İSRÂ SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
17, nüzûl sıralamasına göre 50, miûn kısmının
ikinci ilk sûreler grubunun üçüncü sûresi olan İsrâ sûresi Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 111
dir.
“Rahman
ve Rahim olan Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun.
Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi
işitensin, her şeyi bilensin.
İsrâ sûresi, başında
İsrâ hadisesini de konu edindiği için hicretten bir
yıl önce Mekke’de son inen sûrelerdendir. 111 âyetlik bir sûre olan İsrâ sûresi Mekke’de Rasûlullah’la
kavgalarını sürdüren Mekke müşriklerini, İsrâil oğullarını, kendilerinden önceki
elçilerle kavgasını sürdüren toplumların başlarına gelenlerle uyarır. Kur’an’ın Ona inananları, Ona sarılanları, hayatlarını
Onunla düzenleme çabası içine girenleri en doğru yola ilettiği vurgulanır.
Rabbimiz bu sûrede kullarını sadece kendisini dinlemeye, sadece kendisine
kulluğa çağırır ve bu kulluğun gereklerini ortaya koyar.
1. “Kulu Muhammed’i bir
gece Mescid-i Haram'dan, kendisine bir kısım
âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın
şanı yücedir. Doğrusu O, işitir ve görür.”
Kulu Muhammed (a.s)’ı bir gece
Mekke’deki Mescid-i Haramdan kendisine bir kısım
âyetlerini göstermek için çevresini mübârek kıldığı Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah
sübhandır, mübârektir. Tesbi-he lâyık olan, gündemde
tutulmaya, övülmeye, yüceltilmeye lâyık olan O’dur. En mükemmel sıfatların
sahibi, noksan sıfatlardan münezzehtir O Allah. Yüceler yücesidir. Allah her
şeyi işiten ve bilendir, her şey-den haberdar olandır.
Evet İsrâ
gece yolculuğu demektir. Rabbimiz şerefli kulu, şerefli elçisi Hz. Muhammed (a.s)’ı bir gece Mekke’deki Mescid-i Haramdan alıp Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürdü.
Rabbimizin etrafını bereketli kıldığımız buyurduğu mübarek bir yurda götürdü
böylece ona bir kısım âyetlerini göstermek ve Mekke’de kavminin baskıları ve
zulümleri altında bunalmış olan Rasûlullah efendimizi
içinde bulunduğu sıkıntılarından biraz biraz
kurtarmak, rahatlatmak ve yüceliklerin zirvesinde bir izzet ve şerefe ulaştırmak
istedi.
Böylece Rabbimiz, Efendimize yüce
âyetlerini gösterecek, onu yüceliklerin zirvesine çıkaracak, göklere urûc ettirecek çıkaracak, yedi kat semaları aştıracak ve
nihâyet Sidre-i Münteha’ya ve Onun ötesine kadar
ulaştıracaktı. Rabbimiz orada, elçisini yükselttiği o makamda ona âyetlerinden
bir kısmını gösterecekti. Acaba Rabbimizin elçisine göstermeyi murad buyurduğu bu âyetler nelerdi bunu bilmiyoruz. Bu
sûrenin bu ifadesinden ve yine Necm sûresinin
beyanlarından anlayabildiğimiz kadarıyla Rabbimiz orada Resûlullah Efendimize kendi rubûbiyet ve ulûhiyet’ini, mülk ve
saltanatını, kelimelerle anlatılması mümkün olmayan ancak müşahede ile
ulaşılabilecek büyük âyetlerinden bir kısmını gösterdi.
Ne büyük bir nimet, ne büyük bir şeref
değil mi? Yıllar önce yine şerefli elçilerinden Mûsâ (a.s)’a Tur’da lütfettiği
nimetini bu defa da Rasûlullah Efendimize nasip
ediyordu. Elçisini yedi kat semaların ötesine, Sidre-i
Münteha’nın da ötesine çağıracak, bizzat onunla direk konuşacak, onu şereflerin,
yüceliklerin en zirve noktasına çıkaracak ve Mekke’nin kasvetli ortamından onu
uzaklaştırıp müşriklerin baskısından rahatlatacaktı.
Ve böylece kıyâmete kadar gelecek
onun yolunun yolcusu olan müslümanlara Mîrâç ve İsrâ’nın bereketini, şerefini yaşatacaktı. Rabbimiz kendi
safında yer alan müslümanlara namazla kendisine
yükselme imkânı lütfedecekti. Kıyâmete kadar kullarını
şereflendirecekti.
2,3. “Mûsâ'ya kitap
verdik. Ey Nuh'la beraber taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar!
Beni bırakıp başkasını vekil edinmeyesiniz diye onu İsrâil oğullarına doğruluk
rehberi kıldık. Doğrusu Nuh çok şükreden bir
kuldu.”
Evet Biz Mûsâ’ya da kitap verdik,
Tevrat’ı verdik ve o kitabı İsrâil oğulları için bir hidâyet rehberi, bir yol
gösterici kıldık. Ve bu kitapla onlardan şunu istedik. Ey İsrâil oğulları, sakın
Rab olarak, İlâh olarak Beni bırakıp da Benden başkalarını vekil kabul etmeyin.
Benden başka hayatınızda söz sahipleri bulmayın. Benden başkalarını Rab, Melik
ve İlâh kabul etmeyin. Benden başkalarında egemenlik yetkisi görmeyin. Kulluk
edilecek, sözü dinlenecek, çektiği yere gidilecek, ya-saları uygulanacak tek velîniz, tek Rabbiniz Benim,
dedik.
Yâni dün Mûsâ (a.s)’a kitabı
indirirken ne buyurmuşsa, kitabı hangi maksatla indirmişse şimdi şu anda son
elçisi Muhammed (a.s)’a kitabı indirirken de Rabbimiz aynı şeyi söylüyordu.
Sevgili elçisini Mescid-i Haram’dan alıp Mescid-i Aksâ’ya götürürken,
oradan da alıp yedi kat semaya, Sidre-i Münteha’ya,
yücelerin yücesine, şereflerin şerefine ulaştırırken de tüm kullarından istediği
yine aynı şeydir. Sadece kendisi Rab ve İlâh bilmek, sadece kendisine kulluk
etmek.
Evet şu anda o elçilerimizden birisi ve
sonuncusu olan Mu-hammed (a.s) yeni, türedi birisi
değildir. Bilâkis o köklü bir geçmişin sahibidir. O Nuh’un, İbrâhim’in,
Mûsâ’nın, Îsâ’nın yolunun son temsilcisidir. Ve kıyâmete kadar insanlık onun
temsilciliği, onun rehberliğiyle hidâyeti bulacaklardır. Onu kabul edenler hep
kazanırlarken, reddedenler de hep kaybedenlerden olacaklardır. Mûsâ (a.s) da,
Ona iman edip Onunla birlik olan İsrâil oğulları da, Muhammed (a.s) da, Ona iman
edip tercihlerini Ondan yana kullanan mü’minler de
hepsi hepsi Nuh (a.s) la birlikte gemide
taşıdıklarımızın zürriyetleridirler.
Yâni onlar batan bir toplumun
içinden kurtulanların, peygamber safında yer alan müslümanların torunlarıdırlar. Aynı inancın, aynı anlayışın
sahibidirler. Nuh (a.s) şükreden, hayatını Allah için yaşayan bir kuldu.
Ondan sonra Onun kulluğuna, Onun
teslimiyetine, Onun şükrüne sahip çıkan İsrâil oğulları yeryüzünde bir süre
şerefli bir hayat yaşadılar. Ama sonradan bozuldular. Peygamberlerinin yolunu
terk edip rezil bir hayatın mahkumu oldular.
Ve işte bu kitap son elçi
Muhammed (a.s)’a geldiği dönemde son elçiye karşı amansız bir düşman kesildiler.
Allah’ın son elçisini, son kitabını, son dinini reddettiler. Böylece onların
daha önce ne kendi kitaplarına, ne de kendi peygamberlerine iman etmedikleri
açığa çıkıyordu. Çünkü kendi peygamberlerine, kendi kitaplarına iman eden
kimseler olmuş olsalardı, yâni Allah’ın hayata karıştığına, hayatı düzenlemek
üzere kitap ve peygamber gönderdiğine inanmış olsalardı, elbette aynı kaynaktan
gelen bu son kitaba ve peygambere iman etmek zorunda kalacaklardı.
Çünkü Allah’a iman, Allah’ın
hayata karıştığına imandır. Allah’a iman, O’ndan gelenlere imandır. Allah’a iman
Allah’ın gönder-diklerine imandır. Şimdi elçi olarak Musa aleyhisselâmı gönderen, ama Muhammed aleyhisselâmı göndermeyen veya kitap olarak Tevrat’ı
gönderen, ama Kur’an’ı göndermeyen bir yahudiye nasıl mü’min diyebiliriz?
Kitap olarak İncil’i gönderen, ama Kur’an’ı
göndermeyen bir Allah’a inanan hıristiyana nasıl müslüman diyebileceğiz?
4,6. “İsrâil oğullarına Kitapta:
“Doğrusu yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacak ve kibirlendikçe
kibirleneceksiniz" diye bildirdik. Bu ikisinden birincisinin vakti gelince,
üzerinize pek güçlü olan kullarımızı salacağız. Onlar memleketlerinizde her
köşeyi kontrollerine alacaklar. Bu, yerine gelecek bir vaattir. Bunun ardından
sizi onlara galip getireceğiz; mallar ve oğullarla size yardım edecek ve sizin
sayınızı artıracağız.”diye yazdık.”
Biz İsrâil oğullarına kitapta
yazdık, takdir ettik, yasa yaptık. Peki nerede, hangi kitapta yazmıştı,
belirlemişti Rabbimiz? Bunu bil-miyoruz. Ya Tevrat’ta, ya Levh-i Mahfuz’da, ya Kur’an’da, ya da tüm kitaplarda
olabilecektir.
Neyi kararlaştırmış Rabbimiz?
Şunu: Muhakkak ki siz yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacaksınız. Ve
kibirlendikçe kibirleneceksiniz. Haddi aşıp isyankar olacaksınız. Yeryüzünde
azgınlık yapacaksınız. İlk bozgunculuğunu, ilk isyanınızı gerçekleştirdiğiniz
zaman Biz sizin üzerinize sizden intikam almak, sizin burnunuzu sürtmek için
güçlü kuvvetli kullarımızı göndereceğiz. Öyle ki onlar evlerinize barklarınıza
kadar girecekler, sizi araştıracaklar, arayacaklar, bulacaklar ve sizi
ezecekler. Tüm ülkenize hakim olacaklar. İşte bu olan, gerçekleşen bir vaaddir.
Ve bunun ardından sizi tekrar onlara
galip getiririz. Evet ikinci defa sizin üzerinize döneriz. Size bol bol mallar mülkler, güçler, imkânlar veririz. Ekonomik ve
sayısal gücünüzü artırırız da bir mağlubiyetten, bir hezimetten, bir bozgundan
sonra sizi tekrar eksi güçlü kuvvetli döneminize kavuştururuz. Düşmanlarınıza
karşı size yardım ederiz, sizi destekleriz.
7. “İyilik ederseniz
kendinize etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o da kendinizedir. İki vaadden ikincisinin vakti gelince, yeryüzünü üzüntüye
sokmaları, kötülük yapmaları, önceden Mescide girdikleri gibi girmeleri, ele
geçirdikleri yerleri harap etmeleri için onları tekrar
göndereceğiz.”
Ey İsrâil oğulları, ey peygamber
çocukları, ey müslümanlar ğer siz iyilik ederseniz, muhsin
davranırsanız, Allah’ı görüyormuş gibi Ona kulluğa yönelirseniz, her an Allah
kontrolünde olduğunuzu unutmadan müslümanca bir hayat
yaşarsanız bunun faydası kendinizedir. Kendi kendinize iyilik etmiş olacaksınız.
Yok eğer kötülük peşinde olursanız, Bana kulluktan uzak bir hayatın mahkumu
olursanız onun kötülüğü de kendinizedir. İki vaadden
ikincisinin vakti gelince de, yeryüzünü üzüntüye sokmaları, kötülük yapmaları,
önceden Mescide girdikleri gibi tekrar oraya girmeleri, ele geçirdikleri yerleri
tamamen harap etmeleri için onları tekrar göndereceğiz. Onları tekrar sizin
başınıza musallat edeceğiz.
8. “Umulur ki Rabbiniz
size acır; ama siz dönerseniz Biz de döneriz. Cehennemi inkârcılara bir zindan
kılmışızdır.”
Umulur ki Rabbiniz size acır,
size merhamet eder, size tekrar yardım eder. Her şeyinizi kaybettikten sonra
Rabbiniz sizi tekrar diriltir. Ama şurasını da hiçbir zaman unutmayın ki siz
tekrar dönerseniz Biz de döneriz. Siz tekrar kötülüklere, isyana, itaatsizliğe,
kulluktan çıkmaya dönerseniz Biz de o kötülüklerinizin karşılığı olarak tekrar
sizi cezalandırmaya döneriz.
Veya iyiliğe dönerseniz, kulluğa
dönerseniz, itaate yönelirseniz Biz de size yardıma döneriz. İyiliğiniz
karşılığında mükâfat ve yardımlarımız, kötülükleriniz karşılığında da
cezalandırmamız devam edecektir buyuruyor Rabbimiz. Çünkü Biz cehennemi
insanlara bir zindan yapmışızdır. Cehennemi, ateşi azabı onlara bir barınak, bir
sığınak yapmışızdır.
Evet acaba Rabbimizin bu âyetinde haber
verdiği İsrâil oğullarının bu iki bozgunu ve sonra bu bozgunların akabinde
Allah’ın yardımı ve desteğiyle tekrar toparlanmaları ne zaman olmuştu?
Kitabımızın bu genel ifadelerinden anladığımız şudur. Tabii en doğrusunu, en
iyisini Allah bilir. İsrâil oğulları, Yakub çocukları
Mısırda egemenliklerini kaybedip Firavun oğullarının kölesi durumuna düşerler.
Uzun bir süre her şeylerini, dinlerini, imanlarını, namuslarını, iffetlerini,
kimliklerini kaybederler. Yıllar sonra bittikleri, tükendikleri bir dönemde
Rab-bimiz gönderdiği elçisi Mûsâ (a.s) ile onları
Firavun ve sisteminin zulmünden kurtarıp özgürlüğe kavuşturur.
Rabbimiz az evvel etrafını
bereketli kıldığımız diye sözünü ettiği, peygamberi Muhammed (a.s)’ı bir gece
Mescid-i Haramdan alıp götürdüğü mübarek peygamberler
toprağı olan Filistin topraklarına onları ulaştırır. O topraklar atamız İbrâhim
(a.s)’ın yurdu idi. Yusuf ve kardeşlerinin, babaları
Yakub (a.s)’ın İbrâhim
(a.s)’ın torunları olduklarını biliyoruz. Onlar önce
Filistin topraklarında yaşıyorlardı, sonra Yusuf (a.s)ın Mısıra gelişiyle onlar da gelip Mısıra yerleşmişlerdir.
İşte İsrâil oğullarının Mûsâ
(a.s) döneminde Mısırdaki kölelik hayatlarının sona ermesiyle hareketleri tekrar
Filistin’e, ilk geldikleri bölgeye oluyordu. Çünkü Rabbimiz onlara o kutsal
toprakları vaat et-mişti. Mısırdan yola çıktılar, ama
Mûsâ (a.s)’ın sağlığında o topraklara ulaşamamışlardı.
Harun (a.s)’ın da vefatından sonra ancak müslü-manlar o bölgeyi
fethedebildiler. Filistin artık müslümanların
elindeydi ve müslümanlar orada uzun bir süre orada
güzel bir hayat yaşadılar.
Daha sonra müslümanlıklarında gevşemeler, çözülmeler oldu. Allah’a
kulluktan uzaklaşıp kötülüklerin içine düşünce Allah onlardan desteğini
çekiverdi de düşmanları onlara galebe çaldılar, darmada-ğın ettiler. Kudüs’ten
çıkarıldılar, öldürüldüler, sürüldüler ve her biri bir tarafa dağılan müslümanlar özgürlüklerini kaybettiler. Allahu âlem işte bu birinci bozguna uğrama dönemi bu
dönemdir. Azgınlaşmalarının, Allah’a kulluktan çıkıp isyanlara düşmelerinin
karşılığı olarak Allah onlara böyle bir azabı tattırıverdi. Sonra toparlanıp
Bakara sûresinin beyanıyla peygamberlerine müracaat ettiler. Dediler ki ne olur
Allah bize bir kumandan tayin etse de bizler onunla birlikte savaşsak. Onun
arkasında düşmanlarımızla vuruşsak da çocuklarımıza, ülkemize kavuşsak dediler.
Rabbimiz onlara komutan olarak
Talût’u seçti. Önce işte elendiler, en samimileri
kaldı ve kumandan Talût’un emrinde o az grup düşmanla
savaştı ve Allah kendilerine zaferi nasip buyurdu. Müslüman ordu kâfirlerin
kumandanı Calut’u öldürdü. Onu öldüren de henüz bir
çocuk yaşta ordunun içinde bulunan Dâvûd idi ki bu
başarısından dolayı daha sonra Rabbimiz kendisine peygamberlik ve saltanat
verdi.
Evet bu diriliş döneminde ülkenin
sahibi Dâvûd (a.s) dır. Ve artık yeryüzünde müslümanlar en güçlü dönemlerini yaşadılar. Hz. Adem (a.s)’a verilen halîfelik özelliği yeryüzünde Dâvûd (a.s) ile ger-çekleşmiş oluyordu. Kitabımızın başka
bir âyetinin beyanıyla yeryü-zünde adâletle hükmetmesi için Dâvûd (a.s)’a peygamberlik ve sal-tanat verilmiştir.
Evet müslümanlar o dönemde büyük bir güce ulaştılar yer-yüzünde.
İşte anlayabildiğimiz kadarıyla yıkılışlarından sonra tekrar dirilişleri de
buydu. Yâni onlar Rablerine kulluğa, Rablerinin istediği müslümanca bir hayata ve ihsana dönünce Allah da onlara
yardımını gönderiverdi. Allah’ın yardımı ve desteğiyle tekrar güçlendiler.
Hele hele Dâvûd (a.s)’ın oğlu Süleyman (a.s) döneminde devlet ve saltanatın zirve
noktasına yükseldiler. İnsanlar değil cinler, hayvanlar, rüzgarlar bile onların
egemenliği altına girivermişti.
Ama Süleyman (a.s)’ın vefatından sonra İsrâil oğulları, müs-lümanlar yoldan çıktılar,
Rablerine itaatten çıkıp şeytanların yoluna tabii oldular. Allah’ı, peygamberi,
kitabı terk edip kendi hevâ ve he-vesleri istikâmetinde bir hayat
yaşamaya, günahlara yöneldiler de bu defa da başka zalim güçleri Rabbimiz
onların üzerlerine musallat ediverdi. Kudüs’ten çıkarıldılar, öldürüldüler,
sürüldüler, darmadağın oldular.
Hattâ o dönemde İsrâil oğulları
artık tamamiyle müslümanlığı
terk edip Yahudileşme sürecine girdiler. Bu dönemde onları tekrar terk ettikleri
İslâm’a çağırmak üzere Rabbimiz elçiler gönderdi. Zeke-riya (a.s), oğlu Yahya (a.s) ve son elçi Îsâ (a.s)
geldi kendilerine. Ama yoldan çıkmış İsrâil oğulları Allah’ın bu elçilerini
reddettiler, kimini öldürdüler, kimine işkence etmeye kalkıştılar.
Ve nihâyet işte onların bu
dağınıklıkları son elçi Muhammed (a.s)’ın Mekke’de
zuhur edişine kadar sürüp gitti. Ve işte şu anda Mu-hammed (a.s) Mekke’de zuhur etmiş, kendisine Kur’an inmeye başlamış, İsrâ
sûresinin bu âyetleri gelmeye başlamış ve kendilerine geç-mişleri hatırlatılarak dâvetini gerçekleştiriyordu. Ey
İsrâil oğulları, ey Yakub çocukları, işte sizin
geçmişiniz budur, şu andaki durumunuz budur, dün size yardımının ulaşmasıyla
sizin yeryüzünün en güçlü insanları olmanızı sağlayan, desteğini
kaldırıvermesiyle de sizi rezil bir duruma düşüren güç kuvvet sahibi, egemenlik
sahibi Rabbiniz şu anda size sesleniyor.
Gelin tekrar yeryüzünün en aziz,
en şerefli toplumu olmak istiyorsanız bu son elçime, bu son kitabıma iman edin.
Gelin Benim istediğim gibi müslümanlar olun ki sizin
makus kaderinizi değiştire-yim. Bakın Ben o son elçimi
Medine’ye, ayağınızın ucuna kadar getirdim diyerek onları imânâ, İslâm’a çağırır
ama onlar bu elçiye iman etmeyerek bu fırsatı kaçırırlar.
Evet tabii Rabbimizin bu hitapları
sadece İsrâil oğullarına değil, aynı zamanda biz müslümanlaradır da. Yâni eğer biz müslüman-lar da Rabbimizin
istediği bir ihsan hayatını, bir müslümanlık hayatını
bırakıp isyanlara, günahlara dalarsak elbette Rabbimiz bizden de desteğini
kaldıracak, bizim başımıza da bir takım güçlü zalimleri musallat edecek ve bizim
burunlarımızı da sürtecektir. Ama eğer Ona kulluğa yönelirsek, Onun istediği
gibi müslümanlar olabilirsek elbette yardımı ve
desteğiyle bizi tekrar diriltecek ve yeryüzünde izzet ve şerefe ulaştıracaktır.
Nitekim aynen öyle de olmuştur.
Rasûlullah ve dört halîfe döneminde, en güzel kulluğun
yaşandığı dönemlerde müslümanlar yeryüzünün egemeni
olurlarken, yeryüzünün en Azîz ve şerefli insanları olurlarken daha sonraları
kulluklarının gevşemesi dönemlerinde bazen Moğolları, bazen Haçlı seferlerini
musallat ediverdi de müslü-manlar darmadağın oldular. Tıpkı daha önce Kudüs’ü ve
oradaki müslümanları kulluktan çıkmalarının cezası
olarak Rabbimiz bir takım zalimlere fırsat verip hallaç pamuğu gibi attırdığı
gibi bu sefer de aynı akıbeti müslümanların
başına getiriverdi. Uzun bir süre tekrar
Rablerine kulluğa dönecekleri ana kadar müslümanları
yeryüzünde rezil ve perişan bir duruma getiriverdi
Rabbimiz.
Ama ne zaman ki müslümanlar Rablerini hatırladılar, Rablerinin kitabını ve
müslüman olduklarını hatırladılar, hemen Rabbimiz
onlara yardımını ve desteğini gönderdi de yine yeryüzünde Çin sed-dinden Atlas Okyanusuna kadar tüm dünyayı onların
egemenliğine teslim ediverdi.
Ve nihâyet müslümanlar son yüz yıl içinde Allah’ı unuttular,
kitaplarını ve peygamberlerini unuttular. Allah’ın kitabının istediği bir hayatı
bırakıp bâtılı kâfirlerin ve müşrik Amerikanın uydusu haline geldiler bunun
cezası olarak bir daha izzet ve şereflerini, egemenlik ve güçlerini kaybedip bir
daha darmadağın oldular. İşte şu anda zirve noktada o dağınıklığı yaşıyoruz.
Bakalım bu dağınıklığımız ne kadar sürecek? Bakalım müslümanlar ne zaman kendilerine gelebilecekler? Ne zaman
Rablerini, Rablerinin kitabını, Rablerinin elçisinin yolunu hatırlayıp
dönebilecekler? Kesinlikle bilelim ki bunu hatırladıkları anda Rablerinin
desteğini yanı başlarında bulacaklar ve tekrar müslüman-lar yeryüzünün en aziz,
en güçlü toplumu olacaklar.
Çünkü işte Rabbimiz açıkça vaadediyor ki siz dönerseniz Ben de dönerim buyuruyor. Ne
zaman ki bizler Allah’la, Allah’ın kitabıyla, Allah’ın elçisiyle, Allah’ın
diniyle barışırsak, Allah’ın dini yerine ikâme edilmiş şu beşer yasalarını terk
edip Allah’a Onun istediği gibi kul olmaya yönelirsek kesinlikle bilelim ki o
zaman şu makus kaderimizin değişmesi bir an meselesi
olacaktır.
Peki bu iş nasıl olacak mı diyorsunuz?
Bunu nasıl gerçekleştireceğiz mi diyorsunuz? Yâni O Mûsâ (a.s) dönemine, o Dâvûd ve Süleyman (a.s) lar
dönemine, o Rasûlullah efendimiz ve dört halîfe
dönemine, Emeviler, Abbâsîler, Selçuklular, Osmanlılar
dönemine yâni yeryüzünün efendisi, yeryüzünün egemeni olma dönemine nasıl
ulaşacağız mı diyorsunuz? Gerçekten bunu ciddi ciddi
dert mi edindiniz? Bunun arzusu var mı gerçekten içinizde? Öyleyse işte
çare:
9,10. “Doğrusu bu Kur’an en doğru yola götürür ve yararlı iş yapan mü'minlere büyük ecir olduğunu, âhirete inanmayanlara can yakıcı bir azap hazırladığımızı
müjdeler.”
Doğrusu bu Kur’an, şu elinizdeki Allah’ın kitabı en güzel, en doğru bir
yola hidâyet eder. İyiler, iyi olan
kimseler, sâlih ameller işleyen, en güzel
davranışlarda bulunan kimseler, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşamak isteyen
kimselere bu Kur’an dosdoğru yolu gösterir ve mü’minlere de büyük müjdeler verir. Muhakkak ki bu Kur’an Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayan mü’minlere çok büyük, akla hayale gelmedik mükâfatlar
müjdeler. Âhirete inanmayanlara da can yakıcı bir
azabın müjdesini verir.
Rabbimiz Mûsâ (a.s) dönemindeki
Tevrat’ını, Dâvûd (a.s) dönemindeki Zebur’unu, Îsâ
(a.s) dönemindeki İncil’ini ve Muhammed (a.s) dönenimden kıyâmete kadar ki Kur’an’ını insanlık için bir hidâyet rehberi kılmıştır.
Rahmeti ve merhameti sonsuz olan Rabbimiz yeryüzünü bir an vahiysiz bırakmayarak
biz kullarına en büyük lütfunu ulaştırmıştır. Eğer
Rabbimiz bize merhamet buyurup kitaplarını göndermeseydi, bize bilgisinden
aktarımda bulunmasaydı gerçekten bizim halimiz perişan olurdu. Cehalet ve kan
dökücülük özelliğimizden kurtulup dosdoğru kulluk yolunu, hidâyet yolunu
bulmamız asla mümkün olmazdı.
Tamam şu anda bu Allah kitabından
habersiz yaşadıkları için kan döken, bozgunculuk çıkaran insanlar da az değildir
bu dünyada, ama kitapla yol bulan erdemli müslümanlar
hatırına şu anda onlar da bu dünyada hayat hakkı elde etmektedirler. Değilse bu
hayatın kökünü kazırdı Rabbimiz.
Dosdoğru yola ulaşmanın reçetesi,
hidâyeti bulmanın yolu bu kitaptan geçmektedir. Ey
müslümanlar, ey şu anda zillet ve meskenet içinde
kıvranan müslümanlar, bir düşünsenize geçmişinizi.
Peygamberin zuhurundan sonra çok kısa bir süre içinde, henüz yüzyıla varmadan
Çin sınırlarından Atlas Okyanusu sınırlarına, Kafkasya içlerinden Sibirya’ya
kadar, Asya ve Afrika içlerine kadar geniş bir bölgede İslâm hakim olmadı mı?
Allah bu dinini hakim kılmadı mı? Hatırlasanıza bir o günleri. O günlerde
lütuflar Allah’tandı. Bütün bunları size o günlerde lütfeden Rabbinizdi. Bana
verdiğiniz sözlerinize sadık kaldığınız için, Benim kitabıma sahip çıkıp
hayatınızı onunla düzenlediğiniz için, peygamberimin yoluna sahip çıktığınız
için lütfetmiştim Ben onları size. Sizler Beni, Bana kulluğu, Benim kitabımı,
Benim elçimin yolunu terk edince Ben de size olan desteğimi çektim ve işte şu
anda yeryüzünün en zelil toplumu oldunuz.
Haydi ey müslümanlar, ey içine düştükleri bataklıklardan, zillet ve
meskenetlerden kurtulabilmek için kara düşünen, sağdan soldan yardım araştıran,
önder bekleyen, kurtarıcı arayan müslümanlar,
bilesiniz ki beklediğiniz önder, beklediğiniz zafer, beklediğiniz kurtuluş
muştusu kitabınızın sahifeleri arasındadır. Açın
kitabınızı! Açın peygamberinizin örnek sünnetini! Okuyun kitabınızı, tanışın
peygamberinizle ve başka kimseden medet beklemeyin! Kimseden yardım ummayın!
Kendiniz bulacaksınız beklediğinizi! Kendiniz ulaşacaksınız o doğruya, o
hidâyete! Arayıp da başka yerlerde bulamadığınız gerçeği kendi kitabınızda
bulacaksınız! Unuttuğunuz kitabınızda, terk ettiğiniz, hicret ettiğiniz
kitabınızda. Hayatınızın tüm problemlerinin çözümünü kitabınızda ve Rasûlullah’ın sünnetinde bulacaksınız.
Haydi öyleyse kitabınıza yönelin!
Yıllardır elinize almaya korktuğunuz, belki de yüzünüzün kalmadığı kitabınıza
koşun! Onunla beraber olun, tüm sıkıntılarınız bitecek, tüm problemleriniz
hallolacak, tüm hayatınız düzlüğe çıkacak ve Allah’ın yardımı, vaadi ve
desteğiyle yeniden yeryüzünün efendisi olacaksınız diyor Rabbimiz.
Eğer biz bunu
gerçekleştirebilirsek bilelim ki Allah da bize olan vaadini gerçekleştirecek ve
bizi tekrar yeryüzünde izzet ve şerefe kavuşturacaktır. Bundan zerre kadar bir
şüpheniz olmasın. Ama maalesef:
11. “İnsan iyiliğin
gelmesine dua ettiği gibi, kötülüğün gelmesine de dua eder. Esasen insanoğlu
acelecidir.”
Evet insan iyiliğin gelmesine dua
ettiği gibi, kötülüklerin gel-mesine de dua eder.
Gerçekten insanoğlu çok acelecidir. Yâni insan mal mülk konusunda aceleciliği
gibi, mal mülk elde etmedeki istekliliği, mal kazanmadaki hırsı, dâveti, duası
gibi şerre karşı da bir hırs, bir istek sahibidir. Şerri de kendisine dâvet
eder. Şerre de dua eder, çağırır. İyiliğin gelmesine dua edip çabaladığı gibi
kötülüğün gelmesi için de çabalar.
Kendisi
için kötülüğü çabuklaştırmak ister. Allah’ın elçilerin-den kendilerine vaadedilen azabın bir an evvel gelmesini, getirilme-sini
istiyorlar. Hani nerede kaldı şu sözünü ettiğiniz azap? Bir an evvel gelse de
görsek ya! diyorlar. Adamlar kendilerini bekleyen bir
âhiret azabının, ya da
dünyadaki helâklerinin acelecisi bir tavır alıyorlar.
Rabbimiz işte bu âyetlerinde iman
edenlere, hayatlarını Allah için yaşayanlara büyük mükâfatlar, ecirler
müjdeleyip, kâfirleri de dayanılmaz azaplarla uyardığı halde maalesef insanlar
Rabbimizin bu uyarılarını hiç de kaale almıyorlar.
Rabbimizin bu âyetleri üzerinde hiç de düşünmüyorlar. Dünyayı, dünyanın
mallarını, mülklerini kazanma konusunda çok hırslı olan, bunun için koşturan,
dua eden, dünyalıklara ulaşma konusunda aceleci olan insanların aynı şekilde
Allah’a isyan içinde bir hayat yaşarken de gelsin bakalım ne gelirse diyerek
sanki azaba dâvetiye çıkarıyorlar.
Yâni ya
Rabbi bize dünyada ver de öbür tarafta ne olursa olsun bizim için fark etmez
derler. Dualarının konusu budur bunların. Aslında herkes dua eder. Yeryüzünde
dua etmeyen insan yoktur. Bütün insanlar dua ederler ama duadan duaya fark
vardır. Kişinin bir şeye yönelmesi onu elde etme adına çırpınması ona ulaşma
dına çalışıp çabalaması dua demektir. Evet bu adamlar
her şeyin dünyada bitip tükenmesi adına dua etmektedirler. Dünyada bitip
tükenecek şeyler isteyerek dua etmektedirler.
İnsan acelecidir. Bu onun fıtrî bir
özelliğidir. Yâni insan bu fıtrî özelliğinden kurtulamaz ama onu hayra kanalize ederse elbette hakkında hayırlı olacaktır. Halbuki
Biz düşünmeleri için onlara âyetlerimizi sunduk. Hiç bakmıyorlar
mı?
12. “Gece ve gündüzü
varlığımıza birer delil kıldık. Bir delil olan geceyi kaldırıp yine bir delil
olan gündüzü Rab-binizin bol nimetini aramanız,
yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için aydınlık kıldık. Her şeyi uzun
uzadıya açıkladık.”
İşte size iki âyetimiz. Gece ve
gündüz âyetleri. Gece ve gündüzü Biz birer âyet yaptık. Onları varlığımıza bir
delil kıldık. Gece âyetini giderdik de gündüz âyetini bir göz aydınlığı yaptık.
Görüyorsunuz ki göklere ve yere, geceye ve gündüze hakim olan Allah’tır. Güç
kuvvet sahibi Odur.
İşte sizi tamamen kaplayan bir
dünyada egemen olan, dile-diğine hükmeden sadece
Allah’tır. Gecenin sahibi de, gündüzün sahibi de, hayatın sahibi de Allah’tır.
İşte gündüz âyetini bir görüntü olarak, gözleriniz aydın olsun diye açığa
çıkardık ki onda Rabbinizden bir fazilet, bir lütuf arayasınız diye, rızık elde edesiniz diye. Ve de yılların hesabını bilesiniz
diye. Yâni böyle değil de hep gece, yahut hep gündüz olsaydı sizlerin ayırım
özelliğiniz kalmayacaktı. Günlerin, ayların, yılların sayısını bilemeyecektiniz.
İşte her bir şeyi Biz böylece açıklarız. Her şeyi ayrıntılarıyla ortaya
koruz.
Evet anlayabildiğimiz kadarıyla önce bu
dünyada karanlık vardı da Rabbimiz Biz onu mahvettik buyuruyor. Yâni tamamen
karanlık olan bu âlemde karanlığın bir kısmını kaybettik de aydınlığı ortaya
çıkardık buyuruyor. Tabii gece ve gündüzden önceki dönemi bilemediğimiz için
böyle diyoruz.
13,14. “Her insanın
boynuna işlediklerini dolarız ve kıyâmet günü açılmış Kitabı önüne çıkarırız.
Kitabını oku, bugün, hesap görücü olarak sen kendine
yetersin.”
Biz herkesin kaderini, kısmetini,
amel defterini kendi boynuna astık, doladık. Gerek iyilik, gerek kötülük kişinin
başına ne gelirse tü-münün
sebep ve sonuçları kişinin kendi tercihindendir. İyi kararları, iyi niyetleri ve
davranışlarının karşılığı olarak iyilikler görür, kötülüklerinin karşılığı
olarak da kötü sonuçlar görür. Yâni kendi kaderi, kendi karar ve davranışlarına
göre tesbit edilir.
Evet Rabbimiz Biz her bir insanın yaşam
şeklini, yaşam tarzını, huyunu, ahlâkını boynuna astık buyuruyor. Yâni nasıl bir
hayat yaşayacak, başına neler gelecek, Rabbinin huzuruna nasıl çıkacak bunu Biz
bir kader olarak onun boynuna astık buyuruyor. Ve kıyâmet gününde insan için o
kitap açılmış olarak önüne çıkarılacaktır. Kıyâmet günü o kitap kişinin önüne
açılmış olarak çıkarılacak. Demek ki boynumuzda bir kitap asılıdır ki
yaptıklarımızın hepsi orada yazılıdır, hiçbir şey eksik değildir.
Ve nihâyet kıyâmet günü Rabbimiz
o kitabı gözümüzün önüne getirecek ve diyecek ki bak senin dünyada sorumlu
olduğun günden itibaren Bana kavuştuğun güne kadar işlediğin amellerinin tamamı
işte burada yazılıdır. Buyur haydi kitabını oku. İşte senin doldurduğun, senin
yazdığın kitabın bugün senin hakkında karar verecek. Bugün hesap görücü olarak
sen kendi kendine yetersin. Seni hesaba çekmeye delil, bu kitabındır. Seni
hesaba çekecek olan senin imanın, inkârın, itaatin, isyanın, adâletin, zulmün ve
top yekün bir hayatın ve kulluğundur. Haydi buyur bak
kitabına. Oku kitabını. Bugün senin nefsine hesap görücü olarak, hesap sorucu
olarak, yargılayıcı olarak bu kitap yeterlidir. Bir bak ki dünyada yaptıklarının
tamamı bu kitabında yazılıdır. Hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır kitabın.
Evet bu hitabı duyunca, dünyada
yaptıklarımızın tamamını içine alan bir kitapla karşı karşıya gelince şimdiden
korkmaya, tedirgin olmaya başladık değil mi? Elimiz ayağımız şimdiden dolaşmaya
başladı değil mi? Âkıl bâliğ olduğumuz günden itibaren gizli ve açık
yaptıklarımızın tamamı, bütün hayatımızın gözler önüne serildiği, hiç bir şeyin
gizli kalmadığı bir ortamda bir başkasının bizi hesaba çekmesine gerek kalmadan
kendi hesabımızı kendi kendimize, kendi kitabımızla görecek olmamız bizi perişan
ediyor değil mi? Buna ne kadar hazırız? diye kendi kendimizi bir hesaba çekelim.
Başkalarıyla hesaplaşmamız, dış dünyayla hesaplaşmamız, onları suçlamamız, suçu
onların üzerine atmamız kolaydır belki ama unutmayalım ki o anda herkes kendi
hesabıyla meşguldür. Biz de kendi günahlarımızla karşı karşıyayız. Şu anda
kitabımız gözümüzün önündedir. Eğer memnunsak yaptıklarımızdan devam edelim, yok
eğer memnun değilsek hemen bu hayattan vazgeçelim. Terk edelim Allah’ın
istemediği bir hayatı.
Evet kendimizi şimdi hesaba çekmeliyiz.
Şimdi çare aramalıyız. Ama elbette kendimizi hesaba çekerken de elimizde bir
değer yargısı olmalıdır. Nedir bu değer yargısı? Yarın tüm amellerimiz şu
elimizdeki Allah’ın kitabına göre değerlendirileceğine göre değer yargısı,
kıstas bu kitap olmalıdır. Allah’ın bu kitabında iyiler ve kötüler bellidir.
Henüz o kitabımız bize açılmamıştır ama şu kitap açıktır, önümüzde durmaktadır.
O kitaba yazdırdıklarımızı bu kitapla bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız. Bu
kitabın hayır dedikleri, iyi dedikleri bizde ne kadar varsa o kadar kazançlıyız
demektir. Bu kitabın hayırsız dedikleri, kötü dedikleri ne kadar varsa o kadar
kayıptayız demektir. Öyleyse gelin şimdiden şu kitapla kendimizi iyi tartalım.
Kendimizi bu kitabın terazisine çıkaralım. Bakalım ne çıkacak karşımıza?
15. “Kim doğru yola
gelirse ancak kendi lehine yola gelmiş ve kim de saparsa ancak kendi aleyhine
sapıtmıştır. Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye
azap etmeyiz.”
Kim doğru yola girerse, kim
hidâyete tabi olursa, kim Allah yolunda olursa kendisi için, kendi nefsi için,
kendi menfaati için hidâyette olmuş demektir. Onun hidâyetinin ne Allah’a, ne
peygambere bir faydası olmaz. Kim de saparsa, sapıtırsa o da ancak kendi nefsi
için sapmıştır. Hidâyette olanın da hidâyeti kendi menfaatinedir, dalâlette
olanın da dalâleti kendi aleyhinedir. Rabbinizin ne hidâyetinizden bir menfaati,
ne de dalâletinizden bir zararı olmaz.
Çünkü Allah Ğanî’dir, zengindir. Sizin hidâyetinize, sizin kulluğunuza
Onun hiçbir ihtiyacı yoktur, dalâletinizle de Ona bir zarar vermeniz söz konusu
değildir. Allah size, sizin yapacaklarınıza muhtaç değildir. Yeryüzündeki tüm
kullar melekler gibi, peygamberler gibi Allah’a kulluk yapsalar bile bu Allah’ın
mülküne bir şey ilave etmeyeceği gibi, hepiniz, tüm insanlar Firavun gibi
Rabbinize düşmanlık etseniz, Onunla savaşa tutuşsanız bile bunun bir sineğin
kanadı kadar Allah’a bir zararı olmaz, olamaz. Tüm Kâinatın bir sinek kanadı
kadar Allah yanında bir değeri yoktur. Allah’ın hiçbir zaman kullarından bir
beklentisi, bir haceti yoktur.
Ve yine şunu da bilesiniz ki hiçbir
kimse bir başkasının yükünü yüklenmez. Herkes sadece kendisinden, kendi
yaptıklarından sorumlu tutulur. Herkes sadece kendi yüküyle Allah’ın huzuruna
çıkacaktır. Kimse kimsenin yükünü, günahını paylaşmayacaktır. Hiçbir günah
sahibi, hiçbir vizr sahibi bir başkasının yükünü
yüklenmeyecek. Ne babanın evlâdına, ne evlâdın babasına, kadının kocasına, ne
kocanın hanımına bir hayrı, bir faydası olmayacak. Hiçbir dostun hiçbir dosta
sıcak bir kucak açması mümkün olmayacak.
Evet şu anda birbirlerine
güvenenler, birbirlerini kurtarıcı görüp, birbirlerinin eteğinden yapışmaya
çalışanlar yarın birbirlerinden kaçacak, birbirlerini tanımayacak. Herkes kendi
yükünün, kendi viz-rinin
karşılığıyla bir hesap vermenin sıkıntısıyla Rabbinin huzuruna çıkacak. Öyleyse
biz sizin yüklerinizi yükleniriz, biz sizleri kurtarırız, siz bize güvenin,
gerisini düşünmeyin diyenlerin tamamı yalancıdır.
Tabii âyetin ifadesiyle bir insanın
sadece kendisinden, kendi yaptıklarından sorumlu olması, kendi yükünü sadece
kendisinin çek-mesi demek, başkalarına karşı
sorumluluğu sebebiyle hesaba çekilmemesi anlamına gelmeyecektir. Rasûlullah efendimizin çığır açma hadisinden anlıyoruz ki
iyi, ya da kötü çığır açanlar, o çığırdan gidenlerin
günahları ve sevapları eksilmeksizin bir misli ona yüklenecektir.
Meselâ çocuklarımızın namazından,
namazsızlığından, teset-türünden, tesettürsüzlüğünden,
içkisinden, kumarından sorumluyuz. Ben sadece benden sorumluyum ama, onlardan da
sorumluyum. Onlara namazı öğretip öğretmediğimden, namaz eğitimi verip
verme-diğimden, namaz ortamı hazırlayıp
hazırlamadığımdan da sorumlu tutulacağım. Ama ben onlara karşı bu görevlerimi
yerine getirmişsem onların yaptıklarından sorumlu
tutulmayacağım.
Biz kendilerini uyaran bir elçi
göndermedikçe hiçbir kavme, hiç bir topluma azap etmeyiz. Evet Rabbimiz önce
uyarıcılarını, elçilerini gönderecek, kullarını, toplumları kendi istekleriyle,
kendi vahyiyle karşı karşıya getirecek, herkesin kendi yüküyle sorumlu
tutulacağını haber verecek, insanları âhiretle, hesap
kitapla uyaracak, iyilik ve kötülüklerin ne olduğunu onlara duyuracak, hidâyet
ve dalâlet yolunun açık ve net bir biçimde onların karşılarına çıkaracak ve
ondan sonra da iman eden kazanacak, iman etmeyenler de kaybedecek.
Ve işte bundan sonra eğer
Rabbimiz iman etmeyenlere bir azap murad buyurmuşsa
azap edecek. Değilse uyarıcılarını gönder-meden,
kullarını kendi istek ve yasaklarıyla karşı karşıya getirmeden, onlara hidâyet
ve dalâlet yollarını açmadan, hak ve bâtılı birbirinden ayırmadan, cennet ve cehennemini ortaya koymadan azap
etmiyor.
Peki iman etmeyenlere niye azap
ediyormuş Rabbimiz? Nasıl azap ediyormuş Rabbimiz? Bakın onun yasasını da
şöylece ortaya koyuyor:
16. “Bir şehri yok etmek
istediğimiz zaman, şımarık varlıklılarına yola gelmelerini emrederiz, ama onlar
yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hak eder. Biz de onu yerle bir
ederiz.”
Biz bir ülkeyi, bir karyeyi, bir
kenti helâk etmek istediğimiz za-man o köyün, o ülkenin, o kentin şımarık varlıklılarına
emrederiz, böylelikle onlar orada bozgunculuk çıkarırlar, isyan ederler, yoldan
çıkarlar ve böylece artık o ülkedekiler helâki hak ederler. Biz de arkasından o
bölgeyi yok ediveririz. O ülke üzerine Bizim helâkimiz gerçekleşiverir. İşte bir
köyün, bir kentin, bir ülkenin helâk yasası budur.
Rabbimiz önce o köye, o kasabaya,
o ülkeye uyarıcılarını, elçilerini gönderir. O toplumu elçileriyle, âyetleriyle
karşı karşıya getirir. Sonra o kentin
azgınları, ekonomik ve siyasal güç sahipleri, yöneticileri, kalbur üstü takımı,
şımarık zenginleri ellerindeki imkânlarına, siyasal, askeri ve ekonomik
güçlerine güvenerek Allah’ın elçilerini, Allah’ın âyetlerini reddederek
azgınlaşırlar, tâğutlaşırlar ve hemen arkasından da
toplumun helâki gerçekleşiyor.
Evet arkadaşlar, Hz. Adem (a.s)’dan bu yana bu hep böyle ol-muştur.
Peygamberlerin karşısına çıkanlar hep bu mütraf grubu
olmuştur. Kurulu düzenin menfaatçileri, statükodan yana olanlar, zenginler,
ekonomik güç sahipleri, yöneticiler ilk karşı gelenler olmuşlardır. Çünkü bu
adamlar çok iyi biliyorlar ki peygamber bunların toplum içindeki zulümlerine,
ayrıcalıklarına, haksız yere insanların haklarını yemelerine bir son vermek için
gelmektedirler. Peygamberler zulme dayalı, sömürüye dayalı tüm sistemleri yıkmak
için gelmektedirler. Mazlumları zalimlerin elinden kurtarmak için
gelmektedirler. İnsanların insanlara kulluğunu bitirmek için gelmektedirler.
Toplum içinde peygamber dâvetinin maya tutması demek bu adamların tüm menfaat
hortumlarının kesilmesi demek olduğu için onlara ilk karşı çıkanlar bunlar
olmuştur. Tabii bunların zulümlerine ses çıkarmayan diğer insanlar da bunlarla
birlikte helâki hak etmektedirler.
Yâni böylece helâkin yasasını Rabbimiz
bildirdikten sonra artık kimsenin bir başkasını suçlamasına imkân yoktur. Hele
hele Allah niye böyle yapıyor? Niye bizi helâk ediyor?
diyerek Rabbiniz suçlamasına imkân yoktur. Çünkü işte yasa böyledir. Rabbimiz
elçilerini gönderiyor, toplumun şımarıklarına fırsat veriyor, onlar
azgınlaşıyor, onlar Allah’ın elçilerine, Allah’ın dinine hayat hakkı tanımıyor,
toplum içinde Allah’a iman edenlerin Rabbim Allah demelerine izin vermiyorlar ve
böylece sonunda helâki hak ediyorlar.
Hani önce âyetlerinde anlatmıştı
ya Rabbimiz, sizler iyiliğe dö-nerseniz Biz de iyiliğe
döneriz, sizler şımarıp kötülüklere yönelirseniz Biz de size kötülüğe, azaba
döneriz buyurmuştu ya. İşte kötülüğe yönelmiş
toplumlara azgınları, şımarık idarecileri musallat ediyor, onlar orada fısk-u fücur içine giriyorlar ve toplum da onların bu
sapıklıklarına ortak oluyor tam cezaya lâyık hale getiriyor Rabbimiz onları.
Sonra da Rabbimizin emri geliyor ve o şehir, o ülke tümüyle yok olup gidiyor.
İşte Rabbimizin kıyâmete kadar uyguladığı helâk yasası
budur.
17. “Nuh'tan sonra nice
nesilleri yok etmişizdir. Kullarının günahlarından haberdar ve onları gönderen
olarak Rabbin yeter.”
Biz Nuh’tan sonra ki onun
toplumunu da helâk ettik, nice toplumları yok etmişizdir. Bu kitabımda Ben
onları size uzun uzun anlattım. Benimle çatışmaya
giren, elçilerimi reddeden, Benim kendilerinden istediğim kulluğu reddeden nice
toplumlar bu helâk yasamızın mahkumu olmuşlardır. Tarih bunun örnekleriyle
doludur. Kullarının günahlarından haberdar olan, onların her hallerine Basîr olan, helâki hak edenleri de, kurtuluşa ermesi
gerekenleri de en iyi bilen Allah’tır. Allah hepinizi kontrolü altında tutuyor.
Kimin ne durumda olduğunu biliyor. Bunun şuurunda bir hayat yaşarsanız karlı
çıkacaksınız diyor Rabbimiz.
18,19. “Dünyayı isteyene
istediğimiz kimseye dilediğimiz kadar hemen veririz. Sonra ona cehennemi
hazırlarız; yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Âhireti isteyip, inanmış olarak onun için gerekli çalışmada
bulunan kimselerin, işte onların çalışmaları şükre
değer.”
Kim aceleyi isterse, kim dünyayı
isterse, kim peşini isterse Biz dilediğimiz kimseye dilediğimiz şekilde,
dilediğimiz miktarda onu veririz. İstediği dünyalığı hemen acilen kendisine
veririz. Dünyada istediği her şeyi veririz ona ama sonra da ona o dayanılmaz
cehennemi hazırlarız. O cehenneme girerken de yerilmiş, kınanmış, zemmedilmiş,
her şeyden mahrum bırakılmış, cennetten, rahmetten tart edilmiş olarak
girer.
Allah korusun kim böyle bir dünya
hesabına girer ve sadece dünyalık isterse Rabbim veriyor ona istediği kadar bu
dünyada ama âhiretini, geleceğini berbat ediveriyor.
Kim dünyanın süsünü, ziynetini, malını,
mülkünü, saltanatını, şöhretini, altınını, gümüşünü, Markını, Dolarını isterse,
kim bunlara sa’y ederse, bunlara dua ederse bu
duasının, bu sa’yinin karşılığı olarak Rabbimiz tam
tamına veriyor, çabalarının karşılığını asla zayi etmiyor.
Yâni adam bu dünyaya ne kadar
değer vermişse, bu dünyayı ne kadar kıble edinmişse, ne kadar hedeflemişse,
kalbini, kafasını, gecesini, gündüzünü bu işe ne kadar teksif etmişse, ne kadar
çalışıp, çabalamışa, ne kadarına ulaşmayı dert edinmişse ona dünyadan o kadarını
veririz diyor Rabbimiz. Yâni ne kadar büyük düşünmüşse, ne kadar büyük hedefler
yapmışsa, ne kadarını kucaklamayı planlamışsa o kadarını veririz ona diyor
Rabbimiz. Hiç hakkını zayi etmeyiz diyor. Hani diyorlar ya adamlar efendim büyük düşünmek lâzım. Büyük hedefler
çizmek lâzım. Hedefimize ulaştık. Düşündüğümüz noktaya geldik. Siyasal, ekonomik
planlarımızı gerçekleştirdik filân diyor-lar ya. Biliyorlar yâni adamlar bu işi.
Tabii şu anda çok zengin
olanların nasıl ve ne için çok zengin olduklarını da anlıyoruz. Adamlar kafaya
onu takmışlar, onu hedeflemişler, onun hesabını yapmışlar, ona sa’y etmişler, onun için çırpınmışlar Allah da vermiş.
Sonunda büyük büyük makamlara, mevkilere,
müesseselere, fabrikalara, mallara, mülklere, herkesin imrendiği şeylere
ulaşmışlar.
Ama unutmayalım ki bu
dünyacıların, bu dünyayı kıble edinenlerin, hesaplarını dünya adına yapanların
sonu cehennemdir diyor Rabbimiz. Bu adamların nasipleri zemmedilmiş, kınanmış,
horlanmış olarak ateşe yuvarlanmaktır diyor Rabbimiz. Allah aşkına gelin
aklımı-zı başımıza alalım. Gelin tapınmayalım dünyaya.
Tapınmayalım eşyaya. Gelin hesabımızı sadece bu dünya için yapmayalım. Gelin
sadece bu dünya için yaşamayalım. Gelin Allah’ın bu uyarılarına karşı kör ve
sağır kesilmeyelim. Unutmayalım ki Allah’ı, Allah’a kulluğu, Allah’ın kitabını,
Allah’ın dinini bir kenara bırakarak sadece dünya için bir hayat yaşayanların,
dünya saltanatları için koşturanların akıbetleri ateştir. Dünyada kazandıkları,
yaptıkları her şey boşa gitmiştir. Tüm hasenatlarını, tüm tayyibatlarını dünyada yemiş bitirmişlerdir onlar. Âhirete intikal edecek hiçbir şeyleri yoktur. Sa’ylerinin, amellerinin karşılığını tamamen dünyada
almışlardır onlar.
20. “Onların ve bunların
her birine Rabbinin nimetinden ulaştırırız. Esasen Rabbinin nimeti kimseye yasak
kılınmış değildir.”
Evet Biz onların ve bunların her
birerine Rabbinin nimetlerinden ulaştırırız. Dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de istedik-lerini veririz. İşte bu Rabbinin bir atasıdır, Rabbinin bir
lütfudur. Rab-bin cimri değildir, Rabbin kimseye
kısıtlamada bulunmaz. Kim ne istemişse istediğini mutlaka ona tastamam verendir
Rabbin. Rabbinin nimeti kimseye yasak kılınmış değildir.
Evet kimileri sadece bu dünyada ister,
sadece dünyada kalacak şeyler ister. Tüm dualarını, tüm plan ve programlarını
dünyalıklar adına yapar. Ama kimileri de hem dünyanın hem de âhiretin hase-nelerini ister. Hem
dünyanın hayırlarını, hem de âhiretin hayırlarını
ister. Planını, hesabını, kitabını buna göre yapar. Ya
Rabbi bize dünyada da âhirette de güzellikler ver
derler. Ya Rabbi bize verdiklerin sadece dünya
mutluluğu değil, aynı zamanda âhiret saadetini de
sağlasın derler. Verdiklerin bizi Senin rızana ve cennetine ulaştırıcı olsun
derler. Hesaplarını buna göre yaparlar, amellerini buna göre ayarlarlar.
Ve işte bu âyetlerde Rabbimizin
beyanına göre bu iki grup insandan her ikisi de hedefine ulaşacaktır anlıyoruz.
Her ikisine de istediğini verecektir Rabbimiz. Dünyalık isteyenlere istediği
kadar dünyalık vereceği gibi, hem dünya hem de âhiret
başarısı ve mutluluğu isteyenlere de istediğini tastamam verecektir. Mal
isteyene mal verecek, mülk isteyene mülk, ilim isteyene ilim, cennet isteyene
cennet, cehennem isteyene de cehennem verecektir. Öyleyse gelin ne
isteyeceğimize iyi karar verelim. Seçimimizi güzel yapalım ki hem dünya
mutluluğu bizim olsun hem de âhiret başarısı bizim
olsun. Hem dünyayı kaybetmeyelim hem de âhireti
kaybedenlerden olmayalım.
21. “Onları
birbirlerinden nasıl üstün kıldığımıza bir bak! Doğrusu âhirette daha büyük dereceler ve daha büyük üstünlükler
vardır.”
Baksanıza Biz insanlardan
kimilerini kimilerine üstün kıldık. Kimilerini zengin kimilerini fakir kıldık.
Kimilerine az kimilerine çok verdik. Kimilerini boylu kimilerini boysuz kıldık.
Kimilerini güçlü kimilerini zayıf kıldık. Bunlar Allah’ın bir lütfudur. Bunların hepsi birer imtihan konusudur. Kimin
üstün, kimin alçak olduğu yarın belli olacak. Kimin hayırlı, kimin hayırsız
olduğunu ancak Allah bilir. Ve âhirette daha büyük
dereceler vardır, daha büyük üstünlükler vardır.
22. “Allah'la beraber
başka bir İlâh edinme, yoksa yerilmiş ve tek başına kalmış
olursun.”
Öyleyse ey peygamberim, sakın ha
sakın sen Allah’la birlikte başka İlâhlar peşinde koşma. Allah’la birlikte başka
bir İlâh kabul etme. Hayatına karışacak, hayatında söz sahibi olacak Allah’la
birlikte başka yetkililer bulma. Eğer Allah berisinde başka İlâhlar bulur,
Allah’la birlikte onları da dinler, Allah’la birlikte hayatında onları da söz
sahibi kabul eder, onlara da kulluk eder, onlara da dua edersen o zaman
yerilmiş, zemmedilmiş, kötülenmiş, Benim desteğimi kaybet-miş ve tek başına kalmış olursun.
Evet görüyor musunuz Rabbimizin
tehdidini? Gerçekten çok büyük bir tehdit. Kime yapılıyor bu tehdit? Allah’ın en
sevgili kulu peygamber (a.s) a. Yâni o bile
böyle bir şeyi yapınca azaptan kurtula-mayacaksa çok ciddi düşünmek zorundayız. Çok korkmak
zorundayız. Allah’tan başka tüm sahte İlâhları, tüm yapay tanrıları reddetmek,
İlâh olarak, Rab olarak sadece Allah’ı kabul etmek zorundayız. Hayatımızı
parçalayıp onun bazı bölümlerinde İlâh olarak Allah’ı öteki bölümlerinde de
başka İlâhları dinleyip şirke düşmemek zorundayız. Hayatımızın tümünde söz
sahibi tek İlâh olarak Allah’ın arzularını ger-çekleştirmek
zorundayız.
Eğer Allah berisinde başkalarını da
İlâh kabul eder, başkalarında da yetkilerin olduğunu kabul edersek, hayatımızda
başkalarının da söz sahibi olduğuna inanırsak kesinlikle bilelim ki bizler de
zemmedilecek, bizler de Allah desteğini kaybedecek ve yalnız kalacağız, bizler
de asla azaptan kurtulamayacağız demektir. İşte Rabbimiz peygamber (a.s)’a ve
onun şahsında hepimize bir uyarıda bulunuyor.
23. “Rabbin, yalnız
Kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur. Eğer ikisinden biri
veya ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı “Öf” bile
demeyesin, onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz
söyleyesin.”
Rabbin sadece kendisine kulluk
etmenize, her konuda, hayatınızın her bir biriminde sadece kendisini
dinlemenize, hayatınızı sadece kendisinin istediği gibi yaşamanıza ve ana
babanıza karşı muh-sin davranmanıza, iyilikte
bulunmanıza hükmetti. Evet Rabbin böylece yasasını belirledi, hükmünü verdi,
sistemini ortaya koydu ve işte bu âyetiyle de sizi kendi hükmüyle, kendi
yasasıyla karşı karşıya getirdi. Gecenizde gündüzünüzde, almanızda vermenizde,
küsmenizde barışmanızda, yemenizde içmenizde, giyiminizde kuşamınızda,
hukukunuzda eğitiminizde ve tüm hayatınızda sadece Allah’ı dinleyin. Sadece
Rabbinizin arzularını yerine getirin. Ve Rabbinize kulluğun yanı başında
ebeveynlerinize de iyi davranın. Ana babalarınıza karşı muhsin davranın.
Yâni onlar karşısında Allah
huzurunda olduğunuzu unutmayın. Ana babalarınızın arzu ve istekleri karşısında
Allah huzurunda olduğunuzun bilincinde bulunun. Onların emir ve yasaklarıyla
karşı karşıya kaldığınız zaman önce Rabbinize bir sorun. Ya Rabbi Sen ne di-yorsun bu konuda? Bak babam benden şunu
istiyor, anam bana bunu yasaklıyor. Sen ne diyorsun? Sen ne istiyorsun? Yapayım
mı onların benden bu istediklerini? diye önce Rabbinize bir sorun. O anda Allah
huzurunda olduğunuzu unutmayın. Eğer onların istekleri Allah’ın razı olduğu
şeylerse onları yapın, değilse yapmayın. Yâni ebeveyniniz Allah rızasına uygun
arzularını yerine getirmeyerek Rabbinizi gazap-landırmadığınız gibi onların Allah rızasına uymayan her
dediklerini ya-parak da
onları rableştirmeyin. Eğer babanız ve ananızdan biri, ya da ikisi senin yanında ihtiyarlarsa, yaşlılık ve âcizlik
dönemini idrak ederse sakın ha sakın onlara öf bile deme. Sakın onları
azarlamaya, kırıp dökmeye kalkışma. Ve o ikisine de tatlı söz söyle, güzel söz
söyle, Kerîm söz söyle, ikram makamında olacak, onların gönüllerini alacak
mülayim söz söyle.
24,25. “Onlara acıyarak
alçak gönüllülük kanatlarını ger ve: “Rabbim! Küçükken beni yetiştirdikleri gibi
sen de onlara merhamet et!” de. İçinizde
olanı en iyi Rabbiniz bilir. İyi kimselerseniz bilin ki O şüphesiz, Kendine baş
vuranları bağışlar.”
Sebebi vücudun, sebebi varlığın
olan ve her türlü izzet-ü ikrama lâyık olan ana babana acıyarak, merhamet ederek
alçak gönüllülük kanatlarını, şefkat ve merhamet kanatlarını onların üzerine
ger. Onlar için çok çok mütevazı ol. Onlara rahmetin,
şefkatin bol olsun. Ve onlar için de ki: Rabbim, ben küçükken, ben yardım ve
merhamete muhtaçken onlar nasıl beni yetiştirmişler, beni nasıl eğitip
büyütmüşlerse, bana nasıl merhamet etmişlerse, şimdi şefkat ve merhamete muhtaç
oldukları demlerinde Sen de onlara karşı merhametli ol. Sen onları bağışlayıver
ya Rabbi. Sen onların kusurlarını görmeyiver,
hatalarını, eksiklerini kaale almayıver. Yaptıklarını
tam ve eksiksiz kabul ediver ya Rabbi. Şimdi sen de onlara karşı merhametli oluver ya Rabbi de.
Rabbimiz önce kendisine kulluk istedi.
Hayatımızın tümünde sa-dece
kendisini dinlememizi, sadece kendisi için bir hayat yaşamamızı istedi. Sonra da
kendisine kulluğun hemen yanında ebeveynlerimize ihsanı gündeme getirdi. Sadece
Bana kulluk edin buyurduktan sonra Rabbimiz bu kulluğun ayrıntısını ortaya
koyuverdi.
Evet demek ki biz tüm hayatımızı
kuşatan bir kulluk şuuru içinde olacağız. Hayatın sadece belli bölümlerinde,
belli birimlerinde değil tümünde Onun kulu olduğumuzu unutmayacağız. Çünkü
Rab-bimiz hayatta boşluk bırakmaz.
Bunun becerdikten sonra da hemen
karşımıza ana babalarımız çıkıyor. Allah’ın bir emri, bir hükmü, bir yasası
olarak da sürekli ana baba karşısında Allah huzurunda olduğumuzun bilincinde
olacağız. İşte bu da Rabbimizin bizden istediği bir kulluktur. Hele hele ana babalarımız ihtiyarlık dönemlerine ulaştıkları
zaman onlara karşı çok iyi davranmaya gayret edeceğiz. Çünkü o dönemde onlar
çocukluk ve âcizlik dönemlerini yaşamaktadırlar. Bir evlât olarak bunu anlamak
problemin çözümü konusunda ilk adımı atmak demektir.
Yâni karşımızda bir çocuk var
diyeceğiz ve onları hoş görme-yi, onlara karşı Rabbimizin istediği gibi
davranmayı becerebileceğiz demektir. Kendi çocukluğumuzu, âciz günlerimizi
düşüneceğiz. O günlerimizde onların üzerimize nasıl titrediklerini gözümüzün
önüne getireceğiz. Sonra yine küçük çocuklarımıza karşı bizim davranışlarımıza
bakarak onların bizi büyütebilmek, eğitebilmek için ne zahmetlere
katlandıklarını anlamaya çalışacağız.
Önce bizim kendilerine, sonra da
kendilerinin bize emânet oluşlarını, Allah’ın emâneti olduklarını unutmayacağız.
Hanımlarımız, çocuklarımız, evimiz, işimiz, aşımız, derdimiz, sıkıntılarımız
bizi onlara muhsin davranmaktan alıkoymayacak.
Eşimizle, çocuklarımızla onların rızasını alarak cennet kazanma kavgası içine
gireceğiz. Onlarla Allah rızasını kazanmanın hesabını güzel yapacağız. Onları
bir kenara atıp; karımız ve çocuklarımızla bir dünya hayatı yaşamaya
kalkışmayacağız. Ve şunu da hiçbir zaman unutmayacağız ki Allah içimizde olanı
en iyi bilir. İyi kimselerseniz bilin ki O şüphesiz, Kendine baş vuranları
bağışlar.
26,27. “Yakınına,
düşkününe ve yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma. Saçıp savuranlar,
şüphesiz şeytanla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek
nankördür.”
Evet yalnız Allah’a kulluk
etmenin, sadece Onu dinlemenin gereklerinden birisi de işte burada anlatılıyor.
Neymiş o? Akrabalara, miskinlere, düşkünlere ve yolcuya hakkını ver.
Elindekileri, sahip olduklarını Allah’ın bu dünyada imtihan için sana
verdiklerini sakın saçıp savurma. Sakın israf etme. Yâni onları sakın kulluğun
ve Allah’ın rızasının dışında kullanma. Allah’ın sana verdiği canı, malı, mülkü,
bilgiyi, imkânı, fırsatı, zamanı, ömrü Allah için akrabalara, fakirlere,
miskinlere, yolda kalmış durumda olanlara ulaştırmak, onlarla paylaşmak
zorundayız. Sahip olduklarımızı ona muhtaç kimselerle paylaşma kavgası içinde
olmamızı emrediyor Rabbimiz. Bizde olup da onlarda olmayan neyimiz varsa onlara
ulaştırmak zorunda olduğumuzu, bunun da bir kulluk yasası olduğunu haber veriyor
Rabbimiz.
İşte böyle yapmanız da Bana
kulluktur buyuruyor. Değilse, eğer benim istediğim gibi yapmazsanız, varlığınızı
benim gösterdiğin yerlerde değil de boş yerlerde harcarsanız, saçıp savurursanız
bilesiniz ki şeytanın dostları oldunuz demektir. Şeytan Rabbine karşı çok
nankördür. Şeytan Rabbinin verdiklerini Onun yolunda kullanmayan, Rabbinin
verdikleriyle Rabbine isyan içinde olan bir nankördür. Bu haliyle şeytan
kâfirlerin, nankörlerin en büyüğüdür. Allah’ın verdiklerini Allah’ın istemediği
yerlerde kullanmak, Allah’ın razı olmadığı yerlerde harcamak israftır ve
şeytanlıktır.
28. “Rabbinden umduğun
rahmeti elde etmek için, hak sahiplerinden yüz çevirmek zorunda kalırsan, onlara
hiç değilse tatlı bir söz söyle.”
Ama eğer umduğun Rabbinin
rahmetini elde etmek için hak sahiplerine bir şeyler vermeye gücün yetmezse,
yâni Rabbinin rahmetini umduğun ve Onun rızasını kazanmak istediğin halde gücün
yetmezse o zaman da hiç olmazsa o veremediğin kimselere tatlı bir söz
söyleyiver. Hiç olmazsa onlara onların gönlünü alacak bir söz söyleyiver.
Çevrendeki senin malında Allah yasalarına göre hakkı olan fakirler, akrabalar,
yolda kalmışlar var ki senden bir şeyler bekli-yorlar,
istiyorlar. Sen onların hepsine veremiyorsan, ya da
onların istedikleri kadar, umdukları kadar veremiyorsan, buna gücün yetmi-yorsa hiç olmazsa onlara gönül alıcı güzel sözler
söyle de onları üzme. Sonra:
29. “Elini boynuna
bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur,
açıkta kalırsın.”
Elini boynuna bağlayıp cimrilik
etme, büsbütün de açıp tutumsuz olma. Yoksa fakir düşer, pişman olur aç ve
açıkta kalırsın. Ne cimrilik edip tutma, ne de her şeyini verecek kadar sa saçıp savurma. O zaman kınanır, kaybettiklerinin
hasretini çekersin.
Evet elin boynunda asılı olmasın.
Elin biraz biraz cebine gitsin. Biraz biraz dağıtmayı öğren. Cömertliği öğren. Harcamanda da
mutedil ol ki her şeyini kaybedip birilerine el açacak duruma gelmeyesin. Evet
cimri olmamak lâzım, ama israfçı da olmamak lâzımdır. israf önce de ifade
ettiğimiz gibi bir şeyi yerli yerince harcamamaktır. Lüzumsuz ve yersiz verilen,
harcanan, kullanılan her şey israftır. Lüzumlu olan yerde olan yerde malın
tamamı da verilse israf değildir. Ama malını israfa, gösterişe, günah yollara
harcayanlar şeytanın dostlarıdır. Maldan, ilimden, dinden Allah’ın verdiklerini
gizleyenler, açığa çıkarmayanlar, onları Allah kullarıyla paylaşmadan yana tavır
almayanlar şeytanın dostlarıdır.
Öyleyse bir müslüman kendi malını, kendi servetini sadece kendisine
harcamamalıdır. Kendi ihtiyaçlarını israfa varmayacak bir biçimde karşıladıktan
sonra akrabalarının, komşularının, müslüman-ların haklarını vermek için elinden geldiğini yapmak
zorundadır. Orta yolu takip etmek zorundadır. Yâni ne servetin dönüşümünü,
dağılımını önleyecek, engelleyecek biçimde cimri, ne de kendi ekonomik
durumlarını çökertecek kadar savurgan olmalıdır.
30. “Doğrusu senin
Rabbin dilediği kimsenin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre verir. O
kullarını gören ve haberdar olandır.”
Muhakkak ki Rabbin dilediği
kimselerin rızkını genişletir, dilediğine yayar, açar dilediklerine de kısar.
Dilediklerine çok verir, dilediklerine de az verir. Herkese rızkını belli bir
ölçüyle verir. Bunun yasasını koyan Allah’tır. Mülk konusunda yetki Onundur.
Niye böyle ya-pıyor Allah?
Niye bana az veriyor? Niye falana çok veriyor? diye bir soru sormaya hiç
kimsenin hakkı da yoktur, yetkisi de. İnsan, insanlar arasında var olan
eşitsizliğin hikmetini anlayamaz. Bu nedenle Allah’ın takdirinin hikmetini
anlayamayan kimi insanlar sun’i araçlarla insanlar
arasındaki doğal servet dağılımını değiştirmeye, sınıfsız bir toplum kurmaya
çalışmaktadırlar. Mülk elinde olan, her şeyin sahibi olan Rabbimiz bir deneme
için, bir imtihan için bunu böylece tesbit buyuruyor.
Çünkü O Allah; kullarını gören, onların durumlarını bilen, kimin neye muhtaç
olduğunu, kime ne kadar vermesi gerektiğini, kimin için azın, kimin için de
çoğun hayırlı olduğunu bilendir. Öyleyse:
31. “Çocuklarınızı
yoksulluk korkusuyla öldürmeyin. Biz onlara da size de rızık veririz. Onları öldürmek, şüphesiz büyük bir
günahtır.”
Ey kullarım rızık sizden değil Bendendir. Rızkın sahibi sizler değil
Benim. Öyleyse sakın ha sakın rızık sorumluluğunuz
varmış zannederek çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla, besleyememe korkusuyla
öldürmeyin. Onları rızıklandıran da Biziz, sizleri
rızıklandıran da Biziz. Onları doyuran da sizleri
doyuran da Biziz.
Üstelik dikkat ederseniz
çocuklarımızın doyurulması önce zikredildiğine göre anlıyoruz ki bizim
doyurulmamız da çocuklarımız yüzünden olmaktadır. Hani Rasûlullah efendimizin hangi çocuğunuz sayesinde
doyacağınızı, zengin olacağınızı bilemezsiniz buyruğu da bunu anlatıyordu.
Öyleyse her bir çocukla bizim eve
belli bir rızık geliyor. Yâni o çocuklarımızı biz
doyurmadığımız gibi, onların rızkını biz bulmadı-ğımız
gibi biz onlar sayesinde rızıklanıyoruz. O halde
kendimizi rızık verici tanrı makamında görmeyelim ve
besleyemeyeceğiz korkusuyla çocuklarımızı öldürmeye kalkışmayalım. Gerçekten
bizim mallarımıza göz dikmiş şeytanların ve şeytan rolünü, şeytan misyonunu
üstlenmiş tâğutların empoze ettikleri sakat
düşüncelerle çocukların öldürülmesi çok büyük bir günahtır.
Öyle diyorlar değil mi? Sen bu dünyada rahat yaşamalısın, senin dünyan
güzel olsun, hayatını bir başkasıyla paylaşmamalısın, evini daraltmamalısın, çok
çocuk sahibi olmamalısın diyorlar. Ana rahmindeyken öldürmelisin diyorlar.
Şeytanca yayınlarıyla insanların yatak odalarına kadar uzanıp onları etkilemeye
çalışıyorlar. Henüz ana rahmine düşmeden çeşitli tedbirlerle öldürmelisiniz
diyorlar. Hayata gelmiş olanları da ekonomik kaygılardan sonra öldürüyorlar,
öldürtüyorlar. Soframıza bir kaşık daha uzanmasın diye, ekonomik sıkıntılar bizi
sarmasın diye, ekonominin kurbanı edilerek öldürülüyor çocuklar.
Dikkat ederseniz Rabbimiz önceki âyet-i
kerîmesinde rızkın takdirinin bizzat kendisine ait olduğunu haber verdikten
sonra rızık korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin
buyurdu. Öyleyse madem ki rızık Ondandır, o zaman çok
çocuk sahibi olmakla fakirliğin bir ilgisi yoktur. Öyleyse ana babanın vazifesi
geleceği getirmemek değil, geleceği yetiştirmektir. Çünkü geleceğin takdiri
Allah’a aittir. Rabbimiz ezelî ve ebedî ilmiyle nesli tahdit için ölüm yasasını
koymuştur. Böylece sınırsız çoğalmalar böyle elim tedbirlerle değil, Rabbimizin
ortaya koyduğu emin tedbirleriyle olmalıdır. Değilse sanki Allah kendileri kadar
plan program bilmiyormuş gibi ukalalık bir müslümânâ
asla yakışmaz.
Halbuki Rabbimiz, Bana kulluk edin
buyurdu ve kendisine istediği kulluğun ayrıntılarına girerek bu kulluğun gereği
olarak ço-cuklarınızı
öldürmeyin buyurdu. Kendisine kulluğun şartlarından biri olarak rızık endişesiyle evlâtlarınızı öldürmeyin buyurdu.
Unutmayın ki onların rızıkları da sizin rızıklarınız da Bize aittir buyurdu.
Sonra:
32. “Sakın zinaya
yaklaşmayın; doğrusu bu çirkindir, kötü bir
yoldur.”
Zinaya da yaklaşmayın. Doğrusu
zina, nikâh dışı ilişki çok çirkin bir iş, çok kötü bir yoldur. Evet Allah’ın
istemediği, Allah’ın onaylamadığı, Allah’ın yasak kıldığı bir şekilde bir erkek
ve kadının bir araya gelmeleri çok kötü bir eylemdir. Dikkat ederseniz çocuk
öldürme yasağından sonra zina konusu gündeme getirilmektedir. Aslında zinanın
aslı öldürmektir. Gayri meşru yerlere akıtılanlar baştan öldürmektir. Gayri
meşru doğan çocuklar yaşarken öldürülmektedir. Sıcak bir aile yuvasından, ana
baba eğitiminden mahrum büyüyecek çocuklar yaşarken ölmüşlerdir. Evlilik
olmadan, aile yuvası olmadan neslin sağlığı mümkün değildir.
Onun içindir ki Rabbimiz gayri
meşru bir ilişki olan zina etmek şöyle dursun, ona yaklaşmayı bile
yasaklamaktadır. Rabbimiz kitabının başka yerlerinde gayri meşru ihtilatı
yasaklamaktadır. Kadınların İslâm dışı bir kıyafetle sokağa çıkmamalarını
emretmektedir. Zinaya yaklaşmamamızı emretmektedir. Çünkü zina tüm vücudun
meylidir. Sadece tenasül uzvunun, sadece elin, ayağın, gözün, kulağın, kalbin
meyli değildir. Onun içindir ki bir kere yaklaşıldı mı artık önlemek çok
zorlaşacaktır.
Evet bu eylemi yapmak şöyle dursun, ona
yaklaşmayın bile. Zinaya götürücü yollara girmeyin. Zinanın kapısını açıcı
ilişkilerden sakının. Bakmak gibi, dokunmak gibi, tutmak gibi, konuşmak gibi
zinaya kapı aralayan durumlardan uzak durun. Tabii Rabbimiz insanları, aileleri
mahveden bu zina illetinden korumak için nikâhlı evlilik yasasını getirmiştir.
Ve Rabbimiz kitabının pek çok
yerinde ve Rasûlullah efendimiz de pek çok
hadislerinde evlenmek durumunda olup da evlenemeyen, evlenme imkânı bulamayan
kadın ve erkeklerin evlendirilmesini teşvik etmektedir. Toplumda evlenmeye
ihtiyacı olan bir tek kişinin bile kalmamasını emretmektedir. Çünkü yeme
ihtiyacı içinde yaratılmış bir adama yemek yeme demek neyse, evlenme ihtiyacı
içinde olan bir kimseye de evlenme demek odur. Hiçbir kimseye senin evlenmeye
ihtiyacın yoktur diyemezsiniz.
Çünkü bakın Rabbimiz zinaya
yaklaşmayın diyor. Zinaya yaklaşmamanın yolu nikâhlı bir hayata kavuşmaktan
geçer. Meşru yoldan adamın ihtiyacı giderilmeli ki zinaya gerek kalmasın. Meşru
yollar kapanırsa elbette insanlar bu ihtiyaçlarını gayri meşru yollardan
gidermeye çalışacaktır. Öyleyse müslümanlar olarak
bizim görevlerimizden birisi de toplumda zinayı bitirecek fedâkarlıkları göze
almaktır.
Yine biliyoruz ki dinimizde haramlar
konusunda bir kesinlik var bir katiyet vardır. Meselâ desek ki birine; arkadaş,
cebinde mark bulundurmayacaksın! Burada kesinlik vardır ve artık adam kesinlikle
yanında, cebinde mark bulundurmamalıdır. İster büyüğü, ister küçüğü olsun fark
etmez. Efendim fazla değil sadece on mark vardı yanımda, fazla yoktu, olmaz hiç
bulundurulmamalıdır. Veya meselâ birine desek ki; arkadaş bundan böyle falanla
hiç görüşmeyeceksin! Falanların meclisinde bulunmayacaksın! Bu yasak sonucunda
adam artık kesinlikle onunla görüşmemelidir. Efendim, işte şuradan geçiyordum da tesadüfen uğrayıverdim, olmaz. Zira emirde
kesinlik var.
İşte
bakın bu âyette de Rabbimiz; “Sakın zinaya yaklaşmayın;
doğrusu bu çirkindir, kötü bir yoldur.” Buyurarak
zinaya yaklaşmayı yasaklar. Ama dikkat ederseniz burada âyet-i kerimede
Rab-bimiz "Zina etmeyin" demez "Zinaya yaklaşmayın” der.
Yani zina ile ilgili bir yolda, zina kokusu olan bir yolun başında durmayın, o
bölgede bulunmayın der. Burada kesinlik var. Haramlar konusunda kesinlik vardır.
Haramlar konusundaki bu kesinliğe
karşılık emirler konusunda ise; “gücünüz yettiğince” kaydı vardır. Resûlullah Efendimiz
Ebu Hu-reyre efendimizin
rivâyet buyurduğu bir hadislerinde; “Size neyi nehiy etmişsem ondan sakının. Emrettiğim şeyleri de gücünüz
nispetince icra edin. Şüphe yok ki sizden öncekileri helak eden şey onların çok
soru sormaları ve peygamberlerine karşı muhalefet
etmeleridir”
buyurur.
Dikkat ederseniz nehiy ettiklerinin aksine, emirler
konusunda "Gücünüz yettiği kadar"
ifadesi
vardır. Haramlardan kesinlikle uzak duracağız, ama emirleri ise gücümüz yettiği
kadar yerine getirmeye çalışacağız. Yasaklananlar konusunda eksiksiz
davranırken, istenenler konusunda becerebildiğimiz kadarıyla sorumlu oluyoruz.
Meselâ
bizden ne istedi din, ne istedi Resûlullah? Meselâ
misvak istedi, gece namazı istedi, cihat istedi, insanları diriltmemizi,
insanlara din anlatmamızı, ailemize, çevremize müslümanca davran-mamızı, şirkten,
zulümden kaçmamızı istedi. Hasılı Resûlullah biz den
ne istediyse yapacağız. Ama gücümüz yettiği kadar yapacağız. Çünkü emirler
konusunda bu geçerlidir. Eğer bu ifade olmasaydı o zaman Resûlullah gibi, Ebu Bekir gibi,
Osman, Ali, Ebu Zer gibi, bir Fakih gibi, bir âlim gibi yapmak zorunda kalacaktık. Lâkin
çok büyük merhamet sahibi olan Allah’ın Rauf ve Rahim olan nebisi bizden
istediği emirler konusunda: "Gücünüz yettiği
kadar"
buyurmaktadır.
Meselâ namaz kılacağız, onda rükûu, sücudu, kıyamı gerçekleştireceğiz, ama
becerebildiğimiz kadar. Namazda Rabbimizden mesaj alacağız, yani namazda
okuduğumuz âyetleri hafızamızda canlı tutacak ve namaz sonrası hayatımızı
onlarla düzenleyeceğiz, ama gücümüz yettiği kadar. Zekât istiyor, hac istiyor.
Malımızda, bedenimizde ve tüm ömrümüzde Rabbimizin söz sahibi olduğunu bilerek
bunun şuuru içinde zekâtımızı vermeye ve haccımızı yapmaya çalışacağız, ama
gücümüz yettiği kadar. Ne kadar? Yapabildiğimiz becerebildi-ğimiz kadar. On milyonu olan o kadar, daha azı olan o kadar.
Kur’-an’ın tümüne hakim olmamızı istiyor Resûlullah
bizden. Kur’an’la birlikte olmamızı ve hayatımızı
onunla düzenleyecek kadar onunla diyalog halinde olmamızı istiyor. Sünnetini
tanımamızı istiyor bizden. Ama gücümüz yettiği kadar.
Evet yasaklarda tavır kesindir. Meselâ
içki içmeyin diyor Allah’ın Resûlü. Bunda kesinlik vardır. İçkiyi içmeyin. Ne
kadar? Hiç iç-meyin. Efendim, tamam işte ömrümde fazla değil bir iki kadeh alsak
ne olur? Hayır hiç içmeyin. İçkiyi ömrümüz boyunca hiç içmeyeceğiz. Veya diyor
ki Allah ve Resûlü zina etmeyin. Peki ne kadar? Ne kadarı olmaz bunun, zinayı
hiç yapmayacağız, faizi ebediyen yemeyeceğiz. Belli bir zamanı ve belli bir
miktarı yoktur yasakların.
Ama
yapılması gerekenlere gelince meselâ namazı gücüm yettiği kadar kılacağım. Bütün
zamanlarımın namazla geçmesi isten-miyor benden, bizden. Farz namazların dışında gece
namazlarım da olacak, ama her an namaz halinde olmayacağım. Demek ki yasaklarla
emirler arasında bu özellik var. Yasaklarda kesinlik var. Zina etmeyeceğim. Ne
kadar? Hiç! Hayatım boyunca hiç zina etmeyeceğim. Hayatım boyunca zina etmemekle
beraber olacağım. Beş vaktin ve nâfilelerin dışında namazda olmadığım zamanlarım
da olacak.
33. “Allah'ın haram
kıldığı cana haksız yere kıymayın. Haksız yere öldürülenin velîsine bir yetki
tanımışızdır. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin. Zira kendisi, ne de olsa
yardım görmüştür.”
Rabbimizin hükümlerinden,
yasalarından bir tanesi daha. Hak olarak hariç, haklı olarak, Allah’ın öldürün
dedikleri hariç, şer’an ölümü hak edenler hariç hiçbir
zaman Allah’ın öldürülmesini yasakladığı bir nefsi öldürmeyin. Hadislerde hak
olarak, haklı olarak İslâm toplumunda ölümü hak edenler bellidir. Evli olduğu
halde zina eden erkek ve kadın, müslüman olduktan
sonra irtidat edip dinden çıkan kimse, ölümü hak
etmeyen bir müslümanı öldüren kimse, İslâm cemaatinden
çıkıp onun parçalanmasına sa’y eden kimse, müslümanlarla savaşan kimse gibi ölümü hak edenler bellidir. Bunu da zaten
kişi kendi başına yapmayacaktır. İslâm devletinin başkanı yapacaktır.
Yâni yeryüzünde böyle ölümü hak
etmemiş bir insanı öldürmek en büyük günahtır. İşte böyle haksız yere öldürülen
kimselerin velîsine bir hak, bir yetki tanınmıştır. Ama artık o yetki sahibi de
öldürmekte aşırı gitmemelidir. Çünkü o Allah tarafından yardım görmüş bir
durumdadır.
34. “Yetimin malına
ergin çağa ulaşana kadar en güzel şeklin dışında yaklaşmayın. Ahdi de yerine
getirin, doğrusu verilen ahitte sorumluluk
vardır.”
Yine Allah’a kulluğun, Allah’a
itaatin gereklerinden birisi olarak yetimin malına yaklaşmayın. Yetim buluğ
çağına ulaşana kadar ancak onun malına güzellikle yaklaşabilirsiniz. Yetim
faydasını zararını bilecek, malına sahip olabilecek, o malıyla ilişkisini
Allah’ın istediği şe-kilde ayarlayabilecek bir çağa
ulaşıncaya kadar onun malıyla ilgilenme problemi Rabbimizin yasalarında yerini
almıştır. Bunu kıyâmete kadar ortadan kaldırmamız mümkün olmayacaktır. Yâni ne
yaparsanız yapın, toplumda nasıl tedbir alırsanız alın yetimi ortadan
kaldırmanız mümkün değildir. Çünkü Allah’ın bir takdiri olarak toplumda henüz
âkıl bâliğ olmadan babasını kaybeden çocuklar olacaktır.
Ve yine ne yaparsanız yapın
toplumda bir Allah yasası olarak fakirler de hep olacaktır. Sizden istenen
bunları ortadan kaldırmak değil, bunlarla Allah’ın istediği gibi bir ilişki
içinde olmanızdır. Yetimleri analı babalılar gibi, fakirleri de paralılar gibi
yaşatmanızdır sizden istenen. Öyleyse o yetimler büyüyünceye kadar onların
mallarını ço-ğaltmak üzere,
sahip çıkmak üzere ayaklaşın. Ancak onlara kâr ge-tirmek üzere
yaklaşın.
Fakirlere de böyle davranın. Unutmayın
ki bu Allah’ın yeryüzünde bir imtihan yasasıdır. İşte görüyoruz, kimine çok
veriyor, kimine de az veriyor. Kimini analı babalı imtihan ediyor, kimini de
yetim imtihan ediyor. Yetim olmak, yetim kalmak o çocukların kendilerinin takdir
ettikleri bir şey olmadığı gibi, fakir olmak da berikilerin kendi ellerinde olan
bir şey değildir.
İşte Rabbimiz kendi takdiriyle
oluşan bu iki grup insana sahip çıkmaları konusunda müslümanlara yasasını bildiriyor. Emir ve buyruklarını
duyuruyor. Müslümanlar kendi oğullarına, kızlarına gösterdikleri şefkat ve
merhameti yetim ve fakirlere de aynen göstermekle mükelleftirler ki bu hayat
onlar için de yaşanır olsun. Onlara da aynı kendi çocuklarına, kendi ehline
yaptıkları harcamayı yapmalılar ki onlar da şahsiyet bozukluğu, kişilik
bozukluğu olmasın.
Ve ahitlerinizi de yerine getirin.
Gerek Rabbinize, gerekse insanlara karşı verdiğiniz sözlerinizi tutun. Zaten
Allah’a verdiği sözlerine riâyet etmeyen bir kimsenin insanlara verdiği
sözlerini yerine getirmesi de mümkün değildir. Allah’ın haklarına riâyet etmeyen
bir adam nerde kaldı insanların hukukunu gözetsin? Ama unutmayın ki verdiğiniz
her sözün büyük bir sorumluluğu vardır. Allah’a karşı verdiğiniz ahitlerinizin,
sözlerinizin de, insanlara karşı verdiğiniz taahhütlerinizin de belli bir
sorumluluğu vardır. O sözlerinizin belli bir bedeli vardır.
Öyle değil mi? Pîşdârımız
münafığı tarif buyururken ne di-yordu? Münafığın alâmeti üçtür. Konuştuğu zaman
yalan konuşur, vaadedip söz verdiği zaman cayar,
kendisine bir şey emânet edildiği zaman da o emânete hıyanet eder. Öyleyse bize
sorumluluk yükleyen verdiğimiz sözlerimizi, vaadlerimizi mutlak yerine getirmek
zorundayız.
35. “Bir şeyi ölçtüğünüz
zaman, ölçüyü tam tutun, doğru teraziyle tartın. Böyle yapmak, sonuç itibariyle
daha güzel ve daha iyidir.”
Rabbinize kulluğun bir gereği
olarak ölçtüğünüz zaman ölçü-yü tam tutun, doğru
teraziyle tartın. Ölçüp biçmeniz, tartıp takdir etmeniz Allah’ın istediği gibi
dosdoğru olsun. Kendinize ölçerken farklı, başkalarına ölçerken değişik, farklı
ölçüp biçmeyin. Alıcı konumundayken farklı, satıcı konumundayken farklı
ölçmeyin. Borçlu konumundayken farklı, alacaklı konumdayken farklı ölçmeyin.
Başkalarına söylerken ayrı kendinize uygularken ayrı uygulamayın. Birilerinden
itaat beklerken ayrı, ama kendi sorumluluğunuz gündeme gelince ayrı tavır
sergilemeyin. Her konuda ölçüyü Allah ve Resûlü belirlesin. Allah ve Resûlünün
ölçüsünü ölçü olarak kabul edin. Ve sakın ha sakın:
36. “Bilmediğin şeyin
ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu
olur.”
Bilmediğin bir şeyin ardına
düşme. Unutma ki kulak, göz ve kalp bunların hepsi o şeyden sorumlu olacaktır.
Evet kesinlikle bilesiniz ki kulaklarınız, gözleriniz ve kalpleriniz
yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaktır. Bilmediğimiz bir şeyin ardına
düşmeyeceğiz. Bilmediğimizle amel etmeyeceğiz. Amellerimizi, hareketlerimizi,
hareket noktamızı bilgisizlik ve cehalet üzerine bina etmeyeceğiz. O zaman
bilerek bir hayat yaşamak zorundayız. Gözümüzü, kulağımızı kalbimizi ve tüm azalarımızı, tüm hayatımızı
bir bilgiye teslim edeceğiz.
Bu bilgi Allah bilgisi, vahiy
bilgisi, kitap ve sünnet bilgisi olacaktır. Hayatımızı, düşüncemizi,
amellerimizi, kararlarımızı, tüm hareketlerimizi vahye dayandıracağız. Gözümüzü
Allah’ın âyetlerine dikeceğiz, kulağımızı Allah’ın âyetlerine vereceğiz,
kalbimizi Allah’ın âyetlerine açacağız. Varlığımızı Allah’ın âyetlerine ve
Resûlünün pratik sünnetine bina edeceğiz. İşte o zaman bilerek yaşayacağız,
bilerek hareket edeceğiz. Tüm amellerimizi kitap ve sünnet kaynaklı yapacağız.
Ve işte o zaman hayat güzel olacaktır. Değilse gözümüzü, kulağımızı ve kalbimizi
bilmediğimiz bir dünyaya teslim edersek kesinlikle bilelim ki kaybedenlerden,
pişman olanlardan olacağız.
Bir de bu âyet çerçevesinde şunu
söyleyelim: Allah’ın bize lütfettiği vaktin kıymetini bilmek ve onu boş şeylere
harcamamak zorundayız. Aklı başında bir müslümanın
kesinlikle lüzumsuz şeylere harcayacak vakti yoktur. Bakın Allah’ın Resûlü İbni Abbas’ın (r.a) rivâyet
ettikleri bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:
“İki
nimet vardır ki insanların pek çoğu onların kadrini kıymetini bilme noktasında
aldanıyorlar. Bunlardan birisi sağlık, ötekisi de boş
vakittir.”
(Buhâri, Rikak: 1) (R. Salihin 99 nolu
hadis)
Sağlığın kıymetini bilip onu satacak
değiliz veya boş zamanın kıymetini bilip onu kiraya verecek değiliz elbette.
Bundan anladığımız şudur: Zamanı ilk etapta Allah’ın bize farz kıldığı emirlere
sarılarak doldurmaya cehd ü gayret ederken arta kalan
zamanda da nâfilelerle Allah’a yaklaşma zemini aramak zorundayız. Yani şunu hiç
bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız ki boş vakitten ve sıhhatten kasıt
mecburen yapmak zorunda olduğumuz farzlardan arta kalan hayat bölümüdür.
Farzlardan artan zaman dilimidir. Yoksa bunun manası Allah bize bomboş bir zaman
vermiştir de bizler onu dolduracağız değildir.
Bir
de şunu söyleyelim ki bizler boş vakti İslâm’ın ölçülerine göre doldurmak
zorundayız. İslâm’ın zaman içinde belirlediği kulluk programı nazar-ı itibara
alınmazsa insanın bütün zamanı zaten boş demektir. Yani işte görüyoruz şu anda
insanların Allah’a danışarak değil de kendi kendilerine ayarladıkları şu hayat
programında insanların bir dakika bile boş zamanları yoktur. Sabahtan akşama
kadar dükkana tezgaha satılmak, kahvede oturmak, sinemada bulunmak, televizyon
seyretmek, maç izlemek, yemeğe, çaya, kahveye zaman ayırmak zaten insanların hayatında yetecek bir zaman
bırakmıyor bile.
Neyzenin başı dönmüş bir ara. Bir
mahallenin başında ayakta zor duracak biçimde sallanarak kapılar önünden
geçerken dikkatlice süzmeye çalışırken oradan geçenlerden birisi sorar: Hayrola
Neyzen ne bu halin? Neyi takip ediyorsun öyle dikkatli dikkatli? der. Neyzen der ki Valla gözümün önünden kapılar
gelip geçiyor birer birer de
işte bizim kapının geçmesini bekliyorum. Eğer bir
yakalarsam bizim kapıdan içeri dalacağım der. Millet hep sarhoş yani herkes bunu
bekliyor. Bir boş vakit gelsin de işte şunu şunu
yapacağım diyor. Veya işte her işi bitireyim, şu evi bir tamamlayayım, şu
dükkanı bir düze çıkarayım şu emekliliği bir bitireyim de ondan sonra yapacağım
diyor. Mümkün değil sittîn sene de beklese bu insanlar
boş vakit gelmeyecek. Aslında bizim hayatımızı dolduranlar doldurmuşlarda
onların gaflet edip dolduramadıkları boş bıraktıkları bölümlerini de biz
doldurmaya çalışıyoruz. Öyle değil de müslüman
zamanını Allah’ın farzlarıyla dolduran ve onlardan arta kalan zamanı da
nâfilelerle Allah’a yaklaşma vesilesi bilen kişidir.
Hani
Çinlinin birine demişler yakında öyle vasıtalar yapılacaktır ki işte filan şehre
bir dakikada ulaşma imkânımız olacak. Çinli der ki iyi iyi anladık, mesafeleri bu kadar kısaltacağız da acaba
geriye kalan zamanı neyle dolduracağız? Veya nerede kullanacağız? der. Öyle
ya insanlar boş zaman çıkarabilmek için yeni yeni şeyler icad ediyorlar da
acaba arta kalan zamanı neyle dolduruyorlar? Eğer Allah’a kulluğa değil de daha
çok okey oynama zamanı, daha çok televizyon seyretme
zamanı bulacaklarsa bu zamanı ne yapacaklar orasını bilmiyo-rum.
Bunun için de az evvel de ifade ettiğim
gibi vahiyle birlikte olmak zorundayız. Allah’ın bize gönderdiği vahiyle
birlikte olmak zorundayız başka çaremiz de yoktur. Çünkü neyin boş neyin dolu
olduğunu ancak vahiyden öğrenebileceğiz ve vahyin tarif buyurduğu biçimde
zamanımızı değerlendireceğiz inşallah.
37,38. “Yeryüzünde
böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara
ulaşabilirsin. Rabbi-nin katında bunların hepsi
beğenilmeyen kötü şeylerdir.”
Yeryüzünde zinhar kul olduğunuzu,
âciz, sonlu bir varlık olduğunuzu unutmayın. Yeryüzünde kendinizi bir şey
zannederek, kendinizde bir renk görerek sakın böbürlenerek, kibirlenerek, çalım
satarak, hava atarak yürümeyin. Ne kadar da sert ve haşin yürürseniz yürüyün,
unutmayın ki ne yeri delebilirsiniz, ne de dağları geçebilirsiniz. Ne kadar da öyle başınız yukarda olursa
olsun unutmayın ki ne arzı çökertebilirsiniz, ne de dağlarla boy
ölçüşebilirsiniz. İstediğin kadar göklere çıkmanla övün, yerlere inmenle övün.
İstediğin kadar bu dünyada siyasal gücünle, ekonomik varlığınla böbürlen.
İsterse gücün, egemenliğin, saltanatın kıtalara ulaşsın. İsterse tüm yeryüzü
insanlığına karşında boyun büktürmüş ol.
Unutma ki bir gün Allah’ın emri
geldiği zaman yıkılıp gideceksin. Hayatı elinde olmayan, varlığı kendisinden
olmayan, ölümü de kendisinden olmayan bir varlık nasıl olur da yaratıcısına kafa
tutabilir? Dün doğduğun zaman hiçbir şeyin yoktu, yarın öldüğün zaman da hiçbir
şeyin olmayacak. Toprak olup gideceksin. Köyünle, kentinle, mülkünle,
saltanatınla yok olup gideceksin. Hani senden öncekiler öyle olmadılar mı? Hani
nerede onlar?
39. “Bunlar Rabbinin
sana bildirdiği hikmetlerdir. Sakın Allah’la beraber başka İlâh edinme. Yoksa
yerilmiş ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.”
İşte bütün bunlar hikmetli olan,
her şeyi bilen, tam bilen, mutlak bilen, bilgi kendisinden olan, bilginin
kaynağı olan Rabbinin sana bildirdiği hikmetlerdir. Ne dedi buraya kadar
Rabbimiz? Ne istedi biz kullarından? Sadece Rabbinize kulluk edin dedi. Sadece
Onu dinleyin, sadece Onun için ve Onun istediği gibi bir hayat yaşayın dedi. Ana
babalarınıza karşı muhsin davranın dedi. Onları
incitmeyin dedi. Onlar yanınızda ihtiyarladıkları zaman onlara öf bile demeyin
dedi. Onlar üzerine şefkat ve merhamet kanatlarınızı gerin ve onlar için
Rabbinize dua edin dedi.
Sonra akrabalarınıza, fakirlere,
yolda kalmışlara haklarını verin, onlara yardım edin dedi. Varlığınızı,
imkânlarınızı insanlarla paylaşın, cimri olmayın, eli boynunda asılı olmayın
dedi. Ama aşırı saçıp savuran şeytan gibi de olmayın dedi. Muhtaçlara
verebilecek bir şey bulamazsanız hiç olmazsa onlara tatlı söz söyleyip
gönüllerini alın dedi.
Sonra rızık endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin, çünkü onların
rızkını verecek olan Benim dedi. Zinayı yapmak şöyle dursun yakın semtine bile
uğramayın dedi. O gerçekten çok çirkin bir şeydir. Haksız yere adam öldürmeyin
dedi. İyilikle olmanın dışında yetimlerin, garibanların mallarına el uzatmayın
dedi. Allah’a ve insanlara karşı verdiğiniz sözlerinizi yerine getirin dedi.
Ölçüyü tartıyı güzel yapın, insanları aldatmayın dedi. Bilmediğiniz bir şeyin,
bilmediğiniz bir hayatın ardına düşmeyin, bilinçsiz bir hayat yaşamayın dedi.
Yeryüzünde gururlanarak yürümeyin, alçak gönüllü ve mütevazı olun dedi.
İnsanlara tepeden bakmayın dedi. Ne güzel şeyler bunlar değil mi? Bundan daha
güzel, bundan daha hikmetli şeyler olur mu? İşte Rabbimiz bize hikmetiyle en
güzel şeyleri emrediyor ki hayatımız güzel olsun, âhi-retimiz güzel olsun. Öyleyse zinhar:
Hayatında sözünü dinleyecek, yasalarını
uygulayacak, programını program bilecek başka İlâhlar peşinde koşma. Allah’la
birlikte hayatına karışacak başka ilâhlar arayışı içine girme. Tamam hayatımın
şu şu bölümlerinde Allah’ı dinlerim, ama hayatımın şu
şu bölümlerinde sözünü dinleyeceğim, hatırını
kazanacağım başka İlâhlar, başka yetkililer vardır demeye kalkışma. Hayatı
parçalamadan yana, kulluğu parçalamadan yana, Allah’a yetki sınırlaması
getirmeden yana, Allah’a birilerini ortak koşmadan yana olma.
Eğer böyle yaparsan, Allah
yanında başka yetkililerin de varlığına inanırsan o zaman kesinlikle bilesin ki
kınanmış, zemmedilmiş, Allah’ın rahmetinden kovulmuş cehenneme yuvarlanırsın.
İşte bu da Rabbinden bir hikmet ve hükümdür, Rabbinin yasalarından bir yasadır.
Buna çok dikkat etmek zorundasın. Ya Rabbi, tamam Sen
göklerin İlâhısın, göklerde egemensin, ama yeryüzüne bizim Senden başka
ilâhlarımız var. Senden başka program yapıcılarımız, yasa belirleyicilerimiz
var. Ekonominin ayrı ilâhları, hukukun ayrı ilâhları, eğitimin ayrı ilâhları,
kılık kıyafetin ayrı ilâhları, siyasetin ayrı ilâhları var dediniz mi küfre ve
şirke düştünüz gitti, cehenneme yuvarlandınız gittiniz demektir Allah korusun.
Yapmayın böyle. Ortaklar bulmayın Allah’a. Yetki sınırlaması getirmeyin Ona.
Parçalamayın hayatınızı. Tüm hayatınızda sadece Onun kulu olun. Tüm hayatınızda
sadece Onu dinleyin, sadece Onun istediği gibi olun.
40. “Rabbiniz oğulları
size ayırdı, seçti de kendisi için kız olarak
melekleri mi edindi? Doğrusu siz büyük söz söylü-yorsunuz.”
Ne yâni? Şimdi Allah oğulları
size seçti de, kızları kendisine mi seçti? Erkek oğullar sizin de kızlar olarak,
dişiler olarak melekler onun mu? Doğrusu siz ne büyük sözler söylüyorsunuz? Ne
dediğinizin farkında mısınız? Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu sizin? Ne
kötü söz söylüyorsunuz?
Müşrikler melekler Allah’ın kızlarıdır
dediler. Halbuki kendileri kız çocuklarını sevmiyorlar, beğenmiyorlar, erkek
çocuklarıyla övünüyorlardı. Kendileri oğullarla güç kuvvet buluyorlarken
kızları, zayıfları da Allah’a izafe etmeye çalışıyorlardı. Yâni Allah’la savaş
halinde olan müşrikler Ona galip gelebilmenin yollarını arıyorlardı. Allah’a
güçsüz varlıkları vererek, kendilerine de güçlü varlıkları seçerek Allah’a galip
gelebileceklerini umuyorlardı. Hem Allah’ı, hem de Onun meleklerini yenmeyi
planlıyorlardı.
Evet kendilerini Allah’tan
gelebilecek belâlara, azaplara karşı sağlama almaya çalışıyorlardı. Kızları
Allah’a, oğulları kendilerine veriyorlardı. Halbuki kitabımızın başka
âyetlerinden anlatıldığına göre kendilerine bir kız çocuğu müjdesi verildiği
zaman korkunç bir şekilde öfkeleniyorlar, kahroluyorlardı. İşte Rabbimiz onları
reddederek, kınayarak buyuruyor ki, ne oluyor? Kızlar Allah’ın da erkekler sizin
mi? Nereden çıkardınız bunu? Ne büyük bir iftirada bulundunuz Rabbi-nize?
41. “Biz, andolsun ki, öğüt almaları için bu Kur’an’da bunları türlü türlü
açıkladık. Fakat bu açıklamalar ancak onların nefretini
artırmıştır.”
Andolsun ki Biz bu Kur’an’da her bir şeyi türlü türlü, açık ve ayrıntılı bir şekilde anlattık. Her şeyi
ayan-beyan açıkladık ki insanlar onu zikir yapsınlar, onunla yol bulsunlar, onu
gündem kabul etsinler, onunla şereflensinler diye. Evet insanlar onu
hafızalarında canlı tutsunlar, harita bilsinler, pusula bilsinler de yolarını
onunla bulsunlar, hayat programlarını ona sorsunlar diye biz her şeyi bu kitapta
etraflıca açıkladık, hiçbir şeyi müphem bırakmadık diyor Rabbimiz.
Ama bu apaçık Kur’an, kendilerine yol göstermek, kendilerine gündem olmak,
kendi şereflerini artırmak üzere gönderdiğimiz bu apaçık âyetler ancak onların
nefretlerini artırmıştır. Zavallı insanlar onunla yol bulacakları yerde, onu
kendilerine hayat programı yapacakları yerde, onunla şereflerini artıracakları
yerde, ondan nasihat alacakları yerde ondan nefret ettiler, ondan kaçtılar,
ondan hicret ettiler.
42,43. “Ey Muhammed! De
ki: “Eğer dedikleri gibi Allah'la beraber ilâhlar bulunsaydı, o takdirde hepsi
arşın sahibiyle savaşmaya bir yol ararlardı. O, onların söylediklerinden
münezzehtir, yücedir, uludur.”
Ey peygamberim, de ki, eğer
onların söyledikleri gibi Allah’la beraber ilâhlar varsa, Allah’la beraber Onun
yetkilerine sahip tanrılar, söz sahipleri, yetki sahipleri varsa, o zaman bu
ilâhların tamamı arşın sahibine karşı, göklerin ve yerin egemen hükümdarına
karşı savaşmaya, Onu yenmeye bir yol ararlardı. Allah’a karşı bir yol bulmaya
çalışırlardı. Ya Onunla savaşmaya, ya da Ona yakınlık kazanmaya bir yol ararlardı. Ya Onun makamına göz dikerek, Ondan bir pay, bir yetki
koparmaya çalışarak Ona bir yol ararlardı.
Peki mümkün mü bu? Becerebilen
var mı bunu? Sübhanal-lah.
Olacak şey midir bu? Allah’ı tesbih ederiz böyle
şeylerden. Allah sübhandır. Allah böyle şeylerden
uzaktır, münezzehtir. Allah onların bu iftiralarından, bu yakıştırmalarından
yücedir, üstündür, yardımcıya ihtiyacı olmayandır. Melekler de ne Allah’ın
kızlarıdır, ne de Onun yardımcılarıdır. Çünkü:
44. “Yedi gök, yer ve
bunlarda bulunanlar O'nu tesbih ederler: O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir
şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini
anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır,
bağışlayandır.”
Yedi gök, yer ve bunlarda bulanan
canlı cansız, bilinen bilinmeyen, görünen görünmeyen ne varsa hepsi Allah’ı
tesbih ederler. Hepsi de sübhanallah derler. Hepsi de Allah’ı gündemlerine alırlar.
Hepsi de Allah’a boyun büküp Onun istediği bir hayatı yaşarlar. Hepsi de Allah’ı
tüm noksan sıfatlardan tenzih edip mükemmel sıfatların sahibi bilirler. Hepsi de
Allah’ı yüceltirler, Ona hamd ederler. Allah kendisini
nasıl tanıtmışsa, hangi sıfatların sahibi olarak ortaya koymuşsa öylece iman ederler.
Evet onlar böylece Rablerini
tesbih ederler, fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız, fıkh
edemezsiniz. Ay, güneş, yıldızlar, sema, arz, bulut, hayvanlar, dağlar, taşlar,
bitkiler, hepsi, tüm varlıklar Allah’ı tesbih ederler
ama biz onların nasıl tesbih ettiklerini bilmiyo-ruz, bilemiyoruz,
anlayamıyoruz. Allah Halimdir, Allah merhamet edendir, merhamet sahibidir,
mağfiret sahibidir.
45,46. “Ey Muhammed!
Kur’an okuduğun zaman senin ile âhirete inanmayan kimseler arasına görülmeyen bir perde
çekeriz. Kur’an'ı anlarlar diye kalplerine örtüler ve
kulaklarına da ağırlık koyduk. Kur’an'da Rabbini bir
tek, olarak andığın zaman, onlar ürkerek artlarına
dönerler.”
Ey peygamberim, sen Kur’an’ı okuduğun zaman Biz seninle âhirete inanmayan o kâfirlerin arasına onların
göremeyecekleri bir perde çekeriz. Sen Kur’an okurken
seninle onlar arasına görünmeyen bir örtü vardır. Ve yine senin okuduğun O Kur’an’ı anlamamaları için, fıkıh etmemeleri için onların
kalplerine kılıflar, izole maddeleri, örtüler, engeller, kulaklarına da okuduğun
Kur’an’ı işitmemeleri için bir ağırlık koyduk.
Kulaklarına kurşun dinlerler, dinler gibi görünürler ama işitmezler, anlamazlar,
anlayamazlar, fıkhedemezler.
Sen bu kitabı okuyarak sadece
Allah’ı zikrettiğin zaman, sadece Rabbini hamd ettiğin
zaman, onları sadece Allah’a kulluğa, sadece Allah’ı dinlemeye dâvet ettiğin
zaman senden ve okuduğun Kur’an’dan nefret ederek
gerisingeriye dönüyorlar. Allah’tan, peygamberden, kitaptan yüz çeviriyorlar.
Tabii önce kendileri inanmak istemedikleri, duymak, işitmek, anlamak, kavramak
ve gereğini yerine getirmek istemedikleri, tercihlerini bu yönde kullandıkları
için Rab-bimiz de onlara böyle bir yasa
uygulayıveriyor. Onları kendi tercihlerinin karşılığı olarak duymaz,
duygulanmaz, anlamaz hale getiriveriyor.
Evet, demek ki varlıklarını,
fıtratlarını, hayatlarını Allah adına kıyama kulluğa adarlarken, Allah adına
doğrulup hayatlarını Allah’ın emirleriyle doğrulturlarken, ahsen-i takvim özelliklerini muhafaza ederlerken, kimileri
de bu yaratılış özelliklerine ihanet ettiler. Allah’ın kendilerine lütfettiği bu
kıvamlarını, bu güç ve imkânlarını onun dinine kullanmadılar. Ona kullukta
kullanmadılar. Allah onlara doğrulabilme imkânı vermişti, ama onlar Allah için
namaza doğrulmadılar da başka şeylere doğruldular.
Allah onlara konuşma kıvamı
vermişti, ama onlar bu imkânlarını Allah’ın âyetlerini konuşmada, Resûlünün
hadislerini anlatmada kullanmadılar, hep başka şeyler konuşmakta kullandılar.
Allah onlara bakma, görme kıvamı
vermişti. Ama onlar onu, onu kendilerine lütfeden Allah’ın görsel âyetlerini
okumada ve kullukta kullanmadılar da hep başka şeyleri seyretmede kullandılar.
Rab-imizin bu âlemde yarattığı bunca görsel ayetlerin
yanından geçip gittiler de ilgilenmediler. Bunca âyet
onlara hiçbir şey söylemedi. Bu âyetlere tutuna tutuna
bu âyetlerin sahibine kulluğa yönelmediler.
Allah onlara kalp vermişti, akıl
vermişti, anlayış ve kavrayış vermişti. Ama onlar bu nîmetleri kulluğun ötesinde
başka yerlerde kullandılar. Herkese ve her şeye açtıkları o kalplerini Rablerine
ve Rablerinin âyetlerine açmadılar. Herkese ve her şeye gönül verdiler, ama onun
sahibine gönül vermediler. her şeye ve herkese kulak verdiler, ama kulaklarının
da kendilerinin de sahibi olan Allah’a, O’nun âyetlerine, O’nun elçisinin
mesajına kulak vermediler. Allah’ın verdiklerini Allah yolunda kullanmadılar da
böylece esfel-i safiline indiriverdiler
kendilerini.
Çünkü kullanılmayan nîmetleri alıverir
Allah. İnsanlar Allah’ın kendilerine lütfettiği nîmetleri kullanmayarak insanlık
değerlerini düşürmeye kalkışırlarsa Allah da onları onlardan geri alıverir de
onları hayvanların da altına indiriverir. İşte bunlar Allah’ın kendilerin
everdiği kalplerini, akıllarını Allah’a kulluk yolunda kullanmadıkları için
Allah’ın kalplerini mühürlemiş olduğu, bunun için de kendi hevâ ve heveslerine
uyarak insanlıktan çıkmış kimselerdir.
İşte onlar böyle söz anlamaya
yanaşmadıkları için, istifade et-mek üzere, iman etmek
ve amel etmek üzere dinlemedikleri için Allah onların kalplerini
mühürleyivermiştir. Yâni dinlemek ve anlamak için kendilerine verdiği
hassalarını kullanmadan yana olmadıkları için Allah da bu hassalarını onlardan
alıvermiştir. Kalplerine mühür vurmuştur Allah, çünkü bu adamlar Allah’ın
kendilerine verdiği kalplerini kullanmak istememişlerdir. Allah böyle davranan
kimselerin kalplerini mühürlerken, insanî özelliklerini alıp onları duymaz
duygulanmaz hay-vanlardan daha aşağı varlıklar haline
getirmektedir.
47,49. “Seni
dinledikleri zaman neye kulak verdiklerini ve gizli toplantılarında zalimlerin:
“Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediklerini Biz çok iyi biliriz.
Sana nasıl misa ller verdiklerine bir
bak! Bu yüzden sapıtmışlardır, artık bir yol da bulamamaktadırlar. Biz kemik ve
ufalanmış toprak olduğumuz zaman, yeniden mutlaka dirilecek miyiz?
derler.”
Onlar seni dinlerlerken, sana ve
okuduğun Kur’an’a kulak verirlerken ve kendi
aralarında sana ve dinine gizli gizli komplolar
peşinde koşarlarken, sinsi, sinsi düşmanlık planları kurarlarken, İslâm’ı ve
müslümaları yok etmenin hesaplarıyla gizli gizli toplantılar yapıp kararlar alırlarken ve de senin
hakkında şu sözü derlerken, “sizler ancak büyülenmiş, cin çarpmış deli bir
sihirbaza tabi oluyorsunuz” Biz onların bu durumlarını çok iyi biliyoruz. Biz
bunların hepsinden haberdarız.
Evet sen hiç düşünme bunları ey
peygamberim. Sen hiç kafana takma onları. Sen yoluna devam et. Biz onların tüm
söylediklerinden, tüm planlarından, tüm sinsi komplolarından haberdarız. Biz
onları tümüyle kuşatmışızdır. Onların senin aleyhine konuştuklarının,
planladıklarının tamamını boşa çıkarmak, onları başarısız kılmak ve seni onlara
karşı korumak bize aittir diyor Rabbimiz.
Bak, bak sana nasıl da
misa ller veriyorlar? Nasıl da
örnekler getiriyorlar? Onlar bu tavırlarıyla sapmışlar, sapıtmışlardır ve artık
bir daha asla yol bulabilecek de değillerdir. Ve dediler ki yâni şimdi biz
öldükten sonra, kemiklerimiz eridikten sonra, vücutlarımız çürüdükten sonra,
azalarımız dağılıp, toprak olup gittikten sonra yeniden mi dirileceğiz? Sen bunu
iddia ediyorsunuz öyle mi? Bizim bu safsatalara inanmamızı bekliyorsun öyle mi?
diyerek sana misa ller, örnekler, deliller
getirmeye çalışıyorlar.
50,51. “De ki: “ İster
taş veya demir ya da kalbinizde büyüttüğünüz başka bir
yaratık olsun, yine de dirileceksiniz”. “Bizi tekrar kim diriltir? “derler; de
ki: “Sizi ilk defa yaratan”. Sana, başlarını sallayarak: “Ne zamandır bu?”
derler. “Yakın olması mümkündür” de.”
Peygamberim, sen onların bu
saçma-sapan misa llerine karşılık de ki onlara, ey
kâfirler, ister taş olun, ister, ister demir olun, ya
da kalbinizde büyüttüğünüz, gönüllerinizde büyükleştirdiğiniz daha başka bir
yaratık olun. Ne olursanız olun, kesinlikle bilesiniz ki öldükten sonra tekrar
dirileceksiniz. Ölümlerinizle Allah’ın yasasına teslim olduğunuz gibi
dirilişlerinizle de Rabbinizin yasasına mutlaka boyun bükeceksiniz. Rabbinizin
ölüm yasasından kaçıp kurtulamadığınız gibi diriliş yasasından da
kurtulamayacaksınız.
Yine aynen bunun gibi öldükten
sonra hepiniz tekrar dirilecek, Rabbinizin huzuruna getirilecek ve yaşadığınız
bu hayatın hesabını ödeyeceksiniz. Tüm yapıp ettiklerinizden sorguya
çekileceksiniz. O zaman diyecekler ki peki kim diriltecek bizi? Kimin gücü
yetecek buna? Kim koymuş bu yasayı? Kim diyor bunu? Nasıl olacak bu iş?
De ki peygamberim, sizi ilk defa
yaratan Allah sizi tekrar di-riltecek. Siz yokken ilk
defa sizi var eden bu işi yapacak. Ve onlar bu-nu
duyunca alayla başlarını sallayacaklar, bunu imkânsız görecekler, yönlerini
çevirecekler ve alaylarını zirveye çıkararak diyecekler ki hani ne zaman? Hani
niye gelmiyor ya? Yıllardır duyduk bunu. Adem
(a.s)’dan beri söylenir, ama bir türlü gerçekleşmez. Hani niye gerçek-leşmiyor ya? Peygamberim sen bu
cahillere, sadece Allah bilgisinde olan, sadece Allah’ın bilebileceği, Onun
dışında İsrâfil de dahil hiç kimsenin bilemeyeceği bir şeyi kendileri gibi bir
beşer olan sana soran bu zır cahillere de ki, umulur ki o yakındır. Umulur ki o
diriliş günü yakındır.
Evet bu Allah’ın takdir buyurduğu bir
yasadır. Sizi ilk defa yaratmaya güç yetiren Allah elbette sizi ikinci defa
yaratmaya, ölümlerinizden sonra tekrar diriltmeye kâdir olandır. Üstelik şu anda
akılsızca deliller getirmeye çalıştığınız gibi değil toprak olmanız, değil
vücutlarınızın çürüyüp gitmesi, yâni değil zaten toprak olan, topraktan meydana
gelmiş olan insanların tekrar toprak haline dönüşmesi, isterseniz taş olun,
isterseniz demir olun, ya da kalbinizde büyüttüğünüz
başka bir şey olun kesinlikle bilesiniz ki tekrar diriltileceksiniz.
Çünkü eğer aklınız varsa
anlarsınız, aslında bir şeyin yoktan var edilmesi, var olan bir şeyin tekrar var
edilmesinden çok daha zor-dur. Biz yokken, bir benzerimiz yokken bizi yoktan var
eden Allah bir benzerimiz varken bizi neden tekrar var edemesin? Yâni sizin bu
itirazlarınız gerçekten çok anlamsızdır.
52. “Sizi çağırdığı gün,
O'na hamd ederek dâvetine uyarsınız ve kabirlerinizde
pek az bir müddet kaldığınızı sanırsınız.”
Rabbiniz sizi tekrar diriltip,
kabirlerinizden kaldırıp huzuruna çağırdığı gün hamd
ile sizler Onun dâvetine icabet edeceksiniz. Hamd ile
Onun çağrısına cevap vereceksiniz. Ve bileceksiniz ki bu dünyada, kaldığınız
kabir hayatında pek az bir süre kaldınız.
Evet bir anda kendinizi
yaşadığınız bu hayatın hesabını ödemek üzere Rabbinizin huzurunda bulacaksınız
ifadesi, hem bu dünyanın çok kısa olduğunu hatırlatmak, hem de çok az
kalabileceğiniz bir dünya hayatına bağlanarak aman ha Rabbinizi unutmayın
uyarısında bulunmaktır. Rabbimiz bize olan sonsuz rahmeti ve merhameti gereği
bizleri böylece uyarıyor. Böyle birdenbire bitiverecek, birdenbire Rabbinizin
huzuruna çıkıvereceğiniz ölümlü bir dünya hatırına sakın ha ölümsüz bir hayatı
fedâ etmeyin. Bâkîyi verip de fâniye talip olmayın. Öyleyse sen onlara söyle
peygamberim:
53. “İnanan kullarıma
söyle, en güzel şekilde konuşsunlar. Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister.
Şeytan şüphesiz insanın apaçık düşmanıdır.”
İnanan kullarıma söyle ki onlar
en güzel şekilde konuşsunlar. Ahsen söz söylesinler.
Söyle kullarıma sözleri, amelleri, hayatları güzel olsun. Peki nedir ahsen söz? Nedir en güzel söz? En güzel söz vahiydir. En
güzel söz kitap ve peygamber sözüdür. En güzel amel, en güzel hayat Allah’ın
istediği hayattır. Allah sözlerinin üstünde söz düşünmek, Allah yasalarının
üstünde yasa düşünmek, Allah’ın hayat programının üstünde hayat programı
düşünmek mümkün değildir.
Evet sözlerin en güzeli Kur’andır, öyleyse en çok Kur’an
konuşacağız, başka sözleri, başkalarının sözlerini konuşmamaya çalışacağız.
Çünkü bakın Rabbimiz buyuruyor ki doğrusu şeytan sizin aranızı bozmak ister.
Dikkat edin şeytan sizin aranıza nizalar sokmak ister, ayrılık tohumları,
düşmanlıklar atmak ister. Sizi Rabbinizin dosdoğru yolundan saptırıp perişan
etmek isteyen apaçık bir düşmanınızdır o. Sizi Allah sözlerinden, sizi vahiyden
uzaklaştırıp başka sözlerin, başka amellerin, başka hayatların içine çekmek
isteyen amansız bir düşmandır o şeytan.
Öyleyse zinhar Allah sözlerinden
uzaklaşmamalıyız. Kötü sözlerle, işe yaramaz sözlerle, olur olmaz tavır ve
davranışlarla Allah’ın sözlerinden uzak bir hayat yaşamamaya gayret etmeliyiz.
Yâni bizi Rabbimizden koparmak, bizi Allah yolundan saptırıp birbirimize
düşürmek isteyen düşmanımıza fırsat vermemeliyiz. Bizi ümmet olma şuurundan
uzaklaştırmak isteyen, bizi zina gibi, içki, fuhuş gibi, birbirimize düşmanlık
gibi kötülüklerin kucağına atmak isteyen şeytanı diskalifiye ederek toplum
olarak Rabbimize itaatimizi Rabbimize gerçekleştirmeliyiz. Şeytanın bizi kendi
cehennemine dâvetine asla kapılmamalıyız. Ona karşı Rabbimizin bize gönderdiği
kitabına ve elçisinin yoluna tabi olmalıyız. Unutmayın ki:
54. “Rabbiniz sizi daha
iyi bilir. Dilerse size merhamet eder veya dilerse size azap eder. Ey Muhammed!
Biz seni onlara vekil olarak göndermedik.”
Sizi en iyi bilen Rabbinizdir.
Rabbiniz sizin durumlarınızı en iyi bilendir. İçinizi, dışınızı, amellerinizi,
niyetlerinizi, düşüncelerinizi, planlarınızı, geçmişinizi, geleceğinizi en iyi
bilen Allah’tır. Kimin yolundasınız? Kimi razı etmenin kavgasını veriyorsunuz?
En çok neleri konuşuyorsunuz? En çok neleri okuyor ve dinliyorsunuz? Kimden
razısınız? Kimin istediklerini uygulamaya çalışıyorsunuz? Kimin hayat
programının peşindesiniz? Bunu sizden daha iyi bilen Rabbinizdir. Bilesiniz ki
Rabbiniz dilerse size merhamet eder, sizi bağışlar, dilerse de size azap eder.
Hüküm Ona aittir, yetki Onundur.
Öyleyse sakın kendi kendinize
karar vermeyin. Efendim, işte bizler şu anda dünyanın en iyi insanlarıyız.
Bizler en iyi müslüman-larız. Bizim yaşadığımız hayat en iyi bir hayattır. Gerçek
cennetlikler bizleriz. Bizler de gitmeyeceği de cennete sığırlar mı gidecek?
filân diye kendi kendinizi tezkiye etmeye kalkışmayın. Unutmayın ki her birimiz
Allah’ın affıyla, Allah’ın bağışlamasıyla, Allah’ın cennetiyle de, Onun
azabıyla, Onun cehennemiyle de karşı karşıyayız. Bunu hiçbir zaman
unutmayalım.
Ve peygamberim, Biz seni onlar üzerine
vekil de yapmadık. Biz seni onlar üzerine kefil olarak da göndermedik. Senin bu
konuda bir yetkin de yoktur, sorumluluğun da yoktur. Yâni senin onların cennet,
ya da cehenneme gitmeleri konusunda herhangi bir
müdahalen, bir yetkin olmadığı gibi bir sorumluluğun da yoktur. Bu konuda karar
mercii sen değilsin. Sen onların ne cennete gitmelerine, ne de cehenneme
yuvarlanmalarına karar veremezsin. Karar Allah’a aittir. Bu konuda onlara
zorbalık yapma yetkin de yoktur, baskı kurma selahi-yetin de yoktur senin. Hidâyet de dalâlet de Allah’ın
elindedir. Allah dilerse onlara hidâyet eder, dilerse onları dalâlette bırakır.
Tabii onların tercihlerinin
karşılığı olarak. Dilerse onlara azap eder, dilerse affeder. Ama O Allah
merhametini de, azabını da elbette bir yasaya bağlamış ve o yasasından da
kullarını haberdar etmiştir. Kendi yolunu takip edenlere, kendi istediği gibi
bir hayat yaşayanlara merhamet edeceğini, aksini yapanlara da azap edeceğini
bildirmiştir. Senin bu konuda bir sorumluluğun yoktur. Biz hiçbir zaman seni
insanlara vekil yapmadık. Sen onlara görevini bildirirsin, onları Benim
mesajımla uyarırsın tamam, senin görevin bitmiştir, gerisi Bana aittir.
Çünkü:
55. “Göklerde ve yerde
olan Kimseleri Rabbin daha iyi bilir. Andolsun ki
peygamberleri birbirinden üstün kılmış ve Dâvûd'a
Zebur vermişizdir.”
Sen bilemezsin, ama Rabbin
göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. Andolsun
ki Biz Nebilerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. İşte o üstün
kıldıklarımızdan birisi de Dâvûd’dur. Biz Ona Zebur’u
vermişizdir. Daha küçük yaşlarında, çocuk yaşlarında Talût’un komutasında bir ordunun içindeydi Dâvûd. Müslümanlar bir özgürlük savaşının içindeydiler.
Çeşitli denemelerden geçirilerek elenen ve çok az sayıda yiğitler olarak Calut’un ordularının karşısına dikilen müslümanlar Allah’ın yardımı ve desteğiyle düşmanlarına
galip gelirler.
İşte bu savaşta henüz çok küçük
yaşlarda olan Dâvûd (a.s) elindeki sapan taşıyla o
günün en güçlü komutanı olan Calut’u öldürür. Ve
böylece Dâvûd (a.s) Allah’ın mülk ve saltanatına lâyık
hale gelir. İsrâil oğulları Mûsâ (a.s)’dan sonra yeryüzünde en zirvede bir güç
ve saltanata kavuşurlar. Rabbimiz elçisi Dâvûd (a.s)’a
Zebur’u gönderir. Dâvûd (a.s) Rabbinden gelen bu
kitaba sarılarak, güzel sesiyle bu kitabı insanlara okuyarak, duyurarak
yeryüzünde hem bir melik hem de bir peygamber olarak güzel bir hayat sürer.
İşte kendisine böyle bir kitabın,
böyle bir dünya saltanatının verilmesi bir üstünlük anlamına geliyor anlıyoruz.
Nitekim kitabımızın başka âyetlerinde Rabbimiz Mûsâ (a.s)’la konuştuğunu, Îsâ
(a.s)’ı Ruh’ul Kudüs’le desteklediğini, İbrâhim
(a.s)’ı tüm insanlığa imam ve önder yaptığını haber veriyor. Allahu âlem işte peygamberlerden kimilerine verilen
üstünlüğü böyle anlamaya çalışıyoruz.
56. “De ki: “Allah'tan
başka tanrı olduklarını sandıklarınızı çağırın; sizin bir sıkıntınızı gidermeye
ve onu değiştirmeye güçleri yetmez.”
Haydi Allah berisinde, Allah’tan
gayri lider, tanrı, İlâh, yetkili bildiklerinizi, hayatınızda söz sahibi kabul
ettiklerinizi dâvet edin, çağırın bakalım da sizden bir zararı defetmeye, zararı
gidermeye, kötülüğü uzaklaştırmaya güçleri yeter mi? Becerebilirler mi bunu?
Başınızdaki bir belâyı, bir hastalığı, bir sıkıntıyı kaldırabilecekler mi? Sizi
sağlığa kavuşturabilecekler mi? Sizden ölümü def edebilecekler mi? Ekonomik
problemlerinizi, hukuk problemlerinizi, eğitim sıkıntılarınızı, ailevi
geçimsizliklerinizi düzlüğe çıkarabilecekler mi? Hayır hayır kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. Yetkili sadece
Allah’tır. Zararı veren de, takdir eden de, onu kaldırma yetkisine sahip olan da
sadece Allah’tır. Fayda veren de sadece Odur. Onun faydasının da, zararının da
önüne geçebilecek kimse yoktur.
Öyleyse hayatınızda Ondan başka
yetkili, Ondan başka söz sahibi, Ondan başka Rab, İlâh, tanrı yoktur. Öyleyse
kime gidiyorsunuz? Kime başvuruyorsunuz? Kimin yasalarını uygulamaya
çalışıyorsunuz? Allah’ı bırakıp da kimleri övmeye, kimlere yetki vermeye
çalışıyorsunuz? Kendinizi kimlere beğendirmeye çalışıyorsunuz?
İnsanların Allah’ı bırakıp da İlâh
kabul ettikleri varlıklar bazan peygamberler, melekler
ve sâlih kimseler de olabilmektedir. Allah’la birlikte
onlara da yetkiler verebilmekte, hattâ Allah’ın rızasını kazanabilmek için
bunları vesile yaptıklarına şahit olmaktayız. Bunlar Allah’a yakın varlıklardır,
eğer bizler bunların hatırlarını kazanabilirsek Allah’ın da hatırını kazanmış
olacağız diyerek bunlara sarılmakta, bunlara da kulluk etmekte, bunları da
dinlemekte, bunlara da dua etmekte, bunlara da sığınmaktadırlar. İşte bakın
Rabbimiz bundan sonraki âyetinde çok açık bir biçimde bu hususu da şöyle
anlatır:
57. “Taptıkları putlar
Rablerine daha yakın olmak için vesile ararlar. O'nun rahmetini umar, azabından
korkarlar. Zira Rabbinin azabı korkmağa değer.”
Allah’ı bırakıp da Onun berisinde
tapındıkları, tanrı, ilâh, önder, lider kabul ettikleri, Allah gibi kendilerini
dinledikleri kimselerle Rablerine daha yakın olabilmek için vesileler ararlar.
Böylece acaba bunlardan hangisi Allah’a daha yakındır? Acaba hangisiyle Allah’a
daha fazla yaklaşabiliriz diye birinden diğerine koşturup dururlar. Ve bir de
Allah’ın azabından korkarlar.
Yâni bu âyetin bir başka anlamı da
onların Allah’ı bırakıp da kendilerini tanrı makamına çıkardıkları varlıklar,
putlaştırdıkları var-lıklar Allah’ın rızasına,
Allah’ın rahmetine vesile ararlar da Onun rah-metini
umarlar. Yâni aslında o varlıklar kendilerinin insanlar tarafın-dan
tanrılaştırılmalarından rahatsız olarak Rablerinin azabından korkarlar.
Rablerinin rahmetini umarlar. Çünkü Allah’ın azabı gerçekten korkulmaya lâyık
bir azaptır. Yâni fark etmez, olsa ne olacak, olmasa ne olacak denecek, hafife
alınacak bir azap değildir Allah’ın azabı.
Peki acaba bu âyet ne dedi bize?
Şu sizin Allah berisinde kendilerinde güç kuvvet gördüğünüz, kendilerinde yetki
görüp put-laştırdığınız, kendilerine dua ettiğiniz,
kendilerine sığınmaya çalış-tığınız, arzularını yerine getirip yasalarını
uygulamaya çalıştığınız varlıklar kendileri bizzat Allah’tan korkarlarken,
Rablerinin azabından ürperip rahmetini umarlarken size ne oluyor da onları putlaştırıyorsu-nuz?
Peygamberleri, melekleri, ölmüş gitmiş sâlihleri ne
hakla Allah makamına oturtmaya çalışıyor, Allah’a yapılması gerekenleri bunlara
yapmaya çalışıyorsunuz? Ne hakla Allah demediği halde Ona yaklaşmak için onları
vesile kabul ediyorsunuz? İşte onlar kendileri Allah’tan korkuyorlar. Allah’ın
rızasını kazanmak için sebeplere sarılıyorlar. Şimdi böyle Allah’ın sevgili
kullarının, peygamberlerin, meleklerin ve sâlih
kişilerin bile Allah’a ortaklıklarının bulunmadığı bir dünyada Allah karşıtı bir
hayat yaşayanların, Allah’ı diskalifiye edenlerin, Allah’la savaşa tutuşanların
ilâh makamına getirilmeleri haydi haydi mümkün
olmayacaktır. Bunu anlamanız lâzım.
58. “Kıyâmet gününden
önce ortadan kaldırmayacağımız veya çetin azaba uğratmayacağımız bir şehir
yoktur. Bu, Kitapta yazılıdır.”
Evet hiçbir karye, hiçbir kent,
hiçbir ülke yoktur ki Biz kıyâmetten önce orasını helâk edip ortadan kaldırmış
olmayalım. Muhakkak ki kıyâmet gününden önce her yeri ve herkesi helâk ederiz.
Yahut şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu kitapta yazılıdır. Bu Allah’ın
takdirindedir. Yâni ne oluyor size? Allah’ı bırakıp da Onun berisinde birilerini
tanrı yerine koymaya mı çalışıyorsunuz? Ne yetkileri var onların? Ne güçleri
var? Hiçbir köy halkı, hiç bir kasaba ve kent halkı Allah’ın helâk yasasından
kurtulamıyorken siz kime tabi olmaya, kime teslim olmaya çalışıyorsunuz?
59. “Bizi mûcize
göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semûd milletine gözle görülebilen bir mûcize, bir dişi deve
vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Oysa Biz mûcizeleri yalnız korkutmak için
göndeririz.”
İnsanlar Allah’tan âyet
istiyorlar. Allah’tan farklı âyetler istiyorlar. Bu konuda peygamberi
sıkıştırmaya çalışıyorlar. Bize şöyle bir âyet gelirse o zaman biz de iman
ederiz diyorlar. Hemen hemen her peygamberin
toplumunda görüyoruz bunu. Her toplum elçilerinden farklı âyetler istediler.
Bakın Rabbimiz âyet göndermeme hikmetini bu âyetiyle şöyle dile
getiriyor:
Öncekiler bu tür âyetleri yalanlamışlar, şimdi
Muhammed (a.s)’ın toplumu da yalanlayacaktır. Allah’ın
böyle reddedilemeyecek, yalanlanamayacak biçimde âyetlerini yalanlayan toplumlar
mutlak helâki hak etmişlerdir. Eh şimdi bu insanlar da sanki kendi helâklerini
istiyorlar. Eğer Allah onlara da böyle bir âyet gönderir de yalanlamaya
kalkışırlarsa kesinlikle helâk edilecekler. İşte Rabbimiz onların helâkini
istemediği için bu tür âyetlerini göndermediğini açıklıyor. Değilse o tür
âyetleri göndermeye gücü yetmediği için değil.
Çünkü bakın Allah Semûd toplumuna bu tür bir âyet gönder mişti. Gözleriyle görebilecek, elleriyle dokunabilecekleri
bir dişi deve gönderdik buyuruyor. Bir mûcizevi dişi deve yarattı onlar için.
Gözlerinin önünde bir kayalıktan yarattı Allah o deveyi. Gözleri açılsın,
akılları alsın, kalpleri dirilsin, Rablerinin gücünü, kudretini bilip anlasınlar
da Ona kulluğa yönelsinler diye.
Bu deve gerçekten akıllara
durgunluk verecek seviyede mûcizevî bir deveydi. Asla reddedilmeyecek,
yalanlanmayacak bir deveydi. Bir gün tüm kuyuların suyunu içecek ve ama içtiği o
suyu süt diye tüm kavme ikram edecek ve toplumun tamamını doyuracak özellikte
bir deveydi. Mahza nimet olan, mahza kendileri için hayır olan bir deve. Diğer develerin
yanına bile yaklaşamayacağı korkunç özellikte bir deve görüntüsü vardı.
Bu mûcizevi deveyi görür görmez
hemen iman etmeleri gereken bu insanlar o deveye ve Allah’ın elçisi Sâlih
(a.s)’a karşı çok kötü davrandılar. Allah’ın devesine de, Allah’ın bu âyetine
de, elçisine de zulmettiler. Takınmaları gereken iman ve teslimiyet tavrını
takınmadılar. Deveyi öldürdüler, Sâlih (a.s)’ı da yalanladılar. Sonra Sâlih
(a.s) ı da öldürmeye teşebbüs ettiler. Gece Allah’ın elçisini yok etmeyi
planladılar. Rabbimiz elçisinin ağzıyla onlara üç gün müsaade ettiğini bildirdi.
Ve o tanınan sürenin sonunda hepsini helâk ediverdi.
İşte bir örnek. Yâni Allah size
de bu tür âyetler gönderip de sizler yine iman etmeseniz sizler de helâki hak
edeceksiniz. Halbuki Rabbiniz bu tür âyetlerini göndermeyerek şu anda size
fırsat tanıyor. Sizlere hemen azap etmek istemiyor. Belki zaman içinde düşünüp
hidâyete erersiniz diye. Belki bu sûrelerin inişinden üç yıl sonra, beş yıl
sonra, on yıl sonra, belki fetihten sonra müslümanlıkla şereflenir, cehenneme gitmekten kurtulursunuz
diye. Gerçekten de öyle olmuştur. Bir zamanlar İslâm’ın azılı düşmanlarının
tamamı müslüman olmuşlardır.
Öyleyse
Allah’ın bu tür âyetler, mucizeler göndermemesi insanların hayrınadır. Onlara
düşünüp, araştırıp iman etmeleri konusunda mühlet tanımak içindir. Değilse o tür
âyetler geldikten sonra da iman etmezlerse, artık yaşama imkânları
kalmayacaktır. Allah, böyle bir durumda onları hemen helâk
edecektir.
60. “Sana: “Rabbin
şüphesiz insanları kuşatmıştır” demiştik; sana gösterdiğimiz rüya ile Kur’an'da lânetlenmiş ağaçla sadece insanları denedik. Biz
onları korkutuyoruz, fakat bu onlara büyük taşkınlık vermekten başka bir şeye
yaramıyor.”
Peygamberim, Biz sana demiştik
ki, şüphesiz Rabbin insan-ları tamamıyla kuşatmıştır.
Rabbin kuvvetlidir, Rabbin güçlüdür. Biz sana şu rüyayı da göstermiştik. Bu
rüyayı insanlar için bir deneme sebebi kıldık, bir imtihan aracı yaptık. O melun
ağacı, o lânetlenmiş ağacı da insanlar için bir imtihan konusu yaptık. Biz
onları korkuturuz. Fakat bu onlara büyük taşkınlık vermekten başka bir şeye
yara-mıyor. Yâni biz bu denememizle istiyoruz ki
insanlar akıllarını başlarına alsınlar, iman etsinler, ama olmuyor işte. Tamamen
aksine onların tuğyanlarını, azgınlıklarını artırıyor. İsyandan başka bir işe
yara-mıyor.
Bu rüya Rabbimizin kulu ve elçisi
Muhammed (a.s)’ı gece vakti Mescid-i Haram’dan alıp
Mescid-i Aksâ’ya getirip,
oradan da yedi kat semaya çıkarması, çok enteresan sahneleri göstermesi, Sidre-i Münteha’ya kadar Cibril (a.s) la birlikte
ulaştırması ve oradan sonrası için Rasûlullah
efendimizi tek başına yolculuğuna devam ettirmesi ve âyetlerini ona göstermesi
yolculuğudur.
Yâni Mi’râc yolculuğudur. Bu yolculukta bildiğimiz gibi Rab-bimiz peygamberine cennetini, cehennemini göstermiş, daha
başka âyetlerini göstermiş, ve bunu insanlar için bir deneme sebebi, bir imtihan
vasıtası yapmıştır. Kimileri Rasûlullah demişse
doğrudur deyip hemen iman etmişler, kimileri de nasıl olur böyle bir şey?
diyerek inkâr etmişlerdir. Müslümanlar gerçek bir müslümanlık tavrı sergilerlerken, kâfirler ve müşrikler de
küfür ve şirklerine uygun bir tavır sergilemişlerdir.
Lânetlenmiş ağaç da cehennemde bir
ağaç, yâni zakkum ağacıdır ki onun imtihan sebebi olması da, Mekke müşrikleri
bunu duyunca şöyle demeye başlayıverdiler: Yâni bu nasıl bir iştir? Muhammed hem
cehennemin ateş oluşundan söz ediyor, hem de o ateşin içinde bir ağaçtan söz
ediyor. Böyle bir şey nasıl olabilir? Yanan bir ateşin arasında ağaç olur mu?
diyorlardı. Allah’ın gücünü, kudretini anlayamıyorlar, takdir edemiyorlardı.
Allah’ın azap şeklini bilemiyor-lardı. Allah’ı
tanıyamıyorlardı. Rablerini tanıyamamanın yanılgısını yaşıyorlardı. İşte buda
böyle bir imtihan konusu, bir deneme sebebi oluyordu.
61. “Meleklere: “Adem'e
secde edin" demiştik, İblisten başka hepsi secde etmiş, o ise: “Çamurdan
yarattığına mı secde edeceğim?” demişti.”
Hani hatırlayın Biz meleklere
demiştik ki, Adem’e secde edin. Tüm melekler bu emrimize imtisâlen Adem’e secde ettiler, ama İblis müstesna. İblis
secde edenlerden olmadı. O dedi ki, yâni şimdi ben topraktan yarattığın,
çamurdan yarattığın bir kimseye mi secde edeceğim? İnsanın yaratılışı, Adem’in
yeryüzünde var edilişi, meleklerin Rablerinin emriyle Ona secde edişleri,
İblisin ise buna karşı gelip rahmetten kovulması hadisesi daha pek çok sûrede
anlatılır. Önceki sûrelerde uzun uzun bu konu üzerinde
durduk.
Rabbimiz meleklerden bu yaratma
eylemini, bu yasasını bu takdirini onaylamalarını istemiş, Adem’in varlığını ve
fonksiyonunu kabul etmelerini istemiş, melekler Rablerinin bu emrine uyup Adem’i
onaylarlarken İblisin buna karşı geldiği vurgulanıyor. İblisin itirazları devam
ediyor:
62. “Benden üstün
kıldığını görmüyor musun? Kıyâmet gününe kadar beni ertelersen, andolsun ki, azı bir yana, onun soyunu buyruğum altına
alacağım” demişti.”
Dedi ki İblis, şu benden üstün
kıldığını, bana kendisine secde ile emrettiğin kimseyi görmüyor musun? Bir
baksana şu yarattığın Adem’e. Kime diyor bunu alçak? Allah’a diyor. Eğer
kıyâmete kadar bana mühlet verirsen, o güne kadar beni öldürmezsen, bana uzunca
bir ömür ve fırsat tanırsan yemin ederim ki Onun zürriyetinin çok azı müstesna
hepsini kendime bağlayacak, kendime kul köle edineceğim. Hepsini yoldan
saptıracağım. Hepsini sana kulluktan çıkaracağım. Yâni alçak kendisi secde
etmediği gibi, kendisi Rabbinin emrine boyun bükmediği gibi insanları da kendi
küfrüne, kendi isyanına, kendi secdesizliğine, kendi cehennemine çekeceğine dair
yemin ediyor.
İnsanların ölüp de tekrar
dirilecekleri güne kadar Allah’tan izin istiyor. Az bir kısmı hariç tüm
kullarını saptıracağım diyor. Büyük bir iddiada bulunuyor. Allah’la savaşa
çıkıyor. Ama bakın dikkat ederseniz hain açıkça Allah’la savaşacağını
söyleyemiyor da Adem ve nesliyle savaşacağını söylüyor. Yâni aslında savaşı
Allah’la da sözde Adem’in karşısında yerini alıyor. Adem’i ve zürriyetini hedef
seçiyor. Ve kazanma iddiasıyla çıkıyor bu savaşa. Çünkü atak olmayanların,
kazanma iddiası taşımayanların, hücumda olmayanların bir savaşı kazanmaları çok
zordur.
Azı müstesna pek çoğunu saptıracağım
diyor ve gerçekten hain bu dediğini yerine getiriyor. Bakıyoruz insanların pek
çoğu onun bu sözünü doğru çıkarıyorlar. İnsanların pek çoğu Rablerini unutup,
Rablerinin kitabını ve elçisinin yolunu bırakıp şeytanın yoluna tabi oluyorlar.
Gerçekten çok garip bir şeydir bu. Bakın Rabbimiz İblis’e:
63. “Allah: “Haydi git!
Onlardan sana kim uyarsa bil ki, cehennem hepinizin cezası olur, hem de tam bir
ceza” dedi.”
Haydi sana izin verdim. Haydi git
ve yapacağını yap. Haydi elinden ne geliyorsa geri bırakma. Saptıracaklarını
saptır. Onlardan sana kim uyarsa, kim seni dinlerse, kim Beni, kitabımı, dinimi,
peygamberimi bırakıp senin yoluna tabi olursa bilesiniz ki cehennem hepsinin
cezası olacaktır. Hepsi de cehenneme yuvarlanacaklardır. Ve bu ceza gerçekten
tam size lâyık bir cezadır. Tam size uygun mü-kemmel
bir ceza. Haydi buyur yapacağını yap. Ve buyursunlar sana uyanlar da uysunlar.
Kim sana tabi olursa seninle birlikte onların gidecekleri yer cehennemdir.
Haydi:
64. “Sesinle, gücünün
yettiğini yerinden oynat, onlara karşı, yaya ve atlılarınla haykırarak yürü,
mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde
bulun ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadeder.”
Haydi yapacağını yap. Onlardan
gücünün yettiği her bir kimsenin ayaklarını kaydır. Üstesinden gelebildiklerini
yoldan çıkar. Onlara karşı yaya ve atlılarınla haykırarak yürü. Onların
üzerlerine yaygaranı basarak, bağırıp çağırarak onları azdırmaya çalış. Onların
mallarına ve çocuklarına ortak ol. Haram malları, haram çocukları senin olsun.
Helâl yollardan mal kazanmalarını onlara kötü gösterip haram yolardan
kazanmalarını güzel göster. Nikâhlı ilişkiyi onlara çirkin gösterip haram
yollardan çocuğa ulaşmayı güzel göster. Haydi dilediğin gibi onların mallarına
ve evlâtlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun.
Önlerine ulaşmaları gereken hedefler dik. Doyumsuz hale getir onları. Gece
gündüz ekonomik endişelerin peşine takıp âhireti
unuttur onlara. Olmadık vaatlerle, olmadık tehditlerle oyala onları.
Ey insanlar, unutmayın ki şeytan size
sadece vaadeder, sadece aldatır sizi. Sizi aldatmaktan
başka hiçbir şey yapamaz o. Sadece bu kadar bir yetki vermiştir Rabbiniz ona.
Bunun ötesinde size karşı onun yapabileceği hiçbir şey yoktur. İşte öyle diyor
Rabbimiz. Buyur ey İblis, yayalarınla, atlılarınla, ordularınla, avenelerinle
insanlar üzerine çullan. Bas onlara yaygaranı ve bir şeyler yap. Hiç olmayacak
şeyleri olur gibi göster onlara. Gündemlerini değiştir. Onları kitaptan,
peygamberden koparıp kendine kulluğa çağır. Yapabileceğin her şeyi yapmaya devam
et, ama unutma ki bak Ben kullarıma ilân ediyorum senin ancak kullarımı
aldatmaktan başka yapabileceğin hiçbir şey yoktur.
Ama insanlar Allah yasalarını
bırakırlar da haram yollardan mal kazanmaya giderlerse elbette o mallarına
şeytanı ortak edeceklerdir. Evlilik ilişkilerini Allah’ın gösterdiği gibi değil
de şeytanın gösterdiği gibi yaparlarsa elbette kendi çocuklarına şeytanı ortak
edeceklerdir. Hem şeytana, hem de ona tabi olmuş kullarına bunu hatırlatıyor
Rabbimiz.
65. “Doğrusu Benim mü'min kullarım üzerinde senin bir Hâkimiyetin olamaz.
Rabbin vekil olarak yeter.”
Senin Benim kullarım üzerinde bir
üstünlüğün, bir saltanatın, bir yetkin, bir hâkimiyetin, bir yaptırım gücün
yoktur. Sen onlara ancak vaadedersin, ancak
kandırırsın. Evet Rabbimiz onun bizim üzerimizde hiçbir yetkisinin, hiçbir
gücünün olmadığını haber veriyor. Ama şeytan kendisini tüm dünyada güçlüymüş
gibi, tüm dünyayı egemenliği altına almış gibi gösterir. Yaygaralarıyla,
propagandalarıyla herkesi etkisi altına almaya çalışır.
İşte şu anda tüm ordularıyla, tüm
basın ve yayın organlarıyla, tüm kendisine tabi olmuş çömezleriyle böyle bir
görüntü vermeye çalışıyor. Halbuki ona ve dostlarına karşı, ordularına karşı
vekil olarak Allah mü’minlere yeter. Eğer bizler
Rabbimizi vekil bilebilirsek, Rab-bimize
sığınabilirsek, Rabbimizin istediği gibi halis müminler olabilirsek kesinlikle
bilelim ki onun da avenelerinin de bize karşı yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.
Allah’a Allah’ın istediği gibi inanan, Allah’la yol bulmaya çalışan, sürekli
Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünnetiyle beraber olan, vahye sarılan,
hayatını vahiyle düzenlemeye çalışan Allah’ın muttaki kulları üzerinde onun da,
avenelerinin de hiçbir etkisi ve yetkisi yoktur.
66. “Rabbiniz bol
nimetlerden elde edesiniz diye, denizde gemileri sizin için yüzdürür. O, size
merhamet eder.”
Rabbiniz bol bol nimetlerine ulaşasınız diye, fazlından rızık arayasınız diye denizlerde sizin için gemileri
yüzdürür. Gemileri sizin emrinize musahhar kılar.
Lütuf sahibi Odur. Nimet sahibi Odur. Rah-met sahibi
Odur. Allah size karşı çok merhametlidir. Rabbiniz sizi siz-den daha çok seven
ve düşünendir. İşte size olan sonsuz rahmetinin gereği olarak denizleri,
rüzgarları, gemileri sizin emrinize âmâde kılmıştır. Onlarla çok uzak yerlere
gidip rızık arıyorsunuz, ticaret yapıyorsunuz,
Allah’ın fazlına, bereketine nail oluyorsunuz.
67. “Denizde bir
sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka yalvardıklarınız kaybolup gider,
fakat O sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek
nankördür.”
Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz
zaman, bir boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığınız zaman Allah hariç
kendilerine dua ettikleriniz, kendilerine sığındıklarınız, kendilerini bu âlemde
etkili, yetkili zannettikleriniz kaybolup giderler. Böyle bir tehlike anında
daha önce dua edip sığındıklarınızın tümünü bir anda unutup sadece Rabbinize
yalvarıp yakarmaya başlayıverirsiniz.
Evet kim olursa olsun tüm
insanların böyle bir durumda dua edecekleri varlık sadece Allah’tır. Ne
şeytanlar, ne kendilerinde güç kuvvet görülenler hatırlanmaz o anda. Öyle değil
mi? Issız Okyanusların ortasında, korkunç fırtınaların arasında, dağlar gibi
dalgaların tehdidi altında batma tehlikesiyle burun buruna kalan insanlar kime
yalvarırlar? Kim duyabilir o anda onların imdatlarını? Kim yetişebilir
yardımlarına? Kim kurtarabilir onları bu durumdan? O anda dua edilecek, yardıma
çağrılacak tek varlık Allah’tır. İşte daha önce dua edip yalvardıkları tüm
putları, tüm şerikleri, tüm tanrıları gözlerinden kaybolur, kalplerinden
uzaklaşıp gider.
Ama O Allah sizi böyle bir tehlikeden
kurtarıp karaya çıkarınca, sahil-i selâmete kavuşturunca da hemen Rabbinizden
yüz çevirirsiniz. Başınız darda iken, ihtiyacınız varken dua dua yalvarıp yakardığınız Allah’ı unutuverirsiniz. Rabbinize
karşı yan çizmeye başlayıverirsiniz. Doğrusu insan Rabbine karşı çok nankördür.
İnsan Rabbine karşı çok inkârcıdır.
68. “Onun karada da,
sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Sonra
kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.”
Rablerine karşı böyle nankörce
bir tavır takınanlar, işleri düşünce Ona yalvarıp yakarıp, kulluk edip işleri
bitince de yan çizmeye kalkışanlar, söyleyin bakalım, haydi denizden Rabbiniz
sizi kurtardı; fakat karada sizi yere batırmasından veya üzerinize taş
yağdırmasından emin mi oldunuz? Var mı böyle bir garantiniz? Denizden kurtulduk
diye karada güvende mi zannediyorsunuz kendinizi? Karada da size bir azap
göndermeyeceğinden, sizi toptan helâk etmeyeceğinden emin mi oldunuz? Bir
garanti mi aldınız Allah’tan? Sizi yere batırıverir veya başınıza semadan taş
yağdırıverir de sizler kendiniz için hiçbir vekil, hiçbir yardımcı bulamazsınız.
Ne yapabileceksiniz de Rabbinize
karşı? Neye gücünüz yeter? Kimi yardıma çağırabilirsiniz? Kim yetişebilir
imdadınıza?
69. “Yoksa sizi tekrar
denize döndürüp, üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına gönderip, inkârlarınızdan
ötürü sizi suda boğmasından güvende misiniz? O zaman bile soru soracak bir
yardımcı da bulamazsınız.”
Tamam, denizdeki o fırtınayı, o
belâyı savuşturup karaya çıktınız, selâmete erdiniz, ama sizi tekrar başka bir
sefer denize sevk edip üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına gönderip bu
nankörlüğünüz, bu kâfirliğiniz sebebiyle sizi boğmaya güç yetiremez mi O Allah?
Söyleyin bu da bir ihtimal değil midir? Yâni tamam fırtına dindi, artık yolumuza
devam edelim demeyecek misiniz? Tekrar o gemilere binmeyecek misiniz? Nasıl
güvende hissedebilirsiniz kendinizi? Nasıl diskalifiye edebilirsiniz Rabbinizi?
Tekrar Rabbiniz sizi bir felâkete uğratırsa o zaman asla soru soracak, desteğine
müracaat edecek bir yardımcı da bulamazsınız. Gücünüz, kuvvetiniz, saltanatınız,
her şeyiniz bitecektir o zaman. Allah’ın azabıyla geminiz Okyanusların arasında
tepetakla gelecek ve sizler ıssız suların derinliklerine gömülüp gideceksiniz.
70. “Andolsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların
karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan onları üstün
kıldık.”
Andolsun ki Biz Ademoğullarını Kerîm
kıldık, şerefli kıldık, üstün kıldık, ikrama lâyık kıldık, onlara yücelikler
verdik. İşte onlara büyük ikramlarımızdan biri olarak karada ve denizde
gezmelerini sağladık. Onlara tertemiz rızıklar verdik.
Karanın ve denizin rızıklarını sunduk onlara.
Yaratıklarımızın pek çoğundan onları üstün kıldık. Diğer varlıklarımıza
vermediğimiz üstün özelliklerle donattık onları.
Evet ey insanlar unutmayın ki
sizler Rabbinizin ikramlarına mazhar oldunuz. Ne büyük
bir lütuf, ne muazzam bir şereftir bu? Öy-leyse gelin
ey insanlar, Rabbimizin ikramlarına lâyık bir kulluk hayatı yaşayalım. Bunca
ikramlarına karşı Rabbimize şükre koşalım. Gelin bizi böyle çok şerefli bir
konumda yaratan Rabbimize en güzel şekilde kulluk yapalım. Hayat Allah’ın
ikramıyla güzeldir. Hayat Allah’a kullukla güzeldir. Hayat Allah yolunda ve Onun
istediği şekilde yaşanırsa güzeldir.
71. “Bir gün bütün
insanları önderleriyle beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte
onlar Kitaplarını okurlar. Onlara kıl kadar haksızlık
edilmez.”
Evet bir gün bütün insanları,
herkesi imamlarıyla, önderleriyle birlikte çağırırız buyuruyor Rabbimiz. Herkesi
kendi önderleriyle, imamlarıyla, peygamberleriyle, örnekleriyle, kitaplarıyla
çağıracağız. Kim kimi peygamber bilmiş, kim kime tabi olmuş, kim kimin peşine
düşmüş, kim kimi peygamber bilmiş, kim kimi ilâh tanımış, kim kimin kitabına,
kimin yasalarına, kimin hayat programına göre bir hayat yaşamışsa onlarla
birlikte çağıracağız. Herkesi dünyada kabul ettiği peygamberi, önderi, örneği,
lideri, kitabı, kabul ettiği dünya görüşü ile, kendisince saygın gördüğü
kimselerle çağrılacaktır.
Yâni kitabımızın başka
âyetleriyle birlikte anlamaya çalıştığımız zaman insanlar amellerine göre,
düşüncelerine göre, önder ve örneklerine göre gruplaştırılacaklar. Bunlar
Budistler, bunlar Şinktoist ler, bunlar laikler, bunlar ateistler, bunlar demokratlar,
bunlar sosyalistler, bunlar şeytanı imam kabul edenler, bunlar Firavuncular,
bunlar Nemrutçular, bunlar filâncılar, bunlar falancılar diye insanlar
gruplaştırılacaklar ve mahşer yerine öyle geleceklerdir. Kim kime tabi olmuşsa,
kim kimin yolundan gitmişse onlarla birlikte getirileceklerdir. Hadislerin
beyanıyla her peygamber bir grup oluşturacak ve mahşer yerine gidecektir.
Öyleyse yarın Rabbimizin huzuruna
kiminle birlikte gitmek istiyorsak ona benzeyen yönlerimizi çoğaltmak
zorundayız. Kimler gibi olmaya çalıştığımızı, kimlerin yolunda ve izinde
olduğumuzu, hayatımızın, amellerimizin, kılık kıyafetimizin kimlere benzediğini
çok iyi düşünmek zorundayız.
Kim kitabını sağından alırsa artık o
kazançlı bir hayatın, kazançlı bir dünyanın müjdesini almıştır. Ve işte onlar,
kitaplarına sağlarından erişenler artık kitaplarını okuyacaklar ve sevindikçe
sevinecekler. Yaşadıkları müslümanca bir hayatın,
dünyada işledikleri güzel amellerin sevinciyle coşacaklar, kitaplarını insanlara
gösterecekler ve en küçük bir haksızlığa uğramadan kendi mükâfatlarının
müjdesine erişmiş olacaklardır. Cehennemden kurtuluş ve cenneti kazanma sevinci.
Bundan daha büyük bir başarı, bundan daha büyük bir sevinç
olamaz.
72. “Bu dünyada kalbi kör olan,
âhirette de kör ve daha
şaşkındır.”
Ama kim de dünyada kör ise, kör
kalmayı tercih etmiş ise, hakikatleri görmemişse, Allah’ın âyetlerine karşı kör
kalmayı tercih etmişse, Allah’ın dinine karşı, Allah’ın elçisinin örnekliliğine
karşı kör ve sağır davranmışsa bu kimse âhirette daha
kör ve şaşkın olacaktır. Çünkü bu dünyada Allah kendilerini çok üstün
yaratmıştı. Çok üstün özellikler vermişti. Ama onlar Allah’ın kendilerine
verdiği bu özelliklerini kullanmak istemediler de kör kalmayı tercih ettiler.
Vahyi tanımayan, vahiyden habersiz olan
tüm gözler kördür, tüm yüzler karanlıktır. Ancak Allah’a dayalı, vahye dayalı
yaşanan hayatlar nûrdur, aydınlıktır. İşte bunlar âyetlerin nûrundan, âyetlerin
ışığından mahrum kalmış, karanlıkta, zulümatta kalmış
kör insanlardır. Dünyadaki tüm Allah âyetlerinden habersiz yaşıyor bunlar.
Halbuki Allah onlara hidâyeti,
basîreti, basîret yollarını göstermiştir. Ama onlar körlüğü basîrete tercih
ettiler. Körlüğü hidâyete tercih ettiler. Onlar küfrü imânâ, sapıklığı hidâyete
tercih ettiler ve kör bir toplum olarak kalmayı tercih ettiler. Zaten bu kitabın
âyetlerini gör-meyenler başka şeyleri de göremezler.
Tüm hayata karşı kördür onlar.
Allah’ın dininden, Allah’ın
kitabından, Allah’ın zikrinden yüz çeviren, vahye karşı kör davranan kimse bu
dünyada kör olduğu gibi, bu dünyada sıkıntılı bir hayatın mahkumu olduğu gibi
âhirette de kör yaratılacaktır. Yâni dünyadaki
körlüklerinin, dünyadaki sıkıntılarının yanında âhirette daha büyük körlükler ve sıkıntılar beklemektedir
onları. Dünyada Allah’ı unuttukları gibi, Allah’ın kitabını unuttukları gibi,
vahye karşı kör ve sağır davrandıkları gibi onlar da cehennem ateşinin içinde
unutulacaklar.
73,74. “Ey Muhammed!
Seni, sana vahy ettiğimizden ayırıp başka bir şeyi Bize karşı uydurman için çağrışırlar.
O zaman seni dost edinirler.Sana sebat vermemiş olsaydık, andolsun ki, az da olsa onlara
meyledecektin.”
Burada kâfirlerin, müşriklerin
bir tuzaklarına, bir komplolarına karşı Rabbimiz elçisini uyarıyor. Buyuruyor ki
ey peygamberim, onlar seni sana vahy ettiğimizden
koparmak istiyorlar. Seni vahyin dışına çıkarmak istiyorlar. Seni sana vahy ettiklerimizi bırakıp başka şeyleri bize karşı
uydurmaya çağırıyorlar. Eğer sen, Bizim gönderdiğimiz bu âyetlerin, bu vahyin
bir kısmını terk edersen, bir kısmının dışına çıkarak onların hevâ ve heveslerine tabi olursan o zaman seni seveceklerini,
seni kabulleneceklerini söyleyerek seni saptırmak istiyorlar. Tamam ey
peygamber, biz de kabul edeceğiz, biz de müslüman
olacağız ama şunları, şunları demeyeceksin. Bize karşı şunları, şunları
uygulamayacaksın.
Meselâ bize cihaddan söz etmeyeceksin. Bu devirde olmaz böyle şey. Veya
namaz sorumluluğundan bizi kurtaracaksın. İçkimize, kumarımıza karışmayacaksın.
Zinamıza, fuhşumuza ses çıkarma-yacaksın. Ekonomimize,
hukukumuza, eğitimimize ilişmeyeceksin. Düzenimize, devletimize göz yumacaksın.
İlâh olarak, sözü dinlenecek varlık olarak sadece Allah demeyeceksin. Çünkü
bizim Allah berisinde hayatımızda söz sahibi kabul ettiğimiz, yasalarını
uygulamaya çalıştığımız tanrılarımız var, siyasîlerimiz var, egemenlerimiz var,
Lât’ımız, Menat’ımız, Uzza’mız, yönetmeliklerimiz, yasalarımız, âdetlerimiz,
törelerimiz var.
Egemenlerden bir egemen olarak,
tanrılardan bir tanrı olarak Allah’a da kulluk edelim. Hayatımızın bazı
alanlarında Onun isteklerini de yerine getirelim. Ama hayatımızın öteki
alanlarında öteki tanrılarımızı da dinlemek, onları da razı etmek zorundayız.
Yâni biraz sen bize taviz ver biraz da biz sana taviz verelim. Sen bizim
hayatımızı kabullen biz de seni sevip sayalım. Hayatımıza senin İlâhın da egemen
olsun, bizim İlâhlarımız da egemen olsun diyerek haince fikirlerle, alçakça
tekliflerle Allah’ın Resûlünü fitneye düşürmeye çalışıyorlardı da; Rabbimiz bu
konuda çok sert bir dille elçisini uyarıyordu.
Dikkat et ey peygamberim, eğer sen bu
alçakların tekliflerine, hevâ ve heveslerine
meylederek sana vahy ettiğimiz vahyin bir kısmını terk
edecek olursan işin biter. Eğer seni sağlamlaştırmamış olsaydık, eğer bu konuda
sana sabır ve sebat vermemiş, seni bu alçakların alçaklıkları konusunda
uyarmamış olsaydık neredeyse sen onlara aldanıp gidecektin. Meyledip gidecektin
onlara. Belki diyecekti Allah’ın Resûlü, şimdilik bu adamların dostluğunu
kazanıncaya kadar şunları, şunları gündeme getirmeyivereyim, onları elime
geçirinceye kadar şimdilik şu şu tavizleri vereyim de
ileride bu adamları müslüman yaparım, cennete
kazandırırım. Belki böyle hesapların içine girecekti, ama Rabbimiz izin vermedi
ona. Sağlamlaştırdı onu. Asla taviz verdirtmedi.
Çünkü bu dinin sahibi Allah’tı ve
her şeyi en iyi bilen O’ydu. Ve Allah’ın dinini kimsenin yamultmaya, ezip bozmaya hakkı yoktu. Peygamber bile olsa
Allah’ın vahyini, Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın istediği
hayatı değiştirmeye yetkili değildi. Rabbimiz o gün peygamberine, bugün bize,
yarın kıyâmete kadar da tüm müslü-manlara bu konuda uyarısını
ulaştırıverdi.
75. “O takdirde sana, hayatın da ölümün de, kat
kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı
da bula-mazdın.”
Eğer sen, Benim sana gönderdiğim
vahyin dışına çıkarak birazcık onlara meyletseydin, onların hevâ ve heveslerine göre Benim dinimi ezip bozsaydın
kesinlikle bilesin ki sana hayatın da ölümün de kat kat cezasını tattırırdık. Sonra da sen kendin için Bize
karşı hiçbir dost ve yardımcı da bulamazdın. Allahu
Ekber! Allahu Ekber! Görüyor musunuz tehdidi? Kime yapılıyor bu tehdit?
Allah’ın en sevgili kuluna. Demek ki iş bu kadar ciddi ki bu konuda peygamberin
bize gözünün yaşına bakılmıyor.
Bir dünya hesabına kapılarak
dinini menfaatlerine kurban edenlerden eyleme bizi ya
Rabbi. Senin dinin senin emanındadır, onu bozmaya
zaten gücümüz yetmez de yanlış bir teşebbüsümüz olursa izin verme, bizi saptırma
ya Rabbi. Allah aşkına sizler de bu konuda sürekli dua
edin. Dua edelim birbirimize inşallah.
Evet Rabbimizin uyarılarıyla,
Rabbimizin yol göstermesiyle Rasûlullah efendimiz
direndi, dayandı, sabretti, taviz vermeye yanaşmadı. Bu sefer karşı taraf başka
hesapların içine girdiler. Bekledikleri tavizleri alarak Rasûlullah efendimize dinini bozdurmayacaklarını anlayınca,
dinin temeline dinamit koyamayacaklarını fark edince bu sefer peygamberin
ayağını bulunduğu coğrafyadan, yeryüzünden kaydırmayı düşündüler. Onu yurdundan,
vatanından sürüp çıkarmayı böylece ondan kurtulmayı
hedeflediler.
76,77. “Memleketinden
çıkarmak için seni neredeyse zorlayacaklardı. O takdirde senin ardından onlar da
orada pek az kalabilirlerdi. Bu, senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de
uyguladığımız yasadır. Ey Muhammed! Sen bizim yasamız da değişiklik
bulamazsın.”
Seni memleketinden çıkarmak için
neredeyse zorlayacaklardı. Oradan çıkarmak için neredeyse seni sallıyorlardı.
Rabbimiz henüz olmamış bir hadiseyi önceden gaybi bir
haber olarak peygamberine bildiriyordu. Böylece kâfirleri ve planlarını ihata
etmiş olduğunu ortaya koyarak peygamberine desteğini sunuyordu.
Çünkü bu sûrenin inmesinden
takriben bir yıl sonra kâfirler Rasûlullah efendimizi
hicrete zorlamışlardır. Ey peygamberim, eğer bu adamlar seni oradan çıkarmaya
güçleri yeterse kesinlikle bilesin ki senin ardından onlar orada çok az
kalabileceklerdir. Çok kısa bir süre sen oraya galip olarak girecek ve sadece
Mekke değil, tüm Arabistan yarımadası müslüman
olacaktır. Orada artık bir tek müşrik ve kâfir kalmayacaktır. Gerçekten de aynen
Rabbimizin buyurduğu gibi ol-muştur.
Peygamberim, bu senden önceki
peygamberlere de uyguladığımız bir yasadır diyor Rabbimiz. Senden önceki
peygamberlere de uyguladığımız sünnet budur. Hangi toplum kendilerine
gönderdiğimiz elçimizi sürmeye, onunla savaşmaya tutuşmuşsa asla o topraklarda
kalamamışlardır. Benim azabım kısa bir süre sonra mutlaka onları yakalamış ve
helâk etmiştir. Peygambere düşman olan kavimler mutlaka belâlarını bulmuşlardır.
Peygamberi hayatlarından kovmaya çalışıp ta, peygamberi hayattan uzaklaştırıp da
peygamberin sünnetinden uzaklaşmaya çalışıp da helâke uğramayan bir toplum
yoktur. Bu Allah’ın değişmeyen bir yasasıdır. Allah’ın sünnetinde, Allah’ın
yasalarında asla bir değişiklik olmaz.
Evet ey peygamberim, seni saptırmak
istediler Biz koruduk sapmadın, seni vatanından çıkarmak istediler biz koruduk.
Sana Biz sahip çıktık. Öyleyse tüm bu ikramlarımıza karşılık sen de sana düşeni
güzel yap. Sizler ey müslümanlar, sizi de şu ana kadar
koruyan Rabbinizdir. Sizi yok etmek isteyenlere karşı, sizi sürmek, sizi yok
etmek, sizi kodeslere tıkmak isteyenlere, bunun için dosyalar tutanlara karşılık
sizi koruyan da Rabbinizdir. Haydi öyleyse ey müslümanlar sizler de Rabbinizin şu isteğine karşı göreve
koşun. Rabbinizin şu emrine boyun eğin:
78. “Güneşin batıya
yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl; sabah vakti de namaz kıl,
zira sabah namazına melekler şahit olur.”
Güneşin batıya yönelmesinden
gecenin karanlığı basıncaya kadar namazı ikâme et. Namazı ayağa kaldır. Ve sabah
vakti de namaz kıl. Sabah okuyuşuna da en güzel bir şekilde riâyet et. Sabah
okuyuşuna da dikkat et. Zira unutma ki sabah namazına melekler şa-hit olurlar. Aslında Allah’ın
melekleri tüm namazlara, tüm güzel amellere şahittirler, ama burada özellikle
sabah namazının zikri bu namazın önemine dikkat çekmek içindir. Onun içindir ki
Allah’ın Resûlü ve sahâbe-i kirâm efendilerimiz sabah namazında uzunca Kur’an okurlardı. Evet güneşin tam tepeden meyletmesinden
sonra öğle ve ikindi namazlarını kıl, gecenin karanlığının basması zamanından
itibaren akşam ve yatsı namazlarını kıl, sonra da sabah namazını da kıl emrini
alıyordu Rasûlullah efendimiz Rabbinden ve tabii
bizler de. Böylece İsrâ sûresinin 78. âyetiyle beş
vakit namazla emrolunduk.
79. “Ey Muhammed! Geceleyin
uyanıp yalnız sana mahsus olarak fazladan namaz kıl Belki de Rabbin seni
övülecek bir makama yükseltir.”
Ve ey peygamberim, geceleyin
uyanıp teheccüd namazını da kıl. Bu sadece sana
verilmiş, sadece sana emredilmiş bir nafiledir. Bu sadece senin gerçekleştirmen
gereken bir görevdir. Umulur ki Rabbin böylece senin Makam-ı Mahmud’a, övülmüş, hamd
edilmiş bir makama ulaştırır.
Evet Allah’ın Resûlü hepimize
emredilen beş vakit namazı kılacak, sabah namazında meleklerin şehadeti şerefinden istifade edecek, sonra bir de bizden
farklı olarak geceleyin uykusunu bölüp kalkacak, gecenin son üçte birinde teheccüd namazı kılacak, o ana kadar Rabbinden kendisine
vahy olunmuş uzun sûrelerin tilavetiyle beraber
olacak, duya, duya, hissede, hissede, anlaya, anlaya Kur’an okuyacak ve böylece sonunda Rabbinin kendisi için
hazırladığı övülmüş bir makama, Makam-ı Mahmud’a
ulaşmış olacak.
Evet demek ki bu son namaz, teheccüd namazı peygamber efendimiz için mecburi, ama bizler
içinse ihtiyarî bir namazdır. Te-heccüd: Gece uykuyu bölmek ve kalkmak demektir.
Bizler de Ra-sûlullah
efendimize vaad edilen o şerefli makamlara ulaşmak
için be-cerebildiğimiz kadar inşallah gece uykumuzu
bölüp kalkmaya ve namaz kılarak Rabbimizin kitabıyla birlikte olmaya
çalışacağız. Rabbi-miz tarafından övülmek, melekler
tarafından övülmek, insanlar tarafından övülmek istiyorsak o zaman bunu bizler
de yapmaya gayret edeceğiz.
Evet düşmanlarının zulüm ve
işkencelerinin arttığı her bir döneminde Rabbimiz peygamberine namaz emrediyor.
Sen namazla Bana sığın peygamberim. Namazla Benden yardım dile ve sabret.
Aldırma onların sözlerine. Aldırma onların seninle alâkalı kurdukları plan ve
komplolarına. Sen namazına devam et. Senin herkes tarafından övülüp saygıya
mazhar olacağın günler çok yakındır.
80. “De ki: “Rabbim! Beni dahil
edeceğin yere hoşnutluk ve esenlikle dahil et; çıkaracağın yerden de hoşnutluk
ve esenlikle çıkar. Katından beni destekleyecek bir kuvvet
ver.”
De ki peygamberim, Rabbim beni
girdireceğin yere esenlik ve hoşnutlukla girdir, çıkaracağın yerden de yine
esenlik, güvenlik ve hoşnutlukla çıkar. Veya Rabbi bana katından destekleyici
bir kuvvet ver. Katından bana bir sulta, bir destekçi ver ya Rabbi. Evet girdireceğin yere beni güzellikle idhal buyur, çıkaracağın yerden de beni doğrulukla çıkar
ya Rabbi. Bana destek ol ya
Rabbi. Beni yalnız bırakma ya Rabbi. Hep benim
yanımda, benim desteğimde, benim yardımımda ol ya
Rabbi.
Bu emrin verilişinden anlıyoruz ki
artık Rasûlullah efendimize hicret yaklaşmıştı. Sanki
Rabbimiz bu ifadeleriyle peygamberimizi hicrete hazırlıyordu. Ey peygamberim
nerede ve hangi durumda olursan ol devamlı hak üzere olmalısın, hakkı takip
etmelisin. Bir yere girerken, bir yerden çıkarken hep Rabbin için girmeli,
Rabbin için çık-malısın. Tüm hareketlerinde, tüm eylemlerinde hakim güç Allah
olmalıdır. Hicretinde de etkili varlık Allah olmalıdır. Allah için hicret
et-melisin, Allah için yaşamalısın.
Rabbimiz kendisine kulluğu rahat bir
şekilde icra edemediği Mekke’den çıkarıp Medine’ye girdirecekti peygamberini.
Mekke’den çıkışım güzel olsun, çıkışım Senin için olsun, Medine’ye girişim de
Senin için olsun dedirtiyordu peygamberine. Mekke’den kimsenin ha-beri olmadan
güzel bir şekilde çıkarılacak ve Medine’ye de çok emin, çok güzel bir şekilde
girdirilecekti Allah’ın Resûlü. İyi karşılanacaktı Medine’de. Medine’de Allah
egemenliğinde çok güzel bir hayatı olacaktı. Allah ona orada güç ve kuvvet
verecek, yoluna baş verecek sahabe lütfedecek, devlete ulaşacaktı.
Ve aynen buyurduğu gibi olmuştur.
Sonra yine Medine’den güzellikle çıkacak Mekke’ye güzellikle büyük bir zaferle
tekrar girecekti. Sonra Mekke’nin fethiyle beraber tüm Suudi Arabistan’ın her
tarafına güzellikle girecek, her tarafını güzellikle fethedecekti. Artık güç ve
kuvvet peygamberin ve beraberindeki müslümanların
olacaktı. Sonra büyük halîfeleri döneminde de müslümanlar dünyanın pek çok yerlerine güzellikle
gireceklerdi.
Evet bütün bunlar sadece Allah’tan
istenmeliydi. Bütün bunları lütfetme gücüne sahip olan sadece Allah’tı. Rasûlullah efendimize ve tabii onun şahsında bizlere
istenecek makamı gösteriyordu Rab-bimiz. Biz de
nerede, hangi konumda olursak olalım, nereye girersek girelim, nereden çıkarsak
çıkalım hep bizi rızasına uygun olarak girdirip çıkarması için Rabbimize dua
edeceğiz, Rabbimizden güç ve kuv-vet isteyeceğiz. Çünkü bulunduğu ortamda, yeryüzünde
Allah’ın egemenliğini, İslâm’ın otoritesini gerçekleştirmek zorunda olan müslü-manın güç ve kuvvete
ihtiyacı vardır. Bir yerde Allah’ın dinini hakim kılmak için elbette sadece
tebliğ ve uyarı yeterli olmayacaktır. İşte bu duayı peygamberine ve onun
şahsında bizlere öğreten Rabbimiz bu gücün önemine de dikkat
çekmektedir.
81. “De ki: “Hak geldi, bâtıl
ortadan kalktı. Zaten bâtıl ortadan kalkmaya
mahkumdur.”
Şunu da deki ey peygamberim, şunu
da tüm dünyaya, tüm insanlığa ilân edip duyur ki hak geldi, bâtıl ortadan
kalktı, bâtıl zail oldu. Zaten hak geldiği zaman, hak ortaya konulduğu zaman
bâtıl yok olmak zorundadır, hak karşısında bâtıl yok olmaya mahkumdur. Belki ilk
günlerde, ilk yıllarda kimse buna inanmıyordu. Ama bir gün muzaffer bir komutan
olarak Allah’ın Resûlü Mekke’ye girerken işte bu âyeti okuyordu. Evet hak geldi,
bâtıl yok oldu, zaten hak karşısında tüm bâtıllar yok olmaya da mahkumdur.
Mekke’de Resûlullah efendimizin ve beraberindeki müslü-manların çok sıkıntılı
günler yaşadıkları bir dönemde iniyordu bu ayet. Akla hayale gelmedik işkenceler
altında müslümanların inim, inim inledikleri bir
ortamda geliyordu bu müjdeler. Sanki o gariban insanların yüreklerine su
serpiyordu Rabbimiz. Hayır hayır ey mutsaz’aflar, ey Benim mazlum kullarım, korkmayın, dayanın,
direnin, bugünler hep böyle gitmeyecek. Ben sizlere yardım edeceğim. Ben
sizlerin desteğinizde olacağım. Bir gün sizler hakkın Hâkimiyetini ve hakkın
karşısına dikilen tüm bâtılların yıkılıp gittiğini mutlaka göreceksiniz.
Üzülmeyin, sizler çok yakın bir
gelecekte savunduğunuz hakkın, sahiplendiğiniz hak nizamın galibiyetine,
Hâkimiyetine de, bâtılların yıkılışlarına da şahit olacaksınız. Ve kesinlikle
bilesiniz ki kıyâmete kadar hak ve bâtıl taraftarlarının savaşlarının devam
ettiği, edeceği bir dünyada kazananlar, başarıya ulaşanlar hep hak taraftarları
olurken, kaybedenler de hep bâtıllar ve bâtıl taraftarları olacaktır, bu konuda
zerre kadar bir şüpheniz olmasın diyordu Rabbimiz.
Kıyâmete kadar Allah’ın yeryüzünde
koyduğu değişmeyen vaadi ve yasası işte budur. Hak gelince, hak ortaya konunca
bâtıllar yok olacaktır. Çünkü hak karşısında bâtılın tutunma gücü yoktur. Çünkü
hak karşısında bâtıllar yok olmaya mahkumdur. Bazen geçici bir şekilde Rabbimiz
bâtıllara imkân verir. Tıpkı suyun yüzündeki köpük gibi, ya da madenin yüzündeki cüruf gibi bâtılların açığa
çıktığını görürsünüz ve sanki galipmiş gibi bir havaya büründüğüne şahit
olursunuz. Bu geçici ve aldatıcı bir durumdur. Bâtılın bu yalancı durumu hakkın
ortaya çıkışına kadar sürer. Hak geldi mi bâtılın işi biter. Ama eğer şu anda
yeryüzünde bâtıllar hâlâ varlığını sürdürebiliyorlarsa bu hakkın gücünü,
varlığını ortaya koyamamasındadır.
82. “Kur’an'dan inananlara rahmet ve şifa olan şeyler
indiriyoruz. O, zalimlerin ise sadece kaybını
artırır.”
Tüm bu bilgileri bize aktaran,
tüm bu gündemlerle bizi şereflendiren, peygamberine en büyük desteğini vahyiyle
ulaştıran Rabbimiz kitabının, vahyinin ne olduğunu anlatır bize. Biz bu Kur’an’ı, bu Kur’an’dan
indirdiklerimizi mü’minlere bir rahmet, bir şifa
yaptık. Bi-zim bu kitapta
indirdiğimiz âyetler mü’minler için bir rahmet ve
şifa-dır. Ve bu âyetler, bu kitap zalimlerin ise ancak kaybını, zararını, zi-yanını artırır.
Kur’an aynı Kur’an, sözler aynı sözler, vahiy aynı vahiy ama bu vahiy
ona inanan, onu hidâyet rehberi bilen, onunla hayatlarını düzenlemeye çalışan
mü’minler için en büyük bir rahmet, en büyük bir nimet
ve şifa kaynağı olurken, mü’minlerin bireysel, sosyal,
ailevi, hukukî, ekonomik, bedensel, zihinsel, psikolojik, ahlâkî, kültürel her
türlü hastalıklarına şifa olurken aynı Kur’an
kâfirlerin sadece helâklerini, hüsranlarını, zararlarını, ziyanlarını artırıcı
bir özelliğe sahip oluveriyor. Yâni Rasûlullah
efendimizin beyanıyla Kur’an insanların ona karşı
takındıkları tavır sebebiyle ya aleyhte ya da lehte bir delil oluveriyor.
Evet mü’minler için bir rahmet ve şifadır bu kitap. Mü’minleri hidâyete ulaştırıcı, cennete götürücü bir
özelliğinin yanında onların dünyalık tüm dertlerini, tüm problemlerini çözücü
bir özelliği vardır bu kitabın. Eğer toplum olarak ekonominiz bozuksa, bir hukuk
problemi yaşıyorsanız, ahlâk yönünden bir sükut yaşıyorsanız, evinizde ailevi
bir sıkıntıdan muzdaripseniz veya bir organik hastalığınız varsa beraber olun bu kitapla, okuyun, anlamaya
çalışın, uygulamaya çalışın bu kitabı mutlaka şifa bulacaksınız. Kesinlikle
bilesiniz ki bu kitap kendisine inanan, hidâyetine teslim olan, gösterdiği
yoldan giden kim-selere, kendisiyle yol bulmak
isteyenlere doğru yolu gösteren bir kitaptır. Rabbimizin biz kullarına mahza rahmetinin eseri olarak indirdiği bir kitaptır
bu.
Ama bu kitaba karşı ilgisiz kalan, bu
kitabın gösterdiği yola girmeyen kimseler hem dünyada hem de âhirette kaybedeceklerdir. Hayat problemlerine bu kitapla
çözüm aramayan toplumlar hem dünyada hem de âhirette
hüsrana mahkum olacaklardır. Dünyada Karanlıklar içinde, bunalımlar içinde,
hastalıklar, çözümsüzlükler ve çaresizlikler içinde bocalamaya mahkum
olacaklardır. Âhirette de cehenneme
yuvarlanacaklardır. Onlar dünyalarını da âhiretlerini
de mahveden kimselerdir. İşte eli boşa çıkanlar kaybedenler
bunlardır.
Öyleyse yediğimiz ekmekten, içtiğimiz
sudan çok bize şifa verecek, bize rahmet olacak, tüm problemlerimizi çözüme
kavuşturacak olan bu kitapla beraberlik kurmak zorunda olduğumuzu unutmayalım.
Unutmayalım ki Kur’ansız bir hayat zarardır, Kur’ansız bir hayat hüsrandır, Kur’ansız bir hayat kayıptır. İçinde Kur’an’ın olmadığı bir aile, bir ev, bir toplum dertlidir,
sıkıntılıdır, problemlidir, hüsrandadır, kayıptadır. Allah’ın rahmeti asla o
topluma gelmeyecektir. Dikkat edin bugün şu toplumun problemi fakirlik değildir.
Bu toplumun problemi ekmek değildir, hastalıklar değildir. Bu toplumun problemi
Kur’an’sız-lıktır. Bu
toplumun gündemine Kur’an’ı indirmedikçe ne fakirliği,
ne hastalığı, ne dengesiz büyümeyi, ne hukuku, ne eğitimi, ne fuhşiyatı, ne hırsızlığı, ne soygunculuğu düzeltmeniz mümkün
değildir.
83. “İnsana nimet verdiğimiz
zaman yüz çevirerek yan çizer; başına bir kötülük gelince de ye'se düşer.”
İnsana nimet verdiğimiz zaman,
bol bol nimetler tattırdık mı Allah’tan, Allah’a
kulluktan, Allah’ın istediği bir hayattan yüz çevirir, yan çizer. Halbuki
Allah’ın nimetlerine gark oldukça Allah’a kulluğu artmalıyken, itaati, teşekkürü
artmalıyken tamamen aksine Allah’ın nimetlerine bol bol ulaştıkça itaatten çıkıp isyanlara yöneliyor. Ama
kendisine bir zarar dokunduğu zaman, bir hastalık, bir fakirlik, bir sıkıntı
geldiği zaman da hemen ye’se düşüyor.
Yâni bol bol nimetlere ulaştırıldığı zaman, sıhhate, zenginliğe,
dirliğe, geçime, huzura, saadete kavuşturulduğu zaman bütün bunları kendisine
lütfeden Allah’tan yan çiziyor, ama kendisine bir zarar dokunduğu zaman da hemen
bir ye’se düşerek, kimseyi bulamadın da beni mi
buldun? Ya Rabbi diye Allah’a kafa tutmaya, Allah’la
bir çatışma içine girmeye başlayıveriyor.
84. “De ki: “Herkes yaradılışına
göre davranır. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu
bilir.”
De ki herkes yaratılışına,
huyuna, karakterine göre hareket eder. Herkesin davranışı, herkesin yaşantısı
kendi mizaç ve karakterine göredir. Herkesin hayatı kendi dinine, kendi
programına, kendi yoluna, kendi değer yargısına göredir. Herkes ona göre bir
hayat yaşar. Herkes ona göre davranış normları geliştirir. Kimin hidâyette,
kimin doğruda olduğunu da en iyi bilen Rabbindir. Kimin dininin, kimin hayat
programının, kimin tavırlarının doğru olduğunu en iyi bilen Allah’tır. Kendi
yolunda olanı da, yanlış yolda olanı da en iyi bilen
O-dur.
85. “Ey Muhammed! Sana ruhun ne
olduğunu soruyorlar, de ki: “Ruh,
Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi
verilmiştir.”
Peygamberim sana ruhtan sorarlar.
Evet dikkat ederseniz Rabbimiz insan karakterlerini tahlil ederken birden bire
ruha intikal buyurdu. Bakın insanların problemleri varlık yokluk, fakirlik
zenginlik, hastalık sıhhat problemi değildir. Eğer şu anda insanlar içinde
varlıklı olanlar, zengin olanlar, sıhhatli olanlar hep kazansa da ötekiler hep
kaybetseler elbette o zaman tüm hedefimiz insanları sağlıklı, zengin hale
getirmek olacaktır. Yâni bütün hedefimiz insanları yoksulluktan kurtarmak ve
zengin hale getirmek olacaktır.
Ama bakıyoruz ki tarihin ilk
dönemlerinden bu yana insanlığın değişmeyen bir özelliği şu ki; insanlar Allah
vahyiyle tanışmadıkları sürece, Allah bilgisiyle hareket eder hale gelmediği
sürece bakıyoruz varlıkta da, yoklukta da Allah’la barışık hale gelmiyor.
Allah’la barışık hale gelmeyen toplumların, insanların kendileri ve çevreleriyle
barışık hale gelip sıkıntılardan kurtulmaları da asla mümkün olmayacaktır.
Evet bütün dünya bir araya gelse
Kur’an’la şifa bulmayan bir topluma şifa veremez,
problemlerini çözemez. Kur’ansız şifa bulmak mümkün
değildir. Tüm dünya insanlığını altınlara boğsanız, tüm dünya insanlığını
müreffeh bir hayata kavuştursanız o insanların dünyalarında Kur’an yoksa o insanlar hastadır, o toplumlar hastadır.
Allah’ın rahmetinin ulaşmadığı her yer ve herkes hastadır. Gelin bunun hesabını
güzel yapalım. Çünkü bizim dünyamızda, bizim hayatımızda bilmediğimiz bir hayat,
bilmediğimiz bir dünya daha var. Bakın Rabbi-miz diyor
ki burada:
Peygamberim, sana ruhtan sorarlar. Sana
Cibril’den, sana ruhtan sorarlar. Sana vahiyden, dirilik kaynağından, dirilik
olan vahyi sana getiren Cebrâil’den sorarlar. Ey Muhammed sen bu vahyi nereden
alıyorsun? Kimden alıyorsun? Kim ulaştırıyor sana bütün bunları? Sen onlara de
ki Ruh Rabbimin emrindendir. Bu Ruh, bu vahiy, bu vahyi bana getiren Cibril bana
Rabbimin emriyle gelmektedir. Hayat Allah’ın emrindendir. Ve sizin doğrusu
ilimden çok az bir nasibiniz vardır. Size ilimden çok az bir şey verilmiştir. Eh
Allah bu kadar âyet indirmiş, bu kadar kitap indirmişken nasıl az bir şey
vermiştir? Nasıl anlayacağız bunu? Allah’ın ilmi sadece bu Kur’an değildir. Sadece öteki kitaplar değildir. Hani Lokman
sûresinde Rabbimiz kendi bilgisini anlatırken ne
buyuruyordu?
“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem
olsa, denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa yine
de Allah'ın sözleri bitmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür,
Hakim'dir.”
(Lokman 27)
Evet Rabbimizin bilgisi
sonsuzdur. Eğer yeryüzündeki tüm ağaçlar kalem olsa, denizlere de onların
arkasından yedi deniz daha eklenip tamamı mürekkep olup yazsalar Allah’ın
kelimeleri, Allah’ın sözleri, Allah’ın bilgisi asla bitmez, tükenmez. Evet
denizler biter, ağaçlar biter, kalemler biter ama Allah’ın kelimeleri, Allah’ın
kelâmı, Allah’ın bilgisi, Allah’ın yasaları bitmez. Allah’ın ilmi bitmez.
Allah’ın ilmine bir nihâyet yoktur. Bu âyetin bir benzerini de Kehf sûresinde görüyoruz:
“De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için
denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden
denizler tükenirdi.”
(Kehf
109)
Rabbimizin sözleri, Rabbimizin
ilmi sonsuzdur, sınırsızdır. Dağlar
sınırlıdır, denizler sınırlıdır, ama Rabbimizin ilmi sınırsızdır. Peki hal
böyleyken nasıl oluyor da bu insanlar Allah’ın hikmet dolu şu kitabına karşı
ilgisiz kalabiliyorlar? Nasıl oluyor da bilginin kaynağı olan, bilgi kendisinden
olan, bilgisine sınır olmayan böyle bir Allah’ın kitabından yüz
çevirebiliyorlar? Kendilerine verilen bilgi çok çok
azken nasıl oluyor da bu insanlar Allah’ın velâyeti altına, Allah’ın dini altına
girmiyorlar da kendileri gibi âciz varlıkların velâyetleri altına girmeye
çalışıyorlar? Nasıl oluyor da hikmeti ve bilgisi sonsuz olan Allah’ın göndermiş
olduğu bu kitaptan bilgilenmeye yanaşmıyorlar da başka şeylerden bilgilenmeye
çalışıyorlar? Gerçekten bunu anlamak mümkün değildir.
Yâni insanlar nasıl oluyor da bu
kitaba karşı kayıtsız kalabiliyorlar? Nasıl oluyor da bu kitaptan habersiz bir
hayat yaşayabiliyorlar? Allah’ın kitabıyla bilgilenmekten daha şerefli ne
olabilir yeryüzünde? Ama bakıyoruz ki insanlar böyle bir Allah’tan
bilgilenmekten, böyle bir Allah’a güvenmekten uzaklaşıyorlar da kendi
bilgilerine, kendileri gibilerin bilgilerine güveniyorlar. Ne kadar zavallı bir
düşünce değil mi?
86,87.“Dileseydik andolsun ki, sana vahy ettiğimizi
alıp götürürdük. Sonra bize karşı duracak bir vekil de bulamazdın. Bunu
yapmayışı ancak Rabbinin sana merhamet etmesindendir. Çünkü O'nun sana olan
nimeti büyüktür.”
Eğer dilersek bu az bilgiyi de
alırız sizden diyor Rabbimiz. Dilersek onu da alırız. Sana vahy ettiğimizin bir kısmını gideririz. Sonra sen kendin
için Bize karşı hiçbir vekil, hiç bir koruyucu, savunucu da bulamazsın. Evet
düşünün, şu elimizdeki az bir bilgiyi de alıverse Rabbimiz ne yaparız? Kime
gideriz? O zaman Bakaranın beyanıyla yeryüzünde kan dökücülük ve bozgunculuğun
dışında hiçbir şey kalmaz Allah korusun. Ne insanlık, ne adâlet, ne hak, ne
iyilik, ne öz-gürlük, ne hayır, ne şifa ne rahmet hiçbir şey kalmayacaktır. Yâni
şu yaşadığımız dünyada azıcık bir güzellik varsa vahyin eseridir. Tevrat’ın,
İncil’in, Zebur’un, Kur’an’ın eseridir. Elbette bu
güzellikler de onları isteyenlere verilecektir, onu istemeyenler de ondan uzak
kalacaklardır.
Evet ancak Rabbinin rahmetiyledir bu
vahiy. Rabbinin rahmeti sayesinde bu vahiy size gelmektedir. Ve muhakkak ki
Allah’ın fazl-u keremi senin için çok büyüktür ey
peygamberim. Allah gerçekten sana çok büyük üstünlükler, faziletler vermiştir.
Öyleyse ey peygamberim, haydi sen de diğer insanları sana verilen, sana
lütfedilen bu üstünlüğe dâvet et.
88. “De ki: “İnsanlar ve cinler,
birbirine yardımcı olarak bu Kur’an'ın bir benzerini
ortaya koymak için bir araya gelseler, andolsun ki,
yine de benzerini ortaya koyamazlar.”
Eğer hâlâ bu üstünlüğün, bu
Ruhun, bu Kur’an’ın Allah’tan geldiği konusunda
şüphesi olanlar varsa sen de ki onlara peygamberim, eğer bu Kur’an’ın bir benzerini meydana getirmek için bütün insanlar
ve cinler toplansa asla onun bir benzerini meydana getiremezler, onların bir
kısmı bir kısmına arka çıkıp yardımcı olsalar da.
89,92. “Andolsun ki, biz Kur’an'da
insanlara türlü türlü
misa l gösterip açıkladık. Öyleyken
insanların çoğu nankör olmakta direndiler. Şöyle söylediler: “Bize, yerden
kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız veya hurmalıkların, bağların olup,
aralarında ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize
parça parça düşürmeli, ya da
Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.”
Andolsun ki Biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü
misa li, örneği gösterdik, açıkladık.
Bu akılsızlar reddede dursunlar bu kitabı.
Onlar çabalaya dursunlar bu
kitabın bir benzerini meydana getirmeye. Onlar inkâr ede dursunlar bu kitabı.
Araya dursunlar bu kitabın dışında başka bilgi kaynaklarını. Araya dursunlar bu
kitabın dışında şifalar, problemlerine çareler. Onlar isyan ede dursunlar Allah
ve elçisine. Kıymetini anlamasınlar bu Allah vahyinin. Ama onlara karşı sonsuz
merhamet sahibi olan Rabbimiz yine onlara kitabını indiriyor. Onların buna lâyık
olup olmadıklarına bakmadan yine onlara rahmetini, şifasını ulaştırmaya devam
ediyor. Onların akıllarını erdirecek, onları adam edecek her bir güzel
misa llerini, her bir güzel
örneklerini onlara ulaştırıyor.
Lâkin insanların pek çoğu bütün
bu nimetlerin sahibi olan Allah’a, Onun kitabına, Onun elçisine karşı kâfirce,
nankörce yüz çeviriyorlar. Halbuki Allah’ın vahyine, Allah’ın bilgisine teslim
olup boyun eğiverselerdi, hayatlarını onunla yaşayıverselerdi elbette kendileri
için, dünyaları ve âhiretleri için çok güzel olacaktı.
Ve bakın bunun için bir takım şartlar ileri sürdüler.
Garip bir şey değil mi? Allah vahiy
göndersin, Allah merhamet edip kitap göndersin, elçi göndersin sonra da insanlar
merhameti sonsuz olan Allah’ın kitabına, dinine ve peygamberine karşı böyle
davransınlar. Kendilerince bir sürü eften püften gerekçeler bularak Allah’ın
kitabını reddetsinler. Bakın gerekçeleri de şöyleydi. Dediler
ki:
Ey Muhammed, yeryüzünde bizim için bir
kaynak fışkırtmadıkça sana asla iman etmeyeceğiz. Sen bizim için yeryüzünde
pınarlar akıtacak, kaynaklar çıkaracak, nehirler akıtacaksın, sana ancak o zaman
iman ederiz. Yahut senin yeryüzünde hurma ve üzüm bahçelerin olacak, o bahçeler
arasında da ırmaklar akıtmalısın. Yahut da şu bizi tehdit edip durduğun gibi,
iddia ettiğin gibi gökten üzerimize parçalar düşürürsün, yâni göğü üzerimize
düşürürsün, üzerimize bir azap indirirsin, yahut Allah’ı ve meleklerini
karşımıza getirirsin, şahit tutarsın ancak o zaman seni kabul ederiz. Şu
ukalalıklarına bakın. Şu isteklerine bakın. Kimden istiyorlar bunu?
Peygamberden. Kendileri gibi bir beşerden istiyorlar bunları. Allah’tan
istenmesi gereken bir şeyi peygamberden istiyorlar akılsızlar.
93. “Veya altın bir evin olmalı,
yahut göğe yükselmelisin ama oradan okuyacağımız bir kitab indirmezsen yine o yükselmene inanmayacağız. “De ki:
“Fe sübhanallah! Ben
peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?”
Yahut senin altından bir evin,
bir köşkün olmalı. Yahut da gökyüzüne yükselmelisin. Göğe çıkmalısın. Gerçi
senin göğe çıkmânâ da inanmayız, oradan bize okuyacağımız bir kitap getirmediğin
müddetçe sana getirdiğin kitaba, getirdiğin hayat programına inanmayacağız. Sen
de ki onlara peygamberim, fe sübhanallah. Ben Rabbimi tesbih ederim. Rabbimi tenzih ederim. Rabbimi yüceltirim,
Onun sizin iddia ettiğiniz tüm noksan sıfatlardan arındırırım. Doğrusu ben bir
insandan ve elçiden başkası da değilim deyiver onlara peygamberin. Ben sizin
gibi bir beşerim, benim böyle şeylere gücüm yetmez deyiver peygamberim. Peki bu
insanların iman etmeyişlerinin sebebi nedir? Niye iman etmiyorlar bu
insanlar?
94. “İnsanlara doğruluk rehberi
geldiği zaman, inanmalarına engel olan, sadece: “Allah peygamber olarak bir
insan mı gönderdi?” demiş olmalarıdır.”
Evet kendilerine hidâyet
geldikten sonra bu insanların iman etmelerine engel olan şey Allah bir beşeri mi
bize Rasul olarak gönderdi? demeleridir. İşte böyle
demeleri, böyle düşünmeleri onların iman etmelerine engel teşkil ediyor. Bir
beşer değil elçi olarak Allah’tan melek bekliyorlar.
Bakın aralarında doğup büyümüş olan,
çocukluğuna, gençliğine ve tüm hayatına şahit oldukları bir insandan insanüstü
şeyler istiyorlar. Pınarlar, bağlar, bahçeler, ırmaklar istiyorlar. Yâni sen
aynen bizim gibi bir insansın. Bizden farklı, beğenebileceğimiz, karşında
eğilebileceğimiz hiçbir şeyin yok. Ne malın mülkün, ne ekonomik gücün, ne
siyasal gücün, ne ordun, askerlerin var. Haydi eğer bu bizi dâvet edip durduğun
peygamberliğin haksa, gücün yetiyorsa bize gökten bir parça indir. Yıllardır
seni ve getirdiğin mesajı inkâr ettiğimiz halde hani niye bize bir ceza, bir
azap gelmiyor?
Veya haydi o sözünü ettiğin
Allah’ı ve meleklerini getir dik karşımıza da görelim bakalım. Bir dokunalım
onlara. Veya onlar gerçekten senin elçi olduğunu söylesinler. Veya altından bir
evin olsun. Halbuki Allah’ın Resûlü hiç bunlardan söz etmemiştir onlara. Yâni
beni kabul edip müslüman olursanız size şunları,
şunları vereceğim dememiştir. Allah elçisine sübhanallah dedirtiyor bu iddiaları karşısında. Sübhanallah nereden çıkarıyorsunuz bunları? Ben size böyle
bir şey dedim mi ki benden bunları istiyorsunuz? Ben size İlâh olduğumu mu
söyledim ki benden böyle Rabbimden beklenecek şeyler bekliyorsu-nuz?
Evet tarih boyunca insanların
inanmayışlarının altında yatan sebep hep budur. Sebep bu. Yâni sebep Allah’ın
kendilerine kendi cinslerinden, kendi içlerinden bir Rasul göndermesidir. Niye yadırgıyorlar bunu? Halbuki
Rabbimizin yaptığı iş en güzelidir. Rabbimiz bize bizim kendisiyle
konuşabileceğimiz, kendisine sorular sorabilece-ğimiz, cevaplar alabileceğimiz, kendisini örnek
alabileceğimiz bir beşeri elçi göndermesi bizim için en büyük bir rahmettir.
Çünkü biz de aynen bizim gibi bir beşer olan o elçiyi örnek alıp, onun gibi bir
hayat yaşayıp Rabbimizin rızasını kazanıp cennete gidebileceğiz. Bundan daha
güzel ne olabilir de? Bakın devam eden âyetinde Rabbimiz o hususu şöyle
açıklıyor:
95,96. “De ki: “Yeryüzünde
yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir
melek gönderirdik. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter.
Doğrusu O, kullarını görür, haberdardır.”
De ki, eğer yeryüzünde insanlar
değil de melekler yerleşmiş olsalardı, melekler yeryüzünde gezip dolaşıyor
olsalardı elbette Biz de onlara gökten bir meleği Resul olarak gönderirdik. Evet
insana, insan cinsine bir insanın elçi olarak gönderilmesi en güzelidir. İnsana
insan, meleğe de melek. İnsana melek, meleğe de insan olmaz.
Yâni Allah’ın yaptığı en doğrusu
ve en güzelidir. Eğer şu anda yeryüzünde yerleşmiş olanlar, yeryüzünde
dolaşanlar insan değil de melekler olmuş olsaydı, elbette onlara Rasul olarak melekleri gönderirdik. Çünkü eğer bize bizim
cinsimizden insanlar değil de melekler elçi olarak gönderilmiş olsaydı o zaman
insanların itirazları daha çok olacaktı. Diyeceklerdi ki o zaman; ya Rabbi bu nasıl bir iştir? Biz melek miyiz ki bize melek
elçi gönderdin? Şimdi biz bu melek gibi nasıl olacağız? Bunu nasıl örnek
alacağız? Bizden farklı bir varlığın hayatı bize nasıl örnek olacak? Bu
Meleğin cinsel hayatı yok, yemesi yok,
içmesi yok, iradesi yok, günah işleme özelliği, uykusu yok, gafleti yok. Bizim
gibi isyan özellikleri yok. Biz kesinlikle bunun gibi olamayız diyecekti
insanlar.
Öyleyse gerçekten böyle bir şey
bizim insan olarak fıtratımıza ters olurdu. Rabbimiz öyle yapmamış da tam bize
uygun, bizim fıtratımıza uygun, bizim gibi özellikleri olan yemesi içmesi olan,
uykusu olan, gafleti olan bir kulu örnek olarak göndermiş.
Ve haydi ey kullarım, sizler de
aynen bu kulum gibi olun dediği zaman artık hiç kimsenin bir itiraz hakkı da
kalmamış oluyordu.
Ama adamlar zaten bunun için
itiraz ediyorlar, reddediyorlardı. Çünkü kulluk dertleri yoktu onların. Tıpkı
yahudi ve hıristiyanlar
gibi. Onlar da peygamberlerine insan üstü bir takım özellikler izâfe ederek,
onların kullukta örnekliklerini bitirmeye çalıştılar. O yarı Allah, yarı insan,
insanla Allah karışımı bir varlıktır. Biz ise insanız, onun gibi olamayız ki.
Onu örnek alamayız, onun gibi bir hayat yaşayamayız ki diyerek küfür ve şirk
yolunu tuttular.
İşte bu adamların derdi de budur.
Kendilerine elçi olarak bir melek geldiği zaman diyeceklerdi ki; efendim, bu bir
melek, yemez, içmez, günah işlemez, biz bunu nasıl örnek alalım, bunun gibi
nasıl yaşayalım? Diyecekler ve kendilerini kulluk sorumluluğundan kurtarmaya
çalışacaklar alçaklar.
O zaman bize gönderilen bir peygamberin
insan olmasından daha doğal hiçbir şey yoktur. Rabbimizin bu ifadelerinden
anlıyoruz ki peygamber öyle kimi sapıkların iddia etmeye çalıştıkları gibi
sadece Allah’ın kitabını, Allah’ın vahyini bize ulaştırıveren ve onun ötesinde
başka hiçbir fonksiyonu olmayan bir posta memuru değildir. İşte Rabbimiz beyan
ediyor ki o sadece vahyi bize ulaştırmakla kalmayıp aynı zamanda vahyin,
Allah’ın istediği hayatın bize örnek olarak pratikte uygulanışını göstermek
üzere gelmiş bir elçidir.
Zaten onu reddetmeye çalışanlar
onun örnekliliğini bitirip kendi keyiflerince, kendi mantıklarınca bir din
yaşamaya çalışan insanlardır. Eğer bizim cinsimizden bir beşer değil de bir
melek elçi olarak gönderilmiş olsaydı işte o zaman onun görevi sadece vahyi bize
ulaştırmak olacaktı. Nitekim Cebrâil’in görevi de sadece işte
buydu.
97. “Allah'ın doğru yola
eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimleri de saptırırsa, artık onlar için
Allah'tan başka dostlar bulamazsın. Biz onları kıyâmet günü yüzükoyun, körler,
dilsizler ve sağırlar olarak haşr ederiz. Varacakları
yer cehennemdir. Onun ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini
artırırız.”
Evet kendi hür iradesiyle
hidâyeti tercih edip de Allah’ın da tercihini onayladığı kimse hidâyette, hak
yoldadır. Kim de tercihini dalâletten, sapıklıktan yana kullanmış da Allah da
onun bu tercihini onaylamışsa, böylece onu saptırmışsa artık onun için de
Allah’tan başka dostlar bulamazsın.
İşte Rabbimizin lütfu. Demek ki kim Rabbimizin aramızdan seçtiği bir
beşerin, güvenilir, emin bir elçinin peygamberliğini kabul edenler, böylece onun
getirdiği hidâyeti kabul edenler kendi lehlerine hidâyete ulaşmışlar, kabul
edemeyenler de kendi aleyhlerine dalâleti tercih etmiş oluyorlar. Rabbimiz her
iki tarafın da tercihlerini onaylı-yor. Kim dalâleti tercih eder de Allah da onu
saptırmışsa, onun tercihini onaylamışsa artık onu hidâyete ulaştıracak kimse
bulamazsın. Allah’ın saptırdığına kim hidâyet edebilir? Allah’ın duyurmadığına
kim duyurabilir? Allah’ın göstermediğine kim gösterebilir? Allah’ın
diriltmediğini kim diriltebilir? Allah korusun, onları kıyâmet günü bu
tercihlerinin karşılığı olarak yüzleri üzerinde körler, tatlar, sağırlar olarak
haşr edeceğiz buyuruyor Rabbimiz. Yüzüstü tepetaklak
gelmiş bir şekilde haşr edeceğiz buyuruyor.
Çünkü onlar dünyada da Allah’a karşı,
Allah’ın kitabına, Al-lah’ın elçisine karşı kör, sağır
ve tat olarak davranmışlardı. Allah’ın kendilerine lütfettiği azalarını
kullanmamayı tercih etmişlerdi. İşte bu yüzden onların akıp dolacakları yer
cehennemdir. O cehennemin ateşi ne zaman biraz sönmeye yüz tutmuşsa Biz onun
alevini, ateşini, hararetini biraz daha artıracağız buyuruyor Rabbimiz. Dünyada
Allah’ın uyarılarına, Allah’ın âyetlerine karşı kör ve sağır davranan kimselerin
akıbeti işte budur.
98. “Bu, âyetlerimizi inkâr
etmelerinin ve: “Kemik ve ufalanmış toprak olduğunuzda mı yeniden dirileceğiz?”
demelerinin cezasıdır.”
İşte bu onların Bizim
âyetlerimize karşı kâfirce bir tavır takınmalarının karşılığıdır. Ve bir de
onların “ demek şimdi bizler çürümüş kemikler olduktan sonra yenibaştan, yeni
bir dirilişle dirileceğiz öyle mi? Tekrar dirilecek ve hesaba çekileceğiz öyle
mi? Buna asla inanmayız” demelerinden
ötürü, hayatlarında dirilişi, âhireti, hesabı, kitabı
silmelerinden ötürü, keyiflerine göre bir hayat yaşamalarından ötürü Biz onları
yüzün koyu, tepetaklak cehenneme yuvarlayacağız buyuruyor Rabbimiz.
Gidilir mi böyle bir cehenneme?
Dayanılır mı böyle bir ateşe? Allah’a karşı, Allah’ın kitabına karşı, Allah’ın
peygamberine karşı ilgisiz kalalım, kör ve sağır davranalım, örtelim, örtbas
edelim, keyfimize göre bir hayat yaşayalım, Rabbimizin dinini diskalifiye
edelim, günümüzü gün edelim ve sonunda böyle bir cehenneme gidelim mi? Akıl işi
mi bu? Bu dünyada Allah’la, Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetiyle birlikte bir
hayat yaşayarak, hidâyeti tercih ederek cennete gitmek varken yapılacak şey mi
bu?
99. “Gökleri ve yeri yaratan
Allah'ın, onların benzerlerini de tekrar yaratmaya Kâdir olduğunu görmezler mi?
Onlar için şüphe götürmeyen bir süre tayin etmiştir. Öyleyken, zalimler,
inkârcılıkta hâlâ direnirler.”
Görmüyorlar mı bu adamlar?
Gökleri ve yeri yaratan Allah, buna güç yetiren Allah o gökleri, yeri ve
kendilerini tekrar yaratmaya güç yetiremez mi? Eğer yaratmak zorsa sizden çok
daha büyük olan şu semanın ve arzın yaratılması zordur. Eğer zorsa bütün bu
varlıkları ilk defa yaratmak zordur. Ama Allah için zor bir şey yoktur. Rabbiniz
semavat ve arzı, semavat ve
arzdakileri yarattı ve onlar için şüphe götürmeyen bir ecel tayin buyurdu.
Gökler için, göktekiler için, yerler ve yerdekiler için mutlak bir ecel takdir
etti.
Hal böyleyken kâfirler, zalimler
haktan yüz çevirip inkârcılıklarında direniyorlar. Kendilerini yaratan,
kendileri üzerinde mutlak egemen olan Allah’a isyan içinde bir hayatı
sürdürüyorlar. Halbuki şu gökleri ve yeri yaratan, biz insanları yaratan
Allah’ın hepimizi bir gün öldürüp yeniden dirilteceğine, yaşadığımız bu hayatın
hesabını soracağına hiç mi hiç şüphe etmeden inanmamız gerekiyordu. Bundan daha
güzel ve daha kolay bir inanç da olmazdı zaten.
Öyle değil mi? Şu anda 30 yaşında
olanlarımız 40 sene önce var mıydı bu dünyada? Nasıl dünyaya geldik bizler?
Örneğimiz var mıydı? Filân yerden kopya mı yaptı Allah bizi? Yoksa bizler kendi
kendimizi mi var ettik? Yoksa bu hayat bizim de ölmemeyi mi becerdik? Kimseye
hesap vermeyecek miyiz? Keyfimize göre burada bir hayat yaşayıp gideceğiz öyle
mi? Niye inkâr ediyorlar bu insanlar âhireti? Niye
gündemlerine almıyorlar hesabı, kitabı? Yoksa zalimce bir hayata engel olacak
diye mi? Hesap kitap gündeme gelince zul-medemeyeceğiz, kan ememeyeceğiz, keyfimize göre bir hayat
ya-şayamayacağız diye mi?
Herhalde en büyük sebep bu gibi. Çünkü bir adamın hem âhirete inanması hem de kâfir olması mümkün değildir. Hem
âhiret, diriliş, hesap, kitap var demesi hem de
zulmetmesi mümkün değildir. Böyle birinin hayatında rahat edebilmesi için önce
âhiret inancını silmesi gerekecektir.
100. “De ki: “Rabbimin rahmet
hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla yine de cimrilik
ederdiniz. Zaten insanlar pek cimridir.”
De ki eğer Rabbimin rahmet
hazinelerine sizler sahip olsaydınız, o zaman tükenir korkusuyla hemen kısar,
cimrilik ederdiniz. Zaten insan pek cimridir. Evet az önce buyurulduğu gibi yoktan var eden Allah bu hayatın sahibidir.
Hayatın sahibi de Odur, ölümün sahibi de Odur, rızkın sahibi de Odur, sizi
doyuran, size lâzım olan her türlü nimetlerini size cömertçe sunan da Odur. Eğer
aptalca bir mantıkla Onun yaratıcılığını reddederek diyorsanız ki biz kendi
kendimize var olduk, peki o zaman şu hayatınızın devamını sağlayan rızıklarınız kimden? Eğer bu rızıklar sizin elinizde, sizin mülkünüzde olsaydı kim-seye onlardan zırnık koklatmazdınız. Eğer sizler Allah’ın şu
hazinelerinin sahibi olmuş olsaydınız kimseye bir şey vermezdiniz. Eğer şu
güneşin sahibi sizler olsaydınız bu kadar cömertçe sunmazdınız insanlara onu.
Karşılığını almadan kimsenin ısınmasına, aydınlanmasına izin vermezdiniz. Şu
havanın, suyun sahibi sizler olsaydınız sıkboğaz ederdiniz insanları. Vergiler
alırdınız insanlardan. Şu bulutların yağdırdığı yağmurların karşılığında büyük
bedeller ödetirdiniz insanlara. Dağlardan, ormanlardan sömürürdünüz insanları...
Elhamdülillah ki bütün bu
nimetler Allah’ın elindedir. Elhamdülillah ki insanların gerçek melikliği,
gerçek sultanlığı yoktur bu konularda. Madem ki sizi ve sahip olduklarınızın
tümünü yaratan Allah’tır, madem ki mülk Onundur öyleyse Ona kul olmak, Onun
istediği gibi bir hayat yaşamak zorundasınız. Böyle cömert bir Allah’a teşekkür
etmek zorundasınız. Hem öyle cömert bir Allah ki kendisine isyan içinde bir
hayat yaşayanlardan bile bu nimetlerini esirgemiyor. Biz olsak öyle mi yapardık?
Allah etmesin birimizin eline geçmiş olsaydı bu dünya tüm dünyayı aç bırakırdı,
tüm dünyayı sefil bırakırdı. Biter korkusuyla insanlardan kıskanırdı. Gerçekten
insan çok cimridir, ama Allah ahlâkıyla ahlâklanır,
Allah âyetlerinin eğitiminden geçerse o zaman Allah’ın istediği şekilde cömert
oluverir.
101. “Andolsun ki, Mûsâ'ya dokuz tane apaçık mûcize verdik. Ey
Muhammed! İsrâil oğullarına sor, Mûsâ onlara geldiğinde, Firavun kendisine: “Ey
Mûsâ! Ben seni büyülenmiş sanıyorum” demişti.”
Andolsun ki Biz Mûsâ’ya dokuz tane apaçık
âyet, mûcize verdik. Sûrenin ilk âyetlerinde Rabbimiz Mûsâ (a.s)’ı gündeme
getirmişti. Ve işte sûrenin sonlarına doğru kulluk örneğimiz Mûsâ (a.s)’ın tekrar gündeme alındığına şahit oluyoruz. Evet Mûsâ
(a.s)’ı dokuz Beyyinât âyetle Firavuna gönderdik diyor
Rabbimiz. Ey peygamberim, dilersen sor İsrâil oğullarına. Onlar da biliyorlar bu
işi.
Rabbimizin burada sözünü ettiği dokuz
âyet kitabımızın bu bölümünde, ya da başka yerlerinde
açıkça ifade buyurulmadığı için bunların neler olduğu
konusunda müfessirler güçlük çekmişlerdir. Ya bu dokuz
âyet sûrenin önceki bölümlerinde Rabbimizin zikrettiği âyetlerdir. Neydi onlar?
İşte Rabbin hüküm verdi ki Allah’tan başka kimseye kulluk etmeyin, ana babaya
ihsanda bulunun, yetimlerin mallarına karşı tavrınız güzel olsun, cimrilik
yapmayın, saçıp savurmayın, adam öldürmeyin, zinaya yaklaşmayın gibi emirler,
âyetlerdi. Yahut da Araf sûresinde beyan edilen âyetlerdi. Bakın Rabbimiz orada
da şöyle diyordu:
“Bunun üzerine su baskınını,
çekirgeyi, haşaratı, kurbağaları ve kanı birbirinden ayrı mûcizeler olarak
onlara musallat kıldık; yine de büyüklük taslayıp suçlu bir millet
oldular.”
(A’râf
133)
Bu âyette 5 mûcizeden, âyetten
söz ediliyor. Tufan, çekirge, tahıl haşaratı, kurbağa ve kan. Bir de bunun
dışında kitabımızın başka sûrelerinde anlatılan yedi beyza âyeti, yâni Mûsâ (a.s)’ın
elini koynundan çıkarınca elinin bembeyaz olması âyeti, asanın bir ejderha
olması âyeti, kıtlıkla Firavun oğullarının denenmesi âyetidir. Evet bunlardan
hangisi olursa olsun Mûsâ (a.s) bu dokuz âyetle onlara gidince Firavun dedi ki,
ey Mûsâ ben seni bir sihrin mahkumu görüyorum. Sen bir sihre kapılmışsın. Sen
sihirlenmiş, büyülenmişsin. Bunun üzerine Allah’ın
elçisi Mûsâ (a.s) dedi ki:
102,103. Mûsâ da: “Andolsun ki, bunları göklerin ve yerin Rabbinin açık
belgeler olarak indirdiğini biliyorsun. Ey Firavun! Doğrusu senin mahvolacağını
sanıyorum” demişti. Firavun bunun üzerine onları memleketten sürmek istedi. Biz
de onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk.”
Andolsun ki ey Firavun sen de biliyorsun
ki bunlar göklerin ve yerin Rabbi olan Allah tarafından insanlar için
basiretler, göz aydınlığı, yol gösterici olsun diye indirilmiş âyetlerdir.
İnsanların gözleri, gönülleri bu âyetlerle açılsın, insanlar bu âyetlerle yol
bulsunlar, bu âyetler onlara mihmandar olsun ve hayatlarını bu âyetlerle
düzenlesinler diye göklerin ve yerin Rabbi tarafından gönderilmiş âyetlerdir
bunlar. Bir büyü mahsulü, ya da bir beşer mahsulü
şeyler değildir. Ne ben ne de bir başkasının söylemesi mümkün olmayan Allah
âyetleridir bunlar. Ve ben biliyorum ki ey Firavun sen gerçekten helâk
olacaksın. Sen beni bir sihrin mahkumu olarak görüyorsan ben de seni bir helâkin
mahkumu olarak görüyorum. Ben kesin biliyorum ki bu Allah âyetlerini reddeden
bir zalim olarak sen mahvolacaksın.
Evet bu konular kitabımızın önceki
sûrelerinde uzun uzun anlatıldı. Zalim Firavun Allah
elçisine hayat hakkı tanımadı. Allah âyetlerine inanmadı. Rabbim Allah diyenlere
zalimce bir tavır takındı. Müslümanları arzdan çıkarmak istedi. Müslümanları
yeryüzünden silmek istedi. Tıpkı o gün Mekke kâfirlerinin peygamberi ve
beraberindeki bir avuç müslümanı Mekke’den sürmek
istedikleri, ya da şu anda yirminci asrın zalim
Firavunlarının müslümanlara bu ülkede hayat hakkı
tanımayıp yok etmeyi planladıkları gibi. Rabbim geçici olarak Firavuna imkân
tanıdı. Firavun kendisini bir şey zannedip müslümanların peşine takıldı ve Rabbimiz Onu da avenelerini
de suda, denizde boğuverdi. Bundan sonra kurtardığı İsrâil oğullarına sesleniyor
Rabbimiz:
104. “Sonra İsrâil oğullarına:
“Bu memlekette siz oturun, kıyâmet koptuğunda hepinizi bir araya getiririz.”
dedik.”
Evet ey İsrâiloğulları, buyurun artık yeryüzünde siz hakim olun, siz
egemen olun. Yeryüzünde siz yaşayın artık. Mısır ve Firavunlar saltanatı
bitmiştir artık. Yeryüzü sizindir. Şu andan itibaren dünyada güç, kuvvet ve
saltanat sahipleri olarak sizler imtihan olunacaksınız. Ama unutmayın ki bir gün
sizin hayatınız da bitecek. Bir gün bu dünyada herkesin hayatı, herkesin
saltanatı bitecek. Dünyadaki hayatın sonunu bildiren anons çalınca, kıyâmet
kopunca unutmayın ki hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz. Hepinizden bu
dünyada yapıp ettiklerinizin hesabını soracağız bir gün buyurarak hepimize
uyarısını ulaştırıverdi Rabbimiz.
Evet kıyâmete kadar kim bu
kitapla beraber olursa, kim bu kitabın uyarısıyla karşı karşıya gelirse o gün
İsrâil oğullarına yaptığı uyarıyla karşı karşıya bulacaktır kendisini. Hangimiz
kaçabileceğiz bu sorgulamadan? Hepimiz, hepimiz yaşadığımız bu hayatın hesabını
vermek üzerine zinhar Rabbimizin huzurunda toplanacağız yarın. Firavunlar da
öldüler, İsrâil oğulları da öldü, peygamber (a.s) da, ona geçit vermemeye
kalkışanlar da öldüler, bizler de öleceğiz. Peygamber de vefat etti peygamber
karşıtları da geberdiler. Ölmeyen tek diri Allah’tır. Tek Melik, tek hükümdar
Odur.
105. “Kur’an'ı ancak hak olarak indirdik ve o da indirdiği gibi
hak olarak kaldı. Senin de, ey Muhammed yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak
gönderdik.”
Biz Onu, O Kur’an’ı hakla indirdik, O da hak olarak indi. Hak olarak
kaldı. Kur’an’ı hak olarak, haklı olarak, hak yasalara
istinat ederek indirdik, O da hak olarak indi. Biz yarattığımız kullarımızın
hayatına karışmak üzere, yarattığımız kullarımıza hayat programı yapmak üzere
onların arasından elçiyi hak olarak seçtik, ona hak olarak yetki verdik, hak
olarak ona vahyimizi, kitabımızı indirdik. Ve seni de ey peygamberim, sadece bir
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. İşte kitabın misyonu ve elçinin misyonu
budur.
Evet böyle hak bir kitabın
kendisine gönderildiği Hz. Muham-med (a.s) yeryüzünün geçmiş
ve gelecek en hayırlısı olarak insanları cennetle müjdelemek ve cehennemle,
azapla uyarmaktır. Rabbimiz önceki âyetlerinde müşriklerin taleplerine, ya da itirazlarına böylece cevabını vermiş oluyor. Ne
diyorlardı Allah’ın Resûlüne? Sen bizim için kaynaklar fışkırtmadıkça, göğü
parça parça bizim üzerimize indirmedikçe, bağların
bahçelerin sahibi olmadıkça sana asla inanmayacağız.
Bakın Rabbimiz buyuruyor ki
peygamberin böyle bir özelliği, böyle bir gücü ve yetkisi yoktur, böyle bir
sorumluluğu yoktur. O ne göklerin ve yerin sahibi, ne bağların bahçelerin
sahibi, ne de gökten sizin üzerinize istediğiniz azabı indirme gücüne sahip
birisidir. O sadece kendisine gönderilen hak bir kitapla sizi müjdeleme ve
uyarma göreviyle görevlidir o kadar. Öyleyse ey peygamberim, sen bu hak kitabı
insanlara duyur. Bu hak kitapla insanları uyar. İnanan kendi lehine inansın,
inanmayan da kendi aleyhine dilediğini tercih etsin.
106. “Kur’an'ı, insanlara ağır ağır
okuman için, bölüm, bölüm indirdik ve onu gerektikçe
indirdik.”
Biz bu Kur’an’ı insanlara dura, dura okuman için bölüm, bölüm ayırdık. Onu safha, safha bir indirme ile indirdik. Evet
insanlara anlaya, anlaya, kavraya, kavraya, anlata, anlata okuyasın diye Biz O
Kur’an’ı peyderpey, ara, ara indirdik. Hepsini bir
çırpıda, bir anda değil âyet âyet, sûre sûre indirdik diyor Rabbimiz. Yâni Rasûlullah efendimiz O Kur’an’ı
insanlara okuyacak, insanları Onunla uyaracak ama hem kendisi hem de insanlar
Onu daha iyi anlasınlar, kavrasınlar diye Onu âyet âyet, sûre sûre okuyacak.
Akıllarını erdire, erdire, kalplerine ve kafalarına sindire, sindire bu işi
yapacak. O halde bizler de şu anda tıpkı Rasûlullah
efendimizin yaptığı gibi âyet âyet, sûre sûre, anlaya anlaya, hazmede hazmede okuyacak, anlayacak ve insanları Onunla uyarmaya
çalışacağız, bu kitapla hem kendimizi hem de insanları şereflendirmeye
çalışacağız.
107,109. “De ki: “Kur’an'a ister inanın, ister inanmayın, O'ndan önceki
bilginlere o okunduğu zaman, yüzleri üzerine secdeye varırlar” ve “Rabbimiz
münezzehtir. Rabbi-mizin sözü şüphesiz yerine
gelecektir” derler. Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar; bu, onların
gönüllerindeki saygıyı artırır.”
Peygamberim, sen de ki onlara
ister inanın, ister inanmayın. Evet elbette böyle bir kitapla, böyle hak bir
kitapla karşı karşıya kalan insanlara denilebilecek en güzel söz işte budur. Hak
olan Allah’tan hak olan bir elçiye, hak olan bir kitap gelmiştir. Artık böyle
bir kitaba iman edip etmemekte serbestsiniz. Allahu
Ekber, Allahu ekber. Yâni göklerin ve yerlerin, göktekilerin ve
yerdekilerin sahibi böyle hak olan bir Allah, böyle hak olan bir kitap
göndersin. Kullarına sonsuz merhametinden dolayı onları muhatap kabul edip
onlara kendi bilgisini, kendi rahmetini indirsin, onlara en büyük rahmet
kapılarını açsın, sonra da tüm kullarının sahibi olarak onlara bu kitabı kabul
ya da ret olarak bir özgürlük tanısın ve “ister iman
edin, ister inanmayın” desin. Bu konuda serbestsiniz buyursun. Ne büyüksün ya Rabbi!
Evet ister inanın ister inanmayın
serbestsiniz, ama unutmayın ki ondan önce kendilerine ilim verilenlere vahiy
okunduğu zaman, Benim âyetlerimle karşı karşıya kaldıkları zaman hemen yüzleri
üzerine secdeye varırlar ve şöyle derlerdi: Ey Rabbimiz Seni tenzih ederiz, Seni
yüceltiriz, Seni tüm noksan sıfatlardan arındırırız, muhakkak ki Rabbimizin
vaadi gerçekleşecektir.
Rabbimiz ey kullarım, siz bilirsiniz,
dileyen iman eder, dileyen de inkâr eder buyurduktan sonra iman edenlerin çok
hayırlı olduklarını, iman etmekle kendileri için çok hayırlı bir yola
girdiklerini vurgu-luyor. Burada kast edilen müslümanlar önceki peygamberler dönemi müslümanları olabileceği gibi son dönem bu kitaba iman eden
ehl-i kitabın müslüman
olanları da kast edilmiş olabilir.
Öyleyse bizler de tıpkı onlar gibi
Rabbimizin âyetleriyle karşı karşıya kaldığımız anda, bu âyeti okur okumaz
Rabbimizi yücelterek secdeye kapanacağız. Rabbimize saygının zirvedeki şerefini
yaşayacağız.
10. “De ki: “Gerek Allah deyin,
gerek Rahmân deyin, hangisini derseniz deyin, en güzel isimler O'nundur. “Ey
Muhammed! Namaz kılarken sesini yükseltme, gizli de okuma, ikisi ortasında bir
yol tut.”
De ki ister Allah diye dua edin,
isterse Rahmân diye dua edin. Hangisiyle çağırıp dua ederseniz edin, bütün güzel
isimler Onundur. Bütün güzel isimler Ona aittir. Allah, Rahmân, Rahim, Ğaffâr, Settâr Rabbimizin
isimleridir. Ama Rabbimizin Allah ve Rahmân isimlerinin Onun iki özel ismi
olduğunu biliyoruz. Allah isminin çoğulu olmadığı gibi bir başka dilde de
karşılığı yoktur. Sadece Rabbimize mahsus bir isimdir. Ve bu ismin Rabbimizden
başka birisine verilmesi de caiz değildir. Rahmân ismi de öyledir. Abdurrahman konabilir, ama Rahmân konursa o şeytandandır
buyurur Allah’ın Resûlü bir hadislerinde. Rahmândır Allah. Öyle Rahmândır ki
Rabbimiz kendisine kafa tutan, kendisine isyan içinde bir hayat yaşayanlara bile
bol bol rızık verendir.
Kendisini inkâr edenlere bile özgürlük verendir. Rahmetinin sınırı olmayandır.
Kur’an’da
bazen Rabbimizin bazen Allah, bazen de Rahmân ismi zikredilince müşrikler kendi
mantıklarınca peygambere itirazda bulundular. Dediler ki bu nasıl bir iştir?
Muhammed tek bir İlâhtan söz ediyor, bizi tek bir İlâha kulluğa çığırıyor, hem
de karşımıza iki İlâh çıkarıyor. Bazen Allah diyor, bazen Rahmân diyor dediler
de işte bunun üzerine Rabbimiz böyle buyurdu.
İster Allah diye dua edin, ister Rahmân
diye çağırın bilesiniz ki zaten en güzel isimler Allah’a aittir. En güzel
isimler, Esmâ-i Hüsnâ Allah’ındır. Rabbinize bu güzel
isimleriyle kulluk edin, ibadet edin, dua edin. Rabbinizin en güzel isimleriyle
ilgi ve iletişim kurun. Rabbinizi o en güzel isimleriyle hafızanızda canlı
tutun. O isimlerin muhtevalarını kafanızda canlandırın. Rabbinizi o en güzel
isimleriyle başkalarından ayırın. Onu başkalarıyla
karıştırmayın. Onun o en güzel isimlerini, sıfatlarını başkalarına
vermeyin.
Rabbimizin bu en güzel isimlerini Rabbimizin
kitabından ve elçisinin sünnetinden öğreneceğiz. Rabbimiz kendisini bize nasıl
tanıtmışsa, hangi isimleriyle tanıtmışsa öylece iman edecek, Onu öylece
tanıyacak ve bu isimlerin çağrıştırdığı şekilde kendisine karşı tavır
takınacağız. Hangi kulluk ortamındaysak, hangi problemle karşı karşıya isek
Rabbimizin o ismini çağrıştırarak O’na dua edeceğiz.
Ve bir de ey peygamberim, namaz
kılarken sesini çok yükseltme. Namazında öyle fazla açıktan açığa bağırıp
çağırma. Fazlaca da sesini kısma, sesini gizleme. İkisinin arasında orta bir yol
tut. İbni Abbas efendimizin
beyanına göre Mekke’de Rasûlullah ve müslü-manların yüksek sesle
namazda Kur’an okumalarına bozulan müşriklerin
küfürler etmeye kalkışmaları sebebiyle Rasûlullah
efendimize bu emir verilmiştir. Evet ey peygamberim namazlarında böyle bir yol
izle ve de ki:
111. “De ki: “Hamd, çocuk edinmemiş olan, hükümranlığında ortağı
bulunmayan, düşkün olmayıp yardımcıya da ihtiyaç göstermeyen Allah'a mahsustur.
“ O'nu gereği gibi büyükle.”
Elhamdülillah. De ki hamd Allah’a aittir. Övgüler, yücelikler, üstünlükler
Allah’a aittir. O Allah ki; oğul edinmemiştir. Evlâdı yoktur Onun. Yetkilileri,
yardımcıları yoktur. Mülkünde ortağı da yoktur. Kimseye yetki devrinde
bulunmamıştır. Zilletten, ihtiyaçtan dolayı da bir velîye, bir yardımcıya, bir
dosta ihtiyacı olmamıştır. Onu gereği gibi büyükle, gereği gibi yücelt Onu. O
nasıl yüceltilecekse, nasıl yüceltilmesini istiyorsa öylece yücelt Onu. Allahu Ekber de. Allah en büyüktür
de. Tüm hayatında en büyük olarak Onu kabul et. Ondan başkalarına büyüklük
verme.
Rasûlullah
efendimiz ashabına ve tüm müslümanlara şunu emrederdi.
Çocuklarınız yeni konuşmaya, yeni dillenmeye başladıkları zaman onlara bu âyeti
öğretin. Evet bizde Rabbimizi böylece tanıyacağız, böylece yücelteceğiz ve
çocuklarımıza ilk defa bu âyeti öğreteceğiz. Ve âhiru
dâ’vana enilhamdü lillâhi Rabbil
âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder