MERYEM
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
19, nüzûl sıralamasına göre 44, ikinci miûn grubunun beşinci ve son sûresi olan
Meryem sûresi Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 98
dir.
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlüne ve Onun
pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Meryem
sûresi kitabımızın 19. sırasına yerleştirilmiş, Mekke’de Rasulullah efendimizin
bi’setinin beşinci yıllarında nâzil olmuş 98 âyetlik bir
sûredir.
Rasulullah efendimizin dâvetinin önünü
alamayacağını anlayan Mekke müşrikleri Ona ve beraberindeki bir avuç müslümana
her türlü işkenceyi artırmışlardı. Allah’ın Resûlü kâfirlerin işkenceleri
altında bunalmış müslümanlara bir hicret yurdu arıyordu. İşte böyle bir ortamda
Habeşistan’a hicret öncesi bu sûre nâzil oluyordu. Sanki Habeşistan öncesi bir
azık olarak Rabbimiz bu sûreyi indiriyordu. Çünkü orada başlarına nelerin
geleceğini Rabbimiz çok iyi biliyordu. Habeş kralı Necaşi’nin Meryem anamız
hakkında, babasız dünyaya gelmiş Îsâ (a.s) hakkında soracağı soruların çok net
ve açık bir şekilde açıklandığı bir sûre indiriyordu Rabbimiz. Sanki bu
sûresiyle müslümanlara diyordu ki: Ey kullarım, sizler, size dininizi yaşama
fırsatı vermeyen vatanınızdan bu imkânı bulabileceğiniz bir Hıristiyan ülkeye
gidiyorsunuz. Gittiğiniz o ülkede korkmadan, cesurca Benim bu sûrede anlattığım
şekilde Meryem’i ve oğlu Îsâ’yı tebliğ edeceksiniz. Îsâ (a.s) nın Allah’ın oğlu
olmadığını, tanrı olmadığını, tanrının yetkilerine sahip olmadığını, Meryem’den
dünyaya gelme bir kul ve elçi olduğunu açıkça Hıristiyanlara tebliğ etmelisiniz
diye size böyle bir sûre indiriyorum.
Arkadaşlar, Rabbimiz bu sûrede yedi
yerde müminlere gündem belirlemesi yapar. Kitapta Zekeriya’yı an, kitapta
Meryem’i an, kitapta İbrahim’i an, Mûsâ’yı, İsmail’i, İdris’i an diye gündem
maddelerimizi, gündeme almamız gereken imamlarımızı, önderlerimizi hatırlatır.
Gündemlerimizi bu elçileriyle bu imamlarımızla oluşturmamızı, onları tanımamızı,
onlar gibi bir hayat yaşamamızı ister. Sûrenin ilk âyeti mukatta âyetiyle
başlıyor:
1. “Kâf, Hâ,
Yâ, Ayn, Sâd.”
Sûre
hurûf-ı mukatta ile başlıyor. Bu konuda önceki sûrelerde geçmişti.
2. “Bu,
Rabbinin kulu Zekeriya’ya olan rahmetini anmadır.”
Kulu Zekeriya (a.s)’a Rabbimizin
rahmetinin gündemidir bu. Rabbimizin kulu Zekeriya (a.s)’a lütuf ve ikramlarını
gündeme alan bir sûredir bu. Meryem anamız ve Ona lütfedilen Îsâ (a.s) nın
zikri, hatıraları, gündeme alınışlarıdır bu sûre. Evet bu sûre, Meryem sûresi
tıpkı Âl-i İmrân sûresi gibi İmrân ailesini, Zekeriya’yı, Meryem’i, Yahya’yı ve
Îsâ (a.s)’ları bizim gündemimize getiren bir sûredir. Her an bizi ilgilendiren,
her an muhtaç olduğumuz Rabbimizin rahmetinin Zekeriya (a.s)’a ulaşması
hadisesinin zikri. Acaba Rabbimiz kulu Ze-keriya (a.s)’a diğer insanlardan
farklı neler lütfetmiş?
3,4. “O
Rabbine içinden yalvarmıştı. Şöyle demişti: “Rab-bim! Gerçekten kemiklerim
zayıfladı, saçlarım ağardı. Rabbim! Sana yalvarmakla şimdiye kadar bedbaht olup
bir şeyden mahrum kalmadım.”
Zekeriya
(a.s) gizlice, kendi kendine, içinden Rabbine dua et-mişti. Çok yaşlanmıştı
Zekeriya (a.s), ihtiyarlık döneminde dua ediyordu Rabbine. Bakın diyordu ki: Ya
Rabbi ben çok yaşlandım. Benim kemiklerim gevşedi. Saçlarım da ağardı. Aklar
düştü başıma. Ama ya Rabbim, şimdiye kadar ben hiçbir zaman sana dualarımda
bedbaht olmadım. Sana dualarımda kem talih olmadım. Senden hiçbir zaman
ümitsizliğe düşmedim. Lâkin şu anda Senden isteyeceğim şey konusunda duanın
şartlarından birisi olan esbaba tevessül imkânım yoktur.
Çünkü
isteyeceğim şey konusunda o kadar yaşlıyım ki saçlarım beyazların tutuşturduğu
bir alev içindedir. İhtiyarlığın alâmeti beni çepeçevre sarmıştır. Gücümü
kaybettim. Ama ya Rabbi biliyorum ki senden şimdiye kadar ne istediysem beni
mahrum etmedin. Tüm du-alarıma icabet buyurdun. Tüm istediklerimi bana verdin.
Onun için senin rahmetinden asla ümit kesmeden içinde bulunduğum bu
ihtiyarlığım, bu âcizliğim, zaaflarım içinde de olsa senin rahmetinin
genişliğine tamah ederek Sana dua ediyorum.
5,6.
“Doğrusu, benden sonra yerime geçecek yakınlarımın iyi hareket etmeyeceklerinden
korkuyorum. Karım da kısırdır. Katından bana bir oğul bağışla ki, bana ve Yakup
aline mirasçı olsun. Rabbim! Onun, rızanı kazanmasını da sağla”
Ya Rabbi ben arkamdan geleceklerden
korkuyorum. Arkama kalacak akrabalarımdan endişe ediyorum. Benim varislerimin,
akrabalarımın durumunu beğenmiyorum. Onların benim arkamdan dinimi, yolumu
değiştirmelerinden korkuyorum. Arkamdan geleceklerin ümmete halifelik görevini
yapamayacaklarından endişe ediyorum. Benim dinimin, benim dâvâmın, benim yolumun
takipçilerinin biteceğinden korkuyorum.
Onun
için ya Rabbi senden sulbümden dinimi ayakta tutacak, yolumu diri tutacak sâlih
bir evlât, sâlih bir mirasçı istiyorum. Ya Rab-bi ben kendime bir şey isteyecek,
bir şey talep edeceğim ama ben çok yaşlıyım, karım da kısır. Bana katından,
hazinenden bir velî lütfet. Bana bir dost, bir halef, bir yardımcı, bir evlât
ver ya Rabbi. Benim yo-lumu takip edecek, benim dâvâmı sürdürecek, benim dinimi
yaşatacak, benim mirasıma sahip çıkıp onu gelecek nesillere aktaracak bir evlât
ver ya Rabbi.
Buhârî
ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde Ra-sulullah efendimizin
şöyle buyurur:
“Biz
peygamberler topluluğu miras bırakmayız. Biz peygamberlerin mirasçısı olmaz. Biz
arkamızda ne bırakırsak o sadakadır”
Zekeriya (a.s) da: Ya Rabbi bana bir evlât ver
ki o evlât bana vâris olsun derken elbette malına mülküne değil dinine, yoluna
vâris olmasını istiyordu. Ya Rabbi bana bir evlât ver ki Yâkup ailesine vâris
olsun, ve de ya Rabbi Sen ondan razı ol. Senin kendisinden razı ola-cağın bir
evlât ver bana ya Rabbi. Senin katında ve yaratıklarının ya-nında sevimli olsun.
Senin de mahlukâtının da sevdiği sâlih bir kul olsun. Sana ve kullarına karşı
zâlim ve zorba birisi olmasın. Senden, Sana kulluktan, Senden gelenlerden, Senin
hükümlerinden razı ve hoşnut olsun. Yâni o peygamber olsun.
İşte
evlât bunun için istenecekti. Malıma, mülküme sahip olsun diye değil. Adımı,
namımı sürdürsün diye değil. Bana hizmet etsin di-ye değil. Benim dinimi
sürdürsün diye, benim yolumu, benim dinimi, benim dâvâmı takip edip devam
ettirsin diye istenir evlât.
Evet ihtiyar, karısı da kendisi kadar
yaşlı ve kısır. Allah’ın kutlu elçisi içinde bulunduğu Yahudi toplumuna bakıyor,
insanların alabildiğine tefessüh ettiğini görüyor ve için için ağlıyor, bu
manzara karşı-sında ve Rabbine dua dua yalvarıyordu. Çevresine bakıyor, İsrâil
oğullarının Dâvûd ve Süleyman (a.s) lar dönemindeki kulluklarının, iz-zet ve
şereflerinin zirvedeki durumlarını kaybedip, zilletin, tedenninin en alt
sınırına doğru hızla yuvarlanmaya başladıklarını görüyor, böylesine
materyalistleşmiş bir toplum içinde dâvâsını, yolunu sürdürecek ciddi, samimi
müslümanların azaldığını görüyor ve gelecek ko-nusunda endişe içine düşüyordu.
Allah’ın
elçisi hayattayken gözleriyle yolunun takipçisini görmek ve arkasından emin
olmak istiyordu. Allah’ın elçilerinin tümünde aynı endişeyi görüyoruz.
Kendilerinden sonra kendi misyonlarını üstlenecek, kendi dâvâlarına sahip
çıkacak, yollarını kaybetmeyecek bir oğlu, bir varisi hepsi de görmek
istemektedirler. Gözleri arkada kalmasın istemektedirler. Çevrelerinde,
akrabaları arasında böyle kendi kulluklarını devam ettirecek birilerini
göremeyince de üzülüyorlar.
İşte
Zekeriya (a.s) da böyle bir halet-i ruhîye içinde Rabbine dua ediyordu. Tek
arzusu vardı, o da dininin kıyâmete kadar devam ettirilmesi. Gerçi Rabbimiz bu
dinin kendileriyle kaim olmadığını, dininin kıyâmete kadar yeryüzünde sahipsiz
bırakılmayacağını onlara bildirmiş, güven vermiş ama yine de Allah’ın elçisi
gözleriyle bunu görmek istiyordu.
Rasulullah efendimizin hayatında da
bunun benzerini görüyoruz. Allah’ın Resûlü zaman zaman dininin, dâvâsının
hâkimiyetini ha-yattayken bir an evvel gözleriyle görmek istiyordu. Dâvâsının
galibiyetine, düşmanlarının hezimetine şahit olmak istiyordu da Rabbimiz
Kur’an’ın pek çok yerinde onu bu konuda uyarıyordu. Meselâ bakın Ra’d
sûresindeki uyarılarından birisi şöyleydi:
“Ey Muhammed! Onlara vaad ettiğimiz
azabın bir kısmını sana göndersek de, senin canını alsak da, vazifen sadece
tebliğ etmektir. Hesap görmek Bize düşer”
(Ra’d
40)
Ey
peygamberim! Biz onlara vaad ettiğimiz azabın bir kısmını dünyada sana
gösteririz, yahut da biz seni onların arasından çekip alırız. Sen bunu hiç
düşünmeden, bunun hesabına girmeden tebliğ görevine devam et.
Tabii
her dâvâ adamı hayatındayken dâvâsının yeşerdiğini, dâvâsının galibiyetini,
dâvâsının önünü kesmek isteyen düşmanlarının mağlubiyetini gözleriyle görmek
ister. Bunu dünyada görememeye dayanamaz. Mutlaka bunun için sabırsızlanır.
İşte
zaman zaman düşmanlarının zâhiren güçlüymüş gibi görünmesi, dâvâsının zâhiren
hüsnükabul görmemiş gibi görünmesi karşısında Rasulullah efendimiz de
sabırsızlanıyor, üzülüyor, sıkıntı çekiyordu. Allah dâvâsının bir an evvel
insanlar tarafından anlaşılıp sahiplenilmesini istiyordu. Dâvâsından habersiz
insanların cehenneme gidişine dayanamıyordu da Rabbimiz buyuruyordu ki:
Ey
peygamberim! Sen bunu hiç düşünme. Dâvânın galibiyetini hiç kafana takma. Bu
dâvâ Benim dâvâmdır ve bu dâvâyı galip geti-recek olan Benim. Ama bu hemen
olmayabilir. Dünyada âcilen olmayabilir. Bunu sen hayatında görebilirsin de,
görmeyebilirsin de. Sen sabret, dayan, diren! Aldırış etmeden yoluna devam et!
Bıkma! Usan-ma! Şunu kesinlikle bilesin ki Allah’ın vaadi haktır. Allah seni ve
dâvâ-nı mutlaka galip getirecektir. Allah senin düşmanlarını mutlaka mağlup
edecektir, bundan en küçük bir endişen olmasın. Sen görevini yap gerisini
düşünme. Şunu kesinlikle unutma ki netice sana ait değildir. Bu dâvâ senin dâvân
değil Allah’ın dâvâsıdır ve de bu dâvâ seninle bağımlı değildir
buyuruyordu.
İşte Zekeriya (a.s) da kesin biliyor ve
inanıyordu ki Allah kendi dinini, kendi dâvâsını yeryüzünde sahipsiz
bırakmayacaktı ama yine de bir vâris isteyerek bunu hayattayken gözleriyle
görmek istiyordu. Çünkü Âl-i İmrân sûresinde anlatıldığına göre Rabbimizin
Meryem’e ihsanlarını görmüş, daha önce yine Rabbimizin yaşlılık döneminde
üstelik karısı da çok yaşlı iken ama İbrahim (as)’ın karısı kısır değil, sadece
yaşlıydı ona bir evlât lütfettiğini biliyordu. Bunu bildiği için Rabbine dua dua
yalvarıyor, bir evlât istiyordu. Bakın Allah’ın elçisinin bu samimi duasının
karşılığına:
7.
“Allah: "Ey Zekeriya! Sana, Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha
önce kimseye vermemiştik" buyurdu.”
Evet
ey Zekeriya, Yahya adında bir oğulla seni müjdeleriz. Yahya ile müjdeler olsun
sana. O öyle bir evlât ki şimdiye kadar yeryüzünde bu isim hiç kimseye
verilmemiştir. Şimdiye kadar yeryüzünde Yahya isminde bir çocuk dünyaya
gelmemiştir. Bu isimde hiçbir kimseye Allah bir çocuk vermemiştir.
Yahya
diri demektir. Yahya hayat sahibi demektir. Diri, dirilik, canlılık demektir.
Neden böyle bir ismi vermişti Rabbimiz ona? Son derece yaşlı bir babadan, yine
onun gibi çok yaşlı, çocuk doğuramayacak kadar ihtiyar ve üstelik de kısır bir
anadan meydana gelen, ta-biri caizse, iki kurudan, iki ölüden dünyaya gelecek
bir diriydi Yahya. Kemikleri gevşemiş, saçları ağarmış bir babadan ve kısır bir
anadan meydana geliyordu Yahya. Yahya ile olmazı olduruyordu Rabbimiz. Yahya ile
müstahili, mümkün olmayanı mümkün kılıyordu Allah. Tıpkı daha önce atamız
İbrahim (a.s)’a ve hanımı, annemiz Sara’ya çok ih-tiyar hallerinde İshak (a.s)’ı
lütfedip olmazı oldurduğu gibi.
Rabbimiz kendisine dua dua yalvaran
elçisi Zekeriya’ya bir oğul müjdeliyordu ki bu oğulun adını da bizzat Rabbimiz
kendisi koyuyordu. Yahya, yâni hayat sahibi, dirilik sahibi bir evlât. Yahya
(a.s) nın hayatı, dünyaya gelişi dirilik olduğu gibi vefatı da dirilikti. Genç
yaşında, babasından evvel şehadeti yudumlaması sebebiyle vefatı da dirilik
olacaktı. Genç yaşında oğlunun Allah yolunda şehadetini gören yaşlı baba da Onun
arkasından şehadet şerbetini içecek, O da ölümsüzlük makamına, dirilik makamına
erişecek, baba oğul, iki kutlu elçi ebedîyen dirilik özellikleriyle cennete
kanat açarlarken, peygamberler kanına girenler, müşrik Roma ve onlarla işbirliği
eden Yahudi toplumu da kıyâmete kadar horluk, hakirlik damgasını yiyecek ve
cehennemi boylayacaktı.
Evet
Allah’ın bu iki kutlu elçileri kıyâmete kadar tüm müminlerin dilinde, gönlünde
diriliğini muhafaza ederlerken, sadece onların kanına değil, yüzlercesinin
kanına giren bu lânetlik toplum, Allah’ın arzında Allah’ın elçilerine hayat
hakkı tanımayan, şu anda da yeryüzünde Allah’a inanan müminlere hayat hakkı
tanımamaya çalışan bu lânetlik toplum, daha sonra Îsâ (a.s)’a karşı, daha sonra
Muhammed (a.s)’a karşı da aynı şeyi yapmaya çalışan bu lânetlik toplum
yeryüzünde en büyük zulmü, en büyük cinâyeti işlediler.
Allah, Zekeriya (a.s)’a Yahya adında
bir evlât müjdeliyor. Böyle bir durumda, böyle bir ortamda, baba Zekeriya (a.s) nın çok yaşlandığı bir
dönemde, ölüme çok yaklaştığı, kendisinden ve hanımından ümidini kestiği bir
dönemde, her ikisinden de bir çocuğun dünyaya gelme ihtimalinin âdeta imkânsız
göründüğü bir dönemde Onun duasını kabul ederek Rabbimiz Ona bir oğul
müjdeliyordu ki dipdiri, canlı bir Yahya idi O. Doğarken, doğuşu Yahya idi,
hayatı, Yahya idi, yaşayışı Yahya idi, ölürken, şehit edilirken, ölümü Yahya
idi, Allah’ın selâmına, selâmetine lâyık oluşu Yahya idi, dirildiği gün Rabbinin
Ona selâm deyişi Yahya idi. Allah’ın en büyük lütuflarına erişmiş bir Yahya idi
O. Rabbinin bu müjdesini alan Zekeriya (a.s) şaşkınlık ve hayret içinde dedi
ki:
8.
“Zekeriya: "Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken nasıl oğlum
olabilir? dedi.”
Ya
Rabbi, bu durumda benim nasıl bir çocuğum olabilir? Çün-kü ben yaşlılığın
zirvesindeyim. Hayatın son merdivenlerine dayanmışım, karım da kısırdır. Onun da
çocuk doğurma ihtimali yoktur. Nasıl olacak bu iş? Bizden, bizim gibi iki
ölüden, bizim gibi iki ihtiyardan na-sıl bir çocuk dünyaya gelebilir?
Zekeriya
(a.s) hem kendisine bir evlât isteyecek Allah’tan, bunun için dua dua yalvaracak
Rabbine, hem de hayret ederek diyecek ki: Ya Rabbi, bu yaşta bu şartlarda bizden
nasıl bir çocuk dünyaya gelecek? Tabii Onun bu sözleri böyle bir ihtimali uzak
görmesi anlamına gelmiyordu. Rabbinin böyle bir şeye gücünün yeteceğine kesin
inanıyordu Zekeriya (a.s). Rabbinin olmazı olduracak bir mutlak bir güç ve
kudret sahibi olduğunu biliyordu.
Lâkin
bir insan olarak, bir beşer olarak Allah’ın kendisine müjdelediği o çocuğun
nasıl olacağını açıkça öğrenmek için böyle diyor-du. Acaba kendisi ve karısı
böyle çocuk doğuracak bir yaşta olmadıkları halde mi çocuğa kavuşacaklardı?
Yoksa her ikisi de çocuğa ulaşacak bir yaşa mı indirilecekler, yâni
gençleştirilecekler miydi?
Anladınız değil mi espriyi? Allah’ın
kutlu elçisi önce Allah’tan bir oğul istedi. Yolunu devam ettirecek, dinine
inancına, dâvâsına vâ-ris olacak tertemiz bir vâris istedi, bir zürriyet istedi.
Hem istedi, hem de Allah’ın müjdesiyle karşı karşıya gelince de sarsılıverdi,
heyecanlanıp hayretini izhâr ediverdi, Nasıl olacak bu iş diye. İnanıyordu,
şekki şüphesi yoktu. Allah’ın olmazı oldurma gücüne sahip olduğunu çok iyi
biliyordu.
Ama
belki atası İbrahim (a.s) in Bakara 260. âyetinin kalplerin mutmain oluşunun
ikinci yolu olarak anlattığına göre meşhûd âyetleri görme arzusu içine doğmuştu.
Hani İbrahim (a.s): Ya Rabbi ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini görmek
istiyorum! demişti de Allah: İnanmıyor musun ey İbrahim? Buyurunca: İnanıyorum
ya Rabbi! Ancak:
"Kalbim tatmin olsun için"
(Bakara
260)
İstiyorum bunu! demişti ya. Değilse
atamız İbrahim’in insanların diriltileceği konusunda hiçbir şüphesi filan yoktu.
Ama işte böyle bir görsel âyete tanık olarak kalbinin itminana kavuşmasını
istiyordu. İşte aynen Onun gibi Zekeriya (a.s) da bir benzerini söylüyordu. Onun
bu talebine karşılık bakın Rabbimiz de buyurdu ki:
9. “Allah:
“Rabbin böyle buyurdu; çünkü bu Bana kolaydır, nitekim sen yokken daha önce seni
yaratmıştım” dedi.”
Allah buyurdu ki işte böyle. İşte Allah
böyle dilediği yapandır ve bu Bana hiç de zor değildir. Bu iş Bana kolaydır.
Nitekim sen hiçbir şey değildin. Sen yoktun da; daha önce seni yaratmıştım. Seni
daha önce yoktan nasıl var etmişsem bu da bana çok kolaydır buyuruyor Rabbimiz.
Senin yaratılışın neyse, senden iznimle bir çocuk yarat-mam da aynıdır.
Durum
aynen senin dediğin gibidir. Yâni sen bir çocuk dünyaya getiremeyecek kadar
yaşlısın, karın da kısırdır. İkinizden de bir ço-cuğun normal şartlarda meydana
gelmesi mümkün değil gibidir. Ama Ben istemişsem kendi koyduğum yasaları
değiştirir, olmazı oldururum. Benim için her şey kolaydır, hiçbir şey Bana zor
gelmez. Çünkü Ben göklerde ve yerde tek egemen olanım. Ben dilediğimi yapanım.
Benim dileğimi, Benim emrimi kim engelleyebilir? Benim fermanımın önüne kim
geçebilir? Hayat tümüyle Bana aitken, yaratma Bana aitken, Benim yaratma
dileğimin önünde kim durabilir? Kim engel olabilir? Dilediğimi dilediğim
zamanda, dilediğim biçimde yaratan, dilediğime hayat veren, dilediğimi öldüren
Benim. Benim hayat verdiklerimi kim öldürebilir? Benim öldürdüklerimi kim
diriltebilir? Var mı Benden başka hayatın sahibi? Var mı Benden başka göklere ve
yere egemen? Var mı Benden başka güç kuvvet sahibi?
Allah için yaratıkların büyüğü küçüğü,
zoru kolayı olmaz. Şu kâinâtı, ayı, güneşi, yıldızları, semayı, arzı, dağları,
bu muazzam kâinâtı yaratmaya gücü yeten Allah’ın ihtiyar bir babadan, kısır ve
yaşlı bir anadan bir çocuk yaratmaya gücü yetmez mi? Allah’ın azameti ve kudreti
yanında daha büyük ve daha küçük diye bir şey olur mu? Allah’a daha kolay, daha
zor diye bir şey söz konusu olur mu? Hayır hayır Allah için zor diye bir şey
düşünülemez. O ol! der, her şey oluverir.
Yaşlı
bir erkeğin ve kısır bir kadının doğuramama yasasını koyan Allah, bu yasaya söz
geçiren Allah, elbette bu yasanın tersine de güç yetirecektir.
Evet
Rabbimizin bu uyarına muttali olan Zekeriya (a.s) bu konuda Rabbimizden bir
alâmet, bir işaret istedi.
10. “Zekeriya
“Rabbim! Öyleyse bana bir alâmet ver” dedi. Allah: “Senin alâmetin, sağlam ve
sıhhatli olduğun halde üç gün üç gece insanlarla konuşmamandır”
buyurdu.”
Zekeriya
(a.s) dedi ki: Ya Rabbi bana bir âyet kıl. Bana bu ko-nuda bir alâmet ver. Bu
işi takdir buyurduğun zaman, bana oğul ver-me işi gerçekleştiği zaman bana bir
işaret ver. Ben ne bileyim? Nasıl anlayayım oğlumun dünyaya geleceğini? Bana
bunu anlayabilmem için bir delil, bir işaret ver. Çünkü benim karım hamile
olacak, çocuk doğuracak yaşta değildir. Bu konuda senden bir alâmet isterim ey
Rabbim dedi. Allah buyurdu ki:
Onun alâmeti, Onun ana rahmine
düştüğünün işareti, karıyın Ona yüklü oluşunun delili senin üç gece peş peşe
insanlarla konuşamamandır. Azaların, organların yerli yerinde ve sıhhatte
olmakla beraber sen bu üç gece içinde insanlarla konuşamayacaksın. Konuşmaktan
ala konacaksın.
Âl-i
İmrân sûresinde de üç gün konuşamayacaksın buyurulur. Aslında gecenin zikri
gündüzü de kapsar. Yâni anlıyoruz ki sen üç gün, üç gece konuşamayacaksın
deniliyor. Yine Âl-i İmrân sûresinin beyanıyla ancak bir işaretle, bir remizle
konuşabileceksin, işte senin istediğin alâmet, işaret budur buyuruluyor.
Evet
Zekeriya (a.s) nın istediği işaret de böylece belirlendi.
Aynen
Rabbimizin buyurduğu gibi oldu. Zekeriya (a.s) herhangi bir hastalığı olmadığı
halde üç gün üç gece insanlarla, kavmiyle konuşamadı. Ve artık Rabbimizin bu
işaretiyle Zekeriya (a.s) ın karısı Yahya’ya hamileydi, Yahya dünyaya gelecekti.
Rabbimizin fermanı gereği Zekeriya (a.s) insanlarla konuşamadığı, Rabbi
tarafından nutkunun alındığı o üç gün, üç gece içinde elbette boş duracak
değildi. Allah’ın elçisi bu süre içinde yine kendisine konuşma yeteneğini veren,
onu kendisinden alma gücüne sahip olan Rabbini zikredecek, Rabbini tesbih
edecek, Rabbine kulluğa devam edecek ve insanları bu kulluğa dâvet etmeye devam
edecekti. Çünkü Allah öyle istiyordu. O da Rabbinin istediği gibi hareket
ediyordu.
11. “Zekeriya
bunun üzerine mabetten çıkıp milletine:” Sabah akşam Allah'ı tesbih edin" diye
işarette bulundu.”
Evet
konuşabilecek dili elinden alınmış ne gam? İşaretle konuşmak ne güne duruyordu?
Eli kolu da hareket etmiyor değildi ya? Allah’ın emriyle kavmine, insanlara
konuşamıyordu ama hareketleriyle, tavırlarıyla, işaretleriyle kavmini kendi
kulluğuna, kendi teslimiyetine çağırıyordu.
Tesbih
zaten sadece dille olmaz. Bedenle, hareketlerle, ta-vırlarla, amellerle,
azalarla da Allah tesbih edilecektir. Malın tesbihatı da o malı verenin, malın
gerçek sahibinin bilinip iktisâp ve sarf yollarının Onun istediği biçimde
ayarlanması, o mal konusunda Allah’ın söz sahipliğinin bilinip Onun yolunda
harcanmasıdır.
Evet
Zekeriya (a.s) işaretle kavmine sabah akşam Rablerini tesbih etmelerini,
Rablerini kendisini tanıttığı gibi tanımalarını, tüm noksan sıfatlardan münezzeh
ve tüm mükemmel sıfatlarla muttasıf bilmelerini ve hayatlarını böyle bir Rab
adına yaşamalarını öğütlü-yordu. Böylece Rabbine kendisine lütfundan dolayı
şükrediyor ve kavmini de şükretmeye dâvet ediyordu.
Ve işte böylece Yahya (a.s) dünyaya
geliyordu. Rabbimiz da-ha gençlik çağında Yahya’ya hikmet verdi, peygamberlik
verdi, bilgi verdi. Babası Zekeriya (a.s)ın duasını tümüyle kabul buyurdu
Rab-bimiz. Tam Onun istediği bir evlât, tam Onun istediği vâris kıldı Onu. Bakın
burada Rabbimiz hemen Yahya (a.s)’a sözü çevirerek şöyle
buyuruyor:
12,14. “Ey
Yahya! Kitaba kuvvetle sarıl” deyip daha çocukken ona hikmet, katımızdan kalp
yumuşaklığı ve safiyet verdik. O, Allah'tan sakınan ve anasına babasına karşı
iyi davranan bir kimse idi, baş kaldıran bir zorba
değildi.”
Yahya
(a.s) nın doğumu, çocukluğu, büyümesi konusunu hiç anlatmıyor Rabbimiz.
Hadisenin ayrıntılarına girilmiyor. Bize lâzım da değil zaten. Bize lâzım
olacak, bizim kulluğumuza örnek olacak bölümü anlatır Rabbimiz. Bize lâzım olan
yönü neymiş Yahya (a.s) nın? Büyüyüp elçi olunca Rabbimiz buyuruyor ki: Ey Yahya
kitaba kuvvetlice sarıl. Kitaba kuvvetlice tutun. İşte Yahya (a.s) şahsında
bizden istenen de budur.
Ey Yahya kitaba kuvvetle sarıl. Bu
kitabın, Rabbimizin Mûsâ (a.s)’a verdiği ve kendisinden sonra İsrâil oğullarının
peygamberlerinin tabi olup kendisiyle yol bulduğu Tevrat olduğu söylenir. Peki
acaba kitaba kuvvetlice tutunmayı nasıl anlayacağız?
Kitaba
sarılmak demek kitabın âyetlerini ve o âyetlerin ortaya koyduğu manayı hiç
kaybetmeden hayatta uygulamaya çalışarak onu muhafaza etmek demektir. Ben bunsuz
yaşayamam. Ben bunsuz hayatıma çeki düzen veremem. Ben bunsuz yol bulamam. Ben
bu kitapsız hayat programı yapamam. Ben bunsuz hayat programı yapıp cennete
ulaşamam. Ben bunsuz dünyamı da, âhiretimi de kazanamam, ben bunsuz Rabbimin
rahmetine ulaşamam diyerek kitabın âyetlerine sarılıp, kitabın âyetlerini
anlayıp sürekli onlar kılavuzluğunda yol bulmak, yolunu onlara sormak ve onlarla
bir hayat yaşamak demektir.
Kitaba
sımsıkı, kuvvetlice sarılmak demek tüm ciddiyetle, tüm himmet ve dikkatle O
kitaba sarılıp onu kendimizden, kendimiz
de asla ondan ayırmamak, kitabı her şeyin önüne geçirmek, her şeyden önce onu
tanıyıp, onunla amel etmek demektir. Kitaba tüm kuvvetimizle, tüm himmet ve
gayretimizle tutunup onu asla elimizden bırakmamak, kitabın sürekli elimizde ve
önümüzde olması ve her konuda ona müracaat etmemiz, tüm hayatı onunla
düzenlememiz demektir.
Kitaba
sarılmak sürekli kitabın âyetlerini konuşmak, sürekli onu gündeme getirmek,
sürekli onu zikretmemiz, yâni hayatımızı onunla düzenlemek için onu sürekli
hafızalarımızda canlı tutmamız demektir.
Kitaba
sarılmak demek onu insanlara duyurmak, onu insanların gündemine indirmek ve
hayatın her alanında onun uygulanmasını sağlamak demektir.
Evet Rabbimiz Yahya (a.s)’a işte bunu
emrediyordu. Allah’ın emriyle kitaba sarılan Yahya (a.s) kitapla dirilik
kazanıyordu. Kitapla canlılık kazanıyordu ve Yahya oluyordu. Çünkü kitabın bir
adı da ruh-tur, hayattır. Kitabın olmadığı yerde, kitabın olmadığı gönüllerde,
kita-bın olmadığı toplumlarda îman yoktur, orada inanç yoktur ve bunun için de
orada hayat yoktur. Çünkü vahiyden uzak olan bir yerde hayat da yoktur. Kur’an
ve Sünnetin olmadığı bir yerde, vahyin bulunmadığı bir yerde, bir evde, bir
ülkede kesinlikle hayat da yoktur. Vahiyle irtibatları olmadığı için ölüdür
onlar.
Ama şurasını hiçbir zaman unutmayalım
ki Yahya (a.s)’a hitap eden bu emir şu anda bizim kitabımızda bir âyettir.
Öyleyse bu sadece Yahya (a.s)’a ve Onun toplumu olan İsrâil oğullarına değildir
bu hitap. Bu kitap bize gelmiştir. Bize de bir kitap verilmiştir. Öyleyse bu
emir aynı zamanda bize de veriliyor ve biz de kitaba böylece sarılacağız. Demek
ki biz de Allah’ın bize gönderdiği bu kitaba sımsıkı kuvvetlice tutunmak
zorundayız.
İkinci
boyutu da kuvvetli müminler olarak kitaba tutunun demektir bunun manası. Kavî
müminler olarak, kuvvetli müminler olarak, ciddi, îmanı bütün müminler olarak
kitaba sarılın diyor Rabbimiz. Yâni îman kuvvetini, amel kuvvetini, ahlak
kuvvetini gündeme getirerek bu kitaba sarılın. Çünkü îmanla, amelle, ahlakla
desteklenmeyen bir tutuş kuvvetli bir tutuş değildir. Hayatta kitabın
içindekileri, kitabın âyetlerini tatbik gerçeğiyle desteklenmeyen bir tutuş
ciddi bir tutuş değildir.
Sadece okunan, sadece ezberlenen,
sadece konuşulan ama hayatta tatbik edilmeyen, hayatta yaşanmayan bir kitap,
kitap olarak korunma özelliğini kaybedecektir. Bireysel hayatla, aile hayatıyla,
toplum hayatıyla, ekonomik hayatla, siyasal hayatla hukukla ve tüm hayat
programlarıyla görüntülenerek, tatbik edilerek desteklenmeyen bir tutuş gerçek
bir tutuş değildir.
Meselâ
düşünün ki şu anda toplum olarak, müslümanlar olarak kitapla diyalog kursak,
gece gündüz kitabın âyetlerini okuyup an-lasak, okunup anlaşılması adına
paneller, konferanslar düzenlesek, ama anladığımız bildiğimiz bu âyetleri
bireysel hayatımızda, aile hayatımızda, toplum hayatımızda, hukuk hayatımızda,
ekonomik hayatımızda, toplum hayatımızda uygulamıyorsak, bu âyetlerin istediği
bir hayatı yaşamıyor ve hayatımızı onlarla düzenlemiyorsak o zaman biz ne o
kitaba inanmış sayılırız, ne de o kitaba kuvvetlice tutunmuş sayılırız.
Yâni
inandığımız, okuduğumuz, anladığımız kitabın âyetleri hayatımızda
görüntülenmiyorsa, hukukumuzda bu kitabın etkisi görülmüyorsa, kılık kıyafet
konusunda bu kitap kendini hissettirmiyorsa, ekonomide etkili değilse, kılık
kıyafet bu kitabın âyetlerine göre şekil-lenmiyorsa, kazanmamız harcamamız bu
kitabın istediği biçimde şe-killenmiyorsa, evimiz, eğitimimiz, amellerimiz bu
kitaba göre şekillen-miyorsa, yâni ortada kitaba dayalı görünür bir hayat yoksa,
bir gö-rüntü, bir eylem, bir amel bir aksiyon yoksa bu îman Allah’ın istediği
bir kitap îmanı olmadığı gibi, bu tutuş da Allah’ın istediği bir tutuş değildir.
Çünkü Allah’ın istediği tutuş kuvvetle, îman kuvvetiyle, amel kuvvetiyle
uygulama kuvvetiyle bir tutuştur.
İşte
Rabbimiz bu âyetinde Yahya (a.s) şahsında bizlerden kitabına böyle bir tutuş
istemektedir.
Evet kendimiz bu kitaba böyle
kuvvetlice tutunup sarıldığımız gibi, çevremizdekilere de bu kitabı emredeceğiz.
Çevremizdekileri de bu kitaba tutunup onunla amel etmelerini emredeceğiz ki
onlar da bu kitaba sarılıp hayatlarını bu kitapla düzenlesinler. Eğer bunu
yaparsanız, kendiniz Benim kitabıma kuvvetlice tutunur, onun emirlerini uygular,
nehiylerinden de kaçınırsanız ve de onu toplumunuza duyurursanız, toplumunuz da
Allah’ın kitabıyla en güzel bir şekilde diyalog kurar ve hayatlarını onunla
düzenlerlerse kesinlikle bilesiniz ki Ben sizi de diriler yapacağım, sizin
hayatınızı da bereketlendirecek ve düşmanlarınız karşısında sizi de zafere
ulaştıracağım diyor Rabbimiz.
Evet daha çocuk yaşındayken Ona hikmet
verdik, hüküm verdik. Kuvvetle sarılmasını emrettiğimiz kitabın bilgisini,
kitabı anlama, kavrama gücünü, kitapla hareket etme yeteneğini, kitabı
hadiselere, hayatın problemlerine indirgeme, hayatı kitapla yorumlama gücünü,
kitap bilgisiyle hayatı düzenleme, kitabı hayata indirgeyip intibak ettirme
bilgisini, kitabı hayatta hakim kılma gücünü verdik Yahya’ya.
Ve
yine katımızdan bir kalp yumuşaklığı ve safiyet, temizlik verdik Ona. O,
Allah’tan sakınan, Allah’ı sevendi. O Allah’ı seviyor, Allah da Onu seviyordu.
Elbette
Allah’ı en çok sevenler ve Allah tarafından en çok sevilenler Allah elçileriydi.
Allah’ı en yüce derecede sevenler ve bu sevgilerine Allah dûnunda hiçbir şeyi
ortak etmeyenler Allah elçileridir. Onların sevgileri Allah içindi. Sevdiklerini
Allah sevgisinden ötürü severler, sevmeyip düşman olduklarına da Allah
düşmanlığından dolayı düşman olurlardı. Allah’ın razı olduklarından razı
olurlar, Allah’ın gazap ettiklerine de gazap ederlerdi. Sevgileri, nefretleri,
kabulleri, retleri hep Rablerine râci idi, Rablerine bağımlı idiler. Hayatı
tertemizdi Yahya (a.s) nın. Rabbimizin terbiye ettiği, Rabbimizin eğitip bize
yasal örnek yaptığı Allah elçilerinin hayatlarında şirk gibi, zulüm gibi,
haksızlık gibi, günah gibi, riya gibi hiçbir necaset yoktu.
Aynı
zamanda O bir muttaki idi. Allah’tan bir takva sahibiydi. Hayatını Allah için
yaşıyordu. Yolunu Allah’la buluyordu, hayat programını Rabbinden alıyordu.
Hayatını Allah için yaşıyordu. Yaptıklarını Allah’a lâyık yapmaya çalışıyor,
Allah’a kulluğunun, Allah kontrolünde bir hayat yaşadığının bilincindeydi. Tüm
hayatını Allah’ın beğenisine sunmaya çabalıyordu.
Ve
anasına babasına karşı iyi davranan bir kimse idi. Sebebi vücudu olan ebeveynine
karşı muhsin davranıyordu. Onlar karşısında Allah huzurunda olduğunu unutmadan
davranıyordu. Ebeveynine karşı baş kaldıran, itaat etmeyen bir zorba değildi.
Hem Rabbine kar-şı hem de ana-babasına karşı asi ve zorba olmadı O. Allah’a
karşı itaatliydi, ebeveynine karşı da muhsin idi. Allah’a itaatinin gereği
olarak Allah kullarına karşı da son derece merhametli davranıyor, Allah’ın
kendisine verdiklerini Allah kullarıyla paylaşma, Allah kullarına ulaştırma
kavgası veriyordu.
Tabii
bütün bu güzel özellikler çalışıp çabalamakla elde edilecek cinsten şeyler değil
Rabbimizin verdiği özelliklerdi. Elbette Rabbi-miz yeryüzünde sözcü seçtiği bu
mübârek elçilerine, bu gönül mimarlarına böyle bir kalp yumuşaklığı, insanları
temizlemek, arındırmakla görevli elçilerine böyle bir temizlik, böyle bir
arınmışlık lütfedecek, in-sanlara itaatin ne olduğunu gösterecek bir itaat
örnekliği verecekti.
Elbette
takvanın yolunu insanlara gösterecek olan elçilerine böyle bir takva özelliği
verecekti. Çünkü onlar Allah’ın yeryüzünde seçtiği yasal örneklerdi.
Hayatlarında asla falso olmayan, kendilerine tabi olanları dosdoğru hakka, hayra
hidâyete sevk edecek model kul-lardı onlar.
15. “Doğduğu
günde, öleceği günde ve dirileceği günde, ona selâm
olsun!”
Selâm Onun üzerine olsun. Selâm
Yahya’nın üzerine olsun. Ona selâm dedi Rabbimiz doğduğu gün, şehit olduğu gün,
dirildiği gün. Allah’ın selâm ismine mazhar olsun Yahya (a.s). Bizler de şu anda
selâm diyoruz Ona. Selâm gönderiyoruz kutlu imamımıza. Allah’ın selâmı, selâmeti
Yahya efendimizin üzerine ve cümle Enbiyânın üzerine olsun
diyoruz.
Evet Meryem sûresinin bu bölümünde
Rabbimiz mutlak sûrette gündeme almamızı emrettiği yasal imamlarımızdan Zekeriya
ve Yahya (a.s)’ların perdesini kapatıp karşımıza bir başka perde açıyor. Belki
yaratılışı Yahya (a.s)’dan çok daha fevkalade olan İmrân ailesinin bir başka
üyesi, bir başka yasal imamımız Îsâ (a.s) nın Meryem annemizden dünyaya gelişini
gündemimize getirecek. Îsâ (a.s) nın yaratılışı Yahya (as)’ın yaratılışından çok
daha enteresan ve hayret vericidir. Yahya (a.s) nın yaratılışında ihtiyar da
olsa baba var, ana var, ama Îsâ (a.s) babasız, bakire bir kızcağızdan dünyaya
gelecektir.
İmamımız
Îsâ (a.s) nın dünyaya gelişi gerçekten insanlık tarihinin şahit olduğu en garip
bir hadisedir. Gerçi yine Kur’an’ın beyanıyla Adem (a.s) in yaratılışı bundan da
gariptir ama, insanlık bu ilk atamızın yaratılışına şahit olmamıştır. Onu sadece
Rabbimizin gaybî beyanından öğreniyoruz. Sanki bu konunun anlatılmasından önce
ona bir mukaddime olarak bu konu anlatıldıktan sonra bakın Rabbi-miz yeni bir
gündem maddesini şöylece ortaya koyuyor.
16. “Ey
Muhammed! Kitapta Meryem'i de an. O, ailesinden ayrılarak, doğu yönünde bir yere
çekilmişti.”
Ey
peygamberim kitapta Meryem’i de an. Kitapta Meryem’i de gündem yap. Kitapta
Meryem de bulunsun. Rabbinin kitabıyla Meryem ile de tanış. Meryem’i de
gündemine al. Ve ey peygamber yolunun yolcuları, sizler de anın Meryem’i. Sizler
de tanışın Meryem’le. Sizler de gündem maddesi yapın Meryem’i.
Evet işte bizim örneklerimizden, örnek
ailelerimizden birisi gündem yapılıyor burada. Hayatları kesin doğru, mutlak
doğru olarak Allah tarafından tescil edilmiş elçiler sunuluyor bize. Ama Allah
korusun da bakıyoruz bugün müslümanlar bu yasal örnekleri bir kenara bırakıp,
iyilikleri, hayatları, takvaları, takva anlayışları tartışılabilecek bir kısım
insanları gündeme getiriyorlar. Onları gündemlerine alıyorlar, onları
konuşuyorlar, onları tanımaya çalışıyorlar, onlar için anma törenleri, yâd etme
günleri düzenliyorlar. Günlerce sözlerini, hayatlarını tartışıyorlar. Ama
Rabbimizin tanıttığı, Rabbimizin kulluk maddesi yaptığı peygamberleri tanıtmak
ve tanıtmak için gündeme almıyorlar.
Halbuki yarın bunların hiçbirisinden
hesaba çekilmeyeceğiz. Peygamberiniz, imamınız, örneğiniz, modeliniz kimdi? diye
sorulacak. Kime uymuştunuz? Kimi örnek almıştınız? Kimin peşindeydiniz?
Amellerinizi kimden almıştınız? Kimi gündemde tutmaya çalışıyordunuz? Kimi
tanıyıp onun gibi olma savaşı veriyordunuz? Kimin anma törenlerini düzenleme
savaşı veriyordunuz? Peygamber mi yoksa başkaları mı? Kimin sözlerini öğrenmeye,
kimin sözlerini ısrarla öğretmeye çalışıyordunuz? Kimin Sünneti, kimin modeli
kafalarınızda canlıydı? Peygamberinkiler mi? Yoksa başkalarınınkiler mi?
Unutmayın ki yarın bundan hesaba çekileceğiz.
Eğer Allah’ın yasal örneklerini, bu
örneklerin hayatlarını bize aktaran Rabbimizin şu âyetlerini, şu gündem
maddelerini bir kenara bırakır da hep kendi oluşturduğunuz konularla, kendi
oluşturduğunuz gündemlerle, kendi oluşturduğumuz kitaplarla, kendi
oluşturduğunuz önderlerle, liderlerle günlerimizi, gecelerimizi doldurursak,
tıpkı bizden önceki Allah’ın lânetlik toplumu Yahudi’ler gibi bizim
îmanlarımızdan kaynaklanmayan bir hayatın adamı olursak, yâni hem bu âyetlere,
bu elçilere inandığımızı iddia eder, hem de bu îmanlarımız bu kitaba ve bu
kitapla gündeme alınan peygamberlere hayat hakkı tanımamayı emrederse Allah
korusun işimiz bitmiş demektir.
Hayır hayır tüm sun’i gündemleri, tüm
şeytan gündemlerini bir kenara bırakıp Rabbimizin bu gündemlerini ilk dert
edinmek zorundayız. Eğer şu anda müslüman olduğumuzu iddia eden bizler önümüze
sunulan her şeyi bir kenara iterek Allah’ın haber verdiği bu gerçek haberlerle
ilgilenir, bu gerçek haberlerle beslenir, gece-gündüz bu haberlerle beraber
olursak kesinlikle bilelim ki o zaman hem dünyamız düzelecek, hem âhiretimiz
güzelleşecektir. Ama eğer şu anda İslâm dışı tavırlarımızdan vazgeçmez,
rahmetinin gereği Rabbimizin dünya ve âhiret kurtuluşumuz için bize seçip haber
verdiği bu örnek ailelerin haberleriyle ilgilenmez, onları tanıyıp kendimize
örnek almaya çalışmazsak, işte Zekeriya (a.s)’ı, Yahya (a.s)’ı, Meryem’i, Îsâ
(a.s)’ı gündemimize almadan bir hayat yaşar, onlar kaynaklı, onlar örnekli bir
hayata yönelmezsek kesinlikle bilelim ki yaşadığımız hayatta asla doğruyu,
hakkı, hidâyeti bulamayacak, dünyamızı da, âhi-retimiz de berbat etmiş olacağız.
Çünkü
Allah’ın bizim seçip anlattığı bu örnek aileleri tanımayan, onları kendilerine
örnek alamayan insanlar mutlaka kendilerine
örnek olarak başka aileleri bulacaklar, onlar gibi olmaya çalışacaklar ve
dünyada onlar gibi mutsuz oldukları gibi âhirette de onların gittiği cehenneme
gideceklerdir. Gerçekten şu anda Allah’ın örnekleyip onayladığı, bu
peygamberleri, bu örnek şahsiyetleri tanımayanların mutlaka onların yerini
dolduracak başka örnekler peşine düştüklerini görüyoruz. Şu anda Allah’ın
kitabını, Resûlünün Sünnetini bir kenara bırakıp oraya buraya koşup kendilerine
örnek şahsiyet arayanların peygamberleri tanıma zahmetine katlanamayanların
zavallılıklarını müşahede ediyoruz. Öyleyse arkadaşlar unutmayalım ki şu anda
biz-ler iki seçenekten birisiyle karşı karşıyayız.
1:
Ya Allah’ın kitabıyla, peygamberin Sünnetiyle beraber oluruz, Allah’ın kitabında
haber verdiği bu haberleriyle beraber oluruz, Allah’ın kitabında bize tanıttığı
bu örnek aileleri, bu peygamberleri tanıyıp kendimize örnek kabul ederiz, Hz.
Adem’le başlayıp Hz. Muhammed (a.s) ile son bulan bu şahsiyetler dünyada bizim
örneğimiz olur, böylece hem dünyamız, hem de âhiretimiz düzgün olur.
2:
Ya da kitabı ve peygamberi, kitabın ve peygamberin bize aktardığı bu haberleri
bir kenara bırakır, Allah’ın bize seçtiği bu örnekleri bir kenara bırakır,
kendimizi, kendimiz gibileri örnek alır dünyamızı da âhiretimizi de mahvederiz.
Şu anda bu seçim bizim elimizdedir. Sonucuna kendimiz katlanmak şartıyla
dilediğimizi tercih edebiliriz.
Evet,
ya gece-gündüz kitapla beraber olur, kitabın haber verdiği peygamberlerle
beraber olur, onları kendi öz anamızdan, öz ba-bamızdan, kendi oğlumuzdan, kendi
kızımızdan, kendi evimizden, barkımızdan, dükkanımızdan, işimizden, aşımızdan
daha iyi tanırız. Yâni ya bu kitap ve peygamberler aklımıza, fikrimize,
kalbimize, bel-leğimize, duygumuza, düşüncemize, gözümüze, kulağımıza herkes-ten
ve her şeyden daha çok yerleşir, hayatımızda onların örneklilik-leri canlanır,
attığımız her adımda, verdiğimiz her kararda, sergile-diğimiz her tavırda onlar
gözümüzün önünde canlanır ve böylece ha-yatı onlarla birlikte yaşarız, Allah’ın
rızası ve cennet bizimle olur, yahut da başkalarını örnek alır dünyamız da,
âhiretimiz de onlarınki gibi olur.
Evet ey peygamberim ve ey müslümanlar
kitapta Meryem'i de an. O, ailesinden ayrılarak, doğu yönünde bir yere
çekilmişti. Meryem anamız, gencecik bir kızcağız. İmrân ailesinin daha ana
karnındayken Allah’a kulluğa, Allah’ın mabedine, Mescid-i Aksâ’ya hizmete
adan-mış, akrabası Allah’ın kutlu elçisi Zekeriya’nın (a.s) gözetiminde,
vekaletinde büyüyen tertemiz bir genç kızcağız. Henüz bu haliyle dünyanın
gündemine girmemiş bir kızcağız. Ama ileride Allah’ın bir yasasını, Allah’ın bir
kelimesini doğuracak ve kıyâmete kadar bir imamımızın annesi olarak tarihe
geçecek, bize gündem olacak, kadınlar âlemi içinden seçilip üstün kılınacak, ama
bu şerefiyle orantılı olarak ta yeryüzünde kadın cinsinin imtihanlarının belki
en büyüğüne, en çetinine, en dayanılmazına tabi tutulacak bir genç kızcağız.
İşte bakın hemen Rabbimiz bu imtihanların en büyüğünü şöylece anlatmaya
başlıyor:
Meryem, genç kız ailesinden doğu
tarafına, mescitte bulunduğu bölgenin doğusuna doğru gitmişti. Yakınlarından
kaçıp gözden ırak olmayı gerektiren, ama kitabımızın onun özel bir durumunu
deşifre etmediği için bilemediğimiz bir sebeple yalnız kalmayı tercih
ediyor.
17. “Sonra,
insanlardan gizlenmek için bir perde germişti. Cebrâil'i göndermiştik de ona tam
bir insan olarak görün-müştü.”
Evet
insanlarla kendi arasında da bir perde vardı. Yâni kendisini gizliyordu
insanlardan. İnsanlardan uzak, ama Rabbiyle baş başa huzur içinde Rabbine ibadet
ederken bir de bakıyoruz ki gerçekten dehşetli, tüyler ürperten bir manzarayla
karşı karşıya geliveriyor. Bir de baksın ki karşısında seviyyen bir beşer,
mükemmel ve her şeyi yerinde birisi duruyordu. İnsanlardan saklanmaya,
hicaplaşmaya çalışan tertemiz, iffet abidesi kızcağızın karşısında bir insan
vardı. Rabbimiz buyurur ki: Biz ona Ruhumuzu göndermiştik de o, ona tam bir
insan şeklinde görünmüştü.
Buradaki
Ruh Cebrâil (a.s) dır. Kitabımızın başka yerlerinde ve Rasulullah efendimizin
Sünnetinde bu Ruhun Cebrâil (a.s) olduğu anlatılır. Evet Rabbimizin
göndermesiyle Cebrâil (a.s) Onun karşısına bir beşer olarak çıkıverdi. Şimdi
böyle bir ortamda o tertemiz, iffet âbidesi, afîfe kızcağızın halet-i ruhîyesini
bir düşünün. Toplumun, İs-râil oğullarının yozlaştığı, peygamberlerinin yolundan
uzaklaşıp, Allah’ın elçilerine düşmanlıklarını onların kanına girmeye kadar
götürdükleri ve hızla Allah’a kulluktan uzaklaşıp materyalistleştikleri bir
toplum içinde peygamber sülalesinden bir
müslümanın yaptığı ufacık bir hareketin bile çok büyük spekülasyon yapıldığı bir
ortamda, onların diline dolayabilecekleri bir falso yapmamak için çok dikkatli
ve hassas davranan, insanların gözlerinden ırak olmayı yeğleyen, tüm
tedbirlerini alan bir genç bütün bunlara rağmen inzivaya çekildiği me-kânda bir
erkekle karşı karşıya. Birden bire tüm varlığıyla, tüm îmanıyla, tüm hayasıyla
sarsıldı. Hemen silkinip Rabbine sığındı. Hem Rabbinin yardımını harekete
geçirmek, hem de karşısındaki adamın ruhundaki Allah korkusunu harekete geçirmek
için bakın şöyle diyor-du:
18.
“Meryem: “Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen senden Rahmâna sığınırım”
dedi.”
Evet
genç kızın o anda yapabileceği başka bir şey yoktu. Sadece diyor ki bakın, ben
Rahmâna sığınırım senden, eğer sen muttaki birisiysen. Eğer sen O’ndan korkan,
O’na karşı saygı duyan, ha-yatında Rahmân olan, hayatını Rahmân için yaşayan
birisiysen. Baş-ka ne yapabilirdi bir genç kız? Karşısında bir erkek vardı ve
kendisi de genç bir kızcağızdı. Yâni böyle aralarında bir güç dengesi de yoktu.
Ama yaratan, öldüren, koruyan, doyuran, göklere ve yere egemen olan güç kudret
sahibi bir Allah’ın koruması altında ya, inanıyordu ki karşısındaki kim olursa
olsun kendisine sığınanları O Rab korurdu. Kesin biliyor ve inanıyordu ki O
Rahmân herkesten ve her şeyden güçlüydü. Kesin biliyordu ki Kulları O’nu
koruyucu bildikleri sürece, kulları O’nun koruması altında olduğu sürece O
kullarını koruyacaktı. Ama ne zaman ki kulları O’ndan gafil olurlarsa, ne zaman
ki kulları O’nun koruması altından çıkmışlarsa işte o zaman O Rahmân onlardan
desteğini çekiverecek ve korumasız bir duruma düşüvereceklerdi. Bunu çok iyi
bilen Meryem sürekli Rabbimizin koruması altında, Rahmânın yasalarına uygun bir
tavır içindeydi.
Sâliha kadınları anlatırken Rabbimiz
Nisâ sûresinin 34. âyetinde şöyle buyuruyordu:
İyi kadınlar, sâliha kadınlar, gönülden
Allah’a itaat eden, kocalarının meşru isteklerine itaat eden, kendileri
üzerindeki Allah’ın belirlediği Allah’ın haklarına, hukuklarına, kocalarının
haklarına hukuklarına riâyet eden kadınlardır.
Evet
ne anladık? Ne dedi Rabbimiz? Rabbimiz Nisâ sûresinin bu âyetinde, sâliha kadın,
iyi kadın Allah’ın haklarına, kocasının haklarına riâyet eden ve Allah onların
kendilerini ve haklarını nasıl korumuşsa kendileri de Allah’ın hakkı olan
gizliyi, gaybı, görünmeyeni ko-ruyan kadınlardır. Gizliyi koruyan, gaybı
koruyandır o kadınlar. Yâni kocaları yanlarındayken onların haklarını koruyup
onlara Allah’ın istediği gibi davrandıkları gibi, kocalarının olmadığı
ortamlarda da korunması gerekenleri korurlar.
Allah’ın
haklarını korurlar, ırzlarını, namuslarını korurlar. Allah’ın kendilerini
muhafaza edip koruduğu gibi onlar da bunları muhafaza edeceklerdir. Allah’ın
kendilerini koruduğu gibi onlar da ken-dilerini koruyacaklardır. Nasıl? Yâni
sürekli Allah’ın emirlerine, yasaklarına riâyet ederek, Allah’ın hukukunu
gözeterek, Allah’ın koruması altında kalarak, Allah’ın kendileri hakkında
koyduğu yasalara riâyet ederek. İşte bir kadın böyle bir titizlikle Allah’ın
koruması altında olursa Allah da onu korur. Ama Allah’ın yasalarını çiğneyerek,
Allah’ın emirlerine ters düşerek O’nun korumasından çıkan bir kadının ya da
erkeğin üzerinden Allah korumasını kaldırıverdi mi artık o insanın kendi
kendisini koruyabilmesi mümkün değildir.
Meselâ
bir kadın Allah’ın yasak kıldığı bir takım yerlere gider, bir takım ilişkiler
içine girerse, Allah’ın yasalarını delerse, Allah’ın ken-disini görmek
istemediği bir yerlerde bulunursa, Allah da onu korumasından çıkarıverir ve
böyle bir kadının kendisini koruması da müm-kün değildir artık. Onun başına her
türlü belâ gelir.
İşte Meryem bunu çok iyi bildiği için
Allah’ın koruması altında bir hayat yaşamış olmanın îmanıyla hem Rahmân’ın
yardımını çağırıyor, hem de karşısındakine Allah’a kulluğunu, teslimiyetini
hatırlatarak, îmanını tahrik ederek kendisine bir kötülük yapmaktan engellemeye
çalışıyordu. Çünkü az evvel de dediğim gibi yapabileceği başka bir şeyi yok,
kaçabileceği bir yeri yok, yardım isteyebileceği kimsesi yoktu o anda. O anda
îmanıyla, hayasıyla düşündü ki eğer o anda karşısındaki erkeği Allah’la karşı
karşıya getirip, onun kulluğunu, takvasını gündeme getirip sarsabilirsem böylece
onun bana yapabileceği kötülüğü engelleyebilirim tavrını sergiliyor.
Gerçekten
de büyük bir imamın anası olmaya, kıyâmete ka-dar İslâm ümmetinin anası olmaya
lâyık bir kızcağızın o anda îma-nıyla ortaya koyduğu örnek bir tavır.
Karşısındakine Rahmân’ı hatırlatarak kötülüğünü engellemek, rahmetini celp etmek
gerçekten bizler için çok hoş bir örnektir. Eğer gerçekten sen Allah’tan korkan
muttaki birisiysen ben de senden korktuğun Allah’a sığınıyorum. Çünkü Allah’ın
kendisine insan sûretinde gönderdiği Meleğinden korkmuş ve kendisinden murat
almak niyetinde olduğunu zannetmişti. Elbette Allah’tan korkan birisi kendisine
Rahmân hatırlatılır hatırlatılmaz kendine gelir ve nefsinin, şeytanın teşvik
ettiği şehvet sâikinden hemen vazgeçerdi. Ama iş hiç de zannettiği gibi değildi.
Bakın karşısında if-fetinden tir tir titreyen kızcağıza o melek kendi kimliğini
açıklayarak, onun korkusunu izale ederek dedi ki:
19. “Cebrâil:
“Ben temiz bir oğlan bağışlamak için, Rab-binin sana gönderdiği elçiden başkası
değilim” dedi.”
Dedi
ki elçi: Ben Rabbinin elçisiyim. Adına bir hayat yaşadığın, adına iffetli
olduğun, adına beni uyarmaya çalıştığın Rabbinin görevli elçisiyim ben ve sana
tertemiz bir oğlan bağışlamak, vermek üzere geldim. Evet böylesine afife bir
kızcağıza müjdelenen bir evlât. Tertemiz bakire bir kızcağıza bir evlât. Annemiz
bu defa başka bir ür-pertiyle ürperir ve şaşırır. Bu duydukları onun utancını ve
dehşetini bir kat daha artırır. Şu anda henüz gerçekten Allah’ın elçisi olup
olmadığı konusunda kesin emin olamadığı karşısındaki adam bakire halindeyken
kendisine bir çocuktan söz ediyordu. Belki de kendisini aldatıp bekaretini
izaleye ikna edebilmek için düpedüz yalan söyleyen birisiydi o. Ama Allah’ın
elçisi onun bu şüphelerini tamamen yok edecek şu sözleri söylemeden önce namusu
tehlike altında bulunan bir yiğit mümine edasıyla soruyor
karşısındakine:
20. “Meryem:
“Bana bir insan temas etmemişken, ben kötü kadın da olmadığım halde, nasıl oğlum
olabilir?” dedi.”
Sen
söylesene bana, bu iş nasıl olabilir? Benim nasıl bir çocuğum olabilir? Bana
hiçbir beşer dokunmamış, ben hiçbir insanla beraber olmamışım ve üstelik ben
bâğıye, azgın birisi de değilim. Yâni ben bugüne kadar ne meşru olarak, nikâhlı
olarak bir erkekle evlenmişim, ne de gayr-i
meşru erkeklerle birlikte olup Rabbimin yasalarını, sınırlarını
çiğneyecek bir tavırda, bir ilişkide bulundum. O halde bu durumda benden nasıl
bir evlât dünyaya gelecek? Benim nasıl bir oğlum olacak? Hâlâ bu işin nasıl
olabileceğini anlayamıyor, ama karşısında kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu
söyleyen bu esrarengiz adamın çok açık ve net ifadeleri yine de içinde bulunduğu
nazik durumun, halet-i ruhîyesinin dehşetini azaltmıyordu. Tamam kendisinin
Allah’ın elçisi olduğunu söylüyordu ama afife genç her şeyin açıklığa, netliğe
kavuşmasını istiyordu. Çünkü o ana kadar genç kız bir çocuğun dünyaya
gelebilmesi için Rabbimizin yeryüzünde işleyen genel yasası gereği bir dişiyle
bir erkeğin meşru olarak birleşmesinin dışında gerçekleşebileceğini tasavvur
edemiyordu. Allah’ın elçisi diyor ki bakın:
21.
“Cebrâil: “Bu böyledir, çünkü Rabbin: “Bu Bana kolaydır, onu insanlar için bir
mûcize ve katımızdan da bir rahmet kılacağız; hem bu önceden kararlaştırılmış
bir iştir” diyor” dedi.”
Evet
elçi dedi ki, bu iş böyledir. Tıpkı sûrenin evvelinde, Ze-keriya (a.s)’a denenin
aynısı. Evet bu iş böyledir. Yâni gerçekten du-rum senin dediğin gibidir. Yâni
ne nikâh yoluyla, ne de zina yoluyla bir erkekle bir araya gelmedin. Sana bir
erkek dokunmamıştır. Sen iffetli ve namuslu bir kızsın. Ama Allah dilediğini
dilediği şekilde yaratandır. Allah güç ve kudret sahibidir. Allah mutlak
egemenlik sahibidir. Yasayı koyan Allah’tır. Dilediği zaman yasasını değiştirme
gücüne, yetkisine sahip olan da Allah’tır. Allah bir şeye hükmetti mi, Allah bir
şeyin olmasını diledi mi ona “Ol” der, o da oluverir. Bu Rabbin için zor bir şey
değildir. Bu Rabbine çok kolaydır. Çünkü yasanın sahibi Allah’tır, hayatın
sahibi O’dur.
Böylece ey Meryem, senin de, senin gibi
âciz kulların da alışık olmadığınız bir hükümle, bir takdirle, bir yaratış
yasasıyla Rabbin diler ki, Rabbin buyurur ki Onu, oğlun Îsâ’yı insanlığa bir
âyet kılacağız ve katımızdan bir rahmet olarak lütfedeceğiz biz. Artık iş
bitmiştir. Bu işi Rabbin Levh-i Mahfuzda yazıp karara bağlamıştır. Yâni başka
çıkar yolu yok bu iş olacaktır.
22.
“Meryem oğlana gebe kaldı; o haliyle uzak bir yere
çekildi.”
Rabbimizin
emriyle artık Meryem, Ona gebe kaldı ve bununla uzak bir yere çekildi. Çocuğu
yüklendi ve uzak bir yere, uç bir yere gitti. Hamlini bir süre de olsa
insanlardan gizleyebilmek için insanlardan, aile efradından uzak bir yere
çekildi.
Ahlâken tefessüh etmiş bir toplumun
üyesi olarak, bir insan olarak Meryem anamız Onu ne kadar da saklamaya çalışsa
da Rab-bimiz buyuruyor ki: Ey Meryem, biz Onu, karnındaki Îsâ’yı (a.s) insanlara
bir âyet kılacağız. Onu kudretimizi insanlara açıklayan bir âyet, bir ibret, bir
nişâne yapacağız. Yaratıcılığımıza bir delil, bir alâmet kılacağız. Hayatın ve
ölümün sahibi oluşumuza, göklerdeki ve yerdeki tüm yasaların sahibi oluşumuza
bir hüccet kılacağız. Aynı zamanda Onu insanlara bir rahmet kılacağız.
Evet
ilk insan Hz. Adem (a.s) in yaratılışından sonra yeryüzünde en büyük, en
harikulâde bir hadise gerçekleşiyordu. Yahya’nın (a.s) dünyaya gelişi de
enteresandı. Ama Allah’ın bu âyeti ondan daha büyük bir âyet olacaktı. Bakire
bir genç kız bir çocuk dünyaya getirecekti. Hem de ataerkil aile sisteminin
hakim olduğu, materyalist bir anlayışın hakim olduğu Roma gibi bir toplumun
içinde, insanların gözleri önünde. İnsanların içine gömüldükleri bu yanlış
ataerkil aile geleneğini, bu yanlış materyalist felsefeyi kökünden yıkacak,
insanların zihinlerini altüst edecek bir hadiseydi bu. Babasız bir kızcağızdan
bir çocuk dünyaya gelecek ve atalar egemenliği yıkılacaktı. Allah’ın sınırsız
gücüyle babasız bir çocuk dünyaya gelecek materyalist felsefe, Allahsızlık
inancı kökünden devrilecekti. Allah’ı inkâr eden, her şeyi maddeye bağlayan
bilimsel kâfirlik yıkılacaktı.
Artık
hayat ve ölüm konusunda, güç kuvvet konusunda, yaratma konusunda, hâkimiyet
konusunda yetki, otorite ataların değil Allah’ın olduğu anlaşılacak, egemenlik
hakkı ihtiyarların değil sadece yoku var eden, varı yok eden, olmazı olduran,
her şeye güç yetiren, her şeye söz geçiren Allah’ın olduğu ortaya konacaktı.
Eğer söz sahibi onlar olsalardı asla böyle bir genç kız çocuk doğuramazdı.
Mevcut yasalar buna elvermezdi. Eğer yetki onlarda olsaydı böyle bir çocuk
beşikteyken onlarla konuşamazdı.
Evet yüklendi çocuğu ve uzak bir köşeye
çekildi. Nihâyet:
23. “Doğum
sancısı onu bir hurma ağacının dibine gitmeye mecbur etti: “Keşke ben bundan
önce ölmüş olsaydım da unutulup gitseydim” dedi.”
Evet
doğum anı yaklaşıp ta doğum sancısı onu sarınca bir hurma ağacının yanına gitti.
Keşke, keşke demeye başladı. Ah! Keşke bundan önce ölmüş olsaydım da unutulup
gitseydim. Evet artık Hz. Îsâ dünyaya gelecektir. Ve artık sıkıntılı günler
başlayacaktır tertemiz genç kız Hz. Meryem için. Bunu ya henüz melek çocuğu
kendisine müjdeleyip hamile kaldığında demiştir, ya da doğum sancıları kendisini
yakaladığı zaman söylemiştir. Her ikisi de mümkündür. Öyle ya, karnındaki bir
çocukla kavminden uzaklaşacak, insanlardan kaçacak, uzak bir yere, mescidin
tenha bir köşesine çekilecek, karnındaki çocuğunu insanlardan gizlemeye
çalışacak, insanların sansasyonlarından, dedikodularından korkacak, ürkecek ve
oğlunu doğururken de şöyle diyecek: Keşke bugünden önce ölüp gitseydim.
Doğumundan sonra insanların kendisine diyecekleri şeylerin gözünün önüne gelmesi
Ona bundan önce ölümü temenni ettiriyordu. Keşke bu olaydan önce ölseydim de bu başıma gelmeseydi,
unutulup gitseydim. Keşke hakkında dedikodu edilmeyen, hakkında konuşulmayan
birisi olsaydım.
Kucağında babası belli olmayan bir
çocukla onların karşılarına çıkageldiği an o insanların kendisine nasıl bir
gözle bakacaklarını, neler söyleyeceklerini, nasıl karşılayacaklarını düşünüyor
ve üzüntüsünden ölüm istiyordu. Düne kadar mescide, Allah’ın mabedine hizmete
adanmış, mübârek bir ailenin çocuğu olarak, üstelik bir peygamberin kefaletinde,
Zekeriya’nın (a.s) gözetiminde büyümüş birisi olarak, o güne kadar hiçbir erkek
eli değmemiş, iffet ve haya timsali bir genç kız olarak böyle kucağında babasız
bir çocukla insanların karşısına nasıl çıkacağını, bunu onlara nasıl izah
edeceğini, onları buna nasıl inandıracağını düşündükçe ölümü temenni ediyordu.
Gerçekten
kendisine çok büyük bir rol yükleniyordu. Çok zor bir imtihandan geçiriliyordu.
Tertemiz bir kızcağız olarak kucağındaki Îsâ (a.s) ile birlikte kavminin
huzuruna çıktığı zaman kesin biliyordu ki tüm kavmi, tüm ailesi üzerine
yürüyeceklerdi. Bu neyin nesi ey Meryem? Sen kötü, iffetsiz birisi değildin!
Anan-baban da kötü, ahlâksız, iffetsiz değillerdi. Onların çocukları olarak
kucağında getirdiğin bu ço-cuk kim? Nerden aldın, kimden aldın bunu? Diyenlere
karşı nasıl ce-vap verecekti? Ne diyecekti? Nasıl temize çıkaracaktı kendini?
Nasıl temize çıkaracaktı ailesini? Nasıl temize çıkaracaktı Zekeriya’yı (a.s)?
Nasıl bakabilecekti insanların yüzüne?
Düşünebiliyor
musunuz? Gerçekten çok büyük bir imtihandı. Bırakın insanları, dağların bile
dayanamayacağı bir imtihandı Meryem’in imtihanı. Bunun bir benzeri de Ayşe
anamıza yapılmıştı. Çok çetin bir imtihandı bu. Hem Meryem için çetin bir
imtihan, hem ailesi için, hem velîsi, kefili Zekeriya (a.s) için, hem de
kıyâmete kadar İs-lâm yolunun yolcuları biz müslümanlar için çok büyük bir
imtihandı. Belki o günün tüm müslümanları, belki şu anda bizler gerçekten
sı-kıntılanacağız, ıstıraba boğulacağız.
Ama korkmayın, anamız adına üzülmeyin,
Allah çok kısa bir zaman içinde sevdiği kulunun, mümin kulunun imdadına
yetişecekti. Tıpkı Zekeriya’nın (a.s) yaşlılık halinde, karısının da kısır
halinde Yahya’yı dünyaya getirirken konuşmadığı gibi Meryem anamız da
ko-nuşmayacaktı. Allah savunacaktı Onu. Allah koruyacaktı Onu. Kendisi hiç
konuşmayacak, eserini konuşturacaktı, amelini konuşturacaktı, beşikteki çocuğunu
konuşturacaktı. Meryem işaret edecekti beşikteki çocuğuna ve çocuk Allah’ın
âyeti olarak, Allah’ın bir kelimesi olarak beşikteki çocuk konuşacak ve bu Allah
âyetine, Allah yasasına, Allah kelimesine şahit olan tüm Roma, tüm dünya
sarsılacaktı.
O
gün Allah’ın bu âyeti karşısında kâfir Roma sarsılacak, şirk dininin mensubu,
atalar dininin mensubu Romalıların akılları başlarından gidecek, Yahudiler
sarsılacak, bugün biz sarsılacağız ve kıyâmete kadar Allah’ın gücü karşısında,
Allah’ın kudreti karşısında, Allah’ın olmazı oldurması karşısında tüm dünya
insanlığı sarsılmaya devam edecek. Allah’tan, Allah’ın gücünden, Allah’ın
egemenliğinden şüphe içinde olan kâfiriyle, müşrikiyle tüm insanlar
beyinlerinden vurulmuş gibi olacaklar.
Evet O doğum sancıları içinde, ondan
öte bu sancılar ve ıs-tıraplar içinde hurma ağacının altında kıvranırken ya
bizzat Rabbimiz, ya melek, ya da karnından dünyaya gelen O çocuk, Îsâ (a.s)
bakın Ona şunları söyler:
24,25,26.
“Onun altından bir ses kendisine şöyle seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin, içinde
bulunanı şerefli kılmıştır. Hurma ağacını kendine doğru silkele, üstüne taze
hurma dökülsün.. “Ye iç; gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan
“Ben Rahmâna oruç adadım, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım”
de.”
Şâyet
bunu söyleyen Îsâ (a.s) ise onun eteğinin altından, yok Cebrâil (a.s) ise Onun
bulunduğu mekânın alt kısmından bir mekândan söylüyordu. Diyordu ki: Ey Meryem!
Sakın üzülme! İnsanların karşısına nasıl çıkacağım? Aileme nasıl hesap
vereceğim? diye sakın mahzun olma! İçin rahat olsun; Rabbin içinde bulunanı
şerefli kılmıştır. Rabbin senin ayağının altından bir ırmak akıtacak ve sen
ondan istifade edeceksin. Hurma ağacını kendine doğru silkeleyip salla, üzerine
taptaze hurma dökülsün ve ondan gıdalan. Ye, iç, gözün, gönlün aydın olsun. Eğer
insanlardan birini görecek olursan, ben Rahmâna oruç adadım, bugün hiçbir
kimseyle konuşmayacağım de.
Allahu
Ekber! Allahu Ekber! Allahu Ekber! Görüyor musunuz Allah’ın yüceliğini? Görüyor
musunuz Rabbimizin kuluna ikramını? Zor bir imtihana çekileceksiniz, sırtınıza
bir dağ yüklenecek Rabbiniz tarafından ve Allah’tan geldiğini bildiğiniz bu
imtihana Rabbiniz hatırına katlanacak, O’nun takdirine isyan etmeyeceksiniz.
Allah’ın emriyle gencecik bir kızcağız bir çocuk yüklenecek, şehrinden,
ailesinden uzak bir kenarda kendi başına çocuğunu doğuracak ve bakın Allah onun
o andaki ihtiyacı olan tatlı bir suyunu, taze bir hurmasını nasıl emrine âmâde
kılıyor? Hurma dalları nasıl üzerine eğiliyor?
Rabbinden böyle nîmetlerle karşı
karşıya gelen, kucağındaki çocuğunun bir Allah elçisi olarak kendisiyle
konuştuğunu duyan, gören Meryem’de hiç üzüntü kalır mı? Tüm gamları, tüm
sıkıntıları gidiyor, içi rahatlıyor, kalbi huzura eriyor. Bir peygamber anası
olarak yüzü gülüyor. Meleğin müjdelediği bir mûcizenin kendisiyle
gerçekleştirilmesinin şerefiyle başı göklere değiyor. Ve derken gâyet rahat bir
şekilde kucağındaki Allah âyetini alarak kavmine geliyor.
27,28.
“Çocuğu alıp kavmine getirdi, onlar: “Meryem! Utanılacak bir şey yaptın. Ey
Harun'un kız kardeşi! Baban kötü bir kimse değildi, annen de iffetsiz değildi”
dediler.”
Allah’ın
kutlu elçisinin kutlu anası, imamımızın anası, bizim anamız kucağında çocuğuyla
birlikte kavminin karşısına çıkınca aynen önceki beklediği gibi oldu. Şu müthiş
tabloyu gözünüzün önüne bir getirin. Tabi işin aslına eren, şereflerin en
büyüğüyle şereflenen Meryem anamız adına değil de, ailesinin, yakınlarının
dehşet tablosunu gözlerinizin önüne bir getirin. Müslümanların, Allah’a
samimiyetle inanmış peygamber ailesine bağlı yaşayanların yüzlerindeki müthiş
hali bir tasavvur edin. Tıpkı Ayşe annemize yapılan o iftiradan sonra Rasulullah
efendimizin ve onun yoluna canını fedâya hazır müslümanların yüz ifadeleri gibi,
mahvolmuşlar, yerin dibine geçecek duruma gelmişler.
Diyorlar
ki bakın: Ey Meryem, andolsun ki utanılacak bir şey yaptın. Ey Harun’un kız
kardeşi, biz biliyoruz ki senin baban kötü birisi değildi, annen de iffetsiz
değildi. Çok kötü bir iş yaptın. Senin bu yaptığını sığdırabilecek bir yer
bulamıyoruz dediler. İffeti, namusu tam olan babanla, ananla, onların seni
adadığı bu mabedin inşa edicisi olan Harun’la, ya da Harun ismindeki temiz
kardeşinle senin işlediğin bu amelin arasında hiçbir benzerlik göremiyoruz, sen
böyle iffetli kimselerin değil iffetsizlerin işiyle bizim karşımıza geldin
dediler. Bütün bunları dinleyen Meryem kucağındaki çocuğa
yöneldi.
29. “Meryem
çocuğu gösterdi: “Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz?”
dediler.”
Evet
kucağındaki çocuğu gösterdi, buyurun, sorun bunun cevabını o versin dedi.
Meselenin çözümü için Ona baş vurun dedi. İnsanlar böyle suçlu birinin böyle bir
yola başvurması karşısında kızdılar, yahut hayrete düşüp dediler ki, beşikteki
bir çocuk nasıl konuşabilir? Ya da böyle beşikteki bir çocukla biz nasıl
konuşabiliriz? Bunun üzerine beşikteki çocuk:
30,33.
“Çocuk: “Ben şüphesiz Allah'ın kuluyum. Bana ki-tap verdi ve beni peygamber
yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz
kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba
kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde, dirileceğim günde bana selâm olsun”
dedi.”
Dedi
ki, ben Allah’ın kuluyum. İnnî Abdullah. İşte bu Hz. Îsâ’-nın
insanlara söylediği ilk sözüydü. Ben Allah’ın kuluyum. Ben Rab değilim, ben İlâh
değilim, ben Rabbin oğlu değilim, ben Rabbin yetkilerine sahip birisi değilim.
Ben başka değil, sadece Allah’ın kuluyum. Îsâ (a.s) ilk sözünde yüce Rabbini
evlât edinmekten tenzih ederek kendisinin O’nun bir kulu olduğunu ilân ederken
sanki daha sonra biz Îsâ’nın (a.s) yoluna taabiyiz dedikleri halde, Onu
insanlıktan, kulluktan çıkarıp tanrılık, ya da tanrının evlâtlığı makamına
oturtarak küfre sapacak Hıristiyanlara en güzel mesajı sunuyordu. Ben Allah’ın
kulu-yum ve Rabbim bana bir kitap verdi, bana bir kitap vermeyi hükmetti ve beni
peygamber kıldı. Gelecekte peygamber olmama hükmetti.
Ve
yine Rabbim ben nerede olursam olayım beni mübârek kıldı. Beni bereketli kıldı.
Berekete konu yaptı beni. İnsanlara bir rah-met kapısı olarak açtı beni ve
insanların cennetine sebep kıldı. Ve yaşadığım müddetçe, hayatta olduğum sürece
de namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti bana. Hayatım boyunca namaz kılarak
bedenimde Rabbimin söz sahibi olduğunu ortaya koymamı, zekât vererek de malım
konusunda, sahip olduğum şeyler konusunda O’nu söz sahibi bilmemi istedi benden.
Bir de anneme karşı iyi davranmamı, kendisine ve anneme karşı bir bedbaht ve
zorba kılmadı. Selâm olsun bana doğduğum günde, öleceğim günde ve diri olarak
kalkacağım günde.
Evet bakın sözlerinin sonunda Allah’ın
mübârek elçisi yine aynı konuya ısrarla parmak basıyordu. Ben Allah’ın kuluyum
dedikten sonra, doğan, yaşayan, ölen, Rabbine kulluk eden bir insan olarak asla
Rab olmadığını, Rabbin sıfatlarına sahip olmadığını ortaya
koyuyordu.
34. “İşte
hakkında şüpheye düştükleri, Meryem oğlu Îsâ gerçek söze göre,
budur.”
Meryem
oğlu Îsâ’nın söylediği hak söz budur. O sadece ben Allah’ın kuluyum demiştir.
İşte Îsâ’nın (a.s) keyfiyeti, aslı, esası budur. Öyleyse ey Îsâ’ya (a.s)
inandığınızı iddia eden siz hain Hıristiyanlar, işte işin aslı budur.
Peygamberiniz bizzat kendi dilinden ben bir kulum dediği halde, bunu duyduğunuz
halde hâlâ ne diye Onun Rab olduğunu, Allah’ın oğlu olduğunu iddia eder
durursunuz? Nereden çıkarıyorsunuz bunu? Bakın kendi dilinden Onun kendisi
hakkındaki beyanını duydunuz. Vazgeçin bu küfürlerinizden, şirklerinizden. O ne
tanrıdır, ne tanrının oğludur, ne tanrının yetkilerine sahiptir. İş bu kadar
açıkken, bu kadar ayan beyanken hâlâ ne diye bu tür sapıklıkların peşine
düşüyorsunuz? Eğer Onun böyle mûcizevi doğumu sizi yanıltıyorsa, işte Allah
anlattı; Yahya’nın doğumu da böyledir, Adem’in (a.s) dünyaya gelişi de böyledir,
ama onların birer insan olduklarını, tanrı olmadıklarını, tanrının oğlu
olmadıklarını söyleyen sizler; Îsâ (a.s) hakkında neden sapıyorsunuz?
Halbuki:
35. “Allah
çocuk edinmez. O münezzehtir. Bir işin olma-sına hükmederse ona ancak “ Ol” der,
o da olur.”
Bir
oğul edinmek asla Allah’a yakışmaz. O bu gibi hallerden yüce ve münezzehtir.
Hayır! O bu tür ilişkilerden uzaktır. Zira bu tür şeyler Allah’a eksiklik ve
ihtiyaç izafesidir. Halbuki Allah’ın varlıklarıyla ilişkisi birbirinden farklı
değildir. Hepsi O’nun kuludur. Yâni Cenâb-ı Hakkın kullarından bazısına daha yakın, bazısına daha uzak
olduğu asla düşünülemez. Allah göktekilerin ve yerdekilerin sahibi iken, herkes
ve her şey O’nun iken, her şey O’nun kulu ve kölesi iken, O mülkün sahibi iken
neden bir çocuğa ihtiyaç duysun da? Neden onlardan birini, ya da birkaçını evlât
edinsin de? Zira eninde, sonunda o da O’nun kulu ve kölesi değil mi yâni?
Aslında
Allah’tı, Allah’ın oğluydu, Allah’ın yetkilerine sahipti derlerken hainler Allah
yanında etkili, yetkili, torpilli varlıklar icat edip işledikleri günahlara
şefaatçiler bulmaya, kılıflar ayarlamaya çalışıyorlardı. Başka bir dertleri
yoktu adamların. Öyle ya bir insana çocuğundan, oğlundan daha yakın birisi
olmayacağına göre, ya da adam çocuğunun hatırından çıkamayacağına göre, bunlar
da sanki Allah’ı insan gibi, kendisine çocuğu vasıtasıyla yaklaşılabilecek bir
varlık bildiklerinden ötürü torpil yaptırma derdiyle bu herzelere
yöneliyorlardı.
Allah’a
karşı bilmediğiniz şeyleri söyleyerek iftira ediyorsunuz. O’nun oğlu da yoktur,
kızı da yoktur, hanımı da yoktur, yetkilileri de yoktur, yeryüzünde yetkilerini
devrettiği varlıkları da yoktur, temsilcileri de yoktur, O’nun namı hesabına iş
yapacak, karar verecek hiç kimse yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun
kulu ve mülküdür. Her şey ve herkes mülktür mâlik olan sadece O’dur. O bir şeyi
yaratacağı zaman sadece ol der ve oluverir. Allah böyle irade, böyle güç kuvvet
sahibiyken hayrola, yâni bu dünyayı, bu yaratıklarını idare etmekten âciz kaldı
da onun idaresini Îsâ’ya (a.s) Üzeyr’e (a.s), ya da başka birilerine devretti mi
demeye çalışıyorsunuz yoksa?
Bakın sizin kendisine yeryüzünde en
büyük iftirayı yakıştırdığınız elçinin ağzından bir daha dinleyin
gerçeği:
36.
“Doğrusu Allah, benim de, sizin de Rabbinizdir. O'na kulluk edin, bu doğru
yoldur.”
Allah benim de sizin de Rabbinizdir.
Muhakkak ki kendisine kulluk edilmeye lâyık, kulluk programını bilen, sizden
nasıl bir kulluk isteyeceğini bilen ve size bir hayat programı belirleyen benim
de sizin de Rabbiniz Allah’tır. Sizin için de benim için de kendisine kulluk
edilecek, hayat programı uygulanacak O’ndan başka Rab yoktur. Bu konuda benim
sizden bir farkım yoktur. Ben de sizin gibi Allah’ın ku-luyum. Benim boynumdaki
ipin ucu da Rabbimin elindedir. O ne tarafa çekerse ben o tarafa gitmek
zorundayım. Ben her zaman O’na muhtacım. Beni yaratan, beni besleyen, beni
yaşatan ve bana yol gösteren O’dur. Ben nasıl O’nu Rab bilmiş ve irademi O’na
teslim etmişsem gelin siz de sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin ve O’n-dan
başkalarını Rab bilmeyin. Allah yolundan başka yol yoktur. Allah’a kulluk
yolundan başka yol yoktur. Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâ-m’ın dışındaki tüm
dinler, tüm yollar Allah’ın razı olmadığı dinler ve yollardır diyerek Îsâ (a.s)
aynen kendisinden önceki peygamberlerin dâvetini tekrar ediyordu. Ve artık bu
konuda zerre kadar bir şüpheye mahal bırakmıyordu. O böyle diyordu ama Onun
yolunda olduklarını iddia edenler Ona en büyük iftirayı
yapıyorlardı.
37.
“Fırkalar, kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Vay o büyük günü görecek
kâfirlerin haline!”
Sonradan
zuhur eden Hıristiyan gruplar, hizipler aralarında ihtilâf ettiler. Hıristiyan
ve Yahudi hizipler kendi aralarında Îsâ (a.s) hakkında ihtilâfa düştüler.
Hıristiyan gruplardan bir kısmı O’nun Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna
inanmaktadır, bir kısmı O’nun Allah’ın oğlu olduğuna inanmaktadır, bir kısmı da
Allah olduğuna ve kendisine kulluk yapılması gerektiğine inanmaktadır.
Ya
da Hz. Îsâ (a.s) konusunda Yahudiler başka söylediler, Hıristiyanlar da başka
şeyler söylüyorlar. Yahudiler Onun sebebiyle kendi kitaplarının ve
peygamberlerinin hükmü kaldırıldı diye Ondan intikam almak için Onun veled-i
zina olduğunu iddia ettiler. Hıristiyanlar da onların gözünde Hz. Îsâ’yı temize
çıkarabilmek için o kadar büyüttüler o kadar yücelttiler ki Onu Allah yerine
oturtuverdiler. Kimisi ileri giderek kimisi geri kalarak bu konuda kendilerine
zulmettiler. Allah’a zulmettiler, Allah’ın tertemiz elçisine zulmettiler.
Allah’ın hakkını vermeyerek zulmettiler, peygamberin hakkını vermeyerek Ona ve
kendilerine zulmettiler. Peygambere karşı böyle aşırı davranmak da zulümdür, Ona
karşı ilgisiz kalarak geri durmak da zulümdür.
Evet Hıristiyanlar Allah’ın kulu ve
elçisi olan Hz. Îsâ’yı İlâh edinmekle en büyük suçu işlemişlerdir. Bu onların
Hz. Îsâ’yı Allah’la insan karışımı bir varlık sayma yanılgılarından, vücutta
vahdet denen Allah’la insanın birleşimi teorisinden kaynaklanmıştır. Bu yanılgı
yıllarca tartışmalarına rağmen meseleyi işin içinden çıkılmaz bir duruma
getirmiştir. Bu karmaşık şahsiyetin, yâni Allah’la insan karışımı kabul
ettikleri şahsiyetin insani yönünün ağır bastığı kanısına varanlar onun Allah’ın
oğlu olduğu zehabına kapılırken, Onun İlâhlığa yakınlığını düşünenler de Onun
insanlaşmış bir Allah ya da Allahlaşmış bir insan olduğu inancına düştüler.
Allah bunlar için diyor ki bakın:
38. “Bize
geldikleri gün neler görüp neler işitecekler! Ama zâlimler bugün apaçık bir
sapıklık içindedirler.”
Evet
bu ihtilâfların çözümünü ertelediğimiz o büyük günü mutlak görecek olan
kâfirlerin vay haline. Allah’ın bir beşer olan Meryem’den dünyaya getirdiği bir
beşer olan Hz. Îsâ (a.s) hakkında böyle olmadık iftiralarda bulunarak küfre
düşenlerin vay haline. Hem de kendisine iftira ettikleri Allah’ın elçisinin
huzurunda Onun kendilerini Allah’a kulluğa çağıran nidalarının arasında, Ondan
sonra gelip Onun durumunu ayan beyan, şeksiz şüphesiz ortaya koyan şu Kur’an’ın
şe-hadeti altında o gün neler görüp, neler işitecekler o kâfirler. Ne gerçekler
işitecekler, ne hakikatler görecekler o gün ama zâlimler apaçık bir sapıklık
içinde görmüyorlar, işitmiyorlar. Dünyadaki hidâyet işaretleriyle
ilgilenmiyorlar. Dünyada kurtuluş vasıtası olması için kendilerine lütfedilmiş
olan gözlerini, kulaklarını, kalplerini kullanmıyorlar, ama yarın zorunlu olarak
görüp işitecekleri bir ortamda zillet ve mahcubiyet içinde bu organlarını
kullanacaklar. Duyacaklar, işitecekler, görecekler.
39. “Ey
Muhammed! Hâlâ gaflet içinde bulundukları ve hâlâ inanmayanları -onları- işin
bitmiş olacağı o hasret günü ile uyar.”
Kıyâmet günüyle korkut onları. Çünkü o gün
kaybedilen fırsatlara, kaybedilen cennete hasret ve pişmanlık duyulacak bir
gündür. Ama onlar bu müthiş gün hakkında şu anda gaflet içindedirler. Perişan
olacakları bu hasret gününe inanmamakta direniyorlar. Sen onları bu
gafletlerinden uyandır peygamberim. O gün gelip de Eyvah! pah! Tuh! Yazıklar
olsun bize! Yuh olsun bize! Vah orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim
anlayışlarımıza! Diyerek dövünecekleri, kaybettikleri fırsatlarından ötürü
hasret çekecekleri o gün gelmeden önce uyanmalı onlar.
Çünkü
o gün eyvah diyecekler, keşke yaşamasaydım böyle bir hayatı. Keşke gaflet içinde
olmasaydım böyle bir günden. Keşke kulak verseydim Rabbimin uyarılarına. Keşke
dinleseydim peygamberimin dâvetini. Yazıklar olsun bana. Ben niye böyle
şuursuzca bir hayat yaşamışım. Kitap varken, ona ulaşma imkânım varken, Resul
varken, örnek varken niye ben başka başka şeylerin peşine düşüp, başka başka bir
hayat yaşamışım? Diyecekleri, ama bu pişmanlıklarının kendilerine hiç bir
faydasının olmayacağı bir gün gelmeden uyanmalılar, diyor
Rabbimiz.
40. “Şüphesiz
biz bütün yeryüzüne ve üzerinde bulunan-lara vâris olacağız. Onlar Bize
döneceklerdir.”
Evet
bir gün gelecek yeryüzünde hayat bitecek, herkes ve her şey ölecek ve yeryüzüne
Allah vâris olacak. Her şey yok olacak ve sadece Allah bâkî kalacak. Konumuyla
sanki yok olmayacakmış gibi, yıkılmayacakmış gibi görünen şu süslü, şu aldatıcı,
şu güzelim dünya, şu hayat bir gün bitecek. Gençlik bitecek, güzellik bitecek,
canlılık bitecek, hayat bitecek her şey bitecek. Baharınız bitecek, gençliğiniz
bitecek, zindeliğiniz bitecek, sıhhatiniz bitecek, güçleriniz bitecek,
devletiniz saltanatınız bitecek. Gökler bitecek, yıldızlar bitecek, güneşiniz
bitecek ve tüm kâinâtta hayat bitecek... Zaten sizin imtihanınız için kurulmuştu
bu dünya. Hanginiz ne ameller işleyecek? İşte bunun için kurulmuştu bu dünya ve
imtihan sonrası bir komutla hesap konumuna geçilecek. İnsanlar Rablerine
dönecekler. Herkes imtihan mAksâdıyla getirildiği bu dünyada yaşadığı hayatın
hesabını Allah’a ödeyecek.
41. “Ey
Muhammed! Kitapta İbrahim'e dair anlattık-larımızı da an; o şüphesiz dosdoğru
bir peygamberdi.”
Ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, kitapta İbrahim’i de anın.
İbrahim’i de gündem yapın. Örneklerinizden, önderlerinizden İbrahim’e de
hayatınızda yer verin. Onu da hatırlayıp gündem maddesi yapın. Ona da zaman
ayırın. Muhakkak ki o sıddîk idi, dosdoğru bir peygamberdi. İnandım dediği her
konunun eylemini gerçekleştiren bir peygamberdi. Îmanını, iddiasını ameliyle
ispat eden bir elçiydi. Bunu da haber ver insanlara ey peygamberim. Onun gibi
sadâkat ehli olmak isteyenler İbrahim’i de tanısınlar ki
o:
42. “Babasına
şöyle demişti: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan
şeylere niçin tapıyorsun?”
Babacığım,
konuşulanı işitmeyen, kendisine dua edip sığınanları duymayan, onların dualarına
icabet etmeyen, görmeyen, sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin
tapınıyorsun? Sana ne faydası dokunacak bunların? Bu âciz varlıkların
kendilerine bile yardımda bulunmaları mümkün değildir. Allah’tan kendilerine
gelebilecek bir belâyı, bir azabı def etmeye bile gücü yetmeyen bu varlıklar
nerde kaldı sana yardım edecekler, fayda sağlayacaklar? Kendilerine gelen açlık
gibi, yorgunluk gibi, hastalık gibi, ölüm gibi bir sıkıntıyı bile defedemeyen bu
varlıklar nerde kaldı senin sıkıntılarını giderebilecekler? Bu adamlar nasıl
senin arzularına, isteklerine cevap verebilecekler? Seni hem dünyada hem de
ukba’da nasıl mutlu edebilecekler? Ne yapabilecekler bunlar senin için? Ölümü
engelleyebilecekler mi? Ölüm döşeğine yattığın zaman iki saatliğine olsun onu
geciktirebilecekler mi? Zamana iki dakikalığına söz geçirebilecekler mi? Gökten
iki damla yağmur indirebilecekler, yerden bir tek bitki bitirebilecekler
mi?
43.
“Babacığım! Doğrusu, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola
eriştireyim.”
Babacığım,
doğrusu sende olmayan bir ilim var bende. Doğrusu benim Rabbim sana gelmeyen bir
ilim, vahiy gönderdi bana. Yâni bunlar benden değil Rabbimdendir. Onun içindir
ki Allah’ın elçisi son derece saygıyla, hürmetle hitap ediyor. Bunların
kendisinden değil Allah’tan olduğunu ortaya koyuyor. Bana vahiy geliyor, ben
Rabbimin vahyiyle hareket ediyorum. O halde gel bana uy, bana tabi ol. Allah’a
kulluğu benden öğren.
44.
“Babacığım! Şeytana tapma. Çünkü şeytan Rahmâna baş
kaldırmıştır.”
Ey
babacığım, şeytana kulluk etme. Çünkü şeytan Rabbine baş kaldırıp isyan
etmiştir. Şeytan kendisi Allah’a kulluktan çıktığı gibi insanları da Rabbine
kulluktan çıkarmak için çırpınır. Kendisine itaat edenleri kendi isyanına, kendi
cehennemine çağırır şeytan.
45.
“Babacığım! Doğrusu sana Rahmân katından bir azap gelmesinden korkuyorum ki
böylece şeytanın dostu olarak kalırsın.”
Babacığım,
doğrusu sana Rahmân’ın katından bir azap gel-mesinden endişeleniyorum. Eğer
şeytana uymaya devam edersen korkarım ki Rahmân’ın azabı seni kuşatacak ve sen
şeytanın dostu olarak kalacaksın. Korkarım ki şeytanla beraber oluşun seni onun
ateşine ortak edecek. Onunla birlikte cehenneme götürecek
seni.
Evet İbrahim (a.s) babacığım, babacığım
diyerek son derece saygılı bir biçimde babasını şirkten ve şeytana kulluktan
koparıp tevhide, Allah’a kulluğa çağırıyor. Onun bu tavrına karşılık bakın
babası şöyle diyor:
46. “Babası:
“Ey İbrahim! Sen benim tanrılarımdan yüz çevirmek mi istiyorsun? Bundan
vazgeçmezsen mutlaka seni taşlarım; uzun bir süre benden uzaklaş git. “
dedi.”
Ey
İbrahim, sen benim tanrılarımı beğenmiyor musun? Sen benim tanrılarımdan yüz
çeviriyorsun? Benin tanrılarıma kulluktan iraz ediyorsun? Eğer bundan
vazgeçmezsen, bu tavrından, şu tanrılarımıza hakaretten vazgeçmezsen mutlaka
seni taşlarım, seni öldürürüm. Eğer benim gazabımdan kurtulmak istiyorsan,
yaşamak istiyorsan bir süre benden uzaklaş. Dargınım sana. Uzak dur benden. Uzun
bir süre gözüme görünme.
İşte îmanla küfrün farkı. İşte îman
ehliyle şirk ehlinin belirgin özelliği. Birisi son derece saygılı, hürmetli
öbürü son derece haşin ve sert. İbrahim (a.s): Babacığım, babacığım diyerek
merhamet ve şefkatle yaklaştığı halde, onu diriltmeye, onu cennete kazandırmaya
çır-pındığı halde, berikisi oğlum bile demiyor da, ey İbrahim diyor. Ey İb-rahim
eğer bu yaptıklarından vazgeçmezsen, eğer benim gibi inanmazsan seni öldürürüm
diyor. Küfrün îmana asla tahammülü yoktur. O böyle deyince bakın Allah’ın elçisi
de:
47. “İbrahim
şöyle cevap verdi: “Sana selâm olsun. Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim,
çünkü O, bana karşı çok lütufkardır.”
Selâm
olsun sana. Bana gelince ben sana selâmet ve esenlik diliyorum. Rabbim selâmet
versin, Rabbim hidâyet versin sana. Senin hakkında asla bir düşmanlık
düşünmüyorum. Benden sana hiç bir kötülük gelmeyecek. Ben senin hoşuna
gitmeyecek hiç bir davranışta bulunmayacağım. Seni üzmeyeceğim. Ancak senin için
Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Rabbimden seni mağfiret etmesini, geçmiş
günahlarını, isyanlarını bağışlamasını ve seni hidâyetine ulaştırmasını
dileyeceğim. Çünkü Rabbim bana karşı çok lütufkardır. Rabbim şimdiye kadar benim
dualarımı kabul buyurdu. Bana değer verdi.
48. “Sizi
Allah'tan başka taptıklarınızla bırakıp çekilir, Rabbime yalvarırım. Rabbime
yalvarışımda mahrum kalmayacağımı umarım.”
Sizi
ve Allah’tan başka taptıklarınızı terk edip ayrılıyorum. Rabbime yalvarıyorum.
Rabbime yalvarışımda asla bedbaht olmayacağımı umarım. Sizin tapındıklarınıza
yaptığınız dualarınızın, ibadetlerinizin sonunda bedbaht olup ümit inkisârına
uğradığınız gibi ben Rabbimden ümitsiz olmayacağım. Ben sizden de, putlarınızdan
da, putçuluk anlayışlarınızdan da, put sistemlerinizden de
ayrılıyorum.
Ben sizin tapındığınız şeylerin
tamamından beriyim. Sizin iba-det ettiklerinizin tümünden uzaklaşıyorum. Allah
berisinde itaat edip sözünü dinlediklerinizin tümünden teberrî ediyorum. Allah
berisinde otorite kabul ettiklerinizin, hayatınızda söz sahibi kabul
ettiklerinizin tamamından uzaklaşıyorum. Şirki somutlaştırarak onu görülür,
duyulur ve hissedilir hale getirerek diktiğiniz tüm putlara ibadetten yüz
çe-virdim ben. Tüm putlarınıza, tüm tâğutlarınıza, tüm liderlerinize, tüm
efendilerinize, tüm eğlence tanrılarınıza, tüm sanatçılarınıza, tüm
si-yasilerinize ibadetten nefret ettim ben. Allah yerine ikame ettiğiniz
modalarınıza, âdetlerinize, törelerinize kulluktan, onlar hatırına Allah
hatırını çiğnemekten uzaklaştım ben. Allah sever gibi sevdiğiniz ve uğrunda
fedâi can ve fedâ-i mal eylediğiniz toprak, sancak, vatan, millet, bayrak,
lider, önder, sistem gibi tüm putlarınıza kulluk etmekten kaçtım ben.
Geleneklerinize ibadetten, atalar yoluna kulluktan ve toplumunuzda putlaştırıp
Allah sisteminin yerine ikame ettiğiniz ya-saların tümüne kulluk etmekten kaçtım
ben diyor İbrahim (a.s).
49, 50.
“İbrahim onları Allah'tan başka taptıklarıyla baş başa bırakıp çekilince ona
İshak ve Yâkub’u bahşettik ve her birini peygamber yaptık. “Onlara rahmetimizden
bağışta bulunduk. Onların her dilde üstün şekilde anılmalarını
sağladık.”
Evet
Allah’ın elçisi onları Allah’tan başka taptıklarıyla baş başa bırakıp, terk edip
hicret edince, Allah için bir hicret gerçekleştirince Rabbimiz onu
mükafatlandırıyor, rızıklandırıyor. Ona İshak ve Yâku-b’u lütfediyor. Ve her
ikisine de peygamberlik vererek İbrahim (as)’ı ödüllendiriyor. O kâfirleri terk
edip onlardan ayrılınca;Rabbimiz ona müslümanlar veriverdi. Onları övgüye mazhar
kıldı Rabbimiz. Kıyâmete kadar gelecek tüm nesillerin saygı ve sevgiyle söz
edecekleri önderler kıldı.
51,52,53. “Ey
Muhammed! itapta Mûsâ'ya dair anlattıklarımızı da an; o seçkin kılınmış bir
insan, tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdi. “Ona Tur dağından seslenmiş ve
konuşmak için onu yaklaştırmıştık. Rahmetimizden, kardeşi Harun'u bir peygamber
olarak ona bağışladık.”
İbrahim
(a.s) in gündeminden sonra Mûsâ (a.s) nın konu edildiğini görüyoruz. Rabbimiz
Mûsâ (a.s)’ı da seçilmişlerden kılmıştı. İhlâsa erdirilmişlerden kılmıştı da
Turun sağ tarafından seslenmiş, konuşmak için Onu yaklaştırmıştı. Tabii buradaki
yaklaştırma mekân yaklaştırılması değil makam yaklaştırılmasıdır. Yâni Allah Ona
değer verdi de kendisine, kendi kelâmına muhatap kabul edip konuştu onunla.
Buradaki Turun sağ yanından ifadesi de Allahu âlem doğu ta-rafından anlamına
gelmektedir. Tur dağının sağ canibinden mübârek bir ağaçtan bir ses gelmişti. Bu
da Mûsâ (a.s) nın Medyen’den Mısır’a dönüşü esnasında olmuştur. Mübârek bir
ağaçtan Mûsâ (a.s)’a nida edildi. Bu ağaç Hz. Mûsâ (a.s) nın sağına düşen dağın
yan tarafında bulunuyordu. Ve Mûsâ (a.s) nın ısrarlı duaları ve talebini kabul
ederek kardeşi Harun’u da peygamber yaptık.
54, 55. “Ey
Muhammed! Kitapta İsmail'e dair anlattıklarımızı da an; çünkü o, sözünde doğru
bir kimseydi, tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdi. Çevresinde bulunanlara
namaz kılmalarını, zekât vermelerini emrederdi. Rabbinin katında hoşnutluğa
ermişti.”
Burada
İbrahim (a.s) in büyük oğlu İsmail (a.s) da gündem yapılıyor. Bizim için yasal
örneklerden birisi de İsmail (a.s) dır. Çünkü o sözüne sadık bir elçiydi.
Rabbine verdiği tüm sözlerini, adaklarını yerine getiren bir peygamberdi. Babası
İbrahim Rabbine verdiği ahdini yerine getirmek için kesmek üzere ayaklarının
altına yatırdığında: “Babacığım emrolunduğun şeyi yerine getir. İnşallah
beni bu konuda sabır edenler bulacaksın”
O aynı zamanda çevresindekilere,
ehline, ev halkına, ümme-tine namazı ve zekâtı emrederdi. Namaz kılarak Allah’la
diyaloglarını sürdürmelerini, namazla Allah’tan mesaj almalarını, namazla
Allah’a hayatlarının raporunu vermelerini, namazla bedenlerinde Allah’ı söz
sahibi bilmelerini, zekâtla da toplumu ıslah etmelerini, zekâtla da mallarında
Allah’ı söz sahibi bilmelerini emrediyordu.
56, 57. “Ey
Muhammed! Kitapta İdris’e dair söylediklerimizi de an; çünkü o dosdoğru bir
peygamberdi. Onu yüce bir yere yükselttik.”
Adem
(a.s) in zürriyetinden,Nuh (a.s) dan önce peygamber olmuş Adem (a.s) in
torunlarından İdris’i de gündemimize almamızı istiyor Rabbimiz. O da
sadıklardan, tasdik edenlerden, dosdoğru olanlardandı. Çok yüce bir mevkie sahip
Allah’ın elçilerindendi.
58. “İşte
onlar Adem'in ve Nuh'la beraber taşıdıklarımı-zın soyundan; İbrahim ve İsmail'in
soyundan ve seçip doğru yola eriştirdiğimiz, Allah'ın kendine nîmet verdiği
peygamberlerdendir. Rahmân'ın âyetleri onlara okunduğu zaman, ağlayarak
secdeye
kapanırlardı.”
Evet
işte bu peygamberler Adem (a.s) in ve Nuh (a.s) ile birlikte gemide
taşıdıklarımızın zürriyetindendir. İbrahim’in ve İsmail’in soyundan seçip doğru
yola eriştirdiklerimiz ve kendilerine nîmet verdiklerimiz elçilerimizdirler.
Peygamberler yeryüzünde kendilerine nîmet verilen insanlardır. Nîmet budur işte.
Allah kendilerine vahiy gön-dermiş, kendilerine hidâyet edip doğru yola, hak
yola ulaştırmıştır. Onlar da kendilerine bu nîmetleri ulaştıran Rablerinin
âyetleri kendilerine okunduğu zaman içinde bulundukları bu nîmetlere şükrederek,
ağlayarak Rablerine boyun bükerler, secde ederlerdi.
59. “Onların
ardından, namazı bırakan, şehvetlerine uyan bir nesil geldi. İşte bunlar
azgınlıklarının karşılığını göreceklerdir.”
Ama
onların ardından öyle halefler, öyle nesiller geldiler ki onlar namazlarını terk
ettiler, şehvetlerine uydular. Allah’la aralarındaki bağı kopardılar, Allah’la
diyaloglarını kestiler. Namazla hayatı düzenleyecek Allah’tan mesaj almayı
bıraktılar da onun yerine kendi şehvetlerine uymaya başladılar. Allah’ın
emirlerini, Allah’ın yasalarını bırakıp kendi hevâ ve heveslerine tabi oldular.
Nefislerinin zevklerinin peşinden gitmeye başladılar.
Her
Resulden sonra ümmetinin büyük bir kesiminin saptığı anlatılıyor bu âyet-i
kerîmede. Namazı terk ettiler. Allah’la bağlarını kopardılar. Nefislerine,
şehvetlerine tabi oldular. Allah’ın kendilerinden istediği kulluklardan
uzaklaştılar. Mescitleri işlemez hale getirdiler. Tarlalarının, eşlerinin,
işlerinin başından ayrılıp mescitlere gelemez oldular. İşte her bir peygamberin
toplumu böyle bozuldukça Rabbimiz elçilerini göndererek onlardaki bu
bozuklukları düzeltmiştir. Bunlar azgınlıklarının karşılığını, cezasını
göreceklerdir.
60,61. “Ancak
tevbe eden, inanıp yararlı iş yapanlar bunun dışındadır. Bunlar, hiçbir
haksızlığa uğratılmadan, Rahmân'ın kullarına gaypta vaat ettiği cennete, Adn cennetlerine gireceklerdir.
Şüphesiz O'nun sözü yerini bulacaktır.”
Ancak
tevbe edip durumlarını düzeltenler, namazsız hayatlarından vazgeçip Rableriyle
diyaloga geçenler, Rableriyle aralarını düzeltenler, sâlih amel işleyenler bunun
dışındadır. Onlar hiç bir zul-me uğratılmaksızın Rablerinin kendilerine gıyaben
vaad ettiği Cen-nete, Adn cennetlerine gireceklerdir. Hiç şüpheniz olmasın ki
O’nun vaadi mutlaka gerçekleşecektir.
Tevbe kişinin Allah’la ilişkisini
düzeltmesinin adıdır. Bir insan için Allah’la yakın ilgiden mahrum oluş kadar
büyük bir hüsran olamaz. Tevbe, dönüş
demektir. Tevbe yöneliş demektir. Tevbeyi Hz. Adem’le anlatır Rabbimiz
bize. Hz. Adem bir an kıblesini değiştirmiş ağaca doğru giderken, yasaklanmış
meyveye doğru giderken, şeytanın yörüngesine girip o istikâmette giderken,
birden bire hatasını an-lar, pişmanlık duyarak Rabbinin arzularına doğru
dönüverir. İşte tev-be budur. İşte böyle namazı terk etmiş, Allah’a itaatten
çıkmış, Allah-la diyalogu kesilmiş, dünyaya doğru dönmüş, şehvetlerini kıble
edin-miş, dünyayı kıble edinmiş, dünyalık programlar peşinde giderken veya
şeytana yönelmiş, şeytanın yörüngesine
girmiş, onun arzuları istikâmetinde bir hayat yaşarken, nefsin istekleri peşinde
koşarken, bir anda yönünü, kıblesini değiştirip Rabbine yönelen ve O’nun
istediği bir hayatı yaşamaya karar veren kişinin bu yaptığına tevbe
denir.
Aman bakın burada tevbeyle birlikte
îman ve ameli sâlih istenmektedir. Yâni işlenen günahlardan tevbe edilip
vazgeçilecek, arkasından da îman edilecek, Allah’la koparılan diyalog yeniden
düzeltilecek ve de sâlih amellere koşulacak. Meselâ kitabımızın haber verdiği
gibi namaz kılınacak, çünkü namaz başlı başına bir tevbe, bir yöneliş ve
Allah’tan yardım isteme makamıdır. Veya hac edilecek, çünkü mebrûr ve makbul bir
haç kişinin anadan doğduğu gündeki gibi tüm günahlarını siler. Veya anaya babaya
iyilikte bulunulacak. İmam Tirmizî’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde Allah’ın
Resûlü buyurur ki:
”Kişinin
yanında ihtiyarlamış annesine ve babasına hizmet etmesi, onların şer’i
ihtiyaçlarını görüp onların yüzünü güldürmesi onun günahlarının affına sebep
olacaktır.”
Evet tevbe edenler sâlih ameller
işleyenler Adn cennetlerine gidecektir.
62, 63.
“Orada boş sözler değil sadece esenlik veren sözler işitirler. Orada rızklarını
sabah akşam hazır bulurlar. Kullarımızdan, Allah'a karşı gelmekten sakınanları
mirasçı kılacağımız cennet işte budur.”
Onlar
orada, o cennette hiç bir boş söz, boş lâkırdı duymayacaklar, sadece selâm sözü
işiteceklerdir. Orada lağıv yoktur. Boş söz, bâtıl söz, yoktur. Kimse orada
lüzumsuz söz konuşmayacaktır. Çünkü o müminler orasını dünyada boş sözlerin, boş
ve bâtıl işlerin peşine düşerek kazanmamışlar ki boş şeylerle harcasınlar. Veya
lağvın bir başka anlamı da yemin demektir, o halde orada yemin de olmayacaktır.
Kavga, gürültü, sataşma da olmayacaktır. Ne birbirlerine, ne de Rablerine karşı
isyan da söz konusu olmayacaktır orada.
Onların orada birbirlerine sözleri
sadece selâm olacaktır. Birbirleriyle karşılaştıkları zaman birbirlerine mukabeleleri sadece selâm
olacaktır. Birbirlerine selâm diyecekler, selâmun aleyküm diyecekler.
Birbirlerine selâm, selâmet ve esenlik dileyecekler. Çünkü Selâm Rabbimizin
isimlerinden birisidir ve böylece müminler birbirlerine Rablerini
hatırlatacaklar, bu nîmetleri kendilerine veren Rablerine hamd edecekler. Tüm bu
nîmetleri kendilerine lütfeden Rablerine teşekkür edecekler. Elbette dünyada
selâm, selâmet, İslâm ve teslimiyet içinde bir hayat yaşayan mü’minlerin yurdu
selâmet yurdu olan cennet olacaktır. Yâni dünyada yaşadıkları bir teslimiyet
hayatının sonunda yine selâmet yurdu olan cennette bu teslimiyetlerini
sürdürecekler.
Sabah akşam onlar rızklarını orada
hazır bulacaklar. Tabi ora-da ne gün vardır, ne güneş vardır, ne gece vardır, ne
sabah vardır. Orada müminler için Rablerinin nûruyla özel bir aydınlanma
içindedirler. Öyleyse bu ifadeyi şöyle anlamaya çalışıyoruz: Onlar her an
rızklarını hazır bulacaklardır. Rızkları devamlı ve garantili olacaktır. Dünyada
olduğu gibi rızık aramaya, rızık kazanmaya çıkmayacaklar. Ne isterlerse, ne arzu
ederlerse zahmetsiz, meşakkatsiz bir şekilde, hem de kesintisiz olarak
ayaklarının ucunda bulacaklardır.
İşte kullarımızdan, Allah’a karşı
gelmekten sakınanları, ha-yatlarını Allah için yaşayanları mirasçı kılacağımız
cennet budur. Tevarüs edecekler onlar bu cennetlere. Yaratılan her insan için
Rabbi-miz biri cennette, diğeri de cehennemde olmak üzere iki makam, iki
yerleşim merkezi yaratmıştır. Kâfirler, iradelerini cehennemden yana
kullandıkları için cehenneme gidince cennette onların boş kalan yerlerini,
yurtlarını da Rabbimiz bu müminlere verecektir. Böylece bir kendi cennetleri,
bir de vâris oldukları cennetleri olacaktır onların. Tabii müminlerin
cehennemdeki boş kalan yerlerine de kâfirler vâris
olacaklardır.
64,
65. “Cebrâil Muhammed'e şöyle dedi: “Biz, ancak Rabbinin buyruğuyla ineriz;
geçmişimizi geleceğimizi ve ikisinin arasındakileri bilmek O'na mahsustur.
Rabbin unutkan değildir. O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların
Rabbidir; öyleyse O'na ibadet et ve bu ibadette sabırlı ol. Hiç O'na benzeyen
bir şey bilir misin?”
Evet
Allahu Âlem Rasulullah efendimizin Cebrâil (a.s) in kendisine daha sık gelmesi
yönünde bir arzusuna, bir talebine karşılık Allah’ın Kerîm elçisi Cebrâil’in bir
cevabıdır bu. Biz ancak Rabbinin buyruğuyla ineriz. Bizim inmemiz Allah’ın
emriyledir. Bizim önümüz, arkamız ve içinde bulunduğumuz mekân Allah’a aittir.
Rabbimizin izni ve emri olmaksızın bizler hiçbir harekette
bulunamayız.
Ya da bir süre Rasulullah efendimize
vahiy kesilmişti de Ra-sulullah efendimiz Cebrâil (a.s)’a çok geciktin, kendini
özlettin buyurmuştu da Cebrâil (a.s) da böyle demiştir. Biz ancak Rabbinin
emriyle vahiy getiririz. Her şeyi bilen O’dur. O’nun için asla unutkanlık ve
gaflet düşünülemez. O Allah göklerin ve yerin, ikisi arasında bulunanların
Rabbidir. Gökte ve yerdeki varlıkların tümünün boyunlarındaki ipin ucu Allah’ın
elindedir. Hepsi de Allah’a kulluk etmektedir. Hepsi de Allah’ı dinlemekte ve
O’nun yasalarına boyun bükmektedir. Hiç bir varlık Allah’ın kendisi için
belirlediği bu kulluk yasasına karşı gelip isyan edemez. Göklerde, yerde ve
ikisi arasında ne varsa hepsinin Rabbidir Allah. Tüm varlıklar, melekler,
peygamberler, insanlar, hayvanlar, ay, güneş, yıldızlar, dağlar taşlar,
bitkiler, yağmurlar, bulutlar, rüzgarlar hepsi de Rableri olan Allah’a teslim
olmuşlar, boyun bükmüşlerdir.
Tüm
varlıkların Rabbi Allah ise, dini İslâm ise öyleyse sen de Rabbine kulluk et,
Tüm hayatını Allah adına yaşa ve O’na yapacağın kulluğunda sabırlı ol. Rabbin ne
istiyorsa, nasıl istiyorsa onu gerçekleştirme konusunda diren, dayan. Hiç O’na
benzer var mı? O’nun bir adaşını biliyor musun? Var mı O’nun gibi güç ve kudret
sahibi? Var mı O’nun gibi Rab? Var mı O’nun gibi Mâlik? Göklerde ve yerde ne
vara hepsi Allah’ındır. Mülkün sahibi Allah’tır. Mülkün sahibi Allah’sa, mülke
mâlik olan O ise elbette o mülk konusunda söz sahibi de O olacaktır. Mâlik O
ise, elbette kulluk edilmeye lâyık olan da O olacaktır. Hayatın sahibi O ise,
elbette hayatın karışıcısı, hayatın program yapıcısı da O olmalıdır. Mâlik Allah
ise Rab ta, İlâh ta O olmalıdır.
66, 67.
“İnsan: “Ben öldüğümde mi dirileceğim?” der. Bir insan, kendisi önceden bir şey
değilken onu yaratmış olduğumuzu hatırlamaz mı?”
Evet
şu insan, şu nankör insan kendisi önceden hiç bir şey değilken, bizim kendisini
yarattığımızı, yoktan var ettiğimizi, bir damla meniden yarattığımızı, kendisini
adam ettiğimizi bilmiyor mu ki şimdi ben öldüğüm zaman, yok olup gittiğim zaman
mı dirileceğim? diyor. Onu yoktan var eden biz değil miyiz? Bizim karşımızda
kendisini bir şey mi zannediyor ki
öldükten sonra Allah beni nasıl diriltecek diye delil getirmeye, itiraz
etmeye çalışıyor? Nankör insan kendi yaratılışını, var edilişini unuttu da Allah
karşısında Allah’ı yalanlamaya, yalancı çıkarmaya, Allah’ın âyetlerini
reddetmeye, Allah’la mücâdeleye tu-tuşuyor. Kendi yaratılışını unuttu da şöyle
diyor: Şimdi ben ölüp gittikten sonra, vücudum toprak olup, tüm hücrelerim
dağılıp gittikten sonra dirileceğim ha? Kimin gücü yeter buna? Olacak şey mi bu?
Demeye kalkışıyor. Öldükten sonra yeniden dirilişi reddetmeye çalışıyor.
Bu nankör insan yaratılışını hiç
düşünmüyor mu? Nasıl da unutuyor ana rahmine atılmış bir damla sudan
yaratıldığını? Neyine güveniyor da Allah karşısında bilgi iddiasında bulunuyor?
Allah’a delil getirmeye kalkışıyor? İlk defa onu yaratan Allah tekrar yaratmaya,
tekrar diriltmeye güç yetiremez mi?
68,69,70.
“Rabbine andolsun ki, Biz onları mutlaka uydukları şeytanla beraber haşr
edeceğiz; sonra cehennemin yanında diz çöktürerek hazır bulunduracağız. Sonra
her toplumdan Rahmâna en çok kimin baş kaldırdığını ortaya koyacağız. Cehenneme
girmeye en lâyık olanları Biz biliriz.”
Rabbine
andolsun ki:Biz âhireti, öldükten sonra dirilişi, ölüm ötesi hayatın hesabını,
kitabını reddeden, bu dünyada yaptıklarının hesabının sorulmayacağını düşünen,
hayatını bu inanca bina eden ve bu yüzden de bu dünyada hiçbir sınır tanımadan
kâfirce, zâlimce bir hayat yaşayan kimseleri mutlaka uydukları, tabi oldukları
şeytanla beraber haşr edeceğiz diyor Rabbimiz. Âhireti reddeden her bir kâfiri
kendisine âhiretin yokluğu düşüncesini empoze eden, onu dirilişin olmayacağı
inancına bağlı bir hayata sevk eden bir şeytanla birlikte zincire bağlayacak
Rabbimiz. Zaten dünyada da şeytanlara bitişikti bu alçaklar.
Zuhruf sûresinde Rabbimiz Kur’an’dan
yüz çevirenlere şeytanı musâllat kıldığını anlatır. Kim Allah’ın kitabından yüz
çevirirse, kitaba karşı kör ve sağır davranır, kitapla ilgilenmezse, Allah’a
kulluktan yüz çevirirse, kitaptan habersiz bir hayat yaşarsa Allah ona bir
şeytanı mûsâllat kılar ki o hiç bir zaman onun yanından ayrılmaz. Yâni sanki o
şeytan ona bitişik oluverir. Yâni şeytan onun etrafını öyle bir sarar, onu öyle
bir esir alır ki artık o şeytanın hâkimiyeti altına girer ve ondan kurtulamaz.
Elbette dünyada Allah’ı reddeden,
Allah’ın vahyine karşı kör ve sağır davranan bir kimsenin âkıbeti budur. Vahyin,
kitabın alternatifi budur. Rahmânın vahyiyle beraber olmayan kişi elbette
şeytanın vahyiyle beraber olmak zorundadır. Allah’a kul olmayan elbette şeytanın
kulu olmak zorundadır. Kur’an’ı tanımayan Kur’an’la beraber olmayan bir adam ne
yapar da başka? Hayatında amel edecek kitabı olmayan bir adam ne yapar? Ya
bizzat şeytanın, ya da yeryüzündeki iki ayaklı şeytanların kulu kölesi
olur.
Evet böylelerini yanlarındaki dostları,
velîleri olan şeytanlarıyla beraber cehennemin yanında diz çöktürecek Rabbimiz.
Sonra da her bir topluluk içinden onların önderlerini ortaya çıkaracağız. Her
toplumun ileri gelen kâfir müstekbirlerini ilan edeceğiz. Her bir toplumun en
azgınlarını, o toplum içinde en çok baş kaldıranlarını ilân edip ortaya
çıkaracağız. Sonra da zâlimlik, azgınlık sıralarına göre cehenneme
atılacaklardır.
71,72.
“Sizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu, Rab-binin, yapmayı üzerine aldığı
kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanları
kurtarır, zâlimleri de orada diz üstü çökmüş olarak
bırakırız.”
Evet
herkes cehenneme uğrayacak, herkes cehenneme sunulacak, bu Rabbimizin
kesinleşmiş bir hükmüdür. Sizin Ona uğramanız kaçınılmazdır diyor Rabbimiz.
Vazgeçilmez bir yasadır, bir hüküm-dür. Herkes oraya uğrayacak, ama Rabbimiz
muttakileri oradan çekip kurtaracağız buyuruyor. Zâlimleri de orada diz üstü
çökmüş olarak bırakacağız.
Burada anlatılan sırat köprüsünün
cehennem üzerine kurulmuş olması ve herkesin oradan geçmesi anlamınadır. İmam
Ahmet İbni Mes’ud, efendimizden rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Bütün
insanlar oraya gelir. Ondan sonra da herkes ameline göre oradan ayrılır.
Yine
İbni Mesudun rivâyet ettiği başka bir hadislerinde de:
“Orada
insanlar ateşin etrafında ayakta dururlar. Daha sonra amellerine göre kimisi
şimşek gibi, kimisi rüzgar gibi, kimisi kuş gibi, kimisi de en hızlı giden deve
gibi hızlı geçip gider. Kimisi koşar, nihâyet onlardan en son gelecek kişinin
ışığı baş parmaklarının ucunun bulunduğu yere varacaktır. İnsanlar oradan
geçerken sırat sağa sola meyledecektir. Sırat oldukça kaygan ve kaydırıcı bir
zemindir. Onun üstünde deve dikeni gibi dikenler vardır. Etrafında da melekler
durmaktadır. Bu meleklerin yanında ateşten kancalar vardır. Melekler
onlarla,onları yakalarlar.” Buyurur.
Evet herkes oraya uğrayacak ama
müminler, muttakiler Allah’ın izniyle cennete uçarlarken kâfirler de diz üstü
cehenneme yuvarlanacaklardır.
Hadislerin ortaya koyduklarına
bakılırsa yine insanlardan, müslümanlardan kimileri günahlarının cezasını
çektikten sonra tekrar cehennemden çıkarılacaktır. Hadisler konuyu böylece
ortaya koymaktadır. Değilse mesele ne Mürcie’nin dediği gibidir, ne de
Mutezilenin anladığı gibi. Mürcie kebire sahipleri, yâni büyük günah işleyen
kimseler asla cezalandırılmayacaklar, İslâm’la beraber mâsiyet kişiye hiçbir
zarar vermez. Binaenaleyh kişi müminse ne kadar günahkâr da olsa direk cennete
gidecektir derken, Mutezile de onların tamamen aksine kebire işleyenler
cehennemde ebedîyen kalacaktır der. Biz böyle inanmıyoruz. Biz hadislerin
delâletiyle günahkâr müminlerin cehennemde ebedî kalmayacaklarına, belli bir
azabı çektikten sonra oradan çıkarılacaklarına inanıyoruz.
73.
“Âyetlerimiz kendilerine apaçık okunduğu zaman inkâr edenler, inananlara: “Bu
iki takımın hangisinin makamı daha iyi ve yeri daha güzeldir?”
derler.”
Evet
insanların, müminlerin, muttakilerin, kâfirlerin, müşriklerin âkıbetlerini
ortaya koyan bu âyetler kâfirlere duyurulduğu zaman derler ki; bu iki grubun
hangisinin makamı, konumu, durumu daha iyi? Yeri daha güzeldir? Kimin daha güzel
evleri var? Kimin hayat standartları daha yüksek? Kimin yolları, mektepleri,
sosyal ve siyasal yapılanmaları daha üstün? Kimin parası daha çok? Kimin hayatı
daha lüks? Dünyaya kim egemen? Adım adım bizi takip ediyorsunuz. Bize imreniyor,
bizim gibi olmaya can atıyorsunuz. Bizim kapımızda hukuk dileniyorsunuz, eğitim
dileniyorsunuz, para dileniyorsunuz. Bizim iş yerlerimizde çalışıyor, bizim
artıklarımızla doyuyorsunuz. Ekonominizle, siyasetinizle, eğitiminizle,
hukukunuzla, sosyal, siyasal yapılanmalarınızla, ahlakınızla, ailenizle,
düğününüz, derneğinizle, her şeyinizle bize tabi oluyorsunuz. Ne olur bizi
koltuğunuzun altına alın diye kapımızı dövüyor, eşiğimize yüz sürüyorsunuz.
Şimdi böyle bir durumda sizin makamınız, konumunuz mu daha iyi? Yoksa bizimki
mi? Biz size niye inanalım? Biz inandığınız âyetlere niye îman edelim? Niye
sizin gibi müminler olalım? diyorlar. Allah’ın âyetlerine teslim olacakları
yerde kendilerini üstün görüyorlar, kibirleniyorlar, zenginliklerinin bir
haklılık sebebi olduğunu, üstünlük sebebi olduğunu iddia etmeye
çalışıyorlar.
74. “Onlardan
önce nice nesilleri yok ettik ki, onlar varlıkça ve gösterişçe bunlardan daha
üstündüler.”
Halbuki
sizden önce sizlerin şu anda övünmeye çalıştığınız şu mallarınızdan,
zenginliklerinizden çok daha fazlasına sahip olan nicelerini biz helâk ettik.
Hiç düşünmüyor musunuz? İşin farkında değil misiniz? Tarihten hiç ibret almıyor
musunuz? Sizlerden önce nice nesilleri
yok ettiğimizi bilmiyor musunuz? Sizden öncekilerin başlarına gelenlerden
haberleriniz yok mu?
Arkadaşlar, tarihe bakıldığı zaman
güçlü, kuvvetli, Medenî-yetler kurmuş nice toplumların helâk edildiğini görürüz.
Eğer tarih içinde Rabbimizin helâkine maruz kalmış bu toplumlar gerçekten güçlü
kuvvetli olmasalardı elbette onlardan günümüze intikal eden bu kalıntılar
olmazdı. Onların günümüze intikal eden bu kalıntılarından anlıyoruz ki
kendilerine Rabbimiz tarafından çok büyük imkânlar, fırsatlar verilmiştir. Ama
onlar Allah’ın helâkinden kurtulamadılar. O zaman anlıyoruz ki bunun gerekçesi
şudur: Gerekçe Allah’ı ret, Allah’ın hayat programını ret ve Allah elçileriyle
alay. İşte tarih boyunca helâk yasasının gerekçesi budur. Allah’ı hayata
karıştırmamak, Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya yanaşmamak. Hayatı Allah’ın
değer yargılarıyla değerlendirmemek.
75.
“De ki: “Sapıklıkta olanı Rahmân ne kadar ertelese bile, sonunda, tehdit
edildikleri azap ya da kıyâmet gününü gördükleri zaman onlar kimin yerinin daha
kötü ve taraftarlarının daha güçsüz olduğunu
bilecektir.”
Evet
böyle Allah âyetlerini, Allah’ın değer yargılarını reddederek kendilerine göre
bir dünya yaşayan, dünyanın konumu gereği, Rabbimizin dünyada hikmetiyle koyduğu
yasaları gereği kendilerine bu dünyada zaman, imkân, fırsat tanındığı için rahat
hareket eden kâfirler âhirette kimin üstün, kimin alçak olduğunu anlayacaklar.
Pey-gamberim, sen onlara de ki, sapıklıkta olanın;Rahmân günlerinin u-zunluğunu
uzattıkça uzatsın. Böylece tuğyanı, azgınlığı arttıkça artsın. Bu ancak onların
cehenneme gidişlerini hızlandıracak, azaplarını artıracaktır. Değilse bir gün
gelip bitecek olduktan sonra dünyada verilenlerin hiç bir değeri yoktur.
Yaşasınlar bakalım dünyada bolluk ve refah içinde. Nasıl olsa bir gün gelip
tehdit edildikleri azapla karşı karşıya geldikleri zaman kimin üstün, kimin
alçak olduğunu, kimin bâtıl ehli, kimin de hak ehli olduğunu, kimin yerinin daha
kötü, kimin yerinin, makamının da daha iyi olduğunu, kimin taraftarlarının daha
zayıf, kimin yardımcısının daha güçlü olduğunu, kimin kaybedip, kimin
kazandığını o zaman anlayacaklar.
76. “Allah
doğru yolda olanların doğruluğunu artırır. Bâkî kalacak yararlı işler Rabbinin
katında sevap olarak da daha iyidir, sonuç olarak da daha
iyidir.”
Evet
doğru yolda olanların, hidâyet üzere bir hayat yaşamak isteyenlerin
hidâyetlerini artırır Rabbimiz. Yâni kim hidâyette olmak isterse, iradesini
hidâyetten yana kullanırsa, Rabbimiz onun göğsünü, İslâm’a genişletir. Onun
sadrını İslâm’a açıverir ve hidâyetini artırıverir. Tabii bunun için kulun
bizzat hidâyeti istemesi gerekmektedir. Eğer kişi hidâyeti talep eder, tüm
benliğiyle Rabbine yönelir, Rabbine muhtaç olduğunu anlar, hayat pusulasını
Rabbine doğru çevirir, Rab-bine başvurursa Allah onu mutlaka hidâyete
ulaştıracak ve hidâyetini artıracaktır. Allah’ın hidâyetini artırdığı kimse
de İslâm’a yönelecek, îmana yönelecek,
kulluğa yönelecek, Kur’an’a yönelecek, Sünnete yönelecek, cennete, itaate,
âhirete ve ölüme hazırlığa yönelecektir.
Yâni
Rabbimiz hidâyetini artırdığı kullarının önüne öyle bir ufuk açar ki, o kadar
rahat bir gönül huzuruna kavuşur ki İslâm’ı çok rahat yaşar. Allah’a çok rahat
kulluk yapar. Allah’ın emir ve yasaklarının tümünden razı olur. Emirlerini
yerine getirmek ve yasaklarından sakınmak onun için çok kolay hale gelir.
Dünyası da düzgün olur o kişinin âhireti de.
Evet
unutmayın ki bâkî kalacak olanlar, Rabbinizin katında sevap yönünden daha iyi,
sonuç olarak daha hayırlı olacak olanlar sâlih amellerdir. Yâni şu kâfirlerin
varlığıyla övünüp müslümanlara karşı üstünlük tasladıkları mallar, mülkler
değil;sâlih ameller bâkîdir. Unutmayın ki mallar, mülkler, oğullar, kızlar,
makamlar, mansıplar dünya hayatının süsü ve ziynetidir. Dünya hayatının bir
eğlenceliğinden başka bir şey değildir bunlar. Ama bâkî olanlar, kalıcı olanlar,
ölümsüz olanlar, öbür tarafa intikal edecek olanlar ise sâlih ve güzel
amellerdir. Sürekli olanlar, devamlı olanlar, kalıcı olanlar sâlih amellerdir.
Yaşadığımız bu hayatın sonunda bizimle beraber olacak, kabirde bizimle beraber
olacak, bizi asla terk etmeyecek ve bizi cennete götürecek olanlar sâlih amellerdir.
Öyleyse ey müslümanlar, sakın ha sakın
kâfirlerin size karşı hava attıkları şu geçici dünya mal mülklerini heves kabul
etmeyin, hedef kabul etmeyin, amaç kabul etmeyin, her şey zannetmeyin.
Bağlanmaya değmez bunlara. Bakıyoruz bir varmış, bir yokmuş. Öyleyse iyi
anlayın. Hangi zevkiniz yarın da böyle devam ediyorsa o âhirettir, hangi
zevkiniz de yarına intikal etmiyorsa işte o da dünyadır. Çocukken oynadığınız
oyunları bir düşünün. Karşı takıma attığınız goldeki sevinci bir düşünün. Veya
damat olurken giydiğiniz elbisedeki güzelliği düşünün. Okula kaydolduğunuz günkü
sevincinizi veya okulu bitirdiğiniz günkü sevincinizi bir düşünün. O
sevinçlerinizden, heyecanlarınızdan bugüne intikal eden bir şey var mı?
Hatırlamıyorsunuz bile değil mi? Bugün hiç de anlamı yok değil mi onların? Yâni
o günküler, o günkü anlamını hep kaybetmişlerse bunların hepsi dünyadaki
hayattır, hep geçici şeylerdir. Ama Allah’ın yanında hep hayırlı ve bâkî olanlar
vardır.
Meselâ
ilk defa kıldığınız bir namazdan duyduğunuz zevki bir düşünün. Bugün de aynen
devam ediyor değil mi? İşte bu sâlih ameldir. Veya tuttuğunuz ilk oruçtan
duyduğunuz heyecan bugün de devam ediyor değil mi? İşte bâkî olan sâlih amel
budur.
77.
“Ey Muhammed! Âyetlerimizi inkâr eden ve: “Bana elbette mal ve çocuk
verilecektir" diyeni gördün mü?”
Allah’ın
âyetlerini inkâr eden, Allah’ın âyetlerini örten, Allah’ın âyetlerini işlemez
hale getiren şımarık bir insan tipi anlatılıyor. Ben üstünüm, ben akıllıyım,
benim Allah katında üstün bir yerim var. Bana elbette mal ve evlâtlar
verilecektir. Ben bunu hak etmişim. Ben buna layığım diyerek Allah’a akıl
vermeye, insanlara tepeden bakmaya çalışan ve sahip olduğu malını, mülkünü,
servetini, sâmânını, çolu-ğunu, çocuğunu, makamını mevkiini, gücünü, kuvvetini,
gençliğini, zindeliğini hep kendisinden bilen ve bunları hiç yitirmeyeceğine
inanan zorba bir adam. İzzet ve şerefi bunlarda gören, bunlarda arayan bir
adam.
Elbette Allah’ın âyetlerini örtüp bir
hayat yaşayan, Allah’ın âyetlerinden habersiz değer yargıları geliştiren bir
adam buradaki malı mülkü, çoluğu, çocuğu makamı mansıbı hatırına Allah’ı
unutacak, Allah’a kulluğu unutacak, hayatında Allah’ı diskalifiye edecek ve
kendini mülkün sahibi bileceklerdir. Kendini hayata ve mülke etkin ve yetkin
bilecek ve elbette bunlar bana verilmeli diyecektir.
Dünyada bize ayrıcalık tanınarak mal
mülk, çoluk çocuk verildiğine göre, ya da siyasal ve ekonomik güçler verildiğine
göre, dünyada bunlara biz lâyık görüldüğümüze göre elbette âhirette de bize ayrıcalık tanınacak, ayrı muamele
yapılacaktır. Zatıalileri orada da korunacaktır elbette. Çünkü dünyada bu kadar
servetin, bu kadar saltanatın sahibi değil miydik bizler? Öyleyse sayın
cenapları elbette âhirette de düşünülecek, elbette orada da protokol
bozulmayacak, orada da saygınlığını koruyacaktı. Böyle düşünüyor adam. Çünkü bu
dünyada her türlü dümen çevirerek çok rahat işini beceriyor. Ama böyle diyen,
böyle düşünenlere Rabbimiz diyor ki bakın:
78,79, 80.
“O, görülmeyeni mi biliyor, yoksa Rahmân katından bir söz mü almıştır? Hayır;
söylediğini yazacağız ve onun azabını uzattıkça uzatacağız. Bahsettikleri şeyler
Bize kalacaktır, kendisi Bize tek olarak gelecektir.”
Nerden
konuşuyor bu adam? Yoksa gaybı mı bilmiş? Görünmeyeni mi görmüş? Gayb bilgisi
yanında da ileride neler olacak? Kendisine neler verilecek? Bunu biliyor mu bu
adam? Gaybı biliyor da, Levh-i Mahfuzu okuyor da oradan mı söylüyor? Yâni hayatı
değerlendirirken, âhiret gününü değerlendirirken, bu dünyada da, âhi-rette de
bana şunlar şunlar verilecek, ben buna layığım derken acaba neye dayanıyor bu
adam? Levh-i Mahfuzu görüyor, okuyor da, orada ne var ne yok bakıyor da ona göre
mi karar veriyor? Rabbimizin kitabında beyanına göre gayb bilgisi sadece
Allah’ın elindedir. Allah kimseyi ona muttali kılmamıştır. Öyleyse yoksa bu adam
kendisinin Allah olduğunu mu iddia etmeye çalışıyor? Yoksa Allah’tan bu konuda
bir ahit, bir söz mü almış? Benim katımda sen çok değerlisin. Ben sana şunları,
şunları vereceğim diye Allah kendisine bir teminatta mı bulunmuş?
Hayır hayır böyle Allah’ın âyetlerini
kapatan, âyetlerden habersiz alçakça söz söyleyenlerin sözlerini yazacağız ve
onların azaplarını uzattıkça uzatacağız diyor Rabbimiz. Ve onların sözünü ettiği
şeylerin, bu dünyada varlığıyla üstünlük taslamaya çalıştığı malların,
mülklerin, evlâtların tamamı Bize kalacak. O insanların hepsi ölecek, göklerin
ve yerin mirası sonunda Bizim olacaktır. İnsanlar sahip oldukları şeylerin
hepsini bir gün terk etmek zorunda kalacaklar ve Bizim huzurumuza yapa yalnız,
tek başına geleceklerdir. Her şeylerini, tüm mallarını, mülklerini, tüm
güçlerini, kuvvetlerini, tüm saltanatlarını, eşlerini, dostlarını,
yardımcılarını terk edip yapayalnız, tek başına Rablerinin huzuruna gelecekler,
tek başına hesaba çekilecekler, ne bir dostları, ne de yardımcıları
olmayacaktır.
81,82. “Onlar
kendilerine kuvvet ve şeref kazandırsın diye, Allah'ı bırakarak tanrılar
edindiler. Hayır; tanrıları kendilerinin ibadetlerini inkâr edecekler ve onlara
düşman olacaklardır.”
Evet
onlar dünyada kendilerine izzet ve şeref kazandırsınlar, sayelerinde menfaatler
devşirsinler, âhirette de kendilerini Allah’ın azabından korusunlar diye Allah
berisinde bir takım İlâhlar edindiler. Allah’ı bıraktılar da Onun dununda bir
takım sahte İlâhlar, yalancı tanrılar buldular. Allah’a kulluğu bıraktılar da
onlara kulluk yaptılar. Böylece onlarla izzete ulaşmayı hedeflediler. İzzet ve
şerefi onlara kullukta gördüler. Yaratılışlarını, hayatlarını Allah’a borçlu
oldukları halde, Rablerine şükredecekleri, kulluk edecekleri yerde o tanrılara
şükrettiler, onlara kulluk ettiler. Allah’tan başkalarının sözünü dinlediler.
Allah’tan başkalarının kanunlarına teslim oldular.
Peki
dertleri neydi bu adamların? İşte Rabbimiz haber veriyor ki dertleri izzet ve
şerefe ulaşmak. Bu yapay tanrılarla güç kazanmak. Allah’ı güçsüz, ama tâğutları
güçlü gördüler. Halbuki Allah berisinde sözünü dinledikleri o tanrıların hiç bir
güç ve kuvvetleri yoktu.
Ve yarın bu tanrıları onların
kendilerine yaptıkları ibadetlerini, teslimiyetlerini, kulluklarını
reddedecekler, inkâr edecekler ve kendilerine düşman kesilecekler. Bu alçakların
kulluk yaptıkları gerek dünyada kendilerini hiç duymayan putlar, cansız
varlıklar, gerekse on-lara hiçbir şey sağlamaya güçleri yetmeyen kendileri gibi
âciz in-sanlar, tapındıkları, yasalarını uyguladıkları tâğutlar, gerekse
kendilerine dua edip yalvardıkları, sığınmaya çalıştıkları ölmüş sâlih kişiler
kıyâmet günü onlardan teberrî edip uzaklaşacaklar. Onların kendilerine
kulluklarını ret edecekler. Vallahi ya Rabbi! Bu alçakların yaptıklarından bizim
haberimiz yoktu! Bizi sana ortak koşarak, bizde güç kuvvet görerek bize dua eden
bu zâlimlerin bu yaptıklarıyla bizim ilgimiz alâkamız yoktur. Ya Rabbi sen
şahitsin ki biz hayatımız boyunca sadece sana dua ettik, sadece sana kulluk
yaptık ve sadece sana kulluğa çağırdık. Hayatımız bunun ispatıdır. Bu zâlimlere
de bize kulluk yapın demedik diyecekler ve onlardan uzaklaşıp Allah’a
sığınacaklar.
Ya
da dünyada tanrılık taslayan, Allah yasalarını kaldırıp yerine kendi yasalarını
yerleştiren ve insanların kendisine kul köle olmalarını isteyen, emreden zâlim
tâğutlar da bakacaklar ki öbür tarafta pabuç pahalı onlar da böyle diyecekler.
Bu soytarılara bize kulluk edin demedik biz ya Rabbi. Kendileri aşağılık
insanlar oldukları için bizi tanrı gördüler diyecekler.
83, 84
“Kâfirlerin üzerine onları kışkırtan şeytanlar gönderdiğimizi bilmiyor musun?
Öyleyse onların acele yok olmalarını isteme, Biz onların günlerini saydıkça
sayıyoruz.”
Bilmiyor
musun? Kâfirler üzerine biz onları kışkırtan şeytanlar göndeririz. Onları
şeytanlarla baş başa bırakırız, şeytanları onlara bitişik kılarız da o şeytanlar
onları küfrettirirler. Onları günahlara, isyanlara sevk ederler, teşvik ederler.
Çünkü kâfirlerin velîsi şeytandır. Kâfirlerin karar mercileri şeytandır. Gerek
cin şeytanları, gerekse iki ayaklı insan şeytanları onlar adına aldıkları
kararlarlarla onların küfürlerini, azgınlıklarını artırırlar. Onların azmaları,
sapmaları konusunda onlara imkân ve fırsatlar sağlarlar. Onların günah yollarını
açarak gü-nahlara sevk ederler. Sizler özgür insanlarsınız, sizler dilediğiniz
her şeyi yapabilme haklarına sahipsiniz diyerek onları her şeye, her türlü
pisliğe bulaştırmak isterler. Yiyeceklerinin, içeceklerinin, mallarının,
mülklerinin ve hayatlarının pisleşmesi için ellerinden gelen her şeyi yapmaktan
geri durmazlar.
Öyleyse peygamberim, şeytanların kulu
kölesi olmuş bu ha-inler hakkında acele etme. Helâkleri konusunda acele
davranma. Çünkü biz onların günlerini saydıkça sayıyoruz. Biz onların
nefeslerini sayıyoruz. Şimdilik biz onlara mühlet veriyoruz. Kendileri için
belirlenmiş süre bitti mi artık onların defterlerini
düreriz.
85,86.
“Sakınanları o gün Rahmân'ın huzurunda O'na gelmiş konuklar olarak toplarız;
suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz.”
O
gün muttakileri, hayatlarını Allah için yaşayanları, yolunu Allah’la bulanları,
Allah’ın bu âyetlerinin rehberliğinde bir ömür tamamlayanları Rahmânın huzuruna
binitler üzerinde konuklar olarak getireceğiz buyuruyor. Onlar böyleyken
suçluları da hayvanları suya sürer gibi cehenneme
süreceğiz.
87.
“Rahmân'ın katında bir ahit almış olanlardan başkası asla şefaatte
bulunamayacaktır.”
Rahmândan
izin almamış olanların şefaatte bulunması mümkün değildir. Ancak Rahmânın izin
verdikleri,Rahmânın izin verdiklerine şefaatte bulunabileceklerdir. Şefaat
edilecekleri de, şefaat edecekleri de Rabbimiz belirleyecektir.
88, 89,90,91.
“Bazı kimseler: “Rahmân çocuk edindi” dediler. Andolsun ki, ortaya pek kötü bir
şey attınız. Rahmâna çocuk isnat etmelerinden ötürü, nerdeyse gökler
parçalanacak, yer yarılacak, dağlar göçecekti.”
Allah
çocuk edindi dediler. Üzeyr Allah’ın oğludur dediler. Îsâ Allah’ın oğludur
dediler. Melekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Andolsun ki çok büyük şey
söylediler, çok çirkin bir iddiada ortaya attılar. Nasıl diyebilirler bunu
Allah’a? Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük ne çirkin bir sözdür? Bilmeden
söyledikleri bu söz ne büyük bir iftiradır Al-lah’a? Nasıl da cesaret
edebiliyorlar buna? Ağızlarından çıkan bu söz Allah’ı kızdıracak, Allah’ın
gazabını celp edecek en büyük bir suç, en büyük bir küfür, en büyük bir şirk ve
en büyük vebali gerektirecek bir zulüm oldu, en büyük bir iftira oldu. Onların
bu iftiraları karşısında gökler gazabından ve üzüntüsünden parçalanacak hale
gelirken, dağlar çökecek, arz yarılacak, utançlarından tuz buz olacak hale
geldiler.
92,93. “Oysa
Rahmâna çocuk edinmek yaraşmaz; çünkü göklerde ve yerde olan her şey Rahmâna baş
eğmiş kul olarak gelecektir.”
Halbuki
Rahmân çocuk edinmez. Rahmâna evlât edinmek yakışmaz. Çünkü çocuk edinmek bir
ihtiyacın, bir acziyetin gereğidir ve Rahmân için böyle bir şey asla söz konusu
olamaz. Halbuki göklerdekiler ve yerdekilerin hepsi O’nundur. Göklerde ve yerde,
canlı cansız ne varsa hepsi O’nun kulu ve kölesidir, hepsi Onun mülküdür.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’na boyun büküp itaat etmektedir. Tüm oğullar
O’nundur, babalar O’nundur, analar O’nundur, kızlar O’nundur, gökler O’nundur,
yerler O’nundur, denizler O’nundur, yıldızlar O’nundur, her şey O’nundur. Her
şey Allah’ın kuludur. Tüm varlıklar O’nun iken, tüm yaratıklar O’nun kulu iken
bunlardan birini veya bir kaçını kendisine oğul edinmesine ne gerek var
da?
94. “Andolsun
ki onların adedini bilmiş ve teker, teker saymıştır.”
Andolsun
ki Allah; onların adedini bilmiş, ilmiyle, kudretiyle kullarının tamamını
kuşatmıştır. Kullarının tümünü bilmektedir Allah. Göklerde ve yerde olan hiçbir
şey O’nun ilminden gizli kalamaz. İnsanların, yaratıklarının ihtiyaçlarını en
güzel bilen Allah’tır. Onların nasıl yaşamaları gerektiğini, hayatlarını nasıl
tanzim etmeleri gerektiğini, hangi kurallara uymaları gerektiğini en iyi bilen
Allah’tır. Yâni kullarına nasıl bir kitap göndereceğini, nasıl bir sistem
göndereceğini, onları nelerle sorumlu tutacağını en güzel bilen Allah’tır. O’nun
emirleri, Onun kanunları bir ilme ve hikmete dayanmaktadır. Onda yanlışlık, onda
yanılma kesinlikle yoktur. O Allah ki insanların sadece eylemlerini, amellerini
değil aynı zamanda niyetlerini de bilmektedir.
95. “Kıyâmet
günü hepsi O'na tek olarak gelecektir.”
Herkes
yalnız başına gelecektir Onun huzuruna. Tek başına hesaba çekilecektir. Krallar
yalnız, kraliçeler yalnız, ağalar, paşalar yalnız, hacılar, hocalar yalnız
olarak gelecekler.
96. “İnanıp
yararlı iş işleyenleri Rahmân sevgili kılacaktır.”
Allah’a,
Allah’ın dinine, Allah’tan gelenlere Allah’ın istediği şe-kilde îman eden ve bu
îmanlarını söz planında, iddia planında bırakmayarak amele dönüştüren, îman
kaynaklı bir hayat yaşayan, hayatlarını îmanlarıyla düzenleyen, sâlih ameller
işleyen, fıtratlarına uygun hareketlerde bulunan müminleri sevgili kılacağım
diyor Rabbimiz. Ben onlar için bir sevgi peyda edeceğim. Yeryüzünde kullarımın
kalplerine onların sevgisini koyacağım, herkes onları sevecek diyor Rabbimiz.
Allah sevdiği sâlih kullarına onların güzel amellerinin elbisesini giydirir,
amellerinin, ahlaklarının kisvesine büründürür de onları herkese sevdirir.
Herkes onları, herkes saygı duyar onlara. Rasulullah efendimiz de bir
hadislerinde: “...Cebrâil’e emrederek ben falan falan kullarımı seviyorum, sen
de sev ve onları yerdekilere sevdir” buyurduğunu anlatır.
97.
“Ey Muhammed! Biz Kur’an'ı Allah'a karşı gelmekten sakınanları müjdelemek ve
inatçı milleti uyarman için senin dilinde indirerek
kolaylaştırdık.”
Evet
ondan öğüt almak isteyen, onunla yol bulmak, hayat programlarını ona sormak,
hayatlarının tüm problemlerini onunla çözümlemek ve de sonunda cennete, Allah’ın
lütfuna ulaşmak isteyenleri cennetle, Allah’ın rızasıyla müjdelemen ve inatçı,
Allah’a kulluğa yanaşmayan, yolunu Allah’a sormak istemeyenleri de ateşle,
cehennemle uyarman için biz bu Kur’an’ı
senin lisânında kolaylaştırdık di-yor Rabbimiz.
Rasulullah efendimizin dilinde
kolaylaştırılmıştır. Okunması kolay, öğrenilmesi kolay, anlaşılması kolay,
ezberlenmesi kolay, uygulanması kolay, yaşanması kolay, istediği hayat kolay,
her şeyi çok kolaydır. Allah onu bizim için kolaylaştırmıştır. Belki onu
okurlar, anlarlar, zikrederler, zikir haline getirirler, hatırlarlar,
kafalarında kalplerinde canlı tutarlar da hayatlarını onunla düzenlerler diye.
Belki onu tezkira yaparlar, kafalarında kalplerinde hayat programı yaparlar da,
haftalık ders programı gibi, günlük, aylık, haftalık sürekli bakılacak bir
konuma getirirler diye Allah bizim için onu kolaylaştırmıştır. Kur’an öyle
olmalıdır zaten. Kur’an anlaşılıp hayat onunla düzenlenecek ve kafalarda ve
kalplerde canlı tutulacaktır. Çünkü hayat programıdır o. Ona bakılmadan, ona
sorulmadan hayat yaşanmamalıdır. Çünkü bu kitap hayatımızın her bir saniyesinde
bize yol gösterecek bir kitaptır.
Evet Allah biz onu sizler için
kolaylaştırdık diyor ama unutmayalım ki ona yönelenlere kolaydır bu kitap.
Onunla ilgilenenlere kolaydır. Ona yönelenlerin hayatları
kolaylaşacaktır.
98. “Onlardan
önce nice nesilleri yok ettik, şimdi onlardan hiçbirini duyuyor veya hiçbir ses
işitiyor musun?”
Evet
sûrenin önceki âyetlerinde de kendilerinden önce kendilerinden fizik olarak,
ömür olarak, medeniyet olarak kendilerinden çok daha güçlü, kuvvetli nice
nesilleri helâk ettiğini anlatmıştı Rabbimiz. Burada da deniyor ki, hani
onlardan, o helâk edilenlerden hiçbirini duyuyor musunuz? Onlardan bir ses, bir
haber, bir hareket, bir devinim duyuyor musunuz? Hani onlardan bir eser, arta
kalan bir bâkîye var mı? Hani boyları posları vardı? Hani cennetleri, bağları,
bahçeleri vardı? Hani evleri, apartmanları, sarayları, köşkleri vardı? Söyleyin
arta kalan neleri var onların? Hiçbir şeyleri yok değil mi? Sanki onlar bu
dünyada hiç insan yaşamamış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder