Gerek dar’ul harpte, kâfirlerin
arasında yaşadıkları halde İslâm diyarına hicret edememiş, buna imkân bulamamış
samimi bir Müslü-manı ancak bilinemediği için hatayla hariç öldürmek veya dar’ul
İslâm’da yaşayan bir Müslümanı hataen hariç öldürmek yoktur. Evet bir Müslümanın
bir Müslümanı öldürmesi asla mümkün değildir, kazayla, yanlışlıkla, hatayla
öldürmesi müstesna. Allah ve Resulüne inanan, Allah ve Resûlüne itaat eden, ben
mü’minim diyen bir kimsenin kendisi gibi iman etmiş bir Müslüman kardeşini
öldürmesi mümkün değildir. Ama yanlışlıkla, hatayla, kaza sonucu, istemeyerek,
kasıt olmaksızın olursa bu ayrıdır.
Evet kim bir mü’mini kasıt olmaksızın
hatayla öldürmüşse ha-taen öldürdüğü mü’mine karşılık bir köle azad edecek ve
bir de ölenin ailesine, ehline teslim edilecek bir diyet ödemesi gerekir. Ama
ölen mü’minin ailesi bu diyeti bağışlar, almaktan vazgeçerse bu müstesna-dır.
Değilse ölenin ailesi onu bağışlamadığı zaman öldüren kişi onu onun ailesine
ödemek zorundadır.
Eğer öldüren kişinin kendi
imkanları bu diyeti ödemeye yetme-yecek olursa onun akîlesi yani yakın
akrabaları kendi aralarından toplayıp öderler. Çünkü onun işlediğinden tüm
akrabaları sorumludur. Akrabaları onu eğitmeli ve bu tür şeyleri yapmaktan
engellemeleri gerekiyordu. Bu sebepledir ki onun ödeyeceği diyete gücü yetmediği
za-man tüm akrabaları aralarında toplayarak o diyeti ödemesine yardımcı olmakla
mükelleftirler.
Tabi fıkıh kitaplarında ölenin
ailesine ödenecek bu diyetin miktarı belirtilmiştir. Eğer deve cinsinden
ödenecekse 100 deve, sığır cin-sinden 200 inek veya 2000 koyun olarak sünnet bu
diyetin miktarını belirler.
(Diyet ile alâkalı sorular
soruldu)
İnsanın
veya insan uzvunun telef edilmesi karşılığı olarak verilmesi gereken tazminata,
kan bedeline diyet denir. Bilindiği gibi kasten öldürme olayında “kısas” gündeme
girer. Kısas cezâsında, hem Allah Teâlâ’nın hukuku, hem kul hukuku bir aradadır.
Kısasın icrâ edilebilmesi için, öldürülen kimsenin velîsinin cezânın tatbikini
istemesi esastır. Zira Kur’an-ı Kerim’de:
“Kim, mazlum olarak öldürülürse,
biz onun (öldürülenin) vesilesine bir salâhiyet vermişizdir. O da (öldürülenin
velîsi), öldürmekte aşırı gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur.”
(17/İsrâ,
33)
Hükmü
beyan buyurulmuştur. Öldürülen kimsenin velîsi, kısası talep etmek veya diyete
râzı olmak noktasında serbesttir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’e “kısas”la ilgili
herhangi bir mesele arz olunduğu zaman, maktûlün velîlerine, affetmelerini
tavsiye buyurmuştur.
(Ahmed
bin Hanbel, III/213)
Dolayısıyla,
mü’minlerin emîri, öldürülenin velîlerine affetmelerini veya sulh yapmalarını
tavsiye eder. Ancak kesinlikle bu konuda zorlama yapmak veya kendisi af yetkisi
kullanma yönünde salâhiyet sahibi değildir. Kısasın tatbiki, affetme veya sulh
yapma noktasında tek yetkili, maktûlün velîsidir. Esasen zarara uğrayanların
başında da maktûlün velîleri gelir.
Ama bakın ki şu anda Allah’ın kitabından,
Allah’ın yasalarından habersiz olan zalim iktidarlar bu yetkiyi kendilerinde
görüyorlar. Maktulün ailesi affetmediği halde suçluları affetmeye, onlar için af
yasaları çıkarmaya çalışıyorlar. Allah korusun işte bunlar zulümdür. Zalimlerden
bundan başkası da beklenemez.
Eğer ölen kimse, öldürülen kimse size
düşman olan, sizinle aranızda savaş halinde olan bir topluma ait ama kendisi
Müslümansa o zaman öldüren katil bir köle azad eder. Böylece hataen bir
Müslüman kardeşini öldüren kişi bir köleyi hayata kazandırmış, hürriyetine
kavuşturmuş olur.
Dikkat ederseniz bir
öncekinde de vardı köle azadı, ama bu ikincisinde sadece köle azadı var, fakat
diyet ödeme şartı yoktur. Neden böyle oluyor? Çünkü diyet mü’minlere ödenir.
Ölen kimsenin akrabaları, yakınları ailesi mü’minse ödenir diyet. Berikisinin
varisleri kâfir olduğu için onların ekonomik yönden desteklenmeleri
düşünülemeyeceği için onlara diyet de ödenmeyecektir. Ailesi düşman olan,
düşman tarafından olan kimse için diyet ödenmez.
Ama eğer öldürülen kişi Müslümanların
kendi aralarında ahid-leştikleri, sözleştiği, sözleşmeli olan bir kavime, bir
topluma aitse, yâni İslâm toplumuyla aralarında anlaşma bulunan bir toplumun
üyesiyse ve Müslümansa bu kişi o zaman bu sözleşmeden dolayı öldüren kişi hem
bir köle azad edecek hem de ölenin ailesine anlaşma gereği diyet ödeyecektir.
Bu âyette anlatılanları şöyle kısaca
maddeleştirerek özetleye-cek olursak:
a- Eğer öldürülen kişi dar’ul İslâm’da,
Müslümanların yurdunda yaşayan bir Müslümansa onu öldüren Müslüman bir köle azad
ederken, aynı zamanda ölenin ailesine diyet ödeyecektir onlar bu haklarından
vazgeçmedikleri sürece.
b- Eğer öldürülen Müslüman
Müslümanlarla anlaşmalı bir kâfir toplumun içinde yaşıyorsa yine köle azad
etmekle birlikte aralarındaki anlaşma gereği bir adamın diyeti neyse onu da
ödeyecektir.
c- Ama aralarında herhangi bir anlaşma
olmayan bir düşman toplumun üyesiyse o öldürülen kişi o zaman katil sadece bir
köle azad edecek, ölenin ailesine diyet ödemeyecektir.
Ama her kim de böyle azad edecek köleyi
bulamazsa, köle azad edecek gücü, imkânı bulamazsa ve de diyeti ödeyecek malî
gücü yoksa, o zaman o kişi de peş peşe iki ay oruç tutacaktır. İşte Allah’tan
size bir tevbe yolu, bir dönüş imkânı. Unutmayın ki Allah her şeyi bilmektedir.
Durumunuzu, takatinizi, gücünüzü, imkânınızı Allah çok iyi bilmektedir. Onu
kandırma imkânına sahip değilsiniz. Evet böyle bir mü’mini hataen, kazayla,
istemeyerek öldürmelerinizin karşılığı budur. Ama:
93. “Kim bir mü'mini
kasten öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap
etmiş, lânetlemiş ve büyük azab hazırlamıştır.”
Kim de bilerek, isteyerek,
kasıtla, taammüden bir Müslümanı öldürürse onun cezası da içinde hiç
çıkmamacasına, ebediyen kalma-casına cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu
lânetlemiş ve ona çok büyük bir azap hazırlamıştır Allah korusun Bir Müslümanı
öldürmek işte böyle cezası çok büyük bir günahtır. Öldürülür mü hiç bir
Müslüman? Eğer Allah ve Resûlünün belirlediği yasalar çerçevesinde bir
Müslümanın öldürülmeyi hak etmiş bir cezası varsa onu zaten İslâm öldürecektir.
Beriki Müslümanın onu öldürmeye hakkı ve yetkisi yoktur. Allah insan canına çok
büyük değer vermiştir ve Allah’ın verdi-ği canı almaya sadece kendisi
yetkilidir. Bakın Allah diyor ki bile bile, şer’an öldürülmeyi hak etmemiş bir
Müslümanın canını alan kişi ebediyen cehennemde
kalacaktır.
İslâm’da insanın hayatı işte bu kadar
değerlidir, muhteremdir, kimsenin ona kast etmesine İslâm izin vermez. Çünkü
biliyoruz ki yeryüzünde dinin varlığı mü’minin varlığına bağlıdır. Yeryüzünde
dinin yaşanması mü'minin varlığına bağlıdır. Yeryüzünde bin mü'min varsa bilelim
ki yeryüzünde bin mü’minlik bir din var demektir. Bin bir mü’-min varsa
yeryüzünde bin bir mü’minlik bir din var demektir. Öyleyse bunlardan birinin
yok edilmesi, yeryüzünde bir mü’minin canına kıyılması demek, yeryüzünde
Allah’ın dininin eksiltilmesi demektir ki kimsenin buna hakkı yoktur. e şunu da
unutmayalım ki Allah katında birle binin farkı yoktur.
Hattâ yine Kur’an’da
anlatıldığına göre yeryüzünde haksız yere bir mü’mini öldüren kişi sanki
yeryüzündeki tüm mü’minleri, tüm insanları öldürmüş gibidir. Binaenaleyh bir
mü’minin canına kastederek yeryüzünde onun Allah’a kulluğunu yok etmeye kimsenin
hakkı yoktur. Allah korusun da menfaatlerle, para için, kinle, gayzla bu
sebep-lerle mü'min öldürmek dini bunlarla değiştirmek demektir ki bu suçu
işleyenin cezası ölümdür ya da ebediyen cehennemde kalmaktır. Böyle bir
mü’minin cehennemden kurtulması kendisine Allah’ın belirlediği biçimde kısasın
uygulanmasıyla Allah’ın rahmeti sebebiyle mümkün olabilecektir. Öldüren kişiye
Allah’ın istediği biçimde kısas uygulandığı zaman bu onun arınmasına,
cehennemden kurtulup cennete gitmesine, hayat kazanmasına sebep olacaktır.
Yine öldüren kişiye Allah’ın
emrettiği kısas uygulandığı zaman toplumda insan değer kazanacaktır. Ölüm
oranları birden bire sıfıra inecektir. Bakıyoruz bugün tavuk kadar adamın değeri
yoktur. Yüz bin lira karşılığında adam öldürülüyor. Niye? E sonunda ölüm yok ya!
Üç sene yatar, beş sene yatar çıkarım diyor adam ve hiç çekinmeden basit bir şey
yüzünden adam öldürebiliyor. Türkiye’de sadece bir senede öldürülenlerin sayısı
on binleri buluyor. Halbuki eğer kısas uygulansaydı o zaman eller öyle rahat
rahat tetiğe gidemeyecektir. Adam durup bir düşünecek yoo!! Eğer ben bunu
öldürürsem benim kelle de gider, ben bunun dişini kırarsam benim diş de
kırılır! diyecek ve eller öyle rahat rahat tetiğe gitmeyecektir. Eğer bir toplum
kısası uygulamayarak insan hayatına gereken kutsiyeti vermezse, katili korumaya
çalışırsa, bu suça pirim vermiş ve binlerce insanın hayatını tehlikeye atmış
demektir.
Ölüm cezasını tamamen kaldırarak
cinâyetleri teşvik etmek insan hayatına karşı işlenmiş en büyük insanlık
suçlarından biridir. Ve yıllardır şu bizim toplumda bu suç işlenmektedir. Allah
basiret versin, şuur versin bu insanlara ne diyelim? Öyleyse ey mü’minler! Ey
Allah’ın bu yasalarına muttali olan, Allah’ın bu âyetlerinin bilincine eren
müminler:
94. “Ey İnananlar: Allah yolunda
yürüdüğünüz vakit, her şeyi iyice anlayın. Size, Müslüman olduğunu bildirene,
dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek: “Sen mü'min değilsin" demeyin.
Allah katında bir çok ganîmetler vardır. Evvelce siz de öyleydiniz. Allah size
iyilikte bulundu. İyice araştırıp anlayın, Allah işlediklerinizden şüphesiz
haberdardır.”
Ey mü’minler öyleyse Allah yolunda yola
çıktığınız zaman, Allah yolunda adım attığınız zaman, Allah yolunda Allah’ın
dininin egemenliğini gerçekleştirmek, yeryüzünde fitneyi kaldırıp Allah’ın
istediği adâleti gerçekleştirmek üzere bir kavganın içine girdiğiniz, bir savaşa
çıktığınız zaman araştırın. Gerekli tüm araştırmaları yapın. Yâni az evvel size
bir yasayı anlattık. Size bir uyarıda bulunduk. Bir Müslü-manın bir Müslümanı
öldürmesinin ne anlama geldiğini? Ona neye mal olduğunu? Bunun ne kadar önemli
olduğunu? Bir Müslümanın hayatının ne kadar değerli olduğunu? Bir Müslümanı
öldürmenin kâinatı öldürmekle eş değerde olduğunu size anlattık. Bütün bunları
bilen sizler, bunun bilincine eren sizler artık çok dikkatli olmak zorundasınız.
Onun için Allah adına bir sefere çıktığınızda çok dikkatlice araştırın ve
şüpheli olan bir kimseyi sakın öldürmeye kalkışmayın. Karşınıza çıkan bir kimse
diliyle size Müslümanlığını ikrar ettiği andan itibaren, ben de sizin gibi
Müslümanım, ben de sizin gibi Allah’a inanıyorum dediği andan itibaren ona
hiçbir zaman kılıç kaldırılmayacaktır. Hiçbir zaman böyle bir kimse
öldürülmeyecektir.
Allah için bir savaşa çıkmış
olabilirsiniz. Medine’de Allah Re-sûlünün etrafında toplanmış Müslümanlar
komutanlarının emriyle grup grup, seriyeler halinde savaşa sevk ediliyorlardı.
İşte Allah ve Resûlünün emriyle savaşa giden bu Müslümanlara uğrunda yola
çıktıkları, yoluna baş koydukları Rabbimiz tarafından bir öğüt, bir nasihat,
bir uyarı yapılıyordu. Savaşı emreden Allah savaşın kurallarını da beyan
ediyordu. Tabii ki sadece o günün savaşçılarına değil, kıyame-te kadar o yolun
yolcusu olan, kıyamete kadar yeryüzünde Allah’ın egemenliği adına yola çıkan tüm
mücahid Müslümanlara da yapılmış bir uyarıdır bu. Ey iman edenler Allah için bir
savaşa çıktığınız zaman iyice araştırın. Size selâm sözünü atanlara, size selâm
verenlere, es-selâmü aleyküm diyenlere, selâmın ne anlama geldiğini geçen hafta
demeye çalışmıştım. Size selâm verenlere, biz de Müslümanız diyenlere, biz de
Allah ve Resûlüne itaat ediyoruz, biz sizin için selâmet ve esenlik diliyoruz,
biz de sizin gibi teslim olduk, Müslüman olduk diyenlere hayır sen Müslüman
değilsin demeyin. Onların bu iman ve İslâm ikrarlarını reddetmeyin diyor
Rabbimiz.
Müslüman savaşçılar çıktılar yola. Bir
kabileye baskın düzen-leyecekler. Ve bu arada karşılarına bir adam çıktı ve dedi
ki onlara; ben Müslümanım. İşte o anda Allah diyor ki Müslümanlara, sakın ha
sakın ona sen Müslüman değilsin demeyin. Hayır sen Müslüman değilsin, yalan
söylüyorsun diyerek sakın onu öldürmeyin, sakın ilişmeyin ona diyor Rabbimiz.
Peki acaba böyle karşısına çıkıp
da ben Müslümanım diyen bir kimseye bir Müslüman niçin hayır sen Müslüman
değilsin der? Niye reddeder onun Müslümanlığını? Niye tekfir eder onu? Sebebi ne
bunun? Arkadaşlar, bakın bunun sebebini Rabbimiz şöyle
anlatıyor:
Şu alçak, şu değersiz dünya hayatının
birazcık metaını arzu etmek. Şu denî hayatın birazcık malına, mülküne,
ganîmetine heveslendiğinden dolayı. Evet işte Rabbimiz öyle diyor. Dünyanın
geçici, değersiz malına mülküne meylederek, karşınızdakinin elindekilere göz
dikerek o size selâm veren, ben de Müslümanım diyen, Müslümanlığını ikrar eden
o adamcağıza sakın ha sakın hayır sen Müslüman değilsin, sen yalan söylüyorsun,
sen korktuğun için böyle söylüyor ve bizi kandırıyorsun demeyin diyor
Rabbimiz.
Evet bir zamanlar öyleydi, inşallah
tekrar o günler yakındır. Savaşın İslâm coğrafyasından kâfir ve müşrik dünya
coğrafyalarına aktığı dönemlerde, savaşın kâfir coğrafyalarda icra edildiği
dönemlerde gerçekten bu tür hadîselere çok sık rastlanacaktır. Allah düşma-nı
kâfirler, yıllar yılı Müslüman kanına doymayan kâfirler birer birer
gebertilirken içlerinden karşınıza çıkan birileri de diyecek ki ben de
Müslümanım. Ben de sizdenim. Ben de Allah ve Resûlüne teslim oldum. Bu kişi ya
ister önceden Müslüman olsun, isterse o savaş ortamında yiğitliğini gördüğü
Müslümanların nefesleriyle dirilmiş olsun, ister o anda Allah’ın Müslümanlara
yardımını gözleriyle görerek dirilen-lerden olsun fark etmez bizim yapacağımız
iş hemen onun Müslümanlığını kabul etmek ve bir Müslüman kardeşimiz olarak onu
bağrımıza basmaktır.
Zaten İslâm’ın savaşının hedefi
bu değil miydi? Biz insanların dirilişi için gitmemiş miydik oralara kadar?
Öyleyse gel kardeşim, bizi zaten buralara kadar getiren sebep senin bunu demen,
bunu anlamandı. Bizim hedefimiz seni kâfirlerin, zalimlerin, tâğutların
egemenliği altında bir hayattan kurtarıp Allah egemenliği altında cennete
ulaştırmaktı diyerek onu bağrımıza basmak zorundayız, uğruna savaştı-ğımız
Allah bizden işte bunu istiyor.
Şâyet hayır sen Müslüman değilsin
diyerek onu öldürmeye, malını ganîmet olarak almaya veya onu köleleştirmeye
yönelip meylederse bir Müslüman, bakın Allah ne diyor:
Allah katında bol ganîmetler var, Allah
katında bitmez tükenmez mallar mülkler var, eğer sen bir şeyler isteyeceksen
bırak o garibanın elindekileri de isteyeceğini Allah’tan iste. O gariban,
üstelik ben müslümanım da diyor, ben de senin inancını paylaşıyorum diyor, ben
de senin inandığın Allah’a teslim oldum diyor. Onun mallarına meyledip, onun bu
Müslümanlık ikrarını yalan sayıp da mallarına konmak, onu köleleştirmek yerine
sen isteyeceğini Rabbinden iste de sana on-dan çok daha hayırlı mallardan bol
bol versin Rabbin.
Sizler Allah katındakileri
bırakır da insanların ellerindekine mi göz dikersiniz? Peygamberinizin
gönderiliş gâyesinden ibret almaz mısınız? Peygamberler insanlardan ganîmet
toplamak ve cizye almak için gönderilmemişlerdir. Peygamberler insanlara hidâyet
rehberi olsunlar, insanları hidâyete ve cennete ulaştırsınlar diye
gönderilmişlerdir. Öyleyse önemli olan kâfir dünyanın mallarını elinize
geçirmeniz, onları köleleştirmeniz değildir. Önemli olan o gittiğiniz kâfir
dünya insanlarından bir tek kişinin bile sizin soluklarınızla Müslüman
olmasıdır. Bir tek insanın bile sizin elinizle Müslüman olması tüm dünyanın
mallarına ulaşmanızdan sizin için daha hayırlıdır, bunu hiçbir zaman
hatırınızdan çıkarmayın buyuruyor Rabbimiz.
Âyetin son kısmı ise gerçekten
Müslümanı son derece bağlıyor, son derece kuşatıyor ve âdeta elini kolunu
bağlayıveriyor bu konuda. Bakın Allah şöyle buyuruyor:
Bir düşünsenize. Dün siz de onlar gibi
değil miydiniz? Daha önce sizin durumunuz da onların durumları gibi değil miydi?
Bir yıl önce, üç ay önce, bir ay önce, bir hafta önce, bir gün önce siz de
onlar gibi değil miydiniz? Müslümanlardan kimileri bir ay önce, bir hafta önce
Müslümanlıkla tanışmışlar, hidâyete ermişler ve bir hafta sonra da savaşa
çıkmışlar. Şâyet bu savaş bir yıl önce, bir ay önce gerçekleşmiş olsaydı belki
kendiniz de bir kâfir olarak Müslüman kılıçlarına hedef olup gidecektiniz.
Öyle değil mi? Bizler şu anda
kendi Müslümanlıklarımızı bir düşünelim. Dün ne haldeydik? Eğer şu anda bizler
de kendi Müslümanlıklarımıza, Müslümanlıkla tanışmamıza, kitap ve sünnetle
tanışmamıza bir tarih versek, beş yıl önce, bir yıl önce, bir ay önce ne
durumdaydık? Allah’a sonsuz şükürler olsun ki bizi kitap ve sünnetle
tanıştırdı, bize hidâyetini ulaştırdı. Eh şimdi Allah’ın istediği Müslümanlığa
ulaştık diye hemen elimize kılıcı alıp, ya benim gibi Müslüman olursunuz yahut
da hepinizi doğrayacağım diye veya sizin alınlarınıza kâfir damgası vuracağım,
sizi tekfir edeceğim diye bugün dünkü bizim durumumuzda olan insanların üzerine
gitmeye mi kalkışacağız? Hakkımız var mı buna? Eğer var diyorsanız o zaman dün
birilerinin bu gerçek Müslüman değil diye bizi öldürmeleri de haklıydı. O zaman
da belki bir kâfir olarak geberip gidecek, bugünleri göremeyecek, ebediyen
cehenneme yuvarlanıp gidecektik.
Daha iki hafta önce bir
arkadaşımız diyordu ki hocam, Allah sizden razı olsun, iki hafta öncesine kadar
ben bir ateisttim. Kur’an’ı, sünneti, Allah’ı, peygamberi tanıdım ve iki
haftadır Müslümanım diyor-du. Eğer Allah bize gerçek tevhidi, gerçek
Müslümanlığı, hidâyeti nasip etmeseydi ne yapardık? Öyleyse kendi durumlarımızı
düşünelim de, Allah’ın bize lütuflarını düşünelim de, kendimizi karşımızdakinin
yerine koyalım da ona öyle muamele edelim.
İşte böyle, Allah sizi vahyiyle
tanıştırmasaydı, Allah size lüt-fuyla hidâyetini göndermeseydi, Allah yolunuzu
açmasaydı şu anda sizler ve bizler Müslüman olamazdık. Biz Müslüman olmadan önce
de birileri gelip bizi öldürmüş olsalardı ebediyen cehennemi boylamış olacaktık.
Eğer halâ şu anda
dünyada birileri bizim dünkü durumumuzu yaşıyorsa, henüz Müslümanlıkla
tanışmamışsa, kitap ve sünnetle barışmamışsa veya henüz birileri bizim kadar
Müslümanlaşamamışsa, bizim kadar tevhid bilincine ulaşamamışsa bizler hemen
elimizdeki kılıçla onları doğrayıp cehenneme göndermek yerine, elimizdeki
fırçayla onları tekfir edip küfürle, şirkle damgalamak yerine Rabbimizin bize
lütfedip bizi hidâyete ulaştırmasının ne kadar hayırlı olduğunu düşünüp
karşımızdaki Müslümanları da daha iyi Müslümanlaştırmanın, onları daha
Müslümanca bir hayata kavuşturmanın kavgası içine girme-mizin hem onlar için hem
de kendimiz için hayırlı olacağını unutmamalıyız. Evet Allah buyurur
ki:
Tebeyyün edin, açıklayın, açıklık
kazandırın, araştırın her şeyi bilin, kendinizi bilin, kendinizi düşünün, kendi
dışınızdakileri kendi yerinize koyun. Ve şunu hiçbir zaman unutmayın ki Allah
yaptıklarınızın tamamını görmekte ve bilmektedir.
Sözlerimin arasında dedim ama madem ki
kafanızı ona taktınız birkaç cümle söyleyelim. Evet burada tekfircilik de
reddediliyor. Bakın Allah’ın Resûlü bir
hadislerinde buyurur ki:
“Allah’tan başka İlâh olmadığına ve
Muhamme-din Allah'ın Resûlü olduğuna şehâdet edip, namazı ikâme edinceye, zekatı
da verinceye kadar insanlarla muharebe etmem bana emredildi. Onlar bunu
yaparlarsa canlarını ve mallarını benim elimden kurtarırlar. Ancak İslâm’ın
hakkı müstesnadır. Onların hesapları Allah’a
kalmıştır.”
(Buhârî, K. İman
1/11)
(Müslim, K. İman
1/53)
Diyor ki Rasulullah, bu adamlar ne
zaman Allah’tan başka İlâh olmadığına ve benim Allah’ın elçisi olduğuma şehâdet
ederler, yâni kelime-i şehâdeti söylerler, namazlarını kılarlar ve zekâtlarını
verirler-se işte o zaman benden canlarını ve mallarını kurtarmış olurlar
buyur-duktan sonra Allah’ın Resûlü der ki:
"Ancak İslâm’ın hakkı
müstesnadır. Ve onların hesapları artık Allah’a aittir"
Yâni Kelime-i Şehâdeti söyleyip
de namaz kılan ve oruç tutan kimse savaştan kurtulur. Benim kendisiyle
savaşmamdan kurtulur, canını ve malını emin kılar. Ama hırsızlık, zina, içki,
adam öldürme gi-bi suçlar işlerse ayrıca onların cezasını çeker demektir bunun
mânâ-sı.
Ya da kim Allah’a ve Resûlüne iman
eder, kelime-i tevhide i-man ederek ikrar eder ve namazını kılar zekâtını
verirse ve o kişi ken-disini İslâm’a izafe ederse, yani ben müslümanım derse,
ben Allah’a ve peygambere, peygamberin Allah’tan getirdiklerinin tamamına iman
ediyorum derse, artık ona Müslüman muamelesi yapılır. Biz onun Müslüman olduğuna
hükmederiz. Ama kalbinde başka şeyler varsa artık onun hesabı Allah’a aittir.
Çünkü biz onun kalbini yarıp içine bak-ma imkânına sahip değiliz. Kalplerde ne
olduğunu bilen sadece Allah’tır.
İşte dünyada bu zâhire göre hüküm
verilir. Onun kelime-i tevhidi söylerken samimi mi değil mi olduğu yarın
Rahmânın huzurunda ortaya çıkacaktır. Bu sözü söyleyip mü’min olduğunu ortaya
koyan, namazını kılıp zekâtını veren bir kimse mü’min kabul edilir ve kesinlikle
öldürülmez ve de tekfir edilmez.
Nitekim sahâbeden Hz. Üsame Bin Zeyd
Efendimiz bir savaş esnasında kelime-i tevhidi söyleyen birisini öldürüp
Rasulullah Efendimizin huzuruna gelip de Rasulullah Efendimiz tarafından
azarlandığında: Ey Allah’ın Resûlü o adam korktuğu için bunu söylemiştir
deyince Allah’ın Resûlü son derece gazaplanmış ve şöyle buyurmuştu: Yazıklar
olsun ey Üsame! O adam kelime-i tevhidi söylediği halde öldürdün ha? Demek la
İlâhe illallah dediği halde onu öldürdün ha? diye defalarca tekrarlayarak
üzüntüsünü ortaya koymuştu da Üsame Hz. de: Keşke Müslüman olarak böyle bir
günahı işlemektense bu ha-dîseden sonra Müslüman olmuş olsaydım diye
mahcubiyetini ve tev-besini dile getirmiştir.
Böyle bir kimseyi öldürmek de onu
tekfir etmek de caiz değil-dir. Allah korusun da Rabbimiz ve Resûl-i Ekrem
Efendimiz böyle buyurduğu halde, bugün sanki Allah’ın yeryüzünde muhasebe
memur-larıymış gibi, sanki insanların küfürlerini ispatla görevlendirilmişler
gibi ellerindeki fırçayla insanları kâfir yapmaya çalışan insanlar görüyoruz.
Açıkça ben kâfirim demeyen, ben Müslümanım diyen, kelime-i şehâ-deti söyleyen,
namaz kılan zekât veren insanların imanlarına delâlet edebilecek delilleri
bulmak yerine küfürlerine delâlet edebilecek delilleri araştırmadan yana
koşturan insanları görüyoruz.
Geliyorlar bir Müslümana; şunu biliyor
musun? Buna inanıyor musun? Eğer yargıladıkları konularda bilgi sahibi değilse o
Müslüman, hemen diyorlar ki sen kâfirsin. Bu hakkı nereden ve kimden alıyor bu
adamlar? Halbuki karşılarındaki sorguladıkları Müslüman toptan inandığı dinin
ilkelerinden veya inanç manzumelerinden kimini o anda bilmeyebilir.
Sayamayabilir. Ona hemen kâfir demenin ne anla-mı olacak da?
Unutmayalım ki insanları tekfir etmek
çok kolaydır, ama onları Müslümanlaştırmak gayret ister, çaba ister, yorulmak
ister, fedakârlık ister. Gelin buna tabi olalım. Gelin onları Müslümanlaştırma
kavgası içine girelim. Ama bu sözlerimden İslâm’ı ucuzlattığım da anlaşılmasın.
Yani bir adam açıkça İslâm’ın hükümleriyle alay ediyor, inkâr ediyor, reddediyor
ve ben kâfirim diyorsa elbette onu da kâfir bileceğiz. Bu konuda bu kadar söz
yeter zannederim. Bizim derdimiz tekfirciliği tanımak değil Allah’ın âyetlerini
tanımaktır, öyleyse devam edelim âyetleri tanımaya.
95,96. “İnananlardan, özürsüz olarak
yerlerinde oturanlar ile mal ve canlariyle Allah yolunda cihad edenler birbirine
eşit değildir. Allah mal ve canlarıyla cihad edenleri, mertebece, oturanlardan
üstün kılmıştır. Allah hepsine de cenneti vaâdetmiştir, ama Allah, cihad
edenleri oturanlara, büyük ecirler, dereceler, mağfiret ve rahmetle üstün
kılmıştır. Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Savaşa çıkmalarına engel hiçbir
özürleri, hiçbir meşru mâze-retleri olmadığı halde Allah yolunda savaşa çıkmayıp
kadınlar gibi evlerinde oturup kalanlarla Allah yolunda malları ve canlarıyla
savaşa gidenler eşit değildir. Bu ikisi müsavi değildir. Tabii bu değerlendirme
unutmamalıyız ki genel bir seferberlik ilanı olmadığı dönemlere aittir. Aksi
takdirde peygamber genel bir seferberlik ilan edip, dâvetiyesini çıkarıp, eli
silah tutan herkese savaş emrini verdiği anda artık hiçbir Müslümanın evinde
oturması caiz değildir. Ama böyle genel bir seferberlik emri değil de Allah’ın
Resûlü isteyenler savaşa gelsinler dileyenler de evlerinde oturabilirler
şeklinde bir savaş çağrısında bulunmuş, savaşa gelmeyenlere izin çıkarmışsa
işte böyle bir durumda malları ve canlarıyla savaşa iştirak edenler, evlerinde
oturanlardan daha üstündür, daha hayırlıdır buyuruyor Rabbimiz.
Ancak tabii savaşa iştirak
konusunda hiçbir geçerli mâzeretleri olmayıp evlerinde oturanlar kastediliyor
âyette. Yâni savaşa katılmak isteyip de meşru mâzeretlerinden dolayı
katılamayanlar bunun dışındadır. Hasta oldukları için, yaşlı oldukları için
veya herhangi bir özürleri sebebiyle savaştan alıkonanlar için Allah’ın Resûlü,
onlar da aynen mücahidlerin sevabını alırlar
buyurmaktadır.
Allah ve Resûlünün beyanlarından şunu
anlıyoruz ki Allah’ın istediğine uygun olarak iyi bir niyet taşıyan ama fırsat
bulamadığı için bunu gerçekleştiremeyen mü’min bu niyetinden ötürü mükafat
alacaktır. Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde
Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Kim
bir iyilik yapmaya niyet eder ama onu yapmaya muvaffak olamazsa, Allah onun için
katında tam bir iyilik sevabı yazar. Kim de bir iyilik yapmaya niyet eder ve onu
gerçekleştirirse Allah ona on haseneden yüz haseneye kadar iyilik
yazar.”
Yine Ahmed İbni Hanbel’in
Müsnedinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Ümmetimin şehidlerinin çoğu şehidliği
gönülden niyet ederek yaşayan fakat takdirde olmadığı için yataklarında ölen
kimselerdir. Savaş ortamlarında çarpışarak ölen niceleri vardır ki onların ne
niyetle öldüklerini Allah bilmektedir. “
Yine başka bir
hadislerinde:
“Sizin arkanızda kalmış nice kardeşleriniz
vardır ki onlar imkânları olmadığı için sizinle birlikte sefere
çıkamamışlardır. Kalplerinde Allah için cihad niyeti taşıdıkları halde şu anda
sizinle beraber olamayan bu kardeşleriniz sizin yürüdüğünüz, konakladığınız her
bir vadide bilesiniz ki sizlerle beraberdirler”
Buyurur. Başka bir hadislerinde
de:
“Malı olup da onu Allah yolunda infak eden
bir mü’min kardeşine imrenerek: Eğer benim de bu kardeşim gibi malım olsaydı ben
de aynen onun gibi onu Allah yolunda harcardım diyen bir Müslüman sevap ta
ötekisine müsavidir”
Buyurmaktadır. Evet bu durumda
olanlar hariç, hiçbir mâzeretleri olmadığı halde evlerinde oturanlardan Allah
yolunda malları ve canlarıyla savaşanlar daha üstündür. Allah o mücahidlere bir
derece üstünlük vermiştir. Bu derecenin nasıl bir derece olduğunu bilmiyoruz,
ama bu derece kelimesinin nekre olması, sınırsızlığını, eni boyunun belli
olmadığını ve çok büyük bir derece olduğunu anlıyoruz.
Ama:
Mü’minlerin her birerine, gerek malları
ve canlarıyla savaşa gidenlere, gerekse geride kalıp oturanlara, ama keyfi bir
oturma değil geri hizmetleri ifa edenlere çok güzellikler
vaâdetmektedir.
Mücahidlere oturanlar üzerine büyük bir
ecir ve Allah’tan dereceler, mağfiret, rahmet vardır. Ya şehâdetle cennete
ulaşma, rahmete ulaşma vardır onlar için, yahut da galibiyet, zafer ve bunun
sonucu olarak dünyada şerefli bir hayat vardır. Allah Ğafûr ve Rahîmdir.
Allah’ın mü’min kullarına lütufları boldur. Yeter ki kulları Allah’ın istediği
gibi olsunlar. Yeter ki Müslümanlar Allah’ın istediği gibi bir hayat
yaşasınlar, Allah için savaşa çıkıp hayatlarını Allah’a fedâ etmeyi göze
alabilsinler.
97. “Kendilerine yazık edenlerin
canlarını aldıkları zaman onlara: “Ne yaptınız bakalım?” deyince, “Biz
yeryüzünde zavallı kimselerdik” diyecekler, melekler de: “Allah'ın arzı geniş
değil miydi? Hicret etseydiniz ya! “cevabını verecekler. Onların varacakları yer
cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir!”
Melekler kendi kendilerine zulmetmiş,
kendi kendilerine yazık etmiş, kendi kendilerine zulmeder oldukları halde o
kimselerin canlarını almaya geldikleri zaman. Müslüman oldukları halde Allah
yolunda hicret ederek, peygamberin çağrısına icabet etmeyen, İslâm
coğrafyasında Müslümanlarla birlikte peygamber egemenliğinde bir hayata
koşmayan ve geçerli bir mâzeretleri olmadığı halde kendi yurtlarında, kâfir
toplumları içinde ikâmet eder oldukları halde ölümleri kendilerini bulan
kimselerin kötü sonlarını anlatıyor Rabbimiz burada. Hicret emrini aldıkları
halde imkânları varken hicret edip Müslümanlara katılmayanların süi âkıbeti.
Allah’ın son peygamberi Mekke döneminde
13 yıl çok zor şartlar altında Allah’ın istediği biçimde dâvetini sürdürdükten,
insanları Allah’ın dinine dâvet ettikten sonra Allah’ın emriyle dâvetinin yeni
vatanı Medine’ye hicret buyurur. İslâm’ın bu yeni yurdunda tüm Müslüman-ları
toplayıp bir güç oluşturmak üzere harekete geçer. Tüm civar ka-bilelere haber
göndererek bütün Müslümanların Medine’de toplanma-larını emreder. Müslümanların
kâfir ve müşrik toplumları içinde oturarak onların sayılarını çoğaltmaları ve o
müşrik ve kâfir toplumlarla yapılan savaşlarda bilinmeden, yanlışlıkla
kendilerine bir Müslüman okunun isabet ederek kendi kendilerini ziyan
etmemeleri için onlara uyarılarda bulunur. Gerçekten de o dönemde buna çok büyük
ihtiyaç vardı. Müslümanların Medine’de toplanıp güç birliği yapmaları
gerekiyordu. Ama sonradan Mekke feth olduktan sonra artık Medine’ye hicret
zorunluluğu ortadan kalkıyordu. Ama Müslümanların güçlenip de kâfirlerin
bellerini kıracakları, Mekke’yi fethedip rüştlerini ispat edecekleri ana kadar
nerede bir Müslüman varsa Medine’ye hicret etmek
zorundaydı.
İşte bu hicret emrini aldıkları halde,
hicret etme imkânları olduğu halde hicret etmeyerek nefislerine zulmeden, kendi
kendilerine yazık eden bu insanların canlarını almak için melekler geldiği zaman
derler ki:
Siz neydiniz? Siz ne haldeydiniz? Bu
durumlarınız neydi böyle? Dininizle ilgili ne durumdaydınız? İnancınız neydi,
hayatınız neydi? Bu nasıl bir hayat ki imanlarınızdan kaynaklanmıyordu? Nasıl
bir hayat yaşıyordunuz ki inancınızın eseri görülmüyordu? Nasıl bir hukukunuz
vardı ki inancınızın kokusuna bile rastlanmıyordu? Nasıl bir kılık kıyafet
içindeydiniz? Nasıl bir eğitime kendinizi teslim etmiştiniz? Nasıl bir ekonomi?
Nasıl bir sosyal ve siyasal hayatın içindeydiniz ki imanlarınızla
bağdaşmıyordu? Sizler Müslüman değil miydiniz? Sizler inandığınızı iddia etmiyor
muydunuz? Allah ve Resûlüne inanıp itaat ettiğinizi iddia eden Müslümanlar
olarak inancınıza ters düşen bu tâ-ğutlar egemenliğinde bir hayata nasıl razı
oldunuz?
Kimin dininde olduğunuzu iddia
ediyor, kime itaat ediyordunuz? Kimi Rab biliyor, kimin yasalarını
uyguluyordunuz? Dillerinizle söylediğiniz neydi? Hayatlarınızla uyguladığınız
neydi? Yaşadığınız toplumlarınızda birileri Rablik iddiasında bulunarak, sizi
kendi yasalarına uymaya zorlayarak Allah egemenliğinde Müslümanca bir hayatı
yaşamanıza, imanınızı hayatınızda görüntülemenize, iman kaynaklı bir hayat
yaşamanıza, Allah’ın yasalarını uygulamanıza izin vermediy-se, onlara teslim
olup boyun bükmenize sebep neydi? Niye hicret yur-duna gidip orada Müslüman
kardeşlerinizle birlikte peygamber egemenliğinde Müslümanca özgürce bir hayata
koşmadınız? Bu ne rezil bir hayat ki ölümü hicret yurdunda değil de kâfir
yurdunda karşılıyor-sunuz? Sebep ne buna? O Allah ve Resûlünün dâvetine,
mü’minlerin çağrısına icabet ederek özgürce Allah’a kulluklarını
yaşayabilecekleri Medine’ye hicret etmeyerek ölümü küfür yurdunda
karşılayanlar meleklerin bu sorusuna karşılık diyecekler ki
bakın:
Biz zayıftık, biz mus’taz’aftık, biz
yeryüzünde zayıf bırakılmış-tık, hicret edip peygamber egemenliğinde bir hayata
koşmaya gücü-müz yetmiyordu. Yaşadığımız coğrafyada da bizi inancımız
doğrultu-sunda Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaktan engelleyerek
kendilerine kul köle edinen bu tâğutlarla savaşacak, onlara karşı koyacak
gücümüz kuvvetimiz de yoktu. İçinde bulunduğumuz arzda kalmaya ve böyle bir
hayatı yaşamaya mahkûm ve mecbur idik, başka çaremiz yoktu. Allah’ın melekleri
diyecekler ki:
Peki Allah’ın arzı geniş değil miydi?
Ha hicret etseydiniz oraya. Madem ki içinde yaşadığınız coğrafyada sizin Allah’a
Allah’ın istediği kulluğunuz engelleniyordu, Müslümanca bir hayat yaşamanıza
izin verilmiyordu, madem ki inancınıza ters şeyler yapmanız konusun-da
zorlanıyordunuz, madem ki hayatınızda imanlarınızı görüntüleme-nize müsaade
edilmiyordu ve sizler zayıf olduğunuz için bu tâğutlarla bir kavganın içine
giremeyecek kadar güçsüzdünüz, öyleyse niye iman kaynaklı bir hayat
yaşayabileceğiniz, dininizi kurtarabileceğiniz bir yurda hicret etmediniz?
Neden hicreti denemediniz? Allah’ın arzı geniş değil miydi? Bakın âyetin devamı
gerçekten çok müthiş:
Böylelerinin durağı, barınağı,
gidecekleri, sığınakları cehennemdir ve ne kötü bir dönüş yeridir orası. Evet
yaşadıkları coğrafya-larda Allah’a kullukları engellendiği halde, Allah’ın
yasalarını uygula-ma imkânları ellerinden alındığı halde, Allah’tan başkalarına
kul köle durumuna düşürülüp inançlarının aksine rezil bir hayata mahkûm
edildikleri halde Habeşistan’a, Medine’ye hicret eden Müslümanlar gibi hicret
ederek özgür bir hayata gitmeleri de mümkünken, hicret etmeyerek bu rezil hayata
boyun büken kimselerin gidecekleri yer cehen-nemdir diyor Allah. Evet hicret
imkânları olduğu halde hicret etme-yenler, bu kadar yerlerinde yurtlarında
çakılıp kalacak kadar zayıf ve güçsüz olmadıkları halde güçsüzlük psikozuna
düşmüş insanlar cehenneme gidecektir. Bundan istisna edilen, yâni onlar gibi
kuru bir iddia sahibi olmayıp gerçekten mâzeretleri bulunan ve Rabbimizin affı
umulan kimseler de bakın şöyle açıklanıyor:
98. “Çaresiz kalan, yol bulamayan
zavallı erkek, ka-dın ve çocuklar
müstesnadırlar.”
Ancak erkeklerden, kadınlardan ve
çocuklardan mus’tazaflar olup Allah için hicrete çare bulamayan, yol bilmeyen,
yol bulamayan, hastalıkları, fakirlikleri, acizlikleri sebebiyle yerlerinden
yurtlarından çıkamayan gerçek mus’taz’aflar bunun dışındadır diyor
Rabbimiz.
A’râf’ı sizinle mi okumuştuk? Evet iki
sene önce birlikte A’râf’ı okurken müstekbirler ve mus’taz’aflarla alâkalı epey
söz etmiştik. Müs’taz’aflar, zayıflar,
müstekbirler tarafından güçsüzleştirilmişler aciz bırakılmış insanlardır ki eğer
bu âyetleri günümüz Müslümanları üzerinde düşünecek olursak Kur’an-ı Kerîmde
bunların üç grupta anlatıldıklarına şahit olmaktayız.
1- Birinci gruptakiler elçilerinin
tebliğlerinin üzerinden uzun bir süre geçtiği için vahiyden uzaklaşmışlar,
müstekbirlerin zulüm ağlarına düşürülerek Allah’ın kitabından ve Resullerinin
sünnetinden uzaklaştırılmışlar, veya müstekbirlerin kendilerine enjekte
ettikleri morfin sonucu uzun yıllar dinlerinin temel kaynaklarından
koparılmışlar, toplumlarına ve hayatlarına hâkim olan zalimlerin kendilerine
verdik-leri eğitim sunucu köleleştirilmiş, dinlerini, imanlarını, kitaplarını,
peygamberlerini, namuslarını iffetlerini her şeylerini kaybetmişler. Uzun yıllar
böyle geçtikten sonra nihâyet kitaplarıyla, peygamberlerinin sün-netiyle
tanışmaları sonucu azıcık morfinin tesiri geçip kendilerine gel-meye
başlayınca, gözleri açılınca anlamışlar ki her şeylerini kaybetmişler.
Kendilerine egemen olan kâfirler,
müstekbirler tüm hayatlarını değiştirmişler. Dinlerini, imanlarını, tarihlerini,
takvimlerini, yazılarını alfabelerini, kılıklarını kıyafetlerini, hukuklarını,
eğitimlerini, düşüncelerini, kabullerini, retlerini her şeylerini
değiştirmişler. Hayatlarında ne Allah’ın kitabı kalmış, ne Resûlünün sünneti
kalmış, ne din kalmış, ne iman kalmış, ne namus kalmış, ne iffet kalmış. Her
şeylerini kaybetmişler. Müstekbirler onların hayatından Allah’ın kitabını ve
Resûlünün sünnetini kaldırmışlar ve onların yerine kendi yasalarını koymuşlar.
Onları Allah’a kulluktan koparıp kendi yasalarına kul köle edinmişler.
Bunlar birazcık gözleri açılıp
kendilerine geldikleri andan iti-baren anlıyorlar ki her şeylerini kaybedip
müstekbirlerin zulüm ağlarına yakalanmışlar. Anlıyorlar ki Allah’ın sisteminden
uzaklaştırılıp müstekbirlerin yasalarına kul köle edilmişler. İşte bu gerçeği
anlar an-lamaz gecelerini gündüzlerine katarak bu zulüm ağından kurtulmak için,
bu esaret zincirlerini kırabilmek ve yeniden Allah’ın kitabına ve Resûlünün
sünnetine dönmek ve Allah’ın yasalarının hâkimiyetinde bir hayat yaşamak için
müstekbirlerle, zalimlerle mücadeleye tutuşmuş müs’taz’aflar. Böyle bir
hayattan kurtulup Allah’ın istediği hayata ulaşmayı ve bu uğurda malıyla canıyla
mücadeleyi hayatında birinci işi bilmiş ve bu olmadan ötekiler olmaz inancıyla
gece gündüz çırpınan Müslümanlar.
İşte bunlar birinci grupta
anlatılan müs’taz’aflardır ki Rabbimiz Kur’an’ın pek çok yerinde bu
müs’taz’afları yeryüzünün doğusuna batısına varis kılacağını haber veriyor.
Çünkü bunlar gerçeği anlar anlamaz bu durumdan kurtulmak içim Allah’a
güvenerek, sabrederek, Allah düşmanı müstekbirlerle kıyasıya mücadele vererek
Allah’ın yeryüzünde vaz ettiği yasalara riâyet eden müs’taz’aflar ki Allah
onlara mutlaka yardım edecek ve onları yeryüzüne egemen kılacağına dair söz
veriyor.
2- Kur’an-ı Kerîmde yine uzun uzun
durumları anlatılan ikinci grup müs’taz’aflara gelince bunlar da şunlardır.
Bunlar da tıpkı birinci gruptakiler gibi kendilerine verilen müşrik bir eğitim
sonucu, ya da müstekbirler tarafından kendilerine vurulan uyuşturucular sonucu
zalimlerin zulüm ağlarına yakalanmışlar. Her şeylerini kaybetmişler. Her
şeyleri ellerinden alınmış. Nihâyet aradan geçen bir zaman sonra gözlerini
açınca gerçeği anlamışlar, ama öncekilerden farklı olarak bunlar müstekbirlerden
korkuları, müstekbirlerden gelebilecek sorgulama, kınama, hapis, meslekten
atılma, maaşın kesilmesi gibi korkuları, Allah’a güvenmemeleri, Allah’a ve
Allah’ın yardımına itimat etme-meleri sebebiyle, birtakım zaafları ve
menfaatlerinin elden gitmemesi sebebiyle zalimlere karşı ses çıkarmamayı,
müstekbirlere karşı susmayı tercih etmiş ve böylece âdeta yeryüzündeki,
ülkelerindeki istik-bara, zulme fesada karşı göz yummayı yeğleyenler.
İşte bunlar da ikinci grup
müs’taz’aflardır ki Kur’an’ın beyanıyla yarın bunlar cehennemi boylayacaklardır.
Bunların durağı cehennemdir ve bunlar müstekbirlerle aynı âkıbeti, zalimlerle
aynı ateşi paylaşacaklardır. İbrahim sûresi 21, Sebe’ sûresi 31,33 Nisâ sûresi
97 âyetleri ve daha pek çok âyet bunların cehenneme gideceklerini
anlatmaktadır.
3- Mustaz’afların üçüncü gurubunu da
işte şu anda okuduğumuz Nisâ sûresinin bu âyetleri haber
vermektedir:
Ancak çaresiz kalan, yol bulamayan
zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar. İşte Allah’ın bunları
affetmesi umulur. Allah Affedendir, Bağışlayandır.
Evet toplumda çocuklar
vardır henüz mükellef değillerdir. Zavallı, hasta yatalak erkekler vardır ve de
kadınlar vardır. Bunlar konumları itibariyle ne cihada ne de hicrete yol
bulamayan, imkân bula-mayan insanlardır ve işte Allah’ın affetmesi,
bağışlaması umulan müs’taz’aflar da bunlardır. Çocuklar, kadınlar ve de
bedenî, zihinsel, aklî veya cismanî zaafları sebebiyle vahye muhatap olmayan
veya vahye muhatap oldukları halde vahyi tanımaya imkân bulamamış doğru yola
erememiş hidâyeti bulamamış olanlar. Ya da azalarından kimileri olmadığı için,
yatalak durumda hasta oldukları için istikbara ve zulme karşı koyacak bedenî
güçleri ve malî imkânları olmayanlar, hicrete güç yetirip yol bulamayanlardır.
İşte gerçek müs’taz’aflar, gerçek güçsüzler ve zayıflar bunlardır ve Allah’ın
bunları affetmesi umulmaktadır. Öyleyse çocuk değilsek, yatalak değilsek, kadın
da değilsek peki biz neyiz? Biz hangi gruptanız? Bizim yerimiz neresi? Mustafa,
gardaş bu soruyu sadece sen değil hepimiz kendimize sormalıyız. Hani birileri
bir köprüyü, bir geçidi tutmuşlar, oradan geçenlerden ver-gi alıyorlarmış. Her
bir adem kişiden yüz akçe, her bir merkepten de elli akçe alıyorlarmış. Bir adem
kişi gelmiş, oradan geçecek, cebine bir el atmış ki sadece elli akçesi var.
Ellerini şöyle yere koyup eğilerek elli akçeyi uzatmış. Demişler ki hayrola
emmi, biz onu merkepten alıyorduk. Adam eğile büküle demiş ki yahu beni de
eşşekten sayıverin, zaten ondan bir farkım yok demiş.
Yoksa biz de bizi kadınlardan
sayıverin mi diyoruz? Bizim kadınlardan bir farkımız yok mu demeye çalışıyoruz
yoksa? Öbür odada bizi dinleyen hanım kardeşlerimiz var. Onlardan özür
diliyorum. Onları küçümseme adına demedim bunu. Gerçi şu anda onlar belki
bizlerden daha ciddi, daha onurlu bir mücadele sergiliyorlar. O zaman bilelim
ki başka çaremiz yoktur, ya birinci grup hicret eden, müstekbir-lerle kıyasıya
savaşı sürdüren müs’taz’afların içinde yerimizi alacağız ya da Allah korusun
ikinci grubun içindeysek müstekbirlerle aynı azabı paylaşmaya razı olacağız
demektir.
99. “İşte Allah'ın bunları affetmesi
umulur. Allah Affedendir, Bağışlayandır.”
İşte onları Allah’ın affetmesi umulur.
Allah’ın affına mazhar olmaları umulanlar işte bunlardır. Allah affedendir
yarlığayandır. Rivâyetlere göre bu âyetin tehdidini duyan Mekke’de ikâmet
etmekte olan Müslümanlardan çok yaşlı ve acuze olan Cündüb Bin Damre R.A.
oğullarını çağırıp, evlâtlarım beni bir hayvana yükleyin, vallahi ben bu halimle
ne güçsüzlerdenim, ne de yolu bilmeyenlerdenim. Allah’a yemin olsun ki Rabbimin
bu tehdidini duyduktan sonra bu gece asla Mekke’de yatamam demiş ve oğulları onu
bir sedyeye koyup Medi-ne’ye taşıdılar. Ama çok yaşlı olduğu için Medine’ye
varamadan yarı yolda vefat etti. Hicret kolay olmayan bir görevdir. Zor bir
kulluktur hicret. Ülkeni, yerini, yurdunu terk edeceksin, ananı babanı, eşini
dostunu, dükkanını tezgahını terk edeceksin, her şeyini terk edecek ve tercihini
Allah ve Resûlünden yana kullanacaksın. Gerçekten zorluğu olan bir şey. Ama işte
Rabbimiz kendi rızası uğrunda bu zorluğu üslenebilenlerin kurtulacağını
anlatıyor Rabbimiz.
100. “Allah yolunda hicret eden kişi,
yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden, Allah'a peygamberine
hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a düşer.
Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Gerçekten Allah için her şeyini terk
ederek Allah yolunda hicret eden, ben Allah için muhacir olacağım diyerek
dinini dünyasına tercih ederek yola çıkan bir Müslümanın gözünde dünya adına her
şey bitiyor. Böyle Allah için hareket eden bir Müslümanın gözünün önünde sadece
ve sadece Allah ve Resûlünün rızası ve cennet vardır.
Kim Allah yolunda hicrete çıkarsa
yeryüzünde pek çok barı-nacak, yerleşecek yerler ve bolluk ve genişlik
bulacaktır. Ayrılırken zorlandığı, zorluk çektiği o ülkesini, kavmini, konumunu,
eşini dostunu terk edip giderken kendisini büyük bolluklar, bereketler,
genişlikler beklemektedir diyor Rabbimiz. Şu anda bizler de böyle bir duygu var
değil mi? Sanki Allah için vatanını, işini, aşını, eşini dostunu terk ederek
hicrete çıkan birisinin tüm dünyasının yıkılacağını, mahvolacağını, hayatının,
düzeninin, huzurunun alt üst olacağını, bir dilim ekmeğe muhtaç olacağını,
kimsenin yüzüne bakmayacağını, herkesin kendisinden yüz çevirip yalnızlıktan
bunalımlara düşeceğini varsayıyoruz.
Ama gerçekten bakıyoruz ki Hz.
Adem (a.s)dan bu yana dünyanın hangi zaman ve mekânında olursa olsun, dünyanın
hangi coğrafyasında olursa olsun Allah için hicret edenlerin çok büyük
bolluklara, çok büyük bereket ve hayırlara, çok büyük mülk ve saltanatlara
ulaştıklarını görüyoruz.
Meselâ Nuh (a.s)’la birlikte
kendisine inanan, tercihini pey-gamberden yana kullanan, peygamber safında yer
alan, gemiye binerek toplumlarından, toplumlarının gayri İslâmî yapılarından
hicret eden Müslümanlar.
Âd kavmine gönderilen Hud (a.s)ve
beraberinde kendisine inanan ve onunla birlikte toplumlarından hicret eden
Müslümanlar.
Lût (as) un kendisine inanan
kızlarıyla birlikte toplumlarından hicreti, İbrahim (as) in yanında karısı Sara
annemizle hicreti, Hacer annemiz ve oğlu İsmail (a.s) la birlikte Harem
bölgesine hicretleri, kucağında çocuğuyla birlikte adına hicret ettikleri
Rabbimiz tarafından ıssız bir çölün ortasında Hacer annemizin ve çocuğunun
doyurulması için Rabbimizin zemzem sunması.
Mûsâ (a.s) la birlikte İsrail oğullarının
Mısır’dan Sina çölüne hicretleri ve kendisi için hicret eden kullarını
Rabbimizin çölün ortasında bulut, bıldırcın eti ve kudret helvasıyla
beslemesi.
Yusuf (as) un ve onun sebebiyle
babası Yâkub (as) un çocuklarıyla birlikte Mısıra
hicretleri.
Mekke’de dinlerini yaşamalarına izin
verilmediği için Rasu-lullah Efendimizin işaretiyle sahâbenin Habeşistan’a
hicretleri ve orada Rabbimizin Habeş kralını kendilerine hizmet ettirmesi.
Muhammed (a.s) ve Müslümanların Medine’ye hicretleri ve Rabbimizin Medine’yi
onlar için geniş ve müsait bir vatan yapması ve nihâyet o günden bugüne, bu
güden de kıyamete kadar bulundukları bölgelerde Müslü-manlıklarını rahat bir
şekilde yaşayamayan mü’minlerin kulluklarını en güzel bir şekilde icra
edebilecekleri mekânlara hicret etmeleri gerçekten onlar için yolların
açılmasına, hayatlarının bereketlenmesine, rı-zıklarının bollaşmasına ve
dünyanın en büyük mülk ve saltanatlarının ellerine geçmesine sebep olmuştur.
İşte Rabbimiz diyor ki, kim Allah
için, dini için, dininin güzel ol-ması için, âhiretinin güzel olması için,
cenneti için hicret ederse o kim-se mutlaka hicret ettiği yerde çok büyük
genişlikler bulacaktır.
Öyleyse eğer insanlar statükodan,
durağan ve kokuşmaya mahkûm bir hayattan vazgeçip, yerleşik bir hayattan
kurtulup, hareketli, akışkan, dinamik bir hayata talip olursa, Allah yolunda
göçler, savaşlar ve hicretleri yaşamayı göze alabilirse o insanlar, o toplumlar
Allah’ın izniyle dünyada en büyük medeniyetleri gerçekleştirecekler, dünyanın en
büyük mülk ve saltanatlarına ulaşacaklar ve dünyanın neresinde olursa olsun
yerleşik ve durağan bir hayatın esiri olan toplumlar üzerine egemen
olabileceklerdir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Kim dünyada dünyaya bağımlılıktan,
toprağa bağımlılıktan, eşyaya bağımlılıktan, rahatına bağımlılıktan kendisini
kurtarır Allah için akıcı, hareketli bir hayata yönelebilirse Rabbimiz o
toplumlara dünya-da mülk verecek, egemenlik verecek, izzet ve şerefli bir hayat
nasip edecektir. İşte bu âyetler bize bunu müjdeliyor, bizden böyle bir tavır
istiyor.
Kim Allah ve Resûlüne muhacir olarak
evinden çıkarsa, Allah ve Resûlüne itaat kastıyla, Allah ve Resûlünün emirlerini
icra maksadıyla, kulluk niyetiyle kim ki evinden, şehrinden, köyünden,
kentinden, ülkesinden çıkarsa, sonra da kendisine ölüm ulaşırsa, hicret
mahalline, hicret yurduna varmadan, hedefine varmadan, maksuduna ermeden, bu
hicretinin sonunda Allah’ın kendisine vaâdettiği dünya mülk ve saltanatına,
dünya izzet ve şerefine nail olmadan yarı yolda ölüm vaki olursa, ölüm ona
ulaşırsa şüphesiz ki onun ecri, onun ücreti Allah’a aittir. Allah onun ecrini,
ücretini tastamam verecektir. Hicretin-de başarı sağlamış olarak Allah onun
ecrini zayi etmeyecektir. Bu Allah’ın kesin va’didir ve Allah’ın va’di haktır.
Çünkü Allah Ğafûr ve Rahîmdir.
İşte Allah yolunda hicret edecek
Müslümanların karşı karşıya gelebilecekleri, Müslümana çıkacağı Allah için bir
hicrette ayak bağı olabilecek problemlerden, şeytanın öne sürebileceği en büyük
mâzeret ve korkulardan birisi hicret sonucu gerçekleşecek, ama mutlak gündeme
gelecek savaştır. Hicretle savaş özdeştir. Hicret varsa mutlaka savaş gündeme
gelecektir. Hiçbir kimse, hiçbir toplum yoktur ki Allah için, Allah’a ve
Resûlüne itaat için hicret etsin ve hicret ettiği coğrafyada Allah’ın kendisine
vaâdettiği bir dünya izzet ve şerefini, Allah ve Resûlünün egemenliğinde bir
dünya özgürlüğünü, bir dünya mülk ve saltanatını elde etsin de hemen arkasından
kâfirlerle bir savaşla karşı karşıya kalmasın.
Hiçbir Müslüman toplum
gösterilemez ki hicrete ve hicret sonrası nîmetlerine ulaşmış olsun da kâfirler
ona karşı sessiz kalmış ve onun hayatını hazmetmiş olsunlar. Bu, dünyada mümkün
değildir. Çünkü Müslümanın hicretinin en büyük zararı kâfiredir. Allah için
Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya yönelen bir Müslümanın varlığından
elbette ki kendi keyiflerince bir hayat yaşamayı yasallaştırmış kâfirler
rahatsız olacaklardır.
Sûrenin önceki âyetlerinde bunu
demeye çalışmıştım. Kâfirler Allah’ı, Allah’ın âyetlerini örterek, Allah’ın
yasalarını gündemlerinden düşürerek kendi hevâ ve heveslerince kurdukları bir
dünyada Müslümanları egemenliklerine aldıktan ve kendi küfürlerine, kendi
şirklerine ses çıkarmaz, boyun büker, kendi pisliklerini, pis hayatlarını
onaylar ve yaşadıkları bölgede Müslümanca bir hayat sergileyerek küfürlerini,
cehenneme gidişlerini onlara hatırlatmaz ve kendilerini rahatsız et-mez,
huzurlarını kaçırmaz bir duruma getirdikten sonra onlar üzerindeki bu
egemenliklerinin devamı konusunda ellerinden gelen her şeyi yaparak
Müslümanları bu hayata evet dedirtmek zorundadırlar. Onun içindir ki sürekli
Müslümanları yakın takibe alırlar. Müslümanların hürleşerek özgürce bir hayata
yürümelerine engel olurlar.
Müslümanların kendi egemenliklerinden
kaçıp, kurtulup özgürce bir hayata kavuşmalarına asla izin vermezler.
Müslümanlar kâfirlerin egemenliği altında köle bir hayata bir kere evet
deyiverdiler mi, Allah egemenliğinde özgür bir hayatın özlemini kaybediverdiler
mi Allah korusun ondan sonra dünyada köleliğe razı olmuş, kendilerine egemen
olan güçlerin kulluğu altına girmiş, egemen güçlerin dinlerini, inançlarını,
düşüncelerini, felsefelerini, hayat anlayışlarını sineye çek-miş, onların
eğitimlerine kendilerini, çocuklarını teslim etmişse işleri bitmiş demektir.
Artık ondan sonra kâfirler onları kendi hayat anlayış-larına, kendi küfürlerine
ve şirklerine mahkûm ederler. İşte kâfirler Müslümanları kendi egemenlikleri
altında böyle köle bir hayata boyun büktürme konusunda başarılı oldukları zaman
rahat bir nefes alma imkânı bulurlarken Müslümanlar da zillet içinde bir hayatı
yaşamak zorunda kalırlar.
Ama ne zamanki böyle kâfirlerin
egemenliği altında köle bir hayatı yaşamak zorunda kalan bu Müslümanlar
uyanırlar da kâfir ve müşrik dünyanın egemenliğinden kendilerini kurtarıp Allah
egemenliğinde özgür bir hayata, Müslümanca bir hayata yürürlerse, böyle
kendilerini kurtuluşa götüren bir yola girerlerse işte bu kâfirlerin
bekledikleri ve her an uykularını kaçıran, onlara hafakanlar yaşatan en korkulu
rüyalarıdır. Çünkü kesin biliyorlar ki iğdişleştirdikleri, köleleştirdikleri,
kimliksizleştirdikleri insanların dirilişi, özgürlüğe yürüyüşü kendi sonlarının
gelişidir. Kesin bilirler ki artık kendi egemenlikleri, kendi mülk ve
saltanatlarının yıkılışının tehlike çanları çalmaya
başlamıştır.
Dikkat ederseniz 1400 yıldan beri Bedir
savaşı, Uhut, Hendek, Mûte savaşı, Yermük, Kadisiye savaşları, sonra işte Haçlı
seferleri, Selahattin-i Eyyubi’nin Kudüs savaşı, sonra küfür ve şirk dünyanın
Müslümanlara yönelik diğer savaşlarıyla anlıyoruz ki kâfir ve müşrik dünya
Müslümanlara karşı hep bir savaştan yana olmuşlar ve hiçbir zaman savaşı
bitirmeden yana değil devam ettirmeden yana bir tavır sergilemişlerdir. Savaşı
başlatan, körükleyen hep onlar olmuştur. Tüm dünya bilmektedir
bunu.
Bu hıristiyanlık dünyası, bu
yahudilik dünyası, bu müşrik dünya son yüzyıla gelinceye kadar Müslümanlara
karşı hep savaştan yana olmuşlardır. Ama dikkat ederseniz son yüzyıla
gelindiğinde kade-rin bir cilvesi olarak dünyanın her yerinde Müslümanlar birer
birer egemenliklerini kaybederek, kâfirler karşısında terki silah ederek kâfir
ve müşrik dünyanın egemenlikleri altına girdiler. Bundan sonra kâfir dünyanın
egemenliği dünyanın her tarafını kuşattı. İşte bu andan itibaren tüm dünyada
egemenliğini gerçekleştiren kâfirler artık bir taktik gereği ağız ve tavır
değiştirdiler.
1400 yıldır, İslâm’ın zuhurundan
itibaren sürekli Müslümanlara karşı savaşın tüm dünyada kıvılcımlarını
tutuşturan, tüm dünyada Müslümanlara karşı savaş yaymak isteyen kâfir ve müşrik
dünya birdenbire yöntem değişikliğine gittiler. Efendim artık dünyamız barış
dünyasıdır, sulh ve sükun dünyasıdır, savaşlar artık gerilerde kalmıştır, gelin
artık bir daha savaşlardan söz etmeyelim, gelin artık barış içinde bir dünya
kuralım, barış içinde bir dünya yaşayalım. Ne oluyor? Niye savaşlı bir dünyada
yaşayalım? Neden şu güzelim dünyayı kana bulayalım? Neden bu dünyayı ölümlü bir
dünya yapalım? Gelin savaşlara son verelim de bu dünyayı kan gölüne
çevirmeyelim.
Ey dünya insanlığı, gelin kardeş
kardeş yaşayalım bu dünyada. Nasıl olsa siz de inanıyorsunuz biz de inanıyoruz.
Sizin de dininiz var bizim de dinimiz var. Siz de kitap ehlisiniz biz de kitap
ehliyiz. Nasıl olsa yarın kıyamet günü Müslümanlar da, hıristiyanlar da,
yahu-diler de, müşrikler de Allah’ın cennetinde birleşip kardeş kardeş ortak bir
hayatı paylaşmayacak mıyız? Öyleyse yarın ortak bir cennette buluşacak, ortak
bir hayatı paylaşacak şu yeryüzü insanlığı, yeryüzü ailesi şimdi de tıpkı cennet
hayatı gibi ortak bir hayata, kardeş bir hayata razı olalım. Ne fark eder de
bir insan ha yahudi olmuş, ha hıristiyan olmuş, ha müşrik, ha Müslüman fark
etmez, hepimiz aynı yolun yolcularıyız diyerek köleleştirdikleri, kendi
egemenlikleri altına alıp kendi hayat anlayışlarına boyun büktürdükleri İslâm
dünyasına kendilerine karşı bir özgürlük ve kurtuluş hareketi başlatmasınlar
diye ellerinden gelen tüm propaganda güçlerini kullanmaktadırlar.
Tabii barıştan yana olacaklar.
Çünkü egemenlik onların ellerinde, Müslümanlar köleliği kabul etmişler, işleri
tıkırında adamların. Ne yapsınlar da savaşı? Hedeflerine ulaşmışlar adamlar.
Tabi istemezler savaşı. Savaşı kölelikten kurtulup özgürleşme özlemi duyanlar
ister. Elbette bu kâfirler kölelerini sakinleştirip kendilerine itaatlarını
sağlayıp isyandan uzaklaştırmak için de böyle barış ninnileri söyleyecekler.
Aman bu kölelerimiz bize itaatten çıkıp da bize karşı kafa tutmaya ve
kendilerince bir özgürlük savaşı başlatmasınlar, bu hayatı böylece götürelim
diye ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar adamlar.
Be alçaklar, bugün hedefinize
ulaştığınız için, dünya egemenliğini elinize geçirdiğiniz için barıştan
bahsediyorsunuz da, peki yüz yıl önce, iki yüz yıl önce, beş yüz yıl önce en
uyuzunuz, en topalınız bile Avrupa’nın bilmem hangi köyünden kalkıp da
Müslümanların üzerine niye yürüyordu? Niye sürüler halinde Çanakkale’ye
geliyordunuz? Karış, karış niye Anadolu’yu işgal ediyordunuz? O dönemlerinizde
niye böyle barıştan söz etmiyordunuz da şimdi aman kölelerimiz uyanmasınlar
diye barıştan söz ediyorsunuz? Niye o zaman ne farkımız var efendim? İster
hıristiyan olsun, ister yahudi olsun, isterse Müslüman olsun, hepimiz kardeş
değil miyiz? Hepimiz cennete gitmeyecek miyiz? Niye o zaman demiyordunuz bunu
da şimdilerde söylüyorsunuz?
Niye yazdığınız tüm eserlerinizde
Müslümanları ve onların peygamberini cehennemin en alt tabakasına
yerleştiriyordunuz? Dün böyle diyen, böyle düşünen insanlar şimdi
egemenliklerini kurup Müslümanları esir alınca gelin vazgeçelim savaşlardan
diyorlar. Tabi tüm dünyayı Allah’ın egemenliğinden koparıp kendi küfür
egemenliklerini gerçekleştirenler niye istesinler de savaşı? Niye bir savaşla
kölelerini ve onlar üzerindeki egemenliklerini kaybetme riskine girsinler de
adamlar?
Dikkat ederseniz hem bize gelin
bırakalım savaşları da barış içinde bir dünyada yaşayalım diyorlar, bize böyle
diyorlar ama kendileri bir taraftan geceli gündüzlü yeryüzünde bir tek Müslüman
bırakmayacak biçimde bir savaş hazırlığı içindeler. Tüm yeryüzü Müslümanlarını
yok edecek bir silah hazırlığı içindedirler. Müslümanları silahsızlaştırma
operasyonları düzenlerlerken kendileri dünyayı silah deposuna çevirmenin gayreti
içindeler.
Şu anda dünyanın herhangi bir
coğrafyasında, Asya’da, Avrupa’da, ya da Afrika’da bir tek insan ayağa kalkıp da
ben Müslümanım! Ben hiç bir küfrün, hiçbir şirkin egemenliğini kabul etmiyorum!
Ben bir Müslüman olarak sadece Allah’ın egemenliğine boyun bükerim! diye
yiğitçe bir tavır ortaya koyduğu zaman tüm küfür dünya birleşerek onu yok etmek
üzere tonlarla bomba yağdırıyor gözümüzün önünde. Barış marış laflarıyla kimi
kandırıyor bu zalimler? endileri yeryüzünde bir tek İsmailoğullu kalmayıncaya
kadar bizim savaşımız sürecek di-yorlar. Köle durumuna düşürdükleri
Müslümanlara sulh ve sükun içinde bir hayat önererek, savaşı unutmayı telkin
ederek kölelerini yatıştırmaya, kölelerinin hıncını yok etmeye çalışıyorlar.
Ama inşallah yıllar yılı bu
ninnilerle uyutulmuş Müslümanlar uyanmaya başlamışlardır. Dünyanın her yerinde
bu uyanışın tezahürleri görülmeye başladı elhamdülillah. Artık bu kâfirlerin
masalları, kâfirlerin komploları işe yaramamaya başladı. Elhamdülillah ki
yeryüzünün mus’taz’af Müslümanları yıllar yılı unuttukları, terk ettikleri
Rablerinin kitabına ve peygamberlerinin sünnetine yönelmeye başladılar.
İşte böyle bir hayat kaynağı, güç
ve kuvvet kaynağı kitaplarıyla yakından diyaloga geçmeleri sonucunda kesin
anlayacaklar ki hiçbir zaman bir yahudi’nin, bir hıristiyanın, bir kâfirin
egemenliği altında zillet içinde bir hayata razı olunmaz. Bu gerçeği anlayan,
bunun bilincine eren müslümalar hep bir ağızdan bizim Rabbimiz Allah! diye
hay-kıracaklar. Bizim kulluğumuz köleliğimiz ancak Allah’adır! Bizim boy-numuz
ancak Allah karşısında eğilir! Biz ancak Allah egemenliğinde bir hayata evet
deriz! Bizim barışımız ancak Allah’la olabilir! Sulhumuz ancak Allah’la
olabilir! Allah’la savaş içinde olanlarla asla bir barışımız olamaz! diyecekler
ve inşallah bir gün Allah desteğinde tüm kâfirlerle girişecekleri bir savaşta
Allah düşmanlarının boyunlarını kırarak, kâfirlerin zulümlerine son vererek
yeryüzünde adâleti tesis ede-cekler, zafere ulaşacaklar, dünyada izzet ve şerefi
âhirette de cenneti kazanmış olacaklar. Kesinlikle bilelim ki bu Allah’ın
va’didir ve Allah va’dini mutlaka gerçekleştirecektir.
Bu bölümü çok uzattım, ama bu konu
gerçekten asrımızın en önemli konusudur. Müslümanların anlaması gereken bugünün
en büyük konusu budur. Evet işte bir Müslüman, Müslümanlar Allah için bir
hicret gerçekleştirir gerçekleştirmez, Allah için Allah’ın istediği bir hayata
yürür yürümez hemen karşısında kâfirleri bulacaktır. İşte Mekke küfür
toplumundan Medine İslâm toplumuna, kölelik hayatından özgürlük atmosferine
hareket eder etmez karşılarında kâfirleri buluyorlardı. Kâfir Müslümanın
hicretine asla evet demedi. Müslümanın özgürlük içinde bir hayat yaşamasına
evet diyemedi.
Ve savaş başladı. Ama kâfirle
tutuştuğu bir savaşta bile Müs-lümanı kurtaracak olan, Müslümana destek olacak
olan yine Allah’la diyalogdur, namazdır. Kâfirlerle giriştikleri bir savaşta
Müslüman cemaatı zafere taşıyacak olan cemaat halinde ikâme edecekleri
namaz-dır. Müslümanlar bu durumda, her durumda namaza çok dikkat etmelidirler.
Savaşın en kızgın anlarında bile, kan revan içinde bulundukları anda bile
namazı asla terk etmeyeceklerdir. Çünkü namazlı bir hayat Müslümanın hem
dünyasının felahı hem de âhiretinin cenneti olacaktır. Namazsız bir hayat da
gerek savaş anlarında, gerekse barış anlarında Müslümanlar için felâketin
habercisi olacaktır Allah korusun. Müslümanlara dünyalarını da âhiretlerini
kaybettirecektir. Evet hayata hâkim olan, hayata egemen olan, hayatı düzenleyen,
hayatın düzenlenmesi için Allah’tan mesaj alınan bir namaz Müslümanın her
şeyidir. İşte bakın Rabbimiz bundan sonraki âyetlerinde savaş esnasında bile
namazın Müslümanlar tarafından asla terk edilmemesi gerektiğini anlatarak bunun
önemine dikkat çekecek:
101. “Yolculuk ettiğinizde, kâfirlerin
size bir fena-lık yapmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir
sorumluluk yoktur. Zira kâfirler, size apaçık
düşmandırlar.”
Eğer bir yolculuğa, bir sefere
çıkmışsanız. Allah adına bir savaş gerçekleştirmek üzere, Allah dinini hâkim
kılıp, kelimetullahı yüceltmek üzere, veya yeryüzünde Allah’ın dinini insanlara
tebliğ etmek, ulaştırmak, öğretmek ve böylece Allah’a kullar kazandırmak üzere,
cennete aboneler bulmak üzere, cehennemle kullar arasına barikatlar koyup
insanların dirilişine sebep olmak üzere veya bir rızık aramak, bir ticaret
yapmak maksadıyla yola çıktığınız zaman kasr’us salat yapmanızda, namazı
kısaltmanızda sizin için bir beis yoktur. Böyle bir durumda kâfirlerin size bir
zarar vermelerinde kâfirlerin sizi bir fitneye düşürüp, bir sıkıntıya
sokmasından korkuyorsanız yine namazı kısaltabilirsiniz. Unutmayın ki kâfirler
sizin için apaçık bir düşmandır.
Evet seferde ve düşman korkusu altında
namazların kısaltılabileceğini anlatıyor Rabbimiz. Bu işin pratik
örneklenmesini, pratikte uygulamasını da Rasulullah Efendimizin hayatında
görüyoruz. Seferilik konusunu biliyorsunuz. Bir kişinin sürekli ikâmet mahalli
olan vatanını terk ederek en az üç günlük, takriben doksan kilometrelik bir
uzaklığa gitmesi ve gittiği yerde de on beş günden daha az bir süre kalması
halinde gerek yolda gerekse misafir olarak kaldığı yerde dört rekatlı farz
namazları iki rekat olarak kılmasında bir beis yoktur. İki rekatlık sabah
namazını yine iki rekat, üç rekatlık akşam namazını yine üç rekat olarak
kılarken dört rekatlık farzları iki rekat olarak kılacaktır. Farzlar böyle.
Sünnet namazlara gelince Allah’ın Resûlü sefer halindeyken de sabah namazının
iki rekatlık sünnetini ve yatsı namazından sonra kılınan üç rekatlık vitir
namazını kılmıştır. Diğer sünnetler terk edilebilir de kılınabilir de.
Ve yine seferdeyken Rasulullah
Efendimizin uygulamalarında şunu da görüyoruz: Öğle namazının dört rekatlık
farzıyla ikindi namazının dört rekatlık farzını birleştirerek, bazen öğle vaktinde cem’i takdim yaparak, bazen de
ikindi vaktinde cem’i tehir yaparak kılmıştır. Yine Allah’ın Resûlü akşamla
yatsıyı birleştirerek bazen akşam
vaktinde bazen da yatsı vaktinde
birlikte kılmıştır. Sünnette bunlar açıkça ortaya konmuştur. Müslümanların
bunları uygulamasında da bir beis yoktur.
Bundan sonra yine namaz konusu ama
savaş esnasında namaz konusu anlatılacak:
102. “Ey Muhammed! Sen içlerinde olup
da namazlarını kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve
silahlarını da yanlarına alsınlar; secdeyi yaptıktan sonra onlar arkanıza
geçsinler; kılmayan öbür kısım gelsin, seninle beraber kılsınlar, tedbirli
olsunlar, silahlarını alsınlar. Kâfirler, size ansızın bir baskın vermek için,
silah ve eşyanızdan ayrılmış bulunmanızı dilerler. Yağmurdan zarar görecekseniz
veya hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanıza engel yoktur, fakat dikkatli
olun. Allah kâfirlere şüphesiz ağır bir azab
hazırlamıştır.”
Sıcak bir savaş ortamında namaz terk
edilmeyecek ve şöy-lece kılınacaktır: Peygamberim bir savaş ortamında sen
Müslüman-larla birlikte olup ta onlara namaz kıldırdığın zaman onlardan bir
grup, eğer savaş ortamında bulunan Müslümanların sayısı meselâ bin kişiyse beş
yüz kişi seninle birlikte namazlarını kılsınlar ve silahlarını yanlarına
alsınlar. Bu birinci grubun peygamberle namazı secdeye kadar devam edecek. Secde
ettikten sonra bu birinci grup arkaya geçecekler, düşmanla savaşa devam
edecekler ve bu sefer ikinci grup gelsin ve onlar da seninle beraber namazlarını
kılsınlar. Onlar da gerek savaş araç gereçlerini, gerekse silahlarını yanlarına
alsınlar. Bu ikinci grup namazın birinci rekatını birinci grupla tamamlayan
komutanın namazının ikinci rekatına yetişip duracaklar. Ve böylece birinci
rekatı birinci grupla tamamlayan peygamber, komutan ikinci rekatı da ikinci
grupla kılmış olacak.
Ama birinci rekatı peygamber
Efendimizle kılan ve ikinci grup namazını kılıncaya kadar savaşa dönen ilk grup
sonradan ikinci rekatı da kılarlar ve yine savaş alanına dönerler ve ikinci
rekatı kılan ikinci grup da tekrar kendi kendilerine bir rekat daha kılarlar ve
boğuşmanın içine dönerler. Böylece Müslümanlar sıcak bir savaş ortamında bile
namazla diyaloglarını, Allah’la ilişkilerini kesmemiş olurlar. Neden böyle
yapacaklarmış Müslümanlar? Allah buyurur ki:
Kâfirler isterler ki silahlarınızdan,
savaş araç gereçlerinizden, mühimmatınızdan, cephanelerinizden gafil olasınız
da, gafletinizden istifade edip bir anda üzerinize çullansınlar ve gafilken sizi
tepelesinler, öldürsünler, işinizi bitirsinler. Bunu isterler, bunu beklerler
onlar.
Öyleyse aman ha namaz kılarken bile
silahlarınızı, araç gereçlerinizi bırakmayın, yanınıza alın ve düşmanlarınıza
fırsat vermeyin di-yor Rabbimiz. Siz kendinizi sağlama alın, korunma
tebirlerinizi alın ama eğer yağmurdan zarar görme veya bir hastalık durumunuz
varsa silahlarınızı bırakmanızda bir engel yoktur. Evet savaş durumunda namaz
böyledir.
103. “Namazı kıldıktan başka, Allah'ı
ayakta iken, otururken, yan yatarken de anın. Emniyete kavuştuğunuzda, namazı
gereğince kılın. Namaz şüphesiz, inananlara belirli vakitlerde farz
kılınmıştır.”
Namazı ikmal ettikten sonra da
Allah’ı zikredin, Allah’ı günde-me alın, kıyamda, ayakta iken, otururken,
yanlarınız üzerinde yatar-ken Allah’ı zikredin. Allah’ın kitabıyla beraber
olun, Allah’ın âyetlerini gündeminize alın, Allah’ın yasalarını hatırlayıp
gündem maddesi yapın. Savaşın içinde de Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın zikriyle
ilginizi kes-meyin. Gündeminizi Allah belirlesin, hareketlerinizi, tavırlarınızı
Allah belirlesin.
Evet savaşta Allah’la beraberiz,
savaşın en kızışkın halinde, ölürken öldürürken Allah’la beraberiz, Allah’ın
âyetleriyle beraberiz, namazla beraberiz. Hayat memat kavgasının en kritik
noktasında bile namaz vasıtasıyla Allah’la diyalogumuzu kesmeyeceğiz. Namaz
bittikten sonra da Allah’la beraberliğimiz sürecek ve keşmekeş bir hayatın
insanı olmayacağız. Allah’ın zikriyle, Allah’ın âyetleriyle beraberliğimiz
devam edecek.
Ama savaştan uzaklaşıp, savaş ortamı
bitip de emniyete, güvenliğe kavuştuğunuz zaman da savaş öncesi namazınızı
nasıl kılıyor idiyseniz, ağır ağır, yavaş yavaş, namaz içinde okuduğunuz
âyetlerin mânâlarını düşüne düşüne, âyetlerin bilincine ere ere, ne dediğinizin
ne okuduğunuzun, Allah’tan hangi mesajları aldığınızın ve Allah’a hangi sözleri
verdiğiniz farkına vara vara namazlarınızı kılın. Namazlarınızı vaktinde kılın.
Çünkü namaz mü’minlere belirli vakitlerle farz kılınmıştır. Beş vakit namaz
olarak emredilmiştir.
Öyleyse seferde olmadığınız,
savaşta olmadığınız, korku içinde bulunmayıp emniyet ve güven içinde
bulunduğunuz zamanlarda beş vakit namazın her birerini vaktinde ifa edin.
Ekonomik kaygılarla, oyun eğlence gibi boş şeyler peşine düşerek, başka
sebeplerle acele etmeyerek doğru dürüst kılın namazlarınızı.
Bir de:
104. “Düşman milleti kovalamakta
gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin
çektiğiniz gibi acı çekiyorlar; oysa siz Allah'tan onların beklemedikleri
şeyleri bekliyorsunuz. Allah bilendir, Hakîm
olandır.”
Düşmanla karşılaşmakta, bir
düşman topluluğunu aramakta, düşman topluluğunu takip etmekte gevşeklik
yapmayın, gevşek davranmayın. Kâfirlerle karşı karşıya gelme konusunda herhangi
bir sıkıntınız olmasın. Sakın ha biz onların karşısına çıkamayız, biz onlarla
savaşamayız, biz onların hakkından gelemeyiz diyerek onlarla savaş konusunda
gevşeklik göstermeyin.
Eğer sizler savaş konusunda acı
çekiyorsanız, savaşın acıları sizi sarmışsa, savaş korkusu içindeyseniz
bilesiniz ki kâfirler de aynen sizin gibi savaş konusunda sıkıntı
çekmektedirler. Savaştan sıkıntı çekenler sadece sizler değilsiniz. Dolayısıyla
savaşı sıkıntılı görüp de sakın kâfirlerin egemenliği altında zillet içinde bir
hayata razı olmayın. Onlar savaş konusunda acı çektikleri halde bâtıl bir
davaya sabır gösterirlerken size ne oluyor da hak davanız uğruna sabır
göstermeyeceksiniz? Halbuki sabredip dayanmak onlardan çok size lâyıktır.
Çünkü:
Ayrıca sizin onlardan farklı bir
tarafınız da var. Sizler onların Allah’tan istemediklerini istiyor, onların
Allah’tan beklemediklerini bekliyorsunuz. Allah’ın kâfirlere hiçbir desteği
yoktur. Onlar Allah’ın düşmanlarıdırlar. Ama sizler onlardan farklı olarak
Allah’ın dostlarısınız ve onlarla girişeceğiniz bir savaşta sürekli Allah
desteğindesiniz. Allah’ın yardımı sizinle beraberdir. İşte bu sizin için, sizin
lehinize en bü-yük avantajdır. Evet işte Rabbimizin müjdesi. Kâfirlerin,
yahudilerin, hıristiyanların, müşrik dünyanın Allah’tan hiçbir yardım ve
destekleri yokken, size ayrıca Allah’ın yardımı da var. Eğer onlar eşit şartlar
altında Müslümanlarla bir savaşa girmiş olsalar bile Müslümanlar hep
avantajlıdırlar.
105. “Ey Muhammed! Doğrusu, insanlar
arasında Allahın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitabı sana hak olarak
indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf olma.”
Kitabın Rasulullah Efendimize hak
olarak indirilişi ve hak bir kitapla Rasulullah Efendimizin insanlar arasında
bu kitapla hak olarak, âdil olarak hükmetmesi gerektiği anlatılıyor. Bir kere bu
kitabın indirilişi haktır, kitap hak olarak, hukuk olarak, tüm hakları,
hukukları belirleyici olarak, haklı olarak indirilmiştir.
Hak Allah’ın kitabıdır. Hak sadece
Allah’tan gelendir. Allah’tan gelen bu hakka istinat etmeyen her şey bâtıldır,
her şey haksızlıktır. İnsanlar arasındaki tüm ihtilaflar bu kitapla
çözümlenecek, tüm hakları bu kitap belirleyecektir. Kur’an’ın belirlediği
hükümlerin dışında kim hüküm verirse, kim bir yasa belirlemeye kalkışırsa o
haindir. Hainlerin yasalarına sahip çıkıp onları savunmak ta hakkı terk etmek
olduğundan küfürdür. Evet ben Müslümanım diyen bir kimseye düşen hakka
sarılmak, hakla hükmetmek ve bâtıl ehlini ve onların Hakka istinat etmeyen
yasalarını savunmaktan uzak durmaktır.
Allah peygamberine ve onun yolunun
yolcusu olan Müslü-manlara hak bir kitap göndermiştir. Allah’ın gönderdiği bu
hak kitabın savaşın içinde de, savaşın dışında da Müslümanların hayatında hakim
olması gerekmektedir. Peygamber ve Müslümanlar savaşın içinde de savaşın dışında
da bu kitapla hükmedecekler, bu kitaba sarıla-caklar, savaş ortamında da barış
ortamında da kitapsız bir hayat sür-meleri, kitabı ellerine almadan bir hayat
yaşamaları, kitaptan habersiz hüküm vermeleri kesinlikle mümkün olmayacaktır.
Peygamber ve Müslümanlar kitapla hükmedecekler, kitapla karar verecekler.
Kitap-sız Müslümanların başarıya ulaşmaları, huzur içinde bir hayat
yaşa-maları asla mümkün değildir. Kitapsız problemlerin çözümü mümkün
değildir. İşte Allah bu kitabı peygambere bunun için göndermiştir.
Peygamber ve Müslümanlar
yaşadıkları hayatın hangi prob-lemiyle karşı karşıya bulunurlarsa bulunsunlar,
ister ekonomik bir kavganın, ekonomik bir problemin çözümüyle, ister eğitim
problemi, ister hukuk problemi, ister siyasal bir savaşın içinde, ister sıcak
bir savaşın, ister soğuk savaşın içinde olsunlar, hangi ortamda, hangi problemin
çözümüyle karşı karşıya olurlarsa olsunlar problemlerini ancak Allah’ın
kitabıyla çözecekler, Allah’ın kitabıyla hükmedecekler ve başarıya
ulaşacaklardır. Allah bu kitabı işte bunun için gönderiğini
anlatıyor.
Dikkat ederseniz bu âyette ve bu
âyetten sonra gelecek âyetlerde anlatıldığına göre Rabbimiz peygamber
Efendimize kendisiyle hükmetsin, insanlar arasında adâletle hüküm versin diye
hem bu kitabı gönderiyor hem de aynı zamanda bu kitapla nasıl hükmedileceğini,
bu kitabın pratik hayatta nasıl uygulanacağını, bu kitabın hayata nasıl
indirgeneceğini, bu kitapla hayatın problemlerinin nasıl çözüme
kavuşturulacağını da ayrıca peygamberine öğretiyor, gösteriyor. “Bi-ma
erakellah” buyuruyor. Allah’ın sana gösterdiği şekilde bu kitapla hükmedeceksin
diyor. Dün Allah’ın Resûlü bu kitapla Allah’ın kendisine gösterdiği şekilde
hükmediyor, hayatın problemlerini çözüyor, insanlar arasında adâletle hükmünü
gündeme getiriyordu. Elhamdülillah ki bugün bizim de elimizde hem kendisiyle
hayatı düzenleyeceğimiz Allah’ın kitabı var, hem de şu anda bu kitabın hayatta
nasıl uygu-lanacağını, nasıl pratize edileceğini bize gösteren Rasulullah
Efendimize Allah’ın öğrettiği onun sünneti var.
Öyleyse peygamber yolunun
yolcuları olarak bizler de sürekli kitap ve sünnetle beraber olacak, kitap ve
sünneti elimizden hiç bırak-mayacak ve hayatın hangi problemiyle karşı karşıya
bulunursak bulunalım, savaş problemi mi, barış ortamı mı, ekonomik bir
problemin çözümü mü, hukuk probleminin halli mi, kılık kıyafet probleminin
halli mi, siyasal bir bakış açısı geliştirme derdi mi, toplumsal bir tavır
belirleme, ailevi bir geçimsizliğin çözüme kavuşturulması mı, hayatın nasıl
değerlendirileceği, nasıl yorumlanacağı konusu mu, hangi problemle karşı karşıya
bulunursak bulunalım Allah’ın kitabı ve onun pratiği olan Resûlünün sünnetine
başvurmak zorundayız. İşte Allah kitabı bunun için
indirmiştir.
Bu âyetten anlıyoruz ki Rasulullah
Efendimizin insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm verme,
içtihatta bulunma yetkisi vardır. Ve işte bu bölüm Rasulullah Efendimizin
Allah’ın kitabına dayanarak ve Allah’ın kendisine gösterdiği biçimde insanlar
arasında verdiği bir hükümle alâkalı inmiştir. O hükümle alâkalı Rabbimizin bir
uyarısını ihtiva etmektedir. Rabbimiz burada Rasulullah Efendimize ve kıyamete
kadar onun örnekliğinde bir hayat yaşamak zorunda olan bizlere insanlar arasında
hükmederken âdil davranmamızı, hainleri asla savunmamamızı, hainlerden yana
olmamamızı emrediyor. Ey peygamberim, ve ey peygamber yolunun yolcuları, ben
size bu kitabı onunla aranızda hükmedesiniz, bu kitaba sarılasınız ve tüm
problemlerinizi onunla çözümleyesiniz diye gönderdim. Sakın ola ki bu kitabı
bir kenara bırakıp da, bu kitabın pratiği olarak peygambere öğrettiğim
bilileri, peygamberin sünnetini bir kenara alıp ta birilerinden bilgilenmeye
kalkışmayın.
Birilerinin yasalarıyla
hükmetmeye, birilerinden çözüm önerileri dilenmeye kalkışmayın. Sakın ha sakın
Allah kitabını, Allah yasalarını beğenmeyen zalimlerin hainlerin hükümlerine
tabi olmayın. Zalimlerin, hainlerin hayat tarzlarını benimseyerek, onların
istedikleri gibi bir hayattan yana olarak onları desteklemeyin, onların
savunucusu olma-yın. Allah’ın gönderdiği hayat programından razı olmayarak kendi
he-vâ ve heveslerini din kabul edip kendi kendilerine hainlik yapanlardan
olmayın. Onlarla birlik olarak, onların bu tavırlarını kabul ederek onlara
destek vermeyin.
Allah diyor ki peygamberim,
kesinlikle hainlerin savunucusu olma. Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun
hainleri savunarak hak sahiplerine düşmanlık etme. Hainlerin avukatlığını yapma.
Çünkü kendisini savunmayan birisinin savunulması hiç de doğru değildir.
Başkalarına karşı böyle davranan bir kimse aslında kendisine karşı namus dışı
davranmış demektir. Kendi vicdanına karşı haince davranan elbette başkalarına
karşı da aynı davranışı sergilemekten çekinmeyecektir.
Medine’de Ensâr’dan bir Müslümanın
yanında misafir olarak bulunan Zafer oğullarından Tu’me Bin Ümeyrik isminde bir
zât komşusu Katade Bin Mumanın evinden bir un dağarcığı ve içinde bir zırh
çalar ve onu bir yahudi’ye emânet olarak bırakır. Sonra çalınan bu zırh
yahudi’de bulununca, yahudi bunun kendisine Tu’me tarafından teslim edildiğini,
kendisinin hırsızlıkla ilgisinin olmadığını söyler. Tu’-menin kabilesi,
akrabaları da Rasulullah Efendimize gelerek akraba-ları olan Tu’menin temiz
olduğuna, asla böyle bir şeyi yapmadığına, hırsızın yahudi olduğuna şehâdette
bulunurlar. Allah ve Resûlüne iman etmiş bir Müslüman olan Tu’me ve onun dini
adına yahudilerle mücadele etmesi konusunda Rasulullah Efendimizden ricada
bulunurlar. Allah’ın Resûlü de onların bu şehâdetlerine inanarak yahudi’-nin
aleyhine hüküm vermeye yönelince Rabbimiz işte bu âyetleri indiriyordu.
Peygamberim sakın hainleri savunma buyurarak Tu’me ve kavminin bu konudaki
hainliklerini ilan ediyordu. Bunun üzerine Tu’me tevbe edip yaptığından dönecek
yerde Mekke’ye kaçıp müşriklere katılmıştır.
106. “Allah'tan mağfiret dile, Allah
bağışlar ve merhamet eder.”
Zâhirdeki Tu’me ve kavminin şehâdetiyle
haksız bir haini savunmaya, bir haini savunarak suçsuz ve temiz birisini
suçlandırmaya yönelmeden ötürü Rabbine istiğfarda bulun, çünkü Allah kendisine
yönelip af dileyenlere karşı Ğafûr ve Rahîmdir. Evet haksız oldukları halde
müvekkillerini haklı çıkarmaya çalışan, kanun karşısında hainleri temize
çıkarmaya çalışan avukatların durumu da anlatılıyor bu âyet-i
kerîmede.
107. “Kendilerine hainlik edenlerden
yana uğraşmaya kalkma, Allah, hainlikte direnen suçluyu
sevmez.”
Günah işleyerek nefislerine hainlik
etmiş olanları asla savun-ma peygamberim. Onlar günah işleyerek, hainlik
yaparak kendi kendilerine zulmetmektedirler. Çünkü Allah hainlik eden,
hainliklerinde ısrar eden, tevbe ederek hainliklerinden vazgeçmeyen
günahkârları asla sevmez. Günahta ısrarlı davranan, günahtan vazgeçmeyen
hainleri Allah sevmezken, bir Müslüman nasıl sevebilir? Allah’ın müdafaa
etmediklerini bir Müslüman nasıl müdafaa edebilir?
Paralarına karşı, mallarına karşı,
hanımlarına ve çocuklarına karşı hain davranan, onlarla ilişkilerini Allah’ın
istediği gibi ayarlamayan, Allah’ın kendisine emânet ettiği dine karşı, kitaba
karşı, peygambere karşı hain davranan, tüm emânetlere hıyanet eden, emânetlerle
alâkalı emânetin sahibinin diskalifiye ederek yaşayan insanlara gerek hain
davrandıkları konularda, gerekse başka konularda asla destek olmayacağız.
Hıyanetlerinde yardımcı olmayacağız.
108. “Allah'ın rızası olmadığı sözü
gece kurarlarken, onu insanlardan gizliyorlar da kendileriyle beraber olan
Allah'tan gizlemiyorlar. Allah işlediklerinin hepsini
bilmektedir.”
Bunlar insanlardan hainliklerini
gizlerler de Allah’tan gizlemezler. İnsanlardan utanırlar, insanlardan
korkarlar da Allah’tan utanıp korkmazlar. Bu halleriyle onlar Allah’ın gücünün
kuvvetinin olmadığını zannediyorlar. Halbuki Allah’ın razı olmayacağı o komployu
geceleyin uydurup düzerlerken Allah onlarla beraberdi. Bilmiyorlar mı ki Allah
onları da yaptıklarını da ilmiyle kuşatmıştır.
İşledikleri suçlarını belki
insanlardan gizleyebilirler. Belki peygamberi kandırmış, toplumun gözünden
kaçırmış, işi kılıfına uydurmuş, herkesi diskalifiye etmiş olabilirler. Ama
Allah’ı diskalifiye etmeleri, Allah’tan gizlemeleri mümkün değildir. Allah her
an kendilerini gördüğü halde, her şeylerine muttali olduğu halde hainler
insanlardan gizleyip utanıyorlar da Allah’tan utanmıyorlar.
Evet öyleyse her ne kadar bu
âyetler münâfıklara bir hitapsa da aynı zamanda kendimize de bir hitap kabul
edip sürekli Allah kontrolünde bir hayat yaşadığımızı unutmayacağız. Kendimizi
Allah murakabesinden uzak bir hayatın mahkûmu etmemeliyiz.
109. “İşte siz dünya hayatında onları
savunuyorsunuz ama, kıyamet günü onları Allah'a karşı kim savunacak? Veya
onların vekaletini kim üzerine alacaktır?”
Bu hainler, bu Allah yasalarını
reddedenler, Allah’ı atlattıklarını zannedenler, bu Allah düşmanları
Müslümanların aleyhinde gizli gizli komplolar düzenlerlerken, Müslümanların
aleyhinde kendi aralarında toplantılar düzenleyerek gizli gizli, haince planlar
hazırlarlarken gelin görün ki Müslümanlar halâ bu adamlar hakkında iyi şeyler
düşünüyorlar. Müslümanlar halâ bu insanlar şöyle iyidir, böyle insancıldır
filan diyorlar. Onlara dostluktan yana bir tavır sergiliyorlar. Onlarla iyi
ilişkiler kurmadan yanalar. Bakın Allah Müslümanlara diyor ki: İşte ey
Müslümanlar, sizler öyle kimselersiniz ki bu tür hainleri dünya hayatında
savunuyorsunuz. Farz edin ki bu dünya hayatında bu adamları savundunuz, onlar
adına savunmada bulundunuz. Peki ya kıyamet gününde Allah’a karşı onları kim
savunacak? Yahut Allah huzurunda kim vekil olabilecek onlara? Allah’ın bu tür
hainlere vaki olacak azabından kim kurtarabilecek onları? Dünyada avukatlığını
yaptığınız bu insanlara Allah huzurunda da avukatlık yapabilecek misiniz?
Savunabilecek misiniz onları?
Ya da haydi dünya hayatında
zâhirlerine bakarak, kalplerindeki size olan kinlerini, size karşı gizli gizli
kurdukları komploları bilmediğiniz için onları savunup onlar lehine bir hüküm
verseniz bile ve bu hainler yalan beyanlarıyla sizi kandırarak dünyada
kendilerini kurtarmış olsalar bile öbür tarafta ne yapacaklar? Her şeyin açığa
çıktığı bir günde Allah’ın sorgulamasından ve azabından kim kurtaracak onları?
Neyine güveniyor bu adamlar?
Öyleyse ey haksızları, hainleri,
suçluları, günahkârları savunanlar, bilesiniz ki dünyada onlar adına yaptığınız
savunmalarda, mücadelelerde asla onları kurtarmış olmadığınız gibi, aksine
onların sorumluluklarına ortak olarak onların veballerini yüklenerek kendi
kendinize zulmetmiş olduğunuzu unutmayın diyor Rabbimiz. Bununla beraber böyle
bir yanlışlığa düştüğünüz zaman da büsbütün ümitlerinizi de
kesmeyin:
110. “Kim kötülük işler veya kendine
yazık eder de sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı merhamet sahibi
olarak bulur.”
Kim bir kötülük işler de, kim bir
başkasına kötülük yapar veya şirkten başka bir günah işler, yahut kendi kendine
zulmeder, yâni şirke düşerek kendi kendisine zulmederse. Arkadaşlar insanın
kendi nefsine zulmetmesi, kendi kendisine zulmetmesi demek insanın kendisini
Allah’a kulluk ortamının dışına çıkarması, Allah’ın istemediği bir hareket
tarzının içine girmesi, Allah’ın kendisini görmek istemediği bir atmosferde
bulunması demektir. Allah’ın kendisi için çizdiği yaşam biçiminin dışında
nefsinin hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşaması demektir. Allah’ın
kitabını bırakarak, Resûlünün örnek kulluğunu terk ederek bir kişinin kendi
istek ve arzuları peşinde bir hayata yönelmesi onun hayrına değildir. Bir
insanın hayrı onun yaratıcısının belirlediği hayatın içinde olmasıdır.
Eğer bir insan hayatını,
zamanını, imkânlarını, fırsatlarını, elini, ayağını, gözünü, kulağını, aklını,
fikrini, kalbini, düşüncesini, iradesini, seçimini yaratıcısının emrine teslim
eder, kendisi adına yaratıcısının seçimini seçim kabul ederse işte bu onun
hayrınadır. Ama tüm bunları Allah’ın emrine değil de kendi aklının, düşüncesinin
emrine teslim ederse işte bu da onun için hayır değil, kazanç değil kayıptır.
Evet Allah’a teslim olmayarak,
Allah’ın belirlediği bir hayata yönelmeyerek, günah işleyerek, kendi kendisine
zulmeden, kendi kendisini cehennem yolunda tutan, kendi kendisini ateşe
götüren, kendi kendisine yazık eden, kendi kendisini boşa harcayan, ama sonra da
aklını başına alarak bu yaptığından vazgeçerek Allah’tan mağfiret dilerse,
bağışlanmasını dilerse Allah’ın kendisine Ğafûr ve Rahîm olduğunu görecektir.
Allah böyle günahlarından dönen kulunu affedecektir. Arkadaşlar, gerçekten biz
kullarına Rabbimizin en büyük lütfu-dur bu.
Çünkü insan yaratılış gereği,
fıtrat gereği günah işleyebilme özelliğindedir. Öyle yaratılmıştır. İnsan melek
gibi tamamen günah işleme özelliğinden uzak bir varlık değildir. İşte bizi böyle
yaratan, bizim fıtratımızı herkesten daha iyi bilen yaratıcımız bize din
gönderirken bi-zim bu fıtratımızı göz ardı etmiyor. Bizim fıtratımıza uygun bir
din, bir hayat programı gönderiyor. Bizim günah işleyebileceğimizi bilerek
günahtan kurtulma yollarını da bize gösteriyor.
Öyleyse asla unutmayalım ki
Rabbimiz bizi böyle sürekli bir günah psikozu altında ezilmekten kurtarıyor,
bize arınma yollarını, tevbe ve dönüş yollarını da gösteriyor.
Şu anda herkesin günahtan
kurtulma yolları açıktır. Eğer kul olarak biz bizi zarara götürecek, bizi
cehenneme götürecek bir hare-kette bulmuşsak hemen arkasından tevbe eder,
Rabbimize döner, bu yaptığımızdan pişman olur ve bir daha yapmamak üzere
yalvarır yakarırsak, Rabbimizin bağışlamasına teslim olursak, kesinlikle
bilelim ki Allah bizi affedecektir. Bu sadece Müslümanlar için değil top yekun
insanlık için bir lütuftur. İnsanlar, işledikleri günahlar ne olursa olsun, ne
kadar olursa olsun eğer ondan vazgeçip bir daha o günahlara dönmemek üzere
Allah’a yönelirlerse Allah’ı Ğafûr ve Rahîm bulacak-lardır. Ama kesinlikle
Allah’ın Ğafûr ve Rahîm oluşu da sizi aldatma-sın. Çünkü:
111. “Kim günah işlerse bunu ancak
kendi aleyhine yapmış olur. Allah bilendir,
Hakîm'dir.”
Kim bir kötülük yaparsa, kim bir günah
işlerse ancak kendi aleyhine işlemiştir. İşlediğinin cezasını çekecek, sonucuna
katlanacak olan kendisidir. Kötülük işleyen kişi kendi kendisine yazık
etmektedir. Kendi kendisini ateşe atmaktadır. Allah herkesin ne işlediğini, ne
niyet taşıdığını, yaptıklarına karşılık kendisine nasıl bir ceza vereceğini çok
iyi bilendir. Allah hikmet sahibidir, yaptığı her işi bir hikmetle yapandır ve
işlediklerinden ötürü günahkârları cezalandırması da Rabbi-mizin hikmeti
gereğidir.
112. “Kim yanılır veya suç işler de
sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, şüphesiz iftira etmiş, apaçık bir günah
yüklenmiş olur.”
Kim bir hata (Küçük günah) ya da büyük
bir günah işler de, sonra da işlediği bu suçu suçsuz, temiz bir kimsenin üzerine
atarsa muhakkak ki ona büyük bir iftira etmiş ve apaçık bir vebal, bir günah
yüklenmiş olur. Gerek yapmadığı bir günahla başkalarını suçlamak şeklinde,
gerekse kendi işlediği bir suçu, bir günahı başkalarının üzerine atmak şeklinde
olsun gerçekten bu büyük bir iftiradır. Adam kendisi bir suç işliyor, bir
hırsızlık yapıyor, sonra da kendisini temize çıkarabilmek için adâletten,
doğruluktan uzaklaşıyor ve onu suçsuz birisinin üzerine atıyor. Bu gerçekten
çok kötü bir şeydir. Toplumda işlenen bir suçun suçsuz birisinin üzerine
atılması, suçlunun suçsuz, suçsuzun da suçlu makamında görülmesi toplum içinde
tüm dengeleri alt üst edip, toplumu büyük bir kargaşaya sürükler.
Halbuki bir Müslümanın böyle bir
yola tevessül etmesi onun için en büyük bir kayıptır. Çünkü bir Müslüman kendi
aleyhine bile olsa, babasının, anasının, yakın akrabalarının, kavminin,
kabilesinin zararına bile çıksa verdiği hükümlerinde doğruluktan, haktan,
adâletten ayrılmaması gerekmektedir. Önceki âyetlerde demeye çalışmıştım, bir
Müslüman karşısındaki bir yahudi bile olsa, bir hıristiyan, bir dinsiz, bir
ateist bile olsa vereceği hükmünde haktan ayrılmaması gerekiyor.
Ama bakın ki Müslüman olduğunu,
Allah ve Resûlüne itaat ettiğini söyleyen bir adam ve onun kavmi işlediği
hırsızlık suçunu o suçla ilgisi olmayan suçsuz bir yahudi’nin üzerine atarak,
ırkçılık zihniye-tiyle peygambere yanlış beyanlarda bulunarak peygamberi
yanıltma ve suçsuz birisinin suçluluğuna hükmetmesine sebep olmaya
çalı-şıyorlardı.
113. “Ey Muhammed! Eğer sana Allah'ın
bol nîmeti ve rahmeti olmasaydı, onlardan birtakımı seni sapıtmağa çalışırdı.
Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar, sana da bir zarar
veremezler. Allah sana Kitab ve hikmet indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir.
Allah'ın sana olan nîmeti ne büyüktür.”
Eğer Allah’ın lütfuyla sana vahiy
göndererek seni bilgilendirme nîmeti olmasaydı, rahmetiyle Rabbin seni
korumasaydı o hainlerden bir grup seni saptırmış gitmişti. Halbuki Allah’ın sana
rahmeti ve seni koruması karşısında o hainler kendilerinden başkasını saptırıp
kandıramaz. Sen Allah’a dayandığın sürece, senin hareket noktan vahiy ol-duğu
sürece, sen insanlar arasında Allah’ın kitabıyla hükmettiğin sürece kimse seni
saptıramaz. Onlar sana hiçbir zarar veremezler. Çün-kü Allah sana kitabı ve
hikmeti indirmiş ve sana bilmediklerini öğret-miştir. Rabbinin sana olan
lütufları pek çoktur.
Allah’ın Resûlü insanların arasında
hükmediyordu. Ama bili-yoruz ki Allah’ın Resûlü bir insandı ve gaybı da
bilmiyordu. Allah’ın Resûlü kalplerden geçenleri bilmez ki. O ancak zâhire göre
hükmeder, davacılara göre, davacıların beyanlarına göre hüküm verirdi. Kendisi
de ısrarla bunu söylüyordu. Ey Müslümanlar eğer ben sizin hakkınızda bir hüküm
verirsem bu sizin bana getirdiğiniz bilgiler ve beyanlar doğrultusunda
olacaktır. Ben hiçbir zaman sizin getirdiğiniz bilgilerin dışına çıkarak,
içlerinizde sakladıklarınıza muttali olarak hüküm veremem. Ben böyle bir
yetkiye sahip değilim. Binaenaleyh davalaştığınız ve benden hüküm istediğiniz
konularda bana doğru bilgiler getirin diyordu. Haklı olarak Allah’ın Resûlü
gaybı bilmediği için, işin arka planını bilmediği için kendisine gelen davalı ve
davacıların ifadeleri neyse ona göre hükmünü veriyordu.
Nitekim İmam Buhârî’nin rivâyet ettiği
bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Şunu iyi biliniz ki ben bir
insanım. Sizin aranızda sizden işittiğime göre hüküm veririm. Olabilir ki sizden
biriniz kendi delilini karşısındakinden daha iyi bir şekilde açıklar ve ben de
onun lehine hüküm verebilirim. Her kime bir Müslümanın hakkını hükmedip vermiş
olursam bilesiniz ki o ateşten bir parçadır. İster onu yüklenip gitsin, isterse
onu bıraksın.”
Öyleyse buradan şunu anlıyoruz ki
davalı ve davacı kendisine gelerek aralarında hüküm verdiği konularda Allah’ın
Resûlü asla sorumlu değildir. Onların yanlış beyanlarına göre verilen hükümden
sorumlu olanlar o beyan sahipleridir. İfadelerindeki yanlışlık ve
yamukluklardan Rasulullah değil kendileri sorumlu olacaklardır. Öte âlemde bu
yanlış beyanlarının cezasını çekeceklerdir. Ama bakın bu dünyada da Rabbimiz
böyle bir hırsızlık olayında insanların verdikleri yanlış beyanlarla Rasulullah
Efendimizin bir yanılgı içine düşerek, yanlış bir hüküm vererek suçsuz olan bir
yahudi’yi suçlandırma durumuna düş-mekten koruyuverdi. Irkçılık yaparak onu
yanıltmak isteyenlerin planlarına, komplolarına Allah fırsat vermedi. Rabbimiz
fazlıyla, rahmetiyle peygamberini bilgilendirerek, gönderdiği bu âyetleriyle
konuya müdahale ederek işi açığa çıkarıverdi.
Eğer Rabbimizin rahmeti ve lütfu
olmasaydı, eğer zamanında âyet göndererek bu konuda peygamberini uyarmasaydı,
komplocuların iç yüzlerini açıklamasaydı onlar verdikleri yamuk beyanlarıyla
suç-luyu suçsuz, suçsuzu da suçlu gösterecekler, sana da böylece hüküm
verdirecekler ve seni saptıracaklardı. Allah vahyiyle buna engel oldu.
Öyleyse insanlar her ne zamanki
Allah’ın vahyiyle hareket etmezler, Allah’ın kitabıyla hüküm vermezler, Allah’ın
kitabından habersiz hükümler vermeye başlarlarsa kesinlikle bilelim ki o
toplumda suçlular suçsuz, suçsuzlar da suçlu durumuna düşürüleceklerdir. Şu anda bunun en acı örneklerini
yaşıyoruz.
Ama bakın Allah’ın vahyi insanların
imdadına yetişti de onları bir yanlış karar vermekten kurtarıverdi Rabbimiz.
Peygamberini bir yanılgıya düşmekten kurtarıverdi Rabbimiz. Allah’ın kitabıyla
hareket ettiği sürece peygamber menfaatlerini ön plana çıkararak peygamberi
saptırmaya çalışanlara karşı peygamber her zaman korunmuştur. Eğer biz de her
işimizde, her kararımızda, her hükmümüzde Allah’ın vahyine müracaat edersek
bilelim ki biz de yanlışlara düşmekten Rabbimiz tarafından korunacağız demektir.
Allah sana kitabı ve hikmeti, kitabın pratikte nasıl uygulanacağını, hangi
âyetin hangi problemi nasıl çözeceğini, kitabın pratik hayatta nasıl
indirgeneceğini yâni sünneti vermiştir. Ve de Allah sana bilmediklerini
öğretmiştir. Bilgi tümüyle Allah’tandır. Bilginin kaynağı Allah’tır ve insana
bilmediğini öğreten odur.
114. “Ancak sadaka vermeyi yahut iyilik
yapmayı ve insanların arasını düzeltmeyi gözeten kimseler müstesna, onların
gizli toplantılarının çoğunda hayır yoktur. Bunları Allah'ın rızasını kazanmak
için yapana büyük ecir vereceğiz.”
Onların fısıltılarının, gizli gizli
konuşmalarının pek çoğunda hayır yoktur. O insanlar kendi kavimlerinden
birisinin işlediği suçu başkalarının üzerine atarak arkadaşlarını temize
çıkarmak için toplanıyorlar, hak hilafına komplolar kuruyorlar, kendilerince
birtakım hesap kitap içine giriyorlardı. Rabbimiz buyuruyor ki bu adamların
böyle gece gizli gizli fesatçılık adına toplanıp başkaları üzerinde yaptıkları
konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Rabbimiz onların böyle gizli gizli
toplanarak, hile ve tuzaklar düşünerek, bu hırsızlık olayıyla alâkalı yanlış ve
düzmece beyanlar hazırlayarak, hile ve tuzaklar kurarak peygamberi saptırmaya
yönelik gerçekleştirdikleri bu toplantılarının hiçbirisinde hayır olmadığını
anlatıyor.
Dün peygamberi yanıltacak bu tür
toplantıları münâfıklar yapıyorlardı, şu anda da Müslümanların önünü tıkamak,
Müslümanların nefesini kesmek, Müslümanlara hayat hakkı tanımamak,
Müslümanların defterini dürmek, yeryüzünde, Allah’ın arzında Allah’ın
kullarının Allah’a kulluklarını engellemek, Müslümanlara Allah egemenliğinde
Müslümanca bir hayatı yasaklamak üzere şu anda da kâfir ve müşrik dünyada
yapılan tüm toplantıların hiçbirisinde hayır yoktur. Müslümanları yok etmek
üzere alınan kararların, düzenlenen komploların hiçbirisinde hayır yoktur.
Peki bunlarda hayır yoktur demek
ne demektir? Yâni bunların, bu toplantıların, bu birlikteliklerin, bu planların,
bu tuzakların hiçbirisi başarıya ulaşmayacaktır. Kâfirlerin Müslümanlara yönelik
tüm toplantıları, tüm plan ve programları boşa çıkacaktır. Bu toplantıların
hiçbirisi kâfirlere bir hayır getirmeyecektir. Bunların kendi kazdıkları
kuyuya kendilerinin düşeceğini ve Müslümanlara asla bir zarar
veremeyeceklerini anlatıyor Rabbimiz.
İnsanların gece ya da gündüz, gizli ya
da açık yaptıkları toplantılardan sadece şunların hayırlı olduğunu ve başarıya
ulaşacağını, diğerlerinden istisna ederek şöyle anlatıyor
Rabbimiz:
Ancak bir sadaka vermeyi, yahut bir
iyilik yapmayı, bir maruf gerçekleştirmeyi veya insanların arasını ıslah edip
düzeltmeyi emreden toplantılar başkadır. Bu üç işten başka sebeplerle toplanıp
gizlice konuşanların konuşmalarında hayır yoktur diyor Rabbimiz.
Bir toplantı ki o toplantının hedefi
bir sadaka gerçekleştirmek-se. Eğer bir toplantı da sadaka emrediliyorsa, yâni o
toplantıda tasdik ehli olmaya çağrıda bulunuluyorsa, gelin Allah’ı tasdik
edelim, gelin Allah’a iman iddialarımızda sadakat ehli olalım, gelin mallarımız
ve canlarımız konusunda Allah’ın söz sahipliğini kabullenelim, gelin daha iyi
Müslüman olalım, gelin bu hayatı Allah için yaşayalım, gelin Allah için
fedâkârlıkta bulunalım diyerek sadakaya, sadakate çağrının olduğu toplantılarda
hayır vardır, bu tür toplantılar ancak başarıya ulaşacaktır
bir.
Bir de hedefi marufu emretmek olan
toplantılar. Allah’ın güzel dediklerini, maruf dediklerini emretmek, Allah’ın
emirlerini hayata geçirmek, Allah’ın yasaları istikâmetinde hayatı düzenlemek,
Allah egemenliğinde bir hayata teşvik etmek, Müslümanları daha iyi
Müslümanlaştırmak, kâfirleri de Müslümanlığa dâvet etmek üzere yapılan
toplantılarda da hayır vardır, bereket vardır, Allah o toplantıları başarıya
ulaştıracaktır iki.
Bir üçüncüsü de, bir toplantı ki o
toplantı da insanların arasını ıslah, insanların arasını bulmak niyeti varsa
işte bu toplantıda da hayır vardır. Yâni eğer Müslüman bir toplumda insanlar
birbirlerine dargın hale gelmişlerse, insanlar birbirlerine karşı problemli bir
hale gelmişler, kardeşlik ilişkileri bozulmuş ve beraberlikleri birbirlerinin
cehennemine sebep olacak bir noktaya gelmişse, birbirlerine zulmetmeye
başlamışlarsa, kardeşlikleri zedelendiği için Allah’ın gazabını celp edecek bir
toplum yapısına dönüşmüşse toplumları o zaman onların aralarını ıslah ederek,
onlar arasında sulh ve barışı gerçekleş-tirecek bir toplantı yapılıyorsa işte
bu toplantı da başarıya ulaşacaktır.
Tabii sadece insanların kendi aralarını
bulup ıslah değil, aynı zamanda insanların Allah’la araları açılmışsa, Allah’ın
kitabıyla araları dargınlaşmışsa, peygambere küsmüşler ve ilgiyi kesmişlerse bu
konuda da arayı bulmak üzere yapılan toplantılar hayırlı ve bereketli
olacaktır.
Ama unutmayalım ki her kim de bunları
Allah için yaparsa ona büyük bir ecir verilecektir. Bu eylemler toplumda
yapılıyor ama Allah için ve Allah’ın gösterdiği ölçüler içinde yapılmıyorsa
bunlarda da hayır yoktur, bunlar da başarıya ulaşmayacaktır. İşte görüyoruz,
Müslümanlar arasında toplantılar yapılıyor, kararlar alınıyor, yığınlarla
sada-kalar, zekâtlar toplanıyor, aman şuraya şu kadar verelim, aman şu hizmeti
destekleyelim deniyor, milyarlarca para toplanıyor ama bu paralar Allah’ın
istediği yerlere Allah’ın istediği biçimde harcanmadığı için, hattâ kimi
zalimlerin el attıkları kurban derileri ve yardımlar Allah’ın istemediği bir
hayat programını toplumda egemen kılmak üzere kanalize ediliyor ve sonunda
hiçbir hayrı olmuyor.
Sadakalar Allah’ın istediği yerlerde
harcanmak üzere olacak, maruf da Allah’ın dini olacak. Maruf diye insanlara
emredilenler Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti değilse, falanların
kitaplarını, filanların sözlerini insanlara anlatmak üzere toplantılar
yapılıyorsa bunların da hayrı olmayacaktır, olmamaktadır işte
görüyoruz.
Sulh da her şeyden önce Allah’la
olacaktır. Allah’la barışmadan, Allah’ın kitabıyla barışmadan, Allah’ın
elçisinin sünnetiyle barışık bir duruma gelmeden, Allah’ın diniyle aramızı ıslah
etmeden, dinle, kitap ve sünnetle aramızdaki ayrılığı kaldırmadan, küskünlüğe
son ver-meden, insanları ilk önce buna dâvet etmeden sun’i beraberliklerin de
hiçbir değeri olmayacaktır.
Tirmizi’nin rivâyet ettiği bir
hadislerinde Rasulullah Efendimiz şöyle buyurur:
“Ademoğlunun Allah’ı zikretmesi, marufu
emredip münkerden nehy etmesi hariç tüm sözleri
aleyhinedir.”
Yine bir başka hadislerinde
Allah’ın Resûlü şöyle buyurmaktadır.
“Oruçtan, namazdan ve sadakadan
daha hayırlı amel insanların arasını düzeltmektir”
İnsanların gerek birbirleriyle
aralarını ıslah edip düzeltmek, gerekse Allah’la aralarını düzeltmek çok
hayırlıdır. Tabi unutmayacağız ki Allah ile arası bozuk olanların insanlarla
aralarının iyi olması mümkün değildir. Allah’la barışık olmayanların insanlarla
barışık olmaları kesinlikle mümkün değildir. Öyleyse önce insanları Allah’la
barışık ve tanışık hale getirmeye çalışacağız. İnsanları Allah’ın kitabı ve
elçisinin sünnetiyle tanıştıracağız ki kendi aralarında barış sağlansın.
115. “Doğru yol kendisine apaçık belli
olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan
kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş
yeridir!”
Kim kendisine dosdoğru yol belli
edildikten sonra yâni kitap sünnet, Allah’tan gelen ilim ve hikmet kendisine
ulaştıktan sonra peygambere karşı gelir, Allah ve Resûlüne, Allah’ın kitabına
ve peygamberinin sünnetine muhalefet eder ve mü’minlerin yolundan başka bir
yola uyarsa, Rasul ve mü’minlerin üzerinde oldukları sırat-ı müstakimi terk eder
ve başka başka yollara tabi olursa biz onu döndüğü tarafa çevirir, kendisinin
dost kabul ettiklerini ona dost yapar, onu onların kucağına terk eder, velî
bildiklerine onu kul köle yapar ve onu cehenneme basıp yaslayıveririz. Evet
peygamberin ve mü’minlerin yolu olan İlamdan vazgeçip onun dışında seçtiği yolu
ona açarız da sonunda onu cehenneme yuvarlayıveririz. Ne kötü bir dönüş yeridir
o cehennem? İşte o hain tu’me Allah tarafından suçluluğu açığa çıkarılınca
peygambere düşman kesilip Mekke’deki müşriklere katılarak peygamber aleyhinde
düşmanlığa dönüverdi.
Şak, şikak, şaklanmak, ayrılmak,
parçalanmak anlamlarına gelmektedir. Peygamberden ve onun yolundan ayrılmak,
parçalanmak demektir. Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki peygambere muhalefet
Allah’a muhalefettir. Peygambere karşı gelen Allah’a karşı gelmiş demektir.
Yine anlıyoruz ki Rasulullah’a muhalefet müminlerin yoluna muhalefettir.
Müminlerin yolunu reddetmek de Rasulullah’ı reddetmek anlamına
gelmektedir.
116. “Allah kendisine ortak koşulmasını
elbette ba-ğışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan
kimse derin bir sapıklığa sapmış olur.”
Şüphesiz ki Allah şirki,
kendisine ortak koşulmayı asla bağış-lamaz, bundan başkasını dilediği kimse için
bağışlar. Aynı sûrenin 48. âyetinde de aynı konuyu anlatmıştı Rabbimiz. Her iki
âyetten de anlı-yoruz ki Rabbimiz kendisine şirk koşulmasını asla affetmiyor.
Rabbi-mizin asla affetmediği, affetmeyeceği günah küfür ve şirktir. Küfrün ve
şirkin dışındaki günahları kullarından dilediğine affedeceğini anlatıyor
Rabbimiz. Evet her kim Allah’a şirk koşarsa artık o haktan, hidâyetten, İslâm
yolundan çok uzak, çok derin bir sapıklığa düşmüştür. Dünya ve âhiretini
yitirmiş, berbat etmiştir.
Küfür ve şirkin affedilmeyeceği
anlatılıyor. Ama tabii Kur’an’ın başka âyetlerinde küfür ve şirkin de şu şartla
affedileceğinin anlatıldığını görüyoruz. Küfür ve şirk içinde bir hayat yaşayan
kişi eğer böyle bir hayattan vazgeçer, tevbe eder, İslâm’a döner, Rabbine
yönelir ve onun istediği bir hayatı yaşamaya başlarsa işte o zaman Allah da onun
küfür ve şirk günahlarını affedecektir. Yâni şu anda ve her zaman insanların
dönüş imkânları vardır, tevbe imkânları mevcuttur. Ama önlerinde böyle bir dönüş
imkânları varken bir kimse bu fırsatı kullanmayarak, Allah’ın kendisi için
açtığı bu rahmet kapısından istifade etmeyerek küfür ve şirk içinde ölüp
giderse, kâfir ve müşrik olarak Allah’ın huzuruna gelirse, Allah’ın razı
olmadığı bir hayat yaşamış olarak huzura çıkarsa artık Allah onu
affetmeyecektir.
117. “Onlar Allah'ı bırakıp tanrıçalara
taparlar, ve onlar inatçı şeytandan başkasına dua edip
tapınmıyorlar”
Müşrikler Allah’a kulluğu bırakırlar da
dişilere dua ederler, di-şilere ibâdet ederler. Kadınlara, kancıklara taparlar
onlar. Yâni şeh-vetlerini putlaştırırlar. Aslında bu adamlar kendi nefislerine,
kendi he-vâ ve heveslerine tapınmaktadırlar. Müşriklerin hayatında hâkim güç,
kadınlar ve şehvetleridir. Müşrikler için şehvet ve ona hitap eden kadınlar her
şeydir. Şehvetlerini tatmin ettiği için bir bakarsınız kadınlara öylesine değer
verirler ki, ama bir de bakarsınız ki o değer verip tanrılaştırdıkları kadın
rezil, rüsva, perişan, pespaye bir hayatın içindedir. Tanrılaştırdıkları kadını
çok kötü bir yaşantının içine atmışlardır.
Aslında onların
tanrılaştırdıkları şu hayatta yaşayan kadın cinsinin bizzat kendisi değildir.
Onların değer verip tanrılaştırdıkları kadının kendisi değil hayalidir. Kadının
hayaline tapınırlar onlar. Tüm hayatlarında bu kadın hayali vardır. Reklamlarda
o hayali kadın vardır, dâvetlerinde o vardır, çağrılarında hep o vardır.
Şehvetlerini tahrik eden o güzel görünümüyle, o cazip fiziğiyle, o çekici
sesiyle o hayali kadın insanlığın tanrılığı rolünde onlara bir şeyler verirken,
insanların gözlerinde, gönüllerinde taht kurarken ama beri tarafta hayatta
yaşayan gerçek kadınlarda o hayali kadındaki büyüleyici güzelliği, o endamı, o
şen şakraklığı, o zevk ü sefayı bulamadıkları için o kadınlar erkekleri
tarafından ezilmeyi, kötülenmeyi, horlanmayı, itilip kakılmayı hak etmiş bir
konuma indirgenmektedirler.
Adamların değer verip
tanrılaştırdıkları kendi kadınları değil hayallerinde yaşattıkları kadınlardır.
Çünkü işte görüyoruz, kadını putlaştıran, kadınlara çok büyük değerler
verdiklerini iddia eden şu müşrik dünyanın, şu yahudi ve hıristiyan dünyanın
aynı zamanda değer verdiklerini iddia ettikleri kadını sosyal hayatta evinden,
ailesinden kopararak en değersiz, en basit işlerde çalıştırarak onu ne hale
düşürdüğünü görmekteyiz değil mi? Bu işin en üst düzeyde uygulandığı ülkelere
bir göz atın. Kadın her şeydir, kadın değerlidir, kadına hak verilmelidir, kadın
hakları alınmalıdır, verilmelidir, kadın erkeğe eşit ol-malıdır, hattâ erkekten
daha üstün bir konumda olmalıdır diye nara a-tan bu müşrik dünya içinde
erkeklerden daha az bir ücretle, çok kötü şartlar altında çalıştırılanlar
kadınlar değil midir? İşyerlerinde alın terleri istismar edilenler kadınlar
değil midir? Erkeklerin ekonomik ve cinsel sömürülerine mahkûm edilenler
kadınlar değil midir?
Görünürde kadınları putlaştıran,
kadınları tanrılaştıran, kadınlara kutsiyet izafe eden şu küfür sistemlerinin
arka planında evini, sıcak yuvasını, çocuklarını, huzurunu, mutluluğunu,
kadınlığını, namusunu, iffetini, şahsiyetini, her şeyini kaybedenler kadınlar
değil midir? Aslî özelliğinden, fıtrî özelliğinden, çocuk doğurma özelliğinden,
bir tek kocaya ve çocuklarına işleyecek fıtrî sevgisinden mahrum edilen kadın
değil midir? Allah’ın kadına yerleştirdiği çocuk doğurma, ana olma ve çocuğuna
şefkatle yönelme özelliğini kadının elinden aldınız mı onu çok kötü bir buhranın
içine attınız demektir. Rubûbiyetin tekliği gerçeğinden hareketle; Rabbimizin
fıtrat gereği, kadına yerleştirdiği tek bir kocaya ait olma, tek bir kocaya
karşı sevgisini yöneltme özelliğini elinden alıp da onu değişik erkeklerin,
değişik kocaların emrine verdiniz mi onu dayanılmaz ıstırapların içine attınız,
işkenceye götürdünüz demektir.
Bir de utanmadan kadına hak
verdiklerini, kadını en iyi bir yere oturttuklarını söylüyorlar. Bu mu kadına
hak vermek? O kadınların fıtratlarını bozduktan sonra, ruhlarını, benliklerini,
şahsiyetlerini öldürdükten sonra nasıl hak vermiş, nasıl tanrılaştırmış
oluyorsunuz o kadınları? Evet tanrıdır onların gözünde kadın, ama o erkeğin
emrine girerse tanrıdır, ona hizmet ederse tanrıdır, onun zevkine hizmet ederse
tanrıdır, onun şehvetine teslim olursa tanrıdır, onun acımasız ve helâl olmayan
şehevi arzularına teslim olup boyun bükerse tanrıdır.
Allah’ın yasalarına göre evinin ve
çocuklarının efendisi olarak evlerinde kocalarıyla mutlu bir hayat yaşamaları
gerekirken, kocaları tarafından her türlü cinsel ve ekonomik ihtiyaçları
karşılanarak sükûnete kavuşturulmaları gerekirken evlerinden, sıcak
yuvalarından koparılıp bedenlerinin zayıflığına, ruhlarının inceliğine
bakılmadan en zor işlerde, en kötü şartlar altında ve en ucuz bir ücretle
işyerlerine sokulmaları onlara hak vermek midir? Onların kanlarını, iliklerini,
cinsiyetlerini sömürmeye siz hak mı diyorsunuz? Onları göz zevklerinize hitap
edecek bir konuma indirgemeyi, reklam aracı olarak kullanmayı, güzelliğini,
fiziğini, vücudunu, sesini ranta çevirmeyi onlara hak vermek mi
zannediyorsunuz?
Hayır hayır, bunların hiçbirisi
kadına hak vermek, kadına değer vermek değildir. Bunlar sadece kadınları
menfaatlerine, zevklerine, şehvetlerine esir etmektir. Bu müşrik sistemlerin
tamamında hakkı yenen kadınlardır. Kavgada hakkı yenenler kadınlardır, mîrasta
hakkı yenen kadınlardır, siyasî hayatta hakkı yenen kadınlardır, ekonomik
hayatta hakkı yenen, eğitim hayatında hakkı yenen, mehirde evlilik hayatında
hakkı yenen kadınlardır ve hiçbir zaman İslâm’ın dışında kadınlara bir hak
tanınması mümkün değildir.
İşte görüyoruz, kadınları
tanrılaştırdıklarını iddia eden, kadın haklarının savunuculuğunu yapan kâfir ve
müşrik dünyanın müşrik sistemlerinin arka planında ezilen, horlanan, çok kötü
bir duruma düşürülen kadınlar uyanıp ta istismar edilen haklarını koparma
kavgası verirlerken çeşitli söylevlerde bulunuyorlar. Kendi dünyalarının
problemlerini gündeme getirerek kullandıkları bu söylevlerini ne gariptir ki
bizimkiler de kullanmaya çalışıyorlar. İslâm toplumunun böyle bir problemi
olmamasına rağmen İslâm toplumunun her konuda hıristi-yanları ve yahudileri
takip eden bir kesimi sanki Müslümanlar arasında da küfür ve şirk dünyanın
problemleri varmış gibi, sanki Kur’an ka-dınlara hak vermiyormuş gibi, sanki
İslâm kadınları eziyormuş gibi ön-ce erkekler sonra da kadınlar kadın
haklarından söz etmeye başladılar. Efendim kadın hakları, işte kadınlara
hakları verilmiyor, verilmesi gerekir, kadınlar erkeklerin egemenliği altında
ezilmektedirler, sömürülmektedirler vs, vs batı ağzıyla batının sözlerini
söylemeye çalışıyorlar.
Halbuki İslâm kadını erkeğin
riyasetinde bir hayata mahkûm ederken, İslâm kadına evinin efendisi olarak çocuk
doğurma gibi bir görev yüklerken, çocuklarının eğiticisi olarak onu cennetle
müjdelerken, kocasına, kocasının meşru dairedeki isteklerine itaati Allah’a
itaatle eş değerde tutarken aslında kadına en büyük değeri vermiştir. İslâm
kadını çalışmaya mecbur tutmayarak, kadının tüm ekonomik gereksinimlerini kocaya
yüklerken kadına en büyük hakkını vermiştir. Ama zavallı Müslümanlar,
Müslümanlığın farkında olmadan, dinlerinin kendilerine verdiği değeri anlamadan
hıristiyan ve yahudi şirk dünyasının etkisi altında bir hayat yaşamaya
yöneldikleri için İslâm’ın kadına tanıdığı hakların ötesinde sanki bu kâfirler
yeni haklar bulacaklarmış gibi bir kavganın içine
giriyorlar.
Halbuki bizim dinimizde kadın ve erkek
dünyanın iki ayrılmaz parçasıdır. Kadın da erkek de birbirlerini tamamlayan bir
bütünün par-çasıdırlar. Kadın da erkek de Allah’ın yarattığı kullardır. Kadın da
erkek de tanrı olamazlar. Şeytan da tanrı olamaz. Eğer kadınlar da erkekler de
Allah’ın yarattığı kullar olarak Rablerinin kitabına dönerler, Rablerinin
kendilerine verdiği haklara ve hayata razı olurlar, Rasulul-lah Efendimizin aile
hayatını kendilerine örnek alabilirlerse o hayatta kadın da hakkını alacaktır,
erkek de hakkını bulacaktır. Her iki cins tarafından tek tanrı, tek İlâh, tek
Rab Allah kabul edilecek, her iki cins de aynı Rabbe boyun büküp, aynı İlâhın
yasaları istikâmetinde biri diğerinin tanrılığı kulluğu altında ezilmeden,
Allah’tan başka hayatta hiçbir varlık rubûbiyet makamında görülmeyecek, kadına
ve erkeğe hakkını Allah verecek, kimse üzerine baskı kurmadan son derece âdil,
son derece dengeli ve mutlu bir hayat yaşayacaklar.
Bir de müşriklerin dişilere tapınışı,
onları tanrılaştırmaları güçsüzlere tapınmaları anlamınadır. Güçsüzleri
tanrılaştırıyorlar. Yâni müşrikler isterler ki tanrıları kendilerine etkin
olmasın, kendilerine hâkim olmasın da kendileri o tanrılara hâkim olsunlar.
İşte böyle kendilerine, kendi arzularına boyun eğebilecek güçsüz, yumuşak
varlıklardan seçerler tanrılarını. Yâni bunlar Allah’a kulluktan kurtulup kendi
şehvetlerine, kendi hevâ ve heveslerine tapınmak istiyorlar. Keyiflerinin
istediği gibi sorumsuz ve sınırsızca bir hayat yaşamak istiyorlar.
Çünkü bakıyoruz bu adamlar
Allah’tan başka kendilerinin İlâhları olduklarını iddia ettikleri kimseleri de
kendileri seçiyorlar. Seçtiklerini istedikleri gibi yönlendirebileceklerini
bildikleri için seçiyorlar. Seçtiklerine bizi şöyle şöyle idare ederseniz sizi
seçeriz, değilse sizi seçmeyiz diyebildikleri için seçiyorlar. Bizden şunları
şunları istemeyeceksiniz! Bizi şu şu sorumluluklar altına almayacaksınız!
Bizden namaz gibi, zekât gibi, tesettür gibi ağır sorumluluklar
istemeyeceksiniz! İçki gibi, kumar gibi, fâiz gibi, zina gibi bizim alışık
olduğumuz şeyleri bizim için yasaklamayacaksınız! Bize lüks ve müreffeh bir
hayat sağlayacaksınız! Biz ne istersek, nasıl bir hayata razıysak onu
sağlayacaksınız! Eğer bize bizim istediğimiz kanunları çıkarır, bizim
istediğimiz hayatı hazırlarsanız Rab olarak, İlâh olarak biz de sizleri seçeriz
diyebildikleri için onları seçebiliyorlar. Onları yönlendirebilecekleri,
şartlandırabilecekleri için onları seçiyorlar.
Allah’a bunu diyemeyecekleri
için, Allah’ı istedikleri gibi şart-landıramayacakları için Allah’ı Rab kabul
edemiyorlar. Her şeyi kendi arzularına ve kafalarına göre ayarlamak ve
düzenlemek istedikleri için, yâni kendi kendilerine tapınmak istedikleri için,
şehvetlerine tapınmak istedikleri için hayatlarından Allah’ı diskalifiye etmek
istiyorlar.
tamam İlâhlardan bir İlâh olarak
Allah’ı da dinleyelim, meselâ hayatımızın ibâdet bölümünde, ama öteki
bölümlerinde biraz nefes alabilmek için Allah’tan başkalarını da dinleyelim
diyorlar. Halbuki bu şirktir. Hayatı parçalamak ve hayatın bazı bölümlerinde
Allah’ı ama öteki bölümlerinde başkalarını dinlemek şirktir. Halbuki tevhid
kişinin hayatının tümünde Allah’a teslim olmasıdır.
Müşrikler güçsüzleri ya da dişileri
putlaştırırlar. Lat, Menat, Uzza hep dişi ismidir. Bu şehvetperestler dişiyi,
kadını putlaştırdıkları için her yerde dişi ararlar, bulamazlarsa oturdukları
mekânlara kadın resimleri asarlar. Her şeyde, sevecekleri değer verecekleri her
şeyde dişilik ararlar. Güneşi mi sevecekler, ona dişilik izafe ederler,
yıldızla-ra mı tapınacaklar, onlara dişilik hüviyeti kazandırırlar, melekleri
mi tanrılaştıracaklar, onlara dişilik karakteri kazandırırlar.
Ve böyle yapmakla onlar Allah’ı
bırakarak her türlü hayırdan ilişkisi kesilmiş, rahmetten uzaklaşmış inatçı
şeytana tapmaktadırlar. Çünkü bunu onlara yaptıran şeytandır. Allah sever gibi
kadınları sevenler, şehvetlerini Allah sevgisinin önüne geçirenler, hayatta
şehevi arzularından başka bir şey düşünmeyenler elbette şeytanın kulu kölesi
olacaklardır. Çünkü şeytanın insana yaklaşma yollarının en büyüğü şehvettir.
Müşrikler şeytana ibâdet ederler, şeytana tapınırlar. Arkadaşlar, ibâdet itaat
demektir. İtaat etmek de bir varlığın arzularını yerine getirmek, tevâzu
göstermek ve itiraz etmeksizin onun isteklerine boyun bükmek demektir.
Bakın Şuarâ sûresinin 22.
âyetinde Rabbimiz Firavunun İsrail oğullarını kendisine kul edindiğini anlatır.
Yâni Firavun İsrail oğullarını zorla kendi arzularına itaat ettirerek onları
kendisine kul edinmişti. Demek ki bir varlığın emirlerine itaat ona kulluk
mânâsına gelmektedir.
Yine Mâide
sûresinin 60. âyetinde de yeryüzünün en şerli insanlarının tâğutlara kulluk
edenler olduğunu anlatır. Allah’tan başkalarının emirlerine itaat ederek,
Allah’tan başkalarının yasalarını uygulayarak onlara kulluk yapanlar yeryüzünün
en kötü varlıklarıdır bu-yuruluyor.
Yâsîn
sûresinde de şeytana kulluk şöyle anlatılıyor:
“Ey insanoğulları! Ben size, şeytana
ibâdet etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru
yoldur, diye bildirmedim mi? "
(Yâsîn
60,61)
Yâsîn sûresinin bu âyetinde de şeytana
ibâdetten söz ediliyor. Rabbimiz diyor ki ey kullarım! Ben size şeytana ibâdet
etmeyin dememiş miydim? Peki acaba şeytana nasıl ibâdet edilir? Biz biliyoruz
ki yeryüzünde hiç kimse şeytana ibâdet etmez. Bütün insanlar tab’an fıtraten
ondan nefret ederler. Ama anlıyoruz ki burada kastedilen ibâdet, tapınma çok
açıktır ki ona itaat demektir. Şeytana itaat etmek, onun sözünü dinlemek,
fısıltılarına vesveselerine kulak vermek onun istediği şekilde hareket etmek ve
gösterdiği yoldan gitmek demektir.
Öyleyse şu okuduğum âyetlerin tümünde
anlatılan ibâdet bu varlıklara secde etmek bu varlıklara namaz kılmak demek
değil bu varlıkların arzularını yerine getirmek bu varlıkların emirlerini
dinlemek, bu varlıkların belirledikleri yasalar çerçevesinde hayatı düzenlemek,
bu varlıkları hayatta söz sahibi kabul etmek demektir.
Eğer bir kimse Allah’tan başkalarını
tanrılaştırır, Allah’tan başkalarını tanrı makamında görürse şirke düşmüştür.
Allah’tan başkalarını Allah makamına yükseltmek, onlara Allah’ın vermediği
hakkı vererek onları tanrılaştırmak şirktir ve bunu yapanlar da, kendilerine bu
tür şeylerin yapılmasına izin verenler de zalim ve müşriktirler. Meselâ her kim
ki babasını çok seviyor ve onu tanrı makamında görüyor, Allah’ın arzularına ters
düşen arzularını gerçekleştirme yoluna gidiyorsa o kişi müşriktir ve hem
kendisine hem de babasına zulmetmiş demektir.
Her kim ki karısını, anasını,
hocasını, şeyhini, liderini çok seviyor, onları tanrı makamında görüyor, onların
her arzusunu yerine getirmeden yana bir tavır sergiliyorsa hem kendisine hem de
onlara zul-meden bir müşrik konumuna düşmüş demektir. Öyleyse sevgilerimiz
Allah’a göre olmalıdır, nefretlerimiz, haklarımız hukuklarımız Allah’a göre
olmalıdır. Hayatı Allah’a göre değerlendirip Allah’ın istediği biçimde
yaşamalıyız. Her kim ki Allah’tan başka birilerini, kadınları, erkekleri,
şeytanı tanrı makamında görürse Allah ona lânet etmiştir. Tabi şeytan sadece
cinlerden değildir. İnsanların da şeytanları vardır. İşte Firavun gibi insanları
kendisine, kendi yasalarına kulluğa çağıran o insan şeytanlarına da o şeytanlara kulluk edenlere de Allah lânet
etmiştir. Bakın bundan sonraki âyetinde o lânete uğramış şeytanların durumunu
anlatacak Rabbimiz:
118.
“O şeytan ki Allah ona lânet etmiştir ve o da: “Elbette senin kullarından
belli bir pay alacağım” dedi”
Allah onu lânetlemiştir. Allah’ın
lânetine uğramış, Allah’ın rah-metinden, hayırdan uzaklaştırılmış olan şeytanın
ağzından onun in-sanlara oynayacağı oyunları anlatıyor Rabbimiz. Allah onu
lânetleyip rahmetinden kovunca, o da Allah üzerine yemin ederek şöyle dedi:
Muhakkak ki senin kullarından tespit edilmiş, bana ayrılmış, muayyen, bilinen,
takdir edilmiş bir hisse bir nasip alacağım, kendime se-çeceğim, kendime
edineceğim. Senin kullarından belli bir kesimi kendime kul köle edineceğim.
Onların hayatlarından, zamanlarından, sa’ylerinden, enerjilerinden, mallarından,
çocuklarından bir kısmını kendime edinip sahipleneceğim. Gerçekten bu şeytanın
büyük bir iddiasıdır. Hadis ulemâsının, meselâ onlardan Katade’nin beyanıyla bu
“Nasib-i Mefruz” insanların binde dokuz yüz doksan dokuzudur. İnsanların binde
dokuz yüz doksan dokuzuna sahipleneceğini söylüyor-du şeytan. Ve işte görüyoruz
ki yığınlarla insanlar Allah tarafından yaratıldıkları halde, varlıklarını
Allah’a borçlu oldukları ve Allah mülkünde bir hayat yaşadıkları halde Allah’ı
bırakıp şeytana kulluk etmektedirler. Bakın şeytan sözlerine devam ederek
insanlara karşı yapacaklarını şöylece anlatmaya devam
ediyor:
119:
“Onları mutlaka saptıracağım, onlara kuruntu kurduracağım, develerin
kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirmelerini
emredeceğim. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinen şüphesiz açıktan açığa kayba
uğramıştır.”
Onları mutlaka haktan saptıracak,
hidâyetten uzaklaştıracak, vesveseler vererek sana kulluktan koparacağım. Onları
kuruntuların, ümniyelerin, boş şeylerin, ham hayallerin, tulü emellerin, dipsiz
emellerin, sonsuz hedeflerin peşine takacağım.
Allah düşmanı şeytan diyor ki onları
kesinlikle saptıracağım. Yoldan çıkaracak, kitap ve sünnetten uzaklaştıracağım.
Onları olma-dık ümniyelerin, kuruntuların peşine takacağım. Hedefler
gösterece-ğim onlara. Bir hedefe ulaşınca, başka bir hedef, bir tepeyi aşınca
başka bir tepe çıkaracağım onların karşısına. İnsanın önünde yaşayacağı hayatı
cazip göstererek hayat içinde hayata sığmayacak hedefler gösterir. Şunları da
alman lâzım, şunlara da sahip olman lâzım, şunlara da ulaşman lâzım, şu
hedeflere de varman lâzım, şu tepeleri de aşman lâzım, şu şöhretlere, şu
alkışlara da sahip olman lâzım diyerek bir ömre sığmayacak hedefler gösterir ve
kişiyi Rabbine kulluktan uzaklaştırır. Dünya hayatını insanın gözünde biricik
hedef gösterir ve âhireti, hesabı, kitabı unutturur.
Tıpkı köylerdeki dolap
beygirlerinin boynuna takılan veya kar-şısına asılan yeşil bir ot gibi insanın
gözünün önünde dünyayı parlak ve cazip göstererek bir ömür boyu onun peşinde
koşturur. İstikbal en-dişesiyle onu mahveder. Önünde yaşayacağın yılların var.
Hayat için şunlar şunlar gereklidir diyerek istikbal endişesiyle âhireti
unutturur dünyaya bağlayıverir onu.
Alçak şeytan öyle diyor. İnsanları
geçici zevk ve eğlencelerin peşine takacağım. Müzik gibi, oyun gibi, akvaryumun
başında zaman öldürmek gibi, arabasının renginde elbise peşinde koşturmak gibi
onları boş şeylerin peşine takacağım. Dünyayı hiç bitmeyecek, ölümü hiç
gelmeyecekmiş gibi göstereceğim.
Ya da onların önüne reklamlar
vasıtasıyla öyle yeni teknolojik eşyalar ve malzemeler sunduracağım ki insanları
bunların peşine ta-kıp geleceklerini takside bağlatacak ve bir ömür boyu
bunların peşin-de koşturacağım. İnsanları âdeta ekonomik insan yapıp ödeme,
se-net, çek, borç dert peşinde sana kulluktan koparıp, senin kitabına ve
peygamberinin sünnetini tanımaya zaman bırakmayacağım. Böylece onlarda cennet
arzusu da cehennem korkusu da bırakmayacağım. Bunları onların gündemlerinden
çıkarıp sadece dünya düşünür hale getireceğim vs, vs.
Ve yine onlara emredeceğim, vesveseler
vereceğim de davarların, koyun, keçi, deve ve sığır cinsinden olan hayvanların
kulaklarını yardırıp doğratacağım. Yâni sen demediğin halde, sen onlara böyle
bir yasa koymadığın halde o hayvanların kimilerine helâl kimilerine haram,
kimilerine yenir kimilerine yenmez dedirteceğim. Senin kitabında belirlediğin
haramhelâl yasalarını bozduracağım. Seni değil beni dinler hale getireceğim
onları. Hayvanlarından kimilerini sana inat putlara
adattıracağım.
Şeytan egemenliği altında bir hayat
yaşayan müşrik dünyanın insanları diyorlar ki şu hayvanları bizim dilediğimizden başkalarının yemesi
yasaktır. Şu hayvanlara yaklaşmak yasaktır. Bunlara dokunmak, bunları
kullanmak, binmek, yaklaşmak, yemek, içmek yasaktır. Kendilerince, kendi
zuumlarınca, kendi ümniyelerince, kendi zanlarınca diyorlardı ki, bunları bizim
dilediklerimizin dışında hiç kimse yiyemez. Şu hayvanların sırtları, onların
sırtlarındakiler haram kılındı. Şu hayvanların üzerine de onların kesimi
esnasında Allah’ın adı anılamaz. Onlar kesilirken besmele çekilemez diyerek
Allah’a iftira ediyorlardı. Belki de şu anda yeryüzünde hayvan kesimini hoş
görmeyen adlarına Vegetarian mı ne deniyor? Et yemezlerin yaptığı da bu
mantıksızlıktır işte. İftiradır bunlar Allah’a. Allah böyle bir şey demediği
halde şeytanın telkinleriyle Allah adına koydukları bu kuralları Allah’a
onaylattırmaya çalışıyorlardı.
Şeytan egemenliğini kabul etmiş
müşriklerin hayatında bu tür şeyler sayılamayacak kadar çoktur. Kendilerince
yasa korlar, kendilerince haram belirlerler, kendilerince yasaklar koyarlar,
kendilerince iyi kötü belirlerler. Halbuki insanların böyle bir hakları yoktur.
İnsanların haram helâl belirleme iyi kötü belirleme yetkileri kesinlikle yoktur.
Bu hak ve yetki sadece Allah’a aittir. Bu yenir, bu yenmez. Bu içilir, bu
içilmez. Bu haram, bu helâl. Bu iyi, bu kötü, bu giyilir, bu giyilmez, bu
kullanılır, bu kullanılmaz deme hakkı sadece Allah’a aittir. Çünkü göklerin ve
yerlerin yaratıcısı Odur. Göktekiler ve yerdekilerin tümünün sahibi ve mâliki
O’dur. Mâlik Oysa mülkü üzerinde söz söyleme ve karar verme yetkisi de sadece
O’na aittir.
Kim ki Allah’ın mülkü üzerinde
Allah demediği halde bu haramdır, bu helâldir diyerek hüküm vermeye kalkışırsa
o Allah’a iftira ediyor ve şeytana kulluk ediyor demektir. İftirasının cezasını
da cehennemde Rabbimiz verecektir ona. Kendi varlıkları, kendi yaratılışları
üzerinde bile yetkileri, egemenlik hakları olmayan bu insanlar nasıl oluyor da
birbirlerine egemenlik iddiasında bulunarak Allah demediği halde haram helâl
sınırları belirlemeye kalkışıyorlar? Bunu anlamak gerçekten mümkün
değildir.
Yine müşrikler En’âm sûresinde
anlatıldığına göre şeytanın vesveseleriyle diyorlar ki şu hayvanların
karınlarında olanlar sadece erkeklerimize mahsus olup kadınlarımıza yasaktır.
Eğer hayvanların karınlarında olan yavrular sağ doğacak olurlarsa bu
kadınlarımıza yasaktır, yok eğer bu yavrular ölü doğacak olurlarsa o zaman
kadınlarımız da erkeklerimiz de birlikte ondan istifade edebilirler. Toplumda
egemen konumda olanlar diledikleri gibi hükmediyorlar. Görüyor musunuz
erkeklerin egemenliğini? Görüyor musunuz güçlülerin egemenliğini? Bu hayvanlar
toplumun bir kısmına helâl, ama bir kısmına haram. Güçlülere, egemen olanlara
helâl ama zayıf gördükleri kadınlara haram. Müşrik toplumların görüntüsüdür bu.
Eğer toplumda egemen güçler
erkeklerse yasayı kendi lehlerinde belirliyorlar. Yok eğer kadınlarsa bu sefer
de onlar kendi lehlerine yasa koyuyorlar. Eğer toplumda egemen güçler
hırsızlarsa bu sefer de yasa onların lehine işleyecektir. Homoseksüeller
egemense ya-sa onların lehine işleyecektir. Şeytana kulluk eden toplumların
vazgeçilmez hayatıdır bu.
İşte görüyoruz her gün ve her gece
büyük şeytanla el ele vermişler, çeşit, çeşit haram ve helâller belirlemeye
çalışıyorlar. Şunlar yenir bunlar yenmez! Şunlar giyilir bunlar giyilmemelidir!
Şunlar içilir bunların modası geçmiştir! Bu devirde şöyle yaşanır böyle
yaşanmaz! Şunlarsız olmaz! Bunlarsız hayat çekilmez! Şurada okunur burada
okunmaz! Şöyle kazanılır böyle harcanmaz! Şu meslekler seçilir! İnsanlar şöyle
yönetilir, bu devirde bu tür bir yönetim olmaz! Yönetime şunlar şunlar esas
alınır bunlar, bunlar alınmaz! Hukukun temel dinamikleri şunlardır, bunlar
hukuk yönünden kabul edilmez! Eğitimin ilkeleri şunlardır, bunların modası
geçmiştir gibi gece gündüz insanlara vahiyde bulunarak insanları Allah
ilkelerinden uzaklaştırmak istemektedirler. Tüm dertleri budur adamların.
İnsanları Allah’a kulluktan koparıp kendi yasalarına, kendi hevâ ve heveslerine
kul köle edinmek.
Onlara emredeceğim ve yaratılışı, senin
yaratışını, senin fıtratını değiştirteceğim. Senin kılık kıyafet yasana
müdahale edip kadınları soyup soğana çevireceğim. Kadını erkek, erkeği kadın
yerine koyduracağım. Kadınlara erkek, erkeklere de kadın rolünü oynatacağım.
Hıristiyan dünyada olduğu gibi kadınlara çocuk doğurmayı terk ettirerek analık
fıtratlarını, analık fonksiyonlarını değiştireceğim. Kadınları yaratılış
gâyesinden uzaklaştırıp erkeklerin cinsel arzularını tat-minde kullanılan bir
araç haline getireceğim. Erkek ve kadınların yaratılışlarını bozduracağım.
Estetik ameliyatlarla senin yaratışını bozduracağım. Kadınlara kaşlarını
yoldurarak, suratlarını boyattırarak, cinsiyetlerini değiştirerek, erkeklere
sakallarını, bıyıklarını kestirerek senin yaratışlarını bozduracağım.
Moda dedirteceğim, sanat dedirteceğim,
Medeniyet dedirteceğim, toplum dedirteceğim, âdetler dedirteceğim, devrimler
dedirteceğim ve en sonunda senin emrini çiğneyerek onları hayasızlaştıracağım.
Bir dönem onlar yaşadıkları gibi inanmaya, yaşadıkları gibi düşünmeye
başlayınca imanlarını, itikadlarını da kaybettirip cehenneme yuvarlanmaya lâyık
bir toplum haline getireceğim onları. Böyle bir milletin gideceği yer elbette
uydukları, tabi oldukları, adım adım kendisini takip ettikleri şeytanın
gideceği yerdir. Alçak maalesef ebedî yurduna pek çok müşteri buldu. Orada
kendisine arkadaşlık edecek, yalnızlığını giderecek pek çok avene buldu
kendisine.
Evet harama helâl, helâle haram
dedirteceğim. İyiye kötü, kötüye iyi dedirteceğim. Pislere temiz, temizlere pis
dedirteceğim. İyiyi, güzeli, temizi, helâli bıraktırıp kötülerin, pislerin
haramların peşine takacağım onları. Suyu kötü, içkiyi güzel göstereceğim.
Ticareti kötü, fâizi iyi göstereceğim. Nikâhı kötü, zinayı iyi göstereceğim.
Fahişeyi yıldız, namusluyu suçlu göstereceğim. Çıplaklığı iyi, tesettürü kötü
göstereceğim. Kâfirliği, küfrü, şirki iyi, Müslümanlığı kötü göstereceğim. Sana
kulluğu kötü, putlara kulluğu iyi göstereceğim. Senin yasalarını kötü,
insanların yasalarını iyi göstereceğim.
Onlara fıtratı, yaratılışı
değiştirteceğim. Her şeyin fonksiyonu-nu bozdurup değiştirteceğim. Ananın
fonksiyonunu, babanın fonksi-yonunu, hanımın fonksiyonunu, üzümün fonksiyonunu,
gecenin fonksiyonunu, gündüzün fonksiyonunu değiştirteceğim. İşte bu âyetten
anlıyoruz ki şeytan bize etkili oluyor da biz gecenin fonksiyonunu
değiştiriyoruz, gündüzün fonksiyonunu değiştiriyoruz, Kur’an’ın fonksi-yonunu,
sünnetin fonksiyonunu annenin fonksiyonunu, babanın fonksiyonunu değiştiriyoruz.
Paranın fonksiyonunu, altının gümüşün fonksiyonunu, taşın fonksiyonunu
değiştiriyoruz onu meyhane yapımında kullanıyoruz. Dilin fonksiyonu, gözün
fonksiyonunu, üzümün fonksiyonunu değiştiriyorlar insanlar da şarap yapmak üzere
kullanıyorlar. Bunlar hep şeytandandır ve yaratılış gâyesinin dışına çıkmadır.
İşte şu anda da Allah’ın dinlenmek için
yarattığı geceyi şeytanın fıtratı ve fonksiyonları bozdurması sebebiyle bakın
derste kullanıyoruz. Rabbimiz güneşi söndürüp yatın! dinlenmeye çekilin!
buyurduğu halde biz sahte güneşlerimizi yakıp Ona inat
ayaktayız.
Evet şeytan böyle böyle yapacağım diyor
ama şunu da hiçbir zaman unutmayalım ki bu alçağın hiçbir zaman kullar üzerinde
herhangi bir otoritesi, herhangi bir yaptırım gücü de yoktur. Çünkü Sâd
sûresinde Cenâb-ı Hak şeytanın şöyle de dediğini bize duyurur:
“Ben onların hepsini
saptıracağım, ama Halis Müminler müstesna”
Eğer halis müminseler ben onlara
hiçbir şey yapamayacağım. Öyleyse biz şeytanın iğvalarına, hilelerine karşı
halis mümin olmaya, yâni katışıksız vahiy mü'mini, Kur’an ve sünnet mü'mini
olmaya çalışacağız. Babamızdan böyle gördük diye değil, hocamızdan böyle duyduk
diye değil. Allah ve Resûlü böyle dedi, kitap ve sünnet böyle istedi diye. O
zaman şeytan bize bir şey yapamayacak. Allah’a inanan, Allah’la yol bulmaya
çalışan, sürekli Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünnetiyle beraber olan,
vahye sarılan, hayatını vahiyle düzenlemeye çalışan Allah’ın muttaki ve salih
kulları üzerinde onun da avenelerinin de hiç bir etkisi ve yetkisi yoktur. Bu
yüzden de onu ve avenesini bir şeymiş gibi gözlerimizde büyütmemize ve onlardan
korkmamıza da gerek yoktur. Şurası bir gerçek ki şeytan ve avenesinden korkan
onları bir şey zanneden Müslümanlar onlarla savaşı göze alamazlar. Allah korusun
o zaman Müslümanlar şeytan ve şeytani güçlerle savaş kapasitelerini
kaybederler.
Kim Allah’ı bırakıp ta şeytanı dost
edinirse, kim Allah’ın velâyetini terk eder de şeytanın velâyeti altına girer,
şeytanın kendisi adına aldığı kararları uygulama yoluna girerse muhakkak ki
apaçık bir zararın, bir kaybın, bir hüsranın içine düşmüş, dünyasını da
âhiretini de kaybetmiştir. Allah çağrısını bırakıp şeytan dâvetine icabet
edenler, Allah’ın hayat programından yüz çevirip şeytan kaynaklı bir hayat
yaşayanlar dünyada rezil bir hayatın adamı oldukları gibi, âhirette de cenneti
kaybetmiş kimselerdir. Çünkü:
120. “Şeytan onlara vaadediyor, onları
kuruntulara düşürüyor, ancak aldatmak için va’dde
bulunuyor.”
Şeytan onlara vaadediyor. Şeytan onları
olur olmaz şeylere çağırıyor. Onları olmadık kuruntulara çağırıyor. Sapıklık
yollarını süsleyerek onlara tozpembe gösteriyor. Süslediği bâtıl yollarla,
sapık yollarla onların başarıya ulaşacaklarını, zenginliğe ulaşacaklarını, kısa
yoldan köşeyi döneceklerini, ekonomik ve siyasal güce ulaşacakla-rını, cennete
ulaşacaklarını vaadediyor. Bütün bunlara ancak şu yollarla ulaşabilirsiniz
diyerek kendi yollarını süsleyip gösteriyor. Veya kimilerine de Allah da yoktur,
cennet de yoktur, öldükten sonra dirime de, hesap kitap da yoktur diyerek
vaadlerde bulunur. Ama:
O melun şeytan onlara gururdan başka
bir şey vaâdetmez. Sadece aldatır onları o hain. Şeytanın vesveselerine
kapılanlar sade-ce aldanmaktadırlar. Şeytandan ve onun aldatmalarından
korunma-nın yolu Allah’ı tanımaktan, Allah’ın kitabını tanımaktan ve o kitapta
Rabbimizin tanıttığı gibi şeytanı tanımaktan geçer. Allah’ı tanımayan, Allah’ın
kitabını tanımayan şeytanı da, onun vesveselerini ve aldatma yollarını da
tanıyamaz. Şeytanı tanımayan ondan korunamaz. Öyley-se Allah’ın kitabını
tanıyalım, Allah’ın kitabından şeytanı tanıyalım ve onun vartalarına düşmemeye
çalışalım inşallah. Unutmayalım ki:
121. “İşte onların varacağı yer
cehennemdir. Oradan, kaçacak yer de
bulamayacaklardır.”
Şeytanın ayartıp yoldan çıkardıklarının
tamamı cehenneme gidecektir. Oradan kaçıp kurtulacak bir yer de
bulamayacaklardır. Alçağın derdi de buydu zaten. O ebedî kalacağı müebbet azap
mahallinde kendisine dostlar arıyordu. Cehennemde kendisine arkadaş olabilecek
avene topluyordu hain.
122. “İnanıp yararlı işler yapanları,
Allah'ın gerçek bir sözü olarak, içinde temelli ve ebedî kalacakları, içinde
ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Allah'tan daha doğru sözlü kim
vardır?”
İman edip salih ameller işleyenlere
gelince, şeytana ve şeytan yollarına muhalefet ederek, Allah’a iman eden,
Allah’tan gelen hayat programına iman eden ve bu imanlarını da salih amellerle
hayatlarında görüntüleyen, hayatlarını imanlarıyla düzenleyen, iman kaynaklı
bir hayat yaşayan mü’minlere gelince biz onları zeminlerinden süt ırmakları,
bal ırmakları, su ve şarap ırmakları akıp giden cennetlere koyacağız ve üstelik
de hiçbir zaman kaybetmemek üzere ebediyen onlar orada yaşayıp gideceklerdir.
Ebediyen cenneti kuşanacaklar, hiç zeval bulmayacak nîmetleri kucaklayacaklardır
onlar.
Evet işte Allah’ın vaâdettikleri ve
işte şeytanın vaâdettikleri. İşte Allah’a kulluğun neticesi ve işte şeytana
kulluğun sonucu. Şeytan vaadediyor, vaadinde durmuyor, vaadinde yalancı çıkıyor,
Allah vaa-dediyor vaadinde sâdık çıkıyor. Allah’ın va’dinin sonunda cennet,
şeytanın vaadinin neticesinde cehennem çıkıyor. Buyurun hangi sonucu
istiyorsanız o yolu seçin. Cenneti istiyorsanız Allah yolunu, Allah’a kulluk
yolunu, cehennemi istiyorsanız şeytan yollarını tercih edin. Siz bilirsiniz, her
ikisini de tercih sizin elinizdedir ve tercihinizin âkıbetine katlanmak zorunda
kalacaksınız.
123. “Bu, sizin kuruntularınıza ve
kitab ehlinin kuruntularına göre değildir. Kim fenalık yaparsa cezasını görür,
kendisine Allah'tan başka ne dost ve ne de yardımcı
bulur.”
Yahudiler diyorlar ki biz Mûsâ (as) nın
yolundayız, biz cen-netliğiz, hıristiyanlar diyorlar ki biz Îsâ (as) nın
yolundayız ve cennetliğiz, Müslümanlar da diyorlar ki biz Muhammed (as) in
yolundayız ve cennetliğiz. Hayır hayır bu iş ne sizin kuruntularınıza,
arzularınıza, te-mennilerinize göredir, ne de ehl-i kitabın kuruntularıyladır.
Evet bu iş ne sizin kuruntularınıza, ne de ehl-i kitabın kuruntularına göre
değil-dir. Kim bir günah işlerse mutlaka cezasını görecektir. Kendisine
Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulunamaz. Dost bildik-lerinizin
işi bitmiştir, yardım edecek dediklerinizle aranıza engeller konulmuştur
artık.
Gerek yahudi, gerek hıristiyan gerekse
Müslüman kim bir günah işlerse, kim şirke düşerse ya dünyada, ya âhirette, ya
da her iki âlemde de mutlaka onun cezasını görür.
Ve kendisine Allah berisinde, Allah’tan
başka ne bir velî bulabilir ne de bir yardımcı.
124. “Erkek veya kadın, mü'min olarak,
kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar
zulmedilmez.”
Ama kadın ve erkek kim olursa olsun
mü’min olarak, Allah’a ve Allah’tan gelenlere Allah’ın istediği biçimde iman
etmiş olarak salih amel işlerse, yâni imanını sadece iddia planında bırakmayarak
salih amellerle ispat ederse, iman kaynaklı bir hayat yaşarsa, fıtratına
yaraşır amellere yönelir Allah’ın istediği hayatı yaşarsa işte onlar cennete
girecekler ve kıl kadar kendilerine bir haksızlık yapılmayacaktır. Kıl kadar
bile olsa yaptıkları boşa gitmeyecek, kendilerine asla zulmedilmeyecektir.
İşte Allah’ın değerlendirmesi. Az evvel
ehl-i kitabın değerlen-dirmesinden söz edilmişti. Onların değerlendirmeleri,
değer yargıları kuruntudan, boş hayalden başka bir şey değildir. Bakın cennetin
sahibinin değerlendirmesine göre ister kadın olsun, ister erkek, değil mi ki bir
kişi Müslüman, değil mi ki bir kişi imanından kaynaklanan salih ameller işliyor
ve Allah’ın gösterdiği bir hayatı yaşıyor, Rasulullah’ın örneklediği bir hayatı
yaşıyor o mutlaka cennete gidecektir. Ona en ufak bir haksızlık
yapılmayacaktır. İşte kadına hak vermek budur, işte erkeğe hak vermek budur.
Kadını ve erkeği Allah’a Allah’ın istediği imandan, Allah’a Allah’ın istediği
kulluktan, Allah’ın istediği hayattan uzaklaştırdınız mı, cennet yolundan
koparıp cehenneme abone yaptınız mı onlara hak vermiş değil, en meşru haklarını
ellerinden almış ve onara hayatta en büyük zulmü işlemiş olursunuz. Öyle değil
mi? Onları ebedî cehenneme gönderdikten sonra ne hak vereceksiniz de
dünyada?
125. “İyilik yaparak kendisini Allah'a
teslim edip, hakka yönelen İbrahim'in dinine uyandan, din bakımından daha iyi
kim olabilir? Allah İbrahim'i dost edinmişti.”
Kendini Allah’a teslim edip Müslüman
olan, yüzünü Allah’a döndürüp teslim olan ve de hanif olarak İbrahim’in dinine
tabi olan kimseden daha güzel dinli, daha güzel din sahibi var mı? Aklı işin
içine karıştırmadan Allah’ın arzularına, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet
eden, bozulmamış bir fıtratla Allah’a kulluğu yönelen İbrahim’in yoluna giren
bir kişiden daha doğru yolda olan kim vardır. Yâni Müs-lümanın dininden daha
güzel din, Müslümanın hayat programından daha güzel hayat programı, Müslümanın
yolundan daha güzel yol var mı? Müslümanın yaşantısından daha güzel bir yaşantı
var mı? Tüm varlıkların efendisi olarak Allah’a kulluk şerefine ermiş bir
Müslümanın şahsiyetinden daha güzel şahsiyet var mı? Böyle bir müslümanın
hayatından daha güzel, daha nezih bir hayat var mı?
Her kim ki yüzünü Allah’a çevirip
teslim eder, Allah için yüzünü lekeden salim tutar, nefsini şirkten temizleyerek
ihlâs ve samimiyetle Allah’a yönelirse. Yâni yüz aklığı ve alın temizliği içinde
Allah’a yönelirse. Peki yüz aklığı ve alın temizliği ne demek? Yüz aklığı ve
alın te-mizliği kişinin içinin ve dışının, niyetinin ve amelinin temizliği
demektir. Niyet temiz olacak, amel de temiz olacak. Bunlardan birisinin
bozukluğu neticenin bozukluğu anlamına gelecektir. Meselâ amel güzel bir amel,
ama niyet Allah için değilse, ya da niyet Allah için ama amel sünnette yeri
olmayan bir amelse yine netice bozuk olacaktır.
Yâni her kim ki içiyle, dışıyla
Allah’a yönelir, yâni tüm hayatını Allah’a teslim ederse, Allah için hayat
yaşamayı kendisine temel prensip bilir, hayatının tümünde Allah’ın kulu olmaya
karar verirse, iradesini Allah’a eslim ederek Allah’ın seçimini kendisi için
seçim kabul eder, yâni hayatının tümünde Müslüman olursa.
"Ve de bu halinde muhsin
olursa."
Yâni hayatının tümünde Allah’ı
görmediği halde onu görüyormuşçasına Allah’ın huzurunda olduğunun şuurunda
bulunursa, her anının Allah’ın kontrolü altında olduğunu bilir ve böylece
yaptıklarını Allah için yapar ve Allah’a lâyık olarak yaparsa böyle bir hayat
yaşar-sa, Allah kontrolünde olduğunun bilincine ererse ve
de:
Bir de Hanif olan İbrahim’in milletine,
Allah’ın kendisine dost edindiği İbrahim’in dinine, İbrahim’in yoluna, Hanif
olarak tabi olursa işte en doğru yolda olan, en güzel dinli olan odur. O Allah
İbrahim’i halil, dost edinmiştir. Allah’ın dostu olan, Allah’ın sevgisine,
rahmetine hak kazanmış olan İbrahim (as) in dininde, yolunda olan, onun yoluna
tabi olup Müslüman olan, tıpkı İbrahim (a.s) gibi gecesinde, gündüzünde Allah’a
teslim olan, yâni Müslüman olan ve bu Müslümanlığını da teslimiyetini de
muhsince, Allah’ı görüyormuşçasına kulluğuyla sürdüren, iradesini, aklını,
fikrini, kalbini, işini, aşını tüm varlığını Allah’a teslim eden, Allah’ın
zatına teslim eden, Allah’ın varlığına kendisini bağımlı kılan, Allah’ın
seçimini kendisi için seçim bilen kimseden daha güzel bir din sahibi olabilir
mi?
Evet,
Rabbimiz İbrahim aleyhisselâmı kendisine Halil edinmiştir. Bu konunun gündemi
bana Riyazus Salihîn’de rivayet edilen peygamber efendimizin bir hadsini
hatırlattı. Bakın hadislerinde Resûl aleyhisselâm buyurur ki; “Kişi dostunun
dinindedir. Öyleyse sizden bi-riniz dost edineceği kimseye dikkat etsin” Yani
kiminle dost olduğunuza, kiminle dostluk kurduğunuza bir bakıverin, bir nezaret
ediverin.
Bu
“Halil” kelimesinden dolayı İbrahim aleyhisselâmı hatırlamamak mümkün değildir.
Halil mi, önce İbrahim aleyhisselâm akla gelir. Kim halîl ittihaz edinmiş onu?
Allah. Allah’ın Halil ittihaz edindiği İbrahim aleyhisselâmı düşüneceksiniz. O
zaman söyleyin, kendi kendinize söyleyin, hiç kimse yokken aynada kendi
kendinize bakarak söyleyin, utanmadan, başınızı önünüze eğmeyerek söyleyin,
mertçe söyleyin, hatanızı, yanlışınızı bilerek söyleyin, siz kimin dini
üzeresiniz? En çok sevdiğiniz, darıltmaya kıyamadığınız, ayrılığına
dayanamadığınız, üzerim diye titrediğiniz, tüm gayretinizi kendisini memnun
etmeye teksif ettiğiniz halîliniz, dostunuz kim sizin? Yâni Allah’ın peygamberi
bu manada size halil olmaya, dost olmaya yeterli değil miydi de başka dostlar
edindiniz? Bacanağınız, enişteniz, damadınız, amca oğlunuz, müşteriniz,
satıcınız, dost adam, can adam, baba adam dediğiniz insanlar mı? Dikkat edin,
bilesiniz ki siz onların dini üzeresiniz. Söyleyin, sizin dininizle onlarınki
aynı şeyler mi? Kim sizin halîliniz? Kimin dini üzeresiniz?
Hakaret
etmek için din anlatılmayacağını biliyorum. Ama siz o dostunuz gibi namaz
kılıyorsunuz değil mi? O cami meraklısı olmadığı için siz de gitmemeye
başladınız değil mi? Yâni namazda bile öyle değil mi? Sadece namaz, abdest
değil, biliyorsunuz din, bir hayat programıdır. Peki siz giyim kuşam konusunda
kime benziyorsunuz? Kim gibi davranıyorsunuz? Kiminle berabersiniz? Yeme içme
konusunda kimi dost edinmişsiniz? Veya kendinizin, çocuklarınızın,
hanımlarınızın eğitimi konusunda kimin peşi sıra gitmeye
çalışıyorsunuz?
Yâni
eğer insanlar dostlarının, dost bildiklerinin dini üzereyse, eşya anlayışları,
kazanma harcama anlayışları, ihtiyaç anlayışı, dert ve sıkıntı anlayışı, şifa ve
arama anlayışı hepsi o dostunun mantığına göre olacaksa, peki o zaman siz kimi,
kimleri dost edindiniz? Kime benzemeye, kimi örnek almaya çalışıyorsunuz? Bir
bakıverin bakalım diyor efendimiz. Çünkü yarın bu konuda hesaba çekileceksiniz.
Hani; “arkadaşını söyle, sana senin kim olduğunu söyleyeyim” diye bir söz
vardır. Ben bu sözü buradan kaynaklanır anlamıyla kabul ediyorum. Öyle değil mi?
Yâni insanlar arkadaşları gibi değiller mi? Peki ama benzemiyorlarsa? O
namazsız, o ibadetsiz, o içkiden, o kumardan, o zinadan yanaysa o zaman neden
senin arkadaşındır o? Ha, dini duyurmaya müşteri kabul ettiğin, bu anlamda dost
bilip eğitmeye çalıştığın, kurtuluşunu kendine dert edindiğin birisiyse o zaman
ona diyeceğim yoktur. Elbette o güzel olacaktır.
İşte
bu konuyu İbrahim aleyhisselâm şahsında düşünüyoruz. İbrahim Allah’ın halîlidir.
İşte bizler de kendimize halîl ittihaz ettiklerimize dikkat etmek zorundayız.
Kimler çıktı dost olarak karşımıza? Ye-mekte cömert olanlar. Peki onlar bir gün
bu konuda cömertlikten vaz geçseler, siz de onları dost edinmekten vaz mı
geçeceksiniz? Yoksa ikramlarını mı seviyordunuz? Adamın çevresi çok geniş, ne
zaman işim düşse anında hallediveriyor diye mi seviyordunuz? O zaman de-mek
adamın kendini sevmiyorsunuz, çevresini seviyorsunuz.
Hani öyle bir hikâye anlatılır. Bir beldede bir hapis hane müdürü
varmış. Çarşıda, pazarda dolaşırken, aman ağam, lütfen paşam, lütfen buyurmaz
mıydınız, bir yemek yeseydik? Acaba şunu hediye kabul buyurur muydunuz? Sen
başkasın be müdürüm, aslın da seninle iş ortağı olmaya, seninle iş kurmaya,
seninle yola gitmeye, seninle şunu şunu yapmaya can atardım gibi adama neler
neler söylerlermiş. Adam bıkmış usanmış, onlara bu durumu en güzel anlatmanın
yolu diye kafa yormuş, yöntem geliştirmiş. Bir gün kafası Allah bullak bir
e-dayla, iki yanına bakmaz bir tavırla dalgın ve üzgün yürüyormuş. Görenler
sormuşlar; “aman efendim, aman müdürüm ne bu hal?” O da; “sormayın be dostlar,
işten attılar, çok kötü bir durumdayım, ne yapacağımı bilmiyorum!” Ah, eyvah,
tuh diyenler olmuş. Ama arkasından gelen cümleler daha enteresan. “Ah efendim,
dün olsaydı, ah ne kadar güzel olurdu? Bir adam arıyordum, ama daha dün buldum!
Yâni iki gün önce olsaydı tam size ihtiyacımız vardı, ama maalesef o şubeyi
kapattım, imkân kalmadı” diye insanlar ona ihtiyaçlarının olmadığını, zaten
müdür değilsen bize yaramazsın demeyi alnının ortasına vurmuşlar, ama o da;
“peki siz bilirsiniz demiş ve hayatına devam et-miş. Ne haber, yoksa sizin
dostlarınız ve dostluklarınız da böyle mi? Allah için bir düşünün ve hükmü siz
kendiniz verin.
126. “Göklerde olanlar da, yerde
olanlar da Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatır.”
Göklerde ve yerde ne vara hepsi
Allah’ındır. Mülkün sahibi Allah’tır. Mülkün sahibi Allah’sa, mülke mâlik olan
o ise elbette o mülk konusunda söz sahibi de o olacaktır. Mâlik o ise elbette
kulluk edilmeye lâyık olan da o olacaktır. Hayatın sahibi o ise elbette hayatın
karışıcısı, hayatın program yapıcısı da o olmalıdır. Mâlik Allah’sa Rab da, İlâh
da o olmalıdır. O her şeyi kuşatmıştır. Öyleyse ey Allah’a teslim olmayanlar,
ey Allah’a kulluktan kaçarak nefislerine, şehvetlerine tâğutlarına, şeytanlara
kulluk yapmaya, onlara teslim olmaya çalışanlar, çıkın çıkabilirseniz Allah’ın
mülkünden?
İşte cennete gidişin yolu, cennete
gidişin pasaportu budur. İşte cennetin sahibinin hükmü, değerlendirmesi budur.
İşte böylece inanan, böylece Allah’a teslim olan ve böylece ihsan içinde bir
kulluk yaşayan kimselere Müslüman denir ve bu dine de İslâm denir. Ve işte
cennete kesinlikle girecek olanlar da bunlardır, bunlardan başkaları asla
değildir.
İşte cennete gidecek olanların temel
özellikleri budur. Allah’a Allah’ın istediği iman, Allah’a Allah’ın istediği
teslimiyet, Allah’a Allah’ın istediği salih amel, İbrahim’in yoluna, İbrahim’in
dinine girmek. Bir kimse istediği kadar ben Mûsâ (as) nın yolundayım, ben Mûsâ
(a.s)’a iman etmişim, ben Îsâ (a.s)’a iman ettim, Îsâ (as) nın yolundayım veya
ben Muhammed (a.s)’a inanmışım, ben Muhammed (as) in yolundayım desin, istediği
kadar bu peygamberlere inandığını iddia etsin değil mi ki o kimse İbrahim (as)
in pratikte uyguladığı ve İbrahim dininin temelleri üzerine gelmiş son elçi
Muhammed (as) in yaşadığı bir hayatı kabul etmedikçe, Muhammed (as) in
örnekliğinde bir Müslümanlık yaşamadıkça o dünyada da kaybedecektir âhirette
kaybedenlerden olacaktır. Ama şu anda Rasulullah Efendimizin pratikte
uyguladığı bir dini, bir hayatı yaşarsa o kişi mutlaka cennete gidecektir.
Demek ki cennete gidecek olanların
Allah’a tümüyle teslim olmaları yâni Müslüman olmaları ve de Allah Resûlünün
pratikte gösterdiği bir salih ameli gerçekleştirmeleri gerekecektir. Bunun
başka yolu yoktur. Kitap ve sünnete teslim olup sürekli bunlarla kendisini
kontrol eden kişiler ancak cennete gideceklerdir. Vahye teslim olup vahiy
rehberliğinde bir hayat yaşayanların hakkıdır cennet.
Yâni Allah diyor ki cennete
Müslüman olanlar girecektir. Biz inanıyoruz ki Hz. Mûsâ dönemindeki yahudiler
de Müslümandı ve onlar da gireceklerdir bu cennete. Hz. Musa aleyhisselâma iman
eden, ona gönderilen kitaba iman eden ve onlar rehberliğinde bir hayat
yaşayanlar cennete gideceklerdir.
Ve yine inanıyoruz ki Hz. Îsâ
dönemindeki Hz. Îsâ’ya ve ona gönderilen İncil’e inanan hıristiyanlar da
Müslümandı ve onlar da cen-nete gireceklerdir.
Ve yine Hz. Muhammed (a.s)’a ve
onun şahsında tüm insanlığı kıyamete kadar hidâyete ulaştırmak üzere inen
Kur’an’a inanan ve onunla amel eden, onun istediği şekilde bir hayat yaşayan ve
onun gösterdiği yoldan giden Müslümanlar da cennete gireceklerdir. Cennete
gidebilmenin temel şartı budur. Allah’a iman, Allah’ın hayata karıştığına iman
ve bu imanın gereği olarak Allah’ın gönderdiği kitaplara ve peygamberlere iman
ederek onlar rehberliğinde yaşanacak bir hayatın neticesidir cennet. Sadece salt
bir iman iddiasının neticesi ola-rak Allah kimseye cennet
vermiyor.
Ama bu kitabı tahrif eden, bozan
veya bu kitaptan habersiz yaşayan, ona karşı nötr davranan, böyle bir kitap
yeryüzüne ha gelmiş ha gelmemiş fark etmez yaşayan veya bu âyetlerin gösterdiği
yolun dışında hareket edenler de cehenneme gideceklerdir diyoruz. İşte bu
âyetler grubunun bize anlattığı budur.
127. “Ey Muhammed! Kadınlar hakkında
senden fetva isterler, de ki: “Onlar hakkında fetvayı size Allah veriyor: Bu
fetva, kendilerine yazılan şeyi vermediğiniz ve kendileriyle evlenmeyi
arzuladığınız yetim kadınlara ve bir de zavallı çocuklara ve yetimlere
doğrulukla bakmanız hususunda Kitapta size okunandır. “Ne iyilik yaparsanız
Allah onu şüphesiz bilir.”
Burada Rasulullah Efendimize
kadınlar hakkında sorulan bir soru gündeme geliyor. Rabbimiz buyuruyor ki
peygamberim, kadın-larla alâkalı sana soru soruyorlar. Kadınlarla alâkalı senden
fetva istiyorlar, bilgi istiyorlar. İçinde bulundukları bir müşkili halletmek
isti-yorlar. De ki, onlara dair fetvayı size Allah veriyor. O kadınlar
hakkın-da Allah size fetva veriyor.
Ve kendileri hakkında Allah’ın
size yazdığı, Allah’ın size belirlediği, farz kıldığı haklarını vermediğiniz,
mehirlerini vermeden kendinize nikâhlamayı istediğiniz yetim kızlar hakkındaki
fetvayı Rabbiniz size böylece okuyor.
Ve bir de zayıf bırakılan,
zayıflaştırılan mus’taz’af çocuklar hakkında da Rabbiniz size fetva veriyor.
Yetimler hakkında da adâleti hâkim kılmanız, adâleti gerçekleştirmeniz, adâletle
hüküm vermeniz konusunda Allah kitapta yazılanı size yasa olarak belirliyor. Ve
unutmayın ki hayırdan ne yapmışsanız Allah onu
bilmektedir.
Müslümanlar kadınlar konusunda
Rasulullah Efendimize so-rular soruyorlardı. Daha önce bir zulüm ortamında
yaşamış, güçlünün her zaman haklı, güçsüzlerin de haksız sayıldığı, güçlülerin
güçsüzlerin haklarını gasbettikleri bir zulüm ortamından, kadınların,
yetimlerin, çocukların hiçbir siyasal haklarının bulunmadığı bir şirk ortamından
kurtulup tamamen Allah egemenliğinde âdil bir İslâm ortamına göç eden
Müslümanlar artık her şeylerini İslâm’la sorgulamaya, yargılamaya başladılar.
Önceki hayatlarına ilişkin her konuda gelip Rasu-lullah Efendimize sorular
soruyorlardı. Ey Allah’ın Resûlü biz önceden şöyle biliyor, şöyle uyguluyorduk.
Şimdi Allah ve Resûlüne teslim olmuş Müslümanlar olarak şimdi nasıl yapacağız?
Nasıl davranacağız? Allah bu konuda neden razıdır? Nasıl davranmamızı
istiyorsun? gibi gelip sorular soruyorlar ve işte Rabbimiz de onların bu
sorularına binaen yasa belirliyordu.
Kadınlar hakkında, yetim kız ve erkek
çocukları hakkında Allah size fetva veriyor. Sûrenin başından itibaren Rabbimiz
bize bu konuyu anlatmıştır. Eğer yetim kızlar konusunda adâletli
davranama-yacağınızdan, onlara, onların hakkı olan mehirlerini âdil bir şekilde
veremeyeceğinizden, onların hukukuna riâyet edemeyeceğinizden korkarsanız size
helâl olan öteki kadınlardan ikişer, üçer, dörder evlenin buyurmuştu. Sonra o
âyetlerden sonraki kesimde yine Rabbimiz mîrası konu edinen âyetlerinde de erkek
olsun, kadın olsun, çocuk olsun, yetim olsun herkesin mîrastan belli bir payı
olduğunu ve herkese payının adâletle verilmesi gerektiğini anlatmıştı. İşte
burada da o âyetlerin fetvası gündeme getiriliyor.
Evet gerek bundan önce Rabbimizin
bu konuda verdiği hükümler ve gerekse bundan sonra gelecek hükümlerle fetva
verilmemiş hiçbir husus kalmamıştır. Size bu dünyada sizin müslümanca bir hayat
yaşayabilmeniz için açıklanmamış hiçbir konu bırakmamıştır Rabbiniz. Elverir ki
sizler Rabbinizin size açıkladığı bu bilgilerine müracaat ederek bir hayat
yaşayın, hayatınızı Rabbinize sorarak belirleyin. Rabbinizin size açtığı bu
rahmet kapılarından istifade edin.
Öyleyse bütün bu âyetler ışığında
şunları söyleyelim. Bir kere İslâm toplumunda hiç kimsenin ne kadınların, ne
yetim olan kız çocuklarının, ne yetim olan erkek çocuklarının hakkını yemeye,
onları haklarından mahrum etmeye, onlara zulmetmeye hakkı yoktur. Hiç kimsenin
cahiliye döneminde olduğu gibi kadınları, yetim kız ve erkek çocuklarını
istismar ederek onların hakkı olan mehirlerini vermeden onlarla evlenmeye göz
dikmeye veya o yetim kızların sahip oldukları mallarına göz dikerek, o mallar
başkalarına gitmeyip kendisinde kalsın diye onların başkalarıyla evlenmelerine
engel olmaya hakkı yoktur. Ve yine Allah’ın o kadınlara, o yetim kız ve erkek
çocuklarına takdir etmiş olduğu mîraslarını gasbetmeye hiç kimsenin hakkı
yoktur. İslâm toplumunda ister kadın, ister çocuk Allah herkese ne takdir
etmişse onlara hakları verilmelidir. Allah bu konuda, her konuda adâleti ikâme
etmemizi istiyor.
128. “Eğer kadın, kocasının
serkeşliğinden veya aldırışsızlığından endişe ederse, aralarında anlaşmaya
çalışmalarında kendilerine bir engel yoktur. Andlaşmak daha hayırlıdır.
Nefisler kıskançlığa meyyaldir. Eğer iyi davranır ve haksızlıktan sakınırsanız
bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz
haberdardır.”
Eğer bir kadın kocasından
korkarsa. Arkadaşlar sûrenin önceki âyetlerinde evliliğin dörtle
sınırlandırılması, evlenilecek kadınlara Allah’ın belirlediği yasal hakları olan
mehirlerinin mutlak sûrette verilmesi, birden fazla kadınla evlenildiği
takdirde kadınlar arasında Allah’ın istediği şekilde adâletin
gerçekleştirilmesi gibi konular gündeme gelince elbette ki bunlar beraberinde
bir çok soruyu ve sorunu da gündeme getirdi. Bazı durumlarda eşler arasında bu
adâletin gerçekleştirilmesi imkânsız oluyordu. Meselâ karısı kısır olduğu için,
ondan çocuk alamadığı için veya hasta olduğu için, veya fiziki güzelliği,
çekiciliği olmadığı için bir başka kadınla evlenen kocanın, beğendiği bu ikinci
karısıyla öteki karısı arasında adâleti gerçekleştirmesi zor oluyordu.
Acaba bu koca iki karısını da
aynı derecede sevecek miydi? Acaba kendisinden bu iki karısına da sevgi
tevziinde bir adâlet isteniyor muydu? Veya acaba cinsel ilişki konusunda her
ikisine de eşit davranabilecek miydi? Eğer fıtrat gereği bunu beceremeyecekse
adâlet gereği bunlardan birini boşamalı mıydı? Veya bu kadınlardan kocası
tarafından beğenilmeyeni boşanmamak için bazı haklarından fedâkârlıkta bulunması
veya kocasına kendisini boşamamasının karşılığında bir şeyler vermesi mümkün
olacak mıydı? İşte bütün bu problemler çözüm bekliyordu da Rabbimiz bu âyetinde
bunlara çözüm getirdi. Bakın Allah buyurdu ki:
Eğer bir kadın kocasının
serkeşliğinden, yahut kendisinden yüz çevirmesinden, öteki kadınlarına
meylederek, gönlü onlara kayarak, onların fiziki güzellikleri, ahlâkî ve dinî
güzellikleri, ya da mallarının çokluğu sebebiyle veya o kadınlarının kendisine
olan ilgisi, sevgisi, itaati sebebiyle onlara meylederek kendisine soğuk
davranmasından, kendisine yaklaşmamasından, nafaka vermemesinden, hakaret
etmesinden, eziyet etmesinden, kendisinden bıkıp usanmasından, cinsel arzu ve
ülfetinin azalıp yok olmasından korkarsa, onda böyle bir tavır sezerse o zaman o
kadının kocasıyla kendi arasını sulh etmesinde, kocasıyla arasında barışı
sağlamak üzere fedâkârlıkta bulunmasında hiçbir beis yoktur diyor
Rabbimiz.
Yâni bir kadın gerek yaşlılığı, gerek
fiziki, ahlâkî güzelliğinin olmaması, gerek sağlığının yerinde olmaması
sebebiyle kocasının kendisinden uzaklaşması, ilgisizlik içine girmesi gibi bir
problemle karşı karşıya kalmışsa, kocasıyla sulh ederek arasını düzeltmesinde
bir sakınca yoktur. Peki nasıl sulh edecek aralarını? Nasıl düzeltecek? Şöyle:
Kadın böyle bir durumda kocasına karşı bazı haklarınan fedâkârlıkta bulunacak.
Meselâ kocasına diyecek ki efendi, sen bana geleceğin gecelerinden bazılarını
öteki kadınlarına ayırabilirsin. Öteki kadınlarının yanına gidebilirsin. Ben bu
hakkımdan vazgeçiyorum. Bana yapman gereken harcamalarının bazılarını onlara
yapabilirsin. Ben buna razıyım, ben bu haklarımdan vazgeçiyorum.
Veya ben mehrimin bir kısmından
vazgeçiyorum veya tama-mını sana bırakıyorum diyerek veya eğer kendisinin malı
varsa ondan kocasına bir şeyler vererek kocasıyla arasını sulh etmesinde,
kocasıyla arasındaki nikâh bağını sürdürmeyi sağlamasında hiç bir beis yoktur.
Böylece o kocanın nikâhı altında bir hayatı sürdürebilir kadın. Allah diyor
ki:
Sulh, anlaşmak daha hayırlıdır. Böylece
anlaşıp arayı düzeltmek ayrılmaktan daha hayırlıdır. Anlaşmak serkeşlikten ve
her konuda düşmanca tavırlar sergilemekten daha hayırlıdır. Haklarının bir
kısmından fedâkârlıkta bulunarak ömrünün bir kısmını birlikte geçirdiği
kocasıyla nikâh bağını sürdürmesi kadın için boşanmaktan daha hayırlıdır diyor
Rabbimiz. İşte böyle çeşitli sebeplerden ötürü kocası kendisinden soğumuş,
boşanmayı düşünen veya öteki kadınlarına meylederek onlara gösterdiği ilgiyi
kendisine göstermeyen, onlara verdiği hakkı kendisine vermek istemeyen bir kadın
nikâh bağını koparmamak için bazı haklarından vazgeçerek anlaşma zemini arar ve
anlaşırsa bu kadın için hayırlıdır diyor Rabbimiz. Meselâ peygamber Efendimizin
hanımlarından Sevde Rasulullah Efendimiz tarafından boşanma endişesinden ötürü
nöbetini Hz. Ayşe annemize bırakmıştır.
Çünkü nefisler kıskançlığa meyyaldir.
Nefisler bencil tutkulara hazır yaratılmıştır. Yaratılış gereği, fıtrat gereği
insanlarda bencillik ve hırs vardır. Öyleyse insanlar arasında bu kıskançlık ve
bencillikler olabilecektir. Bu, ya kocaya, yâni erkeklere yöneliktir. Yâni fizik
güzelliği, boy pos kadının elinde olmadığı halde, Allah’ın bir takdiri olduğu
halde bazı erkekler illa da kadında bunun olması konusunda haristir. Her şeyin
en güzelinin kendisinde olmasını ister. Beğenmediği karısına karşı ilgisini
azaltarak, onu kendi haline terk ederek, haklarını vermemeye çalışır.
Veya kadın yaşlılığı, ya da fizik
güzelliği olmamasına, kocasının ilgisini çekecek özelliklerini yitirmiş
olduğunu bilmesine rağmen yine de kocasının bu özelliklere sahip kadınlarına
gösterdiği ilginin aynısını kendisine de göstermesi konusunda kıskanç ve
haristir.
Kendisine ayrılması gereken
gecenin illa da kendisine ayrılması konusunda cimri davranır, bu konuda bir şey
bağışlamak istemez. Herkes kendi rahatından, kendi menfaatinden yana hareket
eder. İşte bu noktada Rabbimiz kadınlara seslenerek diyor ki: Bir kadın
kocasından kendisine karşı bir ilgisizlik, bir hoşnutsuzluk gördüğü za-man
fedâkârlıkta bulunarak bu hoşnutsuzluğun tedavi yönlerini ararsa onun hakkında
daha hayırlı olacaktır buyurduktan sonra sözü erkeklere döndürerek der
ki:
Ey erkekler, eğer sizler de
kadınlarınıza karşı ihsanda bulunur, güzel davranır, muhsin davranırsanız,
Allah’ın sizi gördüğü şuuru içinde onlara karşı bir adâlet gerçekleştirme çabası
içine girerseniz, yaptıklarınızı Allah kontrolünde ve Allah’a lâyık yapmaya
çalışırsanız, onların her birerinin haklarına Allah’ın istediği biçimde riâyet
etmeye gayret ederseniz, çekiciliğini, güzelliğini yitirmiş olsa bile yıllarını
size vermiş o önceki kadınlarınızı kullanılmış bir eşya gibi bir kenara atma
konusunda Allah’tan korkar ve gerek gün sayısı konusunda, gerek yeme içme ve
kendilerine yapacağınız harcama konusunda onlara âdil davranırsanız, onlara
karşı geçimsizlik ve yüz çevirmeden sakınırsanız bilesiniz ki Allah
yaptıklarınızdan haberdardır buyuruyor.
Erkeklere bunu tavsiye eden
Rabbimiz kadınlara da: Sizler de ey kadınlar kocalarınıza ve onların öteki
hanımlarına, yâni kumalarınıza karşı muhsin davranırsanız, yâni Allah’ın sizi
gördüğü ve yaptıklarınızın tümünden sizi hesaba çekeceği şuuruyla hareket eder,
ve yaptıklarınızın tümünü Allah için yaptığınızın bilincine ererseniz, eğer
akıllıca, Müslümanca bir tavırla kocalarınızın âdil davranmasına zemin
hazırlayabilirseniz, sadece sizinle evli iken, tek evli iken kocanıza nasıl
davranıyor idiyseniz, üzerinize bir kuma gelince de bunun bir Allah izni, Allah
ruhsatı olduğunu bilir ve Allah’ın yasalarının daima sizin hayrınıza işlediği
şuuru ve imanı içinde kocanıza ve yeni gelen arka-daşınıza, kardeşinize aynı
tavrı gösterip onun kulluğuna ve âdil davranmasına yardımcı olursanız, kocanızın
cennetini zorlaştırmazsanız, toplumun gayri İslâmî anlayışlarını, baskılarını
değil de Allah’ın rızasını ararsanız, Allah’ın rızasını ve ona kulluğu, onun
emirlerine teslimiyeti ön plana çıkarırsanız, muttaki olursanız, yolunuzu
Allah’la bulursanız, hayatınızı çevre için değil Allah için yaşayabilirseniz
bilesiniz ki yaptıklarınızın mükafatını Allah verecektir
size.
Bu durumda olan kadınlar muhsin
davranır, hayatlarını Allah için yaşarlarsa onların mükafatı cennettir. Ama
Allah’ın yasalarını gör-mezden gelerek, ben bir kocaya sahiptim, şimdi ikinci
bir ortağa asla razı olamam. Ben bana ait olan kocamı asla bir başkasıyla
paylaşa-mam. Ben buna dayanamam. Allah da dese bun bunu reddederim. Olmaz
böyle şey. Ben bunu kesinlikle hazmedemem gibi tamamen cahili düşüncelerle
hareket ederse imanını bile kaybeder Allah korusun kadın. Bu tür cahili
düşüncelerden vazgeçip Allah rızası için hayatını bir Müslüman kardeşiyle
paylaşmadan yana, yıllardır toplum içinde kendisi gibi kocaya muhtaç yaratılmış,
ama helâl bir şekilde nikâhla bir kocaya ulaşıp ondan istifade edememiş,
Allah’ın helâl kıldığı bir nîmetten mahrum kalmış, bunun için de fıtratına ters
bir hayata mahkûm olmuş, bunalımlar geçiren bir kardeşinin de kocasından
istifade etmesine razı olursa ve onun üzerine kuma olarak gelen, böylece helâl
yoldan cinsel ihtiyacını giderme mutluluğuna ulaşmış ikinci hanım da, kocasını
kendisiyle paylaşma fedâkârlığını gösteren kocasının birinci hanımına, canciğer
kardeşine karşı muhsin davranabilirse, güzellik yapabilirse bilesiniz ki Allah
yaptıklarınızdan haberdardır ve sizi onlarla
mükafatlandıracaktır.
129. “Âdil hareket etmeye ne kadar
uğraşsanız, kadınlar arasında eşitlik yapamayacaksınız, bari bir tarafa kalben
tamamen meyletmeyin ki diğerini askıdaymış gibi bırakmış olmayasınız. İşleri
düzeltir ve haksızlıktan sakınırsanız bilin ki Allah şüphesiz bağışlar ve
merhamet eder.”
Ne kadar da gayret ederseniz edin, ne
kadar da hırsla çaba sarf ederseniz edin muhakkak ki kadınlar arasında adâleti
gerçekleştiremezsiniz. Arkadaşlar, burada birkaç eşi olan bir kocaya
Rabbimiz-den bir uyarı geliyor. Kadınlar arasında ne kadar da adâleti
gerçekleştirmeye gayret ederseniz edin buna güç yetiremeyeceksiniz. Hepsini aynı
ölçüde sevmeniz konusunda, her birerinin yanında aynı ölçüde gecelemeniz
konusunda, onlara yapacağınız harcama, nafakaları konusunda, onların yüzlerine
bakmanız konusunda, onlarla ilgilenmeniz konusunda, onlara yönelmeniz, konuşup
şakalaşmanız konusunda, onlarla cinsel ilişkileriniz konusunda âdil davranma
hususunda ne kadar da istekli olursanız olun bunu gerçekleştiremezsiniz diyor
Rabbimiz. Bunu beceremezsiniz. Zaten Allah da sizden bunu istememektedir. Bakara
sûresinin son ayeti, 286. âyeti bunu anlatır. Onu biraz sonra söyleyeceğim
inşallah. Evet bunu beceremezsiniz ama:
Hiç olmazsa bari tamamiyle bir tarafa
meylederek, kadınlarınızdan birine meylederek, ona yönelerek ötekisini, ya da
ötekileri askıdaymış gibi bırakmayın. Tümüyle birine fazla sevgi, fazla ilgi
göstererek, ötekisini terk ederek, unutarak, evli mi bekar mı olduğu belli
ol-mayacak biçimde boşlukta bırakmayın.
Evet sûrenin üçüncü âyetinde birden
fazla kadınla evlenme yasasını belirlemişti Rabbimiz. Ve hatırlayacaksınız
orada mutlak mâ-nâda bir adâletten söz etmişti. Kadınlar arasında mutlak mânâda
a-dâleti gerçekleştirmek zorundasınız buyurmuştu. Eğer elinizin altındaki yetim
kızlar konusunda onlara âdil davranamayacağınızdan korkuyorsanız âdil
davranabileceğiniz öteki kadınlarla evlenin buyurmuştu. Oradaki mutlak adâlet
bu âyetle sınırlandırılıyor. Gerek gün ve gece taksimi konusunda, gerek rızık
taksimi konusunda kadınlar arasında adâlet gerçekleştirilmelidir.
Ama dikkat ederseniz bu âyette
onlar arasında sevgi tevziinde, muhabbet taksiminde bir adâletin
gerçekleştirilmesinin gerekli olmadığı anlatılıyor. Çünkü insanların yapısal
özellikleri, fıtrî özellikleri, fiziki özellikleri, duyguları, düşünceleri,
sevgileri, zevkleri, tavırları, davranışları ayrı ayrıdır. Onun içindir ki bu
fıtratı gereği bir erkeğin ka-dınları arasında sevgide, birliktelikte
farklılıkları olabilir. Binaenaleyh bizleri yaratan ve bizim fıtratımızı
herkesten daha iyi bilen Rabbimiz bizim bu fıtrî faklılıklarımızdan ötürü bu
konuda bizi sorumlu tutmuyor.
Fıtrat gereği bir kocanın evli
olduğu hanımlarının hepsine aynı ölçüde sevgi göstermesi, her birerini aynı
ölçüde sevmesi mümkün değildir. Bu, fıtratı zorlar. Nasıl ki bir anne ve baba da
çocuklarının hepsinin farklı özelliklerde olmaları sebebiyle hepsini aynı ölçüde
sevebilme, sevgide onlara karşı âdil davranma konusunda zorluk çektikleri
gibi. Veya kardeşlerin de birbirlerini aynı ölçüde sevme konusunda
zorlandıkları gibi.
Evet Allah diyor ki bu mümkün
değildir. İsteseniz de kadınlarınızın hepsini aynı ölçüde sevip onlar arasında
adâleti gerçekleştiremezsiniz. Tamam fıtratınızı bilen Rabbiniz zaten sizin
beceremeyeceğiniz bir şeyi de sizden istemiyor, ama hiç olmazsa onlardan
birisinin sizin hoşunuza gitmesi sebebiyle, size karşı tavrından,
güzelliğinden, ilgisinden ötürü büsbütün ona meylederek diğerini kocasız gibi
muallakta bırakmaya da hakkınız yoktur. Yâni tamamen adâleti sağlayamamış
olsanız da tümüyle onu terk etmeye hakkınız yoktur.
Onun payına düşen günü, geceyi
ona da ayırarak, onun yanına da giderek onu terk edilmişlikle baş başa
bırakmayın. Onu terk etmeniz demin söylediğim gibi onun kendi rızası dışında
olursa bu haramdır. Az evvel kadınlara söylediğini şimdi de erkeklere söylüyor
bakın Rabbimiz.
Eğer kocalar arayı sulh eder,
kadınlarıyla aralarını bulurlarsa, eğer Allah’la barışırlar, Allah’la aralarını
düzeltirlerse, eğer Allah’ın bu âyetlerine kulak verir, Allah’ın bu yasalarıyla
tanışır ve onlara Allah’ın istediği gibi bir adâlet uygulama gayreti içine
girerse, Allah ona karşı Gafûr ve Rahîm olacaktır. Allah ona imkân verecektir,
başarı verecektir, işlerini düzeltecek, kendisine sabır ve dayanma gücü verecek
ve de ellerinden gelmediği halde kalplerinin kadınlarından birisine kayması
konusunda, adâleti gerçekleştirme konusunda yaptığı ufak tefek falsolarını,
kusurlarını Allah affedecektir.
Evet sûrenin önceki âyetleriyle
birlikte bu âyetten anlıyoruz ki kadınlar hususunda iki tür adâlet vardır.
Bunlardan birincisi onlara yapılacak infak, nafaka, harcama ve gün taksimi gibi
hukukî adâlettir ki bunun güç nisbetinde gerçekleştirilmesi mümkündür ve işte
erkeklerden istenen adâlet de budur. İkincisi de sevgide, muhabbette adâlettir
ki bu Rabbimizin beyanıyla insanın elinde olmayan bir şeydir ve Allah bu konuda
bizi sorumlu tutmuyor. Ama kadınlarından birine meylederek ötekisini tümüyle
muallakta bırakmamak kayd u şartıyla. Nitekim insanların kullukta en önde olanı
Allah’ın Resûlü bile Ebu Dâvûd’un rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle
buyuruyordu:
“Ya Rabbi ben benim imkânlarım çerçevesinde
hanımlarım arasında adâleti paylaştırdım. Benim elimden gelen budur, ama senin
sahip olup da benim sahip olmadığım kalbimin meylinden ötürü beni
kınama”
Burada bir hususa daha dikkat çekelim.
Dikkat ederseniz sosyal olayları, aile hayatını düzenlemeyi hedefleyen bu
âyetlerde ısrarla ihsan ve takva konusu vurgulanıyor. Çünkü hayatı ihsan ve
takva düzenleyecektir. İnsanlar, erkekler ve kadınlar Allah kontrolü altında
bir hayat yaşadıklarının, hayatı Allah için yaşamak zorunda olduklarının, her an
Allah’ın kendilerini görüp gözettiğinin şuuruna erdikleri zaman hayat güzel
olacaktır. Hayat Allah için takvalı oluşun, hayatın kurallarını Allah’tan
alışın, Allah’la yol buluşun sonunda güzel olacaktır.
130. “Ayrılırlarsa, Allah her birini
nîmetinin genişliğiyle yoksulluktan kurtarır, Allah her şeyi kaplayandır,
Hakîm'dir.”
Eğer karı koca aralarında anlaşamayarak
ayrılmak isterlerse, boşanmaya karar verirlerse Allah Vasi ve Hakîm olandır.
Allah’ın onlar üzerine rahmeti, merhameti ve genişliği boldur. Ve Allah hikmet
sahibidir, yaptığı her şeyi bir hikmetle yapar. Yâni Allah niye böyle bir
boşanma yasası koymuştur? Evlilik güzel ama, bu boşanma da ne olacaktı? Demeyin,
Allah hikmet sahibidir.
Evlenme yasasını koyan da Allah’tır,
boşanma yasasını be-lirleyen de odur. Çünkü eğer karı koca artık birbirlerine
tahammül edemeyecek, birbirlerini çekemeyecek bir duruma gelmişlerse
boşanacaklardır. Arkadaşlar, boşanmak İslâm’da sevilmeyen, Allah’ın
iste-mediği çok zor bir şeydir. Ama buna rağmen eğer taraflar anlaşama-yacak
bir duruma gelmişler, birbirlerini kırıp dökecek bir duruma gelmişlerse o zaman
elbette birbirlerine işkence çektirmelerinin ve kulluklarını tehlikeye
düşürmelerinin de anlamı yoktur. Güzellikle ayrılırlar ve her ikisi de
sevebilecekleri, anlaşabilecekleri birileriyle evlenebilirler. Rabbimiz buna
imkân tanımıştır.
İşte böyle bir durumda ayrılmalarının
herhangi bir sakıncası olmayacaktır buyuruyor Rabbimiz. Ve üstelik ayrılan
eşlere daha çok bolluk, daha çok vüsat, genişlik vaadediyor. Allah böyle
buyurduğu halde şu anda, şu bizim toplumda boşanmış erkek ve kadınların hor
görülmesi, dışlanması, kınanması asla doğru değildir. İslâm toplumunda Allah’ın
bir emriyle, nikâh bağıyla, Allah’ın bir yasasıyla bir araya gelmiş ve böylece
Allah’ın rızasını kazanma, hayatı birlikte Allah için yaşama hedefini
gerçekleştiremeyen, anlaşamayan erkek ve kadınların yine bir başka yasasıyla,
boşanma yasasıyla ayrılmalarında hiçbir beis yoktur.
Eğer erkek ve kadının
birliktelikleri Allah’a isyan noktasına gel-mişse, kulluklarını ters yönde
etkileyecek bir noktaya gelmişse, yâni aralarında sürekli bir anlaşmazlık varsa,
birbirlerinin fıtratları uyuşmamışsa, birbirlerinden hoşlanamamışlarsa
ayrılmalarında bir sakınca yoktur. Allah için evlendiler, Allah için bir araya
geldiler, Allah için hayatlarını birleştirmeye ve anlaşmaya çalıştılar,
ayrılmamayı dene-diler, birbirlerine fırsat tanıdılar, önceki ayetlerde ifade
edildiği gibi aralarında sulhu denediler, karşılıklı fedâkârlılarda bulundular,
hakem gönderdiler, boşanmamayı denediler, denediler ve nihâyet olmamış ve
ayrılmak zorunda kalmışlarsa bunda bir günah yoktur diyor Rabbi-miz.
Üstelik onlara hayırlar,
bereketler, bolluklar ve genişlikler vaadediliyor. Eğer böyle değil de azaplar,
belâlar, mûsîbetler, lânetler va-adedilseydi o zaman bu toplumun onlara karşı
yargısı doğru olacaktı.
İşte Rasulullah Efendimizin
bizzat evlendirdiği iki yakını, Hz. Zeyd ve Hz. Zeynep anlaşamadılar ve
ayrıldılar. Olabilir. Öyleyse ne birbirlerinden boşanan eşlerin birbirlerini ne
de toplumun onları kötülemeye hakları yoktur. Çünkü ayrılmış olsalar da, nikâh
bağlarına son vermiş olsalar da o ikisi İslâm kardeşidirler. Nikâh bağı bitmiş
olsa da İslâm bağı kıyamete kadar sürecektir. Onun içindir ki ayrılmış olsalar
bile toplum içinde ebediyen birbirlerine düşman olamazlar.
131. “Göklerde olanlar da, yerde
olanlar da Allah'ındır. Andolsun ki, sizden önce Kitab verilenlere ve size,
Allah'tan sakınmanızı tavsiye ettik. İnkâr ederseniz bilin ki, göklerde olanlar
da yerde olanlar da Allah'ındır. Allah müstağnî ve övülmeğe lâyık
olandır.”
Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsi
Allah’ındır buyurarak Rabbimiz kadının da erkeğin de sahibinin kendisi olduğunu,
hem yaratılışları konusunda, hem varlıklarının devamı konusunda hem de
rı-zıkları konusunda kendisine muhtaç olduğumuzu ortaya koyuyor. Ve sonra da
buyuruyor ki ey Müslümanlar, andolsun ki biz hem sizden önce kendilerine kitap
verilmiş olanlara, hem de size Allah’a takvalı olmanız, yolunuzu Allah’la
bulmanız, Allah’ın koruması altına girip hayatınızı Allah için ve Allah’ın
istediği şekilde yaşamanız için tavsiyede bulunduk.
Rabbimizin tüm peygamberlere, tüm
peygamber taraftarlarına, tüm kitap sahiplerine Rabbimizin tavsiyesi, vasiyeti
ve yasası işte budur. Allah’tan ittika edin, Allah’a karşı takvalı olun, Allah
huzurunda ol-duğunuzu unutmayın, hayatınızı Allah için yaşayın. Çünkü hayat işte
bunun üzerine bina edilecektir. Hayat takva üzerine bina edilecektir. Doğumumuz
Allah için olacak, ölümümüz Allah için, evlenmemiz boşanmamız, küsmemiz
barışmamız, almamız vermemiz, yememiz içmemiz, yatmamız kalkmamız, her şeyimiz,
tüm hayatımız Allah için o-lacak. Allah adına müslümanca bir hayat yaşayıp
sonunda yine müs-lümanca öleceğiz. İşte bu, insanlığın yeryüzünde varoluşundan
beri devam eden bir emir, bir yasadır ki hayat bununla güzel olacaktır, insan
bununla mutlu olacaktır.
Ama eğer küfreder, nankörlük eder,
Rabbinizin bu tavsiyesini, bu yasasını görmezden gelir, hayatınızı Allah’a
sormadan yaşar, Allah’ın korumasından çıkar, Allah’ın istemediği bir hayatı
yaşamaya kalkışırsanız, ailenizi, evlenmenizi, boşanmanızı, düğününüzü,
mîrasınızı, yetimlerle ilişkilerinizi, yemenizi, içmenizi Allah’ın istediği
biçimde peygamber standartlarına uygun olarak gerçekleştirmezseniz bilesiniz
ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.
Allah Ğanî’dir, Allah
zengindir, Allah Hamîd’dir. Göklerin ve yerin mülkünün sahibi olan Allah’ın
sizin kulluklarınıza ihtiyacı yoktur. Onun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O çok
zengindir, O Hamîd’dir. Sizden hiçbiriniz Ona hamd etmese de, hiç biriniz Ona
kulluk etmese de O kendi kendini hamdedendir. O ne sizin hamdinizle değer
kazanır, ne de isyanlarınızla değer kaybeder. Siz ne yaparsanız bilesiniz ki
kendiniz içindir.
132. “Göklerde olanlar da yerde olanlar
da Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter.”
Yine aynı ifade. Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi Allah’ındır. Ve vekil olarak Allah yeter. Göklerde ve yerdekiler
konusunda hükmetmek, tasarrufta bulunmak sadece Allah’a aittir. Tüm varlıklar
üzerinde egemen olan sadece O olduğu için vekil de sadece Odur.
Vekil, işte bizim adımıza, bizim hayat
programımız adına aldığı kararlar konusunda kendisine güvenebileceğimiz,
yasalarına teslim olabileceğimiz, boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu eline
teslim edebileceğimiz ve çektiği yere gözü kapalı gidebileceğimiz bir tek
varlık biliyoruz. O da bizi bizden daha iyi bilen, bizim hayatımızı, bizim hayat
programımızı herkesten daha iyi bilen, bilgisi tam olan, bilginin kaynağı olan
Rabbimizdir. Çünkü O bizim için bize en uygun, en faydalı, en yararlı, en güzel,
en münâsip ve en mütenasip kararları alandır. İşte böyle Velî vekil bildiğimiz
Rabbimize hayatımızı düzenlemesi konusunda vekaletimizi veriyoruz.
Ya Rabbi!
Beni yaratan sen olduğuna göre, benim sahibim sen olduğuna göre, beni en iyi
tanıyan da sensin! Benim nasıl mutlu olacağımı? Nasıl huzurlu olacağımı? Nasıl
bir hayat yaşarsam denge-de olacağımı bilen de sensin. Öyleyse ben bu konuda
vekaletimi sana veriyorum. Benim adıma, benim hayatıma ne karar alırsan ben
onları aynen uygulayacağım ya Rabbi! diyoruz.
Uunutmayalım ki Allah’ı vekil bilmek,
Velî bilmek her şeyiyle ona teslim olmak ve hayatın tümünü onun belirlediği
biçimde yaşamak demektir. Eğer onu vekil biliyoruz, ama hayatımızı ona
danışmadan yaşıyorsak veya onu vekil biliyoruz ama hayat programımız konusunda
biz kendimiz karar veriyoruz sonra da Allah’a onaylattırmaya çalışıyorsak bu
vekalet işi sapıklıktan başka bir şey değildir bilelim.
Allah’ın mutlak egemen kabul edildiği,
Allah’ın mutlak güçlü kabul edildiği, Allah’ın vekil kabul edildiği ve sadece
Allah’ın yasalarına teslim olunduğu ve Allah için hayat yaşandığı bir dünyada
hiçbir kimsenin şefkatsiz, merhametsiz kalması, hiç kimsenin bir başkasına
zulmetmesi mümkün değildir. Herkesin mutlak güçlüye teslim olduğu, herkesin
mutlak egemene boyun büktüğü, herkesin kalbinin Allah’a imanla dolduğu, herkesin
aklının doğru bilgiyle, Allah bilgisiyle meşbu olduğu, herkesin karnının helâl
rızıkla doyduğu, herkesin helâl elbiselerle örtüldüğü, ekonomik ve cinsel
yönden herkesin meşru dairede doyuma ulaştığı bir dünyada, yâni hayatın
belirleyicisinin Allah olduğu bir dünyada huzur olacaktır, sükun olacaktır.
Önceki âyetle birlik söyleyecek
olursak, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Öyleyse ey erkekler, ey
kadınlar isteyeceğinizi Allah’tan isteyin. Neye ihtiyacınız var? Ne
isteyeceksiniz? Evlenmek mi istiyorsunuz? Meşru yoldan cinsel arzularınızın
doyumunu mu istiyorsunuz? Bir kocaya, bir kadına ihtiyacınız mı var? Allah’a
yönelin, ona iltica edin, ondan isteyin. Mülkün sahibi odur. O size kadınlar
verir, kocalar verir. Midesi aç olanlarınıza bol bol rızıklar verir, kalbi aç
olanlarınıza bol bol imanlar verir, kafası aç olanlarınıza bol bol bilgiler
verir. Çünkü Ğanî olan odur, zengin olan odur, mülkün sahibi olan, egemen olan,
güçlü olan, vekil olan, kendisine kulluk edilmeye, hamd edilmeye lâyık olan,
kendisinden istenilmesi gereken ve istediğine hükmeden
odur.
Ama bütün bunlara rağmen, Rabbimiz
kendisini bize böylece anlatmış olmasına rağmen, Rabbimiz bu kadar mülkün sahibi
olmasına ve mülkünü cömertçe bize sunmuş olmasına rağmen, mülk onun iken,
mülkün sahibi o iken, eğer biz kullar sadece onu vekil bilip, vekaletimizi
sadece ona vermemiz, sadece onun emirlerine teslim olma-mız gerekirken, sadece
ona hamd edip, onun istediği bir hayatı yaşa-mamız gerekirken tutar da ona
yönelmez, ona kulluk etmez, ona teslim olmaz ve onun istediği bir hayatı
yaşamazsak o zaman bilelim ki:
133. “Ey İnsanlar! Allah dilerse sizi
yok eder, başkalarını getirir, O, buna Kâdirdir.”
Evet Allah’ın buna gücü yeter. Dilerse
Allah sizi giderir, sizi yok eder, sizi def eder, sizi ortadan kaldırır da sizin
yerinize sizden daha iyi kullar getirir.
Evet asla unutmayın ki
yaptıklarınızın tümünü siz kendiniz için yapıyorsunuz. Çünkü Allah Ğanî’dir,
Allah zengindir ve sizin yaptıklarınızın hiçbirisine ihtiyacı yoktur. Allah hiç
kimseye ve hiç kimsenin a-mellerine muhtaç değildir. Ne ibâdetlerinize, ne
çalışmalarınıza, ne gayretlerinize hiçbir şeye ihtiyacı yoktur onun.
Hiçbirinize ihtiyacı olmadığı gibi üstelik sizin için sonsuz rahmet ve
merhamet sahibidir de o Allah. Yokken sizi yaratan odur. Sizi size
ihtiyacından dolayı, yalnızlığını gidermek veya sizin yapacaklarınızdan
istifade etmek için de yaratmadı. Dilediği zaman da sizi yok etmeye
muktedirdir. Size de yaptıklarınıza da ihtiyacı yoktur onun. Dilerse sizin
defterlerinizi dürer de daha önce sizi sizden öncekilerin yerine dünya
sahnesine getirdiği gibi sizin yerinize de başkalarını halef kılar. Sizi
başkalarının neslinden getirdiği gibi sizin neslinizden de başkalarını getirir.
Nuh toplumunu yok edip yerine
Ad’ı getirip yerleştirdiği gibi. İsyanlarından dolayı Âd’ın da defterini dürüp
yerine Semûd’u yerleştirdiği gibi. Küfürlerinden ötürü Semûd’u da yerin dibine
batırıp yerine başkalarını getirdiği gibi. Veya Selçukluyu, Osmanlıyı yok edip
şu anda onların yerine sizleri getirdiği gibi. Sizi de yok edip yerinize
başka-larını getirir O Allah. Öyleyse size hâkim olan, sizin üzerinize Kahhâr
olan Rabbinize teslim olup onun istediği hayatı yaşayın. Asla onun emirlerine
isyan içine girmeyin. Onu ve onun hayat programını hesaba katmayarak bir hayat
yaşamaktan sakının.
Eğer bizler Rabbimizin bunca
nîmetlerine, bunca lütuflarına karşı nankörlük yapar, Onun ihsanlarına lâyık bir
hayat yaşamazsak, Allah bir azapla bizi yok edip yerimize başkalarını getirir.
Bu asla Allah’a zor değildir.
Ve Allah’ın bize de asla bir
ihtiyacı yoktur. Bu hayat bizim üzerimize bina edilmemiştir. Yâni biz gidersek
bu dünya, bu hayat perişan olacak filan da değildir. Veya biz gidersek
Rabbimize kulluk edecek başka varlık kalmayacak da değildir. Allah Ğanî’dir,
Allah zengindir, Allah Hamîd’dir, kimsenin hamdine, kimsenin kulluğuna ihtiyacı
yoktur. Allah’ın sizden istediği kulluğun, takvanın faydası sizin kendinizedir.
Sizler Allah’a Allah’ın istediği kulluğu yapmazsanız bundan zarar görecek olan
Allah değil bizzat kendilerinizdir.
134. “Dünya nîmetini kim isterse,
bilsin ki, dünyanın ve âhiretin nîmeti Allah'ın katındadır. Allah, işitir ve
görür.”
Kim dünya sevabını isterse, dünya
güzelliğini, dünya başarısını, dünya nîmetlerini, dünya mal mülklerini, dünya
ev barklarını isterse, dünya kadınlarını, dünya erkeğini isterse bunların
tamamı Allah’ın yanındadır. Kim de âhiret sevabı, âhiret güzelliği, âhirette
başarı, âhirette kurtuluş isterse o da Allah’ın yanındadır. Dünya sevabı da,
âhiret sevabı da Allah katındadır. Dünyayı isteyen de, âhireti isteyen de
Allah’a yönelsin, Allah’tan istesin.
Ne
isteyeceksiniz? Neye ihtiyacınız var? bir kocaya mı ihtiyacınız var? Allah’tan
isteyin. Bir kadına mı ihtiyacınız var? Allah’tan is-teyin. Bir dünya mülküne mi
ihtiyacınız var? Bir âhiret başarısına mı ihtiyacınız var? Allah’tan
isteyin.
Kur’an’ın başka
yerlerinden öğreniyoruz ki mü’mine yakışan hem dünyayı hem âhireti birlikte
istemektir. Çünkü eğer sadece dünyayı istersek onu bize verir Allah ama
âhirette de hiç bir nasibimiz olmaz.
Bakın Bakara
sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
"İnsanlardan kimileri de vardır ki
Rabbimiz bize dünyada ver! derler. Onların âhirette nasipleri yoktur.
İnsanlardan kimileri de Rabbimiz bize dünyada hasene (iyilik) ver! Âhirette de
hasene ver! Ve bizi ateşin azabından koru!
Derler."
(Bakara 200,201)
İnsanlardan kimileri derler ki; Ya
Rabbi bize dünyada mal mülk ver! Biz dünyada senden makam mevki istiyoruz, ev
bark istiyoruz, mark dolar istiyoruz, eş dost, çevre, kredi istiyoruz! Bize
bunlardan haber ver sen! Biz gerisini bilmeyiz derler. Bize dünyada ver de öbür
tarafta ne olursa olsun, bizim için fark etmez derler. Dualarının konu-su budur
bunların. Evet dua dedim yanlış duymadınız. Aslında herkes dua eder. Yeryüzünde
dua etmeyen insan yoktur. Bütün insanlar dua ederler, ama duadan duaya fark
vardır. Kişinin bir şeye yönelmesi, o-nu elde etme adına çırpınması, ona ulaşma
adına çalışıp çabalaması dua demektir. Evet bu adamlar her şeyin dünyada bitip
tükenmesi adına dua etmektedirler. Dünyada bitip tükenecek şeyler isteyerek
dua etmektedirler. Böyle diyenlere, böyle dua edenlere, böyle hedefler uğruna
çırpınıp duranlara dünyada her şeyi verir Allah, ama âhirette onların hiçbir
nasipleri yoktur.
Ama kimileri de inşallah biz de
onlardan olalım, bakın şöyle derlermiş: Ya Rabbi bize hem dünyada, hem de
âhirette hasene ver. Arkadaşlar, hasene, güzel güzellik demektir. Gerçek
güzellik, gerçek hasene başlangıcı ve sonucu güzellik olandır. Kazanılması, elde
edil-mesi, kendisine ulaşılması başlangıçta güzel olan nice şeyler vardır ki
neticeleri felâket olabilir, sonuçları acıyla bitebilir. Onun içindir ki asıl
hasene, asıl güzellik sonu güzel olan hasenelerdir.
Birinci gruptaki insanlar için, sadece
dünyayı isteyen dünyalık isteyen tüm planlarını programlarını dünyada bitecek,
öbür tarafa intikal etmeyecek biçimde ayarlayan insanlar için hasenenin sadece
başlangıçlarının güzel olması yeterlidir. Elde ettikleri şeylerin,
kazandıklarının sadece dünyada onları sevindirmesi mutlu etmesi yeterlidir.
Bize sadece dünyada ver derler. Dünyada elde edelim de, dünyada tadalım da
gerisi önemli değildir derler. Ama bu ikinci grupta anlatılan gerçek akıl
sahipleri ise hem başlangıcı, hem de sonu güzellik olan, evveli de, ahiri de
güzellik olan hasene isterler. Hem dünyada, hem de âhirette hasene olacak şeyler
isterler. Hattâ bununla da yetinmeyip cehennem ateşinden koruyacak şeyler
olmasını isterler. Ve işte bu dua tüm hayırları kapsayan bir duadır. Onun
içindir ki Allah’ın Resûlü tüm namazlarının arkasında sürekli bu duayı yapardı.
Biz de böyle olalım, böyle dua edelim inşallah.
Sûrenin geriye kalan âyetlerini tanımak
için beşinci ciltte buluşmak üzere Allah’a emanet olun. Sübhanekallahümme ve
biham-dik, eşhedü enlâ ilâhe illa ente, estağfiruke ve etûbü
ileyk.
DÖRDÜNCÜ CİLDİN
SONU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder