KEHF
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
18, nüzûl sıralamasına göre 69, ikinci miûn
grubunun dördüncü sûresi olan Kehf sûresi Mekke’de nâzil olmuş olup
âyetlerinin sayısı 110 dur.
“Rahman
ve Rahim olan Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun
pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını içindeki 9. âyetten almış,
Mekke’de nâzil olmuş bir sûreyle karşı karşıyayız. Muhtevasından da anlaşılacağı gibi sûre
Mek-ke döneminin üçüncü aşamasında indirilmiştir. İkinci aşamada Re-sûlullah
efendimizin dâvetini yalanlayıp reddeden Mekke müşrikleri, üçüncü aşamada
peygamber efendimize ve beraberindeki mü’min-lere terör estirmeye ve işkence
etmeye başlarlar. Ekonomik ambargolar koymaya, müslümanları toplumdan tecrit
etmeye yönelirler. Onların bu bunaltıcı saldırılarından bunalan Müslümanlardan
bir kısmı Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalır. Geri kalan müslümanları
peygamberleriyle birlikte Ebu Talip mahallesinde muhasara altına alırlar.
Müslümanlara çok acı bir sosyal ve ekonomik ambargo uygularlar. Müşriklerin
kendilerinden çekindikleri Ebu Talip ve Hz. Hatice anamızın vefatıyla mü’minlere
karşı saldırılarını bir kat daha artırırlar.
Hicret
öncesi çok çetin işkenceler döneminde bu sûre geliyordu.
İşte bu sûresinde Rabbimiz, mü’minlere
güç vermek, teselli vermek üzere kendilerinden önceki Ashab-ı Kehf’in
yaşadıklarını anlatır. Onların kıyamlarından, cesaretlerinden, yiğitliklerinden
söz eder. Sabır ve sebatlarının neticesinde ulaştıkları başarılarını ortaya
kıyar.
Bu sûre maddeci,
materyalist, dünyacı tüm medeniyet anla-yışıylarıyla mânâ arasındaki savaşı konu
edinir. Bir başka deyişle felsefeyle din arasındaki ezelî kavgayı konu edinir.
Maddeden, elle tutulan gözle görülenden başka hiçbir şeye inanmayan, bu haliyle
Allah yerine ikâme edilmeye çalışılan bilimle, bu bilime dayalı materyalist
medeniyetlerle Allah arasındaki kavga. Allah’ı insanlaştıran, insanı
Allahlaştıran ve bunun neticesinde dünyaya tapınır hale gelen Hıristiyan ve
Yahudi maddeciliğini, yani yalanın, hilenin, aldatıcılığın, küfrün, inkârın,
süsleyiciliğin sembolü olan Deccali ve onun anlayışını kökünden kazımayı
hedefleyen bir sûre.
Sûrede dört kıssa anlatılır.
1: Ashabu’l-Kehf ve Râkîm
kıssası,
2: İki bahçe sahibi şımarık bir adamla
gariban bir komşusunun kıssası,
3: Mûsâ (a.s) ile Hızır (a.s)
arasındaki yolculuk kıssası,
4: Zü’l-Karneyn
kıssası.
Bu kıssalar her ne kadar birbirinden
müstakilmiş gibi görünseler de aslında gayeleri açısından onları birbirlerine
bağlayan sağlam bir mânevi bağ vardır. Âdeta hepsi aynı konu etrafında dönüp
dolaşmaktadırlar. Hepsinin etrafında dönüp dolaştığı ana tema şudur: Bu kâinat
onun yaratıcısı olan Allah’ın koyduğu tabiî yasalara boyun bük-mektedir. Hiçbir
varlık bu Allah yasalarının dışına çıkamamaktadır. Bu gerçeği göremeyen kör
gözler zahirî görünüşten ve sebeplerden öteye geçememektedir. Bu zahirî
sebeplerle netice arasına giren mutlak iradeyi bilememektedir. Bu mutlak gücün o
zahirî sebepler olmadan da neticeyi meydana getirebileceğini
kavrayamamaktadırlar.
Onun
içindir ki bu körler zahirî sebepleri tanrılaştırmakta ve bir İlâh gibi onlara
sarılıp tapınmaktadırlar. Bunun tabiî neticesi olarak da O Kadiri mutlak olan
Allah’ı inkar etmekte, Onun hesap dönemi olan kıyâmeti reddetmektedirler. Tüm
güçleriyle dünyaya sarılmakta ve onu elde edebilmek için her şeylerini
harcamaktadırlar. Dünyadan elde ettiklerinin derecesine göre de kendilerinin
egemenliklerini, tanrılıklarını iddia çılgınlığına kapılmaktadırlar. Ve sonunda
da kendi tanrılıkları adına insanların, can, mal ve namuslarıyla oynamaya
yönelmektedirler.
Halbuki işte bu sûre açıkça ortaya
koyacak ki bu âlemdeki tabiî sebeplerin, yasaların üstünde, bunları koyan,
bunlara hükmeden gaybi bir kuvvet vardır. Tüm bu sebepleri yaratan Allah’tır.
Dilediği za-man o sebepleri neticeden ayırıverir. O Allah aslında sebeplerin
sebebi ve illetlerin illetidir. Tüm sebepler ve illetler Onda son bulur. Yâni
onların tanrılaştırdıkları tüm bu sebepler Ona boyun eğmekten, Ona kul olmaktan
öte gidemezler. Ona baş kaldırmazlar. Tüm bu sebepleri bağlayan ve çözen Odur.
Eşyayı yoktan var eden Odur. Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman ona sadece
“Ol”
demesi
yeterlidir Onun.
İşte Kehf sûresi baştan sona bu iki
anlayışın, bu iki inanışın arasındaki kavganın kıssasıdır. Maddeci, materyalist
anlayışla imanın kavgasını gündem edinir bu sûre. Sadece zâhire inanan, gayba ve
Allah’a inanmayan dünyacı kâfirlerle Allah’a ve vahye, gayba iman eden
mü’minlerin kavgasını.
Sûre Mekke’de Nâzil olmuştur. Sûrenin
nâzil olduğu döneme şöyle bir göz atacak olursak: Başta Allah’ın Resûlü olmak
üzere ona ve getirdiği hidâyet hediyesine îman etmiş bir avuç müslümanın
horlandıkları, hakaretlere maruz kaldıkları, âdeta Mekke’li müşrikler tarafından
bir kaşık suda boğulmak istendikleri bir dönemde nâzil olmuştur. Mekke’de yeni
oluşmaya başlayan Îslâmi hareketi boğmak için müşrikler ellerinden gelen her
türlü işkenceyi müslümanlara reva görüyorlardı. Alaya alma, ekonomik baskılar ve
bizzat kaba kuvvet kullanarak bu bir avuç müslümanı yok etmenin yollarını
arıyorlardı.
Bu
dayanılmaz zulümler altında bunalmış müslümanlardan bir kısmı Habeşistan’a
hicret etmek zorunda kalmış, geriye kalan müs-lümanlar ise başlarında Allah’ın
Resûlü olduğu halde "Şab-i Ebi Talib" denen Mekke’nin
bir mahallesinde muhasara altına alınmışlar ve aç suzuz ölüme terk edilmişlerdi.
Mekke’de
hemen hemen her evden ölsünler! Yok olsunlar! Kahrolsunlar! bedduaları
yükseliyordu. Çok kötü şartlar altında bulunan bu garibanlara gizli gizli
yiyecek, içecek ulaştırmaya çalışan, onlara destek olmaya çalışan Ebu Talip’in
de vefatıyla müslümanlar tamamen desteksiz kalmışlardı.
İşte bu şartlar altında Allah’ın
Resûlünü ve onun dâvâsına gönül vermiş bu bir avuç müslümanı teselli etmek
üzere, onlara destek vermek ve onların düşmanlarına da tehdit oluşturmak üzere
gelen bir sûreyle karşı karşıyayız. Geçmişte Allah dâvâsına gönül vermiş, îman
etmiş ve bu îmanlarında sebat etmiş üç beş gariban müslümanı Allah’ın nasıl
koruduğunu, onların düşmanlarını nasıl yok ettiğini anlatarak bir taraftan Allah
dostlarına güç ve moral vermek, diğer taraftan da Allah düşmanlarını aynı
âkıbetle tehdit etmek üzere gelmiş bir sûre. Sûrenin adı Kehf sûresidir. Yücelik
anlamına, yükseklik anlamına gelmektedir. Bir şeref bölgesi, bir yücelik levhası
demektir Kehf.
Bizler
şu anda bu âyetlere bakarak, bu âyetleri okuyarak, bu âyetleri düşünerek, bu
sûrenin gündemine teslim olarak o yüce makamda, o yüce mekânda kendimizi
bulacağız inşallah. Yâni bu âyetlerle biz Rabbimizin, İlahımızın huzuruna
gideceğiz. Yâni bu âyetler bizi Allah’ın tek Rab ve İlah oluşu gerçeğine
götürecek. Rabbimizi hayatımıza karışmaya, hayatımıza program yapmaya tek
yetkili olarak tanımaya götürecek.
Ashâb-ı Kehf, yâni mağara ashabı diye
bilinen Allah adına Allah düşmanlarına karşı kıyam eden ve sonunda zafere ulaşan
kahraman gençlerin kıssası. Sonra ikinci olarak iki bahçe sahibi zengin ve
mağrur bir adamın kendisinden daha fakir bir arkadaşıyla diyalogundan söz eden
bir kıssa. Daha sonra Hz. Mûsâ (a.s) ile Hızır (a.s) arasında geçen yolculuk ve
daha sonra da Zülkarneyn kıssası anlatılır. Hayatımızı düzenlemek üzere kıssa
anlatımının yoğun olduğu bir sûre. Sanki her bir kıssada kendi yerimizi
bulabileceğimiz, kendimize dersler çıkarabileceğimiz, bize bizi anlatan, bize
bizi tanıtan bir sûre.
Sûrenin nüzûl sebebiyle alâkalı şöyle
bir rivâyet var: Mekke’li müşrikler Rasûlullah’ın dâvâsının önünü kesemeyince
içlerinden bilgisine en çok güvendikleri Nadır Bin Haris ve Utbe Bin Muayt’ı
Medine’ye ehl-i kitabın bilginlerine gönderdiler. Muhammed (a.s) ve onun işiyle
alâkalı bizde olmayan bilgi onlarda vardır. Gidin onlardan buna karşı nasıl bir
tedbir alacağımız konusunda bilgi toplayıp gelin. Bu Muhammed’in karşısına ancak
o zaman çıkabiliriz diye onları gönderdiler. Giderler bu adamlar ve Medine’de
Yahûdî bilginleriyle görüşürler. Yahûdî bilginleri onlara derler ki ona şu üç
şey hakkında soru sorun. Eğer bu konuları bilirse o zaman bilin ki o hak
peygamberdir. Zîra bu konuları bir peygamberden başka hiç kimse bilemez. Değilse
ona dilediğinizi yaparsınız derler.
Bu üç konu ve üç soru da
şunlardır:
a: Ona çok önceki dönemlerde müşrik
toplumlarına karşı kıyam etmiş ve mağaraya sığınmış gençlerin durumunu sorun.
Çünkü onların hikâyesi gerçekten çok tuhaftır.
b: Sonra ona yeryüzünün doğusuna ve
batısına seferler düzenleyen kimseden sorun. Yeryüzünde gezip dolaşan kimsenin
kıssasını anlatsın. Zülkarneyn hakkında ne biliyor onu
anlatsın.
c: Bir de ondan Hızır’ın gerçek
hikâyesini sorun. Başka bir rivâyette de ondan ruh hakkında bilgi isteyin
ilâvesi vardır. Sorun bunları ona. Eğer bu konularda gerçek bir bilgiye sahip
birisiyse ona tâbî olun. Değilse o bir falcı, yahut sahtekârdır ona dilediğinizi
yaparsınız derler. Ehl-i kitap âlimlerinden bu bilgileri alarak Mekke’ye dönen
Nadir, Kureyş’i toplayarak dedi ki: Ey Kureyş! artık işinizi kolaylaştırdım.
Şimdi Muhammed’e gidip ona üç konuda üç soru soracağım ki bunlar onun ne
olduğunu ortaya koyacaktır dedi. Sonra bir heyet halinde Rasûlullah efendimize geldiler ve sordular. Allah’ın
Resûlü yarın size bunların cevabını vereceğim buyurdu ve inşallah demeyi unuttu.
Sûrenin içinde Rabbimizin de dikkat çektiği gibi bir süre Allah’ın Resûlüne
vahiy gelmedi. Kendisine bu konularda Rabbinden vahiy gelmeyince onun
yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Müşrikler
alaya başlamışlardı. Yarın size bunları anlatacağım dediği halde tam on beş gün
geçti, ama hâlâ Muhammed’den bir ses yok diye alay etmeye başladılar. Sonra
Rabbimiz bu sûreyi göndererek onların sorularının tamamını bu sûrede
anlatıverdi. Vahyin bu şekilde bir süre kesilmesi aslında Allah’ın Resûlü için
bir eksiklik değil aksine onun Allah’ın elçisi olduğuna ve Allah’tan vahiy
gelmediği müddetçe onun hiç bir şey yapamayacağına bir
delildi.
Evet Rabbimiz onların sordukları
soruların tamamını en güzel bir biçimde onlara da bize de anlatıverdi. Üstelik
onların peygambere karşı çevirdikleri bu silahları Rabbimiz kendilerine karşı
çevirip onların işlerini bitiriverdi. Gûya onlar sordukları bu sorularla
peygamberin işini bitirmek istiyorlardı. Halbuki Rabbimiz Rabbim Allah dedikleri
için kendilerini ölümle tehdit eden toplumlarından kaçıp mağaraya sığınan o
geçleri şu anda Mekke’de Rabbim Allah diyen bir avuç müslümânâ benzetmiş.
Dünkü
o sizin sorduğunuz gençlerin yerinde şu anda sizin îman ettiklerinden dolayı
zulmettiğiniz şu müslümanlar, o gençlere zulmeden zalimlerin yerinde de sizler
varsınız. Allah dün o gençleri nasıl koruyup galip getirmişse sizin şu anda
zulmettiğiniz bu müslü-manları da koruyup onları gâlip getirecek ve sizin
topunuzu yok edecektir mesajını vererek silahı onlara çevirmiştir. Mekke’deki
horlanan, hakaretlere maruz bırakılan, dinlerini, inançlarını yaşamalarına izin
verilmeyen bu bir avuç müslümanı mağara ashabına, Mekke’li müşrikleri de onlara
zulmedenlere benzetmiştir Rabbimiz. Sûre Allah’a hamd ile başlar.
1,4.
“Hamd Allah'a mahsustur ki, kendi katından şiddetli bir baskını haber vermek ve
yararlı iş yapan mü'minlere, içinde temelli kalacakları güzel bir mükâfâtı müjdelemek ve: “Allah çocuk edindi” diyenleri
uyarmak için kulu Muhammed'e eğri bir taraf bırakmadığı dosdoğru kitabı
indirmiştir.”
Kuluna
kitabı indiren Allah’a hamd olsun. Hamd o Allah’a ki kulu Muhammed’e bir kitap
indirmiştir. Rabbimiz hamd e lâyık olandır. Rabbimiz eksiği kusuru olmayan en
mükemmeldir. Rabbimiz övülmeye en lâyık
olandır, tek lâyık olandır. Rabbimiz bu sûrede hamde lâyık oluşunu,
kuluna kitap indirmeye bağlamış. Yeryüzündeki kullarından birisini seçerek ona
kitap indirmesi, onu muhâtap kabul
ederek kendi bilgisinden ona bilgi aktarması ve kullarını ne yapacaklarını
bilemez bir vaziyette bırakmamasına bağlamış. Ne kadar mükemmel, ne kadar hamda
lâyık bir Allah ki O kuluna, kullarının kurtuluşu ve kullarının hayatlarını
düzenlemek üzere bir kitap indirmiştir.
Öyleyse
övülmesi gereken O’dur, kendisine kulluk edilmesi gereken O’dur, gönderdikleri
övülmesi gereken, indirdikleri kabullenilmesi ve hayatta uygulanılması gereken
O’dur. Ondan başkaları övülmeye lâyık değildir. Ondan başkaları kulluğa lâyık
değildir. Ondan başkalarının hayat programı uygulanmaya lâyık değildir. Öyle
değil mi? Kitabı olmayan bir Rab olur mu? Peygamberi olmayan bir Rab olur mu?
Kitabı ve peygamberi vasıtasıyla kullarına kulluk programı ulaştırmayan bir Rab
bir İlah olur mu? Bunu beceremeyen birisi Rab ve İlah olabilir mi? Bunu
beceremeyen birisi hamde lâyık olabilir mi? İnsanlar da dün ve bugün kendi
kendilerine kendi içlerinden ken-dilerinden tanrılar seçmeye, İlahlar
belirlemeye ve o İlahlara bir kısım peygamberler ve kitaplar izafe etmeye çalışmaktadırlar. O tanrılar ve
tanrıların kitaplarıyla hayatlarını düzenlemeye çalışmışlardır.
Evet
bugün tüm toplumların kitapları ve o kitapların düzenleyicisi peygamberleri
vardır. Kitapsız ve peygambersiz bir toplum düşünmek mümkün değildir. Şu anda
tüm küfür ve şirk dinlerinin amel ettikleri ayrı ayrı kitapları ve yolundan
gittikleri, örnek kabul ettikleri ayrı ayrı peygamberleri
vardır.
Kitap, Allah’ın insan hayatına ilişkin
ortaya koyduğu kuralların, yasaların tümüne birden verilen isimdir. Çünkü Kur’an
kendilerine kitap verildiğini bildiğimiz peygamberlerin dışında tüm
peygamberlere kitap verildiğini haber verir. Bakın kullarının hayatlarını
düzenlemek üzere Rabbimizin gönderdiği kitabın özelliği
nasılmış?
Eğri büğrülüğü olmayan bir kitaptır o.
Yâni bu kitapta her hangi bir tenâkuz,
her hangi bir çelişki, bir uyumsuzluk, bir münâsebetsizlik yoktur. Onda
insanların anlayamayacağı, şaşkınlığa düşerek bocalayacakları bir karışıklık,
bir bulanıklık bir tutarsızlık yoktur. Ne dediği, ne istediği belli olmayan bir
kitap değildir bu. Bu kitap her sınıf ve her dönem insanlığının anlayabileceği
doğrulukta, netlikte ve berraklıkta bir kitaptır. Sadece belli sayıda ve belli
sınıf insanların anlayabilecekleri, diğerlerinin anlayamayarak bocalayacakları,
içinden çıkamayarak sapıtacakları bir kitap değildir bu kitap. Bir açıdan doğru,
bir başka açıdan eğri büğrü değildir. Birilerine göre doğru, bir baş-kalarına
göre ise eğri büğrü değildir. Âyetlerinde, yasalarında, hükümlerinde hiçbir
tenakuz yoktur. Tüm diğer kitaplardan üstün, arınmış, insan eli değmemiş bir
kitaptır bu.
Tabii bu kitabın Allah sözü olduğunu
unutanlar, teslimiyet mantığını yitirerek tenakuz ve çelişki mantığıyla bu
kitaba yönelenler bu kitap konusunda da bu kitabın pratiği olan Rasulullah
efendimizin hadisleri konusunda da pek çok çelişkiler bulduklarını
söyleyebilmektedirler. Bazen Allah’ın elçisinin hadislerinde gördükleri güya
tenakuzlar sebebiyle onlara itimatlarının sarsıldığını söylemeye cüret eden bu
insanlar kitapta da bu tür bir mantıkla bakıldığı zaman tenakuzmuş gibi görünen
âyetlerin varlığından habersizdirler.
Meselâ
biliyorsunuz Mûsâ (a.s)ın anlatıldığı bölümlerde Onun elindeki asanın farklı
isimlerle ortaya konduğuna şahit oluyoruz. Bir yerde “Can”dır o asa, bir yerde
“Sü’ban”dır, bir başka yerde de “Hay-ye”dir. Peki hangisi doğrudur bunun?
Tenakuz var Kur’an’da mı diyeceğiz şimdi? Yo bunun hepsi doğrudur. Her bireri o
asanın bir özelliğini ortaya koyuyor. Hadisler de böyle anlaşılmalı değil mi?
Bir de "Gayyimen" dir bu kitap. Kitabın
ikinci bir özelliği de "Gayyimen" oluşudur. Yâni başka hiç bir şeye muhtaç
olmayan bir kitaptır bu kitap. Dosdoğru ama kendi kendine kâim bir kitap. Bir
başkasının kitabına ihtiyacı olmayan, bir başkasının desteğine ihtiyacı olmadan
kendi kendine var olan ve varlığını sürdüren bir kitaptır bu. Bir başka kitabın
sağlamasına, bir başkasının desteğine ihtiyacı yoktur bu kitabın. Yardımcıya
ihtiyacı yok, yardımcısız ve ihtiyaçsız bir kitap. Kendi kendine yeterli olan,
kendi kendine kaim olan Hayyu Kayyûm olan bir Allah’ın bu ismi şerifi gereği
yine başka hiçbir şeye muhtaç olmadan ayakta durabilmek üzere kuluna indirdiği
bir kitaptır bu.
Nasıl
ki bu kitabın göndericisi kendi kendine
kâimse, yâni varlığı konusunda ve varlığını sürdürmesi konusunda hiç kimseye
muhtaç değilse, hiç kimsenin yardımına muhtaç olmadan varlığını sürdürebiliyorsa
ve varların tümünü var eden O ise, böyle bir kaynaktan gelen kitap da hiçbir
yardımcı kitaba, hiçbir yardımcı kanuna ihtiyacı olmadan kıyâmete kadar tüm
insanlığın, tüm toplumların hayatlarını düzenleme ve problemlerini çözümleme
konusunda tek kitap olacaktır.
Eğer
yeryüzünde Allah’tan başka böyle kendi kendine var olan ve varlığını sürdürmesi
konusunda başkalarına muhtaç olmayan birileri varsa, tamam onları da hamd
edelim, onları da övelim, onların hayat programlarını da uygulayalım, onların
kitaplarını da uygulamaya alalım. Var mı böyle birileri? Yoksa hiç kimsenin
kitabı bu kitapla mukayese edilemez. Hiç kimsenin kitabı bu kitabın önüne
geçirile-mez. Hiç kimsenin tâlimatları ve yasaları bu kitaba tercih edilemediği
gibi bu kitâbın onların desteğine de ihtiyacı yoktur.
İşte bu özelliklere sahip bir kitap,
ancak yeryüzünde kulluk kitabı olabilir. İşte böyle bir Allah’tan gelen böyle
bir kitap ancak yeryüzünde hayat programı olarak uygulamaya lâyık olabilir. Ve
işte ancak böyle bir kitabı gönderen Allah, Rab olmaya İlah olmaya lâyık olan,
hamd edilmeye lâyık olan Allah’tır. Rabbimize sonsuz hamd-ü senâlar olsun ki
kullarından birini seçerek onun vasıtasıyla bize böyle bir kitap ulaştırmıştır.
Zîra kitap nîmeti, vahiy nîmeti nîmetlerin en büyüğüdür. Rabbimizin öteki tüm
nîmetleri işte bu kitap nîmetiyle tamamlanmaktadır.
Öyle
değil mi? Rabbimizin bize ulaşan tüm nîmetleri bu kitap sayesinde ve bu kitabı
bize ulaştıran, kitâbın bize ulaştırılmasında aracı olan Resûlüyle ulaşmıştır.
Nimetlerin en büyüğü şüphesiz ki hidâyet ve iman nimetidir. İman ve hidâyet
olmadan öteki nîmetlerin hiç birisine ulaşmak mümkün değildir. Hidâyet nîmeti de
bize bu kitapla ulaşmaktadır. İşte kitâbı ve peygamberi vasıtasıyla bize imanı,
bize hidâyeti ulaştıran Allah yegâne hamde lâyık olandır.
Eğer hamde lâyık olan Rabbimiz bu kitabını bize göndermeseydi,
biz kullarını muhâtap kabul ederek kendi bilgisiyle bizi bilgilendirmeseydi,
bize, bizim muhtaç olduğumuz hidâyeti sunmasaydı, bu cahil, bu bilgisiz
halimizle biz ne yapardık? Bizi yoktan var eden Rab-bimizi, ve bu Rabbin bizden
nasıl bir hayat istediğini nereden bilebilirdik? Bu dünyanın mânâsını, hayatın
mânâsını, nereden geldiğimizi, bizi kimin var ettiğini, niçin dünyaya
geldiğimizi ve nereye gittiğimizi, ölümün ne olduğunu, ölümden sonra nasıl bir
hayatın bizi beklediğini nereden bilebilirdik? Rabbimizin öteki nîmetlerine,
rıza nîmetine, gazabından kurtulma nîmetine, cennet nîmetine ve cehenneminden
kurtuluş nîmetine nasıl ulaşabilirdik?
İşte bizi tüm bu nîmetlerine ulaştırmak
için, bizim cennet yollarımızı açıp, cehennem yollarımıza barikatlar koymak için
bu kitabı gönderdiği için elhamdülillah diyoruz Rabbimize. Hamd Ona lâyıktır,
övgü Ona lâyıktır, kulluk ona lâyıktır. Peki niye göndermiş Allah bu
kitabını?
Kendi katından şiddetli bir azâbı,
şedit bir baskını haber ver-mek ve sâlih ameller işleyen mü'minlere içinde
ebedîyen kalacakları güzel bir cenneti, güzel bir mükâfatı müjdelemek ve de
Allah çocuk edindi diyerek Allah’a iftirada bulunanları uyarmak için bu kitabı
gön-dermiştir. Evet Allah’tan, bu kitabın sahibinden ve onun hayatlarını
düzenlemek üzere gönderdiği hayat programından habersiz bir hayat yaşayan
insanları katından büyük bir azapla, büyük bir baskınla uyarmak için. Allah’tan,
Allah’ın kitâbından habersizce bir hayat ya-şayan insanları yaşadıkları bu
hayatın sonunda kendilerini bekleyen müthiş bir cehennem baskınıyla uyarmak için
ve de inanan ve inan-cını yaşayan mü'minleri de içinde ebedîyen kalacakları
cennetle müj-delemek için bu kitabı indirdik. Yâni cenneti ve cehennemi tanıtmak
için. Cennet yolunu kolaylaştırmak, cehennem yollarınıza barikatlar koymak için.
Allah’tan ve Ona kulluktan kaçanları cehennemle uyarmak, inanan ve îmanlarını
pratikte gösteren, îmanlarını hayatlarında görüntüleme kavgası verenleri de çok
güzel bir âkıbetle müjdelemek için bu kitabı indirdik diyor Rabbimiz.
Bir de Allah evlât edindi diyenleri de
Allah’a karşı cüret ettikleri bu ağır iftiralarının sonucuyla uyarmak için
indirdik diyor. Allah oğul edindi, Allah’ın evlâtları vardır diyenleri bu tarihî
yanılgıları içinde bocalayarak sonunda cehenneme doğru sürüklenip gitmelerini
istemediği için onları da uyarmak için bu kitabı gönderdik diyor Rabbimiz.
Allah’a kulluktan çıkan, Allah’a iftira eden, Allah’a Allah’ın kendisini
tanıttığı gibi inanmayarak Allah’a zulmeden, onu kendilerince şekillendirmeye ve
şartlandırmaya çalışan, Allah’a akıl vermeye ve yol göstermeye çalışan
Yahûdîleri, Hıristiyanları ve müşrikleri uyarmak için gönderdik diyor. Kıyâmete
kadar şirkin her çeşidinin içine düşmüş insanları uyarmak için.
Allah
Kur’an’da kendisini bize tanıttığı gibi anlaşılsa, öyle bilinse ve iman edilse
elbette O’nun çocuğu filan olmayacaktır. Çünkü o zaman herkesin kendisine muhtaç
olduğu, kendisinin ise hiç kimseye muhtaç olmadığı bir Allah’ın neden böyle bir
şeye ihtiyacı olsun ki? Yani kullarından hiç birine ihtiyacı olmayan, kullarını
ayırmayan, kayırmayan, haksızlık etmeyen, zulmetmeyen, adâleti elden bırakmayan,
mülk kendisinin olan, herkese ve her şeye egemen olan bir Allah neden oğla, kıza
ihtiyaç duysun ki? Ezelî ve ebedî olan, yetkilerini birisinden devralmamış,
sonunda birilerine devretmeyecek olan bir Allah neden ihtiyaç duysun evlâda?
Öyle değil mi? Böyle şeylere ihtiyaç duyanlar âcizler değil mi? Onunla itibar
kazanmak, onunla güç ve kuvvete ulaşmak, menfaatlenmek isteyenler ancak evlât isterler. İşte şu anda
evlâtları sebebiyle insanların değer kazandıklarını, hediyelere lâyık
görüldüklerini görüyoruz. Peki, şimdi Allah’ın bunların hangisine ihtiyacı var?
Hayır hayır Rabbimizin bunların hiç birisine ihtiyacı yoktur.
Meselâ
Allah’ın sıfatlarını parçalayan, Allah’ın sıfatlarının bir kısmını Allah’tan
başkalarına veren, yeryüzünde Allah’a bir kısım yardımcılar izafe ederek
yeryüzünde Allah’tan başka yetkililer kabul eden, Allah’tan başka kanun
koyucular, Allah’tan başka yasa belirleyiciler, Allah’tan başka hayata
karışıcılar bulanları uyarmak için. Allah’tan başka kendilerine kulluk edilecek
tâğutlar gibi, moda gibi, âdetler gibi,
yönetmelikler gibi, putlar gibi ilahlar bulanları ve bunları Allah’a ortak
edenleri da uyarmak için gönderdik bu kitabı diyor Rab-bimiz. Allah’tan başka
arzularına teslim olunacak, sözü dinlenecek, hatırı sayılacak varlıklara da
kulluk yapanları uyarmak için.
Rabbimiz ne kadar da merhametli değil
mi? Kendisine kendisinde olmayan şeylerle iftiralarda bulunanları bile uyarmak
için gönderdim bu kitabı diyor. Rabbimiz azaptan yana değildir. Zulümden ya-na
değildir. Yıllar yılı kendisine küfredenleri bile cehenneminden kurtarmadan ve
cennetine ulaştırmadan yana. Îsâ Allah’ın oğludur diyen Hıristiyanlar, Üzeyr
Allah’ın oğludur diyen Yahûdîler ve melekler Allah’ın kızlarıdır diyen müşrikler
ve kıyâmete kadar vahdet teorisi diye bilinen varlıkların Allah’la
birleşmesi teorisine inanarak
yerdekilerden kimilerinin Allah’a daha yakın olduğuna, Allah’ın bunlarla farklı
ilgilendiğine inanan insanlar kendilerini bu sapıklıklardan kurtarmak üzere, bu
halleriyle kendilerini cehenneme yuvarlanmaktan kurtarmak üzere rahmeti gereği
kendilerine böyle bir kitap gönderen Rablerine ne kadar hamd etseler azdır.
Onların içinden dün de, bugün de samimiyetle Rablerine hamd eden, teşekkür eden
ve bu teşekkürün ifâdesi olarak da Rablerinden gelen bu kitapla diyalog kurarak
bu kitabın uyarısına müsbet cevap veren pek çokları cehenneme gitmekten
kurtulmuşlardır.
Evet Allah’a oğullar izâfe edenleri ya
da yeryüzünde Allah’a yardımcılar izâfe ederek Allah’ın sıfatlarının ve
yetkilerinin bir kısmını bu varlıklara vermeye çalışanları bakın sorgulamaya
devam ediyor Rabbimiz:
5. “Allah'ın çocuk edindiğine dair ne
kendilerinin ve ne de babalarının bir bilgisi vardır. Ağızlarından çıkan söz ne
büyük iftirâdır. Onlar yalnız ve yalnız yalan
söylerler.”
Bu
konuda ne kendilerinin ne de hayatlarını inanışlarını örnek aldıkları müşrik
babalarının hiç bir bilgileri yoktur. Bunu bilmeden söylüyorlar. Ya da aslında
bilmeleri mümkün olmayan bir konuda söz söylüyor bu adamlar. Yâni bu konu gaybî
bir konudur. Nereden bilmişler Allah’ın oğlu olduğunu? Nereden bilmişler
yeryüzünde Allah’ın yetkili varlıklarının olduğunu? Allah’ın yerdeki kullarından
bazılarına bazı yetkilerini devrettiğini, benimle beraber bunları da dinleyin!
Benimle beraber bunların arzularını da gerçekleştirin! Benimkilerle beraber
bunların kanunlarına da itaat edin! Bunlara da kulluk edin! buyurduğunu nereden
ve kimden duymuşlar bu adamlar?
Ve
bu varlıkların da kendisi gibi ilahlar edinilmesi gerektiği ko-nusundaki
Allah’ın iznini, Allah’ın onayını nereden almış bu adamlar? Nereden bilmişler
bunu? Acaba gaybın bilicisi olan Allah’tan bu konuda kendilerine bir bilgi, bir
belge indirilmiş de oradan mı söylüyorlar bunu? Allah’ın önceki elçilerine
indirdiği kitaplarının hiç birisinde bu konuda her hangi bir bilgi var mı? Bu
konuda en küçük bir işaret var mı? Bir delil bulabilmişler mi? Allah önceki
kitaplarının hiç birisinde bu konuda en küçük bir bilgi bile indirmediğine göre;
acaba Allah bizzat kendileriyle özel olarak konuşarak mı söylemiş onlara bunu?
Yâni
ne atalarının, ne de kendilerinin bu konuda hiçbir bilgiye hiçbir delile sahip
olmadıkları halde Allah hakkında nasıl da diyebiliyorlar bunu? Utanmadan bu
insanlar Allah’a karşı nasıl da iftirâ edebiliyorlar? Hayır hayır! Bu konuda ne
kendilerinin yanında bir delil var, ne de kendilerinden önce aynı iftiralarda
bulunan atalarının elinde bir delil var. Ne önceki indirdiğimiz kitaplarda bir
delil var, ne de şu anda indirdiğimiz kitapta bir delil bulabilecekler. Hiçbir
delile dayanmadan kendi kendilerine uyduruyorlar bunu ve kendi nânelerine kılıf
bulmaya çalışıyorlar.
Evet
onların bu konuda bir bilgileri yoktur. Çünkü ilim Allah’-tan gelendir.
Allah’tan gelenlere ancak ilim denir. Allah’tan gelmeyenler sadece zandan
ibarettir. Kitabımız bunu başka sûrelerinde anlatır.
“Peygamberim! Sen onların milletine
girinceye kadar yahudi ve hıristiyanlar asla senden razı olacak değillerdir.
Gerçek hidâyet Allah’ın hidâyetidir, yol Allah’ın yoludur. Eğer sen sana gelen
ilimden sonra hâlâ onların heva ve heveslerine uyarsan Allah’tan sana hiçbir
dost ve yardımcı yoktur.”
(Bakara
120)
Sana gelen ilimden sonra. Hangi ilim
gelmişti Rasulullah Efendimize? Buradaki ilim Kur’an’dır. İlim vahiydir. Çünkü
peygamberimize gelen vahiydi. Eğer sen, sana gelen bu vahyi bırakır da onların
ilme dayanmayan heva ve heveslerine isteklerine, arzularına, sevgilerine
nefretlerine düşüncelerine, sosyal sistemlerine, ekonomi anlayışlarına,
eğitimlerine, ceza kanunlarına, âhiret görüşlerine yahut ahlâk, siyaset
yapılarına, her şeylerine uyarsan, artık senin için Allah’tan ne bir dostun
vardır, ne de bir yardımcın. Allah’ın velâyetini, Allah’ın dostluğunu kaybetmiş
olursun.
Evet ilim vahiydir. Rabbimizin
Cebrail veya bir başka yolla peygamber efendimize indirdikleri ilimdir.
Kur’an’ın ortaya koyduğu Allah bilgisinin dışındakilerin tamamı ümniyeden,
zandan ibarettir. Vahiy kaynaklı olmayan bilgilere ilim denmez. Bakın burada da
Rab-bimiz buyuruyor ki, Allah’ın evlâdı var diyenlerin bu konuda herhangi bir
bilgileri yoktur. Allah’ın çocuğu varmış. Peki kim demiş bunu? Nereden varmışlar
bu hükme? Eğer Allah dedi diyorsanız, haydi buyurun delilinizi getirin. Hangi
kitap, hangi âyet dedi? Yok eğer bu bilgi bize atalarımızdan intikal eden bir
bilgidir diyorsanız, devam edin 5. âyete; “Babalarının da böyle bir bilgileri
yoktur” diyor Rabbimiz. Olamaz da zaten. Böyle ancak vahiyle bilinebilecek gaybî
konularda Allah ve Resûlünden intikal edenlerin ötesinde bir bilgimiz olamaz.
İşte
bunun içindir ki hadis imamlarımız tarafından bize bu hadistir diye aktarılan
bir hadis konusunda, itirazı olanlara, böyle bir hadis olamaz diyenlere bunu
soruyorum. Peki bunun hadis olmadığı konusunda kitaptan bir delilin var mı? Bir
âyet biliyor musun bunun hadis olmadığını söyleyen? Çünkü bu gaybî bir konudur
ve delil isteriz. Gaybî konular bir kişinin öyle kendi kendine bilemeyeceği
konulardır. Öyleyse bu konunun öylece olduğuna dair net bir âyet lâzımdır.
Demeli ki Allah, insanlar şu sözün hadis olduğunu söylerlerse sakın dinlemeyin,
o yalandır. İşte bu sûrenin ilerleyen bölümünde böyle bir uyarı göreceğiz.
“Ashâb-ı Kehf’in sayıları konusunda bu anlatılanlardan öteye kimseden bilgi
sorma peygamberim buyuracak Rabbimiz. Senin başka bilgiye ihtiyacın yok
buyuracak.
Öyleyse
kendi kendilerine, kendi kafalarınca bir Allah inancı içinde olanları
dinlemeyeceğiz. Allah bilgisinden habersiz, vahiyden uzak Allah’ın oğlu, kızı,
yetkilileri vardır diyenlere asla kulak vermeyeceğiz. Bu sapık yahudi ve
hıristiyan dünyadan ve onlar kaynaklı, onlar kafalı düşünenlerden zerre kadar
bir bilgilenme içinde olmayacağız. Çünkü bir konuda Allah bize bir bilgi
bildirmemiş, peygamber efendimizden de bize bir ışık gelmemişse o konuda hiç
kimsenin konuşma yetkisi yoktur.
Îsâ Allah’ın oğludur diyenler Allah’a
torpilli varlık bulmaya çalışıyorlar aslında. Allah’a veliaht bulmaya
çalışıyorlar. Yâni yarın oğlu vasıtasıyla babaya yaklaşıp, babaya torpil
yaptırıp işlediğimiz nanelerden dolayı cehennemden kurtulma imkânı bulabiliriz
demeye çalışıyorlar. Yahûdîler de Hz. Üzeyir’i öne sürerek babaya torpil
geçebileceklerine inanıyorlar. Müşrikler de, ne de olsa babanın yanında
kızlarının da hatırı vardır, Allah’ın kızları olan melekler vasıtasıyla babaya
yaklaşabiliriz diyorlar, onlar da kendi nanelerine kılıf bulmaya çalışıyorlar.
Allah buyurur ki:
Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük ne
çirkin bir sözdür. Bilmeden söyledikleri bu söz ne büyük bir iftiradır Allah’a.
Nasıl da cesaret edebiliyorlar buna? Ağızlarından çıkan bu söz Allah’ı
kızdıracak, Allah’ın gazabını celp edecek en büyük bir suç, en büyük bir küfür,
en büyük bir şirk ve en büyük vebâli gerektirecek bir zulüm oldu, en büyük bir
iftira oldu. Şu sıfatları kendisi
tarafından bize anlatılan, hamd kendisine ait olan, kullarına karşı bu kadar
merhametli olan, kulları için cennetinden yana olan, onların cennet yollarını
açmak ve cehennem yollarını kapatmak isteyen, kullarını dünya ve ukba’da
saâdetlere ulaştırmak isteyen bunun için her dönemde kitap ve elçi gönderen
Allah’a karşı yapılacak şey miydi bu? O yüce Allah bu kadar yanlış tanınmaya
lâyık mıydı? Değildi elbette, çünkü dosdoğru olan ve kendisinde eğri büğrülük
olmayan, kendisinde herhangi bir çelişki olmayan, insanların anlayamayacakları
bir kapalılık bir bulanıklık olmayan kitabında her şeyi anlatmıştı ama yine de
bu kitaptan habersiz yaşayan insanlar yalan söyleyip Allah’a en büyük
iftiralarda bulunmaya devam ediyorlar.
Evet
ağızlarından çıkan Allah’la alâkalı bu söz, bu iftira ne ka-dar da büyük? Ne
azîm bir söz? Nasıl da yalan söylüyorlar? Yâni gerçekten bu insanlar Allah
hakkındaki bu sözü söylerlerken hiç dü-şünmüyorlar mı? Hiç çekinmiyorlar mı?
Ama, galiba konumlarını muhafaza derdi onlara bu sözü söylettiriyor. Hani
kitabımızın bir başka sûresinde şöyle
deniyordu: Dikkat edin, bu adamlar (Musa ve Harun) sizi ülkenizden, yurdunuzdan
etmek istiyorlar. Sizi vatanınızdan çıkarmak istiyorlar. Onun için bu adamları
sakın dinlemeyin diyorlardı. Peygamberi dinlememe konusunda böyle mantık
geliştirmişlerdi. Toplumun kulağına böyle bir yaftayı yerleştirmek istiyorlardı
Firavun ve adamları. Tüm peygamberlere aynı şeyleri söylediler. Bu adam yalancı
ve sihirbazdır, sakın dinlemeyin onu. Yâni En’âm sûresinin beyânıyla söylersek,
hem kendileri inanmıyorlar, hem de insanların inanmasına engel olmaya
çalışıyorlardı.
İşte onların bu iftiraları karşısında
gökler gazâbından ve üzüntüsünden parçalanacak hale gelirken, melekler
utançlarından Rablerine istiğfara varırken, Allah’ın Resûlü de elbette
üzüntüsünden kendisini helâk edecek duruma geliyordu. Bakın bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz onu şöyle dile getirir:
6.
“Ey Muhammed! Bu inanmayanların ardından üzülerek nerdeyse kendini
mahvedeceksin!”
Peygamberim!
Neredeyse bu îman etmeyenlerin arkasından îman etmiyorlar diye, yola
gelmiyorlar, istenilene yaklaşmıyorlar diye kendini parçalayacaksın. Bunlar
Rablerine karşı bu tür iftiralarda bulunuyorlar, Rablerini gereği gibi
tanımıyorlar diye neredeyse kendi kendini helâk edeceksin. Kendi kendini
mahvediyorsun. Ne gerek var buna peygamberim? Kendi kendini parçala diye kim
dedi sana? Böyle bir sorumluluğun olduğunu nerden çıkardın sen? Hangi âyet dedi
sana bunu? Yâni bu adamların yola gelmeyişlerinden senin sorumlu olduğunu ve
bunu becerinceye kadar kendi kendini yiyip bitirmen gerektiğini kim dedi sana?
Ne
oluyor sana! İnsanlar inanmıyorlar diye neredeyse kendi kendini kahredeceksin.
Onların izleri, onları eserleri, tesirleri sebebiyle neredeyse kendini yiyip
bitiriyorsun. Bu söze, bu Kur’an’a inanmıyorlar diye neredeyse kendi kendini
mahvedeceksin.
Senin böyle bir
sorumluluğun yok. Ben sana böyle bir yük yüklemedim. Bırakıver hâinleri îman
etmiyorlarsa canları cehenneme. Senin Rabbini senin tanıdığın gibi tanıyıp Ona
teslim olmuyorlarsa, yerdekilere Rabbinin sıfatlarını vererek onlara kulluk
etmeye çalışıyorlarsa, onların kanunlarını Rabbinin kanunlarına tercih etme
budalalığında bulunuyorlarsa sen üzülme canları cehenneme onların. Kendini hârâp
etmene, kendi kendini yiyip bitirmene değmez onlar için. Sen tebliğ edersin,
anlatırsın, duyurursun eğer îman ederlerse, Allah’ın istediği biçimde bir hayat
yaşarlarsa hem dünyada hem de âhirette
kurtulacaklar. Yok eğer ayak diretirler, îman etmezler ve burunlarının
doğrusuna giderlerse cehenneme kadar yolları var onların. Hem dünyada rezil
rüsva olacaklar, hem de âhirette cehennemin berzahına yuvarlanacaklar
onlar.
Peki
biz ne yapacağız? Tanıdığımız, tanımadığımız ulaşabildi-ğimiz herkese bu
âyetleri duyurmak, onların dirilişine sebep olmak, onların cennetlerine sebep ve
cehennemlerine engel olmak için elimden gelen her şeyi yapacağım, bunun için var
gücümle çırpınacağım, ama dinlemediler diye de kahrolmayacağım. Yâni insanlar
istenilen noktaya gelmediler, adam olmaya yanaşmadılar diye kendimi kahredecek,
kendimi ihmal edecek, kulluğumu aksatacak noktaya gelmeyeceğim. Çünkü ben
anlatmakla, duyurmakla mükellefim, dinletmek ve hidâyet etmek konumunda değilim.
Şu
anda insanlardan pek çoğunun bunu çokça dert edindiklerine şahit oluyoruz.
Efendim, tamam anlatacağım da, ama ne yapayım dinlemiyorlar, dinlemek
istemiyorlar. Eğer çevremdekiler-den birazcık ilgi görsem, birazcık dinleme
meyli sezinlesem vallahi ben de anlatacağım.
Peki
Kur’an’da dinlerlerse anlatın diyen bir âyet var mı? Gördünüz mü böyle bir âyet?
Yok değil mi? Öyleyse ne yapacağımızı, ne edeceğimizi kendi kendimize
belirlemeye kalkışmayalım da, Allah’a soralım. Bıkmadan, usanmadan vahyi
insanlara duyurmaya devam edelim inşallah. Karşımızdaki dinlemezse biz
dinliyoruz ya. O adam olmazsa biz oluyoruz ya. O görevini yapmıyorsa biz
yapıyoruz ya. O vahiyle beraberlik kurmuyorsa biz kuruyoruz ya. O Allah’la
beraber olmak istemiyorsa biz oluyoruz ya. Oysa biz kendimiz Müslüman olmak için
anlatıyoruz olduğumuzu unutmamalıyız.
İnsanların îman etmeyişleri, Allah’a ve
Allah’ın âyetlerine karşı vurdumduymaz davranarak, Allah’a ve Allah’ın elçisine
karşı müs-tekbirce bir tavır takınarak süratle ateşe doğru gidişleri karşısında
kahrolan mahvolan ve yerinde duramaz hale gelen Allah’ın Resûlüne en büyük
teselli kaynağı oluyordu bu âyetler. Nasıl rahat etsindi Allah’ın elçisi? Yanı
başında hızla cehenneme gidenleri görüyordu. En yakınları, akrabaları Allah’ı ve
Onun azâbını tanımadan gafilce bir hayat yaşıyordu. Top yekün çevresi ateşe
doğru gidiyordu. Kadınlar, erkekler, çocuklar, babalar, analar bilmeden ateşe
doğru koşuyorlardı.
İşte
acı acı bunu seyreden Allah’ın Resûlü mahvoluyor, perişan oluyor ve zaman zaman
dengesini kaybediyordu. Göz göre bu in-sanların farkında olmadıkları cehenneme
gidişlerine vicdanı razı ol-muyor, yüreği dayanmıyordu. Üzüntüsünden,
çâresizliğinden kendini yiyip bitiriyordu âdeta. Nasıl oluyor da bu insanlar
anlamıyorlar? Nasıl oluyor da bu insanlar ateşe can atıyorlar? diye dengesini
kaybedecek noktaya geliyordu da Rabbimiz onu bu âyetleriyle teselli ediyordu.
Sen görevini yap peygamberim! Senin görevin bu insanları hidâyete ulaştırmak
değil. Sen sana düşen tebliğ görevini yap gerisini bize bırak
diyordu.
Öyleyse bizler de çevremizde Allah’ı
tanımadıkları için, Allah’ın elçisiyle ve Allah’ın kendilerine gönderdiği
kitabıyla diyalog kurma-dıkları için, Allah’ın kendileri için belirlediği hayat
tarzını bilmedikleri için cehennem doğru koşan insanları gördükçe üzülmeli,
yerimizde duramaz hale gelmeli ve tıpkı efendimiz gibi onların kurtuluşu için
çırpınmalı ve onların cennete gidişlerini kendimize dert edinmeli, iş
edinmeliyiz. Yeryüzünde en büyük derdimiz en büyük problemimiz, kafa yoracağımız
en birinci işimiz bu olmalıdır. Gerekirse aç kalmayı gerekirse meteliksiz olmayı
bile göze alarak Allah’ın kullarının kurtuluşunu en büyük dert edineceğiz.
Üzüleceğiz, çalışacağız, çırpınacağız ama âyetin uyarısıyla hareket edecek ve bu
üzüntümüz de hiç bir zaman bizi bitirecek noktaya da gelmeyecektir.
Çünkü
şu gerçeği hiç bir zaman unutmayacağız ki Rabbimiz az evvel peygamberine
anlattığı konu Rabbimizin yeryüzünde değişmeyen bir yasasıdır. Bu yasa gereği
yeryüzünde kâfirler de olabilecektir. Rızası olmamakla beraber yeryüzünde
kâfirin olabileceğini bildirmektedir Rabbimiz. Rabbimizin murâdı gereği
yeryüzünde biz ne yaparsak yapalım, biz ne kadar çırpınırsak çırpınalım
cehenneme gidenler de olabilecektir.
Yeryüzünde hiç kâfir insan kalmasa, yeryüzünün
tamamı müslüman olsa ve bu müslümanların arasında bir tek kâfir kalsa bütün
dünya müslümanları toplansa da bu bir tek kâfiri müslüman yapma imkânımız
yoktur. Yeryüzünde bir tek kâfiri bile müslüman yapamayacağımızı, onu hidâyete
ulaştıramayacağımızı bilerek, buna inanarak, hidâyetin Allah’a ait olduğunu
anlayarak kendimizi dengede tutmaya çalışacağız.
Biz bize düşeni yapıp yapmadığımıza,
biz Allah’ın âyetleriyle önce kendi kendimizi sonra da insanları uyarıp
uyarmadığımıza bakalım. Allah yolunda Allah’ın istediği hayatı yaşayıp
yaşamadığımıza bakalım. Allah’ın bizden istediği hayatı yaşayıp bu yaşadığımızı
da Allah’ın kullarına duyurduktan sonra gerisini bu dinin sahibine bıra-kalım.
Kendimizi helâk edecek duruma da sokmayalım.
Allah’ın Resûlü Mekke’de kendisine ve
beraberindeki bir avuç müslümânâ yapılan işkencelere, alaya almalara değil,
inanmayanların îmansızlığına üzülüyordu. Onu en çok üzen konu onların kendisine
yaptıkları değil, her şeye rağmen, bütün çabalarına rağmen onların adam
olmayışlarıydı. Onların göz göre göre ateşe doğru gitmeleri onu çileden
çıkarıyordu. Buhârî’de insanlara karşı konumunu ve sorumluluğunu anlatan bir
hadislerinde Allah’ın Resûlü bakın şöyle buyurur:
"Benim ve sizin misâliniz ateş yakan ve
yaktığı ateşe kelebekler ve çekirgeler düşerek yanmaya başlayınca da onları
ateşten kurtarmaya çalışan kimse gibidir. Ben sizi ateşe düşmekten kurtarmak
için çırpınıyor eteklerinizden tutuyorum. Oysa sizler benim elimden kurtulmaya
çalışıyorsunuz"
7. “İnsanların hangisinin daha iyi iş
işlediğini ortaya koyalım diye, yeryüzünde olan şeyleri, yeryüzünün süsü
yaptık.”
Evet
yeryüzünü ziynetlendirdik, süsledik diyor Rabbimiz. Yeryüzünde olanları bir süs,
bir ziynet kıldık. Oradakilerin tüm ihtiyaçlarını temin ederek yeryüzünü hayat
için hazırladık. Yeryüzünü her yönden hazırlayarak yaşanır hale getirdik. Ne
için böyle yapmış Rabbi-miz yeryüzünü? Bizim imtihânımız için. İnsanların
hangisinin daha güzel ameller işleyeceklerini deneyelim diye. Hangisi sâlih
ameller işleyecek, hangisi de dünyanın bu süsüne ve ziynetine aldanarak imtihanı
kaybedecek bunu deneyelim bilelim ve açığa çıkaralım diye tüm
yeryüzü varlığını onun için bir süs, bir dekor kılmışız. Sebep; insanlardan
hangisi daha güzel amel ortaya koyacaklar, bunu deneyip açığa çıkaralım diye.
Evet, hayatın varlık sebebi imtihandır.
Demek ki yeryüzü bir
imtihân salonudur. Bizim imtihânımız için bu dünya bu şekilde hazırlanmıştır.
Dünyanın geçici zevklerine ve süslerine aldanmayıp, onun geçiciliğini anlayıp
onun yaratıcısına yönelen, Onun rızasını kazanabilmek için sâlih ameller işleyen
kimselerle, dünyayı hedef bilip onun süsüne ve ziynetine gönlünü kaptıranları
ayıralım diye, Rabbimiz bu dünyanın süslendiğini anlatıyor. Dünyanın süsüne ve
ziynetlerine aldanarak kulluğu terk eden insanların imtihânı kaybedecekleri
anlatılıyor. Zîra dünyanın böyle câzip ve süslü kılınması aldanmaya müsait
olduğunu göstermektedir. Sizin imtihânınız için kurulan bu dünya bir gün
bitecektir. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz onu şöyle
anlatır:
8.
“Şüphesiz Biz, yeryüzünde olanları kupkuru bir toprak haline
getirebiliriz.”
Evet
bir gün gelecek ki yeryüzündekileri kupkuru bir arâzî haline getireceğiz. O
süslü o güzelim dünya, o güzelim hayat bir gün bitecek. Gençlik bitecek,
güzellik bitecek, canlılık bitecek, hayat bitecek her şey bitecek. Baharınız
bitecek, gençliğiniz bitecek, zindeliğiniz bitecek, sıhhatiniz bitecek,
güçleriniz bitecek, devletiniz saltanatınız bitecek, gökler bitecek, yıldızlar
bitecek, güneşiniz bitecek ve tüm kâinatta hayat bitecek. Zaten sizin
imtihanınız için kurulmuştu bu dünya. Hanginiz ne ameller işleyecek? bunun için
kurulmuştu bu dünya. Onun içindi bu kadar masraf, bu süsler bu ziynetler. Sizin
imtihânınızın bitip de imtihân sonuçlarının açıklanma dönemine gelindiğinde bu
ha
yat
da bitecek. Tıpkı kışın tüm ağaçların, tüm çayır ve çimenlerin, tüm çiçeklerin
ve güzelliklerin solup, kuruyup bittiği gibi. Bugün göz kamaştıran bu süsler, bu
ziynetler bu hayat yarın solacaktır.
Öyleyse
bunların birer imtihân vesilesi olduğunu unutmayın. Bu hayatı ebedî zannetmeyin.
Dünyanın geçici süsüne ve ziynetine aldanıp da burada ebedî kalacağınızı
sanmayın. Önemli olan bu dünyaya bel bağlayıp onun güzelliklerine meyledip
imtihanı unutmamaktır. Baksanıza baykuşlar Efrasyab’ın çardağı üzerinde nöbet
tutuyorlar ve örümcekler Kayzer’in köşkünde perdedarlık yapıyor. Hani dünyada
güç kuvvet sahibi, egemenlik sahibi kralların, hükümdarların saltanatlarından ve
devletlerinden hiçbir eser kalmamış. Bu dünyada gördüğünüz her şey sizin
imtihanınız, sizin denenmeniz için yaratılmış süs ve ziynetlerdir.
Ama
sizler bütün bunların hedef olduğunu zannediyor ve bunlar peşinde koşuyorsunuz.
Sizi bu aldatıcı şeylerden koruyup Rabbinize kulluğa teşvik eden Rabbinizin
âyetlerinden yüz çeviriyorsunuz buyurduktan sonra, bakın Rabbimiz burada hayatı
Allah için yaşayan, hayatı değerlendiren ve güzel ameller işleyerek Rablerinin
rızasını kazanma şerefine ermiş bir kaç yiğit müslümanın örneğini su-nacak.
Mekkeli
gariban müslümanlar da tıpkı Ashabu’l-Kehf dönemi müslümanları gibi çok büyük
bir baskı ve zulüm altındaydılar. Kitabımızın Enfâl sûresinin bir âyeti bunu
şöyle anlatır:
“Yeryüzünde
az sayıda olduğunuz ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi esir alıp
götürmesinden korktuğunuz zamanları, hatırlayın. Allah, şükredesiniz diye sizi
barındırmış, yardımıyla desteklemiş, temiz şeylerle
rızıklandır-mıştır.”
(Enfâl
26)
Hatırlayın.
Hani sizler çok azdınız, yeryüzünde müs’taz’afdı-nız, aşağılanıyor,
horlanıyordunuz. İnsanlar, müstekbirler sizi zaafa düşürüyorlardı. İnsanlar sizi
zayıf görüyorlardı. Zâlimlerin, kâfirlerin baskıları altında bir takım
fonksiyonlarınızı icra edemiyordunuz.
Mekke,
zulüm ortamında kâfirler tarafından mü’minlerin düşürüldükleri durum
anlatılıyor. Mekke’de kâfirler tüm güçleriyle mü’min-lerin üzerine
yükleniyorlar, onları bir kaşık suda boğmaya çalışıyorlardı. Bazen bir yerlere
hapsediyorlar, ekonomik ambargolar uygulu-yorlar, bazen öldürüyorlar, bazen
işkenceler altında inim inim inletiyorlardı. İşte ey Müslümanlar, o ortamı bir
hatırlayın. Kimi görevlerinizi icra edemiyordunuz. İnsanların sizi esir alıp
götürmelerinden korkuyordunuz. Bana imanlarınızı gündeme getiremiyor, Benim
yüceliğimi açıktan açığa haykıramıyor, ilân edemiyordunuz. İnandığınız gibi bir
hayat yaşayamıyordunuz. Kızgın kumlar üzerinde sürükleniyordunuz. İnsanların
sizi kapıvermesinden korku içindeydiniz...
Böyle bir zulüm ortamındayken, Allah
şükredesiniz diye, kendisine, kendisinin istediği gibi kulluk edesiniz diye sizi
oradan kurtarmış, Medine’de, dar’ul İslâm’da barındırmış ve zaferiyle sizi teyit
etmiştir. Sizi Allah ve Resulü egemenliğinde Medine özgür ortamına
ka-vuşturmuştur. Medine’de size güzel güzel rızıklar lütfetmiştir. Tabii o gün
için bu âyetin muhatabı o Müslümanlardı, ama kıyâmete kadar her bir dönem
Müslümanları bu âyetin muhatabıdırlar. Her çağın az olan, azınlıkta olan
Müslümanları Rabbimiz tarafından aynen onlar gibi desteklenmekte, az iken,
mus’taz’af iken, insanlar sizi kapıverecekler, boğuverecekler, tanklarıyla
üzerlerinize yürüyüverecekler diye tir tir titrerken sizi onların elinden
kurtaran, size güvenlik yurtları nasip eden de Rabbinizdir.
Öyleyse
Allah’ın üzerinizdeki bu büyük lütuflarını unutmayın. Bunu sürekli gündemde
tutarak Rabbinize şükredin. Rabbinizin verdiği nîmetleri O’nun istediği yerde
kullanın. O’nun verdiği hayatı O’-nun için yaşayın. Hayatı Allah için yaşamak
zorunda olduğunuzu hep gündemde tutun. Bunu sürekli gündemde tutuş kişinin
Allah’la bağını artıracaktır. Evet sürekli Rabbinizin size olan ihsanlarını
gündemde tutun.
Evet
Bilâl’ın, Ammar’ın, Habbab’ın, Süheyb-i Rûmi’nin işkenceler altında inim, inim
inledikleri, kurtuluş için hiçbir ümit ışığının görünmediği bir dönem. İşte
böyle sıkıntının hat safhaya ulaştığı bir dönemde gelen bu sûrenin gençler
kıssası, o garibanlara bu boğucu zulümattan sonra bir aydınlık, zorluktan sonra
bir kurtuluş, zilletten sonra bir izzetin geleceği müjdesini veriyordu. Bakın ey
müslümanlar, zâhirde hiçbir güçleri olmayan üç beş genci her türlü gücü, silahı
ve iktidarı elinde bulunduran kâfirlere karşı nasıl galip getirmişse kesinlikle
bilesiniz ki sizler de o yiğitlerin yolunda olduğunuz sürece sizi de galip
getirecektir. Bundan hiç şüpheniz olmasın buyurmaktadır.
Yine
aynı dönemlerde gelen Yusuf sûresi de müslümanlara bir teselli ve destek
oluşturuyordu. Güçlü olan kardeşlerine karşı Rab-biniz güçsüz Yusuf’unu nasıl
desteklemiş, ona kötülük eden kardeşlerini nasıl onun önünde diz çöktürmüşse
kesinlikle bilesiniz ki şu anda size zulmedenleri de pek yakında sizin
karşınızda özür dileyecek bir konuma getirecektir buyurmaktaydı.
Yine
aynı dönemlerde Mûsâ (a.s) ile Firavun kıssası anlatılıyordu müslümanlara.
Yeryüzünün en süper gücünün Allah desteğindeki bir tek mü’min karşısındaki
hezimeti gündeme getirilerek hem kâfirlere bir tehdit, hem de onların
işkenceleri karşısında âdeta ellerinde kor tutuyor gibi bir müslümanlık yaşamak
zorunda kalmış mü’-minlere bir destek oluşturuluyordu. Çünkü onlar bu dünyanın
tadı tuzuydu. Çünkü onlar kıyâmete kadar devam edecek bir iman ağacının en temiz
ve taze çekirdeğiydi.
Evet gerek Ashab-ı Kehf ve gerekse
Mekke müslümanlarının o günkü durumuna benzer durumlar her zaman olabilecektir.
Rab-bimizin hikmeti gereği inanmış kullarını eğitecek, olgunlaştıracak,
yetiştirecek eziyetler, işkenceler, sürgünler her dönem olabilecektir. Bu bazen
kâfir, zalim bir devletin, bir iktidarın gölgesinde olabileceği gibi, bazen de
adı müslüman olan, İslâm’ın kimi emirlerini yerine getiren, mevlitler okutup
mescitler inşa ettiren iktidarların gölgesinde olabilir. Çünkü adının ve
halkının müslüman olmasının ötesinde bu iktidarlar İslâm’ı, tevhidi dinsizlik
akımlarından, putperestlikten ve câhiliyenin her çeşidinden çok daha zararlı ve
tehlikeli görebilen iktidarlar olabilir. İşte böyle ortamlarda bilelim ki
Ashabu’l Kehf kıssası yeniden gündeme gelir ve güçlü zalimlerle Allah
desteğindeki azınlık garibanlar arasındaki savaş yeniden
başlayıverir.
Ashabu’l-Kehf
kıssası Ahd-i Atik sifirlerinde de varit olmuştur. Çünkü bu olay Hıristiyanlık
tarihin başlangıç dönemlerine vaki olmuştur. Elbette Hz İsa’ya (a.s) iman
edenlerin istikâmet ve cesaretlerinin gündem edildiği bu kıssa Hıristiyanlar
arasında bir iftihar konusu edilmiştir.
Evet
şimdi nefeslerimizi tutuyor, Ashâbı Kehf diye bilinen kahramanlar geçidi önünde
duruyor ve onları seyretmeye başlıyoruz. Kıyâmete kadar mü'minlere örnek olarak
sunulan bu yiğitlerin hayatı nasıl değerlendirdiklerini, nasıl
bereketlendirdiklerini, içinde bulundukları müşrik bir topluma karşı nasıl şanlı
bir kıyamı gerçekleştirdiklerini anlamaya çalışacağız. Sûrede Rabbimizin bize
anlattığı birinci kıssa ile karşı karşıyayız. Ya da Ashab-ı Kehf diye bilinen
yiğit müslüman-ların mağarasına misa fir
olduk. Bakalım bize ne diyecekler? Ne anlatacaklar? Hangi mesajları verecekler.
Onlarla beraber olmaya, onları tanımaya, onlarla sohbet edip hayatımızı onların
bize anlattıklarıyla düzenlemeye çalışacağız.
Kehf sûresinin bu bölümünde Allah için
kıyameden gençlerin ölümsüz kıyamlarıyla karşı karşıyayız. Hangi târihte, hangi
dönemde ve yeryüzünün hangi ikliminde, hangi coğrafyasında oldukları bizce hiç
önemli değil. Allah için, Allah’ın dinini yaşamak için, Allah’ın rızasını
kazanmak için, hayatlarını Allah’a sunmak için Allah’ın hatırıyla çatışan
dünyayı, dünyanın süsünü ve ziynetini, rahatlarını istirahatlarını, Allah’ın
arzularıyla çatışan toplumlarını, babalarını, analarını, kavim ve kardeşlerini,
kendilerini ilahlaştırmış toplumun zalim idarecilerini ve bu zalim idarecilere
kulluğu sineye çekerek şirke düşmüş toplumlarını terk ederek Allah adına kıyam
etmiş gençler.
Kendilerini
ölümle tehdit eden sahte Rablerin tehditlerine ve toplumlarının baskılarına
aldırış etmeden yalnız Allah’ı Rab bilen ve sadece onu İlah tanıyarak onun
rızası na yönelen yiğitler. İşte îmanları tehlikeye girdiği andan itibaren,
tâğutların fitneleriyle karşı karşıya kalıp ya öldürülmeleri ya da zorla
işkenceyle dinlerinden döndürülmeleri tehlikesiyle burun buruna geldikleri bir
anda sayılarının azlığına bakmadan, güçsüzlüklerini hesap etmeden Allah’a
güvenerek şanlı bir kıyam da bulunmaları bu gençleri kıyâmete kadar ölümsüzlüğe
eriştirmiştir.
Kıyâmete
kadar kendilerinden sonra gelecek ve kendilerini ta-kip edecek müslümanlara en
güzel bir örnek oldular. Kendilerinden sonra gelecek ve yeryüzünün neresinde
olursa olsun bu kitabı eline alan müslümanlara sürekli yayın yapacak ve
yeryüzünde hiçbir yayın organının sunamayacağı en güzel mesajları sunacak yiğit
gençler. Şanlı kıyamlarıyla kıyâmete kadar mü'minlerin dillerine destan oldular.
Allah bu kıyamlarından ötürü onları destanlaştırdı, levhalaştırdı ve
sembolleştirdi.
Eğer bu adsız-sansız gençler Allah
adına böyle bir kıyamı ger-çekleştirmeyip dönemlerinde aynı şehri, aynı
mahalleyi, aynı hayatı paylaştıkları arkadaşları gibi, akranları gibi, babaları
ve anaları gibi olsalardı, yâni çağdaşları gibi içinde yaşadıkları toplumun
şartlarını kabul edip tâğutların arzularına boyun bükselerdi onlar da ötekiler
gibi yok olup gideceklerdi. Unutulup gideceklerdi. Belki ötekiler gibi
varlıklarından bile kimse haberdar olmayacaktı.
Ama
bakın Allah adına bu şanlı kıyamı gerçekleştirdikleri için şimdi dünyanın her
yerinde ben müslümanım diyen, benim de kitabım var diyen ve kitaplarıyla ilgi
kuran, kitaplarını ellerine alıp onu tanımaya çalışan tüm müslümanların artık
ortak kahramanıdır bunlar. Tüm müslümanların ortak kahramanları. Adsız
kahramanlar, isimsiz kahramanlar. Allah için sundukları örnek îmanlarıyla, örnek
teslimiyetleriyle, örnek hayatlarıyla ve örnek kıyamlarıyla, Allah’ı yegâne Rab
ve İlah bilip onun dışındaki tüm sahte tanrıları reddedişleriyle, küfre ve şirke
baş kaldırışlarıyla tüm müslümanlar için örnek oldular.
Rabbimiz sûrede bu yiğitlerin nerede ve
ne zaman yaşadıklarını bize anlatmadığı için biz de bu konu üzerinde
durmayacağız. Çünkü gaybî bir konu ve konunun sahibinden başka hiçbir kaynaktan
bilgi edinme imkânımızın olmadığı için de onu konunun sahibine bırakıyoruz. O ne
kadarını bildirmişse o kadarıyla iktifa ediyoruz. Allâm’ul ğuyûb olan, gaybın da
şehâdetin de bilgisi kendisinden olan Rab-bimizin sûrede hakkında bilgi
vermediği bir konu üzerinde delilsiz konuşmak Rabbimizin ifadesiyle gaybı
taşlamak olacağından onu geçiyoruz.
Ama bakıyoruz ki bu sûrede Rabbimiz bu
yiğitlerin sığındıkları mağarada ne kadar kaldıkları, ne kadar yaşadıkları
konusunda bilgi vermiş. Bu yiğitlerin âdetleri, sayıları konusunda da Rabbimizin
bize sunduğu bilgiler belgeler var. Ama Rabbimiz bizim ilgimizi, düşüncemizi,
dikkatimizi bu konular üzerine değil de başka şeyler üzerine yoğunlaştırmamızı,
başka konular üzerine teksif etmemizi istemektedir. Bunların nerede? Hangi
coğrafyada? Hangi dönemde? Kaç kişi olarak bu kıyamı gerçekleştirdikleriyle
uğraşıp derinleşmekten ziyâde bizim anlamamızı, kavramamızı istediği başka
konular var.
Rabbimizin
bu sûrede onların kıssalarını bize anlatırken öz olarak bize sunmak istediği
mesajı anlayabilirsek o zaman bu kahramanları daha güzel tanımamız ve onları
hayatımızda örnek almamız mümkün olacaktır. Bizler de bir gün çevremizdeki
küfrün ve şirkin bizi boğacak, bizim kulluğumuza imkân vermeyecek, bizi
fitnelere düşürerek dinimizden îmanımızdan edecek bir noktaya geldiğinde tıpkı
onlar gibi yapacağımız bir şey kalmayınca kendilerini ilahlaştırmış tüm
tâ-ğutlara karşı ve içinde bulunduğumuz şirke batmış topluma ve o toplumun tüm
şirklerine ve küfürlerine karşı şanlı bir kıyam gerçekleştirme imkânı buluruz
inşallah.
Kim
bilir belki bu yiğitleri çok iyi tanırız da bir gün tıpkı onlar gibi; biz de
küfre batmış toplumumuzdan teberrî ettik! Biz sizlerden teberrî ettik! Biz sizin
İlah kabul ettiğiniz, Rab kabul edip kanunlarını uygulamaya çalıştığınız,
hayatınızda kendilerini söz sahibi kabul ettiğiniz tüm yapay tanrılarınızı, tüm
sahte İlahlarınızı reddediyoruz! Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir! Biz
sadece onu Rab biliyoruz! Sadece onun arzularını uygulamaya ve sadece ona kulluk
etmeye karar verdik! Sizleri ve tüm inanışlarınızı reddediyoruz diyerek, ve
sadece Allah’a dayanarak, sadece Allah’a güvenerek Allah adına yürürüz de
Rabbimiz aynen o yiğitler gibi bizi de koruması altına alır, bizi de onlar gibi
ölümsüzleştirir.
Çünkü
sûrenin ilerleyen bölümlerinde Rabbimiz kendi kelimelerinde kendi yasasında
değişikliğin olamayacağını vurgulamaktadır. Yâni dün o kendisi adına kıyam
edenlere nasıl yardım edip onları galip getirmişse onların yolunun yolcusu
olanları da mutlaka koruyacağını ve onları galip kılacağını anlatmaktadır.
Bir
grup inanmış insanla kurtuluş mağarasına doğru gidiyoruz. Bakın
kıssayı Rabbimiz şöylece anlatmaya başlıyor:
9. “Yoksa sen, ey Muhammed! Mağara ve
kitâbe ehlini şaşılacak âyetlerimizden mi
zannettin?”
Peygamberim!
Sen zannediyor musun ki Kehf ashabı ve Ra-kîm ehli şaşılacak, hayret edilecek
âyetlerimizdendir? Yâni sen onların durumunu pek şaşılacak hayret edilecek bir
âyetimiz olduğunu mu zannediyorsun? Pek mi taaccüp ettin buna? Çok mu tuhaf
karşıladın bunu? Halbuki bizim şaşılacak
hayret edilecek daha nice âyetlerimiz vardır. Bizim öteki âyetlerimiz yanında
bunun ne değeri olabilir ki? Üç beş genç, üç beş yüz yıl mağarada uyutulduktan
sonra onları diriltmişiz. Bizim öteki âyetlerimizin yanında onlar nedir ki?
Göklerin ve yerin yoktan var edilmesi, göklerde ve yerdekilerin yoktan var
edilmesi, insanların yoktan var edilmesi, meleklerin, cinlerin, arşın, kürsinin
yoktan var edilmesi yanında üç beş garip müslümanın bir mağarada önce öldürülüp
sonra da tekrar diriltilmeleri belki biz kullar için gariptir, hayret edilecek
bir konudur ama Allah için hiç de garip ve zor şeyler değildir bunlar.
Yine
gece ve gündüz âyetlerini düşünün. Bir anda gece ol-muş, her tarafta kapkaranlık
hâkim olmuş, ama bir süre sonra bakıyoruz gündüz gelmiş ve her taraf aydınlık
içinde. Bunlar ne büyük âyettirler. Evet düşünün hiç yoktan bir insanın
yaratılışı ne büyük âyettir. Hiç yoktan bir insanın yaratılışı yanında
yaratılmış, yâni mevcut olan bir kaç insanın üç beş yüz yıl uyutulduktan sonra
tekrar diriltilmeleri çok mu gariptir? Zor gelmez ki bu Allah’a. Tüm varlıkları
yoktan var etmesi kendisine zor gelmeyen bir Allah’a yaratılmışları bir daha
uyutmak, bir daha uyandırmak zor mu gelecek? Allah’ın sonsuz egemenliği ve
saltanatı yanında bunlar öyle şaşılacak şeyler değildir. Allah’ın bundan başka
şaşılacak nice âyetleri vardır. Yâni Ashab-ı Kehf âyeti Allah’ın tek âyeti
değildir, Allah’ın âyetlerinden sadece bir tanesidir.
İşte
bu sûrede anlatılan Musa ve Hızır kıssası daha az mı acayip? İki bahçe sahibiyle
gariban arkadaşının kıssası daha az mı acayip? Yusuf sûresinde anlatılan Yakup,
Yusuf ve kardeşlerinin kıssası daha az mı acayip? Ölüm meleği bir çölün
ortasında, etrafında hiç kimsesi olmayan bir kadının canını almaya gidiyor.
Öleceğinden habersiz kadıncağız kucağında çocuğunu emzirmekle meşgul. Acayip
değil mi bu? Veya kendisini tanrı makamında görerek etrafına emirler dağıtan bir
adam düşünün ki, birkaç dakika sonra canı alınacak, ama bundan habersiz asıp
kesmelerini sürdürüyor. Acayip değil mi? Bir kaşık yağla aylarca idare edenler,
şimdi mallarının mülklerinin hesabını bilmiyorlar. Yaya bir yerlere giderken
ayakları delinenler, şimdi araba beğenmiyorlar. O hanımı sayesinde bu noktaya
gelenler, şimdi onu beğenmeyip bilmem kimlerin peşinde koşmuyorlar mı? Bir
vakitler yalvaranlar, şimdi kendilerine yalvarılanlar olmadılar mı? Acayip değil
mi bunlar?
Dikkat
ederseniz âyet-i kerîmede bir Ashab-ı Kehf’ten söz edildi bir de Ashab-ı
Rakîm’den söz edildi. Bunun ikisinin de aynı kimseler olduğunu söyleyenler, ayrı
kimseler olduğu söyleyenler olmuş. Ashab-ı Rakîm’le kastedilenlerin Buhârî’de
Resûl-i Ekrem efendimizin anlattığı yağmurdan mağaraya sığındıkları bir esnada
Allah tarafından düşen bir taşla girdikleri mağaranın ağzı kapandıktan sonra her
bireri daha önce Allah adına yapmış oldukları bir güzel ameli öne sürerek
Allah’a dua ederek mağaradan kurtulan kimseler olduğunu söyleyenler olmuş.
Mağara
ashabı, mağara sohbetçileri, orada birlikte olanlar demektir. Allah’a imanlarını
ayağa kaldırıp ilân etme cesaretini göstermiş gençler.
Bu
Rakîm ifadesiyle o Ashab-ı Kehf’in sığındıkları mağaranın adı kastedilmiştir
diyenler de olmuş. Kimileri de bunun o mağaraya sığınan gençler anısına dikilmiş
veya yazılmış bir yazıt veya anıt olduğunu söylemişler. Allahu âlem
diyoruz.
10. “Birkaç genç mağaraya sığınmış:
"Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı
kıl" demişlerdi.”
Onlar mağaraya sığınmıştılar. Bunu
onlara onlardan biri teklif etmişti. Gençti bunlar, dinçti, dinamikti. Bir
mağaraya saklanma gereği hissettiler.
Ey Rabbimiz katından bir rahmet ver ve
başladığımız şu işimizde rüşdü, doğruyu göster dediler. Yâni şöyle diyorlardı;
Ya Rabbi, Sen tarif buyur, biz yapalım, sen göster, biz gidelim, sen söyle biz
yapalım, seninle birlik olalım ya Rabbi diyorlar. Rahmet istiyorlar, ama
Allah’ınkinden olsun. İnsanlar bazen bir birlerine rahmet ettiklerini, merhamet
ettiklerini iddia edebilirler. Ama biz insanlardan gelebile-cek bir rahmet, bir
merhamet istemiyorlar. Ne kralın, ne toplumun, annenin, babanın merhametlerine
ihtiyacımız yoktur. Ya Rabbi yeter ki sen bize merhamet buyur. Bizim buna
ihtiyacımız var diyorlar. Çünkü her kime Allah’ın rahmeti ulaşmışsa, o artık
cennettedir, cehennemden kurtulmuştur, dünyada hasene ile, âhirette hasene ile
beraberdir.
Rabbimiz,
ledünnî bir rahmet, senden bir rahmet istiyoruz. Kaynağı sen olan bir rahmet
istiyoruz diyorlar. Bu ledünnî rahmet va-hiydir, vahyin ta kendisidir. İnsanlar
ancak onunla rahmet ve merhamete ulaşırlar. Ya da ledünnî rahmet bu Kur’an’ı
insanlara ulaştıran, bu kitabı pratik hayatıyla örnekleyen peygamberler ve
peygamberliktir. Bugün biz de aynı şeyi söylüyoruz. Ya Rab ledünnî bir rahmet
olarak bizi vahyinden uzak bırakma, bizi vahyinle beraber kıl. Bize bu işimizde,
vahyini tanıyıp onunla yol bulma işimizde kolaylıklar ihsan et, raşadâ ihsan
buyur da hak nedir, bâtıl nedir bileyim. Önümdeki, arkamdakileri şeylerin lehime
mi, yoksa aleyhime mi olduğunu bileyim. Cennete mi, yoksa cehenneme mi
gittiğimin farkında olan birisi olayım diye dua ettiler.
Sığındılar
gençler mağaraya. Allah’ın rızasını aramak adına. Allah düşmanlarından Allah’a
sığınmak adına girdikleri bu mağarada şöyle dediler: Ey Rabbimiz! Ey adına
hayatımızı adadığımız Rabbi-miz! Ey adına her şeyimizi terk ettiğimiz ve
sadece kendisine kulluk yapabilmek için
müşrik toplumumuzdan yüz çevirdiğimiz Rabbimiz! Katından bize bir rahmet ver!
Biz bu zalim toplumdan ve bu zalim toplumun İlahlaştırdığı zalim idarecilerinden
senin rahmetine sığındık! Biz senin rahmetine muhtacız! Senin rahmetini ümit
ediyoruz! Şu an-da rahmet kapını dövmeye çalışıyoruz! Ya Rabbi şu anda ve her
za-man muhtaç olduğumuz rahmetini merhametini bizimle beraber kıl! Bize
rahmetinle nazar kılıp işimizde bize bir kolaylık, bir çıkış nasip eyle! İşimiz
konusunda, durumumuz konusunda bizi rüşte ulaştır, rüşte erdir bizi! Senin yol
göstermenle biz doğruyu bulalım, senin inâyetinle hidâyete erelim, yanlışa
düşmeyelim, hata etmeyelim.
Biz
bir zalim kralın şerrinden, bir zalim toplumun şerrinden ve fitnesinden sana
sığındık. Zalim bir krala kulluktan kaçıp sana kulluğa sığındık. Müşrik bir
toplumun anlayışlarından kaçıp ancak seninle beraberliğimize imkân veren bu
mağaraya sığındık. Seninle bizim aramıza giren sana kulluğumuzu engelleyen zalim
bir hükümdardan, müşrik bir toplumdan aramıza giremeyecekleri ve kulluğumuzu
engelleyemeyecekleri bir ortama hicret ettik. Ya Rabbi ne olur işlerimizde bize
doğruluk ver. Hakkımızda vermiş olduğun hükmün âkıbetini bizim için doğru çıkar.
Yâni bizim âkıbetimizi, sonumuzu güzelleştir. Bizi
dünya hayatının zilletinden, dünya hayatında bu kâfir ve zalimlerin elinde
oyuncak olmaktan ve böylece dinimizi kaybetmekten ve âhiretimizi berbat etmekten
bizi koru.
İşte bu dua kıyâmete kadar her dönemde
dinlerini korumak isteyen kimselerin yapacakları en güzel duadır. Ve işte bu
tavır îmanları tehlikeye girdiği andan itibaren kıyâmete kadar tüm müslümanların
küfür ve kâfirleri terk etmek îmanlarını fitnelerle karşı karşıya bırakmamak
için toplumlarına karşı takınmaları gereken en meşru
tavırdır.
11,12. “Mağaranın içinde onları
yıllarca uyuttuk; sonra, iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu iyi
hesaplamış olduğunu belirtmek için onları
uyandırdık.”
Onların
bu şekilde dualarından sonra Rabbimiz diyor ki onları orada yıllarca
uyutuverdik. Kulaklarını kapattık ve mağarada onlara uzunca bir uyku verdik. Ve
yıllarca orada mağarada uyuyup kaldılar. Allah uyuttu orada onları, ama öteki
uyuyanlar gibi değildi onlar. Öteki uyuyanlar gibi yok olmadılar, mahvolmadılar,
telef olmadılar. Rab-bimiz onlara bu uykularında bir dirilik lütfetti. Allah
adına uyuyan bu insanlar uyumayanlardan daha canlı ve diriydiler.
Çünkü
yaşamları Allah adına olan bu insanların uykuları uyanıkların diriliğinden de
değerliydi. Allah onlara bir dirilik lütfetti ölümden, bozulmadan, dağılmadan ve
kokuşmadan korudu onları. Aslında uyku bildiğimiz gibi bir çeşit ölümdür. Uyku
insanın duyularının kesim zamanıdır. Ama Rabbimizin onlara lütfettiği bu uyku
aslında onların dirilişleri için bir müjde kaynağıydı. Çünkü yasa Allah’ın
yasasıydı. Ya-sa koyucu sadece Allah’tı.
Tüm yasaları koyan Allah ölümün ve uykunun yasasını, dirilişin yasasını koyan
Allah ölümün ve uykunun yasasını değiştiriverdi onlar için. Uyku onlar için
zalimlerin zulmünden kurtuluş vesilesi oldu. Başkaları için başka yasalar içeren
uyku yasası onlar için huzur ve sükûnet yasası oluverdi.
Tıpkı
İbrâhim’in ölümü için zalimler
tarafından hazırlanan ateş yasasının değiştirilip İbrâhim’e selâmet
oluverdiği gibi. Uyutuverdi Allah onları uzun süre. Tüm sıkıntılarını, tüm
acılarını ve korkularını uyutuverdi Rabbimiz mağarada.
Evet
onlar Rablerine dua etmişler, işlerini O’na havale etmişler, O’na sığınıp O’nun
yardımını talep etmişlerdi, Allah da mağarada yatın dedi sanki onlara, işte bu
size rahmetimin birinci bölümüdür, kurtardım sizi buyurdu. Gerçekten çok zor
durumdaydılar. İmandan sonra şirke zorlandılar. Rabbimiz de onlara rahmet ve
merhametinin birinci basamağı olarak bir mağara lütfetti ve yatın, uyuyun dedi
orada. Eğer kurtuluş böyle bir yatışta ise haydi hep beraber yatalım. Evet
yatalım, ama yatış programımızı biz değil Allah belirlesin. Halbuki bakın bu
yiğitler kıyam için, ayağa kalkmak için program yapmışlardı, ama Allah
yatırıvermişti onları. Biz Bedir savaşında da kıyam gerçekleştirmiş, cihad için
oraya kadar gelmiş müslümanları böyle bir uyku ile barındırdığını, sükûnete
kavuşturduğunu biliyoruz. Uyudular ve yıllarca kaldılar orada. Neden? Sonunda
açığa çıkaralım diye. Acaba insanlar onların ne kadar kaldıklarını
sayabiliyorlar mı? Bilebilecekler mi? Bu iş kimin elindeymiş? Kim etkin, kim
egemenmiş zamana? Kim uyur, kim uyuturmuş? Hayata hâkim olan kimmiş? Bunu açığa
çıkaralım giye yıllarca uyutuvermiş onları orada. Sonra:
Kaldıkları zamanı uyudukları süreyi
kimin daha güzel hesap ettiğini bilelim açığa çıkaralım diye onları tekrar
diriltip kaldırdık diyor Rabbimiz. Ve onları kıyâmete kadar gelecek insanlar
için bir âyet bir delil bir alâmet olarak lütfettik. Uzun yıllar uyuduktan sonra
dirildiler onlar. Allah diriltti onları ve artık kıyâmete kadar bu diriliklerini
muhafaza edecekler. Kıyâmete kadar diri kalacaklar Allah’ın âyetlerinde.
Kıyâmete kadar diri kalacaklar mü'minlerin gönüllerinde. Kendileri dirildikleri
gibi kıyâmete kadar kendilerinin yolunda giden, kendilerini örnek alan,
kendileri gibi küfre ve şirke baş kaldıran tüm mü'minleri de diriltecekler
diriltmeye devam edecekler Allah’ın kitabında.
Ayrıldılar aramızdan. Terk ettiler
toplumu. Reddettiler Allah-tan başkalarına kulluğu. İsyan ettiler küfre. Baş
kaldırdılar tüm tağut-lara. Kestiler müşrik çevreleriyle ilişkilerini. Tavır
koydular babalarına analarına ve tüm akrabalarına. Kıyam ettiler tüm dünya
müstekbir-lerine. Terk ettiler rahat yataklarını. Küstüler tüm Allah
düşmanlarına. Terk ettiler, ayrıldılar aramızdan ama bakın ki şu anda bile hâlâ
aramızdalar. Uyudular ama hâlâ uyuyanları uyandırmaktalar. Öldüler ama hâlâ
ölüleri diriltmeye devam ediyorlar. Kıyâmete kadar aramızdalar onlar. Şanlarıyla
şerefleriyle, yiğitlikleri ve kahramanlıklarıyla, îmanları ve kıyamlarıyla
kıyâmete kadar dipdiri olarak bizlerden daha diri olarak aramızdadırlar.
Rabbimiz burada onların durumuyla alâkalı kısa ve özet bir bilgi sunduktan sonra
artık onların kıssalarının ayrıntılarını sunmaya başlıyor.
13,15. “Ey Muhammed! Onların olayını
sana Biz gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış bir kaç gençti.
Onların hidâyetlerini artırmış ve kalplerini pekiştirmiştik. Durup, şöyle
demişlerdi: "Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, O'nu bırakıp başka bir tanrıya
yalvarmayız, yoksa andolsun ki, bâtıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz,
Allah'ı bırakıp O'ndan başka İlâhlar edindiler. Onların gerçek olduğuna apaçık
delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir?”
Evet
peygamberim! Onların kıssalarını sana hak olarak anlatıyoruz. Hak olarak
anlatırız. İşte yıllar önce gerçekleşmiş ve dilden dile dolaşan bir haberin iç
yüzü. Kıssanın sahibi, kıssanın yönlendiricisi, olayın programlayıcısı ve
yaratıcısı Allah. Yarattığı programladığı kıssayı yorumlayan ve haber veren de
Rabbimiz. Olayı haber veriş sebebini de en iyi bilen şüphesiz yine Allah. Bu
olay ve yorumla bize sunduğu mesaj istikâmetinde bizden de bir kulluk isteyen
yine Allah.
Biz
onların haberlerini hak açığa çıksın diye size haber veriyoruz, dinleyin
öyleyse. Hak ile. Hak ortaya çıksın, hakikat anlaşılsın di-ye. Hak nedir? Hak;
Allah’ın hayata karışıcı tek Rab ve İlâh oluşu gerçeği ile, benim kul olmam
gerçeğidir. Allah insan hayatına karışan tek Rab, ben de onun kulu olmak
zorundayım. İşte bu âlemde en büyük ve tek hak budur. Bundan başka hak mı var
ki? İşte tüm bu haberler, işte bu kitap, bu peygamber bu hakkın açığa çıkması
için gel-miştir.
Şu andaki haber merkezlerinin haberleri
peşinde koşan bizler Rabbimizin bu haberiyle ne kadar ilgilendiğimizi düşünmek
zorundayız. Bizim dirilişlerimize sebep olsunlar diye Rabbimizin yıllar sonra
dirilttiği Ashab-ı Kehf’in haberiyle ilgilenmeyen bizler yoksa onların yerinde
uyuyan insanlar konumunda mıyız? Onların uykusu uyandırma adına bir uykuydu. Tüm
uyuyanları uyandırmak içindi onların uykuları. Tıpkı bir süre sonra uyanışıyla
tüm tabiatı uyandıracak olan baharın uykusu gibi bir uykuydu bu. Bir neşv-ü nema
uykusuydu bu. Bu uyku mesajın hüsnü kabul göreceği bir zamanın beklenmesiydi.
Beklenecekti bir süre çaresiz. Kimi zaman zindanlarda bir bekleme, kimi zaman
Hıra mağarasında bir bekleme, kimi zaman şehid olarak toprağın sinesinde bir
beklemeydi bu. Geleceğe atılmış bir tohumun filizlenmesinin beklenmesiydi sanki
bu.
Yusuf’un
zindanı da böyleydi. Zindan kendi ölümünü hırsla isteyen zulüm düzenlerinin
kendi elleriyle oyduğu mağaradan farksızdır. Resûlü Ekremin hayatında da böyle
bir mağara görüyoruz. Bu mağaralar aydınlığa çıkışın kapılarıdır.
Onlar
gençtiler, dinç ve dinamiktiler. İman ettiler de Allah da imanlarını
artırıverdi. Yaşları genç değil, imanlarıyla genç ve dinçtiler. Rablerine iman
ettiler, Allah’ı Rab ve İlâh olarak kabul ettiler, bu kabulün, bu güvencesine
evet dediler, Allah da bu kabullerinin gereği onlara hidâyetini, yol gösterisi
lütfediverdi. Allah onlara hidâyet buyurdu ve hidâyetlerini daha da artırıverdi.
Allah’ın hayata karışı tek Rab ve İlâh olduğuna inanmışlardı. İşte bu imanları
kendilerine çok çok hidâyet kazandırıyordu. Bürûc sûresinde de aynı konu
anlatılıyordu. Orada anlatılan, diri diri hendeklere gömülen mü’minlerin inanç
modelleriyle buradaki gençlerinki aynıdır. Onlar Azîz olan, Hakîm olan ve
göklere ve yere egemen olan bir Allah’a inanmışlardı da kâfirin gözünde suçlu
görülmüş ve öldürülmüşlerdi. İşte bu gençler de onlar gibi inanmışlar ve suçlu
görülmüşler.
Evet onlar daha gençtiler,
tomurcuktular, henüz hayatlarının baharını yaşıyorlardı. Diriydiler,
canlıydılar. Eğer Rablerine îmanları olmasaydı, eğer onları yerlerinde
durdurmayan Rablerine teslimiyetleri olmasaydı, eğer peygamberlerinin getirdiği
hidâyet hediyesiyle gönülleri çarpmasaydı, eğer öteki arkadaşları ve akranları
gibi vahiy bilgisinden, kulluk bilincinden habersiz olsalardı o zaman belki de
öteki gençler gibi, öteki akran ve arkadaşları gibi analarının kucağında,
evlerinde, köşklerinde kendi dünyalarını yaşayıp gidecek, bir nebat gibi, bir
böcek gibi sonunda yok olup gideceklerdi. Belki rahatları bozulmayacaktı. Belki
böyle bir hicret, böyle bir ayrılık, böyle bir kıyam ve böyle bir mağara ve onun
getirdiği korku ve sıkıntı olmayacaktı. Belki huzurları kaçmayacaktı, rahatları
yerinde olacaktı ama beri tarafta hayatları da ölümsüzleşmeyecekti.
Toplumun
öteki gençleri gibi yaşayıp ve ölüp gidecekler ama hayatları
ölümsüzleşmeyecekti. Yâni kıyâmete kadar mü'minlerin gözünde
kahramanlaşmayacaklar, destanlaşmayacaklardı. Bu îman ve teslimiyetleri
olmasaydı tıpkı öteki akranları gibi unutulup gideceklerdi. Kendilerinden sonra
ve şuanda kimse onları hatırlarına bile getirmeyecek, kendilerini saygı ve dua
ile anmayacaktı. Bakın hayatlarını Allah için yaşayan, Allah için hayatlarından
vazgeçen insanların hayatları nasıl değerleniyor? Allah böyle kimselerin
hayatlarını nasıl bereketlendiriyor?
Yazıklar
olsun bir böcek gibi yiyip, içip, yaşayıp, ölüp de unutulup gidenlere. Ne mutlu
hayatlarını o hayatın vericisi uğrunda fedâ ederek, Allah adına bu tür kıyamları
gerçekleştirerek, hayatlarını Allah’a satarak ebedî ölümsüzlüğü elde edenlere.
Ne mutlu fâni hayatı verip de bâkiyi satın alanlara. Ne mutlu gençliği tohum
gibi ekip de kıyâmete kadar diri kalanlara.
Rabbimiz diyor ki onlar henüz
gençtiler. Henüz hayatlarının baharını yaşıyordular. Onlar Rablerine Rablerinin
istediği şekilde îman ettiler. İmanlarını gündeme getirdiler. İnandıkları
Allah’ın emirlerine teslim oldular. Çünkü îman beraberinde teslimiyeti de
gerektiriyordu. İnandılar ve inandıkları Allah’a teslim oldular. İnandıkları
Allah’ın seçimini seçim kabul ettiler. Seçimlerini Rablerinden yana kullandılar.
İnandıkları Allah’ın kendileri adına seçtiği hayatı tercih ettiler. Rablerine
güvenip dayandılar. Onlar böyle Rablerinin istediği biçimde iradelerini,
hayatlarını, kalplerini Allah’a teslim edince Rableri de onların hidâyetlerini
artırıverdi. Allah da onların hidâyetlerini ziyâdeleştiriverdi. Girdikleri yolda
Allah da onların teslimiyet ve güvenlerini artırıverdi. İmanlarını gürleştirip
yollarını açıverdi Allah. İmkan verdi onlara bu konuda.
Kişi îman ettiği Rabbinin gösterdiği
hidâyet üzere yürümeye karar verirse Allah da onun bu konudaki îmanını
artıracaktır. Bu doğru orantılıdır. İman edenin hidâyeti artacak, hidâyette
olanın da îmanı artırılacaktır. İlk önce bu gençler îman etmişler, ama
teslimiyeti de gündeme getiren bir îmanla îman etmişler Allah da onların
teslimiyetlerini ve hidâyetlerini artırıvermiş.
Sonra
Allah için kıyama kalkıştıkları zaman da biz onların kalplerini
sağlamlaştırıverdik diyor Rabbimiz. Kıyam
ettiler. Kıyam ne-dir? Yâni namaz mı kıldılar? Öyle değil, bizim namazla
ulaşacağımız şeyin eylemini yaptılar. Ya da bizim namazımız bize bunların
eylemini kazandırmalıydı. İşte şu bizim kılmaya çalıştığımız namaz bunun eğitim
programıdır. Onlar
Allah’ın dininin ikâmesi adına Allah’ın dininin hâkimiyeti adına kıyama kalkınca
Allah da onların kendisine bağlılıklarını, Allah’a güvenlerini, itimatlarını ve
teslimiyetlerini raptedip kavileştirdik kuvvetlendirdik diyor. Allah’a olan
güvenlerini tevekküllerini artırdık ki onlar kıyama kalkabildiler diyor
Rabbimiz. Onlara imanda sebat, amelde sebat verdik. Evet onlar Allah’ın
kendilerine verdiği bu güvenle kıyama kalktılar.
Kıyam: Ayağa kalkmak doğrulmak
demektir. Kıyam müminin diniyle
doğrulması dinini îmanını ayağa kaldırması demektir. Evet gençler sayısal
azlıklarına bakmadan, güçsüzlüklerine, çaresizliklerine bakmadan gerçek güç
kaynağından aldıkları güçle ayağa kalktılar. Dinlerini îmanlarını ayağa
kaldırmak istediler. İmanlarını tüm dünyaya ilân etmek istediler. İmanlarını
açığa vurmak istediler. Kabuklarını yırtıp dışa taşmak istediler. Dinlerini
imanlarını dışa taşırmak istediler. Çünkü kalbe hapsedilen ve sosyal hayatta
yaşanmayan bir din Allah’ın istediği bir din değildi. Mabetlere hapsedilen ve
toplum hayatında varlığı hissedilmeyen bir îman, îman değildi. Bu gençler
îmanlarıyla hayatı doğrultmak için doğrulmak istediler. İnançlarıyla
çevrelerini, babalarını, analarını akrabalarını ve tüm toplumlarını doğrultmak
için doğrulmak istediler. Onlar doğrulup ayağa kalkmalıydılar ki toplum
doğrulsun.
İşte bu niyetle doğruldular gençler.
Dinlerini babalarına, analarına, akrabalarına, amirlere, müdürlere, başkanlara,
tâğutlara, sahte İlahlara, yapay tanrılara ve onların kullarına, herkese ve her
yere, her döneme, her asra îmanlarını haykırmak, Îslâmlarını ilân etmek
istediler. Kulluğa lâyık varlığın sadece Allah olduğunu, kulları adına kulluk
programı belirleme hakkının sadece Allah’a ait olduğunu, Allah’a kulluğun
dışındaki tüm varlıklara kulluğun sahte olduğunu, Allah kullarına Allah’tan
başkalarının belirlediği yasaların tümünün geçersiz olduğunu, Allah sisteminin
dışındaki tüm sistemlerin bâtıl olduğunu, Allah’tan başkalarına kulluğu
kesinlikle reddettiklerini tüm topluma, tüm dünyaya ve tüm çağlara ilân etmek
istediler. Bakın
kendilerini
ortaya koyarak tıpkı bizim şu anda kıyamını gerçekleştirmek üzere doğrulduğumuz
kıyamımız
olan namazlarımızın başında dediğimiz gibi dediler ki;
Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin
Rabbidir. Bizim hayat programımızı belirleyen, bizim yaşam biçimimizi
belirleyen, bizim hareket tarzımızı belirleyen, bizim hukukumuzu, bizim
ekonomimizi, bizim kılık kıyafetimizi, bizim eğitimimizi bizim her şeyimizi
belirleyen Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Bizim hayatımızda söz sahibi
olan, bizim tüm yaptıklarımızı yaptıran, yapmayıp terk ettiklerimizi de
yaptırmayan, adına hareket ettiğimiz Rabbimiz semavat ve arzın Rabbidir. Biz Ona
îman edip teslim olmuşuz. Biz irademizi Ona teslim etmiş, Onun seçimini seçim
kabul etmiş, oyumuzu Ondan yana kullanmış, Ona güvenip dayanmışız.
Evet,
bizim Rabbimiz semavat ve arzın Rabbidir. Yâni tüm mevcudat ve mahlukatın
hayatına program çizmeye tek yetkili olan Allah bizim de hayatımıza program
çizmeye yetkili tek Rabdir. Bizim yememiz içmemizde, evlenmemiz boşanmamızda,
giyimimiz kuşamımızda, eğitimimiz hukukumuzda, kazanmamız harcamamızda, sosyal
siyasal hayatımızda, bireysel toplumsal görüntümüzde, gündüzümüz gecemizde hakim
tek varlık Allah’tır, biz O dedi diye yapar, O dedi diye terk ederiz. Çünkü
göklere ve yere, göktekilere ve yerdekilere tek egemen O’dur. Bu varlıklar O var
ettiği için vardır. O tüm kâinata egemendir.
Yeryüzünün
küçücük bir ülkesinde, küçücük bir bölgesinde, küçücük bir şehinde hakları
olmadığı halde insanlar üzerinde Rableşen Allah kullarının kendilerine kulluğunu
isteyen, Allah yasaları dururken Allah kullarına yasa belirlemeye ve Allah’ın
kullarını bu yasalara itaate zorlayarak onları kendilerine kul köle yapmaya
çalışan sahte Rablere değil, biz onların da onlar gibi göklerde ve yerde ne
varsa hepsinin de yaratıcısı ve Rabbi olan Allah’a îman ettik. Gökleri ve yeri
yaratan, göklerde ve yerde olanların tümünü yaratan ve yarattıklarını yaşatıp
doyuran, onlar üzerinde saltanat ve egemenliğini sürdüren Allah’ı Rab bildik.
Ondan başka Rab, Ondan başka İlah da tanımıyoruz. Ondan başka kendilerine kulluk
edilecek, yasaları uygulanıp hatırı kazanılacak, Ondan başka emirleri dinlenecek
bir İlah da bilmiyoruz. Onun dışındaki tüm sahte Rableri, tüm sahte İlahları
reddediyoruz.
Göklerde
ve yerde Ondan başka Rab, Ondan başka kanun koyucu, Ondan başka İlah var mı ki
onlara da kulluk yapalım? Göklerde ve yerde Ondan başka mülke sahip birileri var
mı ki onun yasalarını da dinleyelim? Göklerde ve yerde Ondan başka yaratıcı var
mı ki ona da minnet duyalım? Biz kendileri de bizim gibi âciz olan, kendilerini
bile yaratmaktan âciz olan, ölümlerinin bile önüne geçemeyen bu sahte ilahların
tümünü reddedip göklerin ve yerin Rabbine îman ettik. Hayatımızı Onun adına ve
Onun belirlediği yasalar istikâmetinde yaşayacağız.
Kesinlikle
O’nun berisinde kulu kölesi olunacak varlık yoktur. Biz O’nun berisinde
kendisine kulluk yapılacak varlık tanımıyoruz. O’nun dışında, O’nun izni olmadan
hiç kimseye boyun eğmez, kulu kölesi olmayız. Sözü dinlenecek, arzuları yerine
getirilecek, çektiği yere gidilecek, yasaları uygulanacak başkasını tanımayız.
Kimileri
için bu tür âyetler ilaç gibi sanki. Alırlar âyeti, istediklerini yükleyip
kendilerince geliştirdikleri bir mantıkla herkesi kâfir ve müşrik ilan ederler.
Eh madem ki bizler sadece Allah’ı dinleyecek, başkalarını dinlemeyeceksek, o
zaman ne kadın kocasını, ne evlât babasını, anasını, ne talebe hocasını, ne
tebaa reisini dinlemeyecek çıkar mı buradan? Hayır çıkmaz bu, Allah dediyse
dinleyeceğiz çıkar. Allah’ın demediği konuda, evet kim olursa olsun
dinlemeyeceğiz, anamız, babamız da olsa. Ama Allah’ın dinleme dediği konuda.
Çünkü ben anamı, babamı Allah onları dinle dedi diye dinliyorsam bu ayrı
olacaktır elbette. Yâni sözü dinleneni razı etmek için değil, Allah’ı razı etmek
için dinleyeceğiz. Çünkü dinle diyen Allah’tır, O dinle dediği için
dinleyeceğiz.
Evet,
gençler biz Allah’tan başkasını dinlemiyor, Allah’tan başkasını çağırmıyor,
Allah’tan başkasına dua etmiyoruz. Eğer bunun aksini yapar, O’ndan başkalarını
da dinler, O’ndan başkalarına da dua eder, O’ndan başkalarının arzularını da
yerine getirmeye kalkışırsak, o zaman biz şaşırmış, sapmış, kaybetmiş oluruz
dediler. Evet, “lâ ilâhe illallah” diyenler, Allah’tan başka İlâh yoktur
diyenler bunu böylece yaşamak zorundadırlar. Öyleyse şu anda bu sözü söylediğini
iddia eden bizler, hepimiz kendimizi bir ölçelim. Bu sözü söylemiş kimseler
olarak acaba şu anda hayatımıza karışmaya yetkili Allah’tan başka varlık var mı,
yok mu? Varsa, onlar Allah’ın izin verdikler mi, yoksa kendimiz mi öyle yaptık?
Hattâ kendimiz de istemedik de birileri uzaktan kement atıp boynumuza ip mi
geçirmişler? Herkes bir baksın hayatına.
Evet, diyorlar ki gençler, boşuna
üzerimize gelmeyin. Bize bu-nun dışında bir şey söyletemezsiniz. Eğer biz
böylece tanıdığımız ve böylece inandığımız Allah’tan başka ilahlar, Allah’tan
başka tanrılar ve tanrıçalar kabul edip onları da hayatımızda söz sahibi bilerek
onlara da kulluk ve itaat edecek olursak o zaman Allah korusun biz sapıtmış ve
şirke düşmüş oluruz. Hem Allah’ı hem de onları dinlemeye kalkarsak, hem Allah’ı
hem de onları razı etmeye çalışırsak o zaman biz sapıtmış ve dinimizi kaybetmiş
oluruz. Bu şirktir. Hayatı parçalamak, hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı ama
bazı bölümlerinde de öteki Rableri dinlemeye başlar, hayatımızın bazı
bölümlerine Allah’ı karıştırır öteki bölümlerinde de Allah’tan başkalarının
kanunlarını uygulamaya kalkışırsak o zaman şirke düşmüş oluruz. Yapamayız biz
bunu. Yaptıramazsınız bize bunu.
Bize
Rabbimizden hidâyet geldikten sonra, biz Rabbimizin kitabıyla, biz Rabbimizin
elçisinin mesajıyla tanıştıktan sonra, biz yolumuzu bulduktan sonra artık
ebedîyen dedirtemezsiniz bunu. Öldürseniz de, kesseniz de, zindanlara tıksanız
da, vücutlarımızı lime, lime parçalasanız da dedirtemezsiniz bize bunu. Bizi
artık kesinlikle şirke düşüremezsiniz. Bu hidâyetimizden sonra artık kesinlikle
bizi küfre düşüremezsiniz. Biz Âlemlerin Rabbine inandık ve sadece Onu Rab ve
İlah bildik. Boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu da Ona teslim ettik, O ne
tarafa çekerse o tarafa gitmeye karar verdik. Biz hayatımızı o hayatın sahibine
adadık. Bu yola baş koyduk. Hayatımızı Allah için yaşamaya ve Allah için fedâ
etmeye karar verdik diyerek ikrar ettiler imanlarını, ilân ettiler îmanlarını ve
böylece kendilerini ortaya koydular. Biz buyuz diye kendilerini, kendi
îmanlarını, kendi yollarını ortaya koyduktan sonra da toplumlarını ve
toplumlarının şirkini küfrünü yargılama başladılar:
Şu bizim kavmimiz bunlar Allah’tan
başka, Allah berisinde, Allah dununda ilahlar edindiler. Hayatlarına karışacak,
hayatlarında söz sahibi olacak Allah’tan başka ilahlar buldular. Allah’tan başka
ilahlar bulup onları söz sahibi kabul ettiler. Allah’tan başka ilahlar bulup
hâkimiyeti onlara verdiler. Allah’ı hayatlarından kovdular. Tamam ya Rabbi! Sen
kitap gönderensin, sen peygamber
göndererek arzularını emir ve yasaklarını bize bildirensin, anladık da ama bizim
hayatımız değişti. Devir değişti. Öncedenmiş bunlar. Şimdi artık bizim
hayatımıza karışacak başka tanrılarımız da var. Hukuk tanrılarımız, eğitim
tanrılarımız, şifa tanrılarımız, siyasal tanrılarımız var diyorlar. Tamam
hayatımızın ibadet bölümünde seni dinleyelim ama hayatımızın öteki bölümlerinde
söz sahibi başka ilahlarımız var diyorlar.
Bakın
Rabbimizin bize örnek olarak sunduğu yiğit gençler diyorlar ki; şu bizim
kavmimiz, şu bizim toplumumuz var ya, tutmuşlar Allah’tan başka ilahlar
edinmişler. Allah’tan başka yetkililer bulmuşlar, onların dediklerini yerine
getirmeye, onların arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bir şeyler
yapıyorlar, bir şeyleri yapmak zorunda olduklarını iddia ediyorlar, lâkin bu
yaptıklarını kimin dediğini de bil-miyorlar. Efendim, işte düğünde şunlar şunlar
yapılmalı, nişanda böyle olmalı, gelin şöyle giyinmeli, damat böyle yapmalıdır,
okulda şöyle şöyle giyinilmeli, başlık parası şöyle ödenmeli, filan günde şunlar
şunlar yapılmalı.
Peki
kim dedi bunları? Kim koydu bu kuralları? Kimse yok ortada. Yâni kimin dediği de
belli değil. Ondan dolayı da kimse sorgu-lanmıyor bu toplumda. Zaten kimin
dediği ortada olmadığı için böyledir. Halbuki Allah’ın kitabı olsa, bakarız öyle
mi, değil mi diye. Evet hayatta Allah’ın tek Rab ve İlâh oluşu gerçeğinin dışına
çıkıldı mı, Allah korusun her şey kimvurduya gidecektir. Yâni ayağa basan da
yok, ayağa basılan da yok, ama kavga edenler var piyasada.
Hani
öyle bir fıkra var, anlatayım. Bir adam yolda giderken istemeden, kasıtsız
olarak birinin ayağına basıvermiş. Ayağına basılan cıngar çıkarıp bağırıp
çağırmaya başlamış. Berikisi son derece üzgün, mahcup özürler diler. Kusura
bakma arkadaş, bilerek olmadı, istemeyerek oldu, filan dedikçe, ötekisi; olmaz
arkadaş, dikkat edecektin, basmayacaktın, bu yaptığın insanlık değil diye
üzerine varınca, laf kalabalıklaşınca insanlar da kalabalıklaşır. Oradakilerden
birisi araya girmiş ve demiş ki; yahu nedir sizin derdiniz? Adam anlatmaya
başlar, yâni gerçekten bilmeden istemeyerek, bu arkadaşın ayağına basmışım, özür
diledim ama anlamadı adam. Derken bu üçüncü şahıs dön-müş ayağına basılan adama;
arkadaş, olur böyle şeyler, adam hata etmiş, etme, eyleme, insandır, sen de
yapabilirsin. Derken o ayağına basılan bu üçüncü şahsa dönmüş ve başlamış ona
çatmaya; Olur mu kardeşim, ne demek? Bu adam insan değil mi? Gözü kör mü? Kulağı
sağır mı? Aklı yok mu? Filan diye çıkışmaya başlayınca, derken o birinci, ayağa
basan şahıs, bakmış ki zaten kendisine laf düşmüyor, yoluna devam etmiş. İkinci
ve üçüncü şahıs kavgayı sürdürürken, bir dördüncü adam devreye girmiş; ne oluyor
yahu? Nedir bu kavganız? Yahu demiş üçüncü, bu adamın ayağına birisi basmış, bir
insanlık görevi olarak bu işin olabileceğini anlatmaya çalıştım, adam anlamadı.
Dördüncü adam diyor ki, yahu be kardeşim, sana ne? Niye burnunu sokuyorsun el
âlemin işine? Seni ne ilgilendirir bu iş? Filan deyince, bu defa beriki, olur mu
yahu? İnsanlık öldü mü? İki kişi arasına girmeyelim mi? Filan diye onunla
tartışmaya başlayınca, o ikinci, ayağına basılan da bakmış ki kendisine laf
düşmüyor, o da yoluna devam etmiş. Ayağa basan da yok, basılan da yok.
Berikilerin tartışması mahkemeye intikal etmiş. Hakim dosyaları incelemiş ve
demiş ki; oğlum, alın sanıkları içeriye. Almışlar. Hakim; ayağa basan! Kalk
bakalım ayağa! Ses yok. Ayağa basılan! Sen kalk! O da yok. Peki siz nesiniz?
Demiş hakim. Efendim, biz filan demeye başlayınca; çıkın ulan! demiş. Sizden
başka işim yok mu benim? Yâni kim dedi? Kim yaptı? Belli değil.
Ya
Rabbi! Bizim bu kavmimiz seni bırakıp başka ilahlar edindiler. Hayatlarını sana
sorup öylece yaşamaları gerekirken seni unuttular. Çünkü Sûrenin başında
Rabbimiz kendisinin Kayyûm olduğunu anlatmıştı. Kayyûm olan varlığı konusunda
başka hiç kimseye muhtaç olmayan Allah kendi katından ıveci olmayan, eğri
büğrülüğü olmayan ve başka hiçbir kitabın yardımına muhtaç olmadan insanlığın
hayatını düzenleyebilecek ve insanların tümünü dünya ve âhiret saadetine
ulaştıracak bir kitap göndermişti Rabbimiz. Halbuki kitap gönderen Oydu, halbuki
peygamber gönderen Oydu, halbuki onları yaratan Oydu, öldüren de Oydu. Halbuki
istifade ettikleri tüm nîmetleri kendilerine veren Oydu. Halbuki öteki İlahlar
kendilerine hiçbir şey vermemişlerdi. Hiçbir şeyi yaratmamıştı onlar.
Kendilerini bile yaratmamışlardı onlar. Gökten yağmuru yağdıran Oydu, rüzgarı
estiren Oydu, rızık gönderen, doyuran besleyen Oydu. Mülkün sahibi Oydu mâlik
Oydu. Halbuki ötekiler kendilerine bile mâlik değillerdi.
Bu
insanlar Allah berisinde ilahlar bulmaya çalıştıklarında, onlar da dinlenmeli,
onlar da hayatımızda söz sahibi olmalı, onlara da egemenlik hakları vermeliyiz
dedikleri varlıkların bu yetkileri konusunda apaçık bir belge, bir delil bulmalı
değiller miydi? Var mı böyle bir delilleri? Onların da Allah’ın ortakları
olduğuna dair bir belgeleri var mı? Kitaptan bir hüccetleri var
mı?
Hal böyleyken bütün bunlar güneş gibi
ayan beyanken ya Rabbi şu bizim kavmimiz seni bırakıp da senin dununda
kendilerine İlahlar ve Rabler buldular. Ama onların ilah edindikleri varlıklar
ya kendileri ya da kendileri gibi âciz varlıklardır. Allah’tan kurtulalım da
başka kim olursa olsun onlara kulluk edelim dediler. Çünkü biliyorlardı ki
Allah’ı atlatmaları mümkün değildir, ama kendileri gibi âcizleri diskalifiye
etme imkânları her zaman olabilecekti. Allah’ı şartlandırmaları, Allah’a yol
gösterip akıl vermeleri mümkün olmayacaktı ama kendileri gibi olanları
şartlandırmaları, yönlendirmeleri her zaman mümkün olabilecekti. Zaten
tanrılarını kendileri seçecekti.
Bu da yeryüzünde işleyen Allah’ın bir
yasasıdır. İnsanlara bu yasayı da Allah koymuştur. Rabbimiz yeryüzünde koyduğu
bu yasa gereği insana demiş ki: Haydi seni yeryüzünde halîfe yaptım. Seni
halîfelik özellikleriyle donattım, seni yeryüzündeki tüm varlıkların efendisi
olacak biçimde yarattım. Bana kulluk yapmaya da bana isyan etmeye de imkân
tanıyarak sana irade verdim. Yeryüzünde ilahlık taslayarak bana kafa tutmaya
cüret etsen de sonucuna kendin katlanman kayd-u şartıyla sana bu iradeyi verdim
demişti Allah. İşte insanlar yeryüzünde Allah’ın koyduğu bu yasa gereği ona
kulluk yapmaya da ondan başkalarına kulluk yapmaya da
izinlidirler.
İşte bu gençler kavimlerini
sorguladılar. Toplumlarının şirklerini hayat anlayışlarını reddettiler.
Toplumlarının değer yargılarını reddettiler. Biz sizden ayrıyız, bizim sizinle
bir ilgimiz alâkamız yoktur dediler. Sizler Allah’a şirk koştunuz. Sizler Allah
berisinde kendinize ilahlar buldunuz. Madem böyle iddia ediyorsunuz, buna apaçık
bir delil getirmeli değil miydiniz? Allah’tan başka ilah edinenlerin bu konuda
Allah’tan gelmiş bir delilleri olmalı değil miydi? Allah’tan gelme hiçbir
delilleri yok. Öyleyse:
Böyle
Allah’a karşı yalan iftira edenlerden daha zalim kim var-dır? Allah’ın
dediğini demedi, demediği dedi diye iftira eden kimseden daha zalim kim vardır?
Allah hayatı yönetmeye yetmedi, başkalarına da ihtiyaç var diyerek Allah’a
ortaklar bulmaya çalışan, Allah’a yetki sınırlaması getiren kimseden daha zalim
kim vardır? Yalan isnâdıyla Allah’a iftira edenden daha zalim kim vardır?
Allah’ın kitabında dedikleri bellidir. Altı bin küsûr âyet. İşte bu âyetlerde
anlatılanlar mutlak gerçektir. Bu mutlak gerçeklerin, bu âyetlerin peygamber
planında uygulaması olarak da diyelim ki atmış civarında hadis var. Şimdi bu
âyetlerde ve hadislerde olmadığı halde yaptıklarımıza ne diyeceğiz? Biz bunları
Allah’a iftira olarak yapmıyor muyuz? Sabahta ve akşamda yaptıklarımız, eğer bu
âyet ve hadislerde yoksa iftira değil mi Allah’a? Allah’ın dediğini demedi,
demediğini dedi anlamına gelmez mi bu yaptıklarımız? Sanki o konuda Allah bir
şey dememiş gibi bu kitaba ilgisiz yaşamak iftira değil de nedir Allah’a? İşte
böyle yapan kimseden daha zalim yoktur, diyor Allah. Öyleyse aklımızı başımıza
alalım da yaptıklarımızı kitaptan delillendirecek biçimde kitabımızla ilgi
kurmaya, vahiyle beraber olmaya çalışalım inşallah.
16. “Onlara: "Siz onlardan ve Allah'tan başka
tap-tıklarından ayrıldınız, bunun için Mağaraya girin ki, Rab-biniz size
rahmetini yaysın ve size işinizde kolaylık göstersin"
denildi.”
Allah
hariç onların tüm tapındıklarından ayrıldıktan sonra. Dikkat ederseniz Allah
hariç onların tüm ilahlarını terk ediyorlar. Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi
onlar Allah’ı bilmeyen, Allah’ı tanımayan, Allah’tan habersiz bir toplum
değildi. Aksine onların toplumu Allah’ı bilen, Allah’ı tanıyan Allah’a kulluk
eden ama hayatlarının başka bölümlerine Allah’ı karıştırmayan, o bölümlerde
öteki rablerini de dinleyerek şirke düşen bir toplumdu. Meselâ hukukları
konusuna Allah karışmayacak başkaları karışacaktı, kılık kıyafet konularına
Allah karışmayacak başkaları karışacaktı, kazanma harcama bölümlerine, eğitim
bölümlerine başkaları karışacaktı.
Dediler ki gençler: Allah hariç onların
taptıkları tüm ilahlarını terk ettikten sonra bir mağaraya sığınınki Rabbiniz
size rahmetini ulaştırsın ve size işinizde bir kolaylık bir çıkış yolu
göstersin. Çünkü artık yapabilecekleri bir şey yoktu. Azdılar, yalnızdılar,
güçsüzdüler. Karşılarındaki müşrik toplumla savaşacak mücâdele verecek bir
imkânları yoktu. Tüm çevreleri zalimlerle kuşatılmıştı. İdarecileri, toplumları,
aileleri, akrabaları, çevreleri hep zalimdi. Etraflarında zulüm kol geziyordu.
Zalimler bu bir avuç müslümânâ göz
açtırmıyorlardı. Allah’a bile iftiradan çekinmeyen böyle müşrik bir toplumun bu
müs-lümanlara karşı iyi davranmaları da beklenemezdi elbette. Rablerine zulmeden
bu insanlar, Rabbim Allah diyen bu üç beş gariban müs-lümanın varlığına tahammül
edemeyecek ve onlara ellerinden gelen her türlü zulmü reva göreceklerdi.
Elbette
Allah hakkını tanımayan insanlar kul haklarını hiç tanımayacaklardı. Bu durumda
statükoyu tehdit eden bu üç beş müs-lüman ya hemen öldürülecekler, ya da müşrik
toplum tarafından fitnelere düşürülerek zorla dinlerinden döndürüleceklerdi. Ya
susturulacaklar, ya susturulacaklardı. Ya da o toplumun içinde kalmaları sonunda
onların da o toplumun anlayışına meyletmelerine sebep olacaktı. İnandıklarını
inandıkları gibi yaşayamayan bu garibanlar, inançlarını kalplerine hapsetmek
zorunda kalan bu müslümanlar sonunda yaşadıkları gibi inanmak ve düşünmek
zorunda kalacaklardı. Belki de toplumda şahsiyetleri silik birer miskin haline
geleceklerdi.
İşte
bütün bu sebeplerden ötürü ayrılmaları gerekiyordu o toplumdan. Ayrılmaları
gerekiyordu babalarından analarından. Ayrılmaları gerekiyordu arkadaşlarından
akranlarında ve toplumlarından. Zaten onlar kıyam edip kendilerini ortaya
koyunca, Allah’tan başka toplumlarına hâkim olan tüm sahte tanrıları reddedince,
şirke düşmüş toplumlarını ve toplumlarının hayat tarzlarını, inanışlarını, değer
yargılarını reddedip açıktan açığa kendi îmanlarını haykırınca tüm şehir, tüm halk, tüm ülke ve o
ülke insanlığının ilah kabul ettikleri, otorite ka-bul ettikleri tüm sahte
tanrılar tüm sahte ilahlar onların üzerlerine çullanmışlardı.
Diyorlar
ki öldürün onları! Yok edin onları! Şu bizim düzenimizi reddeden, şu bizim
ilahlarımızın aleyhinde konuşan, şu bizim yasalarımızı reddeden ayak takımlarını
öldürün! Hapsedin! Susturun bunları! Asın! Kesin! Hapsedin! Yok edin! diyerek
tüm toplum üzerlerine çullanmışlardı. Eski arkadaşları, eski dostları, babaları
anaları bile onları düşman ilân etmişlerdi.
Peki suçları neydi bu gençlerin? Ne
yapmışlardı da bu kadar gazaplanmışlardı bu kâfirler? Bu müslümanların bir tek
suçları vardı. O da Rabbim Allah demek. Sadece Rabbimiz Allah diyorlardı. Ama
berikiler buna tahammül edemiyorlardı.
Çünkü
ilah biziz diyorlardı. Rab biziz diyorlardı. Yetki bizdedir diyorlardı. Bizim
sözümüz geçer bu ülkede diyorlardı. Bizim kanunlarımız, bizim yasalarımız
diyorlardı. Bizi dinlemek zorundasınız, bizim istediğimiz gibi inanacak, bizim
istediğimiz gibi yaşayacak, bizim istediğimiz şekilde giyineceksiniz!
diyorlardı. Rızkı veren biziz. Ekonominizi ayarlayan biziz. Sizi doyuran biziz.
Hayatı veren biziz. Hayatınızı bize borçlusunuz diyorlardı.
Halbuki
kendilerine bile bir saniye hayat veremeyen, ömürlerini bile bir saniye
uzatamayan, üşümelerine, acıkmalarına bile engel olamayan, sineğin başlarına
konmasına bile engel olamayan, ağaran saçlarına bile dur diyemeyen ve Allah’ın
yeryüzünde koyduğu yasalara boyun bükmek zorunda kalan kimselerdi bunlar. Bunlar
nasıl tanrı olabilirlerdi? Bunlar nasıl hâkimiyet bizdedir, yasaları biz
belirleriz diyebiliyorlardı? Şirkin mantığı olmaz, diyorlardı işte.
Bu
durumda ne yapsın bu garibanlar? Ya her şeye rağmen canlarını kurtarabilmek için
döndük diyecekler, vazgeçtik diyecekler. Biz bu düşüncelerimizden vazgeçtik,
sizin dininize girdik diyecekler, pişman olduk diyecekler, affedin diyecekler ve
dinlerinden îmanlarından vaz geçecekler, hem dünyalarını hem de âhiretlerini
mahvedecekler yahut da kaçıp kurtulacaklardı. Başka çareleri kalmamıştı.
Dinlerini
değiştirip dünyalarını da âhiretlerini de mahvetme-yeceklerine göre tek
seçenekleri kalmıştı o da kaçmak, saklanmak ve sığınmak. Sığınacakları yer de
mağaraydı. Mağara mazlumların sığınağı. Zalimler için karanlık, vahşi, ürpertici
ama onlar için aydınlık yolun başlangıcı. Mağara şirke düşme tehlikesiyle karşı
karşıya kalanlar için Allah’a ve cennete açılan bir kapı.
Şu
anda bile metropollerde Allah’a kulluk imkânını kaybeden, Allah’ın rahmetini
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya gelenlerin sığındıkları yerlerdir dağ
başları, mağaralar.
Tek çıkar yol olarak bunu bulmuşlar ve
birbirlerine bir mağaraya sığınalım ki Rabbimiz bize rahmetini yayıversin, bizi
korusun, bizim îmanlarımızı korusun, bizi şirke düşmekten korusun ve bize bir
çıkış yolu ve cennet nasip etsin dediler. Allah adına verdiğimiz bu karar ve
çıktığımız bu yolculukta bu işimiz konusunda bize bir rıfk, bir kolaylık bir
çıkış nasip etsin. Çünkü biliyor ve inanıyoruz ki tüm dünya bize düşman kesilse
de Rabbimiz bizi korumasını bilir dediler. Yerde tüm kapılar kapansa bile Onun
çıkış yolları bitmez dediler.
Anlayabildiğimiz
kadarıyla bu, içlerinden birisinin teklifiydi. Bu zulümden kendinizi ancak bir
mağaraya sığınmakla kurtarabilirsiniz diyerek ayrıldılar kentlerinden. Bir daha
dönmemek üzere ayrıldılar evlerinden, barklarından. Ayrıldılar tüm
akrabalarından arkadaşlarından. Ayrıldılar tüm kavim ve kardeşlerinden. Terk
ettiler doğup büyüdükleri memleketlerini. Terk ettiler tüm hatıralarını. Geride
bıraktılar her şeylerini. Girdiler mağaraya, yoruldular ve uyudular. Uzun bir
uykuya daldılar. Uyutuverdi Rabbim onları. Mağarada
uyudular, ama kul olarak uyudular, kulluk makamında uyudular. Demek ki kulluk
makamında olan kişi uyanıkken de kuldur, uyurken de kuldur. Böyle mü’-minlerin
pozitif ve negatif tüm hayatları kulluktur. Müslüman namaz kılarken de kuldur,
hiçbir şey yapmayıp otururken de kuldur. Eğer otururken isyan içinde değilse.
Onlar
uykularına devam etsinler şimdi biz dışardan onların durumlarını takip
edelim:
17. “Baksaydın, güneşin sağ tarafından doğup
meylettiğini, sol tarafından onlara dokunmadan battığını, onların da mağaranın
genişçe bir yerinde bulunduğunu görürdün. Bu, Allah'ın mûcizelerindendir;
Allah'ın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de saptırırsa artık ona
doğru yolu gösterecek bir rehber bulamazsın.”
Evet
güneşin sahibi olan Allah güneşe de hükmediyor. Görürsün ki güneş doğduğunda
onların mağaralarına sağ tarafından meyleder. Batarken de onları sol
taraflarında yalayıp geçerdi. Yâni Rab-binin emrini dinleyen güneş doğarken de
batarken de onlara dokun-muyor ve onları rahatsız etmiyordu. Onlar da güneşin
kendilerine ulaşamayacağı mağaranın içinde derin bir köşesinde mışıl, mışıl
uyuyorlardı. İşte bu durum Allah’ın âyetlerindendir.
Evet güneş doğuyor,
onların mağaralarının sağından yalayıp geçiyor, güneş batıyor, bu sefer de sol
taraflarından teğet geçiyor. Mağara onları koruyor, güneş onları koruyor,
yasanın sahibi onları koruyor. Güneş Allah’ın âyeti, mağara Allah’ın âyeti,
gençler Allah’ın âyeti, mağaranın onları sinesinde barındırması, güneşin onlara
zarar vermemesi tüm bunlar Allah’ın âyetleridir.
Onlar
orada yüz yıllarca uyuyacaklar ve bu uzun süre orada uyumaları onları
değiştirmeyecek. Hiçbir şey onları etkileyemeyecek. Allah tekvînî iradesiyle,
ilmiyle hikmetiyle onları yüzlerce sene orada uyutacak, onları koruma altına
alacak, bildiğimiz tüm yeryüzü yasalarını değiştirecek ve yıllar sonra onları
tekrar uykularından uyandıracak ve yeryüzü insanlığına diriliş âyetini
gösterecekti.
Bakın
ey kullarım! Yüz yıllarca uyuttuğum bu gençleri nasıl tekrar uyandırıp aranıza
döndürmüşsem, binlerce yıl önce toprağın altına girenleri de aynen böylece;
kalkın emrimle diriltecek ve yepyeni bir hayata kaldıracağım mesajını
verecekti. İşte kıyâmet günü vereceği bu kalkın emrini Allah şimdi bu mağara
ashabına veriyordu. Allah’ın emrini alan gençler hemen hayata dönüyorlardı.
İşte
bu bir âyettir. İşte bu Rabbimizden bize ulaşmış bir hidâ-yettir, bir yol
gösteridir, âhirete müteallik bir ibret ve levhadır. Kim Allah’ın bu ayan beyan
âyetinden ibret alarak hidâyette olmayı murâd eder de Allah onu hidâyetine
ulaştırırsa o hidâyeti bulmuştur. Ama kimde bütün bu âyetlere karşı gözlerini
kulaklarını kapatır da illâ da dalâlette kalmak ister de Allah onu dalâlette
bırakırsa artık onu yola ulaştıracak ne bir dost ne de mürşid bulabilirsin.
18. “Mağara ehli uykuda iken sen onları uyanık
sanırdın, Biz onları sağa ve sola döndürdük. Köpekleri dirseklerini eşiğe
uzatmıştı. Onları görsen için korkuyla dolar, geri dönüp
kaçardın.”
Peygamberim
onlar o mağarada uyurlarken sen onları görsen onları bakar görürsün. Onları
bakar zannedersin halbuki onlar uykudadırlar. Dıştan görünüşleri sanki diri
gibi, sanki bakar gibi gözleri açık, sanki uyanık gibidirler ama aslında onlar
uykudadırlar.
İşte
Rabbimizin gücünü kuvvetini ve hikmetini ortaya koyan bir başka âyet. Yıllarca
onlar mağarada kalacaklar, uyuyacaklar ama kendilerine en küçük bir zarar
gelmeyecek. Vücutlarında en küçük bir değişme bir parçalanma, bir çürüme söz
konusu olmayacak. Yıllarca onlar orada uyuyacaklar ve Allah tüm dış etkenlerden
onları koruyacak ve hiç kimseye onların uykusunu bozdurmayacak. Hiçbir varlığı
onların yakın semtine uğratmayacak.
Bir de biz onları soldan sağa, sağdan
sola döndürüyorduk di-yor Rabbimiz. Sağlarına ve sollarına döndürüyorduk. Bir
sağlarına bir sollarına döndürerek durumlarını değiştiriyorduk.
Sebebini
bilmesek de herhalde varlığın uykuda böyle devam etme yasasından mı? Yoksa
onların vücutlarının zarar görmemesi için mi? Onlara ıstırap vermemek için mi?
Ölmedikleri belli olsun diye mi? Ya da başka hikmetlerden mi? Allah onları bir
sağlarına bir sollarına döndürüyorduk buyuruyor. Mağaranın içinde görülmeyen bir
el onları sağlarına, sollarına döndürüyordu.
Bir de köpekleri vardı onların. Belki
içlerinden birinindi bu köpek veya onlardan birisi bir çobandı. Allah dâvâsına
gönül vermiş bir çoban. Ya da belki yolda rastladıkları bir çobana da tebliğ
etmişler, o çoban da onların dâvâlarını kabullenip onların kıyamına
katılıvermişti köpeğiyle birlikte. Onlar mağaranın içinde uyurlarken köpekleri
de mağaranın ağzında ayaklarını yaymış bekliyordu. O da tıpkı içerdekiler kadar
canlı, içerdekiler kadar diri ve onları koruyucu biz özellik
ser-giliyordu.
Peygamberim! Eğer onları o vaziyette
görseydin, o haldeyken uykuda onlara muttali olsaydın kaçardın. Korku ile
dolardın ve onlardan ürpererek kaçıp uzaklaşırdın. Onları o vaziyette gören hiç
kimse onlara yaklaşamazdı.
Nitekim tarihi haberlere göre gelip
bakmak isteyenler olmuş ve sanki bir elektrik akımına tutulmuş gibi gördüğü o
manzaradan ötürü kaçmışlardır. Ölmemişler, sanki uykuya dalmış olarak Rabbimiz
onları orada tutuverdi.
19,20. “Birbirlerine sorsunlar diye onları
uyandırdık. İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız?" dedi. "Bir gün veya daha az
bir müddet kaldık" dediler. "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir.
Paranızla birinizi şehre gönderin, en iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin.
Orada nazik davransın, sakın sizi kimseye duyurmasın" dediler. Zîra onların
sizden haberi olacak olursa, ya taşlayarak öldürürler veya dinlerine döndürürler
ve bu takdirde asla kurtulamazsınız.”
Sonra
onları uyandırdık, dirilttik diyor Rabbimiz. Birbirlerine sorsunlar diye, kendi
aralarında tartışıp orada ne kadar kaldıklarını? Ne kadar uyuduklarını
araştırsınlar diye. Evet Allah onları uyudukları bu derin uykudan, yüz yıllar
süren uykularından uyandırınca onlardan biri ötekilerine şöyle dedi: Ne kadar
kaldınız burada? Ne kadar uyudunuz? Bir gün, yahut bir günden daha az kaldık
dediler. Ama baktılar birbirlerine ve her halde durumlarının bu söylediklerine
pek uygun olmadığını biraz biraz anlamış olmalılar ki; işi, her şeyi en iyi
bilen Allah’a havale ettiler ve dediler ki ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha
iyi bilir.
Diyorlar ki ne kadar kaldığınızı en iyi
bilen Rabbinizdir. Ne hoş bir ifade değil mi? İşte imanın gündemi. İşte Allah’ın
zikri. İşte işin Allah’a havalesi. Allah’tır ancak onların orada ne kadar
kaldığını bilen. Allah’tır her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilen. O’nun gibi
bilgisi tam olan, eksiksiz olan kim var da? Bu konu önemlidir. Çünkü kıssanın
sonunda bu gençlerin sayıları konusunda insanların tartışmaları gündeme
getirilecek. Nedense insanlar böyle kendilerine lâzım olmayan şeylerin peşine
düşüyorlar. Halbuki Allah bilen olduğuna, ama bize de net bir şekilde
bildirmediğine göre bizim susmamız gerektiğini, işin en doğrusunu Allah bilir
dememiz gerektiği vurgulanıyor.
Evet,
Allah onları birbirlerine ne kadar kaldıklarını sorsunlar diye kaldırdı. Sordu
içlerinden biri; “ne kadar kaldınız?” Elbette bir Allah yasası olarak
uyandıklarında orada ne kadar kaldıklarını sorgulayacaklardı. Bizler de bugün
nerede, ne adına ve ne kadar kaldığımızı sormak, sorgulamak zorundayız. Bir plan
uğruna, bir eylem adına bir yola çıkmışsak, bir yerlerde o hedefimize bir mola
vermiş, biraz oyalanmışsak veya bir uyku, bir gaflet tutmuşsa bizi, elbette bunu
kendimize sormak zorundayız. Ne kadar kaldık? Ne kadar oyalandık? Ne kadar
hedeften ayrıldık?
Sordular birbirlerine ne kadar
kaldıklarını. Dediler ki bir gün, ya da daha az bir süre burada kaldık.
Anlayamadılar. Nasıl anlasın-lardı? Çünkü onlar bir âyettiler. Allah’ın
kendileri aracılığıyla kıyamete kadar kullarına zamana egemenliği, zamana
etkinliği konusunda mesaj ulaştıracağı seçilmiş kimselerdi onlar. Onun için ne
kadar kaldıklarını bilemediler. Bilmemeleri gerekiyordu çünkü. Yarın kıyamet
günü insanlar da aynı şeyi söyleyecekler. Bir kuşluk vakti kadar ancak dünyada
kaldık diyecekler. Yâni öyle değil mi? Söyleyin 50 yaşında, atmış yaşında
olanlar, bir gün gibi gelip geçmedi mi bu ömürleriniz? Öyleyse gelin acele
edelim, çünkü sadece bir gün gibi gelip geçiyor bu hayat.
Ve
uyandıktan sonra açlık hissederler. Yemek ihtiyaçları oldu. Orada yemeden
yaşamışlardı. Allah acıkmayacak şekilde doyuruvermişti onları. Tıpkı çölde
İsrail oğullarını bıldırcın eti ve kudret helvasıyla doyurduğu gibi. Ya da
bizler çocukken, hiç haberimiz bile yok-ken anlarımızın göksünde sütü daha biz
doğmadan hazır edip beslediği gibi. Ya da işte şu anda Allah’ın dediği gibi
yaşayan nicelerini hiç çalışmadıkları halde Rabbimizin doyurup beslediği gibi.
Ellerinde
gümüş paraları vardır, içlerinden birini şehre göndermeyi düşünürler. İçinizden
birini şehre gönderin de size yiyecek getirsin. Ama müşrik bir şehrin
yiyeceklerine de güvenilmez, kestikleri yedikleri helâl mı haram mı böyle bir
toplum buna pek dikkat etmez. En iyisi mi yiyecek için şehre inen kişi bizim
için yiyeceklerin helâlini ve temizini araştırsın. Aman bir de orada, şehirde
dikkatli davransın ve sakın sizi kimseye duyurmasın dediler. Çünkü eğer kaçıp
kurtulduğumuz bu müşrik toplum bizim yerimizi tespit ederse sizi ya öldürürler
ya da size zor kullanarak işkence ederek kendi milletlerine kendi sapık
dinlerine döndürürler. O zaman da ebedîyen kaybedersiniz dediler.
Onun içindir ki gidenin cesaretli ve
ferasetli olması gerekiyor. Çünkü karışık, kozmopolit bir toplum. Nereden
kazandıkları, neler yiyip içtikleri belli değil. Yiyecek diye insanların
ağızlarına sunduklarının içinde neler var, neler yok hiç belli olmayan bir
toplum. Ne yapsınlar böyle bir şehirden bir şeyler alırken? Mevcudun en
temizini, en helâlini araştırıp alsın. Çünkü vücudun, aklın, beynin, gözün,
kulağın, elin, ayağın yapı taşlarıdır yenenler. Bir de bizi sezdirmesin, bizi
hissettirmesin. Eğer onlar sizi fark ederler, yakalarlarsa sizi taşa tutarlar.
Ya da sizi kendi dinlerine döndürürler. Bunun için ellerinden gelen her şeyi
yaparlar.
Sanki
bu âyetler bize diyor ki; ey müslümanlar unutmayın kâfirler sizi dinlerine
döndürmeye çalışacaklar. Din bir yaşam biçimidir. Din bir hayat programıdır. Ev
tefrişinden sofra tanzimine, ticaret şeklinden eğitim programlarına kadar
hayatın tümünü kapayan programlar manzumesidir. Öyleyse sizler onların dinine
girmeyin, onlar gibi olmayın, onlar gibi bir hayatın, bir programın insanı
olmayın. Demek ki birileri var ayrı bir dinde, bizler varız ayrı bir dinde, biz
onların dininde olmayacağız. Bizim dinimiz, bizim hayatımız, hayat programımız
Allah endeksli olacak. Eğer onların dinlerine dönersek artık felâha eremeyiz,
kurtulamayız, helâk oluruz Allah korusun.
Anlaşılıyor
ki bilinmeme konusunda dikkatli davranmalarının sebebi işte bu korkularıdır.
Allah korkusu. İman korkusu. Ya ölüm, ya da dinden döndürülmek sûretiyle
dünyalarını da âhiretlerini de berbat etme korkusu. Çünkü aradan yıllar
geçtiğini, korktukları kralın ve o krala kulluk eden müşrik toplumlarının
geberip gittiğinin farkında değillerdi. Çünkü kendi hesaplarına göre daha dün
şehri terk edip kaçmışlardı mağaraya. Olup bitenlerden haberleri olmadığı için
tedbir alıyorlar ve gönderiyorlar içlerinden birini. Gönderdiler içlerinden
birini şehre. Meselâ elli yıl önce Konya’yı terk edip tekrar dönen bir adam bu
şehrin sokaklarını tanımakta çok zorlanır değil mi? O da şehri tanımakta
zorlandı. Bir taraftan da insanlar kendisini tanımasınlar diye azami gayret
gösteriyordu. Onlar istedikleri kadar bilinmemek için tedbir alsınlar bakın
Allah buyurur ki:
21. “Böylece, Allah'ın sözünün gerçek olduğunu
ve kıyâmetin kopmasından şüphe edilemeyeceğini bilmeleri için, insanların onları
bulmalarını sağladık. Nitekim halk, bunların hakkında çekişip duruyordu:
"Onların mağaralarının çevresine bir bina kurun" diyorlardı. Oysa, Rableri
onları çok iyi bilir. Tartışmayı kazananlar: "Onların mağaralarının çevresine
mutlaka bir mescid kuracağız" dediler.”
Rabbimiz
buyurur ki biz onları tanıtıverdik o kent insanlarına. Bildiriverdik onları,
onlara. Neden? Çünkü onlarla Allah kullarına bir mesaj sunacaktı. Allah onlarla
kıyâmete kadar tüm insanlığa görsel bir âyet sunacaktı. Rabbimiz buyuruyor ki;
Biz onları insanlara gösterdik. O şehirdekileri onlardan haberdar ettik. Hattâ
kıyamete kadar gelecek insanları haberdar ettik onlardan. İşte şu anda bizler de
haberdar olduk. Onlar tanısınlar için onların huzuruna gönderdik onu. Değilse
orada ölür giderler, bir süre sonra bakarlardı bir mağarada üç beş ceset, ya da
çürümüş kemikler bulunurdu. Ama Allah onları diriltti ve insanlara tanıttı. Ne
için? Şu iki şeyin mesajını insanlara sunmak için: Birincisi ölüm haktır,
diriliş ve kıyamet haktır.
İkincisi;
İnananlar galip gelecektir. Güç ve kudret sahibi Allah-tır. Allah birilerini
korumayı murad etti mi, Allah bir inancı korumayı diledi mi, onu hiç kimsenin
hatır ve hayaline gelmeyecek bir biçimde koruma altına alabilir. Hiç kimse O’na
karşı gelemez. Hiç kimse O’-nun koruduklarının kılına bile dokunamaz. Kâfirler
mağlup olacaktır. İnkâr edenler rezil ve rüsva olacaktır. İşte bunlar Allah’ın
vaadidir. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. İman edenler hep kurtulurken,
inkâr edenlerse hep mahvolmuşlardır.
Evet, ayrıldı aralarından biri ve
dikkatlice şehre indi. Temiz yiyecek aradı orada arkadaşlarına. Ama ne kadar da
dikkatli davranırsa davransın halk tanıdı onu. Belki yabancı birisi olarak
tanıdılar. Bel-ki geçmişten birisi olarak yıllar öncesinden gelen birisi olarak
tanıdılar. Yahut tarihin geçmiş zamanlarından beri dilden dile dolaşan şanlı bir
kıyamın kahramanlarından birisi olarak tanıdılar. Tanıdılar çünkü tanıtmak
istiyordu Rabbimiz. Tanıdılar çünkü Rabbimizin insanlığa sunmak istediği
âyetlerinden bir âyetti onlar. Allah bu âyetle istedi ki tüm insanlık Allah’ın
vadinin hak olduğunu anlasın. Allah istedi ki insanlık Allah’ın dostlarını
koruduğunu anlasınlar. Üç beş kişi de olsalar, güçsüz de olsalar, karşılarında
koskoca bir dünya da olsa Allah kendi adına kıyam edenleri koruyacağını, onları
zafere ulaştıracağını ve karşılarındaki güçlerin ne kadar güçlü olurlarsa
olsunlar tümünü mağlup edeceğini böylece vadini gerçekleştireceğini anlasınlar.
Allahu
Ekber! Allahu Ekber! Allahu Ekber! Rabbimiz vadini ne kadar güzel
gerçekleştirdi! Müşrik bir topluma karşı Allah adına kıyam etmiş üç beş genç
dimdik ayakta ama onlara zulmetmek isteyenlerin hepsi geberip gitmiş. Hepsi
sistemleriyle beraber, şirkleriyle beraber yok olup gitmiş. İşte insanlar
kıyâmete kadar bu gerçeği anlasınlar diye onları tanıttık diyor Rabbimiz.
Bir
de kıyâmet saatinin hak olduğunu, öldükten dirilmenim şüphe götürmez bir gerçek
olduğunu bilsinler ve anlasınlar diye onları kaldırdık ve tanıttık diyor
Rabbimiz. Tüm dünya insanlığının o gençlerin yüz yıllar sonra dirilişlerine
şahit olsunlar da kıyâmetin vukuu konusunda şüpheleri kalmasın diye bunu yaptık
diyor Rabbimiz.
Evet şehir halkı tanıdılar onu. Yıllar
önce zalim bir iktidardan kaçan o
yiğitlerden birisi karşılarındaydı. Halk şaşırıp dehşete kapıldılar. Bir
zamanlar kendilerinin şu anda yaşadıkları Îslâmi hayatı gerçekleştirebilmek için
Allah adına kıyam eden, her şeylerini terk eden şanlı atalarından biri
karşılarındaydı. Çünkü artık düzen değişmişti, toplum değişmiş ve bu gençlerin
bir zamanlar mücâdelesini verdikleri hak din hayata hâkim olmuş, zalimler geberip gitmiş ve toplum müs-lüman olmuştu.
Evet
herkes anladı ki Allah’ın vaadi hak oldu. İnsanlar ölecekler ve dirilecekler
Allah’ın vadi haktır. Üç beş genç galip gelecek, Allah’ın vaadi haktır. Kâfirler
üç beş gencin bile hakkından gelemeyecekler, Allah’ın vaadi haktır. Allah adına
kıyam edenlerin arkasında Allah vardır, Allah’ın vaadi haktır. Kâfirler yok
olmuş, Allah’ın vaadi haktır. İşte gördüler bunu, işte biz de görüyoruz ki bu
gençler galip geldiler.
Şehir halkı bu yiğidin peşine
takıldılar, onunla birlikte mağaraya gittiler. O yiğit arkadaşlarının yanına
girdi ve bir daha dışarıya çık-madılar. Onların görevleri bitmişti artık Allah
onları huzuruna almıştı. Onlar Allah’ın âyetleriydiler ve Allah’ın kendilerinden
istediği mesajını sunmuşlar ve artık görevleri bitmişti.
Sonra şehir halkı onların durumunu
tartıştılar aralarında. Onlardan kimileri dediler ki bunların üzerine bir bina
yapalım da daha sonra insanların onları kutsallaştırıp müşriklerin onlardan
istifade etmelerine ve kötüye kullanmalarına engel olalım dediler. Ama
idareciler ise bunlardan istifade etmek istediler. Dediler ki bunların
üzerlerine bir mescid yapalım. Onlar bunu kendilerine kullanmak istediler. Kendi
reklâmlarına, kendi çıkarlarına onları alet etmek istediler.
Evet,
birbirlerine galip gelmek için onların halleri ile alâkalı fikirler ileri
sürmeye başladı toplum. Allah’ın rızasına, lütfuna ulaşan bu mağara ashabının
durumlarını tartışıyorlardı. O gün başlayan, ama bitmeyen, yıllar yılı devam
eden bir tartışma. Sanki toplum üçe ayrıldı ve onlardan birileri dediler ki,
yapılanmanızı onlar üzerine bina edin. Onlar üzerinde bir yapılanma, onlar
üzerinde bir program yapın. Hayatınızı ona göre değerlendirin. Lâkin Allah hemen
uyarıverdi onları: “Rabbuhum a’lemü bihim” Niye onlara bina edeceksiniz
yapılanma-nızı? Niye onlara bina edeceksiniz hayat programınızı? Unutmayın ki
onları da en iyi bilen Allah’tır. Neden Allah’ı bir kenara bırakıp da her
şeyinizi onlara endeksleyeceksiniz? Kıyam onlar gibi yapılır, secde onlar gibi
gerçekleştirilir, söz onlar gibi söylenir, amel onlar gibi işlenir, kıyafet
onlar gibi giyilir, adım onlar gibi atılır, tavır onlar gibi belirlenir. Niye
öyle? Neden onlar gibi ayarlayacaksınız? Oysa onlar bir insandır ve
yanılabileceklerdir.
Unutmayın
ki sizler Allah’ın dediği gibi olmak zorundasınız. Efendim, onlar Allah’ın Salih
kullarıdır ve bizler onlar gibi olmak zorundayız. Oysa onlar gibi olarak
müslüman olunmayacaktı. Allah’ın dediği gibi olarak müslüman olunacaktır.
Bir grup da dedi ki, biz hayatımızı
yaşarız, onları şöyle mûtena bir yere, seçkin bir yere koyarız, zaman zaman
ihtiyaç hissettiğimiz tapınma ve coşma olgularımızı da onlarla giderir, bu
yönlerini topluma empoze ederiz, burada kullanırız diyorlar.
Evet kimileri yapılanmalarını onlar
üzerine kuracaklar, dinsel hayatlarını onlarla dolduracaklar, tapınılarını,
dindarlıklarını onlara benzemeye bina edecekler veya onları bir yerde bir
secdegâh makamında tutacaklar. Hayatın tümünde başka programlar geçerli olacak,
ama işte böyle zaman zaman özel günlerde, kutsal zamanlarda onlarla beraberlik
kuruvermek yetecekti onlar için. Yâni aslında harcamaya başladılar onları.
Veya az evvel ifade ettiğim gibi
idareciler, yönetici kadro onlar üzerine bir mescit inşâ ederek onları kullanmak
istediler. İdareciler her dönemde böyledirler. Tekkeleri, türbeleri
kapattıklarını söylerler ama para getireceğine veya kendi reklâmları adına
kullanabileceklerine inandıkları türbeleri de hep açık tutmaya çalışırlar.
Halbuki önemli olan bu gençlerin türbeleri, yaşadıkları şehir değil veya önemli
olan bu gençlerin sayıları da değildir. Önemli olan bu gençlerin bize sundukları
mesajlarıdır. Ama ne gariptir ki kimi insanlar onların sundukları mesajdan
ziyâde bu tür şeylerle meşgul olurlar. Bakın Allah diyor
ki:
22. “Karanlığa taş atar gibi, "Mağara ehli
üçtür, dördüncüleri köpekleridir" derler, yahut, "Yedidir, seki-zincileri
köpekleridir" derler. De ki: "Onarın sayısını en iyi bilen Rabbimdir. Onları pek
az kimseden başkası bilmez. "Bunun için, ey Muhammed! Onlar hakkında, bu kısaca
anlatılanın dışında, kimseyle tartışma ve onlar, hakkında kimseden bir şey
sorma.”
Rabbimizin
bu âyetlerinde kendilerine sunduğu mesajı anlamaya çalışmak yerine kendilerini
hiç mi hiç ilgilendirmeyen konularda insanların tartışmalarına şahit oluyoruz.
Gayba taş atar gibi, karanlığa taş atar gibi diyecekler ki, bu gençler üç
kişiydiler ve dördüncüleri köpekleriydi. Kimileri de diyecekler veya diyorlar ki
beş kişiydiler bunlar, altıncıları köpekleriydi. Sanki gayba taş atar gibi ne
dediklerini, ne söylediklerini bilmiyorlar. Kendilerince gûya kıssada Allah’ın
boş bıraktığı bölümleri doldurmaya çalışıyorlar. Sanki Allah o bölümleri
bilememiş, ya da unutmuş gibi. Onların sayıları yedidir sekizincisi de
köpekleri.
Evet tartışmalarının konusu bu. Onlar
üç kişiydiler. Bu sayıları çok önemliydi ya sanki. Yaptıkları o kadar önemli
değildi, çoktan unutmuşlardı yaptıklarını. Kıyamları, imanları, teslimiyetleri o
kadar ö-nemli değildi. Bazıları da onlar
şu kadardı da filan demeye çalışıyorlar. Halbuki Rabbimiz bu kıssasıyla bize
onların sayısından öte şöyle diyor: Onlar bir gruptu, haydi bakalım onlara
sizler de katılın. Siz de onların yanında, onların kıyam makamında yerlerinizi
alın diyor.
Hani
tavaf da böyledir değil mi? Bir hareket var, devam ediyor biz de ona
katılacağız. Çünkü o harekete katılmamız onu artırmayacak, ona belli bir şekil
kazandırmayacaktır, ama ona benim katılmam bana kazandıracaktır. İşte tıpkı onun
gibi Ashab-ı Kehf bir grup olarak tanıtılıyor ve bize sen de gir onların içine
deniliyor. Haydi siz de Rabbim Allah deyin. Hayata O’ndan başka program yapıcı
tanımıyo-rum deyin. Onlarla beraber olun. Tıpkı onların uyuduktan sonra hayata
dönüşleri gibi, sizler de uyanıp hayata dönün. Yıllardır uykudaydınız,
dalgındınız, kitaptan, sünnetten uzaktınız, haydi uyanın artık. Sizin neyinize
gerek onların sayıları, ya da o mağarada ne kadar kaldıkları?
Oysa onlar bu yaptıklarıyla gabya taş
atıyorlardı. Yâni karanlıkta göz kırpıyorlardı. Asla bilemeyecekleri, bilmeleri
mümkün olmayan bir konu üzerinde söz söylüyorlardı. Size neydi bundan? Ama bunu
önce kendimize söylemek zorundayız. Allah için şöyle bir düşünelim. Acaba bizler
de şu anda bize hiç mi hiç lâzım olmayan konular üzerinde böyle münâkaşa
ettiğimiz olmuyor mu? Nenize lâzım bunlar deniliverse ne diyeceğiz? Yâni o
konuda Allah bir şey dememiş, peygamber bir açıklamada bulunmamışsa nemize gerek
de konuşuyoruz onları?
Öyleyse
bizim susmamız gereken konuları iki ana grupta toplayabiliriz. Birisi; bize
kulluk sağlamayan, bizi cennete götürücü olmayan, cehennemden kurtarıcı olmayan
konular. İkincisi; evet İslâm’ın o konuda bir şeyler söylediği, ama bizim
bilmediğimiz konularda da susacağız. İslâm’ın o konuda ne dediğini bilmeden
konuşuyorsak, gabya taş atmaktan başka bir şey yapmadığımızı bilmek zorundayız.
Yok köpekleri şöyleydi, yok adları böyleydi, yok yaşları böyleydi… Birileri de
şöyle diyor; bırakın tartışmayı, onlar yedi kişiydiler, sekizincileri de
köpekleriydi.
Bu son ifade ya o kimselerin
tartışmalarının ve sözlerinin ve zırvalarının devamıdır, yahut da bu Allah’a ait
onların gerçek sayılarıyla alâkalı bilgidir. İbni Abbas efendimizden bir rivâyet
var: Der ki onların sayıları yedidir ve sekizincileri de köpekleridir. Baksanıza
Rabbimiz onların sayılarını bilen çok az kimse var diyor, işte ben bu az
kimselerdenim. Eğer bu rivâyet doğruysa, sahihse o zaman bunların sayıları
yedidir, sekizincileri de köpekleridir.
De
ki onların sayılarını ancak Rabbin bilir ve onların sayısını bilen çok az insan
vardır. Yine bilen Allah oldu. Peki Allah onu bilir, onu bilir, onu bilir de
neyi bilmez söyleyin. Ne yiyeceğimizi mi? Nasıl bir yeme modelinden yana
olacağımızı mı? Nerelerden kazanıp, nerelerde harcayacağımızı mı? Nasıl bir
hukuktan yana olacağımızı? Nasıl bir siyasal yaşam takip edeceğimizi mi? Neyi
bilmez Allah? Elbette Allah her şeyi bilir. Ama bakın bu sûre ısrarla bunu
gündem ya-pıyor.
Öyleyse ey peygamberim! sen bu
anlatılanlar dışında, Rab-binin sana beyan buyurduğu bu açık ifadelerin dışında
bu konuda kimseyle tartışmaya girme ve bu konuda da kimseden fetva isteme. Bu
konuda bu açıkça verilen bilgiler dışında hiç kimseden bir bilgi sorma. Hiç
kimseyle bu konuda tartışmaya girme. İşte Kehf ashabının durumu bu kadardır.
Sana lâzım olan kadarını, size lâzım olan bölümü Allah çok açık ve net bir
biçimde anlatmıştır, gerisiyle ilgilenme. İşte bir mağara, işte Allah için kıyam
eden gençler, işte Allah’ın onları koruması ve işte yüz yıllar sonra Rabbinin
onları hayata tekrar geri döndürmesi. Sen bunları düşün ve problemleri bununla
çözüme kavuştur.
23,24. “Herhangi bir şey için, Allah'ın
dilemesi dışında: "Ben yarın onu yapacağım" deme. Unuttuğun zaman Rabbini an ve
şöyle de: "Umulur ki, Rabbim beni doğruya daha yakın olana eriştirir.
"
Ve
bir de ey peygamberim! herhangi bir şey hakkında yarın onu yaparım deme,
inşallah onu yaparım de. Unuttuğun zaman da hemen hatırlar hatırlamaz Rabbini an
ve ümit ederim ki Rabbim beni doğruya ulaştırır de. Bir şey mi yapacaksın? Yarınla ilgili
bir tasarın, bir programın mı var? Sakın ha yarın ben şunu mutlaka yapacağım
deme pozisyonunda olma. Ancak inşallah de. Allah dilerse, Allah izin verirse de.
Diyelim ki insanlığın sebebiyle unuttun, hatırlar hatırlamaz yine O’nu gündemde
tutuver. Ya Rab de, affet de, istiğfar et. Ve de ki, umarım ki Rabbim bundan
daha güzeline, daha doğru olana beni yaklaştıracaktır.
Öyleyse
hayatımıza, yarınımıza, yapacaklarımıza kendimiz kâ-diriz zannetmeyelim. Hep
Allah’a muhtaç olduğumuzu unutmayalım da yapacağımız her iş konusunda inşallah
demeyi unutmayalım. Allah’ın her ân hayata etkin ve egemen olduğunu unutmadan
bir hayat yaşamaya çalışalım inşallah. İşte müslümanların buna imanına kader
diyoruz.
Hayatta bu konuya bîgâne davranan
nicelerinin başına nelerin geldiğini bilirsiniz. Allah’ı diskalifiye ederek
yarın şunu şunu yapacağım diyen nicelerinin her şeylerini kaybettiğini biliriz.
Bir hadislerinde Rasûlullah efendimizin şöyle buyurduğunu biliyoruz: “Yarınki
programları konusunda eğer insanlar Allah’a kul köle olarak plan ve program
yapmazlarsa onlar, kesinlikle helâktedirler”
Ehl-i kitap, yahut Mekkeli müşrikler
Allah’ın Resûlünden bu konuyu Ashab-ı Kehf’in kıssasını sormuşlar
Rasûlullah da yarın gelin size haber
vereyim buyurmuştu. İnşallah demeyi de unutmuştu. Ertesi günü geldi ki vahiy
gelmedi. Hattâ rivâyetlere göre bir süre vahyini kesivermişti Rabbimiz. Ve
nihâyet daha sonra gelen bu sûresinde Rabbimiz hem peygamberini, hem de onun
yolunun yolcusu olan bizleri bu konuyla uyarıverdi.
Öyleyse
bizler de her işimizde her kararımızda inşallah de-meyi, maşallah demeyi
unutmamalıyız. Her sözümüzde inşallah diyelim, her işimizde maşallah diyelim.
Unutmayalım ki Allah her konuya güç yetiren, her istediği yapan, her şeyi var
eden, yaratan, bilendir, tam ve mükemmel bilendir.
İnşallah meşietin Allah’a ait olduğunu
anlamak, kavramak ve bu idrakle îman etmek demektir. Meşiet; dilemek demektir.
Allah dilerse, Allah isterse, Allah izin verirse. Bu elde bir diyeceğiz bir
kere. Ama Allah dilerseden sonra kişi kendinin dilemesini mutlak ortaya koyarsa,
bu Allah’la dalga geçmek demektir.
Yâni yapacağı her hangi bir iş konusunda inşallah
der de bir adam, yâni Allah dilerse, Allah izin verirse der de, ama bu işe
kendini mutlak etkin ve yetkin zanneder ve öyle davranırsa bu inşallahla dalga
geçmek demektir. Meselâ birine kafayı taktı bir delikanlı, onunla evlenecek,
tamam inşallah. Ama öyle ısrar ediyorsa ki her çareye baş vuracak, illâ da
evlenecek onunla. Veya bir yerden dükkan tutacak adam veya bir işin başına
geçecek, biriyle beraber olacak, veya birine engel olacak, inşallah demiyor mu? Diyor ama kafaya öyle bir takıyor
ki bu işi, mutlaka yapacak onu. Sanki bu konuda Allah haşa istese de yapacak
istemese de. İşte bu Allah korusun da inşallahla dalga geçmek
demektir.
Meselâ arkadaşın biri evlenme çabasındaydı, tamam inşallah da diyordu
maşallah da diyordu. Ama konuşmasına bir bakın ki her şeye rağmen yer yerinden
oynasa da onu alacaktı. Mümkün değil onu kimseye yar etmem diyordu. E hani
inşallah diyordun? Hani Allah isterse, Allah dilerse diyordun? Nerde kaldı
inşallah? Belki de onunla evlenmeni istemiyordu Allah. Belki o makama gelmene
razı değildi Allah. Hayır öyle değil. Adam hem inşallah diyor, hem de o makama
gelebilmek için Allah istese de istemese de her şeyini, namusunu, iffetini fedâ
ediyor. İşte bu inşallahla dalga geçmek demektir.
Allah korusun da bugün müslümanın
yalanı olmuş inşallah. Müslümanlar inşallah dedi mi nerdeyse bir sene sonraya
söz veriyorlar. Oysa diyecekler, yarın öğle namazında buluşalım inşallah. Bu ne
demek? İslâm’ın mâzeret kabul ettiği şeyler dışında orda olacağım demektir. Çok
acil bir vaka olmadıkça hastalık gibi, ölüm gibi, mutlaka orada olacağım
demektir bu. Öyleyse sözlerimize dikkat edelim durup dururken kendimizi münâfık
yapmayalım.
Bundan sonra bu gençlerin mağarada
kalış süreleriyle alâkalı da bir şeyler söyleyecek
Rabbimiz:
25. “Onlar mağaralarında üç yüz dokuz yıl
kaldılar derler.”
Onlar
mağaralarında tam üç yüz yıl kaldılar ve dokuz daha ilave edildi. Bu Arapça’da
bir ifade tarzıdır. Araplar arasında o dönemde çok yaygın kullanılan bir ifade
tarzı olduğundan Rabbimiz böyle buyurmuş. Onlar mağarada üç yüz yıl kaldılar,
dokuz daha kattılar. Ama sen şöyle söyle ey peygamberim; bırakın bu
tartışmaları, sayıları konusunda tartıştığınız gibi, bir de mağarada kalış
süreleri konusunda tartışmalara girmeyin.
26. “De ki: "Onların ne kadar kaldığını en iyi
Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O, ne mükemmel görendir! O ne
mükemmel işitendir! İnsanların O'ndan başka dostu yoktur. O, hiç kimseyi
hükümranlığına ortak kılmaz. "
Onların
orada ne kadar kaldıklarını en iyi bilen Allah’tır. Allah onların orada ne kadar
kaldığını en iyi bilendir. Allah’tır en bilen, tam bilen. Üç yüz yıl kaldılar,
bir de dokuz yıl ziyade ettiler. Yâni üç yüz dokuz yıl mı? Hayır öyle değil. Bu
tartışmalar da size bir fayda sağlamayacak. Unutmayın ki onların orada ne kadar
kaldıklarını en iyi Allah bilir. Gökler ve yeryüzünün gaybını bilen O’dur.
Yukarıdaki
söz eğer Rabbimize aitse o zaman şöyle diyeceğiz: Rabbin biliyor ki onlar orada
309 yıl kaldılar. Ama eğer bu söz de önceki zırvaların devamıysa o zaman
bilmiyoruz onların ne kadar kal-dığını, aslını Allah bilir diyoruz. Eğer bilen
Allah 309 yıl demişse Allah’ın dediği doğrudur diyoruz. Çünkü göklerin ve yerin
gaybı Allah’a aittir, Ondan daha iyi hiç kimse bunu bilemez. O ne güzel işitir
ve ne güzel görür. Onun berisinde onlar için ne bir veli, ne de hükmünde ortağı
vardır. Mülk tümüyle Onundur mülkünde hiç kimseyi kendisine ortak etmemiştir,
hiç kimseyi bu konuda yetkili kılmamıştır.
Bazıları Allah bilir sözünden hareketle
bunu diyenin Allah değil de başkalarının olduğunu, işin aslını ancak Allah’ın
bildiğini demeye çalışmışlar. Kimileri de bu bölümün Allah’a ait olduğunu
söylemişler. O zaman 309 yıl mı? yoksa 250 yıl mı? bunu sadece Allah bilir ve
bizim için de fark etmeyecektir. Öldükten sonra dirilten Allah; bin yıl da olsa
diriltme kudretine sahiptir.
Allah
semavat ve arzın gaybını bilendir. Gaybın anahtarları elinde olandır. Kur’an’ın
başka yerlerinden öğreniyoruz ki bu gaybını da kimseye ezdirip bozdurmayandır
Rabbimiz. Yâni kimseyi buna muttali kılmayandır. Ee efendim Allah bunu
başkalarına da bildire-mez mi? Elbette isterse bildirebilir de ama Allah bunun
yasasını koy-muş ve bunu belirlemiştir. Onu kimseye muttali kılmam diyor.
Meselâ
Allah dilerse kendisi gibi bir Allah daha yaratamaz mı? Son elçisi olan ahir
zaman Nebîsinden sonra bir elçi daha göndere-mez mi? Evet gönderebilir ama bunun
yasasını koymuş ve bitirmiş, bundan sonra bir daha elçi göndermeyeceğim demiş ve
bitirmiş. Gaybımı da kimseye açmam demişse bunun yasasını koymuşsa, artık bunu
kurcalamanın da anlamı yoktur.
27. “Ey Muhammed! Rabbinin kitabından sana
vahy olunanı oku; O'nun sözlerini değiştirecek yoktur. O'ndan başka bir
sığınılacak da bulamazsın.”
Burada
kıssa bitiyor. Rabbimiz kitabının Kehf sûresinde peygamberine vahy ettiklerini
elçisine okudu. Elçisine anlattı. Şimdi de ona okuduğu bu âyetlerin onun
tarafından bize okunmasını emrediyor. Allah elçisinin kendisine indirilen bu
kitabı bize okumasını emrediyor. Allah’ın Resûlü Allah’ın kendisinden istediği
biçimde okuyordu Allah’ın kitabını. Sürekli gündemde tutuyordu bu kitabın
âyetlerini. Allah’ın Resûlü bunu önce sahabeye okudu, şu anda da bize okuyor.
Sanki efendimizin ağzından dinliyormuş gibi kıssayı dinledik. Biz de okuyacağız
hem kendimize hem de en yakınlarımızdan başlamak sûretiyle herkese.
Onun sözlerini değiştirecek yoktur.
Acaba bugün bizler de bu Ashab-ı Kehf gibi olursak Allah bize de yardım eder mi?
demeyin. Biz de eğer bu gençler gibi yapar, Allah için bir kıyamı
gerçekleştirecek olursak kesinlikle inanalım ki Allah bize de yardım edecektir.
Tüm düşmanlarımıza karşı bizi de koruyacaktır. Allah’ın dışında bir melce, bir
sığınak da yoktur. Vekil Odur ve O ne güzel vekildir. Koruyucu Odur ve ne güzel
koruyucudur O. O gün o müslümanları âyet olarak şereflendiren ve kıyâmete kadar
ümmete örnek yapan Allah unutmayalım ki aynı yolun yolcularını da aynı şerefle
şereflendirecektir. Onları da ölümsüzlüğe ulaştıracaktır. Kendisine sığınanları
mutlaka koruyup rüşte ulaştıracaktır.
İşte
üç beş genç ve karşılarında bütün dünya. Matematik hesaplarına göre onların
başarması kesinlikle mümkün değil. Ama gördük ki Allah’ın izniyle başarıya
ulaştılar. Kıyâmete kadar Allah yolunda olan müslümanlar hep kazanacak ve
karşılarındaki kâfirler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar hep kaybedecekler. Bu
Allah’ın yeryüzünde değişmeyen yasasıdır.
Sûrenin
bu bölümünde son derece açık ve net bir şekilde gör-dük ki imanla maddecilik,
imanla materyalizm arasındaki savaş böylece imanın galibiyetiyle son buluyor.
Sebepleri putlaştıran, eşyayı putlaştıran ve maddenin ötesinde bir Allah’ın
varlığını reddeden küfür taraftarlarıyla, tüm bu sebeplerin, maddenin ve
eşyanın, âlemin yaratıcısı mutlak egemen bir Allah’ın varlığına iman eden iman
taraftarları arasındaki kavga inananların zaferiyle sonuçlanıyor. Allah için
dünyalarından, rahatlarından, devletlerinin kendilerine lütfedeceği makamlardan,
ailelerinden, akrabalarından, dostlarından, vatanlarından, evlerinden,
barklarından vazgeçebilenleri bekleyen Allah desteği ve zaferi. Evet hem
dünyada, hem de âhirette güzel âkıbet muttakilerindir.
Gördük ki toplum ve zalim iktidar
taraftarları putlara, şehvetlere, maddeye ve kuvvete tapınmaya başlamıştır.
Maddeci ve materyalist bir anlayışla sadece görünene inanan, onun ötesinde başka
hiçbir değer tanımayan, tüm imanî ve ahlâki değerleri reddeden bir duruma
gelmiştir. Bu mantığın getirdiği tabii bir sonuç olarak iktidarda bulunanlar
doyumsuzca ülkenin tüm gelir kaynaklarına el koymuş ve gücüne güç katmıştır.
Ulaştığı bu gücün sarhoşluğuyla kendisini tanrı görmeye başlayan iktidar kendisi
gibi düşünmeyen, kendisi gibi inanmayan, kendisi gibi yaşamayanların peşine
takılmıştır. Tek tip insan, tek tip inanç dayatmasıyla insanları takibe
almıştır.
İşte böyle boğucu bir ortamda bir kısım
gençlerin kalbine İsa’nın (a.s) hayatbahş olan mesajı ulaşır. Bu kutlu peygamber
mesajıyla dirilen bu gençler sebeplerin ötesinde işleyen mutlak iradeyi, Allah’ı
tanırlar. Sebeplere de, devlete de, devlet kapısına da, topluma da asla boyun
eğip teslim olmamaları ve sadece Allah’a güvenip teslim olmaları gerektiğinin
bilincine erdiler. Allah’ın sebepler sebebi olduğunu, tüm sebeplerin yaratıcısı
ve sahibi olduğunu anlayıverdiler.
Her kim ki böylece Allah’a iman eder ve
teslim olursa kesinlikle bilelim ki Allah da onu destekleyecek, ona sabır,
sebat, güç, kuvvet, rüşt işlerinde başarılar, kolaylıklar verecektir. Tüm
sebepleri onun hayrına, yardımına seferber edecektir.
Evet
inançsız bir dünyaya sahip olmaktansa, imansız, izzetsiz, hürriyetiz ve şerefsiz
bir hayata sahip olmaktansa hayatsız, malsız, mülksüz, makamsız, ikbalsiz bir
imana sahip olmayı yeğleyenler var ya Allah imanlarını onların imdadına
koşturuveriyor. İman ve hidayet onların yollarını açıveriyor. İmanları onlara
her yerde ve her konumda sadece Rablerine güvenmeleri, Rablerine sığınmaları ve
Onun istediği yolda olmaları gerektiğini söyleyiveriyor, onlara bu yolda sabır
ve kararlılık veriyor.
Dikkat ederseniz birlikte
gerçekleştirdikleri bu kıyamın sonunda yine birlikte hareket ediyorlar,
bölünmüyorlar, parçalanmıyorlar, her biri ayrı bir yere kaçmayı, her bireri ayrı
bir mağaraya sığınmayı düşünmüyorlar. Hepsi birden Rablerine sığınarak aynı
mağaraya gi-riyorlar.
Dikkat
ederseniz adına kıyam gerçekleştirdikleri Allah’ın güneş, hava gibi tüm
nimetlerden onları istifade ettirdiğini görüyoruz. Elbette bu sebeplerin, bu
yasaların sahibi olan Allah onları sevdiklerinin emrine ve hizmetine âmâde
kılar.
İşte
böyle hayatın sahibi olan Allah tüm hayatı, tüm eşyayı, tüm varlıkları, tüm
sebepleri sevdiği kul-larının emrine sunarken aynı sebepleri, aynı eşyayı onları
putlaştıranların helâklerine sebep kılıveriyor.
Öyle
değil mi? Göklerin ve yerin,
göktekilerin ve yerdekilerin tamamının sahibi ve yaratıcısı olan Allah’ı
reddederek, Allah’la çatış-maya girerek, maddeyi, eşyayı, sebepleri, yasaları
putlaştıran, onlara tapınmaya başlayan, Allah’a kulluğa ayıracakları akıllarını,
bilgilerini, zamanlarını ve imkânlarını dünyayı, dünyada rahat bir hayatı
kazanabilmek için seferber edenlere dünya ve topladıkları dünyalıklar hep karşı
gelmiştir. Hiç beklemedikleri bir anda, hiç ummadıkları bir ortamda Allah
karşılarına çıkmış, yollarını kesmiş ve bu zavallılar kendi icatlarının, kendi
vasıtalarının kurbanı olarak geberip gitmişlerdir. Mü’-minlere hayatbahş olan
eşya, sebepler bunlar için helâk sebebi olmuştur. Kendi ürettikleri şeylerin
mikroplarıyla, kendi ürettikleri harp ve benzeri problemlerle yok olup
gitmişlerdir.
Ve işte şimdi Mekke’deyiz. Mekke’de
Ashâb-ı Suffa’nın rolünü oynayan, onların misyonunu ve dâvâsını üstlenen bir
avuç müslü-man var. Tıpkı onlar gibi Allah’a Allah’ın istediği gibi îman etmiş,
Allah’a Allah’ın istediği gibi teslim olmuş ve hayatlarını Allah adına yaşama
mücâdelesi veren bir avuç müslüman. Bilallar, Ammarlar, Sü-heybi Rumilerden
oluşan bir avuç müslüman.
Ve
bir de Mekke’de Ashab-ı Kehf dönemi zalimlerinin rolünü üstlenmiş müşrikler var.
Onların o gençlere yaptıklarını aratmayacak biçimde bu bir avuç müslümanı bir
kaşık suda boğmak isteyen Mekkeli müşrikler var. Onlar da diyorlar ki ey
Muhammed! Sen bu ayak takımını yanından kovmadıkça kesinlikle bizler senin
yanına gelemeyiz. Biz onlarla birlikte oturamayız.
28. “Sabah akşam Rablerinin rızâsını dileyerek
O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini
isteyerek, gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine
unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye
uyma.”
Peygamberim
sen sürekli onlarla beraber ol, onları yanından kovma. Unutma ki yarın onlar da
tıpkı Ashab-ı Kehf gibi olmaya nam-zet insanlardır. Şu anda horlansalar da,
hakaretlere maruz kalsalar da unutma ki onların şu andaki konumu Ashab-ı Kehf’in
konumuyla aynıdır. Tıpkı onlar gibi bunlar da seneler sonra yeryüzünün efendisi
olmaya namzet kimselerdir. Onlar bir dönem gelecek ki kıyâmete yeryüzünün
ölümsüz kahramanları, örnek şahsiyetleri olacaklardır. Kıyâmete kadar insanlık
onları baş tacı edecektir.
Evet, ey peygamberim sakın sabah akşam
seninle birlik olanlara karşı rahatsızlık gösterme, burun kıvırma, onları
yanından kovma. Peki acaba böyle yapmış mı Allah’ın Rasûlü? Sadece Ümmü Mektûm’a
küçücük bir tavrının akabinde bile hemen uyarıldığını biliyoruz.
Peki
ya bu neyin nesi? Anlayabildiğimiz kadarıyla müşriklerden peygamberimize bir
teklif var. Diyorlar ki ey Muhammed, tamam senin yanına gelelim, ama bir konu
var ki biz ona tahammül edemi-yoruz. Şu senin yanındaki malsız mülksüz,
statüsüz, adam bile diye-meyeceğimiz baldırı çıplaklar var ya, şu seni çepeçevre
kuşatanlar var ya, sen onları bizim yanımıza almazsan ancak o zaman gelebiliriz.
Kabul edersen geliriz diyorlar. Yâni belki dış görünüşüyle güzel bir teklifti
bu. Onların hidâyetine çok hâris olan Allah’ın Rasûlü; acaba bu adamlar biraz
biraz dinlerlerse adam olurlar mı? Acaba bizim yakınımızda oluşları onların
kalplerini ısındırır mı? Diye düşünürken, aklından geçirirken Rabbimiz hemen
uyarıverir onu. En’âm sûresinde de böyle bir uyarı gelir. Eğer onları kovacak
olursan, zalimlerden olursun buyuruluyor.
Peki acaba bu konuda biz ne durumdayız?
Peygamber bile böyle yapınca zalimlerden olacaksa, biz ne haldeyiz bu konuda?
Allah’ın bize lütfettiği imkânlardan birisini kullanacak durumda olan
komşularımıza, bize ihtiyacı olanlara karşı nasıl davranıyoruz? Aman belki bu
kardeşimin, bu komşumun evinin ihtiyacı mı var? Hastası mı var? Arabaya mı
ihtiyacı var? Onu mu yük sürecek acaba diye mi ka-çıyorsun ondan? Kimlere karşı
yan çizmeye çalışıyoruz? Sosyal hayatta gariban bilinenlerden kaçmaya mı
çalışıyoruz? Müstahdemlere karşı farklı davranmaya mı
çalışıyoruz?
Öyleyse
peygamberim, sen onlarla beraber ol, ve sabret. Sa-habi diyor ki vallahi bu âyet
geldikten sonra Allah’ın Resûlü biz yanından ayrılmadıkça bizim yanımızdan
ayrılmıyordu. Allah’ın bu uyarısından sonra Rasulullah Ashab-ı Kehf konumunda
bulunan toplumun bu en garibanlarıyla hayatını birleştirivermişti. Zîra Allah’ın
dininde yeryüzünde hiçbir sınıf ayırımı yoktur. Ne sosyal, ne ekonomik, ne
dinsel hiçbir ayırım söz konusu değildir.
Bakın aynı konuda Allah’ın Resûlü En’âm
sûresinde de uyarılmıştır:
“Rablerinin huzurunda
toplanacaklarından korkanları Kur’an’la uyar. Onlar için Allah’tan başka ne bir
dost, ne bir şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah’tan korkarlar. Sırf Allah’ın
rızası nı dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların
hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu değildirler.
Onları huzurundan kovduğun takdirde zalimlerden
olursun.”
İslâm’ın ilk maya tuttuğu Mekke
toplumunda Rasûlullah’ın çevresinde onun dâvetine kucak açanlar toplumun en
gariban insanlarıydı. Mekke’nin ileri gelen zenginleri, kendini beğenmiş
müstekbir, toplumun kalburüstü insanları Resûlü Ekremin yanına geldikleri zaman,
bu gariban insanlarla onun meclisinde birlikte yan yana oturmak şöyle dursun,
tükürüklerini bile bu adamlara reva görmüyorlardı. Rasûlul-lah’ın yanına
geldiklerinde Bilal gibi, Habbab Bin Eret gibi, Ammar Bin Yasir gibi, Süheybi
Rumi gibi garibanları, kendi ifadeleriyle baldırı çıplakları orada, onun yanında
gördükleri zaman kahroluyorlar, mahvoluyorlar ve: Ey Muhammed! eğer bizim senin
yanına gelmemizi isti-yorsan kov bu adamları. Bu baldırı çıplaklar senin
meclisinde bulundukları sürece kesinlikle senin yanına gelmeyiz, gelemeyiz. Biz
bu adamlarla birlikte asla oturamayız diyorlardı. Biz aziz, bunlarsa zelil
diyorlardı.
Malda,
makamda, elbisede, servette, samanda izzet görüyorlardı. Bunlara sahip olanlar
aziz, bunlardan mahrum olanlar da zelildir diyorlardı. Ey Muhammed! Kavminden
bunlara mı razı oldun? Bu kadar insanın içinden bunları mı seçip beğendin? Yâni
sence aramızda Allah’ın nîmet verip üstün kıldıkları bunlar mıdır yâni? Biz
bunlara mı tabî olacağız? Bunlara mı
uyacağız? Senin bu anlayışından vazgeçip bize bu adamlardan ayrı bir meclis
yapmanı istiyoruz. Dışarıdan gelen Arap elçilerinin bizleri bu düşük insanların
yanında görmelerini iste-miyoruz, buna tahammül edemiyoruz diyorlardı. Biz senin
yanından ayrıldıktan sonra onları yanına alabilirsin. Biz çıktıktan sonra
istediğin kadar onlarla otur, ama biz varken onları çıkar
diyorlardı.
Bunların İslâm’a girmeleri konusunda
çok haris davranan Allah’ın Resûlü, bunların cehenneme gitmelerine vicdanı asla
dayanmayan Allah’ın Resûlü, peki bunu bir düşüneyim buyurunca, hemen arkasından
bu âyet-i kerîme geliyordu. Bakın Allah diyor ki peygamberim, sen bırak
başkalarını da Rablerinden korkanları, Rablerinin huzurunda toplanacaklarından
korkanları, bu dünyadaki imtihânları bitip de tüm yaptıklarının hesabını vermek
üzere Allah’ın huzuruna gideceklerini ve huzurda toplanacaklarını bilen ve buna
inananları ve hayatlarını bu îmânâ bina etmeye çalışanları Kur’an’la uyar.
Âhirette kendilerini kurtaracak Allah’tan başka bir velileri, Allah’tan başka
hayatlarına kulluk maddesi alacak bir velileri, Allah’tan başka bir
kurtarıcıları, bir dostları ve şefaatçileri yoktur onların. Babalarının,
dedelerinin, şeyhlerinin, liderlerinin, mürşitlerinin, hattâ peygamberlerinin
bile kendilerini kurtaramayacağına inananları uyar peygamberim.
Zîra
uyarıdan nasibini alacak olanlar da bunlardır. Söz dinleyecek olanlar da
bunlardır. Sakın buna inanmayanları inananlara tercih etme! Allah’a îman edip
sırf Allah’ın rızasını kazanmak derdiyle sabah akşam Rablerine dua eden ve bu
dâvânın temel taşları, yâni bu dâvânın temel taşları ve bereketi durumunda olan
bu garibanları sakın berikilerin hatırına huzurundan kovma!
Çünkü
ne sen onların hesabından sorumlusun ne de onlar senin hesabından sorumludur.
Senin hesabın sana, onların hesabı da kendilerine aittir. Yâni bu gariban
müslümanların gariban olmaları ya da onların fakir olmaları benim Rableri olarak
onlara takdir ettiğim rızın neticesidir. Bu benim takdirimdir, senin bununla bir
ilgin alâkan yoktur.
Sonra
bu gibi şeylerin, fakir fukara olmak gibi ölçülerin îman yönünden hiçbir değeri
yoktur. Yâni ne zenginler daha iyi müslüman-dır, ne de fakir olanlar daha az
müslümandır. Bunun îmanla bir ilgisi yoktur. Öyleyse ey peygamberim, sakın bu
insanlar fakirdir diye huzurundan kovmaya ve ötekileri bunlara tercih etmeye
kalkışma.
Resûl-i Ekremin hayatında bir Abese
hadisesi var. Allah’ın Resûlü kâfirlere Mekke’de büyük kabul edilenlere, bu
müdürdür, bu reistir, bu liderdir, bu kalburüstü, bu elit tabakadır denenlere
İslâm’ı anlatma çabası içindeyken ama bir sahabe, Abdullah İbni Ümmü Mektum
çıkagelir ve Allah’ın Resûlünden Îslâm talebinde, îman talebinde bulunur.
Allah’ın Resûlü onu bırakarak berikilere anlatmaya devam eder. Ümmü Mektum ısrar
eder. Allah’ın Resûlü onun bu ısrarını münâsebetsizlik kabul eder. Zîra beriki
reis konumunda olan kimse-lerin İslâm’a girmelerini istemektedir ve onlara
tebliğine özen göstermektedir. Âdeta onları kazanabilmek için bütün gücüyle
çırpınmaktadır.
Rasûlullah’ın
bir mâzereti vardı bu konuda. Ümmü Mektum Rasûlullah’ın akrabasıydı, binaenaleyh
başka zaman da anlatabilirdi ona. Bir ikinci mâzereti de Abdullah müslümandı, o
anda ölseydi cen-nete gidecekti, ama berikiler kâfirdi, o anda ölselerdi onlar
cehenneme gideceklerdi. Onun için Allah’ın Resûlü felâketin ciddiyetine binaen
berikilere yöneliyordu. Lâkin Abdullah Bin Ümmü Mektum amaydı, zor gelmişti
oraya kadar. Düşe kalka gelmişti, samimi olarak gelmişti, amel etmek üzere
gelmişti, işkenceye adaylığını koyarak gelmişti.
Ama berikiler ona karşılık şartlı
gelmişti. Bizim bu dine ihtiyacımız yoktur diyerek gelmişlerdi. Müstekbirce
müstağnîce gelmişlerdi. Onun yanında berikilere yönelmek cahili değer
yargısından kaynaklanıyordu. Bunlar müdürdür, bunlar amirdir, bunlar elit
tabakadır diyerek, bunlar îman ederlerse Îslâm güç bulacaktır diyerek bunlara
yönelmek cahili bir anlayıştı. İşte o anda Rabbimiz Abese sûresini
gönderivermişti. Rasûlullah donakalmış, Ümmü Mektum donakalmış, kâ-firlerin
hepsi şaşırıp kalmışlardı. Allah o anda, o ortamda âyetlerini gönderivermiş ve
peygamberini düşmanlarının gözü önünde uyarıvermişti. Bir daha bunu yapma
peygamberim! Buyuruvermişti.
Öyleyse müslümanlar hüküm verirken
cahiliyeden, cahilî değer yargılarından etkilenmelidir. Bu konuda her zaman
vahiy önde olmalıdır. Kim iyi? Kim kötü? Kim büyük? Kim küçük? Kim önce? Kim
sonra? Kim bereketli kim bereketsiz? Bunu vahiy belirlemelidir. Bunu kendi
kendimize belirlemeye kalkışmamalıyız. Müslüman ne kadar da fakir olursa olsun,
ne kadar da sosyal yönden zayıf olursa olsun her zaman kâfire tercih
edilmelidir.
Yâni
yirmi dört saatimizin herhangi bir bölümünde bizden Îs-lâm isteyen bir
talep olursa, bunu derhal yerine getirmek zorunda ol-duğumuzu asla
unutmamalıyız. Ya da insanlardan böyle bir talep ol-madığı halde kendiliğinden
bir fırsat oluşmuşsa yine hemen onu yerine getirmek zorunda olduğumuzu da
unutmamalıyız. Yâni karşımız-daki insanların, hanımlarımızın, çocuklarımızın,
komşularımızın illâ da dilleriyle bizden İslâm’ı sormalarını, istemelerini
beklememeliyiz. Halleriyle, vaziyetleriyle sorduklarının ve istediklerinin hemen
farkına va-rarak onlara onların muhtaç oldukları İslâm’ı anlatmaya
başlayıvere-lim.
Evet garibanları etrafımızdan
kovmamalıyız. Zîra Rabbimiz buyurur ki onların hesabından siz sorumlu
değilsiniz. Onlar da sizin hesabınızdan sorumlu değildir. Bunun niyeti öğrenmek
değil! Bunun niyeti dalga geçmek! Bunun niyeti beni oyalamak! Demeyelim.
Bakın
Allah diyor ki: Sana ne bundan? Seni ne ilgilendirir bu? Onun hesabı senden
sorulmayacak, senin hesabın da ondan sorulmayacak. Ne bilirsin? Belki samimi
olarak dinleyip amel edecektir o.
Allah peygamberine diyordu ki sakın o
garibanları yanından kovma! Eğer bunlar garibandır diye onları yanından kovarsan
o zaman sen zalimler den olursun.
Peygamberim,
sakın dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma.
Gözlerini o garibanlardan ayırma. Yâni onlar bir yana sen bir yana program
arama. Onlarla beraberken saate bakıp durma. Birilerini gözleme bahanesiyle
sakın dışarıya bakıp, içeriye girip durma. Dersim vardı, işim vardı, toplantım
vardı filan deme. Onlarla beraberliğe sabret. Biz onlarla beraber olunca Allah
bizden razı olacaksa niye yapalım bunu?
Bunu
ancak şu dünya hayatının geçici zevk ve eğlencelerini isteyenler yapabilir. Yâni
bunu yapanlar ne için yaparlarmış? Bakın devamında Rabbimiz onu şöyle anlatıyor:
Ya şu dünya hayatının ziynetini, ya da Allah’ı ve âhireti istersiniz. Peki
ikisini birlikte istesek olmaz mı? Mümkün değil. Yâni hem Konya’da olmayı, hem
de İstanbul’da olmayı istemek gibi bir şeydir bu. Hem arabayı satmak
istiyor-sun, hem de aynı arabaya binmek istiyorsun. Yâni hem o, hem o olmaz.
Bakın Ahzâb sûresinin 28 ve 29. âyetlerinde Rabbimiz bu ko-nuyu bize çok hoş
anlatır.
“Ey
peygamber! Eşlerine şöyle söyle: “Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız
gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı,
peygamberini, âhiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi
davrananlara büyük ecir hazırlanmıştır.”
(Ahzâb
28,29)
Rasûlullah
efendimizin hanımları Beni Kureyza Yahudilerinin ganimetleri müslümanların
ellerine geçince Rasûlullah efendimizi sıkıştırdılar. Dediler ki; “ey Allah’ın
Resûlü, başkalarının hanımları refah içinde bir hayat yaşarlarken görüyorsun ki
bizler sıkıntı ve yokluk içinde kıvranıyoruz. Bizim de bolluk içinde yaşamak
hakkımız değil mi? Diyerek Rasûlullah efendimizden dünyalık bir şeyler
istediler. Tabi o günlerde müslümanların ellerine son savaşlarda bolca ganimet
geçince hayat standartlarında değişmeler oldu. Bu durumdan tüm mü’minler
etkilendikleri gibi Rasûlullah efendimizin hanımları da etkilendiler. Bizim de
başkaları gibi yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya hakkımız vardır derler. Bizim de
hayat standardımız biraz değişsin, biz de biraz rahat edelim, bizim evimiz,
eşyamız da biraz hoşumuza gidecek hale gelsin derler. Ey Allah’ın Resûlü biraz
da biz hanımlarını düşünsen, biraz da bizim için harcama yapsan derler.
Belki
peygambere karşı hanımlarının istekleri, bu tavırları Onun insanlığa getirip
sunmuş olduğu, insanlardan istemiş olduğu hayat tarzının bir bakıma bir
sorgulanması anlamına da geliyordu. Belki de Rasûlullah’ın hanımları Onun diğer
müslümanlar gibi şimdiye kadar elinde avucunda bir şey olmadığı için böyle
garipçe bir hayat yaşadığı hükmüne, zannına varmışlardı. Şimdi ise müslümanların
eline bolca ganimet malı geçmişti. İster o sebeple, isterse bolluk içinde bir
hayat özlemiyle olsun Resûlullah efendimizi sıkıştırırlar. Resûlullah efendimiz
bu duruma çok üzülür. Rabbimiz buyurur ki;
Ey
peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız
gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı,
peygamberini, âhiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi
davrananlara büyük ecir hazırlanmıştır.
Tehdidin
büyüklüğünü anlayabiliyor musunuz? Eğer sizler peygamber eşleri olarak dünya
hayatını, dünya hayatının ziynetini, süsünü, rahatlığını, konforunu, lüksünü
istiyorsanız. Eğer derdiniz dünyada refah içinde bir hayat yaşamaksa, gelin sizi
metalandırayım. Size bağışta bulunayım. İstiyorsanız sizi boşayayım, boşamam do-layısıyla size vermem gereken
mutayı, mehirlerinizi vereyim de gü-zellikle sizi salıvereyim. Böylece benim
içinde bulunduğum sıkıntılı hayattan kurtulup serbest olursunuz. Özgürce
dilediğiniz gibi bir ha-yat yaşarsınız. İstediğiz şekilde yer, içer, giyinir,
kuşanırsınız.
Evet
işte peygamber hanımlarına söylenen söz budur. Peki bize söylenen nedir? Bize ne
söyleniyor burada? Ey insanlar, ey müs-lümanlar eğer dünya hayatını ve süsünü
istiyorsanız gelin sizi serbest bırakayım, keyfinize göre bir hayat yaşayın. Ama
unutmayın ki bu tercihinizle peygamber ailesinden, peygamber çevresinden,
peygamberle birlik olmaktan, peygamber yolunun yolcusu olmaktan uzaklaşmış
olursunuz. Buyurun dilediğiniz gibi yaşayabilirsiniz. Yine peygamber ailelerine
ve bizlere ikinci teklifte şöyle. Yok eğer dünyayı değil de Allah’ı, Resûlüne ve
âhiret yurdunu istiyorsanız muhakkak ki Allah sizden muhsin olanlara, Allah’ı
görüyormuş gibi Ona kulluk yapanlara büyük mükâfat hazırlamıştır. Haydi buyurun
bu mükafat da sizi bek-liyor. Evet hem hanımlarına hem de kıyâmete kadar gelecek
tüm erkek ve hanımlara bunu teklif ettiriyordu Rabbimiz.
Arkadaşlar, bakın burada bu ikisinin
birbirine zıt olarak bir değerlendirilmesine şahit oluyoruz. Rabbimizin yaptığı
bu değerlendirme gerçekten çok önemlidir. Teklif çok açık ve net. Bir tarafta
dünya, diğer tarafta âhiret ve Allah’ın rızası. Öyleyse Rabbimizin bu
değerlendirmesinden anlıyoruz ki bunun her ikisi de birlikte olmayacaktır. Yâni
hem dünya olsun, hem dünyanın süsü ve ziyneti olsun, hem de Allah, Resûlü ve
âhiret olsun. Niye biri olunca diğeri olmuyor? diye bir soru soruyor veya işte
bu konuda şu andaki mevcut hayatımıza göre bir takım felsefeler geliştirmeye
çalışıyorsak, kesinlikle bilelim ve iman edelim ki işte Rabbimizin bu âyet-i
kerimesindeki değerlendirmesi bizim şu andaki yanlış anlayışlarımızı kesinlikle
reddediyor. Vallahi ben demedim bunu gardaş, bunu Allah dedi. İşte âyet, buyur
sen de oku ve nasıl anlaşılması gerektiğini sen de düşün. Bu kitap benim olduğu
kadar senin de kitabın.
Acaba aynı durumda bizim hanımlarımız
olsa hangisini tercih ederlerdi? Ey müslüman hanımlar, sizler hangisini tercih
ediyorsunuz bugün bir düşünün. Hangisinden yanasınız? Dünya ve dünya nimetlerine
ulaşmak mı? yoksa Allah ve Resûlünün hoşnutluğu mu? Dünyada lüks bir hayat mı?
Yoksa cennet mi? Hangisinden yanasınız? Önce dünyayı bir kazanalım, sonra
âhireti de ayarlarız mı diyoruz? Dünya hayatı ve süsü olsun, bunun yanında
âhiret de olsun mu diyoruz? Yoksa dünya hayatı ve süsünü bir tarafa bırakıp, bu
konuda kendi kendimize hiçbir yorum yapmadan, hiçbir çıkış yolu aramadan Allah,
Resûlü ve âhiret yurdunu mu tercih ediyoruz? Böyle yapalım da efendimizin hane-i
saadetlerinde bizim de yerimiz olsun, biz de ehl-i beytten olalım mı diyoruz?
Öteler âleminde Rasûlullah yanında bir yerimiz olsun mu diyoruz? Tercih bize
bırakılmış, buyurun neyi, hangisini tercih edeceksek tercihimizi güzel yapalım.
Ey peygamber yolunun yolcuları, öyleyse
sabah akşam Allah’a kul olanlarla, Allah’a kul köle olanlarla, Allah’a dua
edenlerle birlikte olmayı kendinize bir şeref kabul edin. Sakın ha düzeni
bozmayın. Dünya hayatının süsü ve ziyneti hatırına sakın gözlerinizi başka
tarafa çevirmeyin. Yâni mal mülk sevdasına onlardan uzaklaşmayın. Kalem
sûresinde de fakir fukarayı diskalifiye etmeye çalışanların bağlarını
kaybettikleri anlatılır.
Evet
bu uyarının gelişinden sonra Allah’ın Resûlü çok korkmuştur. Hattâ sahâbe-i
kirâmın ifadelerinden anlıyoruz ki bu âyetin gelişinden sonra Allah’ın Resûlü
biz kendisinin yanından ayrılmadıkça bizim yanımızdan ayrılamıyordu diyorlar.
Kılıçlarına kendi kılıçları, paralarına kendi paraları, evlerine kendi evleri
gibi bakabilme özellikleri onları öyle bir kardeş yapmıştı ki aralarında ne
sosyal sınıf farkları ne de üstünlük alçaklık anlayışları kalmıştır. Hepsi
yıkılıp gitmiştir.
Bu âyetlerden anlıyoruz ki tebliğ
edeceğimiz insanların sıralamasını biz kendi kendimize yapmayacağız.
Karşımızdaki insanları şu şekilde gruplamamız güzel olacaktır. Karşımızdaki
insan ya müslü-manlığının farkında olmayan birisidir, ona İslâm’ı ulaştıralım,
belki bizim uyarımız ona fayda verecek ve adam olacaktır. Ya da mü'mindir, bizim
anlatmamız sonucunda hayatına biraz daha çeki düzen verecektir. Öyleyse biz
neticeyi düşünmeyeceğiz. Çünkü bakın Allah âyet-i kerîmesinde belki diyor. Belki
yola gelirler, belki adam olurlar.
Öyleyse
inzar edeceğiz, ama kovmayacağız. Uyaracağız, a-ma azarlamayacağız. İnzarımız
onları kovma ve azarlama mânâsına gelmeyecek, aksine onlara acıma mânâsına
gelecektir. İnsanların her zaman bize ulaşabilmeleri için imkân hazırlayacağız.
İnsanlardan uzaklaşıp, fildişi kulelerimize çekilmeyeceğiz. Allah korusun da
bugün kimi hocaların evlerine insanlar gündüz saat ondan önce, gece de saat
ondan sonra girememektedirler. Neden? Efendim zatı alileri istirahat
buyuracaklarmış. Bu gerçekten çok ayıp bir şeydir. Allah’ın Resûlünü az evvel
anlattım, onun hayatında böyle bir şey kesinlikle yoktur. İnsanlar her an ona
ulaşma imkânına sahiptiler. Gerçekten mü'-minlerin ihtiyaçları varsa
gelebilmeliler, girebilmeliler, bulabilmeliler bizi.
Ve
sakın ha peygamberim, o garibanları bırakıp da kalbi bizim zikrimizden gafil
olan, yâni bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek kendi
hevâsına uyan kimseye uyma.
Evet, sakın ha şu bizim zikrimizden,
zikir olarak, hayat programı olarak gönderdiğimiz kitabımızdan kalbi gafil olan,
kalbi uzak olanlar var ya, işte onlara da itaat etme. Sakın onları dinleme.
Onlardan yana meyletme. Çünkü onlar başka değil, sadece hevâ ve heveslerine
uyuyorlar. Kitabı bir kenara bırakıp kendi kendilerine program yapmaya
çalışıyorlar. Onların işleri de gerçekten çok dağınıktır. Ne yaptıklarını
bilmiyorlar.
Ne dersiniz? Kimi dinliyorsunuz bugün?
Kitapla beraber olma-yanları mı dinliyorsunuz, yoksa kitapla konuşanları mı?
Kendi hevâ ve heveslerinden konuşanları mı dinliyorsunuz, yoksa vahiyle
konuşanları mı? Düşüncelerini, fikirlerini, fikri yapılarını Kur’an ve sünnetten
bağımsız geliştirenleri mi dinliyorsunuz, yoksa vahye teslim olanları mı?
Meselâ
yeme, içme ve doyma modelimizde kimin peşi sıra gidiyoruz? Kılık kıyafet
mantığında, ev tefrişi konusunda kimleri din-liyoruz? Kendilerinden öğrenilecek
hiçbir şeyiniz olmayanları mı dinli-yoruz, bunu düşünmek zorundayız. Âyetin
ifadesiyle söylersek; işleri güçleri aşırılıktır onların. Aşırılıktan
yanadırlar. Çizgi, had, hudut, sınır tanımaz onlar. Böylelerini asla
dinlemeyeceğiz. Kalem sûresinin baş taraflarında da itaat edilmeyecek kimselerin
özellikleri anlatılıyordu.
“Ey Muhammed! Diliyle iğneleyen,
kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden
alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış
kimseye”
(Kalem
10,13)
29. “De ki: "Gerçek Rabbinizdendir. "Dileyen
inansın, dileyen inkar etsin. Şüphesiz zalimler
için, duvarları çepeçevre onları içine alacak bir ateş hazırlamışızdır.
Onlar yardım istediklerinde, erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su
kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir
duraktır!”
Diyeceğiz ki hak Rabbimizden gelendir.
Hak Allah’tan gelendir. Hukuk Allah’tan gelendir. Allah’tan gelenler dışında hak
yoktur, hukuk yoktur. Evet hak Allah’tan gelendir. Hak babamın dediği değil, hak
hocamın dediği değil, hak bizim cemaatin dediği değil, hak toplumun öngördüğü
değil, hak A.B.D.den gelen değil, hak Avrupa’nın dediği değil, hak Allah’tan
gelendir ve bunun dışında ne varsa hepsi bâtıldır, hepsi boştur. Hak
Bakaradakilerdir, hak Nîsa’dakilerdir, hak Kehf’tekilerdir. Yeryüzündeki
insanlığın hakça bir hayat yaşayabilmeleri için hak olan Rabbimiz hak olarak bir
kitap ve o kitabıyla hak olarak bir hayat sunmuştur.
Rabbimiz hak, kitabımız hak,
peygamberimiz hak, yolumuz hak, ölüm hak, kabir hak, diriliş hak, sırat hak,
terazi hak, cennet hak, cehennem de haktır. Bakara sûresinde de Rabbimiz
kıblenin değişikliğiyle gündeme gelen hak tartışmalarını bitirmek için şöyle
buyurdu:
"Hak Rabbindendir. Sakın ha sakın bu
konuda şüpheye düşenlerden olma Peygamberim."
(Bakara
147)
Hak kelimesi kitabımızda çok geçer. Ama
bakıyorsunuz müs-lümanlar hak problemini gündeme getiriyorlar, lâkin problemi bu
hakka göre çözme konusunda kimse doğru dürüst iki kelime bile söyle-miyor.
Meselâ insan haklarını gündeme getiren müslümanlar öncelikle Allah’ın haklarını
gündeme getirmek zorundadırlar. Allah’ın hakkını gündeme getiremeyen müslümanlar
kesinlikle hiçbir zaman kullarının hakkını gündeme getiremeyeceklerdir. Kaldı ki
kulların hakkını da de-ğerlendirebilmek için hak bir kitaba, hak bir mîzana
muhtaç olacaklardır. Hak bir peygambere kulak vermek zorunda olacaklardır.
İşte
tüm problemlerin çözümü buradadır. Yâni
bu kitaba göre bizim hakkımız nedir? Bunu bilmek zorundayız. Bulunduğunuz
her bir ortamda hangi hak gündeme gelirse gelsin, kadın hakkı mı? Erkek hakkı
mı? İşçi hakkı mı? İş veren hakkı mı? Öğretmen öğrenci hakkı mı? Ana hakkı, baba
hakkı mı? Allah hakkı mı? kulların hakkı mı? Bunu ancak bu kitap çözecektir.
Bunun dışında bunları çözeceğine inandığımız başka bir kaynak başka bir hak,
başka bir hukuk bilmiyoruz.
"Haktan başka sadece dalâlet
vardır."
(Yunus
32)
Problemlerinizin çözümünü bu kitabın
dışında ararsanız, başka yerlerde ararsanız mutlaka bâtıla düşmek zorunda
kalacaksınız.
Evet hak Allah’tan gelendir. Allah
herkesin anlayabileceği, herkesin ulaşabileceği biçimde hakkı göndermiştir. Hak
apaçık ortadadır binaenaleyh:
Allah’ın
onayladığından öte hak olur mu? Hayata program çiz-meye tek yetkili olan Allah
neler gönderdiyse işte hak odur. Öyle olunca kim dilerse iman eder bu hakka, kim
de dilerse bu hakkı ortadan kaldırmaya çalışır. Hak; Allah’ın tek Rab ve İlâh
oluşu gerçeğidir. Hak; benim O’na kul köle olmam gerçeğidir. Bu hayatta bundan
başka gerçek yoktur. İşte bu gerçek ortada olduktan sonra siz
bilirsiniz,
dileyen
inansın, dileyen küfretsin. Kimseye ihtiyacı yoktur O’nun. Dileyen inansın,
dileyen bu hakkı örtüp örtbas etsin. Hakla bâtıl apaçık ortadadır. Ve Rabbimiz;
ben hakkı gönderiyorum, sizi bu konuda ser-best bırakıyorum buyurmuştur. Bizler
de bugün insanları iman etmeye, inkârdan dönmeye zorlamaya imkân sahibi değiliz.
Biz sadece hakkı ortaya koymakla mükellefiz. Allah işte bu hakkı gönderdi,
buyurun deriz o kadar. Kabul ederler, etmezler bunu onlar bileceklerdir.
Dileyen îman etsin dileyen de
küfretsin. Artık hak bu kadar açık ve net bir biçimde ortadayken ve herkesin ona
ulaşma imkânı da varken artık tartışmaya gerek yoktur. Birilerinin müslümanların
inanışlarını, hayatlarını sorgulamaya hakkı yoktur. Bizim yaşadığımız hayat
Allah’tan gelen bir hayat tarzıdır. Rabbimizden hak olan kitabında bize hak
olarak ne gelmişse, Rabbimiz bizim adımıza nelerden razı olmuş ve bizi nelerle
sorumlu tutmuşsa biz onları yapıyor ve öylece yaşıyoruz. Bizim bu konuda
herhangi bir hakkımız ve sorumluluğumuz yoktur. Yâni bu yaşadığımız hayatı biz
düşünüp taşınıp kendimiz belirlemedik. Rabbimiz dedi biz de yapıyoruz, yaşıyoruz
hepsi bu kadar. Sorgulayacaklarsa bizi değil Allah’ı sorgulasınlar.
Hak
Allah’ındır, din Allah’ındır, hukuk Allah’ın hukukudur, yasa Allah’ın yasasıdır.
Dileyen buna îman eder, dileyen de dilediği gibi yaşar. Dileyen Rab olarak
Allah’ı, din olarak Onun dinini, yol olarak Onun yolunu, sistem olarak Onun
sistemini kabul edip öylece yaşar, dileyen de Allah’tan başkalarının yasalarını,
yollarını, sistemlerini benimser ve onlara kulluk eder. Dileyen Allah’ın kulu
olarak mü'min, dileyen de dilediği kimselerin kulu olarak kâfir olabilir. Hattâ
dileyen de yeryüzünde kendisinin ilahlığını bile iddia edebilir. Allah
yeryüzünde yasaları gereği bu imkânı vermiştir kullarına. Sonuna kendileri
katlanmak kayd-u şartıyla dileyen dilediği yolu tercih edebilir. Ama arkasından
şunu da ortaya koyalım da insanlar dönüvermeye yol
bulsunlar:
Ama zalimler için öyle bir azap
hazırladık ki duvarları çepe-çevre onları kuşatmıştır. Biz zâlimlere, yapması
gerekenleri yapmayıp, yapmaması gerekenleri yapanlara, bulunmaması gereken yerde
bulunup bulunmaları gereken yerden kaçıp kaybolanlara, yâni kendilerini Allah’a
kulluk ortamından uzaklaştıranlara öyle bir ateş hazırlamışız ki, kesinlikle
hiçbir zaman o duvarları aşıp o azaptan kurtulmaları mümkün değildir. Onların
çıkış ve kurtuluş yolu yoktur. Onlar yandık diyerek su isteyecekler, erimiş
maden gibi yüzleri yakıp kavuran, yüzleri haşlayan, yüzlerini yüzlükten çıkaran,
yüzlerinde yüz kılığı bırakmayan bir içecek sunulacak onlara. Bir su ile
yardımlarına koşulur onların, ama o su sanki erimiş maden gibi. Sanki pişmiş
kelle gibi dişler sırıtıp kalıyor. Bu ne çirkin bir içecek ve bu cehennem ne
kötü bir duraktır.
Evet
yollar açıktır. Allah imkân vermiştir. Allah hakkı da bâtılı da, hakkı
yaşayanların da bâtılı yaşayanların da sonunu anlatmış açıklamıştır. Artık
dileyen mü'min dileyen de kâfir olabilir. İkisine de yollar sonuna kadar
açıktır.
Dikkat ediyor musunuz Rabbimiz îmânâ da
küfre de imkân veriyor. Bu ne büyük bir hürriyet. Kullarını yoktan yaratan O,
onların muhtaç oldukları rızıklarını, yağmurlarını, sularını, havalarını,
güneşlerini, yaşam şartlarını yaratan O, ama şu rahmete bakın ki onları illâ da
bana kulluk yapacaksınız, illâ da bana bütün bu verdiklerime karşılık teşekkür
edeceksiniz demiyor.
Düşünün
şu anda yeryüzünde hiç bir beşerî sistem Allah’ın kullarına verdiği bu hürriyeti
vatandaşlarına vermiyor. Bizim gibi düşüneceksiniz! Bizim gibi inanacaksınız!
Bizim istediğimiz şekilde giyineceksiniz! Bizim dediklerimizin dışına
çıkmayacaksınız! Laik olacaksınız! Kemalist olacaksınız! Demokrat olacaksınız!
Vs, vs.
İşte
yasaları belirleme hakkını Allah’tan alıp, Allah’ı hayata karıştırmayıp
Allah’tan başkalarını hayatta söz sahibi kabul ederseniz Rabbinizin size
tanıdığı haklarının milyarda birini bile elde etme hakkınız kalmayacaktır.
Evet kâfirler için böyle bir hayat
varken acaba mü'minler için neler varmış?
30,31. “İyi hareket edenin ecrini zayi
etmeyiz. Doğrusu, inanıp yararlı iş yapanlara, işte onlara, içlerinden ırmaklar
akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bilezikler takınırlar, ince ve kalın
ipekliden yeşil elbiseler giyerek tahtları üzerinde otururlar. Ne güzel bir
mükâfât ve ne güzel yaslanacak
yer!”
İman
edenler Allah’a, Allah’ın kitabına ve kitabı vasıtasıyla Allah’ın gönderdiği
hayata, Allah’ın elçisinin örnekliliğine. İman edenler ve bu îmanlarını sadece
sözde bırakmayarak amele dönüştürenler, îmanlarını hayatlarında görüntüleyenler,
hayatlarını Allah adına ve Allah’ın belirlediği ölçüler istikâmetinde yaşayanlar
var ya, biz onların amellerini asla zayi etmeyeceğiz. Onlar için taht-ı
tasarruflarında, egemenlikleri altında ırmaklar akan cennetler hazırladık. Hem
de içi dışından, dışı içinden görülen Adn cennetleri, Firdevs cennetleri ve
Naiym cennetleri hazırladık. Orada onlara bal ırmakları, süt ırmakları ve şarap
ırmakları hazırladık. Ama bunların içecekleri ötekilerin içecekleri gibi
içildiği zaman yüzü yüzlükten çıkaran, insanı insanlıktan çıkaran bir içecek
değildir. Bundan başka orada onlar altın bileziklerle süslenirler. İnce ve kalın
her cinsten ipekli elbiseler giyerek tahtları üzerinde, çevrelerinde Hurileriyle
beraber zevk içinde yaşayacaklar.
Evet
Allah güvencesinde olanlar, bir de salih ameller işleyerek inançlarının gereği
bir eylemin insanı olmuşlarsa. Amelin en güzelini yapanları karşılıksız
bırakmayacağız diyor Allah. Eğer insanlar iman ederlerse, Kur’an sünnetin
istediği inancın eri olurlarsa, kitabın tanıttığı gibi bir Allah inancının
sahibi olurlar, bu Allah’ın hayata karışmak, hayata program yapmak üzere
peygamberler seçip onlara kendi programını aktardığına, kitaplar indirdiğine, bu
kitaplar doğrultusunda peygamber rehberliğinde bir hayat istediğine, böyle bir
hayat yaşanıp yaşanmadığının açığa çıkarılması adına yarın hesaba çekeceğine,
gereği gibi hareket edenlerin cennete, aksini yapanların da cehenneme gideceğine
inanan ve bu imanını görüntüleyerek bir hayat yaşarsa cennet
onlarındır.
Onlar
kendilerine Adn cennetleri lütfedilecek kimselerdir. Bu amellerin karşılığı Adn
cennetleridir. İşte yarışanlar bunun için yarışmalı. Plan yapanlar bunun için
plan yapmalı. Rasûlullah efendimizin hadisinin beyânıyla Rabbimizden en üstün
cennet istenmelidir. Allah’tan az istenmez. Direk cennete gitmek için çalışıp
çabalayıp işi garantiye almak dururken, birilerine şefaat edecek kimselerden
olmak dururken neden birilerinin şefaatiyle cennete gitmeye razı olalım da?
Birilerinin şefaatiyle cennete girmek ümidiyle gafil, pespaye bir hayat
yaşamaktansa elbette birilerine de şefaat edebilecek bir iman ve teslimiyetin
sahibi olmaya çalışmak çok daha evlâ olacaktır. İşte Rabbimiz bize Adn
cennetlerini hedef gösteriyor ki biz bunu isteyelim, buna sa’y edelim diye.
Öyle
değil mi? Dünya konusunda, dünyalıklar konusunda hangimiz daha azına razı
oluyoruz? Bir bakın hayatınıza, bir bakın birikimlerinize, on yıl öncesine göre
hepimiz daha dünyevileşmedik mi? On yıl öncesine göre hepimizin dünyalığı
artmadı mı? Öyleyse Allah için söyleyin, bu mal mülk hırsı hep önde gider de,
cennet için aza razı olacağız? Aman şu kadar süre içinde şu kadar Kur’an oku, şu
kadar hadis oku diye yüklendiğimiz, zorladığımız müslümanlardan pek çoğunun;
“Çok oldu, bu kadarını yapamam” diye sızlandığına şahit oluyoruz. Neden?
Kur’an’la beraber olacak ya, peygambere daha yakın olacak ya. Sevabı daha çok
olacak ya. Zamanını daha çok Allah’a kulluğu ayıracak ya. Daha azına razı oluyor
adam. Dünya ve dünyalıklar için hep çoktan yana olan bu insanlar maalesef âhiret
için azına talipler. Gerçekten çok garip değil mi?
Cennetin bir tarifini, bir açılımını alacağız
burada. Altından ır-maklar akan. Altın ırmak. Altından ırmak akıyor. Böyle
anlayanlar da olmuş, ama öyle değil, zemininden ırmakların akıp gittiği cennet.
Ya da taht-ı tasarruflarında ırmakların akıp gittiği cennetler. Yâni cennetliklerin tasarrufları altında,
yetkileri altında, emirleri doğrultusunda akıp giden ırmaklar. Hani Firavun Nil
nehri için öyle diyordu ya:
“Firavun, milletine şöyle seslendi: "Ey
milletim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi?
Görmüyor musunuz?”
(Zuhruf
51)
Rabbimizin
ve elçisinin tüm uyarıları karşısında adam olmaya yanaşmayan alçak kendi
yanlışına kendi sapıklığına insanları da ortak etmek istiyordu. Firavun şöyle
seslendi şöyle ünledi. Aslında seslenen oydu da onun tellalları onun adına
bağırdılar. Basınları vasıtasıyla medyası vasıtasıyla Firavun şöyle seslendi: Ey
kavmim! Mısır mülkü benim değil mi? Mülk benim değil mi? Şu ırmaklar, şu akıp
giden Nil de benim taht-ı tasarrufumda değil mi? Siz hiç düşünmüyor musunuz?
Mısırı kendisinin yarattığını
söylemiyordu ama kendisinin mülkün sahibi olduğunu söylüyordu. Kendisini mülkün
sahibi görüyor Hz. Musâ’yı da gariban birisi görerek küçümsüyordu. Tabii kendi
saltanatı yanında Hz. Musâ’nın Mısırın bir mahallesinde belki çocuklarıyla
birlikte yaşadığı küçücük bir evi veya annesinin evi vardı. Kendisi güçlüydü
egemenlik sahibiydi. Allah’ın kendisine verdiği bu imkânlarla Allah’a hamd
etmesi gerekirken onlarla insanlara Rablik taslamaya çalışıyordu.
Bakın
Musâ’yı küçük görerek kendisini büyük görerek diyor ki; İşte şu nehirler benim
emrim altında akıyorlar, bunlara egemen be-nim, bunlar benim yetkim altındadır
diyordu. Bu nehirler, bu topraklar, bu ülke benimdir, sizler de benimsiniz, bana
itaat etmek zorundasınız, bana isyan edemezsiniz diyordu. Benim taht-ı
tasarrufum altındasınız diyordu ya, işte bu ifadeyi de böyle anlamaya
çalışıyoruz. O nehirler cennetlik mü’minlerin egemenliği altındadır. O nehirlere
etkindir o mü’minler. İstedikleri yerden akıtacaklar, istedikleri kadar
akıtacaklar, istedikleri miktar akıtacaklar, istedikleri yöne çevirecekler,
istedikleri şekle sokabilecekler.
Orada
takılar da var. Yeşil elbiseler, yeşilin her tonunda elbiseler. Cennet hak etmek
için dünyada ipek elbise giymeyenlerin hak edecekleri elbiseler vardır orada.
Koltuklara yaslanmışlar zirvede bir zevk ve nimet icredirler onlar.
Rabbimiz diyor ki onlar orada altın
bilezikler takacaklar ve ipek elbiseler giyinecekler. Dünyada Allah bunları
mü'min erkeklere yasak kıldığı için bunlardan Allah hatırına uzak durmuşlardı.
Evet orada Allah bunları onlara ikram edecek. Daha neler neler ikram edecek
Rabbimiz onlara. Zevk içinde, huzur içinde hiçbir şeyin mahrumiyetini çekmeden,
kavga yok, kin yok, düşmanlık yok, ölüm yok, hastalık yok, yaşlanma yok, üşüme
yok, terleme yok, ayrılık yok, hasret yok, bıkkınlık yok, usanma yok tahtlar
üzerinde, koltuklar üzerinde oturmuşlar içkilerini Hurileriyle beraber
yudumlamaktadırlar. Dünyada krallara bile nasip olmayan bir hayatı yaşayacaklar
onlar.
İşte
görüyoruz bir süre dünyada zevk-ü safa içinde yaşayanların zevk-ü sefası bir
rüya gibi ölür ölmez bitiveriyor. Halbuki orada mü'minler ebedîyen yaşayıp
gidecekler. Bu ne güzel bir hayat? Ne güzel bir ikram? Ne güzel bir
yaşantı?
Bundan sonra Kehf sûresinde anlatılan
bir başka kıssa ile bir başka darb-ı meselle karşı karşıyayız. Bu bölümde
Rabbimiz daha önce sûrenin 28. âyetinde peygamberine ve kıyâmete kadar peygamber
yolunun yolcularına yaptığı uyarıyı şerh ederek ona bir örnek sunmaktadır.
Hatırlayın Rabbimiz sûrenin 28. âyetinde Mekke’de zor günlerde îman etmiş,
işkenceye adaylığını koymak adına îmanlarını ilân etmiş, samimi olarak
Rablerinin hidâyet hediyesini kabullenmiş, gariban müslümanları, fakir
müslümanları yanından kovmamasını, onlarla beraber olmasını, hayatını onlarla
birleştirmesini emretmiş ve toplumda onları küçük gören, onlarla birlikte aynı
mecliste oturmayı gururlarına yediremeyen zenginlerin cahili değer yargıları
hatırına onlardan yüz çevrilmemesi gerektiğini anlatmıştı. İşte burada da
onların temsilcisi şımarık bir zenginle îmanlı bir fakir arasındaki bir
diyalogdan söz edecek ve ikisinin farkını ortaya koyacak.
32. “Onlara iki adamı misâl olarak göster:
Birine iki üzüm bağı verip, etrafını hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında
ekinler bitirmiştik.”
Şu
iki kişinin örneğini de söyle insanlara ey peygamberim. Dün Rasûlullah Efendimiz
söyledi etrafına, bugün ben söylüyorum, buradan ayrılır ayrılmaz sizler de
söyleyeceksiniz hanımlarınıza, ço-cuklarınıza, çevrenize, tanıdıklarınıza,
eşinize, dostunuza. Şu iki adamın örneğini düşünün.
Peygamberim!
Sen onlara şu iki adamın misâlini de anlat. Bu iki adam o dönemde yaşamış iki
adam olabileceği gibi, daha önceki dönemlerde, yâni kıssanın nüzûlünden önceki dönemlerde yaşamış
da olabilir. Ama bu iki adam kıyâmete kadar her dönemde bulunabilecektir. İşte
karşımızda her zaman ve zeminde bulunabilecek iki tip insan örneği. İki insan
modeli. Birbirlerini tanıyan iki arkadaş. Birinin malı mülkü var. Sosyal
çevresi, sosyal imkânları ve ekonomik gücü var. Allah tarafından kendisine
ekonomik ve siyasal güç verilmiş. Ama bunlar kendisine azsın, şaşırsın, şımarsın
diye verilmemiştir. Adamın orada bir yanılgısı var. Bilemiyor, keşke tüm bu
imkânlar elinden alınmadan bilseydi.
Allah,
kimilerine vererek, kimilerine de vermeyerek, ya da alarak imtihan eder. Hangi
konumda imtihan edilen kişi diğerine göre üstünlük sahibidir? İşte yanılgı
burada başlıyor. Vererek imtihana çekilenler sanki kendilerini alarak, ya da
verilmeyerek imtihana çekilenlerden üstün zannediyorlar. Hayır hayır, Allah
diler öyle, dilerse böyle imtihan eder. Bu konuda hiç kimse karışamaz O’na.
Meselâ Kur’an’-da, akla gelebilecek her türlü imkânların kendisine sunulduğu bir
örnekten bahsedilir. Süleyman (as). Eğer o şaşırmamışsa, şımarmamışsa,
kulluğunu unutmamışsa bize ne oluyor?
Bakın
bu adamın hayat hikâyesinden bize lâzım olacak kadar bir pasaj sunuluyor.
Bunlardan birisi Allah’ın kendisine bolca servet verdiği ve kendisine verilen bu
servetin kendisini şımarıklaştırdığı, elindeki nîmetlerin ebedî olduğunu, hiç
bitmeyeceğini zanneden ve hayatını bu düşünceye bina eden bir adam. Sahip olduğu
malını mül-künü, servetini, samanını, makamını mevkiini, gücünü kuvvetini,
gençliğini zindeliğini hiç yitirmeyeceğine inanan bir adam. İzzet ve şerefi
bunlarda gören, bunlarda arayan bir adam.
Ötekisiyse
fakir ama Allah’a Allah’ın istediği biçimde îman etmiş, Allah’a Allah’ın
istediği biçimde teslim olmuş, izzet ve şerefi Allah’ta, Allah’a îmanda ve
Allah’a kullukta gören ve dünyaya fazla de-ğer vermeyen bir adam. Allah’ın
kendisine verdiği nîmetleri, o nîmetin vericisini unutmadan, onun yolunda
kullanarak Rabbine şükretmesini bilen ve hayatını bu îmânâ bina eden bir adam.
Burada
bize iki örnek sunulacak. Galiba şöyle olanlar cenne-te, böyle olanlar da
cehenneme gidecek diye bu konuya iki canlı örnek sunulacak. Bizim zaaflarımızı,
acziyetimizi bizden çok iyi bilen Rabbimiz sapmamızın muhtemel olduğu konularda
iyi anlayalım diye bize böyle örnekler sunar. Birisi şöyle, ötekisi böyle olan
bu iki insan tipine baka baka bizler cennete mi gidiyoruz, yoksa cehenneme mi
bunu anlayacağız. Bu örneklerle kendimizi tartma ve kontrol etme imkânı elde
etmiş olacağız.
Allah diyor ki onlardan birinci adamı
bahçeli kıldık. İki tane bahçe verdik ona. İki bahçesi var o adamın. Veya işte
iki arsası, iki tarlası, iki dükkanı, iki apartmanı, iki fabrikası var adamın.
Yâni şu an-da içimizden biri bu adam. İki büyük bahçe verdik ona ve bu iki
bahçeyi de hurma ağaçlarıyla çevirdik. Bahçeyi veren Allah, bahçenin etrafını
hurma ağaçlarıyla çeviren Allah.
Öyleyse
sakın ha sakın hiç kimse şu anda sahip olduklarının sahibini kendisi
zannetmesin. Hiç kimse bunların sahibi benim zannetmesin. Bağın bahçenin, evin
barkın, dükkanın tezgahın, paranın pulun, çoluğun çocuğun sahibi benim
zannetmeyin. Hocalığımızın, bilgimizin, tecrübemizin, çevremizin, kredimizin
sahibi biziz zannetmeyelim. Bunların tümünü bize veren Allah’tır, bunu hiçbir
zaman hatırımızdan çıkarmayalım. Ona bahçeyi veren, bahçenin kenarını ağaçlarla
çeviren ve bahçenin içinde ekinler bitiren de Allah’tır.
33. “Her iki bahçede ürünlerini
vermişlerdi, hiçbir şeyi de eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasında bir de
ırmak akıtmıştık.”
Allah
ona iki tane bahçe verdi. Her iki bahçe de meyvelerini bitirdi, meyveye durdu.
Ve her iki bahçe de hiçbir şeyi eksik bırakma-mışlardı. Hiçbir şeyi eksik
bırakmadan bahçeler Allah’ın emrini dinleyerek meyvelerini verdiler. Ve ikisinin
arasında da bir ırmak akıttık. Dikkat ediyorsanız âyet-i kerîmede o iki bahçe
hiçbir şeyi eksik bırakmadan ürününü verdi ifadesi ²v¬V²P«# ²v«7«: kelimesiyle
ifade ediliyor. Allah zulmetmiyor ona, ya da bahçeler zulmetmiyor ona. Yâni
onlardan biri yapılmaması gereken şeyi yaparak, olunmaması gereken konumda
olarak, ona zulmetmedi. Bu iki bahçe de ne vereceklerse veriyorlar o adama.
Bütün ikramlarını tastamam sunuyorlar ona. Hiçbir eksik bırakmıyorlar.
Zulmetmiyorlar. Yapmaları gereken görevlerini tam yapıyorlar, takınmaları
gereken tavırlarını eksiksiz takınıyorlar.
Sanki
bahçedekilerin aklı başında ki, ürünlerini eksik de tutmamışlar. Tabiri caizse
şöyle diyorlar adama; “Ey Allah’ın kulu, bizler sana vereceğimizi veriyoruz, sen
bu konuda hiç endişe etme!” dercesine ürünlerini tam veriyorlar, eksiksiz
veriyorlar. Ama adam, keşke kendisine verilen bu nîmetlerle Rabbine kulluğa
yönelseydi. Keşke bu nîmetlerin sahibi bilseydi.
Evet
işte zulüm buydu. Ama bu bahçe kendisine zulmetmediği halde o bahçenin sahibi
zulmediyordu. Yâni nîmete ve o nîmeti
verene karşı takınılmaması gereken tavrı takınarak hem kendisine, hem öteki
arkadaşına, hem de Allah’a zulmediyor.
34. “Onun gelirleri de vardı. Bu yüzden,
arkadaşıyla konuşurken: “Ben malca senden zengin, nüfuzca da senden daha
itibarlıyım" dedi.”
Sadece
o iki bahçe değil onun dışında işte ticaret yerleri var, dükkanları var,
fabrikaları var, büroları var, şirketleri var, ithalat ihracat bağlantıları var.
Var da var... Burası belki sadece adamın yazlık yeri. Ya da işte şehirden
bunaldığı zaman, işinden aşından sıkıldığı zaman şöyle bir dinlenmek, piknik
yapmak için gidip geldiği bir yer.
Burada bu yazlık bahçesinin yanında
temel dibi komşu bir de arkadaşı var. Bir komşusu veya bir hizmetçisi, kahyası
var. Şüphesiz ki bu kadar malı mülkü olan birinin yanında, etrafında adamı,
avanesi de olmalıdır. Bu kadar servetin içinde yüzerken kendisi çalışacak de-ğil
ya? Elbette hizmetçileri de olacak. Hizmetçileri, sekreterleri, şoförleri,
kahyaları, müdürleri, genel müdürleri de olacak elbette. Böyle bir adamın nesi
olmaz da?
Adam bahçesine bakıyor, yüzü gülüyor,
içi gururla doluyor ve yanındakine karşı böbürlendikçe böbürleniyor, kendisini
ondan üstün görüyor, ve ona karşı hava atmaya başlıyor. Belki o arkadaşı bir
zamanlar beraber koştukları, beraber oynadıkları, ayakkabıları bile yokken
beraber koyun güttükleri, beraber soğan ekmek bile bulamadıkları, güçbelâ
karınlarını doyurdukları bir arkadaşıydı. O günleri unuttu adam tabi, adam oldu,
büyüdü, zengin oldu. Arkadaşına diyor ki, ben mal olarak senden daha fazlayım,
güç olarak da seni beşe, ona katlarım, çoluk çocuk, nüfuz yönünden de senden çok
fazlayım. Gücüm kuvvetim var, param pulum var, oğlum kızım var, çevrem kredim
var. Halbuki sende bunların hiç birisi yok. Hem ekonomik yönden senden çok
üstünüm, hem de siyasal gücümle seni ayağımın altına alabilirim. Hem cüzdanım
kabarık, hem de güçlüyüm. Yâni benim karnımdaki senin karnındakinden daha
çoktur. Karın hesabında adam?
Adam
hakimiyet iddiasıyla lâf açmış konuşuyor ve başlıyor arkadaşına hava atmaya. Şu
anda, bu toplumda, bu halimle ben istediğim her şeyi yaparım diyenleri görür
gibi oluyorum. Pek çoktur böyleleri. Meselâ Kalem sûresinde de böyle servetiyle
hava atmaya çalışan bir adamdan söz edilir. Âyeti inşallah bulayım.
“Mal ve oğulları vardır diye aldırış
etmeyerek âyetlerimiz ona okunduğu zaman: “Öncekilerin masalları”
der.”
(Kalem
14,16)
Malı,
mülkü, serveti, oğlu, kızı, çevresi, siyasal ve ekonomik gücü var diye, Allah’ın
âyetleri kendisine duyurulunca; “yok, bunlar çağdaş değil, bunlar bize göre
değil, eskilerin masallarıdır bunlar, mitolojik şeyler bunlar, bunlar beni
ilgilendirmez” dediği anlatılır. Neden böyle diyormuş adam? Çünkü malı, mülkü,
ekonomik ve siyasal gücü varmış adamın. Ama bütün bunlar onu isyana değil,
verene kulluğu yönlendirmeli değil miydi? ……. Ben
ölmeyeceğim….
Dünyayı
kucaklama sevdasıyla koştururken biz de bu adam tavrında değil miyiz? Dünyaya
kazık çakma sevdalısı plan program yaparken biz de aynen onun gibi değil miyiz?
Meselâ sıhhat adına nice imkânlar yaşıyoruz. Ama öyle inanıyor ve davranıyoruz
ki, sanki bun bizden hiç alınmayacak. Sanki dimdik ayakta olacağız hep. Onu bize
veren Allah’ın istediği gibi değerlendirebiliyor muyuz? Sanki bu gün, güneş hiç
bitmeyecek, sanki bu çeşmenin suyu hiç kuramayacak, bu gelirler hiç bitmeyecek
gibi hovardaca bir harcama programının içinde değil miyiz? Sanki hesaba
çekilmeyecekmişiz, sanki Allah huzuruna hiç gitmeyecekmişiz gibi bir hayatın
adamı değil miyiz? He-sabımız böyle değil mi? Onun için değil mi ölüm
geliverince apışıp kalıvermemiz? Kafalarımız, düşüncelerimiz, hesaplarımız,
planlarımız bir depremle evlerimizden önce yerle bir olmuyor mu? Bir yangın
yaktıklarından önce neden ciğerlerimizi yakıyor? “Olacak bu” demeyi
bilemediğimiz için değil mi? Buna hazır olmadığımız için değil mi? Sanki
ölmeyecekmiş gibi bir hayat yaşadığımız için değil mi bütün bunlar? Bizler de
buradaki insanın yanlışına düşmemiş miyiz?
Evet adamın gururlanma sebebi kendisini
üstün karşısındakini alçak görme sebebi işte bunlar. Mal çokluğu, nüfuz çokluğu
ve fiziki güç. Bakıyoruz tarih boyunca
ve şu anda da tüm çağdaş müşrik sistemler bunların topluma yansıyan temelleri
üzerine kurulmuştur. Tüm müşrik sistemler bu üç şeyin çokluğu esasına
dayanmaktadır.
1: Ya mal, mülk servet çokluğuna,
ekonomik güce dayanır ki bunun adı: Kapitalizmdir.
2: Ya çoluk, çocuk, sülale, ırk
çokluğuna dayanır ki bunun adı: Faşizmdir.
3: Ya da güçlü olmaya dayanır ki bunun
adı da: Despotizm veya krallıktır.
Halbuki bunların hiç birisi üstünlük
sebebi değildir. Bunların tamamını veren Allah’tır. Malı-mülkü veren Allah,
çoluk-çocuğu veren Allah, fiziki gücü veren de Allah’tır.
Dönüyor
arkadaşına, onun bağı yok, bahçesi yok, parası yok, pulu yok. Onu küçük görmeye,
ona tepeden bakmaya, onunla alay etmeye başlıyor. Adam Allah’ın kendisine
imtihân gereği verdiği şeylerle arkadaşına üstünlük tasladı
ve:
35,36. “Kendisine böylece yazık ederek
bahçesine girerken: “Bu bahçenin batacağını hiç zannetmem. Kıyâmetin kopacağını
da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülürsem, andolsun ki orada bundan daha iyisini
bulurum" dedi.”
Evet,
bahçesine girer azgınlık içinde, kendisine zulmederek, haksızlık ederek. Öyle
yapmamalıydı. O göz olayı öyle görmemeli, o kalp olayı öyle değerlendirmemeli, o
ağız öyle terennüm etmemeliydi. Başka türlü duymalıydı, başka türlü bakmalıydı
olaya. Ama yapmadı, yazık etti. Yapmaması gerekeni yaparak, yapması gerekeni
yapmayarak zulmetti, yazık etti kendine. Bakın daha da zulmederek şöyle dedi:
“Zannetmiyorum ki bu bağım bahçem, bu malım mülküm elimden alınsın. Bu imkânlar
hep benim olacak. Ben buna lâyığım zaten.” Nasıl da sigortalatmış kendine göre
değil mi? Nasıl da bilivermiş yarını? Dahası; “Kıyamet de kopmaz da, ben ölmem
de, bu mümkün değil de, hadi diyelim ki, gerçek olsa bile, elbette orada da
Rabbim bana senden daha hayırlılarını verecektir.” Diyor. Öyle değil mi? Bu
dünyada sana değil de bana verildiğine göre, elbette öbür tarafta da beni lâyık
görecek, sana vermeyecek bana verecektir. Küstahlığın zirve noktası. Halbuki o
içinde bulunduğu hayatı düzenleme noktasında etkisi ne ki? Tüm hayatını
düzenleyen Allah değil mi ki? Bunu düşüne-miyor adam. Karşısındaki bunu
düşündürüyor ama bakın.
Malı,
mülkü, serveti, oğlu, kızı, çevresi, siyasal ve ekonomik gücü var diye, Allah’ın
âyetleri kendisine duyurulunca; “yok, bunlar çağdaş değil, bunlar bize göre
değil, eskilerin masallarıdır bunlar, mitolojik şeyler bunlar, bunlar beni
ilgilendirmez” dediği anlatılır. Neden böyle diyor mu adam? Çünkü malı, mülkü,
ekonomik ve siyasal gücü varmış adamın. Ama bütün bunlar onu isyana değil de
verene kulluğa yönlendirmeli değil miydi? Ama adamın tavrına, planına,
programına bir bakın ki; ben ölmeyeceğim diyor.
Dünyayı
kucaklama sevdasıyla koştururken biz de bu adam tavrında değil miyiz? Dünyaya
kazık çakma sevdalısı plan program yaparken biz de aynen onun gibi değil miyiz?
Meselâ sıhhat adına nice imkânlar yaşıyoruz. Ama öyle inanıyor ve davranıyoruz
ki, sanki bun bizden hiç alınmayacak. Sanki dimdik ayakta olacağız hep. Onu bize
veren Allah’ın istediği gibi değerlendirebiliyor muyuz? Sanki bu gün, güneş hiç
bitmeyecek, sanki bu çeşmenin suyu hiç kuramayacak, bu gelirler hiç bitmeyecek
gibi hovardaca bir harcama progra-mının içinde değil miyiz? Sanki hesaba
çekilmeyecekmişiz, sanki Al-lah huzuruna hiç gitmeyecekmişiz gibi bir hayatın
adamı değil miyiz? Hesabımız böyle değil mi? Onun için değil mi ölüm geliverince
apışıp kalıvermemiz? Kafalarımız, düşüncelerimiz, hesaplarımız, planlarımız bir
depremle evlerimizden önce yerle bir olmuyor mu? Bir yangın yaktıklarından önce
neden ciğerlerimizi yakıyor? “Olacak bu” demeyi bilemediğimiz için değil mi?
Buna hazır olmadığımız için değil mi? Sanki ölmeyecekmiş gibi bir hayat
yaşadığımız için değil mi bütün bunlar? Bizler de buradaki insanın yanlışına
düşmemiş miyiz?
Öyleyse,
eğer biz kendimiz böyle bir durumda isek, bizde de şımarıklık varsa, biz de
küstahlık yapıyorsak, biz de malımız mülkü-müz konusunda yanılgı içindeysek, o
zaman biz de bir dost bulalım. Yakınlarımızdan, çevremizden, arkadaşlarımızdan
bir dost bulalım da ona zaman zaman söyleyelim, aman ha, eğer bende bir
şımarıklık görürsen dikkat et, uçarsam tut ayaklarımdan ve beni uyar diyelim.
Çevremizde böyle bizi uyaracak dostlarımız olsun.
Bir çok zenginde, bir çok ekonomik,
siyasal ve askeri güç sa-hibinde, bir çok idarecide ayaklanan huy bu kişide de
harekete geçiyor. Nedir o huy? İmanın, hidâyetin, vahyin kontrolüne verilmediği
için, İslâm’a kanalize edilemediği için bu tür insanlarda uyanan huy kendisine
verilen her şeyi, malı, mülkü, aklı, bilgiyi, beceriyi, sağlığı, sıhhati, gücü,
kuvveti kendisinden bilmesi. Gerçekten bu çok kötü bir huydur ve vaktiyle
Firavunda aynı huy açığa çıkmıştı. Kasas sûresi bunu anlatır.
Kendine, nefsine zulmederek
girdi.... Adam nefsini bilmiyor, Rabbini
tanımıyordu. Mülk ile sahibini, nefsiyle Allah’ı, sebeplerle se-bepler ötesi,
sebepler sebebi Allah’ı ayırt edemiyordu.
Ama arkadaşı öyle değildi. Allah onun
basiretini açmış ve onu rüşte ulaştırmış, hakkı ve hidâyeti göstermişti ona. Bu
âlemde her şeyi evirip çeviren, her şeye hükmeden, sebepleri yaratan ve bu
dün-yayı idare edenin yalnız Allah olduğunu biliyor, iman ediyor ve bu imanının
sevinciyle seviniyordu. Bu imanının savunusu olarak, imanının gereği olarak
arkadaşını uyardı. Ona aslını, yaratılışını hatırlatarak söze başladı.
İnsanların, daha ziyade varlıklı insanların, ekonomik ve siyasal güç
sahiplerinin nedense az hatırladıkları bir gerçekti bu.
Böylece
üstünlük taslayarak, kendisine yazık ederek bahçesine, cennetine girdi. Adam o
bahçeyi cennet kabul ediyordu. Cenneti dünyada arama cinnetine kapılan ve
dünyada cenneti yaşadıklarına inanan insanlar. Bizim için dünyada olanlar
yeterlidir, bizim bunun dışında başka cennete ihtiyacımız yoktur havasına
girenler, elbette bu tür dünyalık bahçeleri cennet bilecekler ve onu kucaklamaya
çalışacaklardır. Çünkü görüp görecekleri budur zaten.
Ya
da cennetlerini dünyada yiyip bitirenler elbette öbür taraftaki cennetlerini
kaybetmenin azgınlığı içinde buradaki cennetlere sıkı sıkıya sarılacaklardır.
Elbette buradaki cennetler hatırına Allah’ı unutacaklar, Allah’a kulluğu
unutacaklar, hayatlarında Allah’ı diskalifiye edecekler ve kendilerini mülkün
sahibi bileceklerdir. Kendilerini hayata ve mülke etkin ve yetkin bilecekler ve
şöyle diyeceklerdir: Bu bahçenin batacağını, bu bahçenin harâp olacağını hiç
sanmıyorum. Bu bahçem hiçbir zaman harâp olmaz, olamaz diyecek ve bu inancı, bu
zannı, sonunda onu kıyâmetin kopacağını da yalanlamaya kadar götürecektir.
Diyecektir ki kıyâmetin kopacağını da hiç sanmıyorum. Kıyâmetin kopacağına da
inanmıyorum.
Evet dikkat ediyor musunuz? Dünya
sevgisi, mal mülk tutkusu ve elindekilere güvenerek onlarla duyduğu bu gurur
adamı nereye kadar götürüyor? Adam gurur ve kibir içinde bahçesinin içine
giriyor. Ya da işte şirketinin içine giriyor, fabrikasının oturma bölümüne
giriyor, saltanatının içine giriyor, makamına giriyor. Kendisinde güç ve kuvvet
görerek gurur ve kibir içinde, nefsine ve çevresindekilere zulmeder, tepeden
bakar olduğu halde, Allah’ı da diskalifiye ederek di-yor ki: Ben gerçek güç ve
kuvvet sahibiyim! Bütün bunların sahibi be-nim! Bu gücümün, bu saltanatımın, bu
çevremin, bu kredimin, bu ha-yatımın sahibi benim ve artık ben bu mülkün
batacağına da inan-mıyorum!
Yok
olmaz bu iş yerleri! Yok olmaz bu fabrikalar! Bitmez bu saltanat! Son bulmaz bu
hayat! Gelmez ölüm bana! Ben ebedîyen yaşarım bu saltanatımın içinde! Bütün
bunlara sahipken artık ben kıyâmetin kopacağına da ihtimal vermiyorum! Bu
saltanatın, bu gücün ve bu imkânın sahibi olan birinin üzerine kesinlikle
kıyâmet kopmaz! Benim üzerime kıyâmet kopmaz! Kimse benim önüme geçemez! Kimse
benimle baş edemez! Allah’ın da beni öldüreceğini sanmıyo-rum! Gerçi eğer bu
zavallı fakirlerin, şu ayak takımının dedikleri doğru da kıyâmet kopacaksa bile
ne önemi var?
Eğer
bunların dedikleri gibi ölecek ve yeniden dirileceksek elbette yine bize orada
ayrıcalık tanınacak ve ayrı muamele yapılacaktır. Zatıalileri orada da
korunacaktır elbette. Çünkü dünyada bu kadar servetin bu kadar saltanatın sahibi
değil miydik bizler? Öyleyse sayın cenapları elbette âhirette de düşünülecek,
elbette orada da protokol bozulmayacak, orada da saygınlığını koruyacaktı. Böyle
düşünüyordu adam.
Evet zenginler ölmez, paralılar ölmez,
makam sahipleri, sal-tanat sahipleri ölmez. Karun bir gün karşısına geçip
sevinçten mest olup ayakkabıya döndüğü paracıklarını sayarken, hizmetçisi de
uzaktan gülerek onu seyrediyormuş. Hizmetçisini böyle garip bir tavır içinde
gören Karun, onun paracıklarına göz koyduğunu ve onları çalmayı planladığını
zannederek onu ayaklarının altına alıp ezmeye başlar. Niye gülüyordun lan söyle
bakalım? Diye onu ezmeye çalışırken bir ara fırsat bulan hizmetçi bağırır:
Efendim! vallahi onları çalmayı filan düşünmedim! Düşündüm ki siz ölünce.. Filan
demeye çalışırken daha onun sözünü boğazında kesen Karun der ki: Sus lan! Ben
ölmem! Zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Saltanat sahipleri ölmez! diye onu daha
bir beter yapmaya koyulur.
Evet
zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Saltanat sahipleri ölmez! Bu Ehramlar, bu anıt
kabirler de onun için var ya. Ölmediklerini ortaya koymak için, ölümsüzlüklerini
ispat için, ya da öldükten sonra da hegemonyalarını sürdürebilmek için
yaptırıyorlar bunları.
Hani
Selçuklular döneminde zalim mi zalim bir vezirden söz edilir. Sadettin Köpek
diye maruf, ismiyle müsemma bir adam. Zulmetmedik, canını yakmadık adam
bırakmamış bölgesinde. Herkes yaka silkeleyip illallah eder olmuş. Bu pislikten
bizi kurtar Allah’ım di-ye herkes dua eder olmuş. Nihâyet bir gün gebermiş.
Şairin birisi öy-le demiş arkasından:
"Ne kendi etti rahat ne başkasına verdi
huzur,
Yıkıldı gitti dünyadan dayansın ehli
kubur!"
Yâni biz kurtulduk bu zalimin şerrinden
ama vay ki kabir ehlinin bunun elinden çekeceği var deyivermiş. Adamın tabutunu
katafalk mı derler? Oraya koymuşlar gece. İşte sabah olsun da bir çukura
atıverelim diye. Ama işin garibine bakın ki gece oradan geçen bir ga-riban
kafasını tabutuna vurmuş ve oracıkta can vermiş. Gebermiş git-miş ama bakın ki
tabutu bile adam öldürüyor alçağın. Nice geberip gidenler var ki şu anda tabutu
bile adam öldürmeye devam ediyor. Allah böylelerinin şerrinden korusun bizi.
Evet bakın adam bahçesine girerken
diyor ki ben bu bahçenin yok olacağını sanmıyorum ve ben kıyâmetin kopacağına da
inan-mıyorum. Gerçi kıyâmet kopup oraya gitsem de ben bu hayatımdan daha iyisini
orada da bulurum. Orada da keyfime göre mülk ve saltanat içinde yamasını bilirim
diyordu. Yâni dikkat ederseniz adamın ilk tezi kıyâmetin kesinlikle kopmayacağı
iken, sonradan kopsa bile bu aklıyla bu becerisiyle orada da işi kıvıracağını
söylüyor. Mantık bu. Bu dünyada işini becerenler öbür tarafta da işini
becerecektir. Bu dünyada kendisine mal mülk verilenler, saltanat imkân
verilenler elbette öbür tarafta da bunlara sahip olacaklar ve işlerini orada da
becereceklerdir diyorlar.
Evet
bakıyoruz adamlar dünyada işlerini çok rahat becerebiliyorlar. Mal sahibi mi
olmak istiyorlar? Kolayca bunun yolunu bulabiliyorlar. Meselâ adamlar ekonomik
gücü şu kadar olanlar ancak bu haktan istifade edebilecektir diye bir yasa
çıkarıyorlar, bir hak çıkarıyorlar ve...
Evet
kıyâmet kopsa bile biz öbür tarafta da işimizi beceririz diyorlar. Zannediyorlar
ki bu dünyada geçerli olan değerler öbür tarafta da geçerlidir. Madem ki bu
dünyada kendilerine mal mülk verilip insanlara hâkim konuma getirilmişler,
öyleyse neden öbür tarafta da kendileri için özel yerler hazırlanıp düşünülmüş
olmasın? Öteki arkadaşına gelince cıbılın teki. Malı yok, mülkü yok, bağı
bahçesi yok, atı arabası yok, makamı koltuğu yok, oğlu kızı, sülalesi onun kadar
değil, sosyal statüsü çevresi kredisi yok, cüzdanı onunki kadar şişkin değil,
karnında onunki kadar şey de yok. Sadece
imânâ yatırım yapmış çulsuzun teki.
Evet
adam arkadaşına karşı böyle deyince arkadaşı da ona şöyle
demişti:
37,38. “Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona:
"Seni topraktan, sonra da nutfeden yaratanı, sonunda da seni insan kılığına
koyanı mı inkar ediyorsun? İşte O, benim Rabbim olan Allah'tır. Rabbime kimseyi
ortak koşmam.”
Sen,
seni topraktan, sonra nutfeden yaratan sonra da seni insan kılığına koyan
Rabbini mi inkar ediyorsun? Evet anlıyoruz ki bu adamın tavrı Allah’ı inkar
anlamına geliyordu. Her ne kadar adam diliyle Allah’ı inkar ettiğini
söylemiyorsa da tavrıyla, hayatıyla Allah’ı ve Allah’tan gelen âhiret gerçeğini
inkar ediyordu. Mülkün Allah’a ait oluşunu inkar ediyordu. Sahip olduğu şeylerin
tamamının Allah’ın ken-disine bir lütfu olarak değil de, kendi planlarının kendi
becerilerinin bir meyvesi olarak görüyordu ve bütün bunların ebedîyen kendisinde
kalacağına, hiç kimsenin onları kendisinden alamayacağına, bu imkânlarını
keyfinin istediği biçimde kullanabileceğine, bu konuda kimseye hesap vermek
zorunda olmadığına inanıyordu.
Böyle
düşünen, böyle inanan kişi Allah’ı inkar ediyor demektir. Adam sahip olduğu
şeyler konusunda Allah’ın hayatına karışacağını reddediyordu. Malım benimdir,
onu istediğim yerden kazanır, dilediğim yerde harcarım, bundan kime ne? Diyordu.
Midem benimdir, istediğim şeyi oraya indiririm, kime ne? Diyordu. Kızım benim
kızımdır, istediğim kıyafetle onu sokağa salarım, kime ne? Diyordu. Ne kendi
hayatına, ne malı mülküne, ne de ailesinin hayatına Allah’ı karıştır-mıyordu.
İşte böyle küfreden birine arkadaşı
diyor ki; sen, seni topraktan yaratan, seni adam edeni inkar mı ediyorsun? Sen,
kendi kendini yarattığını, kendi kendini adam ettiğini mi zannediyorsun?
Topraktan ana rahmine düştüğün zamanı bir hatırla, adam olacak hiçbir tarafın
yoktu. Gücün kuvvetin yoktu, bilgin görüşün yoktu, elin ayağın yoktu, çevren
fırsatın imkânın yoktu, evin barkın, paran pulun yoktu, bağın bahçen yoktu.
Hiçbir şeyin yoktu. Şu anda sen adamsan ve bütün bu imkânlara sahipsen unutma ki
bütün bunları sana Allah verdi ve seni adam eden de Allah’tır. Şu anda aklım var
diyorsan, onu sana veren Allah’tır. Şu anda malım var diyorsan, onu sana veren
Odur. Ekonomik gücüm var, siyasal gücüm var diyorsan bunları da sana veren Odur. Sahip olduğun,
benim, benim dediğin neyin varsa hepsini sana veren Odur.
Şimdi
sen bütün bunları sana veren ve seni yoktan var eden Rabbini nasıl inkar
ediyorsun? Nasıl oluyor da her şeyini kendisine borçlu olduğun Rabbini
diskalifiye ederek, kendinin tanrılığını iddia ediyorsun? Utanmadan nasıl oluyor
da kıyâmetin kopacağını da zan-netmiyorum, bu saltanatımın biteceğini de
ummuyorum diyerek Allah’ın haberlerini inkar ediyorsun? Nasıl oluyor da kıyâmet
kopsa bile orada ben mutlaka istediğim hayatı elde ederim diyerek Allah’a akıl
vermeye, Allah’a yol göstermeye ve ona ortaklık iddia etmeye kalkışıyorsun? Bunu
nasıl yapabiliyorsun? Allah’ın yoktan var ettiği, Allah’ın topraktan çıkarıp
adam ettiği bir varlık olarak, nasıl Ona isyan edebiliyorsun? Kendini bir nane
mi zannediyorsun diyerek ısrarla onu hakka dâvet ettiğini görüyoruz.
Burada
inşallah şunları söyleyelim: Kesinlikle arkadaşlarımıza dikkat edelim. Kimlerle
düşüp kalktığımıza, kimlerle beraber olduğumuza âzamî dikkat edelim.
Yanıldığımız zaman bizi uyaracak, bizi cennete götürecek kimselerle arkadaşlık
kuralım. Hani Tevbe sûresinde Rabbimiz öyle diyordu:
“Ey
inananlar! Allah'tan sakının ve sâdıklarla
beraber olun.”
(Tevbe
119)
Allah’a
karşı takvalı olun. Allah’a karşı kulluğunuzun bilincinde olun. Hep bir kulluk
içinde olduğunuzun bilinci içinde yaşayın. Rabb’inizin emirlerine karşı
gelmekten sakının ve sadıklarla,
doğrularla beraber olun. Doğru söyleyenlerle, doğru yaşayanlarla beraber olun.
İman iddiasında sadâkat gösterenlerle beraber olun. İman iddialarını, teslimiyet
iddialarını eyleme dönüştürenler safında yerinizi alın.
Sadıklarla,
Kur’an ve sünnetin tasdikçileriyle beraber olalım. Sadıkane vahye bağlı
olanlarla birlikte olalım. Değilse, bizi tam ve mükemmel kabul eden, bizim
yaptığımız her şeyi yalayıp yutanlarla beraber olursak helâkin eşiğinde
olduğumuzu unutmayalım.
Eğer
biz böyle değil de karşımızdaki insanlar böyle ise, o za-man da inşallah şu
arkadaş gibi olalım. Açıkça onlara bu yaptıkları-nın, bu tavırlarının
yanlışlığını ortaya koyan mü’min gibi olalım. Bakın diyor
ki:
Seni
topraktan yaratan, adam eden Allah’ı göz ardı ediyorsun öyle mi? O’nu örtüyor,
örtbas ediyorsun öyle mi? Allahsız düşündün öyle mi? Yorumunu Allahsız ortaya
koydun öyle mi? Sanki bu sahip oldukların konusunda hiç Allah bölümü yok öyle
mi? Allah’la ilgisi yok mu bunların? Kendin mi yarattın kendini? Kendin mi
buldun bu sahip olduklarını? Hiç çocuk olmadın mı sen? Hiç güçsüz olmadın mı?
Hiç malsız, mülksüz olmadın mı? Seni topraktan yaratan Allah değil miydi? Halen
şu andaki oluşumun topraktan sürmüyor mu? Topraktan yediğin gıdalar seni
oluşturmuyor mu? Daha önce ananın, babanın sulbünde topraktan oluşmuş bir
nutfeden, bir meniden meydana gel-medin mi? Ne diye bütün bunları unutuyorsun?
Ne çabuk onlardan vazgeçtin? Seni adam eden Rabbini ne çabuk unuttun? Neden
küf-rettin? Neden örttün? Neden gündeme almadın?
Böyle
bir gerçekle yüz yüze gelmek, böyle bir sözü duymak böyle kibir abidesi olmuş
şımarık tiplere ne kadar ağır gelir değil mi? Böylece o mü’min kişi kendisiyle
aynı kulvarda olmadığını, aynı yolu yürümediğini, aynı bakış açısını
paylaşmadığını ortaya koymak için de dedi ki:
Lâkin
O senin göz ardı ettiğin, yaratıcılığını gizlemeye çalıştığın, unutmak istediğin
Allah benim Rabbimdir. Ben O Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmuyorum. Rabbimi
hiçbir şekilde ortaklı düşünmüyo-rum. Sadece O’nu İlah ve Rab biliyorum.
Ben hiç kimseyi ona ortak koşamam. Zîra
yeryüzünde ona or-tak olacak başka varlık yoktur. Ne ekonomik güce sahip
olanlar, ne siyasal nüfuza sahip olanlar hiç kimse Rab değildir. Hiç kimse
hayata karışma hakkına sahip değildir. Allah’tan başka hiç kimse hayatı
belirleme hakkına sahip değildir. Allah’tan başka hiç kimse insan hayatına yasa
koymaya program belirlemeye yetkili değildir. Benim Rabbim sadece Allah’tır. Benim hayat programımı, mala
bakışımı, dünyaya bakışımı, hareket tarzımı belirleyen Rabbim Allah’tır.
Yaptıklarım konusunda hayatımda tek etkili varlık Allah’tır. Tüm yaptıklarımı
yaptıran, sevdiklerimi sevdiren, küstüklerime küstüren, beni hareket ettiren
Allah’tır.
Ben
boynumdaki ipin ucunu yalnız ona verdim. O nereye çekerse ben o tarafa giderim.
Ben irademi ona teslim ettim. Ben onun benim adıma seçimini, seçim kabul ettim.
Ben onun benim adıma belirlediği ve razı olduğu hayat neyse, düşünce neyse,
bakış neyse ondan razı oldum ve ona teslim oldum. Ben onun hatırını senin
hatırına ve yeryüzünde kim olursa olsun insanların hatırına tercih etmem. Onun
için arkadaşım da olsan onun adına seni uyarıyor, seni tevbeye dâvet ediyor ve
bu inanışından vazgeçmeye çağırıyorum.
Evet işte mü'min kişinin dünyaya
bakışı. Mü'min dünyaya imtihân için geldiğini, bu dünyaya kendisinin Rabbi
tarafından getirildiğini, Rabbi tarafından yaratıldığını bilen ve imtihan için
geldiği dünyada Rabbini unutup, Rabbine kulluğu unutup dünyanın süsüne ve
ziynetine meyletmemesi gerektiğini bilen kişidir. İmtihan için yaratılan
dünyalıklara gönlünü kaptırıp onu yegâne hedef ve şeref sebebi gör-memesi
gerektiğini, hedef ve şeref olarak sadece Allah’a kulluğu ka-bullenmesi
gerektiğini asla unutmayan kişidir mü'min. Onun için de Allah’tan başka hiç
kimseden korkmaz o. Malı mülkü olanlar karşısın-da hakkı söylemekten çekinmez.
Şımarık servet sahipleri karşısında onların ellerindekine minneti olmadığı için
aşağılık kompleksine kapılıp ezilip bükülmez. Onların servetlerine, makamlarına,
siyasal güçlerine güvenerek yedikleri nanelere asla göz yummaz. Onların yanında
gerçekleri gizleyerek dilsiz şeytan olmaktan Allah’a sığınır.
Çünkü
mü'min izzet ve şerefi malda mülkte gören ve bunları kaybettiği zaman da
izzetsiz ve şerefsiz hale gelen kimselerden değildir. Mü'min izzet ve şerefi
Allah’ta, Allah’ın dininde, Allah’a kullukta, îmanda ve İslâm’da gören
kişidir.
Sûrenin bundan sonraki âyetlerini
tanımak için 10. ciltte buluşmak üzere Allah’a emanet olun. Vel hamdü lillâhi
Rabil âlemîn.
39,40,41. “Bahçene girdiğin zaman, her
ne kadar beni kendinden mal ve nüfuz bakımından daha az buluyorsan da:
"Maşallah! Kuvvet ancak Allah'a mahsustur, demen gerekmez mi? Rabbim senin
bahçenden daha iyisini bana verebilir ve seninkinin üzerine gökten bir felâket
gönderir de bahçen yerle bir olabilir. Yahut suyu çekilir bir daha da
bulamazsın" dedi.”
Hiç
olmazsa oraya, bahçene girdiği zaman bu Allah’ın dilemesiyle, Allah’ın izniyle
olmuştur, bunu bana Allah vermiştir, Allah’tan başka güç kuvvet sahibi yoktur
deseydin ya! Maşallah güç ve kuvvet ancak Allah’a aittir deseydin. Ne
olurdu şu bağına girerken “Ya Rabbi sen dilemezsen olmaz. Sen dilediğin sürece
vardır deyiverseydi. Malını mülkünü, gücünü kuvvetini Allah’tan biliverseydi.
Öyle değil mi? Mal
verir, Onun dilemesiyle olur, güç kuvvet verir, Onun dilemesiyle olur, evlât
verir, Onun dilemesiyle, oğul verir, Onun dilemesiyle, kız verir Onun
dilemesiyle, ilim verir, fırsat verir, imkân verir, hastalık ve-rir, sağlık
verir hep Onun dilemesiyle. O dilemesiydi o vermeseydi nereden bulabilecektik
bütün bunları?
Öyle
değil mi? Haydi analarımızdan doğduğumuz günden bir yıl öncesine gidelim. Neydik
o dönem bizler? Bir topraktık değil mi? Peki bizi o topraktan kim yarattı? Biz
kendi kendilerimizi mi yarattık? Ben kendi kendimi yarattım diyorsan, haydi
kendin gibi bir daha yaratsana bakalım? Veya beni işte falan kişi yarattı filan
diyorsan hani onlar gözümüzün önünde bizim gibi birilerini de yaratsalar ya? Şu
ölen çocuğunu geri getirseler ya? Şu ölen komşunun ömrünü bir yıl kadar
uzatsalar ya? Hayır hayır, bütün bunları yapan, yaratan Allah-tır. Allah
dilemedikçe hiçbir şey olmaz. Güç ve kuvvet bütünüyle Allah’a aittir. Yâni eğer
şu anda bizler bir şeyler yapmayı, bir şeyler dü-şünmeyi, bir şeyler ortaya
koymayı becerebiliyorsak bilelim ki bu Allah’tandır. Allah’ın izin vermesi ve
dilemesiyle olmuştur.
Her ne kadar mal mülk yönünden çoluk
çocuk yönünden beni kendinden alçak görüyor, kendinin üstünlüğünü savunmaya
çalışıyorsan unutma ki Rabbim seninkinden daha güzelini bana verebilir ve senin
bahçenin üzerine de gökten bir azap, bir felâket gönderip bahçeni yerle bir
edebilir. Yahut suyunu Allah çekip alıverir de sen bir yerlerden asla su
bulamazsın.
Gerçi
sana göre benim bunları sana söylemeye hiç de hakkım yok değil mi? Benim senin
gibi malım yok, mülküm yok, siyasal gücüm de yok. Sana göre ben söz söylemeye
yetkisi olmayan gariba-nın biriyim. Ama gel istesen beni bir dinle de şöyle
bağına, bahçene girerken şöyle deyiver; Ya Rab, bütün bunlar sen istediğin için
var, senin istediğin süre var, sen istemediğin süre yoktur. Çünkü güç de senden, kuvvet de, imkân da senden, fırsat da. Mümkün mü
sen izin vermeden bunlara sahip olmak? Keşke öyle deseydin.
Dikkat ederseniz bu sûre bize böyle bir edep açtı. Yarın yapa-cağımız
bir şey konusunda inşallah diyeceğiz. Bize verilen bir imkân ve fırsat konusunda
da maşallah diyeceğiz. Yâni sabah akşam, yaptığımız yapacağımız her işte Allah’ı
gündemde tutacağız. İnşallah di-yeceğiz, maşallah diyeceğiz, sübhanallah
diyeceğiz, elhamdülillah di-yeceğiz, lâ havle velâ kuvvete illâ billah
diyeceğiz. Hep Rabbimizle beraberliğimizin bilincinde ve O’nun koruması altında
olacağız. Rasû-lullah Efendimizin bir hadisinden hatırladığıma göre; “eğer bir
şeyden hoşlanmışsak maşallah lâ havle velâ kuvvete illâ billah” deyin. Böy-lece
ona bir kötü bakıştan kendinizi korumuş oluruz, ya da o konuda kendimizi her
hangi bir kötü düşünceye saplanmaktan korumuş oluruz. Bir şey gördünüz. Mal,
mülk, ev, bark, para, pul, çocuk, insan. Çok hoşlandınız. Ama hemen o konudaki
inancınızı gündemde tutarak maşallah dediniz.
Yâni bunu var eden Allah’tır. Bunun varlık sebebi Allah’tır. Yâni bunu
buna veren Allah’tır. Allah verdiği için bu, bu adamda var. Allah hikmet
sahibidir. Allah yanılıp şaşırmaz. Allah âdildir, zulmetmez. Allah’ın yaptığı
her şey güzeldir. Öyleyse bu malın, bu eşyanın, bu paranın, bu çocuğun, bu
bahçenin, bu zekanın, bu ilmin bu adamda olması güzelmiş ki Allah ona vermiş.
Allah onu ona mübarek kılsın demek durumundayız. Böyle değil de; Aa! Oo! Diye
başladınız mı haset, fesat açığa çıkacaktır.
Evet adamlığını kendi güç ve kuvvetine,
kendi başarılarına, çalışıp çabalamasına bağımlı kılan birisiyle adamlığını,
varlığını Allah’a, Allah’ın yardımına, Allah’ın güç ve kuvvetine bağımlı kılan
birisinin mukayesesi anlatılıyor. Varlığını ve her şeyini kendinden bilen
birisiyle her şeyini Allah’tan bilen iki adam anlatılıyor. Varlığını ve her
şeyini Allah’tan bilen adam ötekisine diyor ki varlığınla, bağın bahçenle bana
karşı üstünlük iddia ediyorsan, Allah belki bana seninkilerden daha hayırlısını
verir. Senin cennetinden daha hayırlı cennetler verir bana, hem dünya
cennetlerinden hem de âhiret cennetlerinden diyor, Allah’a güveniyor, veren ve
alanın Allah olduğunu söylüyor.
Evet
dün Mekke’de gariban gibi gördüklerine Allah çok kısa bir süre sonra dünyanın
bağlarını bahçelerini verdiği gibi âhiretin en güzel cennetlerini de veriverdi.
Tüm yeryüzünün egemenliğini onlara verdi. Tüm dünyayı onlara verdi. Görünüşte
gariban görünenler bir kaç yıl sonra tüm dünyanın iktidarına sahip olurken o
güçlü gibi görünenler ve onlara zulmetmeye çalışanlar da yok olup gittiler.
Garibanlar dünyada dünyanın egemenliği kendilerine verilirken, öbür taraf da
âhiretin cennetleri verilecektir kendilerine.
Evet
mü'min arkadaşı o gururlu kişiye diyordu ki bu elindekilerle, bu Allah’ın sana
lütfettikleriyle bana üstünlük taslamaktan vaz geçip bunu sana veren Rabbine
karşı nankörlükten etme. Değilse Allah sana gökten bir azap indirir de; o bağın
bahçen kupkuru bir toprak haline geliverir. Yahut onu canlı hale getiren suyu
çekiliverir de sen onu bir yerlerden bulup getiremezsin diyerek Allah’ın gücünü
kudretini ona hatırlatmaya çalışıyor.
Ne
kadar hoş ifadeler, ne güzel uyarılar değil mi? Bakın onun durumunu çok güzel
değerlendirdikten sonra diyor ki; istersen benim tarafımı da bir
değerlendireyim. Sana göre benim malım, mülküm yok öyle mi? Fakir olduğum için
beş para etmem öyle mi? Sen benden daha kalabalıksın öyle mi? Ama düşünür
müsün, Rabbimden ümit ederim ki Rabbim şu senin sahip olduklarından çok daha
hayırlılarını bana verir. Hattâ bana verdiği bir yana, seninkilerin üzerine de
kavurucu, yakıcı, mahvedici bir âfet gönderir de, bir de bakmışsın ki yerle bir
oluvermiş. Yahut da sularını kurutuvermiş de işini
bitirivermiştir.
Öyle
değil mi ama? Bu ihtimal her an herkes için yok mu? İşte eline aldığı üç beş
parça malı satmaya başlar birileri. Seyyar bile de-ğildir hattâ. Sadece
elindedir tüm malı. Veya sırtındaki küçük bir çantasının içindedir tüm
sermayesi. Ama sonra bir de bakarsınız ki bir dükkân, sonra ardiyeler, depolar,
fabrikalar, şubeler, merkezler olmuştur. Sonra malının, menkullerinin, gayri
menkullerinin hesabını bile bilemez olmuştur. Ama veren Allah alamaz mı? Bir de
bakmışsınız ki tekrar başa dönüvermiş. Bilmeyenler için, önceki durumunu
yükseklik görenler için ne kadar düşüklüktür bu değil mi? Tabii eğer malla
beraberlik yükseklik ise, üstünlük sebebi ise, malsızlık da elbette alçaklık
olacaktır. Halbuki hangisinin alçaklık, hangisinin yükseklik olduğu, hangisinin
kazançta, hangisinin kayıpta olduğu yarın belli olacaktır. Bunu önceki
derslerimizde anlatmaya çalıştık.
Bağına
girdiğin zaman mâşâllah lâ kuvvete illâ billâh de. İşte burada
yine sûrenin mihenk taşı yine gündeme getiriliyor. Âdeta sûrenin ruhudur bu
konu. Rabbimiz daha önce peygamberine aynı uyarıda bulunmuştu. Ey peygamberim!
Başlayacağın, niyetlendiğin her işini Allah’a havale et! Her işini Onun
dilemesine bağlı kıl! Yapacağın hiçbir şey hakkında ben bunu herhalde yarın
yapacağım deme! Meğer ki o işini Allah’ın dilemesine bağlamış olasın! Unuttuğun
zaman da Rabbini an! Ve umulur ki Rabbim beni bundan daha yakın bir hayra ve
muvaffakiyete erdirir de! Buyurmuştu. Bakın burada da aynı uyarı bir daha
geliyor.
Artık
böylece Allah’ı sebepler üstü mutlak bir egemen bilip her işini Ona havale eden
bir mü’min sebeplere, eşyaya asla boyun eğmeyecektir.
Bu
mâşâllah ve inşallah ifadeleri meşieti, dilemeyi ve yaratmayı sadece Allah’a
veren, nefse, iradeye ve tüm eşyaya bağlanıp kalmayı kökünden kazıyan bir iman
ve teslimiyet gerçeğidir.
Maddeyi,
eşyayı, gücü putlaştırmış şu medeniyetin kör gözünün bunu anlaması mümkün
değildir. İşte görüyoruz. Üç yıllık, beş yıllık planlar yapıyorlar. Şu kadar
yılda şu kadar ekonomik güce ulaşacaklarını söylüyorlar. Fakat haberleri yok ki
her şeye egemen olan Allah onlara gülüyor. Mal eksikliği, bolluk, darlık, ölüm,
açlık, yağmur, rızık, bereket, sel felâketleri, deprem, zelzele gibi Kadir-i
Mutlak’ın takdirleri sonucu tüm hesaplarının altüst olacağını hesap
edemiyor-lar. Gerekli olan tüm hesapların, tüm tedbirlerin ötesinde her şeye
ilâhî iradenin hakim olduğunu göz ardı ediyorlar. Ve işte maddeye dayanan
günümüz materyalist medeniyet anlayışıyla gayba imana dayan İslâm medeniyeti
arasındaki en bariz farklılık bu noktada kendini gösteriyor.
Bakın
mü’min arkadaşı adamı bununla uyarıyor. Diyor ki bu taksimi yapan Allah’tır.
Hayata egemen olan Allah’tır. Sebepler her zaman Allah’ın elindedir. Allah’ın
dilemesiyle, Allah’ın sebeplere müdahalesiyle bugünkü şâki yarın mü’min, mü’min
de şâki olabilir. Bugünkü zengin yarın fakir, fakir de zengin olabilir.
Evet
aralarında bu konuşma geçtikten sonra bakın olup bitenleri Rabbimiz şöyle
anlatır. Bundan sonra birden bire Rabbimiz bizi o canlı, o cıvıl, cıvıl görkemli
bahçe manzarasından alıyor ve felâket, yokluk, hasret ve ölüm tablosunun önüne
çekiyor. Az evvelki gurur, kibir, şımarıklık, Allah’a karşı eyvallahsızlık,
fakir arkadaşa karşı atılan havalar birden bire bir hasret, bir pişmanlık ve bir
yıkılış havasına dönüşüyor.
42. “Nitekim, ürünleri yok edildi;
bağın altüst ol-muş çardakları karşısında, sarf ettiği emeğe içi yanarak
ellerini ovuşturup "Keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım"
diyordu.”
Evet
o bahçenin meyveleri kuşatılıverdi. Dolu mu vurdu? yoksa yakıp kavurucu bir
rüzgar mı uğradı? Yoksa bir iflas mı yalayıp geçti? Yoksa bir ölüm mü üflendi?
Allah bir azap gönderdi mülküne
saltanatına ve bir anda tüm meyveleri yok edilmiş. Her şeyi iflas edivermiş.
Adamın iyi ki yine iflas sadece malına gelmiş. Kendisi de gi-debilirdi tabi. Her
şeyi elinden alınıverdi. Çardakları yere düşmüş, al-tüst olmuş, yıkılmış, yok
olmuş. Az evvelki gururlu adam, kibrinden yanına bile yaklaşılamayan adam,
müstağnî adam, bu bahçe yıkıl-maz! Bu saltanat bitmez! Bu hayat sarsılmaz! Ben
bu hayatın sahibiyken kesinlikle kıyâmetin kopacağına ve bana ölüm geleceğine de
inanmıyorum! Bu hayatımın, bu saltanatımın biteceğini sanmıyorum! diyen adama
bakıyoruz şimdi. Bahçenin kenarına büzüşmüş ellerini ovuşturuyor.
Kaybolan
bahçesine, mahvolan malına, yok olan emeğine, yıkılan havasına ve gururuna
bakıyor acı acı yutkunuyor ve ne yapacağını bilmez bir vaziyette şaşkın, şaşkın,
ellerini ovuşturuyor. Bağlar, bahçeler, fabrikalar, şirketler, iş yerleri bir
anda bitiverdi. Ve dedi ki keşke Rabbime şirk koşmasaydım. Keşke hayatımda
Rabbimi diskalifiye etmeseydim. Keşke hayatımı kendim belirlemeye kalkmasaydım.
Keşke hayatıma kendim etkinim demeseydim. Keşke Rabbime karşı bilgi iddiasında,
güç iddiasında bulunmasaydım. Keşke hayatıma Allah’ı karıştırmayıp kendi kendime
hayatımı belirlemeye, hayat programımı Allah’tan bağımsız, Allah’ın kitabından
bağımsız yaşamaya kalkışmasaydım. Keşke hayatımı Rabbime sorarak yaşasaydım.
Keş-ke malım, mülküm konusunda, çoluk çocuğum konusunda onu söz sahibi kabul
etseydim. Keşke Rabbimin dediği biçimde hareket etseydim. Meğer güç ve kuvvet
sadece Rabbime aitmiş.
Evet
netice de aynen o şuurlu, imanlı arkadaşının dediği gibi oldu. Bahçenin işini
bitiriverdi mutlak irade. Gelen geldi, olan oldu. Bütün malı mülküyle, bütün
imkânlarıyla adam çepeçevre kuşatılı-verdi. Bütün imkânları elinden
alınıverdi.
Büyük
iradeden gelen bu uyarıyla kendinde olmayan gafil adam kendine geliverdi. Bakın
şöyle diyor:
Keşke, keşke Rabbime
kimseyi şirk koşmasaydım. Ne
olaydı, keşke Rabbimi ortaklı gibi düşünmeseydim. Demek ki bir insan hayatının
tümüne Allah’ı karıştırırsa müslümandır. Hayatının bir kısmına karıştırıp, bir
kısmına karıştırmazsa şirkten kurtulamaz. Bakın bu adam Allah’ı tanyor,
inanıyor, ama hayatının tümünde egemen kabul etmiyor. Mal veren, onun sahibi
olan, onun kazanç ve sarf yollarını gösteren, benim istediğim gibi yapmazsanız
onu elinizden almaya güç yetiririm diyen bir Allah’a sanki inanmıyordu adam.
Malı vermek zorunda olan, ama almaya yetkisi olmayan bir Allah’a inanıyordu.
İşte
böyle Allah’ın gücü yanında kendi gücünün de olduğuna iman şirktir. Rabbimiz bu ifadesiyle
adamın yaptığının şirk olduğunu haber veriyor. Peki bunu nasıl anlayacağız? Yani
nasıl bir şirktir bu? Bu esbabı Allah yerine koyma, sebepleri putlaştırma
türünde bir şirkti Allah korusun. Yâni esbaba, sebeplere itimat edip, onlara
güvenip Allah’ı ikinci plana atma şirki. İşte bu da bir çeşit şirkmiş ki
Rabbimiz böyle tanımlıyor. Allah’ın mutlak tasarruf yetkisini Ondan alıp başka
şeylere verme şirki.
İşte asrımızın modern
şirkidir bu. Asrımızın modern şirk medeniyeti Allah’ı bir kenara bırakıp Onun
yerine bilimi, maddeyi, ekonomiyi, eşyayı, fenni putlaştırmıştır. Böylece
maddenin ve kâinatın sahibi ve yaratıcısı olan Allah yerine ikâme ettikleri
bilime, tabiata ve maddeye tapar olmuştur.
43. “Ona, Allah'tan başka yardım edebilecek
a-damları da yoktu, kendi kendini de kurtaramadı.”
Meğer
ondan başka güç ve kuvvet sahibi yokmuş. Meğer on-dan başka velî yokmuş, ondan
başka yardımcı yokmuş. Meğer ben de, benim gibiler de hep âciz ve güçsüz
varlıklarmış. Meğer hepimiz ona muhtaçmışız. Meğer şu anda sahip olduklarımızın
tamamı kendimizden değil Allah’tanmış.
Ona
hiç kimse yardım edemeyecekti. Gel arkadaş, bağın bahçen böyle olduysa, gel sana
yenisini verelim, gel onu eski haline getirelim diyebilecek kimse yoktu.
Allah’ın dışında kim kime yardım e-debilecek de?
İşte yeryüzünde Allah’a kafa tutarak,
tâğutluk yaparak, hayatlarında Allah’ı diskalifiye ederek kendi kendilerini
güçlü kuvvetli görenlerin düşüşü. Ve işte Rabbimizin yegâne güç kuvvet sahibi,
göklerin ve yerin mülkünün sahibi, göklerin yerin tümünde egemen olan, Kahhâr
olan, tasarruf yetkisi elinde olan, dilediğine dilediği kadar ve-ren,
dilediğinden dilediği zaman verdiklerini alma yetkisine sahip olan, kendisine
karşı gelinmez, kendisine kafa tutulmaz mutlak güç ve kuvvet sahibi Rabbimiz
bütün azamet ve Celaliyle sahnede canlanıyor.
Evet adamın ifadelerinden anlaşılan o
ki adam bu hadiseden sonra aklı başına gelmişe benziyor. Allah’tan gelene karşı
kendisine hiçbir dost, hiçbir yardımcı da bulamadı. Zaten Allah’tan gelene
Allah’tan başkaları hiç bir fayda sağlayamazdı.
44. “İşte burada Kudret ve hâkimiyet, varlığı
gerçek olan Allah'ındır. Mükâfâtlandırma bakımından hayırlı olan da,
sonuçlandırma yönünden hayırlı olan da O'dur.”
İşte
bundan sonra denilebilecek en doğru söz “velâyet hak Allah’ındır. Velâyet,
hakkın tâ kendisi olan Allah’ındır. Hayata karışma-ya tek yetkili, hakkımızda
karar almaya tek yetkili sadece Allah’tır. Al-lah’tan daha hayırlısı yoktur.
Allah’tan daha hayırlısı düşünülemez.
Hak
veli Allah’tır, hak olmayan veliler de O’nun dışındaki ve-lilerdir. Mü’minlerin
hak velisi Allah’tır, diğerleri de kâfirlerin velileridir. Şeytan ve tâğutlar.
Mü’minler adına tek taraflı karar vermeye yetkili veli Allah’tır, kâfirlerin
karar mercileri de şeytan ve tâğutlar dır.
Çünkü
velî Allah’tır, velâyet sadece Allah’a
aittir ve en güzel âkıbeti lütfedecek olan da odur. Velâyetimiz onun elindedir.
Bize danışmadan bizim adımıza aldığı kararlarla bizim için en güzel âkıbeti
belirleme hakkı sadece ona aittir. O bahçe, o dükkan, o şirket, o hayat bizim
için hayırlı mı? Yoksa hayırsız mı? Bunu en iyi bilen Rab-bimizdir. Bizim için,
bizim cennetimiz için, hayırsızsa bazen alıverir Rabbimiz onu elimizden. Bizim
için hayırlı olanları bize veriverir. Çün-kü velî Odur, çünkü boyunlarımızdaki
kulluk ipinin ucu elinde olan Odur, çünkü bizi bizden iyi bilen, bizim hayrımızı
menfaatimizi bizden daha çok bilen Odur.
Öyleyse bizler yaşarken
hayatımızda Onu diskalifiye etmemeye, hayatımızı kendimiz belirlemeye
kalkışmayacak, tâğutluk yapmayacak, Onun istediği biçimde bir hayat yaşayarak
hem dünya, hem âhiret yurdunun güzel âkıbetlerini Ondan istemeye çalışacağız.
Zira en iyi âkıbet verici, en iyi sevap
verici Allah’tır.
Ve
işte dikkat ederseniz burada Kehf sûresinin etrafında dönüp durduğu ana temayı
gündeme getirdi. İş sebeplerde değil, o sebeplerin sahibine imanda ve her şeyi
Ondan beklemededir. Unutma ki şu anda sahip olduğun için bana ve etrafına hava
atmaya çalıştığın şu malların, servetlerin, imkânların, fırsatların zannettiğin
gibi sebeplerin veya kendi zekânın, kendi ilminin, kendi plan ve projelerinin
kazancı değildir. Bütün bunların her şeyin mâliki olan Allah’ın
takdiridir.
Anladınız mı ey insanlar?
Anlayabildiniz mi ey kullarım? Rab-binizin gücünü kuvvetini, onun karşısında
kendi âcizliğinizi, güçsüzlüğünüzü anlayabildiniz mi? Anlayabildiniz mi Allah
karşısında bir hiç olduğunuzu? Rabbinizin hayat programına teslim olup onun
istediği biçimde yaşamak zorunda olduğunuzu hâlâ anlayamadıysanız, hâlâ
hayatınızda Rabbinizi diskalifiye etmeye, Rabbinizin sizin dünya ve âhiret
saadetiniz için gönderdiği kitabına karşı hâlâ vurdumduymaz bir hayat yaşamaya
devam edecek olursanız size sizin hayatınızdan bir örnek daha vereyim.
Görüyor
musunuz Rabbimiz sürekli uyarıyor bizi. Merhamet-lilerin en merhametlisi olan
Rabbimiz bizi sürekli cennet yolunda tutmayı, kulluk yolunda tutmayı ve
cehennemden, isyandan korumayı murad ediyor. Bizim cehennemimize asla rızası
olmayan Rabbimiz bakın bundan sonra hâlâ anlayamayanlara bir örnek daha
veriyor:
45. “Onlara, dünya hayatı misâlinin tıpkı
şöyle olduğunu anlat: Gökten indirdiğimiz su ile yeryüzünde yetişen bitkiler
birbirine karışır, ama sonunda rüzgarın savuracağı çerçöpe döner. Allah her
şeyin üstünde bir kudrete sahip olandır.”
Dünya
hayatının misâli şudur: Gökten su indiririz ve indirilen bu su ile yetişen
bitkiler birbirine girer. Yağmur yağdırdı Rabbimiz ve çok güzel bir hayat ortaya
çıktı. Ama sonunda o gördüğünüz güzellik, o yemyeşil hayat taşıyan şeyler kısa
bir süre sonra rüzgarın önünde sağa sola savrulan kupkuru çerçöp haline geldi.
Evet yağan yağmurla oluşan o güzelim hayat durmadı, duramadı. Zaten durmaya gücü
de yetmeyecekti onun. Gençlik, hayat, saltanat elbette bir gün bitecekti.
Elbette bunları var eden bir gün yok edebilecekti.
İşte dünya hayatın örneği budur. Bu
hayat tıpkı bir su gibidir. Bir lütuf ve rahmet olarak inen bu su, bazen de azap
ve gazap sebebidir ki kitabımızın başka âyetleri bunu anlatır. İnen bu sularla
yeryüzü bütün güzelliğini, bütün ziynetlerini takınır. Arkasından bir de
bakarsınız ki kurumuş, solmuş, rüzgar önünde savrulup gider bir vaziyet
almıştır.
Dünya
da öyle değil mi? Verir Allah bazen, ama bir süre sonra bakarsınız ki yavaş
yavaş çekilir gider. O, verdiği dönemin imtihanıydı, sonra alırken de aldığı
dönemin imtihan sorusudur. Ne fark eder? Yâni ne dersiniz, hangi soru daha
başarılı kılar insanı? Toplama mı, yoksa çıkarma mı? Ama bakın ki ekonomik kaygı
ve kavgada, dünya ile ilişkide sanki onu kucaklama sevdasına kapılanlar hep
toplama türünde bir imtihandan yanalar. Yâni hep Allah alarak değil de vererek
imtihan etsin arzusundadırlar. İmtihan gereği Allah ellerinden alıverdiğinde
feryadı basmadan yanalar. Halbuki işte Rabbimizin şu beyanları mal mülk, çoluk
çocuk hepsi bu dünya hayatın ziynetidir, süsüdür.
Bakın dikkat ediyorsanız çok kısa çok
özlü kelimeler ve son derece süratlice sunulan yıldırım hızıyla gözümüzün
önünden gelip geçen bir tablo sundu Rabbimiz bize. İşte hayat ve işte yok oluş.
Fa-i takibiyelerle birbiri ardından gelen üç cümle. Hayat ve hemen arkasından
gelen ölüm. Üç cümle, üç merhale ve göz açıp yumacak kadar kısa süren bir ömür.
Ne kadar kısa süren bir hayat değil mi? Kısa olmasının da yanında, ne kadar
değersiz bir hayat değil mi? Öyleyse değmez bu hayata bağlanmaya. Değmez bu
hayat için ebedî bir hayatı mahvetmeye.
Öyleyse
dünyaya meyledip hayatlarında Allah’ı diskalifiye edenler gibi olmayalım. Çünkü
o Allah her şeye Kâdir olandır. Her şeye güç yetiren ve her şeyi takdir edendir.
Hayatı ve ölümü yaratan ve takdir eden Odur. Bu dünyayı bizim imtihânımız için
kuran, düzenleyen ve bizi bu dünyaya getiren odur. Şu anda sahip olduğunuz
şeylerin tamamını imtihân için size lütfeden Odur. Sonra imtihan bitimi sizi
öldürecek ve şu anda sahip olduklarınızın tümünü sizden geri alacak olan Odur.
Dünyayı ve dünyadakilerin tümünü yok edip size imtihan sonuçlarını ilân etmek
göstermek üzere yeni bir hayat gösterecek olan, sizi tekrar diriltecek olan da
odur. Unutmayın ki ya biz onu bırakıp gidiyoruz, ya da o bizi bırakıp gidiyor.
Veren alıveriyor, ama ne zaman alacağını da söylemiyor.
İşte
görüyoruz, adam kazanıyor, kazanıyor ama kazandığını yiyemeden göçüp gidiyor.
Yâni nice imkân ve fırsat sahibi görüyoruz ki kullanamıyor bu imkânlarını.
Sadece para adına demedim bunu. Meselâ zamana sahip olan niceleri, gözü gören,
kulağı duyan, ağzı konuşabilenler, dimdik ayakta durabilenler de bugün bu
imkânlarını har vurup harman savurmuyorlar mı? Dünya hayatıyla sanki bir
anlaşmaları varmış, bugün kullanmazlarsa yarın kullanabileceklerine dair bir
garantileri varmış gibi davranmıyorlar mı? Halbuki ya o kullanmadığımız imkânlar
bir gün elimizden alınacak, ya da zamanı gelince bir onları kendi başına bırakıp
gideceğiz. Daha doğrusu onları bizsiz bırakacağız. Kural böyledir, yasa
böyledir.
Evet
aldanıyor insanlar. Bugünkü sıhhat ve âfiyetlerini on sene sonra kullanmaya
kararlı olanlar, bugünkü akıllarını, bugünkü gözlerini, bugünkü kulaklarını on
sene sonra vahyi tanımada kullanmaya kararlı olanlar hep aldanıyorlar. Beş aylık
bir işim var, on ay sonra emekli olacağım, Kur’an’ı o zaman okumaya başlayacağım
diyenler hep aldanıyorlar. Peki o gün ölürse, o zaman da adamın mezar taşına
yazarlar; rahmetli tam başlayacaktı, ama öldü diye.
Hep
öyle olmamış mı? Gidin mezarlıkları bir dolaşın isterseniz. Göreceksiniz ki
niceleri nice programlarını yarıda kesip gitmişlerdir. Unutmayalım ki bizimki de
onlarınkinden farklı olmayacaktır. Bugün başlasan, ölsen bile başladığın hayrı
yarım bıraksan da tam sayılacaktır. Çünkü onu değerlendirecek olan Allah
Alîmdir, Rahîmdir, Rahmândır ve Rauftur. Hani Abdullah
İbni Ömer (r.a) efendimizin bir gü-zel sözü vardı:
"Akşamladığın vakit sabaha çıkmayı bekleme,
sabahladığın vakit de akşamı bekleme! Sıhhatinden istifade edip hastalık dönemin
için hazırlık yap, hayatından istifade edip ölümünden sonrası için hazırlık
yap!"
Ne
koş bir ifade değil mi? Elbette söz sultanının dizlerinin dibinde yetişen bir
sahabe söyleyebilecekti bunu. Yani bir şeyi yapman gerektiğini akşam mı anladın,
hemen onu icra edip sabaha bırakma, çünkü sabaha çıkmayabilirsin. Allah’ın
senden istediği bir görevi yapman
gerektiğini sabah mı anladın, aman hemen icra et onu, akşama bırakma, çünkü
akşama ulaşmayabilirsin diyor Abdullah İbni Ömer efendimiz. Evet akşam mı aklın
başına geldi? Kulluğuna engel olan okulu bırakmayı, içkiyi atmayı, namaza
başlamayı, açık saçıklığı terk etmeyi, Kur’an’a sarılmayı, sünnete yönelmeyi
akşam mı bildin, akşam mı anladın? O halde hiç bekleme hemen yerine getir. Sakın
sabahı bekleme. Zira sabaha çıkmaya bilirsin. Belki o akşam senin son akşamın olabilir. Sabah mı anladın?
Akşamı bekleme. Belki akşama ulaşmayabilirsin.
Bir de sağlığından sıhhatinden istifade
edip hastalığına, hastalık dönemine hazırlık yap. Hayatından hayatta oluşundan
istifade edip ölümüne hazırlık yap. Hasta olup elinin kolunun kalkmayacağı
zamanlarını düşünüp sıhhatliyken yapacağını yap, bir gün ölümle yapacağın her
şeyin bitme zamanı gelmeden hayattayken yapman gerekenleri yap diyor İbni Ömer
efendimiz. Ne kadar hoş bir söz değil mi?
Yani eğer şimdi iyiysen, şimdi gençsen,
şimdi sıhhatliysen şimdi oku, zira yarın okuyamayabilirsin. Yarın gözlerinin
feri kaçar da okuyacak bir imkân bulamayabilirsin. Şimdi iyiysen, şimdi gücün
kuvvetin varsa şimdi kıl namazını, öünkü yarın kılamayabilirsin. Yarın namaz
kılacak dizlerinde derman kalmayabilir. Şimdi varsa ver elinde yarın vereceğin
kalmayabilir. Şimdi infak et, şimdi zekât ver yarın fa-kir düşüp elinde avucunda
verebilecek bir şeyin kalmayabilir. Şimdi çalışabilirsen İslâm için çalış, Allah dininin hakimiyeti için çırpın
yarın bu zemin kalmayabilir. Şimdi hayattaysan cihadını yap, yarın toprağın
altına girebilirsin. Şimdi düzelt evinin içini, yarın buna fırsat
bulamayabilirsin. Şimdi eğit eğitebilirsen çocuklarını, yarın büyüdükleri zaman
seni dinlemeyebilirler. Şimdi kazandır ehlini cennete, yarın ölebilirsin ve
çoluk çocuğun başkalarının elinde kalabilir. Şimdi konuş, şimdi anlat, şimdi
kavgasını ver inancının, zira yarın şartlar değişebilir. Yarın bir Velid Bin
Mugire çıkıp ağzına bir bant yapıştırabilirler. Şimdi yap yapacağını, yarın
kodese tıkılabilirsin.
Bakın Allah’ın Resûlü bir başka
hadislerinde buyurur ki:
“İki
nimet vardır ki insanların pek çoğu onların kadrini kıymetini bilme noktasında
aldanıyorlar. Bunlardan birisi sağlık, ötekisi de boş
vakittir.”
(Buhâri,
Rikak:1)
(R. Salihin 99 nolu
hadis)
Sağlığın kıymetini bilip onu satacak
değiliz veya boş zamanın kıymetini bilip onu kiraya verecek değiliz elbette.
Bundan anladığımız şudur: Zamanı ilk etapta Allah’ın bize farz kıldığı emirlere
sarılarak doldurmaya cehd ü gayret ederken arta kalan zamanda da nâfilelerle
Allah’a yaklaşma zemini aramak zorundayız. Yani şunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız ki boş vakitten ve sıhhatten kasıt mecburen yapmak zorunda
olduğumuz farzlardan arta kalan hayat bölümüdür. Farzlardan artan zaman
dilimidir. Yoksa bunun manası Allah bize bomboş bir zaman vermiştir de bizler
onu dolduracağız değildir. Bir de şunu söyleyelim ki bizler boş vakti İslâm’ın
ölçülerine göre doldurmak zorundayız. İslâm’ın zaman içinde belirlediği kulluk
programı nazar-ı itibara alınmazsa insanın bütün zamanı zaten boş demektir. Yani
işte görüyoruz şu anda insanların Allah’a danışarak değil de kendi kendilerine
ayarladıkları şu hayat programında insanların bir dakika bile boş zamanları
yoktur.
Sabahtan
akşama kadar dükkana tezgaha satılmak, kahvede oturmak, sinemada bulunmak,
televizyon seyretmek, maç izlemek, yemeğe, çaya, kahveye zaman ayırmak zaten
insanların hayatında yetecek bir zaman bırakmıyor bile.
Evet Allah Resûlü böyle diyor, onun
pırlanta sahâbesi İbni Ömer efendimiz böyle diyor, diyor ama, bunu birbirlerine
tatlı tatlı hi-kaye cinsinden anlatsınlar, dergilerde yazıp çizsinler diye
değil. Duyar duymaz tatbik etsinler diye söylüyor. İman etsinler ve hayatlarını
bu imanla düzenlesinler diye söylüyor. Ama heyhat ki bizler tam tersini
yapıyoruz. Yolcu gibi olun dünyada diyor ama biz doğmadık kızımızın çeyizini
hazırlıyoruz. Kışlık ve yazlık konforlu evler yaptırıyoruz. Bir yıllık
patatesimizi, iki yılık unumuzu hazırlamak için çırpınıyoruz. Bu günün işini
sakın yarına bırakmayın diyor Allah’ın Resulü, ama biz doktoranın bitmesini
bekliyoruz. Ondan sonra yapacağız yapacağımızı. Sabaha ulaştığınız zaman akşamı
beklemeyin deniyor ama biz emeklik maaşının tahakkukunu bekliyoruz. Daha
doğmadık çocuklarımızın oturacağı evleri hazırlıyoruz. Halbuki bütün eşyası bir
valizi doldurmayacak insanları da tanıdığımız, gördüğümüz halde yine kendi
bildiğimizi okumaya devam ediyoruz.
Öyleyse ey Allah’ın kulları! Ey şu anda
dünyada imtihan sahnesinde olan insanlar! Yaşadığınız bu hayatın bir imtihan
olduğunu asla unutmayın. Yaşadığınız bu hayatta Allah’ı ve onun yasalarını
diskalifiye kalkışmayın. Allah’ı ve Allah’ın size gönderdiği kitabını u-nutarak
kendi kendinize bir hayat şamaya kalkışmayın. Unutmayın ki eğer bugün servetler
içinde, bolluklar içinde, mallar mülkler içinde, bağlar bahçeler içinde bir
hayat yaşıyorsanız bunun kendinizden ol-duğunu zannetmeyin. Tüm bunların size
Allah tarafından verildiğini ve günün birinde tüm bu imkânlarınızın biteceğini
unutmayın. Elinizdekilerin tümünün bu dünyada da bir imtihan sebebi Allah
tarafında bir anda alınıvereceğini de sakın unutmayın! diyor
Rabbimiz.
Yunus
sûresi bunu daha keskin ifadelerle şöylece ortaya koyar:
“Dünya hayatı gökten indirdiğimiz su gibidir
ki, onunla insan ve hayvanların yiyeceği bitkiler yetişip birbirine karışmıştır.
Yeryüzünün süslenip bezendiği ve yerin sahiplerinin bütün bunlara mâlik
olduklarını sandıkları sırada, gece veya gündüz buyruğumuz o yere gelmiş ve
orayı hiç bir şey bitirmemişe çevirmişiz; bir gün önce bir şey yokmuş gibi
olmuştur. Düşünen millet için, âyetleri böylece uzun uzun
açıklıyoruz.”
(Yunus
24)
İşte
günümüz maddeci medeniyetin tapındığı dünya hayatını Rabbimiz böyle tasvir
buyuruyor.
Rabbimiz
işte bu beyanlarıyla dünya hayatının kısalığını, sonluluğunu, faniliğini,
ehemmiyetsizliğini, ebedî ve sermedî olan âhiret hayatının yanında bir hiç
mesabesinde olduğunu anlatıyor. Tıpkı Tevbe sûresinin beyan buyurduğu
gibi:
“Oysa
dünya hayatının geçimi âhirete göre pek az bir
şeydir.”
(Tevbe
38)
Yine
Hadîd sûresinde de konu şöyle anlatılır:
“Bilin
ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve
çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna
giden bir bitkiye benzer; sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çerçöp
olur. Âhirette çetin azap da vardır. Allah'ın hoşnutluğu ve bağışlaması da
vardır; dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir
geçinmedir.”
(Hadîd
20)
Bunların
anlamı: Âhireti unutmadan bir dünya yaşamak zorunda olduğumuz anlamınadır.
Dünyada da, âhirette de dünyanın ve âhiretin sahibinden hasene isteyerek bir
dünya yaşamamız anlamınadır. Bu hayatın her şey olduğu gafletine düşmeden bir
hayat yaşa-mamız anlamınadır. Tıpkı Müslim’in rivayet ettiği bir hadislerinde
Ra-sulullah efendimizin buyurdu gibi:
“Ey Rabbim! Muhammed’in
ehlinin rızkını ihtiyacını giderecek kadar
gönder.”
İşte
dünyayı böyle anlayan, böyle değerlendiren ve böylece bir hayat yaşayan
pişdarımız bakın başka bir hadislerinde de şöyle
buyurmaktadır:
“Allah’a yemin ederim ki, âhirete nispetle
dünya herhangi birinizin şu parmağını denize daldırışı gibi bir şeyden başka
değildir. Buna o kişi baksın bakalım, o parmak denizden ne kadar bir ıslaklıkla
döner?”
46. “Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür.
Ama bâki kalacak yararlı işler, sevab olarak da, amel olarak da Rabbinin katında
daha hayırlıdır.”
Rabbimiz
sûrede önce peygamberine sabah akşam Allah’ın rızasını dileyerek Rablerine
ibadet eden garibanlarla beraber olmasını dünyaya meyleden ve dünyayı kıble
edinen insanlardan uzaklaşmasını öğütlemişti. Bundan sonra da yine dünyayı hedef
bilip, dünyayı kıble edinen ve hayatında Allah’ı, âhireti ve hesabı diskalifiye
ederek yaşamaya çalışan iki bahçe sahibi bir adamdan örnek vererek yine dünya
hayatıyla alâkalı bir örnek sunmuştu. Burada da yine dünya hayatı ve bu hayat
sonrası bâki kalacak değerleri yerleştirmek üzere, insanların hayata bakışlarını
düzeltmek üzere şöyle buyuruyor.
Mal mülk, oğullar, kızlar dünya
hayatının süsü ve ziynetidir. Dünya hayatının eğlencesidir. Ama bâki olanlar,
kalıcı olanlar, ölümsüz olanlar, öbür tarafa intikal edecek olanlar ise sâlih ve
güzel amellerdir. Sürekli olanlar, devamlı olanlar, kalıcı olanlar sâlih amellerdir. Yaşadığımız bu hayatın sonunda
bizimle beraber olacak, bizi asla terk etmeyecek ve bizi cennete götürecek
olanlar sâlih amellerdir. O zaman
ölümsüzlüğü aramak zorundayız. Sonunda dünyada kalacak şeyler peşinde olmaktan
vaz geçip sürekli bizimle beraber olacak şeylerin peşinde olmak zorundayız. Yok
olmayacak sâlih amellerin peşinde olmak zorundayız.
Bakın Kasas sûresinde de Rabbimiz bu
hususu şöyle anlatıyordu:
"Size verilen herhangi bir şey, dünya
hayatının bir geçimliği ve süsüdür. Allah katında olan daha iyi ve devamlıdır.
Akl etmez misiniz?"
(Kasas
60)
Sanki o bölüm şöyle diyor: Bu dünyada
size bir şeyler veriliyor, bu verilenleri siz hevef kabul etmeyin, amaç kabul
etmeyin, her şey o zannetmeyin! Bunlar dünya hayatın metaıdır. Dünya denaet ten
türetilmiş bir kelimedir. Denaet de alçaklık demektir. Dünya kelimesi hem de
onun müennesi olunca kancıkça ve alçakça bir hayatın gereksinimidir bunlar
demektir. Bağlanmaya değmez demektir birde o dünyanın süsleridir. Dünyanın
süsünün şeytan tarafından süslenmiş süsler olduğunu da hatırlarsak yâni süsle
alâkalı hemen şeytanın gündeme geldiğini düşünürsek o zaman bunlara kanmamızın
hiçbir anlamının olmadığını çok rahat anlayıvereceğiz
demektir.
Çünkü bakıyoruz bir varmış, bir yokmuş.
Hadîd sûresinde de hatırlatıldığı kadarıyla o dünya süsünün geçici ve aldatıcı
olduğu beyan edilir.İşte bu deni, alçak hayat, yakın hayat, yaşadığınız hayat
oyundur, eğlencedir, ziynettir, övünç vesilesidir, övünme vesilesidir. Paranız,
malınız ve evlâtlarınızın çoğalması konusunda aranızda övünme zeminidir.
Peki
ne gibiymiş? Allah bunu bize bir örnekle anlatıyor diyor ki: Bir yağmur düşünün
ki Onun bitirdiği bitkiler çiftçileri sevindirir, bah-çivanı sevindirir. Ama
sonra bir de bakarsın ki boyun bükmüş müs-ferran olmuş. Yâni görürsün ki sararmış solmuş. Sonra da
bakarsın ki hutama olmuş. Yâni
odun olmuş, çerçöp olmuş.
İşte
dünya bu. Hangi zevkiniz yarın da böyle devam ediyorsa o âhirettir, hangi
zevkiniz de yarına intikal etmiyorsa işte o da dünyadır. Çocukken oynadığınız
oyunları düşünün, attığınız goldeki sevinci düşünün veya damat olurken
giydiğiniz elbisedeki güzelliği düşünün, okula kaydolduğunuz günkü sevincinizi
veya okulu bitirdiğiniz günkü sevincinizi düşünün, bugün hiçte anlamı yok değil
mi onların? Yâni o günküler, o günkü anlamını hep kaybetmişlerse bunların hepsi
dünya hayattır, hep geçici şeylerdir. Ama Allah’ın yanında hep hayırlı ve bâ-ki
olanlar vardır.
Cennet tariflerinde kâfirler hep böyle
kafa tutarmış. Karı kız mı? İstediğimi bulurum. Bağ bahçe mi? istemediğim kadar
var. Altlarından ırmaklar akan mı? üstlerinden de ırmaklar akıtabilirim. Hattâ
camdan köşkler içine saraylar da yaptırabilirim diyorlarmış ama "Halidîne fîha ebeda" olunca işleri
bitiyor onların. Çünkü bulurlar dünyada bir şeyler belki ama ne kadar bulurlar?
Ne kadar bir süreyle istifade edebilirler o bulduklarından? Ölünceye kadar değil
mi?
Veya
işte bazen de harp oluyor, darp oluyor, ihtiyarlık oluyor, ölüm oluyor, bayram,
seyran oluyor adamın elinden alınıveriyor o. Ama âhiretteki o ebedî dara, ebedî
yurda gidince her şey sürekli olacaktır, sonsuz olacaktır. Hesabınızı iyi yapın
dedikten sonra diyor ki Allah: Aklınız ermez mi sizin? Size verdiğim aklı bunu
anlamada hiç kullanmayacak mısınız? Aklınızı hâlâ arabanın modelini
değiştirmede, evin şeklini değiştirmede, halının kilimin modelini anlamada mı
kullanacaksınız onu? Bu gerçeği anlamakta hiç mi kullanmayacaksınız?
47. “Bir gün dağları yürütürüz de yeri
dümdüz görürsün. Hiç birini bırakmaksızın diriltip bir araya
toplarız.”
Evet
bir gün dağlar yürütülecek ve hayat son bulacak. Şu sa-pasağlam bildiğiniz
dağlar gün olacak yürütülecek. Yeryüzünün dengede durması için Rabbimizin denge
unsuru olarak kazık gibi arza çaktığı dağlar yok olacak. Yeryüzünde düzen
bozulacak, yerçekimi kuvveti kaldırılacak ve dağlar yürütülecek, yeryüzü dümdüz
olacak ve saklanma mekânizmaları yok edilecek. Hz. Adem’den beri gelip geçmiş
tüm insanlar orada Rablerinin huzurunda toplanacaklar. Onlardan hiç birini ihmal
etmeden, saf dışı bırakmadan hepsini diriltip saf saf toplayacağız. Yeryüzü
insanların toplanması için dümdüz oluyor. Oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya
hayatı son bulmuş, imtihan bitmiş ve artık imtihan sonuçlarının okunması dönemi,
hesap kitap dönemi başlamıştır.
Evet
Hz. Adem’den beri ağaların, beylerin, paşaların, zenginlerin, fakirlerin,
zalimlerin, mazlumların, ezenlerin, ezilenlerin, ölenlerin, öldürenlerin,
kölelerin, kileleştirenlerin yaşadığı bir dünya hesap kitabı için, yaşadıkları
hayatın muhasebesi için, yaptıklarının değerlendirilmesi için Allah’ın huzurunda
toplanmışlar. Herkes Rableri huzurunda saf saf
durmaktadır.
Evet, diyor ki Rabbimiz; biz insanların
tümünü o gün huzurumuzda toplarız, onların hiç birisi sayının dışında kalmaz.
Herkes mecburen orada toplanıp beklerler. Ben kalkmak istemiyorum, ben bulunmak
istemiyorum, ben şahitlik istemiyorum, ben muhakeme ol-mak istemiyorum demeye
hiç kimsenin hakkı ve selâhiyeti yoktur. Hani Nuh aleyhisselâmın oğlu öyle
diyordu değil mi? Baba, ben senin gemine binmek istemiyorum, dağa çıkar ve
tufandan kurtuluş ümidi ararım, bulurum belki de sığınacak bir yer diyordu. İşte
şu anda herkes kendince bir sığınak, bir yükseklik arıyor farkındaysanız. Ya
kasasının yüksekliğine, ya makamının, koltuğunun yüksekliğine, ya kesesinin
şişmanlığına, ya cirolarının yüksekliğine sığınarak dünya planında kendilerini
kurtaracaklarına inanıyorlar. Ama bilesiniz ki gün gelecek bütün dağlar, bütün
sığınma mekanizmaları bitecektir. İmtihanın bitip de imtihan sonuçlarının okunma
dönemi, ya da insanların imtihan sonuçlarına göre hesaba çekilmeleri dönemi
gelecek.
48. “Dizi dizi Rabbine sunulduklarında onlara:
"Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi Bize geldiniz. Sizi bir yere
toplamak için söz vermediğimizi iddia etmiştiniz değil mi? "
denir.”
Saf
saf insanlar Rablerine arz edilmişlerdir. Herkes saf saf Al-lah’ın huzuruna,
Allah’ın mahkemesine arz olunacaklar. Hem de bize geldiniz ilk yaratıldığınız
gibi. Sizi ilk yarattığımız biçimde bizim huzurumuza geldiniz. İnsanlar ilk
yaratıldıkları gibi Allah huzuruna geliyorlar. Çırılçıplak, güçsüz kuvvetsiz,
malsız mülksüz, akılsız bilgisiz, evsiz barksız ilk yarattığım gündeki gibi
huzuruma geldiniz. Ne malınız var ne mülkünüz, ne bilginiz var, ne aklınız, ne
bağınız var ne bahçe-niz, ne atınız var ne arabanız, ne hocalığınız var ne
hacılığınız, ne diplomanız var ne doktoranız. Tıpkı sizi dünyaya ilk getirdiğim
gibi huzuruma geldiniz. Şairin dediği gibi;
“Hatırından çıkmasın uryan cihana
geldiğin,
Nice kim geldin, yine anın gibi gitmen
gerek.
Dünyaya çırılçıplak geldiğini unutma!
Ama nasıl geldiysen öy-le git. Günahsız geldin, âciz olduğunu bile bile geldin,
malın mülkün, ipin sapın yoktu geldin, yine aynen öyle gitmeye çalış.
Keşke
bu hiç hatırımızdan çıkmasa. Bu hayat böyleymiş, bu hayatı var eden kurallar
koymuş, biz O’nun istediği gibi yaşamak ve sonunda yine O’nun huzuruna gideceğiz
gerçeği hep hatırımızda olsa güzel olacak. Yaşantımız hep ölüme ve sonunda
dirilişe doğru programlansa bu hayat çok kolay olacak. Ama heyhat ki insanlar;
nasıl olsa öleceğiz, bari yaşarken bu dünyadan kam alalım diye bir hayat
yaşamadan yanalar. Evet tıpkı yaratıldığımız günkü gibi çırılçıplak Allah zuruna
gideceğiz. Hani
Müddessir sûresinde bu konuyu Rabbimiz şöyle anlatıyordu:
“Ey
Muhammed! Tek olarak yaratıp, kendisine bol bol mal, çevresinde bulunan oğullar
verdiğim ve nîmetleri yaydıkça yaydığım o kimseyi Bana bırak. Bir de verdiğim nîmetten artırmamı umar; Hayır; hayır; çünkü o, Bizim âyetlerimize
karşı son derece inatçıdır
(Müddessir 12,13,14)
Peygamberim sen onu ve benzerlerini
bana bırak diyor Rab-bimiz. Kim o? Şu yapayalnız yaratılanı, yalnızca
yarattığımı.
1. Ana karnındayken, malı, mülkü,
çevresi, hanımı, akrabası, bilgisi, ilmi, irfanı, gücü kuvveti olmadan kendi
başına. Hiçbir şeysiz yapa yalnız, güçsüz kuvvetsiz bakışsız, görüşsüz,
konuşmasız; işte öyle yarattığımı sen bana bırak...
2. Diğeri ise bizzat Cenâb-ı Hakkın
kendisine râci anlamına gelecek. Yâni yaratma konusunda kimseye ihtiyacım
olmadan, kimseyi yardıma çağırmadan, ben yapayalnız yarattığımı sen bana bırak!
Bu hepimizi ilgilendiren bir tehdit unsuru. Ne oluyor yâni? Yapa yalnızdık,
kimsesizdik, hiçtik, bir şeyimiz yoktu, Allah da bizi var etmek için kimseye
sormamış, danışmamış, kimseden yardım falan da almamış, öyleyse ne bu halimiz?
diyeceğiz...
Allah
peygamber ve peygamber yolunun yolcularına diyor ki "Sen onu bana bırak! Başka
ne özellikleri varmış bu kişinin? Malı uzun uzadıya uzatılmış, malı, mülkü,
arâzisi, çiftliği, neleri neleri vardı. Kim bu? Sen ben bizim oğlan. Tüm
piyasadaki zenginler. Yazlıkları, kışlıkları, evleri atları arabaları
bulunanlar. 30 yıl önce neyimiz vardı? Bir beş yıl daha gidin, neyimiz vardı?
Biraz daha ileri gidin, baba evinde kendimize ait bir evimiz olmadığı gibi evde
bize ait bir bölümümüz, bir odamız bile yoktu neydik yâni? Gücümüz neydi?
Bilimiz neydi? Babamızıanamızı bilmediğimiz gibi kendimizi bile bilmiorduk.
Fırsatımız, imkânımız neydi? Niye? Şimdi kendimizde ne görüyoruz da? Yokluğu ne
çabuk unutuyoruz?
Hani
kefenin cebi yok ki bir şeyler götürelim diye biz söz söylenir. Düşününce biraz
var gibi geliyor bana. Hattâ kefenin cebi o ka-dar büyük ki oraya tüm
amellerimiz konulacak, düşündüklerimiz, niyet ettiklerimiz, ihmal ettiklerimiz
konacak. Evimiz barkımız, malımız mülkümüz, eziyetlerimiz, sabırlarımız, yiyip
içtiklerimiz, biriktirip büyüttüklerimiz, şükür ve hamdlerimiz, isyanlarımız,
günahlarımız hülâsa her şeyimiz oraya konmuştur. Onların tümü mezara bizimle
beraber gitmektedir.
Hani Resûlullah Efendimizin öyle bir
hadisi vardı değil mi? Ki-şi ölünce üç şey onunla birlikte mezarın yanına kadar
gider. Birincisi, malı mülkü, serveti samanı. İkincisi, oğlu kızı, eşi dostu,
akrabası ya-ranı. Üçüncüsü, imanı ve salih amelleri. O mezara konunca ilk ikisi
geri döner, sonuncusu onunla birlikte mezara girer. Öyleyse neyin peşinde
olduğumuzu bir düşünelim. Yarın bizimle birlikte mezara gi-recek, orada bize
hayat arkadaşı olacak iman ve salih amellerin mi peşindeyiz, yoksa bizi orada
terk edecek şeylerin mi peşindeyiz?
Evet Rabbimiz buyurur ki onu yalnız
yaratmıştım, yapayalnız, hiçbir şeye sahip olmayarak yaratmıştım da
sonra:
Sonra da ona malen memdûd
verdim.
Bu memdud kelimesi üç anlama
geliyormuş
1: Kesintisiz demektir. Yâni sürekli,
kesintisiz, ay be ay gelen, geliri olan demektir. Yapayalnız yarattım, tuttum
ona mal verdim, ben verdim onu! Niye unutuyor bunu?
Sonra ortada gezip dolaşan, gözünün
önünde gezip dolaşan çocuklar verdim ona. 5 tane, 10 tane, 13 tane çocuk verdim
ona. Bu kim? denecektir o zaman. İşte Velid Bin Muğire, Halid Bin Velid’in
babası. Değilse bize de öyle, Allah bize de çoluk çocuk
verdi.
Başka? Başka neler vermiş Allah ona?
"Ve ona döşedim de döşedim" Fırsat verdim, güç kuvvet verdim, şan şeref verdim,
riyaset verdim.
İster ki daha da ziyâde edilsin ona.
Öyle haris ki her şey onun olsun ister. Hep cennete gidecek o olsun, ya da daha
çok malı mülkü olsun ister. 300'le yaşarken 500'e doymaz
gibi.
Hayır hayır, mümkün değil, çünkü bizim
âyetlerimize karşı pek inatkar, anut davranıyor. Buradaki "Âyâtina" dan
maksat:
A: Kur’an-ı Kerîmidir denmiş. Allah’ın
kitabına karşı pek anud davranıyor.
B: Bir de hak olan hakikat olan her
şeydir denmiş. Yâni hak olan hakikat olan şeylere karşı anûd davranıyor, inatçı
davranıyor.
C: Ya da Rasûlullah Efendimizdir
denmiş. Allah’ın Rasûlüne ve onun sünnetine karşı da inatçı davranıyor
ihtiyaçsız ve eyvallahsız davranıyor. Yâni
hakka istinat etmeyen îmanın devamcısı anlamına inatçı
diyoruz.
Âyet ne derse desin o bildiğini okuyor,
Kur’an ne derse desin, Rasulullah ne derse desin o bildiğini okuyor. Ya da
kitaba rağmen, peygambere rağmen kendi kendine yol bulmaya çalışıyor. Kitaba ve
peygambere yol sormadan kendi kendine bir hayat yaşamaya
çalışıyor.
Evet sizi ilk defa yarattığımız gündeki
gibi tekrar huzurumuza getireceğiz. Siz buna inanmıyordunuz. Sizi tekrar sizi
diriltmeyeceğimizi zannediyor, hesap kitap yok diyor ve hayatınızı bu inanca
bina ediyordunuz. Aslında yaşadıkları hayatın kendilerini ateşe doğru
götürdüğünün farkında olan insanlar vicdanlarını susturabilmek için di-rilişi
reddetmeye çalışıyorlar.
Yahudi
ve Hıristiyanların derdi de işte budur. Ne diyorlardı adamlar? Efendim Allah
gökleri ve yeri yaratırken çok yoruldu da cu-martesi veya pazar günü dinlenmeye
çekildi. Niye söylüyorlar bunu? Şunun için: Efendim birincide yorulan ikinciyi
hiç beceremez demeye getiriyorlar hainler. Yâni yeniden dirilişi inkâr
edecekler, dertleri budur. Bakın Kaaf sûresi bu konuyu şöyle
anlatıyordu:
“Biz
ilk yarışta yorulduk mu? Hayır; onlar yeniden yaratılmaktan şüphe
etmektedirler.”
(Kaaf
15)
Ne
yâni biz ilk yaratışta yorulduk öyle mi? Biz ilk yaratışta sanki aciz kalıp
yorgun mu düştük ki tekrar sizi ikinci defa yaratamayacağız? Yani gerek
kendilerini, gerek başka varlıkları ilk defa yaratırken kudretimizi ortaya
koymuş değil miyiz ki ikinci defa yaratışı uzak görüyorlar? İlk defa kendilerini
yaratırken aciz kalıp birilerinden yardım mı istedik ki ikinci yaratışa güç
yetiremeyeceğimiz zehabına kapılıyor bu adamlar? Eğer bu iş zannettikleri kadar
zor ve imkânsızsa ilk defa yaratmak zordur. İşte gördükleri gibi biz gökleri,
yeri, göktekileri ve yerdekileri yaratırken sanki yorulduk ta tekrar onları
diriltemeyeceğimizi mi zannediyorlar? Yok ya Rabbi, sen zaten bizi ilk defa
yaratırken yorulmuştun, ikinci yaratılışımızı beceremezsin diye Allah’a iftira
atmaya çalışıyorlar.
Hayır
hayır onlar yeniden diriliş konusunda şüphe içindeler, kuşku içindeler, çelişki
içindedirler. İlk yaratışı kabul etmekle beraber, şu anda var olduklarını
bilmekle beraber, şu içinde yaşadıkları düzenin kuruluşunu, yaratılışını
görmekle beraber işi karıştırıp içinden çı-kılmaz hale getirmeye çalışıyorlar.
İkinci yaratış konusunda hiç şüphe etmesinler ki onları yenibaştan yaratacağız
ve hesaba çekeceğiz. Zaten dertleri işte budur. Tüm dertleri yaşadıkları bu
hayatta hesap kitap gündeme gelerek iştahları kaçmasın, işleyecekleri suçları
rahat işlesinler, rahat rahat zulmetsinler, rahat rahat kan içsinler,
öldürsünler, diledikleri gibi bir hayat yaşasınlar ve sonunda bir diriliş ve
hesap olmasın. Sümen altı edilsinler, yaptıklarının hesabı sorulmasın, tüm
yaptıkları yanlarına kâr kalsın. Yeniden dirilişi imkânsız görerek
reddedişlerinin altında yatan sebep işte budur.
49. “Amel defteri ortaya konunca, suçluların,
onda yazılı olanlardan korktuklarını görürüsün, "Vah bize, eyvah bize! Bu defter
nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış! derler. İşlediklerini hazır bulurlar. Rabbin
kimseye haksızlık etmez.”
Kitap da ortaya konulmuştur. Kur’an ortaya
konulmuştur. Ya da insanların amel defterleri ortaya konulmuştur. Herkes
defterini al-mış, bu ana kitapla karşılaştırma imkânı bulmuştur. Dünya
hayatındaki dosyaları sicilleri ortaya konunca, tıraşları gözlerinin önüne
inince mücrimler alel acele kitaplarına şöyle bir göz atarlar. Kitaplarının
içindekilerden dolayı hesaplarının zorluğundan dolayı korkularından tirtir
titremeye başlarlar. Çünkü o zalimler
Rablerini tanımamışlar, Rablerinin hayat programıyla ilgilenmemişler,
hattâ kendilerini Rab bilmişler ve şimdi inkar ettikleri O Rab onları hesaba
çekecek. Derler ki vah bize! Eyvah bize! Yazıklar olsun, bu kitap da nasıl bir
kitapmış ki ne büyük günahlarımızı koymuş, ne küçüklerini koymuş, hepsini sayıp
tesbit etmiş! Ne gizlide işlediklerimizi koymuş, ne açıkta işlediklerimizi
koymuş, hepsini yazmış, hepsini tespit etmiş.
Halbuki
biz şunları, şunları hiç kimsenin göremeyeceği ıssız bir ormanda işlemiştik!
Şunları, şunları önemsiz zannetmiştik! Ne bü-ük koymuş, ne küçük koymuş, ne
gizli demiş ne aşikâr demiş hepsini tesbit etmiş. Halbuki dünya hayatında
zalimlerin haberleri yoktu hiçbir şeyden. Haram helâl aramamışlardı
hayatlarında. Zulmetmişler, haksızlık etmişler, inkar etmişler, duymazdan
gelmişler, müstekbirce davranmışlardı. Ne yapmışlarsa tüm amellerini
karşılarında buluyorlar. Amellerinden dolayı değerlendirilecekler şimdi. Hani
dünyadayken bu zalimler amellerimizden dolayı bizi değerlendirmeye çalışmıyorlar
mıydı? Dosyalıyorlardı ya mü'minleri. Şimdi de onların dosyaları alabildiğine
kabarıktır. Zulmettikleri insan sayısınca dosyaları kabarık olacak. Kimileri bir
milyona zulmetmişse bir milyonluk bir dosya, beş milyona zulmedenlerin dosyaları
beş milyonluk, tüm yeryüzü insanlığına zulmedenlerin dosyaları o kadar
kabarıktır.
Dünyada
müslümanları dosyalamaya çalışan, müslümanlara dosyalar hazırlayanlara orada
dosyalar hazırlanmıştır. Dosyaladığı müslüman sayısınca orada, onlara dosyalar
açılmıştır. Dosyalar birer birer açılacaktır. Zulmettikleri insanların
dosyaları, haklarını yedikleri insanların dosyaları, bombaladıkları insanların
dosyaları, aç bıraktıkları, sömürdükleri insanların dosyaları birer birer
açılmaya başlamıştır.
Ya
da kitap açılmıştır. Onların kendisiyle yargılanacakları Allah’ın kitabı açılmış
ve onunla yargılanma başlamıştır. Her bir dosya açıldıkça zalimler amellerini ve
amellerinin karşılığını orada hazır bulacaklar. Allah hiç kimseye
zulmetmemektedir. Bu amelleri kendileri işlemiştir. Kendi amellerinin
karşılığıdır bunlar. Değilse yapmadıkları, işlemedikleri suçlardan ötürü Allah
hiç kimseyi cezalandırarak zul-metmez. Ya da başkalarının günahlarını
yanlışlıkla bir adamın defte-rine yazarak işlemediği günahlardan ötürü ona
zulmetmez. Yaptıklarının bir kısmını zayi etmek sûretiyle Allah kimseye
zulmetmez. Hayır hayır Allah hiç bir haksızlık yapmaz bunlar bu adamın bizzat
dünyadayken kendi elleriyle işlediği amellerin
değerlendirilmesidir.
Evet insanlık bu kitabın hükümleriyle
yargılanacaktır. Bu zalimler yeryüzünde
bir tek kitap bırakmamak için mücâdele
verip yeryüzündeki tüm kitapları yok etmeyi becerseler de sonunda yine
yargılanmaları bu kitapla olacaktır, bu kitaba göre olacaktır. Hükmü bu kitap
verecektir.
Evet
kitap açığa çıkmıştır. Mücrimler, suçlular, kâfirler perişan oluyorlar, ne
yapacaklarını şaşırıyorlar. Yazıklar olsun bize, bu kitaba da ne oluyor ki büyük
küçük hiçbir şeyi bırakmamış, hepsini tespit etmiş? Hayır hayır onlar amellerini
onda hazır bulmuşlardır. Kitaptan ve peygamberden uzak bir hayat yaşayanlar,
yaptıklarını ve yapmadıklarını kitap kaynaklı belirlemeye yanaşmayanlar o gün
kendi amelleriyle, kendi kitaplarıyla baş başa kalınca perişan oluyorlar. Niye?
Ne var? Ne oluyor? Kim yazdı o kitabı? Kim yazdırdı orada olanları? Kim yaptı
onları? Kim işledi o amelleri? Siz kendiniz yapmadınız mı onları? Siz kendiniz
yazmadınız mı o kitabı? Size ait değil mi o ameller? Daha önceki derslerimizden
birisinde söylemiştim, yeri gelmişken bir daha söyleyeyim:
Amellerimizi, amel defterlerimizi
yazanlar meleklerdir, ama as-lında yazan, yazdıran biziz. Bizim amellerimizin
tespiti ve yazılması hususunda melekler tıpkı bizim elimizdeki kalem veya
daktilonun tuş-ları mesabesindedirler. Öyle değil mi? Eline kalemi alıp bir
şeyler ya-zan bir kimseye; bunu kim yazdı diye sorsalar ne der? Bunu kalem
yazdı, yahut daktilonun tuşları yazdı filan mı der, yoksa bunu ben yazdım mı
der? Ben yazdım der değil mi? Kalem yazdı, ama ben yazdım, ben yazdırdım kaleme
veya daktiloya. İşte bizim amellerimizin yazıcısı, yazdırıcısı da biziz. Melek
yazıyor ama, yazan ve yazdıran aslında biziz.
Yâni
sanki adam eline daktiloyu alıyor, A tuşuna basıyor ve A yazıyor, sonra da diyor
ki, a ne oluyor buna yahu? Niye yazdı bunu? Demeye hakkı var mı? Yâni başkasını
mı yazsaydı? Sen A yaz diye o tuşa bastın, o da onu yazdı. Sen bir yazarsan bir
yazar, yok yazarsan yok yazar, var yazarsan var yazar kalem. Sen ne yazarsan onu
yazar daktilo. Daktilo isyan etmez, sen isyanda kullanıyorsun onu. Ama adamlar
şaşkınlıktan böyle diyorlar. Hani şaşıran adam hanımına teyze teyze dermiş.
Nitekim şaşkın ördek başın kor kıcından dalar göle derler ya işte aynen o gibi
şaşırıyorlar adamlar da diyorlar ki; ne oluyor bu kitaba? Büyük küçük her şeyi
sayıp dökmüş. Adamlar bomboş bir kitap bekliyorlar. Peki madem defter bomboş da
hani o zaman senin kulluğun denilmeyecek mi? Hani nerede kulluk? Sen hiç dünyada
yaşamadın mı? Hiçbir şey yapmadın mı?
Ey Kehfi tanıyanlar, bazen bazen
düşünmeli, kendi kendimize sormalı değil miyiz? Acaba ben bugün meleklere ne
yazdırdım? Acaba bugün benim defterime neler yazıldı diye düşünmek zorunda değil
miyiz? Yatınca mı, kalkınca mı? Bizim için herhalde yatarken çok zor. Efendim
tam yatarken dükkanı getirdik yatağın ucuna, tezgahı getirdik yorganın yanına,
çekler, senetler yastığın yanında ve sızmışız o kadar. Ama kalkınca da zor.
Kalkmışız, koltuğa yaslanmışız, karşımızda ekranda bir şeyler gelip geçiyor
derken haydi dükkana. Yahu ne zaman düşüneceğiz bunu? Ne zaman hesaba çekeceğiz
kendimizi? Ben bugün meleklere ne yazdırdık? Ne zaman düşüneceğiz bunu? Ne zaman
muhasebe edeceğiz kendimizi?
Ama
şurasını da unutmayalım ki, yanlışlar ve doğrular bilinmeden yapılan muhaseberin
de hiçbir değeri olmayacaktır, bunu da unutmamalıyız. Yanlışların ve doğruların
ortaya koyucusu kitap ve sünnet tanınmadan yapılan kontroller de boş olacaktır.
Vahyi tanımayan insanlar elbette kendilerini hep doğruda kabul etmeye devam
edeceklerdir. Yemeleri doğru, içmeleri doğru, kılık kıyafetleri doğru, her
şeyleri doğrudur onların.
Öyleyse
kendimizi hesaba çekişte kıstas kitap olmalıdır. Vahiy eşliğinde bir muhasebeden
yana olmalıyız. Yâni önce Kur’an’dan bir şeyler öğrenelim, sonra da acaba ben bu
öğrendiğimden meleklere bir şeyler yazdırabildim mi diyelim. İşte o zaman güzel
olacak bu mu-hasebe. İşte böyle bir hesap bizi cennete götürecektir. Değilse
kendileri dalâlette olduğu halde hep hidâyet üzere zannedip yarın eyvah diyenler
gibi olmaktan kurtulamayız Allah korusun.
Amel defterlerini ellerine alma konusu
gündeme gelince, hatırladığım bir hadisi de burada nakledeyim inşallah:
Resûlullah efendimiz buyurur ki; yarın müslümanlar da amel defterlerini ellerine
alınca, onlar da biraz şaşkınlık geçirecekler. Eyvah, şu da, bu da var dercesine
bir sıkıntı yaşayacaklar. Ama ikinci defa bakınca bir de ne görsünler onların
hepsi silinivermiş, tertemiz bir sayfa halini alıvermiş. Melekler hemen
fısıldayacaklar; geçmiş olsun tevbe etmişsin, istiğfar etmişsin, pişman
olmuşsun, onun üzerine, o hatayın üzerine birkaç salih amel işlemişsin de Allah
onları silivermiş. Âyet neredeydi? Evet işte burada:
“Gündüzün
iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler
kötülükleri giderir. Bu, öğüt kabul edenlere bir
öğüttür.”
(Hûd
114)
Gündüzün
iki tarafında, yâni sabah ve akşam ve geceye yakın zamanlarda namazı ikâme edin.
Beş vakit namazı ikâme edin. Çünkü muhakkak ki iyilikleriniz kötülüklerinizi
giderir. Hasenatınız seyyiatınızı yok eder. İşte bunun için bize namazı
emrediyor Rabbimiz. Bize olan sonsuz rahmetinin gereği namazı emrediyor.
Namazların arasında işlenen günahların silinmesi için gösteriyor bize namazı.
Namaz iki namaz arasındaki günahların affına sebeptir. Görüyor musunuz? Rabbimiz
bize rahmeti gereği bir günün aralarını namazlarla ayırmış ve o zamanlar içinde
işlediğimiz günahları o namazlarımızla silmeyi murad buyurmuş.
Bakın bir gün bir günah işleyen bir
sahâbe Rasulullah’a gelerek: Ya Rasulullah! Ben yapılmaması gereken bir şey
yaptım! Evi-mize bir şey istemeye gelen bir komşumun karısına bakılmaması
gereken bir bakışta bulundum! Benim durumum ne olacak? Allah için söyle yoksa
ben helâkte miyim? der. Rasulullah efendimiz bir süre sükut eder ve işte bu
âyet-i kerîme inzal buyurulur:
“Gündüzün
iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler
kötülükleri giderir. Bu, öğüt kabul edenlere bir
öğüttür.”
Evet namaz kıl, çünkü iyiliklerin
kötülüklerini giderir buyuruyor Allah’ın Resûlü. Demek ki namaz artının eksileri
götürdüğü gibi kişinin günahlarını götüren, silip süpüren bir ibadettir. Çünkü
namaz başlı başına bir tevbe, bir yöneliş ve Allah’tan yardım isteme
makamıdır.
Buhârî ve Müslim’de verilen nehir
misâli bu türdendir. Allah’ın Resûlü sizden birinizin evinin önünden bir nehir
aksa ve her gün beş defa bu nehirde yıkansa o kimse de kir kalır mı? Buyurur.
Sahâbe-i kirâm efendilerimiz de elbette kalmaz deyince, Allah’ın Resûlü buyurur
ki, işte beş vakit namaz da bu nehir gibi hataları siler, yıkar gider
buyurur.
"Beş
vakit Namaz aradaki işlenenlere kefarettir, Ramazan da iki ramazan arasında
işlenenlere kefarettir, büyük günahlardan sakınıldığı
müddetçe"
(Buhârî,Müslim)
Ebu Dâvûd, Tirmizî, İbni Mâce’nin Hz.
Ebu Bekir efendimizden şunu rivâyet ederler:
“Bir adam Rasulullah’a gelip: Ya
Rasulallah ben bir suç işledim, Allah’ın kitabında cezam nedir? Onu ikâme et
dedi. Rasulullah bir süre sükut buyurdu. Nihâyet namaz vakti geldi. Sahâbeyle
birlikte namazı kıldılar. O adam Rasulullah’a dönüp bir daha tekrarlayınca
Rasulul-lah şöyle buyurdu: “Söylesene! Sen bizimle birlikte namaz kılmadın mı?
Allah senin haddini affetmiştir.”
Evet büyük günahlardan, Kebair’den
sakınıldığı müddetçe iki namaz arasında işlenen ufak tefek günahlara bu namazlar
kefarettir. Ramazan da böyledir. İki Ramazan arasında işlenmiş günahlara da
Ramazan kefarettir.
Burada Resûlullah efendimizin şu
hadisini de okuyalım:
"Bir
kötülük yaptığında, hemen arkasından bir iyilik yap ki o kötülüğü yok
etsin!"
(Tirmizî, kitabu’l- Birr
4/355)
İşlenen
bir günahın akabinde yapılacak bir iyiliğin, hayırlı bir amelin o günahı silip
süpüreceğine dair Kur’an’da ve sünnette pek çok deliller vardır. Bir kötülük,
bir günah mı işledik, arkasından bir sa-lih amel işleyiverin ki böyle o onu
silsin, süpürüp yok etsin. Peki nedir bu salih ameller? Kısaca özetleyelim
inşallah.
1:
Bunlardan birisi namaz kılmaktır. Hadisi demin okudum:
"Beş
vakit namaz aradaki işlenenlere kefarettir, Ra-mazan da iki ramazan arasında
işlenenlere kefarettir, bü-yük günahlardan sakınıldığı
müddetçe"
(Buhâri-Müslim)
Ebu Dâvud, Tirmizî, İbni Mâce’nin Hz.
Ebu Bekir efendimizden şunu rivâyet ederler:
“Bir adam Rasûlullah’a gelip: Ya
Rasulullah ben bir suç işledim, Allah’ın kitabında cezam nedir? Onu ikâme et
dedi. Rasûlullah bir süre sükut buyurdu. Nihâyet namaz vakti geldi. Sahâbeyle
birlikte namazı kıldılar. O adam Rasûlullah’a dönüp bir daha tekrarlayınca
Rasûlul-lah şöyle buyurdu: “Söylesene! Sen bizimle birlikte namaz kılmadın mı?
Allah senin haddini affetmiştir.”
2:
Kitabımızın beyanına göre hataları, günahları silip süpüren salih amellerden bir
ikincisi de tevbedir. İşlenen bir günahtan sonra o günahın silinmesine sebep
olmak üzere yapılacak bir başka iş tev-bedir, günahtan dönüştür. En’âm sûresi
bunu şöyle anlatır:
“Sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip
de arkasından tevbe eder, kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan ve
esirgeyendir."
(En’âm
54)
Sizden her kim ki bir bilgisizlik, bir
cehalet sonucu bir kötülük yapar, bir günah işleyecek olurda hemen arkasından
tevbe eder ve durumunu düzeltirse, cehaletle günaha gittiği bir anda hemen
kıblesini değiştirir ve Allah dönerse bilesiniz ki ben böyle yapanlar hakkında
rahmeti kendi üzerime yazdım buyuruyor Rabbimiz.
Evet demekki mü'min bir günahı ancak
bir bilgisizlik sonucu, bir gaflet sonucu işleyebilir. Yâni ya onun isyan
olduğunu bilmeyerek, ya işleyeceği o isyanın sonucunda, o günahın sonucunda
başına gelecekleri bir an unuttuğundan dolayı günah işler, ya da isyanı taate
tercih ederek bir isyanda bulunabilir ki bu da ayrı bir cehalettir. İşte bu
durumda hemen kendine gelir gelmez tevbe eden, günahtan vazgeçen, yönünü,
kıblesini değiştiren ve bir daha bu duruma düşmeme konusunda kesin kararlı olan
mü’minleri affedeceğini bildiriyor, Rab-bimiz.
Evet işlenen günahın akabinde hemen
tevbe edilecek ve bir daha o günaha dönmeme kararı verilecek. Bu konuda
Rasûlullah’ın pek çok hadisi vardır.
"İşlediği bir günahın akabinde tevbe
eden (Pişman-lık duyarak, bir aha dönmeme azmi içinde olan, kişi günah işlememiş
gibidir."
(İbni Mâce)
Bir adam gelip Rasûlullah’a: Ya
Rasûlullah bir kul bir günah işlese sonra tevbe etse Allah affeder mi? dedi.
Allah’ın Resûlü buyurur ki:
“Bir
kul günah işledi, tevbe etti. Affedilir. Yine günah işledi yine tevbe etti, yine
affedilir. Yine günah işledi, tevbe etti yine affedilir. En son Rasûlullah şöyle
buyurdu. “Hattâ şeytan melül mahsur oluncaya, ümidini kesinceye
kadar”
(Hakim)
Ama
şunu da unutmamalıyız ki işlenen bir günahın arkasından sadece tevbe
yetmemektedir. Bakın Rabbimiz Furkân sûresinde tevbeyle birlikte yapılması
gereken başka şeylerden söz ederek şöyle buyurmaktadır:
“Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş
işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah
bağışlar ve merhamet eder.
(Furkân
70)
Yâni
kim önceki programından vazgeçerek Allah’ın programına dönerse. Allah için bir
hayat yaşamaya yönelirse ve de iman eder, imanını pratik hayatına aktararak,
iman kaynaklı bir hayatı tercih ederse. Yâni imanının gereği olan sâlih amellere
yönelirse işte Allah onların seyyiatlarını, günahlarını, kötülüklerini iyiliğe
tebdil edecektir. Çünkü artık o Allah’ın istediği gibi müslüman olmuş, Allah’ın
emirlerine teslim olmuş, Allah’a dönmüş, kıblesini değiştirmiş, tevbe etmiştir.
Bu tevbesinin gereği olarak da Allah’la bozulan arasını düzeltme adı-na imanının
gereği sâlih amellere yönelmiştir. Allah da onun hayatını iyiliğe döndürecektir.
Bakın Resûlullah efendimiz bir hadislerinde şöye buyurur:
“Nefsim yed-i kudretinde bulunan Rabbime
yemin ederim ki, eğer sizler günah işlememiş olsaydınız, sizin yerinize günah
işleyip de Allah’a istiğfar edecek bir kavim getirirdi de onları mağfiret
ederdi.”
(Müslim,
Kitabut- tevbe 4/210)
Evet tevbe iman ve amel-i salih
istenmektedir. Yani işlenen günahtan tevbe edip vazgeçilecek, arkasından iman
edilecek, Allah’-la koparılan diyalog yeniden düzeltilecek ve de salih amellere
koşulacak.
3: İşlenen günahları silen bir başka
salih amel hakkında da yine Rasûlullah
şöyle buyurur:
"İslâm,
kendinden önceki günahları siler; hicret, kendinden öncekileri siler, hac da
kendinden önce işlenenleri siler mahveder.
[Müslim]
Evet İslâm kendinden öncekilerin tümünü
siler. Kişi müslüman olduğu andan itibaren önceki işlediği günahlarının tamamı
silinmiştir. Hicret de böyledir. Hicrette hicret öncesi işlenmiş olan günahları
siler. Hac da böyledir. Mebrûr ve makbul bir haç kişinin anadan doğduğu gündeki
gibi tüm günahlarını siler.
4: Bir dördüncüsü; bir adam
Rasûlullah’a gelip: Ya Rasûlullah ben azim bir günah işledim. Benim için bir
tevbe imkânı var mıdır? Buyurunca Rasûlullah ona şunu
sordu:
Annen
var mı? dedi. Adam yok dedi. Peki baban? ada evet deyin Rasûlullah git ona
iyilikte bulun!" buyurdu
(İ.
Ahmed- Tirmizî)
İmam Tirmizî der ki: Bu hususta icma
vaki olmuştur. Rasûlul-lah’ın vefatından sonra gelen bir adama ashab-ı kiram
aynı tavsiyede bulunmuşlardır. Kişinin yanında ihtiyarlamış annesine ve babasına
hizmet etmesi, onların şer’i ihtiyaçlarını görüp onların yüzünü güldürmesi onun
günahlarının affına sebep olacaktır.
5:Yine dünyada insanın başına gelen
kimi sıkıntılar da hadis-lerin ifadesine göre günahların affedilmesine sebep
olmaktadır. Bu yüzden âyet-i kerimede tevbe ile günahların affedilmesi ayrı ayrı
zikredilmiştir diyoruz Allahu alem. Bakın Şûrâ sûresinde Rabbimiz bu hususu
şöyle anlatır:
“Başımıza gelen herhangi bir musibet
ellerimizle işlediklerimizden ötürüdür. O, yine de çoğunu affeder. Sizler
Allah’ı yeryüzünde âciz bırakacak değilsiniz. Allah berisinde ne bir dostunuz,
ne de veliniz vardır.”
(Şûrâ
30)
Canınıza, malınıza gelen herhangi bir
musîbet sadece sizlerin ellerinizle işlemiş olduğunuz günahlar yüzündendir.
Günahlar sadece ellerle işlenmez. Ama genellikle fiiller elle işlendiği için
burada eller ifadesi kullanılmıştır. Evet mallarınız ve canlarınız konusunda
size ulaşan musîbetler sizlerin ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Ama
sizin ellerinizle işlediklerinizden pek çoğunu Allah affetmektedir. El-lerinizle
işlediklerinizden pek çoğunu Allah görmezden geldiği, kaale almayıp affettiği
için bunların cezasını size tattırmıyor. Eğer Rabbiniz size bu kadar
merhametiyle muamele etmeyip de yaptığınız her bir günah yüzünden hemen
cezalandırılsaydınız mutlaka hepiniz helak olup giderdiniz. Kur’an’ın başka
yerlerinde bu hususu anlatan âyetler vardır. Allah’ın Resûlü Hz. Ayşe’nin
rivâyet ettiği bir hadislerinde şöy-le buyurur:
"Kulun yeryüzünde günahları çoğalıp
onlara kefaret olacak bir şeyler bulunmadığı zaman Allah onun günahlarına
kefaret olmak üzere onu bir üzüntüye duçar kılar. Böylece onun günahlarını
döküverir"
6: Günahların silinmesinin bir altıncı
yolu da; kişi kendisi sü-rekli muttaki davranarak hayatının her bir anında Allah
huzurunda ol-duğunu Allah kontrolünde olduğunu unutmadan bir hayat yaşayacak,
kendisini kurtaracak ama bu ittikasının yanında, seyyiattan kurtulmasının
yanında bu ittikasının gereği olarak da başkalarını da kurtarmanın gayreti içine
girecektir. Kendisi cennete gitmeye çalıştığı gibi başkalarını da cennete
götürme çabası içine girecektir. Bu da onun vazifesidir. İnsanlara onların razı
olacağı muameleyi değil Allah ve Resûlünün isteği gibi davranmak ve onların
kurtuluşu için gayret etmek zorundadır. Mü’minin bu sahadaki gayreti de onun
günahlarının silinmesine vesile olacaktır inşallah.
7: Yine bir defasında Allah’ın Resûlü:
“Sizden
biriniz işlediği bir günahın arkasından bir hasene yetiştirip onu sildirsin
buyurunca sahâbeden birisi sordu: Ey Allah’ın Resûlü “La İlahe illallah” da
hasene midir buyurunca Allah’ın Resûlü buyurdu ki: “O hasene-lerin en
güzelidir”
Demek
ki işlenen günahın arkasından söylenmesi gereken sözlerden birisi de kelime-i
tevhittir anlıyoruz. kelime-i tevhid de günahların silinmesine sebep
olacaktır.
8: Rasûlullah bir başka hadisinde
günahları mahveden ameli
şöyle
anlatır:
“Mescidlere
yürümek, her bir namazdan sonra bir başka namazı gözetlemek, işte bunlar
ribattır.”
Evet Allah’ın Resûlü buyurur ki bir
günah işler işlemez hemen onun ardından bir iyilik işleyin, bir hasene
yetiştirin ki o günah silinsin buyuruyor. Ancak burada şunu da söyleyelim.
Bundan sonra yapılacak iyiliğin işlenen kötülüğün bir muâdili olma şartı
aranmaz. Meselâ adam bir hırsızlık yaptı bu günahın affı için illa da hırsızları
affetmek türünde bir iyilik yapma şartı yoktur. Yani yapılacak iyiliğin işlenen
kö-tülük cinsinden olma şartı yoktur. İşlenen günah ne olursa olsun karşılığında
Allah ve Resûlünün istediği hayırlı bir amel işlemek yeterlidir. Meselâ bir
müslümana Kur’an’dan bir âyet öğretmek, sünnetten bir bölüm tanıtmak günahların
silinmesine sebep salih amellerdendir. Hattâ bunun için bir saatını ayıran bir
müslüman 700 saat 700 kişiye 700 âyet öğretme sevabını bile alacaktır.
50. “Meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik.
İblisten başka hepsi secde etmişti. O, cinlerden idi. Rabbinin buyruğu dışına
çıktı. Ey İnsanoğulları! Siz beni bırakıp onu ve soyunu dost mu ediniyorsunuz?
Halbuki onlar size düşmandır. Kendilerine yazık edenler için bu ne kötü
değişmedir!”
Biraz
önce mahşerdeydik. Kitaplarımızı ellerimize almış hesap kitap dönemini
yaşıyorduk ama bakıyoruz bir anda Rabbimiz bizi in-sanlığın ilk yaratılış
dönemine götürüverdi. Atamız Adem yaratılıyor, sonra yeryüzünde Onun sulbünden
bizler yaratılacağız, tüm insanlık yaratılacak, tüm insanlık gelecek yeryüzüne,
ama bundan önce bir deneyimden geçirileceğiz. Bakarada detayıyla anlatıldığı
gibi Rab-bimiz buyurur ki: “meleklere dedik ki Adem’e secde edin. Onlar, tüm
melekler Adem’e secde ettiler ama İblis müstesna.” Tüm melekler Rablerinin
emrine boyun büküyorlar, insanlığın yeryüzüne gelişini onaylıyorlar ama İblis
geri duruyor. Allah’ın emrine isyan ederek yeryüzüne yeni gelen bu insanın
varlığını kabullenmiyor. Böylece Allah’ın secde emri havada kaldı, askıda kaldı.
Çünkü
İblis melek değil, o cinlerdendi. Cinlerden olduğu için Rabbinin emrinin dışına
çıkabilme imkânı buluyordu. Meleklerde böyle bir irade yoktur. Onlar kesinlikle
Allah’a isyan edemezler. Rableri kendilerine ne emrederse onu uygulamak
zorundadırlar. Halbuki İblis cinlerden olduğu için tıpkı insanlar gibi itaat
etmeye de isyan etmeye de imkân bulabilmektedir Rabbimizin yasası gereği.
Rabbimiz buyurur ki Beni bırakıp da
sizler bu şeytanı ve onun zürriyetlerini veliler mi edindiniz? Rabbiniz olarak
sizi yaratan, sizi yeryüzünün efendisi ve halîfesi yapan, tüm melekleri size
secde ettirecek biçimde sizi üstün vasıflarla donatan Rabbinizin sizin adınıza
aldığı kulluk maddeleriyle ilgilenmeyerek, Rabbinizin kitabına karşı nötr
davranarak sizin düşmanınız olan, sizin varlığınızı onaylamayan, sizin yeryüzüne
gelişinizden memnun olmayan ve atanızı cennetten çıkarmak ve intikam almak için
çırpınan ve kıyâmete kadar da sizi ce-henneme çağırma konusunda Allah’tan izin
alan bu şeytanı ve onun soyunu veliler edindiniz ha? Allah’ı dinlemiyor da bu
düşmanınızı din-liyorsunuz? Onu ve soyunu yolundan gidilecek, sözü dinlenecek
veliler dostlar edindiniz öyle mi? Halbuki onlar sizin için çok açık
düşmandırlar. Şeytanların yoluna tâbî olarak, şeytanları velî kabul ederek bu
zalimlerin kazandıkları cehennem ne kötü bir varış
yeridir!
Evet şeytanı veli eden zalimlere
verilecek karşılık ne kadar kötüdür. Eğer insanlar yarın; eyvah diyeceklerse,
yazıklar olsun bize diyeceklerse, kesinlikle bilelim ki bu, onların şeytana
uymalarından kaynaklanmaktadır. Onları ve avanelerini velî bilmelerinden
kaynaklanmaktadır. Rabbimiz; ey kullarım, ben size bunu ta baştan bildirme-dim
mi? Onun Adem babanıza secde etmediğini size anlatmadım mı? Size sizin tanımanız
gereken bir imtihan modeli, motifi olarak onu tanıtmadım mı? Ne diye gaflet edip
ona tabi oldunuz? Ne diye onun gibi zalim oldunuz? Yarın pişman olacaksınız.
Gelin melekler gibi kul olun, şeytan gibi secdesizliği kabullenerek zalimlerden
olmayın diyerek Rabbimiz bize bir uyarıda bulunuyor. Zalimler için ne kötü bir
karşılık, ne kötü bir bedel, ne kötü bir değiştirme. Adem peşinde, melekler
peşinde olacak yerde şeytan peşinde oldular. Kulluk peşinde olacak yerde isyan
peşinde oldular. Velî olarak Allah’ı bırakıyorlar da başkalarının peşine
takılıyorlar.
51. “Oysa Ben onları ne göklerin ve yerin
yaratılmasında ve ne de kendilerinin yaratılmasında hazır bulundurdum.
Saptıranları hiçbir işte asla yardımcı da edinmedim.”
Ben
onları ne kâinatın yaratılışına ne de kendilerinin yaratılışına şahit kılmadım.
Kâinatı yaratırken de kendilerini var ederken de onların hiç haberleri yoktu.
Kendilerinin yaratılışında bile söz sahibi olmayan bu varlıklar nereden İlah ve
Rab olabilecekler de? Benim ortaklarım değil ki onlar? Ben böyle saptıranların
hiç birisini ortak e-dinmedim. Ben onların hiç birisine yetki vermedim. Ve yine
ben saptıranları destekleyecek de değilim. Göklerin ve yerin saltanatı
konu-sunda göklere ve yere egemenliğim konusunda onlara her hangi bir yetki
vermedim ben. Göklerin ve yerin yaratılması konusunda ve bu ikisini idare
konusunda onlardan yardım da istemedim. Gökleri ve yeri kendim yarattım ve
bunlar üzerindeki egemenliğimi kendim kurdum. Ben bunları yaratırken ve bunlar
üzerinde egemenliğimi kurarken bunların haberleri bile yoktu, onlara danışmadım
ben. Bir gün diyeceğim ki:
52. “O gün Allah: "Bana ortak olduklarını
iddia ettiklerinize seslenin" der. Onları çağırırlar, fakat hiçbirisi onların
çağrılarına gelmez. Aralarına bir cehennem deresi
koyarız.”
Bir
gün gelecek Allah diyecek ki: Hâdî benim yanımda ortak kabul ettikleriniz, bana
ortak kabul ettikleriniz, benimle birlikte yetkili kabul ettikleriniz şu
liderlerinizi, şu önderlerinizi, şeriklerinizi, şürekanızı çağırın bakalım.
Allah yanında kendilerine dua ettikleriniz, Allah berisinde şafi kabul
ettikleriniz, Allah berisinde hayata hâkim bildikleriniz, Allah berisinde hukuk
tanrısı kabul ettikleriniz tüm yardımcılarınızı çağırın bakalım. Haydi çağırın
onları da sizi şu içinde bulunduğunuz durumdan kurtarsınlar. Sizi Allah’ın
yargılamasından, Allah’ın azabın dan kurtarsınlar.
Onlar da çağırırlar; bu Allah berisinde
yardımcı bildiklerini, ama heyhat ki onlar onlara cevap veremezler,
veremiyorlar. Onların arasına büyük bir uçurum yerleştirdik. Ortakları ayrı bir
yerde onları ortak kabul edenler, ilah kabul edenler ayrı bir yerde. Hepsi de
çaresiz cehenneme doğru yaklaştıklarını anlayacaklar,
bilecekler.
Bu "Mevbikan" kelimesi
helâk olunacak bir yer, cehennemde bir vadidir demişler, ya da onların
yardımcılarının, ilahlarının kendilerine kendilerinin de onlara ulaşamayacakları
bir uçurumdur demişler. Yâni dünyadaki
sahte ilahlarla o ilahlara tapınanların araları yarılmıştır açılmıştır. Onların
dünyadaki dostlukları âhirette korkunç ve derin bir düşmanlığa
dönüşmüştür.
Kimi müfessirler de bu sûrenin
evvelinde anlatıldığı gibi onların Rap ve İlah kabul ettikleri Hz. Îsa, Hz.
Üzeyr ve melekler gibi varlıklarla onların aralarında uzak bir mesafe koyarız
şeklinde anlamışlardır. Çünkü onların ilah kabul ettikleri Allah’ın bu sâlih
kulları; cennetin en yücelerinde öbürleri ise cehennemin ta
derinliklerindedirler.
Kimileri de bu uçurumun hidâyet ehliyle
dalâlet ehlinin birbirlerinden ayrılacağını anlatır demişlerdir. Rum sûresinin
14. âyeti ve Yâ-sîn sûresinin 39. âyetleri bu hususu
anlatır.
²
53. “Suçlular ateşi görürler ve ona
düşeceklerini anlarlar, fakat ondan kaçacak yer
bulamazlar.”
Girecekleri
yeri görürler, ateşi görürler. Cehennemi görür gör-mez artık anlarlar ki az
sonra girecekleri yer orasıdır. Az sonra bu mücrimler, bu Allah berisinde başka
Rabler bulup onları da hayatlarında söz sahibi kabul edenler kendilerini o
ateşin içinde bulacaklarını artık anlamışlardır. Ve de artık bir daha oradan
çıkış yollarının olmadığını da anlamışlardır. Bu konuda hükmün Allah’a ait
olduğunu, yetkinin Allah’a ait olduğunu bilmişlerdir. Kimse onlara yardım
edemeyecek, kimse Allah’ın hükmüne itiraz edemeyecek, kimse onun hükmünün dışına
çıkamayacaktır. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde kâfirlerin kırk yıllık
mesafeden cehennemi görüp oraya düşeceklerini anlayacaklarını, kahrolacaklarını,
mahvolacaklarını anlatır.
54. “Andolsun ki, Biz bu Kur’an'da insanlara
türlü türlü misâli gösterip açıkladık. İnsanın en çok yaptığı iş
tartışmadır.”
Evet
gerçekten biz bu Kur’an’da kullarımıza her türlü örneği verdik, her tür örnekten
söz ettik. İnsanlar gerçekleri anlasınlar daha hata etmesinler, şaşırıp
kalmasınlar, ateşe gitmesinler diye her şeyi açık açık anlattık biz bu kitapta.
Ama buna rağmen insan gerçekten tartışmaya pek meyyaldir. Tartışmak istiyor.
Hakikati anlayıp kabul edip ona teslim olmak yerine hep tartışmayı tercih
ediyor. Hep tartışmadan yana insan. İşi gücü tartışmadır insanın.
Yâni bu kitapta Rabbimiz her şeyi açık açık
anlattığı halde bu kitapta neyi eksik buluyor ki Allah’la tartışmaya giriyor bu
insan? Bu kitapta bu insanlar Rablerini tanımak istediler de bulamadılar mı?
Kendilerini tanımak istediler de, ne olduklarını? Nereden geldiklerini? Nereye
gittiklerini? Ne için yaratıldıklarını? Allah’ın kendilerinden nasıl bir kulluk
istediğini öğrenmek istediler de bulamadılar mı bu kitapta? Cenneti kazanmak
istediler de bunun yolunu mu bulamadılar? Dünyada mutlu olmak için müracaat
ettiler de yol mu göstermedi bu kitap
kendilerine? Cehennemi bilmek ve ondan korunmak istediler de göstermedi
mi Allah bu kitabında? Hayatlarının problemlerini çözmek için müracaat ettiler
de yol mu göstermedi Allah onlara?
Âhiret
hayatları için azık hazırlamak istediler de tarif mi etme-di bu kitap? Gökler
âleminden, melekler âleminden, cinler âlemin-den, arştan, kürsiden haberdar
olmak istediler de Kur’an onlara yetersiz mi kaldı? Allah onları sordukları
konularda mahrum mu bıraktı? Hayatlarında iyiliklerini kötülüklerini, kendileri
için hayırlı olanları şer olanları öğrenmek istediler de Allah onlara bilgi
vermedi mi? Yâni kıyâmete kadar insan nesli hangi dönemde, hangi devirde
olurlarsa olsunlar, hangi şartlar altında bulunurlarsa bulunsunlar, ne tür
problemlerle karşı karşıya gelirlerse gelsinler problemlerine samimiyetle çare
aramak üzere bu kitaba baş vururlarsa ne ararlarsa bulabileceklerdir bu kitapta.
Hiç bir konuda çaresiz bırakmayacaktır bu kitap insanları.
Kıyâmete
kadar ailevî problemler, hukukî problemler, sosyal sıkıntılar, ekonomik
sıkıntılar, siyasal dertler ne olursa olsun Allah o konuda mutlaka bir çözüm
yolu gösterecek ve insanlığın tüm problemlerini çözecektir bu kitabıyla. Ama
buna rağmen ellerinde böyle mübârek bir kitap bulunduğu halde, Allah onlara
rahmetinin gereği böyle bir kitap göndererek, onları adam yerine koyarak onlara
kendi bilgisini sunduğu halde ona teslim olmaları gereken bu insanlar Allah’la,
Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın kitabıyla tartışmaya girmek istiyor-lar. Allah’ın
kitabıyla tartışmaya girerek kendi bilgilerini Allah’ınkiyle yarıştırmaya
kalkışarak hep kaybediyorlar. Halbuki tartışmaya girmek yerine teslim olsalardı
kazanacaklardı. Peki acaba bu insanları bu tartışmaya iten sebep nedir? Neden
böyle davranıyorlar bu insanlar?
55. “İnsanlara doğruluk rehberi
gelmişken, onları inanmaktan, Rablerinden mağfiret dilemekten alıkoyan
öncekilere uygulananın kendilerine de uygulanmasını veya gözleri göre göre azaba
uğramayı beklemeleridir.”
Bu
insanları Allah’a, Allah’ın âyetlerine iman etmekten ve Rablerine karşı istiğfar
etmekten engelleyen sebep nedir? Niye iman etmiyor bu insanlar Rablerine?
Kendilerine Allah’ın yol gösterisi, Allah’ın kitabı ve Allah’ın elçileri geldiği
halde, hak bütün çıplaklığıyla kendilerine beyan edildiği halde niye bu insanlar
istiğfara yanaşmı-yorlar? Niye kendilerine gelen bu hidâyet rehberinden istifade
etmeye yanaşmıyorlar? Allah’ın âyetlerine niye yönelmek istemiyorlar?
Eğer
onlara Rableri merhamet buyurup da böyle bir kitap göndermeseydi, Allah onları
muhatap kabul buyurup kendi bilgisiyle onları bilgilendirmeseydi, onlara böyle
bir rahmet kapısı açmasaydı o zaman şöyle diyeceklerdi: Ya Rabbi! Şimdi biz ne
yapalım? Nasıl e-delim? Bize senden yol gösteren bir kılavuz gelmedi! Bize
katından bir elçi göndermedin! Ne yapalım bizim senden de senin yolundan da
senin kitabından da senin cennetinden de cehenneminden de haberimiz yoktu!
diyeceklerdi. Bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Günahı bilmiyorduk, sevabı
bilmiyorduk, hayrı şerri bilmiyorduk diyebileceklerdi. Ya da demeye hak
kazanacaklardı belki. Bize bir şey gönderseydin de biz de onunla amel etseydik,
onunla yol bulup seni razı etmeye, sana kulluk yapmaya çalışsaydık
diyebilirlerdi.
Halbuki
durum hiç de öyle değildir. Allah kendilerine hak bir kitap gönderdiği halde, bu
kitabında onların muhtaç oldukları her şeyi onlara açık açık beyan buyurduğu
halde acaba bu kitapla bu hidâyet rehberiyle ilgilenmeyerek küfrü tercih
etmelerinin sebebi ne? Bunun sebebi şudur:
Onlar başka değil kendilerinden
öncekilerin başlarına gelenlerin kendi başlarına da gelmesini bekliyorlar.
Ansızın onların başlarına gelen belâların kendi başlarına da gelmesini
bekliyorlar. Bunlar; kendilerinden önce Âd kavminin başına gelenleri gördüler,
Semûd’un başına gelenleri duydular. Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
sistemiyle ve Allah’ın elçileriyle tartışmaya giren Firavunları, Nemrutları
tanıdılar. Ashab-ı Kehf’i tanıdılar. Onların başlarına gelenleri öğrendiler de
hâlâ niye imânâ yanaşmıyorlar?
Her
halde bunlar başka değil bu kendi seleflerinin başlarına gelenlerin göz göre
göre kendi başlarına gelmesini bekliyorlar. Hayatlarında Allah’ı diskalifiye
ederek bilgilerini, güçlerini, imkânlarını, servetlerini, gençliklerini
hayatlarını kendilerinden biliyorlar. Ben olacağımı oldum beni kimse alt edemez
demeye çalışıyorlar. Ben güçlü-yüm, ben zenginim, kimse benim karşıma geçemez
demeye çalışıyorlar. Halbuki Allah’ın bu kitabında haber verdiği kendilerinden
önce Rabbimizin helâkinden kurtulamayanlar kendilerinden daha güçlüydüler.
Kendilerinden daha zengin ve saltanat sahibiydiler. Kendilerinden daha güçlü
olanlar yok olup gittiler.
Bakıyoruz bir yerlerde belli makamlara
gelenler önlerinde eğilen yardakçıları gördükçe Allah’ın kendilerine geçici
olarak lütfettiği şeylerle aldanmaya başlıyorlar. Allah bize de diyor. Ey
kullarım! bu âyetler sizleri de uyardığı halde siz neyi bekliyorsunuz? Allah’ın
kitabı sizi uyardığı halde onun uyarısından habersiz olarak, öncekilerin
ha-yatlarına benzer bir hayatı sürdürmeye çalışan sizler neyi bekliyorsu-nuz?
Onların başlarına gelenlerin sizin de başınıza gelmesini mi bekliyorsunuz?
Üstelik öncekiler sizden daha üstündüler. Ama onlardan hiç birisi Allah’la
başedemediler. Allah’tan kendilerine gelen azabın önüne geçemediler kendilerini
kurtaramadılar.
Yoksa
şöyle mi demeye çalışıyorsunuz: Onlar kavim kavimdi, onlar küçük, küçük kavimler
halinde yaşıyorlardı. Güçsüz oldukları için Allah’la başedemediler. Lâkin şimdi
bizler Birleşmiş Milletler oluşturduk, Avrupa topuluğunu oluşturduk, Nato’muzu
kurduk. Binaenaleyh biz bugün onunla pek ala başedebiliriz demeye mi
çalışıyorsunuz? Allah önceki kavimler parça olduklarından, güçsüz olduklarından
onları parça parça halledebilir ama, O bizimle başedemez mi de-mek istiyorsunuz?
Vazgeçin bu tavırlarınızdan. Vazgeçin bu küstahlıklarınızdan. Dünyanın konumu
gereği her ne kadar Allah fırsat tanı-yorsa da Allah’ı atlattık zannetmeyin ve
unutmayın ki cehennem sizi bekliyor.
Öyleyse
gelin Allah’la savaşı sürdürmeyelim. Gelin Allah’ın kitabıyla savaşa tutuşarak
küfrü ve şirki genelleştirmeyelim. Gelin Rab-bimizin bir lütuf olarak bize
verdiği güç ve kuvvetlerimizi, imkân ve fırsatlarımızı Allah’a karşı
putlaştırmaya çalışmayalım. Allah’ın verdikleriyle ona karşı varlık iddiasında
bulunmaya kalkışmayalım.
Evet bu insanlar kendilerinden
öncekilerin başlarına gelenler kendi başlarına gelinceye kadar uyanmayacaklar.
Bunlar helâklerini bekliyorlar. Helâkleri gelmeden de bir türlü hakkı kabule
yanaşmı-yorlar. Tıpkı selefleri olan Firavun gibi geberirken iman edecekler, ama
bu imanlarının onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Ya dünyada bir helâkle karşı
karşıya gelince akılları başlarına gelecek ya da âhi-rette Allah’ın cehennemini
gördükleri zaman. Bunların tabiat leri hakkı kabule müsait değildir.
Halbuki
Kur’an bu adamların zihinlerini kalplerini harekete getirmek için her türlü
aracı kullanmış, her türlü misa li,
her türlü örneği anlatmış, onları hakkı kabule yanaştırabilmek için denemediği
yol bırakmamıştır. Ama bunlar hâlâ tartışmadan yana, mücâdeleden yana
olmuşlardır.
Bir
de bu sûrede sûrenin belkemiğini teşkil eden dünyanın süslenmesi, süslü
gösterilmesi de bu adamların iman etmelerine engel teşkil etmektedir. Dünyanın
süsüne ve ziynetine aldanmaları imânâ gelmelerine engel
olmaktadır.
56. “Biz peygamberleri ancak müjdeci ve
uyarıcı olarak göndeririz. Oysa inkarcılar hakkı bâtılla ortadan kaldırmak için
çekişirler. Âyetlerimizi ve kendilerine yapılan uyarmaları alaya
alırlar.”
Rabbimiz
müjdeci ve uyarıcı olarak elçiler gönderir. Allah’ın elçileri bizi Allah’ın
emirleriyle, bizi Allah’ın âyetleriyle karşı karşıya getirip bizi onlarla
uyarıyorlar. Bizi cennet ve rahmetle müjdeliyorlar bizi cehennem ve Allah’ın
gazabıyla uyarıyorlar. Allah’ın elçileri kıyâmet günü gelmeden önce insanları
yapacakları kötülüklerin karşılığı olarak cehennemle ve yapacakları iyi
amellerin sonucu olarak da cennetle uyarmak için gelmişlerdir. Bize Allah’ı
tanıtıyorlar, bize Allah’ın âyetlerini tanıtıyorlar, bize Rabbimizi razı etmenin
ve onun gazabından emin olmanın yollarını gösteriyorlar, bize nasıl bir hayat
ya-şarsak karşılığında nelerin bizi beklediğini anlatıyorlar. Yaşadığımız bu
hayatın sonunda bizi nelerin beklediği konusunda bizi uyarıyorlar. Bizi kıyâmet
gerçeğiyle, hesap kitap gerçeğiyle uyarıyorlar. Bize rah-metinin merhametinin
gereği Rabbimiz her dönem uyarıcılar gönderiyor.
Ama
anlayışsız ve nasipsiz insanlar kendilerinin kurtuluşu için gelmiş, kendilerinin
saadeti için Rableri tarafından açılmış bu rahmet kapılarından istifade etmek
yerine onlara düşman kesilirler ve onların haber verdikleri kötü sonu görmekte
ısrar ederler.
Ya da eğer Allah’ın size haber verdiği
ve sizi kendisiyle uyardığı bu azabını illâ da görmek istiyorsanız bunu
peygamberlerden istemeyin. Bunu Allah’tan istemelisiniz. Çünkü peygamberler
azabı getirmek için değil azabı haber vermek için görevlidirler. Onların azap
göndermeye güçleri yetmez. Onlar azabı anlatmak ve size bu azaptan kurtulmanın
yollarını tarif etmek için gelmişlerdir. Öyleyse bu uyarıcıların uyarılarına
kulak vermek zorundayız.
Ama gelin görün ki kâfirler, bâtıl
hesabına hakla savaşmaya çalışıyorlar. Hak karşısında bâtıla tutunuyorlar. Yâni
peygamberler Allah vardır diyorlar, hesap kitap vardır, diriliş vardır diyorlar.
Ama karşılarındakilerin bunlar karşısında ya da bu var denenlerin yokluğu
konusunda dayandıkları hiçbir delilleri yoktur. Sadece bâtıla dayanıyorlar.
Sadece alay edip geçiyorlar. Dolayısıyla onların dayandıkları şey sadece
bâtıldır, sadece boştur. Bâtıl namına, hakkı yok etmeye çalışıyorlar. Hakkı
ezmek istiyorlar, hakkı susturmak istiyorlar, hakka hayat hakkı tanımamak
istiyorlar. Kendilerine güvenerek, kendi fikirlerine, kendi sistemlerine
dayanarak Allah’ın sistemini yok etmeye çalışıyorlar.
Evet,
yeryüzünde, Allah’ın arzında Allah’a hayat hakkı tanımı-yorlar. Allah’ın
sistemine uygulanma alanı bırakmamaya çalışıyorlar. Herkese evet, herkesin
fikrine evet, ama Allah’ın fikrine asla geçit yoktur demeye çalışıyorlar. Bir
şarkıcı, bir sanatçı, bir yazar çizer, bir homoseksüelin bile önerilerine kulak
verebiliriz, onun dediklerini deneyebiliriz ama kesinlikle Allah’ın dediklerine
uygulama alanı tanıyamayız demeye çalışıyorlar.
Hâsılı
Allah’la savaşa tutuşuyorlar. Allah’la savaşa tutuşan bir toplum iflah eder mi?
Allah’a hayat hakkı tanımayan bir toplumun ba-şı belâlardan kurtulabilir mi?
Bakın Allah buyurur ki:
57. “Rabbinin âyetleri kendisine
hatırlatılmışken onlardan yüz çeviren ve önceden yaptıklarını unutan kimseden
daha zalim var mıdır? Kur’an'ı anlarlar diye kalplerine örtüler, kulaklarına da
ağırlıklar koyduk. Sen onları doğru yola çağırsan da asla doğru yola
gelmezler.”
Rabbinin
âyetlerinden yüz çevirenden daha zalim kim vardır? Allah’ın âyetlerinden yüz
çeviren, onlarla ilgilenmeyen, onları yok farz edip görmezden gelen kimselerden
daha zalim kim vardır yeryüzünde? Alçaklar Allah’la alay ediyorlar, Allah’ın
âyetleriyle alay ediyorlar, kitap da neymiş? diyorlar, peygamber de kimmiş?
diyorlar. Allah’ın kitabını ve peygamberinin hayatını hayatlarında diskalifiye
etmeye çalışıyorlar. Kesin biliyorlar ki toplumun hayatında Allah ve Allah’ın
âyetleri gündemi işgal ederse kendi pilleri bitecektir. Kesin biliyorlar ki
toplumda Allah’ın âyetleri, Allah’ın Resûlünün sünneti ısrarla gündemde
tutulursa sihirbazlar karşısında asanın oynadığı rol neyse; bunun da aynı rolü
oynayarak tüm sihirbazların, tüm halkın imânâ yöneleceğini bilmektedirler. Eğer
Kur’an ve sünnet ısrarla gündemde tutulur da, Allah’ın kulları Allah’ın kitabı
ve peygamberin sünnetiyle tanışma imkânı bulurlarsa; kesinlikle bilirler ki
kendilerine ve kendi sistemlerine hayat hakkı kalmayacaktır. Her şeyleri yok
olacak, tüm dayanakları yıkılacaktır.
İşte bunu çok iyi bildiklerinden
Allah’ın âyetlerini duyurmamaya çalışıyorlar. Allah ve peygamber sözünün dışında
kimin sözünü ederseniz edin fark etmez. O zaman siz objektifsiniz, siz
aydınsınız, siz entelsiniz, siz çağdaşsınız. Yeter ki Allah’tan, Allah’ın
âyetlerin-den ve Resûlünün hayatından bahsetmeyin. Allah’ın vahyini gündeme
getirmeyin o zaman sanki dünya başlarına yıkılmış gibi hayır hayır! Onu
konuşmayın! O tarafsız değildir! Allah tarafsız değildir! Kitap tarafsız
değildir! Peygamber tarafsız değildir! Ondan söz etmeyin, o çağdaş değildir!
Şimdi onun zamanı değildir! diye ateş püskürmeye, kin kusmaya başlıyorlar. Yâni
sanki yeryüzünün sahibinin yerdekilerden birisi kadar hayat hakkı yoktur.
Gökleri ve yeri ve yerdekileri yaratan Allah’ın sanki yarattığı kullarından
birisi kadar konuşma hakkı yoktur.
Ey gafiller! Ey zalimler! Ey Allah’tan
korkmaz kuldan utanmazlar! hiçbir şey bilmeyen ihtiyar bir kadının bile, bir
çobanın bile, bir cincinin bile, bir homoseksüelin bile ülke problemlerinin
çözümü konusunda konuşmaya hakkı vardır da onların tümünün yaratıcısı olan
Allah’ın konuşmaya hakkı olmaz mı? Allah bu zalimlere akıl versin de bu milleti
bu zalimlerin elinden kurtarsın.
Bizler
toplum olarak dönüp Allah’a iltica etmek zorundayız. İçimizdeki bu beyinsizler
yüzünden bu toplumu helâk etme ya Rabbi! diye dua dua Allah’a yalvarmak ve af
dilemek zorundayız. Affet ya Rabbi! yıllar yılı içimizdeki beyinsizlerin yanlış
yönlendirmeleri sonucu seninle savaşa tutuştuk. Bilmeden senin kitabınla, senin
âyetlerinle ve senin sisteminle harp ettik. Cehaletimizden dolayı senin kitabına
karşı başlattığımız bu savaşta galip geleceğimizi zannettik. Ama sonunda anladık
ki battıkça battık. Ne yapacağımızı bilemez hale geldik. Kime baş vuracağımızı
bilemez hale geldik. Sana hiç söz hakkı vermedik. Senin dediklerini duyurmaya
çalışanları susturduk. Kitabını susturduk, peygamberini susturduk. Hayatımızı
hep başkalarına sorduk. Bunalımlara girdik. Ama anladık ki hata etmişiz.
Şimdi
anladık ki söz hakkı seninmiş. Anladık ki hayatımıza hâkim olan yegâne varlık
senmişsin. Anladık ki hayatımızda uygulamanız gereken sadece senin kitabınmış.
Biz seninle sulh yapmaya geldik ya Rabbi. Hep başkalarının dediklerini
uyguladık. Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine yönelmek zorundayız. Tüm
problemlerimizi bu iki kaynakla çözümlemek zorundayız. Böyle yaparsak
kazanacağız, böyle yaparsak mutlaka kurtulanlardan olacağız Allah’ın
izniyle.
Bakın Allah diyor ki biz böyle yapan
zalimlerin kalplerine ör-tüler, kulaklarına da ağırlıklar koyduk. Sen onları
doğru yola çağırsan da artık onlar yol bulamazlar. Çünkü eğer bir insan Allah
kendisini adam yerine koyup ona kitap ve peygamber göndererek kendi bilgisini
ulaştırdığı halde Allah’ın bu hidâyetine karşı gelmeye, onunla savaşıp yenmeye
ve onu reddetmeye kalkışırsa Bu merhametli Allah’ın açtığı kapıya nankörlük
etmeye kalkışırsa elbette Allah da onun kalbinin üzerine perde çekecek ve
kulaklarına da hakkı duymalarına engel ağırlıklar koyacaktır. Dolayısıyla
sonunda bu adamlar duymaz duygulanmaz hale geleceklerdir. Ama unutmamalıyız ki
bu Allah’ın onara bir zulmü değildir. Onlar kendileri duymak duygulanmak
istemeişler Allah da onların bu özelliklerini alıvermiştir. Onlar kalplerini
kullanmak istememişlerdir Allah da onların kalplerine mührünü basıvermiştir.
Çünkü:
58. “Bununla beraber, Rabbin mağfiret
ve merhamet sahibidir. Eğer onları yaptıklarından dolayı hemen hesaba çekmek
isteseydi, azaba uğratmakta acele ederdi. Ama onların bir vadesi vardır.
Onlardan kaçıp sığınacak yer bulamazlar.”
Evet
Allah gafur ve Rahîmdir. Eğer dünyada yedikleri nanelerden dolayı hemen
yakalayıp cezalarını veriverseydi elbette onların işlerini bitirdi. Bir anda
onların defterlerini dürer ve azabını onlara gönderiverirdi. Ama öyle yapmıyor
Rabbimiz. İmkân tanıyor onlara, mühlet veriyor. İşte Allah’ın onlara imkân
tanıması zaman tanıması onun rahmetinin gereğidir. Allah kullarına süre tanır,
mühlet verir ama asla ihmal etmez.
Öyleyse
insanlar dünyada imtihan gereği, dünyanın konumu gereği işledikleri naneler
yüzünden hemen kendilerinin cezalandırılmamaları sebebiyle sakın aldanmasınlar.
Dünyanın yasaları sakın insanları aldanmaya sevk etmesin. Hani bu yaptıklarımız
karşısında hiç bir ceza görmedik bundan sonra da hiçbir ceza görmeyeceğiz
diyerek Allah’ı atlattıklarını zannetmesinler. Rahmeti gereği ve imtihan gereği
dünyada onlara dokunmayan Allah diyor ki bakın biz onlar için bir süre tayin
ettik. Allah onlar için bir buluşma zamanı, bir randevu zamanı tayin etmiştir.
Bir hesap kitap zamanı tayin etmiştir ki insanlar asla ondan kaçıp
kurtulamayacaklardır.
Allah’ın kendilerine tanıdığı dünyadaki
bu sürenin, bu imtihan döneminin bitiminde takdir ettiği bir hesap kitap günü
vardır ki o günde hiç kimse yakasını kurtaramayacaktır. Evet ya dünyada bir
helâk ya da âhirette bir azap onların kaçınılmaz sonlarıdır. Evet tarihten buna
örnek mi istiyorsunuz?
59. “Haksızlıklarından ötürü işte yok
ettiğimiz şehirler! Onları yok etmek için bir süre tayin
etmiştik.”
İşte
zulmettiklerinden dolayı halkını helâk ettiğimiz, insanlarını yıkıma
uğrattığımız şehirler. Allah’a karşı geldikleri için, Allah’ın âyetleriyle,
Allah’ın elçileriyle ve Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşup kendi âyetlerini
kendi sistemlerini Allah sistemi yerine ikâme etmeye kalkıştıkları için halkını
yerle bir ettiğimiz şehirler. Şüphesiz ki biz onların yıkımları için de bir
zaman tayin ettik. Onları helâk etmek için de tayin edilmiş bir zamanımız
vardır. O zaman gelince kesinlikle onlar bir sa-at bile ertelenmeyeceklerdir.
İşte hikmetini anlamasanız da yeryüzünde Allah’ın işleyen sünneti budur. Bizim
anlayamadığımız ve sadece Rabbimizin bildiği hadiselerin arka planıyla alâkalı
Rabbimiz burada bir kaç örnek verecek. Mûsâ (a.s) ve Hızır kıssasını anlatmaya
başlayacak.
Sûrenin başında da ifade ettiğimiz gibi
müşriklerin Rasulullah efendimizden sordukları kıssalardan birisi de Mûsâ Hızır
kıssasıydı. Bu kıssada Rabbimiz hem kâfirlere hem de mü'minlere çok önemli
mesajlar sunmaktadır. Bu kıssa insanlara çok önemli bir gerçeği sun-mak için
anlatılmıştır. Olayların sadece zâhiren görünen yönlerinin olmadığı onların bir
de görünmeyen yönlerinin olduğu, yâni olayların insanlar tarafından asla
bilinemeyen bir de arka planlarının olduğu anlatılmaktadır. Ve olayların sadece
zâhiren görünen yönlerine bakarak sonuca gitmenin hatalı olduğu anlatılmaktadır.
Yâni
yeryüzünde cereyan eden hadiselerin perde arkasında işleyen hikmetlerinin de
olduğu, bu hikmetleri insanların anlama ve kavrama imkânlarının olmadığı,
bunları sadece Allam’ul Ğuyub olan, gaybın da şehadetin de bilgisine sahip olan
Allah’ın bildiği ve insanların onun bilgisine, onun takdirine teslim olmak
zorunda oldukları anlatılmaktadır. İnsanların yeryüzünde işleyen hadiselerin dış
yönüne bakarak sonuca gitmelerinin çok tehlikeli olduğu anlatılmaktadır.
Meselâ işte sûrede anlatıldı Allah’ın
dinine inanmış Allah adına hareket eden gençlere karşı karşılarındaki zalimlerin
güçlü oluşları veya imanlı arkadaşına karşı iman zaafı içinde olan iki bahçe
sahibine bu kadar fazla nimet verilmesi veya işte görüyoruz günlük hayatta
zalimlerin zenginliği, mazlumların fakirliği, Allah’a isyan içinde olanların
refah içinde bir hayat yaşamaları, mü’minlerinse zorluk ve sıkıntılar içinde
kıvranmaları, günahkârların ve kâfirlerin zevk-ü sefa içinde bir hayat
yaşamalarına karşılık imanlı mü'minlerin acılar içinde kıvranmaları, kâfirlere
bazen hiç hastalık gelmediği halde mü'minlerin çeşitli hastalıklara maruz
kalmaları gibi dünya hayatında cereyan eden olayları gördükçe insanlar şaşkınlık
içine düşmekte ve olayların arka planını anlayamadıkları için yanlışlara
düşebilmektedirler. Mü’-minler de, kâfirler de yanlışa
düşebilmektedirler.
Kâfirler
ve günahkârlar perde arkasını göremedikleri bu hadiselere bakarak alabildiğine
hırçınlaşmakta ve küfürlerini günahlarını artırmaktadırlar. Dünyada kendilerine
dur diyecek hiçbir gücün olmadığı veya bu dünyada uymaları gereken hiçbir ahlâkî
kuralın olmadığı zehabına kapılıyorlar. Bu dünyada dilediğimiz her şeyi
yapabiliriz. Çünkü hesap verecek hiç kimse yoktur. Hiç kimseye karşı sorumlu
değiliz demeye başlıyorlar. Gururları, kibirleri, azgınlıkları bir kat daha
artmaya başlıyor. Imardıkça şımarıyorlar. Eğer sizin dediğiniz gibi göklere ve
yere egemen, bizim hayatımıza karışıcacak bir Allah olsaydı elbette şu ana kadar
bizden bir hesap sorardı. Allah’ın günü O’na isyan içinde bir hayat yaşıyoruz.
O’nun emirlerini icra etmeyip yasaklarının tümünü çiğnediğimiz halde hani nerede
bu Allah? Niye gök kubbeyi başımıza geçirmiyor? Neden havamızı, suyumuzu,
güneşimizi kesmiyor? Neden bizden bir hesap sorup intikam almıyor? Bizden
intikam almadığı gibi üstelim müslümanlara vermediği mülk ve saltanatı bize
veriyor derlerken, mü'minler de cereyan eden bu olayları gördükçe moralleri
bozulup cesaretlerini kaybetmektedirler.
Tabii
kâfirleri ve Allah düşmanlarını bu tür bir hayatın içinde gördükçe mü'minlerin
imanları gerçekten zor bir imtihana tabi tutulmaktadır. Halbuki insanlar bu
olayların arka planını bilmemektedirler. Bu olayların arkasında işleyen
Rabbimizin hikmet parmağını görememektedirler. Bütün bu olayların sonunda öbür
tarafta kendilerini ne tür bir hayatın beklediğini, yaşadıkları bu olayların
kendilerine neleri kazandırdığını, karşılarındaki kâfirlere de hem dünyada hem
de âhi-rette neleri kaybettirdiğini bilmemektedirler.
Hattâ bakın Yunus sûresinde Rabbimiz
tarafından kendilerine verilmediği halde düşmanlarına verilen nimetlerin, mülk
ve saltanatın onlara veriliş sebebini ve bu olayların arka planını bilemediği
için Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ’nın bile şöyle dua ettiğine şahit
oluyoruz:
“Mûsâ: "Rabbimiz! Doğrusu sen Firavuna ve erkanına ziynetler ve dünya
hayatında mallar verdin. Rabbi-miz! Senin yolundan şaşırtmaları için mi?
Rabbimiz! Mallarını yok et, kalplerini sık; çünkü onlar can yakıcı azabı
görmedikçe inanmazlar" dedi.”
(Yunus
88)
Görüyor musunuz bir peygamber bile
yeryüzünde Allah’ın tak-dir buyurduğu olayların arka planını bilemediği için
Allah’a karşı böyle bir serzenişte bulanabiliyor.
İşte Rabbimiz bu kıssada yeryüzünde
yaşadığımız ve arka planını anlayamadığımız, hikmetini kavrayamadığımız bir kaç
olayın üzerindeki esrar perdesini aralayarak, bir kaç olayın arkasında yatan
hikmeti bize anlatacak ve hem kâfirlere hem de mü'minlere çok büyük mesajlar
sunacak.
Bu
kıssa bu kâinatta bilinen ve görünen şeylerin dışında bilinmeyen pek çok şeyin
varlığını ortaya koyar. Bu dünyada yaşayan insan hükümlerini daima gördüğü,
duyduğu, hissedip algıladığı şeyler üzerine bina eder. Bu sebeple de
bildiklerine nazaran bimediklerinin daha çok olduğu bir ortamda insan çoğu kez
hataya düşer. Eğer böyle değil de tüm gaybî bilgilere muttali olmuş olsaydı
insan elbette şu andakinden çok daha farklı olurdu. İşte bu kıssa insanın aklı,
görüşü, ilmi, zekâsı ve duyularıyla vereceği kararlara, hükümlere güven
olmayacağı, çünkü bu dar yaratılışla onun bu geniş kâinat gerçeklerini
kuşatamayacağı anlatılır.
O
zaman ısrarla insanın her konuda hüküm vermede aceleci olmaması gerektiği
vurgulanacak. Çünkü insan bilgisi ne kadar da genişlerse genişlesin onun asla
çözemeyeceği, içinden çıkamayacağı, keşfedilemeyecek sırlar vardır. Eğer şu
akıllara durgunluk veren muazzam kâinat bu haliyle insanın uhdesine verilmiş
olsaydı orada çoktan fesat olurdu. İşte Rabbimiz Kehf sûresinin bu kıssasında
“Gayba
iman”dediğimiz
bu büyük hakikati gündeme getirecek.
Bunlar,
bu kıssalar insanların kendi hayal güçleriyle bulabilecekleri, uydurabilecekleri
cinsten şeyler değildir. Ancak Allah’ın ayarlaması ve belirlemesiyle ortaya
çıkan şeylerdir. Biz bu kıssalar içinde kendimize çok güzel yer bulabiliriz.
Kur’an’da Rabbimizin anlattığı kıssaların genel özelliğidir bu. İşte hayat
böylece yaşanabilir ve kıyamete kadar insanlar arasında yaşanacak şeylerdir
bunlar. Öyleyse bizler bu kıssa içinde kendi yerimizi, kendi konumumuzu, kendi
rolümüzü belirlemeliyiz. Bu hadisede, bu kıssa içinde acaba ben Musa mıyım,
yoksa Hızır mıyım? Herkesin Musa olması elbette mümkün değil. Hızır olması,
kendisine özel bilgi ulaştırılmış birisi olması belki daha imkânsız. Ama
Musa’nın peşine takılan, onunla beraber olmaya çalışan o genç olabiliriz.
Kehf sûresinde anlatılacak bu olayın
nerede ve ne zaman meydana geldiği konusunda Kur’an-ı Kerîmde her hangi bir
bilgi verilmiyor. Rabbimiz olayın yeri ve zamanıyla alâkalı bir şey söylemiyor.
Allahu âlem bu konudaki rivâyetleri birleştirirsek bu olayın Mûsâ (a.s)'ın
peygamberliğinin ilk yıllarında vukua geldiğini söylememiz ge-rekecektir. Yâni
bu olay Mekke’de eziyetlere maruz kalmış mü'minleri rahatlatmak üzere
anlatıldığına göre herhalde aralarında bir benzer-lik kurmak üzere tıpkı Mekkeli
müşriklerin bu Allah’ın Resûlü ve bera-berindeki bir avuç müslümânâ yaptıkları
işkenceler gibi Firavun ve çevresindekilerin Hz. Mûsâ’yı ve İsrâil oğullarını
şiddetli işkencelere maruz bıraktıkları bir dönemde vukua gelmiştir.
Aynen
şimdi Mekke müşriklerinin düşündükleri gibi o gün Firavun ve adamları da
yeryüzünde işleyen hadiselerin arka planından habersiz olduklarından Allah’ın
elçisine ve ona inanan insanlara reva gördükleri eziyetler karşısında
kendilerine ses çıkarılmayışı ve azabın kendilerine gecikmesini kendilerine
hesap soracak bir gücün olmadığının ispatı zannederek Hz. Mûsâ’ya ve İsrâil
oğullarına yüklendikleri bir dönemde vukua geldiğini söyleyebiliriz Allahu
âlem.
İbni Kesir kıssada anlatılan Hz. Mûsâ
ile yolculuk yapan bu arkadaşının Hızır olduğu konusunda ve bu yolculuğa konu
olan Mûsâ’nın (a.s) İsrâil oğullarının Mûsâ’sı değil de başka bir Mûsâ olduğunu
iddia edenlere karşı bu Mûsâ’nın (a.s) İsrâil oğullarına peygamber olarak
gönderilen Mûsâ (a.s) olduğu konusunda bir hayli hadis nakletmektedir. İmam
Buhârî efendimiz de bu kıssa ile alâkalı Rasulullah efendimizin uzun bir
hadisini nakleder. Hadisin tamamını nakil etmeyeceğim ancak yolculuğun sebebiyle
alâkalı Allah’ın Resûlünün şu beyanını söylemek zorundayım.
Buhârî’de
c:2 Kitabu’t-Tefsir bölümünde Rasulullah efendi-mizden rivayet edildiğine göre:
“Bir
gün Mûsâ (a.s) İsrâil oğullarına bir konuşma yaptı. Konuşmasının sonunda
kendisine yeryüzünde en bilgili insanın kim olduğu soruldu da Hz. Mûsâ da:
"Benim" deyince Allah da ona ey Mûsâ iki denizin birleştiği yerde senden daha
bilgili bir kulum var buyurdu. Mûsâ dedi ki: Ey Rabbim! Onu nasıl bulabilirim?
Diye sorunca Allah şöyle buyurdu: Beraberine bir balık alırsın, onu bir zembile
koyarsın, o balığı kaybedeceğin yerde o kulumuzu bulacaksın buyurdu..." Diyerek
Rasûlullah’ın bu konuyla alâkalı beyanı devam eder. Rabbimiz kıssayı şöylece
anlatmaya başlıyor:
60. “Mûsâ, genç arkadaşına: "Ben iki denizin
birleştiği yere ulaşmağa, yahut yıllarca yürümeye kararlıyım"
demişti.”
Hz
Mûsâ (a.s) ilim arayışına çıkmıştı. Allah’ın kendisine haber verdiği kendisinden
daha âlim olan, Allah’ın kendisine bildirmeyip de ona bildirdiği bir kulu
aramaya ve Allah’ın ona bildirdiği bilgilere muttali olmaya çıkmıştı. Yanındaki
gence dedi ki; ben Rabbimin bana kendisini bulabileceğim yer olarak tarif
buyurduğu iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar, yahut bu yolculuğum
yıllarca sürse bile devam etmeye kararlıyım. Kendisinden bu bilgileri
alabileceğim kişiye ulaşıncaya kadar bu yolculuğa devam etmeye kararlıyım dedi.
İbni Abbas’ın rivâyet ettiği bir hadislerinde Allah’ın Resûlü Hz. Mûsâ’nın
birlikte yolculuğa çıktığı bu geç adamın Hz. Mûsâ’dan sonra halîfe olarak İsrâil
oğullarının başına geçen Yuşa Bin Nun olduğunu söylemiştir.
Musa
aleyhisselâm ona dedi ki, haydi iki denizin birleştiği yere. Orada Allah’ın
kendisine ilim ulaştırdığı, Allah’ın rahmetine erdirdiği bir kul bulacak ve
ondan bilmediklerini öğrenecekti.
Bu
iki denizin birleştiği yer konusunda da müfessirler bunun Akdeniz ile Atlas
Okyanusunu birleştiren Cebeli Tarık boğazının olabileceğini ifade etmişler.
Bazıları da bu iki denizin Mûsâ (a.s) ile Hızır’ın kendileri olduğunu, çünkü her
ikisinin de ilimde deniz gibi olduklarını demeye çalışmışlar. İki
deniz. Neresi burası? Kutuplarda mı? Okyanusların kenarında mı? Nehirlerin
denizlere dökülme deltaları arasında mı? Bilmiyoruz. Sahilde yürüdüler. Yüz
yıllar olsa da, yüz yıllar sürse de yürüyeceklerdi. Şu anda bizler de yürümüyor
muyuz? Ne kadar yürüyoruz? Kimisi elli yılın sonunda Allah’la buluşacaksa, o
kadar yürüyor, kimisi seksen yıl, kimisi doksan yıl yürüyor.
Yürüdüler.
Hz.
Mûsâ bu iki denizin birleşip tek bir deniz haline geleceği ana kadar yürüyeceğim
buyurdu demişler. Evet yürüyor Hz. Mûsâ:
61. “İkisi, iki denizin birleştiği yere
ulaşınca, ba-lıklarını unutmuşlardı, Balık bir delikten kayıp denizi
boyladı.”
İki denizin birleştiği yere vardılar. Ama varacakları yerin orası
olduğunun farkında değillerdi. Delikanlı o balık sepetini, zembilini şöyle bir
kenara koymuştu. Balık denizde bir yol tutup kayıp gitti. De-likanlı gözleriyle gördü bu olayı, ama
unuttu o anda. Demek ki unutması gerekiyordu. Orada beklemeyeceklerdi. Yâni ilim
öğrenmeye talip olanlar ilim öğreticisinin yanına gideceklerdi, o bunların
yanına gelmeyecekti. Allah onların buluşmalarını böyle takdir buyurmuştu.
Evet,
nihâyet ikisi o iki denizin birleşme noktasına vardıklarında, yâni o bilginin
sahibine yaklaştıklarında, buluşma zamanı yaklaştığında onlardan birisi balığı
unutmuştu. Balık da bir delikten kayıp denize yol bularak gizlendi. Daha önce de
Rabbimiz bu balığın dirilerek kaybolmasının o zatı bulabileceklerinin delili
olduğunu haber ver-mişti. İşte deniliyor ki: Yuşa abdest alıyordu veya tuzlu
olduğu için balığı yıkamaya çalışıyordu birdenbire balık dirildi ve denizde
yüzerek gözden kaybolup gitti.
62. “Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ, yanındaki
gence: "Azığımızı çıkar, andolsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük"
dedi.”
Nihâyet
oradan uzaklaştılar ve yollarına devam ettiler. Mûsâ (a.s) yanındaki gence:
Kuşluk yemeğimizi (Sabah kahvaltımızı) getir dedi. Yemin olsun ki bu yolculuk
bizi bayağı yordu. Ondan önce Hz. Mûsâ ne yorulmuş, ne de acıkmıştı. Ancak bu
buluşma yerini geçtikten sonra açlık ve yorgunluk hissetti. Yanındaki gençten
azıklarını getirmesini isteyince o genç dedi ki:
Evet
az beklediler orada. Sonra devam ettiler yollarına. Dedi ki; haydi şu azığımızı
getirsene. Eğer biz olsaydık, her mola yerinde bir yemek yer, yemek için bir
mola daha verirdik. Yol acıktırır derdik, acıkmak zorundayız derdik ve sürekli
yerdik. Böyle acıkma modellerimiz var bizim değil mi? Belki de böyle
şartlandırıldık. Ama onlar böyle yapmıyorlar, gittikçe gidiyorlar ve çok
acıkıyorlar. Çünkü onlar yemek için yola çıkmadılar. Onlar hayatın gerçeklerini
öğrenmek için, perde arkasına ait bilgilere ulaşmak için yola çıkıyorlar. Hattâ
böyle bir yolculukta mümkünse daha az yenmelidir. Beyniniz midenizde, mideniz de
beyninizde olmamalıdır. Çünkü hazım için kanlar mideye doğru akın edince,
beyindekiler azalır ve kafanın kavrama ve çalışma kapasitesi oldukça
azalacaktır.
Öyleyse
insanlar ağızlarında girenlerin vücutlarının yapı taşlarını oluşturduğunu
düşünerek ağızlarına neleri gönderdiklerini çok ciddi düşünmek zorundadırlar.
Bina yapımında kullandıkları malzemelere çok dikkat eden bu insanların, kendi
vücutlarının yapı taşlarına karşı bu kadar kayıtsız kalmaları ne kadar garip
değil mi? Evet yasal örneğimiz Musa (a.s)’ın bu ifadesinden anlıyoruz ki, Allah
için çıkılan yolda çok gıdaya ihtiyaç olmayacaktır. Kulluğu yeterli miktarda
gıda yetecektir. O zaman vücut daha sıhhatli, kafa daha sakin olacaktır. Musa
aleyhisselâm o gençten azığı isteyince, genç fark edip, hatırlayıp dedi
ki;
63. “O da: "Bak sen! Kayalığa vardığımızda
balığı unutmuşum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır. Balık
şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş" dedi.”
Ey
Mûsâ o kayalığa vardığımız zaman başıma gelenleri gördün mü? Ben orada balığı
unutmuşum. Onu sana söylememi ancak bana şeytan unutturdu. Balık orada şaşılacak
bir sûrette dirilip denize atlayıp, yolunu tutup gitmişti. Bundan anlaşılıyor ki
o genç gördüğü bu acayip manzara karşısında şaşakalmış olmasından onu unutmuştu.
Bir de unutmayı Allah yaratmadığından bu eylemin Allah’a değil de şeytana
izafesini anlıyoruz buradan. Onu sana söylememi bana şeytan unutturdu. Kalbime
beni meşgul edecek düşünceler yerleştirip beni onlarla meşgul ettiği için şeytan
bana unutturdu dedi.
Ne
kadar rahat değil mi genç? Elbette peygamber yanında insan çok rahat olur. Çünkü
fıtratı bilen ve onu asla gözardı etmeyen bir peygamber yanındakileri rahat
ettirir. Biz olsak ne yapardık? Hanımımız bir şeyi unutsa, çocuklarımızdan
birisi, hizmetçimiz unutsa biz ne yapardık? İnsandır tabii unutabilir.
Çocuklarımız, hizmetçilerimiz, hanımlarımız, memurlarımız unutabilirler. Çünkü
insandır onlar. Unutmak insanlığın gereğidir. İşte bakın bu örnek hadise bize
insanın unutabileceğini gösteriyor. Belki de bazen unutmamız bizim hayrımıza
olacaktır. Bana bunu şeytan unutturdu diyor. Demek ki bu tür unutmalarımızda
bizim kendi müdahalemiz yoksa, unutmak için uğraşmamışsak, şeytan yaptırmışsa,
Allah bizi bu unutmalarımızdan sorumlu tutmuyor.
"Hata ve unutmadan doğan sorumluluklar
ümmetimden kaldırılmıştır."
(İbni
Mâce, Talâk 16)
Unutma bir kişinin bir şeyi bilip de
onu yaparken unutmasıdır. Meselâ kişi abdestsiz olduğunu unutarak namaz kılarsa
bu fiilinden ötürü ona günah yoktur. Ama abdestsiz olduğunu hatırlar hatırlamaz
namazını iade etmesi gerekir. Bir kişi besmeleyi unutarak hayvan ke-serse İmam
Ahmed’e göre bu hayvan yenir, zira bundan geri dönüşü yoktur. Kişi unutarak bir
namazı terk etse bunda bir günah yoktur. Hatırlatınca o namazı kaza eder. Uyku
da böyledir. Ama kişi bunun ortamını kendisi hazırlarsa, meselâ gece geç
saatlere kadar televizyon seyrederken sabah namazına kalkamıyorsa bundan sorumlu
olacaktır Allahu âlem. Oruç da öyledir, ama oruç için özel bir nas var.
Unutarak yiyip içeni şeriat affetmiştir ve
o kişi, tekrar orucuna devam ediyor. Allah’ın Rasûlü bir
hadislerinde:
"Kim
unutarak orucunu yemiş içmişse orucunu ikmal etsin. Zira onu ona yediren içiren
Allah’tır."
Buyurur.
Ama nikâh konusunda durum böyle
değildir. Meselâ bir kadın ve erkeğin evlenmesinden önce, unutup da ses
çıkarmayan bir kadın sonradan durumu hatırlayıp da: "Eyvah! Ben ikinizi de
birlikte emzirmiştim!" derse bu yapılan nikâh hatadır ve başkasının nisyanından
kaynaklanarak meydana gelmiş olan bu hatadan taraflar ayrılarak, boşanarak
dönülür. Burada geriye dönüş emredilmiştir. Ama kimi nis-yanlardan geriye dönüş
mümkün değildir. Meselâ üç bardaktan ikisinde su, birisinde de içki var.
Unutarak su zannıyla içkiyi içmişse bir kişi, bunun geriye dönüşü yoktur. Bunun
geriye dönüşü ancak inti-badır, bu kişinin, dikkatli olması ve tevbe etmesi
istenir.
Eğer kişi bunları kendi ihmalinden
ötürü meydana getirirse, meselâ dini vazifelerini öğrenme yoluna girmez, veya
belledikten sonra onu unutmamak için tekrar tekrar mütalaada bulunmaz, onu amel
haline getirmez ve onu başkalarına duyurarak kendi malı haline getirmezse ve
böylece onu unutursa bu unutma da mazur sayılmayacaktır
diyoruz.
Evet o genç unuttuğunu söyleyince Hz
Musa aleyhisselâm da şöyle buyurdu:
64. “Mûsâ: "İstediğimiz zaten buydu" dedi.
He-men geldikleri yoldan izleri üzerinde geri döndüler.”
İşte
bizim aradığımız da oydu dedi. Yâni bizim aradığımızı el-de ettirecek işaret ve
alâmet oydu dedi ve hemen izleri üstüne gerisin geriye döndüler. Çünkü Cenâb-ı
Hakkın daha önceki beyanına göre balığın kaybolması Hızır’la buluşmalarının
deliliydi. O zatla buluşma yerini geçmiş olduklarını anlayınca hemen gerisin
geriye döndüler. Acıkma, yorulma, balığı kaybetme, unutma, hatırlama, geri dönme
işte bunların hepsi insanların işidir. İnsanlar bunlara maluldürler.
Evet
Musa (a.s) da zaten onu arıyormuş. Dedi ki; hah! İşte aradığımız da oydu.
Anlıyoruz ki Musa (a.s) yanındaki gence nereye ve ne için gittiklerini
söylememiştir. Bundan dolayı mıdır bilmem, Ra-sûlullah efendimiz bir tek Tebuk
seferi hariç çıktığı seferlerinin hedefini kimseye söylememiştir. Kafamdakileri
sakalımın bir tek telinin bil-diğini bilsem, onu keser atarım diyen Fâtih’in
hedefi de bu muydu bil-mem? Yönetici insanların, sorumluluk yüklenmiş insanların
kimi şeyleri insanlara söylememesi bazen daha uygundur.
Nice
garip şeyler var değil mi bu dünyada? Nice garipliklerin perde arkasını
bilemiyoruz? Adam yıllarca gece gündüz çırpınıp kazanıyor, ama bir anda elinden
uçup gidiyor. Bir yangın, bir deprem, bir sel geliyor, bir hırsız uğruyor, tüm
birikimini alıp götürüyor, neden? Bilemiyoruz neden olduğunu. Bir başkası
oturduğu yerden kazanıyor, malı çoğalıyor rahat, doğuyor rahat, ölüyor rahat.
Neden? Bilemiyo-ruz perde arkasını. Allah en iyi bilendir ya. İmtihanı Allah
ayarlıyor ya. Kimilerini servetler içinde imtihan ediyor, kimilerini meteliksiz.
Kimilerine hep vererek, kimilerini de alarak imtihan ediyor.
İzleri
üzerine gerisin geriye döndüler. İnsan yanılabilir, hakkı, doğruyu, gerçeği
sonradan görmüşse, sonradan anlamışsa hemen dönüvermelidir. Gurura, kibire
kapılmamalıdır. Ben böyle biliyordum, bana ne dememelidir. Tıpkı örneğimiz Musa
(a.s) gibi diyeceğiz ki, ha ben bilememişim dön geriye. Birilerine suçu atıp
savuşturmanın anlamı yok. Ben yanılmışım deyip yanlıştan dönüvereceğiz. Bakın şu
anda insanların kendi bilememelerinin faturasını kendilerine değil de hep
başkalarına çıkarıyorlar. Geri
döndüler ve derken:
65. “Bu arada ikisi katımızdan kendisine bir
rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullardan birini
buldular.”
Derken
orada katımızdan bir rahmet verdiğimiz ve kendisine bilgilerimizden bazılarını
öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul buldular. Allah’ın kendisine rahmet verdiği
ve kendisine kimseye öğretmediği bilgilerinden bazısını açtığı bu kul, güvenilir
tüm hadis kitaplarında Allah’ın kendisine katından bir rahmet verdiği ve
kendisine kendi bil-gilerinden bazılarını öğrettiği bu zatın adından Hızır
olarak söz edilir. Alimlerimizin ekseriyeti bu kulun Hızır (a.s) olduğunu ve
kendisinin bir peygamber veya bir melek olduğunu söylemişlerdir. Bunun
münakaşasına da burada girmiyorum, ileride inşallah
değineceğim.
O
da görevli bir kul. Allah tarafından gönderilmiş, görevlendirilmiş bir kul.
Yaptığı, gösterdiği her şeyi Allah emretti, Allah görevlendirdi, Allah bildirdi
diye yapan bir kul. Zaten eğer o yaptıklarını kendi kendine yapmış olsaydı,
elbette Musa (a.s) onun canına okurdu. Allah kullarından bir kul. Rasûlullah
efendimize de kitabımız kul der.
Buradaki
“ledün” ifadesine kafayı takıp Allah’ın muradının dışında akıllarına estiğince
çok yanlış mânâlara çekenler olmuştur. Bu konuyla alâkalı sadece birkaç söz
söyleyip esas diyeceklerimi daha sonraya bırakacağım. Dikkat ederseniz azap
konusunda da “min le-dün” denmişti. Azap Allah’tan, ilim Allah’tan, hayat
Allah’tan, ölüm Allah’tandır, rahmet
Allah’tan, her şey O’ndandır. Öyleyse söylesenize hangi peygamber sahip olduğu
ilmi Allah’tan almamıştır? Ledünnî olmayan bir ilim, ledünnî olmayan bir hayat,
ledünnî olmayan bir mal bir varlık, bir eşya var mı? Yâni Allah’tan olmayan,
Allah kaynaklı ol-mayan bir şey var mı? Allah kaynaklı olmayan bir iman, bir
tavır, bir hareket var mı? Her şey Allah’tan değil mi?
Hattâ
bir zamanlar Mekke kâfirleri; “Biz şu anda canımız istemediği için
inanmayacağız, biz iman etmeyeceğiz, canımız istediği zaman iman ederiz” dediler
de, Rabbimiz buyurdu ki; “Ben size izin vermeden iman bile edemezsiniz.” Yâni ne
zaman iman edeceğiniz konusunda da bize bağımlısınız buyurdu. İşte gördük bu
sûrede Ra-sûlullah Efendimiz kendisine gaybî konularda sorular soran Mekke
müşriklerine; “Yarın gelin de size bu konularda bilgi vereyim” buyurmuştu,
inşallah demeyi unuttuğu için Rabbimiz bir süre kendisine vahyi kesivermişti de
peygamber efendimiz hiçbir şey bilememiş, hiç bir şey söyleyememişti.
Peki
birinde “min indina”, ötekisinde ise “min ledünna” dendi. Yâni rahmet kelimesi
“min indina” şeklinde ifade edilirken, ilim kelimesi ise “min ledünna” şeklinde
kullanılmış. Bu ikisinin arasında bir fark mı var ki böyle buyurdu Rabbimiz diye
tartışmaya girmenin anlamsızlığını düşünüyorum. Öyleyse Allah’ın kendisine
ait rahmeti ve ilmiyle donattığı bir kul
olarak Musa (a.s)’ın karşısına çıkarılmış bir kul olarak anlıyoruz onu.
Buluştular. Bizler de şu anda onların arkasında yerimizi aldık. Biz orada, o
ortamda öğrenme makamındayız. Tıpkı ondan sonra kendisine düşen hiçbir görevden
söz edilmeyen o genç durumundayız. Ben orada Hızır’ın Musa’ya dediklerini
öğrenme, Musa’nın Hızır’dan öğrendiklerini anlama makamındayım. Adım adım,
kulağımı dört açarak, gözümü bir ân bile üzerlerinden ayırmadan olayı takip
etmek makamındayım.
Bir
yere Allah rızası için din anlatmaya, yahut da Allah hatırına iki küs insanı
barıştırmaya, bir problemi çözmeye gidersiniz de, orada bin yıl düşünseniz
aklınıza gelmeyen nice sözler, nice formüller aklınıza gelir değil mi? İşte
bunlar da ledünnî bilgilerdir. Allah’ın size lütfudur bunlar. Ama buradaki
ledünnî bilgi ile bu söylediklerimiz arasında belirgin bir fark olduğunu
unutmamalıyız. O da şudur: Bu tür bize gelen bilgiler konusunda kesinlikle bu
Allah’tandır demeye kimse cesaret etmemeli, bu bilgileri hak yolda, doğru yolda,
cennet yolunda, kulluk yolunda kullanmakla görevli olduğunu unutmamalıdır.
Burada bu kadarla iktifa ediyorum, ileride biraz daha söz edeceğim bu konuda
inşallah. Evet
Hz. Mûsâ orada böyle bir kul buldu ve ona dedi ki:
66. “Mûsâ ona: "Sana öğretileni bana hayra
gö-türen bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim? "
dedi.”
Kıssanın
başında arz ettiğim hadisin ifadesine göre Hz. Mûsâ aradığı bu kulu bulunca ona:
"selâmun aleyküm" dedi. O da: "Ve aleykesselâm ey İsrâil oğullarının
peygamberi!" dedi. Bunun üzerine Mûsâ (a.s): "Sen bunu nereden bildin?"
Dedi. O da: "Seni bana gönderen" dedi. Hz. Mûsâ dedi ki: "Sana öğretilen doğru
ilimden bana da öğretmen için kendimi sana tabi kılabilir miyim?" Sana öğretilen
doğru ilimden bana da öğretmen için peşinden gelebilir miyim? Yâni sana
öğretilen o ilim vasıtasıyla dinimde doğruluk bulabilmek için onu senden öğrenme
adına sana uyabilir miyim? Mümkün
mü? Ben sana ittiba etsem. Hak nedir, rüşt nedir, doğru yol nedir, doğru yolda
olmak nedir, cennet yolunda olmak nedir ben bunu senden öğrenmek istiyorum. Şu
kâinattaki olayların perde arkasını öğrenmek istiyorum. Senin öğrendiğin bu
bilgileri bana da öğretmen şartıyla
Evet görüyoruz ki Allah’ın peygamberi
Hz. Mûsâ, Hızır’a ittiba edeceğini söylüyor. Kişi kendisinden ilim öğreneceği
kimseye karşı alçak gönüllü davranmak zorundadır ve bu konuda ondan izin almak
zorundadır. Yine Hz. Mûsâ’nın ilmi hocasına, cehaleti de kendisine izafe
ettiğini görüyoruz. "Sana verilen bu ilimden bana da öğretebilir misin?" diyor.
Ama hocasındaki bu ilmin de Allah’tan olduğunu ifade etmek için de: "Sana
öğretilen bu ilimden" diyor. Yâni Allah’ın sana lütufta bulunup bu ilmi
öğrettiği gibi, sen de Rabbinin sana yaptığı gibi onu bana öğretebilir misin?
diyerek işi Allah’a raci kılıveriyor.
Mûsâ (a.s)'ın kendisinde olmayan bir
ilmi öğrenebilmek için her türlü fedâkarlığı göze aldığını, bu ilmi öğretecek
kimseye teslim olduğunu, ona tabi olmanın karşılığında ondan her hangi bir şey
talep de etmediğini görüyoruz.
Hızır
önce ona işin önemini anlattı. Hakkında bilgin olmadığı şey konusunda nasıl
sabredeceksin? Yâni Musa (a.s)’ın mazeretini baştan Hızır (a.s) da kabul ediyor.
Çünkü Allah Musa (a.s)’a bu hayatı düzenlemenin bilgisini vermişti. Adam
öldürmenin suç olduğunu, gemi delmenin, insanların mallarına zarar vermenin
yasak olduğunu bildirmişti. Şimdi perde arkasına ait bilgilere nasıl
sabredecekti? Öyleyse oğlu ölen birisi, hattâ bu peygamber bile olsa, perde
arkasını bilemediği için, hikmetini anlayamadığı için ağlayabilecektir. Yine
bunun tam tersi olarak yarın büyüyünce kâfir olacak bir çocuğu doğduğunda da
yarınını bilemediği için sevinecektir. Bilmedikleri konularda insanların böyle
davranmalarına Allah izin vermiştir. İşte Hızır (a.s) karşısında da Musa
(a.s)’ın durumu da buydu. Onun için Hızır aleyhisselâm ona dedi
ki;
67,68. “O: "Sen doğrusu benim
yaptıklarıma dayanamazsın, bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl
dayana-bilirsin? " dedi.”
Hızır
(a.s) ona dedi ki: Doğrusu sen benim yanımda asla sabredemezsin! Anlayamadığın
kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredeceksin? Benden senin şeriatine muhalif
gibi görülebilecek bir takım şeyler görebileceğinden benimle beraber olmaya
dayanabilecek misin? Ben Allah’ın sana öğretmediği bir bilgiye, sen de Allah’ın
bana öğretmediği bir bilgiye sahipken, her ikimiz de farklı emirlerle görevli
iken, benden mahiyetini anlayamadığın bir takım şeylerin zuhuruna nasıl
dayanacaksın? Sen buna asla tahammül edemezsin. Çünkü sâlih bir insan, sahih bir
insan künhünü anlayamadığı aslını kavrayamadığı ve kendince dış görünüşüyle
münker bildiği bir olay karşısında mutlaka sabırsızlık göstermek zorundadır.
Yâni sen senin bilmeyip de benim bildiğim bir takım işlere tepki göstereceksin.
Çünkü sen bu konuda mazursun. Benim yaptıklarıma dayanamayıp mutlaka tepki
göstereceksin.
Gerçekten de meselâ şu anda Rabbimiz
yaşadığımız şu hayatta bizim gözümüzün önündeki gayb perdesini kaldırıverse bu
hayata kim tahammül edebilecek de? Gözümüzün önündeki gayp perdelerini aralayıp
geleceklerle bizi yüz yüze getiriverse, yaşanır mı bu hayat? Düşünün şu anda on
yıllık veya yüz yıllık hayatımızın geleceği gözümüzün önüne geliverse ne yaparız
biz? Yakında bizim başımıza gelecekler, yakınlarımızın başına gelecekler,
ölümler, zulümler, haksızlıklar, acılar, kederler, hastalıklar, hapisler... Yâni
kendi kaderimiz, yakınlarımızın kaderi, babalarımızın, analarımızın kaderi,
hanımlarımızın çocuklarımızın kaderi, sevdiklerimizin kaderleri. Bir anda
onların ve bizim başımıza gelecekleri biliversek yaşayabilir misiniz? Yaşanır mı
bu hayat?
İçimizden
kimi beyinsizler varsınlar gaybı bildiklerini filan iddia ede dursunlar
Rabbimize sonsuz hamdü senâlar olsun ki bundan do-layı gaybını kimseye muttali
kılmıyor. Peygamberler de dahil gaybını kimseye ezdirip bozdurmuyor Rabbimiz.
İhtiyaçları kadar bir bölümünü peygamberlere bildiriyor, da altından
kalkamayacakları bölümü onlara da bildirmiyor.
İşte
burada biraz sonra göreceğiz ki Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ da bunları bilmiyordu
ve Hz. Mûsâ da bu tür gaybi bilgilere muttali olunca tahammül edemiyordu.
Ama burada Hızır vasıtasıyla Rabbimiz
Hz. Mûsâ’ya ve onun şahsında hepimize künhünü anlayamadığımız, bizim içim kapalı
olan gaypdan bir kaç perde aralayacak. Bize bir kaç gayp penceresi açacak ve
bize bir kaç konuda bilgi verecek. Bir kaç olayın arka planını bize arz ederek
hayatın mânâsını anlatacak bize ve sonunda diyecek ki kullarım işte hayat budur.
Yaşadığınız hayatta mânâsını anlayamadığınız bu tür olaylarla karşılaştığınız
zaman sakın yanlışa düşmeyin ve hayatı böylece kabul edin
diyecek.
Evet diyor ki Hızır, Mûsâ (as)'a
kavrayamadığın, anlayamadığın bir bilgiye nasıl sabredeceksin? Hazmedemediğin
bir şeye nasıl tahammül edeceksin? Hz. Mûsâ dedi ki:
69. “Mûsâ: "İnşallah sabrettiğimi göreceksin,
sana hiç bir işte baş kaldırmayacağım" dedi.”
İnşallah
beni sabredenlerden bulacaksın. İnşallah beni sabırlı bulacaksın. Ve de senin
işine karışmayacağım. Hiçbir zaman senin işine karışıp müdahalede ya da
muhalefette bulunmayacağım. Yâni Allah benim sabırlı olmamı dilerse, Allah bana
sabır verirse sen beni sabırlı bulacaksın dedi.
Evirip
çevirip bu sûre bu konuyu anlatıyor. Yarın birşey yapa-cağınızda inşallah deyin.
Bağınıza, bahçenize girerken maşallah deyin. Allah kontrolünde bir hayat
yaşadığınızı unutmayın. Allah’la beraberliğinizi unutmadan bir hayat yaşayın.
Bakın Musa (a.s) diyor ki; inşallah beni sabredenlerden bulursun.” Ben diyor,
kendi kendime bu sabır işini beceremem. Kendi kendime söz veremem. Bir insan
olarak bu konuda kendime güvenemem. Ama inşallah diyorum. Allah izin verirse
diyorum.
Evet,
söz verdi ama yaptıkları isyan değildi. Ben hiçbir konuda sana isyan etmeyeceğim
demişti, ama karşı gelişi ona isyan mânâsına gelmiyordu. Meselâ bir iş yerinde
çalışmak üzere mesai saatlerinin altına imza atan bir müslümanın, namaz
saatlerinde mola vererek namaz kılması, asla o attığı imzaya isyan değildir.
Çünkü namaz emri büyük yerden geliyor, yapmak zorundadır müslüman. İşte Musa
(a.s)’ın da Hızır karşısındaki durumu bundan ibaretti. Söz verdi, sana hiçbir
konuda isyan edip karşı gelmeyeceğim dedi, ama Hızır çocuğu öldürünce hemen
itiraz ediverdi. Çünkü emir büyük yerden geliyordu, nasıl tepkisiz kalsın ki?
Allah’tan kendisine gelen bilgiye göre, vahye göre bu yasaktı. Bunun
üzerine Hz. Hızır dedi ki:
70. “O da: "O halde, bana uyacAksân, ben sana
anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın"
dedi.”
Eğer
bana tabi olmak ve benimle beraber olmak istiyorsan bunun şartı; her hangi bir
konuda ben sana bilgi verinceye kadar bana o konuda hiçbir şey sormamandır. Ben
sana bir şey dememişsem o konuda bana soru sormayacaksın. Sen bana soru
sormayacak ve benim o konuda sana bilgi vermemi bekleyecek ve sabredeceksin.
Yâni benden mahiyetini kavrayamadığın bir şey sadır olduğunu görürsen o zaman
sen sormadan, ben sana onu anlatacağım. Bu şartlarda anlaştılar. Hz. Mûsâ soru
sormayacak ve işine karışmayacaktı. Yürüdüler.
Ancak bundan ve sonraki ifadelerden
anlaşılıyor ki yanlarında o genç yok. Sadece bu yolculukta o Abd ve Mûsâ var.
71. “Bunun üzerine kalkıp gittiler;
sonunda bir gemiye bindiklerinde; O, gemiyi deliverdi; Mûsâ: "Gemiyi
içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın"
dedi.”
Kalkıp
yürüdüler ve derken gemiye binmeleri gereken bir yere geldiler ve bir gemiye
bindiler. Ve o kul bindikleri gemiyi delmeye başladı. Geminin duvarından bir
delik açmaya başladı. Böylece gemidekilerin boğulmalarına sebebiyet vermeyecek
derecede gemide göze çarpan bir kusur meydana getirmeye yöneldi. Onun bunu
yaptığını gören Hz. Mûsâ dayanamayarak dedi ki: Şu yaptığını beğendin mi yâni?
Gemiyi ve içindekileri boğmak için mi bunu yapıyorsun? Doğrusu hayret edilecek
bir iş yaptın. Korkunç bir şey yaptın. Yâni olacak şey mi bu? Yapılacak şey mi
bu senin yaptığın? Adamlar üstelik bizden gemiye binmemizin ücretini de
istemediler. Bize karşı böyle davranan adamlara karşı şu yaptığına bir baksana!
dedi.
Evet
Hızır aleyhisselâm başladı gemiyi delmeye. Yâni o gemiyi ayıplı, kusurlu bir
gemi yapmaya çalışıyor. Gerçekten acayip bir şeydi bu yaptığı. Musa (a.s)
elbette tepkisiz kalmayacaktı. Çünkü o kendisine sunulmuş bilgilerle hareket
ediyor, kendi görevini yapıyor, Hızır da kendisine sunulan bilgilerin gereğini
yerine getiriyordu. Hep öyle olmaz mı zaten? Ben benim bildiğim kadarıyla
sorumluyum, sen de bildiğin kadarından sorumlusun. Şimdi böyle bir durumda ne
yapabilirdi Musa (a.s)? Bir sözü vardı Hızır (a.s) a verilmiş. İtiraz
etmeye-cek, karşı gelmeyecek, soru sormayacaktı. Ona tabi olacak, onun peşi sıra
gidecek ve ondan bilmediklerini öğrenecekti. Ama kendi bil-diği Allah
bilgilerine ters bir durumla karşı karşıya kalınca hemen itiraz ediverdi.
Öyle değil ni? Anlaşmanın şartlarına
göre Hz. Mûsâ’nın onun yaptıklarına karşı hiç sesini çıkarmaması gerekiyordu.
Onun işine ka-rışmaması gerekiyordu ama unuttu ve Hz. Mûsâ itiraz ediverdi. Daha
sonra o kul Hz. Mûsâ’nın kendisine verdiği sözü unutup şartına muhalefetini
görünce:
72. “Mûsâ'ya: "Ben sana yaptığım işlere
dayanamazsın demedim mi? " dedi.”
Sen bu işin iç yüzünü bilmiyorsun! Sen bu
olayın arka planını bilmiyorsun! Elbette bu yaptığımın senin bilmediğin bir
hikmeti vardır! Ben sana benim yaptığım işlere karşı dayanamazsın demedim mi?
deyince Hz. Mûsâ da:
73. “Mûsâ: "Unuttuğum için bana çıkışma,
gücümün yetmediği bir şeyden beni sorumlu tutma ve şu işimden dolayı bana bir
zorluk çıkarma" dedi.”
Unuttuğundan
dolayı beni muaheze etme! Unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma! Unuttuğum için
sana müdahale ettim, binaen aleyh işimde bana zorluk çıkarma, ben senden senin
bildiğin bu bilgileri öğrenmek istiyorum dedi. Yâni insan olarak gücümün
yetmediği bir şeyden dolayı beni sorumlu tutma diyordu. Elbette Mûsâ’nın
şeriatında unutan kimse unuttuğu konuda sorumlu değildi. Bu bizim şeriatta da
geçerlidir. Mûsâ mazur bir konumda unuttuğu için o kulun yaptığı işe müdahale
ediyor ve ilk tepkisini gösteriyordu.
74. “Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa
rastladılar, O, hemen onu öldürdü. Mûsâ "Bir cana karşılık olmaksızın mâsum bir
cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın" dedi.”
Yine
yollarına koyuldular. Sonunda bir oğlan çocuğuna rastladılar ki akranları
arasında en güzel ve en sevimlileriydi. O kul, tuttu arkadaşları arasından onu
alıp boynunu kopararak öldürüverdi. Bunu gören Hz. Mûsâ hayretler içinde bir
önceki olaydan daha büyük bir tepki göstererek; bir cana karşılık olmaksızın,
yâni kısas olmaksızın bir cana kıydın ha! Bunu nasıl yaptığını bir türlü
anlayamıyorum? Göz göre göre çocuğu öldürdün. Ne suçu vardı bu yavrucağın? Bir
adam öldürmüş değildi ki onun karşılığında kısas uygulayarak onu öldüresin.
Gerçekten çok kötü bir şey yaptın dedi.
Evet
yine yollarına devam ettiler. Yâni hayatı birlikte yaşamaya devam ettiler. Yapıp
ettiklerini henüz yargılama imkânına sahip değiliz. Ne Hızır (a.s)’ın Allah’tan
aldığı bir emirle yaptıklarını, ne de Musa (a.s)’ın yine Allah’tan aldığı
bilgilerle yaptığı itirazını yargılamadan, sorgulamadın onları takip etmeye
devam ediyoruz. Bir çocukla karşılaşırlar. Hayatın içinde her çocuk gibi bir
çocuğa rastlarlar. Anası babası olan, hısımı akrabası olan, eşi, dostu, akranı,
arkadaşı olan bir çocuk. Öldürüverir Hızır onu. Niye öldü çocuk? Bin bir
beklentiyle doğmuş, doğumu gözlenmiş, doğumu anası babası için büyük sevinç
kaynağı olmuştu. Anası babası bu çocukla ilgili ne kadar büyük hesapların içine
girmişlerdi. O çocuk sebebiyle bacaları tütecek, ışıkları sönmeyecek, adları
anılacak, soyları devam edecek, malları başkalarına kalmayacaktı.
Veya
onların arkalarından o çocukları bıraktıkları dinlerini yaşayacak, yollarını,
izlerini canlı tutacaktı. Ama gelin görün ki Hızır (a.s) onu öldürüverdi. Hani
şu anda bir başka öldürücü daha var, Az-rail (a.s). Bunun öldürdüğüne kimse lâf
edemezken, bunun öldürdüğüne lâf edilecek öyle mi? Öldürdü çocuğu ve Musa (a.s)
yine soruverdi; demek sen bir can karşılığı olmaksızın onu öldürdün
ha!
Önce
gemide bir ârıza girişimine, sonra da bu çocuğun öldürülmesine şahit olan Musa
(a.s) birden bire yine Musa oluyor, yine peygamberlik göreviyle sahnede ve
soruyor; neden yaptın bunu? Demek ki perde arkasını bilmeyenlere göre haksız
yere yapılan bir iştir bu. İşin arka planını bilmeyenlere göre çocuğun
öldürülmesi bir suçtur. Ama emri büyük yerden alana göre ise, o bir görev
icabıdır. İşte şu anda Azrail her gün binlercesini öldürürken kim suçlar da Onu?
Elbette Allah dedi diye yapılanlar suç olmayacaktır. Hattâ İslâ-m’a göre
öldürülmesi gerekenleri öldüren celladı ve ona bu emri veren devlet başkanını
kim suçlamış?
Ama çaresiz Allah’ın elçisi buna da
tepki gösterecekti. Zira onun şeriatına göre ancak kısasla adam öldürülürdü ve
bu çocuk asla bunu hak etmemişti. Dikkat ederseniz Hz. Mûsâ o kulun birinci
yaptığı iş konusunda:
Demişti, burada
ise:
Diyor. Yâni bu ikincisini daha büyük
bir suç kabul ettiğini vur-gulamak istiyordu. Bu çocuğun öldürülmesinin geminin
delinmesin-den daha büyük bir iş olduğunu demek istiyordu. Mûsâ (a.s) bu ikinci
defa da sabredemeyip onun işine karışınca o kul:
75. “O: “Ben sana, yaptığım işlere
dayanamazsın demedim mi? dedi.”
Aynen
önceki sözünü tekrar ederek ben sana benimle yolculuğa dayanamazsın demedim mi?
Sadece öteki sözüne ilaveten bu âyette "leke" ifadesini ilave etmiştir. Çünkü bu
kelimeye kınamaya daha elverişli bir kelimedir. Bu durumda Mûsâ (a.s) ancak şunu
diyebilmişti:
76.” Mûsâ: "Bundan sonra sana bir şey sorarsam
bana arkadaş olma, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın"
dedi.”
Bu
sondur artık. Eğer bundan sonra sana bir soru daha sorarsam, bu seferden sonra
yahut bu olaydan sonra sana bir soru daha sorarsam o zaman artık bana arkadaş
olmazsın. O zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın dedi. Ya da artık benim sana
karşı bir mâzeret hakkım kalmamıştır. Vazgeçtim artık bundan sonra ne bir soru
soracağım, ne de senin işine karışacağım dedi. Bir daha senin işine karışırsam
işimiz bitmiştir dedi.
77. “Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları
bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu ikisini
misa fir
etmek istemedi. İkisi, şehrin içinde yıkılmağa yüz tutan bir duvar gördüler,
Mûsâ'nın arkadaşı onu doğrultuverdi; Mûsâ: "Dileseydin buna karşılık bir ücret
alabilirdin" dedi.”
Yine
yolculuklarına devam ederek nihâyet bir kasabaya vardılar. Kasaba halkından
yemek istediler ve kendilerini misa fir
etmelerini arzuladılar. Hadis-i şerifte anlatıldığına göre onların uğradıkları
kasaba halkı aşağılık insanlardı. Onlara yiyecek de vermediler onları
misa fir
de etmediler. İkisi o şehrin içinde duvarları yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar
gördüler. Sonra Mûsâ’nın arkadaşı o duvarı doğrultuverdi. Yâni yıkılmak üzere
olan duvarı eski haline getiriverdi. Ona hiçbir şey dememesi gereken Hz. Mûsâ
yine sabredemeyerek: Dileseydin yaptığın bu işe karşılık onlardan bir ücret
alabilirdin! dedi. Bak bu adamlar bize yemek vermediler, bizi
misa fir
de etmediler. Yemeğe de ihtiyacımız vardı. Bize bu şekilde davranan bu adamlara
karşı yaptığın bu iş karşılığında hiç olmazsa bir ücret talep etseydin dedi.
Bunun üzerine o kul dedi ki:
78. “O: "İşte bu, seninle benim ayrılmamamızı
gerektiriyor; dayanamadığın işlerin yorumunu sana
anlatacağım"dedi.”
Artık
bu seninle benim aramı ayıran şeydir. İşte bu ayrılışımızın sebebidir. Artık
yolun sonuna geldik. Şimdi artık sana bu senin dayanamadığın, sabredemediğin
olayların yorumunu, arka planını anlatacağım dedi.
Üç olay yaşanmıştı. Rabbimiz üç olayla
üç perde açmıştı bizim gözümüzün önünden ve bu üç olayın bizim anlayamadığımız
perde arkasını bize sunmuştu. Bu olayların üçü de gaybi olaylardı. Allah’a
havale etmeden bu ve benzeri cereyan eden olayları hiç kimsenin bilmesi ve
anlaması mümkün değildi. Gemi deliniyor, çocuk öldürülüyor ve duvar
düzeltiliyor. Durup dururken bütün bunlar neyin nesiydi acaba? Bu sene iki defa
hastalık geçirdim bu neyin nesiydi?
Geçenlerde
bir arkadaşım hanımıyla beraber trafik kazasında hayatlarını kaybederken dört
çocuklarının burnu bile kanamamıştı bu neyin nesiydi? Yaşamak isteyenler ölüyor,
ölmek isteyenler yaşıyor, bu neyin nesi? Varlık bitiyor, yokluk geliyor bu neyin
nesi? Yokluk bir anda varlığa dönüşüyor, varlık bir anda yokluğa dönüşüyor bu
neyin nesi? Başımıza gelen tüm bu olaylar neyin nesi? Çok sevdiğimiz ço-cuğumuz
bizden ayrılıp gidiyor bu neyin nesi? Kimileri evini kaybediyor, kimilerinin
başına sıkıntılar geliyor, kimileri gülüyor kimileri ağlı-yor bu neyin nesi?
Kimileri kız beklerken hep erkek veriliyor, kimilerinin şansı hep kızdan
açılıyor bu neyin nesi?
Kâfirler
servet içinde, zevk ü sefa içinde yüzerken müslüman-lar sıkıntı içinde
kıvranıyor bu neyin nesi? Bu hayat neyin nesi? Yeryüzünde yaşadığımız hayatta
bütün bu cereyan eden olayları yorumlayabilmek için, bütün bu olayların arka
planını anlayabilmek için bu üç olayda Rabbimizin bize açtığı üç pencereden çok
iyi bakmak ve bu üç olayı çok iyi anlamak zorundayız. Bu anlatılan üç konuyu çok
iyi anlamalıyız ki; tüm hayatı bunlarla yorumlama imkânını elde etmiş
olabilelim. Rabbimize hamd edelim ki onu bize bu sûrede bu kıssasında öğretiyor.
Bakalım ne diyecek Rabbimiz:
«
79. “Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula
aitti; onu kusurlu kılmak istedim, çünkü peşinde her sağlam gemiye zorla el
koyan bir hükümdar vardı.”
Gemiyi
delip kusurlu hale getirme işine gelince o gemi denizde çalışan ve onunla
geçimlerini sağlayan birkaç yoksul kişiye aitti. Önlerinde gidecekleri yerde de
bulduğu her sağlam ve kusursuz gemiye el koyan, müsadere eden bir kral vardı.
Ben de böyle onu kusurlu hale getirdim ki o kral bu gemiyi beğenip bu
garibanların ellerinden almasın. Binaenaleyh daha büyük bir zarara uğramamaları
için bu küçük zarar onların başına gelmiştir.
İşte bizim için gayb olan bir hadisenin
arka planı. İşte hikmetini anlayamadığımız garip bir olayın perde arkası. Şimdi
ne bilebiliriz ki bizim hayatımızda da bir kısım yaralar olmuş. Bize göre
hayatımızda bir kısım delikler açılmış. Dükkanımıza tezgahımıza ticaretimize bir
kısım zararlar gelmiş.
Ya
da yaşadığımız hayatta çevremizde birileri hiç beklemediğimiz halde bize bir
kısım zararlar vermeye başlamışlar. Çevremizden birileri bize zarar vermeye
başlamış. Hadiselerin arka planını bilmediğimiz için tüm bunların bizim
zararımıza olduğunu zannedebiliriz. Gayb Allah’ın elinde olunca, başımıza gelen
bu olayların sonucunun nasıl tecelli edeceğini bilen sadece Allah olduğuna göre
ve bu gaybını peygamberine bile açmadığına göre biz de bu hayatı böylece
kabullenmek zorunda olduğumuzu asla unutmayacağız.
Dış
görünüşü itibariyle musîbet gibi görünen böyle her hangi bir şey başımıza
geldiği zaman Onu takdir buyuran ve onun arkasında yatan şeyi en güzel bilen
Rabbimize dua edecek ve sadece ona sığınacağız. Ne biliyoruz belki de kendisine
sığınmamızı, kendisini daha çok hatırlamamızı istediği için Rabbimiz o hadiseyi
bizim başımıza göndermiştir. Belki de kulluğumuzdaki kusurlarımızı anlayıp da
daha çok kulluğa koşalım diye bizim başımıza bunları göndermiştir.
Yâni
bilemiyoruz, belki dış dünyamızdaki bir açık, malımız-daki bir açık,
arabamızdaki bir delik belki de bizim iç dünyamızdaki bir deliği kapatacaktır.
Belki de o açık bizim inanç dünyamızdaki bir açığı kapatmak için başımıza
gelmiştir. Küfür gibi şirk gibi ilerde vukua gelebilecek ve bizi sonunda bizi
kralların, zalimlerin beğenip de kendilerine kul köle olarak almaları zararından
korumak için küçük açıklarla bizi kendimize getirmek için Rabbimiz başımıza
bunları getirmiş olabilecektir.
Ya
da belki en önemlisi cennette bir açığımızı kapatmak için hayatımızda bu
delikleri açıvermiştir Rabbimiz. Çünkü hadisten bili-yoruz ki tırnağımıza batan
bir diken bile bizim bir günahımızın silin-mesine sebeptir. İşte bu olayı
böylece Rabbimiz bize çözümleme im-kânı vermiştir.
80.81. “Oğlana gelince; onun ana babası
inanmış kimselerdi, çocuğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden
korkmuştuk" Rableri o çocuktan daha temiz ve onlar daha çok merhamet eden birini
vermesini istedik.”
Evet
o çocuğun hayatta kalması ana ve babası hakkında büyük bir mefsedet olacaktı. Bu
çocuk Rabbin sicilinde ilk günden itibaren kâfir olarak kaydedildiği için, Allah
onun kaderini bildiği için yaşadığı zaman babası ve anasının hem dinlerini hem
de dünyalarını et-kileyecek ve belki de onları ona sevgisinden dolayı küfre
sürükleyecekti. Büyüyüp de ebeveynini küfre düşürmesinden korktuğum için onu
öldürdüm.
Kim bilebilirdi bunun böyle olacağını?
Halbuki o çocuğun babasının da anasının da bundan hiç mi hiç haberleri yoktu. O
çocukları dünyaya geldiği gün hiç bir şeyden haberdar olmayan bu ebeveyn çok
sevinmişlerdi. Öldüğü gün de belki üzüntülerinden ne yapacaklarını
şaşırmışlardı. Ama hadisenin arka planını bilselerdi ne doğduğu gün sevinecekler
ne de öldüğü gün bu kadar üzüleceklerdi. Belki de o kulun, o çocuğu öldürdüğü
günkü zararları o çocuğun yaşadığı zamanki zararlarından çok daha az olmuştur.
Halbuki onlardan aldığı bu çocuğun yerine Rabbimiz belki onlara daha yakın ve
merhametli bir çocuk verecek hem dünyaları hem de dinleri konusunda Allah onlara
yardımda bulunacaktı.
O
halde yaşadığımız hayatta başımıza gelen bu tür olaylar karşısında hadiselerin
arka planını bilmeyen bizler, Allah’ın kazasına razı olmak ve bizden aldığının
yerine daha güzeliyle bize mukabelede bulunması için Rabbimize dua
edeceğiz.
Ama bakıyoruz çocukları ölen ana baba
feryadı basıveriyor. Başkalarınınkini değil de bizimkini mi buldun diye. Peki
bilmiyoruz ki bizim çocuk niye öldü? Adamın dükkanı yanıyor basıyor feryadı
figanı. Bilmiyoruz ki niye yandı? İşte bütün bunları bu bilgiye havale edelim ki
yorumlama imkânımız olsun diye Rabbimiz bize bu kıssayı anlatıyor. Değilse tüm
bu başımıza gelenleri Rabbimizin ilmine havale etmeden işin içinden çıkamayız ve
sonunda bizin için hayırlı olabilecek şeylerin ecrini de kaçırmış oluruz, Allah
korusun.
Öyle değil mi? Zararımız oluyor,
kaybımız oluyor, üzüntümüz oluyor, sıkıntımız oluyor, bazen büyük, büyük
deneyimlerle karşı karşıya geliyoruz. Ama bunların sonunda bize neler
kazandıracağını, neler kaybettireceğini bilmiyoruz.
Meselâ
size bir soru sorayım: Şu anda biz rahat kahvelerimizi yudumlayıp, rahat
hayatımız yaşarken çevremizde bizim inancımızı paylaşan pek çok kardeşimiz
kâfirler tarafından öldürülüyorlar. Bizler yurtta sul cihanda sulh içindeyken
kardeşlerimiz savaşın içindeler. Acaba şu anda savaşta ölenler mi kazançta?
Yoksa savaş dışında gül gibi yaşayıp giden bizler mi kazançtayız? Bunu nereden
bilebileceğiz de biz?
Yâni
şu anda evleri yıkılan çocukları öldürülen, kocaları öldürülen, mallarını
mülklerini kaybeden insanlar mı kârlı? Yoksa çevremizde hiçbir şey olup
bitmiyormuşçasına mal mülk derdinde olan ve onların içine gömülmüş olan bizler
mi kârlıyız? Bütün bunların sonucunda karşımıza nelerin çıkacağını bilemediğimiz
için kimin kârlı kimin zararlı olacağı yarın belli olacaktır.
82. “Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa
aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi.
Rabbin onların ergenlik çağına ulaşmasına ve Rabbinden bir rahmet olarak
hazinelerini çıkarmalarını istedi.”
Evet
o duvarın düzeltilmesinden duvarı düzelten kişilere doğacak meşakkat o duvarın
yıkılması halinde iki sâlih çocuğa ya da babaları sâlih olan iki çocuğa
gelebilecek zarardan daha ehvendir. Çünkü o duvarın önceden yıkılması halinde o
yetimler zarara uğrayacak ve malları zayi olacaktı.
Bilmeyiz ki bu yeni yaptırdığımız ev
niye göçtü? Bilmeyiz ki bu ev ya da bu dükkan niye yapıldı? Bu para ummadığımız
bir yerden niye geldi? Bugün niye bu kadar fazla kazandık? Dün niye bu kadar az
müşteri geldi? Bu para niye geldi? Bu para niye gelmedi? Bu belâ niye geldi? Bu
belâ niye savuştu? Tüm bunları bilmiyoruz. Peki nesini biliyoruz bunun?
Bildiğimiz bir şey varsa Allah’ın mü'minlere gönderdiği şeylerin tamamı onun
mü'minlere karşı işleyen sonsuz rahmetinin gereğidir.
Bakın
gemi delindi rahmet, çocuk öldü rahmet, duvar yapıldı rahmet. Ben bu konuda
sadece Allah’a güvenirim ve ben ona kulluk yaptığım sürece benim başıma
gelenlerin hikmetini anlayamasam da onların tümünün benim hayrıma olduğuna
inanır ve Rabbime dua ederim. İyi şeyler gelince hamd ederim, bana göre kötü
gibi görünen şeyler gelince de yine O’na sığınır, O’nun bunlardan beni koruması
için dua ederim. Gerisini bilmem, bilemem de zaten. Bilmem de gerekmez. Gaybı
bilmeye de çalışmam, çünkü ben kulum. Kul olarak bana düşen sadece Rabbime
güvenmek ve Ona tevekkül etmektir.
Bütün bu olayların arka planını
anlattıktan sonra o kul der ki:
“Ben bunları kendiliğimden yapmadım.
İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur.”
Yâni
sana gösterdiğim bütün bu garip işleri ben kendi kafamdan yapmadım. Kendi
içtihadımla, kendi bilgimle yapmadım. Rab-bimin emriyle yaptım, Rabbimden
aldığım emirle yaptım. Bu bana Al-lah’ın öğretmesidir. İşte ey Mûsâ senin
dayanamadığın ve bir türlü sabredemediğin bu olanların iç yüzü buydu. Sorular
sorduğun olayların tevili işte bunlardır.
Evet dünyadaki, yaşadığımız hayattaki
cereyan eden tüm olayların arka planını böylece bu üç olayda bize gösteriverdi
Rab-bimiz. Hattâ Allah’ın Resûlünün keşke kardeşim Mûsâ biraz daha sabırlı
davranabilseydi de o kulu vasıtasıyla Rabbimizin bundan başka konuları da bize
öğretmesine imkân bulsaydık buyurduğu rivâyet edilir.
Acaba bu kıssada anlatılan Allah’ın
kendisine rahmet ve katından bir ilim verdiği Mûsâ (a.s)'a hocalık yapan bu kul
kimdi? Bu kulun peygamber karşısında konumu neydi? Bizim için Rabbimiz
anlatmadığına göre aslında kimliği lâzım değildir, asıl bize lâzım olan onun
bize sunmak istediği mesajdır; ama günümüzde kimileri bunu çok değişik yerlerde
kullanmaya kalktıkları, bundan çok değişik deliller istidlal etmeye çalıştıkları
için bu konuda da bir şeyler söylemeyi uygun gördüm.
Rabbimiz hatırlayın kıssanın başında
buyurmuştu ki:
Derken
orada katımızdan bir rahmet verdiğimiz, ve kendisine bilgilerimizden bazılarını
öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul buldular. Allah’ın kendisine rahmet verdiği
ve kendisine kimseye öğretmediği bilgilerinden bazısını açtığı bu kul hakkında
kimi insanlar bu zatın İsrâil oğullarından mertebesi çok yüce bir zat olduğunu,
Allah’ın velî kullarından bir kul olduğunu Allah’ın kendisine "ledün" ilmini,
yâni vasıtasız olarak direk Allah tarafından öğretilen bir ilme sahip olduğunu
ve kıssada anlatıldığı gibi onun ilminin peygamber Mûsâ (a.s)'ın ilminden daha
üstün olduğunu söylemeye çalışıyorlar. Geçmişte ve günümüzde bu ilme sahip
olanların peygamber bilgisinden daha üstün bir ilme sahip olduklarını iddia
ediyorlar.
Yâni
peygamberlere gönderilen vahiy ilminden farklı olarak meleksiz, vasıtasız
öğrenilen ledün ilminin olduğunu ve de bu ilmin melek vasıtasıyla öğrenilen
nübüvvet ilminden daha üstün olduğunu iddia ediyorlar. Yâni yeryüzünde
peygamberden daha üstün ilim sa-hiplerinin olabileceğini söylemeye çalışıyorlar.
Bu son derece tutarsız ve delilsiz bir iddiadır.
Halbuki bütün güvenilir hadis
kitaplarında Allah’ın kendisine katından bir rahmet verdiği ve kendisine kendi
bilgilerinden bazılarını öğrettiği bu zatın adından Hızır olarak söz edilir.
âlimlerimizin ekseriyeti bu kulun Hızır (a.s) olduğu ve kendisinin bir peygamber
veya bir melek olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü dikkat ediyorsanız Rabbimiz "Biz
ona katımızdan bir rahmet verdik" buyurmaktadır. Rabbimizin kastettiği bu rahmet
nübüvvettir, peygamberliktir. Çünkü bakıyoruz Kur’an-ı Kerîmde bu rah-met
kelimesinin Nübüvvet anlamına kullandığını görüyoruz.
Meselâ Zuhruf sûresinde Rabbimiz
peygamberin ve peygamberliğin kendilerinden veya kendilerinin istediği
insanlardan birisine verilmesi konusunda itiraz edenlere cevap olarak şöyle
buyurur:
Ey Muhammed! Rabbinin rahmetini onlar mı
taksim edip paylaşıyorlar?
(Zuhruf
32)
Evet Rabbinin rahmetini onlar mı taksim
ediyorlar? Halbuki o rahmeti, yâni o risâleti, nübüvveti kime göndereceğini
bilen ve bu taksimi yapan Allah’tır. Tıpkı onların maişetlerinin taksimini
Rabbinin yaptığı gibi.
Yine bakıyoruz Kasas sûresinde de
Rabbimiz Rahmet kelimesiyle peygamberliğin kastedildiğini
anlatır:
"Sen, sana bu kitabın verileceğini
ummazdın. O ancak Rabbinin bir rahmetidir. Öyleyse sakın inkarcılara yardımcı
olma."
(Kasas
86)
Bu âyet-i kerîmede de rahmet ile
peygamberlik kastedilmektedir.
Yine dikkat ediyorsanız Rabbimiz
burada:
Buyurmaktadır. Yâni "kendisine
nezdimizden bir ilim öğrettik" buyurmaktadır. Bu ilim onun insanlardan, bir
muallimden veya bir mürşidden öğrendiği bir ilim değildir. Aksine âyet-i
kerîmeden anlaşılıyor ki insanların müdahalesi olmaksızın Allah’ın kendisine
öğrettiği bir ilimdir bu.
Alimlerimizden bazıları da bu zatın bir
melek olduğunu savunmuşlardır. Elbette olayın cereyanı bizi bu şekilde de
düşünmeye mecbur ediyor. Yâni eğer Rabbimiz kıssada anlattığı bu kulunun bir
insan olduğunu söylemiş olsaydı bu konuda hiç tereddüdümüz olmayacaktı. Sünnette
de bu konuda onun bir insan olduğuna dair bir bilgi göremiyoruz. Evet Rabbimiz
Kur’an-ı Kerîmde onun bir insan olduğunu söylemiyor. Ne diyor?
Diyor. Yâni kullarımızdan bir kul
ifadesini kullanıyor Rabbimiz. Bu ifade de onun bir insan olduğunu
göstermemektedir. Bakıyoruz kitabımızda bu "abd" yâni kul ifadesi sadece
insanlar için değil, hem melekler için hem cinler için hem de öteki varlıklar
için kullanılmak-tadır. Çünkü varlıkların tümü Allah’ın kuludur. Bakın meselâ
Zuhruf sûresinde Rabbimiz melekleri için de kul ifadesini
kullanmaktadır:
Onlar, Rahmân olan Allah'ın kulları
melekleri de dişi saydılar. Yaratılışlarını mı görmüşler? Onların bu
şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.
(Zuhruf
19)
Bu
âyet-i kerîmesinde ve yine meselâ Enbiyâ sûresinin 26. âyetinde Rabbimiz
melekleri için de kul ifadesini kullanmaktadır.
Onun bir insan olduğunu iddia edenlerin
bu konuda gösterdikleri bir delil var. O da Rasulullah efendimizin bu kul
hakkında racül ifadesini kullanmış olmasıdır. Madem ki hadiste racül ifadesi
kullanıl-ıştır o halde bu kul bir insandı demeye çalışıyorlar. Halbuki bakıyoruz
bu racül ifadesini Rabbimiz Cin sûresinde
cinler için de kullanmıştır:
"Gerçekten, insanlardan bir takım
Racüller, cinlerin birtakım racüllere sığınırlardı da onların azgınlıklarını
artırırlardı. "
(Cin
6)
Bakın
âyet-i Kerîmede Rabbimiz cinler için de "Racül" ifadesini kullanmaktadır. O
halde Rasulullah efendimizin bu kul hakkında racül ifadesini kullanmış olması
onun bir insan olmasını gerektirmeyecektir.
Sonra eğer bu kul yâni Hızır bir
insansa o zaman bu yaptıklarını neyle izah edeceğiz? Peygamber değilse, bir
melek de değil ve bir insansa o zaman bu insan İsrâil oğullarından Mûsâ (a.s)’ın
ümmetinden biridir. O zaman acaba bu yaptıklarını yaparken kimin şeriatıyla amel
ediyordu bu kimse? Öyle değil mi? O dönemde yaşayan ve kendisi de peygamber
olmayan bir insanın mutlaka bir peygamberin şeriatına tabi olması gerekiyordu.
Ve o zaman bakıyoruz şu yaptıklarının hiç birisi o dönemin peygamberi olan Hz.
Mûsâ’nın şeriatına uygun değil. Gemiyi deliyor suç, çocuk öldürüyor suç. Eğer
bunlar zaten Hz. Mûsâ’nın şeriatına göre ve de şu andaki bizim şeriatımıza
aykırı olmasaydı Hz. Mûsâ ona niye itiraz etsindi? Eğer o, o dönemde yaşamış ve
hiç bir peygamberin şeriatına tabi olmayan bir insansa o zaman Mûsâ (a.s)'ın
onun şeriatının onun yanında ne değeri kalıyor? Ve bu adamın konumu dinde
nedir?
Bugün de meselâ Muhammed (a.s) getirdiği
şeriata uymayan bir adama ne gözüyle bakacağız? Vardır bir hikmeti mantığıyla
işi savuşturmaya mı kalkacağız? Yoksa hayır! Tüm insanlık bu şeriatla
sorumludur! Kim bunun dışında bir şeyle amel ederse o mü'min değildir mi
diyeceğiz? Bu anlayış hiç uygun düşmüyor yâni.
Ama onun bir melek oluşunu düşünürsek o
zaman bütün bu yaptıklarının izahını yapmak çok kolay olacaktır. Çünkü melek
mâsumdur, çünkü Meleğin iradesi yoktur ve o yaptığı her şeyi Allah’tan aldığı
bir emirle yapmaktadır.
Veya
geçenlerde Dinarda onlarca insanı öldürüverdi de kimse onu İslâm şeriatına göre
sorumlu tutmadı. Allah’tan aldığı emirle melek dilediğini yapar ama kimse ona
hesap soramaz. Çünkü onlar için haram helâl söz konusu değildir. Ama insan asla
böyle değildir. Bu insan kim olursa olsun, makamı konumu ne olursa olsun, ister
peygamber olsun, ister ledün ilmine sahip birisi olsun kim olursa olsun fark
etmez yaptığı şeyler Allah’ın gönderdiği şeriata aykırıysa o cezalandırılır.
Yâni
bu tür âyetleri delil getirerek kimse kendi nanelerine kılıf bulmaya çalışmasın.
Efendim bizim yaptıklarımız kitaba ve sünnete uymasa da biz bunları Rabbimizden
aldık filan diyerek kimse kendisine paye çıkarmaya çalışmasın. Kimse üstünlük
taslamaya çalışmasın. Çünkü Allah katında en üstün insan Allah’ın elçileridir ve
onlar bile Allah’ın gönderdiği şeriata ters düşseler Allah onların bile şah
damarını koparacağını dost ve yardımcıları olmayacağını beyan buyurmaktadır.
Öyleyse
bu kul ya bir peygamberdir ki Allah’ın kendisine gönderdiği bir şeriatla amel
etmektedir, ya da bu bir melektir ve yaptığı işlerin arka planını da ona Allah
bildirmektedir. Zaten âyet-i kerîmede de bu kul öyle
diyordu:
Ben bu yaptıklarımı kendimden, kendi
içtihadımla, kendi bilgimle yapmadım, ben bunları Rabbimin ilahi emirleri
doğrultusunda yaptım diyordu.
Sonra bakıyoruz Hz. Mûsâ’nın o kula
şöyle dediğini görüyoruz:
Bana öğretmen için sana tabi olabilir
miyim? Halbuki bir pey-gamber öğrenme hususunda peygamber olmayan veya melek
olmayan birisine teslim olamaz. Eğer öyle olsaydı o peygamberin toplumu sen bunu
birilerinden öğreniyorsun demez miydi? Nitekim Bu ifade Duhân sûresinin 15.
âyetinden anlıyoruz ki Allah’ın Resûlü için öyle olmadığı halde söylenmişti. Bu
âyet o kulun Hz. Mûsâ’dan ilim yönünden üstün olduğunu göstermektedir. Halbuki
peygamber yahut melek olmayan birisi kesinlikle peygamberden üstün olamaz.
Mûsâ’nın
(a.s) ilmi ile, görüşü ve anlayışı ile perde arkasına dair gördükleri uyuşmaz.
Mûsâ’nın (a.s) işin dış görünüşüne bakarak verdiği karar o işin bilinmeyen,
perde arkasına yönelik yönüyle ters düşer. Musa’nın (a.s) dış görünüşüne bakarak
verdiği hüküm geminin delinmesiyle gemiye ve içindekilere verilecek bir
zarardır. Halbuki durum bilinmeyen yönüyle hiç de öyle değildir. Çocuğun
öldürülmesi, kendilerine yiyecek vermeyen insanların duvarlarının düzeltilmesi
de böyledir. Aslında bunları akıl ve mantık kabul edemez. Onun içindir ki
gördüğü bu münker işler karşısında Hz. Mûsâ söz verdiği halde tepkisini
gizleyemiyordu. Evet ama bakın işin arka planı hiç de Mûsâ’nın (a.s) zannettiği
ve bildiği gibi değildi. İşin arka planında başka bilinmeyen hakikatler
gizliydi.
Öyleyse
insan her şeyi bildiği cüretkârlığına kapılmamalıdır. Öyleyse insan hayatı
sadece bu dünyadan ibaret görmemelidir. Öy-leyse hakikat şu materyalist
medeniyetin iddia ettiği gibi sadece görülen ve bilinenlerden ibaret değildir.
Öyleyse insan kendisine verilen kıt bilgiyle, sınırlı aklıyla hemen hüküm
vermede acele edip Allah’ı, gaybı inkara yönelmemelidir. Çünkü bu âciz insan
asla unutmamalıdır ki, bilmediklerinin yanında bildikleri denizden bir damla
bile değildir. Biraz sonra Allah söyleyecek:
“De ki: "Rabbimin sözlerini yazmak için
denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden
denizler tükenirdi."
(Kehf
109)
Aynı hususu anlatan Lokman sûresi
de:
“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa,
denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa yine de
Allah'ın sözleri bitmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür,
Hakimdir.”
(Lokman
27)
Allah’ın buradaki kelimelerinden maksat
şu kitabımızın içindeki kelâmı, kelimeleri değildir. Öyle olmuş olsaydı işte
yazılabilmiştir. Buradaki kelimelerden kasıt Rabbimizin sonsuz ilim ve
hikmetinin kelimeleridir. Onlardan sadece “Ol”
buyurarak
takdir ettikleri işte bu kitabıyla bize ulaşmıştır.
Öyleyse bütün bu sözlerin sonunda şu
gerçeği ifade edelim: İnsanlık kendisinden başka bir şeyle asla saadete
ulaşamayacağı, dünyasını da, ukba’sını da asla kazanamayacağı, mamur edemeyeceği
sâlih ve sahih bir bilgiye muhtaçtır. Bu bilgi de bilineni de bi-linmeyeni de,
görüleni de görülmeyeni de, perde önünü de perde ar-kasını da, gaybı da şehadeti
de bilen, tam bilen, eksiksiz bilen, mut-lak bilen bu hayatın sahibinden gelen
Vahiy
bilgisidir.
Bu bilgiye iman eden, bu bilgiye sarılan, bu bilgiyle hayatı, bu bilgiyle ölümü,
bu bilgiyle âhireti değerlendirenler dünyalarını da, âhiretlerini de mamur
ederlerken, bu bilgiyi göz ardı edenler, bilimi, maddeyi, eşyayı, dünyayı
putlaştırıp bu bilgiye sırt dönerek bir hayat yaşayanlar da dünyalarını da
mahvetmişler, âhiretlerini de berbat etmişlerdir.
Bundan sonra Rabbimiz Zülkarneyn’in
kıssasını anlatacak. "Ve yes'elûneke" İfadesinden anlıyoruz ki bu kıssa da
müşriklerin ve ehl-i kitabın Rasûlullah’a sorduğu sorulardan birisiydi.
Zülkarneyn de kıssada göreceğimiz gibi güç kuvvet sahibi, iktidar sahibi bir
sâlih kuldur. Allah’ın yeryüzünde kendisine güç kuvvet verdiği, kendisine
yeryüzünde büyük saltanat verdiği kullarından biri. Ama Allah’ın ken-disine
verdiği bu gücü ve kuvveti, bu iktidarı kendisinden değil Allah-tan bilen ve
Allah yolunda kullanmaya gayret eden birisidir. Zülkar-neyn (a.s) gücünü
kuvvetini Allah’a kullukta kullanan, gücüne kuvvetine mağrur olmayan ve Allah’ı
asla unutmayan birisi. Yeryüzü meliklerinden tüm meliklere örnek olacak bir
melik ve mülk ve saltanatını Allah’ın emrine veren bir
melik.
Rabbimiz Kehf sûresinde anlattığı bu
son kıssanın kahramanının kimliği konusunda da bilgi vermez. Kimdi? Nerede ve
hangi dönemde yaşamıştı bu konuda bilgi yok. Belki de kıssanın hedefi de budur.
Kıssadan maksat hisse almaktır. Hisse de hiçbir zaman zaman ve mekânla sınırlı
değildir. Yâni kıyâmete kadar her dönemde her devirde yaşayabilecek bir örnektir
bu. Gerçi müfessirler bu olayın kahramanının kimliği konusunda epey tartışmalara
girmişler. Kimileri Onun işte büyük İskender olabileceğini, kimileri de
başkalarının olabileceğini söylemeye çalışmışlar.
Kim
olursa olsun bizim için onun kimliği önemli değildir. Bize lâzım olan yeryüzünün
doğusuna, batısına fetihler yapması, kuzeye ve güneye uzanması, buralara
Allah’ın dinini götürmesi, yeryüzünde iradesini, gücünü, kuvvetini ve iktidarını
Allah’a teslim ederek Allah’ın istediği biçimde adâletle hükmetmesi, ayrıca
Allah kullarını Ye’cuc ve Me'cüc akımlarından korumak üzere küfrün, şirkin
karşısına sağlam bir bent yapmasıdır. Yâni hayatını Allah adına yaşayan Allah’a
ve âhirete iman eden âbid bir kul olmasıdır. Bu açıdan Zülkarneyn yeryüzünün
doğusuna ve batısına hâkim olan bizdeki cihangir anlamına gelen bir kelime de
olabilir. Kimilerinin iddia ettikleri gibi belki bir peygamber belki de Sîret-i
İbni Hişam’da Hz. Ali efendimizin dediği gibi, Allah’ın kendisini sevdiği
kendisi de Allah’ı seven sâlih bir kuldur.
Bakın Rabbimiz kıssayı şöylece
anlatmaya başlıyor:
83. “Ey Muhammed! Sana Zülkarneyn'i sorarlar,
" Onu size anlatacağım" de.”
Evet
Zülkarneyn kıssası da bir zikirdir. Bir zikradır. Kıyâmete kadar insanların
gündemlerine almaları gereken, hatıralarında hayatlarında diri tutmaları gereken
bir gündem maddesidir. Bir tezkiradır ki insanlar onunla yol bulsunlar, insanlar
onunla hayata bakışlarını, mala bakışlarını, güç ve kuvvetlerine, iktidarlarına
bakışlarını onunla belirlesinler.
Zül
Karneyni soruyorlar. Nesini sormuşlar? İnsanlar nesini sorarlarsa sorsunlar,
onunla alâkalı şunlar önemlidir, bize şunlar lâzımdır diyerek Rabbimiz o konuda
bize bir hatıra, bir zikra nakledeceğini haber veriyor. O’nun gündemini size
sunacağım buyuruyor.
Zül
Karneyn; iki çağ anlamına da gelir. Tıpkı Hızır’ın Arapça-da yeşillik anlamına
gelse de, tercüme edilemediği gibi, Zül Karney-n’in de tercüme edilmeyerek Zül
Karneyn olarak bilinmesi gerekecektir. Eğer bu bir isim değil de, bir sıfattır
diyecek olursak, o zaman iki çağ sahibi, iki çağ insanı, ya da iki bölge insanı
veya iki saltanat sahi-bi, doğunun ve batının egemeni anlamlarına gelecektir.
Allah’ın izniyle mekânın tümüne egemen bir kuldu.
Acaba
bu mânâda herkes kendince iki çağ sahibi mi dersiniz? Bir oğul çağ, bir baba çağ
dönemi mi vardır herkesin? Veya gençlik çağı, olgunluk çağı. Öyleyse biz de
Zülkarney gibiyiz ve onun gibi ol-mak, onun rolünü oynamaya namzediz. Çünkü
Allah yeryüzünde bi-ze de imkânlar vermiştir. Birilerine verilmeyen, bize
verilen imkânlar. Herkeste olmayan, ama bize lütfedilen imkânlar. Haydi biz de
kullanalım o imkânları.
84. “Doğrusu biz onu yeryüzüne yerleştirmiştik
ve her şeyin yolunu ona öğretmiştik.”
Onu
yeryüzüne yerleştirdik. Gerçekten çok büyük bir güç ve kuvvet sahibi olarak onu
yeryüzünde hâkim bir konuma getirdik. Onu yeryüzünde iktidar mevkiine oturttuk.
Her bir sebebi de ona lütfettik ki artık yeryüzünün dilediği bölgesine
gidebilsin ve yeryüzünün dilediği iklimine hükmedebilsin. Takip ettiği hedefine
ulaşabilmesi için ilim, zeka, güç, kuvvet, asker, ordu, siyaset bilgisi gibi her
türlü hükmetme ve fethetme vasıtalarını da ona verdik. Sebepsiz, hikmetsiz ve
düzensiz hareket etmeyecek biçimde onu sebep bilgileriyle donattık. O her ne
zaman neyi yapmaya karar verirse onu o hedefine götürecek bir sebep yarattık.
Çünkü hedefe varmada kullanılan eşya, yol ve metot sadece bir sebeptir. Aslında
hedefe ulaştıran şey bizzat o eşyanın, o sebeplerin yâni tutulan yolun kendisi
değil Allah’tır. Çünkü biliyoruz ve iman ediyoruz ki eşyaya fonksiyonunu veren
Allah’tır. Ateş yakmaz o sadece yakan Allah’ın yakma eylemini gerçekleştiren bir
sebeptir.
Yâni
yeryüzü adına, mekân adına, dünya adına, dünyada egemenlik kurmak adına ona
imkân ve fırsat verdik. Bu konuda neye ihtiyacı varsa hepsini ona lütfettik. Her
şeyin yolunu, her şeyin sebebini, imkânını ve fırsatını ona veriverdik. Her
konuda söz sahibi, hakimiyet sahibiydi. Peki hani Süleyman (a.s)’a verilenler
kimseye verilmemişti. Evet O dünyanın da ötesinde cinlere, şeytanlara, kuşlara
ve rüzgarlara da egemendi.
Evet ona sebeplere sarılarak hedefe
ulaşma bilgisini öğrettik. Bu kıssada Rabbimiz bize sebepler dünyasında hedefe
ulaşabilmek için yeryüzünde koyduğu yasalar gereği o hedefi gerçekleştirecek
sebeplere sarılmayı ama bu sebeplerin de Allah’ın izniyle bir anlam taşıdığını
unutmamayı ve sonucu bu sebeplerden değil Allah’tan beklemeyi öğretiyor. Evet o
artık sebeplerine sarılarak yeryüzünün doğusuna da, batısına da, kuzeyine
güneyine de, ya da gün doğumuna ve gün batımına da
gidebiliyordu.
85. “O da bir yol
tuttu.”
İşte
Zülkarneyn Allah’ın kendisine öğrettiği bu sebeplerden birisine sarıldı ve
Allah’ın emrettiği biçimde Allah’ın emrettiği yerlere gitmeye başladı. Nerelere
gitmiş? Sebebe
sarıldı, şu imkânı değerlendirelim dedi. Kendisine lütfedilen imkânları
değerlendirdi de güneşin battığı yere kadar vardı. Güneşin battığı yere de
hâkimdi.
86. “Sonunda güneşin battığı yere ulaşınca
onu, kara balçıklı bir suda batıyor gördü. Orada bir millete rastladı.
"Zülkarneyn! Onlara azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin"
dedik.”
Batıya
doğru gitti. Bir yol tutup batıya doğru yürüdü. Yâni o yeryüzünün batı tarafına
ulaşabilecek bilgileri tedbirleri aldı, bunun sebeplerine sarılarak dünyanın en
batısına kadar gitti. En sonunda güneşin kara balçıkla battığı bir yere kadar
ulaştı. Yâni belki en sonunda kara parçalarının tükenip okyanusun sularının
başladığı bölgeye kadar ulaştı da orada güneşin sanki siyah bir çamura
batıyormuşçasına okyanusun suları içinde battığını gördü. Orada bir kavim buldu.
Rabbimiz buyurur ki: Ey Zülkarneyn! Onlara azap da edebilirsin, iyi muamele de
edebilirsin! dedik.
Yâni
ya bu zat bir peygamberdi Allah ona bu şekilde vahy etmişti, ya da o ülkeleri
fethettiği zaman Allah onun kalbine böyle bir ilham bırakmıştı. Onları
cezalandırmak ve onlara adâletle muamele etmek durumlarından birini seçme
hürriyetiyle karşı karşıyaydı tüm fatihler gibi.
Dilersen
hak etmişlerse onlara azap edersin. Yâni zevkin bilir, keyfin bilir, onlara
keyfine göre davran demek değildir elbette bu. Bunu Firavunlar yapar, Nemrutlar
yapar. Allah’la diyalog halinde olan bir müslüman yapabilir mi bunu?
Evet
görüyoruz ki o bu konuda serbest bırakılmıştı. Onları cezalandırmak yahut da
affetmek konusunda serbest bırakıldığı halde o onlara iyi davranmayı, âdil
davranmayı tercih ediyordu. Çünkü Allah’a inanıyordu. Çünkü bu zaferi kendisine
lütfeden Allah’ın farkındaydı. Çünkü sonunda Allah huzurunda hesaba çekileceğine
inanıyordu. Biliyor ve inanıyordu ki Allah deniyordu onu ona verdikleriyle.
Allah kendisine verdikleriyle deniyordu onu. Şu anda her birerimize
verdikleriyle bizi de denediği gibi.
Haydi
gidelim biz de batıya. Kimilerinin güneşi batmış, karanlıktalar, zifiri
karanlığın içindeler. Cehalet karanlıklarının, bilgisizlik zulmetlerinin içinde
bunalmışlar, ne yaptıklarını, ne yapacaklarını bi-lemedikleri için bocalayıp
duruyorlar. Kitap ve sünnetten haberdar ol-madıkları için, o karanlıkların
içinde cezayı hak edecek davranışlarda bulunuyorlar. Küfür, şirk ve isyanların
karanlıklarına gömülmüşler ce-henneme doğru gidiyorlar, ama nereye gittiklerinin
bile farkında değiller. Onların üzerlerine bir güneş doğduracak, dünyalarını
aydınlatacak, onları kulluğa sevk edecek seni bekliyorlar. Haydi var mısınız siz
de sizin dünyanızın Zülkarneyni olsanız. Güneşi kaybetmiş, nuru kaybetmiş, ışığı
kaybetmiş, karanlıkta el yordamıyla yol almaya çalışan yığınların imdadına
koşacak bugünün Zülkarneyn’leri nerede? Siz olmak istemez misiniz? Bir ev ki,
bir mahalle ki, bir yer ki, bir ülke ki, bir toplum ki eğer aydınlatıcılar,
uyarıcılar, tebliğciler kaybolmuşsa bize düşen onlara ışığı sunmak ve şöyle
demektir.
Gelin
işte yol budur, işte hidayet budur, eğer zulmeder, haksızlık yapar, kendinize
yazık ederseniz sizi ben cezalandırırım, ama yarın Allah’ın görülmemiş cezası
çok daha çetindir ki o sizi beklemektedir. Siz o cezaya doğru gidiyor, kendi
kendinize zulmediyorsunuz. Dilerseniz iman eder, Salih ameller işler cennete
gidersiniz, diler bu zulümlerinize devam eder kendinizi cehenneme götürürsünüz.
Haydi bunu yapmaya ne dersiniz? Güneşin battığı evlere gitmeye ne dersiniz?
Veya
bir zamanlar Dâvûd (a.s)'ı denemişti, Süleyman (a.s)'ı denemişti, Rasûlullah’ı
denemişti, Sahabeyi denemişti, Raşit Halîfeleri denemişti, saltanat döneminin
meliklerini denemişti, müslüman idarecileri denemişti. Dedelerimizi,
babalarımızı denemişti. Allah verdikleriyle ne yapacak? Diye tüm kullarını
denemektedir. Kendilerine verilenleri kendilerinden bilip kendi keyifleri
istikâmetinde mi kullanacaklar? Yoksa verilenleri Allah’tan bilip ona kulluk
istikâmetinde mi kullanacaklar diye Rabbimiz tüm kullarını denemektedir.
Allah’ın kendi-lerine verdiği malı nerede kullanacaklar? Parayı nerede
kullanacaklar? Güç ve kuvveti nerede kullanacaklar? Zekayı, aklı, bilgiyi nerede
kullanacaklar? Allah’ın kendilerine lütfettiği iktidarı nerede kullanacaklar?
Allah denemektedir.
Evet o isterse onlara zulmedebilirdi,
isterse onları sömürebilirdi, isterse onları haraca bağlayabilirdi, isterse
onları köleleştirip mallarını mülklerini cebine aktarabilirdi, isterse onları
bir kültür istilasına maruz bırakıp, hafıza kaybına uğratabilir veya
asimilasyona tabi tutabilirdi. İsterse onları ezip ömürlerinin sonuna kadar
vergiye bağlayabilirdi, isterse de erkeklerini öldürüp kadınlarını câriye olarak
alabilirdi. Şu andaki yeryüzü hâkimlerinin yaptıkları
gibi.
Ama gücünü kuvvetini, iktidarını
saltanatını Allah’tan bilen ve sahip olduğu her şeyin sahibi olarak Allah’ı
tanıyan ve ne yaparsa yapsın sonunda Allah’a hesap ödeyeceğinin farkında olan
Zülkar-neyn böyle yapmadı. Dilediği her şeyi yapabilecek bir konumda iken,
karşısındakiler onun hükmüne boyun bükmüşlerken o yine de seçimini Allah’tan
yana kullandı. Allah’ın seçimini seçim kabul edip onlara Allah’ın razı olduğu
davranıştan yana hareket etti. Bu noktada da sebepsiz hareket etmedi. Burada da
sebebe sarıldı ve azabı zalimlere, iyiliği ve affı da iman edip sâlih ameller
işleyenlere izafe ediverdi. Dedi ki bakın:
87,88. “Haksızlık yapana azap edeceğiz, sonra
Rab-bine döndürülür, onu görülmemiş bir azaba uğratır; ama inanıp yararlı iş
işleyene, mükafat olarak güzel şeyler vardır, ona buyruğumuzdan kolay olanı
söyleriz" dedi.”
Azap
zalimlerin hakkıdır. Kim zulmederse, kim kendisine çevresine ve Allah’a karşı
zulmederse yâni kim ki kendisine hak din
olan İslâm arz edildiği halde bu fırsatı tepip de illâ da küfür ve şirk üzerinde
kalmaya ısrarlı davranırsa işte ona azap edeceğim. İşte bu kişi zaten dünyada da
âhirette de azabı hak eden kişidir. Ama kim de iman eder ve bu imanını yaşamaya
çalışırsa hem dünyada, hem de âhirette en güzel bir hayat onu beklemektedir. Ona
zor ve ağır gelecek şeyleri değil kolay ve hoşuna gidecek şeyleri emredeceğiz
dedi.
Evet
diyor ki; ya Rabbi, elbette cezayı hak edenleri cezalandıracağım, mükâfatı, iyi
davranmayı hak edenleri de mükâfatlandıraca-ğım. Kim zulmederse, kendisine,
kendi âzâlarına, bedenine, eline, a-yağına, ağzına kulağına, çevresine ve
ailesine. Nasıl? İnanması gerekirken inanmaz, inancının gereği bir hayat
yaşaması gerekirken o hayatı yaşamaz, inancının gereği amel-i salih işlemesi
gerekirken yapmazsa ona azap edeceğim. Ama iman edenlere, imanlarının gereğini
yerine getirenlere, inançları kaynaklı bir hayat yaşayanlara da güzel bir
mükâfat vereceğim. İşte hayatı ilgilendiren bir yasadır bu.
Ne hoş bir ifade değil mi? Ne güzel bir
sebebe bağlanma örneği değil mi? Allah’ın yasalarını ne kadar da güzel biliyor
Zülkar-neyn değil mi? Elbette kendisi Allah’a teslim olmuş bir kişi tebaa-sından
da teslimiyet isteyecektir inandığı Allah’a. Kendisi Allah’a teslim olmuş kişi
elbette gücünü kuvvetini de Allah’a teslim edecektir. İktidarını Allah’a teslim
edecek, Allah’ın istediklerini isteyecek, Allah’ın yasakladıklarını
yasaklayacak, Allah’ın emrettiklerini emredecek, Allah’ın razı olduklarından
razı olacak ve Allah’ın gazap ettiklerinden de nefret edecektir.
İşte
Allah’a teslim olmuş bir hükümdar bir devlet başkanı örneği. Dâvûd (a.s) da
böyleydi Süleyman (a.s) da böyleydi ve Allah’ın Kerîm elçilerinin tamamı böyle
güçlerini iktidarlarını Allah’ın emrine teslim etmiş kimselerdi. Çünkü onlar o
güçlerinin kimin tarafından ve ne için kendilerine lütfedildiğinin
farkındaydılar.
Bakın dikkat ediyor musunuz elinde güç
ve kuvvet bulunan bu Allah eri, elindeki gücü ve devlet imkânını kullanmazlık
yapmıyor. Sebepleri çok iyi bildiğinden her sebebe sarılarak elindeki gücü ve
imkânı Allah yolunda son kuruşuna kadar harcamasını da biliyordu. Diyor ki bakın
zalimlere önce biz haddini bildiririz. Çünkü bu gücü bize Allah verdi. Allah’ın
verdiği bu gücü kullanarak Allah düşmanlarına elbette ilk hadlerini biz
bildiririz. Zalimler ilk defa karşılarında bizi bulurlar. Bizi bulacaklar.
Yeryüzünde adâletin ve Allah’a kulluğun ilk garantisi biz oluruz. Bizler
yeryüzünde güç ve kuvvet sahibi olduğumuz müddetçe, Allah bize bu imkânı
lütfettiği müddetçe, bizler iktidarda olduğumuz müddetçe adâletin savunucusu,
dinin müdafii, imanın ve İslâm’ın askeri olmaya devam etmek zorundayız.
Evet
kim zulmeder ve zalimlik yaparsa onları biz cezalandı-rırız. Ama kim de Allah’a
Allah’ın istediği biçimde iman eder ve sâlih ameller işlerse onlar için de iyi
davranırız. Zaten onlar için dünyada da, ukba’da da haseneler vardır
diyordu.
Evet işte böyle müslümanın egemen
olduğu toplumlarda zalimler cezalandırılır, âdiller mükâfatlandırılır. Ama
zalimlerin, kâfirlerin egemen oldukları toplumlarda da âdiller, mü’minler
cezalandırılırlarken, zalimler mükâfatlandırılmaktadır. Bu değişmeyen bir
yasadır. Zalimler zalimlere sahip çıkarken, âdiller de âdillerden yana
olacaklardır. Artık bu mânâda şu anda içinde bulunduğunuz toplumun
yöneticilerinin âdillerden mi yoksa zalimlerden mi olduklarını siz düşünün. Bu
toplumda müslümanlar mı cezalandırılıyor, yoksa zalimler mi onu siz
düşünün.
Evet
Zülkarneyn batıya gitmiş, biz de gidelim. Peki doğuya gitmeyelim mi? Haydi bir
de doğuya gidelim. Güneş öyle net doğuyor ki, öyle ayan beyan ki önünde hiçbir
engel yok. Hakikatler o kadar apaçık gözler önünde ki, insanlar çok net ve açık
o hakikatlerle baş başalar, yüz yüzeler. Ama üzerlerinde hiçbir şey yok.
Beyinlerinde hiçbir şey yok, fikir çıplakları insanlar. O kadar düşünce
fakirleri ki, si-zin götüreceğiniz her şeye muhtaçlar. Bilgi olarak, basiret
olarak, an-layış olarak sadece sizin götüreceklerinize bakıp duruyorlar. Biz ne
biliyoruz ki? Bizim bilgimiz ne ki? Filan demeyin sakın, inanın en az
bileninizin bile bildiğiniz en küçük bir bilgi kırıntısına bile ihtiyaçları var.
Haydi öyleyse ne duruyoruz? Niye gitmiyoruz onlara? Şu şehrin doğusundaki
mahallelere, evlere gitmek için acele edelim. Bizi cennete götürecek bu ameli
aman ihmal etmeyelim.
Kimileri
Zülkarney’i uzayda filan düşünmeye çalışmışlar. O zaman bana ne uzaydaki bir
olaydan? Halbuki Allah benim dünyamı ilgilendiren konuları anlatıyor. Ben bu
olayı benim dünyamda bilmek ve bana örnek olarak anlamadıktan sonra ne kıymeti
olacak da bunun? Bakın Allah anlatıyor;
89,90. “Sonra yeni bir yol tuttu. Sonunda
güneşin doğduğu yere ulaşınca, güneşi, kendilerine elbise, bina gibi şeylerle
örtmediğimiz bir millet üzerine doğuyor buldu.”
Sonra
bir başka sebebe daha sarıldı. Bir iş bitince elbette bir başkasına yönelecekti.
Bugün de oralarda fetihler gerçekleştirecekti Allah adına. Çünkü bu gücü, bu
imkânı, bu bilgiyi Allah vermişti ona. Ve Allah verdiği bu imkânla deniyordu
hayatının sonuna kadar onu. Bir sebebe daha sarılıp bu defa da doğuya doğru
yürüdü. Ve güneşin doğduğu yere kadar gitti. Yeryüzünde güneşin arada bir engel
olmaksızın doğduğu doğunun da doğusuna gitti.
İşte
Afrika’nın doğu kıyıları veya Asya’nın uzak doğu bölümleri. Gitti ve nihâyet
güneşin doğduğu yere kadar ulaşınca orada güneşi öyle bir kavim üzerine doğuyor
buldu ki hiç onlara güneşin berisinde bir siper yapmamıştı Rabbimiz. Binaları
yok, gölgelikleri yok, çadırları yok, ağaçlıkları yok belki elbiseleri de yok,
böyle güneş direkt olarak doğuyordu onların üzerlerine. Belki de bir çöl
ortamında yaşayan insanların ülkesine gitti.
Evet
diğer fırsatları değerlendirmek istedi. Kendisine sunulan başka imkânlardan
faydalanmak istedi. Ya da görevini bir başka alanda icra etmek istedi. Sonra
güneşin doğduğu yere vardı. Güneşin doğduğunu gördüğü yere vardı. Güneşle
doğrudan ilgiliydiler. Güneşle aralarında engel yoktu. Güneş onların üzerlerine
doğuyordu. Güneşle iç içe bir hayat yaşıyorlardı.
Yâni
böyle uzak dememiş, yakın dememiş, zor dememiş zahmet dememiş ulaşabildiği her
yer ve ülke insanına Allah dinini ve hâ-kimiyetini ulaştırma çabası içine
girmiş. Her sebebi, her fırsatı değer-lendirmeye çalışmış Allah için. Peki
neymiş, nasıl mış bu toplumun durumu? Neydi
bu toplum? Kimdi bu doğudakiler? Güneşin doğduğu yerde miydi bunlar? Ya da
güneşin doğrudan üzerlerine doğduğu kimseler miydi? Evleri, barkları,
elbiseleri, barınakları yok muydu? Ya da bunlar güneşi daha iyi anlayan kimseler
miydi? Yâni Allah’ın âyet-lerini anlamaya, Allah’ın âyetleriyle ilgi kurmalarına
engelin olmadığı bir toplum muydu? Ayakkabıları olmayan, ayakları güneşle direk
te-mas halinde olan çocuklar mı? Üzerlerinde elbiseleri bile olmayan garibanlar
mı? Yoksa evsizler, barksızlar, evleri olmadığı için, dışarı-da yatıp
kalktıkları için güneş doğunca direk üzerlerine doğanlar mı yoksa bunlar?
Peki
şimdi var mı sizin şehirde de böyle insanlar, garibanlar, aç ve açıkta
yaşayanlar? Gitmezseniz şehrin doğusuna, batısına nereden göreceksiniz de
onları? Giderseniz hattâ üzerlerine hiç güneş doğmayan nice köleleri
göreceksiniz. Yâni bizim ülke ve içindekiler veya bizim şehir ve içindekiler
anlatılıyor sanki. Evsiz insanlar. Köprü altı çocukları. Ana baba gibi sıcak bir
yuvayla, eş dost gibi sıcak bir ortamla tanışamamış, sıcaklığa hasret büyümüş
insanlar.
91. “İşte bunun gibi, onun yaptıklarının
hepsini baştan başa biliyorduk.”
İşte
böyle. Onun yaptıklarını baştan sona biliyorduk biz diyor Rabbimiz. Onu Allah
kuşatıyordu. Yaptıklarını yaptıran, hedeflerine ulaştıran, sarıldığı sebeplerin
tümünü ona gösteren ve kolay kılan Allah’tı. Onun her bir haline Allah muttali
idi. Allah gözetiminde yapıyordu o bütün bunları. Onun halinden Allah’a gizli
kalacak hiç bir şey yoktu. Allah veriyordu ona bütün bu imkânları.
Evet,
Allah yeryüzünde Zülkarneyn’e hikmeti gereği ve onu onlarla denemek için pek çok
şey nasip etmiş, ama bu gördüğü in-sanlara hiçbir şey vermemişti. Hattâ
kendilerini güneşten koruyacak bir örtü vasıtası bile vermemişti. İşte Allah’ın
kendilerine bolca servetler verip her şeye sahip kıldıkları ve işte Allah’ın
kendilerine hiçbir şey vermedikleri. Allah kimilerine bolca vererek, kimilerini
de her şeyden mahrum bırakarak imtihan eder.
Koskoca
yeryüzü bir imtihan salonu ve yeryüzündeki tüm insanlar da bu imtihan salonunda
imtihan edilmektedirler. Ama bakıyoruz ki yeryüzünde herkesin sorusu farklıdır.
İşte Allah’ın vererek kendisini imtihan ettiği Zülkarneyn Allah’ın vermeyerek
imtihana tabi tuttuğu bu kullarını görünce onun kalbinden elbette bir takım
duygular geçmişti. İşte buradaki Allah onun her halini ihata etmişti âyetinin
mânâsını böylece de anlamaya çalışıyoruz.
Güçlü
birinin zayıf birisi karşısında kalbinden ne geçirdiğini Allah bilmektedir. Ona
karşı gücüyle gurur mu duymaktadır? Yoksa bu gücü ben kendim bulmadım, bunu bana
veren Allah’tır, beni bununla öbürünü de onunla imtihan eden Rabbimdir diyerek
bunun bir imtihan sebebi olduğunu mu düşünecek? Bunu bana veren ve beni bununla
imtihan eden, öbürünü de onunla imtihan eden Rabbimdir mi diyecek? Zengin birisi
fakir karşısında ne yapacak? Ne düşünecek? Ve nasıl bir tavır takınacak? Bunu
Allah bilmektedir.
92,93 “Sonra yine bir yol tuttu. Sonunda, iki
dağın arasına varınca, orada nerdeyse hiç laf anlamayan bir millete
rastladı.”
Sonra
bir sebebe daha tutunarak kuzeye ya da güneye doğru gitti. Artık Konya’nın
güneyi kuzeyi mi? Araplar, bin konutlar tarafına mı? Aydınlık taraflarına mı?
Yoksa Adana Antalya taraflarına mı? Bir yol tutup güneye yahut kuzeye doğru
gitti. Nihâyet iki seddin arasına, iki dağın arasına vardığında. Sed; iki şeyin
arasına engel olan perde olan şeye sed denir. Dağa da sed denir. Bazıları bunu
"süd" okumuşlar bazıları da "sed" okumuşlar. Birisi gözle görülen, ötekisi de
gözle görülmeyen engel anlamına gelmektedir. Benim anladığım o ki; burada
kastedilen iki
dağ değil, iki set, iki engeldir. Çünkü kitabımızda dağ ifadesi var, set ifadesi
de var. Bakın Yâsîn sûresinin dokuzunca âyetinde şöyle
buyurulur:
“Önlerine ve arkalarına set çekmişizdir.
Gözlerini perdelediğimizden artık göremezler.”
(Yâsîn 9)
Evet
onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çektik, gözlerini de perdeledik
ki artık görmüyorlar, görmezler diyor Rabbimiz. Yâni bu tavırlarından ötürü
onları kuşatmışız da artık baksalar da gö-remiyorlar. Allah’ın kitabına karşı
böyle nötr bir tavır almış insanların bir şey görmeleri ne mümkündür? Allah’a
imanın güvencesinde olmayan, kitabın emanı ile bir hayat yaşamaya yanaşmayan bu
insanlara bir cezadır bu. Allah’ın
vahyi, Allah’ın kitabı kendilerine ulaştırılıp ta onu duyan, onu anlayan
insanlar ona teslimiyet göstermeyince el-bette fıtratları bozulmuş insanlar
haline geleceklerdir. Artık onların önlerinde önlerini görmelerine engel setler
oluşacak, arkalarında geç-miştekilerin başlarına gelenlerden ibret almalarını
engelleyecek setler oluşacaktır.
Demek
öyle bir insan grubu varmış ki bunlar, Allah’ı dinlemeyenler, Allah ne derse
desin ben bildiğim gibi yaşarım diyenler var ya, işte onların önlerinde ve
arkalarında birer set vardır. Onların gözleri kapalıdır, görmüyorlar,
göremiyorlar, görmek istemiyorlar. Ne geçmişlerine bakabiliyorlar, ne kulluk
endişesiyle geleceği programlayabiliyorlar. Bakın bu âyette de set kelimesi
geçmektedir.
Demek
ki insanlar setler arasındadırlar, engeller arasındadırlar. İşte burada da set
arasına, setler arasına sıkışıp kalmış bir kavim vardır ki, o setler sebebiyle
hakka, hidâyete ulaşamıyorlar, ya da o setlerden gelebilecek tehlikelere karşı
korunmasız durumdalar. Ezilmişler, kahredilmişler, soykırıma uğratılmışlar, her
şeylerini kaybetmişler de neredeyse meramlarını bile anlatmaktan âciz bir konuma
düşürülmüşlerdi. Veya harf devrimine maruz kalmışlar, dillerini bile kaybetme
durumuna düşürülmüşlerdi. Cesaretleri kalmamıştı konu-şup dertlerini gündeme
getirmeye.
Evet
sonra Allah’ın kendisine tanıdığı bir fırsatı daha kullandı. İmtihan
pozisyonunda olduğunu unutmadan bir imkânını daha kulluğa kullanmaya koyuldu.
Zülkarney (a.s) Allah’ın verdiği fırsatların nasıl değerlendirileceği konusunda
bize yol göstermeye devam ediyor. İşte karşısına bir fırsat daha çıktı ve
yürüdü. Hattâ iki set arasına kadar geldi. Oraya
vardığı zaman neredeyse söz anlamayan bir toplum buldu. Neredeyse meramlarını
bile anlatamayacak mahcubiyet içinde bir kavim buldu orada. Söz anlamayacak,
yahut söz anlatamayacak bir toplum.
Bizim
şehrin, bizim ülkenin doğusunda batısında nice böyle insanlar var değil mi?
Hattâ belki bizim evin içindekiler de böyle değil mi? Söz anlamayacak, söz
anlatamayacak kadar nice cahil, nice İs-lâm’dan, Allah’tan, kulluktan habersiz
insan var değil mi?
Meselâ
bizim evdekiler, sizin evdekiler, Bakarayı soracaklar ama bilmiyorlar. Âl-i
İmrân’ı soracaklar ama ne soracaklarını bile bil-miyorlar. Bu sûrelerin adından
bile haberleri yok garibanların. Biz du-yurmadık çünkü onlara bunu. Akşam eve
giderken koltuğumuzun al-tında iki âyet iki hadis götürmedik onlara. Dükkanı
taşıdık evlerimize. Kendimizin dükkana tezgaha köleliğimiz yetmiyormuş gibi
akşam bir de çocuklarımıza onu taşıyarak onları da köle etmenin mücâdelesini
verdik. Biz anlatmadığımız için de, biz bildirmediğimiz için de onlar
bilmiyorlar. Ne soracaklarını, ne isteyeceklerini bile
bilmiyorlar.
Evet böyle konuşamayacak kadar âciz bir
toplum buldu orada. Ama biraz sonra göreceğiz ki bu söz söylemekten bile âciz
insanlar kendilerine hak anlatıldıktan sonra, İslâm’la tanıştıktan sonra bülbül
kesilecekler. Sarraflarını bulduktan sonra, ehlini bulduktan sonra hemen
kendilerinden beklenen değişimi gösterecek cevheri içlerinde bulunduran
kimselerdi bunlar. Zülkarneyn onlarla konuştu. Onların dirilişine sebep olacak
İslâm’la tanıştırdı onları. Onlara hakkı duyurdu da; onlar hemen anlar oldular,
konuşur oldular. Dostlarını düşmanlarını seçer oldular. Bakın dirildikten sonra
ona dediler ki:
94. “Dediler ki: Zülkarneyn! Doğrusu Ye'cuc ve
Me'cüc bu ülke de bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasına bir sed yapman
için sana bir vergi verelim mi?”
Ey
Zülkarneyn! Biz inandık Rabbimize! Biz teslim olduk onun emirlerine. Ama bizim
imanlarımızı tehdit eden, bizim Allah’a kulluğumuzu engelleyen Ye’cuc ve Me'cüc
isimli iki toplum var. Onlar boz-gunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasında
bir set yapman için sa-na bir vergi verelim mi? Bu iş karşılığında sana haraç
versek de bizi onlardan kurtarsan dediler. Yâni kendi aralarında mal toplayıp
bunu Zülkarneyn’e vermek istediler sed yapsın diye.
Evet
diyorlar ki; ey Zülkarneyn şu seddin ötesindeki toplum var ya, şu bizim
karşımızda yer almış olanlar var ya, gerçekten bu adamlar yeryüzünde bozgunculuk
sevdasındadırlar. Bizim hayatımızı, bizim inancımızı, bizim itikadımızı
bozuyorlar. İfsât ehlidir bunlar. Ne dersin ey Zülkarneyn, sen onlarla bizim
aramızda bir set yapsan da bunun karşılığında biz sana bir haraç ödesek. Biz tüm
imkânlarımızı sana sunsak da sen bu bir engel yapsan ki, onlar bunu asla
aşaasalar, geçemeseler.
Bu
insanlar düzen bozuyorlar. Çocuklarımızın eğitimini bozmalarından, ekonomik
düzenimizi bozmalarından, kılık kıyafet düzenimizi bozmalarından, bireysel ve
toplumsal hayatımızı ifsât etmelerinden, ürünlerimizi fesâda vermelerinden,
hukukumuzu felç etmelerinden, her şeyimizi tarumar etmelerinden korkuyoruz.
Çünkü onlar kendilerini bize karar mercii olarak lanse ediyorlar. Yasa
belirleyici olarak takdim ediyorlar. Egemen biziz diyorlar. Hayatı biz
düzenleriz diyorlar. Ne yaparlarsa öylece dinlemek zorunda olduğumuzu kabule
zorluyorlar. Onların istediği gibi giyinmemizi soyunmamızı, onların istediği
gibi yiyip içmemizi, onların istediği gibi yaşamamızı istiyorlar. Oysa biz,
onların dışında bir veli, onlardan başka bir karar mercii is-tiyoruz. Ey
Zülkarneyn, ne olur, bize düşen neyse yapalım, paraysa para, malsa mal getirelim
de, sen onlarla bizim aramıza bir set yapıver diyorlar.
Hocam, ben okumayı bilmem, sen benim yerime biraz okur musun diyenler de
mi aynı ki? Hacı efendi, şu parayı alsan da benim geçmişlerime bir Yâsîn
okuyuversen de onlarla cehennem arasına bir set çekiversen diyenler de mi aynı?
Tıpkı ben yemek yemeyi bilmem, sen bir zahmet yiyiver de ben doyayım demek gibi
garip bir şey değil midir bu? Yâni insanlardan kimileri kendi yapacaklarını bir
başkalarına yüklemeden yana oluyorlar. Bilmiyor zavallılar ne yapsınlar? Din
diye birilerinden yıllarca bunu öğrendiler adamlar. Güzel güzel, kırıp dökmeden
anlatsak inşallah anlayacaklar. Hırpalamayalım böyle garibanları. Zaten setlerin
arasında, set sahiplerinin arasında sıkışmış kalmış garibanlar, bari bizim
yanımızda rahat konuşsunlar. Öyle çok setler, set sahipleri, Ye’cûc’ler var ki.
Ekonomik dünyanın Ye’cûc’leri, sosyal hayatın Ye’cûc’leri, siyasal hayatın
Ye’cûc’leri, din sınıfının Ye’cûc’leri var. Her bir alandan gelen baskılarla
garibanlar ne yapacaklarını şaşırmışlar. Gelin onları biraz dinlemeye sabır
gösterelim.
Ne
yapıyormuş Ye’cûc ve Me’cûc? Yeryüzünde fesât çıkarıyormuş. Peki nedir fesât?
Nedir ifsât? Yâni düzen
bozmak ne demektir? Düzen ne demektir? Bu konuyu tek cümleyle özetlersek:
Allah’ın düzen dediği şey düzendir, düzensizlik dediği de düzensizliktir. Düzen,
ya da düzensizlik, fesat, ya da sulh, ifsat, ya da ıslah bunlardan biri
mü'minin tavrı, diğeri de kâfir ve münafığın tavrıdır. Veya değişik söyleyelim:
Bunlardan biri imanın sonucu, diğeri de küfrün sonucudur. İnancın gereği olan
amel amel-i salihtir. İmansızlığın gereği olan amel de amel-i gayri
salihtir.
Fesat; ıslahtan sonra yapılan şeydir.
Yâni fesat bozmadır, dü-zeni bozmak demektir. Allah: Ben arzı ve ondakileri
düzenledikten sonra sakın onu bozmayın diyor. Allah, düzenlediği arzda bir
vakte kadar bizim oturmamızı istemiş ve onun ıslahı ve fesadından bizi so-rumlu
tutmuştur. Cenab-ı Hak da Hz. Adem Aleyhisselâm’dan bu ya-na bu dünyada bir
düzen koymuş ve bundan bizi haberdar etmiştir. Kan dökmeyin! Adam öldürmeyin!
Zina etmeyin! Küfretmeyin! Mü-nâfıklık etmeyin! Namaz kılın! Oruç tutun! Bana
kul olun! Beni dinleyin! Benim emirlerimi yerine getirip, yasaklarımdan
sakınarak koyduğum düzeni koruyun, bozmayın buyurmuştur. Evet ifsat, bozmak
de-mek; yeryüzünde Allah’ın koyduğu bu düzenini bozmak demektir. Allah’ın
isteklerinin dışına çıkmak, Allah’ın istediklerinden farklı yaşa-mak demektir ki
bu kâfir ve münâfıkların işidir. Bir de Ye’cuc ve Me’-cuc’un işiymiş. Bu Ye'cuc
ve Me'cüc konusun Buhârî ve Müslimde anlatılan bir hadis var. O hadiste
anlatılır bunlar Adem’in soyundandırlar. İşte bunların şerlerinden bizi
koruyacak bir sed yapman için sana para yardımında bulunalım derler. Onların bu
teklifleri karşısında Zülkarneyn der ki:
95,96. “Rabbimin bana verdikleri sizinkinden
daha iyidir. Bana gücünüzle yardım edin de sizinle onların arasına bir sed
yapayım. Bana demir kütleleri getirin" dedi. Bunlar iki dağın arasını
doldurunca: "Körükleyin" dedi. Demir kor haline gelince; "Bana erimiş bakır
getirin de üzerine dökeyim" dedi.”
Rabbimin
bana verdikleri sizin bana vereceklerinizden daha hayırlıdır. Ben bu yapacağım
işi Allah adına yapıyorum. Binaen aleyh sizin paralarınıza ve maddî
yardımlarınıza da ihtiyacım yoktur. Allah zaten bunun için beni yeryüzünde hâkim
konuma getirdi. Ben sizin bu konuda paranızı pulunuzu istemiyorum, ben
yapacağımı kendi gücüm nispetinde yapmakla mükellefim. Yâni Zülkarneyn
(a.s) diyor ki; sizin hayatınızı ipotek etmem gerekmiyor bu iş için benim. Haraç
vermeniz germiyor bana. Ancak
eğer yardım edecekseniz o zaman bizzat sizler de benim bu sorumluluğumu
üstlenmek zorundasınız. Sizler de eğer benim dâvâma sahip çıkar, onun
sorumluluğunu omuzlamayı kabul ederseniz işte o zaman bana en büyük desteği
yapmış olursunuz.
Bakıyoruz bu güz bize de aynı şeyleri
söylüyorlar. Hocam biz para verelim, sen çalışıver. Biz paralarımızla seni
destekleyelim, sen de şu bizi tehdit eden küfrün karşısında duruver. Küfrün
karşısına bir sed çekiver. Âyet mi anlatacaksın, hadis mi duyuracaksın, mücâdele
mi edeceksin, hapse mi gireceksin? Bunu sen yapıver diyorlar. Bizim programımız
bozulmasın. Biz rahat dükkanlarımızda para kazanmaya, rahat plajlarımıza
gitmeye, rahat pikniklerimizi yapmaya devam edelim. Bizim huzurumuz kaçmasın,
sen git çalış diyorlar. Ben de ay-nen Zülkarneyn efendimin dediğini diyorum bu
insanlara. Ben para pul istemiyorum. Eğer bana yardım etmek istiyorsanız benim
sorumluluğumu siz de omuzlarsanız, benim derdimi siz de dert bilirseniz o zaman
haydi buyurun Allah kullarına din anlatmaya ve uygulamaya.
Evet Zülkarneyn onlara dedi ki benim
yardıma ihtiyacım yoktur. Ben sizden bu konuda haraç da istemiyorum. Ancak iş
gücünüzle bana yardım ederseniz, benim dâvâmı siz de omuzlarsanız sizinle onlar
arasına bir sed yaparım. Ne hoş bir ifade değil mi? Şu anda yeryüzündeki egemen
güçlerin ellerine böyle bir fırsat geçtiği zaman neler yapacaklarını bir
düşünün.
Meselâ
dün körfezde birilerini kurtarma amacıyla geldiklerini iddia edenlerin ne
yaptıklarını gördünüz. Güya yardım ettik dedikleri ülkelerin tüm servetlerinin
yüzde ellisine el koyup geçip gittiler. Ömürlerinin sonuna kadar bellerini
doğrultamayacak hale koyup gittiler o zavallıları. Yüzde ellisini kendileri
aldılar yüz de yirmisini de o bölgede kendilerine yardım eden dostlarına ve
kendilerine itaat eden yöneticilere dağıttılar. Tam bir soygun, tam bir sömürü
ve zulüm sergilediler.
Evvelki
gün Amerika’ya giden Hıristiyanların oradaki yerli kızıl derililere yaptıkları
da bunun aynısıydı. Dün Avrupalıların Afrika’dan milyonlarca insanı katlederek
köleleştirmeleri de aynı senâryoydu.
Evet
zalimlerin ellerine imkân geçti mi böyle yaparlar. Onların dertleri sömürmek ve
kan emmektir başka onlardan beklenen bir şey yoktur. Ama elhamdülillah ki bu
zalim egemen güçler yavaş yavaş güçlerini kaybetmeye başladılar. Dünyanın her
bir yanındaki bu savaşlar da bundandır zaten. Müs’taz’aflar yavaş yavaş ayağa
kalkıp silahlanmaya başladılar elhamdülillah. Müslümanlar son zamanlarda böyle
bir diriliş sürecine girmeselerdi savaşa da gerek kalmadan durumu idare
ediyorlardı ama şimdi durum değişince savaş kaçınılmaz hale gelmeye
başladı.
Evet diyor ki Zülkarneyn benim sizin
paranıza pulunuza ihtiyacım yok, Rabbimin bana verdikleri sizin
vereceklerinizden daha hayırlıdır. Ben bu yapacağımı Rabbim için yapıyorum,
Rabbimin rızasını kazanma adına yapıyorum. Eğer bu yeryüzüne müslümanlar hâkim
olsaydı bu insanlık bunun çok örneklerini görecekti ama heyhat ki şu anda dünya
siyasetinde gayri müslimler olduğu için bunu görmek mümkün
değildir.
Ve hemen Zülkarneyn işe koyuldu. Bana
demir kütleleri getirin dedi. İki dağın arasını demir kütleleriyle doldurunca da
körükleri çalıştırın dedi. Körükle demir kor haline gelince de bana erimiş bakır
getirin ki onu bu demir kütlelerinin üzerine dökeyim dedi.
97. “Artık Ye'cuc ve Me'cüc onu ne aşabildiler
ve ne de delip geçebildiler.”
Öyle
bir sed yapıyor ki Ye'cuc ve Me'cüc’e karşı herkesi âciz bırakacak bir seddi bu.
Demir kütleleri var onları eritiyor sonra da daha sağlam olsun diye bugünün
tekniğini bile şaşırtacak biçimde onun üzerine erimiş bakır döküyor. Kütleleri
demir, harcı da bakır eriiği bir sed. Artık bu Ye'cuc ve Me'cüc onu ne
aşabildiler ne de ondan bir delik delebildiler. Artık
orada düzen bozanlar düzen bozmaya imkân bulamıyorlardı. Uğraşacaklar,
didinecekler ama artık Zülkarneyn (a.s)’ın seddini aşmaya imkân
bulamayacaklardı. Yâni artık bu insan-ların düzenini bozamayacaklardı.
Peki
siz de sizin dininizi, sizin düzeninizi bozmaya yeltenenlere karşı
peygamberinizin yanına gitseniz ve böyle bir teklifte bulunsanız olmaz mı? Ey
Allah’ın Resûlü, şu bizim hayatımızı ifsât edenlere karşı bir set yapıversen de
bu adamlar bizim düzenimizi bozmasınlar deseniz, peygamber efendimiz de demirle
mi, bakırla mı, yoksa Kur’-an’la mı, sünnetle mi, âyetle mi, hadisle mi, sizi
müslümanlığınızın gereği bir hayata çağırmakla mı, yoksa sizin düşmanlarınızı
size tanıtarak mı? Bir set yapsa nasıl olur? Siz gidip Buhâri’ye, Müslim’e
müracaat etseniz güzel olmaz mı? Peygamberinizin düzenlediği bir ekonomik
anlayışla birilerinin ürünlerinin önüne bir set çekiverseniz, istemiyorum bundan
böyle kola içmeyi deyiverseniz onun işini bitirmiş olmaz mısınız? İstemiyorum bu
şeytan vahiylerini dinlemeyi, deyip Rabbinizin kitabını dinlemeye yöneliverseniz
o düşmanın işini bitirmiş olmaz mısınız? İstemiyorum dinimi dinamitleyen bu
gazeteleri okumayı. İstemiyorum bu medya Ye’cûc’lerinden bilgilenmeyi.
İstemi-yorum bu moda tanrılarının, bu moda Ye’cûc’lerinin istedikleri
kıyafetleri giymeyi diyerek onlarla kendi arana bir set çekiversen işlerini
bi-tirmiş olmaz mısın o düşmanların?
Ne
onu aşabilecekler, ne de delmeye güç yetirebilecekler. Peki nedir bu set? Nasıl
bir şeydir bu set? Öncekilere akıl erdirdik de bir tek bu kalmışsa, ne’liği
üzerinde söz edelim. Sûrenin önceki bölümleri bize demedi mi, bırakın akıl
erdirmeyi de teslim olun diye?
Peki
acaba bu set nerededir? Bu set; düzen bozanlarla, düzenleri bozulanların
arasındadır. Kur’an bize böyle anlatıyor, başkasına ne gerek var? Nerede olduğu
denmiyor bakın. Anlıyoruz ki fiziksel olarak böyle bir set var, ama ben onun
nerede olduğunu bilmiyorum. Tıpkı Musa Hızır kıssasının nerede geçtiğini, mağara
ashabının nerede yaşadığını bilmediğim gibi.
Öyleyse
bu set, bizim kafa düzenimizi, aile düzenimizi, hukuk düzenimizi, ekonomik
düzenimizi, hayat düzenimizi bozanlarla bizim aramızda olan bir settir. Ve biz
böyle düzen bozucular karşısında, müfsitler karşısında mutlaka peygambere
koşmak, peygambere mü-racaat etmek zorundayız. Peygamber rehberliğinde bir çare
bulmak ve uygulamak zorundayız.
Zülkarneyn’e
dedi ki:
98. “Zülkarneyn: "İşte bu, Rabbimin bir
rahmetidir. Rabbimin tayin ettiği zaman gelince onu yerle bir eder; Rabbimin
verdiği söz gerçektir" dedi.”
İşte
bu benden değil Rabbimdendir. Bu Rabbimin rahmetidir. Müslüman yaptığı her işin
sonunda, başardığı her eserin sonunda bunu demelidir. İşte bu Rabbimin yardımı
ve rahmetiyle olmuştur. Bunu ben yaptım! Bunu ben becerdim! Bu benim ürünüm
dememeli, böyle demelidir. Bu Rabbimin rahmetidir ve de bu sonsuza kadar da
sürecek değildir. Bu Allah’ın dilediği zamânâ kadar sağlam kalacak Rabbimin
vaadi geldiği zaman param parça olacaktır. Rabbimin vaadi geldiği zaman
ifadesinin iki anlamı vardır. Birincisi bu duvarın bu yapının miadı dolduğu
zaman demektir. İkinci bir mânâsı da kıyâmet geldiği zaman demektir. Kıyâmet
geldiği zaman her şeyin yok edileceği gibi bu da yok edilecektir
diyor.
Bunu kıyâmet alâmetlerinden sayanlar
olmuş. Öyle bir zaman gelecek ki tıpkı barajların sedlerinin yıkılıp da muhteşem
suların akması gibi bu sed de yıkılacak ve bu Ye'cuc ve Me'cüc yeryüzüne
da-ğılacaktır deniyor. Ama bu inşallah bizi üzmeyecek zaten kıyâmetle birlikte
yeryüzünde bizim hayatımız da bitecektir. Bu hususu da Rab-bimiz kıssanın son
bölümünde şöyle anlatır:
99. “Biz o gün onları bırakırız, dalgalar
halinde birbirlerine girerler. Sur'a üflenince hepsini bir araya
toplarız.”
Evet Kehf sûresinde anlatılan son kıssa
da burada son buluyor. Rabbimiz ehl-i kitap bilginlerinin Resûl-i Ekreme
sormaları öğütledikleri Zülkarneyn kıssasını da yine öteki kıssalar gibi hem
ehl-i kitaba, hem de Mekkeli müşriklere bir cevap olarak anlatıverdi. Yâni ey
ehl-i kitap ve ey müşrikler! Sizin şöhretini duyduğunuz ve Peygamberime
sorduğunuz bu Zülkarneyn sizler gibi sadece dünyalık peşinde koşan, dünyayı
kıble edinmiş, kendini üstün gören, insanları ezmek ve sömürmek peşinde olan bir
fatih değildi. Aksine o şu anda sizin karşınızda duran Allah elçisi ve ona iman
eden sahabesi gibi tüm gücünü ve varlığını Allah’tan bilen ve hayatını Allah
adına yaşayan bir muvahhid idi. O sizin gibi elindekilerin kulu kölesi olan,
elindekilere güvenerek Rabbini unutan birisi değildi buyurarak hem onun yolunun
yolcularına bir destek hem de düşmanlarına karşı bir tehdit unsuru oluşturmak
üzere kıssayı böylece ortaya koyuverdi Rabbimiz.
Evet bu kıssa ile anladık ki bizler de
esbap âlemi çerçevesinde yâni sebeplere sarılarak, sebeplerini işleyerek
Allah’ın dinini yeryüzü insanlığına anlatmakla ve bu dini yaşamak ve yaşatmakla
mükellefiz. Çünkü Rabbimiz yeryüzünde böyle bir yasa koymuştur. Allah’ın
yasalarına göre hareket etmekle mükellefiz. Bu sebeplerin ötesinde harikulade
bir şeyler beklemek zorunda değiliz. Biz beklemek zorunda değiliz ama dilerse
Rabbimiz harikulade bir kısım olaylarla bize yardımda bulunabilir. Bu başkadır
ancak bizlerin mükellefiyeti esbap âlemi yasasına göredir. Biz müslümanlar
Allah’ın dinini yaşayıp hâkim kılabilmek için Allah’ın bize verdiği gücümüzü,
kuvvetimizi, imkânlarımızı ortaya koyarak çalışıp çabalamak zorundayız.
Zülkarney-n’in de tüm sebepleri kullandığını gördük. Kendisini gayelerine
ulaştıracak tüm esbaba tutunduğunu anladık.
Öyleyse
bizler de sebepleri ihmal etmemek zorundayız. Yâni evlenmeden çocuk talebinde
bulunmamalıyız. Her türlü hazırlıkları yapıp silahı elimize almadan zaferi
beklemeden yana olmamalıyız. Malımızı ve canımızı ortaya koymadan galibiyeti
beklememeliyiz. Şe-hadeti göze almadan cenneti ummamalıyız. Allah bize bunları
anlatıyor.
Bakın
bundan sonra, sûrenin sonunlarına doğru bir değerlendirme geliyor. Acaba bizler
bu kıssalarda neler anlamalıydık? Bizler kul olarak bu kıssalarda cennet ve
cehennemi anlamalıydık. Zaten bu kitap bunun için vardı. Bana Rabbimi tanıtmak,
bana beni tanıtmak için geliyordu bu kitap. Bana hayatı öğretmek için vardı bu
kitap benim dünyamda. Yaşadığım hayat bana ne kazandıracak? Sonunda ne
kazanacağım, ne kaybedeceğim? İşte Kur’an’ın varlık sebebi buydu. Beni cennet ve
cehennemle uyarsın diye gelmişti bu kitap. Bir gün gelecek, kıyamet kopacak ve
insanlar Rablerinin huzurunda toplanacak. İşte o gün;
100,101. “Gözleri bizim öğüdümüze karşı kapalı
olan ve öfkelerinden onu dinlemeye tahammül edemeyen kâfirlere o gün cehennemi
öyle bir gösteririz ki!”
Evet
kâfirlerin bunları dinlemeye bile tahammülleri yoktur. Bunları gündeme
getirmeyin de ne yaparsanız yapın diyorlardı. Kur’-an okumayın da ne okursanız
okuyun. Çünkü Kur’an okununca, Allah’ın bu tür âyetleri gündeme geldikçe
huzurları kaçıyordu. Çünkü gidecekleri yer gündeme geliyordu. Çünkü Kur’an
okununca bana göre sana göre diyemeyeceklerdi. Çünkü Kur’an okununca istedikleri
gibi yaşama imkânları kalmayacak yedikleri nanelere devam edemeyeceklerdi. Çünkü
Kur’an gündeme gelince, Allah’ın sistemi gündeme gelince bunun karşısında
duracak güçleri yoktu. Toplumda Allah ve peygamberi konuşulmaya başlandı mı
kendilerinin sözleri bitecekti. Kendi sistemleri çöpe atılacaktı. Bunu çok iyi
bildikleri için kâfirlerin Kur’an’ın gündeme gelmesine asla tahammülleri yoktur.
Onun için sürekli gündem değiştiriyorlar. İnsanların gündemlerini
değiştiriyorlar. Bakın adamların programlarının gündemlerine. Hiç Allah var mı?
Din var mı? Kitap var mı? Peygamber, âhiret, hesap, kitap, diriliş, cennet,
cehennem var mı?
Zikre
gözleri kapalı olanlar, Kur’an’a gözleri kapalı olanlar, Allah’ın tek Rab ve
İlâh oluşuna kalpleri kapalı olanlar var ya işte cehenneme arz olunacak olanlar
onlardır. Dinlemiyorlardı onlar, dinlemeye güçleri yetmiyordu. Kur’an’ı
dinlemeye eyvallah etmiyorlardı. Kulaklarını tıkıyorlar, elbiselerine
bürünüyorlar, çevreleriyle bürünüyorlar, Kur’an’ı duymamak için parmaklarıyla
kulaklarını tıkamaya ça-lışıyorlardı. Kendileri duymaya, dinlemeye tahammül
edemedikleri gibi, başkalarının dinlemesini de engellemeye çalışıyorlardı.
Allah’ın zikrinden perdelenmeye çalışıyorlar, gözlerine perde çekmeye
çalışıyorlardı.
Halbuki
Allah tüm âlemler için zikir, program, gündem olarak göndermişti. İnsan zaman ve
mekânın kesiştiği noktada Allah’ı, Allah’ın istediklerini bu kitapla
hatırlayacaktı. Ben burada, bu zaman ve mekânda Allah’a karşı ne yapmalıyım?
Allah benden ne ister? Sorusunun cevabını bu kitapla öğrenecekti. Ama kâfirler
bu kitaptan perdeli oldular. Allah’ı da, Allah’ın kendilerinden istediği
programı da bi-lemediler. Çünkü o kadar yoğundular ki, o kadar müstağniydiler ki
o-nu dinlemeye zaman bulamadılar.
Evet
o gün cehennem insanlara, ona sa’y edenlere, onu hak edenlere arz olunur. Sanki
denir ki onlara; hayrola neydi sizin derdiniz? Bunu mu istiyordunuz? Bundan mı
kaçıyordunuz? Neydi sizin dünyadaki derdiniz? Neydi hedefiniz? Buyurun, işte
kendisine koşup durduğunuz cehennem. Veya işte kaçıp durduğunuz ateş
denilecek.
Kitabımızın
başka sûrelerinden de öğreniyoruz ki cennet de cehennem de insanlara
yaklaştırılacak o gün. Böylece kâfirler iki kere kahrolsunlar, mü’minler de iki
kere sevinsinler diye.
102. “İnkar edenler, Beni bırakıp da kullarımı
dost edinmelerini yeterli mi sandılar? Doğrusu biz cehennemi inkarcılara konak
olarak hazırladık.”
Evet
inkar edenler tüm bu uyarılarımıza rağmen, tüm bu âyetlerimize rağmen hâlâ
Allah’ın velâyeti altına girmeyi kabul etmeyerek kullarımızın velâyetini mi
kabul etmek istiyorlar. velî olarak, hayatlarına kulluk maddesi alıcı olarak
hayatlarında hayat programı belirleyici ve kanun koyucu olarak beni kabul
etmiyorlar da bu kâfirler yerde benden başka veliler mi arıyorlar? Sûrenin
başında anlatıldığı gibi bana kulluğu bırakıp da benim kullarımdan birilerine
kulluk etmeye mi çalışıyorlar? Kullarımdan Îsâ’ya, Üzeyir’e ve meleklere ibadet
etmek mi istiyorlar?
Ya
da benim kendilerine gönderdiğim kitabımın ve peygamberimin kendilerine
gösterdiği hayatı yaşamaya yanaşmayarak şeytanın velâyetini mi kabullenmek
istiyorlar? Şeytanın ya da kendileri gibi âciz varlıkların velâyetleri altına
girerek onların hayat programlarını mı uygulamak istiyorlar? Bizim arzularımızı
gerçekleştirmeyi bırakıp onların emir ve yasaklarına mı uymak istiyorlar? Biz
böyle bizim kitabımızdan, bizim peygamberimizden ve bizim hayat programımızdan
habersizce yaşayarak başkalarının hayat programlarının peşine takılan kâfirler
için cehennemi bir konak olarak hazırladık. Onların varacakları barınacakları
sığınacakları yer orasıdır.
Kâfirler
öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi zannediyorlar? Zanlarını temel kabul edip
hesaplarını buna göre mi yapıyorlar? Ama bil-sinler ki onların hesapları sadece
zanna dayalıdır ve sonunda boşa çıkacaktır. Demek Rab olarak, İlâh olarak, velî
olarak beni bırakacaklar da kendilerine başkalarını bulacaklar. Benim dışımda
hayatlarına karar mercileri bulacaklar öyle mi? Bana sormadan hayatlarına
program yapacaklar öyle mi? Şu benim berimde tâgutları velî biliyorlar öyle mi?
Sosyal hayatlarıyla ilgili, ekonomik programlarıyla ilgili, kılık kıyafetleriyle
ilgili, hukukları eğitimleriyle ilgili yapılanmalarında beni bırakacaklar da
başkalarına gidecekler öyle mi? Beni dinlemeyecekler de başkalarını
dinleyecekler öyle mi? Hangi insan hayatı Allah’tan daha iyi bilir?
Evet
şu kâfirler, benim Rab ve İlâh oluşum gerçeğini gündem-den kaldırmaya
çalışanlar, kendilerinin sadece bana kul köle olmaları gerçeğini örtüp, örtbas
edenler, benim zikrimi, kitabımı göz ardı edenler, işlevini bitirip, defterini
dürenler ne zannediyorlar? Nasıl bir hesabın içine giriyorlar? Beni bırakacaklar
velî olarak, benim dışımda kendilerine velî bulacaklar öyle mi? Beni
bırakacaklar Rab olarak, benim dışımda kendilerine hayat programı yapacak rabler
bulacaklar öyle mi? Eğer küfürlerinde ısrar ederlerse, hayat programlarını benim
dışımda başkalarından almaya devam
ederlerse, iyi bilsinler ki; ben cehennemi onlara nüzula eyledim. Cehennem
onları bekliyor. Kendi-leri bilir.
103.104 “Ey Muhammed! "Size, amelce en çok
kayıpta bulunanları haber vereyim mi?" de. Dünya hayatında, çalışmaları boşa
gitmiştir, oysa onlar, güzel iş yaptıklarını
sanıyorlardı.”
Dünya
hayatında amelleri boşa giden ve insanların en zararda olanlarını size haber
vereyim mi? Onların dünya hayatında tüm sa’y leri, tüm mesaileri, tüm yaptıkları
ve kazandıkları boşa gitmiştir. Ya da onlar tüm çabalarını, tüm plan ve
programlarını dünya adına harcamış kimselerdir. Yâni bunlar dünyayı kıble
dinmiş, tüm plan ve programlarını dünyayı kazanmak adına yapmışlar, dünyalık
elde etmek üzere, dünyada zengin ve başarılı olmak üzere yapmış insanlardır. Tüm
yatırımlarını dünyada kalıcı ve âhirete intikal etmeyici şeylere yapmışlar.
Dünyada zengin olmak ve dünyada başarmak onların tek amacıydı. Âhiret adına bir
endişeleri yoktu onların. Bu yüzden hayat-larında Allah’ı diskalifiye etmişler,
peygamberi unutmuşlar kitabı yok farz etmişler hesabi yok farz etmişler. Hesabı
yok farz edince de kendilerini her türlü sorumluluktan zade saymışlar ve tıpkı
hayvanlar gibi, ipini koparmış danalar gibi sorumsuzca bir hayat yaşamışlar.
Bunu
yaparken de çok iyi bir şey yaptıklarını zannetmişler. Böylece hayatlarını
mahvetmişler. Tüm yaptıkları boşa gitmiş, ken-dilerini de kendilerine verilen
imkânlarını da boşa harcamışlar. Çünkü yaptıkları ve kazandıklarının tamamı
dünyada kalmıştır. Zaten bu tür insanlar sermayelerini bile kaybetmiş
insanlardır. Sermayeyi kaybeden birinin kar etmesi de
düşünülemez.
105. “Bunlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na
kavuşmayı inkar edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir. Kıyâmet günü Biz
onlara değer vermeyeceğiz.”
İşte
bunlar Rablerinin âyetlerini ve ona kavuşmayı inkar eden kimselerdir. Allah’ın
kendilerine yol göstermek üzere gönderdiği kitabının âyetlerini inkar etmişler.
Allah’ın âyetlerini örtmüşler, âyetleri gündemlerinden düşürmüşler, âyetlerden
habersiz bir hayat yaşamışlar. Ve de ona kavuşacakları günü hesaplarına katmadan
yaşamış-lar. Yaşadıkları bu hayatın sonunda kendilerinden hesap sorulma-yacak
zannederek yaşamışlar. Onun için tüm amelleri boşa gitmiştir. Rabbimiz buyurur
ki biz onlar için kıyâmet günü her hangi bir tartı da tutmayacağız. Onların
amelleri asla değerlendirmeye tabi tutulmaya-caklardır. Amellerinin hiç bir
değeri olmayacaktır yâni. Ne yaparlarsa yapsınlar, isterse büyük, büyük ameller
işlesinler, fabrikalar, yollar, köprüler kursunlar, açları doyurup çıplakları
giydirsinler değil mi ki tüm bu amellerinin yaptırıcısı Allah değil, hepsi
boştur bunların.
106. “İşte onların cezası; inkarlarına,
peygamberlerimi ve âyetlerimi alaya almalarına karşılık olarak,
cehennemdir.”
Evet
Allah’ı inkâr eden hayatında Allah’ı hesaba katmadan yaşayan, Allah’ın
elçilerini ve Allah’ın âyetlerini alaya alan insanların cezası cehennemdir.
Çünkü yeryüzünde bundan daha büyük bir suç olamaz.
107,108. “Ama inanıp yararlı iş işleyenlerin
ko-nakları Firdevs cennetleridir. Orada temelli kalırlar, başka bir yere gitmek
istemezler.”
Kâfirler
yaşadıkları hayatın karşılığı olarak cehennem azabını boylarken iman edip
imanlarını yeryüzünde yaşama savaşı veren mü'minler de Firdevs
cennetlerindedirler. Onlarda orada temelli ka-lacaklar ve başka hiçbir yere
gitme arzusu duymayacaklardır. Yâni bu mü'minlerin aynı yerde aynı nimetler ve
aynı hayat içinde kalmaları kesinlikle onlara bir bıkkınlık vermeyecek ve onlar
orada ebedîyen nimet içinde yaşayıp gideceklerdir.
109. “De ki: "Rabbimin sözlerini yazmak için
denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da katsak, Rabbi-min sözleri tükenmeden
denizler tükenirdi. "
Rabbimin
sözleri, Rabbimin kelimeleri, Rabbimin ilmi ve hikmeti sonsuzdur, sınırsızdır.
Denizlerse sınırlıdır. Sınırlı olan tükenmeye mahkum olan bir şeye yine onun
gibi sınırlı ve tükenmeye mahkum olan bir şey eklense de yine sınırsız olanın
yanında tükenmeye mahkumdur. İşte Allah’ın kelimeleri, Allah’ın âyetleri,
Allah’ın bilgisi ve hikmeti böyledir. Peki durum böyle olunca bu insanlar nasıl
oluyor da Allah’ın hikmet dolu bu kitabından yüz çeviriyorlar? Nasıl oluyor da
bu insanlar Allah’ın velâyeti altına Allah’ın dini altına girmiyorlar da
kendileri gibi âciz varlıkların velâyetleri altına girmeye çalışıyorlar? Nasıl
oluyor da hikmeti ve bilgisi sonsuz olan Allah’ın göndermiş olduğu bu insanların
bilmesi mümkün olmayan gaybî kıssaları ve baştan sona kulluğu anlatan kitabından
gafil olabiliyorlar? Gerçekten bunu anlamak mümkün değildir.
Yâni
insanlar nasıl oluyor da bu kitaba karşı kayıtsız kalabiliyorlar? Nasıl oluyor
da bu kitaptan habersiz bir hayat yaşayabiliyorlar? Ama onlar ne yaparlarsa
yapsınlar, nasıl yaşarlarsa yaşasınlar sen onlara şunu söyle
peygamberim:
110. “De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir
insanım; ancak bana İlâhınızın tek bir İlâh olduğu vahy olunuyor. Rabbine
kavuşmayı uman kimse yararlı iş işlesin ve Rab-ine kullukta hiç ortak koşmasın.
"
Bende
sizin gibi âciz bir beşerim. Allah’ın bu sonsuz ilmini ve hikmetini benim de
kuşatıp kavramam mümkün değildir. Kardeşim Mûsâ’nın da kavrayamadığı gibi
Rabbimin hikmetini benim de kavra-mam mümkün değildir. Ben size asla böyle bir
iddiada bulunmuyo-rum. Ben bunları size kendimden değil Rabbimden okuyorum. Bak
bunları siz bana sorunca Rabbim vahyini kesiverdi de benimde yapacağım bir şey
kalmadı. Ben de sizin gibi bir insanım. Ancak benim sizden bir farkım var o da
Rabbim bana vahy ediyor. Rabbim kendi bilgisinden bana bilgi ulaştırıyor. Rabbim
sizin hayatınıza karışma ko-nusunda beni sözcü seçti ve size söyleyeceklerini
benimle söylüyor.
O
halde beni dinleyin. Bana tabi olun ki hepimizin, sizin de benim de İlahımız tek
bir İlahtır. Hepimizin kendisini dinleyeceğimiz, hepimizin boyunlarındaki kulluk
ipinin ucu elinde olan İlahımız Rab-bimiz tek İlahtır, tek Rab’tır. Ben nasıl
Ona kulluk ediyor ve sadece Onun çektiği yere gidiyorsan sizler de yalnız Onu
dinlemek ve sade-ce Onu razı etmek zorundasınız.
Artık bundan böyle kim Rabbine
kavuşmayı umuyorsa, kim bu hayatının sonunda onunla karşı karşıya gelerek ona
hayatının hesabını vereceğine inanıyorsa, kim Rabbiyle güzel bir karşılaşmayı
ümit ediyorsa, onunla karşılaştığı zaman Rabbinin kendisinden razı olmasını
istiyorsa, Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini istiyorsa ona lâ-yık
ameller işlemeye baksın. Ve de en önemlisi yaptığı amellere hiç kimseyi de Ona
ortak koşmasın. Yaptıklarını sadece Allah dedi diye ve Allah hatırı için yapsın.
O zaman Rabbi kendisinden razı, kendisi de Rabbinden ve Onun kendisine
bahşettiği cennetinden razı, çok hoş bir hayatı elde etme imkânını elde etmiş
olacaktır inşallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder