Ey iman edenler, Allah için şahitliği
ayakta tutun. Allah için şahitliği ikâme edip ayağa kaldırın. Allah için
adâletle şahitliği dimdik ayakta tutun. Allah için şehâdetinizde adâletten
ayrılmayın. Allah için adâleti tam yerine getirerek Allah’a şahitlik edenlerden
olun. Hayatınızda İslâm’ı öyle güzel yaşayın ki, öyle bir adâlet örnekleyin ki,
öyle âdil bir Müslümanlık sergileyin ki varlığınız Allah’a, Allah’ın varlığına
şahit olsun. Sizi görenler sizin şahsınızda, sizin hayatınızda Allah’ı
hatırlasınlar. Bu kesimin anlattığı ana fikir çerçevesinde elbette
kadın-larınıza karşı âdil davranmakla birlikte tüm hayatınızda âdil davranın.
Kendiniz Allah için âdil davrandığınız gibi toplumunuzda da tüm zulümlerin
kökünü kazıyıp adâleti ikâme edin. Adâletle hakkı ve haklıyı ayakta tutun.
Vereceğiniz kararlarınızda Allah için adâletten
ayrılma-yın.
Kendinizin, kendi nefislerinizin
aleyhine de olsa, ana ve babalarınızın aleyhine de olsa, akrabalarınızın,
yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitliklerinizde, hükümlerinizde
haktan, adâletten ayrılmayın. Şehâdetlerinizde, hükümlerinizde, yargılarınızda
daima hak hâkim olsun, adâlet hâkim olsun. Allah rızasının dışında hiçbir
kişisel çıkar, hiçbir menfaat duygusu ve tarafgirlik anlayışı olmasın. Allah’ın
rızasını her şeyin üzerinde tutun diyor Rabbimiz.
Dikkat derseniz Rabbimiz
kendi aleyhimize de sonuçlansa, en yakınlarımız zarar görecek de olsalar haktan
adâletten ayrılmama-mız gerektiğini emrediyor. Yâni dünya üzerinde hiçbir beşer
hukuku-nun, hiçbir beşer yasasının gerçekleştiremeyeceği en doğru, en dürüst
hayat tarzını, en doğru karar alma, en doğru hareket etme özelliğini
kazandırıyor Rabbimiz. Eğer toplumda insanlar Allah’ın bu yasalarına teslim
olur, Allah’ın istediği gibi hareket eder, hayatlarını Allah için yaşarlar,
hedefleri Allah rızası olursa, o zaman kesinlikle bilelim ki insanlar ne
bireysel hayatlarında, ne ekonomik hayatlarında, ne siyasal, ne aile
hayatlarında birbirlerine zulmetmeyecekler, birbirlerine haksızlık
etmeyecekler, tüm hayatlarında her şey doğru olacak, her şey adâletle yerli
yerine oturtulmuş olacaktır. Böyle bir toplumda Allah yasalarına teslim olan
Müslümanlar elbette verecekleri tüm kararların-da haktan, adâletten
ayrılmayacaklar, kendi aleyhlerine bile olsa, en yakınlarının aleyhine bile olsa
Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine uygun hareket
edeceklerdir.
O haklarında hükmedeceğin kişiler,
aleyhlerine yahut lehlerine şahitlikte bulunacağınız kimseler zengin de olsalar,
fakir de olsalar unutmayın ki Allah onlara daha yakındır. Yâni zengini zengin
diye, fakiri de fakir diye hukukunu korumadan, lehlerine hareket etmeden ya-na
olmayın. Çünkü Allah onlara sizden daha yakındır. Onları rahme-tiyle koruyup
gözetme konusunda, onların hukuklarını koruma konu-sunda onlara sizden daha
yakındır.
Öyleyse ey iman edenler,
birileri kendim diye, birileri kendim diye, birileri babam anam diye, birileri
akrabam yakınım diye, birileri fakir diye, birileri gariban, birileri zengin
diye kendileri hakkında vereceğiniz kararlarda haktan adâletten ayrılmayın.
İnsanların konumları, size yakınlıkları ne olursa olsun onlar hakkında
vereceğiniz hükümler konusunda sakın taraf tutup haktan sapmayın. Ne akrabalık
bağları ne de menfaat düşünceleriniz sizin insanlar arasında şahitliğinizi âdil
bir şekilde yerine getirmenize engel olmasın. Ne akrabanın akrabalığı, ne
zenginin zenginliği, ne de fakirin fakirliği sizi adâletten sapmaya götürmesin.
Sakın ha sakın:
Adâletten vazgeçip hevâ ve
heveslerinize uymayın. Adâleti bir tarafa bırakarak nefislerinizin hevâ ve
heveslerine tabi olmayın. Irkçılık, kavmiyetçilik mülahazalarıyla, insanların
size buğz etmesi, insanların sizi sevmesi, kişisel çıkarlarınız sebebiyle
adâleti bir kenara bırakıp da zulme yönelmeyin. Basit dünya hesapları
sebebiyle, altın, gümüş hesabıyla, mark dolar hesabıyla yamukluk yapmayın.
Nefislerinizin hevâ ve heveslerine tabi olmayın.
'Heva';
boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir. Bu kavram nefsin
şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, ilim sahibi olmadan sahibine emir
veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis sahibini şehvete ve
aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, sahibini de uçurumlara ve cehenneme
düşürür.
İnsanın
aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan tutumlarına ‘heva’
denilmektedir. Nefsin sınırları istekleri, meşru arzuları normal yoldan
karşılandığı zaman hata değil sevap bile oluyor. Nefis her zaman çeşitli
isteklerde bulunur. Bu isteklerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil, nefsin aşırı
istekleridir. Kişi nefsinin meşru isteklerini inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler
içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulması; nefsin Rabbin ölçülerine
aldırmaması anlamına gelir. Bu şüphesiz bir hatadır ve sahibine zarar veren bir
şeydir. Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa, görüşlerini,
kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis doğru
yolda olan nefistir. Fakat bir kimse Allah’tan gelen ilme-vahye kulak asmaz,
yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu ön plana çıkarırsa bu nefis
doğru yoldan azan bir nefistir ve o kişi heva’sına uy-du
demektir.
Yeryüzündeki
bütün günahların, bütün şirklerin, bütün kafirliklerin sebebi heva’ya uymaktan
ileri gelir. Bir iş yaparken, bir şey hakkında karar verirken, bir ibadet
fiilini yerine getirirken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken; kişi ya
kendi aklına ya da inandığı dinin ölçülerine uyar. Eğer akıl Allah’tan gelen
ilme yani vahye uyuyorsa, o akıl isa betli
karar verir. Eğer bir akıl Allah’tan gelen haberlere i-nanmıyorsa, o aklın
sahibi kesinlikle yanılacaktır ve heva’sına uymuş olacaktır. İşte böyle bir
insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden
daha üstün bir şey tanı-mıyorsa o insan kendi heva’sını, kendi nefsini tanrı
haline getiriyor demektir. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle
açıklıyor:
“Gördün mü hevasını (arzularını-isteklerini)
tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?”
(Furkan,
43)
Böyle
bir kimseler canlarının isteğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda
hakseverlik yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da
normal bir istek değil, canlarının istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk,
delil, âyet, şahit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar.
Onlara göre din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolaysıyla
kendi nefislerini doyurmaya, keyiflerini tatmin etmeye çalışırlar. Bunlar, hakkı
ve gerçeği kabul etmezler ama, keyfiliği hayat anlayışı olarak alırlar.
‘Heva’nın
yerleştiği kalpte, başta şirk olmak üzere bütün olumsuz davranışlar, bütün
kötülükler yerleşmeye başlar. Böyleleri ‘heva’-nın bir benzeri olan zanlarının
(boş kuruntularının) ve keyiflerinin peşi-ne giderler. Allah’ın gönderdiği
hidayet rehberine aldırmazlar bile. Öy-leyse kişinin kendi ‘heva’sına uyması,
Hakk’tan yüz çevirmesi demektir. Nitekim Kur’an, ‘kendi hevalarına uyanlara tabi
olmayın’ buyurur (Sâd, 26; Mâide, 77)
Zaten
onların Allah’ın hidayetinden yüz çevirmelerinin, ya da âyetleri yalan
saymalarının sebebi, vahyi bırakıp kendi hevalarına uy-malarıdır. (En’âm, 150;
Kehf, 28)
Heva’larına
uyanların özelliklerinden biri de istikbar (kendini büyük görme) ve
Peygamberlerin getirdiği vahye karşı çıkmadır. Bu gün de hayata ve dünyaya kendi
heva’ları doğrultusunda yön vermek, keyiflerine göre yaşamak isteyenler Kur’an
mesajına, İslâm’ın güzelliklerine karşı çıkmaktadırlar.
Heva’larına
uyanlar Allah’tan gelen ilmi (vahyi veya âyetleri) bilgisizce bir tarafa
atarlar. Onlar gerçekten cahillerdir. Kur’an, Hz. Peygamberi ve onların şahsında
müslümanları uyararak: ‘Sana gelen bu ilimden (Kur’an ve hükümlerinden) sonra
onların hevasına uyarsan, senin için Allah’tan bir veli ve yardımcı yoktur.
(Bakara,120) ‘Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların hevasına uyma’
(Mâide,48,49) ‘Em-rolunduğu gibi dosdoğru ol ve onların hevasına uyma’ (Şura,15)
diye söylemektedir.
Şüphesiz
ki heva’ya uymak dengeyi bozar, hakları ihlal eder, tarafgirliğe ve taassuba
sebep olur, düşmanlığı körükler. İnsan, Allah’ın hidayet kitabı olarak
gönderdiği Kur’an’ı, yani vahyi dışlayarak, her şeyi kendi aklına, kendi
heva’sına göre çözmeye, her şeyin hükmünü işine geldiği gibi vermeye kalkışırsa,
insanın içinde de yeryüzünde de huzurun olması mümkün değildir.
Vahyi
dışlayanlar hem kendilerine yani ilâhlar bulurlar, hem de küçük, önemsiz ve
kısır çekişmelerin içinde, ucuz çıkarların peşinde koşar dururlar. Heva’sına
uyan kimselerin yön verdiği dünyada barış ve adaletin olması mümkün değildir. Bu
gerçeğe hem tarih şahittir, hem de içinde yaşadığımız şartlarda bunu açıkça
görmekteyiz.
Mü’minler,
sık sık heva’larına uymamaları konusunda uyarıl-maktadırlar. Kur’an, Allah’ın
âyetlerine tabi olanlar ile heva’larına u-yanların bir olmayacağını söylüyor:
“Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde
bulunan kimse, kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi
hevasına uyan kimse gibi midir?”
(Muhammed,
14)
Elbette
bir olmaz. Birisi de Allah’tan gelen açık, sağlam, Hakk, doğru, hidayet
gösterici, iki dünyada da kurtuluşa götürücü, kişiyi adam yapan ilâhí belgelere,
yani vahye (Allah’ın âyetlerine) uymakta, öbürü ise nefsinin aşırı isteklerine,
kuruntulara, ilmí dayanağı olmayan zanlara, boş hayallere uymaktadır.
Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki:
“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe
altında Allah-tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan heva (aşırı
istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.”
(Taberaní)
Heva’sına
uyan insanların çok olduğu toplumlarda hata çok yapılır, suç çok işlenir, fitne
ve fesat çok yaygınlaşır, insaní değerler rağbet görmez, adaletle hareket etme
ahlakı zayıflar. Bu bakımdan insanlara düşen heva’larına uymak değil, kendi
heva’sından konuşmayan bir peygambere (Necm,3-4) ve O’nunla beraber Allah’tan
gelen ilme (vahye) tabi olmaktır.
Evet, ey mü’minler, sakın
adâletten vazgeçip hevâ ve heveslerinize uymayın. Adâleti bir tarafa bırakarak
nefislerinizin hevâ ve heveslerine tabi olmayın. Hep Allah yasaları eşliğinde
âdil bir hayat yaşayın. Sürekli Allah kontrolünde olduğunuzun bilincinde olun.
Yaptıklarınızı Allah’a lâyık yapmaya çalışın. Unutmayın ki yarın yapıp
ettiklerinizden hesaba çekileceksiniz. Hesap gününde rezil ve perişan bir konuma
düşürmeyin kendinizi. Dünyada güzel bir hayat yaşadığınız gibi öbür tarafta da
cennete görürecek bir hayat yaşayın.
Eğer Allah için dosdoğru şahitlik
yapmaktan yüz çevirirseniz, adâletle şahitliğe ağzınızı, yüzünüzü eğip
bükerseniz, eğer haktan eğilip bükülürseniz, haktan, adâletten uzak bir hayat
yaşarsanız, Allah’tan ve peygamberden yüz çevirirseniz, sizden Allah ve Resûlü
adına bildiğiniz bir tavrı sergilemeniz istenen, bildiğiniz bir hakkı ortaya
koymanız gereken bir ortamda bu hakkı ortaya koymaktan yüz çevirirseniz
bilesiniz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Eğer Allah’ın ve Resûlünün
hükümlerini terk ederek, Allah’ın kitabından ve Resûlünün sünnetinden yüz
çevirerek başkalarının yasaları ve hükümleriyle hük-mederseniz, veya kendi hevâ
ve heveslerinizi Allah ve Resûlünün hükümlerinin önüne geçirerek hüküm vermeye
kalkışırsanız unutmayın ki yaptıklarınızın tümünü Allah bilmektedir ve sizi
yarın onlarla hesaba çekecek olan da başkaları değil Allah’tır.
Öyle değil mi?
Hayatınızı değerlendiren, ölümünüze hükme-den, hayatınızı şu anda değerlendiren
Allah değil mi? Ölümle karşı karşıya geldiğinizde egemenlik bizdedir diyen şu
sahte tanrıların hük-mü geçerli olabiliyor mu? Öyleyse Allah’tan başka tüm sahte
tanrıla-rın, tüm güçlerin, tüm sevilen, sayılanların, tüm korkulanların, tüm
reislerin, tüm ana ve babaların hüküm ve yargılarının sadece bu dünyada geçerli
olduğunu unutmamalıyız.
Evet, ne bu sahte
tanrıların hükümleriyle ne de kendi hevâ ve heveslerinizle hükmetmeyin. Tüm
hükümleriniz, tüm kararlarınız Allah’ın hükümlerine uygun olsun. Allah’ın
hükümlerinin dışında da ne hak vardır, ne de adâlet vardır. Ve Allah için hakkı
ve adâleti omuzla-mış bir ümmet olmadıkça da hakkın ayakta tutulması mümkün
değildir.
Sûrenin önceki bölümlerinde emânetlerin
ehline verilmesi konusu, mîras konusu, yetimlerin malları konusu, insanların
mallarının haksızlıkla yenilmemesi konusu, kadınların haklarına riâyet konuları
anlatıldı. Bütün bu hususlarda Allah’ın istediği gibi hareket ederek haktan,
adâletten ayrılmayacağız inşallah.
136. “Ey İnananlar! Allah'a,
peygamberine, pey-gamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba
inanmakta sebat gösterin. Kim Allah'ı, meleklerini, ki-taplarını,
peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa
düşmüştür.”
Ey mü’minler, iman edin Allah’a ve
Resûlüne. Haddinizi bilin de Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman edin. Tüm
hayatınızda söz sahibi olarak, hayatınızda egemen olarak Allah’a iman edin.
Gönderdikleriyle hayatınızı düzenlemek üzere Allah’a iman edin.
Boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucunu kendisine teslim etmek ve hayat
programını uygulamak üzere Allah’a iman edin. Sizin adınıza seçimini seçim
kabul edip iradelerinizi kendisine teslim etmek üzere Allah’a iman edin. Sizi
yaratan, size hayat veren ve şu anda sahip olduğunuz her şeyi size bahşeden ama
yaşadığınız bu hayatın sonunda size verdiği bu hayatı geri alıp verdiklerinin
tümünden sizi hesaba çekecek olarak Allah’a iman edin.
Ve de O’nun elçisine de iman
edin. İmanlarınızın tam olabilmesi için o elçiye de iman edin. Çünkü o
peygamber kendisi de Allah’a iman ediyor. Allah’a ve Allah’ın kelimelerine,
Allah’ın âyetlerine iman ediyor. Yâni onun getirdiklerinin tamamı Allah’tandır.
Kendisinden hiçbir şey söylemez o. O peygamber Allah sözcüsüdür. Allah’ın
yeryüzündekilerin hayatlarına karışma noktasında odak nokta seçtiği varlıktır.
Onun getirdiklerinin tamamı, onun tüm hayatı sizi ilgilendirmektedir. Şâyet
onun getirdikleri arasında sizi ilgilendirmeyip de sadece kendisini
ilgilendiren bir şey varsa zaten onlar belirtilmiştir.
İman noktasında, İslâm noktasında,
teslimiyet noktasında mü’minler peygamberlerle aynı saftadır. Peygamber
Rabbinden kendisine indirilenlerin tümüne iman etti. Çünkü peygamber kitabın
ilk muhatabı, vahyin ilk sorumlusu ve ilk muhbir-i sâdığıdır. Onun için
peygamber Rabbinden kendisine indirilenlerin tamamına iman etti. Ve onun
inandıklarına mü’minler de iman ettiler. Öyleyse peygamber örnekliğinde Allah’a
bir iman gerçekleştirin. Peygamber örnekliğinde bir hayat yaşayın. Peygamberin
iman ettiği gibi iman edin.
Hayatınızı bu imanla düzenleyin.
İmanlarınızı hayatınızda görüntülemeden yana olun. İman kaynaklı bir hayat
yaşamadan yana olun. Düşünceleriniz, amelleriniz, eylemleriniz, sevmeleriniz,
küsmeleriniz, zevkleriniz, hayat tarzınız, dostluk ve düşmanlık anlayışlarınız,
hükümleriniz, kararlarınız, hukuklarınız, eğitimleriniz, sosyal ve siyasal
yapılanmalarınız, tüm hayatınız imanlarınızdan
kaynaklansın.
Ey iman edenler, iman edin Allah’a ve
Resûlüne. İman edin Resûlüne indirdiği kitabına, yâni Kur’an’a ve daha önceki
Resullerine indirdiği kitaplara da iman edin. Allah’ın gönderdiği tüm kitaplara
iman edin. Evet kıyamete kadar insanlığın problemlerini çözmek ve insanlara yol
göstermek üzere peyderpey indirilmiş şu Kur’an’a ve daha önceki toplumlara bir
çırpıda indirilmiş kitapların tümüne iman isteniyor
bizden.
İşte bir önceki âyette istenen adâleti
ikâme, âdil davranmak ancak bununla mümkün olacaktır. Adâlet Allah’a,
peygamberlere ve onlara gönderilen Allah kitaplarına imanla mümkün olacaktır.
İnsanlar ancak Allah’a, Allah’ın elçilerine ve Allah’ın kitaplarına imanla,
teslimiyetle, bu kitaplar rehberliğinde bir hayat yaşamakla hevâ ve
hevesleriyle hareket etmekten kurtulabileceklerdir. Allah’tan ve Allah’ın
gönderdiği hayat programı kitaplarından habersiz yaşayan insanların hevâ ve
heveslerinden kurtulup âdil davranmaları asla mümkün değildir. Hayatlarını
düzenleyecek kadar vahiy bilgisine ulaşamayan insanların hevâ ve heveslerinden
kurtulmaları mümkün değildir. Öyle değil mi? Allah’a, Allah’ın peygamberlerine,
Allah’ın kitaplarına inanmayan insanlar neye iman edecekler de? Neye
inanacaklar da bu insanlar? Hayatlarını neyle düzenleyecekler de?
Elbette vahyi tanımayan insanlar
ya kendi hevâ ve heveslerine göre kendilerinin ortaya koydukları, kendilerinin
oluşturdukları kitaplara, yasalara veya kendileri gibi acizlerin, cahillerin
oluşturdukları kitaplara, yasalara, onların istek ve arzularına iman edecekler.
Ve vahyin dışında onların yaptıklarının tamamı ifsattan, bozgunculuktan,
huzursuzluktan başka bir şey de sağlamayacaktır. İşte Hz. Ademle başlayan
insanlık tarihinin başından sonuna kadar elimizdeki şu kitabın yorumundan,
değerlendirmesinden anlıyoruz ki, ne zaman ki insanlar Allah’a evet demişler,
yollarını Allah’a sormuşlar, Allah’ın kitaplarına evet deyip hayatlarını o
kitapla düzenlemişler, Allah’ın elçilerine evet deyip onlar rehberliğinde bir
hayatı yaşamışlarsa, Allah’ın kitaplarına ve elçilerinin mesajlarına kulak
vermişlerse mutlak doğruyu, mutlak hakkı ve mutluluğu yakalamışlardır.
Ama her ne zaman ki insanlar
Allah’a evet dememişler, Allah-tan gelen hayat programına teslim olmamışlar,
vahye kulak verme-mişler, peygamberlere iman etmemişler ve hayatlarını kendi
kendilerine düzenlemeye kalkışmışlarsa yeryüzünde hep kan dökmüşler, hep
zulmetmişler, hep bozgunculuk yapmışlardır. İşte Rabbimizin bu âyetine göre
bundan kurtuluşun tek çaresi Allah’a imandır, Allah’ın yol gösterici kitaplarına
ve peygamberlerine imandır. Değilse:
Kim Allah’ı, Allah’ın vahiy göndererek
insan hayatına karışma unsurları olan, Allah’ın kullarıyla diyaloğunun odakları
olan melekleri, kitapları, peygamberleri ve âhiret gününü inkâr ederse son
derece derin ve uzak bir sapıklığa düşmüştür. Yolunu ve gâyesini artık
bula-mayacak bir sapıklığa yuvarlanmıştır. Sûrenin 116. âyetinin ifadesiyle bu
kişi artık küfrün ve şirkin berzahına yuvarlanmıştır.
Evet sapıklık, kâfirlerin ve
müşriklerin tek ve ilk özelliğidir. Kâfirin ve müşrikin ayrılmaz vasfı
sapıklıktır. Kâfirler her düşüncelerinde, her fikirlerinde, her anlayışlarında,
her eylemlerinde, her kararlarında, her yasalarında büyük bir sapıklık ve
yanlışlık içinde hayat sürmektedirler. Onların bu sapıklıktan kurtulup hakkı,
doğruyu bulmaları mümkün değildir. Çünkü onlar hakkın, doğrunun kaynağı olan
Allah’a, Allah’ın kitaplarına, peygamberlerine, meleklerine inanmamaktadırlar.
Hayatlarını vahiy kaynaklı yaşamamaktadırlar. Düşüncelerini Allah ve peygamber
kaynaklı geliştirmemektedirler. Bu halleriyle onların hakkı, doğruyu bulma
imkânları yoktur. Nereden bulabilecekler de doğruyu? Nereden ulaşabilecekler de
hakka? Kitabı ve peygamberi gündemlerinden çıkaran insanlar nereden
ulaşabilecekler de hak bilgisine? Allah ve Resûlünden başka hakka ulaşmak
mümkün mü? Kitap ve sünnetten başka yerde hak bulmak mümkün mü? İşte bu iman
olmazsa bilelim ki sosyal hayatta sadece zulüm vardır, ifsat vardır,
bozgunculuk vardır. İşte zulüm içinde bulunanlardan bir
grup:
137. “Doğrusu inanıp sonra inkâr
edenleri, sonra inanıp tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârları artmış olanları
Allah bağışlamaz; onları doğru yola eriştirmez.”
İman edip de sonra mürted olup imandan
çıkan, sonra tekrar iman edip tekrar mürted olan, sonra da küfür üzerine geberip
giden kimseler var ya; işte Allah asla onları bağışlayacak değildir. Önce iman
ettiler sonra küfrettiler, sonra tekrar iman ettiler ve küfrettiler ve sonra da
küfürleri ziyâdeleşti. Böyle imanla küfür arasında tıpkı bir sarkaç gibi gidip
gelirlerken son tercihlerini küfürden yana yaptılar ve en sonunda kâfirce,
azgınca bir hayatın içinde kendilerini buluverdiler. Buradaki küfürlerinin
ziyâdeleşmesinin anlamı ölünceye kadar hayatlarının küfür içinde devam
etmesidir. Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki Allah asla böyleleri için bir
hidâyet, bir çıkış yolu nasip etmeyecektir. Hz. Ali Efendimiz bu âyet-i kerîmeyi
delil getirerek mürteddin üç defa tevbe hakkının olduğunu ifade eder. Verasında
artık tevbe hakkı kalmamıştır.
Bunlar, bu imanla küfür arasında gelgit
yaşayan, galibiyet Müslümanlara geçtiği zaman Müslüman, kâfirler tarafına
geçtiği zaman kâfir görünen bu münâfıklar yeryüzünün en şerli, en hayırsız
varlıklarıdır. Bu tip insanların yeryüzünde hiçbir kimseye zararları olmasa
bile, aksine insanlığın sosyal, siyasal, ekonomik ve toplumsal hayatlarına
katkılarda bulunmuş da olsalar, açları doyurup çıplakları giydirmiş de olsalar,
yollar, köprüler, köyler, şehirler kurup insanlığın hizmetine sunmuş da olsalar,
sanayiler, teknolojiler, elektrikler bulup insanlığın hayatını mamur etmiş de
olsalar, insanlığın hayatını kolaylaştırmış da olsalar, eğer Allah’a Allah’ın
istediği biçimde iman etmiyorlarsa, Allah’ın kitabına, Allah’ın emirlerine
Allah’ın istediği gibi teslim olmamışlarsa, Allah elçisinin örneklediği bir
hayata teslim olmamışlarsa kesinlikle bilelim ki bu adamların hayatlarının
kendilerine zerre kadar bir faydası olmadığı gibi, olmayacağı gibi başkalarına
da zerre kadar bir faydası olmayacaktır. Evet:
Artık Allah’ın böylelerini mağfiret
etmesi, affetmesi söz konusu olmayacaktır ve onları kesinlikle kendi yoluna
hidâyet etmeyecektir. Evet, elbette insanlar eğer Allah’tan başka tanrılar
aramaya çıkarlar, Allah kitaplarından başka kitaplar, Allah yasalarından başka
yasalar aramaya kalkışırlar, Allah elçilerinden başka sahte peygamberler peşine
koşarlarsa, kesinlikle bilinmelidir ki bu anlayış, bu gidiş, bu hayat onların
hiçbir zaman Allah yoluna girmeyeceklerinin, hidâyete ermeyeceklerinin bir
delilidir. Ve bu halleri de Allah’ın kendilerini asla affetmeyeceğinin
kanıtıdır. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz onlara neyi
müjdelemektedir:
138. “Münâfıklara, kendilerine elem
verici bir azab olduğunu müjdele.”
Münâfıklara müjdele ki onlar için
acıklı bir azap vardır. Dikkat ederseniz Rabbimiz onlara azabı müjdele
buyuruyor. Azap müjdelenir mi? Azabın müjdesi olur mu? Ama istihza olsun diye,
hayatlarına, yaptıklarına münâsip olsun diye Rabbim azabı müjdele onlara
diyor.
Bu hainler Allah’a inanmadıkları halde,
Müslüman olmadıkları halde iman gösterisinde bulunarak Müslümanlara karşı
olmadık entrikalar çevirerek Müslümanları aldatan, Müslümanları saptıran,
onları sapıklığa sevk eden, onları kendi sapık hayat anlayışlarına çağıran bu
alçaklar için elbette elem verici dayanılmaz bir azap olacaktır.
Alçaklar inanmadıkları halde
inandık dediler. Ağızlarıyla başka hayatlarıyla başka bir hayat sergilediler.
Dilleriyle ortaya koydukları imanın kokusuna bile rastlanmayan bir hayat
yaşadılar. Bu halleriyle görenler onları haktan yana, imandan yana zannettiler.
Dinleyenler onları barıştan yana zannettiler. Görenler onlara insancıl dediler,
hümanist dediler, fedâkar dediler, insanlığın hayrına çalışıyorlar, insanları
doyurmaya çalışıyorlar, insanların huzurunu, düzenini sağlamaya say ediyorlar,
hayatlarını insanlığın hayrına vakfetmişlerdir dediler.
Ama onların içleriyle dışları
farklıydı. Ağızlarıyla hayatları farklıydı. Onların kalplerinde zerre kadar iman
yoktu. Allah’ın yanında da onların, sineğin kanadı kadar bir değerleri yoktu.
Allah’a Allah’ın istediği gibi iman etmemişler, hayatlarını Allah için değil
başkaları için yaşamışlardır. İşte onlara elim bir azabı müjdele peygamberim
diyor Rabbimiz.
Peki kimmiş bunlar? Ne
özellikleri varmış bu insanların? Nasıl tanıyacakmışız onları? Bakın bundan
sonraki âyetinde Rabbimiz onların sıfatlarını şöylece ortaya
seriyor:
139. “Onlar, inananları bırakıp da
kâfirleri dost edinirler; onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyor-lar?
Doğrusu kudret bütün olarak Allah'ındır.”
Bunlar Müslümanları bırakıp da
kâfirleri dost ve velî edinen kimselerdir. Mü’minlerle değil kâfirlerle
birlikte hareket eden insanlardır bunlar. Kâfirlerle birlik bir hayat yaşayan
insanlar. Kâfirlerle ortak yönleri mü’minlerden daha çok olan insanlar.
Aleyhlerine çevirdikleri entrikalarla mü’minleri aldatmada, fitnelere düşürerek
Müslümanları dinden çıkarmada, mü’minlerin dinlerini eğitimlerini bozmada ve
mü’-minleri fırsatını bulup öldürmede kâfirlerle birlikte hareket eden
insanlardır bunlar. Müslümanların karşısına sapık yolar, sapık dinler çıkarma
konusunda, Müslümanların çocuklarını propagandalarla ana rahimlerde öldürme
konusunda, doğanları da kâfirce, müşrikçe bir eğitime tabi tutarak telef etme
konusunda kâfirlerle birlik hareket eden insanlardır bunlar. Müslümanların
lokmalarını ellerinden alma, ekonomik güçlerini sömürme konusunda,
Müslümanların köylerini, kentlerini kan gölüne çevirme konusunda kâfirlerle
işbirliği yapan, kâfirlerin yanında yer alan insanlar.
Kâfirlerle el ele vererek, kafa
kafaya vererek Müslümanların kalplerine, kafalarına küfrü ve şirki empoze etme
konusunda kâfirden daha kâfir davranan insanlardır onlar. Müslümanların içinde
onlardanmış gibi görünüp tüm İslâmî gelişmeleri yok etmek isteyen alçaklardır
onlar. Müslümanların evlerine, Müslümanların hayatlarına, Müslümanların
hukuklarına, Müslümanların eğitimlerine, Müslümanların ekonomilerine,
Müslümanların kılık kıyafetlerine kâfir mührü vurmaya çalışan kâfirlerdir
onlar. Müslümanların içinde oldukları halde kalpleri hep kâfirlerden yana atan,
kendi kardeşlerine, kendi halklarına düşman olup hep kâfirlerden yana bir tavır
sergileyen insanlar. Müslümanlara hep kâfirce bir yönetim uygulamadan yana
olanlardır onlar. Ağızları Müslümanlardan yana ama kafaları, kalpleri ve
fiilleri hep küfürden, kâfirlerden yana olan insanlar. Bunlar Müslümanların
arasında kâfirlerin sözcüsü ve temsilcisidirler. Çıkarları söz konusu olduğu
zaman Müslümanlıktan, dinden, imandan dem vururlar. Böylece Müslümanları
aldatmak isterler. Bu yüzden onlara hem dünyada hem de âhirette çok büyük bir
azap vardır.
Ne oluyor? Yoksa bu münâfıklar
izzeti, şerefi kâfirlerin yanında mı arıyorlar? İzzet ve şerefi kâfirlerin
yanında gördükleri için mi böyle yapıyorlar? Bunun için mi? Kâfirleri aziz,
Müslümanları zelil gördükleri için mi Müslümanları bırakıp da kâfirleri dost
ediniyorlar? Öyle ya şu garibanlar neye yarardı onların gözünde? Şu gariban
Müslümanlar ne işe yarayacaktı? Şu yeryüzünün mus’taz’af Müslümanlarının dünya
üzerinde ne ekonomik güçleri vardı, ne siyasal güçleri vardı, ne saltanatları
vardı, ne devletleri vardı, ne servetleri, ne silahları, ne atom reaktörleri, ne
dev holdingleri, ne tröstleri vardı. Hiçbir şeyleri yoktu Müslümanların. Şimdi
böyle gariban Müslümanlarla beraber olmaları, Müslümanlarla birlikte hareket
etmeleri ne sağlayabilecekti kendilerine?
Eğer bu garibanlarla birlikte
hareket ederlerse elbette o zaman güçlü olamayacaklardı, zengin olamayacaklardı.
Zira akıllarınca dünyada güçlü olmanın, zengin olmanın tek yolu güçlülerle,
kâfirlerle beraber olmaktı. Dün bu âyetlerin geldiği dönemde münâfıklar hep
böyle düşünüyorlardı. Bugün de bizim içimizdeki münâfıklar aynı şeyleri
düşünüyorlar. Şu içimizde Müslüman göründükleri halde müşrik dünyayla,
hıristiyan ve yahudi dünyayla, kâfirlerle birlikte hareket edenler, kâfirlerle
birlikte İslâm’ı ve Müslümanları yok etme planlarını uygulamaya koymaya
çalışanlar izzet ve şerefi kâfir dünyada gören insanlardır. Kâfirlerle birlikte
oldukları zaman, kâfirlerin safında bulundukları zaman aziz ve şerefli
olacaklarını zanneden insanlardır. Halbuki:
İzzet ve şeref tümüyle
Allah’a aittir. İzzet ve şeref sadece Allah’ındır. İzzet ve şeref sadece
Allah’a aittir. Münâfıklar İslâm’ın dışında yol arıyor. İslâm’ın dışında izzet
ve şeref peşine düşmüşler, ayrı ayrı yollarda dostluk arıyorlar, ayrı yollarla
Allah’a dost olabileceklerine inanıyorlar, ayrı ayrı usullerle Allah’a
yaklaşabileceklerine inanıyorlar, ayrı ayrı yollarla şeref kazanacaklarına,
izzet bulacaklarına inanıyorlar.
Rabbimiz kitabı ve
elçisiyle izzet ve şerefin sadece kendisinde olduğunu, kendisine kullukta
olduğunu ortaya koydu ama insanlardan kimileri buna itiraz ettiler, bu dâveti
kabullenmediler. Bizim başka yollarımız var, bizim başka kutsadıklarımız var,
bizim reislerimiz var, ekonomi reislerimiz, hukuk uzmanlarımız, efendilerimiz,
şeyhlerimiz, hocalarımız, hacılarımız var diyerek herkes başka başka yerlerde
izzet ve şeref aramaya yöneliyorlardı. Halbuki Allah buyuruyor izzet ve şeref
tümüyle Allah’a aittir, Allah’tadır.
Evet izzet ve şeref Allah’a aittir.
Kitabımızın başka bir âyetinden öğreniyoruz ki izzet ve şeref peygamberdedir,
izzet ve şeref mü'-minlerdedir, ama münâfıklar böyle bilmezler.
Peki bugün kimler izzet ve
şerefli? Hoca olanlar, malı olanlar, serveti olanlar, arabasının modeli şöyle
olanlar, omuzu kalabalık olanlar, evi eşyası şöyle şöyle olanlar, villası,
köşkü, sarayı olanlar, maka-mı mevkisi olanlar. Rabbimiz buyurur ki varsın
münâfıklar böyle bilsinler peygamberim, sen bil ki izzet ve şeref Allah’tadır,
Allah’la beraber olandadır, peygamberle ilgi ve irtibat Kur’an’dadır. İzzet ve
şeref Allah’ın kitabından haberdar olmadadır, izzet ve şeref peygamberin
sünnetinden haberdar olmadadır. İzzet ve şeref iman ehli olanlardadır.
Evet Müslüman şereflidir. Allah’a
inanan, Allah’la beraber olan, peygambere inanan, peygamber safında olanlar
azizdir, üstündür, galiptir.
İzzeti ve şerefi Allah’tan, Allah’a
kulluktan, Allah’la beraber olmaktan başka yerlerde arayanlar izzetsiz ve
şerefsiz insanlardır. Malda, makamda, parada, arabada, ekonomik ve siyasal güce
sahip olmakta izzet ve şeref görenler bunları kaybettikleri anda izzetsiz ve
şerefsiz hale gelmişlerdir. Müslüman asla cahili değer yargılarına itibar
etmez. Müslüman Müslümanlıkla şeref kazanır. Müslüman Allah’a kulluğuyla izzet
kazanır. Çünkü:
Güç kuvvet bütünüyle Allah’a aittir.
Ama münâfıklar böyle bil-miyorlar, böyle inanmıyorlar. Bugüne kadar yeryüzünde
hangi güç te-petaklak gelmedi ki? Hangi güç sahibi yıkılmadı ki? Hangi devlet,
hangi saltanat, hangi imparator çökmedi ki? Kim koruyabilmiş gücünü? Kim
kurtulabilmiş yıkılmaktan? Âd mı? Semûd mu? Nuh kavmi mi?Lût kavmi mi?
Medyen’liler, Eykeliler? Firavunlar, Nemrutlar mı? Bizanslılar, Romalılar,
İranlılar mı? Söyleyin, yeryüzünde hangi güç ve kuvvet sahibi çökmedi? Hangi
kıralar yıkılmadı? Hangi devletler yıkılmadı? Hangi kâfir, hangi zalim ebedîlik
kazandı? Hayır hayır, yeryüzünde hiçbir gücün, hiçbir güçlünün izzet ve şeref
hakkı yoktur.
İzzet ve şeref Allah’a aittir.
Ebedîlik, ölümsüzlük ancak Allah’ın hakkıdır. Eğer münâfıklar yeryüzünde
kendilerinde güç kuvvet gördükleri, ebedîlik gördükleri, izzet ve şeref
gördükleri kâfirlerle beraber olup Allah’la savaşa tutuşmaya yönelirlerse,
kesinlikle bilsinler ki izzet ve şerefi Allah’ta değil de başkalarında görenler
hem dünyada hem de âhirette en acı bir azapla burunları sürtülecek, dünyada da
âhirette de izzetsiz ve şerefsiz bir hayatın adamı olacaklardır. İzzeti ve
şerefi Allah’ta bilen Müslümanlar hem dünyada hem de âhirette izzetli ve şerefli
bir hayat yaşarlarken münâfıklar izzetsiz ve şerefsiz
olacaklardır.
Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
izzet ve şerefin kendisinde görülmesine imanın pratik bir uygulamasının şöyle
anlatıyor:
140. “O, size kitapta “Allah'ın
âyetlerinin inkâr edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze
geçmedikçe, onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz"
diye indirdi. Doğrusu Allah münâfıkları ve kâfirlerin hepsini cehennemde
toplayacaktır.”
Halbuki Allah size daha önce kitapta
şöylece indirmiş, şöylece emredilmişti: Gördünüz ki bir mecliste, bir içtimada
Allah’ın âyetleri inkâr ediliyor, Allah’ın âyetleri reddediliyor, istihza
konusu, alay konusu yapılıyor. Allah’ın âyetlerinin küfredildiğini, örtüldüğünü,
örtbas edildiğini ve alay konusu yapıldığını işittiğiniz zaman sakın ha sakın
onlarla, o kâfirlerle, o istihzacılarla birlikte oturmayın. Ta ki onlar
Allah’ın âyetleriyle alayı bırakıp da başka sözlere başka zırvalara dalıncaya
kadar. Eğer Allah’ın âyetlerinin inkâr ya da alay konusu yapıldığı bir ortamda
oturursanız bu münâfıklıktır Allah korusun. Çünkü dikkat ederseniz âyetin
sonunda Rabbimiz:
Yoksa siz onlar gibi olursunuz. Yâni
onlarla oturmaya devam ederseniz siz de tıpkı onlar gibi olursunuz ve bilesiniz
ki Allah münâfıklarla kâfirlerin hepsini cehennemde toplayıp cem
edecektir.
Arkadaşlar, bu âyetin bir benzeri de
geçen sene birlikte okuduğumuz En’âm sûresinde geçmişti. En’âm
68.
“Âyetlerimizi çekişmeye dalanları
görünce, başka bir zırvaya dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana
unutturursa hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle birlikte oturma. Sakınan
kimselere onların hesaplarından bir sorumluluk yoktur. Fakat bir hatırlatmadır;
belki sakınırlar."
(En’âm 68)
Bu âyetiyle Rabbimiz mü'minlerle mü'min
olmayanların saflarını ayırmayı murad ediyor. Safların kesin hatlarla
ayrılmasını istiyor Rabbimiz. Aralarındaki bütün bağların koptuğunu ve
mü'minlerin onlardan ayrılmaları gerektiğini anlatıyor. Mü'minlere zalimlerin
meclislerinde oturulmaması gerektiği haber veriliyor.
Birileri oturmuş bir yerlerde Allah’ın
sistemini, Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar, Allah’ın
âyetlerini yalanlıyorlar, Allah’ın âyetleriyle istihza ediyorlar, Allah’ın
âyetleriyle dalga geçiyorlar, Allah’ın âyetlerini eğlencelerine,
lehviyyatlarına, lağviyyatlarına malzeme ediyorlar. Ya da Allah’ın âyetlerini
tevil ediyorlar, Allah’ın âyetlerine Allah’ın yüklemediği anlamları yüklemek
sûretiyle âyetleri alay konusu yapmaya çalışıyorlar. Allah’ın demediklerini
dedi, dediklerini de demedi biçiminde âyetleri öteye beriye sündürmeye ve kendi
günahlarına kılıflar bulmaya çalışıyorlar. Okuyorlar âyetleri ama kendi
fikirlerine delil arıyorlar, kendi anlayışlarına yol arıyorlar.
Meselâ adamlar okuyorlar
âyetleri: Efendim işte burada tarikat anlatılıyor, burada parti anlatılıyor,
burada bilimsel çalışma, burada örgütsel anlatım, burada zengin olmak, burada
doktor olmak anlatılıyor. Ya da işte burada bizim şeyhimiz, burada bizim
kavmimiz, bizim ırkımız, bizim haberimiz, bizim liderimiz anlatılıyor. Burada
bunlar anlatılıyor. Kısaca bu âyetler beni anlatıyor, bizi anlatıyor, ama
kesinlikle hak olduğumuzu, yanılmadığımızı anlatıyor diye kendi düzenlerine
uyguluyorlar.
İşte böyle Allah’ın kitabıyla Allah’ın
âyetleriyle dalga geçildiğini, alaya alındığını, istihza edildiğini, inkâr
edildiğini, yalanlandığını gördüğünüz zaman bu zalimlerin meclislerinde asla
oturmayın. Böyle bir durumda Müslüman derhal müdahale etmelidir. Ya sözü
âyetlerin alayı konusundan başka bir noktaya çekmeli, eğer buna gücü yetmiyorsa
da derhal o meclisi terk etmelidir. Bu protestoyu çok açık bir şe-kilde
yapmalıdır. Yâni onların meclislerinden kalkıp giderken: “Efendim çok önemli bir
işim çıktı! Kusura bakmayın kalkmak zorundayım! Tuvalet ihtiyacım var!” gibi
bir mâzeret ileri sürerek değil; açıkça ve mertçe; “Burada Allah’ın âyetleriyle
alay ediliyor! Burada Allah’ın diniyle istihza ediliyor! Allah’ın gazap ettiği
bir cemaatın içinde benim oturmam kesinlikle mümkün değildir!” diyerek kalkıp
gitmek gerek-mektedir.
Eğer bir Müslüman böyle Allah’ın
diniyle Allah’ın âyetleriyle alay edilen bir mecliste onlarla beraber oturmaya
devam edecek olursa hezimetin ilk basamağına adımını atmış olacaktır. Eğer
Müslümanlar olarak bizler böyle kimselerin meclislerinde oturmaya devam edecek
olursa o zaman zımnen de olsa onların bu alaylarını, bu dalga geçmelerini sükut
ederek kabul etmiş olacağımızdan, yahut da bizim onların yanında oturmamız
sonucunda zımnen de olsa onlar bu suçlarını bizim de kabul ettiğimiz sonucunu
çıkararak kendi suçlarına kılıf bulmaya kalkarlarsa Allah korusun o zaman
Nisâdaki âyet geçerli olacaktır.
"O zaman siz de aynen onlar gibi
olursunuz"
Âyeti bizim hakkımızda geçerli
olacaktır. O zaman bizler kimliksiz, şahsiyetsiz kimseler durumuna düşeceğiz
demektir.
Allah’ın diniyle, Allah’ın âyetleriyle
alay edilen meclislerde oturan bazı zavallı kimseler kendilerini güya sabırlı,
mühasamahakâr kimseler olarak kabul ederler. Böylece siyaset yaptıklarını, fikir
hürriyetinden yana olduklarını iddia ederler. Halbuki Allah: Eğer onlarla
oturmaya devam ederseniz, o zaman siz de onlardan olursunuz, buyurmaktadır.
Halbuki Allah’ın dinini, Allah’ın
âyetlerini müdafaa imanın ta kendisidir. Kişideki imanın sosyal hayatta
tezahürünü anlatırken bir hadislerinde Allah’ın Resûlünün şöyle buyurduğunu
biliyoruz:
"İmanı en kuvvetli olan mü'min gördüğü
bir kötülüğü elle düzeltir, imanı biraz zayıf olan onu dille değiştirmeye
çalışır. Ama bazı mü'minler de vardır ki bunların imanları ancak onları o
kötülük mahallinden uzaklaştırabilir. Ama kişi bunu da yapamıyorsa o zaman
hardal tanesi kadar onun imandan nasibi
kalmamıştır."
Müslümanın esas vazifesi bulunduğu yer
ve makam neresi olursa olsun orada Allah’ın hâkimiyetini gerçekleştirmektir.
Gücünün yettiği her zaman ve zeminde Allah’ın otoritesini gerçekleştirmek
zorundadır, ondan beklenen budur. Kalkıp gitmek ise gücünün bittiği noktadadır.
Meselâ diyelim ki evinizde çocuğunuz İslâm’la, Allah’ın âyetleriyle alay edecek
ve siz hemen kalkıp gideceksiniz, olmaz böyle şey.
Veya hanımınız, akrabalarınız,
talebeleriniz, arkadaşlarınız Allah’ın âyetleriyle alay edecek ve siz çaresiz
kalkıp gideceksiniz. Olmaz böyle şey. Veya meselâ müşteriniz İslâm’la alay
edecek siz de sırf ona mal satabilmek için sabırla onu dinlemek zorunda
kalacaksınız, olmaz böyle şey. Mü'min gücünün yettiği yerde derhal müdahale
edecek ve Allah’ın dinini, Allah’ın âyetlerini müdafaa adına elinden gelen her
şeyi yapmaya çalışacaktır.
Dikkat ederseniz âyet-i kerîmede iki
"Havz" dan yâni “iki dalmadan” bahsediliyor. Bunlardan birincisi Allah’ın
âyetleriyle alaya dal-ma, âyetleri lehviyyatlarına malzeme yapma, vahyi inkâr ve
istihza ko-nusu yapmaya dalmadır. Bir diğer "Havz" bir diğer dalma da âyetlerle
alaya dalma değil de başka boş şeylere yâni lüzumsuz zırvalara dalmadır. Meselâ
Mercedes almaktan Ford satmaya kadar; attan, avrat-tan, fiyattan, murattan,
marktan, dolardan, Amerika’dan, Etiyopya’-dan, Çin’den, Maçin’den, Mançurya’dan
bahse daladır. İşten, aştan, karıdan, kızdan, devlet kurmadan, devlet yıkmadan
bahse dalmadır. Şâyet oturduğunuz yerdeki insanlar Allah’ın âyetleriyle alaya
dalmayı bırakır da böyle öteki zırvalara dalmışlarsa bu durumda eğer orada
oturmak zorundaysanız oturabilirsiniz, diyor Rabbimiz.
En’âm’daki âyetin
sonunda:
“Sakınan kimselere onların
hesaplarından bir so-rumluluk yoktur. Fakat bir hatırlatmadır; belki
sakınır-lar.”
(En’âm 69)
Buyurularak Müslümanlara bir sorumluluk
yüklenmiyordu. Muttakilere onların yaptıklarından bir sorumluluk, bir vebal
yoktur bu-yuruluyordu. Çünkü bu âyet Mekke’de geliyordu ve Mekke’de
Müslümanların Allah’ın âyetlerini inkâr eden, Allah’ın âyetlerini alay konusu
yapanlara karşı bir müdahale güçleri yoktu. Allah diyor ki böyle bir ortamda
oturmayın, çekin gidin, ama giderken, onları terk ederken de bir mesaj verin
diyordu. Yâni onların bu işlediği suçlardan ötürü muttakilere bir sorumluluk
yoktur. Onlar ayrı bir gruptur, mü'minler ayrı gruptur. Onlar ne günah
işlerlerse işlesinler, ne yaparlarsa yapsınlar, mü'minler onların
yaptıklarından sorumlu tutulmayacaklardır. Ancak mü'minlere bir hatırlatma, bir
uyarma görevi vardır.
Yâni takva sahiplerinin görevi
Allah’ın âyetleriyle sapıklıklara dalan bu insanların yanlarından kalkmak
sûretiyle bu tavırlarıyla onlara bu yaptıklarının bâtıl olduğunu, bu halleriyle
Allah’ın gazabını celp ettiklerini hatırlatmak ve öğüt vermek düşmektedir.
Muttakilerin kendilerine karşı aldıkları bu tavırları sonucu yanlarından ayrılıp
gitmeleri sonucu onları üzdük diye belki anlayıp bu işten vazgeçerler diyor,
Rabbimiz.
Tabii bu âyetlerin Mekke’de geldiğini
ve Müslümanların henüz kendileri gibi Müslüman olmamış babalarını, analarını,
arkadaşlarını, hısım akrabalarını terk etmelerinin, onların yanından kalkıp
gitmelerinin ne kadar zor bir şey olduğunu düşünmek zorundayız. Düşünün nereye
gidecekti bu Müslüman? O ev babasının eviydi ve o evin içinde henüz iman etmemiş
babası, anası, kavmi kardeşi Allah’ın âyetleriyle alay ediyordu. Onun için
burada sadece onlardan kalkıp gitmeleri isteniyor. Allah’ın âyetleriyle alay
edenlerle henüz savaşma emrinin gelmediği bir dönem için bunu düşünmek
zorundayız. Onun içindir ki âyetin bu son bölümünü şöyle anlamaya çalışanlar da
olmuştur: O mü'minler bu tür insanların yanından kalkıp gitsinler. Ama bunu
beceremeyip gidecek yerleri olmadığı için onlarla otursalar dahi onların
hesaplarından muttakilere bir sorumluluk yoktur şeklinde anlayanlar da olmuştur
bu âyeti.
Ama Nisâ sûresindeki bu âyetin geldiği
Medine ortamında Müslümanlar güçlüydü. Böyle Müslümanların güçlü oldukları
ortamlarda, oturma mahallerinde bu iş yapılıyorsa, Allah’ın âyetleri, Allah’ın
dini inkâr ediliyor, alay konusu yapılıyorsa ve de Müslümanlar o ortamlarda
oturdukları halde duruma müdahale etmiyorlarsa, orada oların bu küfürlerine, bu
istihzalarına engel olup, Allah’ın otoritesini, Allah’ın egemenliğini
gerçekleştirmiyorlarsa o zaman o oturanların zerre kadar imandan nasiplerinin
olmadığını, aynen o inkâr eden, alay eden kâfirler gibi olduklarını ve onlarla
birlikte cehenneme gideceklerini anlatıyor Rabbimiz.
Tabii durumumuzu kendimiz bileceğiz.
Acaba Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın diniyle alay edilen o ortamda biz güçlü
müyüz, zayıf mıyız? Bunu kendimiz bileceğiz. Meselâ kendi başımıza yatak
odamız-da, oturma odamızda Allah’ın âyetlerine küfredilen, Allah’ın diniyle
alay edilen bir atmosferle karşı karşıya bulunmuş olabiliriz. Bir şeytan vahyi
evimizin içinde bizim dinimize her gün küfrediyor olabilir. Eğer anında o
televizyonu kapatarak, o kâfirleri susturarak tavrımızı ortaya koymuyorsak,
koyamıyorsak ve arkasından da güçsüz olduğumuzu filan demeye çalışıyorsak aynen
o kâfirlerden olduğumuzu unutmamalıyız.
Düşünün ki evinizde, arabanızda
dinlediğiniz bir kasette Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın cehennemiyle,
cennetiyle alay ediliyor. Biz cennet istemeyiz deniyor. Seninle cehennem ödül,
sensiz cennet zindan, ya da işte sürgündür deniyor. Ve sizler de Allah’ın
âyetleriyle yapılan bu istihzaları göz göre göre dinliyorsanız, vallahi onlardan
bir farkınız kalmamıştır. Yok mu onu susturacak gücünüz? Ta-mam belki Allah’ın
âyetleriyle alay edilen, ama sizin de bunu engel-leme, susturma gücünüzün
olmadığı bir ortamda çekip gitmeniz sizi kurtarabilecektir, ama evinizin
göbeğinde, arabanızın içinde de güçsüz olduğunuzu iddia etmeye kalkarsanız
gülerler buna.
141. “Sizi gözleyenler, Allah'tan size
bir zafer ge-lirse, “Sizinle beraber değil miydik?” derler; eğer kâfirlere bir
pay çıkarsa, onlara: “Size üstünlük sağlayarak sizi mü'minlerden korumadık mı?”
derler. Allah kıyamet günü aranızda hüküm verir. Allah inkârcılara, inananlar
aleyhinde asla fırsat vermeyecektir.”
Onlar, o münâfıklar sürekli sizi
gözetleyip dururlar. Evet Müslümanların arasında Müslüman olmadıkları halde
Müslüman görünen münafıkların bir başka karakteristik özelliklerine dikkat
çekiyor Rab-bimiz. O alçaklar gözlerini sizin üzerinize dikmişlerdir. Sizin
zafer, fetih yahut hezimet zamanlarınızı gözetleyip durmaktadırlar. Sizin
devletinizin zeval bulup kâfirlerin size üstünlük sağlayacakları günü
bekliyorlar. Kâfirlerin size karşı sağlayacakları bir üstünlük onlar için
bay-ram sebebidir. Böylece sizin dininizi yitirmeniz onların bekledikleri en
güzel bir netice olacaktır. Onlar sizin sonunuzun gelmesini bekliyorlar.
Ama:
Eğer Allah’tan size bir fetih, bir
zafer gelirse, yâni Allah’ın yardımıyla siz Müslümanlar bir güce ulaşırsanız,
meselâ Hayber’i fethe-derseniz, Beni Kureyza yahudilerine karşı galip
gelirseniz veya Mekke’nin fethine muvaffak olmuşsanız o zaman da derler
ki:
“Biz sizinle beraber değil miyiz? Biz
size yardımcı olmuyor muyduk? Biz sizi desteklemiyor muyduk? İzzet ve şeref
bizde değil mi? Biz sizinle aynı imanı, aynı teslimiyeti paylaşmıyor muyuz? Aynı
safta değil miyiz? Kazandığımız bu savaşın ganîmetlerine ortak değil miyiz? Bu
zafere, bu savaşın izzet ve şerefine biz de ortak değil miyiz?” derler.
Ganîmete konabilmek için müslümanlara böyle derler. Ama aynı
adamlar:
Eğer nasip kâfirlerin olursa. Rabbimiz
bir hikmeti gereği mü’-minlere karşı kâfirlere bir galibiyet verecek olursa.
Baktılar ki kâfirlerin Müslümanlarla giriştikleri savaştan bir nasipleri mi var?
Veya Müslümanlar karşısında kâfirler bir güç ve kuvvete mi sahip olmuşlar?
Meselâ Uhut’ta olduğu gibi kâfirler Müslümanlara karşı zâhirî bir galibiyet mi
sergilemişler? Ya da işte Hendek’in ilk dönemlerinde olduğu gibi kâfirler geçici
bir dönem Müslümanları bir kıskaca mı almışlar? Müslümanlar Medine’de bir
sıkıntılı dönem mi yaşıyorlar? Bu sefer de diyorlar ki
münâfıklar:
Kâfirlere derler ki biz size
Müslümanlara karşı bir üstünlük sağlamadık mı? Biz size karşı Müslümanların
safında yer almayarak yardımcı olmadık mı? İşinizi kolaylaştırmadık mı? Sizi
size ulaştırdığımız bilgiler ve verdiğimiz taktiklerle mü’minlerden korumadık
mı? Sizler dışardan Müslümanlara saldırırken bizler de içerden kaleyi
fethetmeye çalışarak sizin galibiyetinize yardımcı olmadık mı? Bizler içerde
sizlerin sözcülüğünüzü yaparak, sizlerin ağızlarınızı kullanarak, sizin
küfrünüze sahip çıkarak Müslümanları içerden kâfirleştirmeye çalışmadık mı? Evet
biz sizinle beraberiz, öyleyse bizim ulûfelerimizi, bizim ganîmetten payımızı
vermek zorundasınız, diyorlar. Bizi yaptık-larımızdan dolayı ödüllendirmek
zorundasınız, diyorlar.
Alçaklar, bakıyorsunuz bir
Müslümanlarla beraberler, bir kâfirlerle beraberler. Böyle silik şahsiyetli
adamlar. Aslında Müslümanların gözünde beş paralık değerleri olmadığı gibi,
Müslümanlara, kendi halklarına ihanetleri sebebiyle kâfirlerin gözünde de beş
paralık değerleri yoktur bunların.
Ama Allah aranızda hükmünü verecektir.
Allah hiçbir zaman kâfirlere ve onların Müslümanlar arasındaki piyonlarına
Müslümanlar aleyhine bir yol vermeyecektir. Onlara karşı daima Müslümanları
galip getirecek, daima Müslümanları kazançlı çıkaracak ve onları hem dünyada
hem de âhirette rezil rüsva edecektir. Evet sürekli şekil değiştiren, bazen o
tarafı, bazen bu tarafı tutan, bazen onun safında, bazen bunun safında yer alan,
bazen şunu, bazen bunu memnun etmeye çalışan, bazen laik, bazen Müslüman görünen
böyle silik şahsiyetli münâfıkları her zaman toplum içinde görmek ve tanımak
mümkündür. Bu silik şahsiyetleri onların doğru dürüst Müslüman olmalarına da
engel teşkil etmektedir.
Çünkü şahsiyet bozukluğu
gerçekten çok kötü bir şeydir. Allah kâfirlerin bile şahsiyetlerini rencide
edecek tavırlardan bizi menetmektedir. Bakıyoruz şahsiyetli bir kâfir
devletinin başkanı Müslümanların bayramını kutluyor, şahsiyetli bir kâfir
Müslümanların örtüsüne saygılı davranır ama şahsiyetsiz bir münâfık buna
tahammül edemiyor. Halbuki şahsiyetli bir Müslüman tüm tavırlarını Allah’ın
istediği biçimde belirleyen kimsedir. Müslümanlara karşı tavırlarımızı da
kâfirlere karşı tavırlarımızı da Allah’ın istediği biçimde belirlemek
zorundayız.
Gerçek Müslüman kâfirin
kâfirliğini bilen, kâfirin kâfirliğini onaylayarak, onun yaşadığı küfrün sonunda
cehenneme gitmesine göz yumarak ona en büyük kötülüğü yapan insan değildir.
Gerçek şahsiyetli Müslüman kâfirin hayatını sorgulayarak onu cennete kazandırma
kavgası veren insandır. Gerçek müslüman kâfirden elde edeceği az bir menfaat
hatırına onun cehenneme gidişine göz yummayan kimsedir. Ona der ki: Ey zavallı
kâfir! Ey zavallı yahudi! Ey zavallı hıristi-yan! Bak sen yaşadığın bu hayatınla
sonunda cehenneme gidiyorsun. Bu hayat seni ateşe götürüyor. Zaten şu anda
dünyada da sen ce-hennemi yaşıyorsun. Ferdi hayatınızda mutluluk yok, aile
hayatınızda huzur yok, toplum hayatınızda, sosyal hayatınızda denge yok.
Gelin ey kâfirler! Gelin ey
insanlar Müslüman olun. Teslim olun Allah’a. Eğer Allah’ın istediği bir hayata
yönelirseniz bilesiniz ki Allah sizin önceki yaptıklarınızı silecek, önceki
hayatınızı sıfırlayacak, Müslüman olduk, teslim olduk dediğiniz andan itibaren
önceki işledik-lerinizi Allah değerlendirmeye tabi tutmayacak. Biz Müslüman
olduk dediğiniz andan itibaren, analarınızdan doğduğunuz gündeki gibi sizi
tertemiz hale getirecek. O anda ölürseniz cennete gideceksiniz diye-rek
şahsiyetli bir Müslüman kâfirlere böylece en büyük iyiliği yapmış olacaktır. En
büyük hayrını, bereketini kâfirlere ulaştırmış olacaktır. Zaten Allah’a
Allah’ın istediği şekilde inanmış bir Müslümanın hiç kim-seye faydasından başka
bir zararı olamaz.
142. “Doğrusu münâfıklar Allah'ı
aldatmaya çalışır, oysa O, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar
namaza tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş
yaparlar.”
Münâfıklar Allah’a oyun etmek isterler.
Münâfıklar Allah’ı aldatmak isterler. Allah’a hile yapmak, Allah’ı kandırmak
isterler. Kalplerindeki küfürlerini saklayıp, zâhiren Müslüman görünüp Allah’ı
aldatmak istiyorlar. Halbuki Allah onları aldatmaktadır. Yâni onların
aldatmalarını Allah kendilerine döndürmektedir. Yâni onların hilelerini
kendilerine çevirmektedir Allah.
Allah kandırılabilir mi? Allah
atlatılabilir mi? Olacak şey mi bu? Bu kadar ahmak olur mu insan? Elbette ahmak
olmasalar Müslüman olurlardı hainler. Allah’la girişilecek bir savaşta Allah’la
baş edilebilir mi? Allah’a karşı galip gelinebilir mi? Allah’la savaşan bir
kimse iflah eder mi? Öyle zannediyorlar bu alçaklar değil mi? Allah’ı
yenebileceklerini, Allah’ı atlatabileceklerini zannediyorlar. Yâni şu anda
yeryüzünde Müslümanları yok etmeye soyunmuş tüm kâfir, müşrik, münâfık,
yahudi, hıristiyan, ateist olanlar acaba sadece Müslümanlarla savaştıklarını mı
zannediyorlar? Karşılarında sadece Müslümanların bulunduğunu mu zannediyorlar?
Müslümanları ezip geçeceklerini mi hesap ediyorlar? Müslümanları yalnız,
sahipsiz, korumasız mı zannediyorlar?
Müslümanlarla savaşanlar
bilmiyorlar mı ki karşılarında Allah’ı bulacaklar? Allah’a karşı nasıl saf tutup
savaşabilecekler bu adamlar? Olur mu bu? Hadi diyelim ki kâfirler Allah’ı
tanımadıkları için böyle bir yanlışın içine düştüler. Peki şu Müslümanların
içinde yaşayan, Allah’ı tanımış, Allah’ın sıfatlarını tanımış münâfıklara ne
oluyor? Veya şu, biz de Müslümanız diyen insanlara da ne oluyor ki bu konuda
tıpkı kâfirler gibi düşünüyorlar, Allah’ın yenilebileceğine ihtimal vererek
kâfirler karşısında yenilgiyi, aşağılık kompleksini yudumluyorlar? Kâfirler
karşısında ezilmişliği soluklayan bu Müslümanlara da ne oluyor ki, kimin safında
yer aldıklarının farkında değiller? Safında yer aldıkları Allah’ın mutlak güç ve
kuvvet sahibi olduğunu, yenilmez olduğunu bilmiyorlar mı bu insanlar?
Bu nasıl Müslümanlık böyle?
Kâfirlerden münâfıklardan ne farkı var bu insanların? Yoksa, yoksa, evet Allah
güçlüdür ama Amerika kadar güçlü değildir, Avrupa kadar güçlü değildir, Çin
kadar, Japonya kadar güçlü değildir, evet Allah zengindir ama filan holding
sahipleri kadar zengin değildir mi demek istiyor bu Müslümanlar? Evet Allah
bilgilidir, ama filan siyasîler kadar, falan proflar kadar bilgili değildir,
onlar kadar hukuku bilemez, onlar kadar ekonominin yasalarını bilemez, onlar
kadar eğitimin kurallarını bilemez mi demek istiyor bu Müslümanlar? Evet Allah
azîzdir ama falanlar, filanlar da azizdir mi demeye çalışıyorsunuz? Allah
Rabb’tır, Allah’a yasa belirleyendir ama falanlar filanlarda da rubûbiyet
yetkisi vardır, onlarda da egemenlik yetkisi vardır, hayatımıza onlar da
karışmalıdır mı diyorsunuz? O zaman sizler de münâfıksınız demektir. Korkun
herkesten ve her şeyden. Zillet içinde bir hayatın sahibi olun demenin dışında
bir şey aklıma gelmiyor.
Evet münâfıklar Allah’ı aldatmak
isterler. Halbuki Allah onların kalplerini, niyetlerini, içlerini dışlarını
bilmektedir. Onlar Allah’ı aldatmak istiyorlar, halbuki onlar Allah’ı
göremiyorlarken Allah onları görmektedir. Halbuki onlar Allah’ı bilmiyorlar,
ama Allah onları biliyor. Halbuki Allah onların kalplerinde olanları,
nefislerinde olanları biliyor, Allah onların hesaplarını, komplolarını,
entrikalarını biliyor ama onlar Allah’ın hesabını bilmiyorlar. Halbuki onların
gücü yok ama Allah’ın gücü var. Halbuki mülkün sahibi onlar değil, ama mülk
Allah’ındır. Buna rağmen bu alçaklar Allah’a oyun oynamak, Allah’ı aldatmak
istiyorlar.
Yâni bu halleriyle nasıl oluyor da bu
insanlar, Allah’la, Allah’ın mü’min kullarıyla böyle bir savaşın içine
girebiliyorlar? Nasıl oluyor da Allah’a savaş açabiliyorlar? Maalesef Allah’tan
habersiz olan münâfıklar büyük bir yanılgı içinde oldukları gibi Müslümanlar da
bu konuda yanılgı içine düşmüştürler. Maalesef bugün Müslümanlar Allah vahyiyle
değil de kâfirlerin vahiyleriyle, şeytanların vahiy kaynaklarıyla beslenip
büyüdüklerinden aynen kâfirler gibi düşünmekte, onlar gibi inanmaktadırlar.
Maalesef Müslümanlar kâfirler karşısında ezilmekte, horluğu, hakirliği
yaşamaktadırlar. Kâfirlerin güçlerini gerçek güç, kuvvetlerini gerçek kuvvet,
medeniyetlerini gerçek medeniyet, yaşantılarını gerçek yaşantı, hayatlarını
gerçek hayat zannediyorlar. Gözleri kamaşıyor kâfirler karşısında.
Dinlerinden, Rablerinden habersiz
yaşayan zavallı Müslüman-lar. Zahmet edip de Rablerini bir tanısalar,
Rablerinin kitabına bir kulak verseler, Rablerinin elçisiyle bir tanışsalar,
dinleriyle yakından bir ilgi kursalar; “Gerçek güç neymiş? Gerçek kudret neymiş?
Gerçek yaşantı, gerçek hayat, gerçek medeniyet, gerçek mutluluk neymiş?”
anlayacaklar. Ama gelin görün ki zavallılar Rableri yerine sahte tanrıların
peşine düştükleri için, Rablerinin hayat programı yerine tâğut-ların kitaplarına
ve yasalarına teslim oldukları için, sahte peygamber-lerin peşine düştükleri
için bu anlayışa ulaşmaları şu anda daha çok uzak gibi
görünüyor.
Evet münâfıkların özelliklerini
anlatmaya devam ediyor Rab-bimiz:
Namaza kalktıkları zaman tembel tembel,
isteksizce kalkarlar. Onlar namaza ağır davranırlar. Namaza kalktıklarında
tembel tembel, istemeye istemeye, erine erine kalkarlar. Namazla sevap
beklemediklerinden, azaptan da korkmadıklarından sanki idam sehpasına
gidiyorlarmış gibi namaza kalkarlar. Namaza inanmadıklarından, namazla din
kurtarma derdine düştüklerinden, namazla çevrelerine karşı durumu idare etmeyi
hedeflediklerinden isteksiz davranırlar.
Bakın İmam Mâlik, Rasulullah
Efendimizin şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
“Şu
namaz münafığın namazıdır! Şu namaz mü-nafığın namazıdır! Şu namaz münafığın
namazıdır: Otu-rur, güneşi gözetler. Nihâyet güneş şeytanın iki boynuzu
arasında (batmak üzere) olunca kalkar, dört rekat gagalar ve pek azı müstesna,
Allah’ı zikretmez.
Namaz; varlığı mü’mini cennete
ulaştıran, yokluğu da mutlak cehennemle sonuçlanan İslâm’ın en baş ibâdetidir.
Namaz mü’minin mü’minliğini ortaya koyan en baş ve en vazgeçilmez sıfatıdır.
Namaz kişinin İslâm milletine mensup oluşunun ifadesidir. Namaz küfürden imana
geçişin ilk ameli tatbikatıdır. Onun içindir ki Rasulullah Efendimizin Müslüman
olan kişiye ilk öğrettiği şey namazdı. Allah’ın Resûlü pek çok muteber
kaynaklardan öğreniyoruz ki Medine’ye gelenlerin namazı öğrenene kadar Medine’de
kalmalarını emrederdi.
Namaz mü’mini kâfirden ayıran en
belirgin özelliktir. Allah’ın Resûlü, Tirmizi’nin rivâyet ettikleri bir
hadislerinde:
“Bizimle müşrikler arasındaki fark namazdır.
Kim namazı terk ederse kâfir olur.”
buyurmuşlardır. Başka bir
hadislerinde:
“Küfürle iman arasında, namazın terki
vardır.”
(Tirmizi)
Yine hadisin devamında şu açıklamayı
görüyoruz:
“Ashab-ı Kirâm namazdan başka hiçbir amelin
terkine küfür gözüyle bakmazdı.”
(Tirmizi)
Evet namaz âdeta bir kimliktir. Namaz
mü’minin kimliğidir. Namaz vasıtasıyla Müslümanlar konuşmadan tanışırlar. Namaz
kişinin Müslümanlığının ilanıdır. Namaz Müslümanın, Müslümanlığının ip ucudur.
Mü’min kişi kendisini onunla açığa çıkarır. Bir insanın mümin mi değil mi
olduğunu anlayabilmek için en fazla bir namaz vakti beklemek yeterli olacaktır.
Zira o namaz vakti içinde namaz kılarak mü’-min, mü’minliğini ortaya koyacaktır.
Öyleyse namaz dinin dışa yan-sıyan yönüdür.
Onun içindir ki İslâm’ın ilk
dönemlerinde Müslümanları yakalamak için takip edenlerin ilk hedefleri namazdı.
Onlara katılmak isteyenlerin de ilk hedefleri buydu tabii. Evet Mekke’de ilk
hedef namazdı, Medine’de de yahudiler için ilk hedef
namazdı.
Bir de manevî ağırlığından ötürü
münâfıkları da ortaya çıkarandı namaz. Evet namaz mü’minle münâfıkları da
ayrıştıran bir ibâdetti. Namaz ilk dönemler Müslümanın
kimliğiydi.
Rasul-i Ekrem Efendimiz döneminde
namazını beş vakit dü-zenli olarak kılmayan bir kişi Müslüman sayılmıyordu. Onun
içindir ki Müslüman olmadıkları halde bir kısım menfaatler devşirmek ve de
Müslümanların elinden kendilerini kurtarmak için çırpınan münâfıklar her gün
Müslümanların mescidinde Müslümanlarla beraber olmak, Müslümanlarla beraber
görünmek, Müslümanlarla beraber namaz kıl-mak zorunda kalıyorlardı. Aksi
takdirde İslâm toplumunun bir üyesi olmaktan çıkmaları söz konusuydu. Onun için
münâfıklar kendilerini ele vermemek için istemeye istemeye namaz kılmak zorunda
kalıyorlardı. İnanmadıkları bir şeyi yapma azabına katlanmak zorunda
kalıyorlardı.
Onlar Allah için, Allah rızası için
değil sadece inanlara gösteriş olsun diye, insanlar görsünler, duysunlar diye
namaz kılıyorlar. Riya için namaz kılarlar. İnsanlar kendilerini gördüğü sürece
namaz kılarlar ama insanlardan bir tenhada Allah’la baş başa kaldıkları zaman da
terk ederler. Onlar namazlarını gösteriş için kılarlar, müraidirler. Karşılıklı
müraileşirler insanlarla. O insanlara amellerini, namazlarını gösterir insanlar
da ona övgülerini, beğenilerini, alkışlarını, teveccühlerini gösterirler. Evet
insanlar duysunlar diye, görsünler diye, takdir etsin-ler diye namaz kılarlar.
Yaptıklarının tümünü bu dünyada karşılığını görmek için yaparlar. Çevrelerinde
kendilerini görebilecek kimse varsa namaz kılarlar, yoksa
kılmazlar.
Bakın Buhârî ve Müslim’in birlikte
rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle
buyurur:
“Kim
yaptığını duyurmak isterse mutlaka Allah onu
duyurur.”
Evet her kim ki yaptığı bir hayrı
şöhret kazanmak için, teveccüh elde etmek için halka duyurursa Allah onu rezil
rüsva eder. Her kim ki halk nazarında bir mevki edinmek için işlediği bir hayrı
halka gösterir riyakârlık ederse kıyamet günü onun tüm sırlarını deşifre etmek
sûretiyle Allah da onu rezil edecektir. Evet onların namazları gösterişten
ibarettir. Onların amelleri, kullukları gösterişten ibaret, evleri, eşyaları,
yemeleri, içmeleri, giyinmeleri, soyunmaları, sevmeleri, küsmeleri gösterişten
ibaret, hayatları, ekonomileri, siyasetleri her şeyleri gösterişten ibarettir.
Tüm hayatları, tüm varlıkları rolden ibaret-tir. Tek özellikleri
tiyatroculuktur adamların, rolcülüktür. İnanmadıkları şeyleri yapmak
zorundadırlar. Yüzleri sürekli farklı boyalı ve maskelidir. İnsanlara şirin
görünmeye çalışırlar. Her şeyleriyle toplumun beğenisini kazanmayı hedeflerler.
Toplum için bir hayat yaşarlar. Çevrenize şöyle bir bakarsanız bu tip insanları
çok rahat görürsünüz.
Ey gösteriş için, riya için, toplum
için, çevre için, insanlar için yaşayanlar! Ey Allah’ın rızasını bir kenara
bırakıp da insanların beğenisi için bir ömür çırpınanlar. Ey modaya ters
düşmeyeceğim diye, âdetleri çiğnemeyeceğim diye, yönetmeliklere aykırı hareket
etmeyeceğim diye, insanlara gösteriş yapacağım diye yorulanlar! Allah için bir
dakika düşünmüyor musunuz? Yarın kabre girdiğinizde sizi kim yargılayacak?
Kabirde sizi hangi toplum sorgulayacak? Mahşer yerinde, mizanın başında kime,
hangi topluma, hangi insanlara hesap vereceksiniz? Cehennem ateşinden sizi kim
kurtaracak? Cenneti size kim verecek? Ölüm ötesi hayatta sizi kim yargılayacak?
Hiç düşünmüyor musunuz? Haydi şu anda yaşadığın hayatta toplum için hareket
et, tüm hareketlerini toplum için, toplumun istediği biçimde ayarla, toplumun
beğendiği biçimde giyin, soyun, toplumun değer yargıları için her gün bin kılık
değiştir, evini toplumun istediği biçimde tefriş et, dünyadaki tüm insanların
alkışını, beğenisini kazan, tüm dünya işte insan böyle olmalıdır, işte kılık
kıyafet böyle olmalıdır, işte ev böyle olmalıdır diye seni alkışlasınlar.
Ama bir gün sana Rabbinin takdir
buyurduğu ölüm gelip çatınca, Rabbinin ecel yasasıyla karşı karşıya geldiğin
zaman ne yapacaksın? Bu uğrunda bir ömür boyu çırpındığın, âdeta kendisine
kulluk yaptığın bu toplum ne yapabilir sana karşı? Ne yapabilirler bu seni
alkışlayanlar? İsterse sen ölüp giderken dünyadaki insanların hepsi bir yıldız
batıyor diye, bir tanrı gidiyor diye samimi bir şekilde gözyaşları döksünler.
Bir tanrımız düşüyor diye isterlerse samimi bir şekilde kahırlarından
kendilerini yerden yere vurup, saçlarını yolsunlar. Eyvah! Bir sanat tanrımız
gidiyor! Bir sevgili tanrıçamız düşüyor! Bir örneğimiz, bir önderimiz
kayboluyor diye intihar etsinler. İsterse tabutunuzu altından, gümüşten;
kefeninizi atlastan, ipekten yapıp sizi parmaklarının ucunda, başlarının
üzerinde taşısınlar. İsterlerse mezarınızın başında Mozart’ın en içli
senfonilerinden icra etsinler. Üç gün, beş gün, bir ay, bir yıl sizin yasınızı
tutsunlar.
Peki acaba o anda bu, tüm
dünyanın tanrı kabul edip önünde eğildiği insan nereye doğru gidiyor? O
insanların yanına mı? Yoksa Allah’ın yanına mı gidiyor? Onu o insanlar mı
yargılayacaklar? Yoksa Allah mı? Kiminle baş başa kalmaya gidiyor? Kime hesap
vermeye gidiyor? Evet evet ey insan artık onlardan ayrıldın. Artık o toplumla, o
uğrunda çırpındığın insanlarla beraber değilsin. Krallığın bitmiş, tanrılığın
bitmiş, alkışlar bitmiş, saltanat bitmiş ve Allah katında sineğin kanadı kadar
bir değeri olmayan sen cehenneme doğru gidiyorsun. Ateşe doğru sevk ediliyorsun.
Öyle değil mi bu hayatın sonu söyleyin Allah aşkına?
Öyleyse bu münâfıklar böyle toplum için
bir hayat yaşamış olsalar da bizler inşallah daima Allah adına, Allah için bir
hayat yaşayacağız. Hayatımızda sürekli Allah’la beraber olduğumuzu, sürekli
Allah kontrolünde olduğumuzu ve sonunda yargılanmak üzere Allah’ın huzuruna
gideceğimizi ve hesabı O’na ödeyeceğimizi unutmadan yaşayacağız
inşallah.
Ve bu münâfıklar Allah’ı da çok az
zikrederler. Allah’ı çok az gündeme alırlar. Allah için değil de toplum için bir
hayat yaşamayı yeğlediklerinden elbette bu münâfıkların gündemlerini Allah değil
de toplum oluşturacaktır. Toplumun ve şeytan vahiylerinin oluşturdukları sun’i
gündemleri konuşmaktan Allah’ın âyetlerini konuşmaya, Allah’ın yasalarını gündem
maddesi yapmaya zaman bulamazlar.
143. “Ne onlarla, ne de bunlarla olur,
ikisi arasında bocalayarak Allah'ı pek az anarlar. Allah'ın saptırdığı kimseye
yol bulamayacaksın.”
Bir orada, bir buradadır onlar. Bazen
mü’min görünürler, bazen da kâfir. Peygamberim, bunlar imanla küfür arasında
tıpkı bir sarkaç gibi gelgit halindedirler. İmanla küfür arasında kararsız,
dalgaya kapılmış bir sandal gibi şaşkın aşkın gidip gelmektedirler. Bir
bakarsınız namaz kılan bir mü’min, bir de bakarsınız ki İslâm’ın hükümlerini
reddeden bir kâfir. Ne onlardandır, ne de sendendir bunlar. Ne kâfirlere mâl
olurlar, ne de mü’minlere. Ne Kiliseye, ne Havraya, ne de ca-miye yararlar.
İkisi arasında bocalar dururlar. Çünkü bunlar kendi seçenekleriyle, özgür
iradeleriyle münâfıklığı tercih ettiklerinden Allah da onların kendileri
hakkındaki bu tercihlerini onaylamıştır ve artık Allah’ın şaşırtıp saptırdığına
da bir yol bulamazsın. Hiç kimse Allah’ın saptırdığını hidâyet edemez. Öyleyse
ey Müslümanlar:
144. “Ey İnananlar! Mü'minleri bırakıp
kâfirleri dost edinmeyin. Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman ver-mesini mi
istersiniz?”
Hitap Müslümanlara yöneliyor. Ey
Müslümanlar! Sakın ha sakın mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost ve velî
edinmeyin. Müslümanları bırakıp da kâfirlerle bir dostluk, bir velâyet ilişkisi
içine girmeyin. Allah’ı ve Allah’ın dostları, Allah’ın velîleri olan mü’minleri
bırakıp da kâfirlerin her cinsine -ister yahudi olsun, ister hıristiyan olsun,
ister müşrik ya da ateist olsun fark etmez- velâyetle yaklaşan, onların
velâyetleri altına giren, onların aldıkları kararları uygulamadan yana bir
tavır sergileyen insanların imanları nifaka dönüşüyor, Allah’a teslimiyetleri
değerini kaybediyor ve Rabbimizin bu beyanıyla bu insanlar münâfık haline
geliyorlar. Allah düşmanı kâfirlerin velâyetini kabul etmek, onlarla birlikte
oturup kalkmak, onların İslâm’a ve Müslümanlara saldırılarında onların yanında
olup onları desteklemek, kâfirlere içten içe sevgi beslemek, imanla asla
bağdaşmaz.
Çünkü Allah’a bağlılık imandır.
Allah’ı velî ve dost kabul etmek imandır. Allah’ın velâyeti altına girip tüm
hayatında O’nun kararlarını uygulamak imandır. Allah’a iman eden, Allah’ın
koruması altına giren mü’minlerle dostluk kurmak, onlarla velâyet ilişkisi içine
girmek imandır. Bu gerçeklerden hareketle bir mü’minin dünya işlerinde,
bireysel, sosyal, ailevi, toplumsal, ekonomik, siyasal hayatında, âhirete
müteallik işlerinde, yâni hayatının tüm alanlarında kendisiyle ilgili tüm
problemlerinde bir dostluk, bir velâ ilişkisi içine girecekse, birileriyle
birlikte hareket edecekse, birileriyle istişare edecek, birilerinin kararına
başvuracaksa, birilerinden akıl danışacaksa kendisine velî olarak, dost olarak
ancak ve ancak Allah dostluğuna ehil müminleri seçecektir kendisine.
Mü’minleri sevecek, mü’minleri
dost bilecek, mü’minleri velî bilecek, mü’minlere bağımlı olacak, mü’minlerin
derdini, tasasını kendi tasası, sevincini kendi sevinci, başarısını kendi
başarısı bilecektir. Tüm işlerini, tüm hayatını, siyasetini, ekonomisini,
eğitimini, sosyal ve bireysel hayatını, aile hayatını mü’minlere göre
düzenleyecek, hesabında mü’minler olacaktır. Müslüman izzet ve şerefi
Müslümanlarda ve Müslümanlarla birliktelikte görecektir. Birtakım basit dünyevî
hesaplarla, birtakım basit menfaat kaygılarıyla bir Müslümanın mü’min-leri
bırakarak kâfirleri dost edinmesi, hayatını onlar kaynaklı yaşaması asla
düşünülemez.
“Sizler ey mü’min görünenler, ey
Müslümanlık iddiasında bulunanlar, istiyor musunuz ki Allah sizin aleyhinizde
bir delile sahip olsun? Yâni Allah’a kendi aleyhinizde bir delil mi vermek
istiyorsunuz? Allah’ı ve Allah dostu mü’minleri bir kenara bırakıp ta kâfirleri
dost edinerek münâfık olduğunuz konusunda Allah’a bir delil mi vermek
istiyorsunuz?” Yâni ben sizi apaçık delillerle, apaçık âyetlerle uyardığım
halde, niye benim dostlarımı bırakıp da düşmanlarımı dost bildiniz? Niye benim
düşmanlarımla dostluk ilişkisi içine girdiniz diye Allah’a aleyhinizde apaçık
bir nifak delili mi vermek istiyorsunuz? Yâni böylece apaçık münâfık olduğunuzu
kanıtlamak mı istiyorsunuz? diyor Rabbimiz. Yapmayın böyle. Kendi azabınıza,
kendi cehenneminize kendi kendinize delil hazırlamayın. Dostlarımı bırakıp
düşmanlarımla dostluk kurarak apaçık bir münâfıklık tavrı sergilemeyin. Çünkü bu
apaçık bir nifak alâmetidir.
Rabbimizin bu âyetinden anlıyoruz ki
Allah kullarını apaçık âyetleriyle uyarmadıkça onlara ceza vermemektedir. Yine
anlıyoruz ki Allah’ın cehennemine gidenler ancak uyarıldıkları halde uyarıya
aldırış etmeyenler müspet cevap vermeyenler olacaktır. Ve böylece kendilerine
Allah tarafından uyarıcılar, elçiler gönderilmeyen insanların azaba
uğratılmayacakları yasası da ortaya konuluyor. Ama bu arada tabi şunu da
bildiriyor ki Rabbimiz dünyadaki toplumların hiçbirisi tarihin ilk
dönemlerinden bu yana asla uyarısız kalmamıştır. Her bir dönem insanları
mutlaka uyarılmışlardır. Uyarının ulaştırılmadığı hiçbir toplum yoktur.
İşte gerek geçmişte yaşamış
olanlar, gerek şu anda yaşayanlar, gerekse gelecekte yaşayacak olanlar Allah’ın
bu apaçık âyetleriyle uyarıldıkları halde, Allah tarafından nifak ve münâfıklık
apaçık kendilerine beyan edildiği halde, eğer bu uyarıların tamamen tersine
hareket ederek Allah’a kendi aleyhlerinde bir delil vermişlerse artık bu
Allah’ın değil onların kendi problemleridir. Çünkü Allah onlara gereken
uyarısını ulaştırmıştır. İşte dünya üzerinde bu kitaplar vasıtasıyla Allah’ın
apaçık uyarıları kendilerine ulaştığı halde insanlar Allah’ın kendilerine
verdiği seçeneklerini, aksi istikâmette kullanarak Allah ve mü’minleri bir
kenara bırakıp kâfirleri dost ve velî edinenlere ceza olarak da bakın Allah
şunu anlatıyor:
145. “Doğrusu münâfıklar cehennemin en
alt taba-kasındadırlar. Onlara yardımcı
bulamayacaksın.”
Muhakkak ki münâfıklar cehennemin en
alt tabakasındadırlar. Cehennemin en alçak tabakasındadır onlar. Cennetin
dereceleri olduğu gibi cehennemde de dereceler vardır ve Allah korusun
münâfıklar en aşağı, en korkunç yerinde, en rezil hücresinde ve en adi
dibindedirler. Kâfirlerden daha aşağı bir konumdadır onlar. Çünkü bunlar kâfir
olmakla birlikte bir de üstelik Müslüman görüntüsü sergileyerek hem Allah’ı,
hem de mü’minleri kandırma cüretinde bulunuyorlardı. Evet onlar cehennemin en
alt derekesindedirler. Alt da olsa, üst de olsa doğrusu cehennem gidilecek bir
yer değildir. Ama ne yazık ki onu insanlar kendi elleriyle işledikleri
günahlarla kazanıyorlar. Kendi
tercihleriyle elde ediyorlar.
(Cehennemdeki derecelerle alâkalı bir
soru soruldu)
Arkadaşlar, bu konuda benim bildiğim
dereceler şöyledir. İşte bu âyetin de ifadesiyle cehennemin en alt tabakasında,
azabın en şiddetli bölümünde münâfıklar vardır. Neden böyle? Çünkü münâfık
denilen bu kâfirler Allah’ı tanımışlar, Allah’ın sıfatlarını tanımışlar, İs-lâmı
tanımışlar, müslümanları tanımışlar, dilleriyle iman iddiasında bulunmuşlar, ama
kalpleriyle iman etmemişlerdir. İşte bundan ötürü bu münâfık kâfirler öteki
kâfirlerden daha kötüdürler.
Cehennemin bir üst tabakasında
kâfirlerin çok şedid zâlimleri vardır. Allah’a karşı, Allah’ın dinine karşı
savaş açmış, Allah’ın dinini yok etmeye çalışmış ve müslümanlara hayat hakkı
tanımayarak onlara zulmetmiş kâfirler de münâfıkların üzerinde bir
tabakadadadırlar.
Onların bir üstünde de gariban kâfirler
vardır. Gerçeğe ulaşa-mış, hakkı, hidâyeti bulamamış, arama gayretinde olmamış,
ama Allah’ın dinini ve müslümanları yok etme kavgası da vermemiş, kâfirliği
sadece kendi şahsıyla sınırlı kalmış kâfirler de bir üst
tabakadadırlar.
Onların da üstünde kendileri iman
etmemiş ama Allah’ın dinine ve müslümanlara yardım etmiş kâfirler vardır.
Kendileri kâfir ama meselâ Ebu Talip gibi peygambere ve müslümanlara sahip
çıkmış, onları korumaya, kollamaya çalışmış kimseler de azapları ötekilerden
biraz daha hafif bir tabakadadırlar.
Onların da üstünde geçici bir şekilde o
tabakada azap çeken günahkâr mü’minler vardır. Bunlar iman etmişler, inandık
demişler ama amelleri kendilerini cennete götürmeye yetmeyen kimselerdir.
Amelleri kendilerini cennete götürmeye yetmediği gibi, ebediyyen o cehennemde
kalmalarına engel olan mü’minlerdir bunlar. Günahları kadar orada azap
görecekler.
Bu konudaki hadislerden öğrendiğimize
göre Rabbimiz pey-gamberlere ve salih mü’minlere bu kimselere şefaat yetkisi
verecektir. Peygamberlerini ve salih kullarını onore etmek için bu kimselerden
izin verdikleri kadar gidip çıkarmalarına izin verecektir. İşte sen git onlardan
şu kadarını, 3000,5000 kadarını çıkar, sen 10.000 Kadarını, sen de 100.000
kadarını çıkar buyuracak, onlar gidip çıkaracaklar. Sonra Rabbimiz şöyle
buyuracak: Benim peygamberlerim ve salih kullarım çıkaracaklarını çıkardılar.
Şefaat edeceklerine şefaat ettiler. Halbuki Ben onların hepsinden daha
merhametliyim buyurarak oradan, o cehennemdeki mü’minlerden bir kabza alacak,
(Tabi Rabbi-mizin bu kabzasının ne anlama geldiği bilmemiz, anlamamız mümkün
değildir) onları hayat nehrine atacak, orada diriliğe kavuşturup cen-netine
sokacak. İşte bu konuda benim bildiğim cehennemdeki dere-celer böyledir. Rabbim
bizleri o cehennemliklerden eylemesin inşal-lah.
Ve sen artık onlar için onları Allah’ın
azabından kurtaracak bir yardımcı bulamazsın. Hiç kimse onlara yardım elini
uzatamaz. Allah onlara ebedî bir cehennem takdir ettikten sonra kim yardım
edebilir onlara? Bu alçaklar dünyada toplum için, insanlar için hareket ettiler.
Allah için değil de insanlar için bir hayat yaşadılar. Toplumun beğenisini
Allah’ın beğenisine tercih ettiler. İnsanlara şirin görünmeye çalıştılar. Velev
bir dünya hayatı boyunca tüm dünya onun önünde diz çökmüş bile olsa, tüm dünya
ona tabi olup, onun yolunda gitmiş olsa bile, herkes onu tanrı bilmiş ve ona
kulluk etmiş olsa bile, herkes dünyada yoluna ölecek kadar onun sevmiş, onun
önünde secdelere kapanmış olsa bile, onun ekonomik ve siyasal gücü dünyada
dillere destan olsa bile, askeri ve silah gücü afakı tutmuş olsa bile,
egemenliği, saltanatı, yasaları tüm dünyada uygulanır olsa, dünyada her
istediğini yapabilir bir konumda olmuş olsa bile Allah’ın yargılaması sonucu
cehenneme yuvarlanırken bir sineğin kanadı kadar bile bir değeri olmayacaktır.
O zaman kendisini kurtaracak ne gücü kalmış, ne kuvveti, ne saltanatı, ne
tanrılığı, ne kulları, ne alkışlayanları, ne secde edenleri, ne dostları, ne de
yardımcıları kalmış.
Varsın şu anda ekonomik ve
siyasal gücünden dolayı tüm dünya onun önünde eğilsin. Varsın şu anda kulları
onu tanrı makamında görüp ona hamd etme adına, ona şükretme adına yasalarını
uygulamaya koysunlar. Bilsinler ki yeryüzünde Allah’ın istemediği bir hayatı
yaşayan, dünyada, dünyanın konumu gereği Allah’ın kendilerine tanıdığı
fırsatlara aldanarak Allah’ı aldattıklarını, atlattıklarını zan-neden, bunun
için de kendi kendilerine hayat programı yapmaya kalkışan bu insanlar yarın
kendi kazandıkları ateşe yuvarlandıklarında anlayacaklar ki bu dünya gerçekten
çok boşmuş.
Öyleyse gelin ey insanlar! Bu basit
dünyayı alıp da bâkî âlemi kaybetmeyelim. Şu basit dünyanın ardına düşüp de, bir
kısım dünya hesaplarıyla Allah’ı bir kenara bırakıp, Allah dostları mü’minleri
bir kenara bırakıp kâfirleri, müşrikleri dostluk makamına çıkarmayalım. Şu anda
güç kuvvet onlardadır, mal mülk onlardadır diye, izzet ve şeref onların
kapısındadır diye onların velâyeti altına girip, onlarla birlikte hareket etmeye
kalkışmayalım. Unutmayalım ki izzet ve şeref tümüyle Allah’a
aittir.
Peki, acaba şu anda küfür içinde, şirk
içinde, nifak içinde yaşayan bu kâfirlerin, bu münâfıkların hiçbir kurtuluş
hakları yok mudur? Acaba bu insanlara kurtuluş kapılarının tamamı kapanmış
mıdır? Hepten affedilmeyi kaybetmiş midir bu insanlar? Hayır. Şu anda her şey
bitmiş değildir. Şu anda hayat bitmiş, kıyamet kopmuş ve tüm tevbe kapıları,
dönüş fırsatları kapanmış değildir. Ama ölümün ne za-man geleceğini, kıyametin
ne zaman kopacağını da bilmiyoruz. Bunu bilen sadece Allah’tır. Şu anda
hayatımız devam ettiği sürece, nefeslerimiz devam ettiği sürece, gözlerimiz
gördüğü, kulaklarımız işittiği sürece bilelim ki hepimizin dönüş imkânı
elimizdedir. Allah bu imkânı bize lütfetmiştir. Münâfık da olsa kişi, kâfir de
olsa şu anda hayatta olanların imtihanları sürmektedir ve her an dönüş yolu,
çıkış yolu açıktır. Bakın Allah diyor ki:
146. “Ancak tevbe edenler, nefislerini
ıslah edenler, Allah'ın kitabına sarılanlar ve dinlerine Allah için candan
bağlananlar müstesnadır. Onlar inananlarla beraberdir. Allah mü'minlere büyük
ecir verecektir.”
Kim tevbe edip dönerse. Güneş batıdan
doğmadan, ölüm gelip çatmadan, yâni ya evrensel kıyamet kopmadan, ya da kişinin
ferdi kıyameti dediğimiz ölümü onu yakalamadan önce kim tevbe edip Rabbine
dönerse, Rabbinin istediği hayata dönerse, Rabbine kulluğa yönelirse. Önceki
kıblesini değiştirirse. Nefsinin, şeytanın ve tâğutla-rın yörüngesinde günahlara
doğru giderken bir anda yönünü Allah’a çevirirse. Allah’tan habersiz toplum için
yaşadığı önceki hayatından, önceki küfründen, şirkinden, nifakından, isyanından
vazgeçip Allah’ın istediği bir hayata yönelir; “Ya Rab!” derse. Affet Allah’ım!
Kaçak kulun sana yöneldi derse. Yepyeni bir iman ve teslimiyet atmosferine
girebilirse.
Ve durumunu ıslah ederse. Hayatını
ıslah ederse. Halini dü-zeltir ve Allah’la barışabilirse. Allah’la arasını
düzeltebilirse. İçlerindeki nifak hastalıklarını atıp, nifak ve toplum için
yaşama pisliklerinden arınıp amellerini ve niyetlerini ıslah edip Allah’ın
istediği bir hayatı yaşamaya yönelebilirse.
Allah’a da sarılırsa. Allah’a bağımlı
olabilirse. Tüm sevgisini, kabulünü, reddini Allah’a bağımlı kılabilirse.
Allah’a, Allah’ın kitabına, Allah’ın yoluna, Allah’ın dinine, Allah’ın Resûlüne
Allah’ın hayat programına sımsıkı sarılıp O’na bağımlı, O’na ait
olabilirse.
Ve dinini de Allah için ihlâslı hale
getirirse. Dinde muhlisler olarak sadece duasını dâvetiyesini, kulluğumuzu ona
yaparsa. Halis bir din sahibi, katışıksız bir din sahibi olursa. Din kişinin
hayat programıdır. Din kişinin yaşam biçimidir. Öyle bir din yaşayacağız ki,
öyle bir hayat programımız olacak ki o hayatın tümünde sadece Allah’ı
dinleyecek ve başka şeyleri katıp karıştırmayacağız. Yâni hayatımızın bazı
bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de başkalarını dinleyerek, hayatımızın
bazı bölümlerinde Allah’ın yasalarını, bazı bölümlerinde de başkalarının
yasalarını uygulayarak katışıklı bir din, şirket içinde bir hayat yaşamayacağız.
Şirke düşmeyeceğiz. Yirmi dört saatimizin tümünü Allah’a ait kılacak, sadece
O’nu dinleyecek ve sadece O’na kulluk yapacağız.
İşte eğer onlar böyle katışıksız bir
din sahibi olurlarsa. Dinlerini karıştırmaz, dinlerini paramparça etmezler,
hayatlarının tamamında Allah’ın hayat programının içine girerlerse. Yâni
tanrılar sistemini reddeder, yalnız ve yalnız Allah’a kulluğa yönelmenin
hesabını yaparlarsa.
Artık onlar mü’minlerle beraberdirler.
Artık onlar mü’min olmuşlardır. Artık eski hayatları, eski dünyaları silinmiş,
küfürleri, şirkleri bitmiştir. Yeter ki dönüş Allah için olsun. Allah onların
tüm geçmişlerini sıfırlayacak, onları analarından doğdukları gündeki gibi
tertemiz hale getirecektir.
147. “Şükreder ve inanırsanız, Allah
size niçin azab etsin? Allah şükrün karşılığını verir ve
bilir.”
Evet eğer sizler şükreder ve iman
ederseniz Allah size niye azap etsin de? Allah kullarına azap etmekten niye
hoşlansın da? Sizler Rabbinize O’nun istediği biçimde iman eder, O’nun size
sunduğu sayısız nîmetlerine karşılık nankörlük etmez, Allah’ın istediği bir
hayatı yaşamaya yönelirseniz bilesiniz ki Allah size azaptan yana değildir.
Çünkü azap inkâr ve nankörlüğün karşılığıdır. Rabbimizin azabı caydırıcılık
özelliği taşımaktadır. Kullarını küfürden imana, nankörlükten şükre sevk etmek
için Rabbimiz azabını gündeme getirmektedir. Bunlar hâsıl olduktan sonra Allah
size azap etmekle ne kazanacak da? Rabbimize öyle yeryüzü melikleri gibi,
yeryüzü kralları gibi, beni razı etseler de etmeseler de, benim istediğim
şekilde hareket etseler de, benim istediğim şekilde yaşasalar da yaşamasalar
da, ben mutlaka onlara azap edeceğim diye adâletsiz bir yasayı izafe etmek
zulümlerin en büyüğüdür. Çünkü:
Allah Şakir ve Alîmdir. Eğer insanlar
Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman ederler, Allah’ın istediği biçimde
şükrederek bir hayat yaşarlarsa kesinlikle bilsinler ki Allah onlar için
Şakirdir. İfade ne kadar güzel değil mi? Allah Şakirdir. Kendisi zaten
şükredilmeye lâyık yegâ-ne varlıktır ve de sonunda yaptıklarından ötürü sanki
kullarına teşek-kür edendir Allah. Allah kullarına teşekkür ediyor. Buna
karşılık kulların Allah’a nasıl bir kulluk yapması gerektiğini artık siz
düşünün.
Muhakkak ki Allah Şekûr ve Alîmdir.
Yâni sizler iyi amellere koşarken, salih ameller peşinde Rabbinizi razı etmeye
çırpınırken birtakım kusurlarınız, eksiklikleriniz, hatalarınız ve
sürçmeleriniz, falsolarınız olsa da unutmayın ki Allah Ğafûr’dur. Siliverir
Allah onları, ka-ale almayıverir, yok farz ediverir, örtüverir üzerlerini,
bağışlayıverir sizi. Bir de Allah Şekûr’dür. Şükredendir Allah. Yâni teşekkür
edendir, yaptıklarınızı karşılıksız bırakmayandır, amellerinizi asla zayi
etmeyendir.
148. “Allah zulme uğrayan kimseden
başkasının, kötülüğünü sözle bile açıklamasını sevmez. Allah işitir ve
bilir.”
Rabbimiz zulme uğrayanların
dışında kötü sözün açıkça söylenmesinden hoşlanmaz. Ancak zulme uğrayanlar
bunun dışındadır buyuruyor Rabbimiz. Allah kötülüğün fiiline de sözcülüğüne de
gazap eder. Allah kötülüğü asla sevmez. Ancak mazlum kişi, zulme uğrayan kişi
bunun dışındadır. Zulme uğramış, hakları gasp edilmiş kimse kendisine zulmeden
karşısındaki muhatabına karşı uğradığı o zulmü açıktan açığa ifade edip gündeme
getirmesinde, karşısındakinin kötü sözlerine aynen karşılık vermesinde, feryad ü
figan etmesinde bir vebal yoktur. Zalimin zulmünü de, zulme uğrayanın feryad-ü
figanını da Allah bilmektedir.
Tabi yeryüzünde insanlara zulmeden, hak
hukuk tanımayarak, din diyanet tanımayarak, Allah yasalarını, kitap sünnet
yasalarını çiğneyerek yeryüzünde kendi arzularını kendi hırslarını tatmin için
çırpınan insanlara karşı mü’minlere yol vardır diyor, Rabbimiz. Onları
durdurmak, onların zulümlerine engel olmak, onların ellerini kırmak bir izin
değil, emirdir. Zalimlerin zulümlerine engel olmak mü’minlerin tümüne bir
emirdir. Nerede bir zulüm varsa, yeryüzünün neresinde Allah kullarına yönelik
bir haksızlık söz konusuysa onu defetmek için mü’minler sürekli hareket halinde
olmalıdırlar.
Değilse
Allah korusun mü’minler sadece kendi ülkelerini, sadece kendi durumlarını görüp
ben iyiyim, ben zulme maruz değilim, bizim durumumuz iyidir diyerek yan gelip
rahat yataklarında yatamaz-lar. Geçtiğimiz dönemlerde ecdadımız yeryüzünün
neresinde bir zulüm bir haksızlık söz konusu olmuşsa ülkelerinin zalimlerinden
şikâ-yette bulunan insanların feryatlarını duymuşlarsa hemen onların
imdatlarına gitmişler ve onları zalimlerin zulümlerinden kurtarmışlardır.
Ecdadımız hem kendi toplumlarını ıslah etmişler, hem de çevrelerindeki
zalimlerin burunlarını kırmışlardır. Rabbimiz Müslümanlara bu görevi
yüklemiştir. Hem kendi toplumlarında Allah kullarına zulmeden, Allah kullarının
kulluğuna engel olmaya çalışan zalimlere karşı hem de tüm yeryüzünde zulmeden
insanlara karşı savaşmayı onları düzeltmeyi Müslümanlara bir hak ve görev
olarak vermiştir, Rabbimiz.
149. “Bir iyiliği açığa vurur veya
gizler yahut bir kötülüğü affederseniz, bilin ki Allah da affedendir, güçlü
olandır.”
Eğer hayrı açıklarsanız, yahut
onu gizlerseniz, yahut da kötülüğü bağışlarsanız, affederseniz muhakkak ki
Allah affedendir bunu da iyi bilin diyor, Rabbimiz. Anlıyoruz ki Rabbimiz
mü’minlere kendi sıfatını hatırlatarak şahıslarına karşı kâfirlerin, müşriklerin
yahudilerin yapabilecekleri kötülüklere karşı, saldırılara karşı sabırlı
olmalarını, aftan yana olmalarını tavsiye ediyor. Onları Allah’a kulluğa
kazandırabilmek için gizli veya aşikâr hep onlara iyilikte bulunmalarını,
kötülüğe karşı kötülükte bulunmamalarını emrediyor.
Ey mü’minler, sizler Allah’a
inanmış insanlarsınız. Sizler başkaları gibi olamazsınız. Sizler Rabbinizin
sıfatlarıyla sıfatlanmak zorundasınız. Evet Müslüman daima aftan yanadır. Hele
Müslümanlar Müslümanlara karşı daima af yolunu, barış yolunu tercih etmelidir.
Lâkin az evvel de ifade edildiği gibi zulme uğrayan bir kimsenin maruz kaldığı
zulmü ifade etme hakkı vardır. Ama bunu örter, affeder, hayrı gizliden gizliye
veya açıktan açığa ifa ederse, yâni hayrı ilan ederse bilesiniz ki Allah
affedendir.
150,151. “Allah'ı ve peygamberlerini
inkâr eden, Allah'la peygamberleri arasını ayırmak isteyen “Bir kısmına inanır,
bir kısmını inkâr ederiz” diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte
onlar gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirlere ağır bir azab
hazırlamışızdır.”
Muhakkak ki Allah’ı ve
peygamberlerini küfredenler, örtenler, örtbas edenler. Allah’ı ve elçilerini
örtüp gündemlerinden düşürenler. Allah’ı ve elçilerini reddedenler,
tanımayanlar, inkâr edenler, Allah’a ve peygamberlere küfredenler. Allah’la
elçilerinin arasını ayırmak isteyenler. Bazen Allah’ı kabul edip peygamberi
reddetmek biçiminde, bazen Allah’ı da peygamberleri de reddetmek biçiminde,
bazen da peygamberlerden bazılarını kabul edip bazılarını reddetmek biçiminde
Allah’ı ve elçilerini inkâr edenler, Allah’a ve elçilerine Allah’ın ve
elçilerinin istediği gibi iman etmeyenler, işlerine geldiği zaman Allah’a,
işlerine geldiği zaman işlerine gelen peygambere iman ettiklerini iddia edenler
diyorlar ki:
Biz bir kısmına inanır bir kısmını
reddederiz. Bir kısmını kabul eder bir kısmını kabul etmeyiz diyerek böylece bu
ikisi arasında bir yol tutmak istiyorlar bu adamlar. Yâni hayatlarında Allah’ın
ve elçilerinin varlığını, varlık sebebini kendilerince yorumlamak istiyorlar
alçaklar. Allah’ın ve elçilerinin getirmiş oldukları dini, getirmiş oldukları
hayat programını kendilerince yorumlamak istiyorlar. Allah bir din göndermiş
ve bu din “Elhamdü lillahi Rabbil âlemin” diye başlıyor, “minel cinneti vennas”
diye bitiyor. Evet Allah’ın dini, Allah’ın kitabı ve o kitabın pratiği olan,
tebyini olan Resûlünün sünnetiyle tamamlanmıştır. Ama kâfirler o dini
kendilerince yorumlayıp algılamak istiyorlar. Halbuki Allah’ın dinine göre
Kur’an’da ismi geçen tüm peygamberlere inanmak zorundayız. Hayatları yasal
olarak Kur’an’da anlatılmış, örneklenmiş tüm peygamberlerin örnekliliğini kabul
etmek zorundayız. Çünkü yasal olarak Allah bu kitabında onların hayatlarını bize
haber vermiştir. Onların tümünün örnekliğine iman onları bize anlatan Allah’a
demektir.
Yâni bu bir iman konusudur, iman
gereğidir. Peygamberlerden bir kısmına iman edip bir kısmını reddetmek küfürdür.
Ben Allah’a inanırım ama peygamberlere ya da falan peygambere inanmam demek
küfürdür. Veya peygamberin hayattaki peygamberlik misyonunu, peygamberlik
örnekliğini reddetmek de küfürdür. Ben Allah’a inanırım ama peygamberin bize
sadece Allah’ın mesajını, Allah’ın âyetlerini bize ulaştırmanın dışında başka
hiçbir özelliğinin olmadığına inanırım. Peygamberin varlığı, misyonu sadece
kitabı bize ulaştıran bir postacıdan öteye geçemez. Onun hayatı, onun yapıp
ettikleri beni bağlamaz. Ben onun örnekliğini kabul etmek zorunda değilim demek
de küfürdür. Bu peygamberin varlık sebebini reddetmektir.
Evet, Allah’la Resullerinin
arasını ayırmak küfürdür. Allah’a evet, Allah’ın kitabına evet ama peygambere
hayır demek küfürdür. Tıpkı kitabın bir kısmına evet ama bir kısmına hayır demek
gibi. Veya meselâ Fâtiha’yı kabul edip Bakara’yı reddetmek, Bakara’nın 280
âyetini kabul edip 6 âyetini kabul etmemek, Âl-i İmrân’ın yarısını kabul edip
yarısını reddetmek, Mâide’ye hoşuma gitmiyor demek, En’âm’a olmadı demek, Enfâl
bu devirde geçerli olamaz, çünkü orada savaştan, ganîmetten söz ediliyor, bu
devirde böyle şeylerin yeri yoktur demek, Nisâ’daki miras âyetlerini, yahut
birden fazla kadınla evlenme ruhsatını bu devirde asla kabul edemem demek
küfürdür.
Yâni böyle bir orta yol tutarak
işine gelen âyetleri kabul edip işine gelmeyenleri reddetmeye hiç kimsenin hakkı
yoktur. Veya peygamber (as)’in şu şu işleri, şu şu yönleri kabul ama şu şu
yönlerini beğenmedim. Peygamberin Mekke’deki dönemi tamam ama Medine’-deki
dönemi hoşuma gitmedi demeye hiç kimsenin hakkı ve selahi-yeti yoktur. Bu din
Allah’ın dinidir. Bu dini koyan Allah’tır. İslâm’ı, dini Allah’ın koyduğu gibi,
Allah’ın istediği gibi kabul etmeyenler âyetleri seçiyorlar, peygamberleri
seçmeye çalışıyorlar, peygamberin sözlerinden, peygamberin sünnetinden işlerine
gelenleri gelmeyenleri seçiyorlar, şunlar şunlar tamam ama şunlara şunlara hayır
diyorlar. Kimileri diyorlar ki efendim İslâm gerçekten çok güzel bir ahlâk
yasası belirlemiş, vazetmiştir. Binaenaleyh İslâm’ın ahlâk yasalarını alalım ama
İslâm’ın siyasetini reddedelim.
Veya İslâm’ın namazını kabul
edelim ama hukukunu reddederiz. Veya İslâm’ın orucunu, haccını kabul edelim ama
ekonomik düzenlemelerini reddedelim. İslâm’ın temizlik yasalarını kabul edelim
ama eğitim yasalarını reddedelim. Veya İslâm’ın ölüm ötesi hayatla ilgili
haberlerini bu devirde kabul etmek mümkün değildir. Veya ölüm ötesi anlayışını
kabul deriz ama yaşadığımız bu dünya hayatıyla ilgili yasalarını kabul edemeyiz.
İslâm’ın hayatımıza karışmasını kabul edemeyiz diyenlerin tamamı kâfirdir.
Kendilerinin istediği gibi bir dine, kendi hevâ ve heveslerine uygun bir hayat
programına evet, ama Allah ve Resûlünün istediği bir dine, bir hayat programına
evet diyenlerin tamamı kâfirdir.
Evet yahudiler diyorlar ki biz Mûsâ’yı
kabul ederiz Ama Îsâ’yı ve Muhammed (a.s)’ı kabul etmeyiz. Hıristiyanlar
diyorlar ki biz Îsâ’yı ve Mûsâ’yı kabul ederiz ama Muhammed (a.s)’ı asla kabul
etmeyiz. Müslümanlar da diyorlar ki biz Adem (a.s) dan buyana Mûsâ’yı, Îsâ’yı,
Muhammed (a.s)’ı ve tüm peygamberlere iman ederiz. Biz peygamberlerin arasını
ayırmayız. Aslında biz Mûsâ’yı ve Îsâ’yı kabul ederiz diyen yahudi ve
hıristiyanlar doğrusu bu peygamberlere de Allah’ın istediği bir imanla iman
etmiyorlardır. Çünkü Allah’ın istediği şekilde olmayan bir imana iman denmez.
Veya başka bir ifadeyle bu konuda iman mutlak sûrette bir kitaba müstenit
olmalıdır.
Şu anda ellerinde kitap olmayan,
kitaplarına ve peygamberlerine olmadık iftiralarda bulunmuş, kitaplarını tahrif
edip hayatı düzenleme özelliğini bozmuş, İlâhi kitap olma vasfını değiştirmiş,
peygamberlerinden kimilerini öldürüp kimilerine olmadık işkencelerde bulunmuş
bu adamlar kalkacaklar ve diyecekler ki biz Mûsâ’ya iman ediyoruz, biz Îsâ’ya
inanıyoruz ama Muhammed (a.s)’ı reddediyoruz desinler, bu zaten baştan
bâtıldır.
Evet yahudiler ve hıristiyanlar
böyledir. Bizim içimizde de şu anda dini parçalayanlar, hayatı parçalayanlar ve
hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı bazı bölümlerinde de kendi hevâ ve
heveslerini, ya da Allah’tan başkalarını dinlemeye çalışanlar. Bazen Allah’a
bazen da başkalarına kulluk edenler. İmanı parçalayanlar, kitabı parçalayanlar,
ahlâkı, siyaseti, hukuku, ekonomiyi parçalayan, bunları Allah ve Resûlünün
istediği şekilde değil de kendi hevâ ve heveslerine göre yorumlamaya çalışan,
yaşadıkları hayatın programını Allah ve Resûlüne sormadan kendi kendilerine
belirlemeye çalışan, Allah’ı, Allah’ın kitabını, Allah’ın elçilerini reddeden,
işlerine geldiği zaman Allah ve Resûlüne, işlerine gelmediği zaman da kendi
hevâ ve heveslerine müracaat edenler de Allah ve elçilerinin arasını
ayıranlardır. Ve böyle yapanlar:
İşte bunlar gerçek kâfirlerdir. İşte
hak kâfirler bunlardır. Ve onlara alçaltıcı bir azap vardır. Evet Allah’a hayır
diyen, peygamberlere hayır diyen, Rasulullah’a hayır diyenler, Allah’ı ve
Resûlünü hayatlarına karıştırmayanlar, Allah’la elçilerinin arasını ayıranlar,
dini parçalayanlar, hayatı parçalayanlar, peygamberin hayatını parçalayıp işine
gelenleri kabul edip işine gelmeyenleri reddedenler gerçek kâfirlerdir. Ve böyle
kimseler için dünyada alçaltıcı bir azap, âhirette de acımasız, tam kendi
hayatlarına uygun bir azap onların olacaktır.
152. “Allah'a ve peygamberlerine
inanıp, onlardan hiçbirini ayırmayanlara, işte onlara Allah ecirlerini
verecektir. O, bağışlar ve merhamet eder.”
Allah’a Allah’ın istediği biçimde
iman eden, Allah’ın yegâne Rab, Melik ve İlâh olduğuna iman eden, Allah’ın kitap
ve elçiler göndererek hayata karıştığına iman eden, kendisine kulluk yapılmaya
lâyık tek mâbud olduğuna iman eden, elçilerine de yine Allah’ın istediği
biçimde inanan, elçilerinin arasını ayırmayan, kitabı parçalamayan, âyetlerin
tümüne iman eden mü’minlere gelince işte onların ecirlerini Allah verecektir.
Allah onları bağışlayıp rahmetiyle muamele edecektir. Çünkü onlar Allah’a
Allah’ın istediği biçimde iman etmişlerdir. Kitaba ve peygambere Allah’ın
istediği şekilde iman etmişler, kitabı ve peygamberi hayatlarında bağlayıcı
bilmişlerdir. Hayatlarını kitap ve peygamber kaynaklı yaşamaya
çalışmışlardır.
Evet o mü’minler daha önceki kitaplara
da evet diyen, bu önceki kitapların pratik değerlerinin Kur’an’da ifade
edildiği şekliyle inanırlar. O mü’minler önceki peygamberlerin tümüne inanırlar
ama yasal olarak Kur’an’da anlatıldığı şekliyle o peygamberlerin hayatlarının
yasal ve hatasız olduğuna iman ederler.
İşte her çeşidiyle kâfirlerin
mü’minlerden ayrıldıkları nokta burasıdır. Mü’minlerin kâfirlerden Allah’ı,
dini, peygamberi değerlendirme noktasında, hayatı değerlendirme noktasında
ayrıldıklarını anlıyo-ruz buradan. Her ne kadar kâfirlerle ciddi bir
hesaplaşmanın yaklaştığı şu günlerde kâfirler mü’minlerle aralarında bir farkın
olmadığını, onların da mü’minler gibi cennete gideceklerini söylemeye ve böylece
mü’minlerin kendilerine karşı başlatacakları bir özgürlük savaşını geciktirmeye
çalışsalar da bu âyetlerle yakından tanışan mü’minler inşallah onların bu
yutturmacalarına aldanmayacaklardır.
İnşallah Rabbimizin bu âyetlerin
bilincine eren Müslümanlar kendileriyle bu kâfirlerin asla bir ortak yönlerinin
olmadığını, kâfirlerle kendilerinin tamamen ayrı olduklarını ve asla dostça bir
hayat yaşamalarının mümkün olamayacağını, dinlerinin yollarının tamamen ayrı
olduğunu, birisinin cennete ötekisinin de cehenneme gideceğini anlayacaklar ve
onlarla hesaplaşmadan geri durmayacaklardır.
Bundan sonra Rabbimiz bu ehl-i kitabın
Rasulullah Efendimize karşı tavırlarından söz edecek. Tıpkı öncekilerin Allah
elçilerine karşı takındıkları tavırlarına benzer tavırlar takınarak Allah’ın
Resûlünü uğraştırmaya çalıştıklarını anlatacak. Bakın bundan sonraki âyetinde
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
153. “Ey Muhammed! Kitap ehli, senin
kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü
istemişlerdi ve “Bize Allah'ı apaçık göster.” demişlerdi. Zulümlerinden ötürü
onları yıldırım çarpmıştı. Belgeler kendilerine geldikten sonra da, buzağıyı
İlâh olarak benimsediler, fakat bunları affettik ve Mûsâ’ya apaçık bir hüccet
verdik.”
Peygamberden gökten kendilerine
bir kitap indirmesini isti-yorlar. Cahil adamlar dikkat ederseniz peygamberi
Allah’la karıştırıyorlar. Allah’tan istenmesi gereken şeyleri peygamberden
istiyorlar. Kitabın vahiy halinde Cibril tarafından peygambere indirilişine
güvenemiyorlar da yazılı olarak, levhalâr halinde gözleriyle görebilecekleri,
elleriyle dokunabilecekleri bir kitap halinde indirilmesini istiyorlar. Yâni
Allah’a ve peygambere güvenmiyorlar da, Allah’ın yeryüzündekilerin hayatına
karışmak üzere içlerinden birisini sözcü seçip ona vahiy göndermesine itimat
edemiyorlar da peygamberliği bizzat kendilerinde denemek istiyorlar.
Çünkü dikkat ederseniz kitabın
kendilerine indirilmesini isti-yorlar. Bunu isteyenler yahudilerdi. Gelmişler
Rasulullah Efendimizden gökten kendilerine bir kitap indirmesini istiyorlardı.
Ne olacaktı böyle gökten bir kitap indiğinde? İnanacaklar mıydı o zaman? Hayır
kesinlikle yine inanmayacaklardı. Peki dertleri neydi bu adamların? Tüm dertleri
iman etmemek için sebepler bulmak ve peygamberi sıkıştırıp zor durumda
bırakmaktı adamların. Baktılar ki Kur’an âyetleri karşısında pilleri bitti,
diyecek bir şey bulamadılar, peygamber (a.s) karşısında sıfırı tükettiler. Vahiy
karşısında dikiş tutturamayınca olur olmaz şeyler söylemeye, abuk sabuk şeyler
istemeye başladılar.
Peygamberin sahasının dışında,
misyonunun dışında ondan bir şeyler isteyerek onu sıkıştırmayı denediler.
Değilse bunların iman etmeyişleri delillerin azlığından, ikna olmayışlarından
filan değildi. Çünkü bu adamlar Allah’ı tanıyan, Allah’ın hayata karıştığını
bilen, Allah’ın elçilerini tanıyan, Allah’ın elçilerine melek vasıtasıyla
kitaplar gönderdiğini bilen insanlardı. Ama yine de hainliklerinden istiyorlardı
bunu. Yâni bu adamlar Allah istemedikçe, Allah’ın izni olmadıkça pey-gamberin
kendi başına gökten bir kitap indirmesinin asla mümkün olmadığını kendileri de
biliyorlardı. Bakın En’âm sûresinde de Rabbi-miz bunların iman etmeyişlerinin
sebebini şöylece açıklıyordu:
“Eğer sana kağıt üzerine yazılmış
bir kitap indir-seydik de onlar elleriyle onu tutmuş (Ona dokunmuş) ol-salardı,
yine de inkâr ediciler: “Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir,
derlerdi.”
(En’âm 7)
Kâfirlerin hakkı kabule yanaşmamalarının sebebini açıklıyor Rabbimiz.
Kibir ve inat. Kibirleri ve iğrenç inatları yüzünden onlar bu kitabı
reddediyorlar. Kibirleri ve inatları yüzünden kitabın âyetlerine karşı ilgisiz
davranıyorlar. Eğer Cenâb-ı Hak bu kitabı peygamberine onların gözleriyle
göremedikleri bir yolla, vahiy yoluyla değil de elleriyle dokunabilecekleri,
gözleriyle görebilecekleri kağıtlar halinde indirmiş olsaydı yine de bu gerçeği
kabul etmezler, bu apaçık bir büyüdür derlerdi. Kibirleri, inatları ve
cehaletleri galebe çalar yine de iman etmezlerdi. Öyleyse ey peygamberim, ve ey
peygamber yolunun yolcusu mü’minler, bunu bu adamlara çok görüp yadırgamayın.
Çünkü:
Bunlar, bu adam olmadıklar Mûsâ (a.s)
dan bu senden iste-diklerinin daha büyüğünü istemişlerdi. Arkadaşlar bu
ifadesiyle Rab-bimiz sevgili peygamberine ve biz Müslümanlara teselli veriyordu.
Ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcusu Müslümanlar, sizler bu adamların
bu cins tavırları karşısında kafanızı yormayın, takmayın onları kafanıza.
Üzülüp, sıkılıp da onlara cevap vermeye çalışmayın. Sizler Allah’ın istediği,
vahyin istediği şekilde yolunuza devam edin. Vahye teslimiyetiniz ve kulluğunuza
devam edin. Onlar ne derlerse desinler, ne günah işlerse işlesinler. Unutmayın
ki onlar bu yaptıkla-rını sadece şimdi sizlere karşı değil, daha önce
peygamberleri Mûsâ (a.s)’a karşı da yemişlerdi. Mûsâ’ya da aynen şöyle
demişlerdi:
Ey Mûsâ bize Allah’ı açıkça göster. Biz
açıkça Allah’ı görmedikçe, bize O’nu açıkça göstermedikçe sana ve Rabbine asla
inanmayacağız demişlerdi. Allah’ın elçisine karşı materyalistçe bir tavır
takınmışlardı. Evet dünkü yahudi’nin Allah’ı görmeden inanmayız sözü sanki
bugünkü pozitivizm denen bilimciliğin yaygınlaştırılması. Deneye girip çıkmayana
inanmaz adam.
Günümüzde pozitivist kâfirlerin
de aynı şeyleri söylediklerine şahit oluyoruz. Laboratuvar deneylerine konu
olmayan şeylere inanmayız diyorlar. Ve bugün bunu söyleyenler de zirvede bir
düşünceye sahip olduklarını iddia ederler. Halbuki bu âyetle birlikte bu
zavallıların ne kadar basit bir akıl yürütmeden bile mahrum olduklarını
görüyoruz. Bundan dört bin yıl önce de İsrail oğullarının seçkinlerinin
dediklerinin aynısını söylüyorlar.
Demek ki yeni bir şey değil bu
materyalist felsefenin insanlığa sunduğu mesaj. Bunlar maddeden başka bir şey
tanımayan, gözlerine batmayan bir şeye inanmayan, gayba inanamayan insanlardır.
Bunlar tıpkı sopasız yürüyemeyen körlere benzerler. Tapacakları mâbutlarını
elleriyle tutmak, yoklamak isterler. Yâni tapmak için cisim ararlar, putlar
ararlar. Bulamazlarsa yaparlar, ondan imdat beklerler. Çünkü insanlarda ibâdet
hissi doğuştan vardır, tapacaklardır bir şeylere. Hiç olmazsa bir öküz veya
öküzün altındaki bir buzağıyı ararlar. Sanki İsrail oğullarının kavgası tam da
bizi buluyor anlamına gelecek. Aynen onlar gibiyiz. İşte bizim piyasa, işte
İsrail oğullarının durumu:
Evet Kur’an’ın başka yerlerinde
detayını görüyoruz ki bunlar biz Allah’ı açık açık görmedikçe kesinlikle
inanmayacağız ey Mûsâ! diye tutturunca rivâyetler gösteriyor ki Hz. Mûsâ
bunlardan, kendi içlerinden yetmiş kişiyi seçip kendisiyle birlikte Tur’a
göndermelerini istedi. Araf sûresinin 55. âyeti bunların sayısının yetmiş kişi
olduklarını anlatır. Hz. Mûsâ kavmin seçtiği bu yetmiş kişiyle beraber Tûr’a
gitti. Bunlar arkadaşları namına Hz. Mûsâ’nın Allah’la konuşmasına şahit
olacaklardı. Bu yetmiş kişi burada Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Mûsâ ile konuşmasına
şahit oldukları halde, hayır bu yetmez ey Mûsâ! Senin Rabbini açık açık
gözlerimizle görmedikçe inanmayacağız! dediler. Sonra:
Zulümlerinde ötürü, haddi aşmalarından,
yapmamaları gerekeni yaptıklarından, istenmemesi gereken bir şeyi
istediklerinden, bulunmamaları gereken bir konumda bulunmalarından ötürü onları
yıldırım çarpmıştı. Sa’ika; yıldırım veya bir ateş, veya "Geberin!" diye bir
sesti. Her şey olup bitmişti. Hepsi ölmüşlerdi. Sanki alın öyleyse Allah’ı ancak
böyle görebilirsiniz dercesine Allah onların tamamını öldürüverdi. Hz. Mûsâ
ağlamaya başlamıştı: “Ya Rabbi! Sen kavmimin seçkinlerini öldürdün! Şimdi ben
onların yanına varınca ne diyeceğim?” diye yalvarıp yakarınca Allah onları
tekrar diriltmişti. Sonra:
Sonra yine kendilerine Allah’ın apaçık
Beyyine’leri, apaçık mucizeleri, âyetleri geldikten sonra, Allah’ın apaçık
âyetlerini gördükten sonra yine de bu adamlar tuttular Hz. Mûsâ kısa bir süre
vahiy almak için yanlarından ayrılıp Tûr’a gidince Allah’ı ve peygamberi unutup
buzağıya tapındılar.
Denizi geçtikten kısa bir süre sonra
kitap vermek için Cenâb-ı Hak Hz. Mûsâ’yı Tur dağına çağırdı. Bakın bu adamlar
Allah’ı biliyorlardı, Allah’ın gücünü görmüşlerdi, Firavunun zulmünü görmüşler,
Allah’ın kendilerini onun zulmünden nasıl kurtardığını görmüşler, denizin
yarılıp kendilerinin sağ salim karşıya geçerlerken düşmanlarının nasıl
boğulduklarını gözleriyle görmüşler. Yine bu adamlar peygamberi tanımışlar,
peygamberin ne için ve nereye gittiğini bilmişlerdi ama yine de zalimliklerini
ortaya koyuyorlardı.
Dediler ki; “Yahu nereye gitti bu
Mûsâ? Eğer bir Allah aramaya gitmişse birlikte arasaydık! Bizler onun yokluğuna
dayanamayız! Onsuz biz kime sığınacağız? Onsuz hayatımızı neyle dolduracağız?
Olmaz, biz onsuz yapamayız, edemeyiz!” diyerek yanlarındaki mücevherlerini
eriterek buzağı şeklinde bir put yapıp Peygamberden boşalan hayatlarını onunla
doldurmaya kalktılar. Allah onları ineğe tapınmaktan kısa bir süre önce
kurtardığı halde, onlar tekrar buzağıya dönerek zalimlerden
oldular.
Bir de üstelik bunlar ineğe de
tapamıyorlardı. Çünkü Mısırdaki efendileri ineğe tapıyorlardı. Bunlar halâ
köleliği içlerinde taşıdıklarından efendilerinin taptıklarına tapamıyorlar da
ineğin küçüğüne yâni buzağıya tapınmaya çalışıyorlardı. Çünkü inek egemen
güçlerin, efendilerinin tanrısıydı. Köleler ise daha küçüğüne tapabileceklerdi.
Efendileri onları öyle eğitmişlerdi. Firavunun eğitim sistemi bunu
gerektiriyordu. Sizler kölesiniz denmişti kendilerine. Sizler az
gelişmişsiniz, sizler güçsüzsünüz denmişti kendilerine yıllar yılı. Firavunun
eğitiminde yetişen bu insanlar hiçbir zaman efendilerine kafa tutma cesaretini
kendilerinde bulamazlardı. Onların yaptıklarını yapma cesaretini de
kendilerinde bulamazlardı. Onlar için hayat daima efendilerini taklit ve
efendilerinin yolunda olmaktı. Efendilerinin yaşadıkları bir hayata yüz yıl
sonra ulaşmak bile onlar için bir şerefti.
Bütün bunlara rağmen biz yine de onları
affettik ve Mûsâ’ya Sultan-ı Mübîn verdik. Mûsâ (a.s)’a Suhuf verdik, Tevrat
verdik, Fur-kan verdik.
154. “Söz vermelerine karşılık Tur
dağını üzerlerine kaldırdık ve onlara: “Kapıdan secde ederek girin.” dedik,
“Cumartesileri aşırı gitmeyin." dedik, onlardan sağlam bir söz
aldık.”
Rabbimiz bu bölümde İsrail
oğullarından aldığı ahdi ve bu ahdi onlardan alış şeklini anlatıyor. Biz onların
üzerlerine dağı kaldırmıştık. Allah’ın sonsuz güç ve kudreti karşısında dağ da
kim oluyormuş? Dağı kaldırmış onların başları üzerinde, tıpkı yağmurdan korunmak
isteyen kimsenin şemsiyeyi başının üzerinde kaldırdığı gibi. Anlıyoruz ki bu
adamlar öyle kolay kolay Allah’a söz vermeye yanaşmayan bir toplum. Allah böyle
bir dağı üzerlerine kaldırarak zor altında kendilerinden mîsak alıyordu.
Kendilerine vereceği ahdin ve kendilerinden alacağı sözün ciddiyetini
kendilerine göstermek için Rabbimiz böyle bir yol takip ediyor anlıyoruz.
Dağı kaldırıyor onların
üzerlerine ve onlar yattıkları yerden bakıyorlar, acaba Allah bizimle dalga mı
geçiyor diye. Ama onlar bu işin bir dalga geçme olmadığını, bilâkis neredeyse o
dağın üzerlerine düşeceğini başlarına kapaklanacağını zannediyorlar,
anlıyorlar. Yâni işin ciddiyetini kavrıyorlar. Âyetin sonunda diyor ki
Rabbimiz:
Peki acaba böyle ciddi bir ortamda
Allah’ın onlardan aldığı ahit neydi? Hangi konuda söz almıştı Rabbimiz onlardan?
Araf sûresi bu ahdin mahiyetini şöyle anlatır:
“Size verdiğimiz kitaba kuvvetlice
tutunun ve içinde olanları zikredip hatırlayın ki kurtuluşa
eresiniz”
(A’râf 171)
Size verdiğimiz kitabı alın ve ona
kuvvetlice tutunun. Kitaba sımsıkı sarılın. Kitaba bütün ciddiyetinizle, bütün
gayretiniz ve himmetinizle sarılın. Kitaba böyle yarım elle değil, işin bir
ucundan değil, tümüyle sarılın, tüm hayatınızla sarılın. Gecenizle gündüzünüzle,
işinizle aşınızla, kadınınızla erkeğinizle, çoluğunuzla çocuğunuzla her
şeyinizle kitaba sarılın. Onda olanları zikredin. Kitabın içindekileri gündem
edinin. Kitabı gündem maddesi olarak alın ve algılayın. Gündeminizi onunla
belirleyin. Onu program yapın. Hayat programınızı ondan alın. Yaşadığınız
hayatın temel ölçüsü yapın kitabı. Kitabı sadece mücerret sevap maksadıyla
okunan bir kitap durumuna düşürmeyin. Onu anlamak ve onunla hayatınızı
düzenlemek üzere onunla ilişki kurun. Kitapla böylece bir ilişki gerçekleştirin
ki muttakilerden olasınız, takvaya ulaşasınız.
Sadece İsrail oğullarına değildir bu
hitap. Bize de verilmiştir kitap. Öyleyse biz de kitaba böylece sarılacağız.
Demek ki biz de Allah’ın bize gönderdiği kitaba sımsıkı kuvvetlice tutunmak
zorundayız. Bunun birinci boyutunu az evvel demeye çalıştım. İkinci boyutu da
kuvvetli mü’minler olarak kitaba tutun demektir bunun mânâsı. Kavî mü’minler
olarak, kuvvetli mü’minler olarak kitaba sarılın. Yâni iman kuvvetini, amel
kuvvetini, ahlâk kuvvetini gündeme getirerek bu kitaba sarılın. Çünkü imanla,
amelle, ahlâkla desteklenmeyen bir tutuş kuvvetli bir tutuş değildir. Hayatta
tatbik gerçeğiyle desteklenmeyen bir tutuş, ciddi bir tutuş değildir. Hayatta
tatbik edilmeyen, hayatta yaşanmayan bir kitap, kitap olarak korunma özelliğini
kaybedecektir.
Bireysel hayatla, aile hayatıyla,
toplum hayatıyla, ekonomik hayatla, siyasal hayatla hukukla ve tüm hayat
programlarıyla destek-lenmeyen bir tutuş gerçek bir tutuş değildir. Meselâ
düşünün ki şu anda toplum olarak, Müslümanlar olarak kitapla diyalog kursak,
gece gündüz kitabın âyetlerini okuyup anlasak ama anladığımız bildiğimiz bu
âyetleri bireysel hayatımızda, aile hayatımızda, hukuk hayatımız-da, ekonomik
hayatımızda, toplum hayatımızda uygulamıyorsak, bu âyetlerin istediği bir hayatı
yaşamıyor ve hayatımızı onlarla düzenle-miyorsak o zaman biz ne o kitaba
inanmış sayılırız ne de o kitaba kuvvetlice tutunmuş sayılırız.
Yâni inandığımız, okuduğumuz,
anladığımız kitabın âyetleri hayatımızda görüntülenmiyorsa, hukukumuzda bu
kitabın etkisi görül-müyorsa, kılık kıyafet konusunda bu kitap kendini
hissettirmiyorsa, ekonomide etkili değilse, kılık kıyafet bu kitabın âyetlerine
göre şekillenmiyorsa, kazanmamız harcamamız bu kitabın istediği biçimde
şekillenmiyorsa, evimiz, eğitimimiz, amellerimiz bu kitaba göre
şekillenmiyorsa, yâni ortada kitaba dayalı görünür bir hayat yoksa, bir
görüntü, bir eylem, bir amel bir aksiyon yoksa, bu iman Allah’ın istediği bir
kitap imanı olmadığı gibi bu tutuş da Allah’ın istediği bir tutuş değildir.
Çünkü Allah’ın istediği tutuş kuvvetle iman kuvvetiyle, amel kuvvetiyle uygulama
kuvvetiyle bir tutuştur. İşte Rabbimiz İsrail oğullarını konu edinen bu
âyetinde bizlerden kitabına böyle bir tutuş istemektedir.
Anlayabildiğimiz kadarıyla İsrail
oğulları Sina çölünde. Kendilerine Allah tarafından bir emir veriliyor. Bu emir
çöl ortamından farklı bir ortama girmeyle ilgili bir emirdi. Kur’an’ın başka
yerlerinde anlatıldığına göre ya ısrarla kendileri bunu istedikleri için ya da
Rabbimiz bunları böyle bir imtihana tabi tutmak için istiyordu bunu onlardan.
Tîh sahrasından çıktıktan sonra bir şehre girmelerini bir şehri fethetmelerini
istemişti Allah onlardan. Hangi karye bu? Burada adı verilmemiş. Allahu âlem
Filistin’e doğru giderlerken o istikâmette bir şehirdi bu. Filistin yolu
üzerinde bir karye. Arz-ı Mev’ud’a gitmelerini sağlayacak bir şehrin girişi.
Veya Kudüs’ün fethini istemişti Allah onlardan. İşte bir şehir ki o şehre
girmeleri istenmiş. Diyor ki Rabbimiz şu kente girin! O şehrin kapısından
girerken de, şehre giriş eylemini gerçekleştirirken de secde ederek girin. Yâni
bu nîmetleri ve zaferi size nasip ettiğimden dolayı bana sücceden girin. Secdeyi
biliyoruz. meleklerin Hz. Ademe secdeleri niteliğinde bir secde. Boyun eğmek
anlamında; “tamam ya Rabbi! Senin istediğin gibi ya Rabbi! Bu şehirde biz ancak
senin istediklerini ister, senin istemediklerinden de biz nefret ederiz! Bu
gerçeği kabul ediyoruz!” biçiminde bir secdeydi bu.
Ve yine onlara dedik ki cumartesi
yasağına riâyet edin. Kendinizin söz verdiğini cumartesi yasasını çiğnemeyin.
Bu konuda uzun uzun Arâf’ta anlatılır. Böylece onlardan sağlam mîsâk da
almıştık. İşte:
155. “Sözleşmelerini bozmaları,
Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri,
“Kalplerimiz perdelidir.” demelerinden ötürü Allah, evet, inkârlarına karşılık
onların kalplerini mühürledi, onun için bunların pek azı
inanır.”
Nedenmiş o? Niye gazaba uğramışlar bu
adamlar? Neden zillet ve meskenet damgası vurulmuş onlara? Çünkü onlar Allah’la
sözleşmelerini bozmuşlar, Allah’a verdikleri ahitlerini yerine getirmemişler.
Sonra onlar Allah’ın âyetlerini küfrediyorlar, Allah’ın âyetlerini örtüyorlar,
örtbas edip, gündemlerinden düşürüp açığa çıkarmıyorlardı.
Allah’ın iki tür âyeti vardı. Biri
metluv âyetler ötekisi de meşhut âyetler. Farklı ifade edersek birisi kulağa
hitap eden işitsel âyetler dediğimiz şu elimdeki Kur’an’ın âyetleri. Ötekisi de
göze hitap eden görsel dediğimiz şu kâinatta Allah’ın serpiştirdiği kendi
varlığına alâmet ve nişane kıldığı ay gibi, güneş gibi, gece ve gündüz gibi,
bulut ve rüzgar gibi, insan, hayvan, ağaçlar, bitkiler gibi âyetler. İşte bu
adamlar bunları küfrediyor, örtüyor, örtbas ediyorlar, kamufle ediyorlar,
halkın gözünden kulağından saklıyorlardı. Yâni gündeme getirmiyor,
gündemlerinden kaldırıp onlarsız bir hayat programı yapmaya
çalışıyorlardı.
¬ "Ve
de Peygamberleri haksız yere öldürüyordular."
Peygamberleri haksız yere öldürmek.
Peki acaba haklı yere Peygamber öldürülür mü ki Rabbimiz burada haksız yere
Peygamberleri öldürüyorlardı buyurmuş? Anlayabildiğim kadarıyla bunu şöylece
özetleyelim inşallah:
1- Bazen bâtıl işleyen, bâtıl iş yapan
birisi, onu hak zannıyla yapabilir. Onun yapılması gereken bir hak olduğunu
zannettiği için veya o konuda bilgisiz olduğu için doğru zannıyla, hak zannıyla
o işi yapabilir. Ama bu iş, bu Peygamber öldürme işi onların kendi inançlarına
ve zanlarına göre de hak olmayan, haklı olmayan bir işti. Bunu biliyorlardı,
bunun çirkinliğini biliyorlar, yapmamaları gerektiğini biliyorlar ama yine de
yapıyorlardı bu işi. Bir böyle anlıyoruz.
2- Eğer Cenâb-ı Hak burada haksız yere
sözünü kullanmayıp da sadece Peygamber öldürdükleri için onları zemmetmiş
olsaydı o zaman: "O peygamberleri gerçekten öldüren Allah değil mi?" diyerek
itiraz edebilirlerdi. Yâni öldüren sen değil misin ya Rabbi? diye bir mantık
oyununa girebilirlerdi. İşte Cenab-ı Hak burada kendi öldürmesinin hak
olduğunu, bunlarınkinin ise haksız olduğunu vurgulamak istemiştir diyoruz,
Allahu âlem.
Öyleyse hak öldürme, haklı öldürme
öldürmeyi gerekli kılan bir öldürmedir. Rasulullah Efendimizin şu hadisi bunu
anlatır:
"Şu üç durumun dışında bir müslimin
kanı helâl değildir. İman ettikten sonra tekrar küfre dönen kişi, muhsan iken
(evli iken) zina eden kişi ve haksız yere adam öldüren
kişi."
Bu adamlar peygamberleri
öldürüyorlardı. Hem öyle öldürüyorlar ki sabah öldürüyorlar akşam hiçbir şey
yokmuş gibi ellerini kollarını sallaya sallaya hayatlarına devam ediyorlar. E,
şimdi de aynı ya! Fiziki anlamda bizzat öldürme yok ama fikri anlamda
öldürmeler bugün de aynen devam etmektedir. Bugün de insanlar peygamber
öldürüyorlar. Bugün de insanlar insan öldürüyorlar. Meselâ kürtaj yoluyla her
gün binlercesi öldürülüyor ama herkes her gün elini kolunu sallaya sallaya
hiçbir şey yokmuş gibi hayatına devam ediyor. Yâni bugün de her gün binlerce
insan öldürülüyor, ama insanlar hiçbir şey olmamış gibi yine de işlerine
aşlarına rahat gidip gelebiliyorlar.
Bununla birlikte şunu da diyeceğiz:
Peygamberi öldürmek iki türlüdür tabii:
1- Bizzat peygamberin vücudunu ortadan
kaldırmak şeklinde bir öldürme.
2- İkincisi de peygamberi kendi
başına bırakmak, onunla, onun getirdiği mesajla, onun hayatıyla, onun
uygulamalarıyla, onun sünnetiyle ilgiyi, alâkayı kesmek biçiminde öldürmek.
Peygamberin öldürülüşüne göz yummak şeklinde öldürmek. Onun dindeki misyonunu
ve örnekliğini reddetmek biçiminde öldürmek. Yâni sebeben öldürmek. Bunu Allah
korusun hepimiz yapıyoruz değil mi? Sonra:
Kalplerimiz kılıflıdır. Kalplerimiz
örtülüdür bizim, biz anlamıyo-ruz! Anlayamıyoruz senin ne dediğini. Bizi neye
çağırdığını, bize nasıl bir mesaj ulaştırdığını bizi nasıl bir hayata
çağırdığını bizler anlamı-yoruz, anlayamıyoruz. Bizim kalplerimiz örtülüdür,
bizim kalplerimiz kılıflıdır diyorlar. Dinlemek istemiyorlar, anlamak
istemiyorlar, duymak ve görmek istemiyorlardı adamlar da kalplerinin kılıflı
olduğunu söyleyerek hem peygamberle alay ediyorlar hem de kendilerini çok alçak
bir hayata indirgemek istiyorlardı. Kalbimizde kılıf var kalbimiz örtülüdür
bizim diyorlardı. Bununla şunları kast ediyorlardı:
1- Ellerinde kitapları olduğunu
söylemeye çalışıyorlardı adamlar. Ey peygamber, bizim elimizde amel edecek,
okuyacak, bilgilenecek kitabımız var. Bizler elimizdeki bu kitabımız sayesinde
kesin bilgiye, doğru bilgiye sahibiz. Bunun için başkasına ihtiyacımız yoktur,
seninkine ihtiyacımız yoktur demeye çalışıyorlardı.
2- Kalplerimiz kılıflıdır, kalplerimiz
kapalıdır. Yâni senin çağırdığın düşünceye, senin dâvet ettiğin ilkeleri
anlamaya dinlemeye ihtiyacımız yoktur demek istiyorlardı. İbni Abbas’ın
ifadesiyle zaten bizim kalplerimiz bilgi ile doludur, kalplerimiz bilgi küpü
haline gelmiştir. Kalplerimiz bilgi ile dolmuştur. Ona yeni bir dava nüfuz
edemez, yeni bir dâvete icabet edemez kalplerimiz. Yâni o kadar bilgi ile dolu
ki bir damla bile bir şey alacak yer yoktur demek istiyorlar. Kendi bilgilerini,
kendi anlayışlarını, kendi düşüncelerini, kendi bozulmuş kitaplarını yeterli
görüyorlar ve Kur’an’a ihtiyacımız yoktur diyorlardı.
Tıpkı günümüzde kendi
bilgilerini, kendi düşüncelerini, kendi metotlarını, kendi kitaplarını yeterli
görüp, bizim Allah’ın Kur’an’ına ihtiyacımız yoktur, bizim hadis kitaplarını
okumaya ihtiyacımız yoktur diyen kimi Müslümanlar gibi.
3- Bir de bu yeni dinin
sorumluluklarından kendilerini kurtarabilmek için belki de kendilerini aptal
yerine, ahmak yerine koyuyor-lardı. Biz gerçekten senin ne demek istediğini, bu
Kur’an’ın ne demek istediğini anlayamıyoruz diyorlar ve bunu anlayabilecek,
kavrayabile-cek zekaya, anlayışa, kavrayışa sahip olmadıklarını söylüyorlardı.
Böyle bir sorumluluktan kurtulabilmek için kendilerini aptal yerine, geri zekalı
yerine koyuyorlardı. Şimdi de öyle mi? Allah korusun da Müslümanlardan
kimileri: Ben ha! Yâni bu kitabı anlayacak ve çocuklarıma anlatacağım ha! Biz
kim bu kitabı anlamak kim! Biz kim Rasulul-lah’ın hadislerini anlamak kim! Onu
ancak büyük zatlar anlar, diyerek kitabı eline bile almaktan çekinenler de aynen °r²V3 _«X"YV5 diyen ya-hudiler
gibi mi diyorlar? Allah korusun. Allah’a iftira ediyorlar. Halbuki Allah sizin
güç yetiremeyeceğiniz bir şey emretmedim, diyor. Bunlarsa haşa Ya Rabbi bizim
anlayamayacağımız kavrayacağımız bir kitapla sorumlu tutmuşsun diyerek Allah’a
iftira ediyorlar.
Veya bizim meclislerimizde okuduğumuz,
elimizden düşürme-diğimiz, gerekli bilgilenmeyi sağlayabildiğimiz kendi
kitaplarımız var, biz onları okur, onlardan bilgileniriz, başkasına ihtiyacımız
yoktur, ayrıca Kur’an okumaya da gerek kalmamıştır diyenler de aynı şeyi mi
söylüyorlar? Allah korusun.
Yahudiler diyorlardı ki kalplerimiz
doludur, kalplerimiz kılıflıdır, bizim buna ihtiyacımız yoktur. Biz imanımızda,
yolumuzda, davamız-da, geleneklerimizde öylesine sabit inançtayız ki,
hayatımızdan öylesine memnunuz ki bunun aksine söylenecek hiçbir şeyden
etkilen-meyeceğiz diyorlardı.
İşte tüm bu sebeplerden ötürü,
küfürlerinden ötürü Allah da onların kalplerini mühürleyiverdi. Yâni Allah
onların kendi küfürlerini onaylayıverdi demek daha hoş olacak herhalde. Onlar
bizzat kendi hür iradeleriyle küfrü seçtiklerinden Allah da onların bu
seçeneklerini onaylayıverdi de onlardan çok azı müstesna iman etmediler, iman
etmiyorlar.
Bizler bugün Rabbimizin bu âyetlerini
çok güzel bir şekilde anlayıp, bu âyetler çerçevesinde şu anda yeryüzünde
yahudi ve hı-ristiyan dünyanın sapak noktalarını çok iyi tahlil edip onların
yanlışlarını çok net bir biçimde ortaya koyup, hem kendi dünyamızı,
Müslümanların dünyasını güzelleştirmek, hem de bu ehli kitap dünyayı uyarmak
zorundayız. Gelin ey ehl-i kitap, işte Rabbimizin son elçisine gönderdiği bu son
kitabın beyanlarına göre sizlerin durumu budur. Kitaplarını bozmuş, dinlerinden
uzaklaşmış, peygamberlerini öldürmüş insanlar olarak sizin şu anda yaşadığınız
hayat sizi doğruca cehen-neme götürüyor. Gelin Müslüman olun ve kurtulun demek
zorundayız. Onların kurtuluşları için onların hayatlarını sorgulamak
zorundayız.
Çünkü gerçekten şu anda bu
zavallı adamların bizim uyarılarımıza çok ihtiyaçları vardır. Şu anda bu
kâfirler yaşadıkları dünyada ne kadar da büyük bir saltanat içinde bulunurlarsa
bulunsunlar, ne kadar da şu anda zâhiren tüm dünya egemenliğine, tüm dünya
askeri ve ekonomik gücüne sahip görünürlerse görünsünler, unutmayın ki dün de
bugün de kâfirler sürekli iç dünyalarında Allah baskısını hissetmektedirler.
Sürekli kendilerine vaadedilen bir cehennem sıkıntısı altında ezilmektedirler.
Geceleri bunalımlı, gündüzleri huzursuzdur. Öldükleri anda gidecekleri yerin
ıstırabı içinde bir hayat yaşamaktadırlar. Çünkü öldükleri anda gidecekleri
yerin neresi olduğunu çok iyi bilmektedirler.
Zaten yeryüzündeki Müslümanların
varlığı sürekli kendilerine kendi sapıklıklarını hatırlattığı için onları yok
etmek istemektedirler. Kıstası yok edip rahatlamak istiyorlar. İşte bunun
içindir ki onların imana gelmelerine engellerin ortadan kalkıp cennet yollarının
açılabilmesi biz Müslümanların onlara çok merhametli, ama tavizsiz, açık ve
ciddi uyarılarda bulunmamız gerekmektedir. Onları net bir şekilde, karşılarında
eğilip bükülmeden Allah’ın bu âyetleriyle karşı karşıya getirmemiz
gerekmektedir. Bu bizim için gerçekten büyük bir sorumluluktur. Sakın ha sakın
hümanistlik, insancıllık gibi, aman onları darıltmayalım, aman onları da
cennete postalayalım, onların hayatlarını da onaylayıverelim gibi yamuklukları
içine girmeden, böylece onların göz göre göre cehenneme gidişlerine göz yummadan
uyarımızı yapmaya çalışalım. Böylece hem kendimizin hem de onların helâklerine
zemin hazırlamayalım.
Bakın merhameti bol olan Rabbimiz hem
onları hem bizi sürekli uyarmaya devam ediyor. Bir yandan onların hayatlarını
sorgularken, bir yandan da onları imana çağırıyor. Bakın bir uyarı, bir
sorgulama ve bir dâvet daha:
156- “Bu, bir de inkârlarından Meryem'e
büyük bir iftirada bulunmalarından ötürü.”
İsrail oğullarının Müslümanlıktan
vazgeçip, İslâm’dan çıkıp, küfrü ve şirki seçip sapmalarından sonraki,
yahudileşmelerinden sonraki durumlarını anlatan âyetler devam ediyor. Yakub
(a.s) un oğullarından Yusuf (a.s) döneminde Mısır’a yerleşip egemen olan İsrail
oğulları Yusuf (a.s) un vefatından sonra Mısır’da egemenliklerini kaybedip
Firavun oğullarının köleliği altında bir hayata mahkum olurlar. Sonra Allah
tarafından kendilerini Firavun’un zulmünden kurtarmak üzere gönderilen Mûsâ
(a.s) ve Harun (a.s) lar döneminde Allah’ın yardımıyla Firavun oğullarının
zulmünden kurtulurlar. O dönemde Allah’ın yardımıyla Kudüs’ü fethedip çok
şerefli bir hayatın sahibi olurlar.
Sonra tekrar kötü bir duruma
düşen İsrail oğulları daha sonra Dâvûd (a.s) döneminde Talut’un Calut’u
öldürmesiyle ata yurdu olan, İbrahim (a.s)’ın yurdu olan o mukaddes topraklara
yeniden hakim olurlar. Dünya mülk ve saltanatına sahip olarak yeryüzünde çok
şerefli Müslümanca bir hayat yaşarlar. Ama görüyoruz ki İsrail oğulları her
yükselişten sonra bir çöküşle, her Müslümanlaşmadan sonra bir sapışla karşı
karşıya gelmektedirler. Allah’ın yeryüzünde kendilerine şeref bahşedip seçkin
kullar kılmasına rağmen, kendilerine sayılamayacak kadar büyük nîmetler
lütfetmesine rağmen bu adamlar Süleyman (a.s) dan sonra gerçekten yoldan
çıkarak bozguncu bir tavır sergilemeye başlarlar. Allah’ın kendilerine
gönderdiği Tevrat’ı bir tarafa bırakarak, peygamberlerinin yolunu bir kenara
bırakarak, Allah’ın kendilerinden istediği kulluk yolundan çıkarak, kendilerince
tahrif ettikleri bir kitabın, kendilerince oluşturdukları bir dinin mensubu
olurlar.
Kulluktan çıkıp yahudileşme
sürecine girdikleri bu dönem içinde Allah’ın kendilerine gönderdiği elçilerinden
kimilerini yalanlarlar, kimilerini de öldürürler. Böylece sapmanın doruk
noktasına ulaşırlar. Nihâyet kendilerine peygamber olarak gönderilen Yahya ve
Zekeriyya (a.s) lar dönemine gelirler. Sapıklığın, küfrün, şirkin,
materyalizmin zirvesinde bir hayat yaşayan İsrail oğulları Allah’ın bu
elçilerine de ha-yat hakkı tanımayarak onları da öldürürler. Ve nihâyet
tümüyle yahu-dileşen, tümüyle İslâm’dan ayrılan bu adamlara Rabbimiz son bir
elçi daha gönderir. Kendi içlerinden Meryem oğlu Îsâ’yı son elçiyi müjdelemek,
son elçiye iman etmeleri konusunda onlardan ahid almak üzere onlara onların son
elçisi olan Îsâ (a.s)’ı gönderir Rabbimiz. İşte bu âyetinde buyurur ki
Rabbimiz:
Onların küfürleri ve Meryem üzerine
söyledikleri o büyük iftiralarından ötürü ve:
157: “Ve: “Meryem oğlu Îsâ Mesih'i
Allah'ın elçisini öldürdük.” demelerinden ötürüdür. Oysa onu öl-dürmediler ve
asmadılar, fakat onlara öyle göründü. Ay-rılığa düştükleri şeyde doğrusu
şüphededirler, bu husus-taki bilgileri ancak sanıya uymaktan ibarettir, kesin
olarak onu öldürmediler.”
Ve bir de Allah’ın elçisi Meryem
oğlu Îsâ’yı öldürdük deme-lerinden ötürü artık Allah onların kalplerine mührünü
basmış ve onların küfürlerini onaylamıştır.
Ama onların içinden elbette önceki
peygamberlerine samimiyetle inanan, o peygamberlere gönderilmiş kitaplara
samimiyetle bağlanan ve şimdi de tüm insanlığa gönderilmiş son elçi Hz. Muhammed
(a.s)’a samimiyetle iman edenler bunun dışındadır. Elbette önceki peygamberlere
Allah’ın istediği gibi iman edenler aynı kaynaktan gön-derilen son elçiye de
iman ettiler. İsrail oğullarından bu samimi insan-lar hem kendi içlerinden,
kendi kavimlerinden gelen peygamberlere hem de ataları İbrahim (a.s)’in öteki
oğlu İsmail (a.s)’in soyundan gelen son elçiye de iman ettiler ve Müslüman
oldular. Ama ırkçılık yapa-rak son elçiye iman etmeyen yahudi ve hıristiyanlar
da sapıklığın doruk noktasındaki küfür ve şirk hayatlarını sürdürmeye devam
ettiler.
Bunlar Allah’ın kelimesi olan, Allah’ın
en büyük bir mûcizesi ve yasası olan Îsâ (a.s)’a da aynen daha önce Meryem
annemiz hakkında yaptıkları o büyük iftira gibi iftirada bulundular. Dediler ki
biz Meryem oğlu Îsâ’yı öldürdük. Bu da tıpkı Meryem hakkındaki zina
iftiralarının aynısıdır. Peygamberleri Hz. Îsâ’yı inkâr etmelerinden de öte
utanmadan bir de Onu öldürdük diye övünmeleri gerçekten çok büyük bir
küstahlıktı. Âl-i İmrân sûresinin beyanına göre onlar Hz. Îsâ’nın hak bir
peygamber olduğunu biliyorlardı. Allah’ın elçisi olarak öldürdük diyorlardı.
Yâni bir bilgisizlik, bir cehalet ve yanlışlık sebebiyle de-ğil Allah’ın elçisi
olduğunu bile bile öldürdüklerini iddia ediyorlar. Yâni gerçekten bir toplumun
bile bile elçilerini öldürdükleriyle övünmeleri çok garip bir şeydir. Bakın
Allah diyor ki:
Onlar onu ne öldürdüler, ne de astılar.
Lâkin onlara benzetildi, benzer gösterildi, ya da onun hakkında şüpheye
düştüler, şüpheye düşürüldüler. Onlara onun benzeri bir kimse gösterildi de bu
konuda şüpheye düştüler. Ya başka birisini ona benzetildi de peygamberi
öldürüyoruz diye onu öldürdüler. Bu konuda çok farklı şeyler söylen-mişse de
aslını Allah bilir diyoruz. Evet şüpheli bir durumda kaldılar. Acaba bu
öldürdüğümüz, bu asıp çarmıha gerdiğimiz gerçekten omuydu, değil miydi diye
şüphede kaldılar.
Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa
düşenler şüphe içindedirler. Onun öldürülmesi konusunda onların kesin bir
bilgileri de yoktur. Ancak zanna tabi oluyorlar. Zan da hiçbir zaman gerçeğin
ifadesi değildir. Zan işte, sadece bir hipotez, bir tasarım, bir varsayımdan
başka bir şey değildir. Onu öldürdük diyenler yakînen, hakikaten öldürmüş
değillerdir. Evet kesin olarak onu öldürmüş değillerdir onlar. Onlar bu konuda
kendilerinden emin değillerdir.
158: Bilâkis Allah onu kendi, kendi
katına yükseltti. Allah güçlüdür, hakimdir.”
Bilâkis Allah onu kendi katına
yükseltmiştir. Allah onu kendi koruması altına almıştır. Allah onu kendine
yüceltmiştir. Çünkü Allah her şeyi bilen, her şeye güç yetiren, hayata hakim,
düşmanlarının işini bitiren, kendisine sığınan dostlarını koruyan olan ve her
yaptığını hik-metle yapandır. Şüphesiz onu babasız dünyaya getiren Allah
elbette onu bu yahudilerin elinden kurtarıp kendisine yükseltmeye de, yıllar
sonra kıyametin zuhuruna yakın günlerde Onu tekrar dünyaya getirip son elçisinin
şeriatıyla düşmanlarından intikam aldırmaya da kâdirdir.
Âyetin ifadesiyle Rabbimiz onu
kendisine yükseltmiştir. Artık Rabbimizin anlattığı bu yükseltme işi nasıl oldu?
Nasıl gerçekleştirildi? Bunu en iyi bilen Allah’tır. Âl-i İmrân sûresinin 55.
âyetinde de: “Seni kendime yükselteceğim” buyuruluyordu. Mahiyetini bilmediğimiz
bir yükseltmeyle onu yükseltti Rabbimiz. Sonra Kur’an’ın ve sünnetin beyanlarına
göre kıyamete yakın bir zaman diliminde Rabbimizin onu tekrar indireceğini
biliyoruz.
159. “Kitap ehlinden, ölmeden önce,
Îsâ'ya inan-mayacak yoktur. O, gerektiği gibi inanmadıklarından, kı-yamet günü onların aleyhine şahit
olur.”
Ehl-i Kitaptan hiç kimse yoktur
ki ölümünden önce ona inan-mayacak olsun. Ölümünden önce ehl-i kitaptan olan
herkes mutlaka Hz. Îsâ’ya iman edecektir. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun bir
kaç mânâsı vardır:
1- Hayatı boyunca Îsâ (a.s) hakkında
kötü bir inanç besleyen, onun dinine, onun yoluna ihanet eden, onu bir peygamber
ve insan olarak değil de Allah, ya da Allah’ın oğlu bilen tüm ehl-i kitap ölüm
anında gerçeklerle yüz yüze gelip mutlaka Ona iman edecektir. Ama son andaki bu
imanın onlara hiçbir faydası olmayacaktır.
2- Ya da bunun bir başka mânâsı, Îsâ
(a.s) nın ölümünden önce ehl-i kitabın tamamı ya da ehl-i kitaptan kimileri ona
iman edecektir. Bu kıyamete yakın Hz. Îsâ (a.s) nın tekrar yeryüzüne gelmesi
döneminde yaşayan ehl-i kitap için söz konusudur. Kıyamet öncesi yeryüzüne
indirilen Hz. Îsâ (a.s)’ın haçı kırması ve domuzu öldürmesiyle o anda hayatta
olan yahudi ve hıristiyanlar eyvah! Meğer bizler şu anda Îsâ (a.s) nın dinini
yaşıyoruz diye kendi hevâ ve heveslerimizi yaşıyormuşuz diyerek sapıklıklarından
vazgeçecekler, Îsâ (a.s)‘ın getirdiği dinin Muhammed (a.s) nın getirdiği İslâm
diniyle aynı olduğunu anlayacaklar, Hz. Îsâ (a.s)’ın Müslüman olduğunu
anlayacaklar, kabul edecekler ve kendileri de Îsâ (a.s)’ın vefat edip kıyamet
kopmadan önce ona ve dinine iman edip Müslüman olacaklar.
Ve kıyamet günü de Hz. Îsâ (a.s) da
onlar aleyhine şehâdette bulunacak. Daha önce yahudilik ve hıristiyanlık
iddiasıyla kendi yolundan çıkan, kendi dinini terk eden ve sapıklık içinde bir
hayat yaşayanlar aleyhine Îsâ (a.s) şahitlik edecek. Ya bir ömür boyu iman
etmedikleri halde ölümleri anında gerçeği anlayıp iman etmeye kalkan ehl-i
kitabın aleyhinde şahitlik yapacak. Ey kâfirler sizin bu son deminizdeki
imanlarınızın sizin lehinizde hiçbir faydası olmayacak diyerek aleyhlerine
şehâdette bulunacak. Yahut da kendilerini yalanlayıp öldürmeye teşebbüslerinden
ötürü yahudiler aleyhinde, kendisini ilâhlaştırmalarından, Allah yerine,
Allah’ın oğlu makamına oturtmalarından ötürü de hıristiyanların aleyhinde
şahitlikte bulunacak. Veya kıyamete yakın günlerde kendisine iman edenlerin
lehlerinde ve o güne kadar inanmayan, o günden sonra da inanmayanların
aleyhlerinde şehâdette bulunacak.
160 “Yahudilerin haksızlıklarından,
çoklarını Allah yolundan menetmelerinden ötürü kendilerine helâl kılınan temiz
şeyleri onlara haram kıldık.”
İşte bütün bu zulümlerinden
ötürü, gerek Allah’a karşı, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın kitabına karşı,
Allah’ın elçilerine karşı, önceki peygamberlere karşı, gerek Meryem annemize
karşı, gerek Îsâ (a.s)’a karşı gerekse son elçi Hz. Muhammed (a.s)’a ve ona tabi
olmuş Müslümanlara karşı zulümlerinden ötürü, Allah’ın Hz. Ademden beri
gönderdiği tüm dinlerin aslı olan İslâm’dan uzaklaşıp yahudileşmelerin-den,
hıristiyanlaşmalarından ötürü Allah kendilerine helâl olan terte-miz yiyecekleri
onlara haram kılmıştır. Bir de pek çok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları,
insanlara kendi sapık dinlerini, kendi bozuk hayat tarzlarını, kendi şirk
hukuklarını, kendi materyalist eğitim an-layışlarını, kendi sapık felsefelerini
empoze ederek, insanları kendi cehennemlerine çağırarak Allah yolundan
saptırmaları sebebiyle Allah nîmetlerinden bir kısmını onlardan alıvermiştir.
Bazı helâlleri on-lara haram kılıvermiştir.
161. “Yasak edilmişken fâiz
almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü onlardan inkâr edenlere, elem verici azap
hazırladık.”
Kendilerine yasak edildiği halde
fâizden yana olmaları, fâizci bir hayatı sürdürmeleri ve helâl yollar dururken
haram yollarla insanların mallarını yemeleri sebebiyle bu yasa onlara hak oldu.
Bu onların kendi hür iradeleriyle, kendi elleriyle kazandıkları bir cezadır, bir
âkıbettir. Halbuki asla fâize bulaşmayacaklardı, haram yollarla insanların
mallarını yemeyeceklerdi. Allah önceki kitaplarda bunun yasasını anlatmıştı
onlara. Haram helâl yasalarını bildirmişti Allah onlara. Allah’a, Allah’ın
kitaplarına, Allah’ın yasalarına inanan ve haram helâl yasalarını belirleme
yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunu bilen bir Müs-lümanın hiçbir zaman
Allah’ın istemediği bir yolla mal elde etme hakkı yoktur. Mal kazanma ve harcama
konusunda Allah helâl yolları nasıl belirlemişse Müslüman öylece bir tavır almak
zorundadır.
Allah fâiz haram demişse, Allah
rüşvet haram demişse, rek-lâmlarla, enflasyonlarla insanların ceplerine uzanmak
kötüdür demiş-se, Müslümanım diyen bir kimsenin bu yollara tevessül etmesi
düşü-nülemez. Yalanla, dolanla, eksik ölçüp tartmayla Müslümanın ilgisi olamaz.
Ama eğer insanlar Allah’ın helâl-haram yasalarını çiğneyip haram yollara
yönelirlerse o zaman unutmasınlar ki Allah da onları tıpkı İsrail oğulları gibi
cezalandıracaktır. Bakın âyetin sonunda diyor ki Rabbimiz:
Kâfirlere acıklı bir azap hazırladık.
Evet kim ki Allah’la bir çatışma içine girer, Allah’ın yasalarına riâyet etmez,
Allah’ın helâl-haram sınırlarını tecavüz eder, Allah’ın helâl dediklerine haram,
haram dediklerine de helâl demeye kalkışırsa, karşısındakinin mallarını haram
yollarla yer, kâfirce bir ekonomik hayatın içine girerse onlar için dayanılmaz
bir azap vardır diyor Rabbimiz.
162. “Fakat onlardan ilimde derinleşmiş
olanlara, sana indirilen Kitaba ve senden önce indirilen Kitaba inanan
mü'minlere, namaz kılanlara, zekât verenlere, Allah'a ve âhiret gününe
inananlara, elbette büyük ecir vereceğiz.”
Demek ki toplumlar, insanlar ne
kadar da bozulmuş, tefessüh etmiş olurlarsa olsunlar mutlaka onların içinde
bozulmayanlar da olabilecektir. İşte bu sapmış yahudilerin içinde, yahudileşmiş
İsrail oğulları içinde yahudileşmeyen, bozulmayan Allah’ın istediği biçimde
Müslümanca tavırlarını sürdüren samimi Müslümanların varlığını anlatıyor
Rabbimiz.
Onlardan ilimde rüsûh sahibi olanlar,
ilimde derinleşenler ve de önceden dosdoğru iman sahibi olanlar hem indirilmiş
olan kitaba hem de senden öncekilere indirilmiş kitaplara iman ederler, namazı
ikâme edip ayağa kaldırırlar. Zekâtlarını verirler. Namazla Allah’ın
hayatlarına karıştığına, zekâtla da mallarına karıştığına imanlarını gündeme
getirirler. Namazla Allah’ın bedenlerinde söz sahibi olduğuna, zekâtla da
malları konusunda Allah’ın söz sahibi olduğuna imanlarını gündeme getirirler. Ve
onlar âhiret gününe de iman ederler. Ölüm ötesi hayatın hesabına kitabına iman
ederler. Hayatlarını bu imana bina ederek yaşarlar.
Âyeti ya böyle anlıyoruz, ya da o ehl-i
kitaptan ilimde derinleşmiş olanlar, önceki kitaplarına vakıf olup samimiyetle
onunla amel edenler, kör bir taklide kapılarak atalarının yanlışlarına düşmeden
önceden de vahyi tanıyanlar şimdi aynı kaynaktan gelmiş son kitaba da iman
ederler. Burada Rasulullah Efendimiz döneminde Medine ve çevresinde yaşayan
yahudileşen ve hıristiyanlaşan kitap ehli arasında bir kısım âlimler vardı ki
bunlar Tevrat’a, İncil’e, Zebur’a samimiyetle inanmış ve bu imanlarını
samimiyetle sürdüren kitap ehli kastedilmektedir.
Bunlar peygamberler ve kitaplar
arasında hiçbir ayırım yap-mayan, önceki kitaplarına ve peygamberlerine
samimiyetle iman et-tikleri için son elçiyle karşı karşıya geldikleri zaman da
hiçbir sıkıntı çekmeden, hiçbir ön yargı içine girmeden hemen iman eden
kimselerdir. İşte bunlar ve önceden kitapla, dinle hiçbir ilgileri olmadığı
halde şimdi bu son kitaba iman eden, namaz kılan, zekât veren muhacir ve ensâr
var ya, işte onlar için elbette büyük bir mükafat vereceğiz, buyuruyor
Rabbimiz.
İlim sahibi olanlar, âlim özelliğine
sahip olanlar, okuyanlar, araştıranlar, vahiyle ilgi kuranlar anlıyoruz ki
kıyamete kadar dünyanın hangi coğrafyasında olurlarsa olsunlar mutlaka Kur’an’a
ve peygam-bere iman etmişler ve edeceklerdir. Bunlar mutlaka inandıkları Allah’a
kulluğun en belirgin sembolü olarak namazı kılacaklar ve toplumda Allah için
mallarını harcayacaklardır.
Ve işte onların bu yaptıklarını
asla boşa çıkarmayacaktır Allah. Hayatlarını böylece Allah için yaşayan
kullarına Rabbimiz büyük mükafatlar ve cennetler vaad
ediyor.
163. “Nuh'a, ondan sonra gelen
peygamberlere vahyettiğimiz, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a to-runlarına,
Îsâ'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süley-man'a vahyettiğimiz gibi ey Muhammed,
şüphesiz sana da vahyettik. Dâvûd’a Zebur verdik.”
Bu âyetinde de kitap şeklinde
gelmiş vahiyleri anlatıyor. İnsan-lığın ilk atası ve ilk peygamberi Hz. Adem
(a.s)’dan bu yana tarihin hiçbir döneminde insanlığı, yeryüzünü vahiysiz
bırakmadığını, her topluma elçiler ve kitaplar gönderdiğini
anlatıyor.
164. “Gönderilen müjdeci ve uyarıcı
peygamber-lerden bir kısmını daha önce sana anlatmıştık, kimilerini de
anlatmadık. Allah Mûsâ'ya hitap etmişti.
Ey peygamberim, biz bu kitapta o
önceki peygamberlerden kimilerini anlattık, kimilerini de gündeme getirmedik.
Evet senden önce nice peygamberler gelip geçmiştir ama onlardan kimilerinin
hayatını sana anlattık, kimilerinin hayatlarının sadece kısa bir bölümünü
anlattık, sana lâzım olan kadarını anlattık, kimilerinin de hayatlarını hiç
anlatmadık. 124 bin peygamber. Bunlardan sadece çok azının hayatını, onu da
hayatının çok az bir kısmını anlatmıştır Rabbimiz. Mekke döneminde indirilen
sûrelerde En’âm’da, Arâf’ta, Furkân, Şuarâ, Neml, Kasas, Sâffât, Yunus, Hud ve
Yusuf’ta Rabbimiz bu elçilerini anlatmıştı. Ama çoğunu değil azını anlatmıştı.
Ayrıca Mûsâ (a.s)’a bir de ayrıcalık
olarak vahyini konuşma şeklinde gönderdiğini haber veriyor Rabbimiz. Evet işte
Nisâ sûresinin bu 164. âyetinde peygamberler, yeryüzünün en şerefli kahramanları
geçidiyle karşı karşıyayız. İşte yeryüzünde Allah’ın en çok sevdiği mümtaz
kullarla karşı karşıyayız. Onların şahsiyetleriyle, onların imanlarıyla,
kulluklarıyla, teslimiyetleriyle karşı karşıyayız. Eğer Allah’ın bu yasal
örnekleriyle, bu kulluk modelleriyle birlikte olursak, onları örnek alır, onlar
gibi olmaya, onlar gibi bir hayat yaşamaya, onlar gibi Allah’a kulluk yapmaya
çalışırsak kesinlikle bilelim ki dünyada onların ulaştıkları mutluluk ve
saâdete, âhirette de onların ulaştıkları şerefli bir cennet hayatına gitme
imkânına sahip olabiliriz.
165. “Peygamberlerden sonra, insanların
Allah'a karşı bir hüccetleri olmaması için. Allah güçlüdür,
hakimdir.”
İşte peygamberin geliş gâyesi.
İşte peygamberin misyonu. Tıpkı kendilerinin örnekledikleri gibi Allah’a iman
edip Allah’ın istediği bir hayatı yaşayan mü’minleri cennetle müjdelemek,
Allah’ı ve kendilerini gündeme almadan yaşayanları da cehennemle uyarmak üzere
gönderilen elçilerinin her bir dönem insanının hayatındaki yeri bakın şuymuş:
Kendilerinin gelişlerinden sonra artık
insanların Allah’a karşı bir mâzeret hakları, bir delilleri, bir hüccetleri
kalmasın diye. Artık insanların Allah’a karşı arkasına saklanacakları bir
mâzeretleri, ileri sürecekleri bir delilleri kalmasın diye o elçiler
gönderiliyor. Yâni, ya Rabbi! Madem ki Rabbimiz olarak sen vardın! Madem ki bizi
sen yaratmıştın! Madem ki hayatımızı sana borçluyduk! Madem ki Rab olarak,
İlâh ve Mâbud olarak sadece seni dinleyecektik! Senden başkalarına asla
minnetimiz ve kulluğumuz olmayacaktı! Madem ki bizi yaşadığımız bu hayatın
sonunda hesaba çekecek olan sendin! Madem ki hesabı sadece sana ödeyecektik!
Madem ki öbür tarafta cennetin vardı, cehennemin vardı! Madem ki bizden kulluk
istiyordun! Eh öyle de bize bunları niye bildirmedin? Niye bize önceden haber
vermedin? Bize niye kitaplar ve elçiler göndermedin? Madem ki bu kadar güzel bir
cennetin vardı da neden bizi önceden bilgilendirmedin? Madem bu kadar dayanılmaz
bir cehennemin vardı da niye önceden bizi onunla uyarmadın diyerek Allah’a karşı
delil getirmeye hiç kimsenin hakkı kalmasın diye peygamberlerini gönderdiğini
anlatıyor Rabbimiz.
166. “Fakat Allah sana
indirdiğine şahitlik eder, onu bilerek inirmiştir, melekler de şahitlik ederler.
Şahit olarak Allah yeter.”
Lâkin Allah sana indirdiğine
şehâdet ediyor. Allah şahittir ki o sana indirdiği kitabını kendi ilmiyle
indirmiştir. İlim kendisinden olan Allah, ilmin kaynağı olan bizzat kendi
ilmiyle, bilerek o kitabı sana göndermiştir. Arkadaşlar, gerçekten müthiş bir
ifadedir bu. Biz mü’-minler için en büyük bir şereftir bu. Arkadaşlar bizler
gözlerimizle gördüğümüzden de öte Rabbimizin varlığına şehâdet ederiz. Bizler
Allah’tan başka İlâh olmadığına, ve Muhammed (a.s) in Allah’ın kulu ve elçisi
olduğuna, elimizdeki hayatımızı düzenlediğimiz şu kitabın kesinlikle Allah’tan
geldiğine gözlerimizle gördüğümüzden daha emin bir şekilde şehâdet ediyoruz
değil mi? Bakın bizim şehâdet ettiğimize Allah da şehâdet getiriyor. Allah da
şehâdet ediyor ki bu kitap Allah’tan gelmedir. Yine biz kitabımızın başka bir
âyetinden de biliyoruz ki Rab-bimiz kendisinden başka İlâh olmadığına da şehâdet
etmektedir. Âl-i İmrân sûresinin 18. âyetinde Rabbimiz bu hususu şöyle
anlatır:
“Allah, melekler ve adâleti yerine getiren
ilim sa-hipleri, Ondan başka İlâh olmadığına şahitlik etmişlerdi. Ondan başka
İlâh yoktur, O güçlüdür, Hakimdir.”
(Âl-i İmrân
18)
Evet, kendisinden başka İlâh olmadığına
Rabbimiz de şehâdet ediyor. Ne büyük bir şeref değil mi bizler için? Rabbimizin
yaptığını biz de yapıyoruz, bizim yaptığımızı Allah da yapıyor, Allah bizim
safımızda ve biz de Rabbimizin safında yer alıyoruz. Mü’min için bundan daha
büyük bir şeref düşünmek mümkün değildir. Mü’minler Allah’la aynı safta, Allah
mü’minlerle aynı safta. Mü’minler Allah’ın yaptığını yapıyorlar Allah da
mü’minlerin yaptığını yapıyor işte bu bizim için şereflerin en zirvesidir.
Kabul ettiğimiz bu kitaba Allah şehâdet ediyor, melekler de şehâdet ediyorlar.
Ama zaten Allah’ın şehâdeti başka şahitlere gerek bırakmayacak biçimde bizim
için yeter elhamdülillah.
Elhamdülillah ki bizim şu anda
kabul ettiğimiz bir dine, hayatımızı kendisiyle düzenlediğimiz bir kitaba,
kulluk yolunda kendisini örnek aldığımız bir peygambere, yaşadığımız bir hayat
programına Rabbimiz şehâdet ediyor. Bu yolumuzun doğruluğu ve sonunda cennete
çıkacağı konusunda bizim için yetmez mi? Ama beri tarafta:
167. “İnkar edenler, Allah yolundan
alıkoyanlar, şüphesiz derin bir sapıklığa
sapmışlardır.”
Küfredenler, örtenler, örtbas edenler
var ya. Hayatlarında hem Allah’ı, hem Allah’ın âyetlerini, Allah’ın gönderdiği
hayat programını, o programın uygulanması noktasında Allah’ın gönderdiği örnek
elçilerini yok farz ederek yaşayanlar ve de kendi küfürleri, kendi şirkleri
yetmi-yormuş gibi insanları da Allah yolundan alıkoyanlar, dinin önüne engeller
koyanlar, insanların dinlerini bozanlar, insanların önüne resmi dinler koyarak
gerçek Allah dininin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaya çalışanlar var ya.
Böylece hem kendilerine, hem Allah’a ve hem de çevrelerine karşı zulmeden
kâfirler var ya, onlar gerçekten derin bir sapıklığın içindedirler.
168,169. “İnkar edenleri ve zalimleri
Allah şüphesiz bağışlamaz, onları içinde temelli ve ebediyen kalacakları
cehennem yolundan başka bir yola eriştirmez. Bu, Allah'a
kolaydır.”
Bu tür insanlık düşmanı zalimleri
Allah asla bağışlamayacak. Bunlar bağışlanma hakkını kaybetmişlerdir. Ve Allah
onları hiçbir yola da ulaştırmayacak. Hakk’a giden, hayra giden, doğruya giden
hiçbir yolu bulmaları mümkün olmayacak onların. Doğru diye sarıldıkları onları
daha da batıracak. Doğruyu bulduk dedikleri üç gün bile kendilerine huzur
vermeyecek.
Ancak cehennem yoluna, ateş yoluna,
dünyada ve âhirette azap yoluna iletecek Allah onları. Onların gidecekleri
sadece bir tek yol var. Varacakları bir tarik var. O da sadece cehennemdir. Ve
orada ebediyen kalacaklardır onlar. Ama Allah’ın bu azabıyla hiç kimsenin
Allah’ı suçlama hakkı yoktur. Çünkü kâfirler kendi hür iradeleriyle Allah’ı
reddetmişler, Allah’ın elçilerini reddetmişler, Allah’ın kitaplarını
reddetmişler, Allah’tan gelen hayat programını reddedip kendi hevâ ve hevesleri
istikâmetinde bir hayat yaşamadan yana tavır sergilemişlerdir. Tercihlerini bu
istikâmette kullanan kâfirlerin bu tercihlerini de Rabbimiz onaylamıştır. İşte
bu Allah’a gâyet kolaydır.
Bundan sonra yine tüm insanlığa bir
hitap, bir çağrı geliyor:
170. “Ey İnsanlar! Peygamber
Rabbinizden size gerçekle geldi, inanın, bu sizin hayrınızadır. İnkâr ederseniz
bilin ki, göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. Allah bilendir,
hakimdir.”
Ey insanlar! Muhakkak ki size
Rabbinizden hakla bir elçi geldi. Hak olan Rabbinizden hak bir yasayla hak bir
peygamber geldi. Hak kelimesi kitabımızda çok geçer. Rabbimiz hak, kitabı hak,
peygamberi hak, yasaları hak, sistemi hak, yolu hak, cenneti hak, cehennemi hak,
Sırat hak, terazi hak, Mizan hak, hepsi haktır.
"Haktan başka sadece dalâlet
vardır."
(Yunus: 32)
Eğer hakkı Allah’ın gönderdiklerinin
dışında görürseniz, Allah’ın vahyinin ötesinde, Allah’ın hak olarak gönderdiği
elçisinin berisinde hak peşine düşerseniz, problemlerinizin çözümünü bu kitabın
ve bu elçinin sünnetinin dışında başka yerlerde ararsanız mutlaka bâtıla düşmek
zorunda kalacaksınız.
Ey insanlar! Ey Müslümanıyla,
kâfiriyle, yahudisiyle, hıristiya-nıyla, Mecusisiyle, ateistiyle, beyazıyla,
siyahıyla, kadınıyla, erkeğiyle, genciyle ihtiyarıyla ey tüm insan cinsi! Size
Hak olan Rabbinizden hakla bir elçi geldi. Eğer Rabbinizin gönderdiği bu elçiye
iman ederseniz bilesiniz ki bu sizin hayrınızadır. Çünkü bilesiniz ki sizin
hakkınızda yalnız Allah’ın indirdiği haktır. Yalnız Allah’ın gönderdiği
hayırdır, hayırlıdır. Ona muhalefet eden her şey bâtıldır ve sapıklıktır.
Tüm insanlık bir şey üzerinde
toplanıp bu haktır deseler de şâyet o Allah’ın indirdiğine ters düşüyorsa o
bâtıldır. Evet Allah’ın indirdiğinin dışında hak yoktur, hayır yoktur. Allah’ın
indirdiğinin dışında hüküm de yoktur. Elhamdülillah ki hak da bellidir, hayır
bellidir, hayır yolu belli ve açıktır. Allah’ın elçisi son derece berrak bir
şekilde ortadadır. Elverir ki sizler bu size gönderilen elçinin sünnetine
müracaat ederek bir hayat yaşarsanız hayra ulaşmış olursunuz. Bu hak hüküm, bu
hak peygamber ortaya konulmadıkça
insanlar arasındaki ihtilafların bitmesine de imkân ve ihtimal yoktur.
Allah’ın hak olarak indirdikleriyle hükmetmedikçe de yeryüzünde asla salah da
olmayacaktır. Yeryüzünde sulh ve sükun asla gerçekleşmeyecektir. İhtilafları
çözecek bir tek yol, bir tek kaynak vardır. O da Allah’ın yeryüzünde ihtilafları
çözmek üzere indirdiği kitap ve peygamberdir. Ama küfrederseniz, peygamberin sünnetini,
peygamberin örnekliğini örter, örtbas ederseniz, peygamberi yok farz ederek bir
hayat yaşamaya kalkarsanız bilesiniz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ın kuludur. Allah’a en ufak bir zarar veremediğiniz gibi, O’nun sizin
kulluğunuza da ihtiyacı yoktur. Gelin aklınızı başınıza alın diyor, Rabbimiz.
Burada tüm insanlığa seslenen Rabbimiz
bundan sonraki âyetinde de tarih içinde kendi dinlerini bozup, kitaplarını
tahrif edip derbeder bir hayat yaşayıp giderlerken birdenbire hak bir dinle,
hak bir peygamberle karşı karşıya kalan ve aynen önceki kitaplarına ve
peygamberlerine yaptıklarının aynısını bu son elçiye ve onun kitabına da
yapmaya soyunan, bu son dini de bozarak hak bir din olma özelliğinden çıkarmaya
sa’y eden ehl-i kitaba sesleniyor:
171. “Ey Kitap ehli! Dininizde
taşkınlık etmeyin, Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu Îsâ
Mesih, Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir
ruhtur. Allah'a ve peygamberlerine inanın, “Üçtür” demeyin, vazgeçin, bu
hayrınızadır. Allah ancak bir tek İlâhdır, çocuğu olmaktan münezzehtir,
göklerde olanlar da yerde olanlar da O’nundur. Vekil olarak Allah
yeter.”
Ey ehl-i kitap! Ey yahudi ve
hıristiyanlar! Dizinizde aşırılığa gitmeyin. Allah hakkında da ancak hak
söyleyin, hakkı ve doğruyu söyleyin. Allah ve dini konusunda bidatlerden ve
aşırlıklardan sakının. Kendinizce peygamberlerinize çok yüce makamlar vereceğiz
diye, onlara saygı ve ihtiramlarda bulunacağız derken, kitabınızı herkesin saygı
duyacağı bir mevki takdir edeceğiz derken aşırılıklara gitmeyin. Hakkın ötesine
aşmayın. Allah hakkında da, kitaplar hakkında da, peygamberler hakkında da
bidatlere gitmeyin. Peygamberi tanrılaştırmaya kalkmayın. Doğru neyse, hak
neyse onu söyleyin. Allah, kitap ve peygamberler hakkında doğru sözleri, hak
sözleri ihtiva eden elinizdeki İncil’i bozdunuz, Tevrat’ı tahrif ettiniz. Bütün
bu konularda doğruyu öğrenebilecek kaynaklarınızı kuruttunuz. Sap gibi ortada
kaldınız.
Şimdi Rabbiniz size tek doğru
sözü, tek doğru bilgiyi öğretecek, sizin tarih içinde sapıklıklarınızı, sapma
noktalarınızı gösterecek son bir kitap gönderdi. Gelin bu son kitaba karşı da
eski davranışlarınızı sergilemeyin. Gelin bu son hakkınızı da kaybetmeyin.
Gelin Rab-binizden gelen bu son kitapla kendilerinizi bir sorgulayın. Bakın bu
son kitapta Rabbinizin size haber verdiği bir yanlışınız, bir sapak noktanız
şöyledir:
Muhakkak ki Mesih, Îsâ (a.s) Allah’ın
Meryem’den İlâhi bir yasa olarak babasız dünyaya getirdiği bir elçisidir. O,
Allah’ın bir kelimesi, bir yasası, bir âyeti, bir mûcizesi, bir ruhudur ki onu
Meryem’e ilkah etmiştir. Rabbinizin Cebrâil (a.s)’ı görevlendirerek Meryem’e
gönderdiği ve onu oluşturacak olan ruhu Meryem’e ilkah ettiği ve Meryem’in
rahminde meydana getirdiği bir ruhudur. Böyle mûcizevi olarak babasız dünyaya
getirdiği Allah’ın bir âyeti, bir yasasıdır o. Öyleyse gelin ey ehl-i kitap,
aşırılıklara giderek Îsâ (a.s) hakkında bundan başka söz söylemeyin. İşte
Rabbinizin peygamberiniz hakkında söylediği hak söz budur.
Gelin Îsâ (a.s)’ı Allah, ya da
Allah’ın oğlu kabul etmeyin. Gelin Allah’ı üçlemeyin. Allah’a ortaklar,
yardımcılar izafe etmeyin. Hâşâ hâşâ Allah’ın kulu olan Meryem’i ve Onun oğlu
olan peygamberi Allah’a yardımcılar yapmayın. Eğer hakkınızda hayırlı olan bu
son kitaba iman eder, bu son kitabın uyarılarına kulak vererek bu
sözlerinizden, bu iftiralarınızdan vazgeçerseniz bilesiniz ki bu sizin
hakkınızda hayırlı olacaktır. Çünkü Allah tek İlâhtır. Yardımcıya, karıya ve
oğula ihtiyacı olmayandır. Meryem gibi bir kulunu, bir yaratığını kendisine
yardımcı edinecek kadar, Îsâ (a.s) gibi bir kulunu kendisine oğul edinecek kadar
Allah’ı güçsüz bilmekten, aciz tanımaktan vazgeçin.
Evet bu âyetiyle Rabbimiz Îsâ Allah’ın
oğludur, Üzeyr Allah’ın oğludur diyerek kendileri bir yanlışın içine düşerek
kâfir olurlarken bir de üstelik tüm dünya insanlığını kendi yanlışlarına, kendi
Cehennem-lerine çağıran, yeryüzünde hak bir kitabın sahibi olan Müslümanlara
hayat hakkı tanımayan yahudi ve hıristiyanlık dünyasına sesleniyor Rabbimiz.
Gelin ey zavallılar! Bu sapıklıklarınızdan vazgeçin. Gelin geceli gündüzlü tüm
dünyada toplantılar yaparak insanları kendi sapıklığınıza, kendi cehenneminize
çağırmaktan vazgeçin. Gelin Müslüman olun da hem kendinizi, hem de
saptırdıklarınızı kurtarın. Geceli gündüzlü, hummalı çalışmalarınızla sapık
anlayışlarınızla hem kendinizi hem de insanlığı cehenneme nasıl
sürükleyeceğinizin hesabını yapacağınıza gelin Müslüman olun da kurtulun.
Dünyanızı da âhireti-nizi de berbat etmekten vazgeçin çağrısında bulunuyor
Rabbimiz.
Sizler istediğiniz kadar Îsâ tanrıdır,
Îsâ Allah’ın oğludur, melekler Allah’ın kızlarıdır diye sapıklıklarınıza devam
edin. İstediğiniz kadar bu herzelerinizden vazgeçmeme konusunda dayanın,
direnin. İstediğiniz kadar Allah’ın dediği hakkın ve hayrın dışında bâtıl
inanışlarınızı sürdürmeye devam edin. İstediğiniz kadar kulları ilâh yerine
koymaya çalışın. Ama unutmayın ki:
172. “Mesih de, gözde melekler de
Allah'a kul olmaktan asla çekinmezler. Kim O’na kulluktan çekinir ve büyüklük
taslarsa, bilsin ki, O, hepsini huzuruna
toplayacaktır.”
Mesih de, melekler de Allah’ın
kuludurlar. Ne Mesih, ne de melekler asla Allah’a kulluktan istinkâf edip
çekinmezler. Îsâ (a.s) da melekler de Rablerine kulluktan geri durmazlar. Bunlar
kendileri Rablerine kul köle iken sizlere ne oluyor da onları İlâhlaştırmaya
kalkışıyorsunuz? Nereden alıyorsunuz bu cesareti? Onlar Allah’a kulluktan asla
çekinmezler. Çünkü kul olarak onlar için Rablerine, yaratıcılarına kulluk
şereflerin en büyüğüdür. Bu varlıklar eğer biz Rab-bimize kulluk yaparsak bizim
şerefimiz azalacak, onun için biz O’na kul olacağımıza O’nun yanı başında O’na
ortak İlâhlar olalım, O’nun oğulları ve kızları olarak şerefimiz artsın mı
diyecekler? Nasıl da kötü hükmediyorsunuz? Nasıl da sapık inanıyorsunuz?
Yaratıcıya kulluktan daha büyük şeref olur mu? En büyük şeref Allah’a kulluk
değil midir? Kim Allah karşısında büyüklenir, müstekbir davranır ve Allah’a
kulluktan çekinirse bilsinler ki nasıl olsa yarın hesap kitap dönemi Allah
onların hepsini kul olarak huzuruna toplayacaktır. O zaman onlar Rablerine
kulluk yapmamanın cezasını çok ağır ödeyeceklerdir. Bunu herkesten iyi bilen,
Rablerini herkesten daha yakın tanıyan peygamberler ve melekler nasıl terk
edecekler Rablerine kulluğu? Hiç aklınız ermez mi sizin?
173. “İnananlara ve yararlı iş
işleyenlere, ecirlerini ödeyecek, onlara olan bol nîmetini daha da artıracaktır.
Kulluk etmekten çekinenleri ve büyüklük taslayanları elem verici azaba
uğratacaktır. Onlar kendilerine Allah'tan başka bir dost ve yardımcı
bulamazlar.”
Allah’a ve elçilerine ve de son elçiye
iman eden, Allah’ın istediği gibi inanan ve bu imanını da söz planında, iddia
planında bırakmayarak amele dönüştüren, hayatını bu imanla düzenleyen, salih
amel işleyen, mü’mine yaraşır ameller işleyen kimselere Rabbimiz ücretlerini
tastamam ödeyecektir. Ve üstelik de kat kat artıracağını beyan buyuruyor
Rabbimiz. Evet cennet ve nîmetler vaadediyor. Ama Rablerine kulluktan istinkaf
edenlere, kibirlenen Allah’a kulluktan vazgeçenlere, şeytanlara ve Allah’tan
başkalarına kulluk yapanlara gelince, onları da elim bir azaba
uğratacaktır.
174. “Ey İnsanlar! Rabb'inizden size
açık bir delil geldi, size apaçık bir nûr, Kur’an
indirdik.”
Ey iman edenler! Rabbinizden siz
açık bir delil, bir burhan geldi. Delil Kur’andır, delil peygamberdir, nûr
Kur’andır. Rabbimiz delil göndererek, nûr göndererek kullarının yolunu açmıştır.
Yol bellidir, yol Allah yoludur. Delil bellidir, delil kitap ve sünnettir. İşte
bundan sonra:
175. “Allah kendisine inananları ve
Kitabına sarılanları rahmetine ve bol nîmetine kavuşturacak, onları kendisine
götüren doğru yola eriştirecektir.”
Kim Allah’a Allah’ın istediği
gibi iman ederse, kim Allah’a Allah’ın kitabında ve Resûlünün sünnetinde
örneklediği biçimde iman eder ve Allah’a sarılırsa, Allah’ın dinine, Allah’ın
kitabına, Allah’ın yoluna evet der ve tüm hayatını düzenlemek üzere sarılırsa,
Allah’ı parçalamadan, Allah’ın yetkilerinden bir kısmını kullarından birilerine
ver-meden, peygamberleri parçalamadan, peygamberlerin arasını ayırmadan,
Allah’la peygamberlerin arasını ayırmadan, peygamberin hayatını parçalamadan,
kitabı parçalamadan iman ederse Allah da onu bol bol nîmetlerine
kavuşturacaktır. Onlar Allah’ın rahmeti ve fazlıyla birlikte
olacaklardır.
Ve Allah onları dosdoğru yoluna, hak
yola, İslâm yoluna hidayet edecektir. Onları razı olduğu bir hayatın içinde
tutacaktır. Onlara hem dünyalarını güzelleştirecek, hem de âhiretlerini
güzelleştirecek bilgilerini ulaştıracaktır.
Son âyette de Rabbimiz sûrenin ilk inen
âyetlerinde gündeme getirilen bir konuyu gündeme
getiriyor.
176. “Ey Muhammed! Senden fetva
isterler, de ki: “Allah size ikinci dereceden mirasçılar hakkında fetva
veriyor: Şâyet çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan kimse ölürse,
bıraktığının yarısı kız kardeşe kalır. Fakat kız kardeşinin çocuğu yoksa
kendisi, ona tamamen varis olur. Eğer iki kız kardeş kalmışsa, bıraktığının üçte
ikisi onlaradır. Eğer mirasçılar erkek ve kadın kardeşlerse, erkeğe, iki
dişinin hissesi kadar vardır. Doğru yoldan saparsınız diye Allah size açıklıyor.
“Allah her şeyi bilir.”
Peygamberim, senden fetva istiyorlar.
Allah size ikinci dereceden mirasçı olan kelale hakkında fetva veriyor. Bir
adam öldü. Ölen bu kişinin oğlu ve kızı olmayıp kız kardeşi varsa. İşte bu
kelaledir. Çocuğu ve babası yok. Onun mirasının yarısı kız kardeşine verilecek.
O kız kardeşinin çocuğu yoksa erkek kardeşi ona varis olur. Eğer kız kardeşler
iki kişiyse terekenin üçte ikisi onlarındır. Eğer ölen kimsenin varisleri erkek
ve kız kardeşlerse o zaman kendi aralarında oğul ve kızın paylaştıkları gibi
ikili birli paylaşırlar. İşte sapmayasınız, yanlışa düşmeyesiniz diye yasayı
size böylece açıklıyor. Unutmayın ki Allah’ın yasasını çiğneyenler, Allah’ın
koyduğu sınırlara riâyet etmeyenler cehenneme gidecektir. Önceki âyetlerde bunu
demeye çalışmıştık.
Evet arkadaşlar, Nisâ sûresinin
başından sonuna öğrendik ki Allah her şeyi en iyi bilendir. Allah en iyi
bilendir. Toplumu en iyi bilen, aileyi en iyi bilen, evliliği, boşanmayı en iyi
bilen, toplumsal problemleri en iyi bilen, ailevi problemleri en iyi bilen,
mirası en iyi bilen, savaşı en iyi bilen, geçmişleri en iyi bilen, sapanları,
sapıtanları, hidâyette olanları en iyi bilen Allah’tır. Madem ki her şeyi en
iyi bilen, tam bilen Allah’tır, öyleyse bizler de Allah bilgisine sahip olmak,
Allah bilgisine sarılmak ve hayatımızın sonuna kadar o bilgilerle hayatımızı
düzenlemek zorundayız. Bundan başka seçeneğimiz yoktur. Hedefimiz vahiyle ve
onun pratik örneği olan peygamberle beraber olmaktır.
Eğer bunu becerebilirsek hem
dünyada mutlu bir hayat yaşayacağız, hem de âhirette Rabbimizin vaâdettiği en
büyük mükafatlara ulaşma imkânı bulacağız. Dünyamız da güzel olacak, ahiretimiz
de. Bir sûreyi daha birlikte tanıma imkânı bulduk. Bundan sonra Rabbimizin öteki
sûreleriyle birlikte olma dileğiyle Allah yardımcımız olsun velhamdü lil-lahi
Rabbil Âlemin.
selamünaleyküm hocam elinize sağlık çok güzel olmuş.
YanıtlaSilhttp://www.alimallah.net/nisa+suresi+135.html adresinde de ilgili içerik bulunabilir.