimiz zayıf düşerler endişesiyle çocuklarını öldürüyorlardı.
Efendilerinin dediklerine iman ediyorlardı. Sanki az çocuklular daha iyi
doyuyorlarmış gibi. Bakıyoruz milyarlar içinde olanlarımız bile açtır. Halbuki
zenginlik ve fakirlik çok çocuğa, az nüfusa göre değil, çok paraya, az paraya
göre değil, hedeflemeye göredir. Meselâ beş etli ekmek yemeyi hedefleyen bir
adamın karşısına üç etli ekmek çıksa bu adam açtır. Niye? Ee, hedefinde beş etli
ekmek vardı da ondan. Ama bir etli ekmek yemeyi hedefleyen bir adamın karşısına
bir etli ekmek çıksa bu adam toktur. Niye? Zaten hedefinde o bire ulaşmak vardı
ve ona ulaştı tamam. Aynen bunun gibi 100 milyara ulaşmayı hedefleyen bir adamın
cebinde 90 milyar olsa bu adam fakirdir. Niye? E adamın hedefinde 100 milyara
ulaşmak vardı da ondan. Ne yapsın 90 milyarda kalmış, hedefine ulaşamamış
gariban. Evet bugün trilyonlar içinde yüzenlerimiz bile açtır ve dünyanın kulu
kölesi olarak çırpınmaktadır.
Öyleyse vazgeçin bu şeytan
mantıklarından. Yok besleyemez-mişiz, yok çok çocuk bizim hayatımızı
daraltacakmış. Vazgeçin bu kâ-fir ağızlarından. Vazgeçin bu bencilliklerinizden.
Vazgeçin hainlerin propagandalarını dinlemekten. Bu hainlerin bunları söylerken
bir tek dertleri var. O da sizin çoğalarak günün birinde kendilerine kafa
tutacak duruma gelmenizdir. Bundan korkuyorlar bu adamlar. Sizin sayısal
çoğunluğa ulaşmanızdan, güçlenmenizden ödleri kopan bu hıris-tiyan ve yahudi
dünyanın size empoze etmeye çalıştıkları bu vahiylere kulak vermekten vazgeçin
de Rabbinizin vahyine kulak verin. Bakın ne diyor Rabbiniz:
Sizi de, onları rızıklandıran
biziz diyor Rabbiniz. Sizi de, çocuklarınızı da rızıklandıran Biziz. Yeryüzünün
dengesini koyan, tüm yarattıklarımızın rızıklarını takdir eden, yaratan onlar
değil, Biziz diyor Rabbiniz. Evet hiç düşünmez misiniz siz? Sanki kendinizi siz
mi doyuruyorsunuz? İşte bizim en büyük yanılgı noktalarımızdan biri de
buradadır. Biz kazanırız, biz buluruz. Eğer bizler şu anda çalışmasak aç kalırız
vs, vs. Tam bir kâfir ağzı. Eğer bu ağızları bırakıp da birazcık şu elimdeki
kitabın âyetlerine kulak versek, birazcık Rasulullah’ın ha-dislerine yönelsek
inanın hiç de böyle konuşmayacak, kâfirlerin ağzını kullanmayacağız.
Öyle diyor değil mi adam? Alnımız
terliyor bunları kazanmak için. Peki söylesenize alnınızı kim verdi? Ellerimiz
nasırlaşıyor. Ellerinizi kim verdi size? Ayağımız gidiyor, onu veren kim?
Kafamızı kulla-nıyoruz, onu kim verdi size? Ekip, dikiyoruz diyorsunuz, toprağı
ve-ren kim? Yağmur bekliyorsunuz, onu yağdıran kim? Güneşinizi, havanızı veren
kim?
Söylesenize bütün bu sözleri
söyleyen sizler şunu niye söyle- miyorsunuz? Niye Rabbimiz vermese aç kalırız
demeye dilleriniz varmıyor? Niye Rabbinizi hayattan diskalifiye edip kendi
tanrılığınızı iddia ediyorsunuz? Niye kendinizi Rezzak makamında görmeye
çalışıyor-sunuz? Niye Rabbinize güvenmeyerek çocuklarınızı öldürüyorsunuz? Evet
çocukları öldürmek de yasak. Madde planında öldürülenler, ana karnında
öldürülenler, teşekkül ettikten sonra öldürülenler, doğum sonrası öldürülenler,
madde planında yaşatılan ama ruh planında öl-dürülenler, madde ve ruhunun vahye
teslim edilmemesi şeklinde öl-dürülenler, dinle diyânetle ilgisiz bırakılıp
öldürülenler vs vs. İşte bun-ları sakın rızık endişesiyle yapmayın. Dünya ve
dünyalıklar derdine sakın yavrularınıza kıymayın. Ekmek derdine sakın kendinizi
ve ço-cuklarınızı fırınlara atıp cayır cayır yakmayın.
4- Dördüncüsü:
Bir de fahşanın, fuhşiyatın gizlisine
de açığına da yaklaşmayın. Fahşa, fuhuş; aşırılık demektir. Fahşa haddi aşmak
demektir. Hangi konuda? Maddî manevî her konuda. Meselâ eşya talebinde aşırılık,
mal talebinde aşırılık, rızık talebinde aşırılık, bilgi toplama ko-nusunda
aşırılık, mesken konusunda aşırılık, sevgi saygı konusunda insanları
putlaştıracak biçimde aşırılık, on kişiyle devlet kurma hayallerine kapılarak
hedefte aşırılık. İşte bunların tamamı fahşâdır. Ama buraya yönelik söyleyecek
olursak:
Babaya anaya karşı ya onların
meşru isteklerini dinlememe hususunda aşırılıklar, ya da onların Allah’la
çatışan her arzularını ye-rine getirerek onların putlaşmalarına imkân hazırlamak
türünde çizgiyi aşma aşırılıkları. Veya rızık konusunda Allah’a güvenmeyerek
çocukları öldürme aşırılıkları. Ya da kadın erkek ilişkilerinde zina dediğimiz
aşırılıklar. Bu aşırılıkların tümünden sakının diyor Rabbimiz. Bilhassa kadın
erkek ilişkileri konusunda aşırılık hususunda çok yanlışlarımız var. Meselâ
bizim toplumda şu anda bu aşırılıkları kadınlar yaptığı zaman onlara fahişe
denirken aynı şeyleri erkekler yaptıkları zaman onlara bir şey denmiyor. Halbuki
bunları yapan kadına da erkeğe de fuhuş sahibi yâni fahişe
denir
Bugüne kadar sadece fuhuş denildiği
zaman sadece kadın erkek ilişkilerinde aşırılık, haddi aşma anlaşılmaktadır.
Halbuki sadece bu konuda değil her konuda aşırılıktan men ediyor Rabbimiz. Hem
de aşırılığın, fahşanın gizlisinden de açığından da sakınmamızı isti-yor. Peki
acaba fahşanın, aşırılığın gizlisi ve açığından ne anlayacağız? İnsanlar
arasında açıktan açığa işlenen fahşalara da yaklaşmayın kimsenin göremeyeceği
bir tenhada işlenenlerinden de sakının.
Veya metres hayatı gibi, dost
tutma gibi toplumun yasallaş-tırdığı, insanların kurumlaştırıp haram ve yasak
görmediği fuhuşlar-dan da sakının, insanların, toplumun hoş görmediği
aşırılıklardan da sakının. Toplumun onayıyla, insanların izniyle yapılanlarından
da sa-kının, toplumun kınadıklarından da sakının.
Meselâ nasıl? İşte toplumun
yasallaştırdığı ve ruhsat çıkardığı genel evlerde yapılanlardan da sakının. Veya
işte diyorlar ki bir kadınla yaşayacaksın. Nikâhın bir kadınla olacak ama bin
kadınla ilişki kurabilirsin bu normaldir. Ama toplumun koyduğu bu kuralın dışına
çıkar da ikinci bir kadınla nikâhlı bir beraberlik kurmaya kalkışırsan o zaman
bu fuhuştur, bu ilişki zinadır filan diyorlar ya. Yâni yaşadığın ülkede veya
dünya üzerinde egemen güçlerin yasak dedikleri şeyler yasak ama yasak demediği
şeyler serbesttir ya. Halbuki Allah’ın haram dedikleri haram, helâl dedikleri de
helâldi. Öyleyse insanlar ister meşrulaştırsınlar ister haram deyip
yasaklasınlar bizim için bunun hiç bir önemi yoktur. Bizim için Allah’ın yasak
dedikleri yasaktır, yasak değil dedikleri de yasak
değildir.
5- Beşincisi de
Ve bir de ancak hak olarak öldürülmesi
müstesna adam öl-dürmeniz de haramdır. Haklı öldürme Allah’ın öldürülmesine izin
verdiği öldürmedir. Yâni hadisin ifadesiyle evli olduğu halde zina ederek veya
müminken dinden çıkıp mürted olarak ve yahut da adam öldürerek ölümü şeran
hakketmiş kimselerin öldürülmeleri hak olan, haklı olan öldürmedir. Ama
bunlardan birini işleyerek şeran ölümü hak et-memiş insanları öldürmek de
haramdır.
Kur’an’ın başka yerlerinde
görüyoruz ki ölümü hak etmeyen bir mümini öldürmek sanki yeryüzündeki tüm
insanları öldürmek gibidir Allah katında. Çünkü yeryüzünde dinin yaşanması
müminin varlığına bağlıdır. Yâni yeryüzünde bir mü’min varsa bir müminlik bir
din var demektir. Bin mü’min varsa bin müminlik bir din var demektir. Öy-leyse
durup dururken bir mü’minin canını almak demek yeryüzünde Allah’ın dinini
eksiltmek demektir ki buna kimsenin hakkı yoktur.
Haklı öldürmeyi, Allah’ın izin verdiği
öldürmeyi de şöyle kısa-ca özetleyeyim inşallah:
1- Müslümanları ve dolayısıyla onların
şahsında İslâm’ı yok etmek isteyen, İslâm’ın ve müslümanların varlığını kabul
etmeyen kâ-fir öldürülecektir. Yâni savaş halinde olan kâfirler öldürülecek.
Değilse durup dururken bir kâfiri öldürmeye hakkımız yoktur. Kâfirin varlığına
her ne kadar rızası yoksa da yeryüzünde onun varlığını kabul etmiştir Rabbimiz.
Her kâfir değil, yeryüzünde Allah’ın otoritesini reddeden, müslümanların
varlığını kabul etmeyen, Allah kullarının özgürce imanlarını yaşamalarına ve
dinin tebliğine engel olmaya çalışıp, Allah’a, dinine ve müslümanlara karşı
savaş açan kâfirler öldürüleceklerdir. Bunlar ölümü hak etmiş
kimselerdir.
2- Bir adam önceden ben müslümanım
dediği halde sonra-dan bu dinden çıkar, irtidat eder ve arkasından; ben bu dini
beğenmedim, olmaz olsun böyle bir müslümanlık derse bu kişi de öldürülür. Ben bu
dini sevmedim, yaşanacak bir şey değilmiş diyenler öldürülür. Çünkü ben
müslümanım, Müslümanlığımdan şeref duyuyorum, ben mutluluğu, ben huzur ve
saadeti bu dinde buldum diyen bir kişiyle bunun aksini söyleyerek insanlara
karşı kötü örnek olan, bu dine yeni girecekleri baştan kötü şartlandırma çabası
içine giren bir tutulmamalıdır. Hiçbir sistem böyle yaparak kendi varlığına
karşı tehdit oluşturan birinin varlığını onaylamaz. İslâm da böyle müslüman iken
irtidat eden, sonra da bu dinin aleyhinde olan kişiye hayat hakkı tanımaz.
3- Şartları gerçekleştikten sonra evli
olduğu halde zina eden kişi öldürülür. Yâni şahitleri var ve şartları
gerçekleşmişse o da öldürülür.
4- Kasten bir müslümanı öldürmüş kişi
de öldürülür. Bir müs-lümanı kasten öldüren kişi ona mukabil kısasen öldürülür.
5- İslâm’ın siyasal yapılanmasını
tehdit edecek, müslüman-ların dirliğini bozacak davranışlarda bulunan bâğî ve
tâğî kimseler de öldürülecektir. Müslümanların sosyal düzenlerini bozan,
müslüman-ların din, can, mal, namus düzenlerini tehdit eden kimselerin
öldürül-melerine izin verir Rabbimiz. Hattâ meselâ müslümanların meşru bir
biçimde oluşturdukları halifeleri varken ona isyan ederek kendinin de halife
olduğunu iddia eden kimse de öldürülür.
İşte Allah’ın haramları, işte Allah’ın
yasakları. Allah size bunları böylece vasiyet edip açıklıyor ki akıllarınızı
kullanasınız, aklede-siniz, akıllarınızı vahyin emrine teslim edesiniz de
böylece dünyada da ukba’da da mutlu bir hayatı elde edesiniz
diye.
Devam ediyor Rabbimizin
vasiyetleri:
152. “Yetim malına, erginlik
çağına erişene kadar en iyi şeklin dışında yaklaşmayın; ölçüyü ve tartıyı doğru
yapın. Biz kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Konuştuğunuzda, akraba
bile olsa sözünüzde âdil olun. Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah size
bunları öğüt almanız için buyurmaktadır.”
Evet güzellikle kullanmak hariç
yetimlerin mallarına da yak-laşmayın. Ama onların mallarından onları istifade
ettirmek, onlara ka-zandırmak, onları o mallarından menfaatlendirmek için onlar
lehine o mallara el uzatırsanız bu müstesnadır. Onlar buluğ çağına ulaştıkları
ve mallarına sahip olabileceklerini ortaya koydukları zaman da onları şöyle bir
deneyin. Eğer onlar akıllanmışlar, haram helâl sınırlarına riâyet edebilecek,
mallarını koruyabilecek ve onlar üzerinde Allah’ın yasalarına uygun tasarrufta
bulunabilecek bir noktaya geldiklerine kanaat getirmişseniz o zaman mallarını
kendilerine güzellikle kendilerine teslim edin.
Evet Rabbimiz yetimlerin mallarına hiç
yaklaşmayın, hiç do-kunmayın demiyor. Onların yararlarına olacak biçimde
yaklaşın bu-yuruyor. Kendileri ergenlik çağına girip o mallarına sahip oluncaya
kadar onların mallarını değerlendirin. Çoğaltın, kazandırın. Ama za-rarına
dokunmayın.
Ölçüye ve tartıya da riâyet edin.
Aranızda ölçü ve tartıyı da adâletle yapın. Haksız yollarla insanların mallarını
eksiltmeyin. Haksız yere insanların mallarını yemeye kalkışmayın. Reklamlar
aracılığıyla ihtiyaç olmayan şeyleri ihtiyaçmış gibi göstererek insanların
mallarını sömürmeye çalışmayın. Zorla insanlara satmaya çalışmayın. Suni
ihtiyaçlar oluşturmaya ve insanları şartlandırmaya çalışmayın, buna hakkınız
yoktur. Yapmayın böyle. İnsanların ellerindekilerinin tamamını alsanız bile yine
de doymayacaksınız, doymuyorsunuz da zaten. Ekonomik gücünüz geçen yıla oranla
bu yıl en az iki üç misli arttı, ama siz yine de köleliğinize devam ediyorsunuz.
Malınız arttıkça aynı oranda köleliğiniz de artıyor. Bir türlü doymuyorsunuz,
doyamayacaksınız da bu gidişle. Başka değil ancak gözlerinizi toprak doyuracak
sizin.
Halbuki Müslümanları kardeş
bilecektiniz. Onların mallarını kendi malınız, onların menfaatlerini kendi
menfaatiniz bilecektiniz. Dükkanınıza alış veriş yapmak için gelen
kardeşlerinize, ihtiyaçları olmadığı halde ihtiyaçmış zannederek size gelen
kardeşlerinize: Kardeşim vazgeç bundan, senin buna ihtiyacın yoktur, şu anda
evinizdekiler sizin için yeterlidir demeliydiniz. Bu insanları sömürmekten
vazgeçip, akıl vermeliydiniz onlara. Ama sizler tam tersini
yapıyorsunuz.
Evet ölçü ve tartıya riayet edin. Ama
bu sadece para ve mal ile ilgili değildir. Her konuda ölçü ve tartıya riayet
edeceğiz. Meselâ şimdi İslâm’a göre yapılmaması gereken bir şeyi net ve düzgün
bir şekilde yapınca buna ölçülü diyebilecek miyiz? Allah’ın istemediği bir
tarzda kendince çocuklarına dengeli davranan bir ana-baba ölçülü müdür? İçki
içen bir kişinin, zina eden bir kişinin kendince dengeli davranmasına ölçü
diyebilir miyiz? Ölçüp biçip en uygun bir şekilde hırsızlığı gerçekleştiren kişi
Allah’ın istediği ölçüyü yerine getirmiş sayılabilir mi? Allah’ın istemediği bir
ev tefrişi düzenine nasıl düzen diyeceğiz? Allah’ın istemediği bir hukuk
düzenine, bir eğitim düzenine, bir toplum düzenine nasıl düzen
diyeceğiz?
İyi de biz bunu nasıl becerebilelim?
Buna nasıl güç yetirebiliriz? demeyin.
Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği
bir yük yüklemez. Allah’ın sizden istediklerinin tamamı size göredir. Bunların
tamamı sizin fıtratlarınıza uygun ve sizin yapabileceğiniz cinsten şeylerdir.
Yâni sakın ha bu devirde bunlar mümkün değildir, bu devirde ölçüye tartıya
riâyet imkânsızdır, kazanmak için çeklerde senetlerde şöyle şöyle yapmak
zorundayız, yetimlerin, güçsüzlerin mallarından yemek zorundayız, buna riâyet
gerçekten zordur filan demeye kalkışıp Allah’a iftira etmeyin. Çünkü Rabbinizin
sizden istediklerinin tamamı tam size uygun şeylerdir.
Konuştuğunuz zaman, söz söylediğiniz
zaman da âdil davra-nın. Konuştuğunuz zaman Allah’ın istediğini konuşun.
Peygamberin örneklediğini, razı olduğunu konuşun. Peygamber modeliyle konu-şun.
Hep haktan yana, hep adâletten yana konuşun. Asla zulme sapmayın. Kendi
aleyhinize bile olsa, akrabalarınız aleyhine bile olsa konuşmalarınızda
adâletten ayrılmayın. Zulme sapmadan hep adâletten yana olun. Eğer bu doğru
söylemenizin karşılığında zarar görecek olan yakınlarınız, akrabalarınız bile
olsa fark etmez siz zinhar adâleti gerçekleştirin. Allah’ın ahdine vefalı
davranın. Allah’ın ahdini gerçekleştirin. Rabbinize verdiğiniz sözlerinize sâdık
olun.
Ya da şâhitliği adâletle yerine
getirin. Sözlerinizi yamultmayın. Eğri büğrü konuşmayın. Allah’ın ahitlerini de
yerine getirin. Kitaplar göndererek, peygamberler göndererek, insanlar öldürüp
dirilterek her bir dönem Allah’ın sizden aldığı ahitlerine de riâyet edin. Allah
gönderdiği kitapları ve peygamberleri vasıtasıyla size sizden istediklerini
bildirmiştir. Sizler Rabbinizin sizden istediklerini yerine getirin. Siz ona
karşı verdiğiniz sözlerinizi yerine getirin ki o da size olan vaatlerini yerine
getirsin. Allah’a verdiğiniz sözlerinizi tutun.
Bir de Allah kullarına karşı verdiğiniz
sözlerinizi de yerine ge-tirin. Randevularınıza ve verdiğiniz sözlere sâdık
davranın. Allah’a verdiğiniz sözlere sâdık davranın ki kullara verdiğiniz
sözlerinize sadâkat alışkanlığı kazanasınız. Zaten Rabbine verdiği söze sâdık
olmayan bir adamın insanlara verdiği sözlerine sadâkati beklenemez. İşte
tezekkür edesiniz diye, bunları akıllarınızın en üst köşesine yazıp
unutmayasınız diye, bunlarla hayatlarınızı düzenleyesiniz diye Rabbi-niz bunları
size vasiyet ediyor, tavsiye ediyor. İşte Allah böyle emrediyor, böyle
vasiyette, tavsiye de bulunuyor, belki tezekkür eder, tefekkür eder, öğüt alır,
üzerinde düşünür ve bunu gündemde tutarsınız.
153. “İşte bu Benim dosdoğru
yolumdur. Ona uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah
size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.”
Evet işte bu dosdoğru yolumdur.
Sizi dünyada huzura, âhi-rette de cennete götürecek yol budur. Öyleyse haydi
uyun ona. O yolda olun. Böylece benimle beraber cennete gidecek yolda olun. Ama
bu benim yolumun dışında da yollar vardır. Sakın o yollara uy-mayın, o zaman
paramparça, darmadağın olursunuz. Allah’ın yolundan sapar, sapıtır gidersiniz.
İşte Allah size böylece vasiyette bulunu-yor, tavsiyede bulunuyor, belki böylece
siz takvalı davranır, Rabbini-ze karşı gelmekten sakınır, yolunuzu Allah’ın
kitabıyla bulmaya gayret edersiniz.
Yol tekdir. Yol Allah’ın yoludur.
Tâli yollarsa şeytanların yolla-rıdır. Eğer benim yolumu bırakır da onların
yollarına uyarsanız, onlar sizi Rabbinizin yolundan ayırıp saptırırlar.
Allah kendi yolunu, dosdoğru yolunu
kitabında ortaya koy-muştur. Öyleyse bütün mesele Allah’ın kitabına uymak ve
kitaba gö-re yaşamaktır. Kitapla yol bulmaktır. Yolunu kitaba ve sünnete
sora-rak bulmaktır. Takva da budur işte. Takva Rabbimizin yukarda tarif
buyurduğu esaslara göre hayat yaşamaktır. Rabbimizin kitabında anlattığı bu emir
ve yasaklara riâyettir takva. Rabbimiz bizim muttaki olmamız için, bizim böylece
bir hayat yaşayarak cennete ulaşmamız için yollarını göstermiştir. Kitabın ve
sünnetin dışında takva yolu da yoktur. Kim ki kitap ve sünneti bırakır da başka
şeylerin, başka yolların peşine takılırsa o mutlaka sapmak zorunda
kalacaktır.
Allah’ın Resulü bu konuyu anlatırken
elindeki bir çöple yere bir çizgi çizdi ve buyurdu ki, işte Rabbimin dosdoğru
yoludur. Sonra onun sağına ve soluna başka çizgiler çizerek işte bunlar da
şeytanların yollarıdır. sakın sizler bu yollara gitmeyin, çünkü o yollardan her
birisinin üzerinde sizi ona çağıran, sizi sırat-ı müstakîmden uzaklaştır-mak ve
saptırmak isteyen şeytanlar vardır buyurdu. Evet kim ki sırat-ı müstakîmde
yürürse, kim ki hayat programını Allah’ın kitabından ve Resulünün parlak
yolundan alırsa dünyada tüm problemleri çözülecek ve mutlu bir hayat yaşayacak,
sonunda da dosdoğru cennete ulaşacaktır.
Allah diyor ki aklınızı kullanasınız ve
muttaki olasınız diye size kendi yolunu vasiyet etmektedir. Evet bu yolun
özelliği aklı kullan-maktır. Aklını kullananların yoludur bu yol. Takva bu yolun
özelliğidir. Muttaki olmak isteyenler bu yolun yolcusudur. Takva bu yolla elde
edilir. Bu yol cennete götürür, şeytanların yolları da cehenneme götürür. Artık
siz bilirsiniz. Sonucuna kendiniz katlanmak kayd-u şartıyla dilediğiniz yolu
tercih edebilirsiniz.
Söyleyin şimdi hangi yoldayız?
Severken, küserken, seçer-ken, alırken, verirken, ekonomik hayatta, sosyal
hayatta, siyasal ha-yatta söyleyin hangi yoldayız? Allah yolunda mı başkalarının
yolunda mı? Kimin peşinde gidiyoruz? Kiminle beraberiz? Kesinlikle bilelim ki
peygamberin yürüdüğü o yolun dışında bizi cennete götürecek yol yoktur. Bireysel
ve toplumsal hayatımızda söyleyin, hangi yolda ve kimin peşindeyiz? Kitabın
çizdiği, peygamber aleyhisselâmın tarif bu-yurduğu bu sırat-ı müstakimde olmanın
dışında cennet kazanmamız kesinlikle mümkün değildir.
Peki anladık da bu sırat-ı müstakîmi
nasıl bulacağız? Yâni hangi yolun Allah yolu, hangi yolların da şeytanların yolu
olduğunu nasıl anlayacağız? bunları nasıl ayırdedeceğiz mi
diyorsunuz?
154. “Sonra, iyilik işleyenlere nîmeti
tamamlamak, her şeyi uzun uzadıya açıklamak, doğruyu göstermek ve rahmet olmak
üzere Mûsâ'ya Kitabı verdik. Rablerine kavuşacaklarına belki
inanırlar.”
Sonra biz Mûsâ’ya kitap verdik.
Mûsâ’ya Tevrat’ı verdik. Mûsâ’yı da kitapla müşerref kıldık. Yâni şu anda sizin
karşınızda duran peygamberim türedi, yeni çıkmış bir elçi değildir. Ondan önce
de pey-gamberler gönderdik biz. Veya bu sırat-ı müstakîm üzerinde bu-lu-nan,
sırat-ı müstakîmin yolcusu sadece Muhammed (a.s) değildir. O yolun yolcusu, o
yolun peygamberi ve mihmandarı sadece o değildir. Sadece İbrahim as, sadece Îsâ
(a.s) değildir. İnsanlığın ilk atası ve ilk peygamberi Hz. Âdem (a.s) dan son
elçi Hz. Muhammed (a.s) a kadar gelmiş geçmiş tüm peygamberler bu yolun yolcusu
ve önderleridir.
Tarih boyunca hiç bir ümmeti,
hiçbir toplumu vahiysiz ve rehbersiz bırakmamıştır Rabbimiz. Her ümmete, her
topluma elçi gönderilmiştir. Ve artık bundan sonra hiçbir toplumun mâzeret hakkı
da kal-mamıştır. Hiçbir toplum ya Rabbi biz bunu duymamıştık, bizim bundan
haberimiz yoktu deme hakkı kalmamıştır. Bütün insanların ona bakarak, tutunarak
hidayet bulabilecekleri kitaplar göndermiştir Rab-bimiz.
İşte burada da Rabbimiz yıllar önce Hz.
Mûsâ (a.s) a ve onun toplumuna da kitap gönderdiğini anlatıyor. Mûsâ’ya da
Tevrat’ı göndermiştir ki muhsinlere, Allah’ı görüyor muşçasına Allah’a kulluk
edenlere, Allah huzurunda ve Allah kontrolünde olduklarını hiç bir zaman
hatırlarından çıkarmayarak ona lâyık kulluk yapmaya çalışan-lara nîmetlerini
itmam etmek için ve onlara ihsan buyurduğu nîmet-lerinden en zirvede bir nîmet
olarak kitap nîmetini de onlara ulaştır-mak istemiş.
Rabbimizin İsrail oğullarına tarih
boyunca ulaştırdığı nîmetlerini biliyoruz. Firavunun zulmünden ve ona kölelikten
kurtarmış, onları hürriyetlerine kavuşturmuş, çöl ortamında bıldırcın eti,
kudret hel-vasıyla onları doyurmuş, yeryüzünün efendisi yapmış vs vs. Ama tüm bu
nîmetlerinin üzerinde en büyük nîmeti olarak onlara Tevrat’ı göndermiş Rabbimiz.
Kimileri; efendim hani burada
Tevrat’tan filan söz edilmiyor, binaenaleyh nereden çıkarıyorsunuz bunu filan
diyorlar. Peygamberimden öğreniyorum. Kur’an’da anlatılan mantıktan öğreniyorum.
Yâ-ni Allah kitabında; Biz Musa’ya Tevrat diye bir kitap verdik demiyor,
demesin. Yâni Rabbimizin âyetlerini gönderme modelleri ne zamandan beri
insanların mantıklarına uymak zorundaydı da? Meselâ kısasla ilgili kimi âyetleri
de Rabbimiz bir başka şekilde anlatmıştır. Ya da orucu bir başka çeşit
anlatmıştır. Meselâ oruç farz mı? Evet. Peki İslâm’ın şartlarından birisi mi?
Evet. Peki Allah saymış mı böyle İslâ-m’ın şartı şunlardır diye? Hayır. Meselâ
aynı merkezden düşünenler Kur’an’da kader yoktur demeyi kendilerine iş
ediniyorlar.
Oysa bakıyoruz Kur’an baştan sona
kadere imanı anlatıyor. Bakın Yakup ve Yusuf dönemindeki kadere, meğer Rabbimiz
Yakup oğullarını Mısır’a girdirecek, meğer yüz yıllar sonra Musa aleyhisse-lâm
Yakup’un oğullarını Mısır’dan çıkaracakmış. Bu Allah’ın kaderi, takdiri değil
mi? Buna nasıl iman etmeyecekmişiz biz? Kadere iman eğer Allah istediği imtihan
eder’e imansa evet, Allah her şeyi bilire imansa evet, Allah her şeyi nasıl
isterse öylece takdir eder, dilemesine sınır yoktur, her şeyi yaratan O’dur
gerçeğine imansa elbette bu kadere iman edeceğiz. Kur’an baştan sona bunu
gündeme getirir. Sema bunun için vardır, arz bunun için gündemde tutulur.
Adem’den iblise, Nuh’tan, Hûd’a, Sâlih’ten, Semûd kavmine hepsi sanki bu kaderin
anlatımı içindir.
Rabbimiz Hz. Musa aleyhisselâma Tevrat
vermiştir. Tastamam her şeyi tafsilatıyla anlatan, her problemi fasıl fasıl
halledici bir kitap olarak. Onda her şeyi açık açık anlatıyordu Rabbimiz.
Sırat-ı Müstakîmi, takva yolunu, dünyada huzur ve sükûn, âhirette de cennet
yolunu anlatıp açıklıyordu. İşte tıpkı onun gibi bir kitap da son elçi-sine
gönderiyordu.
Evet her şeyi tastamam açıklayan, ihsan
sahiplerine her şeyi bütün tafsilatıyla anlatan, fasıl fasıl her problemi çözen,
halleden bir kitap olarak o Tevrat döneminin hidayet rehberi ve rahmet olarak,
rahmet vesilesi olarak gönderildi. Böylece insanlar onunla yol bulup hayatlarını
düzenlesinler diye.
Peki ya bizim kitap? Tevrat bizim
kitabımız değil mi? Evet Allah’tan geldiği orijinal şekliyle, bozulmamış
şekliyle o kitap bizim imanımızın konusu olan bir kitaptır. Ama şu anda onunla
amel edecek miyiz? Amellerimizi ona dayandıracak mıyız? Hayır. Tevrat’tan bizim
kitabımıza aktarılanlar varsa artık biz Kur’an diye onunla amel ederiz. Bizi
bizim kitabımız bağlar. Çünkü son kitap odur.
Yâni o zaman şöyle bir soru sorarsak:
Tamam anladık, o dönemde kullarına yol göstermek için Rabbimiz, bir kitap
göndermiş, Tevrat’ı lütfetmiş, hayat programı olarak gönderdiği kitabıyla
onların yollarını açmış. Gönderdiği bilgisiyle onların gerek dünyalarını,
gerekse âhiretlerini kazanmalarına imkân hazırlamış. Peki bugün biz ne
yapacağız? Biz hayatımızı nasıl düzenleyeceğiz? Biz neyle amel e-deceğiz mi
diyorsunuz? Dünya ve ukba saadetini kazanacak bir yol, bir program, bir yasa,
bir rehber, bir kitap mı arıyor, soruyorsunuz? Alın işte size de bir kitap,
buyurarak Rabbimiz bizim karşımıza da bir kitap sunuyor:
155,157. “Bu, indirdiğimiz
kutsal Kitaptır, ona uyun. "Bizden önce iki topluluğa kitap indirildi, bizim
onların okuduklarından haberimiz yok" demekten, veya "Bize kitap indirilseydi
onlardan daha doğru yolda olurduk" demekten sakının ki merhamet olunasınız.
Şüphesiz o, size Rabbinizden belge, yol gösteren ve rahmet olarak gelmiştir.
Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan ve onlardan yüz çevirenden daha zâlim
kimdir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü, kötü bir
azapla cezalandıracağız”
Evet şimdi de Kur’an tanıtılıyor.
Bizim kitabımız olan Kur’an. Elimizdeki kitabı, yahut duvarlara astığımız,
sandıklara bastığımız, düğünlerde gelinlere, damatlara hediye ettiğimiz,
hatimlerde, cenaze başlarında okuduğumuz, ama bir türlü anlamaya yanaşmadığımız
kitabımızı tanıtıyor Rabbimiz.
İşte bir kitap ki, onu biz indirdik
diyor Rabbimiz. Biz onu bu ümmete indirdik. Sürekli insanların ellerinin
altında, masalarının üstünde, soflarının başında, yataklarının kenarında,
yorganlarının ucunda yâni hayatlarının içinde olsun diye. İnzal, tenzil,
tenzil-i rütbe indirmek demektir. İndirmiş Allah onu. Peki ne özelliği varmış bu
kitabın? Nasıl bir kitapmış bu son kitap? Mübarekün, mübarek, bereketli, bereket
kaynağı bir kitap. Bereket insanın hayra, hakka, hidayete ve cennete ulaşması
demektir. Evet işte bu kitap kendisine baş vuranları hakka, hidâyete ve cennete
ulaştıran bir kitaptır. Peki ne için indirmiş Rabbimiz onu? Ne yapalım yâni?
Yazısını güzel yazalım. Kûfî olsun, sülüs olsun, lafzatullahlar alt alta, üst
üste gelsin. Lüks kılıflar ve süslü ciltler yapalım ona. Hayır hayır bunların
hiç birisi istenmiyor bizden. Ya ne isteniyor? Ne için indirmiş Allah
onu?
Ona tâbi olun. Ona uyun. Onu
takip edin. Yemek hazırdır, haydi buyurun demek gibidir bunun mânâsı. Haydi
buyurun ve başka hiç bir şeye bakmayın demektir. Berekete hayra, hakka,
hidayete, cennete ulaşmak istiyorsanız haydi alın elinize bu kitabı.
Gece-gün-düz okuyun onu. Anlamaya çalışın. Kafa yorun. Değilse bu kitabı durduğu
yerden herkese bereket ulaştıran, herkesi cennete ulaştıran bir kitap değildir.
Durduğu yerden kendi kendine insanların dünyasını aydınlatan, insanlara nûr
dağıtan, insanları hidayete ulaştıran bir ki-tap değildir bu kitap. Unutmayın ki
bu kitap kendisine yol soranlara yol gösteren, kendisine baş vuranları nûra,
hakka, hidayete ulaştıran bir kitaptır. Onunla beraber olanlar, onunla yol
bulmak isteyenlere, onun tarif ettiklerine kulak veren kimseler için bereket
kaynağıdır bu kitap. Ona ittiba etmeyenler, tarif ettiklerini dinlemeyenler,
peşi sıra gitmeyenler kesinlikle onun bereketinden mahrum kalacaklardır.
Sadece okumak istenmiyor ama bakın.
Yâni okuyacak insanlar bu kitabı, sonra da diyecekler ki; tamam, öyle, aynen
dediğin gibi, çok hoş buyurdun ey Kur’an, ne kadar da güzel söyledin diyecekler,
ama peşi sıra gitmeyecekler, dediklerini uygulamaya yanaşmayacaklar. Yâni sen
çok güzel söylüyorsun, nasıl da tatlısın, ama yâni ne yapayım ben burada
bulunmuş bulundum? Çaresizim, imkânsızım gibi kalbine yerleştirdiği
mazeretlerden dolayı ona ittiba etmeyenler asla Kur’an’ın bereketinden istifade
edemeyeceklerdir.
Muttaki
davranın. Onunla yol bulun. Yolunuzu ona sorun. Ha-yat programınızı ondan alın.
O desin siz yapın. Ondan izin alamadıklarınız şeylerden uzak durun. Sürekli
O’nun kontrolü ve murakabesi altında olduğunuzu unutmadan yaptıklarınızı O’na
lâyık yapın. O’nun koruması altına girin. Bir an bile O’ndan gafil olmadan O’nun
istediği gibi bir hayat yaşayın. Böylece Allah’ın rahmetine ve merhametine
eresiniz. Allah’ın merhametine ehil hale gelesiniz. Kendinizi cennette
bulasınız.
Hemen hemen her sohbette, her
toplantıda konuşulan şey budur. Yahu ne yapalım? Ne edelim? Nasıl yapalım? İşte
Rabbimizin en güzel ve en net ifadesi. tâbi olun ona. Uyun bu kitaba. Onu
anlayın ve sizden ne istiyorsa öylece yapın. Yemek yemeniz konusunda, meslek
seçmeniz konusunda, kazanmanız harcamanız konusunda, çocuklarınıza isim vermeniz
konusunda, almanız vermeniz konusunda, küsmeniz barışmanız konusunda ve
hayatınızın her bir konusunda size ne tarif ettiyse, nasıl yapmanızı tarif
buyurduysa uyun ona. Peki tamam da ne bileceğim ben bu kitabın bana ne tarif
ettiğini? Nasıl anlayacağım ben bunun bana ne dediğini? Elbette okuyacak ve
bileceğiz. Kitabın geliş gayesini de şöyle anlatıyor
Rabbimiz:
Bu kitabı sizler şöyle demeyesiniz diye
indirdik. Ne oluyor? Bizden önce iki taifeye kitap geldi de bize gelmedi,
demeyesiniz diye. yahudi ve hıristiyanlara Allah kitap gönderdi de bize
göndermedi, Mekkelilere Allah kitap indirmedi, bizim kitaptan da, Allah’tan da,
Allah’ın ve kitabın istediği hayattan da haberimiz yoktu. Biz böyle bir şey
duymamıştık. Biz bu kitabın dersinden, dirasetinden gafildik demeyesiniz diye
size de bu kitabı gönderdik diyor Rabbimiz. Yâni bizden önceki Yahudi ve
Hıristiyanlara kitap gönderilirken bize gönderilmedi. Biz kitabın dersinden,
dirasetinden, mesajından, eğitiminden gafil kalmıştık, bizim senin istek ve
arzularına ulaşamamıştık, ilgi kuramamıştık demeyesiniz diye bu kitabı
gönderdik. Sonra bir de şöyle demeyesiniz diye bu kitabı gönderdik: Ah keşke
bize de bir kitap gönderilmiş olsaydı, bizler de Rabbimizin vahyine muhatap
olmuş ol-saydık elbette biz o bizden önceki ehl-i kitaptan daha ciddi hidâyet
üzere bulunur, iyi bir müslüman olurduk.
Evet dikkat ederseniz biz bu kitabın
dirasetinden gafildik demeyesiniz diye deniyor. Dirase, diraset sadece mücerret
okumak de-ğildir. Dirase, ders sadece sevap kazanmak için ölülerin üzerine
okumak değildir. İnsanların anlamak ve anladıklarını uygulamak üzere, onunla
hayatlarını düzenlemek üzere okuyup anlamak ve bilgilenmek demektir. Öyleyse bu
âyetten anlıyoruz ki bu kitabı anlayamadık diye bir itiraz hakkımız kalmamıştır.
Artık hiç kimsenin bu konuda her hangi bir itiraz hakkı
kalmamıştır.
Evet Rabbimiz kıyâmete kadar insanların
böyle bir itiraz hakları kalmasın diye bu kitabı indirdik buyuruyor. Artık hiç
kimsenin itiraz hakkı yoktur. Kitap bizden önceki yahudi ve hıristiyanlara geldi
de bize gelmedi. Bu kitap sahâbeye geldi de bize gelmedi. Bu kitap İmâm Ebu
Hanife, İmâm Şafii’ye geldi de bize gelmedi. Kitap hocalara, hacılara geldi de
bize gelmedi. Eğer bize de bir kitap gelseydi bizler onlardan daha güzel anlar,
onlardan daha güzel amel eder ve onlardan daha doğru yolda olurduk demesinler
diye bu kitabı indirdik diyor Allah.
Eğer Rabbimiz bize de bir kitap
gönderseydi biz de tüm problemlerimizi onunla çözerdik, hayat programlarımızı o
kitaptan alırdık, onun yap dediklerini yapar, yapma dediklerinin de yakın
semtine uğramazdık. Ama bize böyle bir kitap gelmedi. Eh şimdi ne yapalım biz?
Biz kime gidelim? Nasıl bir hayat programı yapalım? Bizim elimizde böyle bir
kitabımız olmayınca mecburen birilerinin kitabıyla amel etmek zorunda kaldık.
Elimizde böyle açık net bir örneğimiz olmayınca mecburen kendimize örnekler
aradık, bulduk ve onlar gibi yaşamaya başladık. Onlara tâbi olmaya, onları
taklit etmeye mecbur kaldık demeyesiniz diye size bu kitabı ve onun pratiği olan
son peygamberi gönderdik diyor Rabbimiz.
Artık bundan sonra Allah’ın
kitabını, Allah’ın elçisi Hz. Mu-hammed (as)’ı yok farz ederek, onları yalan
sayarak, onların gösterdiği hayat programından habersizce bir hayat yaşayan
kimselerden daha zâlim kim vardır? Kitap geldiği halde onu görmezden gelerek
başkalarının kitaplarına yönelenlerden daha zâlim kim vardır? Örnek olarak
Peygamber geldiği halde, o peygamberin örnek hayatı gün gi-bi hayatta olduğu
halde onu bırakıp da kendisine başka örnekler ara-maya çalışan kimselerden daha
zâlim kim vardır? Allah onlara kitap göndersin onunla yol bulsunlar, yollarını
ona sorsunlar diye, hayatlarını onunla düzenlesinler diye, peygamber göndersin
ona bakıp onun gibi yaşasınlar diye, sonra kalkıp bu insanlar kitapla da
peygamberle de ilgilenmesinler, Allah’ın kendilerine açtığı bu rahmet
kapılarından istifade etmesinler ve böylece kendi kendilerini zâlim yapsınlar
olacak şey midir bu?
Sonra da üstelik bu insanlar
kendi zulümlerine başkalarını da
ortak etmek için çırpınsınlar. Bundan daha büyük bir zulüm ve nankörlük düşünmek
mümkün değildir. Kitaptan, sünnetten uzaklaşan, insanların peşine takılan
zavallılar da efendim işte bizi filanlar falanlar aldattılar. Bize siz bu kitabı
anlayamazsınız dediler ve bizi sapıttılar diye filanları, falanları suçlamaya
kimsenin hakkı yoktur. Çünkü:
İşte size ize Rabbinizden bir beyyine,
işte size Rabbinizden bir açık, ayan beyan bilgiler geldi. Hidâyet rehberi,
cennet sebebi ve rahmet eseri ve merhamet unsuru olarak bir kitap geldi. Gelen
bu kitap beyyin olan son derece açık ve net anlaşılabilen bir kitaptır. Hiç bir
kapalılığı, hiç bir eğri büğrülüğü olmayan bir kitaptır bu kitap. Yâni bu
kitapta her hangi bir tenakuz, her hangi bir çelişki, bir uyumsuzluk bir
münâsebetsizlik yoktur. Onda insanların anlayamayacağı, şaşkınlığa düşerek
bocalayacakları bir karışıklık, bir bulanıklık, bir tutarsızlık yoktur. Bu kitap
her sınıf ve her dönem insanlığının anlayabileceği doğrulukta, netlikte ve
berraklıkta bir kitaptır. Sadece belli sayıda ve belli sınıf insanların
anlayabilecekleri diğerlerinin anlayamayarak bo-calayacakları içinden
çıkamayarak sapıtacakları bir kitap değildir bu kitap. Tüm diğer kitaplardan
üstün, arınmış, insan eli değmemiş bir kitaptır o. Rabbinizden size yol gösteren
bir hidâyet ve rahmettir o.
Evet beyyindir bu kitap.
Eğer insanlar bu kitaba dayanarak konuşacak olurlarsa, muhatap ateist bile olsa
belki kızacaktır onu duymaktan, ama mutlaka onun doğruluğunu kabullenip
susacaktır. Eğer insanlar bu kitaba dayanarak hareket edecek olurlarsa
kesinlikle bilelim ki hatalarını en aza indirebileceklerdir. O halde gücünüz
yettiği kadar bu kitapla beraber olun. Gücünüz yettiği kadar bu kitapla konuşun.
Sözlerinizi, amellerinizi gücünüz yettiği kadar bu kitaba dayandırmaya, bu
kitapla hareket etmeye çalışın. Desteğiniz, dayanağınız, hareket noktanız bu
kitap olsun inşallah.
Hüden dir bu kitap.
Hidâyet kaynağıdır. Hakkı bâtılı, iyiyi kö-tüyü, doğruyu yanlışı ayırandır,
öğretendir bu kitap.
Rahmettir bu kitap.
Rabbimiz mahza rahmetinin eseri olarak göndermiştir bunu bize.
Bir de burada şunu söyleyelim inşallah:
Sanki âyetten anlı-yoruz ki Rabbimiz tabiri caizse kendisini garantiye alıyor.
Kendisini töhmet makamında bulundurmuyor. Yarın bize kitap gelmedi diye her
hangi bir itirazınız olmasın diye bu kitabı size gönderiyorum diyor. Halbuki hiç
kimse Ondan hesap soramazken, hiç kimse O’nu bu konuda sorgulama hakkına sahip
değilken, yine de Rabbimiz bu konuda sanki kendisini garantiye alıyor. Buyuruyor
ki bakın: Yarın sizden böyle bir itiraz gelmesin diye ben bunu size
gönderiyorum.
Rabbimiz aslında bizden çekindiği
için filan değil de bize burada bir örnek gösteriyor. Diyor ki, ey kullarım, ben
bile Allah olduğum halde kendimi bu konuda garantiye alıyorum da, ya sizler ne
ya-pacaksınız? Yarın çocuklarınızdan böyle bir itiraz gelirse. Babamızdı, ama
bize bu kitabı anlatmadı ya Rabbi! Kadınlarınızdan bir feryat yükselirse.
Kocamızdı, ama bize bu kitabı duyurmadı ya Rabbi! Kom-şumuzdu, ama bize
duyurmadı! Akrabamızdı, kendisi okuyordu bu kitabı, tanıyordu bu kitabı, ama
bizler ondan, onun dirasetinden habersizdik. Bizler bu kitabın varlığından
gafildik. Bize anlatmadılar ya Rabbi! Bize duyurmadılar! Bizi bu kitapla
tanıştırmadılar! Eğer bilenler bize de anlatsalardı biz belki onlardan daha
güzel onunla amel edecek, onlardan daha doğru yolda olacaktık! Diye çevrenizden
gelebilecek itirazlar karşısında sizler ne yapacaksınız? diyerek bize yol
gösteriyor Rabbimiz.
Öyleyse yarın çevremizden bu
itiraz feryatlarını duymak iste-miyorsak anlatalım bunu çocuklarımıza. Anlatalım
akrabalarımıza. Anlatalım komşularımıza ve tüm çevremize. Değilse siz galiba
şunu bekliyorsunuz:
Şimdi Allah böyle bir kitap gönderecek,
rahmetinin gereği sizi kendi bilgisiyle şereflendirecek, sizi muhatap kabul
edecek ama insanlar o kitaba karşı nankör bir tavır takınacaklar, yalan
sayacaklar, o kitabın bereketinden istifade etmeyecekler, söyleyin bundan daha
büyük bir zulüm olur mu? Böyle yapanlardan daha büyük zâlimler olur mu? İşte
böylece âyetlerimizden sapanları, kendilerini saptıranları, insanları
saptıranları, âyetlerimizden yan çizenleri en korkunç azabımıza çarptıracağız.
Böyleleri azabımızı beklesinler.
Evet Rabbimiz peygamberine hitapla
buyuruyor ki, ey pey-gamberim ben sana bir kitap gönderdim. Biz bu kitabı bu
ümmete indirdik. Biz bu son kitabımızı tüm insanlığa indirdik. Yâni sürekli
eli-nizin altında, dilinizin altında olsun diye, sürekli masanızın üzerinde,
cebinizde, sofranızın üzerinde, yatağınızın kenarında, yâni hayatı-nızın içinde
olsun diye. Sürekli gündeminizde canlı tutulsun diye.
Âyetlerimizden insanları saptıranlar,
âyetlerimizi kamufle ederek, örterek, örtbas ederek gündemden düşürmeye
çalışanlar, yanlış anlamlar vererek insanların sapmasına sa’y edenler,
âyetlerden yan durup kenar duranlar en korkunç, en çetin azabı hak edecekler.
Evet işte bu kitabın indirilişi böyledir, ama:
158. “Onlar kendilerine meleklerin gelmesini
mi, yoksa Rabbinin gelmesini mi, yahut Rablerinden bir takım mûcizelerin
gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin bir takım mûcizeleri geldiği gün, bir kimse
daha önce inanmamışsa veya imanıyla bir iyilik kazanmamışsa, imanı ona fayda
vermez. Onlara: "Bekleyin, doğusu biz de bekliyoruz
de.”
Sanki bu insanlar kendilerine
kitabın değil de meleklerin gelmesini bekliyorlar. Ya da doğrudan kendilerine
Allah gelsin istiyorlar. Veya Allah’ın âyet ve alâmetlerinden kimilerinin
gelmesini bekliyorlar. Yâni azaplar gelsin, felâketler gelsin, mûcizeler gelsin,
cezalar gelsin, melekler bunları getirsin diyorlar. Ey Allah’ın âyetleriyle
ilgilenme-yenler! Ey kitaptan ve peygamberden habersiz yaşayanlar! Ey vahiyden
mahrum oldukları için kendi hevâ ve
hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya mahkum olanlar! Ve de ey bu âyetleri
bildiği halde Allah kullarına anlatmayıp sır küpü gibi onu toprağın altına
taşıma cehaletinde bulunanlar! Bu halinizle galiba sizler meleklerin size
gelmesini, yahut Rabbinizden sizi harekete getirecek bir takım mûcizelerin
gelmesini bekliyorsunuz. Yâni sizler neyi bekliyorsunuz? Meleklerin, ya da
Rabbinizin gelmesini mi bekliyorsunuz? Eğer daha önce iman etmemişse insanlar
veya iman ettik demişler ama bu imanlarının gereğini yerine getirmemişlerse,
imanı amelle birleştirmemişler-se, inançlarının gereği bir hayat yaşamamışlarsa,
inançları kendilerine bir hayır sağlamamışsa, yâni kendilerini cennete götürecek
bir iman ortaya koymamışlarsa bu beklediğinizin ne anlamı kalacak da?
Peygamberim, sen onlara de ki,
bekleyin, ben de bekliyorum.
Üç şey zikrediliyor âyet-i
kerimede:
1- Meleklerin
gelmesi,
2- Rabbinin
gelmesi,
3- Rabbinin bazı âyetlerinin,
alâmetlerinin gelmesi.
Yâni anlayabildiğimiz kadarıyla ölümü
bekliyorlar bu adamlar. Çünkü melek gelmiş zaten. Melek getireceği vahyi
getirmiş zaten. Bunun dışında meleğin gelmesi ya azap getirmek üzeredir, ya da
ölüm meleği ölüm getirmek üzere, kıyâmeti koparmak üzere gelir. Allah’ın gelmesi
de böyle. Nebe’ sûresinde saf saf melekler dizildikleri halde Rabbin gelecek
deniyor. Öyleyse Allah’ın gelmesi de kıyâmetin gelmesi demektir. Rabbinin bazı
âyetlerinin gelmesi de Allah’ın onların başlarına taş yağdırması, semanın parça
parça olup üstlerine düşmesi, yahut kıyâmetin bütün dehşetiyle tepelerinde
patlaması demektir. İşte galiba bu adamlar bunları
bekliyorlar.
Ama o zaman bu adamların yola
gelmesinin hiç bir anlamı kal-mayacaktır. Önemli olan bu âyetler gelmeden önce,
kıyâmet gelme-den önce inanmalı ve vazifelerini yapmalarıdır. Önemli olan gayb
âyetleri, azap âyetleri gelmeden bu âyetleri yeterli bilip onlarla bera-berlik
kurmalarıdır. Bu âyetler gelmeden önce yapılan iman ve amel geçerlidir. Görmüyor
musunuz? Firavun da bu âyetler gelene kadar bekledi, bu âyetleri görünce iman
etti de imanını Allah kabul etmedi. Yâni sizler neyi bekliyorsunuz? Firavun gibi
ortada kalmayı mı bek-liyorsunuz? Halbuki meleği gördükten sonra, azabı
gördükten sonra, kıyâmeti gördükten sonra iman ve pişmanlık hiç bir işe
yaramaya-caktır, tövbeler kabul edilmeyecektir. Ama şu anda aklınız
başınızdadır. Gelin bunların gelip çatacağı günü bekleyerek, imanı ölüme ve ölüm
sonrasına bırakarak ebediyen kaybedenlerden olmayın diyor
Rabbimiz.
Evet bu insanlar melekler gelsin,
bekliyorlar, Allah gelsin, bek-liyorlar, mûcizeler gelsin, azaplar gelsin,
belalar gelsin, cezalar gelsin, bekliyorlar. Ama Rabbimiz de bunlara tehdit
olarak bakın diyor ki: Dikkat edin! Açın gözünüzü! İyi bilin ki, Allah’ın
âyetlerinden ki-mileri bir gelmeye başladı mı o zaman daha önce iman etmemişse
insanlar veya dilleriyle iman ettim dedikleri halde, iman iddiasında bulunduğu
halde bu imanlarının gereğini yerine getirmemişlerse, yâni imanlarını
amelleriyle gündeme getirmemişlerse, inancın gereği bir hayat yaşamamışlarsa o
zaman bu beklediklerinin ne anlamı kalacak da? Söyle onlara peygamberim,
bekleyin, ben de bekliyorum. Siz Allah’tan belânızı bekleyin, biz de bekliyoruz.
Yâni imanıyla, ameliyle, yaşadıkları
hayatlarıyla cennete gide-bilecek bir seviyeyi garantileyemeyenler, imanlarının
kendilerine bir faydası olmayanlar bu bekledikleri geldiği zaman işleri
bitirilmiş olacağını anlamaya yanaşmıyorlar mı?
159. “Ey Muhammed! Fırka fırka
olup dinlerini parçalayanlarla senin hiç bir ilişiğin olamaz. Onların işi
Allah'a kalmıştır, yaptıklarını onlara sonra
bildirecektir.”
Evet dinlerini parça parça
edenler ve böylece hayatı parçalayanlarla senin hiç bir ilgin ve alâkan yoktur
diyor Rabbimiz. Dinlerini parça parça ederek fırkalaşan kimselerle senin bir
ilgin yoktur.
Dinlerini parçalayanlar. Yâni dinin
amel edilecek, uygulanacak pratiğe aktaran bölümü, şimdilik sadece inandığımızı
iddia edip de beklemeye aldığımız bölümü. Ya da dinin ilgilendiğimiz bölümü,
ilgilenmediğimiz, gündeme almadığımız bölümü. İşimize gelenler bölümü, işimize
gelmeyenler bölümü. Veya dinsel anlar, dinsel günler, din dışı anlar, din dışı
günler. Veya dinin beni ilgilendiren bölümü, beni değil de başkalarını
ilgilendiren, başkaları uygulasın dediğimiz bö-lümleri. Veya ben bu dinin bir
tarafındayım, din de benim başka bir tarafımdadır diyerek dinle fırkalaşmamız.
İşte böyle dini fırkalaştıranlar. Kendileri bir fırka olmuş böylece dini de
fırkalaştırmış olanlar var ya; işte ey peygamberim senin böyle kimselerle bir
ilgin, ilişkin yoktur. Öyle değil mi ama? Peygamberin bu insanlarla ne ilgisi
olabilir.
Onlar dinlerini fırkalaştırdılar,
dinlerini fırka fırka yaptılar. Öyle ayırdılar ki dinlerini, öyle parçaladılar
ki onu, sanki çocuğa ayrı din, gence ayrı din, yaşlıya ayrı, erkeğe ayrı, kadına
ayrı din buldular. Ki-mileri sadece kadınlarla ilgilenen bir din kabul ettiler
onu. Dinin hükümlerini sadece kadına ait kıldılar. Kadın şöyle inanmalı, kadın
şöyle namuslu olmalı, kadın böyle giyinmeli vs vs. Sanki erkek namuslu olmalı
değilmiş gibi, sanki aynı tesettür erkek için de geçerli değilmiş gibi. Kimileri
gence ait zannettiler bu dini. Kimileri hocalara, kimileri imamlara ait kıldılar
dini. İmam kılar namazı. İmam Hatip mezunu o-lanlar anlar hadisi. İlâhiyatlılar
anlar Kur’an’dan. Müftüler yapmalıdır bunları dediler. Veya işte köylünün,
cahillerin uygulaması gereken âyetler, şehirlinin ve tahsillilerin uygulaması
gereken âyetler dediler. Köylüler ve cahiller inanacak, zekâtını verecek,
namazını kılacak, ama şehirliler ve okumuşlar da sadece bu işi konuşuverecek o
kadar dediler. Yâni dinin edebiyatını yapanlar ve dini yaşayanlar diye ikiye
ayırdılar onu.
Kimileri de farklı bir biçimde
parçaladılar dini. Sadece âhiretle ilgilenen bir din. Veya sadece dünyayla
alâkadar olan bir din. Sadece âhiret ve ölüm ötesi hayatı düzenleyen, ama
dünyaya ve dünyalık işlere karıştırılmayan bir din. Böyle dünyadan soyutlanmış,
hayattan kovulmuş bir ölüler dini kabul ettiler onu. Veya işte bu dünya işi, bu
âhiret işi dediler. Bu dünya işi, buna din karışmaz, bu din işi buna Al-lah
karışır dediler. Din ayrı, dünya ayrıdır dediler. Dinin dünyaya karışmayan
bölümü, dinin âhirete karışmayan bölümü vardır dediler. Dini günlerimiz, dindışı
günlerimiz vardır dediler. Dinlerini mescitlerine karıştırdılar, ama
ticaretlerine karıştırmadılar. Âhiretlerine karıştırdılar ama dünyalarına,
hayatlarına karıştırmadılar. Hayatta hiçbir etkinliği olmayan, vicdanlara
hapsedilmiş bir din kabul ettiler.
Halbuki şunu kesinlikle ifade edelim
ki, din ayrı, hayat ayrı de-ğildir. Din ayrı, dünya ayrı değildir. Din bir hayat
programıdır. Din dünyada yaşanmak için gelmiştir. Din âhirette, ya da cennette
yaşanmak için gelmemiştir. Eğer öyle olsaydı orada gönderirdi Rabbi-miz bu dini,
burada göndermesine gerek kalmazdı.
Öyleyse hayatı parçalamak, dini
parçalamak demektir. Dini parçalamak da hayatı parçalamak demektir. Efendim işte
ferdi hayat, toplumsal hayat, ekonomik hayat, iş hayatı, siyasal hayat, ibadet
ha-yatı gibi hayatı parçaladınız ve her birerinde farklı hükümler uygulamaya
kalkıştınız mı din parçalanmış ve şirk başlamış demektir. Aynen bunun gibi dünya
hayatı, âhiret hayatı dediniz mi yine din parçalanmış demektir.
Veya Allah’a ayrılan hayat,
topluma ayrılan hayat diye hayatı ikiye ayırmak da dinin parçalanmasıdır.
Allah’a ayrılan zaman, baş-kalarına ayrılan zaman olmaz. Çünkü Müslümanın
hayatında Allah-tan başkalarına ayrılacak zaman yoktur. Müslümanın hayatında
kulluğun dışında düşünülebilecek bir tek saniye bile yoktur. Allah ha-yatta
boşluk bırakmaz. Tüm zamanlarımız, tüm hayatımız kulluktur. Ve bu kulluk sadece
Allah’a yapılmalıdır. Bunun dışında bir anlayış şirktir.
Veya kimileri de işte insanın bâtınına
karışan, bâtına ait din, ve zâhirîne ve cismaniyetine karışan din bölümleri diye
onu parçaladılar. Bu zâhir, bu bâtın işi dediler. Ya da insanın filan işlerine
karışan, ama falan işlerine karışmayan bir din dediler. İnsanların, toplumların
namazlarına karışan, ama hukuklarına karışmayan bir din. İnsanların oruçlarına
karışan, ama kazanmalarına, harcamalarına karışmayan bir din. İnsanların
ibadetlerine karışan, ama hukuklarına, kılık kıyafetlerine karışmayan bir din.
İnsanların dualarına karışan, ama düğünlerinde, ev tefrişlerinde, küsmelerinde,
barışmalarında söz sahibi olmayan bir din. Bunların tamamı Allah’ın dinini
parçalamaktır.
Veya kimileri dini iman olarak, amel
olarak parçalamışlar. Kimileri sadece imana, kimileri de sadece amele din
diyerek parçalamışlar onu. Halbuki bu din imanla amelin birlikteliğidir. Ne
mücerret amelsiz bir iman, ne de imansız bir amel din değildir.
Kimilerinin dini siyaset olarak ele
alması, kimilerinin ekonomi olarak ele alması, kimilerinin sadece onu ahlâk
olarak algılaması da dini parçalamak demektir. Veya kimileri din ayrıdır millet
ayrıdır diyerek, her ikisi de aynı olduğu halde dini parçaladılar.
Veya kimileri de kendilerine göre
farklı parçaladılar dini. Parçaladılar, parçalara ayırdılar dini ve her bireri
ayrı bir parçaya tutundular. Her bireri dinin ayrı bir bölümünü
bayraklaştırdılar. Kimileri dinin devlet bölümünü bayraklaştırdı, kimileri dinin
zikir bölümüne sarıldı. Sanki din sadece bundan ibaretmiş gibi ve sanki dinin
öteki bölümleri yokmuş gibi, sadece onu gündeme getirerek dini böldüler.
Kimileri kıssa âyetlerini bayraklaştırdı ve din sadece kıssadan ibaretmiş gibi
sürekli onu gündeme getirerek, ötekileri örterek dini parçaladılar. Kimileri
sadece tekfir âyetlerini gündeme getirdi. Kimileri sadece cihad âyetlerine
sarıldı, cihad ve diğerleri diye dini böldüler. Kimileri fıkıh ve diğerleri
diyerek, kimileri tefsir ve diğerleri diyerek dini parçalamaya çalıştılar. En’âm
bizim oldu, Bakara başkalarının oldu yâni.
Evet bu anlattıklarım dinin içinde bir
parçalanmadır. “Ettef-rikatü fiddîn” Dinde, dinin içinde parçalanmalar.
Ama Allah korusun bir de “Ettfrikatu aniddîn” vardır ki bu da dinden
çıkıp giderek ayrılmak fırkalaşmak demektir. Ya da okuduğumuz âyette geçen bu
ifadeyi “ferragu” değil de “Faragu”
kıraatini kabul edenlere göre anlayacak olursak, o zaman hak dinden ayrılıp
gidenler olmuştur diyeceğiz. Yâni dinde, dinin içinde fırkalaşanlar değil de,
dinden fırkala-şanlar, dinden kopanlar olmuştur şeklinde anlamak gerekecektir.
Me-selâ kimler gibi? Mutezile gibi, Cebriye gibi, Cehmiyye gibi, Müşeb-bihe,
Mürcie gibi din adına konuşan, din adına iş yaptığını iddia eden, ama dinden
ayrılıp gidenler olmuştur.
İşte Rabbimiz âyet-i kerimesinde diyor
ki, ey peygamberim, senin böyle dinden tefrika olan, dinden ayrılıp giden
kimselerle bir ilgin, alâkan yoktur. Yahut da daha önce demeye çalıştığım gibi
dini parçalayan, dinlerini parça parça eden ve her bireri dinin bir bölümüne
tutunarak, her bireri dinin bir bölümünü gündeme getirerek, her biri dinin bir
bölümünü bayraklaştırarak dinde tefrikalaşan kimselerle bir ilgin, alâkan yoktur
buyuruyor. Çünkü dikkat ederseniz âyet-i kerimede dini parçalayıp şia, şia
olanlar deniyor. Yâni her biri ayrı bir şia, ayrı bir grup, ayrı bir parti olan
ve her biri ayrı bir lidere, ayrı bir reise tutunarak dindeki vahdeti bozan
kimseler deniyor.
Evet Rabbimiz âyetinde bunu reddettiği
halde bugün maalesef Müslümanlar aralarındaki ufak tefek metot ayrılıklarını
sanki dinde temel ayrılıklarmış gibi görerek kendilerini şia şia, parça parça
yaptılar. Birbirlerini tekfir edecek noktaya geldiler. Ve bu kendi aralarındaki
bu parçalanmaları da kâfirler karşısında onları izzetsiz ve şerefsiz bir konuma
düşürmüştür. Birbirlerini yemeye çalışırlarken maalesef Müslümanlar kâfirler
karşısında güçsüz bir duruma düşmüşlerdir. Allah’ın kitabı yerine kendi
efendilerinin, kendi liderlerinin kitaplarını gündeme getirmeleri, peygamberin
örnekliği yerine kendi üstatlarının örnekliliğine sığınmaları onları parça parça
hale getirmiştir.
Allah’ın Resulü de bildiğiniz hadisi
şeriflerinde bu hususu an-latırken, yahudi ve hıristiyanlar 71,72 fırkaya
ayrılmışlar, bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacak ve bunlardan sadece bir tanesi
cennete gi-decektir buyuruyordu. Bu fırkalardan sadece bir tanesinin
kurtulacağını haber veriyordu Allah’ın Resulü. Onlar kimlerdir ey Allah’ın
Re-sulü? şeklindeki soruya da: Onlar benim ve ashabımın yolundan gi-denlerdir
buyuruyordu. Evet cennetlik olanlar kitap ve sünnetin yo-lunu takip edenlerdir.
Rasulullah ve ashabının yolunu takip edenlerdir.
Ey Müslümanlar! Eğer sizler aranızdaki
bu çekişmeleri bir tarafa bırakır, Allah’ın kitabını ve Resulünün sünnetini
tanımaya ve onların istediği biçimde bir hayat yaşamaya çalışırsanız o zaman
bakın Rabbinizin şu müjdesiyle karşı karşıya geleceksiniz:
160. “Kim ortaya bir iyilik
koyarsa ona on katı verilir; ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle
cezalandırılır; onlara haksızlık yapılmaz.”
Öyleyse falanları, filanları
araştırıp, falanlar iyidir, filanlar kötüdür diyerek insanların muhasebeleriyle
meşgul olmaktansa kendi kendimizi sorgulamaya çalışmalıyız. Her zaman şöyle
demek zorundayız: Müslümanlar iyidir. Müslümanlar iyi insanlardır. Müslümanlar
iyi olmak zorundadırlar. Yeryüzünde Müslümanlardan daha iyi ve daha hayırlı bir
varlık yoktur. Her ne kadar da şu anda yeryüzünde Müslümanlar kendilerini
Rablerinin kitabından, peygamberlerinin sünnetin-den koparmaya çalışan
idarecileri yüzünden, ülkelerindeki sahte tanrılar yüzünden kötü bir hayat
yaşamak zorunda bırakılmışlarsa da onlar yine de yeryüzünün en iyi
varlıklarıdır. Biz Müslümanlar iyi olmak zorundayız. Biz Müslümanlar düzelmek
zorundayız diyelim ve kendimizi düzelmek için, çevremizdeki Müslüman
kardeşlerimizi düzeltmek için elimizden ne geliyorsa yapmaya çalışalım. Bu
konuda gecemizi gündüzümüze katarak bir çabanın içine girelim ki yaptıklarımıza
karşılık Rabbimiz bire on mükafat versin.
Bakın öyle diyor Rabbimiz: Kim bir
iyilik yaparsa, kim ki bir ha-sene ortaya koyarsa, kim ki imandan kaynaklanan
bir harekette bulunmuşsa ona onun on katı mükafat verilir. Allah bu kadar
merhametlidir. Bir haseneye on hasene, bir iyiliğe on iyilik bulacaksınız. Sanki
on tane hasene yapmış gibi karşılık verecektir Allah. İyiliğin kat sayısı
farklıdır. Bire on. Bakın Bakara’da da Rabbimiz şöyle
buyurur:
“Allah, dilediğine daha da katlar.
Allah’ın rahmeti geniştir. O her şeyi bilir.”
(Bakara 261)
Âyet-i Kerimede Allah yolunda infak
edenlerin, Allah yolunda çalışmalar yaparak hayatlarını, zamanlarını,
fikirlerini, kâlemlerini Al-lah’a adayanların sevaplarının kat kat artırılacağı
anlatılıyor. Hattâ bir iyiliğin karşılığının yedi yüze kadar çıkartılacağına
dair bir misâl veriliyor. Daha sonra bir amele verilecek mükafatın, o ameli
işleyenlerin o ameli işlerken taşıdıkları ihlâs ve samimiyetlerine göre kat kat
artırılacağı anlatılıyor. Yâni yapılan infakın, yapılan çalışmanın değeri, ya da
karşılığında takdir edilecek mükafat o infakın, o çalışmanın, ferdin, toplumun
ve ümmetin problemlerine, sıkıntılarına ne ölçüde çözüm getirdiğiyle
orantılıdır. Yâni infaka, yapılacak güzel amellere takdir edilecek sevap, onunla
giderilen ihtiyaçla orantılıdır.
İnfak, infak edilen şeyin hacmi, azlığı
çokluğuyla ilgili değildir. Yapılan amele takdir edilecek mükafat o amelin
çokluğu azlığıyla sınırlı değildir. Bir çuval hurması olup da bunun yüz tanesini
Allah yolunda infak eden kişiyle, bir tek hurması olup da ona ihtiyacı varken
bölüp yarısını bir kardeşine infak eden kişi elbette bir değildir. Burada,
mükafatın takdirinde azlık-çokluk değil, niyet ve giderilen sıkıntının türü
önemlidir. Amelde niyet önemlidir. Niyeti en az olana yaptığının on katı
ödenirken, niyeti daha güzel olana niyetinin güzelliği nispetinde bu mükafat
artırılmaktadır.
Öyleyse mü'minler infak için bir taneyi
bile küçük görmemeli ve onu Allah adına harcamayarak Allah’tan kıskanmamalıdır.
Elimde bir tanem var onu da Allah yolunda harcarsam, o da yok olup gidecek
dememelidir. Allah için yapılacak en küçük hayırları bile küçük görerek onu
Rabbinden esirgememeli, bir saniyesini bile boşa harcamamaya dikkat
etmelidir.
Evet Allah için yapılan iyiliklerin
mükafatının katsayısı farklı iken yapılan kötülüklerin, işlenen günahların
karşılığında da bire bir ceza vardır diyor Rabbimiz. Kim seyyie, bir kötülük,
bir günâh işlerse ancak bir karşılık görecektir. Sadece karşılığıyla mukabele
görecektir. İyiliğin karşılığı bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen bire
sonsuz mükafat iken, kötülüğün karşılığı ise sadece bire birdir. Rabbimiz ne
kadar da merhametlidir bizim için değil mi? Hattâ bakın bir adam bir günah
işlemeye niyet edip azmetse, ama sonra da Allah korkusundan, âhiret endişesinden
dolayı onu yapmaktan vazgeçse, onun karşılığında bir sevap verilecektir. Eğer
ihmalinden dolayı veya vakit, imkân bulamadığı için bu kötülüğü yapmaktan
vazgeçse ona her hangi bir günah da yazılmayacaktır.
Evet Allah Vâsîdir. Yâni rahmeti,
merhameti geniş olandır, ge-nişlik sahibidir. Yâni dilediğine dilediği kadar kat
kat ve hesapsız ve-rendir. Alîmdir Allah. Hangi konuda? Yâni kime ne vereceğini,
kime ne kadar vereceğini, kimin amelini kaçla çarpacağını çok iyi bilendir.
Verenin verirken hangi şartlarda ve ne niyetle verdiğini en ince teferruatına
kadar bilen ve de verene vereceğini nasıl takdir edeceğini bilendir.
161. "Şüphesiz Rabbim beni
doğru yola, gerçek dine, doğruya yönelen ve puta tapanlardan olmayan İbrahim'in
dinine iletmiştir" de.”
De ki: Rabbim bana hidâyet etti.
Rabbim bana yol gösterdi. Rabbim beni doğruca cennete götürecek yola hidâyet
etti. Bu yolu bana öğretti. Şu üzerinde yürüdüğüm sırat-ı müstakîmi, şu cennet
yolunu bana Rabbim tarif buyurdu. Evet bizi de sırat-ı müstakîme hidâyet eden
Rabbimizdir. Gönderdiği kitabıyla bize dosdoğru yolu gösteren, bize kulluk
yolunu, bize cennet yolunu gösteren Rabbi-mizdir.
E şimdi ben Rabbimin bana gösterdiği bu
dosdoğru yol dururken sizin hevâ ve heveslerinize, sizin zanlarınıza, sizin
kendi işkembenizden ürettiğiniz saçma sapan şeylere mi uyacağım? Ben asla sizin
sapıklıklarınıza uymayacağım.
Öyle bir din ki Rabbimin dini,
Gayyimen dir o. İbrahim aley-hisselâmın dini insanı kıvamında
tutacak bir dindir. İnsana Allah’ın istediği şekilde kulluk imkânı verecek bir
dindir. Yâni Rabbim beni öyle bir dine, öyle bir yola hidâyet etti ki dimdik
ayakta duran bir din-dir. Kayyım bir din. İnsanı ayakta tutabilen bir din. Kulu
kulluk kıvamında tutan bir dindir. Bu din İbrahim aleyhisselâm’ın dinidir. Ki O
İbrahim aleyhisselâm müşrik de değildi. O muvahhid bir
müslümandı.
Öyle bir kitaptır ki
“Gayyimendir" dir bu kitap. Kitabın ikinci bir özelliği de "Gayyimen" oluşudur.
Yâni başka hiç bir şeye muhtaç olmayan bir kitaptır bu kitap. Dosdoğru, ama
kendi kendine kaim bir kitap. Bir başkasının kitabına ihtiyacı olmayan, bir
başkasının des-teğine ihtiyacı olmadan kendi kendine var olan ve varlığını
sürdüren bir kitaptır bu. Bir başka kitabın sağlamasına, bir başkasının
deste-ğine ihtiyacı yoktur bu kitabın. Yardımcıya ihtiyacı yok, yardımcısız ve
ihtiyaçsız bir kitap. Kendi kendine yeterli olan, kendi kendine kaim olan, Hayy
u Kayyûm olan bir Allah’ın bu ismi şerifi gereği, yine başka hiç bir şeye muhtaç
olmadan ayakta durabilmek üzere kuluna indirdiği bir kitaptır bu.
Nasıl ki bu kitabın göndericisi
kendi kendine kaimse, yâni varlığı konusunda ve varlığını sürdürmesi konusunda
hiç kimseye muhtaç değilse, hiç kimsenin yardımına muhtaç olmadan varlığını
sürdürebiliyorsa ve varların tümünü var eden O ise, işte böyle bir kaynaktan
gelen bu kitap da hiç bir yardımcı kitaba, hiç bir yardımcı kanuna ihtiyacı
olmadan kıyâmete kadar tüm insanlığın, tüm toplumların hayatlarını düzenleme ve
problemlerini çözümleme konusunda tek kitap olacaktır.
Eğer yeryüzünde Allah’tan başka böyle
kendi kendine var olan ve varlığını sürdürmesi konusunda başkalarına muhtaç
olmayan birileri varsa, tamam onları da hamd edelim. Varsa böyle birileri tamam
onları da övelim, onların hayat programlarını da uygulayalım, onların
kitaplarını da uygulamaya alalım, onların arzularını da yerine getirelim. Var mı
böyle birileri? Yoksa, hiç kimsenin kitabı bu kitapla mukayese edilemez. Hiç
kimsenin kitabı bu kitabın önüne geçirilemez. Hiç kimsenin talimatları ve
yasaları bu kitaba tercih edilemediği gibi, bu kitabın onların desteğine de
ihtiyacı yoktur.
Evet bizi doğruya ulaştıran, hidâyete
ulaştıran Allah’tır. Peki bu âyet ışığında bir soru soralım. Doğru olan, doğruda
olan kimdir? Kesin doğru olan nedir? Kesin doğru olan kitap ve sünnettir.
Öyleyse insanları kesinlikle kendimize, kendi grubumuza, kendi cemaatimize,
kendi yolumuza, kendi önderlerimize değil, Allah’ın kitabına ve Resulünün
sünnetine çağırmak zorundayız. Bana gelin, bize gelin, bizi örnek alın, bizi
takip edin, bizim gibi olun değil, gelin Allah’ın kitabına, gelin peygamberin
sünnetine diyeceğiz. Ve hiçbir zaman unutmayalım ki, hepimiz Allah’ın
hidâyetine, Allah’ın yol göstermesine muhtacız.
Yâni hiç bir zaman kendimizi
Allah’ın hidâyetinden, Allah’ın yol göstericiliğinden müstağni görerek, ben
kendi aklımla, kendi bilgimle, kendi gücümle yol bulabilirim. Ben Allah’ın
hidâyetine muhtaç olmadan da bu hayatımı yaşarım. Ben kitap ve peygambersiz de
hayatımın tüm problemlerini kendi kendime çözebilirim diyemeyiz. Şu anda hidâyet
üzere olsak bile yarınımız konusunda hiçbirimiz emin olamayız. Sırat-ı Müstakîm
kitaptır, sünnettir. Öyleyse sürekli kitap ve sünnetle beraber olmak zorundayız
başka çaremiz de yoktur.
Evet bu din, İbrahim aleyhisselâmın
ortaya koyduğu tek Allah’a iman esasıyla bize öğretine bir dindir. Babamız
İbrahim aleyhis-selâm asla müşriklerden değildi. Dikkat ederseniz burada ve
kitabımızın pek çok yerinde Rabbimiz bize bu kitabıyla gönderdiği dinimizi
İbrahim aleyhisselâmla özdeş anlatıyor.
162. “De ki: "Namazım, ibadetlerim, hayatım ve
ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.”
Evet Müslüman sürekli söyleyecek
bunu. Benim namazım Al-lah’a aittir. Bunu peygamberimize söylettiriyor Rabbimiz.
Peygamberimiz söylüyor, biz dinleyeceğiz, sonra biz söyleyeceğiz, kendimiz
dinleyeceğiz, çevremize ilan edeceğiz. Ama önce bunu kendimiz din-leyeceğiz.
İmanımızı tazelemek üzere, imanımızı Allah’a arz etmek üzere önce kendimize
söyleyeceğiz bunu. Benim namazım, yâni be-nim Allah’la diyalogum, benim Allah’tan mesaj alıp, Allah’a tekmil vermem
anlamına gelen namazım, benim bedensel ve bireysel hayatıma Allah’ın karıştığını
ortaya koymam, bunu evetlemem anlamına gelen namazım Allah içindir.
Öyleyse öyle bir namaz kılalım ki
o Allah için olsun. Öyle bir namaz kılalım ki o Allah’a lâyık olsun. Öyle bir
namaz kılalım, öyle bir hayat yaşayalım ki Rasulullah’ınki gibi olsun. Öyle bir
hayat yaşayalım ki kâfirlerinkinden, müşriklerinkinden farklı olsun. Kâfirlerle
farkımız ortaya çıksın. Öyle bir namaz kılalım ki dinimizin direği olsun. Öyle
bir namaz kılalım ki Allah’tan mesaj alma makamımız olsun bu namaz. Allah’a
hayatın tekmilini verme makamı olsun bu namaz. Öyle bir namaz kılalım ki bizi
tüm münkerlerden, tüm fahşadan korusun. Öyle bir namaz kılalım ki o namazda
Rabbimizle yaptığımız ahitlerle hayatımız özdeş olsun. Namazımızla hayatımız
özdeş olsun. Böylece hayatımız hep Allah için olsun. Yaşarken hep namazda
olalım. Namazdayken hep Allah huzurunda olalım.
Evet mü’min hamdini Allah’a ait kılan
kişidir. Namazımız, ibadetlerimiz ve tüm hayatımız Allah içindir. Zaten ibadetin
dışında hayatımızda bir tek saniyemiz bile yoktur bizim. Tüm hayatımız
kulluktur. Allah için bir hayat yaşayan bir kişinin hayatında kulluğun dışında
bir saniye olur mu? Dünya hayatımız, âhiret hayatımız, ferdi hayatımız,
toplumsal hayatımız, aile hayatımız, iş hayatımız, siyasal hayatımız, hukuksal
hayatımız Allah’a aittir. Biz hayatı Allah için yaşarız. Çünkü bu hayatın sahibi
O’dur. Bizi yaratan ve bu hayatı bize lütfeden O’dur. Vücutlarımız,
bedenlerimiz, varlığımız, hayatımız, nefeslerimiz bize ait değildir. Hepsi hepsi
O’nundur. Madem ki her şey O’na aittir, öyleyse onların tümünü O’na kullukta
kullanmak zorundayız. Bütün bu sahip olduklarımızı onları bize verenin razı
olmadığı yerde kullanmamız caiz değildir. Tüm azalarımız, tüm varlığımız O’nun
emânetidir bizde.
Yine benim orucum, diğer ibadet ve
itaatlerim, tümünde ibadet halinde olduğumun bilincinde olduğum hayatım Allah
içindir. Tüm ha-yatım bana Rabbimin belirlediği tüm kulluklarım Allah içindir.
Ben Al-lah’a aidim. Bütün hayatım ve mematım, doğumum ve ölümüm, canlı oluşum ve
canımı Rabbime teslim edişim âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Ondandır,
Ondan kaynaklanmaktadır, Ona yöneliktir. Öldüren de Odur, hayat veren de. İşte O
âlemlere program çizen Allah’ın ortağı da yoktur.
163. “O’nun hiç bir ortağı yoktur; böyle
emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim.”
Evet hiç bir ortağı da yoktur
O’nun. Ne göklerde, ne yerlerde O’nun yetkilerine, O’nun egemenliğine ortak
yoktur. Göklerde ve yerdekilerin tümünün üzerinde egemen olan, hakim olan O’dur.
İşte ben bununla emrolundum. Ben buna böylece iman ve teslimiyetle emro-lundum.
Ve ben Müslümanların ilkiyim. Ben böylece inanmak ve böy-lece yaşamak
zorundayım. Ben buna iman edenlerin ve bu imana tam teslim olanların ilkiyim.
Ben bu bana denilene ilk teslim olanım. Bu konuda yeryüzündeki insanların hiç
birisini bekleyemem. Birileri meyletse de, şöyle üç beş kişi olsa da ondan sonra
demem ben. Yeryüzünde hiç kimse benimle bu imana gelmese, herkes bu yolda beni
yalnız bıraksa bile ben buna inanmak ve teslim olmakla emrolun-dum.
Evet yeryüzünde bir tek Müslüman
kalmasa ve bu dini tek ba-şına yaşamak zorunda da kalsa bir Müslüman bunu demek
zorunda kalacaktır. Kim var diye sağına soluna bakmadan, ben Müslümanım diyecek
ve Müslümanlığını en öne alacaktır. Ben önce Müslümanım diyecektir. Ben her
şeyden önce Müslümanım diyecektir. Biz önce Müslümanız diyecektir. Babalığımız,
analığımız, kocalığımız, amirliğimiz, müdürlüğümüz, işimiz, aşımız, mesleğimiz,
dükkanımız, tezgâ-hımız arkaya alınacak ve Müslümanlığımız öne alınacaktır. Bu
çığırı ilk açan benim, bu yayınevini ilk kuran benim, bu okulculuğu ilk başlatan
benim, bu cemaati ilk örgütleyen benim değil. İlk Müslüman olan benim diyeceğiz.
Çünkü peygamberler Müslümanların, Allah’a teslim olanların ilkiydi. Biz de böyle
olacağız inşallah.
Allah’ı razı edecek ameller konusunda
kimseyi beklemeyecek ve onu ilk yapan biz olmaya çalışacağız. Ah keşke bu işi
benden önce yapanlar olsaydı! Demeyeceğiz, onu ilk defa biz yapmaya çalışacağız.
Veya eh ne yapalım, açıver kızım başını, baksana herkes açıyor demeyeceğiz.
Herkes açılmış olsa bile İlk kapatan biz olacağız. Eh ne yapalım, toplumda
herkes mirası böyle paylaşıyor, biz de topluma uymak zorundayız demeyecek,
Allah’ın istediğini ilk yapan biz olacağız.
164. “De ki: "Allah her
şeyin Rabbi iken Ondan başka bir Rab mi arayayım? Herkesin kazandığı
kendisinedir, kimse başkasının yükünü taşımaz; sonunda dönüşünüz Rabbinizedir,
ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir.”
Evet O Allah göklerde ve yerlerde
ne varsa hepsinin Rabbi iken, tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk ipinin ucu
elinde iken, göklerde ve yerlerde ne varsa hepsi de O’na boyun büküp teslim
olmuşlarken, her şey O’nu dinlerken ben kendime O’ndan başka bir Rab mı bulayım?
Söyleyin Allah dururken hayata program çizecek başka bir rab mı bulacağım?
Kendim için Ondan başka bir rab mı arayayım? Bana hayat programı olarak
gönderilen kitabımın Fâtiha sûresinden En’âm sûresine kadar, En’âm sûresinde
başından sonuna kadar rab olarak, kanun koyucu olarak, hayat programı
belirleyici olarak bu kadar âyetiyle bana kendini tanıtan Rabbimi tanıdıktan
sonra, şimdi tüm bunları bilmeyen birisi gibi kendime O’ndan başka bir rab mı
bulayım?
Allah’tan başka birisini rab
kabul edip de irademi ona mı teslim edeyim? Hayatıma kulluk maddesi olacak, bana
hayat programı belirleyecek Allah’tan başka kendime bir rab mı bulayım? Aile
hayatım nasıl olsun diye sormaya ona mı gideyim? Hukuk düzenim nasıl olsun diye,
ekonomik anlayışım nasıl olsun diye, siyasal yapılanmam nasıl olsun diye,
ticaretim, işim, aşım, mesleğim nasıl olsun diye, kılık kıyafetim, yemem, içmem
nasıl olsun diye, çocuklarıma karşı eğitimim nasıl olsun diye, hanımımla
münâsebetim nasıl olsun diye sormaya ona mı gideyim? Allah’tan başka kendime bir
velî mi bulayım?
Ya da hayatımda Allah’la beraber
başkalarına da karışma alanı bırakarak, hayatıma Allah’tan başkalarına da karar
verme hakkını vererek müşrik mi olayım? O Allah ki göklerin ve yerin
yaratıcısıdır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin var edicisi, göklerin ve
yerlerin tek Rabbi, tek hakimi, mutlak hakimi ve mutlak otoritesidir.
Peki sizin Rabbiniz kim? Peki bu
soru öldükten sonra kabirde sorulacaktı, şimdi niye sorduk? Bir yanlışlık
yaptığımızı mı düşündünüz? Evet kabirde de sorulacak ama, şimdiden ona hazırlık
yapmak zorunda değil miyiz? Şu anda ne yapıyorsan bunu sana yaptırtan güç neyse
senin Rabbin odur. Su mu içiyorsun? Eğer Rabbin izin verdi diye ise Rabbin Odur
mübarek olsun, Rabbin olan Allah karşılığında sana cennet versin. Bir tip elbise
mi giyiyordun? Bunun böylece olmasını sana Allah mı önerdi? Rabbin Odur.
Başkaları istedi diye o tür bir giysiden yanaysan Rabbin o isteyenlerdir. Kısaca
tüm amellerinde, pozitif ve negatif tüm hareketlerinde, tüm tercihlerinde
hayatında etkili varlık kimse Rabbin Odur.
Bunu hep kendimize sormak
zorundayız. Meselâ komşularımla ilişkimde Rabbim kim? Soframın tanzimi
konusunda, evimin tefrişi konusunda hayatımda etkili Rabbim kim?
Kazanmam-harcamam konusunda hayatımda etkili Rabbim kim? Çocuklarımın eğitimi
konusunda Rabbim kim? Rabbim kim? Rabbim kim? Hep soralım kendimize. Her
hareketimizde durduralım kendimizi ve sorgulayalım kendimizi. Kim dedi de
öyleyiz? Bu sofra mantığını kim kazandırdı bize? Bu hukuk düzenini kim istedi
bizden? Bu eğitim yolunu kim gösterdi bize? Bu ev tefrişi anlayışını kim
gösterdi bize? Bu kılık-kıyafeti kim istedi bizden? Neden böyle giyiniyoruz? Bu
konuda Rabbimiz kim?
Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin
Rabbi Allah iken ben neden başkalarını Rabb bileyim? Güneş Allah’ı dinlerken,
ay, yıldızlar, canlı-cansız, büyük-küçük tüm varlıklar Rab olarak Allah’a teslim
iken ben neden başka Rabler arayayım kendime. Bizim iç dünyamızı da, dış
dünyamızı da düzenleyen Rab Allah değil mi? İç dünyamız Allah’a teslim iken
irâdi dünyamızda neden Rab olarak sadece Allah’ı dinlemeyelim? Hakkımız var mı
buna?
Ve herkesin kazandığı kendisinedir,
kimse başkasının yükünü taşımaz. Her bir nefis, her bir kimse kendi lehinde ve
aleyhinde kazandıklarıyla, yaptıklarıyla sorumludur. Hiç kimse kendi
kazandıklarının, kendi yaptıklarının dışında başkalarının amelleriyle
değerlendirilmeyecektir. Hiç kimse hiç kimseden dolayı doğrudan sorumlu
değildir. Tabii burada birinin diğerini iyiliğe veya kötülüğe teşvikinden dolayı
sorumlu tutulması ayrıdır. Bir kişi birilerinin günaha girmesine sebep olmuşsa,
birilerini kötülüğe sevketmiş veya zorlamışsa elbette ondan sorumlu
tutulacaktır. Çünkü bu onun bizzat kendi günahı demektir.
Sonunda hepiniz dönüp Allah’a
geleceksiniz. O gün hüküm günüdür. O gün ceza günüdür. O gün adâlet günüdür.
Adâletin ve hakkın ikame edildiği gündür. Ve o gün ihtilâf edip durduğunuz her
konuda Allah size yarın haber verecektir. O gün hiç kimseye haksızlık yoktur.
Yâni o gün hiç kimseye, hiç bir varlığa en küçük bir adâletsizlik ve zulüm
yapılmayacaktır. Ne dünyada hesabını, kitabını bugün için yapıp da Allah’ın
istediği kulluğu yaşamak için çalışıp çabalayan birinin hakkını alamaması gibi,
mükafatını elde edememesi gibi bir adâletsizlik, ne yaptıklarının karşılığını
tam olarak alamama gibi, yâni bir kısım haklarının zâyi olması gibi bir
adâletsizlik olmadığı gibi, ne de kişinin hak etmediği halde haksız yere
cezalandırılması biçiminde bir haksızlık da olmayacaktır.
Yâni ne yapmadıklarından ötürü birinin
mükafatlandırılması, ne de hak etmediği halde haksız yere cezalandırılması
biçiminde bir adâletsizlik yoktur o gün. Yâni cezalandırılması gerekirken hak
ettiği bu cezadan kurtulması, cehenneme gitmesi gerekirken yanlışlıkla cennete
gitmesi, cennete gitmesi gereken birinin de yapmadığı şeyler kendisine isnat
edilerek haksız yere cehenneme gitmesi türünde bir zulüm olmayacak.
Ya da hiç kimseye hak ettiği
cezadan daha fazlasını yüklemek biçiminde veya yanlışlıkla birinin günahının bir
başkasına yüklenmesi, yâni birinin yerine başkasının cehenneme gitmesi gibi
hiçbir adâletsizlik olmayacaktır. O yüce mahkemede böyle bir adâletsizlik
yoktur. Herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir.
Kimse kimsenin yükünü yüklenemeyecek,
kimse kimseye yar-dım edemeyecek, kimse kimseye bir fayda sağlayamayacaktır.
Bakın Rabbimiz:
"O gün herkes kendi derdine düşmüştür!"
(Abese: 37)
"Babanın oğluna oğulun da babaya hiç bir şey
ödeyemeyeceği günden çok korkun!"
(Lokman: 33)
Evet ne zorla, zorbayla, ne de
kolaylıkla hiç kimse kimsenin başına gelecek olanları defedemez. Zorla
defedemez, çünkü yardım yoktur o gün. Kolaylıkla da defedemez, çünkü şefaat da
yok o gün. Yâni ne karşılığını aynen vermek sûretiyle bir kurtuluş var, çünkü
ve-recek karşılık yoktur. Ne de başka bir şeyle ödemek mümkün, çünkü fidye de
yoktur o gün.
Dönüş Allah’adır ve Allah ihtilâf ede
geldiğiniz şeylerin tümünü size bildirecektir. Şimdi Allah’ın verdiği yetkiyle,
iradeyle burada ihtilâflar edebiliyorsunuz, ama yarın Allah bunların gerçek
olanlarını size haber verecektir. Ne hak, ne bâtıl, hangisi doğru, hangisi
yanlış bunu yarın Allah size diyecektir.
165.“Verdikleriyle denemek için
sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan ve
size verdikleriyle sizi imtihan eden O’dur. Doğrusu Rabbinin cezalandırması
süratlidir. Şüphesiz O bağışlar, merhamet eder.”
Evet Rabbiniz sizi yeryüzünün
halifeleri kılmıştır. Yâni yeryüzünde kendi istediği gibi yapmanız, yaşamanızı
istemiştir. Yeryüzünde kendi istediği gibi emirleri ve kendi istediği gibi
nehiyleri konusunda Onun arzusuna uygun, Onu razı etmek planında hayat
yaşamamızı emretmiş. Bunun için var kılmıştır Allah bizi. Yeryüzünde Allah’ın
dinini hakim kılmak üzere bizi halife olarak var kılmıştır. Var kılınışımızın
sebebi budur. Ben yeryüzünde ne varsa suyuna, ateşine varıncaya kadar her şeyi
Allah’a kullukta kullanacağım. Benim varlık sebebim, benim misyonum budur.
Ve işte bu
konuda, benim halifeliğim konusunda Allah’ın bana verdikleri bir başkasına göre
derece derecedir. Meselâ gözümün görüşü başkalarına göre farklıdır. Benimki
biraz az, bir başkasınınki bi-raz daha fazla olabilir. Gücüm-kuvvetimden,
malım-mülküme kadar, sıhhat ve afiyetimden çoluk-çocuğuma kadar, çevrem ve
imkânlarımdan bilgime-becerime kadar farklılıklar olacaktır. Allah kullarını
halife olarak görevlendirdiği bu dünyada derece derece yaratmıştır. Herkes
birbirine göre derecelidir. Sıhhatli, hasta. Zengin, fakir. Zeki, az zeki gibi
dereceler vardır. Peki niçin bu fark? Neden böyle yapmış Rabbi-miz? Size
verdikleriyle Allah sizi imtihan ediyor da ondan. Siz böylece deneme
altındasınız. Siz bu verilenlerle kulluk imtihanındasınız. Sonunda cennet ya da
cehennem kazanacaksınız. Sonunda ikabı, hesabı çok şedit olan Allah’ın kararıyla
kendinizi cehennemde bulacaksınız, yahut da Ğafûr ve Rahîm olan Allah’ın
ğufranıyla cennet bulacaksınız.
Evet bir an
bile hatırınızdan çıkarmayın ki halifeler olarak şu anda sizler hayattasınız. Şu
anda mülk sizindir. Dün sizin yerinizde bir başkaları vardı. Dün mülk onlardaydı
ve onlar imtihandaydı, onlar gittiler şimdi onların yerinde sizler varsınız.
Unutmayın ki yarın sizler de olmayacaksınız. Size, sizin sahip olduğunuz
şeylerin tamamını veren Allah’tır. Allah size imkân tanıyor. Kiminiz zengin,
kiminiz fakir, kiminiz idareci, kiminiz idare edilen, kiminiz patron kiminiz
işçi. Ama bilesiniz ki bunların hiçbirisi kıstas değildir. Ne zenginler zengin
oldukları için cennete gidecekler, ne de fakirler fakir oldukları için
cehen-neme gidecekler. Ne kadınlar kadın oldukları için cehenneme, ne de
erkekler erkek oldukları için cennete gidecekler. Kimilerinizin şu konumda
kimilerinizin de bu konumda olmaları hiçbir şey ifade etmez. Bütün bunlar birer
imtihan sebebidir.
Unutmayın
ki Rabbiniz size verdikleriyle sizi imtihan etmektedir. Ne mutlu bu imtihanı
unutmadan yaşayanlara. Ne mutlu yaşadığı bu hayatın sonunda hesaba çekileceğini
unutmadan yaşayanlara. En’âm suresiyle alâkalı bu kadar söz yeter. Rabbim
istediği gibi iman edip, gereğiyle amel eden kulların-dan eylesin.
Sübhanekallahümme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illa ente, estağfiruke ve
etûbü ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder