Yaşadıkları bu
dünya hayatında Allah’ı örtmüş, Allah’ın âyet-lerini örtmüş, Allah’ın gönderdiği
hayat programını ve bu hayat programının yeryüzünde pratiği olan Allah’ın
elçilerini gündemlerinden düşürerek, yok farz ederek bir hayat yaşamış olan,
peygamberlere isyan içinde bir hayat yaşamış olan, peygamberleri ve onların
getirdikleri hidâyeti diskalifiye ederek bir hayat yaşamış olan kâfirler
isteyecekler ki keşke yerle bir olsak, keşke toprak olsak, yok olup gitsek.
Keşke şu anda yok olup gitsek de sözümüz, ismimiz, esamemiz okunmasa diyecekler.
Toprakla özdeş olmayı, toprak olup gitmeyi isteyecekler.
Nebe’ sûresinde de böyle bir ifade
vardı: Kâfir insan
hesabın, kitabın korkunçluğunu görünce, amellerinin, hayatlarının, hayat
programlarının kitaba uygunsuzluğunu görünce diyecekler ki, bugün ne cennet, ne
de cehennem görmeden hayvanlar gibi keşke toprak olsaydım. Çünkü o gün hayvanlar
da dirilecek ve onların hesabı, kitabı kolay bitecek. Çünkü onlara: Sizi
insanlar için yaratmıştım diyecek Allah, onlar da toprak olacaklar. Onların
böyle kolay bir hesapla işlerinin bittiğini gören kâfir de böyle diyecek. Keşke
bizler de hayvan olsaydık da hesabımız böyle kolayca görülseydi,
diyecekler.
İşte böyle bir
durumda, böyle bir ortamda insanların hali nice olur diyor Rabbimiz.Yaşadıkları
bir dünya hayatını Allah için değil de toplum için, insanlar için yaşamış
olanlar, yaşadıkları hayatta Allah’ı hesaba katmadan yaşamış olanlar, Allah’ın
kitabından ve Allah’ın elçilerinin örnekliklerinden habersizce bir hayat
yaşamış olanlar, pey-gamberlere isyan içinde bir hayat yaşamış olanlar,
mallarını Allah için değil de toplum için, toplumun değer yargıları
istikâmetinde harcamış olanlar o gün eyvah diyecekler, ama geçmiş olsun. O gün
nasıl yanıldıklarını, nasıl hata ettiklerini anlayacaklar ama anlamaz komaz
olsunlar. Çünkü ne kıymeti olacak da bu anlamalarının? Zorunlu olarak
anlayacakları ve karşı gelemeyecekleri bir ortamdan önce burada anlayacaklardı
bunu. Burada anlayacaklardı da ona göre bir hayat yaşayacaklardı.
Bakın Rahmeti bol
olan Rabbimiz merhameti gereği yarın olacakları bugünden bize haber veriyor.
Yarın iş işten geçtikten sonra eyvah demeyelim diye o günün görüntülerini
bugünden bizim gözlerimizin önüne seriyor. Artık bize düşen bugünden Allah’ın
razı olacağı bir hayatı yaşayarak yarın perişan bir duruma düşmemektir. Onlar
Allah’tan hiçbir sözü de gizleyemezler. Hiçbir söz, hiçbir tavır, hiçbir a-mel,
hiçbir isyan unutulmayacak, zayi olmayacaktır. Şahitlerin huzurunda her şey
açığa çıkarılacak, her şey ortaya dökülecektir. Hiçbir kimse yaptığı bir şeyi
ben bunu yapmadım diyemeyecek, yaptıklarından kaçıp kurtulamayacaktır. Çünkü
melekler şahit, peygamberler şa-hit, azalarımız şahit, arz şahittir tüm
yaptıklarımıza.
43. “Ey İnananlar! Sarhoşken, ne
dediğinizi bilene kadar, cünüpken, yolcu olan müstesna gusledene kadar namaza
yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolcu iseniz yahut biriniz ayak yolundan
gelmişseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız ve bu durumda su bulamamışsanız
tertemiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah
affeder ve bağışlar.”
Ey mü’minler,
sarhoşken namaza yaklaşmayın. Tâ ki ne dedi-ğinizi bilene kadar. İnsanlara
sarhoşluk veren içki belli merhaleler sonucunda haram kılınmıştır. Bu konuda ilk
gelen âyet-i kerîme şudur:
"Hurma bahçelerinin ve üzüm bağlarının
meyvele-rinden hem bir sarhoşluk verici şey çıkarırsınız hem de güzel bir
rızık."
(Nahl: 67)
Âyeti gelmiş. Bu âyet-i kerîmesinde
Rabbimiz içkinin haram olduğunu bildirmemekle beraber diğer rızıklar için
kullandığı güzel ifadesini kullanmamıştır. Bu kadarcık bir işareti kavrayan
sahâbenin bir kısmı içkiyi terk ettiler ama yine içmeye devam edenler de vardı.
Sonra ikinci merhalede Hz. Muaz ve beraberlerindeki bir kısım sahâbeyle
gelmişler Allah’ın Resûlüne ve: "Ey Allah’ın Resûlü! Bize içkiyle alâkalı bir
şeyler söyle! Biz bunlardan çok rahatsız oluyoruz! İçki aklı giderdiği için çok
çirkin şeyler oluyor! Bu konuda bize bir şeyler demeye-cek misin? Bir fetva
vermeyecek misin?" deyince Bakara sûresindeki âyet-i kerîme nâzil oldu.
Peygamberim sen deki onlara içki ve kumarda hem büyük günah vardır hem de
insanlara birtakım faydalar vardır. Bu âyet-i kerimede de içkinin yasaklığı
belli olmakla birlikte caiz olma ihtimali de yok değildi. Bu kadarcık bir
açıklamayla da olsa sahâbeden pek çoğu da içkiyi terk etti. Ama kesin yasak
olmadığı için içenler de vardı.
Sonra sahâbe arasında cereyan eden bir
namaz olayında sahâbeden birisi içkili olması sebebiyle Kâfirûn sûresini yanlış
okuması sonucunda hemen akabinde Nisâ sûresindeki bu âyet geliyordu. Ey iman
edenler! Sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın! Ta ki ne dediğinizi
bilinceye kadar. Buradaki emrin biraz daha sertleşmesinden sonra sahâbe
arasında içkiyi terk edenlerin sayısı artarken, iç-meye devam edenlerin sayısı
da yok denecek kadar azaldı. Bir ara iç-ki yüzünden pek çok densizliklerin
yaşandığından rahatsız olan Sad Bin Ebi Vakkas Rasulullah’a gelerek şikâyette
bulunmuş ve Allah’ın Resûlü de:
"Allah’ım! Şarap hakkında bize yeterli
beyanda bulun!"
Diyerek dua etti ve hemen arkasından
Mâide sûresindeki:
"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili
taşlar (putlar) fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak
durun ki kurtuluşa eresiniz...."
(Mâide:
90,91)
Âyeti inmiş ve böylece kesin olarak
şarabın haramlığı ortaya konmuştur. Rabbimiz buyuruyor ki sarhoşken, ne
dediğinizi bilmez bir vaziyette namaza yaklaşmayın. Aynen sarhoşluk gibi uykusu
gelen kimseyi de Allah’ın Resûlü namazdan menetmiştir. Bakın Rasulullah
Efendimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birinizin
namaz kılarken uykusu geldiği za-man namazı bıraksın ve ne dediğini bilene kadar
uyusun. Çünkü böyle bir durumda kişi istiğfar edeceğim derken kendi kendisine
hakaret edebilir.”
İçkili olan, ya da
namazda uyuklayan kişi ne dediğini bilmez bir vaziyette Allah’a teslimiyet
bildirirken belki isyan içine düşebilir. Sarhoşken Allah’ı övecekken belki de
Allah’ın gazabını celp edecek sözler söyleyebilir. İşte insan eğer namazda ne
dediğini, ne okuduğu-nu bilemeyecek kadar sarhoşsa namaza yaklaşmayacak. Namaz kılamayacak kadar aklı olmayan kişi
namaza duramaz. Böyle bir adamın namaz kılması caiz olmadığı gibi ona bir şey de
anlatılamaz. Tıpkı uyuyan bir kimseye bir şeyler anlatmaya benzer buna anlatmak.
Zira sarhoştur o.
Tabi herkes içki
sarhoşu değildir. Hattâ hayatta insanı sarhoş eden öyle şeyler vardır ki içkiden
daha beterdir. Çünkü içkinin tesiri geçince insan ayıkır ama onların tesiri
ölünceye kadar geçmez. Meselâ adam mal sarhoşudur, makam sarhoşudur, kadın
sarhoşudur, ben bilirim sarhoşudur ki ölünceye kadar bu sarhoşluklarının tesiri
geçmez. İşte görüyoruz, kimi insanlar dünyalık elde edeceğiz diye namazda ne
dediklerinin, ne okuduklarının farkında değiller. Okudukları sûrelerin ne anlama
geldiğini? O sûrelerle Allah’a nasıl bir taahhütte bulunduklarını? Allah’tan
hayatlarını düzenlemek üzere ne tür mesajlar aldıklarını bilmemektedirler. Yâni
namazda ne dediklerini, ne okuduklarını bilmeden, kalplerinde, kafalarında,
akıllarında, dünyalarında Allah huzurunda olmanın şuurundan uzak altın, gümüş,
para, pul, çek, senet düşünceleri olduğu halde sarhoşça bir namaz
kılmaktadırlar.
Ekonomik
sarhoşluklar, siyasal sarhoşluklar, ailevi sarhoşluklar içinde kılınan bir namaz
da herhalde bu yasağın kapsamı içine girecektir. Bu sarhoşluklardan kurtulup
okuduğumuz sûrelerin ne anlama geldiğini, o anda Allah’la nasıl bir diyalog
halinde olduğumuzu anlayacak bir noktaya gelmek zorundayız. Dünyada bu kadar
şeylere zaman bulabilen bir Müslüman okuduğu sûreleri tanıyacak kadar bir
zamanı kalmamışsa sarhoş değil de nedir bu adam? Elbette dünyaya verdiği değeri
dinine vermeyen bir Müslüman dünyada sarhoşluğun daniskasını yaşıyor demektir.
Namaza başlarken “Allahu Ekber”derken,
“Elhamdü lillahi Rabbil âlemin” derken,
“Sübhanallah” derken, “İy-yake nabudu ve iyyake nesteiynu”
derken bunların ne anlama geldiği bilmeden bir namaz kılıyorsa bir
Müslüman, onun kıldığı namaz sarhoşun kıldığı namazdan farksızdır. Allah için bu
konuda kendimizi bir daha gözden geçirelim. Allah için birkaç hafta, birkaç ay
tüm işlerimizi bırakalım, tüm meşgalelerimizi terk edelim ve namazları-mızda
Allah’ı hamd etme, Allah’ı tesbih etme, Allah’ı yüceltme, Allah’ı zikretme,
Allah’tan mesaj alma, Allah’a tekmil verme sözlerimizin ne anlama geldiğini
öğrenelim. Bu din işi yahu. Dünya işine benzemez. Tüm dünyayı kaybetseniz bile
ne önemi var? Dünyanın da âhiretin de en büyük değer ölçüsü olan namazı düzgün
kılarak ebedî hayatımızı kurtarmaya çalışalım. Düzgün bir namaz kılarak dünya
hayatımızı da düzene koyalım. Namaza özdeş bir hayat, hayata özdeş bir namaz
kılalım inşallah.
Ben böyle deyince
kimi müslümanları şöyle serzenişlerde bulunduklarına şahit oluyoruz. Ne yani
şimdi işimizi, aşımızı bırakalım mı? Dükkanlarımızı mı kapatalım? Böyle
diyenlere diyorum ki: vallahi siz bu kitabı kapatıp bir hayat yaşarken dükkanı
kapatmışsınız, açmışsınız ne fark eder? Allah için bir düşünün; on yıl öncesine
oranla bugünkü mal varlığınız ne kadar arttı? Bir de Kur’an sünnet bilginize
bakın. Bu on yıl içinde ne kadar artmış? Allah’tan korkun.
Arkadaşlar, bir de âyet-i kerîmeden
anlaşılıyor ki sarhoş olan birisinin irtidatı da geçersizdir. Çünkü az evvel
ifade ettiğim gibi sahâbeden bir zatın sarhoş iken kıldırdığı namazda Kâfirun
sûresinde ki “La a’büdu ma ta’büdun” ”Ey
kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam” âyetindeki “La”
yı nafiyeyi hazfederek okuduğu halde, yâni “Ey kâfirler! Ben sizin
taptıklarınıza taparım” şeklinde okuduğu halde sahâbeden hiç kimse onun küfrüne
hükmetmemiştir. Ve işte bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz da: “Ey İman edenler!
Sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın” buyurarak onların mü’min olduklarını
tescil buyurmuştur.
Ve cünüp iken de yolculukta olmanız
hariç gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Evet demek ki bir Müslüman cünüp
iken de, abdestsiz iken de namaza yaklaşmayacak. Abdestsiz iken abdest alıncaya,
cünüp iken de gusledip cünüplükten temizleninceye kadar namaza yaklaşmayacak.
Ancak yolculuk müstesnadır. Yolculukta olanlar yıkanma imkânlarının kısıtlı
olması sebebiyle teyemmüm ile namazlarını
kılabileceklerdir.
Eğer hasta veya yolculukta iseniz, veya
biriniz ayak yolundan (Hacet yerinden) gelmişseniz, yahut kadınlara dokunmuş,
helâl yoldan kadınlarıyla beraber olmuş da gusledeceği yahut abdest alacağı bir
dönemde su bulamamışsanız, bu durumda temiz bir toprakla teyemmüm edin. Hafifçe
yüzlerinize ve ellerinize sürün. Muhakkak ki Allah sizin için çok afuv ve Ğafûr
olandır. Sizin için çok affedici ve ğufran sahibidir. Görüyor musunuz Rabbiniz
ne kadar affedici, ne kadar ve kusurlarınızı, eksiklerini görmezden
gelicidir.
Evet kadınlara dokunmuşsanız. Buradaki
dokunma anlamına gelen “Lemese” kelimesinin anlamı
konusunda ihtilaf edilmiştir. Hz. Ali, Abdullah İbni Abbas, Ebu Mûsâ El Eş’ari,
Übey Bin Ka’b gibi kimi selefimiz bunun kadınlarla cinsel ilişki anlamına
geldiğini ki Ebu Ha-nife bunu tercih etmiştir. İbni Mes’ud, Hz. Ömer, ve İbni
Ömer gibi ki-mi sahâbe de kadına elle dokunmak mânâsına anlamışlardır ki İmam
Şâfiî de bu anlayışı tercih etmiştir. Bu konuda bir üçüncü görüşü de İmam Mâlik
Efendimiz tercih etmiştir ki o da kadınlara cinsel haz veren bir dokunuşla
dokunmadır şeklindedir. Ama hiçbir cinsel arzu hissetmeksizin gerçekleşen
dokunmalar bunun dışındadır der İmam Mâlik.
Hastasınız, yahut seferdesiniz ve su
bulamadınız. Bu hadîsenin ilk başlangıcı da Hz. Ayşe annemiz sebebiyledir. Ayşe
annemizin bir seferde gerdanlığı kayboldu da onu arama sebebiyle Müslümanlar
namazlarını geciktirdiler, sonra su da bulamadılar, Mevlâ’mız teyemmümü meşru
kılıverdi. Rabbimiz kullarına böylece bir lütufta bulunuverdi. İşte Ayşe
annemiz sebebiyle o günkü Müslümanlara gelen bu lütuf böylece kıyamete kadar tüm
Müslümanlara bir lütuf olarak devam ediverdi. Mâide sûresinin 6. âyetinde de
aynı husus anlatılır. Teyemmüm bir şeye niyet etmek, kast etmek anlamına gelir.
Bilirsiniz niyetle eller iki kere toprağa vurulur, yüz ve eller dirseklere kadar
sürülüp meshedilir.
Şâfiîler bu âyetin mânâsını şöyle
anlamışlar: Namaz kılınan yerlere yâni mescitlere cünüp haldeyken yaklaşmayınız.
Ancak oradan geçmek hali müstesnadır şeklinde anlamışlardır. Yâni bir iş için,
bir zaruret için oradan geçmeniz müstesna o haldeyken mescitlere girmeyin
şeklinde anlamışlardır.
44. “Kendilerine Kitaptan bir pay
verilenlerin sapıklığı satın aldıklarını ve sizin yolu sapıtmanızı
istediklerini görmüyor musun?”
Görmedin mi? Şu
kitaptan kendilerine nasip verilenlere bir baksana peygamberim. Bunlar ehl-i
kitabın bilginleridir. Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş, kitap bilgisine
sahip oldukları halde, kitaptan haberdar kılındıkları halde, kitabı
yüklendikleri halde ona tahammül edememiş, kitabı kaybetmiş, kitapla amelden
uzaklaşmış, kitaptan habersiz bir hayat yaşayanlar kast
edilmektedir.
Evet, bir baksana ey peygamberim.
Adamların kitapları var. Ellerinde Tevratları, İncilleri var. Ellerinde
hayatlarını düzenleyebilecekleri Kur’an’ları var. Ama adamlar satmışlar
kitaplarını, satmışlar imanlarını, satmışlar kitap bilgilerini, satmışlar
peygamber bilgilerini, satmışlar hidâyetlerini, satmışlar hakkı, satmışlar
cenneti. Dünya menfaati sebebiyle hakkı, hidâyeti satmışlar da sapıklığı,
dalâleti satın almışlar. Kendileri saptıkları gibi aynı zamanda sizin de
sapmanızı istemektedirler. Adamlar Îsâ (a.s)’ı tanımışlar, İncil’i tanımışlar,
Allah-ın elçisine, Allah’ın kitabına inanmışlar, kitap ve peygamber bilgisine
ulaşmışlar, Tevrat’ı tanımışlar, Mûsâ (a.s)’ı tanımışlar, iman etmişler ama
dünya menfaati sebebiyle Allah’ı, kitabı, peygamberi satmışlar da sapıklığa
talip olmuşlar. Cenneti satmışlar da cehenneme talip
olmuşlar.
Evet, gerek ben Tevrat’ın mü’miniyim,
ben İncil’in mü’miniyim, ben Kur’an’ın mü’miniyim, ben kitap ehliyim, benim
kitabım var, ben Allah’ın peygamberine inandım, Mûsâ (a.s) benim peygamberimdir,
Îsâ (a.s) benim peygamberimdir, Muhammed (a.s) benim peygamberimdir diyen, bu
kitaplara, bu peygamberlere inandığını iddia ettikleri halde, bu kitapları ve bu
peygamberleri tanıyıp iman ettikleri halde dünya menfaatleri sebebiyle sapan ve
kendileri saptığı gibi başkalarını da saptırmaya çalışan insanlar anlatılıyor
burada. Din bilenler anlatılıyor. Din bilgisine, kitap ve peygamber bilgisine
sahip oldukları halde yamukluk yapanlar ve insanları da yamultanlar anlatılıyor.
Bunların Allah’ın lânetine maruz kalmış kimseler olduğu ortaya konduktan sonra
bakın Rabbimiz buyurur ki:
45. “Allah, düşmanlarınızı çok iyi
bilir. Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da
yeter.”
Allah düşmanlarınızı en iyi bilendir.
Allah kendileri sapmış ve sizi de saptırmak isteyen bu tür sapıkları çok iyi
bilmektedir ve bu bilgisini size açarak sizi de bilgilendirmektedir. Öyleyse ey
Müslümanlar bu tipleri çok iyi tanıyın. Sizi İslâm’dan, kitaptan ve Resulden
uzaklaş-tırmak isteyen, sizi vahiyden koparıp kendi sapıklıklarına çekmek
isteyen bu insanları Allah en iyi biliyor ve sûreleriyle, âyetleriyle size de
böylece tanıtıyor. Eğer sizler sürekli Rabbinizin kitabına, Rabbinizin
âyetlerine kulak verir, O’nun kitabı ve peygamberinin uyarılarıyla hareket
ederseniz asla sapıtmaz, yanlışa düşmezsiniz.
Ama unutmayın ki
kendinizi Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine teslim edip bir hayat
yaşayacak yerde kitaptan sünnetten uzaklaşıp bu tip insanlara kulak verecek
olursanız, dünya menfaatleri sebebiyle dinlerini satma özelliğine sahip olan
din adamlarına teslim olacak olursanız o zaman bilesiniz ki sapmak zorunda
kalacaksınız.
Öyleyse bizler
sapmamak için, sapıtmamak için, aklımızı, fikri-mizi, duyularımızı başkalarına
teslim etmek yerine sadece Allah’a ve Resûlüne teslim etmek zorundayız. Kitap ve
sünnete teslim olmak zorundayız. Kitap ve sünnetle birlikte olduğumuz sürece
Allah bize bu tür düşmanlarımızı da tanıtacak ve bizler de Rabbimizin yardımıyla
bu tür sapıklardan korunma imkânı bulmuş olacağız
inşallah.
Gerek yahudi ve hıristiyan
âlimlerinden, gerekse Kur’an’a inandıklarını, Kur’an bilgisine sahip
olduklarını iddia eden bu tip insan-ların velâyetinden uzaklaşıp sadece
Rabbimizin velâyetini kabul etmek zorundayız. Çünkü dost ve yardımcı olarak,
velî olarak Allah bize yeter. Eğer şu anda dünya üzerinde egemen güçler olan,
hâkim güçler olan bu sapıkları bırakır da sadece Allah’ı velî kabul edersek,
onların bizim adımıza aldığı kararları reddederek sadece Rabbimizin bizim
adımıza aldığı kararlarını uygulayarak, sadece Rabbimize güvenir dayanırsak
Rabbimiz bize yardım edecek, bizi koruyacaktır.
Evet şu anda
yeryüzünde egemen gibi görünen, güçlü gibi görünen İslâm düşmanı yahudi ve
hıristiyanları, kâfirleri ve müşrikleri dinlemez, onlar onaylı bir hayata değil
de Allah onaylı bir hayata razı olursak, Allah bize yardım edecek ve bizi
koruyacaktır. Büyün mesele velimiz olan Allah’ın bizim hayatımızı düzenlemek
üzere bize gönderdiği kitabından ve o kitabın pratik uygulaması olan
peygamberinin sünnetinden, hayatından, uygulamalarından haberdar olmaktır. Eğer
gece gündüz bu kitabı ve bu peygamberinin hadislerini elimizden bı-rakmaz, her
an en doğru bilgilere ulaşmamızı sürdürür, Rabbimizin rahmeti gereği bize açtığı
bu bilgilerle beraber olursak, kesinlikle bilelim ki tüm yeryüzü kâfirleri bizi
saptırmak için bir araya gelseler bile bize hiçbir şey
yapamayacaklardır.
Ama velîmiz olan ve
bizim adımıza aldığı kararlarla bizi dünya-da da, ukba’da da huzur ve saâdete
ulaştıracak olan Rabbimizin velâyetinden çıkar da bu kâfir dünyanın velâyeti
altında bir hayattan yana olursak kesinlikle bilelim ki dünyada onlar gibi rezil
bir hayatın sahibi olurken âhirette de onların gittiği yere gitmek zorunda
kalacağız. Çünkü bu kâfirlerin yeryüzünde bir tek dertleri var, o da ne yapıp
yapıp müslümanları saptırmak, müslümanları kâfirleştrmek ve onları da kendi
cehennemlerine götürmektir. Kitabımızın hemen hemen her sûresinde ısrarla
Rabbimizin bizi uyardığı en önemli konulardan birisi işte budur. Öyleyse buna
çok dikkat edeceğiz. Bu sapıkları asla dost bilmeyeceğiz. Hiçbir konuda onları
dinlemeyecğiz. Çünkü bizim velîmiz Allah’tır ve o ne güzel bir vekil, ne güzel
dost ve ne güzel bir yardımcıdır.
46. “Yahudilerden, sözleri yerlerinden
değiştirip: “İşittik ve karşı geldik, kulak vermeyerek dinle” ve dillerini eğip
bükerek ve dine saldırarak: “Bizi de dinle" diyenler vardır. Şâyet: "İşittik ve
itaat ettik, dinle ve bizi gözet” demiş olsalardı, onlar için daha iyi daha
doğru olurdu. İşte Allah inkârları yüzünden onlara lânet etmiştir. Onların
ancak pek azı inanır.”
Bu Allah düşmanı
yahudilerden bir grup Allah’ın kelâmını tahrif ediyorlar, kitabın âyetlerini
değiştiriyorlar, kelâmı vaz olundukları mânâlarının dışına çıkarıyorlar,
Allah’ın muradını farklı yorumlayarak değiştiriyorlar. Allah’ın demediğine
dedi, dediklerine de demedi diyerek âyetleri alt üst ediyorlar, tahrifat
yapıyorlar, hafriyat yapıyorlar, gizliyorlar, üstünü örtüyorlar. Kelâmı
yerinden oynatıyorlar, sağa sola çekip sündürüyorlar, haramını helâl, helâlini
haram yapıyorlar. Kitaplarındaki gelecek ahir zaman peygamberinin sıfatlarıyla
alâkalı, son kitap Kur’an’la alâkalı haberleri gizleyip değiştiriyorlar.
Yahudiler bunu kendi kitapları olan Tevrat’a yaptıkları gibi, aynısını İncil’e
de yaptılar ve şu anda aynısını Allah’ın son kitabı Kur’an’a da yapmaya
çalışıyor-lar.
Allah yasası gereği
Kur’an’ın âyetlerine dokunamıyorlar, değiştiremiyorlar ama yorumunu
değiştirmeye çalışıyorlar. İçimizdeki çö-mezleri vasıtasıyla olmadık yorumlar
getirmeye ve Müslümanların zihinlerini idlâl etmeye çalışıyorlar. Müslümanların
kitaba karşı, sünne-te karşı bakışlarını bozmaya çalışıyorlar. Kitap şöyle
olmalıdır, sünnet böyle olmalıdır, din şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır, kitabın
fonksiyonu şöyle olmalıdır, peygamberin dindeki yeri şudur, sünnet dinde şu
anlama gelmelidir diyerek yorumlarda bulunuyorlar. Kitap bir tarafta onların
yorumları bir tarafta insanların karşısına çıkmaya çalışıyorlar. Allah bir
tarafta, din bir tarafta onların yorumları bir tarafta. İnşallah kitaplarına ve
peygamberlerine sahip çıkan bu ümmet bu sapıkların yorumlarına itibar
etmeyecektir.
Dün peygamber (as), bugün de bizler
onları imana çağırdığımızda derler ki “Semi’na ve asayna.” İşittik ve
isyan ettik derler.
Tevrat’ı ve İncili okuduktan sonra,
kendilerine Tevrat’ın ve İncilin bilgisi verildikten sonra aynı kaynaktan ve
kitaplarının ve peygamberlerinin her bir dönemde kendisine iman konusunda
kendilerinden ahit aldıkları, avuçlarının içi gibi bildikleri, kendi öz
evlâtlarından daha yakın tanıdıkları son elçinin dâvetini duydukları zaman da
işittik ve itaat ettik, işittik ve iman ettik, işittik ve gereğini yerine
getirmeye yöneldik diyecekleri yerde diyorlar ki:
Dinle sözü dinlenilmeyesi. Dinle sözü
dinlenmez olası. Dinle sözü dinlenilmez adam. İşit bizim sözlerimizi,
işitmemesi, duymaması için hakkında bedduada bulunduğumuz kişi. İşit sözü
dinlenmez olası. Duy dâveti kabul edilmez olası, dâveti insanlar tarafından
hüsnü kabul görmeyesi, dâveti icabet görmeyesi.
Alçaklar
peygamberle alay edebilmek için, peygambere hakaret edebilmek için birkaç mânâya
gelen ifadeler kullanıyorlar. Ey Muhammed sen o kadar saygın bir kimsesin ki,
senin bulunduğun mecliste senin sözünün üzerine kimse söz söyleyemez.
Veya hoşuna
gitmeyecek söz duyasın gibi anlamlara geldiği gibi, sen söz söylemeye değmez
birisin, sözü dinlenilmeyecek, dâveti kale alınmayacak birisin, veya Allah
senin belânı versin gibi anlamlara da gelebilen bir ifade kullanıyorlar,
peygamber (a.s)’a bedduada bulunuyorlardı.
Bize çoban ol, bize çobanlık et
diyorlar. Dillerini de eğip büküyorlar. Ve de dine tan ederek, dini
kötüleyerek, Allah’ın dinine saldırarak, dillerini eğip bükerek, dillerini
haktan bâtıla çevirerek zâhiren tazim ifade eden, saygı ifade eden ama aslında
peygamber (a.s)’a hakaret kastıyla söylüyorlardı bunları.
Arkadaşlar, bu "RAİNA" kelimesi
yahudilerin kendi aralarında bir tür sövme anlamına kullandıkları bir kelimeydi.
Ey bizim çoban! Ey bizim çobanımız! Güdücümüz anlamına kullanıyorlardı bunu.
Ra’y, raiy, hayvanlarla ilgili bir sözdür. Yahudiler peygambere bu kelimeyi
kullanırlarken şöyle demeye getiriyorlardı: Ey çoban, ey bizim çobanı-mız, sen
çoban bizlerse sürüleriz, biz senin ne dediğini, bizi neye çağırdığını
anlamıyoruz, anlayamıyoruz. Biz senin bizi kendisine imana çağırdığın mesajını
anlayamıyoruz, senin okuduğun kitabı anlamak-tan uzağız demeye getiriyorlardı.
Sen çoban bizlerse sürüleriz demeye getiriyorlardı.
Tıpkı şu anda
onların ağzını kullanan, peygamber karşısında, peygamberin dâveti karşısında,
peygamberin sünneti karşısında, pey-gamberin getirdiği kitap karşısında biz kim
bunları anlamak kim? Bunları bizler anlayamayız. Bunları ancak âlimler ve büyük
zatlar anlar diyerek sürüler kesilmeye çalışan kimi zavallı Müslümanlar gibi.
Onların bu kitap karşısında, peygamber karşısında takındıkları bozuk
tavırları-nı gündeme getirerek Rabbimiz Bakara sûresinde Müslümanlara buyurdu
ki: Ey Müslümanlar! Sizler bu yahudiler gibi, bu Allah düşmanları gibi
Peygamber karşısında sürüler kesilmeyin! Peygamberi çoban, kendinizi sürü
makamında görmeyin! Sizler peygamberi dinleyin! Peygamberin okuduğu kitabı ve
onun dâvetini dinleyin, söze iyice kulak verin! Onun ne dediğini? Neye
çağırdığını anlayacaksınız. Ve onların kullandıkları bu başka mânâlara
çekilebilecek kelimeleri kullanmayın! buyuruyordu.
Veya “raina ey Muhammed” Yâni sen bize
riâyet et, sözümüze kulak ver ki biz de sana riâyet edelim, biz de senin sözünü
dinleyelim şeklinde pazarlıklı bir ifade anlamına geliyormuş. Yâni böyle
Peygam-berin konumunu rencide edici, anlaşmalı, pazarlıklı, eşit bir riâyet
talep ediyorlar. Halbuki Rasulullah’ın ümmeti arasındaki ilişkisi, öğret-men
öğrenci, usta çırak ilişkisine asla benzemez.
Ehl-i kitabın sapıtanları Kur’an’la,
Kur’an gerçeğiyle, peygam-ber gerçeğiyle karşı karşıya geldikleri zaman bunların
devri geçti ar-tık, bunların modası geçti, artık bunlara itibar edilmez
diyorlar. Bizim ehl-i kitap, bizden olan ehl-i kitap da aynı şeyleri söylüyorlar
bugün. Kur’an’a ve peygambere inandığını iddia eden bizim kitap ehlinden
ki-mileri de Allah’ı peygamberden, peygamberi Allah’tan, kitabı sünnet-ten,
sünneti kitaptan ayırmaya çalışıyorlar. Kur’anla peygamberin arasını açmamaya
çalışıyorlar. Bize sadece Kur’an yeter, Kur’an’dan başka kaynağa ihtiyacımız
yoktur ve zaten peygamberden bize hiçbir şey ulaşmamıştır. Ulaşmış olsa bile
senin sözün dinlenmez diyorlar. Peygamberin sözü dinlenmez diyorlar.
Yâni peygamberin
sözü, peygamberin uygulaması sadece kendisini, kendi dönemini, kendi
dönemindekileri bağlar, bizi bağlamaz diyorlar. Peygamberin din konusunda söz
söylemeye hakkı yoktur, o sadece bize kitabı ulaştırmıştır o kadar diyorlar.
Tıpkı ehl-i kitabın kâfirleri gibi davranıyorlar. “Semi’na ve asayna” İşittik ve
isyan ettik diyorlar. Sözü dinlenmezin sözlerini işittik ama isyan ettik
diyorlar. Çünkü peygamberin sözü itaat edilecek bir söz değildir diyorlar.
İtaat edilecek, gereği yerine getirilecek söz sadece Allah sözüdür, sadece
Kur’andır diyorlar. Halbuki:
Eğer gerçekten böyle diyeceklerine,
böyle yapacaklarına “Se-mi’na ve eta’na” İşittik ve itaat ettik, işittik ve iman ettik,
işittik ve gereğini yerine getirmeye yöneldik deselerdi, Rasulullah’ı
hayatların-da diskalifiye etmek, onun örnekliliğini reddetmek, onu sözü
dinlen-mez kabul etmek yerine onun örnekliliğinde bir hayata talip olsalardı
onlar için daha hayırlı olacaktı.
Ey Allah’ın Resûlü bizi dinle, bizi
gözet, bize mühlet tanı, biz anlayıncaya, kavrayıncaya ve istenilene ulaşıncaya
kadar bize yardımcı olup yol göster deselerdi, kendileri hakkında daha hayırlı
olacaktı.
Evet şu anda da
peygamberle, peygamber gerçeğiyle, peygamber sünnetiyle, peygamber
uygulamalarıyla karşı karşıya gelen bir Müslüman bunu demek zorundadır.
Peygamberin getirdiği kitapla, peygamberin anlayıp pratikte uyguladığı o kitabın
pratiği olan sünnet istikâmetinde bir hayat yaşayan kişinin hayatı hakkında
hayırlı olan budur. Ben bu kitabın mü’miniyim, ben bu peygamberin müminiyim
diyen bir Müslümana, ben kitap ehliyim, benim kitabım ve peygamberim vardır
diyen bir Müslümana yakışan da budur.
Bir Müslümana
yakışan “La İlâhe illallah Muhamme-dün
Rasulullah”sözüne, ahd-ü peymanına yakışır bir şekilde Allah’tan başka
İlâh olmadığı gerçeğine ve bu gerçeği pratikte en güzel bir biçimde uygulayıp
gösteren Muhammed (a.s) örnekliliğinde bir hayata sahip çıkmaktır.
Değilse ben Mûsâ
(a.s)’a inanıyorum, ben Îsâ (a.s)’ı kabul ediyorum, ben Muhammed (a.s)’ı
peygamber ve örnek kabul ediyorum deyip de, ne Mûsâ (a.s) nın , ne Îsâ (a.s)
nın ne de Muhammed (a.s) in örnekliğinde
bir hayatı yaşamayanlar adları ne olursa olsun, kendi-lerini neye nisbet
ederlerse etsinler, ister kendilerine yahudi, hıristiyan desinler, isterse
Müslüman olduklarını iddia etsinler kesinlikle onların cennete girmeleri mümkün
olmayacaktır. Ben yahudi’yim dedikleri halde Müslümanca hareket etmeyenler, ben
hıristiyanım dedikleri hal-de Müslümanca hareket etmeyenler, ben Müslümanım
dedikleri halde Müslümanca hareket etmeyenler, Muhammed (a.s) in gösterdiği
hayatı yaşamayanlara Allah lânet etmektedir.
Küfürlerinden ötürü, Allah’ın
âyetlerini örtmelerinden, örtbas etmelerinden ötürü, Allah’ın istediklerini
gündemlerinden düşürerek bir hayat yaşamalarından ötürü Allah onlara lânet
etmiştir. Zaten çok az iman ederler, ya da çok azı iman
etmiştir.
47. “Ey Kitap verilenler! Yüzleri silip
arkaya çevirerek enseler gibi dümdüz yapmadan, yahut cumartesi güncüleri
lânetlediğimiz gibi lânetlemeden önce, elinizdeki Kitabı tasdik ederek
indirdiğimiz Kur’an'a inanın; Allah'ın emri daima yapıla
gelmiştir.”
Ey kitap ehli! Ey kitaba iman
iddiasında olanlar! Ey bizim de kitabımız var, biz de kitaplıyız diyenler! Ey
biz kitapsız değiliz diyenler! Ey biz hayatımızı kitap kaynaklı düzenliyoruz
diye hava atanlar! Ey kitabımız Tevrat, kitabımız İncil, kitabımız Kuran’dır
diyenler! Ey yahudiler, ey hıristiyanlar ve ey Müslümanlar iman edin kitaba!
İman edin indirdiğimize.
Rabbimiz herkesi kitaba imana, kitap
kaynaklı bir hayat yaşamaya çağırıyor. Kitabım var dedikleri halde, biz de, ben
de kitap ehliyim dedikleri halde, biz kitapsız değiliz dedikleri halde gece
gündüz kitabın okuyucusu, kitabın anlayıcısı, kitabın amel edicisi olmaları
gerekirken, kitapla hayatlarını düzenlemeleri, kitap kaynaklı bir hayat
ya-şamaları gerekirken ve kitabın en büyük yorumcusu olan Hz. Muham-med (a.s) in
gösterdiği şekilde bir hayat yaşamaları gerekirken, kitabı da peygamberin
sünnetini de bir kenara bırakıp o kitabın yorumlayıcılarının oluşturdukları
kitaplara yönelerek, o kitabın önüne başka şeyleri geçirerek, o kitabı az
bakılır bir konuma indirgeyerek kendilerince bir dünya yaşayanlara sesleniyor
Rabbimiz. Gerek yahudi, gerek hı-ristiyan ve gerekse Müslümanlardan kitaplarıyla
ve peygamberleriyle diyalogu kesenlere sesleniyor Rabbimiz. İman edin bu kitaba.
Taabi olun bu kitaba. Hayatınızı sorun bu kitaba. Kitap kaynaklı yaşayın. Kitap
tarif etsin siz yapın. Takip edin kitabı. Elinizden düşürmeyin onu. Öyle bir
kitap ki:
Yanınızdakini tasdikçi olarak
indirdiğimiz bu kitaba inanın! Sizler sizden başkalarının yanında olmayan bir
bilgiye sahipken, kitap bilgisine, peygamber bilgisine sahipken sakın bu kitaba
inanmazlık yapmayın! Elinizdeki Tevrat’ı ve İncil’i doğrulayan, tasdik eden bu
kitaba iman edin. Ya da Tevrat ve İncil’e inandığını iddia eden, Mûsâ (a.s)’a
ve Îsâ (a.s)’a iman ettiğini iddia eden sizler, onları gönderen aynı kaynaktan
gelen ve üstelik de onları reddetmeyen bu mesajın yeryüzündeki insanların
hayatını düzenleme konusunda en doğru yol olduğunu bile bile, bu bilgiye
sahipken bu kitaba iman etmemek size yakışmaz.
Evet Rabbimiz
yahudilere sesleniyor. Halbuki bu kitap kendi yanlarındakini kabul ediyor ve
reddetmiyordu. İşte Rabbimiz bundan dolayı elinizdekini tasdik edici ve ondaki
bozulmuşları düzeltici, eksikleri tamamlayıcı ve kıyamete kadar değişmeyecek
bir özelliğe sahip kılınmış olan Kur’an-ı Kerîmi kabul edin! Ona inanın!
diyordu. Hemen ona iman edin, o kitabın istediği Müslüman’ca bir hayata
yönelin. Hayatınızı o kitaba sorarak yaşayın. Yaptıklarınızı kitap kaynaklı
yapın. Kitabı hayat programı yapın. Hayatınızı kitapla özdeşleştirin. Kitaptan
habersiz bir hayat yaşamaktan vazgeçin. Kendi kendinize hayat programı yapmaktan
vazgeçin.
Yüzleri dümdüz edeceğimiz bir gün
gelmeden önce. Birtakım yüzleri silip, dümdüz edip enseler haline getirmeden
önce. Yüzleri yüz kılığından, o yüzlerin sahiplerini insanlıktan çıkarmadan
önce, veya Yâsîn 66. âyetinde ifade edildiği gibi gözlerini silme görmez hale
getirmeden önce. Yüzdeki göz, kaş, burun, ağız gibi organlarınızı,
çizgi-lerinizi silmeden, yüzlerinizi enselerinize çevirmeden önce.
Veya yüzlerinizdeki
kullanmadığınız o organlarınızı geri alıp hakkı göremez, hakkı duyamaz, hakkı
söyleyemez ve hidâyete yöne-lemez bir duruma getirmeden önce. Ve de cumartesi
ashabını, cumartesi yasağını ihlâl edip de lânetlediklerimiz gibi sizleri de
lânetlemeden önce gelin bu kitaba iman edin. İnsanlıktan çıkıp hayvanlık
derekesine düşürülmeden önce gelin bu kitabın hayatınızdaki kıymetini bilip
hayatınızı onun istediği gibi düzenleyin.
Gelin bu kitabın
önüne başka şeyleri geçirmeyin. Gelin bu kitabı arkaya almayın. Kim tarafından
yazılmış olursa olsun hiçbir kitap bu kitabın yerini tutamaz. Hiçbir kitap bu
kitabın önüne geçirilemez. Hiçbir kitap bu kitaba tercih edilemez. Ve Muhammed
(a.s) da Allah’ın onayladığı, Allah’ın tescil buyurduğu yasal örnektir. Hiçbir
insan, hiçbir lider, hiçbir önder, hiçbir reis, hiçbir şeyh, hiçbir büyük,
hiçbir hoca, hacı bu peygamberin önüne geçirilip yasal örnek kabul edilemez. En
güzel yaşantı, en güzel hayat, en güzel örnek Rasulullah Efendimizin hayatıdır.
Ama siz bilirsiniz.
İsterseniz Allah’ın dediğinin dışında bir hayat yaşayın. Ama unutmayın ki
Allah’ın emri mutlaka yerine gelecektir. Öyle yaparsanız insanlıktan
çıkarılacak, maymunlaşacak, Allah dışın-da her şeyden etkilenen, her sese kulak
veren, her rüzgardan etkile-nen, her bâtılın peşine düşen, her çobanın kavalına
yönelen hayvan-lar gibi bir hayata razı olmak zorunda kalacaksınız. Zaten
bugüne kadar tarih boyunca Allah’ın emri hep olagelmiştir. Kimse Allah’ın
emri-nin önüne geçemez. Tarih boyunca Allah’ın kendilerine hayatlarını
düzenlemeleri için kitap gönderdiği kimseler her ne zamanki bu kitabı terk
etmişler, her ne zamanki peygamberlerinden habersiz bir hayat yaşamaya
yönelmişlerse Allah onları bu tehditleriyle yakalamış ve yeryüzünün en zelil
varlıklar haline getirmiştir.
Ama her ne zaman da, ne durumda, hangi
konumda olurlarsa olsunlar Rablerine dönmüşlerse Rablerini affedici bulmuşlar,
bulacaklardır.
48. “Allah kendisine ortak koşmayı
elbette bağışla-maz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan
kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş
olur.”
Allah sadece şirki bağışlamaz. Sadece
müşriki affetmez, ama onun dışında tüm günahları kullarından dilediği için
bağışlar. Kim Allah’a şirk koşmuşsa o da Allah’a iftira ederek büyük bir günah
işlemiş olur.
Rabbimiz tüm günahları affedeceğini
müjdeliyor ama bir şartla. Şirk olmayacak. Kişi Allah’ın huzuruna şirk koşmadan,
Allah’a ortak koşmadan, Allah’ın yetkilerini başkalarına vermeden, Allah’a yetki
sınırlaması getirmeden gelmiş olacak. Değilse şirki asla affetmem di-yor
Rabbimiz. Şirkin dışında hangi tür günah olursa olsun, ne kadar büyük olursa
olsun affederim diyor Allah.
Zaten kul günaha girerken Allah’ın kulu
olarak yapmıştır bu günahları. Allah’ı, Allah olarak, Rab olarak, Rahmân ve
Rahîm olarak bildiği ve kabul ettiği müddetçe kulun işleyeceği günahların
büyüklü-ğü, Allah’ın büyüklüğü yanında ne olabilir ki? Allah’ı böylesine tüm
gü-nahları affedebilecek bir Rab olarak kabul eden bir kişinin günahları
Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar olabilir de? Ama kişi şirk koşar, böyle
kendisini anlattığı biçimde Allah’ı kabul etmez, kendi sıfatlarıyla muttasıf,
noksan sıfatlardan münezzeh olarak Allah’a inanmaz ve şirke düşünce, her konuda,
hayatın her alanında söz sahibi ve egemen olarak yalnız Allah’ı değil de başka
Rableri, başka ilâhları, başka efendileri de kabul edince, işte o zaman iş
değişmiştir.
Çünkü bu durumda
onun günahlarını affedebilecek büyüklük-te, otoritede, hâkimiyette bir tek
Allah’ı yoktur artık. Onun inandığı Allah bölünmüş, parçalanmış, gücünü
kaybetmiş, yerdeki otoritesini yitirmiş bir Allah’ı vardır onun. Hayatında tek
başına egemen olmayan, hayatın bazı alanlarında yetkilerini, gücünü, kuvvetini
başkalarına devretmiş bir Allah. Böyle bir Allah nasıl affedebilir onu? Zira
müşrik hep böyle bir Allah inancı içindedir. Onun inandığı Allah kanun yapmasını
bilmez, kanunu insanlar yapmalıdır. Onun inandığı Allah hukuktan anlamaz, bu
konuda onun bu eksikliğini giderecek, ona yardım edecek yerde bir kısım hukuk
tanrıları olmalıdır. Eğitim konusun-da bilgisi ve gücü yoktur o Allah’ın, ona
bu konuda yardımcılar gere-kir, eğitim uzmanlarına ihtiyacı vardır. onun
inandığı Allah onun hayatının pek çok bölümüne karışmaz.
Meselâ düğününe,
derneğine, kazanmasına, harcamasına, kılık kıyafetine, yemesine, içmesine,
karışmaz o Allah. Tüm bu konular-da sadece Allah yetkili değildir. Allah’tan
başka dinlemesi gereken varlıklar vardır. Nefsini, çevresini, toplumu, âdetleri,
modayı, yönetmelikleri, yasaları, tâğutları da dinlemelidir bu konuda. Ne
okuyacağı-na, ne yiyeceğine, nerede kazanıp nerede harcayacağına, çocuklarını
nasıl eğiteceğine karışmaz o Allah. Bunlara kendisi karar vermelidir. Veya
Allah ve Resûlüne değil de başkalarına sormalıdır. İşte böyle müşrikçe Allah’a
inanan, inandığı Allah’ın yeryüzünde bir çok konuda ortakları bulunabileceğini
düşünen kişinin inandığı bu Allah güçsüz, kuvvetsiz, yetkileri parçalanmış
olduğu için böyle bir Allah nasıl o kadar günahı affedebilir? Nasıl güç
yetirebilir buna?
Meselâ rızık konusunda Allah’a tümüyle
güvenmeyip de ikinci üçüncü derecedeki Rezzâklarının korkusundan ötürü bir kısım
görevlerini yapmaktan çekinen kişinin inandığı Allah nasıl affedebilecek de
günahları? Veya ilimde Allah’a tam olarak güvenmeyip yerde onun eksikliğini
tamamlamak üzere birtakım gayb biliciler aramaya kalkışan bir adamın inandığı
böyle aciz ve bilgisiz bir Allah nasıl affedebilir onu? Rubûbiyette Allah’a
güvenmeyip yerde Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun
koyucular arayan, bir kısım program yapıcılar arayan ve bunların, bu yapay
tanrıların ve tanrıçaların kanunlarını da kanun bilen bir insanın inandığı bu
Allah ne yapabilir de? Şifa konusunda Allah’a güvenmeyip, Allah’ı tek Şafi
bilmeyip yerde bir kısım şifa dağıtıcılar arayan kişinin inandığı bu Allah’ın ne
gücü olabilir de?
Öldürmede
diriltmede, ruh vermede Allah’a güvenmeyen biri-nin Allah’ı ne becerebilir de?
Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti sadece Allah’ta değil de başkalarında,
malda, mülkte, makamda mansıpta arayan birinin inandığı bu Allah elbette
kendisini affedebilecek bir Allah değildir. Mağfirette afta tevbede Allah’ı
ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan birinin ya Allah’ı
elbette onu affede-meyecektir. Veya kendi kendisini kontrol etmede murakabe
etmede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen ve
onların koltuğunun altına girmeye, onlara sığınmaya çalışan birisinin Allah’ı
elbette onu koruyamayacak ve kurtaramayacaktır. Ama şirk koşmadan Allah’a
Allah’ın istediği biçimde inanan mü’minlerin günahlarını affedecektir O
Allah.
Buradan anlıyoruz ki büyük günah
işlemiş olanlar Allah’a şirk koşmadıkları sürece, yâni bu günahlarını şirke
dönüştürmedikleri sürece dilerse Allah onu affeder, dilerse de cezalandırır. Bu
Onun dilemesine kalmıştır. Ama yanlış anlamayalım bu şirkin dışındaki büyük
günahların işlenebileceğine bir ruhsat değildir. Bu ifade şirkin ne büyük bir
günah olduğunu vurgulamak içindir.
Evet Allah şirkin
dışındaki günahları affediyor, şirki de affediyor. Kitabımızın başka bir
ayetinin beyanına göre kâfir tevbe edip Müslümanlığa yöneldiği zaman tıpkı
anasından doğmuş gibi tertemiz günahlarından arınmış olur. Müşrik de şirkinden
vazgeçer ve İslâm’a yönelirse onun da önceki hayatı affedilecektir.
Küfrün de, şirkin
de affı bunları bırakıp tevhide yönelmektir. Müslüman olan bir kimsenin işlediği
günahlar da tevbe ederek, yönünü değiştirerek Allah’a yönelmekle affolunur.
Allah büyük merhamet sahibidir. Müslümanlar da affediyor, kâfiri ve müşriki de
affediyor Rabbimiz. Şu anda yeryüzünde hiç kimsenin, hiçbir kulun önü kapalı
değildir. Herkes için yollar açıktır. Herkes istediği takdirde Müslüman-ca bir
hayata ve Allah’ın affına ulaşabilir.
Ama kim de Rabbimizin bu rahmetini, bu
affını istismar ederek, görmezden ve duymazdan gelerek Allah’a şirk koşmaya
devam edecek olursa, yalnız Allah’a kulluk etmeyerek başkalarına da kulluğa
yönelecek olursa, sadece Allah’ı dinlemeyerek başkalarını da dinlemeden yana,
başkalarının yasalarını da uygulamadan yana bir tavır sergileyecek olursa,
Allah’la birlikte Allah’la çatışan modayı da, âdetleri de, toplumu da, çevreyi
de, yönetmelikleri de, amiri, müdürü de dinleyip, onları da razı etmeye
çalışacak olursa, 24 saatlik bir gece ve gündüz hayatının bir bölümünü Allah’a
verip, öteki bölümlerini Allah-tan başkalarına verecek olursa, Allah’ın hakkına
tecavüz edecek olur-sa gerçekten o Allah’a en büyük bir iftirada bulunmuş
demektir Allah korusun.
49. “Kendilerini temize çıkaranları
görmedin mi? Allah dilediğini temize çıkarır ve kendilerine kıl kadar haksızlık
yapmaz.”
Peygamberim! Şu kendilerini tezkiye
edip temize çıkaranları görmedin mi? Hem Allah’a iftira edip, Allah’ın
istemediği bir hayatı yaşayıp, Allah’ın kitabından peygamberinin örnekliğinden
habersiz bir hayat yaşayıp hem de kendilerini biz şu anda Allah’ın istediği
hayatı yaşıyoruz, bizler Allah’ın sevgili kullarıyız, bizler cennetin ta
ortasına lâyık kimseleriz diyerek tezkiye edenleri görmedin mi?
Biz kitap ehliyiz, bizim kitabımız var,
bizim Tevrat’ımız, bizim İncilimiz, bizim Kur’an’ımız var diyerek kendilerini
temize çıkardıkları halde, biz kitapsız değiliz dedikleri halde kitaplarıyla
uzaktan ve yakından hiçbir ilgileri olmayan insanları görmedin
mi?
Aman kendimizi temize çıkarmadan yana,
tezkiye etmeden yana, durumumuzdan mutmain olmadan yana olmayalım. Kendimize
güvenmeden yana olmayalım. Ben şu yaptığım konuşmalarımla, sizler haftada bir
kere gelip beni dinlemelerinizle veya infaklarınızla, ikramlarınızla, berikiler
cemaatlarıyla, ötekiler hocalarıyla, hacılarıyla kesin cennete gideceğimizi
iddia ederek kendi kendimizi tezkiyeden yana olmayalım.
İşte bilelim ki
bizim bu mutmain halimiz değişimin önündeki en büyük engeldir. Bizim
değişimimizin önündeki en büyük engel budur. Yahudi’nin değişiminin önündeki en
büyük engel buydu çünkü. Onlar bu inançlarından dolayı değişmeye gerek
görmediler. Mutmaindiler çünkü bu konuda. O halleriyle cennete girecek olan bu
insanlar, İslâm’ı kabule gerek görmediler.
İşte bakın bu
mutmain ve değişime gerek duymayan, değişi-me razı olmayan, statik ve durağan
hayatlarını, geleneklerini devam ettirmeden yana olan bu insanları reddediyor
Allah. Öyleyse şunu kesinlikle kabul etmek zorundayız ki hiçbirimiz kendi
durumumuzdan mutmain olmamalıyız. Hiçbirimiz kendi kendimizi tezkiyeden yana
olmamalıyız. Hiç birimiz statükodan yana olmamalıyız. Çünkü bu değişimin önüne
dikilmiş en büyük engeldir. Ben iyiyim! Biz iyiyiz! Putu bilelim ki değişmenin
önüne dikilmiş en büyük engeldir. Çünkü bugün hiçbirimizin, hiçbir grubun,
hiçbir ailenin, hiçbir cemaatın elinde cennetlik olduklarına dair bir senet bir
garanti yoktur. İşte âyetler bunu anlatıyor. Hiçbir kimsenin ölünceye kadar da
nasıl bir çizgi takip edeceğine dair elinde bir garanti olmadığına göre öyleyse
kendimizi garanti cennetlik görmeyelim, halimize mutmain olmayarak sürekli
Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti ışığında hayatımızı sağlamaya alalım
inşallah.
Hiçbir zaman unutmayalım ki tezkiye
Allah’a aittir. Allah’a karşı kendi kendimizi tezkiye etmeye cüret etmediğimiz
gibi başkalarını da tezkiye etmeye hakkımızın olmadığını bilelim. Buhârî ve
Müslim’in bu konuda Rasulullah Efendimizden rivâyet ettikleri hadisler çoktur.
Bir hadislerinde Allah’ın Resûlü:
“Bir kimseyi
tezkiye edip cennetlik olduğunu söyleyen kişinin yüzüne toprak
atın.”
Buyurur. Yine bir
defasında bir kişinin bir kişiyi övüp tezkiye ettiğini gördü de Allah’ın Resûlü
ona şöyle buyurdu:
“Yazık sana! Bu
yaptığınla kardeşinin boynunu kopardın.”
Buyurdu ve
sözlerine şunları ekledi:
“Herhangi biriniz birini övecekse bari böyle
olduğunu zannediyorum desin ve Allah’a karşı hiç kimseyi tezkiye etmesin.”
Buyurdu.
Tezkiye Allah’a aittir. Allah
dilediğini temizler, temize çıkarır. Hiç kimse ben Müslümanım, ben cennetliğim
diyerek kendi kendini temize çıkarma hakkına sahip değildir. Hiçbir yahudi ben
Mûsâ (a.s) nın yolundayım diyerek, hiçbir hıristiyan ben Îsâ (a.s)’ın izindeyim
diyerek, hiçbir Müslüman da ben Hz. Muhammed (a.s) in yolunu takip ediyorum diyerek kendisini
tezkiye etmeye yetkili değildir. Bu yetki sa-dece Allah’a aittir. Allah kimin
için temizdir demişse o temizdir, kimin için murdardır demişse o murdardır.
Allah’ın kitabında temiz dedikleri Allah’a Allah’ın istediği biçimde ve
peygamber örnekliliğinde iman etmiş Müslümanlardır. Değilse Allah’ın
kıstaslarına uymadan bir kişi ben Müslümanım demekle kendisini demize çıkarma
hakkına sahip değildir. Kur’an’ın öngördüğü, Rasulullah Efendimizin örneklediği
şekilde yaşayanlar ancak temizdirler. Allah’ın istemediği bir hayatı
yaşayanlara Allah necis demişse, pis demişse onlar istedikleri kadar
kendilerini tezkiye etmeye çalışsınlar onlar pistirler.
Allah dilediği kimseyi temizler ve
Allah hiç kimseye hurma çekirdeğindeki iplik kadar zulmetmez, haksızlığa
uğratmaz. Zerre kadar işlediği bir amelini bile zayi edip karşılıksız
bırakmaz.
50. “Allah'a nasıl yalan yere iftira
ettiklerine bir bak. Bu, apaçık bir günah olarak
yeter.”
Baksana Allah’a nasıl da yalan iftirada
bulunuyorlar. Allah’a nasıl da yol göstermeye, akıl vermeye çalışıyorlar. Allah
konusun da böyle düşünmeleri, kendilerini Allah karşısında temize çıkarıp,
bizler Allah’ın sevgili kullarıyız, Allah kesinlikle bizim hayatımızdan razıdır
ve kesinlikle bizleri cehennemine atmayacaktır şeklindeki iftiraları apaçık bir
günah olarak onlara yetmektedir.
51. “Kendilerine kitap verilmiş
olanların, puta ve şeytana kanıp, inkâr edenlere: "Bunlar, inananlardan da-ha
doğru yoldadırlar" dediklerini görmedin mi?”
Şu kendilerine kitap verilenlere bir
baksana peygamberim, onlar cibt ve tâğuta iman ediyorlar. Arkadaşlar cibt
konusunda sihirdir, Allah sisteminin dışındaki sistemlerdir, Allah yasalarının
dışında yasa-lardır, putlardır, şeytandır, Allah yerine ikâme edilip kendisine
itaat edilen Ka’b Bin Eşreftir deniyor.
Tâğut da Allah
yasalarını beğenmeyerek, Allah karşısında bilgi iddiasında, güç iddiasında
bulunan ve Allah kullarını Allah’a kulluktan koparıp zorla kendisine kulluğa,
kendi yasalarına itaate çağıran azgın kimselerdir, insanlar üzerinde egemenlik
iddiasında bulunan tanrı taslaklarıdır deniyor.
Yâni bu adamlar hem
Allah’a inandıklarını söylüyorlar, hem Allah bize kitap gönderdi, bizim
kitabımız var diyorlar, bizim peygamberimiz var diyorlar, biz Mûsâ’nın, Îsâ’nın
aleyhimesselâm yolundayız di-yorlar, biz Muhammed (a.s) in izindeyiz diyorlar
hem de utanmadan cibt ve tâğuta iman ediyorlar. Allah’tan başka kendilerinin
egemen olduklarını, ilâh olduklarını, tanrı olduklarını iddia eden, hâkimiyet
bizdedir diyen bir kısım tanrı taslaklarına da iman ediyorlar. Onların da
egemenliklerini kabul edip, hayatlarına karışma yetkisi veriyorlar. Ve bir de
üstelik:
Kâfirlere, inkâr edenlere bunlar,
inananlardan daha doğru yoldadırlar diyorlar. Kâfirleri, müşrikleri
Müslümanlara tercih edip üstün tutuyorlar. Âyetin nüzûl sebebiyle alâkalı
tefsir kitaplarında şöyle bir rivâyet var: Bir ara yahudi âlimlerinden İslâm
düşmanı zalim Ka’b Bin Eşref müşriklere geliyor ve peygambere karşı tavır almış
bulunan müşrikler bu kâfire soruyorlar. Ey Ka’b! Bu Muhammed ve beraberindeki
ona inanmış Müslümanlarla aramız şöyledir. Sizler kitap ehli kim-selersiniz. Din
konusunda, Allah konusunda, peygamber konusunda bilgi sahibi bizim
üstatlarımızsınız. Bize söyler misin biz mi hayırlıyız, yoksa bu Müslümanlar
mı? Biz mi doğru yoldayız, yoksa Müslümanlar mı? Alçak diyor ki hayır, siz
onlardan daha hayırlı ve daha doğrusunuz.
Görüyor musunuz?
Güya Allah’a inandığını, Tevrat’a inandığını, Mûsâ (a.s) in yolunda olduğunu iddia eden adam kâfirleri
Müslümanlardan hayırlı ve üstün kabul ediyor. Alçak herif kendi inanç sistemini
reddediyor, kendi bindiği dalı kesiyor. Sebep ne? Sebep, bu son elçi kendi
ırklarından, kendi familyalarından çıkmadı. Bu peygamber İsrail oğullarından
değil de ümmîlerden çıktı diye.
Yâni öyle bir insan tiplemesi çıkıyor
ki karşımıza, benim kitabım var diyor. Benim Tevrat’ım, benim İncil’im, benim
Kur’an’ım var diyor, benim peygamberim var diyor, ama öyle bir düşüncenin sahibi
oluyor, öyle bir hayat yaşıyor ki yaşadığı hayat mahza kâfirlere, müşriklere
endeksli. Kâfir ve müşrik dünyadan kaynaklanan bir inancın, bir yaşantının
içinde. Allah’a inanıyorum dediği halde kendisine kendisi gibi iman eden
mü’minler daha yakın olması gerekirken yaşadığı pislik içindeki hayatından
dolayı, kâfir ve müşrik dünyadan devşireceği menfaatlerinden dolayı
Müslümanları kötü kâfirleri daha hayırlı gö-rüyor.
Gerçekten şu anda
bunun örneklerini çok görüyoruz. Müslümanlara olmadık iftiralarda bulunan,
olmadık isimler takarak, onları terörist, kan dökücü ilân eden yahudi ve
hıristiyan dünyanın, kâfir ve müşrik dünyanın güdümünde hareket eden, güya adı
Müslüman olan kimi zavallıların Müslümanları haksız, karşılarındaki kâfirleri
haklı gör-düklerini, kâfirlerin daha doğru yolda olduklarını söyleyebiliyorlar,
yazıp çizebiliyorlar. Kâfirler daha doğru yoldadırlar ve zaten dünyada onlarsız
bir hayat yaşamak mümkün değildir diyebiliyorlar zavallılığın zirvesinde
olanlar.
Hayır hayır, kim ne derse desin, doğru
yolda olanlar, hakta o-lanlar Müslümanlardır. Her ne kadar güçsüz olmaları
sebebiyle, zayıf oldukları için seslerini duyuramasalar da. Allah yeryüzünde
Müslü-manları seviyor, Müslümanlardan razıdır ve kâfirlere, müşriklere de, adı
ne olursa olsun, ister yahudi, ister hıristiyan kâfirlere de lânet ediyor
Rabbimiz.
52. “İşte Allah'ın lânetledikleri
onlardır. Allah'ın lânetlediği kişiye asla yardımcı
bulamayacaksın.”
Allah kâfirlere
lânet ediyor. İşte bunlar Allah’ın rahmetinden kovduğu, uzaklaştırdığı
kimselerdir. Allah kime lânet edip de merha-metinden mahrum etmişse artık ona
kim yardımcı olabilir? Kim onu Allah’ın gazabından, azabından
kurtarabilir?
Rabbimiz Nisâ sûresinin bu âyetlerinde
bizi bir grubun karşısında durdurdu, bize bir grup tanıttı ve ısrarla bizim
onlara bakmamı-zı, onlar üzerinde düşünmemizi, onları yakından tanımamızı
istedi. Bunlar kendilerine kitap verildiği halde, Allah bilgisine
ulaştırıldıkları halde Allah’a iman etmeleri gerekirken, Rablerinin istediği bir
hayatı yaşamaları gerekirken, Allah’ı bırakıp da Allah berisinde birtakım cibt
ve tâğutlara iman eden, bunları dinlemeye, bunlara ibâdet etmeye yö-nelen ve
kâfirleri Müslümanlara tercih eden, menfaatleri sebebiyle kâfirleri
Müslümanlardan daha Medenî, daha doğru yolda göre gören in-sanlardır. Gerek
yahudilerden, gerek hıristiyanlardan gerekse Müslü-manlardan olan ehl-i kitap
insanlardır bunlar. İşte Rabbimiz onlar için yine şöyle
buyuruyor:
53. “Yoksa onların hükümranlıktan bir
payları mı var? O zaman insanlara bir çekirdek parçası bile
vermezler.”
Yoksa onların mülkten bir nasipleri mi
var? Mülkten bir payları mı var? Yâni Allah onlara İlâhi otoritesinden,
mülkünden bir yetki mi vermiş? Yoksa Allah egemenliğinin, rubûbiyet ve
ulûhiyetinin bir kısmını onlara mı devretmiş ki, kimin doğru yolda, kimin eğri
yolda olduğunu kararlaştırmaya kalkışıyorlar? Nereden almışlar bu yetkiyi?
Hangi yetkiyle tezkiye ediyorlar kâfirleri? Hangi yetkiyle yargılıyorlar
mü’minleri? Eğer onlara bu konuda bir yetki verilmiş olsaydı cimriliklerinden
başkalarına zerre kadar bir pay vermezlerdi. Eğer bu ehl-i kitabın elinde
herhangi bir yetki olsaydı, insanlara zırnık bile koklatmazlardı.
Çünkü bunlar
cimridirler, Allah’ın kendilerine lütfettiği nîmetlerine karşı çok nankör
davranıyorlar. Allah kendilerine iman ve kitap nîmeti verdiği halde menfaatleri
sebebiyle Müslümanlardan kaçıp kâfir ve müşrik dünya ile birlikte hareket etmeye
çalışıyorlar. Ellerindeki kitaplarını tasdik ederek gelen Kur’an’a ve son elçiye
inanmıyorlar. Bu son elçiye verilen nîmetleri çekemiyorlar. Halbuki Allah
kendilerine de aynı nîmetleri vermişti. İbrahim (a.s) in oğlu Yâkub (a.s)’a
kendilerini nisbet eden bu insanlara peygamberleri vasıtasıyla sayısız nîmetler
lütfedilmişti. Mısır’da çok mutlu bir hayat yaşamışlardı. Sonra kendi amelleri
sebebiyle özgürlüklerini yitirip köleleştirildikleri bir dönemde Mûsâ (a.s) ve
Harun (a.s) rehberliğinde kölelikten kurtarılmışlardı. Allah onları çölün
ortasında akla hayale gelmedik nîmetlerle doyurmuş-tu. Sonra Dâvûd (a.s) ve
Süleyman (a.s) döneminde gerçekten dünyanın en büyük nîmetlerine nail
olmuşlardı. Ama eğer bu İsrâil oğulları yine Müslümanca bir hayata devam etmiş
olsalardı, Allah’ın kendilerine gönderdiği Îsâ (a.s), Zekeriyya ve Yahya
(a.s) döneminde de Müslümanlıklarını
devam ettirebilselerdi ve son elçi geldiği zaman da ona iman etmiş olsalardı,
Muhammed (a.s) in de mü’mini olarak Kur’-an’ın pratikte uygulayıcıları olsalardı
elbette eski konumlarını yeniden kazanacaklar ve Müslümanların içinde dünyanın
en üstün insanları olma şerefini kazanacaklardı. Ama ne yazık ki bu adamlar
bunca nîmete sahipken, atalarının yolunu terk etmişler, Peygamberlerinin
getirdiği kitaplarının sistematik hayat tarzını reddetmişler, kendi kendilerine
yahudilik diye bir yol ihdas etmişler, hıristiyanlık diye bir yol çıkarmışlar ve
böylece yeryüzünde küfrün iki kanadını oluşturarak ataları İbrahim (a.s) in
torunu olarak kendilerine gönderilen Muhammed (a.s)’a ve ona iman eden İsmail
oğullarına hasetlerinden düşman olarak kâfir ve müşrik dünyayla birlikte hareket
etmeye başlamışlar.
54. “Yoksa Allah’ın bol nîmetlerinden
verdiği kimseleri mi çekemiyorlar? Oysa İbrahim ailesine kitap ve hikmet
verdik. Onlara büyük hükümranlık bahşettik.”
Yoksa onlar Allah’ın lütfundan verdiği
şeyler konusunda in-sanları kıskanıyorlar mı? Allah’ın Muhammed (a.s)’a
peygamberlik vermesini, Müslümanlara bu sayede nimetlerini ulaştırmasını
kıskanıyorlar mı? Allah’ın Müslümanları izzet ve şerefe ulaştırmasını
kıska-nıyorlar mı? Yoksa onlara mı soracaktı Allah nîmetini kime vereceği-ni?
Onların keyiflerine mi kalmıştı bu iş? Kendi sapıklıkları sebebiyle peygamberlik
ellerinden alındı da İsmail oğullarına verildi diye kıskançlıklarından onu
reddetmeye mi kalkışıyorlar? Bu yüzden mi Müslümanlara düşman kesilerek
kâfirlerle, müşriklerle beraber hareket et-meye çalışıyorlar bu
adamlar?
Halbuki İbrahim’in soyundan olan
atalarınıza biz peygamberlik verdik, onlara kitaplar indirdik, onlardan Dâvûd ve
Süleyman (a.s) la-ra peygamberlikle birlikte büyük bir mülk ve saltanat verdik.
O halde niye önceki peygamberleri kabul ediyorsunuz da son elçiyi
reddediyorsunuz? Neden Allah’ın nîmetini lütfettiği diğer elçileri değil de
sadece Muhammed (a.s)’ı kıskanıyorsunuz? Ey Allah’ın tarih içinde ken-dilerine
sayısız nîmetler lütfettiği ehl-i kitap! Sizler şunu çok iyi bilmek
zorundasınız ki Allah biz İbrahim (a.s) in ailesine çok büyük nîmetler verdik
derken hem az evvel de ifade ettiğim gibi, önceki dönemlerde İbrahim ailesinden
İshak ve Yâkub’un oğulları olan İsrail oğullarına verdiği nîmetlerini gündeme
getiriyor, hem de İbrahim (a.s) in İsmail isimli oğlunun torunlarından olan son
elçiye, Muhammed (a.s)’a verilen kitap ve peygamberlik nîmetleri gündeme
getiriliyor. Unutmayın ki bizim peygamberlerimiz dediğiniz İshak (a.s) Yâkub
(a.s) ne kadar İbrahim (a.s)’a yakınsa İsmail (a.s) da o kadar yakındır. İshak
(a.s) ve Yâkub (a.s) ne kadar İbrahim (a.s) in yolundaysa İsmail (a.s) da o
kadar Onun yolundadır. Mûsâ, Harun, Dâvûd, Yahya, Zekeriyya ve Îsâ (a.s) lar ne
kadar İbrahim (a.s) in yolundalarsa Muhammed (a.s) da o kadar İbrahim (a.s) in
yolundadır. Bu son elçiye iman etmedikleri sürece bu İsrâil oğullarının, bu
yahudi ve hıristiyanların önceki peygamberlere iman ediyoruz demelerinin hiçbir
mânâsı kalmayacaktır. Çünkü önceki her bir peygamber kendi döneminde onlardan
son elçiye iman etmeleri konusunda ahit almıştır. Bu ahitlerini yerine
getirmeyenler asla mü’min değillerdir. Ama gelin görün
ki:
55,56. “Onlardan ona inananlar ve yüz
çevirenler vardı. Çılgın bir alev olarak cehennem yeter. Doğrusu, âyetlerimizi
inkâr edenleri ateşe sokacağız; derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için
onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah Güçlüdür,
Hakîmdir.”
O yahudi ve hıristiyanlardan kimileri o
kitaba ve peygambere iman ederlerken kimileri de hasetlerinden ötürü sırt
çevirmektedir. Çok azı iman etmiş, pek çoğu da fâsıklar olmuşlardır. İşte bu
ifade İsrâil oğullarının kıskançlık dolu konuşmalarına ve tavırlarına bir
cevaptır. Küfür ve inatlarına karşılık, kıskançlık ve yoldan çıkışlarına
karşılık cehennem çılgın bir ateş olarak onlara yeter.
Âyetlerimizi örtenleri, örtbas
edenleri, âyetlerimizi gündemle-rinden düşürenleri, âyetlerimizi yok farz
edenleri, âyetlerimizden ha-bersiz bir hayat yaşayanları işaret levhalârımızı
kamufle ederek yol-larına devam edenleri, uyarılarımıza aldırış etmeden
burunları doğru-suna gidenleri ateşe sokacağız, ateşe yaslayacağız, cehenneme
sallayıvereceğiz diyor Rabbimiz. Aman Allah’ım! Bizi böyle bir ateşle, bizi
böyle bir cehennemle karşı karşıya bırakma! Bizi böyle bedbahtlar-dan kılma ya
Rabbi! Kimmiş bunlar? Kimmiş bu cehennemin ashabı? Allah kendilerine hayatlarını
düzenlesinler diye bir kitap gönderdiği halde, Allah kendilerine yeryüzünde
rahmet kapıları açtığı halde, Allah’ın âyetlerini örtüp örtbas edenler,
hayatlarını Allah’ın âyetleriyle düzenlemeye yanaşmayanlar, sanki böyle bir
kitap gelmemiş gibi hareket edenler, hayat programlarını Allah’ın kitabına
sormadan yaşa-yanlar, kitapsız bir hayattan yana olanlar, kitaplarıyla
ilgilerini kesen-ler.
Öyleyse anlıyoruz ki bir dönemler
İbrahim (a.s) ile beraber olmak, bir dönemler İshak (a.s) ile, Yâkub (a.s) ile,
Dâvûd (a.s), Süley-man (a.s), Mûsâ ve Îsâ (a.s) larla beraber olmak, bir
dönemler Muhammed (a.s)’la beraber olmak, eğer bu beraberlik son döneme kadar,
ölüme kadar gitmemişse hiçbir değer ifade etmeyecektir. Önceki toplumlar için
ilk peygamberden son peygambere kadar iman edilmedikçe bu iman kabul
edilmeyeceği gibi bizim için de ölünceye kadar devam etmedikçe iman kabul
edilmeyecektir. Allah bizden ölünceye kadar bir iman ve teslimiyet istiyor.
Kıyamet kopuncaya kadar bütün peygamberlerin yolunu takip etmemizi istiyor.
Hiçbir zaman bu yoldan ayrılma hakkına sahip değiliz. Evet özgürlüğümüz var,
dilediğimiz za-man bu yolu terk edip başka yollara gidebiliriz diyorlarsa bu
ehl-i kitap o zaman cehennem onların gideceği yerdir. Hem öyle bir cehennem
ki:
Onların derileri yanıp döküldükçe,
derileri yanıp, kül olup duy-guları kayboldukça, derilerinin ucundaki azabı,
acıyı hissetme merke-zi olan sinirleri özelliğini kaybettikçe, hissetmeleri
kayboldukça azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Onların
derilerini değiştirecek, tekrar onlara hayat verecek, yeni bir direnç ve güç
vereceğiz ki azabı tekrar tekrar tatsınlar. Allah korusun dünyadaki ateşlere
benzemeyen, dayanılması mümkün olmayan bir ateş. Ve üstelik Rasulullah
Efendimizin hadislerinden de öğreniyoruz ki cehennemde-kilerin vücutları her
bir bölgeden azabı tatsınlar diye çok büyük ve dayanıklı yaratılacaktır.
Dişlerinin dağ büyüklüğünde, ciltlerinin farklı uzunlukta yaratılacağını haber
veriyor Allah’ın Resûlü. Ve her bir saatte derilerinin yüz kere, yüz yirmi kere
değiştirileceğine dair rivayetler vardır.
Muhakkak ki Allah Azîz ve Hakîmdir.
Yapacağı azap konusun-da kimse onun önüne geçemez, kimse onun azabına engel
olamaz ve Allah Hakîmdir, hâkimiyet sahibidir, hikmet sahibidir, kime ne
yapacağını bilen hikmet sahibidir. Yaptığını yerli yerince ve adâletle
yapandır.
57. “İnanıp yararlı iş işleyenleri,
içinde temelli ve ebedî kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere
koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları en koyu gölgeliklere
yerleştireceğiz.”
Ama beri tarafta iman eden, Allah’a
Allah’ın istediği gibi iman eden ve imanla birlikte salih ameller işleyen
kimseleri de zeminle-rinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere
ithal buyura-caktır Allah. İman eden ve salih ameller işleyenler. İman etmişler
ve imanlarını hayatlarına geçirmişler, hayatlarını iman kaynaklı yaşa-mışlar.
Fıtratlarını bozmamışlardır. Allah’ın yarattığı ahsen-i takvim oluş
özelliklerini hayatlarının sonuna kadar muhafaza etmişler ve bu fıtratlarına
uygun ameller işlemişler.
Salih amel, fıtrata
uygun amel demektir. Salih amel, Allah’ın razı olduğu, sevdiği ve emrettiği
ameldir. Salih amel, Rasulullah e-fendimizin hayatında, sünnette yeri olan ve
mahza Allah için yapılmış amel demektir. Salih amel, salih bir imandan
kaynaklanan ameldir.
Evet inanan ve
inancını yaşayan, inanan ve imanını hayatında görüntüleyen, inanan ve inancını
pratize eden, hayatını iman kaynaklı yaşayan, hayatlarıyla imanları özdeş olan
kimseler, içinde ebedî kalacakları altlarından ırmaklar akan
cennettedirler.
Orada onlar için tertemiz eşler vardır.
Bu eşlerin temizliği hem madde olarak kan, idrar, koku, hayız, nifas, dışkı vs
gibi maddî pisliklerden arındırılmış, maddî pislikleri olmayacak şeklinde
tertemiz. Hem de mânâ olarak yalan, dolan, cinsinden aldatma cinsinden,
ahlâksızlık geçimsizlik cinsinden de bir kötülüğü, bir pisliği, necisliği,
necesliği, bir küfrü, nifakı, inkârı olmayacak tertemiz eşler verilecektir
onlara.
Ve onlar ne soğuk ne sıcak tam
kararında gölgelerin içindedirler. Evet çok rahat, onların üzerine bir cennet
gölgesi, ama tam istenen bir gölge var. İstenilen biçimde sarkmış, ihtiyaca
cevap verecek özellikte uzatılmış bir gölge. Uzakta değil, yaklaştırılmış, dünüv
kazandırılmış, böyle insanla sanki içice olmuş, insanın içine nüfuz etmiş bir
gölge vardır onlar için. Dünyada bile gölgenin rahatını biliyoruz.
Hani Rasulullah bir gün: “İstifade ettiğiniz tüm nîmetler-den hesaba
çekileceksiniz!” buyurunca, sahâbeden biri, üzerinde sadece göbeğine
kadar avret yerlerini örten bir peştamaldan başka malının olmadığını, ondan da
hesaba çekilip çekilmeyeceğini sormuştu da, Allah’ın Resûlü: Evet, sen de hesaba
çekileceksin, çünkü gölge ve soğuk su buyurmuştu. Gölge büyük bir nîmettir
gerçekten.
Yaz gününü
düşünelim. Sıcak iklimleri düşünelim. Mekke, Medine'yi düşünelim, gölgenin ne
anlama geldiğini o zaman anlayacağız. Cehennem ortamını yanında cennet ortamıdır
âdeta gölge. Evet orada onlar için gölgeler vardır. Cehenneme yaslananlardan
farklı bir hayat var onlar için. Rabbim bizi onlardan eylesin inşallah. Bu hafta
da burada kalalım ve gelecek hafta inşallah kaldığımız yerden devam edelim.
Velhamdü lillahi Rab bil Âlemin.
58. “Hiç şüphesiz Allah size,
emânetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah
işitir ve görür.”
Nisâ sûresinin bu bölümünde Rabbimiz
emanetten ve emanetin tevdî edileceği kimselerden söz edecek. Kur’an’ı hiç
tanımayan insanlara anlattığımız bölüm ile, onu biraz tanıyan insanlara
anlattığımız bölüm elbette farklı olacaktır. Kaldı ki aynı bölümü kadına
anlatırken ayrı, erkeğe anlatırken ayrı, ihtiyara ayrı, gence ayrı, hastaya ayrı
anlatıyoruz. Neden? Eh adamın hayatı değişik de ondan. Meselâ diyelim ki, şu
anda okuduğumuz bölümlerde içkiyle ilgili bir âyet gelse, aman ha gardaşlar,
sakın içki içmeyin! diye bir saat anlatacak değilim elbet-te içinizde içki içen
birileri yoksa. Ama adam meyhaneden gelmiş kokusu ağzındaysa henüz ve ben onu
yakalamışsam, bir ayık zamanını ele geçirmişsem iyi kötü sağdan soldan vurmaya
çalışırım, dengede dursun diye. Çünkü sallanıyordur zaten
o.
Ona öyle yaparım, ama sizin de başka
sarhoşluklarınız varsa ki; insanların çeşitli sarhoşlukları vardır. Meselâ
kimisi mal sarhoşudur, aman malsız olmaz diyordur. Kimisi makam sarhoşudur,
illa da koltuk lâzım diyordur. Kimisi kadın sarhoşudur, kadın peşindedir.
Kiminde yükseklik hastalığı vardır, adam azıcık cüzdanının üzerinde yükselmeye
başladı mı sendelemeye başlayıverir. Cüzdanı önce ince-ciktir, sonra azıcık
yükselmeye başlar, o kadarcık yükseklik bile adamı sendeletiverir. Adam biraz
daha yükseldi mi, meselâ koltuk kadar filan yükseldi mi daha fazla havalara
girip yalpalamaya başlayıverecektir Allah korusun. Ve aleyküm esselâm, buyur,
şuraya gel gardaş. Hayır hiçbir şey olmaz. Keseriz bir daha başlarız, bu çok
normal bir şeydir.
Bakın bir defasında Rasulullah
Efendimiz hutbede konuşma yapıyor ve tüm sahâbe dinliyor. Bu arada adamın biri
geliyor: Ya Ra-sulallah bana dini anlatsana! Ben faydalanmak, öğrenmek
istiyorum! diyor. Onun bu samimi talebini alan Allah’ın Resûlü iniyor
minberden, kesiyor hutbesini, sahâbe bekliyor, olsun, ilgileniyor o adamla,
sonra çıkıyor ve hutbesine devam ediyor. Ne güzel değil mi? Ama bizde böyle
rahat din yaşama pek gelişmemiş. Birisi çıkacak, konuşmaya başlayacak, tamam
herkes sütliman onu dinleyecek. Ağzını açmak yok, edepsizlik yapma! deniyor.
Edepsizlik türünde
bir hareketi birisi konuşmazken de yapmayalım. Veya şöyle söyleyelim: Benim
yanımdayken, siz kendi kendinize nasıl oturuyor idiyseniz öylece oturun. Ama
efendim ben kendi kendimeyken şöyle şöyle yapıyordum. Eğer o, kendi kendinize
iken de edepsizlikse orada da yapma! Kendi kendineyken de yapma, benim yanımda
da yapma! Yok kendineyken normalse benim yanımdayken de normaldir. Yâni evde
kendi kendinize nasıl oturuyorsanız burada da öylece oturun! Yâni yaptığınız
şey Allah’ın izin verdiği bir hareketse her zaman rahat olun! Benim yanımda da
kendi kendinizeyken de rahat olun inşallah diyerek bu hafta okuyacağımız
bölümün ilk âyetini okumaya başlayalım.
Muhakkak ki Allah emânetleri ehline
vermenizi, emânetleri ehline tevdi etmenizi, emânetleri ehlinde tutmanızı,
emânetleri ehline vermenizi, emâneti ehline, sahibine göndermenizi, emâneti
yerine ulaştırmanızı, ehline gönderme yapmanızı emreder
size.
Emânet bir tesbih mi almıştın
arkadaşından? Yerine, ehline, sahibine gönder onu. Para mı almıştın bir
arkadaşından emânet? Yerine ulaştır, ehline, sahibine tevdi et onu. Kız mı
almıştın Allah’tan e-mânet? Kız mı almıştın bir Müslümandan nikâhla? Evlenmek
üzere emânet bir kadın mı almıştın Allah’tan ve kardeşinden emânet olarak?
Sahibine gönder onu. Sahibinin istediği yerde tut o emâneti. Sahibinin istediği
gibi davran o emânete. Satma onu! Ya da harcama onu! Kadınını yanında emânet
bil ve onunla ilişkin konusunu emânetin sahibine sor. Ya Rabbi! Bu hanımım
senin bende emânetindir. Emânetin sahibi olarak bu kadınıma nasıl davranmamı
istersin? Onu nasıl giydirmemi, onunla nasıl bir ilişki içinde olmamı istersin?
diyerek emânetin sahibine sormak zorundasın.
Onu Allah’la
peygamberle tanıştırarak, kitapla sünnetle tanıştırarak yerine, cennete
göndermek zorundasın. Çünkü hanımın sana emânettir. Nerede olmalıydı o? Nerede
tutmalıydın onu? Eh koluna takacaksın, çarşı pazar gezip, âleme teşhir
edeceksin! ise öyle yap! Yok eğer eve hapsedeceksin, hiç günyüzü
göstermeyeceksin ise öyle yap. Ama Allah öyle değil de şöyle yap! demişse o
zaman Allah’ın dediği gibi yapmaya çalışacaksın.
Allah sana emânet
olarak para mı verdi? Onu nereden kaza-nacağını, nerelerde harcayacağını
emânetin sahibine sormak zorun-dasın. Allah sana emânet olarak çocuklar mı
verdi? Onlara vereceğin isimden tut da, onlara ulaştıracağın günlük eğitime
varıncaya kadar emânetin sahibine sormak zorundasın. Yanında Allah’ın sana
verdiği boş zaman mı var emânet olarak? Onu emânetin sahibinin istediği yerde
kullanmak, emâneti sahibine vermek zorundasın. Veya emânet olarak senin yanında
göz, kulak, el, ayak, kafa, kalp mi vardı? Onları yerinde kullan. Onları
emânetin sahibinin razı olduğu yerlerde kullanarak emânetin sahibine teslim
et.
Emâneti emânet bilmemizi, emâneti
sahibine vermemizi, emâneti emânetin sahibinin istediği gibi kullanmamızı
istiyor Rabbimiz. Emânetle ilişkilerimizi emânetin sahibinin istediği şekilde
ayarlamamızı istiyor. Allah emânet olarak bize ne vermişse. Akıl mı verdi Allah
emânet olarak? Sıhhat mı verdi? Zaman mı verdi? Mal, mülk, fırsat, imkân mı
verdi? Ev, araba, arsa mı verdi? Evlât mı verdi? Hanım mı verdi? Veya din mi
gönderdi? Kitap, peygamber mi gönderdi? İrade mi verdi emânet olarak? Bunların
tümünü emânetin sahibinin razı olduğu yerlerde kullanarak emânetlerimizi yerine
getirmemiz isteniyor. Öyleyse burada anlatılan emâneti iki türlü
anlıyoruz:
a- Bu emânet Ahzâb sûresindeki
emânettir.
“Doğrusu Biz, emâneti (sorumluluğu)
göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekin-mişler ve
ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim ve çok cahil olan insan onu
yüklenmiştir.”
(Ahzâb
72)
Emânet işte bu âyette anlatılan
emânettir. Yâni âyetin ifade ettiğine göre emânet tekâlif-i İlâhiyedir. Dindir,
imandır, hidâyettir, Kur’-andır, sünnettir, candır, bedendir, iradedir. Allah’ın
bize emânet ettiği şeylerdir. Meâric sûresinin ifadesine göre namazcılar bu
emânetlere riâyet ederler. Bu emânetlere sahip çıkarlar. Bu emânetlerle
ilişkilerini Allah’ın istediği biçimde ayarlarlar. Bu emânetlere asla hıyanette
bu-lunmazlar. Bunları zayi etmezler.
Meselâ Allah bu mânâda Kur’an’ı bize
emânet göndermiş. Kimileri bu emâneti Allah bana bunu güzel yazsın diye
gönderdi zannet-miş ve nefis yazılarla, sülüs yazılarla onu ortaya koymaya
çalışmış. Kimileri Allah onu bana bassın diye gönderdi zannedip basmaya,
kimileri Allah onu bana satsın diye gönderdi zannedip satmaya çalışmış.
Kimileri çok güzel okuyup insanları onunla mest etsin diye gönderdi zannedip
emâneti ifa icralarına başlamış. Kimileri onu bana para kazanmam için gönderdi
zannedip onunla bol para kazanma yolunu tutmuş, kimileri harcasın diye göndermiş
Allah onu bana demiş, onu günbegün harcama yolunu tutmuş. Halbuki Allah emâneti
nerede tutmamızı istemişse onu orada tutmamızı emreder.
Bakara emânet size,
Âl-i İmrân emânet, Nisâ, Mâide, Zuhruf, Câsiye Hadîd emânet size. Allah için
meselâ Câsiye’yi nerede kullan-dınız bugüne kadar? Biliyor musunuz bu sûreyi?
Var mı sizin kitapta böyle bir sûre? Zümer’i nerede harcadınız? Yâsîni nereye
yerleştirdi-niz? Eh yerinde duruyor işte, emânet sandığına yerleştirdik, elli
yıldır bekliyor mu? Eyvah! Eyvah emâneti sahibine vermemişiz! Emâneti ehline
teslim etmemişiz.
Meselâ ağız emâneti vermiş Allah. Ne
için vermiş? Peynirin küflüsünü, turşunun modelini tespit için veya onunla
peynir ekmek yesin diye, laf edelim, çay içmede kullanalım diye mi? Yoksa
onunla âyet anlatalım, çoluk çocuğumuzun âyet hadis ihtiyacında kullanalım diye
mi? Bunları nerelerde kullandığımızı bir düşünelim yâni. Halbuki İnsana verilen
bu azalar, bu irade, bu güç, bu bilgi, bu akıl bu enerji mahza emânettir.
Allah’ın emânetidir bunlar. İnsan Allah tarafından kendisine emâneten verilen bu
gücü, bu enerjiyi, bu aklı dondurmak, dumura uğratmak, kullanmamak hakkına sahip
değildir. Bunları hayata hiçbir şey kazandırmayacak ve hayatı bir adım daha
ileri götürmeyecek boş şeylerde kullanamaz.
b- Bir de emânet, insanların kendi
aralarında birbirlerine emânet ettiği, emânet verdiği şeylerdir. Hattâ bu
mânâda kâfirin emânetidir de. İşte buna karşı da riâyetkar davranmamız, nezih
davranmamız isteniyor. Emânet sahiplerine karşı sahtekârlık yapmamamız,
hıyanet-te bulunmamamız isteniyor.
Evet emânetlere dikkat edelim inşallah.
Bakın A’râf sûresinde Rabbimiz buyurur ki:
“Pek az
şükrediyorsunuz”
(A’râf 10)
Ne kadar da az şükrediyorsunuz? Bütün
bunları, Allah’ın size verdiği bütün bu emânetleri ne kadar da az kullukta
kullanıyorsunuz? Ne kadar da az yerinde kullanıyorsunuz? diyor Allah. Bugün
meselâ sabahtan akşama kadar ağzınızı nerelerde kullandınız? bir düşünün.
Ağzınızı hep paradan puldan, işten aştan söz etmede mi kullandınız? Yoksa
Allah’ın vahyinin sözcülüğünde mi kullandınız? Kimilerimiz san-ki üzerinde böyle
bir ağız nîmeti yok da, tatmış gibi efendim ben nasıl becereyim vahiy anlatmayı?
diyor.
Bakın Rasulullah
Efendimiz bana dedi ki: Size de dedi mi? Bil-mem. Çünkü ben gidip sorduğum için
bana dedi, siz de gidip sorduy-sanız size de demiştir. Ama ömrünüzde bir defa
gitmemişseniz deme-miştir tabii. Kim Kur’an okurken, Kur’an anlatırken
zorlanırsa ona iki sevap vardır diyor peygamberim. Yâni şimdi sen benim kadar
rahat okuyamıyor musun? Veya çocuklarına onu anlatırken benim kadar ra-hat
anlatamıyor musun? Al sana iki sevap. Ne kadar güzel değil mi? Birisi okumanın,
anlatmanın sevabı, ötekisi de zorlanmanın sevabı. Öyleyse ne duruyoruz? Niye bu
emâneti sahibine iade etmeye koşmuyoruz? Neden bu ağızlarımızı vahyin
sözcülüğünde kullanarak e-mânetin sahibine teslim
etmiyoruz?
İnşallah Allah’ın size verdiği birkaç
emânetten daha söz edelim, ondan sonra âyetin devamına geçelim. Vakit emâneti
ve mal, can emâneti, ömür emâneti, eylem emâneti. Acaba onları ne ettiniz?
Nerelerde tuttunuz? Allah, verdiği tüm emânetler konusunda basîret versin
bize, yolunda kullanma imkânı lütfetsin inşallah.
Demek ki aile emânettir, din emânettir,
hayat emânettir, mal mülk emânettir, Kur’an sünnet emânettir ve bunlar ehline
verilecek. Emâneti yerinde kullanmak zorundayız.
Bir de insanlar
arasında görev verme konusunda ehil insanların seçilmesi gerekmektedir. Ehil
olmayan kimselere görev verilmemelidir.
Riyazus
Salihîn’de Abdullah ibni Abbas’tan şu rivayet vardır:
“Kim ki ümmet içinde o işe
kendisinden daha ehil kimseler varken bir kişiye bir görev verirse, Allah’a,
Resûlüne ve mü’minlere ihanet etmiştir.”
“Kim
ki bir adama görev verirse, yetkili bir adamdan söz ediliyor. Bir adama
toplumsal bir görev veriyor. Üstelik o grup içinde Allah’ın daha çok razı
olacağı bir kimse vardır. Veya başkaları vardır. Ama buna rağmen o idareci ondan
daha alt kademede, Allah’ın rızasına daha az yakın olan birisini
görevlendiriyorsa, tayin ediyor, istihdam ediyorsa, işte o zaman o adam, o
toplumun sorumlusu, o grubun reisi Allah’a da, Resûlüne de, mü’minlere de
hıyanet etmiştir haberi ola.
Bir
grupsunuz. Çocuklarınızla birlikte bir aile grubusunuz. Bir mahallede
yaşıyorsunuz, mahalledekiler içinde siz sözü dinlenen reis durumundasınız. Bir
cami cemaatisiniz. Bir arkadaş grubusunuz. Onların içinde siz söz sahibi
durumundasınız. Veya bir yerlerde siz söz sahibisiniz. O grubun içinden birisini
bir göreve atadınız. Onu bir yerlerde istihdam ettiniz. Şu iş senin işin, haydi
bakalım grup adına sen bu konumdasın dediniz. Kendi bireysel yaşantısıyla ilgili
değil, o grup adına görevlendirdiniz. Ama o grup içinde sizin görevlendirdiğiniz
o kişiden daha ehil, Allah adına daha lâyık, Allah’ı daha çok razı ede-cek,
Allah’ın daha çok razı olduğu birileri var. Buna rağmen siz onlar-dan daha alt kademede birilerine görev verdiniz.
Emretme görevi, hükmetme görevi, yönetme, yönlendirme görevi, eğitme görevi,
na-maz kıldırma görevi, zekât toplama görevi gibi bir görev verdiniz. Dik-kat
edin, işte o zaman siz Allah’a, Resûlüne ve müslümanlara hıyanet ettiniz.
İstemiyorsanız böyle bir duruma düşmeyi, o zaman lâyık olanlara verin o görevi.
Tabi bundan kurtuluşun belki de aklıma gelen en güzel çaresi istişare
edin. Bir kere toplumu tanıyın. Tanımıyorsanız zaten o durumda olmayın.
Tanıyorsanız buna rağmen istişare edin, istişareden sonra aldığınız karar en
azından yanlışınıza bir mazeret olacaktır. Ama geri dönüşü olan bir yanlış
olacak ve siz pişmanlığınızı, tevbenizi ortaya
koyacaksınız.
Bir de insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adâletle hükmetmenizi emreder Allah. Yâni insanlara bir şeyler
dediğinizde, yap! Ya da yapma! Dediğinizde, git! gitme! Dediğinizde, otur! Kalk!
gel! Gelme! Al! Alma! Ver! Verme! Oku! Okuma! Yaz! Yazma! Dediğinizde. Şunu
yeme! Bunu içme! Şunu giy! Bunu giyme! dediğinizde adâletle hükmedin, yâni
zulüm olmasın hükmünüz. Yâni insanlardan istedikleriniz Allah ve Resûlünün
istediklerine uygun olsun demektir bunun mânâsı. Demek ki çevremizden bir şeyler
dediğinizde, o konuda sizin deliliniz olsun diyor Rabbimiz. Konya’nın mümtaz
hocalarından birisi Mekke’de Kâbe’nin avlusunda otururken, ayaklarını Kâbe’ye
doğru uzatarak yatan bir çocuk gördü de: Evlâdım, edeptir, öyle yapma!
Ayaklarını toparla! filan deyince o çocuk dedi ki: Med delil? Delilin ne bu
konuda? Var mı kitaptan ya da sünnetten bunu meneden bir delil? Varsa söyle
hemen vazgeçeyim bundan, deyiverince hoca efendi başını yere eğmek zorunda
kaldı. Bunu her zaman soralım kendimize. Ne yapmıştın? sor kendine: Med delil?
Sabah ne zaman kalkmıştın niye? Med delil? Kim dedi de öyle yaptın? Hangi tür
giyinmiştin neden? Kimlere uğradın bugün, neden? Komşularınla üç aydır ilgin
yok, neden? Bugüne kadar İbrahim (a.s)’ı tanımamış mıydın, neden? Nedeni sürekli
sorun kendinize yâni.
Eğer tüm bu
yaptıklarınıza delil olarak kafanızda hiç bir âyet ve hadis canlanmıyorsa, o
zaman acaba bütün bunları emreden Rabbim kim de yaptım? Kimin kuluyum şimdi ben?
Kimi memnun etmek için yaptım bütün bunları ben? diye bir düşünün. Yoksa Zerdüşt
buyurdu da öyle mi yaptık? Allah dediyse evet, Peygamber dediyse evet, ama ya
hocalar dedi, hacılar dedi, filanlar dedi, falanlar dedi diyeyse Allah korusun
da hani hocanın kulu değildin sen! İşte babam rahmetlik böyle yapardı. Meselâ
sabahleyin lavabonun karşısına geç, rahmetlik babam ellerini şöyle yıkardı,
ayaklarını da yıkardı galiba hatırlıyorum da, ama arada bir de başını ıslatır
mıydı? Yoksa kaşır mıydı başını? Filan dersen senin yaptığın abdest filan
değildir yâni. Ama istersen rahmetlik babandan öğren, istersen ahretlik anandan
öğren ama abdesti Peygambere ulaştıracak biçimde öğrenirsen böyle iyi olacaktır
işte. Evet:
İnsanlar arasında hükmettiğinizde
adâletle hükmediyorsanız, insanlar arasında hükmünüzü gündeme getirdiğiniz zaman
âdil davranabiliyorsanız o zaman bu emâneti ehline vermiş olacaksınız. Eğer
kendi menfaatimizi, ailemizin menfaatini, anamızın babamızın menfaatini,
toplumumuzun menfaatini, Müslümanların menfaatlerini bile ön plana çıkarıp
adâletten ayrılıyorsak emâneti yerine getirmemiş olacağız. Kimin menfaati
olursa olsun, hangi tür menfaat olursa olsun hakkı menfaatin üstünde tutarak
davranırsak, hükmümüzü buna göre verirsek o zaman emâneti yerine getirmiş
olacağız.
-İleride gelecek-
eğer hak, bir yahudi’ninse, onun olacaktır. Hak bir hıristiyanınsa, onun
olacaktır. Yâni bir yahudi’yle, bir hıristiyanla bir Müslüman karşı karşıya
geldikleri zaman haklı olan yahu-di’yse, haklı olan hıristiyan’sa hak onun
olacaktır. Eğer bu toplumda bir Müslüman karşısında hak bir kâfirinse onun
olacaktır. Hak onunsa Müslümanların hâkimi kâfirin haklılığına hükmedecektir.
Hiçbir zaman Müslümanlardan haksız bir hüküm, bir yargı çıkmayacaktır. Çünkü
Rabbimiz emânetlerin yerine verilmesini, ehline verilmesini isterken gerek hak
hukukta, gerek mülkte, gerek devlette, gerek toplumda, gerek ailede tam bir
adâletle hüküm vermemizi istemektedir. Ve bu-nun tek yolu da Allah’ın kitabına
ve Resûlünün sünnetine uygun karar vermekten geçer. Öyleyse kitabı ve sünneti
tanıyacağız, tüm kararlarımızı kitaba ve sünnete uygun olarak vereceğiz.
Allah ne güzel vaaz ediyor değil mi?
Tam bizim için söylüyor Allah. Tam bize göre, tam bizim ihtiyaçlarımız için
söylüyor. Meselâ yolda giderken siz şöyle bir trafik levhası görmüşsünüzdür: "Bu
yolda dağa tırmanmak yasaktır" Var mı öyle bir levha? Olmaz bu yolda böyle bir
levha değil mi? Veya: "Bu yolda yüzmek yasaktır" diye Ankara yolunda bir levha
gördünüz mü? Olmaz değil mi bunlar. Çünkü o yolda gidenin problemi değildir
bunlar.
Demek ki Allah’ın
bizim için bu söyledikleri, bizim yolda gidenlerin problemleridir. Biz bir yola
girdik ya, biz Müslümanlarız ya, İslâm yolunda gidiyoruz ya işte Allah’ın
anlattıklarının tamamı bizim ihtiyaçlarımız içindir. Allah’tan gelenlerin tamamı
bu dünyada bizim kulluğumuz içindir. Kulluğumuz adına bize neler lâzımsa Allah
bize onları göndermiştir. Ve unutmamalıyız ki bizim bu dünyada varlık sebebimiz
sadece o’na kulluktur. Meselâ Allah size verdiğim emânetleri yerinde tutun
diyordu. Meselâ âyet mi öğrendiniz? Onu yerinde tutun, yerinde kullanın, onu
hava atmada kullanmayın, yerinde tutun. Nerede? Allah nerede tutmanızı
istiyorsa orada tutun, orada kullanın.
Muhakkak ki Allah işiten ve görendir.
İsterseniz anlamayın, isterseniz anlamazdan gelerek Rabbinize isyan içinde bir
hayat yaşayın, unutmayın ki Allah yarın sizi hesaba çekecek olandır, sakın
gaflet etmeyin. Rabbimiz bütün bunları söylüyor ama, öyle bedavadan, çeşit olsun
diye, aksesuar olsun diye söylemiyor. Bilesiniz ki yarın sizi bütün bunlardan
hesaba çekecektir ona göre.
59. “Ey İnananlar! Allah'a itaat edin,
Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde
çekişirseniz, Allah'a ve âhiret gününe inanmışsanız onun hallini Allah'a ve
peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibariyle en
güzeldir.”
Ey inanalar! Ey inandığını iddia
edenler! Neye, neye inananlar? Neye inandığını iddia edenler? Abdeste, namaza.
Yoo! Öyle bir şey söylemiyor Allah. Ya ne? Az önceki anlatılan konulara
inandığını iddia edenler. Emânet konusunda şöyle şöyle davranması gerektiğine
inandığını iddia edenler. Hâkimiyet konusunda böyle inanmaya evet diyenler, ey
inandığını iddia edenler. Ey Kur’an’ın bu bölümde dediklerinin kendi hayatında
görüntülenmesine inandığını iddia edenler. Ey Allah’ın bu konuda dediklerinin
kendi hayatlarında görüntülenmesine inandığını iddia edenler.
Öyle değil mi?
Meselâ namaza iman öyle değil mi? Ben nama-za inanıyorum. Ben namazın kılınması
gerektiğine inanıyorum. Namazsız din olmaz. Ben Müslümanların namaz kılmaları
gerektiğine inanıyorum. Birileri mutlaka namazı kılmalı efendim. Böyle bir iman
var. Bir de ben namaz kılmam gerektiğine inanıyorum. Ben namazın kendi hayatımda
görüntülenmesine inanıyorum şeklinde bir iman var. Hangisi imandır bunun?
Hangisi İslâm’ın imanıdır? İkincisi değil mi? Ben namazın kılınması gerektiğine
inanıyorum, kılınmalı efendim, her-kes kılmalı efendim, namazsız din olmaz ki.
Peki kim kılacak? Eh birileri kılsın işte. Ben de bunun sözcülüğünü yapıyorum.
Bu, İslâm’ın
istediği bir iman değildir. Meselâ bir adam diyor ki; “ben Kur’anın yaşanmasına
inanıyorum. Ben Kur’anın okunup, anlaşılıp, anlatılmasına inanıyorum”
Kendisine; “hadi buyur öyleyse! Ne duruyorsun? Niye yapmıyorsun? Sen
yapmayacaksın da kim yapacak bunu?” Bunun üzerine diyor ki adam: “Birileri
okusun! Birileri yaşasın! Birileri yapsın efendim! Boş kalmasın! Birileri meşgul
olsun bu işlerle!” Bu tür bir iman, Allah’ın istediği iman değildir. Veya
meselâ; Ben Müslümanların cihad etmesine inanıyorum. Ben mutlaka emr-i
bil'maru-f’un yapılmasına inanıyorum. Ben Müslümanların örtünmesi gerekti-ğine
inanıyorum, dedikleri halde inandım dedikleri konunun amelini gündeme
getirmeyenlerin imanları Allah’ın istediği bir iman değildir. Allah korusun,
bakıyoruz da hep birinci imandan yana bugün insan-lar. Allah’ın asla kabul
etmeyeceği bir imandan yanalar.
Ey inandığını iddia edenler. Eğer siz
de buraya kadar anlattığım şu bir âyetin anlattığının hayatınızda
görüntülenmesine iman ediyorsanız Allah size de söylüyor: Meselâ siz gözlüklü
arkadaşım! denilince, gözünde gözlük olmayan adam bu sözün kendisine ait
oldu-ğunu kabul eder mi? Etmez değil mi? Ey iman edenler! Öyleyse ben de iman
ediyorsam, Rabbim bana da söylüyor olarak kabul edeceğim ve öylece
dinleyeceğim. Öyleyse kulak verelim söze. Bugüne kadar kimlere, nelere vermedik
ki bu kulağı? Allah bize kulak vermiş, biz kimlere kulak veriyoruz? Allah’a sıra
bile gelmiyor neredeyse Allah korusun. Ey inanalar! Mademki inandık diyorsunuz,
öyleyse:
Denileni yapmak üzere itaat edin
Allah’a! İstediklerini yapmak üzere itaat edin Allah’a! Peki ne ister o Allah
bizden? Ne diyor Allah bize? Ne diyorsa, sayamam şimdi onları. Sabah şöyle kalk
diyorsa, akşam şöyle yat diyorsa, şunu giy, bunu giyme diyorsa, şunu iç, bunu
yeme diyorsa o konuda Allah’a itaat edin!
Bakın burada ben size bir soru sorayım:
Şöyle bir kağıt kâlem alın elinize ve “Rabbim benden ne istiyor?” diye bir cümle
yazın bakalım. Yazın bakalım ne çıkacak? Kaç tane çıkacak bakalım. Ben bu işin
tahsilini yapmış kimilerine şöyle bir soru sormuştum: Ebu Bekir Efendimizi
tanıyoruz demişlerdi de, söyleyin bakalım, Ebu Bekir Efendimiz kimdir? dedim.
İlk Müslümandır dediler, yazdık. Peygamberimiz Efendimizin kayın pederidir
dediler, yazdık. Birisi dedi ki, Hz. Ayşe’nin babasıdır, A! olur mu canım?
dedim, öncekinin aynıdır yâni, olmazsa dön bir daha söyle, nerdeyse Esmanın da
babasıdır diyeceksiniz, de-dim. Yâni
söyleyecekseniz mutlak özellik söyleyin dedim. Birisi dedi ki, Kur’an kendi
zamanında toplanandır, tamam dedik, yazdık. Hicret-te Peygamberle birlik yola
çıkandır, yazdık. İlk halifedir dediler, yazdık. Başka? Başka yok.
İşte üç beş
maddelik bir Ebu Bekir. Dedim ya Allah’tan korkun, Ebu Bekir bu mu? Üç beş
maddelik bilgi ve Ebu Bekir. Halbuki insanlığın en şereflilerinden biri, en
şereflinin en yakın arkadaşı için bu ka-darcık bir bilgi züldür yahu. Falanı
anlat, filanı tanıt desem 100, 200 maddelik bilgi çıkarabilecekken üç beş
maddelik bir bilgi. Peygamberi de böyle tanıyoruz biz. Evet kitabı tanırsak
Allah’ın bizden neler istediğini bilebileceğiz, değilse kitapla ilgimiz yoksa
Allah’ın bizden istedikleri itaat konularını da birkaç maddeyle bitireceğiz
demektir. Evet Allah’a itaat
edin.
Peygambere de itaat edin. Yâni Allah ne
demişse, Allah sizden ne istemişse Peygamber örnekliliğinde onu uygulayın. Allah
ne demişse onu Peygamber örnekliğinde yapmaya çalışın. Çünkü model adam, motif
adam, form dilekçedir peygamber. Allah’ın bizden istediği her bir kulluk
biriminde örnek alacağımız varlıktır Peygamber. Meselâ demişse ki Allah tevbe
edin! Nasıl ya Rabbi? Nasıl tevbe edeyim? Kim gibi ya Rabbi? Şekilde görüldüğü
gibi. Kim o? Hz. Adem. Allah Adem’i anlatmasaydı tevbeyi nasıl bilebilirdik biz?
Hem öyle güzel anlatmış ki Allah ona tevbeyi, Bakara’da anlatılır Rabbimiz Hz.
Ademe tevbenin modelini öğretmiş, sözlerini öğretmiş, o da buna teslim olmuş.
Evet Allah bütün
istediklerini Peygamberlerle şekillendirmiştir yâni. Aslında bugün çevrelerinde
örnek şahsiyet arayanlar peygamberleri tanıma zahmetinden kaçan insanlardır. Bu
zahmete yanaşmayan insanlardır.
Ve de Müslüman olup size bir şeyler
emredenler de olursa onlara da itaat edin, onları da dinleyin. Arkadaşlar
zinhar Kur’an-ı Kerîm-le ilgili kavramları dışardan, Kur’an dışı kaynaklardan
öğrenip, sonra da onu Kur’an-ı Kerîme adapte etmeyin! Bu büyük bir cinâyettir.
Kur’-an hakkındaki bir kavramı, Kur’an’ın ortaya koyduğu bir kavramı yine
Kur’an’la öğrenmek, Kuranla tanımak ve dışarıdaki kavramları da bununla
yargılamak zorundayız. Kur’an temeldir, Kur’an asıldır bunu unutmayalım. Allah
korusun da bugün Müslümanlar tam tersini yapıyorlar. Şimdi bakın Rabbimiz şöyle
buyuruyor.
Ülü’l emir diye bir kavram, herkes
söyler, herkes anlatır bunu. Allah için söyleyin, bu âyet geldiğinde yeryüzünde
Ülü’l emir var mıydı? Mümkün değil! O gün yeryüzünde bugün Müslümanların
dilindeki Ülü’l emir olmalıdır iddiası var mıydı? Asla! Çünkü o gün Peygamber
vardı. O gün peygamber hayattaydı, O baştaydı. O ne isterse emrederdi ve
sahâbe-i kirâm efendilerimiz de ona tabi olurlardı. Bir problemi olan gelip
Allah’ın Resûlüne sorardı ve Rasulullah ne buyurmuş-sa ona teslim olurlardı.
Peki bu ne ya? Bunun Türkçe’si emir sahibi demektir. Bize bir şeyler emreden
kişi, ya da kişiler demektir. Bir üstteki âyeti hatırlayın.
Ne demişti Allah?
İnsanlar arasında hükmederken âdil olun. İnsanlara bir şeyler emrederken
adâletli emredin. İnsanlardan bir şeyler isterken Allah ve Resûlünün isteğinin
dışında bir şeyler istemeyin diyordu ya. İşte, size bir şeyler emredenleri de
dinleyin! diyor Allah. Arkadaşın, eşin, dostun, kocan, baban eğer senden bir
şeyler istiyor, sana bir şeyler emrediyorsa onları da dinle. Ama önce Allah’ı
dinle! Mutlak, kayıtsız şartsız dinle onu! Ama ya Rabbi! diyerek O’na akıl
vermeye kalkma! Ama ya Rabbi, tamam da şunu şunu da düşündün mü? Tamam ya Rabbi
anladım, yapacağım da bana bunu emrederken, benden bunu isterken benim
şartlarımı da düşündün mü? Benim ortamımı da biliyor musun? filan demeye kalkma
ona.
Peygamber de senden
bir şeyler istemişse peygamberi de dinle. Kesin dinle onu da. Peygambere de akıl
vermeye yol gösterme-ye kalkışma, onu da mutlak dinle. Ama bir de bir üçüncü
grup senden bir şeyler isteyenler olacak. Yarın şuraya gidelim, şöyle
giyinelim, şu işi yapma, önce şunu yapalım, önce şunları okuyalım,
çocuklarımızı şöyle eğitelim, çevreye karşı şöyle bir tavır takınalım, şuradan
kazanıp burada harcamayalım diye sana bir şeyler emredenler olacaktır, bu
emredenleri de dinle, ama burada bir kayıt var. Bakın bunları dinlemek mutlak
değildir. Burada bir kayıt var. O da bu emir sahipleri Allah ve Resûlüne itaat
edecek ve senden istedikleri de Allah ve Resûlünün istekleriyle çatışmayacak.
İşte bu şartla onlara itaat edilir.
Yâni Allah’a ve
onun peygamberine yapılacak itaat mutlak bir itaattir, lâkin sahiplerine istenen
itaat ise mukayyet bir itaattir. Yâni emir sahipleri Allah’a ve Resûlüne itaat
ettikleri sürece ve de kendilerine itaat beklediklerinden istedikleri Allah’ın
ve Resûlünün istediklerine ters düşmediği sürece onlara da itaat söz konusudur.
Onlara itaat ancak bununla kayıtlıdır. Allah ve Resûlüne itaat etmeyen kim
olursa olsun onlara itaat haramdır. Hiç kimsenin bu Kur’anî kavramları
yamultmaya, tahrif etmeye ve istedikleri anlamlar yüklemeye hakkı
yoktur.
Bakın Allah’ın Resûlü bir emire itaatin
şartlarını bir hadislerin-de şöyle açıklar:
“Allah’a isyan konusunda hiç bir beşere
itaat söz konusu değildir, itaat ancak maruf
olandadır.”
(Buhârî 8/
132)
Yine Rasulullah Efendimiz şöyle
buyurur:
“Yaratıcıya isyan hususunda hiç bir
yaratılmışa itaat yoktur.”
(Ahmed)
Bütün bu ve benzeri hadislerden
anlıyoruz ki Müslümanların Allah’a itaat etmeyen ve Allah’a isyanı emreden
yöneticilere itaat etmeleri haramdır. Onlara ancak maruf hususlarda itaat söz
konusudur. Bunlar ister babamız anamız makamında olsunlar, ister devlet başkanı
olsunlar, ister amir müdür konumunda olsunlar, ister koca, ister ilim adamı
makamında bulunsunlar Allah’a itaat etmeyene kesinlikle itaat haramdır. Efendim
onlar ne yaparlarsa yapsınlar, ne ederlerse etsinler, mutlaka bir hikmete mebni
yaparlar, binaenaleyh bize düşen onların yaptıklarını sorgulamadan yerine
getirmektir diyenlerin, efendilerine kayıtsız şartsız teslimiyet göstermeden
yana olanların sapıklıkları da anlatılıyor bu âyet-i kerîmede.
Yine mezhepçilik
taassubu içinde hareket eden, mezheplerinin görüşüne tabi olmayı Allah’ın ve
peygamberin anlayışına tabi olmaya tercih eden bir kısım mutaassıp taklitçilerin
de bu yaklaşımlarının yanlışlığı anlatılıyor bu âyet-i kerîmede. Yine şu anda
kendilerine Müslüman ismi verdikleri halde Allah’ın kitabı ve peygamberlerinin
sünnetiyle uzaktan ve yakından ilgisi olmayan bâtılı hıristiyan ülkelerden
dev-şirilme yasalara itaatten yana tavır belirleyen, onlara karşı çıkmayan,
onları değiştirip yerine Allah yasalarını hâkim kılma derdi taşımayan yığınların
da sapıklıkları anlatılmaktadır bu âyette.
Evet kendisine itaat edilecek
yöneticinin bizzat kendisi Allah’a ve peygamberine itaat eden, Allah’ın emir ve
yasaklarına riâyet eden birisi olmasının yanında aynı zamanda insanlardan
istedikleri de Allah ve Resûlünün isteklerine ters düşmemelidir. Kendisi Allah
ve Resûlüne itaat eden iyi bir Müslüman olsa bile insanlardan istediği Allah ve
Resûlünün istediklerine ters düşerse yine o kimseye itaat edilmez. Meselâ Allah
ve Resûlü aksini söylediği halde başınızı şöyle açacaksınız, kılık kıyafetiniz
şöyle olacak, hukukunuz böyle olacak, eğitiminiz ekonominiz böyle olacak,
mîrasınız şöyle olacak, hayatınız böyle olacak diyorsa ona itaat haramdır diyor
Rabbimiz.
O halde kitabı ve sünneti bilmeliyiz ki
onu bize ulaştırıp bizden itaat bekleyenin kitap ve sünnete uyup uymadığını
bilme ve anlama imkânımız olsun. Değilse kitap sünnet bilgisinden mahrum olursak
bizden itaat isteyenlerin itaat istedikleri konuların Allah ve Resûlünün
arzularıyla çatışıp çatışmadığını bilemeyiz ve sonunda belki isyan edil-mesi
gereken konuya itaat, itaat edilmesi gerekenlere de isyan içinde olabiliriz
Allah korusun.
Demek ki birincide, yâni Allah’a itaat
konusunda, Allah bir ko-nuda bir şey dedi mi senin için, senin o konuda önceki
bildiklerinin hepsini bir kenara at! Allah’ın dediğini yap! Çünkü Allah’a itaat
mutlak itaattir. İkinci itaat konusu Peygamberdi. Peygamber bir konuda bir şey
dedi mi, benim dünkü bildiklerim, bileceklerim geçersizdir, bitti artık.
Peygamber (a.s) ne demişse o doğrudur, mutlak doğrudur ve ona itaat etmem
gerekecektir. Çünkü ona itaat da mutlak itaattir.
Allah ve Resûlünün arasını ayırmaya
kimsenin hakkı yoktur. Ben Allah’a itaat ederim, Allah’ın kitabına itaat ederim
ama Resûlüne itaat etmem, Resûlünün sünnetine itaat etmem demeye hiç kimsenin
hakkı ve yetkisi yoktur. Allah’a itaat O’nun kitabıyla mümkündür, Resûlüne
itaat onun sünnetiyle mümkündür. Şu anda dünya üzerinde Allah’ın kitabı da
Resûlünün sünneti de vardır. Allah’ın kitabı da Resû-lünün sünneti de dimdik
ayaktadır. Kimileri Rasulullah’ın sünnetine bir kısım uydurmalar, birtakım yalan
yanlış şeyler karışmıştır, binaen aleyh onlara güvenilmez filan demeye
çalışıyorlarsa da uydurmalar bellidir, mevzu hadisler, yalanlar ayıklanmıştır,
ayıklanmaktadır. Doğrular da, sahihler de bellidir.
Yâni Rasulullah
Efendimizin pratik hayatı da dimdik ayaktadır. Samimiyetle kitaba ve sünnete
yönelen herkes onlara ulaşma imkânına sahiptir. Yeter ki insanlar Müslümanca
bir yönelişle yönelsinler, her ikisine de ulaşma imkânı dün de vardı, bugün de
vardır, yarın da olacaktır Allah’ın izniyle.
Allah’ın hükmü mutlaktır, Rasulullah’ın
hükmü de mutlaktır. Allah şeriat ortaya kor, peygamber şeriat ortaya kor, bu
şeriatın ismi İslâm’dır, bu yolun adı İslâm’dır ve buna böylece iman edip
teslim olan kişi de Müslümandır. Binaenaleyh bu konuda kendi kendine bir din
koyarcasına Allah’la Resûlünün arasını açmaya hiç kimsenin hakkı
yoktur.
Evet diyor ki Rabbimiz: Eğer bir konuda
gerek itaat edilmesi gereken emir sahipleriyle gerekse herhangi bir
Müslümanların uygulamasıyla senin uygulaman arasında onun anlayışıyla senin
anlayışın arasında bir çatışma, bir ihtilaf söz konusu olmuşsa o zaman eğer
Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız onu Allah’ın kitabına ve Resûlünün
sünnetine havale edin diyor Rabbimiz. Hani üçüncü konu da emir sahiplerine
itaatti ya, sen bir konuda bir şeyler biliyorsun, ama bir Müslüman da o konuda
sana bir şeyler emrettiyse, onun emrettiği dinle senin daha önceden bildiğin din
çatışırsa, senin daha önce bildik-lerinle onun sana emrettikleri ayrı ayrı
olursa, o zaman yapacağın iş, ukalalık edip bu konuda kendini, kendi görüşünü
putlaştırma! Karşı-daki Müslümana hakaret edip onu ve dinini reddetme!
Kendininkinden vazgeçip karşıdakini putlaştırma! İkisini de reddetme! İkisini
de kabul etme! Ya ne? O zaman yapacağın iş şudur:
Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman
iddianda samimiysen onu, o ihtilaf konusunu Allah’ın kitabına ve Resûlünün
sünnetine döndür. Evet o meseleyi Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetine arz
edeceğiz.
Meselâ bir Müslüman
dedi ki cemaatle kılınıyor da olsa mutlaka Fâtiha okunmalıdır. Bizim önceki
dinimiz de Fâtiha’nın imamın arkasında okunmamasından yanaydı. Böyle biliyorduk.
Ne yapacağız şimdi? Bu konuyu Allah ve Resûlüne arzedeceğiz. Ama şurası
unutulmamalıdır ki onu falana veya filana arzetmek değildir mesele. Dindir bu
yahu! Din herkese arzedilmez ki! Bu dinin temel kaynakları vardır ve mesele
onlara arzedilir. Arzettik meselâ Kur’an’a ve peygamber Efendimizin sünnetine.
Rasulullah Efendimizde böyle bir konuda üç tavır görüyoruz:
a- Allah’ın Resûlü böyle bir durumda
ikiden birisini haklı görüyor. Meselâ beni haklı görüyorsa karşımdaki kendi
görüşünden vazgeçecek ve o zaman o bana uyacak. Veya eğer Allah’ın Resûlü
karşımdakini haklı görmüşse o zaman ben kendi görüşümden vazgeçip bu defa da
ben ona uyacağım. b- Veya bazen ikisini
de haklı görebilir Allah’ın Resûlü. c- Veya bazen de ikisini de haksız görür.
Eğer ikimizi de haksız görmüş ikimizin yaptığı da doğru görülmemişse, ikimiz de
görüşümüzden vazgeçip doğruya yöneleceğiz. Ama ikimizin de doğru olduğunu, haklı
olduğunu söylemişse, ikinizinki de doğrudur, sen bildiğin gibi, sen de bildiğin
gibi devam et demişse o zaman ikimiz de yolumuza devam edeceğiz, ortada bir
ihtilaf yoktur diyecek ve birbirimizi yemekten vazgeçeceğiz. Öyleyse mesele
Allah ve Resûlüne arzedildikten sonra artık teslimiyetten başka çare kamlıyor.
Yâni Allah’ın
Resûlü ikiniz de haksızsınız, cemaatle kılınan bir namazda Fâtiha ne okunur ne
de okunmaz diyorsa, oldu mu bu ya Rasulallah? Şu dediğini beğendin mi yâni? Yâni
bu bir mantık oyunundan başka bir şey olmadı demenin anlamı yoktur. O ne
demişse tamam doğrudur. Okunmalıdır dediyse, okunur diyen haklı okunmaz diyen
haksızdır. Veya ikinizinki de doğrudur, sen öyle bil, sen de öyle bil! demişse,
tamam o öyle bilir, öbürü de öyle bilir, tamam iş biter. Tekrar ediyorum, Allah
bir konuda bir şey dedi mi tamam. Peygamber bir şey dedi mi tamam. Ama Allah ve
Resûlü dışında birileri sana bir şeyler dedi mi, senin önceden bildiğin dinle
onun sana emrettikleri arasında herhangi bir çatışma konusu çıkmışsa, o zaman
yapılacak iş bu meseleyi Allah ve Resûlüne arzetmektir. Yâni bu meseleyi kitap
ve sünnete arzetmektir. Kitap ve sünnet seninkini doğru diyorsa, onunkini de
doğru diyorsa sen devam et yoluna, ama seninkini yanlış diyor-sa, o zaman inat
etme, hemen doğruya uyuver. İşte böylece ihtilaflı konular kitaba ve sünnete
arzedildiği zaman ihtilaf olmaktan çıkacak, rahmete dönüşecektir. Rabbimiz ve
Resûlü böyle durumlarda bizi kitaba ve sünnetine sarılmaya ve çözümü orada
aramaya çağırmaktadır.
İşte bu, böyle hareket etmeniz yorumu
hoş, neticesi güzel, sizin için hayırlı bir yoldur. Evet, bakın burada Allah’ın
ve Resûlünün hükmünü bırakarak başka yerlerde itaat arayanlara, başkalarının
hük-müyle muhakeme olmak isteyenlere, tâğutun hükmüne müracaat edenlere bir
örnek verecek.
60. “Ey Muhammed! Sana indirilen
Kuran'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri gör-müyor
musun? Putların önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa, onları tanımamakla
emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak
ister.”
Baksana! Bakmıyor musun? Farkında değil
misin? Görmedin mi? Şu sana indirilen ve senden öncekilere indirilenlere
inandığını iddia edenler var ya. Ben Kur’an’a inanıyorum! Ben Allah’ın vahiy
gönderdiğine inanıyorum! Ben Allah’ın benim hayatıma karışmasına inanırım!
diyenler var ya.
Tağutla muhakeme olmak istiyorlar. Peki
tâğut nedir? Tâğut kelimesinin şer'i mânâsı Allah ve Resûlünün belirlediği
ölçülerin dışı-na çıkarak, Allah’ın belirlediği kanunların, yasaların dışında
kanun koyarak insanları Allah kanunlarını bırakıp kendi kanunlarına uymaya
zorlayan ve böylece haddini aşan kişi tâğuttur. Allah’a karşı isyan edip,
azgınlaşıp, zorla veya gönül rızasıyla insanların kendisine ibâdet ve itaat
etmelerini isteyen gerek şeytan, gerek insan, gerek put, gerek müessese ve
kurumların hepsi tâğuttur. Kanunları, görüşleri, hükümleri Allah kanunlarının
önüne geçirilip, onları putlaştırıp insanların ona boyun bükmeleri istenilen
her varlık Firavun gibi, Nemrut gibi tâ-ğuttur. İnsanları Allah yolundan
uzaklaştırmak isteyen, insanları Allah dinini öğrenmekten meneden, yâni din
eğitimini yasaklayan her program, her sistem tâğuttur.
Allah’ın insan
hayatı için belirlediği kulluk yasalarından habersiz olarak, kitap ve sünnete
müracaat etmeyerek kendi hayatını belirlemeye kalkışan, kendi kendine bir hayat
programı belirleyen herkes tâğuttur. Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan,
Allah bilirse biz de biliriz! Bizim de bilgimiz var! Bizim de aklımız var! Bizim
de keyfimiz var! Biz de biliriz kılık kıyafetin nasıl olacağını! Biz de biliriz
eğitimin nasıl olacağını! Biz de biliriz nereden kazanıp nerelerde
harcayacağımızı! Biz de biliriz nasıl bir hukuk yapacağımızı biz de biliriz
nasıl bir hayat programı belirleyeceğimizi diyerek Allah karşısında bilgi
iddiasında bulunan her insan tâğuttur. Sen öyle diyorsan biz de böyle
di-yoruz! Sen kılık kıyafetiniz şöyle olsun diyorsan biz de böyle olacak
diyoruz! Sen mîrasınız şöyle olsun diyorsan biz de böyle olmalı di-yoruz!
diyerek Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan herkes tâ-ğuttur. Evet
Allah’a, Allah’ın gönderdiği kitaplara inandığını iddia eden
insanlar:
Tutuyorlar Allah’tan başkalarının
hükmüne müracaat etmek diliyorlar, Allah’tan başkalarının hükmüne başvurmak
istiyorlar. İnandık dedikleri halde inandıkları Allah’ın hükmüne razı olmayarak
anlaş-mazlıklarında, ihtilaflarında, muhakemelerinde tâğutun önünde
yargı-lanmak istiyorlar. Uzatmadım. Eğer Allah uzatsaydı ben de uzatırdım.
Elleziyne filan deseydi Allah ben de bir saat tâğutu anlatırdım, kimile-rinin
yaptığı gibi. Ama yok öyle, burası tâğut anlatmaya gelen bir bölüm
değil.
Çünkü Allah’ın
indirdiklerine inandım dedikten sonra insanlar, hayatlarına tâğutların
karışmasına, karıştırılmasına meyilliler gibi. Peki hayatlarının hangi bölümüne?
Unutmayın ki hayatımız eğitim birimidir, kim karışıyor oraya? Bir düşünün.
Hayatımız askeri birimidir, sosyal birimdir, siyasal birimdir, ekonomik
birimdir, hukuk birimidir, yemek birimidir, içmek birimidir, giyinmek
birimidir. Peki şu anda hayatımızın bu birimleriyle alâkalı konularda hükmü kim
veriyor? Kim karışıyor hayatımızın bu bölümlerine?
Tüm bu konularda
hükümleri kim ulaştırıyorsa size, siz onun hükümlerini kabulleniyorsunuz
anlamına gelecektir. Meselâ sabah kahvaltısı anlayışınızı size hangi âyet
kazandırdı? Veya çocuklarınızı Allah’ın istemediği bir eğitime tabi tutmanızı
kim istedi? Kim dedi de böyle yapıyorsunuz? Öğlen yeme modelinizi hangi vahiy
biriminden belirlediniz? Neden böyle bir evde, böyle bir şehirde oturuyorsunuz?
Neden böyle bir okulda okuyorsunuz? Hangi vahiy birimi hükmetti buna? Neden bu
okuldasınız? Neden böyle giyiniyorsunuz? Size böyle bir planı uygulattıran Allah
mı? Vahiy mi? Yoksa tâğut mu? Bir düşünün.
Bakın birilerini
yıllarca tâğut olarak hep karşımızda gördük, yoksa bu biz miyiz ki? Akşam evde
çoluk çocuğunuzla ne yapıyorsunuz? Meselâ bakın Allah kitap karşısında
insanları ikiye ayırıyor:
1) Bir, kitapla yol bulanlar. Yollarını
kitaba sorarak bulanlar, hayatlarını kitap kaynaklı yaşayanlar. Yaptıklarını
kitap yap dediği için yapıp, yapmadıklarını da kitap yasakladığı için
yapmayanlar.
2) Bir ikinci grup da fark etmez
yaşayanlar. Kitap onları ha uyarmış, ha uyarmamış, fark etmez davrananlar. Yâni
kendileri için kitabın varlığıyla yokluğu denktir denilen ikinci bir grup. Hani
kur'an ne derse desin, Allah ne derse desin ben yine kendi bildiğimi okur, kendi
bildiğimi yaparım diyenler var ya, yoksa biz olmayalım onlar? Bir düşünelim,
belki de biziz onlar.
Ben Firavun değilim
demek çok kolaydır, ama benim amelim Firavunun ameline benzemiyor demek
gerçekten çok zordur değil mi? Ne diyordu âyet? Allah’ın indirdiğine inandığı
halde, Allah’ın indirdiği âyetleri hayatında görüntülemeyen, ama başkalarının
indirdiklerini hayatında görüntüleyenlere bakmıyor musun? Yoksa biz miyiz bu
anlatılanlar? Yoksa burada anlatılan biziz de hep başkalarına mı atıyoruz bunu?
Bir düşünelim Allah için. Acaba biz de kendi bilgilerimizi, kendi
anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlünün
sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Acaba biz de hayata kendimizi etkin mi
zannediyoruz? Acaba biz de tâğut muyuz, tâğutluk mu yapıyoruz?
Acaba Allah’a ve
Allah’ın kitabına sormadan biz de kendi kendimize hayat programı yapmaya mı
çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl giyineceğimizi,
çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nerelerden kazanıp, nerelerde
harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceğimizi, hangi okullarda okuyacağımızı
kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz? Yâni bizim hayat programlarımızı
kim belirliyor? Çocuklarımızın mektebine ilişkin, evimize, malımıza ilişkin,
dükkanımıza tezgahımıza ilişkin, gündüzümüze gecemi-ze ilişkin programlarımızı
kim yapıyor?
Tüm bu
programlarımızı Allah mı belirliyor? Yoksa biz, ya da başkaları mı? Hayatımızın
kaçta kaçına Allah karışıyor? Kaçta kaçına biz kendimiz, yahut da Zerdüşt
karışıyor? Eğer nefislerimiz, arzularımız, heveslerimiz buyuruyor biz
yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz yapıyorsak, nefislerimizin ve
Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri bölümü de Allah’ın diniyle
dolduruyorsak o zaman bilelim ki burada anlatılan biziz
demektir.
Meselâ bakın, ben Müslüman oldum diyen
herkese Allah bir kitap verse. Müslüman oldun mu? Al sana bir kitap. Sen de mi
Müslüman oldun? Al sana da. Kitapsız Müslümanlıktan kurtulmak için Allah
herkese bir kitap verse. Ama öyle bir kitap ki içi bomboş. Öyle bir kitap ki
öğrendiğiniz yer, öğrendiğiniz âyet hemen yazılıyor. Şimdi şu anda neresi
yazılıyor? Nisâ 58-65 arası. Peki bakın bir kitabınıza, kitap mı, yoksa defter
mi? Kimisi bomboş defteri kitap diye bağrına basıyor değil mi? Zavallının öpüp
alnına koyduğu kitap değil, defter sanki.
Sahi sizin kitapta Nisâ var mı? Câsiye
var mı? Zuhruf var mı? Hud da hiç çizik yok mu? Kimilerinin kitabında hiç çizik
yok değil mi? Ya da kimilerinin kitap diye bağrına bastığı şey defter değil mi?
Bomboş bir defter. Adam bomboş defteri kitap diye bağrına basmış, benim kitabım
var, ben bunun için ölürüm! diyor. Ne garip değil mi? Halbuki bildiğimiz âyetler
bizimdir. Uyguladığımız âyetler bizimdir, öğrendiğimiz âyetler bizimdir.
Öğrenmeden kastımın
ne olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? O âyetin bizden ne istediğini
anlayacak şekilde onu öğrenmek demektir. Tamam, tümüne inanmışız baştan. O külli
bir iman. İlk İslâ-m’a girişteki imandı bu. Kur’an’ın tümüne inanıyoruz. Peki
Kur’an’ın tümünün nesine inanıyoruz? Birim birim, bölüm bölüm onu öğrenip
hayatıma uygulayacağım diye inanmıştık, eh hani öyleyse? Tümünün imanı birime
dökülmedikçe o imanın anlamı kalmayacaktır. Kaldı ki inandık dedikten sonra
deneneceksiniz diyordu Allah Ankebut’ta. Evet inandım dedikleri halde kimi
insanlar tâğutların muhakemesine başvurmak, tâğutların muhakemesinde
yargılanmak istiyorlar.
Rivâyetlere göre Ensâr’dan Müslüman
görünen bir münâfıkla bir yahudi arasında bir anlaşmazlık, bir niza söz konusu
olur. Medine İslâm toplumunda biliyorsunuz hem yahudiler, hem Müslümanlar, hem
de Müslüman görünümünde münâfıklar vardır. Ama bu üçüncü gruptakiler, yâni
münâfıklar Müslüman statüsündedirler. İslâm’ın ve Müslümanların güçlü oldukları
toplumlarda kâfir oldukları halde etrafları Müslümanlarca kuşatıldığı için
menfaatleri gereği kâfirliklerini gizleyip Müslüman görünen kimseler her zaman
var olagelmiştir. Bunlar iç dünyalarında kâfir olsalar bile dış dünyalarında
Müslüman görünüyorlardı.
İşte bunlardan
birisinin bir yahudi’yle problemi vardı. Yahudi dedi ki; gel aramızdaki problemi
halledebilmek için Muhammed (a.s) a gidelim, onun hakemliğine başvuralım, onun
hükmünü kabullenelim. Müslüman görünen o münâfık da; hayır Kab Bin Eşref’e
gidelim diyordu. Kab Bin Eşref’e muhakeme olalım, onun hükmüne müracaat edelim,
onun mahkemesine müracaat edelim diyordu. İşte burada Kur’an’ın tâğut dediği,
sebebi nüzûle göre Kab Bin Eşreftir. Ama genel mânâsıyla Allah ve Resûlü bir
tarafta dururken, Allah ve Resûlünün hükmüne müracaat etmeyerek, Allah ve
Resûlünün dışında problemlerin çözümü için gidilen, çözüm için hükmüne baş
vurulan her türlü varlık, her türlü müesseseye Allah tâğut ismini veriyor.
Bakın yahudi diyor
ki gel bizim aramızdaki ihtilafı Muhammed (a.s) çözsün. Muhammed (a.s) in
hükmüne başvuralım. O ne derse kabul edelim. Zira yahudi kesin biliyor ki
kendisi haklıdır ve kesin biliyor ki Muhammed (a.s) peygamber olarak âdil bir
hüküm verecektir. Hem peygambere hem de kendisine güvenmektedir. Ama berikisi
güya Müslüman, peygamberin hükmüne müracaat etmiyor da yahudile-rin reisi olan
Kab’a gitmek, onun mahkemesine müracaat etmek isti-yor. Adâleti orada görüyor.
Nihâyet Rasulullah
Efendimize geliyorlar, Allah’ın Resûlü ikisini de dinledikten sonra hükmünü
veriyor ve bu konuda yahudi haklıdır, Müslüman da haksızdır diyor. Allah’ın
Resûlü hükmünü adâletle veriyor. Yâni o kişiyi yahudi olduğu için haksız
çıkarmamıştır Allah’ın Resûlü, bizzat adâlet gereği bu hükmünü vermiştir. Yâni
isterse o ya-hudi’nin karşısında Hz. Ebu Bekir olsun, isterse Hz. Ömer olsun,
isterse kızı Fatıma bile olsa Allah’ın Resûlünden adâletin dışında bir hüküm
çıkmayacaktır.
Tarih şahittir ki,
dost düşman tüm dünya şahittir ki Rasulullah Efendimizden ve onun pırlanta
halifelerinden zerre kadar bile bir adâletsizlik, bir haksızlık sadır
olmamıştır. Zerre kadar bir kayırma söz konusu olmamıştır. Dünya tarihinde
dillere destan bir uygulamadır bu. Yeryüzünde hiçbir melikin, hiçbir devlet
başkanının, hiçbir toplumun gerçekleştiremediği bu adâleti Rasulullah ve onun
kutlu halifeleri gerçekleştirmişlerdir. Yahudi’si gelmiştir onların
mahkemelerine, hıristi-yanı gelmiştir, Mecusi’si gelmiştir, dinlisi gelmiştir,
dinsizi gelmiştir, bir Müslümanla muhakeme olmuştur ve haklı olan yahudi’yse
hakkı ona verilmiştir, hıristiyan’sa ona verilmiştir, kâfirse hakkı ona
verilmiştir. Müslümanlığından dolayı hiçbir Müslüman haksız olduğu halde
onlara tercih edilmemiştir. Bu konuda hiç kimsenin diyebileceği bir şey yoktur.
Ama eğer şu anda
yeryüzünde Müslümanlar beş kuruşluk bir menfaati için değil yahudi ve
hıristiyan, babasına bile hayır etmiyorsa, bu İslâm’ın değil tefessüh etmiş,
Müslümanlıklarının farkında olmadan bir hayat yaşayan dünya Müslümanlarının
problemidir. Bu konuda yine İslâm’ı suçlamaya hiç kimsenin hakkı
yoktur.
Allah’ın Resûlü adâletle hükmünü
veriyor ve yahudi’yi haklı, Müslümanı da haksız çıkarıyor. Aslında iş bitmiştir.
Ama Rasulullah’ın bu hükmüne kalbi yatışmayan, içinde bir daralma duyan o
münâfık ısrarla bir de Ömer’e gidip ona soralım der ve Ömer’e giderler. Duruma
muttali olan Hz. Ömer Efendimiz de Allah ve Resûlünün hükmüne razı olmayan bir
kimsenin cezası işte budur diyerek o münafığı öldürür. Allah için bir
düşünelim, şu anda Allah ve Resûlünün hükmüne değil de hep başkalarının hükmüne
müracaat eden, hep başka yerlerde çözüm arayan, başkalarının mahkemelerinden
adâlet bekleyen Müslümanların itikadî durumları nedir? Ömer hayatta olmuş
olsaydı bu Müslümanlardan kaç kişi hayatta kalırdı?
Halbuki:
Halbuki tâğutu küfretmekle
emrolunmuşlardı. Hayatlarına tâ-ğutlar karışmamalıydı. Hayatlarına sadece Allah
karışmalıydı. Hayat-larını sadece Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti
düzenlemeliydi. Allah ve Resûlünden başkalarını dinlememelilerdi. Arlarında vuku
bulan ihtilaflarında sadece Allah ve Resûlüne başvurmalılardı. Allah ve
Resûlünün hükmüne başvurmaları gerekiyordu. Tâğutların mahkemele-rine
gitmemeleri, oradan adâlet beklememeleri gerekiyordu. Ama:
Şeytan onları derin bir sapıklığa
düşürmeyi murad ediyor. “Da-lalen baiyda”. Şeytan onları çok boyutlu saptırmayı
diliyor. Şeytan çok boyutlu saptırıyor insanları. Kazanma boyutunda saptıramazsa
harca-ma boyutunda saptırıyor, evlenirken saptıramamışsa geçinirken saptırır,
koca olarak saptıramamışsa baba olarak saptırır, iman boyutunda saptıramamışsa
amel boyutunda saptırır, itikat boyutunda saptırama-mışsa uygulama boyutunda
saptırır, gece saptıramamışsa gündüz saptırır. Biraz öyle değil miyiz? Kitapsız
olmaz, Kur’an’sız olmaz diyen bizler, kitaba sarılmamızı yoksa ekmeğe sarılmamız
kadar yücetle-medik mi? Allah için kendimizi bir tartalım, bir yargılayalım.
Babamızı mı daha yakın tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Hocamızı mı daha iyi
tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Efendimizin, şeyhimizin, üstadımızın,
arkadaşımızın, sünnetini mi daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberin sünnetini mi?
Evimizi mi daha iyi tanıyoruz yoksa kitabımızı mı? Şeytanın farklı boyutlarda
saptırdıklarından mıyız, değil miyiz? iyi düşünelim inşallah. Bakın şeytanın
saptırdığı insanlar ne yaparlar? Nasıl davranırlarmış?
61. “Onlara: “Allah'ın indirdiğine ve
Peygambere gelin” dendiği zaman münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını
görürsün.”
İnsanlardan
şeytanın saptırdıklarına, insanlardan bu tür davrananlara, yâni hayatlarında
Allah’ı değil de tâğutları söz sahibi bilenle-re, hayatlarını Allah’ın istediği
gibi değil de kendi istedikleri gibi, ya da tâğutların istedikleri gibi
düzenlemeye çalışanlara, eğitim hayatlarını, sosyal, siyasal, toplumsal ve
bireysel hayatlarını Allah ve Resûlünün belirlediği prensiplere göre ayarlamak
yerine, kitap sünnete başvurmak yerine kendi hevâ ve heveslerine göre, ya da
tâğutların direktif-lerine göre ayarlayıp düzenleyenlere denilse
ki:
Gelin Allah’ın indirdiğine! Gelin
peygambere! Gelin Allah’ın kitabına, gelin peygamberin sünnetine! denilse, bir
problem mi var? Çözüm mü arıyoruz? Bir hukuk problemi var da çözüm mü arıyoruz?
Bir eğitim problemi var da ne yapalım mı diyoruz? Bir ihtilaf mı var? Muhakeme
olmak mı istiyoruz? Bir konuda karar vermek mi istiyoruz? Bir karar mı alacağız?
Bir iş mi yapacağız, ya da yapmayacak mıyız? Pozitif ya da negatif bir eylem mi
ortaya koyacağız? Yâni bir konuda bir tavır mı belirleyeceğiz? Gelin Allah’la
belirleyelim! Gelin peygamberle belirleyelim! Gelin onu Allah desin ve biz
peygamber örnekliğin-de yapalım onu! Din budur zaten. Arkadaşlar işte din
budur. Din Allah’ın bizden istediklerini fert planında peygamberimiz, toplum
planın-da sahâbe nasıl uygulamışsa ben de onu din kabul edip aynen uygulamaya
çalışırsam ben dindarım. İşte gelin Allah’a, gelin peygambere denilince, yâni
Allah’ın istediklerini peygamber örnekliğinde anlamaya, kabul etmeye, uygulamaya
çalışalım deyince bu tür insanların:
Münâfıkları görürsün ki diyor Allah,
onlar senden bir yan çizerler ki, bir yamukluk yaparlar ki. Senden bir kaçıp
uzaklaşırlar ki. Peki suçun ne senin? Sen sadece onlara Kur’an okuyalım dedin.
Sen sadece onları Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine çağırdın. Kitapsız
ve sünnetsiz din olmaz dedin. Suçun ne senin? Niye kaçıyorlar senden? Sen
problemleri Kur’an’la ve sünnetle çözelim dedin. Sen kitaba ve sünnete gidelim
dedin. Peki o ne yapıyor? Hayır problemleri babamla çözerim ben! Hocamla
çözerim! Abimle çözerim! Şeyhimle, efendimle, büyüğümle çözerim! Eh kitabı
anladık, saygı değerdir, hür-met ederiz, ara sıra teberruken okuruz onu.
Peygamberi de anladık, hürmete lâyık birisidir, bazen bazen salavat göndeririz,
arada bir ziyaret ederiz, toprağını öperiz, adı anılınca elimizi kalbimize
koyarız ve şöyle bir saygı ihraz ederiz. Ama benim büyüğüm var, benim efendim
var, benim şeyhim var, benim yazarım, çizerim var, benim emirim, a-mirim var,
benim sözünü dinleyeceğim ve problemlerimi kendisine ar-zedeceğim birilerim
vardır diyorsa, onlar münâfıklardır diyor Kur’an. Sen onları kitaba ve sünnete
dâvet edince öyle bir yan çizerler ki:
Konya’da bildiğim bir arkadaşım var. 30
küsur senedir tanıştığımız çok sevdiğim ve kendisinden çok istifade ettiğim bir
arkadaş. Pek çoğunuzun yakından tanıdığı bu arkadaşımın hayatta bir tek derdi
var. Derdi Kur’an. Gece gündüz insanlar Kur’an’a yönelsinler, insanlar Kur’an
okusunlar, anlasınlar diye koşturur. Okumak, okutmak, anlamak, anlatmak,
bildiğim kadarıyla gece gündüz bunun dışında başka bir derdi yok arkadaşın.
Konya içinde, Konya dışında tüm derdi insanları Kur’an yoluna dâvet etmek. İşi
gücü bu. Kendisi kendisinin reklam edilmesini de sevmediği için burada adını
söylemeyeceğim. Sürekli hakkında dua ederim, Allah gayretini artırsın, yolunu
açsın ve uzun uzun ömürler versin de bu toplumu kendisinden istifade ettirsin
inşallah. Ben dahil arkadaşlarına bu işi ısrarla empoze etmeye başlayınca,
ısrarla arkadaşlarını Allah’ın kitabına ve Rasulullah’ın sünnetine yönlendirmeye
başlayınca, Allah affetsin ama arkadaşları arasından şöyle diyenler çıktı:
Vallahi acele işimiz olmasa, mecbur kalmasak senin sokaktan geçmek istemiyoruz
dediler. Arkadaşı bir sokaktan geçerken görmüşlerse yollarını değiştirdiler.
Sebep ne? Diyorlardı ki vallahi bizi yine yakalayacaksın ve son okuduğun âyeti
anlat! Son tanıdığın hadisi anlat! diyeceğinden korktuğumuz için seni uzaktan
görünce cadde değiştiriyoruz dediler.
Çok garip değil mi?
Halbuki öyle birbirimizden kaçmayıp da birbirimize şöyle desek olmaz mı? Farz
edin ki bir sokakta, bir cadde-de, bir dükkanda, evde, düğünde, dernekte
karşılaştık. Konu mu açacağız? Niye biz açıyoruz da? Allah’a açtıralım,
peygambere açtıralım konuyu. Nasıl? Gardaş, sen son okuduğun âyeti anlat! Ben
de son okuduğum hadisi gündeme getireyim desek, hep Allah’ı ve Resûlünü
konuştursak ne kadar güzel olur değil mi? Bir Allah söylese, bir peygamber
söylese o zaman çok hoş olacaktır.
Meselâ bir dostun dükkanına gidiyorum,
veya bir arkadaşın bürosuna gidiyorum. Diyorlar ki ne alırsın? Ne istersin?
Buyur bir şeyler ikram edelim. İyi, tamam, Allah razı olsun, bir âyet, ya da bir
hadis ikram et de dinleyelim diyorum. Adam şaşırıyor, afallıyor ben böyle
deyince. Çünkü âyetten de, hadisten de haberi yok adamın. Diyor ki hocam, ben
çay söylesem de, o senden olsa! Âyeti, hadisi sen ikram etsen olmaz mı? Niye
diyorum bu sefer de, senin kitapta yok mu bunlar? Senin görevin değil mi bu? Sen
kitapsız, peygambersiz misin? Biraz sıkıştırınca terliyor, sıkılıyor, zorlanıyor
işte yeri gelince hocaları imtihan etmek için öğrendiği bir âyet, bir hadis
vardır ya kafasında onu okuyor ve bitiriyor işi. 10 gün sonra, 20 gün, 1 ay
sonra bir daha gidiyorum dükkanına, tekrar 1 âyet, 1 hadis diyorum yok adamda. 1
aydır, 15 gündür kitapsız ve sünnetsiz yaşamış adam.
Halbuki kitapsız,
sünnetsiz filan dediniz mi köpürür değil mi adam? Ama işte kitapsız dolu piyasa,
sünnetsiz dolu. Sözüm yabana, meclisten ırak mı, İran mı onu bilmem de sizler 1
aydır ne kadar kitaplısınız? 15 gündür ne kadar sünnetli, yahut sünnetsizsiniz?
Yâni sizler de mi kitapsız ve Sünnetsizlerdensiniz? Eyvah! Eyvah! Eyvah ki iki
Sünnetimiz kalmış bizim. Birisi yemek tabağının tabanında son yemek kırıntıları
filan kalmışsa onu temizleme Sünneti, sonra ikincisi de çocuğumuzun bilmem
nesinin Sünneti. Tamam hepsi bu kadar.
Öyleyse bakın Allah diyor ki, gelin
Allah’ın kitabına, gelin peygamberin sünnetine denilince münâfıkları görürsün
ki senden yan çizerler, tüyüp giderler. Peki acaba biz ne yapıyoruz? Bizler
yoksa fikir planında yan çizmiyoruz da eylem planında mı yan çiziyoruz? Fikir
planında tamam, kitap sünnet, okunmalı, anlaşılmalı, kitapsız sünnet-siz olmaz
diyor da bunu eyleme dönüştürüp gerçekleştirme planında mı tüyüyoruz? İman
planında iddia planında tamam da amel planında mı yan çiziyoruz? Kur’an’ı bir
araştırın başından sonuna Allah onun hiçbir yerinde ben iman edenlere cennet
vereceğim buyurmuyor. Yalnız iman karşılığında cennet vaadeden bir tek âyet
görmedim ben bu-güne kadar. Ya? İnanalar ve inancını yaşayanlara, inanıp salih
amel işleyenlere cennet var diyor Kur’an. Bir de müstakıllen amel karşılığında
cennet vardır diyen âyetler de var.
Öyleyse
unutmayalım ki inanmamız, inandım dememiz hiç mi hiç yetmeyecektir amel
işlememişsek. Yâni fikir planında kabul yetmiyor. İman ve amel, düşünce
vehareket, iddia ve eylem birlikte olacak-tır.
Kitaptan ve sünnetten kaçanlara, kitaba
ve sünnete karşı yan çizenlere, kitaptan ve sünnetten habersiz yaşayanlara,
kılık kıyafet düzenini, eğitim düzenini, kazanma ve harcama düzenini, ev
düzeni-ni, tüm düzenlemelerini Allah’a ve Resûlüne sormadan yapanlara, yâ-ni
kitapla ve sünnetle diyalogu keserek yaşayanlara şöyle bir teklifim
olacak:
Elektrik kabloları, lavabo muslukları,
koltuk takımları ve sergiler de dahil olmak üzere evimizdeki tüm eşyaları şöyle
bir çıkarıp sokağa dökelim. Hepsini sokağa çıkaralım. Sonra evimizi yeniden
düzenlemek için bu eşyaları yeniden yerleştirirken koşup peygamber Efendimizi
çağıralım. Diyelim ki ey Allah’ın Resûlü! Vallahi pişmanım! Sana sormadan, bilir
bilmez bunlar bunlar lâzımdır, şunlar şunlar ihtiyaçtır diye eve neler neler
almışım! Sonradan anladım ki bunların ihtiyaç mı? İsraf mı? Lüks mü? olduğunu
sana sormam lâzımmış! Ama şimdi anladım bunu! İşte ev, işte eşya, işte sen ve
işte ben! Buyur ver kararını! Senin bunlar lâzımdır, bunlar ihtiyaçtır
dediklerini eve koyacağım, değildir dediklerini de atacağım! deseniz ne kalır
evinizde hiç düşündünüz mü? Eğer İslâm o yerleştirmeye düzen demiyorsa
bozgunculuk demektir bu. Yâni İslâm onlara ihtiyaç demiyorsa, tamam bu da
olmalı! Bu da ihtiyaçtır! Evde bu da bulunmalı! demiyorsa, biz Allah’a ve
Peygambere sorarak düzen yapmadığımız için bizimki de bozuk demektir ve biz de
düzen bozucuyuz demektir.
Veya çocuklarımıza aktardıklarımız,
hanımlarımıza duyurduk-larımız, kendi kafamıza yerleştirdiklerimiz eğer Allah ve
Resûlüne so-rulmadan yapılmışsa biz de düzen bozuyoruz demektir. Biz de ifsat
edenlerdeniz demektir.
Meselâ kafamızı
şöyle bir keselim, içindekileri bir masanın üzerine boşaltalım ve çağıralım
Kitap ve sünneti. Diyelim ki Ya Rabbi! Ya Rasulallah! İşte ben bilir bilmez
bütün bunları lâzımdır diye doldurmuşum kafamın içine! Kafamın içi çöplük gibi!
Ama şimdi anladım ki bunu size sormadan yapmışım bunu! Şimdi pişman oldum! Gelin
ya Rabbi, ya Rasulallah şunları, şu kafamın içindeki bilgileri bir ayıklayalım!
Bunlardan lâzım dediklerinizi, kalsın dediklerinizi tekrar koyacağım ve gereksiz
bulduklarınızı atacağım! desek acaba neler kalır oraya koyabileceğimiz? Bir
düşünün. O zaman belki kafamız: Tamtakır, bomboş sanırsın bir kaval,
martavaldır, martavaldır martaval mı olacak?
Biraz öyle gibi
değil mi? Nehir isimleri at, şehir isimleri at, arkadaş isimleri at, artist
isimleri at, cadde isimleri at, plaka numaraları at, fizik problemleri at, cebir
denklemleri at, kimya formülleri at, şarkıları at, türküleri at, at, at. Ne
kaldı geriye? Tabi ben burada kendi arzumuzla kafamıza yerleştirdiklerimizi
kast diyorum. Yoksa biz istemeden gardiyanların okuduklarından öğrendiklerimiz
değil tabii. Hani gardiyanlar sürekli bir şeyler okurlar mahkûmlar da mecburen
öğrenirler ya o ayrı. Ben onları kast etmedim.
Soralım Rasulullah’a, ya Rasulallah
bilir bilmez bir sürü şey yerleştirmişim ben bu kafaya, gel şunları yeniden bir
yerleştirelim! diyelim. Nerede kullanacağımıza göre yerleştirmeliyiz ama.
Meselâ adam Bakara öğreniyor para kazanmak için, Âl-i İmrân öğreniyor doçent
olmak için, Nisâ öğreniyor kitap yazmak içinse bu da bozuk düzen olacaktır
elbette.
Dün peygamber onları Allah’ın kitabına
ve kendi hükmüne çağırmıştı. Bugün biz de insanları Allah’ın hükmüne, Allah’ın
kitabına, Allah’ın yasalarına ve peygamberin pratikte uygulamalarına çağırırken
Müslümanız dedikleri halde bu insanlar eğer buna razı olmazlar da başka başka
hayat tarzları, başka başka yasalar, başka başka hayat programları arayışları
içine giriyorlar, başkalarının kanunlarını uygulamadan yana bir tavır
sergiliyorlarsa kesinlikle bilelim ki onar da münâfıklardan olacaklardır. Allah
ve Resûlünün istediği bir hayatı yaşamayarak başka başka hayat anlayışlarına
yönelenler kesin münâfık olacaklardır.
62. “Başlarına kendi işlediklerinden
ötürü bir mûsîbet çattığında sana gelip: Biz, "İyilik etmek ve uzlaştırmaktan
başka bir şey istemedik” diye de nasıl Allah'a yemin
ederler?”
Hal böyleyken nasıl olur da kendi
elleriyle işledikleri suçların sonucu olarak kendilerine bir musibet
isa bet edince, sana
gelerek: Kuşkusuz biz iyilikten ve uzlaşmadan başka bir şey düşünmedik,
iyilikten başka bir şey istemedik diyerek Allah’a yemin edebiliyor bu adamlar?
Nasıl yapabiliyorlar bunu? Ne yüzle geliyorlar senin huzuruna? Bu, Allah’ın ve
Resûlünün hükmüne razı olmayanlar kendi ellerinin kazandıkları sebebiyle, kendi
anlayışları sebebiyle, Allah ve Resûlünün programını terk ederek kendi
hayatlarına kendi hevâ ve hevesleriyle düzenlemeye kalkışmaları sebebiyle,
adâletsizlik yapmaları, zalim olmaları sebebiyle işleri bozulur, başlarına
birtakım sıkıntılar, belâlar gelince sana gelirler ve biz ancak ihsan istiyoruz,
biz iyilikten başka bir şey istemiyorduk demelerine de inanılmayacaktır.
Çünkü Allah
bunların kalplerinde olanları bilmektedir. Allah biliyor ki bunlar yalan
söylüyorlar. Öldürülen münafığın arkadaşları gelerek işte bizim niyetimiz
şöyleydi, böyleydi, biz ihsan istiyorduk dediler. Hem Allah ve Resûlüne isyan
ediyorlar, hem Allah ve Resûlünün hükmüne razı olmuyorlar, Allah ve Resûlünün
istediği hayat tarzına razı olmuyorlar, ondan sonra da yemin ederek diyorlar ki
biz ihsan istiyoruz, biz barış istiyoruz. O tâğuta giderken başka bir niyetle
değil sadece iki kişinin arasını düzeltmek için, toplumda huzur ve sükunu
sağlamak için gitmiştik diyorlar. Bugün tâğutun mahkemelerine gidenler de aynı
şeyleri söylüyorlar.
63. “İşte bunların kalplerinde olanı
Allah bilir. Onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver, kendilerine tesirli sözler
söyle.”
Ama Allah onların kalplerini
bilmektedir. Kalplerinde dilleriyle söylediklerinden farklı şeyler taşıdıklarını
Allah çok yakından bilmektedir. Onların kalplerini bilen Rabbimiz
peygamberimize ve Müslümanlara buyuruyor ki onlar yalancıdır, yüz çevir
onlardan. Değer ver-me onlara. Birlikte iş yapma onlarla. Ama nasihat et onlara.
Muhak-kak ki Allah’ı asla atlatamaz, asla kandıramazlar onlar. Çünkü Allah her
şeyi bilir. Peygamberi kandırmak isteyenler de peygamberi kandıramazlar. Her
şeyi bilen Allah peygamberine bildirmektedir. Müslümanları kandırmaya çalışsalar
da onları da kandıramazlar, çünkü Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetiyle
bilgilenen Müslümanlar ferasetli olurlar ve asla bu tür insanların oyunlarına
gelmezler. Bunlar sadece kendilerini kandırabilirler.
Öyleyse gelin ey
Müslümanlar Allah ve Resûlüyle beraber olalım. Eğer samimi Müslümanlar olursak,
Allah ve Resûlünün bilgisiyle bilgilenirsek hiç kimse bizi kandıramaz. Ve gelin
ey İslâm düşmanları, ey münâfıklar kesinlikle bilin ki sizler ne yaparsanız
yapın Allah’ı kandıramazsınız, Müslümanları da kandıramazsınız. Her halinizle
Allah ve Resûlüne düşmanlığınız belidir. Konuşmalarınızla, yaşadığınız
hayalarınızla kendinizi ele veriyorsunuz, bir de utanmadan biz de Müs-lümanız
filan diyorsunuz. Gelin yapmayın bu işi demek zorundayız. Yâni onların
anlayacakları dilden onlara vaaz ve
nasihatte bulunmak zorundayız. Kendi enfüslerinden, kendi dünyalarından,
kendilerinin anlayacağı dilden onlara “kavlen beliyğa” yapmak zorundayız. Yâni
kavlen beliyğa adamın kendi dünyasından, kendi hayatından söz söylemektir.
Meselâ adam fâizin içine batmış, biz gidip ona kendi dünyasından konuşmuyoruz
da, kendi problemini, kendi bozukluğunu gündeme getirmiyoruz da selâmın
faziletlerinden söz ediyorsak bu beliy-ğa bir söz
olmayacaktır.
64. “Biz her peygamberi ancak, Allah'ın
izniyle, itaat olunması için gönderdik. Onlar kendilerine yazık ettiklerinde,
sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve Peygamber de onlara mağfiret
dileseydi, Allah'ın tevbeleri daima kabul ve merhamet eden olduğunu
görürlerdi.”
Müslümanım dediği halde, Allah ve
Resûlüne inandığını iddia ettiği halde böyle bir yahudi’yle arasındaki davasında
Allah’ın gösterdiği şekilde peygambere gitmeyen, peygamberin hükmüne razı
olmayan, peygambere itaat etmeyen ve peygamberin gösterdiğinin ötesinde bir
hayat yaşamaya yönelen bir münafığın cezası elbette ölümdü. Çünkü zaten Allah’ın
peygamber göndermesinin sebebi de buydu. Peygamber ancak Allah’ın izniyle
kendisine itaat edilsin diye vardır. Peygamberin varlık gâyesi kendisine her
konuda itaattir. Biz peygam-berleri ancak kendilerine itaat edilsin diye
gönderdik. Yâni Rabbimiz burada peygamber göndermesinin sebebini anlatıyor. Biz
ancak onları Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilsin diye gönderdik. Öyleyse
pey-gambere itaat etmeyen, peygamberin hükmüne boyun büküp teslim olmayan bir
münafığın cezası ölümdür, çünkü Rabbimiz peygamberini itaat edilsin diye
göndermiştir. Kendisine itaat edilmeyen bir pey-gamber, peygamber
değildir.
Bugün de her ne kadar peygamber (a.s)
aramızda yoksa da onun sünneti, onun yolu, onun getirdiği kitap aramızdadır ve
ona itaat vaciptir. Kur’an ve sünnet dimdik ayaktadır. Kur’an ve sünnetle
hayatımızı düzenlemek zorundayız. İşte böylece peygambere itaat etmek
zorundayız. Biz Kur’an’a itaat ederiz, Kur’an’a itaat peygambere itaattir
diyerek Peygambere sadece bir postacı gözüyle bakamayız. Öyle değil mi? Eğer
peygamberin görevi sadece Kur’an’ı bize ulaştırıvermek olsaydı Rabbimiz bu
âyetinde bir de ayrıca peygambere itaat edin der miydi? Bakın Rabbimiz kendisine
itaati, kitabına itaati emrettikten sonra peygamberine de itaati
emretmektedir.
Bugün kimileri Rasulullah’ı devreden
çıkararak kendi sosyal hayatlarına, ekonomik hayatlarına, siyasal hayatlarına,
kendi zevk ü sefalarına çok rahat bir şekilde fetva bulabilmenin derdindeler. O
zaman Kur’an’ı kendi istedikleri gibi yorumlayabilecekler, keyiflerine göre bir
din yaşayabilecekler. Çünkü Kur’an genel naslar ihtiva eder. O genel nasların
pratikte uygulaması Rasulullah’ın hayatındadır. Peygamberi devreden çıkardınız
mı ortada ne Kur’an kalır ne din? Çünkü peygamberi devreden çıkardınız mı genel
özellikleriyle bir din ortaya çıkacaktır ve insanlar bu dinle alâkalı kendi
yorumlarını din kabul edecekler ve sanki Kur’an’ın pratiğiymiş gibi bir hayat
yaşayacaklar. Sonra da insanları kendilerine, kendi anlayışlarına, kendi
dinlerine çağıracaklar, gelin bizim gibi olun, gelin bizim gibi yaşayın
diyecekler, gerçekten bu çok yanlış bir şeydir.
Öyle yapmayalım da,
kendi yorumlarımızı, kendi anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi bir
kenara bırakalım da, kendimizi ve kendimiz gibileri bir tarafa bırakalım da
Allah’ın onayladığı Rasu-lullah Efendimizin, Kur’an’ın ve Rasulullah Efendimizin
onayladığı öteki peygamberler örnekliliğinde, yine Allah ve Resûlünün
onayladığı sahâbe örnekliliğinde bir hayat yaşayalım. Bakın Allah diyor
ki:
Eğer bu insanlar Allah’ın ve
peygamberin hükmüne razı olmayarak kendilerine zulmettikten sonra sana gelseler
ve senin huzurun-da işledikleri bu suçlardan sonra Allah’a istiğfar etselerdi,
yaptıkların-dan pişman olup Allah’a yönelselerdi, işlediklerinden dolayı
Allah’tan mağfiret dileselerdi, Resul de onlara mağfiret dileseydi gerçekten o
zaman Allahı Tevvab ve Rahîm bulacaklardı. Eğer Allah’a yönelip yal-varıp
yakarsalardı, peygamber de onlar için Allah’a istiğfarda bulunmuş olsaydı, ya
Rabbi bunları affet deseydi gerçekten Allah onları affedecekti, Allah onların
tevbelerini kabul edecekti.
Bugün de Müslümanlar Allah ve Resûlünün
istediği şekilde hayatlarını düzenleme kavgası verirlerken hata edip Allah ve
Resûlünün istemediğine düştükleri zaman Allah’a yönelip tevbe etseler, Allah’a
istiğfar etseler, birbirleriyle birlikte top yekun Allah’a tevbe edip ya Rabbi
biz daha iyi Müslüman olmak istiyoruz, biz bu haksız hükümlerimizden, haksız
yaşantılarımızdan, insanlara vermiş olduğumuz haksız kararlarımızdan vazgeçip
sana ve senin hükümlerine yöneliyoruz diyebilirsek bilelim ki Rabbimiz bizleri
de affedecek, bizim toplumuzda da adâleti, hakkı hâkim kılacak, bizim hayatımızı
da güzelleştirecektir.
65. “Hayır; Rabb'ine andolsun ki,
aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin
hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış
olmazlar.”
Hayır hayır Rabbine andolsun ki
aralarında çekiştikleri, niza ettikleri şeyler konusunda seni hakem kabul edip
sonra da senin onların aralarında verdiğin hükme içlerinde en ufak bir haraç,
en ufak bir sıkıntı, bir isteksizlik, hoşnutsuzluk duymadan tam bir teslimiyetle
teslim olmadıkça iman etmiş sayılmazlar.
Demek ki peygamber (a.s) bizim
hakkımızda bir şey söyleye-cek, bir hüküm verecek, peygamber bizim durumumuzu
bir karara bağlayacak, bizim adımıza bir karar alacak, şöyle giyinin, böyle
yaşayın, şunu yapın, bunu yapmayın diyecek, aldığı bu karar bizim aleyhi-mize
de olsa, lehimize de olsa, hoşumuza da gitse, huzurumuzu da kaçırsa onun bizim
adımıza verdiği bu kararı kabul etmek, hem de içimizde en ufak bir isteksizlik,
kalbimizde en fak bir burukluk, yüzümüzde en küçük bir işmizaz hissetmeden
teslim olup uygulamak zorundayız. Peygamberi hayatımızda karar mercii bilmek
zorundayız. İhtilaf mercii, karar mercii olarak peygamberimizin hayatımızda evet
ve hayır deme yetkisinde olduğunu kabul etmedikçe Müslüman olamayacağımızı asla
unutmayacağız.
Ve üstelik bizim
adımıza karar verme makamında olan peygamberin bizim adımıza aldığı kararlara
tamı tamına teslim olup onları uygularken de kalbimizden en ufak bir tereddüt
geçirmeden uygulamadıkça Müslüman sayılmayacağımızı bir an bile hatırımızdan
çı-karmamalıyız. Onun emir ve yasaklarından zerre kadar bir şüphe etmediğimiz
gibi ona akıl verip yol göstermeye de kalkışmayacağız. İyi ama ya Rasulallah
şunu şunu da düşündün mü? Benden bunları uygulamamı isterken benim durumumu,
benim konumumu, benim statümü düşündün mü? Halbuki benim durumum buna müsait
değildir, şu şöyle olmalıydı, bu böyle olmalıydı, bu devirde bunları uygulamak
mümkün değildir gibi Allah Resûlüne akıl vermeye, din öğretmeye de hakkımız
yoktur. Bunu daha önce demeye çalışmıştım. Verilen kararı aynen olduğu gibi,
hem de coşkuyla uygulamak zorundayız. Değilse işte âyet Müslüman sayılmayacağız
Allah korusun.
Tabii bu emir sadece Rasulullah
Efendimizin kendi dönemiyle, kendi hayat süresiyle sınırlı değildir. Rasulullah
Efendimizin Müslümanlar adına aldığı kararlar kıyamete kadar geçerlidir.
Rasulullah Efendimizin sünneti kıyamete kadar bizim için bağlayıcıdır. Allah’ın
Resûlü kıyamete kadar tek otorite insan olarak kalacaktır. Bir insanın gerçek
Müslüman olup olmadığına bu otoriteyi kabul edip etmediği, bu otoriteye itaat
edip etmediği belirleyecektir. Ona itaat edenler mü’-min, itaat etmeyenler de
kâfir sayılacaktır.
66. “Şâyet onlara “Kedinizi öldürün”
yahut “Memleketinizden çıkın” diye emretmiş olsaydık, pek azından başkaları
bunu yapmazlardı. Kendilerine verilen öğüdü yerine getirmiş olsalardı onlar için
daha iyi ve daha sağlam olurdu.”
Eğer sizinle ilişkimiz rahmetimin
gereğine dayanmasaydı, eğer gerçekten biz size büyük büyük yazılar, ağır ağır
yazgılar yazsaydık, daha ağır sorumluluklar yükleseydik ne yapardınız? Ne
ederdiniz? Nasıl altından kalkardınız? Eğer onlar üzerine daha büyük yasalar
belirleseydik, kendilerinden öncekilere farz kıldığımız meşakkatli, ağır
a-melleri yüklemiş olsaydık, meselâ İsrâil oğullarına yaptığımız gibi toplumsal
bir kısas olarak kendi kendinizi öldürün, yahut birbirlerinizi öldürün, yahut
vatanlarınızı terk edin deseydik pek azı müstesna onlar-dan kimse buna tahammül
edemeyecekti.
Rabbimiz burada kendilerinden istenilen
fıtratlarına uygun bir itaati gerçekleştiremeyenleri çok güzel bir sorgulamaya
tabi tutuyor. Bu konuda ufacık bir fedâkârlığa bile katlanamayanlar büyük
fedâ-kârlıklara hiç katlanamayacaklardır. Yâni kendilerinden Allah için
ha-yatlarını fedâ etmeleri, mallarından, mülklerinden, vatanlarından,
yurtlarından vazgeçmeleri istense bunu hiç yapamayacaklardır. Meselâ haydi
nefislerinizi öldürün, canlarınızı verin, Allah için kelle koltukta bir savaş
ortamına girin, hayatlarınızı benim için fedâ edin, yerlerinizi, yurtlarınızı
benim için terk edin ve böylece benim rızamı ve cennetimi kazanın denseydi,
sizin için böyle bir yazgı, bir yasa belirlenmiş olsay-dı gerçekten çok azınız
müstesna çoğunuz beceremeyecektiniz.
Şu anda bize de
böyle bir emir verilse, haydi ne duruyorsunuz! Kendinizi öldürün! İntihar edin!
Haydi benim yolumda tüm mallarınızı, mülklerinizi, evlerinizi, barklarınızı terk
etmedikçe, benim yolumda canlarınızı fedâ etmedikçe cennetimi
kazanamayacaksınız! diye bir emir gelse ne yaparız? Becerebilir miyiz bunu?
Belki de olduğumuz yerlerimizde yığılıp kalıp, bize bu emri veren Allah’a
isyanın doruk noktasında Onunla karşı karşıya kalacaktık. Öyleyse bilelim ki
Rab-bimiz bize karşı çok Raûf ve Rahîmdir. Bize bizim altından
kalkabile-ceğimiz yükler yüklemektedir. O halde onun bizden kendisine ve
Resûlüne istediği itaati gönül rahatlığı içinde gerçekleştirmek ve Rab-bimize
ham etmek zorundayız.
Halbuki onlar Allah kendilerine neyi
emretmişse onun gereğini yerine getirselerdi, Allah’ın vaazını dinleselerdi,
vaaz u nasihatin gereğini icra etselerdi, yâni Allah’ın tarif buyurduğu gibi
Allah ve Resûlünün emirlerine itaat etselerdi onlar için daha hayırlı olurdu. O
zaman Rableri tarafından onların hayatlarının düzeltilmesi, aile hayatlarının
sağlamlaştırılması, toplumsal hayatlarının dengeye getirilmesi, tüm işlerinin
ıslah edilmesi noktasında onlar için daha hayırlı olacaktır. Yâni eğer o
münâfıklar böyle bir tereddüt, böyle bir zihni bocalama göster-meyip de Allah ve
Resûlünün hükmüne razı olsalardı Allah da onların kalplerine imanı yerleştirir
sabit kadem kılardı. Çünkü Allah’ın emirleri bizim hoşumuza gitmese de doğru
olandır, güzel olandır, hayırlı olandır.
67,68. “O zaman onlara kendi katımızdan
büyük bir ecir verir ve onları doğru yola eriştirirdik.”
Eğer onlar bizim emirlerimize itaat
etselerdi o zaman biz de onlara katımızdan büyük bir ecir verirdik. Ve onlara
mutlaka dünyada büyük bir mülk ve saltanat, güçlü bir egemenlik ve iktidar
verirdik. Onları sırat-ı müstakime hidâyet eder, doğru yolu gösterir, âhirette
de cennet verirdik. İşte Allah’ın emirlerine Allah’ın istediği gibi itaat eden,
boyun büken, Resûlünün emirlerine itaat eden, Rasulullah ve onun pırlanta ashabı
Rablerinin kendilerine vaâdettiği dünyada en büyük izzet ve şerefe nail
olmuşlar, öteki âlemde de Rablerinin rızasına ve cennetine ulaşmışlardır. Aynı
neticeye ulaşmak istiyorsak bizler de onların yaptığını yapmak zorundayız.
Bizler de onlar gibi bu fıtrî dini Allah’ın istediği yaşayıp onların gittiği
cennete gitmeliyiz inşallah.
69, 70. “Kim Allah'a ve Peygambere
itaat ederse, işte onlar Allah'ın nîmetine eriştirdiği peygamberlerle, dosdoğru
olanlar, şehidler ve iyilerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar! “Bu
nîmet Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter.”
Rasulullah Efendimizin arkadaşlarından
birisinin serzenişleri sonucunda inen bir âyet-i kerîmeyle karşı karşıyayız.
Bir sahâbe diyor ki; ey Allah’ın Resûlü, gerçekten ben seni çok seviyorum! Seni
o kadar çok seviyorum ki ara ara seni görmeye gelip, ziyaret edip evime
dönüyorum. Fakat bir şey beni çok mahzun ediyor, çok düşündürüyor. Beni sürekli
meşgul eden şey şudur: Düşünüyorum ki bir gün gelecek ben bu dünyadan
ayrılacağım. Siz de ayrılacaksınız. Siz de ben de vefat edeceğiz. Bu dünyada
görebildiğim sizden öte âlemde ayrı kalmak, sizi görememek beni kahrediyor.
Çünkü öbür tarafta sizin ulaşacağınız derecelere, makamlara benim, bizim
ulaşmamız mümkün olmayacaktır. İşte şu anda ben öbür tarafta sizi görememenin,
sizinle birlikte olamamanın ıstırabını yaşıyorum diye dert yanınca Rabbimiz de
tüm ümmetine müjde veren bu âyetini inzal buyurdu. Tabi ki bu müjde sadece
sebeb-i nüzûl olan o sahâbeye ait değildir. Kıyamete kadar ki mü’minlere müjde
olarak Allah buyurdu ki:
Kim Allah ve Resûlüne itaat ederse,
içindeki şek ve şüpheleri bırakarak kim ki Allah ve Resûlünün hükümlerine gönül
hoşnutluğu içinde teslim olursa, kim ki Allah’a, Allah’ın kitabına teslim olur,
Resû-lünün pratikte uyguladığı bir hayatın mü’mini olarak imanıyla,
teslimiyetiyle bir hayat yaşamış olursa işte onlar Allah’ın kendilerine nîmet
verdiği kimselerle beraberdirler. İşte onlar nebiler, sıddîklar, şehidler ve
salihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar? İşte bu Allah’ın fazl u
keremidir. Bu lütuf ve ikram Allah’tandır. Bu müjde Rab-bimizin her namazımızda
okumamızı istediği Fâtiha sûresinde de en güzel biçimde
anlatılmaktadır.
Mü’minler her gün, her zaman bu arzuyu,
bu isteği gönüllerin-de yaşamaktadırlar. Buna ulaşabilmek için dua dua her
namazlarında Rablerine yalvarmaktadırlar. Evet bunlar kitabında Rabbimizin
sırala-masına göre insanlığın atası Hz. Adem (a.s) dan bu yana, Adem (a.s) in
hidâyet üzere olan oğulları, torunlarından İdris (a.s), tufanda gemi-de
kurtarılan Nuh (a.s) ve onunla beraber
olanlar, peygamber safında yer alanlar, peygamberin gemisine binip, tercihini bu
istikâmette kullananlar, Âd toplumuna gönderilen Hud (a.s) ve onunla birlik
olanlar, Semûd kavminin peygamberi Hz. Salih (a.s) ve ona inanlar, İbrahim (a.s)
ve ona iman edip onunla birlikte hareket edenler, Hacer anamız, Sara anamız,
İshak (as), İsmail (as), Yâkub, Yusuf, Şuayb, Mûsâ, Harun, Dâvûd, İlyas, Elyesa,
Zülkifl, Zekeriyya Îsâ ve Muhammed (a.s), Ashab-ı Kehf, Meryem, Asiye, gibi şu
anda isimlerini hatırlayamadığım Kuranın ve Rasulullah Efendimizin onayladığı
peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle beraber olacaklardır yarın
kıya-met günü.
Tabii onların
sergileyip örneklediği bir hayatı yaşayanlar onlarla beraber bir hayatın içinde
olacaklardır. Allah’ın bu müjdesi kıyamete kadar bunu gerçekleştirenler
içindir. Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, kim Allah’ın istediği kulluğu
peygamber örnekliğinde gerçekleştirirse bu müjde onlar için geçerlidir. Çünkü
unutmayalım ki Allah’ın fazlına ancak Allah’ın istediği gibi kulluk edenler nail
olacaktır. Bunları kimlere vaâdetmişse Rabbimiz ancak onlara lütfedecektir. Ve
Allah’ın fazlına kimse engel olamaz. Allah kimi bu nimetine ulaştırmayı murad
etmişse kimse ona engel olamaz.
Öyleyse Allah ve Resûlüne nasıl itaat
edilecekse öylece itaat edelim. Bu konuda az önce zikrettiğim yasal
örneklerimizi örnek alalım. İmanımızı, İslâmımızı, takvamızı, teslimiyetimizi,
itaatimizi onlar gibi yapalım. Allah ve Resûlü gerek bireysel, gerek ailevi,
gerek toplumsal bizden nasıl bir hayat tarzı istiyorsa öylece yapalım, yaşayalım
da dünyamız da güzel olsun, âhiretimiz de güzel olsun
inşallah.
71. “Ey İnananlar! İhtiyatlı davranın
bölük bölük veya hep birden savaşa gidin.”
Ey iman edenler! Haydi imanlarınızı
yaşayabileceğiniz, imanlarınızı hayatınızda görüntüleyebileceğiniz, iman
kaynaklı yaşayabile-ceğiniz bir hayat ortamı oluşturmak üzere savaş
hazırlıklarınızı yapın, İslâm düşmanlarına karşı, düşmanlarınıza karşı, Allah’ın
bilip sizin de bildiğiniz, Allah’ın bilip sizin bilmediğiniz düşmanlara karşı
tedbirlerinizi alarak bölük bölük savaşa çıkın. Ya da topluca savaşa
çıkın.
Allah ve Resûlüne itaatten sonra burada
bir savaş emri geli-yor. Bu konulardan sonra böyle bir emrin gelişi Medineli
yeni huzura kavuşmuş, yeni bir vatan elde edip rahat bir şekilde yaşamaya
baş-lamış Müslümanların hayat tarzlarına yepyeni bir değerlendirme, bir hedef
seçimi getiriyordu. Artık Mekke’nin sıkıntılı dönemleri bitmiş, işkenceler
geride kalmış, devletlerini kurarak toplumsal problemlerini halletmiş,
başlarındaki peygamberin riyasetinde huzur içinde bir hayata kavuşmuş
Müslümanlara işte tam böyle yaşayacakları bir ortam-da böyle bir savaş emri
geliyordu. Ey Müslümanlar tedbirlerinizi alın ve bölük bölük, ya da topluca
savaşa çıkın.
Savaş için tedbir alınacak, hazırlık
yapılacak. Savaş için tedbir güzel şeydir, ama savaşan için güzeldir.
Savaşmayan kimsenin tedbir alması abdest alıp da namaz kılmayan kimsenin durumu
gibidir. Şu anda tedbir aldıklarını söyleyen Müslümanlar sırtlarında zırhlarıyla
ya-tağa giren kimselerin durumuna benzer. Hiçbir şey yaptıkları yok ama tedbiri
elden bırakmadıklarını söylüyorlar. Elli tane de zırh giyse bile böyle hiçbir
şey yapmayan bir kimse o tedbir almış sayılmayacaktır. Resûl-i Ekrem Efendimiz
Uhud’a giderken üst üste iki tane zırh giymiştir, ama unutmayalım ki Uhud’a
giderken giymiştir.
72. “Şüphesiz aranızda pek ağır
davrananlar vardır; size bir mûsîbet gelirse: “Allah bana iyilikte bulundu,
çünkü onlarla beraber bulunmadım” der.”
Ama sizden kimileri böyle bir emir
karşısında ağır davranıyor. İnsan fıtraten savaştan hoşlanmaz. Savaş, insan
nefsine ağır gelir. Çünkü savaşta ölmek vardır, öldürmek vardır, yaralanmak
vardır, maldan ve candan fedâkârlıklar vardır. Bu yüzden insan fıtraten
güçlükleri sevmez. Ama yeryüzünde zulmün, işkencenin, adâletsizliklerin,
kullara kulluğun bitirilip yerine adâletin ve Allah’a kulluğun
gerçekleştirilebilmesi için savaş kaçınılmaz bir sonuçtur. Yâni yeryüzünde
savaş, barış ortamının gerçekleştirilmesi için bazen kaçınılmaz bir vakıa
olabilir.
Zira yeryüzünde
hakkın hâkimiyeti olmadan, fitne kaldırılmadan barış ortamını görmek mümkün
değildir. İşte Allah’ın kullarını Allah’a kulluktan koparıp kendilerinin kulu ve
kölesi haline getiren, Allah kanunlarını kaldırıp kendi kanunlarını yürürlüğe
koyan, insanları Rablerine değil de kendilerine boyun eğmeye zorlayan ve
böylece Allah’ın kullarını fitneye düşüren tüm tâğutlara kaşı savaşılmadan
barışın sağlanması mümkün değildir.
İşte Allah savaşı
emredince insanlardan kimilerine savaş ağır geliyor, zor geliyor ve Allah için
bir savaşa katılmak istemiyorlar, ağır aldıranlar oluyor. Dünya hayatı, yaşamak
arzusu, mal mülk sevgisi a-ğır basıyor. Sonra da:
Sonra da şâyet çıktıkları savaşta
peygamberin ya da Müslümanların başlarına bir şeyler
isa bet edip de o
savaşın sonunda onlara bir zarar ulaşınca da bu savaşa katılmayıp ağır
davrananlar, Allah’ın ve Resûlünün mahza kendilerinin hayrına olan dâvetine
icabet etmeyen bu zavallılar diyorlar ki; doğrusu Allah bana nîmet verdi. Allah
beni korudu. Çünkü ben onlarla, o savaşa gidenlerle beraber olmadım. Onlarla
birlikte gitmedim de onun için kazandım. Allah bana nîmette bulunup beni korudu
da onların başına gelenler benim başıma gelmedi. Allah ve Resûlünün emrettiği
bir konuda, bir savaş konusunda Allah ve Resûlünün emrine muhalefet ederek
Müslümanlarla birlikte olmamayı nîmet kabul eden, Allah için bir savaşta
Müslümanlar gibi ölmeyi, yaralanmayı, sıkıntı çekmeyi göze alamayan, Allah için
böyle bir fedâkârlığa razı olamayan, kendince bir kısım musîbetlerin dışında
kalmayı başarı zanneden bu münâfıkların sözleri, anlayışları ne kadar da basit,
düşünceleri ne kadar da sığ, hesapları ne kadar da yanlış, ne kadar zavallı
değil mi? Bu dünyanın geçici zevk ve eğlencelerine kapılarak Allah için bir
savaştan kaçan insanlar ne kadar da zavallı in-sanlar değil
mi?
Halbuki Allah’ın ve
Resûlünün her dâvetine koşan Müslüman, Uhut’ta şehid de olsa, Bedir’de mağlup da
olsa veya şu anda dünya savaşlarında yenilmiş de olsa, görünürde kâfirler
karşısında ezilmiş de olsa kazanan yine odur, galip gelen yine odur, üstün olan
yine odur. Çünkü galibiyet ya da mağlubiyet, zafer ya da hezimet dünya
şartlarına göre hesap edilmez. Galibiyet ve mağlubiyet âhiret şartları-na göre
yapılır. Bir Müslüman dünyada mağlup olsa, dünyada kaybet-se bile, eğer âhireti
kazanmışsa o galiptir. Şehid edilen, belinden testereyle kesilen, ya da
kendisine iki kızından başka hiç kimsenin iman etmediği peygamberler dünya
hesabına göre kaybetmişler gibi görün-seler de Allah’ın istediği bir hayatı
yaşadıkları için âhiret hesabına göre galiptirler.
73. “Allah'tan size bir nîmet erişse,
andolsun ki, sizinle kendi arasında bir dostluk yokmuş gibi: “Keşke onlarla
beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı kazansaydım”
der.”
Ama size Allah için katıldığınız bir
savaşta Allah’tan bir fazl, Allah’tan bir zafer isa bet ettiği zaman da
o savaşa gitmeyenler, savaş konusunda ağır davrananlar, Allah için fedâkârlığı
göze alamayanlar, tıpkı İsrâil oğulları gibi inandıkları Allah uğrunda fedâyı
mal ve fedâyı cana değmez olanlar, böyle bir Allah’a inananlar, Müslümanlarla
birlikte savaşa gitmedim diye, Müslümanlarla birlikte olmadım diye Allah için
bir zarara uğramadıklarına sevinenler, biz akıllıyız, biz onlar gibi pisipisine
ölüp yaralanmadık diyenler, ama Allah’ın fazlıyla, Allah’ın yardımıyla zafere
koşan, ganîmetlere ulaşan Müslümanları gördükleri zaman da bu insan tipleri
sanki o savaşa katılan Müslümanlarla aralarında hiçbir yakınlık yokmuş gibi,
sanki onlar Müslüman kardeşleri de-ğilmiş gibi diyorlar ki
bakın:
Keşke ben de onlarla beraber olsaydım,
onlarla aynı hayatı, aynı imanı, aynı teslimiyeti paylaşmış olsaydım da, onlarla
birlikte Allah’ın aynı dâvetine icabet etseydim de, ben de büyük bir başarıya,
büyük bir kurtuluşa ermiş olsaydım. Tabii bu tür münâfıkların mutluluk dediği,
başarı dediği şey yine maldır, yine mülktür, yine saltanattır, yine ganîmettir,
paradır, puldur, şandır, şöhrettir. Elbette Allah ve Resûlüne inanmayan,
Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetinden habersiz bir hayat yaşayan insanın,
dünya mallarına mülklerine, dünya saltanatlarına aldanıp cennete sırt çeviren
bir insanın hayatı sağlıklı bir şe-kilde değerlendirmesi mümkün değildir.
Dünyayı da âhireti de bileme-yen bu insan ne anlar Allah yolunda savaşarak,
Allah yolunda her şeyini fedâ ederek Allah ve Resûlünün vaâdettiği ebedî bir
hayatı ka-zanmaktan? Ne anlar cennetten? Öyleyse ey
Müslümanlar:
74. “O halde, dünya hayatı yerine
âhireti alanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır,
öldürülür veya galip gelirse, Biz ona büyük bir ecir
vereceğiz.”
Ey dünya hayatı yerine âhireti satın
alanlar! Fâniyi verip de bâkîye talip olanlar! Dünya hayatının basit zevklerini
bırakıp da cennete ve Allah’ın rızasına talip olanlar! Allah yolunda, Allah’ın
egemenliğini gerçekleştirmek için, ilâ-i kelimetullah için savaşın. Çünkü
unutmayın ki Allah yolunda savaşanlar geçici ve basit dünya hayatını satıp
karşılığında ebedî olan âhireti satın almışlardır. Kim dünya hayatının
geçiciliğini, derbederliğini, fâniliğini, zavallılığını bilir de Allah yolunda
savaşarak buradaki zevkini, sefasını âhiret hayatı, âhiret mutluluğu için fedâ
etmeyi becerebilirse, fâniyi verip bâkîyi kazanmayı becerebilirse, Allah’ın
rızasını kazanabilirse işte kazançta olan odur. Dünyayı da âhireti de en iyi
değerlendiren odur. Öyleyse dünya hayatına karşılık âhireti satın almak
isteyenler Allah yolunda savaşsınlar. Unutmayın ki kim de Allah yolunda
savaşırken ölür ya da galip gelirse ona büyük bir ecir vereceğiz diyor Rabbimiz.
Yine unutmayın ki Allah adına savaşan bir Müslüman ölse de galiptir kalsa
da.
75. “Size ne oluyor da: “Rabbimiz! Bizi
halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder,
katından bize bir yardımcı lütfet” diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar
uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?”
Yine bir savaş emri geliyor. Allah’a
Allah’ın istediği kulluğu icra edemedikleri Mekke’den Medine’ye hicret eden,
Allah adına her şeylerini terk eden, Medine’de Allah ve Resûlünün istediği
biçimde İslâm toplumunu gerçekleştiren, adım adım dünya insanlığının fitne ve
fesattan kurtuluşunu hedefleyen, tüm insanlığa gerçek kulluğu, gerçek hayatı,
gerçek adâleti, gerçek hürriyeti ve insanlığı göstererek tüm insanlığı yalnız
Allah’a kulluğa ve kurtuluşa dâvet eden Müslümanlara tekrar tekrar bu işin ancak
savaşı göze alabilmekle mümkün olabileceğini anlatıyor.
Bu mânâda sanki
Nisâ sûresinin ilk âyetleri aile konusunu, ikinci bölüm âyetleri sanki toplum ve
devlet konusunu, üçüncü bölüm âyetleri de insanlığa huzuru, güveni, saâdeti,
selâmeti, hürriyeti, adâleti, özgürlüğü anlatan âyetlerdir. Dünya üzerinde
dünyaya taparak zalimce egemen olan güçlerin belini kırmak, egemenliklerine son
verip, onların zulüm ve işkenceleri altında kıvranan mazlumların,
mus’-taz’afların imdadına yetişmek üzere Müslümanların savaşa teşvik edildiğini
görüyoruz. Bakın Allah diyor ki:
Size ne oluyor da sizler Allah yolunda
savaşmıyorsunuz? Gerek erkeklerden, gerek kadınlardan, çocuklardan müs’taz’af
oldukları halde, zayıf ve güçsüz oldukları halde kâfirlerin zulümleri altında
ezilen ve ey Rabbimiz! Bizi ehli zalim olan bu ülkeden çıkar! Halkı zalim ve
zorba olan şu kentten bizi kurtar! Şu şehrin zalimlerinin egemenliğinden bizi
kurtar! Bize katından bir velî, bir sahip, bir kurtarıcı gönder diye dua dua
yalvaranlar varken size ne oluyor da onların imdadına yetişmek için
savaşmıyorsunuz? Ne oluyor size ki onları zalimlerin zulmünden kurtarmak, onları
özgürlüğe kavuşturmak, onları bu zelil hayattan aziz ve şerefli bir hayata
kavuşturmak, onlar üzerindeki zalim ve fâsık sultaların ellerini, boyunlarını
kırıp zulümlerine engel olmak için savaşmıyorsunuz?
Bu âyette
anlatılanlar Mekke’de veya başka yerlerde Müslü-man olup da Medine’ye hicret
edemeyen, kendilerini kâfirlerin zulüm ve işkencelerinden koruyacak güçleri
olmayan kadın, erkek ve çocuklardır.
Evet ne oluyor size ki zalim sultaların
Müslümanlara eziyet ve işkencelerinin yasallaştığı bir dünyada bu zalimlerin
ellerinde mazlum duruma düşürülmüş Müslümanların feryatları yükselirken savaşı
göze alamıyorsunuz? Ne oluyor size ki yerlerinize çakılıp kaldınız? Ne oluyor
size ki rahatınızın içine gömülüp kaldınız? Zevkiniz, sefanız, malınız,
mülkünüz ağır bastı da Allah yolunda bir savaştan kaçar oldunuz. Duymuyor
musunuz dünyanın her yerinden yükselen şu feryatları? Ey Rabbimiz! Ne olur bize
yardım et! Bize katından bir yardımcı, bir kurtarıcı, bir velî gönder! Bizi şu
zalimlerin elinden kurtar ya Rabbi! diye ağlaşan, kurtarıcı bekleyen insanların
durumlarını görmüyor musunuz?
Kim yetişecek bu
mazlumların imdadına? Bunların, bu biçare, bu mazlum ve zayıf insanların
imdadına Allah’ın yardımında Müslümanlar yetişmek zorundadır. Allah bu vazifeyi
Müslümanlara yüklemektedir. Öyleyse ey o günün peygamber rehberliğindeki
Medineli ve şu anda da tüm dünya Müslümanları! Bu görev sizin görevinizdir.
Allah’ın yasası böyledir. Yeryüzünde zalimlerin, zorbaların zulümleri altında
ezilen, Allah’a kulluktan koparılıp ahalisi zalim olan ülkelerde bir takım yapay
tanrılara kulluğa zorlanmış ve Allah’tan bir kurtarıcı bekleyen insanları
kurtarmak için savaşmak zorundayız.
Zaten İslâm’ın
savaşının hedefi budur. İslâm’ın savaşı yeryüzünde Allah kullarını Allah’a
kulluktan koparıp, fitnelere düşürüp kendilerine kul köle edinen zalimlerin
egemenliklerine son vermek, Allah kullarının önünü açarak özgür iradeleriyle bir
hayat yaşamalarını sağ-lamaktır. Tüm sahte rablerin, tüm yapay tanrı ve tanrıça
taslaklarının egemenliklerine son verip Allah egemenliğini gerçekleştirmektir.
Yeryüzünde fitnenin kökünü kazıyıp Allah kullarının özgürce dinlerini
seçebilmelerini sağlamaktır.
76. “İnananlar Allah yolunda
savaşırlar, İnkâr edenler ise şeytan yolunda harp ederler. Şeytanın
dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi
zayıftır.”
Mü’minler, inananlar Allah yolunda
savaşırlar, kâfirler, küfredenler de tâğutun yolunda savaşırlar. Kâfirler küfür
yolunda savaşırlar. Evet bu sûre indiği dönemde Allah yolunda savaşanlar
Medineli Müslümanlar, tâğut yolunda savaşanlar da Mekkeli müşriklerdi. Allah
yolunda savaşanlar Medine’de Rasulullah’ın yanı başında, Rasulul-lah’ın
riyasetinde savaşan Müslümanlar, tâğut yolunda savaşanlar da küfrün ve şirkin
egemenliği altında yaşayan tüm dünyadır.
Evet dünyada her
devirde, her dönemde mutlaka bu iki tür savaş hep olagelmiştir. Biri imanın
savaşı, ötekisi de küfrün ve şirkin sa-vaşı. Zaten dünyadaki tüm savaşlar
inancın savaşıdır. Bu inancın da iki tarafı vardır. Bir tarafta Allah’ın dini
yücelsin, Allah’ın iradesi, Allah’-ın yasaları hâkim olsun, egemenlik Allah’a
ait olsun için savaşan müslümanlar, öbür tarafta da küfrün, şirkin, insanların
yasalarının, insanların egemenliklerinin hâkimiyeti için çırpınan kâfirler,
müşrikler vardır ki Kur’an buna tâğutlar der.
Öyleyse haydi ey Müslümanlar, şeytanın
dostlarıyla savaşın! Unutmayın ki şeytanın hilesi pek zayıftır. Dünya üzerinde
belki şeytan taraftarları güçlü görülebilir. Şeytanın hilesi belki güçlü, etkili
görülebilir. Şeytan taraftarlarını da yanına alarak tüm dünya egemenliğine
soyunmuş olabilir. Şeytan ve dostları şeytan ve aveneleri tüm dünyayı
saltanatları altına almış, tüm dünyaya hâkim olmuş olabilirler. Meselâ o gün
Bizans imparatorluğu, bugün Amerika, Avrupa, Rusya, İngilte-re, Çin, Japonya
şeytanlıkları, daha önce Firavunların şeytanlıkları, daha önce Âd kavminin,
Semûd’un şeytanları, şeytanlıkları ne oldu? Allah’ın güç ve kudreti karşısında,
Azîz olan, Cebbâr olan Allah’ın desteğindeki Müslümanlar karşısında ne duruma
düştüler bir düşünün. Hepsi mağlup olmadılar mı? Hepsi perişan olmadılar mı?
Hepsi helâk olmadılar mı?
Yeryüzünün en büyük
şeytanları bile, yeryüzünün en süper orduları, güçleri bile Allah safında yer
almış bir avuç Müslüman karşısında yok olup gitmiştir. Allah desteğindeki
mü’minler karşısında şeytanlar da, şeytanların yeryüzündeki çömezleri, aveneleri
de çok zayıf kalmaya mahkûmdur.
Çünkü işte Allah
buyuruyor ki şeytan çok zayıftır. Şeytanın hileleri, şeytanın tuzakları,
tedbirleri, gücü, kuvveti pek zayıftır. Allah safındaki, Allah desteğindeki
mü’minlere karşı onun yapabileceği hiçbir şey yoktur. Tabii elbette şeytanın
kendisi bu kadar zayıf olunca, o-nun orduları, onun çömezleri, onun safında yer
alanlar haydi haydi zayıf ve güçsüz olacaktır.
Öyleyse gücü olan
Allah, mutlak güç ve kudret sahibi olan Allah kendi safında yer alarak, kendi
yolunda, kendi desteği altında şeytan ve dostlarıyla savaşmamızı emrediyor. Bu
savaşta hep yanımızda olacağını, düşmanlarına ve düşmanlarımıza karşı bizi
destekleyeceğini vaad ediyor. Bundan daha büyük bir şeref, bundan daha büyük bir
müjde olur mu?
77. “Kendisine: “Elinizi savaştan
çekin, namaz kılın, zekât verin” denenleri görmedin mi? Onlara savaş farz
kılındığında, içlerinden birtakımı hemen, insanlardan Allah'tan korkar gibi,
hattâ daha çok korkarlar ve Rabbimiz! Bize savaşı niçin farz kıldın, bizi yakın
bir zamana kadar tehir edemez miydin?” derler. Ey Muhammed, de ki: “Dünya
geçimliği azdır, âhiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için hayırlıdır, size
zerre kadar zulmedilmez.”
Mekke’de İslâm’ın başlangıç
dönemlerinde henüz Allah tara-fından savaşa izin verilmediği bir atmosferde
Müslümanlar namaz kıl-makla, zekât vermekle emrolunmuşlardı. Rabbimiz
mü’minlerin sava-şabilecek durumlarının, güçlerinin olmadığını bildiği için
onlara: Ellerinizi savaştan çekin, şu anda savaşacak gücünüz yoktur, şimdi
sizler savaşı değil de namazı ve zekâtı icra edin. Bireysel bir kulluk olarak
namazı ikâme edin ve toplumsal kulluğunuz olan zekâtınızı verin. Böylece
bedenlerinizde ve mallarınızda Allah’ın söz sahipliğini kabul edin diyordu. Bu
hem o günün Müslümanlarına hem de kıyamete kadar onların durumunda bulunan,
savaşabilecek gücü ve özgürlüğü bulunmayan Müslümanlara Rabbimizin bir ilhamı,
bir yasasıdır. Yâni güçsüz ve köle durumundaki Müslümanlara bir hafifletme
yasasıdır.
Benzer durumdaki Müslümanlar
namazlarını ikâme edecekler, namazla Allah’tan mesaj alacalar, namazla Allah’a
rapor verecekler, namaz vasıtasıyla Allah’la diyaloglarını kesmeyecekler,
namazda aldıkları mesajla hayatlarını düzenleyecekler, namazda aldıkları mesajı
kardeşlerine ulaştırarak zekât verecekler, infakı yaşayacaklar, bencilliği terk
edecekler. Toplum içindeki fakirleri, zayıfları, yetimleri kendi hayat
standartlarına çekme kavgası verecekler. Savaş öncesi bir savaş yaşayacaklar.
Kendilerini savaşa ve fedâkârlığa hazırlayan bir ha-yat süreci içine girecekler.
Kardeşçe yaşayabilecekleri, Müslümanca bir dayanışma ortamı hazırlamaları
gerekiyordu. Savaşa girip de öldükleri, şehâdet şerbetini içtikleri zaman da
arkada bıraktıkları konusunda hiç sıkıntı duymayacak bir güvenle savaşa
gidebilme ortamını hazırlamaları gerekiyordu.
İşte bunun için Allah’ın istediği
biçimde canlarını, bedenlerini ve mallarını Allah’ın emrine teslim bilincini
sağlayacak bir namaz ikâme etmeleri ve zekât vermeleri isteniyordu
kendilerinden. İleride grup grup ve tereddüt etmeden Allah için bir savaş
ortamında o canlarını ve mallarını fedâ edebilme deneyiminden geçiriyordu
Allah, mü’min-leri.
Düşünün ki daha savaşa gitmeden, bir
savaş ortamıyla kaşı karşıya gelmeden arkasında bıraktıkları malları mülkleri,
hanımları ve çocukları konusunda emin olmayan bir kimsenin savaşta başarılı
olabilmesi ne kadar mümkün olacaktır? Daha savaşa gitmeden önce e-konomik,
sosyal ve siyasal kaygılarla birbirlerine güvenmeyen, birbir-lerine hayır
etmeyen insanlar birlikte ölüme nasıl gidebileceklerdir? O-muz omuza girdikleri
bir savaşta birbirlerine ihanet etmeyeceklerine güvenmeyen insanlar nasıl
savaşabileceklerdir? Ama bir toplum ki kalpleri, kafaları Allah’a birlikte boyun
bükmekte birleşmiş, aynı safta omuz omuza namazda birleşmiş, mallarına malları,
canlarına canları gözüyle bakabilmeye alışmış, Allah ve Resûlünün komutasında
birleşmiş, Allah ve Resûlünün istediği bir şekilde fedâkârlığa, vefakârlı-ğa,
diğer gamlığa ısınmış, ne mal, ne mülk, ne dünya, ne saltanat se-bebiyle
birbirlerinin hakkını, hukukunu gasbetmeyi zerre kadar bile olsa düşünmeye
yönelmeyecek bir ortamda savaş emrini aldıkları zaman elbette o insanlar, o
toplum çok rahat bir şekilde Allah yolunda yürüyebilecek ve hiç tereddüt etmeden
canını da malını da Allah için gözden çıkarabilecektir.
İşte Mekke’de Rabbimiz Müslümanları bu
ortama hazırlamak için namaz kılın, zekât verin ve ellerinizi savaştan çekin
buyuruyordu. Ama onlardan bir grup ah ne olurdu bize bir savaş emri verilseydi
de savaşsaydık diyordu. Savaşı temenni ediyordu. Ama ne zamanki Medine’de savaş
emri verilince içlerinden bir grup sanki Allah’tan korkar gibi insanlardan
korkuyorlar, hattâ daha fazlasıyla. Evet Allah için girecekleri bir savaşta
ölümden, yaralanmadan, sıkıntıya düşmekten korkuverdiler. Gerçekten zor bir
imtihan değil mi?
Bunlar Allahu âlem savaşa izin
verilmeyen dün de, savaş emrini aldıkları o gün de Allah’a Allah’ın istediği
biçimde iman etmemiş, dilleriyle iman iddiasında bulundukları halde, iman
gösterisinde bulundukları halde kalpleriyle inanmamış, menfaat ve çıkar
ilişkisi içinde bulunan kimselerdir. Rabbimiz kendilerine namaz kılarak zekât
vererek nefislerinizi temizleyin, böylece Allah için çıkacağınız bir savaşa,
Allah için bir fedâkârlığa kendinizi hazırlayın emrine de daha önce teslim
olmayıp çıkar duygusuyla hareket eden insanlardır. İşte kendilerini namaz ve
zekâtla maldan ve candan fedâkârlık yaparak böyle bir ortama hazırlamayan bu
insanlar bir savaş emriyle karşı karşıya kaldıklarında korkmaya başladılar.
İnsanlardan gelebilecek birtakım tehlikelerden ürküverdiler.
İman ve teslimiyet yönünden çok
zayıf olan bu insanlar namaz ve zekât gibi herhangi bir tehlike teşkil etmeyen
kulluklar karşısında dindar kesiliyorlar ama savaş gibi kendilerince tehlike
boyutunda bir sorumlulukla karşı karşıya kaldıklarında korkudan oldukları yerde
yığılıp kalıyorlar. Veya bir çıkar duygusuyla İslâm öncesi savaşlarda ganîmet
sevdasıyla gece gündüz koştururlarken şimdi savaşın hedefi Allah için olunca
yavaş davranıyorlar. Ölüm korkusuyla savaşı kerih
görüyorlar.
Halbuki ölüm her zaman bizim için
mukadderdir. Her zaman bizi takip eden, bizi hiçbir zaman bırakmayan ve hesap
edemeyeceğimiz bir zamanda gelip bizi bulacak olan bir gerçektir. Öyle değil
mi? İnsanlar savaş yapmadan da ölmüyorlar mı? Kurtulabilen var mı ölümden? Dünya
üzerinde savaşan toplumlarda ölüm var da savaşma-yan toplumlarda yok mu? Şu
anda dünya üzerinde yüz yıllarca ömür sürdükleri halde biz savaşmayacağız,
yurtta sulh cihanda sulh içinde bir hayat yaşayacağız diyerek özgürlük ve
şereflerini birilerine teslim edip zelilce bir hayata razı olan toplumlara ölüm
gelmedi mi?
Evet gözden geçirin dünya
tarihini. Şereflice özgürlük savaşı verenler öldü de savaştan korkarak zillet
içinde bir hayata razı olanlar ölmediler mi? Ölümü değil de yaşamayı seçenler
ölümden kurtuldular mı? Cenneti seçenler öldü de dünyacı kesilenler kurtuldular
mı? Allah için, cennet için, ebedî hayat için gözünü kırpmadan savaşa atılanlar
öldüler de Âd ve Semûd gibi âhireti unutup da dünyayı kıbleleştirenler,
Firavunlar gibi dünyaya kazık çakma sevdasına kapılanlar ölmediler mi?
Yeryüzünün en büyük saltanatına sahip Süleyman ve Dâvûd (a.s)’lar öldüler de
Nemrutlar, Karunlar yaşamaya devam mı ettiler? Kim kurtulmuş ölümden?
Hangi taraf olursa olsun, ister
tercihini Allah’tan yana kullanan, hayatını Allah için yaşayan Müslümanlardan
olsun, isterse hayatlarına Allah’ı karıştırmayarak kendi hevâ ve hevesleri
istikâmetinde bir hayat yaşamadan yana olan kâfir ve müşrik dünyadan olsun,
ister savaşan isterse savaşmayan taraf olsun Allah herkes için ölümü yazmıştır,
kimse bu yasanın dışına çıkma imkânına sahip değildir. Savaşanlar da ölecekler
bu dünyada savaşmayıp barış taraftarı olanlar da.
İşte mademki hayat böyle devam edip
gidiyor, ve Rabbimiz de yeryüzünde mutlak mânâda biz Müslümanlara savaşı
emrediyor, ey Müslümanlar! Yeryüzünde insanlara zulmeden, insanların
özgürlük-lerini ihlâl eden, insanları fitnelere düşürerek onları zorla Allah’a
kulluktan koparıp kendilerine kul köle edinen, insanları zorla kendi yasalarına
uymaya çağıran kâfirlerin, zalimlerin, hıristiyanların, yahudile-rin karşılarına
geçip egemenliği onların ellerinden alıp yeryüzünde âdil bir hayatı
gerçekleştirmemizi istiyorsa bunu gerçekleştirmek zorundayız. O zaman
Rabbimizin bu emirleriyle karşı karşıya olan biz Müslümanlar asla savaşı terk
ederek kâfirin egemenliği altında zillet içinde bir hayata razı olamayız.
Kâfirlerin, zalimlerin, müşriklerin ege-menliği altında bir barışa bir
Müslümanın evet demesi mümkün değildir.
Kaldı ki biz böyle bir hayata
evet desek bile dünya üzerindeki kâfirler de hiçbir zaman savaşsız bir dünyaya
evet diyememişlerdir. Dünyada böyle savaşsız bir hayata evet diyen tek tük
felsefi ekoller çıkmış olsa da Hz. Adem’in oğlu Kabil’in Habil’i öldürdüğü o ilk
gün-lerden buyana dünyada hiçbir zaman savaş bitmemiş, bitmesi de mümkün
değildir. Rabbimizin beyanıyla kâfirlerin yeryüzünde müslü-manlara karşı
kıyamete kadar amansız bir savaşı sürdürecekleri kesin olduğu gibi, kâfirlerin
kendi aralarındaki savaşları da hiç kesilme-den devam edecektir.
Her ne kadar kâfirlerin efendim işte
İslâm savaş dinidir, Müslümanlar barbar insanlardır, onların işi gücü kılıç ve
kandır onlar bundan başkasını bilmezler gibi iddialarla Müslümanları savaştan
uzaklaştırmayı planlıyorlar ve kendi egemenlikleri altında köle bir hayata razı
etmeye çalışıyorlarsa da ve bu alçakların propagandaları karşısında kimi
zavallı Müslümanlar da aman efendim İslâm savaş dini de-ğildir, İslâm barış
dinidir filan diyerek köleliklerini ihraz etme, kullukla-rını tazeleme
sadedinde bir şeyler söyleyerek Müslümanları uyutmaya çalışıyorlarsa da şunu
kesinlikle bilelim ki dünya üzerinde hiçbir insan, hiçbir inanç mensubu, hiçbir
din mensubu, eğer dininin bilincin-deyse, inancının farkındaysa bir başka dinin,
bir başka inancın egemenliği altında yaşamaya razı olmaz.
Ne Müslüman, ne kâfir, ne müşrik,
ne putperest hiç kimse kendi inancının dışındaki bir inancın egemenliği altında
yaşamaya razı olmaz. Herkes inancını yaşayabileceği bir dünya ister. Buna
ulaşa-bilmek için insanlar her şeylerini fedâ ederler. Ama ne zamanki
insan-lar birtakım egemen güçlerin eğitiminden geçmişler, egemen güçlerin
asimilesine uğramışlarsa o zaman bu egemenlerin köleliğinde yaşadıkları zillet
içindeki bir hayatı cennet hayatı zannedebilirler. Çünkü artık egemen güçlerin
elinde beyinleri dumura uğratılmış, kalpleri duy-gusuzlaştırılmış, hürriyetleri,
özgürlükleri ellerinden alınmış, düşüncelerine ipotekler konulmuştur.
İşte böyle toplumlar için fark
etmeyecektir artık. Onlar yemesi-ne, içmesine, plajına, pikniğine, zevkine
sefasına ulaştı mı farketmez. Dünya değil mi ne olursa olsun, nasıl olursa
olsun. Ama gerçekten bir inancı olan, bir dini olan ve dininin, inancının
bilincinde olan, fıtratı bo-zulmamış, özgür iradesiyle karar verebilecek bir
durumda olan ne Müslüman ne kâfir asla bir başka sistemin, bir başka dinin, bir
başka inancın egemenliği altında zillet içinde bir hayata razı olmayacaktır.
Buna hiç kimse evet demeyecektir.
Madem ki fıtrat bunu gerektiriyor ve
madem ki insanı yaratan ve onun fıtratını en iyi bilen Rabbimiz de bize böyle
bir savaş emri veriyor, o zaman Müslümanlar da yeryüzünün en şerefli insanları
olarak, Allah’ın mülkünde Allah adına hareket eden Allah’ın kulları olarak
tâ-ğutların, kâfirlerin, müşriklerin egemenliği altında bir hayata razı
olmadıkları gibi, böyle bir hayata zorlanmış Allah kullarını da böyle zillet
içinde bir hayattan, zalimlerin kulu kölesi olmaktan kurtarıp, özgür
iradeleriyle Rablerine kulluğa yönelebilecekleri âdil bir dünyaya
kavuşturabilmek için bu kâfirlerle savaşmak
zorundadırlar.
Ama bakın Allah’ın bu savaş emrini alan
Medineli Müslümanlardan kimileri serzenişte bulunuyorlar. Ya Rabbi! Bu savaşı
bize niye yazdın? Ya Rabbi hiç olmazsa yakın bir geleceğe kadar bunu tehir
et-seydin! Bizim için biraz erteleseydin bunu. Çok erken oldu bu iş. Bari bir
hazırlık yapsa, kendimizi bir toparlasaydık, çok ani oldu bu iş. Zaten zulümden
yeni kurtulmuştuk. Mekke zulüm ortamından yeni gelmiştik Medine’ye. Evet savaşın
ertelenmesini istiyorlardı. Halbuki daha önce Mekke’de savaş istiyorlardı. Ne
olur Allah’tan bize bir savaş emri gelse de savaşsak diyorlardı. Önce böyle
dedikleri halde şimdi isteyip durdukları emir kendilerine geliverince korkaklık
gösteren bu insanlara, hastalık içinde bulunan bu insanlara diyor ki bakın
Rabbi-miz:
De ki dünya metaı çok azdır. Dünya
hayatı, dünya geçimi çok azdır. Dünya metaı hem azdır, hem de geçicidir,
fânidir. Yâni şu anda dünyanın ne kadarına sahip olsanız, ne kadarına egemen
olsanız, tüm dünya mülkleri, tüm dünya saltanatları sizin de olsa bilesiniz ki
çok azdır âhiretin ve âhiret saltanatının yanında. Madem ki dünya metaı çok
azdır, madem ki tüm dünya sizin olsa bile bir gün bitecektir, öyleyse bir gün
bitecek olan bir dünya metaı hesabıyla Allah için bir savaştan geri kalarak
ebedî bir âhiret hayatını, ebedî bir cenneti fedâ etmek akıl kârımıdır?
Muttakiler için, Allah’la yol bulanlar için, hayatlarını Allah için yaşayanlar
için, Allah’ın koruması altına girip Allah’ın istediği gibi yaşayan, Allah adına
canlarını ve mallarını fedâya hazır olanlar için âhiret yurdu gerçekten çok
hayırlıdır.
Böyle yapanlar yarın bir kıl
kadar, bir iplik kadar bile zulme uğramayacaklardır. Allah adına yaptıklarının,
yaşadıkları hayatın karşılığını mutlaka göreceklerdir. Bir tek nefesleri, bir
damla terleri bile zayi olmayacaktır. Allah için yaptıkları en küçük amellerini
bile yarın hazır bulacaklardır. Çünkü Allah için yapılan hiçbir amel boşa
gitmez. Allah için yapılan amel dünya ve içindekilerinin tamamından daha değerli
ve üstündür.
Bir de insanların en büyük
hastalıklarının konusu olan ölümü değerlendirmesi de enteresandır Rabbimizin.
Müslümanlar ölüm korkusuyla savaşın ertelenmesini istiyorlar, ölüm korkusuyla
savaş konusunda ağır davranıyorlardı ya, bakın bu konuda buyurur
ki:
78. “Nerede olursanız olun, sağlam
kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size yetişecektir. Onlara bir iyilik
gelirse: “Bu Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa “Bu, senin
tarafındandır” derler. Ey Muhammed, de ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara ne
oluyor ki, hiçbir sözü anlamağa yanaşmıyorlar?”
Her nerede olursanız olun, hangi
durumda, hangi konumda bulunursanız bulunun mutlaka ölüm size ulaşacaktır. Ölüm
sizi idrak edecektir. Siz ölüme doğru yol alıyorsunuz. Velev ki
sağlamlaştırılmış kaleler içinde, tahkim edilmiş surlar içinde, güçlendirilmiş
bürolarınızın içinde, şatolarınızın, villalarınızın içinde, fabrikalarınızda,
sığınaklarınızın, zırhlarınızın içinde olsanız bile ecel geldi mi sizi mutlaka
yakalayacaktır. Öyleyse niye korkuyorsunuz savaştan? Allah için bir savaş
ortamında ölüm size yakın da evlerinizde uzak mı? Halbuki bu konu-da savaşın en
ön safında yer alanla evinde oturanın hiçbir farkı yoktur. Mesele ecelin dolup
dolmaması meselesidir. Eceli gelen evinde de olsa ölecek, gelmeyen savaşın en ön
safında da olsa ölmeyecek-tir.
Kendilerine bir iyilik dokunduğu zaman,
istedikleri, sevdikleri cinsten bir imtihan sorusuyla karşılaştıklarında derler
ki bu Allah’tan-dır, bu Allah katındandır. Yâni kendilerine zafer ya da
mağlubiyetsiz, ölümsüz, yaralanmasız bir savaş ortamı sunulduğunda,
kendilerine bol bol nîmetler yağdırıldığında derler ki bu Allah’tandır, bu
Allah katındandır. Ama kendilerine istemedikleri, beğenmedikleri cinsten bir
kötülük isa bet ettiği zaman da bunu
peygambere izafe ederek diyor-lar ki senin yüzünden oldu bunlar, senin yüzünden
geldi bunlar, bu belâlar başımıza senin yüzünden geldi. Sen olmasaydın bütün
bunlar başımıza gelmezdi diyorlar. Halbuki başınıza gelen her şey Allah’tan-dır,
iyilikler de kötülükler de Allah’tandır. Size isa bet eden iyiliklerden de
kötülüklerden de peygamber asla sorumlu değildir. İyilik ya da kötülük size ne
gelmişse hepsini gönderen Allah’tır. Hepsi Allah katındandır. Eğer Müslümanların
başına bir iyilik gelmişse bu onların iyilik yapmalarından dolayıdır. İyilik
yapanlara Rabbimiz iyilik göndermiştir. Eğer bir kötülük gelmişse de bu onların
kötülük yaparak kötülüğü hak etmiş olmalarından, kötülüğü hak edecek bir
davranışta bulunmalarındandır.
Öyleyse bu insanlara, bu kavme ne
oluyor da söz anlamıyor-lar? Ne oluyor bu adamlara ki laf dinlemiyorlar,
Allah’ın bu âyetlerini dinlemeye ve anlamaya yanaşmıyorlar?
Evet öyleyse başlarına gelenlerden
peygamber değil insanlar bizzat kendileri sorumludurlar. Öyleyse insanlar insan
oluşlarını ve beraberinde getirdiği sorumluluklarını çok iyi bilmek
zorundadırlar. Yaşadıkları hayatın çeşitli evrelerinde kendilerine kendilerinin
hoşlarına gitmeyecek bir şeyler gelmişse, bir kısım kötülükler
isa bet etmiş-se ki bunların tamamı
kendi tercihlerinin, kendi amellerinin karşılığı olarak Allah’ın âdil bir
şekilde takdir buyurduğu şeylerdir kendilerine iyilikler ya da kötülükler,
cezalar ya da mükafatlar gelmişse bilsinler ki:
79. “Sana ne iyilik gelirse
Allah'tandır. Sana ne kötülük dokunursa kendindendir. Ey Muhammed! Seni
insanlara peygamber gönderdik, şahit olarak Allah
yeter.”
Sana bir iyilik geldiği zaman o
Allahtandır, Allah’ın lütfuyla gel-miştir. Ama sana bir kötülük geldiği zaman da
unutma ki ey insan bu senin kendindendir, kendi ellerinle kazandığın şeyler
sebebiyledir. Ve biz seni insanlara bir Rasul bir elçi olarak gönderdik. Buna da
Allah şahittir ve şahit olarak da Allah yeter.
Arkadaşlar, bakın dikkat ediyorsanız
insanların kendi kendi-lerine üretmeye çalıştıkları bir iyilik kötülük
probleminin çözüm uygu-lamasını Rabbimiz ilk olarak pratikte peygamberi üzerinde
gösteriyor. Sana bir iyilik bir kötülük geldiği zaman buyuruyor. Zira Rasulullah
Efendimiz zaten iyilik ve kötülük olarak Allah kendisine ne göndermiş-se
Rabbimizin takdirine razı ve teslim olmuştur. Allah’ın takdirine boyun
bükmüştür. Allah’tan kendisine bir kötülük, bir mûsîbet geldiği za-man ey Rabbim
bunu bana niçin gönderdin? Beni bununla niye imti-han ettin? Beni buna niye
lâyık gördün? diye bir itirazda, bir serzeniş-te bulunmuyordu Allah’ın Resûlü.
Öyleyse bu hitap Rasulullah
Efendimizin şahsında onun kavmine, onun toplumunadır. İlk önce ona söylüyordu
Rabbimiz ve kızım sana söylüyorum gelinim sen anla buyuruyordu. Yâni eğer Uhut
ta Müslümanlar bir yenilgi almışlar, bir hezimete maruz kalmışlarsa, bir
felâketle karşı karşıya kalmışlarsa kesinlikle bilesiniz ki bu konuda suçlu
Allah değildir, peygamber hiç değildir, suçlu kendileridir. Müslümanların bir
yanlış taktiği, bir taktik hatası, acelecilikleri, acele mal mülk peşine
koşmaları, Rasulullah’ın yerleştirdiği okçuların konumlarını, mevzilerini terk
ederek ganîmete yönelmeleri, Rasulullahın emrine muhalefetleriydi. İşte sebep
buydu ve bundan dolayı da zaten Allah onları affetmişti, affettiğini
bildirmişti. Ama illa da mağlubiyetin bir sebebi aranacaksa işte sebep kendi
hatalarından kaynaklanıyordu. Böylece Allah yaptıkları yanlışlıkları sebebiyle
hem onlara bir acıyı, bir hezimeti tattırırken hem de zaferin, galibiyetin
sadece kendi elinde olduğunu onlara gösteriverdi. Evet:
Allah peygamberine şahittir.
Allah peygamberinin peygamberliğine şahittir. Nesine şahittir Allah onun? Bir
kere peygamberinin ti-tizlikle kendisinin emirlerine ve nehiylerine harfiyen
teslim olduğuna, kendisine asla isyan etmediğine, Allah’ın istediği bir hayatı
yaşadığına ve yaşadığı tertemiz hayatla insanlara en büyük örnek oluşuna
şahittir Allah. Allah şahittir ki peygamber insanlara en güzel bir örneklik
sergilemektedir. Kıyamete kadar gelecek insanlara örnek olsun diye sürekli Allah
tarafından kontrol altında tutulduğuna şahittir Allah. Evet peygamberin hayatı
örnek hayattır ve onun Resullüğüne, onun örnekliğine Allah şehâdet ediyor.
Ve buradan anlıyoruz ki Allah
onun hayatını onaylamıştır. Eğer Rasulullah Efendimizin hayatında
onaylanmayacak bir davranışı olmuşsa hemen uyarı göndererek Rabbimiz onu
düzeltmiş veya onaylanmış şeklini ona göstermiş ve örnek olan peygamberin örnek
alacaklara yanlış bir davranışının intikalini önlemiştir. Evet yaşadığı 23
yıllık bir Risâlet, bir örneklik hayatından sonra Kur’an’la birlikte onun
hayatı, onun sünneti bizim için bağlayıcı bir örnek olarak devam
edecektir.
80. “Peygambere itaat eden, Allah'a
itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Biz seni onlara bekçi
göndermedik”
Bir önceki âyette Allah’ın,
Resûlüne şehâdeti, Allah’ın pey-gamberinin hayatını, örnekliliğini tescili
elbette bizim ona itaat etme-mizi, onun örnekliliğine evet dememizi, onun
örnekliğinde bir hayatı kabul etmemizi de beraberinde getirecektir. İşte bakın
Allah’ın şeha-detinin ve onayının gündeme getirilmesinden sonra devam eden bu
âyetinde de öyle buyuruluyor. Resule itaat eden Allah’a itaat etmiştir
buyuruluyor. Yâni biz hem Allah’a iman ve itaat etmek hem Resûlüne iman ve itaat
etmekle mükellefiz. Yâni hem “Eşhedü en lâ İlâhe illallah”
diyerek Allah’a iman ve Ondan başka İlâh olmadığına şe-hâdet ederken hem
de “Ve eşhedü enne muhammeden abdü-hu ve
Resûlühü” diyerek Rasulullah efendimizin örnekliliğine şe-hâdet etmek
zorundayız. Yâni bizler hem Kur’an okumak, Allah’ın kitabıyla birlikte olmak
hem de sünnet okumak, sünneti tanımak ve onunla birlikte olmak zorundayız.
Önceki âyetlerde demeye
çalıştığım gibi dinde Allah’la peygamberin arasını ayırmaya hakkımız da
yetkimiz de yoktur. Efendim, işte peygamberin görevi sadece bize kitabı
ulaştırmaktır, o sadece bir postacı olarak bize Kur’an’ı ulaştırmıştır,
peygamberin bunun dışında başka bir görevi, başka bir fonksiyonu yoktur.
Binaenaleyh bize Kur’-an yeter. Bizim Allah’ın kitabının dışında başka hiçbir
şeye ihtiyacımız yoktur. Biz Kur’an’la beraber olduk mu, Kur’an’la amel ettik
mi bize yeter, bizim Resule de, onun örnekliliğine de ihtiyacımız yoktur
mantığının zulüm olduğunu da asla unutmamalıyız. Bu en büyük bir zulümdür. Kime
karşı zulümdür? Allah’a karşı, Allah’ın âyetlerine karşı, Kur’an’a karşı,
peygambere karşı işlenmiş en büyük bir zulümdür bu.
Allah’ın bu kadar apaçık
âyetlerini duyduktan, tanıdıktan sonra bir Müslümanın böyle bir zulmün içine
düşmesi mümkün değildir. Çünkü eğer gerçekten peygambere ihtiyaç olmasaydı,
peygamberin varlığı, peygamberin uygulamaları, peygamberin hayatı, peygamberin
sünneti bizim için hiçbir değer ifade etmeyecek olsaydı o zaman Allah bu kitabı
gönderirdi herkese, atardı herkesin posta kutusuna ve herkes, insanlar bu
kitapla karşı karşıya kalır, öylece herkes ne anlamış-larsa onunla sorumlu
olurlardı. Kitaplarından anladıkları gibi bir hayat yaşarlar olur biterdi. Ama
bakıyoruz ki Hz. Ademden bu yana yeryüzünde peygambersiz bir toplum olmadığını,
peygamber örnekliğinde görüyoruz din gönderildiğini görüyoruz. Allah her
topluma o toplum içinden seçtiği peygamberleri önekliğinde din göndermiştir.
Acaba bunu neyle izah edeceğiz. Kitapsız ve sahifesiz dönem var, toplum var, ama
peygambersiz hiçbir toplum yoktur. Bu neyin nesidir? Allah ne anlatıyor bu
sünnetiyle bize?
İşte bu bize anlatıyor ki mutlak
olarak peygamberlere itaat edilecektir. Allah kendilerine itaat edilsin diye
peygamber göndermek-tedir. Öyleyse Resule itaat olmayan, peygamberin
örnekliliğini redde-den bir din anlayışını yasallaştıracak olursak acaba bu
âyetleri nereye koyacağız? Eğer bu âyetlerde anlatılan peygambere itaatten kasıt
ona indirilen Kur’an’a itaat anlamına geliyorsa o zaman zaten kitabının her bir
bölümünde kendisine ve kitabına itaati vurgulayan Rab-bimizin bir de ayrıca
Resûlüne itaati gündeme getirmesinin ne anlamı olacaktı? Ne gerek vardı buna?
Bakın bir önceki âyetinde Rabbimiz Resûlünün Risâletine, Resûlünün hayatına
şehâdette bulunduktan, onun hayatının temizliğine, örnekliliğine dikkat
çektikten sonra ona itaati emrediyor. Evet acaba Rabbimizin Resûlünün hayatını
tescil edip onayladığını ısrarla bize bildirmesinin anlamı ne olabilir? Eh
madem o peygamberin hayatı, onun sünneti bizi ilgilendirmeyecekti de neden
ısrarla örnekliliğinden söz ediliyor? Bunu bir düşünelim.
Kim de peygambere itaatten yüz
çevirirse, onun örnekliliğini reddeder, ona itaatten çıkarsa artık onu
kendileri bilecektir. Çünkü biz seni onların üzerine muhafız kılmadık, muhafız
göndermedik diyor Rabbimiz. Allah’ın istediği gibi Resûlünü dinde temel bilip,
kullukta ör-nek bilip onun örnekliliğinde onun gibi bir hayat yaşamaya
çalışanlar hem dünyalarını hem de âhiretlerini kazanacaklar, kendileri için
güzel bir örneği değerlendirmiş olacaklardır. Ama onu kabul etmeyenlerse o
zaman da kendileri bilir cehenneme kadar yolları vardır. Artık onlar için
Rasulullah’ın zorlama durumu yoktur. Benim Resullüğümü, benim örekliliğimi
kabul edin, benim hükmüme razı olun diye onları zorlamasına gerek yoktur.
Canları isterse. Cennet yolu peygamber rehberliğindedir, cehennem yolu da
şeytan rehberliğindedir. Dileyen peygam-ber örnekliliğinde cennete, dileyen de
şeytan rehberliğinde cehenneme gidebilir. Hal böyleyken insanlardan
kimileri:
81. “Peki” derler, fakat senin yanından
çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin senin dediklerinden başka bir şey
kurarlar. Allah gece tasarladıklarını yazıyor, onlara aldırış etme, Allah'a
güven, vekil olarak Allah yeter”
İnsanlardan kimileri “taah” derler.
Tamam, biz itaat ettik derler. Yâni kabul diyorlar, emrin başımızın üstüne
diyorlar, semi’na ve eta’-na diyorlar, işittik ve itaat ettik diyorlar. Yüzüne
karşı, huzurunda böyle diyorlar ama senin yanından ayrıldıktan sonra onlardan
bir grup ge-ce karanlıklarda, tenhalârda bir şeyler konuşmaya başlıyorlar ki bu
huzurunda söylediklerinin tamamen dışında bir şeyler programlıyorlar, birtakım
komplolar hazırlıyorlar. Senin huzurunda evet itaat ettik, tamam kabul ettik,
tamam inandık diyorlar, ama senin huzurundan ayrıldıktan sonra da; yok yahu biz
aslında inanmadık, inanmayız, ama işte bu sözlerimizle onu idare ediyoruz
diyorlar.
Halbuki Allah onların bu yaptıklarını
yazıyor, meleklerine yazdırıyor. Halbuki Allah bu karanlıklarda, gecelerde,
tenhalârda, yeraltı dünyalarında Müslümanlara karşı ne tür karanlık, kirli ve
gizli işler çevirdiklerini bilmektedir. Peygamberim sen yüz çevir onlardan. Sen
hesaba katma, kafana takma onları. Sen hiç korkma onlardan ve Rab-bine tevekkül
edip sadece Ona güven ve dayan. Tüm düşmanlarına karşı Rabbine güvenip
hasbünallal ve niğmel vekil de. Çünkü vekil olarak Allah yeter. Allah’a
tevekkül edip güvenen kişiye, Allah desteğinde olan kişiye tüm dünya düşman olsa
bile yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.
82. “Kur’an'ı durup düşünmüyorlar mı?
Eğer o Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar
bulurlardı.”
Bu adamlar hiç Kur’an’ı düşünmüyorlar
mı? Kur’an’ı tedebbür edip anlamaya çalışmıyorlar mı? Okumuyorlar mı Kur’an’ı?
Eğer bu kitap Allah’tan değil de Allah’tan başka birileri tarafından indirilmiş,
uydurulmuş olsaydı elbette bu kitabın içinde pek çok ihtilaflar pek çok
çelişkiler tenakuzlar olurdu? Bakmıyorlar mı bu insanlar kitaba? Oku-muyorlar mı
onu? Düşünmüyorlar mı âyetler üzerinde? Halbuki bu kitapta hiçbir ihtilaf,
hiçbir çelişki yoktur. Bu kitapta birbirleriyle tenakuz halinde âyetler yoktur.
Rasulullah’ın hayatı da böyledir. Ama bunu, Kur’an’ı da Rasulullah’ın pak
hayatını da ancak okuyanlar, ilgilenen-ler, üzerinde düşünüp kafa yoranlar
anlayabileceklerdir.
Bundan sonra Rabbimiz Müslüman bir
toplumun ve o toplumun üyelerinin tavrının nasıl olması gerektiğini de şöylece
ortaya koyuyor.
83. “Kendilerine güven veya korku
hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar; halbuki o haberi Peygambere veya
kendilerinden buyruk sahibi olanlara götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya
kadir olanlar onu bilirdi. Allah'ın size bol nîmeti ve rahmeti olmasaydı, pek
azınız bir yana, şeytana uyardınız.”
Bu insanlardan kimileri gerek
emniyete dair gerekse korkuya dair birtakım haberler duydukları zaman,
kulaklarına birtakım dedikodular ulaştığı zaman hemen hiç düşünmeden,
değerlendirmeden onu yayıyorlar. Zafer, hezimet, savaş, ganîmet, mûsîbet gibi
birtakım haberler duyduklarında hemen onu Müslümanların arasında yayarak
mü’minler arasında fitne ve fesat çıkarmak isterler. Yâni bu haberleri kendi
kendilerine yorumlayarak, kendi kendilerine değerlendirerek kendi yorumlarıyla
toplumu karıştırmak, karmaşaya düşürmek isterler.
Eğer böyle yapmayıp ta o duydukları
haberi, dedikoduyu peygambere ve
kendilerinden olan emir sahiplerine, yâni o haberi iyi bir şekilde değerlendirip
ondan hüküm çıkarabilecek ve bu haber, bu olay karşısında Müslümanların nasıl
bir tavır takınacakları konusunda sıhhatli karar verebilecek peygamberin
komutanlarına getirip bildirselerdi o zaman bu Müslümanlar için daha hayırlı
olurdu. Onlar bunu güzel bir şekilde değerlendirir, ders çıkarır ve kim ne
yapacağını, nasıl davranacağını bilirdi.
Eğer Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve
rahmeti olmasaydı pek azınız hariç çoğunuz şeytana uymuş gitmiştiniz. Allah’ın
fazlı ve rahmeti üzerinizden hiç eksik değildir. Eğer fazlından rahmetinden size
kitap ve peygamber göndererek yolunuzu açmasaydı şeytana uyar ve ayaklarınız
kayardı pek çoğunuzun. Ama Rabbiniz her an her şeyi gör-mekte ve duruma müdahale
etmektedir. Rabbimizin fazlı ve rahmeti her an üzerimizdedir. Rabbimiz her an
Müslümanlara lütfediyor ve kâfirlerin durumlarını, haberlerini bildiriyor.
Kâfirler konusunda mü’min-leri bilgilendirirken kâfirlerin mü’minlere yönelik
komplolarını, tuzaklarını kendi aleyhlerine çeviriyor, müslümaları da yardımıyla
felaha, başarıya ulaştırıyor. Yeter ki Müslümanlar Allah’ın yol gösterisine
tabi olsunlar. Yeter ki Müslümanlar Allah’ı Rab, elçisini örnek bilsinler.
Yeter ki Müslümanlar Allah’a ve Resûlüne itaat etsinler. Tüm kâfirlere karşı,
tüm düşmanlarına karşı Allah onlara yardım edecek ve Müslümanlar dünyanın da
âhiretin de galipleri olacaklardır. Dünyada da âhirette de kazananlar onlar
olacaklardır. Öyleyse ey peygamberim:
84. “Ey Muhammed! Allah yolunda savaş;
sen ancak kendinden sorumlusun, inananları teşvik et; umulur ki Allah, inkâr
edenlerin baskınını önler. Allah'ın kahrı da, ibret alınacak cezası da pek
şiddetlidir.”
Sen Allah yolunda savaş. Arkadaşlar,
dikkat ederseniz âyetin ifadesi Rasulullah Efendimizedir. Emir Rasulullah’adır.
Rasulullah Efendimizin çevresinde birileri taah deyip de, dilleriyle tamam ey
Allah’-ın Resûlü biz sana itaat ettik, emrin başımızın üstüne deyip de, zâhiren
ona itaat ediyor ama kalplerinden, içlerinden birtakım numaraların içine girip
aslında ona itaat etmiyorlarsa da, biz onu idare ediyoruz aslında ona
inanmıyoruz deseler de, kimileri biz de Müslümanız dedikleri halde Müslümanlara
karşı aleyhte tavırlar sergileseler de, münâfıklık yapsalar da ve gönülden iman
etmiş Müslümanlardan kimileri bu münâfıkların propagandalarından etkilenerek
birlikte girişecekleri bir savaşta onu yapayalnız bıraksalar da, kimileri dünya
tutkuları, zevkleri ve yaşama arzuları sebebiyle savaştan geri kalıp
peygambe-rin yanında yer olmasalar da Allah kontrolünde olan, Allah desteğinde
olan ve kıyamete kadar tüm insanlığa tavizsiz bir kulluk örneği sergilemek
zorunda olan peygamberlerine ve özellikle son elçisine diyor ki bakın Rabbimiz
ey peygamberim sen Allah yolunda savaş.
Öyle bir savaş emri ki, öyle bir savaş
ki Rabbimiz peygamberine emrederken sadece ona emretmektedir. Allah için
çıkacağı bu savaşta yanında hiç kimse olmasa da, onunla birlikte savaşacak, ona
bu savaşta destek olacak hiçbir kimse bulunmasa da, herkes onu yal-nız bıraksa
da Rabbimiz peygamberinin bu savaş emrine uymasını ve tek başına savaşa
gitmesini emrediyor.
Peygamberim yürü, sen ancak kendinden
sorumlusun. Sen bu konuda başkasından sorumlu değilsin. Başkaları seni
ilgilendirmez. Sen tek başına savaşa git. Tek başına bile olsan sen galip
geleceksin. Çünkü galibiyet Allah’ın elindedir, zafer Allah’a aittir. Sen Allah
safındasın, sen Allah desteğindesin. Allah için çıkacağın bir savaşta yanında
birilerinin olup olmaması hiç önemli değildir. Sen tek başına yürü ama
mü’minleri de savaşa teşvik et. Eğer onlar böyle bir emre evet diyerek Allah
yolunda seninle birlikte savaşa çıkarlarsa, seninle birlikte Allah kontrolünde,
Allah desteğinde bir hayatı yaşamaya talip olurlarsa bu elbette onların hayrına
olacaktır. Böylece umulur ki Allah kâfirlerin baskılarını, zulümlerini giderir,
onların tekebbürlerini, istik-barlarını kırar ve Müslümanları mus’taz’afları da
sahili selâmete çıkarır. Unutmayın ki Allah baskısı çok zorlu olan, baskısı
kahredici olan, intikamı çok şedit olan, cezalandırıp işi sonuca bağlaması çok
zorlu ve müthiş olandır.
Unutmayın ki galibiyet Allah’ın
elindedir. Yardım ve zafer onun elindedir. Mülk ve saltanat, egemenlik ve
hâkimiyet ona aittir. O dilediğini galip getirir dilediğini mağlup eder.
Dilediğine mülkü verir dilediğinden de zorla çekip alır. Dilediğini üstün
getirir dilediğini alçaltıp zelil eder. Allah desteğinde bir peygamber
çevresinde kendisine yardım edecek bir tek Allah kulu olmadan da tek başına
savaşa giderse elbette Allah onu tüm dünyaya galip getirecektir. İşte tarih
bunun canlı şahididir. Yeryüzünde Allah adına yürüyen, Allah desteğinde hareket
eden nice Allah elçileri nice süper güçlere karşı meydan okumuş ve galip
gelmişlerdir. Dünyanın en büyük gücüne ve ordusuna sahip olan Firavunlar
karşısında Hz. Mûsâ ve Hz. Harun (a.s)’ların galibiyetini bilirsiniz. Sadece
iki kişi.
Demek ki peygamber Allah’a kulluk
noktasında, Allah’ın emirlerini icra noktasında, Allah’ın bir savaş emrini
yerine getirme noktasında tek başına kalabilir. Çevresindeki tüm insanlar
Allah’a iman ve Allah’ın istediği bir hayatı yaşama konusunda onu yalnız
bırakıp kendince bir dünya yaşamak zorunda kalabilir peygamber. Tüm toplum, tüm
dünya kendisine düşman kesilip Allah’a kulluk konusunda sadece kendisi ve iki
kızcağızı kalabilir Lût (a.s)gibi. Etrafında hiçbir kimse onun imanını
paylaşmaya yanaşmayıp onu desteklemeyebilir. Tüm akrabaları, karısı da dahil
onun önünü kesmeye, onu ve davasını yok etmeye soyunabilir. Bütün bu olumsuz
şartlara rağmen peygamber yaşadığı hayatını Allah için yaşayacak, tek başına
Allah’a kulluğu sür-dürecek, Müslümanların ilki olma kavgasını sürdürecek,
kendisi Allah’a Allah’ın istediği kulluğu sürdürürken insanları da buna teşvik
edecek. İnsanları da kendi imanına, kendi teslimiyetine, kendi kulluğuna
çağırmaya devam edecek. İşte bu dâveti, bu şefaati ve insanların hayrına,
iyiliğine, kulluğuna delâleti de bakın Rabbimiz bundan sonraki âyetinde şöyle
anlatır:
85. “Kim iyi bir işte aracılık ederse,
ona onun sevabından bir pay vardır; kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona
o kötülükten bir hisse vardır. Allah, her şeyin karşılığını
verir.”
Kim güzel bir iyiliğe şefaat ederse,
kim şefaatin güzeline, güzelliğine delâlet edip örneklik önderlik yaparsa,
insanların gözü önünde Allah’ın istediği en güzel bir hayat yaşayarak yaşadığı
bu hayatıyla insanlara en güzel bir kulluğu sergiler, insanları en güzel bir
kulluğa dâveti gerçekleştirirse, söz ve davranışlarıyla insanlığı hayra, hakka,
Allah’a kulluğa sevk ederse ona bu örnekliğinden, bu teşvikinden, bu dâvetinden
dolayı mutlaka bir ecir, bir pay, bir hisse vardır.
Evet kim ki insanları Allah’a
kulluğa dâvet eder, delâlet eder, yol gösterir, örnekler ve teşvik ederek
insanların kulluk yollarını açarsa, cennet yollarını açarsa, onun delâletiyle
yol bulan insanların işledikleri güzel amellerin sevabının bir misli, onların
sevapları eksiltilmeksizin o kişiye verilecektir. Onların aldıkları nasip
nisbetinde o kişiye de bir nasip verilecektir.
Kim de kötü bir şefaat rolünü
üslenirse, kötü bir hayat yaşayarak, kötü bir örneklik sergileyerek insanlara
kötülükte örnek olur, insanları kötülüğe teşvik eder, kötülüğe dâvetiye
çıkarır, insanların önü-ne kötülük yollarını açar onların kötülüklerine sebep
olursa, insanların cennet yollarına barikatlar koyarak cehennem yollarını
kolaylaştırırsa ona da o teşvik edip sevk ettiği insanların işledikleri
kötülüklerden mutlaka bir pay, bir hisse vardır. O insanların işledikleri
kötülülerin gü-nahı eksiltilmeksizin bir misli de o kişiye
yazılacaktır.
Evet demek ki iyiliğe sebep olan,
iyiliğe şefaat eden de kötülüğe şefaat eden de bu şefaatinin, bu delâletinin
karşılığını görecektir. Öyleyse eğer iyi bir hayat yaşayarak, çevremizdeki
çocuklarımıza, hanımlarımıza, komşularımıza ve diğer insanlara karşı iyi bir
kulluk sergileyerek onları iyiliğe, hayra teşvik edersek bizim teşvikimizle bu
insanlar iyiliklerini devam ettirdikleri sürece onlar kendileri işledikleri bu
iyiliklerinin sevabını, menfaatini gördükleri gibi aynı sevaba biz de nail
olacağız.
Unutmayın ki Allah her şey üzerinde
mukayyettir. Her şeyi görmekte, gözetmekte ve kaydedip muhafaza etmektedir.
Yaptığınız hiçbir şey boşa gitmemektedir, Allah’ın kontrolünden kaçmamaktadır.
Şu anda bu âyetleri dinlerken sizi, okurken beni de gözetlemektedir Rabbimiz.
Hiçbir hareketimiz, hiçbir anımız Allah’ın kontrolünden kaç-mamaktadır. Öyleyse
Allah huzurunda olduğumuzu unutmadan yaşayalım, yaptıklarımızı Allah’a lâyık
yapmaya çalışalım ve insanları hep hayra teşvik edip, hayır konusunda şefaatte,
delâlette bulunalım inşallah.
Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu
hususu çok hoş anlatıyor-du: Kim de iyi bir çığır açmışsa, iyi bir çığıra
delâlet etmiş, yol göster-mişse kıyamete kadar o yoldan giden insanların
sevaplarının bir misli onun defterine yazılacaktır. Defterinde yazılmış
bulacaktır yarın kişi bunu. İnsanların Müslümanlaşması, insanların İslâm’a,
Kur’an ve sün-nete yönelmeleri adına kim bir çığır açarsa, kim bir adım atarsa
bilelim ki onlarda meydana gelen değişimlerin sevaplarının bir misli o kişinin
defterine yazılacaktır. Ama kim de kötü bir çığır, kötü bir yol açmış, insanlara
kötü örnek olmuşsa o açtığı çığırın vebali onun olacağı gibi kıyamete kadar o
yoldan giden insanların günahlarının bir misli de onun defterine
yazılacaktır.
Demek ki insanın yaptıkları sadece
kendisiyle sınırlı kalmamaktadır. Anlıyoruz ki insan sadece kendi yapıp
ettiklerinden değil ar-kasına bıraktıkların dan da hesaba çekilecektir.
Kafasında ve vücudunda taşıdığı virüsü kendisinden başka çocuklarına ve daha
sonraki nesillere de aktarmaya çalışan bir kişi elbette onlardan sorumlu
olacaktır. Meselâ bir savaş başlatıp döneminde milyonlarca insanın ölümüne
sebep olmuş bir adam düşünün. Hattâ bununla da sınırlı kalmayıp arkasından
asırlarca milyonların hayatını kötü yönde etkileyen mîras bırakmış bir kişi
elbette bu yaptıklarının hesabını verecektir.
Öyleyse yarınımız için iyi şeyler
takdim edelim. Geleceğimizi garanti altına alma adına arkamızda güzel şeyler,
güzel çığırlar, güzel yollar bırakalım. Öyle bir mîras, öyle bir yol bırakalım
ki çocuklarımı-za, onlar o yoldan gittikleri takdirde doğruca cenneti
bulsunlar. Madem ki yarın arkamıza bıraktıklarımızdan da sorumlu olacağımıza
göre Allah için kendimizi bir sorgulayalım. Nasıl bir mîras bırakıyoruz
ço-cuklarımıza? Bizler şu anda bizden sonra yaşayacak çocuklarımıza nasıl bir
yol bırakıyoruz? Arkamıza bıraktığımız yol, çoluk çocuğumu-za bıraktığımız
usul, onlara gösterdiğimiz din, onlara örneklediğimiz kulluk, çevremize
ulaştırdığımız teklifler acaba yarın karşımıza nasıl bir sonuç çıkaracak? Acaba
bizim arkamızdan gelenler de ya Rabbi bizi bunlar saptırdı. Bize öyle bir yol,
öyle bir din bıraktılar ki biz de onu gerçek yol zannettik. Onu gerçek din
zannettik. Bize öyle bir hayat anlayışı, öyle bir mal anlayışı, öyle bir kazanma
harcama anlayışı, öyle bir gece hayatı, öyle bir gündüz hayatı örneklediler ki
biz de onu gerçek bir hayat zannettik. Bizi başkası değil bunar saptırdı ya
Rabbi demeyecekler mi acaba? Çocuklarımızdan torunlarımızdan bu şikâyetlerle, bu
lânetlerle karşılaşmayacak mıyız acaba? Bu âyetler ışığında Allah için kendimizi
sorgulamak zorundayız.
Selâm, bakın bir iyilik delâleti, bir
iyilik şefaati, bir hayır teşviki konusunu gündeme getiriyor Rabbimiz. Nisâ
sûresinin 86. âyetinde güzel bir şefaat örneği sunuyor bakın
Rabbimiz:
86. “Size bir selâm verildiği zaman,
ondan daha iyisiyle selâm verin veya ayniyle mukabele edin. Allah her şeyin
hesabını gereği gibi yapandır.”
Bir selâmla selâmlandığınızda, size bir
Müslüman kardeşiniz tarafından bir selâm verildiğinde siz ondan daha güzeliyle
selâm verin ya da aynıyla karşılık verin. Selâma ondan daha güzeliyle
mukabele-de bulunun. Nasıl? Meselâ karşılaştığınız bir kardeşiniz size: “Esse-lâmu aleyküm” mü dedi? Siz:“Ve
aleyküm selâm ve rahme-tullah” diyerek. Karşınızdaki:“Esselâmu aleyküm ve rahme-tullah”
mı dedi? Siz:“Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve
berakatuhu” diyerek daha güzeliyle, daha ziyâdesiyle, veya “Es-selâmu aleyküm” diyene aynıyla “Ve
aleykümüsselâm” Diyerek ya ondan
daha hayırlısıyla ya da onun dediği gibi karşılık verin.
Selâm sizin üzerinize olsun deyin,
selâmla birbirinize dua edin, birbirinize hayır temennisinde bulunun.
Birbirinize dar’us selâm temennisinde bulunun. Birbirinize daru’s delâm, selâmet
yurdu olan cenneti dileyin. Böylece birbirinize cenneti hatırlatarak birbirinizi
cennet yolunda tutmaya, birbirinizi cennette ulaştırmaya çalışın. Birbirinize
barış ve esenlik dileyin. Selâm ismiyle müsemma olan Allah’ın esenliği, Allah’ın
rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun diye kardeşlerinize dua ve
temennilerde bulunun. Ve unutmayın ki:
Allah her şeyin hesabını tutandır.
Allah her şeyin hesabını tam yapandır, güzel yapandır. Ve hesap görücü olarak,
hesaba çekici olarak da Allah yeter.
Burada mü’minler arasında bir selâm
teşvikinin gündeme geldiğini görüyoruz. Selâmın gündeme getirilmesi bir
taraftan Allah’ın bu selâm isminin toplumda yayılması, İslâm topumunda Allah
egemen-liğinde bir hayatın gerçekleştirilmesi, hayatın her alanında Allah’ın
söz sahibi olması gerçeğini ortaya koymaktır. Bu selâmla mü’minler birbirlerine
bunu hatırlatacaklar, bunu teşvik edecekler, buna şefaat ve delâlette
bulunacaklar. Düşünebiliyor musunuz? İnsanlar aile hayatlarında, evlerine
girerlerken, çıkarlarken, sosyal hayatlarında, ekonomik hayatlarında
birbirleriyle karşılaşıp ticari ilişkilere girerlerken, evlenirlerken,
boşanırlarken, otururlarken, yatarlarken, savaşırlarken, barışırlarken
birbirlerine selâm vermeleri, birbirlerine şu telkini sunmalarıdır: Kardeşim,
tüm işlerimizde, tüm ilişkilerimizde, tüm yaşantımızda, tüm hayatımızda Allah
bize bereket versin, Allah bize başarı versin, aman Allah’ı unutmadan, Allah’ın
tevfikini, selâmını, selâmetliğini, yar-dımını, bereketini unutmadan yaşayalım.
Zira Allah’ın yardım ve bereketi olmadan hiç bir şeyi başarmamız mümkün
değildir.
Aman hepimiz, sen ben ve tüm
toplum öyle bir hayat yaşaya-lım ki bu hayat ailemize bereket getirsin,
toplumumuza rahmet ve bereket getirsin, ekonomimize rahmet ve bereket getirsin,
dünyaya sulh, selâmet, bereket ve rahmet getirsin de hepimizi öteler âleminde
dar’-us selâma, selâmet yurdu olan cennete ulaştırsın diye birbirimize dua
edeceğiz.
Veya bir başka mânâsıyla selâm İslâm
demektir. Öyleyse toplumda birbirimize İslâm’ı tavsiye edeceğiz. Allah’ın
Resûlünün toplumda selâmı ifşa edip yayın emri de bu anlamadır. Karşımızdakine
İslâm’ı ve teslimiyeti tavsiye edeceğiz. Teslim ol Allah’ın emirlerine
diyeceğiz. Aramızdaki ilişkileri İslâm’la, Allah’a teslimiyetle çözelim,
ilişkimiz Allah’a teslimiyet esasına dayanmalıdır
diyeceğiz.
87. “Allah'tan başka İlâh yoktur,
geleceğinden şüphe olmayan kıyamet günü, sizi mutlaka toplayacaktır. Allah'tan
daha doğru sözlü kim olabilir?”
Allah’tan başka İlâh yoktur. İlâh
kendisine kulluk edilen varlık demektir. İlâh kişinin boynundaki ipin ucu elinde
olan varlık demektir. İlâh kişinin hatırını kazanmak için çırpındığı, arzularını
gerçekleştirmek için can attığı, itirazsız ve gönül rahatlığıyla isteklerini
yerine getirdiği varlık demektir. İlâh kişinin uğrunda fedâyı can ve fedâyı
malda bulunduğu varlık demektir. İlâh kişinin uğrunda grup grup malını ve canını
fedâ ettiği varlık demektir. İlâh kişinin hayat programını kendin-den aldığı
varlık demektir. Yasalarını kendisi için hayat programı kabul ettiği varlık
demektir.
Öyleyse Allah’tan başka tüm sahte
ilâhları, tüm yapay tanrıları reddedecek ve İlâh olarak sadece Allah’ı kabul
edeceğiz. Hayatımızı parçalayıp onun bazı bölümlerinde İlâh olarak Allah’ı
öteki bölümlerin-de de başka ilâhları dinleyip şirke düşmeyeceğiz. Hayatımızın
tümün-de söz sahibi tek İlâh olarak Allah’ın arzularını
gerçekleştireceğiz.
İşte kendisinden başka hiçbir İlâh
olmayan Allah, kendisinde, vukuu konusunda hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününde
sizi toplayacaktır. Sizi toplayacak ve hesaba çekecektir.
Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?
Allah’ın her sözü, her va’di hak olduğu gibi bu sözü de doğrudur ve haktır.
Çünkü Allah’tan daha doğru hükmeden ve hükmünü uygulayan yoktur. Hüküm verecek
olan da odur, hükmünü icraya koyup uygulayacak olan da odur. Madem ki yarın
Allah tarafından hesaba çekileceğiz, madem ki yaşa-dığımız hayatın hesabını
yarın ona ödeyeceğiz, madem ki yarın hakkımızda hükmü o verecek ve onun
hükümleriyle yargılanacağız, onun hükmüne boyun bükmek zorunda kalacağız öyleyse
bugünden onun hükmüne boyun bükelim, onun hak dediğini hak bilelim ve bu hak
istikâmetinde bir hayat yaşayalım inşallah.
88. “Ey Müslümanlar! Münâfıklar
hakkında iki fır-ka olmanız da niye? Allah onları yaptıklarından dolayı başaşağı
etmiştir. Allah'ın saptırdığını siz mi yola getirmek istiyorsunuz? Allah'ın
saptırdığı kimseye sen hiç yol bulamayacaksın.”
O zaman bu münâfıklar konusunda bu
ikiye bölünüp ihtilafa düşmeniz niye? Neden bu münâfıklar konusunda ikiye
ayrılıyorsunuz? Neden böyle kimileriniz onlara iyi, kimileriniz kötü
diyorsunuz? Neden bir kısmınız onlara Müslüman gözüyle bir kısmınız da münâfık
gözüyle bakıyorsunuz? Halbuki Allah kazandıkları sebebiyle, işledikleri suçları
sebebiyle onları tepe taklak getirmiştir. Her şeylerini kaybedip hüsrana mahkûm
olmuşlardır onlar. Kaybetmelerine, hüsranlarına sebep de Allah’ın onlar
hakkında adâletsizce verdiği bir karar, bir hüküm değildir. Allah onlar hakkında
verdiği hükmüyle onlara zulmet-miş değildir.
Onlar bu konudaki kendi
seçimlerini kendileri vermiştir. Bu adamlar kendi seçimleriyle, kendi
seçenekleriyle, kendi tercihleriyle Allah’tan başka güç ve kuvvet sahiplerinin
varlığına inanmışlar, Allah berisinde kendilerinde güç ve kuvvet gördükleri bu
varlıklara, bu ta-ğutlara güvenip Allah’ı ikinci, üçüncü plana attıklarından
dolayı, tağut-ları Allah’a tercih ettiklerinden dolayı dünyaya, dünyanın geçici
nîmetlerine meyledip âhireti ikinci plana attıklarından dolayı, kendi
kendilerine Allah’ın istemediği bir hayata talip olduklarından dolayı, iki yüzlü
bir politika izlediklerinden, Müslüman olmadıkları halde Allah’ı ve Müslümanları
kandırabilmek için Müslüman görüntüsü sergilediklerinden dolayı, inanmadıkları
halde sırf dünyevî çıkarlar peşinde oldukları için inanmış göründüklerinden
dolayı Allah da onların bu seçimlerini onaylamış ve onları tepe taklak
getirmiştir. Böylece hem dünyada Allah onların cezalarını vermiş hem de öbür
tarafta da onları cehenneme gönderecektir. Ve artık şu anda eğer bir kişide
münâfıklık özellikleri açığa çıkmışsa, açıkça ondan münâfıklık özellikleri
dökülüyorsa bir Müslümanın kalkıp ta acaba bu adam iyimidir? Kötümüdür? mü’min
midir? yoksa münâfık mıdır? diye bir düşünce içine girmesi yakışık
almayacaktır.
Yoksa Allah’ın saptırdıklarını siz yola
getirmek, hidâyete ulaştırmak mı istiyorsunuz? Zaten bunlar Allah’ı tanımayan,
İslâm’ı bilmeyen, kitaptan, peygamberden, hidâyetten habersiz insanlar
değillerdir. Bunlar Allah’ı tanıdıktan sonra, Allah’ın hidâyeti kendilerine
ulaştıktan sonra kendi kendilerine sapmışlar, sapıtmışlar, hidâyeti bırakarak
sapıklığı tercih etmişler, daha önce tanıştıkları İslâm’ı reddetmişler,
Allah’ın razı olduğu hayatı terk etmişler, Allah’a ve peygambere itaatten
çıkmışlar, Allah da onların sapıklığını onayladığı halde sizler halâ onları
hidâyette mi görüyorsunuz? Halâ onlar hakkında hüsnü zan edip iyi şeyler mi
düşünüyorsunuz? Veya Allah’ın saptırıp dalâlette bıraktığı bu insanları halâ
hidâyete ulaştırabileceğinizi mi zannediyorsunuz? Var mı böyle bir güç
elinizde? Ne gücünüz var ki Allah’ın saptırdığını doğru yola getirmeyi
düşünüyorsunuz? Allah kimi saptırmışsa artık onu doğru yola ulaştıracak
yoktur.
Rivâyetlere göre Rasulullah ve
beraberindeki Müslümanlarla Uhut savaşına çıkan insanlardan kimileri savaştan
geri dönmüşlerdi. Geri dönerken de müminleri geri döndürmeye çalışmışlardı. Ve
işte bu geri dönen münâfıklar hakkında Müslümanlar iki gruba ayrılmışlardı.
Bunlardan bir grup bunları öldürelim, bunlar Allah ve Resûlünün emrine muhalefet
edip dinden çıkmıştır derken öteki grup ta hayır öldürülemezler, çünkü bunlar
Müslümandırlar diyordu. İşe bunun üzerine Rabbimiz bu âyetini indirdi. Âyetin
gelişinden sonra Rasulullah Efendimiz Buhârî ve Müslim’in birlikte
rivâyetlerinde şöyle buyurdu:
”Bu gerçekten güzeldir. Ateşin
gümüşteki yabancı maddeleri arındırdığı gibi Rabbim bu pislikleri
arındırdı”
Buyurmuştur. Durum böyle olunca
Müslümanların onlara karşı takınmaları gereken tavır kendi aralarında
fırkalaşmaları olmaya-caktır. Bu münâfıklar karşısında ihtilâflara düşerek
güçlerini zaafa uğratmayacaklardır. Münafıkların vartalarına düşmeyeceklerdir.
Çünkü onların istedikleri zaten budur. Onların en büyük hedefi İslâmı ve
müslümanları parçalamaktır. Bu konuda Allah ve Resûlü ne demişse, nasıl bir
hüküm vermişse müslümanlar parçalanmadan ona tabi olmak zorunda
olacaklardır.
89. “Onlar kendileri inkâr ettikleri
gibi, keşke siz de inkâr etseniz de eşit olsanız isterler. Allah yolunda hicret
etmedikçe onlardan dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları tutun,
bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan dost ve yardımcı
edinmeyin.”
O münâfıklar ki Müslümanlar halâ onlar
hakkında hüsnü zan besliyorlar. Halâ onlar hakkında iyi şeyler düşünüyorlar. Ey
Müslü-manlar, ya da ey Müslümanların içinden bu münâfıklar hakkında safdillikle
halâ iyi şeyler düşüne durun. Ama bakın sizin kendileri hakkında iyi şeyler
düşündüğünüz bu insanlar isterler ki kendileri gibi sizler de kâfir olasınız.
Kendilerinin küfrettikleri gibi isterler ki siz de küfredin, siz de kâfir olun
ve böylece onlarla birlik olasınız.
Onlar isterler ki sizler de onlar
gibi kâfir olun ve onlarla birlik olun. Küfürde birlik, düşüncede birlik,
anlayışta birlik, eylemde birlik, kılık kıyafette birlik, hukukta birlik,
hayatta birlik, isyanda birlik, Allah’a kafa tutmada birlik, peygambere isyanda
birlik, demokraside birlik, Allah yasalarını reddetmede birlik, cehenneme
gitmede birlik, birlik, birlik. Her konuda isterler ki sizinle birlik olsunlar.
Yeryüzünde kâfirin tek hedefi işte budur. Kâfir dünyada Müslümanın varlığına ve
kendisin-den farklılığına asla tahammül edemez.
Çünkü kâfir kâfirliğinin farkındadır.
Yaşadığı hayatın kendisini nereye doğru götürdüğünün farkındadır kâfir. Yaşadığı
küfür içindeki bir hayatın kendisine cehennemi kazandırdığının kesin farkında
olan ve zaten dünyada da cehennemi bir hayatın sahibi olduğunun mutlak
bilincinde olan kâfir düşünür ki, mademki ben şu anda cehennemi bir hayat
yaşıyorum, o halde benim yaşadığım bu hayata Müslümanlar niye ortak olmasınlar?
Niye bu Müslümanlar göz göre göre dünyada cennet hayatı yaşıyorlar da,
yaşadıkları bu hayatın sonunda göz göre göre cennete gidiyorlar da ben cehenneme
gidiyorum? Niye onlar da benim gittiğim yere gitmiyorlar? Niye benim cehennemime
onlar da ortak olmuyorlar?
Tıpkı şeytan gibi. Zaten bunlar
şeytanın çömezleridir. Evet tıpkı şeytan gibi onun aveneleri olan kâfirler de
niye bu Müslümanlar bizim cehennemimize gitmiyorlar? düşüncesiyle Müslümanları
da kendi cehennemlerine, kendi hayatlarına, kendi küfürlerine ortak etmek
is-tiyorlar. Allah diyor ki Münâfıklar da öyledir. Onlar da mü’minleri kendi
sapıklılarına, kendi nifaklarına, kendi cehennemlerine çekerek böylece
Müslümanlarla denk olmak istiyorlar.
Mademki biz kaybettik onlar da
kaybetsinler, mademki biz saptık onlar da sapsınlar derler. Müslümanların hakta
ve hidayette ol-malarına, müslümanların cennete gidişlerine asla razı olmazlar.
Halbuki kesin biliyorlar ki Müslümanlar kazançtadırlar. Kesin biliyorlar ki
Müslümanlar hak yoldadırlar, doğru yoldadırlar. Bunu bilen bu alçaklar, biz
kaybettik onlar da kaybetsinler diyeceklerine, onlar kazançtalar, biz de
Müslümanlar gibi olalım, biz de Müslümanlar gibi Allah’a teslim olup onun
istediği bir Müslümanlığı yaşayalım da onlar gibi biz de kazanalım, tıpkı onlar
gibi biz de Allah ve Resûlüne itaat edelim de cennete gidelim, deyiverseler çok
daha iyi olacaktı, onlar da kazanacaklardı ama öyle yapmıyor
hainler.
Ey Müslümanlar, onlardan, o
münâfıklardan dost ve veliler edinmeyin. Onları dost bilmeyin. Onların yoluna,
yörüngesine girmeyin. Onların düşüncelerine, onların anlayışlarına kapılıp,
onların girdikleri girdaplara kapılıp, onların kendilerini kaybettikleri
anaforlara kapılıp tıpkı onların hayatlarını kaybettikleri gibi, hüsrana mahkûm
olup dünyalarını da âhiretlerini de yitirdikleri gibi sakın sizler de dünyanızı
ve âhiretinizi kaybetmeyin. Bu tehlikeyi çok iyi bilen Rabbimiz ısrarla bu
konuda bizi uyarmaktadır.
Sakın ha sakın ey Müslümanlar, ne
yahudileri, ne hıristiyan-ları, ne kâfirleri, ne müşrik ve münâfıkları dost
edinmeyin. Ta ki o mü-nâfıklar, bazen
Müslüman bazen kâfir görünen,
Müslümanlıkları da kâfirlikleri de ortada olan bu insanlar nihaî noktada Allah
yolunda, Allah uğrunda, Allah’ın dinini yaşama uğrunda hicret edinceye kadar.
Allah yolunda hicret edip size katılıp, sizin yaşadığınız hayatı yaşayıncaya
kadar, sizin gibi inanıp, sizin gibi amel edip sizin coğrafyanızda sizinle
birlikte sizin sıkıntılarınızı, sizin tasalarınızı, sizin sevinçlerinizi
paylaşıncaya, biz sizinle beraberiz, inancınız inancımızdır, düşünceniz
düşüncemizdir, tasanız tasamızdır, savaşınız savaşımızdır, barışınız
barışımızdır, yemeğiniz yemeğimizdir, dünyanız dünyamızdır, sevinciniz
sevincimiz, galibiyetiniz galibiyetimizdir diyecekleri ana kadar sakın onları
dost bilmeyin.
Eğer sizin yurdunuza hicret
ederler, sizin dünyanıza kendilerini teslim ederler, sizin gibi Allah ve
Resûlüne itaat ederek tâğutları reddederler, tâğutların coğrafyasında
tâğutların egemenliği altında bir hayatı terk ederlerse işte o zaman onlar sizin
dostunuzdurlar.
İman ve hicret edinceye kadar onlar
sizin dostunuz değildir diyor Rabbimiz. Çünkü İslâm’ın bidâyetinde hicret çok
önemliydi. O dönemde hicret kişinin Müslüman oluşunun ameli bir ilanı ve pratik
bir göstergesiydi. Mekke dar’ul harp ya da dar’ul küfründen Medine dar’-ul
İslâm’a hicret Rasulullah riyasetinde Müslümanlarla birlikte velâyet hakkını
devretme anlamına geliyordu. Halbuki dar’ul harpte ya da da-r’ul küfürde ikâmete
devam edenler velâyetlerini tâğutlara devretmiş bulunmaktadırlar. Bakın Allah
diyor ki:
Eğer yüz çevirirlerse, eğer Allah’a ve
Resûlüne itaatten yüz çevirirlerse, eğer velâyetlerini Allah ve Resûlüne
devretmekten yüz çevirirlerse, eğer sizden, Müslümanlardan yüz çevirirler,
Müslümanların yurduna hicretten, müslümalarla birlikte yaşamaktan,
Müslümanların inanışlarından, peygamber etrafında birleşerek Allah egemenliğinde
bir hayatı gerçekleştirmekten yüz çevirirler, tâğutların egemenliği altında bir
hayata razı olurlar, münâfıklığı, küfrü tercih ederlerse, yâni İslâm dışında,
İslâm yurdu dışında kalırlarsa, dar’ul harpte ikâmet ederlerse, orasını vatan
bilirlerse o zaman da:
Onları her nerede bulursanız öldürün.
Yakaladığınız yerde boyunlarını vurun onların. Ve de dost ve yardımcı kabul
etmeyin onları.
Dikkat ederseniz konu birdenbire
hicrete çekildi. Halbuki önce Medine’deki Uhut savaşından geri dönen münâfıklar
anlatılıyordu. Her ikisini de anlatıyor Rabbimiz. Onlarla bunların bir farkı
yoktur zaten. Medine’de dünya çıkarları sebebiyle İslâm’ı dışardan kabul
ettikleri halde kalpten iman etmeyenlerle Mekke’de yine menfaatleri sebebiyle
yerlerinde çakılıp kalanların hiçbir farkı yoktur. İslâm’ı kabul ettiklerini
iddia ettikleri halde Medine’ye İslâm beldesine hicret etmeyen, Müslümanlarla
beraber değil de içinde yaşadıkları kâfir ve müşrik toplumlarla birlikte hareket
eden, onların İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık adına yaptıkları programların
içinde yer alanların Medine’deki savaştan geri kalanlardan ne farkı var da?
Çünkü Allah’ın Resûlü Mekke’den Medine’ye hicret edip Medine’de İslâm devletini
kurduktan sonra Medine dışındaki tüm civar kabilelere haber göndererek tüm
Müslümanlara çağrıda bulundu. Mekke de dahil olmak üzere çevrede ne kadar
Müslüman varsa Medine’ye hicret etmek, Müslümanlara katılmak zorundadır.
Çünkü Medine’de Müslümanlar için
bir güç oluşturmak söz konusuydu. Bu da elbette Müslümanların orada
toplanmalarına, güç birliği yapmalarına bağlıydı. Müslümanların tek yumruk
halinde, tek güç halinde peygamber etrafında kenetlenmeleri gerekiyordu. Bu
durumda şâyet bir kimse ben Müslümanım dediği halde ve bulunduğu küfür ve şirk
ortamından Müslümanların yurduna hicret edip onlara katılma imkânı da varken
menfaatleri, sürüleri, dükkanı, tezgahı, işi, aşı, ticari hayatı, bulunduğu
yerdeki sosyal, siyasal, ekonomik itibarı, sosyal ve siyasal konumu, makamı,
kavmi, kabilesi, akrabaları, eşi, dostu eğer onun İslâm yurdu Medine’ye
hicretine, peygamberle ve Müslümanlarla birlikte olmasına engel oluyorsa artık
onun imanla, İslâm’la bir ilgisi yok demektir.
İşte nifak da budur zaten.
Rasulullah Efendimizin dâvetini alan kimi münâfıklar hicret imkânları varken
dünya hesaplarından ötürü hicret edemediler. Yani onların gözünde Allah ve
Resûlünün hatırı ile dünya ve dünyalıklar tartıldı da, dünya Allah ve Resûlünden
daha ağır bastığı için hicreti göze alamadılar.
Ama Mekke’dekilerin tamamı böyle
değildi. Sûrenin ilerisinde 97. âyetinde gelecek kimileri de gönülden hicret
istedikleri halde imkânsızlıkları sebebiyle hicret edememişlerdir ki bunları
ötekilerden ayırmak zorundayız.
90. “Ancak, sizinle kendileri arasında
andlaşma olan bir millete sığınanlar yahut sizinle savaştan veya kendi
milletleriyle savaşmaktan bıkarak size başvuranlar müstesnadır. Allah dilseydi
onları üzerinize çullandırırdı da sizinle savaşırlardı. Eğer sizden uzak durur,
sizinle sa-vaşmaz, size barış teklif ederlerse Allah onlara dokunmanıza izin
vermez.”
Ancak kendileriyle anlaşma yaptığınız
bir kavme, bir topluma aralarındaki anlaşma gereği gidip sığınanlar bundan
müstesnadır. Yâni eğer o münâfıklar sizinle anlaşmalı olan bir kavim, bir toplum
içinde bulunuyorsa artık onları öldürmeniz caiz olmayacaktır. Çünkü aranızda
anlaşma yaptığınız o toplumun kanını dökmenin yasaklığı onlara sığınan o
münâfıklar için de geçerlidir.
Çünkü Hudeybiye’de Mekke
müşrikleriyle yapılan anlaşma şartlarından birisi de Kureyş’le anlaşmalı olan
bir kavme sığınan bir kimseye Müslümanlar dokunmayacak, Müslümanlarla ahitli
bir kavme sığınanlara da Kureyş dokunamayacaktı.
Demekki böyle anlaşmalı bir
topluma sığınanlara dokunulma-yacaktır. Onları öldürmek yasaktır, ama bu,
onlarla velâyet ilişkisi içine girmeye, onları dost kabul etmeye imkân
tanımayacaktır. Öldürül-meyecek bu tür münâfıklar, ama dost da bilinmeyecektir.
Hayatın programını belirlemede kendileriyle beraber olunmayacaktır. Kendileriyle
istişare edipmeyecek, kendilerine sır verilmeyecek, kendilerine
güvenilmeyecektir.
Yine bir de sizinle savaşmaktan ya da
sizinle savaş halinde olan kendi kavimleriyle savaşmaktan kalpleri sıkışarak
size gelenleri de öldürmeniz yasaktır. Ne sizinle ne de içinde yaşadıkları
topumla savaşmaktan sadırları bunalmış, ne sizinle ne de kavimleriyle
savaşamayan, size karşı da kavimlerine karşı da bir tavır alamayan, her ikisine
de güç yetiremeyerek bunalmış bir vaziyette, göğüslerini sıkıntı basmış,
kalpleri daralmış ne yapacaklarını bilmez bir şekilde size gelenleri de
öldürmeniz yasaktır. Onlara dokunulmayacaktır. Onlar
öldürülmeyecektir.
Çünkü bunlar sizin
savaştığınız toplumdan farklı bir toplumdur. Bunlar kâfir ve müşriklerden
farklıdırlar. Bunlar, ne sizin lehinize ne de aleyhinize olan kimselerdir.
Bunlar, ne iman ne de küfür adına tercihlerini yapamamış şahsiyetsiz, kimliksiz
insanlardır. Cesaretleri ol-madığı için, hep menfaatlerini ön planda tuttukları
için, menfaatlerinin kulu kölesi oldukları için böyle zillet ve meskenet içinde
bir hayatın mahkumu olmuş kimselerdir onlar.
Eğer Allah dileseydi onları, bu iki
insan grubunu güçlendirir, onlara cesaret verir, size karşı savaşırlardı da
sizleri zor durumda bırakırdı. Ama Allah lütfuyla onların ellerini sizin
üzerinizden çekti. Onların kalplerine darlık ve sıkıntı vererek sizinle
savaşmalarını engelledi. Öyleyse:
Eğer onlar sizden çekinir, sizinle
savaşa girmez, sizden uzak dururlarsa, size saldırmazlarsa ve üstelik de size
barış teklif ederek teslimiyet gösterirlerse, sizin varlığınızı, otoritenizi
kabul ederlerse artık onlarla savaşmanız ve onları öldürmeniz helâl olmaz. Artık
onlar üzerine Allah size bir yol vermemiştir.
91. “Diğerlerinin de sizden ve kendi
milletlerinden güvende olmayı istediklerini göreceksiniz. Ne var ki fitneciliğe
her çağırıldıklarında ona can atarlar; eğer sizden uzak durmazlar, barış teklif
etmezler ve sizden el çekmez-lerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün.
İşte onların aleyhlerine size apaçık ferman
verdik.”
Bunlardan başka diğer birtakımları daha
var. Bunlardan başkaları da vardır ki hem sizden emin olmak, güven içinde olmak
isterler, hem de içinde yaşadıkları, mensubu bulundukları toplumlarından,
kavimlerinden güven içinde olmak isterler. Bunlar Medine İslâm toplumuyla savaş
içinde olan başka toplumların bulunduğu bir ortamda yaşayan insanlardır. Veya
İslâm toplumunun savaş halinde olduğu toplumların içinde yaşayan insanlardır. Ve
her iki tarafa da mavi boncuk gösteren, Müslümanlara da onların savaş halinde
bulundukları kendi toplumlarına da tavır alamayıp hoş görünmek isteyen, her
iki tarafı da idare etmeye çalışan, toplumları adına Müslümanlara karşı da,
Müslümanlar lehine toplumlarına karşı bir savaşı göze alamayan kimselerdir.
Ama her şeyi en iyi bilen
Rabbimizin ifadesine göre bunların bir hesapları var. Eğer toplumlarıyla
giriştikleri savaşta Müslümanlar galip gelirlerse akıllarınca kendileri galip
gelmiş olacaklar, yok eğer kendi kabileleri galip gelmiş olursa kendileri yine
kârlı çıkacaklar. Bu da ayrı bir münafıklık türü. Medine’ye geldiklerinde
Müslüman görünürler ama ülkelerine döndüklerinde de kâfir
kesilirler.
Bu tür insanlar her ne zaman bir
fitneye götürülseler, her ne zaman bir fitneye çağrılsalar, yâni kendi
kavimleri onları kâfirliklerini ortaya koymaya çağırsalar çekinmeden bunu icra
ederler. Ve kendi kavimleri onları Müslümanlara karşı bir dolap çevirmeye
çağırsalar hiç çekinmeden yaparlar bunu. Gerekirse gözlerini kırpmadan sizi
öldürebilirler. Hemen tersyüz olurlar ve size karşı düşmanlarınızdan daha beter
bir tavır takınmaktan çekinmezler.
Evet bunlar her ne zaman
bir fitneyle karşı karşıya kalsalar hemen başaşağı o fitnenin içine dalarlar.
Müslümanlar aleyhine bir fitne söz konusu olup da Müslümanlar kötü bir duruma
düştükleri zaman onlardan istifade edebilecekleri bir ortam buldular mı fırsatı
ganîmet bilip hemen o fitnenin içine dalarlar ve Müslümanlardan alabildiklerini
almaya çalışırlar.
Elbette bütün bunları Müslümanlara
haber veren Rabbimiz Müslümanların bu tür insanlara karşı çok güzel bir siyaset
uygulamalarını, bir taraftan bu adamlara karşı onların karakterlerini bilerek
dikkatli davranmalarını, onları küfre itecek bir davranışta bulunmadıkları gibi
tümüyle de onlara güvenmemelerini tavsiye ediyordu.
Eğer onlar sizden uzak durmazlar,
barışa yanaşmazlar, siz-den ellerini çekip savaşmaktan vazgeçmezlerse, yâni
fırsat buldukları zaman sizin zayıf zamanlarınızdan istifade ederek sizi yok
etmek, sizi ezmek, sizi mağlup etmek ve sizin savaş halinde olduğunuz
düşman-larınızla beraber hareket etmekten vazgeçmezlerse, sizinle bu tür bozuk
ilişkilerini sürdürmeye devam ederlerse o zaman onları bulduğu-nuz yerde,
yakaladığınız yerde öldürün diyor Rabbimiz.
Size onlar aleyhine apaçık bir destek
kıldık. Onlar aleyhine size deliller gönderiyoruz, bilgiler veriyoruz. Onlar
hakkında size hak hukuk veriyoruz. Onlar bu cezayı hak ettiler buyuruyor
Rabbimiz.
Allah hep mü’minlerin
desteğindedir. Kendi safındaki mü’min kullarını her konuda yalnız bırakmıyor.
Yeryüzünde yanlış yapmamaları, hata etmemeleri için sürekli onları
bilgilendiriyor. Dosdoğru bilgilerini onlara ulaştırıyor. Hem çevrelerinde
kendileri için türlü komplolar kuran, kötülükler düşünen düşmanlarını tanıtıyor
onlara, hem de ne yapmaları gerektiğini haber veriyor.
Eğer bu adamlar sizinle barışmak,
sizinle beraber olmak, sizin şartlarınızı kabul etmek istemezler ve elleri
sizin üzerinizde olursa ve fırsat buldukları zaman her türlü kötülüğü
yapabilecek bir durumda olmaya devam ederlerse yakaladığınız yerde onları
öldürün diyor Rabbimiz. İşte böylece Medine çevresinde bulunan ve işlerine
geldiği zaman kendi kavimleriyle, işlerine geldiği zaman da Müslümanlar lehine
hareket eden, Müslümanları zayıf bulduklarında onları yok etmek isteyen
münâfıklara karşı Rabbimizin hükmü böylece gerçekleşmiş oluyordu. Münâfıklar
hakkında bu hükmün verilmesinden sonra İslâm toplumunda bir Müslümanı öldürmenin
ne anlama geldiğini bundan sonraki âyette buluyoruz:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder