TÂHÂ
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
20, nüzûl sıralamasına göre 45, üçüncü miûn
grubunun ilk sûresi olan Tâ-Hâ sûresi Mekke’de nâzil olmuş olup
âyetlerinin sayısı 135 dir.
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlüne ve Onun
pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Ta-Hâ sûresi Mekke’de Habeşistan’a hicret
sonrası Meryem sûresinin akabinde nâzil olmuş 135 âyetlik bir sûredir.
Rivâyetlere
göre Mekke’de Hz. Ömer efendimiz henüz müslü-man olmadan önce Resûlullah
efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak için eline kılıcını alıp yola çıkar.
Yolda karşısına müslümanlardan Hz. Nuaym çıkar ve sorar; böyle hızlı hızlı
nereye ey Ömer? Hz Ömer efendimiz der ki; Muhammed’in kellesini almaya
gidiyorum. Onu bu işten engellene konusunda bir zaaf gösteren Hz. Nuaym sadece
ona şunu diyebildi; Ey Ömer, sen bırak peygamberi öldürmeyi de, eğer gücün
yetiyorsa müslüman olmuş kız kardeşin ile enişteni hallet. Bunu duyan Ömer son
derece gazaplanıp doğruca kız kardeşinin evine gider. Orada kız kardeşi Fatıma
ile eniştesi Said’i bir kâğıt parçasından Kur’an okurlarken bulur. Her ikisi de
Ömer’in geldiğini anlayınca ellerindeki o kâğıt parçasını saklamaya çalışırlar.
Ama Ömer onların okuduklarını duymuştu. Onun için hemen onlara sorular sormaya
başlar. Yoksa sizler de mi? Diyerek eniştesini dövmeye çalışırken, kocasını
korumak için çırpınan Fatımayı da dövmeye başlayınca, Fatıma bir aslan gibi
kükreyerek; evet ey Ömer, bizler de müslüman olduk! Haydi elinden ne geliyorsa
arkana koyma! Biz Allah’tan başka hiç kimseden korkmuyoruz diye
haykırır.
İşte
Fatıma anamızın bu tavrı Ömeri dirilten tavır olmuştur. Kız kardeşindeki bu
sarılmaz imanı, bu yenilmez cesareti görünce Ömer bir anda çözülüverir. Şu
okuduğunuzu hele bir de bana verir isiniz, bir de ben bakayım
der.
Evet,
bir erkek olan Hz. Nuaym’ın karşısında dirilmeyen Ömer bir kadın karşısında
diriliverir. Hem de o dönemde bir eşyadan farksız görülen bir kadın. Neden?
Çünkü Hz. Nuaym o anda bir zaaf geçirmişti. Ben Ömeri engelleyemem. Benim buna
gücüm yetmez. Ben kim, onu bu işten engellemek kim? Diyerek zaafa kapılmıştı.
Ama Fatıma öyle yapmadı. Güç kaynağının farkında olarak yiğitçe bir tavırla
kimliğini haykırdı. Evet, ben müslümanım, var mı diyeceğin! Dedi. İşte bu tavır
Ömerin dirilmesine sebep oldu.
Eğer
bugün bizler de Ömer karşısında, Ömerler karşısında, Ömerin o günkü niyet ve
hedefinde olan tüm dünya kâfirleri karşısında Fatıma rolünü oynayabilirsek, evet
biz de müslümanız, var mı di-yeceğiniz diyerek hiç kimseden korkmadan imanımızı
haykırabilirsek, kesinlikle bilesiniz ki karşımızdaki Ömer bile olsa dirilmek
zorunda kalacaktır.
Böyle
bir durumda zaaf göstermeyeceğiz. Ben bunu beceremem, benim buna gücüm yetmez
diye peşin bir yenilgiye, bir zaafa kapılmamalıyız. Belki o anda güçsüz
olabiliriz, karşımızdaki bizden kat kat güçlü olabilir. Yardımcılarımız da
olmayabilir. Ama hele bir başayalım, belki de daha sonra hemen yardımcılar
gönderecektir Rabbimiz.
Bakın
size yaşadığım bir hatıramı anlatayım. Bir defasında İstanbuk’a gidiyordum.
Otobüste sabah namazı vakti girmişti. Önce muavine nazik bir şekilde namaz için
durmalarını söyledim. Olmaz arkadaş, duramayız dedi. Sonra şoförün yanına kadar
gidip ona söyledim, o kesinlikle yasaktır, duramayız dedi. Yolcular uyuyorlardı.
Sonra otobüsün ortasına doğru geldim ve yüksek sesle bağırdım; kardeşim, sabah
namazı geçmek üzere, mümkünse bir kenarda durun da namazımızı kılalım dedim.
Bununla sesimi herkese duyurmayı hedefledim. Çünkü belki de yolculardan uyanıp
bana destek çıkan müslümanlar olabilirdi içerde. Şoför ve muavin benim sesimin
iki misli bağırarak yerime oturmamı ve sesimi kesmemi söylediler. Elbette pes
edecek değildim. Sonra otobüsün arkasına doğru yürüyüp; inecek var diye
bağırdım. Uyananlar ve yüzüme bakanlar oldu. Yahu bu adam delimi ne? Gecenin bu
saatinde bu kırın yüzünde inilir mi? Filan diye mırıldananlar oldu. İkinci defa
bağırdım; inecek var kardeşim. Namaz geçiyor, ben müslümanım, durun ineceğim.
Durdular ve indim. Sonra yürüdüler, az gidip tekrar durdular. Sonra
gerisingeriye gelip bana dediler ki; yahu be kardeşim, gel bin de şu ilerideki
benzin istasyonunda duralım, sen ne biçim adamsın böyle?
Az
ilerde durunca baktım ki on kişi kadar yolcu indi aşağıya benimle birlikte namaz
kılmaya. Onları görünce fena sinirlendim. Dedim ki; yahu madem nemaz
kılıyordunuz da neden otobüste beni desteklemek için tek kelime söylemediniz? Bu
nasıl namaz kılmak? Bu nasıl müslümanlık yahu dedim. Meğer şoför beni
indirdiğinde onlar müdahale etmişler. Yahu ayıptır, bu adam gecenin altında
burada bırakılıp gidilir mi? Öyle yaparsanız bir daha sizin arabanıza binmeyiz
filan demişler de şoför onun korkusuyla arabayı durdurup beni almış. Bakın Allah
nasıl yardımcılar gönderirmiş. İlk anda güçsüz gibiydim, yardımcısız gibiydim,
ama sonunda Allah bana yardımcılarını gönderiverdi.
Hoca
efendilerden birisini İstanbulda idamla yargıladılar. Sonunda idam olduğu için
hocanın avukatları mahkemede korku içindelerdi. Mahkeme heyetinin başkanı da bir
kadın hakimdi. Hoca efendi mahkeme başlar başlamaz hemen başı açık olan o hakime
dönerek nasihat etmeye başlar. Kızım, bak burada muhakeme olacağız. Mec-buren
ben konuşurken sizin yüzünüze bakacağım. Gel etme, şu başına bir örtü al da beni
de kendini de günaha sokma diyerek tebliğ etmeye başlar. Avukatların içi gider
korkudan. Yahu hocam sen ne yapıyorsun? Dikkat et filan derler. Hoca onlara der
ki; evladım, siz işi-nize bakın, ben bana düşen bir görevi icra ediyorum.
Nihayet hocanın bu ısrarlı nasihatlerine bozulan kadın hakim mahkemeyi terk eder
ve yerine bir erkek hakim gönderirler ve hoca suçsuz bulunarak berat eder.
Mahkeme çıkışında avukatlar derler ki; hocam sen ne yaptın? Bizim yüreğimizi
ağzımıza getirdin. Hoca gayet rahat der ki; yavrularım, o an benim Rabbimin
yardımına en çok muhtaç olduğum bir an-dı. Onun adına bir üreyim de O da bana
bunun karşılığında yal çalsın istedim. Onu ve dinini, Onu ve ilkelerini
savunayım da karşılığında ba-na yardımını ulaştırsın istedim, işte ulaştırdı da
der. Öyle değil mi kendisi adına üren köpeğe yal çalar ve doyurur değil mi
sahibi?
Ben
konuyu biraz dağıttım galiba. Şuradan girmiştik bunlara: Fatımanın bu yiğitçe
tavrı karşısında eriyen ve kendine gelen Ömer; şu okuduğunuz şeyi bir de bana
verin bakalım dedi. Onlar da sakladıkları kağıdı çıkarıp yıkanan Ömerin eline
verdiler. O kâğıtta yazılı olan da işte bu sûreydi. Tâhâ sûresiydi. Okudu bu
sûreyi ve onda di-rilen Ömer heyecanla şöyle bağırmaya başladı; Ne mükemmel şey!
Ne yüce sözler! Diyerek hemen Resûlullah efendimizin yanına gidip İslâm
şerefiyle şereflendi.
Huruf-ı
mukatta âyetiyle başlayan sûre kitabın indiriliş gayesini gündem yapar.
Peygamber (a.s) Allah’ın kendisine yüklemediği şeylerle kendi kendini sorumlu
kılmaması gerektiği konusunda uyarılır. Bu kitabı sana sıkıntı çekesin diye
göndermedik peygamberim, sen bu kitabı kâfirlerin kalplerine sokmakla görevli
değilsin buyurulur. Sonra tevhid, âhiret konuları anlatılır.
Tevhid
ve şirk mücâdelesinde Mûsâ (a.s) ve Firavun örneği ortaya konur, peygamber
karşıtı bir karakter sergileyen Mekke müşrikleri ve kıyâmete kadar onların
yolunu izleyenler tehdit edilir. Daha sonra Adem (a.s) kıssası gündeme
getirilerek Allah taraftarlarıyla şeytan taraftarları karşılaştırılır. En
sonunda da Rasûlullah efendimize ve kıyâmete kadar onun yolunun yolcularına
kulluk yolunda sabır tavsiye edilir. Ey peygamberim ve ey peygamberimin yolunun
yolcusu olan müslümanlar, işte size sunduğumuz bu örneklerde olduğu gibi sizler
de bana kulluk yolunda sabredin. Sizden öncekilerin sabredip kullukta geri adım
atmayı akıllarının ucundan bile geçirmedikleri gibi sizler de her şart altında
benim istediğim kulluğu sürdürmeye çalışın. Kesinlikle bilesiniz ki sizden
öncekilere olan desteğim ve yardımım aynen size de gerçekleşecektir, bu konuda
zerre kadar bir endişeniz olmasın buyurulur. İşte bu minval üzere devam eden
sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım.
y0
1.
Ta, Ha.
Az
evvel de ifade ettiğimiz gibi mânâsını ancak Allah’ın bildiği bir ifadeyle,
huruf-ı mukatta âyetiyle, ya da bu şekilde Rasûlullah efendimize bir hitapla
sûreye başlar Rabbimiz. Rasûlullah efendimiz ve beraberinde bir avuç müslümanın
sıkıntılı günlerinde inen bir sûrenin ilk hitabı böyle. Bir zamanlar kendisine
emin insan dedikleri, güvenilir insan dedikleri, tüm emânetlerini kendisine
teslim ettikleri Muhammed (a.s) Allah’tan vahiy alıp hayatlarını bu vahiyle
sorgulamaya başladığı andan itibaren onu sevmez olmuşlar, ona düşman
kesilmişlerdi. Her evden ona karşı beddualar yükseliyordu. En yakınlarını
sıkıştırıyorlar, dünyayı onlara dar ediyorlardı.
İşte
böyle başta, başlarında Allah’ın kutlu elçisi olmak üzere bir avuç insanı Rabbim
Allah dedikleri için bir kaşık suda boğmak istedikleri bir dönemde, Rasûlullah
ve müslümanların bunaldıkları bir atmosferde geliyordu bu sûre. Bakın Rabbimiz
elçisini teselli ederek şöyle buyuruyor:
2,4. “Ey
Muhammed! Kur’an'ı sana, sıkıntıya düşesin diye değil, ancak Allah'tan
korkanlara bir öğüt ; yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir kitap olarak
indirdik.”
Peygamberim,
biz bu Kur’an’ı sana sen bedbaht olasın diye indirmedik. Biz bu Kur’an’ı
sana,sen mutsuz olasın, sıkıntı içine düşesin, huzurunu yitiresin diye
göndermedik. Bu kitap huzursuzluk kaynağı değildir. Bu kitabı sana haşyet sahibi
olanlara, Rab’lerini incitmekten endişe içinde olanlara, Rab’lerinin arzularını
yerine getirme konusunda duyarlı olanlara, Rab’leri için bir hayat yaşamak
isteyenlere bir zikra, bir yol gösteri, bir hayat programı, bir şeref, bir öğüt,
bir hatırlatma, bir uyarı olsun diye gönderdik. Kitabın indiriliş sebebi budur.
Öyleyse
ey peygamberim, ne oluyor sana? İnsanlar bu kitaba yönelmediler diye, bu kitabın
istediği gibi adam olmadılar diye niye kendi kendini yiyip bitiriyorsun? Biz bu
kitabı herkesi zorla müslüman yapasın diye, olmazlarsa da kendi kendini yiyip
bitiresin diye göndermedik. Senin görevin bu değildir. Sen ancak haşyet
duyanları bu kitapla uyarmakla görevlisin buyurunca Rasûlullah efendimiz
rahatladı, müslümanlar rahatladı.
Çünkü
anladılar ki bu kitap onları mutsuz etmeyecekti, bedbaht etmeyecekti.
Sıkıntıları çoğalsa da, inanmayanların kendilerine işkenceleri artsa da, gariban
müslümanlar, Bilallar, Ammarlar, Sü-heyb-i Rumiler asla mutsuz olmayacaklardı.
Çünkü bu kitap onlar için bir şerefti, bir müjdeydi. Onlar bu kitabın âyetlerine
iman ettikçe, bu kitabı hayat programı bildikçe, bu kitapla yol bulmaya
çalıştıkça, bu kitabın istediği hayatı yaşamayı sürdürdükçe bu kitap onlar için
bir rahmet olacaktı.
Çünkü bu kitap Gökleri ve yeri yaratan
tarafından indirilmiştir. Göklerin ve yerin sahibi bir Allah’tan gelmedir bu
kitap. Böyle her şeyin sahibi, her şeye egemen olan bir Allah’tan gelme tüm
insanlara hidâyet olsun, tüm insanlara yol göstersin, tüm insanlık için rahat ve
huzur kaynağı olsun diye geliyordu bu kitap. Böyle bir Allah’tan gelme böyle bir
kitap nasıl olur da huzursuzluk kaynağı olabilir? Böyle bir kitap nasıl olur da
dünya ve Ukba’da kullarına mutluluk ve saadet kazandırmaz? Böyle bir Allah
kullarının huzur ve saadetini bilmez mi? Üstelik az sonra diyecek Rabbimiz O
Rahmândır da. Kullarına karşı son derece merhamet sahibi olan bir Allah
kullarına mutluluk yollarını göstermez mi? Mülkünü yolsuz, yordamsız, gözetimsiz
bırakır mı?
Evet bu kitap mutluluk kaynağıdır, bu
kitapla beraber olanlar mutludur, huzurludur. Bu kitabın dışında bu dünyada
huzur bulmak mümkün değildir. Çünkü bu kitap fıtratın sahibinden gelmektedir. Ve
bir de bu kitaptan ancak haşyet duyanlar istifade edebileceklerdir. Sadece bu
kitaba tabi olanlara, bu kitabı izleyenlere, bu kitabı oku-yup onunla yol
bulmaya çalışanlara fayda verecektir bu kitap. Bu ki-tabı kulluk kitabı bilip
hayatlarını onunla düzenleme kavgası içinde olanları uyaracaktır bu kitap.
Haşyet duyanları, gıyabında Rabbinden haşyet duyanları, görmedikleri halde
Allah’a karşı saygı duyanları uyaracaktır. Her an Rab’lerinin murâkabesi altında
olduklarını bilerek Ona karşı haşyet içinde olanlar bu uyarıya müspet tavır
takınacaklardır. Her an Rab’lerini razı edememekten, Onu gücendirmekten korkan,
Rab’lerinin gazabına uğramaktan tir tir titreyen insanlar üzerinde etkili
olacaktır bu kitap.
5. “Rahmân
arşa hükmetmektedir.”
Rahmân
arşa istivâ etmiştir. Evet o yüce arşı hâkimiyeti altına aldı, hâkimiyetiyle
arşı kapladı. Tüm kâinatı, tüm mevcudatı, tüm mülkünü egemenliği altına
almıştır. Canlı ve cansız tüm mevcudatı kendi saltanatı altına almıştır.
İşlerini de O tedbir edip düzenliyor. Tüm mevcudatı O yönetiyor. Her şeyin
melekûtunu, mülkiyetini elinde tutuyor.
Bu tür âyetler müteşabih âyetlerdir.
Bizden amel değil iman isteyen âyetlerdir. Rabbimizin gücünü, kudretini anlatan
ama bizler tarafından bilinmesi mümkün olmayan âyetler. Onun için aynen
Rabbimizin bildirdiği şekilde iman ediyoruz. İnanıyoruz ki Rabbimiz arşı istivâ
etmiştir. Ama bunun keyfiyetini bilmiyoruz. Seleflerimizden İmam Mâlik efendimiz
de aynı şeyi söyler.
Öyleyse anlıyoruz ki Rabbimiz arşı
istivâ etmiş, tüm mevcu-datı egemenliği altına almıştır. Allah’ın hayatla,
mevcudatla ilgisi kesilmemiştir. Allah her an hayata karışandır. Allah
kullarının hayatına hükmedendir. Allah tüm kâinatta hükmü geçendir. Böyle hükmü
tüm mevcudatı kaplayan bir Allah’ın insanları ihmal etmesi, onlara bir ha-yat
programı gönderip mutluluk yollarını göstermemesi düşünülebilir
mi?
6. “Göklerde
ve yerde, her ikisi arasında ve toprağın altında bulunanlar
O'nundur.”
Göklerde
ve yerde, ikisi arasında ne varsa hepsi Onundur. Toprağın altında bulunanlar da
Onundur. Tüm varlıklar Onun kulu ve kölesidir. Her şey mülk O Mâliktir. Herkes
Onu dinlemekte ve Ona kulluk etmektedir. Öyleyse ey Allah’ın kulları sizler de
diğer iradesiz varlıklar gibi sahibinize kul olun. Kulluğunuz sadece
yaratıcınıza olsun.
7.
“Sen sözü istersen açığa vur, şüphesiz O gizliyi de gizlinin gizlisini de
bilir.”
Evet
sözü gizlesen de açsan da, gizli konuşsan da açıktan açığa konuşsan da bilesin
ki O Allah gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. O Allah her şeyi bilir. Ama
hiç kimse O Allah’ı bilemez. Çünkü O gizlidir. Her şey Ona açık, O her şeye
kapalıdır. Kimse Onun künhünü bilemez. İnsanlar ancak Onu Onun kendisini açtığı
kadar bilebilirler. Allah kullarına gönderdiği kitabı ve o kitabın pratiği olan
elçileri vasıtasıyla kendisi hakkında ne kadar bilgi göndermişse bizler ancak o
kadarını bilebiliriz. Değilse Allah’ın sıfatları konusunda, Esmâsı konusunda,
efali konusunda bizim bilgilenebileceğimiz hiçbir kaynak
yoktur.
8. “Allah'tan
başka İlâh yoktur, en güzel isimler O'nun-dur.”
Allah
kendisinden başka İlâh olmayandır. Kendisinden başka sözü dinlenecek, kulluk
edilecek olmayandır Allah. Göklerde ve yerde tüm kullarının, tüm varlıkların
kulluk ipleri elinde olan, sadece kendisine ibadet edilen, sadece kendisinin
sözü dinlenen, sadece kendisinin hayat programı program kabul edilen, sadece
kendisinin kanunları geçerli olan, herkesin kendisine boyun büktüğü tek varlık
Allah’tır. Kendisine yönelinecek, kendisine kulluk edilecek, kendisi razı
edilecek tek varlık Allah’tır. Ondan başka İlâh yoktur. Ondan başka sözü
dinlenecek, ondan başka hatırı kazanılacak varlık yoktur. İbadetin, duanın,
tevekkülün sadece kendisine yapılacağı imdadın yardımın sadece kendisinden
isteneceği tek varlık Allah’tır.
Tüm
varlıklar adına kanun koymaya, onlara din ve şeriat belirlemeye, onlara hayat
programı çizmeye yetkili tek varlık Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir kimsenin
kanun yapmaya, din belirlemeye, hayat tarzı koymaya, hayat programı belirlemeye
hakkı yoktur. Din koyucusu sadece Allah’tır. Hayat programını belirleyici sadece
odur. Çünkü tüm varlıklar Onundur, herkes ve her şey Onun kuludur, Onun mülküdür
ve mülkünde söz hakkı da sadece Ona aittir.
En güzel isimler, tüm güzel isimler
Onundur. En güzel sıfatlar Rabbimize aittir. Güzelliklerin tamamı Ona aittir.
Rabbimiz en güzel isimlerini kitabında bize tanıtmıştır. Bizler bize tanıtılan
isimleriyle ilgi kurarak Rabbimizi tanıyacak, iman edecek, onları kafamızda
canlı tutacak ve onlarla Ona karşı tavrımızı, kulluğumuzu belirleyeceğiz.
Rasûlullah efendimizin bir hadislerinden öğreniyoruz ki Rabbimizin kendisine ait
olarak bize haber verdiği 99 Esmâsını başkalarından ayıran, bu isimleri
başkalarına vermeyen ve bu isimleri sayarak Rab-b’ine iman eden, dua eden kişi
cennetliktir.
Tabii
sadece Rabbimizin bu isimlerini ezberlemek değildir mesele. Bu isimlerle ilgi
kurarak onların muhtevasına uygun bir hayat yaşamak önemlidir. Peki mânâsına
uygun bir hayat yaşamakla mükellef olduğumuz Rabbimizin bu güzel isimlerini
nereden öğreneceğiz? Elbette bunları Rabbimizin kitabı ve elçisinin
beyanlarından öğreneceğiz.
A’râf sûresinde de Rabbimizin bu güzel
isimleriyle Ona dua etmemiz tavsiye edilir. Yâni bu isimlerle tevessül edecek ve
isteyeceğimizi onlarla isteyeceğiz. Konumumuz, durumuz, hacetimiz hangi isme
mütenasipse onunla dua edecek, tavır belirleyeceğiz. Meselâ bir rızık isteme
pozisyonundaysak ya Rezzak diyerek. Günâhlarımızın affını, kusurlarımızın
örtülmesini isteme makamındaysak ya Gaffâr, ya Settâr diyerek. Korktuğumuz bir
şeyden bizi korumasını isteme or-tamındaysak ya Hafız, şifa isteme
atmosferindeysek ya Şâfî diyerek dua edeceğiz. Ve tabii en önemlisi sadece
Rabbimize ait olan bu isimleri, bu sıfatla asla başkalarına
vermeyeceğiz.
Rabbimiz peygamberine seslenerek söze
başladı. Kitabını onu bedbaht etmek, üzmek için değil mahza rahmet için
indirdiğini ortaya koydu. Arşa istivâ ettiğini anlatarak gücünü, kudretini
anlattı. Göklerin ve yerin mülkünün sadece kendisine ait olduğunu, göklerde ve
yerde sadece kendisinin egemen olduğunu ve en güzel isimlerin kendisine ait
olduğunu vurgulayarak peygamberine karşı böyle bir dostluk, böyle bir destek,
böyle bir teselli sunduktan sonra bakın ona ve kıyâmete kadar onun yolunun
yolcularına desteğini sürdürdüğünü şöylece ortaya koyacak:
9. “Mûsâ'nın
başından geçen olay sana geldi mi?”
Peygamberim,
sana Mûsâ’nın haberi geldi mi? Sen Mûsâ’nın haberini hiç duydun mu? Bir başka
yerde de sana orduların haberi geldi mi? buyuruyordu. Rasûlullah efendimizin
bunaldığı bir atmosferde tarihin en büyük güçlerinden birisi olan Firavun
karşısında bir Allah elçisinin galibiyeti, başarısı ortaya konarak Rasûlullah
efendimize büyük bir moral, büyük bir destek kazandıracak Rabbimiz. Mûsâ (a.s)
nın Firavunla kavgası gerçekten kitabımızın pek çok yerinde anlatılır.
Rabbimizin Resûlüne destek olarak sunduğu bu habere gerçekten bugün bizim çok
ihtiyacımız var. Dün bunaldığı, zorlandığı bir ortamda peygamberimize ve
beraberindeki mü’minlere gündem olan bu haber inşallah bugün bizim de gündemimiz
olsun. Çünkü Allah yolunun yolcularına dün de, bugün de bundan daha büyük bir
destek olamaz. Hak bâtıl savaşlarında, iman küfür savaşlarında yeryüzünün en
büyük hadisesi. Gerçekten yeryüzünün en dengesiz bir savaşı. Bakın Rabbimiz
başka hiçbir kaynaktan öğrenme imkânına sahip olmadığımız Rabbimizin haberi
şöyle başlıyor:
10. “Bir
vakit o hani bir ateş gördü de ehline: “Durun!” dedi; benim gözüme bir ateş
ilişti, belki size ondan bir yalın kor getiririm, yahut orada bir yol kılavuzu
bulurum!”
Evet
Mûsâ (a.s) bir ateş görmüştü. Ailesine dedi ki ben bir ateş gördüm, siz burada
bekleyin, ben ona ünsiyet ettim. Ben bana teselli verecek bir şey gördüm. Bu
ateş bana sevimli geliyor. Siz burada bekleyin de ben gidip o ateşten bir parça,
bir kor alıp getireyim, ya da belki onun yanında bir yol rehberi bulurum.
Medyen’deki gizlenmesinin arkasından
Mısıra dönüşünde cereyan eden bir hadiseyle başlıyor Rabbimiz. Mûsâ (a.s)
Medyenden tekrar doğup büyüdüğü Firavunun ülkesi Mısıra dönüyordu. Tabii yolu o
ıssız Sina çölünden geçecekti. İşte Allah’ın elçisi Sina’dan Mısır’a doğru
gelirken çölde yolunu kaybeder. Yanında hanımı ve çocukları da olduğu halde
soğuğu şiddetli bir gecede çölde yolunu şaşırır. Bir taraftan da bir adam
öldürerek kaçtığı Firavunun topraklarının, karakollarının yakınlarındadır. Hâlâ
içinde bir korku vardır. İşte böyle bir atmosferde, ne tarafa gideceğini de
bilemez bir vaziyette, gece uzakta yanan bir ateş görür. Hanımına ve çocuklarına
der ki siz burada beni bekleyin. Ben şu ateşten bir parça getireyim ki
ısınasınız, ya da belki orada bize yol gösterecek birilerini bulurum der ve
çocuklarını orada bırakıp ateşe doğru gider.
11. “Mûsâ
ateşin yanına gelince: "Ey Mûsâ! " diye seslenildi:”
Ateşin
yanına vardığında kendisine ey Mûsâ! diye seslenilir. Evet Mûsâ o ateşin yanına
vardığında bir ses Ona hitap eder. Ve işte o anda yeryüzünün en harikulade, en
büyük hadisesiyle karşı karşıyayız. Evet yeryüzünde sadece Hz. Mûsâ (a.s) nın
karşılaştığı başka hiç kimsenin müşahit olmadığı bir hadise. Rabbimiz bir
beşerle konuşuyordu. Mûsâ’ya sesleniyordu. Ne büyük bir hadise değil mi? Sizce
de öyle mi? Gerçekten sizce de yeryüzünün en şerefli olayı mıdır bu? Öyleyse
kesinlikle bilesiniz ki, Rabbimizin ve efendimizin beyanlarından umarız ki şu
anda bizlerin de bu şerefe ulaşma imkânlarımız vardır. Nasıl? İşte şu kitabıyla
Rabbimiz bizimle de konuşmaktadır. Rabbimizin bu kitabını elimize alıp okumaya
başladığımız andan itibaren kesinlikle bilelim ki Rabbimiz bizimle konuşmaya
başlamış ve bizler de Mûsâ (a.s) nın ulaştığı şerefe ulaşmışız demektir.
Unutmayalım
ki Mûsâ (a.s) la Turda konuşan Rabbimiz bizimle de Bakarayla, Âl-i İmrân’la,
Nisâ’yla, Tâ-Hâ’yla konuşacaktır. Yeter ki bizler de elimize bu kitabı alıp
Rabb’imizle konuşmaya başlarken Mûsâ (a.s) nın Turun eteklerindeki tavrına
benzer bir tavır içine girelim. Rabb’imizle konuştuğumuzun, Rabbimizin huzurunda
olduğumuzun ve hayatımızı düzenlemek üzere Rabbimizden mesaj aldığımızın
bilincinde olalım. Bilelim ki biz bir insanla konuşmuyoruz. Bu söz insan sözü
değil. Bir melek sözü, bir Melik sözü de değildir bu. Göklerin ve yerin sahibi,
arşın sahibi, tüm mevcudatın Rabbi, tüm varlıklarının İlâhı ve kendisinden başka
da İlâh da olmayan Rabb’imizle konuştuğumuzun şuurunda
olalım.
Evet yeryüzünün en büyük buluşması,
yeryüzünün en büyük toplantısı, yeryüzünün en büyük zirvesi. Bu zirvenin iki
tarafı var. Birisi göklerin ve yerin sahibi ve Mâliki olan Allah, diğeri de bir
insan. Yeryüzünde Rabbimizin seçip vahyine odak nokta yaptığı, kendisiyle
konuşma şerefine erdirdiği Hz. Mûsâ.
12. “Ben
şüphesiz senin Rabb’inim; ayağındakileri çıkar; çünkü sen, kutsal bir vadi olan
Tuva’dasın.”
Ey
Mûsâ! Gerçekten Ben, Ben senin Rabb’inim! Şu anda sana hitap eden, seninle
konuşan Rabb’indir! Allah’ın kutlu elçisi Hz. Mûsâ o anda kendisiyle konuşanın
gerçekten Allah olduğunu bütün yönlerden ve tüm azalarıyla işitmesinden
anlamıştı. Anlamıştı ki bu kelâm Allah kelâmıydı.
Ayağındaki pabuçlarını çıkar, çünkü
muhakkak ki sen kutsal Tuva’dasın.
Tertemiz, mübarek kılınmış Tuva vadisindesin sen. Anlı-yoruz ki Ona
ayakkabılarını çıkartma emri o bölgeye ihtiram sebebiyledir. Yahudiler belki o
sebepten ayakkabılarıyla ibadet etmemeye, dua etmemeye özen gösterirler. Ama
Allah’ın Resûlü bir hadislerinde siz onların aksine hareket ederek onlara bu
konuda muhalefet edin buyurmaktadır.
Tabii Rabbimizin Hz. Mûsâ’ya henüz
peygamberlik şeref ve müjdesinden önce böyle bir ayakkabı çıkarma emrinde
bulunmasını belki de o anda neye uğradığını bilemeyip şaşkınlık geçiren Mûsâ’yı
böyle bir işle meşgul ederek rahatlatmak istemişti Rabbimiz. Bakın Rabbimizin
Ona hitabı devam ediyor:
13.
“Ben seni seçtim; artık vahiy olunanları dinle:”
Ey
Mûsâ, Ben seni seçtim. Seni seçmiş bulunuyorum. Şimdi sen de sana vahiy
olunanları dinle. Vahyimi dinle, sözlerime kulak ver. Rabbimiz önce
ayakkabılarını çıkartmasını, mütevazı olmasını emretti, sonra da kendisine
karşı, vahyine karşı, sözlerine karşı takınması gereken tavrı takınmasını istedi
Ondan. Çünkü vahiyden, bilgiden istifade etmenin yolu budur. Eğitimci önce
öğreteceklerine karşı talebesinden ilk önce edep ve ciddiyet istemelidir.
Nitekim eğitimcilerin en büyükleri olan Allah elçileri kendilerine inananlardan
ilk önce takva ve itaat istemişlerdir. İnsanlara Allah bilgisi öğretmek isteyen
muallimler de, onlardan vahiy öğrenmeye talip olanlar da buna çok dikkat
etmelidirler.
14. “Şüphesiz
Ben Allah'ım, Benden başka İlâh yoktur; Bana kulluk et; Beni anmak için namaz
kıl.”
Şüphesiz
ki Ben Allah’ım. Benden başka İlâh yoktur. Bana kulluk et, Beni dinle ve Beni
zikretmen, beni hatırlaman, beni hatı-rında canlı tutman, hep beni yüceltmen
için namaz kıl. Beni anlamak, Beni tanımak için namaz kıl. Benimle ilgi kurmak,
benimle diyalogu kesmemek için namaz kıl. Namaz kıl değil de namazı ikâme et.
Yâni namazı ayağa kaldır, hayatını düzenleyecek mesaj almak üzere namazı ikâme
et.
Evet dikkat ederseniz tevhidden sonra,
Allah’tan başka İlâh olmadığını kabulden sonra hemen namaz isteniyor. Namaz Hz.
Adem’den bu yana bütün peygamberlerin hayatında değişmeyen ilk ibadettir. Namaz
bütün risâlet silsilelerinde ameli farzların ilkidir. Namaz peygamberlerin
risâlet, vahiy ve tebliğ yükünü kaldırabilmeleri için onların ilk
dayanaklarıdır. Namaz mü’minin mü’minliğini ortaya koyan en baş ve en
vazgeçilmez sıfatıdır. Namaz küfürden imana geçişin ilk ameli tatbikatıdır.
Namaz mü’mini kâfirden ayıran en belirgin özelliktir. Namaz dinin dışa yansıyan
yönüdür. Namaz baştan so-na temizliktir. Namaz Allah’la buluşma makamıdır. İşte
Rabbimiz buyuruyor ki ey Mûsâ Beni hatırlamak için, Beni unutmamak, Benden gafil
olmamak için namazı ikâme et.
15. “Herkes
işlediğinin karşılığını görsün diye, zamanını gizli tuttuğum kıyâmet mutlaka
gelecektir.”
Kıyâmet
muhakkak gelecektir. Onun gelip çatması mutlak sûrette kaçınılmazdır. Ve her bir
insan, her bir nefis mutlaka ameliy-le, çabasıyla, değerlendirilmek için Benim
huzuruna gelecektir. Ben onu gizli tutuyorum. Kıyâmetin ne zaman
gerçekleşeceğini hiç kimse bilmez. Eğer gönderdiğim kitaplarımda kıyâmetin onun
vaktini, saatini bildirmeksizin geleceğine dair haberlerim olmasaydı o bütünüyle
insanlara gizli kalacaktı. Benim onun zamanını gizli tutmamın hikmeti insanlar
onun zamanını bilmedikleri için her an ondan korkup hazırlıklı bulunmalarıdır.
Öyle
değil mi? Her şey insanlara gösterilseydi onların tüm çabaları, gayretleri durur
ve kokuşmaya mahkum olurlardı. Ama böyle olunca insanlar korku ve ümit arasında
kendilerini Rab’lerinin hesabından kurtarmak ve rızasını kazanmak için kalpleri
o bilinmez kıyâmet saatine rabıtalı olarak koşturup
duracaklar.
Evet herkes yaptıklarının yaşadığı
hayatın karşılığını görsün diye Biz mutlaka kıyâmeti gerçekleştireceğiz diyor
Rabbimiz. Eğer öyle olmasaydı, herkes yaptıklarından hesaba çekilmeseydi zaten
bu dünyanın hiçbir anlamı kalmazdı. Öyleyse kesinlikle bilelim ki zerre kadar
bir hayır işlemişsek, bir şer işlemişsek onun karşılığını göreceğimiz, hesabını
vereceğimiz bir gün gelecektir.
16. “Buna
inanmayan ve hevesine uyan kimse seni ondan alıkoymasın, yoksa helâk
olusun.”
Buna
inanmayan, kıyâmetin kopacağına dair Allah’ın bu kesin haberlerini yalanlayan,
vahyi bir kenara bırakıp hevâ ve hevesine tabi olan, hevâ ve hevesini
putlaştırıp vahiy yerine ikâme eden kimseler sakın peygamberim seni ondan, ona
imandan, onu gündemde tutmaktan, hayatını bu imana bina etmekten, hesaba
çekileceğin şuuru içinde bir hayat yaşamaktan alıkoymasın. Aksi takdirde helâke
uğrar yok olup gidersin. Sakın ha Allah’ı, Allah’ın kıyâmetini, hesabını,
kitabını unutarak dünyaya dalanlar, zevk ve eğlencelerinin peşine düşenler gibi
olma. Böylelerine sakın bulaşma, zarar edersin. Tabii bu Mûsâ (a.s) nın şahsında
Onun ümmetine ve bize bir uyarıdır.
17. “Ey Mûsâ!
Sağ elindeki nedir?”
Sağ
elindeki nedir ey Mûsâ? Rabbimiz soruyor. Bilginin sahibi olan, bilgisi tam
olan, bilginin kaynağı olan Rabbimiz soruyor. Rabbi-miz elbette Onun elinde bir
asa olduğunu biliyor ve görüyor. Belki de biraz sonra elindeki asanın bir
mûcizeye konu olacağını hatırlatarak Rabbimiz Onu buna hazırlıyordu. Issız bir
çölün içinde, karanlık ve soğuk bir gecede yolunu şaşırmış Mûsâ yolsuzlara yol
gösterecek, tüm insanlığa mihmandarlık yapacak. Karanlık gecelerin aydınlatıcısı
olacak. İnsanlığa hidâyet ve rahmetin müjdecisi olacak.
Rabbimiz Mûsâ (a.s) la konuşuyor, Ben
Allah’ım diyor, Benden başka sözü dinlenecek, kulluk edilecek İlâh yoktur diyor,
Beni hatırlamak, Beni unutmamak için namazı ikâme et diyor. Allah en iyi-sini
bilir, Mûsâ (a.s) nın heyecanı doruk noktaya vardı ki Rabbimiz Onu rahatlatıyor.
Kolay bir mükâleme ortamındaymış gibi hemen soruveriyor. Sağ elindeki nedir ey
Mûsâ diye. Bakın Hz. Mûsâ şöyle diyor:
18. “Mûsâ: “O
benim değneğimdir, ona dayanıyorum, onunla davarıma yaprak silkerim, ondan daha
birçok işlerimde faydalanırım" dedi.”
Dedi
ki o benim asamdır. Ona dayanırım, onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak
silkelerim. Ve benim için onda daha başka menfaatler de vardır. Dikkat ederseniz
Allah’ın elçisi bilerek sözü uzatmış, kısaca o benim asamdır deyivermemiştir.
Çünkü Mûsâ (a.s) Rabb’iyle bu müthiş buluşma ve konuşma anını biraz uzatmayı
dilemiştir. Rabbimiz buyurdu ki:
19,20.
“Allah: "Ey Mûsâ bırak onu" dedi. Bırakınca, değnek hemen, koşan bir yılan
oluverdi.”
Mûsâ
(a.s) onu yere bıraktı bir de ne görsün hemen o asa koşan bir yılan oluverdi.
Mûsâ (a.s) nın on yıl elinde taşıdığı, koyunlarını güttüğü, yorulduğu zaman
yaslanıp dinlendiği, davarları için ağaçlardan yaprak döktüğü, kendisiyle
korunduğu o asa birdenbire bir gece vakti Allah’ın izniyle bir yılan oluveriyor.
Rabbimiz azametiyle, güç ve kudretiyle tecelli ediyor. Atıyor asayı kıvraklıkta,
hareketlilikte koşan bir yılana dönüşüveriyor. Burada Hayye, kitabımızın bir
başka âyetinde de Sü’ban deniliyor.
21,23.
“Allah: "Onu al, korkma; biz onu yine eski durumuna çevireceğiz. Daha büyük
mûcizelerimizi sana göstermemiz için elini koltuğunun altına koy da, diğer bir
mûcize olarak, kusursuz, bembeyaz çıksın" dedi.”
Rabbimiz
buyuruyor ki;ey Mûsâ, onu al ve hiç korkma. Biz onu yine eski durumuna
çevireceğiz. Elini koynuna sok, bir hastalık, bir sıkıntı olmaksızın başka bir
mûcize olarak bembeyaz bir durumda çıksın. Böylece sana daha büyük
âyetlerimizden gösterelim. Elin güneş gibi parlayacak ama asla sana bir zarar
vermeyecektir.
Evet düşünebiliyor musunuz? On yıl
Medyen’de Firavundan gizlenen Hz. Mûsâ bir anda Tûr’un eteklerinde göklerin ve
yerin Rabbi ile karşı karşıya, Onunla konuşuyor. Elindeki asa bir yılan haline
geliyor, tekrar onu eline alıyor eski asa halini alıyor, koynuna sokup çıkardığı
eli bembeyaz bir nûr kesiliyor. Mûsâ (a.s) rahmet, nimet ve lütuflarla
kuşatılıyor. Ve bütün bunların beraberinde gelen bir sorumluluk, bir büyük görev
var. On yıl Medyen’de çobanlık yapan Mûsâ şimdi insanlara çobanlık yapacaktı,
insanları güdecekti. Bu görev öncesi Rabbimizin takdiriyle böyle bir çobanlık
eğitiminden geçirilmişti. Dağda, çölde âdeta gelecekteki görevi için pişirilmiş,
olgunlaştırılmıştı. Açlığa, susuzluğa, yoksulluğa, sıkıntıya, mahrumiyete
alıştırılmıştı. Çünkü kendisini büyük bir görev bekliyordu. Bakın işte
görevi:
24. “Firavuna
git, doğrusu o azmıştır.”
Firavuna
git, çünkü O tuğyan etmiş, azmıştır. Ey Mûsâ, Fira-vun’a git, çünkü O kul
olduğunu unutup tanrılık sevdasına kapıl-mıştır. Git çünkü tâğutluk
yapmaktadır.Tâğutluk Firavunluk demektir. Allah’a kafa tutmak, hayat programını
Allah’a sormadan yaşamak, Allah karşısında benlik iddiasında bulunmak, varlık
iddiasında, bilgi, güç, kuvvet iddiasında bulunmak demektir. Allah’ın hayata
karışırlılığını reddetmek, Allah’ın vahyini, Allah’ın yasalarını reddedip onun
ye-rine kendi yasalarını ikâme iddiasında bulunmak demektir. Ben kendi hayatımı
kendim yaşarım. Benim de aklım var, benim de bilgim, benim de keyfim var, bu
hayatı nasıl yaşayacağımı ben de bilirim diyerek Allah’ın gönderdiği hayat
programını diskalifiye eden kişi tâğuttur.
Rabbimiz Mûsâ (a.s)’a emrediyor ve:Git
Firavun’a O azmıştır. Hz. Mûsâ daha önce sarayında büyüdüğü, gençlik yıllarında
adamlarından birini öldürerek kaçtığı Mısıra, Firavunun ülkesine tekrar
gönderiliyordu. Azgınlaşan, tâğutlaşan Firavunu uyarmak, Onu kulluğa çağırmak ve
Onun elinde köleleştirilmiş müslümanları, İsrâil oğullarını Allah’a kulluğa ve
özgürlüğe dâvet etmek görevini alıyordu Allah’tan. Çünkü artık büyük irade
Firavun ve saltanatının, Firavun ve azgınlığının, zulmünün bitişine karar
vermişti. Bu zirvede bunun kararı alınmış ve uygulamaya konulacaktı. Bakın
hadise şöyle gerçekleşiyor:
25,35. “Mûsâ:
"Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi kolay-laştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü
iyi anlasınlar. Ailemden kardeşim Harun'u bana vezir yap, beni onunla destekle,
onu görevimde ortak kıl ki, Seni daha çok tesbih edelim ve çokça analım.
Şüphesiz Sen bizi görmektesin" dedi.”
Evet
Rabb’inden bu emri alan Hz. Mûsâ dedi ki, Rabbim, göğsümü genişlet, sadrımı şerh
et. Ben böylece dünyanın basitliğini bileyim, âhiretin yüceliğini anlayayım.
Sana kulluğa koşayım. Ölüm gelmeden önce ona hazırlıkta bulunayım.
İnşirâh-ı sadrı böyle anlamaya
çalışıyoruz. Hz. Mûsâ Rabbimi-zin kendisine yüklediği bu risâlet vazifesini,
Firavun ve toplumuna gidip o azgın insanları uyarma işini, bu çok zor işi
Allah’ın istediği gibi icra edebilmek, Allah düşmanları karşısında yıkılmadan
ayakta durabilmek, onlardan gelebilecek tehlikelere karşı sabırla göğüs
gerebilmek için Rabb’inden kalbine bir dayanıklılık, bir cesaret, bir genişlilik
istiyordu. Elbette O Allah’ın yeryüzünde seçtiği bir elçi olarak, Allah’ın
yeryüzünde istediği kulluğun pratik örnekleyicisi, göstericisi olarak, bir üsve
olarak hem bu vahye dayanıcı, hem de onu bizzat icra edici olmalıydı. Elbette
karşısındaki amansız düşmanlarına karşı, açlığa susuzluğa karşı, dertlere
ıstıraplara karşı, reddedişlere, alaylara, yalanlamalara karşı göğüs gerebilme
güzüne, cesaretine, tahammülüne sahip olmalıydı. İşte İnşirâh-ı sadır Allah
tarafında elçilerine verilen bir güç, bir destek, bir cesaretti ki Mûsâ (a.s)
Rabbimizden onu istiyordu.
Ya Rabbi benim işimi kolaylaştır,
görevimi, yüklediğin vazife-mi kolay kıl. Bu risâlet görevimi, bu uyarı
misyonumu kolayca icra et-me imkânı ver. Şu dilimin bağını da çözüver ya Rabbi.
Dilimdeki bağı da çöz ki sözümü anlasınlar.
Ehlimden birini de bana vezir kıl,
yardımcı kıl ki bu kardeşim Harun olsun. Onunla beni destekle, güçlendir ya
Rabbi. Bu işimde, bu görevimde Onu bana ortak kıl. Ona da elçilik ver ki seni
çok çok yüceltelim. Seni hep gündemde tutalım. Senin istediğin kulluğu icra
ederek tesbih edelim. Sen nasıl tanınacaksan seni öylece tanıyalım. Sana nasıl
hamd edilecekse öylece hamd edip, nasıl övüleceksen se-ni öylece övelim. Nasıl
gündeme alınacAksân Seni öylece gündemimize alalım. Seni çok zikredelim, seninle
yücelelim, sana kullukla şe-ref kazanalım. Senin zikrinle, senin şanınla dünyayı
yüceltelim, bizim zikrimiz, fikrimiz hep sen ol. Şüphesiz ki Sen bizi
görüyorsun, bizim halimize muttalisin, biz sadece Sana muhtacız, sadece Senden
isti-yoruz ve böyle zorlu bir görevde ancak Senin yardımınla başarılı
olabiliriz. Bize yardım et, bizi destekle ya Rabbi. Değilse ben kendi kendime ne
yapabilirim? İşte gücüm belli, imkânım belli, konuşmam
belli.
Mûsâ (a.s) nın dilimdeki bağı çözüver
ya Rabbi şeklindeki duasını, kimileri işte Onun dilinde bir kekemelik vardı
filan diye anlamaya çalışmışlar. Halbuki durum hiç de öyle değil gibi. Bakın bu
konunun anlatıldığı Şuarâ sûresinde de şöyle deniyordu:
Mûsâ:
"Rabbim! Doğrusu beni yalanlamalarından korkuyorum; göğsüm daralıyor, dilim
açılmıyor. Onun için Harun'a da elçilik ver. Onların bana isnat ettikleri bir
suç da vardır. Beni öldürmelerinden korkuyorum" demişti.”
Şuarâ
12,14)
Evet orada da diyordu : Sözümü dinleyip
de aldırış etmeme-lerinden, bana inanmamalarından korkuyorum. Onun içindir ki
göğsüm daralıyor, lisa nım
intikal etmiyor, yâni derdimi anlatamama endişem var. Bir de onların benim
aleyhime kullanabilecekleri, beni peşin peşin suçlayabilecekleri bir suçum da
var. Ben daha önce bir adamlarını öldürüp kaçmış birisiyim. Ben onlar nazarında
suçlu birisiyim. Kor-karım ki beni dinlemeyebilirler. Bunun için Ya Rabbi
Harun’u da gönder! Yâni bu görevi Harun’a da ver! Onu da Peygamber yapıp,
benimle beraber Ona da elçilik veriver ya Rabbi diyor.
Mûsâ (a.s) da bir suçluluk halet-i
ruhîyesi var. Diyor ki; ya Rabbi, ben küçüklüğümden beri günâh psikozu, suçluluk
psikozu içinde olduğumdan dolayı, beni reddedecekleri korkusundan dolayı
bocalayıp dilim sürçebilir, dilim dolaşabilir, onun için yanıma kardeşim Harun’u
da ver ya Rabbi! şeklinde anlıyoruz. Yâni dilinde herhangi bir rahatsızlık filan
yoktur da daha önce bir adam öldürüp Mısırdan, Firavunun ülkesinden Medyen’e
kaçtığı için suçluluk halet-i ruhîyesiyle belki anlatacaklarımı rahat anlatamam
diyordu Hz. Mûsâ (a.s). Yâni ya psikolojik bir destek, ya da biyolojik bir
destek olarak Harun’u isti-yor yanına.
Çünkü bakıyoruz Allah’ın elçisi Hz.
Mûsâ (a.s) kendilerine gel-diği zaman ne Firavundan, ne de başkalarından böyle
bir itiraz göremiyoruz. Hayrola ey Mûsâ! Ne oluyor? Bak sen konuşmayı bile
doğ-ru dürüst beceremiyorsun. Allah senin yerine daha fasih konuşan biri-ni niye
göndermedi? diye hiç kimseden böyle bir itiraz göremiyoruz. Ve Firavuna
gittikleri andan itibaren hep sahnede olan, konuşan, mü-câdele veren de Mûsâ
(a.s) dır.
Mûsâ (a.s) Risâlet görevini alır almaz
böyle diyor. Ya Rabbi şimdi ben adam öldürüp kaçtığım bir ülkeye dönüyorum. O
ülkenin zalim hükümdarı yıllarca ben doğmayayım diye, ben gelmeyeyim diye
yıllarca benim kavmimin, İsrâil oğullarının erkek çocuklarını öldürdüğü,
kadınlarını hayasızlaştırdığı, erkeklerini köleleştirip en zor şartlar altında
çalıştırdığı bir ülkeye gidiyorum. Bu durumda senin yardımın olmaksızın kendi
başıma ben nasıl muvaffak olabilirim? İnsanlara kar-şı seni unutturarak
tanrılığını iddia eden, senin yasalarını ilga edip kendi yasalarını zorla
topluma empoze etmiş, bir ayağını Karun’un, diğer ayağını da Bel’am’ın omzuna
basmış kazıklar sahibi, insanlara eziyet ve işkence yapmada zirvede, kullarını
öldürüp hayasızlaştırmada şedit mi şedit, siyasal, ekonomik ve askeri güç
bakımından eşi benzeri olmayan Karun’u, Bel’am’ı, orduları, askerleri olan bir
Firavuna gidiyorum. Tek başıma onun karşısına çıkacak ve onu İslâm’a dâ-vet
edeceğim.
Ve
bu arada onun zulmünden kurtarmaya gittiğim benim kav-mimin, İsrâil oğullarının
durumu da hiç de iç açıcı bir manzara arz et-miyor. Beni anlayamayacak kadar her
şeylerini kaybetmişlerdir. Anlasalar bile korkularından benim yanımda yer
alamayacak bir durumdalar. Yıllar yılı Firavunun zulüm ve işkenceleri altında,
Firavun sisteminin materyalist eğitim sistemi kıskacında müslümanlıklarını
unutmuş, namuslarını iffetlerini, şahsiyetlerini kimliklerini kaybetmiş,
tarihlerini hafızalarını yitirmiş bir durumdalar. Ne olur şu istediklerimi bana
lütfet de beni her iki gruba karşı da galip getir ya
Rabbi.
36,39.
“Allah: "Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi" dedi, "Zaten sana başka bir defa da
iyilikte bulunmuş ve annene vahiy edilmesi gerekeni vahy etmiştik: Mûsâ'yı bir
sandığa koy da suya bırak; su onu kıyıya atar, Bana da, ona da düşman olan biri
onu alır. Ey Mûsâ! Gözümün önünde yetişesin diye seni sevimli
kıldım.”
Rabbimiz
buyurdu ki ey Mûsâ muhakkak ki istediğin sana ve-rilmiştir. Ne istemişti?
İnşirâh-ı sadır istemişti Rabbimizden. Sadrının, göğsünün şerhini, cesaret,
şecaat, metanet ve sabırla, dayanıklılıkla doldurulmasını istemişti. Rabbimiz
buyurdu ki evet ey Mûsâ, sana şerhu‘s sadır verilecek. Sana bir kalp itminanı,
bir gönül ferahlığı verilecek. Ölüme hazır olacaksın. Cennet ve âhiret gözünde,
gönlünde büyüyecek, dünya önünde küçüldükçe küçülecek. İşini kolaylaştıracağım,
önünü açacağım. Dilindeki o bağı çözeceğim. Seni o suçluluk psikozundan
kurtaracağım. Güzel ve rahat konuşacaksın, konuşmanı anlaşılır kılacağım.
Ve
kardeşin Harun’u da sana vezir, yardımcı, peygamber kılacağım. Onu bu risâlet
işinde sana ortak ve destek yapacağım, O da bir peygamber olacak. Artık işini
Onunla paylaşacaksın. Rabbinizi çok çok zikredecek, Beni gündeminize alacak,
Benimle, Benim zikrimle şereflenecek, yüceldikçe
yüceleceksiniz.
Baksana başka kereler de, başka
zamanlar da biz sana yardımda bulunmamış mıydık? Başka ortamlarda da sana
lütuflarda bu-lunmuştuk, sana iyilikte bulunmuş, yardımımızı üzerinden eksik
etmemiştik. O gün seni yalnız ve yardımcısız bırakmayan biz şimdi mi
bırakacağız? Hayır hayır, sen bu konuda hiç tasalanma. Biz hep senin yanında ve
yardımızda olduk, burada da seni yalnız bırakmayacağız. Sen bize güven ve bizim
senden istediğimiz kulluğu yerine ge-tirmeye yönel, gerisini merak etme diyor
Rabbimiz. Tabi arkasında böyle bir Allah desteği olan bir kişi kimden ve neden
korkacak da? Kimden çekinip ürkecek de? Keşke müslümanlar güç kaynaklarının bir
farkına varmış olsalardı. Kimin safında olduklarının, kimin desteğinde
olduklarının bir bilincine ermiş olsalardı, elbette onlar şu içinde bulundukları
durumdan çok farklı olacaklardı. Ve tabi eğer bu silahı karşılarındaki kâfirlere
karşı bir kullanabilmiş olsalardı. Onlar da kiminle savaştıklarının, kime kafa
tuttuklarının bir farkına varabilmiş olsalkardı.
Hani hatırlasana ey Mûsâ, Biz senin
annene bir vahiyle vahy etmiştik. Demiştik ki annene onun için, çocuğun için bir
tabut yap. Mûsâ’yı o tabutun içine koy ve içindekini denize bırak. Deniz de onu
sahile taşısın. Bana da, ona da düşman olan biri onu alır diye annene vahy
etmiştik. Ey Mûsâ! Gözümün önünde yetişesin diye seni sevimli kılmıştım.
Düşünsene, hatırlasana. Yâni bilesin ki ey Mûsâ, Bizim sana olan lütfumuz,
rahmetimiz, nimetlerimiz sadece şimdi değil çok önceleri de Biz sana nimetimizi
ulaştırıyorduk, şu anda da Bizim rahmetimiz altındasın, bilesin ki yarın da bu
rahmetimizi senden esirgeyip uzak etmeyeceğiz.
Ezilen, köleleştirilen İsrâil
oğullarının arasında uzun zamandan beri, ta İbrahîm (a.s)'dan bu yana bir söz
dolaşıyordu. İsrâil oğullarının içinden İbrahîm (a.s) in torunlarından bir çocuk
çıkacak, bir Mûsâ dünyaya gelecek bu Mûsâ onları kölelikten kurtaracak,
Firavununun mülkünü yıkacak, saltanatını yerle bir edecek. Zulüm üzerine bina
edilen o sitemin defterini dürecek. İşte İsrâil oğullarının arasında yaygın olan
bu söz zalim Firavunların uykusunu kaçırıyor, aklını başından alıyordu. Alçak
Firavun da Mûsâ’nın gelmemesi ve sistemlerinin yıkılmaması için tedbirler
alıyordu. Bunun için de İsrâil oğullarından doğan bütün erkek çocuklarını
öldürüyorlardı. Bunlardan birisi mutlaka Mûsâ’dır diye, bir Mûsâ gelmesin diye
binlerce Mûsâ can veriyordu.
Sosyolojik bir tahlille diyoruz ki
aslında tüm egemen güçler, yeryüzündeki tüm hakim güçler, tüm müstekbirler, tüm
sömürgeci ve zalim güçler, yâni dünya üzerinde küfrü, şirki ayakta tutmaya devam
eden tüm tâğutî güçler ezdikleri, sömürdükleri, kanını emdikleri toplulukların
bir gün akıllarını başlarını alıp, tüm kelepçeleri ve prangaları çözüp
kendilerinden hesap sormak üzere karşılarına dikileceklerini biliyorlar.
Kesinlikle biliyorlar ki bir gün bu mazlumlar uyanacak ve kendilerinde hesap
soracaklar. İşte bunun bilincinde olan bu zalimler bunun korkusuyla hafakanlı
geceler ve korkulu rüyalarla bir ömür sürerler. Ha uyandılar ha uyanacaklar.
Zincirleri ha kırdılar ha kıracaklar, silahlarına ha davrandılar ha
davranacaklar diye ödleri kopmaktadır. Kesin bilirler ki bu köleler bir gün
uyanacak ve bir gün tüm bu zulümlerinin hesabını vermekle karşı karşıya
geleceklerdir.
Bu
sosyolojik kuralı bildikleri için aman bu İsrâil oğulları bize kafa tutacak
sayısal güce ulaşmasınlar, bu nüfuza ulaşmasınlar diye onların doğan erkek
çocuklarını öldürüyorlardı.
Ama bunu yaparken de şunu unutuyorlardı
zalim Firavun oğulları. Bu yasa Allah’ın yasasıydı. Yasayı koyan Allah’tı.
Onları bu akıllara durgunluk veren tedbirleri takdiri bozamayacaktı. Zulüm
ilelebet yaşamayacaktı. Ve daima mazlumlar, ezilenler, zulme uğrayanlar bir gün
Allah’ın yardımıyla zalimlerin hakkından geleceklerdi. Ve nitekim bakın Mûsâ
gelmesin diye binlerce Mûsâ’nın kanına giren Firavun bir gün Mûsâ’yı kendi
kucağında, kendi sarayında buluverecekti.
Evet öldürdüler Mûsâları, öldürdüler
İsrâil oğullu müslümanların erkek çocuklarını. O kadar çok kıyım yapıldı ki,
doğan bütün er-kekleri öldürünce de bu defa işlerinde çalıştıracak insan
kalmayıverdi. Kendilerine hizmet edecek, en kötü işlerde çalıştıracak bu
kölelerin sayısı azalınca, böyle bir korku gündeme gelince şöyle bir karara
vardılar. Dediler ki bunları bir yıl öldürelim ertesi da canlı bırakalım.
Böylece hiç olmazsa biraz biraz işlerimizi gördürecek köle bulabilelim. Evet
böyle yapıyorlar sağ bıraktıklarını da köleleştiriyorlardı. Onları en ağır
işlerde çalışmaya mecbur bırakıyorlardı. Ehram yapımı, inşaat işleri, tarla
tapan işlerinde hizmetçilik işlerinde çalıştırıyorlardı. Var-lıklarının tek
sebebi de işte buydu. Erkeklerinin kimileri öldürülüp kimileri de böyle ezilmeye
mahkum edilince de bu İsrâil oğullarının kadınları Firavun oğullarının elinde
oyuncak durumuna düşüyordu.
Elbette
erkekleri olmayan kadınlar toplum içinde tamamen iffetsiz ve hayasız hale
geliyordu. Ve işte bu uygulama devam ederken Mûsâ (a.s) nın annesi çocuğunu
dünyaya getirir. Tabii ölüm senesi, kıyım senesi dünyaya getirdiği için de
Mûsâ’nın annesi sıkıntılıdır. Cellatlar ha geldiler, ha gelecekler korkusu
içinde kıvranmaktadır. Çünkü mahallede kapı, kapı dolaşıyorlar ve haber
aldıklarını hemen öldürüyorlar. Düşünün bir kadın için, bir anne için daha yeni
dünyaya getirdiği bir çocuğunun gözleri önünde öldürülmesi, canciğer yavrusunun
öldürülmesine şahit olması onun için nasıl bir azaptır değil
mi?
Ama yeryüzünde Allah’la savaşa
tutuşmuş, yeryüzünde Al-lah’a hayat hakkı tanımayan, Allah’ı silmeye çalışan tüm
zalimlerin, tüm tâğutların özelliği işte budur. Ölsün Mûsâlar, ölsün müslümanlar
ve onların sistemleri, onların egemenlikleri devam etsin. Ne önemi var ki bu
ölenlerin? İsterse milyonlarcası ölsün, yeter ki onların hege-monyaları devam
etsin. Yeter ki bu çocuklara harcanacak paralar on-ların kursaklarına gitsin.
İşte şu anda da öldürüyorlar. Daha ana Rahîmlerine düşmeden propagandalarla
öldürüyorlar.
Ana
rahmine düşenleri öldürüyorlar. Doğanları dinsiz bıraka-rak, din eğitiminden
mahrum bırakarak, materyalist bir eğitim sisteminin kucağında öldürüyorlar,
öldürüyorlar, öldürüyorlar. Niye? Ama bu mar günün birinde sayısal çoğunluğa
ulaşıp ta bize kafa tutabilecek bir konuma gelmesinler diye. Firavunlar hiç
değişmiyor. Tüm Fira-vunlar, tüm zalimler böyle isterler. Önemli olan onların
zulüm ve sömürü düzenlerinin devamıdır.
Onlar istedikleri kadar öldürsünler,
onların bu tedbirleri Al-lah’ın takdirinin önüne geçemeyecektir. İşte o çocuk
dünyaya gelecek ve bu Mûsâ kendisinin gelmemesi adına öldürülmüş binlerce
Mûsâ’ların kanları kendi vücudunda timsalleşmiş olarak bir gün Firavunun
karşısına çıkıp hesap soracaktır. Ve sonunda yeryüzünün en güçlü devleti yerle
bir olacaktır. Çünkü Allah desteğindeki bir mü'min karşısında duran tüm dünya
bile olsa ne ifade edebildi ki? İşte bunu hatırlatır Rabbimiz Mekke’nin bir avuç
garibanlarına. Bunu hatırlatır Rabbimiz yirminci asrın mus’tazaf’larına. Ey
müslümanlar! En kötü şartlar altında bile olsanız üzülmeyin! İşte bu Allah
sizinle beraberdir! Siz ona lâyık kullar olduktan sonra korkmayın Allah size
yardım edecektir! müjdesi verilir hepimize.
Hem
de bugün siyah dünyasıyla, Afrika ve Asya dünyasıyla müslümanların bulunduğu
bölgelerde aynen dünkü Firavun oğullarının İsrâil oğullarının üzerinde
uyguladıkları bir yöntemle müslüman-ların çocuklarının öldürüldüğü, yeryüzünde
oluk oluk müslüman kanının akıtıldığı, müslümanların köleleştirilip
efendilerinin ülkelerinde en kötü şartlar altında çalıştırıldığı, müslüman
ülkelerin servetlerinin efendi ülkelere aktarıldığı bir dönemde bu âyetiyle
Allah müslümanlara bu mesajı veriyordu.
Ey
müslümanlar üzülmeyin bakın İsrâil oğulları içinden çıkan bir Mûsâ tek başına
Allah’ın yardımıyla Firavunlar sitemini yerle bir edip toplumunu kölelikten
kurtarmışsa sizin içinizden çıkacak bir kurtarıcı da size izzet ve şerefinizi
yeniden iade edecektir. Çünkü mülkün sahibi sadece Allah’tır. Onu kime
vereceğini çok iyi bilmektedir. Elverir ki Rabb’inizi Rab olarak tanıyın,
Rabb’inizin kitabını yegâne çözüm bilip ona yönelin.
Evet Mûsâ’nın annesi çocuğunu doğurur
ve şaşkınlık içinde ne yapacağını bilmez bir vaziyette kıvranırken Rabbimiz ona
vahy eder. Tehlikeyi sezdiğin an onu bir sandığa, bir sepetin içine koy ve Nil’e
terk et ve Rabb’ine tevekkül et. Tıpkı atan İbrahîm’in kucağında küçücük
İsmail’le birlikte ıssız bir çölün ortasında bırakıp giderken tevekkül ettiği
gibi. Hacer’in o çölün ortasında Allah’a güvendiği gibi. İşte Mûsâ (a.s) nın
annesi de Rabb’ine tevekkülünü gösteriyor ve ço-cuğunu bir sepetin içine koyup
Nil nehrine terk ediyor.
İşte
Rabbimiz Mûsâ’nın hiç haberinin olmadığı bu hadiseyi Ona anlatıyor. Ve buyuruyor
ki ey Mûsâ, kendimden bir sevgiyi Ben senin üzerine atıverdim. Gerçekten Benim
sana sevgim var. Ve unut-ma ki sen hep Benim gözetimim altında olacaksın.
Sürekli gözümün önünde, korumam altında olacaksın. Ben seni seviyorum ve
başkalarına da sevdireceğim.
Evet anası bıraktı onu nehre. Gitti,
götürdü onu nehir sahile. Sahilin kenarında da Firavunun sarayı vardır. Firavunu
ve hanımını gezintiye çıkarır Allah. Çünkü senâryoyu yazan, her şeyi takdir eden
Allah’tır. Bakıyorlar ki ilerden bir sepet geliyor kendilerine doğru. Yaklaştı,
yaklaştı baktılar ki içinde nûr topu gibi güzel mi güzel bir çocuk. Bunu gören
Firavunun karısı hemen çocuğu kucağına alır, çocuğu olmayan bir kadın şefkati ve
sevinciyle onu elinde hoplatmaya başlar ve al sana bir çocuk! Onunla gözün aydın
olsun! Diyerek çığlıklar atan Firavunun karısının sevinci gündemdedir. Mûsâ’yla
sevinip coşan, Allah tarafından sevgisi o çocuk üzerine düşürülen bir kadının
sevinç çığlıkları. Zalim Firavunun zalimliği üzerindedir o an. Senin gözün aydın
olsun kadın! O asla benim göz aydınlığım olamaz der. Ben böyle bir çocuktan göz
aydınlığı filan istemem diyen bir zalimin, bir bedbahtın, bir şakinin karısı
çocuğu kucağında sıkıca tutar ve ona sahiplenir.
Hani
Rabbimiz ey Mûsâ, Ben seni seviyorum ve seni sevdireceğim buyurmuştu ya, işte
sevdiriverdi o kadına. Evet kadının ısrarıyla çocuk alınır. Gerçekten de ilerde
o kadının gözü o çocukla aydın olacaktır. Ama bedbaht, zalim Firavunun gözü
onunla asla aydın ol-mayacak, o çocuk onun yıkılışına, kâfir ve zalim olarak bu
dünyadan göçüp gitmesine sebep olacaktır. Evet bir tarafta bu tablo, diğer
tarafta da çocuğunun âkıbeti konusunda merak içinde olan Mûsâ’nın annesi ve kız
kardeşinin tablosu var. Bakın Rabbimiz buyuruyor ki:
40.
“Kız kardeşin Firavunun sarayına giderek: "Ona bakacak birini size göstereyim
mi? diyordu. Böylece, annen üzülmesin, sevinsin diye, seni ona iade etmiştik.
Sen bir cana kıymıştın, seni üzüntüden kurtarmış ve seni birçok musîbetlerle
denemiştik. Bunun için Medyen halkı arasında yıllarca kalmıştın. Sonra, ey Mûsâ,
peygamberlik görevini yüklenecek bir yaşa gelince dönüp
geldin.”
Hani
hatırlasana, sen nehre bırakıldığın zaman kız kardeşin yürüyor, seni takip
ediyor, seni araştırıyordu. Annen senin arkandan kız kardeşini yollamıştı da o
seni takip ediyordu. Ve sen Firavunun sarayına girince orada hiçbir kadının
göğsünü almıyordun, kimsenin göğsünden süt emmiyordun da, çünkü biz başka
kadınların sütünü sana haram etmiştik de böylece seni annene döndürmek
istiyorduk. Seni senin için yanıp tutuşan öz annenle buluşturacaktık. Biz böyle
takdir etmiştik. Bu işi Biz ayarladık. Seni takip eden kız kardeşin saraya
girerek dedi ki bu çocuğu emzirecek, bu çocuğa tekeffül edecek bir aile
tanıyorum, onu size haber vereyim mi? Bu konuda size delalet edeyim mi? Böylece
annen üzülmesin, sevinsin istedik. Haydi şimdi ananın gözü aydın olsun. Annen
üzülmesin diye seni ona döndürdük. Seni annenin sütüyle besleyip Bizim gücümüzü,
kudretimizi, her şeye kadir olduğumuzu, her şeye egemen olduğumuzu Firavuna ve
tüm dünyaya gösterelim diye işte böyle yaptık.
Varsın zalim Firavun tedbirler alsın.
Varsın yasa çıkarsın tüm müslüman çocuklar ölecek diye. Allah da yasa koyuyor
Mûsâ doğacak diye. Allah da yasa koyuyor Mûsâlar galip gelecek diye.
Fira-vunlar, zalimler, despotlar, Allah düşmanları yok olacak diye. Bakın
bakalım kimin gücü geçerli? Bakın bakalım kimin yasası geçerli? Fi-ravun mu?
Firavunlar mı? Allah düşmanları mı? Yoksa Allah mı? Kim egemen? Kim güçlü? Kimin
elindedir hâkimiyet? İşte yeryüzünün en güçlü ordusuna, en güçlü askerine sahip
bir Firavun ve kendisini yı-kacak çocuk kucağında büyüyor. Kendisini yıkacak
çocuktan habersiz. Tüm zalimlerin bir gün kendi açtıkları okullarda yetişenlerin
kendilerini yıkacaklarından hiç şüpheleri olmasın. Bu bir Allah yasasıdır ve hiç
kimse ne tedbir alırsa alsın, bunun önüne geçemeyecektir.
Tur’un eteğindeki konuşma devam ediyor.
Rabbimiz buyuruyor ki, ey Mûsâ sen orada, Firavunun sarayında büyümüştün de
gençlik yıllarında Firavunun adamlarından bir adam öldürmüştün bundan dolayı Firavundan korkarak keder ve
sıkıntı içine düşmüştün de seni bu gam ve kederden kurtarmıştık. Seni bu
sıkıntılı dönemlerden geçirmiş ve hepsinden kurtarmıştık. Onun için yıllarca
Medyen ehli içinde kalmıştın. Orada Şuayb peygamberin yanında on yıl çobanlık
yapmıştın. Saraydan, Firavunun yanından çobanlığa döndürdük seni. Bunu biz
yaptık. Çobanlıkla seni eğittik. İlerde mazlumları, köleleri eğitme deneyiminden
geçirdik seni. Çölde açlığa, susuzluğa, mahrumiyete katlanmaya alıştırdık seni.
Eğer sarayda peygamber olsaydın o zaman asla yoksul, gariban insanların
dünyalarını bilemeyecektin. Onlarla birlikte böyle bir özgürlük kavgasının içine
giremeyecektin. Böyle bir kavgayı götüremeyecektin. İşte bunun için seni sarayda
büyüttük ama çöle getirdik. Ve şimdi bu olgunluğu kazandırdıktan sonra seni
oraya gönderiyoruz. Ve işte ey Mûsâ, peygamberlik görevini yüklenecek bir yaşa
gelince dönüp oraya gidiyorsun. İşte bir kader, bir yasa ile, bizim emrimizle
tekrar ayrıldığın ülkeye dönü-yorsun.
41.
“Seni kendim için ayırdım.”
Bilesin
ki seni nefsim için, kendim için seçtim. Seni seçtikle-rimden kıldım. Seni
peygamber yaptım. Seni elçiliğime kabul ettim.
42. “Sen ve
kardeşin, âyetlerimle gidin; Beni anmakta gevşek
davranmayın.”
Sen
ve kardeşin âyetlerimle git. Benim zikrimden de asla gafil olma. Sakın Beni
unutma. Sakın Benim âyetlerimden, Benim kulluk programımdan gaflet içinde olma.
Sürekli beni yücelt ve benimle yücelmeyi hedef bil. Sakın Ben konusunda, Benim
arzularım konusunda gevşek davranma. Hep Beni hatırla, hep Bana güven, hep Benim
desteğimi yanında bil, hep Bana kul ol, hep Beni dinle, hep Bana yalvar yakar,
haydi yolun açık olsun.
Tur’daki zirve, Tur’daki konuşma burada
sona eriyor. Eğer Rabbimizin âyetleri arasındaki boşlukları kitabımızın başka
âyetleri aracılığıyla dolduracak olursak, tabii en doğrusunu Allah bilir, şöyle
diyeceğiz: Mûsâ (a.s) Tur’un ilerisinde bıraktığı eşine ve çocuklarına döner.
Onları oradan alıp Mısıra doğru hareket eder. Mısırda kardeşi Harun’u bulur. Ona
başından geçenleri bir bir anlatır. Harun’un da Allah tarafından bir peygamber
olarak görevlendirildiğini kendisine müjdeler. Ve işte bundan sonra Rabbimiz
artık ikisine birden tekrar görevlerini hatırlatmak üzere şöyle
seslenir:
43. “Firavuna
gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya
korkar.”
Ey
Mûsâ ve ey Harun, ikiniz birlikte Firavuna gidin, çünkü az-mış, tâğutluk yoluna
girmiştir. Evet her ikisine birden bir emir verilir. Gidin, o azgınlaşmış, haddi
aşar olmuştur. Ona gidin ve yumuşak söz söyleyin. Hak söz söyleyin. Doğru söz
söyleyin ama bunu yumuşak bir tarzla söyleyin. Çünkü o zaman belki O nasihatten
faydalanır, belki aklını başına alır da kurtulanlardan olur. Evet iki şerefli
Allah elçisi bir şerefsizin ayağına gönderiliyor. Öyleyse bizler de şu anda
böyle şerefsizlerin ayağına gitmek zorundayız. Gideceğiz bizler de çağdaş
Firavunlara. Ama şu iki şeyi unutmayacağız.
1:
Allah adına gideceğiz, Allah’ın âyetleriyle gideceğiz.
2:
Onlara kavl-i leyyin söz söyleyeceğiz. Hak söz söyleye-ceğiz, İslâm sözü
söyleyeceğiz ama yumuşak söyleyeceğiz. Onları kırıp dökmeyeceğiz.
Birinciye
bir daha dikkat çekeyim. Gittiğimiz yere Allah’ın âyetleriyle gideceğiz.
Elimizde kitapla gideceğiz. Konuşacaklarımız kitaptan olacak. Konuşmalarımızı
kitapla destekleyeceğiz. Kendi plan ve projelerimizle, kendi fikirlerimizle
gitmeyeceğiz. Böyle yaparsak, onları Allah’la, Allah’ın âyetleriyle karşı
karşıya getirebilirsek kesinlikle bilelim ki karşımızdaki Firavun bile olsa
erimek zorunda kalacaktır. Allah’tan bu
emri alan Mûsâ ve Harun dediler ki:
45. “Mûsâ ve
kardeşi: "Rabbimiz! Onun bize kötülük etmesinden veya azgınlığının artmasından
korkarız" dediler.”
İkisi
dediler ki, Rabbim Onun bize azgınlık yapmasından, kö-tülük yapmasından,
zulmetmesinden korkuyoruz. Zaten bu Firavun bizim neslimizi yok etmiş, bizim
ailemize olmadık zulümleri, işken-celeri reva görmüş, toplumumuzu köleleştirmiş,
ailemize dünyasını zindan etmiş yeryüzünde eşi benzeri görülmemiş bir zalimdir
O. Onun için biz korkuyoruz Ondan. Bizi dinlemeyeceğinden, bizi kale
almayacağından, bize değer vermeyeceğinden korkuyoruz. Bu durumda biz ne yapalım
ya Rabbi? Elimizden ne gelir? diyerek her ikisi de korkmaya, korkularını izhâr
etmeye başladılar.
Tabii
korkmaya da hakları vardı. İkisi de köle bir toplumun, yıllar yılı ezilmiş, her
şeylerini kaybetmiş bir toplumun üyesiydiler. Ve şimdi böyle hiç bir
yardımcıları, hiçbir güçleri ve destekleri olmayan iki garip insanın O zalimin
sarayına girmeleri bile imkânsız. Düşünebiliyor musunuz? O kadar askeri, o kadar
muhafızı atlatıp saraya gi-recekler ve onları İslâm’a, Allah’a kulluğa dâvet
edecekler. Bunun zorluğunu bildikleri için Allah’a iltica ediyorlar. Rabbimiz
buyuruyor ki bakın:
46,48.
“Allah: "Korkmayın, Ben sizinle beraberim; görür ve işitirim. Ona gidin şöyle
söyleyin: "Doğrusu biz senin Rabb’inin elçileriyiz. İsrâil oğullarını bizimle
beraber gönder, onlara azap etme; Rabb’inden sana bir mûcize getirdik; selâm,
doğru yolda gidene olsun! Doğrusu bize, yalanlayıp sırt çevirene azap edileceği
vahiy olundu.”
Evet
işte Allah desteği. Korkmayın, çekinmeyin Ben sizinle beraberim. Ben sizi
görüyorum, sizi işitiyorum, siz yolunuza devam edin Ben sizin desteğinizdeyim,
arkanızdayım. Allahu Ekber! Allahu Ekber! Bunu duyan bir insan artık korkar mı?
Allah desteğinde olan bir insan artık neden? Kimden çekinecek de?
Korkmayacaklar, ürkmeyecekler, emin bir şekilde saraya girecekler, Firavunun
karşısına dikilecekler ve her şeyin, herkesin sahibinin yardımıyla yeryüzünün en
güçlü, en zalim insanını devirecekler.
Gidin Ona ve deyin ki: Firavun, biz
senin Rabb’inin elçileriyiz. Biz senin Rabb’in adına geliyoruz. Bizi sana
görevlendiren, bizi sana ve toplumuna gönderen Rabb’indir. Biz kendi kendimize
gelmedik, söyleyeceklerimiz kendimizden değildir. Kendi fikirlerimizle, kendi
planlarımızla gelmedik sana. Biz Allah’ın elçileriyiz. Şu köleleştirdiğin, şu
ırzlarını, namuslarını kullandığın, şu alın terlerini istismar ettiğin, şu
kanlarını emdiğin İsrâil oğullarını bize ver, artık onlar kölelikten,
sömürülmekten kurtulup özgür olsunlar. Çek artık şu gariban müslümanlardan
elini. İn artık onların sırtından. Bitsin artık onlara yaptığın zulümler. Yeter
artık kanlarını emdiğin. Yeter artık onları soyup soğana çevirdiğin.
Eğer
sen kendin müslüman olmazsan bile, zalimliğine, azgın-lığına, kan içiciliğine,
tâğutluğuna, Allah’la savaşına devam edeceksen bile, şu müslümanları serbest
bırak ta onlar kendi hayatlarını yaşasınlar. Bırak onları kendi inandıkları gibi
yaşasınlar. Vazgeç bu garibanları kullanmaktan. Vazgeç bu garibanları Allah’a
kulluktan ko-parıp kendi yasalarına kulluğa zorlamaktan. Bırakıver yakalarını da
istedikleri gibi inansınlar, istedikleri gibi giyinsinler, istedikleri gibi
davransınlar. Onlara azap etmekten elini çek deyin.
Bizler Allah’ın elçileri olarak sana
Rabb’inden bir âyetle geldik. Sana Rabb’inin âyetlerini getirdik. Selâm,
selâmetlik, esenlik, kurtuluş hidâyete tabi olanların üzerine olsun deyin. Yine
Ona deyin ki, bize Rabbimizden vahiy olundu ki azap yalanlayan, yalan sayan, yok
farz eden, kaale almayan ve tevella yapan, Allah’tan yüz çeviren, Allah’ın
âyetleriyle, Allah’ın elçileriyle ilgilenmeyen kimselerdir. Böyle davrananlar
Allah’ın azabını beklesin diye vahiy olundu bize. Gidin ve böylece söyleyin Ona.
Siz Benim dediğim gibi yapın, benim dediğim gibi söyleyin, gerisini düşünmeyin,
gerisini siz Bana bırakın.
Gerçekten de büyük bir cesaret isteyen
bir göreve sevk ediyordu Rabbimiz onları. Yâni herkesin, her babayiğidin harcı
değildi bu iş. Firavun çok güçlüydü, ama Allah Ondan daha güçlüydü. Firavunun
askerleri, orduları vardı ama onlar da Allah desteğini almışlardı. Gidecekler ve
ülkesinde Rab’lik iddiasında bulunan, İlâhlık iddiasında bulunan, herkesi önünde
secde ettiren, herkesi kendi yasalarına itaat ettiren, herkesi kendisi gibi
inanmaya, kendisi gibi düşünmeye, kendisi gibi yaşamaya boyun büktürmüş bir
zalime biz senin Rabb’inin elçileriyiz, biz Ondan ve Onun adına geliyoruz
diyecekler, Onu İslâm’a çağıracaklar, tâğutluğundan vazgeç diyecekler, değilse
sen bilirsin, eğer iman etmezsen Allah’ın azabını bekle diyecekler. Selâm
hidâyete tabi olanlara, azap ta zalimlere diyecekler. Yaşasın senin gibi
zalimlere, despotlara azap diyecekler.
Evet
diyecekler ki ona, ey Firavun, şu müslümanların yaka-sından elini çek
diyecekler. Yeter onlara kan kusturduğun diyecekler. Yeter onları yakın takibe
alıp sorguladığın, fişlediğin diyecekler. Çekil kenara ve vazgeç bu garibanlara
tasalluttan diyecekler. Çekil kenara ve kendi hayatını yaşa diyecekler. Bırak bu
beyazıyla, siyahıyla üzerlerine egemenlik kurup yok ettiğin müslümanları
diyecekler.
Allah’ın kutu elçilerinin Allah
desteğinde ellerini kollarını sallaya sallaya saraya girişleri, Firavunla
karşılaşmaları, Firavunun karşına dikilmeleri kitabımızın başka sûrelerinde
anlatılır. Bakın konuşmaları başladı bile. Onların bu tekliflerini duyan Firavun
onlara diyor ki bakın:
49. “Firavun:
"Mûsâ! Rabb’iniz kimdir? " dedi.”
Şu
sizin Rabb’iniz kim? Ey Mûsâ bir Rabb’ten filan söz ettin. Biz Onun elçileriyiz
filan dedin. Sahi kim bu Rab? Sizin benden başka kanun koyacak, yasa
belirleyecek, hayat programı tespit edecek, insanların ne yapacaklarını, nasıl
bir hayat yaşayacaklarını, nasıl gi-yineceklerini, nasıl düşüneceklerini, nasıl
inanacaklarını belirleyecek benden başka bir İlâh, benden başka bir Rab mi var?
Bu ülkede bütün bu konularda yasa yapacak benden başka kim var? Sizin benden
başka bir Rabb’iniz mi var? Bu ülkede yasa koyacak, kendisine itaat edilecek,
yasalarına teslim olunacak, sözü dinlenecek benden başka kim var? deyince bakın
Mûsâ (a.s) dedi ki:
50. “Mûsâ:
"Rabbimiz her şeye ayrı bir özellik veren, sonra doğru yola eriştirendir"
dedi.”
Dedi
ki Rabbimiz. O her şeyin sahibi ve mâlikidir. Her şeyi ya-ratan, her şeyi var
eden, her varlığa her şeyi verendir. Herkesi yaratan ve onlara yol gösteren
Odur. Yarattığı varlıkların hiçbirisini yolsuz, yordamsız, kanunsuz, programsız
bırakmayandır O Allah.
51. “Firavun:
"Öyleyse önceki nesillerin durumu ne olur? " dedi.”
Firavun
dedi ki, ey Mûsâ, o zaman öncekilerin durumundan ne haber? Yâni senin bu dâvetin
önceki toplumlarda, önceki dönem-lerde yoktu. Söylesene önceki asırların durumu
ne olacak o zaman? Önceki toplumların durumu neydi? Onlardan haber ver bakalım
sen diyor. Çünkü Firavunların tarif felsefelerinde peygamberler yoktur,
peygamberlere yer yoktur.
Firavunların
tarih perspektiflerinde ne Adem var, ne Nuh var, ne İbrahîm var. Onların
yazdıkları, okudukları, bildikleri tarih peygambersiz bir tarihtir. Onların
tarihlerinde ne Allah var ne de peygamber. Onların oluşturdukları tarihlerinde
ne vahiy var, ne de din var. İşte gö-rüyoruz Firavunların okuttukları tarih
kitaplarını. Meselâ Mısır tarihinden söz edilir, ama hiçbir an, bir satır bile
olsa, bir sayfa, bir cümle bi-le olsa Mısırı Mısır yapan Hz. Yusuf’tan, Hz.
Mûsâ’dan söz edilmez.
Veya
genel tarihten, insanlık tarihinden söz edilir, ama bu tarihin baş imamları, baş
mimarları olan peygamberlerden bir satır bile söz edilmez. Peygambersiz,
vahiysiz, kitapsız bir insanlık tarihi gündeme getirilir. Materyalist tarih
felsefesinde tarihten söz edilir, ama hep saraylardan, köşklerden, yapılardan,
yapıtlardan söz edilir.
Veya
tarihten söz edilirken sadece savaşlardan, vuruşmalar-dan söz edilir, ama
insanların inanışlarından, dinlerinden, yaşayışla-rından söz edilmez.
Veya
tarihten söz edilirken sadece idarecilerden, ezenlerden, önde gidenlerden,
zalimlerden, despotlardan söz edilir, onların tarihlerinden söz edilir, ama
mazlumların, mustaz’afların, garibanların, ezi-lenlerin tarihinden söz edilmez.
İşte böyle bir tarih felsefesine sahip olan Firavun Mûsâ (a.s)’ı tarihle
sorgulamak istiyor. Çünkü Firavunlar kendi tarihlerini kendi mantıklarına göre
yazıyorlar. Kendi materyalist anlayışlarına göre yazdırıyorlar.
Evet işte Firavun bu materyalist tarih
felsefesine dayanarak, ey Mûsâ sen nereden çıktın? Tarihte senin gibilerden hiç
bahis yok. Sen bütün bunları kendi kendine uyduruyorsun diyerek Mûsâ (a.s)’ı
susturmayı deniyor. Onun bu sözleri karşısında Mûsâ (a.s) diyor
ki:
52,53.
“”Mûsâ: "Onların bilgisi Rabb’imin katında yazılıdır. Rabbim şaşırmaz ve
unutmaz. Sizin için yeryüzünü döşeyen, yollar açan, gökten su indiren O'dur.
"Biz o su ile türlü türlü, çift çift bitkiler
yetiştirdik.”
Onu
Rabbim bilir. Onun bilgisi her şeyi bilen Rabb’imin yanın-dadır. Şüphesiz ki
Rabbim şaşırmaz, yanılmaz. Bilgi Ondandır, bilginin kaynağı Odur.
Mûsâ (a.s) Firavuna şöyle diyerek cevap
vermez: Ey Firavun sen yanılıyorsun, sen bunu bilmiyorsun. Bak ilk çağlarda
Adem, Nuh, Hûd, Sâlih vardı. Allah onları kendi toplumlarına peygamber olarak
göndermişti. Onların toplumları peygamberlerine karşı şöyle şöyle davrandılar,
Allah’ın elçilerini dinlemediler, Allah’la ve elçileriyle savaşa tutuştular da
Allah da onların tümünü helâk etti demiyor da onu Allah bilir diye cevap
veriyor. Çünkü öyle deseydi o zaman Firavun di-yecekti ki hayır bunları sen
kendin uyduruyorsun. Bunu çok iyi bilen peygamber anlatacağını Allah’a râci
olarak ortaya koyuyordu. Öyle bir cevap veriyor ki Allah’ın elçisi, karşısındaki
ne diyeceğini şaşırıyor.
Bakın
dedi ki, o sözünü ettiğin ilk çağların bilgisi, tarihin bilgisi ve yorumu
Allah’a aittir. O bilgi Rabb’imin yanında bir kitaptadır. O Rabbim ki ne
yanılır, ne de unutur diyerek karşısındakini direk Allah-la, Allah bilgisiyle
karşı karşıya getiriyor. Taa ki reddedecekse Allah’ı reddetsin, kabul edecekse
Allah’ı kabul etsin. Evet o ilk çağların bilgisi Rabb’imin yanındadır. Bu sualin
cevabı Kasas’da şöyle veriliyor: Gerçekten biz o ilk çağlarda senin gibi küfürde
direnenleri helâk ettik deniyor.
O, sizin için yeryüzünü döşeyen, yollar
açan, gökten su indirendir. Biz o su ile türlü türlü, çift çift bitkiler
yetiştirdik. İşte tarihin bilgisi tarihin sahibi olan, zamanın sahibi olan böyle
bir Allah yanındadır.
54. “İster
yiyin, ister hayvanlarınızı otlatın, onlarda akıl sahipleri için şüphesiz
dersler vardır.”
Yiyin
için. İster kendiniz yiyin, ister hayvanlarınızı otlatın. Biz bunları sizin için
yarattık, sizin hizmetinize sunduk. Muhakkak ki bunda akıl sahibi, aklını
kullanan, düşünen insanlar için dersler, ibretler vardır.
55. “Sizi
yerden yarattık, oraya döndüreceğiz, sizi tekrar oradan
çıkaracağız.”
Sizi
yarattık, sizi o yerden yarattık, yeryüzünde yarattık ve sizi oraya
döndüreceğiz. Sizi topraktan yarattık tekrar öldürüp toprağa döndüreceğiz. Sonra
oradan sizi bir daha diriltip çıkaracağız. Evet sizi dünyada topraktan yarattık.
Yaratıldınız, var edildiniz, yaşayacaksınız bir süre, dünya sizin olacak, sonra
öleceksiniz, öldüreceğim sizi, sonra tekrar diriltilip hesaba çekileceksiniz.
Yaşadığınız hayatın hesabını ödemek ve yaptıklarınızın karşılığını görmek üzere
huzuruma getirileceksiniz.
56,58.
“Andolsun ki Firavuna bütün delillerimizi gösterdik de yalan sayıp kabulden
çekindi ve: "Ey Mûsâ! Sihirbazlığınla bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?
Şimdi biz de seninkinin benzeri bir sihri sana göstereceğiz. Bizimle senin
aranda bir vakit tayin et ki sen de biz de düz bir yerde bulunalım da
caymayalım" dedi.”
Biz
Ona bütün âyetlerimizi gösterdik, ama O tüm âyetlerimizi yalan saydı, yok farz
etti, kabul etmedi, inanmak istemedi, boşa çıkardı âyetlerimizi.
Rabbimizin anlattığı asa âyeti, yed-i
beyza âyeti ve bunların dışında daha pek çok âyet sundu Rabbimiz onlara, ta ki
akılları başlarına gelsin de iman etsinler diye. Meselâ Allah o topluma tufan
gönderdi. Mahvoldular, kahroldular ve Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ’ya gelip: Ey
Mûsâ! Allah’la aranızdaki ahit hatırına, ya da seninle bizim aramız-daki ilişki
hatırına Rabb’ine bir dua ediver de Rabb’in şu belâyı üzerimizden kaldırsın biz
de o zaman senin getirdiğin hidâyet hediyesini kabul edelim dediler. Hz. Mûsâ
dua etti, Rabbimiz o tufan belâsını üzerlerinden kaldırdı, ama yine iman
etmediler. Sonra Allah onların üzerine kurbağa yağdırdı. Evlerinin içi,
yiyecekleri ve tüm hayatları kurbağa ile doldu. Hemen gelip Hz. Mûsâ’dan
Rabb’ine dua etmesini isterler. Hz. Mûsâ dua etti, Allah bu belâyı da kaldırdı
ama onlar yine iman etmediler.
Sonra
Rabbimiz onların üzerlerine çekirgeler sürüsünü gönderdi. Tarlalarındaki
mahsulleri çekirgeler sürüsünün istilasına uğrayınca yine Hz. Mûsâ’nın dua
etmesini istediler. Hz. Mûsâ yine dua etti Allah onu da kaldırdı. Sonra Rabbimiz
onlara bit gönderdi. Öyle ki tüm vücutları, tüm yatak ve yorganları, tüm
ambarları ürünün defterini düren bitlerle doluverdi. Mûsâ (a.s) yine dua etti ve
Allah onu da kaldırır. Arkasından onlara kan gönderdi Rabbimiz. Her şeyleri kan
olur. Ekmeğe el atarlar kan, suya el atarlar kan, tüm yiyecek ve içecekleri kan
haline geliverdi. Fakat işin garibi bütün bu gelenler Mısırda yaşayan Firavun
oğullarına geliyordu. Aynı şehirde yaşayan İsrâil oğullarına hiç bir şey
olmuyordu. İsrâil oğulları bunların hiç birisinden etkilenmiyorlardı.
Evet
bütün bu âyetleriyle uyardı Rabbimiz Firavun ve toplu-munu ama onlar bu âyetlere
iman etmediler. Bütün bunların bir si-hirden ibaret olduğunu söylediler.
Ey Mûsâ, bu sihirlerinle bizi
yurdumuzdan çıkarmaya mı gel-din? Bizi buradan çıkarıp ta sen mi
sahipleneceksin? Senin bizim ül-kemizde, bizim iktidarımızda gözün mü var?
Devletimize, vatanımıza göz mü diktin? Sen bizim devletimizi yıkmaya
çalışıyorsun dediler. Şimdi biz de seninkine benzer bir sihir getireceğiz. Sana
karşı senin sihrine benzer bir sihirle karşı çıkacağız dediler. Böylece senin
sihrini yok edecek, sana üstün geleceğiz dediler. Haydi bizimle kendin aran-da
bir gün belirle. Bir gün seç. O güne ne biz ne sen muhalefet etmeyelim. O günde
duralım, o herkesin görebileceği geniş bir meydan ol-sun.
59. “Mûsâ:
"Buluşma zamanımız sizin bayram günü-nüzde, insanların toplandığı kuşluk
vaktidir" dedi. Firavun döndü, tuzaklarını toplayıp o gün
geldi.”
Mûsâ
(a.s) dedi ki buluşma yerimiz, karşılaşma alanımız, savaş meydanımız, vaatleşme
vaktimiz sizin bir bayram gününüz olsun. İnsanların tamamının toplandığı bir
kuşluk vakti olsun. Kuşluk vakti, herkesin gözünün kulağının açık olduğu,
zihinlerinin dinlengin olduğu bir vakitti. Toplanacakları vakit o vakitti.
Firavun hesapların içine girdi. Şehirlerine toplayıcılar gönderdi. Ülkesinin en
ücra köşesine kadar sisteminin en iyi savunucularına haberciler gönderdi. Gelin
ey sihirbazlar, toplanın, eğer galip gelirsek hem sizler kurtulacaksınız, hem
ülke kurtulacak, hem ben kurtulacağım. Hem de sizin ülkenize, sizin vatanınıza,
sizin devletinize göz diken Mûsâ’nın işini böylece bitirmiş olacağız
diyordu.
Evet o gün geldi. Sihirbazlar toplandı.
Bunlar Firavun sisteminin yetiştirdiği, kendilerine paye verdiği, başı daraldığı
zaman sistemi korumak, müdafaa etmek üzere çağırdığı proflar, ekonomistler,
hukuk uzmanları, sanatkarlar ve her sahada uzman kimselerdi. Sihir, si-hirbaz
Mûsâ karşısında Firavunu, Mûsâ’nın getirdiği vahiy karşısında, Allah’ın
gönderdiği hayat programı karşısında Firavun sistemleri savunan, yâni hakkı
bâtıl, bâtılı hak gösterme kavgası veren, Allah ve peygamber karşıtı anlayışları
ayakta tutmak üzere sahip oldukları ilim dallarını ustaca kullanan kimselere sihirbaz, bunların
yaptıkları bu işe de sihir denir.
Allah’ın
dinine karşı Firavunî sistemleri ayakta tutmak için çırpınan kimselere sihirbaz
denir. Bunlar Allah dini karşısında
ellerindeki tüm bilgileri, tüm imkânlarını Firavunî sistemi haklı
çıkarmak ve ya-şatmak üzere kullanırlar. Meselâ adam şairdir, edebiyatçıdır.
Eğer bu adam sahip olduğu edebiyat bilgisini İslâm dâvâsı karşısında Firavunu ve
Firavunî sistemi ayakta tutma adına kullanıyorsa işte bu adam sihirbazdır.
Meselâ adam sanatkardır ve bu sanatını Firavunun hizmetinde kullanıyorsa bu adam
da sihirbazdır.
Veya
adam bir dalda doçenttir, prof’tur, hukuk bilgisine sahiptir, teknik bilgilere
sahiptir ve bu bilim dalıyla Firavun sistemini des-tekliyorsa, Mûsâ’yı ve Mûsâ
gibileri, müslümanları yalancı çıkarma kavgası veriyorsa, halkın gözünü boyama
kavgası veriyorsa bunlar da sihirbazdır.
Şarkıcılar
böyledir, tiyatrocular böyledir, para babaları böy-ledir, medya böyledir. Zaten
sihir; beyazı siyah, siyahı beyaz, hakkı bâtıl bâtılı hak gösterme el
çabukluğudur ve bunu yapan herkes sihirbazdır. Mûsâ’yı Firavun, Firavunu Mûsâ
gösteren herkes sihirbazdır. Kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan bir sistemi
hak, Allah’ın yasalarına bağlı İslâm sistemini de bâtıl göstermeye çalışan bu
uğurda sa’y eden herkes sihirbazdır. Karıyla kocanın arasını ayıran, kardeşi
kardeşe düşman yapan, farklı farklı hiziplere ayırarak müslü-manları
birbirleriyle vuruşturan demokrasiyi hak İslâm’ı da bâtıl gös-termeye çalışan
herkes sihirbazdır. İnsanın insana kulluğu anlamına gelen demokrasiyi savunan,
bu sistemin en güzel bir sistem oldu-ğunu, insanların saadetini temin eden bir
sistem olduğunu savunan herkes sihirbazdır.
Evet topladı Firavun sihirbazlarını.
Bunlar hep birlikte birbir-lerine destek vererek sistemi tehdit eden Allah
elçisiyle mücâdele verecekler. Tabii ya, ne için yetiştirmişti sistem bu
adamları? Ne gü-ne besliyordu sistem bunları? Böyle bir zamanda da
gelmeyeceklerdi de ne zaman geleceklerdi bu adamlar? Evet hepsi toplanıp Firavun
sisteminin devamı için mücâdele vereceklerdi Allah’la ve Allah elçisiyle.
Toplandılar bir bayram günü. Herkes oradaydı. Firavun ve saray erkanı, Firavun
oğulları, hakim güç ve Mûsâ (a.s) nın toplumu köle İs-râil oğulları, köleler de
oradaydı. Ve Firavunun destekçisi tüm sihirbazlar orada. Hepsi de Allah elçisine
karşı fikir birliği, güç birliği oluşturdular. Karşılarında Mûsâ ve Harun.
Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s) sihirbazlara dedi ki:
61. “Mûsâ
onlara: "Size yazıklar olsun! Allah'a karşı yalan uydurmayın, yoksa sizi azapla
yok eder. Allah'a iftira eden hüsrana uğrar" dedi.”
Yazıklar
olsun size ey sihirbazlar. Allah’a karşı yalan uydur-mayın. Allah’a iftira
etmeyin. Allah hakkında yalan söylemeyin. Al-lah-a ait olan yetkileri şu adama
vermeyin. Değilse bilesiniz ki Allah göndereceği bir azapla sizin kökünüzü
kurutur. Allah’a iftira edenlerin so-nu mutlak felâkettir. Bunu bile bile
Allah’a karşı şu zalimi savunma-yın. Sizler de biliyorsunuz ki şu Firavun Allah
kullarından bir kuldur. Kulu Allah yerine koymayın dedi.
Mûsâ (a.s) nın bu son derece açık ve
net sözleri karşısında si-hirbazlar etkilenip temellerinden sarsıldılar.
Karşılarındaki insanın ne olduğunu? Neye çağırdığını? Kendilerinin ne
olduklarını? Kime hizmet ettiklerini? Ne adına orada bulunduklarını? çok iyi
biliyorlardı. Tüm çabaları, tüm kaygıları bir Allah düşmanından aparacakları üç
beş kuruşluk bir dünya menfaatinden başka bir şey değildi. İşte bunun için Allah
elçisinin karşısındaydılar. İşte bunun için Firavunun yanındaydılar. İşte bunun
için Allah kullarını Firavuna ve Firavun sistemine itaate çağırıyorlardı. İşte
bunun için Allah’la ve elçileriyle savaşa tutuşuyorlardı. Tüm dertleri buydu.
Kendi konumlarını çok iyi bil-dikleri için Allah elçisi Hz. Mûsâ’nın bu hak
uyarısı karşısında sarsıldılar, irkildiler. Ve hemen kendi aralarında bir durum
değerlendirmesi yaptılar.
62,64.
“Sihirbazlar işi aralarında tartıştılar ve konuşmalarını gizli tuttular. “Mûsâ
ile Harun'u göstererek: “Bu iki sihirbaz, sihirleriyle sizi yurdunuzdan
çıkarmak, sizin en üstün dininizi ortadan kaldırmak istiyorlar; onun için
tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra sırasıyla gelin. Bugün üstün gelen
başarıya erecektir" dediler.”
Gizlice
bir toplantı yapıp durum değerlendirmesinde bulundu-lar. Sonra okuduğumuz bu
sûrede anlatılmayan, kitabımızın başka sûrelerinde anlatılan bir talepleri oldu
Firavundan. Dediler ki ey Firavun, şimdi bu Mûsâ’ya karşı biz galip gelirsek,
Mûsâ karşısında seni ve sistemini galip getirirsek, insanların gözünde Allah’ı,
Allah’ın elçisini, Allah’ın sistemini küçük düşürüp seni ve sistemini
kurtarırsak karşılığında bize ne var? Bize nasıl bir mükâfat vaat edeceksin?
dediler.
Tek endişeleri ceplerini doldurmaktı. Başı
darda olan Firavun, Allah elçileri karşısında sistemi tehlikede olan Firavun
dedi ki, sizler Mukarrabundansınız. Size her şey var, yeter ki sizler Mûsâ
karşısın-da beni bir temize çıkarın.
Yeter
ki sizler Allah dini karşısında, Allah sistemi karşısında benim sistemimi
yıkılmaktan bir koruyun. Ne isterseniz sizindir. Banka kredileri, teşvik
primleri, fabrikalar, müdürlükler, genel müdürlükler, bakanlıklar, dekanlıklar,
hepsi hepsi sizindir.
Yeter
ki sizi ülkenizden çıkarmak isteyen, sizin örnek dininizi, örnek sisteminizi
yıkmak isteyen şu iki sihirbazı bir yenin, bir mat edin, bir susturun, bir
mağlup edin, gerisini hiç düşünmeyin dedi. Artık tüm dünyanın sahiplendiği, tüm
dünyaya ihraç ettiğimiz, tüm dünyaya kabul ettirdiğimiz, tüm dünyaya mal olmuş
şu sistemimizi reddeden bizi Allah’a kulluğa çağıran şu iki insanın işini
bitirin dedi.
Sonra
sihirbazlarını da uyarmayı ihmal etmedi hain. Dedi ki, aman dikkat edin. Hepiniz
tek bir kalp halinde, tek bir vücut halinde, tek bir saf halinde onlara
saldırın, sakın parçalanmayın dedi. Onun bu uyarısıyla sihirbazlar tek bir saf
haline geldiler. Az evvel ifade ettiğim aralarındaki ihtilâfları bitirerek fikir
birliği, hedef birliği içinde Mûsâ (a.s)ın karşısına dikildiler. Ve dediler ki
hep birlikte, gerçekten bugün galip gelecek olanlar bizleriz. Bugün üstün gelen
taraf kurtulmuştur dediler.
Evet
bu söz doğruydu. Çok doğru söylemişlerdi sihirbazlar. O gün galip gelen taraf, o
gün üstün gelen taraf kurtulacak, başarıya ulaşacak, mağlup olan taraf da
kendisini azapların en büyüğüne mahkum edecekti.
Gerçekten çok çetin, çok büyük bir
savaştı bu. Ama büyük-lüğü yanında çok ta dengesiz bir savaştı. Belki o güne
kadar gerçek-leşmiş, belki de kıyâmete kadar gerçekleşecek savaşların en
dengesiziydi bu savaş. Neden? Çünkü bir tarafta iki insan, Mûsâ ve Harun öbür
tarafta tüm dünya. Yeryüzünün en büyük gücü, en süper gücü iki insanın
karşısında duruyordu. Bir tarafta ordularıyla, askerleriyle, Firavunuyla,
sihirbazlarıyla, bilim adamlarıyla, sanatçılarıyla, medyasıyla bir dünya, diğer
tarafta iki tane insan. Ama Allah desteğinde iki insan, iki Allah dostu.
Bu
yönüyle tabii Allah açısından da çok dengesiz bir karşı-laşmaydı bu. Çünkü Allah
safında, Allah desteğinde bulunan o iki in-san karşısında kim durabilecekti de?
Allah desteğindeki iki Allah elçisi karşısında tüm dünya ne ifade eder de?
Allah’a göre mutlak galip gelecek olanlar onlardır. Ama meseleye materyalist
açıdan baktığımız zaman, Firavunların gözüyle meseleyi tahlil ettiğimiz zaman da
tüm dünya karşısında o silahsız, güçsüz, kuvvetsiz zavallı iki insanın hiç şansı
yok. Firavun ve askerleri karşısında ne mümkün onlar kazanan taraf olsunlar?
Tanklarıyla ezip geçerler onları?
Evet
her iki zaviyeden de bu kadar dengesiz bir savaş ortamı. İnsanların heyecanları
doruk noktasında. Herkes nefesini tutmuş bu savaşın neticesini merak ediyor.
Allah mı güçlü? Yoksa Firavun mu? Allah mı galip gelecek? Yoksa dünya devleti
mi? Allah mı egemen yoksa Firavunlar mı? Allah’ın hesabı mı tutacak? Yoksa
Firavunların hesabı mı?
Herkes bunun merakı içindeydi. Çünkü o
güne kadar Firavun gerçekten insanları çok korkutmuştu. O güne kadar insanlara
tanrılığını, egemenliğini kabul ettirmişti. Bu ülkede söz benim, benim yasalarım
geçerlidir, herkes bana ve yasalarıma itaat etmek zorundadır di-yerek herkesi
önünde secde ettirmişti. Ülke insanlarını gruplara, partilere bölerek, halkı
birbirlerine düşman ederek, birlerine kırdırarak e-gemenliğini koruyordu.
Böylece insanlara zulmedecek, insanları ezecek gücü kendisinde buluyordu. Ama
onun bir hesabı varsa elbette Allah’ın da bir hesabı vardı. Göklere ve yere,
göktekilere ve yerdekilerin tümüne egemen olan Allah’ın iradesi yeryüzünde
ezilenleri, mazlumları ezenlere karşı galip getirmek, zayıfları, mus’taz’afları
üstün getirmek ve zalimlerin boyunlarını kırmaktı. Büyük iradenin kararı, yasası
buydu.
İşte şu anda bu savaşın yapılacağı, bu
Allah iradesinin gerçekleşeceği, bunu gözlerimizle görebileceğimiz bir
meydandayız. Tâ-Hânın basiretiyle, Tâ-Hânın yardımı ve delaletiyle şu anda
bizler de seyrediyoruz tüm dünyaya karşı Allah desteğindeki iki insanın
savaşını. Rabbimizin yardımı ve inâyetiyle sanki şu anda bizler de oradayız.
Evet sıkı durun savaş başlıyor:
65. “Ey Mûsâ!
Mârifetini ya sen ortaya koy, ya da önce biz koyalım"
dediler.”
Sihirbazlar
bir centilmenlik örneği sergileyerek dediler ki, ey Mûsâ! Mârifetini önce sen mi
ortaya koyacaksın? Yoksa biz mi? Numaralarımızı önce biz mi ortaya atalım? Yoksa
sen mi başlayacaksın?
Tabii güveniyorlar adamlar kendilerine.
Güveniyorlar sanatlarına, bilim dallarına. Güveniyorlar hukukçuluklarına,
eğitimciliklerine, ekonomisyenliklerine. Güveniyorlar profluklarına,
doçentliklerine. Gü-veniyorlar siyasîliklerine, askerlerine, ordularına,
tanklarına, uçaklarına. Kendilerinden emin bir eda ile Hz. Mûsâ’ya meydan
okumaya ça-lışıyorlar. Önce sen mi başlayacaksın? Yoksa biz mi başlayalım? Di-ye
hava atıyorlar. Hz. Mûsâ dedi ki:
66. “Mûsâ:
"Siz koyun" dedi. Hemen, değnekleri ve ipleri, sihirleri yüzünden, Mûsâ' ya
sanki yürüyorlarmış gibi geldi.”
Haydi ne atacaksanız atın bakalım.
Buyurun bir numaranız varsa ortaya atın da görelim. Sonra da ne yapacaksak biz
de yaparız dedi. Çünkü Allah’ın elçisinin onlardan korkacak bir şeyi yoktu.
Çünkü onlar ne atarlarsa atsınlar hakkın karşısında dayanma güçleri yoktu.
Hakkın karşısında bâtılların asla dayanma gücünün olmadığını Allah’ın elçisi çok
iyi biliyordu. Ne atarlarsa atsınlar, ne numara çekerlerse çeksinler, ister
teknolojiyi kullansınlar, ister sanatlarını kullansınlar, ister edebiyatlarını
gündeme getirsinler, ister falanca bilim dalını, filanca silahlarını
kullansınlar fark etmez, hakkın karşısında hiç birisinin dayanma gücü yoktur.
Hakkın karşısında bâtıllar yok olmak zorundadır. Hakkın karşısında her şey yerle
bir olmak zorundadır. İman karşısında hiçbir bâtılın dayanma gücü yoktur.
Evet Hz. Mûsâ dedi ki neyiniz varsa
atın. Neyiniz varsa, hangi fikriniz, hangi usulünüz, hangi tekniğiniz, hangi
nazariyeniz varsa atın ortaya. Hz. Mûsâ’nın hiçbir endişesi yoktu. Çünkü Allah
âyetleriyle, vahiyle beraber olan, Allah âyetlerine sahip olan bir müslüman,
karşısında kim olursa olsun asla korkmayacaktır. Ama Allah âyetlerine sa-hip
olursa tabii. Çünkü onların ortaya attıklarının tümünü kaldıracak olan, iptal
edecek, susturacak olan Allah âyetleridir. Bizim planımız, bizin fikrimiz, bizim
metodumuz, bizim zekamız değil.
O
halde eğer bizler de Allah âyetlerinin bilgisine sahipsek o zaman hiç kimseden
korkmayacağız. Hiçbir güç, hiçbir fikir, hiçbir ide-oloji vahyi bilen mü’min
karşısında dayanamaz. Ama eğer bizler Allah âyetlerinde mahrumsak, Allah
âyetlerinden habersizsek o zaman da her şeyden korkarız, korkacağız, korkuyoruz
da işte. Evet atın bakalım ne atacaksanız dedi Hz. Mûsâ:
Onlar attılar atacaklarını ortaya, bir
de ne görsün Mûsâ, onların ortaya attıkları ipleri, sapları hayal olarak sanki
koşuyorlar. Yâni Mûsâ (a.s) nın gözüne hareketli bir görünümde görünüverdi
onlar. Gerçekten çok korkunç, çok acayip bir manzara. Koşan korkunç varlıklar
tüm meydanı kaplayıverdiler. Hayaletler tüm meydanı, tüm mey-danları
kaplayıverdi. Tüm sahâlârda, tüm meydanlarda, tüm ül-keler-de, tüm mahallelerde,
tüm evlerde bu sihirbazların teknolojik ge-liş-meleri, ekonomik büyümeleri,
siyasal ve askeri güçleri, eğitim seferberlikleri, oyun eğlence vasıtaları,
şarkıcıları, türkücüleri, futbolcuları etkisini gösteriverdi. Her biri ayrı bir
hesapla, her biri ayrı bir etkiyle meydanları dolduruverdi ve hayaller gerçekmiş
gibi görünüverdi. Bunların etkisinde kalan, gözleri boyanan tüm halk çılgınlar
gibi çığlıklar atmaya başlayıverdi. Tabii Mûsâ (a.s) da bir
insandı.
67.
“Bu yüzden Mûsâ içinde bir korku hissetti.”
Mûsâ
(a.s) nın nefsinde de onların bu sihirleri karşısında bir korku belirdi. Onların
bu sihirlerinden O da etkilendi, çünkü O da bir insandı. İşte şu anda bizler de
görüyoruz bu sihirleri ve etkileniyoruz onlardan. Eğitim, siyaset, teknoloji,
bilim, sanat, felsefe, savaş, uçaklar, avakslar, bombalar, tanklar, ordular,
askerler...
Tüm
dünyaya güçlerini gösteriyorlar, meydanlarda, medya-larda egemenliklerini,
saltanatlarını ortaya koymuşlar. Şu anda bizim bu hayalleri gerçek zannedip
korktuğumuz gibi peygamber de korkmuş. Ama Mûsâ ve Harun (a.s) lar bizim gibi
değiller. Onlar sürekli Allah desteğinde, Allah kontrolündedirler. Rabbimizin o
ortama, o ha-diseye hâkimiyeti devam
ediyor. Bakın:
68. “Korkma,
sen muhakkak daha üstünsün"
dedik.”
Korkma
ey Mûsâ, muhakkak sen üstünsün. Korkma,
sen Be-nim desteğimdesin. Korkma, sen Benim safımdasın. Korkma arkan-da Ben
varım.
69. “Sağ
elindekini at da onların yaptıklarını yutsun, yaptıkları sadece sihirbaz
düzenidir. Sihirbaz nereden gelirse gelsin başarı
kazanamaz.”
Sağ
elindekini atıver. Sağ elindeki asanı at da onların ortaya attıkları sihirlerini
yalayıp yutsun. At asanı da onların sihirlerinin defterini dürsün. Çünkü onların
yaptıklarının gerçekle bir ilgisi yoktur. Onların yaptıkları bir sihirbaz
düzeninden başka bir şey değildir. Bu hayallerle sadece göz boyamadan başka bir
şey yapmıyorlar onlar. Sihirbaz nereden gelirse gelsin, ne yaparsa yapsın asla
başarıya ulaşa-maz.
Allah yolunun yolcusuna hemen Allah
desteği, Allah yol gösterisi, Allah vahyi ulaşıyor. Mûsâ (a.s) nın imdadına
Allah vahyi yetişiyor. Onlar sihirbazdı. Siyahı beyaz, beyazı siyah gösteren,
hakkı bâtıl, bâtılı hak gösteren, Mûsâ’yı Firavun, Firavunu Mûsâ gösteren,
hakikati yalan, yalanı hakikat gösteren, adâleti zulüm, zulmü adâlet gösteren,
özgürlüğü kölelik, köleliği özgürlük gösteren, Allah’ın sistemi, Allah’ın hayat
programı olan İslâm’ı kötü, kulların sistemlerini iyi, Allah’ı bilgisiz,
Firavunları âlim gösteren bir sistemin paralı aktörleridir onlar.
Ve
anlıyoruz ki sihirleriyle, medyalarıyla, basın ve yayın or-ganlarıyla herkesin
gözünü korkutan, hayalleri gerçekmiş gibi insan-lara yutturmaya çalışan bu
sihirbazlar karşısında da sadece vahiyle durulabilecektir. Ve yine şunu da
anladık ki bu sihirbazların kurduğu, desteklediği bu hayali sistemlerini de
sadece vahiy çökertecektir. Ve yine şunu da anladık ki insanlığı hayvanlığı,
hürriyeti köleliği, adâleti zulmü insanlık ancak Allah vahyiyle tanıyabilecek,
ayırt edebilecektir. Vahiy tanınmadan, vahiy bilinmeden bunların tanınması
mümkün değildir.
Ekonominin, hukukun, eğitimin,
siyasetin, dinin, dünyanın, ha-yatın, ruhun, bedenin, felsefenin, tarihin
yorumunu ancak vahiyle ya-parsanız doğruya ulaşabilirsiniz. Bu yerli ve yabancı
sihirbazlar tüm dünyayı kaplayabilirler, tüm meydanları, tüm evleri etkileri
altına alabilirler, tüm dünyayı etkileyecek araçları, müesseseleri olabilir. Çok
bü-yük teknolojik güce, çok etkili siyasete de sahip olabilirler. Tüm dünyanın
siyasetinde biz varız, eğitiminde biz varız, tüm dünyada biz söz sahibiyiz, tüm
dünyaya egemen biziz diyebilirler. Bu sihirbazlık numaralarıyla tüm dünya
insanlığını etkileri altına alabilirler. Akla ha-yale gelmedik medyatik
görüntüleriyle tüm dünya insanlığını kendilerinin İlâhlığına, kendilerinin
doğruluğuna inandırmış olabilirler.
Unutmayın
ki eğer sizler onların karşısına Allah bilgisiyle, vahiy bilgisiyle donanmış
olarak değil de onların geliştirdikleri sihirle çık-maya çalışırsanız, onların
metotlarıyla çıkmaya çalışırsanız kesinlikle bilesiniz ki onların karşısında baş
edemeyeceksiniz. Çünkü sihir onların işitir, onların mesleğidir. Çünkü sihirde
onlar uzun bir dönemin biri-kimiyle sizin karşınızdadır. Çünkü onlar senin
gözlerinle gördüğün, kulaklarınla duyduğun, kalbinle hissettiğin bir olayı
ellerindeki sihir ay-gıtlarıyla, sihir imkânlarıyla tamamen tersyüz edip sana
farklı gösterebilmektedirler. İşte görüyoruz. Gözlerimizle gördüğümüz bir zulmü,
bir zulüm sistemini adâletmiş gibi kabul ettiriyorlar. Gözlerimizle gördüğümüz
bir efeliği, bir terörizmi mi erdemlilik olarak takdim edebiliyorlar. Bir
erdemliliği terörizm olarak lanse edebiliyorlar.
Öyleyse
onların karşısına her şeyi en doğru değerlendiren, her şeyi yerli yerince
oturtan vahiyle çıkmak zorundayız. Onların bu sihirleri karşısında vahye
sarılmak zorundayız. Tıpkı örneğimiz, önderimiz Mûsâ (a.s) gibi vahye tutunmak
zorundayız, değilse yutuluruz Allah korusun.
İşte şu anda vahyi tanımayanların,
kitap ve peygamberden ha-bersiz bir hayat yaşayan müslümanların hepsinin
yutulmuşluğunu acı acı seyrediyoruz. Hepsi yutulmuştur Allah korusun.
İşte Hz. Mûsâ Allah vahyine teslim
oldu, Allah vahyine kulak verdi. Rabbimiz ey Mûsâ, hiç korkma ve at asanı yere
dedi, onlar si-hirbazdır ve asla başarıya ulaşamayacaklar dedi. Ve gerçekten de
öyle oldu.
Mûsâ
(a.s) Rabb’ini dinledi, Rabb’ine teslim oldu ve asasını yere attı. Ve
sihirbazların tüm sihirlerini eritip, tüm numaralarını yalayıp yutuverdi.
Siyaset sihirbazlarının, ekonomi sihirbazlarının, hukuk sihirbazlarının, sanat,
tarih, oyun, eğlence sihirbazlarının sihirlerini, fi-kirlerini bitirip bu yol
yanlış yol, bu sokak çıkmaz sokak deyiverdi. Siz-ler yanlış yoldasınız, sizler
bâtıl yoldasınız, doğrusu Allah’tır, doğrusu Allah’ın yoludur, doğrusu Allah’ın
dediklerine teslimdir, doğrusu Allah’a kulluktur, doğrusu benim dediğimdir,
doğrusu benim örneklediğimdir deyiverdi. Doğrusu bana itaat etmeniz, benim
elçiliğime teslim olmanızdır diyerek hakkı ortaya koyuverdi. Asa, vahiy birer
birer onların ortaya attıkları fikirleri, sistemleri, yasaları yuttu, iptal
etti, ilga etti, temizledi. Asa onların tümünü yedi bitirdi, geçersiz hale
getirdi.
Sonra
Mûsâ (a.s) asasını eline aldı, kupkuru bir değnek, ortada hiçbir şey kalmamıştı.
Hani materyalist felsefeye göre de, determinizme göre de sığındıkları bir
düşünce, geliştirdikleri bir mantık vardı değil mi? Bir şey var iken yok
olmayacaktı, yok iken de var olmayacaktı değil mi? Ama işte görüyoruz bir şey
varken yok oldu. Si-hirbazların tüm numaralarını asa bitirdi. Tüm hayali
varlıklarını, düzenlerini vahiy bitirdi. Vahiy sihre galip geldi. Vahiy insan
mahsulü tüm sistemlere galebe çaldı. Bir Allah elçisi Firavuna karşı üstün
geldi.
Böylece
alçak Firavun ve taraftarları Allah elçisi karşısında ilk yenilgisini tatmış
oldu. İlk raunt Allah desteğindeki bir peygamberin oldu. Bundan sonra
yenilgiler, hezimetler devam edecek Firavun için; zaferler, galibiyetler devam
edecek peygamber için.
70. “Sonunda
sihirbazlar: “Biz Mûsâ ve Harun'un Rab-b’ine inandık" deyip secdeye
kapandılar.”
Sihirbazlar hemen secdeye kapandılar.
Dediler ki biz Mûsâ ve Harun’un Rabb’ine inandık. Evet o günün kuşluk vaktine
kadar Firavunu tanrılaştıran, Firavun sistemini savunan, Firavunu galip getirip
ondan bir şeyler almanın kavgasını veren, dünyalık peşinde koşan bu insanlar
gerçeği görür görmez hemen iman ettiler. Var güçleriyle imanlarını haykırmaya
başladılar. Firavuna verdikleri söz üzerinden daha iki saat bile geçmemişti ki
onu reddedip Rab’lerine iman ediverdiler.
Öyleyse
yıllarca tâğutlara kul köle olmuş insanları sakın bunlar adam olmaz diye ihmal
etmeyin. Duyurun hakkı, duyurun Allah’ın âyetlerini, anlatın İslâm’ı, kesinlikle
bilesiniz ki hakkı anladıkları andan itibaren onlar da Firavunların hizmetçisi
olmaktan vazgeçecekler, Rab’lerine imana ve kulluğa yöneleceklerdir. Bundan hiç
şüpheniz olmasın.
Evet
hemen oracıkta iman ediverdiler ve korkusuzca bu imanlarını da çevreye
haykırdılar. Heyecan doruk noktada. Firavun bu yenilgiyle aptallaşmış, halk
şaşırmış, yıllar yılı Firavunun köleleştirdiği İsrâil oğulları, müslümanlar
şaşkın. Çünkü onlar da kendilerini Firavunun zulmünden kurtarmaya gelmiş iki
Allah elçisine çok kızıyorlardı. Şimdi zamanımıydı ey Mûsâ? Şimdi sırası mıydı
ey Harun? Bizi sıkıntıya sokacaksınız. Bizim başımızı belâya sokacaksınız. Zaten
bu Firavunun bize yapmadığı kalmadı. Şimdi bir de sizin yüzünüzden başımız
belâya girecek diyorlardı. Peygamberliğin, müslümanlığın zamanı mıydı şimdi?
diyorlardı. Şöyle durumu idare ediyorduk, siz geldiniz ne yapacağımızı şaşırdık
diyorlardı.
Evet
onlar şaşırıp kalmışlar, Firavun oğulları aptallaşıp kal-mışlardı. Çünkü
gerçekten çok garip bir manzarayla karşı karşıya idi-ler. Yıllar yılı
köleleştirdikleri, ezdikleri, horladıkları bir toplumun içinden çıkan iki kişi
onları yerle bir ediyordu. İki insan koskoca bir devletin saltanatını çatır
çayır sallıyordu. İki insan karşısında, hem de kölelerinden iki insan karşısında
bir dünya gücü yıkılıyordu. Gerçekten kabullenilecek, hazmedilecek bir şey
değildi bu. Herkes şaşkındı. Ama Firavun hemen kedini toparlayıp zalimliğini
ortaya koymakta ge-cikmedi.
71. “Firavun
“Ben size izin vermeden mi O'na inandınız? Doğrusu size sihri öğreten, büyüğünüz
odur. Andolsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sizi hurma
kütüklerine asacağım. Hangimizin azabının daha çetin ve daha devamlı olduğunu
bileceksiniz" dedi.”
Firavun
hemen zalimliğini hatırlayıp tehditler yağdırmaya başladı. Tüm zalimlerin
karakteristik özelliğidir bu. Evet bundan sonra artık kendisine kulluğu terk
edip Rab’lerine kulluğa yönelen, kendisini dinlemeyerek Rabb’ini dinlemeye karar
veren mü’minlere karşı zalimlerin zulüm mekânizmaları çalışmaya başlayacaktı.
Tarihin her devrinde bu böyle olmuştu. Tarihin her devrinde tâğutlar, zalimler,
despotlar kendilerine kulluktan çıkan, kendi yasalarına itaatten çıkıp Allah’a
kulluğa yönelen mü’minlere kan kusturmuşlar, dünyalarını zindan etmişlerdir.
Bakın bu mü’minlere karşı Firavun şöyle diyordu:
Ben size izin vermeden inandınız ha!
Benim onayımı almadan secde ettiniz ha! Bana danışmadan, benim onayımı almadan
Mûsâ’ya ve onun Rabb’ine secde ettiniz ha! Benden izin almadan beni ve benin
yasalarımı terk edip, bana kulluğu terk edip Allah’ın kulu oldunuz ha! Allah’ın
yasalarını benimkilere tercih ettiniz ha! Bana karşı baş kaldırıp Allah
karşısında secdeye vardınız ha! Halbuki sizi ben çağırmıştım. Sizler benim
memurlarımdınız. Sizler benim kullarımdınız. Ben tayin etmiştim sizleri.
Mükâfatınızı, maaşınızı ben verecektim. Sizler benim ülkemde yaşıyor benim
nimetlerimden istifade ediyordunuz. Sizleri ben yetiştirmiştim. Size sanatkâr,
size şarkıcı, size prof, size bakan, dekan payelerinizi ben
vermiştim.
Dikkat ediyor musunuz? Bana danışmadan,
benim onayımı almadan mı iman ettiniz? diyor. İlâhtı ya O. Tanrıydı ya. Allah’a
inan-mak için bile onlardan izin almak gerekiyordu. Onların izin verdiği ka-dar
inanabilirsiniz. Onların izin verdiği kadar mallarınıza sahip olabilirsiniz.
Onların izin verdiği kadar hanımlarınıza sahip olabilirsiniz. Onların izin
verdiği kadar çocuk yapabilirsiniz. Onların izin verdiği kadar giydirebilir,
onların izin verdiği kadar eğitebilirsiniz. Kararı onlar verirler. Çünkü
tanrıdır onlar. İnanan birisi olsanız bile imanınızı sergileme konusunda,
imanlarınızı yaşama konusunda, inandığınız Allah’ın emirlerini yerine getirme
konusunda Firavunlara danışmak zorundasınız. Müslümanca bir hayat yaşayabilir
miyiz yaşayamaz mıyız? Allah’ın istediği biçimde örtünebilir miyiz örtünemez
miyiz? Allah’ın istediği biçimde nikâhlanabilir miyiz nikâhlanamaz mıyız?
Allah’ın istediği biçimde mirasımızı paylaşabilir miyiz paylaşamaz mıyız? Allah
ve Resûlünün istediği biçimde çocuklarımızı eğitebilir miyiz eğitemez miyiz?
Allah’ın istediği biçimde yaşayabilir miyiz, yaşayamaz mıyız?
Tüm
bu konuları Firavunlara sormak zorundasınız. Adım atarken bile onların iznine
muhtaçsınız. Onların izin vermediklerini kesinlikle yapamazsınız. Onlar ne kadar
istiyorsa, nasıl istiyorsa. Onların anladıkları ve istedikleri gibi bir namaz,
onların anladıkları gibi bir oruç, bir kılık-kıyafet, bir kitap, bir din, bir
peygamber, bir hayat olsun. Ama onların anlayışlarını aşarsanız, Allah’a
Allah’ın istediği şekilde, peygambere Allah’ın istediği şekilde inanmaya
kalkışırsanız bu zalimlerin, bu tanrıların işkencelerine hazır olmak
zorundasınız.
Şimdi de çağdaş Firavunlar aynı şeyi
demiyorlar mı? Sizler bi-zim kullarımız, bizim vatandaşlarımızsınız. Nasıl
giyineceğinize, nasıl yaşayacağınıza, nerede ve nasıl okuyacağınıza, ne kadar
örtüneceğinize, dininizi hangi sınıra kadar yaşayacağınıza, ne kadarını
anlatabileceğinize, nasıl bir kisveye bürüneceğinize, nasıl bir hukuk
uygulayacağınıza, ekonominizin nasıl olacağına, bayramlarınızın tatillerinizin
neler olacağına biz karar veririz. Tüm hayatınız konusunda bize danışmak, bizim
yasalarımıza karşı gelmemek zorundasınız diyorlar.
Meselâ
müslüman bir kızcağız Rabb’inin istediği biçimde örtünüverdi mi hemen Firavunlar
harekete geçerler. Bizden izin almadan örtündün ha! Bizden izin almadan bizim
yasalarımızı çiğnedin ha! Rabb’ini bize tercih ettin ha! Rabb’inin yasalarını
bizimkilere tercih ettin ha! diyerek onu bundan vazgeçirebilmek için ellerinden
ne geliyorsa yaparlar.
Veya
meselâ bir öğretmen okulda talebelerine biraz fazlaca İslâm duyursa, bir vaiz
kürsüden cemaatine biraz açık anlatsa hemen sorguya çekerler. Bizden izin
almadan bunları, bunları konuştun ha! Halbuki neleri anlatacağını, ne kadarını
anlatacağını biz belirleyecektik. Halbuki seni biz tayin etmiştik. Sen bizim
memurumuzdun. Senin maaşını biz veriyorduk. Seni özellikle bize kulluk etsin
diye Mûsâ’nın karşısında, Mûsâların karşısında bizi savunasın diye okullarımızda
eğitmiştik diyerek onların hemen Firavunlar tarafından sorgulandıklarını
görürsünüz.
Evet Firavun müslümanlığı tercih eden
sihirbazlara yöneliyor ve diyor ki benden izin almadan iman ettiniz ha! Ya da
bunu bir de şöyle anlıyoruz: Yâni eğer sizler bana danışıp benden izin
alsaydınız elbette ben size bu konuda izin verirdim diyor.
Yâni
hain Firavun bu durumda yavaş yavaş egemenliğinin sar-sıldığının, inisiyatifin
yavaş yavaş elinden çıktığının, insanların Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ’ya
meylettiklerinin farkına varıyordu da güya bunu nasıl olsa insanlar yapacak,
insanlar nasıl olsa müslümanlaşmaya karar vermişler hiç olmazsa ben izin vereyim
de rezil olmayayım diye politika değiştiriyor hain.
Toplum
imana yönelince yapabileceği bir şey kalmadığı için kendisini izin verme
makamında görüyor, yine bir taraftan kendisini büyük görerek kuyruğu dik tutmaya
çalışırken diğer taraftan da tavizini gündeme getiriyor. Tabi toplum imana
yönelince aslında Firavunların yapabilecekleri bir şey kalmamıştır. Dine izin
verdikleri gibi, din dersi programları bile hazırlarlar. Ama dine yönelmiş
insanların karşılarına din budur diye yanlış bir din sunarak, hayata karışmayan
bir din sunarak yine onların imanlarını bozmaya
çalışırlar.
Demek ki bu Mûsâ size sihri öğreten,
büyüğünüzmüş. Demek ki sizin reisiniz Oymuş. Demek ki sizler daha önce Onunla
anlaşıp bana karşı düzen kurmuşsunuz. Andolsun ki bunu sizin yanınıza
bırakmayacağım. Yemin olsun ki sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
keseceğim. Sonra da sizi sallandıracağım. Topunuzu çivilerle ağaçlara
çivileyeceğim diyor.
Alçak baktı ki iş kötüye gidiyor. Hz.
Mûsâ’nın mûcizesi karşı-sında kendi adamları bile toptan iman edince rezil rüsva
oldu. Durumunu kurtarabilmek için, kaybettiği itibarını yeniden kazanabilmek
için tüm zalimlerin yaptığı gibi son çare olarak mü’minlere işkence etmeye,
baskı yaparak insanları caydırmaya, döndürmeye çalışacaktı.
Ve
de esasen bununla onları kaybettim ama en azından onların arkasından halkın
toptan iman etmelerini önleyeyim diye bu tedbiri alıyordu. Çünkü ülkenin en
bilgiçleri Mûsâ’ya iman etmişti. Tüm şehirlerden toplayıp getirdiği en bilgili
insanlar, en güvendiği adamlar, bakanlar, dekanlar, ekonomistler, sanatkarlar,
bilimciler Mûsâ’ya ve Onun Rabb’ine iman edince elbette halk ta onların peşinden
imana yönelecekti. İşte bundan korkan Firavun bu iman edenleri cezalandırmalıydı
ki peşlerinden birileri de imana heveslenmemeliydi.
Evet size ne yapacağımı göreceksiniz.
Ve bileceksiniz hangimiz? Allah mı, yoksa ben mi daha büyük azap yaparım?
Allah’ın azabı mı daha şedit, yoksa benim azabım mı? bunu yakında
anlayacaksınız. Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi hurma
ağaçlarına çivileyeceğim. Siz de dünyanın kaç bucak olduğunu bilecek ve
anlayacaksınız diyordu. İnanan insanları kendisi gibi zanneden hain bu tehditler
karşısında onların dinlerinden dönüvereceklerini zannediyordu. Onun bu
tehditlerine karşılık sihirbazların, müslüman-ların tarihe geçecek şu
cevaplarını görüyoruz:
72,73. İman
eden sihirbazlar: "Seni, gelen apaçık mûcizelere ve bizi yaratana üstün
tutmayacağız. Ne hüküm vereceksen ver. Sen, ancak bu dünya hayatına
hükmedebilirsin. Doğrusu biz, yanılmalarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri
bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah'ın vereceği mükâfat daha iyi ve
daha devamlıdır" dediler.
Diyorlar
ki; biz seni bize Rabbimizden gelen şu Beyyine’lere, şu apaçık âyetlere, şu gün
kadar ayan beyan mûcizelere tercih mi edeceğiz? Allah’ın bu apaçık âyetlerini
bırakıp ta seni mi dinleyeceğiz? Allah’ın yasalarını bırakıp ta senin
arzularına, senin yasalarına mı kul olacağız? Senin gibi âciz birisini bizi
yaratan Rabbimizden üs-tün mü tutacağız? Seni Rabbimizin, Rabbimizin
âyetlerinin, Rabbimi-zin elçilerinin önüne mi geçireceğiz? Rabbimizi darıltma
pahasına sa-na itaat mı edeceğiz? Bunu mu bekliyorsun bizden? Bize gelen
delillerden, bize gelen bunca âyetlerden, bize gelen İslâm’dan, bize gelen
hidâyetten sonra bütün bunları bırakıp ta seni tercih etmemizi mi istiyorsun
bizden?
Halbuki
bizi yaratan Rabbimizden geldi bu deliller bize. Sen keyfine bak ey alçak
Firavun. İstediğini yap. İstediğin hükmü ver. İs-tediğin gibi hükmet. Şu anda
hüküm verici sensin tamam. Bu ülkede hakim sensin. Geçici olarak bu mülk
senindir. Şu anda hakim sensin, savcı sensin, yargıç sensin. Karar verecek de, o
kararı uygulayacak ta sensin. Ama unutma ki sen ancak bu dünyada hüküm
verebilirsin. Senin kararın sadece bu dünyada geçerli. Senin kararların öbür
âlemde asla geçerli değildir.
Yâni
sen ancak bizim bedenlerimize hükmedebilirsin. Ancak canlarımızı alabilirsin.
Ancak öldürene kadar bize hükmedebilirsin. Ama ölüm ötesine ne sen, ne de biz
karışamayız. Bu konuda sadece Allah’a teslim olmak zorundayız. Doğrusu bizler
Rabbimize iman ettik. Şu ana kadar bizi kullanma, bizi seni ve sistemini
destekleme günâhına ortak etme günâhlarımızı bağışlaması için Rabbimize
yalvarıyoruz.
Gerçekten
bizi çok kötü kullandın. Bize pek çok günâh işlettin. Bizi Allah elçilerinin
karşısına diktin. Bizi Allah’la savaşa sürükledin. Bugüne kadar bizler hep seni
kutsadık. Sana ve senin zalim düzenine kulluk ettik. İnsanları hep senin
doğruluğuna çağırdık. Elimizdeki bilim dallarını hep senin tanrılığına hizmette
kullandık. Senin zalim düzenini insanlara hep şirin göstermeye çalıştık. Ama
artık bitti. Çok şükür Rabbimizi tanıdık. Rabbimizin âyetleriyle, Rabbimizin
elçileriyle tanıştık. Ümit ediyoruz ki bu imanlarımız, bu dönüşlerimize karşılık
Rab-bimiz bizi bağışlar. Doğrusu hayırlı olan da Rabbimizdir, biz Ona inandık,
Ona yöneldik, artık senin yapacakların, senin tehditlerin bizim için vız gelir
diyorlar. Firavunun azap olarak hangimiz güçlüyüz onu göreceksiniz sözüne
cevapları da işte böylece geliyordu.
Ne güzel iman, ne güzel ifadeler değil
mi? Bu yiğit mü’minle-rin bu aslanca ifadelerinden anlıyoruz ki zaten bunlar
önceden de sihri zorla yapıyorlardı. Bunlar Firavunlara zoraki kulluk
ediyorlardı. O ana kadar istemeyerek Firavuna kulluk yapan ama Mûsâ’nın
getirdiği vahiyle tanışır tanışmaz hemen iman eden bu insanlar işte böyle
diyorlardı.
Yâni
az evvel Firavunun eline bakan dilencilerin ağzından dökülen sözlere bir bakın
Allah aşkına. İslâm’la tanışır tanışmaz in-sanlardaki şu değişikliğe bir bakın
Allah aşkına. Biz iman ettik diyor-lar. Biz değiştik diyorlar. Biz önceki pis
halimizi, necis halimizi terk et-tik diyorlar. Küfürlerimizden, şirklerimizden
arınarak Rabbimize döndük diyorlar.
Meğer
bizler sana kulluk ederken ne kötü bir hayatın ada-mıymışız da farkında
değilmişiz. Meğer bizler seni razı edeceğiz derken Rabbimizi gazaplandıran
insanlarmışız. Meğer senin yasalarına sahip çıkarken Rabbimizin yasalarını
çiğniyormuşuz. Meğer bizler kendimiz gibi bir beşeri, kendimiz gibi bir âcizi
razı edeceğiz diye ce-henneme doğru koşuyormuşuz. Biz önceki pisliklerimizden
arınmış olarak Rabbimize döndük. Yâni ey Firavun senin tehditlerin vız gelir
artık bize. Değil mi cennet yolunu bulmuşuz, üç gün önce ölmüşüz, beş gün sonra
ölmüşüz ne fark eder? dediler. Ölmeden önce cehennemden kurtulduk ya. Ölmeden
önce Rabbim bize hidâyet edip sana kulluktan kurtardı ya, artık bizim için ölüm
oğul balıdır, senin tehditlerinden zerre kadar korkmuyoruz buyur yapacağını
arkana koyma dediler.
Evet
bir saat öncesine kadar Firavundan devşirecekleri paraların, mükâfatların
hesabını yapan adamlar bir anda o kadar değişmişlerdi ki artık tüm dünya da,
dünyanın malı mülkü de gözlerinde küçülüvermişti. Bir saat öncesine kadar
Firavun sisteminin destekçisiydiler ama şimdi Rab’lerinin dininin Rab’lerinin
yasalarının savunucusu olarak Firavunun karşısındaydılar.
Öyleyse
bizler de insanlara Allah’ın dinini götürürken bu bakandır, bu dekandır, bu
müdürdür, bu genel müdürdür. Bunların Hakka yönelmeleri mümkün değildir. Bunlar
bizi dinlemezler demeyelim onlarında hakkı tanıdıktan sonra hemen döneceklerini,
tâğutlara hizmet yerine Rablerine hizmete yöneleceklerini hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmayalım.
74. “Rab’lerine suçlu
olarak gelen bilsin ki, cehennem onun içindir. Orada ne ölür, ne
yaşar.”
Unutma
ki ey Firavun, kim ki Rabb’ine günâhkâr olarak gelir-se onun gideceği yer
muhakkak cehennemdir. Orada ne ölüm var,
ne de hayat. Oraya gidenler ne ölüp kurtulacaklar, ne de insan gibi bir hayatı
görebilecekler. Buna yaşamak da denmez, ölüm de denmez.
75,76. “Rab’lerine
inanmış ve yararlı iş yaparak gelenlere, işte onlara, en üstün dereceler,
içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları Adn cennetleri vardır. Bu,
arınanların mükâfatıdır.”
Ama
kim de küfrünü, şirkini, tâğutluğunu, Rabb’lığını, İlâhlı-ğını bitirir de iman
ederse, Rabb’inin huzuruna mü’min olarak gelirse, imanının gereği olan sâlih
ameller işleyerek, hayatını iman kaynaklı yaşayarak gelirse işte onlar için de
en üstün dereceler, taht-ı tasarruflarında akıp giden, içinde ebedîyen
kalacakları Adn cennetleri vardır. Bal, süt, şarap ırmaklarının arasında sonsuza
dek yaşamak vardır. Orada onlar için ölüm yok, hastalanma yok, sıkıntı yok,
mahrumiyet yok, zulüm yok, keyiflerinin istediği gibi ilelebet yaşayıp
gideceklerdir. İşte temizlenen, arınan, tâğutluğu, küfrü, şirki, Allah’a,
Allah’ın elçilerine, Allah’ın dinine kafa tutmaktan vazgeçip Allah’a iman eden,
hayatını Allah için yaşayanların mükâfatları da budur.
Firavun istediği kadar zulmetsin,
istediği kadar gururlanıp tan-rılık taslasın, istediği kadar hüküm versin, bakın
müslüman olan, özgürlüğü bilen sihirbazlar Onu uyarmaya devam ediyorlar. Onu
kendi imanlarına, kendi teslimiyetlerine, kendi kurtuluşlarına, kendi
cennetlerine çağırmaya devam ediyorlar. Şu merhamete, şu cesarete bakın. Adam
onları ölümle tehdit ediyor, onlarsa Ona merhametlerinden ötürü Onu imana ve
cennete çağırıyorlar. Onun cehenneme gidişine, ateşe gidişine engel olmaya
çalışıyorlar. Elbette, o günün kuşluk vaktine kadar onların durumu da öyle değil
miydi? Lütfuyla kendilerine cennete gidiş yolunu gösteren Allah hatırına onlar
da Onu Hakka dâvet etmeliydiler.
Onlar Onu Hakka çağırıyor, berikisi de
onlara karşı ateş püs-kürüyordu. Asacağım, keseceğim, öldüreceğim diye naralar
atıyordu. Suçu neydi bu insanların? Suçları sadece Allah’a iman etmek. Başka
hiçbir suçları yoktu bu insanların. Zaten kâfirin gözünde en büyük suç Allah’a
imandır.
İşte
şu anda da onun yolunun yolcusu zalimlerin müslümanlardan intikam almaya
soyunduklarını görüyoruz. Sebep ne? Suçları ne bu müslümanların? Zina mı
etmişler? Hırsızlık mı yapmışlar? Ça-lıp çırpmışlar mı ülkenin hazinesini?
Rüşvete, suiistimalleri mi bulaş-mışlar? Vergilerini mi vermemişler? Veya
bombalar imal edip insanlar için katliamlar mı gerçekleştirmişler? İnsanların
can ve mallarına mı kast etmişler?
Hayır
hayır bu insanların bir tek suçları var o da müslüman olmak. Kendileri gibi âciz
insanların egemenliklerini reddedip Rab-lerinin egemenliğini savunmak, işte
hepsi bu. İmanları sebebiyle zulmediyorlar zalimler müslümanlara. Eğer şu anda
devlet dairelerinde üçüncü sınıf vatandaş oluyorsanız imanınız sebebiyle değil
mi? Askerde dışlanıp dayak yemeye götürülüyorsanız müslümanlığınız sebebiyle
değil mi? Birileri kendilerinden olmadığınız için, kendileri gibi sizler de
içemediğiniz için, kendileri gibi namazsız bir hayatı kabul edemediğiniz için,
kendileri gibi rüşveti kabul edemediğiniz için, kendileri gibi çıplak gezmeyi
sineye çekemediğiniz için, kendileri gibi balolara gidemediğiniz için horlanıyor
ve hakaretlere maruz kalıyorsunuz.
Evet işte böyle bir devri devrimleriyle
silmeye çalıştılar, ama bir Mûsâ geliverdi de kül altında kalmış közler yeniden
canlanıp açığa çıkıverdi. İnsanlar imana yöneliverdiler. Beyyine’yle tanışıp
küfürlerini şirklerini anlayıverdiler.
Demek
ki insanların ve toplumların dirilişi için Beyyine’nin gelmesi şarttır. Beyyine
gelmeli ki insanlar değişsinler. Beyyine ortaya konmalı ki insanlar sapıklık
noktalarını onda anlasınlar. Beyyine anlaşılmalı ki insanlar kimlere kulluk
ettiklerini anlayıversinler. Kur’an insanların hayatına girmeden bunun
gerçekleşmesi asla mümkün olmayacaktır.
Evet
Mûsâ (a.s) nın ortaya koyduğu bu Beyyine’yle bakın insanlar ne kadar değiştiler.
Firavunların ölüm tehditleri bile artık vız geliyordu onlar için. Haydi ey
Firavun ne yapacaksan yap da görelim diyorlardı. Onların bu tavırları karşısında
Firavun da diyordu ki; sizin çaprazlama el ve ayaklarınızı keseceğim ve sizi
yirmilik çivilerle ağaçlara asacağım.
Rabbimiz Tâ-Hâ sûresinde konuyu burada
bitirir. Artık o yaman dönen insanları öldürdü mü? Öldüremedi mi? Bu konuda
bilgi vermiyor Rabbimiz. Ama ne fark eder? Ölseler de galip o müslüman-lar, sağ
kalsalar da. Rasûlullah efendimizden de bu konuda açıklayıcı bir bilgi intikal
etmediği için bir şey diyemiyoruz. Ama başka sûrelerden anlıyoruz ki bu
hadiseden sonra Firavun âdeta kudurdu, çılgına döndü bu yenilgisini kapatmak
için İsrâil oğullarının erkek çocuklarını tekrar öldürmeye yöneldi.
Mûsâ
(a.s)’a iman etmiş çok az sayıda insan vardı. Rabbimiz Firavunun zulümlerine
karşılık o müslümanlara evlerini mescit yapıp orada kendisine kulluk etmelerini
emretti. Namaz kılın ve Bana güvenin, kesinlikle bilesiniz ki sizi Onun zulmünde
Ben kurtaracağım buyurdu. Mûsâ (a.s) Rabbine dua etti. Ya Rabbi, sen bu
zalimlere mal mülk verdin. Egemenlik, saltanat verdin. Sen Ona bunları bu
kullarını saptırsın diye mi verdin ya Rabbi? Sana ve dinine düşmanlık yapsın
diye mi verdin ya Rabbi? Ya Rabbi seninle savaşa tutuşan bu zalimin tüm malını
mülkünü, tüm saltanatını bitir ya Rabbi! Kalbinin üzerine baskı kur ya Rabbi!
Onu sıkıştır ya Rabbi! Sıkıştır ki kullarına zulmedemesin. Sıkıştır ki kullarını
ezemesin diye dua ediyordu Mûsâ (a.s).
Nihâyet
uzun bir mücâdeleden sonra Rabbimiz elçisinin duasını kabul ediyordu. İlk önce
Firavun ve avenelerine bir kıtlık belâsı gönderdi. Firavun şaşırdı, dengesini
kaybetti. Çünkü tanrıydı ya. Rezzak’tı ya. Rızık veren de oydu, doyuran da oydu,
bilgi veren de oydu, idare eden de, egemen de oydu? Onun üzerinde hiçbir güç
yoktu. Ama şu anda rızık veremiyordu. Tanrılığı bitmiş probleme çare
bu-lamıyordu. Ne yapacağını şaşırdı ve Mûsâ (a.s)’a geldi, dedi ki, ey Mûsâ
Rabb’ine bir dua et, şu belâyı üzerimizden bir savuştursun, sana ve Rabb’ine
iman edeceğiz ve İsrâil oğullarını sana vereceğiz dediler.
Rabbimiz
Mûsâ (a.s)’a şöyle buyurdu:
77. “Andolsun
ki Mûsâ'ya: “Kullarımı geceleyin yürüt, denizde onlara kuru bir yol aç,
batmaktan ve düşmanların yetişmesinden korkma, endişe etme" diye vahy
ettik.”
Ey
Mûsâ, kullarımı geceleyin al, yürüt. Kullarımdan iman edenleri alıp geceleyin
şehri terk et. Evet Mûsâ (a.s) la birlikte yıllar yılı Firavunun köleleştirdiği,
Firavun hâkimiyetindeki müslümanlar ülkeyi terk etme emrini alıyorlardı
Rabbimizden. Ezilmişler, horlanmışlar, Firavun ve sistemini omuzlarında
taşıyanlar artık direnişe geçiyorlardı. Köleler, Firavuna karşı tavır
alıyorlardı. Artık kendisini tanrı ilân eden Firavuna kulluğa, onun sistemine
hizmete hayır deyip başkaldırıyorlardı. Ve işte köleler dirilip de efendilerine,
kullar silkinip de tanrılarına karşı bir direnişe geçer geçmez tanrı Firavun
bitecekti. Firavunun sonu gelecekti.
Öyle
ya, Firavunu omuzlarında taşıyan insanlar bir gün Onu indirmeye yöneldikleri
anda Onun işi bitecek değil miydi? Firavunu Firavun yapan onlar değil miydi.
Firavunu güçleriyle, itaatleriyle, vergileriyle ayakta tutan onlar değil miydi?
Ülkenin tüm işleri onların omuzlarında değil miydi? Ekonomik köleler, siyasal
köleler, bilim köleleri, sağlık köleleri, temizlik köleleri, din köleleri onlar
değil miydi? Onlar ayakta tutmuyorlar mıydı Firavunun ülkesini? Üretenler,
çalışanlar, boğaz tokluğuna efendilerine hizmet verenler onlar değil miydi?
Böylece ülke onların sırtında, dünya onların sırtında yürümüyor muydu?
Piramitleri, anıtkabirleri, sarayları, okulları, mescitleri onlar yapmıyor
muydu? Vergiyi onlar vermiyor mıydı? Hayatın yükünü onlar çekmiyor mıydı? Şimdi
bu gönüllü köleler bir tavır koyacaklar, hayır diyecekler, kölelik bitti
diyecekler, yüklerini indirip kendi dünyalarına çekilecekler, efendilerini terk
edip çöle gidecekler de Firavunun düzeni allak bullak olmayacak öyle mi?
Firavunun zulüm düzeni olduğu gibi çökecekti.
Rabbimiz vahy etti peygamberine. Ey
Mûsâ iman eden kul-larımı geceleyin al ve Mısır’ı terk edip çöle doğru yürü.
Mûsâ (a.s) aynen Allah’ın istediği gibi yaptı, müslümanları alıp şehri terk
etti. Ki-tabımızın başka sûrelerinde beyan edildiğine göre ertesi gün durumu
öğrenen Firavun çıldırdı, deliye döndü. Nasıl olurdu? Nasıl yapabilirlerdi böyle
bir şeyi? Nasıl indirirlerdi bu adamlar beni omuzlarından? Nasıl yüz üstü
bırakıp giderlerdi beni bu köleler? Nasıl benim düzenimi çökertirlerdi bu
adamlar? Nasıl bütün işleri yüzüstü bırakıp kaçardı bu adamlar? Yıllarca ben bu
adamların sırtına binmemiş miy-dim? Yıllarca ben bunların alın terleriyle
palazlanmamış mıydım? Yıl-larca bunların kanıyla beslenmemiş miydim? Ne oldu?
Beni niye böyle indirdiler? Beni yüzüstü bırakıp nereye kaçtılar bu adamlar?
diyerek deliye döndü:
78. “Firavun,
ordusuyla onları takip etti, deniz de onları içine alıverdi, hem de ne
alış!”
Ordusuyla
onları takip etmek için genel bir seferberlik ilân etti Firavun. Kitabımızın
başka âyetlerinden öğreniyoruz ki, bunlar derme çatma insanlar, bizimse düzenli
ordularımız vardır. Biz onları ayaklarımızın altında ezer geçeriz diyerek
müslümanların peşine takıldı. Ülkesinin her tarafından ordular toplayarak
müslümanları yakın takibe aldı. Her şeyden habersiz müslümanlar ata yurtları
olan Filistin’e doğru kaçıyorlardı. Firavun da onları yakın takibe
alıyor.
Elbette efendiler, kölelerini asla
kaybetmek istemezler. Bu adamlar giderlerse bizim işlerimizi kim görecek? Bu
köleleri kaybe-dersek bizi kim destekleyecek? Onlarsız biz ne yaparız? Nasıl
yaşarız? Bize kim hizmet eder? Alın terleriyle, vergileriyle bizi kim ayakta
tutar? Bizi kim sırtında taşır? Bunları kaybedersek bize kim alkış tutacak? Bize
kim oy verecek? Tüm dünyada süper güç olduğumuzu bize kim sağlayacak? diyerek
onları yakalamayı hedefler.
Firavunun bu endişesinin yanında bir
büyük endişesi daha vardı. Diyordu ki, şimdi bizim eğitimimizde yetişmiş,
kölelik psikozu içinde büyümüş bu insanlar eğer bizim kontrolümüzden bir
çıkar-larsa, kendi başlarına bir kalırlarsa ne olur ne olmaz belki
hürleşive-rirler, belki özgürlüğü anlayıverirler diye ödü kopuyordu.
Veya
bu adamlar kaçarlarken tekrar dönerler de Firavunun zaten çökmekte olan
sistemine bir hücum ederlerse Mûsâ ile beraber, işimizi bitirirler diye korkudan
deliye dönüyordu hain. Çünkü Firavun hayatı seven birisiydi, ölümü göze
alamayacak kadar da korkaktı.
Ve
İsrâil oğulları kendi kontrolü altında oldukları sürece ona hizmet edecekler ve
ona karşı gelme cesaretini kesinlikle kendilerinde bulamayacaklardı. Zira
Firavunun sistemi onları bu şekilde eğitiyordu. Ne olur ne olmaz, bu köleler
Mûsâ ile bir süre baş başa kalırlar, vahyi tanırlar ve bilinçleşirlerse, geriye
dönüp kendisinin işini bitirebilirlerdi.
İşte bu yüzden onları yakın takibe
alması gerekiyordu. Bir hesabı vardı Firavunun, ama Allah’ın da bir hesabı vardı
ve o bunun farkında değildi. Tıpkı bugün dünya üzerindeki tüm Firavunî güçlerin
müslümanları yakın takibe aldıkları gibi. Müslümanlar bugün tüm dünyada
kendilerine en yakın Firavunların yakın takibi altında bir hayat sürmektedirler.
Müslümanlara egemen olan güçler müslümanları sürekli kontrolleri altında tutup,
onların birlikte hareket ederek kendilerine karşı bir çıkış eyleminde
bulunmamaları için, birleşmemeleri için tüm imkânlarını kullanmaktadırlar. Aynen
o gün İsrâil oğullarının Firavun oğulları tarafından yakın takibe alındıkları
gibi. Ama Allah’ın da bir hesabı vardır.
İsrâiloğulları
kaçıyordu. Bıktıkları usandıkları kölelikten kaçıyorlardı. Özgürlük aramak için
kaçıyorlardı. Mısır’da kölelik içinde bir hayat yaşamaktansa çölde seve seve
açlığı ve ölümü yudumlamak için kaçıyorlardı. Kölelerini kaybetmenin çılgınlığı
içinde gözü dönmüş Firavun da onları takip ediyordu.
Yeryüzünün en büyük olayı cereyan
ediyordu. Öyle bir an geldi ki akıllara durgunluk veren bir olay yaşandı.
Firavun arkalarında yetişmişti. Önlerinde alabildiğine haşin bir deniz,
arkalarında da az-gın Firavunun orduları. İsrâil oğulları işe böyle bir kaos
içindeydiler. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Mûsâ (a.s) onları teskin etmeye
çalışıyordu. Korkmayın Allah bizimle beraberdir! Diyordu.
Mûsâ (a.s) nın asası tekrar
gündemdeydi. Rabbimiz buyurdu ki: Ey Mûsâ asanı denize vur! Vurdu asasını denize
ve o asa denizde kupkuru yollar oluşturuverdi. Ya bir yol ya da on iki yol
açıverdi. Bir med cezir olayı filan değildi bu. Allah’ın müslümanlara bir
desteği olarak deniz kupkuru açılıyordu. İsrâil oğulları sağ salim karşıya
geçtiler. Arkalarından yeryüzünün en büyük gücü, yeryüzünün en büyük devleti
komutanlarıyla, askerleriyle onlar da arkalarından o yola girdiler. Mûsâ (a.s)
asasıyla denizde açılan o yolu kapatmak istedi, ama Allah dedi ki, bırak kapatma
ey Mûsâ.
Çünkü
Mûsâ (a.s) geleceği bilmiyordu, gaybı bilmiyordu. O istiyordu ki deniz kapansın
da Firavunun orduları arkalarından yetişemesinler. Onun bilmediği Allah’ın bir
hesabı vardı. Onların tümünü denizde boğacağım, helâk edeceğim diyordu Rabbimiz.
Büyük iradenin kararı böyleydi. Mûsâ (a.s) asasını vurmadı denize ve deniz açık
kaldı. Ve denizi açık gören Firavun ordusuyla birlikte yürüyor, tam denizin
ortalarına geldiklerinde denizin gemini, zimamını salıverdi Allah. Deniz eski
haline geldi ve Firavun oğulları tümüyle denizin altına gömülüp hayata veda
ettiler. Nice bağları bahçeleri, nice sarayları köşkleri, nice mülkleri
saltanatları geride bırakarak denizin derinliklerinde yokluğa doğru yol
alıyorlardı. İşte yeryüzünde Allah’a kafa tutmanın sonucu budur.
İşte
yeryüzünde Allah’la, Allah’ın elçileriyle, Allah’ın diniyle sa-vaşa tutuşmanın
âkıbeti budur. Bakın yeryüzünün en güçlü adamı, en müstekbir insanı Firavun suda
boğulurken şu sözü söylemekten kendini alamıyordu:
"İnandım ki İsrâil oğullarının iman
ettiği Allah’tan başka İlâh yok muş. Ben de
müslümanlardanım!"
(Yunus:
90)
Gerçekten bugün bu sözü tüm dünya
müstekbirlerine duyurmamız gerekmektedir. Tüm dünya Firavunlarına duyurmalıyız
bu sö-zü. Ey müstekbirler! Ey kendilerinde güç kuvvet olduğunu zanneden
zalimler! Firavunun söylediği bu sözü sizler ne zaman söyleyeceksiniz? Size hiç
bir şey hatırlatmıyor mu bu söz? Ölürken mi söyleyeceksiniz bunu? Ama Firavuna
fayda vermediği gibi o zaman söyleyeceğiniz bu sözün size de hiçbir faydası
olmayacaktır.
Bakın diyor ki Firavun: İsrâil
oğullarının inandığı İlâhtan başka İlâh yoktur. Ama bunu ölürken söylüyordu
hain. Halbuki şimdi inandım dediği İlâhın gönderdiği Mûsâ’yı dün öldürmeye
çalışıyordu. Yıllarca O İlâhın dinini reddetmiş, O İlâhın gönderdiği peygamberi
reddetmiş, O İlâha inanan İsrâil oğullarına kan kusturmuş, kendinin ülkesinin
yegâne İlâhı olduğunu ilân etmişti. İşte kıyâmete kadar gelecek nesiller içinde
kendisine özenen, kendi yoluna imrenen, yeryüzünde Rabliğini iddia ederek
Allah’a ve Allah’ın dinine savaş açan tüm Firavun taslaklarına bu sözleriyle şu
mesajı veriyordu: Gelin ey beni taklit edenler benim düştüğüm yanlışa düşmeyin!
Ben imanı son dönemime tehir etmiştim. Ama gördünüz ki o iman benden kabul
edilmedi. Siz bunu önceden anlayın da benim durumuma düşmeyin. Şimdiden
hatalarınızdan dönüp müslümanlığınızı ilân edin diyordu.
Mûsâ (a.s) ve Firavun arasındaki son
raunt da böylece bitiyordu. Bir iman küfür savaşında, bir hak bâtıl kavgasında
Allah destekli Mûsâ (a.s) galip geliyor, Allah’ın iradesi galip geliyordu. Hani
raun-dun ilk başlarında ne diyordu Rabbimiz? Rabbimiz diyordu ki Firavunlar asla
galip gelemez, asla başarıya ulaşamaz. İşte ulaşamadı Firavun. Zalimler asla
kurtulamaz diyordu Rabbimiz. Ve işte zalimler geberip, yok olup giderlerken,
müslümanlığa doğru koşanlar, özgürlüğe doğru koşanlar dimdik
ayaktaydılar.
79. “Firavun
milletini saptırdı, onlara doğru yolu göstermedi.”
Firavun
kavmini saptırdı. Onlara doğru yolu göstermedi. Halbuki alçak Firavun bunu
önceden biliyordu. Mûsâ (a.s) Medyen’den dönüp ilk karşısına çıktığı anda
gerçeği anlamıştı. Mûsâ dünyaya gel-mesin diye öldürdüğü binlerce çocuğun
kanıyla gerçeği biliyordu. Zalimliğiyle biliyordu, despotluğuyla biliyordu,
öldürdüğü, kanlarını emdiği insanların acı bakışlarıyla, ırzına geçtiği
kadınların ölümcül feryatlarıyla, baş örtülere uzanan ellerinin karalığıyla
biliyordu. Ülkesinde yükselen mazlum feryatlarıyla biliyordu. Biliyordu hain
zalim olduğunu. Mûsâ (a.s) sarayına bir bebek olarak ilk geldiği günde
biliyordu. Kendisinin asla tanrı olmadığını, olamayacağını, Allah’ı diskalifiye
ederek Onun yasaları yerine kendi yasalarını ikâme edemeyeceğini biliyordu.
İnsanları Allah’a kulluktan koparıp kendisine kul köle etmesinin imkânsız
olduğunu biliyordu.
Her
şeyi biliyordu ama saltanatına güveni, gücüne kuvvetine güveni bildiği haktan
uzaklaştırdı Onu. Ve işte böylece tüm dünyanın gözleri önünde Allah’la savaşa
tutuşan bir dünya devleti bitti. Onun karşısında müslümanlığa koşan, özgürlüğe
koşan insanlara Rabbi-miz bakın ne buyurdu:
80. “Ey
İsrâil oğulları! Sizleri düşmanınızdan kurtardık, Tur'un sağ yanını size vaat
ettik ve üzerinize kudret helvasıyla bıldırcın indirdik.”
Ey
İsrâil oğulları, ey peygamber çocukları, muhakkak ki sizi düşmanlarınızdan
kurtardık. Tur’un sağ tarafını, daha önce Rabbimi-zin Medyen’den dönerken Mûsâ
(a.s) ile konuştuğu Tur dağının sağ tarafları olan mukaddes bölgeyi size vaat ettik, lütfettik.
Ve o bölgede iken sizin üzerinize nimet olarak kudret helvası ve bıldırcın eti
indirip onlarla sizi doyurduk.
Evet Rabbimiz onları Firavunun
zulmünden, kölelikten kur-tardı. Tabii sadece onları değil şu anda bizleri de
bizim çağdaşımız Firavunlardan kurtaran Rabbimizdir. Öyle değil mi? Eğer şu anda
Firavunlara rağmen, Firavunî sistemlere rağmen bizler, çocuklarımız müslüman
kalabilmişsek, Firavunların bizim önümüze kazdıkları eğitim barikatlarını
yararak sağ salim, imanlarımızı yitirmeden bugünlere ulaşabilmişsek unutmayalım
ki bizi de onlardan kurtaran Rabbimizdir. Bizler de Rabbimize hamd etmek,
şükretmek ve Ona Onun istediği kulluğa yönelmek zorundayız. Men ve Selva Cenâb-ı
Hakkın onları doyurmak için verdiği iki ayrı nimetti. Satın almak için paraya
gerek yoktu, elde etmek için zahmete ihtiyaç yoktu. Firavunun sarayında yağlı
ballı bir köle hayatı yaşamaktansa çölde hür bir şekilde Allah’a kul olmayı
tercih eden Hz. Mûsâ’yı ve beraberindeki müslümanları Rabbimiz bu nimetlerle
doyuruverdi.
81,82. “Size
verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin, bunda aşırı gitmeyin ki gazabımı hak
etmeyesiniz. Gaza-bımı hak eden kimse muhakkak mahvolur. Doğrusu Ben, tevbe
edeni, inanıp yararlı iş işleyerek doğru yola gireni
bağışlarım.”
Evet
size verdiklerimizin temizlerinden, helâllerinden yiyin ve sakın azgınlaşmayın.
Haddi aşmayın. Yiyecekler konusunda, haram helâl konusunda benim belirlediğim
sınırları aşmayın. Kim benim belirlediğim yasalarımı çiğneyerek yasakların
ötesine, berisine uzanırsa bilesiniz ki benim gazabımı celp eder. Benin gazabımı
hak eden kimse de muhakkak helâke uğrayıp mahvolur. Ama tevbe edenleri,
yürüdükleri yanlış yolları terk ederek Benim yoluma dönenleri, Benim yolumda
durumunu düzelterek sâlih ameller işleyenleri affederim, geçmişlerini silerim
diyor Rabbimiz.
Evet İsrâil oğulları Mısırdan,
Firavunların zulmünden kurtul-muş, Sina çölünde, Tur dağının yanı başında,
mukaddes bir bölge-de, özgürlük yurdunda, özgürlük ortamında bulunuyorlar. Hiç
bir sı-kıntıları yok. Rabbimiz her türlü temel ihtiyaçlarını sağlayıvermiş.
Başka sûrelerin anlattığına göre üzerlerine serinlik veren, güneşten koruyan bir
bulut gönderip gölgelendirmiş, barınma ihtiyaçlarını gidermiş. Sonra bıldırcın
eti ve kudret helvası indirerek yiyecek gereksinimlerini karşılamış. Özgür bir
ortamda, başlarında Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s), ellerinde Tevrat, çok rahat bir
hayatın içindeler. Kimsenin ırzına geçilmiyor, kimse öldürülmüyor, kimse
ekonomik yönden sö-mürülmüyor, kimsenin sırtına binilmiyor, kimsenin kanı
emilmiyor, kimsenin evine girilmiyor, kimsenin elindekiler, cebindekiler
alınmıyor, kimsenin karısı ve çocukları zorla evlerinden götürülmüyor, kimse
materyalist bir eğitime zorlanmıyordu. Herkes hür, herkes özgür, herkes
peygamber rehberliğinde, herkes Tevrat’ın hükmü altında bir hayat
yaşıyordu.
Rabbimiz artık Mûsâ (a.s)’a
nimetlerinden en büyüğünü lütfetmek üzere Tur’a çağırdı. Daha önce de Rabbimiz
Onu Mısıra gönderirken de Tur’da Onunla konuşmuştu. Rabbimiz bu ayetiyle Mûsâ
(a.s)’a Tevrat verecekti. Bundan sonra müslümanlar Tevrat rehberliğinde Filistin
topraklarına girecekler ve devletlerini kuracaklar ve düşmanlarıyla farklı bir
hesaplaşmanın içine girecekler.
Evet Rabb’inden bir dâvetiye alan Mûsâ
(a.s) acele bir şekil-de kavminden ayrılarak Tur’a geldi. Rabb’iyle buluşmanın
heyeca-nıyla kavminden önce koşup geldi. Rabbimiz buyurdu
ki:
83. “Mûsâ!
Seni milletinden daha çabuk gelmeye sevk eden nedir?”
dedik.”
Ey
Mûsâ, kavminden acele seni buraya getiren sebep nedir? Bu inkâr için bir
sorudur. Yâni Rabbimiz Onun bu acelesini tasvip etmediğini haber vermek istiyor.
Çünkü ümmetin işleriyle ilgilenmek, toplumunu Allah’ın istediği noktada tutmak,
sıkıntılı da olsa toplumun içinde bulunup onları gözetmek, onları bozulmaktan
korumak, onları terk etmekten, tek başına hareket etmekten daha güzel bir
harekettir. Allah’ın istediği de budur. İşte bu konuda Rabbimiz elçisini
uyarıyor. Rabbimizin bu ifadesine cevap olarak Mûsâ (a.s) buyurdu
ki:
84. “Mûsâ:
"Onlar ardımdadır, Rabbim! Hoşnut olman için Sana acele geldim"
dedi.”
Ya
Rabbi onlar arkamda izin üzerindedirler. Onlar beni takip ediyorlar. Ya Rabbi
ben Senin için, Seni hoşnut etmek, Senin rızanı kazanmak için acele ettim. Senin
sevgin için sana acele geldim. Ben-den daha çok razı olasın diye randevuma acele
geldim. Senin konuşma şerefinle şereflenmek için böyle bir içtihatta bulundum ya
Rabbi diyerek Mûsâ (a.s) mâzeretini beyan etti.
Rabbimizin acele gelme uyarısı bu
aceledeki hatanın tamamı ile toplumuna yansıdığını Rabbimiz elçisine
hissettirmiş oluyordu.
85. “Allah:
“Doğrusu Biz, senden sonra milletini sınadık; Sâmirî onları saptırdı"
dedi.”
Ey
Mûsâ: Biz senden sonra, senin onların arasından ayrılmandan sonra senin kavmini
fitneye düşürdük. Onları bir imtihandan geçirdik. Onları Samirî saptırdı. Onları
Buzağıya tapınmaya dâvet ederek azdırdı. Bu, Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s) için çok
zor bir hadise, çok büyük bir imtihan, çok müthiş bir haberdir. Nasıl olabilirdi
böyle bir şey? Çok kısa bir süre önce Allah onları Firavun’un elinden kurtarsın.
Karşılarında gözlerinin önünde deniz yarılıp sağ salim karşı tarafa geçsinler.
Allah gözlerinin önünde düşmanlarını denizde boğsun. Çölde onları bulutla
gölgelendirsin, bıldırcın eti, kudret helvasıyla beslesin. Tüm nimetlerini
üzerlerine yağdırsın. Allah’ı tanısınlar, peygamberi tanısınlar, sonra da yanı
başlarındaki elçisi Mûsâ (a.s)’ı kendilerine hayatlarını düzenleyecekleri bir
kitap vermek üzere Tur’a çağırsın, peygamberlerinin kısa bir dönem aralarından
ayrılmasını fırsat bilsinler ve içlerinden birisi onları azdırsın ve Allah’a
isyana, put tapıcılığına sürüklesin. Gerçekten de olacak bir şey değildi
bu.
86. “Mûsâ,
milletine kızgın ve üzgün olarak döndü. “Ey milletim! Rabb’iniz size güzel bir
vaatte bulunmadı mı? Uzun bir zaman mı geçti, yoksa Rabb’inizin gazabına uğramak
istediniz de mi bana verdiğiniz sözden caydınız? " dedi.”
Mûsâ
(a.s) üzgün ve gazaplı bir şekilde kavmine döndü. Ve dedi ki, ey kavmim!
Rabb’iniz size güzel bir vaatte bulunmadı mı? Rabb’iniz benim vasıtamla size hem
dünyada, hem de âhirette her türlü güzel âkıbetleri vaat etmedi mi? Rabb’iniz
size bu dünyada özgürlük, zafer, kurtuluş, hidâyet sözü vermedi mi? Âhirette de
cennet vaadinde bulunmadı mı? Rabb’inizin bu dünyada size açık desteğini
gözlerinizle görmediniz mi? Size Rabb’inizin yağdırdığı nimetlerin üzerinden çok
bir zaman mı geçti ki hemen unuttunuz? Dün Firavunun elinde inim, inim inleyen
sizler değil miydiniz? Malları mülkleri, ırzları namusları yok edilenler sizler
değil miydiniz? Köleler olarak en kötü işlerde çalıştırılanlar sizler değil
miydiniz? Ne oldu? Allah’ın size öteki vaatlerini bekleme konusunda
sabırsızlandınız mı? Allah’ın vaadini beklemeniz uzun mu sürdü?
Yoksa
size Rabb’inizden bir gazabın inmesini mi istediniz? Rabbinizin gazabını celp
edecek bir yola mı girmek istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız? Hani bir
ahitleşmede bulunmuştuk. Hani benim getirdiğim hidayete tabi olacaktınız. Hani
Allah’a kul olacaktınız. Hani sadece Allah’ı dinleyecektiniz. Hani benim
örnekliğimde Allah’ın istediği bir hayatı yaşayacaktınız. Hani putlara
tapınmayacaktınız. Hani Mısırdaki tüm pis alışkanlıklarınızı terk edecektiniz.
Hani size egemen olan, size zulmeden güçlerin tanrılarını, yollarını bırakıp
sadece Allah’a kul olacaktınız. Ne oldu? Nereye gitti o vaatler, o sözler?
Dediler ki:
87.
“Onlar: “ Sana verdiğimiz sözden kendi başımıza caymadık. O milletinin ziynet
eşyasından bize yükler dolusu taşıtıldı. Biz onları ateşe attık, aynı şekilde
Sâmirî de attı" dediler.”
Dediler
ki, ey Mûsâ, biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimiz-den caymadık. O vaatten
kendi isteğimizle dönmedik. Lâkin biz kavmin yüklerinden, kavmin ziynet
eşyalarından bize yükler taşıtılmıştı. Bir takım yükler taşımıştık Mısırdan
çıkarken. Altın, gümüş, inci, mercan neyse erkeklerimizin ve kadınlarımızın
takındığı o süs eşyalarını taşımamız bize zor ve ağır geldi. Ve biz de onları
attık. Onları eritmek ve çubuklar haline getirmek üzere ateşe attık. Böylece
Sâmirî de attı. Sonra:
88. “Bunun
üzerine Sâmirî onlara böğüren bir buzağı heykeli ortaya koydu. O ve adamları:
"Bu sizin de Mûsâ'nın da İlâhıdır, ama o unuttu" dediler.”
Sonra
Sâmirî ateşe atılan, eritilen o süs eşyalarından, ziynet eşyalarından onlar için
böğürmesi, acayip ses çıkarması olan bir Buzağı heykeli çıkardı. Evet diyorlar
ki bizler Samirî’nin ne yapacağını bilmeden altınlarımızı getirip onun önüne
attık. O da sığır gibi böğüren bir Buzağı yapıp adamlarıyla birlikte şöyle
dediler: İşte bu sizin de Mûsâ’nın da tanrısıdır. Yâni bu Mûsâ’nın tanrısıdır
ama Mûsâ onu unutup onu başka yerlerde aramaya gitti dediler. Eğer bu hu
zamiri ile Sâmirî kast edilmişse o zaman mânâ şöyle olacaktır: Sâmirî bu
eylemiyle Allah’ı unuttu da Ona olan imanını terk etti dediler. Veya Sâmirî
alçağı bir putun İlâh olamayacağını unuttu da onu Allah yerine koydu dediler.
Bundan sonra gelen âyetin ifadesi de buna münasip gibi
geliyor.
89.
“Görmüyorlar mıydı ki, o heykel onlara ne söz söyleyebilir, ne zarar ve ne de
fayda verebilir?”
Görmüyorlar
mıydı bu adamlar? Bu tapındıkları buzağı onlara bir söz söyleyemiyordu. Ne
konuşabiliyor, ne de kendilerine bir fayda ve zarar sağlayabiliyordu. Yâni nasıl
oluyordu da böyle duymayan, konuşmayan, fayda ve zarar sağlama gücüne sahip
olmayan bir buzağıyı tanrı edinip ona tapınabiliyorlardı? Nasıl yapabiliyorlardı
insanlar bunu? Ama işte İsrâil oğulları böyle bir puta tapınmaya başlamışlardı
bile. Altın, gümüş, inci, mercan gibi ziynet eşyaları ve dünya gözlerinde
putlaşıvermişti.
Evet
dikkat ederseniz buzağı ziynet eşyasından yapılıyor. Bu-gün de bakıyoruz ziynet
eşyalarının, altının, gümüşün, paranın putlaştırıldığını görüyoruz. İnsanlar
bugün de bunlara tapınıyorlar âdeta. Ziynet esasen süs demektir. Dünyanın süsü
ve ziyneti. Bugün de insanlar âdeta bunlara tapınıyorlar. Öyleyse bizler de buna
çok dikkat etmeliyiz. Dünya ve dünyanın süsü ve ziyneti olan şeyler hayatımızda
putlaşmasın.
Adamlarda Mısırdan taşıyıp getirdikleri
put sevgisi vardı. Mısırda yaşadıkları köleliğin getirdiği aşağılık duygusu
vardı. Nitekim A’râf’ta anlatılır denizi sağ salim karşıya geçtikten sonra puta
tapan bir kavme rastladılar da peygamberleri Mûsâ’ya şöyle
demişlerdi:
“Ey Mûsâ! Onların tanrıları gibi bize
de bir tanrı yap” dediler. Mûsâ: “Doğrusu siz bilgisiz bir milletsiniz, bunlar
yok olacaklar ve işledikleri boşa gidecektir”
dedi.”
(A’râf
139)
Evet denizden karşıya geçtiklerinde bir
kavme uğradılar ki, onlar puta tapınıyorlardı. Onları gören İsrâil oğulları
dediler ki: Ey Mûsâ bak bu adamların putları var ama bizim putumuz yok. Bize de
onlarınki gibi bir put yapsan olmaz mı? Mısırda put sevgisi âdeta kalplerine
içirilmişti adamların. Çünkü yıllar yılı insanı insanlıktan çıkaran, fıtratı
bozan işkenceler altında yaşamışlar, âdeta hafızalarını bile kaybedecek noktaya
gelmiş insanlardı bunlar. Zaten genelde köle toplumların akılları çalışmaz.
Çalışacak durumda olsa bile onu asla kullanmaz köleler.
Çünkü
efendilerinden onun aksi istikâmetinde bir emir geldiği zaman bir çatışma
yaşamaktansa akıllarını hiç kullanmamayı yeğlerler köleler. Çünkü onlar
efendilerine mutlak itaat etmek zorundadırlar. Firavunun zulmü altında o kadar
ezilmişler, Firavunun materyalist eğitimi altında o kadar kendilerini
kaybetmişler ki kendilerine hakim olan gücün tapındığı tanrısına bile, ineğine
bile tapınma cesaretini kendilerinde göremiyorlardı onun küçüğüne, yâni buzağıya
tapınma gücünü kendilerinde bulabiliyorlardı. Köleler efendiler gibi
olamazlardı. Köleler efendilerinin yaptıklarını asla yapamazlardı. Efendileri
gibi dünya siyasetinde asla bulunamazlar. Dünya ekonomisinde asla efendileri
kadar söz sahibi olamazlar. Bu işler efendilere aittir. Onlar sadece
efendilerinin bir gülüşüne, bir okşayışına lâyık olsunlar onlar için yeter bu.
Şu
anda da az gelişmiş, gelişmekte olan yaftalarıyla uyutulmuş köle ülke insanlarda
da aynı psikolojik kompleksi görüyoruz. Tüm baskıcı rejimlerin, tüm zalim
idarelerin insanların kalplerini bu hale getirdiğini görüyoruz. İnsanların
gönüllerine hegemonya kurduklarını, onların neyi sevip neyi sevmeyeceklerine,
neyi giyinip neyi giyinmeyeceklerine bile ipotekler koyduklarını görüyoruz.
Böyle zalim sistemlerin ezdiği insanlar tanrılarından çok uzaklarda olsalar
bile, tanrılarının gözlerinin önünde boğulduklarını görmüş olsalar bile,
özgürlük ortamına ulaşmış olsalar bile hâlâ kalplerindeki kölelik hastalığını
atamıyorlar.
90. Andolsun
ki, Harun da onlara önceden: “Ey milletim! Siz bu buzağı ile sınanıyorsunuz.
Sizin gerçek Rabb’iniz Rahmândır. Bana uyun, emrime itaat edin"
demişti.”
Halbuki
daha önce Harun onlara şöyle demişti: Ey kavmim, onunla sizler deneniyorsunuz.
Yâni bu buzağıyla sizler imtihan olunuyorsunuz. Rabb’iniz o buzağı değil Rahmân
olan Allah’tır. Bana tabi olun, benim emrime itaat edin. O buzağıyı bırakıp bana
uyun, benim hak olan dinime tabi olun. Buzağı terk etme emrime tabi olun dedi.
Onlarda bunun üzerine dediler ki:
91. “Mûsâ
bize dönene kadar buna sarılmaktan vazgeçmeyeceğiz"
demişlerdi.”
Mûsâ
aramıza dönünceye kadar ona karşı, o puta karşı samimiyetle ibadet etmekte, ona
karşı kulluk etmekte, dua etmekte, secde etmekte kararlıyız bundan asla ayrılmıyoruz dediler. Yâni
gerçekten çok garip değil mi? Peygamberi tanıyorlar, peygamberin hayatlarında
varlık misyonunu biliyorlar, peygamberin ne için ve nereye gittiğini biliyorlar
ama yine de zalimliklerini ortaya koyuyorlardı. Diyor-lar ki yahu nereye gitti
bu Mûsâ? Eğer bir Allah aramaya gitmişse bir-likte arasaydık! İşte İlâh
yanımızda. Onun da bizim de İlâhımız şu puttur. Bizler onun yokluğuna
dayanamayız! Onsuz biz kime sığınacağız? Onsuz hayatımızı neyle dolduracağız?
Olmaz, biz onsuz yapamayız edemeyiz diyerek o putla Peygamberden boşalan
hayatlarını doldurmaya kalktılar.
Peygamberi yok farz eden, peygamberi
ölmüş bilen bir toplum, peygamberi tanımayan, peygamberin uygulamalarını
tanımayan, bilmeyen insanlar elbette peygambersiz hayatlarını başka şeylerle
doldurmak zorunda kalacaklardır. Bakın İsrâil oğulları Peygamberleri Mûsâ (a.s)
kısa bir dönem aralarından ayrılıp vahiy almak için Tur’a gidince hemen
putlarına, putçuluklarına dönüverdiler. Elbette peygamberi yok farz eden bir
toplumun bundan başka yapabileceği bir şey de yoktu.
Mesela
bakın Hıristiyanlar da Allah’ın peygamberi Hz. Îsâ’yı hayatlarından kovup o hale
getirince rahat bir nefes alabildiler. Îsâ için Allah dediler, Allah’ın oğlu
dediler, yarı Allah, yarı insan karışımı bir varlık dediler, peygamberi
insanlıktan, örneklikten çıkarıp gökyüzüne gönderince sonunda rahat bir nefes
alma imkânını elde ettiler. Allah, insan, yarı Allah yarı insan karışımı bir
varlık, bu bize örnek olamaz! Biz onun gibi olamayız! dediler ve ondan
kurtuluverdiler.
Evet peygamber azıcık yanlarından
ayrıldı diye İsrâil oğulları Allah’ı, Allah’ın elçisini unutup Buzağıya tapmaya
başlayıverdiler. Şimdiki insanlar da eğer peygamberi yok farz eder, peygamberi
öl-müş kabul eder, peygamberin sünnetini, peygamberin uygulamalarını tanımazsa,
eğer bizler onlara peygamber modelini, peygamber an-layışını tanıtamazsak
elbette bu insanlar da peygambersiz, örneksiz, modelsiz hayatlarını kendi
keyifleriyle dolduracaklar ve kendi putlarına tapınmaya devam edeceklerdir.
Peygambersiz hayatlarını bir şeylerle doldurmaya devam edeceklerdir.
Meselâ
eğer yemek yemede sünnet modelini öğrenmemişse adam elbette bir başkasının yemek
yeme modelini onun yerine ikâme edecektir. Veya meselâ giyim kuşamda peygamber
modelini bil-miyorsa kişi onun yerine bir başkasının giyim kuşam modelini
benimseyecektir. Peygamberimizin böyle bir hadisini hatırlıyorum:
"Her
sünnet ortadan kalkınca yerine bir bidat yerleşir."
Yâni eşyanın tabiatı bunu gerektirir.
Eğer bir konuda sünnet uygulamaya konulamıyorsa elbette onun yerine başka bir
şey uygulamaya konulacaktır. Kaçınılmazdır bu. Çünkü o hayatın vazgeçilmez bir
unsurudur. İşte şu anda görüyoruz, peygamberi tanıma zahmetinden kaçan insanlar
kendilerine yaşayan örnekler aramaktadırlar.
Mûsâ aralarından ayrıldı diye hemen
buzağıya tapınmaya başlarlar. Harun (a.s) onları uyarır, yapmayın etmeyin der.
Ama Harun (a.s)’ı dinlemezler ve Mûsâ (a.s) onlara döner, ilk sözü Harun (a.s)’a
dır. Çünkü kitabımızın A’râf sûresinden öğreniyoruz ki Mûsâ (a.s) Tur’a vahiy
almaya giderken kardeşi Harun’u kendi yerine vekil olarak bırakmıştı. Onun için
ilk muhatabı Harun (a.s) idi:
92,93. “Mûsâ
gelince: "Harun! Onların sapıttığını görünce seni benim yolumdan gitmekten
alıkoyan nedir? Benim emrime karşı mı geldin? " dedi.”
Ey
Harun, onların sapıklıklarını gördüğün zaman, bunların Al-lah’ı bırakarak bu
buzağıya tapınma sapıklığına şahit olduğun zaman seni alıkoyan neydi? Niye
müdahale etmedin? Niye bunların sapıklıklarına engel olmadın? Seni benim
ardımdan gelmekten engelleyen neydi? Onlar böyle seni dinlemeyip buzağıya
tapınma sapıklığına düşünce niye arkamdan gelip bana haber vermedin?
Niçin
iman edenlerle birlik olup bu sapıklarla savaşmadın? Niye engel olmadın bunlara?
Niye ben varken yapacaklarımı sen yapmadın? Yoksa bana uymuyor musun? Bana tabi
olmuyor musun? Benim emrime isyan mı ettin? Bana ve dinime baş mı kaldırdın? Bu
arada Mûsâ (a.s) kardeşinin sakalından tutar. Şiddetle silkeler. Harun (a.s):
94. “Harun:
"Ey Annem oğlu! Saçımdan sakalımdan tutma; doğrusu İsrâil oğulları arasına
ayrılık koydun, sözüme bakmadın demenden korktum" dedi.”
Ey
anamın oğlu. Ana baba bir kardeş oldukları halde Onun şefkatini celp etmek için
böyle sesleniyordu Harun (a.s). Ey şefkatin, merhametin doğurduğu diyerek
kendisine merhamet etmesini diliyordu. Ey anamın oğlu, saçımdan, sakalımdan,
başımdan tutma. Bu ifade Hz. Mûsâ’nın hamiyet-i diniyesi sebebiyle çok
gazaplandığını göstermektedir. Harun (a.s) sözlerine devam ediyor. Ben senin
şöyle demenden korkmuştum: Demek ki sen İsrâil oğulları arasında ayrılık
çıkardın. Ve benim sözümü önemsemedin, gözetmedin. Benim emrime boyun eğmedin
demenden korktum. Ama ben yapmadım bu işi.
Hz. Harun’un bu sözlerinden ben İsrâil
oğulları arasında tefrika çıkmasından korktuğum için böyle yapıp sessiz kalmayı
tercih ettim şeklinde anlamaya çalışmışlardır ki bu son derece sapık bir
an-layıştır. Çünkü toplumda tefrika çıkmasın diye küfrü, şirki sineye çek-mek
asla doğru bir iş değildir. Küfürle birlikte ümmetin birliğini korumak hiçbir
zaman ıslah değildir. Öyleyse Harun (a.s) ın bu sözlerini A’râf sûresiyle
birlikte anlamaya çalışırsak hiç de böyle demiş olmadığını anlayacağız. Bakın
A’râf ta şöyle diyordu:
"Ey annem
oğlu! Bu millet beni küçümsedi; az kalsın öldürüyorlardı. Bana düşmanları
sevindirecek şekilde davranma beni bu zalim milletle bir sayma"
dedi.”
(A’râf
150)
Harun (a.s) diyor ki, bu millet beni
küçümsedi. Kavmim beni zayıflattı. Az kalsın neredeyse beni öldürüyorlardı.
Düşmanlarımın gözleri önünde beni rezil etme. Bana düşmanları sevindirecek
şekilde davranma. Ve sakın beni bu zalim milletle bir sayma, beni bu zalimlerle
aynı kefeye koyma, benin bunlarla da yaptıkları bu şirkleriyle de uzaktan ve
yakından bir ilgim alâkam yoktur. Benim bu adamlara gücüm yetmedi. Benim üzerime
galip geldiler. Kendilerini uyardığım zaman benim üzerime o kadar saldırdılar, o
kadar yüklendiler ki az kalsın beni öldürüyorlardı
diyordu.
Evet bundan şunu anlıyoruz: Eğer bir
toplumda bir zulüm var-sa, eğer bir toplumda şirk varsa, küfür varsa,
ahlâksızlık ve haksızlık varsa ve eğer o toplumun üyeleri olan bizler toplumdan
bu küfrün, şirkin ve zulümlerin kalkması kaldırılması adına ciddi bir çalışmanın
bir mücâdelenin içine girmiyorsak, eğer karşı çıkmıyor, tavır almıyor-sak,
susmayı tercih ediyor, sineye çekiyorsak bilelim ki onların küfürlerinin
şirklerinin ve zulümlerinin tümüne bizler de ortağız
demektir.
95. “Mûsâ:
"Ey Sâmirî! Ya senin yaptığın nedir?" dedi.”
Bu
sefer Hz. Mûsâ Sâmirî’ye dönerek şöyle dedi: Ey Sâmirî, senin zorun neydi? Sen
ne yapmak istedin? Ne diye bu işleri yaptın? Bunu nereden çıkardın? Sâmirî Mûsâ
(a.s) ve müslümanlarla beraber özgürlüğe koşuyor. Firavun ve peygamber savaşında
tercihini peygamberden yana kullananların arasında. Yâni İsrâil oğullarından,
müslümanlardan birisi. Ama gelin görün ki eski yaşadığı hayatın fitne ve fesadı
baskın gelmiş, Mûsâ (a.s) nın yokluğundan faydalanarak bulduğu bir boşlukta
putçuluğa dönerek müslümanları saptırıvermiş. Ama bakın yaptığı işe bir
kutsallık ta kazandırmaya çalışıyor. Çünkü zalimler gerçekten kendilerinin en
hayırlı işler yaptıklarını zannederler. Allah’ın sevdiği bir işi yaptıklarını
iddia ederler. Bakın diyor ki:
96. “Sâmirî:
"Onların görmedikleri bir şey gördüm ve o sana İlâhî elçinin bastığı yerden bir
avuç avuçladım. Bunu ziynet eşyasının eritildiği potaya attım. Nefsim böyle
yaptırdı" dedi.”
Onların
görmediklerini, göremediklerini ben gördüm. Cebrail’i, vahiy Meleğini gördüğünü
söylüyor hain. Resûlün izinden, elçinin eserinden bir avuç toprak parçası aldım,
onu o ateşin içine attım ve nefsim bunu bana hoş gösterdi. Böylece bu işi böyle
yaptım. Ben bunu kendi kafamdan yapmadım diyor. Yâni güya Cebrâil geldi, Mûsâ
(a.s) ile konuştu, Onun ayak bastığı yerden bir avuç toprak aldı ve o onu
altınları kaynattığı kazanın içine attı ve böylece o buzağı ses çıkaran bir
canlı haline geliverdi.
Ya
da Mûsâ (a.s) ayaklarını toprağa bastığı yerlerden bir şeyler aldığını ve
böylece buzağının kutsallaşmış olduğunu iddia etti. Yâni Allah adına, peygamber
adına, onların etkisiyle bir buzağı yaptı. Bu anlayışı, bu ekolü Allah’a ve
elçiye dayandırmaya çalışıyor. Zaten tüm küfür ve şirk anlayışların temelinde bu
vardır. Kendi başlarına bir şey yapamayacaklarını, yapsalar bile insanlar
tarafından hüsnü kabul görmeyeceğini, uzun süreli yaşayamayacağını bildikleri
için yarı hak, yarı bâtıl, yarı Rahmân, yarı şeytan yapmaya çalışıyorlar. İşte
Sâmirî de diyor ki ben elçinin ayak izlerinden bir şeyler aldım ve bu buzağı bu
hale geldi diyor.
Veya bu sözün bir başka anlamı da, ben
elçiyi, Mûsâ (a.s)’ı izledim, Ona tabi oldum. Nihâyet Onun imanında, Onun
teslimiye-tinde, Onun takvasında insanların görmediği bir eksiklik, bir zayıflık
gördüm ve belli bir yere kadar takip ettiğim Onun izini terk ettim. Peygamberden
farklı bir takva anlayışı, Ondan farklı bir din anlayışı geliştirmeye çalışanlar
gibi. Peygamberin yapmadıklarını yaparak, peygamberin istemediği şeyleri yaparak
bid’atlere düşenler gibi. Onun bu cevabı karşısında Mûsâ (a.s) dedi
ki:
97. “Mûsâ:
"Defol! Doğrusu artık hayatta, Bana dokunmayın! demenden başka yapacağın yoktur.
Senin için asla kaçamayacağın bir ceza daha vardır. Durup üzerinde titrediğin
tanrına bak, onu yakacağız, sonra denize dökeceğiz" dedi.”
Defol!
Haydi git! Bizim yanımızdan uzaklaş! Yaşadığın sürece dünyada senin şöyle demen
senin için cezadır: Bana dokunmayın! Bana dokunmayın! Bu gerçekten büyük bir
cezadır, Rabbim korusun. Yâni yaşadığı hayatta sürekli bir sürgün hayatı
yaşadığı gibi aynı zamanda bu sürgünlüğünü herkese ilân etme azabının da
tattırıldığını anlıyoruz. Yaşadığı sürece kimi görürse, bana dokunma! Bana
dokunma! Benden uzak dur! diyecek ve herkesten ürkecek, kaçacak. Tıpkı cüzzamlı
birinin insanları kendisine dokunmaktan uyardığı gibi veya cüzzamlı birinden
insanların kaçtıkları gibi. İşte Sâmirî’nin cezası bu olacaktır.
Ayrıca senin için bir de vaatleşme,
randevu günü vardır ki on-dan asla kendini kurtaramayacaksın. Yeryüzünde şirke
düşerek, Allah’ın koyduğu sadece kendisine kulluk düzenini bozup ifsat ettiğin
için hem bu dünyada, hem de âhirette bu azaba mahkum
olacaksın.
Şu üzerine titrediğin, önünde eğilip
kendisine kulluk yaptığın tanrına da, buzağına da bak ki onu yakacağız, sonra da
onun külünü denize savuracağız. Gördün mü? Hani tanrıydı. Hani Mûsâ’nın da
İs-râil oğullarının da İlâhıydı. İşte yanıp kül oldu. Hani niye koruyamadı
kendisini? Hayır hayır:
98. “Sizin
İlâhınız, ancak, O'ndan başka İlâh olmayan Allah'tır. İlmi her şeyi içine
almıştır.”
Muhakkak ki sizin İlâhınız kendisinden başka İlâh
olmayan Allah’tır ve O Allah ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Kendisinden başka
sözü dinlenecek, yasaları uygulanacak, kulluk edilecek İlâh
yoktur.
Böylece İsrâil oğullarının eski kölelik
dünyalarından getirdik-leri altın, gümüş, inci mercan gibi süs eşyaları da
bitmiş oldu. Bir deneyimden geçirildiler, kalplerindeki mal mülk sevgisi, altın
gümüş sevgisi, buzağı sevgisi açığa çıkarıldı, bunların tanrı olamayacağı
or-taya konuldu, kitabımızın başka âyetlerinde anlatıldığı gibi tevbeleri,
dönüşleri gerçekten çok ağır oldu. Birbirlerini öldürdüler. Puta tapmayanlar
tapanları öldürdüler, şirke düşmeyenler şirke düşenleri öldürdüler. Ve artık
üzerlerinde sadece elbiselerinin dışında Mısırı hatırlatacak hiçbir şeyleri
kalmadı. Böylece kalplerinde Mısır silindi, Firavunların etkisi kazındı,
sevgileri bitti, tek olan İlâhın kendilerine hâkimiyeti ve O İlâhın elçisi Mûsâ
(a.s) önderliğinde yepyeni özgürce bir hayata devam etme dönemi
başladı.
99,100. “Ey
Muhammed! Geçmiş olayları sana böylece anlatırız. Katımızdan sana da bir kitap
verdik; kim ondan yüz çevirirse bilsin ki kıyâmet günü bir günâh yükü
yüklenecektir.”
İşte
böyle. Geçmişlerin haberlerini işte böylece sana kıssa ederiz, okuruz. Muhakkak
ki Biz sana katımızdan bir zikir, bir nasi-hat, bir gündem ve bir şeref vermiş
oluyoruz. Evet buraya kadar pey-gamber bir haber okudu, bir haber dinledi. Biz
bir haber okuduk, bir haber dinledik. Bu haberi okuyan Allah. Bu haberi dinleyen
Rasûlul-lah. Allah’ın okuduğu, Rasûlullah’ın dinlediği, sonra Rasulullah’ın
okuyup ashabının dinlediği, Rasûlullah ve ashabının kalbinin imanla ve cesaretle
dolduğu, kâfirler karşısında direnmeyi öğrendikleri, Allah safında ve Allah
desteğinde olmanın izzet ve şerefini yaşadıkları, Allah dışındaki tanrı
taslaklarının hiç bir değer ifade etmediklerini öğ-rendikleri bu haberlerle
bizler de şu anda beraber olduk.
Gelin
öyleyse bu haberlerin dışında bize hidâyet, bize özgür-lük kazandıracak haber
arayışları içine girmeyelim. Gelin Allah’ın haberlerinden, Resûlünün
haberlerinden haberdar olmanın yollarını arayalım. Kesinlikle bilelim ki izzet
ve şeref bu haberlerle ilgilenen, hayatını bu haberler doğrultusunda
yaşayanların olacaktır. Ama:
Her kim ki Allah’ın bu haberlerinden
yüz çevirir, bu haberlerle ilgilenmez, kim bu zikri, bu Kuranı kapatarak bir
hayat yaşamaya kal-karsa, kim peygamberden yüz çevirirse kıyâmet günü günâhını
yüklenerek gelecektir. Evet bu Tâ-Hâ’dan, bu âyetlerden, bu gündemlerden yüz
çevirerek bir hayat yaşayan kimse kıyâmet günü günâh yükleriyle
gelecektir.
101.
“Devamlı bu günâhın azabında kalacaklar. Kıyâmet günü onlar için ne kötüdür bu
yük!”
Orada
ebedîyen bu yüklerin altında kalacak ve doğrusu kıyâmet günü o yük ne kötü bir
yüktür. Her toplum, her ülke ve her çağ insanını ilgilendiren bir uyarıdır bu.
Bu yükün cezası da ebedî olacaktır. Bir insan için kendisini cehenneme, ateşe
götürecek olan bir yükten daha büyük, daha kötü bir yük düşünülebilir mi?
102.
“Sur'a üflendiği gün, işte o gün, suçluları gözleri korkudan göğermiş olarak
toplarız.”
O
gün sura üfürülür. Biz o gün mücrimleri gözleri korkudan gömgök olarak, perişan
bir şekilde haşr ederiz. O günün dehşetin-den, korkusundan sanki betleri
benizleri atmış, vücutlarında kan kalmamış bir şekilde haşr ederiz onları.
Gözlerinin feri kalmamıştır onların. Her tarafları morarmıştır
korkudan.
103. “Siz
dünyada sadece on gün eğleştiniz" diye, aralarında saklı, saklı
konuşurlar.”
Kendi
aralarında gizlice konuşurlar. On gün kaldınız değil mi dünyada? Hemen o kadar
değil mi? Veya ölümlerinizden sonra kabirlerinizde sadece on gün kaldınız değil
mi? Ya dünyada, ya da kabirlerde. Çünkü Mü’minûn sûresinde Rabbimizin onlara
şöyle sorduğu haber verilir:
“
Dünyada kaç yıl kaldınız?” Onlar: Bir gün, ya da bir günün birazı kadar kaldık,
sayanlara sor derler”
Rûm
sûresinde de kıyâmetin kopacağı gün günâhkârlar kabirlerinde tek bir saatin
dışında kalmadıklarına dair yemin ettikleri anlatılır. Rabbimiz diyor
ki:
104.
“Aralarında konuştuklarını Biz daha iyi biliriz. En akıllıları: "Sadece bir gün
eğleştiniz " der.”
Onların
dediklerini en iyi Biz biliriz. Elbette Mahşer yerinde onların gizlice
birbirlerine fısıldadıklarını bilen Allah’tır. Onların
kendi
lerine
örnek olarak aldıkları der ki, hayır hayır on değil bir gün kaldınız, bir gün.
Evet geri gelmeyecek günler bin yıl olsa ne yazar? Uzun bile olsa kısa
görüyorlar bugünleri. Evet dünya bir günmüş. Sadece bir gün. Eh Firavun hanedanı
binlerce sene saltanat sürmedi mi? Öteki, beriki böyle olmadı mı? Ad, Semûd şu
kadar yaşamadı mı? Nuh toplumu şu kadar zulmetmedi mi? Saltanatlar, sultanlar,
devletler, egemenler ne kadar da mağrur değiller miydi? Ne kadar da müs-tekbir,
astıkları astık, kestikleri kestik değiller miydi? Demek dünya bir gün kadarmış
öyle mi? Peki o bir günlük bir dünya için zalim olmak ne anlama geliyor? Ya da o
bir günlük dünya hayatı için zalimlere im-renmenin ne anlamı kalıyor? Demek ki
yolun iyisini, doğrusunu bilenlerin söyledikleri çok daha doğrudur.
Bakın bir gün Ömer efendimiz Rasûlullah
efendimizi görür. Rasûlullah efendimiz evinde içindeki samanlar dökülmeye yüz
tutmuş bir yastığın üzerine başını koymuş yatmaktadır. Gözleri dolar Ömer
efendimizin ve der ki: Ey Allah’ın Resûlü Bizans’ın Kayserleri, Kisrâlar şöyle
şöyle bir hayatın içindelerken biz senin başının altına bir yastık bile
yaptıramadık der. Rasûlullah bir günlük dünya onların olsun ey Ömer, âhiret
bizim için yetmez mi? Denize parmağını daldırsan ne kadar suyla gelir? İşte
âhiretin yanında dünya bu kadardır buyurur. Bir yolculuğa çıkmışım, bir ağacın
altında biraz oturup dinlenmişim, sonra kalkıp yoluma devam etmişim. İşte ey
Ömer dünya bu kadardır buyurur.
Eh şimdi bizler bir günlük dünya hayatı
için mi çırpınıyoruz? Bir günlüğüne mi evler yapıyoruz? Bir günlük için mi bu
kadar saraylar peşindeyiz? Bir günlük rızık için mi bu uğraşları veriyoruz? Yâni
bir günün rızkını bulamadık ta onun için mi bu kadar gece-gündüz koşturuyoruz?
Bu bir günlük dünya için mi zalimlere boyun eğiyoruz? Bir günlük dünya için mi
zalim oluyoruz? Bu nasıl bir iş? Bu nasıl bir anlayış? Bu nasıl bir hayat?
105,108. “Ey
Muhammed! Sana dağları sorarlar; de ki: "Rabbim onları ufalayıp savuracak,
yerlerini düz, kuru bir toprak haline getirecek; orada ne çukur, ne tümsek
göreceksin O gün, hiç bir tarafa sapmadan bir dâvetçiye uyarlar. Sesler
Rahmân'ın heybetinden kısılmıştır; ancak bir fısıltı
işitirsin.”
Peygamberim, sana dağlardan sorarlar.
Kıyâmet günü onlar yerlerinde kalacak mı? Yoksa zeval bulacaklar mı? De ki,
Rabbim onları darmadağın edip savuracak. Rabbim onları tuz buz edip savuracak.
Yerlerini dümdüz edip kuru bir toprak haline getirecek. Tabii kâfirler bu
dağları dağıtmaya, yerinden oynatmaya kimin gücü yeter? filan diyorlardı da
Rabbimiz böyle buyuruyordu. Evet o dağların yerleri bomboş olacak, çırılçıplak
kalacak. Ve yine o dağların bulunduğu dünyada ne bir eğrilik göreceksin, ne de
bir tümsek. Ne bir alçaklık, ne de bir yükseklik göreceksin. Yumurta gibi dümdüz
bir dünya.
O gün artık kendisinde hiçbir eğrilik
bulunmayan bir elçinin dâvetine icabet ederler. Hiçbir kimsenin artık o gün
Rahmânın emri-ne isyan etme hakkı da, yetkisi de, gücü de yoktur. Herkes
Rahmâ-nın emrine boyun eğecek. Ve sesler, soluklar Rahmânın huzurunda kısılmış,
boğulmuş artık hırıltıdan başka bir şey duyulmaz olmuştur. Evet Rahmânı tazimden
ötürü sesler kesilmiş, fısıltıdan başka bir şey duyulmaz olmuştur artık. Herkes
suspus olmuş ve artık gizli gizli, hafif, hafif dudak kıpırdamalarından başka
bir şey duyulmuyor olmuştur. Ya da Mahşere giderken ayak seslerinden başka bir
ses duyulmaz olmuştur. Herkesin boyunları önüne düşmüş, sessiz sedasız
haklarında verilecek kararı bekliyorlar.
109. “O gün
Rahmân'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati
fayda vermez.”
O
gün şefaat ta fayda vermez. Ancak Rahmânın izin verdik-leri müstesna. Ve kimin
sözünden razı olup hoşlanmışsa ancak şefaat onlara fayda verir. Şefaat
edecekleri de, şefaat edilecekleri de Rahmân belirler ve şefaatin fayda vereceği
kimseler de sözünden razı olduğu kimselerdir, Amelinden, hayatından razı olduğu
kimselerdir. Bunların dışında kimsenin şefaatten faydalanma imkânı yoktur.
Dünyada peygamber akrabasıydım, dünyada falan zata
intisa plıydım,
şöyle idim, böyle idim, hocaydım, hacıydım, insanlara hizmet ediyordum, şu şu
sülâlelerdendim vs. vs. hiç bunların önemi yoktur. Orda tek yetkili var Allah ve
o gün Onun hükümranlığında herkes mahkumdur.
110. “Allah
onların geçmişlerini de, geleceklerini de bilir. Onların hiçbirinin ilmi ise
O'nu kuşatamaz.”
Çünkü
onların önlerini de arkalarını da, önlerinde olanı da, arkalarında
bıraktıklarını da bilen Allah’tır. Evet insanların önlerini ar-kalarını,
cinslerini, cibilliyetlerini, kalplerini, niyetlerini, amellerini, dosyalarını
bilen yalnız Allah’tır. Hiçbir melek,
hiçbir peygamber, hiçbir Azîz, hiçbir kimse bunu bilemez. Hiçbir kimse bir
başkasının hesabını, amelini, amel defterini, dosyasını bilemez. ben ne bir
başkasının bunu bilmesi mümkün değildir. Hiç kimsenin ilmi bunu kuşatamaz.
Yâni
yarın Rabbim bana şefaat etme yetkisi verse bile ben bilemem ki insanların
önlerini, arkalarını. Ben bilemem ki insanların ne tür bir dosyayla Allah’ın
huzuruna geldiğini. Ben bilemem ki kimin direk cennete gideceğini, kimin
cehenneme uğrayacağını. Çünkü kalpleri, niyetleri, amelleri, bu amellerin önünü
arkasını bilen sadece Allah’tır. Onun için ben istediklerime şefaat etmeye
kalkarsam zulme-debilirim, hata edebilirim, cennete gitmesi gereken birini
cehenneme, cehenneme gitmesi gereken birini cennete postalama çabası içine
girebilir ve zulmetmiş olabilirim, haksızlık etmiş olabilirim. Onun için tüm
insanları en iyi bilen, amellerini, o amelleri işlemeye iten niyetlerini, yâni
insanların önlerini arkalarını en iyi bilen Allah’tır ve ancak Allah bunu
belirleme hakkına sahiptir. Çünkü Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır.
İnsanların yaptıklarının tümünden haberdardır. Allah’ın ne olduğunu, Allah’ın
bilgisinin ne olduğunu hiç kimse bilemez.
111.
“İnsanlar, diri ve her an yaratıklarını gözetip duran Allah'a boyun eğmiştir.
Yükü zulüm olan kimse ise hüsrana uğramıştır.”
İnsanlar,
yüzler Hayy u Kayyûm olan, diri ve diriliği kendinden olan, varlığı konusunda
bir başkasına bağımlı olmayan, kullarının tamamını gözetleyen, kollayan,
işlerini çekip çeviren, kontrol altında tutan Allah’ın önünde eğik durmuş, boyun
bükmüş, itaat etmiş, önünde diz çöküp küçüklüğünü, horluğunu, hakirliğini itiraf
etmiştir. İşte o gün zulüm yüklenen kimse de hüsrana uğramış, her şeyini
kayetmiş ve Allah’tan ümit keserek yok olup gitmiştir.
Evet Allah huzurunda sesler kısıldı,
insanlar Rab’lerine boyun eğdiler, günâh ve zulüm taraftarları da ebedîyen
kaybettiler.
112. “İnanmış
olarak, yararlı işler işleyen kimse, haksızlıktan ve hakkının yeneceğinden
korkmaz.”
İşte
orada, o atmosferde kim de mü’min olduğu halde sâlih ameller işlemişse,
fıtratına, yaratılışına uygun ameller işlemişse, hayatını iman kaynaklı yaşamış,
hayatıyla imanını özdeşleştirmiş, Allah’a lâyık ameller peşinde koşmuş, Allah’ı
kendisinden razı etmişse artık o kimse ne zulümden korkar, ne de zerre kadar
kendisine bir haksızlık yapılmasından. Ne yaptıklarının zayi edilmesinden, ne de
yapmadıklarıyla kendisine ceza verilmesinden korkmaz o.
Yâni
yaşadığı bir dünya hayatında Allah’ın istediği sâlih amelleri gerçekleştirenler,
Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayanlar kesinlikle bilsinler ki Allah onlara
zalimce karar vermeyecektir. Yaptıkları amellerinin karşılığını kat kat vereceği
gibi hiçbir şeyi de onlar için ek-siltmeyecektir. Mü’minlerin durumları böyle.
Ama beri tarafta zalimlerin yüzleri eğilmiş, günâhları, isyanları, küfürleri ve
şirkleri bellerini bükmüş, kendilerini ezmiş ve yok olup gitmişler cehenneme.
Ama bir ölümle yok olup kurtuluş değil, sadece azabın içinde yok olup gitmişler.
Kurtuluş imkânları kalmamıştır.
İşte Mûsâ (a.s), Onun kıssası, Kur’an,
Onun okunuşu ve kı-yamet, Onun gündemi, dağlar, ölüm, ölüm ötesi hayata geçiş,
mah-şer, zalimler, mü’minler, kurtulanlar, kaybedenler. İşte Tâ-Hâ sûre-sinde
birlikte anlatılıyor.
113. “İşte
Kur'an'ı, Arapça okunmak üzere indirdik, onda tehditleri türlü türlü açıkladık
ki belki sakınırlar yahut onlara ibret verir.”
İşte
böylece Onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik. Bu kitabı Arapça bir Kur’an
olarak böylece sana indirdik. Ve O Kur’an’da tehditleri de ayrıntılı bir şekilde
ifade ettik. Umulur ki bu insanlar Onunla yol bulurlar, hayatlarını Ona
sorarlar, Onunla düzenlerler, hayatlarını bu kitabın sahibi için yaşarlar. Yahut
da onlar için bu Kur’an bir zikir, bir uyarı, bir gündem, bir pusula, bir
harita, bir yol gösterici olur, bir mihmandar olur. Belki sakınırlar,
korunurlar, belki ibret alırlar diye.
Kur’an Arapça, Muhammed (a.s) ve
çevresindeki Mekkeliler Arapça konuşmaktadırlar. Bu kitabın âyetlerini duyan
herkes de Allah’ın ne dediğini anlar ve kavrar. Âyetler insanların
anlayabilecekleri bir şekilde ayrıntılı olarak ifade edilir. Cennet, cehennem,
sâlih amel, gayri sâlih amel, salah, ifsat, eski toplumlar, haberler her şey her
şey açık ve net bir şekilde ortaya konur. Ve hiçbir kimsenin, yahu burada ne
deniyor? Burada ne anlatılıyor? demeye ve itiraz etmeye hakkı da kalmıyor.
O
gün öyleydi, bugün de böyledir. İnsanlar kıyâmete kadar bu Kur’an’ı anlamak
zorundadırlar. Türk bir ana-babadan doğanlar da, İngiliz bir ana-babadan
doğanlar da, Arapça’yı da hiç bilmeyenler iman ederler. Allah’tan hidâyet
isterler. Allah ta hidâyetini kitabında ve elçisinde gösterir. O hiç Arapça
bilmeyen insan müslüman olduktan sonra başlar yavaş yavaş Allah’ın kitabını
anlamaya. Resûlünü tanımaya, Resûlünün hadislerini öğrenmeye, anlar ve tanır.
Rasûlullah ve ashabına hidâyet olan bu Arapça Kur’an o dönemin Arap olmayanlara
hidâyet olan bu kitap hangi dili konuşursa konuşsun bu kitabın hidâyetiyle
hidâyet bulur ve şereflenir. Ve şunu da hemen ilân eder:
114. “Gerçek
Hükümdar olan Allah Yücedir. Ey Muham-med! Kur’an sana vahy edilirken, vahy
bitmezden önce, unutmamak için, tekrarda acele edip durma, "Rabbim! İlmimi
artır" de.”
Hak
olan, Melik olan Allah ne yücedir. Evet o müslüman okuduğu kitabın Tâ-Hâ
sûresine gelince, bu âyetine gelince bunu da okur, bunu da öğrenir ve tüm
dünyaya bunu ilân eder. Ulûhiyet ve rubûbiyetine Hak olan Allah, göklerin ve
yerin mülkünün sahibi olan Allah ne yücedir. İşte görüyoruz, yeryüzünün tüm
coğrafyalarında, tüm iklimlerinde müslümanlar aynı gerçeği haykırıyorlar.
Dilleri farklı da olsa, coğrafyaları farklı da olsa tüm müslümanlar aynı şeye
inanıyorlar, aynı şeyi haykırıyorlar. Arapça bilenler de, sonradan öğrenenler
de, Arap bir babadan-anadan doğanlar da, Arap olmayan ana-babadan doğanlar da,
bütün müslümanlar bilirler ki en büyük Hak Allah’tır. Allah’ın şanı, şerefi
üstündür ve yücedir.
Şimdi sizler de bu Kur’an ile karşı
karşıya mısınız? Öyleyse dün sen ey bu kitabın muhatabı olan Muhammed (a.s) ve
bugün sen ey müslüman:
Sana vahiy tamamlanıncaya kadar Kur’an
konusunda acele etme. Bu ilk gelen sûrelerde birkaç defa geçti. Cebrâil
Rabb’inden vahiy getirecek, Rasûlullah efendimiz Onu acele öğrenmek, ezberlemek
için nötr vaziyetini bozacak, dilini hareket ettirmeye çalışacak, bir çabanın,
bir uğraşın içine girecek ve Rabbimiz de onu uyararak buyuracak ki sen hiç acele
etme. Yavaş yavaş. Sen sadece de ki Rabbim benim ilmimi artır. Biz de böyle
diyeceğiz ve Kur’an’da acele etmeyeceğiz. Kesinlikle bilelim ki Kur’an’a baskın
çıkamayız. Yaşanmasında da, öğrenmesinde de, okunmasında da biz Ona baskın
çıkamayız, O bize baskın çıkar. Hakkından gelemeyiz.
Öyleyse
acele etmeyeceğiz. Haftada on âyet programlayaca-ğız. Haftada on hadis
belirleyeceğiz. Bu on âyeti ve hadisi iyice öğrenip belleğimize yerleştireceğiz.
Aklımıza, kalbimize, gözümüze, ku-lağımıza iyice yerleştireceğiz. Her gün ve
gece bu âyetleri ve hadisleri gündeme getireceğiz. Evimizde, çarşıda pazarda,
dostumuza düş-manımıza, kadına erkeğe, gence ihtiyara, müslümana kâfire kim
olursa olsun, kiminle karşılaşırsak bu on âyet ve hadisle o haftamızı
değerlendireceğiz. Öteki hafta bir başka on âyet ve hadise geçelim.
Böyle
devam ede ede göreceksiniz ki Kur’an size hakim olmuş, siz de Kur’an ile
düşünmeye, Kur’an ile konuşmaya başlamış-sınız demektir. Gece-gündüz Allah’ın
sözcülüğünü yapma şerefiyle şereflenmiş olacaksınız Allah’ın izniyle. Bir ömür
boyu bir tek insanın senin elinle hidayete ulaşması bilesin ki dünya ve
içindekilerin tamamından daha hayırlıdır.
Evet ağır ağır başla bu işe. Ve sürekli
de ki ya Rabbi benim ilmimi artır. Sakın ha ben ihtiyarladım, benim işim çok,
ben bunu beceremem deme. Ben bilmiyorum deme. Sen bilirsin, bilmek zorundasın.
Çünkü sen sana lazım olmayan çok gereksiz şeyleri biliyorsun. Çok lüzumsuz
şeyleri okuyor ve dinliyorsun. Halbuki sen de biliyorsun ki Allah’tan, Allah’ın
kitabından, Allah’ın haberlerinden daha önemli, daha gerekli hiçbir şey yoktur.
115.
“Andolsun ki daha önce Adem'e ahit vermiştik, fakat unuttu; onu azimli
bulmadık.”
Adem (a.s) in kıssası bizim
kıssamızdır, insanlığın kıssasıdır. Bizim insan olarak yeryüzünde varlığımızın
başlangıç noktası. Adem’in dostları ve düşmanları anlatılacak. Adem’in dostları
insanlığın dostlarıdır, düşmanları da yine insanlığın düşmanlarıdır. Burada
anlatılacak olan, Bakara’da, A’râf’ta, Hicr’de, Kehf’te gündeme getirilen
atamızın varlık kıssası bizim kulluğumuzun bir anlatımı olacaktır. Biz
Rabbimizin kuluyuz. Bizim yaratılışımızda, bu dünyaya gelişimizde yaratıcı
olarak Allah vardır. Bizim geçmişimiz de, geleceğimiz de Allah kontrolü
altındadır. İşte burada anlatılacak ve başka hiçbir yerden, başka hiçbir
kaynaktan öğrenme imkânımız olmayan bu gaybı konuda, hayatın başlangıç
noktasında Adem, Havva, melekler ve iblisi karşımızda bulacağız. Allah’tan başka
hiç kimsenin bilmediği, bilemediği, bilmesinin mümkün olmadığı bir bilgiyle
karşı karşıya geleceğiz.
Adem, yâni varlığın başlangıcı, yâni
sen, ben. Kur’an’da nerede bir Adem sözü görürseniz anlayın ki o sensin,
sizsiniz. Nerede Nuh, Hûd, Mûsâ, İsrâil oğulları ifadesini görmüşsen kendini
bilmek zorundasın. O sensin. Ya eyühennas, ya eyyühelleziyne amenu denince
karşıda kendinin olduğunu bil. Değilse binlerce yıl önce olup biten bir konunun
bu kitapta gündeme getirilmesinin hikmeti ne ola ki? Öyle değil mi? Hani şu anda
Adem yok. cennete girip çıkan da yok. Şimdi sen varsın. Cennete girip çıkan,
Şeytanla kavgasını sürdüren sensin. Şu anda cennet ve cehenneme ayağı kayan,
imtihan salonunu işgal eden sensin. O zaman burada gündeme getirilen atan
Adem’de kendini bulmak zorundasın.
116.
“Meleklere: “Adem'e secde edin" demiştik; İblisten başka hepsi secde etmiş, o
çekinmişti.”
Hatırlayın,
hani Biz meleklere Adem’e secde edin demiştik. Adem’in varlığını onaylayın.
Adem’in misyonuna boyun eğin. İblis hariç hepsi secde etmişti, İblis secdeden
çekinip geri durdu. Adem’e secdeden yüz çevirdi. İşte hayatın başlangıcı,
kavganın başlangıcı, sen ve şeytan. Sen ve nefsin, sen ve karşındakiler.
Bakara’da, A’râf-ta bunu anlatmıştı. Tüm melekler Rabbimizin bu secde emrini
yerine getirirken İblis secde etmedi. Tabii iblis melek değildi, O farklı bir
yaratılıştaydı. Nitekim ilerde gelecek Onun bu farklı yaratılışı rolünü de
değiştirecektir. Rabbimizin emirlerinden, Rabbimize kulluktan yüz çevirecek,
Rabbimize karşı savaş açanlardan olacaktır.
Adem’e
secde etmeyecek, Adem’in yaratılış gerçeğini kabul etmeyecek, Adem’in şahsında
Rabbimizin imtihanını kaybedecek, kulluktan çıkacak, Allah’la bir çatışma içine
girecek, Allah’a isyan bayrağını çekecek, Rabbimizin rahmetinden kovulacak ve
atamız Adem’i ve kıyâmete kadar Onun çocuklarını saptırma iznini alacak,
Rabbimiz kendisine kıyâmetin kopacağı zamana kadar mühlet
tanıyacaktır.
117,119. “Ey
Adem! Doğrusu bu, senin ve eşinin düşma-nıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın,
yoksa bedbaht olursun. Doğrusu cennette ne acıkırsın, ne de çıplak kalırsın;
orada ne susarsın ne de güneşin sıcağında kalırsın"
dedik.”
Rabbimiz
buyurdu ki: Ey Adem, doğrusu Şeytan senin de, eşin Havva’nın da düşmanıdır. Her
ikinize de düşmandır Şeytan. Aman size karşı amansız bir düşman olan Şeytan sizi
bir vartaya düşürüp de Bana kulluktan, Beni dinlemekten ve cennetten çıkarmasın.
O zaman her şeyinizi kaybeder, mutsuz olursunuz, bedbaht olursunuz,
kaybedenlerden, hüsrana mahkum olanlardan olursunuz. Sakın Onun yüzünden
cennetinizi kaybetmeyin. Çünkü Onun en baş hedefi budur. Sizi ne yayıp yapıp
ayağınızı kaydırmak, cennetinizden etmek isteyecektir. Doğrusu cennette sizin
için açlık da yoktur, çıplak kalma da yoktur, susama da yoktur, güneşin
sıcağında yanmak da yoktur. Hiçbir sıkıntı, hiç bir mahrumiyet ve dert yoktur
sizin için orada.
Adem (a.s) da Havva anamız da cennette,
Allah’ın mükemmel nimetleri içinde mükemmel bir hayat yaşamaktadırlar. İşte
böyle güzel bir cennet ortamında Rabbimiz düşmanları konusunda onları uyarıyor.
Tabii Rabbimizin bu uyarıları sadece Adem ve Havva için değil, şu anda aynı
düşmanla karşı karşıya bulunan hepimiz içindir. Şu anda dünyada yaşayan tüm
Ademleri, tüm Havvaları uyarıyor Rabbimiz. Ey kullarım iyi bilin ki Şeytan sizin
düşmanınızdır. Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır. Sizler de düşmanınızı iyi
tanıyın. Onun saptırmalarına, onun vesveselerine itibar etmeyin. Sakın
dinlemeyin onu. Unutmayın ki o alçak saptırdıklarını, müntesiplerini cehenneme
çağırır. Aman dikkat edin sizlere cennetinizi kaybettirmesin
buyuruyor.
Evet atamız ve anamız cennette ve
Şeytan onları kaydırıp oradan uzaklaştırma çabası içinde. Şu anda bizler de
cennette değiliz ama cennet yolundayız. Ve atamızı, anamızı oradan çıkarma
kavgası veren aynı Şeytanın şu andaki hedefi de bizleri cennet yolundan
saptırmak ve kendisinin gideceği cehennem yoluna sevk etmektir. Tüm derdi budur
Şeytanın. Yâni bir taraftan cennettekileri oradan çıkarma kavgası verirken,
diğer taraftan oraya doğru gidenlerin yolunu saptırmaktır. Evet İblisin görevi
bitmemiştir. Dünkü Adem’i ve Havva’yı saptırma misyonu bugün de aynen devam
etmektedir. Dün muhatapları Adem ve Havva’ydı, bugün de onların çocuklarıdır.
Öyleyse
Rabbimizin bu âyetleri, bu uyarıları, bu vahiyleri bize yöneliktir. Rabbimiz
bize söylüyor bunları. Ey kullarım, akıllarınızı başlarınıza alın. Düşmanınızı
iyi tanıyın. Şeytanın vesveselerine kulak vermeyip Rabb’inize razı ederek
cennete gittiğiniz zaman bilesiniz ki orada ne açlık, ne susuzluk, ne çıplaklık,
ne de güneş altında yanma yoktur. Mükemmel bir hayat, mükemmel nimetler sizi
beklemektedir. Haydi o cennete koşun. Ama dikkat edin o yolda Şeytan vardır,
Şeytanlar vardır. İzinleri kaldırmışlar sizi o yoldan saptırmak için her türlü
yolu deneyen Şeytanların varlığını bilerek yürüyün
diyordu.
Evet Rabbimiz Şeytan dedi, Şeytanın
saptırmalarına dikkat dedi, aman düşmanınıza karşı ağâh olun, uyanık olun dedi,
şimdi de bakın bu Şeytan insanları işte şöylece saptırır diyerek atamızın ve
anamızın hayatından bize bir örnek sunacak. Bu melun düşmanın atamıza ve anamıza
nasıl yaklaşma imkânı bulduğunu, onları nasıl kandırdığını anlatarak bize bu
konuda bir ibret levhası arz edecek, bir miras sunacak.
120. “Ama
şeytan ona vesvese verip: "Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan
bir saltanatı göstereyim mi? " dedi.”
Adem
(a.s) Rabbimizin bu uyarısını almıştı. Ve Şeytan gö-revine başladı. Adem’e
vesvese verdi. Dedi ki, ey Adem, sana sonsuzluk ağacını göstereyim mi? Sana
ebedîyet ağacına delalet edeyim mi? Sana sonsuzca yaşamaya, bitmeyecek, asla
sonu olmayacak bir mülke ulaştıracak bir yola, bir usule delalet edeyim mi? Sana
bunun yolunu göstereyim mi? Gel benim sözümü dinle, gel benim gösterdiğime tabi
ol da şu sana göstereceğim ölümsüzlük ağacından ye ve sonunda ebedîliğe ulaş.
Eğer şu ağaçtan yersen kesinlikle bilesin ki hiç bitmeyen, tükenmeyen bir ömrü,
sonu gelmeyen bir hayatı yudumlamış olacaksın. asla sana ölüm gelmeyecek.
Ebedîyen yaşayıp gideceksin. Ölümsüz bir saltanatın sahibi
olacaksın.
Kitabımızın başka âyetlerinden
anlıyoruz ki Rabbimiz Cen-nette atamızla anamıza bir ağacı yasaklamıştı.
Dilediğinizden yiyip için amma şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz
buyurmuştu. Kimileri bu yasak Adem ile Havva’nın iradeleridir demişler. Yâni bu
yasak iradeyi, Adem ile Havva’nın seçebilme özelliklerini anlatır demişler. İyi
ya da kötü, haram ya da helâl, hayır ya da şer, iman ya da küfürden birini
seçebilme özelliklerinin varlığını anlatır bu yasak. Esasen irade yasakla
yeşerebilir. Eğer varlıkların hayatında yasak yoksa onların şahsiyetlerinin
gelişmesi de mümkün değildir. Şahsiyetlerin gelişmesi için yasak lazımdır.
Meselâ her istediğini yapabilen bir çocuk düşünün şahsiyeti gelişmez bu çocuğun.
Bunların da şahsiyetlerinin gelişip yeşermesi için bir yasak var hayatlarında.
Allah buyurmuştu ki şu ağaca yaklaşmayacaksınız.
İşte böyle bir ortamda Şeytan harekete
geçer. Allah’a verdiği Adem’i ve Havva’yı saptırma sözünü yerine getirmek için
ilk deneyimini vermek üzere şeytan harekete geçer. Adem ve Havva’yı kandırarak
hem onlara hem de kıyâmete kadar onların neslinden gelecek insanlara ilk
numarasını, ilk kandırma tekniğini göstermek ister ve böylece işe
başlar.
Adem’e vesvese verdi. Bu vesvesenin
şekli, Adem’e nasıl yaklaştığı bizim için önemli değildir. Eğer önemli olsaydı
Rabbimiz burada bize anlatırdı. Ama burada esas Şeytanın Adem’e yaklaşma taktiği
çok önemlidir. Bunu çok iyi bilmek zorundayız. Şeytanın bu taktiğini Rabbimiz
bize anlatıyor ki ona karşı uyanık olalım. Neymiş onun yaklaşma
planı?
Bakın diyor ki: Ey Adem, bu ağaçtan
yediğin zaman kesinlikle bilesin ki sen bir melek olacaksın ve ebedîyen
yaşayacaksın. Ebedî yaşayan bir melek olarak sana hiç ölüm gelmeyecek, hayatın
ve zevklerin asla son bulmayacak, ebedîlik hakkını elde etmiş olacaksın. Adem
atamızı en zayıf yerinden vuruyordu hain. Onu zaaf noktalarından yakalıyor hain.
İnsanın zaaf noktalarını çok iyi bilmektedir alçak.
İnsanın
en büyük iki zaaf noktası vardır. Birincisi ebedîleş-mek, ölümsüzleşmek,
ebedîyen yaşamak arzusu, ikincisi de yaşadığı hayatta mal, mülk, makam sahibi
olmak, rahat bir hayat yaşamak. Şeytan insanların bu en büyük zaaf noktalarını
çok iyi bildiği için genelde onları kandırabilmek için bu noktalarından
yaklaşıyor.
Gerçekten
insanda mal sevgisi, makam sevgisi ve yaşama sevgisi, dünyada ebedî kalma arzusu
fıtratında var olan şeylerdir. Zaten insanın gözünde dünyada mal, mülk ve makam
sahibi olmak ebedîleşme sebebidir. İnsan bunlara sahip olmakla dünyada
ebedîleşeceğini zanneder. Malı, mülkü ve makamı dünyada ebedîlik sebebi
zanneder. Bunlara sahip olduğu zaman sanki artık kendisinin kimseye ihtiyacının
olmadığı zehabına kapılarak müstekbirce bir tutum sergilemeye başlar. Kur’an’ın
pek çok yerinde azgınlaşan, tâğutlaşan, yeryüzünde tanrılığını iddia ederek
Allah’a karşı savaş açma bedbahtlığında bulunan insanların genellikle mal, mülk
sahibi, makam mevki sahibi, sulta saltanat sahibi kimseler olduğunu
görüyoruz.
Evet atamız Adem’e böylece yaklaşır.
A’râf’ta da sözlerine inandırıp Adem’i kandırabilmek için Allah adına yeminler
ettiği anlatılır:
"Doğrusu ben
size öğüt verenlerdenim" diye ikisine yemin etti.”
(A’râf
21)
Ey
Adem vallahi de billahi de ben sizin kötülüğünüzü değil iyiliğinizi istiyorum.
Allah şahidimdir ki ben sizin için hayırhah bir dostum. Ben sadece sizi düşünen
bir dostunuzum. Benim bu işte en küçük bir menfaatim yoktur. Eğer kendim için
istiyorsam, kendi menfaatimi düşünüyorsam namerdim. Bütün derdim sizin şu
söylediğim nimetlere ulaşmanızdır. Benim bundan başka bir derdim yoktur diyerek
onlara Allah adına yeminler etti. İşte onun bu yeminleri, bu hayırhah görünümü
Adem atamızı aldatmaya sebep oldu. Ve sonunda:
121.
“Bunun üzerine ikisi de o ağacın meyvesinden yedi, ayıp yerleri görünüverdi.
Cennet yapraklarıyla örtünmeye koyuldular. Adem, Rabb’ine baş kaldırdı ve yolunu
şaşırdı.”
Ve
nihâyet her ikisi de, Adem de, Havva da o ağaçtan, o yasaktan yediler. Hemen
üzerlerindeki elbise soyuluverdi de ayıp yerleri, edep yerleri açığa çıkıverdi.
Ya da günâhları açığa çıkıverdi. Ya da iradeleri, insan oluşları, zaafları açığa
çıkıverdi. Önceleri ikisinin de avret yerleri Allah’tan bir nûrla örtülü idiydi
de işledikleri bu günâhla açığa çıkıverdi. Ya da özlerinde, fıtratlarında,
mayalarında bulunan günâh özelliği, günâh işleme özelliği, irade özelliği açığa
çıkıverdi. Yâni insan oluşları açığa çıkıverdi.
Çünkü
insan oğlu iki şeyden meydana gelmiştir. Birinci yönü çamur yönüdür. Allah onu
topraktan, balçıktan yaratmıştır. İkinci yönü de ruh yönüdür. Çamurdan yarattığı
bu varlığa Allah bir de ruh vermiştir. İnsan ele alınıp tanınırken,
değerlendirilirken bu iki yön ihmal edilmemelidir. Zira insan ne yalnızca ruh,
ne de sadece çamurdur. Bu bizim babamız, anamız, karımız, kocamız, oğlumuz
kızımız olabilir. Onlarla ilişkilerimizde, onlara ulaştıracağımız eğitimlerde
onun bu iki yönünü ihmal etmeyecek ve dengeyi kurmaya çalışacağız. Bunu en iyi
bilen elbette onun kurucusu, onun yaratıcısı olan Allah’tır. İşte onu en iyi
bilen Allah ona kanun vazediyor. Allah’ın insan adına koyduğu kanunların,
yasaların uygulanması bu iki yönün unutulmamasını
gerektirir.
Evet böylece fıtratları, iradeleri,
günâh işleme özellikleri açığa çıktı ve de avret yerleri açılıverdi. Ve hemen
cennet yapraklarıyla, hurma yapraklarıyla açılan yerlerini örtmeye
başladılar, kapatmaya çalıştılar. Evet
Adem atamız ve Havva anamız cennette açılan avret yerlerini hayalarından,
edeplerinden ötürü hemen yapraklarla örtmeye çalışıyorlar. Halbuki ilk insandı
bunlar. Önceden açıklık ya da örtünme nedir bilmiyorlardı da birdenbire avret
yerleri açılıverince hemen yapraklarla oralarını yamamaya, örtmeye çalışıyorlar.
Eğer
o ikisi çıplaklıklarını devam ettirmiş olsalardı, hemen örtünme yoluna gitmemiş
olsalardı belki de ebedîyen kaybedenlerden olacaklardı. Aynı şekilde şu anda
Şeytanın vartalarına gelerek, moda sûretindeki, âdetler kılığındaki,
yönetmelikler kisvesindeki, toplum ve çevre görünümündeki Şeytanların
vesveselerine kulak vererek üzerlerindeki Allah’ın istediği elbiselerini çıkarıp
Şeytanın emrine boyun eğen, Şeytana teslim olan, ilk raundu Şeytana kazandıran
bir insan da, bir kadın da eğer hemen kendini toparlayıp örtünmeye çalışmaz-sa,
kaybettiği elbisesini, örtüsünü terk etmekte devam ederse, örtüsüzlüğü
kabullenirse kesinlikle bilelim ki o da aynen İblis gibi ebedîyen kaybedenlerden
olacak, kaybedenlerin yoluna girmiş olacaktır. Ama olabilir. Bu bir savaştır ve
gafleti sebebiyle, bilgisizliği sebebiyle savaşın ilk raundunu kaybedebilir
insan. Bir anda Şeytanın vartasına düşebilir. Hemen kendisini toparlayıp
kaybettiğini yeniden kazanma kavgası içine girerse Rabbimiz onu affedecektir
unutmayalım.
Örtünmeye çalışıyorlar. Ve işte savaşın
ikinci raundunu kazanan onlar oluyor. Eğer o ilk yıkılışta üzerlerine
elbiselerini almayı düşünmeselerdi elbette Şeytanın galibiyeti devam edecekti.
Ama işte Şeytana en büyük darbe Onun vartasına düştükten sonra hemen toparlanıp,
hemen aklını başına alıp, hemen ayağa kalkıp Allah’a yö-nelmektir. Hemen tevbe
edip, hemen dönüş yapıp Allah’tan af dilemektir.
İşte
atamız ve anamız da öyle yaptılar. Elbise bulamasalar bile yapraklarla örtmeye
çalışarak dönüşlerini, tevbelerini ortaya koyuyorlardı. Onlar böyle Rab’lerine
dönüverince de Şeytanın burnu yere sürtülüyordu. Yâni onlar tevbe bilincine
erince, dönüş şuuruna ulaşınca Şeytan yine yese düştü, yine kaybedenlerden
oluverdi.
Evet
öyleyse unutmayalım ki bir anlık bir gaflet sonucu Şeytanın çelmesine takılıp
düşen kişi hemen tevbe edip Allah’a dönerse kesinlikle bilelim ki Rabbimiz onun
tevbesini kabul edecektir.
Görüyoruz ki cennette avret yerleri
açılan ebeveynimiz hemen örtmeye, örtünmeye çalışıyorlar. Peki, acaba O cennet
ortamında kim vardı onları görecek de örtünüyorlardı? Kimden çekinip
utanıyorlardı? Ve onlara bu utanma duygusunu kim vermişti? kimden öğrenmişlerdi
örtünmeleri gerektiğini? Yâni hocaları kimdi onların? Kimse yoktu değil mi
cennette? Sadece karı koca iki insandan başka hiç kimse yoktu.
Hani
kimi kâfirler öyle diyorlar değil mi? Efendim, eğer bu kadınlara, bu kızlara
utanmaları, örtünmeleri gerektiği konusunda bir eğitim verilmese bunlar asla
örtünmezler. Şu anda örtünenler mutlaka kendilerine ailelerinden, okullarından
verilen bir telkin sonucu örtünmektedirler. Değilse hiçbir kadın örtünme
gereksinimi duymaz di-yorlar. Şimdi sormak lâzım bu kâfirlere: İşte cennette iki
insan örtü-nüyorlar. Kim dedi onlara örtünün diye? Kim telkinde bulundu?
Ho-caları kimdi? Babaları kimdi onların? Nereden, kimden duydular örtünmek
zorunda olduklarını. Hayır hayır yalan söylüyorsunuz alçaklar. Örtünmek
fıtrîdir. Fıtratında vardır insanın bu. İşte bakın mayalarındaki örtünme duygusu
açığa çıktı da Adem’le Havva onun için ör-tündüler.
Ve bir de yine fıtratlarındaki
utanmaları gereken çevrelerini bildiler de ondan örtündüler. Öyle değil mi?
Kitabımızdan ve Rasûlul-lah efendimizin sünnetinden biliyoruz ki insanın iki
çevresi vardır. Bi-rincisi maddî çevresi, ikincisi de manevî çevresi. Maddî
çevre şu etrafımızda gördüğümüz insan, ağaç, taş her şeydir. Manevî çevremiz de
Allah, melekler, cinler. Değilse materyalist kâfirlerin dedikleri gibi insan
sadece maddeden ibaret değildir. Ve işte insan hem maddî çevresinden, hem de
manevî çevresinden utanacaktır. Tabii asıl utanılması gereken Allah’tır. Zira
utanmayı bizim fıtratlarımıza koyan, utan-mayı yaratan ve utanmanın sınırlarını
belirleyen Rabbimizdir. Yâni ben önce Allah’ın utan dediklerinden utanacağım,
utanma dediklerinden de utanmayacağım.
Evet bir anlık bir gafletin sonucu
düşen Adem ve Havva hemen doğrulup Rab’lerine yöneldiler. İnsan olmaları
sebebiyle, insanî özellikleri sebebiyle, Şeytanın vesveselerine kanma
özellikleriyle bir an Rab’lerine isyan ettiler ve de şaşırdılar. Ama Adem’in
isyanı İblisin isyanı gibi devamlı olmadı. Şaşkınlığı devamlı olmadı. Birdenbire
kendilerine gelip Rablerini tesbihe ve tevbeye yöneldiler. Tesbihlerini de A’râf
sûresi şöyle anlatıyordu:
“Her ikisi,
“Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağış-lamaz ve bize "merhamet etmezsen
biz kaybedenlerden oluruz" dediler.”
(A’râf
23)
Ya
Rabbi biz nefislerimize zulmettik. Bulunmamamız gereken konumda bulunarak,
yapmamamız gereken şeyi yaparak, dinleme-memiz gereken varlığı dinleyerek,
gösterdiği yolda yürümememiz ge-reken düşmanın yoluna tabi olarak, dinlememiz
gereken Senin emirlerinden bir an gaflet ederek biz kendi kendimize zulmettik.
Eğer bu yaptığımızdan dolayı bizi bağışlamaz, bizi affetmezsen biz hüsrana
mahkum olanlardan oluruz. Biz rahmeti kaybeden, cehenneme yuvarlanan ve ebedîyen
amelleri boşa gidenlerden oluruz.
Öyleyse
ne olur ya Rabbi bizi affet, bizi bağışla ve bize merhametinle muamelede bulun
diyorlar. Böylece suçlu olduklarını itiraf ederek Rab’lerine tevbe ediyorlar ve
Allah ta onları affediyor. Bakın bundan sonraki âyet bunu şöyle ortaya
koyuyor:
122. “Rabbi
yine de onu seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu
gösterdi.”
Sonra
Rabbi Onu seçti. Rabbi Onun tevbesini kabul etti ve Onu peygamber seçti.
Tevbesini, dönüşünü kabul etmekle beraber Onu çocuklarına peygamber de yaptı. Ve
işte yeryüzünde peygamberlik yolunun ilk rehberi Hz. Adem
oluyordu.
Evet bu konuda ilk olan Hz. Adem aynı
zamanda Şeytanın vesvesesine kulak vermede de ilk oluyordu. İnsanlığın düşmanı
Şeytana ilk aldanan da yine Adem (a.s) oluyor ve Rabbimiz bu konuda Onu sorumlu
tutuyordu:
Buyuruyordu. Demek ki ailede ilk
sorumluluk Adem’indir, erkeğindir. Demek ki bir ailede düzen varsa, bir ailede
Allah’ın istediği şekilde kulluk ve teslimiyet varsa bunun başarısı erkeğe
aittir. Ama ailede bir bozukluk, bir itaatsizlik, bir geçimsizlik varsa bunun
sorumluluğu da yine ilk olarak erkeğe aittir. Öyleyse ilk irkilmeyi, ilk
tevbeyi, ilk dönüşü, ilk düzelmeyi erkekler yapacak ve tabii onlar düzelince de
kadınlar düzeleceklerdir. Evet bundan sonra Rabbimiz buyurdu
ki:
123. “Onlara
şöyle dedi: "Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. Elbet size benden
bir yol gösteren gelir; Benim yoluma uyan ne sapar ve ne de bedbaht
olur.”
Haydi ikiniz de inin. Ey Adem ve Havva
haydi ikiniz birden dünyaya inin. Bakarada ve başka yerlerde de Rabbimiz çoğul
kul-lanır. “İhbitu” Hepiniz inin şeklinde. Ama
burada tesniye kullanılmış. Tabii hem o ikisi, hem de onların zürriyetleri olan
insanlık da iniyordu onlarla birlikte.
İşte bu andan itibaren yeryüzünde
Allah’a isyanın temsilcisi olan İblis’le, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan
insan arasında kıyâmete kadar sürecek bir düşmanlık başlıyordu. Evet o andan
itibaren bu düşmanların birlikte yaşamak zorunda oldukları bir savaş alanı
oluyordu dünya. Adem, Havva, çocukları
ve İblis. Adem ve Havva İblise, İblis de onlara düşman. Adem ve Havva’nın
çocukları İblise düşman, İblis de onların amansız düşmanı. İblise düşman olan
Adem ve Havva Allah’la barışık, Adem ve Havva’ya düşman olan İblis Allah’a
düşman. Allah’ın düşmanı olan İblis bizim de düşmanımız.
İşte
bizler bu dünyada Rabbimizin düşmanını düşman bilerek, Rabbimizin dostlarını da
dost bilerek bir hayat yaşayacağız ve sonunda İblise düşman ve Allah’la barışık
olarak ölmeyi becereceğiz. İşte hedefimiz bu olacak. Bu savaşta safımızı iyi
belirleyeceğiz. Bu savaş imanla küfür, hak ile bâtıl, hidâyetle dalâlet arasında
devam edecek bir savaştır. Ve anlıyoruz ki artık hiçbir zaman İblis bizimle asla
barış masasına oturmayacaktır. Hiçbir zaman bizimle sulha yanaşmayacak ve
sürekli bizi yoklayacak, zayıf anımızı bulmaya
çalışacaktır.
Öyleyse yeryüzünde mutlaka iki cephe,
iki kutup olacaktır. İman cephesi, küfür cephesi, secdeliler cephesi,
secdesizler cep-hesi, Adem’in cephesi, şeytanın cephesi. Bu iki cephe arasında
kı-yamete kadar düşmanlık devam edecektir. Şeytan ve taraftarlarıyla, şeytani
güçlerle savaşımız kıyâmete kadar sürecektir. Bakıyoruz ki şu anda dünya
siyasetine hakim olan şeytani güçler sürekli savaşı kö-rüklüyorlar. Her
toplantıda barıştan söz edilir, ama bir türlü barış ger-çekleşmez. Barıştan
bahsedenler hep müslüman kanı akıtmaktan ya-nadırlar. Barış sözleri bile
müslümanları yok etme planlarıdır. Hayır hayır müslümanlar bu sözlere
aldanmamalıdır. Rabbimiz buyuruyor ki siz silahlarınızı terk etseniz bile onlar
asla sizin varlığınıza tahammül etmeyecekler ve kıyâmete kadar bu savaşı
sürdüreceklerdir. Bunların sizin karşınızda barış havarisi kesilmelerine sakın
aldanmayın ey müslümanlar. O halda sizler de hakkın savaşını vermeye, hak adına
ve hak safında onlarla karşılaşmaya hazır olun diyor Rabbimiz.
Evet bir tarafta kendi cinsinden olan
İblisin taraftarları, İblisin zürriyeti düşmanımızdır, öbür taraftan da kıyâmete
kadar İblise uşaklık eden iki ayaklı İblis yanlılarıyla savaşımız sürecektir.
Bazen kendi başımıza, tıpkı atamız Ademle anamız Havva gibi veya Firavunun
sarayında tek başına kavgasını sürdüren bir Asiye anamız gibi veya tek başına
Nemrut ve toplumuyla savaşını sürdüren İbrahîm babamız gibi veya önceki
âyetlerde anlatılan Şeytan ve onun dostu Firavun karşısında Mûsâ ve Harun (a.s)
lar gibi Sadece Allah’a güvenerek, sadece vahye kulak vererek bu savaşımızı
sürdüreceğiz ve Allah’ın izniyle bizler de onlar gibi galip geleceğimizi asla
unutmayacağız.
Öyleyse bu âyetlerle bizden istenen;
iman cephesinde, Adem cephesinde yerimizi almak, safımızı iyi belirlemek
Allah’ın düşman-larını düşman bilmek, dostlarını dost bilip hayatımızın sonuna
kadar böyle bir şuurla yaşamaktır. Hayatımızın sonuna kadar şeytanla ve şeytan
taraftarları Allah düşmanlarıyla savaşta olduğumuzu unutmamaktır. Bu dünyada
geçici bir geçimlik için ve imtihan için bulunduğumuzu unutmamak ve sonunda
hesap vermek üzere gideceğimiz âhireti bir an bile hatırımızdan çıkarmamaktır.
Rabbimizin bize bu konuda, her konuda yol gösteren vahyinden, kitabından uzak
kalmamaktır. Bakın Rabbimiz diyor ki:
Ey Adem ve ey Havva. Ey Adem ve Havva
çocukları. Ey tüm insanlık. Ey kullarım, indiğiniz o dünyada, yaşadığınız o
hayatta benden size hidâyet, yol gösteri, hayat programı gelecektir. Benden size
vahiy gelecektir, kitap gelecektir. Benden size elçiler, mihmandarlar, yol
göstericiler gelecektir. Benden size Nuh gelecek, Hûd gelecek, Sâlih gelecek,
İbrahîm gelecek, Mûsâ, Îsâ gelecek, Muhammed (a.s) gelecektir. Kim benim
hidâyetime tabi olursa, kim Benim kitaplarıma, kim Benim elçilerime tabi olur,
hayatını onlar kaynaklı yaşarsa onlar asla ne sapıtırlar, ne de şaki olup
sıkıntı içine düşerler. Ne yollarını kaybederler, ne de bu hayatta bir sıkıntı
içine düşerler. Kitabıma, vahyime, elçime tabi olanlar asla mutsuz olmazlar,
asla bedbaht olmazlar. Benimle barışık bir hayat, elçilerim ve kitaplarımla
tanışık bir hayat asla mutsuzluk ve huzursuzluk
getirmeyecektir.
Değilse siz bilirsiniz. Eğer Benim
vahyimden uzak, elçilerime küskün bir hayatın insanı olursanız, Bana düşman
Şeytanlara dost olursanız o zaman işte size önceki âyetlerimde anlattığım gibi
tufanınızı, belânızı bekleyin. Kan gölüne dönmüş bir dünyayı bekleyin. müslüman
oldunuz mu, Bana teslim oldunuz mu dünyanız da güzel olur, âhiretiniz de. Siz
yeter ki Benden gelen vahye teslim olun. Varsın tüm dünya küfür içinde, şirk
içinde birbirini yesin. Siz yeter ki Bana dost olun, varsın tüm dünya size
düşman olsun. Siz Benimle barışıksanız dünyanız güzel olacaktır, asla size bir
sıkıntı, bir mutsuzluk göstermeyeceğim. Benimle beraber olanın kalbi de
huzurludur, ailesi de mutludur, hayatı da düzgün olacaktır diyor Rabbimiz.
Ama:
124. “Benim
Kitabımdan yüz çeviren bilsin ki onun dar bir geçimi olur ve kıyâmet günü de onu
kör olarak haşr ederiz.”
Kim
de Benim vahyimden, Benim zikrimden, Benim kitabım-dan, Benim peygamberlerimden
yüz çevirirse, Benim dinimden, Benim hayat programımdan, Benim yolumdan iraz
eder, uzaklaşırsa kesinlikle bilesiniz ki onun içinde bu dünyada sıkıntılı bir
hayat vardır. Dünyada bir geçim darlığının, bir mahrumiyetin, bir sıkıntının
yanında âhirette de onu ama olarak huzurumuza getireceğiz. Onu kör olarak haşır
edeceğiz. Dünyada sıkıntılı, bunalımlı bir hayat yaşayacaklar, âhirette de kör
olarak haşır edilecekler onlar. İşte görüyoruz milyarların içinde, trilyonların
arasında hâlâ fakirlik korkusu içinde kıvranıyorlar adamlar. Veya bir tek
müslümanın Allahu Ekber demesinden bile sıkıntılanıyorlar. Dünyada böyle
olanları âhirette daha büyük sıkıntılar beklemektedir. İki gözleri de kör olarak
gelecekler Allah’ın huzuruna.
125. “O
zaman: "Rabbim! Beni niçin kör olarak haşr ettin, oysa ben gören bir kimseydim"
der.”
O
zaman diyecekler ki, zikirden yüz çeviren, kitapla diyalog-ları kesilen,
peygamberle ilgilenmeyen, Allah’a, peygambere ve müs-lümanlara karşı azgın bir
düşman kesilen, hayatına Allah’ı karıştırma-yan, hayatında kitabın izi bile
bulunmayan, bu dünyada kitabın varlığına tahammül edemeyen, var gücüyle
müslümanları yok etmenin hesabını yapan bu aşağılık mahluklar diyecekler ki
Rabbim, bizi niye böyle kör haşrettin? Oysa bizler dünyada görenlerdendik.
Dünyada gözlerimiz görüyordu. Şimdi niye bizi kör ettin? Rabbimiz buyuracak
ki:
126. “Allah:
“Böyledir, âyetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece
unutulursun" der.”
Kezalik.
Evet öyle. Dünyada sana Benim âyetlerim gelmişti de, sen nankörce onları
unutmuştun. Sizler dünyada size gelen âyetlerimi yok farz etmiştiniz. onları
görmezden gelmiştiniz. Hayatınızı bu âyetlere göre düzenlememiştiniz. Hiçbir şey
ifade etmemişti Benim âyetlerim sizin için. Ha var, ha yok, fark etmez
demiştiniz. Âyetlerimle ilgilenmemiştiniz. Kendiniz onları okumadığınız gibi,
duymadığınız gibi, onları size duyuranları da susturmaya çalışmıştınız. Dünyada
gözleriniz vardı ama kullanmıyordunuz. Kulaklarınız vardı, kalpleriniz vardı,
ama kullanmıyordunuz. sizler de işte aynen bunun gibi bugün burada cehennemin
bir köşesinde dayanılmaz azapların kucağımda unutulacaksınız. Sizin orada azabın
içinde kıvrandığınızı hiç kimse görmeyecek, hiç kimse ilgilenmeyecek buyuracak.
Tıpkı dünyada si-zin Bizi unuttuğunuz gibi Biz de sizi unutacağız. Aman ya Rabbi
Sen bizi unutma. Aman ya Rabbi Sen bize kendini unutturma. Sen de bizi unutma ya
Rabbi. Kendini unutturma bize ya Rabbi. Âyetlerini unutturma bize, kitabını
unutturma, peygamberini unutturma ne olur ya Rabbi.
Bu duaya amin diyen bizler acaba nasıl bir
hayat yaşıyoruz? Allah’ın zikriyle, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın kitabıyla
birlikte bir hayatımız mı var? Allah’ı, Allah’ın kitabını, Allah’ın elçisini
unutmadan bir hayat mı yaşıyoruz? Tâ-Hâ ile, Bakara ile, Âl-i İmrân ile
birlikte, onların rehberliğinde bir hayat mı yaşıyoruz? Yoksa bunları unutarak,
bunlardan habersiz bir hayat mı yaşıyoruz? Unutuyor muyuz Allah’ı? Unutuyor
muyuz kitabı? Unutuyor muyuz peygamberi? Unuttuk mu İblisin düşmanlığını?
Unuttuk mu Şeytanın vesveselerini? Dost mu olduk düşmanla? Düşman mı kesildik
dosta? Unuttuk mu örtünmeyi? Unuttuk mu tevbeyi? Unuttuk mu hesabı? Unuttuk mu
Allah’ı? Siz bilirsiniz, o zaman siz de unutulacaksınız.
O
zaman unutmayalım ki biz de unutulacağız. Eğer unutma-mışsak, hep hafızamızda
canlıysa Allah, kitap, peygamber, âhiret, hesap, kitap o zaman korkmayın, asla
unutulmayacaksınız. Allah as-la sizi unutmayacaktır. Ve Allah’ın
unutmadıklarının dünya hayatları da güzel olacak, âhiret hayatları da. Bunu
hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım inşallah.
127. “İşte
haddi aşanları, Rabb’inin âyetlerine inanma-yanları böylece cezalandıracağız.
Hem, âhiretin azabı bu dünya azabından daha şiddetli ve daha
devamlıdır.”
Evet,
işte böyle israf eden, hayatını israf eden, fıtratını israf edenler, hayatlarını
boşa harcayanlar, ömürlerini, imkânlarını, fırsatlarını kötüye harcayanlar,
ölçüsüzce bir hayat yaşayanları ve âyetlerimize inanmayanları, âyetlerimizi boşa
çıkaranları böylece cezalandıracağız. Dünyada onları rezil rüsva edeceğiz. Ama
âhiret azabı bu dünya azabından çok daha şedit, çok daha sürelidir. Dünya
azapları ne kadar şiddetli olursa olsun bir gün ölünce biter, ama âhiret azabı
sonsuzdur Allah korusun. Evet âhiret gününde kör olarak haşır olacak bir adama
verilen bir cevap ama bugün hepimize bir uyarıdır, korkalım, ürkelim, aklımızı
başımıza alalım Rabbimizin bu uyarısıyla.
Şimdi bir soru. Bir durum
değerlendirmesi. Bir tarih sorgulaması. Eğer bu kadar âyet size hidâyet
etmemişse, bu kadar uyarı sizin akıllarınızı başınıza getirmemiş, sizi adam
etmeye yetmemişse şu âyetlerimde mi yetmeyecek? Şu ayetlerimle de mi adam olmaya
yanaşmayacaksınız? buyurarak Rabbimiz bizi bir uyarısıyla, bir âyetiyle daha
karşı karşıya getirecek.
128. “Onları
yerlerinde gezdikleri, kendilerinden önce yok etmiş olduğumuz bunca nesiller
doğru yola sevk etmedi mi? Doğrusu bunlarda akıl sahipleri için ibretler
vardır.”
Onlardan
önce Biz bir sürü insanı helâk etmedik mi? Şu anda onların kalıntıları üzerinde
gezip dolaştığınız nice nesilleri yok etmedik mi? Gözünüzün önünde gerçekleşen
bu helâkler bari sizi uyandırmadı mı? Uyanıp Rabb’inize kulluğa dönmenize
yetmedi mi bunlar? Nuh kavmi, Âd kavmi, Semûd kavmi, Lût kavmi, Medyenliler,
Eyke’liler, Firavun ve toplum helâk oldu. Onlardan sonra gelenler bu helâklerden
ibret almalı değiller miydi? İbret almalı değil miyiz? Onlar helâk oldular da
bizler olmayacak mıyız? Onlar gittiler de biz gitmeyecek miyiz? Yâni şu anda
bizler onların yerlerinde, yurtlarında yaşamıyor muyuz? Onların yurtlarında
oturan dünün Mekkelilerine bir hitaptı bu âyetler. Şu anda da bizler varız. Şu
anda da onların mekânlarını şenlendirenler bizleriz. Onlar gittiler de biz ebedî
mi kalacağız? Biz gitmeyecek miyiz? Evet akıl sahipleri için doğrusu bunda
ayetler, ibretler vardır.
129. “Eğer
Rabb’inin verilmiş bir sözü ve tayin ettiği bir süre olmasaydı, hemen azaba
uğrarlardı.”
Eğer
Rabb’inin bir hükmü, verilmiş bir sözü olmasaydı, onlar için takdir edilmiş
toplumsal bir ecel muhakkak ki onların
yıkımı da hemen gerçekleşmiş olurdu, onların da işler bitmiş
olurdu.
Allah’ın bu âyetlerine inanmamaya ısrar
eden Mekke müşrikleri soruyorlardı Allah’ın Resûlüne. Ey Muhammed, hani bizler niye helâk olmuyoruz?
Üç senedir, beş senedir seni ve sana gelen bu âyetleri inkâr etmeye, senin
Rabb’ine kafa tutmaya devam ediyoruz. Hani niye gelmiyor bu helâk? Niye yerin
dibine batırmıyor bu Allah bizi?
Veya
işte şimdi şu anda da yirminci asrın kâfirleri, zalimleri aynı şeyi söylüyorlar.
On senedir, yirmi senedir, elli senedir, yüz senedir şu bizim küfürlerimiz devam
ediyor. Allah’a ve peygamberlerine karşı isyanlarımız devam ediyor. Her gün
Allah’a ve müslümanlara küfrediyoruz. Hani biz niye helâk olmadık ya? Hani bu
sözünü ettiğiniz helâk nerde kaldı? derlerse işte Rabbimizin cevabı budur.
Rab-bimiz tüm toplumlar için, tüm devletler için bir ecel tayin etmiş, o
ecelleri dolmadıkça ve de her bir kavme mühlet tanımadan, onlara uyarıcılar
göndermeden onları helâk etmeyeceğine dair söz vermiştir.
130. “Ey
Muhammed! Onların dediklerine sabret; güneşin doğmasından ve batmasından önce
Rabb’ini hamd ile tesbih et; gece saatleri ve gündüzleri de tesbih et ki;
Rab-b’inin rızasına eresin.”
Ey peygamberim, sen onların sözlerine
sabret. Kesinlikle dinleme onları. Sen sabret. Sen dayan ve diren. Sen yoluna
devam et. Sen onlar için kulluk programını bozma. Sen sakın kulluğundan vazgeçme
peygamberim. Onlar ne derse desin sen aldırma ve yoluna devam et.
Ve
güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rab-b’ini hamd ile tesbih et,
Rabb’ini yücelt, Rabb’ini noksan sıfatlardan tenzih et, Onu büyük bil, Onu Azîz
bil, Onu şerefli bil, yaratan bil, öldüren bil, dirilten bil, cennetin sahibi
bil, cehennemin sahibi bil. Gecenin bir bölümünde de tesbih et Onu. Gündüzün
başında ve sonunda da tesbih et. Umulur ki Allah’tan razı olabilirsin, Allah’ı
razı edebilirsin, sen Allah’tan razı, Allah ta senden razı
olur.
Evet, ey peygamberim sen böylece yoluna
devam et. Onlar azgınlıklarına devam ede dursunlar. Hani niye helâk olmuyoruz
ya? Diye dursunlar. Bizimle, bizim gücümüzle Allah baş edemez diye dur-sunlar.
Sen boş ver onları da Rabb’ini iyi tanı. Kitabında sana haber verdiği
isimleriyle, sıfatlarıyla Rabb’ini iyi tanı, bu isim ve sıfatları Ondan
başkalarına verme ve Rabb’ine Onun istediği gibi kulluk yap. Hep Onunla beraber
ol. Ve bir de şuna dikkat et:
131.
“Kendilerini sınamak için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik
verdiğimiz kimselere sakın göz dikme. Rabb’inin rızkı daha iyi ve daha
devamlıdır.”
Sakın
ha, bizim kendilerini imtihan için kendilerine verdikle-rimize göz dikme. Onlara
verdiklerimize imrenmeye kalkma. Bu adamların ellerindeki dünyalıklar karşısında
yıkılma. Onlar dünya hayatının süsü ve geçimliğidir. Rabb’inin katında olan
rızıklar daha hayırlı ve daha kalıcıdır, daha süresizdir. Sakın bunu unutup ta
onların elindekilere imrenme peygamberim.
Evet peygamber Allah’a kulluk yapacak,
müslüman Allah’a kulluk yapacak, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayacak, ama
bakacak görecek ki, tüm nimetler kâfirlerin elinde, tüm mallar, mülkler,
servetler onların elinde. Mal, mülk, saltanat, imkân, fırsat, zevk, eğlence
hepsi onların elinde. Eh elbette beriki de insan. O da bu dünyada yaşamaktadır.
Onun fıtratında da bunlara karşı bir arzu, bir meyil vardır. Elbette o da
bunlara imrenecektir. Elbette o da isteyecektir malı mülkü olsun, atı arabası
olsun, altını gümüşü olsun. Ama bakacak ki kendisinde kâfirin elindekilerden
hiçbirisi yok. Sadece Allah’a imanı, Allah’a kulluğu ve Rabb’ini yüceltmesi var.
Tabii bir de isyan edenlerin, kâfirlerin, zalimlerin kendisi üzerinde baskıları,
zulümleri de var. Sırf müslümanlığından dolayı kâfirlerin zulümlerine de maruz
kalıyor.
Yâni
gerçekten böyle bir durumda insanın ayağının kayması, kâfirlere meyletmesi,
kulluğundan vazgeçivermesi bir an meselesidir. Öyle değil mi? Karşı tarafa geçivermesi, kâfirlerin safına
geçivermesi bunların tamamının değişmesi anlamına gelecektir. Hem o kâfirlerden
gelen saldırılardan, eziyetlerden, işkencelerden kurtulacak, hem de onların
elindeki tüm dünya mallarına, mülklerine, dünya zevk ve eğlencelerine o da
ulaşmış olacaktır.
Ama Allah diyor ki bakın, ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, sakın ha sakın onların
elindekilere göz dikmeyin. Dünya hayatından onlara bolca verdiğimiz süslere,
ziynetlere imrenmeyin. Unutmayın ki Biz bütün bunları onlara sadece imtihan için
veriyoruz. İyi bilin ki onlar çok çabuk biter. Ama bitmeyen, tükenmeyen, hayırlı
olan, süresiz olan Rabb’inizin katındaki rızıklardır. cennet ölümsüzdür, cennet
nimetleri sonsuzdur, cennet hayatı bâkîdir. Siz Ona yönelin, hedefiniz O olsun,
sa’yiniz Ona olsun.
132. “Ehline
namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık
istemiyoruz, sana rızık veren Biziz. Sonuç Allah'a karşı gelmekten
sakınanındır.”
Ehline
namazı emret. Kendin de onda devamlı ol, kararlı ol, dirençli ol. Sen kendin
namaza dayanıklı olduğun gibi onu ehline de emret. Var malın, mülkün olmasın,
hiç dert değil, hiç kafanı yorma. Var saltanatın olmasın var dünyanın keyfini
çıkaranlar başkaları olsun. Hiç önemli değil bunlar. Sen namaza devam et ve
ehlinin de ilk problemi, tek problemi namaz olsun. Ne kendin için, ne de ehlin
için dünyanın zevk-ü sefası dert olmasın, problem olmasın. Çünkü seni de aileni
de, seni de oğlunu kızını da kurtaracak olan güzel bir namazdır. Hepinizi
kurtaracak olan Allah’la diyalogdur. Unutmayasın ki bir vakit namaz dünya ve
üzerindekilerden, dünya mülklerinden daha hayırlıdır. Bir vakit namaz oğlun,
kızın için hazırladığın bir dünya geleceğinden çok daha hayırlıdır.
Öyle
değil mi? Şu dünya mülklerinin çok büyüklerine sahip olanlar kurtulabildiler mi?
Kesinlikle bilesin ki bir tevhid, bir tekbir bir Tâ-Hâ sûresi, Tâ-Hâ sûresinin
bir tek âyeti tüm dünyadan daha hayırlıdır. Eğer bir vakit namaza, bir tek âyete
tüm dünyayı kurban edebilirsen kesinlikle bilesin ki tüm dünya senin peşinden
gelecek, tüm dünya sana teslim olacaktır. Eğer kitabın bir sûresine dünyayı
kurban edersen kesinlikle bilesin ki tüm dünya senin önünde secdeye
kapanacaktır. Altınlarıyla gümüşleriyle, Marklarıyla Dolarlarıyla, devletleriyle
güçleriyle tüm dünya senin önünde eğilecektir. Yeter ki sen öncelikle namaz,
öncelikle Allah’la diyalog, öncelikle Allah’a kulluk diyebilmeyi bir becer
mutlaka kazanacaksın.
Ama
şunu da kesinlikle bilesin ki bunu tercih etmediğin süre-ce asla
kazanamayacaksın. Çocuğuna önce namaz bilincini ver-mediğin sürece, çocuklarına
önce en üst düzeyde vahiy bilincini, Kur’an bilgisini vermediğin sürece onu
dünyacı olmaktan kurtara-mayacaksın. Oğluna kızına namaz. İlk işin de, son işin
de; işte bu ol-malıdır. Sen bunu düşünmelisin. Sen onların rızkını
düşünmemelisin.
Biz senden rızık istemiyoruz. Senin bir
rızık endişen olma-malı. Biz senden onları doyurmanı, onlara rızık hazırlamanı,
çalışıp çabalamanı istemiyoruz. Senin böyle bir sorumluluğun yoktur. Onların
istikballerini garanti etme diye bir görevin yoktur senin. Onları doyuracağım,
besleyeceğim, onlara rızık hazırlayacağım diye şaşkınlık yapma. Seni de onları
doyuracak olan Benim. Bu iş bana ait.
Allah bizden rızık istemiyor. Bizden
namaz istiyor namaz. Bizden vahiy istiyor vahiy. Bizden kulluk istiyor kulluk.
Eh efendim, yâni rızık ta bir kulluk değil mi? Rızık kazanmak için çalışıp
çabalamak ta bir ibadet değil mi? Değil! Yanlış! Yanlış anlıyorsunuz! Yanlış
biliyorsunuz! Yanlış bilgilendirildiniz! Yanlış yoldasınız! Sizler din gibi
ticarete, din gibi rızık kazanmaya, din gibi dünyaya bağlanmışsınız.
Söylesenize, sizler şu anda peygamber standartlarına göre mi rızık peşindesiniz?
Peygamber gibi yaşayın, peygamberin ihtiyaç anlayışına sahip olun, eğer evinizde
yiyecek yoksa o zaman rızık peşinde koşun, bir diyeceğim yoktur. Ama yedi
sülâlemize yetecek kadar rızık sahibi olan, mal mülk sahibi olan sizler nasıl
rızık peşindeyiz diyebilirsiniz? Aldatmayalım kendimizi. Paralarımızla
beslediğimiz din adamları bizleri aldatmasın. Rızık peşinde değil köşe dönme
peşindeyiz bizler, köşe dönme.
Arkadaşlar, aynı konuyu anlatan bir
âyet de Zâriyât sûresinde:
“Onlardan bir rızık istemem; Beni
doyurmalarını da istemem. Şüphesiz rızıklandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan
da Allah’tır.”
(Zâriyât
57)
Ben
onlardan rızık istemiyorum. Onların böyle bir mükellefi-yetleri yoktur. Ben
onları böyle bir şeyle sorumlu tutmuyorum? Ne-reden çıkarıyorlar bunu?
Kendilerini doyurmalarını da, beni doyur-malarını da istemiyorum onlardan.
Rezzak biz değiliz ya. Rezzak Al-lah’tır. Kendimizi Rezzak görmenin ne anlamı
var? Allah’ın bizi sorumlu tutmadığı bir şeyle kendi kendimizi sorumlu tutarak
niye sapıyoruz?
Âkıbet, gelecek muttakiler içindir.
Gelecek Allah’ın bu âyetle-riyle yol bulan, yolunu Allah’ın bu ayetlerine soran,
Allah nasıl istiyor-sa öylece yaşayan, öylece inanan kimselere aittir. Gelecekte
başarılı olanlar, kurtulacak olanlar işte bunlardır.
133.
“Rabb’inden bize bir mûcize getirseydi ya" derler. Onlara, önceki Kitaplarda
bulunan belgeler gelmedi mi?”
Evet
diyorlar ki, ey Muhammed, Rabb’inden bize bir âyet, bir mûcize getirmeli değil
miydin? Halbuki gerçekler tüm kitaplarda ve sahifelerde bildirilmiştir. Bu kitap
kendisinden önceki tüm kitaplarda bulunan tüm gerçekleri ihtiva
etmektedir.
134. “Eğer
onları Muhammed'den önce bir azaba uğratarak yok etseydik: "Rabbimiz! Bize bir
peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmazdan önce âyetlerine uysaydık,
olmaz mıydı? " diyeceklerdi.”
Evet,
eğer onları peygamberden önce gelen bir azapla helâk etseydik, onlar şöyle
diyeceklerdi: Ya Rabbi, keşke bize bizden istediklerini anlatacak bir elçi
gönderseydin. Keşke bize bir peygamber gönderseydin de zelil olmadan, rezil
rüsva olmadan ondan faydalansaydık. O peygamber sayesinde sana senin istediğin
gibi kulluk yapsaydık ta helâkten kurtulanlardan olsaydık diyeceklerdi. Eh işte
geldi elçimiz. Şimdi deseler ya bunu. Şimdi yönelseler ya kulluğa. Şimdi
korunmaya çalışsalar ya rezillikten, zilletten.
Evet ne bekliyoruz? Bir elçinin
gelmesini mi bekliyoruz şu an-da bizler? İşte elçi, işte kitap, işte Kur’an.
Eğer şu anda bizler de sıkıntılı bir dünya yaşıyorsak kesinlikle bilelim ki
bunun ilk sorumlusu, tek sorumlusu bizleriz. Zalim de mazlum da biz kendimiziz.
Kesinlikle bilelim ki bu durumdan tek kurtuluş yolumuz da Allah’a teslim
olmaktır.
135. “De ki:
“Herkes gözlemektedir siz de gözleyin. Şüphesiz düz yolun sahiplerini ve
hidayette olanın kimler olduğunu bileceksiniz.”
De
ki herkes bekliyor, siz de bekleyin. Bekleyin, gözleyin, gö-zetleyin bakalım.
Azap mı bekliyorsunuz? Yoksa gazap mı? Yakında göreceksiniz Allah yolunda
yürüyenler kimlermiş? Yakında bileceksiniz sırat-ı müstakimde olanlar, hidâyet
üzere olanlar kimlermiş? Yakında göreceksiniz, kim doğru yolda, kim de bâtıl
yollardaymış? Kim galip, kim mağlup olacak bunu yakında siz de göreceksiniz biz
de göreceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder