EN’ÂM
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralanışına göre 6,
nüzûl sırasına göre 55, uzun sûreler kısmının da 5, sûresidir. Âyetlerinin
sayısı 165 olup, Mekke’de nâzil olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd âlemlerin Rabbi olan
Allah’a aittir. Salât ve selâm O’nun Rasûlüne, ailesine, ashabına olsun.
Ey Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen tüm duaları işiten ve her
şeyi bilensin.
Kulluk kitabımızın 6. sırasında
yer almış, Mekke döneminin son zamanlarında hicrete yakın bir dönemde,
Rasulullah’ın beyanıyla bir defada nâzil olmuş, içinde pek çok konunun
anlatıldığı 165 âyetlik bir sûreyle karşı karşıyayız. İnşallah bu haftadan
itibaren bu sûreyi tanımaya başlayacağız.
En’âm kelimesi Türkçe’de nîmet anlamına
gelen deve, sığır ve davar cinsinin hepsine birden verilen bir isimdir. Sûrenin
136 ve 138. âyetlerinde geçen bu kelime sûreye isim olarak verilmiştir.
Ayrıca bundan başka sûrenin
“Sûret’ül Hucceh” Hüccet sûresi diye bir adı daha vardır. Bu da
sûrenin içinde geçen: “En üstün hüccet (delil) Allah’ındır”
meâlindeki 149. âyetinden alınmıştır.
Az evvel de ifade ettiğim gibi sûre bir
defada ve Mekke’de nâzil olmuştur. Ayrıca İbni Abbas Efendimizin ifadesine göre
sûre Rasu-lullah Efendimize gece indirilmiştir.
Hazreti Enes Efendimizin rivâyetine
göre Allah’ın Resûlü şöyle buyurmuştur:
“Kur’an-ı Kerîmde En’âm sûresinden
başka hiçbir sûre bana bir defada nâzil olmadı. Ve şeytanlar bu sûre için
toplandıkları kadar başka hiçbir sûrede toplanmamışlardır. Bu sûre Cibril ile
beraberinde pek çok melekle indirildi. Bu sûre bana âdeta doğu ile batı arasını
kaplayan ve yüksek sesle tesbih getiren, arzı şiddetle sarsan bir melek
kafilesiyle indirildi. Sanki bir havuza su konmuş gibi bu sûreyi getirip benim
göğsüme koydular. Rabbim bu sûreyle bana ve size öyle ikramlarda bulundu ki
bundan sonra ebediyen bizi saptırmaz.”
Başka rivâyetlerden de anlıyoruz
ki Allah’ın Resûlü bu sûre kendisine nâzil olduktan sonra tekbir getirmiş ve
Allah’a hamd etmiştir.
Sûrede Mekkî sûrelerin karakteristik
özelliği olarak insanların önceki inanışlarını, önceki dinlerini değiştirip
onlara yepyeni bir din sunma yanında daha pek çok konular anlatılmaktadır.
Sûrenin hemen başında varlık konusu,
yaratılış konusu anlatılır. Göklerin ve yerlerin, göktekilerin ve yerdekilerin
yaratılışı anlatılır. Varlığın kim tarafından ve ne için var edildiği
anlatılarak tüm bu var edilmiş yaratıklar zinciri içinde yer alan insanın gerek
kendisine karşı, gerek kendisini var eden Rabbine karşı, gerekse kendisi gibi
Allah tarafından yaratılmış diğer varlıklara karşı nasıl bir ilişki içinde
olması gerektiği anlatılır.
Yâni bu sûrede en güzel biçimde
ulûhiyet, ubûdiyet ve bu ikisi arasındaki ilişki anlatılır. Tüm delilleriyle
Rabbimiz bu sûrede kendini anlatır. Sonra Rab ve İlâh olarak kendi zâtı
karşısında insanın konumunu anlatır. Ve insanın yeryüzünde değişmeyen yasası
olarak, yeryüzünde insanlığın temel meselesi olarak insanın Allah’a kulluğunu
anlatır.
Yine sûrede âhiret inancı ve bu konuda
sapık düşünüşler anlatılır. En açık ve net bir biçimde risâlet anlatılır.
Peygamberin ve peygamberlik müessesesinin ne olduğunu ne olmadığını delilleriyle
anlatır Rabbimiz. İnsanların peygamberler konusunda öteden beri taşıya
geldikleri yanlışları düzeltir. Hz. İbrahim’den ve Rasulullah Efendimiz-den
örnekler sunar. Sonra en net ve en açık
boyutlarıyla tevhidin zıd-dı olan şirk anlatılır. Şirkin bir boyutu
olarak haram ve helâlleri belirle-me konusu, hayatı bozuk bir şekilde yorumlama
ve parçalama konusu, mala bakış konusu ve daha pek çok konu anlatılır.
Sûrenin
bütününde telkin edilen hususlar şöyle özetlenebilir. Bütün varlıkları yaratan
Allah'tır. Rızkı veren ve mülkün sahibi olan O'dur. Gerçek hükümranlık, güç ve
kudret O'nundur. O, bilinmeyen şeyleri ve sırları bilendir. Geceleri gündüze
çevirdiği gibi, gözleri ve kalpleri döndüren de Allah'tır. Bu yüzden, insanların
hayatına hükmedenin de Allahu Teâlâ olması gerekir. Yol çizmek, hüküm koymak,
helâli ve haramı belirtmek yalnız O'nun yetkisindedir. Bütün bunlar ilâhlığın
özelliklerindendir. Yine bütün bunları yaratma, rızık verme, öldürme, diriltme,
fayda veya zarar verme Allah'ın elindedir. Yerlerin ve göklerin tek ilâhı
Allah'tır.
Esmâ
binti Yezid'den şöyle dediği nakledilmiştir: "En'âm sûresi Resulullah'a indiği
zaman ben Hz. Peygamber'in devesinin yularını tutuyordum. Sûre bütünü ile indi
ve ağırlığından az kalsın Hz. Peygamber'in devesinin kemikleri kırılacak gibi
olmuştu".
Âyetlerde,
itikad bozukluğu olanlar uyarıldıktan sonra, eski hallerinde ısrar ederlerse
kötü sonuçla karşılaşacakları bildirilir: "Hak, kendilerine gelince onu
yalanladılar Alaya aldıkları şeyin haberi yakında kendilerine gelecektir Bizim
daha önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size
vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara gökten bol bol yağmur indirmiş,
altlarından ırmaklar akıtmıştık Fakat onları günahlarından dolayı helâk ettik ve
kendilerinden sonra başka bir nesil varettik" (5-6).
Allahu
Teâla'nın gayb âlemini ve sırlar dünyasını ihâta edişi, nefis ve ömürleri
bilmesi, karada ve denizde, gece-gündüz, dünya-âhiret, ölüm ve dirim husûsunda
hükmedici ve kahredici gücü şöyle ifade edilir: "Gayb'ın anahtarları Allah'ın
katındadır Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olanları bilir. Düşen
hiçbir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin Yerin karanlıklarında olan her tane,
kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir kitapta
kayıtlıdır."
"Geceleyin
sizi öldürür gibi uyutan, gündüzün ne elde ettiğinizi bilen O'dur. Sonra tâyin
edilen vâdenin tamamlanması için sizi gündüzün diriltir gibi uyandırır. Sonra
dönüşünüz yine O'nadır Sonunda O, yaptıklarınızı size haber
verecektir."
"O,
kulları üzerinde kahredici güce sahiptir. Size koruyucu melekler gönderir.
Sonunda sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını alırlar ve
hiçbir eksiklik yapmazlar" (59-61).
Bitkiler,
denizler ve karalarla ilgili düşünmeye sevkeden ayetlerde şöyle buyurulur:
"Taneyi ve çekirdeği yaratan şüphesiz Allah 'tır. Ölüden diriyi ve diriden ölüyü
çıkarır. İşte Allah budur O halde nasıl yüz çevirirsiniz?"
(95).
"Karanlığı
yarıp tan yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı yapan, güneşi ve ayı bir hesaba
göre hareket ettiren O'dur. İşte bu, her şeye galip olan ve her şeyi bilen
Allah'ın takdiridir" (96).
"Kara
ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratan
O'dur Şüphesiz biz, bilen bir kavim için ayetleri geniş bir şekilde açıkladık"
(97).
"Gökten,
suyu indiren O'dur. Biz, o su ile her şey için gereken bitkiyi çıkardık Ondan da
yeşillik meydana getirdik" (99). Bütün bu ni-metler üzerinde düşünüp ibret
almayan ve uyarılara kulak asmayanların kıyamet günündeki sıkıntıları şöyle
ifade edilir:
"Ateşe
sürüldükleri zaman; keşke Rabbimizin ayetlerini inkâr etmeyerek, mümin olarak
yeniden dünyaya döndürülseydik, dediklerini bir görsen"
(27)
"Allah'ın
huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır Kıyâmet günü
ansızın gelince, onlar günâhlarını sutlarına yüklenmiş olarak şöyle derler:
'Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize.' Bakın yüklendikleri
günah ne kötüdür" (31).
Medine'de
indiği bildirilen ayetlerde oranın özelliklerini görmek mümkündür. Çünkü
Mekke'de inen ayetlerde inanç ve ahlâk esasları ağırlıkta iken Medine'de inenler
hüküm ağırlıklıdır. Bir yandan ibâdetler, cihad, aile ve mirasla ilgili, diğer
yandan da ceza, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası ilişkilerle ilgili
hükümler burada indi. Çünkü Medine döneminde artık bu kuralları uygulayacak bir
İslâm devleti doğmuştu.
Şu
ayetlerde Medine'de inişin izleri görülebilir: "De ki: 'Gelin size Rabbinizin
haram kıldıklarını okuyayım: Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya
iyilik yapan. Fakirlikten dolayı çocuklarınızı öl-dürmeyin; sizi de onları da
biz rızıklandırırız. Hayâsızlıkların açığına da gizlisine de yaklaşmayın Haklı
olmanız müstesna Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Allah,
aklınızı kullanasınız diye size bunları emretti" (151).
"Yetim,
rüşdüne erinceye kadar, onun malına en güzel yolun dışında yaklaşmayın Ölçüyü ve
tartıyı adaletle yapın. Biz herkesi gücünün yettiği ile mesul tutarız. Akrabanız
dahi olsa konuşurken adaletli olun. Ve Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah
düşünesiniz diye size bunları emretti İşte benim yolum budur; dosdoğrudur; O'na
uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi Allah'ın yolundan ayırmasın. Allah bunları
size sakınasınız diye emretti" (152-153).
Sûre
şu ayetle sona ermektedir: "Verdiği şeylerle sizi imtihan etmesi için sizleri
yeryüzünün halifeleri kılan ve sizi derece bakımından birbirinizden üstün yapan
O'dur. şüphesiz ki, Rabbin azâbı sür'atli olandır O, çok affeden ve çok merhamet
edendir" (165).
İnşallah yeri geldikçe
tanıyacağız sûrede daha başka pek çok konu anlatılır. Bu kısa özetten sonra
şimdi inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım.
Sûrenin ilk âyeti tıpkı Fâtiha’da
olduğu gibi Allah’a hamd ile başlıyor:
1."Hamd gökleri ve yeri yaratan,
karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Öyle iken inkâr edenler
Rablerine başkalarını eşit tutuyorlar."
Yeri yaratan, gökleri yaratan,
yerdekileri ve göktekileri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı yaratan,
karanlıkları ve nûru yaratan Allah’tır. Öyleyse hamd da Allah’a aittir. Övgü ve
senâ Allah’a aittir. Övülmeye lâyık tek varlık Allah’tır. Kulluk edilmeye lâyık
tek varlık O’-dur. Böyle iken Allah’ı tanımayanlar başkalarına hamd etmeye
çalışıyorlar. Başkalarını övmeye, başkalarına kulluk etmeye çalışıyorlar.
Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk tutmaya çalışıyorlar.
Kimileri Allah’ın yarattığı
maddeyi Allah yerine koyarak Allah’a denk tutuyorlar, kimileri Allah’ın
yarattığı kulları Allah makamına oturtarak Ona denk tutuyorlar, kimileri
yeryüzünde Ona arkadaşlar izafe ederek, ahbaplar izafe ederek, vekiller ve
yetkililer izafe ederek, kimileri çocuklar izafe ederek, kimileri Allah’ın
yarattığı ateşe, kimileri taşa toprağa, kimileri kadına, kimileri Allah makamına
oturttukları insanla-ra, tâğutlara tapınarak onları Allah’a denk tutmaya
çalışıyorlar. Halbuki bunların hepsi birer yaratıktır. Hepsi de Allah’ın
yarattığı kullardır. Hepsi de Allah’ın mülküdür.
Evet hamde lâyık olan tüm bunları
yaratandır. Tüm bu sema-vat ve arzdakileri yarattığı için Allah hamde lâyıktır.
Gökleri ve yeri yarattığı için, insanı yarattığı için, göktekileri, yerdekileri
insanın hizmetine sunduğu için Allah hamd edilmeye lâyıktır. İşte böyle bir
yaratıcı İlâh olmaya lâyıktır. İşte böyle bir yaratıcı kulluğa lâyık olandır.
Yaratmayla ulûhiyet arasında böyle bir bağ kuruluyor ve sonra da deniliyor ki
onlar bütün bunları yaratanın Allah olduğunu bile bile yine de Allah’a denk
İlâhlar bulmaya çalışıyorlar. Allah’tan başkalarını da hayatlarında söz sahibi
kabul edip onların sözlerini de dinlemeye, onların arzularını da
gerçekleştirmeye, onların kanunlarını da uygulamaya çalışıyorlar. Halbuki İlâh
olanın, Rab olanın, kendisine kulluk edilmesi gereken varlığın yaratıcı olması
gerekir.
Hani var mı Allah’tan başka böyle
bir yaratıcı? Gökleri ve yeri yaratan başka birileri var mı? Varsa böyle
birileri tamam o zaman ona da kulluk yapalım. Meselâ gökten muhtaç olduğumuz bir
damla su indirebilecek birileri varsa tamam ona da kulluk yapalım. Veya
yeryüzünde bir tek ot bitirebilecek birileri biliyorsanız tamam ona da kulluk
hakkımız olabilir. Meselâ zamana beş dakikalığına söz geçiren birileri veya
ölüme giderken ömrümüzü beş dakikalığına uzatabilecek birileri varsa tamam ona
da kulluk edelim. Onu da hamd edelim. Onun arzularını da yerine getirelim. Onun
programını da övelim, onun kitabını da hamd edelim, onun sistemini de
uygulayalım. Var mı böyle birileri? Hayır hayır, bir şeyler yaratmak şöyle
dursun, Allah’a denk tutulmaya çalışılan bu varlıkların hiçbirisi kendilerini
bile yaratmamıştır.
Evet karanlıkları ve aydınlığı yaratan
Allah’tır. Dikkat ediyorsanız burada zulümat çoğul olarak, nûr ise tekil olarak
zikredilmiştir. Karanlıklar pek çoktur. Bâtıllar sayılamayacak kadar çoktur,
ama hak bir tanedir. Bir de âyetin ifadesinden anlıyoruz ki zulümat nûrun
yokluğu demektir. Bâtıl hakkın yokluğu anlamına gelmektedir. Eğer nûr yoksa, hak
yoksa, bâtıl varlığını sürdürebilecektir. Hak varlığını ortaya koyunca tüm
bâtıllar yok olup gidecektir.
Bunu, bu karanlıkları ve nûru yaratan
Allah’tır ifadesini hidâyet ve dalâleti var eden Allah’tır. İman ve küfrü var
eden Allah’tır. İlim ve cehaleti yaratan, cennet ve cehennemi yaratan Allah’tır
şeklinde anlayanlar da olmuştur.
2."O Allah ki sizi çamurdan yaratan,
sonra da size bir ecel tayin edendir. Belirli bir ecel onun katındadır. Sonra
bir de sizler şüphe edersiniz."
Önce göklerin ve yerin yaratılmasından söz etti Rabbimiz, sonra da
insanın yaratılmasından söz etti. Bundan anlıyoruz ki arz da, sema da, arzda
olanlar da, semada olanlar da, arzdaki ve semadaki maddeler de sonradan
yaratılmıştır. Materyalistlerin iddia ettiği gibi evren kadîm değildir, madde
kadîm değildir. Mecusilerin iddia ettikleri gibi karanlık ve aydınlık da kadîm
değildir. Ve yine âyetin ifadesinden anlıyoruz ki insanın var edilişi kâinatın
varlığından, göklerin ve yerin yaratılmasından, karanlık ve aydınlığın
yaratılmasından hemen sonra gelmektedir.
Evet O Allah ki sizi çamurdan yarattı.
Bununla Hz. Adem (a.s) kastedilmiş olabileceği gibi, sonraki yaratılışa konu
olan hepimizin yaratılışı da kastedilmiş olabilir. Çünkü hepimiz topraktan
besleniyor, topraktan meydana geliyoruz. İnsanın teşekkülünde rol oynayan
meninin aslı da gıdadır ve o da topraktan meydana gelmektedir. Evet Sizi
topraktan yaratmıştır O Allah, sonra da size bir ecel tayin etmiştir. Bir de
O’nun katında belli bir ecel vardır. İbni Abbas "Sonra da size bir ecel
tayin etmiştir." ifadesinin ölümü kastettiğini, "Bir de O’nun
katında belli bir ecel vardır." ifadesiyle "Ecel-i
Müsemma" ifadesiyle de âhiretin kastedildiğini söylemiştir. O’nun
katında belli bir ecel, Ecel-i Müsemma vardır âyetinin mânâsı üzerinde şunlar
söylenmiştir:
1- Yaratılma ile ecel arasındaki
süredir, denmiş.
2- Ölümden sonra yeniden dirilme
zamanına kadar geçen süredir, denmiş.
3- Her bir insanın kendi ecelidir
denmiş.
4- Bütün dünyanın eceli ve ömrüdür
denmiş.
5-Uyku kastedilmiştir. Zira uykuda ruh
kabız edilmiş olup uyanınca kişiye gerisin geriye
dönüyor.
6- İnsanın ölüm zamanının kastedilmiş
olabileceğini söylemiş-lerdir.
7- Bir de önceki ifade edilen ecel,
yâni kaza olunan ecel, geçmişlerin, vefat etmiş ümmetlerin ecelidir, bu ikinci
ecel de henüz vefat etmemiş, hayatta olanların ecelidir ki bu henüz kaza olmamış
eceldir ve bunu sadece Allah bilir.
8- Ya da birinci ecel insanların geçen ömürlerinin miktarı, ikinci ecel
ise kalan ömürlerinin miktarıdır ki bunu ancak Allah bilir
denmiştir.
9- Ya da birincisi fertlerin ecelini
ikincisi de toplumların ecelini anlatır denmiş.
"Onun katında" sözünden
anlaşılıyor ki O’ndan başka bunu kimse bilemez. Yâni bu ecel henüz kaza
edilmemiş, fiilen gördüğümüz bir durum değildir. Gaip olan bir durumdur. Lâkin
takdir edilmiş ve isimlendirilmiştir. Ama infazı daha sonra yapılacaktır.
Kıyâmet gününde olacak ve böylece açığa çıkacaktır.
3."Göklerde ve yerde Allah odur. Sizin
gizlinizi de açığınızı da bilir, kazanmakta olduklarınızı da
bilir."
Göklerde de, yerde de Allah O’dur.
Göklerin de, yerin de Rab-bi O’dur. Göklerdekilerin de, yerdekilerin de İlâhı
O’dur. Göklerin, göklerdekilerin İlâhı O’dur da, yerlerin ve yerdekilerin başka
İlâhları yoktur. Göklere ve göktekilere Allah karışıyor da, yere ve yerdekilere
karışan başka İlâhlar, başka Rabler yoktur. Gökleri de, yeri de idare eden
O’dur. Göktekiler ve yerdekiler konusunda söz sahibi O’dur. Gökler ve yer O’nun
koyduğu İlâhî yasalara uymaktadır. Her ikisi de Allah’ın emrine boyun
bükmektedirler.
Sûrenin başındaki âyette
anlatıldığı gibi Allah tarafından yaratılmış olan gökler ve yer her ikisi de
nasıl ki yaratıcısına boyun bükmüşse, yine ondan sonraki âyette anlatılan ve
yaratılış yönünden onlardan farklı olmayan insan da Allah’ın kanunlarına boyun
bükmeli, Allah’ın yasalarına itaat etmelidir.
Fıtraten zaten insan Allah’ın
yasalarına boyun bükmektedir. Allah’ın yarattığı bu insan yaratılış yönünden
üşümekte, acıkmakta, uyumakta, yorulmakta, hasta olmakta ve ölmektedir. Yâni
insan fıtra-ten Allah’ın koyduğu yaratılış yasalarının dışına çıkamamaktadır.
İşte fıtrî hayatında böylece Allah’ın yasalarına boyun büktüğü gibi, günlük
hayatında da Allah’ın yasalarına boyun bükmek zorundadır.
Değilse fıtrî hayatında Allah’ın
yasalarına boyun büken bu insan, günlük hayatında başkalarının yasalarına boyun
bükerse, hayatının birinde Rabbinin İlâhî yasalarına, ötekisinde de beşer
yasalarına teslim olursa, yâni iki Rabbi, iki İlâhı olursa onun, yâni onun
fıtrî hayatıyla günlük hayatı çatışma içine girerse o zaman bu ikisi arasında
insan ezilip gidecektir. Çatışan bu iki hayat arasında insan mahvolup
gidecektir.
Bu âyetlerin kendilerine indirildiği
Mekke müşrikleri Allah’ın varlığını kabul ediyorlardı. Göklerin ve yerin
yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ediyorlardı. Göklerin ve yerin hakimi olarak
varlığını kabul ettik-leri Allah’ın yaratma, rızık verme, mülkün sahibi olma,
öldürme dirilt-me gibi sıfatlarını kabul ediyorlardı. Ama inandıkları bu
Allah’ı günlük hayatlarına karıştırmamaya çalışıyorlardı. Hayatlarına Allah’tan
başkalarının da karışacağına inanıyorlardı. Günlük hayatlarında Allah’tan
başkalarına da kulluk yapmaları gerektiğine inanıyorlardı. Göklerin ve yerin
yaratıcısı olarak Allah’ı kabul eden bu insanlar hayatlarında sadece Allah’ın
hâkimiyetini kabul etmiyorlar, Allah’tan başkalarının da hâkimiyetine
inanıyorlardı. İşte bu insanların alınlarına şirk damgasını vuran da onların bu
tür inanışlarıydı.
Görüyoruz ki sûrenin başında Allah’ın
bu sıfatlarıyla onların yüz yüze getirilişi, göklerin ve yerin, göktekilerin ve
yerdekilerin idare edicisinin, tüm varlıkların hayatına karışıcı olanın, tüm
varlıkların hayatına yasa koyma hakkına sahip olan tek varlığın Allah olduğu,
göklerde başka Allah, yerde başka İlâh olmadığı, yaratıcının başka, kanun
koyucunun başka olmadığı, hâkimiyet ve teşrinin sadece Allah’a ait olduğunu
anlatmak içindir.
Evet, İlâh olanın, kendisine kulluk
yapılacak olanın yaratıcı olması gerekir. Bir de İlâh olanın bilgi sahibi
olması gerekir. O Allah ki sizin hayatınızı nasıl düzenlemeniz gerektiğini en
iyi bilendir. Sizi nasıl imtihan edeceğini, size nasıl bir din göndereceğini,
size ne kadar âyet göndereceğini, sizi neyle sorumlu tutacağını en güzel
bilendir. Mutlak bilendir O. Bilgi kendisinden olandır, bilginin kaynağıdır O.
Şu anda bildiklerinizin tamamını size bildiren Allah’tır. Sizin bildiklerinizi
de bilmediklerinizi de bilen Allah’tır. O Allah ki sizin gizlinizi de,
açığınızı da bilmektedir. Sizin kazanmakta olduklarınızı da bilir O Allah. O
gizliyi de açığı da bilendir.
O’na karşı gizli kalacak hiçbir
şey yoktur. En gizlinin gizlisi diyebileceğiniz bir ortamda bile
yaptıklarınızın hepsini bilmektedir, görmektedir Allah. Her zaman ve zeminde
O’nun kontrolü ve murakabesi altındasınız.
Evet İlâh olanın böyle bilen
olması gerekir. Kendisine kulluk yapılacak varlığın böyle Alîm olması gerekir.
Kullarından kulluk isteyen varlığın, onların kulluğu konusunda mutlak bilgi
sahibi olması gerekir. Peki var mı böyle Allah’tan başka bilen birileri? Varsa
böyle yanılmaz birileri o zaman onlara da kulluk borcumuz olacaktır. Değil-se
kulluğunuz sadece Allah’a olmalıdır. Hayat programınız konusun-da sadece
Allah’ı dinlemek zorundasınız. Allah’tan başkalarının programlarına iltifat
etmemeniz gerekmektedir. Hal böyleyken:
4."Onlara ne zaman ki Rablerinin
âyetlerinden bir âyet geldi hemen ondan yüz
çevirirlerdi."
Ne zaman ki onlara gerek tenzili, yâni
indirilmiş, gerekse tekvini, yâni yaratmayla alâkalı üzerinde durulması,
düşünülüp ibret alınması gereken, göndericisinin istediği biçimde iman edilip
amele dönüştürülmesi gereken bir âyet, bir alâmet, bir işaret, bir hüküm, bir
delil gelse mutlaka ondan yüz çevirirler. İraz ederler. Yâni ona dönüp
bakmazlar. Onunla gereği gibi ilgilenmezler. Onun üzerinde düşünüp kafa
yormazlar, anlamaya çalışmazlar. Çünkü onlar bu âyetleri yalan saymaktadırlar.
Esasen onların iman yollarını
tıkayan şey iman konusunda âyetlerin azlığı, delillerin yetersizliği değil, ya
da kendilerini bu âyetlere çağıranların samimiyetlerini ortaya koyan
örnekliklerinden mahrum oluşları da değildir.
Aslında bütün sebep onların
İslâm’ı, imanı kabul isteklerinin olmayışıdır. Bunlar bu delillere karşı, bu
âyetlere karşı nötr davranıyorlar. Sanki böyle bir âyet gelmemiş gibi ilgisiz
davranıyorlar. Gerek görsel, gerek işitsel gözlerinin önünde yığınlarla
âyetlerin yanından geçiyorlar da görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Çünkü onlar
tüm kapılarını, tüm pencerelerini kapamışlar ve kendilerine hayat programı
olarak gelmiş bunca âyetlere karşı müstekbirce bir tavır
sergilemektedirler.
5."Gerçek kendilerine gelince onu
yalanladılar. Alaya aldıkları şeyin haberi yakında kendilerine gelecektir."
Evet kendilerine gerçek haberler
gelince, bunu yalanladı lar.
Buradaki haber Rasulullah Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra
vukua gelecek şeylere işarettir. Bu âyetin indirildiği dönemde ne kâfirler, ne
de mü'minler kendilerine ne tür haberlerin geleceği konusunda bilgi sahibi
değillerdi. Yâni başlarına nelerin geleceğini, kendilerini nelerin beklediğini
hayal bile edemiyorlardı. Allah’ın Resûlü bile çok yakın bir gelecekte
kâfirlerin ne tür hezimetler tadacaklarını, mü'minlerin ne tür zaferlerle
kucaklaşacaklarını bilemiyordu.
Allah’ın Resûlü de bilmiyordu
kâfirlerin nasıl hezimetten he-zimete maruz kalacaklarını. O da bilmiyordu bu
dinin tüm dünyaya nasıl yayılacağını. Bilmiyordu tüm Arabistan’ın baştan sona
Müslüman olacağını. Bilmiyordu Allah’ın kendilerine devlet nasip edeceğini.
Bilmiyordu küfrün belinin kırılacağını. O da bilmiyordu bütün bu gelecekte
olacakları. Allah’ın kitabında verdiği bu haberleri alay konusu yapıyorlardı.
Olacak şey mi bu? Sen kim İran kim? Sen kim Bizans’a hakim olmak kim? Sen kim
Mekke’ye hakim olmak kim? diyorlardı.
Allah buyurur ki Peygamberim! Yakında o
alay ettikleri şeylerin haberi onlara gelecektir. Yakında onlara o alaya
aldıkları Kuran’ın haberlerinin tamamı gelecektir. Ya ölümle gelecek haberler,
ya dünya hayatında İslâm’ın ve Müslümanların azîz, kendilerinin de zelil olması
türündeki haberler, ya da onların bu haberleri inkâr etmelerinden ötürü ateşe
yuvarlanma haberi onlara gelecektir.
Geldi de nitekim. Bu âyetlerin
inişinden çok kısa bir süre sonra Rabbimizin bu kitabının haberlerinin tamamı
birer birer gerçekleşti. Çok kısa bir süre içinde bu alay edenlerin tüm
yurtları, tüm imkân ve saltanatları Rasulullah’ın ve Müslümanların eline
geçmiştir.
Evet onlar kendilerine gelecek bu
azapların türünü de bilmi-yorlar, zamanını da bilmiyorlar. Bakın Rabbimiz burada
bunu anlayabilmeleri için bir örnek sunacak:
6."Onlardan önce nice
nesilleri yok ettiğimizi gör-mediler mi? Onları, sizi yerleştirmediğimiz biçimde
yer-yüzüne yerleştirmiş, gökten bol yağmur yağdırmış, altlarından da ırmaklar
akıtmıştık. Fakat onları günahlarından ötürü yok ettik ve artlarından başka bir
nesil yetiştirdik.”
Buradaki hitap Kur’an’la ilk muhatap olan Mekkelileredir. Mekkeleriler
kendilerinden önce yaşamış yalancıların âkıbetleri üzerinde düşünmeye dâvet
ediliyorlar. Üstelik onlar bu kendilerinden öncekilerin başlarına gelenleri de
çok yakından biliyorlardı. Ad’ın, Semûd’un başına gelenleri biliyorlardı. Âd’ın
Semûd’un kalıntıları kendi topraklarında bulunuyordu. Onların harabeleri
arasında gezip dolaşıyorlardı. Kuzeye ve güneye seyahatlerinde hep bu batanların
yıkıntılarıyla yüz yüze geliyorlardı. Allah diyor ki onlar bu harabelerin
ardında yatanların acı âkıbetlerini görmüyorlar mı? Ya da şimdi sizler görmüyor
musunuz harabeleri? Görmüyor musunuz mezarlıkları? Görmüyor musunuz Rablerine
isyan ederek bir hayat yaşayanların sonlarını?
Halbuki diyor Allah biz onları
sizi yerleştirmediğimiz biçimde yeryüzüne yerleştirmiştik. Onlara gökten bol bol
yağmurlar yağdırmış, altlarından da ırmaklar akıtmıştık. Size vermediğimiz malı
mülkü, serveti samanı, gücü kuvveti, vücudu cüsseyi, boyu posu onlara
vermiştik. Onlara dünyada her türlü üstünlük sebepleri vermiştik. Ama onlar
günahlara daldılar. Rablerinin kendilerine gönderdiği hayat programından
habersiz bir hayat yaşamaya başladılar. Rablerinin elçilerine ve o elçilerin
Rablerinden kendilerine getirdiği mesajlara ilgisiz yaşamaya başladılar.
Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın elçileriyle mücâdeleye tutuştular. Kitaba ve
peygambere rağmen kendi kendilerine hayat programı yapmaya kalkıştılar da Biz
onları yakalayıverdik ve topunu helâk ediverdik. Kendilerine azabımız geldiği
zaman da tüm bu imkânları, güçleri kuvvetleri, boyları postları, medeniyetleri,
ekonomik güçleri onlara hiçbir fayda sağlamadı. Onların topunu helâk ettik ve
arkalarından denemek için, imtihan etmek için başka bir nesil getirdik. Fakat
onar da öncekilerden ibret almayarak benzer tavırlar takınınca, öncekiler gibi
onları da yok ettik.
Öyleyse ey şu anda bu Kur’an’ın
muhatapları! Örneklerini sunduğumuz toplumların başlarına gelenlerin sizin de
başınıza gelmesinden sakının! Sizin onlardan farklı hiçbir yanınız, hiçbir
ruhçaniyetiniz yoktur. Allah katında sizin onlardan faklı, onlardan üstün hiçbir
yanınız yoktur. Öyleyse bilesiniz ki Allah yasalarında kesinlikle değişme
olmaz. Üstelik sizin şu anda yalanladığınız, değer vermediğiniz,
ilgilenmediğiniz, sırt döndüğünüz peygamber onlara gönderilenlerden daha
Kerîmdir. Öyleyse dikkat edin, sizin şu andaki durumlarınız onlarınkinden daha
kritiktir, daha tehlikelidir.
Âyet-i Kerîme bir de özellikle bize
şunu anlatıyor ki, kendilerine yeryüzünde imkân verilenler, mal mülk
verilenler, ekonomik güç verilenler, sosyal güç verilenler, amirlik, müdürlük
verilenler çok dikkat etsinler. Allah bu verdikleriyle onları denemek için,
imtihan etmek için onlara bunları vermiştir. Zira mülkün sahibi Allah’tır.
Kendilerine mülk verilenler ise o mülk üzerinde halifelik makamına getirilmiş
insanlardır.
Onlar acaba kendilerini vekil
bilip o mülkün gerçek sahibinin arzularını mı yerine getirecekler? O mülkü mülk
sahibinin istediği biçimde mi kullanacaklar? Yoksa mülkün gerçek sahibini
unutup, kendilerini mülkün sahibi zannedip o mülkte keyiflerince bir tasarrufta
mı bulunacaklar? Yâni bu mülkte kendilerinin vekil olduklarını unutup,
kendilerini asil zannedip, kendilerini ulûhiyet haklarına, egemenlik haklarına
sahip zannedip o mülkte gerçek mülk sahibinin tasarrufu gibi mutlak bir
tasarrufta mı bulunacaklar? İşte Allah insanları ve toplumları bu konuda
denemektedir, imtihan etmektedir.
Birinin helâkinden sonra öteki
nesilleri getirerek Allah onları imtihan etmektedir. Yoldan çıkanları Allah kimi
zaman toptan helâk ederek dünya azabıyla onları yakalar. Kimi zaman da bu azap,
bu yakalama dünyada pek çok toplumların başlarına geldiği gibi bazen
ayaklarının altlarından, bazen da tepelerinin üzerinden geliverir. Bazen
başlarındaki zalim idarecilerden, Allah’ın kendilerine musallat ettiği
tâğutlardan, bazen de ayaklarının altından, yâni ayak takımından bu azabı
gönderiverir Allah. Bazen ekonomik bir sarsıntıyla, bazen kıtlıkla, bazen
geçimsizliklerle, bazen onları fırka fırka, grup grup, hizip hizip yaparak,
birinin acısını diğerine tattırarak, yâni birbirlerinin acısını tattırarak,
birinin ötekine güvenini sarsarak, birini ötekine düşman ederek, bu azabını
göndererek onları helâk eder de onların yerine halef olarak denenmek üzere yeni
yeni nesiller getirir. Öncekilerin elinden aldığı mülkü ve imkânları bu sefer de
bunların eline verir.
Bu ve benzeri âyetler hem yeryüzünde
işleyen Allah yasala rını,
sünnetullahı anlatır, hem de İslâm’ın tarihî olayları yorumlayışındaki usulü
anlatır. Yeryüzünde değişmeyen bir yasa, bir sünnetullah gereği günahları
yüzünden, isyanları yüzünden insanlar helâk edilmektedir. Hem bu vurgulanır,
hem de helâk edenin başkası değil sadece Allah olduğu vurgulanır. Ümmetlerin,
toplumların yok edilişlerinde günahların rolü çok büyüktür.
Evet, günahları sebebiyle
toplumlar için yeryüzünde kaçınılmaz olan bu helâk, bu yok oluş ya yeryüzünde
Allah tarafından çabucak gelen bir azapla gerçekleşmekte, ya da ağır ağır
etkisini gösteren fıtrî, ahlâkî çözülüşlerle kendisini göstermektedir. Roma
böyle yıkılmış, Bizans böyle yıkılmış ve şu anda da batıda böyle bir yıkılışın
sinyalleri ufukta görülmeye başlamıştır.
Evet Allah günahları sebebiyle bu
toplumları yok etmiş, sonra peşlerinden yeni nesiller getirmiş, onlardan sonra
onların yerlerine başkaları varis olmuş, öncekiler yok olmuş kayıplara karışmış,
yoklukları bile hissedilememiştir.
Ama ne yazık ki bu gerçeği
insanlar unutuverirler. Allah kendilerine yeryüzünde yerleşme imkânı verince,
yerlerini sağlamlaştırınca hemen bunu unutuverirler. Sanki kendilerini yaratan
Allah değil de kendileriymiş gibi, sanki kendilerine bu imkânları veren Allah
değil de başkalarıymış gibi Allah’a kafa tutmaya kalkıverirler. Allah’a karşı
da, Allah’ın âyetlerine karşı da müstekbirce bir tutumun içine
giriverirler.
7."Eğer sana kâğıt
üzerine yazılmış bir kitap indir-seydik de onlar elleriyle onu tutmuş (ona
dokunmuş) olsalardı, yine de inkâr ediciler: Bu apaçık büyüden başka bir şey
değildir, derlerdi."
Kâfirlerin hakkı kabule
yanaşmamalarının sebebini açıklıyor Rabbimiz. Kibir ve inat. Kibirleri ve iğrenç
inatları yüzünden onlar bu kitabı reddediyorlar. Kibirleri ve inatları yüzünden
bu kitabın âyetlerine karşı ilgisiz davranıyorlar.
Eğer Cenâb-ı Hak bu kitabı
peygamberine onların gözleriyle göremedikleri bir yolla, vahiy yoluyla değil de
elleriyle dokunabilecekleri, gözleriyle görebilecekleri bir kitap halinde
indirmiş olsaydı yine de bu gerçeği kabul etmezler, bu apaçık bir büyüdür
derlerdi. Kibirleri, inatları ve cehaletleri galebe çalar yine de iman
etmezlerdi.
Bakın yine Rabbimiz Hicr
sûresinde bu hususu şöyle anlatır:
"Onlara gökten bir kapı açsak da oradan
yukarı çıksalar yine de: Gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır
derler."
(Hicr 14,15)
Yine Tûr
sûresinde:
"Gökten düşen bir kütle görseler: "Üst
üste yığılmış bulutlardır" derler."
(Tûr 44)
Evet eğer kitabı gözleriyle görseler,
elleriyle dokunsalardı, bu defa
da:
8."Muhammed’e (görebileceğimiz) bir
melek indirilseydi ya! dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş
bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile
açtırıl-mazdı."
Evet evet bunların, bu kâfirlerin
itirazları bitmiyor. Peygamber üzerine onun peygamberliğini ispat edecek, onun
gerçekten Allah’ın elçisi olduğunu bize söyleyecek bir melek gelmeli değil miydi
derler. Eğer onların istedikleri gibi öyle bir melek indirseydik elbette iş
bitirilmiş olurdu. Artık kendilerine göz açacak zaman bile verilmezdi. Yâni
eğer onlara bir melek gelseydi artık onlara göz açacak kadar bile zaman
verilmezdi. Çünkü onlar gerçekten bir melek görselerdi ona dayanamazlar, onun
dehşetinden o anda işleri biter, canları çıkardı.
Bakıyoruz bu kâfirlerin istedikleri
şeyler hep öncekilerin istedikleri şeylerdir. Bu adamlar günümüzde olduğu gibi
aslında Allah’a inanan insanlardı. Göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’a
inanıyor-lardı, ama hayata karışıcı olarak Allah’a inanmıyorlardı. Allah’ı
hayatlarına karıştırmak istemiyorlardı. Allah’ın onların hayatlarına karışmak
üzere gönderdiği vahyin gerçek olup olmadığına dair delil istiyorlardı.
Allah’ın hayata karışma konusunda odak nokta seçtiği elçisinden şüphe
ediyorlardı.
Halbuki onlar çocukluğundan beri
bu elçiyi tanıyorlardı. Ona Muhammedü’l Emin lakabını kendileri vermişlerdi. Ona
inanmıyorlar da yanında bir Meleğin indirilmesini istiyorlar. Halbuki yeryüzünde
insanlığın tarihinin başlangıcından beri Allah’ın değişmeyen bir yasası vardı.
melekler her zaman Allah’ın insanları yok etme, toplumları helâk etme emrini
yerine getirmek üzere inmişlerdi. Halbuki Meleğin gel-mesiyle iş bitmiş
olacaktı. Meleğin gelmesiyle defterleri dürülmüş olacaktı. Ve bundan sonra da
artık hiçbir tövbe imkânı, hiçbir mühletin gözetilmesi söz konusu olamayacaktı.
Rabbimiz diyor ki, ne oluyor?
Bunu mu istiyor bu adamlar? Şu anda Allah’ın rahmeti gereği onlara mühlet
tanıdığının, tövbe imkânı verdiğinin farkında değil mi bu adamlar? Helâklerine
mi say ediyorlar? Hiç akılları yok mu adamların? Bakın Furkân sûresinde buyurur
ki Rabbimiz:
"Melekleri görecekleri gün, o gün
günahkarlara hiçbir sevinç haberi yoktur. Ve: "Size sevinmek yasak!"
diyeceklerdir."
(Furkân 22)
Evet bunlar bir melek gelsin
istiyorlar. Tabiat üstü bir şeyler bekliyorlar iman etmek için. Yâni iman
etmekten başka seçenek bırakmayacak biçimde kendilerini zorlayacak harikulade
bir şeyler istiyorlar. Eh öyle olunca da imanın bir kıymeti kalmıyor ki zaten.
Yâni gayb, gayb olarak devam ettiği sürece imtihan söz konusudur ve bu imtihan
devam etmektedir. Ama gayb, gayb olmaktan çıkıp apaçık görülür olduğu zaman
imtihan bitmiş ve bu imtihan sonuçlarının okunduğu âhiret başlamış olacaktır.
Allah onun için melek göndermiyor. Yâni Allah imtihan dönemi bitmeden önce sizi
imtihan etmek istiyor. Öyleyse bilesiniz ki bu sizin için bir rahmetin
tecellisidir.
Evet bir melek gelmezdi, gelemezdi.
Gelseydi işiniz biterdi. Geriye kalan insan şeklinde bir Meleğin
gönderilmesiydi ki o zaman da aralarında doğup büyümüş olan, çocukluğu, gençliği
gözlerinin önünde geçmiş olan bir peygamberi tanımakta güçlük çeken bu insanlar
Meleği tanımakta daha büyük güçlük çekecekler ve ona da inanmayacaklardı.
9."Eğer o peygamberi bir melek
kılsaydık muhakkak ki onu insan sûretine sokar onları yine düşmekte oldukları
kuşkuya düşürürdük."
Yâni eğer o peygamberi bir melek olarak
gönderseydik konuşmasının anlaşılması ve kendisinden istifade edilebilmesi,
kendisinin örnek alınabilmesi için onun da bir erkek şeklinde olması icabederdi.
Çünkü meleği ancak Allah bilir. Biz meleği görmedik. Melekler yeryüzünde bizim
gibi hareket etmezler. Binaenaleyh eğer Allah bir melek gönderseydi o meleği
kendi sûretinde değil yine bir erkek sûretinde gönderirdi. Acaba tanıdıkları,
bildikleri bir peygambere inanmayan, güvenmeyen bu insanlar tanımadıkları bir
erkeğe nasıl inanacaklar ve güveneceklerdi? Kendilerine kendi içlerinden, kendi
cinslerinden gelen tanıdıkları bildikleri bir peygambere:
"Bu da sizin gibi bir insandan başkası
değildir."
(Mü'min 24)
... diyen bu insanlar bu sefer de o
meleğe şöyle deyip itiraz etmeyecekler miydi? Onu da şu sözlerle
reddetmeyecekler miydi? Biz senin melek
olduğunu nereden bileceğiz? Zira sen de bizim gibi bir insansın demeyecekler
miydi?
Bu âyet esasen bize şunu anlatır: Bizim
işimiz iman ettirmek değil sadece tebliğ etmek ve anlatmaktır. Ötekisi bizim
işimiz değil, Allah’ın işidir. Bakın İsrâ sûresinde bu konuyu Rabbimiz şöyle
anlatır:
"Şunu söyle onlara: Eğer yeryüzünde
yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette gökten onlara peygamber olarak
bir melek gönderirdik."
(İsrâ 95)
Soruyor Rabbimiz bu adamlara: Söyleyin
bakalım! Siz bir insan mısınız? Yoksa melek misiniz? Eğer melekseniz size melek
gönderelim. Meleğe melek, insana insan gönderilir. Değilse siz o melek gibi
nasıl yaşayacaksınız? O meleği nasıl örnek alacaksınız? Ama hoş bu adamların
peygamberi örnek alma diye bir dertleri de yoktu zaten.
İşte gelmiş, filan yerde dünyaya
gelmiş, filanca tarihte doğmuş, filanca tarihte vefat etmiş. Babası şu, anası
şu şu kadar yaşamış birisi olarak bilirler peygamberi o kadar. Halbuki Allah
kullarına konuştuklarını anlasınlar diye, onu örnek alsınlar, ondan istifade
etsinler, onda görsünler, ona sorular sorabilsinler, ondan cevap alabilsinler
diye kendi cinslerinden elçiler göndermesi onlara rahmetinin eseridir.
"Andolsun ki içlerinden kendilerine
Allah’ın âyet-lerini okuyan, kendilerini (tüm kötülüklerden) temizleyen,
kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber gön-dermekle Allah müminlere
büyük lütuflarda bulunmuştur. Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık
içinde bulunuyorlardı."
(Âl-i İmrân 164)
Bundan sonra Rabbimiz kâfirlerin bu tutumları karşısında peygamberimizi
ve onun şahsında onun yolunun yolcusu olan bizleri şöyle teselli
eder:
10."(Peygamberim!) Senden önceki
peygamberlerle de alay edilmiş, bu yüzden onlarla alay edenleri alay et-tikleri
(Azap) kuşatıvermişti."
Resûl-i Ekrem Efendimizi teselli ediyor
Rabbimiz. Peygamberim, bu adamların senden istedikleri yeni bir şey değildir.
İlk defa olan ve sadece senden istenen bir şey değildir. Senden öncekilere de
aynı şeyler söylenmiş, aynı şeyler istenmiştir. Senden öncekiler de alaya
alınmışlar ve bilesin ki kendilerini alaya alanlar sonunda hak ettikleri cezayı
bulmuşlardır. Tabii bu âyet bir yandan Rasulullah Efendimizi teselli ederken,
öbür taraftan da onu yalamaya çalışanlar için de çok ciddi bir tehdit unsuru
oluşturuyordu. Sizler ey peygamber düşmanları! Seleflerinizin başına gelenleri
bekleyin! Onların âkıbetlerine hazır olun! diyordu.
11."De ki: "yeryüzünde gezip dolaşın,
sonra da yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir
bakın."
²u5 De ki anlamına gelen bu emirler
sûrede sık sık tekrarlanacak görüyoruz. Bu emirler önce Rasulullah Efendimize
ve onun şahsında onun yolunun yolcusu olan biz Müslümanlara hitaptır. Ey
peygamberim, ve ey peygamber yolunun yolcuları! Bunları, okuduğunuz bu âyetleri
önce kendinize deyin! Kendinize duyurun! Bu âyetleri önce kendi gündeminize
alın, gündeminizi bu âyetlerle oluşturun, sonra da bu âyetleri tüm yeryüzü
insanlığına duyurun, tebliğ edin emrini veriyor. Okuyanlar okudukları andan
itibaren, dinleyenler de duydukları andan itibaren bu âyetleri gündeme getirmek
zorundadır. İşte sûrede sık sık tekrar edilecek olan bu “Gul” emirleri bu
kitabın Allah’tan geldiğinin beyanıdır bir, bir de bu âyetlerin gündeme
alınmasının emridir.
Allah diyor ki yeryüzünde gezip
dolaşın, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın sistemini yalanlayanların âkıbetleri
nasıl olmuş bir bakın. Âyet-i
Kerîme bizden geçmişi ibretle tahlil edip, ibretle inceleyip ondan ibret
almamızı istiyor. Bizim yaşadığımız hayat açısından ve de geleceğimiz açısından
bunun gerekli olduğunu anlatıyor. Öyleyse bizler bizden öncekilerin durumlarını
incelemek, tahlil etmek zorundayız. Peki acaba öncekilerin durumlarını
anlamanın bilmenin yolu ne? Arkadaşlar bunun birinci yolu Kur’an’dan geçer.
Öyleyse bizler bizden öncekilerin durumlarını öğrenebilmek için evvela bu
gezintimizi Kur’-an’da yapmak zorundayız. Kur’an üzerinde yapacağımız ciddi bir
gezinti geçmişi bizim gözümüzün önüne getirecek, bizi geçmişle yüz yüze, burun
buruna getirecektir.
Evet birinci seyahatimizi Kur’an sayfaları arasında yapacağız. İkinci
olarak da geçmişin sahnesi olan yeryüzünde gezip dolaşarak Rabbimizin meşhût
âyetleriyle yüz yüze gelerek, geçmişlerin sergüzeşti hayatlarıyla karşı karşıya
gelecek ve böylece geçmişi tanıma imkânını elde etmiş olacağız. Bunu elde edince
de geçmişi yargılama, geçmişten ibret çıkarabilme imkânını da elde etmiş
olacağız. Yâni geçmiştekiler niçin helâk olmuşlar? Bunlar ne yapmışlar, nasıl
davranmışlar da helâk olmuşlar? Nasıl bir helâk yasası gerçekleşmiş? Bunu
bilecek, bundan ibret alacak ve böylece biz de onların düştüklerine düşmemeye
çalışacağız. İşte Rabbimiz bizden bunu istiyor.
De ki ey peygamberim! Ve sizler de
deyin ey peygamber yolunun yolcuları! Geçmişte hakkı yalanlayanların, dinin
aleyhinde kıyam edenlerin âkıbeti ne oldu? Eyke’nin, Ashab-ı Uhdud’un, Ashab-ı
Hut’-un, kavm-i Lût’un, Sodam, Gomerin hali nice oldu? Bizans’ın Roma’-nın hali
ne oldu? Onlar hakkı yalanlamışlar, dini reddetmişler, kendileri rubûbiyet ve
ulûhiyet iddiasında bulunmuşlar. Ya Rabbi her ne kadar da Sen eğitiminiz şöyle
olsun demişsen de, hukukunuz böyle olsun, ekonominiz şöyle olsun, ticaretiniz,
aile hayatınız, sosyal düzeniniz, siyasal yapılanmanız şöyle olsun diyorsan da
biz böyle de yaparız diyenlerin âkıbetleri ne oldu? Bir görün diyor Rabbimiz.
Allah öyle dediği halde demedi
diyerek yalan söyleyenler. Allah’ın dediklerini demedi diyerek, ya da Allah
öyle demediği halde, Allah öyle buyurmadığı halde Allah öyle dedi diyerek
dediğini demedi, demediğini dedi diyerek yalan söyleyenler. Allah dünyayı
yarattı ve işi bitti diyerek yalan söyleyenler. Yâni artık Allah hayata
karışmıyor, Allah hayata karışmaz diyerek yalan söyleyenler. Allah dünyanın
idaresini bize bıraktı diyerek yalan söyleyenler. İnsanlık için en ideal sistem
insanların tespit ettikleri sistemdir, Allah sistem konusunda bilgisizdir, Allah
bu konuları bilmez diyerek yalan söyleyenler. Tüm bu yalancıların âkıbetleri ne
olmuş, nasıl olmuş bir bakın diyor ki Rabbimiz. Gezin dolaşın ve onların
âkıbetlerine bir bakın, diyor. Yeryüzü bunların enkazlarıyla doludur.
Allah’ın Resûlü Mekke ile Tebûk
arasında bir mevkiden geçerken: "Burada konaklamayın! Ve hızlı geçin! Zira
burası Allah’ın gazap ettiği bir yerdir. Sâlih (a.s)'in devesini kâfirlerin
kestikleri yerdir." Buyurdular. Evet böyle gezip dolaşırken helâk edilenlerden
ibret almalıyız.
12."De ki: "Göklerde ve yerde olanlar
kimindir?" De ki Allah’ındır!" O rahmet etmeyi kendi nefsine yaz-mıştır.
Andolsun ki sizi vukuu şüphe götürmeyen kıyâmet gününde toplayacaktır. (Ama
onlar) kendilerine yazık ettiler; Çünkü onlar
inanmıyorlar."
Bakın, bir “gul” emri daha geliyor. De
ki ey peygamberim! Sizler de deyin ey Müslümanlar! Göklerde ve yerde olanlar
kimindir? Göklerdeki ecram-ı semaviye, melekler, ay, güneş, yıldızlar,
gezegenler, galaksiler ve bilmediğimiz daha nice varlıklar kimindir?
Yerdekiler insanlar, hayvanlar, bitkiler, dağlar, taşlar ağaçlar evler
villalar, köşkler, paralar, mallar, mülkler, altınlar, gümüşler kimindir?
Tabi bu soruyu önce kendimize
soracağız, sonra da karşımız-dakilere soracağız. Soracağız ama beklemeyeceğiz
karşımızdakinin cevabını. Çünkü karşımızdaki yanılabilir, yanlış anlayabilir.
Onun cevabını beklemeden biz kendimiz diyeceğiz ki Allah’ındır. Her şey
Allah’ındır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Eh madem bütün
kâinat Allah’ınsa o zaman siz kiminsiniz? Bütün kâinat Onun mül-küyse, siz kimin
mülküsünüz? Ya da tüm kâinat Onun emrine boyun bükmüşken, tüm varlıklar Ona
teslim olmuşken siz kime teslim oluyorsunuz? Bütün varlıklar Allah’a kulluk
ederken siz kime kulluk ediyorsunuz? Yegâne hakim olarak Allah’ı mı
tanıyorsunuz? Yoksa göklerde Allah’ın hâkimiyetini kabul edip de yerde kabul
etmeyen müşriklerden misiniz?
Mekke müşrikleri böyleydi. Onlar
göklerin hâkimiyetini Allah’a veriyorlardı, ama Onu yeryüzüne karıştırmamaya
çalışıyorlardı. Onlar yerde Allah’ın yardımcıları olduğuna inanıyorlardı. Onlar
yeryüzünde Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin tasarruf hakkının olmadığını bir
türlü kabule yanaşmıyorlardı. Hayatlarının bazı bölümlerine Allah’ı
karıştırmayıp, bazı bölümlerinde Onu hakim kabul ediyorlardı. Onun için bunlara
müşrik denmiştir. Peki ya günümüzde her türlü hâkimiyet haklarını Allah’tan alıp
kendi ellerinde toplamaya çalışanlara ne demek lâzım? Yâni bunların adı nedir?
Varın onu siz düşünün.
Evet göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ındır. Herkes ve her şey ölecek ve sonunda miras Allah’a kalacaktır. Madem
ki her şey fânî, her şey yok olacak öyleyse her şey Allah’ındır. Ve O Allah sizi
gerçekleşmesinde en ufak bir şüphe olmayan bir günde hepinizi bir araya
getirecektir. Geçmişteki peygamberleri yalanlayanlarla şimdi ki yalanlayan
sizleri bir araya getirecektir. Rızası istikâmetinde hareket edenleri ve gazabı
istikâmetinde burnunun doğrusuna gidenleri bir araya toplayacaktır Allah.
"O Allah rahmet etmeyi nefsine
yazmıştır."
Allah rahmeti nefsine yazmıştır. Zira
mülkün sahibi Odur. Bu konuda Onu kimse zorlayamaz. Kimse Onu minnet altında
tutamaz. Mülkün sahibi olarak kendisi öyle dilemiş dünya ve âhirette
mahlukâtına rahmet etmeyi kendisine yazmıştır. Rabbimizin dünya ve âhirette
kullarına muamelesinin temeli işte bu rahmettir. Buhârî ve Müslim’de rivâyet
edilen bir hadisi kutside:
"Benim rahmetim gazabımı geçmiştir."
Buyurulur. Allah kulları için rahmeti
bol olandır. Kendisini inkâr edenleri bir anda yerin dibine batıracak güçte
olduğu halde yine de bu insanlara rahmeti gereği mühlet tanıyor, dönüş imkânı
veriyor.
Hz Ömer Efendimiz anlatıyor. Rasulullah
Efendimizin huzuruna bir kısım esirler getirildi. Bir de baktık ki esirler
arasında bir kadın yana döne kaybolmuş çocuğunu arıyor. Bu kadını gösteren
Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu:
"Şu kadını görüyor musunuz? Onun
aradığı çocuğuna duyduğu şefkat ve merhametten çok daha fazlasıyla Allah size
merhamet etmektedir. Çocuğunun kendisine dönmesine bu kadının sevinmesinden çok
daha fazlasıyla sizin Rabbinize dönmenizden Allah sevinmektedir."
Evet rahmet İslâm’ın ana
umdesidir. Yaşadığımız bir tek saniye yoktur ki bizler Rabbimizin rahmeti
altında olmayalım. Rabbi-mizin bizim adımıza rahmeti kendi üzerine yazdığını
bildirmesi bile bir rahmet eseridir. Rabbimizin rahmeti önce insanın varlığında
tecelli eder. İnsanın yoktan var edilişi, kendini bile bilmez bir varlık iken
kendisine Allah bilgisinin ulaştırılması, kitap gönderilmesi ve halife
yapılması, tövbe ettiği takdirde günahlarının affedilmesi, günahlarına misliyle
ceza verilirken sevaplarına on misliyle bazen daha fazlasıyla mukabele
edilmesi, günahlarının iyiliklerle silinmesi, rahmetiyle cennete konulması evet
bunların hepsi rahmet eseridir.
Ama sakın ha sakın Rabbinizin bu
rahmeti ve merhameti sizi gevşekliğe sevk etmesin. Ümide kapılıp Rabbinize karşı
vurdumduymaz bir duruma götürmesin. Çünkü O Allah sizi vukuu konusunda hiç
şüphe olmayan bir günde, kıyâmet gününde huzurunda toplayacaktır. O sizin
topunuzu bir gün huzurunda toplayacaktır. O günde asla şüphe yoktur.
"Kendilerine yazık edenler
inanmayanlardır."
Evet iman etmeyenler, nefislerini ziyan
edenler, kendilerini harcayanlar var ya. Sermayelerini kötüye kullanıp
suiistimal edenler, iradelerini, akıllarını, istidat ve kabiliyetlerini
suiistimal edenler var ya. Zamanlarını, imkânlarını, fırsatlarını kötüye
kullananlar var ya. İşte bunlar kendilerini kaybetmişlerdir. Kendisini kaybeden
bir insan bir şey kazanabilir mi? Bunlar sermayelerini kaybetmiş insanlardır.
Sermayeyi kaybeden birinin kâr etmesi düşünülebilir mi? Fıtrî olarak Allah’ın
kendilerine verdiği verici ve alıcı cihazları bozulmuş insanlardır bunlar.
Hâsılı bozuk para gibi kendilerini harcamış insanlardır bunlar. Evet
kaybedenler, zarara uğrayanlardır bu iman etmeyenler. Kendilerini İlâhî
rahmetten uzaklaştıranlar ve böylece kendilerine yazık ederek vücutlarını
cehenneme ipotekleyenler kaybetmişlerdir.
Şurasını hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız ki kâr ya da zarar dünya hesabına göre yapılmaz. Kâr ve zarar
âhiret hesabına göre yapılmalı, cennet ve cehennem hesabına göre yapılmalıdır.
Öyleyse ey Müslümanlar! Ey insanlar! Kârınızı, zararınızı dünya hesabına göre
yapmayın. Dünyada mal mülk sahibi olunca, dünyada filan ya da falan makama
gelince kazandık zannetmeyin. Çok paraya sahip olunca kazandık zannetmeyin.
Şunu kesinlikle bilin ki, kişi dünyada neye sahip olursa olsun, hangi mülke,
hangi makama, hangi saltanata sahip olursa olsun iman etmemişse kesinlikle
kaybetmiştir.
13."Gecede ve gündüzde sakin olan her
şey onundur. O işiten ve bilendir."
Daha önceki âyette ifade edildi,
göklerde ve yerde olan her şey O’nundur. Gecede ve gündüzde sakin olan her şey
O’nundur. Duran yürüyen, gündüz görünen, gece görünen ne varsa her şey
O’nundur. Zaman ve mekânın sahibi Allah’tır. Göklerin ve yerlerin sahibi,
suyun, ateşin, havanın oksijenin sahibi elhamdülillah ki Allah’tır. Buna ne
kadar hamd etsek azdır. Eğer bütün bunların sahibi Allah değil de başkaları
olsaydı, meselâ bunların sahibi insanlar olsaydı ne olurdu bizim halimiz hiç
düşündünüz mü? Ne yapardı bu insanlar bize? Gecede uyudun ver parasını! Gündüzü
idrak ettin öde ücretini! Güneşten ısındın, güneşten aydınlandın çıkar parayı!
Su içtin, ateşi kullandın sökül paraları! Hava yuttun, oksijen kullandın öde
faturayı! Gölgede serinledin, bulutu kullandın çıkar parayı! Elmayı yedin,
armudu ısırdın ver ücretini! Evet eğer bütün bu nîmetler Allah’ın değil de
başkalarının olsaydı işimiz bitikti.
Meselâ bakın bir arkadaşımız basit bir
hesap yapmıştı. Diyor ki eğer şu güneş olmasaydı ve şu anda güneşten aldığımız
enerjiyi bir elektrik kurumundan parayla satın almak zorunda kalsaydık sadece
bir tek dakika ısınabilmek için elektrik kurumuna 150 milyar lira ödemek
zorunda kalacaktık. Eğer elektrik kurumu tüm dünyamızı ısıtacak bir enerjiyi
üretecek güçte olsaydı. Düşünebiliyor musunuz bir tek dakika yaşayabilmek için
150 milyar. Var mı o kadar paranız? Elhamdülillah ki tüm bu mallar ve mülkler
Rabbimizindir. Ve Rabbimiz o kadar merhametlidir ki, o kadar cömert ki kendisini
inkâr edenlere bile bu nîmetlerini sunmaktadır. Eğer bütün bunlar insanların
ellerinde olsaydı, başkalarına zırnık bile vermezlerdi. Kimsenin kimseye
faydası olmazdı. Şükürler olsun ki Rabbimiz bu konuda herkesi eşit yaratmış,
kimseye yetki vermemiş.
Evet her şey Allah’ındır. Tamam
Allah’ın anladık da; “Bu Allah’ın bizden ne haberi olacak? Bizi nereden
görecek? Bizi nasıl duyacak?” demeyin, çünkü:
"O her şeyi işiten ve
bilendir."
Ondan gizli kalacak ne bir söz, ne de
bir hareket yoktur. Hal böyleyken, göklerin ve yerin sahibi Allah iken, beni
yaratan, bana sahip olduğum her şeyimi lütfeden, beni sayısız rızklarla
perverde eden Rabbim dururken:
14."Gökleri ve yeri yaratan,
doyurulmayıp doyuran Allah’tan başka bir velî mi edinirim, de. Doğrusu ben ilk
Müslümanlardan olmakla emrolundum, de. Asla şirk koşanlardan
olma!"
Evet, Allah peygamberine emrediyor ve
diyor ki: Peygamberim, de ki, ben Allah’tan başka bir velî mi bulayım kendime?
Allah’tan başka bir velî mi edineyim? Yâni ben Allah’tan başka birinin
velâyetini kabul edip onun hâkimiyetine boyun mu eğeyim? Allah’tan başka
birilerini velî kabul edip de ona kulluk mu edeyim? Boynumdaki ipin ucunu onun
eline mi vereyim? Allah’tan başka birisini velî kabul edip de irademi ona mı
teslim edeyim? Hayatıma kulluk maddesi alacak, bana hayat programı belirleyecek
Allah’tan başka kendime bir velî mi bulayın?
Yâni velim olarak, karar merciim
olarak, hayatıma yetkili sahibim olarak Allah dururken, velâyetimi Ona teslim
etmeyeyim de, Onun velâyeti altına girmeyeyim de kendime Ondan başka bir velî mi
bulacağım ben? Böyle bir velî bulayım da hayatım nasıl olsun diye sormaya ona
mı gideyim? Hukuk düzenim nasıl olsun diye, ekonomik anlayışım nasıl olsun diye,
siyasal yapılanmam nasıl olsun diye, ticaretim, işim, aşım, mesleğim nasıl
olsun diye, kılık kıyafetim, yemem içmem nasıl olsun diye, çocuklarıma karşı
eğitimim nasıl olsun diye, hanımımla münâsebetim nasıl olsun diye sormaya ona mı
gideyim? Allah’tan başka kendime bir velî mi bulayım?
Ya da hayatımda Allah’la beraber
başkalarına da karışma alanı bırakıp, hayatıma Allah’tan başkalarına da karar
verme hakkını vererek müşrik mi olayım? O Allah ki göklerin ve yerin
yaratıcısıdır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin var edicisi, göklerin ve
yerlerin tek Rabbi, tek hakimi, mutlak hakimi ve mutlak otoritesidir. O
doyurandır ama doyurulmak istemeyendir. O, doyurandır, besleyendir, rı-zık
verendir, para verendir, dükkan verendir, at, araba, apartman, arsa verendir,
hava su güneş yağmur verendir, elma, armut, portakal verendir ama, kendisi
bunların hiçbirisine muhtaç olmayandır. Yâni O doyurulmak istemeyendir.
Paramıza, pulumuza, yemeğimize, aşımı-za, atımıza, arabamıza muhtaç
olmayandır.
Evet işte velî budur. velî kişinin
boynundaki kulluk ipinin ucu elinde bulunan ve onun adına karar verme makamında
olan varlık demektir. velî bir varlık adına ona danışmadan onun adına tek
taraflı karar verme makamında olan varlık demektir.
Allah mü'minlerin velisidir. Veli;
kimileri bu kelimeye farklı anlamlar yüklemişlerse de veli, velâyet hakkına
sahip olan varlık denektir. Bir varlık adına ona danışmadan tek taraflı karar
verme makamın-da olan varlığa velî denir. Meselâ ben çocuğumun velisiyim. Onun
adına ona danışmadan karar verme makamındayım. Velisi olduğum ve adına ona
sormadan karar verme makamında olan ben ona istediğim şeyleri emreder,
istediğim şeyleri yasaklarım. İstediğim okulda okutur, istediğim kişilerle
arkadaşlık kurmasını sağlar, istediğim kişilerle ilişkisini yasaklarım. Allah
da bizim velimizdir. Yâni bize sormadan bizim adımıza tek taraflı karar alma
makamındadır Rabbimiz. İstediğini emreder, istediklerini de yasaklar.
Öyle değil mi? Meselâ namazı emrederken
bize danıştı mı Allah? Zinayı yasaklarken: Ey kullarım! Ben bunu yasak
kılacağım! Ne dersiniz? Nasıl düşünürsünüz? Fikriniz nedir bu konuda, diye bize
sordu mu Allah? Hayır, Allah bizim velimizdir, velâyetimiz elinde olandır ve
bizim adımıza aldığı kararlar konusunda bizlere asla danışmaz.
İşte velinin anlamı budur. Vali,
vilâyet ifadeleri de buradan gelmektedir. Vali, yâni vilâyette, velâyeti
altında bulunan insanlar konusunda onlara danışmadan karar verme makamında olan
kişi demektir. Valinin anlamı budur. Ve:
"Kâfirlerin Müslümanlar üzerine velâyet
hakkı yoktur"
...âyeti de bunu anlatır. Yâni
vilâyette vali olarak, Müslümanlara sormadan onlar adına karar verme makamına
kâfirler oturtulmamalıdır. Kâfirler mü’minler adına yasa yapacak, onlar adına
karar verecek yönetici makamlara getirilmemelidir.
"Mü'minler müminleri bırakıp ta
kâfirleri velî edin-mesinler..."
(Âl-i İmrân 28)
Yâni mü'minler müminleri bırakıp da
kâfirleri velâyet makamı-na, kendileri adına karar verme makamına
oturtmasınlar. Kâfirler ka-rar verip, kâfirler kanun yapıp Müslümanlar da
kendilerinden olmayan bu kâfirlerin yaptıkları kanunları uygulamaya
kalkmasınlar. Âyetin so-nunda da eğer mü'minler bunu yaparlarsa onların Allah
katında en ufak bir değerleri kalmamış, Allah’ın yardımını da kaybetmişlerdir
bu-yurulmaktadır.
Evet veli, vali budur. Çünkü vali karar
verecek ve Müslümanlar da kendi adlarına bu valinin verdiği kararı
uygulayacaktır. Öyleyse müminlere velî olacak, vali olacak, idareci olacak
insanların mutlaka müminlerden olması emrediliyor.
Bu mânâları unutturmak için mi? Yâni
mü'minlerin başına kâfirlerin de idareci olmasını sağlamak ve böylece müminleri
köleleştirmek için mi bilmiyorum insanlar bu velî kelimesini çok çarpıtmışlar.
velî deyince bugün insanlar hiç de bunu düşünmüyorlar. Veli, işte gökte alan,
yerde yiyen, gaybı bilen, eteğine yapışılan, cennet olur-layan, cehennem
sınırlayan birileri anlaşılıyor şimdi. Hep böyle an-lattılar çünkü.
Bu anlamı şeytana nasıl yükleyecekler
bunu merak ediyorum. Yâni eğer velî deyince bunlar anlaşılacaksa o zaman Allah
bir âyet-i kerîmesinde şeytanın velî olduğunu haber verir:
"... Muhakkak ki şeytanı inanmayanların
velisi kıldık"
(A’râf 27)
Yine aynı sûrede:
"Onlar Allah’ı bırakıp da şeytanı
kendilerine velî edindiler."
(A’râf 30)
...buyurulmakta ve şeytanın velî olduğu
anlatılmaktadır. Eğer velî kelimesini az önceki mânâda anlayacaksak şeytana
nasıl velî diyeceğiz? Ama Allah’ın anlattığı son derece açıktır ki şeytan
kâfirlerin velisidir. Yâni şeytan onların hayatında onlara danışmadan karar alma
makamındadır. Ya da onlar şeytanı kendi hayatlarında kendileri adına karar verme
makamına oturtmuşlar. Şeytan karar vermiş onlar uygulamışlar.
Bakın bu âyet-i kerîmenin devamında da
yine tâğutların kâfirlerin velisi olduğu anlatılıyor. Eğer velî kelimesine az
evvelki anlamı yükleyecek olursak acaba tâğutlara nasıl velî diyeceğiz? Allah
tâğut-lar için velî diyor. Yâni bu tâğutların gaybı bilen gökte uçan denizde
yürüyen Allah’ın ermiş kulları olduklarını nasıl söyleyebileceğiz? Ama veliyi
Kur’an’ın ifade ettiği biçimde velâyet anlamına anladığımız zaman bu tâğutların
kâfirler adına karar verme makamında veliler olduklarını anlamakta zorluk
çekmeyeceğiz demektir. Yâni kâfirler tâ-ğutları kendilerine velî edinmişlerdir.
Bu tâğutlar velâyeti altında olan bu kâfirler adına karar alırlar ve bu kâfirler
de kendileri adına karar alan bu tâğutların kararlarını uygularlar onların
yasalarına teslim olurlar.
Demekkki Allah peygamberine ve
peygamber yolunun yolcusu olan bizlere şöyle dememizi emretmektedir: De ki, ben
Allah’tan başka birilerini kendime velî mi edineceğim? Ki o Allah doyurandır,
kendisi de doyurulmaya muhtaç olmayandır. Bakıyoruz dünyada insan-ların velî
kabul edip, aldıkları kararlara boyun büktükleri, kanunlarını uygulamaya
çalıştıkları, arzularını yerine getirmeye çalıştıkları insan-lar kendilerine
bel bağladıkları varlıkları, velâyeti altındaki kullarını, kölelerini,
vatandaşlarını doyurmak ve beslemek şöyle dursun onlardan beslenmek
durumundadırlar. Kullarını korumak şöyle dursun kullarının korumasına
sığınmaktadırlar. Kullarından aman beni koruyun! Beni yıkmak isteyenlere karşı
aman beni koruyun! diye onlardan korunma talep etmektedirler.
Öyle değil mi? Hiçbir Firavun
kullarından, metbularından vergi almadıkça ayakta duramaz. Hiçbir Firavun
kullarından destek almadıkça hayatta kalamaz. Hiçbir put kendisine
tapınanlardan kendisine bir mozole istemedikçe tapınılmaya değer görülemez.
Hiçbir sistem bağlılarından oy istemedikçe, kullarından kabul istemedikçe
yaşayamaz. Hiçbir âdet, hiçbir töre, hiçbir moda bağlılarından talep
görmedikçe yaşayamaz. Evet tüm yapay tanrılar, tüm sahte veliler hayatlarını
sürdürebilmek için hizmetçilerine, kullarına muhtaçtırlar. Kullarına ihtiyacı
olmayan, tüm kullarının kendisine muhtaç olduğu velî sadece Allah’tır. O Allah
ki kimsenin yardımına, kimsenin desteğine muhtaç değildir.
Evet, de ki peygamberim, benim
Allah’tan başka velim yoktur. Siz de deyin ey Müslümanlar, bizim
boyunlarımızdaki iplerin ucunu eline teslim edeceğimiz Allah’tan başka
velilerimiz yoktur.
Ve bir de şunu de ki
peygamberim:
"Ben Müslümanların ilki olmakla
emrolundum. Ve ben asla müşriklerden değilim."
Sûrenin başında demiştim ya bu sûre tek
tek imanı anlatır. Tek tek, “gul, gul” buyurarak bu sûre inancı anlatır. De ki,
ben Müslümanların ilki olmakla emrolundum ve bana sakın müşriklerden olma diye
emredildi. Hani Bakara sûresinde yahudi ve hıristiyanlara:
"Ey İsrail oğulları! Elinizdeki
Tevrat’ı tasdik ederek indirdiğim Kur’an’a inanın; Onun ilk kâfirleri sizler
olmayın! Âyetlerimi az bir değere satmayın! Ve sadece benden
korkun!”
(Bakara 41)
Deniyor ve bu kitaba ilk iman edenlerin
kendileri olması em-rediliyordu ya, işte bakın burada da Rabbimiz peygamberine
Müslü-manların ilki olmasını emrediyor. Tabi peygamberimizin şahsında bize de
Müslümanların ilki olmamız emrediliyor. Evet her konuda Müslümanların ilki biz
olmak zorundayız. Allah’ın emirlerinden birisine teslim olmak söz konusu olduğu
zaman, Allah’ın emirlerinden birisinin ifası söz konusu olduğu zaman etrafımızda
hiç kimse olmasa bile he-men ben diyeceğiz. Ama bakıyoruz ki bugün bizler
Allah’ın emirle-rinden birisinin ifası söz konusu olduğu zaman deriz ki önce
birileri başlasın. Önce filanlar başlasın arkasını bir getiririz diyoruz değil
mi?
Meselâ köyde hizmet yapan
birisine gardaş köyde şöyle bir hizmet başlatsan, her gün çevrendekilere bir
âyet, bir hadis anlatsan filan denince diyor ki ah benden önce bir tek kişi bunu
yapmış olsay-dı! Benden önce keşke bu konuda çığır açan birisi olsaydı, ben de
çok rahat yapardım, diyor adam.
Veya bir başkasına gardaş
düğününde şöyle şöyle yapsan olmaz mı? Deyince, diyor ki adam, ah benden önce
bir tek kişi bunu yapmış olsaydı! O zaman ben de çok rahat yapardım, bunu. Hep
baş-kalarından bekliyoruz. İlk defa başkaları yapsın, ilk defa başkaları
başlasın, ilk defa başkaları çıksın biz arkasından geliriz, diyoruz. Hep
başkalarını bekliyoruz. Halbuki fazilet ilk başlayandadır. Fazilet ilk
başlatandadır. Hani Rasulullah Efendimizin çığır açma hadisini biliyoruz.
Allah’ın Resûlü buyurur ki:
"Kim dinde hayırlı bir çığır açarsa
açtığı bu çığırın sevabı bu adama ait olduğu gibi kıyâmete kadar açtığı o
çığırdan gidenlerin sevaplarının bir misli kendilerinin ki eksiltmeksizin onun
defterine yazılacaktır. Kim de dinde kötü bir çığır açarsa o açtığı çığırın
vizri onun omuzuna yazılacağı gibi o çığırdan kıyâmet gününe kadar gidenlerin
günahlarını bir misli onun sırtına yazılacaktır."
Meselâ insanların Kur’an’a yönelmesi
adına, sünnetle iştigal etmeleri adına kim bir adım atarsa, kim ilk adımı
atarsa karşısındaki-lerde meydana gelecek İslâmî değişikliklerin sevabının bir
misli bu ilk adımı atana verilecektir. Öyleyse her konuda Müslümanların ilki
olmaya çalışacağız. Hayır işlerde, hayırlı işlerde başkalarını beklemeyeceğiz.
Ah benden önce bunu birileri yapsaydı! demeyeceğiz. Onu ilk yapan biz olacağız.
Vallahi Hz. Hatice annemiz
birazcık bekleseydi, Hz. Ebu Bekir Efendimiz biraz bekleseydi. Hele birileri
Müslüman olsun da ondan sonra Müslüman olalım deselerdi kıyâmete kadar
beklerlerdi de yine Müslüman olamazlardı. Öyleyse biz de beklemeyeceğiz. Önce
birileri yapsın, önce birileri başlasın diye beklemeyeceğiz ve herkesten önce
biz Müslüman olmaya, herkesten önce o emri biz uygulamaya başlayacağız.
Ve bir de hayırlı işlerde acele
edeceğiz, kesinlikle beklemeyeceğiz. Hele şu doktoram bir bitsin! Hele şu işimi
bir bitireyim! Hele şu askerlik bir bitsin! Hele şu diplomayı bir alayım! Hele
bir evleneyim! Hele şu idare bir değişsin! Hele işler yoluna bir girsin diye
beklersek sabah-ı Haşr’e kadar bekleriz de yine o konuda fırsat bulamayız Allah
korusun.
Evet ben Müslümanın ilki olmalıyım
diyeceğiz. Yeryüzünde benden başka hiç kimse Müslüman olmasa da, herkes bana
düşman olarak kâfir olsa da ben yine de hiç kimseyi beklemeden Müslüman olmak
zorundayım.
Ya da bunun bir başka mânâsı da;
benim ilk işim Müslümanlık olmalıdır. Benim ilk işim Müslümanlık olmalı.
Müslümanlığımı ön plana almalıyım. Mesleğim ikinci, üçüncü planda olmalı.
Öğretmenliğim ikinci, üçüncü planda olmalı, talebeliğim öyle olmalı, hacılığım,
hocalığım, babalığım, evlâtlığım, zenginliğim fakirliğim, müdürlüğüm, amirliğim,
hizmetçiliğim, memurluğum ikinci üçüncü planda olmalı. Ben önce Müslümanım,
sonra öğretmenim. Önce Müslümanım, sonra tamirciyim. Önce Müslümanım, sonra
babayım. Önce Müslümanım, sonra evlâdım.
Eğer böyle yapmaz da mesleğimizi,
işimizi, aşımızı, erkekliğimizi, kadınlığımızı birinci plana alır da
Müslümanlığımızı ikinci üçüncü plana alırsak o zaman bozuk bir Müslümanlık
çıkacaktır karşımıza. Eğer Müslümanlığımızdan önce işimiz aşımızla ilgili,
mesleğimiz meşrebimizle ilgili problemleri gündeme getirecek olursak. Önce
bunları çözmeliyiz, önce bunları halletmeliyiz diyerek Müslümanlığımızı ikinci
üçüncü plana alırsak o zaman sapıklıklar başlayacaktır hayatımızda.
Meselâ eğer Müslümanlığımızdan
önce babalığımızı değerlen-direcek olursak o zaman belki evlatlarımızdan
Allah’ın istemediklerini isteyerek kendimizi putlaştıran, kendimizi tanrı
yerine koyan despot bir baba olarak ortaya çıkabiliriz. Ama biz eğer
babalığımızı değerlen-dirirken Müslüman olduğumuzu unutmazsak, Müslümanlığımız
hatırımızda olursa o zaman Allah’ın istediği biçimde bir baba olma imkânımız
olacaktır. Müslümanlığınızdan önce evlâtlığınızı gündeme getirirseniz o zaman
babayı hiç takmayan despot ve itaatsız bir evlât, ya da babanın her dediğini
dinleyen, babayı Rab yerinde gören bir evlât olabiliriz. Evlât olarak önce
Müslüman olduğumuzu hatırlamaz, hatırımızda canlı tutmaz ve babanın arzuları
karşısında önce bir Müslüman olduğumuzu unutur, yâni babanın arzularını İslâm
süzgecinden geçirmeden, baba karşısında oğulun, oğul karşısında babanın
İslâm-da konumunu bilmeden babalık ve oğulluk ortaya koyarsak elbette bu yanlış
olacaktır.
Veya meselâ eğer siz
Müslümanlıktan önce siyasetçi olmayı denemeye kalkışırsanız o zaman belki
kendinizi putlaştıran, kendinizi İlâh ve Rab makamında gören, Allah’ı tanımadan
kendi egemenliğinize dayalı bir sistem getirmeye kalkışabilirsiniz. Eğer
Müslümanlığımızdan önce ticareti gündeme getirirsek, Müslümanlığımızdan önce
ekonomiyi düzeltmeye kalkışırsak çok bozuk bir mala bakış, çok bozuk bir
kazanma ve harcama anlayışı geliştirebiliriz. Ve de bunun adına İslâm da
diyebiliriz. Müslümanlığımızı birinci plana almadığımız için, her şeyden önce
Müslüman olduğumuzu gündeme getirmediğimiz için, Müslümanlığımız bu ticârî
hayatımıza hakim olmadığı için mutlaka yanlışa düşeceğiz demektir.
Ama unutmayalım ki ben Müslümanım
demek ben bu kitapla amel ediyorum, ben tüm problemlerimi bu kitaba arzediyorum,
bu kitaptan ve bu kitabın pratik uygulaması olan Rasulullah’ın sünnetinden
aldığım çözümlerle amel ediyorum demektir.
Öyleyse bunu diyebilmek için de
kitap ve sünneti tanımak zorundayız. Bu kitabı tanımadan da Müslümanlığı
yaşamaya kalkarsam o zaman bilmediğim tanımadığım bölümlerde hep hata yapacağım
demektir. Yâni demek istiyorum ki biz her şeyden önce Müslümanız dedik mi, o
zaman tüm problemlerimizde Müslümanlığı gündeme getirecek ve o problemlerin
çözümü için ilk önce İslâm’a baş vuracağız, İslâm’ı öğreneceğiz ve hata
etmemeye çalışacağız demektir. İşte İslâm budur, teslimiyet budur, Allah
yardımcımız olsun inşallah.
Değilse, eğer böyle yapmazsam, böyle
yaşamazsam:
15."Ben Rabbime karşı gelirsem
büyük günün aza-bından korkarım."
Evet ben büyük günün azabından
korkarım. Bunu söyleyen Allah’ın Resûlüdür. Ya da peygamberinin böyle demesini
istiyor Rab-bimiz. Kur’an-ı Kerîmde Rasulullah Efendimize böyle bazı hitaplar
görüyoruz. Meselâ eğer şöyle şöyle yaparsan senin şah damarını koparırız! Veya
eğer böyle böyle yaparsan dostun da yok, yardımcın da! gibi âyetler görüyoruz.
Peki Allah’ın sevgilisi peygamber bile böyle olursa biz neyimize güveniyoruz da?
Bakın Rasulullah korkuyor. Tabi öyle yapmaz Allah’ın Resûlü de Rabbimiz yine de
onu ikaz ediyordu.
Meselâ bazen bir içtihat olarak
Allah’ın Resûlü bir şeyler yapar. Meselâ Mekke müşriklerini huzuruna almış ve
onlara bir şeyler anlatabilmenin heyecanı içinde kıvranırken bir Ümmü Mektum
gelir ona şöyle şöyle davranır da Allah hemen onu uyarıverir. Ama bu konuda
mazurdur Allah’ın Resûlü. Çünkü o konuda daha önce kendisine bir uyarı
gelmemiştir. Yâni onun içtihadıydı bu. Ama uyarı geldiği andan itibaren
Rasulullah hemen Allah’ın uyarısına uyuverir.
Meselâ yine münâfıklar hakkında
istiğfar eder bir içtihat gereği Allah’ın Resûlü, veya bir münafığın namazını
kılar da peygamber hemen Allah’tan uyarı geliverir bir daha böyle yapma diye. O
bir beşer olarak bizim kendisine uyabileceğimiz, kendisini örnek alabileceğimiz,
tam bize göre bir hayat yaşıyordu. Zira biz beşeriz, biz gaflet ederiz, biz hata
ederiz. O gaflet etmez ama bir defasında Allah’ın Resûlü u-yuyup kaldılar,
kendilerinin nöbetçi olarak bıraktıkları Hz. Bilal de uyu-yup kalınca sabah
namazını geçirirler.
Peki buna ne diyeceğiz şimdi? Allah’ın
Resûlü hata etti mi diyeceğiz buna? Hayır, ama bu şekilde namaz kazaya kalınca,
kaza edileceğine dair bize bir hüküm verilecek, bize bir ders olacaktı bu. Tıpkı
Hz. Adem ağaca yaklaştı, yâni Allah onun yaklaşmasına izin verdi ki dünya olsun.
Allah buna müsaade etti ki tövbe gündeme gelsin ve kıyâmete kadar günah
işleyenlere tövbe konusunda bir hüküm vaz edilebilsin.
İşte bakın Allah’ın Resûlü hata
etmeyeceği halde: "De ki, eğer ben Rabbime isyan edersem o büyük günün azabından
korkarım!" Peki peygamber böyle korkarsa bizim ne yapmamız lâzım? Ama
unutmayalım ki korkmak için bilmek lâzım. Meselâ bıçağın nasıl kestiğini
bilmeyen kişi korkamaz. Ateşin yaktığını bilmeyen kişi korkamaz. İlerde
birilerinin pusu kurduğunu bilmeyen kişi korkamaz. cehennemi bilmeyen kişi
korkamaz. Allah’ın Resûlü biliyordu ki korkuyordu. Ben o günün dehşetinden
korkuyorum diyordu. Yâni o gün, ya da bugün Rabbim benim belâmı veriverse ben ne
yaparım! Bana kim yardım edebilir? Kim benim elimden tutabilir? Rabbime karşı
kim bana yardım edebilir diyordu. Öyleyse âyetin ifadesiyle söyleyelim, biz de
hem Allah’tan korkacağız, hem de bu korkumuzu insanlara duyuracağız, çevremize
ilân edeceğiz ki onlar da korksunlar. İşte Allah bize bunu
anlatır.
16."O gün kim azaptan alıkoynursa, o
kimse şüp-hesiz ki rahmete erişmiştir. İşte bu apaçık bir kurtuluştur."
İşte en büyük başarı budur, en büyük
kurtuluş budur. Daha önceki âyette kaybedenleri anlatmıştı Rabbimiz, burada da
kazananları anlatıyor. Kaybedenler kâfirlerdi, kazananlar da müminlerdir.
Öyleyse dünyadaki başarıların hiçbirisi bunun yanında başarı değildir.
Dünyadaki kurtuluşların hiçbirisi bunun yanında kurtuluş değildir. Çok param
oldu kazandım! Filan yere müdür oldum kazandım! Atımla kazandım, arabamla
kazandım! Malımla kazandım, mülkümle kazandım! Hayır hayır bunların hiçbirisi
kazanç değildir. Gerçek kazanç cennettir. Gerçek başarı, gerçek kurtuluş cennete
girebilmektir.
Müslümanlar bu başarıya adım adım
ulaşabilmek için cennetin sahibinin razı olduğu hayatı yaşamak için çırpınırken,
beri tarafta mülk bizimdir! Saltanat bizimdir! Egemenlik bizimdir! Bilgiyi biz
dağıtıyoruz! Şifayı biz dağıtıyoruz! Rızkı biz veriyoruz! Hayatınızı,
düzeninizi biz sağlıyoruz! İstikbalinizi biz sağlıyoruz diyen kâfirler
Müslümanların başına üşüşecekler ve onları kendi egemenliklerine, kendi
kanunlarına, kendilerine kulluğa çağıracaklardır.
Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet bizdedir!
Eğer bizim kanunlarımıza itaat etmezseniz sizi yok ederiz! Rızık bizdedir, eğer
bizim dediklerimizi yapmazsanız rızkınızı keseriz! Maaşınızı keser, tayininizi
çıkarır sizi sürgün ederiz! Şifa bizdedir, eğer bizim arzularımıza kulluk
etmezseniz size türlü hastalıklar musallat ederiz. İlim bizdedir, eğer bizim
dediklerimizi yapmazsanız sizi cahil bırakırız! Size diploma ver-meyiz, sizi
doktor yapmayız, size doçentlik payesi vermeyiz! Egemen-lik bizdedir, güç
kuvvet bizdedir! Eğer bize kulluk etmezseniz dünyayı size haram ederiz! Eğer
bizim hâkimiyetimizi kabul etmezseniz sizi kodese tıkar güneşi size haram
ederiz! Hayatı size zindan ederiz!
Evet tüm sahte ilâhlar, tüm sahte
melikler, Allah’ın kendilerine verdiği bu geçici güçlerini kullanarak bir şeyler
yapabileceklerini zannederler. Ama bakın, bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
bunların ellerinde gerçekten hiçbir şey olmadığını, hiçbir güçlerinin
olmadığını, bunlardan Müslümanların hiçbir zaman korkmamaları gerektiğini
şöylece anlatmaya başlayacak:
17."Allah sana bir sıkıntı dokunduracak
olursa onu ondan başkası asla gideremez. Sana bir iyilik murat ederse başkası
asla onu engelleyemez."
Evet Allah sana bir zarar murad ederse,
sana bir zarar isabet ettirecek olursa, Allah’tan sana bir zarar gelecek olursa.
Bu zararın türü, cinsi, cibilliyeti, eni boyu ne olursa olsun. En fazla ölüm
olabilir, o da sana Allah’tan gelecek olursa onu O’ndan başka kaldıracak
yoktur. Onu O’ndan başka senden def edecek yoktur.
Ne para, ne pul, ne ana, ne baba, ne
amir, ne müdür, ne arkadaş, ne efendi, ne şeyh onu senden defedecek hiç kimse
yoktur. Allah seni bir zarara düşürmeyi murad etti mi, Allah sana bir zarar
ulaştırmayı takdir buyurdu mu artık onu O’ndan başka kaldıracak yoktur. Yine
Allah sana bir hayır murad eder, senin bir hayra ulaşmanı dilerse onu senden
engelleyecek hiçbir kimse yoktur. Seni o hayırdan mahrum edecek hiçbir güç ve
kuvvet yoktur. Zarar veren de, fayda veren de Allah’tır. Allah’tan başka fayda
ve zarar veren yoktur.
Allah’ın Resûlünün bir hadisi şerifine
dayanarak bunu şöyle ifade etmeye çalışalım inşallah: Allah’ın Resûlü Abdullah
İbni Abbas-ın omuzundan tutar ve ona şöyle buyurur: Ey oğulcuğum! İsteyece-ğin
şeyi sadece Allah’tan iste! Ağyarın kapısında dilencilik yapma! Anam! Babam!
Amirim! Müdürüm! Ağam! Patronum! Üstadım! Şey-him! Arkadaşım! Hemşehrim!
Bakanım! Dekanım! Yetişin! Beni kur-tarın deme sakın. Sığınacağın zaman sadece
Allah’a sığın. İsteyece-ğin zaman da sadece Allah’tan iste. Çünkü kesinlikle
bilesin ki bütün bir ümmet, bütün bir cihan toplansa da elbirliğiyle sana bir
menfaat sağlamaya çalışsalar Allah’ın senin lehinde yazdığının dışında sana
hiçbir menfaat sağlayamazlar.
Gel sana para verelim! Borçlarını
kapatalım! Dertlerini dağıtalım! Sana şifa bulalım! Sağlığını sıhhatini geriye
iade edelim! Tayinini memleketine çıkartalım! Sürgününü durduralım deseler
hiçbir şey yapamazlar Allah’ın yazdığının dışında.
Ya da bütün bir dünya toplansa da sana
bir zarar vermeyi isteseler bilesin ki senin aleyhinde yazdıklarının dışında
sana hiçbir zarar veremezler. Allah’ın takdirinin dışında senin kılına bile
dokunamazlar! Yâni seni okuldan atacaklar, işine son verecekler, İslâmî
düşüncenden ötürü seni hapse atacaklar, sürecekler, öldürecekler, önünü
kesecekler. Hayır hayır Allah’ın senin aleyhinde yazdıklarının dışında sana
hiçbir zarar veremezler.
Öyleyse aman müdürüme karşı şöyle şöyle
davranayım da bu okulda kalayım! Dekana karşı şöyle şöyle davranayım da beni
falan yere müdür yapsın. Müşterilerime karşı şöyle şöyle davranayım da çok para
kazanayım. Müdürüm namazdan hoşlanmıyor. Öyleyse ben de namazı terk edivereyim
de ondan gelebilecek bir zararı defedeyim. Şurada şu tavizi vereyim de şu
faydayı sağlayayım. Başımı açıvereyim de diplomayı alayım. Sakalımı kestireyim
ki işten atılmayayım. Şuralarda görünmeyeyim ki doktorayı bitirebileyim. Yoo!
Allah’ın takdiri asla değişmez. Çünkü artık kâlemler kaldırılmış, sahifeler
dürülmüştür. Yâni lehinde yazılanlar yazılmış, aleyhinde takdir edilenler
edilmiştir. Onu Allah’tan başka değiştirecek de yoktur artık. Öyleyse
in-sanlardan korkmaya, endişe etmeye, tabasbus ve tavizler içine girmeye hiç de
gerek yoktur. Evet Allah’ın Resûlünün hadislerinden benim anladığım
budur.
Bir de efendim bizler Allah’ın sevgili
kullarıyız! Bizler Müslüma-nız! Bizim eve hastalık uğramamalı! Bizim eve polis
gelmemeli! Ben Rabbime karşı görevlerimi eksiksiz yapıyorum! Binaenaleyh benim
param kaybolmamalı! Benim ticaretim zarar etmemeli! Benim huzurum bozulmamalı!
Rahatım kaçmamalı! Çoğumuz böyle düşünüyoruz bugün değil mi? Başımıza
beğenmediğimiz bir şeyler geldiği zaman: "Yahu ben Allah’ın bu kadar kötü bir
kulu muydum ki bütün bunlar be-nim başıma geldi!" diyoruz. Halbuki iyi kötü
başımıza ne gelmişse bilelim ki bu Allah’tan geldi ve Rabbimiz bizi onunla
imtihan etmek için göndermiştir. İmtihanın şeklini, biçimini de biz
ayarlamıyoruz Allah ayarlıyor. Bu konuda asla ona itiraz etmeye ve akıl vermeye
kalkışmamalıyız. Ya Rabbi beni niçin kadın yarattın? Halbuki ben erkek olarak
gelmek istiyordum dünyaya! Ya Rabbi beni niçin böyle beş tane kız evlâdıyla
imtihan ediyorsun? Halbuki ben iki tane de erkek istiyordum! Ya Rabbi beni
neden yüz milyonla imtihan ediyorsun? Halbuki ben milyarlarla imtihan edilmek
istiyordum! Ya Rabbi beni neden bir çadırla imtihan ediyorsun? Halbuki ben bir
villada imtihan olunmak istiyordum! Ya Rabbi bu felâketleri bana niçin
gönderdin? Halbuki ben rahat bir hayatla imtihan olunmak isterdim diyerek
imtihan konusunda Allah’a akıl vermeye, ona yol göstermeye kalkışmayalım.
Evet zarar veren de, fayda sağlayan da
sadece Allah’tır. Sana Allah’tan ne gelirse gelsin, bir acı, bir hüzün, bir
sıkıntı, bir korku, bir hastalık, bir fakirlik, bir hayır, bir lezzet, bir
iyilik, bir sevinç, bir sıhhat, bir zenginlik ne gelirse gelsin bilesin ki
bunların tamamı Allah’tandır. Çünkü:
18. "O kullularının üzerinde
yegâne kahirdir. O Hakîmdir, Habîrdir."
Kahreden O’dur, öldüren O’dur, hayat veren O’dur. Ne zararı-na karşı
konabilir, ne de hayrı engellenebilir. Zarar O’nun zararıdır, hayır O’nun
hayrıdır. Fayda veren de, zarar veren de yalnız O’dur.
Yeryüzünde ben sizin Rabbiniz değil
miyim diyen sahte Rablere, hâkimiyet bendedir diyen İlâh taslaklarına, ben size
izin vermediğim halde nasıl secde ettiniz? Ben size müsaade etmediğim halde
nasıl örtündünüz? Ben izin vermediğim halde nasıl sakal bıraktınız? Benim
haberim olmadan bunları nasıl dile getirdiniz? Halbuki sizi ben tayin etmiştim!
Sizin maaşınızı ben veriyordum! Sizler benim memurlarımdınız! Sizler benim
ülkemde yaşıyor, benim okullarımda okuyordunuz! Benim iznim olmadan bunları
nasıl gündeme getirdiniz? Benim iznim olmadan bunları yapamazsınız! Benim iznim
olmadan hiçbir şey yapamazsınız! Ben istersem açtırırım, ben istersem kestiririm
ben istersem nefes alış verişlerinizi bile kontrol ederim, sizin üzerinizde
kahir olan, kahhâr olan biziz diyen sahte tanrılara hiç inanmayın. Kulları
üzerinde Kahhâr olan, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan sadece Allah’tır.
Allah’ın izni olmadan kimse kimsenin kılına bile dokunamaz. Çünkü kahir
Allah’tır. O’nun hükmünü reddedebilecek, onun emrini geri çevirebilecek yoktur.
Kazasının önüne geçebilecek kâinatta hiçbir güç yoktur.
İşte buna böylece inanan kişi
Müslümandır. Buna inanmayan, Allah’ın yegâne Kahhâr olduğuna inanmayan kişi asla
cahiliyeye karşı duramaz. Allah’ın Kahhâr olduğuna inanmayan ve yeryüzünde
Allah’tan başka Kahhârların da bulunabileceğine inanan kişi küfür karşısında
cahiliye karşısında direnme gücü bulamaz. Buna inanmayan kişi küfür ve şirke
başkaldıramaz, inancı adına içinde bulunduğu toplumun şirkine kesinlikle savaş
açamaz. Evet Kahhâr olan sadece Allah’tır.
Ama şunu da hiçbir zaman unutmayın ki
böyle inanıyormuş gi-bi görünerek, böyle yapıyormuş gibi görünerek de O’nu asla
kandıra-mazsınız. Çünkü O Kahhâr olan Allah aynı zamanda:
...dir de. O Hakîm ve Habîrdir de aynı
zamanda. Yâni yaptığınız, düşündüğünüz her şeyden haberdardır ve yaptıklarının tümünü hikmetle yapandır da.
Evet, Allah Hakîmdir. Yâni her şeye hikmetiyle hakim olandır. Hâkimiyet elinde
olandır ve hayata hükmedendir O. Neyi ne için yarattığını bilendir, yarattığına
nasıl bir hayat tarzı belirleyeceğini, yarattıklarının nasıl mutlu
olacaklarını, yarattıklarına nasıl bir din göndereceğini, onları neyle sorumlu
tutacağını bilendir O Allah. Ve yarattıklarının her şeyinden haberdardır O
Allah. Elhamdülillah ki bu sıfatların sahibi sadece Allah’tır. Eğer başkaları da
bu sıfatların sahibi olsaydı, başkaları da zarar vermeye, fayda sağlamaya güç
yetirseydi o zaman bizim işimiz bitikti. Güçlüler yeryüzünde güçsüzlere asla
hayat hakkı tanımazlardı. Yeryüzünde hakları olmadığı halde Allah’a ait olan bu
sıfatların kendilerinde de bulunduğunu iddia edenlere sormak lâzım. Bunlardan
bir tane insan gösterebilir misiniz ki ölümsüz olsun? Bir tek insan
gösterebilir misiniz ki ölüme çare bulmuş olsun. Başkalarına fayda ve zarar
sağlaması şöyle dursun bir tek insan gösterebilir misiniz ki kendisine faydalar
sağlayıp, kendisinden zararları def edebilmiş olsun? Var mı böyle birileri? Eh
öyleyse nasıl olur da bu adamlar hâkimiyet bizdedir, egemenlik bizdedir, biz
istersek, biz istemezsek filan diyebilirler?
Evet Allah’ın bu sıfatlarına dayanamadı
kâfirler. Allah’ın Habîr oluşuna, kendilerinin yaptığı her şeyden haberdar
oluşuna dayanamadılar da gelip Rasulullah’a sordular. Dediler ki ey Muhammed!
Bir şâhit getir bu konuda. Gerek Rabbinin Habîr oluşuna gerekse böyle bir Habîr
olan Allah’ın seni elçi olarak bize göndermesine bir delil, bir hüccet göster
dediler. Bir şâhit istediler de Rabbimiz şöyle buyurdu:
19. "Şâhit olarak hangi şey daha büyüktür."
de. "Allah benimle sizin aranızda şahittir. Bu Kur’an bana, sizi ve ulaştığı
kimseleri uyarmam için vahyolundu; Allah'la beraber başka ilâhlar bulunduğuna
siz mi şâhitlik ediyorsunuz de. "Ben şehâdet etmem" de. "O ancak tek bir
İlâhtır, doğrusu ben ortak koşmanızdan uzağım"de.
Evet şehâdetin en büyüğü nedir? En
büyük şâhit kimdir? Allah’ın bu sıfatların sahibi olduğuna ve senin hak
peygamber olduğuna en büyük şâhit, en büyük delil nedir? Bu konularda şehâdetin
en büyüğü nedir? Hangi şahidin şehâdeti geçerlidir? Hangi şahidin şe-hâdeti
diğer şâhitlerin şehâdetlerinden üstündür? Bu konuda hangi şahidin şehâdeti
kesin bir hüküm ifade eder? O gün peygamber öyle diyordu ve kâfirler de
soruyorlardı ona, peki bunun böyle olduğuna delilin nedir diye.
Bugün biz de aynı şeyleri
söylüyoruz. Biz de diyoruz ki Allah Kahirdir, Kahhâr dır. Biz de diyoruz ki Hz.
Muhammed (a.s) Allah’ın hak peygamberidir. Bizim izinden gideceğimiz önderimiz,
örneğimiz odur. Ondan başka örnek alacağımız yoktur. O nasıl yaşamışsa biz de
öylece yaşamak zorundayız.
Onun aile hayatı nasılsa, onun mala
bakışı nasılsa, onun gecesi gündüzü nasılsa, biz de aynen onun gibi olmak
zorundayız. Biz böyle deyince, bugünküler de bize diyorlar ki peki deliliniz
nedir bu konuda? O gün peygamber onlara, bugün de bizler onlara diyeceğiz ki:
Allah benimle sizin aranızda en büyük
şâhittir. Evet onun peygamberliğine en büyük şâhit Allah’tır. Allah şehâdetiyle
peygamberliğe ulaşan Rasulullah tüm dünya kendisini inkâr etse bile ne gam, o
yoluna devam edecektir. Veya Allah şâhitliğindeki bir peygambere bizler
inandıktan sonra tüm dünya bizden delil istese bile bu konuda, ne gam bizim
peygamberimizin en büyük delili Allah şehâdetidir. İşte bakın bizim eşhedü
dediğimiz konu Allah’ın eşhedü dediği konudur. Bu ne muazzam bir şereftir bizim
için ki bizim şehâdet ettiğimiz konuya Allah da şehâdet getiriyor. Âl-i İmrân
sûresinde de Rabbimiz kendi kendine şehâdet getiriyor. Burada da bakın:
Kendisinden başka İlâh olmadığına Allah
şehâdet getiriyor. Allah’ın varlığına şâhit, Rasulullah’ın risâletine en büyük
şâhit Allah dır. Bundan daha büyük bir şeref, bundan daha büyük bir delil olur
mu? Müslümanların şehâdetine Allah sahip çıkıyor.
Evet Rabbimiz peygamberine diyor ki,
onlara şöyle söyle peygamberim: Sizce en büyük, en inandırıcı şâhit nedir?
Söyleyin ben onu getireyim.
Şimdi Allah’a, Allah’ın Rab oluşuna,
peygambere, peygamberin gerçek örnek oluşuna nasıl şahit getirisiniz? Allah’ı
ve peygamberi bilmeyenlere bu konuda nasıl delil getirilir? İslâm’ı
tanımayanlara, kulluk bilincine ermeyenlere nasıl bir delil getirebilirsiniz?
Meselâ bakın Ankara’da bir hoca
efendiyi sorgulamak ve aramak üzere evine giderler. Arama tarama esnasında
hocanın evinde televizyonun olmadığının farkına varırlar ve sorarlar hocaya. O
da evinde televizyonun olmadığını söyler. Adamlar buna kesinlikle inanmazlar ve
hayret, nasıl yaşar bu adam bu devirde televizyonsuz derler. Evet İslâm
bilincinde olmayan bu adamlara nasıl anlatabilirsiniz bunu? Televizyonsuz da
yaşanabileceğini nasıl inandırabilirsiniz bu adamlara? Nasıl bir delil
getirebilirsiniz bu konuda? Sadece diyebileceğiniz bir tek şey var, o
da:
De ki Allah sizinle bizim aramızda
şâhittir bu konuda. Meselâ deseniz ki birine soframda üç kaptan fazla yemek
bulundurmuyorum, inanmaz adam buna. Veya deseniz ki ben soframda kesinlikle içki
bu-lundurmuyorum, inanmaz buna adam. Veya meselâ bir Alman’a deseniz ki ben
sabahtan akşama kadar hiçbir şey yemeden oruç tutuyorum, kesinlikle inanmaz
buna. Adam öyle bir hayat yaşıyor ki öyle bir hayata inanmış ki ben ona gerçek
İslâmî hayatın bu olduğuna nasıl inandıracağım? Nasıl bir delil, ne tür bir
şâhit getireyim yâni onu buna inandırabilmek için? Adam modaya karşı
gelinemeyeceğine öyle bir inanmış ki, âdetlere ters düşülmemesi gerektiğine öyle
bir inanmış ki çevrenin insan hayatına etkili olduğunu öyle bir kabullenmiş ki,
şimdi ben bu adama nasıl bir delil, nasıl bir şâhit getireyim ki çevrenin,
modanın, âdetlerin, törelerin, ağanın, patronun, yönetmenliklerin, yasaların
bizim iyi bir Müslüman olmamızı engelleyemeyeceğini ispat edeyim. De ki Allah.
Eh ben de öyle diyorum. Gardaş bu konuda Allah şâhittir. Bizim böyle yaşamamızı
Allah istiyor, başkasını da bilmem!
"Ve bu Kur’an bana, sizi ve ulaştığı
kimseleri uyarmam için vahy olundu."
Demek ki bu kitap sadece o döneme ait
değildir. Demek ki bu kitabın hükümleri sadece onun indiği dönem insanlarını
kapsamaz. Sadece indiği dönem insanları için bağlayıcı değildir bu kitap, aksine
kıyâmete kadar ona ulaşan insanları da onunla uyarmak için indirilmiştir.
Onunla sizi uyarmam için, sizi cehennemden korumam ve cen-nete kazandırmam için
bu Kur’an bana vah yolunuyor. Allah’ın Resûlü kendi dönemindeki insanlara
diyordu bunu. Sizi uyarmam için. Uyardı Allah’ın Resûlü dönemindeki ashabını.
Kur’an’ı tebliğ ederek uyardı, Kur’an’ı gündeme getirerek uyardı, Kur’an’ın
nasıl pratize edileceğini bizzat hayatında göstererek uyardı. Ama sadece onları
değil bu Kur’-an kıyâmete kadar her kime ulaşırsa onları da uyarmak üzere bu
kitap bana indirildi. Evet dün onları uyarmıştı Allah’ın Resûlü şu anda da bizi
uyarıyor. Şu anda bile Allah’ın Resûlü bizi Kur’an’la
uyarıyor.
Kim ki Kur’an okuyor, bilsin ki o,
Rasulullah’la karşı karşıyadır. İbni Cerir der ki; “Bu âyetle anlaşılıyor ki
kendisine Kur’an’ın ulaştığı kimse bizzat Muhammed (a.s)'ı görmüş gibidir.”
Öyleyse şu anda bizler de Rasulullah’la karşı karşıyayız. Meselâ bir elçi
hükümdarın emrini bir valiye ulaştırıyor. Bu emir o elçinin değil hükümdarın
emridir. Öyleyse ben şu anda o elçinin size ulaştırdığını ve de elçiyi
gönde-renin mesajını size ulaştırıyorum.
Tâbiînden Muhammed Bin Kab El Kurazi
der ki: "Kur’an okuyan kişi onu peygamberden dinliyormuş gibi okusun. Zira onu
şu anda sizi uyarmak üzere Allah’ın Resûlü okumaktadır."
Gerçi kesin biliyoruz ki Allah’ın
Resûlü vefat etmiştir. Maddî planda onun etkinliği bitmiştir. Ama yine kesin
biliyoruz ki onun Risâ-leti, onun fonksiyonu, onun misyonu, onun yolu, onun
sünneti devam ediyor ve kıyâmete kadar da devam edecektir. Öyleyse sanki şu anda
Allah’ın Resûlü okuyor da biz ondan dinliyormuşuz gibi onu dinleyecek ve
okuyacağız. Ve şunu kesin bilelim ki böyle okumadığımız, böyle dinlemediğimiz
sürece de ondan istifade imkânımız olmayacaktır.
Bu âyet aynı zamanda bizden bize ulaşan
bu kitabın âyetlerini tebliğ etmemizi de istemektedir. Allah’ın Resûlü bir
hadisi şeriflerinde:
"Allah’ın kitabından her kime bir âyet
ulaşmışsa muhakkak ki ona Allah’ın emri ulaşmıştır. O da bir âyet de olsa
Allah’ın kullarına onu ulaştırsın!"
Buyurur. Öyleyse bize Allah’ın kitabı
ulaşmıştır, Allah Resûlü vasıtasıyla, kitabı vasıtasıyla Allah bizi uyarmıştır,
biz de uyarıldığımız bu âyetlerle başkalarını uyarmak, başkalarına da bu
âyetleri ulaştırmak zorundayız.
Ancak burada şunu da söyleyelim ki bu
kitap geldiği andan itibaren kıyâmetin kopacağı zamana kadar ki insanların
tamamı bu kitaptan sorumludur. Tüm insanlık bununla sorumlu tutulacaktır. Bu
kitap kendilerine ulaşsın ulaşmasın, bu kitabın varlığından haberdar olsun
olmasın fark etmez herkes bundan sorumlu tutulacaktır. Hambeliler bu
görüştedirler. Ancak Hanefîler bu kitabın uyarısı kendisine ulaşmamış, bu
kitabın uyarısıyla karşı karşıya gelmemiş toplumlar bu kitabın hükümlerini terk
etmekten sorumlu olmayacaklardır derler. Hanefîler Übey Bin Kâbın hadisi bunun
delilidir derler. Rasulullah’ın huzuruna bir kısım esirler getirildi. Allah’ın
Resûlü onlara sordu:
"Sizler İslâm’a dâvet edildiniz mi,
buyurdu. Onlar; hayır! Bize İslâm ulaşmadı, dediler. Bunun üzerine Allah’ın
Resûlü onları serbest bıraktı ve: "Kur’an bana sizi de ulaştığı kimseleri de
uyarmam için vah yolundu"
Âyetini okudu.
"Allah’la beraber başka ilâhlar
bulunduğuna siz şâhitlik mi ediyorsunuz? Ben şehâdet etmem, de. O ancak tek bir
İlâhtır, doğrusu ben sizin ortak koşmanızdan beriyim,
de."
Yoksa sizler Allah’tan başka ilâhlar da
mı kabul ediyorsunuz? Ya da sizler Allah’la beraber hayatınıza karışacak başka
İlâhların varlığına da mı şehâdet ediyorsunuz? Hayata, ölüme, öldürmeye,
diriltmeye, rızık vermeye, yönetmeye, kanun koymaya yetkili başka İlâhlar da
vardır demeye mi çalışıyorsunuz? Hayatınıza karışacak Allah’la beraber başka
rablerin başka ilâhların varlığına mı inanıyorsunuz? Bu hayatınız ne böyle?
Kadın, para, dünya, mal, mülk, makam mevki yoksa sizler bunlara da mı şehâdet
ediyorsunuz? Hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de
başkalarını dinlemeden yanasınız. Yoksa sizler hayatınızın bazı bölümlerine
karışan Allah’la beraber başka Rablerin varlığına da mı inanıyorsunuz? "De
ki, ben şâhitlik etmem!" Peygamberim! Onlar hayatlarına karışacak başka
İlâhların varlığına da şâhitlik ederlerse sen onlarla beraber olup da onların bu
bozuk düzen inanışlarına şâhitlik etme, buyuruluyor.
Sûrenin ilerdeki âyetlerinde gelecek
Rabbimiz orada da buyuracak ki:
"Eğer onlar şâhitlik ederlerse onlarla
beraber olup sözlerini kabullenme, âyetlerimizi yalanlayan ve âhirete
inanmayanların heveslerine uyma. Onlar Rablerine başkalarını denk
tutuyorlar."
(En’âm 50)
Müşrikler Allah’ın Resûlüne tekliflerde
bulunuyorlardı. Allah’ın Resûlü kendi inanışlarını kabullenmesi halinde onun
dinine gireceklerini ileri sürüyorlardı. Para pul teklif ediyorlar, makam mevki
sunuyorlar, kadın kız gösteriyorlar, koltuk sandalye teklif ediyorlardı. Onu
zor-luyorlardı buna. Sanki bu iki şeyin, yâni şirkle imanın cem edilmesi,
küfürle imanın birlikte yaşanması mümkünmüş gibi Allah’ın Resûlüne teklif
ediyorlardı. Tıpkı günümüzde kimilerinin hem Allah’a teslim hem de hayat
programını Allah’tan başkalarından alarak bir Müslümanlık yaşayabileceklerini
zannettikleri gibi. Yâni hem Allah’a inanıp hem de Allah’tan başkalarının
kanunlarını da uygulayarak, hem Allah’a inanıp hem de Allah’tan başkalarından
da yardım dileyerek, hem Allah’a inanıp hem de Allah’tan başkalarını da velî
kabul ederek Müslüman kalabileceklerini zannettikleri gibi.
Evet bugün kimi insanlar da böyle
inanıyorlar. Yâni hem Allah’a kulluk yapalım, hem de Allah’tan başkalarını da
razı edelim, böylece Müslüman kalırız zannediyorlar. Halbuki bu ikisinin
birlikte olması kesinlikle mümkün değildir. Kişi ya Allah’ın kuludur, ya da
başkalarının. Allah’la birlikte aynı zamanda başkalarına da kulluğu Allah asla
kabul etmemektedir.
"De ki benim Rabbim bir tek İlâhtır ve
ben sizin ortak koşmanızdan
beriyim."
Ben sadece O’na kulluk ederim. Benim
Rabbim tekdir. Benim hayat programımı tespit eden Rabbim bir tanedir. Ben
O’nunla beraber program yapmada ortaklar kabul etmiyorum. O’nunla birlikte
arzularına uyacağım, rızasını kazanmaya çalışacağım, talimatlarını yerine
getireceğim başka Rabbim, başka İlâhlarım yoktur. Hüküm O’-nundur, hâkimiyet
O’nundur, yaratan O’dur hayat veren O’dur, öldüren O’dur, rızık veren, doyuran
O’dur, kanun koyan O’dur hüküm vaz eden O’dur. Ben O’nunla beraber başkalarını
da dinleyerek şirk koşmam. Ben sizin anlayışlarınızdan beriyim.
Evet Allah’ı küstürmek adına
başkalarını razı etmek şirktir. Allah’ı küstürmek adına babamızı, anamızı,
karımızı, liderimizi, efendimizi, zevklerimizi razı etmek şirktir. Allah’ı
küstürmek adına başkalarının arzularını yerine getirmek şirktir. Allah’ı
küstürmek adına başkalarının kılık kıyafet anlayışını kabul etmek şirktir.
Allah’ı küstürmek adına başkalarının alfabesini kabul etmek, Allah’ı küstürmek
adına başkalarının hayat tarzını kabul etmek şirktir Allah
korusun.
Evet yahudiler şirk koştular,
hıristiyanlar şirk koştular Allah’a. Onlar Azizlerini, Papazlarını, Hahamlarını,
Keşişlerini Allah makamına oturttular ve Allah’a ortak bildiler bunları.
Bunların dediklerini Allah buyruğu gibi kabul edip onlara kulluk yaptılar. Ehl-i
kitap böyle yaparken müşrikler de göklerin ve yerlerin sahibi Allah’tır.
Severiz sayarız o Allah’ı. Gökleri ve yerleri ona verelim ama o Allah bizim
hayatımıza karışamaz diyerek Allah’a şirk koştular. Kendi hayatlarına Allah’tan
başka karışacak Rabler bularak Allah’a şirk koştular.
Dediler ki o Allah bizim
hayatımıza karışmaz, karışamaz. Çünkü bizim pis işlerimiz var, dalavereli
işlerimiz var, basit işlerimiz, karanlık işlerimiz mafya işlerimiz var. Ekonomik
işlerimizde bizim ne yapacağımız belli olmaz, meslek hayatımızda ne yapacağımız
belli olmaz, siyasi işlerimizde nasıl dalavereler yapacağımız belli olmaz. Hukuk
işlerimizde içimizde kimi güçlüler var biz onlara garibanlardan farklı hak
tanımak zorundayız. İçimizde dokunulmazlar var, azizler var, imtiyazlılar var,
para babaları var onlara ayrıca hak tanımak zorundayız. İçimizde güçlüler var,
egemenlik sahipleri var, onlara mallarımızdan belli bir hisse ayırmak
zorundayız. İçimizde etkili yetkili kimseler var bizler zaman zaman onlara da
dua yapmak zorundayız. Dualarımıza onları da karıştırmak zorundayız. Onlara da
sığınmak, onlardan da yardım istemek zorundayız. Yâni bizim böyle pis işlerimiz
var, kirli işlerimiz var. Ya Rabbi sen yücesin, seni böyle pis işlere
karıştırmak istemiyoruz. Sen göklerinle ilgilen, diğer varlıklarınla ilgilen,
yerinde dur, bizim işimize karışma, bırak bizi kendi halimize de ne halimiz
varsa görelim, diyerek Allah’a şirk koştular.
Tıpkı şu anda ya Rabbi tamam din
göndermişsin bize, kitap göndermişsin, peygamber göndermişsin, bize bir hayat
tarzı belirlemişsin anladık da yâni eskimiş bunlar. Onlar demode olmuş artık
diyerek kitaba ve peygambere farklı bir fonksiyon yükleyerek şirke düşen
insanlar gibi.
Ya Rabbi şu anda bizim hayatımız
değişti. Bizim dünyalık işlerimizi becerecek adamlarımız var. Hukuk işlerimizi
becerecek hukukçularımız var. Eğitim işlerimizi ayarlayacak eğitim şuramız,
eğitim uzmanlarımız var. Kılık kıyafetimizi ayarlayan moda uzmanlarımız var.
İyisi mi sen bizim hayatımıza karışma diye şirk koşanlar gibi. Evet onlar da
bunlar da şirk koşmuşlar Allah’a.
"De ki, Ben sizin şirk koştuklarınızdan
da şirk koşmalarınızdan da beriyim."
Evet bu konuda teberrî şarttır.
Biz de diyeceğiz bunu. Diyeceğiz ki ey müşrikler! Bizler sizin şirklerinizden
de şirk koştuklarınızdan da, şirk âdetlerinizden de, şirk sistemlerinizden de
beriyiz. Bizim kulluk anlayışımızla sizinkilerin uzak ve yakından en ufak bir
benzer yanı yoktur, diyeceğiz ve tamamıyla müşriklerden ve onların şirk
anlayışlarından, şirk düzenlerinden, şirk unsurlarından ayrılacağız,
ayrışacağız.
Yâni ben Allah’a inandım! Yetmez
bu. Allah’a inanmakla beraber Allah’tan başkalarından teberrî de şarttır.
Allah’a imanla beraber Allah’tan başkalarına itaati reddetmek de şarttır.
Müslümanlar şunu kesinlikle bilmelidirler ki onlar tamamıyla cahiliyeden ve
cahiliye anlayışlarında ayrılmadıkça onlara Allah’ın yardımı gelmeyecektir.
Allah’ın va’di gerçekleşmeyecektir. Onlar cahiliyenin karşısına dikilip açıkça
onu reddetmedikçe, onlardan ayrıldıklarını açıkça ortaya koymadıkça zafer asla
müyesser olamayacaktır. Zafer ve Allah’ın yardımı gelemediği gibi böyle hem
Allah’a inanır, hem de başkalarının rubûbiye-tine ve ulûhiyetine inanırsak
bilelim ki bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği Müslümanlık da
olmayacaktır.
20. Kendilerine kitap verdiklerimiz
Muhammedi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat bunlar kendile-rine
yazık ettiler, çünkü onlar inanmazlar."
Evet kendilerine kitap verilenler,
kitap bilgisine peygamber bil-gisine sahip olanlar Cenâb-ı Hakkın ulûhiyeti
konusunda, Cenâb-ı Hakkın ortağının olmadığı konusunda kendilerine gönderilen
son elçinin peygamberliği konusunda kesin bilgiye sahiptirler. Yâni onlar
ken-di kitapları sayesinde, kendi peygamberlerinin kendilerine ulaştırdık-ları
bilgiler sayesinde kesin biliyorlar ki İlâh bir tek İlâhtır. O’ndan başka İlâh
olmadığını ve O İlâhın gönderdiği elçinin son elçi olduğunu ve hak peygamber
olduğunu oğullarını tanıdıkları gibi tanımaktadırlar
bilmektedirler.
Çünkü her peygamber kendi toplumuna
ahir zaman peygamberinin geleceğini, bu peygamberin sıfatlarını, kendisine
gönderilecek kitabın özelliklerini, ümmetinin özelliklerini müjdelemiş, haber
vermiştir. Onlar bunu oğullarını tanıdıkları gibi bilmektedir. Bilmekteydiler
bunlar ama bildikleri halde hakkı gizliyorlardı.
Mesela Abdullah İbni Selâm yahudi
âlimlerindendir. Hz. Ömer kendisine bu âyetin mânâsını sorunca der ki: Vallahi
ben onu kendi evlâtlarımdan daha kesin bilirim. Çünkü kendi çocuklarıma gelince
ne bileyim onların anası beni kandırmış olabilir deyince Hz. Ömer onun alnından
öper ve çok güzel söyledin, çünkü Allah da böyle buyuruyor der.
Yâni bizim ehl-i kitabın, bizim hoca
takımının en büyük tehlikesi buradadır. Kitaptan nasibi olanlar, İslâm’ı,
imanı, Kur’an’ı sünneti, Allah’ı, peygamberi tanıyanlar. İlâhiyatlılar, İmâm
Hatipliler, medreseliler, hatipler, vaizler, müftüler, imâmlar, müezzinler,
hocalar, hoca çocukları. Babası müftü olanlar, ya da Allah ve peygamberi adına
birazcık bilgisi olanlar. Kitap ve sünnet adına azıcık bilgi sahibi olanlar var
ya, işte onlar hakkı oğulları gibi tanımaktadırlar. Yâni kitapsız Müslümanlık
olmayacağını, peygamberi tanımadan Müslümanlık olamayacağını avuçlarının içi
gibi bilirler, ama yine de yan çiziyorlar.
Evet biz de biliyoruz hakkı. Biz
de biliyoruz peygamberin fonksiyonu. Biz de biliyoruz kitabın hayatımızdaki
fonksiyonunu. Biz de biliyoruz bunları tanımak zorunda olduğumuzu. Biz de
biliyoruz dinimizi bu ikisine bina etmemiz gerektiğini. Biz de biliyoruz
bunlarsız din olmayacağını. Ama zevklerimiz ağır basıyor, menfaatlerimiz ağır
basıyor, dükkanımız ağır basıyor, okulumuz ağır basıyor, doktoramız ağır
basıyor, evimiz engel oluyor, müşterimiz engel oluyor, yönetmenlikler ağır
basıyor, çevremiz engel oluyor, âdetler, töreler ağır basıyor.
Yâni oğlumuzu bildiğimiz gibi
bileceğiz, ama dünyamız, menfaatlerimiz dinimizi pratikte ortaya koymamıza
engel olacak. Bu çok tehlikeli bir durumdur Allah korusun. Bunlar, bu yahudi
âlimleri hakkı gizledikleri zaman kendilerinin gazaba uğrayacaklarını da
biliyorlardı. Bunu da bildikleri halde yine de gizlemeye devam ettiler.
Bir de bu âyetten şunu anlıyoruz ki
hakkı bilmekle hakka iman etmek ayrı ayrı şeylerdir. Hakkı bilmek hakka iman
etmek demek değildir. Bakın bunlar biliyorlardı ama iman etmiyorlardı. Bilgi ve
iman pratiğe dökülmedikçe hiçbir şey ifade etmez. Efendim işte mârifet
yeterlidir, onlar bunun mârifetine ermişlerdir filan diye birtakım zırvaların
da hiçbir kıymeti yoktur.
Evet ehl-i kitap hakkı oğulları gibi
bilirler. Avuçlarının içini bildikleri gibi bilirler ama kendilerine yazık
ettiklerinden, kendilerini boşa harcadıklarından iman etmezler onlar.
Rabbimiz bu âyetiyle kıyâmete kadar
ehl-i kitabın İslâm’a ve Müslümanlara karşı tutumlarını arzederek ümmeti
Muhammed’e bu konuda ders veriyor. Onlar bu dini çok iyi biliyorlar. Onlar bizim
dinimizin dinamizmini çok iyi biliyorlar. Onlar kesinlikle biliyorlar ki bu din
haktır.
Ve yine biliyorlar ki yeryüzünde
bu dinin mensupları yaşadıkça kesinlikle kendilerine huzur yoktur. Amerikan
savunma bakanının yeryüzünde bir tek İsmail oğullu kalmayıncaya kadar bizim
savaşımız sürecektir sözünün altında yatan da işte budur. Bu savaş din yalnız
Allah’ın oluncaya kadar sürecektir. Bunlar Müslümanlar hayatta oldukları
sürece kendilerine huzur olmayacağını bildikleri için, ayrıca kendi tutarsız ve
sapık dinleriyle bu tehlikenin karşısında duramayacaklarını bildikleri için
yıllardır bu dinin kuvvet kaynaklarını araştırmakta ve bu dini bozabilmek için
ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlar. Bu kaynaklardan bu Müslümanları
nasıl uzaklaştırabiliriz? Bu insanları dinlerini öğrenmekten nasıl koparırız?
Böylece boşalan zihinlerine küfrü nasıl yerleştirebiliriz? Dertleri budur bu
alçakların.
Öyleyse bizler de kendi dinimizi
kendi çocuklarımızı bildiğimizden daha iyi bilmek zorundayız. Kendi dinimizi
avucumuzun içini bildiğimizden daha yakın bilmek zorundayız, değilse Allah
korusun bu alçaklar ve tüm yeryüzü zalimleri bizi ondan koparmaya âdeta yemin
etmiş durumdadırlar, bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.
21. Allah’a karşı yalan uyduran veya
âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Zalimler bunun için asla felaha
ulaşamazlar."
Allah’a yalan iftira edenden ve
Allah’ın âyetlerini yalanlayan dan
daha zalim kim vardır? Peki acaba Allah’a yalan iftirada bulunmak ne demektir?
Allah’a yalan iftirada bulunmak demek Allah’ın zâtıyla alâkalı, sıfatlarıyla
alâkalı yalan söylemek, sıfatları konusunda O’nu eksik tanımak, O’nun bu
eksikliğini yerdekilerle tamamlama cihetine gitmek, O’nda olan sıfatları
başkalarına vermek, başkalarının da Onun sıfatlarına sahip olduğunu iddia etmek
demektir. Yâni yeryüzünde O’ndan başka program yapıcı, kanun koyucu bir kısım
Rablerin de olabileceğine inanmak ve bu kişilerin kanunlarına da uyulması
gerektiğini iddia etmek, bunların da yeryüzünde etkili yetkili varlıklar
olduklarını söylemek, yalnız Allah’a ait olan hâkimiyet hakkını bu varlıklara
da vermek, ya da yeryüzünde Allah’tan başka şifa dağıtıcıların da varlığına
inanmak, yeryüzünde Allah’tan başka rızık dağıtıcıların da varlığına inanmak,
kendilerine sığınılacak, kendilerine dua edilecek, yardıma çağrılacak Allah’tan
başka varlıkların da bulunduğunu iddia etmek, işte bütün bunlar Allah’a yalan
iftirada bulunmak demektir.
Veya Allah’ın zâtıyla alâkalı Allah
evlât edindi, Îsâ Allah’ın oğludur, Uzeyr Allah’ın oğludur, melekler Allah’ın
kızlarıdır biçiminde Allah’a yalan iftirada bulunmak. Veya Aristo’nun dediği
gibi Allah hayata karışmaz, Allah dünyayı yarattı ve işi bitti. Allah bir şey
indirmemiştir, Allah bize âyet göndermemiştir, Allah bizim hayatımızla
ilgilenmez şeklinde Allah’a yalan iftirada bulunmak. Ya da hayatı ilgilendiren
konularda Allah ve Resûlüne rağmen, Allah ve Resûlünün buyruklarına rağmen veya
onlara binaen söylenen yalanlar da Allah’a yalan iftiradır. Yâni Allah ve
Resûlünün sözlerini başka bir şekle getirerek söylenen yalanlar. Onların
dediklerini demedi, demediklerini de dedi şeklinde yalan iftirada bulunmak.
Efendim zaten Allah da bundan yanadır, Allah da bunu istemektedir diyerek
Allah’ın istemediklerini Allah istiyormuş pozisyonunda insanlara sunmak Allah’a
yalan iftirada bulunmak demektir. Efendim Allah da demokrasiden yanadır, İslâm
da laikliği önermektedir. Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad yoktur. Allah böyle
bir şeyi emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi
Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma, kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler
değildir bunlar. Baş örtme de yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu?
Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir yoktur. Kur’an mahza bir ahlâk kitabıdır!
Kur’an da demokratik bir sistem öneriyor efendim! Kur’an bundan başka bir şey
demiyor ki! diyerek, kimileri de bugün Allah’ın dediklerini demedi,
demediklerini de dedi demeye çalışıyorlar veya dedirtmeye çalışıyorlar Allah’a,
Kur’an’a. İşte bu da Allah’a yalan iftiradır. Efendim ben Kur’an’ı başından
sonuna kadar taradım, orada baş örtmeye dair bir tek emir bile bulamadım diyen
kişinin iftirası. Veya ben bu insanların kurtuluşu için bir tek yol biliyorum o
da demokrasidir, bunun dışında başka sıhhatli bir çıkış yolu bilmiyorum diyen
adamın iftirası. Bütün bunlar Allah adına beyan ve Allah adına Allah’a yalan
iftiralardır.
Ya da yahudiler, hıristiyanlar ve
müşrikler öyle bir hayat ya-şıyorlardı ki baştan sona İslâm’dan uzak. Ama
diyorlardı ki işte bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır. İşte
Allah’ın razı olduğu hayat budur. Allah kullarından böyle bir hayat ister.
Bizler şu anda Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz. Bizler Allah’ın elçisi
Mûsâ’nın yolundayız, Îsâ’nın yolundayız veya bizler Hanifleriz, yâni İbrahim’in
yolundayız diyorlar ve Allah’a yalan iftirada bulunuyorlardı. Halbuki
yaşadıkları bu hayat ne Allah’ın istediği bir hayattı, ne de bu sözünü ettikleri
peygamberlerle ilgisi olan bir hayattı. İşte bu da Allah’a yalan iftirada
bulunmaktır. Tıpkı bugün yaşadıkları hayat İslâm olmayan Müslümanların biz
İslâm’ı yaşıyoruz, bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır demeleri
gibi. Halbuki namazımızdan tesettürümüze kadar, siyasal yapılanmamızdan
ekonomik sistemlerimize, hukuk tarzımızdan kılık kıyafet biçimimize, mücâdele
metodumuzun meşruluğundan düğün dernek anlayışlarımıza, beşerî ilişkilerimizden
soframıza kadar, çocuklarımızın eğitimine kadar bu yaşadığımız hayatta İslâm’ın
i si bile yoktur.
Evet böyle Allah’a karşı yalan
iftiralarda bulunan ve bir de Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan daha zalim
kim vardır? Allah’ın âyetlerini yalanlamak bir de âyetlere rağmen onları yok
farz ederek bir ha-yat yaşamak demektir. Âyetleri yalan sayarak, yok farz
ederek, varlığını görmezden gelerek, âyetleri örterek, gündeme almayarak bir
hayat yaşayan kişiden daha zalim kim vardır diyor Rabbimiz. Böyle yapan
zalimleri Allah kesinlikle hidâyete ulaştırmayacaktır. Bu tür insan-lar
kesinlikle saâdeti bulamayacaklardır, huzuru göremeyeceklerdir.
22."Bir gün hepsini toplarız.
Sonra Allah’a şirk ko-şanlara: "Hani nerede o Allah’a şirk koştuğunuz
ortak-larınız?" diyeceğiz."
Evet Rabbimiz bir gün, kıyâmet günü
bunları huzurunda toplayacak ve onlara soracak: Hani nerede ortaklarınız?
Nerede şerikleriniz, şürekanız? Nerede o dünyada hatırını kazanmaya
çalıştıklarınız? Nerede kendilerinde hâkimiyet gördükleriniz? Nerede bana ortak
koştuklarınız? Aslında ortaklarınız değilken veya bana ortak olmaya lâyık
değillerken inadına bana ortakmış gibi gördükleriniz? Nerede Rableriniz? Nerede
Rezzak’larınız? Nerede hâdi leriniz? Nerede vedûdla-rınız, şâfileriniz? Hani
nerede korktuklarınız, sığındıklarınız? Nerede kendilerine dua edip imdadınıza
çağırdıklarınız? Nerede dualarınıza ortak ettikleriniz? Nerede Benimle birlikte
yeryüzünde etkili yetkili zannettikleriniz? Nerede mabutlarınız, timsalleriniz?
Hani nerede on-lar? Çağırın da sizi kurtarsınlar onlar. Çağırın da sizi Benim
elimden kurtarsın bu ortaklarınız. Evet şirk ulûhiyetin ve rububiyyetin herhangi
bir özelliğini Allah’tan alıp başka birilerine vermektir. Bu ister o varlıklara
kulluk yapmak türünde olsun, isterse onlardan hukuk düzenleri almak türünde
olsun hiç fark etmeyecektir. Evet Allah onlara hani o ortaklarınız nerede,
buyurunca:
23."Sonra, "Rabbimiz Allah’a andolsun ki
bizler şirk koşanlar değildik"demekten başka çare
bulamayacaklar."
Bakın tüyler ürpertici bir manzara. Bu
adamların belki de yiyecekleri son şey. Vallahi ya Rabbi biz müşriklerden
değildik. Vallahi ya Rabbi biz sana bir şeyleri ortak koşmuyorduk. Evet alçaklar
bir hayat yaşayacaklar, birbirleriyle olan münâsebetlerinden tutun da
eğitimlerine, hukuklarına, ticaretlerine, selâmlaşmalarına, tatillerine,
takvimlerine, kılık kıyafetlerine varıncaya kadar hayatlarının hiçbir bölümüne
Allah’ı karıştırmayacaklar. Bütün bu konularda Allah’a itimat etmeyecekler.
Allah’tan korkmayacaklar. Tevekkülde bir sürü esbap bulacaklar. Allah’tan
başkalarına sığınacaklar. Yeryüzünde Allah’tan başka etkili yetkili varlıklar
kabul edecekler. Hâkimiyeti Allah’tan alıp başkalarına vererek şirke düşecekler.
Sonra da utanmadan diyecekler ki vallahi ya Rabbi biz sana şirk koşmuyorduk.
Biz Sana şirk koşan-lardan değildik diye yalan söyleyecekler. Yâni orada yalan
söyleyecekler, çünkü henüz dilleri ve elleri bağlanmadan son bir kere konuşma
imkânı verilecek onlara. Böyle son bir yalan söyleme imkânı verilecek onlara.
Şirk koşmadıklarına dair, küfrü din olarak kabul etmediklerine dair yemin
edecekler. Âyet-i kerîmede onların verecekleri bu cevaba "Fitne" yâni çare denmiş. Çünkü
onların verdikleri bu cevap sadece bir yalandan ibarettir. Başkaca kendilerini
haklı gösterecek bir mâzeretleri de yoktur.
Veya Kahhâr olan, Cebbar olan, her şeyi
bilen ve gören, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah huzurunda yalan ne
mümkün? Öyleyse belki de bunun bir ikinci mânâsı: Vallahi ya Rabbi meğer bizler
müşrik değilmişiz diyecekler. Vallahi ya Rabbi meğer bu bizim sana ortak koşmaya
çalıştıklarımız senin yanında ortak olmaya lâyık değillermiş diyecekler. Vallahi
ya Rabbi şu bizim dünyada prensiplerimizi kendilerinden aldıklarımız,
kendilerinden korktuklarımız, kendilerini sevdiklerimiz, kendilerine
sığındıklarımız, kendilerine dua ettiklerimiz, hidâyeti kendilerinde
gördüklerimiz, rızkı kapılarında bildiklerimiz, ya da senin sisteminin ve
arzularının önüne geçirdiğimiz şeytanlarımız, tâğutlarımız, azizlerimiz,
reislerimiz ve de nefislerimiz meğer sana ortak koşmaya lâyık değilmiş, bunu
anladık diyecekler. Yâni dünyada takip ettikleri şirk çizgisini bırakıp tek
Allah’ın rubûbiyetini kabul ettiklerini burada itiraf ediyorlar. Alçaklara bakın
"Vallahi Rabbina" diyorlar. Rabbimiz
diyorlar. Şimdi mi anladınız bunu? Şimdi mi anladınız Rabbinizin Allah olduğunu?
Şimdi mi anladınız hayatınıza kanun koyma hakkına sahip olanın yalnız Allah
olduğunu? Halbuki dün başkalarını Rab kabul ediyordunuz. Dün başkalarının
programını uygulamak için çırpınıyor ve onların arzularına toz
kon-durmuyordunuz. Bakın Allah buyurur ki:
24."Bakın ki kendilerine karşı nasıl da
yalan söy-lüyorlar. Bakın ki şirk koştukları da kendilerinden nasıl da
uzaklaşıverdi."
Allah buyuruyor ki bakın kendi
vicdanlarına karşı nasıl da yalan söylediler. İnkâr ettikleri gerçekleri açık
bir biçimde gözleriyle görünce ve de taptıklarını, itaat ettiklerini, şirk
koştuklarını, şirk unsurlarını etraflarında göremeyince nasıl da inkâr ettiler,
nasıl da yalan söylediler.
25."Buna rağmen onlardan kimileri de
vardır ki seni dinlerler. Kur’an’ı anlarlar diye kalplerine örtüler kulaklarına
da ağırlık koyduk. Bir âyet görseler ona iman etmezler. Nihâyet sana
geldiklerinde de seninle çekişirler. İnkâr edenler: "Bu ancak öncekilerin
masallarından başka bir şey değildir." derler."
Onlardan kimileri de vardır ki seni
dinlerler. Dinlerler ama itaate yanaşma görülmez hayatlarında. Dinlerler ama
uygulamaya yanaşmazlar. Çünkü bu adamların kalplerine hakkı duymalarına, hakkı
anlamalarına engeller, kılıflar koyduk. Kulaklarına da sanki ısıdan izole etme
veya elektrikten yalıtma anlamına bir izole, bir tecrit bölgesi yerleştirdik.
Kulaklarına kurşun dinlerler ama anlamazlar anlayamaz-lar.
Evet peygamberim, seni dinlemeye
gelirler ama bu dinleme onlara hiçbir fayda sağlamaz. Çünkü Allah onların
Kur’an’ı anlamalarına engel olarak kalplerine örtüler, kulaklarına da
ağırlıklar koymuştur.
Bunların durumları Bakara sûresinde
şöyle anlatılıyordu:
"Küfredenlerin durumu çağırma ve
bağırmadan başka bir şey duymayan hayvanı çağıranın durumuna benzer."
(Bakara 171)
Yâni bu insanlar çobanın nidasını,
çağrısını duyan ama onun kelimelerinin anlamını anlamaksızın onun nidasına doğru
giden sığır sürüleri gibidirler. Onlara bir şeyler anlatmak, nasihat etmek
sığıra nasihat etmek gibidir.
Ya da burada bağıran bu adamların
kendileridir. Kendilerinin sesini işitmeyen, işitse de anlamayan birilerine
bağırıp çağırmaktadırlar. Adam her gün bağırıyor; Atam! Babam! Dedem! Anam!
Ecdadım! Senin yolundan gidiyoruz! Senin izini takip ediyoruz! Senin yolundan,
senin izinden ayrılmadığımızın ispatı olarak bak şu anda huzurundayız! Huzurunu
huzursuzlara bozdurmayacağız! Filan diyorlar ya. Bağırıyorlar, çağırıyorlar ama
berikisi duymuyor, işitmiyor.
Evet birinci anlamıyla bu adamlar sözü
duyarlar, çobanın sesini duyarlar, ama onun demek istediğini anlamazlar,
üzerinde düşün-mezler, anlamaya çalışmazlar demektir. Söyleyenin sözünü
anlamak için akıllarını, kalplerini, gözlerini, kulaklarını kullanmak
istemezler. Kör bir taklitten yanadır adamlar. Denilenin sebebini, hikmetini
anlamaya yanaşmazlar. Nitekim bir gün Resûl-i Ekremin okuduğu Kur’an’ı dinlemek
üzere gelen Ebu Cehil kendisiyle birlikte onu dinleyen Nâdir bin Harise: Ey
Nâdir, Muhammed ne diyor? Onun okuduklarından bir şey anladın mı diye sorar.
Resul-i Ekremin okuduğu Kur’an’ı uzun bir süre dinleyen Nâdir der ki: Kâbe’yi
inşa edene yemin ederim ki ne di-yor bilmem? Görüyorum ki o sadece dilini
oynatıyor, ama ne dediğini anlamıyorum der. Evet anlamıyorlar, anlayamıyorlardı,
çünkü Allah onların kalplerine mührünü basmıştı Bakara’da anlatıldığı gibi.
Ekin-ne, kinan kelimesinin çoğuludur ki kalplerinde kat kat örtüler vardır
onların. Ölümle tüm bu organlar nasıl misyonunu kaybediyorsa, ölen kişi nasıl
duymaz duygulanmaz ve anlamaz hale geliyorsa işte aynen onun gibi
kabiliyetlerini söndürmüş, duymamayı, anlamamayı tercih etmiş bu insanların bu
organlarını Allah iptal edivermiş manevî bir ölümle.
Bundan bir de şunu anlıyoruz ki
herhangi bir kişiden İslâm hakkında bir söz duyulduğunda delil sormadan ona
uyulmaması gerekir. Çünkü onun dediği şey yanlış olursa ona uyan kişilerin
Allah katında her hangi bir mâzeretleri olamaz.
Evet bu adamlar seni dinlerler,
Kur’an’ı dinlerler ama hiçbir şey anlamadan dinlerler. Kur’an sünnet okurlar ama
anlamadan okurlar. Anlayıp kavramaya yanaşmak istemezler.
"Nihâyet sana geldiklerinde de seninle
çekişirler. Bu kâfirler derler ki bu esatîru’l
evvelindir."
Allah’ın âyetleri kendilerine
okununca derki bunlar esatîru’l evvelindir. Anlayabildiğimiz kadarıyla
Kur’an’ın değişik yerlerinde geçen bu sözü, iki mânâ ile şerh edeceğiz
1- Esatir kelimesi, satır kelimesinin
çoğuludur. Satırlarlar anlamınadır.
2- Ya da esatir kelimesi üsturenin
çoğuludur, o da üstureler, yâni mitoloji demektir.
Buna göre bu hainlerin, bu kâfirlerin
dediği, ya da bugünkü gafil Müslümanların çokça söyledikleri bu sözün iki
mânâsı vardır:
a: Bu kitap esatîru’l evvelindir. Bu
eskilerin yazdıkları satırlar, bu eski kitaplardaki sayfalardır. Bunlar çok eski
şeyler, hâlâ adam bakkal Alişandan alış veriş yapıyor demektir. Yâni bunlar
eskilerin masalları, eski kitaplar bunlar. Eski şeyler, eskimiş şeyler bunlar.
Bize göre daha çağdaş, daha biz ifadeli, daha bizim hayatımızı içeren kitaplar
olmalıdır. İşte şehrimizle, kentimizle, belediyemiz, parlamentomuzla, atımız
arabamızla, parkımız plajımızla, radyomuz televizyonumuzla ilgilenen bize
yönelik, yeni kitaplar olmalı. Yâni daha çağdaş, daha özgün, daha yeni kitaplar
olmalı diyorlar. Yeni satırlar arıyorlar adamlar. Veya efendim işte bunlar on
üç asır öncesine ait şeyler. Ya da işte imâmlar dönemine, mezhepler dönemine ait
şeyler. İmâmlar döneminde, mezhepler döneminde ayarlanmış, uyarlanmış şeyler.
İmâmlar döneminde fıkha dökülmüş şeyler demeye çalışıyorlar. Garip ama bu
alçakların dediklerini şimdi Müslümanlar söylüyor.
b: Bu, mitoloji diyorlar, yâni efsane
diyorlar. Sanki Kur’an’ın istediği hayatı mitoloji, efsane görmeye
çalışıyorlar. Müslümanlar yapıyorlar bunu. Efendim o peygamberdi, elbette
kitabı o anlayacaktı. Biz peygamber değiliz ki! Biz onun gibi değiliz ki bu
kitabı anlayabilelim! diyorlar. Efendim onlar sahâbeydi elbette bu kitabı onlar
anlarlar ve yaşarlardı diyorlar. Yâni şimdi bizler sahâbe miyiz ki bu kitabın
âyetlerini anlamak ve yaşamakla sorumlu tutulalım? Mümkün değil arkadaş bugün
bunu yapmak diyorlar. Kardeşim eğer Müslümansan, Müslüman olduğunu iddia
ediyorsan o zaman kızını böyle giydireceksin, hanımını böyle eğiteceksin,
şuradan kazanacak, şurada harcamayacaksın, denince yâni bu devirde kesinlikle
bunları yapmak mümkün değildir diyorlar. Belki o devirde, eski zamanlarda
bunları yapmak mümkündü ama bu devirde kesinlikle olmaz bu, diyorlar. Namazsız,
abdest siz olmaz diyeceksin. Çaysız bir hayat düşüneceksin. Televizyonsuz bir
hayat düşüneceksin, vallahi bu devirde imkânı yok olmaz bunlar,
diyorlar.
Allah korusun ama dünkü namussuzların,
ahlâksızların, kâfir-lerin söylediklerini bugün Müslümanlar söylüyorlar.
Kendilerine Al-lah’ın âyetleri okunduğu zaman kendilerine Allah’ın emirleri
duyurul-duğu zaman bunlar esatîru’l evvelin diyorlar. Yâni bunlar ancak bir
zamanlar insanların uyguladıkları ama bu zamanda uygulama imkânı olmayan
şeylerdir, diyorlar. Hem masal diyorlar hem de insanları bun-dan engellemeye
çalışıyorlar. Madem ki masal, öyleyse niye korkuyorsunuz bu kadar? Mademki
masal, bırakın dinlesin insanlar. Hikâye anlatan başka insan yok mu piyasada?
Hem kendilerine hem de çevrelerindeki insanlara tesir edeceğinden
korkuyorlardı.
26."Onlar hem kendileri Kur’an’dan
uzaklaşırlar hem de insanları ondan uzaklaştırırlar. Böylece kendi kendilerini
mahvederler de farkına varamazlar."
Hem Kur’an’a masal diyorlar, hem de
insanları, kölelerini, çocuklarını menediyorlar o kitaptan. Aman duymayın,
dinlemeyin diyerek insanları ondan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Evet
dinlemiyorlar, dinletmiyorlardı. Gürültü çıkararak engellemeye çalışıyorlardı.
El çırparak engellemeye çalışıyorlar, müzikle engellemeye çalışıyorlardı.
Bakıyoruz bugün de zalimler insanları Allah’ın kitabından, Allah’ın dininden
alıkoymak istiyorlar. Din eğitimini yasaklamaya çalışıyorlar. Allah’ın
kullarının Allah kitabını duymalarına engel olmaya çalışıyorlar. Aman bu
insanlar dinle tanışmasınlar, aman bu insanlar Kur’an’la, kitaplarıyla
tanışmasınlar diye insanlarla kitapları arasına engeller koyuyorlar. O gün de,
bugün de din düşmanlarının yaptıkları şey budur. Bakın Rabbimiz Âl-i İmrân
sûresinde bir âyet-i kerîmesinde bu hususu şöyle anlatır:
"De ki: "Ey kitap ehli! Allah sizin yaptıklarını gö-rüp dururken
Allah’ın âyetlerini niçin örtbas etmeye ça-lışıyorsunuz? De ki: "Ey kitap ehli!
sizler doğru olduğuna şâhitken niçin dini eğri büğrü göstermeye çalışarak
mü’-minleri dinlerinden çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah asla yaptıklarınızdan
gafil değildir." (Âl-i İmrân
98,99)
Diyor ki Rabbimiz ey ehl-i kitap! Ey
yahudi ve hıristiyanlar! Ne oluyor size? Nereden alıyorsunuz bu gücü? Kafa
çalıştırıyor, şeytanlık yapıyor ve Allah’ın âyetlerini örtmeye, örtbas etmeye
çalışıyorsunuz. Allah kullarına Allah’ın âyetlerini duyurmamaya çalışıyorsunuz.
Neden Allah’ın kullarını Allah yolundan saptırmaya çalışıyorsunuz? Neden
Allah’ın dinini eğri büğrü göstermek sûretiyle insanları dinden uzaklaştırmaya
çalışıyorsunuz?
Dünün kitap ehli de aynı şeyi
yapıyordu. Bugünün ehl-i kitapları da kendilerinin bu dinin mensubu olduklarını
söyleyen, ama dinle diyânetle en küçük bir alâkaları bulunmayan zalimler de aman
insanlar dinleriyle tanışmasınlar, kitaplarıyla buluşmasınlar diye ellerinden
gelen her şeyi yapıyorlar, bütün propaganda imkânlarını kullanıyorlar. Bakın dün
de, bugün de bu insanların yaptıkları şey şudur:
1- Önce insanların dine girmemeleri
için, insanların kitaplarıyla tanışmamaları için engeller koyuyorlar. Her
taraftan kapatıyor lar o yolu. Din eğitimini yasaklıyorlar. İnsanların kitap
sünnet duyma yollarını kapatıyorlar. Böylece insanlara dini duyurmayarak Allah
yolundan alıkoymaya çalışırlar. İnsanları kitaplarından uzaklaştırmaya
çalışırlar.
2- Ama buna rağmen, bütün bu
engellemelere ve aleyhte pro-pagandalara rağmen yine de insanlar bu barikatları
aşarak dine gir-meye, kitaplarıyla tanışmaya muvaffak olmuşlarsa bu sefer de bu
adamlar dinde eğrilik büğrülük meydana getirirler. Yâni o insanların önüne öyle
bozuk bir din sunarlar ki bu dinin İslâm’la uzak ve yakından bir ilgisi yoktur.
Yâni böyle hayata karışmayan, ya da hayatın bazı bölümlerine karışan, ama öteki
bölümlerine karışmayan, işte sadece törenlerde hatırlanan onun dışında hayatta
hiçbir geçerliliği olmayan bir din sunarlar. Ders kitaplarına koyarlar ve işte
din budur diye insanlara bunu sunarlar.
Evet hem bu din masaldır derler, bu
kitap masaldır derler, hem de ondan ödleri kopmaktadır. Hem kendileri ondan
uzaklaşırlar, hem de insanları ondan uzaklaştırmaya çalışırlar. Allah bunu
anlatıyor.
Bir de bu âyet Rasulullah’ın
amcalarını, akrabalarını anlatır denmiş. O zaman âyetin mânâsı şöyle olacaktır:
Onlar kendileri hem Kur’an’dan uzaklaşırlar, hem de insanları ondan yâni
peygamberden uzaklaştırırlar. Yâni o Rasulullah’ın amcaları hem insanları
peygambere ilişmekten korurlar, peygamberi insanlardan korurlar, ona sahip
çıkarak, insanların ona zulmetmesinden korurlar, hem de kendileri ona inanıp
gereken alâkayı göstermiyorlardı. Yâni kendileri Kur’an’-dan uzaklaşmakta,
Kur’an’a inanmamaktadırlar şeklinde anlaşılmıştır. Evet peygamberimizin amcaları
bir yandan peygambere sahip çıkarken, öbür yandan kendileri Kur’an’a da,
peygamberlere de inanmıyorlardı.
Allah korusun, dilim varmıyor
söylemeye ama sanki âyet bizi anlatıyor. Yâni bugün bir yandan sözde Kur’an’a
sahip çıkan, diliyle Kur’ancı kesilen, her zaman ve zeminde Kur’an’ı müdafaa
ederlerken öbür yandan kendileri savundukları kitaptan habersiz bir hayat
yaşayan Müslümanlar gibi. Çok garip değil mi? Rasulullah’ın amcaları da
böyleydi. Hem peygambere sahip çıkıyorlardı, insanlara karşı onu müdafaa
ediyorlardı, hem de beri taraftan da onun getirdiği kitaptan uzak duruyorlardı.
Tıpkı bugün Ebu Talip rolü oynayarak, bazı mekânlarda imkân hazırlayarak
hocaların din anlatmalarına fırsat hazırladıkları halde, yâni evlerinde,
dükkanlarında birilerini öttürmeye devam ettikleri halde kendileri bir türlü
aynı şeyi yapmaya yanaşmayan, kendileri dükkanlarıyla, işleriyle, aşlarıyla
uğraşan ve bir türlü peygamber rolü oynamaya yanaşmayan Müslümanlar gibi.
Ama:
27."Onların ateşin kenarına getirilip
durdurulduk-larında, "Ah! Keşke dünyaya tekrar döndürülseydik! Rab-bimizin
âyetlerini yalanlamasaydık ve inananlardan ol-saydık!" dediklerini bir
görseydin!"
Ey peygamberim keşke onlar ateşe
sürüklendikleri zaman, ateşe sunuldukları zaman, hiç ummadıkları bir anda
cehennemle burun buruna geldikleri zaman, ateşle kucaklaştıkları zaman onların
yıkılışlarını, perişanlıklarını, zilletlerini, nedametlerini, hasret ve
rüsvalıklarını bir görseydin.
Hani arabasına binmiş, dümdüz bir yolda
yüz, yüz elli km hızla giden bir adam düşünün. Az ilerideki bir kavşağın
sonundaki köprünün uçtuğundan hiç mi hiç haberi yok. Hızla gidiyor uçuruma
doğru. Yolun sağında solunda ilerdeki tehlikeyi bilen birileri, köprünün
uçtuğunu bilen birileri el kol işaretleriyle var güçleriyle bağırıp çağırıp
ikaz ediyorlar. Dur! Gitme! Köprü uçtu! Köprü uçtu! diyerek ikaz ederek adamı
durdurmaya çalışıyorlar. Ama adam bütün bu ikazlara aldırış etmeden, hattâ bu
haberlerin ve habercilerin tümünün yalancı olduğunu zannederek hızla ilerliyor.
Kendisini ikaz eden yüzlerce işaretlere aldırış etmeden hızla ilerliyor.
Nihâyet yüz, yüz elli km hızla girdiği kavşağın sonunda on metre kala bir
uçurumla burun buruna geldiğini bir düşünün. O andaki halet-i ruhîye sini bir
düşünün.
Peygamberin, Kur’an âyetlerinin, kâinat
âyetlerinin, binlerce işaretlerin yanlış yolda gittiğini, cehenneme doğru
gittiğini, korkunç bir badireye doğru gittiğini haber vermesine rağmen bütün bu
haberlere kulak tıkayıp da burnunun doğrusuna giderken hiç ummadığı bir anda
cehennemle burun buruna gelmiş kimselerin vaziyetlerini bir görseydin.
Bakın diyecekler ki: Ah!! Keşke dünyaya
geri döndürülseydik! O zaman Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık! Ve
inananlardan olsaydık! Bakın görüyor musunuz ne diyor adamlar? Ah keşke
Rab-bimizin âyetlerini yalanlamasaydık diyorlar. Rabbimizin âyetlerini. Alçaklar
bugün onu Rab kabul etmiyorlar da ama o gün böyle diyecekler. Hiç
ilgilenmedikleri, merak edip de bir kere acaba bu âyetler ne diyor diyerek hiç
hatırını sormadıkları âyetleri yalanlamayalım diyorlar.
Ya Rabbi bizi dünyaya geri çevir de
dediğin gibi yaşayalım. Âyetlerin düsturumuz olsun. Âyetlerin elimizden
düşmesin. Salih ameller işleyelim. Rab olarak sadece Seni tanıyalım diyecekler.
Ama oradaki bu lâkırdılarının hiçbir değeri olmayacak. Bunlar aslında dünyada
iken de bu dedikleri şeylerin doğruluğunu biliyorlardı. Bakın Neml sûresinde bu
husus şöyle anlatılır:
"Gönülleri kesin olarak doğruluğunu
kabul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden dolayı onları bile bile
inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir
bak."
(Neml 14)
Bundan da anlıyoruz ki bu adamlar iman
etmeyi arzuladıklarından ötürü değil de azaptan kurtulmak için dönmek
istemektedirler. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
28. Hayır! Hayır! Daha önce
gizledikleri onlara göründü. Eğer geri döndürülseler yine kendilerine yasak
edilen şeylere dönerler. Doğrusu onlar yalancıdırlar."
Hayır hayır, bunların bu iddiaları
yalandan ibarettir. Zira onlar dünyaya geri döndürülselerdi yine aynı suçu
işleyecekler. Geri döndürülseler bile yine eski hayatlarına, yine eski
şirklerine, eski küfürlerine, eski şikak ve nifaklarına dönecekler. Yine
kendilerine başka Rabler bulacaklar, yine dünyayı âhirete tercih edecekler. Yine
parayı âyetlere tercih edecekler, yine nefislerini ve tâğutlarını Rablerine ve
Rablerinin âyetlerine tercih edecekler. Küfür ve isyan bunların vazgeçilmez huyu
olmuştur. Zira ilerdeki âyetlerde gelecek Rabbimiz buyuracak ki yaşadıkları
sürece bu adamlar her gece öldürülmüşlerken, her sabah yeni bir imkânla geri
çevrilmişlerdi de hayatlarında bir değişiklik olmamıştı. Nitekim babası anası,
karısı veya yakınlarından birisi ölen kimse bu acı hadisenin tesiriyle üç beş
gün Allah’a döner, namaz kılar, biraz biraz Allah’ı hatırlar, ama kısa bir süre
sonra, o hadisenin etkisinden kurtulunca hemencecik unutuverir değil mi?
Veya meselâ bir vakitler İmâm Hatipte
talebeyken, Kur’an kursunda hafızlığa çalışırken, namaz kılıyordu da sonra bu
iş bitince her şeyi unutuverir değil mi? Veya belâlar, musîbetler kapısını
çalınca, karısı ameliyat masasındayken, çocuğu ölüm döşeğinde ecel teri
dökerken, mahkemelik olduğunda, polis kapısına dayandığında, alacaklıları
boğazını sıktığında veya işte denizde boğulma tehlikesiyle karşı karşıyayken
bunun heyecanıyla İslâm’a sarılır, üç beş gün Allah’ı hatırlar, ama tehlikeler
geçince de yan çiziveriyor değil mi? İşte aynen bunun gibi bu hainler yine
unutacaklar. Geri döndürülseler de yine eski hayatlarına dönecekler diyor
Rabbimiz. Yâni dirilip geri çevrildikleri zaman da yine: "Hayat ancak bu dünya hayatıdır! Bundan
sonra dönüş ve hayat yoktur!" diyecekler. Biz bir daha diriltilecek
değiliz! diyecekler.
Çünkü bunlara göre yalnız dünya vardır.
Dünya hayatı ebedîdir.
29. Hayat ancak bu dünyadakinden
ibarettir, biz dirilecek de değiliz"dediler.
Evet, hayat bu hayattan ibarettir.
Hayat ancak bu dünya ha-yatıdır. Varsa da, yoksa da işte yaşadığımız bu hayat
vardır. Bunun ötesinde başka bir hayat yoktur dediler. Bizler bir daha
diriltilecek değiliz diyerek âhiret hayatını inkâr ettiler. Bazıları hem
dilleriyle inkâr ettiler, hem de hayatlarıyla inkâr ettiler. Hem sözle, hem de
hayat programlarıyla inkâr ettiler. Bazıları da dilleriyle âhireti inkâr
etmemekle beraber, dilleriyle âhireti kabul ettiklerini söylemekle beraber
hayatlarıyla âhireti inkâr ettiler. Hayat programlarıyla âhireti inkâr ettiler.
Evet âhiret hayatını inkâr etmeseler de dünya hedeftir onlar için.
Şimdi buna göre biz kendimizi,
çevremizi, en yakın akrabalarımızı bir değerlendirelim. Yirmi dört saatin kaçta
kaçını âhiret hesabına harcıyoruz? Bir günümüzün kaçta kaçını Kur’an’ın
talimine, dinin tedrisine harcıyoruz? Kaçta kaçını dinin tebliğine, emr-i bil
marufa harcıyoruz? Kaçta kaçını işimize, aşımıza, dükkanımıza, tezgahımıza,
ticaretimize, maişet teminine harcıyoruz? Öyleyse bizler Allah korusun da bugün
dilimizle âhirete inandığımızı söylüyoruz ama bilfiil hayatımızla, hayat
programımızla âhireti inkâr ediyoruz. Geleceğe ait planlarımızla, kazanma ve
yığma hırsımızla, evlerimizin yapısıyla, hayat programımızla sanki hiç
ölmeyecekmiş gibi bir program yapıyor ve âhireti inkâr ediyoruz Allah
korusun.
30."Onları, Rablerinin huzuruna
çıkarıldıkları za-man bir görsen! Allah: "Bu gerçek değil mi?" der; Onlar:
"Evet Rabbimiz hakkı için gerçektir" derler. Allah da "Öyleyse inkâr etmenizden
ötürü azabı tadın." der."
Tıpkı suç işlemiş bir kölenin
efendisinin huzurunda durdurulup hesaba çekilmesi gibi onları yaşadıkları
hayatın, işledikleri suçların hesabını vermek üzere, yaptıklarının faturasını
ödemek üzere Rablerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman bir görsen. Ve Rableri
tarafından onlara: Nasıl bu dirilme işi hak değil miymiş? Hesaba çekilme konusu
hak değil miymiş? Bu dünyada inkâr edip durduğunuz öldükten sonra dirilme işi
gerçek değil miymiş? Hayatınızı hep dirilmeme hesabına göre bina ediyordunuz.
Yaşadığınız hayat programında bu dirilme yoktu değil mi? Öldükten sonra unutulup
gidecektiniz bir böcek gibi. Sümen altı edilecek ve bir daha hesaba
çekilmeyecektiniz. Yaptıklarınız yanınıza kâr kalacaktı. Haydi söyleyin bakalım
aslı yok muymuş kıyâmet gününün? Allah yalan mı söylüyormuş? Kitap, peygamber ve
mü'minler yalan mı söylüyorlarmış? Gerçekten bu insanı eriten kahreden bir
soru.
Hani Tûr sûresinde de öyle deniyordu
değil mi:
"Bu bir büyü müdür? Yoksa hâlâ görmez
misiniz? Girin oraya artık sabretseniz de sabretmeseniz de birdir. Ancak
işlediğiniz suçların karşılığını görüyorsunuz
de-nilir"
(Tûr 15,16)
Hani Bedir’de gebertilen müşriklerin
cesetleri Kalib-i Bedir denen çukura doldurulduklarında Allah’ın Resûlü de
sormuştu onlara: "Ey kâfirler! Söyleyin bakalım! Ben Rabbimin bana va’dini hak
buldum! Sizler de Rabbinizin size vaiydini (tehdidini) hak buldunuz mu?”
buyuruyordu. Peki neydi Rabbimizin peygamberine ve mü’minlere va’di? Rabbimizin
peygamberine va’di zaferdi, galibiyetti, hidâyetti, cennetti. Peki kâfirlere
vaiydi neydi? Hezimetti, mağlubiyetti, ateşti, cehennemdi. Kâfirlerin
cesetlerinin üzerinde soruyordu Allah’ın Resûlü onlara. Ben Rabbimin bana
va’dini gerçek buldum, siz de size vaiydini gerçek buldunuz mu? Nasıl yapar
mıymış Allah dediklerini? diyordu. sahâbe-i kirâm soruyorlardı: Ey Allah’ın
Resûlü bunlar geberdiler, sizin sözünüzü duyarlar mı? Allah’ın Resûlü buyurur
ki; “Evet onlar aynen sizler gibi duyarlar, ama cevap veremezler.”
Bakın burada da Rabbimiz buyurur ki: "Bu
gerçek değil miymiş?" Bu sual karşısında artık tüm gerçekleri gören bu
kâfirler diyecekler ki: "Evet Rabbimiz hakkı için
gerçekmiş." diyecekler. Böylelikle dünyada inkâr ettikleri öldükten
sonra dirilme gerçeğini itiraf edecekler. Üstelik bu itirafı yeminle de
pekiştirecekler. Vallahi ya Rabbi bu iş hakmış diyecekler. Demez komaz
olsunlar. Bunu dünyada diyeceklerdi. Bunu dünyada kabul edecekler ve hayatlarını
buna göre bina edeceklerdi, geçmişler olsun. Evet itiraf edecekler hem de
yeminle, ama heyhat ki bu itirafın kendilerine hiçbir faydası olmayacak. Çünkü
zaten onu kesinlikle inkâr edemeyecekleri bir ortamda itiraf etmektedirler. O
ortamda zaten inkâra güçleri yoktur.
31. Allah’a kavuşmayı (Allah’la
karşılaşmayı) yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir ki kıyâmet saati ansızın
onlara geldiği zaman ağırlıklarını arkalarına yüklenip: "Dünyada işlediğimiz
büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize!" derler. Dikkat edin onların
yüklendikleri şeyler ne kötüdür!"
Allah’la karşı karşıya gelmeyi
ummayanlar. Allah’a kavuşup onun sorgulamasıyla karşı karşıya geleceklerine
inanmayanlar. Dünya hayatına razı olanlar. Dünyayı tatminkâr bulanlar. Dünyanın
ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini duymayanlar. Varsa da yoksa
da yaşadığımız şu hayat vardır. Burada kam almaya bakalım diyenler. Yaşadıkları
hayatlarında âhiret inancının kokusu bile olmayanlar var ya, işte hüsrana mahkum
olanlar bunlardır. İşte eli boşa çıkanlar, kaybedenler bunlardır. Hasret
çekenler bunlardır. Eyvah! Vah! Tüh! Yazıklar olsun bize! Yuh olsun bize! Vah
orada yaptıkları-mıza! Yazıklar olsun bizim anlayışlarımıza! Yazıklar olsun
bizim hesa-bımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah yapmamamız gerekirken
yaptıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza! diyerek
dövünecekler, kaybettikleri fırsatlarından ötürü hasret çekecekler onlar.
Dünya ile aldanmışlardır bunlar. Onu
kendilerinin sandılar aldandılar. Onu ebedî zannettiler aldandılar. Sanki
dünyayı hiç bitmeyecek, tükenmeyecek zannettiler aldandılar. Dünyanın
içindekilere meylederek aldandılar. Dünyanın konumu onları aldattı, aldandılar.
Kuralları gereği dünyada Allah dokunmuyordu onlara. Dünyada imtihan gereği içki
içene de dokunmuyordu Allah, namaz kılana da dokunmuyordu, zina edene de
dokunmuyordu. Dünyanın yönetimine Allah’ı karıştırmayanlara da dokunmuyordu,
Allah’a kulluk yapana da âdetlerin, çevrenin, modanın, şeytanın, tâğutların,
nefislerinin kulu kölesi olanlara da dokunmuyordu. İmtihan gereği işledikleri
suçlar yüzünden dünyada Allah’ı atlattıklarını zannediyorlardı.
Evet bunlar ağırlıklarını arkalarına
yüklenecekler, günahlarını sırtlarına yüklenecekler. Hani bir söz vardır: Herkes
cehennemdeki kendi ateşini dünyadan kendisi getirir diye. İşte bunlar kendi
yüklerini, kendi ateşlerini kendileri yüklenip gelecekler. Ve diyecekler ki
dünyada işlediklerimizden ötürü yazıklar olsun bize. Dünyada kaçırdığımız
fırsatlarımızdan ötürü yuh olsun bize. Eyvah! Biz boşa geçirmişiz günlerimizi.
Allah için şöyle bir düşünün. Beş yıllık ilk okul hayatımız elli güne çok rahat
sığacaktır. Yedi yıllık İmâm Hatip dönemimiz yedi aya sığdırılacaktır. Bunlardan
tutun para kazanmaya ayırdığımız zamanları, rızık kazanmak için değil köşe
dönmeye ayırdığımız zamanlarımızı, televizyonun başında, akvaryumun kenarında
öldürdüğümüz zamanları bir düşünün.
Ya da hanımlarımızla sadece cinsi
münâsebete inhisâr eden hayatımızı bir düşünün. Böyle boşa harcadığımız bir
ömre yazıklar olsun demeyecek miyiz acaba yarın? Eh hesabımız yarın pişman
olmak için mi? Yarın dövünmenin hesabını mı yapıyoruz? Allah için bir düşünelim.
Evet Allah diyor ki yarın
yaşadıkları hayattan ötürü pişmanlık duyacaklar ve de "Onların sırtlarındaki yükleri ne
kötüdür." diyor.
Hangi yükler meselâ? Dinle
tanıştırmadığı çocuklarının vebal yükü. Kitap sünnet tanıtmadığı hanımlarının
vebali. Din duyurması gereken komşularının vebali. Hikâyelerle oyaladığı
talebelerinin vebali, dine şehâdet vebali, tebliğ ve talim vebali, Kur’an
emanetinin vebali, mal ve can emanetinin vebali, aklın vebali, gözün, kulağın
vebali, bütün sermayelerin vebali. Tüm bu veballeri yüklenecekler yarın
sırtlarına. Rabbimiz buyuruyor ki, ne kötü bir yüktür bütün bunlar? Öy-leyse
aklımızı başımıza alalım da birer birer bu yükleri şimdiden indirmeye çalışalım.
İndirmeye çalışalım da yarın bu yüklerin altında ezilmeyelim, Allah yardımcımız
olsun inşallah.
Bundan sonra diyor ki bakın
Rabbimiz:
32"Dünya hayatı sadece oyun ve
eğlencedir. Âhiret yurdu ise muttakiler için daha iyidir. Hiç düşünmüyor
musunuz?"
Evet dünya sadece bir oyundan,
oyalanmadan, oyuncaktan ibarettir. Evleri, barkları, dükkanları, tezgahları,
hesapları, kararları, evliliği, boşanması, sanki çocukların evcilik oynamasına
benziyor.
Rabbimiz kitabında bu tür âyetleriyle
bize dünyayı anlatıyor, dünya hayatını anlatıyor. Dünya, dena fiilinin ismi
tafdıyl müennes sığasıdır. Müennes sığasıyla kullanılışı onun kancıkça bir
hayat oluşunu anlatır. Ya da "Edna" daha düşük, daha alçak, daha adi ve
değersiz anlamlarına gelir.
Şu hadisi daha önce bir kaç defa
söylediğimi hatırlıyorum: Allah’ın Resûlü Medine sokaklarından birinde
dolaşırken kokmaya yüz tutmuş bir oğlak ölüsü görür. Ashabına dönüp: “Bu
oğlak ölüsünü kim bir dirheme benden satın almak ister?” buyurur.
Çevresindekilerden talip çıkmayınca buyurur ki: “Öyleyse kim bunu
kendisine hediye etmemi ister?” buyurunca etrafındakiler: Ey Allah’ın
Resûlü bunun dirisi bile para etmez değil ki kokmaya yüz tutmuş ölüsü deyince
Allah’ın Resûlü buyurur ki:
“İşte Allah katında dünyanın
değeri bu oğlağın sizin yanınızdaki değeri gibidir. Eğer şu anda sizin kazanmak
için çırpındığınız, onsuz olmaz dediğiniz dünyanın sineğin kanadı kadar Allah
katında bir değeri olsaydı ondan kâfire bir yudum su bile
vermezdi.”
Evet kâfire bolca verdiğine göre Rabbimiz,
demek ki onun hiçbir değeri yoktur.
Ve şu anda bizler bu oğlağı paylaşma
kavgası veriyoruz. Yok bacağı senin olacaktı, yok kuyruğu benim olacaktı, yok
barsağı sana gitmişti, şu anda bizler bunun paylaşımı savaşını veriyoruz. İşte
dünya budur. Halbuki Allah’ın Resûlü başka bir hadislerinde buyuruyor
ki:
"Sizin yaranızı sudan koruduğunuz
gibi Allah da sevdiği kullarını dünyadan korur."
...buyurur. Ama bakıyoruz ki
bugün mümini de kâfiri de dünyayı hedeflemiş. Mümini de kâfiri de dünyayı
kucaklama sevdasına kapılmış Allah korusun. Dünya sadece bir eğlenceden ibaret
olduğu halde, geçici bir oyundan oyalanmadan ibaret olduğu halde, ölümle bitecek
ve yarına intikal etmeyecek olduğu halde, âhiret yurdu daha güzel ve daha kalıcı
olduğu halde insanlar hep dünyayı tercih ediyorlar. Almamızda, vermemizde,
küsmemizde, barışmamızda, sevmemizde, reddetmemizde, evimizde eşyamızda hep
dünyayı tercih ediyoruz. Kızımızın dünyalık istikbalini düşünüyor ve okula
gönderiyoruz. Oğlumuzun kazanmasını hesap ediyor onu mühendisliğe yatırım
yapıyoruz. Çeyiz peşinde, ev bark peşinde, para pul peşinde koştuğumuz kadar
ilim peşinde koşamıyoruz. Bilgisayar öğrenmeye inandığımız kadar Bakara’ya
inanmıyoruz. Yahu ne olur ne olmaz yarın belki lâzım olur diyoruz.
O belki lâzım olacak ama Bakara
mutlaka lâzımdır bunu anla-yamıyoruz. Yarışımızı hep dünya adına yapıyoruz. Hep
dünyalıklar konusunda yarışıyoruz. Aman daha çok malım olsun. Aman daha çok
markım, dolarım olsun. Daha çok dükkan, daha çok arsa, daha çok şan, daha çok
şöhret, daha çok alkış, daha çok koltuk, daha çok makam, daha iyi model, daha
güzel sofra adına yarışıyoruz. Ama Allah korusun da içimizde daha iyi Müslüman
olalım, cennette daha ali makamları elde edelim, daha güzel kulluk yapalım diye
bunu dert edinen pek kalmadı gibi.
Evet âyet-i kerîmede anlatılan dünya
hayatının çok lüzumsuz, gerçek dışı, hiçbir değeri olmayan, hiçbir ciddiyet
taşımayan, hiçbir amacı olmayan boş bir hayat olduğu anlaşılmamalıdır.
Burada anlatılmak istenen dünya
hayatının sonluluğu ve geçiciliğidir. Dünya hayatının hedef değil vasıta
oluşudur. Yâni dünya hayatının âhiret yurdu yanında çok kısa geçici bir hayat
olduğunun anlatılmasıdır. Tıpkı çok ciddi bir iş için yolculuğa çıkan bir adamın
yolculuğuna devam ederken kısa bir süre dinlenmek ve sonra tekrar yoluna devam
etmek için uğradığı bir ağacın altında dinlenme ve oyalanma yeridir.
Bir de konumu gereği insanları
aldatabilecek, insanları yanlışa, yanılmaya götürebilecek, insanı sadece
eğlenceden, oyalanma-dan ibaretmiş zehabına götürebilecek pek çok aldatıcı
görünümlerin bulunduğu bir hayat olduğu için böyle deniyor, Allahu âlem.
Oyun; faydalı işleri bırakıp faydasız
şeylerin peşine takılmaktır. Eğlence, "lehv" ise ciddiyeti bırakıp
ciddiyetsizliğe yönelmek demektir. Dünya hayatını temel kabul edenler, onu
sonsuz zannedenler, var-sa da yoksa da işte yaşadığımız bu hayat vardır, bunun
ötesinde baş-ka bir hayat yoktur diyenler, bu inançta olanlar oyun ve eğlenceye
yö-nelen insanlardır. Ya da onların dünyada yaptıklarının tamamı oyun ve
eğlenceden başka bir şey değildir. Ya da tıpkı oyun ve eğlence gibi bu hayat da
kısa sürmektedir.
Veya insan oyun ve eğlencelere
olayların sonunu düşünmediği zamanlar dalar. Ancak olayın ciddiyeti, ya da
ötesi düşünüldüğü zaman da oyunun da, eğlencenin de tadı tuzu kalmaz. Bir de
oyun ve eğlencelerle genellikle çocuklar ve cahiller meşgul olurlar. Akıllı
insanların bu tür şeylere ayıracak zamanları yoktur. Onun için Allah diyor ki
hiç düşünmüyor musunuz? Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? Ama âhiret yurdu öyle
değildir. Âhiret yurdu böyle gelip geçici, bir anda bitiveren sonlu bir hayat
değildir.
33."Ey Muhammed! onların
söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz; Doğrusu onlar seni
yalanla-mıyorlar, fakat zalimler Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr
ediyorlar."
Rabbimiz peygamberinin gönlünü alıyor.
Rabbimiz bu âyetleriyle peygamberine sabır tavsiye ediyordu. Zira Rasulullah’a
yapılan iftiralar, hakaretler onu üzüyordu. Sihirbaz diyorlardı, kâhin
diyorlardı, şair diyorlardı. Kâfirlerin her türlü fiil ve kavilleri onu
üzüyordu. Halbuki peygamberliğinden önce herkes onu kabul ediyordu. Muhammedü’l
Emin diyorlar, mallarını, ırzlarını, namuslarını ona teslim ediyorlardı. İsmet
sıfatının sahibi görüyorlardı onu. Ama şimdi peygamberliği ortaya koyunca sanki
herkes onun aleyhine geçivermişti.
Şimdi de öyle değil mi ama?
Adamın elbisesine karışsanız, rengi şöyle olsaydı, deseni böyle olsaydı deseniz
hiç problem çıkmaz, dinler adam sizi. Veya adamın arabasına karışsanız, rengi
şöyle olsaydı, şurası şöyle olsaydı deseniz dinler sizi. Ama bu olmasaydı
diyerek onun varlığını reddettiğiniz anda kıyâmet kopar değil mi? Meselâ
Anayasa oylamasına gideceksin, ister ret kullan ister kabul kullan fark etmez,
ama gitmediğin zaman, bunu tümüyle reddettiğin zaman kıyâmet kopar.
Veya meselâ demokratik yolu kabul
edeceksin, demokratik yollarla çare arayacaksın, Yargıtay’a gideceksin, temyize
baş vurursun, hakkını bu yolla arar ve bulursan tebrik edilirsin. Ama tümüyle
demokrasiyi reddettiğin zaman kıyâmet kopar değil mi? İşte bir dönem Allah’ın
Resûlüne Muhammed’ül Emin diyen bu insanlar kendi hayatlarını yargılamaya
başlayınca, hayatlarını toptan reddetmeye kalkışınca kıyâmeti koparıverdiler. Bu
duruma üzülen peygamberine Rabbimiz sabır tavsiye ediyor.
Ey peygamberim onların söylediklerinin
seni üzdüğünü biliyoruz. Ama üzülme peygamberim onlar aslında seni yalanlamı
yorlar. Fakat bu zalimler Allah’ın âyetlerini yalanlıyorlar. Bunlar seni değil
Benim âyetlerimi yalanlıyorlar. Bakın İslâm’ın ve Rasulullah’ın en büyük
düşmanlarından biri olan Ebu Cehil Allah’ın Resûlüne şöyle diyordu: "Ey
Muhammed! Vallahi biz sana yalancı demiyoruz! Biz sana yalan söylüyorsun
demiyoruz. Ama biz senin bize sunduğuna yalan diyoruz" diyordu.
Yine bakın Bedir günü Allah’ın
Resûlünü ve onun mesajını yok etmeye gelen Ahnes Bin Şurayk Ebu Cehil’e gizlice
sorar: Ey Ebu Cehil şu anda ikimizi duyacak başka kimsecikler yok, o halde bana
doğru söyle. Gerçekten Muhammedi yalancı olarak mı görüyorsun? Ebu Cehil’in
cevabı şöyle oldu: Allah’a yemin ederim ki o doğru bir insandır. Ve hayatı
boyunca onun tek bir yalanına bile şâhit olmadım. Ama şu anda ben şunun için
savaşıyorum. Şimdi bizim elimizde bulunan kabilenin bayrağını taşıma "liva";
hacılara su verme "Sıkaye"; hacıları doyurma "Rifade"; Kâbe’nin anahtarlarını
elimizde bulundurma görevleri bizim elimizden alınıp peygamberin eline geçerse
bize ne kalacak geriye? İşte ben bunun için savaşıyorum, bunun için ona karşı
çıkıyorum diyordu.
Yine Haris Bin Amir: Vallahi ey
Muhammed! Biz sana yalan
söylüyorsun demiyoruz. Ancak senin getirdiğin mesaj bizi yerimizden
edecek. Senin getirdiğin âyetler bizim makamlarımızı, konumlarımızı sarsacak
diyordu. Peygamberin doğruluğunu inkâr etmiyorlar, ama getirdiği mesajın
Allah’tan geldiği konusunda şüphe ediyorlardı. Ya da Allah’ın hayata karışmasını
reddetmeye çalışıyorlardı. Allah’ı da, peygamberi de kabul edelim, ama
oldukları yerde dursunlar, bizim hayatımıza karışmasınlar demeye
çalışıyorlardı.
Allah diyor ki: Peygamberim! Onların
yalancı olarak reddettikleri sen değilsin. Onlar seni reddetmiyorlar bizim
mesajımızı reddediyorlar. Ya da seni yalanlamak, Allah’ı yalanlamak demektir,
Seni reddetmek Allah’ın âyetlerini reddetmek demektir. Seni kabul etmek de,
seni ve sünnetini dinde temel odak nokta bilmek de Allah’ı kabul etmektir
oluyor bunun bir başka mânâsı da. Seni kabul etmek kitabı kabul etmek demektir.
O halde onlar seni yalanlamıyorlar. Çünkü elçinin yalanlanması onu gönderenin
yalanlanması demektir.
Öyleyse ey peygamberim! Biz bizi
ve mesajımızı reddedenlere karşı sabreder ve onlara süre üstüne süre tanırken,
sen ne diye kay-gılanırsın? Ne diye kendini yiyip bitirecek duruma gelirsin?
buyurarak Rabbimizin elçisini teselli ettiğini görüyoruz burada.
34. Senden önce nice peygamberler yalanlandı
ve kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlanmalarına ve sıkıştırılmalara
katlandılar. Allah’ın sözlerini değiştirecek yoktur, andolsun ki
peygamberlerin haberi sana da geldi."
Evet peygamberim yalanlanan sadece sen
değilsin. Senden önce de pek çok peygamberler yalanlanmıştır. Pek çok
peygamberler de işkencelere maruz kalmışlar, bu peygamberler kendilerine
yardımımız gelene kadar sabretmişler, dayanmışlar, direnmişler, yılmamış-lar,
durmamışlar, dönmemişler, yollarına devam etmişlerdir. Öyleyse Allah’ın
sözlerini değiştirecek yoktur. Yeryüzünde Allah’ın koyduğu yasalarını
değiştirecek yoktur. Allah’ın kelimelerinde değişme olmaz. Burada Allah’ın
kelimelerinden ve bu kelimelerin değişmeyeceğinden maksat, doğruyla yanlış,
hakla bâtıl, imanla küfür, Allah yolu taraftarlarıyla şeytan yolu taraftarları
arasında süregelen savaşın kanunudur. Hakla bâtıl arasındaki çatışma yasasıdır.
Allah’ın yeryüzünde koyduğu bu yasa hiç değişmeden devam etmektedir.
Bir de bu yasaya göre hak sahibi,
iman sahibi, takva sahibi kimselerin bu konudaki sabırlarını, sadâkatlerini,
dirençlerini ve Allah’a olan tevekküllerini ve güvenlerini ispat etmeleri için
uzun bir süre imtihana tabi tutulmaları, çeşitli eleklerden geçirilmeleri
gerekmektedir. Böylece bu denemelerden, bu potalardan geçirilirken hem
istenmeyen cürufları atılacak, hem yüce hasletleri geliştirilecek, hem de en
sonunda kazandıkları bu silahlarla küfür cephesi karşısında dayanabilme ve
zaferi elde edebilme noktasına geleceklerdir. İşte bu değişmeyen bir yasadır.
Her dönemde Müslümanlar bu yasadan geçirileceklerdir.
Ve işte bu yasa gereği yardıma
ehil hale gelen Müslümanlara Allah’ın yardımı gelecektir. Ve yine bu yasaya göre
Müslümanlar hiçbir zaman kendilerine düşeni yapmadıkları sürece kendilerine
Allah’ın yardımı gelmeyecektir. Mü'minler kendilerini değiştirmedikleri sürece
Allah onları asla değiştirmeyecektir. İşte bu Allah’ın kelimelerinde değişme
olmaz ifadesinin mânâsı anlayabildiğimiz kadar budur.
Evet kâfirler iman cephesine karşı hep
savaş açacaklar, kâfirler Müslümanlardan asla razı olmayacaklar, bu bir
yasadır. Allah yolunun yolcuları bu kâfirlerin tutumlarına karşı,
yalanlamalarına karşı sabredecekler. Yâni her şeye rağmen Allah’ın dediğini
yapmaya çalışacaklar, kulluktan vazgeçmeyecekler, yollarında, davalarında
şüpheye düşmeyecekler, yılgınlık göstermeyecekler, bu da bir yasadır. Nihâyet
onlara Allah’ın yardımı gelecektir, bu da bir yasadır. Tarih boyunca bu hep
böyle olagelmiştir. Allah’ın yasalarını asla değiştirecek yoktur. Bu yasalara
uygun hareket eden kullarına Allah’ın vaâdettiği yardımı değiştirecek
yoktur.
Sâffât sûresindeki âyet-i kerîmesinde
de bu hususu şöyle anlatıyor Rabbimiz:
"Andolsun ki peygamberlerimize söz
vermişizdir: Onlar muhakkak yardım göreceklerdir. Bizim ordumuz muhakkak üstün
gelecektir."
(Sâffât 71,72,73)
Yine Mücâdele sûresinde şöyle
deniyor:
"Allah, "Andolsun ki ben ve
peygamberlerim üstün geleceğiz" diye yazmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir.
Güçlüdür." (Mücâdele
21)
Evet bu bir yasadır. Yeryüzünde
değişmeyen bir yasadır, öyleyse peygamberim! Sen de bu yasa gereği sabret,
diren, dayan, yılgınlık gösterme. Eğer sen sana düşeni yaparsan, Allah da sana
karşı yardımını gönderecektir, bundan en küçük bir şüphen olmasın.
Değilse:
35. Onların yüz çevirmeleri sana ağır
geliyorsa, eğer gücün yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı,
onlara bir mûcize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları doğru yolda
toplardı. Sakın cahillerden olma!"
Evet Allah’ın Resûlü zaman zaman
insanlar yola gelmiyorlar diye, insanlar adam olmuyorlar diye üzülüp ve
hayıflanıyordu. cehenneme doğru giden insanlar görüyordu çevresinde ve
üzüntüsünden kendisini yiyecek duruma geliyordu. Çareler arıyordu Allah’ın
Resûlü. Acaba ne yapsam da bu insanları hidâyete ulaştırsam? Nasıl etsem de
bunları cennete kazandırsam? Nasıl bir usul, nasıl bir metot takip etsem de bu
insanların cehennem yollarına barikatlar koyabilsem diye çırpınıyordu Allah’ın
Resûlü. Bu konuda öyle haristi ki Allah’ın Resûlü, elinde avucunda, evinde,
cebinde nesi varsa hepsini harcamaya çalışıyordu. Yapması gerekenleri yapıyordu
da, acaba bundan başka ne yapsam? Bu dini tebliğden başka, bu Allah’ın
âyetlerini duyurmanın ötesinde ne yapsam acaba? diyordu.
Hani bugün biz de deriz ya zaman zaman:
Acaba ne yapsak da bu insanları İslâmlaştırsak? Ne yapsak da bu insanları
cennete götürebilsek? Bir okul mu açsak acaba? Bir tekvando salonu mu açsak?
Bir matbaa mı kursak? Bol bol yemekler ikram edebileceğimiz, yardımlarda
bulunabileceğimiz bir vakıf mı kursak acaba? Yoksa mestlerimizi mi saklasak?
Sakallarımızı mı kestirsek? Evlerimizi şöyle şöyle mi tefriş etsek?
Hanımlarımızı şöyle şöyle mi giydiriversek? Ara sıra meyhaneye mi gidiversek?
İçkilerine, fâizlerine dokunmayı mı versek acaba? gibi çoğu İslâm’ın tecviz
etmediği bazı yolları deneme-yi düşünürüz.
Hattâ bazen Allah’ın bizden
diriltmemizi istediği insanları öldürmeyi bile düşünürüz. Allah Resûlü
Mekke’den sürülürken, Taif de dövülürken bile melekleri imdadına çağırmadığı
halde biz çoğu zaman acaba melekleri, cinleri mi yardıma çağırsak? Ya da dua
ediversek de Allah bu işi hallediverse, bu iş bir anda oluverse deriz.
Rasulullah da insanları
İslâmlaştırabilmek için bazı çareler aradı. Değişik usul ve metotlar düşündü de
Allah şöyle buyurdu: Peygamberim! Vazgeç bundan! Eğer Benim sana verdiklerim
yetmiyorsa, Benim sana vahyettiğim âyetlerim yetmiyorsa haydi gücün yetiyorsa
bir delik delip yerin dibine in, yahut göğe bir merdiven dayayıp gökyüzüne çık
da Benim verdiklerimin dışında bir âyet, bir mûcize, bir metot getir onlara. Ne
büyük bir tehdit değil mi bu? Peki kime deniyordu bu? Kime yapılıyordu bu
tehdit? Allah’ın Resûlüne. Hem de Hz. Nuh (a.s) gibi çevresindekilerden,
toplumundan gördüğü eziyetlere karşılık bir defa beddua etmeyecek kadar, bir
defa melekten yardım istemeyecek kadar sabır timsali bir peygambere yapılıyordu
bu tehdit.
Ne oluyor sana ey peygamberim! Ne
arıyorsun sen? Kuran yetmiyor mu sanki? Kur’an’ı Benim onda tarif ettiğim
Rabbani bir metotla insanlara tebliğ etmek yetmiyor mu? Halbuki onların hidâyete
gelmesi senin planlarına, senin programlarına bağlı değildir. Şüphesiz ki ey
peygamberim, sen dilediklerini hidâyete erdiremezsin. Senin vazifen ölmüşleri
diriltmek değildir. Sen ancak korkmadan, çekinmeden, açıkça sana indirdiğimizi
anlat ve ötesini düşünme. Eğer Allah dileseydi onların tümünü, insanların
tamamını hidâyet üzere, İslâm üzere toplardı. Ya da dileseydi Rabbin o
kâfirlerin tamamını melekler gibi, sema ve arz gibi, bitkiler ve hayvanlar gibi
doğuştan isyan edemez biçimde yaratırdı. Yâni diğer varlıklar gibi doğuştan
onların boyunlarındaki ipin ucunu eline alırdı da hiçbirisi kâfirlik yapamazdı.
Ama Rab-bin böyle dilememiş ve böyle olmamıştır.
Binaenaleyh sen onları hidâyete getireceğim
diye çeşitli yollar ve metotlar denemeye kalkışıp sakın cahillerden olma
buyurarak Rabbimiz iman etmeyenler karşısında yılgınlık göstermemesi
gerektiğini, sabırla Allah’ın kendisi için çizdiği program dahilinde görevini
yerine getirmesi gerektiğini söylüyordu.
Ey peygamberim! Eğer bu görev
mûcizelerle, harikalarla yerine
getirilebilecek bir görev olsaydı bunu Allah yapardı, senin yap-mana gerek
kalmazdı. Eğer sen Rabbinin programından razı değilsen haydi kendin daha güzel
bir program yap! Gökyüzüne çık, yere in ve yeni bir şeyler getir onlara. Ama
bilesin ki sünnetullahta buna yer yoktur. Eğer Allah bunu dileseydi baştan
Müslüman yapardı onların tümünü ve iş biterdi. O zaman ne peygamberler
göndermeye, ne de kitaplar indirmeye de gerek kalmazdı.
Evet âyet-i kerîmenin bir başka anlamı
da şöyledir: Ey peygamberim, senin buna gücün yetmez demektir. Yâni Rabbinin
programını bırakıp da yeni bir program yapmaya senin gücün yetmez demektir.
Veya bir başka anlamı da, senin onları hidâyete ulaştırmaya gücün yetmez
demektir.
Bir de tabii bu âyet peygamberin
insanların hidâyeti konusundaki tutkusunu anlatır. Yâni peygamber eğer bu
insanların hidâyeti için semadan, ya da yerin dibinden bir şey getirebilecek
olsaydı, buna imkânı olsaydı mutlaka onların iman etmeleri için onu yapardı,
mutlaka onu onlara getirirdi demektir bunun mânâsı.
"Ey Muhammed! Rabbin dileseydi yeryüzünde bu-lunanların hepsi iman
ederdi. Öyle iken insanları iman etmeye sen mi
zorlayacaksın?" (Yunus 99)
Onların iman etmeleri senin elinde
değildir. Yâni senin onlara fevkalade bir mûcize göstermene bağlı değildir. Bu
iş Allah’a aittir. Bu âyet-i kerîme Resûlü Ekrem’in sahsında kıyâmete kadar
gelecek İslâm’ı tebliğ eden peygamber yolunun yolcusu tüm müminlere hitap
etmektedir. Âyet-i kerîme İslâm tebliğcilerinin önüne zaman ve mekânla sınırlı
olmayan, kıyâmete kadar her dönemde geçerliliğini sürdürecek bir program
çizmektedir. İnsanları Allah yoluna dâvet elbette meşakkatli ve zor bir iştir.
Bu yolda en büyüklük sırasına göre üç büyük zorluk vardır. Birincisi
yalanlanma, ikincisi döneklik, üçüncüsü de dâvet eden kişinin gönlünde herkesin
bu dâvete icabet etme arzusu. İşte bu üç konuya çok dikkat edeceğiz.
Bizi çok rahat yalanlayanlar
çıkabilecek, buna hazır olmalıyız. Bize inandığını iddia edenlerden döneklik
yapanlar olabilecek, buna da hazır olmalıyız. Bir de gönlümüzde herkesin bir an
evvel bizim dâvetimize icabet etmesini ısrarla isteme olabilecek ve bu dine
girivermeleri konusunda sabırsızlık gösterebilecek, hattâ Rabbimizin bu konuda
harikulade şeyler yaratmasını bekleyecek duruma gelebileceğiz. Din dâvetçisi
Allah’ın yardımı hususunda acele etmeden kendini Allah’a teslim etmeli ve her
şeyden evvel Allah’a güvenmelidir. Zira bilelim ki inanmayanların inanmayışları
âyetlerin yetersizliğinden, delillerin azlığından değildir. Eksik olan onların
kör, sağır ve ölü oluşlarıdır. Binaenaleyh insanlar yola gelmiyorlar diye,
insanlar İslâm’ı kabullenmiyorlar diye zorlanıp, metot değiştirilip, İslâm’ı
başka başka kılıflara sokup, değişik elbiseler içinde takdime çalışmak Allah’ın
istediği şekilde hizmet değildir.
Böyle yaparak yığınları İslâm’a
kazandıracağımızı düşünüyorsak bilelim ki peygamberler, imâmlar kaç kişiyi yola
getirdin diye hesaba çekilmeyeceklerdir. Ölçüye uyup uymadığına, Allah’ın tarif
ettiği biçimde Allah’ın kullarını hakka dâvet edip etmediklerine göre hesaba
çekileceklerdir. Unutmayalım ki nice peygamberler vardır ki hiç insan
çevirememiş, niceleri vardır ki başı testereyle kesilmiş, niceleri var ki taşla
şehid edilmiş. Ama ne gam, onlar Allah’ın dediği gibi hareket etmişler ve
kazanmışlardır.
İslâm dâvetçileri insanları İslâm’a
dâvet ederlerken beşerin günü birlik arzularına uygun elbiseler içinde onu
takdim edemezler. İslâm’ın böyle bir şeye ihtiyacı yoktur. Hayır hayır dâvetçi
dini kendi Rabbani metodunun dışında takdim edemez. Allah nizamına insanların
yanındaki sistemlerden, kulların sistemlerinden şefaatçiler arayamaz. Devrin
şartlarına ve yığınların arzularına göre o metot arayışına giremez. Girerse
peygamberi tehdit eden âyet onun karşısına da dikilir ve hesap sorar ondan. Ne
gerek var böyle şeylere? Biz hiç denedik mi ki insanlara Allah’ın açık ve net
âyetleriyle gitmeyi. Biz hiç denedik mi her gün üç âyeti anlayıp onu açıkça
inanmayanlara anlatmayı? Denedik mi ki başka usuller arıyoruz? Hep korktuk
bundan, hep kaçtık, hiç denemedik. Hep başka şeyler anlattık, hep başka
şeylerden medetler bekledik.
Biz kendimiz tanıyamadık ki
Kur’an’ı onu başkalarına tanıtabilelim. Biz kendimiz anlayamadık ki başkalarına
anlatabilelim. Biz her halde onu toprağın altına girdikten sonra elimize alıp
tanımaya çalışacağız.
Bir gün Hz. Ömer bir Tevrat nüshası
bulmuş, içinde İslâm lehine, Rasulullah lehine deliller bulabilirim diye onu
getirip heyecanla Rasulullah’ın yanında okumaya başlar. Allah’ın Resûlü
gazaplanır ve yüzünde işmizaz belirir. Ashap Ömer’e işaret eder ve yeter ey Ömer
Rasulullah’ı kırdın der. Ömer Rasulullah’ın yüzüne bakınca büyük bir hata
işlediğini anlar ve elindeki Tevrat nüshasını atarak: Vallahi ey Allah’ın
Resûlü, ben Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, Nebî olarak
Muhammed’den, kitap olarak da yalnız Kur’andan razıyım. Vallahi kalbim bunlardan
başka birine kaymamıştır. Vallahi gönlüm bu paçavraya meyletmemiştir diyerek
Rasulullah’ın gönlünü kazandı.
Evet Rasulullah gazaplanmıştı.
Zira Kur’an kendisinden başka delile muhtaç değildir. Kur’an ve İslâm başka
şeylerin sağlamasına muhtaç değildir. İslâm’ın bizzat kendisi, Kur’an’ın bizzat
kendisi haktır ve hakkı açıklamaya yeter de artar da. Ama gelin görün ki
günümüz-de nice eserler nice meclislerde onun önüne geçirilmekte ondan önce
nicelerine baş vurulmaktadır.
Yapılacak şey şu: Allah’ın metluv ve
meşhût âyetlerini evvela kendimiz anlayacak ve anlatacağız en güzel biçimde ve
olduğu gibi onu pazarlayacağız. Vitrini canlı tutmaya çalışacağız, pazarlamayı
en güzel biçimde yapmaya çalışacağız, ama buna rağmen mal satımlı-yorsa, rağbet
görmüyorsa sabredeceğiz, gönüllerin anahtarı elinde olan Allah’ın yardımını
bekleyeceğiz. Unutmayalım ki Allah’ın yardımı ve nusreti prensiplere bağlılığa
göre gelir. Bizim azlığımız veya çokluğumuz hiç önemli değildir. Bu dine ve bu
dinin yasalarına uygunluğumuz
önemlidir. Zafer ve nusret için yasalara uymaya ve şartları yerine
getirmeye çalışacağız Allah yardımcımız olsun.
36. “Ancak kulak verenler dâveti kabul
ederler. Ölüleri ise Allah diriltir, sonra ona dönerler."
Ey Peygamberim ve ey peygamber yolunun
yolcuları, şunu da hatırınızdan çıkarmayın ki Risâlete karşı insanlar iki
gruptur. Kur’an karşısında, peygamber karşısında, İslâm karşısında iki grup
insan tavrı vardır. Bunlardan birinci grup fıtrî alıcı cihazları açık olanlar,
fıtratları ölmemiş olanlar. İkinci grup da fıtratları bozulmuş, alıcı
cihazları ölmüş insanlardır. Öyleyse ey peygamberim ve ey peygamber yolunun
yolcuları, bunu asla unutmayın. Size ancak sözü dinleyenler, söze kulak
verenler, sözü işiten ve onu anlayan kimseler icabet edeceklerdir. Alıcı
cihazları çalışan, fıtratları diri ve faal olan kimseler ancak icabet
edecektir. Fıtratları bozulmuş olanlar, yaratılış melekelerini kaybetmiş,
duymaz, işitmez hale gelmiş, doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş ölü
olanlara gelince bilesiniz ki onları ancak Allah diriltecektir. Bu duruma
gelmiş insanlar için ne peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri
bir şey yoktur.
Şunu hiçbir zaman hatırınızdan
çıkarmayın ki Allah’ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah’ın
söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allah’ın göstermediğine kimse bir şey
gösteremez. Allah’ın şaşırttığını kimse yola getiremez. Bunlar kabirdekiler gibi
değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını pencerelerini kapamış, duymayan,
duygulanmayan, düşünmeyen, idrak etmeyen, hayattayken ölmüş insanlardır. Bunlar
ölülerdir ve bunları Allah’tan başka diriltecek de yoktur. Âyette anlatılan
Allah’ın bunları diriltmesini de şöyle anla-maya çalışıyoruz: Ya bunlarda bir
dirilme emaresi, bir canlılık belirtisi görürse, yâni bunlarda bir hayır
görürse, dilerse Rabbimiz dünyada diriltecektir bunları. Dilemezse âhirette
huzuruna gelinceye kadar dünyada ölü bırakacak bunları da, o zaman
diriltecektir.
Bunları Allah diriltecektir
âyetinden bir de şunu anlıyoruz: Demek ki bunlardan ümit kesmemek
gerekmektedir. Demek ki her ne kadar bugün duymuyorlarsa da yarın
duyabileceklerdir. Bugün ölü olsalar da yarın belki dirilebileceklerdir. O
halde biz bunlara karşı uyarı-mıza devam edeceğiz, ümitlerimizi yitirmeyeceğiz,
ya da yola gelme-diler diye üzülüp kahrolmayacağız.
Arkadaşlar işte bu, meselenin
bize yönelik veçhesidir. Ama meselenin bir de onlara yönelik veçhesi vardır ki,
o da bu adamların ne zaman dirilecekleri, ne zaman adam olacakları bizi
ilgilendirmeyecektir. Zira bu Allah’a kalmış bir şeydir. Öyleyse bizler bu tür
insanlara karşı her şart altında görevimizi sürdürmek zorundayız. Bunun
dışın-da başka hesapların içine girmeden onlara tebliğimizi, uyarımızı devam
ettirmek zorundayız.
37. “Rabbinden peygambere bir belge
indirilseydi ya" dediler. De ki: Doğrusu Allah bir belge indirmeye kadirdir,
fakat çoğu bilmezler."
Peygambere bir belge bir âyet
indirilmesini istiyorlar. Baka-ra’da Allah buyurur ki bu yeni değil, bu sözler
yeni değildir. Yâni Hz. Ademden bu yana Müslümanlar hep böyle değişmeyen inancı
yaşı-yorlar, kâfirler de İblisin yolsuzlaşmasından bu yana hep böyle aynı
yanılgıyı devam ettiriyorlar. Yeni bir şey değildir bu. Tarihte hep ola-gelmiş
bir felsefedir.
"Ey Mûsâ Allah’ı apaçık görmedikçe sana
asla inanmayacağız! demişlerdi."
(Bakara 55)
"Bize yerden kaynaklar
fışkırtmadıkça sana inan-mayacağız! Veya senin bağların hurmalıkların olup,
ara-larından ırmaklar akıtmadıkça sana inanmayacağız! Yahut da iddia ettiğin
gibi göğü tepemize parça parça düşür-meli ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza
getirmelisin ki sana inanalım demişlerdi."
(İsrâ
90,91)
Yine hıristiyanlar da Hz. Îsâ’ya şöyle
demişlerdi:
“Havariler; Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin
bize gökten bir sofra indirebilir mi demişlerdi. Bunu becerebilir mi Rabbin
demişlerdi."
(Mâide 112)
Allah diyor ki bunlar, bu sözler yeni
değil, öncekiler de aynı şeyleri söylemişlerdi. Bugünkü bilimsel, pozitivist,
modernist kâfirler de aynı şeyleri söylüyorlar. Görmediğimiz bir Allah’a
kesinlikle inanmayız diyorlar. Laboratuvarın konusu olmayan, gözlerimizle görüp
duyularımızla algılamadığımız bir Allah’a kesinlikle inanmayız diyorlar. Ve
akıllarınca bilgiçlik ortaya koyduklarını zannediyorlar. Halbuki asırlar boyu
cahillerin dediğinden başkasını da demiyorlar.
Bunların iman etmeyişlerinin sebebi bu
konudaki delillerin azlığından değildir. Ve bunlar esasen Peygamberin
fonksiyonunu da bilemeyen zır cahillerdir. Peygamber evrendeki yasaları
değiştirmek için gelmemiştir. Bu sizin bilgisizce kendisinden istediğiniz
şeylere bir peygamberin, bir beşerin güç yetirmesi mümkün değildir. Siz yanlış
kapı çalıyorsunuz. Siz yanlış adrese müracaat ediyorsunuz. Siz Allah’tan
istenmesi gereken bir şeyi peygamberden isteme cehaletinde bulunuyorsunuz. Buna
ancak Allah güç yetirir. Bu iş ancak Allah’ın elindedir. Peygamberin sizin gibi
bir insan olarak görevi sadece Allah’tan geleni size duyurmaktır. Sadece size
doğru yolu, Allah yolunu göstermektir. Hal böyleyken siz ondan onun gücünün
yetmeyeceği şeyler isteyerek cahilliğinizi ortaya koyuyorsunuz. Kaldı
ki:
"Eğer gerçekten âyet istiyorsanız biz
kesin bir bilgiyle inanmak isteyenlere âyetlerimizi apaçık göstermişizdir."
(Bakara 19)
Âyet mi istiyorsunuz? Şu elinizdeki
Allah’ın âyetleri yetmiyor mu size? Şu kâinatta Allah’ın serpiştirdiği meşhût
âyetler yetmiyor mu? Allah’tan âyet istiyorlar, halbuki Allah’ın âyetlerinden
habersizler. Allah’ın kendileriyle konuşmasını istiyorlar, halbuki şu âyetlerle
Allah’ın kendileriyle konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar aslında da
yamukluk yapıyorlar. Mûsâ’nın toplumu konuşmaya şâhit oldular, bu defa da bizzat
Allah’ı görelim dediler. Bunlar da Allah’ın konuşmasına şâhit oldular, bu defa
da ne diyeceklerdi? Allah’ı bizzat görmemiz lâzım diyecekler ve Allah da onları
gebertiverecekti. Veya Allah’tan yeryüzüne bir sofra indirmesini mi
bekliyorsunuz? Allah’ın yeryüzünde sizlere sunduğu şu nîmet sofrasını görmüyor
musunuz? Elmasıyla, armuduyla, buğdayıyla, yağlısıyla, tuzlusuyla, tatlısıyla,
ekşisiyle Allah’ın size sunduğu şu sofrayı görmüyor musunuz? Kim verdi bütün
bunları size? Allah’tan beklemeniz, Allah’tan istemeniz gereken şeyleri sizin
gibi bir beşer olandan mı istiyorsunuz?
Allah buyurur ki doğrusu Rabbiniz size
farklı bir belge indirmeye, farklı âyetler göndermeye de kadirdir ama çoğunuz
bilmiyorsunuz. Allah’ın böyle sizden önceki toplumların peygamberlerinden
istedikleri gibi maddî mûcizelerden size de göndermemesi aslında size
acıdığındandır. Size merhametinden dolayı Allah bu tür âyetler
göndermemektedir. Sizlerden ve evlâtlarınızdan iman edeceklere imkân vermek
için Rabbiniz bu tür âyetlerini göndermiyor. Eğer bu tür gözle görülen âyetler
gelir de siz yine de iman etmezseniz artık defteriniz dürülecek, ama bunu
bilmiyorsunuz ve âdeta Allah’tan helâkinizi istiyorsunuz, diyor Rabbimiz.
Bundan sonraki âyette de, âyet mi istiyors-unuz? Alın size bir âyet, eğer
düşünüp ibret alacaksanız işte bir âyet diye Rabbimiz bir âyet
sunacak.
38."Yerde yürüyen hayvanlar ve
kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer ümmettirler. Kitapta biz
hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra Rablerine
toplanacaklardır."
Evet yeryüzünde gözle görülemeyecek
kadar küçük olanlarından tutun da en büyüğüne kadar her bir canlı türü,
gökyüzünde uçan her bir kuş sürüsü birer ümmettir. Denizdeki balıklar, karadaki
karıncalar her bireri bir ümmettir. Tıpkı sizin gibi tek asıldan gelen, yiyip
içen, doğup ölen birer ümmettirler. Yâni ey kâfirler, sizler de tıpkı onlar
gibi hiçbir şey anlamayan sürülersiniz. Ya da onlar nasıl Rablerinin emirlerine
boyun büküp teslim olmuşlarsa siz de Rabbinizin emirlerine teslimiyet gösterin.
Arı nasıl bal yaparak, koyun nasıl süt vererek Rabbinin emrine teslimse siz de
teslim olun.
Bu hayvanların hepsi de sizin gibi
topraktan yaratılmış, kendilerine bir hayat programı, bir yaşam biçimi tayin
edilmiş, sizin gibi rızkları, ecelleri takdir edilmiş, hepsi de sizin gibi
birbirleriyle ilişkiler içindedirler. Hepsi de Rableriyle ilişki içindedirler.
Hepsi de sizin gibi birbirleriyle toplanırlar, tanışırlar, koklaşırlar,
anlaşırlar. Hepsi de sizin gibi ürerler, çoğalırlar, yerler, içerler, doğarlar,
ölürler. Hepsi de Allah’ın kendileri adına koyduğu hayat programını takip
ederler. İşte bunlar sizin için birer ibret, birer âyettirler. Hepsi de kitapta,
Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Bu âlemde cereyan eden tüm varlıkların hiçbirisi
ihmal edilmemiş ki insanların muhtaç oldukları programlar ihmal edilmiş olsun.
Biz kitapta hiçbir şeyi eksik
bırakmadık diyor Rabbimiz. Buradaki kitaptan kasıt ya Levh-i Mahfuzdur, o zaman
mânâ biz orada yazmadık, takdir etmedik hiçbir şey bırakmadık olacaktır. Eğer
buradaki kitaptan kasıt şu elimizdeki kitapsa o zaman biz o kitapta, o
Kur’-an’da insanlar için açıklanması gereken hiçbir şeyi eksik bırakmadık demek
olacaktır. İnsanın Rabbi ile alâkalı, ya da insanların birbirleriy-le alâkalı
ilişkileri düzenleme konusunda, insanın çevresindeki ümmetlerle ilişkileri
konusunda, eşyayla münâsebetlerini düzenleme konusunda ve diğer ümmetlerin
birbirleriyle ilişkilerini düzenleme konusunda her şeyi açıklamış ve ortaya
koymuşuzdur.
Âlemlerin Rabbi olarak Allah karada
olsun, denizde olsun, semada olsun varlıklarından hiçbirisinin idaresini,
yaşama biçimini, hayatlarının tanzimini, rızkını asla ihmal etmez. Hûd sûresi
bu hususu güzel anlatır:
"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların
rızkı ancak Allah’a aittir. O, canlıları babalarının sulbünde karar-laşmış ve
analarının rahminde kararlaşmakta iken de bi-lir. Her şey apaçık bir
kitaptadır."
(Hûd 6)
Evet Rabbimiz onların isimlerini,
sayılarını, yerlerini, yurtlarını, yaşam biçimlerini, rızıklarını ve
ihtiyaçlarını, hayatlarını nasıl sürdürmeleri gerektiğini, rollerini bilen ve
düzenleyendir. Hiçbir varlık Onun ilminin dışında kalamaz. Bakın en küçüğünden
en büyüğüne kadar bu varlıkların beden yapıları hayat tarzlarına ne kadar uygun
düşüyor değil mi? En küçük bir sineğin bile bakımını, beslenmesini,
korunmasını, nerede olursa olsun yolunu bulmasını Allah’tan başka kimse
öğretmemiştir ona.
Ve bu varlıkların, bu ümmetlerin tamamı
sonra Rablerine toplanacaklardır. Rablerinin huzurunda toplanacaklardır.
Hayvanların toplanmaları ya onların ölümünü anlatır. Yâni onların ölümleri
toplanmalarıdır. Ya da hayvanların toplanmaları kıyâmet günü aralarında
hesaplaşmanın gerçekleşmesi adına diriltilmeleridir.
Boynuzsuzun boynuzludan hakkını alacağı
konusu hadislerde anlatılmaktadır. Hayvanlar haklarını hayvanlardan alacaklar,
hayvanlar haklarını insanlardan alacaklar. Böyle bir toplanmadan söz ediliyor
anlıyoruz.
39."Âyetlerimizi yalanlayanlar
karanlıklarda kal-mış sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse onu saptırır ve
kimi dilerse onu doğru yola ulaştırır."
Âyetleri yalan sayanlar karanlıklarda
kalmış sağır ve dilsizlerdir diyor Rabbimiz. Onların bu sağır ve dilsiz
oluşları hiçbir şey duymaz oluşları ve de tat oluşları, konuşma imkânlarının
olmayışı anlamına gelmemektedir. Bunlar duyarlar ama âyetlerimizi duymak
istemezler, âyetlerimizi duymazlıktan gelirler anlamınadır. Bunlar tıpkı Bakara
sûresinde anlatılan kimseler gibidirler. Hani orada Rabbimiz bu âyetleri
yalanlayan, Allah’ın âyetlerine karşı ilgisiz kalan ve sonunda da karanlıkta
kalıveren kimseleri anlatıyordu.
"Onlar çevresini aydınlatmak için ateş
yakan kim-seye benzerler ki Allah onların ışıklarını yok edince, onları
karanlıklar içinde görmez bir halde bırakmıştır. Sağır-dırlar, dilsizdirler,
kördürler ve bu yüzden de onlar asla doğru yola dönmezler."
(Bakara 17,18)
Yâni bu adamlar ateş yakmışlar, ama
yaktıkları bu ateşe karşı kendileri ilgisiz kalınca Allah da onların gözlerinin
işini, kulaklarının işini, kalplerinin işini bitirmiş, anlama özelliğini
bitirmiş. Artık o insan hem ateş yakıyor, hem çevresindekileri aydınlatıyor ama
kendisi ondan mahrum kalıyor. Öyleyse bu, kişinin kaybını anlatan güzel bir örnektir.
İşte meselâ şu anda ben ateş yakıyorum
ve çevremi aydınlatıyorum. Benim yaktığım bu ateşle sizler aydınlanıyorsunuz.
Ruhunuz aydınlanıyor, kalbiniz, düşünceniz aydınlanıyor. Bir şeyler
anlıyorsu-nuz, bir şeyler öğreniyorsunuz. Sizin öğrenmenize, sizin
aydınlanmanıza sebep olan bu ateşi şu anda ben tutuşturmaya çalışıyorum. Ama
yaktığım bu ateşe karşı ben kendim nötr davranırsam, kendi gayretsizliğim
sebebiyle veya kendim konusunda negatif isteğim sebebiyle bu yaktığım ateşten
kendim istifade etmek istemezsem ve bu yüzden de benim gözümün nûru alınır ve
kalbim mühürlenirse ben aynen o adam gibi olurum Allah
korusun.
Ateş yakıp yaktığı bu ateşle çevresini
aydınlatan, ama kendisi bu ateşten mahrum kalan kişi. Çevresine ışık dağıtıp
kendisi karanlıkta kalan kişi. Tıpkı ekmek fabrikası kurup imal ettiği on
binlerce ekmekle çevresini doyuran, ama koltuğunun altında akşam evdekilere iki
tane ekmek götürmeyen adam gibidir.
Veya başkalarına dağıttığı
ekmekten kendi ağzına götürmeyen adam gibidir. Birilerine aman namuslarınıza
iffetlerinize sahip çıkın! Aman çocuklarınızı Allah’ın istediği biçimde
Müslümanca eğitin! dediği halde, birileri onun bu beyanlarıyla, irşatlarıyla
aydınlanırken kendi hayatı tamamen bu konularda karanlık olan adam.
Başkalarının çocuklarını eğitmeye çalışırken, kendi çocuklarını eğitmeyen,
kendi ailesinin namus ve iffetine sahip çıkmayan adam. İşte münafığın durumu
bunun gibidir diyor Rabbimiz.
Demek ki kimi insanların görüntülenen
örneği buymuş. Kimi insanlar vardı hani, vahiyle ilgisiz. Kâfirle Müslüman
arasında, küfürle iman arasında gel git yapan insanın örneğiydi bu. İşte kâfirle
mü'min arasında olurmuş bu adam. Hem ateş yakarmış, hem de kâfir gibi
davranırmış. Hem başkalarına İslâm’dan söz edermiş, hem de kendisi dediklerine
karşı kör ve sağır kesilirmiş.
Bakıyoruz adama hem Kur’an anlatıyor, hem
sünnet yazıyor, hem kitap yazıyor, hem talebe yetiştiriyor, ama kendine karşı o
kadar kör ve sağır ki adam. Başkalarına duyurduklarını kendine karşı uygulama
noktasında o kadar kayıtsız, o kadar vurdumduymaz ki adam. Karısına karşı o
kadar kör ve sağır ki. Çocuklarına karşı kadar kör ve sağır ki. O kadar sağır ve
vurdum duymaz ki adam. Allah korusun sanki başkalarına duyurduğu dinle kendine
uyguladığı din tamamen farklı.
Allah kimi dilerse onu saptırır, kimi
de dilerse doğru yola ulaştırır. İşte Allah böyle âyetlerine karşı sağır ve kör
kesilen insanları asla doğru yola iletmez, Sıratı Müstakîme ulaştırmaz. Nûr
sûresinde anlatıldığı gibi böyle cehalet içinde kalmak, küfür içinde kalmak
isteyen, Allah’ın nûr olarak yollarını aydınlatmak üzere gönderdiği
âyetlerinden istifade etmek istemeyen insanlara Rabbimiz bu tür enfüs ve afak
taki âyetlerini gözlemleme fırsatı vermez.
Ya da salt maddî kazanç sağlamak
üzere veya önyargılı zihinlerle bu âyetlere yöneldikleri için hiçbir şey
anlamazlar, anlamalarına Allah imkân tanımaz.
İşte görüyoruz tüm bu enfüs ve
afak âyetlerini derinlemesine inceledikleri halde nice fizikçiler, nice
kimyacılar, nice hayvan bilimciler, nice botanikçiler, biyologlar, astronomlar,
sosyologlar, tarihçiler görüp inceledikleri bu âyetlerde Allah’ı ve onun eşsiz
gücünü görmek, anlamak şöyle dursun gördükleri her âyet onları ateizme, inkâra
ve materyalizme ve tabiata tapınmaya götürmektedir.
40."De ki, "Üzerinize Allah’ın azabı
geliverse, veya kıyâmet saati size geliverse Allah’tan başkasına mı
yal-varırsınız? Eğer sâdıksanız söyleyin
bakalım."
Onlara de ki peygamberim, anladınız mı?
Her biriniz kendinizi gördünüz mü? Her biriniz kendinizi anladınız mı? Sizin
vicdanlarınız var mı? Eğer vicdanlarınız varsa, eğer şuur sahibiyseniz öyleyse
söyleyin bakalım. Yâni böyle vicdanlarınızın derinliklerine inerek kendinizi
şöyle bir yoklayın. Kendinizi bir tartın da vicdanlarınızla, kendi kendinizle
bir yüzleşin de söyleyin bakalım. Allah’ın azabı size geliverse ve-ya kıyâmet
saati başınıza patlayıverse, böyle ciddi bir tehlike kapınızı çalıverse, azîm
bir musîbet saçlarınızı yoluverse, bir tehlike yolunuzu kesiverse, teleferik
yarı yolda duruverse, karılarınız ölüm döşeğine u-zanıverse, eviniz yanıverse,
kapınıza borçlular veya polisler geliverse böyle bir durumda siz kime
yalvarırsınız? Yerde bütün kapılar yüzünüze kapandığı zaman kimin kapısını
çalarsınız? Kime sığınır, kimi yardımınıza çağırırsınız? Allah’ı mı, yoksa
Allah’tan başkalarını mı? Eğer sâdıksanız doğru söyleyin bakalım.
41.Hayır, bilâkis sadece
ona yalvarırsınız; Dilerse o Allah yalvardığınız şeyi sizden giderir, siz de
ona koştuğunuz ortakları (şeriklerinizi)
unutursunuz."
Hayır hayır, böyle ciddi bir durumla
karşı karşıya kaldığınız zaman, ciddi bir tehlike kapınızı çaldığı zaman siz
sadece Allah’a yalvarırsınız. Böyle bir durumda tüm putlarınızı, tüm
şeriklerinizi, şürekanızı, yâni Allah’a ortak koştuklarınızı, Allah yerine
koyup kendilerine kulluk yapmaya çalıştıklarınızı, kanunlarını ve arzularını
gerçekleştirmek için, hatırlarını kazanmak için çırpındıklarınızı
unutuverirsiniz. Çünkü tüm tehlikeleri def edecek tüm zararları kaldıracak
yegâne güç ve kuvvet sahibi tek varlığın, tek mercinin Allah olduğu
vicdanlarınızın derinliklerinde mevcuttur. Her vicdan sahibi insan bunu çok
rahatlıkla anlayacaktır, yeter ki onun vicdanı bozulmamış olsun.
Hattâ şu anda yahudilerin
fıtratlarını silmeye çalıştığı, vicdanlarını öldürmeye çalıştığı, kendilerini
dinsizleştirebilmek için yıllardır uğraştığı batı dünyası batı insanı bile
daraldığı zaman aman Allah’ım! demektedir. Sıkıştığı zaman Aman kurtar Allah’ım!
diye dua etmektedir.
Titaniğin batışını bilirsiniz.
Yüzlerce mühendis rapor vermiş bu gemi batmaz diye. Nihâyet içinde binlerce
insanla birlikte gemi okyanusa açılmış. İçindekilerin kalbinde Allah yok, Allah
korkusu yok, çılgınca eğlenip kam almak isterlerken birden bire gemi bir buzula
çarpar ve yavaş yavaş batmaya başlar. O ana kadar Allah’ı hatırlarına bile
getirmeyen bu insanlar böyle bir tehlike ile karşı karşıya gelince hep birlikte
güverteye çıkıp Allah’a dua dua yalvarmaya başlarlar. Tüm eğlencelerini, tüm
putlarını tüm şirklerini, şeriklerini unutup Allah’a yalvarmaya
başlarlar.
Batı insanında bunu görmek mümkün
olduğu gibi, yine yahu-di’nin insanlığın başına belâ olarak doğurduğu komünizmin
sarf ettiği çok büyük gayretlerle modalaştırdığı Allahsızlık felsefesi altında
yıllardır her şeylerini kaybetmiş doğu insanı da bakıyoruz bugün daraldığı
zaman Allah’a yalvarmaktadır.
Veya biliyorsunuz Mekkeli
müşrikler yığınlarla putlara tapıp dururlarken ciddi bir tehlike kapılarını
çalar. Güçlü kuvvetli bir orduyla Ebrehe ülkelerine dayanır. O ana kadar
putlara tapınan, putlardan yardımlar bekleyen bu insanlar görüyoruz ki böyle
ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya gelince tüm putlarını unutup, Kâbe’nin
örtülerine sarılıp Allah’a yalvarmaya başlarlar. Çünkü kesinlikle biliyorlardı
ki böyle ciddi bir durumda o putlarının anlara yapabileceği bir şey yoktu. Böyle
bir belâdan kendilerini ancak Allah’ın kurtaracağını bildikleri için Al-lah’a
yalvarmaya başlıyorlar.
Evet o müddet içinde tüm
şirklerinizi unutup Allah’a dua etmeye başlıyorsunuz. Dehşet ve tehlike
fıtratınızı ortaya koyuyor. Firavun bile denizde boğulurken Allah’a
yalvarıyordu. Demek ki Allah’ın insana verdiği bu fıtratı silecek, bu fıtrat
mührünü kazıyacak hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Bu durum zaman zaman gafletle ve
cehaletle gölgelenmiş olsa bile ciddi bir tehlike anında ortaya çıkıveriyor
görüyoruz.
Demek ki iman asıldır, fıtrat asıldır,
tevhid asıldır, küfür ve şirk kabuktur. Küfür ve şirk izâfîdir, sonradan arız
olmuştur. Böyle ciddi bir tehlike anında kabuk dökülüveriyor ve asıl olan iman,
asıl olan tevhid açığa çıkıveriyor. Ciddi bir tehlike anında insanların tüm
pislikleri gidiyor ve Allah dua etmeye yöneliyorlar. Birilerinin yanında
totodan bahseden adam, yanına bir hoca geldi mi çok rahat dinden diyânetten
bahsetmeye başlayıveriyor.
Rabbimiz bu âyetiyle tüm insanlığı
vicdanlarıyla hesaplaşmaya çağırıyor. Söyleyin bakalım, sizler ciddi bir
tehlikeyle karşı karşıya kaldığınız zaman Allah’a yalvarıyorsunuz da tehlike
bitince niye o Allah’a yan çizmeye kalkışıyorsunuz? Niye o Allah’a kulluk
yapmıyorsunuz? Niye o Allah’ın sizin hayatınıza karışmasına karşı
geliyorsunuz? Niye hayat programlarınızı Allah’a danışmıyorsunuz, diyor.
Dikkat ederseniz Rabbimiz önce
kâfirlere çevrelerindeki binlerce kuşlar, hayvanlar gibi âyetleri sundu, bu
âyetler üzerinde düşünmelerini ve ibret almalarını emretti, şimdi burada da
kendi enfüs-lerindeki bir âyete dikkatlerini çekmek ve onları düşünmeye sevk
et-mek istedi. Ama ey kâfirler siz bilirsiniz. Nasıl isterseniz öylece yaşayın.
Lâkin şunu da unutmayın:
42,43."Şüphesiz ki senden önce
ümmetlere peygamberler göndermiştik. Onları yalvarsınlar diye darlık ve
sıkıntılara sokmuştuk. Hiç değilse onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp
yakarmalı değil miydiler? Lâkin kalpleri katılaştı, şeytan da yaptıklarını
onlara güzel gösterdi."
Evet önceki toplumlara da peygamberler
gönderdik. Onlar kendilerine gönderilen bu peygamberlere değer vermediler. Bu
peygamberler ve onların kendilerine getirdiği mesajlarla ilgilenmediler. Hayat
programlarını Allah’tan ve Allah’ın elçilerinden almaya yanaşmadılar. Allah’ı
da, Allah’ın elçilerini de hayatlarına karıştırmamaya çalıştılar. Allah hayata
karışmaz dediler. Allah âyet göndermez dediler. Allah elçi göndermez dediler.
Onlar Allah’ı ve elçilerini küfrettiler de onlara merhametimizden dolayı
akılları başlarına gelsin de bize dönmeyi anlasınlar diye Biz onları fakirlik,
kıtlık, açlık, geçim darlığı, hastalıklar, çeşitli afetler ve zaruretlerle
yakalayıverdik. Onları türlü türlü sıkıntılara sokuverdik ki kabukları yırtılsın
da tevhid açığa çıksın diye. Küfürden şirkten vazgeçsinler de iman etsinler
diye. Sığınacak kapıları kalmasın da bize sığınsınlar diye. Yalvaracak,
başvuracak, dövecek kapıları kalmasın da bize yalvarıp yakarsınlar diye. Ama
şeytan onlara amellerini süslü gösterdi de, hayrı şer, şerri hayır gösterdi de,
iyiliği kötülük, kötülüğü iyilik gösterdi de onlar adam olma, uyanma
istidatlarını kaybettiler.
Evet aslında biraz önce zikrettiğim o
imtihanlar, o belâlar ve
musîbetler onlarda sığınma, kulluk ve kurtuluş hissini, Allah’a yalvarıp
yakarma hissini uyandıracak ilâhî uyarılardı.
Bakın Rabbimiz Araf sûresinde bu hususu
şöyle anlatır:
"Andolsun ki, biz de Firavun ailesini,
ders alsınlar diye yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına
uğrattık."
(A’râf 130)
Ama bilelim ki bunların İlâhî
uyarıcılığı devamlı değildir. Onun içindir ki böyle bir durumla karşı karşıya
gelen kişi hemen onu bir nîmet bilmeli ve süratli bir şekilde uyanıp tövbe ve
yalvarışlarla Allah’a yönelmeli ve durumunu düzeltmesini bilmelidir. Zira bu
durum kısa bir süre sonra
kaldırılıverir. Ya da esasen kısa bir süre sonra bu uyarının tesiri
gittikçe azalır ve nihâyet o sınırlı müddet bitiverir. Yâni o sıkıntının
uyarıcı özelliği kayboluverir. Bir alışkanlık ve tabii bir hal oluverir. Yâni
kısa bir dönem sonra bu belâların, bu sıkıntıların terbiye edici hiçbir tesiri
kalmaz.
Evet Allah dönsünler diye, tövbe
etsinler diye, kendilerine gelsinler de Allah’a yalvarsınlar diye onlara
belâlar, sıkıntılar gönderdi. Hiç değilse böyle bir durumdalarken bari yalvarıp
yakarmalı değiller miydi? Ama gelin görün ki bunların taşlaşmış kalplerini bu
belâlar ve musîbetler bile Allah döndüremedi. Kalpleri taş gibi kaskatı kesildi
de amellerini şeytan kendilerine süslü gösterdi. Ya da şeytan onlara bu
gelenleri farklı biçimde yorumlattı. Meselâ Âd kavmi, Hud kavmi, Lût kavmi,
Eyke’liler Allah’ın kendilerine ibret alsınlar diye gönderdiği bu belâları
tabiat kanunları olarak yorumladılar.
Veya
işte bunlar olağan şeylerdir. Daha önceki toplumlara da böyle şeyler
gönderilmiştir dediler. Tıpkı şu anda bizim toplumun bu depremleri, bu
felâketleri farklı yönde yorumlayıp onlardan ibret almaya yanaşmadıkları gibi.
Şeytan ibret almalarını engelledi, amellerini, yaptıklarını onlara süslü
gösterdi. Hayatlarından, durumlarından, amellerinden razı oldular. Ne var bizim
hayatımızda? İşte kulluk budur dediler. İşte İslâm budur dediler. İşte şu anda
bizler Allah’ın bizden istediği hayatın içindeyiz dediler. Bizler Allah’ın razı
olduğu hayatı yaşıyoruz! dediler.
44."Onlar ne zaman ki kendilerine
hatırlatılanları unuttular, biz de onlara her şeyin kapısını açıverdik. Onlar
kendilerine verilenlerle sevinip coşmaya başlayınca da ansızın onları yakaladık
da umutsuz kalıverdiler."
Evet Allah önce birbiri ardından
uyarıcılar gönderir, belâlar ve
musîbetler gönderir, fırsatlar yaratır, tembihlerde bulunur. Eğer onlar
kendilerine gelen bu uyarılara aldırış etmezler ve tüm bu şiddetler onların
kalplerini yumuşatmazsa, o sıkıntılardan ibret alıp Rablerine dönmezlerse o
zaman da Allah onlara her şeyin kapılarını açıverir. Allah diyor ki onlara her
şeyin kapılarını açıveririz. Öyle bir bolluk, öyle bir refah, öyle bir hürriyet
veririz ki tüm engelleri, tüm sıkıntıları kaldırıveririz. Paralar, mallar,
mülkler, servetler, altınlar, gümüşler, atlar, arabalar, marklar, dolarlar her
taraftan üzerlerine rızıklar, nîmetler yağmaya başlayıverir. Ne arzu ederlerse
önerinde, ne ararlarsa bulabilecek, ne isteseler yapabilecek hale gelirler.
Hastalık, dert, sıkıntı, açlık, fakirlik hiçbir dertleri, hiçbir sıkıntıları
kalmayıverir.
İşleri açılır, ev alırlar, dükkan
alırlar, şansları yaver gider, milletvekili olurlar, bakan olurlar, dekan
olurlar, YÖK başkanı olurlar, dünya nîmetleri adına Cenâb-ı Hak bütün kapıları
açıverir. Ferahlanır ne oldum delisi olurlar, bütün bunları kendilerinin
yaptığını iddia ederek takdiri unutuverirler.
Bu da ayrı bir imtihan. Bolluk da ayrı
bir imtihandır. Adam seyyar satıcı olarak başlar, üç tekerlekliyle işe başlar,
sonunda Vehbi Koç oluverir, Sakıp Sabancı oluverir. Cenâb-ı Haktan hayırlısını
istemek zorundayız. Çünkü verir Allah verir ama bazen bu verdikleriyle
kendisini unutturuverir. Çünkü bu da ayrı bir imtihandır, bunu hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmamalıyız. Açılan her kapı verilen her imkân eğer bize Allah’ı
unutturuyorsa, o zaman çok korkmak zorundayız. Hani Kur’an’da anlatılan bağ
sahiplerini bahçe sahiplerini çok iyi biliyoruz.
Şunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız: Şiddet ve sıkıntılarla yapılan imtihan ayrı bollukla yapılan
imtihan ayrıdır. Bu bollukla yapılan imtihan ötekisinden çok daha tehlikeli,
çok daha zor bir imtihandır. Rabbimizin darlıkla sıkıntıyla yaptığı imtihan
insanın kalbini yumuşatıp insanı Allah’a çevirmesi açısından onu başarmak belki
kolaydır, ama bu bollukla yaptığı imtihan insanların şımarıklılığını, müs
tekbirliğini artırdığı için, insanı eyvallah sız hale getirdiği için bunu
başarmak gerçekten çok zordur. Birinde sabır diğerinde şükür gerekir. Sıkıntıya
sabır, bolluk karşısında da verilen nîmetler cinsinden şükür ister Allah.
Müslim’deki bir hadislerinde Allah’ın
Resûlü:
"Mü'minin işlerine şaşılır diyor. Zira
mü'mi-nin bütün işleri hayırdır. Bu hayır müminden başkası için yoktur. Başına
musîbet cinsinden bir şeyler gelir, ona sabreder mükafat kazanır, yine
kendisine nîmet cinsiden bir şeyler gelir onun için de Rabbine şükreder yine
mükafat kazanır." Buyurur.
Ama yine bakın İbni Cerir’in
rivâyetinde Allah’ın Resûlü başka bir hadislerinde de şöyle
buyurur:
"Allah’ın, bir kulunun isyanına rağmen ona
onun sevdiği dünya nîmetlerinden bolca verdiğini görürseniz biliniz ki bu onu
cehenneme yaklaştırmak içindir."
Evet onlara her şeyin kapılarını
açıveririz de hiçbir kayıt hiçbir kaygı duymaz olurlar. Her türlü nîmetlerin,
refahın, bolluğun içine gömülürler. Bütün bu nîmetleri kendilerine lütfedene
şükretmeyi akıllarının ucundan bile geçirmeden, kalpleri nîmet vereni anmadan,
nîmet vericiden korkmadan sanki her şey kendilerininmiş gibi keyif çatmaya, gel
keyfim gel demeye başlarlar. Zevklere dalarlar, şehvetlerinin peşinde
solucanlar gibi kıvranmaya başlarlar. Sanki tüm bu nîmetler kendilerininmiş
gibi, sanki ölüm gelmeyecekmiş gibi, sanki âhiret, hesap, kitap yokmuş gibi
coşarlar, taşarlar da:
"Kendilerine verilenlerle sevinip
coşmaya başla-yınca da ansızın onları yakalayıveririz de iblis gibi
olu-verirler."
Hafazanallah tüm ümitlerini yitirmiş,
ümitsizlik ve mahrumiyet içinde donakalırlar. Sonsuz bir acı, onulmaz bir hasret
içine gömülüverirler. İşte Nuh kavmi, işte Hud kavmi, işte Lût kavmi, işte
Sâlih (a.s) in toplumu, işte Roma, işte Firavunlar, işte Nemrutlar ve işte
Amerika, Almanya, Fransa. Allah her şeyin kapılarını açıvermiş ve işlerini
bitirmiş bunların.
Cenâb-ı Hak her ne kadar da
Rasulullah’ın zuhurundan sonra böyle önceki toplumlar gibi toptan helâk
etmiyorsa da görüyoruz ki bugün bu toplumlar ruhî azaplar, ruhsal hastalıklar,
psikolojik huzursuzluklar, ailevi yıkımlar, cinsel sapıklıklar, AİDS gibi sari
mikroplarla bunların işini bitirmektedir.
45. “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd
olsun ki zulmeden toplumun böylece kökü kesildi."
Elhamdülillah ki Allah böylece zulmeden
zalimlerin kökünü kesiverdi. Allah önce onları darlıklara, sıkıntılara soktu,
belki Allah’ı hatırlarlar, belki Rablerine karşı boyun bükerler, belki Rablerine
karşı yumuşayıp yalvarırlar diye. Belki bütün bu sıkıntılar ve belâlar
karşısında sığınacak bir kucak aramaya koyulurlar, belki böylece Rablerinin
kitabından habersiz yaşadıkları hayattan vazgeçerler de Rablerinin kitabına baş
vururlar, Rablerinin elçisiyle diyaloga geçerler diye. Ama tam tersi oldu.
Kalpleri katılaştı. Yalvarıp yakaracakları yerde daha bir azgınlaştılar. Daha
bir şımardılar. Şeytan da yaptıklarını onlara süslü gösterdi. Kötü amellerin
insanları oldukları halde kendilerini beğeniverdiler. Kendilerine
hatırlatılanları unutunca da, ya demin ifade ettiğimiz uyarıları unutunca, ya da
kendilerine gönderilen vahyi unutunca da Allah onların defterlerini dürüverdi
elhamdülillah. Demek ki zalimlerin helâkinden sonra Allah’a hamd etmek vaciptir.
Ulemâ bu âyetten bunu çıkarmışlardır.
Burada belki hatırınıza bir soru
gelmiştir. İyi de hani bu bâtıllar niye yıkılıp gitmemişler? Neden hâlâ bu
zalimler ayaktadırlar derseniz, o zaman şu genel yasayı söylemek zorunda
kalacağım: İslâm’da genel bir kaide var. Bâtıl yok edilirken mutlaka onun yerine
bir hak kaim eder Allah. Tamam tüm bâtılların, tüm zalimlerin yok edilmesini
istiyoruz ama, hani hak nerede? Şu anda hakkı temsil eden Müslümanlar uyuşuk
olduğu için, hakkı temsil edecek bir noktada olmadıkları için bâtıllar
varlıklarını sürdürüyorlar diyoruz Allahu âlem.
²
46."De ki, ne dersiniz? Allah sizin
işitmenizi, göz-lerinizi alıverse, kalplerinizi de mühürleyiverse Allah’tan
başka hangi ilâh onu size geri getirebilir? Âyetlerimizi nasıl türlü türlü
açıkladığımıza bir baksana, sonra da onlar yüz çeviriyorlar."
Söyleyin bakalım diyor Rabbimiz.
Reyiniz nedir bu konuda? Ne dersiniz? Nasıl düşünürsünüz? Allah sizin
kulaklarınızı sağır ediverse, gözlerinizin görme özelliğini alıverse, görmez ve
işitmez oluverseniz. Bir de kalplerinize de öyle bir mühür vursa, kalplerinizi
iptal etse ki hiçbir şey anlamaz, duymaz, duygulanmaz hale getiriverse sizi.
Bunları veren Allah’tır, almaya da kadirdir. Bakın çevremizde bunlardan mahrum
bırakılmış yığınlarla insan var, itiraz edebiliyorlar mı? Bunları Rabbiniz
sizden alıverse ne yaparsınız? Meselâ delirseniz, aklınız kalmasa,
hanımlarınızı, çocuklarınızı tanıyamaz hale gelseniz. Yataklara bağlanıp
tımarhanelere prangalansanız aklınızı size kim iade edebilir? Kim sizi eski
halinize getirebilir? Doktorlar öyle diyorlar: Biz elimizden gelen her şeyi
yaptık, bunun ötesinde yapabileceğimiz bir şey kalmadı.
Allah aklınızı, gözünüzü, kulağınızı
alıverse, bütün bunları size geri getirip iade edecek Allah’tan başka
ilâhlarınız, rableriniz var mı? Bırakın gözünüzü kulağınızı size iade etmeyi,
ağaran saçlarınızın ağarmasını durdurabilecek, ömrünüzün bir dakikasını bile
size iade edebilecek başka birileri var mı? İşte bakın âyetlerimizi böylece
açık-lıyoruz, tefsir ediyoruz, âyetleri evirip çevirip sizin Allah’tan başka
Rabbinizin olmadığını anlatıyoruz. Ama bakın ki buna rağmen onlar nasıl da yüz
çeviriyorlar.
47."De ki, Allah’ın azabı size ansızın
veya açıkça geliverse, zalimlerden başkası mı helâk olur? Bana
bil-dirin."
Allah’ın azabının ansızın gelmesi,
insanların haberleri, hazırlıkları yokken gelmesi, hiç beklemedikleri bir anda
gelmesi anlamına gelmektedir. Allah diyor ki söyleyin bakalım böyle hiç
beklemediğiniz bir anda, hiç ummadığınız biçimde Allah’ın azabı size geliverse
kim helâk olur zalimlerden başka? Ama fark etmez ister ansızın onlar gaflet
içinde habersizken gelsin, isterse açıktan açığa böyle bir haberi bekleşip
dururlarken, bağrışıp çağrışırlarken gelsin fark etmez onları bu azaptan
kurtaracak hiçbir güç ve kuvvet yoktur. İşte her gün okuyor, her gün duyuyoruz.
Filan yerde hızı bilmem kaç kilometreyi bulan bir rüzgar yüzlerce evi altüst
ediveriyor. Yüzlerce insanı yüzüstü bırakıveriyor. Hadi bakalım A.B.D. nin,
Japonya’nın, Avrupa’nın teknolojisi engellesin bunu. Haydi önüne geçsinler
bakalım bu tür helâklerin. Bu felâketler ansızın yâni haberleri yokken, isterse
açıktan açığa gelsin. Yâni ellerindeki aletlerle böyle bir felâketin gelmesini
24 saat önce haber alsalar, ilân etseler bile ne değiştirebilecekler de? Ya da
ansızın bir depremle sallanıverseler ne değiştirebilecekler de? Evet böyle bir
azapla helâk olacak olanlar ancak zalimlerdir. Zalimler helâk olacaklardır, ya
da zalimlerden başkası asla helâk olacak değildir.
Böyle bir durumda helâk olacak olanlar
ancak zalimlerdir. Zalimlerden başkası için helâk sözü caiz değildir. Ölmek işi
herkes içindir, ama helâk işi sadece zalim kâfirler içindir. İşte Mûsâ, işte
Firavun, işte İbrahim, işte Nemrut, işte Harun işte Karun, işte Belâm, işte
Hâ-mân. Peki hepsi de helâk oldular mı? Asla. Kur’an bize anlatıyor ki Allah’ın
istediği biçimde yaşayıp ölümü öylece bulanlar kurtuldu, geri kalanlar ise helâk
olmuştur.
Meselâ şu anda Konya’da bulunanlar bir
depremle bir anda toprağın altına gidiverse, ama benim ağzımda Kur’an sizin
kulaklarınızda Kur’an olarak toprağın altına inerken, birileri de ağızlarında
başka şeyler olduğu halde toprağım altına inecekler. Birileri vefat ederek
Rabbinin emrine teslim olurken öbürleri de helâkle karşı karşıya geleceklerdir.
Nerede ve nasıl ölürlerse ölsünler kâfirler ve zalimler için helâk söz konusu
iken mü'minler için asla korku yoktur. Sûrenin ileriki bölümlerinde gelecek
Rabbimiz buyuracak ki:
"İnanan ve imanlarına zulmü
karıştırmayanlar işte onlara emniyet ve güven vardır ve onlar doğru
yoldadırlar. (En’âm 82)
Evet mü'minler için helâk yoktur,
emniyet vardır, güven vardır. Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde de Rabbimiz
bakın o hususu şöyle anlatıyor:
48,49."Peygamberleri ancak müjdeci ve
uyarıcı olarak gönderiyoruz. Kim iman eder ve nefsini ıslah ederse onlara korku
yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Âyetlerimizi inkâr edenler yoldan
çıkmalarından ötürü azap dokunacaktır."
Burada Rabbimiz peygamberlik misyonunu
anlatıyor. İlerdeki âyetlerde bu konu genişçe anlatılacak. Âyet-i Kerîmede
peygamberin vazgeçilmez iki görevinden söz ediliyor. Biri müjdelemek, öbürü de
korkutmak. Peygamber iman konusunda bunu ortaya kor ve işi biter. İnsanları
Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın rahmeti ve cennetle müjdeleyip
cehennemle uyardıktan sonra onun görevi biter. Artık bundan sonra insanların bu
misyonu kabul ya da reddetmeleri ve bunun sonunda da onların bu tavırlarına
karşı İlâhî iradenin takdir buyurduğu karşılık gündeme gelecektir. Onun bu
misyonuna karşı kim iman eder ve ıslah olursa, yâni iman eder ve bu imanını
amele dönüştürürse, imanının gereğini yaparsa onun için herhangi bir korku
yoktur ve o mahzun da olmayacaktır. Onun için cehenneme gitme korkusu olmadığı
gibi cenneti kaybetme üzüntüsü de olmayacaktır. Ya da onun için gelecek
konusunda korku yoktur, ama geçmişi konusunda da üzüntü yoktur onun için. Yâni
geçmişte yaptığı şeyler konusunda mağfiret, gelecek için de ecir ve sevap söz
konusudur onun için.
50."De ki: Size Allah’ın hazineleri
elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; Size, ben meleğim de demiyorum, ben
ancak bana vahy olunana uyuyorum." De ki: “Görenle görmeyen bir midir? Düşünüyor
musunuz?"
Önceki âyete ilâve olarak peygamberler
ve peygamberlerin konumuyla alâkalı, peygamberlik makamıyla alâkalı bozuk düzen
düşünceleri reddeden, peygamberle alâkalı sapık inanışları reddeden bir âyetle
karşı karşıyayız. Hz. Adem’den bu yana yüz binlerce peygamber gelip geçmiş. Bu
peygamberlerle karşı karşıya gelen yığınlarla akılsız insanlar tarih boyunca
peygamberlerin insan üstü, tabiat üstü varlıklar olduğunu iddia etmişler,
onlardan çeşitli harikalar beklemişler ve onlarla alâkalı birtakım yanlış
itikatlar besleye gelmişlerdir. Kur’an’ın değişik yerlerinde görüyoruz.
Peygamberlerden kendileri için bir dağı altın yapmasını istiyorlar, yerden
kendileri için hazineler çıkarmasını, gökten bir sofra indirmesini gaybı
bilmesini, istemişler.
Hz Adem’den beri bakıyoruz hep
aynı teklifler ileri sürülmüş. Ey Peygamber! Sen bizim gibi bir beşersin! Tıpkı
kaybolan şeyleri bulmasını, hastayı iyileştirmesini, hamilenin erkek mi, yoksa
dişi mi doğuracağını bilmesini, haber vermesini bizim gibi yiyip içiyor, bizim
gibi çarşı pazarda dolaşıyor, bizim gibi hasta oluyor, bizim gibi baba oluyor,
koca oluyorsun. Bizden farklı altınların, mücevherlerin, Markların Dolarların,
bağların bahçelerin yoktur. Askerlerin, orduların, yardımcıların, muhafızların
da yoktur. Bu durumda bizler kesinlikle sana inanmayız. Bizim sana inanmamız
için bizden farklı olman lâzım. Bize harikalar göstermen lâzım. Acıkmaman,
susamaman, hasta olmaman, evlenmemen, koca olmaman, baba olmaman lâzım. Zaman
za-man borç alan, geçimini temin için pazara çıkan birisi olmaman lâzım
diyorlardı.
Hz. Nuh’a öyle demişlerdi: Ey Nuh! şu anda
bizler seni inkar edip dururken bize bir azap gelivermeliydi. Haklılığını ispat
için bizi bir anda yok etmeliydin. Hani böyle bir gücün olmadığına göre biz de
asla sana inanmayız diyorlardı. Allah’ın Resûlüne de aynı şeyleri
söylü-yorlardı. Ey Muhammed! Eğer sen doğru söylüyorsan, yâni sen ger-çekten
Allah’ın elçisiysen, haydi bize Kusay’ı diriltip geri getir bakalım. Eğer
Kusay’ı diriltir, o da senin Peygamberliğini tasdik ederse belki o zaman sana
iman ederiz, diyorlardı. Yahut bize farklı bir âyet getir, bi-ze Allah’ı bir
göster, en azından bu Rabbinin sesini duyalım veya en azından sana vahiy getiren
Meleğe bir dokunalım diyorlardı. Bugün bakıyoruz günümüz akılsızları da aynı
şeyleri söylüyorlar, aynı şeyleri düşünüyorlar. Meselâ eğer birisi Allah
yolundaysa, peygamber misyo-nu üstlenmiş, peygamber yolunun yolcusu olamaya
çalışıyorsa, efendim işte onun işleri iyi gitmeli, onun başına belâlar
gelmemeli, onun polisle derdi olmamalı, onun ticaretine kesat gelmemeli, onun
yakın-ları ölmemeli, ona eziyet dilmemeli, o hapse girmemeli ve o sürekli
melekler tarafından korunmalıdır. O daima emniyet içinde bulunan biri olarak
düşünülmektedir. Değilse bütün bunlar başına geliyorsa o iyi bir adam değildir,
salih bir kul değildir.
Halbuki Peygamberlerin
hayatlarını biliyoruz. sahâbenin başına gelenleri biliyoruz. Onlar eziyetlerin
en büyüğüne maruz kalmışlar. Şu sayılanların en büyükleri onların başlarına
gelmiş. Aç kalmışlar, dövülmüşler, eziyet çekmişler, sürgün edilmişler, zindana
atılmışlar, ateşe atılmışlar, testere ile bellerinden biçilmişler. E canım onlar
peygamberdi, onlar sahabeydi deyip geçiyoruz bunları. Mekke’de Peygamberimizle
karşı karşıya gelen bu insanlar böyle diyorlardı, böyle düşünüyorlardı.
Kafalarında bir peygamber imajı vardı. Bu imajın dışında bir peygamber
düşünemiyorlardı. Kendisinden olmayacak şeyler bekliyorlar, kendisinden
yapamayacağı şeyler istiyorlar, gaybı bilmesini, gayptan haber vermesini,
kendisini aşan tabiat üstü mûcizeler göstermesini, olmazı oldurmasını
istiyorlardı. Allah’la Peygamberi karıştırıyorlardı. Allah’tan istenmesi gereken
şeyleri bir beşerden istiyor-lardı. Allah’ın sıfatlarını peygamberle
karıştırıyorlardı. İşte bütün bu bozuk inanışları düzeltmek için Rabbimiz burada
peygamberin konumunu belirleyerek buyurur ki: Peygamberim! De ki onlara: Size
Allah’ın hazineleri elimdedir demiyorum! Ben gaybı da bilmiyorum! Size bir melek
olduğumu da iddia etmiyorum! Ben ancak bana Rabbimden vahy olunana uyuyorum! Ben
bana vahy olunanın dışında hiçbir şey bilmem, bilemem. Ben bunun dışında hiçbir
şey yapmam, yapamam! Evet işte peygamberin fonksiyonu, işte peygamberin konumu
budur. Hazineler; peygamberlik için hazine gerekmez. Hazine, mal mülk, servet
saman, saltanat peygamberlik için gerekmez. Bu tür şeyler belki sulta için,
sultanlık için gereklidir. Ama bunu anlayamayanlar, sultanlıkla peygamberliği
karıştıran kimi akılsızlar diyorlardı ki yahu Ebu Cehil dururken, Ebu Süfyan
dururken ne oluyor da bu iş Muham-med’e verilmiş diyorlardı.
Evet peygamberlik için hazine, mal
mülk, saltanat nasıl gereksizse, aynı şekilde gaybı bilmek de gerekmez. Çünkü
bu gaybı bilme işi Allâmu’l Ğuyub olan Allah’ın işidir. Allah’ın sıfatlarıyla
peygamberin konumu kesinlikle karıştırılmamalıdır. Bir beşer olarak peygamber
kesinlikle Allah makamına oturtulmamalıdır. Allah diyor işte peygamber gaybı
bilmez, bilemez. E efendim Allah bildirirse. E bildirmediğini söy-lüyor işte.
Zorlayarak Allah’a akıl vermenin, Allah’a yol göstermeye çalışmanın da anlamı
yoktur. Allah böyle diyor, ama bakıyoruz bugün eteğine yapışılan, kendilerine
sığınılan, kendileri aracılığıyla dua edilen, meclislerde sürekli kendilerinden
bahsedilen muhterem zâtlar hep gaybı bilmesiyle övünülüyor, gaybi vasıfları
anlatılıyor bu zâtların. Halbuki bu âyetler ışığında şunu kesinlikle ifade
edelim ki bu vasıfları taşıdığına inandığımız kişilerde görmek istediklerimiz
hep Allah’ın vasıflarıdır. Yoksa bu mübarek zâtları Allah yerine mi koymaya
çalışıyoruz? Yoksa bu zâtların Allah sıfatlarına sahip olduklarını mı iddia
etmeye çalışıyoruz? Demin anlatmaya çalıştım, geçmiştekilerin peygamberlerle
alâkalı, peygamberlerin sıfatlarıyla alâkalı düştükleri yanlışa bugün de
insanların düştüklerine şahit oluyoruz.
Peygamber gaybı bilmediği gibi o bir
melek de değildir. Kâfirler hatırlarsanız sûrenin başında bir melek de
istemişlerdi ondan da Allah bunu reddetmişti. Bakın burada Rabbimiz bu hususu
bir daha zikrediyor. Kur’an’ın bir üslûbu, bir anlatım metodudur bu. Anlatır
bir konuyu Rabbimiz, bir daha anlatır. Öyleyse biz de böyle yapalım. Bu konuyu
anlattım demeyin bir daha anlatın, tekrar anlatın, tekrar anlatın.
Ben ancak bana vahy olunana uyuyorum.
Ben bütün bunları kendi kafamdan uydurmuş değilim. Bütün bunları kendi
işkembemden çıkarmış değilim. İşte böylece bana vahy olundu, ben de buna uymak
zorundayım. İşte peygamberin misyonu da budur, konumu da budur, görevi de budur.
Peygamber bir insandır, bir beşerdir ve Allah’ın yeryüzünde bir görevlisidir.
Başka bir ifadeyle peygamber Ce-nâb-ı Hakkın yeryüzünde konuşan kısmıdır.
Cenâb-ı Hakkın kelâm sıfatının tecellisidir yâni. O olmasaydı kesinlikle biz
Rabbimizin vahyine dayanamazdık.
De ki görenle görmeyen bir olur mu? De
ki vahye tabi olan peygamberle, vahiyden mahrum olan diğer insanlar bir olur
mu? Hadiselere vahyin gözlüğüyle bakabilen birisiyle vahiyden mahrum olan bir
olur mu? Hiç peygamberi böylece Allah’ın tanıttığı biçimde tanıyan birisiyle,
onu böyle tanımayan, onu insan üstü bir varlık olarak tanımaya çalışan bir olur
mu? Allah dışındaki varlıkları Allah’ın tanıttığı gibi tanıyanla, onları Allah
yerine koymaya çalışanlar, onlara Allah’ın sıfatlarını vermeye çalışanlar,
onları Allah makamına oturtmaya çalışanlar bir olur mu? Eğer aklımız varsa,
eğer hadiselere vahiy gözlüğüyle bakabilecek birazcık izanımız varsa o zaman
gören olalım da Peygamberin ve diğer insanların insan olduklarını, beşer
olduklarını bilelim. Hıristiyanlar gibi Peygamberi putlaştırıp, Allah’a ait olan
sıfatları onlara verip onları Allah yerine koymayalım inşallah.
51,52"Rablerinin huzurunda
toplanacaklarından korkanları Kur’an’la uyar. Onlar için Allah’tan başka ne bir
dost, ne bir şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah’tan korkarlar. Sırf Allah’ın
rızasını dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların
hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu değildirler.
Onları huzurundan kovduğun takdirde zalimlerden
olursun."
İslâm’ın ilk maya tuttuğu Mekke
toplumunda Rasulullah’ın çevresinde onun dâvetine kucak açanlar toplumun en
gariban insanlarıydı. Mekke’nin ileri gelen zenginleri, kendini beğenmiş müs
tekbirleri, toplumun kalburüstü insanları Resûlü Ekremin yanına geldikleri
zaman bu gariban insanlarla onun meclisinde birlikte yan yana oturmak şöyle
dursun tükürüklerini bile bu adamlara reva görmüyorlardı. Rasulullah’ın yanına
geldiklerinde Bilal gibi, Habbab Bin Eret gibi, Ammar Bin Yasir gibi, Süheybi
Rumi gibi garibanları, kendi ifadeleriyle baldırı çıplakları orada, onun
yanında gördükleri zaman kahroluyorlar, mahvoluyorlar ve: Ey Muhammed! Eğer
bizim senin yanına gelmemizi istiyorsan kov bu adamları. Bu baldırı çıplaklar
senin meclisinde bulundukları sürece kesinlikle biz senin yanına gelmeyiz,
gelemeyiz. Biz bu adamlarla birlikte asla oturamayız, diyorlardı.
Kendilerini aziz, onları zelil
görüyorlardı. Biz aziz bunlarsa zelil diyorlardı. Malda, makamda, elbisede,
servette, samanda izzet görüyorlardı. Bunlara sahip olanlar aziz, bunlardan
mahrum olanlar da zelildir diyorlardı. Ey Muhammed! Kavminden bunlara mı razı
oldun? Bu kadar insanın içinden bunları mı seçip beğendin? Yâni sence aramızda
Allah’ın nîmet verip üstün kıldıkları bunlar mıdır yâni? Biz bunlara mı tabi
olacağız? Bunlara mı uyacağız? Senden bu anlayışından vazgeçip bize bu
adamlardan ayrı bir meclis yapmanı istiyoruz. Dışarıdan gelen Arap elçilerinin
bizleri bu düşük insanların yanında görmelerini istemiyoruz, buna tahammül
edemiyoruz diyorlardı. Biz senin yanından ayrıldıktan sonra onları yanına
alabilirsin. Biz çıktıktan sonra istediğin kadar onlarla otur, ama biz varken
onları çıkar diyorlardı.
Bunların İslâm’a girmeleri konusunda
çok haris davranan, bunların cehenneme
gitmelerine vicdanı asla dayanmayan Allah’ın Resûlü peki bunu bir düşüneyim
buyurunca hemen arkasından bu âyet-i kerime geliyordu. Bakın Allah diyor ki;
peygamberim, sen bırak başkalarını da Rablerinden korkanları, Rablerinin
huzurunda toplanacaklarından korkanları, bu dünyadaki imtihanları bitip de tüm
yaptıklarının hesabını vermek üzere Allah’ın huzuruna gideceklerini ve huzurda
toplanacaklarını bilen ve buna inananları ve hayatlarını bu imana bina etmeye
çalışanları Kuran’la uyar. Âhirette kendilerini kurtaracak Allah’tan başka bir
velileri, Allah’tan başka hayatlarına kulluk maddesi alacak bir velileri,
Allah’tan başka bir kurtarıcıları, bir dostları ve şefaatçileri yoktur onların.
Babalarının, dedelerinin, şeyhlerinin, liderlerinin, mürşidlerinin, hattâ
peygamberlerinin bile kendilerini kurtaramayacağına inananları uyar
peygamberim.
Zira uyarıdan nasibini alacak
olanlar da bunlardır. Söz dinleyecek olanlar da bunlardır. Sakın buna
inanmayanları inananlara tercih etme! Allah’a iman edip sırf Allah’ın rızasını
kazanmak derdiyle sabah akşam Rablerine dua eden ve bu davanın temel taşları,
yâni bu davanın bereketi durumunda olan bu garibanları sakın berikilerin
hatırına huzurundan kovma! Çünkü ne sen onların hesabından sorumlusun, ne de
onlar senin hesabından sorumludur. Senin hesabın sana, onların hesabı da
kendilerine aittir. Yâni bu gariban Müslüman-ların gariban olmaları, ya da
onların fakir olmaları Benim Rableri olarak onlara takdir ettiğim rızkın
neticesidir. Bu Benim takdirimdir, senin bununla bir ilgin alâkan yoktur.
Sonra bu gibi şeylerin, fakir
fukara olmak gibi ölçülerin iman yönünden hiçbir değeri yoktur. Yâni ne
zenginler daha iyi Müslüman-dır, ne de fakir olanlar daha az Müslümandır. Bunun
imanla bir ilgisi yoktur. Öyleyse ey peygamberim sakın bu insanlar fakirdir diye
huzurundan kovmaya ve ötekileri bunlara tercih etmeye kalkışma.
Resûl-i Ekremin hayatında bir Abese
hadisesi var. Allah’ın Resûlü kâfirlere, Mekke’de büyük kabul edilenlere, bu
müdürdür, bu reistir, bu liderdir, bu kalburüstü, bu elit tabakadır denenlere
İslâm’ı anlatma çabası içindeyken Ama bir sahâbe, Abdullah İbni Ümmü Mek-tum
çıkagelir ve Allah’ın Resûlünden İslâm talebinde, iman talebinde bulunur.
Allah’ın Resûlü onu bırakarak berikilere anlatmaya devam eder. Ümmü Mektum
ısrar eder. Allah’ın Resûlü onun bu ısrarını mü-nâsebetsizlik kabul eder, zira
beriki reis konumunda olan kimselerin İslâm’a girmelerini istemektedir ve
onlara tebliğine özen göstermek-tedir. Âdeta onları kazanabilmek için bütün
gücüyle çırpınmaktadır.
Rasulullah’ın bir mâzereti vardı
bu konuda. Ümmü Mektum Rasulullah’ın akrabasıydı, binaenaleyh başka zaman da
anlatabilirdi ona. Bir ikinci mâzereti de Abdullah Müslümandı, o anda ölseydi
cennete gidecekti, ama berikiler kâfirdi, o anda ölselerdi, onlar cehenne-me
gideceklerdi. Onun için Allah’ın Resûlü felâketin ciddiyetine binaen berikilere
yöneliyordu. Lâkin Abdullah Ümmü Mektum âmâydı, zor gelmişti oraya kadar. Düşe
kalka gelmişti, samimi olarak gelmişti, amel etmek üzere gelmişti, işkenceye
adaylığını koyarak gelmişti.
Ama berikiler ona karşılık şartlı
gelmişti. Bizim bu dine ihtiyacımız yoktur diyerek gelmişlerdi. Müstekbirce,
müstağnîce gelmişlerdi. Onun yanında berikilere yönelmek cahilî değer
yargısından kaynaklanıyordu. Bunlar müdürdür, bunlar amirdir, bunlar elit
tabakadır diyerek, bunlar iman ederse İslâm güç bulacaktır diyerek bunlara
yönelmek cahilî bir anlayıştı. İşte o anda Rabbimiz Abese sûresini
gönderivermişti. Rasulullah donakalmış, Ümmü Mektum donakalmış, kâfirler hepsi
şaşırıp kalmışlardı. Allah o anda, o ortamda âyetlerini gönderivermiş ve
peygamberini düşmanlarının gözü önünde uyarıvermişti. Bir daha bunu yapma
peygamberim! buyuruvermişti.
Öyleyse Müslümanlar hüküm verirken
cahiliyeden, cahilî değer yargılarından etkilenmelidir. Bu konuda her zaman
Vahiy önde ol-malıdır. Kim iyi, kim kötü? Kim büyük, kim küçük? Kim önce, kim
sonra? Kim bereketli kim bereketsiz? Bunu vahiy belirlemelidir. Bunu kendi
kendimize belirlemeye kalkışmamalıyız. Müslüman ne kadar da fakir olursa olsun,
ne kadar da sosyal yönden zayıf olursa olsun, her zaman kâfire tercih
edilmelidir.
Yâni yirmi dört saatimizin herhangi bir
bölümünde bizden İslâm isteyen bir talep olursa bunu derhal yerine getirmek
zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız. Ya da insanlardan böyle bir talep
olmadığı halde kendiliğinden bir fırsat oluşmuşsa yine hemen onu yerine
getirmek zorunda olduğumuzu da unutmamalıyız. Yâni karşımızdaki insanların,
hanımlarımızın, çocuklarımızın, komşularımızın illa da dilleriyle bizden İslâm’ı
sormalarını, istemelerini beklememeliyiz. Halleriyle, vaziyetleriyle
sorduklarının ve istediklerinin hemen farkına vararak onlara onların muhtaç
oldukları İslâm’ı hemen anlatmaya başlayıverelim. Ne biliyorsunuz belki şu ana
kadar çocuklarımız hal diliyle bize Meramı sordular, bize hükümet meydanını
sordular da bilmediğimiz için bilemediğimiz için biz onlara bunu anlatamadık.
Yâni Bakara’yı, Âl-i İmrân’ı, En’âm’ı
demek istedim.
Evet, garibanları etrafımızdan
kovmamalıyız. Zira Rabbimiz buyurur ki onların hesabından siz sorumlu
değilsiniz. Onlar da sizin hesabınızdan sorumlu değildir. Yâni yok ya! Bunun
niyeti öğrenmek değil! Bunun niyeti dalga geçmek! Bunun niyeti beni oyalamak,
demeyelim. Allah diyor ki: Sana ne bundan? Seni ne ilgilendirir bu? Onun hesabı
senden sorulmayacak, senin hesabın da ondan sorulmayacak. Ne bilirsin? Belki
samimi olarak dinleyip amel edecektir o.
Allah peygamberine diyordu ki sakın o
garibanları yanından kovma! Eğer bunlar garibandır diye onları yanından kovarsan
o za-man sen zalimlerden olursun! Bakın Kehf sûresinde de aynı şeyler
söyleniyordu Allah’ın Resûlüne:
"Peygamberim! Sabah akşam Rablerinin
rızasını dileyerek ona yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının
güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine
unutturduğumuz işinde aşırı giderek kendi hevâsına uyan kimseye
uyma."
(Kehf 28)
Görüyor musunuz Rabbimizin uyarısını?
Bu uyarının gelişin-den sonra Allah’ın Resûlü çok korkmuştur. Hattâ sahâbe-i
kirâmın ifadelerinden anlıyoruz ki bu âyetin gelişinden sonra Allah’ın Resûlü
biz kendisinin yanından ayrılmadıkça bizim yanımızdan ayrılamıyordu, diyorlar.
Kılıçlarına kendi kılıçları, paralarına kendi paraları, evlerine kendi evleri
bakabilme özellikleri onları öyle bir kardeş yapmıştı ki aralarında ne sosyal
sınıf farkları, ne de üstünlük alçaklık anlayışları kalmıştır. Hepsi yıkılıp
gitmiştir.
Bu âyetlerden anlıyoruz ki tebliğ
edeceğimiz insanların sırala-masını biz kendi kendimize yapmayacağız.
Karşımızdaki insanları şu şekilde gruplamamız güzel olacaktır. Karşımızdaki
insan ya Müslümanlığının farkında olmayan birisidir, ona İslâm’ı ulaştıralım
belki bizim uyarımız ona fayda verecek ve adam olacaktır. Ya da mü’mindir,
bizim anlatmamız sonucunda hayatına biraz daha çekidüzen verecektir. Öyleyse
biz neticeyi düşünmeyeceğiz. Çünkü bakın Allah âyet-i kerimesinde belki diyor.
Belki yola gelirler, belki adam olurlar.
Öyleyse inzar edeceğiz, ama
kovmayacağız. Uyaracağız ama azarlamayacağız. İnzarımız onları kovma ve azarlama
mânâsına gel-meyecek, aksine onlara acıma mânâsına gelecektir. İnsanların her
zaman bize ulaşabilmeleri için imkân hazırlayacağız. İnsanlardan uzaklaşıp,
fildişi kulelerimize çekilmeyeceğiz. Allah korusun da bugün kimi hocaların evine
insanlar gündüz saat ondan önce, gece de saat ondan sonra girememektedirler.
Neden? efendim zât-ı alîleri istirahat buyuracaklarmış. Bu gerçekten çok ayıp
bir şeydir. Allah’ın Resûlünü az evvel anlattım, onun hayatında böyle bir şey
kesinlikle yoktur. İnsanlar her an ona ulaşma imkânına sahiptiler. Gerçekten
mü'minlerin ihtiyaçları varsa gelebilmeliler, girebilmeliler, bulabilmeliler
bizi. Allah hepimizin yardımcısı olsun inşallah.
53."Biz onlardan kimini kimi ile, "Allah aramızdan bunlara mı lütfunu
lâyık gördü?" desinler diye işte böyle imtihan ettik. Allah, şükredenleri daha
iyi bilen değil midir?"
İşte gördük fakir ve gariban insanları
küçük görerek, Allah bunları mı seçti içimizden? Bunlara mı nîmet verdi Allah
diyerek alay ederek imtihan edilmişlerdir. Ama Allah şükredenleri daha iyi
bilir. Öyleyse biz de onlar gibi davranarak Allah’ın fakir kullarına böyle
davranarak imtihanı kaybedenlerden olmayalım inşallah.
54."Âyetlerimize inananlar sana
geldikleri zaman onlara şöyle söyle: "Selâm olsun size! Rabbiniz Rahmeti kendi
üzerine yazdı. Sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de arkasından tövbe
eder, kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan ve esirgeyendir."
Burada Rabbimiz Resûl-i Ekremin dâvetine ilk önce koşan, İslâm davasına
gönül veren garibanların gönüllerini almayı murad ediyor. Şu cahiliyenin değer
yargılarıyla, şirk âdetleriyle kendilerini üstün görüp çirkin ifadeleriyle
üzdüğü gariban Müslümanların kendi katında değerli olduklarını ortaya koyuyor.
Bu ifadeler bir yandan kendilerini üstün gören müstekbirlere bir tehdit unsuru
oluştururken, öbür taraftan da bu garibanlara şu mesajı veriyordu. Ey benim
katımda değerli kullarım! Sakın sizler bu değersizlerin lakırdılarından
üzülmeyin! Siz yolunuza devam edin, it ürür kervan yürür diyordu.
Bakın Rabbimiz peygamberinin de onların
gönüllerini almasını istiyor ve diyor ki: Ey peygamberim! Bu benim âyetlerime
inanan kullarım sana geldikleri zaman onlara: "Selâm olsun size de!" Ya onlara
sen selâm ver yahut da onların selâmlarına karşılık vererek onlara ikramda
bulun. Benim onlar hakkında hoşnutluğumu ve rahmetimi müjdele onlara. Allah
onlar için rahmeti üzerine yazmıştır. Allah onlar için rahmetini kendi üzerine
vacip kılmıştır. Allah onlara rahmetini kesin olarak vaâdetmiştir. Peygamberim
sen bütün bunları müjdeleyerek onların gönüllerini al diyor Rabbimiz. Çünkü
toplumda zenginlerin, makam sahiplerinin, mansıp sahiplerinin üstün tutulması ve
garibanların, fakirlerinse alçak tutulması cahiliye âdetidir ve İslâm’ın
kesinlikle reddettiği bir anlayıştır.
Bakıyoruz bugün kimileri
zenginler için fakirleri, müstekbirler için müs’taz’afları, makam mansıp
sahipleri için sıradan Müslümanları fedâ etmektedirler. Hep yüksek tabakadan
insanlarla düşüp kalkmaya çalışıyorlar. Allah korusun bu nifak alâmetidir ve
İslâm’ın kesinlikle reddettiği bir anlayıştır.
Sizden her kim ki bir bilgisizlik, bir cehalet sonucu bir kötülük yapar,
bir günah işleyecek olur da hemen arkasından tövbe eder ve durumunu düzeltirse,
cehaletle günaha gittiği bir anda hemen kıblesini değiştirir ve Allah dönerse
bilesiniz ki ben böyle yapanlar hakkında rahmeti kendi üzerime yazdım buyuruyor
Rabbimiz. Evet mü'-min bir günahı ancak bir bilgisizlik sonucu, bir gaflet
sonucu işleye-bilir. Yâni ya onun isyan olduğunu bilmeyerek, ya işleyeceği o
isyanın sonucunda, o günahın sonucunda başına gelecekleri bir an unuttu-ğundan
dolayı günah işler, ya da isyanı taate tercih ederek bir isyan-da bulunabilir ki
bu da ayrı bir cehalettir. İşte bu durumda hemen ken-dine gelir gelmez tövbe
eden, günahtan vazgeçen, yönünü, kıblesini değiştiren ve bir daha bu duruma
düşmeme konusunda kesin kararlı olan mü’minleri affedeceğini bildiriyor,
Rabbimiz.
55."Suçluların yolu belli olsun diye
böylece âyetleri uzun uzun açıklarız."
Rabbimiz buyuruyor ki, âyetlerimizi
açık açık ortaya koyuyoruz ki mücrimlerin yolu belli olsun. Kâfirlerin,
mücrimlerin yolları belli olsun da inatlarından vazgeçip hakkı kabule
yanaşmayanlar suçlu olduklarını anlasınlar. Mü'minlerin yolunu da, iman yolunu
da, mücrimlerin yolunu da, yâni küfür yolunu da açıklıyoruz ki inanan bilerek,
bir delile, bir esasa dayanarak inansın, küfreden de bilerek bir esasa
dayanarak küfretsin.
Allah böylece mü'minlerin yoluyla
mücrimlerin yollarını birbirinden ayırıyor. Kur’an sadece hakkı, yâni
mü'minlerin yolunu ortaya koymakla kalmaz aynı zamanda mücrimlerin, kâfirlerin
yollarını da ortaya koymuştur. Böylece Rabbimiz mü'minlerin yoluyla kâfirlerin
yolunu birbirinden ayırmıştır. Bu iki yolu birbirinden ayırır ki hak ve bâtıl
iyi tanınsın. Müminlerin mümeyyiz vasıfları onların yolları üzerine dikilmeli,
mücrimlerin mümeyyiz vasıfları da onların kendi yollarının üzerine dikilmeli ki
her iki taraf da kendilerini ve kendi yollarını bilmeliler. Bu sayede mü'minler
kimlerin mü'min kimlerin de kâfir olduklarını açıkça bilmelidirler. Karışıklığa
sebep olacak bir durum olmamalıdır.
Bugün en büyük güçlük işte
buradadır. Bugün en büyük problem müminle mücrimin karışması, yolların
karışması, işaretlerin karış-ması, isimlerin ve sıfatların birbirine
girmesidir. İslâm düşmanları bunu çok iyi bildiklerinden meseleyi daima
karıştırmadan yana olmakta-dırlar. Onlar safların ayrışmasından her zaman
tedirgin olmuşlardır. Çünkü böylece kendileri tanınacak ve de mü'minler kendi
yollarını öğrenme imkânı bulacaktır.
Bir de zaten hakkın ortaya konabilmesi,
hakkın anlaşılabilmesi için bâtılın da ortaya konması zarûrîdir. Mü'minlerin
bâtıldan ve mücrimlerin yolundan sakınabilmeleri için hak ve bâtılın kesin
çizgilerle, belirgin renklerle birbirlerinden ayrılmaları ve seçilmeleri
gerekmektedir. İşte onun içindir ki Rabbimiz sadece mü'minlerin yolunu, yâni
hak-kı açıklamakla kalmaz aynı zamanda kâfirlerin yolunu yâni bâtılı da
açıklamıştır.
56."De ki: "Allah’tan başka
yalvardıklarınıza kul-luk etmekten men olundum." "Sizin heveslerinize
uymayacağım. Yoksa sapıtmış, doğru yolda gidenlerden olmamış olurum" de."
Rasulullah’a ve onun şahsında bütün
mü’minlere, peygamber yolunun yolcularına şöyle demeleri emrediliyor. Bu bir
bakıma Ra-sulullah ve mü'minler için strateji belirleme veya konum tespitiydi.
De ki, ben sizin Allah yanında, ama
ondan ayrı olarak çağırdığınız, dua ettiğiniz, dâvet ettiğiniz, ibâdet
ettiğiniz şeylerin tümünden nehiy olundum. Allah berisinde sizin dua edip
durduğunuz, imdadınıza çağırıp durduğunuz, kendilerine kulluk yapıp durduğunuz
şeylere dua etmekten, onlara kulluk etmekten men olundum. İşte peygam-berin
geliş gâyelerinden en büyüğü, ya da peygamberin temel görevi budur. Sadece
Allah’a ibâdet ve başkalarından sakındırma. Sadece Allah’ı yardıma çağırma ve
başkalarına dua etmeme. Tevhide teşvik etme ve şirkten uzaklaştırma. İşte
peygamberin geliş gâyesi budur. Sadece Allah’a kulluk ederim, Allah’ın dışında
başkalarına itaat etmem. Sadece Allah’ı dinlerim ve başkalarının dediği yere
gitmem.
Şirkin unsurlarından birisi de
bildiğimiz gibi Allah’tan başka birilerini Allah yerine koyarak Allah’tan
istenmesi gereken şeyleri onlardan istemek, onlara dua etmek, onlardan yardım
dilemek ve beklemektir. Bu ya Allah’la beraber istemek biçiminde olur, yâni hem
Allah’tan hem başkalarından yardım istemek biçiminde olur, hem Allah’a hem de
Allah’tan başkalarına dua etmek biçiminde olur, ya da Allah’ı unutarak yalnız
başkalarından istemek biçiminde olur. Bunun her ikisi de şirktir. Ama Cenâb-ı
Hak isteyeceğimiz şeyleri birilerinin elinde yaratıyorsa o zaman bu sebeplere
tevessül caiz oluyor. Meselâ sabır ve namazla Allah’tan yardım dilemek gibi.
Sebeplere sarılırken, esbaba tevessül ederken de asla bu sebepleri Allah yerine
koymamaya dikkat edeceğiz.
57."De ki: "Ben Rabbimden bir
belgeye dayanmak-tayım, halbuki siz onu yalanladınız; sizin acele istediğiniz
şey de benim elimde değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, hükmedenlerin en iyisi
olarak gerçeği anlatır."
Ben Rabbimden bir Beyyine üzereyim.
Beyyine Kur’an’dır. Ey insanlar! Ben Rabbimden bana gönderilmiş vahiy üzereyim.
Ben kitap üzereyim. Benim hareket noktam vahiydir. Benim istinatgahım
Kur’-andır. Ben size ne diyorsam, neyi emrediyor, neden nehiy ediyorsam, ne
yapıyor ne yapmıyorsam bilesiniz ki bu kitaba dayanıyorum. Bunun dışında
dayanacak bir şey de bilmiyorum. Eğer biz de insanlara bunu diyebileceksek o
zaman biz de vahyi bilmek zorundayız. Ben kitaba dayanıyorum, benim
istinatgahım, benim hareket noktam Vahiydir diyeceksek, o zaman biz de vahyi
tanımak zorundayız. Aksi takdirde bugün pek çoğunun biz kitaba dayanıyoruz
iddiasında bulunup da kitaptan habersiz bir hayat yaşadıkları gibi yapmaya
kalkışırsak bunu demeye hiçbir zaman hakkımız yoktur.
Evet peygamberinin ve peygamber yolunun
yolcularının böyle demelerini istiyor, Rabbimiz. Ben kitaba dayanıyorum,
kitaptan bir delille hareket ediyorum.
58."De ki: Sizin acele
istediğiniz şey benim elimde olsaydı, benimle aranızdaki iş bitmiş
olurdu."Allah zul-medenleri en iyi bilendir."
Sizin acele istediğiniz azap da benim
elimde değildir. Eğer sizin acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı çoktan
sizin işinizi bitirmiş olurdum. Burada Rabbimiz risâlete ulûhiyeti
ayırıveriyor. Rab-bimiz kendisiyle peygamberini ayırıyor. Peygamber sizin gibi
bir beşerdir, binaenaleyh peygamberi Allah makamında görmeye ve Allah-tan
istemeniz gereken bir şeyi sakın peygamberden istemeye kalkışmayın diyor.
Hani az evvel insanların
insanları yardıma çağırdıkları, insanların insanlara dua ettikleri insanların
insanlardan bir şeyler istedikleri anlatılmıştı ve bunun bir şirk olduğu ortaya
konmuştu ya bakın burada da Rabbimiz peygamberden bile bir şey istenmemesi
gerektiğini anlatıyor. Bunun için de peygamberine diyor ki, peygamberim! Sen
onlara de ki: Sizin acele tarafından istediğiniz azap benim elimde değildir.
Ben ilâh değilim, ben sizin gibi bir beşerim. Ben ancak bir elçiyim. Sizin
istediğiniz azabı göndermeye benim gücüm yetmez, bu benim işim değil, onu ancak
Allah gönderir. Eğer benim buna gücüm yetsey-di o zaman benimle sizin
aranızdaki işi hemen bitirirdim, sizin defterinizi dürerdim.
Evet, bir peygamber bile böyle derken
adam diyor ki eğer bizim efendi elinin tersiyle bir iterse onların işi
bitiverir. Onun gazabına uğrayanın, onun gözünden ve gönlünden düşenin parçası
bile bulunmaz. Garip şeyler bunlar. İşte görüyoruz birilerini yok etmeye,
birilerine azap göndermeye Allah’ın peygamberinin bile gücü
yetmiyor.
59."Gaybın anahtarları onun katındadır,
onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin
karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık kitaptadır ancak O
bilir."
Evet gaybın anahtarları Allah
katındadır. Gaybın anahtarlarını Allah eline almıştır. Allah onu kimseye
vermemiş, kimseyi ona muttali kılmamış, kimseye gaybını ezdirip bozdurmamıştır.
Gayb konusu her şeyiyle, kendisiyle, odasıyla, kapısıyla ve anahtarlarıyla
Allah’a aittir ve Allah’ın elindedir. Onu ancak o bilir. gayba muttali olmak,
gayb o-dasının içine girmek şöyle dursun kapısının anahtarına bile hiç kimse
sahip olamaz. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun hikmeti:
a: Gayb İslâm’ın bir
cüzü’dür.
b: Gayb bilginin konusu değil imanın
konusudur. Zira insana çok az bir ilim verilmiştir. Rabbimiz dünyayı ve
kâinatı yaratırken bir kısım kanunlar
koymuştur. Koyduğu bu kanunların bir kısmını anlayarak onlardan istifade
edebilmesi için insana sınırlı bir idrak ve ilim gücü vermiştir. Ama gayb yine
gayb olarak kalacaktır. Allah’a iman da gaybîdir. Her ne kadar Allah’ın
fiillerinin eserlerini görüyorsak da kendisini asla göremeyiz. Ama gayben,
gıyaben Allah’a iman ediyoruz. Onun için bu iman bir değer ifade etmektedir.
60: "Geceleyin
sizi öldüren (uyutan), gündüzün yaptıklarınızı bilen, sonra da belirlenmiş
eceliniz doluncaya kadar gündüzleri sizi tekrar kaldıran (diriltip uyandıran)
O’dur. Sonra en son dönüşünüz onadır. Sonra yaptıklarınızın tümünü size haber
verecektir."
Evet, her gece Allah bizi öldürüyor ve
ecelimizin dolacağı güne kadar da her sabah bizi bir daha kaldırıyor. Gece bizi
öldürmüşken Rabbimiz sabahleyin yeni bir fırsatla, yepyeni bir imkânla bizi bir
daha kaldırıyor. Sebep ne? Belki bugün aklını başına alır diye, belki bugün
Allah’a kulluğa döner diye, belki bugün fırsatı değerlendirir diye. Ve belki de
yarın kıyâmet gününde Rabbimize karşı bir itiraz hakkımız kalmasın, bir
mâzeretimiz olmasın diye böyle yapıyor. Yarın insanlar diyecekler ki, ya Rabbi!
Aklım başımda değilmiş, anlayamamışım, fırsatı kaçırmışım, ne olur beni iki
saatliğine dünyaya bir daha gönder. Bak nasıl sana kulluk yapacağım! Senin
kitabını nasıl elimden düşür-meyeceğim! Senin peygamberini nasıl takıp
edeceğim! Seni nasıl yegâne Rabbim bilip senin benim için belirlediğin hayat
programını uygulayacağım! Senden başkalarını hayatımdan nasıl reddedeceğim! Ne
olur fazla değil, iki saat ya Rabbi dedikleri zaman Rabbimiz buyuracak ki, yahu
ben seni iki saatliğine değil, bir ömür boyu her gece öl-dürmüş ve her sabah
yeni bir fırsatla tekrar diriltmiştim, sen bu kadar süre içinde bir şey
yapmadın, şimdi iki saat içinde ne yapacaksın demek için, insanların böyle bir
itiraz haklarının kalmaması için her gece öldürüyor ama her sabah bir daha
diriltiyor, Rabbimiz.
Öyleyse kesinlikle unutmayalım ki her
sabah bizim için bir geriye dönüştür. Her yeni başlayan gün bizim için bir
fırsattır. Bu fırsatları boşuna harcayıp da yarın Rabbimizin huzurunda böyle
kötü bir duruma düşmemeye gayret edelim inşallah.
Allah’ın Resûlü uyumak için her
yatağına girişinde bu ahdini yenilemeyi ihmal etmezdi. Yatağının üzerinde
dizleri üzeri oturur, Fâtiha, İhlâs, Muavezeteyn’i okuduktan sonra mübarek
elleriyle vücudunun değebilecek her yerini mesheder ve şöyle derdi: Ya Rabbi!
Şu biraz sonra yatacağım ölüm uykusundan beni sabaha canlı çıkarırsan,
ölümümden sonra sabahleyin beni tekrar diriltirsen sana söz veriyorum yarınım
bugünümden hayırlı olacaktır. Sana söz veriyorum ahd ü mîsâkıma uygun yaşayacak,
senden başkasına kulluk etmeyeceğim. Yine ancak seni Rab bilecek, yine senin
kitabını hayat programı bilecek, yine senin kıblene yönelecek, yine senin
çektiğin yere gidecek, sadece seni razı edecek ve senden başkalarının arzularını
gerçekleştirmeyeceğim.
İfadeye dikkat ediyor musunuz? Ya
Rabbi şu biraz sonra yatacağım ölüm uykusundan beni sabaha canlı çıkarırsan
diyor Allah’ın Resûlü. Beni sabaha tekrar diriltirsen. Bizim için garanti değil
mi? Yâni yarın tekrar kalkacağımız bizim için garanti değil mi? Hiç
düşün-müyoruz değil mi bunu? Hattâ bizim için beş ay sonrası bile garanti.
Hayat programlarımıza bakılırsa, bir yıl sonrası için verdiğimiz sözlerimize,
çeklerimize, senetlerimize, ideallerimize, hedeflerimize bakılırsa on yıl
sonramız bile garanti. Biz hiç ölmeyeceğiz zaten. Ama bakın Allah’ın Resûlü
diyor ki sabaha canlı çıkarırsan. Öyle ya belki çıkmayabiliriz sabaha. Belki bu
yatışımız son yatışımız olabilir. Belki aldığımız o nefesler son nefesimiz
olabilir, belki yorganımız kefenimiz olabilir, ama bunu hiç düşünmeye
yanaşmıyoruz. Siz bilirsiniz, isterseniz bunu aklınızın ucundan bile
geçirmeyin, ama alçaklar yarın öyle diyecekler. Ya Rabbi ne olur bizi geri
çevir! Yarın diyeceklerini bugün deselerdi olmaz mıydı? Ama aldanıyor insanlar,
aldanıyoruz. Dünyanın konumu bizi aldatıyor, sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi,
sanki ebedî yaşayacakmışız gibi plan program yapmaya çalışıyoruz, Allah
korusun.
Bakın bu âyetin tefsiri konusunda en
güzel bir tavrı Hz. Ömer Efendimizin hayatında görüyoruz. Hz. Ömer Efendimiz
hayatının son dönemlerinde Medine’de kendisi için bir mezar kazdırır. Bazen
bazen gidip o mezara yatıverir sonra da şöyle derdi: Ey Ömer! Farz et ki şu anda
öldün! Ecelin geldi ve ruhunu teslim ettin! Bir anda hesap kitap için Rabbin ile
karşı karşıya geldin ve amellerin ortaya döküldü. Rab-bin baktı, amellerine ve
beğenilmedi. Bunlar mı bana lâyık olarak yaptıkların ey Ömer! diye Rabbin bir
paçavra gibi onları yüzüne çaldı. Tıraşın önüne indi ve gördün ki pabuç pahalı,
gördün ve anladın ki işin bitik. Gördün ki rezil ve perişan oldun. Rüsva bir
vaziyette Rabbine bakacak yüzün kalmamış olarak yine de onun rahmetine
sığınarak ona dedin ki: Allah’ım! Aklım başımda değilmiş, fırsatları
kaçırmışım, ne olur bana merhamet buyur ve beni dünyaya bir daha geri çevir
dedin. Mümkün değil ama farz et ki Rabbin sana merhamet buyurup geri çevirdi
der ve o anda ayağa kalkar ve farz et ki şu anda geri çevrildin, hadi bakalım ne
yapacaksın görelim seni diyerek hayata yeniden başlardı. Hadi bakalım bugün ne
yapacaksın görelim seni derdi.
Ne güzel bir anlayış değil mi?
Şimdi biz de bugün şu saatte geri çevrilmiş olarak hadi bakalım ne yapacaksın
diyelim kendimize ve Rabbimiz için şu anda ne yapabileceksek yapmaya çalışalım.
Her gün bizler de bu ahitlerimizi yenilemeye çalışalım. Yarın perişan bir
vaziyete düşeceğimize, yarın ya Rabbi bizi geri döndür diyeceğimize, bugün
döndürüldüğümüzün farkına varalım. Bugün aklımızı başımıza alalım. Zira yarın
bir daha geri dönüş imkânlarımız da olmayacaktır bunu asla unutmayalım
inşallah.
1,62- "O kulları üzerine yegâne
kahir (kahredici, güç yetirici) olandır. Size koruyucular gönderir. Sonunda
sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun canını alırlar.
Onlar bu işte kusur etmezler. Sonra da gerçek mevlâları olan Allah’a
döndürülürler. Haberiniz olsun hüküm yalnızca O’nundur. Ve O, hesap görenlerin
en süratli olanıdır."
Allah kulları üzerine yegâne Kahhâr
dır, yegâne güç yetirendir, yegâne hakim olandır. Bu konuyu sûrenin 18. âyetinde
uzun uzun anlatmaya çalıştım. Ancak şu kadarını söyleyelim ki Allah’ı Kahhâr
bilmeyenlerin hayatında pek çok Kahhâr lar olacaktır. Allah’a ait olan bu sıfatı
Allah’tan başkaları üzerinde görmeye çalışan insanlar için, kendilerini Kahhâr
göstermeye çalışan bir kısım insanlar Kahhâr pozları oynamaya başlayacaktır.
Halbuki insanlar bu sıfatı sadece Rablerine verip, sadece Allah’ı Kahhâr bilip,
onları Kahhâr görmeseler, onlara değer vermeseler onlar cücelikleri içinde
kahrolup gideceklerdi.
Ama heyhat ki insanlar onları
Kahhâr görmeye başlayınca, onlar da kendilerini bir şey zannederek insanlar
üzerinde Rableşiver-mektedirler. Biz insanlar üzerinde Kahhârız! Biz asarız! Biz
keseriz! Biz istedik mi açtırırız başörtülerinizi! Biz istedik mi kestiririz
sakallarınızı! Biz istedik mi atarız namaz kılanları! Ben sizin Rabbiniz değil
miyim? Biz sizin üzerinize kahir, Kahhâr değil miyiz? Ben izin vermeden nasıl
iman ettiniz? Ben müsaade etmeden nasıl secde edersiniz? Ben izin vermeden nasıl
örtünürsünüz? Ben izin vermeden bunları nasıl konuşabilirsiniz? Halbuki sizler
benim kullarımsınız! Sizleri ben okuttum! Sizler benim mekteplerimde okudunuz!
Sizin maaşlarınızı ben ödüyorum! Sizin hayatınız bizim elimizdedir! Nefes
alışverişinizi bile kontrol ediyoruz! Eğer biz müsaade etmesek adım bile
atamazsınız diyenleri kendileri üzerinde Kahhâr bilenlerin üzerinde bunlar da
Kah-hâr konuma geleceklerdir.
Sadece Allah’a ait olan bu sıfatı
insanlar üzerinde de görme-ye
başladılar mı onların üzerlerinde Kahhârlar çoğalacaktır ve zavallı insanlar
onları da razı etmek için çırpınacaklardır. Bugün maalesef insanlardan pek çoğu
bu sıfatı Allah’tan başkaları üzerinde de görü-yorlar. İnsanlar böyle
gördükleri için pek çokları da onlar üzerinde Kahhâr olduklarını iddia
ediyorlar. Ama bakın Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ’yı kendisini insanlar üzerinde
Kahhâr makamında görmeye çalışan Firavun karşısında görüyoruz. Firavun Hz.
Mûsâ’ya işte seni asarım, keserim, zindana atarım, maaşını keserim, güneşini
engellerim diye tehditler savurmaya başlayınca, Allah’ın elçisi bakın şöyle
diyor.
Hz. Mûsâ öyle bir peygamber ki
sarayda, hem de bu Firavunun sarayında büyümüş, maddî imkânlar içinde, müreffeh
bir hayat içinde yetişmiş, ama bunu terk edip gitmiş. Medyen’de yedi yıl
çobanlık yapmış, aç kalmaya da susuz kalmaya da, ışıksız, yolsuz, asfaltsız,
vasıtasız, elektriksiz, telefonsuz, teypsiz, dolmuşsuz, vasıtasız kalmaya da
alışmış bir peygamber. Firavunun asarım, keserim aç bırakırım, susuz bırakırım
şeklindeki tehditleri karşısında bakın aynen şöyle diyordu: Vallahi ey Firavun,
senin tehditlerin bana vız gelir. Ben çölden, Meyden’den geliyorum. Arkamda
upuzun bir çöl bırakıp geliyorum ben. Ben bu saydıklarının hiçbirisinin
olmadığı bir ortamdan geliyorum. Açlığa, susuzluğa dünden alışmışım,
sıkıntıların meşakkatlerin Âlâsını yaşamışım ben. Senin bana yapabilecek hiçbir
şeyin yoktur diyordu.
Bunu diyebilen birisine ne
yapabilecekti de Firavun? Hz. Mûsâ sarayda maddî şartlar altında, müreffeh bir
hayat içinde yetişmiştir, ama bunu terk etmiş Medyen’e gitmiş, orada çobanlık
yapmış, aç kal-maya susuz kalmaya alışmış bir peygamber vardı
karşısında.
Biz de bu hayata bir alışabilsek inanın
hiç kimsenin yapabileceği bir şey kalmayacaktır. Ama şimdi şu anda öyle miyiz?
Meselâ yarın bir tehditte bulunsalar ki bizim dediklerimizi yapmazsanız, bizi
hayatınızda Kahhâr bilip bizim kanunlarımıza itaat etmezseniz televizyon
vergilerinizi ayda on milyona çıkarıyoruz! deseler pilimiz biter değil mi? Niye?
Eh televizyonsuz bir hayata nasıl dayanabileceğiz değil mi? İyisi mi biz bunları
Kahhâr bilelim ve dediklerini aynen uygulayalım diyoruz. Ya da eğer
dediklerimize uymazsanız benzin fiyat-larını şu kadara çıkardık deseler ne
yaparız? Veya meselâ otobüs seferlerini kaldırıyoruz deseler işimiz biter değil
mi? Çünkü bizler araba-sız bir hayata alışmadık. Telefonlarınızı iptal ediyoruz
deseler mahvoluruz değil mi? Lokantalarınızı, fırınlarınızı kapatıyoruz deseler
işimiz biter.
Çünkü böyle bir hayata alışmadık
bizler. Yarın tüm elektriklerinizi kesiyoruz deseler, sizi aç bırakıyoruz
deseler, sizi hapse atacağız deseler işimiz biter değil mi? Çünkü bu köleliğin
dışında da bir hayatın varlığından haberimiz yoktur bizim. Böyle bir hayatın
varlığına bir inanabilsek o zaman tıpkı Hz. Mûsâ gibi bizi bunlarla tehdit eden
ve kendilerini Kahhâr bilmeye zorlayan tüm Firavunların tehditlerinin
gözümüzde beş paralık bir değeri kalmayacak. İşte biz kendi kendimizi bazı
şeylerin kölesi yapıyoruz sonra da insanların bizim üzerimizde Rableşmelerine,
kahhâr konuma gelmelerine zemin hazırlıyoruz.
Hayır hayır, inanmayın bu alçakların
söylediklerine. Kulları üzerinde Kahhâr olan sadece Allah’tır. Mahlukâtı
üzerinde yegâne hâkimiyet sahibi olan O’dur. Tüm vücudumuzda, tüm hayatımızda,
tüm hareket ve eylemlerimizde O’nun yasaları hakimdir. Hayatımız, varlığımız
varlığımızı sürdürmemiz, yememiz içmemiz, üşümemiz, acıkmamız, yatmamız,
uyumamız, oturmamız kalkmamız, kalbimizin çalışması, kanımızın hareket etmesi
hep O’nun yasası gereğidir. İnsan her şeyiyle Allah’ın hâkimiyeti altındadır.
İnsan her şeyiyle Allah’ın hâkimiyetine mahkumdur. Alıp verdiği nefesler bile
O’nun kontrolü, izni ve hâkimiyetine tabidir. Her şey O’nun gücü ve tasarrufu
altında-dır. Her şey O’na boyun eğmiştir.
Ve O Kahhâr olan, mutlak güç ve
kuvvet sahibi olan Allah sizin üzerinize koruyucular göndermektedir. Sizlerin
yeryüzünde yaşadığınız sürece işlediğiniz tüm amelleri tespit etsinler diye,
sizi görüp gözetsinler, sizin amellerini yazıp muhafaza etsinler diye ve de
sizleri korusunlar diye meleklerini göndermektedir. Ra’d sûresinde de bu ko-nu
şöyle anlatılır:
"Onların her birini önünden ve
arkasından izleyen melekler vardır. O’nu Allah’ın emriyle
korurlar."
(Ra’d 11)
Bunlar hadisin beyanıyla “Hafaza”
melekleridir ki kulları onlara gelebilecek kötülüklerden muhafaza ederler. Bir
de kirâmen kâtibin melekleri vardır. İnsan yaşadığı sürece ne yapmışsa, ne
söylemişse, ne yapmayı ve ne söylemeyi niyet edip içinden geçirmişse tamamını
yazıp kaydetmekle görevli meleklerdir bunlar. Gaf sûresi de bunu
anlatır:
"İnsan hiçbir söz söylemez ki yanı
başında onu zapteden bir melek bulunmasın." (Gâff 18)
"Muhakkak ki üzerinizde koruyucu melekler
vardır. Şerefli yazıcılar her yaptığınızı
bilmektedirler."
(İnfitâr 10,12)
İşte bütün bunlar Allah’ın sizin
üzerinizde hâkimiyetini, Kahhâr oluşunu, sizi kendi halinize bırakmayıp sürekli
sizinle diyalog halinde oluşunu, sizin hayatınıza karıştığını ve sizin her
anınızı kontrol ettiğini gösterir. Hiç kimse bir tek saniye bile kendi başına
değildir. Onun her hareketini kontrol eden, her nefesini sayan Melekler vardır
yanında. Zaten İslâm’daki melek inancının odak noktası da budur işte. Yâni öyle
bir Allah’a inanacağız ki melekleri vasıtasıyla sürekli bizimle diyalog halinde
olan bir Allah’tır O.
Değilse böyle kimilerinin iddia
ettikleri gibi dünyayı yaratmış, yorulmuş, köşesine çekilmiş, dünyayla
ilgilenmeyen ve ne haliniz varsa görün, bildiğiniz gibi yaşayın diyen bir Allah
değil. Evet böyle bir Allah’a inanacağız. Değilse nasıl yaşarsanız yaşayın beni
ilgilendirmez! Hukukunuz, ticaretiniz, kılık kıyafetiniz, eğitiminiz, siyasal
yapılanmanız, kazanmanız harcamanız nasıl bilirseniz öyle yapın beni
ilgilen-dirmez. Benden bu kadar. Ben dünyanızı ve sizi yarattım, bundan sonra
dilediğiniz gibi bir hayat yaşayın. Dilediğiniz gibi giyinin, so-yunun.
Dilediğiniz gibi bir hukuk yapın.
Dilediğiniz gibi hukuk yapın. Dilediğiniz gibi bir dünya yaşayın diyen bir Allah
değil.
Melekleri olan ve bu melekleri
vasıtasıyla yeryüzünde aranızdan seçtiği kullarına vahiy gönderen bununla bizi
sorumu tutan, ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl bir hayat programı
takip edeceğimizi bize ulaştıran bir Allah’a iman edeceğiz. İşte İslâm’daki
melek inancının önemi buradadır. İnanacağız ki yaptığımız ettiğimiz her şey
melekler tarafından azılıp tespit edilmektedir. Yaptığımız her şeyden yarın
mutlak hesaba çekileceğiz.
Evet, Allah sizin üzerinize meleklerini
gönderir. Nihâyet sizden birine ölüm gelip çattığı zaman onu tarafımızdan
elçilerimiz öldürürler, emrimizle onun ruhunu alırlar. Kimse buna itiraz edemez.
Kimse buna karşı gelemez. Sonunda hepiniz Rabbinizin sizin adınıza takdir ettiği
bu ölüm yasasına boyun eğmek zorundasınız. Hayatınız da Allah’ın elindedir,
ölümünüz de. Dünyaya gelişiniz, erkek kadın oluşunuz, beyaz esmer oluşunuz,
boylu bodur oluşunuz, dünyaya geliş zamanınız, hayatta kalış süreniz nasıl sizin
elinizde değilse, hayata veda edişiniz de sizin elinizde değildir. Vaktiniz
geldi, miadınız doldu mu melekler sizi öldürür.
Ve bizim elçilerimiz asla kusur
etmezler. Hangi konuda? Ne sizi belâlardan koruma konusunda, ne sizin
amellerinizi tespit etme konusunda, ne sizi kontrol etme konusunda, ne sizin
ölüm zamanınızı unutup ihmal etme konusunda zerre kadar kusur etmezler. Rabbiniz
onlara ne emretmişse, nasıl emretmişse aynen onu uygularlar. Ne kendileri geç
kalırlar, ne de ölen kişiyi geç bırakırlar.
Sonra sizden ölenler gerçek Mevlâları
olan, gerçek velileri olan Allah’a döndürülürler. Dünyada gerçek velileri olan
ve velâyeti altındaki kulları adına aldığı kulluk maddelerini, kulluk
programlarını unutup kendilerine sahte veliler bulan ve bu velilerin kendileri
adına belirledikleri hayat programlarını uygulamaya çalışan insanları Allah’ın
melekleri gerçek velileri olan ve yeryüzünde kullarına hayat programı belirleme
yetkisine kendisinden başka hiç kimsenin sahip olmadığı Rablerinin huzuruna
götürürler. Bu insanlar bu Allah’ı unutup da başkalarının kanunlarını uygulamaya
çalışan insanlar gerçek velilerinin Allah olduğunu iki kere anlarlar. Bir, ölüp
giderlerken o sahte velilerin, o yapay tanrıların ve tanrıçaların kendilerine
hiçbir faydalarının olmadığını görerek anlarlar bir, bir de Rablerinin huzuruna
vardıkları zaman anlarlar bunu. Tüm bu sahte velilerin ellerinde hiçbir şeyin
olmadığını ve kendisi gibi aciz birer kul olduklarını anlarlar.
Dikkat edin hüküm O’nundur, hâkimiyet
sadece O’na aittir, hükmü O verecek ve hesaba çekecek olan O’dur ve O hesabı en
seri olandır. Evet hâkimiyet elinde olan O’dur ve tüm insanları hesaba çekecek
olan O’dur. Öyleyse ey Allah’ın kulları! Madem ki yarın yaşadığınız hayatın
hesabını ona vereceksiniz, sizi yaratan, sizi yeryüzünde yaşatan, sizin şu anda
istifade ettiğiniz tüm nîmetleri size bahşeden, sonra dilediği bir zaman
diliminde sizi öldürecek olan gerçek veliniz dururken O’nu bırakıp da nasıl
kendinize yeni yeni veliler bulmaya ve onların kanunlarını uygulamaya
kalkışıyorsunuz? Buna nerden cesaret buluyorsunuz? Sizi hesaba çekmeyecek olan,
sizin hayatınızda en ufak bir hakları bulunmayan ve tıpkı sizler gibi Allah’ın
yasalarına teslim olmak zorunda olan bu yapay tanrıların programlarını
uygulamaya sizi iten sebep nedir ki sonunda sizler gerçek velinizin ceza ya da
mü-kafatına döndürüleceksiniz. Bundan hiç kimse kurtulamayacaktır. Bundan
sonraki âyetinde Rabbimiz kullarını vicdanlarıyla yüz yüze getirerek kendi
kendileriyle hesaplaşmaya dâvet etmektedir.
63,64- "De ki: "Kara ve denizin
karanlıklarından sizi kim kurtarır? Eğer bundan bizi kurtarırsan
şükre-denlerden olacağız diye Ona gizli gizli yalvarır yakarır-sınız. De ki:
"Allah sizi ondan ve her sıkıntıdan kurtarır, sonra da O’na şirk
koşarsınız."
Yâni böyle karanın ve denizin
karanlıklarında kaldığınız zaman, yolunuzu yitirdiğiniz zaman, bir çıkmazla
karşı karşıya kalıp eliniz böğrünüzde ne yapacağınızı şaşırdığınız zaman, ciddi
bir tehlikeyle burun buruna gelip ondan kurtuluş ümitleriniz inkisâra uğradığı
zaman ne yaparsınız? Kime yalvarıp yakarırsınız? Kime yönelir ve kimi imdadınıza
çağırırsınız? Denizde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya gelip can havliyle
dalgalarla boğuşmaya başladığınız zaman ya da karada hanımınız hasta hanede ecel
teri dökmeye başladığı bir hengamede veya borçlularınız kapınıza gelip
dayandıkları zaman, mahkemede hakim karşısında ecel teri dökmeye başladığınız
zaman, içinden çıkamayacağınız ciddi bir dertle karşı karşıya geldiğiniz gizli
ve açık olarak ya da korku ve ümit içinde kime yalvarır, kime dua edersiniz?
Yemin olsun ki o bizi bu sıkıntıdan kurtarırsa muhakkak biz şükredenlerden
olacağız diye kime müracaat edersiniz?
Allah’a dua edersiniz değil mi?
Yâni böyle bir durumda sizi kurtaracak tek varlığın Allah olduğunu, Allah’tan
başka hiç kimsenin yapabileceği bir şeyin olmadığını, Rabbinizden başka hiçbir
gücün sizin imdadınıza yetişemeyeceğini siz de biliyor ve itiraf ediyorsunuz.
Vicdanlarınız buna şahitlik ediyor. Size yardım edebilecek, sizin tüm
sıkıntılarınızı yok edecek, sizin kaderinizi belirleyen varlığın sadece Allah
olduğunu biliyor ve böyle durumlarda sadece Rabbinize dua ediyorsunuz.
Evet sizi ondan ve her türlü
tehlikeden, her türlü kederden, her türlü sıkıntıdan kurtaran Allah’tır. Allah
sizi bu tehlikeden kurtarıp sahil-i selâmete çıkardığı zaman da hemen O’na yan
çizmeye ve O’na şirk koşmaya başlıyorsunuz. Darda kaldığınız zaman size rızık
gönderen Rabbinizi unutup kendinize O’ndan başka Rezzaklar bulmaya ve onların
arzularını gerçekleştirmeye kalkıyorsunuz. Bu ikinci üçüncü derecede
Rezzaklarınızın gazabına maruz kalmamak için, tayininizin çıkarılmaması,
maaşınızın kesilmemesi için onların arzularıyla Rab-binizin arzuları çatıştığı
zaman, Rabbinizin hatırını ayaklarınızın altına alma pahasına onların hatırını
başınıza taç yapmaya kalkışıyorsunuz. Sizi koruyan Rabbinizi unutup kendinize
yeryüzünde yeni yeni Rabler bulup onların koyduğu kanunları uygulamaya
kalkışıyorsunuz. Allah’tan başka sığınacak varlıklar bulup onlara sığınmaya,
onlara dua edip yardımınıza çağırmaya kalkışıyorsunuz. Darda kalınca gerçek
Rabbinizi hatırlıyor, tehlike geçince de başka Rabler bulup onlara itaat etmeye
kalkışıyorsunuz.
Çok ciddi bir tehlike anında ister
mü'min olsun ister kâfir her-kes Allah’a yalvarmaktadır. Bundan anlıyoruz ki tüm
insanlarda fıtrat tevhidtir, öz cevher tevhidtir, şirk ise sonradan ona arız
olmuş bir kabuktur.
İşte böyle çok ciddi bir tehlike
anında insan fıtratı açığa çıkmaktadır. Fıtratın üzerini örtmüş olan kabuk o
anda dökülüveriyor ve insanın fıtratı açığa çıkıveriyor.
"Sizi karada ve denizde yürüten
Allah’tır. Bulun-duğunuz gemi içindekileri güzel bir rüzgarla götürürken;
Yolcular neşelenirler. Ama bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların
sardığını, çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise; Allah’ın dinine
sarılarak: "Eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan andolsun ki sana şükredenlerden
olacağız" diye ona yalvarırlar."
(Yunus 22)
Meselâ bakın bâtılı kâfirler Titanik
diye bir gemiye binerler ve Okyanusa açılırlar. Yüzlerce mühendisin rapor
vererek bu gemi bat-maz dedikleri geminin içinde her türlü günahları işleyerek
kam alma-ya çalıştıkları bir sırada gemi bir buzula çarpar ve yavaş yavaş
batmaya başlar. Birkaç saat öncesine kadar Allah’ı hiç hatırlarına getir-meyen
bu insanların tümünün güverteye çıkarak Allah’a dua ettiklerini görüyoruz.
Çünkü böyle bir durumda kendilerine Allah’tan başka yardım edecek hiç kimse
yoktur. O anda kabuk mahiyetinde bulunan şirkin yok olup fıtratlarının,
mayalarındaki tevhidin açığa çıktığını görü-yoruz. Yine meselâ Mekkeli müşriklerin Ebrehe
güçlü kuvvetli ordusuyla kapılarına dayandığı zaman, Kâbe’nin içindeki tüm
putlarını unutup Kâbe’nin örtülerine sarılıp: "Ey bu beytin Rabbi! Bizi böyle
bir durumda ancak sen koruyabilirsin! Bu putlarımızın bize bugün
yapabilecekleri bir şey yoktur diye dua ettiklerini biliyoruz. Bir tehlike
anın-da fıtratlarındaki öz cevherin, tevhidin açığa çıktığını görüyoruz. Ama
tehlike geçtikten sonra da bu insanların kendilerini kurtaran Rablerini unutup
yine eski şirklerine, eski küfürlerine dönüverdiklerini görüyoruz.
Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
buyuracak ki e bir tehlikeyi atlattık diye tüm tehlikeler atlatılmış değil ki.
Yeryüzünde sıkıntı sadece o anda yaşadığınız sıkıntı değil ki. Ya şöyle yaparsa
Allah o za-man ne yapacaksınız diyerek büyük bir tehlikeden, büyük bir azaptan
söz etmeye başlayacak:
65-"De ki: "Üstünüzden ve altınızdan
size azap göndermeye, sizi fırka fırka yapıp birinizin acısını diğerine
tattırmaya kadir olan odur." Anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl yerli yerince
açıkladığımıza bir baksana."
Eğer bu nankörlüklerinize devam
ederseniz, sıkıntılı anları-nızda Rabbinizi hatırlar ama sıkıntıdan kurtulup
sahil-i selâmete çık-tıktan sonra da başka Rabler bularak Rabbinize yan çizmeye,
Rab-binizin kitabına karşı, peygamberine karşı ilgisiz bir tavır sergilemeye ve
Allah’ın sizden istediği hayatı bırakıp başkalarının hayat program-larını
uygulamaya devam ederseniz bilesiniz ki Allah sizin üstünüz-den ve altınızdan
azap göndermeye ve böylece sizden intikam almaya kadir olandır.
Başınızın üzerinden ve ayaklarınızın
altından size azap gön-dererek sizi cezalandırmaya ve sizden intikam almaya
kadirdir O Allah.
Üstünüzden, semadan yıldırımlar
göndererek, taşlar yağdırarak, tufan göndererek, altınızdan, ayaklarınızın
altından zelzele, deprem, toprağın yarılıp üstündekileri içine alması gibi
birtakım azaplar göndererek sizden intikam alandır o Allah. Veya düşmanlarınızla
aranızda savaş kıvılcımlarını tutuşturuvererek silah depolarını, uçakları ve
füzeleri harekete geçirerek üstünüzden milyonlarca ton bomba yağdırarak içine
gömülüp, rahata meyledip Rabbinizi unuttuğunuz evlerinizi kan gölüne çevirerek
sizden intikamını alır o Allah. Veya altınızdan göndereceği bir depremle tüm
evlerinizi, tüm kentlerinizi, tüm yerleşim birimlerinizi yerle bir ediverir ve
böylece sizden intikamını alır o Allah.
Veya sizin idarecilerinizi bozuverir,
bir kısım zalim, fâsık ve fa-cir kimseleri başınıza baş yapar, onları sizin
başınıza musallat eder, onların zulüm ve baskıları altında sizleri ezerek
üstünüzden azap gönderir Allah. Hizmetçilerinizi bozarak, onları size itaatten
çıkarıp isyan içine düşürerek, böylece size altınızdan azap gönderir. Veya
meselâ toplumun ayak takımı denen zümreyi, başı bozuk anarşistlerini baştan
çıkarıp terör, isyan ve kıtal gibi eylemlerin peşine takarak sizin mal ve can
güvenliğinizi bozarak altınızdan size azap gönderir Allah. Veya önceki
toplumlara yaptığı gibi üstünüzden ve altınızdan azap göndererek sizden intikam
alır. Meselâ yeryüzünde cinsel ahlâksızlığı doruklaştıran Lût kavmine yaptığı
gibi üstünüzden taş yağdırmaya ve sizin topunuzu yok etmeye kadirdir Allah.
Veya yeryüzünde tâğutlaşan,
kendisini Allah yerinde gören, Allah kanunlarını beğenmeyip onun yerine kendi
kanunlarını ikame etmeye kalkışan Firavunu suda boğduğu gibi sizin de böyle
altınızdan sular göndermek sûretiyle sizden intikam almaya güç yetirendir Allah.
Veya yağmurların kesilmesi şeklinde, bereketin kaldırılması biçiminde
üstünüzden, toprağın kuraklaşıp sizi açlık ve kıtlığın sarıvermesi biçiminde
altınızdan azap göndermeye kadirdir Allah.
Yahut da size şia elbisesi giydirerek,
sizi parça parça, grup grup, hizip hizip, parti parti yapar da sizi
birbirlerinize düşman ederek birinizin acısını diğerine tattırarak Allah sizden
intikamını alıverir. Şia; böyle her biri bir emire, bir lidere, bir reise bağlı
fırkalar, gruplar ve partiler anlamına gelmektedir. Evet eğer sizler Rabbinizin
kitabını uygulamaktan vazgeçer, onun elçisinin getirdiği hayat programını
bırakıp başka Rablerin, başka İlâhların hayat programlarını uygulamaya kalkışır
ve böylece Rabbinize karşı isyan bayrağını çekerseniz, işte Allah da sizden
böylece intikamını alacaktır. Sizi grup grup, parti parti, parça parça parçalar
da aranıza husumetler, düşmanlıklar atar ve birinizin acısını diğerine
tattırarak sizden intikamını alıverir.
Şu anda İslâm dünyası bunu
yaşamaktadır. Grup grup olmuş, hizip hizip parçalanmış Müslümanlar aralarındaki
ufak tefek ayrılıkları temelde itikadî ayrılıklarmış gibi görerek birbirlerinin
defterini dürme-ye, birbirlerini tekfir etmeye çalışmaktadırlar. Müslümanlar
birbirlerin-den çektiklerini hiçbir zaman düşmanlarından, kâfirlerden
çekmemek-tedirler. Müslümanlar ne zaman Allah’ın dininden uzaklaşmışlar, ne
zaman Allah’ın kitabını arkalarına atarak onun yerine başkalarının ka-nunlarını
uygulamaya başlamışlar, ne zaman Allah’ın elçisine karşı ilgisiz bir tavır
takınmışlar, ne zaman Rablerinin kendileri için gönderdi-ği kanunları terk edip
aralarından çıkardıkları bir kısım beşerî kanun-ları uygulamaya başlamışlarsa
bu azabı hep tatmışlar, bu belâyı hep enselerinde görmüşlerdir. Parça parça
olma, birbirine düşman olma ve birbirlerinin acısını tatma azabını her zaman
yaşamışlardır. Ve şu anda da Müslümanlar kâfirlerden, düşmanlarından değil
birbirlerinden çekmektedirler. Ama bunun sebebi yine kendileridir. Yâni bu
cezayı kendileri hak etmektedirler. Aralarında Allah’ın sitemini uygulamaktan
vazgeçip kendi yanlarından çıkardıkları kanunları ve sistemleri uygulamaya
başlayarak insan kanunlarından yana, demokrasiden yana ol-dukları için bunlar
başlarına gelmektedir.
Elbette Allah sistemini terk edip de
demokrasiyi tercih eden insanlar böyle parça parça olacaklardır. Bu onların
tercih ettikleri sistemin kaçınılmaz bir gereğidir. İnsanların insanlara
kulluğu demek olan, insanlardan bir bölümünün idare eden öbür bölümünün de idare
edilen ya da bir bölümünün kanun koyan, öteki bölümün de bu kanunlara uyan, bir
başka deyişle insanların bir bölümünün Rab, öteki bölü-münün de onlara kul köle
oldukları demokratik sistemlerde güçlüler, iktidardakiler sürekli zayıfları
ezmekte ve onları sürekli kendi görüşlerini kabule zorlamaktadırlar. Çünkü İslâm
düzeninde, İslâm toplumunda olduğu gibi hepsinin ortaklaşa kabul ettikleri,
hepsinin birlikte baş vurdukları tek bir ölçü yoktur hayatlarında. Tüm
kullarını aynı ölçüde ve aynı değerde kabul eden yaratıcı bir Rab tarafından
konulmuş ve toplumda herkesin iman edip uymak zorunda olduğu değiş-mez kurallar
yoktur onların hayatlarında. Yâni toplumda herkesin emrine boyun eğeceği,
herkesin arzularına teslim olacağı bir İlâhları yoktur onların. Aksine çok
çeşitli İlâhları çok fazla Rableri vardır onların.
Hâkimiyetin, ulûhiyetin ve teşri
hakkının kendilerinde olduğunu iddia eden bu sahte ilâhlar, bu yapay tanrılar ve
tanrıçalar insanları bölük bölük bölmüşler ve her bir bölüğü kendi peşlerine
takmışlar birbirleriyle savaştırmaktadırlar. İşte böylece bölük bölük olan
Müslümanlar birbirlerini yemekle meşguller. Onlar birbirlerini yemekle meşgul
olunca da düzen yaşama imkânı buluyor ve böylece bir oyun devam edip gidiyor.
Evet bu tür demokratik toplumlarda insanlar bölük bölüktür. Kimileri rab
kimileri kul, kimileri kanun koyucu kimileri bunlara itaat edici, kimileri
idare edici, kimileri idare edilen, böyle Rabler ve kullar haline gelmişlerdir.
İşte böyle hepsi insan oldukları
halde, hepsi de kul oldukları halde, hepsi de birbirlerinden farksız aciz
varlıklar oldukları halde kimilerinin Rab kimilerinin kul konumunda olmaları
toplumda fertlerin birbirlerine karşı kin, nefret, düşmanlık ve haset duyguları
devam edip gitmektedir. Bir grup diğerine hükmetmekte, bir grup diğerini ezmekte
ve bir grup sürekli diğer bir grubun acısını tatmakta, biri diğeri yüzünden
azap çekmektedir. İşte Allah sizi böyle hizip hizip, parça parça yapar da
birinizin acısını diğerine tattırır ve böylece sizden intikam alır. Ama
unutmayalım ki insanlar bu duruma ken-dileri düşmektedirler. Allah’ın sistemini
terk eden, Allah’ın kitabını arkasına atan, Allah’ın kanunlarını değil de
başkalarının kanunlarını uygulayarak onlara kulluk yapmaya çalışan bir
toplumunun hayatında bu durum kaçınılmazdır. Allah işte böylece onları parça
parça yapacak ve birinin eliyle ötekisinden intikam alacaktır.
Nitekim İbni Mâce de Allah’ın Resûlünün
şöyle buyurduğu rivâyet edilir: Allah’ın Resûlü bir Mescide girdi ve orada
namaz kıldı. Uzunca kıldığı namazından sonra uzunca dua etti ve duasından sonra
da şöyle buyurdu:
"Rabbimden üç şey istedim, bunlardan
ikisini Rab-bim bana verdi ama diğerini vermedi. Ümmetimin suda boğularak helâk
etmemesini istedim bu dileğimi kabul bu-yurdu. Ümmetimi kıtlıkla helâk
etmemesini diledim onu da kabul buyurdu. Onların parça parça olup birinin
acısının diğerlerine tattırılmamasını diledim, fakat Rabbim bunu kabul etmedi.
Ama en kolayı da budur"
Sonra da ilâve
ederek:
"Ve ben ümmetim adına sadece dalâlete
düşürücü yönetici ve önderlerden korkarım. Onlar yüzünden ümmetimin arasına
bir kere kılıç girdi mi artık kıyâmet gününe kadar bir daha
kaldırılmaz."
(İbni Mâce, fiten
91)
Buna göre bu ümmetin top yekun suda
boğulması, topyekun kıtlıkla helâk edilmeleri olmayacaktır, ama bu ümmet
gruplara ayrılacak ve birinin acısını diğerleri tadacaktır. Hadisin başka
rivâyetlerinde:
"Rabbimden bizden olmayan bir düşman
grubunu bize musallat kılarak onları bize muzaffer etmemesini diledim, Rabbin
bu dileğimi de kabul buyurdu."
İlâvesi vardır. Ancak anlıyoruz ki bu
ümmet toptan bu şekillerde helâk edilmeyecektir. Değilse bu ümmet içinde suda
boğulanlar da olacaktır, kıtlıkla helâk edilenler de olacaktır. En doğrusunu
şüphesiz Allah bilir.
66-"Ey peygamberim! Gerçekten senin
milletin Kur’an’ı yalanladı. De ki: "Cezanızı ben verecek değilim. Her haberin
gerçekleşeceği bir zaman vardır ki siz yakında onu
bileceksiniz."
Rabbinin sana hak olarak, haklı olarak,
hakkı gündeme getir-mek ve hakkı ikame etmek üzere, yeryüzünde yolların en
güzelini, en doğrusunu ortaya koymak üzere indirdiği kitabını senin toplumun
yalanladılar. Sen onların bu yalanlamalarına karşı onlara de ki: Ben sizin
üzerinize bir vekil değilim! Benim görevim sağırlara duyurmak, körlere
göstermek, ölüleri diriltmek, kalplere hükmetmek, insanları bir bakışıyla
hidâyete ulaştırmak, size görmediklerinizi göstermek sûretiyle zorla sizin
kalplerinize imanı sokmak değildir. Yâni sizin bu sizi yaratan ve sizin Rabbiniz
olan Allah’a karşı, Rabbinizin kitabına ve size gönderdiği hayat programına
karşı takındığınız bu bozuk düzen tavırlarınızdan ötürü size sizin hakkettiğiniz
azabı göndermek de benim elimde olan bir şey değildir. Onu göndermek Allah’ın
işidir. Bunu ancak Rabbim yapar.
Sakın beni Allah’la
karıştırmayın. Beni Allah makamında görüp ondan beklenmesi gereken şeyleri
benden beklemeye kalkışmayın. Benim vazifem sadece Rabbimin bana vahyettiği bu
kitapla sizi uyarmak ve size bu kitabın sunduğu hakkı, imanı, kulluğu ve
hidâyeti size göstermek hak ve bâtıl yolları size beyan etmektir. Ve ben bu
görevi-mi yaptım. Sizi Allah’ın âyetleriyle uyardım. Artık bundan sonrası
Rabbime aittir. Rabbim dilerse işlediğiniz suçlardan ötürü üzerinize azap
göndererek işinizi bitirir dilerse bu işi âhirete tehir buyurur. Bu beni
ilgilendirmez. Ben sizin üzerinize vekil değilim. Ben sizin için bir koruyucu
değilim. Yâni ben size ne onun azabını getirebilirim ne de böyle bir azap
geldiği zaman Rabbimin azabından sizi kurtarabilirim. Çünkü ben de sizin gibi
bir kulum. Ben bir beşerim. Benim sizden farkım Allah beni elçi seçti ve sizin
hayatınıza karışıp hayat programı gönderme konusunda beni odak nokta yaptı,
hepsi bu kadar.
Şimdi inkar ede durun bakalım bu
haberi. Yalanlaya durun bakalım bu kitabı. Ama şunu unutmayın ki her haberin
bir gerçekleşme zamanı vardır. Kur’an’ın dünya ve âhiretle ilgili verdiği her
bir haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Her haber verilen şeyin
kararlaştırıldığı bir zamanı vardır. Size haber verilen bu azabın da muhakkak
gerçekleştirileceği bir zamanı vardır. Ama onu ben değil Rabbim bilmektedir
deyiver onlara denmektedir. Bundan sonra işte böyle birilerine hakkı duyurduktan
sonra, kitabı duyurduktan sonra eğer onlar duyurduğunuz bu kitabı ve bu
kitabın haber verdiği hak bir hayatı reddedip yalan saymaya kalkacak olurlarsa
o zaman onlardan ayrılmak zorundasınız buyurarak müminlere yol göstermeye
başlayacak Rabbimiz.
68,69: “Âyetlerimizi çekişmeye
dalanları görünce, başka bir zırvaya dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Eğer
şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle birlikte
oturma. Sakınan kimselere onların hesaplarından bir sorumluluk yoktur. Fakat bir
hatırlat-madır; belki sakınırlar."
Bu âyetiyle Rabbimiz mü’minlerle mü'min
olmayanların saflarını ayırmayı murad ediyor. Safların kesin hatlarla
ayrılmasını istiyor Rabbimiz. Aralarındaki bütün bağların koptuğunu ve
mü'minlerin onlardan ayrılmaları gerektiğini anlatıyor. Mü’minlere zalimlerin
meclis-lerinde oturulmaması gerektiği haber veriliyor. Nisâ sûresinde de ben-zer
konu anlatılmaktadır. Belki de oradaki âyet bu âyetin tefsiridir
denmiş:
"O size kitapta "Allah’ın âyetlerinin
inkar edildiğini ve alaya alındığını işittiğiniz zaman (onlar) başka bir söze
geçinceye kadar onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de aynen onlar gibi
olursunuz diye indirdi. Doğrusu Allah münâfıkları ve kâfirlerin hepsini
cehennemde toplayacaktır."
(Nisâ 140)
Birileri oturmuş bir yerlerde Allah’ın
sistemini, Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini inkar ediyorlar. Allah’ın
âyetlerini yalanlıyorlar. Allah’ın âyetleriyle istihza ediyorlar. Allah’ın
âyetleriyle dalga geçiyorlar. Allah’ın âyetlerini eğlencelerine,
lehviyyatlarına, lağviyyatlarına malzeme ediyorlar. Ya da Allah’ın âyetlerini
tevil ediyorlar, Allah’ın âyetlerine Allah’ın yüklemediği anlamları yüklemek
sûretiyle âyetleri alay konusu yapmaya çalışıyorlar. Allah’ın demediklerini
dedi, dediklerini de demedi biçiminde âyetleri öteye beriye sündürmeye ve kendi
suçlarına kılıflar bulmaya çalışıyorlar. Okuyorlar âyetleri ama kendi
fikirlerine delil arıyorlar, kendi anlayışlarına yol arıyorlar.
Meselâ adamlar okuyorlar
âyetleri: Efendim işte burada tarikat anlatılıyor, burada parti anlatılıyor.
Burada bilimsel çalışma, burada örgütsel anlatım, burada zengin olmak, burada
doktor olmak anlatılıyor. Ya da işte burada bizim şeyhimiz, burada bizim
kavmimiz, bizim ırkımız, bizim haberimiz, bizim liderimiz anlatılıyor. Burada
bunlar anlatılıyor. Kısaca bu âyetler beni anlatıyor, bizi anlatıyor, ama
kesinlikle hak olduğumuzu, yanılmadığımızı anlatıyor diye kendi düzenlerine
uyguluyorlar. Kendi halılıklarına yorumluyorlar.
İşte böyle Allah’ın kitabıyla Allah’ın
âyetleriyle dalga geçildiğini, alaya alındığını, istihza edildiğini, inkar
edildiğini, yalanlandığını gördüğünüz zaman bu zalimlerin meclislerinde asla
oturmayın. Böyle bir durumda Müslüman derhal müdahale etmelidir. Ya sözü
âyetlerin alayı konusundan başka bir noktaya çekmeli, eğer buna gücü yetmiyorsa
da derhal o meclisi terk etmelidir. Bu protestoyu çok açık bir şe-kilde
yapmalıdır. Yâni onların meclislerinden kalkıp giderken: Efendim çok önemli bir
işim çıktı! Kusura bakmayın, kalkmak zorundayım! Tuvalet ihtiyacım var! gibi bir
mâzeret ileri sürerek değil, açıkça ve mertçe burada Allah’ın âyetleriyle alay
ediliyor! Burada Allah’ın diniyle istihza ediliyor! Allah’ın gazap ettiği bir
cemaatın içinde benim oturmam kesinlikle mümkün değildir diyerek kalkıp gitmek
gerekmektedir.
Eğer bir Müslüman böyle Allah’ın
diniyle, Allah’ın âyetleriyle alay edilen bir mecliste onlarla beraber oturmaya
devam edecek olursa, hezimetin ilk basamağına adımını atmış olacaktır. Eğer
Müslü-manlar olarak bizler böyle kimselerin meclislerinde oturmaya devam edecek
olursak o zaman zımnen de olsa onların bu alaylarını, bu dalga geçmelerini sükut
ederek kabul etmiş olacağımızdan, yahut da bizim onların yanında oturmamız
sonucunda zımnen de olsa onlar bu suçlarının bizim de kabul ettiğimiz sonucunu
çıkararak kendi suçlarına kılıf bulmaya kalkarlarsa Allah korusun o zaman
Nisâ’daki âyet geçerli olacaktır.
"Siz de aynen onlar gibi olursunuz.
Doğrusu Allah münâfıkları ve kâfirlerin hepsini cehennemde
toplaya-caktır."
(Nisâ 140)
Âyeti bizim hakkımızda geçerli
olacaktır. O zaman bizler kimliksiz, şahsiyetsiz kimseler durumuna düşeceğiz
demektir.
Allah’ın diniyle Allah’ın âyetleriyle
alay edilen meclislerde oturan bazı zavallı kimseler kendilerini güya sabırlı,
müsamahakâr kimseler olarak kabul ederler. Böylece siyaset yaptıklarını, fikir
hürriyetin-den yana olduklarını iddia ederler. Halbuki Allah eğer onlarla
oturma-ya devam ederseniz o zaman siz de onlardan olursunuz buyurmak-tadır.
Halbuki Allah’ın dinini, Allah’ın âyetlerini müdafaa imanın ta kendisidir.
Kişideki imanın sosyal hayatta tezahürünü anlatırken bir hadislerinde Allah’ın
Resûlünün şöyle buyurduğunu biliyoruz:
"İmanı en kuvvetli olan mü'min gördüğü
bir kötülüğü elle düzeltir, imanı biraz zayıf olan onu dille değiştirmeye
çalışır. Ama bazı mü'minler de vardır ki bunların imanları ancak onları o
kötülük mahallinden uzaklaştırabilir. Ama kişi bunu da yapamıyorsa o zaman
hardal tanesi kadar onun imandan nasibi
kalmamıştır."
Müslümanın esas vazifesi bulunduğu yer
ve makam neresi olursa olsun orada Allah’ın hâkimiyetini gerçekleştirmektir.
Gücünün yettiği her zaman ve zeminde Allah’ın otoritesini gerçekleştirmek
zorundadır, ondan beklenen budur. Kalkıp gitmek ise gücünün bittiği noktadadır.
Meselâ diyelim ki evinizde çocuğunuz İslâm’la, Allah’ın âyetleriyle alay edecek
ve siz hemen kalkıp gideceksiniz, olmaz böyle şey. Veya hanımınız,
akrabalarınız, talebeleriniz, arkadaşlarınız Allah’ın âyetleriyle alay edecek
ve siz çaresiz kalkıp gideceksiniz. Olmaz böyle şey. Veya meselâ müşteriniz
İslâm’la alay edecek siz de sırf ona mal satabilmek için sabırla onu dinlemek
zorunda kalacaksınız, olmaz böyle şey. Mü'min gücünün yettiği yerde derhal
müdahale edecek ve Allah’ın dinini, Allah’ın âyetlerini müdafaa adına elinden
gelen her şeyi yapmaya çalışacaktır.
Dikkat ederseniz âyet-i kerimede iki
"Havz" dan yâni iki dalmadan bahsediliyor. Bunlardan birincisi Allah’ın
âyetleriyle alaya dalma, âyetleri lehviyyatlarına malzeme yapma, vahyi inkar ve
istihza konusu yapmaya dalmadır. Bir diğer "Havz", bir diğer dalma da âyetlerle
alaya dalma değil de başka boş şeylere, yâni lüzumsuz zırvalara dalmadır. Meselâ
Mercedes almaktan Ford satmaya kadar attan, avrattan, fiyattan, murattan,
marktan, dolardan, Amerika’dan, Etiyopya’dan, Çin’den, Maçin’den, Mançurya’dan
bahse dalmadır. İşten, aştan, karıdan, kızdan, devlet kurmadan, devlet yıkmadan
bahse dalmadır. Şâ-yet oturduğunuz yerdeki insanlar Allah’ın âyetleriyle alaya
dalmayı bırakır da böyle öteki zırvalara dalmışlarsa bu durumda eğer orada
oturmak zorundaysanız oturabilirsiniz diyor Rabbimiz.
Şöyle bir muhasebe yapın. Son bir hafta
içinde kimlerle oturdunuz? Kimlerle beraber oldunuz? Kimleri dinlediniz? Ve
neler konuşuldu oturduğunuz meclislerde? Ve siz kaç meclise hakim olabildiniz?
Kaç mecliste insanların dalmalarına engel olup orada Allah’ın hâkimiyetini
kurabildiniz? Haç yerde münâfıklar durumuna düştünüz? Kaç meclisi protesto edip
kalkıp gittiniz? Eğer Müslüman isek ve bu âyetler bizim inandığımız bir kitabın
âyetleriyse bunun hesabını yapmak zorundayız.
Ama bazı meclisler var ki oturduğumuz,
bulunduğumuz onları biz kendimiz seçmiyoruz seçemiyoruz. Meselâ kodese
tıkılmışsak ve beraberimizdeki insanlar Allah’ın diniyle alay ediyorlar ama
bizim onları engelleme ve oradan uzaklaşma imkânımız da yoksa bu başkadır.
Veya meselâ Ankara’ya gitmem gerekiyor. Falan otobüs şirketiyle mi? Yoksa
filanların şirketiyle mi? Bunlardan hangisini tercih edeceğim? Bunların
tamamının İslâmî duyarlılıkları bellidir. Yol boyunca birçok İslâm dışı
tavırlarına şahit oluyorum. Namaz vakitlerinde durmuyorlar hiçbirisi. Yol
boyunca müzikle başımı şişiriyorlar hepsi. Aynı za-manda bu yolculuk esnasında
oturduğum koltuğu paylaştığım kişiyi de ben seçmiyorum. Tesadüfen birisi gelip
yanıma oturuyor ve çarşaf gibi elindeki dinime küfreden mikrop gazeteyi açıyor.
Ne yapabilirsiniz? Diyelim ki ikaz ettiniz, ama dinlemedi. Nasıl kalkıp
gideceksiniz yanından? Nasıl boykot edeceksiniz onu? Tamam Rasulullah’ın
Mekke’den Medine’ye giderken onun yol kılavuzu da bir müşrikti ama Rasulullah’ın
yolculuğu Allah’ın emriyle meşru bir yolculuktu. Düşünüyorum da acaba bizim tüm
yolculuklarımız böyle meşru yolculuklar mı? Yâni acaba bizim tüm
yolculuklarımız Rasulullah’ınki gibi İslâmî midir? Bunu tam olarak bilemiyorum.
Eğer bu sorunun cevabını müspet olarak verebilseydik belki işimiz biraz daha
kolaylaşacak ve yolculuklarımızı Rasulullah’ınkine kıyaslama imkânımız
olabilecekti.
Bir de bizler bu iş için neyin İslâmî
neyin İslâm dışı olduğunu bilmek zorundayız. Meselâ diyelim ki insanlar bir
meclise oturmuşlar, orada bir şeyler konuşuyorlar. Biz de gelip o meclise
oturduk. Şimdi neyin İslâmî, neyin İslâm dışı olduğunu bilmek zorundayız ki
orada bir tavır belirleme imkânımız olsun. O halde bizler İslâm’ı bilmek
zorundayız. Bizler Allah’ın âyetlerini tanımak zorundayız ki orada âyetlerin
lehine mi konuşuluyor, yoksa aksine mi konuşuluyor bu konuda bir karar
verebilelim. Evet âyetin devamında buyurur ki Rabbimiz:
Eğer şeytan size unutturursa hatırlar
hatırlamaz hemen onların yanından ayrılmalısınız. Yâni eğer şeytan sizi meşgul
ederse, şeytan size bu yasağı unutturursa, onlarla birlikte oturma yasağını size
unutturursa ya da onlarla beraber olmama emrini size unutturursa o zaman
hatırlar hatırlamaz hemen kalkın diyor Rabbimiz. Âyetin bu bölümü hitabın tüm
mü’minlere olduğu göstermektedir. Sonra da di-yor ki Rabbimiz: Muttakilere
onların hesaplarından bir sorumluluk yoktur. Yâni onların cinsiyetleri,
milliyetleri bir olsa da aralarında herhangi bir mesuliyet yoktur. Zira
Allah’ın nizamında kavmiyetin bir değeri yoktur. Zalimlerin günahlarından
mü’minlere bir sorumluluk yoktur, ancak muttakilere bir hatırlatma gerekir,
belki de onlar bu hatırlatma sonucunda adam olurlar. Yâni onların bu işlediği
suçlardan ötürü muttakilere bir sorumluluk yoktur. Onlar ayrı bir gruptur
mü'minler ayrı gruptur. Onlar ne suç işlerse işlesinler mü'minler onların
işledikleri günahlardan asla sorumlu tutulmayacaklardır. Ancak mü’minlere bir
hatırlatma, bir uyarma görevi vardır. Yâni takva sahiplerinin görevi Allah’ın
âyetleriyle sapıklıklara dalan bu insanların yanlarından kalkmak sûretiyle bu
tavırlarıyla onlara bu yaptıklarının bâtıl olduğunu, bu halleriyle Allah’ın
gazabını celp ettiklerini hatırlatmak ve öğüt vermek düşmektedir. Muttakîlerin
kendilerine karşı aldıkları bu tavırları sonucu, yanlarından ayrılıp gitmeleri
sonucu onları üzdük diye belki anlayıp bu işten vazgeçerler diyor, Rabbimiz.
Tabii bu âyetlerin Mekke’de geldiğini
ve Müslümanların henüz kendileri gibi Müslüman olmamış babalarını, analarını,
arkadaşlarını, hısım akrabalarını terk etmelerinin, onların yanından kalkıp
gitmelerinin ne kadar zor bir şey olduğunu düşünmek zorundayız. Düşünün nereye
gidecekti bu Müslüman? O ev babasının eviydi ve o evin içinde henüz iman etmemiş
babası, anası, kavmi gardaşı Allah’ın âyetleriyle alay ediyordu. Onun için
burada sadece onlardan kalkıp gitmeleri isteniyor.
Allah’ın âyetleriyle alay
edenlerle henüz savaşma emrinin gelmediği bir dönem için bunu düşünmek
zorundayız. Onun içindir ki âyetin bu son bölümünü şöyle anlamaya çalışanlar da
olmuştur: O mü'minler bu tür insanların yanından kalkıp gitsinler. Ama bunu
beceremeyip gidecek yerleri olmadığı için onlarla otursalar dahi onların
hesaplarından muttakilere bir sorumluluk yoktur şeklinde anlayanlar da olmuştur
bu âyeti. Peki acaba Nisâ’daki âyet ne olacak o zaman? Çünkü orada eğer
mü'minler onlarla beraber oturmaya devam edecek olurlarsa o zaman onlar da aynen
onlar gibi olurlar buyuruyordu Rabbimiz diye bir soru sorulacak olursa deriz ki;
Nisâ'daki âyet bu âyetten daha sonra Medine’de nâzil olmuştur. Mekke’de önceki
bu âyet geçerliydi, Medine’de ve şu anda bizim için de Nisâdaki bu âyet
geçerlidir, bu sonraki âyetle o önceki âyetin hükmü nesih olmuştur diyoruz
Allahu âlem.
70: "Dinlerini oyun ve eğlence edinen
ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Ve hiçbir kim-senin
kazandığı şey yüzünden kendisini helâke atmamasını, kendisi için Allah’tan başka
bir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur’an ile hatırlat. O azaptan
kurtulmak için bütün varını fedâ etse kendisinden alınmaz. Onlar kazandıkları
şeyler yüzünden helâke uğratılmışlardır. Onlar için inkar ettiklerinden dolayı
kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır."
Evet, dinlerini oyun ve eğlence edinen,
dinlerini oyun ve oyuncak tutan, dünya hayatına verdikleri değeri dinlerine
vermeyen, dünya hayatını dinlerine tercih eden, dünyayı hedef bilip, dünyayı
kıble edinip bütün plan ve programlarını dünyayı kazanma adına yapan, bu yüzden
de dinleriyle ilgilenme imkânı bulamayan, kitaplarıyla tanışma imkânı bulamayan,
peygamberleriyle tanışma imkânı bulamayan kimseleri bırakıver sen peygamberim.
Dünyayı alıp da âhireti unutanları, dinlerini dünyalarına alet edenleri,
dinlerini dünyalarına yamayanları, dünyayı kazanmak için dinlerini malzeme
olarak kullananları sen bırakıver peygamberim. Çünkü dünya hayatı aldatmıştır
onları. Dünya ile aldanmıştır onlar.
Nasıl bir aldanma? Onu
kendilerinin zannediyorlar. Onu ebedî zannediyorlar. Bugün, bu güneş hiç
bitmeyecek, ölüm hiç gelmeye-cek zannediyorlar. Dünyanın içindekilere meylederek
aldanıyorlar. Dünyanın konumu ve kuralları aldatıyor onları. Konumu gereği
dünyada hiç kimseye dokunmuyor Allah ya, işte böyle işledikleri suçlar yüzünden
kendilerine dokunulmayınca dünyada Allah’ı atlattık zannediyorlar ve
aldanıyorlar. Ya da belki en belirgini dünyanın düzenine, dünyanın yönetimine
Allah’ı karıştırmayarak aldanıyorlar. Dünya onları oyalıyor, dünya onların
gözünde çok büyük değer ifade ediyor da onlar dinlerini önemsemiyorlar. Sen
onları bırakıver peygamberim.
Bunlar dinlerini oyun ve eğlence yerine
koyuyorlar. Öyle bir dinleri var ki bu adamların, kendilerine uyguladıkları
dinleri farklı başkalarına anlattıkları din farklıdır. Ya da böyle salonlarda,
konferanslarda konuşulan ama bir türlü hayatlarında görülmeyen bir dinleri
vardır onların. Tartışılan fakat amel edilmeyen bir din. Konuşulan ama hayata
aktarılmayan bir din. Vicdanlarda hapsedilen ama sosyal hayata egemen olmayan
bir din. Kendilerinin Müslümanlığını ispat söz konusu olduğu zaman ağızlarına
aldıkları ama hukukları, mirasları, eğitimleri, siyasal ve ekonomik
yapılanmaları, meslekleri, kazanmaları, harcamaları söz konusu olduğu zaman
ağza alınmayan bir din. Camiye karışan, ama sosyal hayata karışmayan bir din.
Evet dinlerini bu hale getiren, onu oyun ve eğlence haline getiren kimseleri
bırakıver sen peygamberim.
Yahut da dünya hayatı kendilerini
aldatıp meşgul ettiği için dinlerinin gerçek kaynaklarıyla tanışamadıkları
için, Kur’an ve sünnet-ten habersiz kaldıkları için kendilerine lehv ve lâibi
din kabul etmiş, oyun ve eğlenceyi din zannetmiş insanları sen bırakıver
peygamberim. İnsanlar eğer kendi indi mütalaalarını, hocadan hacıdan, anadan,
babadan duyduklarını, radyodan, televizyondan duyduklarını, takvim yaprağından
okuduklarını, toplumdan ve piyasadan devşirdiklerini kendilerine din kabul
ediyorlar ve bununla amel etmeye çalışıyorlarsa lehviyyatı ve lağviyyatı
kendilerine din kabul etmişler demektir Allah korusun. Yâni oyun ve eğlenceyi
kendilerine din kabul etmişler demektir.
Çünkü din kişinin hayat
programının tümüdür. Din kişinin kendisiyle, Rabbiyle ve insanlarla
münâsebetlerinin tümünü düzenleyen kanunlar ve kurallar mecmuasıdır. Tüm bunları
düzenlemek için neye ve kime müracaat ediyorsa kişi onun dininde demektir. İşte
böyle dünya kendilerini aldatıp köleleştirdiği için, dünya peşinde koşarken
dinlerinin temel kaynakları olan kitap ve sünnetle tanışma imkânı bulamayan
dinleriyle yakından tanışma zahmetinde bulunmayan ve böylece oradan buradan
devşirdiklerini kendilerine din kabul eden ve böylece oyunu ve oyuncağı din
zanneden kimseleri sen bırakıver pey-gamberim.
Ya da sadece boş zamanlarında dinle
ilgilenenlerdir bunlar. Bugün ne? Cuma. Bu ay ne? Ramazan. Bu gece ne? Miraç
kandili. Bu üç aylar, bu kırkıncı gecesi gibi hatırlarına geldikçe dinle
ilgilenirler. Boş zamanlarında dinle ilgilenirler. Ama onların bazı programları
vardır ki onları kimse bozamaz. O programlarına kimse müdahale edemez. Meselâ
saat üçte haydi falan yere din anlatmaya gidelim, falan kimseye hadis anlatmaya
veya falan yerde tefsir dinlemeye gidelim dediğiniz zaman, ya iyi de şu anda
işim var, dükkanda hiç kimse yok, müşterilerin cıvıl, cıvıl oynaştığı şu anda
nasıl bırakıp gide-rim? Veya şu anda okulda dersim başlayacak, bürom yalnız
kalacak. Adamın bu programlarını kesinlikle bozmak mümkün değildir. Bütün bu
programlarından arta kalan zamanda dinle ilgilenecek adam.
Hayatını başka Rabler o kadar
doldurmuş ki o Rablerin gaflet edip dolduramadığı bölümde ancak dinle
ilgilenecek adam. Hafta da bir kere işte gelip âyet dinleyecek, hadis dinleyecek
hepsi o kadar. Hani adamın işi bitince şöyle bir kordon boyunda volta atması
veya boşalınca zaferde şöyle bir gezinti yapması gibi. İşte böyle evdi,
arabaydı, kooperatifti, dükkandı, müşteriydi, fabrikaydı, parktı, plajdı,
piyasaydı, kazançtı, paraydı, puldu bunlarla uğraşırken dinleriyle ilgilen-me
zamanı bulamayan kimseleri kiminiz olursa olsun bırakıverin, ey Müslümanlar.
Dünyaya ve dünyalık işlere o kadar önem
verirler ki dinleriyle ilgilenecek vakitleri kalmamıştır. Tanıdığım bir gardaşın
dükkanına gittim geçenlerde. Dedim ki gardaş gel seninle biraz Bakara okuyalım.
Kendin için çoluk çocuğun için çok iyi olur dedim. Dedi ki vallahi hocam şu
anda olmaz. Şu anda işim o kadar yoğun ki vallahi başımı kaşıyacak vaktim yok
dedi. Birkaç hafta sonra çarşıda rastladım ona. Dedim ki hayrola nereye
gidiyorsun? Dedi ki bilgisayar kursuna gidiyorum, ne olur ne olmaz belki yarın
lâzım olur diye öğrenmek istedim. Dedim ki ya eğer bu kadar vaktin olduğunu
bilseydim mutlaka seninle Bakara okumaya başlardım. Çünkü bilgisayar belki lâzım
olacak ama vallahi Bakara sana mutlaka lâzımdır. Hem dünyan için lâzımdır hem de
âhiretin için lâzımdır. Hem kendin için lâzımdır hem de çoluk çocu-ğun için
lâzımdır. Evet Bakara öğrenmeye zaman bulamayan adamlar bilgisayar öğrenmeye
vakit bulabiliyorlar. Ona verdikleri ciddiyeti dinlerine vermiyor bu insanlar,
ne garip değil mi? Hani Tirmizi’de Allah’ın Resûlü iki aç kurttan söz ediyordu:
"Bir koyun sürüsünün üzerine
salıverilen iki aç kurdun o koyun sürüsüne verdiği zarar kişideki mal ve şeref
hırsının onun dinine verdiği zarardan daha fazla değildir."
(Tirmizi terc.
4/196)
Diyordu Allah’ın Resûlü. Yâni iki aç
kurt düşünün. Önüne gelen her şeyi parçalayacak kadar, hattâ kendi
hemcinslerine bile saldıracak kadar açlıktan gözü dönmüş iki aç kurt düşünün.
Bu iki kurt bir koyun sürüsüne saldıracaklar, bu sürünün ne hale geleceğini bir
düşünün. İşte bir kişide bulunan iki sıfatı Allah’ın Resûlü bu iki aç kurda
benzetiyor. Bunlardan birisi dünya hırsı, ikincisi de makam ve şeref hırsı. Adam
tüm hayatını bu iki şeye hasretmiş. Aman malım olsun, aman insanlar nezdinde
şerefim olsun diye çırpınmaktadır. İşte bir tarafta iki aç kurt, diğer tarafta
kendisinde bu iki özellik bulunan bir insan. Mal hırsı, dünya hırsı ve
insanların kendisini takdir etmesini isteme arzusu, şerefinin artmasını isteme
arzusu içinde kıvranan bir insan. İnsanda bulunan bu iki arzu iki aç kurda
bedeldir diyor Allah’ın Resûlü.
Adamda öyle bir mal kazanma hırsı
var ki bugününü, yarınını, dününü, gecesini gündüzünü, tüm zaman ve mesaisini
buna hasretmiş, buna vakfetmiş. Kendisini öyle bir vakfetmiş ki dünyaya öyle
bir satılmış ki, ya da dünya onun boynuna öyle bir ğıl geçirmiş ki durup
düşünecek, ilim öğrenecek, kitabını, dinini tanıyacak, çocuklarının dini
hayatıyla ilgilenecek, komşularının İslâmî dertleriyle ilgilenecek bir tek
saniyesi bile kalmamış. Yine bu adamda öyle bir makam, koltuk, şeref şöhret
hırsı var ki insanlar beni konuşsunlar, insanlar beni takdir etsinler diye
yapamayacağı şey yoktur. Yapıştığı koltuğu terk etmemek için fedâ edemeyeceği
hiçbir şey yoktur. Şimdi böyle bir adamın dininin ne hale geleceğini varın siz
düşünün. İki aç kurdun koyun sürüsüne vereceği zarar bu adamın dinine vereceği
zarardan daha büyük değildir diyor Allah’ın Resûlü.
Deplasman maçına gitme
heyecanıyla kıvranan bir adam aynı heyecanla camiye gitme derdiyle kıvranmıyorsa
bu adamın dininin ne hale geldiğini siz düşünün. Ev ev, kapı kapı dolaşıp
tencere reklamı yapan, ama aynı heyecanla Allah’ın dininin reklamını yapmaya
yanaşmayan insanların, varsa şâyet dinlerinin ne hale geldiğini siz düşünün.
Elbiselerine gösterdikleri titizliği, arabalarına gösterdikleri hassasiyeti,
akvaryumlarına ayırdıkları zamanı, misafirlerine ikram konusunda, ya da
kendileri misafirken ev sahibinden bekledikleri titizliği dinlerine göstermeyen
insanların dinlerinin ne hale geldiğini siz düşünün. Cebindeki parayı kasasına
aktarabilmek için sabahtan akşama kadar müşterilerinin önünde iki büklüm olan
insanlar Rablerinin huzurunda ona aynı şeyi yapmaktan kaçınıyorlar veya işte
bir iki dakikaya sığdırmaya çalışıyorlarsa bunların dinlerinin ne hale geldiğini
varın siz düşünün.
Çocuğunun böbreği rahatsızlanınca
soluğu Ankara’da hattâ Avrupa’da alan adam eğer aynı heyecanla çocuklarının
inanç dünyasında meydana gelen rahatsızlıklar karşısında çocuklarını Allah’la
tanıştırma, peygamberle tanıştırma çabası içine girmiyorsa bu adamın dininin ne
hale geldiğini siz düşünün. Geçenlerde bir arkadaş çocuğunu ameliyat ettirdi.
Çocuğun durumu nasıl diye sordum. Hocam de-di, çok şükür çocuk kurtuldu. Hattâ
bir de bunun için kurban kesmeyi düşünüyorum. Ben dedim ki hayır kardeşim senin
çocuk kurtulmadı. Onun bedenini kurtardın ama ruhunu kurtaramadın dedim.
Vücudunu kurtardın ama ruhu ve dini ölü o çocuğun dedim.
İki aç kurdun koyunları parça parça
ettiği gibi insandaki bu iki arzunun onun dinini parça parça perişan ettiğini
görüyoruz. Adam diyor ki arkadaş kesinlikle ben ütüsüz pantolonla dışarıya
çıkamam. Falan arabaya binemem! Bu benin şerefime yakışmaz! Ben böyle bir ev-de
oturamamam! Bu benim kılası mı sarsar! Ben bunu misafirlerime ikram edemem! Zira
bu benim şerefimi lekeler. Çevrenin boynuna taktığı yafta düşüverecek de el
âlemin gözünde itibarım sarsılacak diye aklı başından gitmektedir adamın.
İşte böyle dinlerinin temel kaynağı
olan kitaplarına gereken değeri vermeyen, peygamberlerine gereken saygıyı
göstermeyen, dinlerinin ana kaidesi olan iman, ibâdet, itikat ve ahlâkî
hükümleri tüm hareketlerinde ölçü olarak almayan, zekâttan bahsederken
önemsemeyen, zinadan, hacdan, namustan iffetten söz ederken bunları hiç de
önemsemeyen, bunlar bir dönem yaşanmış ama şimdi modası geçmiş şeylerdir. Veya
işte bu hususlar toprağa bağlı tarım ekonomisinde yaşayan cemiyet tiplerinde
görülen şeylerdir. İffetten tesettürden bahsederken tüm bunlar kadın hukukunu
ihlâldir diyen, günlük hayatı Allah’ın prensiplerine bırakmayan kimseleri
bırakıverin, ey Müslümanlar.
Bunlar dinlerini asla ciddiye almazlar.
Namazla televizyon tartılır da bunlar nazarında televizyon ağır gelir. Yahu
namaz geçiyor! Şu televizyonu kapasana! dendiği zaman hiç aldırış etmezler. Ya
şu müziği dinleme! Beynine ve belleğine zulmediyorsun dendiği zaman hiç aldırış
etmezler. Yahu böyle konuşma, karın boş oluyor dendiği zaman hiç önemsemezler.
Yahu bu namaz olmadı, hızlı kıldın, yanlış okudun, yanlış yaptın dendiği zaman
hiç önemsemezler. Yahu bu malı müşteriye övme, Allah Resûlü bunu menediyor
dediğiniz zaman hiç aldırış etmezler. Fazla yalan söylüyorsun bu senin için azap
sebebidir dendiği zaman hiç aldırış etmezler. Hâsılı dinlerinin hükümlerine
hiç önem vermezler.
Evet sen işte böylelerini bırakıver peygamberim. Bu onları bırakıver
sözü onlardan ayrıl, onlarla beraber olma, onlara din ulaştır-ma, onları uyarma
anlamına değildir tabii. Nisâ sûresinde buyurul-duğu gibi:
"Onlardan yüz çevir, ama onlara öğüt
ver, kendi dünyalarını ilgilendirecek konularda tesirli söz
söyle."
(Nisâ 63)
Âyetinde olduğu gibi onlardan yüz
çevrilecek, onları dinde arkadaş kabul etmeyeceğiz, dinimizi onlara
danışmayacağız, onları dinde örnek almayacağız ama onları uyarmaktan, onlara din
duyurmaktan da vazgeçmeyeceğiz. Bakın burada da âyetin devamında buyurur ki
Rabbimiz:
"Hiçbir kimsenin kazandığı şey yüzünden
kendisini helâke atmamasını, kendisi için Allah’tan başka bir dost ve hiçbir
şefaatçi bulunmadığını Kur’an ile hatırlat. O azaptan kurtulmak için bütün
varını fedâ etse kendisinden alınmaz. Onlar kazandıkları şeyler yüzünden helâke
uğratılmışlardır. Onlar için inkar ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve
can yakıcı bir azap vardır."
Evet bu tür insanları bu konularla
uyaracağız. Bütün insanları Kur’an’la uyaracak ve diyeceğiz ki aman ha
topladıklarınız yüzünden kendinizi helâke sürüklemeyin. Topladıklarınız, aman
bunsuz olmaz diye peşine takıldığınız şeyler yarın sizin helâkinize ve cehenneme
yuvarlanmanıza sebep olacaksa gelin onların peşinde koşturacağız diye dininizi
oyun ve oyuncak haline getirmeyin. Çünkü yarın yaşadığınız hayatın hesabını
vermek üzere Rabbinizin huzuruna çıktığınızda sizin için sizi Allah’ın elinden
kurtaracak Allah’tan başka ne bir dost, ne bir yardımcı, ne de şefaatçi yoktur.
Yuvarlanacağınız o cehen-nemden kurtulabilmek için bütün varınızı yokunuzu,
bütün topladıklarınızı fedâ etseniz de, fidye olarak verseniz de bu fidye
sizden kabul edilmeyecek. Ve unutmayın ki insanlar bu dünyada kazandıkları
şeyler yüzünden helâke maruz kalacaklardır. Onlar için inkar ettiklerinden
dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.
Hamim; madenin eriyiği, ya da
cehennemliklerin bir havuzda toplanmış göz yaşlarıdır denmiş. İşte böyle
insanlara sunulacak içecek budur Allah korusun.
71,72 "Biz Allah’ı bırakıp da bize
herhangi bir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım? Allah bizi doğru
yola kavuşturduktan sonra ardımıza mı dönelim? Tıpkı arkadaşları, bize gel, diye
çağırdıkları halde yer yüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp, şeytanların baştan
çıkararak uçuruma çektikleri ahmak kimse gibi i olalım?" De ki: "Allah’ın
gösterdiği yol yegâne doğru yoldur. Bize âlemlerin Rabbine teslim olmak
emrolundu."
Evet biz Allah’ı bırakıp ta bize ne
fayda ne zarar vermeye güç yetiremeyen acizlere mi dua edelim? Dua dua edileni
büyük tanımak, onu büyüklük mevkiine oturtmak, O’nun bizim hayatımızda gücünü,
kuvvetini, etkinliğini kabul etmek demektir. Biz daraldığımız bunaldığımız bir
anda birisine dua ediyor ve ondan bir şeyler bekliyorsak, onu imdadımıza
çağırıyorsak onu bu işe muktedir kabul ediyoruz demektir. O’nun bu sebepler
âleminde müessir olduğunu kabul ediyoruz demektir. Bizler kâinatta her çağıranın
çağrısına icabet edecek, her dua edenin imdadına yetişebilecek bir tek varlık
biliyoruz O da Allah’tır. Her dua edeni duyan, her duyduğuna icabet edip
imdadına yetişen Rabbimiz dururken, O’nu bırakıp da yeryüzünde çağıranın
çağırmasını duymayan, duyamayan, duysa bile onun imdadına yetişme gücüne sahip
olmayan, ne bize, ne de kendilerine hiçbir menfaat ve zarar sağlama imkânına
sahip olmayan bizim gibi aciz varlıklara mı dua edelim? Daraldığımız zaman,
bunaldığımız zaman, aman yetişin ey efendim! Yetiş ey filan ey falan! diye bizim
gibi aciz varlıkları mı imdadımıza çağıralım?
Ki bu varlıklar kendilerine dua
edip yardıma çağırdığımız zaman bize hiçbir fayda sağlama imkânına sahip
olmadıkları gibi, kendilerini terk ettiğimiz, kendilerini reddettiğimiz zaman
da bize hiç bir zarar vermeyeceklerdir. Şimdi biz bu tür acizlere dua ederek
böylece Allah bizi hidâyete ulaştırdıktan sonra topuklarımızın üzerinde gerisin
geriye şirke mi dönelim? Allah bize doğru yolu gösterdikten sonra Allah’tan
başkalarını imdadımıza çağırarak müşriklerden mi olalım?
Tıpkı, “Bize gel! Bize gel!
Kurtulursun” diye arkadaşları kendi-sini hak yola çağırıp dururken, kendisini
hidâyete çağıran çağırıcılar varken, onu İslâm’a dâvet eden pek çok uyarıcı
varken, tevhidi anlatan bu kadar âyet varken, hakkı duyuran bu kadar hadis
varken onların çağrısını duymayarak, âyet ve hadislere bakmayarak yeryüzünde
şaşkın şaşkın dolaşan, şeytanların şaşırtıp yoldan çıkardığı kimse gibi mi
olalım?
Burada anlatılan Hz. Ebu Bekir’in
oğludur denmiş. Babası ve arkadaşları kendisini İslâm’a çağırdığı halde bunları
duymayan ve şeytan yoluna tabi olup bir türlü İslâm’ı kabule yanaşmayan
Abdur-rahmân anlatılıyor burada demişler. Dün oydu belki, ama kıyâmete kadar
kendisini hakka çağıran çağırıcılara rağmen onların çağrısına kulak vermeyerek
şeytanların dâvetine icabet eden herkes anlatılıyor burada. Sonra da deniyor ki
hidâyet Allah’ın hidâyetidir. Yâni Allah onu hidâyete ulaştırmadıkça hiç kimse
onu hidâyete ulaştıramaz. Hiç-bir çağırıcı onun hidâyetine sebep olamaz. Aksi de
böyledir tabii.
"Allah kimi hidâyete erdirmişse artık onu saptıracak yoktur. Allah Azîz
ve intikam sahibidir."
(Zümer 37)
Bir başka anlayışla bu tür şaşkın
insanları kendi yollarına çağıran pek ok çağırıcı vardır. Ehl-i Kitap
çağırıyor:
"Yahudi ve hıristiyanlar diyorlar ki
yahudi ve hıristiyan olunuz kurtulursunuz."
(Bakara 135)
1400 sene önce Medine’deki yahudi ve
hıristiyanlar diyordu ki yahudi ve hıristiyan olursanız kurtulursunuz. Bugünkü
yahudi ve hıristiyanlar da diyorlar ki yahudi ve hıristiyan olursanız
kurtulursunuz. Günümüzde yahudi ve hıristiyanlık dünyası diyor ki: Bakın işte
sizin ekonominiz bozuktur, ticaretiniz bozuk, eğitiminiz iflas etmiş durumda,
siyasal yapınız bozuk, aile düzeniniz bozuk. Her şeyiniz tefessüh etmiş
durumdadır. Tabii önce kendileri bir bozdular hainler, kendi düzenlerini önce
bir bozdular, sonra bizimkini de bozdular, bizi böyle bir boşlukta bıraktılar,
sonra da diyorlar ki bu durumdan kurtulmak için yahudi ve hıristiyan olmak
zorundasınız, başa çareniz yoktur diyorlar. Ya yahudi olacaksınız, yahut da
hıristiyan olacaksınız başka çareniz yoktur diyorlar. Eğer yahudi veya
hıristiyan olursanız tüm bu bozuk düzen hayatınız düzelecek diyorlar.
Önce kendileri bir bozdular, yâni
kendileri önce İslâm’dan uzaklaştılar, yahudi ve hıristiyan oldular. Sonra bize
yöneldiler, bizi de bozdular, bizi de İslâm’dan uzaklaştırdılar. Bizi de aynen
kendileri gibi yaptılar hainler. Hemen hemen her şeyimizi bozdular, her şeyimizi
felç ettiler. Yâni önce bizi sap gibi ortada bıraktılar, sonra da şimdi
diyorlar ki:
Bakın her şeyiniz bozuldu, hukukunuz,
aile düzeniniz, eğitiminiz, sanayiiniz her şeyiniz iflas etti. Şu anda
çıkmazdasınız. Başka çareniz yok bu durumdan kurtulabilmek için yahudi veya
hıristiyan olmak zorundasınız. Bizim gibi olmak
zorundasınız.
Aslında alçaklar bizi olduğumuzdan çok
fazla bozuk göste-riyorlar. Kendilerinin işleri yolunda da bizler çok kötü
durumdaymışız gibi gösteriyorlar. Mübalağa yapıyorlar, halbuki İslâm dünyası
onlar kadar bozulmadı elhamdülillah. Onların hayatı bizden çok daha bozuk
aslında. Tüm hayatları bozuk. Aile hayatları kalmamış, sosyal hayatları bozuk,
insani ilişkileri bozuk, ahlâkları bozuk, her şeyleri bozuk. Kokuşmayan bir tek
şeyleri kalmamış, ama şimdi tam yol ayırımına geldiğimiz bir dönemde kendileri
gibi bizi de bozup da sap gibi ortada bıraktıkları bir dönemde diyorlar ki: Eğer
yahudi ve ya hıristiyan olursanız her şeyiniz düzelecek, başka da çareniz
yoktur diyorlar. Ortak pazara gireceksiniz başka çareniz yoktur. A.E.T’ye üye
olacaksınız, İ.M.F’nin denetimine gireceksiniz, gümrük birliğine gireceksiniz,
her şeyinizi değiştireceksiniz, her şeyinizle bize teslim olacaksınız başka
çareniz yoktur diyorlar.
E bunu denedik biz. Bu dediğinizi
yıllardır denedik biz. Yıllardır her şeyimizi değiştirdik bunlar hatırına.
Yazımızı değiştirdik, hukukumuzu değiştirdik, cumamızı, tatilimizi değiştirdik,
tarihimizi, kültürümü-zü değiştirdik, âdetlerimizi, kılık kıyafetimizi
değiştirdik, kanunlarımızı değiştirdik, her şeyimizi değiştirdik bunlar
hatırına. Ama bakıyoruz ki düzelmek, iyiye gitmek şöyle dursun battıkça battık,
gömüldükçe gömüldük.
Öyleyse şimdi de sıra bizdedir. Artık
söz söyleme sırası bize gelmiştir. Ümmet aklını başına aldı elhamdülillah. Biz
de onlara diyeceğiz ki yok yok, yok artık sizi dinlemeyeceğiz. Artık sizin
dediklerini-ze kulak vermeyeceğiz. Artık sizin akıntınıza, sizin kıblenize
gitmeye-ceğiz. Sizi kıble edinmeyeceğiz. Sizin yörüngenize girip, sizin
gittiğiniz yere gitmeyeceğiz. Sizi dinleyip, sizin gibi pisliğe batmayacağız.
Hayır hayır, biz bizi hakka ve doğru yola çağıran kitabımızı ve
peygambe-rimizin çağrısını dinleyeceğiz.
Günümüzde insanları kendi yollarına
ehl-i kitap çağırıyor, basın yayın çağırıyor, şeytanlar ve şeytanların uşakları
olan herkes ve her şey insanları Allah yolundan başka yollara çağırıyor. Şeytan
ve dostları kendi yollarına çağırıyorlar. Kendi anlayışlarına, kendi hayat
tarzlarına, kendi kılık kıyafet anlayışlarına, kendi ekonomik anlayışlarına,
kendi siyasal görüşlerine, kendi hukuklarına, kendi eğitimlerine, hâsılı herkes
kendi dinine kulluğa çağırıyor.
Ama bilelim ki bu çağırıcıların çağrısı
ancak şaşkın şaşkın yeryüzünde dolaşan insanlar üzerinde etkili olacaktır.
Allah’ından, Rab-binden, Rabbinin kendi hayatını düzenlemek üzere gönderdiği
kitabından ve Onun elçisinin hayatından habersiz yaşayan kimseler üzerinde ancak
etkili olacaklardır bu çağırıcılar. Değilse yolunu bulmuş, dinini tanımış,
kitabıyla tanışmış, peygamberiyle buluşmuş insanlar üzerinde kesinlikle etkili
olamayacaktır bunlar. Bütün bu haktan başka, İslâm’dan başka yollara çağıran
çağırıcılara de ki peygamberim:
"De ki: Hidâyet Allah’ın hidâyetidir.
Yol Allah’ın yoludur. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla
emro-lunduk."
Artık hak bellidir, hidâyet bellidir,
yol bellidir ve gerçek yol, gerçek hidâyet Allah’ın hidâyetidir. Doğrusu İslâm
yoludur, doğrusu Allah yoludur, başkalarına ihtiyacımız yoktur. E peki bizim
birtakım problemlerimiz var. Bizim birtakım sıkıntılarımız var, yeryüzünde
yalnız ya-şayamayız. Biz birilerine muhtacız. Ekonomik, siyasi, askeri
problem-lerimiz var. Bizim yol göstermeye ihtiyacımız var, bizim bir hidâyete
ihtiyacımız var. E şu andaki yahudiler ve hıristiyanlar da dünyanın en büyük
dev güçleridir. Ülkelerinin problemlerini halletmişler, sanayile-rini
kurmuşlar, teknolojilerini geliştirip insanlarını mutlu etmişler. Hikaye bunlar
aslında. E biz ne yapalım? Kime gidelim? Kime müracaat edelim? dersek bakın
Müslümanlara diyor ki Rabbimiz:
Hidâyet istiyorsanız, hidâyet Allah’ın
hidâyeti yol Allah’ın yoludur. Probleminiz varsa Allah’a havale edin! Allah’a
yalvarın! Allah’a yakarın! Allah’ın âyetlerinin tarif ettiği bir hayata
yöneliverdiniz mi bakacaksınız ki tüm problemleriniz kendiliğinden çözülmüştür.
Tüm problemleriniz ama. Ekonomik, siyasi, içtimaî, askeri, eğitim, hukuk seçim
geçim tüm dertleriniz bitecektir. Çünkü o zaman siz yenilmez ve yanılmaz olan
Allah’la berabersiniz demektir.
Evet, yol Allah’ın yoludur, hidâyet
Allah’ın hidâyetidir, sitem Allah’ın sistemidir ve biz:
"Bizler âlemlerin Rabbine teslim
olmakla emro-lunduk."
Bizler âlemlerin Rabbine teslim
olmakla, Müslüman olmakla emrolunduk. âlemlerin Rabbine Müslüman olmakla
emrolunduk. O âlemlerin içinde çok küçük bir dünyada ve o küçük dünyanın çok
küçük bir şehrinde, ve o şehrin de çok küçük bir odasının içinde kendisinin
ilâh olduğunu, rab olduğunu ve insanlar üzerine kanun koyma ve egemenlik
haklarına sahip olduğunu iddia eden ölümlü ve aciz bir varlığa teslim olup ona
dua etmekle değil, âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk biz. İrademizi
böyle bir varlığa teslim etmekle emrolunduk.
Müslümanın anlamı da budur zaten.
Müslüman iradesini Allah’a teslim eden, Onun seçimini kendisi için seçim kabul
eden, oylamasını Allah’tan yana, Allah’ın kanunlarından yana, Allah’ın
arzularından yana kullanan kişidir. Hayatını Allah adına yaşamaya karar verip
Allah’ın kendisi için tespit ettiği hayat programından razı olan kişiye
Müslüman denir. Birini çarşıya gönderiyorsunuz ve bana bir kâlem alıp gel, sen
ne alırsan al ben ondan razıyım! diyorsunuz ya, işte aynen bunun gibi, ya Rabbi
benim ilmim kıttır, ben menfaatimi, hayrımı, şerrimi senin kadar bilemem. Sen
benim için seç! Senin benim adıma seçtiğin hayat programından ben razıyım! Ben
tümüyle irademi sana teslim etmişim diyen kişiye Müslüman denir. İşte irademizi
kendisine teslim ettiğimiz âlemlerin Rabbi olan Allah’ımız da bizim için
seçtiklerini peygamberi vasıtasıyla bize gönderdiği bu kitabında bildirmiştir.
İşte Allah’ın kitabına teslim
olan ve onun istediği bir hayatı yaşayan kişiye Müslüman denir. Ben Allah’tan
başkalarına asla irademi teslim etmem. Meselâ ben içinizden Mustafa’ya
kesinlikle irademi teslim edip onun benim adıma aldığı kararlara gözü kapalı
uymam. Neden? Çünkü o da benim gibi aciz, yaratılmış ve ölümlü bir varlıktır.
Gün gelir aciz kalabilir, gün gelir benim problemlerimi çözemez, gün gelir
ölüverir. Zaafları vardır Mustafa’nın, birilerinin tesiri altında kalabilir.
Ama Allah öyle değildir. Allah mutlak güç ve kuvvet sahibi, her an benim
problemlerimi çözecek, çağırdığım zaman telefonsuz, telgrafsız, aracısız her an
beni işitebilen ve bana icabet edebilendir. Onun için bizler ona teslim olmakla
emrolunduk.
Bu öyle bir teslimiyet ki hayatın her
alanını içine alan bir teslimiyettir. Biraz ilerde Hz. İbrahim’i tanıyacağız.
Burada da teslimiyeti İbrahim’le tanıyalım. Bakın Bakara sûresinde Rabbimiz
şöyle buyurur:
"Hani ona Rabbi (benim emrime) teslim
ol, buyur-muş; o da âlemlerin Rabbine teslim oldum,
demişti."
(Bakara 131)
Rabbi İbrahim (as)'a dedi ki Ey İbrahim
teslim ol! Müslüman ol! İbrahim (a.s)dedi ki: Ben Müslüman oldum. Ben âlemlerin
Rabbine teslim oldum. Ben kendimi, içimi dışımı, irademi, boynumdaki ipin ucunu
âlemlerin Rabbine teslim ettim. Benim ondan başka bağlanaca-ğım, ondan başka
kendimi teslim edeceğim kimsem yoktur! diyordu. Zira Müslüman olmayan, Allah’a
teslim olmayan kişi mutlaka bir başkasına teslim olmuş demektir. Çünkü insan
mutlaka boynunda bir iple dünyaya gelmektedir. Yâni kulluğa müsait
yaratılmaktadır ve mutlaka bir şeylere kulluk yapacaktır. Boynundaki doğuştan
getirdiği kulluk ipini mutlaka birilerine teslim edecektir. Ama nefsine, ama
şeytana, ama topluma, ama tâğutlara, ama âdetlere, törelere, ama modaya, ama
ağasına patronuna bir şeylere kulluk yapacaktır.
Rabbine teslim olmaktan kaçanlar
Rabbin kullarına, Rabbin yaratıklarına teslim olmak zorundadırlar. Başka çaresi
yok o mutlaka birilerine kulluk yapmak zorundadır. İşte görüyoruz yağmurdan
kaçarken insanlar doluya tutulmuşlardır. Allah’a kulluktan kaçan bu
insanlardan kimileri toplumun kulu, kimileri modanın kulu, kimileri âdetlerin,
törelerin kulu, kimileri toplumun kulu olmuşlar ve bunları razı edebilmek için
bir ömür boyu çırpınıp durmaktadırlar.
Evet teslim ol dedi Rabbi Hz.
İbrahim’e, o da âlemlerin Rabbi-ne teslim oldum dedi. Bu teslimiyet kişinin
ruhuyla, bedeniyle, içiyle dışıyla, gecesiyle gündüzüyle, ailesiyle, toplumuyla,
her şeyiyle bir teslimiyetti. Ruhu O’nun emrinde olmalıydı, içi ve dışı O’nun
emrinde olmalıydı. Gecesinde ve gündüzünde söz sahibi O olmalıydı. Bedeninde O
söz sahibi olmalıydı. Malı O’nun emrinde olmalıydı, çocukları konusunda O’nun
sözü geçmeliydi, hanımı konusunda O’nun dediklerini dinlemeliydi. Teslimiyet
budur işte.
Öyle bir teslimiyetti ki bu, ateşe
atılırken bile Rabbinden başka birine teslim olmayıp güvenmemeliydi. Rabbinden
başka sığınacak bir kucak aramamalıydı. Oğlunu kurban emrini alsa bile
Rabbinden, yine O’na teslim olmalıydı. Rabbi ondan hanımını kucağında küçücük
çoğuyla beraber susuz, yiyeceksiz çorak bir arazide terk etmesini istese bile,
başkalarına değil Rabbinin emrine teslim olması gerekiyordu. Ve öylece yapmıştı,
İbrahim (as). Öyle bir teslimiyet ki onun teslimiyeti hanımına da etkili
oluyordu. Ondan bu teslimiyeti gören hanımı da onun gibi Allah’a teslim
oluyordu. Var git ya İbrahim! Değil mi ki bu emri sana veren Rabbimizdir! O
halde bizi hiç düşünme! O Rab beni ve oğlumu koruyacaktır diyordu. Evet
İbrahim’in teslimiyeti hanımını da teslim olmaya götürüyordu. Onun bu
teslimiyeti oğlu İsmail’e de tesir ediyordu. Babasının Allah’a bu teslimiyetini
gören İsmail de tıpkı onun gibi ona ve Allah’a teslimiyet gösteriyordu. İbrahim
Rabbinin emrini yerine getirmek için kesmek üzere onu yere yatırınca: Babacığım
emrolunduğun şeyi çekinmeden yarine getir, inşallah beni sana ve Allah’ın
emirlerine teslim olanlardan bulacaksın diyordu. İbrahim’in teslimiyetini gören
oğlu da aynen onun gibi Allah’a teslim oluyordu.
Öyleyse hanımlarından kendilerine
teslimiyet isteyen insanlar, hanımlarından Allah’a teslimiyet isteyen insanlar
buna çok dikkat etmek zorundasınız. Şunu hiçbir zaman unutmayın ki, siz
Rabbinize ne kadar teslim iseniz, siz Rabbinizin emirlerine ne kadar teslimseniz
bilesiniz ki hanımlarınız da size o kadar teslim olacaklardır. Bilesiniz ki
hanımlarınız da Allah’ın emirlerine o kadar teslim olacaklardır. Bunu hiçbir
zaman hatırınızdan çıkarmayın.
Ey çocuklarından kendilerine ve
Allah’a teslimiyet isteyen insanlar şunu kesinlikle bilmelidirler ki kendileri
Allah’a ne kadar teslimlerse onlar da o kadar teslim olacaklardır. Kendileri
Allah’ın emirlerine teslim olmayanların hanımlarından, çocuklarından ve
çevrelerinden itaat ve teslimiyet istemeye hakları yoktur. Evet bizler işte
böylece âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk ve:
"Bize: "Namazı dosdoğru kılın, Allah’a
karşı gel-mekten sakının" diye emredildi. Toplanacağınız yer O’-nun
huzurudur."
Evet bu teslimiyetin biçimi de böyle
olacakmış. Sadece O’na kulluk yapacak, namazı ikame ederek bedenimizde O’nu söz
sahibi kabul edecek ve O’nun koruması altına girecek, sadece O’nu velî kabul
edecek, O’nun adına bir hayat yaşayacak ve hayatımızın her anında O’nu
dinleyecek bir teslimiyetle emrolunduk. Çünkü:
73- "Gökleri ve yeri yerli yerince
yaratan O’ dur. Bir şeye "Ol" dediği an hemen oluverir. Onu sözü hukuktur. "Sura
üfürüldüğü günde mülk ancak Onundur. O, gizliyi ve açığı bilendir. O, hikmet
sahibi, her şeyden haberdar olandır."
O Allah gökleri ve yeri hak ile
yaratmıştır. Hak olarak yaratmıştır. Gökleri ve yeri eğlence olsun diye,
fantezi olsun diye yaratma-mıştır, insanın imtihanı için yaratmıştır onları. Ve
Allah insandan, insan için yarattığı bu göklerin de yerin de hesabını
soracaktır. Burada göklerin ve yerin hak olarak yaratıldığı anlatılırken başka
yerlerde de göklerin ve yerin bâtıl yere yaratılmadığını anlatan âyetler de
vardır.
"Rabbimiz sen bunları bâtıl yere
yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi ateş azabından koru." (Âl-i İmrân 191)
"Ben gökleri, yeri ve bu ikisi
arasındakileri oyun olsun diye yaratmadım."
(Enbiyâ 16)
"Siz zannediyor musunuz ki sizi boş
yere yarattık ve bize hiç döndürülmeyeceksiniz?"
(Mü'minûn 115)
Bu âyetlerden anlıyoruz ki kâinatta ne
varsa hepsi hak üzerine yâni sağlam temeller üzerine kurulmuş ve belli bir
hikmetle yaratılmış-tır. Yaratılan her şey üzerinde belli bir kanun
işlemektedir. Tüm kâinatta hak esastır. Her şey hak üzerine bina edilmiştir.
Bâtıl ise ârızî ve geçicidir. Ya da burada göklerin ve yerin yaratıcısının Allah
olduğunu, hak olduğu anlatılmaktadır. Öyleyse kâinatta ne varsa onların tümünü
Allah yarattığı için hepsinin üzerinde söz sahibi, hak sahibi, hukuk sahibi,
hâkimiyet ve hüküm sahibi sadece Allah’tır. Allah’tan başka bu varlıklar
üzerinde hâkimiyet ve otorite sahibi yoktur. O bir şeye ol dediği zaman hemen
oluverir. O’nun sözü haktır. O’nun sözü hukuktur. O’nun sözü mutlak dinlenen
sözdür. Veya burada Allah tarafından yaratılmış olan göklerin ve yerin hakka ve
hakikate delâleti anlatılmaktadır. Yaratıcıları Allah olan bu gökler ve yerler
hak olan Allah’ın varlığına ve gücüne delildir bunlar. Eser müessirin varlığına
delildir deniyor. Ve sura üfürüldüğü günde mülk ancak Onundur. O gizliyi ve
açığı bilendir. O hikmet sahibi, her şeyden haberdar olandır. Çünkü kıyâmet günü
ikame edilecek hayatı ve yıkılacak bugünkü düzeni en iyi bilen Allah’tır. Yâni
dünyada, semavat ve arzda şu anda kurduğu düzeni ve yarın bunların yok oluşuyla
kurulacak düzeni bilen ve kararlaştıran Allah’tır. Ve işte bunların hepsini
bilen Allah, bilgisi ve hikmetiyle icra etmektedir. Sura üfürüldüğü gün mülk
ancak Allah’ındır. Kuran-ı Kerimde üç surdan söz edilir:
1- Birincisi "Nefha-i Feza" dır. Korku nefha sı,
korkudan insanların yüreklerinin hoplayacağı ve herkesin donup kalacağı nefha
dır. Kur’an-ı Kerimde bu birinci suru anlatan âyetler pek
çoktur:
"Onlar hiçbir gecikmesi olmayan bir
sayhadan baş-kasını beklemiyorlar."
(Sa’d 15)
"Ey insanlar! Rabbinizden sakının;
Doğrusu kıyâmet gününün sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Kıyâmeti gören her
emzikli kadın emzirdiğini atar, her hamile çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş
gibi görürsün, oysa onlar sarhoş değildirler. Fakat bu sadece Allah’ın azabının
çetin olmasındandır."
(Hac 1,2)
"O gün bir sarsıntı sarsar. Peşinden
bir diğeri gelir. O gün kalpler korkuyla titrer ve insanların gözleri önüne
düşer." (Nâziât
6,7,8)
Bu âyetlere birinci surun üflemesini
anlatır. Birinci sur üfürülünce her şey ve herkes korkudan donup kalacak. Hattâ
ekmeği ağzına götürürken adam eli ağzına yakın mesafede donup kalacaktır diyor
Allah’ın Resûlü. Birinci surla her şey donakalacak ve sonra arkasından ikinci
sur üfürülecek.
2- İkinci surun adı da "Nefha-i sa’ika" dır. Bununla da her
şey ve herkes ölecektir. Evet İkinci surun üfürülmesi için Rabbimiz İsrafil’e
emredecek.
"Sura üflenince Allah’ın diledikleri
müstesna göklerde ve yerde olanlar hepsi düşüp ölürler. Sonra sura bir daha
üflenince hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar."
(Zümer 68)
3- Evet üçüncü sur da "Nefha-i kıyam li Rabbil âlemin"
dir. Yâni hesap kitap günü tüm varlıkların Rablerinin huzurunda dirilip
toplanacakları nefha dır. Bu sur üfürülünce bir de bakarsın ki insanlar mantar
bitiyormuş gibi kabirlerinden kalkmış değiştirilmiş bir arzın üzerindedirler.
"O gün yer başka bir yer, gökler de başka göklere tebdil
olunacaktır."
(İbrahim 48)
Bundan sonra En’âm sûresinin bu
bölümünde Rabbimiz atamız İbrahim’i ve onun babasıyla ve kavmiyle mücâdelesini
anlatacak. İbrahim (a.s) ülül’azîm peygamberlerden Rasulullah’ın ceddi, ceddi
Resul olan bir peygamberdir. Hz. İbrahim’den Hz. Adem ve Hz. Nuh’-tan sonra
ülül’azîm bir peygamber olarak bahsedilir Kuranda. İbrahim (a.s)'ı anlatabilmek
gerçekten zordur. Hz. İbrahim’i anlayabilmek ve anlatabilmek için Kur’an’ın
bütününe hakim olmak gerekir. Ancak biz sadece bu bölümde anlatıldığı kadarıyla
Hz. İbrahim’i ve onun mücâdelesini anlamaya çalışacağız. Değilse Kuranın pek
çok yerinde Rab-bimiz dinini bize İbrahim (a.s)'la anlatmaktadır.
Kur’an’a ve Rasulullah’a dikkat
ediyoruz Allah’ın Resûlü kendini anlattığı, kendinden söz ettiği her yerde
babası, atası olarak Hz. İbrahim’den de söz eder. Ya da kendisini hep atasıyla
birlik anlatır. İslâm dinine bakıyoruz bu dinin direği olan namazda Allah’ın
Resûlü sürekli İbrahim’le birlikte anılmaktadır. Sanki İslâm’ın binası,
tuğlaları, direği hep onunla örülmüş. Allah’ın Resûlü kıldığı her namazında
kendine ve atasına salât eder. Biz de ederiz tabii.
(Allahümme salli alâ Muhammedi’n
ve alâ ali Muhammedi’n kema sallayte alâ İbrahiyme ve alâ ali İbrahim inneke
hamîdün Mecîd)
Demek ki Allah’ın Resûlü namazında,
duasında, mesaisinin tümünde Hz. İbrahim’le beraberdir. Din olarak insanlığa
sunulan İslâ-m’a baktığımız zaman onun babamız Hz. İbrahim’in dininin devamı
o-larak sunulduğunu görüyoruz. Kur’an-ı Kerimde Hz. İbrahim’in pek özelliğinin
varlığını görüyoruz. Bize sunulan dinimizin şekli, biçimi veya özelliği
konusunda Kur’an onu bize Hz. İbrahim’le tanıtır. Bir başka deyişle biz dini
anlayabilmek için ona müracaat ederiz veya etmek zorundayız. Hz. İbrahim’i
tanımadan bu dinin anlaşılması mümkün değil-dir. İslâm, teslim, teslimiyet
konusu, Hanif olma konusu, halisân lillah olma konusu, ümmet olma konusu, tevhid
ve şirk konusu, millet konusu ve daha pek çok konu Hz. İbrahim’le anlatılır.
Bütün bunların yanında Kur’an-ı
Kerimde üç yerde üsve-i ha-sene ifadesinin geçtiğini, bunlardan birisinde
Rasulullah’ın bize üsve olarak anlatıldığını, birisinde öteki peygamberlerin
üsve olarak anlatılırken, bir tanesinde de tek başına İbrahim (a.s) in bize
örnek olarak anlatıldığını görüyoruz.
O halde bizler Rabbimizin rızasını ve
cenneti kazanmak istiyorsak Hz. İbrahim’i tanımaya ve onu üsve olarak kabul
edip onun gibi olmaya, onun gibi yaşamaya mecburuz. İman konusunda, İslâm
konusunda, teslimiyet konusunda, ihsan konusunda onu örnek alma-ya mecburuz.
İşte En’âm sûresinde onun tevhidi
anlayışını kabule hazır hale gelen kimse karşısında Hz. İbrahim’i bulmaktadır.
Kur’an-ı Kerimin şu özelliğini görüyoruz: Rabbimizin kitabında namazdan,
oruçtan, içkiden bahsederken birden bire o konuyu kesip sanki o konuyla hiç mi
hiç ilgisi olmayan bir konuya geçiverdiğini görüyoruz. Meselâ Bakara sûresinde
nikâhtan, talaktan, izdivaçtan bahsederken birden bire konuyu keserek: (Hafizu ales salavati vessalat il
vusta) buyurarak namaz konusuna geçiverdiğini görürüz. Peki acaba
önceden anlatılan o konularla bu namazın ne ilgisi var diyesi geliyor insanın.
Bu konuların anlatıldığı o bölümde birden bire sözü namaza getirirken Rabbimiz
sanki; “Dikkat edin ha! Bütün bu anlattığım konuların tanzimi için, bunların
icrası için, sizler namaza muhtaçsınız! Namazınız yoksa bunları icra etmeniz de
mümkün olmayacaktır! Namazsız bunları asla yapamazsınız! Namazsız böyle bir
hayatı yaşamanız mümkün değil! Onun için namaza dikkat edin!” buyuruyor.
İşte aynen bunun gibi burada da
başka konulardan söz ederken birden bire İbrahim’e geçişte de böyle bir
münâsebet var. Allah’ın yegâne velî oluşundan bahsedildi, onun velâyetine karşı
çıkıp yeryüzünde başka veliler bularak, onların korumaları altına girmeye
çalışan insanlardan söz edildi, doğru yolu bulduktan sonra şeytanın çağrısına
uyarak bu yoldan uzaklaşan insanlardan söz edildi, sonra da doğru yol ancak
Allah’ın yoludur, âlemlerin Rabbine teslim olarak namazı kılın ve muttaki olun,
hayatınızı tamamen Allah için yaşayın denildi. Çevrenizde sizi Allah yolundan
alıkoymak isteyen güçlerin tümüyle Allah adına ve Allah’a dayanarak ciddi bir
mücâdele sergileyin denildi. “Nasıl ya Rabbi? Kim gibi ya Rabbi?” demeye
hazırlanırken, bu konuda kendimize bir örnek ararken hemen Rabbimiz işte tıpkı
atanız İbrahim gibi buyurarak bize burada bir örnek sunacak. Hz. İbrahim’in
babası ve kavmiyle olan mücâdelesini anlatacak.
74-"Hatırlayın, İbrahim, babası Âzer’e:
"Şu putları ilâh mı edindin? Doğrusu ben seni ve milletini açık bir sapıklık
içinde görüyorum" demişti."
Burada Hz. İbrahim’in hitabı
babasınadır, ama Şuarâ sûresin-de kavmiyle birlikte babasına seslendiğini
görüyoruz:
"Hani İbrahim babasına ve kavmine:
"Neye ibâdet ediyorsunuz? demişti."
(Sâffât 85)
İbrahim (a.s)’in gerek babasıyla gerek
kavmiyle mücâdelesinde genel bir dâvet metodu izlediğini görüyoruz. Yâni
kavminin karşısında ve tüm kavimler karşısında, tüm toplumlar karşısında
kıyâmete kadar uygulanabilecek bir dâvet metodu görüyoruz İbrahim (a.s) in
hayatında. Yâni kıyâmete kadar her toplum insanının her topluma uygulayabileceği
bir din dâvet modelidir onun modeli. Meselâ ölmüş salih kişilerin
putlaştırıldığı bir toplumda Hz. Nuh ve Hz. Nuh’un dâvet modeli bizim için
örnektir de aynı zamanda Hz. İbrahim’in dâvet modeli de bizim için gereklidir o
toplumda. Veya dünyayı kıble edinmiş, dünyayı cennetleştirme cinnetine kapılmış,
hiç ölmeyecekmiş gibi dünya adına plan program yapmaya çalışan bir toplumda bize
Hud (a.s) un dâvet modeli örnektir de, ama bununla beraber Hz. İbrahim’i de
örnek almak zorundayız.
Veya meselâ cinsel ahlâksızlığı
doruklaştıran bir topluma karşı Hz. Lût (a.s) bize örnektir de, aynı zaman da
Hz. İbrahim de örnektir. Hangi örnek peygamberin toplumuna benzer özellikler
taşıyan bir toplum içinde bulunursak bulunalım o peygamberin örnekliliği bizim
için söz konusu olduğu gibi aynı zamanda İbrahim (a.s) in örnekliliği de söz
konusudur diyoruz. İşte burada da İbrahim (a.s) in örnekliliğiyle karşı
karşıyayız.
Babasına dedi ki, Âzer kim? İbrahim
(a.s)’in babası mı? Yok-sa onun amcası
mı? Bu tartışmadan kaçınacağız. Âzer onun baba-sıdır veya amcasıdır demem benim
dinim açısından bir eksiklik değil-dir. Bir konunun bilinmemesi benim dinim
açısından bir eksiklik değil-se, illa da onu bilmem gerekmez. Burada anlatılan
onun, Hz. İbrahi-m’in yakınlarıyla kavgasıdır. Yakınlarıyla ve kavmiyle
münâsebetinin beyanıdır, bize lâzım olan da işte budur. Çok münakaşa edilmiş,
yok babasıydı, yok amcasıydı, yok bu babasının lakabıydı. Buna hiç de gerek
yoktur. Yine biliyoruz ki bir peygamberin babasının kâfir olması peygamberin
şerefine her hangi bir nakısa getirmeyecektir. Dolayısıyla bizim
peygamberimizin de babası ve anasının iman etmeden gidişi ona bir nakısa
getirmeyecektir. İşte efendim onun babası ve anasının öldükten sonra yeniden
dirilmeleri ve iman etmeleri gibi şeylerin anlatılması biraz zorlama gibi
oluyor. Peygamberse işte İbrahim (a.s) da peygamberdi. Onun babası da babadır ve
işte görüyoruz ki Kur’-an’ın tesciliyle onun da kâfir olduğunu ve artık onun
hakkında da oğlu İbrahim’in istiğfarının caiz olmadığını görüyoruz.
İşte Hz. İbrahim babasına ve kavmine
dedi ki: Şuarâ’daki âyetle söyleyelim önce: "Neye tapınıyorsunuz?" Ya da neye
kulluk ediyorsunuz? Nelere kulluk ediniyorsunuz? Kulluk kişinin boynundaki ipin
ucunu birilerine vermesi anlamına geliyordu. Herkesin boynunda, boğazında
doğuştan getirdiği bir kulluk ipi vardı ve bu ipin ucu kimin elindeyse kişi ona
kulluk ediyordu. Ama bazen bir iple yetinmeyen kimi insanlar herkesi memnun
etmek için onlarca, yüzlerce, takabildikleri kadar boğazına ipler takıyor ve her
birini de birilerinin eline veriyordu. Kimisini hanımın eline, kimisini anasının
eline, devleti de istemişe kimisini devletinin eline, ağaya, patrona, modaya,
çevre-ye, âdetlere, törelere, topluma ve herkese veriyordu. Bakın burada da
böyle Allah’ı tanımanın yanında, Allah’ı bilmenin ve O’na iman etme-nin yanında
Allah’tan başkalarına da kul köle olmuş bir toplumdan söz ediliyor. Hz.
İbrahim’in toplumu Allah’a inanmakla beraber Allah’-tan başkalarına da kulluk
etmeye çalışan müşrik bir toplumdu.
Buradaki âyetle de babası Âzer’e şöyle
diyordu:
"Baba! Şu putları ve benzeri şeyleri ilâh mı
edindin?"
Şu putları kendi üzerinizde otorite
kabul ettiniz öyle mi? Allah berisindeki şu varlıkları kendi hayatınızda söz
sahibi kabul ettiniz öyle mi? Hâkimiyeti siz onlara verdiniz öyle mi? Bu
halinizle ben sizi çok açık bir sapıklık içinde görüyorum. Esnam, sanem
Arapların da kullandıkları putlardır. Kütük şeklinde, kalas şeklinde ya da bir
kaya parçası şeklinde veya bir başka biçimde yapılmış, yontulmuş çok yüce
bilinen bir varlığın yeryüzünde sembol edilen şekilleriydi bunlar. Yâni hürmet
edilen, saygı duyulan, önünde eğilinen yüce varlıkların yerdeki sembolleriydi bu
putlar. Meselâ bu insanlar için güneş çok yüce tapınılmaya değer bir varlıktı
ve yeryüzünde bu güneşin temsilcisi olarak kendi elleriyle yaptıkları
sembollerini tapınılmaya lâyık görüyorlar ve bunlara tapınıyorlardı.
Aslında taptıkları ve tapınılmaya
lâyık gördükleri bu putlar o varlıkların bizzat kendileri değil de onların
temsil ettikleri şeylerdi. Yâni aslında tapınılmaya lâyık görülen bu put değil
de güneştir de onlar bu güneşin yeryüzündeki temsilcisi olan putlara
tapınıyorlardı. Put budur zaten. Şirki somutlaştırıp onu görünür, duyulur ve
hissedilir hale getiren unsura put denir. Diğer bir ifadeyle şirkin elle tutulur
gözle görülür boyutuna put denir.
Putun oluşumunu sağlayan sebepler pek
çoktur. Tarihin her devrinde insanların genelinde Allah inancı hep var
olmuştur. Her dönemde madde ötesi, üstün güç ve kudret sahibi, yaratıcı olan
Allah inancının var olduğunu ve insanların bu yaratıcıya iman ettiklerini
biliyoruz. Ama aynı zamanda bu insanların genelinde şöyle bir kanaat söz konusu
idi. Allah vardır, yaratıcıdır, tüm kâinatı O yaratmıştır, kendilerini de O
yaratmıştır, O yücedir, Âlî’dir, ama bu yüce varlıkla insanların doğrudan
doğruya irtibat kurmaları mümkün değildir. Onun içindir ki bu yüce varlıkla
insanların irtibatlarını sağlayacak aracılara ihtiyaç vardır. İşte bu durumda
bazı aracıların bulunması kaçınılmazdır. Bu aracılar da put ismi verilen bir
kısım varlıklarla somutlaşır.
Az evvel de ifade ettiğimiz gibi
tapınılanlar aslında bu putların kendileri değil onların temsil ettikleri
şeylerdir. Yâni bu putların bizzat kendi görüntülerinden ziyâde temsil ettikleri
ve ifade ettikleri anlam önemlidir. Bu itibarla tabiatta hiçbir varlığa sırf
kendisi için tapınıldığı görülmemiştir.
Kur’an-ı Kerime baktığımız zaman şunu
görürüz: İnsanlar ma-hiyetini anlayamadıkları, içyüzünü tam değerlendirip
kavrayamadıkları bazı şeylerin tehlikesinden korkmaları sebebiyle veya bazı
varlıklara aşırı sevgileri sebebiyle ya da bazı varlıkları kendileri için Allah
katında şefaatçi kabul etmeleri sebebiyle onları putlaştırmışlardır. Yâni
kendilerini Allah’a yaklaştıracakları ümidiyle veya bazı varlıklara aşırı
sevgileri sebebiyle onlara tapınma, onlara saygı duyma ve onları kutsallaştırma
süreci içine girmişlerdir. Meselâ Nisâ sûresinde 117. Âyetinde anlatıldığına
göre insanların aşırı tutkuları sebebiyle dişileri putlaştırdıklarını
görüyoruz:
"Onlar Allah’ı bırakıp birtakım dişi
tanrıçalara ta-parlar... "
(Nisâ 117)
Yine Bakara sûresinin 165. âyetinde ifade edildiği gibi çok sevdikleri
varlıkları Allah’a ortak koşarak onlara kulluk etmeye
çalışırlar.
"İnsanlardan kimileri de vardır ki
Allah’a nidler (Allah’a eşler, ortaklar) kabul ediyorlar. Ve onları Allah sever
gibi severler."
(Bakara 165)
Allah’ın ortakları vardır diyorlar.
Evet bütün bunlar Allah’ın yarattığı varlıklardır, ama işte bu konuda bize
yetkiler vermiştir. Kendisinin işleri çok yoğun olduğundan dolayı bizim
işlerimizi, siyasal işlerimizi, ekonomik işlerimizi, beşerî işlerimizi, sosyal
işlerimizi bize bırakmıştır. İşte biz de bu işlerimizi kendi tanrılarımıza
döndüreceğiz diyerek Allahu Teâlâya ortaklar bulmaya çalışıyorlar.
Tamam göklerin, yerin yaratıcısı
olarak, yağmurun yağdırıcısı olarak, rüzgarların sahibi olarak Allah’ı kabul
ediyoruz ama, Allah işte böyle büyük işlerin yanında böyle ufak tefek işlere
vakti olmayan olduğu için bu işler bize bırakılmıştır diyorlar. Ve diyorlar ki
Ya Rabbi, bizim ilim adamlarımız var, ilmi işlerimizi biz onlarla halledeceğiz,
Senin de bilgin vardır ama, neyse işte devir değişti, şimdi bizim bilim
adamlarımız bu işleri daha iyi hallediyorlar. Ya Rabbi tamam sen de şifa
verensin, ama gerçekten asrımızda bizim hekimlerimiz çok ilerlediler, şifa
tanrılarımız var, hayat tanrılarımız var ve gerçekten bu işi çok iyi
hallediyorlar, anında işe müdahale ediyorlar, beceremediklerini de zaten
birtakım sebeplere bağlıyorlar, artık Sen bu işe karışma diyorlar. Ya Rabbi Sen
Mâlikü’l Mülksün biliyoruz, ama şu anda bizim geçici mâliklerimiz var,
liderlerimiz var, ekonomistlerimiz var, bunlar gerçekten bu işi iyi biliyorlar.
Neyi iyi biliyorlar? İşte
mallarımızı, mülklerimizi başkaları-
na peşkeş çekmeyi bunlar gâyet iyi beceriyorlar. Bundan dolayı bu işi de
bırak Sen. Karışma bu pis işlere. Bırak bizi biz keyfimize göre hareket edelim.
Bizim deneyimli hukukçularımız var artık, biz hukuk konusunda Âd dönemini,
Medyen dönemini, Firavunlar dönemini geri getirdik ve bu hukuk konusunda da
artık bu işin zirvesine vardık. Artık Senin kitabına da, peygamberine de
ihtiyacımız kalmadı. Zaten yıllar önce kitabının hükmü de bitmiştir. Şimdi yeni
kitaplar edindik. Bizim hukuk tanrılarımız da bu işi hallediyor diyerek Allah’a
nidler, ortaklar bulmaya çalışan insanlar vardır.
Allahu Teâlâya nidler, ortaklar
buluyorlar ve onları Allah severmiş gibi seviyorlar. Hem de öyle seviyorlar ki
sanki Allah sever gibi severler. Onların emirlerine, yasaklarına itaat ederler
de Allah’a isyan ederler. Bu şeriklerinin arzularını Allah’ın arzularına tercih
ederler.
Bunların bir kısmı bu şirki açıktan
yaparlar. Tıpkı Firavunlara, Nemrutlara insanların bir dönem yaptıkları gibi
onlara ilâh ve mabûd ismi vermekten çekinmezler. Onlara açıktan açığa “Rabbimiz!
Tanrımız!” demekten çekinmezler. Onları güç kuvvet sahibi, nîmet sahibi
bilirler. Allah’tan beklemeleri gereken şeyleri bunlardan beklerler. Allah’a
sığınmaları gereken yerde bunlara sığınırlar. Allah’ı çağırmaları gereken yerde
bunları yardıma çağırıp, bunlara dua ederler. Allah’ın rızasını kazanıyorlarmış
gibi bunların rızalarını kazanmaya çalışırlar.
Bilhassa oyun ve eğlence
tanrılarında bunu çok net görmek mümkündür. Adam bir futbolcuyu kalbinin ta
derinliklerinde yaşıyor. Bir artisti, ya da bir şarkıcıyı, ya da bir sanatçıyı
kalbinin ta derinliklerinde saklıyor. Bir siyasi liderini, bir efendisini, bir
hacısını, hocasını kalbinin en derinliklerinde saklıyor
adam..
Veya işte Allah’ın varlıklarla birleşme
teorisi de veya vahdeti vücutçuluk adıyla bilinen varlıkların Allah’tan kopma,
parçalanma anlayışı da insanları bu varlıkları Allah sever gibi sevme küfrüne
götürecektir. Zaten Hz. Îsâ’ya Allah’tı, Allah’ın oğluydu denmesi Mısırdan,
Roma’dan, Hint’ten, Yunan’dan gelen bu birleşme (Vahdet-i Vücut) teorisinin bir
tesiridir.
Allah bu konuda ne diyor hiç önemli
değil, yeter ki efendisi gücenmesin. Allah önemli değil, önemli olan yeter ki
lideri razı olsun. Yeter ki futbolcu üzülmesin. Yeter ki artist hanım mahzun
olmasın. Yeter ki şarkıcı kız sıkıntı içine düşmesin. Yeter ki hoca efendiyi,
hacı efendiyi, şeyh efendiyi üzmeyeyim. Gerisi önemli değil, Allahu Tealâ zaten
Ğafururrahîmdir, O gücenmez diyorlar. Öyle bir seviyor, öyle bir bağlanıyor ki
adam hakikaten:
Sanki Allah sever gibi seviyorlar.
Modaya ters düşmektense bin defa Allah’a ters düşmeye razı olacak kadar
seviyorlar. Meselâ toprak, sancak, bayrak, vatan, millet, lider, önder gibi
nidler sanki Allah sever gibi seviliyor. Allah’a yapılması gerekenler bunlar
adına yapılmaya çalışılıyor. Mü'minler Allah adına, Allah uğrunda ölmeyi göze
alırken kimi insanlar bunlar adına da ölebilmektedirler. Hattâ bunlardan
kimileri Allah’tan daha fazla sevilmektedir. Meselâ Allah’ın emirlerine zıt
emirler veren, arzuları, kanunları Allah’ın arzularıyla çatışan liderlere itaat
eden kimselerin bu amelleri liderlerini Allah’tan daha çok sevdiklerinin
ispatıdır. Adam kendisi gibi aciz, kendisi gibi ölümlü, kendisi gibi güçsüz ve
kuvvetsiz olan bir adamın kanunlarının, koymuş olduğu kurallarının insanlar
üzerinde hakim olması adına malını veriyor, canını veriyor.
Evet aşırı şekilde sevdikleri hürmet
ettikleri varlıkları putlaştırmış insanlar. Bazen da yaratıcı olarak Allah’a
inanmakla birlikte bu yüce varlıkla direk irtibat imkânlarının olamayacağına
inandıkları için bir kısım varlıkları aracılar yaparak onlara da kulluk
yapmışlardır.
"Allah’ı bırakıp da onun berisinde
veliler edinenler: "Bunlar bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz."
derler...."
(Zümer 3)
İşte saymaya çalıştığım bu sapık
anlayışlar sonucunda yeryüzünde pek çok varlık putlaştırılmıştır. Aşırı
sevgilerinden ötürü peygamberler ve salih kişiler zamanla putlaştırılmış,
bunların temsil ettikleri davaları değil de bizzat kendi şahısları
yüceltilmiştir. Yine toplumlarda ölmüş insanları ve ataları putlaştırma yaygın
hale gelmiş. Peygamberlerin kendilerine sunduğu tevhid karşısında insanlar
atalarını ve o atalarının yaşadıkları hareket tarzlarını, atalarının
yaşadıkları hayat modellerini, geleneklerini putlaştırmışlar. Biz atalarımızı bu
yolda bulduk, binaenaleyh sen ne yaparsan yap, ey peygamber kesin-likle bizi
âdetlerimizden, bizi atalarımızın yolundan ayıramazsın diye-rek atalarının
anlayışlarını putlaştırmışlar.
Veya kimi insanlar vatanı
putlaştırmışlar. Vatan için her şeyi fedâ etme esasından hareketle o vatan
üzerindeki sosyal yapıyı, siyasal sistemi putlaştırmışlardır. Hattâ o sistemin
niteliği ne olursa olsun, Allah’ın rızasına uygun olsun olmasın buna
bakmaksızın vatan hatırına onu destekleme ve ona sahip çıkma biçiminde vatanı
putlaştırmışlar. Veya kimi insanlar toplumlarında Allah’ın hükümlerini ilga
eden, Allah’ın hükümlerini geçersiz kabul edip kendi hükümlerini Allah
hükümlerinin yerine ikame eden veya Allah hükümlerinin zıddına hükümler veren
kurum ve şahısların hükümlerini kabul ederek bunları putlaştırmışlardır.
Veya işte millet putlaştırılmış,
ırk putlaştırılmış, renk putlaştırılmış, belli bir siyasal görüş
putlaştırılmış, belli bir ekonomik görüş putlaştırılmış, belli liderler
putlaştırılmış, moda ve sanat gibi somut putlar çoğalıp günümüzde eski nesnel
putların yerini almıştır. Bu saydığımız unsurlar insanların hayatında
putlaşınca, insanların gözlerinde bunlar sembolleşince artık insanlar bunlar
uğrunda mallarını ve canlarını, ahlâk ve namuslarını fedâ etmeleri istendiği
zaman çekinmeden her şeylerini fedâ ederler.
Evet put her zaman taştan ve tunçtan
olmayabilir. Bir sistem, bir ideoloji, bir hayat tarzı, bir sembol de bazen
putlaşabilir insanların hayatlarında. Yâni putun üslendiği rol önemlidir. Bazen
idareci, topluma hükmetmek isteyen azınlık bir grup topluma hükmedebilmek için,
toplum içinde menfaatlerinin artması ve devamı için putlar ihdas ederler.
Topluma hükmetmeleri ve menfaatlerinin devamını bu putlara borçlu olduklarından
putları ve putçuluğu bütün güçleriyle desteklerler ve putçuluğun devamı için her
türlü desteği ve tedbiri alırlar. Bir yandan toplum fertlerini aldatabilmek
için toplumun inandığı Allah’ın yüceliğini vurgulayarak bu yüce varlığın insan
gibi aşağı bir varlıkla ilgilenmesinin, onun hayatına karışıp emirler ve
nehiylerde bulunmasının, onun hayatına program yapmasının imkânsızlığından
bahsederek Allah’la insanlar arasında aracı olarak bir kısım varlıkların
bulunmasının zarûrî olduğunu söylerler.
Bir yandan da toplum adına kendi
elleriyle diktikleri bu putların arkasına saklanarak insanların kendilerine
kulluğunu sağlarlar. Bu putlar sayesinde yığınları kendilerine kul köle
edinirler ve onların mallarını, mülklerini sömürürler. Bu putlar sayesinde
toplum üzerinde kendi egemenliklerini kurarlar. Aslında kendi isteklerini, kendi
arzularını sanki putun isteğiymiş gibi halka yansıtırlar. Toplumda bu putların
ve putçuluğun yıkılıp yerine tevhid akidesinin,
gerçek Allah inancının, gerçek Allah’a kulluk anlayışının yerleşmesini
asla istemezler. Çünkü o zaman herkes Allah’ın kulu olunca kendilerinin
egemenlikleri ve menfaatleri son bulacaktır. Nitekim tarih boyunca tevhidi
getiren her peygamberin karşısına ilk çıkanlar ve peygamberin yolunu
engellemeye çalışanlar da toplumun bu ileri gelen azınlık tabakası olmuştur.
Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Zira bunların karşı çıkışları putlara
inandıklarından, putlara saygı duyduklarından değil, onlar sayesinde topluma
hükmetme ve toplumun kanını emme imkânını kolayca elde ettiklerinden dolayıdır.
Evet işte putun ve putçuluğun mahiyeti
ve tarihi budur. Hz. İbrahim’in babası ve kavmi Allah’ı tanımak ve Allah’a
inanmakla birlikte hayatlarında putların da egemenliğini kabul etmiş bir
toplumdu. Put-larla sarmaş dolaş yaşayan bir toplumdu. Güneşe, aya ve
yıldızlara tapınan bir toplumdu. Bu varlıkların yeryüzünde sembolleri
yapılıyor ve bunlara tapılıyordu. Özel put evleri, özel put yapım merkezleri
vardı.
Hz İbrahim babasına diyor ki:
"Allah berisinde bir kısım putları ilâhlar mı edindin?" Belki mübâlağa
filan diyeceksiniz ama, böyle açık, net putçuların yanında Allah’a inandığını
söyleyen, namaz kılan, oruç tutan insanların arasında bile ben bugün bu tür
vasıfları toplumda görüyorum. Adam kimi eşyaların karşısında, kimi tavırların
karşısında, kimi sanatçıların, kimi sanatların karşısında, kimi liderlerin
karşısında, kimi beliğ ve fasih konuşmaların karşısında boynunu bükmüş ve
teslim olmak zorunda kaldıklarını görüyorum. Yâni adamların çaresizlikten
kıvrandıklarını görüyorum. Adam çaresizlikten ne yapacağını bilmez bir vaziyette
kıvranıyor. Sanki çaresiz onu almak zorunda. Çaresiz onu dinlemek zorunda. Onu
seyretmek zorun-da, onunla beraber olmak zorunda, onu evine götürmek zorunda,
onunla iç içe olmak zorunda, onu bağrına basmak zorunda. Ve de itiraz da
edemiyor. Karşı da gelemiyor ona. Boyun büküyor ve teslim oluyor. Sanki dünün
putçularının yaptıkları gibi bugün bizim piyasayı bu anlamda nice boyun
bükücüler ve kendilerine boyun bükülenler kaplamış.
Meselâ şu anda aslında
hayatımızda kullanım alanı olmayan nice eşyalar yine de alıcı bulabiliyorlarsa
bunların insan hayatında putlaştığının dışında bir izahının olmadığını
düşünüyorum. Ya da rahat ve huzur kaynağı olmayan ya da insanların
birbirleriyle beraberliklerini engelleyen, insanların ayrılmalarını gündeme
getiren kimi eşyalar, aileleri parçalayan kimi eşyalar veya insanların ölümüne
dâvetiye çıkaran, insanları mahveden kimi eşyalar yine de toplumda alıcı
bulabiliyor, insanlar bunlara teslim olup boyun büküyorlarsa bunların insanların
hayatında putlaşmamış olduklarını söylemek gerçekten
zordur.
Veya meselâ şu anda bizim toplumda
toplum diye bir put vardır. Karşı gelemezsiniz, itiraz edemezsiniz. Diyorlar ki
toplum her şey-dir. Topluma karşı gelinmez, toplumun dediklerinden dışarı
çıkılmaz. Sizler ondan geldiniz yine ona döneceksiniz. Bakın Allah’ın
sıfatları sanki topluma verilmiş. Allah’a yapılması gerekenler sanki topluma
isteniyor. Öyle değil mi? Topluma karşı gelemezsin, onu ret edemez-sin. Onun
insanlar üzerinde kahhâr bir etkisi vardır. O ne derse, o nasıl isterse öyle
yapacaksın. Toplumun istediklerini gözardı edemez-sin diyorlar ve sonra şöyle
demeye başlıyorlar: Efendim işte bu kendisine karşı gelinmez olan toplum diyor
ki: Şöyle giyineceksin! Şöyle yaşayacaksın! Şöyle kazanacak, böyle
harcayacaksın! Şunu şöyle yapacak, bunu böyle yapacaksın! Düğünde şunları,
şunları alacaksın! Tamam artık alınacaktır o başka çaresi yoktur.
Peki kim dedi bunu? Kim istiyor
bunu? Toplum böyle diyor efendim. Toplum istiyor bunu. Soruyoruz bu defa böyle
diyenlere: Peki o zaman toplum ne? Kim o? Kim bu toplum, toplum dedikleri? İşte
sen, ben, bizim oğlan. Aslında yok öyle birisi. Birileri diyor bunu da, yok o
birileri ortada. Onu diyenler kayıp da onu topluma dedirtiyorlar. Yâni ayağa
basan yok, ayağına basılan yok birileri onun kavgasını veriyorlar.
Hani
öyle bir fıkra var ya. Bir adam yolda giderken istemeden, kasıtsız olarak
birinin ayağına basıvermiş. Ayağına basılan cıngar çıkarıp bağırıp çağırmaya
başlamış. Berikisi son derece üzgün, mah-cup özürler diler. Kusura bakma
arkadaş, bilerek olmadı, istemeyerek oldu, filan dedikçe, ötekisi; olmaz
arkadaş, dikkat edecektin, basma-yacaktın, bu yaptığın insanlık değil diye
üzerine varınca, laf kalabalıklaşınca insanlar da kalabalıklaşır. Oradakilerden
birisi araya girmiş ve demiş ki; yahu nedir sizin derdiniz? Adam anlatmaya
başlar, yâni gerçekten bilmeden istemeyerek, bu arkadaşın ayağına basmışım, özür
diledim ama anlamadı adam. Derken bu üçüncü şahıs dönmüş ayağına basılan adama;
arkadaş, olur böyle şeyler, adam hata etmiş, et-me, eyleme, insandır, sen de
yapabilirsin. Derken o ayağına basılan bu üçüncü şahsa dönmüş ve başlamış ona
çatmaya; Olur mu kardeşim, ne demek? Bu adam insan değil mi? Gözü kör mü? Kulağı sağır mı? Aklı yok mu? Filan
diye çıkışmaya başlayınca, derken o birinci, ayağa basan şahıs, bakmış ki zaten
kendisine laf düşmüyor, yoluna devam etmiş. İkinci ve üçüncü şahış kavgayı
sürdürürken, bir dör-düncü adam devreye girmiş; ne oluyor yahu? Nedir bu
kavganız? Ya-hu demiş üçüncü, bu adamın ayağına birisi basmış, bir insanlık
görevi olarak bu işin olabileceğini anlatmaya çalıştım, adam anlamadı. Dör-düncü
adam diyor ki, yahu be kardeşim, sana ne? Niye burnunu so-kuyorsun el âlemin
işine? Seni ne ilgilendirir bu iş? Filan deyince, bu defa beriki, olur mu yahu?
İnsanlık öldü mü? İki kişi arasına girmeye-lim mi? Filan diye onunla tartışmaya
başlayınca, o ikinci, ayağına ba-sılan da bakmış ki kendisine laf düşmüyor, o da
yoluna devam etmiş. Ayağa basan da yok, basılan da yok. Berikilerin tartışması
mahkeme-ye intikal etmiş. Hakim dosyaları incelemiş ve demiş ki; oğlum, alın
sanıkları içeriye. Almışlar. Hakim; ayağa basan! Kalk bakalım ayağa! Ses yok.
Ayağa basılan! Sen kalk! O da yok. Peki siz nesiniz? Demiş hakim. Efendim, biz
filan demeye başlayınca; çıkın ulan! demiş. Siz-den başka işim yok mu benim?
Yâni kim dedi? Kim yaptı? Belli değil.
Böylece toplumun, toplum putunun
arkasına saklanıp satmak istediklerini satabilme imkânı buluyor adamlar. Veya
toplum putunun arkasında kendi âdetlerini, kendi anlayışlarını yaygınlaştırmaya
çalışıyorlar.
Evet bu mânâda put Allah yerine insan
hayatına karışma mev-kisine konulan her şeydir. Bazen böyle toplumdur, bazen
yerine göre bazen babadır, anadır, kavimdir, gardaştır, bazen eşyadır, bazen
mo-dadır, bazen örftür, âdettir. İşte tüm bunlar Allah yerine geçiyor ve
ha-yatımızda yaptırım gücü elde ediyorlarsa putlaşmışlar demektir, Allah
korusun.
"Siz bu putları ilâhlar edindiniz öyle
mi?"
Halbuki bunları siz dikmiştiniz,
bunları siz yapmıştınız. Bu hukuku siz yapmıştınız, bu parlamentoyu siz
kurmuştunuz, bu kanunları siz yapmıştınız. Yâni kendi ellerinizle yaptığınız
kendi ellerinizle diktiğiniz şeyleri ilâh kabul ettiniz öyle mi? Allah’ı
bırakıp da bunlara kulluk ediyorsunuz veya Allah’la beraber bunları da
dinliyorsunuz öyle mi? Hayatınızın bazı bölümlerine Allah’ı karıştırıyor, öteki
bölümlerinde de bunları dinliyorsunuz öyle mi? Ey babam ve ey
toplumum!
"Ben sizi çok açık bir sapıklık içinde
görüyorum."
75- "Böylece biz İbrahim’e göklerin ve
yerin mele-kûtunu (Hükümranlığını) gösteriyorduk ki o kesin ina-nanlardan
olsun."
Yâni biz İbrahim’e göklerin ve yerin
melekûtunu, mülkiyetini, hâkimiyetini gösteriyorduk ki o yakînen iman
edenlerden olsun. Yâni göklerde ve yerde ne varsa onların tamamının bizim
hâkimiyetimiz, bizim emrimiz ve otoritemiz altında olduğunu ona gösteriyorduk
ki, o bütün bunların ne anlama geldiğini ve niçin kim tarafından var
edildiklerini bilsin de bu konuda tam iman edenlerden olsun, şüphesi kal-masın,
kalbi yatışsın, mutmain olsun, şeksiz şüphesiz iman edenler-den olsun diye.
76,77,78:"Üzerine gece bastırınca, bir
yıldız gördü. Dedi ki: "Rabbim budur.” Yıldız batınca da: “Ben batan-ları
sevmem" dedi. Ayı doğarken gördü. "Rabbim budur" dedi. O da batınca: "Kasem
ederim ki, Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi elbette sapıklığa düşen
toplu-luktan olurdum." Güneşi doğarken görünce: "Rabbim budur! Bu hepsinden
büyük" dedi. O da batınca dedi ki: "Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak
koştuklarınızdan beriyim."
Burada sanki İbrahim (a.s) in
söyledikleri Kur’an’ın ortaya koyduğu tevhid anlayışına ters düşer gibi bir
manzara arzetmektedir. Böyle Kur’an’ın tümüne, Kur’an’ın bütününe ters düşen bir
mânâ ortaya koyan bir âyet gördüğümüz zaman düşünmek zorunda kalırız. Meselâ
aynı sûrenin üçüncü âyetinde böyle bir terslik görür gibi
oluyoruz.
"O Allah hem göklerde hem yerdedir. Ve
sizin açı-ğınızı da gizlinizi de bilmektedir."
(En’âm 3)
Sanki ilk bakışta Allah kendisine bir
mekân izafe eder gibi görünüyor. Zâhirî mânâ budur. Fakat biz meseleye
Kur’an’ın bütünlüğü ve onun pratiği ve açıklayıcısı olarak sünnet anlayışı
içinde bakacak olursak bu mânâ üzerinde düşünmek zorunda kalacağız. Öyleyse bu
âyetin anlaşılmasında başka şeylere bakmak zorunda kalacağız demektir. Kur’an
Kur’an’ı, sünnet Kur’an’ı tefsir ettiğine göre; Kur’an’ın başka yerlerine ve de
sünnete müracaat edeceğiz. Bu düğümü halletmek için Zuhruf sûresinin 48.
âyetine bakıyoruz, orada Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"O gökte de yerde de ilâh olandır, O
hakim ve Alîm olandır."
(Zuhruf 84)
İşte Zuhruf sûresinin bu âyeti meseleyi
hallediveriyor. Demek ki Rabbimiz gökte de, yerde de ilâh olarak vardır. Gökte
de yerde de sözü dinlenecek yegâne ilâh olarak vardır. Değilse bu Rabbimize bir
mekân izafesi değildir. O zamandan ve mekândan
münezzehtir.
Burada da Hz. İbrahim’in bu ifadelerini
anlayabilmek için Kur’-an’ın başka bölümlerine bakmak zorunda kalacağız. Kur’an
bütün-lüğü içinde meseleye bakıp peygamber olarak Hz. İbrahim’in kendi-sinden
sadır olan bu sözleri, bu âyetleri bir bütün olarak anlamaya, düşünmeye
çalışınca şöyle bir durum karşımıza çıkıyor: Âlemlerin yaratıcısı olarak
Allah’ı tanıyan, Allah’a iman eden ama çeşitli putları da, ayı güneşi ve
yıldızları da İlâh olarak ona ortak koşan bir toplum içinde Rabbimiz Hz.
İbrahim’e önce göklerin ve yerin melekûtunu anla-tıyor. Mülkiyet konusunu
anlatıyor ona Rabbimiz. Yâni tüm bu mülkün kime ait olduğunu? Kimin yarattığını
ve ne için yarattığını? Onlar üzerinde kimin hakim olduğunu? Hâkimiyetin ve
Rububiyyetin kime ait ol-duğunu? Kâinatın Rabbi ve İlâhının kim olduğunu ona
anlatıyor. Ta ki o bütün bunları bilsin de yakînen Allah’a inansın, içinde
herhangi bir şüphe kalmasın diye. Sonra Rabbinden bunu öğrenen Hz. İbrahim’in
de dönerek toplumuna bu Allah’ın kendisine öğrettiği konuyu onların
anlayabilecekleri bir dille kendilerine anlattığını anlıyoruz.
Allah’ın daha önce kendisine öğrettiği
göklerin âyetlerinden bir yıldız gördü Hz. İbrahim. Yıldıza tapınan ve onu
kendilerine İlâh edinen kavmine dönüp dedi ki:
"Bu Rabbim ha?"
Şimdi ben bunu Rab bileceğim ha? Şimdi
ben hayat programımı bundan alacağım ha? Siz bu yıldızı Rab kabul ediyor ve ben
de ona ibâdet edeceğim öyle mi? Ben hayatımı buna danışacağım öyle mi? Benim
hayatıma kulluk programı alan bu mu diyorsunuz? Arapça’da düz bir cümleyi sonunu
uzatarak ve soru şeklinde okursanız o soru cümlesi olmuştur. Şimdi benim Rabbim
bu yıldız ha? Ben bunu Rab bileceğim öyle mi? diyor ve onların gözünde o
yıldızın Rab olamayacağını anlatmaya çalışıyordu. Bu, tartışmada bir ikna
yöntemidir. Bunun bir örneğini de yine Hz. İbrahim’in ağzından daha önce
kırdığı putun karşısında:
“İbrahim: "Belki onu şu büyükleri
yapmıştır, konu-şabiliyorlarsa onlara sorun"
dedi.”
(Enbiyâ 63)
Derken görüyoruz. Bu söz de aynen bunun
gibiydi. Hz. İbrahim orada da bu sözü söylerken o putun konuşmayacağını,
konuşamayacağını pek alabiliyordu. Ama bunu bile bile yine de muhataplarına
bunu anlatabilmek, onların akıllarını erdirebilmek için böyle diyordu. Burada
da muhataplarının akıllarını erdirebilmek için böyle diyordu. Rabbim bu
ha?
"Sonra o yıldız batınca da: "Ben böyle
batanları sevmem" dedi."
Evet bakın bu yıldız batıp gitti. Ben
batanları sevmem! Batıp gidenler, yok olup gidenler kesinlikle Rab olamazlar.
Batanlar, kendi kendilerine duramayanlar bir batırana mahkumdurlar o halde böyle
batıp gidenler kesinlikle Rab olamazlar. Batanları sevmeyen elbette ayı da
sevmez, güneşi de sevmez. Çünkü onlar da batmaktadır. Ve çocukluğundan beri Hz.
İbrahim onların doğup battıklarını görmekte ve bilmektedir.
Kimileri bu ulül’ azîm peygamberin,
işte bilmeden bir süre yıldıza tapındığını, aya tapındığını, güneşe
tapındığını, yâni şirke düştüğünü sonradan Allah’ı bulduğunu, bildiğini filan
demeye çalışmışlar ki bu gerçekten çok bozuk bir anlayıştır. Bakın burada diyor
ki İbrahim (a.s) ben batanları sevmem ve onları Rab kabul etmem. Peki İbrahim
(a.s) yıldızın battığını ilk defa o gün mü öğrenmiş? Yıldızın battığını ilk defa
o gün mü fark etmiş? Yâni gariptir sanki o güne kadar İbrahim (a.s) bir mağarada
yaşamış, hiç dünya yüzü görmemiş, hiç yıldız gör-memiş, işte bir anda nasıl
salındıysa mağaradan salınmış ve gökyü-zünde bir yıldız görmüş ve onu Rab
zannetmiş, bu benim Rabbimdir demiş. Sonra birkaç saat içinde bu yıldız da batıp
gidince yo! olmadı bu battı, ben batanları sevmem, ben batanları Rab kabul
etmem demiş. Gerçekten çok garip bir şey. Sonra doğarken bir ay görmüş ve tamam
işte bu benim Rabbimdir demiş. Bir süre de bu aya ibâdet ettikten sonra onun da
battığını görmüş ve ondan da vazgeçmiş. Ya az evvel yıldız batınca ben batanları
sevmem, ben batanları asla Rab kabul etmem diyen birisi onun da batacağını,
çocukluğundan beri battığını bile bile bir başka batacak olana bu benim
Rabbimdir der mi hiç? Hem de bakın arkasından da diyor ki:
"Kasem ederim ki eğer Rabbim bana doğru
yolu daha önce göstermeseydi elbette ben de sizin gibi sapıklığa düşenlerden
olurdum" dedi.
Yâni daha önce Rabbim bana göklerine ve
yerin melekûtunu göstermeseydi, bana bu ayın bu yıldızların ne olduklarını,
kimin ol-duklarını anlatıp bildirmeseydi ben de sizin gibi sapıklardan olurdum.
Gelin siz bunu diyen bir peygamberin bir süre aya, güneşe yıldızlara tapındığını
söyleyin. Olacak şey değildir bu.
Bakın burada iki Rab var. Burada iki
Rab kelimesi geçiyor. Bunlardan birisi yıldız, ay ve güneş için kullanılan "Haza Rabbi" ifadesindeki Rab
kelimesi, ötekisi de bu bölümde kendisine daha önce ayın yıldızın ve güneşin
mahiyetlerini, mülkiyetlerini bildirip kendisine hidâyet eden bir Rab. Demek ki
bu sözleri söylerken İbrahim (a.s) kendisine hidâyet eden Rabbin farkında ve
bilincindedir. Yâni Allah’ın varlığından habersiz değildir o anda. Eğer bu
ikinci kendisine hidâyet edici olarak bahsettiği Rab ay, yıldız, yahut güneşse
onları neden sevmediğini söylesin? Öyleyse kendisine hidâyet ettiği için hamd
ettiği Rab onlar değildir ve İbrahim (a.s)O Rabbi bilmekte ve Ona iman
etmektedir. Sonra âyetin ifade buyurduğu şekilde güneş olayı geliyor. İbrahim
(a.s) in toplumu aya, güneşe ve yıldızlara tapıyordu da onun için bu örneği
seçmiştir diyoruz.
Sonra bunun üçünün de arka arkaya
gerçekleşmesi de mümkün değildir. Sanki insanlar bir meydana toplanmışlar Hz.
İbrahim de onların yanında. Önce bir yıldız çıkıyor bir süre münakaşa onun
üzerine devam ederken nihâyet yıldız batıyor, arkasında ay çıkıyor bir süre de
onun üzerinde duruluyor, sonra güneş doğuyor onun üzerinde söz ediliyor. Ve o
insan topluluğu da hep orada bekliyor. Yâni insan düşününce bunun mümkün
olmadığını anlıyor. Çünkü bunların hepsinin devri öyle birkaç saat içinde olması
mümkün değildir. En azından o kalabalığın hem yıldızı, hem ayı, hem de güneşi
görebilmeleri için bir yirmi dört saat orada beklemeleri gerekir ki bu da
mümkün değildir. Öyleyse bu Kur’an’ın ve İbrahim (a.s) ın bir anlatım
modelidir, diyoruz Allahu âlem.
Peki acaba bize ne anlatıyor bu
âyetler? Bu âyetlerle biz ne anlayacağız yâni? Hz. İbrahim yıldızlara, aya ve
güneşe tapınan toplumunun karşısında, onların gözlerinin önünde elindeki
nübüvvet kılıcıyla, ya da daha önce putları kırdığı Risâlet ilmi ve imanıyla
şimdi de ayı doğruyor, güneşi parçalıyor ve yıldızları yerlerinden söküp
kömür-ler gibi ayaklar altına seriyordu. Yâni kişiyi Allah’tan ayıran her şey,
kişi ile Allah arasına giren, kişinin Allah’ı dinleyip sadece ona kulluk
yapmasına engel olan her şey yıldızlar kadar parlak, ay kadar göz ka-maştırıcı
veya rif'at sahibi, yücelik sahibi olsa da, güneş kadar bedahet sahibi veya
nîmet göndermede güneş kadar cömertlik sahibi olsa da onlara gönül kaptırmamamız
gerektiğini anlatıyor bize.
Yâni Allah dışında birileri
aslında Allah’ın olan nîmetleri bize ulaştırmada güneş kadar cömert olsalar bile
yine de onlara gönül kaptırmayıp Allah’a gönül vermemiz gerektiği anlatılıyor.
Bize rızık ulaştıran ağalarımız patronlarımız, bizi beslediklerini iddia eden
babalarımız analarımız, bize ilim ulaştırdıklarını iddia eden âlimlerimiz,
hocalarımız, şeyhlerimiz, üstatlarımız, bize şifa ulaştırdıklarını iddia eden
doktorlarımız aslında Allah’ın olan bu nîmetleri bize ulaştıran herkimse onlar
bize bu nîmetleri ulaştırma konusunda güneş kadar cömert olsalar bile yine de
onlara kulluk yapmayıp, onları gözümüzde büyütmeyip nîmetin esas vericisi olan
Allah’a gönlümüzü kaptırmamız gerektiği anlatılıyor. Öyle değil mi? Aslında
güneşin de bize intikal ettirdiği ışık ve ısı kendisinden değildir. Allah’ın
kendisine verdiği bu nîmeti güneş bize ulaştırmaktadır. Öyleyse güneşin sahibi
dururken, güneşin yaratıcısı dururken güneşe gönül kaptıran kişiye ne demek
lâzım?
Veya sizin idarecileriniz, sizi
koruduklarını, sizi yönettiklerini si-zi düşündüklerini iddia edenler yıldızlar
kadar parlak, ay kadar yüce makam sahibi olsalar bile onları kesinlikle Rab
bilmeyin, onların ka-nunlarını Allah kanunlarının önüne geçirmeyin. Onların da
sizin gibi Allah tarafından yaratılmış, doğan ve batan birer fânî varlıklar
olduklarını unutmayın. Zira her doğanı bir doğduran ve her batanı da bir batıran
vardır. Doğmaları da, batmaları da kendi ellerinde olmayan bu aciz varlıklar
nerden Rab olacaklar? Nerden size kanun koyma hakkına sahip olacaklar?
Bakın burada çok hoş bir anlatım var.
Çok güzel bir üçlü anlatım var. Aslında bu üç kademeli anlatım, önce yıldız,
sonra ay ve daha sonra da güneş anlatılıyor. Bu anlatım sırasından da anlıyoruz
ki bu varlıklar aslında birbirlerinin yokluğuna muhtaçtırlar. Yâni bunlardan
her birinin varlığı bir diğerinin yokluğuna bağlıdır. Bu yıldızlar, bu ay, bu
güneş o kadar aciz varlıklardır ki bunların varlıkları diğerinin yokluğuna
mahkumdur. Biri yok olmalı ki öbürü var olabilsin. Biri batmalı ki öbürü
doğabilsin. Yâni güneş batmalı ki ay doğabilsin. Ya da ay yok olmalı ki
yıldızlar görünebilsin. Birisi yok olmalı ki öbürü hayat bulabilsin, ortaya
çıkabilsin.
Şimdi şu anda bizim ülkemizde
insanların İlâh bildikleri, kanun yapma yetkisinin, egemenlik hakkının,
hâkimiyetin kendilerinde olduklarına inandıkları yapay İlâhlar da öyle değil
mi? Biri oturur koltuğa bu toplumun İlâhı olarak, bir süre İlâhlık pozları oynar
sonra o gider başka biri gelir. Yâni başka bir İlâhın gelmesi de öncekinin o
koltuktan yüzüp gitmesine bağlı. Biri batar, biri çıkar. Halbuki ben batanları
sevmem! Ben batanları kesinlikle Rab bilmem diyordu Hz. İbrahim. Sizler seviyor
musunuz, sevmiyor musunuz? Allah makamında kanun koyma yetkisini bunlara vererek
bunları Rabler kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz varın kendiniz düşünün. Tüm
insanlar, tüm aciz varlıklar böyledir. Biri babadır ötekisi oğuldur. Biri ölür
gider, diğeri onun yerine baba olur. Hepsi fânîdir bunların. Hiçbirisi de Rab
olmaya ve emirleri dinlenmeye lâyık değildir, bunu anlayın diyor Rabbimiz,
atamız İbrahim’in diliyle.
Evet yıldızlar, ay ve güneş bunlar
Allah’ın âyetleridir. Ve şu anda bizler her an bu âyetlerle yüz yüzeyiz. Bunlar
her an bizim gözümüzün önünde doğup batmaktadırlar. Peki acaba biz bu âyetlere
ne kadar yakınız? Bu âyetler üzerinde ne kadar düşünüyoruz? Halbuki bu âyetler
sürekli bizim elimizden tutup Rabbimize götürecek âyetlerdir. Bunları sürekli
gündemde tutmak zorundayız. Aman bu âyetleri sürekli gündeme getirelim. Aman bu
âyetleri hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamaya çalışalım. Çünkü bu toplumun en
büyük kâfirliklerinden birisi de, kâfirlik âyetleri örtme anlamında kullanılan
bir kelimeydi bunu daha önceki âyetler demişti.
Bu toplum o kadar Allah’ın
âyetlerini örtüyor ki, o kadar Allah’ın âyetlerini örtbas etmeye, kamufle
etmeye çalışıyor ki. Yâni atın-dan, arabasından, bilgisayarından, buzdolabından,
çamaşır makine-sinden, evinden eşyasından, dükkanından, tezgahından hiç mi hiç
kurtulup da bu âyetlerle beraber olamıyor.
Yâni bu insanların elektriğe hamd
ettikleri kadar, elektriği gündeme getirdikleri kadar Allah’ın eşsiz bir âyeti
olan güneşi gündeme getirmediklerine şahit oluyoruz. Kullandığı bilgisayar
aletine değer verdiği kadar Allah’ın gece ve gündüz âyetlerine, ay, yıldız ve
güneş âyetlerine, Allah’ın akıl âyetine değer vermediklerini
görüyoruz.
Atına arabasına değer verdiği kadar bu
atı ve arabayı hareket ettiren Allahu Teâlâ’nın o âyetini hiç gündeme
getirmediklerine şahit oluyoruz. İşte bunun içindir ki Allah’ın bu âyetlerini
ısrarla gündeme getirmeliyiz. Nasıl, biz kendimiz yaratabilir miydik böyle
âyetleri? Gücümüz yeter miydi buna? Bakın gökyüzüne, bakın güneşe, aya,
yıldızlara, direkler de yok, hiçbir şey de yok. Bakın yeryüzüne ne kadar da
güzel yaymış Allah. Üzerinde dağları da var, ovaları da var, yaylaları da var.
İşte bu mükemmel âyetler Allah’ın âyetleridir.
Sizin için, insanlar için, akıl
sahipleri için Allah’ın yarattığı âyetler vardır. Güneş, ay, yıldızlar, gece ve
gündüz, semavat ve arz insan gücünün, insan egemenliğinin, insan krallarının,
insan meliklerinin ulaşamadığı âyetlerdir bunlar. Haydi her şeyin hakimi biziz
diyenler, egemenlik hakkı bizdedir diyenler, söz sahibi olarak kendilerini
görenler müdahale etsinler geceye, müdahale etsinler gündüze, söz geçirsinler
güneşe, aya ve yıldızlara. Söz geçirsinler geceye ve gündü-ze. Bazen geceyi,
bazen gündüzü uzatsınlar bakalım. Yapabilirler mi bunu? Geceyi ya da gündüzü bir
saniye bile oynatabilirler mi? Gece-ye ve gündüze söz geçirebilirler mi? İşte
bu sürekli gözümüzün önünde bulundurmamız gereken âyetlerdir.
Bundan sonra, onların bu yanlışlarını
ve şirklerinin mantıksızlığını onlara anlattıktan sonra kendisini ortaya
koyarak Buyurur ki Hz. İbrahim:
79:"Ben yüzümü tamamen
gökleri ve yeri var edene çevirdim. Ve
ben asla Allah’a ortak koşanlardan
deği-lim."
Ben size Rabbimin bana anlattıklarını
anlattım ve artık benim sizinle ve sizin bu sapık inanışlarınızla bir ilgim
alâkam kalmamıştır. Vazifemi yapmış olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratan, sizin
şu anda kendilerine kulluk yapmaya çalıştığınız varlıkların tümünün yaratıcısı
ve hükmedicisi olan Allah’a çevirdim. Ve sizinle benim aramda O’nun hükmünü
bekliyorum. Benim size karşı yapabilecek başka hiçbir şeyim yoktur. Ben asla
Allah’a ortak koşanlardan değilim.
Eğer ölümde söz sahibi Allah ama
düğünde söz sahibi toplumsa bu tümüyle Allah’ı inkar değildir. Eğer namaz
konusunda söz sahibi Allah, ama hukukta söz sahibi başkalarıysa. Veya eğer oruç
konusunda söz sahibi Allah, ama eğitimde, siyasal yapılanmada, ekonomik
düzenlemelerde söz sahibi başkalarıysa bu tümüyle Allah’ı inkar değildir ama
şirktir bu.
Yâni düğünde toplumun hakim oluşu
ya da hukukta Allah’tan başka birilerinin hakim oluşu veya hayatın bazı
birimlerinde Allah’tan başkalarının söz sahibi oluşu o başkalarının Allah oluşu
mânâsına gelmemektedir. Ancak Allah’ın bir sıfatı bölünüp, parçalanıp bir
başkalarına verilmesidir ki işte bu şirktir.
İnsanlar zannediyorlarsa ki şu şu
konularda Allah hayatımızda söz sahibi değildir. Bu konularda toplum, şu
konularda moda, şu konularda devlet, şu konularda çevre söz sahibidir diye
düşünmeye ve kabul etmeye başladınız mı, artık hayatınızda şirk başlamış
demektir.
Meselâ bir kızcağız gerdek
gecesinde namaz kılmamalıdır. Veya bu kızcağız zifaf öncesi mutlaka berbere
gitmelidir. Üzerine mutlaka şöyle açık bir gelinlik giymelidir vs vs diyorlar.
Biz bu denenleri aynen uygulayan bir kızcağıza desek ki: Bak kardeşim, toplum
böyle istiyor, ama Allah da şöyle istiyor. Şimdi söyle bakalım, sen hangisinden
yanasın? Hangisini tercih ediyorsun? Şimdi Allah’ın kendisinden istediklerini
öğrenen bu kızcağız diyorsa ki hayır ben Rabbi-min istediklerinden yanayım. Ben
Rabbimin istediklerinin doğruluğuna inanıyorum. O zaman bu kızcağıza bu
yaptıklarından ötürü müşrik değil günahkar diyeceğiz. Çünkü o önceden Rabbinin
istediklerini bil-mediği için böyle yapmıştır.
Ama bu kızcağız önceden Rabbinin kendisinden
istediklerini bile bile toplumun istediklerini uygulamaya kalkışmışsa o zaman da
bu haliyle o müşriktir diyoruz. Zira bile bile toplumu Allah’a ortak koşmuştur
bu kızcağız. Kâfir ise tümüyle Allah’ı yok farz eden ve Allah’a inanmayan
kişidir. Ona göre yoktur öyle bir şey. İnsanlar onu icat etmişler ve tabu
olarak hayata dikmişler.
Bakın burada anlatıldığına göre Hz.
İbrahim’in karşısındaki toplumu da kâfir değil. Zaman zaman Allah’ı kabul
ediyorlar. Yâni Allah’ı bilmeyen tanımayan insanlar değildi bunlar. Eğer Hz.
İbrahim’in karşısındaki bu toplum Allah’ı bilmeyen bir toplum olsaydı o zaman
biz âyetteki metoda kimilerinin ısrarla demeye çalıştıkları gibi Allah’ı bulma
metodu derdik. Halbuki buna Allah’ı buluş demek bâtıldır. Yâni İbrahim (a.s)
böyle deneme yanılma ile sonunda Allah’ı bulmuştur de-mek baştan bâtıldır. Sanki
o toplumda Allah bilinmiyordu da Hz. İbra-him o topluma işte yıldızdan, aydan,
güneşten hareketle Allah’ı bulmalarını tavsiye etti. Bu çok yanlış bir
yaklaşımdır. Bu yol Allah’ı buluş yolu değil, Allah’ı bildiriş yoludur. Daha
önceden Allah tarafından ken-disine bildirilen, kendisine vahyedilerek yol
gösterilen bir peygamberin kesin inandığı bir konuyu toplumuna bildirmesinin
yoludur.
Değilse böyle haşa kendisi
şüphede olan birinin başkalarına yol göstermesi mümkün olmayacaktır. Onlar
zaten Allah’ı biliyorlardı da onun Rab oluşunu, hakim oluşunu, hâkimiyet kendi
elinde oluşunu, insanların hayatına karışıcı oluşunu, insanların hayat
programını vaz edici oluşunu bilmiyorlar ve kabul
etmiyorlardı.
İşte bakın bundan sonraki bölümde
kavmiyle hüccetleşmesinden sonra kendisinden son derece emin olarak Allah’ın
peygamberinin onlara şöyle dediğini görüyoruz:
80,81"Beni doğru yola ulaştırdığı halde
Allah hakkında benimle mücâdele mi etmek istiyorsunuz? Ben sizin ona ortak
koştuklarınızdan hiç korkmuyorum ancak Rab-bimin dilediği şey hariç. Rabbimiz
ilmiyle her şeyi kuşat-mıştır. Hiç düşünmez misiniz? Hakkında hiçbir delil
indirmediği halde sizler Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin
ortak koştuklarınızdan mı korka-cağım? Eğer bilirseniz söyleyin, bu iki
topluluktan hangi-si güven içinde olmaya daha
lâyıktır?"
Evet ne kadar hoş söylüyor değil mi
atamız? Nasıl da bizim için söylüyor, nasıl da bize lâyık söylüyor değil mi?
Söyleyin bana ey müşrikler! Allah size bir ruhsat vermediği halde sizler Allah’a
şirk koş-maktan korkmuyorsunuz, bir kısım varlıkları ve sizin gibi insanları
hayatınızda söz sahibi kabul ederek Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da,
Allah’a inanan ve sadece ona kulluk etmeye çalışan birisi olarak bu tavrımı
açık açık ortaya koymaktan ben mi korkayım? Sizler göklerin ve yerin sahibine
karşı gelmekten korkmuyorsunuz da arkamda o güç olduğu halde ben mi korkayım?
Bugün bu insanlar modayı razı edeceğiz diye Allah’tan korkmuyorlar da biz
onların modasından mı korkacağız? Birileri putlarını razı edebilmek için her
suçu işlerlerken ve de Allah’tan korkmazlarken, biz Allah bizimle beraber-ken
onların putlarından mı korkacağız? Birileri kendi sistemlerini Allah sistemi
yerine ikame etmeye çalışarak Allah’ı karşılarına alırlarken Allah’tan
korkmuyorlar da biz Allah sistemini hakim kılma yolunda mücâdele verirken ve
uğrunda çırpındığımız Allah bizim safımızdayken biz mi korkacağız? Hz. Ali
Efendimiz der ki:
"Ölüm bana gelecekse neye korkayım?
Gelmeyecekse neye korkayım?"
Eğer kâfir ve müşriklere karşı tavır
alma konusunda atamız ve her konuda örneğimiz Hz. İbrahim (a.s) bilinir ve örnek
alınırsa mü'-min kesinlikle Allah’ın dışında hiçbir şeyden korkmayacaktır. O
halde bunun yolu sürekli Kur’an eğitiminde olmaya bağlıdır. Kur’an’da
Rab-bimizin bize tanıttığı tavırları tanımak ve onları kendimize örnek almaya
çalışmak zorundayız bunun başka bir çaresi de yoktur yâni.
Bakın diyor ki
atamız:
"Bilginiz, aklınız, fikriniz
ferasetiniz varsa haydi söyleyin bakalım hangi grup daha emniyettedir?"
Hangi grup emniyeti garanti etmiştir?
Allah’a birilerini şirk koşarak isyan içinde olanlar mı emniyettedir? Yoksa
Allah’a Allah C.C. istediği şekilde kulluk yaparak O’nun hatırını kazananlar mı?
Söyleyin bakalım eman, emniyet mü'minlerin mi yoksa müşriklerin mi? Hangi grup
emn ü emana daha lâyıktır? Hangi grup kurtulmaya, hangi grup da azap edilmeye
lâyıktır? Yalnız Allah’a kulluk edenler mi kurtuluşa, başarıya erişecekler,
yoksa Allah’a isyan içinde Allah’tan başkalarına kulluk eden kimseler mi? Yalnız
Allah’a kulluk edenler mi cennete ve rahmete erecek, yoksa Allah’ı bırakıp da
Allah’tan başka tanrı ve tanrıçalara kulluk etmeye çalışanlar mı erecekler?
Bakın sorduğu bu sorunun cevabını yine İbrahim (a.s) kendisi
veriyor:
82.
İşte güven, onlara, inanıp imanlarına haksızlık karıştırmayanlaradır. Onlar
doğru yoldadırlar.
Evet işte Allah katında emn ü emâna,
güvene, selâmete, emniyete ve kurtuluşa lâyık olanlar
bunlardır.
Kimlermiş bunlar? Allah’a Allah’tan
gelenlere Allah’ın istediği biçimde iman eden ve bu imanlarına da asla zulmü
karıştırmayanlar. Evet emn ü eman içinde olmanın, güvenliğe ve başarıya
ulaşmanın yolu işte buradan geçmektedir. Kişi iman edecek Allah’ın istediği
biçimde ve bu imanına zulmü karıştırmayacak. Bu âyet nâzil olduğu zaman
gerçekten sahâbe-i kirâm efendilerimize çok ağır geldi. Âyetin ağırlığı
karşısında sahâbe-i kirâm efendilerimiz çok korktular, çok üzüldüler ve ne
yapacaklarını şaşırmış bir vaziyette Rasulullah Efendimize geldiler. Dediler ki
ey Allah’ın Resûlü! Hangi birimiz zulmetmez? Hangi birimiz zulümden uzaktır?
Hangi birimiz nefsine zulmetmez? Rabbimiz de âyetinde böyle buyurunca bizim
halimiz nice olur? Biz ne yapar ne ederiz? Biz o zaman hepten kaybettik mi
diyerek korkularını, endişelerini dile getirince Allah’ın Resûlü onlara şöyle
buyurdu: Hayır hayır! Bu iş sizin anladığınız gibi değildir! Siz Lokman
sûresini okumuyor musunuz? Orada Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Lokman oğluna öğüt vererek: “Ey
oğulcuğum! Allah'a eş koşma, doğrusu eş koşmak büyük zulümdür”
demişti.”
(Lokman 13)
Evet zulüm şirktir. En büyük zulüm
şirktir ve burada anlatılan zulüm de şirktir. Âyet-i Kerimede anlatılan imana
zulmü karıştırmaktan maksat, imana şirki karıştırmaktır. Evet imanlarına şirki
karıştırmayanlar, imanlarına şirki bulaştırmayanlar, şirke düşmeden, şirke
bulaşmadan iman edenler işte emniyete kavuşanlar, emn ü emân içinde olanlar
bunlardır. İşte korkudan emin olarak cennete ulaşacak olanlar bunlardır. Allah’a
Allah’ın istediği biçimde iman edenler ve hiçbir zaman şirke düşmeden bir hayat
yaşayanlar emniyette olanlardır.
Değilse kendilerine, bedenlerine,
azalarına, çevresindeki insanlara, kardeşlerine zulmetmek, eziyet etmek,
hakkını yemek mânâ-sına bir zulüm değildir burada kastedilen zulüm. Eğer öyle
olsaydı hiçbirimizin bu tür zulümlerden kaçınmamız mümkün değildir Allah
korusun.
En büyük zulüm küfürdür, en büyük zulüm
şirktir. En büyük zulüm kişinin kendisini kulluk ortamından uzakta tutmasıdır.
En büyük zulüm kişinin kendisini yaratıcısına kulluk ortamından
uzaklaştırmasıdır. En büyük zulüm kişinin yaratıcısına başkalarını ortak
kılmasıdır. En büyük zulüm kişinin yaratıcısının sıfatlarını O’ndan başkalarına
vermesidir. En büyük zulüm bir kimseyi Allah yarattığı halde, sahip ol-duğu her
şeyini Allah verdiği halde, o kimse Allah’ı bırakıp da Allah’-tan başkalarına
kulluk yaparak küfre ve şirke düşmesidir. Kendisini yaratanı bırakıp da ya
kendi hevâsını ya da dışında birilerini putlaştırıp onları Allah makamına
oturtup onların emir ve yasaklarına göre bir hayat yaşamasıdır.
Öyle değil mi? Allah onu yoktan var
edecek, ona şekil verecek, onu adam edecek, ona rızık verecek sonra da bu adam
kalkıp Allah’tan başkalarının arzularını gerçekleştirmeye ve onları kendisinden
razı etmeye çalışacak, işte bu zulümlerin en büyüğüdür.
83. “Bu, İbrahim'e, milletine karşı verdiğimiz
hücceti-mizdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Doğrusu Rab-bin
Hakîm'dir, bilendir.”
Evet işte bunlar bizim İbrahim’e
verdiğimiz delillerdir ki onu kavmine karşı kullanıyordu. Bu delilleri kavmine
karşı kullansın diye, toplumunu onlarla uyarsın diye bu delilleri kendisine
verdik diyor Rab-bimiz. Ve biz şüphesiz ki dilediğimizin derecelerini
yükseltiriz. Bir İbrahim böyle müşrik bir toplum içinde put yapıcısı ve put
satıcısı bir ba-badan, putları ve krallarını tanrılaştırmış bir toplumun içinden
Allah böyle birini çıkarıyor. Onu peygamber yapıyor, ona kendi bilgisinden
lütfediyor ve işte böylece kıyâmete kadar onun mesajına süreklilik
kazandırıyor. Şu anda bile bize onun mesajı sunuluyor. İbrahim (a.s)
ölümsüzlüğe eriştiriliyor.
İşte böyle aya, güneşe, yıldızlara,
putlara, krallara, yeryüzü tanrılarına
tapınılan müşrik bir toplum içinden böyle bir peygamber çıkarıyor ve onun
derecelerini yükseltiyor. Allah’ın elçisi her dönem elçilerinin yaptığı gibi
toplumunu Allah’a kulluğa çağırıyor. Putları ve yeryüzü tanrılarını bırakıp
sadece Allah’ı dinlemeye çağırıyor. Allah’-tan aldığı mesajı Allah kullarına
ulaştırıyor. Ve diyor ki benim Rabbim Alîmdir, her şeyi bilendir, benim Rabbim
Hakîmdir, hikmet sahibidir ve hayata hakim olandır, diyor.
84,86. Ona İshak'ı,
Yakub’u bağışladık, her birini doğru yola eriştirdik. Daha önce Nuh'u ve
soyundan Dâvûd'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Mûsâ'yı ve Harun'u ki işlerini iyi yapanlara böylece karşılık
veririz, Zekeriya'yı, Yahya'yı, Îsâ'yı ve İlyas'ı ki hepsi iyilerdendir
İsmail'i, Elyesa'ı, Yunus'u, Lût'u ki hepsini dünyalara üstün kıldık doğru yola
eriştirdik.
Allah diyor ki biz de ona İshak’ı
ve Yakub’u lütfettik. İbrahim (a.s) in iki hanımı vardı ve bu iki hanımından
Rabbimiz ona iki oğul lütfetmişti. Hanımlarından birisi Sara annemiz, ötekisi de
Hacer validemizdi. Her iki annemizden de birer oğul verdi Allah ona. İbrahim
(a.s) in Sara annemizden olan oğlunun adı İshak (a.s), Hacer annemizden dünyaya
gelen oğlunun ismi de İsmail (a.s)’dır. Yakub (a.s) da İbrahim (a.s) in oğlu
İshak (a.s) ın oğludur. İshak (a.s) bugünkü Kudüs civarlarında Beyti Makdis
bölgesinde, Filistin’de yerleşip peygamberliğini sürdürürken, öteki oğlu İsmail
(a.s)da Mekke’ye, hicaz bölgesine yerleşti. İshak (a.s) ın oğlu, İbrahim (a.s)
in torunu Yakub (a.s) da yine babasının peygamberlikle görevlendirildiği
Filistin bölgesinde peygamberliğini sürdürürken, oğlu Yusuf (a.s) sebebiyle
Mısır’a hicret edip ömrünün son dönemlerini orada geçirdi.
Allah bu mübarek elçilerini
zikrettikten sonra buyurur ki biz onlardan her birine hidâyet ettik, onların
her birine hidâyet verdik, her birini insanlara hidâyet ulaştıran elçi yaptık,
peygamber yaptık diyor, Rabbimiz.
Nuh’a da daha önce hidâyet verdik. Evet
burada zikri geçen Nuh (a.s)da Hz. İbrahim’den, onun çocuklarından ve
torunlarından zaman olarak çok önce yaşamış bir peygamberdir. Rabbimiz onu Nuh
sûresinde ve Kur’an’ın değişik yerlerinde anlatır. Kur’an’ın bize haber
verdiğine göre Nuh (a.s) gerçekten çok uzun ömürlü bir peygamber. Bildiğimiz
kadarıyla onun risâlet süresi peygamberlik süresi 950 yıldır. Onun
görevlendirildiği toplum da içlerindeki salih kişileri putlaştırıp onlara
tapınan bir toplumdur. İçlerindeki salih kişilere kulluk eden, onların izlerini
takip etmeye çalışan bir toplum.
Nuh sûresinde de size anlattığım
gibi Nuh (a.s) dokuz yüz elli sene didinir, çalışır. Gece anlatır, gündüz
anlatır, kışın anlatır, yazın anlatır, gizli anlatır, aleni anlatır ama onun
anlatmaları onların firarlarını kamçılar. O anlattıkça onlar kaçarlar. Nihâyet
onların adam olmayacaklarını Rabbinin bildirmesi sonucu anlayan Hz. Nuh (a.s)
işi Allah’a havale eder. Allah da adam olmayan bu toplumla Hz. Nuh’un ve ona
iman eden bir avuç Müslümanın arasını bir suyla ayırıverir. Peygambere ve onun
getirdiği mesaja inanmamakta direnen zalimler o suda boğulup giderken, Hz. Nuh
ve beraberindeki bir avuç insan da Allah’ın izniyle ebedî kurtuluşa
ererler.
Onun zürriyetinden de, yâni ya İbrahim
(a.s) in soyundan ya-hut da Nuh (a.s) un soyundan da Dâvûd’u, Süleyman’ı,
Eyyub’u, Yusuf’u, Mûsâ’yı ve Harun’u peygamber olarak görevlendirdik. Onlara da
risâlet verdik der Rabbimiz. Ve yine der ki işte biz muhsinleri, Allah’ı
görüyormuşçasına Allah’a kulluk edenleri, ya da yaptıklarını Allah kontrolünde
yapma şuuruna erenleri, yâni yaptıklarını Allah’a lâyık yapmaya çalışanları,
hayatlarını Allah için yaşamaya çalışanları böylece
mükafatlandırırız.
Burada zikri geçen Allah elçilerini
birkaç cümleyle de olsa tanımaya çalışırsak: Dâvûd (a.s) İshak (a.s) ın
oğullarından ve Mûsâ (a.s) dan çok sonraki dönemlerde görevlendirilmiş bir
peygamber olup Bakara’da anlatıldığına göre de dünyanın en büyük en güçlü ordusu
olan Calut’un ordusunu mağlup eden Talut’un ordusu içinde bir çocuk olup,
elindeki sapan taşıyla Allah’ın düşmanı Calut’u geberten gençtir. Allah ona
risâlet ve hâkimiyet vermiş, iktidar vermiştir. Sa’d sûresinde Rabbimizin bize
haber verdiğine göre Rabbimiz Hz. Dâvûd’a yeryüzünde halifelik lütfeder.
Döneminde insanlar arasında adaletle hükmeden bir devlet reisi olarak Dâvûd
(as')ı görüyoruz. Böylece Allah’ın kendisine lütfettiği bu hâkimiyet, bu iktidar
sayesinde İsrail oğulları, peygamber çocukları olan Müslümanlar yeryüzünde onun
döneminde ilk devletlerini ve hâkimiyetlerini elde etmiş olurlar. Onun oğlu
Süleyman (a.s) da aynı devletin halifesi ve peygamberi olarak devam eder. Bu
iki peygamber dönemlerinde İsrail oğulları yeryüzünde en üstün dönemlerini
yaşarlar. Süleyman (as)'a yeryüzünde hiçbir melike, hiçbir devlet başkanına
nasip edilmeyen, hiçbir otoriteye verilmeyen güç, saltanat ve otorite verilir.
Kuşları, kurtları, hayvanları, cinleri, rüzgarları Allah onun emrine teslim
eder. Hepsi onun emrine teslimdir.
Âyet-i Kerimede Eyyub (a.s)'ı da
zikreder Rabbimiz. Eyyub (a.s) Kur’an’da Rabbimizin bize haber verdiğine göre
önceden çok zengin, çok fazla mal mülk sahibiyken Rabbimizin kendisini tuttuğu
bir imtihan sonucu tüm servetini malını mülkünü ve de sıhhatini kaybeder. Allah
onu bir hastalıkla da imtihan eder. Her şeyini kaybeden Allah elçisi Allah’ın
bu durumda kullarından beklediği sabrı gerçekleştirir ve Allah’ın rıza ve
rıdvanına kavuşur.
Burada zikri geçen Yusuf (a.s)ise İshak
(a.s) ın oğlu Yakub (a.s) un on iki oğlundan biridir. Yusuf sûresi onun hayatını
anlatır uzun uzun. Yusuf (a.s)önce kardeş ihanetine uğrar. Sonra Mısır’da
satılır. Sonra şehrin azizinin evine girer. Orada bir kadınla denenir ve sonunda
Allah’tan korkusu ve iffeti onu zindana gönderir. En sonunda Allah onu başardığı
bu imtihanların ödülü olarak Mısır’a sultan yapar. Zaten senaryo da buydu ve
hemen arkasından babası Yakub (a.s)ve oğulları gelip Mısır’a yerleşirler.
Böylece Mısır’da İsrail oğullarının, Ya-kub oğullarını tarihi başlar. Uzun bir
süre Mısıra peygamber çocukları İsrail oğulları egemen olurlar. Mısır’a egemen
olan bu Peygamber çocuklarının egemenliği süresince Mısır tarihinin en mutlu ve
en âdil dönemini yaşar. Ve nihâyet Firavun oğullarının Mısır’da egemenliği
ellerine geçirip bu peygamber çocuklarını köleleştirmesi ve daha sonra Mûsâ
(a.s)'ın gelip onların kurtarması bunlar Kur’anda uzun uzun
anlatılır.
Yine bu âyet-i kerimede zikri geçen
Zekeriya, Yahya ve İl as ki hepsi de Allah’ın kutlu elçileridirler. Hepsi de
Allah’ın salih kullarıdırlar. Zekeriya (a.s)yaşlı ve ihtiyar haline ulaşmışken,
saçları ağarmış ve kemikleri de gevşemişken Allah’tan dinini, yolunu devam
ettirecek mirasına sahip çıkacak bir veli, bir evlât ister. Allah o yaşlı
halindeyken ve de karısı da kısırken âdeta ölüden diriyi çıkarırcasına ona bir
oğul nasip eder. Bu oğulun adı da Yahya’dır. Daha önce yeryüzünde hiç kimseye
verilmemiş bir isim. Yahya ve babası Zekeriya (a.s)'lar dönemlerinde azgın ve
müşrik Roma’yla mücâdelelerini sürdürürlerken önce oğul Yahya, sonra da baba
Zekeriya (a.s) her ikisi de şehâ-det şerbetini içerler.
İlyas da İsrail oğullarına Allah’ın
rahmet olarak gönderdiği el-çilerinden birisidir. Ve nihâyet İsmail Yunus ve
Lût (a.s)'lar ki bunların hepsi de Allah’ın kutsal peygamberleridirler.
Allah’ın üstün kıldığı elçileridirler. Her birisi de dönemlerinde Allah
kullarını Allah’a kulluğa çağırmış, Allah’ın kendilerinden istediği hayatı
yaşamış ve Rablerinin rızalarını kazanmış olarak bu dünyaya veda etmiş
kimselerdir salava-tullali aleyhim ecmaîn.
87. Babalarından,
soylarından, kardeşlerinden bir kısmını seçtik ve doğru yola
eriştirdik.
Evet onların gerek babalarından,
gerekse soylarından, evlâtlarından, gerek usullerinden, gerekse fürularından
peygamberler seçip onları doğru yola ulaştırdık. Bunlar işte Kur’an’da isimleri,
hayatları bize anlatılan peygamberler ve de Kur’an’da isimleri, hayatları bize
zikredilmemiş pek çok peygamber göndermiştir Rabbimiz, bunların babalarından,
evlâtlarından.
88. Bu, Allah'ın
kullarından dilediğini eriştirdiği yoldur. Puta taparlarsa amelleri boşa
çıkar.
Evet bu insanların isteklerine
bağlı olarak gerçekleşen bir olay değildir. Onların peygamber olarak seçilip
görevlendirilmeleri âlemlerin Rabbine aittir. Bu konuda bizim Allah’ı
şartlandırmaya veya bu konuda Allah’a akıl verip Ona yok göstermeye hakkımız
yoktur. Yâni ya Rabbi, bu peygamberlik görevini neden falanlara vermedin? Veya niye beni de peygamber
yapmadın? demeye, Allah’a itirazda bulunma-ya hiçbir zaman hakkımız ve
salahiyetimiz yoktur. Allah o rahmetini kime vereceğini en iyi bilendir.
Çünkü Allah’ın içimizden
birilerini peygamber seçip, bizi seçmemesi kulluk açısından pek fazla bir şey
değiştirmemektedir. Eğer bizler Rabbimizin bizim adımıza seçtiği peygamberlerine
inanır, onlara uyar ve onların örnekliğinde Allah’ın istediği bir hayatı
yaşarsak unutmayalım ki onların ulaştığı ecir ve mükafatların aynısını bize de
müjdelemektedir. Eğer şu anda bizler Allah’ın bizim adımıza seçtiği o elçilerin
getirdikleri mesaja kulak verir, onların misyonlarına sahip çıkar, o mesaj
istikâmetinde bir hayat yaşarsak bizlerin de onların gittikleri cennetlere
gideceğimizi Rabbimiz bize de müjdelemektedir bu kitapta. Onlar gibi, onların
yaşadığı gibi yaşadığımız takdirde onların ulaştıkları makamlara bizim de
ulaşacağımızı ve cennette onların makamlarını paylaşacağımızı anlatmaktadır.
Öyleyse niye biz peygamber olamadık? Allah bizi niye elçi seçmedi diye
hayıflanmanın hiç de anlamı yoktur.
Kaldı ki yeryüzünde onlar kadar,
Allah’ın o kutlu elçileri kadar Allah’a ciddi kulluk yapan başka birisini de
görmek mümkün değildir. Yeryüzünde Allah’ın elçileri kadar insanlardan gelen
yalanlamalara, alaylara, inkarlara belâ ve musîbetlere sabreden, dayanan başka
birini göstermek mümkün değildir. Yeryüzünde Allah’a en mükemmel kulluğu
yapanlar onlardır. İnsanların en salihleri, en mükemmelleri ve en muttakileri
onlardır. Rabbimiz yeryüzünde onara en yüce değeri vermiş ama bakın Allah o
şerefli kullarına zaman zaman şu tehdidi de yapmıştır.
Eğer onlar yeryüzünde Allah’ın
seçtiği örnek kullar olarak Allah’ın kendilerinden istediği kulluğu, Allah’ın
kendilerinden istediği teslimiyeti gerçekleştirmemiş olsalardı. Yâni eğer
birazcık bu konuda gevşeklik göstermiş olsalardı. Azıcık da olsa kendilerini
Rablerine kulluk ortamından uzaklaştırıp şirke düşüverselerdi. Hayatlarında
azıcık da olsa Allah’ı ikinci plana atıverselerdi. Ya kendi hevâlarını, kendi
arzularını ve heveslerini, yahut da Allah’tan başka birilerini İlâh kabul edip
onların arzularını gerçekleştirmeye meylediverselerdi. tâğutları, liderleri,
önderleri toplumu, çevreyi, âdetleri, ayı, güneşi, yıldızları tanrı kabul edip,
onlar kaynaklı bir hayata azıcık meylediverselerdi veya bir lahza onların
hatırlarını Allah hatırına tercih ediverselerdi, Allah yanında onlara da hayata
karışma, yâni onlara da ulûhiyet ve rubû-biyet hakkı tanıyıverselerdi,
yeryüzünde onlara da birazcık egemenlik hakkı tanıyıverselerdi kesinlikle
bilelim ki Allah onların tüm amellerini boşa çıkarır ve onların şah damarını
koparıverirdi. Kur’an-ı Kerime baktığımız zaman bu konuda gerçekten çok ciddi
tehdit âyetlerini gör-memiz mümkündür. Meselâ bakın Şûra sûresinde Rabbimiz
peygamberi hakkında şöyle buyurur:
“Yoksa ey Muhammed! Senin için Allah'a karşı
yalan yere iftira etti mi derler? Allah dilerse senin kalbini mühürler, bâtılı
da yok eder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir. Doğrusu O, kalplerde olanı
bilendir.”
(Şûrâ 24)
Yoksa onlar, o müşrikler peygamber
yalan uydu mu diyorlar? Yoksa onlar peygamberin kendi kendine yalan uydurup
kendi uydurduğu bu sözleri Allah’a izafe ederek ona karşı yalan iftira ettiğini
mi iddia ediyorlar? Yâni onlar Allah bir şey indirmemiştir. Allah zaten bir şey
indirmez. Allah hayata karışmaz. Allah bizim hayatımıza karışmaz. Allah bize
vahiy gönderip bizden bir şeyler istemez. Allah bu dünyayı yaratmış, bizleri
yaratmış ve sonra da bizi kendi halimize bırakmıştır. Bildiğiniz gibi,
keyfinize göre yaşayın demiştir. Hal böyleyken Allah bize bir şey indirmemişken
ey Muhammed, bunu sen kendin uyduruyor ve utanmadan bir de bunları bana Allah
vahyediyor diyerek kendi yalanlarını Allah’a izafe etmeye kalkarak Allah’a
iftira ediyorsun mu diyorlar bu adamlar? Seni yalancılıkla ve Allah’a iftira
etmekle mi suçluyorlar peygamberim?
Eğer
gerçekten bu kâfirlerin iddia ettikleri gibi sen böyle bir konuda Allah’a yalan
iftirada bulunmuş olsaydın mutlaka senin o kalbini mühürler, dilini koparır,
beynini damgalar ve bu Kur’an’ı sana unuttururduk. Onu senin kalbinden söküp
alırdık. Senin vahiy kaynağını kesip kuruturduk. Tehdidi görüyor musunuz? Peki
kime yapılıyordu bu? Allah’ın yeryüzünde en çok sevdiği kuluna ve peygamberine.
Peygambere bile böyle bir tehdit söz konusuysa Allah’a yalan uyduranların vay
haline. Allah demediği halde Allah böyle diyor demek sûretiyle, ya da
dediklerini demedi biçiminde gizlemek sûretiyle Allah’a yalan iftirada
bulunanların vay haline.
Allah’ın dediklerini demedi,
demediklerini de dedi şeklinde Allah’a yalan iftirada bulunmak. Efendim zaten
Allah da bundan yanadır. Allah da bunu istemektedir diyerek Allah’ın
istemediklerini Allah istiyormuş pozisyonunda insanlara sunmak Allah’a yalan
iftirada bulunmak demektir. Efendim Allah da demokrasiden yanadır. İslâm da
laikliği önermektedir. Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad yoktur. Allah böyle
bir şeyi emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi
Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler
değildir bunlar. Baş örtme de yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu?
Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir yoktur. Kur’an mahza bir ahlâk kitabıdır!
Kur’an da demokratik bir sistem öneriyor efendim! Kur’an bundan başka bir şey
demiyor ki! diyerek, kimileri de bugün Allah’ın dediklerini demedi,
demediklerini de dedi demeye çalışıyorlar veya dedirtmeye çalışıyorlar Allah’a,
Kur’an’a. İşte bu da Allah’a yalan iftiradır.
Efendim ben
Kur’an’ı başından sonuna kadar taradım, orada baş örtmeye dair bir tek emir bile
bulamadım diyen kişinin iftirası. Veya ben bu insanların kurtuluşu için bir tek
yol biliyorum, o da demok-rasidir, bunun dışında başka sıhhatli bir çıkış yolu
bilmiyorum diyen adamın iftirası. Bütün bunlar Allah adına beyan ve Allah adına
Allah’a yalan iftiralardır.
Ya da yahudi ve hıristiyanlar,
müşrikler bir hayat yaşıyorlardı ki baştan sona İslâm’dan uzak, ama diyorlardı
ki işte bu yaşadığımız ha-yat Allah’ın istediği hayattır. İşte Allah’ın razı
olduğu hayat budur. Allah kullarından böyle bir hayat ister. Bizler şu anda
Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz. Bizler Allah’ın elçisi Mûsâ’nın
yolundayız, Îsâ’-nın yolundayız veya bizler Hanifleriz, yâni İbrahim’in
yolundayız diyor-lar ve Allah’a yalan iftirada bulunuyorlardı. Halbuki
yaşadıkları bu hayat ne Allah’ın istediği bir hayattı, ne de bu sözünü ettikleri
peygam-berlerle ilgisi olan bir hayattı. İşte bu da Allah’a yalan iftirada
bulun-maktır.
Tıpkı bugün
yaşadıkları hayat İslâm olmayan Müslümanların biz İslâm’ı yaşıyoruz, bu
yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır demeleri gibi. Halbuki namazımızdan
tesettürümüze kadar, siyasal yapılanmamızdan ekonomik sistemlerimize, hukuk
tarzımızdan kılık kıyafet biçimimize, mücâdele metodumuzun meşruluğundan düğün
dernek anlayışlarımıza, beşerî ilişkilerimizden soframıza kadar, çocuklarımızın
eğitimine kadar yaşadığımız hayat bellidir. Kitap ve sünnetin, vahyin ortaya
koyduğu İslâm’la ne kadar ilgisi var, ne kadar yok bu
bellidir.
Evet Kur’an’daki Allah’ın dediklerinin
pek çoğunu insanlar de-ğiştirmişler ve böylece Allah’a karşı yalan iftirada
bulunmuşlar. Meselâ Kur’an’daki zikir kavramı değiştirilmiş, takva kavramı
değiştirilmiş, kıraat kavramı, ihsan kavramı, dua kavramı, lânet kavramı, şehid
kavra-mı, velî kavramı, zikir kavramı, iman kavramı, kabul ve ret kavramları,
cennet ve cehennem kavramları, hattâ namaz kavramı bile değişti-rilmiş. Bu
kavramlara Allah’ın yüklediği anlamlar unutulmuş ve farklı farklı anlamlar
verilmiş. Allah’ın âyetlerini, Allah’ın kelimelerini tahrif etmişler,
dediklerine sanki demedi, demediklerine de sanki dedi diyerek iftiralarda
bulunmuşlardır. Yâni şu yahudi ve hıristiyanlar veya bugünün ehl-i kitabı olan
Müslümanlar, kitabı bilenler eğer kitapla yaşa-ıyorlarsa her halde bu noktaya
düşmüş olacaklardır. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Yâni eğer adamın hem kitaptan
haberi var, hem de kitaptan habersiz, kitabın içeriğinden habersiz ve kitaba
ilgisiz bir hayat yaşıyorsa elbette kelâmı vaz olunduğu mânânın ötesine
berisine taşıracak, uzatacak, sündürecek ve elbette yapabildiğince tahrifat
yapmak zorunda kalacaktır.
Yâni Allah ondan, o âyetten ne
kastederse etsin, o kendi kastını, kendi anlayışını o kelâma yüklemeye
çalışacak ve aynen yahudi’-nin yaptığını yapacaktır. Bugünün insanlarından kim
bu konuya ör-nekse onların hepsi buna girmektedir. Aklediyor, mânâyı anlıyor,
ama düzenini bozmasın diye döndürüp dolaştırıp farklı mânâya çekebilece-ği bir
yol arıyor.
Meselâ
adamlar okuyorlar âyetleri: Efendim işte burada tarikat anlatılıyor, burada
parti anlatılıyor, burada bilimsel çalışma, burada örgütsel anlatım, burada
zengin olmak, burada doktor olmak anlatılıyor. Ya da işte burada bizim
şeyhimiz, burada bizim kavmimiz, bizim ırkımız, bizim haberimiz, bizim liderimiz
anlatılıyor. Burada bunlar anlatılıyor. Kısaca bu âyetler beni, bizi, anlatıyor
ama, kesinlikle hak olduğumuzu, yanılmadığımızı anlatıyor diye, ayetleri hep
kendi düzenlerine, kendi haklılıklarına yorumluyorlar,
uyguluyorlar.
Ama bakın Allah diyor ki, ey
peygamberim, bunu sen yapsaydın senin işini bitirirdik, senin dilini koparır,
beynini mühürler ve bu Kur’an’ı senin kalbinden söküp alırdık. Görüyor musunuz
tehdidi? Kime yapılıyordu bu tehdit. Yeryüzünün en şerefli insanına. Demek k, bu
konuda peygamber bile olsa gözünün yaşına bakılmıyor. Kur’an-ı Kerimde bunun
gibi peygamberlerle alâkalı pek çok tehdit âyetleri
görmekteyiz.
89. Kendilerine kitap, hüküm ve
peygamberlik verdiklerimiz işte bunlardır. Kâfirler onları inkar ederlerse,
inkar etmeyecek bir milleti onlara vekil kılarız.
Evet Rabbimiz bu elçilerine
kitap, hüküm, hikmet ve nübüvvet vermiştir. Rabbimiz elçilerine onunla
hayatlarını düzenlesinler ve toplumlarına onu ulaştırsınlar diye kitap vermiş
ve bir de onu, o kitabı anlama, o kitabın âyetlerini kavrama ve hayatta uygulama
bilgisi dediği-miz hikmet vermiştir onlara. Hüküm vermiş toplumlarına karşı
hâkimi-yet vermiştir.
Hikmet; kitabı anlamak o kitabın
âyetlerini yaşanan hayatın hadiselerine intibak ettirebilme, sosyal olayları o
kitabın âyetleriyle yorumlama, kitabın âyetleriyle problemleri çözümleme ve
hayata düzen verme bilgisidir. İşte Rabbimiz elçilerine bu bilgiyi de
vermiştir.
Rabbimiz elçilerini kitap bilgisiyle,
hikmet ve risâlet bilgisiyle donatarak insanlığa haberci kılmıştır onları.
İnsanlığın hayatına karış-ma konusunda onları odak nokta seçmiştir. Allah’ın
elçileri Rablerin-den aldıkları bu kitapları ve suhufları toplumlarına
okudular, anlattılar, uyguladılar, pratikte gösterdiler ve toplumlarına örnek
oldular. Vahiy nedir? Kitap nedir? Vahiy ve kitap ne için vardır? Allah
kullarından na-sıl bir kulluk ister? Tüm bunları toplumlarının gözleri önünde
pratikte gösterdiler ve toplumları için en büyük rahmet kapıları oldular.
Eğer bu insanlar onları inkar
ederler ve Allah’ın kendilerine merhametinin gereği olarak açtığı bu rahmet
kapılarından istifade etmek istemezlerse, bilesiniz ki onları inkâr etmeyecek,
onların kıymetlerini bilecek bir milleti onlara vekil kılarız. Kim Allah’ın bu
elçilerini küfreder Allah’ın bu hayatları son derece açık ne net elçilerini
örter, örtbas etmeye çalışır ve toplumda bu elçilerin pratik hayatlarını,
sünnetlerini gündeme getirmemeye, gizlemeye ve toplumun gözünden saklamaya
çalışırsa, biz kâfir olmayan bir milleti onlara musallat ederiz de onları o
vekillerimiz vasıtasıyla yok ederiz, onlar eliyle onların defterlerini düreriz.
Evet peygamberleri ve
peygamberlerin yollarını örtmek isteyenleri yeryüzünden sileriz de onların
yerine onların yerine peygamberlere bağlı bir kavim bir toplum getiririz.
Dünyayı ve dünyanın hâki-miyetini onların eline veririz diyor
Rabbimiz.
Evet Kur’an’ın en büyük müjdelerinden
birisidir bu müjde ki daraldığımız, bunaldığımız zaman Rabbimiz onu bizim
karşımıza çıkarıveriyor. Meselâ birisine anlatıyoruz, çırpınıyoruz, didiniyoruz
ama adam anlamıyor. Sıkıldığımız, bunaldığımız, ümit inkisârına uğradığımız bir
anda Rabbimizin verdiği bu müjde bizim imdadımıza yetişiyor, bu müjdeyle
serinliyor ve bizi anlamak istemeyen adama diyoruz ki ne yaparsan yap! Nasıl
inkar edersen et! Şunu biz biliyoruz, sen de kesinlikle bilesin ki, sen
anlamasan da, sen kabullenmesen de senin oğullarından, senin kızlarından, senin
yakınlarından birilerini Allah bu davaya vekil kılacak ve onlar bu mesajı
anlayacaklardır.
Evet Rabbimiz diyor ki burada, ey
peygamberim! Ve ey peygamber yolunun yolcuları! Şu anda sizin çevrenizdeki bu
kitabın muhatapları, bu mesajın muhatapları bu mesajı anlamasalar, anlamak
istemeseler de, kitabı ve sünneti değersiz görseler ve bu mesajı örtmek için
ciddi bir çaba sergileseler de üzülmeyin. Yakında onun kıymetini anlayacak ve
bütün güçleriyle ona sarılacak bir vekil toplum getireceğiz. Siz bunu kafanıza
takmayın ve ısrarla onu insanlara duyurmaya devam edin buyuruyor. Siz anlatın,
babası dinlemezse oğlu dinleyecektir. Anası ilgilenmezse kayın pederi
anlayacaktır. Biri dinle-mek istemezse öteki dinleyecektir. Siz bunu dert
edinmeden anlatmaya bakın diyor.
90. İşte bunlar Allah'ın
doğru yola eriştirdikleridir, onların yoluna uy, "Sizden buna karşılık bir ücret
istemem, bu sadece herkes için bir hatırlatmadır"
de.
Evet bu peygamberler Allah’ın
kendilerine hidâyet ettiği ve aynı zamanda Allah’ın izniyle insanları hidâyete
ulaştıran, insanları küfür ve şirk bataklıklarından, isyan ve itaatsizlik
badirelerinden, karanlık-lardan nûra, hidâyete ve aydınlığa çıkaran
kimselerdir. İnsanlara yol gösteren mihmandarlardır onlar. İnsanları dünyada en
doğruya, en güzele, en mutlu ve mesut bir hayata, âhirette de ebedî kurtuluş ve
cennete çağıran kimselerdir.
İşte Allah’ın elçilerin varlık sebebi
budur. Onlar Allah tarafından yeryüzüne açılmış Allah’ın rahmet kapılarıdır.
Öyleyse ey peygamberim! Sen onların yoluna uy! Sen onların hidâyetlerine tabi
ol! Ve sizler de ey peygamber yolunun yolcuları! Sizler de tıpkı peygamberiniz
gibi bu hidâyet rehberlerinin yollarına uyun! Onların parlak izlerine tabi
olun. Adım adım onları takip edin.
İşte En'âm sûresinin bu bölümünde
Rabbimizin bu hidâyet rehberlerini zikretmesinin, gündeme almasının sebebi de
işte budur. Bu kadar peygamberi lâf olsun diye göndermedi Allah. Lâf olsun diye
burada zikretmedi onları. Onlara uyulsun diye, onlar örnek alınsın diye, onlara
tabi olunsun diye, onların hayatları adım adım takip edilsin ve sonunda
insanlar onların ulaştıkları makamlara ulaşsınlar diye anlattı.
İşte peygamber budur. Peygamber kişinin
hayatında örnek aldığı ve izinden gittiği kimsedir. Evet biliyoruz ki peygamber
dinde temeldir ve kişinin örneğidir. Peygamber bizim hayatımızda âmir ve
nâ-hiydir. Peygamberin bizim hayatımızda evet veya hayır deme, emret-me ve
yasaklama yetkisi vardır, hakkı vardır. Zaten peygamberin pey-gamber oluşunun
hikmeti de buradadır.
Bakın çocukluğumuzdan bu yana
bize bir peygamber öğrettiler. İşte Sıdk sahibi, ismet sahibi, emanet, fetanet
ve tebliğ sıfatlarının sahibi bir peygamber anlattılar. Bu sıfatlar onun
kendisiyle ilgili yönüdür. Bunları zaten kabul etmek zorundayım ve kabul
etmişim ben. Yâni peygamberin doğru sözlü olduğunu, doğru söylediğini, günahsız
olduğunu, emin olduğunu, zeki olduğunu, kendisine gelen âyetleri gizlemeden
eksiksiz olarak insanlara tebliğ ettiğini kabul ettim ve inandım ben. Ama
bilelim ki sadece bunu kabullenivermem benim birini peygamber olarak
kabullenmen mânâsına gelmeyecektir. Benim birini peygamber kabul etmem demek
bunları kabullenmekle beraber, onu bu sıfatların sahibi bilmek ve inanmakla
beraber aynı zamanda onun benim hayatımda âmir ve nâhiy oluşunu da kabul etmem
demektir. Eğer ben peygamberi bu sıfatların sahibi olarak kabul eder, ama onu
hayatımda âmir ve nâhiy olarak kabul etmezsem, yâni hayatımda emredici ve nehy
edici biri olarak bilmezsem onu peygamber olarak kabul etmiş sayılmayacağım
demektir. Zira peygamberin peygamber olarak kabul edilmesi demek onun hayata
hakim olması demektir. Benim hayatımda bir şey kabul edilecekse, bir şey
reddedilecekse, evet veya hayır denecekse, bu olmalı, bu olmamalı, bu
yapılmalı, bu yapılmamalı denecekse bunu o demelidir ve ben yapmalıyım. Yâni
benim birini peygamber kabul etmem demek her şeyimle adım adım onu takip etmem
demektir. İzinden gitmem demektir. Her şeyimle kendisine benzemem ve kendisine
her konuda teslim olmam demektir. Değilse işte bir zamanlar böyle bir peygamber
yaşamış, adı şuymuş, babası şuymuş, doğum tarihi şuymuş, şurada doğmuş, şurada
vefat etmiş. Bunları bilmek değildir peygambere iman.
İşte bakın burada, âyet-i kerîmede
Rabbimiz üstelik bunu bize de demiyor da peygamberi Hz. muhammed (a.s)’a diyor.
Ey peygam-berim! İşte senden önce yaşamış ve hayatlarını bu kitapta sana
anlattığım peygamberlerim hidâyet rehberleridir. Öyleyse sen de onlara uy,
onlara tabi ol diyor. Elbette anlıyoruz ki ona denen aynı zamanda onun şahsında
onun yolunun yolcuları olarak bize de denmektedir. Bunlar, bu peygamberler Allah
tarafından seçilmiş, Allah tarafından eğitilmiş ve hayatları da yine Allah
tarafından yasallaştırılıp onaylanmış olarak bize örnek olarak sunulmuş
kimselerdir. İşte bizim için en mükemmel örnekler en mükemmel imâmlar bunlardır.
Hayatlarında kesinlikle falso olmayan ve bizim kendilerini örnek alıp
hayatlarını yaşadığımız zaman, kendilerini taklit ettiğimiz zaman kesinlikle
hata etmeyeceğimiz mükemmel örnekler. Hayatları Allah tarafından kesinlikle
onaylanmış insanlar.
Öyleyse biz kendimiz için onları
örnek bilmek zorunda oldu-ğumuz gibi, insanları da Allah’ın bu örnek insanlarına
çağırmak zo-rundayız. Gelin ey insanlar, yeryüzünde en güzel örnekler bunlardır.
Gelin yeryüzünün en emin, en güvenilir örneklerine benzeyelim. Gelin onları
örnek alalım demek zorundayız.
Ama biz onları bırakıp da birbirimizi
ya da içimizden birilerini örnek aldığımız zaman, Allah’ın onaylamadığı bir
hayat bizim için örnek olamaz. Bundan dolayıdır ki toplumun kendilerini örnek
kabul ettikleri, önder kabul ettikleri insanlar, hacılar, hocalar, mürşidler,
şeyhler daima kendilerine bir görev olarak şunu çok iyi bilmeliler: İnsanlara
gelin peygamberlerle beraber olalım. Gelin hayatları Allah tarafından onaylanmış
elçilere benzeyelim. Gelin kitabın dediği gibi olalım. Gelin sünnetin dediği
gibi yaşayalım demeliyiz. Kesinlikle insanları kendimize veya kendimiz gibilere
çağırmayalım. Gelin bizim gibi olun. Gelin bizim gibi yaşayın. Bizi örnek alın.
Biz nasıl yaşıyorsak siz de öyle yaşayın demeyelim.
Eğer insanlar bizi örnek alır, bizim gibi
olmaya çalışırlarsa biz-de çakılır kalırlar ve bizi aşamazlar, ancak bizim kadar
olabilirler. Daha öteye geçemez bu insanlar. Biz de hiçbir zaman mükemmel
değiliz. Hiçbir zaman eksiksiz değiliz. Bizim hayatımız Allah tarafından
o-naylanmış değildir.
Öyleyse bize düşen Allah’ın elçileri
gibi olmak ve zinhar Allah kullarını Allah’ın elçileri gibi olmaya çağırmaktır,
bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Ne olursak olalım, kendimiz de
dahil hiç bir insanın peygamber yerine ikame edilmesi kesinlikle mümkün
değildir. Tüm irşatçıların görevi budur. Peygamber örneğini bende görün!
Peygamberi benim şahsımda tanıyın! Ben gibi olun! Biz gibi olun! Bizi taklit
edin! diyerek insanları saptırmaya çalışan kimselerin kim olurlarsa olsunlar pek
çok peygamber modeli ortaya çıkarmaları suçu-nu, böylece bu ümmeti parça parça
etme suçunu üslendiklerini de asla unutmamalıyız. O zaman gerçek örneği
bulamayan çeşitli örnek-lere çakılıp kalan bu ümmet şu anda acı acı
seyrettiğimiz gibi birbir-lerini yemekten, birbirlerini reddetmekten de
kurtulamayacaklardır.
Buna karşılık sizden bir ücret de
istemiyorum ve bu kitap, bu mesaj bütün âlemler için bir zikradır, bir
tezkiradır. Size yaptığım bu iş adına sizden bir ecir, bir ücret istemiyorum.
Ben Allah’ın âyetlerini size tebliğ etmeme, Rabbimin emirlerini size duyurmama,
Rabbimin istediği kulluğu örneklemeye karşılık sizden her hangi bir ücret
istemiyorum. Yaptığım bu hizmet karşılığında sizden bana bir şeyler vermenizi
istemiyorum. Bana, şahsıma mallar mülkler vermenizi, saraylar köşkler ikram
etmenizi, beni atlarınıza develerinize bindirmenizi, bana ballar baklavalar
ikram etmenizi, beni sırtınızda taşımanızı, elimi ayağımı öpmenizi, bana çaylar,
kahveler ikram etmenizi istemiyorum. Yaptığım bu görev karşılığında bana minnet
duymanızı, bana bir teşekkür bile etmenizi istemiyorum. Sizden bana yapmanız
gereken hiçbir şey istemiyorum.
Şûrâ sûresinin 23. âyetinde ifade
edildiğine göre sadece kurbama meveddet istiyorum dediği anlatılır Resûlü
ekremin.
Evet Allah’ın Resûlü kurbaya meveddet
istiyor. Bugün biz de bundan şunu anlıyoruz. Peygamber (a.s) in vazifesi de
mü'min olarak bizlerin vazifesi de tebliğ ettiğimiz, din duyurduğumuz
kimselerden hiçbir şey istememektir. Eğer birileriyle ilişkimiz sadece din
alışverişine dayanıyorsa onlardan hiçbir şey almamalıyız.
Yâni
birilerine âyet ve hadis anlatıyorsak, birilerine din duyuruyorsak ve din
duyurduğumuz, tebliğ ettiğimiz bu insanlarla herhangi bir yakınlığımız,
arkadaşlığımız veya akrabalığımız yoksa kesinlikle onlara yaptığımız bu
tebliğin karşılığında hiçbir şey almamalıyız. Hiçbir ikram, hediye kabul
etmemeliyiz. Eğer karşımızdaki sadece kendisine din duyurduğumuz için bize bir
şeyler ikram ediyorsa bu kesinlikle rüşvettir ve bundan ısrarla kaçınmak
zorundayız.
Ama onlarla
bunun ötesinde herhangi bir akrabalığımız varsa o zaman onların hediyelerini ve
ikramlarını kabul edebiliriz. Bunda bir sakınca yoktur. Anlaşılmadı mı? Bir daha
söyleyeyim: Birileriyle ilişkimiz sadece din alışverişiyse, yâni bunun dışında
onlarla hiçbir arkadaşlık veya akrabalık ilişkimiz yoksa ve de ikram eden kişi
sadece biz kendisine din duyurduğumuz için ikramda bulunuyorsa onu kesinlikle
kabul etmemeliyiz. Ama böyle değil de ikram eden kişi eğer biz kendisine din
duyurduğumuz için değil de Müslümanlık ölçüsüyle ikram ediyorsa veya bir adam
düşünün ki sıradan herkese bir şeyler ikram ediyorken bize de ikramda
bulunmuşsa bu ikramı kabulde herhangi bir mahzur yoktur.
Bir de karşımızdaki ihtiyaç olan bir
şeyi ikram ediyorsa onu da kabulde bir mahzur yoktur. Zira ihtiyaç olan şeyin
ikram edilmesi tebliğcinin insan makamına indirgenmesidir. Yâni açsak yemek
ikram edilmesi, susuzsak su ikram edilmesi, odunumuz yok-sa odun ikram edilmesi
gibi. Ama ihtiyacı yokken para ikram edilmesi veya ihtiyacı yokken halı ikram
edilmesi caiz değildir.
Sizden bir şey istemiyorum, çünkü bu
benim size sunduğum Kur’an, bu size sunduğum mesaj tüm âlemler için bir
zikradır. Öyle değil mi ama? On dört asır öncesine gidiyoruz. Başlarında başlar
başı olduğu halde bir avuç Müslüman Müslümanlık savaşı veriyor. Allah’ın Resûlü
Rabbinden kendisine gelmiş hidâyet hediyesini insanlara anlatabilmek için
kendisini parçalarcasına yırtınıyor, çabalıyor. Onunla beraber onun davasına
gönül vermiş bir avuç Müslüman perişan bir durumda. Bazen yiyecek bulamıyor,
bazen bulduklarını yiyecek takatleri kalmamış, bulduklarını Müslüman
kardeşlerine ulaştıramıyorlar, Kur’an okumaları, namaz kılmaları açıktan ezan
okumaları bile bazen mümkün olmuyor. Bir kısmı birazcık rahat bir nefes
alabilmek için Habeşistan’a hicret etmiş. O günün Mekke’si, o günün Roma’sı o
günün Bizans’ı ve tüm dünyası bu garibanları yutmak için ağzını açmış. Acaba mı
ki diye gittiği Taif Allah Resûlünün yüzüne kapanmış. Tek hamisi Ebu Talip
hayata gözlerini kapamış. Tutunabilecek tek dalları kal-mamış. Müşteriler
çekilmiş, müdür sizinle irtibatı kesmiş, toplum sizi dışlamış, tâğutlar
soruşturmalarını kovuşturmalarını başlatmış, mahkemeler aleyhinizde davaları
çoğaltmış, timsahlar peşinize takılmış, aileniz hattâ karınız kızınız bile
davanıza köstek olmak için ayak bağı olmak için sizden yüz çevirmiş. İşte böyle
bir durumda karşınıza tutunacak bir dal, bir âyet çıkıyor.
Kulum hiç korkma! Hiç üzülme! Hiç
mükedder olma! Bu inandığın, bu yolunda olduğun, bu bayraklaştırdığın dava öyle
ulvi, öyle yüce bir dava ki sadece Kureyş’e değil, sadece Mekke’ye değil, sadece
Bizans’a ve Roma’ya değil, sadece Osmanlıya Selçukluya değil, sadece Türkiye’ye,
Konya’ya değil tüm âlemlere bir zikradır bu dava. Tüm dünyaya zikradır bu kitap.
Unutma ki bu kitap Benim kitabımdır. Bu dava Benim davamdır. Bu davanın
arkasında Ben varım. Sen hiç üzülme, bu dini, bu davayı insanlara Ben
duyuracağım. Bu kitabı insanların gönüllerine Ben yerleştireceğim. İşte âyet-i
kerîmesinde Rab-bimiz bu yolun yolcularına bu müjdeyi veriyordu. Öyleyse bir
Müslüman olarak, bu davaya gönül vermiş bir Allah eri olarak ben babam da yol
vermese, ailem de dinlemese, çevrem de alaya alsa, tâğutlar ve onların
kanunları da beni kuşatsa, çevrem de beni kıskaca alsa ne gam âyetle anlıyorum
ki ben Rabbimin safındayım. Ben Rabbimle aynı saftayım. Rabbime dayanmış biri
olarak, melekle teyit edilmiş biri olarak kimden ve neden korkacağım da ben?
Çevremdekiler, çağımdakiler anlamak, dinlemek istemediler diye niye üzüleceğim
ben? Buradakiler anlamak istemedilerse oradakiler anlayacaktır. Bugünküler
dinlemek istemedilerse bile yarınkiler dinleyeceklerdir. Çünkü unutmayalım ki bu
kitap, bu mesaj sadece burası ile sınırlı değildir. Sadece Konya ile, sadece
Türkiye ile sınırlı değildir. Sadece bugünle sınırlı değildir. Tüm âlemlere, tüm
zamanlara yönelik bir kitaptır, bir mesajdır.
91. "Allah hiçbir insana bir şey
indirmemiştir" demekle Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. De ki: "Mûsâ'nın
insanlara nûr ve yol gösterici olarak getirdiği Kitabı kim indirdi? ki siz onu
kâğıtlara yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz, atalarınızın ve sizin
bilmediğiniz, size onunla öğretilmiştir." "Allah" de, sonra onları daldıkları
sapıklıkta bırak, oynasınlar.
Gerçekten bu insanlar Allah’ı
hakkıyla tanıyamadılar. Allah’ı hakkıyla tanıyamıyorlar. Gerçekten bu insanlar
Allah’ın zâtını, sıfatlarını, rubûbiyetini, ulûhiyyetini, azametini,
kibriyasını ve rahmetini tanıyamadıkları gibi, Onun kitabını, âyetlerini,
peygamberlerini de hakkıy-la tanıyamadılar, tanıyamıyorlar. Allah’ın kitap
göndermesindeki, peygamber görevlendirmesindeki hikmetini, yeryüzünü
yaratmasındaki gâyesini, insanları var etmesindeki muradını tanıyamadıklarını,
bilemediklerini anlatıyor Rabbimiz. Tanıyamadılar Rablerini de dediler
ki:
Allah yeryüzünde hiçbir insana bir şey
indirmemiştir. Allah yeryüzünde hiçbir kimseyi elçi seçip ona vahiy
göndermemiştir. Allah vahiy göndermez dediler. Allah hayata karışmaz dediler.
Allah bizim işlerimize karışmaz dediler. Allah bizim hukukumuzu bilmez dediler.
Allah kılık kıyafetten anlamaz dediler. Allah ekonomik düzenlemeleri, Allah
siyasal yapılanmaları bilmez dediler. Bu işleri düzenleyecek bizim başka
tanrılarımız var, bizim yeryüzü tanrılarımız var dediler. Allah bizim
hayatımıza karışmaz, biz dilediğimiz gibi yaşarız dediler.
Tabi Mekkeli cahil müşrikler bu kanaate
varırken de sordular akıl hocalarına. Medineli akıl hocaları olan, Allah
konusunda, din konusunda, kitap konusunda, peygamber konusunda kendilerinden
ilerde gördükleri, kitap bilgisi konusunda, peygamber bilgisi konusunda
tecrübeli gördükleri Medineli yahudi bilginlerine, yahudi Hahamlarına sordular.
Tarihin eski çağlarından beri Allah’ın kendilerine pek çok peygamberler
gönderdiği, pek çok kitaplar gönderdiği yahudilere sordular. O hainler de
dediler ki hayır, Allah kesinlikle ne peygamber seçer, ne de kitap gönderir
deyiverdiler. Allah’ın bu son elçisi kendilerinden çıkmadı diye, bu son kitap
kendilerine gelmedi diye kıskançlıklarından, gayızlarından, kinlerinden bu
yahudiler böyle deyiverdiler. Allah yeryüzünde hiç kimseye vayih göndermez
deyiverdiler.
Böylece bu alçaklar kendilerini
de, kendi yollarını da, kendi dinlerini de, kendi kitaplarını da
reddediverdiler. Tüm kendi inanç manzumelerini ve tarihlerini de
reddediverdiler. Kendi bindikleri dallarını da kesip atıverdiler. Veya daha
önce Mûsâ (a.s)'a indirilen Tevrat’ı da Îsâ (a.s)'a indirilen İncili de
reddediverdiler. Sırf son elçi Hz. muhammed (a.s)'a gönderilen kitabı
diskalifiye edebilmek ve kendilerini bu son kitaba iman etmeme konusunda
sorumluluktan kurtarabilmek için için söylüyorlardı bunu. Ama bunu söylerken de
kendi kendilerini de reddettiklerinin farkında değillerdi hainler. Böyle diyen
bu kâfirlere karşı bakın şimdi soruyor Rabbimiz:
Peygamberim sor onlara bakalım. O
hainler Allah bir şey indirmedi diyorlar, sor bakalım onlara: Madem ki Allah
hayata karışmaz, madem ki Allah elçi göndermez, vahiy göndermez. O zaman
söylesenize Mûsâ (as)'ın insanlara nûr ve yol gösterici olarak getirdiği
Tevrat’ı kim indirmiş? Madem Allah bir şey indirmez, Allah kitap göndermez,
Allah peygamber göndermez, Allah hayata karışmaz diyorsunuz. Peki o zaman
Mûsâ’ya gönderilen, kendi kitapları olduğunu iddia ettikleri Tevrat’ı kim
indirmiş? Allah bir şey indirmez derken peki Tevrat’ı kimin indirdiğini
söyleyeceksiniz? Dün peygamberine bunu sormasını istemişti Rabbimiz, bugün biz
de soracağız bunu onlara. Söyleyin bakalım ey kâfirler! Söyleyin bakalım ey
Allah hayata karışmaz diyerek küfrün daniskasını gerçekleştiren kâfirler. Ey
bizim de kitabımız var diyenler. Ey bizim de peygamberimiz var diye övünenler.
Bir yandan bizim de kitabımız var, bizim de peygamberimiz var diye gururlanıp o
kitap ve o peygamberle uzaktan ve
yakından en küçük bir ilginiz kalmadığı halde kendi kendinizi avutmaya devam
ettiğiniz o kitabı, o Tevrat’ı kim indirmiş ki:
Onu, O Tevrat’ı, O Allah’ın nûr olarak,
Furkân olarak indirdiği Tevrat’ı kırtaslara döktünüz, kâğıtlara yazdınız ve bir
kısmını gizleyip, bir kısmını insanlara gösterdiniz. Yanlış söyledim, çoğunu
gizleyip bir kısmını insanlara gösterirsiniz. Halbuki sizler ve atalarınız
bilmediklerinizi onunla öğrenmiştiniz. Bir zamanlar onunla yol bulmuş,
bilmediklerinizi onunla öğrenmiş, o kitap sayesinde yeryüzünün en üstün ve en
güçlü toplumu olmuştunuz.
Evet kitabı sayfa, sayfa yaptınız.
Parça parça yaptınız da çoğunu gizleyip bir kısmını açıkladınız. Ya da onu
sadırlardan, göğüslerden satırlara döktünüz. Kalplerinizden çıkarıp onu
kâğıtlara hasrettiniz. Güzel yazım türleri geliştirdiniz, ama onunla amel
etmeyi bir kenara aldınız. Kitabın işini bitirdiniz. O kitabın işini bitirirler
de başka kitap göndermez mi Allah? Onlar gönderdiği kitabına böyle davrandılar
diye bir daha kitap göndermeyecek miydi Rabbimiz? Elbette onlar böyle yaptılar
diye yeryüzünü vahiysiz ve kitapsız bırakacak değildi Rabbimiz.
92. Bu indirdiğimiz,
kendilerinden öncekileri doğrulayan Mekkelileri ve etrafındakileri uyaran
mübarek Kitaptır. Âhirete inananlar buna inanırlar, namazlarına da devam
ederler.
Ve işte bir kitap daha. İşte
kitap. Onu indirdik mübarek olarak, bereket olarak, bereket kaynağı olarak.
Kitabın geldiği kaynak bereket kaynağı olduğu gibi, kitabın kendisi de bereket
kaynağıdır. Kitabın kendisi bizzat bereket kaynağı olduğu gibi bu kitap
muhataplarını bereketlendirir. Yâni bu kitap, bu kitaba iman edip onunla
hareket edenlerin hayatlarını da bereketlendirir. Bu kitap kendisiyle hareket
eden, hareket noktasını bu kitaba göre ayarlayan mü'minlerin gecelerini,
gündüzlerini, hayatlarını, ömürlerini amellerini, düşüncelerini ve tüm
eylemlerini bereketlendiren ve ölümsüzlüğe ulaştıran bir kitaptır. Bu kitabın bir başka özelliği
de:
Oluşudur. Yâni önündekileri tasdik
edici bir kitaptır bu kitap. Ya da önündekileri, kendisinden önceki kitapları
Tevrat’ı, Zebur’u, İncil’i tasdik eden bir kitaptır bu
kitap.
Biliyoruz ki kitaplar ve peygamberler
aynı kaynaktan geldiği için birbirini asla nakzetmezler. Aksine bütün Kitaplar
ve tüm peygam-berler birbirini destekler. Hz. Îsâ da bakın şöyle
demişti:
"Hani Meryem oğlu Îsâ: Ey İsrail
oğulları ben size Allah’ın peygamberiyim. Benden önceki Tevrat’ı tasdik edici ve benden
sonra gelecek Ahmet isimli bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim.
demişti." (Saf 6)
Yâni ben yeni, garip, türedi birisi
değilim! Size duymadığınız, bilmediğiniz bir din de getirmiş değilim! Bu dini
daha önce Mûsâ da getirmişti! O halde ben, benden önceki Tevrat’ı yalanlamaya
değil, tasdik etmeye geldim! Bunun mânâsı şudur:
1- Benden önce Tevrat’ta benim
geleceğime dair verilen müjde işte şimdi gerçekleşiyor. Tevrat’taki kayıtları
ispatlamak için Rabbim beni size gönderdi.
2- Bunun bir ikinci mânâsı da: Ben, Allah’ın
Resûlü olan Ah-med’in geleceğine dair Tevrat’ın verdiği müjdeyi tasdik etmek
üzere dünyaya geldim! Bakın şimdi ben de onun geleceğini size müjdeliyor ve
haber veriyorum demektir bunun mânâsı.
Yâni bu âyet açıkça Resûlü Ekrem’in
bizzat adı da verilerek Hz. Îsâ’nın ağzıyla dünyaya geleceğine dair müjdeyi
ihtiva etmektedir.
Bakara’da da öyle deniyor
bakın:
"Sizin yanınızda olanı tasdikçi
olarak"
Bundan şunu anlayamayız: Tasdik edici
Kur’andır, tasdik ettikleri de Tevrat, Zebur ve İncil’dir. Ama bu tasdiki şöyle
anlayamayız: Yâni Kur’an-ı Kerîm kendisi önüne sürülen her şeyi tasdikçi
değildir. Hani şimdi kimi muhtarların fonksiyonu sırf budur değil mi?
Götürürsünüz imzalar, başka itiraz hakkı yoktur.
Kur’an böyle değildir. Ya ne? Hani
Kur’an’ların üzerinde "Mushafları tetkik cemiyeti imzalamıştır" diye mühür,
imza filan var ya, sanki öyle. O imza olmadan bu Kur’an olmazsa sanki bu da
öyle. Kur’an diye arzedileni bu tasdik edecek o zaman bu Kur’an olacak. Tevrat
diye, İncil diye, Allah’ın gönderdiği kitaptır diye önüne sunulan-ları tasdik
etme ve reddetme yetkisine sahiptir bu kitap. Allah’ın rıza-sına uygun ameldir
diye, Allah’ın razı olduğu sistemdir diye önüne su-nulanları tasdik ve ret
hakkına sahiptir bu kitap. Allah’ın emrettiği eğitim sitemi budur diye, Allah’ın
razı olduğu kıyafet budur diye, Allah’ın istediği kazanma harcama budur diye
önüne tasdik için sunulan şeyi tasdik etmek veya reddetmek makamındadır Kur’an.
Kur’an’ın böyle bir dinamizmi var
yâni. Yâni arzedersiniz kita-ba, şöyle bir düğün modeli, şöyle bir kazanç
modeli, şöyle bir terbiye modeli, böyle bir çocuk eğitimi modeli veya şöyle bir
tapınma modeli veya böyle bir ulviyet, kutsiyet modeli, böyle bir zikir modeli,
böyle bir takva modeli. Bunu Kur’an’a arzedersiniz, ey Kur’an! Ey yüce Kur’an!
Biz düşündük, taşındık bunu münasip gördük! Biz bunu Tevrat’tan aldık! İncil’den
bulduk! Allah demişti bunu! Mûsâ demişti! Îsâ demişti bunu! Filanların
falanların hatırı içindi! Valla hiç ırgalamaz yâni onu ta-biri caizse. Bakar ona
bu kitap, eğer doğru görürse, tasdik ederse, tamamdır, doğrudur, münasiptir
derse, tamam o doğrudur. Yok eğer tasdik etmezse, doğru bulmazsa işi bitmiştir
onun diyoruz. Artık onun iyiliği, doğruluğu konusunda tüm dünya birleşmiş olsa
da boştur.
Değilse Kur’an, Tevrat ve İncil’i hep
tasdik edici, tasdik etmek zorunda olucu değildir yâni. Eğer Kur’an Tevrat ve
İncil’in orijinalini tasdik edecekse hani yok ki zaten bunların orijinalleri
ortada. Bunların orijinalleri Kur’an’ın gelişinden kıyâmete kadar ki dönemde
tasdik edilmiş değildir. Zaten Kur’an Tevrat ve İncil’de insanlara sunulacak
mesajın orijinalini insanlara sunmuş bir kitaptır. Onlardaki doğruların tamamı
Kur’an’la sunulmuştur. Bu yüzden onların orijinallerini aramaya, bulmaya da
gerek kalmamıştır, diyoruz.
Önündekini, yanınızdakini tasdikçi
olarak indirdiğimiz bu kitaba inanın! Ey ehl-i kitap, sizler sizden başkalarının
yanında olmayan bir bilgiye, bir kitap bilgisine, bir vahiy bilgisine sahipken
sakın bu kitaba inanmazlık yapmayın! Sakın bu son kitabı reddetmeye kalkışmayın.
Ya da bu mesajın yeryüzündeki insanların hayatını düzenleme konusunda en doğru
yol olduğunu bile bile, bu bilgiye sahipken onu ilk inkar edenler sizler
olmayın!
Halbuki bu kitap kendi yanlarındakini
kabul ediyor ve reddet-miyordu. İşte Rabbimiz bundan dolayı elinizdekini tasdik
edici ve ondaki bozulmuşları düzeltici, eksikleri tamamlayıcı ve kıyâmete kadar
değişmeyecek bir özelliğe sahip kılınmış olan Kur’an-ı Kerîmi kabul edin! Ona
inanın, diyordu. Ona iman edin, diyordu hem bize, hem de ehl-i kitaba. Sonra da
bu kitabın geliş amacını şöylece anlatıyor Rab-bimiz :
Bu kitabın geliş amacı da
şehirlerin anası olan Ümmü’l Kura olan Mekkelileri ve etrafındakileri uyarmak
içindir. Evet demek ki bu kitap indirildiği şehir olan, şehirlerin anası olan,
anakent olan Mek-ke’yi, Mekkelileri uyarmak ve dalga dalga tüm şehirleri, tüm
kentleri, tüm dünya insanlığını uyarmaktır. Öyleyse bizler tüm yeryüzünde
duymadık bir tek insan kalmayacak biçimde insanlara bu kitabı ulaştırmakla
mükellefiz. Bu kitabın âyetlerini, bu kitabın uyarısını tüm dün-ya insanlığına
ulaştırmak zorundayız. Öyle ki yeryüzünün en uzak noktalarına götürmeliyiz ki
benim bundan haberim yoktu diyebilecek bir tek insan bile kalmamalıdır. Heyhat
ki biz bunun mesajını babaları-mıza, analarımıza, hanımlarımıza bile
duyuramadık, değil ki dünyanın en uzak noktalarına ulaştırabilelim. O zaman
sorumluluğumuzun sını-rını siz düşünün.
Ama bu kitaba ancak âhirete inananlar
ve namazlarını muhafaza edenler iman ederler. Bu kitabın sorumluluğunu ancak
âhiret sancısı çeken, âhirette Rablerine verecekleri hesabın derdiyle tir tir
titreyenler ve bir de namazlarını muhafaza edenler anlarlar. Namazı muhafazanın
mânâsını beş altı hafta önce Mearic’te anlatmaya çalışmıştım, onun için burada
üzerinde durmuyoruz.
93.
Allah'a karşı yalan uyduran veya kendisinden bir şey vahyedilmemişken "Bana vahy
olundu", "Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim" diyenlerden daha zalim
kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken melekler ellerini uzatmış,
"Canlarınızı verin, bugün Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden, O’nun
âyetlerine büyüklük taslamanızdan ötürü alçaltıcı bir azapla
cezalandırılacaksınız" derken bir görsen!
Allah’a yalan iftirada bulunandan
daha zalim kim vardır? Al-lah’a yalan iftirada bulunmak konusunda sûrenin daha
önceki bölümlerinde epey bir şeyler demeye çalışmıştık. Bana göre Allah şöyle
olmalıdır! Bana göre Allah böyle buyurmalıdır! Bana göre Allah’ın dini
böyledir! Bana göre Allah’ın kitabı böyle olmalıdır. Allah’ın kitabı da böyle
buyurmaktadır. Allah da demokrasiden yanadır. Din de bu tür bir kıyafetten
yanadır. Bana göre Allah hayata karışmamalıdır. Bana göre kılık kıyafetin bu
kadarını da Allah istememektedir diyerek Al-lah’a iftirada bulunanlardan daha
zalim kim vardır?
Allah’tan habersiz oldukları halde
Allah hakkında konuşanlar. Dinden habersiz oldukları halde din konusunda
konuşanlar. Kur’an-dan habersiz oldukları halde Kur’an hakkında konuşanlar.
Peygam-beri tanımadıkları halde peygamber hakkında fikir yürütenler, ahkâm
kesenler. Kendi fikirlerini, kendi görüşlerini ve hevâlarını Kur’an’la
peygamberle ve dinle özdeşleştirmeye çalışanlar. Allah öyle olmadığı halde
Allah’a yol göstermeye, akıl vermeye çalışanlar. Böyle olmalısın ya Rabbi! Biz
senin böyle olmanı istiyoruz! Sen bizim istediğimiz gibi olmak zorundasın
diyerek Allah’ı yönlendirmeye çalışanlar. Demediğini dedi, dediğini de demedi
diyerek zorla kitaba kendi hevâlarını söyletmeye çalışanlar. Peygamber de
böyleydi, peygamber de bizim düşüncemizin üyesiydi diyerek peygamberi
şartlandırmaya çalışanlardan daha zalim kim vardır?
Bir de:
Allah kendisine bir şey indirmediği
halde, Allah kendisine vah-yetmediği halde, Allah kendisine hiçbir bilgi
vermediği ve kendisine kitap da göndermediği halde bana böylece vahy olundu
diyerek Allah’a iftira eden kimseden daha zalim kim vardır? Adamın zulmünün
boyutuna ve büyüklüğüne bakın ki Allah kendisine hiçbir bilgi, hiçbir vahiy
indirmediği halde Allah bana vahyediyor ki bu böyledir diyerek kendi
sahtekârlıklarını Allah’a izafe etmeye çalışıyor. Bundan daha zalim kimse olur
mu? Halbuki Allah sadece elçilerine vahyeder. Allah peygamberlerinden
başkalarına asla vahiy göndermez.
Evet adam kendisini peygamber olmadığı
halde ve de Allah kendisine hiçbir vahiyde bulunmadığı halde nasıl oluyor da
adam ken-di düşüncesini, kendi hevâsını vahiyle özdeşleştirmeye çalışıyor? Ya da
dinden, kitaptan ve peygamberden hiçbir nasibi olmadığı halde ba-na vahy
olunuyor, bu konuları ben de bilirim demeye çalışıyor?
Dikkat ederseniz âyet-i kerîmenin bu
bölümünde Allah bana vahyediyor diyerek kendi hevâsını, kendi fikirlerini
Allah’a izafe ederek böylece Allah’a iftira eden ve Allah kullarını aldatmaya
çalışan kimseden söz ediliyor. Burada böyle derken bakın bundan sonra da bu
adamın şöyle dediği anlatılır:
Allah’ın indirdiği gibi ben de indiririm. Allah’ın indirdiği gibi ben-de
bir şeyler indireceğim. Allah’ın indirdiği gibi ben de vahiy indirebi-lirim.
Vahiy indirmeye benim de gücüm yeter. Din koymaya, hüküm koymaya, kanun vaz
etmeye benim de gücüm yeter. Ben de din belirleyebilirim. Ben de yasa
belirleyebilirim. Ben de hayat programı yapabilirim. Ben de Allah kadar bu
insanların nasıl yaşamaları gerektiğini, nasıl bir siyasal yapı, nasıl bir
ekonomik yapı, nasıl bir eğitim sistemi uygulamaları gerektiğini, nasıl bir
hukuk takip etmeleri gerektiğini bilirim diyen kimseden daha zalim kim vardır?
Evet ben de Allah kadar bunları bilirim diyerek Allah’ın hayat programını
diskalifiye ederek kendi hevâlarını Allah kullarına dayatan ve Allah kullarını
Allah’a kulluktan koparıp kendi hevâlarının kulu kölesi edinen ve bu haliyle de
Allah’la yarış içinde olan kimseden daha zalim kim vardır diyor, Rab-bimiz.
Dikkat ediyor musunuz? Adamlar sanki
Allah’la yarış içindeler. Dediklerinde ne kadar tutarsız olduğunu görüyoruz
âyet-i kerîmede. Bazen daraldıkları zaman Allah bize de vahyediyor, bizim
dediklerimiz de Allah’ın arzularına uygundur, Allah da bunu istiyor diyerek
hevâ-larını Allah’a izafe etmeye çalışıyorlar. Bazen kendilerinin peygamber
olduklarını iddia ederek söylediklerinin kendilerine Allah tarafından
vahyedildiğini iddia ederek peygamberlik pozları oynuyorlar. Bazen kendilerini
tanrı makamında görerek, insanlara kendilerini tanrı olarak lanse ederek, O’nun
bildiği kadar biz de biliriz! O’nun vahyettiği gibi biz de vahyedebiliriz!
diyorlar. Bazen tanrılık pozları oynuyorlar, ba-zen de peygamberliğe
soyunuyorlar. Garip bir şey. Bazen biz de tan-rıyız demeye çalışıyorlar ve kendi
peygamberlerini seçip onlara va-hiylerini gönderiyorlar. Seçiyorlar valilerini,
seçiyorlar hakimlerini, se-çiyorlar müdürlerini amirlerini ve onlara vahiylerini
gönderiyorlar, bun-ları aynen istediğimiz gibi uygulayın diye.
İnsanların, toplumların bu
vahiylere, bu talimatlara uymala-
rını ve kendilerine kul köle olmalarını emrediyorlar. İşte gönderiyorlar
vahiylerini ve uygulattırıyorlar. Bu halleriyle bunlar bu ülkede çok açık ve net
bir biçimde tanrı pozları oynamaya devam ediyorlar. Gönderiyorlar emirlerini,
indiriyorlar vahiylerini ve duyurun bunları kullarımı-za! Uygulayın!
Uygulattırın bunları diyorlar. Bu tanrıların peygamber-leri de tanrılarından
gelen bu talimatları aynen duyurmaya ve uygula-maya çalışıyorlar. Zavallı
insanlar da Rablerinden gelenleri terk ederek bu tanrılarının ve bu tanrıların
peygamberlerinin vahiylerini uygulamaya çalışıyor. Ve Rablerine kulluktan çıkma
pahasına bu tanrıla-rına sadâkat gösterisinde bulunuyorlar.
Evet bu sahte tanrılar bu
memlekette maalesef çok rahat kendilerine peygamberler de bulabiliyorlar,
kullar da bulabiliyorlar. Kendilerine çok rahat vahiylerini uygulattırabilecek
peygamberler de bulabiliyorlar, vahiylerini gönül rahatlığıyla uygulayacak
mükellefler de bu-labiliyorlar. Sonra da gerek peygamberlerini, gerekse
mükelleflerini kullukta tutabilmek için, isyan etmesinler diye Allah’ın
kullarına yaptığı gibi onlara dereceler de veriyorlar. Sen bakansın, sen
dekansın, sen profesörsün, sen doçentsin, sen müdürsün, sen genel müdürsün diye
dereceler de veriyorlar. Böylece
kullarının kulluklarını sağlama alma-ya
çalışıyorlar.
Ayrıca bu yapay tanrılar tıpkı Allah’ın
kullarına yaptığı gibi cennetler ve cehennemler de vaadediyorlar. Kendi
vahiylerini kabul edip uygulayanlara cennetler, reddedip uygulamayanlara da
cehennemler vaadediyorlar. Kendilerini Allah makamında görüyorlar. Biz tanrıyız!
Biz ilâhız! Mülk bizimdir! Saltanat bizimdir! Egemenlik bizimdir! Bilgiyi biz
dağıtıyoruz! Şifayı biz dağıtıyoruz! Rızkı biz veriyoruz! Hayatınızı düzeninizi
biz sağlıyoruz! İstikbalinizi biz sağlıyoruz! diyerek insanları kendi
egemenliklerine, kendi kanunlarına kendilerine kulluğa
çağırmaktadırlar.
Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet bizdedir!
Eğer bizim kanunlarımıza itaat etmezseniz sizi yok ederiz! Rızık bizdedir, eğer
bizim dediklerimizi yapmazsanız rızkınızı keseriz! Maaşınızı keser, tayininizi
çıkarır sizi sürgün ederiz! Şifa bizdedir, eğer bizim arzularımıza kulluk
etmezseniz size türlü hastalıklar musallat ederiz. İlim bizdedir, eğer bizim
dediklerimizi yapmazsanız sizi cahil bırakırız! Size diploma ver-meyiz, sizi
doktor yapmayız, size doçentlik payesi vermeyiz! Egemen-lik bizdedir, güç
kuvvet bizdedir! Eğer bize kulluk etmezseniz dünyayı size haram ederiz! Eğer
bizim hâkimiyetimizi kabul etmezseniz sizi kodese tıkar güneşi size haram
ederiz! Hayatı size zindan ederiz!
Evet tüm sahte ilâhlar, tüm sahte
melikler, sahte egemenler Allah’ın kendilerine verdiği bu geçici güçlerini
kullanarak bir şeyler yapabileceklerini zannederler.
Nasıl oluyor da bu kendilerini bile
yaratmaktan aciz olan, ağaran saçlarının ağarmasına bile engel olamayan,
ölümlerine bile çare bulamayan bu aciz varlıklar Allahlık iddiasında
bulunabiliyorlar? Nasıl oluyor da Allah’ın vahyettiği gibi biz de vahyederiz.
Nasıl oluyor da biz Allah’ınkinden daha güzelini ortaya koyabiliriz demeye
çalışıyorlar? Nasıl oluyor da bu insanlar peygamberlik iddiasında
bulunabiliyorlar? Nasıl oluyor da Allah kendilerine hiçbir şey indirmediği halde
Allah bize de vahyediyor, bizim dediklerimiz de Allah’ın dediklerinin
aynısıdır, bizim kanunlarımız da Allah kanunlarının aynıdır diyebiliyorlar? Bu
cesareti bu adamlar nereden Alabiliyorlar? Ya da işin en garip tarafı şu
Müslüman olduklarını iddia eden yığınlar nasıl oluyor da kendilerini yaratan,
şu anda ellerinde olan her şeylerini kendilerine lütfeden gerçek Rablerinin
gönderdiklerini bir tarafa bırakarak bunların kulu kölesi olabiliyorlar? Nasıl
oluyor da gerçek Rablerinin kitabını bir kenara bırakıp bu sahte tanrıların
talimatlarını uygulayabiliyorlar? Bunu anlamak gerçekten mümkün
değildir.
Söylemeye dilim varmıyor ama galiba her
iki taraf da bu durumdan memnun gibi. Tanrılar da memnun kullar da memnun. Bir
de işin anlaşılmaz yönü bu sahte İlâhlara, bu yapay tanrılara kulluk yapan
kimseler kendilerinin Müslüman olduklarını da iddia edebilmek-tedirler. Halbuki
peygamberlerin hiçbirisi Allah’tan başkalarırına kulluğa çağırmamıştır. Tüm
peygamberler tevhid inancında icma etmişler-dir. Tüm peygamberlerin tarihlerini
hayatlarını incelediğimiz zaman onların hayatlarında tek İlâh Allah’tır. Tüm
peygamberler insanlığı La İlâhe illallah temel esasına çağırmışlardır.
Allah’tan başka sözü dinlenecek, hatırı kazanılacak, hayata hakim olan İlâh
yoktur. Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak, hayat programı program kabul
edilecek varlık yoktur esasına çağırmışlardır.
Zaten tarih boyunca en büyük problem
işte burada çıkmıştır. Tarih boyunca en büyük problem sadece Allah’a kulluk
etmek sadece Allah’ı dinlemek ve hayata hakim olarak sadece Allah’ı kabul etmek
konusunda çıkmıştır. Değilse Allah’a da ibâdet konusunda hiç problem
çıkmamıştır. Yâni ilâhlardan bir İlâh olarak Allah’a da kulluğu herkes kabul
etmiştir. Öteki İlâhlar yanında Allah’a da kulluğa kimse ses çıkarmamıştır. Yâni
göklerin ve yerin, göklerdekiler ve yerdekilerin yaratıcısı olarak, dağların ve
denizlerin yaratıcısı olarak, rızık verici, öldüren, yaratan, yaşatan bir İlâh
olarak herkes Onu kabul etmiştir. Ama inandığınız bu Allah kendisinden başka
İlâh olmayandır, ama bu Allah hayata karışan ve kendisinden başka hayata
karışıcı olmayandır. Ama bu Allah insanların kulluk programlarını belirleyendir
ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır. Ama bu Allah boyunlarınızdaki
kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin çektiği yere gidilmesi
gerekendir.
Yâni bu Allah kendisinden başka
Rab, Melik, İlâh olmayandır dendiği zaman işte kavga burada başlamıştır.
Göklerin ve yerin yaratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri bu Allah’ı
insanlar hayatlarına karışıcı olarak reddetmeye çalışmışlardır. İlâh olarak
Allah’ı kabul edelim ama tek İlâh olarak asla kabul etmeyiz diyorlar. İlâhlardan
birisi olarak O’nu da dinleyelim, İlâhlardan birisi olarak O’na da kulluk
yapalım, ama tek İlâh olarak sadece O’na kulluğa hayır diyorlar.
Çünkü bizim hayatımıza karışacak
başka ilâhlarımız da var. Hayatımızda sözünü dinleyeceğimiz başka rablerimiz de
var. Bizim Allah’tan başka hukuk tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, şifa
tanrılarımız, siyasal tanrılarımız da var. Tamam bu tanrılardan birisi olarak
Allah’ı da dinleyelim ama, öteki tanrılarımızı da dinlemek zorundayız diyorlar.
Aslında bu iddiaların altında Allah’tan Allah’a kulluktan kurtulup kendi
keyiflerince bildikleri gibi bir hayat yaşama arzuları yatmaktadır. Ya da şöyle
ifade edelim: Bunlar Allah’a kulluktan kurtulup kendi kendilerine, kendi hevâ ve
heveslerine tapınmak istiyorlar. Keyiflerinin istediği gibi sorumsuz ve
sınırsızca bir hayat yaşamak istiyorlar.
Çünkü bakıyoruz bu adamlar
Allah’tan başka kendilerinin İlâhları olduklarını iddia ettikleri kimseleri de
kendileri seçiyorlar. Seçtiklerini istedikleri gibi yönlendirebileceklerini
bildikleri için seçiyorlar. Seçtiklerine bizi şöyle şöyle idare ederseniz sizi
seçeriz, değilse sizi seçmeyiz diyebildikleri için seçiyorlar. Bizden şunları,
şunları istemeyeceksiniz! Bizi şu şu sorumluluklar altına almayacaksınız!
Bizden na-maz gibi, zekât gibi, tesettür gibi ağır sorumluluklar
istemeyeceksiniz! İçki gibi, kumar gibi, fâiz gibi, zina gibi bizim alışık
olduğumuz şeyleri bizim için yasaklamayacaksınız! Bize lüks ve müreffeh bir
hayat sağlayacaksınız! Biz ne istersek, nasıl bir hayattan razıysak onu
sağlayacaksınız! Eğer bize bizim istediğimiz kanunları çıkarır, bizim
istediğimiz hayatı hazırlarsanız, Rab olarak İlâh olarak biz de sizleri seçeriz
diyebildikleri için onları seçiyorlar. Onları yönlendirebileceklerini
şartlandırabileceklerini bildikleri için onları seçiyorlar.
Tabi Allah’a bunu diyemeyecekleri
için, Allah’ı istedikleri gibi şartlandıramayacakları için, Allah’ı Rab kabul
edemiyorlar. Her şeyi kendi arzularına, kafalarına göre ayarlamak ve düzenlemek
istedikleri için, yâni kendi kendilerine tapınmak istedikleri için, şehvetlerine
tapınmak istedikleri için hayatlarından Allah’ı diskalifiye etmek istiyorlar.
Tamam İlâhlardan bir İlâh olarak Allah’ı da dinleyelim. Meselâ hayatımızın
ibâdet bölümünde O’nu dinleyelim, ama öteki bölümlerinde biraz nefes alabilmek
için Allah’tan başkalarını da dinleyelim diyorlar. Halbuki bu şirktir. Hayatı
parçalamak ve hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı, ama öteki bölümlerinde
başkalarını dinlemek şirktir. Halbuki tev-hid kişinin hayatının tümünde Allah’a
teslim olmasıdır.
Evet bugün Müslümanlar sadece Allah’a
kulluktan bıkıp usandıkları için kendilerine başka Rabler bulmaya çalışıyorlar.
Başka Rablerin vahiylerine razı oluyorlar ve kendilerini onlara kulluk
ortamlarına düşürüyorlar. Yâni bu durumda kendilerini zalim ve fâsık konumuna
indiriyorlar. Bakın bu konuyu Rabbimiz Zuhruf sûresinde çok net
anlatır:
“Firavun, milletini küçümsedi ama, onlar
kendisine yine de itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir
milletti.
(Zuhruf 54)
Allah’a karşı Allah’ın elçisine
karşı Firavun tanrılık tasladı. Ben de tanrıyım dedi. Ben de bilirim dedi. Allah
hayatı bilirse ben de bilirim! Allah’ın gücü varsa benim de gücüm var tavrına
girdi. Allah’a ve Allah’ın elçisine karşı takındığı bu tavırlarıyla Firavun
kavmini, toplumunu, halkını, çevresindekileri küçümsedi ve onların
düşüncelerine, inanışlarına ve değer yargılarına ipotekler koydu. Siz de böyle
inanacaksınız! Siz de böyle benim gibi düşüneceksiniz diyerek onları kendisi
gibi düşünmeye, kendisi gibi inanmaya zorlayarak, kendi anlayışını zorla onlara
empoze ederek onları küçümsedi. Sizler beni dinlemek zorundasınız. Benim
dediklerimin dışına çıkmamak zorundası-nız. Sizin nasıl düşüneceğinizi, nasıl
inanacağınızı ben bilirim! Nasıl giyineceğinizi ben belirlerim! Nasıl
yaşayacağınızı ben bilirim! Siz bil-mezsiniz! Siz anlamazsınız diyerek kavmini
küçümsedi. Onları aptal yerine koydu.
Şimdi de öyle değil mi ama?
Sizler anlamazsınız! Sizler bil-mezsiniz! Sizler bizi dinlemek zorundasınız!
Eğer okulu bitirmek is-tiyorsanız, eğer diploma almak istiyorsanız, eğer dükkan
açmak isti-yorsanız, eğer bakan olmak, dekan olmak istiyorsanız, müdür olmak,
doçent olmak istiyorsanız, sanayici olmak istiyorsanız benim dediğimi yapacak ve
benim sözümden çıkmayacaksınız. Şöyle şöyle davranmadan, şunları, şunları
yapmadan, bunları yapamazsınız diyerek şu anda bu Müslümanlarla alay eden, tüm
vatandaşlarla alay eden, onların her tür özgürlüklerine ipotekler koyanlar da
aynı şeyi yapmıyorlar mı? Ama Allah diyor ki bakın:
Onlar, o Firavunun kavmi, onun
çevresindekiler buna rağmen o Firavuna itaat ettiler ses çıkarmadılar ona boyun
köstüler de fâsık-lardan oldular diyor. Ya da onlar aslında fâsıktılar da,
Firavuna itaat ederek fâsıklıklarını ortaya koydular. Gönüllü teslim oldular
ona. Za-ten zalimin yanı başında ona koltuk değnekliği yapan mazlum olmasa
zalim asla ayakta duramaz. Zalimin varlığı mazlumun varlığına bağ-lıdır. Zalimin
hayatını sürdüren mazlumun varlığıdır. Mazlum, mazlum olarak var olmasa, mazlum,
mazlum olarak yaşamaya son verse tüm Firavunların ve zalimlerin işi
bitecektir.
Evet ey Müslümanlar! Bilesiniz ki bugün
sizleri de tahkir edecekler. Sizleri de küçük görecekler. Makamınız yok diye,
mevkiiniz yok diye, paranız pulunuz yok diye, dünyanın kulu kölesi olmadınız
diye sizi de aşağılayacaklar. Kendi değer yargılarıyla, makamlarıyla
mevkileriyle, paraları ve pullarıyla sizin üzerinizde de saltanat kurmak
isteyenler olacak. Sakın ola ki bu adamların bu tavırlarına boyun bük-meyin.
Mü’min seniz en üstün sizsiniz bunu asla unutmayın. İzzet ve şeref bu dünyalık
şeylerde değil imandadır. İzzet ve şeref iman edip salih ameller
işleyenlerdedir. Bakın Beyyine sûresi bunu çok hoş anlatır:
“Fakat, inanıp salih ameller
işleyenler, işte onlar da, yaratıkların en
iyileridirler.”
(Beyyine 7)
İman edip salih ameller işleyenlerin
varlıkların en hayırlısı olduğunu anlatan Rabbimiz iman ve salih amelden yoksun
olanların da yaratıkların en şerlileri olduğunu anlatır.
Evet Allah’a inanmayanlar salih
ameller işlemeyenler ne kadar da ekonomik güçleri olursa olsun mahlukâtın en
şerlisidir onlar. Bunu asla hatırınızdan çıkarmayın. İtibarın Allah’a
teslimiyet olduğunu unutmayın. Eğer sizler de onların değer yargılarını
kabullenir, onların üstün olduklarını, şerefli olduklarını kabul eder ve onlara
boyun bükerseniz siz de fâsıklardan olursunuz. O zaman da onlar sizin
üzerinizde büyürler, sizin üzerinizde Rableşirler. Siz fâsıklaşır ve onları
Kahhâr makamında görmeye başlarsanız onlar da sizin üzerinizde kahr u
galebelerini artırırlar. Bakın ifade aynen öyledir:
Onlar fâsıktılar, onlar bozuktular.
Buna göre diyoruz ki eğer bizde birtakım fısk özellikleri birtakım bozulmalar
gerçekleşirse o zaman Firavunların bu gövde gösterileri bizim üzerimizde de
etkili olmaya başlayacaktır. O zaman bizde onlara itaat etmek ve boyun bük-mek
zorunda kalacağız. O zaman tıpkı Firavununun toplumu gibi hayatımızda Allah’a
yer vermekle beraber onlara da yer vererek müşrik duruma düşmek zorunda
kalacağız. Ama biz bizdeki bozuklukları, bizdeki fıskları ortadan kaldırma
çabası içine girersek, o zaman elbette Rabbimiz bize hidâyet edecek ve bizi
Firavunlara kul köle olmaktan kurtaracaktır. Unutmayalım ki bunun yolu Allah’ı
tanımaya ve sadece ona kul köle olmaya yönelmeye bağlıdır. Şunu kesin olarak
bilelim ki sadece Allah’a kul köle olmaktan kaçanlar mutlaka pek çok tâğutun
kulu kölesi olmak zorunda kalacaktır. Tek bir Rabbin önünde eğilmeyenler pek çok
efendinin önünde eğilmek zorunda kalacaklardır. Allah yardımcımız olsun.
Rabbimiz bu tanrılık iddiasında bulunan sahte tanrıların hiçbirisinin tanrı
olamayacağını, bunların hiçbirisinin ilâhlığa lâyık varlıklar olmadığını âyetin
sonunda şöyle anlatıyor:
Ölüm anında, sekaratü’l mevt anında,
Allah’ın kendilerine takdir buyurduğu ömürleri tamamlanıp da şarampole
yuvarlanma vakitleri geldiği zaman bu sahte tanrıların hallerini bir görsen.
Güçleri kalmamış, takatleri kesilmiş, gözleri bulanmış ve Rabbinin görevli
melekleri de onlara şöyle bağırmaktadırlar: Haydi çıkarın canlarınızı! Canına
tükürülesi alçaklar! Verin artık şu canlarınızı! Bugüne kadar Rab-biniz onu size
emanet vermişti! Artık şimdi onu teslim almanın zamanı geldi! Teslim edin o
canlarınızı alçaklar! Siz ne tanrısınız ne de elçi! Sizler tanrılık pozları,
elçilik rolleri oynayan birer sahtekardan başkası değilsiniz! Haydi verin şu
canlarınızı da geberin bakalım! Ebedî ce-henneminize yuvarlanın bakalım! Tadın
bakalım o reddettiğiniz Rab-binizin azabını! Bitti artık sizin tanrılıklarınız!
Bitti artık sizin sahte pey-gamberlikleriniz! Tüm saltanatlarınız, tüm
güçleriniz ve tüm sahtekâr-lıklarınız bitti artık diyerek onların canlarını
almaya meleklerimiz gel-diği zaman onların vaziyetlerini bir görseydiniz diyor
Rabbimiz.
Evet, bu dünyada Allah’ı tanımayanlar,
ona onun istediği gibi kul olmaktan kaçarak kendi heva ve hevesleri
istikametinde, yahut da kendileri gibi âcizlerin heva ve hevesleri istikametinde
bir hayat yaşayanar meleklerin bu teditleri altınca can verecekler ve doğruca
ateşe yuvarlanacaklar. Rabbim bizleri böyle bir âkıbetten
korusun.
94. Onlara: "Andolsun
ki, siz ilk defa yarattığımız gibi sizi verdiklerimizi ardınızda bırakarak bize
birer birer gel-diniz; içinizde Allah'ın ortakları olduğunu sandığınız
şefaatçilerinizi beraber görmüyoruz. Andolsun ki aranızda-ki bağlar kopmuş,
ortak sandıklarınız sizden ayrılmışlar-dır"
denecek.
Evet daha önce dünyaya ilk geldiğiniz
zaman nasıl yalnızsanız şu anda da bize yalnız geliyorsunuz. Dünyaya geldiğiniz
günü bir düşünün. Yalnızdınız, yapayalnızdınız. Gücünüz yoktu, kuvvetiniz
yoktu, imkânınız yoktu, saltanatınız yoktu, paranız yoktu, pulunuz yoktu,
bilginiz yoktu, çevreniz krediniz makamınız mansıbınız hiçbir şeyiniz yoktu.
Aciz, güçsüz, kuvvetsiz bir bebek olarak dünyaya gelmiştiniz. Bütün bu imkânları
size veren Rabbinizi unuttunuz da Ona karşı tanrılık iddiasına kalkıştınız.
Zannettiniz ki bütün bunları kendiniz kazandınız? Zannettiniz ki hayatın sahibi
sizlersiniz. Zannettiniz ki hayatın sahibi kendinizsiniz. Zannettiniz ki size
hiç ölüm gelmeyecek ve hesaba çekilmeyeceksiniz.
Hayır hayır! Aldandınız, hayatın
da, ölümün de sahibi Allah’tı. Bakın şimdi hayatınızı, gençliğinizi,
güzelliğinizi, gücünüzü, saltanatınızı, çevrenizi, paranızı pulunuzu
iktidarınızı arkanızda bırakıyorsunuz. Hani nerede mallarınız? Nerede
koltuklarınız? Nerede saltanatınız? Nerede tanrılığınız? Nerede
peygamberliğiniz? Hani nerede vahiyleriniz? Nerede kullarınız? Nerede size
alkış tutan ve sizin kanunlarınıza itaat eden gönüllü kullarınız? Nerede sizin
o gönderdiğiniz va-hiylerinizi halka uygulama kavgası veren gönüllü
peygamberleriniz? Nerede güvendikleriniz dayandıklarınız? Nerede size sadâkat
yemini yapan yardakçılarınız? Hani niye terk etti onlar sizi? Hani şu sizin
şefaatçilerinizi da göremiyoruz? Niye gelmiyorlar sizi bu durumdan kurtarmaya?
Hani koltuklarının altına girerek sizi kurtaracaklarına inandığınız için
kendilerinden talimatlar alarak uygulamaya çalıştığınız ağabeyleriniz nerede?
Hani karşılarında sığınma talebinde bulunduk-larınız? Kendilerine dua edip
imdadınıza çağırdıklarınız nerede? Onları da göremiyoruz.
Tabi bu yeryüzünde tanrılık iddiasında
bulunanlara böyle dendiği gibi, bu tanrılara kulluk yapmaya çalışan kullara da
aynısı denecektir. Hani ey Rablerini, Rablerinin kitaplarını, Rablerinin
elçilerini, Rablerinin yasalarını bırakıp da sahte tanrıların kulu kölesi olmaya
çalışanlar! Hani sizlerin zum ettikleriniz? Hani Allah berisinde İlâh kabul
edip de kendilerine kulluk ettikleriniz nerede? Hani önder, lider, kurtarıcı
zannettikleriniz? Hani yetkili bildikleriniz? Hani yasa koyucu bil-dikleriniz?
Sizi size Rabbinizin takdir buyurduğu bu ölüm yasasından kurtaracak birileri
var mı? Sizinle birlikte kabre girecek ve orada size yardım edecek birileri var
mı? Mallarınız, aileleriniz, çocuklarınız, sev-dikleriniz içinde kabre
girebilecek var mı? O sahte tanrılardan bunu becerecek var mı? Ya Rabbi bunu
bana bırak! O benim kulumdu diyebilecek birileri var mı? Hayır hayır, tüm
bağlar koptu, tüm protokoller kesildi, tüm ilişkiler kesildi, dünyadaki imtihan
hayatı bitti ve artık yepyeni bir hayat başladı.
Onların hiçbirisinin ilâh
olamayacağını, yeryüzünde yasa belirleyemeyeceğini, aciz ve çaresiz kullar
olduklarını anlatan Rabbimiz bundan sonraki âyetinde de kendi gücünü, kuvvetini
ortaya koyarak gerçek Rabbin ve İlâhın kendisi olduğunu şöylece anlatmaya
başlıyor. Hem de çevremizde, en yakınımızda olup biten, her an yüz yüze
olduğumuz hadiselerle kendi Rabliğini anlatıyor Rabbimiz:
95. Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz
Allah'tır; ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz
çevirirsiniz?
Bakın ey Allah’ın kulları! Sizin
Rabbiniz çok güçlüdür. Sizin hayat programınızı belirleyen Rabbiniz her şeye
güç yetirendir. Eğer çevrenizdeki âyetlerine bakarsanız bunu çok rahat
anlayacaksınız.
İşte o âyetlerden birisi. Allah taneyi,
çekirdeği, tohumu yaran, çatlatan ve ondan hayat fışkırtandır. Ölüden diriyi,
diriden de ölüyü çıkarır O Allah. Sizin toprağa attığınız ölü bir tohum, ölü
bir çekirdek Rabbinizin emri ve izniyle ölülüğünü kaybediyor ve ondan diri
çıkarılıyor. Bu olay gerçekten üzerinde düşünülmezse çok önemsiz bir olay gibi
değil mi? Ama Rabbimizin bu âyeti üzerinde uzun uzun düşündüğümüz ve kafa
yorduğumuz zaman anlarız ki ne kadar büyük bir hadise. Söyleyin bakalım
Allah’tan başka bu küçücük çekirdekten, hem de ölü bir çekirdekten böyle hayat
fışkırtan başka birileri var mı? Allah’tan başka hayat konusunda söz sahibi
birileri var mı? Böyle küçücük bir tohumun, küçücük ölü bir çekirdeğin içine
koskoca bir ağacı sığdıran başka birileri var mı? Böyle ölüden dirilik ve
canlılık çıkaracak başka birileri var mı? Küçücük bir spermanın içine koskoca
bir insan yerleştirebilecek Allah’tan başka birileri var mı? Bir tek ölü
çekirdeğin içine tonlarla meyveyi yerleştirebilecek birileri var mı? Bunu
düşününce insan gerçekten bunun çok büyük bir âyet olduğunu ve Allah’tan başka
bunu beceren hiç kimsenin olmadığını ve bunu beceren Allah’ın gerçek Rab ve İlâh
olduğunu anlayabilecektir.
Vakıa sûresinde Rabbimiz bu hususu
güzel anlatır:
Söyleyin, ektiklerinizi yerden bitirenler
sizler misiniz, yoksa Biz mi bitiriyoruz? Dilesek Biz onu çerçöp yaparız, şaşar
kalırsınız da şöyle dersiniz: "Doğrusu borç altına girdik, hattâ yoksun kaldık”
Evet Rabbimiz soruyor. Söyleyin
bakalım, ektiklerinizi yerden siz mi bitiriyorsunuz? Söyleyin bakalım toprağın
altına attığınız tohum hakkında ne dersiniz? Onu çıkaran, onu bitiren, onu canlı
hale getiren siz misiniz? Onu toprağın altına atmaktan başka ne gibi bir
müdahaleniz var sizin? Ne yapabiliyorsunuz bunun dışında? Onu bitiren Biz değil
miyiz? Dilesek biz onu çerçöp haline getiririz de sizler de üzüntüden ne
yapacağınızı bilmez bir vaziyette şaşırıp kalırsınız. Apışıp kalır da sonunda
şöyle demekten kurtulamazsınız: Ey vah! Yaptıklarımız masrafların tamamı boşa
gitti! Bir sürü borç altına girdik! Mahvolduk diyerek avuç ovalamaktan başka
hiçbir şey yapamazsınız.
Yine bakın Fussilet sûresinde
yağdırdığı yağmurlarla ölü toprağı canlandırıp onda hayat meydana getirdiğini
de Rabbimiz şöyle anlatır:
"Senin yeryüzünü boynu bükük, kupkuru
görmen de Allah’ın kudretinin delillerindendir. Biz onun üzerine suyu
indirdiğimiz zaman titreşir ve kabarır. Şüphesiz ki ona hayat veren Allah
mutlaka ölüleri de diriltir. Doğrusu onun her şeye gücü
yeter."
(Fussilet
36)
Evet yeryüzünü böyle boynu bükük, zelûl
görmeniz de Allah’ın âyetlerindendir, Allah’ın kudret delillerindendir. Yeryüzü
tıpkı bir koyun gibi, bir deve gibi uysal kılınmıştır. Size boyun eğdirilmiştir.
Sizler şu anda onun omuzlarında gezip dolaşıyor, onun bitirdiklerinden yiyip
içiyorsunuz. Ama bilesiniz ki o yeryüzünün zelûl oluşu, yeryüzünün uy-sal oluşu,
sizin arzularınıza boyun büküp âmâde oluşu kendiliğinden değildir, sizden de
değildir, onu bu hale getiren sizin Rabbinizdir. Onu sizin emrinize âmâde kılan
Rabbinizdir. Eğer şu anda o yeryüzü, o arz, o toprak size itaat ediyorsa bu
Bizin ona çizdiğimiz, belirlediğimiz program gereğidir. Yeryüzü de Bizim
kendisine belirlediğimiz yörünge gereği Bize kulluk yapmaktadır. Eğer öyle
olmayıp da yeryüzü kendi keyfine göre hareket etseydi sizin çoktan defterinizi
dürmüştü.
Bu ifade bir yandan yeryüzünde toprağın
da huşu içinde Allah’a teslim olup, Allah’a boyun büküp kulluk yaptığını,
Allah’ın kendisi için belirlediği hayat programını icra ettiğini anlatırken,
diğer taraftan Rablerine secde ederek yüzlerini, alınlarını toprağa sürmeyi
zillet kabul eden müstekbirlerin, kibirlilerin de sonunda o toprağa
düşeceklerini, o toprağa yuvarlanacaklarını anlatıyor.
Bakın buyurur ki Rabbimiz: Görürsün ki
toprak kupkurudur. Hiçbir hayat emaresi yoktur. Meselâ bir çöl düşünün veya bir
buzul düşünün veya işte birkaç metre don bir yer düşünün. Ama Biz rahmetimizle
o kupkuru toprağa gökten suyu indirdiğimiz zaman o toprağın titrediğini,
kabardığını, canlanıp hayat için harekete geçtiğini görürsün. Şüphe yok ki ona
hayat veren, onu böylece ölü iken dirilten Allah, elbette ölüleri de işte
böylece diriltir. İndirdiği yağmurla ölü topra-ğı dirilten Allah, aynen bunun
gibi indirdiği vahiyle de ölü kalpleri diril-tir. İndirdiği vahiyle Rabbimiz
ölülerden diriler çıkarır, kâfirlerden mü'-minler oluşturur. Ya da öldükten
sonra kıyâmet günü insanları, sizleri öylece diriltip yeniden hayat verecektir.
Şüphesiz ki O her şeye kadirdir. Yâni iradesini her neye tevcih buyurmuşsa o
anında vücuda geliverir.
Evet Rabbimiz gökten rahmet indirip o
kupkuru toprağı nemlendirip harekete geçirmeseydi ya da toprağa atılan o ölü
tohumu nemlendirip çimlendirmeseydi hangi güç ve kuvvetinizle bu işi
gerçekleştirebilirdiniz? Allah’tan başka bu işi yapabilecek birileri var mı?
İşte böyle ölüden diriyi çıkaran
Allah’tır. Az evvel anlatılan çekirdek örneğinde olduğu gibi ölüden diriyi
çıkarır Allah. Veya ölü bir insandan diriyi çıkarır, diri bir insandan da ölüyü
çıkarır. Kâfirden mü’-mini müminden de kâfiri çıkarır. Kâfir Kur’an’ın
ifadesiyle ölüdür. Allah’tan, Allah’ın rahmetinden, kitaptan, peygamberden ve
bunlar vasıtasıyla Allah’ın yeryüzünde açtığı rahmet kapılarından istifade
edemeyen kişi ölüdür. Kalbi çoraktır, kaskatıdır onun. Tıpkı yağmurdan,
rahmetten mahrum olan bir toprağın ölülüğü gibi. İşte böyle bir ölüyü mü'min
yaparak ondan diriyi çıkardığı gibi, diriden de bir kâfir çıkarabilir Allah.
Veya vahiyle tanışamamış bir toplum da ölüdür. Böyle bir toplumu sahâbe toplumu
gibi vahiyle tanıştırarak bu ölülerden melekleri bile geride bırakacak diriler
çıkarır Allah.
Çünkü vahiy rahmettir, peygamber
rahmettir. Veya meselâ Nuh (as)'ın iman etmeyen oğlu gibi. İşte böyle diri ve
mü'min bir babadan ölü bir oğul çıkardığı gibi Hz. İbrahim’in babası gibi ölü
bir kâfirden de diri bir İbrahim çıkarabilir Allah. Ya da Zekeriya (a.s) gibi
yüz yaşını aşkın birinden üstelik de kısır bir hanımdan Yahya gibi bir diri
çıkarır Allah.
Veya işte bir zamanlar yok iken
var edilen bir mevcudat. Ölüyken, yok iken, yeryüzünde hayat sahnesinde var
edilen tüm mevcu-dat. Yoktu varlık, yoktu insanlar, yoktu semalar, yoktu arz,
yoktu güneş, yoktu ay, yoktu yıldızlar da yokları var etti Rabbimiz. Kupkuru
topraktan Adem’i yaratan Odur. Kupkuru topraktan varlıklara hayat veren Odur.
Var olanları da sonunda öldürerek
diriden de ölüyü çıkarıyor Rabbimiz. Canlı, cıvıl cıvıl hayat dolu bir insan
sonunda ölüyor. Hayat bitiyor. Dipdiri bir güneş batıyor. Yem yeşil bir tabiat
ölüm döşeğine yatıyor. Dipdiri hayat fışkıran bir yıldız üful edip gidiyor. Dip
diri bir gençlik bitiyor. Ve nihâyet bir gün gelecek ki tüm hayat
bitecek.
Evet işte bu Allah, işte böyle
çekirdeği, tohumu çatlatıp ondan hayat fışkırtan, ölüden diriyi, diriden de
ölüyü çıkaran Allah sizin Rab-binizdir. İşte Rab olmaya lâyık olan, hayat
programı belirlemeye lâyık, kullarının hayatına kanun koymaya yetkili varlık,
tek yetkili varlık Allah’tır. Yâni sizin boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu
elinde olan ve sadece kendisini dinlemeniz gereken Rabbiniz O’dur. Hal böyleyken
na-sıl da döndürülüyorsunuz? Allah’ı bildiğiniz halde, yaratıcı olarak,
yarattıklarının hayatlarını sürdürücü olarak, tüm varlıklarının rızkını verici
olarak Allah’ı tanıdığınız, bildiğiniz halde nasıl oluyor da Onu hayatınızda
diskalifiye edebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da böyle bir Allah’a kulluk dururken
başkalarına kulluk edebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da böyle bir Allah’ın kitabını,
böyle bir Allah’ın yasalarını bir kenara atarak başkalarının yasalarını
uygulamaya kalkışıyorsunuz? Buna nasıl cüret edebiliyorsunuz? Mantığı nedir
bunun?
Tüm dünya birleşse kupkuru bir
çekirdekten bir ağaç çıkarabilir mi? Tüm dünya birleşse ölü ve kupkuru bir çöle
hayat verebilir mi? Tüm dünya birleşse ayı, güneşi, yıldızları yaratabilir,
yahut yok edebilir mi? İşte bütün bunları yaratan Allah’tır ve sözü dinlenecek,
hatırı kazanılacak, hayat programı uygulanacak yegâne varlık Odur. Böyle bir
Rabbiniz varken, ey insanlar neden başka Rabler bulmaya ve boyunlarınızdaki
ipin ucunu onlara vermeye çalışıyorsunuz? Niçin dönüyor ve döndürülüyorsunuz?
Kime dönüyor, kimden ne bekliyorsunuz? Kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını
sallamaya çalışıyorsunuz? Bir düşünün, diyor Rabbimiz.
Rubûbiyet ve ulûhiyetinin delillerini
anlatmaya devam ediyor Rabbimiz.
96. “Tanyerini ağartan,
geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. Bu güçlü olanın,
bilenin nizamıdır.”
Evet gece, gündüz, ay güneş hepsi
de Allah’ın âyetleridir. Hepsinde de ölçülü bir yasa koymuştur Rableri.
Bunların hiçbirisi tesadüfi değildir. Hiçbirisi oyun ve eğlence olarak var
edilmiş değildir. Bunların hepsi Allah’ın koyduğu yasalara boyun büküp teslim
olmuşken, siz kimin yasalarına boyun büküp teslim
oluyorsunuz?
Bakmıyor musunuz? Görmüyor musunuz?
Gözlerinizin önün-de her gün geceden söküp sıyırarak sabahı yaratan O’dur.
Sabahı geceden söküp çıkaran Allah’tır. Rab ve İlâh olmaya, kullarının hayat
doğramını belirlemeye, kulları üzerinde egemen olmaya lâyık olan Allah
görüyorsunuz ki geceden sıyırarak, soyutlayarak sabahınızı çıkarıyor. Toprağın
altından toprağı yararak tohumu filizlendirdiği gibi. Ölüden diriyi, diriden
ölüyü çıkardığı gibi gecenin karanlıkları arasından aydınlığı söküp çıkarıyor.
Eğer Rabbiniz sizin için bunu yapmasaydı kim yapabilirdi bunu? Kim kovabilirdi
geceyi ve kim getirebilirdi gündüzü? Kimin gücü yetebilirdi buna? Yeryüzü
tanrıları becerebilirler miydi bunu? Yeryüzünde tanrılığa soyunanlar,
yeryüzünde egemenlik hakkı bizdedir diyenler, bizim hayatımıza Allah karışmaz
diyenler, hayatı biz biliriz, hayatı biz düzenleriz diyerek kendi yasalarını
Allah yasalarının önüne geçirmeye çalışanlar üzerinde acaba bu insanların
gerçekten yığınlar üzerinde egemenlik hakları var mıdır, yok mudur? Bu konuda
beş dakikalığına bir düşünelim. Allah için bir düşünelim.
Acaba bu yeryüzü tanrıları
Allah’ın bu âyetlerine ne kadar müdahale edebiliyorlar? Güneşe, aya, geceye,
gündüze ne kadar etkililer? Güçleri, kuvvetleri, etkileri nedir bu insanların?
Acaba şu anda güneşe söz geçirebiliyorlar mı? Meselâ mesaimiz henüz bitmedi diye
beş dakikalığına güneşi durdurabiliyorlar mı? Veya bir beş dakikalığına geceyi
uzatabiliyorlar mı? Hani bunu becerebilen birileri varsa onlara da minnet duyup
onlara da kulluk yapalım. Eğer bunu becerebilen birileri varsa tamam onların
yasalarını da uygulayalım, onları Rab bilelim, onları da İlâh bilip onların
çektikleri yere de gidelim. Var mı böyle Rab olmaya, İlâh olmaya lâyık birileri?
Yoksa nasıl oluyor da bu adamlar yeryüzünde insanlara karşı Ulûhiyet iddiasında
bulunabiliyorlar? Nasıl oluyor da egemenlik bizdedir, hâkimiyet bizdedir
demeye çalışıyorlar? Nasıl oluyor da yeryüzü tanrılığına soyunuyorlar bu
adamlar? Nasıl oluyor da Allah’ı hayata karıştırmamaya çalışıyor bu adamlar?
İşte bakın hayatımızın en temel
unsurlarına karıştığını söylüyor Allah. İşte hayatımızın en temel unsurları
değil mi bunlar? Tohum, çekirdek, hayat, ölüm, gece, gündüz, yağmur, su, rüzgar,
ay, güneş ve yıldızlar. Ve sûrenin ilerdeki âyetlerinde anlatılacak hayatımızın
her bir bölümüne Rabbimizin karıştığını, müdahale ettiğini göreceğiz. Bunlar
neye karışabiliyorlar? Bize neyi sağlayabiliyorlar ki yeryüzünde egemenlik
iddiasında bulunabiliyorlar? İşte hava, işte su, işte oksijen, işte güneş. Kim
var ediyor bütün bunları? Bunlarsız nasıl hayat olur yeryüzünde? Günlük
hayatımızın en küçük birimlerine bile söz geçiren, hükmeden Allah’tır. Dış
dünyamızda bu böyle olduğu gibi, iç dün-yamızda da böyledir. Kalbimizin
çalışmasından tutun da midemizin fonksiyonlarına varıncaya kadar söz
geçiremeyen bu insanlar nasıl oluyor da Allah yanında Rablik sevdasına
kalkışabiliyorlar? Bu gücü, bu yetkiyi nereden ve kimden
alıyorlar?
Bakın Kasas sûresinde buyurur ki
Rabbimiz:
“Ey Muhammed! De ki: "Söyler
misiniz? Eğer Al-lah geceyi üzerinize kıyâmete kadar uzatsaydı, Allah'tan başka
hangi İlâh size bir ışık getirebilir? Dinlemez mi-siniz? "De ki: "Söyleyin: Eğer
Allah gündüzü üzerinize kıyâmete kadar uzatsaydı, Allah'tan başka hangi İlâh,
içinde istirahat edeceğiniz geceyi size getirebilir? Görmez misiniz?
"
(Kasas
71,72)
Evet geceyi ve gündüzü kıyâmete kadar
uzatıverseydi, geceyi gündüzle kovmayıp, gündüzü de geceyle boğmasaydı Rabbiniz
ne yapardınız? Kim yardım edebilirdi size bu konuda? Allah’tan başka
tanrılarınız var mı ? bir düşünsenize.
Geceyi de Allah sizin için sükûnet
kılmıştır. İstirahat edesiniz diye, dinlenesiniz ve onda sükûnet bulasınız diye
geceyi Allah sükûnet mahalli kılmıştır. Gündüz güneş ışınlarının sizin
bedenleriniz üzerinde meydana getirdiği yorgunluklarını, yaşadığınız hayatın
stres ve bunalımlarını atıp da ruhunuzu, kalbinizi ve bedenlerinizi
dinlendiresiniz diye Allah sizin için geceyi sükûnet sebebi kılmıştır. Geceyi
tıpkı bir örtü gibi örtüvermiştir sizin üzerinize. Gece ve uyku nîmetiyle tüm
sıkıntılarınızı, tüm yorgunluklarınızı giderivermiş Rabbiniz.
Ayı
ve güneşi de bir hüsbân olarak, belli bir hesaba, belli bir ölçüye binaen
yaratmıştır Allah. Ayın yaratılışı da, güneşin yaratılışı da öyle tesadüfi
değil, belli bir hesapla olmuştur. Allah bu ikisini semamızın simasına asılmış
birer takvim yapmıştır. Ayların, yılların, günlerin, mevsimlerin hesabını
bunlarla yapıyoruz, bunlarla biliyoruz. Bunları bu fonksiyonlarıyla da bizim
hizmetimize sunmuştur Rabbi-miz. İşte bütün bunlar tesadüfi değil, belli bir
takdir, belli bir hesapla olmaktadır. Bütün bunlar her şeyi bilen, her şeye güç
yetiren Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir. İşte sizin kendisine kulluk
yapmanız gereken, yasalarını uygulamanız gereken, sadece kendisini dinlemeniz
gereken Rabbiniz böyle Azîz, böyle güçlü, böyle yenilmez, karşı ge-linmez,
böyle Alîm, böyle tüm yasaları bilen ve kâinatta her şey kendi bilgisinden
kaynaklanan bir Allah’tır.
Sizin böyle Azîz ve Alîm bir
Rabbiniz varken siz kimlere teslim olmaya çalışıyorsunuz? Siz kimleri velî kabul
edip onların kanunlarına kulluk etmeye çalışıyorsunuz? Böyle Azîz ve Alîm bir
Rabbiniz varken. Ki O tohumu çatlatırken de bu bilgiyle yapıyor. Geceye ve gündüze yasa korken de bu bilgiyle
yapıyor. Hal böyleyken, nasıl oluyor da sizin hayatınıza da bu bilgiyle yasa
koyan bir Rabbiniz varken sizler başkalarının yasalarına teslim oluyorsunuz?
Nasıl oluyor da bilginin kaynağı olan, bilgi kendisinden olan, mutlak bilen bir
Rabbinizin bilgisini, vahyini bir kenara bırakıyor da başkalarının bilgilerini
bilgi zannediyorsunuz? Azîz ve Alîm olmayan, izzet ve ilim sahibi olmayan bu
insanları nasıl Rab kabul edip onların arzu ve istekleri doğrultusunda bir
hayat yaşamaya razı oluyorsunuz?
Rabbimiz kendi gücünü, kudretini
anlatmaya devam ediyor bakın:
97. O, yıldızları kara
ve denizin karanlıklarında yol bu-lasınız diye sizin için var edendir. Bilen
millet için âyetleri uzun uzadıya açıkladık.
Evet bakın yine çok yakın
çevremizden bir âyet daha anlatıyor Rabbimiz. Semamızın simasını süsleyen o
yıldızları da karanın ve de-nizin karanlıklarında yol bulasınız diye, uçsuz
bucaksız çöllerde ve Okyanuslarda yönünüzü tayin edesiniz diye yaratmıştır
Rabbiniz. Sizlerin karanlıklar içinde yolunuzu şaşırıp bocalamanızı istemediği
için bu yıldızları yaratıvermiştir Allah.
Kur’an-ı Kerîmde Rabbimiz yıldızların
üç fonksiyonundan söz eder. Ya da İbni Abbas Efendimizin de ifadesine göre
yıldızlar hakkın-da şu üç sözün dışında söz söylemek ve yorumda bulunmak caiz
değildir.
1- Gökyüzünün, semanın süsüdür
bunlar. Bunu Mülk sûresin-de şöyle anlatır Rabbimiz:
"Andolsun ki, yakın göğü kandillerle
donattık, on-larla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çıl-gın alev
azabını hazırladık."
(Mülk 5)
Dünya semâsını kandillerle donattık,
diyor Rabbimiz. Dünya semâsı, dünyanın semâsı. Dünya, denâet demektir. Alçak,
alçaklık anlamına gelir. Öyleyse şöyle diyebiliriz: Alçak semâ, yani dünyaya
yakın olan semâ veya dünyadan sezilen, dünyadan fark edilen, dünyadan anlaşılan
semâ mânâsına dünyanın semâsı. Bunun ikisi de mümkündür. "Semae'd-dünya"
ifadesiyle, üzerindeki yıldız ve geze-genleri vasıtasız olarak görebildiğimiz
gökyüzü kast olunmaktadır. O-nun ötesi ancak araçlar yardımı ile görülebilirken
daha ötesi araçların yardımıyla dahi görülemez.
İşte bu dünya semâsını, dünyaya en
yakın olan, dünyadan hissedilebilen, görülebilen semâyı misbahlarla, kandillerle
süsledik, donattık, diyor Rabbimiz. Bu yediden biri de anlaşılabilir. Yani yedi
se-mâdan biri olan dünyaya en yakın olanını yıldızlarla donatıp süsledik.
Yıldızlarla donatılan bu semâ birinci semâdır, onun üstünde geri kalan semâvât
vardır, onun üstünde kürsî vardır, onun üstünde arş vardır ki artık bunlar bizim
ulaşabileceğimizin ötesidir. Çünkü artık zaman da, mekân da bitmiştir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan
için rakamların yan yana gel-mesi sayı değildir. Yani sayılar sonsuz değildir.
Meselâ bir desek ve yanına iki sıfır koysak yüz olur. Üç sıfır koysak bin olur.
Ama bir raka-mının yanına yüz tane, iki yüz tane sıfır koysak, dünyayı on defa
dola-şacak kadar sıfır koyduk mu rakam değildir o artık. Ona rakam den-mez,
şekil denir. Sayı benim bildiğim okunabilen noktada biter. Yani ne kadarını
okuyabiliyorum işte o noktada biter. İşte mekân da böyledir. Mekân da bizim
düşüncemizin, düşünebileceğimizin ötesine çıktı mı, bitmiştir artık. Orada mekân
bitmiştir. Ne o? Neliğini bilmem ki! Bilmemiz gerekir mi? Allah en iyisini bilir
ama gerekmez. Düşünmemiz, kavramamız, anlamamız, Allah’a teslim olmamız için bir
nişane bilmemiz gerekir bu işi. Zira gökyüzü Allah’ın âyetlerinden bir
âyettir.
Rabbimiz buyuruyor ki, biz semâyı
misbahlarla, kandillerle süsledik. Buradaki misbahlardan kasıt yıldızlar ve gök
cisimleridir. Kur’an-ı Kerîm’de Rabbimiz yıldızların üç fonksiyonundan söz eder.
Ya da İbni Abbas efendimizin de ifadesine göre yıldızlar hakkında şu üç sözün
dışında söz söylemek ve yorumda bulunmak caiz değildir.
1- Gökyüzünün, semânın süsüdür
bunlar. İşte Mülk sûresinin bu âyeti bunu anlatır:
“Andolsun ki, yakın göğü kandillerle
donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev
azabını hazırladık.”
(Mülk 5)
Demek ki bu yıldızların bir görevi,
gökyüzünün süsü ve ziyneti olmaktır.
2- Bir de yine aynı âyetin devamında
ifade edildiğine göre, Al-lah, bu yıldızları şeytanlar için bir atma, bir recm
konusu yapmıştır. Bu yıldızların ikinci görevleri de şeytanlar için rucûm
olmalarıdır. Cin sûresinde de ifade edildiği gibi, şeytanlar Rasûlullah'ın
risâletinden sonra artık gökyüzünde dinleme yerine gidip dinleyemez olmuşlardır.
Al-lah semânın haberlerini dinlemek ve o haberleri yerdekilere yetiştirerek
insanların imanlarını bozmak isteyen şeytanlara karşı semânın haberlerini
korumak ve onlara ateş azabını tattırmak için bir atma ko-nusu yapmıştır.
Şeytanlar artık anladılar ki ne zaman dinleme makamına gelseler, ne zaman
melekleri dinlemek için fırsat kollasalar, ken-dilerini bekleyen bir bekçi, bir
şihap kendilerini bir ateş, kıvılcım gibi sarıyordu hemen ve işlerini
bitiriyordu. Yani bekçiler vardı, dinletmi-yordu onları.
3- En’âm sûresinde anlatıldığı gibi,
Rabbimiz, onları karanın ve denizin karanlıklarında yol bulalım diye kılavuz
olarak yaratmıştır.
“O, yıldızları kara ve denizin karanlıklarında
yol bulasınız diye sizin için var edendir. Bilen millet için âyetleri uzun
uzadıya açıkladık.”
(En’âm 97)
Rabbimiz, çok yakın çevremizden
bir âyet olarak semâmızın simâsını süsleyen o yıldızları, karanın ve denizin
karanlıklarında yol bulalım, uçsuz bucaksız çöllerde ve okyanuslarda yönümüzü
tayin edebilelim diye yaratmıştır. Bizlerin karanlıklar içinde yolumuzu şaşırıp
bocalamanızı istemediği için bu yıldızları yaratmıştır.
Ya da Allah onları bizim hidâyetimiz,
bizim yol bulmamız için yaratmıştır. Rabbimizin bu ve benzeri âyetlerine bakarak
imana ulaşalım, yakîni elde edelim, Rabbimizin büyüklüğünü, kudretini anlayalım
da, O’na O’nun istediği biçimde iman edelim. Rabbimizin rubûbi-yetini ve
ulûhiyetini anlayalım da, sadece kendisine kulluk edelim diye yaratılmıştır
bunlar. İşte yıldızlarla alakalı bildiğimiz, bileceğimiz bunlardır. Bunun
dışında bileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Yıldızlar, şeytanlara atma konusuymuş.
Şeklini bilmiyoruz. Ya-ni acaba yıldızdan bir parça mı atılıyor? Yoksa yıldızın
kendisi mi atılıyor? Bunu bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz, şeytanlar semâdan
duydukları bu kırıntı haberleri artık yeryüzüne getiremez olmuşlar. Peki önceden
gökyüzünden alınan bu haberler yeryüzüne geliyordu da, onlar hâlâ devam ediyor
olamaz mı? Rasûlullah Efendimiz bu konu-da şöyle buyurur: “Cinler aldıkları
habere kendilerinden beş yüz de yalan katar ve öylece insanlara
ulaştırırlar.”
Evet demek ki bu yıldızların bir görevi
gökyüzünün süsü ve ziynetidir bunlar. Kullarımın bedii zevklerini okşasınlar,
onların gözlerine hitap etsinler diye yaratmıştır Rabbimiz bir.
2- Bir de yine aynı âyetin devamında
ifade edildiğine göre bu yıldızları şeytanlar için bir atma, bir Recm konusu
yaptık diyor Allah. Evet bu yıldızların ikinci görevleri de şeytanlar için rücûm
olmalarıdır. Şeytanlar Rasulullah’ın Risâletinden sonra artık gökyüzünde dinleme
yerlerine gidip dinleyemez olmuşlardır. Allah semanın haberlerini dinlemek ve o
haberleri yerdekilere yetiştirerek insanların imanlarını boz-mak isteyen
şeytanlara karşı semanın haberlerini korumak ve onlara ateş azabını tattırmak
için bir atma konusu yapmıştır. Şeytanlar artık anladılar ki ne zaman dinleme
makamına gelseler, ne zaman melekleri dinlemek için fırsat kollasalar
kendilerini bekleyen bir bekçi, bir şi-hap, bir ateş, bir kıvılcım gibi
kendilerini sarıveriyordu da hemen işlerini bitiriyordu. Yâni bekçiler vardı ve
bu bekçiler semayı, Levh-i Mahfuz’u dinletmiyordu onlara. O bilgilere
ulaşmalarına müsaade etmi-yordu Rabbimiz.
3- Üçüncüsü de işte bu âyet-i kerîme de
anlatıldığı gibi Rab-bimiz karanın ve denizin karanlıklarında yol bulalım diye
kılavuz olarak yaratmıştır yıldızları.
Ya da bizim hidâyetimiz için, bizim yol
bulmamız için yaratmıştır Allah onları. Rabbimizin bu ve benzeri âyetlerine
bakarak imânâ ulaşalım, yakînı elde edelim, Rabbimizin büyüklüğünü, kudretini
anlayalım da Ona Onun istediği biçimde imanı elde edelim diye yaratmıştır
Allah onları. Rabbimizin rubûbiyetini ve ulûhiyyetini anlayalım da sadece
kendisine kulluk edelim diye yaratmıştır. İşte yıldızlarla alâkalı bildiğimiz,
bileceğimiz bunlardır. Bunun dışında bileceğimiz hiçbir şey
yoktur.
Sonra da diyor ki
Rabbimiz:
İşte Biz âyetlerimizi böylece
tafsilatlı olarak, ya da fâsılalı, fâsılalı anlatıyoruz ki bize anlatılmadı,
bize duyurulmadı, bize gösterilmedi, biz anlayamadık, biz akıl erdiremedik,
bizim bunlardan haberimiz yoktu demeyesiniz diye ayrıntılı bir şekilde
anlatıyoruz size. Ama anlayan bir kavme. Bu âyetler üzerinde akıl yorarak
bunlarla yol bulmak isteyen bir kavme anlatıyoruz bunları. Değilse anlamayan
insan-lar için bunlar hiçbir mânâ ifade etmeyecektir diyor Rabbimiz. Evet
görüyor musunuz? Âyetlerini böylece tafsilatlı olarak açıklıyor Rab-bimiz.
Gökyüzü âyet, yeryüzü âyet, yıldızlar âyet, güneş âyet, denizler bulutlar âyet,
insanlar âyettir ve bütün bu âyetlerini kulluk adına Ona yol bulalım diye bize
anlatıyor, tanıtıyor Rabbimiz.
Buraya kadar kendi rubûbiyet ve
ulûhiyetine delil olarak bizim dışımızdan, dış dünyamızdan âyetler sundu
rabbimiz. Bizi dış dünyamızla yüz yüze getirdi ve dış dünyamızda kendisinin
egemenliğini anlattı. Dış dünyamızın tamamında kendisinin söz sahibi olduğunu,
kendisinden başka söz sahibi olmadığını ortaya koydu. Bundan sonraki
âyetlerinde de Rabbimiz bizim iç dünyamıza, enfüsümüze yöneliyor. Bu defa da
bizi bizle tanıştıracak, bizi bizim içimizdeki âyetleriyle tanıştıracak ve
rubûbiyetine buradan deliller getirecek. Bakalım neler anlatacak, onu inşallah
gelecek haftaki dersimizde tanımaya çalışacağız. Velhamdü lillahi Rabbil
âlemin.
98. O, sizi bir tek
nefisten, babaların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta
olarak yaratandır. Anlayan millet için âyetleri uzun uzadıya
açıkladık.
Rabbimiz bu bölümde ilk
yaratılışa dikkat çekiyor. İlk yaratılışımız tek bir nefisten. Allah bizi,
hepimizi ilkimiz olan Hz. Ademden yaratmıştır. Ve bir de yarattığı her bir
insan için onun hayatını sürdürebi-leceği, yerleşip karar kılabileceği bir
müstakar, bir yer, bir yurt, bir mekân ve zaman kılmıştır. Yaratılmış her
canlının hayatında Allah tarafından tayin ve takdir edilmiş bir zaman, bir de
mekân boyutu vardır. İşte yaratıcı olan Rabbimiz her insanın hayatında bu zaman
mekânın çatıştığı noktada kullarından kendisine kulluk istemektedir.
Evet âyetin bize anlattığına göre her
birerimiz için bir müstakar kılmıştır Rabbimiz. Anlayabildiğimiz kadarıyla bu
müstakar ana rahmidir. Müstakar babaların sulbüdür. Müstakar insanın yaşadığı
yeryüzüdür. Veya yeryüzünde, insanın yaşadığı hayatta zamandır, mekândır.
Allah herkes için karar yerleri, istikrar makamları kılmıştır. Doğan her insan
yeryüzünde belli bir zaman diliminde, belli mekânlarda yaşadıktan sonra imtihan
dönemini doldurmakta ve daha sonra istikrar makamı olarak kabre intikal eder,
oradan haşır neşir, oradan mahşer, sonra hesap kitap, sonra sırat, sonra cennet
ya da cehennem istikrar yerleri olarak belirlenecektir.
İşte bütün bunları anlayan, fıkheden,
Allah’ın bu âyetleri üzerinde düşünen, akıl yoran ve bu âyetlerle yol bulmak,
hayatlarını düzenlemek isteyen, günlük programlarını bu âyetlerle ayarlamak
isteyen bir topluluk için açık açık anlatıyoruz diyor
Rabbimiz.
99. O, gökten su indirendir.
Her bitkiyi onunla bitirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden, birbirine benzeyen ve
benzemeyen yığın, yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar,
üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün verdiklerinde ürünlerine,
olgunlaşmalarına bir bakın. Bunlarda, inananlar için şüphesiz, deliller
vardır.
Evet Allah gökten suyu da
indirendir. Gökten indirdiği suyla yeryüzünde insanların muhtaç oldukları tüm
nebatatları yaratan, her şeyin nebatını çıkaran, bitiren Allah’tır. Yeryüzünde
hayatın kaynağı olan suyu indiren Odur. Bu suyla yaşadığımız hayatın en tabii
unsurlarını yaratan Allah’tır. Yem yeşil hayatı, yem yeşil bitkileri, yem yeşil
otları bitiren Allah’tır.
O bitkilerden birbirine benzeyen,
benzemeyen, terkip edilmiş, üst üste istif edilmiş buğdayları, salkım, salkım
üzümleri ve hurmaları ve hububatları çıkarmıştır Allah. Hurma tomurcuklarından
da istifade edesiniz diye, iştahla yiyesiniz diye salkımlar var ettik.
Yeryüzünde her cinsten bağlar, bahçeler var ettik. Zeytinler, narlar çıkardık ki
onlar baktığınız zaman birbirine benzeyen ve benzemeyen özellik
taşımaktadırlar. Şöyle Rabbinizin gökten indirdiği hayat kaynağı suyla
bitirdiği meyvelere, bitkilere bir göz atın, bir düşünün onlar üzerinde. Bunlara
ne kadar muhtaçsınız değil mi? Bunlarsız yaşayamazsınız değil mi? Hayatınızın
devamı bunların varlığına bağlı değil mi? Şu insanların yaptıkları ve gururla
insanlığa takdim ettikleri bu teknolojik şeylerin hiçbirisi bunların yerini
tutup karın doyurmuyor değil mi? Acaba bunlardan bir tanesini siz kendiniz
yaratabilir misiniz? Veya sizlerin şu anda güçlü gördükleriniz, hâkimiyeti
kendilerine verip yasalarına tabi olduklarınız yapabilirler mi, yaratabilirler
mi bunlardan bir tanesini? Güçleri yeter mi buna onların?
Bir de meselenin bir başka
boyutuna dikkatlerinizi çekerek şöyle sorayım: Acaba sizlerin şu anda bedava
yiyip içtiğiniz tüm bu nîmetler Allah’tan değil de insanlardan olsaydı, tüm bu
nîmetlerin sahibi insanlar olsaydı, acaba bu kadar rahat bu nîmetlerden
istifade imkânı bulabilir miydiniz? Onları bu kadar rahat alabilir miydiniz
insanların ellerinden? Eğer bu dünya, bu nîmetler insanların elinde olsaydı,
insanların mülkünde olsaydı bu kadar cömertçe onu insanlara sunabilirler miydi?
Şu gökyüzü, şu semamızın simasını süsleyen yıldızlar, şu gecemizin zülüflerini
aydınlatan hilal, şu bize her saniye ısı ve ışık gönderen güneş, şu her an
teneffüs ettiğimiz hava, şu kıymetini bilmeden tükettiğimiz sular, meyveler,
üzümler, hurmalar bir insanın ya da insanların elinde olsaydı onu ondan bu
kadar rahat alabilir miydiniz? İşte sizin böyle cömert bir Rabbiniz var. O zaman
kimin ek-meğini yiyip, kimin kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin
nîmetlerin-den istifade edip de kimlere kulluk ettiğinizi bir
düşünün.
Demek ki bizi yaratan ama yarattığı
gibi öyle başı boş bırakmayan, kendi halimize terk etmeyen ve hayatımızın
devamı için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir Rab'le karşı karşıyayız.
Hayat, ama en az onun kadar önemli olan bu hayatın devamı. Dünyayı bizim için
yaşam yeri olarak hazırlayıvermiş Rabbimiz.
Onlar yeni meyveye durdukları zaman bir
bakın onlara, bir de meyveleri olgunlaştığı zaman bakın onlara. Bir koruk
vaziyetindeyken bakın onlara, bir de olgunlaştıkları zaman bakın. Bu meyvelerin
o haliyle bu hali ne kadar da farklı değil mi? Korukken, hamken onların
tatları, kokuları, renkleri başka, olgunlaştıkları zaman ne kadar başkadır? Tüm
bunları düşünmeyen, tüm bunların kim tarafından ve ne için var edildiği üzerinde
ciddi ciddi kafa yormaya yanaşmayan insana insan demek mümkün müdür? siz
söyleyin. Şu kupkuru üzüm çubuğunun içini şeker usaresiyle dolduran kimdir? Şu
gördüğümüz her bir ağacın her bir dalında bir çok fabrika kurup yediğimiz ayrı
ayrı renklerde, ayrı ayrı tatlarda bu meyveleri yaratan kimdir? Bütün bunları
düşünen, anlayan bir kavim için, bir toplum için Biz bu âyetlerimizi
açıklıyoruz, anlatıyoruz diyor Rabbimiz. Ama tüm bunları kendi güçlerine, kendi
becerilerine, ya da işte kör tabiat güçlerine veren kimseler için bu âyetler
hiçbir mânâ ifade etmeyecektir.
Geçen hafta okuduğumuz âyetlerle
birlikte bu âyetleri şöyle bir gözden geçirirsek tüm bu âyetler grubunda
Rabbimiz bizden üç şey istemektedir anlıyoruz. 1- Rabbimizin yarattığı bu
âyetleri önce bilece-ğiz, tanıyacağız, bu âyetlerle hususî ilgilenip onları
algılamaya çalışacağız. 2- Sonra bildiğimiz, araştırdığımız bu âyetler üzerinde
uzun u-zun düşünüp kafa yoracak, bu âyetleri anlamaya çalışacağız. 3- Sonra da
bu âyetlere iman edeceğiz ve bu iman bizde itici bir güç haline gelecektir. Yâni
bu âyetler bizi bu âyetlerin sahibine karşı saygılı olmaya, O’na teşekkür
etmeye, yâni O’na kulluk yapmaya götürecek. Böylece sonunda bu âyetler bizi
kendisine kul olunması gereken makamı bilmeye ve O’nun emirlerine teslim olmaya
götürecektir. Ama maalesef ve maatteessüf hal böyleyken, Allah böyle bir Allah
iken, tüm bu nîmetleri bize veren Rabbimiz Allah iken bakın insanların çoğu
nasıl davranıyorlarmış:
100. Cinleri O
yaratmışken kâfirler Allah'a ortak koştu-lar. Körü körüne O’ na oğullar ve
kızlar uydurdular. Hâşâ O onların vasıflandırmalarından
yücedir
Evet Allah
böyleyken, kâfirler yeryüzünde O’nun rubûbiyeti konusunda, ulûhiyeti konusunda,
hayata karışması konusunda, egemenliği konusunda tuttular da cinleri Allah’a
ortak koştular. Hal buki bu cinleri yaratan da Allah’tı. Cinleri Allah’a ortak
koştular. Cinler Rab tır dediler, cinler İlâhtır dediler ve yaratıcıyı bırakıp
yaratıklara kulluk etmeye kalkıştılar. Her vadinin, her bölgenin, her sektörün
bir cini’nin olduğuna inandılar ve dediler ki bu cinler İlâhtır, bu cinler
Raptırlar, bu cinler hayatımızın o bölümlerinde söz sahibidirler. Bu cinler
hukuku daha iyi bilir dediler. Bu cinler ekonomiyi daha iyi bilir dediler. Bu
cinler kılık kıyafetten daha iyi anlar dediler. Bu cinler gayba hakimdir
dediler. Cinleri hayatlarında egemen kabul ederlerken
Rablerine de dediler ki: Ey Allah’ımız, Sen iyisi mi bizim hayatımıza karışma!
Bizim işlerimizi halledecek cinlerimiz, cin gibilerimiz vardır dediler. Bu
cinler bizim gereksinimlerimizi, bizim hayatımızı, bizim dalavereli işlerimizi
daha iyi bilmektedirler. Onlar bizim huzurumuzu ve istikrarımızı daha iyi
bilmektedirler diyerek huzursuzluğu, istikrarsızlığı, küfrü ve şirki
yasallaştırıverdiler. Yaratıcıları olan Allah’ı hayatlarında kovup cinleri ve
cinlerin egemenliğini kabul ediverdiler.
Halbuki bu cinlerin bildikleri
hiçbir şey yoktu. Halbuki bu cinler kendilerini bile yaratmaktan aciz
varlıklardı. Onları da Allah yaratmıştı.
Sonra bu kâfirler körü körüne
bilgisizce Allah’a oğullar ve kızlar izafe ettiler. Üzeyr Allah’ın oğludur
dediler. Îsâ Allah’ın oğludur dediler. Melekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Fe
sübhanallah! Nasıl diyebilirler bunu Allah’a? Halbuki göklerdekiler ve
yerdekilerin hepsi O’nundur. Hepsi O’nun kuludur, hepsi O’na boyun büküp itaat
etmektedir. Oğullar O’-nundur, babalar O’nundur, analar O’nundur, kızlar
O’nundur, gökler O’nundur, yerler O’nundur, denizler O’nundur, yıldızlar
O’nundur her şey O’nundur. Her şey Allah’ın kuludur. Tüm varlıklar O’nun iken,
tüm yaratıklar O’nun kulu iken bunlardan birini veya bir kaçını kendisine oğul
edinmesine ne gerek var da?
Tevbe sûresinin 30. Âyetinde
anlatıldığına göre yahudiler Üzeyr Allah’ın oğludur dediler, hıristiyanlar da
Îsâ Allah’ın oğludur dediler. Müşrikler de melekler Allah’ın kızlarıdır
dediler. Bunlar bu yaratıkların sıfatları konusunda hataya düştüler. Bunlara
Allah’ın sıfatlarını vermeye kalktılar. Bunları kutsamaya kalkıştılar.
Olduğundan farklı bir konuma getirdiler bu zâtları. Bunların yaptıkları işlerin
başkaları tarafından asla yapılamayacağını, başkalarının yaptıklarını da bu
zâtların yapmayacaklarını iddia ettiler. Diğer varlıklardan ayırdılar bu
zâtları. Bu zâtların diğer varlıklardan daha fazla Allah’a yakın olduklarını, ya
da Allah’ın bu zâtlarla daha fazla ilgilendiğini iddia
ettiler.
Kur’an söze Allah’ı bu tür noksan sıfatlardan
tenzih ederek başlıyor.
Fe sübhanallah! O bu tür ilişkilerden
uzaktır. Zira bu tür şeyler Allah’a eksiklik ve ihtiyaç izafesidir. Halbuki
Allah’ın varlıklarıyla ilişkisi birbirinden farklı değildir. Yâni Cenâb-ı Hakkın
varlıklarından bazısına daha yakın, bazısına daha uzak olduğu asla düşünülemez.
Allah göktekilerin ve yerdekilerin sahibi iken, neden bir çocuğa ihtiyaç duysun
da? Zira eninde sonunda o da Allah’ın kulu değil mi yâni?
Aslında bunların derdi şuydu: Üzeyr
Allah’ın oğludur, Îsâ Allah’ın oğludur derken bu adamlar esasen Allah’a karşı
torpilli varlıklar bularak işledikleri suçlara kılıflar aramaya çalışıyorlardı.
Allah’a veliahtlar bulmaya çalışıyorlardı ki böylece Allah’a yaklaşabilme, ona
torpil yaptırabilme imkânları olsundu. Öyle ya, bir insana çocuğundan daha
yakın birisi olmayacağına göre, ya da adam çocuğunun hatırından çıkamayacağına
göre, bunlar da sanki Allah’ı insan gibi, kendisine çocuğu vasıtasıyla
yaklaşılabilecek bir varlık bildiklerinden ötürü torpil yaptırma derdiyle bu
herzelere yöneliyorlardı.
Bu halleriyle Nasıl cennete girecekler
de bunlar? Hem birilerini Allah yerine koysunlar. Hem Allah’ın yeryüzünde
temsilcileri var desinler. Hem Allah’ın yetkilerini Allah’tan başkalarına
vermeye çalış-sınlar. Allah’ın yetkilerini hacılara, hocalara, hükümdarlara,
meliklere, meleklere vermeye çalışsınlar, yeryüzü tanrılarına vermeye
çalışsınlar. Hem de ondan sonra da cennet beklesinler. Olmaz bu. Cennete ancak
Allah’ı Allahça tanıyanlar Allah’a Allahça inananlar gidecektir. Cennete ancak
Allahu Teâlâ yı kendisini nasıl tanıtmışsa öylece tanıyanlar, öylece O’na
inananlar gideceklerdir. Allahu Tealâ yı Allah’ın burada kendisini tanıttığı
gibi tanımayanların ve O’na O’nun istediği gibi kul olmayanların cennete girme
hakları yoktur.
Tesbihin mânâsı da budur zaten.
Sübhanallah demenin mâ-nâsı budur. Tesbih Allah’ı Allah’ın haber verdiği
sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah kendisini Bakara’da, Âl-i İmrân’da,
Nisâ’da nasıl anlat-mışsa, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse işte
öylece Allah’a inanmak tesbihtir. Öyle bir Allah’a inanacağız ki O mükemmeldir.
O’n-da zaaf yoktur. O’nda unutma yoktur. O’nda hata yoktur. O’nda cehalet
yoktur. İşte Allah’a böylece Allah’ın istediği biçimde iman tesbih demektir.
O’nu mükemmel tanırken, tüm noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu
şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça da sübhanallah! diyeceğiz.
Burada pek çoğumuzun içine düştüğü bir
yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı kitabında kendisini bize tanıttığı şekilde
tanımadan, O’nu O’nda olanlarla tanımadan veya O’nda olmayanları O’nda bilerek
her dakika yüz bin de sübhanallah desek bunun hiçbir faydası yoktur. Bunu bir
daha söyleyelim. Allah kitabını nasıl tanıtmışsa, Allah peygamberini nasıl
tanıtmışsa, Allah hukukunu nasıl tanıtmışsa, Allah ekonomiyi nasıl tanıtmışsa
Allah’ın tanıttığı gibi Allah’ı ve Allah’ın tanıttığı gibi tanıttıklarını
bileceğiz, sonra da bunları bildikçe sübhanal-lah diyeceğiz. Sübhanallah! Ya
Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanal-lah! Ya Rabbi sen ne mükerremsin!
diyeceğiz.
Yoksa bunları tanımadan sübhanallah
demenin bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın Allah’ı göklerde ve yerde tek Rezzâk
kabul etmeyip yerde Ondan başka
Rezzâkların da varlığına inanan bir kişinin günde yüz bin defa da ya Rezzâk diye
tesbih etmesinin hiçbir değeri yoktur. Evet rızık konusunda Allah’a tümüyle
güvenmeyip, Allah’ı tek Rezzâk kabul etmeyip yerde kabul ettiği ikinci üçüncü
derecedeki rezzaklarının korkusundan ötürü Allah’ın kendisinden istediği bir
kısım görevleri yapmaktan çekinen kişinin günde yüz bin defa da ya Rezzak
demesinin hiçbir kıymeti yoktur.
Veya ilimde Allah’a tam olarak
güvenmeyip, Allah’ı mutlak Alîm bilmeyip yerde O’nun bu konudaki eksikliğini
tamamlamak üzere birtakım gayb biliciler aramaya kalkışan bir adamın günde
milyon kere ya alîm demesinin hiçbir kıymeti yoktur. Rubûbiyet de Allah’a
güvenmeyip yerde Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun
koyucular arayan, bir kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da
kanun bilen bir insan günde milyon kere de ya Rab diye zikretse de boştur bu.
Şifa konusunda Allah’a güvenmeyip, Allah’ı tek Şâfi bilmeyip yerde bir kısım
şifa dağıtıcılar arayan kişinin ya Şâfi diye Allah’ı zikretmesi boştur.
Öldürmede diriltmede, ruh vermede Allah’a güvenmeyen birinin ya Muhyî, ya Mümîd
diyerek zikretmesi boştur. Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de
malda, mülkte, makamda, mansıpta arayan birinin ya Azîz demesi boştur.
Mağfirette, afta, tövbede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracılara
sığınmaya çalışan birinin ya Tevvâb demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol
etmede murakabe etmede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve
yetkin bilen birisinin ya Hafız demesi ya Müheymin demesi
boştur.
Öyleyse Allah’ı Allah’ın kendisini
tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da sübhanallah diyeceğiz. İşte böyle
bildiğimiz tanıdığımız bir Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı yoktur,
yeryüzünde temsilcileri yoktur, yeryüzünde yetkilileri yoktur, kimseye de böyle
bir yetki vermemiştir, buna da ihtiyacı yoktur.
"Hükmünde mülkünde ortağa da ihtiyacı
yoktur O’-nun."
(Kehf 26)
Bakara sûresinde de Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır:
"Bilâkis göklerde ve yerde ne varsa
hepsi onundur. Her şey ona boyun büküp teslim olmuştur."
(Bakara
117)
Göklerdekiler ve yerdekilerin
hepsi O’nundur. Hepsi O’nun kuludur, hepsi O’na boyun büküp itaat etmektedir.
Oğullar O’nundur, babalar O’nundur, analar O’nundur, kızlar O’nundur, gökler
O’nundur, yerler O’nundur, denizler O’nundur, yıldızlar O’nundur, herşey
O’nun-dur. Herşey Allah’ın kuludur. Tüm varlıklar O’nun iken, tüm yaratıklar
onun kulu iken bunlardan birine veya birkaçına yetki vermesine ne gerek var da?
Melekler,cinler, insanlar hepsi O’nun kullarıdır. Hiçbir varlık O’nun
ulûhiyetine ve rubûbiyetine ortaklık iddia edemez. Eğer göklerde ve yerde
Allah’tan başka melikler, söz sahipleri varsa o zaman onların sınırlarına
girdiğimiz zaman onlara da kulluk yapalım. Öyle değil mi? Farz edin ki bir yere
girdik. Soralım, burası kimin diye. Veya gökyüzüne çıktığımız zaman burası kimin
diyelim, varsa Allah’-tan başka bir sahip ona da kulluk yapalım. Yahut zamana
beş dakikalığına söz geçirebilen birisi varsa ona da kulluk edelim. Meselâ
güneşe beş dakikalığına sahip olabilen birisi varsa, o beş dakikalığına biz de
ona kulluk edelim. Diyelim ki ey bu beş dakikayı bize veren tanrılar tanrısı!
Kulluk sizin hakkınızdır! Ubûdiyet sizin hakkınızdır! diyelim. Var mı böyle
yeryüzünde birileri? Yoksa, o zaman hiçbir kimseyi ru-bûbiyet makamına geçirmeye
hakkımız yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder