MÂİDE
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralanışına göre 5,
nüzûl sırasına göre 112, tıval kısmının da dördüncü sûresidir. Âyet sayısı 120
olup Medine’de nâzil olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd âlemlerin Rabbi olan
Allah’a aittir. Salât ve selâm O’nun Rasûlüne, ailesine, ashabına olsun. Ey
Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen tüm duaları işiten ve her şeyi bilensin.
Muhterem arkadaşlar, bu haftadan
itibaren Mâide sûresini tanımaya başlayacağız inşallah. Medine’de nübüvvetin
son yılında, yâni onuncu yılında nâzil olan Mâide sûresi kitabımızın en son
nâzil olmuş âyetlerini ihtiva eden bir sûredir. Mâide sofra demektir. Îsâ
(a.s)’ın Havarileri Îsâ (a.s)’dan kendilerine yemeleri, kalplerinin itminana
kavuşması, peygamberlerinin kendilerine söylediklerinin doğruluğuna kesin
kanaat getirmeleri ve şahit olmaları için Rablerinin gökten bir sofra
indirmesini istemişlerdi de işte bu hadiseyi ihtiva ettiği için sûreye bu isim
verilmiştir.
Sûrede Medine’de Allah ve Resûlü
egemenliğinde Müslüman-ca bir hayat yaşamaya başlamış İslâm toplumu eğitilir.
Bunun için dini, kültürel ve siyasal tâlimatlar verilir. Müslümanların
akitlerini yerine getirmeleri konusunda, kesilecek hayvanlar konusunda,
ihramlıyken avlanma konusunda hükümler beyan edilir. Ehl-i kitap kadınlarla
evlenme konuları, dinden dönme, irtidat konuları gündeme getirilir.
Hırsızlığın, yol kesiciliğin, yeryüzünde fesat çıkararak Allah’ın düzenini
bozmanın cezası, içki, kumar ve yemin kefaretleri anlatılır. Hayvanlar-la
ilgili, eşyayı değerlendirmeyle ilgili sapmalar gündeme getirilir. Bütün bu
konularda İslâm ümmetinden önceki iki toplumun sapak noktaları gündeme
getirilerek onların anaforlarına düşmemeleri hususunda Müsümanlar ısrarla
uyarılır. Sakın ey Müslümanlar, sizler sizden öncekilerin düştükleri yanlışlara
düşmeyin buyurulur.
Bunun için
bazı kıssalar anlatılır, örnekler verilir. İsrâil oğullarının Mûsâ (a.s) ile
ilgili kıssaları. Allah yolunda bir savaşta onların Allah’ın elçisini kendi
başına bırakmaları, Ademin çocuklarının kıssası, Habil ile Kabil’in kıssası
anlatılır. Sonra Hz. Îsâ (a.s) ın Havarilerinin kendisinden gökten kendilerine
bir sofra indirilmesini istemeleri olayı anlatılır. Yahudi ve hıristiyanların
Allah’ın kitabını, peygamberlerinin yolunu bırakıp kendi hevâ ve heveslerine
tabi olarak nasıl dinden çıktıkları uzun uzun anlatılır. Böylece her hal-ü
kârda Müslümanların kitaplarına bağlanmaları, kitaplarının hükümlerini
uygulamaları, aksi takdirde kendilerinin de aynen onlar gibi dinlerini de,
kitaplarını da kaybedecekleri öğütlenir.
Sûre,
İslâm itikadının yayıldığı, yok edilmesinin mümkün olma-dığının bütün
müşriklerce anlaşıldığı bir zamanda inmeye başlamıştır. İslâm, devlet olma
yolunda her şeyini tamamlamış, siyasi, iktisa dî
ve askerî kurumlarının temelini kurmuştu. Hicretten sonra, siyasî tarih
a-çısından çok kısa sayılabilecek on yıl gibi bir zaman içinde İslâm, dünya
tarihinde o güne dek eşine rastlanmamış bir hızla bütün Arap yarım adasını
hâkimiyeti altına almıştı. Bu dönemde müslümanların ahlâkî, sosyal ve kültürel
davranışları şekillenmiş ve onları, gayrı- müslimlerden belirgin bir şekilde
ayıran bir görüntü ortaya çıkmıştı. İslâmın medenî ve ceza hukuku, İslâm devleti
sınırları içerisinde, yönetim tarafından uygulanıyordu. İnsanlar arasındaki
ilişkileri düzenleyen kurallar tesbit edilmiş ve bunlar kısa zamanda
müslümanlarca özümlenmişti. İslâm toplumunun olgunlaşmasının bu son döneminde
nazil olan Mâide sûresi, her şeyiyle tamamlanmış olan dinin temel prensiblerini,
helâllerini, haramlarını son şekliyle bir arada, bir demet halinde ortaya
koyuyor ve dinin her şeyiyle tamamlandığını ve insanlığa din olarak İslâmın
seçildiğini; Bu gün dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım. Ve din
olarak size İslâmı seçtim" (3) ayetiyle bütün insanlığa ilân ediyordu. Sûrede
itikadi tasavvur bütün çıplaklığı ile açıklığa kavuşturuluyor ve önceki
sûrelerde ortaya konan hükümler üst üste tekrarlanarak defalarca teyit ediliyor.
Bu hükümleri İslâm'ın emirleri olarak ikrar etmek imandır. Onları hayata tatbik
etmek ise İslâm'dır. Sûre, bu unsurların birbiriyle içiçe geçmiş, birbirinden
ayrılamaz bir bütünü oluşturduğunu izah ediyor.
Allah
Teâlâ, yüceliğinde ve hükümranlığında hiçbir ortağı bulunmayan yegâne ilâhtır.
Her şeyi o yaratmıştır. Yaratmasında başka hiç bir kimsenin ortaklığı,
müdahalesi yoktur. Yarattığı şeylerin tek malikî ve hakimi yine O'dur. Hüküm
koymak sadece O'na mahsustur. Bu gerçekler, Allah'ın indirdiği hükümlerin
dışında, başka bir şeyle hükmedilemeyeceği hususunu mantıkî olarak ortaya
koyuyor. Her şeyin yaratıcısı, sahibi, malikî O olduğuna göre, yarattıkları için
lâyık gördüğü nizamı vazetmek de O'nun hakkıdır. Mülkiyetinde bulunanlar için
kanun koymasına ve onların uygulanmasını istemesine hiç kimsenin itiraz etme
hakkı da yoktur. Eğer, insanlar arasında O'nun ahkâmıyla hükmetmekten
kaçınılırsa; bu, O'na karşı çıkmak, O'na isyan etmek ve O'nun ulûhiyyetini inkâr
etmek demektir. Allah Teâlâ bu ger-çeği, kendilerine gönderilen Tevrat ile
hükmetmekle emrolundukları halde, bundan yüz çeviren Yahudiler hakkında nazil
olan ve böyle yapan her topluluk için geçerli olan, "...Kim Allah'ın indirdiği
ile hükmet-mezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir. Kim, Allahın indirdiği
ile hükmetmezse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir. Kim, Allah'ın
indirdikleri ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir" (44, 45, 47)
âyetleri ile bütün açıklığıyla herkese ilân etmektedir.
Allah'ın
hadlerini ikrâr etmek; helâl gösterdiğini helâl, haram gösterdiğini de haram
saymak ve koyduğu hükümleri hayata tatbik et-ek, O'nun ortaksız tek Rab olduğunu
kabul etmek demektir. Ondan başkasının yasaklamasıyla bir şeyi haram ve yasak
saymak veya O'nun haram ve yasak kıldığı şeyleri O'ndan başkasının serbest
bırakmasıyla mubah saymak, O'nun Rûbûbiyyetini inkâr etmek ve O'ndan başkalarını
Rabler edinmek demektir. Peygamber (s.a.s), henüz müs-üman olmamış olan Adiy İbn
Hâtem'in yanında; "Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesih'i
Allah'tan başka Rabler edindiler. Halbuki onlar ancak "bir" olan ve kendisinden
başka ilah olmayan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah onların
koştukları ortaklardan münezzehtir" (Tevbe,31) âyetini okuduğu zaman Adiy İbn
Hâtem itiraz etmiş ve şöyle demişti: "Hayır. Onlar söylediğiniz gibi onlara
kesinlikle ibadet etmediler". Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdiği ce-vab, bu konuyu
bütün yönleriyle açıklığa kavuşturuyordu: "Evet... Onlar, Allah'ın helâl
kıldığını onlara haram; haram kıldığını da helâl kıldılar. Böyle yapmakla onlar;
uydukları bu kimselere ibadet etmiş, tapın-mış oldular" Bu izah, Allah'ın
indirdikleri ile hükmetmekten kaçınarak kulların koyduğu kurallara göre hayatı
tanzim etmenin ne demek olduğunu ortaya koyuyor: "...Halbuki onlar, ancak, bir
olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a ibadet etmekle
emrolunmuşlardı".
Bundan
dolayıdır ki bütün peygamberler ve ümmetleri O'nun şeriatıyla hükmetmekle
emrolunmuşlardır. Çünkü O'nun ahkâmı dindir ve O'nun indinde ondan başka da din
yoktur. İman edenler O'nun indirdiği dini emirlere uymakla, onlarla hükmetmekle
O'na ibadet etmiş olurlar. Böylece yaşayışlarında Allah Teâlâ'ya hiç bir şeyi
ortak koşmamış olurlar. Sûrede konular şu şekilde ele alınmaktadır: İlk önce
müslümanların amelî, siyasî ve kültürel hayatları ile ilgili hükümler yer
almaktadır. Sûre ilk ayetlerine; "Ey iman edenler! Akitleri titizlikle yerine
getirin" (1) emriyle başlıyor. Akitlerden kasıt, bu surede açıklanan ve genelde
peygamber (s.a.s)'in getirdiklerinin tamamını kapsayan, ilâhi hukukun
gerektirdiği her şeye tam uyulması ve hudûdullâhın gözetilmesidir. Müslüman,
İslâm'ı kabul etmenin şartı olan "kelime-i tevhid"i ikrar ettiği zaman Allah'ın
ona yapmakla emrettiği her şeyi yerine getirmeye söz vermiş olur. Müslümanların
hangi şartlarda olursa olsun, yapmış oldukları anlaşmalara uymaları
istenmektedir. Bu girişten sonra, titizlikle uyulması gereken sınırlar, hükümler
gelmeye baş-lıyor.
İlk
önce, eti yenebilecek hayvanlarla ilgili hükümler yer alıyor. Arkasından;
"Şüphesiz Allah dilediği hükmü koyar" (1) uyarısıyla, O'nun koyduğu hükümlerin
hiç kimse tarafından sorgulanamayacağı gerçeği bir kez daha hatırlatılıyor.
Bundan sonra, surenin akışı içerisinde bir çok şer'î hüküm yer alıyor: Av ve
kurbanlık hayvanlara ilişkin helâl ve haramlar, Mescid-i Haram'da ve ihramlı
iken yapılması helâl ve haram olan davranışlar, nikâhı helâl olan kadınlara ait
hükümler, temizlik ve abdestin alınış şekli hakkında hükümler, hüküm verirken
adaletli davranmaya dair talimatlar, İslâm düzenini bozucu davranışlarda bulunma
ve hırsızlık cezalarına ait hükümler, içki, kumar ve fal oklarına ait hükümler,
ihram yasaklarına ait hükümler, ölüm üzere vasiyet ile alakalı hükümler,
hayvanlardan Bahire*, Sâibe *, Vasile * ve Ham'a* taallûk eden hükümler (103),
Tevratta bulunan ve müslüman-lar içinde kanun haline getirilen kısasa dair
hükümler...
Âyetlerin
akışı içerisinde, helâl ve haramlara dair hükümlere uymak, onlara ait emirlere
itaat etmek hususu devamlı hatırlatılıyor. Allah'ın yasakladığı şeyler dışında,
insanlara helâl kılınan nimetlerden yararlanılması ve bunların hiç kimse
tarafından kendi nefsine yasak kılınmaması gerektiği şeklindeki emirle
müslümanlar uyarılıyor: "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı temiz
şeyleri haram saymayın ve haddi aşmayın... (87). Allah'ın insanlara temiz olarak
gösterdiği nimetleri kendi nefsine haram kılanlar, nefislerine zulmetmiş ve
haddi aşmış olurlar. Müslümanlar Medine'de devlet haline geldikleri için
iktidarın ve elde edilen başanların onları ifsat etmesi tehlikesi vardı. Allah
onları böyle büyük bir imtihan ortamında, daha evvel kitap ehlinin düştüğü
duruma düşmemeleri için tekrar tekrar uyarmaktadır. Müslümanlardan Allah'ın ve
Resulünün emrettiklerine tam anlamıyla uymaları, onlara karşı gelmemeleri
istenmektedir: Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin. Karşı gelmekten
sakının" (92).
Sûrede
işlenen diğer bir konu da, Yahudi ve Hristiyanların durumudur. Yahudiler,
Allah'a vermiş oldukları söze ihanet ettikleri için lânetlenmişlerdi. Allah
Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de onlar hakkında şöyle demektedir: "Şüphesiz ki Allah,
İsrailoğullarından söz almıştı... Verdikleri sözü bozdukları için onları
lânetledik ve kalplerini katılaştırdık... " (12, 13). "Onlar, kelimeleri
yerlerinden kaldırıp değiştirdiler. Uyarıldıkları Şeylerden pay almayı
unuttular. Ey Muhammed! Pek azı müstesna, onlardan devamlı hainlik
göreceksin..." (13) âyeti, onların Allah'ın kitabını tahrif ettikleri ve
uymaları gereken konularda uyarıldıkları halde, bunların hepsine kulaklarını
tıkamış olduklarını bize bildirmektedir. Onlar Allah'a ve Allah'ın gönderdiği
nebilere ihanet etmiş, onlara zulmetmişlerdi. Allah'ın uyarılarından hiç bir
zaman pay almadıkları için, onlar daima İslâma düşman olacaklar ve iyilik
görseler dahi daima müslümanlara ihânet edeceklerdir. Onların şeytanlaşmış
tabiatları bunu gerektirmektedir.
Hristiyanlar'ın
durumu, Yahudiler'in durumundan farklı değildir. Çünkü onlarda, Allah'ın
indirdiği İncil'i tahrif ettiler. Onu hevâ ve heveslerine göre yeniden yazdılar.
Onların düştükleri en büyük sapıklık, Tevhid konusu idi. Onlar Allah'ın kulu ve
Resulü olan Hz. İsa (a.s)'yı Allah'a ortak koştular. Böylece sapıklıkların en
büyüğü olan şirke sürüklendiler. Halbuki Hz. İsa (a.s) onları, Allah'ı bir
bilip, hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca O'na ibadet etmeye çağırmıştı. Onlar,
"Allah Mesih'tir" ve "Allah, üç ilâhtan, biridir" diyerek Allah'a ortak
koşmuşlardı. Onların durumu şu ayeti kerimelerle açıklığa kavuşturulmuştur:
"Şüphesiz Allah, Meryem oğlu İsâ Mesihtir" diyenler, kafir oldular. Oy-sa Mesih
onlara "Ey İsrailoğulları! Hem benim, hem de sizin Rabbınız olan Allah'a ibadet
edin demişti. Şüphesiz ki "Allah üç ilahtan biridir" diyenler kafir olmuştur"
(72-73). Daha sonra Hz. Adem (a.s)'ın iki oğlunun kıssası anlatılarak,
İsrailoğullarının Peygamberi öldürmek için kurdukları tuzaktan söz edilir.
Ayrıca insan hayatının dokunulmazlığı da vurgulanmaktadır.
Sûrenin
üzerinde durduğu en önemli konulardan biri de, İslâm'ın dışındaki kimselerle
dostluk kurmak meselesidir. Kur'an-ı Kerim müminleri, ahlâkî çöküntü içinde
bulunan Yahûdî ve Hristiyanlarla dost ve sırdaş olmamaları için uyarmaktadır:
"Ey imân edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin
dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur... "(51).
Dostluk bağları, kişileri ve toplumları birbirinin hukukunu korumaya götürür.
İnsanlar kimlere dost olur, yakınlık duyarlarsa, onlardan olmuş olurlar. Bu
ayetle müslümanlar, böyle büyük bir tehlikeye karşı uyarılmaktadırlar.
Müminlerin dostlarının kimler olduğunu Allah Teâlâ; "Sizin dostunuz sadece,
Allah, O'nun peygamberi ve Allah'a boyun eğerek namaz kılan, zekât veren
müminlerdir" (55) ayetiyle tesbit etmekte ve bize bildirmektedir. Dostluk imanın
ölçüsü olarak değerlendirilir: "Eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve ona
indirilene iman etmiş olsalardı, kafirleri dost edinmezlerdi"
(81).
Sûrenin
sonunda, akidelerini düzeltmeleri için, hüküm günün-de Allah Teâlâ ile
Peygamberi Hz. İsâ (a.s) arasında geçecek olan konuşma yer alır. Hz. İsâ (a.s),
Allah Teâlâ'ya şöyle diyecektir: "Ben onlara sadece, bana emrettiklerini
söyledim. Benim ve sizin Rabbınız olan Allah'a ibadet edin dedim. Aralarında
olduğum müddetçe onlara şahit idim. Sen beni semaya aldığın zaman, onları sen
gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin" (117). Bu ayet, Peygamberlerine
inandıklarını söyleyen Hristiyanları uyarmak için onlara hitap etmektedir.
Ancak, Kur'an-ı Kerim'in genel mantığı çerçevesinde değerlendirildiğinde,
peygamberleri hakkında batıl ümitler besleyen herkese hitap ettiği görülür. O
gün hiç kimse sapıklığı için bir mazeret bulamayacağı gibi, inandığını söylediği
peygamberlerine yapmış olduğu iftiradan da bir fayda göremeyecektir. Çünkü o
gün, her yalancının yalanı yüzüne vurulacaktır. Sûre, Allah Teâlâ'nın her şeye
kadir olduğu ve her şeyin sahibinin O olduğu gerçeği hatırlatılarak son buluyor:
"Göklerin, yerin ve her ikisinde bulunanların mülkü Allah'a aittir" (120). O
halde O'nun emrettiği her şeye uyulmalı ve yasakladığı şeylerden kaçınılmalıdır.
O'na iman edip, O'na tabi olmayan hiç kimse, O'nun azabından kendini
koruyamayacaktır. Çünkü O, göklerin ve yerin tek malikî ve
hâki-midir.
İşte bu
minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım
inşallah.
1. “Ey İnananlar! Akitleri yerine
getirin. İhramda iken avlanmayı helâl görmeksizin, size bildirilecek olanlar
dışında, hayvanlar helâl kılındı; Allah dilediği hükmü
verir.”
Ey îman iddiasında bulananlar,
eğer iddianızda samimiyseniz, eğer iddianızı eyleme dönüştürecek durumdaysanız o
zaman gerek bu sûrede, gerekse başka sûrelerde Rabbinizin sizden istediği,
Rabbi-nizin size duyurduğu akitleri yerine getirin. Gerek Rabbinize, gerekse
birbirinize verdiğiniz sözleşmelerinize riâyet edin. Akid, ukud gerek kişinin
Rabbiyle alâkalı, gerekse birbirleriyle alâkalı tüm sözleşmelerini kapsayan bir
ifadedir. Rabbimiz bunlara karşı sâdık davranmamızı is-tiyor.
Rabbimiz bizi insan yaratarak, bizi var
ederek, bizi kendi varlığımızdan, bizi kendi varlığından haberdar ederek, bize
akıl vererek, irade vererek, bizi muhatap kabul edip din göndererek, bize kitap
ve peygamber göndererek bizden ahit almıştır. Bütün bunlar Rabbimizin bizimle
ahitleşmesi anlamına gelmektedir. Bütün bu verilenlerin vericisinin kendisi
olduğunu bilip inanmamız, bütün bunları sahibinin yolunda kullanmamız konusunda
Rabbimiz bizden ahit almıştır. Fıtratımıza ters düşmememiz, kendimize
yabancılaşmamamız konusunda bizden söz almıştır. Hayatımızı düzenleyecek tek
Rab, kendisine kulluk edilecek tek İlâh oluşu konusunda, kendisinden
başkalarını dinlemememiz konusunda bizden ahit almıştır. İşte bu ahitlerimize
sâdık kalmamızı istiyor. Rab, Melik ve İlâh olarak sadece kendisini
dinlememizi, sadece kendisine kulluk etmemizi istiyor. Bir de insanlara
verdiğimiz sözlerimize, ahitlerimize riâyet etmemizi istiyor. Evlilik
sözleşmeleri, ticari sözleşmeler, siyasal sözleşmeler, her tür sözleşmeler. Tüm
sözleşmelerinize sâdık davranın böylece îman iddialarınızı ispat edin
bu-yuruyor.
Size bu sûrede okunanlar, açıklananlar
dışında dört ayaklı otlayan tüm hayvanlar size helâl kılınmıştır. Ama
ihramlıyken avlanmanız bunun dışındadır. İhramlıyken avlanmanız helâl değildir.
Hac için Mîkat mahallinde hac elbiselerinizi giydiğiniz andan itibaren bu helâl
olan hayvanlarla avlanmanız yasaktır. Bunlar ancak size ihramlıyken avlanmayı
helâl saymamanız şartıyla helâl kılınmıştır. Bilesiniz ki Allah yarattıkları
konusunda dilediğini hükmeder, dilediği hükmünü koyar. Çünkü O verdiği her
hükümde, sizin adınıza aldığı her kararında, koy-duğu her yasağında, her
yasasında hikmet sahibidir. Yaptığı her şeyi mutlak bir hikmetle yapandır. Ve
kul olarak size düşen de sadece O’-nun yasalarına teslimiyettir. Teslim olun
Rabbinizin sizin adınıza aldığı kararlara ve O’nun istediği gibi bir hayat
yaşayın. Böylece O’na îman iddialarınızı boşlukta bırakmayıp ispat etmiş
olun.
2. “Ey İnananlar! Allah'ın
nişanelerine, hürmet edilen aya (Kâbe'ye) hediye olan kurbanlığa, gerdanlıklar
takılan hayvanlara, Rab'lerinden bol nîmet ve rıza talep ederek Beyti Haram'a
gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman
avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haramdan menettiği için bir topluluğa olan
kininiz, aşırı gitmenize sebep olmasın; iyilikte ve fenalıktan sakınmakta
yardımlaşın, günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın. Allah'tan sakının,
Allah'ın cezası şiddetlidir.”
Ey îman edenler, Allah’ın
şiarlarına, Allah’ın sembollerine, Allah’ın sınırlarına, haram olan aya, kutsal
aya, haram olan aylarda savaşıp kan dökmeye, kurbanlık hayvanlara, Kâbe’ye
adanmış kurbanlık hayvanlara ve onlardaki gerdanlıklara, yâni Kâbe’ye kurbanlık
olarak adandığı bilinsin diye boyunlarına gerdanlık nişanesi asılmış hayvanlara
ve de o hayvanların sahiplerine hürmet edin. Onlara saygısızlık etmeyin. Onlara
saldırmayın. Onları helâllemeden yana bir tavır sergilemeyin. İşte bunlar,
burada sayılanlar, kitabımızın başka âyetlerinde sayılanlar Allah’ın
şiarlarıdır, Allah’ın şeairidir, Allah’ın sembolleridir. Sakın ha Allah’ın
şiarlarını yok etmeden yana, hürmetini ihlâl etmeden yana, helâl saymadan yana
bir tavır sergilemeyin.
Biliyoruz ki her dinin, her inanç
sisteminin, her siyasal sistemin kendisine özgü şiarları, sembolleri, düşünce
biçimleri, akıde şekilleri vardır. Bir alâmet, bir görüntü, bir sembol, bir
amblem ki görülür görül-mez hemen akıllarda o sistemi çağrıştırıyorsa, işte o, o
sistemin sembolüdür, o sistemin dokunulmazıdır. Resmi bayraklar, paralar,
üniformalar, tapınaklar, Mescitler, Kiliseler, Havralar, Haç, orak çekiç belli
dinlerin, belli ideolojilerin, belli sistemlerin, devletlerin saygın,
dokunulmaz sembolleridirler. Bunlara karşı yapılacak bir saygısızlık o sisteme
karşı yapılmış bir saygısızlık anlamına gelir.
İşte
görüyoruz, dün de, bugün de Allah’a küfretmek isteyenler, Allah’a hakaret etmek
isteyenler hep O’na ait olan sembollere, O’na ait olan şiarlara
saldırmaktadırlar. Kahrolsun şeriat teraneleri atanlar, Allah’ın şeriatını,
Allah’ın yasalarını, Allah’ın dinini lânetleyenler başka değil sadece Allah’a
düşman kesilmekte, Allah’la bir savaş vermektedirler. Öyle değil mi? Allah’a
küfredemeyenler, bunu beceremeyenler O’nun dinine, O’nun âyetlerine, O’nun
sembollerine küfretmektedirler.
İşte aynen bunlar gibi Rabbimizin de
sembolleri vardır. Varlığı Allah’ı ve O’nun dinini, O’nun sistemini çağrıştıran
ezan gibi, namaz gibi, hac gibi, Kâbe gibi, mescid, cuma, bayram, Safa, Merve,
say, Arafat, Mina, Müzdelife, kurban, tesettür, Allah’ın istediği hayat,
Allah’ın emirleri, Allah’ın yasakları, Allah’a Allah’ın istediği saf kulluğu
gösteren işaretler, izler, alâmetler. Bunlar ve kitabımızın değişik yerlerine
anlatılanlar Allah’ın şiarlarıdır.
Her şiarın,
her sembolün kendisine göre sembolize ettiği, çağrıştırdığı bir hakikat, bir
mesaj vardır. Onun içindir ki o sembollerin ortadan kaldırılması, değiştirilmesi
o hakikatin ortadan kaldırılması anlamına gelecektir. Onun içindir ki Rabbimiz
bu sembollerini helâlle-meden yana, onların varlıklarını ortadan kaldırmadan
yana, onların içini boşaltıp, işlevlerini bitirmeden yana bir tavır almayın
buyuruyor.
Namazı,
haccı, Allah’ın istediği hayatı, Allah’ın istediği kulluk birimlerini korumadan,
onları ihya etmeden, onları yüceltmeden yana bir tavır almamızı istiyor.
Kitabımızın bir başka âyetinin beyanıyla işte kalplerin böylece takvaya
ulaşacağı anlatılır.
Evet işte
takvanın işareti, takvanın göstergesidir bu. Kim bu Allah sembollerine, bu Allah
işaretlerine saygılı olursa bu onun kalbinde takva olduğunu gösterir. Bu Allah
âyetlerine, Allah nişanelerine, görülünce Allah’ın hatırlanacağı bu Allah
sembollerine saygılı olmayanların da kalplerinde takvanın olmadığı
anlaşılacaktır.
Öyleyse Müslümanlar, Allahu Teâlânın
kıyamete kadar Müslümanlara şeair olarak bildirdiği namazı, haccı, kurbanı,
bayramı, cami-yi, mescidi, cumayı, Kâbe’yi, tesettürü, Allah’ın istediği hayatı
sürekli ayakta tutmak ve onlara sahip çıkmak zorundadırlar. Birileri bunları
elimizden almak, bunların içini boşaltmak, bunların fonksiyonlarını yok etmek
savaşına girseler de Müslümanlar bunlardan vazgeçmemek zorundadırlar. Bunlara
var güçleriyle sahip çıkmak zorundadırlar. Bilinçli olarak varlığı Allah’ı
hatırlatan bu şiarları yok etmeye çalışanlarla bilinçli olarak bizler de
savaşmak zorundayız. Birilerinin bu sembollere müdahalesine izin vermediğimiz
gibi kendimiz de içerden bunları kaldıracak, bunların içini boşaltıp şekilden
ibaret bir hale getirecek bir müdahalede bulunmamalıyız.
Namazı içini boşaltıp sadece
şekilden ibaret bir hareketler manzumesine dönüştürmemeliyiz. Haccı anlamını
yitirip tüm hayatı düzenleyici fonksiyonunu kaybedip, Kâbe’den, Arafat’tan,
Safa’dan, Merve’den, say den, İbrahim (a.s)’dan, Hacer anamızdan bağımsız sadece
turistik bir seyahate dönüştürmemeliyiz. Ezanın Allah’a boyun bükmeye çağırıcı
fonksiyonunu yitirip sadece bir bağırıp çağırma haline getirmemeliyiz. Orucun
anlamını yitirip sadece bir perhiz ameliyesi haline sokmamalıyız. Cumanın
hayatı düzenleyici yasaların ilân edildiği haftalık bir şûrâ oluşunu kaybedip
içini boşaltmayın.
Ve yine bu Allah şiarlarından olarak
kutsal aylara, haram aylara saygısızlık yapmayın. Onların hürmetlerini ihlâl
etmeyin. Bu aylarda savaşıp kan dökmeye kalkışmayın. Bu aylarda hacca gelen
insanları rahatsız etmeyin. Yine Allah’a, Allah adına Kâbe’ye adanmış
kurbanlıklara saygısızlık etmeyin.
Haccı bitirip de ihramdan
çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Ama ihramlıyken avlanmanız gibi kimi helâller
geçici bir süre bir imtihan sebebiyle yasaklanmıştır. Sizi Mescid-i Haram'dan
menettikleri için, zulmederek sizi oradan çıkardıkları için sakın bir topluluğa
olan kininiz, onlara aşırı gitmenize sebep olmasın. Onlara olan düşmanlığınız
sakın sizi onlara karşı saldırgan hale getirmesin. Düşmanlarınız bile olsalar
onlara karşı Allah’ın istediği gibi davranmaktan vazgeçmeyin buyurarak Rabbimiz
burada en güzel bir ahlak ilkesi vazediyor. Sizler ey Müslümanlar zulme maruz
kalmış olsanız bile asla zulmetmeyin. Çünkü Müslüman asla zulmedemez. Hiçbir
gerekçe adına Müslüman zulmedemez. Hele hele Allah adına hiçbir zaman
zulmedemez. Çünkü Müslümanın hayatında egemen varlık Allah’tır.
Müslüman
hayatının tümünde Allah’ı söz sahibi bilmiş, Allah’ı velî kabul etmiş ve tüm
hayatında O’nun kararlarını uygulamaya inanmış kimsedir. Ve inandığı Allah da
hiçbir dış baskı olmaksızın kendi rahmet ve merhameti gereği zulmü kendisine
haram kılmış bir Allah’tır. Şimdi yeryüzünde Allah adına adâleti gerçekleştirmek
için ayağa kalkmış bir Müslüman gerekçesi ne olursa olsun nasıl zulmedebilir?
Öyleyse ey Müslüman kullarım, iyilikte, takvada, Allah’a kullukta, Allah’ın
emirlerini yerine getirmekte, yeryüzünde Allah’ın istediği hayatı
gerçekleştirmede ve fenalıklardan, kötülüklerden, zulümlerden, Allah’ın
istemediği tavırlardan sakınmakta birbirlerinizle yardımlaşın, günah işlemek ve
aşırı gitmekte yardımlaşmayın.
Allah'tan
sakının, unutmayın ki Allah'ın cezası şiddetlidir. Evet takvayı icra etme,
Allah’ın istediği kullukları icra etme, iyilikleri gerçekleştirme konusunda
birbirlerinizle dayanışma içinde olun. Allah’ın emirlerine uyma konusunda bir
fıtrat şuuru içinde olun. Tüm iyilerin ve iyiliklerin yanında ve desteğinde yer
alın. Ama zinhar kötülerin ve kötülüklerin destekçisi olmayın. Kötülük yolunda,
günah ve zulüm yolunda yardımlaşmayın.
Evet
iyiliğe karşı iyilik kolaydır, ama kötülüğe karşı iyilik, kötülere, kötülük
sahiplerine karşı iyilik zordur. Unutmayın ki siz onlardan farklısınız. Siz
Müslümansınız. Siz Allah’a teslim olmuş insanlarsınız. Siz yeryüzünde Allah
adına hareket eden kimselersiniz. Sizin hayatınızda belirleyici unsur, hakim
unsur Allah’tır. Sizin hayat programınızı belirleyen varlık, yeryüzünde zulmü
kaldırmak onun yerine adâleti tesis etmek isteyen varlıktır. Siz yeryüzünde
bunun için varsınız. Sizin varlık sebebiniz budur. Unutmayın ki sizin bu
dünyada varlık sebebiniz zulmü onaylamak, zulmü yerleştirmek değil onun kökünü
kazımak ve onun yerine Allah’ın istediği adâleti ikame etmektir.
Öyleyse
muttaki davranın. Rabbinizin koruması altına girin. Rabbinize karşı
sorumluluklarınızın bilincinde, kulluklarınızın farkında olun. Eğer böyle takva
içinde bir hayat yaşar, Rabbinize karşı duyarlı olmayı becerebilirseniz, işte o
zaman her tür zulümden uzak kalmayı da becerebilirsiniz.
3. “Leş, kan, domuz eti,
Allah'tan başkası adına kesilenler, canları çıkmadan önce kesmemişseniz,
boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan
tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları dikili taşlar
üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı;
bunlar fâ-sıklıktır. Bugün, inkâr edenler sizi dininizden etmekten umutlarını
kesmişlerdir, onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün, size dininizi
bütünledim, üzerinize olan nîmetimi tamamladım, din olarak sizin için
İslâmiyet'i beğendim. Açlıktan darda kalan, günaha kaymaksızın yiyebilir.
Doğrusu Allah bağışlayandır, merhametli olandır.”
Önceki sûrelerde de ifade
edildiği gibi akmış kan, hınzır eti ve Allah adına değil de Allah’tan başka
varlıklar adına ki bu varlıklar kim
olurlarsa olsunlar, ne olursa olsunlar, ister melekler, ister peygam-berler,
ister salih kişiler, isterse tâğutlar olsunlar bunlar adına kesilenler, ya da bunların adı anılarak
kesilen hayvanlar haram kılınmıştır. Çünkü sadece Allah adına ve Allah adı
zikredilerek, besmele çekilerek kesilen hayvanlar helâldir. Allah’ın hakkı asla
başkalarına devredilemez. Böyle Allah’a yetki sınırlaması getirerek, Allah’ın
hakkını gasp ederek başkalarına vermek zulümdür, şirktir.
İşte
müşrikler hayvanlarını putperestçe birtakım semboller üzerine kesiyorlardı.
Onlar adına, onlara adamak üzere ya da bizzat onların adlarını zikrederek
kesiyorlardı. Bunların tamamının haram olduğunu haber veriyor, Rabbimiz.
Peki, acaba
şimdi bu iki hayvanın birbirlerinden ne farkı var da birisi yeniyor, diğeri
haram kılınıyor? Arkadaşlar, iki koyun var ikisi de aynı bahçede otlamış, aynı
şeyleri yiyip içmiş, aynı havayı teneffüs et-miş, aynı güneşte ısınmış. Ve iki
de bıçak var ki, aynı çelikten yapıl-mış, aynı usta tarafından su verilmiş. Ve
iki insan var ki aynı sabunla ellerini yıkamışlar. Birisi Allah adına, Allah
adını zikrederek kesiyor, ötekisi de Allah’tan başka bir varlık adına kesiyor.
Bunlardan birisine Allah temizdir derken ötekisine pis diyor. Burada akıl
duruyor. Allah yasaları aklî gerekçelere indirgenemiyor. Burada îman geçerlilik
kazanıyor. Aklen illetini anlayamamış olsak da Allah’a teslim olmuş bir Müslüman
olarak Rabbimizin bizim hakkımızda mutlaka hayırlıyı emrettiğine gönülden îman
ediyor ve Rabbimizin dilediği gibi bizi imtihan ettiğine güvenimizi ortaya
koyuyoruz. Biliyor, inanıyor ve güveniyoruz ki Rabbimiz sonsuz hikmet sahibidir
ve O’nun bize yönelik tüm emir ve yasakları bir hikmetin ürünüdür. Ama bazen
bizler bunu kavrayamamaktayız.
Bunlardan başka canları çıkmadan
önce kesmeye yetişemediğiniz kendiliğinden ölmüş hayvanlar, ip veya benzeri
şeylerle boğulmuş, taş veya sopa ile bir yerine vurularak öldürülmüş
hayvanlar, dağ veya yüksek bir yerlerden düşüp yuvarlanarak ölmüş hayvanlar,
bir başka hayvan tarafından süsülerek öldürülmüş hayvanlar, vücudunun bir kısmı
yırtıcı hayvan tarafından yenmiş, bunun için ölmüş hayvanlar da haram
kılınmıştır. Ancak bu durumda olan hayvanlardan bir canlılık alâmeti görüp de
ölmeden önce yetişip kestikleriniz müstesnadır. Onlar helâldir.
Yine nusub üzerine, dikili taşlar
üzerine kesilen hayvanların etleri de size haram kılınmıştır. Nusub cahilliye
döneminde müşriklerin kendilerine tapındıkları ve üzerlerinde kurban kestikleri
taşlardır. Evet böylece putlara sunulan hayvanların etleri de haramdır.
Yine
birtakım fal oklarıyla kısmet aramanız, gelecek belirleme-ye kalkışmanız da size
haram kılındı. Geleceğe ilişkin zar kullanarak, zar atarak hayır şer
belirlemeniz, haram helâl tespit etmeniz, iyi kötü, uğurlu uğursuz saymanız,
tahminde bulunmanız, kehanette bulunmanız size haram kılındı. Müşrik Araplar
üzerlerinde “Rabbim bana emretti” “Rabbim bana yasakladı” gibi yazılar bulunan
okları çevirirler ve böylece gelecek belirlemeye, gaybı taşlamaya çalışıyorlardı
da Rab-bimiz bunu da yasaklayıverdi. Bunlar fısktır, bunlar Allah yolundan
sapmadır buyuruverdi. Çünkü bu da Rabbimizin hukukuna bir tecavüzdür. Allah
âyetlerine sormadan, Allah yasalarına başvurmadan hak bâtıl, iyi kötü, haram
helâl belirlemek mümkün olmadığı gibi, aynı zamanda bu Allah’a karşı, Allah’ın
âyetlerine, Allah’ın dinine karşı bir zulümden başka bir şey değildir. Hayatın
programlarını Allah’a, Allah’ın kitabına sormayarak başka yerlere, başka
usullere soranların tamamı Allah’a yetki sınırlaması getirmiş, Allah’ın
haklarını gasp etmiş zâlim ve müşriklerdir.
Bugün, inkâr eden kâfirler sizi
dininizden etmekten umutlarını kesmişlerdir. Sizin dininizi terk edip
kendilerine uymanızdan ümitlerini kesmişlerdir kâfirler. Artık sizler de
onlardan korkmayın. Onlar karşısında azlığınızdan, azınlığınızdan ötürü bir
eziklik yaşamayın. Benim desteğimde uzun süren bir kulluk sabrınızdan dolayı
sizi ve dininizi bozguna uğratma konusunda, size karşı galip gelme konusunda
kâfirlerde hiçbir ümit ışığı kalmamıştır. Her şeye rağmen Müslümanca bir hayata
direnmeniz, her şeye rağmen eski cahiliyeye dönmeme ka-rarlılığınız kâfirlerin
ümitlerini inkisâra uğratmıştır.
Artık bu
âyetlerin indiği şu dönemden itibaren onlardan değil benden korkun. Kâfirler
karşısında artık îmanlarınızın izzet ve şerefini takının. Onlardan hiç
çekinmeden kendi inancınızı, kendi hayat tar-zınızı, kendi sisteminizi
uygulayın. Sakın ha bu kâfirler karşısında bir ezilmişliği, bir aşağılık
duygusunu soluklayarak onlar hatırına kendi değerlerinizden vazgeçmeye
kalkışmayın. Sadece Bana güvenin, sadece Benden çekinin, sadece Benim beğenime
yönelin. Sadece Benim güvencem altında olun. Korkulması, güvenilmesi gereken
güç kaynağınızın bilincine erin. Benim korumam ve güvencem altında olduğunuzu
unutmayın. Benim gönderdiğim doğruları yaşama konusun-da Benden başka hiç
kimseden çekinmeyin. Unutmayın ki utanılması, korkulması, çekinilmesi gereken
birisi varsa o da Benim.
Bugün size dininizi bütünledim. Bugün
sizin dininizi kemale erdirdim. Dininizin helâllerini, haramlarını açıklayarak
sizin için onu olgunluğa ulaştırdım.
Dininizi tüm dinlere, sisteminizi tüm sistemlere üstün gelecek özelliklerle
donattım. Böylece üzerinize olan nîmetimi tamamladım, din olarak sizin için
İslâmiyet'i seçip beğendim. İslâm’ı, teslimiyet dinini sizin için hayat programı
yaptım. Teslimiyet dini olan İslâm’ı sizin için yaşam tarzı olarak belirledim ve
sizin için sadece bundan razı oldum. Âl-i İmrân sûresinin beyanıyla söyleyecek
olursak, kim teslimiyet dini olan İslâm’dan başka bir din, İslâm’dan başka bir
hayat tarzıyla Bana gelirse asla ondan razı olmayacağım. Sizin Bana karşı
konumunuz kayıtsız şartsız teslimiyettir.
Bugün sizin dininizi tamamlayıp kemale
erdirdim, diyor Rab-bimiz. Dinimizin tamamlandığını anlatan bu âyet kimi
rivâyetlere göre daha önceden nâzil olmuş ve Rasulullah Efendimizin veda haccı
esnasında Îlân edildiği, kimi rivâyetlere göre ise hicretin 10. yılında
Ra-sulullah Efendimizin vefatından 80 küsur gün önce Zilhiccenin 9. günü
nâzil olmuştur. Böylece Rabbimizin
insanlığa son seslenişi olmuş ve vahiy burada
noktalanmıştır.
Kim ki günaha kaymaksızın, günaha
koşmaksızın, kendisini gönüllü günaha atmaksızın istemeyerek hayati bir
zaruretten dolayı mecbur kalırsa bu haram olan şeylerden yiyebilir. Öyleyse
unutmayın ki bu yasaklar sizleri aç bırakıp öldürmek için değil, Rabbinize
teslimiyetinizi denemek içindir. Rabbinizi ne kadar ciddiye aldığınızı denemek
içindir. Darda kalıp mecbur olduğunuz zaman Rabbiniz sizi öldürmek istemez.
Rabbiniz sizi zora koşmak istemez. Doğrusu iyi niyetinize karşılık Allah sizi
bağışlayandır, merhametli olandır.
4. “Ey Muhammed! Sana,
kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar, de ki: "Size temiz olanlar
helal kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek
öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın
adını anın. Allah’tan sakının, doğrusu Allah hesabı çabuk
görür.”
Ey peygamberim, sana nelerin
helâl olduğunu soruyorlar. Sen de ki, temiz olanlar, tayyib olanlar size helâl
kılındı. Pis olmayan, habis olmayan yiyecekler size helâl kılındı. Arkadaşlar,
kitabımızda etraflıca haramlar anlatılır ve bunun dışında kalanların helâl
olduğu belirtilir. Haramlar bellidir, bunların dışında kalanlar ise helâldir.
Bunun tamamen aksine burada bu soruyu soranlar kendilerine geniş çaplı bir
helâller listesi sunulmasını bekliyorlardı. Ama Rabbimiz haramların listesini
ayrıntılı olarak vermesine karşılık bunların dışındakilerin helâl olduğunu
anlatarak kullarına geniş bir dünya nîmetlerini sunuverdi. Yâni aslında
dinimizde helâllere delil istenmez, haramlara delil istenir. Ama dikkat
ederseniz soruyu soranlar ters bir mantıkla helâller nelerdir diye soruyorlar.
Rabbimiz ise bunun tam tersini yaparak, haramları belirterek soranların
yanlışlıklarını ortaya koyuveriyor. Yâni aslında bu soruyu soranlar farkında
olmadan kendi kendilerini zincire vurmak istiyorlardı. Çünkü eğer onların
istedikleri gibi Rabbimiz tarafında helâller belirtiliverilmiş olsaydı
gerçekten bizim işimiz çok zorlaşacaktı.
Evet, size tayyib olanlar helâl
kılındı. Pekiyi bu tayyibi kim belirleyecek? Yâni nelerin tayyib nelerin habis
olduğunu, nelerin temiz nelerin pis olduğunu kim söyleyecek? Önceki
derslerimizde de ifade ettiğimiz gibi iyinin kötünün, haramın helâlin, tayyibin
habisin tespitin-de söz sahibi Allah ve Resûlüdür. Bu konularda kıstas
vahiydir. Bu konuda insanlar, toplum ölçü değildir. Çünkü tüm dünya insanlığı
toplansa hiçbir zaman yarını, yarınları hesap edemeyecekleri gibi kâinât
planında düşünme gücüne, imkânına da sahip değillerdir.
Sonra
zaafları, ihtiyaçları, kusurları olan varlıkların iyi kötü, haram helâl, doğru
yanlış yasaları belirleme yetkileri olamaz. Söyleseni-ze, bir alkoliğe alkolün
iyi mi yoksa kötü mü olduğunu nasıl belirletebi-lirsiniz? Bir hırsıza sorsanız
hırsızlık iyi midir, yoksa kötü mü diye, ne cevap alırsınız? Bir zinâkâra
zinânın hayır mı, yoksa şer mi olduğunu sorsanız, ne diyecektir? Hayır hayır,
hak bâtıl konusunda, hayır şer konusunda, iyi kötü konusunda, doğru yanlış
konusunda sorulacak makam insanlar değildir, bu konularda sorulacak makam Allah
makamıdır. Allah’a sorarsanız doğruyu bulursunuz başka çareniz yoktur. Şehvet
sahibi, cehalet sahibi, içgüdü sahibi olanlara bunları sorarsanız, bu konuları,
hayatın programını onlara belirletmeye kalkışırsanız kesinlikle kötülüklere,
bâtıllara, pisliklere düşmek zorunda kalacaksınız. Ama eğer doğru adrese
müracaat ederseniz, zaafları olmayan, ihtiyacı olmayan, eksikliği noksanlığı
olmayan, cehaleti olmayan, bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan, tüm
güzellikler, tüm doğruluklar kendisinden olan Allah’a sorarak hayat programı
yaparsanız kesin doğruya ulaşacaksınız, demektir.
Allah’ın size öğrettiği bilgiyle eğitip
öğrettiğiniz köpek, kuş ve benzeri av hayvanlarının sizin için avladıkları
hayvanları yemeniz size helâl kılınmıştır. Eğer o av hayvanı avı yememişse
öldürmüş bile olsa onu yiyebilirsiniz. Yok eğer tuttuğu o avdan yemişse artık
siz onu yiyemezsiniz. Çünkü o onu sizin için değil kendisi için tutmuştur. O
hayvanların ava gönderildiğinde gitmesi, gönderilmediğinde gitmemesi ve de
yakaladığını yememesi onların eğitilmiş olduğunun delilidir. Böyle bir av
hayvanını avın üzerine gönderirken besmele çekmek zorunda olduğumuzu da
unutmamalıyız.
Ve tüm
hayatınızda, tüm eylemlerinizde takvalı olun. Hep Allah kontrolünde olduğunuzun
bilincinde olan. Yaptıklarınızın tümünü O’na lâyık yapmaya çalışın. Kesinlikle
bilesiniz ki O’nun hesabı çok süratlidir. Amellerinizin karşılığını çabucak
veren, çabucak defterlerinizi dürendir Allah.
5. “Bugün, size temiz olanlar
helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğinizde onlara
helâldir. İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenlerin hür
ve iffetli kadınları zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini
verdiğiniz taktirde size helâldir. Kim îmanı inkâr ederse, şüphesiz amelleri
boşa gider. O, âhirette de kaybedenlerdendir.”
Bugün size temiz olanlar ve kitap
ehlinin yemekleri, onların kestikleri hayvanlar da sizin için helâl kılındı.
Onların yemekleri size, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Onların kestikleri
hayvanların etleri size, sizin kestikleriniz de onlara helâl kılındı. Onlar
sizinle birlikte, sizler de onlarla birlikte yiyebilirsiniz. Ama dikkat
ederseniz başta tüm tayyib olanlar, tüm temiz olanlar size helâl kılındı diyerek
bir tekrar buyuruldu.
Bundan
anlıyoruz ki eğer ehl-i kitap tertemiz yiyeceklerin içine bir kısım haramları
karıştıracak olurlarsa, sofrada içki, domuz bulunduracak olurlarsa veya
inandıkları Allah adını anmadan, ya da Allah’-tan başkalarının adını anarak
hayvan kesiminde bulunacak olurlarsa o zaman onların bu yiyecekleri mü’minlere
helâl olmayacaktır. Değilse eğer bir haram katkıları yok ve de kesimlerinde
Allah adını anmışlarsa onların yiyecekleri mü’minlere
helâldir.
Yine son kitaba, son elçiye îman etmiş
muhsana olan iffetli mü’min kadınlar ile ve ehl-i kitap olan yahudi ve
hıristiyanların hür ve iffetli kadınlarıyla kendilerine mehirlerini vermeniz,
kendilerine malî güvencelerini sağlamanız ve onlarla ve onlarla gayri meşru
yollardan ilişki kurmamanız, onları dost tutmamanız kayd u şartıyla onlarla
evlenmeniz size helâl kılındı.
Ya da bunun
bir başka manası da şöyle olacaktır: Onlarla evlenerek iffetinizi korumanız,
açıktan zina etmemeniz kayd u şartıyla mehirlerini vererek onları nikâhlamanız
size helâl kılınmıştır. O zaman anlayacağız ki onlarla evlenme izni bu şartlara
bağlı olarak verilmiştir. Mü’minler böyle zor durumlarda kaldığı zaman ancak
onlarla evlenebileceklerdir. Onları dost tutarak günaha girmektense evlenmek
daha iyidir deniyor. Tıpkı onların yiyecekleri konusundaki şart onların
kadın-larıyla evlenme konusunda da zikredilmiş oluyor anlıyoruz Allahu âlem.
Mehirleri verilecek ve de onlarla meşru olmayan yollarla gizli dostluklar
kurulmayacak. Yâni o kadınlar cinsel sömürüye alet edilmeyecektir.
İşte böylece anlıyoruz ki kitap ehlini
öteki kâfirlerden ve müş-riklerden ayrı tutuyor Rabbimiz. Bunun sebebi bozulmuş
da olsa bir îmanı küfür ve şirkten, bozuk da olsa bu îman sahiplerini öteki
îman-sızlardan üstün tutuyor Rabbimiz. Bir zamanlar bunlar da mü’mindiler. İçki
ve domuz eti Tevrat ve İncil’de de yasaktı. Sonradan hain ellerin reformize
faaliyetleriyle Tevrat ve İncil tahrif edilmiştir. Bir zamanlar insanların
hayatına yön veren hıristiyanlık ve yahudilik sonradan hayata hiçbir etkinliği
kalmayan felsefî bir din haline getirilmiştir. Dinden ziyâde felsefî bir ekole
dönüştürülmüştür. Onun içindir ki bugünkü ya-hudilik ve hıristiyanlık
müntesiplerini doyuramamakta, tatmin edeme-mektedir.
İşte
görüyoruz, adamlar hem yahudiler, hem hıristiyanlar, hem dinleri var, hem
kitapları var; ama bir türlü inanç yönünden doyuma ulaşamamakta ve tatmin için
her şeye koşmaktadırlar. Korkunç bir do-yumsuzluk içinde kıvranmaktadırlar.
Ama buna
rağmen, bozuk ta olsa bir îman sahibi olmaları sebebiyle Rabbimiz onları diğer
kâfirlerden üstün tutmaktadır. Bunların tefessüh etmiş imanlarını bile Rabbimiz
kale alıyor, değerlendirmeye tabi tutuyor ve bu adamların kestiklerinin
yenebileceğini, kadınlarıyla evlenebileceğini söylüyor.
Nitekim bu
âyetlerin nüzûlüyle sahâbe-i kiram efendilerimiz Rasulullah Efendimize
sordular: “Ey Allah’ın Resûlü bu nasıl olur? Ya-ni bizler bu adamların
kadınlarıyla nasıl evlenebiliriz? Rabbimiz kitabında bu adamların kesin kâfirler
olduklarını söylemiyor mu?” dediler de Allah’ın Resûlü cevaben şöyle buyurdu:
“Îmanı inkâr edenin ameli boşa
gitmiştir.”
Evet, iman
inkâr edilmez. Yâni sizler bu adamların bozulmuş da olsa îmanlarını inkâr
edemezsiniz. Anladınız değil mi? Şimdi şu eh-l-i kitabın bozulmuş îmanını bile
inkârdan menedilen bizler acaba karşımızdaki mü’miniz diyenlerin îmanlarını
nasıl inkâr edeceğiz? Nasıl tekfir edeceğiz onları? Nasıl diyebileceğiz onlara
siz mü’min değilsiniz diye? Nereden alacağız bu cesareti? Bizim mezhebimizden
değiller diye, bizim meşrebimizden değiller diye, bizim bildiklerimizi
bilmiyorlar diye, bizim gibi düşünmüyorlar diye bu insanlara nasıl kâfir damgası
vuracağız?
Allah
mü’minlere insaf versin, basiret versin, başka ne diyelim? Karşılarındaki kişi
bar bar ben müslümanım diye bağırıyor, kendisini bir imana izafe ediyor,
kendisini kitaba ve peygambere izafe ediyor, ama birileri de buna rağmen onu
tekfir etmeye, kâfir saymaya çalışıyor. Halbuki bizler birilerini kâfir ilan
etmekten çok onları Müslümanlaştırmakla mükellefiz. Unutmayalım ki insanları
tekfir çok kolaydır, ama onları Müslümanlaştırmak zordur. Bu, gayret ister, çaba
ister.
6. “Ey İnananlar! Namaza
kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip
topuk kemiklerine kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüpseniz yıkanıp
temizlenin; şâyet hasta ve yolculukta iseniz veya ayak yolundan gelmişseniz
yahut kadınlara yaklaşmışsanız ve su bulamamışsanız temiz bir toprağa teyemmüm
edin, yüzlerinizi, ellerinizi onunla meshedin. Allah sizi zorlamak istemez,
Allah sizi arıtıp üzerinize olan nîmeti tamamlamak ister ki
şükredesiniz.”
Bu âyete abdest âyeti diyorlar,
ama benim anladığım bu âyet abdest âyeti değildir. Çünkü bu âyetler kitabımızın
son inen âyetleridir ve bu döneme kadar Müslümanlar hep abdest alıp namaz
kılıyorlardı. Onun içindir ki bu âyet abdest âyeti değil, belki teyemmüm
âyetidir. Rabbimiz buyuruyor ki ey îman edenler, namaz kılmak istediğinizde
abdestiniz yoksa yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. başlarınızı
meshedin ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da yıkayın. Böyle bir anlayış
vardır. Ayakların baştan önceki emirlere atfedildiği bir anlayış. Bir de şöyle
bir anlayış vardır: Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın,
başlarınızı meshedin, ayaklarınızı da. Bu anlayışa göre ayaklar hemen
kendisinden önceki emre atfedilerek başlarınızı meshedin, ayaklarınızı da
meshedin anlamı tercih edilmiştir.
İşte bu iki
kıraat farlılığından, bu iki anlayış farklılığından ötürü belki Sünnî dünya ile Şia dünyası
arasında en büyük fıkhî ihtilâflardan birisi vaki olmuştur. İhtilaf kıraat
farklılığından kaynaklanmıştır. Sünnî anlayışta bu “Erculeküm” kelimesi kendisinden önceki meshi emredilen
baş kelimesine atfedilerek meftuh okunurken, Şia anlayışında ise bu kelime hemen
kendisinden önceki meshi emredilen baş kelimesine atfedilerek “Ercüliküm”
şeklinde okunmuştur.
Şia,
Zeydîler, Caferîler, Taberî, İbni Abbas, Enes, Ali (r.a) bu anlayışı tercih
ederek çıplak ayakların da meshedilmesini kabul etmişlerdir. Sünnî yorum ise bu
ifadenin bir önceki emre atfedilmesini tercih ederek çıplak ayakların yıkanması
gerektiğini kabul etmişlerdir. Bunlardan her iki yorum da Kur’an’a dayanan, her
ikisi de delilleri olan yorumlardır.
Yine bu âyetle alâkalı bir başka
ihtilâf, bir başka farklı anlayış ta şuradan çıkmıştır: Acaba âyetteki “vav” lar
atıf vavları mıdır? Yoksa takibiyye vavları mıdır? Yâni bu vavlar acaba mutlak
cem mi ifade ederler, yoksa takip mi ifade ederler. Yâni bir önceki cümleden
sonra gelen cümle, bir emirden sonra gelen emir acaba bir sırayı da farz
kılmakta mıdır? İmamlarımızdan İmam Şafiî bu vavlar tertip ve takip ifade eder
diyerek âyetteki sıralamamın da farz olduğunu söylemiştir. Yâni önce eller ki
onunla diğer uzuvlar yıkanacağı için önce onun temizlenmesi gerekmektedir,
sonra yüz, sonra dirseklere kadar kollar, sonra baş, sonra topuklara kadar
ayaklar. Bu sıranın takibi de vaciptir. Ama imam Ebu Hanife bu vavların atıf
vavları olduğunu ifade ederek abdestteki sıralamanın vacip değil sünnet olduğunu
kabul etmiştir.
Sonra buyuruyor ki Rabbimiz, eğer cünüp
iseniz tüm vücudunuzu yıkayarak temizlenin. Eğer hasta olur da su kullanmak
size bir zarar verirse veya yolculukta olup da su bulamamışsanız veyahut da
sizden biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara lems etmişseniz, ya
dokunmuş, yahut da cinsel ilişkide bulunmuşsanız, su arayıp da bulamamışsanız o
zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin. sünnetin tarif buyurduğu gibi ellerinizi
iki defa temiz toprak veya toprak cinsinden bir şey üzerine vurarak yüzünüzü ve
kollarınızı meshedin. Unutmayın ki Allah böylece abdesti, guslü ve teyemmümü
size farz kılarken size asla güçlük çıkarmak istemiyor. Lâkin Rabbiniz böylece
sizleri günahlardan ve hata kirlerinden arındırmayı ve üzerinize olan
nîmetlerini tamamlamayı murad ediyor. Sizi hem bedenen hem de ruhen
temizlemeyi murad ediyor. Çünkü abdest bedenî bir temizlenme, iken namaz da ruhî
ve manevî bir temizlenmedir. Veya abdest maddî bir temizlenme iken teyemmüm de
manevî ve niyetî bir temizlenmedir. Teyemmüm baştan sona niyettir. Allah’ın
istediği teslimiyeti ortaya koymaktır. Allah’la ilişkinin sürdürülmesidir.
Allah’la kopukluğun bitirilmesidir. Umulur ki sizler de Rabbinize şükredesiniz.
Hayatınızı Rab-biniz için yaşaya ve tüm verilenleri O’nun yolunda
kullanasınız.
Evet az evvel de ifade ettiğim gibi
“Lamese” ifadesi de farklı anlaşılmıştır. Bu da mücmel bir ifadedir ve İmam Ebu
Hanife bu kelimeye mecaz anlamı yükleyip kadınlarla cinsel ilişki kurduğunuz
zaman şeklinde anlarken, İmam Şafiî de hakikat anlamı yükleyerek mücerret
kadınlara dokunduğunuz zaman şeklinde anlamıştır.
7. “Allah'ın size olan nîmetini
ve "İşittik, itaat ettik" dediğinizde sizi andına bağladığı sözünü anın.
Allah'tan sakının, Allah içinizde olanı elbette
bilir.”
Öyleyse ey mü’minler, Rabbinizin
size olan nîmetini, İslâm nîmetini ve elçisinin sizden aldığı mîsakı
hatırlayın. Hani hatırlasanıza, zorlukta da, kolaylıkta da, sevinç anında da
kederde de seni dinleyip emirlerine itaat edeceğiz diye ona söz vermiştiniz,
biat etmiştiniz. Semi’na ve eta’na demiştiniz. İşittik ve itaat ettik
demiştiniz. Peygambe-rinize bunu söylerken, böylece biat ederken kendinizi
Allah’a karşı bağladığınızın, kendinizi O’nun Resûlüne karşı bağımlı
kıldığınızın farkına varmanız gerekiyor.
Rabbiniz
sizi yaratmadan önce ruhlarınızdan ahit almıştı. Müslüman bir fıtratla
yaratırken, fıtratınızı İslâm’la yoğururken, mayanıza teslimiyet özelliği
koyarken sizden ahit almıştı. Size kitap ve peygam-ber gönderirken, sizi
muhatap kabul edip vahyiyle müşerref kılarken sizden ahit almıştı. Müslüman
olduğunuz gün sizden ahit almıştı. İşittik ve itaat ettik demiştiniz. İşittik ve
îman ettik demiştiniz. İşittik ve gereğini yerine getireceğiz demiştiniz.
Rabbinize verdiğiniz ahitlerinize sâdık kalmalısınız. Allah’la ilişkilerinizi
Allah’ın istediği gibi düzeltmek zorundasınız.
Unutmayın
ki Allah’la ilişkileri düzgün olmayan insanların insanlarla ilişkileri de
düzgün olmayacaktır. Allah’a olan sorumluluklarının bilincinde olmayan
insanların insanlara olan sorumluluklarını yerine getirmeleri mümkün değildir.
Öyleyse Rabbinize olan ahitlerinizin, kulluğunuzun bilincinde olun. Unutmayın ki
Allah kalplerinizde olanların tamamını bilmektedir.
8. “Ey İnananlar! Allah için
adâleti ayakta tutup gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi
adâletsizliğe sürüklemesin; âdil olun; bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya
daha yakındır. Allah'tan sakının, doğrusu Allah işlediklerinizden
haberdardır.”
Ey mü’minler, Allah için hakkı
ayağa kaldıran şahitler olun. Allah için adâletle şahitliği ayakta tutun. Allah
için şahitliği ikâme edip ayağa kaldırın. Allah için adâletle şahitliği dimdik
ayakta tutun. Allah için şahâdetinizde adâletten ayrılmayın. Allah için
yeryüzünde adâletin timsali olun. Allah için adâleti tam yerine getirerek
Allah’a şahitlik edenlerden olun.
Hayatınızda İslâm’ı öyle güzel
yaşayın ki, öyle bir adâlet örnekleyin ki, öyle âdil bir Müslümanlık sergileyin
ki varlığınız Allah’a, Allah’ın varlığına şahit olsun. Sizi görenler sizin
şahsınızda, sizin hayatınızda Allah’ı hatırlasınlar. Sakın ha birbirinize olan
öfkeniz, nefretiniz, adâvetiniz sizi adâletten sapmaya götürmesin. Âdil olun.
Tüm hayatınızda adâletten ayrılmayın. Kendiniz Allah için âdil davrandığınız
gibi toplumunuzda da tüm zulümlerin kökünü kazıyıp adâleti ikame edin. Adâletle
hakkı ve haklıyı ayakta tutun. Vereceğiniz karar-larınızda Allah için adâletten
ayrılmayın. Şahâdetlerinizde, hükümle-rinizde, yargılarınızda daima hak hakim
olsun, adâlet hakim olsun. Allah rızasının dışında hiçbir kişisel çıkar, hiçbir
menfaat duygusu ve tarafgirlik anlayışı olmasın. Allah’ın rızasını her şeyin
üzerinde tutun diyor Rabbimiz.
Evet görüyor musunuz? Allah’ın kitabı
Kur’an sadece belli bir zümrenin değil tüm insanlığın mesajıdır. Hiç kimseyi
ayırıp kayırmadan adâlet emrediyor Rabbimiz. Dostlarınıza da, düşmanlarınıza da
adâletten ayrılmayın diyor. Yâni dünya üzerinde hiçbir beşer hukukunun, hiçbir
beşer yasasının gerçekleştiremeyeceği en doğru, en dürüst hayat tarzını, en
doğru karar alma, en doğru hareket etme özelliğini kazandırıyor Rabbimiz. Eğer
toplumda insanlar Allah’ın bu yasalarına teslim olur, Allah’ın istediği gibi
hareket eder, hayatlarını Allah için yaşarlar, hedefleri Allah rızası olursa, o
zaman kesinlikle bilelim ki insanlar ne bireysel hayatlarında, ne ekonomik
hayatlarında, ne siyasal, ne aile hayatlarında birbirlerine zulmetmeyecekler,
birbirlerine haksızlık etmeyecekler, tüm hayatlarında her şey doğru olacak, her
şey adâletle yerli yerine oturtulmuş olacaktır. Böyle bir toplumda Allah
yasalarına teslim olan Müslümanlar elbette verecekleri tüm kararlarında haktan,
adâletten ayrılmayacaklar, kendi aleyhlerine bile olsa, en yakınlarının aleyhine
bile olsa, düşmanlarının lehine bile olsa Allah’ın kitabına ve Resûlünün
sünnetine uygun hareket edeceklerdir.
9,10. “Allah, inananlara ve
yararlı işler işleyenlere mağfiret ve büyük ecir olduğunu vaâdetmiştir. İnkâr
edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar
cehennemliklerdir.”
Allah böylece îman eden ve îman
kaynaklı bir hayat yaşayanlara vaâdetti. İman edip îmanlarıyla hayatlarını
düzenlemesi kavgası verenlere, îman edip îmanlarını hayatlarında görüntülemek
üzere sa-lih ameller işleyenlere, îmanlarının gereğini yerine getirenlere Allah
vaâdetti. Ne vaâdetti Rabbimiz onlara. Bir bağışlanma, bir örtme vaa-detti
onlara. Kusurlarını bağışlamayı, geçmişlerini sıfırlamayı, hayat problemlerini
çözüme kavuşturmayı, sıkıntılarını gidermeyi ve de âhi-rette büyük bir ödüle
kavuşmayı vaâdetti. Kim ki Allah’ın istediği gibi îman eder, kim ki bu îmanını
salih amellerle pratiğe dökerse, îman kaynaklı bir hayat yaşarsa, hayatını bu
îmanıyla düzenleme kavgası içine girerse Allah onlara bir mağfiret, bir bağış,
bir merhamet ve büyük bir ücret vaâdetmiştir. Allah’ın vadi her zaman haktır. O
günkü Müslümanlar için de günümüz Müslümanları için de Rabbimizin va’di haktır.
Kıyamete kadar böyle olan Müslümanlara va’dini gerçekleş-tirecek olan
Allah’tır. Hüküm O’nundur, yetki O’nundur, irade
O’nun-dur.
Ama küfredenlere, Allah’ı örtenlere,
Allah’ı gündemlerinden düşürerek, Allah’ın âyetlerini örterek, fıtratlarını
örterek bir hayat ya-şayanlara, Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara, Allah’ın
âyetlerinin işle-vini bitirenlere, o âyetleri yok farz edenlere gelince şüphesiz
ki onlar da ateşin sohbetçisidirler, cehennemin
müşterisidirler.
11. “Ey İnananlar! Allah'ın
üzerinize olan nîmetini anın: Hani bir topluluk size tecavüze kalkışmıştı da
Allah onlara mâni olmuştu. Allah'tan sakının, inananlar Allah'a
güvensinler.”
Ey mü’minler, Allah’ın
üzerinizdeki nîmetlerini bir hatırlasanıza. Allah’ın sizi düşmanlarınızdan
koruma nîmetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmak istemişti, sizi
yakalayıp işinizi bitirmek istemişti de Allah onların menfur ellerini sizin
üzerinizden çekmiş, sizi onların elinden kurtarmış, size eziyet etmelerine engel
olmuştu. Onların komplolarını geri püskürtmüştü. Öyleyse Rabbinize karşı
muttaki olun. Rabbinizin velâyeti altına girin. O’nu tek Velî, tek koruyucu
bilin. Hayatınızı O’nun için yaşayın. Ve mü’minler olarak sadece Allah’a
güvenin. Allah size kâfidir.
Bu âyetin nüzûl sebebiyle alâkalı bazı
rivâyetler anlatılmışsa da biliyor ve inanıyoruz ki Allah’ın kendisine güvenip
dayandığı, işlerini kendisine havale ettiği, velâyetini kendisine verdiği
mü’min kullarına yardım ve desteği her zaman ve zeminde devam etmektedir.
Bizim Velîmiz, bizim vekilimiz, bizim vekâletimizi elinde bulunduran, bizim
adımıza karar veren, bizi hep koruyan Rabbimizdir.
Dün de,
bugün de îmana uzanan, İslâm’a ve Müslümanlara u-zanan menfur elleri kıran hep
Rabbimizdir. Bizim tek sığınağımız O’-dur. Bizim vekaletimiz O’nun elindedir.
Bizim dostlarımızla da, düşmanlarımızla da ilişkilerimiz Allah’a güven esasına
dayanır. Allah her konuda bize yetecektir. İnanıyor ve güveniyoruz ki en olumsuz
şartlar içinde bile düşmanlarımızın tüm hainliklerine rağmen Rabbimiz biz
kullarını yardımıyla destekleyecek ve zafere ulaştıracaktır.
İşte bu
konuda da temel yasa budur. O halde bize düşen her şart altında Allah’a kul
olmak, Allah yasalarına sahip çıkmaktır. Hayatımızın tümünde Allah koruması
altında olduğumuzun bilinciyle ona onun istediği gibi kul olmaya çalışmak, yani
onun desteğini kaybetmemektir. Gerisi
Allah’a aittir. Allah’ın bize yüklemediği derin hesapların içine de
girmeyeceğiz.
12. “Andolsun ki, Allah, İsrâil
oğullarından söz almıştı. Onlardan on iki reis seçtik. Allah: "Ben şüphesiz
sizinleyim, namaz kılarsanız, zekât verirseniz, peygamberlerime inanır ve
onlara yardım ederseniz, Allah uğrunda güzel bir takdimde bulunursanız, andolsun
ki kötülüklerinizi örterim. Andolsun ki, sizi içlerinden ırmaklar akan
cennetlere koyarım. Bundan sonra sizden kim inkâr ederse şüphesiz doğru yoldan
sapmış olur" dedi.”
Rabbimiz kitabında Rasulullah
dönemi İsrâil oğullarına hitap eder. Rabbimiz onlara yönelik bu tür hitaplarıyla
bir yandan onları onore ederken, diğer yandan da onları İslâm’a, îmana çağırır.
“Beyler, efendiler, sizler bir vakitler peygamber çocuklarıydınız. Ne oldu? Ne
çabuk unuttunuz?” diyerek Rabbimiz hem onlara değer verdiğini ortaya koyuyor,
hem de Rahmân olduğu için onları hakkı kabule dâvet ediyor. Biz de tıpkı
Rabbimizin yaptığı gibi karşımızdaki Müslümanlıklarının farkında olmadan
yaşayan Müslümanları oradan yakalayacak ve hakka dâvet edeceğiz. Ey cumalarda
aynı safta durduklarımız! Ey aynı bayramları kutladıklarımız! Sizler
Müslümanlarsınız! Sizler Allah’a, peygambere sövenleri sevemezsiniz! Sizler
Müslüman olarak Allah ve Resûlüne düşman olanlarla asla dost olamazsınız! Sizler
Müslümansınız! Böyle bir hayata asla razı olamazsınız! Allah’ın istediği gibi
bir hayatı yaşamak zorundasınız! diyerek onları oradan yakalamak, yaklaşmak
zorundayız.
Bu âyetten anlıyoruz ki bir anlaşma
yapılmış. Allah’la İsrâil oğulları arasında bir anlaşma gerçekleştirilmiş. Bu
anlaşmada aracı Cebrâil (a.s), Tevrat ve Mûsâ (a.s) dır. Tabii diğer peygamberle
de dahil. Yâni Rabbimiz tarafından İsrâil oğullarına gönderilen bu dinin, bu
kitabın ve bu peygamberin Allah’la bir anlaşma olduğunu, bir anlaşma anlamına
geldiğini anladık.
Allah diyor ki ey İsrâil oğulları, Ben
sizinle bir anlaşma yapmıştım. Haberiniz var mı? Ben size bir anlaşma metni
göndermiştim. Sizler bunu inandık diyerek, La İlâhe illallah diyerek
kabullenmiştiniz. Şu anda bu anlaşmaya karşı ne haldesiniz? Şu anda o anlaşmayla
ilginiz var mı? Öyle mi? Bize de gönderdi mi Allah böyle bir din? Bize de
gönderdi mi bir kitap? Bize de gönderdi mi bir peygamber? Bizimle de yaptı mı
böyle bir anlaşma? Haberiniz var mı böyle bir anlaşmadan? Elbette şu Kur’an
Allah’ın bizimle yaptığı kulluk anlaşmasının metnidir. Ne zannediyorsunuz? Allah
İsrâil oğullarından yıllar önce aldığı bu mîsakı bize niye anlatıyor dersiniz?
Ey Müslümanlar, sizler bundan ibret alın. Sakın ha sizler sizden öncekilerin
kendilerinden alınan mîsa-ka karşı davrandıkları gibi davranmayın. Allah’la
sözleşmelerine ihanet edenler gibi olmayın. Sakın sizler onların düştükleri
yanlışlara düş-meyin diye bizi uyarmak üzere anlatıyor Rabbimiz
bunu.
Onların içlerinden on iki de başkan
göndermiştik. İçlerinden on iki de güvenilir gözetleyici göndermiştik.
Arkadaşlar “Nakib” ifadesi gözetleyen, nöbet tutan anlamlarına gelmektedir. Yâni
Allah onları kendisine kulluk yolunda tutmak, onları İslâm dışı yollara,
günahlara düşmekten korumak, onlara doğruyu göstermek üzere içlerinden her
kabileden bir gözetçi seçmesi için elçisi Mûsâ (a.s)’a emretmişti.
Pekiyi neymiş bu anlaşma? Hangi
şartları ihtiva ediyor muş? Bakın Rabbimiz onu şöylece
anlatıyor:
Allah dedi ki. Anlaşma şartlarını
hazırlayan, Anlaşma metnini gönderen, anlaşmaya taraf olan, anlaşma metni olarak
kitabı gönderen ve gönderdiği kitabında sadece Bana kul olacaksınız, sadece
Beni dinleyecek ve Benim aldığım kararlara uyacaksınız diyen Allah buyurdu
ki:
Muhakkak ki Ben sizinle beraberim.
Andolsun ki Ben sizin ya-nınızda ve desteğinizdeyim. Peki gerçekten Allah
sizinle beraber mi? Allah gerçekten yanınızda mı? Elbette Allah nerede olmaz ki?
Ben sizinle beraberim. Ben sizinle beraber olurum. Hep yanınızda,
beraberinizde, yardımınızda ve desteğinizde olurum. Ama bunun için de şart
koşmuş Rabbimiz. Desteğimle, yardımımla, inâyetimle, sevgimle, merhametimle,
ordularımla, meleklerimle sizinle beraber olurum. Lüt-fum ve keremimle sizin
yanınızda olurum. Eğer siz şunları şunları ya-par, şu şu konulara, şu şu anlaşma
maddelerine riâyet ederseniz. Ne o maddeler? Onu biraz sonra söyleyeceğim
inşallah. Ama onu de-meden önce şunu bir daha söyleyeyim:
Allah’ın bir insanla beraber olması,
Allah’ın bir kimsenin yanın-da ve yardımında olması gerçekten çok büyük bir
şeydir. Hani Şuarâ sûresinde Mûsâ (a.s) ile Harun (a.s)’ı azgın Firavuna
gönderirken Rabbimiz şöyle diyordu:
“İkiniz âyetlerimle gidiniz.
Doğrusu Biz sizinle beraber dinlemekteyiz.”
(Şuarâ 15)
Ey Mûsâ ve ey Harun, ikiniz âyetlerimle
birlikte Firavuna gidin. Benim âyetlerimle gidin ona ve kesinlikle bilesiniz ki
böyle yaptığınız takdirde Ben de orada, o ortamda sizinle beraber dinlemekteyim.
Ben de sizinle beraber oradayım, sizin yanınızda ve desteğinizdeyim. Han-gi
şartla? Siz Benim istediğim şekilde âyetlerimle gittiğiniz şartla. Evet demek ki
Allah’ın şartına bağlı kalınınca Allah desteğine ulaşılıyor. Yâni Allah’ın
beraberliği için, Allah desteğine ulaşabilmek için Allah’ın âyetleriyle birlik
gidilecektir gidilen yere. Âyetlerle gideceğiz ve kesinlikle bileceğiz ki gidilen Firavun da
olsa Allah bizi orada dinlemektedir, Allah bizi orada desteklemektedir, Allah
orada bizim yanımızdadır. Bunu Nâziât sûresinde ve Şuarâ sûresinde uzun uzun
anlattım.
Yine “Seyyid’ül İstiğfar” hadisinde de
Rabbimizin şartlarına riâyet ettiğimiz takdirde telsizsiz, telefonsuz bizim
yanımızda ve desteğimizde olduğu anlatılır. Düşünün Allah’la beraber olan,
Allah desteğinde olan bir adam kimden korkacak da? Kimden çekinecek de? Şu anda
insanların dertleri de bu değil mi? Hep güçlü olmak, güçlülerle beraber olmak
istemiyorlar mı bu insanlar? Gerek fert planında, gerekse devletler planında en
güçlüye sırtını dayamadan yana değiller mi bu insanlar? İşte bakın en güçlü olan
Allah diyor ki Ben sizinle beraberim. Ben sizin desteğinizdeyim. Peki hangi
şartla? Bakın o şartları şöylece sıralıyor Rabbimiz:
1- Eğer namazı ikame ederseniz. Namazı
dimdik ayağa kaldırırsanız. Namazla ayağa kalkarsanız. Namazla hayatı ayağa
kaldırır-sanız. Namazla hayatı düzenlerseniz. Bireysel, ailevi, toplumsal tüm
hayatınızı namaza özdeş hale getirirseniz. Namazla hayatı doğru orantılı
kılarsanız. Namazda Allah’tan mesaj alır ve hayatınızı namaz eksenli, Allah
eksenli, vahiy eksenli şekillendirirseniz. Arkadaşlar, namazın ayağa
kaldırılması dinin ayağa kaldırılması demektir. Çünkü namaz dinin direğidir.
Namazı yerlerde sürünen bir din yıkılmış demektir. Namaz dikildi mi çadır
ayaktadır, namaz yıkıldı mı çadır yıkılmış demektir.
Din neydi?
Din bir hayat programıydı. Din bir yaşam biçimiydi. Öyleyse bireysel ve
toplumsal hayatınız, hukukunuz, ceza kanunları-nız, eğitiminiz, askeriyeniz,
sosyal ve siyasal yapılanmalarınız, ekonomik düzenlemeleriniz namazda ilgi
kurduğunuz Allah’ın kitabında anlatıldığı gibi olursa din ayağa kaldırılmış
demektir. İşte böyle Allah’ın istediği gibi bir namazla hayatınızı, varlığınızı
Allah’a adarsanız, Allah için bir hayat yaşamaya yönelirseniz. Varlığınız,
vücutlarınız konusunda tek söz sahibi olarak Allah’ı
kabullenirseniz.
2-Zekâtı da verirseniz.
Mallarınız konusunda da Allah’ı söz sahibi bilirseniz. malî yönden de Allah’a
kul olursanız. Mal varlığınızı da Allah’a adarsanız. Namazla bedenlerinizde
Allah’ı söz sahibi bildiğiniz gibi, zekâtla da mallarınızda Allah’ı söz sahibi
bilirseniz. Namaz kılarak bireysel kulluğunuzu, zekât vererek de toplumsal
kulluğunuzu sadece Allah’a yaparsanız. Namaz kılarak Allah’tan mesaj alır,
zekât-la da bunu Allah kullarıyla paylaşma kavgası içine girerseniz.
Peygamberlerime de îman
ederseniz. Peygamberime değil, peygamberlerime. Yâni bir tek peygambere değil
tüm peygamberlerime inanırsanız. Nasıl? Konumunuz, makamınız, toplumunuz,
şartlarınız, ortamınız hangi peygamberin konumuna, ortamına, toplumuna
benziyorsa o konuda o peygamberimi örnek alarak bir tavır belirlerseniz.
Toplumunuz Lût kavmi gibi cinsel ahlaksızlığı doruklaştırmış bir toplumsa Lût
(a.s)’ı örnek alarak, toplumunuz Nuh (a.s) un toplumu gibi salihleri
putlaştırmayı hedef seçmiş bir toplumsa o zaman Nuh (a.s)’ı örnek alarak, Âd
kavmi gibi maddeyi putlaştırmış, dünyayı kıble edinmiş, Semûd kavmi dünyayı
cennetleştirme cinnetine kapılmış, Cenneti dünyaya taşıma sarasına kapılmış bir
toplumsa Hud ve Salih (a.s) ları örnek alarak peygamberlerime îman
ederseniz.
Arkadaşlar, işte peygamberlere îmanın
manası budur. Konu-mumuz, makamımız, toplumumuz, içinde bulunduğumuz şartlar
hangi peygamberin şartlarına benziyorsa o nokta da o peygamberi örnek alarak bir
tavır belirlemek peygamberlere îman demektir. Yâni pey-gamberlere îman o
peygamberlerin yollarına, tavırlarına, hayat programlarına, onların
örnekliklerine îman demektir. Değilse işte filan tarihte, falan ülkede
peygamberler de yaşamış. E ne olacak yaşamışsa yaşamıştır? Yâni bana ne bundan?
Arkadaşlar, unutmayalım ki peygamber inancı Allah’ın insan hayatına
karışmasının, Allah’ın insan-lardan bir şeyler istemesinin odak noktasıdır.
Allah vahiy göndererek insan hayatına karışır ve bu karışmayı da peygamberleri
vasıtasıyla insanlara ulaştırır. İşte bu elçileri vasıtasıyla Allah’ın hayata
karıştı-ğına inanırsanız, sizin hayatınızda söz sahibi olduğuna îman
ederseniz.
Arkadaşlar, Allah için kendi kendinize
bir sorun. Acaba hayatı-mızda Allah’ın karışmadığı birimler var mı, yok mu?
Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor? Kaçta kaçına biz kendimiz, ya da Allah
dışı varlıklar karışıyor? Acaba Allah’a hiç sormadığımız, Allah’ı hiç
karıştırmadığımız hayat birimlerimiz ne kadar? Allah için bunu bir düşünelim.
Sonra:
3-Bir de peygamberlerime îman
etmekle beraber onları des-tekler, arka çıkar, onlara yardımcı olursanız. Önceki
derslerimizde peygambere yardımın ne anlama geldiğini uzun uzun anlattım.
Mü’-min sûresinde Firavun hanedanından bir mü’min kişinin Hz. Mûsâ’yı öldürmeye
yürüyen Firavunun önüne dikilerek Allah’ın elçisini nasıl müdafaa ettiğini,
Yâsîn sûresinde şehrin en uç mahallelerinden koşup gelen bir yiğidin Allah
elçilerinin önüne kendisini siper yaparak beni çiğneyip geçmedikçe bu Allah
elçilerinin kılına bile dokunamazsınız diyerek kendisini peygamberlere nasıl
kalkan yaptığını, peygamberi öldürmeye giden Ömer’in karşısına dikilerek kız
kardeşi Fatıma’nın peygamberi nasıl müdafaa ettiğini
anlatmıştım.
Öyleyse peygambere yardım peygamberin
geliş gâyesine yardımdır, peygamberin görevine, peygamberin misyonuna
yardımdır. Peygamber niye geliyordu? Peygamber yeryüzünde C. Allah’ın istediği
kulluğu, Allah’ın istediği hayatı, Allah’ın istediği adâleti gerçekleştirmek
için geliyordu. Yeryüzünde insanlar sadece Allah’a kul olsunlar. Sadece Allah’ı
dinlesinler, sadece Allah önünde eğilsinler, sadece Allah’ın hayat programını
uygulasınlar için geliyordu. İnsanların cennet yollarını açmak, cehennem
yollarına barikatlar koymak için geliyordu. İnsanlar Rab, Melik, İlâh olarak
sadece Allah’ı bilsinler, kitap olarak sadece Allah’ın kitabını kabul etsinler,
din olarak İslâm’ı, örnek olarak da kendilerini kabul etsinler için
geliyorlardı.
İşte
peygambere yardım peygamberin geliş gâyesi olan bu konulara sahip çıkmaktır.
Eğer peygamberin bu görevlerini bizler de kendimize görev bilir, onların varlık
gâyelerini kendimize dert edinir, iş edinir, meslek edinirsek onlara yardım
ediyoruz demektir.
Onların
inandıklarına inanır, reddettiklerini reddeder, onlar gibi bir hayat yaşamaya
çalışırsak onlara yardım ediyoruz demektir. Yâni varlıklarını, varlık
sebeplerini, hayat programlarını kabul eder, arzularına, isteklerine köstek
değil destek olursak peygambere yardım ediyoruz demektir. Evet peygamberlerime
sahip çıkar, onlara yardım ederseniz. Başka:
4- Bir de
Allah’a güzel bir borç verirseniz. Karz-ı hasen yapar-sanız. Bedeninizi,
canınızı, malınızı, bilginizi, hayatınızı, fırsatlarınızı Allah’a emanet
verirseniz. Ya Rabbi senin verdiklerini senin yolunda harcıyo-rum. Senin ver
dediklerini senin yolunda veriyorum derseniz. Al ya Rabbi, bunlar sende emanet
kalsın, yarın onlara ihtiyacım olduğunda senden alırım derseniz. Cennete girmek
için mi, cehennemden kurtulmak için mi? En lâzım olduğu zaman senden alırım
diyerek sahip olduklarınızı O’na sunarsanız. Böyle demeseniz de zaten bunlar
sizde kalmıyor. Yâni Allah’a vermeseniz de geçiyor zaten bu zaman değil mi?.
Meselâ şu
anda şu bir saatlik zamanı Allah adına vahiy dinlemeye ayırmasanız da geçiyor
zaten. Evet hayatınızı Allah için yaşayarak O’na karz yaparsanız, bütün bu
saydığım şartlarıma riâyet ederseniz kesinlikle bilesiniz ki Ben sizinle
beraberim, Ben sizin yanınızdayım, Ben sizin desteğinizdeyim diyor Rabbimiz. Ve
o zaman:
Andolsun ki
sizin seyyiatınızı, kötülüklerinizi örterim. Girdiğiniz bu dosdoğru yolun
bereketiyle kalplerinizi, kafalarınızı, düşüncelerinizi, eylemlerinizi küfür,
şirk ve isyan pisliklerinden tertemiz temizlerim. Hayat problemlerinizi yok
eder, sizi dünyada düzlüğe çıkarırım. Ekonomik, hukukî, ahlâkî, ailevî,
toplumsal, bedensel, ruhsal tüm sıkıntılarınızı, tüm hastalıklarınızı giderir
sizi sahil-i selâmete ulaştırırım. Dünyanın en mutlu, en bahtiyar, en problemsiz
toplumu haline getiririm sizi. Andolsun ki dünyada böyle yaptığım gibi âhirette
de sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Sizi devlet ve nîmetlerime
boğarım.
Ve artık
bundan sonra, bu gerçeklerime muttali olduktan sonra, Benimle bu anlaşmaları
gerçekleştirdikten sonra sizden kim inkâr ederse, kim anlaşmasına hain
davranırsa şüphesiz doğru yoldan sapmış olur dedi. Yâni önce doğru yola
girdikleri halde onlar yoldan çıkmış olurlar.
Peki onlardan bu anlaşmalarını
bozanların durumları ne olmuş? Rableriyle sözleşmelerine hainlik edenlerin
başlarına neler gelmiş? Bakın Rabbimiz onu da şöylece
açıklıyor:
13. “Sözlerini bozdukları için
onlara lânet ettik, kalplerini katılaştırdık. Onlar sözleri yerlerinden
değiştirirler. Kendilerine belletilenin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek
azından başkasının daima hainliklerini görürsün, onları affet ve geç. Allah
iyilik yapanları şüphesiz sever.”
Anlaşmayı bozarlarsa, anlaşma
şartlarına riâyet etmezlerse lânetleriz onları. Evet anlaşmayı bozmalarından
ötürü, bizimle sözleşmelerine sâdık davranmamalarından ötürü onları lânetleyip
rahmetimizden uzaklaştırdık. Kalplerini de artık îmanı kabule yanaşmayacak
biçimde kaskatı katılaştırıverdik. Yâni onların yahudileşme temayüllerini,
tercihlerini onaylayıverdik. İşte Allah’la sözleşmelerini bozan, sözleşme
maddelerine aykırı davranan, Rablerine verdikleri ahitlerine ihanet eden,
Allah’ın istemediği bir hayatın içine dalanların âkıbetleri budur. Allah’ın
lânetine ehil hale gelmek, kalplerinin kaskatı hale getirilmesi, artık
isteseler de Allah’ın sesini, vahyin sesini, fıtratlarının ve vicdanlarının
sesini duymaz duygulanmaz hale gelmesi. Rabbim bizleri böyle bir duruma
düşmekten korusun inşallah.
Kalplerini kaskatı hale getiririz
onların. Anlamaz, kavramaz, duymaz, duygulanmaz hale getiririz onları. Taştan
daha katı yaparız. Şu insanların çocuklarına karşı tavırlarına bakın ki ne kadar
katıdır. Onların cehenneme gidişi karşısında ne kadar da vurdumduymazlar değil
mi? Cennet karşısında, cehennem karşısında, hesap kitap karşısında ne kadar da
kayıtsızlar değil mi? Parayı düşündükleri kadar âhireti düşünme konusunda ne
kadar da yayalar değil mi? Peki ne yapmışlar da bunu hak etmişler? Ya da
Allah’ın bu lânetine maruz kaldıktan sonra ne yapmışlar bu
adamlar?
Kelimeyi, kelâmı, sözü olduğu yerden
değiştirdiler. Kelâma, kelimelere farklı anlamlar yüklediler. Allah bir tür
söyledi, onlar bir tür söylediler. Allah bir tür söyledi, onlar başka tür
anladılar. Allah’ın dediğine demedi, demediğine de dedi dediler. Allah oku
dedi, onlar anlamadan okumayı anladılar, anlamadan okumaya çalışırlar. Allah
beni zikredin dedi, onlar zikri farklı anladılar. Allah; ibâdet dedi, îman dedi,
itaat dedi, kabul dedi, ret dedi, İslâm dedi, ihsan dedi, namaz dedi, takva
dedi, oruç dedi, cihad dedi, şehid dedi, zikir dedi ama onlar farklı şeyler
anladılar. Bütün bu Allah kavramlarına Allah’ın kast etmediği farklı anlamlar
yüklediler. Bu Allah kavramlarının içini boşaltıp farklı yorumladılar. Allah’ın
kelâmında, kelimelerinde Allah’ın kastettiği manaları göz ardı ettiler. Allah’ın
kelâmını değiştirdiler. Tahrif ettiler. Allah’ın yasalarını terk ettiler.
Kitaplarındaki gelecek ahir zaman peygamberinin sıfatlarıyla alâkalı, son kitap
Kur’an’la alâkalı haberleri giz-leyip değiştirdiler, sildiler,
gizlediler.
Rabbimiz böyle yaptıkları için lânetine
uğramış bir toplumu haber vererek biz Müslümanları uyarıyor. Sakın ey
Müslümanlar sizler de onların yanlışlarına düşerek Benim lânetime maruz kalmayın
buyuruyor. Sizler de yahudileşmeyin diyor. Ama maalesef bakıyoruz ki bizim
içimizde kimi yahudileşmiş beyinsizler de aynen onların yaptıklarını yapmaya
çalışıyorlar. Kelâmı, Allah kelâmını vaz olundukları manalarının dışına
çıkarıyorlar, âyetleri altüst ediyorlar, tahrifat yapıyorlar, hafriyat
yapıyorlar, gizliyorlar, üstünü örtüyorlar. Kelâmı yerinden oynatıyorlar, sağa
sola çekip sündürüyorlar, haramını helâl, helâlini haram yapıyorlar.
Allah yasası gereği Kur’an’ın
âyetlerine dokunamıyorlar, değiştiremiyorlar ama yorumunu değiştirmeye
çalışıyorlar. İçimizdeki çö-mezleri vasıtasıyla olmadık yorumlar getirmeye ve
Müslümanların zihinlerini idlal etmeye çalışıyorlar. Müslümanların kitaba karşı,
sünnete karşı bakışlarını bozmaya çalışıyorlar. Kitap şöyle olmalıdır, sünnet
böyle olmalıdır, din şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır, kitabın fonksiyonu şöyle
olmalıdır, peygamberin dindeki yeri şudur, sünnet dinde şu anlama gelmelidir
diyerek yorumlarda bulunuyorlar. Kitap bir tarafta onların yorumları bir tarafta
insanların karşısına çıkmaya çalışıyorlar. Allah bir tarafta, din bir tarafta
onların yorumları bir tarafta. İnşallah kitaplarına ve peygamberlerine sahip
çıkan bu ümmet bu sapıkların yorumlarına itibar
etmeyecektir.
Kendilerine
hatırlatılan şeyleri unuttular. Tevrat’ta kendilerine hatırlatılanların,
emredilenlerin büyük bir bölümünü terk ettiler.
Ey peygamberim, unutmayasın ki sen
devamlı bir şekilde onları ahitlerini bozan, hainlik eder bulacaksın. Az bir
kısmı müstesna sen sürekli onların ihanetlerine uğrayacaksın. Onlardan hep
ihanet göreceksin. Kelâmını tahrif ederek, yasalarını değiştirerek, âyetlerini
gizleyerek yaratıcılarına ihanet eden kimselerden insanlara karşı ihanetin
dışında başka ne bekleyebilirsin? Allah’a ihanet edenler sana ihanet
etmeyecekler mi? Ve sizler ey peygamber yolunun yolcusu Müslümanlar, unutmayın
ki bu hainlerden sürekli ihanet göreceksiniz. Allah’a verdikleri sözlerine sâdık
davranmayan bu insanlardan sakın kendinize sadâkat beklemeyin. Bu onların
vazgeçilmez huyu olmuştur. Onlar cahillerdir peygamberim, sen affet onları.
Onlara git, onlara anlat, müsamahakâr davran onlara. Yâni onların kusurlarına
bakma da sen gidip bir daha anlat onlara.
Sakın ha
şöyle deme onlara: Bunlar adam olmaz. Bunlardan geçmiştir bu iş. Bunlar bu işi
beceremez, bunlar bu işi kavrayamaz, zaman öldürmeyeyim bunlarla deme sakın. Biz
de öyle yapmayalım inşallah. Çevremizdeki konu komşuya, hısım akrabaya bir kere
anlattık da anlamadılar, adam olma yoluna girmediler diye sakın
bırakıver-meyelim. Arkadaşlar, unutmayalım ki bu sûre Medine döneminde
gel-miştir. Medine döneminde bile Rasulullah Efendimiz 12 yıl, 15 yıl din
anlatmış, eğitmiş, uğraşmış ama yine de bu tür insanlar var demek ki ve onlara
karşı yine de Rabbimiz bunu tavsiye ediyordu
peygamberi-mize.
Evet çevremizdeki bu özelliklere sahip
gafil Müslümanlar açısından düşündüğümüzde sanki bu âyet Âl-i İmrân’daki âyeti
çağrıştırıyordu:
“Allah'ın size olan nîmetini anın:
Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nîmeti sayesinde kardeş
oldunuz. Bir ateş çukurunun yanında idiniz, sizi oradan
kurtardı.”
(Âl-i İmrân 103)
Ey peygamber, ey Müslümanlar, hele bir
düşünün. Allah’ın üzerinizdeki nîmetlerini bir hatırlayın. Sizler bir zamanlar
birbirinize hasımdınız da Allah kalplerinizi birleştirip sizleri kardeş yaptı.
Yâni sizler Allah’ın nîmetleriyle kardeşler oldunuz. Bir felâket çukurunun
kenarına kadar gelmiştiniz de, cehenneme gidiyordunuz da Allah gönderdiği
diniyle, elçisiyle sizi oradan kurtardı. Öyle değil mi? Allah size bu dini
göndermeden önceki durumunuzu bir düşünün. Ne haldeydiniz? Kanlı bıçaklı
birbirinize düşman değil miydiniz? Kimin ne yaptığı, kimin kimi öldürdüğü belli
olmayan bir curcuna içinde değil miydiniz? Öyleyse niye dününüzü unutuyorsunuz?
Dün sizler de bugün cahil gördüğünüz insanlar gibi değil miydiniz? Dün sizler
de kitap sünnet bilmiyordunuz. Bugün dünkü sizin durumunuzda olanları niye
affetmiyor, onların yardımına koşmuyorsunuz?
Öyleyse affedelim insanları.
Bilmiyorlar, anlamıyorlar diye onlara uyarıyı bırakıvermeyelim. Çünkü onlar
bizim kardeşlerimizdir, onların cehenneme gidebilme olasılığına hiç göz
yummayalım. Unutmayalım ki bir vakitler biz de öyleydik. Ya da biz de kimi
düzeltilecek konularda hâlâ öyleyiz. Elbette o hep öyle sürecektir. Yâni bizim
de eksikliğimiz olabilecektir. Dün bizler de bir ateş çukurunun kenarındaydık
da Allah bizi kitabı ve peygamberiyle tanıştırdı ve ondan kurtardı. Öyleyse
bizler de birilerini kurtarmadan yana olalım inşallah.
14. "Biz hıristiyanız"
diyenlerden söz de almıştık; onlar, kendilerine belletilenin bir kısmını
unuttular, bu yüzden aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin saldık. Allah,
yapmakta olduklarını kendilerine haber
verecektir.”
Biz Allah’ın yardımcılarıyız, biz
Nasara’yız diyenlerden de, biz Nasrani’yiz diyerek kendilerini Hz. Îsâ (a.s)’a
nisbet eden Hıristiyan-lardan da mîsak aldık. Yahudilerden aldığı mîsaktan sonra
şimdi de Rabbimiz hıristiyanlardan aldığı mîsakı hatırlatıyor. Onlardan da
mî-sak aldık. Onlarla da bir anlaşma yaptık. Biz Nasara’yız dedikleri halde, biz
Allah’ın dininin yardımcılarıyız dedikleri halde, kendilerini Hz. Îsâ (as’)a
nisbet ettikleri halde ne Allah’la, ne Allah’ın diniyle, ne Allah’ın kitabı ve
elçisiyle, ne bunlara yardımla hiçbir ilgileri kalmamış hıristiyanlar da ahit
aldık buyuruyor Rabbimiz. Çünkü bırakın bu a-damların Allah’ın dinine
yardımcılar olmayı, bırakın Allah’ın elçisi Îsâ (a.s)’a ve O’nun mesajına sahip
çıkmayı bilâkis O’nun mesajını bozmuş, O’nun yolunu tahrif etmiş, Onun diniyle
uzak ve yakından hiçbir ilgileri kalmamış insanlardır. İstedikleri kadar batı
dillerindeki Hz. Îsâ (a.s) nın Kırist ismine kendilerini izafe etsinler. Aslında
bu ismi onlara verenler kendileri de değildir. Müşrikler onları küçümsemek için
Hz. Îsâ’nın taraftarları anlamına bu ismi vermişlerdir.
Rabbimiz buyuruyor ki Biz onlardan da
mîsak aldık, söz aldık. Arkadaşlar, bu ahit alma işini şöyle anlıyoruz: Rabbimiz
hangi topluma vahiy göndermişse, elçi göndermişse gönderdiği o vahiy ve elçiyle
o toplumdan ahit almış demektir. Vahiy ve elçi gönderimi o toplumdan ahit alma
anlamına gelmektedir. Peki hangi konuda ahit alıyordu Rab-bimiz onlardan?
Kendisinin vahiy gönderdiğine, gönderdiği vahiyle, hayat programıyla kullarını
sorumlu tuttuğuna, yâni kullarının hayatına karıştığına dair onlardan ahit
alıyor. Kendisinin kullarının hayatına egemen tek söz sahibi olduğu, tek Rab,
Melik ve İlâh olduğu ve kullarının gönderdiği vahiyle hayatlarını düzenlemek
zorunda oldukları konusunda, vahyine karşı asla duyarsız kalmamaları konusunda,
vahyin gereğini yerine getirmeleri konusunda ahit alıyor. Kendisinden başka
hayatlarına karışıcı Rab, Melik ve İlâh tanımamaları konusunda ahit alıyor.
Kendilerinden istediği kulluğu örneklemek üzere gönderdiği elçisini her konuda
örnek bilmeleri, onun gibi kul olmaları konusunda ahit alıyor. Evet
hıristiyanlardan da böylece ahit aldı Rabbimiz ama onlar da bu anlaşmayı
unuttular. Allah’a verdikleri sözlerini unuttular. Anlaşma maddelerini
unuttular. Anlaşma metinlerini ihtiva eden kitaplarıyla diyaloglarını kestiler.
Kendilerine hatırlatılan anlaşma maddelerinden bir kısmını unuttular
da:
Biz de bu yüzden onların aralarına
kıyamete kadar sürecek bir düşmanlık ve kin saldık. Yaptıklarından ötürü onların
arasına sonu gelmeyecek bir düşmanlık, bir kan davası koyuverdik. İşte Allah
vahyini unutanların, Allah vahyiyle ilgiyi kesenlerin, vahiyden uzak bir
yaşamaya kalkışanların, vahyi hayatlarından dışlayarak kendi hevâ ve hevesleri
istikâmetinde bir hayata yönelenlerin cezası budur. Allah yapmakta olduklarını
kendilerine haber verecektir. Arkadaşlar, hıris-tiyanlık dünyasının neden
birbirlerine düşman olduklarını, dost ola-madıklarını, yıllar yılı aralarında bu
savaşların neden bitmeden devam ettiğini bir türlü anlayamıyordum. Anlamak
istemiyorduk belki. Çünkü isteseydik işte bu âyet buradaydı.
Demek ki
onlar Allah’la aralarındaki anlaşmayı bozdukları için, Allah’ın anlaşma
metinlerini ihtiva eden kitaplarına yan baktıkları için, kitaplarını, anlaşma
metinlerini tahrif edip kitapsız bir hayatın mahkumu oldukları için Allah
kıyamete kadar hiç eksilmeyecek bir düşmanlık koymuştur onların arasında. Onun
için hep düşmandırlar birbirlerine. Bu düşmanlık ya hıristiyanların kendi
aralarında cari olan bir düşmanlıktır ki hıristiyan mezhepleri arasında yıllar
yılı savaşlar sürüp gitmektedir. Çünkü adamlar hem hıristiyanlar hem de
başvuracakları ortak bir dinleri, ortak bir kitapları yoktur. Binlerce İncil’in
içinden hangisine başvuracakları belli değildir.
Ya da burada Rabbimizin kast ettiği
düşmanlık yahudi ve hıris-tiyanlar arasında sürüp giden bir düşmanlıktır.
Yahudiler hıristiyanları hep kendi dinlerine, kendi kitaplarına ihanet edenler
olarak görürler, hıristiyanlar da onları kitaplarını bozan hainler olarak
görürler.
Pekiyi ne anlatıyor bununla Rabbimiz
bize? Rabbimiz bununla bize şunu anlatıyor: Eğer bizler de Rabbimizle yaptığımız
anlaşma şartlarına riâyet etmez, kitapla ilgimizi, alâkamızı keser, kitapsız bir
hayatın adamı olursak kesinlikle bilelim ki Allah bizim aramıza da düş-manlık
atacaktır. Bunu hiçbir zaman unutmayalım. Şu kitapla ilgimizi kesip, efendim
işte başka kitaplarımız var, işte dergilerimiz var, işte gazetelerimiz var. Biz
bunları okuyoruz, bunlardan bilgileniyoruz. “Ne olmuş yâni? Bunlar da Kur’an
kaynaklı değiller mi? Bunların içi de âyetlerle dolu değil mi?” dersek
kesinlikle bilelim ki Müslüman cemaatler de birbirlerine düşman olacaklardır.
İşte görüyoruz, birilerinin âyetleri şu kadar, ötekilerinin ki bu kadar.
Birilerinin ilgilenip gündeme getirdikleri âyetler şunlar, ötekilerinin ki
bunlar olunca elbette Allah da onların arasına düşmanlık salıverecektir.
Öyleyse ey
Müslümanlar, dua edin ki kitabınız tektir. Kaynağı-nızın tekliği düşüncenizin de
tekliğini gerektirir. Bakın dikkat edin, onlar kitaplarını parçaladılar, her
biri bir bölümünü bayraklaştırıp, her biri bir bölümüne sarılıp kendilerini de
parçaladılar. Dirlik düzenleri kalmadı. Zinhar sizler kitabınızı parçalamayın.
Kitabınızdan ayrılmayın. Başka kitapları kitabınızın yerine koymayın. Değilse
sizler de kendi aranızda ayrılıklara düşmek zorunda kalırsınız.
15. “Ey Kitap ehli! Kitaptan
gizleyip durduğunuz çoğunu size açıkça anlatan ve çoğundan da geçiveren
peygamberimiz gelmiştir. Doğrusu size Allah'tan bir nûr ve apaçık bir Kitap
gelmiştir.”
Ey kitap ehli, kitaptan,
kitabınızdan gizleyip durduğunuz hakikatlerin bir çoğunu size açıklayan, bir
kısmından da geçiveren, bağışlayıveren elçimiz size gelmiştir. Ve size
Allah’tan bir nûr ve apaçık bir kitap da gelmiştir. Evet size sizin için bir
rahmet kapısı olarak gönderdiğimiz elçimiz kitabınızda bulunduğu halde hiç
korkmadan, hiçbir sorumluluk duygusu duymadan örttüğünüz, gizlediğiniz,
sakladığınız pek çok hakikati haber vermektedir. Düşünmüyor musunuz? Hani bir
zamanki elinizdeki İncil’ler nerede? Niye imha ettiniz onları? Niye yok ettiniz?
Ne vardı onların içinde? Hangi gerçekleri ihtiva ediyordu o İncil’ler? Korkunuz
neydi ki alelacele imha ettiniz onları? Kimden neyi saklamak için yaktınız
onları? İnsanların gözünden neleri saklamak için yangından mal kaçırıyormuş gibi
böyle bir imha eylemine giriştiniz? Sakın şimdi bu son elçimizin ve o elçimize
gönderdiğimiz kitabın size açıklayıp gün yüzüne çıkardığı o gerçekleri örtmek
için yapmış olmayasınız bu imhayı?
Yalancının
mumu yatsıya kadar yanar. İşte şimdi size sizin o gizlediklerinizi haber veren
bir peygamber geldi. Sizin hayatınıza bir projektör tutuldu. Size sizin yanılgı
noktalarınızı, sapma noktalarınızı açık açık anlatan, haber veren, sizi
geçmişinizle ve geleceğinizle uyaran bir elçi geldi. Ve kendisinden önce gelen,
aynı kaynaktan gelen tüm İlâhî kitapların özünü kendisinde toplamış olan
evrensel bir kitap geldi. Tarih boyunca insanlığın değişmez doğrularını içinde
bulunduran ve kıyamete kadar insanlığı hakka, hidâyete ulaştıracak bir kitap
geldi.
Evet bu kitap o evrensel doğrulardan
sizin gizlediklerinizden, bozduklarınızdan, tahrif edip insanların
dikkatlerinden kaçırdıklarınızdan bir kısmını açıklıyor. Bunlar bir zamanlar
sizin kitabınızda da vardı. Ahir zaman Nebîsinin özellikleri, mutlak geleceğine
dair müjdeler, Kur’an’la alâkalı haberler, namaz, oruç, hac gibi ibâdetler,
içkinin, zinanın, hınzır etinin, küfrün, şirkin haramlığı, Allah’ın hayata
karışması, Allah’ın tek Rab ve İlâh oluşu gibi evrensel gerçekler. Onlardan, o
gizlediklerinizden bir kısmını size haber veriyor o peygamber, ama bir kısmından
da vazgeçiyor, bir kısmını da affediyor. Eğer onları da açıklamış olsaydı, o
kirli çamaşırlarınızı da ortaya döküverseydi elbette sizi rezil ve perişan
ederdi, sizi mat ederdi.
Ama
bilesiniz ki Allah o peygamber sizi mat etmek için değil, sizi dünyaya rezil
etmek için değil, bilâkis tüm geçmişe ait kirleriniz-den sizi temizlemek,
arındırmak, eski şerefli günlerinize ulaştırmak için göndermiştir. Bu peygamber
bunun için gelmiştir. Peki şu sizin yaptığınız ne ya ona? Ne yapmaya
çalışıyorsunuz bu elçiye karşı? Sizin için, tüm insanlık için mahza bir hayır
kapısına karşı böyle mi davranmalıydınız? Gelişiyle, misyonuyla, getirdiği
çağlar üstü evrensel mesajıyla sizin kitabınızı tashih etti diye, sizin sapak
noktalarınızı, yanılgı noktalarınızı ortaya koydu diye ona düşman kesilmeniz mi
gerekiyordu? Aksine sevinmeniz, memnun olmanız, teşekkür etmeniz gerekmiyor
muydu? Ey bize Rabbimizin hediyesi, ey bize yol gösterici, ey bizim hayatımızın
sağlaması, çok şükür ki sen geldin bize. Çok şükür ki bizim hayatımızın
bozukluklarını ortaya koyuverdin. Din diye sarıldığımız şeylerin gerçek Allah
dini değil, atalarımızın bozup bize sun-duğu bir felsefeler, bidatler ürünü
olduğunu bize anlatıp gözlerimizi açıverdin. Eğer sen gelmeseydin, getirdiğin
hak bir Allah kitabıyla bizim hayatımıza böyle mükemmel bir projektör
tutmasaydın meğer bizler din diye, kitap diye boş şeylere sarılıp cehenneme
doğru gidiyor-muşuz. Gelişine susamız kimseler olarak sana îman ediyor, sana
teşekkür ediyoruz diyerek hemen ayağınıza kadar gelmiş bu nîmete sarılmanız
gerekmiyor muydu? Bu haliniz ne böyle, diyor ve tekrar tekrar İslâm’a dâvet
ediyor onları.
16. “Allah, rızasını gözetenleri
onunla, selâmet yollarına eriştirir ve onları, izni ile karanlıklardan aydınlığa
çıkarır. Onları doğru yola iletir.”
Allah o size gönderdiği nûr olan,
ışık olan, yol gösterici olan o kitabı ve mahza sizin için rahmet olan o
elçisiyle rızasını gözetenleri, rızasını arayanları, rızasına teslim olanları,
yâni o kitabına ve elçisinin sünnetine teslim olanları, kitap ve peygamber
örnekliğinde bir hayat yaşamaya yönelen kullarını selâmet yollarına ulaştırır.
Emniyet yollarının güvenliğine ulaştırır. Tek yol değildir bu yol. Sübülü’s
Selâmdır o. Öyleyse kimse Allah’ın yollarını teke indirgemesin. Yâni hiç kimse
kendi yolunu tek yol kabul edip öteki yolları reddetmeye kalkışmasın. Yol
Allah’ın yoludur, din Allah’ın dinidir, benimki hiçbir zaman temel değildir.
Benimki ona ne kadar uygunsa o kadar uygundur. Benim dışımda da, benim yolumun
dışında da sonu Allah yoluna çıkan tâli yollar vardır. Rabbimiz rahmetiyle,
vahyiyle, peygamber örnekliliğiyle kullarını küfür, şirk ve cehalet
karanlıklarından îman aydınlığına, hidâyet aydınlığına çıkarır. Değilse eğer
Rabbimiz bizi vahiysiz bırakmış olsaydı, yolsuz yordamsız bırakmış olsaydı biz
bu karanlıklardan nasıl kurtulabilirdik?
17. "Allah ancak Meryem oğlu
Mesih'tir" diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: "Allah, Meryem oğlu
Mesih'i anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmeyi dilerse kim O'na
karşı koyabilir? "Göklerin, yerin ve arasındakilerin hükümranlığı Allah'ındır,
dilediğini yaratır. Allah her şeye Kâdirdir.”
Andolsun ki Allah Meryem oğlu
Mesih’tir diyenler kâfir olmuş-lardır, küfre düşmüşlerdir. Biz Nasranî’yiz, biz
Nasarâ’yız deyip de, hı-ristiyanlık iddiasında bulunup da Meryem oğlu Îsâ
Allah’tır diyerek tevhid dininden, İslâm dininden ayrılıp gidenler küfür
etmişlerdir. Bir beşerden doğma bir beşer olan Hz. Îsâ (a.s)’ı tanrılaştıranlar
ya da Allah’ı beşerleştirenler kâfir olmuştur, diyor Rabbimiz. Allah’ı bir
beşerle, ya da bir beşeri Allah’la karıştıranlar kâfir oldular. Bir beşere
Allah sıfatlarını yükleyenler, ya da Allah’a beşer sıfatlarını yakıştıranlar
kâfir oldular. Bunlar Hz. Îsâ (a.s)’a Allah yetkilerini veren, ya da Allah’ın
Hz. Îsâ (a.s)’a hulûl ettiğini iddia eden hıristiyanlardır. Bunlar yasalarını
uygulayacakları gerçek Rabbi, kendisine kulluk yapacakları gerçek İlâhı
bulamadıkları için kul olabilecek başka varlıklar bulmak zorunda kalmış zavallı
insanlardır.
Çünkü
fıtraten insan tapınmak zorundadır. Bu fıtrî bir gereksi-nimdir. Tarih boyunca
bu hep böyle olmuştur. İnsan, insan olması hasebiyle fıtraten kul olmaya müsait
yaratılmıştır. Mutlaka bir yerlere bağlanmak, kapılanmak zorundadır insan.
Binaenaleyh eğer insan kendisine kulluk yapacağı, sığınacağı, arzularını yerine
getireceği ger-çek Rabbini bulamamışsa yanlış adreslere baş vurmak zorunda
kalacaktır. Onun içindir ki kitabımızın her bir bölümünde Rabbimiz gönderdiği
elçilerinin diliyle kullarını sadece kendisine kulluğa çağırmıştır.
Böylece
aslında Rabbimiz insanın kendi şerefini kurtarmayı murad buyurmuştur. Ama
maalesef insanlar bazen Allah’ı diskalifiye edip kendi kendilerine tapınarak,
kendi kendilerini putlaştırarak, bazen kendisi gibileri putlaştırarak, bazen
eşyayı tanrılaştırarak, putlara tapınarak kendi şerefini bizzat kendi elleriyle
ayaklar altına almışlardır. Hem Allah’a, hem kendilerine, hem de eşyaya
zulmetmişlerdir. Hem gerçek İlâhlarına, hem İlâhlaştırdıklarına hem de
kendilerine zulmetmişlerdir. İnsanı yerinden etmek, eşyayı olduğu yerden
çıkarmak, insanı ve eşyayı İlâhlaştırmak zulümlerin en büyüğüdür. Hıristiyanlar
aslında Allah’ın kutlu elçisi Hz. Îsâ (a.s)’a karşı onu insanlıktan çıkararak,
onun örnekliğini bitirerek, hayattan dışlayarak
zulmetmişlerdir.
İslâm’dan, ana kaynaktan uzaklaşıp
hıristiyanlaşan bu adamlar Hz. Îsâ (a.s) nın şahsiyeti hakkında tarih boyunca
gerçekten içinden çıkılamaz şeyler söylemişlerdir. Hıristiyan gruplardan bir
kısmı onun insani yönünden etkilenerek Allah’ın oğlu olduğuna inanmaktadır. Bir
kısmı da Allah olduğuna ve kendisine kulluk yapılması gerektiğine inanmaktadır.
Kimileri vücutta vahdet, vahdet-i vücut denen Allah’la insanın birleşimi
teorisinden kaynaklanan bir düşünceyle, bir bakış açısıyla onun Allah’la insan
karışımı, yarı Allah yarı insan bir varlık olduğuna inanmaktadır. Bu sapmalar
yıllarca tartışmalarına rağmen meseleyi işin içinden çıkılmaz bir duruma
getirmiştir. Bu karmaşık şahsiyetin, yâni Allah’la insan karışımı kabul
ettikleri şahsiyetin insani yönünün ağır bastığı kanısına varanlar onun Allah’ın
oğlu olduğu zehabına kapılırken, onun İlâhlığa yakınlığını düşünenler de onun
insanlaşmış bir Allah ya da Allah’laşmış bir insan olduğu inancına düştüler.
Ey peygamberim, sen onlara de ki,
Allah, Meryem oğlu Mesih'i anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmeyi
dilerse kim O'na karşı koyabilir? Göklerin, yerin ve arasındakilerin
hükümranlığı Allah'ındır, dilediğini yaratır. Allah her şeye Kâdirdir. Yâni bir
düşünsenize sizin tanrılaştırdığınız Îsâ (a.s)’ı, onun annesini öldürecek olsa,
onlar üzerinde tüm varlıkları üzerinde bir tasarrufta bulunacak olsa kim engel
olabilir buna? Kim önüne geçebilir Allah’ın? Hiç böyle tanrı olabilir mi?
Allah’tan kendisine gelebilecek bir ölüme engel olamayanlar tanrı olabilirler
mi? Diğer yaratıklar gibi fâni olanlar nasıl Rab olabilirler? Nasıl tanrı
olabilirler? Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın hükmüne, O’nun
yasalarına boyun bükmüş kullar iken siz onları nasıl tanrılaştırmaya
kalkışıyorsunuz? Halbuki Allah dilediğini yaratandır. Dilediğini yaratmaya
Kâdir olan Allah Hz. Îsâ (a.s)’ı da babasız olarak olağanüstü bir yaratışla
yaratmaya da Kâdirdir. Onun böyle mûcizevi bir yaratılışla yaratılmış olması,
Allah’ın bir kelimesi, bir yasası olması sizi onu tanrılaşmaya
götürmemelidir.
18. “Yahudiler ve hıristiyanlar,
"Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. Öyleyse günahlarınızdan ötürü
size niçin azap ediyor? Bilâkis siz O'nun yarattığı insanlarsınız" de. Allah
dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisinin
arasındakilerin hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş
O’nadır.”
Yahudi ve hıristiyanlar dediler
ki bizler Allah’ın oğulları ve sev-gilileriyiz, dostlarıyız dediler. Babalara
göre oğulları neyse, hangi ma-kamdaysa biz de o makamdayız. Babaların gözünde
oğulları ne kadar değerliyse Allah katında bizler de o kadar değerli ve
sevgiliyiz. Veya biz Allah’ın oğullarının mensubuyuz, dininin müntesibiyiz
dediler. Oğullarını sevdiği gibi bizi de sever O Allah. Böylece hem Allah’a bir
yakınlık iddiasında bulunuyorlar hem de kendilerinin diğer insanlardan
ayrıcalıklı olduklarını söylüyorlar. Hem Allah’ı millileştirdiler, hem de
Allah’ın dinini millileştirdiler. Kendilerini diğer dünya insanlığından
soyutlayarak Allah’ın dinini sadece kendilerine mahsus milli bir din haline
getirdiler.
Rabb’ul
Âlemin olan, göklerdeki ve yerdekilerin tamamının Rabbi olan Allah’ı Yahova
ismini verdikleri kendi milli İlâhları haline getirdiler. O Allah sanki sadece
kendilerinin Allah’ıdır. İsrâil oğullarının babası olan bir Allah. Böylece milli
dinleriyle, milli İlâhlarıyla kendilerini kutsamaya yöneldiler. Dünyadaki tüm
diğer insanlardan kendilerini ayırarak, tüm dünyadan soyutlanarak, kendilerinin
dışında herkesi ve her şeyi yok farz ederek, kâfir ilân ederek, yabancı ilân
ederek kendilerine bir ağ ördüler. Tüm dünyadan soyutlanarak, tüm dünyayı
düşman bilerek ulusçuluk anlayışıyla ilk ırkçı şeytandan sonra ikinci
sapıcılar olarak dünyalarını da âhiretlerini de mahvettiler.
Yahudiler maddecidir, materyalisttir,
maddeyi esas alıp mana-yı, ruhu reddeden kimselerdir. Tıpkı şeytan gibi
kökenlerini esas alan ve tüm değerlendirmelerini bunun üzerine bina eden
insanlar. Yaratılıştan gelen güya kendilerince üstün kabul ettikleri
özelliklerini ön plana çıkarıp onlarla övünmeyi âdet edinmiş bir toplum. Halbuki
bizim yaratılıştan gelen özelliklerimiz, irademiz dahilinde olmayan, sonradan
kazanmış olmadığımız özelliklerimiz hiçbir zaman övünme sebebi değildir. Gören
bir kimsenin köre karşı hiçbir zaman övünme hakkı yoktur. Kadınlık erkeklik,
beyazlık siyahlık, zenginlik fakirlik, filan aileden, falan toplumdan gelmiş
olmak sebebiyle övünmek ırkçılıktır. Ama kendi seçimimizle kazandığımız
şeylerden ötürü övünme hakkı vardır. Îman gibi, takva ve teslimiyet gibi.
Yahudiler ve hıristiyanlar
hakları olmadığı halde biz Allah’ın sevgili kullarıyız diyerek övündüler. İkisi
birlikte değil tabii. Çünkü kitabımızın başka âyetlerinin beyanıyla
birbirlerini tekfir eden, birbirlerini küfürle itham eden, birbirlerinin iraptan
mahallerinin olmadığını iddia eden bu iki güruh ayrı ayrı kendilerinin üstün
olduklarını iddia ettiler. Onların bu mesnetsiz iddialarına karşılık bakın
Rabbimiz buyuruyor ki, öyleyse Allah günahlarınızdan ötürü size niçin azap
ediyor? Bilâkis siz O'nun yarattığı insanlarsınız de onlara peygamberim. Allah
dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisinin
arasındakilerin hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş O'nadır. Öyle değil mi? Allah
size niye azap ediyor günahlarınızdan ötürü? Hayır hayır sizler başkalarından
farklı değilsiniz. Allah dilediğine ya da dileyenlere azap eder. O’nun hükmüne
itiraz edecek yoktur.
19. “Ey Kitap ehli!
Peygamberlerin arası kesildiğinde, "Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi" dersiniz
diye, size açıkça anlatacak peygamberimiz geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve
uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye
Kâdirdir.”
Ey kitap ehli, peygamberlerin
arasının kesildiği, peygambersiz geçen uzun bir fetret döneminden sonra biz bir
müjdeci ve uyarıcı gelmedi diye şikâyet bulunmayasınız diye size dinin
hükümlerini açıklamak üzere elçimiz geldi. Daha önce içinizden uyarıcılar ve
müjdeleyiciler seçerek rahmeti gereği size kendi bilgisinden aktaran, sizi
yolsuz yordamsız, çözümsüz bırakmayan Rabbiniz şimdi de size son elçisini
göndermiştir. Artık biz ne yapalım? Nasıl hareket edelim? Neyle amel edelim?
Hayatımızı nasıl düzenleyelim? Kime başvuralım? Kitap yok, peygamber yok, örnek
yok demenize, mâzeretler ileri sürmenize hakkınız kalmamıştır. İşte uzun bir
fetret döneminden sonra elçimiz gelmiştir. Artık bize ne ondan? demeyin. Bu
peygamber bizi il-gilendirmez demeyin.
Unutmayın
ki bu son mesaj evrensel bir mesajdır. Bu son kitap ve peygamber çağlar üstü bir
mesajdır. Kur’an tüm insanlığa hitap eden bir mesajdır. Muhammed (a.s) tüm
kıyamete kadar tüm toplumlara elçi olarak gönderilmiştir. Ama siz bilirsiniz.
İsterseniz size gelmiş bu elçiyi reddedin. İsterseniz ilgilenmeyin onun
getirdiği mesajla. İsterseniz dininizi, hayatınızı sorgulamak, sizi Allah’ın
istediği Müslü-manca bir hayata ulaştırmak için gelmiş olan bu kitaba, bu
peygambere sırt dönerek kendi hevâ ve hevesleriniz istikâmetinde, atalarınızın
bozduğu muharref bir din, muharref bir kitap istikâmetinde bozuk düzen
hayatlarınıza devam edin. Ama unutmayın ki Allah kendisine itaat edenleri
mükafatlarına boğmaya, isyan edenleri de cezalandırmaya Kâdirdir.
20. “Mûsâ, milletine: “Ey
milletim! Allah'ın size olan nîmetini anın: İçinizden peygamberler çıkarmış ve
sizi hükümdar yapmıştı, dünyalarda kimseye vermediğini size
vermişti.”
Hani hatırlayın, bir zamanlar
Mûsâ (a.s) kavmi İsrâil oğullarına şöyle buyurmuştu: Ey kavmim, Allah’ın
üzerinizdeki nîmetlerini bir ha-tırlayın. Hatırlayın da bu nîmetlerin sahibi
olan Rabbinize kul olun, teşekkür edin. Rabbiniz sizin içinizden size hakkı,
hidâyeti, doğruyu gösterecek, sizi yanlışlardan, cehenneme gidişten alıkoyacak
peygamberler çıkarmıştır. Sizden krallar, yöneticiler kıldı. Sizi özgürlüğe
ulaştırdı. Sizi krallar gibi yaşattı. Yeryüzünde başka toplumlara verme-diği
üstünlükleri, nîmetlerini size verdi. Başkalarına vermediği yeryüzü iktidarını
size verdi. Liderler ve önderler yaptı sizleri. Bakara ve diğer sûrelerde İsrâil
oğullarına verilen nîmetleri anlatmaya çalışmıştık. Tabii burada Mûsâ (a.s) nın
İsrâil oğullarına bir hatırlatması söz
konusu olunca elbette bu nîmetlerin Mûsâ (a.s) öncesi nîmetler olduğunu
anlayacağız.
Meselâ Hz.
Yusuf (a.s) döneminde Müslümanlar Mısır’da bir dünya devletine egemen
olmuşlardı. Tüm dünyaya egemen bir konu-ma gelmişlerdi. İşte Mûsâ (a.s) onlara
bunları hatırlatarak kendilerine hadsiz, hesapsız lütuflarda bulunan Rablerine
kulluğu çağırıyordu.
21. “Ey milletim! Allah'ın size
yazdığı kutsal yere girin, ardınıza dönmeyin, yoksa kaybedenler olarak
dönersiniz” demişti.”
Öyleyse ey kavmim, Rabbinizin
size bu büyük lütuflarını hatırlayın da O’na bir şükrane olarak Rabbinizin size
yazdığı kutsal yere, büyük ata İbrahim (a.s) in, oğulları İshak (a.s) ve torunu
Yakub (a.s) nın vatanı olan Arz-ı Mukaddese girin. Sakın ardınıza dönmeyin.
İr-tidat etmeyin. İnancınızdan geri dönmeyin. Rabbinizin bu cihad emrinden
dönmeyin demişti Mûsâ (a.s). Rabbinizin atanız İsrâil’in, Yaku-b’un diliyle size
vaâdettiği, sizin vatanınız olmasını istediği bu toprak-lardan vazgeçmeyin.
Orada oturan zorbaların varlığından çekinerek gerisin geriye dönmeyin. Yoksa
kaybedersiniz.
Anlayabildiğimiz kadarıyla İsrâil
oğulları Mûsâ (a.s)’la birlikte Mısırdan çıkıp eski yurtlarına dönerlerken
Faran çölünde bulundukları bir sırada bu emir, bu cihad emri kendilerine
verilmişti. Onlar böyle Allah adına bir cihadı göze alamadılar. O bölgedeki
zorbalardan korkup tekrar geriye, Mısır’a dönmeyi düşündüler ve kendilerini
Allah yolunda cihada çağıran peygamberlerine şöyle
dediler:
22. “Ey Mûsâ! Orada zorba bir
millet vardır, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyeceğiz, eğer çıkarlarsa
biz de gireriz" demişlerdi.”
Ey Mûsâ, orada zorba bir toplum
var. Orada güçlü, kuvvetli, zâlim bir toplum var. Biz onlarla baş edemeyiz. Biz
onlarla asla savaşamayız, buna güç yetiremeyiz dediler. Tarihî bilgilere
bakılırsa bunlar Ama likalılardı. Onlar aradan çıkıp gitmedikçe, savaşsız olarak
orayı bize teslim etmedikçe biz asla oraya girmeyeceğiz. Eğer onlar oradan çıkıp
giderlerse ancak o zaman biz gireceğiz dediler. İnandıkları Allah uğrunda
savaşmaya, ölmeye, öldürmeye değmeyen bir Allah. Uğrun-da fedâ-i mal ve fedâ-i
canda bulunmaya değmeyen bir Allah inançları var adamların. Tıpkı şu andaki
bizler gibi.
23. “Korkanlar arasında bulunan,
Allah'ın nîmete erdirdiği iki adam: “Üstlerine kapıdan yürüyün, oradan
girerseniz şüphesiz galip gelirsiniz; eğer inanıyorsanız Allah'a güvenin"
demişlerdi.”
Evet, korkanlar arasında bulunan
ya o azgın Amalikalırdan korkanlar arasında bulunan ya da Allah’tan Allah’ın
istediği gibi korkan, Allah’ın cihad emrine karşı gelmekten korkan, Allah’ın
lütuf ve nî-metlerine erdirdiği, kendilerine şuur verdiği iki kişi arkadaşlarını
ciha-da teşvik ederek onlara dedi ki: Onların üzerine, o Amâlikalıların
üzerlerine kapıdan yürüyün. Cüsseleri iri ama îmanları zayıf olan, kalıpları
iri ama kâfir oldukları için cesaretleri zayıf olan bu insanlardan korkmayın.
Eğer Allah’a güvenip şehrin ana kapıları üzerinden onların üzerine yürürseniz,
böylece cihad için bir kararlılık gösterisinde bulunursanız onlar sizden
korkacaklardır.
O iki
kişinin onlara bunu söylemelerinin sebebi de anlayabildiğimiz kadarıyla şudur:
Sizler zâlimlerin, talancıların, sömürgecilerin yaptıkları gibi şehrin
bağlarından, bahçelerinden, nîmetlerinin bulunduğu yerlerden şehri yağmalayarak
girerseniz onların gözünde aç gözlü yağmacılar olarak düşersiniz bir, bir de
böyle bir girişle girdiğiniz şehrin, ülkenin insanlarını diriltme imkânınız
kalmaz. Onlara hidâyet adına hiçbir
mesaj da sunamazsınız. Oraya girseniz bile asla sahip olamazsınız. Bedenlerine
sahip olsanız bile kalplerine sahip olamazsınız. Bir çapulcu güruh olarak
onlara karşı güveninizi zedelemiş olursunuz. Evet o kadar insanın içinden bunu
söyleyebilecek sadece iki insan çıkmış. Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s) ile
tartışmalarını sürdüren toplum bakın şöyle diyor:
24,25. “Ey Mûsâ! Onlar orada
oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, doğrusu biz
burada oturacağız" demişlerdi. Mûsâ: “Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime
söz geçirebiliyorum; artık bizimle bu yoldan çıkmış milletin arasını ayır”
dedi.”
Ey Mûsâ, onlar orada oldukları
sürece biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin birlikte gidin savaşın, biz
burada oturup bekleyeceğiz dediler. Allah yolunda bir savaşı göze alamadılar.
İnandıkları Allah uğrunda savaşı göze almaya değmeyen bir Allah. Halbuki Allah
ve Resûlünden bir savaş çağrısı alan Rasulullah Efendimizin ashabı, o güzide
insanlar kendilerini savaşa çağıran pişdarlarına şöyle demişlerdi: Ey Allah’ın
Resûlü, bizler sana İsrâil oğullarının elçilerine dediğini demeyiz. Biz asla
böyle bir tavır sergilemeyiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada
bekleyeceğiz demeyiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz de sizinle birlikte
gelip savaşacağız deriz. Dilediğine hükmet, dilediğin yere yürü vallahi biz hep
senin yanındayız demişlerdi.
İsrâil
oğullarının bu bozuk tavırlarını, bu İslâm dışı küstahlıklarını görünce Hz.
Mûsâ (a.s) da şöyle diyordu: Ya Rabbi ben ancak kendime ve kardeşime söz
geçirebiliyorum. Benim sözüm kendimden ve kardeşimden başkasına geçmiyor.
Görüyorsun ki ben kendimden ve kardeşim Harun’dan başkasına mâlik değilim.
Binaenaleyh ya Rabbi ben bunlar adına, bunların bu küstahlıkları adına Senden
özür diliyorum. Ben bunlara hakim olamıyorum. Ya Rabbi Sen âdil hükmünle
bizimle bunların arasını ayır. Bizi bunlarla bir tutma. Beni ve kardeşimi
bunlardan ayır ya Rabbi. Eğer bu küstahlıklarından ötürü bir azap göndereceksen
ne olur bizi ayır ya Rabbi. Bizi bunlarla bir tutma ya Rabbi. Mûsâ (a.s) nın bu
telaşına, bu ürperişine karşılık bakın Rabbimizin cevabı
şöyle:
26. “Allah: "Orası onlara kırk
yıl haram kılındı; yeryüzünde şaşkın, şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış
millet için tasalanma" dedi.”
Rabbimiz Mûsâ (a.s) nın duasına
icabet buyurdu. Ve Allah yolunda bir
cihadtân kaçan İsrâil oğullarını da bu davranışlarından ötürü cezalandırıverdi.
Nasıl bir ceza verdi Allah onlara: Bakın buyurdu ki Rabbimiz: Onlar Benim emrime
karşı mı geliyorlar? Onlar bir savaş çağrısına itiraz mı ediyorlar? O halde
onlar kırk yıl o kutsal topraklardan mahrum kılınacaklar. Kırk yıl o topraklar
onlara haram kılındı. Evet onlar bu tavırlarından ötürü kırk yıl evsiz, barksız,
vatansız olarak şaşkın, şaşkın çöllerde dolaşmaya mahkum oldular.
Rabbimiz
elçisine dedi ki ey peygamberim, artık sen bu şaş-kınlar için, bu itaatten
çıkmışlar için kendini yorma. Tasalanma onlar için. Allah’ın bir savaş emrine
karşı takındıkları bu olumsuz tavırla-rından, bu serkeşliklerinden ötürü
Allah’ın cezasına uğruyorlar ve kırk yıl perişan bir vaziyette dolaşıyorlar. Ve
nihâyet bu kırk yılın sonunda o nesil tükeniyor, o Firavunun ezici sisteminin
altında kimlikleri silinmiş, kölelik ruhlarına işlemiş insanlar ölüyorlar ve
onlardan yepyeni bir nesil geliyor. Çölde özgürce büyümüş, babaları gibi
Firavun’u ve zulmünü tanımamış yepyeni bir nesil yetiştirdi sıfırdan Mûsâ
(a.s). Ve işte bu nesil o mukaddes toprakları fethedip giriyorlar.
27. “Ey Muhammed! Onlara Adem'in
iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat: İkisi birer kurban sunmuşlar,
birininki kabul edilmiş, diğerininki edilmemişti. Kabul edilmeyen, "Andolsun
seni öldüreceğim" deyince, kardeşi: "Allah ancak sakınanların takdim ettiğini
kabul eder" de-mişti.”
Ey peygamberim, onlara, o hasetçi
yahudilere, kendileri için Rableri tarafından açılmış senin gibi bir rahmet
kapısına karşı ilgisiz kalmış insanlara Adem’in iki oğlunun, Habil ile Kabil’in
kıssasını hak olarak anlat. Bu kıssa ile onlara öğüt ver, onlara hakkı göster.
İki Adem oğlu arasında geçen bu kıssayı onlara anlat ki şu anda sen kardeşlerine
karşı Kabil rolünü oynayan, Rabbinin seni seçip, sana verdiği lütuflarını
kıskanan, Rabbinin takdirine isyan eden bu insanlar ne yaptıklarını iyice
anlasınlar. Senin karşında kendi konumlarını iyi bir değerlendirsinler. Çünkü bu
kıssa onlara bu gerçeği anlatacak gerçek bir kıssadır.
Ademin oğulları Rablerine bir kurban
takdim etmişler, birinin sunduğu kurban kabul edilmiş, ötekisininki hüsnü kabul
görmemişti. Çünkü birisi ihsan ehliydi. O Allah’ı görüyormuşçasına Ona kulluk
şuuru içindeydi. Malının en güzelini, Allah’a lâyık olanını kurban etmiş,
ötekisi de en değersizini kurban etmişti. Habil mülkün sahibinin bilincinde
olarak kurbanda bulunmuş, en iyisini sunmuştu. Verdiğinin daha güzeliyle
kendisine mukâbelede bulunulacağının güvencesi içinde kurban sunmuştu. Kabil ise
mülkü kendisinin zannederek, mülkün sahibine karşı bir güvensizlik duygusu
içinde kurban takdim etmişti. Onun içindir ki zâhiren birbirine benzeyen ama
niyet olarak birbirinden çok farklı olan bu amelden birisini kabul eden
Rabbimiz, ötekisini kabul etmemişti. Doğal olarak kurbanının kabul edilmeyişini
gören Kabil’in hemen hatasını anlayıp tevbe etmesi, durumunu düzeltmesi
gerekirken öyle yapmıyor da kardeşini kıskanıp haset ediyor. Yâni Allah’ın
takdirine karşı geliyor. Allah’a hikmetsizlik izafe ediyor. Kabul edip etmeyen
Allah iken o kardeşini suçluyor. Tıpkı Allah’ın takdirine kafa tutan, Adem’e
secde etmesini emreden Rabbini hikmetsizlikle itham eden şeytan gibi. Evet
bildiğimiz kadarıyla tarihte ilk hasit şeytandır, ikincisi de Kabil’dir. Kardeşini kıskanarak onu öldürmeye teşebbüs
ediyor. Andolsun ki seni öldüreceğim der. Kardeşi sorar ona: Beni niye
öldüreceksin? O der ki senin kurbanın kabul edildi, benimki kabul edilmedi.
Bunun üzerine Habil der ki, Allah ancak muttakilerin, kendisi karşı kulluğunun
bilincinde olanların kurbanını kabul eder. Yâni bu konuda benim bir suçum
yoktur, yetkim de yoktur. Sen bunu kendin istedin, kendin hak ettin.
Binaenaleyh bu konuda beni suçlaman yerine durumunu bir gözden geçir de
muttakilerden olmaya çalış.
28,29,30. “Beni öldürmek üzere
elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatmam, çünkü ben,
âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben, hem benim hem de kendi günahını
yüklenip cehennemliklerden olma-nı isterim, zulmedenlerin cezası budur. Bunun
üzerine, kardeşini öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürerek, zarara
uğrayanlardan oldu.”
Eğer bu gerçeği anlamaya
yanaşmaz, durumunu düzeltmez ve illa da suçsuz olduğum halde beni öldürmeye
elini uzatırsan, bilesin ki ben seni öldürmek için harekete geçmeyeceğim. Ben
böyle bir haramı işleyip Rabbime isyan etmekten Allah’tan korkarım. Yâni sen
beni öldürmek için elini bana uzattığın zaman ben senden önce davranıp seni
öldürmeye teşebbüs etmeyeceğim. Dilerim ki sen hem benim gü-nahımı, hem de kendi
günahını yüklenip ateşe atılanlardan olursun. Zâlimlerin cezası işte budur. Ben
bir kardeş karşısında bir zâlim olmayı değil bir mazlum olmayı yeğlerim. Bunun
üzerine Kabil kardeşini öldürme konusunda nefsine teslim oldu, nefsinin hevâsına
tabi oldu. Onun nefsi, içgüdüsü kendisini kardeşini öldürmeye sevk etti.
Allah’a değil de nefsine teslim olduğu için nefsi ona bunu makul gösterdi. Onu
öldürdü ve zarar edenlerden oldu. Evet yeryüzünde ilk kıtal hadisesi böylece
gerçekleşmiş oldu. Yeryüzünde ilk kan dökülmüş oldu. Kan döken Kabil hüsrana
uğrayanlardan oldu. Çünkü Rasulullah Efendimizin bir hadisinin beyanıyla
kıyamete kadar adam öldürenlerin, kan dökenlerin günahlarının bir misli bu
çığırı ilk açan Kabil’e yazılacaktır.
31. “Allah, kardeşinin ölüsünü
nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Bana
yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga kadar olmaktan aciz
kaldım." dedi de ettiğine yananlardan oldu.”
Bunun üzerine Rabbimiz ona
kardeşinin cesedini nasıl göme-ceğini göstermek için yeri gagasıyla eşen bir
karga gönderdi. Hem-cinsini öldürdükten sonra onu toprağa gömerek Kabil’e yol
gösteren bir karga gönderdi Allah. Kabil onu görünce yaptığı bu işten dolayı,
kardeş kanına girmekten ötürü hasret ve nedamet içinde şöyle ses-lendi: Yazıklar
olsun bana. Bir karga kadar olup ta kardeşimin cese-dini toprağa nasıl
gömeceğimi bilmekten aciz oldum. Demek ki tüm bilgiler Allah’tandır. İnsanlık
tüm bilgilerini vahiyle öğrenmiştir. Bakın Rabbimizin vahyi olmadan, Rabbimizin
yol gösterisi olmadan insan kabir kazma sanatını bile
bilemiyor.
32. “Bunun için İsrâil oğullarına
şöyle yazdık: “Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa
karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu
diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur. “Andolsun
ki onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi, sonra buna rağmen, onların çoğu
yeryüzünde taşkınlık edenler oldu.”
İşte bundan ötürü Biz İsrâil
oğullarına şunu yazdık, şunu farz kıldık: Kim ki bir insanı adam öldürmenin, kan
dökmenin, ya da yeryüzünde fesat çıkarmanın dışında başka bir sebeple öldürürse
tüm insanlığı öldürmüş gibi olur. Allah katında bir ile binin hiçbir farkı
yoktur. Ha bir insanı öldürmüşsünüz, ha tüm insanlığı.
Evet bu
sebeplerin dışında adam öldürmek, kan dökmek yasaktır. Karşıdaki kişi eğer bir
adam öldürmüşse kısas olarak öldürülür. Veya eğer yeryüzünde fesat çıkarmışsa o
da öldürülebilir. Yeryüzünde fesat Allah’ın yeryüzünde koyduğu düzeni bozmak,
Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın elçilerine savaş açmak, Allah’ın yeryüzünü,
insan hayatını düzenlemek üzere gönderdiği hayat programını reddetmek, İslâm’ın
meşru yönetimine karşı gelip savaşmak anlamlarına gelmektedir.
İşte bunlar
sebebiyle öldürülebilir insan. Ama bunların dışında adam öldürmenin yasaklığını
Biz İsrâil oğullarına yazdık diyor Rab-bimiz. Evet, kim bu sebeplerin dışında
bir kimseyi öldürürse tüm insanlığı öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanı
diriltirse, bir hayatı kurtarırsa tüm insanlığı diriltmiş, kurtarmış gibi olur.
Çünkü bir insanı haksız yere öldüren kimse dünyada öldürmelere yol açmış,
ruhsat çıkarmış olduğu için sanki tüm insanları öldürmüş gibidir. İnsanı
öldürmekten çekinen, bu yolu kapayan, insan hayatına hürmet gösteren kimse de
tüm insanları diriltmiş gibi olur. İnsanlara vahiy ulaştırarak, din ulaştırarak
insanları gerçek hayata, cennete ulaştıranlar da aynen böyledir. Bir kişinin
hidâyetine sebep olanlar tüm insanlığı hidâyete ulaştırmış gibi Allah katında
sevap kazanır.
33,34. “Allah ve peygamberleriyle
savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya
asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden
sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara âhirette büyük azap
vardır. Ancak, onları yakalamanızdan önce tevbe edenler bunun dışındadır.
Biliniz ki Allah, bağışlar ve merhamet eder.”
Allah’a ve O’nun elçilerine karşı savaş açanların, Allah’ın
elçileri vasıtasıyla insan hayatını düzenlemek üzere gönderdiği hayat
programına karşı savaş açarak, yeryüzünde bozgunculuk yaparak, insanlık suçu
işleyenlerin, insanların dünya ve ukba mutluluklarının önüne geçenlerin,
insanlar ile Allah arasına, insanlar ile dinlerinin arasına girip perde
olanların, insanlarla cennet arasına barikatlar koyanların, kendi arzularını,
kendi yasalarını uygulamaları için insanları Allah yasalarından
uzaklaştıranların, kendi tanrılıklarını zorla insanlara empoze ederek Allah
kullarını Allah’a kulluktan koparanların, insanları ifsat edenlerin, insanları
bozanların, insanların çözülüşünü, bozuluşunu hazırlayanların cezası
öldürülmeleri, ibret olsun diye asılmaları, veya çaprazlama el ve ayaklarının
kesilmesi, ya da ülkelerinden, vatanlarından başka bir diyara sürülmeleridir.
İşte bu
cezalar onlar için dünyada bir zelilliği, bir rezilliği tattır-maktır. Ama
onların cezaları sadece bu dünya ile sınırlı kalmayacaktır, âhirette de büyük
bir azap onları beklemektedir. Dayanılmaz bir cehennem ateşi vardır onlar için.
Evet İslâm devletinin başkanı bunlardan birini tercih yetkisine sahiptir.
İsterse öldürür, isterse asar, isterse el ve ayaklarını keser, dilerse de onu
sürgüne gönderir.
Ancak siz onlara hakim olmadan, onları
yakalamadan önce tevbe edip durumlarını düzeltenler, Allah’la aralarını ıslah
edenler bunun dışındadır. Unutmayın ki Allah çok bağışlayandır, merhamet
edendir. Öyleyse böyle durumda olanlara karşı sizler de bağışlamadan,
affetmeden yana tavır alın.
35. “Ey İnananlar! Allah'tan
sakının, O'na ulaşmaya yol arayın, yolunda cihad edin ki
kurtulasınız.”
Ey îman iddiasında bulunanlar, ey
ben mü’minim diyenler, Allah’tan takvalı olun. Allah konusunda muttaki olun.
Allah karşısında takınmanız gereken kulluk tavrını takının. Allah’la yol bulun.
Yolunuzu Allah’a sorun. Allah’ın istediği bir hayatı yaşayın. Allah’a karşı
sorumluluklarınızın bilincine erin. Ve O’na yaklaşmaya, O’na yakın olmaya, Onun
rızasını kazanmaya vesileler arayın. O’na yaklaşmaya, O’na ya-kın olmaya
çabalayın. Böylece O’na îman iddialarınızı eyleme dönüş-türün. O’na ve O’nun
dinine îman iddialarınızda samimi olun. Çünkü takvasız, itaatsiz, amelsiz,
samimiyetsiz, çabasız bir îman iddiası boş bir iddiadan başka bir şey değildir.
Takvalı olun ve de Rabbinize yaklaşma
konusunda, Rabbinizin yakınlığını, hoşnutluğunu kazanma konusunda vesileler
arayın, vesilelere sarılın. Vesile aslında yönelmek demektir. Allah’ın
rızasını, yakınlığını kazandıracak sebeplere tutunmak, vasıtalara yönelmek
demektir. Âyetin devamında bu vasıtaların en başta geleni zikrediliyor.
Allah’ın dinini yüceltmek, Allah’ın arzularını, egemenliğini gerçekleştirmek
için, Allah’a kulluk yolunun önündeki tüm engelleri kaldırıp Müslümanca bir
hayatın ortamını hazırlamak üzere Allah yolunda ci-had edin. İnancınızın gereği
bir hayatı yaşamak adına tüm gücünüzle cehd-ü gayret gösterin. Allah karşısında
acizliğinizi, güçsüzlüğünüzü, çaresizliğinizi anlayarak O’nun istediği
kulluklara koşun. O’nun istediği tavırları takının. O’na lâyık ibâdet, itaat ve
teslimiyetlerle Rabbinize yakınlığı arayın.
İşte vesile budur. Vesile Allah’a
Allah’ın istediği kulluk şekilleriyle yaklaşmaya çalışmaktır. Değilse
kimilerinin iddia ettikleri gibi vesile Allah’la kul arasına, kulları arasına
aracılar, şefaatçiler, mürşidler sokmak, Allah’a yaklaşabilmek için bunlara
yakın olmaya koşmak değildir. Çünkü Zümer sûresinin beyanıyla bu anlayış hattâ
şirktir, sapmadır Allah korusun.
“O'nu bırakıp da O’nun berisinde evliya
bulup on-lara, bizi Allah'a yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz”
derler.
(Zümer 3)
Evet Allah’tan başka velîler edinenler,
Allah’ın dûnunda birtakım karar dostları, birtakım karar mercileri bulanlar,
Allah berisinde birtakım program yapıcıları, kanun koyucuları, sığınma
mekânizmaları bulanlar, Allah’tan başka hayatlarında söz sahibi birtakım
varlıklar bularak Allah’a yapmaları gereken kulluğun bir bölümünü onlara
yapanlar, onlara dua edenler, onlardan yardım bekleyenler var ya, işte
böylelerine niye böyle şirke düşüyorsunuz? Niye böyle Allah’a şirket içinde,
ortaklık içinde bir kulluktan yanasınız? denilince derler
ki:
Aslında biz Allah’a îman ediyoruz. Biz
Allah’ı kabul ediyoruz. Aslında biz bunlara kulluk etmiyoruz. Bizim bu
varlıklara yönelmemiz, bunları dinlememiz, bunları razı etmeye çalışmamız,
bunların hatırını kazanmaya çalışmamız başka değil sadece onların Allah’la bizim
aramızda aracı, şefaatçi olmalarındandır. Biz bu varlıklarla Allah’a
yaklaşabilmeyi hedefliyoruz. Bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onları dinliyor,
onları seviyor, onlara itaat ediyor, dua ediyor, ibâdet ediyoruz. Biz onlara
kendimizi beğendirelim ki onlar da bizi Allah’a beğendirsinler. Biz onların
sevgilerini kazanalım ki onlar da bizi Allah’a sevdirsinler. Biz onlara kulluk
edelim ki onlar da yarın Allah huzurunda bize şefaatçi olsunlar. Aslında bu
varlıklar Allah katında şerefli, makbul varlıklardır. Bizim onlara kulluğumuz
Allah’a kulluk, onları memnun etmemiz Allah’ı memnun etmemiz anlamına geldiği
için bizler Allah’la aramıza bu insanları, bu müesseseleri, bu unsurları vesile
ediniyor, bunların eteğine yapışıyoruz diyorlar.
Halbuki bu dünyada kendilerini
Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın elçisinden uzak bir hayatın mahkumu
ettikleri için zavallılar anlayamıyorlar. Bilemiyorlar ki Allah’a yaklaşmanın
yolu Allah’ın gönderdiği kitabından geçer. Bilmiyorlar ki bu kitapta Allah
şirki asla onaylamıyor. Allah’ın onaylamadığı, Allah’ın istemediği, haram
kıldığı, yeryüzünde en büyük suç dediği şirke sarılarak Allah’a en büyük
iftirayı yaptıklarının farkında değiller zavallılar.
Halbuki Allah şu kitabında ve bu
kitabın pratiği olan peygamberinin hayatında çok açık bir şekilde ortaya
koymuştur ki kullarıyla kendisi arasında gerek dua konusunda, gerek ibâdet ve
itaat konusunda hiç kimseyi görmek istemiyor. Kendisiyle birlikte başkalarını
da dinleme konusunda, kendisiyle birlikte başkalarına da itaat etme konusunda
kullarını soğanın dişisinden bile kıskandığını söylüyor. Kullarından nerede,
hangi zaman dilimi içinde, hangi şartlar altında olursa olsun sadece kendisine
kulluk, sadece kendisine itaat istiyor.
Arkadaşlar biliyoruz ki tarihin her
devrinde insanların genelinde Allah inancı hep var olmuştur. Her dönemde madde
ötesi, üstün güç ve kudret sahibi, yaratıcı olan Allah inancının var olduğunu ve
insanların bu yaratıcıya îman ettiklerini biliyoruz. Ama aynı zamanda bu
insanların genelinde şöyle bir kanaat söz konusu idi. Allah vardır,
yaratıcıdır, tüm kâinâtı O yaratmıştır, kendilerini de O yaratmıştır, O
yücedir, Âlîdir ama bu yüce varlıkla insanların doğrudan doğruya irtibat
kurmaları mümkün değildir. Onun içindir ki bu yüce varlıkla insanların
irtibatlarını sağlayacak aracılara ihtiyaç vardır. İşte bu durumda bazı
aracıların bulunması kaçınılmazdır demişler. Ve bu yüce varlıkla bizim
irtibatımızı sağlasın diye bir kısım varlıklar geliştirmişler ve kendilerine
kulluk yapmaya emirlerini dinlemeye başlamışlar.
Veya kendilerini yüce varlıklar
bilip Allah’a karşı şefaatçiler kabul etmeye kendilerini Allah’a
yaklaştıracaklarına inanıp kendilerine harikulade sıfatlar yüklemeye
çalışmışlar. Bu varlıkları Allah sever gibi sevmeye onlar hatırlarına Allah
arzularını ayaklarının altına almaya, Allah’a yapmaları gerekenleri kendilerine
yapmaya, kendilerinde güç kuvvet görerek sıkıntılı anlarında dua edip
imdatlarına çağırmaya başlamışlar. Karşılarında mest olup secdelere kapanmışlar,
kalplerinin derinliklerinde kendilerine yer vermişler, Allah sever gibi
sevmişler.
Arkadaşlar, ister melekler, ister
peygamberler, ister Allah’ın salih kulları, isterse diğer varlıklar olsun
insanların birilerini aracı bilip, vesile bilip Allah’la kendi aralarına
sokmaları çok tehlikelidir. Çünkü Allah asla kendisine bu şekilde yapılan bir
kulluğu kabul etmiyor. Zira O’nun ortakları yoktur, yardımcıları yoktur,
vezirleri, yetkilileri, oğulları, kızları, hanımları yoktur. O Allah tüm
varlıklardan yüz çevirip sadece kendisine kulluk yapan, sadece kendisini
dinleyen kullarının kulluğunu kabul etmektedir. Sadece kendisi önünde secde
eden, başka hiçbir varlık önünde secde etmeyen, sadece kendisinin kanunlarına
itaat eden, başka hiç kimsenin kanunlarına itaat etmeyen, sadece kendisinin
hayat programını uygulayan başkalarının hayat programlarını uygulamaya
yanaşmayan ve sadece kendisini razı etmeye çalışan, başkalarını razı etme
gereği duymayan kullarının kulluklarını kabul edecektir. Bunu hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmayalım inşallah.
Evet, burada anlatılan vesile Allah’a
Allah’ın istediği şekilde kulluklarla ve O’nun yolunda cihadla yaklaşmaya
çalışmaktır. Çünkü Allah’a îman O’ndan gelen cihad emrine îmandır. Ve zaten
müminler O’na îman ederlerken mallarını da canlarını da O’na satmışlardır. Malın
da canın da sahibi olarak Allah’ı bilmişler ve öylece îman etmiş-lerdir.
İşte bakın burada da buna dikkat
çekilerek îman, cihad ve tak-va arasında bir ilişki vurgulanıyor. Cihad bir
Müslümanın kalbindeki takvanın açığa çıkmasıdır. Cihad takvanın alâmetidir.
Cihad ve takva Allah’a yaklaşma vesileleridir. Öyleyse Allah’ın rızasını ve
Allah’ın yakınlığını arayanlar bunun için Allah yolunda cihada
koşsunlar.
36. “Doğrusu, yeryüzünde olan
bütün şeyler ve onların bir katı daha kâfirlerin olsa da, kıyamet gününün
azabından kurtulmak için fidye verseler kabul edilmez. Onlara elem verici azap
vardır.”
Bakın, bir önceki âyette vesile
konusu anlatılmıştı. Yâni ey îman iddiasında bulunanlar, sizler kendi
yaptıklarınız, kendi amelleriniz, kendi çabalarınız dışında başka hiçbir şeyi
aracı olarak öne süremezsiniz. Allah katında, Allah mahkemesinde sizin O’na
O’nun istediği stilde, Onun tarif buyurduğu biçimde yaptığınız kulluklarınızın,
O’nun rızası uğrunda cehd-ü gayretiniz dışında hiçbir şeyin bir değeri olmayacak
buyurulduktan sonra burada da aynı gerçek ortaya konuyor. Eğer yeryüzündeki
servetlerin tamamı ve onun bir misli daha onların olsa, bununla da kıyamet
gününün azabından kurtulabilmek için fidye vermeye kalkışmış olsalar yine de bu
onlardan kabul edilmeyecektir. Zaten tüm mülk Allah’ın değil midir. Yâni kimin
malını kime veriyorlar da kabul edilsin? Onlar için elem verici dayanılmaz bir
azap vardır. Evet görüyor musunuz? Tüm dünya ve içindekiler kast ediliyor âyet-i
kerîmede.
37. “Ateşten çıkmak isterler,
çıkamazlar. Onlara sürekli azap vardır.”
Onlar, o kâfirler oradan çıkmak
isteyecekler, ama ne mümkün, o ateşten asla çıkamayacaklar. Onlar için
kesintisiz bir azap vardır, sürekli bir azap vardır. Evet kimileri bu ve benzeri
âyetleri delil olarak göstererek cehennemden çıkacak kimse olmayacak
demektedirler. Halbuki bu âyet çok açıktır ki kâfirlerle alâkalı bir âyettir.
Mü’minlerle ilgisi yoktur bu âyetin. Daha önceleri Mutezile büyük günah işleyen
kimselerin asla cennete giremeyeceğini iddia etmişler, Sünnîler ise Allah’ın
rahmetinin onları da kapsadığını, eğer bir kişide îman varsa, bu îmanın seviyesi
ne olursa olsun Allah onu îmansızlarla denk tutma-yacaktır demişlerdir. Bu
konuyu anlatan pek çok hadis mevcuttur. Yine cehenneme girenlerden hiç kimse
çıkmayacak diyenler Secde sûresinin şu âyetini delil
gösterirler:
“Ama fâsıklara gelince,
işte onların varacağı yer ateştir. Oradan çıkmak isteyişlerinin her defasında
geri çevrilirler ve onlara: “Yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını tadın.”
denir.”
(Secde 20)
Burada kâfirler denmiyor,
fâsıklar deniyor. Öyleyse onlar da cehennemden çıkamayacaklar diyorlar. Halbuki
aynı sûrenin önceki âyetlerinden birinde bakın fâsıkı şöyle tarif ediyor
Rabbimiz:
“İnanan kimse yoldan çıkmış kimseye benzer mi?
Bunlar bir olamazlar.”
(Secde 18)
Hiç böyle mü’min olan bir kimse fâsık
olan, yoldan çıkmış, îmandan, itaatten çıkmış olan birisi gibi olur mu? Bu
ikisi hiçbir olur mu? Bir mü’minle bir fâsık, kâfir nasıl bir olabilir? Bunlar
asla bir olmazlar. Mü’min ayrıdır, fâsık ayrıdır. Mü’min ayrıdır, kâfir ayrıdır.
Allah’a itaat eden ayrıdır, isyan eden ayrıdır. Bu ikisi asla bir tutulmaz, bir
değer-lendirilmez. Allah bu ikisini asla bir tutmaz. Evet burada anlatılanların
da kâfirler olduğu son derece açıktır. Öyleyse benim anladığımı demeyeyim de,
peygamberimin bu kitaptan, bu âyetlerden anladığı o ki, cehennemden çıkacaklar
da olacaktır. Bunlar mü’minlerin günahkârlarıdır. Rasulullah’ın hadislerinin
beyanıyla onun şefaatiyle bu mü’min-ler günahları kadar bir ceza gördükten
sonra cehennemden çıkarılacaktır. Bu konuda kitabımızda da iki âyet biliyorum.
Onları da sadece okuyup bitirelim inşallah.
"Cehennem, Allah'ın
dilemesine bağlı olarak, te-melli kalacağınız durağınızdır." der. Doğrusu
Rabbin ha-kimdir, bilendir.
(En’âm 128)
“Rabbinin dilemesi bir yana, gökler ve yer
durduk-ça, orada temelli kalacaklardır. Rabbin, şüphesiz, her istediğini
yapar.”
(Hud 108)
Kâfirler orada ebedîyen
kalacaklar. Gökler ve yer durdukça cehennemde ebedîyen kalacaklar, ancak
Allah’ın diledikleri müstes-na. Allah’ın dilemesi ya da Allah’ın diledikleri
müstesna orada ebedî-yen kalacaklar onlar. Demek ki âyet-i kerîmenin
ifadesinden anlıyoruz ki cehennemde ebedîyen kalmayanlar da, ya da oradan çıkıp
kurtulanlar da olacaktır Allahu âlem. Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz hırsızlık
cezası, hırsızlık haddiyle alâkalı yasasını bildirecek:
38. “Erkek hırsız ve kadın
hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak,
ellerini kesin. Allah Güçlüdür, Hakimdir.”
Hırsızlık yapan erkek ve kadının
o çirkin fiile karşılık Allah’tan bir ceza olarak, bir daha tekrarına imkân
vermeyecek bir caydırıcılık olarak ellerini kesin. Allah Azîzdir, Hakîmdir,
hikmet sahibidir, tüm emirleri, tüm yasaları mahza hikmetlidir. İzzet ve hikmet
sahibi olan Rabbinizin bu yol gösterisine tabi olun da bizzat sizin hayrınıza,
menfaatinize olan bu yasasını uygulayın. Hırsızlık yapan erkek ve kadının
ellerini kesin ki toplumda ibreti âlem olsun ve bu iş yaygınlaşmasın. Kimse
böyle çirkin bir fiile teşebbüs edemesin de toplumda can ve mal güvenliği olsun.
Toplum temizlensin, temiz olsun. Evet, hırsızlığı haram kılan, hırsızların
elinin kesilmesini emreden Rabbimiz bu eylemin bir ahlâk zaafı olduğunu ortaya
koymuştur. Rabbimizin bu tür yasalarını eleştirenler, kabul etmeyenler aslında
farkında olmadan suça prim veren, suçluyu savunan zâlimlerdir. Halbuki bilgi
kendisinden olan, bilginin kaynağı olan, yaptığı her şeyi mutlak bir hikmetle
bilen Rabbimizin bize emrettiklerinin tamamı bizim hayrımızadır. Ancak İslâm
bunu son derece sınırlandırmıştır. Her hırsızın değil sadece bu işi alışkanlık
haline getirmiş kimselerin elinin kesilmesini emretmiştir. Ya da başka bir
deyişle İslâm öncesi cahiliye döneminde var olan el kes-me eylemini
sınırlandırmıştır. Detayıyla anlatamayacağım, sadece kısa bir özet yapalım
inşallah:
1- Bir kere hırsızlık yapan erkek ve
kadının elinin kesilmesi için onun âkıl bâliğ olması gerekiyor. Yâni yaptığı
işin ne anlama geldiğini, bu işin haram olduğunu bilecek bir yaşta olması
gerekiyor. Değilse yaptığı işin haramlığını bilemeyecek bir durumda olan
kimseler için bu ceza uygulanmaz. İçlerinde âkıl bâliğ olmamış çocukların da
bulunduğu bir hırsızlar çetesine bu had uygulanmaz. 2- Yine bu cezanın
uy-gulanması için çalıntı malın belli bir miktar bedelde olmasını şart koşar
İslâm. “Kıymete micennin” buyuruyor Allah’ın Resûlü. Bir kalkan kıymetinde bir
mal olmalı ki had uygulansın. Yâni çalınan mal on dirhemden daha aşağı bir
bedele sahipse had uygulanmaz. 3- Yine açıkta bulunan, korunması olmayan bir
malın çalınması neticesinde had uygulanmaz. Yâni eğer mal sahibi malını koruma
altına almamış, evinin kapısını kilitlememiş, meydana koymuşsa böyle korunmamış
malların çalımında el kesilmez. 4- Yine çaldığı bir malı bulunduğu mekândan
başka bir mekâna götürmemiş hırsızın da eli kesilmez. 5- Muhtaç olarak çalan
kimseye de had uygulanmaz. Yiyecek maddelerini çalan kimseye had uygulanmaz.
Meyve ve sebzelerin çalınmasın-da had uygulanmaz. Kamu hazinesinden çalanlara
had uygulanmaz. Kıtlık döneminde çaresizlik sebebiyle, açlık sebebiyle yapılan
hırsızlıklara had uygulanmaz. Hz. Ömer Efendimiz açlıktan dolayı birisinin
devesini çalıp kesip yiyenlere had uygulamamıştır. Hattâ kölelerini aç
bırakanlara bir dahaki sefer had uygulamak tehdidinde bulunmuştur. Çünkü her
şeyiyle İslâm’ın uygulandığı bir İslâm toplumunda kimse hırsızlık yapmaz. Böyle
bir toplumda hiç kimse hırsızlık yapmak zorunda değildir. Çünkü İslâm
hırsızlığın tüm sebeplerini ortadan kaldırır. Servet sahiplerinin zekât, infak,
yardımlaşma gibi sorumluluklarını Allah’ın istediği gibi bilincinde olduğu bir
toplumda kim niye çalacak da? İslâm’ın istediği sosyal adâletin sağlandığı, mal
dağılımı dengesinin kurulduğu bir toplumda insanlar niye hırsızlık yapsınlar
da?
Bakın bir
sahâbe malını çalan bir hırsızın elinden tutup Rasu-lullah Efendimizin huzuruna
getirdi. İnfaz esnasında Allah’ın Resulü sapsarı kesildi ve onu yakalayıp
getiren adama dedi ki siz şeytana yardımcı oluyorsunuz. Keşke bunu bana getirip
teslim etmeden önce affetmiş ve şeytanı sevindirmemiş olsaydınız buyurdu.
Öyleyse
anlıyoruz ki bu had uygulamasının hedefi insanların cezalandırılması değil,
toplumda huzur ve sükunun sağlanması, mal güvenliğinin temin edilmesidir. Şimdi
toplum içinde Allah’ın emrettiği bu cezayı uygulamazsanız mal ve can
güvenliğini nasıl sağlayacaksınız? Hırsızların ve hırsızlık olaylarının nasıl
önünü alacaksınız? Toplumda hırsızlara bir ceza uygulamamak suçsuzları
cezalandırmak değil midir? Hani Allah yasalarını beğenmeyen sizler ne
yapabildiniz? Kesebildiniz mi bu hırsızlıkların önünü? Her geçen gün suçlar ve
suçluların artmasını neyle izah edeceksiniz? Bu insanlarla dolu hapishaneler
neyin nesi? Orada da onları bu milletin cebindekilerle doyurup beslemiyor
musunuz? Onların yarıda bıraktığı hırsızlığı sizler sürdür-müyor musunuz?
Halbuki
toplumda Allah’ın istediği şekilde caydırıcı olarak eğer bir tek hırsızın elini
kesmiş olsaydınız bu hırsızlar ordusundan, bu hapishaneler ordusundan kurtulmuş
olacaktınız. Tabii vicdanı olmayanlar, kendileri hırsız olanlar ve kâfirler
bunu anlayamayacaklardır.
Bir de önceki derslerimizde bu
cezalarla alâkalı demiştim ki aslında suçlulara uygulanan bu cezalar hem onları
temizlemek, hem toplumu temizlemek hedefini gütmektedir. Bir kere hırsızlık
günahını işleyen Müslüman kendisine bu dünyada uygulanacak bu had cezasıyla
temizlenip cennete gitmektedir. Değilse bu adam bu haliyle cehenneme
gidecektir. Sonra hırsızlık yapan kimseye ceza uygulandığı zaman toplumda mal
güvenliği gerçekleşecektir. Bu ceza bir tenkil, bir caydırıcılık özelliğiyle
toplumda hırsızlık eylemlerini bitirecektir. Eğer böyle bir ceza uygulanmaz da
hırsızlara prim verilirse o zaman toplumda hırsızlar çoğalacak, hırsızlar
cesaret bulacak ve insanların mal güvenlikleri ortadan kalkacaktır.
Allah neyi nasıl yapmamızı istemişse
öylece yapmak zorunda-yız. Allah’a akıl vermeye kalkışmamalıyız. Aslında dün ve
bugün bu tür İslâmi cezaları eleştirenler demin de dediğim gibi suça ve suçluya
prim veren insanlardır. Yâni şimdi düşünün, birileri enflasyonla birilerinin
cebine el atmışken kime uygulayacaksınız bu cezayı? Yöneticilerin elleri
sürekli yönetilenlerin cebindeyken kime uygulayacaksınız bu cezayı? O hain eller
o ceplerden çekilmedikçe bunun uygulanması mümkün değildir. Birileri haksız
yollarla birilerinin cebinden trilyonları götürürken baklava çalan çocuklara
ceza verirseniz bu adâlet değildir. Önce toplumda tüm haksız kazanç yolları
kapatılacak, tüm suiistimaller önlenecek, İslâm’ın istediği gelir dağılımı,
servet dağılımı dengesi kurulacak, zenginler Allah’ın istediği gibi fakirlere
karşı sorumluluklarını yerine getirecekler ondan sonra eğer toplumda hırsızlık
eden insanlar çıkmışsa onların elleri kesilecektir diyelim ve bu konuyu da
noktalayalım.
39. “Ettiği zulümden sonra tevbe
edip düzelen kimse, bilsin ki Allah onun tevbesini kabul eder. Allah şüphesiz
bağışlayandır, merhametli olandır.”
Evet kim de yaptığı bu zulümden,
bu hırsızlık fiilinden sonra tevbe eder, bu işten vazgeçer, Allah’la arasını
düzeltir, ıslah olursa kesinlikle bilsin ki Allah onun tevbesini, dönüşünü kabul
eder. Yâni bu suçu işleyip de gerek kendisine had cezası uygulanmış kimse,
gerekse bu ceza uygulanmamış kimsenin tevbesini kabul edeceğini müjdeliyor
Rabbimiz. Yâni hırsızlık yapan kimseye had cezası uygulanmış, yâni kul hakkı
alınmış bile olsa bir de bu işin Allah’a yönelik veçhesi vardır ya. Bir de Allah
hakkı söz konusudur ya. Allah hukuku, Allah yasası çiğnenmiştir ya. İşte iyi bir
tevbeyle Rabbimiz o hakkını affedeceğini haber veriyor. Onun içindir ki hırsızın
bir de tevbe etmesi gerekiyor. Tabii bu ifade tevbe etmiş olan bir kimsenin
artık elinin kesilmeyeceği anlamına gelmediği gibi, eli kesildiği halde tevbe
etmeyerek, bu işten vazgeçmeyerek hâlâ hırsızlığa devam edenlerin de
affedileceği anlamına gelmez. Muhakkak ki Allah Ğafûr ve Rahîmdir.
40. “Göklerin ve yerin
hükümranlığının Allah'ın olduğunu bilmiyor musun? Dilediğine azap eder,
dilediğini bağışlar. Allah her şeye Kâdirdir.”
Sizler ey Allah yasalarını
eleştirmeye çalışanlar. Ey Allah’ın kulları üzerindeki söz sahipliğine itiraz
edenler. Ey Allah’ın kulları üzerindeki egemenliğini reddedip kendi yasalarını
Allah yasaları yerine ikame etmeye soyunanlar. Ey Allah’ın hikmet sahibi oluşunu
anlayamayarak, Allah’ın yasalarındaki hikmetleri kavrayamayarak zavallıca suçu
ve suçluyu savunanlar. Bilmiyor musunuz ki göklerin ve yerin hükümranlığı
Allah’a aittir. Bilmiyor musunuz ki göklerde ve yerde egemen olan Allah’tır.
Göklerin ve yerin mülkünün Allah’a ait olduğunu, göklerde ve yerde olan her
şeyin ve herkesin O’nun mülkü olduğunu, tek Mâlik’in Allah olduğunu ve mülkünde
sınırsız yetki sahibi olduğunu bilmiyor musunuz? Bilmiyor musunuz ki mülkün
sahibi olan Allah mülkünün iplerini elinde tutmaktadır. Bilmiyor musunuz ki
mülkü olan herkese, her varlığa, her kuluna belli bir hayat programı
belirlemiştir. Göklerde ve yerde yolsuz yordamsız, programsız hiç bir varlık,
hiçbir kul bırakmayan Allah zannediyor musunuz ki sizler için bir program
göndermemiştir? Nasıl da zavallıca düşünüyorsunuz böyle? U-nutmayın ki Allah
kullarından dilediklerine, dileyenlere azap eder, dilediklerini de,
bağışlanmak dileyenleri de affeder.
41. “Ey Peygamber! Kalpleri
inanmamışken, ağızları ile, "İnandık" diyenler, yahudilerden yalana kulak
verenler ve başka bir topluluk hesabına casusluk edenlerden inkâra koşanlar seni
üzmesin. Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de, "Böyle bir (fetva) size
verilirse alın, verilmezse kaçının." derler. Allah'ın fitneye düşmesini
dilediği kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez. İşte onlar
Allah'ın, kalplerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dünyada rezillik
onlaradır. Onlara âhirette de büyük azap var-dır.”
Medine’de yahudilerden birisine
uygulanan bir zina cezasının arkasından nâzil olmuş bir âyetle karşı karşıyayız.
Bera Bin Azib’ten rivâyet edildiğine göre Medine’de zina ettiği için
kırbaçlandıktan sonra bir hayvanın üzerine bindirilip teşhir edilen bir yahudi
Rasulullah Efendimizin yanından geçirildi. Allah’ın Resûlü yahudilere sordu.
Sizin kitabınızda zinâkârın cezasını böyle mi buluyorsunuz? Dediler ki evet.
Sonra Allah’ın Resûlü onların âlimlerinden bazılarını çağırıp Mûsâ ve Tevrat’ı
gönderen Allah aşkına doğru söyleyin, bu iş sizin kitabınızda nedir? Adamlar
dediler ki, eğer bu şekilde yemin vermeseydin doğru-yu söylemezdik, ama şimdi
doğruyu söylemek zorundayız. Biz kitabı-mızda bu işin cezasını recim olarak
buluyoruz dediler. Ancak bizler bunu garibanlara uyguluyoruz. Hatırlı kimselere
de böyle bir ceza uyguluyoruz. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü ya Rabbi bunlar
senin cezalarını terk ettikten sonra onlar arasında recim cezasını ilk defa ben
uyguluyorum buyurarak onun recim edilmesini emretti ve işte bu olay üzerine bu
âyet nâzil oldu. Bakın Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Ey peygamberim, küfürde yarışanlar,
yarışırcasına küfre ko-şanlar, kalpleri inanmamışken ağızlarıyla inandık
diyerek îman gösterisinde bulunan, îmanları ağızlarından aşağıya inmemiş
münâfıklar, gerçeğe değil de sadece yalana kulak veren yahudiler, âlimlerinin,
atalarının tahrif ettikleri kitaba, onların tahrifatlarına kulak kesilen, sana
ve getirdiğin kitaba düşmanlıklarından dolayı senin yanına gelmeyen diğer bir
toplumun sözlerini kabul edenler, kelimeleri vaz olundukları anlamların dışına
taşırarak tahrif edenler, Allah hükümlerini kendi hükümleriyle değiştirenler,
Allah hükümlerini kendi menfaatleri istikâmetinde bozanlar, gizleyenler,
saklayanlar.
İşte önceki
âyetlerde anlatıldığı gibi yapanlar. Allah’ın kitabındaki recim hükmünü
gizleyenler. Allah’ın sözlerini bağlamından koparıp Allah’ın kast etmediği
manaları yükleyen ve eğer Muhammed size sizin istediğiniz gibi fetva verirse onu
alın, değilse ondan kaçının diyen yahudiler. Muhammed eğer size zinâkâra
uygulanmak üzere şu anda bizim uyguladığımız sopa vurmayı emrederse onu kabul
edin, eğer re-cimden söz ederse sakın onu almayın diyen yahudiler sakın seni
üzmesinler.
Allah'ın fitneye düşmesini dilediği
kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez. İşte onlar Allah'ın,
kalplerini arıtmak istemediği kimselerdir. Kalplerinden arınma duygusunu,
gözlerinden vahiy ışığını aldığı, karanlıklar içinde bocalar bir vaziyette
bırakmayı murad ettiği kimselerdir onlar. Dünyada rezillik onlaradır. Onlara
âhirette de büyük azap vardır. Kim kendisini fitneye düşürmek ister de Rabbin de
onun bu tercihini onaylayarak onu fitneye düşürüp kâfir yapmayı murad
buyurmuşsa artık onu engelleyecek, onun önüne geçecek yoktur. İşte onlar öyle
kimselerdir ki kendi tercihlerinin karşılığı olarak Allah asla onları küfür ve
şirk pisliklerinden temizlemek istememiştir. Dünyada onlar için bir zillet, bir
rezillik, bir aşağılık ve âhirette de büyük bir azap vardır.
42. “Onlar yalana kulak verirler,
haram yerler. Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, yahut onlardan yüz çevir;
yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen aralarında adâletle
hüküm ver. Allah âdil olanları sever.”
Onlar devamlı yalana kulak
verirler. İşin vahâmetini haber vermek için Rabbimiz bir daha söyledi. Yalana
düşkündür onlar ve hep haram yerler. Duyup dinledikleri yalan, yiyip içtikleri
de hep haramdır. Elbette sürekli haram yiyip içen, haramla gıdalanan insanların
eylemleri de hep haram olacaktır. Azaların eylemleriyle beslenmeleri arasında
bir benzeşme olacaktır. Rableriyle aralarındaki anlaşmaları bozarak,
sözleşmelerini nakzederek kulluktan çıkan bu insanlar sürekli rüşvet yerler.
Rüşvet aldıkları siyasiler, egemenler adına, onlar lehine yalan söylerler, yalan
sözlere kulak verirler, yalan şahitliği yaparlar, yalan hüküm verirler. Hatırını
kazanmak, rüşvetlerine ulaşmak istedikleri insanlar hatırına Allah’ın
âyetlerini değiştirirler, Allah’ın hükümlerini gizlerler. Allah’la ilişkilerini
rafa kaldıran bu insanlardan bundan başkası da beklenmez zaten. Konuştukları
zaman sözün en kötüsünü konuşurlar, dinlerlerken de sözün en kötüsüne kulak
kesilirler, tercihlerini en kötüden yana kullanırlar. Bir günahla bir sevap
arasında muhayyer bırakıldıkları zaman günahı tercih ederler. Bir helâlle bir
haram arasında muhayyer bırakıldıkları zaman hep haramı
seçerler.
Ey peygamberim, onlar senin hakemliğine
başvurdukları za-man aralarındaki ihtilâfların çözümü konusunda ister hüküm
verirsin istersen kendilerinden yüz çevirirsin. Bu konuda serbestsin. Çünkü
onların derdi hakka, gerçeğe ulaşmak değildir. Hakka, doğruya tabi olmak
niyetiyle gelmiyorlar sana. Bilâkis kendi arzularına, kendi hevâ ve heveslerine
uygun fetva almak için geliyorlar sana. Seni şartlandırmak, seni sapıtmak için
geliyorlar. Nitekim Tevrat’ta zânînin ve zâ-niyenin cezasını bildikleri halde
acaba peygamberden bu cezadan farklı bir şey bulabilir miyiz diye peygambere
geliyorlardı. Yâni kendi kitaplarındaki hüküm işlerine gelmediği için işlerine
gelecek bir hüküm arayışı içinde geliyorlardı. Ve işte onların bu samimiyetsiz
niyetlerini bilen Rabbimiz bu konuda peygamberini serbest bırakıyordu.
Arkadaşlar, Rabbimizin bu beyanlarından
anlıyoruz ki İslâm toplumunda yaşayan gayri müslim unsurlar dilerlerse kendi
hukuklarını uygulayabilirler, dilerlerse de İslâm hukukuna teslim olabilirler.
Rabbimiz bu konuda elçisini muhayyer bırakıyor. Eğer onlar senin hükmüne
başvururlarsa dilersen onlar arasında hükmünü ver, dilersen onları kendi
hallerine bırak. Bunda bir sakınca yoktur. Ama eğer onlar arasında hüküm vermeyi
tercih edersen o zaman da adâletle hüküm ver. Gayri müslim de olsalar, kendileri
haktan, adâletten ayrılmış, yoldan çıkmış ta olsalar sakın haklarında hüküm
verirken adâletten ayrılma, çünkü Rabbin âdil olanları sever buyuruyor
Rabbimiz.
43. “Allah'ın hükmünün bulunduğu
Tevrat yanlarında iken, ne yüzle seni hakem tayin ediyorlar da sonra bundan yüz
çeviriyorlar? İşte onlar inanmış değillerdir.”
İçinde Allah’ın hükümleri bulunan
Tevrat yanlarındayken, ellerindeyken, Tevrat’a sahiplerken onun kıymetini bilip
onunla amel etmeyen, hayatlarını onunla düzenlemeye, problemlerini onunla
çözümlemeye yanaşmayan bu insanlar seni ne yüzle hakem kabul edecekler? Kendi
kitaplarına, kendi dinlerine ihanet eden bu insanlardan sen ne bekliyorsun?
Kendi kitaplarının hakemliğine razı olmayan bu insanlar senin hakemliğine nerden
razı olacaklar?
Yâni
kitaplarını arkalarına atan bu insanların, peygamber olduğuna inanmadıkları
halde sana davalarını getiren bu insanların hangi samimiyetinde söz edilebilir?
Hem senin peygamberliğini kabul etmesinler, hem de aralarındaki bir ihtilâfın
çözümü konusunda sana müracaat etsinler. Bu başka değil, senden hevâ ve
heveslerine uygun bir fetva almak arzusunda olduklarındandır.
Allah
korusun da bugün bizim ehl-i kitaptan, Müslümanım diyenlerden pek çoğu da aynı
şeyi yapıyorlar. Ben Müslümanım diyorlar, ben bu Kur’an’a inandım diyorlar, ama
gel öyleyse problemlerimizi inandığın bu kitapla bu peygamberle çözümleyelim
dediğiniz zaman hemen yan çiziyorlar. Bekledikleri fetvayı kitaplarından
alamadıkları zaman hemen vazgeçiveriyorlar.
Evet, başka
kitaplara, başka peygamberlere, başka hakemlere, başka mahkemelere gidiyorlar.
Kitaplarına karşı, peygamberlerine karşı, dinlerine karşı ciddiyetsiz
davranıyorlar. İster önceki ehl-i kitaptan olsun, isterse bizim ehl-i kitaptan
kim böyle yaparsa onun kitapla, peygamberle, dinle bir ilgisi kalmamıştır, diyor
Rabbimiz.
44. “Doğrusu Biz yol gösterici ve
nûrlandırıcı olarak Tevrat'ı indirdik. Kendisini Allah'a teslim etmiş
peygam-berler, yahudi olanlara onunla ve Rabb'e kul olanlar, bil-ginler de
Allah'ın Kitabından elde mahfuz kalanla hük-mederlerdi. Tevrat'a şahittiler. O
halde insanlardan kork-mayın, benden korkun, âyetlerimi hiçbir değerle
değiş-tirmeyin: Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar
kâfirlerdir.”
Evet, bu âyetiyle de Rabbimiz
yahudilerin hafife aldıkları, arka-larına attıkları, hayatlarından dışladıkları
kitaplarını anlatıyor. Doğrusu Biz Mûsâ’ya içinde hidâyet ve nûr olan Tevrat’ı
indirdik. Müslüman olan peygamberler yahudilere onunla hükmederlerdi. Yahudilere
gelen tüm peygamberler Müslümandı ve onlara bu kitapla hükmederlerdi. Evet
önceleri Müslüman olup da sonradan İslâm’dan çıkan kendileri-ne yahudi adını
takan bu insanların kabul ettikleri Mûsâ (a.s) ve öteki peygamberlerin tamamı
Müslümandı. Kendilerini bu peygamberlere izafe eden bu yahudiler tarih içinde
bu peygamberlerin yolundan ayrıldıktan sonra bu peygamberleri de kendilerine
alet etmeye çalıştılar. Kendileri saptığı sapıttıkları gibi bu peygamberleri de
saptırmaya çalıştılar. Kendileri Müslümanlıktan çıktıkları gibi bu
peygamberleri de Müslümanlıktan çıkarmaya çalıştılar. Önceki peygamberlerine
karşı böyle davranan bu adamlardan son elçiye karşı başkası beklenemez. Bu son
elçi şu anda da onları aynı İslâm’a dâvet ediyordu. Üstelik onların inandıkları
peygamberlerin hiçbirisini reddetmeden, onlarla arayı
açmadan.
Daha önce kendilerine gönderilen
Müslüman elçiler ve Rab-baniyyûn ve Ahbâr olanlar, Rabbe kul olanlar, Allah
taraftarı olanlar, Allah safında yer alanlar, Allah bilgisine sahip çıkanlar,
Allah yasalarına, Allah davasına gönül verenler, âlimler, hikmet sahipleri
takva ve teslimiyet sahipleri, samimi mü’minler de onlara o kitapla hükmettiler.
Hepsi de Tevrat’ın değiştirilip tahrif edilmemesi için birer gözetleyici idiler.
Onlar bu kitaba şahittiler. Bu kitabı tahriften, unutulup gitmekten, zayi
olmaktan koruyabilmek için onlar sürekli Tevrat’ı okuyorlar, gündemde
tutuyorlar, onunla amel ediyorlardı. Çünkü gündemden düşmüş, düşürülmüş, amel
edilmeyen, uygulanmayan, kendisine başvu-rulmayan, hayatta geçerliliği olmayan
bir kitabın korunması mümkün değildir.
Böylece
Rabbimizin bu beyanından Tevrat’ın zaman içinde niye tahrif edildiğini de
anlamış oluyoruz. Anlıyoruz ki Rabbimiz Onun hükümlerinden, âyetlerinden
bazılarının korunmasını yahudi âlimlerine bırakmıştı. Onların fâniliğiyle de
tahrif gündeme geliverdi. Onlar insanlardan korktukları kadar Allah’tan korkmaz
olunca bu kitabın koruma-sını bırakıp tahrif ediverdiler. İnsanlar hatırına onu
bozuverdiler, gizleyiverdiler. İşte bunun içindir ki ey kullarım, insanlardan
korkmayın, benden korkun. Unutmayın ki ben herkesten çok korkulmaya lâyıkım.
Eğer korkacaksanız benden korkun. Benim hatırımı herkesin hatırından üstün tutun
da âyetlerimi az bir menfaat karşılığında değiştir-meyin.
Halbuki Rabbimiz şu elimizdeki Kur’an’ın korunmasını yine bu kitabın
âyetlerinden öğreniyoruz ki bizzat kendi üzerine almıştır. İnsanlara
bırakmamıştır bunu. Bakın Hicr sûresinde
şöyle buyuruluyor:
“Doğrusu Kitabı Biz indirdik, onun koruyucusu
el-bette Biziz.”
(Hicr 9)
Evet muhakkak ki zikri, Kur’an’ı,
gündemi, hayat programını Biz indirdik, Onun koruyucusu da elbette Biziz. Onu
Biz indirdik, koruyacak olan da elbette
Biziz. Evet son elçisine gönderdiği bu kitabı, bu dini koruma işini Rabbimiz
bizzat kendi üzerine almıştır. Yâni bu dinin, bu kitabın, bu peygamberin sahibi
Allah’tır. Kıyamete kadar bu zikri, bu kitabı, bu peygamber yolunu koruyacak ve
insanları bu kitap ve bu peygamber bilgisiyle şereflendirecektir Rabbimiz.
Gerçekten
bu, insanlık için en büyük bir lütuftur. Tüm dünya bu kitaba, bu dine ve bu
Peygambere düşman kesilse de, bu dini, bu kitabı ve peygamberi ortadan
kaldırmaya, ilga etmeye, bozmaya, saptırmaya, tahrif etmeye soyunsa da kimsenin
asla buna gücü yetmeyecektir. Kimse bu kitabın bir tek harfini bile ortadan
kaldıramayacak, değiştiremeyecektir. Kıyamete kadar bu Kur’an ve bu Kur’an’ın
pratiği olan Rasulullah Efendimizin sünneti, örnek hayatı dimdik ayakta
duracaktır.
Ama burada önemli bir hususa
dikkatlerinizi çekmek isterim. Şeytan ve taraftarları bu kitabı
bozamayacaklarını anladıktan sonra insanların bu kitaba bakışlarını bozmaya
yönelmişlerdir. Kitap dimdik ayakta olsa bile bugün Müslümanların kitaplarına
karşı bakışları bozulmuştur. İşte şu anda Müslümanım diyen insanların
kitaplarına bakışlarını, kitaplarıyla ilişkilerinin seviyesini biliyoruz. Evet
insanlardan korkmayın, Benden korkun. Kim ki Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse
işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.
45. “Orada onlara cana can, göze
göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşılıklı ödeşme
yazdık. Kim hakkından vazgeçerse bu, onun günahlarına kefaret olur. Allah'ın
indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar
zâlimlerdir.”
Biz Tevrat’ta o yahudilere
bunları da yazmış, farz kılmıştık. İşte bunlar Mûsâ şeriatının cezalarıdır. Eğer
bir can almış, bir adam öldürmüşseniz bunun cezası da cana karşı candır. Adam
öldüren öldürülür. Haksız yere çıkarılan göz karşılığında çıkaranın gözü
çıkarılır. Zulmen kesilen buruna karşılık burun, kulağa karşılık kulak kesilir.
Dişe karşılık diş kırılır. Yaralar için de kısas uygulanır. Yaralayan kimse
yaraladığı kimsede ne tür bir yara açmışsa kendisinden de o tür bir yara açılır.
Tabii ölüme sebep olmayacak cinsten yaralar için geçer-lidir bu. Kim de
hakkından vazgeçerse, kısas hakkını karşısındakine bağışlarsa bu kendisi için
günahlarına bir kefaret olur. Ya da affettiği suçlu adına bir kefaret olur.
Yâni demek
ki suçluyu affetme yetkisi tamamen mağdura veriliyor. Mağdur karşısındaki
suçluyu affetmeli ki bu eylemi günahlarına kefaret olsun. Değilse şu anda
insanların affetmedikleri suçluları affedenler çok açıktır ki suça ve suçlulara
prim veriyorlar, suçu ve suçluyu savunuyorlar. Bakın Rabbimiz bile hepimizin
sahibi olduğu halde, kulları üzerinde mutlak egemen olduğu halde mağdurun
affetmediği suç-luları affetmiyor. Mağdurun hakkını arıyor da bu yetkiyi ona
devredi-yor. İşte aslında kısasın anlamı budur. Kısas mağdura yetki vermektir.
Çünkü mağdur kişi karşısındaki suçluyu bizzat kendisi affettiği zaman hem
günahlarına kefaret olduğunu biliyor, hem acıları diniyor, hem de suçluya karşı
içinde bir kin, bir düşmanlık duygusu kalmıyor. Kim ki Allah’ın indirdiğiyle
hükmetmezse zâlimlerin ta kendileridir.
46. “Onların izi üzerine
arkalarından Meryem oğlu Îsâ'yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat'ı doğrulayarak
gön-derdik. Ona, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önünde bulunan Tevrat'ı
doğrulayan İncil'i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak
verdik.”
Meryem oğlu Îsâ’yı da onların, o
kutlu elçilerimizin izleri üzerin-den yürüttük. O peygamberlerin ardından
yanlarındaki Tevrat’ı doğ-rulayıcı olarak, tasdik edici olarak, Tevrat’tan
geriye kalanları tasdik edici olarak gönderdik. Ona yol gösterici, hidâyete
ulaştırıcı, yollarını aydınlatıcı ve önündeki Tevrat’ı doğrulayıcı olan İncil’i
muttakilere, Allah için bir hayat yaşamak isteyenlere bir öğüt, bir gündem, bir
şeref ve hidâyet olarak verdik. Evet Hz. Îsâ (a.s) da yeni bir dinle
gelmemiş-tir. Kendisinden önceki kutlu elçilerin gönderildiği kaynaktan,
kendisin-den önceki elçilerin izinde onların teslimiyet dini olan İslâm’ına
teslim olmuş bir peygamberdi. Zaten aynı kaynaktan gelen peygamberler
birbirlerini nakzetmezler, bilâkis tasdik ederler.
47. “İncil sahipleri Allah'ın
onda indirdikleri ile hükmetsinler. Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler,
işte onlar fâsık olanlardır.”
Öyleyse İncil sahipleri, İncil’e
îman edenler, kendilerini İncil’e izafe edenler haydi Allah’ın onda
indirdikleriyle hükmetsinler. Hayatlarını o kitapla düzenlesinler. İşte biz
Îsâ’ya ve onun arkasından gelenlere bu kitapla hükmetmelerini emrettik. Haydi
onlar da onunla hükmetsinler. Allah’ın indirdiği hükümleriyle hükmetmeyenler
fâsıkların, itaatten çıkanların ta kendileridir.
Evet bundan önceki âyetlerde Rabbimiz
kendi indirdikleriyle hükmetmeyi emrettikten sonra bu üç emrinin akabinde kim
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse kâfirlerin, zâlimlerin ve fâsıkların ta
kendileridir buyurdu. Birisinde kâfir, diğerinde zâlim, bir diğerinde de fâsık
dedi.
Kimileri bu
âyetlerin muhataplarının ehl-i kitap olduğunu söyleyerek Müslümanları bir
kenara almaya çalışmışlar. Bu âyetler bize hitap etmez, bizi ilgilendirmez
diyerek kendilerini bu âyetlerin muhataplığından çıkarmaya çalışmışlar. Bu
emirle, yâni Allah’ın indirdikleriyle hükmetme emriyle biz yükümlü değiliz, bu
emir sadece yahu-dilere verilmiştir. Binaenaleyh bizler Allah’ın indirdikleriyle
hükmetmek zorunda değiliz diyorlar. Bu çok yanlış bir değerlendirmedir. Yâni
ger-çekten bir Müslümanın bunu nasıl diyebildiğini anlamakta güçlük çe-kiyorum.
Nasıl olabilir böyle bir şey?
Yâni
Rabbimiz tarafından onlara emredilen bir şey nasıl bizim için emredilmemiş
olabilir? Rabbimiz tarafından onlar için iyi görülen bir şey bizim için nasıl
kötü görülebilir? Üstelik bu âyet bizim kitabımızdadır. Yâni bizim kitabımızda
olan bir emir, bir âyet bizi ilgilendirmeyecek ve sadece onları ilgilendirecek
öyle mi? Yâni Allah onlara kitabıyla hükmetmelerini emredecek ama bize
emretmeyecek öyle mi? Kur’andaki tüm müspet hitaplar bize, tüm kötü hitaplar
onlara öyle mi?
Evet
âyetlerin siyak ve sibakı ilk bakışta yahudi’lerle ilgilidir, ama biliyoruz ki
Allah’ın âyetleri evrenseldir. Sebeplerin hususîliği hükümlerin umumîliğine
engel değildir.
Hayır hayır, Kur’an’daki âyetlerin tümü
bize hitaptır. Bu âyet-lerin muhatabı bizleriz. Burada Rabbimiz kim ki Allah’ın
indirdiği âyetlerle hükmetmezse onlar kâfirdirler, zâlimdirler ve fâsıktırlar
buyuruyor. Ve üstelik buradaki “men” ifadesi özel bir grubu, meselâ sadece
yönetici kadroyu, egemen zümreyi değil herkesi kapsar.
Her kim ki
buyuruyor Rabbimiz. Bizler de her an hüküm veriyoruz. Evde, mektepte, dükkanda,
çarşıda, pazarda her an hükümler veriyoruz. İşte Allah’ın indirdikleriyle
hükmetmeyenler ya kâfir, ya zâlim ya da fâsık oluyorlar. Bunu her fert için, her
toplum için, her ümmet için şöyle anlamaya çalışıyoruz:
Ne yaptığına, neyle hükmettiğine
inanarak, bilerek hükmü İlâhinin dışında bir hükümle hükmeden ve hükmü İlâhiyi
reddeden kişi kâfirdir. Evet Allah’ın indirdiğini reddeden, inkâr eden kişi
kâfir olur. Hükm-i İlâhîyi kabul etmekle beraber, reddetmemekle beraber başka
bir hükümle hükmeden kişi de zâlim olur.
Evet
Allah’ın indirdiği hükmü inkâr etmeyen, kabul eden ama onu uygulamayarak başka
bir hüküm uygulayan kişi zâlimdir. Çünkü âdil olanı değil zulüm olanı tercih
etmiştir o kişi. Allah’ın indirdiğine inanan, ama başkasını uygulamamakla
beraber onu, yâni Allah’ın indirdiğini uygulamayan kimse de fâsık olur Allahu
âlem.
48. “Ey Muhammed! Kur’an'ı, önce
gelen Kitabı tasdik ederek ve ona şahit olarak gerçekle sana indirdik. Allah'ın
indirdiği ile aralarında hükmet; gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre,
onların heveslerine uyma! Her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık; eğer
Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu, verdikleriyle sizi
denemesi içindir; o halde iyiliklere koşuşun, hepimizin dönüşü Allah’adır. O,
ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir.”
Evet ey peygamberim, sana da
önündekileri, geçmişteki ki-tapları doğrulayıcı ve sana bir şahit, bir
gözetleyici olarak Kur’an’ı indirdik. Senin Allah tarafından hak bir peygamber
olarak görevlen-dirilmiş olduğuna şahit bir kitap indirdik. Yâni bir Kur’an ki
sürekli seni izliyor. Bir kitap ki seni doğruluyor. Senin beyyine üzere
olduğuna, se-nin hareket noktanın vahiy olduğuna, senin Allah’ın istediği bir
hayatı yaşadığına kitap şahitlik ediyor. Kitap onun doğruluğunu tasdik edi-yor.
Evet anlıyoruz ki bu Kur’an Rasulullah Efendimizin her sözüne, her uygulamasına,
her sünnetine muhakkak şehâdet etmektedir.
Ya da ikinci bir anlamıyla buradaki
kitabın, Kur’an’ın şahit ve Müheymin oluşu önceki kitaplarla ilgilidir. Ey
peygamberim, sana önceki kitapları tasdik eden ve onlara müheymin olan,
gözetleyici olan, onların doğrularını yanlışlarından ayırt etme özelliğine sahip
olan bir kitap indirdik. Kur’an Müheymin’dir. Kur’an sağlamacıdır. Kendinden
önceki kitapların sağlamasıdır, ayıklanmasıdır Kur’an. Hakkı bâtıldan, doğruyu
yanlıştan, bozulmuşu sağlam kalmışından ayırıcıdır, ayıklayıcıdır Kur’an. Eğer
önceki kitaplarda geçenler Kur’anda da geçiyor-sa, ya da oradakiler Kur’an
tarafından da kabul edilmiş, reddedilme-mişse bunlar doğrudur, değilse
yanlıştır, tahrif edilmiş, sonradan onlara konulmuştur. Bu anlamıyla Kur’an
diğer kitaplar için mihenk taşıdır, bilirkişidir.
Öyleyse Rabbimizin bu beyanı
gereği önceki kitaplarda olanlar Kur’an mihengine vurulacak uygun olanlar kabul
edilecek, uygun olmayanlar da reddedilecektir. Önceki âyetlerde demeye
çalıştığım gibi aslında yahudi ve hıristiyanların da bu kitaptan gocunmamaları,
aksine sevinmeleri gerekmektedir. Çünkü tarih içinde atalarının bozdukları,
tahrif ettikleri kitaplarının bir sağlamasını onlara sunarak bu kitap onları
bozulmuş bir kitapla cehenneme doru gidişten
uyarmaktadır.
Öyleyse ey peygamberim artık sen de
onların arasında bu kitapla hükmet. Onlardan kasıt bu kitabın mü’minleri
olabileceği gibi, yahudi ve hıristiyanlar da olabilecektir. Çünkü tüm insanlığa
elçi olarak gönderilmiş Allah’ın Resûlü onlar için de hükmetme yetkisine
sahiptir. Ve sakın peygamberim, onların, insanların haktan kopuk hevâ ve
heveslerine tabi olma. Onlar hatırına sakın bu kitabın hükmünden başka bir şeye
meyletme. Sakın sen onlar gibi hevâ ve heveslerini kitabın önüne geçirenlerden
olma.
Sizden her bireriniz için bir şeriat ve
bir yol, yöntem kıldık. Her ümmete bir şeriat ve kendilerine mahsus onu uygulama
yöntemi, yaşama usulü, kendilerine mahsus apaçık bir yol verdik. Şeriat kaynağa
götürücü yol, minhac da o yolda yürüme şeklidir. Tabiri caiz ise şir’a otoban,
minhac da ondaki şeritlerdir. Her ümmete farklı şeriatler verilmiştir. Kaynak
tektir ama o kaynağa götürücü yollar, yöntemler, usuller farklıdır. Her ümmet o
kaynağa yürüyüş yöntemini şartlara göre kendisi belirlemiştir. Bu fıtratın bir
gereğidir. İnsanlığı tek çizgiye sok-mak, tek tipe büründürmek fıtrat dışıdır.
Eğer Allah öyle murad buyurmuş olsaydı
sizi tek bir ümmet kılardı. İsteseydi sizi tek bir din üzerinde ve tek bir
şeriat üzerinde toplardı. Dileseydi tıpkı melekler gibi, ya da bitkiler ve
hayvanlar gibi, dağlar taşlar gibi hepinizin kulluk iplerinizi doğuştan eline
alıverirdi de hepiniz mü’min olurdunuz. Kâfir, müşrik, hak taraftarı, bâtıl
taraftarı olmazdı. Ama Rabbiniz öyle dilememiş. Fakat Rabbiniz sizleri imtihan
etmek için sizlere ayrı ayrı şeriatler, ayrı ayrı yollar gönderdi ki kazananla
kaybeden açığa çıksın.
Bizim Allah’tan gelme bir
kitabımız vardı, Allah’tan gelme bir şeriatımız vardı, biz ona sarılmış bir
hayat yaşıyorduk. Hayrola bu yeni kitap, bu yeni şeriat de nereden çıktı? Biz
asla buna inanmayız mı diyeceksiniz, bağnazlık mı yapacaksınız, yoksa bu da
Allahtan mı diyeceksiniz? Bizler dün Allah’tan gelen bir şeriate inanıyorken de
Allah hatırına inanıyorduk, şimdi bu yeni kitaba, bu yeni şeriate inanırken de
yine Rabbimiz hatırına inanıyoruz diye teslimiyet mi gösterecek-siniz? Allah’ın
bir sonraki şeriatine önyargılı mı davranacaksınız? Irkçı bir tavır mı
takınacaksınız? Yoksa kaynak tek olduktan sonra ne gelmişse kabulümdür mü
diyeceksiniz? bunu denemek için böyle yaptık, diyor Rabbimiz.
Öyleyse haydi hayırlarda yarışın.
Haydi şeriat ve yol farklılıklarınızdan dolayı, usul farklılıklarınızdan ötürü
birbirinizi yemeye değil hayırlara koşun. Allah’a itaat ve kulluğa koşun diyor
Rabbimiz.
49. “O halde, Allah'ın indirdiği
Kitap ile aralarında hükmet, Alah'ın sana indirdiği Kur’an'ın bir kısmından
seni vazgeçirmelerinden sakın, heveslerine uyma; eğer yüz çevirirlerse bil ki,
Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu
gerçekten fâsık-tırlar.”
Onlar arasında, gerek ehl-i kitap
arasında, gerekse tüm insanlar arasında bu kitapla hükmet. Tüm hükümlerinde,
tüm kararlarında dayanağın bu kitap olsun. Sakın insanların hevâ ve heveslerine
tabi olma. Böylece insanların seni Allah’ın sana indirdiği Kur’anın bir
kısmından vazgeçirmelerinden, gündem değiştirmelerinden, seni yamult-malarından
emin olursun. Eğer illa da seni saptırmaya, seni bu kitaptan vazgeçirmeye
ısrarlı davranırlarsa, bilesin ki Allah ısrarlı davranmalarından ötürü onları
cezalandırmak istiyor. Onların pek çoğu gerçekten itaatten çıkmış fâsıklardır.
Allah belki de onları böylece fısk u fücurlarıyla baş başa bırakıvermekle
cezalandırıyor. Elbette kendi hevâ ve heveslerine sarılarak Allah’a sırt
dönenler cezasız bırakılmaz. Yâni aslında kendi kendilerini cezalandıranlar bu
adamların kendileridir.
Rasulullah Efendimiz ehl-i kitabın hevâ
ve heveslerine uyma-ma konusunda uyarılıyor. Tabii onun şahsında hepimiz
uyarılıyoruz. Eğer onların hevâ ve heveslerine uyarsanız dinin hükümlerinden,
kitabın âyetlerinden bir kısmını terk etmek zorunda kalırsınız. Onlar sizi
şartlandırırlar, yolunuzdan koparırlar. Onlar kendilerine kendilerinin
istedikleri cinsten şeyler indirilmesini isterler. Onlar kendilerine, kendi
arzularına, kendi şehvetlerine, kendi hevâ ve heveslerine tapınmak isterler.
“Sakın insanlar ne der? El âlem ne düşünür?” diye bir hesabın içine girerek
şunları şunları duyurmayayım demeyin. Eğer insanlar hevâ ve heveslerine
uyuyorlar, vahye dayanmıyorlarsa, istinat noktaları vahiy değilse, kitap ve
sünnetten habersiz bir hayat yaşıyorlarsa kesinlikle onlara tabi olmayın, onları
dinlemeyin, onlarla birlikte hareket etmeyin, diyor Rabbimiz. Eğer bu tür
zavallıların hevâ ve heveslerine tabi olursak o zaman kesinlikle bilelim ki
Rabbimizi ve O’nun âyetlerini terk etmek zorunda kalırız. Allah korusun o zaman
hayatımızda Rabbimizin âyetlerine gündemimizde yer kalmaz. Onlara tabi
olduğumuz zaman onların gündemlerine tabi olmak zorunda kalırız.
İşte
görüyoruz her gün yeni bir gündemle insanları meşgul ediyorlar. Ne zaman
bunların vahiylerinden vakit bulup da insanlar vah-ye dönebilecekler? Bugün şu
konu, öbür gün şu konu, derken gündemi tamamen dolduruyorlar ve insanların
vahiyle meşgul olmasına fırsat vermiyorlar. Allah korusun öyle olunca da âhiret
gündemlerimizden düşüverir. O zaman yine Rabbim muhafaza buyursun tıpkı onlar
gibi sırf dünya ve dünyalık düşünen birer materyalist olup çıkıveririz. Tıpkı
bu müşrik kafalar gibi Allah yetkilerini alıp birilerine veren birer demokrat,
birer laik olur çıkarız. Ve korkuyorum farkında olmadan hızla Müslümanlar buna
doğru gidiyorlar.
50. “Cahiliye devri hükmünü mü
istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim
vardır?”
Yoksa onlar cahiliye hükmünü,
cahiliye kanununu, cahiliye ha-yatını, cahiliye yasalarını mı arıyorlar? Yâni
bu beyinsizler Rableri kendilerini adam yerine koyup, muhatap kabul edip
vahyiyle şereflendirdiği halde onu bırakıp da cahiliye yasalarını mı
istiyorlar? Cahiliyenin hükümlerini, değer yargılarını Allah hükümlerine, Allah
yasalarına tercih mi ediyorlar? Hevâ ve heveslerini, menfaatlerini Allah
bilgilerinden üstün mü tutuyorlar? Çünkü cahiliye yasaları hevâ ve hevesler
üzerine bina edilir.
Cahiliye
yasaları menfaatler üzerine oturtulur. Yoksa bu adamlar hem dünyalarını, hem
âhiretlerini mamur edecek, kendilerini hem dünya hem de âhiret mutluluğuna
ulaştıracak Allah yasalarını bir kenara bırakıp ta basit dünya menfaatlerini ön
plana çıkaracak cahiliye sistemini mi arzu ediyorlar? Yakîn bilgisine sahip
olan akıllı bir toplum için Allah’tan daha iyi hüküm veren, Allah’tan daha güzel
yasa koyan kim vardır? Allah’tan daha Âlim kim vardır? İnsan cahildir, Allah
Âlimdir.
Öyleyse
insan yasa yaparken hep menfaatlerinin etkisi altın-dadır, menfaatleriyle
hareket eder, ama Allah’ın yaptığı yasalarında hiçbir menfaati yoktur. Kimseye
bir ihtiyacı, bir müdahanesi yoktur Allah’ın. Ama yasa yapma yetkisini, kanun
koyma yetkisini Allah’a değil de insanlara verirseniz elbette yasa yapanlar
kendi menfaatlerini ön planda tutacaklar, yasaları hep kendi çıkarları
doğrultusunda yapacaklardır. Yaptıklarıyla mutlaka kendileri için bir çıkar
sağlamayı hedefleyeceklerdir. Yasayı yapanlar hırsızlarsa, elbette hırsızlığı
ve hırsızları kayırıcı; içkicilerse, içkiyi ve içkicileri kayırıcı yasalar
yapacaklardır. Toplumda hiçbir zaman eşitlik olmayacaktır. Toplumda tanrılar,
kullar, yasa yapıcılar, o yasayı uygulayanlar, yönetenler, yönetilenler,
ezenler, ezilenler, zâlimler, mazlumlar hep var olacaktır. Ama yasayı Allah
yaparsa herkes O’nun yasalarının uygulayıcısı olarak, kul olarak eşit bir
konumda olacaktır.
51. “Ey İnananlar! Yahudi ve
hıristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden
kim onlara dost olursa o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola
eriştirmez.”
Evet ey îman edenler sakın yahudi
ve hıristiyanları evliyâ edinmeyin. Onları velîler kabul etmeyin. Onları
velâyet mevkiine oturtmayın. Onları karar mercii yapmayın. Hayatı ilgilendiren
konularda onları dinlemeyin, onlarla birlikte hareket etmeyin. Kendileri
saptıkları gibi sizleri de ne yapıp yapıp saptırmak isteyen, sizleri de kendi
cehennemlerine çağıran bu insanların düşüncelerine, anlayışlarına, girdaplara
kapılıp dininizi, kitabınızı kaybetmeyin. Onların gittikleri cehenneme
gitmeyin. Onların aldıkları kararları uygulamadan yana bir tavır sergilemeyin.
Sizin Velîniz Allah’tır, mü’minlerdir. Velâyetinizi Allah’a ve Allah dostlarına
verin. Dünya işlerinizde, bireysel, sosyal, ailevi, toplumsal, ekonomik,
siyasal tüm problemlerinizin çözümünde, âhire-te müteallik işlerinizde, yâni
hayatın tüm alanlarında eğer bir velâ ilişkisi içine girecekseniz, birileriyle
birlikte hareket edecekseniz, birileriyle istişare edecek, birilerinin kararına
başvuracaksanız, birilerinden akıl danışacaksanız bunlar kâfirler değil ancak ve
ancak Allah dostluğuna ehil müminler olmalıdır. Mü’minleri sevmeli, mü’minleri
dost bilmeli, mü’minleri velî bilmeli, mü’minlere bağımlı olmalı, mü’minlerin
derdini, tasasını kendi tasanız, onların sevincini kendi sevinciniz,
başarılarını kendi başarınız bilmelisiniz. Tüm işlerinizi, tüm hayatınızı,
siyasetinizi, ekonominizi, eğitiminizi, sosyal ve bireysel hayatınızı, aile
hayatınızı mü’minlere göre düzenleyecek, hesabınızda mü’minler olacaktır. İzzet
ve şerefi Müslümanlarda ve Müslümanlarla birliktelikte göreceksiniz. Değilse
Allah korusun birtakım basit dünyevî hesaplarla, birtakım basit menfaat
kaygılarıyla mü’minleri bırakır da kâfirleri dost edinirseniz, onların velâyeti
altına girer, onların kararlarını uygular, hayatınızı onlar kaynaklı yaşamaya
başlarsanız sonunda onlar gibi inanmaya, onlar gibi düşünmeye başlayıverirsiniz
ve onların gittiği cehenneme gitmek zorunda kalırsınız. Unutmayın ki sizler
birbirinizin velîsi olduğunuz gibi onlar da birbirlerinin velîsi ve
dostudurlar. Onlar arasında da karşılıklı velâyet ilişkileri vardır. Birbirleri
adına karar alırlar ve birbirlerinin kararlarını, yasalarını uygularlar.
Kâfirlerin mü’minlerle, mü’minlerin de kâfirlerle asla bir velâyet ilişkileri
olamaz. Akraba bile olsalar mü’minle kâfir arasında bir dostluk, bir velâyet
ilişkisi yoktur. Mü’minlerin velîleri, valileri, idarecileri, karar mercileri
ancak kendileridirler, kendilerinden olanlardır. Hal
böyleyken:
52. “Kalplerinde hastalık
olanların, “Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz.” diyerek onlara koştuğunu
görürsün. Olur ki Allah bir zafer verir veya katından bir emir getirir de
kalplerinde gizlediklerine içleri yananlara
dönerler.”
Kalplerinde şüphe ve nifak
hastalığı bulunan bir kısım zavallıları görürsün ki onlarla dost olma ve
yardımlaşma konusunda yarış yapmaktadırlar. Kalbinde hastalık bulunan münâfıklar
yahudi ve hıris-tiyanlarla dostluk kuracağız, onların gönüllerini kazanıp
gözlerine gireceğiz diye koşturup duruyorlar. Başımıza bir iş gelmesinden
korktuğumuz için onların işlerine yarayacak tavırlarda bulunmak zorunda-yız,
diyorlar. Ne olur ne olmaz, zaman değişir, devran döner de bu kâfirler
Müslümanlara karşı galip bir konuma gelebilirler. Müslümanlara yapacakları
zararlar bize de dokunabilir. İyisi mi onlarla da iyi ilişkiler kuralım. Onların
gözüne girecek tavırlar sergileyelim, diyorlar. Müslüman olduklarını iddia
ettikleri halde, Müslüman görüntüsü sergiledik-leri halde, Müslümanlarla
beraber olduklarını iddia ettikleri halde geleceklerini garantiye alabilmek için
Müslüman olmayanlarla, düşman-larla işbirliği içine girerek çıkarlarını ön
planda tutuyorlar.
Sanki bu
tavırlarıyla şunu söylüyorlar: Bizler aslında Müslüman değiliz. Biz aslında
sizlerdeniz. Biz bir menfaat maksadıyla Müslüman görünüyoruz. Kâr elde ederiz,
diye buradayız biz. Menfaatlerimiz icabı Müslümanların arasındayız. Ama ne olur,
ne olmaz, belki bir zaman felâketiyle karşı karşıya kalırız da Müslümanların
arasında bulunuşumuzdan ötürü zarar ederiz diye bir korkumuz var. Onun için
İslâm karşıtı güçlerle de iyi geçinmek zorundayız. Bunlar kazandığında da biz
kazanmış olalım, onlar kazandığında da biz kâr etmiş olalım istiyoruz,
diyorlar. Yâni İslâm mutlak haktır, Allah’ın dini, Allah’ın dedikleri mutlak
doğrudur diye biz buradayız demiyorlar da ne olur ne olmaz diyerek tereddüt
içinde hareket eden, menfaatlerini kıble edinen münâfıklar anlatılıyor. İşte şu
anda da Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, Müslümanların arasında
göründükleri halde ehl-i kitabın, kâfirlerin gözüne girebilmek için, onlardan
gelebilecek tehlikelere karşı kendilerini sağlama alabilmek ve onlarla velâ
ilişkileri kurabilmek, onlarla bir olup irticayla mücâdelede ortak tavırlar
geliştirmek için koşturanları
görüyoruz. Bu tür münâfıklar için buyuruyor ki Rabbimiz: Umulur ki Allah
katından mü’minlere bir fetih, bir zafer getirir de, desteklediği mü’minleri
kâfirler karşısında üstün bir konuma çıkarır da
bu münâfıklar Allah düşmanlarına karşı içlerinde besledikleri şeylerden
dolayı pişmanlık duyarlar. Belki böylece Allah hakkında, Allah’ın dini hakkında,
Allah’ın güç ve kuvveti hakkında girdikleri bu yanlış düşüncelerinden ötürü
vicdanları sızlar hale gelirler.
53. “İnananlar, “Sizinle beraber
olduklarına bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mıdır? “derler.
Onların amelleri boşa gitmiş ve kaybeden kimseler
olmuşlardır.”
İşte bu ve benzeri âyetleriyle
Rabbimiz o münâfıkların içyüzlerini, ikiyüzlülüklerini ortaya seriverince
gerçekten îman eden, tam îman eden mü’minler de dediler ki: Ey yahudiler, bunlar
mı sizin dostlarınız? Bunlar mı sizinle beraber olduklarını iddia edenler?
Bunlar mı size yardım sözü verenler? Bunlar mı sizinle anlaşma yapanlar?
Bizimle aranızda çıkacak bir savaşta sizin safınızda yer olacaklarına dair
olanca yeminleriyle söz verenler bunlar mı? Sizler Müslümanlar tarafından
Medine’den çıkarılırsanız biz de sizinle birlikte geleceğiz, sizi yalnız
bırakmayacağız, size karşı asla peygambere itaat etmeyeceğiz, size karşı olan
hiç kimseyle birlikte hareket etmeyeceğiz, Müslüman-lara karşı sizin yanınızda
olacağız diyenler bunlar mı? Bunlar
yalan söylüyorlar. Bunlar çıkarlarını önceleyen, çıkarlarından başka hiçbir şey
düşünmeyen insanlardır. Bu adamların sabit bir inançları yoktur. Gündelik
çıkarlarına göre hareket eden değişken, bukâlemun insanlardır bunlar. O gün
çıkarları neredeyse oradadırlar, ertesi gün değişen çıkarları sebebiyle başka
yerdedirler. Evet, münâfıklar böyledir. Bunlar ne kâfirdir, ne de Müslümandır.
Kâfir görünürken de, mü’min görünürken de samimi değillerdir. Bunlar sadece
menfaatlerinin kullarıdırlar. Menfaatleri neyi gerektirirse, hangi tarafta
bulunmak işlerine gelirse o tarafta yer alırlar. Genellikle Müslümanların güçlü
olduğu toplumlarda görülür bu adamlar. Müslümanların güçsüz olduğu ortamlarda
küfürlerini açıkça ortaya koyabildikleri için böyle münâfıkça tavırlara ihtiyaç
duymazlar. Müslümanların güçlü oldukları ortamlarda bu tür insanlar
inanmadıkları halde inanmış gibi görünürler ve için için kâfirlerle işbirliği
içine girerek Müslümanları arkadan hançerlemeye çalışırlar. Kâfir güç
odaklarıyla gizli gizli anlaşmalar yaparak Müslümanları yok etmenin hesabına
girerler. Kâfirlerle birlikte hareket ederler, ama aslında bu adamlar
kâfirlerle de beraber değillerdir. Yâni bu münâfıkların asıl amacı küfür de
değildir. Yâni bir kâfir gibi ideolojik bir küfür taraftarı da değillerdir bu
adamlar. Müslüman da değillerdir. Bunlar kimliksiz insanlardır, davasız
insanlardır. Onların dinleri de, davaları da sadece menfaatleridir. Menfaatleri
gereği bir sarkaç gibi bazen küfre ve kâfirlere, bazen de îmana ve Müslümanlara
meylederler. İşte böyle tercihsizlikleri sebebiyle, ahlaksızlıkları sebebiyle,
amelleri îmanları sebebiyle değil de çıkarları sebebiyle olduğu için bu
adamların tüm amelleri boşa gitmiştir diyor Rabbimiz. Müslüman olmadıkları
halde Müslümanları aldatabilmek için Müslümanlık gösterisinde bulunarak namaz da
kılmış olsalar, oruç da tutmuş olsalar hepsi boşa gitmiştir. Hem dünyada, hem
de âhirette hüsrana uğramış, kaybetmiş insanlardır onlar.
54. “Ey inananlar! Aranızda
dininden kim dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve onların O'nu sevdiği,
inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad
eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu, Allah'ın dilediğine
verdiği bol nîmetidir. Allah her şeyi kaplar ve
bilir.”
Ey mü’minler, sizden kim dininden
çıkar, dinini başka bir dinle değiştirir, dinine sırt dönerse, Allah’la
sözleşmelerine ihanet ederse, Allah’a Allah’ın istediği gibi îmanı bırakıp
nifaka dönerse, şu münâfıkların durumuna düşerse, iyice bilsin ki Allah onları
giderir, onların defterini dürer de onların yerine onlardan daha iyi kullar
getirir.
Neymiş bunların özellikleri?
Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever. Sevgileri Allah için olur onların.
Mallarından, canlarından, nefislerinden, çocuklarından, ailelerinden,
vatanlarından, bayraklarından, milletlerinden ve değer verdiği her şeylerinden
daha fazla severler Allah’ı. Sevdiklerini severler Allah’ın, sevmediklerini
sevmezler. Dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilirler, buğz ettiklerine buğz
ederler. Gazabıyla gazaplanırlar, Rızası sebebiyle razı olurlar, gazabı
sebebiyle gazap ederler. Emrettiklerini emrederler, nehy ettiklerinden nehy
ederler.
Allah da onları sever. Allah da
onların sevdiklerini sever. Allah da onların razı olduklarından razı olur, gazap
ettiklerine de gazap eder. Tabii sevgi itaati gerektirir. Sevginin ölçüsü
itaattir. Sevginin ispatı sevgiliye tabi olmaktır. Tüm hayatı sevgilinin
istediği şekilde yaşamaktır. Evet eğer sizler böyle olmazsanız kesinlikle
bilesiniz ki Allah sizleri giderir de sizin yerinize öyle mü’minler getirir ki:
Onlar mü’minlere karşı alabildiğine
merhametli, alabildiğine alçak gönüllü, alabildiğine boyunları yerde ama
kâfirlere karşı da alabildiğine izzetli, alabildiğine başı dik ve onurludurlar.
Kâfirlere karşı çok şedit, çok şiddetli ve serttirler ama kendi aralarında ise
birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Birbirlerine karşı, Müslüman
kardeşlerine karşı boyunları kıldan incedir onların. Îmanın önünde eğilirler,
mü’-minlerin önünde mutevazidirler, ama küfrün önünde, kâfirlerin önünde dik
dururlar onlar. Çünkü îmanın önünde eğilmeyenler küfrün önünde eğilmek zorunda
kalacaklardır. Mü’minlere karşı erkeklik taslayarak kâfirlerin önünde eğilenler,
mü’minlere karşı dik başlı davranıp kâfir-lerin önünde yerlere yatanlar,
kâfirler karşısında el ovuşturanlar Al-lah’ın istediği sevdiği kimseler
değildir. Başka ne özellikleri varmış on-ların?
Allah yolunda cihad ederler. Allah
dininin yücelmesi uğrunda cihad ederler. İnançlarını yaşayabilecekleri bir
ortamı hazırlamak adına, Müslümanca kalabilmek adına cehd ü gayret gösterirler.
Bu uğurda tüm çabalarını seferber ederler. Bu uğurda her şeylerini, tüm
varlıklarını harcarlar. Tüm hedefleri Rablerinin hatırını kazanmak, Rablerinin
rızasına ermek ve Allah’ın fazlına ve lütuflarına
ulaşmaktır.
Allah için
hareket ederlerken kınayanların kınamalarına da aldırış etmezler. “Halk ne
der?” demezler, Cenab-ı Hak ne der?” derler. Hakkın hatırını halkın hatırına
tercih ederler. Halkın gözünde kötü bir konuma düşmekten değil hakkın katında
kötü bir konuma düşmekten çekinirler. Tüm dünya kendilerine düşman kesilse de,
tüm dünya alkışlasa da fark etmez, bize Rabbimiz dost olsun, Rabbimiz beğensin
yeter derler. Yaptıklarını, hayatlarını Allah’ın beğenisine sunarlar. Allah için
yaşarlar hayatlarını. İnsanların eleştirileri, tenkitleri, alayları vız gelir
onlar için.
İşte bu
güzel vasıflar, bu güzel sıfatlar Allah’ın bir lütfu keremi-dir ki Rabbimiz onu
dilediklerine lütfeder. Hiçbir toplumda görülmeyen, hiçbir dinde görülmeyen bu
kulluk özellikleriyle Rabbimiz onları şereflendirir.
İşte
Müslümana yakışan tavır budur. Allah’ın biz kullarında görmek istediği tavır
budur. Allah lütfu keremi bol olandır ve onu kime vereceğini, kimin ona lâyık
olduğunu çok iyi bilendir. Evet, ey Müslümanlar, eğer sizler Allah ve Resûlüne
îmandan, Allah ve Resûlüne itaatten, Allah ve Resûlünün gösterdiği bir dini, bir
hayat programını yaşamaktan vazgeçerseniz, şu münâfıklar ve kâfirler gibi
sizler de işe yaramaz hale gelirseniz kesinlikle bilesiniz ki Allah sizi
giderir, sizin yerinize böyle mü’minler, böyle kullar getirir. Ya sizin
elinizden bu şerefi alıverir, îman izzetini, İslâm ve şerefini sizin elinizden
alıp onlara veriverir, yahut da sizin topunuzu yeryüzünden siliverir de yepyeni
bir yaratık türü getirir ki onlar Müslümanlıklarının izzet ve şerefini asla
kimseye çiğnetmeyen yiğitler olarak bu dünyayı şereflendirirler.
Öyleyse şu anda dünya üzerinde
yaşayan hiçbir Müslüman topluluk bu din bizim tekelimizdedir, bu din bize
muhtaçtır, biz olma-saydık bu din yok olup giderdi demeye hakkının olmadığını
iyi bilme-lidir. Hiçbir grup, hiçbir topluluk bu hayat bizim üzerimize bina
edil-miştir, eğer biz gidersek bu dünya, bu hayat perişan olacak filan de-mesin.
Veya eğer biz bu dünyadan gidersek Rabbimize kulluk edecek başka varlık
kalmayacak filan da demesin. Allah Ganî’dir, Allah zengindir, Allah Hamîd’dir,
kimsenin hamdine, kimsenin kulluğuna ihtiyacı yoktur
Rabbimizin.
55,56. “Sizin dostunuz ancak
Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekât veren ve rüku eden mü'minlerdir.
Kim Allah'ı, Peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki, şüphesiz
Allah'tan yana olanlar üstün gelirler.”
Sizin velîniz, sizin velâyetinizi
kendisine teslim ettiğiniz, boynunuzdaki kulluk iplerinin ucunu eline
verdiğiniz, adınıza kulluk programı yapmaya yetkili gördüğünüz, arzularına
teslim olduğunuz varlık Allah’tır. Sizin adınıza size danışmadan tek taraflı
Allah kararlarını almaya, duyurmaya, emretmeye, nehy etmeye yetkili olarak
velîniz pey-gamberdir ve namazı ikame eden, namazı ayağa kaldıran, namazla
Allah’tan mesaj alan, namazla aldığı bu mesajla hayatını düzenleyen, yani namaza
endeksli bir hayat yaşayan, yani bedeninde Allah’ı söz sahibi bilen, zekât
veren, malında da Allah’ın söz sahipliğine evet diyen mü’minlerdir.
İşte sizin
velîniz, sizin karar mercileriniz, dostlarınız bunlardır. Velî olarak,
hayatınızda yetkili olarak Allah, Resûlü ve Müslümanlar yetmedi mi ki başka
velîler, başka yasa belirleyiciler, başka program yapıcılar arıyorsunuz?
Kim
Allah’ı, O’nun peygamberini ve mü’minleri velî edinir, onları hayatında karar
verme makamında görür, onların hayat programı istikâmetinde bir hayat yaşamaya
yönelirse bilsin ki işte Allah taraftarları, Allah hizbi onlardır ve yeryüzünde
galip gelecek, üstün gelecek ve başarıya ulaşanlar onlar olacaktır. Bunu
kesinlikle bilesiniz ki Allah’ın grubunda olanlar, Allah’ın tarafında olanlar,
Allah’ın taraftarı olanlar, Allah safında yer alanlar, tercihlerini Allah’tan
yana kullananlar, Allah’la aynı cephede olanlar kurtuluşa erenlerin ta
kendileridirler.
Bunlar
Ensârullah’tır, Allah’ın yardımcılarıdır, Allah’ın dininin koruyucuları ve
yardımcılarıdırlar. Bunlar Evliyaullah’tırlar, Allah’ın dostlarıdırlar. Ve işte
hem dünyada, hem de Ukba’da başarıya, kurtuluşa erecek olanlar, karşılarındaki
güçlere karşı galip gelecek olanlar
bunlardır. Rabbim bizi böyle yiğitlerden eylesin, inşallah. Öyleyse ey
mü’minler:
57. “Ey İnananlar! Kendilerine
sizden önce kitab verilenlerden, dininizi alaya ve eğlenceye alanlar ve
inkârcıları dost olarak benimsemeyin. İnanıyorsanız Allah'tan
sakının.”
Ey îman edenler, gerek ehl-i kitaptan,
gerekse kâfirlerden dininizi oyun ve eğlence yerine koyanları velîler
edinmeyin. Eğer mü'min iseniz bu konuda Allah’tan korkun. Allah’tan ittika edin
de şu dininizi oyun ve eğlence haline
getiren ehl-i kitabı, yahudi ve hıristiyanları dost bilmeyin. Onları velîler
edinmeyin. Yâni onları karar verme makamında görmeyin. Hayat programınız
konusunda onlara müracaat etmeyin. Sizin hayat programınızı onlar yapmasınlar.
Hayat programınızı onlardan almaya kalkmayın. Onlar tandanslı, onlar kaynaklı
bir hayat yaşamaya kalkışmayın. Onlar hem kendi dinlerini, hem de sizin dininizi
hafife alıp oyun ve oyuncak tutan insanlardır. Onlar oyunu ve oyuncağı din
zanneden, din diye oyun ve eğlenceye sarılan, ya da dinlerini hafife alıp oyun
eğlence yerine koyan kimselerdir.
Bunlar
dinlerini oyun ve eğlence yerine koymuşlar. Dünyaya verdikleri değeri dinlerine
vermemişler. Paraya, makama, işlerine, aş-larına, dükkanlarına, tezgahlarına,
arabalarına, evlerine gösterdikleri titizliği dinlerine göstermemişler.
Dinlerini oyun ve eğlence yerine koy-muşlar veya oyun ve eğlenceyi din
edinmişlerdir. Dünyaya kul köle oldukları için, dünyayı kıble edinip ona
tapındıkları için, gece gündüz dünyalıklar peşinde koşmaları sebebiyle
dinlerinin temel kaynaklarıyla tanışacak vakit bulamadıkları için takvim
yaprağından, televizyon ekranından duyduklarını din zannedip ona sarılmış
insanlardır onlar.
Ey mü’minler sakın ha sizler onları
velî kabul etmeyin. Onların velâyetleri altına girmeyin. Onların egemenliği
altında bir hayattan razı olmayın. Ya ne yapın? Allah konusunda takvalı olun.
Allah’la beraber olun. Allah’ın koruması altına girin. Yolunuzu Allah’la bulun.
Hayatınızı Allah kaynaklı yaşayın. Hayat programınızı Allah’a sorun ve O’nun
de-diği gibi hareket edin. Eğer mü'min iseniz. Yaptığınızı Allah dedi diye
yapın, yapmadıklarınızı da yine Allah adına yapmayın. Yaptıklarınız ve
yapmadıklarınız konusunda kendi kendinize şu soruyu sorun: “Neden?” sorusunu
sorun. Böyle bir elbise giymişsin, neden? Böyle bir ayakkabı almışsın, neden?
Böyle bir mesleği seçmişsin, neden? Böyle bir okulda okuyorsun, neden? Böyle bir
hukuktan yanasın, neden? Filanla tanışmışsın, neden? Falana küsmüşsün, neden? O
kötülüğü engellemedin, neden? Bu iyiliği teşvik etmedin, neden? Annene böyle
davrandın, neden? Çocuklarınla bugün hiç ilgilenmedin, neden? Üstündekilerle
bugüne kadar hiç tanışmadın, neden? Bakara ile bugün hiç ilgi kurmadın, neden?
Peygamberin yanına bugün hiç gitmedin, neden? Eğer bütün bu nedenlere vereceğin
cevaplar vahiy kaynaklıy-sa, ya da kaçta kaçı vahiy kaynaklıysa işte o kadar
Müslümansın demektir.
Bu tür insanları, yâni dost kabul
etmeyeceğimiz, velî bilmeye-ceğimiz, hayat programımızı kendilerine
sormayacağımız insanları tanıtmak için Allah bize bir tanıtma daha yapıyor
bakın:
58. “Namaza çağırdığınızda onu
alay ve eğlenceye alırlar. Bu onların akletmeyen bir topluluk
olmasındandır.”
Onları namaza çağırdığınız zaman,
namaza çağrıldıkları zaman, yâni ezan okuduğunuz zaman, bu işi, yâni o ezanı, o
dâveti veya o namazı oyun ve eğlence yerine tutarlar, alay ederler. Ezerler,
bo-zarlar ve alay konusu yaparlar. Hangi işi? Ya namaz işini, ya da namaza
çağırma işini. Ya namazla alâkalı alaylı laflar ederler, ya da namaza çağrıyla
alâkalı, ezanla alâkalı densizlik ederler. Yâni dinin dire-ğini alaya alırlar,
hafife alırlar. Onlar, o yahudiler ve yahudileşenler dua ediyorlar güya ama
namazı kabul etmiyorlar. Bu onların akıllarını kullanmayan bir toplum
olduklarını gösterir. Çünkü namaz duayı en güzel sembolize eden bir
ibâdettir.
Arkadaşlar, anlıyoruz ki bu âyet önce
ezanın meşru olduğuna, ikinci olarak da onunla alay etmenin ve hafife almanın
küfür olduğuna delâlet etmektedir. Bunun içindir ki ezana icabet etmek vaciptir.
Bu konuda şöyle bir rivâyet var: Ezan okununca, Müslümanlar namaza davrandıkları
zaman yahudiler alay ederek şöyle derlermiş: “Kalktılar, kalkmaz olsunlar.
Kıldılar, kılmaz olsunlar. Rükû ettiler, etmez olasılar, diyerek mü’minlerle
alay ederlermiş. İşte meselâ bugün de üç beş genç bulundukları yerde Allah’ı
büyükleyerek tekbir getirseler buna tahammül edemeyen yahudileşmiş insanların
varlığını biliyoruz. Buna tahammül edemezler de aynı insanlar binlerce ezan sesi
duyarlar da hiç de rahatsız olmazlar. Neden diye düşünüyoruz. Galiba yaptırıcısı
önemlidir de ondan. Bugünkü ezanların yaptırıcısı kendileri olduğundandır ki
galiba onun için rahatsız olmuyorlar. Meselâ namaz kılıyor adam veya
televizyonda, camide Kur’an okuyor adam, ama yaptırıcıları kendileri olduğu
için bundan pek fazla rahatsız olmuyorlar. Ezanın, çağrının da nereye ve neden
olduğu önemlidir. Kimin kontrolün-de, kimin izniyle olduğu önemlidir.
Bu, gerçekten onların akılsız insanlar
oluşlarındandır. Akılsız, ya da akıllarını çalıştırmayan insanlar. Değil mi?
Aslında akıl var ama onu kullanmıyorlar. Türkçe’de akılsız veya ruhsuz, cansız,
vicdansız veya namussuz, îmansız derken onda istenilen bir îman modeli yoktur
demektir. Namussuz demek, namus anlayışı yoktur demek değil, istenilen namus
modeline sahip değildir anlamınadır. Akılsız demek de öyledir. Aslında akıl var
da, istenilen biçimde akıl kullanımı yoktur demektir. Değilse göz, kulak, akıl
kendi başına hiçbir değeri yoktur bunların. Göz görürse, bakarsa, istenilene
bakarsa, istenilen sonucu çıkarırsa baktığından o zaman göz var demektir. Akıl
istenilen biçimde kullanılır, istenileni çıkarabilirse o zaman akıl var
demektir. Buna İslâm literatüründe şükür diyorlardı. Azaları istenilen yerde
kullanmanın adıdır şükür.
59. “Ey Muhammed! De ki, Ey kitap
ehli! Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inanmamızdan ve
çoğunuzun fâsık olmasından ötürü mü bizden
hoşlanmıyor-sunuz?”
Peygamberim, sen şöyle söyle onlara;
her halde konuyu an-ladılar. Ey ehl-i kitap, bize niye düşmansınız? Siz bizden
niye intikam almaya kalkıyorsunuz? Bize niye düşman oluyorsunuz? Allah’a
inandık diye mi? Şimdi biz Allah’a Allah’ın istediği gibi inandık diye kusur mu
işledik? Sizin bize düşmanlığınızın, kininizin kaynağı ne? Biz Allah’a
inanıyoruz diye mi? Bir de biz bize indirilene inanıyoruz diye mi? Daha önce
indirilenlerle beraber, biz bize indirilene inanıyoruz diye mi bize düşman
oluyorsunuz? Değil tabii, şöyle diyebilirler: Eh biz de Allah’a inanıyoruz, niye
düşman olalım da size? diyebilirler.
Konuyla ilgili hatırlayacağımız bir
âyet grubu var değil mi? Bü-rûc sûresi. Ashab-ı Uhdud’un suçu neydi? Diri diri
yahudiler tarafından ateşlere atılarak cezalandırılanların günahı neydi? Allah’a
inanmışlardı. Ama onların inandıkları gibi değil, hayata karışan bir Allah’a
inanmışlardı da onun için suçlu görülmüşlerdi. İşte burada da aynısı ifade
ediliyor. Biz bize indirilene inanıyoruz. Ne demek? Hayatımıza karışan,
hayatımızı düzenlemek üzere kitap indiren bir Allah’a inanıyoruz demektir bu.
İşte bizim
suçumuz budur. Biz hem bize indirilen kitaba inanıyoruz, hem de bizden
öncekilere indirilen kitaplara îman ediyoruz ve işte kâfirin gözünde en büyük
suç budur. Kâfirin gözünde en büyük suç Allah’a Allah’ın istediği şekilde
inanmaktır. Hayata karışan bir Allah’a inanmak ve hayatı O Allah’ın vahyiyle
düzenleme kararlılığı içinde olmak. Fâsıkların, Allah’a Allah’ın istediği gibi
inanmayan ve Allah’a itaatten çıkmış, kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir
hayat yaşamaya yönelmiş kimselerin gözünde işte en büyük suç
budur.
Eh Allah güçlüymüş, Allah istediğini
yaptırırmış, Allah azamet sahibiymiş, Allah her şeyi bilirmiş, peki bütün bunlar
beni ilgilendirir mi? Evet bana kitap göndermiştir çünkü. Sen benim için şunları
şunları yap demiştir çünkü. Buna göre, bu gönderdiği kitaba göre herkesi hesaba
çekecek olandır çünkü. Ya Rabbi sen kitabı Peygambere göndermiştin, Peygamber de
o kitabı bilenlere vermişti. Âlimlere, hocalara, hacılara, şeyhlere, efendilere
vermişti. İmam Ebu Hanife’ye, İmam Şâfiî’ye vermişti. Ben ki bir amele parçası, ben ki bir işçi,
ben ki bir talebe, ben ki bir marangoz, ben ki kitabın bana indiğini, onunla
ilgi kurmam gerektiğini anlamamıştım demek ancak delile bağlı olacaktır. Varsa
buna bir delil, o zaman ben de bir dilekçeyle Rabbime şikâyette bulunurum. Ya
Rabbi bu kadar zaman ben niye kitabı öğrenmeye çalıştım? Niye kendimi heder
ettim? Ne gerek vardı da uğraştım? Ben de tüccar olurdum, ben de para
kazanırdım, birilerini de paramla desteklerdim, olur biterdi. Yâni böyle
düşünüyorsanız bu delile bağlı. Varsa bir delil söyleyin de biz de bu kadar
uğraşıp durmayalım yâni.
Ayrıca bu işin sadece bizim dönemimize
ait olmadığına inanmak da dindir. Yâni geçmiş tarihte de Allah kitaplar
göndermiş ve insan hayatına karışmıştır. Daha önce gönderilen kitaplara da
inandığımızdan dolayı mı bize düşmansınız? Ama ne oluyor size? Çoğunuz
fâsıksınız. Vicdansızsınız yâni. Yâni biz hem bize gelene inanıyoruz, hem de
sizin kitabımız diye sahiplenmeye çalıştıklarınıza da inanıyoruz. Tevrat’a,
İncil’e de inanıyoruz. Buna rağmen bize düşman kesilmeniz sizin sapık, fâsık ve
de vicdansız olduğunuzun delilidir yâni.
Gerçekten
de dar kafalılar geniş kafalıları, vicdansızlar vicdan-lıları, günahkârlar
temizleri, kâfirler mü’minleri asla sevmezler, sevemezler. Bu bir kuraldır
yeryüzünde. Çünkü bunlar birbirlerinin zıddıdırlar. Herkes zıddına düşmandır.
60. “Allah katında bundan daha
kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi?" de, Allah kime lânet ve
gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana kullar kılarsa, işte
onlar, yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış
olanlardır.”
Açın gözünüzü de dinleyin. Dinlemeye
hazır mısınız? Dinlemeye var mısınız? Size bunlardan daha kötüsünü haber
vereyim mi? Daha şerlisini söyleyeyim mi? Yâni sizin durumunuzun bundan daha
kötü olduğunun beyanını size ulaştırayım mı? Yâni şu özellikleri taşıyan
insanlar da yaşamıştır tarihte. Bunlar konumları itibariyle çok şer-run
mekânen insanlardır. Durumu daha kötü
insanlardır. Kimmiş bun-lar? Allah’ın lânetine uğrayanlar. Yukarıda geçmişti,
Allah’ın lânetine kimler uğruyordu? Allah’la anlaşmalarını bozanlar. Allah’la
sözleşme-lerine ihanet edenler.
Neydi
anlaşma? Ya Rabbi Sen benim Rabbimsin, Sen benim hayat programımı belirleyensin,
ben Senin kulunum, ben hayatımı Senin istediğin şekilde yaşayacağım deyip de bu
sözlerini nakzedenler, bozanlar. Ya Rabbi Sen beni muhatap kabul edip bana bir
din göndermişsin, ben onu kabul ediyorum deyip de sözünde durmayanlar. Ya Rabbi
sen bana hayatımı düzenlemek üzere bir kitap ve bir kulluk örneği göndermişsin,
ben onları aynen kabul ediyorum, ben onlara göre bir hayat yaşayacağım deyip de
bir türlü kitap ve peygam-berle diyaloga geçmeyerek sözlerinden dönenler.
Allah’a kul köle olacaklarına dair söz verdikten sonra bu sözlerini bozanlar.
Kendilerini Rablerine kulluk ortamında tutmaları gerekirken, ya kendilerine, ya
da kendisi gibilere kul köle olanlar.
Ya Rabbi
sen beni evlenmeye lâyık görmüşsün, yâni herhangi bir kadının sorumluluğunu
yüklenecek kapasitede kabul etmişsin, ben de bu işe lâyık olduğuma sana söz
veriyorum diye söz verip de evlenenler eğer hanımlarının cennet yolunda
olmalarına gayret etmiyorlar, onları eğitmiyorlarsa Allah’la anlaşmalarını
bozuyorlar demektir. Allah o çocukları kendisine lâyık gördüğü halde, onu o
kapasitede görüp o kadar çocuğu bilerek ona verdiği halde çocuklarını
eğitmeyenler, aman benim çocuklarımı birileri eğitiversin demeden yana olanlar,
eti senin kemiği benim demeden yana olanlar Allah’la anlaşmayı bozuyorlar
demektir. Veya Allah sana mal vererek, mülk vererek, imkân vererek, çevre
vererek, fırsat vererek, akıl vererek, fikir vererek imtihan edeceğini beyan
ederken tamam ben inandım, ben Müslüman
oldum ya Rabbi, inandım, teslim oldum ya Rabbi diyerek anlaşma imzaladıktan
sonra, bunların gereğini yapma cesaretinde bulunamayan insanlar Allah’la
yaptıkları anlaşmayı bozuyorlar demektir.
Ve Rableriyle yaptıkları anlaşmalarını
bozdukları için Allah’ın lânet ve gazabına uğrayan kimselerdir onlar. Allah
kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana kullar
kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.
Bunlar Bakara sûresinin 65. âyetinde Rabbimizin anlattığı maymunlaşmış,
insanlıktan çıkmış, akıllarını kullanarak, insan oluş özelliklerine müracaat
ederek dinlerinin temel kaynaklarını tanıyıp bilinçli bir şekilde onlarla amel
etmek yerine kör bir taklidin peşine takılmış insanlardır. Rablerinden
kendilerine gelen sözleşme metinleri olan kitaplarıyla ilgileri kesildiği için
tâğutların kulu olmuş, tâğutların yasalarını uygulamak zorunda kalmış kimseler.
Ellerinde amel edecek kitapları olmadığı için, kitaplarını tanımadıkları için,
kitaplarını tahrif ettikleri için Allah’tan başkalarına kul köle olmak zorunda
kalmış zavallı insanlar.
Bunlar, bu domuzlaşan ve maymunlaşanlar
ilerde anlatılacak. Bunlar cumartesi ashabı veya Allah’tan olmadık şeyler
isteyen yahu-dilerdir. Neydi bunların derdi? Allah bunlardan kulluk istiyordu.
Allah kendilerine yardım ediyor, şöyle yapın diyor itiraz ediyorlar, böyle
yapın diyor, karşı geliyorlar, şunu yapın diyor, reddediyorlar, hile
yapıyorlar, değiştiriyorlar, yol buluyorlar, yapmamaya çalışıyorlardı.
Cumartesi günü iş yapmayacaklar, Allah’a ibâdet yapacaklardı. Ama
yorumladılar, yol buldular, kafayı çalıştırdılar, Allah’tan gelen uyarılara
rağmen yasağı çiğnediler. Hem nîmet istediler Allah’tan, hem Allah’ın nîmetleri
içinde yüzdükleri halde Ona kulluğu terk ettiler. Hem Allah’tan nîmetlendiler,
hem de Allah’ı bırakıp tâğutlara kulluk yaptılar. Allah’ın nîmetlerinden
istifade ettikleri halde işte böyle tâğutların kılıcını sallayanlar
maymunlaşmak ve domuzlaşmak zorunda kalacaklardır.
61. “Size geldiklerinde "İnandık"
derler, oysa yanınıza inkârcı olarak girmiş ve yine inkârcı olarak
çıkmışlardır. Gizlemekte olduklarını Allah daha iyi
bilir.”
Münâfıklık yapan yahudiler size,
sizin yanınıza geldikleri zaman biz de inandık derler. Halbuki onlar îman
etmemişlerdir. Yanınıza kâfir olarak girmişler, kâfir olarak da çıkmışlardır.
Senden dinledikleri vahiy onların kulaklarına gitmemiştir. Uyarılar onlara bir
fayda vermemiştir. Evet size geldiklerinde biz de sizin inandığınıza inanıyoruz
diyorlar. Ben de Müslümanım. Bak benim kızım üniversitenin dini musiki
bölümünde okuyor. Ben de cami derneğinde üyeyim. Benim evde de dini kitaplar
var. Pekiyi, anladık, anladık da senin dininin sahibi olan Allah senin hayatının
kaçta kaçına karışıyor? Rabbimiz buyuruyor ki bu sözleriyle onlar çıktıkları
küfürlerine tekrar dönüyorlar. Onların gizleyip durduklarını Allah çok iyi
biliyor.
62,63. “Olardan çoğunun günaha,
haksızlığa ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Yaptıkları ne kötüdür! Rabbe
kul olanlar ve bilginlerin onlara günah söz söylemeyi ve haram yemeyi yasak
etmeleri gerekmez miydi? Yapmakta oldukları ne
kötüdür!”
Onlardan pek çoğunu görürsün ki
yaptıkları işler günah ve düşmanlıkta koşturmaktır. İşleri günaha ve
saldırganlığa sây etmektir. Bir bakın çevrenize, bir çokları günah için,
düşmanlık için, haram yemek için koşturup duruyorlar. Haram yemek ne demektir?
Allah’ın haram dediklerini, yemeyin dediklerini yemek, Allah’ın yemeyin dediği
ortamlarda bulunmak. Eğer yeme modelini Allah belirlememişse, Allah’tan
başkalarının yeme modelleriyle yemek de haramdır. Meselâ bir fahişenin gönlünü
hoş etmek için yemek haramdır. Acaba toplum böyle belirledi diye yemek helâl mi?
Günlük şu kadar kalori, bu kadar karbonhidrat, şu kadar protein almak zorundasın
dedikleri gibi mi yiyeceğiz?
Pekiyi günaha koşturmayı, udvana,
düşmanlığa sây etmeyi nasıl anlayacağız? Yâni bizzat günahların peşine düşmek,
günah işlemek anlamına olduğu gibi, bir de günahlara aldırışsız bir hayat
programının peşine düşmek anlamına da gelecektir. Günahlardan habersiz bir
hayat yaşamak. Mayın tarlasında geziyormuş gibi bir hassasiyetten uzak
günahların üstüne üstüne gitmek. Yahudilerin ve yahu-dileşmiş insanların bu
yaptıkları ne kadar kötüdür?
Şimdi bu adamlar, bu din bilmez, bu
kitaptan habersizce günahlardan, haramlardan habersiz bir hayat yaşayan bu
yığınları onların Ruhbanları, Hahamları, din bilenleri bu işten engellemeli
değiller miydi? Onları uyarıp günahlardan alıkoymalı değiller miydi? Toplumun
âlimleri onları kendilerine ve Rablerine karşı yabancılaşmaktan korumalı
değiller miydi? Onların sözlerini günahtan, yiyip içmelerini haramdan koruyacak
bir tebliğin, bir çabanın içine girmeli değiller miydi? Din bilenler, Rabbani
davrananlar, ilim ehli olanlar, hocalar, hacılar, tefsirciler, fıkıhçılar,
imamlar, vaizler, müftüler, camiye gidenler, namaz kılanlar, kaset dinleyenler
Allah için bir gayrete gelip onları uyarsalardı ya. Hiç olmazsa kendilerinden
bir alt konumda olanları bu işten engelleselerdi ya. Evet bakın bu anlamda
herkes sorumludur. Herkes kendisinden bir üst kademedeki gibi olmaya gayret
ederken, kendisinden bir kademe aşağıdakileri de en az kendisi seviyesine
getirmek için bir çabanın içinde olmak zorundadır.
Evet, onlar toplumlarının çözülüşlerine
engel olmalı değiller miydi, diyor Rabbimiz. Elbette önderler, örnekler, din
bilenler bozul-maya başladılar mı onları örnek alan toplumları da onları takip
ederler. Onlar düzgünse toplum da düzgündür, onlar bozulmuşsa toplum da
bozulmuştur. Rasulullah Efendimiz toplumun bozukluğunu ve düzgünlüğünü iki
zümreye bağımlı kılar: Ümera ve ulemâ. Keşke onlar görevlerini ihmal etmemiş
olsalardı. Ama çevrelerinde günah işleyen yığınlarla insanların çözülüşlerini
gördükleri halde onları uyarmayanlar ne kötü yapıyorlardı.
Rasulullah
Efendimizin biz başka hadislerinin beyanıyla bu ehl-i kitap âlimleri önceleri
çarşı pazar dolaşırlar ve gördükleri insanları uyarırlarmış. Senin alışveriş
anlayışın bozuk, senin kızının kıyafeti bozuk, senin oğlunun namaza bakışı
bozuk, sen israf peşindesin, sen dükkana nikâhlanmışsın, sen dünyayı kıble
edinmişsin, sen paranın kölesi olmuşsun, sen karını niye sokağa salıyorsun?
Yapmayın, etmeyin ey insanlar, yanlış içindesiniz, bu din sizin de dininiz, bu
kitap sizin de kitabınız diye onları uyarırlardı. Ama dönüşlerinde aynı günahı
işlemeye devam eden insanlara ses çıkarmaz oldular. Onlarla ilişkilerini kesmez
oldular. Onlara karşı ciddi bir tavır almayıp onlarla kol kola bir hayatı
yaşamaya başladılar da Allah onların kalplerini günahkârların kalplerine
benzetiverdi. Artık onlar da günahlardan ve günahkârlardan rahatsız olmaz hale
geliverdiler diyor, Rasulullah Efendimiz. Rabbim bu hale düşmekten bizi
korusun, inşallah.
64. “Yahudiler, “Allah'ın eli
sıkıdır” dediler; dediklerinden ötürü elleri bağlansın, lânet olsun. Hayır,
O'nun iki eli de açıktır, nasıl dilerse sarf eder. Andolsun ki, sana Rabbinden
indirilen sözler onların çoğunun azgınlığını ve inkârını artıracaktır. Onların
arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık. Savaş ateşini ne zaman
körükleseler Allah onu söndürür. Yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah
bozguncuları sevmez.”
Sapmış, sapıtmış, vahiyle ilgisi
kesilmiş, vahyi unutmuş ve bunun tabii neticesi olarak kendilerini
tanrılaştırmış olan yahudiler dediler ki Allah’ın eli kapalı, Allah’ın eli
sıkı, Allah çok cimridir. Allah çok sıkılaştı, çok cimrileşti de bizden
rahmetini esirgeyiverdi dediler. Bize rahmet etmez oluverdi dediler. Tabii
burada kast ettikleri bize ekmek, su vermez oldu demek değildir. Vahyi onlardan
aldı, peygamberliği, risâleti onlardan aldı ya, liderliği onlardan aldı ya işte
buna bozuluyorlar. Veya hainliklerinden dolayı, Allah’a verdikleri sözlerine
ihanetlerinden dolayı Rabbimiz onların başlarına sıkıntılar, belâlar
gönderince Allah’ı cimrilikle itham etmeye başladılar.
Veya burada Allah’ı cimrilikle,
sıkılıkla itham eden bu hainler bu sözlerini Müslümanlardan ötürü söylüyorlardı.
Sizin Rabbiniz çok cimridir, eğer öyle olmasaydı sizler şu anda böylesine
fakirlik ve yoksulluk içinde olmazdınız. Allah’ın eli sıkı ki siz kullarına
ikramda bulunmuyor. Medine’de Allah ve Resûlü egemenliğinde müstakil bir hayat
yaşamaya başlamış Medineli Müslümanların fakr u zaruret içinde olduklarını gören
yahudiler böyle diyorlardı. Müslümanların ilk dönem fakirliklerini bahane ederek
Allah’a karşı böyle bir saldırıda, böyle bir iftirada bulunuyorlardı. Üstün
olmakla, nîmetler içinde yüzmekle haklılığı karıştırıp materyalistçe bir
anlayışı savunmaya başladılar. Zengin olanlar, varlıklı olanlar üstündür,
haklıdır, hak yoldadır, fakir olanlar ise bâtıl yoldadır dediler. Hakla,
haklılıkla gücü özdeşleştiren bir mantığı savundular.
Eğer
inandığınız, kulluk ettiğiniz, bizi kendisine çağırdığınız Allah gerçekten sizi
beğenmiş olsaydı, sizi haklı görmüş olsaydı, sizden ve yolunuzdan razı olmuş
olsaydı elbette sizi destekler, size yardım ederdi, sizi zengin kılardı diyerek
materyalistçe bir anlayışı savunu-yorlar. Pekiyi Firavun karşısında Mûsâ (a.s)
nın durumu neydi? Nem-rut karşısında İbrahim (a.s) öyle miydi? Yâni güçlü kimse
haklı odur demekle sahiplendiğiniz o peygamberleri reddetmiş olmuyor musu-nuz?
Hayır hayır, Allah cimrileşmedi,
Allah’ın eli her zaman açıktır, asıl onların eli cimrileşti, asıl onlar işi
bozdular. Onlar Allah’la, vahiyle, peygamberle ilgiyi kestiler, Allah’ın diniyle
ilgi kurmaktan el çektiler. Ve bu sözleri de onların lânetlenmelerine, Allah’ın
lânetine maruz kalmalarına sebep oldu. Allah çok cömerttir. Allah neler neler
vermedi ki onlara? Çekemedikleri, kıskançlıklarından kudurdukları İsmail
oğullarına bir tek Muhammed (a.s)’ı vermişse İsrâil oğullarına, kendilerine
nice peygamberler göndermiştir Allah.
Yakub’u
verdi, Yusuf’u verdi, Mûsâ’yı, Harun’u, Zekeriya’yı, Yahya’yı, Dâvûd’u,
Süleyman’ı, Mûsâ’yı, Îsâ’yı verdi Rabbimiz onlara. Ne yapıyor bu adamlar? Ne
demeye çalışıyorlar? Ne vermedi Allah onlara? Göz mü vermedi? Kulak mı vermedi?
Hava, su mu vermedi? Akıl, fikir mi vermedi? Arz-ı Mev’ûd’u mu vermedi bu
hainlere? Hayır hayır Allah dilediğine dilediğini lütfeder. Kime neyi vereceğini
kimseye sormaz O. Kimse O’na yol gösteremez, kimse O’na akıl veremez, kimse
şartlandıramaz O’nu.
Andolsun ki peygamberim, sana
verdiklerimiz, Rabbinden sana indirilenler onların tuğyanlarını, azgınlıklarını
daha da artıracaktır. Sana verilen nîmetler onların küstahlıklarını artırdıkça
artıracaktır. Sana az verirken Allah’ı cimrilikle suçlayan bu insanlar, çok
verirken de küstahlaşacaklar. Yâni sana az verilirken Allah’ı cimrilikle
suçlayan bu insanlar seni düşündüklerinden değildir. Çünkü eğer öyle olsaydı
sana çok verilince buna sevinmeleri gerekecekti. Yâni zayıflık döneminde sana
inanmayan bu insanlar güçlülük döneminde de inanmayacaklardır. Zayıflık
döneminde zayıflığından dolayı senin haksızlığına hükmeden bu adamlar güçlülük
döneminde haklı kabul etmeyecekler.
Öyleyse
mesele hakkın, haklılığın güçlülük ya da zayıflıkla ilgisi yoktur. Mesele
insanların bakışının bozukluğundadır diyor Rab-bimiz. Bunlar başka değil
Allah’ın lânetine uğramış kimselerdir. Al-lah’ın lâneti bir kulun Allah’a karşı
istenmeyen bir konumda olmasıdır. Bir kişi Allah’ın lânetine maruz kaldı mı o
istenmeyen bir konumdadır. Allah’ın istemediği bir konumda olan kişi de sıfırı
değil kendisini bile bitirmiştir, tüketmiştir.
Öyleyse ey peygamberim, sen bırak bu
sıfırı tüketmişleri, sen boş ver onların bu bozuk düzen tavırlarını da Rabbine
teslim ol. Sen takma onları kafana da Allah’ın istediği gibi yoluna devam et.
Biz onların arasına kıyamete kadar sürecek bir kin, bir nefret, bir düşmanlık
koymuşuzdur. Onlar bu halleriyle hep hakikate kin duyacaklar, hakka düşmanlık
duyacaklardır. Kinlerini din edinmiştir o hainler. Allah da onların bu
tercihlerini onaylayıvermiştir.
65. “Şâyet kitap ehli inanıp
karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini örterdik ve onları nîmet
cennetlerine koyardık.”
Evet Rabbimiz kitap ehlinin
yanlışlarını anlatıyor, sapaklarını ortaya koyuyor, arkasından da rahmeti ve
merhameti gereği onları tekrar tekrar uyarıyor. Ne olurdu şu ehl-i kitap îman
ediverselerdi. Ne olurdu bu adamlar Allah’a Allah’ın istediği gibi îman
ediverseler ve de muttaki davranıverselerdi. Allah’ın koruması altına girip
hayatlarını Onun için yaşayıverselerdi. Keşke yollarını Allah’la buluverselerdi.
Sadece inandım demekle işi bitirmeyip, inanmakla beraber inandıkları Allah’ın
istediği bir hayata yöneliverselerdi. Keşke onlar kendi kitaplarına Allah’ın
istediği gibi îman etmiş olsalardı. Keşke kendi kitaplarına îman iddialarında
samimi olsalardı elbette bu îman onları aynı kaynaktan gelen şu kitaba da îmana
götürecekti. Çünkü işte kendi kitaplarına samimiyetle inananlar bu son kitaba
da îman ettiler.Eğer böyle yapsalardı Biz kesinlikle onların seyyiatlerini
örtüverir, kusurlarını siliverir, geçmişte işledikleri günahlarını
sıfırlayıverirdik. Sonra da onları naîm cennetlerine, nîmet cennetlerine
katıverirdik.
Görüyor musunuz? Geçmişte ne yaparlarsa
yapsınlar, nasıl bir hayat yaşamış olurlarsa olsunlar îman edip Allah için bir
hayat yaşamaya yöneldikleri andan itibaren insanlar için tevbe kapılarının açık
olduğunu beyan ediyor, genel bir af ilân ediyor Rabbimiz. Bu bizim için de
geçerlidir tabii. Farz edin ki bugüne kadar Allah’tan, kitabından, vahyinden,
elçisinden habersiz bir hayat yaşadık. Tevbe edip, böyle vahiysiz bir hayattan
vazgeçip Rabbimize kulluğa dönüverdiğimiz andan itibaren kesinlikle bilelim ki
bu bizim suçlu kabul edilmemiz değil ödüllendirilmemize vesile olacaktır. Yâni
niye bir vakitler şöyle şöyle yaptınız diye cezalandırmak yerine
mükafatlandırıyor Rabbimiz. Ne kadar merhametlidir Rabbimiz değil mi?
66. “Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i
ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur’an'ı gereğince uygulasalardı, her
yönden nîmete ermiş olurlardı. İçlerinde orta yolu tutan bir zümre vardır,
çoğunun işledikleri ise kötü idi.”
Eğer bu adamlar Tevrat’ı ve
İncil’i ve Rablerinden kendilerine indirilen bu son kitabı, Kur’an’ı ayağa
kaldırsalardı, uygulamış olsalardı, Allah’ın hayatlarını düzenlemek üzere
indirdiği kitaplarını yerlerde sürünmekten kurtarmış olsalardı. Bir ara bir
yerde bir yazı okumuştum Türkiye’de saygınlıkla alâkalı. En saygısız muamele
gören şeyin kitap olduğunu yazıyordu adamın birisi. Yâni yere seriliyordu kitap.
Halbuki yerleri süpüren süpürge bile süpürdükten sonra, kullanıldıktan sonra
şöyle kaldırılıp dik bir vaziyette bir kenara konuyor diyordu.
Arkadaşlar, kitabın ayağa kaldırılması
göz önünde tutulması, el altında, el üstünde tutulması, ele alınması,
ilgilenilmesi, dikkatle ihtimam gösterilmesi demektir. Kitabın ayağa
kaldırılması onun fonksiyonunun icra edilmesi, geliş gâyesine uygun bir şekilde
onunla diyalog kurulması demektir. Kitap insanların hayatında ne için var
idiyse onun oraya konulması demektir. Yaşanmayan, uygulanmayan, hayatta
geçerliliği olmayan bir kitabın muhafazasının da mümkün olmadığını önceki
âyetlerde demeye çalışmıştım. Evet keşke onlar kitaplarını uygulayarak ayağa
kaldırmış olsalardı diyor, Rabbimiz. Peki hani hangi İncil ve Tevrat var ki
ellerinde bu adamlar onu uygulayacaklar? Arkadaşlar bu ifade öncekilere ait bir
ifadedir. Yâni keşke daha önceleri bu kitapları uygulamış olsalardı böyle
olmazlardı. Öyle bir gün geldi ki bozdular o kitapları ve onlarla hükmetmez
oldular.
Keşke onlar Tevrat ve İncil’le amel
etmiş olsalardı, bir de Rab-lerinden kendilerine indirilmiş olanlarla amel etmiş
olsalardı. Az evvel bununla bu son kitabı anladığımı söylemiştim. Şimdi bir
başka manaya da gelebileceğini, bir başka şekilde de anlaşılabileceğini
söyleyeyim. Bu ifade bir de Tevrat’tan ve İncil’den işlerine gelmediği için
çıkarıp attıkları Allah’ın indirdiği bölümler, âyetler, hükümler anlamına
gelebilecektir. Eğer onlarla birlikte, kitaplarının tüm hükümlerini uygulamış
olsalardı, o hükümlere sarılmış olsalardı elbette kitapları tahriften, unutulup
gitmekten korunmuş olacaktı.
Çünkü
uygulanmayan bir kitap, hayatın içinde
yaşar olmayan, bilinmeyen hükümler kaybolup gidecek, tahriften
kurtulamayacaktır. Bir kitabı, bir hükmü, bir yasayı tahriften, unutulmaktan
korumanın yolu onu uygulayarak hayatta canlı tutmaktan geçer. Unutmayın ki ey
Müslümanlar sizler kitabınızın bir tek âyetini, bir tek hükmünü bile
uygulamadan kaldırırsanız kesinlikle bilesiniz ki o unutulmaya, tahrif olmaya,
çürüyüp gitmeye, kaybolup gitmeye, demode olup gitmeye mahkum olacaktır.
İşte bakın
bu yahudiler, bu hıristiyanlar eğer kitaplarını uygu-lasalardı, hayatlarını
kitap kaynaklı düzenleme çabası içine girmiş olsalardı o zaman elbette
atalarının bozdukları bölümlerde zorlanacaklar ve çareler arayacaklardı,
araştırıp soruşturacaklardı. Ve bu sa-mimi arayış onları Allah’ın son kitabı
Kur’an’a götürecekti. Yâni şu anda bile gerçekten böyle bir yola girseler aynı
şey gerçekleşecektir. Eğer böyle yapmış olsalardı üstlerinden, altlarından,
yanlarından, önlerinden her yandan nîmetlere boğacaktık onları, buyuruyor
Rabbimiz.
Ama Rabbimiz buyuruyor ki onlardan
muktesit bir grup vardır. Yâni bu horlanmalarına, bu lânetlenmelerine rağmen
yine de onların içinde orta halli bir ümmet, bir grup vardır buyuruyor Rabbimiz.
Dengeyi kuran, dengeli düşünen inananlar vardır. Bunlar bir vakitler Tevrat’a
inanmışlar, İncil’e inanmışlar, samimiyetle kitaplarına bağlanmışlar, bu
kitaplarının delâletiyle yeni bir kitap bekleyişi içine girmişler, yeni bir dini
gözlemişler, o dinle, o kitap ve peygamberle karşı karşıya gelince de hemen îman
etmişler ona. Ama bu azınlık grubun yanında pek çoğu da kitaba inandık dedikleri
halde onun içindekilerden habersiz yaşamışlar, kötü şeyler yapmışlar.
Çoğunluğun bu anlayışı topluma yansırken azınlığın anlayışı hep cılız kalmış,
etkisini göstereme-miştir.
67. “Ey Peygamber! Rabbinden sana
indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun.
Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol
göstermez.”
Şimdi de söz peygamber efendimize
döndürülerek şereflendirilmek isteniyor. Rabbimiz peygamberine şereflerin en
yücesi olan Resullük ifadesiyle hitap buyuruyor. Ey peygamberim, sen onlar
inanıyorlar diye değil, onlar kabul edecekler, kabule hazırlar diye değil, onlar
muktesit bir ümmet olsunlar diye değil, senin görevin bu olduğu için vahyi
onlara ulaştır. Rabbinden sana indirilenleri eksiksiz bir şekilde onlara
ulaştır. Eğer eksiksiz yapmazsan bilesin ki hiç yapmamış, hiç tebliğ etmemiş
olursun. Kesinlikle bilesin ki ey peygamberim, Allah seni insanlardan
koruyacaktır. Sen hiç kimseden çekinmeden görevini yerine getir. Şunu da iyi
bilesin ki Allah nîmetlerini inkâr edenleri asla hidâyet edip doğru yola
ulaştırmaz. Garip bir ifade değil mi? Rabbimiz elçisini insanlardan koruyacağını
söyledi, sonra da Allah asla kâfirlere yol göstermez buyurdu.
Arkadaşlar, burada şöyle bir soru akla
geliyor: Acaba Allah’ın Resûlünün böyle bir derdi mi vardı ki Rabbimiz onu
uyardı? Yâni acaba Rasulullah Efendimiz Rabbimizin kendisine gönderdiği bu
âyetlerden bir kısmını gizlemek, bir kısmını insanlara duyurmamak niyetinde
miydi ki bu uyarı geliyordu? Böyle bir şeyi düşünemeyiz. Zaten Rab-bimiz önceki
âyetlerinde uyardı onu ve Müslümanları. Kitabın âyetlerinden, hükümlerinden bir
tanesinin bile uygulanmaması, yürürlükten kaldırılması sonucunda kitabın
tamamının kaybedildiğini anlattı. Öncekilerin hayatından kesitler sundu.
Peygamber Efendimize ve onun şahsında bizlere kitabın hiçbir âyetinin, hiçbir
hükmünün gizlenme-mesi, uygulanmadan kaldırılmaması gerektiğini anlattı. Sonra
da buyurdu ki ey peygamberim sen sana indirdiklerimizi tümüyle insanlara duyur,
eğer tam yapmamışsan hiç yapmamış olursun buyurdu. Sonra da buyurdu ki Allah
küfredenlere doğru yolu göstermez.
Anlıyoruz ki peygamberin fonksiyonunu
belirleyen Allah’tır. Yeryüzünde onu dinleyen olsa da olmasa da, kabullenen
olsa da olmasa da o yine kendisine gönderileni insanlara ulaştırmak zorundadır.
Hareketlerini insanlara göre ayarlamamalıdır peygamber. Sanki şöyle anlıyoruz:
Eğer küfredersen sözü, eğer örtersen bunu, gündeme getirmezsen Allah vahyini
ifadesi peygambere ait değildir. Çünkü o görevini tam yapacaktı. Öyleyse
anlıyoruz ki bu söz bizedir. Eğer şu anda bizler bu görevi yerine getirmezsek,
küfredersek, nankörlük edersek, örter, örtbas edersek, Allah’ın gönderdiği
âyetlerini içimize gömersek, kafamızda saklarsak kesinlikle yol bulamayacağız,
Allah bize yol göstermeyecek, doğruya iletmeyecek, başarıya
ulaştırmayacaktır.
68. “Ey Kitap ehli! "Tevrat'ı,
İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereğince uygulamadıkça bir temeliniz
olmaz" de. Andolsun ki Rabbinden sana indirilen, Kur’an onlardan çoğunun
azgınlık ve küfrünü artırır. Öyleyse kâfirler için
tasalanma.”
Ey ehl-i kitap diyerek bakın
Rabbimiz sözü yine onlara çevirdi. Demek ki anlıyoruz ki onların durumları,
tavırları anlatılarak peygambere ve onun yolunun yolcusu olan bizlere ders
veriliyor. Ey peygamberim ve ey Müslümanlar, onlara bakın da ibret alın. Onlara
bakın da sizler de onların düştükleri yanlışlara düşmeyin deniliyor. Tevrat’ı
uygulamayanların, İncil’i yürürlükten kaldırıp onunla ilişkilerini kesenlerin
nasıl ki iraptan mahalleri yoksa, nasıl ki bu halleriyle onlar boş ise, hiçbir
değer ifade etmiyorlarsa, eğer sizler de elinizdeki kitabınızı uygulamaktan
vazgeçer, kitapsız bir hayattan yana olursanız kesinlikle bilesiniz ki sizler de
hiçbir şey değilsiniz. Yâni uygulamadığınız, hayatınızı onunla
düzenlemediğiniz, amel etmediğiniz sürece elinizde okuduğunuz, sarıldığınız bir
kitabınızın olması hiçbir mânâ ifade etmeyecektir. Kitaplarından habersiz bir
hayat yaşayanların bizim de bir kitabımız var diye övünüp sevinmelerinin hiçbir
değeri yoktur.
69. “Doğrusu inananlar,
yahudiler, sabiîler ve hıristiyan-lardan Allah'a ve âhiret gününe inanan,
yararlı iş yapan kimselere korku yoktur, onlar
üzülmeyeceklerdir.”
İnananlar, bu kitaba
inandıklarını iddia edenler, amenu yapan-lar, inancını beyan edenler, bu
kitabın, Kur’an’ın mü’mini olduklarını savunanlar, yâni Müslümanlık iddiasında
bulunanlar, sonra Hâdû yapanlar, yahudilik iddiasında bulunanlar, bizler
yahudi’yiz diyenler, sonra sabiler, yâni ben Allah’ın diniyle ilgisizim
diyenler, Allah dinini reddedip kendilerini, ya da kendilerinden başkalarını
putlaştırıp onlara tapınanlar, sonra biz hıristiyanız diyenler var ya işte
bunlardan ancak Allah’a ve âhirete îman edenler ve bu îmanlarının gereği olan
salih ameller işleyenler, îman kaynaklı bir hayattan yana olanlar
kurtulacaklardır. Ben bu konuyu Bakara sûresinin 62. âyetinde etraflıca
anlattım.
Ancak şu
kadarını söyleyip geçiyorum: Öyleyse ister Müslü-manım diyenler, ister ötekiler
kim olursa olsun insanların kendi iddialarıyla kurtulmaları mümkün
olmayacaktır. İşte bu âyetinde Rabbi-mizin özelliklerini saydığı ve onlar
kurtuldu dedikleri ancak kurtuluşa ereceklerdir. Kurtuluş yolunu Allah
belirlemektedir. Birileri inancını iddia edebilir. Birileri kurtulduklarını
savunabilir. Bunun hiçbir önemi yoktur.
Öyleyse
kurtulanlar ne Müslümanım diyenler, ne yahudi’yim diyenler, ne hıristiyanlık
iddiasında bulunanlar, ne şunlar ne bunlardır. Allah’a Allah’ın istediği gibi
îman edenler, Allah’tan gelenlere Allah’ın istediği gibi inananlar ve Allah’ın
istediği salih amelleri işleyenlerdir. Allah’ın istediği gibi inanıp O’nun
istediği gibi bir hayat yaşayanlardır. İşte cennete gidecek olanlar
bunlardır.
70. “Andolsun ki İsrâil
oğullarından söz aldık ve onlara peygamber gönderdik. Nefislerinin hoşlanmadığı
bir şeyle onlara her peygamber gelişte, bir kısmını yalanlarlar ve bir kısmını
da öldürürlerdi.”
Doğrusu biz yahudilerden Allah’a
ve elçisine îman edeceklerine dair söz almıştık, mîsak almıştık. Sonra da peş
peşe onlara elçilerimizi göndermiştik. Onlara her ne zaman nefislerinin hoşuna
gitmeyen bir emirle, bir yasayla peygamber gelmişse onlardan bir kısmını
yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.
Her ne zaman ki Allah’tan bir
elçi sizin hoşlanmadığınız emirlerle, alışık olduğunuz hayatın aksine,
kurumlaştırdığınız, yasallaştırdığınız günahlarınızın zıddına bir emirle, bir
yasakla gelmişse, sizi vahyi bırakıp ta içine düştüğünüz bozuk düzen hayattan
kurtarıp, geleneklere kulluk etmekten vazgeçirip yeniden Allah’a kulluğa,
yeniden vahiy istikâmetinde yaşamaya çağırınca, yalanladınız, dinlemediniz,
öldürdünüz onları. Gerçekten de peygamberlerden yüzlercesini yalanlarken,
yüzlercesini de öldürdüler. Yahya (a.s), Zekeriya (a.s)
bunlardandır.
Düşünüyorum da acaba şimdi bizim şu
topluma peygamber gelse bu insanlar ne yaparlar? Kimileri hiç
ilgilenmeyeceklerdir değil mi? Programları olanlar, yollarını belirlemiş olanlar
aynen kendi programlarına devam ederler. Peygamber mi gelmiş? Haber mi
getirmiş? Vahiyle mi gelmiş? Yeni bir hayat programı mı getirmiş? Hiç
tınmayacaklardır adamlar. Zira ihtiyaçları yoktur peygambere. Yollarının,
programlarının kesin doğruluğuna inanan ve peygamberle bunun sağlamasına bile
gerek duymayan ve kendilerini kesin cennetlik gören, mutmain bir hayat yaşayan
bu insanların ne ihtiyaçları olacak da peygambere? Hiç tınmayacaklar ve aynen
yollarına devam edeceklerdir bunlar. Kimileri de gelecekler peygamberin yanına
ve ona akıl vermeye kalkışacaklardır.
Ya Rasulallah, bak bu bizim
cemaat cemaatların en iyisidir, bizim hizip en haklı hiziptir, gel sen de bize
katıl, bu devirde bunun dışında bir çalışma kesinlikle mümkün değildir. Bu
programın dışında kesinlikle hiçbir program bizi sonuca götürmeyecektir diyerek
onu kendi gruplarına çağıranlar olacaktır. Kimileri de, neye geldin ya
Ra-sulallah? Huzurumuzu kaçırdın, şöyle keyfimize göre ne güzel yaşa-yıp
gidiyorduk. Sen geldin, şimdi bizler seni mi dinleyeceğiz? Yoksa efendilerimizi
mi? İşleri birbirine karıştırıp, huzurumuzu kaçırmaya mı geldin? diyenler de
çıkabilecektir değil mi?
Hz. Îsâ (a.s) karşısında diğer
peygamberler karşısında böyle davranan bu insanlara şimdi de Hz. Muhammed (a.s)
geliyordu. Şimdi de Resul-i Ekrem karşısındaydı bu Allah’ın lânetine uğramış
toplum, İsrâil oğulları. Ve işte Rabbimiz son elçisini bu âyetleriyle teselli
ediyordu. Ey peygamberim, bu adamların yaptıklarına sakın üzülme. Çünkü bunlar
bu davranışlarını ilk defa senin karşında sergilemiyorlar. Bunlar önceki
elçilerimize de aynı tavrı takınmışlardı. Ve bu adamlar Bizim elçilerimiz
karşısında bu tavrı takınırlarken de:
71. “Bir fitne kopmayacağını
sandılar, körleştiler, sağırlaştılar; sonra Allah tevbelerini kabul etti, yine
de çoğu körleştiler ve sağırlaştılar. Allah, işlediklerini
görür.”
Bu adamlar Allah’ın kendilerine
böyle mühlet tanımasına aldanarak kendilerine hiçbir belâ gelmeyeceğini
zannettiler. Allah’ın kendilerini bu yaptıklarından ötürü cezalandırmayacağı
zannına kapılarak Allah’tan gelen elçilere ve onların getirdikleri mesajlara,
uyarılara böyle kör ve sağır davrandılar. Allah bize hiçbir şey yapmaz, biz
O’nun sevgili kullarıyız dediler. Bu mutmain halleri vahye karşı kör ve sağır
kalmaya itti onları. Kitaplarına karşı kör ve sağır kesildiler. Kitaplarına
karşı ilgisiz davrandılar. Ortada kitap varken onunla hiç ilgilenmeden, ona
sormadan, ondan izin almadan bir hayat yaşadılar.
Şimdi ey
peygamberim, kendi kitaplarına karşı bile böyle kör ve sağır kesilen adamların
sana ve getirdiğin mesaja karşı başka nasıl davranmalarını bekliyorsun?
Kendilerini mutlak doğru gören, kendilerinin dışında doğrunun olabileceğine
asla ihtimal vermeyen, bunun için de hakikate inat kibriyle gözlerini kapamış bu
adamlardan bir şey beklemene gerek yoktur.
72. “Andolsun ki, “Allah ancak
Meryem oğlu Mesih'tir.” diyenler kâfir oldular. Oysa Mesih, “Ey İsrâil oğulları!
Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin; kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak
Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları
yoktur" dedi.”
Muhakkak ki Allah Meryem oğlu
Mesih’tir diyenler kâfir olmuş-tur. Bundan önceki âyetlerinde yahudilerin
durumlarını anlatan Rabbi-miz şimdi de sözü hıristiyanlara çevirdi. Evet böyle
diyenler, Meryem oğlu Îsâ’yı tanrılaştıranlar kâfir olmuştur. Halbuki O Mesih
onlara şöyle demişti: Ey İsrâil oğulları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kul
olun. Sadece sizin de benim de Rabbimiz olan Allah’a kulluk edin. Kim O Allah’a
ortak koşarsa, sadece Allah’a yapılması gereken kulluğa O’n-dan başkalarını da
ortak ederse, O’na yetki sınırlaması getirerek O’na ait olan sıfatları O’ndan
başkalarına yüklerse muhakkak bilesiniz ki Allah ona cenneti haram eder. Onun
varacağı yer ateştir. Allah’a karşı böyle zâlimce tavır takınanların, Allah’ın
haklarını gasp edenlerin yardımcıları da yoktur dedi. Müşriklere cennet
haramdır.
Evet Meryem oğlu Îsâ gerçek Allah’tır
diyenler, Meryem oğlu Îsâ’ya uluhiyet izafesinde bulunanlar kâfir olmuşlardır.
Halbuki Îsâ (a.s) hayattayken onlara şöyle demişti:
“Ben şüphesiz Allah'ın
kuluyum.
(Meryem 30)
İşte böyle demişti Îsâ (a.s) onlara.
Ben Allah’ın kuluyum. İnnî Abdullah. İşte bu Hz. Îsâ’nın insanlara söylediği ilk
sözüydü. Ben Allah’ın kuluyum. Ben Rab değilim, ben İlâh değilim, ben Rabbin
oğlu değilim, ben Rabbin yetkilerine sahip birisi değilim. Ben başka değil,
sadece Allah’ın kuluyum. Îsâ (a.s) ilk sözünde yüce Rabbini evlât edinmekten
tenzih ederek kendisinin O’nun bir kulu olduğunu ilân ederken sanki daha sonra
biz Îsâ (a.s)’ın yoluna tabiiyiz dedikleri halde, Onu insanlıktan, kulluktan
çıkarıp tanrılık, ya da tanrının evlâtlığı makamına oturtanlar küfre
sapmışlardır.
Bakın işte burada da Îsâ (a.s)öyle
diyordu. Allah benim de, sizin de Rabbinizdir. Muhakkak ki kulluk edilmeye
lâyık, kulluk programını bilen, sizden nasıl bir kulluk isteyeceğini bilen ve
size bir hayat programı belirleyen benim de sizin de Rabbiniz Allah’tır. Sizin
için de, benim için de kulluk edilecek, programı uygulanacak O’ndan başka Rab
yoktur. Bu konuda benim sizden bir farkım yoktur. Ben de sizin gibi Allah’ın bir
kuluyum. Benim boynumdaki ipin ucu da Rabbimin elindedir. O ne tarafa çekerse
ben o tarafa gitmek zorundayım. Ben her zaman O’na muhtacım. Beni yaratan, beni
besleyen, beni yaşatan ve bana yol gösteren O’dur.
Ben nasıl
O’nu yegâne Rab bilmiş ve irademi O’na teslim et-mişsem gelin siz de sizin
Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin ve O’ndan başkalarını Rab bilmeyin. Allah
yolundan başka yol yoktur. Allah’a kulluk yolundan başka yol yoktur. Yahudilik,
hıristiyanlık, İslâm’ın dışındaki tüm dinler, tüm yollar Allah’ın razı olmadığı
dinler ve yollardır diyerek Îsâ (a.s)aynen kendisinden önceki peygamberlerin
dâvetini tekrar ediyordu. Ve artık bu konuda zerre kadar bir şüpheye mahal
bırakmıyordu. O böyle diyordu ama O’nun yolunda olduklarını iddia edenler O’na
en büyük iftirayı yapıyorlardı dünküler olarak ve şu andakiler olarak. Ve işte
Rabbimiz çok açık ve net bir şekilde böyle kendisine şirk koşanların, iftira
edenleri kesin kâfir olduklarını beyan buyuruyor.
73. “Andolsun ki, “Allah üçten
biridir.” diyenler kâfir olmuştur; oysa İlâh ancak bir tek İlâhdır.
Dediklerinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr edenler elem verici bir
azaba uğrayacaktır.”
Andolsun ki Allah üçten biridir,
üçün üçüncüsüdür. Allah üç ilâhın üçüncüsüdür diyenler kâfir olmuştur. Teslis
akidesine inananlar, bunu savunanlar da kâfir olmuşlardır. İlâhlığı Allah, Îsâ
ve Meryem arasında ortaklığa indirgeyenler, bunların müşterek ilâhlıklarını
savunanlar da kâfir olmuşlardır. Çünkü Allah tek İlâhtır. O, ilâhlardan bir
ilâh değildir. Baba, oğul, Ruhu’l Kudüs anlayışı sapıklıktır.
Arkadaşlar, ilk defa “Nasturiye” ve
“Melkaniyye” denilen hıristi-yan grupların ortaya attıkları, sonradan da bir çok
hıristiyan toplumların kabul ettikleri teslis inancı gerçekten kendilerinin
bile içinden çıkamadıkları, izahta güçlük çektikleri, kendilerinin bile akıl
erdiremedikleri bir problemidir hıristiyanlığın. Bunu kendilerine soranlara
şöyle diyorlar: Önce inan sonra anlamaya çalış. Ama gariptir ki önce inananlar
da ikna olabilmiş değillerdir.
Hattâ
anlatılır. Papazlar kilisede toplanmış bu konuyu tartışırlarken, üç müdür? Üçün
üçüncüsü müdür? Bir, nasıl üç olur? Tartışırlarken o esnada dönemin en büyük
matematikçisi içeriye girer. Sadra şifa bir cevap alabilecekleri zannıyla ona
yönelip sorarlar: Efendi, Allah için söyle bize; “üç nasıl bir olur? Bir nasıl
üç olur?” Adam der ki; “vallahi ben buraya girerken şapkamı, paltomu nasıl
dışarıda bırakıp girmişsem, aklımı da, matematik bilgimi de onlarla birlikte
dışarıda bırakıp girdim. Buradan çıkarken de onları alıp buradakileri burada
bırakıp çıkacağım. Dışarıdakiler, hayattakiler burada bir şey ifade etme-diği
gibi, buradakiler de dışarıda bir değer ifade etmez” der. Gerçekten çok hoş
söylemiş adam.
Bu teslis inancını hıristiyanlığa sokan
adam Pavlos’tur. Adam kendilerinden önceki putperestliğe ait bir düşünceyi
getirip hıristiyan-lığa sokuvermiş ve işi içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir.
Üçlü bir tanrı inancı. Bir ve üç, üç ve bir, biri üçte birleştirmek, üçü bir
anlamak. Garip bir şey. Daha önceki putperestlikte bu tür anlayışlar vardı.
Vücutta vahdet denen, vahdet-i vücut denen Allah’la insanın birleşimi teorisini
daha önce bir kısım kâfir filozoflar savunuyorlardı. İşte Pav-los’un ve şu anda
da hıristiyanların bu iddiaları bu sapık felsefi akıma dayanmaktadır.
Veya panteizm adı altında daha
önceleri ortaya atılmış sapık bir felsefi akımın etkisi altında kalarak bunları
söylemişlerdir. Panteistler varlıkla Allah’ın aynı olduğunu iddia etmişlerdir.
Tüm varlıkların başlangıçta bir bütün iken sonradan Allah’tan koparak meydana
geldiklerini iddia etmişlerdir. Evet işte böyle daha önceleri Mısır’da,
Hindistan’da, Yunanistan’da, Roma’da Allah bilgisinden uzak birtakım
filozofların ortaya attıkları Taoizm, Budizm, Brahmânizm gibi felsefi dinlerin
temelini teşkil eden sapık düşüncelerinden etkilenerek hıristi-yanlar bu tür
sapıklıklara düşmüşlerdir.
Îsâ Allah’tır diyorlar, Allah Îsâ’ya
hulul etmiştir diyorlar, Allah Îsâ’da tecelli etmiştir diyorlar, Allah Îsâ’nın
bedenine girmiştir diyorlar. Peki bu nasıl olur? Îsâ bir kadından doğmamış
mıdır? Yiyip içmemiş midir? Hasta olup ölmemiş midir? gibi sorularla
karşılaştıkları zaman da duruyorlar, sarsılıyorlar ve hiçbir makul cevap
veremiyorlar. Yâni kendileri de ikna olmuş değiller bu konuda.
Tabii bunu
bize anlatırken de Rabbimiz bizleri bu konuda uyarıyor. Sakın ey Müslümanlar
sizler onların düştükleri bu yanlışlara düşmeyin. Sakın sizler de onlar gibi
peygamberinizi, azizlerinizi, âlimlerinizi, idarecilerinizi, siyasilerinizi,
velîlerinizi putlaştırıp Allah makamına çıkarmayın. Allah’ın sıfatlarını
Allah’tan başkalarına vermeyin. Onların arzularını, isteklerini, yasalarını,
haram helâl sınırlamalarını Allah’ınki gibi kabul etmeye kalkışmayın.
Yaratılmışları yaratıcıyla denk tutmaya kalkışmayın. Eşyayı, insanları Allah’ın
kitabından, peygamberin sünnetinden bağımsız değerlendirmeye kalkışmayın.
Sizden öncekilerin yaptığı gibi insanları uçurup kaçırmaya, göklere çıkarmaya
kalkışmayın buyuruyor. Ve en sonunda da hıristiyanlara bir uyarısını
ulaştırıyor: Eğer onlar bu yalan yanlış iddialarından, bu bozuk düzen
inançlarından, bu iftiralarından vazgeçmezlerse andolsun ki onlara elem verici
bir azap dokunduracağım buyurarak onları bu sapıklıklarından vazgeçmeye dâvet
ediyor.
74. “Allah'a tevbe etmezler,
O'ndan mağfiret dilemezler mi? Oysa Allah Bağışlayandır, merhamet
edendir.”
Hâlâ bu adamlar bu
sapıklıklarından vazgeçip, Allah’a, Allah’ın tertemiz dinine, tertemiz kitabına,
tertemiz elçisine yönelip Rablerinden af dilemeyecekler mi? Oysa Allah her
zaman bağışlayandır, merhamet edendir. İnsanlar ne yaparlarsa yapsınlar onlara
karşı hep tev-be kapısını açık tutandır Rabbimiz. Dönüverseler Rablerine,
sapıklık-larından vazgeçip istiğfar ediverseler tüm geçmişlerini örtüverecek,
siliverecek Rabbimiz.
75. “Meryem oğlu Mesih sadece
peygamberdir, ondan önce de peygamberler geçmiştir, onun annesi dosdoğrudur,
her ikisi de yemek yerlerdi. Onlara âyetleri nasıl açıkladığımıza bir bak, sonra
da bak ki nasıl yüz çeviriyorlar!”
Halbuki işin hakikati şudur:
Onların haksız yere tanrılaştırdıkları Meryem oğlu Îsâ başka değil sadece bir
peygamberdir. Eğer bu konuda samimiyseniz, gerçekten Pavlos gibi kâfirlerin
birtakım ipe sa-pa gelmez felsefi yorumlarından kafanız karıştı da işin
doğrusunu öğrenmek istiyorsanız bilesiniz ki Îsâ (a.s) tıpkı Allah’ın öteki
elçileri gibi bir elçisidir. Nasıl ki Allah Ondan önceki elçilerine
peygamberliklerini ispat için bir kısım mûcizeler vermişse Ona da birtakım
mûcizeler ver-miştir. O da tıpkı diğer elçilerimiz gibi bir anadan doğmuş, bir
beden sahibiydi. Anası da tertemiz bir beşerdi. Her ikisi de yiyip içen birer
insandı. O ne yahudilerin dedikleri gibi iffetsiz bir kadından doğmuş bir
veled-i zina, ne de sizin tanrılaştırdığınız gibi bir tanrı değildi. Kendisinin
bir Allah yasası olarak mûcizevi yaratılışı sizi yanıltıp Onu Allah yerine koyma
yanılgısına götürmesin. Yapmayın, Benim elçilerimi tanrılaştırıp örneklikten
çıkarmayın buyurarak Rabbimiz Hz. Îsâ (a.s) hak-kında hem yahudi’lerin
iftiralarına hem de hıristiyanların yanılgılarına cevap
veriyor.
76. “Size zarar da fayda da
veremeyecek, Allah'tan başka birine mi kulluk ediyorsunuz?” de. Allah hem
işitir, hem bilir.”
Onlara de ki peygamberim, sizler
Allah’ı bırakıp da O’nun berisinde gerek size gerek kendilerine hiçbir fayda
sağlama, hiçbir zararı defetme gücüne sahip olmayan birine mi kulluk
ediyorsunuz? Bir beşere mi kulluk etmeye çalışıyorsunuz? Evet Rabbimiz kutlu
bir elçisi için bunu demişse, Hz. Îsâ (a.s) için bu geçerliyse ötekiler için
haydi haydi geçerli olacaktır. İşte görüyoruz insanlar ölmüşlerden,
şeyhlerinden, efendilerinden fayda ve zarar bekliyorlar. Bu tür sapık inanışlar
içinde olanların bu âyetleri çok iyi anlamaları
gerekecektir.
Sözlerinizi, dualarınızı, çağrılarınızı
hakkıyla işiten, icabet eden ve bilen sadece Allah’tır. Peki ne demektir
hakkıyla işitmek? Hak-kıyla işitmek işittiğine icabet edebilmek demektir.
Hakkıyla işitmek işittiğinin derdine derman olabilmek, onun imdadına yetişmek
demektir. Allah işittiklerine icabet etmek üzere işitir. Çağıranın elinden
tutup onun derdine derman olmak üzere işitir. Başka şeyler de işitir,
başka-ları da işitir belki ama hiçbirisi icabet edemezler. Allah’tan başka hiç
kimse İşittiklerinin imdadına yetişemezler. Hani çağırın bakalım imdadınıza
yetişen birilerini bulabilecek misiniz? Ama bu zavallılar Allah’ı bırakıp da
kendilerine asla cevap veremeyecek, dualarına ve çağrılarına ebedîyen icabet
edemeyecek ve üstelik bu zavallıların kendisine yaptıkları kulluktan da,
dualarından da habersiz, yarın bunların tama-mını reddedecek aciz bir varlığa
kulluk yapmaktadırlar.
77. “Ey Kitap ehli! Haksız olarak
dininizde taşkınlık etmeyin. Daha önce sapıtan, çoğunu saptıran ve doğru yoldan
ayrılan bir milletin heveslerine uymayın" de.”
De ki; Ey
ehl-i kitap, dininiz konusunda haddi aşmayın. Dininizin inançları konusunda,
akideniz konusunda Allah’ın sınırlarını aşmayın. Din konusunda aşırılıklara,
bidatlere düşmeyin. Dinin sınırlarını zorlamayın. Kendinizce peygamberlerinize
çok yüce makamlar vereceğiz diye, onlara saygı ve ihtiramlarda bulunacağız
diye, peygamberinize, kitabınıza herkesin saygı duyacağı bir mevki takdir
edeceğiz diye aşırılıklara gitmeyin. Îsâ (a.s) nın tanrılığını iddia etmeyin.
Yâni hakkın
ötesine aşmayın. Allah hakkında da, kitaplar hakkında da, peygamberler hakkında
da bidatlere gitmeyin. Peygamberi tanrılaştırmaya kalkmayın. Azizlerinizi,
velîlerinizi peygamberleştirmeyin. Doğru neyse, hak neyse onu söyleyin. Allah,
din, kitap ve peygamberler hakkında doğru sözleri, hak sözleri ihtiva eden
elinizdeki İncil’i bozdunuz, Tevrat’ı tahrif ettiniz. Bütün bu konularda
doğruyu öğrenebilecek kaynaklarınızı kendi ellerinizle kuruttunuz. Sap gibi
ortada kaldınız.
Şimdi
Rabbiniz size tek doğru sözü, tek doğru bilgiyi öğrete-cek, sizin tarih içinde
sapıklıklarınızı, sapma noktalarınızı gösterecek son bir kitap gönderdi. Gelin
bu son kitaba karşı da eski davranışlarınızı sergilemeyin. Gelin bu son
hakkınızı da kaybetmeyin. Gelin Rab-binizden gelen bu son kitapla kendilerinizi
bir sorgulayın da daha önce yoldan çıkmış, bir çoğunu yoldan çıkarmış bir
topluluğun hevâ ve heveslerine de tabi olmayın.
Çünkü daha
öncekilerden Pavlos gibi sapmış, yanlış yorumlarını dine sokarak insanlardan pek
çoğunu saptırmış zâlimlerin yoluna gitmeyin.
Veya daha
önceleri teslis anlayışını yasallaştırmış Yunan putperestlerin anlayışlarına
tabi olmayın. Dininizi putperestlerin felsefelerine bağımlı kılmayın.
78,79. “İsrâil oğullarından inkâr
edenler, Dâvûd'un ve Meryem oğlu Îsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdi. Bu, baş
kaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara
mâni olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü
idi!”
İsrâil oğullarından küfredenler
Dâvûd ve Meryem oğlu Îsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Allah onları Zebur ve
İncil’de lânetlemiştir. Yaptıklarından ötürü her dilde, her dönemde Allah’ın
lânetine uğramışlardır bu adamlar. Mûsâ (a.s) döneminde Tevrat’ta, Dâvûd (a.s)
döneminde Zebur’da, Îsâ (a.s) döneminde İncil’de ve en son elçi Mu-hammed (a.s)
döneminde de Kur’an’da lânetlenmişlerdir. Her dönem-de Allah’ın lânetine
uğramaları sebebiyle domuzlaşmış ve maymun-laşmışlardır.
Bunun
sebebi de Allah’a, Allah’ın elçilerine, kitaplarına karşı haddi aşmaları, kendi
hevâ ve heveslerini Allah’ın dininin önüne ge-çirmeleridir. Kendilerini Allah’ın
dinine uyduracakları yerde dini kendi-lerine uydurmaları sebebiyledir. Ve de
onlar içlerinde kötülük yapan-lara mâni olmuyorlardı. Emr-i bil’maruf ve nehy-i
anil’münker görevini ihmal ediyorlardı. Ne kötü şey yapıyorlardı? Peki niye
uyarmıyorlarmış birbirlerini? Niye işletmiyorlarmış kendi aralarında emri
bil’maruf ve nehyi anil’münker müessesesini? Bakın bunun sebebi de
şuymuş:
80. “Çoğunun inkâr edenleri dost
edindiklerini görürsün. Nefislerinin önlerine sürdüğü ne kötüdür! Allah onlara
gazap etmiştir, onlar gazapta temellidirler.”
Onlardan birçoğunu kâfirleri dost
edinmiş görürsün. Ey pey-gamberim ve ey Müslümanlar, bu adamlar Allah’a îman
ettiklerini söyledikleri halde size olan gazaplarından, kıskançlıklarından ötürü
kâfirler ve müşriklerle dostluk kurmaya yöneliyorlar. Onların bir çoğunu
kâfirlerle sarmaş dolaş görürüsünüz. Güya Allah’a inandığını, Tevrat’a
inandığını, Mûsâ (a.s)’ın, Îsâ (a.s)’ın yolunda olduğunu iddia eden adamlar
kâfirleri Müslümanlardan hayırlı ve üstün kabul ediyorlar.
İşte bunun
için uyarmıyorlar birbirlerini. Kötülere ve kötülüklere karşı tavır koymuyorlar.
Kötülerle iç içe bir hayattan yana tavır alıyorlar. Kötülerle iyiler yan yana,
kol kola yaşıyorlar. İyilerin kötülerden, kötülerin iyilerden bir farkı yok.
İyiler kötülere, kötüler de iyilere alışmış oluyorlar. Birbirlerini
hazmediyorlar. Kalpleri birbirlerine benzeşiyor. Aynı şeyleri seviyorlar, aynı
şeyleri seyrediyorlar, aynı şeyleri kabul edip aynı şeyleri reddediyorlar.
Nefislerinin kendilerine telkin ettiği şeyler ne kötü şeylerdir? Bu hallerinden
ötürü Allah onlara gazap etmiştir ve Allah’ın gazabı hiç eksilmeksizin onların
üzerinde olacaktır. İşte şu anda görüyoruz bizim ehl-i kitaptan pek çokları da
aynı şeyi yapıyorlar. Kâfirlerle, müşriklerle dostluk kurmaya çalışıyorlar.
Kâfirleri, müşrikleri Müslümanlara tercih edip üstün tutuyorlar. Yâni öyle bir
insan tiplemesi çıkıyor ki karşımıza, benim kitabım var diyor, Tevra-t’ım,
İncil’im, Kur’an’ım var diyor, peygamberim var diyor, ama öyle bir düşüncenin
sahibi oluyor, öyle bir hayat yaşıyor ki yaşadığı hayat mahza kâfirlere,
müşriklere endeksli. Kâfir ve müşrik dünyadan kaynaklanan bir inancın, bir
yaşantının içinde. Allah’a inanıyorum dediği halde kendisine kendisi gibi îman
eden mü’minler daha yakın olması gerekirken yaşadığı pislik içindeki hayatından
dolayı, kâfir ve müşrik dünyadan devşireceği menfaatlerinden dolayı Müslümanları
kötü, kâfirleri daha hayırlı görüyor.
Gerçekten şu anda bunun
örneklerini çok görüyoruz. Müslü-manlara olmadık iftiralarda bulunan, olmadık
isimler takarak, onları terörist, kan dökücü ilân eden yahudi ve hıristiyan
dünyanın, kâfir ve müşrik dünyanın güdümünde hareket eden, güya adı Müslüman
olan kimi zavallıların Müslümanları haksız, karşılarındaki kâfirleri haklı
gör-düklerini, kâfirlerin daha doğru yolda olduklarını söyleyebiliyorlar, yazıp
çizebiliyorlar. Kâfirler daha doğru yoldadırlar ve zaten dünyada onlarsız bir
hayat yaşamak mümkün değildir diyebiliyorlar zavallılığın zirvesinde
olabiliyorlar. İşte böyleleri Allah’ın lânet ve gazabını hak et-miş kimselerdir
ve azapta ebedî kalacak kimselerdir onlar.
81. “Eğer Allah'a, Peygambere ve
ona indirilen Kur’an'a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi, fakat
onların çoğu fâsıktır.”
Eğer bu adamlar böyle
yapmasalardı, inanmadıkları halde îman gösterisinde bulunmasalardı da gerçekten
Allah’ın istediği gibi Allah’a, Allah’ın istediği gibi peygamberine ve Kur’an’a
îman etmiş olsalardı, Allah’ın gönderdiği kitapları ve elçileri vasıtasıyla
hayatlarına karıştığını kabul etmiş olsalardı, tercihlerini Allah’tan yana,
Allah’a inanmış mü’minlerden yana kullanmış olsalardı, Allah’ı ve dostlarını
dost bilmiş olsalardı asla Allah düşmanlarını dost edinmezlerdi. Mü’-minlere
karşı asla kâfirlerin ve müşriklerin safında yer almazlardı. Hem kâfirlerle
birlik oluyorlar, hem Allah düşmanlarıyla dostluk kuruyorlar hem de Allah’a
inandıklarını, kitaba ve peygambere inandıklarını iddia ediyorlar. Bu,
gerçekten çok garip bir durumdur. Bu durum onların ne Allah’a, ne
peygamberlerine, ne de kitaplarına inanmadıklarının açık delilidir, buyuruyor
Rabbimiz.
82. “Ey Muhammed! İnananlara en
şiddetli düşman olarak, insanlardan yahudileri ve Allah'a eş koşanları
bulursun. Onlardan, inananlara sevgice en yakın “Biz hıris-tiyanız” diyenleri
bulursun. Bu, onların içinde bilginler ve rahipler bulunmasından ve büyüklük
taslamamaların-dandır.”
Rabbimiz burada yeminle teyit
buyurarak bir gerçeği ortaya koyuyor. Ey peygamberim, yemin olsun ki,
kesinlikle bilesin ki insanlar içinde mü’minlere karşı en şedit düşman olarak,
mü’minlere en şiddetli düşmanlık besler olarak yahudileri ve müşrikleri
bulursun. İslâm’a ve Müslümanlara en büyük düşman bunlardır. Dikkat ederseniz
mü’-minlere düşman olanları sıralarken Rabbimiz yahudileri müşriklerden önce
zikrediyor. Bundan anlaşılıyor ki yahudilerin mü’minlere karşı düşmanlığı
müşriklerden de fazladır.
Yine
insanlar içinde Müslümanlara karşı sevgi bakımından en yakın olanlar, bu mesaja
îman eden mü’minlere en yakın dost olanlar da biz hıristiyanız diyenleri
görürsün. Bunun sebebi de, hıristiyanların Müslümanlara karşı sempati
duymalarının sebebi de şuymuş bakın: Onların içinde ağırbaşlı âlim kişilerin,
Rahiplerin bulunmasıdır. Yâni o hıristiyanların içinde kibirlenmeyen, müstekbir
olmayan Rahipler vardır. Her ne kadar itikadî bir şirkin içinde olsalar da
ahlâkî şirke batma-mış kimseler vardır onların içinde. Alçak gönüllü insanlar
vardır onların içinde. Demek ki bu hıristiyanların şirki öteki müşriklerin
şirkinden biraz farklıdır. Hıristiyanların şirki yahudilerin şirkinden de
farklıdır. Ya-hudilerde bilgi var ama îman ve amel yok, hıristiyanlar da ise
amel var ama bilgi yok. Önce yahudiler, sonra ataları dinlerini, kitaplarını
bozdukları için hıristiyanlar cahilce amel etmeye çalışıyorlar. Veya
hıristi-yanların şirki bilinçli bir şirk değildir. Onların şirki felsefi bir
şirktir. İşte okuduğumuz bu sûrede ve başka sûrelerinde Rabbimiz hıristiyanları
diğerlerinden farklı tutuyor. Dinde aşırı gidenler, bidatlere düşenler olarak
nitelendiriyor. Bakın bunların içinde dinde müstekbir olmayan, dinde kendilerini
temel kabul edip, kendilerini putlaştırıp kendilerinin dışında doğrunun
olmayacağını iddia eden yahudiler gibi değillermiş bunlar. Bunlara merhametle
yaklaşılıp doğrular anlatıldığı zaman, hakla yüz yüze getirildikleri zaman kabul
edebilecek bir özelliklerinin olduğunu haber veriyor
Rabbimiz.
83,84. “Peygambere indirilen
Kur’an'ı işittiklerinde, gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin dolarak, “Rabbimiz!
İnandık, bizi de şahitlerinden yaz. Rabbimizin bizi iyi milletle birlikte
bulundurmasını umarken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?
"dediklerini görürsün.”
Peygambere indirilen âyetleri
işittikleri zaman gerçeği öğren-melerinden, Allah’ın âyetlerinden
etkilenmelerinden, kalplerinin yumuşamasından ve yatışmasından dolayı,
kalplerinin Allah doğrularıyla itminana ulaşmasından dolayı Allah korkusundan
gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Çünkü onlar bu Kur’an’ın Rableri
tarafından gönderildiğinin şuurundadırlar. Çünkü onlar din konusunda müstekbir,
muannit değildirler. Çünkü onlar din konusunda ben merkezli, tekelci değildir.
Çünkü kendilerini, kendi bilgilerini putlaştırıp kendilerinin dışında doğrunun
olmadığına inananlar değildir onlar. Kendilerinin dışında da doğruların
olabileceğine inanan ve o doğruları kimde ve nerede görmüşlerse hemen almadan
yana olan hakperest kimselerdir onlar.
Yâni din
olarak kendilerine, kendi hevâ ve heveslerine değil de hakka boyun eğen
kimselerdir onlar. Ellerindeki kitabın gönderildiği aynı kaynaktan gelen bu son
kitabın âyetleri kendilerine okunduğu zaman, zaten îman ettikleri, saygı
duydukları Rablerinin son seslenişine şahit oldukları zaman Rablerinin hitabına
muhatap olmanın sevinci ve heyecanıyla gözlerinin yaşlarla dolduğunu görürsün
onların. Sürekli hakkı arama peşinde oluşlarından ötürü, aradıkları hakkı tahrif
edilmiş kitaplarında bulamamanın üzüntüsüyle yanıp tutuşurlarken çölde su arayan
bir susuzun suya kavuşması gibi onda kendilerine sunulan Allah bilgileriyle
karşı karşıya geliverince sevinçlerinden ağladıklarını görürsün onların. Çünkü
aramayan bulmanın sevincini bile-mez. Ayrı düşmeyen kavuşmanın ne demek olduğunu
anlayamaz. Beklenti içinde olmayan bulmanın ne anlama geldiğini bilemez. Hakkı
arayan, hak peşinde olan, kalplerini sürekli hakka açık tutan bu insanlar bu son
kitapta onu bulur bulmaz hemen tanıyorlar ve îman ediyorlar. Hakkı kabul
ediyorlar ve şöyle diyorlar: Ey Rabbimiz, biz hak peşindeydik, biz hak arayışı
içindeydik ve işte senden gelen hakkı bulduk ve hemen ona İnandık, bizi de
şahitlerinden yazıver ya Rabbi. Bizi de bu hakka, bu kitaba, bu peygambere
şahit olan mü’minlerle birlikte yazıver ya Rabbi. Bizi de o mü’minlerden kılıver
ya Rabbi. Bizi kıyamet günü tüm ümmetlere şahitlik yapacak Muhammed ümmetiyle
birlikte yazıver ya Rabbi. Çünkü hak yolu, Allah yolunu, Allah kitabını, Allah
elçisini gördükten, tanıdıktan, duyduktan sonra bize ne oluyor ki îman
etmeyelim? Beklediğimiz Allah doğruları bize geldikten sonra niye hemen onlara
îman etmeyelim? Rabbimizin bizi iyi milletle birlikte bulundurmasını umarken
niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım dediklerini görürsün
onların.
Arkadaşlar, burada anlatılan
hıristiyanlar Allahu âlem Habeş kıralı hıristiyan Necaşi’nin son elçiye gelen
dinin ve o dinin kitabındaki Îsâ gerçeğinin ne olduğunu araştırmak üzere
Medine’ye gönderdiği hıristiyan din adamları topluluğunun söyledikleri sözlerdir
bunlar. Ya da Rasulullah Efendimizin Habeşistan’a gönderdiği muhacir sahâbenin
sözcüsü olarak Cafer Bin Ebi Talibin okuduğu Kur’an âyetlerini dinleyen,
hakikatleri dinledikçe gözleri yaşlarla dolan
Necaşi ve etrafındaki hıristiyan papazlarının sözleridir. Diyorlar ki
bakın: Bize ne oluyor da beklediğimiz hak bilgisine inanmayalım? Kim
engelleyebilir bizi buna îmandan? Çünkü bizim hakperestlikten başka bir derdimiz
yoktu ki. Kaybedecek bir şeyimiz yok ki. Biz dün hıristiyan olurken de hak
burada diye îman etmiştik, Allah bilgisi burada diye inanmıştık. Ama eğer şimdi
hak buradaysa o zaman şimdi niye Müslüman olmayalım? Hak neredeyse, doğru
neredeyse biz oradayız. Biz kendimiz hak değiliz. Biz hakkı temsil ediyor
değiliz. Biz hakkı kendimize uyduracak değiliz, hakka uymak zorundayız. Hak
bizim tekelimizde değil, biz hakka teslim olanlarız diyorlar ve hemen muttali
oldukları hakka teslim oluyorlar. Peki bu Pazarlıksız teslimiyetlerinin
karşılığında ne varmış onlara:
85,86. “Allah onlara, dediklerine
karşılık, temelli kala-cakları, altından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu, iyi
davrananların mükafatıdır. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar
cehennemliklerdir.”
Allah onlara, samimiyetle
teslimiyet gösteren o mü’minlere söyledikleri bu güzel sözlerinden ötürü,
hoşuna giden bu güzel tavırla-rından ötürü, hakkı kabul etmelerinden, mü’min
olmalarından ötürü mükafat olarak içinde ebedîyen kalacakları, zemininden
ırmaklar akan, ya da ırmakların tahtı tasarruflarında akıp gittiği, çağlayıp
durduğu cennetler verdi. Onların bu hakperestliklerini cennetleriyle
ödüllendiriverdi Rabbimiz. Onlar asla orayı kaybetmeyecekler, asla oradan
çıkarılmayacaklar. İşte bu cennet muhsinlerin, Allah’ı görüyormuşçasına O’na
inanan ve O’nun istediği bir hayatı yaşayan, sürekli Allah kontrolünde olduğunu
unutmayan, Allah’a lâyık kulluklar işleyenlerin ödülüdür. Ama beri tarafta
âyetlerimizi, elçimizi yalanlayanlara, yalan sayanlara, yok farz edenlere,
gelmemiş kabul edenlere, ilgisiz davrananlara, onlara rağmen onlardan bağımsız
bir hayat yaşayanlara gelince onlar da cehennemliktir.
87. “Ey İnananlar! Allah'ın size
helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın, doğrusu Allah
aşırı gidenleri sevmez.”
Ey mü’minler, ey inandığını iddia
edenler, Allah’ın size helâl kıldığı tertemiz nîmetlerini haram kılmayın. Kendi
kendinize, Allah’ın kitabından ve elçisinin uygulamalarından bağımsız haram
helâl sınırları belirlemeye kalkışarak Allah’ın helâl kıldığı tertemiz
nîmetlerden kendinizi mahrum etmeyin. Bunu yapmadığınız gibi Allah’ın
sınırlarını da aşmayın. Unutmayın ki hayatınızın yasaları konusunda söz sahibi
olan Rabbiniz böyle aşırılıklar içine düşenleri asla sevmez.
Arkadaşlar, az evvel kendilerinden söz
edilen gerek ehl-i kitabın Allah kendilerine emretmediği halde çileciliği,
münzeviciliği, ruhbanlığı, riyazet anlayışlarını ya da işrakî mutasavvıfların,
Hint fakirlerinin, Budistlerin kendi hevâ ve heveslerinin mahsulü olarak ortaya
atıp din gibi sarıldıkları din dışı yolları benimseyerek güya Allah’a
yaklaşabilmek, Allah’ın rızasını kazanabilmek için kendinizi iğdişleştirmeyi,
hadımlaştırmayı, et yememeyi, hanımlarınıza yaklaşmamayı din haline getirmeyin.
Allah’ın haram kılmadığı kimi mübahları kendinize haram kılarak, kendinizi
onlardan mahrum ederek onların düştükleri yanlışlara düşmeyin.
Allah öyle
bir şeyi istemediği halde nefse eziyet vermek din değildir, kulluk değildir.
Dinin istediğinden çok dindar kesilmek Müslümanlık değildir. Züht hayatı
yaşayacağım diye dünyadan el etek çekmek dindarlık değildir. Böyle davranan
sahâbeden bazılarını Allah’ın Resûlü şiddetle uyarmış ve menetmiştir. Dindarlık
dinin emirlerine olduğu gibi, onda fazlalık ve eksiklik görmeden riâyet
etmektir. Ne oluyor size? Allah’ın dinini yeterli bulmadınız da, dini
beğenmediniz de yeni bir din mi ihdas ediyorsunuz? Böyle yapmayın. Allah’ın
helâllerini haram kılarak bidatlere düşmediğiniz gibi haramlarını da helâl
kılarak haddi aşmayın. Unutmayın ki bu konuda söz sahibi Allah’tır ve O Allah
yasalarını çiğneyip haddi aşanları sevmez. Eğer derdiniz O’nun sevgisine mazhar
olmaksa, O’nun rızasını kazanmaksa O’nun helâl haram yasalarını olduğu gibi
kabul edin. Ve:
88. “Allah'ın size verdiği
rızktan temiz ve helâl olarak yiyin. İnandığınız Allah'tan
sakının.”
En doğruyu, en güzeli size
emreden, size beyan eden Rab-binizin size verdiği tertemiz rızklardan helâl
olarak yiyin. Allah’ın haram helâl yasalarına riâyet edin, saygılı olun.
Rabbinize karşı muttaki davranın. O’nunla yol bulun. Yolunuzu O’na sorun.
Programınızı O’na belirletin. O ne buyurmuşsa, nasıl bir program vaz etmişse
teslim olun. Allah’a karşı sorumluluklarınızın, kulluklarınızın bilincinde olun.
Rabbinizin yasalarını çiğneyerek O’na olan itaatinizi, îmanınızı,
bağlılığınızı, teslimiyetinizi zedelemeyin buyurduktan sonra Rabbimiz yine bu
konuda kimi helâlleri yeminle kendilerine haram kılmış kimselere şöyle yol
gösteriyor:
89. “Allah size rasgele
yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü hesap sorar.
Yeminin kefareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek
yahut giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır;
yeminlerinizin kefareti budur. Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun.
Şükredesiniz diye Allah size böylece âyetlerini
açıklıyor.”
Sahâbeden Osman bin Mazunun bir
takva gösterisi olarak, Allah’a daha iyi kulluk yapabilme adına vallahi ben
bundan böyle Rab-bime kulluk için hanımıma yaklaşmayacağım diyerek yemin etmesi
üzerine ona ve onun şahsında kıyamete kadar böyle yapan kullarına bir uyarı
olarak gelmiş, yeminle alâkalı bir âyet. Allah sizleri kasıtsız, gerisinde bir
niyet taşımaksızın yaptığınız yeminlerden dolayı hesaba çekmez. Ancak
yeminlerinizde bağladığınız, maksatlı, niyetli olarak yemin edip de onu
bozmuşsanız ondan dolayı sizi sorumlu tutar. Unutmayın ki Allah adına
verdiğiniz her sözün, her yeminin bir sorum-luluğu vardır. Bu yeminleri
bozmanın elbette bir kefareti vardır.
Arkadaşlar, bu yeminler ve kefareti
konusunu Bakara sûresin-de uzunca anlattım. Burada kısa bir özet yapıp geçelim
inşallah. İslâm yeminleri üçe ayırır:
1- Birincisi yemin-i lağv’dır. Kişinin
herhangi bir niyete bağlı olmaksızın ağzına geldiği gibi dil alışkanlığıyla
yaptığı yeminlerdir. Ra-sulullah Efendimizin beyanıyla dil alışkanlığıyla “evet
vallahi, hayır vallahi” şeklinde yaptığı yeminlerdir ki Rabbimiz kişiyi bundan
dolayı hesaba çekmeyecektir. Çünkü niyetsiz amelin Allah katında bir değeri
yoktur. Bu tür yeminlerin herhangi bir kefareti yoktur. Ama tabii Allah’ın
adını lağviyyata, boş şeylere alet ederek hafife almanın, O’nun- la ilişkiyi
bozmanın, O’nunla oyun oynamanın hesabı sorulacaktır. Onun için olur olmaz
yerlerde Allah’ın adını kullanarak yeminden sakınmalıyız.
2- İkincisi kamus yeminidir. Geçmişe
ilişkin öyle olduğunu zannederek Allah adına yemin etmektir. Hakikatin hilafına
yemin etmek. Bu yeminin kefareti de yoktur, ama gerçeğin aksine yemin edildiği
için hemen tevbe edilmelidir.
3- Üçüncüsü de işte burada anlatılan
mün’akide yeminidir. Bağlayarak, kalpten niyet ederek geleceğe dair yapılan
yeminler. Eğer yapılan bu yeminlerin konusu meşru ise mutlak sûrette yerine
getirilmelidir. Aksi takdirde kefareti verilecektir. Eğer yeminin konusu gayri
meşru ise bu yeminden dönülür ve kimilerine göre kefareti verilir, kimilerine
göre de zaten böyle bir yeminden dönmek bir kefaret anlamı taşıdığı için
kefareti de verilmez.
Yeminin kefaretini de Rabbimiz şöylece
anlatıyor:
Bozulduğu zaman yeminin kefareti
ehlinize, ev halkınıza yedirdiğiniz orta halli yemekten on fakire
yedirmenizdir. Kendi hayat standardınıza uygun olarak sabahlı akşamlı iki övün
olmak üzere on fakiri doyurmanızdır. Yahut on fakiri giydirmenizdir. On fakirin
bedenini örtecek kadar giydirmenizdir. Veya Allah rızası için bir köleyi
özgürlüğüne kavuşturup âzât etmektir. Bunlardan herhangi birini yaparsınız.
Ama kim de bu sayılanlardan hiçbirisini bulamazsa yâni bunlardan hiçbirisini
yapacak güçte değilse onun kefareti de üç gün oruç tutmaktır. İşte yeminlerinizi
bozduğunuz zaman şer’i kefareti budur.
Öyleyse ey mü’minler,
yeminlerinizi koruyunuz. Yeminlerinizin sorumluluğunun farkında olunuz. Ne için
Allah adını kullanarak yemin ettiğinize dikkat ediniz. Yemin ederken
ciddiyetinizi takınınız. Allah adına bir yemin etmişseniz onun arkasında
durunuz. Bozacaksanız mutlaka bir Allah yasası olarak kefaretini veriniz.
Rabbinizle ilişkilerinizi zedelemeyiniz. Bakın ki Allah işte böylece size
hükümlerini açıklıyor. Size böylece yol gösterdiği için, yolunuzu açtığı için,
neyi nasıl yapacağınızı açık açık size beyan ettiği için siz de O’na şükredin,
teşekkür edin, O’nun yolunda olun, hayatınızı O’na sunun.
90,91. “Ey İnananlar! İçki,
kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının
ki saâdete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık
ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık
bunlardan vazgeçersiniz değil mi?”
Ey îman edenler, şarap, sarhoşluk
veren her tür içki, meysir, her tür şans oyunu, kumar, ensab tapınılmak üzere
dikilmiş, huzurlarında, üzerlerinde kurban kesilen taşlar, putlar, fal okları,
kendileri vasıtasıyla kısmet çekilen kehanet okları bütün bunlar insan aklının,
insan fıtratının hoşlanmadığı birer şeytan işi pisliktir. Şeytanın süsleyip
püslediği birer necasettir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa, saâdete
eresiniz.
Arkadaşlar, Bakara sûresinin 219 ve
Nisâ sûresinin 43 âyetinde şarap konusunda bir şeyler demeye çalışmıştık.
Şarapla alâkalı önce bu âyetler gelmiş, Müslümanlar buna hazırlanmış ve en son
olarak işte Mâide sûresinin bu âyeti nâzil olmuştur. Ve işte kesin olarak
şarabın haramlığını bildiren bu âyetin gelişiyle birlikte mü’minler içki
küplerini yerlere boşaltmışlar, ağızlarındaki kadehleri atmışlar ve bu işten
vazgeçmişlerdir. Evet “Hamr” örten demektir. Aklı örttüğü için içkiye bu isim
verilmiştir. Böylece Rabbimizin bu yasasıyla anladık ki sarhoşluk verici, aklı
giderici, şuuru örtücü olan her şeyin azı da çoğu da
haramdır.
Meysir, kolaylık anlamına gelen yüsür
veya yesar kelimesinden gelir. Meysir zahmetsiz ve kolayca mal elde etmek
demektir. Veya zar gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak
mal vermek, mal almak demektir. Rabbimiz bunlardan sakının ki kurtuluşa
eresiniz buyuruyor. Ve:
Şunu da bilesiniz ki muhakkak şeytan bu
pislikler vasıtasıyla sizin aranıza düşmanlık ve kin atmak ister. Bunlar
aracılığıyla sizleri birbirinize düşürmek, aranıza düşmanlık tohumları ekmek
ister şeytan. Ve sizi Allah’ı anmaktan, Allah’ı zikretmekten ve namazdan
alıkoymak ister. Hangi oyun ki insanlar arasına, kardeşler arasına kin ve
düşmanlık atıyor o haramdır. Hangi oyun ki Müslümanları kamplaştırıp
birbirlerine karşı sevgi ve kardeşlik bağlarını koparıyor o haramdır. Hangi oyun
ki insanları Allah’ın zikrinden ve namazdan alıkoyuyor o haramdır. Her şeyi
bilen, mutlak bilen, bilgi kendisinden olan Rab-bimiz burada bizim için haram
kıldığı şeylerin hikmetlerini de beyan buyuruyor.
Sanki
böylece buyuruyor ki Rabbimiz: Ey kullarım, kesinlikle bilesiniz ki Ben sizin
adınıza aldığım kararlarımda size karşı merhametliyim. Size olan sonsuz
merhametimden ötürü bu yasakları koyuyorum. Tüm yasaklarımda ve emirlerimde Ben
sizi düşünüyorum, sizin menfaatinizi düşünüyorum. Bu kararlarımın menfaati Benim
için değil sizin içindir, buyurarak bizim akıllarımıza hitap ediyor. Eğer sizler
de bilgi sahibi olsaydınız, hayrınızı şerrinizi, menfaatinizi zararınızı Benim
kadar bilmiş olsaydınız elbette bu Benim haram kıldıklarımın tümünü siz de
kendinize haram kılardınız. O halde sizi sizden çok düşünen, sizi sizden çok
bilen Rabbinizin bu uyarılarını duyduktan sonra artık bu pisliklerden vazgeçmez
misiniz? Rablerinin bu ifadesini duyan Müslümanlar hep bir ağızdan: “Vazgeçtik
ya Rabbi! Vazgeçtik ya Rabbi!” dediler ve bu pislikleri terk ediverdiler.
Ağızlarına götürmek üzere oldukları kadehleri attılar, küpleri kırdılar,
içkileri döküverdiler.
92. “Allah'a itaat edin,
Peygambere itaat edin, karşı gel-mekten çekinin; eğer yüz çevirirseniz bilin ki,
peygamberimize düşen sadece açıkça tebliğ
etmektir.”
Haram helâl konusunda,
hayatınızın programları konusunda Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin.
Allah ve Resûlünün emirlerine muhalefetten, karşı gelmekten sakının. Eğer
itaatten yüz çevirirseniz kesinlikle bileseniz ki peygambere düşen sadece
apaçık bir tebliğdir. Onun fonksiyonu, yetkileri, sorumlulukları sizleri zorla
hakka, hidâyete ulaştırmak değil sadece Allah’tan gelenleri tebliğ edip
duyurmaktır. Sizi hidâyete ulaştırmak, size hakkı kabul ettirmek ve
yaptıklarınızın karşılığını size vermek Bize aittir. Yâni eğer sizler itaat
etmeniz gereken Allah ve elçisine itaatten çıkarsanız Benim azabımı bekleyin
buyuruyor, Rabbimiz. Dikkat ederseniz içkiden, kumardan söz ederken Rabbimiz
birden bire kendisine ve elçisine itaate geçiverdi. Elbette Allah ve Resûlü
tanınmadıkça, Allah ve elçisine itaat şuuru kazanılmadıkça ne emirlerine itaat
ne de nehylerinden kaçınmak mümkün olmayacaktır.
Allah’a itaat edin. Size dediklerini
yapmak üzere, yasakladık-larından kaçınmak üzere itaat edin. Size gönderdiği
kitabında ne de-mişse mutlak itaat edin. O’nu şartlandırmaya, O’na akıl vermeye
kal-kışmayın. Tamam ya Rabbi, anladım yapacağım da, ama şunları şun-ları da
düşündün mü? Yaşadığım ortamı, içinde bulunduğum şartları da biliyor musun
demeye, O’na yol göstermeye kalkışmayın. Ne de-mişse mutlak itaat edin.
Peygambere de itaat edin. Yâni Allah sizden ne istemişse, nasıl bir kulluk
emretmişse peygamber örnekliliğinde onu uygulayın. Çünkü peygamber Rabbinizin
sizin için seçip yetiş-tirdiği model insandır, form dilekçedir. Ona bakarak
Allah’ın sizden istediklerini anlayın.
Demek ki Allah ve Resûlüne mutlak itaat
edilecek. Allah bir konuda bir şey dedi mi o konuda önceki bildiklerimizin
tümünü bir kenara atıp Allah’ın dediğini yapacağız. Peygamber bir konuda bir
şey dedi mi, unutmayalım ki bizim dünkü bildiklerimiz, bileceklerimiz tamamen
geçersizdir, bitmiştir artık. Peygamber (a.s) ne demişse o doğrudur, mutlak
doğrudur ve ona itaat etmemiz gerekecektir. Çünkü ona itaat da mutlak itaattir.
Allah ve Resûlünün arasını ayırmaya, biz Allah’ın buyruklarına itaat ederiz,
ama peygamberin buyrukları bizi bağlamaz demeye hiç kimsenin hakkı yoktur. İşte
bakın Rabbimiz kendisine itaat istediği kitabının her bir yerinde peygamberine
de itaat istiyor. Elçisine itaatin bizzat kendisine itaat olduğunu haber
veriyor. Bana itaatin modelini elçimin hayatıyla örnekledim buyuruyor. İşte âyet
çok açık. Kendisine itaatle birlikte peygambere itaati da farz kılıyor Rabbimiz.
Ben, başka değil, sadece bana itaat edilsin diye elçi gönderiyorum, diyor.
Öyleyse eğer resule itaat olmayan, peygamberin örnekliliğini reddeden bir din
anlayışını yasallaştıracak olursak acaba bu âyetleri nereye koyacağız? Eğer bu
âyetlerde anlatılan peygambere itaatten kasıt ona indirilen Kur’an’a itaat
anlamına geliyorsa o zaman zaten kitabının her bir bölümünde kendisine ve
kitabına itaati vurgulayan Rabbimizin bir de ayrıca Resûlüne itaati gündeme
getirmesinin ne anlamı olacaktı?
93. “İnananlara ve yararlı iş
işleyenler, sakınırlar, inanırlar, yararlı işler işlerler, sonra haramdan
sakınıp inanırlar ve sonra isyandan sakınıp iyilik yaparlarsa daha önceleri
tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Allah iyi davrananları
sever.”
Bir dönem insanlar içki içtiler,
sonra Rabbimiz onu ve benzeri pislikleri yasaklayınca Müslümanlar hemen
vazgeçtiler. Rableri hatırına tüm pisliklerle ilişkilerini kestiler. Bu arada
şöyle bir soru soruldu: Pekiyi acaba içkinin haram kılınmasından önce içki
içtikleri halde ölüp gidenlerin durumları ne olacak? İşte Rabbimiz bu âyetinde
onu da açıklayıverdi. Önceden inanılması gerekenlere îman edip salih ameller
işleyenlere haram kılınmadan önce yaptıklarından dolayı bir günah, bir
sorumluluk yoktur.
İçki ve
kumarın yasaklığından önce takva, salih amel ve Allah’a itaatte saygı ve
kararlılık içinde ölenler asla asi ve günahkâr sayılmayacaktır. Geçmiş
geçmiştir ve Allah muhsinleri, kendisini görüyormuşçasına kendisine kulluk
şuuru içinde olanları sever. Allah kendisini haram ve helâl kılma konusunda
yetkili görenleri, o gün haram kıldıklarını haram bilip, yarın haram
kılacaklarını da haram bilmek üzere yaşayan kullarını sever. Bugün bildiklerine
samimi olarak îman eden, bildikleriyle amel eden ve yarın öğrendikleriyle de
îman ve amel derdi taşıyan kullarını sever Allah.
Dikkat ederseniz âyet-i kerîmede îman
ve ona bağlı olarak gerçekleştirilen salih amel iki kere, takva da üç kere
zikrediliyor ve son merhalede de ihsandan söz ediliyor. Anlıyoruz ki takvanın üç
defa zikredilişi hem maziyi yâni geçmişi, hem hali yâni şimdiyi, hem de
istikbali yâni geleceği içine alması içindir. Ya da insanın kendisi ile, kendi
nefsi ile alâkalı takvasını, diğer insanlarla alâkalı takvasını ve Rabbiyle
alâkalı takvasını gündeme getiriyor. Onun içindir ki bu üçüncüsünde takva
Rabbine karşı ihsana dönüşüyor. Veya buradaki takvalar Bakara sûresinin
evvelînde işaret edildiği gibi insanın mebde, mead ve müntehasına bir dikkat
çekmedir.
Ya da bir
başka anlayışla sakınılacak, takvalı olunacak şeylerin mertebelerine bir dikkat
çekmedir. Nasıl? Şöyle: Azaptan, ikapdan kurtulmak için evvela haramı terk,
sonra haramlara düşmemek için şüpheli şeylerden sarfı nazar, daha sonra nefsi
alışkanlıklardan korumak ve terbiye etmek için bazı mubahları terk etmek
anlatılmıştır diyoruz Allahu âlem.
94. “Ey İnananlar! Gıyabında
kendisinden, kimin korktuğunu ortaya koymak için, (ihramlıyken) elinizin ve
mızraklarınızın ulaştığı avdan bir şeyle Allah, andolsun ki sizi dener. Bundan
sonra kim haddi aşarsa ona elem verici azap
vardır.”
Ey mü’minler, gıyabında kim
Allah’tan korkuyor, kim korkmu-yor bunu denemek, bunu açığa çıkarmak üzere
Rabbiniz hac ve umre için ihrama girdiğiniz bir ortamda ellerinizin ve
mızraklarınızın menziline girecek kadar yaklaştırılmış bir avla sizi
deneyecektir. Rabbiniz sizi bir av yasağıyla imtihana çekecek. Tab’an, fıtraten
necis olan, pis olan, pisliğini kendi akıllarınız ve fıtratınızla da
anlayabileceğiniz bir içki yasağından sonra şimdi de fıtraten temiz olan bir
şeyi geçici bir süre için teabbüdî olarak yasaklayarak sizi imtihan edecektir.
Ya Rabbi sen bu konuda tam yetkilisin, mutlak yetkilisin, neyi yasaklarsan ben
senin yasaklarını yasak bilirim, ben senin sevdiklerini sever, sevmediklerini
sevmem mi diyeceksiniz? Yoksa karşı mı geleceksiniz, bunu açığa çıkarmak için
böyle bir şeyle sizi deneyeceğim, diyor Rabbimiz.
Rivâyetlere göre Hudeybiye günü
Rabbimiz sahâbe-i kiram efendilerimizi böyle bir imtihana tabi tuttu. sahâbe
ihramlıydı ve kendilerine avlanmak yasaktı. Rabbimiz onları denemek için bolca
bir av hayvanı göndermişti. Elleriyle yakalayabilecekleri, kılıçlarıyla,
mızraklarıyla vurabilecekleri kadar av hayvanları onlara yaklaştırılmıştı.
Sebep neydi? Gıyabında kim Allah’tan korkuyor? Kim Allah’ın haram-larına karşı
saygılıdır? Kim değildir? Bunu açığa çıkarmak istiyordu. Rablerinin bir
yasağına karşı kim ne kadar dayanabilecekti? İçki gibi fıtraten necis olan bir
yasağa karşı belki insanların dayanmaları müm-kündür ama helâl olan bir şeye
karşı dayanmalarının sınırını ölçmek istiyordu Rabbimiz. Rablerine karşı ne
kadar saygılılar? İştahlarını çe-ken arzularını kamçılayan bir helâl karşısında,
bir dünya nîmeti karşısında ne derece saygı göstereceklerdi?
İşte Allah’ın temizle pisi,
korkanla korkmayanı ayırt edeceği bir imtihandı bu. Allah için mütedeyyin olanla
dünya ve nefisleri için dindar olanların açığa çıkarılması için bir imtihandı
bu. Allah’a tapınanlarla kendi menfaatlerine, kendi nefislerine tapınanları
açığa çıkaran bir imtihan. Çünkü Allah madununda hayır düşünen kişi hayır
düşünmemiş sayılır. Allah’a kulluk adına, teabbüd adına değil de birtakım
faydalarından, menfaatlerinden ötürü emirleri yerine getirip nehyler-den sakınan
kimsenin kulluğu Allah’a değildir.
Tabii elde olmayan bir nîmetten sarf-ı
nazar etmekle nîmetin karşısındayken ondan sarf-ı nazar etmek çok farklıdır.
Birincisi çok kolaydır. İkincisi ise gerçekten zordur. Meselâ dağ başında kalmış
bir adamın açlığa sabrederek Allah’a ibâdet etmesiyle kurulmuş bir sofranın
başında sabrederek Allah’a kulluk yapması farklıdır. Birinci durumda muvaffak
olan insanların pek çoğu ikincisinde muvaffak olamamışlardır. Ruhbaniyet
terbiyesiyle İslâmiyet terbiyesinin farkı işte burada anlaşılacaktır. Birisi
toplumdan kaçarak mağara ve manastırlara kapanarak Allah’a yönelme yollarını
arama öbürüyse toplumun içinde kalarak toplumun yanlışlarını düzeltme ve de
toplumdan etkilenmeme şartıyla Allah’a yönelme usulü.
Evet, Müslümanlar o gün o imtihanı
başardılar. Rablerinin bu yasağını delmediler. Bugün de aynı imtihanlarla
Rabbimiz bizi de imtihan eder. Meselâ bir para kasasının başına getiriverir
bazen Rab-bimiz bizi, elimizi uzatıverince alıverecek kadar paraların başına
ge-tirir ve dener Allah bizi. Bazen bizi öyle bir konuma öyle bir makama
getirir ki Rabbimiz, orada binlerce insanın namusu bizim elimizin al-tındadır.
İfta makamındasınız farz edin, öğretici konumundasınız farz edin, sizden din
öğrenmeye gelen pek çoğunu size yaklaştırıverir Allah da sizin o konudaki
ağırlığınızı, takvanızı ölçüverir. Gıyabında kendisinden korkup korkmadığınızı
ortaya çıkarıverir. Veya bazen size küçük küçük imkânlar verir. Meselâ
belediyeler verir, muhtarlıklar verir ve sizi dener Allah. Buradaki
ciddiyetinize, samimiyetinize bakar da daha sonra size devlet idaresini teslim
eder. Oralarda başarama-mışsanız daha büyüklerini nasip etmez
size.
95. “Ey İnananlar! İhramlı iken
avı öldürmeyin. Sizden bile bile onu öldürene, ehli hayvanlardan öldürdüğü kadar
olduğuna içinizden iki âdil kimsenin hükmedeceği, Kâbe’ye ulaşacak bir kurbanı
ödeme, yahut düşkünlere yemek yedirme şeklinde kefaret ya da yaptığının
ağırlığını tatmak üzere bunlara denk oruç tutma vardır. Allah geçmiştekileri
affetmiştir, kim tekrar yaparsa Allah ondan öç alır. Allah güçlüdür, öç
alıcıdır.”
Ey îman edenler, ihramlıyken
avlanmayın, av hayvanlarını öldürmeyin. İşte yasağın içeriği burada anlaşıldı.
Harem bölgesinde o bölgeye hürmeten av hayvanını avlamak, öldürmek yasaktır. O
bölge öyle mübârek, öyle muhterem bir bölgedir ki ne hayvanlarını öldürmek, ne
bitki örtüsünü bozmak caizdir. Sizden kim bile bile ihramlıyken bir hayvanı
öldürürse o öldürdüğü hayvana denk gelecek deve, sığır, koyun cinsinden bir
hayvanı tazmin etsin. Öldürdüğüne eş değerde bir hayvanı kurban ederek,
Kâbe’nin fakirlerine sadaka olarak dağıtsın. Öldürdüğü hayvana hangi cins
hayvanın denk olacağı konusunda içinizden iki âdil hakem karar versin.
Böylece
Allah’ın bir yasağını çiğneyen kişi yaptığı işin vebalini yüreğinde hissetmiş ve
Rabbine tevbesini gerçekleştirmiş olsun. Eğer öldürdüğü hayvanın dengini
bulamazsa öldürdüğü hayvanın değerini takdir ederek o miktar yiyecek satın alıp
fakirlere dağıtsın. Ve ihramın hürmetini ihlâl etmesinin karşılığı olarak bir
gün de oruç tutması gerekmektedir. Âlimlerimizden kimilerine göre böyle yapan
kimse bu sa-yılan cezaların tamamını yerine getirmek zorundayken, kimilerine
göre bu sayılanlardan sadece bir tanesini yerine getirmesi yeterlidir. Ve Allah
bu haram yasasının belirlenmesinden önce öldürdüğünüz hay-vanlardan dolayı
meydana gelen günahlarınızı affetmiştir.
96. “Deniz avı ve onu yemek size
de, yolculara da, geçimlik olarak helâl kılınmıştır. İhramlı bulunduğunuz sürece
kara avı size haram kılınmıştır. Huzuruna toplanacağınız Allah'tan
sakının.”
Deniz avı, sularda yapılan
avlanmalar ve onlarla beslenme sizin için helâl kılınmıştır. Deniz avı size de,
yolculara da geçimlik olarak helâl kılınmıştır. İster ihramlı olun isterse
ihramsız olun balık ve benzeri yenilebilen deniz hayvanlarını avlamak ve yemek
size helâl kılınmıştır. Ama ihramlı olduğunuz sürece kara avı size yasak
kılındı. Kıyamet günü huzuruna toplanacağınız, yargılarına boyun bükeceğiniz,
hayatınızın hesabını kendisine ödeyeceğiniz Allah’tan takvalı olunuz.
Hayatınızı Allah için yaşayınız. O’nun yasalarına riâyet ediniz.
97,98. “Allah, hürmetli ev
Kâbe’yi, hürmetli ayı, kurbanı, boynu tasmalı kurbanlıkları insanların faydası
için ortaya koydu. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın
şüphesiz her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir. Allah'ın azabının şiddetli
olduğunu ve Allah'ın bağışlayan, merhamet eden olduğunu
bilin.”
Allah Kâbe’yi tüm insanlık için
kıyam mahalli, kıyam sembolü kılmıştır. Kâbe yeryüzünün en eski ve en sade
binasıdır. Kâbe ilk insan Hz. Adem’den beri vardır yeryüzünde. Beyt’ül’ Mamur’a
muâdil olarak yeryüzünde inşa edilmiş ilk ev. Tüm insanlık için hidâyet olan,
tüm insanlığa yol gösterici olan, izzet ve şeref kazandırıcı olan özgürlük
evidir, istikrar yeridir, emniyet makamıdır, Allah’a kulluk nişanesidir, kıyam
sembolüdür Kâbe. Bir mahşer provası, bir kıyam maketidir
Kâbe.
Arkadaşlar, Kâbe’nin kıyam mahalli
oluşunu, kıyam sembolü oluşunu nasıl anlayacağız? İslâm literatüründe kıyam
bugünkülerin anladığı manada ihtilal değildir. Kıyam aslında böyle dar bir
kelimeyle ifade edilemez. Çünkü kıyam kelimesi tüm ihtilalleri, tüm inkılapları
içinde barındıran çok daha kapsamlı bir ifadedir. Hani namazın kıyamını
biliyoruz. Kıyam namaza doğrulmak, namaza ilk kalkıştır. Pekiyi namazdaki
kıyamın hedefi nedir? Kıraati gerçekleştirmek içindir, sonra rüku ve secdeyi
gerçekleştirmek içindir.
Yâni
namazdaki kıyam Allah’ın tüm emirlerini gerçekleştirmeye hazır oluştur. Bu işin
başlangıcı olarak ta “Allahu Ekber”i gerçekleştirmektir. Allah en büyüktür.
Hayatın tümünde sözü dinlenecek, arzuları gerçekleştirilecek, yasaları
uygulanacak, hayata egemen olacak en büyük Allah’tır. Bunu diyerek ayağa
doğrulan kişi emret ya Rabbi, tüm emirlerini, tüm arzularını yerine getireceğim,
ben şu anda buna hazırım diyor.
İşte
Rabbimiz Müslümanlar için hayatın düzenleme merkezi, kıyam merkezi olarak
Kâbe’yi belirlediğini haber veriyor. Bundan başka haram ayları, kurban'ı, boynu
tasmalı kurbanlıkları insanların faydası için ortaya koydu. Bu, Allah'ın
göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın şüphesiz her şeyi bilen
olduğunu bilmeniz içindir. Öyleyse Allah'ın azabının şiddetli olduğunu ve
Allah'ın bağışlayan, merhamet eden olduğunu bilin.
99. “Peygamberin görevi sadece
tebliğ etmektir. Allah sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de
bilir.”
Bilesiniz ki peygamberin görevi
sadece risâleti size tebliğ edip ulaştırmaktır. Ve o gerçekten bu görevini
eksiksiz olarak yapmış, Rabbinin mesajını size tebliğ etmiş, Rabbinin sizden
istediği kulluğu şahsında örneklemiştir. Artık hiç kimsenin ne yapalım kulluk
yapacağız ama bunun usulünü bilmiyoruz, Rabbimizi razı edeceğiz ama O’nun bizden
neleri istediğini bilemiyoruz, önümüzde bir kulluk örneğimiz yoktur diyerek
mâzeretlerin arkasına saklanmaya hakkı kalmamıştır. Kitap ortada, kulluk örneği
ortadadır ve Allah sizin gizlediklerinizi de, açığa çıkardıklarınızı da
bilmektedir. Hiçbir şeyimiz asla O’na gizli kalmaz. Kim ne yapmışsa, nasıl bir
hayat yaşamışsa Allah ona eksiksiz olarak yaptıklarının karşılığını
verecektir.
100. “Ey Muhammed! De ki: "Helâl
ile haram, haram şeylerin çokluğundan hoşlansan bile, eşit değildir. " Ey akıl
sahipleri, Allah'tan sakının ki kurtuluşa
eresiniz.”
Ey peygamberim, de ki pisle temiz asla
bir olmaz. Tayyib olanla habis olan hiçbir zaman bir olmaz. İtaatle isyan asla
bir olmaz. Îmanla küfür, mü’minle kâfir, iyi kimseyle kötü kimse, iyi bir amelle
kötü bir amel, haramla helâl asla bir olmaz. Haramın, habisin, kötünün, pisin
çokluğu hoşunuza gitse de helâlle haram, pisle temiz hiçbir zaman bir değildir.
Yeryüzünde haramlar helâllerden,
kötüler iyilerden, habisler tayyiplerden daha çok olabilir. Boncuk elmastan
daha çoktur. Bakır altından daha çoktur. Isırgan dikeni gülden daha çok, hayvan
insandan daha çok, cahil âlimden daha çok, fâsık salihten daha çok, kötü iyiden
daha çok, kâfir mü’minden daha çok olabilir. Haram helâlden daha çok olabilir.
Haramın çokluğuna aldanıp helâle tercih edilmemelidir. Pisin çokluğuna aldanıp
temize tercih edilmemelidir.
Allah diyor ki sakın haramın çokluğu hoşunuza
gidip harama yönelmeyin. Bir kilo temiz et bin kilo kokmuş etten daha iyidir.
Haramın çokluğu hoşunuza gitse de siz yine helâlleri tercih edin. Bir tek
mü’min milyarlarca kâfirden daha iyidir. Bir tek salih amel milyonlarca salih
olmayan amelden daha hayırlıdır. Yapılan ameller habisse, bidatse onlardan
zerre kadar bir hayır beklemeyin. Fâiz alayım da şu şu hayırlı hizmetleri ifa
edeyim demeyin. İslâm dininde ona para da denmez, o hizmete hizmet de denmez.
Dünyanın, fâniliğin, sonluluğun, bedbahtlığın çokluğu hoşunuza gitse de değer
vermeyin onlara. Bir vakit namazın tüm dünya ve içindekilerden Allah katında
daha değerli olduğunu unutmayın.
101,102. “Ey İnananlar! Size
açıklanınca hoşunuza git-meyecek şeyleri sormayın. Kur’an indirilirken onları
sorarsanız size açıklanır, (ama üzülürsünüz). Allah sorduğunuz şeyleri
affetmiştir. Allah, bağışlayandır, Hâlimdir. Sizden önce bir millet onları
sormuştu, sonra da onları inkâr etmişlerdi.”
Ey mü’minler, açıklandığı zaman
sizi zarara sokacak, sizi üzecek, size ağır yükümlülükler getirecek yersiz,
gereksiz ne dininizi ne dünyanızı ilgilendirmeyen konularda peygambere soru
sormayın. Ben size bu sûrenin 99. âyetinde peygamberin fonksiyonunu, görevini
anlattım. Ona göre hareket edin diyor Rabbimiz. Yâni böyle olur olmaz her şeyi
sorup durmayın peygambere. Açıklanınca bıkıp usanacağınız şeyleri niye
soruşturup duruyorsunuz? Meselâ âyetin sebebi nüzûlüyle alâkalı anlatılır ki
Allah’ın Resûlü size haç farz kılındı buyurunca: Sahâbeden birisi: “Her yıl mı
haccedeceğiz ey Allah’ın Resûlü?” diye ısrar etmeye başlamış. Allah’ın Resûlü:
“Şâyet evet deyiverseydim her sene sizin
üzerinize haccetmek farz olacaktı ve siz de buna güç yetiremeyecektiniz. Ben
sizi kendi halinize bıraktığım ve tafsilat vermediğim müddetçe sizler de beni
kendi hâlime bırakın. Açıklama yapmamı istemeyin, sual sormayın. Çünkü sizden
evvelkileri peygamberlerine çok soru sormaları ve bunun neticesi olarak da
peygamberlerine muhalefette bulunmaları helâk etmiştir.”
Buyurdu. Çünkü biliyoruz ki
cumartesi yasağını yahudiler kendileri istediler ama gereğini de yerine
getiremediler. Kendi istekleriyle gelen bir sorumluluğun altından kalkamadılar.
Arkadaşlar, Rasulullah Efendimizin
kendisine soru soran sahâbeye karşı ben evet deyiversem her yıl size hac farz
olacak ifadesinden anlıyoruz ki Rasulullah’ın emretme ve yasaklama yetkisinin
olduğunu göstermektedir. Zaten peygamberin peygamber oluşunun hikmeti de
buradadır. Ve bizim peygambere îmanımızın anlamı da işte budur. Peygamber
söyledikleriyle yaptıklarıyla Allah’ın istediği kulluğun yasal
örneğidir.
Rabbimiz buyurur ki ey mü'minler, size
açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kur’an indirilirken onları
sorarsanız zaten onlar size açıklanır. Yâni anlıyoruz ki bu soru sorma yasağı o
dönem için geçerlidir. Kur’an’ın nâzil olduğu dönem için böyle bir şey
geçerlidir. Tabii lüzumlu sorular için söyledim bunu. Değilse lüzumsuz sorular o
dönem için de bu dönem için de geçerlidir. Çünkü Rasu-lullah döneminde vahiy
geliyordu ve sorulacak sorulara Rabbimiz zaten vahiyle cevap verecekti. Onun
içindir ki Kur’an nâzil olup dururken soru sormayın deniliyordu.
Yâni fazla soru sormayın, ben bir
şey derim ya da Allah bu ko-nuda yeni bir hüküm indiriri de size ağır gelir diye
yasaklıyordu. Ama şimdi, şu devirde artık bu böyle değildir. Kur’an nâzil olup
bittiğine göre bizi ilgilendiren şeyler anlatılmıştır onda. Biz bizi
ilgilendiren, kulluğumuzu ilgilendiren konuları soracağız, araştıracağız. O
konuda bir âyet ve ya bir hadis bulmuşsak daha başka âyet ve hadisleri de
bulmaya çalışacağız. O konuyu sahâbe nasıl anlamışsa, o konuda selef ne demişse
bunları öğrenmeye çalışacağız ama kulluğumuzu ilgilendirmeyen şeyleri
kurcalamak abestir artık.
Meselâ bir defasında çevresindekiler
çok lüzumsuz sorular sorarak Allah’ın Resûlünü öfkelendirirler. Onların bu
densizlikleri karşısında Allah’ın Resûlü son derece gazaplanır ve; “Haydi
sorun! Ne soracaksanız sorun! Vallahi kıyamete kadar ne olacaksa sorun
söyleyeceğim!” der. Oradakilerden birisi; “Ey Allah’ın Resûlü, benim babam
kimdir?” diye sorar, Allah’ın Resûlü; “Baban falandır” der. Baba bildiğinin
dışında bir isim söyler. Bir başkası başka bir şey sorar nihâyet Hz. Ömer
Efendimiz durumun çok kötüye gittiğini ve Rasulullah’ın çok gazaplandığını
görünce ileri atılır ve: “Ey Allah’ın Resûlü, anamız babamız sana kurban olsun,
biz fitneden yeni çıkmış bir toplumuz, kusurumuza bakma, bizi affet” diyerek
Rasulullah’ı teskin eder.
Evet, Rabbimiz buyuruyor ki Allah
bundan önce sorduğunuz şeyleri affetmiştir. Allah Bağışlayandır, Hâlimdir.
Sizden önce bir millet onları sormuştu, sonra da onları inkâr etmişlerdi. Sizden
öncekiler de peygamberlerinden bu tür sorular sormuşlardı, peygamberlerinden bu
tür şeyler istemişlerdi de sonra da sorduklarının, istediklerinin altından
kalkamayarak bu yüzden hakkı inkâra kadar gitmişlerdi. Unutmayın ki siz
usanmadıkça Allah asla usanmaz buyuran Rasulullah Efendimiz bu konunun önemine
şöyle dikkat çeker:
“Müslümanlar karşısında en büyük
suçlu bir şey haram değilken sorusu sebebiyle bir şeyin haram kılınmasına sebep
olan kimsedir. Bazı şeyler konusunda Allah susmuştur. Ama bu susuşu unuttuğundan
değildir. O halde Allah’ın sustuğu şeyleri
kurcalamayın.”
103.” Allah, kulağı çentilen,
salıverilen, erkek dişi ikizler doğuran, on defa yavrulamasından ötürü yük
vurulmayan hayvanların adanmasını emretmemiştir; fakat inkâr edenler Allah'a
karşı yalan uydururlar ve çoğu da akletmez-ler.”
Allah, bahiyra, sâibe, vasile ve
ham diye bir şeyi meşru kılma-mıştır. Haram helâl yasalarını, hayatın programını
belirlemeye yönelik bir cahiliye yanlışını daha düzeltmek üzere gelmiş bir âyet.
Cahiliye âdetine göre eğer bir deve beş defa doğurur ve beşincisinde de erkek
yavru doğurmuşsa bu deveye Bahira adını verirler ve onu serbest bırakırlar,
üzerine özel bir işaret vererek, kulaklarını yarıp en yaparak salıverirlerdi.
Ona binmeyi, sütünü sağmayı, bir işte kullanmayı ve kesip etini yemeyi yasak
ederlerdi. Bir bakıma ona bir dokunulmazlık, bir kutsiyet izafe ederlerdi. İşte
bahire budur.
Saibe de
yolculuğa çıkan bir kimse eğer şu yolculuğumdan sağ sâlim dönersem veya
hastalanan bir kimse eğer şu hastalığımdan kurtulursam şu devem saibe olsun,
serbest olsun der ve o deveden yararlanmayı kendisine haram kılardı. Bir şükür
ifadesi olarak onu serbest bırakıverirdi.
Vasile de
bir koyun eğer dişi doğurursa o kendilerinin, erkek doğurursa da o ilâhlarının
olurdu. Eğer bu koyun bir erkek ve bir de dişi olarak ikiz doğurursa o zaman da
bu koyun kardeşini kurtardı diyerek erkeği ilâhları adına kesmekten
vazgeçerlerdi. Bir bâtıl inanış olarak dişiye olan bakışlarının bozukluğu
sebebiyle erkeği de değersiz görüyorlardı. Ham da bir erkek devenin sulbünden on
deve meydana gelmişse o deve de kutsallaştırılırdı.
Yâni kendi
hevâ ve hevesleriyle eşyaya kutsiyet izafe etme bâtılı içine düşüyorlardı.
Eşyaya kutsiyet izafesi, eşyada uğursuzluk gör-me yanılgısı ve eşyanın misyonuna
müdahale bâtılı. Bunların tamamı bâtıldır ve İslâm gelişiyle insanlar
arasındaki tüm bu bâtılları kaldırmıştır.
Çünkü ne
kutsaldır, ne değildir? Bunu belirleme yetkisi sadece Allah’a aittir. Allah’ın
kutsal kılmadıklarını kutsallaştırmak, eşyayı Allah’ın istemediği şekilde
değerlendirmek, Allah demediği halde onlarda uğursuzluk görmek, eşyayı Allah’ın
istemediği yerde kullanmak Allah’a karşı işlenmiş bir
zulümdür.
Allah kulları adına aldığı kararlarıyla
hep kullarının menfaatini murad ettiği halde kullar akılsızca Allah’ın değer
yargılarını bir kenara bırakıp kendi kendilerine değer yargıları geliştirmeye
çalışıyorlar. Kâfirler Allah’a demediği konularda yalan iftira ediyorlar. Bize
bunları Allah emretti diyerek Allah’a iftira ederlerken akıllarını
kullanmıyorlar. Böylece bilgisizce düştükleri yanılgılarla kendi kendilerini
zora sokuyorlar, sıkıntılara sokuyorlar. Kutsal olmayana, istifadelerine
sunulana kutsiyet atfederek, uğursuz olmayana uğursuzluk izafe ederek eşyayla
ilişkilerini menfi bir şekilde bozuyorlar. Kimi kutsiyet atfettikleri eşyaya
karşı, uğursuzluk atfettikleri şeylere karşı gereksiz korkular içine
düşüyorlar.
104. “Onlara, “Gelin Allah'ın
indirdiği Kitaba ve peygambere uyun.”
dendiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” derler; ya
ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler
idiyseler?”
Bu sapıklara gelin helâl haram
sınırlarını belirleme konusunda, kutsal, kutsal olmayanı tespit konusunda, hak
bâtıl belirleme konusunda, hayatın programını tespit konusunda Allah’ın
kitabına ve o kitabın pratik örneği olan Resûlünün sünnetine müracaat edelim,
Allah tüm hayat konusunda ne buyurmuşsa peygamber örnekliğinde anlayalım, kabul
edelim ve uygulayalım dendiği zaman o akılsızlar derler ki biz atalarımızı neyin
üzerinde bulmuşsak o bize yeter. Atalarımızın dini, yolu, hayat programı bize
yeter, derler.
İşte
yukarda anlatılan davranış bozukluklarının sebebi budur. Allah dini karşısında
atalar dinini, Allah yolunun karşısında atalar yolunu savunuyorlar. Rabbimiz
buyuruyor ki, ya onların ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yolda olmayan
kimselerse? Halbuki hakkın, doğrunun, hidâyetin kaynağı atalar değil vahiydir.
Doğrunun ölçüsü kitap ve sünnettir.
Ama işte Allah’ı tanımayan, Allah’ın
gönderdiği dinden habersiz bir hayat yaşayanlar hiçbir delile dayanmaksızın,
akıllarını hiç kullanmaksızın sadece bir atalar izi takip ederek körü körüne bir
taklidin peşine takılıyorlar. Uydukları şeylerde araştırma, inceleme, düşünme
yapmadan ataların, dedelerinin kutsal mirasını kendileri için yeterli
görmektedirler. Atalarının mirası onlar nazarında o kadar kutsal ki onu
araştırma gereği bile duymadan kabulleniyorlar. Körü körüne bir taklit yolunu
takip ediyorlar. Bakın Rabbimiz böyle akılsızları uyararak buyuruyor ki sizler
ey akılsızlar körü körüne takip ettiğiniz atalarınızın kimlikleri, kişilikleri,
aklî düzeyleri ve gidişatları üzerinde hiç ciddi ciddi düşündünüz mü? Atalarınız
doğru yoldalar ise tamam onlara uymanız caizdir.
Ama ya onlar hiçbir şey bilmeyen,
Kur’an ve sünnetten habersiz bir hayat yaşayan insanlarsa? İşte bunu Kitap ve
sünnet ışığında değerlendirmelerini istemektedir. Çünkü kıstas vahiydir. Vahye
uyanlar doğrudur, vahye mutabakat etmeyenler kimden intikal ederse etsin
bâtıldır.
Öyleyse bir şeye tabi olma
konusunda eskilik, yenilik, veya atalar yolu olup olmaması önemli değildir.
Önemli olan onun Allah’ın hükmüne uygun olup olmamasıdır.
105. “Ey İnananlar! Siz kendinize
bakın; doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar vermez. Hepinizin dönüşü
Allah'adır. İşlemekte olduklarınızı size haber
verecektir.”
Ey îman edenler siz kendinize
bakın. Siz kendinizden sorum-lusunuz. sahâbe-i kiram efendilerimiz diyor ki eğer
Kur’an’da bu âyetin dışında başka hiçbir âyet inmemiş olsaydı bu âyet bize
yeterdi. Siz kendinize bakın. Kıyamete kadar tüm zaman birimlerinde yaşayacak
mü’min kullarına sesleniyor Rabbimiz. Siz kendinize bakın. Ne fidye, ne torpil,
ne şefaat, ne iltimas olmadığı bir günde siz kendinizi kendiniz
kurtaracaksınız. O gün insanlar kendilerini Allah’ın cehenneminden
kurtarabilmek için dünyalar dolusu fidyeler vermek isteyecekler ama bu onlardan
kabul edilmeyecek. Kimin malını kime veriyorlar da?
Öyleyse
sizler kendinizi Allah’ı razı edecek Müslümanca bir hayatla kurtarmaya bakın, o
gün kimsenin kimseye bir faydası olmayacaktır. Herkes, hepiniz o gün sadece
yaptıklarıyla karşı karşıya geleceksiniz. Gerçi Rasulullah Efendimiz kişinin
öldükten sonra da kârda olacağını, geriye bıraktıklarından, salih evlât,
sadaka-i câriye, istifade edilen hayırlı bir ilim, hayırlı bir çığır gibi
unsurlardan da faydalanacağını anlatır. Ama tabii bu birinin yaptıklarından bir
başkasının faydalanması anlamına değil, kendisinin bizzat iyi bir iş
yapmasındandır. Çünkü Allah’ın istediği gibi inanıp, O’nun istediği gibi bir
hayat yaşamayanlar geriye bıraktıklarından istifade edemeyeceklerdir.
Madem ki ben beni kurtaracakmışım, ben
benden sorumluy-muşum öyleyse ben hemen dağa çıkmalıyım. İnsanlardan
uzaklaşmalıyım. Çoluk çocuğumu terk edip insanlarla ilgilenmemeliyim. Hayır,
yanlış. Çünkü ben beni kurtarırken insanlara, çevreme tavrım, tebliğim,
ilişkim, hayatımın her bir bölümü aynen kulluk örneğim gibi olmalıdır. O nasıl
bir hayat yaşamışsa ben de öylece yaşayarak ancak kendimi kurtarabilirim. Çünkü
insanlardan uzaklaşıp münzevi bir hayata çekildiğim zaman benim kendi kendime
yapabileceğim çok az İslâmi görev vardır. Zikir, tefekkür gibi. Öyle değil mi?
İslâm tek başına yaşanacak bir din değil ki. İslâm’ın diğer hükümleri cemaatle
yaşana-bilecek hükümlerdir. Namaz kılacağız cemaatle, zekât vereceğiz kendi
kendimize değil birilerine, yalan söylemeyeceğiz birilerine gibi.
Öyleyse biz
kendimizi kurtarırken elbette birlilerinin kurtuluşu-na da sebep olacağız. Ama
kimi peygamberler gibi hanımlarımızı bile kurtaramamışsak o zaman da biz bize
düşeni yaptıktan sonra hiç üzülmeyeceğiz. Biz hidâyette olduğumuz sürece onların
bize hiçbir zararları olmayacak. Unutmayacağız ki kar ya da zarar, galibiyet ya
da mağlubiyet sadece dünya şartlarına göre hesap edilmez. Öyle olmuş olsaydı
950 yıl çırpındığı halde 30,40 kişiyi Müslüman yapabilmiş olan Nuh (a.s)
kaybetmiş olacaktı. Veya testere ile kesilip şehid edilen Yahya (a.s) zarar
etmiş olacaktı.
Ey mü’minler, siz kendinize bakın. Eğer
sizler hidâyette iseniz, doğru yolda iseniz sapanların, sapıtanların size hiçbir
zararı dokun-maz. Siz Allah’ın istediği bir hayatın sahibi olduğunuz sürece
sapanlar, sapıtanlar evinizin içinde bile olsa, babalarınız, analarınız,
hanım-larınız, çocuklarınız bile olsa size bir zararları dokunmayacaktır. Sakın
ha sapıklığınıza, İslâm dışı bir hayatın adamı oluşunuza etrafınızı mâzeret
göstermeyin. Ne yapayım, iyi bir Müslüman olacağım, ama işte toplum şöyle, ailem
böyle, müdürüm böyle diyerek kendi yamukluğu-nuzu örtmeye çalışmayın. Fâtır
sûresinde de Rabbimiz peygamberini aynı konuda uyarıyordu. Bulabilirsem âyeti
bulayım inşallah:
“Ey peygamberim Artık onlara üzülerek
kendini harap etme; Allah onların yaptıklarını şüphesiz
bilir.”
(Fâtır 8)
Allah böyle sapmak isteyenleri,
iradelerini sapmadan yana kullananları saptırır, hidâyet bulmak isteyenleri de
hidâyetine erdirir. Öy-leyse ey peygamberim, sen böyleleri hakkında asla bir
üzüntüye kapılma. Böyleleri için sakın kendini yıpratma. Onların yola
gelmeyişleri karşısında, kötülükte direnmeleri karşısında üzülme, yoluna devam
et. Unutma ki Allah onların yaptıklarından haberdardır ve yaptıklarını onların
yanına bırakmayacaktır. Sen hiç üzülme. Şüphesiz Rabbin iyiyi kötü, kötüyü de
iyi görecek değildir. Onlar hiçbir zaman ne bu dünyada, ne de âhirette îman edip
salih ameller işleyen mü’minlerin ulaştıkları mükafatlara ulaşamayacaklardır.
Bir gün gelip Allah belâlarını verecektir onların. Çünkü hepinizin dönüşü
O’nadır. Hepiniz tek tek O’-nun huzuruna varacak ve yaptıklarınızın hesabını
O’na ödeyeceksiniz. Orada hiçbir mâzeretiniz geçerli olmayacak. Akıllarınızı
kullanmayarak atalar dinine, atalar yoluna tabi olmanız da sizi
kurtaramayacaktır.
106. “Ey İnananlar! Ölüm birinize
geldiği zaman vasiyet ederken içinizden iki âdil kimseyi; şâyet yolculukta olup
başınıza da ölüm musîbeti gelmişse, namazdan sonra alıkoyacağınız,
şüpheleniyorsanız, "Akraba bile olsa yeminle hiçbir değeri değiştirmeyeceğiz,
Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz, yoksa şüphesiz günahkârlardan oluruz."
diye yemin eden sizden olmayan iki kişiyi şahit
tutun.”
Ey mü’minler, sizden birine ölüm
yaklaştığı zaman vasiyet yaparken şahitler bulundurun. Vasiyet ederken
içinizden iki âdil şahit tutun. Yolculuk esnasında ölüm başınıza gelirse
namazdan sonra bir haksızlığa imkân vermemek için vasiyetinize şahit tutacağınız
kimselere şöylece yemin ettirin: Bizler akraba bile olsalar Allah için
verdiğimiz bu yeminlerimizi değiştirmeyiz. Çünkü eğer bu şahitliği gizlersek biz
kesinlikle günahkârlardan oluruz. Şahitliğimiz akraba aleyhine de olsa onlar
hatırına haktan vazgeçmeyiz. Bizler asla Allah’ın şahitliğini
değiştirmeyeceğiz, gizlemeyeceğiz diye yemin eden sizden olmayan iki kişiyi
şahit tutun. Buradan anlıyoruz ki adâletin gerçekleşmesi, hak-kın yerini bulması
için şahitlerin kimlikleri de önemli değildir. Adâlet dinsel aidiyetten daha
önceliklidir.
107. “Eğer bu şahitlerin günah
işlemiş oldukları ortaya çıkarsa ölene daha yakın hak sahibi diğer iki kişi
bunların yerine geçer ve “Bizim şahitliğimiz ikisininkinden de daha doğrudur,
biz aşırı gitmedik, yoksa şüphesiz zulmedenlerden oluruz." diye Allah'a yemin
ederler.”
Ama sizin vasiyetinize şahit olan
bu iki kişi yemin ettikten sonra hainlikleri, yalancılıkları ortaya çıkmışsa,
günahkâr oldukları anlaşılmışsa o zaman terekede hak sahibi olan ölenin
varislerinden iki kişi o iki şahit yerine şahitlik etsin. Tabii bunlar mirasa
hak kazanların en lâyıklarından olmalıdır.
Ve bu iki
şahit Allah adına yemin etsinler. Desinler ki bizim şahitliğimiz Allah katında
onlarınkinden daha doğru, dinlenmeye, itibara alınmaya daha lâyıktır, çünkü
onlar, o bizden önce şahit tutulanlar hainlik ettiler. Ama bizler onlar hakkında
hainlik etmekle onlara zulmetmedik, biz onlar aleyhine yalan söylersek o zaman
zâlimlerden oluruz.
108. “Bu, şahitliği gerektiği
gibi yapmalarını veya yemin-lerinden sonra yeminlerin kabul edilmemesinden
korkmalarını daha iyi sağlar. Allah'tan sakının, dinleyin, Allah fâsık kimselere
yol göstermez.”
İşte bu hüküm onların gerçeği
değiştirmeden, hakkı gizlemeden olduğu gibi şahitlik etmeye veya kendilerinden
sonra bir başkasının yemin etmesi insanların yeminlerini reddederek rezil bir
duruma düşmekten korkmalarını sağlaması açısından daha uygundur. Evet demek ki
işte böylece şahitlik meselesinin üzerinde ciddi ciddi durulması yeryüzünde
adâletin gerçekleştirilmesi içindir. Çünkü insanlar arasında adâletin tesis
edilmesi evvel emirde şahitlerin dürüstlüğüne bağlıdır. O halde ey Allah kulları
bu konuda, her konuda muttaki olun. Allah’a karşı sorumluluklarınızın bilinciyle
hareket edin. Rabbinizin her an sizi görüp gözettiğini unutmayın. Kesinlikle
bilesiniz ki Allah kendisine itaatten çıkan, istediği gibi hareket etmeyen
kimseleri rahmetine ve cennetine ulaştırmaz.
109. “Allah peygamberleri
topladığı gün, “Size ne cevap verildi?” der; onlar, “Bizim bir bildiğimiz
yoktur, doğrusu görülmeyenleri bilen ancak sensin.”
derler.”
Siz bilirsiniz. Yaşadığınız bu dünya
hayatında ister Rabbinize kulluğunuzun, takvanın bilinci içinde olun, isterseniz
de O’na, O’nun yasalarına itaatten çıkmış hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir
hayat yaşayan fâsıklar gibi davranın. Ama şunu asla unutmayın ki bir gün gelecek
Allah bu hayatın hesabını sormak üzere peygamberleri ve tüm mahlukâtı huzurunda
toplayacak. O gün elçilerine şöyle soracak: “Size ne cevap verildi?” Size ne
dendi? Sizler gönderildiğiniz toplumlarınız tarafından nasıl karşılandınız?
Nasıl bir mukabele gördünüz? Sizi nasıl karşıladılar? Size evet mi dediler,
yoksa hayır mı dediler? Size itaat mı ettiler, yoksa isyanda mı bulundular?
Sizin Benim örnek kullarım olduğunuza îman ettiler mi, yoksa ret mi ettiler?
Sizin gibi kul olma yoluna mı girdiler, yoksa keyiflerince yaşamaya mı
yöneldiler?
Veya ey peygamberlerim, sizler
gönderildiğiniz toplumlarınıza karşı vazifelerinizi yaptınız mı? Benim
âyetlerimi onlara anlattınız mı? Tebliğ ettiniz mi? Benim mesajımı onlara
duyurdunuz mu? Benim insanlardan istediğim kulluk konusunda onlara örneklikte
bulundunuz mu? Onlara gösterdiniz mi diyecek. Kasas sûresinde de aynı konu şöyle
anlatılır:
“O gün Allah onlara seslenir:
"Peygamberlere ne cevap verdiniz?” der.”
(Kasas
65)
Bu defa insanlara, o peygamberlerin
toplumlarına geliyor soru: Ey kullarım, Benim size gönderdiğim elçilerime ne
dediniz? Ne cevap verdiniz? Nasıl karşıladınız onları? Nasıl icabet ettiniz?
Neler dediniz onlara? Nasıl davrandınız onlara karşı? Evet herkes o gün ne
diyeceğini, nasıl cevap vereceğini şimdiden iyi düşünsün. Evet ya Rabbi ben
senin bana gönderdiğin elçini kulluk örneği bildim. Onu tanıma, onun sünnetini,
onun yaşam tarzını öğrenip aynen onun gibi olma yoluna girdim. Tüm hayatımda
adım adım onu takip ettim diyebilecek miyiz? Diyemeyecek miyiz? Bunu iyi
düşünelim. Peygamberle, peygamberin sünnetiyle, peygamberin hadisleriyle
ilgilenmeyen, peygamberden ve onun hayatından habersiz yaşayan bir adamın
elbette bunu diyebilmesi mümkün değildir.
Bir de unutmayalım ki bu kitabı
tanıdığımız kadarıyla peygamberin sünnetini tanıdığımız kadarıyla müslümanız ve
Rabbimizin sorularına cevap vereceğiz. Yâni ne kadar tanıyabildik peygamberi? Ne
kadar tanıyabildik onun sünnetini? Ya Rabbi senin peygamberin bize bir şey
demedi ki, biz ona bir cevap verelim. Bir şey sormadı ki o bize, biz ona cevap
verelim. Tat bir peygamber göndermişsin bize. Bizimle hiç konuşmadı. Bize hiçbir
mesaj ulaştırmadı. Bizim dinimizi bize o anlat-madı ki. Bizim dinimizi bize
babalarımız anlattı, hocalarımız anlattı, Ömer Nasuhi Bilmen anlattı. Biz
dinimizi onlardan öğrendik. Senin peygamberin zaten bizim dönemde gelmedi. Çok
önceleri gelmiş ve kendi toplumunu ilgilendiren sözler söylemiş, uygulamalarda
bulunmuş. Bizim onun ne dediklerinden haberimiz yoktu diyeceğiz herhalde. Çünkü
peygamberi tanımayan, peygamberin sözlerini, peygamberin uygulamalarını
tanımayan bir adam bundan başka ne diyebilir ki?
Öyleyse, gözünüzü dört açıp,
kulağınızı sekiz açıp şu sözümü iyi dinleyin. Başka kitapları tanımasak da olur,
diğer liderleri ve efendileri ve onların uygulamalarını tanımasak da olur, ama
bu kitabı ve peygamberin sünnetini tanımak zorundayız. Bunu asla hatırınızdan
çıkarmayın. Çünkü soru onlardan çıkmayacak. Onları tanıyıp tanımadığınızdan,
onları örnek alıp almadığınızdan sorulmayacaksınız. Peygamberinizi tanıyıp
tanımadığınızdan, onun sünnetini, onun hayatını, onun uygulamalarını tanıyıp
tanımadığınızdan, onun gibi yaşayıp yaşamadığınızdan sorulacaksınız. Bakın
Rasulullah Efendimiz kendisine sorulacak bu sorunun heyecanını iliklerine kadar
hissederek: “Ey ashabım, ben size tebliğ ettim mi? Ben size görevimi yaptım mı?
Ben size risâletimi ulaştırdım mı? Bu konuda yarın Rabbimin huzurunda bana
şahitlik yapar mısınız diye çırpınırken, bizler ne yapacağımızı, ne diyeceğimizi
çok iyi düşünmek zorundayız. Evet bakın o gün kendilerine sorulan bu soru
karşısında peygamberlerin verecekleri cevapları da şöyle
olacak:
Diyecekler ki; ya Rabbi, şüphesiz ki
senin ilminin yanında bizim bilgimiz bir hiçtir. Muhakkak ki sen tüm gaybların
bilicisisin. Bilginin kaynağısın sen. Sen bizim bildiklerimizi de
bilmediklerimizi de bilensin. Bizim gönderildiğimiz toplumlarımıza karşı
görevlerimizi yapıp yapmadığımızı, onların bizi nasıl karşıladıklarını en iyi
bilen sensin ya Rabbi. Bizler hayatta iken çağrımıza verilen cevapların,
karşımızda takınılan tavırların sadece zâhirîni bilebiliriz. Onların batınlarını
bilen ancak sensin ya Rabbi. Bize ve bizim senden getirdiğimiz mesaja müspet ve
menfi tavır takınanların içlerini, dışlarını, niyetlerini ve onlara karşı nasıl
muamele yapılacağını bilen ancak sensin ya Rabbi.
110. “Allah, “Ey Meryem oğlu Îsâ!
Sana ve anana olan nîmetimi an” demişti, “Seni Ruh’ul Kudüs'le desteklemiştim;
beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitabı, hikmeti, Tevrat'ı
ve İncil'i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona
üflemiştin de iznimle kuş olmuştu; anadan doğma körü, alacalıyı iznimle iyi
etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. İsrâil oğullarına belgelerle
geldiğinde, onlardan inkâr edenler, “Bu apaçık bir büyüdür” demişlerdi de Ben
onların sana zarar vermelerini önlemiştim.”
İşte burada o elçilerinden bir
tanesinin hayatından örnek su-nacak Rabbimiz. Ey Meryem oğlu Îsâ, sana ve anana
olan nîmetlerimi bir hatırlasana. Seni bir kelime olarak, bir yasa olarak
babasız yarattığımı hatırla. Yine hatırla ki seni Ruhu’l Kudüs ile destekledim.
Yahudiler bu babasız doğumunu bahane ederek tarih içinde seni veledi zinalıkla
itham ederek kirletmeye çalışsalar da sana tertemiz bir ruh verdik. Veya
buradaki Ruhu’l Kudüs Allah’ın sözleridir, yâni vahiydir. Rabbimiz vahyiyle Îsâ
(a.s)’ı desteklemiştir. Ya da bu Ruhu’l Kudüs Cebrâil (a.s) dır. Aslında tüm
elçilerine Cebrâil (a.s)’ı destek yaptığı halde kitabında sadece Îsâ (a.s) ın
zikredilmesi onun yaratılışındaki Cebrâil’in rolünden dolayıdır Allahu
Âlem.
Ve sen beşikte bir bebekken tıpkı
yetişkin birisi gibi insanlarla konuşuyordun. Sana bu gücü de vermiştik. Ya da
hem beşikte iken hem de yetişkin iken insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı ve
hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. Evet Rabbimiz Îsâ (a.s)’a kitabı,
Tevrat’ı, İncil’i, ve hikmeti öğretiyor. Hem yazı yazmayı, hem kitabı öğretiyor
ona, hem de bu kitabın pratiğini, yâni nasıl anlaşılacağını, Nasıl
uygulanacağını da öğretiyor. İncil Îsâ (a.s)’a veriliyor, bunu anlıyoruz da
acaba Tevrat’ın verilişini nasıl anlayacağız? Arkadaşlar böylece anlıyoruz ki
Rabbimiz Îsâ (a.s)’a verdiği İncil ile daha önce gönderdiği ve İsrâil
oğullarının bozup tahrif ettikleri Tevrat’ın aslını da ortaya koyuyordu. Çünkü
kitaplar ve peygamberler birbirlerini tasdik ederek
geliyorlardı.
Yine hatırla ki sen benim emrimle,
benim iznimle çamura kuş sûreti veriyor, sonra ona üfürdüğünde de Allah’ın izni
ve yardımıyla o bir kuş oluyordu. Yine benim iznimle görmeyen körlere, şifa
bulmaz alacalılara şifa veriyor, benim iznimle ölüleri diriltiyordun. Dikkat
ederseniz hep “Biiznî” “Biiznî” diyor Rabbimiz. Bunun sebebi bütün bu yapıp
ettiklerinden dolayı Îsâ (a.s)’ı tanrılaştırmaya çalışan, ona Allah sıfatlarını
yüklemeye çalışan hıristiyanları uyarmaktır. Bakın, dikkat edin bütün bunlar
Benim iznimle olmuştur uyarısında bulunmak içindir.
Yine hatırla ki ey peygamberim,
sen yahudilere risâletinin hak oluşu konusunda bu tür hüccetler, deliller,
mûcizeler getirdiğinde onlar seni öldürmeye teşebbüs etmişlerdi de Biz buna
mâni olmuştuk. Tüm bu açık mûcizeler karşısında bir peygamber inkâr etmek,
peygamber öldürmek vazgeçilmez huyu olmuş o hainler senin için: “Bu harikulade
olaylar apaçık bir sihirden başka bir şey değildir.” demişlerdi. Evet Rabbimiz
bu âyetleriyle Îsâ (a.s)’a hitap ederken aslında onu putlaştıranlara ve de onu
yalanlayanlara bir uyarıda bulunmaktadır anlıyoruz.
111. “Havarilere, “Bana ve
peygamberlerime inanın” diye bildirmiştim, “İnandık, bizim Müslimler olduğumuza
şahit ol" demişlerdi.”
Evet, yine hatırla ki, hatırlayın
ki Biz Havarilere vahyetmiştik. Hangi konuda? Bana ve elçilerime îman edin diye.
Onlar da Bizim sana bir lütfumuz olarak: İnandık ya Rabbi, bize emrettiğini
tasdik ettik ya Rabbi, bizim bu îman ve tasdiklerimizdeki samimiyetimize, Senin
emrine boyun büktüğümüze Sen şahit ol ya Rabbi demişlerdi. Biz inandık, biz
Müslüman olduk, biz teslim olduk sen buna şahit ol ey Allah’ım demişlerdi. Sen
şahit ol ki biz Müslümanlarız demişlerdi.
İşte Rabbimiz son derece açık ve net
bir biçimde anlatıyor ki Îsâ (a.s) Müslümandı, onun Havarileri de Müslümandı.
İşte Îsâ (a.s) nın ilk mü’minlerinin itirafları. Ey Rabbimiz, biz bize
indirilene inandık. Senin tarafından bize indirilen İncil’e, bize gönderilen
elçin Hz. Îsâ’ya îman ettik. Resûlün yoluna, Resûlün îmanına, Resûlün kulluğuna,
Re-sûlün teslimiyetine, Resûlün sünnetine tabi olduk. Sana ve kitabına îmanımızı
Resûlüne tabi olmakla ortaya koyduk. Biz elçinin bizden istediği tevhidi
kabullendik. Biz senden başka İlâh kabul etmeyen, senden başka kulluğa lâyık
varlık bilmeyen, elçilerinle seni karıştırmayan, elçilerine senin sıfatlarını
vermeyen, elçilerini ulûhiyet ve rubûbiyet makamına oturtmayan, onları sana
ortak görmeyen mü’minleriz.
Biz hem Rabbimiz ve İlâhımız olan
sana, hem de bizi sadece sana kulluğa çağıran elçilerine iftira etmeyenlerdeniz.
Ya Rabbi sen bu îmanlarımıza şahit ol diyorlar. İşte o Müslümanlar ve şu anda da
Îsâ (a.s)’a Allah’ın istediği biçimde îman edenler Müslümanlardır. Şu anda Îsâ
(as)’ı tanrılaştırmayıp Allah’ın kulu ve elçisi olarak ona îman edenler sadece
Müslümanlardır. Ne hıristiyanlar, ne de yahudiler ona Allah’ın istediği şekilde
inanmamaktadırlar.
112. “Havariler, “Ey Meryem oğlu
Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi de, “İnanıyorsanız
Allah'tan sakının” demişti.”
Havariler demişlerdi ki; “Ey
Meryem oğlu Îsâ, Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” Bu ifadeyi;
“Rabbin buna güç yetirebilir mi?” şeklinde anlayabileceğimiz gibi, “acaba Rabbin
böyle bir şeye razı olur mu?” Veya “Rabbin böyle bir şeyi murad buyurur mu?”
şeklinde de anlayabileceğiz. Ya da “Ey Îsâ, nasıl olur? Böyle bir şey uygun
mu? Sen böyle bir şeyi Rabbinden isteyebilir misin? Senin böyle bir şeye yetkin
var mı? Gücün yeter mi buna?” şeklinde de olabilir. Tabii bu anlayışları şunun
için demeye çalıştım. Yâni işte yukarıda anlattı Rabbimiz bu Havarilerin
îmanlarını ve teslimiyetlerini. Allah hakkında acaba Rabbinin böyle bir şeye
gücü yeter mi? Şeklinde bir ifadeyi kullanmaları hoş düşmeyecek gibi geldi bana.
Tabii kimileri bu olayın onların henüz îmanlarının tam oturaklaşmadığı bir
dönemde olduğunu söylemişler. Veya onların içinden kimi cahillerin bunu
söylediklerini iddia edenler olmuş. Onların bu isteklerine karşılık Îsâ (a.s)
da buyurdu ki eğer îman ediyorsanız Allah’a karşı saygılı olun. Allah’a karşı
konumuzun farkında olun, haddinizi bilin. Demek ki bu talep meşru değil. Ve
dikkat ederseniz böyle bir talebin yerine getirilip getirilmeyeceği konusunda
tek kelime bile söz edilmezken, sadece talebin meşru olmadığı vurgulanıp iş
bitiriliyor.
113. “Ondan yemeyi, kalplerinizin
kanmasını ve senin bize doğru söylediğini bilmeyi, ona şahit olmayı istiyoruz
dediler.”
Havariler
bu isteklerinde gerekçe olarak dediler ki, biz böyle bir sofra istemekle ondan
yemeyi ve kalplerimizin tatmin olmasını, yakîn bir îmanla doyuma ulaşmasını,
sükûnete ermesini istedik. Zerre kadar bir şüphe duymadan senin bize
söylediklerinin mutlak doğruluğunu bilmek için bunu istedik ey Îsâ dediler. Bir
de bu olaya şahit olmayanlara onun hakkında kesin bir bilgiyle şehâdette
bulunalım diye istedik bunu. Bizim böyle bir sofra istememizin sebebi işte
budur. Değilse ne Rabbimizden, ne O’nun gücünden, ne de peygamber olarak senden
bir şüphemiz oluşundan değil.
Arkadaşlar
bu tıpkı İbrahim (a.s)’ın şu ifadesi gibidir. Hani İbrahim (a.s); “Ya Rabbi,
ölüleri nasıl dirilttiğini görmek istiyorum.” demişti de Rabbimiz şöyle
buyurmuştu:
“İnanmıyor musun?” “Evet inanıyorum,
ama kalbim tatmin olsun için istiyorum.”
(Bakara
260)
Evet bakın bu soruyu soran bir Allah
elçisiydi. İnanmayan birisi değildi. Ve diyor ki bakın, inanıyorum ya Rabbi ama
istiyorum ki kalbim itminana kavuşsun. Yâni İbrahim (a.s) Rabbimizin bir görsel
âyetiyle kalbinin doyuma ulaşmasını istiyordu. Çünkü o insanları O Allah’a
îmana çağıracaktı. Konumu gereği, üslendiği görev gereği istiyordu bunu
Rabbinden. Önce bizi Allah’a kulluğa çağıran Allah elçisinin kalbi mutmain
olacaktı, tabii atamızın kalbi mutmain olunca da bizim kalbimiz mutmain
olacaktı. İşte burada da anlıyoruz ki Îsâ (a.s)’ın yanında onun misyonuna yardım
edeceklerine dair söz verip bu büyük görevi üslenen Havari dâvetçiler de böyle
bir görsel âyetle itminan istiyorlar. Bunun üzerine:
114. “Meryem oğlu Îsâ, “Allah'ım!
Rabbimiz! Bize ve bizden sonra geleceklere bayram ve senden bir delil olarak
gökten bir sofra indir, bizi rızıklandır, sen rızık verenlerin en
hayırlısısın"dedi. Allah, “Ben onu size indireceğim; bundan sonra kim inkâr
ederse, dünyalarda kimseye azap etmeyeceğim şekilde ona azap edeceğim”
dedi.”
Îsâ (a.s) dedi ki, ey Rabbimiz,
bize gökten bir sofra indir ki o bize ve bizden sonra gelenlere bir sevinç, bir
bayram, bir ferah günü olsun. Bir işaret olsun. Senin ve elçinin doğruluğuna,
hak oluşuna bir delil, bir hüccet olsun. Ey Rabbimiz bize rızık ver. Şüphesiz
rızık verenlerin en hayırlısısın diye dua etti. Bunun üzerine Rabbimiz şöyle
buyurdu: Ben onu size indiririm. Ben zaten onu size hep indiriyorum. Şu anda
tatlısıyla, tuzlusuyla, ekşisiyle, yağlısıyla yiyip içtiklerinizin tamamı
Bendendir. İşte şu anda yediğiniz önünüzde yemediğiniz arkanızda Benim
soframın, Benim nîmetlerimin içinde yüzüyorsunuz. Öyle değil mi? Şu önümüzdeki
sofralar kimden? Şu meyveler, şu seb-zeler, şu sütler, etler Allah’tan değil mi?
Allah vermiyor da kim veriyor bunları? Ama aslında insan eşyanın normal durumunu
mûcize olarak göremez de anormal durumunu mûcize olarak görüyorlar. Meselâ
yeryüzü sallanıp deprem olunca olağanüstü oluyor da yerin bizi düşürmeden
üzerinde tutuşu mûcize olmuyor. Güneşin tutulması olağanüstü oluyor da varlığı
olağanüstü olmuyor. Elma ağacının elma vermesi mûcize olmuyor da gökten bir
elmanın düşmesi mûcize oluyor. Hurmanın bizzat kendisinin varlığı, Allah
tarafından en güzel bir biçimde yatarılmış olması mucize olmuyor da, onun
üzerinde lafzatul-lahın yazılı oluşu mucize oluyor. Veya balın Rabbimizin
emriyle arılar tarafından meydana getirilişi mucize olmuyor da, onun peteğinin
üzerinde kelime-i tevhidin yazılmış oluşu mucize oluyor. Garip bir şey. İnsanlar
böyle şeylerin peşine düşüyorlar da Allah’ın kendileri için yarattığı, indirdiği
nimetlerini görmüyorlar, görmezden geliyorlar. Kendi yaptıkları
bilgisa yar aletini hamd ettikleri,
gündeme getirdikleri kadar Allah’ın akıl âyetini gündeme getirmiyorlar. Evet, Rabbimiz buyuruyor ki, ben onu
size indireceğim, ama benim böyle görsel bir âyetime şahit olduktan sonra,
gözlerinizle bunu müşahede ettikten sonra kim inkâr ederse, kim bunu örtecek,
örtbas edecek olursa, kim bu nîmete karşı nankörlük yapacak olursa kesinlikle
bilesiniz ki ona yeryüzünde hiçbir kimseye yapmadığım şekilde azap edeceğim.
Arkadaşlar, işte Allah’tan böyle bir görsel âyet istemenin, peygamberden böyle
bir mûcize istemenin tehlikesi buradadır. Allah’tan âyet isteyecekseniz bunun
sorumluluğuna da katlanmak zorundasınız. İstediğiniz cinsten bir âyet geldi mi
artık fatura da kesilmiş oluyor. Onun içindir ki kitabımızın pek çok yerinde
anlatıldığı gibi Allah’ın elçileri toplumlarını bu tür âyetler istemekten
menetmişler ve uyarılarda bulunmuşlardır. Pekiyi acaba sonuç ne oldu? Gerçekten
gökten bir sofra indirildi mi onlara? Arkadaşlar Kur’an bu konuda susmuştur.
Tirmizi’de gökten kendilerine et ve ekmekle donatılmış bir sofra indirildiğine
dair bir hadis görmüşsem de bu konuda sıhhatli bir bilgim yok. Gönderilmiş de
olabilir, Rabbimizin az önceki uyarısından sonra Havariler bu isteklerinden
vazgeçmişler de olabilir.
116,117. “Allah, “Ey Meryem oğlu
Îsâ! Sen mi insanlara Beni ve annemi Allah'tan başka iki İlâh olarak benimseyin
dedin? “demişti de, “Haşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer
söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen, benim içimde olanı bilirsin, ben
Senin içinde olanı bilmem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak Sensin” demişti, “Ben
onlara sadece 'Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin diye bana emrettiğini
söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahittim, beni
aralarından aldığında onları Sen gözlüyordun. Sen her şeye
şahitsin.”
Ve işte hıristiyanların sapak
noktalarını ortaya koyan bir Allah yasası. Rabbimiz Meryem oğlu Îsâ’ya soruyor:
Ey Îsâ beni ve anamı Allah berisinde, Allah dûnunda iki İlâh edinin diye sen mi
söyledin? Allah’ı bırakın da bana ve anama kulluk edin diye sen mi dedin
onlara? Kendinin ve ananın İlâhlığını sen mi iddia ettin? Sen mi dedin onlara
beni ve anamı tanrılaştırın diye? Sen mi işledin bu suçu?
Rivâyetlere bakılırsa bunu
Rabbimiz kıyamet günü bütün mahlukâtın önünde söyleyecek. O ortamda herkes var.
Îsâ (a.s)’ı tanrılaştıranlar, Ona tapınanlar da vardır.
Bakın
onların huzurunda Rabbimizin bu şekildeki sorusuna Îsâ (a.s)şöyle cevap verecek:
Ey Rabbim, hâşâ hâşâ hak olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Seni tenzih
ederim. Seni Sana lâyık olmayan sıfatlardan tenzih ederim. Ben hayatım boyunca
hep Seni tes-bih ve tenzih ettim. Ben hep Sana kul köle oldum. Kendim Sana kul
köle olurken bu insanları nasıl kendime ve anama kulluğa çağırabi-lirim? Şâyet
ben onu söylemişsem elbette Sen bilirdin. Hiçbir şey Sana gizli değildir. Sen
her şeyi bilensin. Sen benim zatımın hakikatini, içimi, dışımı, kalbimi,
niyetimi, içimdekileri bilirsin. Halbuki ben Senin zatının künhünü bilemem.
Senin ilmin olmuş ve olacak her şeyi kuşatmıştır.
Ben
hayattayken asla böyle bir şey demedim. Ama beni katına alıp hayatıma son
verdikten sonra bu adamların düştükleri bu yanılgılarına ben ne yapabilirdim ya
Rabbi? Onları görüp gözetleyen Sendin Allah’ım. Ben onlara ancak bana
emrettiklerini, bana vahy ettiklerini söyledim. Onlara beni ve sizi yaratan
Rabbimize kulluk edin, sadece O’nu dinleyin dedim. Ben de sizin gibi bir kulum
dedim. Benim sizden bir farkım yok dedim. Onların arasında bulunduğum sürece
yapıp ettiklerine şahit idim. Beni kendi katına çektikten sonra artık onların
ne yaptıklarına şahit ve gözetleyici ancak Sen oldun.
118. “Onlara azap edersen,
doğrusu onlar senin kullarındır; onları bağışlarsan, güçlü olan, hakim olan
şüphesiz ancak sensin.”
Ne hoş, ne güzel bir ifade değil
mi? Ey Rabbim, eğer bu yaptıklarından ötürü onlara azap edersen doğrusu onlar
senin kullarındır. Onları bağışlarsan güçlü olan, aziz olan, hakim olan ancak
sensin. Bu konuda yetki, onur, şeref, hikmet, bilgi sana aittir. Eğer onlara
azap edersen onlar senin kölelerindir, onların sahibi ve mâliki sensin. Onlar
hakkında istediğin gibi tasarrufta bulunabilirsin. O kullarını affedersen asla
sana itiraz edilemez. Kim hesap sorabilir sana?
Şu merhamete bakın Allah’ın
elçisindeki. Onlar senin kulların diyor, onları bağışlarsan kim karşı koyabilir
sana diyor. Ne güzel bir dua, ne muazzam bir edep depil mi? Bunu ancak Allah’ın
eğitip bize yasal örnek yaptığı bir peygamber söyleyebilir.
Rabbimiz
buyuruyor ki:
119,120. “Allah, “Bu, doğrulara
doğruluklarının fayda verdiği gündür; ebedî ve temelli kalacakları, altlarından
ırmaklar akan cennetler onlarındır. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da
Allah'tan hoşnut olmuşlardır, bu büyük kurtuluştur”dedi. Göklerin, yerin ve
onlarda bulunanların hükümranlığı Allah'ındır, Allah her şeye
Kâdirdir.”
Bugün kıyamet günüdür. Bugün
kıyam günüdür. Bugün sözlerine sâdık kalanların sadâkatlerinin karşılığını
görecekleri gündür. Bugün dosdoğru yolda olanların, sırat-ı müstakîmde
olanların, bugün Müslüman olanların, Allah’ın istediği gibi bir hayat
yaşayanların îmanlarının faydasını görecekleri gündür. Bugün, bugüne inanarak,
bugünün hesabı içinde bir dünya yaşayanların kurtulacakları bir gündür. Bugün
kim ne yapmışsa, nasıl bir hayat yaşamışsa amellerin karşılı-ğının tastamam
kendisine verileceği bir gündür. Bugün sâdıklar, îman iddialarında sadâkat
gösterenler, îman kaynaklı bir hayat yaşayanlar, îmanlarını hayatlarında
görüntüleyenler için zemininden ırmaklar akan, tahtı tasarruflarında ırmaklar
akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuş,
onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.
Doğruluklarından ötürü,
sadâkatlerinden ötürü, dünyada Allah-tan, Allah’a kulluktan, Allah’ın istediği
hayatı yaşamaktan, Allah’ın emir ve yasaklarından razı oldukları için Allah da
onlardan razı olmuş-tur. Bir ömür boyu Allah’ı razı etmeye çırpınışlarından
ötürü Allah onlardan razı olmuştur. Şimdi onlar da Rablerinin kendilerine
lütfettiği cennetlerden razı olmuşlardır. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ındır. Göklerin ye yerin mülkü O’na aittir. Göklere ve yere egemen olan
O’dur. Her şey O’nun dilemesi altındadır. Kullarından dileyenlere, dileklerini
onayladıklarına akla hayale gelmedik cennetler ve mükafatlar vermeye Kâdirdir O.
Rabbim bizi de o kullarından eylesin. Velhamdü lillahi Rabbil
Âlemin.
allah razı olsun sizden biraz uzun olmuş ama yinede çok guzel
YanıtlaSilSadakallhul azım.
YanıtlaSil