ENBİYÂ
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
21, nüzûl sıralamasına göre 73, üçüncü miûn grubunun ikinci sûresi olan Enbiyâ
sûresi Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 112
dir.
“Rahmân ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlüne ve Onun
pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Enbiyâ sûresi Mekke’de nâzil olmuş 112
âyetlik bir sûredir. Sûrenin başında Rabbimiz insanları yaklaşmakta olan
kıyâmetle, hesaplarının görülme, defterlerinin dürülme zamanıyla uyarır. Ama
insanların bundan gaflet içinde olduklarını, Rablerinden kendilerine gelen her
bir uyarıyı alaya aldıklarını, Rablerinin elçisini bir sihirbaz, onun okuduğu
âyetleri de karmakarışık rüyalar olarak itham ettiklerini anlatır. Bu halleriyle
tıpkı iman etmeyen öncekiler gibi kendilerinin de helâkten kurtulamayacaklarını
haber verir.
Daha
sonra sûreye ismini veren imâmlarını, Enbiyâyı gündeme getirir ve onların
hayatlarından, dualarından kesitler sunar. Toplumlarının tıpkı şu anda
Mekkelilerin yaptıkları gibi onları reddedişleri ve buna rağmen o peygamberlerin
yollarına devam edişleri ve sonunda Allah’ın yardımıyla düşmanları karşısında
zafere ulaşmaları anlatılarak hem Rasulullah efendimize, hem onun yolunun
yolcularına bir destek, hem de peygamber düşmanlarına büyük bir tehdit
oluşturulur. İşte bu minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
çalışalım inşallah.
1. “İnsanların hesap görme zamanı
yaklaştı, fakat onlar hâlâ habersiz, haktan yüz
çeviriyorlar.”
İnsanların
hesap günleri, hesaba çekilecekleri zaman yaklaştı. Kıyâmet yaklaştı, ama onlar
hâlâ gaflet içindeler. Yarın başlarına gelecekler konusunda gaflet içinde bir
hayatın içine gömülüp Allah’ın bu uyarılarından yüz çeviriyorlar. Evet
hesaplarının görülme zamanı yaklaştı, ama onlar o gün konusunda hiçbir hazırlık
içinde değiller. Allah’ın uyarılarına, Allah’ın âyetlerine kulak asmıyorlar,
âkıbetlerini hiç düşünmüyorlar.
Kamer sûresi de aynı uyarıyla
başlamaktadır. Hesaba çekilme zamanı yaklaşmıştır. Her gelecek yakındır zaten
de, bir de kıyâmet her şeyden yakındır. Bir göz açıp yumması kadar insana
yakındır.
Evet kıyâmet vakti yaklaşmıştır. Çünkü
biliyoruz ki dünya ömrünün son dönemlerini yaşamaktadır. Kitabımızın ve
Rasulullah efendimizin beyanlarına göre bu dünyada insanın yaratılışı dönemin
sonlarına rast gelmektedir. İnsan cinsinin yaratılmasından önce tüm varlıklar
yaratılmış, varlıklar zinciri tamamlanmış ve en son insan yaratılmıştır.
Hz
Adem yaratılmadan önce, yeryüzüne insan nesli gelmeden önce tüm varlıklar
yaratılmıştı. Bu varlıklar zincirinin son halkasını teşkil ediyordu insanın
yaratılışı. Daha önce melekler yaratılmış, cinler yaratılmış, dünya yaratılmış,
semalar yaratılmış, güneş, ay, yıldızlar yaratılmış, arz yaratılmış, hayvanlar
yaratılmış, bitkiler, madenler yaratılmış, mahlukât tamam, mevcudat tamam ve
zamanın sonunda, âhir zamanda insan yaratılıyordu. Yaratıkların en son zinciri
olarak insan dünyaya geliyordu. Ve böylece yaratılış süreci tamamlanıyor, ondan
sonra da artık tamam dünyanın işi bitecek ve kıyâmet kopacaktır.
Evet dünyanın ömrü sonuna yaklaşmış,
Peygamberlerin tamamı gelip geçmiş, en son olarak âhir zaman Nebisi de gelmiş.
Kitabın ve Rasulullah’ın haber verdiği şartların pek çoğu gerçekleşmiştir.
Nitekim Allah’ın Resûlü bir hadislerinde şehadet parmağıyla orta parmağını
birleştirerek şöyle buyuruyordu:
“İşte
ben ve kıyâmet böylece gönderildik”
Buyurmuştur.
O halde kıyâmet çok yakındır. İnsanların hesaplarının görülme, defterlerinin
dürülme vakti çok yaklaşmıştır. Ama bu insanlar ondan gafildirler. Bedenleri
oyun ve eğlencede olan bu insanların kalplerinin gaflette olmaması zaten mümkün
değildir. Şimdi Rabbimiz Kitabında bu kadar açık ve net bir şekilde hesap kitap
gününün yaklaştığını haber verdiği halde acaba bu insanlar daha neyi
bekliyorlar? Bu Kitabı dinledikleri halde anlamaya yanaşmayan, onunla
hayatlarını düzenlemeye ve onu hayat programı olarak kabul etmeye yanaşmayan,
kitabı dinledikleri halde hiçbir şey anlamamış gibi, hiçbir şey duymamış gibi
davranan ve kitaba rağmen kitapsız bir hayat yaşamaya çalışan bu gafiller daha
ne bekliyorlar?
Unutmasınlar ki o kıyâmet saati ona
hazırlıksız olan kimselere ansızın gelecektir. Zira kendileri kıyâmetin
geleceğinden gafil bir şekilde dünyaya dalmış, onu hatırlarından çıkarmış ve
böylece lüzumuz şeylerin peşine takılmış insanlar için elbette kıyâmet ansızın
gelecektir. Kıyâmete inanmayan ve onun hazırlığı içinde Allah için bir hayat
yaşamayan insanlar onun kopmasına yakın bir dönemde alâmetler belirdiği zaman
bile uyanmayacaklar, o zaman bile oyun ve oynaşlarını sürdüreceklerdir. Onun
için şuurları yerinde değilken, haberleri yokken kıyâmet gelip onların
tepelerinde patlayacaktır. Artık ondan sonra pişman olma ve geriye dönme imkânı
da kalmayacaktır.
2, 3. “Rablerinden kendilerine gelen
her yeni ihbarı mutlaka, gönülleri gaflet içinde eğlenerek dinlerler.
Zulmedenler, gizli toplantılarında: “Bu zât, sizin gibi bir insandan başka bir
şey midir? Siz, göz göre göre sihre mi uyarsınız?” diye
konuşurlar.”
Rablerinden
her ne zaman kendilerine yeni bir kitap, yeni bir din, yeni bir uyarı, yeni bir
âyet geldiği zaman onlar kalpleri gaflet içinde eğlenerek, alaya alarak onu
dinlerler. Çünkü onların kalpleri dünya tutkusuyla oyalanmaktadır. Dünyayı kıble
edinmişlerdir onlar. Dünya boyunlarına öyle bir dolanmış ki; Allah’ın
âyetleriyle, Allah’ın Kitabıyla ilgilenecek zamanları kalmamıştır. Onlar bu
hayatı oyun ve eğlence zannediyorlar. Veya Allah’ın uyarılarını ihtiva eden bu
kitabı oyun ve eğlence yerine koyup ciddiye almıyorlar. Ve işte böyle kalpleri
oyun ve eğlencede olan kimseler için uyarının varlığıyla yokluğu müsavi oluyor.
Peygamber onları ha uyarmış ha uyarmamış, Kur’an diye bir kitap yeryüzüne ha
gelmiş ha gelmemiş fark etmez oluyor.
Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur.
Bizden önceki kitap ehline Rabbimiz ne zaman yeni bir kitap, yeni bir uyarıcı
göndermişse mutlaka onu eğlence yerine almışlar, alay konusu yapmışlardır.
Allah’ın âyetlerini, Allah’ın elçilerini alaya almışlar, dalga geçmişlerdir.
Allah’ın hak elçilerinin kendilerine getirdikleri âyetleri dinleyip onlar
üzerinde ciddi ciddi düşünmek ve bir karara varmak yerine, kulak verip
tanıdıktan sonra onları kabullenmek veya bir delille reddetmek yerine alaya
alıyorlar, oyun ve eğlence yerine koyuyorlar. Neden? Çünkü sepetleri boştur
adamların. Dağarcıklarında onu değerlendirecek sermayeleri yoktur adamların.
Kafalarının içi bomboştur adamların. Bütün sermayeleri alay etmek, tekzip etmek,
yalanlamak, karşı çıkmak, susturmak, asmak, kesmek, tehditler savurmaktır. Her
devirde bu böyledir. Her devirde kâfirlerin karakteri budur işte. Halbuki her
hangi bir kimseden bir söz duyulunca onu dinlemek, anlamaya çalıştıktan sonra ya
kabullenmek ya da delilleriyle reddetmek icap etmek-tedir.
Öyleyse aman Kur’an okurken çok
dikkatli olalım. Kur’an o-kurken, Kur’an dinlerken onun Allah sözü olduğunu
hiçbir zaman unutmayalım. İyi kulak verelim ona. O, okunurken mutlaka kalbimiz
devrede olsun. Onu anlayabilmek için tüm dikkatimizi ona teksif etmek
zorundayız. Bu kitabı okurken, dinlerken mutlaka susacağız. Başka hiçbir şeyle
meşgul olmayacağız. Bütün benliğimizle, bütün varlığımızla ona yönelip anlamaya
çalışacağız. Ukalalık etmeyecek, kendi düşüncelerimizi, önyargılarımızı,
başkalarının düşüncelerini onun önüne
geçirmeyeceğiz. Gündemi bu kitaba belirlettireceğiz. Gündemimizi bu kitap
belirleyecek ve biz bu kitabın istediği gibi bir hayatı yaşayacağız,
sergileyeceğiz. Yâni Allah’ın Resûlü bu kitabı nasıl okuduysa biz de öylece
okuyacağız. Rasulullah hangi gayeyle,
hangi niyetle okuduysa biz de o şekilde okuyacağız. Yâni okumanın şeklini,
biçimini, zamanını, miktarını, sayısını, oranını, hedefini peygamberin tayin
buyurduğu biçimde tayin edeceğiz. Bunları ondan bağımsız belirlemeye
kalkıştığımız zaman da mutlaka yanlışa düşeceğimizin şuurunda
olacağız.
Biz biliyoruz ki Allah’ın Resûlü bu
kitabı anlamadan sadece mücerret okumak için okumadı. Sadece bilgi olsun diye de
okumadı. Âyetler kalbine indi Rasulullah efendimizin. Âyetler hayatına indi.
İşte biz de tıpkı onun gibi okuyacağız. Anlamak ve hayatımızı onunla düzenlemek
üzere okuyacağız. Kalbimizde ve hayatımızda tesirler ve değişiklikler icra
edecek biçimde okuyacağız. Zaten okuma budur.
Okuma, üç azanın işidir. Dil âyetleri
telaffuz eder, akıl tercüme eder, kalp de okunan âyetlere göre tavır alır. İşte
okuma budur. Dil, akıl ve kalp uyumu içinde okuyacağız. Hattâ Rasulullah
efendimizin bu konuda bir hadisini hatırlıyorum:
“Kur’an
kıraatine Kur’an’la kalpleriniz arasında bir uyum mevcut olduğu sürece devam
edin. Bu bağ ortadan kalktığı anda okumaya ara verin.”
Buyurmaktadır.
Yâni kişi okuduğu âyetlerle kalbinin irtibatı kesilip de kalbi başka şeyler
düşünmeye, başka şeylerle ilgilenmeye başladığı anda Kur’an okuma kesilmelidir.
Çünkü o bir eğlence değil Allah kelâmıdır. Öyleyse bu konuya çok dikkat edelim
inşallah. Allah’ın âyetlerini oyun konusu yapmaya kalkmayalım. Allah’ın
âyetlerini alaya almayalım. Allah’ın âyetlerini kendi zevklerinizi tatmine imkân
verecek şekilde oyun ve eğlence yerine koymayalım. Allah’ın âyetleriyle dalga
geçmeye kalkmayalım.
Evet kâfirler, zalimler Allah’ın
Kitabını eğlenceye alıyorlar ve gizli toplantılarında da şöyle diyorlar: Ne
oluyor? Şimdi de sihre mi uyacağız? Bir sihirbazın dediklerine mi tabi olacağız?
Bir sihre mi inanacağız? Mekke’de kâfirler kendi aralarında toplanıp Rasulullah
efendimizin durumunu konuşuyorlardı. Bu adam asla bir peygamber olamaz. Çünkü
bizden biridir. Bizimle hiçbir farkı yoktur. Bizim gibi yiyip içen bir beşerdir.
O profesyonel bir sihirbaz olduğu için kendisiyle ilgi kuran, kendisini dinleyen
herkesi sihirliyor. Kimse onun etkisinden kendisini kurtaramıyor. Onun içindir
ki ne yapıp, yapıp kendimizi ve çevremizi ondan uzak tutmalıyız diyorlardı.
Gerçekten de bir kerecik onu dinleyen kişi
mutlaka onun etkisi altında kalıyordu. Ebu Cehil, Velid Bin Muğıre gibi toplumun
en akıllı, en kültürlü insanları, İslâm’ın en amansız düşmanları bile bunu
itiraf ediyorlar. İşte bunun için tedbirler alıyorlar. Mekkelilere ve taşradan
gelenlere ısrarla onun bir sihirbaz olduğunu, okuduğu kitabın bir sihir olduğunu
ve kesinlikle ondan uzak durmaları gerektiğini tavsiye ediyorlardı. Onların bu
iftiralarına karşılık Rasulullah efendimizin şöyle demesini emrediyor
Rabbimiz:
4. “Peygamber: “Benim Rabbim gökte ve
yerde söyleneni bilir. O, işitendir, bilendir” dedi.”
Evet
göklerde ve yerde gizli ve açık kim ne konuşuyorsa, kim ne dolap çeviriyorsa
Rabbim onu bilir. Benim Rabbim Alîm ve Habîr-dir. Sizi O’na havale ediyorum.
Sizin gece gündüz neler konuştuğunuzu, neler planladığınızı da, bu
tavırlarınızın karşılığı olarak size nasıl bir ceza vereceğini de bilen O’dur.
Yâni ben sizin bu iftiralarınıza, bu saçmalıklarınıza cevap verecek değilim.
Sizin muhatabınız ben değil Rabbimdir. Çünkü ben Rabbimin elçisiyim. Bu
söylediklerimin hiçbirisi benden değil, Ondandır. Sizin işinizi O görecektir.
Çünkü her şeyi bilen ben değil O’dur. Göklerde olsun, yerde olsun, gizli olsun,
açık olsun kim ne söylemişse, kim ne düşünmüşse bilen O’dur.
Evet
onların terbiyesizce, seviyesizce, küstahça takındıkları alaylı tavırlarına
Rabbimiz tarafından verilmiş en güzel bir cevaptır bu.
5. “Onlar: “Hayır, onun söyledikleri
karmakarışık rüyalardır.” Hayır, onu uydurmuştur.” Hayır; o bir şairdir” “Haydi
önceki peygamberler gibi o da bize bir mûcize getirsin”
dediler.”
Görüyor
musunuz saçmalamalarını? Duyuyor musunuz zır-valarını? Çok değişik şeyler
söylüyorlar. Hayır hayır bu senin söylediklerin karmakarışık düşlerdir. İçinden
çıkılmaz rüyalardır bunlar. Hayır onu kendisi uyduruyor. Kendi kendine düzüp
ortaya koyduğu şeyleri Allah’a izafe ederek, bunlar bana Allah’tan geliyor
diyerek Al-lah’a iftira ediyor. Yo hayır, o bir şairdir. Eğer gerçekten bir
peygamberse o zaman haydi önceki peygamberler gibi bize bir âyet, bir mûcize
getirsin de görelim diyorlar. Ne dediklerini bilmiyor adamlar.
Sanki
gece rüyalarında gördükleri belli belirsiz şeyleri, karmakarışık rüyaları onlara
yol gösteriyor. Rüyalarında gördüğü şeyleri söylüyor adamlar. Yâni bu Allah
elçisini reddetme işini, bu Allah âyetlerini reddetme işini bir bilgiye, bir
delile dayandırmıyorlar. Bir belgeyle hareket etmiyorlar da bunu onlara
akılları, hayalleri, rüyaları, düşleri emrediyor. Peygambere isnat ettikleri bu
sözlerindeki çelişkileri, bu saçmalıkları onların akılları emrediyor? Ve tabii
böylece bu adamların akılsızlıkları açığa çıkıyor.
Yâni
akıl işi mi bu yaptıklarınız? Hangi akla, hangi mantığa sı-ğar bunlar? Kâh şair
diyeceksiniz, kâh deli diyeceksiniz, olmadı kâhin diyeceksiniz, olmadı sihirbaz
diyeceksiniz. Yâni nasıl iştir bu? Diyecekseniz bari bir tanesini deyin.
Birbiriyle taban tabana zıt, birbiriyle asla uyuşmayan şeylerdir bunlar. Hiç
deliden şair olabilir mi? Hiç deli bir kimse şiir söyleyebilir mi? Hiç deli
birisi kâhin olabilir mi? Kâhin akıllı, zeki kimsedir.
Yok
yok, bu adamlar azgın, haddi aşmış, bildikleri halde pey-gamberi kabule
yanaşmayan bir topluluktur. Yâni bu adamların akıl-ları kendilerine saçma sapan
şeyler emrediyor? Yoksa gece rüya-larında gördükleri şeyleri mi peygamber
hakkında, din hakkında, müslümanlar hakkında söylüyorlar? Zaten kendileri de
inanmıyorlar bu söylediklerine. Herhalde bu adamlar akıllarına esen şeyleri
söylü-yorlar. Bugün beyaz dediklerine yarın siyah diyorlar. Bugün doğru
dediklerine yarın yanlış diyorlar. İşte kıyâmete kadar ki kâfirlerin değişmeyen
özellikleridir bu.
Bakıyoruz tıpkı dünküler gibi günümüz
kâfirleri de kitap ve peygambere aynı şeyleri söylüyorlar. Ya Rabbi senin
gönderdiğin ki-tap, senin gönderdiğin peygamber bin dört yüz yıl öncesinin
hayatını düzenlemiş. Aradan bin dört yüz yıl geçmiş. Devir değişmiş. Zaman
değişmiş. Şimdi bizim bilimlerimiz var, bizim pozitif bilimlerimiz gelişti.
Bizim laboratuarlarımız var, teknik bilimlerimiz var, bilimsel çalışmalarımız
var. Binaenaleyh artık senin modası geçmiş Kitabına ve peygamberine ihtiyacımız
kalmadı diyorlar. Kitap ve sünnet için pozitif değildir diyorlar, tarafsız
değildir diyorlar, günümüz hayatının çözümü değildir diyorlar. Bakın bir de
şöyle diyorlar:
Ey Muhammed, eğer gerçekten sen
peygambersen, gerçekten bu söylediklerin Allah’tansa, haydi o zaman evvelki
elçiler gibi bize bir âyet getir, bir mûcize getir de görelim. Ölmüşleri dirilt,
atalarımızı geri getir de bizimle konuşsunlar. Şu dağları altın yap, gökten bize
bir sofra indir de yiyelim vs.vs.
6. “Onlardan
önce yok etmiş olduğumuz kasabalar halkı inanmadılar, bunlar mı
inanacaklar?”
Kendilerinden
önceki beyinsizler de elçilerinden bu tür âyetler istediler. Ama Allah
kendilerine istedikleri cinsten âyetler gönderdiği halde onlar yine inanmadılar.
Onlar inanmadılar da bunlar mı inanacaklar? Yâni şu anda kendilerine arz
ettiğimiz bunca görsel ve işitsel âyet yetmiyor da başka âyet mi bekliyorlar? Şu
Kitabın âyetleri yetmi-yor mu? Şu kâinatta serpiştirdiğimiz meşhut âyetler az mı
geliyor? Bu tutumlarıyla Rablerinden helâklerine dâvetiye çıkardıklarının
farkında değil mi bu adamlar? Allah o tür âyetleri de göndermeye kadirdir. Ama o
tür inkârı asla mümkün olmayan âyetler geldi mi artık defteriniz dürülecek
demektir. Eğer şu anda önceki beyinsizlere yaptığı gibi size bu tür âyetler
gönderilmiyorsa bu size Rabbinizin merhametinin, dönüş imkânı tanımasının
gereğidir.
7,8. “Ey Muhammed! Senden önce de,
kendilerine vahy ettiğimiz adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız Kitaplılara sorun.
Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık ve onlar ölümsüz de
değillerdi”
Peygamberim, senden önce de
kendilerine vahiy gönderdiğimiz kişiler insandı. Senden önce de biz insanlara
vahiy gönderdik. Önceki peygamberler insan değil miydi ki sana itiraz ediyorlar?
Eğer bilmiyorlarsa sorsunlar ehl-i kitaba? Sorsunlar Yahudi ve Hıristiyanlara?
Sorsunlar akıl hocalarına? Sorsunlar Yahudilere Mûsâ (a.s) bir insan değil
miydi? Îsâ (a.s) bir insan değil miydi? Yolundan gittiğini iddia ettikleri
İbrahim (a.s) bir beşer değil miydi? Sorun bakalım sizi kışkırtan, size
peygambere karşı mücâdele yöntemleri ulaştırmaya çalışan şu kitap ehline.
Yâni
şimdi bu adamlar Rablerinden kendilerine insan yerine bir Meleğin gönderilmesini
mi bekliyorlar? Eğer sizler insan değil de yeryüzünde dolaşan melekler
olsaydınız tamam elçi olarak Allah’ın bir melek göndermesi uygun olurdu. Ama
sizler insansınız ve peygamber de size kulluk örneği olmak ve sizi gittiğiniz
yolun yanlışlığı konusunda uyarmak için gelmektedir. Sizi Allah’ın rahmetine
ulaştırmak için gelmektedir. Böyle bir neticeyi sağlamak ve sizi Allah’ın
cennetine ulaştırmak için içinizden seçilmiş, bildiğiniz, tanıdığınız bir elçiyi
neden garip karşılıyorsunuz? Rabbinizin sizin içinizden sizin gibi yaşayan,
sizinle konuşan, sizin problemlerinizi bilen ve her an kendisini örnek
alabileceğiniz bir elçiyi seçip göndermesi size merhametinin gereğidir.
Değilse
Allah size elçi olarak bir melek gönderseydi, Onunla nasıl diyalog kuracak,
nasıl anlaşacak, nasıl örnek alacaktınız? Sizler o melek gibi nasıl
yaşayacaktınız? O Meleği nasıl örnek alacaktınız? Hoş zaten bu adamların böyle
bir kulluk dertleri de, kullukta örnek arama dertleri de yoktu. Zaten bu
adamların peygamberi reddetmelerinin altında yatan sebep de işte buydu. Adamlar
peygamberi örnek alma, peygamber gibi kulluk yapma, peygamber gibi yaşama
derdinden kurtulmak için onu reddediyorlardı. Peygamberi reddederlerken birinci
dertleri Allah’ın vahiy göndererek, hayat programı göndererek hayatlarına
karışmasını reddetmekti. Allah böyle içimizden bir beşerî elçi seçerek, kitap
göndererek, vahiy göndererek bizim hayatımıza karışmasın demeye çalışıyorlardı.
Onun için olmaz böyle şey derken
şaşkınlıkları da buradan kaynaklanıyordu aslında.
Biz onları, o elçileri yemek yemez birer ceset kılmadık ve onlar ölümsüz
de değillerdi. Onlar da aynen sizin gibi yiyen, içen, doğan, ölen insanlardır.
Onların sizden tek farkları bizim kendilerini sözcü seçmemizdir. Kendilerine
kendi bilgimizi aktarmamızdır.
9. “Sonra Biz onlara verdiğimiz sözü
yerine getir-dik, kendilerini ve dilediklerimizi kurtardık; aşırı gidenleri ise
yok ettik.”
Evet elçilerimize kendilerini
reddedenler karşısında vaad et-tiğimiz zafer sözümüzü, kurtuluş vaadimizi yerine
getirdik, onların hepsini toplumlarına galip getirdik. Onlar elçilerimizi
yalanladılar, biz de onları ve beraberlerindeki inananları, onların
mücâdelelerini destekleyenleri kurtardık diyor Rabbimiz. Evet tercihini
peygamber yolunda olmaya kullanan, oylarını peygamber safında olmaya
kulla-nanları kurtardık.
Evet peygamberlerimizi ve
dilediklerimizi kurtardık, müsrifleri de helâk ettik. Müsrif hayatını israf eden
demektir. Allah’ın kendisine verdiği fıtrî özellikleri gereği gibi
kullanamayarak boşa harcayan demektir. Veya müsrif böyle sere serpe istediği
gibi bir hayat yaşamadan yana olan, ne Allah, ne din, ne iman hiçbir kayıt
tanımadan, hiçbir sınır tanımadan canı ne isterse yapmaya çalışan kimsedir. İşte
böyle keyfine göre bir hayat, keyfine göre bir kılık kıyafet, keyfine göre bir
hukuk, keyfine göre bir ekonomi, keyfine göre bir inanç sistemi, keyfine göre
bir itikat sistemi belirleyerek hayat yaşayanları, Alah’ın yasalarını görmezden
gelenleri helâk ettik diyor Rabbimiz. Allah’ı İlâh kabul etmeyerek kendi
kendilerini İlâh makamına koyanları, kendilerine hidâyet kapısı olarak gelen
Allah elçilerini reddederek kendi kendilerini, kendi bilgilerini putlaştıranları
helâk ettik.
Bu
müsrifler, kendi hayatlarını israf ettikleri gibi toplumlarını israf
etmişlerdir. Kendilerini mahvettikleri gibi etraflarındaki insanları da kendi
görüşlerine, kendi yasalarına çağırıp onları buna uymaya mahkum ettikleri için;
tüm toplumu da israf etmiş zalimleri helâk ettik. Çünkü toplumunun iradesini
ipotek altına alarak herkesi kendisi gibi düşünmeye, kendisi gibi inanmaya
zorlayan zorba zalimler hem kendilerini, hem de tüm toplumlarını israf
etmişledir. İşte bunlar hem dünyada hem de Ukba’da helâk üstüne helâke uğramaya
lâyık insanlardır.
10. “Andolsun ki, size şerefiniz ve
öğüt veren bir Kitap indirdik; akıl etmiyor musunuz?”
Evet
ey Mekkeliler, ey Kureyş, andolsun ki size bu kitabı indirmekle, sizi bu kitapla
şereflendirmekle sizi başkalarına üstün kıldığımızı anlamıyor musunuz? Size bu
kitapla şeref kazandırdığımızı düşünemiyor musunuz? Bu kitapta sizin şerefiniz
vardır. Bir zamanlar bu zikir, bu şeref, bu liderlik İsrail oğullarındaydı.
Kendilerine gönderilen kitaplar ve elçilerle Rabbimiz onları âlemlere tafdil
buyurmuş, kendilerine büyük şeref kazandırmıştı. Ama onlar kitaplarını
arkalarına atarak, peygamberlerine karşı ilgisiz kalarak bu şerefe lâyık
olmaktan uzaklaşınca Rabbimiz bu şerefi onlardan alıp İsmail oğullarına
devrediverdi. Peygamberliğin İsrail oğullarından İsmail oğullarına intikali,
kıblenin değişmesi onların bu şereflerinin ve liderliklerinin bittiğinin
beyanıdır. Kudüs merkezli dinler artık yerini Mekke merkezli, Kâbe merkezli dine
bırakmıştır. Ve böylece şan, şeref, liderlik, halifelik İsrail oğullarından
alınıp bu son elçiye, bu son kitaba iman etmiş İslâm ümmetine verilirken, bu son
elçiye inanmayan İsrail oğulları için de kıyâmete kadar horluk, hakirlik, zillet ve meskenet yasa
oluyordu.
Evet
bu kitap izzet ve şeref kaynağıdır. Çünkü bu Kitabın sa-hibi izzet ve şeref
sahibi, güç ve kuvvet sahibidir. Ve yine kesinlikle bileceğiz ki bu kitapla
beraber olanlar yeryüzünde en büyük izzet ve şeref sahibi, hikmet ve hâkimiyet
sahibidirler. Bu kitapla beraber o-lanlar şereflidirler. Bu kitapla beraber
olanlar güçlüdürler. Bu kitapla beraber olanlar, bu kitabı anlayanlar ve bu
kitabın istediği şekilde ha-reket edenler yeryüzünün en şerefli
insanlarıdır.
Zikri şeref olarak anladık. Rabbimiz bu
kitapta sizin zikriniz vardır buyururken Allahu âlem bu kitapta sizin şerefiniz
vardır, bu kitap sizin için inmiştir, bu kitap sizi konu edinir, sizin
hayatınızı, sizin problemlerinizi, sizin mutluluğunuzu, sizin cennetinizi konu
edinir. Bu kitap sizin fıtratınızı, sizin kökeninizi, sizin kulluğunuzu konu
edinir.
Bunun
dışında zikir şu anlamlara da gelmektedir. Sizin için bu kitap bir zikirdir, bir
gündemdir, bir hayat programıdır. Doğumdan ölü-me tüm hayatınız bu kitaptadır.
Zikir, dindir. Öyleyse sizin dininiz bu kitaptadır. Zikir, öğüt demektir.
Öyleyse sizin alacağınız öğüt bu kitaptadır. Sürekli bu kitapla beraber olmak ve
hayatınızı bu kitapla düzenlemek zorundasınız diyor Rabbimiz. Değilse siz
bilirsiniz:
11,12,13. “Halkı zalim olan nice
kasabaları kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka milletler var ettik. Onlar
bizim baskınımızı hissettiklerinde, oradan kaçmağa koyuluyorlardı. Koşup
kaçmayın; size nîmet verilen yere, yurtlarınıza dönün, elbette sorguya
çekileceksiniz" dedik.”
Evet
biz halkı zalim olan, kendilerini olmamaları yerde tutan, kendilerini Rablerine
kulluk makamından indirip kendi hevâ ve heveslerine, ya da kendileri gibilerinin
hevâ ve heveslerine kulluk ortamında tutarak Allah’ın hakkını vermeyen, Kitabın,
peygamberin hakkını, fıtratının hakkını vermeyen nice kasabaları, nice kentleri
kırıp geçirdik. Onların yerine başkalarını getirdik. Unutmayın ki sizi de helâk
eder, yerinize başkalarını getiririz. Eğer zikriniz olan, gündeminiz olan,
dininiz olan, hayat programınız olan bu kitaptan ve bu Kitabın pratiği olan
peygamberden uzak bir hayat yaşamaya kalkışırsanız sizin sonunuz da
onlarınkinden farklı olmayacaktır buyuruyor Rabbimiz. Onlar bizim baskınımızı,
azabımızın gelişini hissettikleri zaman oradan kaçıp kurtulmaya çalışıyorlardı.
Nereye kaçabilecekler de Allah’ın azabından? Onlara dendi ki
kaçmayın.
14,15. “Vay başımıza gelenlere! Doğrusu
biz haksızlık yapmış kimseleriz" dediler. Biz onları biçilmiş ot ve bir yığın
kül haline getirinceye kadar haykırmaları devam etti.”
Eyvah!
Yazıklar olsun bize! Doğrusu bizler zalimler idik. Bizler yapmamamız gereken
şeyleri yaparak, olmamamız gereken yerlerde bulunarak, kendimizi Rabbimize
kulluk ortamından çıkararak, kendimizi Rab ve İlâh makamında görüp hayat
programımız konusunda Rabbimizi diskalifiye ederek, Rabbimizin kitabını,
Rabbimizin elçisini görmezden gelerek kendi kendimize zulmedenlerden olmuşuz
dediler ve hemen yaptıklarından pişman oldular.
O ana kadar, Allah’ın azabı kendilerine
gelmeden önce Al-lah’a isyan içinde çok rahat bir hayat yaşıyorlarken,
yaşadıkları hayattan memnunlarken, Allah’ın azabı kendilerine geliverince hemen
pişman olup zalimliklerini itiraf ediyorlar, hayatlarını sorgulamaya
baş-lıyorlar. Allah’ın azabına lâyık olduklarını haykırmaya başlıyorlar. Dün
böyle demiyorlardı hainler. Dün Allah’ı da, Allah’ın elçisini de, Allah’ın
yasalarını da diskalifiye ederek, Allah’a kulluktan yüz çevirerek bir hayat
yaşayan zalimler kendilerine azap geldiği zaman, başları daraldığı zaman Allah’ı
hatırlıyorlar. Eyvah! Yazıklar olsun bize! Meğer biz-ler zalimlermişiz! Meğer
bizler Rabbimize ve kendimize karşı zulüm içindeymişiz! Meğer bizler Rabbimizin
hayat programını terk edip ken-di hayatımızı kendimiz belirlemeye kalkışmışız.
Meğer Rabbimizi bı
rakıp
kendi tanrılığımızı iddia etme cehaletine düşmüşüz. Meğer Allah yasaları
dururken, Allah elçileri dururken ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı kendimiz
belirlemeye kalkmışız diye feryadı figan ediyorlar.
Şimdi de öyle değil mi? İşleri
yolundayken, hayatları tıkırındayken Allah’ı hiç hatırlamayan, peygamberi
dışlayan, hayatlarını yer-yüzü tanrılarının yasalarıyla düzenleyen insanların
bir sıkıntıyla kaşı karşıya geldikleri, rahatları kaçtığı, sistemleri tıkandığı
zaman, uyguladıkları yasalar kendilerini çıkmazlara sürüklediği zaman acı acı
feryatlarının yükseldiğini, birbirlerini suçlamaya yöneldiklerini, ama Allah
yasalarını da bilmedikleri için yine bir pislikten başka bir pisliğe, bir
çıkmazdan başka bir çıkmaza yuvarlandıklarını görüyoruz. Hani Ra-sulullah
efendimizin bir hadisi vardı:
“Bir
toplum kendilerini mazur görmeyecek bir hale gelmedikçe helâk olmazlar”.
Evet
işte bakın adamlar kendilerini mazur görmüyorlar, kendilerini suçluyorlar, biz
gerçekten zalimler olarak Rabbimizin bu aza-bını, bu helâkini hakkettik
diyorlar. Yazıklar olsun bize, biz buna lâyıktık diyorlar. Geçmiş olsun. Bunu
azap gelmeden diyecektiniz.
Peki dün Mekkelilere, bugün de bize ne
diyor bu âyet? Ey yirminci asrın insanları, ey sizler, ey bizler, aklınızı
başınıza alın! Değilse Rabbinizin helâki geldiği zaman son pişmanlıklarınızın
hiç bir faydası olmayacaktır. Biçilmiş bir yığın ot haline getirilinceye kadar
haykırmak, feryat etmek istemiyorsanız bugünden pişman olacaksanız. Bugünden
pişman olun, bugünden bu pişmanlığı gerçekleştirin, bugünden tevbe edin ve
Rabbinize kulluğa yönelin. Değilse yarın mecburi bir pişmanlığın gerçekleşeceği
bir ortamda bu pişmanlıklarınızın hiçbir kıymeti olmayacaktır, bunu unutmayın
diyor Rabbimiz.
16, 17. “Biz gökleri, yeri ve ikisinin
arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Eğlenme dileseydik, bunu yapacak
olsaydık, şanımıza uygun şekilde yapardık; ama yapmayız.”
Evet
biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık
diyor Rabbimiz. Bu, kâfirlerin: Bizler bir daha asla dirilip hesaba
çekilmeyeceğiz. Ölümlerimizden sonra sümenaltı edilecek ve yaptıklarımızın
hesabı sorulmayacaktır şeklindeki inançlarına ve bu düşünceye bağlı olarak
yaşadıkları hayatlarının bozukluğuna bir cevap oluyor. Çünkü kâfirlerin bu
iddiaları bu âlemin boşluğunu ortaya koyuyor. Göklerin ve yerin lâf olsun diye
yaratıldığı, hiç bir anlam taşımadığı mânâsına geliyor. Halbuki bu kâinat boşuna
ya-ratılmamıştır. İşte Rabbimiz buyuruyor ki; gökleri, yeri ve ikisi
arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.
Bu âyette göklerin ve yerin, ikisi
arasında olanların yaratıcısının Allah olduğu haber veriliyor. Öyleyse kâinatta
ne varsa onların tümünü Allah yarattığı için hepsinin üzerinde söz sahibi, hak
sahibi, hukuk sahibi, hâkimiyet sahibi sadece Allah’tır. Allah’tan başka bu
varlıklar üzerinde hâkimiyet ve otorite sahibi yoktur. Ve işte görüyoruz, gökler
de, yerler de, göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar da yaratıcılarına kulluk
yapmaktadırlar. Tüm varlıklar kendilerini var edenin kulluk yasalarına
teslimdirler. Güneş hiçbir zaman O’nun hak yasasının dışına çıkamaz. Ay O’nu
dinlemektedir, yıldızlar O’na teslimdirler. Göklerde ve yerde sadece Allah’a
kulluk ve O’na itaat yasası işlemektedir. Ama sadece insanlar bunu bilmezler.
Sadece insanlar bu yasanın dışına çıkabilmekte, sadece insanlar Rablerine kafa
tutabilmektedirler.
Evet gökler, yer ve ikisi arasında
bulunanların tamamı kuldur ve bu varlıklar âleminin yaratılış sebebi de
yaratıcılarına kulluktur. Değilse bu varlıklar oyun ve eğlence olsun diye
yaratılmamıştır. Eğer biz eğlence yapacak olsaydık -ki bu bizim şanımıza asla
yakışmaz- o zaman bu mahlukâtı yaratmadan onu kendi katımızdan edinirdik.
Eğlenceyi katımızdan edinirdik. Bunun için bu kadar varlığı yaratmamıza gerek
kalmazdı. Bunun için hayatı, ölümü, dünyayı, âhireti, cenneti, cehennemi
yaratmamıza gerek kalmazdı. Ama kâfirler, önceki âyetlerde de ifade edildiği
gibi kalpleri hep oyunda eğlencede olanlar, Rahmânın bunca uyarılarından gafil
olanlar elbette bu âlemin boş olduğunu iddia edecekler. Bu işlerine geliyor
adamların. Çünkü hesabın Kitabın gündeme gelmesi rahatlarını kaçırıyor. Onun
içindir ki ne yapıp yapıp bu dünyanın, bu hayatın bir oyun ve eğlence olduğunu
savunmak zorundadırlar.
Hayır
hayır bu yaratıklar birer oyun olmadığı gibi, yaratıcı da bir oyuncu değildir.
Bu hayatın sebebi imtihandır. Allah imtihan için yaratmıştır bu âlemi. Gökler,
yer ve ikisi arasında olanlar Rabbimiz tarafından belli bir hak üzere
yaratılmıştır. Gökler ve yer hak üzerine, sağlam temeller üzerine kurulmuş ve
belli bir hikmetle yaratılmıştır. Yaratılan her şey üzerinde belli bir kanun
işlemektedir. Tüm kâinatta hak esastır. Her şey hak üzerine bina edilmiştir.
Bâtıl ise ârızî ve geçicidir. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz onu şöyle
dile getirir:
18. “Gerçeği, bâtılın başına çarparız
ve onun beynini parçalar; böylece bâtıl ortadan kalkar. Allah'a yakıştırdığınız
vasıflardan ötürü yazıklar olsun size!”
Hakkı
bâtılın tepesine vururuz. İlk insan Hz. Ademden bu yana bu bizim sünnetimizdir
diyor Rabbimiz. Biz hakkı bâtılın üzerine darp ederiz de, bâtıl hak karşısında
can çekişe çekişe geberip gider. Bu bizim değişmeyen yasamızdır diyor Rabbimiz.
Hakkı bâtılın üzerine öyle bir vurur, öyle bir çarparız ki hak bâtılın beynini
dağıtıp parçalayıverir. Dün de bu böyle olmuştur, bugün de böyle olmaktadır,
yarın da böyle olacaktır. Hakkı bâtılın başına öyle bir çalar ki Rabbimiz onun
beynini, sistemini Allak bullak ediverir. Bâtılın tüm düşünce yapısını tepetakla
getiriverir. Ama tabii Rabbimiz bunu bizim elimizle, bizim çabamızla
gerçekleştirecektir. Yâni bunu biz yapacağız. Bâtılı hakla biz devireceğiz.
Rabbimiz sünneti gereği bunu bizden istiyor. Biz önce hakka sahip çıkacağız, hak
taraftarı olacağız, hakkın galibiyeti için say edeceğiz, biz bize düşeni
yapacağız. Lâkin bizim elimizin uzanmadığı, gücümüzün yetmediği yerlerde de yine
Rabbimiz bizim imdadımıza yetişecektir. İşte bu Rabbimizin bize
çağrısıdır.
Hak, bâtıl karşısında daima galip
gelecektir. Ama bazen günümüzde olduğu gibi suyun üzerindeki köpük, ya da
madenin üzerinde oluşan cüruf gibi, küf gibi bâtılların zâhiren hakimmiş gibi
bir durum arz ettiğini görürsünüz. Yâni zaman zaman geçici olarak bâtılın açığa
çıktığını, bâtılın hakkın üzerine çıktığı görülebilir. Tıpkı köpüğün suya,
cürufun demire galebe çalıp egemen olması gibi bâtılın da hakka egemenmiş gibi
bir konuma geldiği görülebilir.
Rabbimiz
buyurur ki ey müslümanlar, ey hak taraftarları, sakın ha sakın bu duruma bakıp
ta aldanmayın. Böyle bir durum sakın sizi aldatmasın. Bâtıl, suyun üzerinde
oluşan ârızî köpüğe benzer. Bâtıl, demirin üzerinde oluşmuş ârızî küfe benzer.
Sakın suyun tamamını köpük zannetmeyin. Sakın demirin tamamını küf zannetmeyin.
Eğer hak safında yerinizi alır, Allah’ın istediği kullar olursanız, sizler
Allah’ın istediği bir hayatın sahibi olursanız, Allah hakkı bâtılın üzerine öyle
bir vurur ki o köpük ve cüruf mahiyetinde olan bâtıl çok kısa bir zaman içinde
yok olup gider. Çünkü bâtıl ârızîdir, kabuktur, köksüzdür, gelip geçicidir,
gücü, kudreti, otoritesi yoktur. Ama hak hiçbir zaman bâtıla benzemez. Hak bu
kâinatın tabiatında, varlığın fıtratında köklü olan bir esastır. Bâtıl gibi
ârızî, gelip geçici değildir. İşte bu âlemin yaratılış gerçeği budur. Çünkü bu
âlemin sahibi Allah yasayı böyle koymuştur. Çünkü mülkün sahibi
O’dur.
19,20. “Göklerde ve yerde ne varsa
O’nundur. Katında olanlar O’na kulluk etmekten çekinmezler ve usanmazlar. Gece
gündüz, bıkmadan tesbih ederler.”
Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın kuludur, Allah’ın kölesidir, Allah’ın mülküdür.
Her şey kuldur, her şey mülktür, Mâlik O’dur. Hiçbir varlık O’nun mülküne ortak
değildir. Katında olanlar, melekler, peygamberler ve sizin tanrılaştırdığınız
varlıkların tamamı O’na kulluk etmekten asla çekinmezler, usanmazlar. Gece
gündüz bıkıp usanmadan Rablerini tesbih ederler. Rablerini gündemde tutarlar. Ey
Hıristiyanlar, bilesiniz ki sizin tanrılaştırdığınız Îsâ (a.s) da, ey müşrikler,
sizin tanrılaştırdığınız melekler de Allah’ın kullarıdırlar. Gelin Îsâ (a.s)’ı
Allah, ya da Allah’ın oğlu kabul etmeyin. Gelin Allah’ı üç-lemeyin. Allah’a
ortaklar, yardımcılar izafe etmeyin. Hâşâ hâşâ Allah’ın kulu olan Meryem’i ve
Onun oğlu olan peygamberi Allah’a yardımcılar yapmayın. Gelin ey zavallılar! Bu
sapıklıklarınızdan vazgeçin.
Bu varlıklar Allah’ın kullarıdır ve
asla Allah’a kulluktan istinkâf edip çekinmezler, müstekbir davranmazlar. Bunlar
kendileri Rablerine kul köle iken, sizlere ne oluyor da onları ilâhlaştırmaya
kalkışıyorsunuz? Nereden alıyorsunuz bu cesareti? Onlar Allah’a kulluktan asla
çekinmezler. Çünkü kul olarak onlar için Rablerine, yaratıcılarına kulluk
şereflerin en büyüğüdür. Bunu herkesten iyi bilen, Rablerini herkesten daha
yakın tanıyan peygamberler ve melekler nasıl terk edecekler Rablerine kulluğu?
Hiç aklınız ermez mi sizin? Bu varlıklar ne kadar da yüce olurlarsa olsunlar, ne
kadar da günahsız olurlarsa olsunlar onların Allah karşısındaki konumları
kulluktan başka bir şey değildir. Kul ne kadar da yüce olursa olsun yine de
yaratıcısına muhtaçtır. Âbid her yerde, her zaman ve mekânda yine âbiddir, Mabûd
da Mâbud’dur. Yaratılmış olan herkesin ve her şeyin yaratıcı karşısında konumu
kulluktur.
Bakın
işte onlar Rablerini tesbih ediyorlar, Rablerini azametine uygun sıfatlarıyla
tanıyorlar, noksan sıfatlardan tenzih ediyorlar. Bir taraftan bu şekilde
Rablerini tesbih ederlerken, diğer taraftan da yerdeki ukalaların Rablerine
karşı işledikleri saygısızlıklarından, iftiralarından, isyanlarından ötürü de
utançlarından yüzlerini yerlere koyup Rablerine, sıfatlarıyla tanıdıkları
Rablerine özürler beyan ediyorlar. İnsanlar adına O’ndan özür diliyorlar.
Rablerine boyun büküyorlar, her bir makamda O’nun emirlerini uyguluyorlar.
Rablerinin her bir fermanı karşısında teslimiyetlerini izhâr ediyorlar. Allah
bizleri de onlar gibi kendisine kulluk yapan, kendisini tesbih edip, kendisini
kendisinin haber verdiği gibi tanıyıp iman eden ve tüm hayatında O’nun
emirlerine boyun büküp ukalalık etmeyen kullarından eylesin.
21,22,23. “Yeryüzünde edindikleri
tanrılar mı, onlar mı ölüleri diriltecekler? Eğer yerde, gökte Allah'tan başka
ilâhlar olsaydı, ikisi de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların
vasıflandırdıklarından münezzehtir. O, yaptığından sorumlu değildir, onlar ise
sorumlu tutulacaklardır.”
Sizi
şu yeryüzünde, Allah berisinde edindiğiniz tanrılarınız mı diriltecek? Var mı
onların böyle bir güçleri? Varsa hani şu anda onlar neyi yaratmışlar? Sizi
ölümlerinizden sonra onlar mı diriltecek? Onlar mı hesaba çekecek? Yarın hesabı
onlara mı ödeyeceksiniz? Cennet ve cehennem onların mı? Eğer göklerde ve yerde
egemen Allah’tan başka tanrılar olsaydı göklerin ve yerin dengesi altüst olurdu.
Arzuları, emirleri çatışan bu tanrılar göklerin ve yerin düzenini bozarlardı.
Eğer birbirinden bağımsız ilâhlar, Rabler, yöneticiler, egemenler olsaydı bir
saniye bile bu düzen devam etmezdi. Tek bir yasa var, tüm bu kâinatta geçerli.
Bir tek İlâh var. Bir tek Rab var egemen. Sadece Onun iradesi geçerlidir.
Halbuki arşın sahibi olan Allah onların vasıflandırdıklarından münezzehtir,
uzaktır. Rab olarak, İlâh olarak, yaratıcı olarak Allah yaptıklarının hiç
birisinden sorumlu değildir. O mülkünde dilediğini yapar, dilediğine hükmeder.
Ama Onun dışında herkes kul olarak, köle olarak, mülk olarak yaptıklarının
tümünde Mâlike karşı sorumludur. Çünkü mülkün Mâlike hesap verme zorunluluğu
vardır, ama Mâlikin mülküne karşı hesap verme sorumluluğu
yoktur.
24. “O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler?
De ki: “Kesin delilinizi getirin. İşte benim ve ümmetimin Kitabı ve benden
öncekilerin Kitapları.” Hayır; onların çoğu gerçeği bilmez de yüz
çevirirler.”
Hal
böyleyken onlar Allah’ı bırakıp ta kendilerine başka tanrılar mı edindiler? Var
mı buna bir delilleri? İşte bu kitap
benim ve bana iman etmiş ümmetimin delilidir, zikridir, şerefidir, aynı zamanda
benden öncekilerin de zikridir. Yâni bu Kur’an kendisinden önceki ki-taplardan
farklı şeyler söylemiyor. Kaynak aynı kaynak olduğu için farklı şeyler yoktur bu
kitapta. Tüm kitaplar Allah’tan başka İlâh olmadığını söylüyor. Öyleyse onların
tüm kitapların haber verdiği tevhidi kabule yanaşmayışlarının sebebi
cahillikleridir. Cahillikleri ve kibirleri yüzünden hakkı kabule yanaşmıyorlar.
Onların pek çoğu hiçbir şey bilmiyorlar.
25. “Ey Muhammed! Senden önce
gönderdiğimiz her peygambere: “Benden başka İlâh yoktur, Bana kulluk edin” diye
vahy etmişizdir.”
Evet
ey peygamberim, senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona vahy etmiş
olmayalım. Senden önce gönderdiğimiz hiçbir elçimiz yoktur ki ona bizim vahyimiz
ulaşmış olmasın. Tüm peygamberlerimize vahy ettik. Peki neyi vahy etmiş
Rabbimiz? Tüm elçilerine gönderdiği vahyin konusu: Benden başka İlâh yoktur.
Benden başka sözü dinlenecek, Benden başka yasaları uygulanacak, Benden başka
kendisine kulluk edilecek İlâh yoktur. Öyleyse sadece Bana kulluk edin. İşte
Rabbimizin tüm elçilerine vahyinin ana konusunu, temelini oluşturan budur. İlk
elçi Adem (a.s) ile son elçi Muhammed (a.s) arasındaki tüm elçilere gönderilen
vahyin, mesajın, dinin temelini Rabbimiz bu âyetinde
özetliyor.
Allah’tan başka İlâh yoktur. Allah
kendisinden başka İlâh olmayandır. Tüm varlıkların kulluk ipleri elinde olan,
sadece kendisine ibadet edilen, sadece kendisinin sözü dinlenen, göktekiler ve
yerdekiler konusunda sadece kendisinin kanunları geçerli olan, herkesin
kendisine boyun büktüğü tek varlık Allah’tır. Kendisine yönelinecek, kendisine
kulluk edilecek tek varlık Allah’tır. Ondan başka İlâh yoktur. Ondan başka sözü
dinlenecek, Ondan başka hatırı kazanılacak varlık yoktur. İbadetin, duanın,
tevekkülün sadece kendisine yapılacağı, imdadın, yardımın sadece kendisinden
isteneceği tek varlık Allah’tır. Tüm varlıklar adına kanun koymaya, onlara din
ve şeriat belirlemeye, onlara hayat programı çizmeye yetkili tek varlık
Allah’tır. Çünkü onları yaratan O’dur. Onların sahip oldukları her şeylerini
onlara lütfeden O’dur ve sonunda onları öldürecek ve hesaba çekecek olan da
O’dur.
Onun
dışında hiçbir kimsenin bu konuda tek kelime bile söz söyleme hakkı yoktur.
Allah’tan başka hiçbir kimsenin kanun yapmaya, Allah’tan başka hiçbir kimsenin
din belirlemeye, yâni hayat tarzı koymaya, hayat programı belirlemeye hakkı
yoktur. Din koyucusu sadece Allah’tır. Hayat programını belirleyici sadece
O’dur. Çünkü tüm varlıklar O’nundur, herkes ve her şey O’nun kuludur, O’nun
mülküdür ve mülkünde söz hakkı da O’na aittir. Gökler ve yerde tek Melik, tek
hükümdar O’dur. Yaratıcı, hayat veren, dirilten, öldüren, rızık veren, doyuran
O’dur. İşte Rabbimiz buyuruyor ki İlâh Benim. Kulluğa lâyık, ibadete lâyık, sözü
dinlenmeye lâyık Benden başka hiç kimse yoktur. Evet tüm yaratıklarından,
meleklerden, cinlerden, insanlardan, kullarından, mülklerinden kulluk isteme
hakkı da sadece Allah’a aittir. Ama:
26. “ Rahmân çocuk edindi" dediler.
Hâşâ; hayır; melekler şerefli kılınmış kullardır.”
Evet
buna rağmen dediler ki Rahmân kendisine bir oğul e-dindi. Rahmân kendisine bir
evlât seçti.
Üzeyr Allah’ın oğludur dediler. Îsâ
Allah’ın oğludur dediler. Me-lekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Nasıl
diyebilirler bunu Allah’a? Halbuki göklerdekiler ve yerdekilerin hepsi O’nundur.
Hepsi O’nun kuludur. Hepsi O’na boyun büküp itaat etmektedir. Oğullar O’nundur,
babalar O’nundur, analar O’nundur, kızlar Onundur, gökler O’nundur, yerler
O’nundur, denizler O’nundur, yıldızlar O’nundur, her şey O’nundur. Her şey
Allah’ın kuludur. Tüm varlıklar O’nun iken, tüm yaratıklar O’nun kulu iken
bunlardan birini veya bir kaçını kendisine oğul edinmesine ne gerek var da?
Nasıl da diyebiliyorlar bunu Allah’a?
Nasıl da iftira edebiliyorlar hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir Allah’a? Allah’ın
hanımı mı var ki bunu diyebiliyorlar? O’nun bir güç ve kudret problemi mi var ki
O’na evlâtlar, yardımcılar, veliahtlar bulmaya çalışıyorlar? Yâni mülkünde,
saltanatında, kullarını idaresi konusunda bir kudret problemi mi var ki, bazı
işlere gücü yetmiyor mu ki, bazı konularda âciz mi kalıyor ki onları kendilerine
havale edecek, yardımlarına başvuracak evlâtlar edinsin? Birilerinin yardımına
ihtiyacı mı var ki evlâtlar edinsin? Neye ihtiyacı var ki yetkilerinin bir
kısmını onlara devretsin? Zira bu tür şeyler Allah’a eksiklik ve ihtiyaç
izafesidir. Halbuki Allah’ın varlıklarıyla ilişkisi birbirinden farklı değildir.
Yâni Cenâb-ı Hakkın varlıklarından bazısına daha yakın, bazısına daha uzak
olduğu asla düşünülemez. Allah göktekilerin ve yerdekilerin sahibi iken,
göktekilerin ve yerdekilerin tamamı O’nun kulu ve kölesi iken neden bir çocuğa
ihtiyaç duysun da?
Hıristiyanlık dünyasına, Yahudi dünyaya
ve müşrik dünyaya sormamız gerekiyor. Îsâ Allah’ın oğludur, Üzeyr Allah’ın
oğludur. Allah yeryüzünün idaresini insanlara devretmiştir. Allah hayata
karışmamaktadır. Falanlar, filanlar yer yüzünde egemendir. Onların da yasa
belirleme konusunda yetkileri vardır. Onlar da bizim hayatımızda söz sahibi
varlıklardır. Bizler onları da dinlemek zorundayız. Bizler Allah’la birlikte
onlara da kulluk etmek, onların arzularını da yerine getirmek zorundayız derken,
bu tür zırvaların peşine takılırken acaba bu konuda dayandığınız nedir? Neye
dayanarak söylüyorsunuz bu sözleri? Deliliniz nedir bu konularda? Halbuki Allah
kendisini kendisinin tanıttığının ötesinde tanıma imkânımız olmayandır. Allah
kitaplarında kendisini nasıl tanıtmışsa öylece tanıyıp inanmamız gereken
varlıktır.
Hal
böyleyken nasıl oluyor da kendisini apaçık kitaplarında ortaya koymasının
ötesinde bu insanlar O’nu O’nda olmayan noksan sıfatlarla tanımlama yoluna
gidebiliyorlar? Nereden çıkarıyorlar bunu? Sübhanallah. Hayır hayır sizler Allah
hakkında ancak bilmediklerinizi söylüyor, yalan söylüyor ve Allah’a iftira
ediyorsunuz. Çünkü Allah hakkında söz söyleyen kişi bunu Allah’ın Kitabından
delillendirmek zorundadır. Allah hakkında söz söyleyen kişi ya Kuranla konuşur,
ya peygamberle konuşur doğru söyler, ya da vahyin dışında kendi hevâ ve
hevesleriyle konuşur ve yalan söyler.
Bizler
şu anda Allah hakkında Kur’an ve sünnetle konuşuruz. Allah hakkında, toplum
hakkında, toplumsal problemlerin, hayatın problemlerinin çözümü hakkında vahiyle
konuşuruz. Âhiret hakkında vahiyle konuşuruz. Hayat hakkında, ölüm hakkında,
hayatın yasaları hakkında, ekonomi hakkında, eğitim hakkında, her konuda vahiyle
konuşuruz ve doğru söyleriz. Bir kişi tüm bu konularda Allah’la, kitapla,
peygamberle konuşmadığı sürece, Allah ve peygamberin sözcülüğünü yapmadığı
sürece, söylediklerini vahiy destekli söylemediği sürece yalan söylüyor, iftira
ediyor demektir.
Sübhanallah. Tesbih Allah’ı ve Allah’ın
tanıttıklarını Allah’ın ta-nıttığı şekilde kabul demektir. Allah kitabında ve
elçilerinin sözlerinde kendisini nasıl tanıtmışsa bizler O’nu öylece tanıyacağız
ve Sübhanal-lah diyeceğiz. Yahudi’nin, Hıristiyanın düştüğü hataya bizler
düşmeyeceğiz. Kitabın ve peygamberin ortaya koyduğuna göre Allah’ın ne oğlu
vardır, ne kızı vardır, ne de yeryüzünde yetkilileri vardır. Ne melekler, ne
peygamberler, ne yeryüzü yöneticileri, ne melikleri, ne kralları, ne hacılar, ne
hocalar, ne şeyhler, ne mürşitler Allah yetkilerine sahip değillerdir. Allah’ın
rubûbiyetine, ulûhiyetine, egemenliğine hiç kimse ortak değildir. Hiçbir varlık
O’nun sıfatlarına, O’nun yetkilerine sahip değildir.
Binaenaleyh
Hz. Îsâ (a.s) da, Üzeyr (a.s) da, melekler de, diğer peygamberler de Allah’ın
mükramun kullarıdır. Allah’ın ikramına lâyık kıldığı, Allah’ın yarattığı ve
varlıklarını sürdürme konusunda Allah’a muhtaç kullardır. Bunların öteki
varlıklardan tek farkı Rabbimiz onlara lütfedip ikramına, risâletine mazhar
kılıp peygamber seçmiş olmasıdır. Bu Allah’ın biz fazlıdır ki dilediğine onu
verir.
Yahudi ve Hıristiyanların düştükleri bu
yanlışa her zaman insanların düşebileceklerini çok iyi bilen Rabbimiz Kitabının
pek çok yerinde ısrarla bu konuyu gündeme getiriyor. Şu anda da bakıyoruz
kimileri yöneticilerini, kimileri idarecilerini, kimileri şeyhlerini, hocalarını
çok fazla yücelterek, onlara Allah sıfatlarını vererek, sevgide, hürmette aşırı
giderek yanılgı içine düşmektedirler. Müslümanlar bu konuda çok dikkatli
davranmak zorundadırlar.
27. “Allah'tan önce söz söyleyemezler;
ancak Onun emri üzerine iş işlerler.”
Allah
berisinde İlâhlar bildiğiniz, tanrılar bildiğiniz, kendilerine Allah sıfatlarını
yüklemeye çalıştığınız, Allah’ın oğlu kızı demeye çalıştığınız varlıklar var ya,
onlar sözle bile asla Allah’ı geçemezler. İn-sanlar, kullar Allah’ın önüne sözle
bile geçemezler. Çünkü onlar, o melekler, o peygamberler herkesten çok Rablerine
teslim olan, herkesten çok O’na kulluk eden varlıklardır. Onlar asla kendi
sözlerini Allah sözünün önüne geçirmezler. Onlar Rablerinin emriyle hareket
ederler. Emir olunmadıkları hiçbir şeyi söylemezler, hiçbir şeyi yapmazlar.
İnsanlar sözle bile olsa Allah’a karşı gelemezler, isyan edemezler. Bilâkis
onlar Allah’ın emrini, Allah’ın yasalarını pratikte uygularlar, O’nun emrinde
bir hayat sürerler. Hiç kimse Allah’ın hükmünün, Allah’ın sözünün, Allah’ın
muradının dışına çıkamaz.
Zaten
ne Îsâ (a.s), ne Üzeyr (a.s) ne de melekler sözle böyle bir şey
söylememişlerdir. Bizler Allah’ın önündeyiz, bizler Allah yetkilerine sahibiz,
bizler Allah’ın oğulları kızlarıyız, bizler de tanrılarız, bizlere de kulluk
etmek, bizim arzularımızı, bizim yasalarımızı da uygulamak zorundasınız
dememişlerdir. Öyleyse nasıl oluyor da bu in-sanlar onların demedikleri bir şeyi
onlar namına söylemeye çalışıyorlar? Nereden alıyorlar bu yetkiyi?
Aslında bunların derdi şuydu. Üzeyr
Allah’ın oğludur, Îsâ Allah’ın oğludur derken bu adamlar esasen Allah’a karşı
torpilli varlıklar bularak, işledikleri şeylere kılıflar bulmaya çalışıyorlardı.
Allah’a veliahtlar bulmaya çalışıyorlardı ki böylece Allah’a yaklaşabilme, O’na
torpil yaptırabilme imkânı bulabilsinler. Böyle çabaları vardı adamların. Öyle
ya bir insana çocuğundan daha yakın birisi olmayacağına göre, ya da adam
çocuğunun hatırından çıkamayacağına göre, bunlar da sanki Allah’ı insan gibi,
kendisine çocuğu vasıtasıyla yaklaşılabilecek bir varlık bildiklerinden ötürü
torpil yaptırma derdiyle bu herzelere yöneliyorlardı. Bu varlıkların yarın Allah
huzurunda şefaatte bulunarak kendilerini kurtaracaklarına inanıyorlardı. İşte bu
yüzden bu sapıklıkların içine giriyorlardı. Bakın bundan sonraki âyetinde
Rab-bimiz bu hususu şöylece açıklığa kavuşturuyor:
28. “Allah, onların yaptıklarını ve
yapmakta olduk-larını bilir. Onlar Allah'ın hoşnut olduğu kimseden başkasına
şefaat edemezler; O’nun korkusundan titrerler.”
Allah
onların önlerini de, arkalarını da, önlerinde olanı da, ar-kalarında olanı da,
yaptıklarını da, yapmadıklarını da, önceden yaptıklarını da, sonradan
yapacaklarını da, amele, eyleme dönüştürdüklerini de, kalplerinde yapmayı
tasarladıkları niyetlerini de, düşündüklerini de, fiillerini de, hareketlerini
de, geçmişlerini de, geleceklerini de bilmektedir.
Evet
İnsanların öncesini ve sonrasını bilendir Allah. Yâni varlıklardan önce ne
vardı? Varlıkların varlığından önce ne vardı? İnsanların yaratılmasından önce ne
vardı? Onların yokluğundan sonra ne olacak? Bunu bilen ancak Allah’tır. Allah
her şeyi bilendir, O’nun bilgisinin dışında kalan hiçbir şey yoktur. Ve hiçbir
kimse Allah’ın bildik-lerinden hiçbir şeye dair bilgiyi Allah onu kendisine
öğretmeksizin elde edemez. Allah izin vermedikçe hiçbir kimse Allah’ın
bilgisinden hiçbir bilgiye muttali olamaz.
Öyleyse onlar Allah’ın razı
olduklarından, hoşnut olduklarından başkalarına asla şefaatte bulunamazlar. Ne
Îsâ (a.s), ne Üzeyr (a.s), ne Allah’ın melekleri, ne de Allah’ın öteki
peygamberleri Allah’ın izin vermediği, Allah’ın razı olmadığı kimselere şefaat
etme yetkisine sahip değillerdir. Çünkü bunların hiçbirisi insanların, kulların
önlerini, arkalarını, niyetlerini, amellerini, yaptıklarını, yapmadıklarını
bilemezler. Kimin hangi niyetle ameller işlediğini, kimin ne adına bir hayat
yaşadığını Allah’tan başka hiç kimse bilemez.
Kur’an-ı Kerîmde bu ve benzeri âyetlerden
anlıyoruz ki yarın şefaatte bulunabilecek, şefaat edebilecek insanları da,
şefaat edilecek kimseleri de Allah belirleyecektir. Bunu Allah’ın izni
belirleyecektir. Allah’ın izin vermediği hiç bir kimse şefaat etme hakkını
kendisinde bulamayacağı gibi, Allah’ın lâyık görmediği hiçbir kimse de şefaat
edilmeye hak kazanamayacaktır. Yâni meselâ yarın Allah bana şefaat edebilme
hakkını verse, ben babama, anama, kayınpederime, ba-canağıma, arkadaşlarıma
şefaat edemeyeceğim de, Allah’ın şunlara şunlara şefaat edebilirsin diye benim
karşıma çıkardığı listede yazılı olanlara, yâni Allah’ın razı olup izin
verdiklerine ancak şefaat edebileceğim.
Peki bunun sebebi nedir? Yâni eğer
yarın Allah bana şefaat izni verirse niye ben kendi istediklerime, sevdiklerime
şefaatte bulunamayacağım da sadece Allah’ın belirlediği kimselere şefaat
edebileceğim? Allah’ın elçileri niye kendi istediklerine şefaatte
bulunamayacaklar? Bunun sebebi nedir?
“O kullarının önlerinde ve arkalarında
ne varsa hepsini bilir”
Evet insanların önlerini arkalarını,
cinslerini, cibilliyetlerini, kalplerini, niyetlerini, amellerini, amellerinin
zâhirîni, bâtınını, o amelleri işlerken nasıl bir niyet taşıdıklarını, Allah
için mi, yoksa toplum için mi yaptıklarını, dosyalarını, sicillerini tutan,
bilen yalnız Allah’tır. Peygamber bilemez ki bunları. Ben bilemem ki insanların
önlerini arkalarını. Ben bilemem ki insanların ne tür bir dosyayla, ne tür bir
niyetle, ne tür amellerle Allah’ın huzuruna geldiklerini. Bir insanın direk
cennete gitmesi gereken biri mi, yoksa bir süre cehennemde yanması mı
gerektiğini kesinlikle peygamber bilemez, biz bilemeyiz. Çünkü kalpleri,
niyetleri, amelleri, bu amellerin önünü, arkasını bilen sadece Allah’tır. Onun
için ben istediklerime şefaat etmeye kalkarsam zulmedebilirim, hata edebilirim.
Cennete gitmesi gereken birini cehenneme, cehenneme gitmesi gereken birini
cennete postalama çabası içine girebilir ve zulmetmiş olabilirim, haksızlık
etmiş olabilirim. Bakın Nebe’ sûresi de bu hususu şöyle
anlatıyordu:
"...Ona onun huzurunda hiçbir söz
söylemeye Mâlik olamazlar. Konuşamayacaklar, ancak Rahmânın izin verdikleri
(konuşabilecekler) O konuşanlar da sevaba
konuşacaklardır."
(Nebe’
37,38)
Yâni Onun huzurunda kimse söz
söyleyemeyecek, ancak O’nun izin verdiği peygamberler söz söyleyecekler ve onlar
da sa-dece sevap söz söyleyeceklerdir. Yâni doğru söyleyeceklerdir. Yâni ancak
şefaate lâyık olan kişilere, Allah’ın razı olduklarına şefaat edebileceklerdir.
Yâni Allah’ın şefaate izin verdiği kimselere şefaat edecekler, Allah’ın
kendilerinden razı olduğu insanları kurtarmaya kalkışacaklardır. Allah’ın
şefaate izin vermediği, kendi istediklerine şefaat etmeye kalkışarak yanlışa
düşmeyeceklerdir. Yanlış yapmayacaklardır.
Öyleyse Allah’ın vermediği yetkiyi
birilerine vererek yarın bunlar bize şefaat etsinler demenin anlamı yoktur.
Kendi kafamıza göre bu dünyada bir kısım Şafii’ler belirleyerek, onları şafi
makamına oturtarak, onların eteğine yapışarak, onların önlerinde eğilerek,
onlardan yardım bekleyerek, onların hatırını kazanmaya çalışarak, Allah’a
yapılması gereken kulluk vazifelerinden bir kısmının bunlara yaparak şirke
düşmeye gerek yoktur. Kul oluruz Allah’a, O dilerse dilediklerinin şefaatiyle
bizi lütfuna, cennetine ulaştırır.
29. “Bunlar içinde kim “Ben, Allah'tan
başka bir ilâhım” derse, işte onu cehennemle cezalandırırız. Zulmedenlerin
cezasını işte böyle veririz.”
Evet
onlardan her kim ki, ben de Allah berisinde tanrıyım dese, Allah yetkilerine
sahip olduğunu, kulluğa lâyık olduğunu, insanların hayatında söz sahibi,
egemenlik sahibi olduğunu iddia etse biz kesinlikle onu cehennemle
cezalandırırız. Böyle bir şeyi iddia etmek en büyük zulümdür ve işte biz
zalimleri böylece cezalandırırız.
Mümkün değil, hiçbir peygamber böyle
bir şey demez. Hiçbir peygambere yakışmaz bu. Ben İlâhım! Ben İlâhlık
sıfatlarına sahibim! Ben Allah yetkileriyle donanmışım! Ben kendisine kulluk
edilecek varlığım! Ey insanlar, bana da kulluk etmek zorundasınız! Beni de
dinlemek zorundasınız! Bana dua etmek, istediklerinizi benden de istemek, bana
da sığınmak zorundasınız! Hayatınız, ölümünüz benim elimdedir! Rızkınız, şifanız
bendendir! Sizin hayatınızda egemen olan, size hayat programı belirleme
yetkisine sahip olan benim! Bana kulluk etmek zorundasınız diyerek bir peygamber
kendisini Allah yerine koyarak, İlâh ve Rab pozisyonunda insanlara lanse etmeye
çalışsa biz onu cehennemle cezalandırırız diyor Rabbimiz.
Allah yasalarını örterek, kendisini
İlâh makamında görerek in-sanlara benim yasalarıma tabi olmak zorundasınız,
benim istediğim gibi yaşamak zorundasınız, benim istediğim gibi giyinmek
zorundasınız, benim gibi olmak, benim gibi düşünmek, benim gibi yaşamak
zo-rundasınız, benim istediğim gibi bir aile hayatınız, benim istediğim gibi bir
eğitiminiz, benim istediğim gibi bir hukukunuz, benim istediğim gibi bir siyasal
yapılanmanız, bir miras yasanız olacak derse kesinlikle bilesiniz ki o zalimdir
ve onun yeri cehennemdir diyor Rabbimiz.
30. “İnkar edenler, gökler ve yer
yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiği-mizi
bilmezler mi? İnanmıyorlar mı?”
Bu
kâfirler, bu zalimler bilmiyorlar mı, görmüyorlar mı ki ken-dilerini Rab ve İlâh
makamında görüyorlar? Görmüyorlar mı ki ken-dilerini tanrı olarak insanlara
takdim ediyorlar bu zalimler? Halbuki gökler ve yer bitişikti de biz ikisinin
arasını ayırdık. Gökle yer, sema ile arz bitişikti, birdi de biz onu ayırdık
diyor Rabbimiz. Hepsi bir bü-tündü. Göklerle yer birbiriyle ilişki içinde
değildi de biz onları birbir-leriyle ilişki içine soktuk. Yeryüzünde hayat
yoktu, yeryüzünde can-lılar yoktu da biz orada hayatı var ettik. Gökyüzünden
arza yağmur yağmıyordu, arza vahiy inmiyordu da biz vahiy indirdik. Gökle yerin
ilişkisini biz gerçekleştirdik.
Evet
göklerle yer birlikte bir özelliğe sahipti, birbirinden ayrıldılar da sema
oluştu, arz oluştu. Semanın sinesinde yıldızlar, ay, güneş oluştu. Sonra arzdaki
varlıklar, madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar oluştu. Bunu bilmiyorlar mı
bu zalimler? Bu hayatı var eden Rablerinin gücünü, kudretini anlamıyorlar mı,
görmüyorlar mı ki Onu diskalifiye ederek kendilerinin tanrılığını iddia etmeye
kalkışıyorlar? Ne güçleri, ne imkânları, ne kudretleri var ki egemenlik
iddiasında bulunuyorlar? Ve yine görmüyorlar mı ki:
Sonra yine bakmıyorlar mı, görmüyorlar
mı bu kâfirler; biz her şeyi, her bir diriyi de sudan yarattık. Hâlâ Rablerinin
gücünü, kudretini görüp iman etmeyecek mi bu zalimler? Tüm canlıların,
bitkilerin, insanların ama maddelerinin sudan olduğunu, sudan yaratıldıklarını
biliyoruz. İnsanın bir nutfeden yaratıldığını biliyoruz. Varlığın başlangıcı
sudan olduğu gibi, devamının da suyla mümkün olduğunu biliyorlar bu insanlar.
İşte böyle akıllara durgunluk verecek biçimde varlığı suyla yaratan, sudan böyle
bir hayat çıkaran, kendilerine hayatı lütfeden Rablerine inanmayacaklar mı bu
insanlar?
Evet gökleri ve yeri yaratan, var eden
Allah’tır. Yeryüzünde hayatı başlatan, açığa çıkaran O’dur. Sizi sudan yaratan
O’dur. Şu anda içtiğiniz sularınızı yaratan, gökten indiren de O’dur. Öyle değil
mi? Şu anda içtiğiniz sularınızı kesiverse, gökten su indirmeyiverse ne
yaparsınız? Tüm canlılarla birlikte boyunlarınızı büküp Rabbinize yalvarmaz
mısınız? İlla da nîmetlerini çekip alması mı lâzım O’na kulluğa yönelmeniz için?
Bir düşünsenize. Bir anda sularınız yok oldu? Ne yaparsınız? Kime gidersiniz?
Kimden yardım istersiniz? Bir yudum suyu nereden bulursunuz? Tüm dünyalılar
olarak bir araya gelseniz bir yudum su bulabilir misiniz? Öyleyse İlâhlık hakkı
yaratıcıya aittir. Yaratıcı olan Rab ve İlâhtır.
Yoksa sizler yaratıcı olarak Allah’ı
kabul ediyor da, hayata karışıcı olarak O’nu reddetmeye mi çalışıyorsunuz? Tamam
göklerin de, yerlerin de, göktekilerin de, yerdekilerin de yaratıcısı Allah’tır
ama bu Allah bizim hayatımıza karışmaz mı demeye çalışıyorsunuz? Biz hayatımızı
bildiğimiz gibi yaşarız, ya da bizim hayatımıza karışacak başka Rablerimiz başka
tanrılarımız var demeye mi çalışıyorsunuz? Allah bizim hayatımızı bilmez mi
demeye çalışıyorsunuz? Gökleri ya-ratan, göktekilere hükmeden, yerleri yaratmaya
güç yetiren Allah si-zin hukukunuzu hiç bilmez mi? Sizin eğitiminizi bilmez mi?
Sizin sosyal, ekonomik ve siyasal yapılanmalarınızı hiç bilmez mi?
Halbuki
yaratan da O’dur yarattığını idare etmesini bilen de O’dur. Yaratan da O’dur
yarattığının hayat programını belirleyen de O’dur. Yaratan da O’dur, Rab da
O’dur. Geceyi gündüzü yaratan, geceye gündüze söz geçiren, güneşe, aya ve
yıldızlara hükmedebilen birileri var mı? Varsa tamam onlara da kulluk edin.
Onlara da minnet duyun. Onların arzularını da yerine getirin. Halbuki Allah’tan
başka hiç kimsenin bu konularda gücü ve kuvveti yoktur. Göklerin ve göktekilerin
işlerini düzenlediği gibi, yerdekilerin işlerini de düzenleyen Allah’tır.
Ey bizler İlâhız diyenler, ey bizler
Rabbiz diyenler. Ey egemenlik bizdedir, bu insanlara biz hükmederiz diyenler. Ey
bizim ha-yatımıza Allah karışamaz diyenler. Söyleyin, bir yaratma gücünüz var
mı? Bir yudum su bulabilir misiniz? Rızık verebilir misiniz bu insanlara?
Yaratabilir misiniz bir tek canlıyı? Diriltebilir misiniz bir tek ölüyü? Eğer bu
anlatılanlarla Rabbinizin gücünü kudretini hâlâ anlayamadıysanız bir de şunu
dinleyin.
31. “Yeryüzüne, insanlar sarsılmasın
diye sabit dağlar yerleştirdik; rahat gidebilsinler diye aralarında geniş yollar
var ettik.”
Evet
sarsılmasın diye, alabora olmasın diye, arzı dengede tutalım diye yeryüzünde
sabit dağlar yarattık buyuruyor Allah. Rab-bimiz yerin üstünde sabit dağlar
yaratmıştır. Yâni dağları arzın üstü-ne baskı yaptı. Çiviler, kazıklar yaptı
dağları. Yâni semada, fezada, boşlukta dönüp duran dünyanın dengesini sağlamak
için dağları böyle kazıklar olarak çakıvermiştir Rabbimiz. Sonra bu dağların
arasından rahat geçebilmeniz için geniş, geniş yollar, caddeler var ettik de
sizler gidebileceğiniz yerlere gidebiliyor, menzillerinize ulaşabiliyorsunuz.
Dağların arasındaki o vadileri, o geçitleri yaratan da Allah’tır.
Şimdi
söyleyin bakalım, yeryüzünde İlâhlık, Rablik iddiasında bulunan hangi tanrı
taslağı becerebilir bunu? Kim yapabilir? Kim yaratabilir bu dağları? Kim var
edebilir bu vadileri? Şu anda egemenlik bizdedir diyerek kendilerini insanlara
tanrı olarak takdim eden sahte yeryüzü tanrılarından hangisinin yarattığı bir
dağı var? Hangisinin bu dağların arasından açtığı bir vadisi, bir yolu var? Ama
insanlar o kadar nankörleşmiş, o kadar zalimleşmişler ki neredeyse yeryüzünün
bir tek dağında ufacık bir yol açmışlarsa, küçücük bir iş yapmışlarsa,
gururlarından, tekebbürlerinden o dağlara Allah’ın bir ismini vermi-yorlar da
kendi isimlerini vermeye çalışıyorlar. Allah’ın büyük, büyük dağların arasında
açtığı o vadilerde, o yollarda
yürürlerken hamd ol-sun Rabbimize ki bize bu yolları açmış diye küçücük bir
hatırlatmaya bile tahammül edemiyorlar. Allah’ın kendilerine vermiş olduğu
akılla, güç ve kuvvetle yapmış oldukları ufacık bir işi o kadar büyütüyorlar ki
Allah’ın kendilerine lütfettiği çok büyük nîmetleri o küçücük işlerinin
arkasında gizleyerek kendilerini ön plana çıkarıyorlar.
İşte
görüyoruz şu müşrik toplum Allah’ın âyetlerini o kadar örtüyor ki, Allah’ın
âyetlerini, Allah’ın gücünü kudretini o kadar örtbas etmeye, kamufle etmeye
çalışıyor ki, bundan daha büyük bir zulüm düşünmek mümkün değildir. Kendi
âyetlerini gündeme getirdiklerinin binde biri kadar Allah’ın âyetlerini gündeme
getirmiyorlar. Kendi âyetlerine, kendi kendilerine hamd ettiklerinin binde biri
kadar Allah’a hamd etmiyorlar.
Meselâ
kendi âyetleri olan elektriğe hamd ettikleri kadar, elektriği gündeme
getirdikleri kadar Allah’ın eşsiz bir âyeti olan güneşi gündeme getirmiyorlar.
Kendi buldukları bilgisa yar
aletine değer verdikleri kadar Allah’ın gece ve gündüz âyetlerine, Allah’ın akıl
âyetine değer vermiyorlar. Allah’ın âyetlerini gündeme getirmiyorlar da kendi
yapmış oldukları putların önünde secdeye kapanıp onlarla övünmeye çalışıyorlar.
Efendim insanlık artık bilgisa yar
çağına geçmiştir, robot çağına fırlamıştır. İnsanlar kendilerinden daha hızlı
düşünebilecek çağa ulaşmıştır diyerek kendi kendilerini, kendi yaptıklarını
putlaştırmaya, en büyük benim! En büyük biziz! Benden başka, bizden başka büyük
yoktur! diyerek kendi kendilerine secde etmeye başlamışlar, kendi kendilerinin
tanrılıklarını ilân etmeye başlamışlardır.
32. “Göğü karışıklıktan korunmuş bir
tavan kıldık; oysa onlar bundaki delillerden yüz
çeviriyorlar.”
Sonra
yine semayı korunmuş bir tavan yaptık diyor Rabbimiz. Evet yeryüzünü yaratan,
düzenleyen Allah olduğu gibi, gökyüzünü de yaratan, düzenleyen O’dur. Yeryüzü
tanrıları ve tanrıçalarının elleri gökyüzüne de uzanmamaktadır. Orada da
etkileri, yetkileri yoktur onların.
Rabbimiz semayı da koruduk, korunmuş
bir tavan kıldık. Neden korumuş Rabbimiz semayı? Bozulmaktan, yıkılmaktan korudu. Kıyâmete
kadar bozulmayacak o sema. Ya da şeytanlardan koruduk o semayı. Şeytanların
bilgi almasından korudu. İşte bu, Azîz ve Alîm olan, mutlak bilgi sahibi, mutlak
güç ve kuvvet sahibi olan Allah’ın takdiridir. Bunu Azîz ve Alîm olan Allah’tan
başka kim yapabilir?
Allah
semayı bina etmiş binasından sonra da bu binanın devamını sağlamış, kıyâmete
kadar bozulmaktan korumuştur onu. Peki ne diyor Rabbimiz bu âyetleriyle bize? Bu
âyetleriyle Rabbimiz bize diyor ki, ey kullarım, sizin arzınızı, semanızı
yaratan Benim. Öyleyse Rab ve İlâh Benim. Sadece bana kulluk edin buyurmaktadır.
Ben
bütün bunları size Coğrafya bilgisi vermek için, Astronomi konusunda sizi bilgilendirmek için veya sizi
eğlendirip hoş vakitler geçirmeniz için anlatmıyorum. Arza, dağlara, ovalara,
semaya bir daha bakmanızı, çevrenizdeki Benim âyetlerimi bir daha gözden
geçirmenizi, Benim rubûbiyet ve ulûhiyetime delil olarak size arz ettiğim bu
âyetlerim üzerinde ibretle ve tefekkürle kafa yorarak Benim gücümü, kudretimi ve
hikmetimi anlamanız, kavramanız ve Bana kul olmanız, Bana teslim olmanız için
anlatıyorum.
Şu
altınıza bir döşek gibi yaydığım yeryüzüne, şu ona denge unsuru olarak çaktığım
dağlara, o dağların arasında yarattığım geçitlere, yollara, o dağların
eteklerindeki ekime dikime elverişli olsun diye düzenlediğim ovalara, şu
dağların eteklerinden ovaları sulamak için akıttığım nehirlere, şu yiyip
içtiklerinize bir bakın. Bakın da bunları Benden başka becerebilecek birileri
var mı, yok mu? bir düşünün? Ki-min ekmeğini yiyip de kimin kılıcını
salladığınızı bir düşünün diyor Rabbimiz.
Ama onlar âyetlerimizden yüz
çeviriyorlar. Ama onlar Allah’ın âyetlerine karşı geliyorlar. Âyetlerle
ilgilenmiyorlar. Âyetler üzerinde düşünmüyorlar, kafa yormuyorlar, görmüyorlar,
göremiyorlar. Allah bu kadar âyet yaratsın, gökyüzü Allah’ın olsun, yeryüzü
Allah’ın olsun, dağlar O’nun olsun, yollar O’nun olsun, varlıklar O’nun olsun,
her şey O’nun mülkü olsun da, bu insanlar böyle mülkün sahibi olan, hayatın
sahibi olan bir Allah’ın kendileri için yarattığı bunca âyetlerinden yüz
çevirsinler. Böyle bir Rabbin âyetleriyle, yasalarıyla ilgilenmesinler. Böyle
bir Allah’a kulluğa yönelmesinler. Gerçekten çok garip bir şeydir
bu.
33. “Geceyi ve gündüzü, güneşi ve Ay’ı
yaratan O’ dur. Her biri bir yörüngede yürür”
Evet
O Allah geceyi de, gündüzü de, ayı da, güneşi de yaratandır. Bunların sahibi ve
yaratıcısı da Allah’tır. O zaman insanlara ne kaldı? Yeryüzü tanrılarına ne
kaldı? Hiçbir şey kalmadı değil mi? Hayır hayır, onlara tek bir şey kaldı, o da
böyle bir Allah’a teslimiyet, böyle bir Allah’a kulluk. Göklerin ve yerin,
göktekilerin ve yerdekilerin, arzın ve semanın, gecenin ve gündüzün, ayın ve
güneşin, tüm varlıkların teslim olup boyun büktükleri böyle bir Rabbe insanlar
da teslim olup, boyun büküp, kulluk etmek zorundadırlar. Ama bakıyoruz ki
Allah’tan, Allah’ın âyetlerinden habersiz yaşayan insanlar böyle bir Allah’a
teslimiyeti, kulluğu bir kenara bırakıp da kendi kendilerini Rableştirip,
İlâhlaştırıp hevâ ve heveslerine sarılarak insanlara tanrılık taslamaya
kalkışıyorlar. Allah yasalarını bir kenara bırakarak kendi yasalarını insanlara
empoze etmeye, insanları kendilerine kul köle edinmeye
çalışıyorlar.
Allah’ın yarattığı kullar olarak çok
garip bir imtihan içindeyiz. Rabbimiz yaratıp dünyaya getirdiği biz kullarına
bir kısım yetkiler vermiş. Rabbimizin biz kullarına verdiği yetki kendi
yetkisine benzemektedir. Güç kuvvet vermiş Rabbimiz bize. Sahip olduğumuz bu güç
ve kuvvetle kendisine asla benzememekle birlikte bize öyle bir yetki vermiş ki
bu dünyada aynen O’nun yetkisini kullanabiliyoruz. Dünyada pek çok varlığa
hükmedebiliyoruz. Gerçekten bu çok yaman bir imtihandır. Bu imtihanda yetki
vereni unutmadan, şu anda sahip olduğumuz bu hayatın, bu gücün, kuvvetin
kendimizden değil Allah’tan olduğunu bir an bile unutmadan bir hayat yaşamak
zorundayız. Kendimizin asıl değil, vekil olduğumuzu unutmadan, yeryüzünde
Allah’ın verdiği yetkilerle Allah’ın istediği bir hayatı yaşamak zorundayız.
O’nun yaratıp görevlendirdiği halifeler, kullar olduğumuzu unutmadan bir hayat
yaşamak zorundayız. Rabbimizin yetkilerini aşmamaya azami dikkat ederek yaşamak
zorundayız.
Biz müslümanız, biz bizi yaratana teslim
olduk, biz O’na kul olduk dedik mi işte o zaman kazandık demektir. Ama ne zaman
ki kul olduğumuzu unutur, Allah’ın bize verdiği geçici yetkileri kendimizden
zanneder, daimi zanneder ve yaratıcımızın varlığını ve bizden istediği kulluğu
görmezden gelerek kendi tanrılığımız istikâmetinde, hevâ ve heveslerimiz
doğrultusunda bir hayat yaşamaya kalkışırsak kesinlikle bilelim ki bu imtihanı
kaybettik demektir Allah korusun. Çünkü bu ha-yat bizim değildir. Hayatın sahibi
Allah’tır. Gecenin, gündüzün sahibi Allah’tır. Hayatımızın vazgeçilmez unsurları
olan arz da, sema da, güneş de, yıldızlar da, dağlar da, yollar da, havamız da,
suyumuz da hepsi hepsi Allah’ındır. Tüm bunları, hayatımızın devamı için gerekli
olan tüm bu varlıkları biz yaratmadık. Bu varlıklar bizi dinlemiyorlar, bizden
emir almıyorlar. Bakın âyetin sonunda diyor ki Rabbimiz:
Hepsi bir yörüngede yüzüp
gitmektedirler. Gece, gündüz, ay, güneş, yıldızlar her biri belli bir felekte
yüzmektedirler. Evet tüm varlıklar Allah’ın yarattığı, Allah’ın tespit ettiği,
Allah’ın belirlediği bir düzeni, bir yasayı, bir hayatı, bir programı yaşarlar,
uygularlar. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı yeryüzünde tüm bu varlıklar
Rablerinin programına, Rablerinin yörüngesine girip, Rablerinin arzularına
teslim olup bir hayat yaşarlar. Yâni bir felekte, bir yörüngede yüzüp gitmek
demek, her varlık için kendisine Allah tarafından tahsis edilen programın
devamının icrası demektir. Allah’ın belirlediği hayat programının icrası
demektir. Allah güneşe, aya, yıldızlara bir yol, bir yörünge, bir program tahsis
etmiştir ki onlar Rableri tarafından kendilerine tahsis edilen, çizilen bu
programı aynen icra edip, yüzüp giderler. Yâni tüm bu varlıklar Rablerinin
kendileri için belirlediği yörüngenin içinde hareket ederler.
Bu
varlıkların tamamı böyle iken sadece insanlar Rablerinin bu dünyada imtihan
gereği kendilerine verdiği iradeleriyle isterlerse Allah’ın yarattığı dinini,
Allah’ın kendileri için belirlediği hayat programını kabul ederler, istemezlerse
de reddederler. Diğer varlıklardan farklı yaratmıştır Rabbimiz insanları. Kul
olmaya da, isyan etmeye de iradeleri vardır. Öyleyse tüm varlıklar Rablerine
kulluk ederlerken, Rablerinin kendileri için belirlediği programını icra edip
dururlarken isterlerse insanlar Rablerine kulluğu terk etsinler. İsterlerse
Rablerine isyana yönelsinler. Bu, insanların kendi kendilerini ateşe atmaktan
başka Allah’a hiçbir zarar veremez.
Gerçi
insanın da hür iradesinin dışındaki tüm hayatı Allah’ın yaratışına, Allah’ın
yaratış yasasına, Allah’ın fıtrat yasasına göre hareket etmektedir. Evet insanın
eli, ayağı, gözü, kulağı, kalbi Allah’ın emrindedir. Fıtraten zaten insan
Allah’ın yasalarına boyun bükmektedir. Allah’ın yarattığı bu insan yaratılış
yönünden üşümekte, acıkmakta, uyumakta, yorulmakta, hasta olmakta ve ölmektedir.
Yâni insan fıtraten Allah’ın koyduğu yaratılış yasalarının dışına
çıkamamaktadır. Yâni fıtraten insanın tüm azaları Allah’a
kuldur.
İşte
insan fıtrî hayatında böylece Allah’ın yasalarına boyun büktüğü gibi, günlük
hayatında da Allah’ın yasalarına boyun bükmek zorundadır. Değilse fıtrî
hayatında Allah’ın yasalarına boyun büken bu insan, günlük hayatında
başkalarının yasalarına boyun bükerse, hayatının birinde Rabbinin İlâhî
yasalarına, ötekisinde de beşer yasalarına teslim olursa, yâni iki Rabbi, iki
İlâhı olursa onun, yâni onun fıtrî hayatıyla günlük hayatı çatışma içine girerse
o zaman bu ikisi arasında insan ezilip gidecektir. Çatışan bu iki hayat arasında
insan mahvolup gidecektir.
İşte
şu anda insanlığın bunalımlarının temeli budur. Hem ken-disiyle, yâni kendi
fıtratıyla, hem de kendisinin dışındaki tüm varlıklarla böyle bir çatışma içinde
olan bu insanlar nasıl huzura kavuşsun da? Mümkün müdür bu? Yâni düşünün
göklerde ve yerdeki tüm varlıklar boyunlarındaki kulluk iplerinin ucunu Allah’a
teslim etsinler, tüm varlıklar Allah’ın yaratış yasasına teslim olsunlar,
Allah’ın programına göre hareket etsinler, ama insan onlarla çatışma içine
girerek, onlardan ayrı bir yol takip ederek sonunda huzurlu ve mutlu olsun. Mümkün mü bu?
İnsanın
bedeni, eli, ayağı, saçı, tırnağı Allah’ın yolunda yürüsün, Allah’ın fıtrat
yasasına teslim olsun, ama iradesi desin ki ben bu yolda yürümeyeceğim. Ben
Allah yasalarına teslim olmayacağım. İş-te yanılgı burada başlıyor. İşte bunalım
burada başlıyor. Öyle değil mi? Bir mahallede, bir köyde, bir kentte
çevresindeki insanlarla uyumsuzluk içine düşen bir insan, çevresiyle çatışma
içine giren bir insan huzursuz olur da tüm varlıklarla, kendi organlarıyla
çatışma içine giren insan bunalımların girdabına yuvarlanmaz mı? Allah’la
çatışan bir insanın bu dünyada mutlu olması mümkün mü?
Öyleyse başka çaresi yok, insan da
tıpkı öteki varlıklar gibi Allah felekinde, Allah yörüngesinde, Allah dininde,
Allah programında bir hayatın içine girmek zorundadır. Tıpkı bedeni gibi,
azaları gibi Allah yasalarına teslim olmak zorundadır. Öteki varlıklar gibi
insan da kendisine gece hazırlayacağı program içinde gündüz yüzüp gidecektir.
Gece okunan âyetler, gece ilgi kurulan vahiy ona bir program çizecek ve gündüz o
bu vahyin kendisi için çizdiği o kulluk programı dahilinde yüzüp gidecektir.
Yâni tıpkı öteki varlıklar gibi Rablerinin kendileri için belirlediği hayat
programını icra edeceklerdir.
Bundan sonra Rabbimiz Nübüvvet
problemini, Risâlet konusunu gündeme getirecek. Bakın şöyle
buyuruyor:
34. “Ey Muhammed! Senden önce de hiçbir
insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar bâkî kalır
mı?”
Biz
senden önce hiçbir beşeri ebedî kılmadık. Hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Bu
Allah’ın bir yasasıdır. Resuller de ölümlüdür. Sen öleceksin de, onlar bâkî mi
kalacaklar? Bir gün sen de bu dünyaya veda edeceksin. Çünkü peygamberin Allah
gibi yetkileri yoktur. Hayat ve ölüm peygamberin kendi elinde değildir.
Peygamber Allah’ın yarattığı, Allah yasalarına teslim bir kuldur. O mükemmel bir
kuldur. Evet ey peygamberim biz senden önce hiçbir insana, hiçbir insan cinsine
ebedîlik vermedik. Evet her şey ve herkes kuldur ve herkes için bir zaman, bir
ecel belirlemiştir Rabbimiz. Kendisinden başka her şey fânîdir. Her şey eceli
geldiği zaman yok olmaya mahkumdur. Bâkî olan sadece bu kâinatın yaratıcısı ve
yarattığı varlıkların yasalarının ve ecellerinin tayin edicisi olan Rabbimizdir.
Öyleyse ey peygamberim:
Sen öleceksin de onlar ebedî mi
kalacaklar? Sen öleceksin de onlar dünyaya kazık mı çakacaklar? Mekkeli kâfirler
Rasulullah efendimizin ölümünü bekliyorlardı. Beddua ediyorlardı, ölsün, yok
olsun diye. Nasıl da bozuk düşünüyorlar? Şimdi sen öleceksin de o kâfirler
ölmeyecekler mi? Allah’ın Resûlü vefat etti de, Ebu cehiller yaşadı mı? Ölüme
inananlar öldüler de, ölümü değil de yaşamayı seçenler ölümden kurtuldular mı?
Cenneti seçenler öldü de, dünyacı kesilenler kurtuldular mı? Allah için cennet
için, ebedî hayat için gözünü kırpmadan savaşa atılanlar öldüler de, Âd ve Semûd
gibi âhireti unutup da dünyayı kıbleleştirenler, Firavunlar gibi dünyaya kazık
çakma sevdasına kapılanlar ölmediler mi? Yeryüzünün en büyük saltanatına sahip
Süleyman ve Dâvûd (a.s) lar öldüler de, Nemrutlar, Karunlar yaşamaya devam mı
ettiler? Allah’a kul olanlar öldüler de kâfirler yaşadılar mı? Müslümanlar
öldüler de ötekiler bâkî mi kaldılar?
Öyleyse
ey şu anda yeryüzünde müslümanlara hayat hakkı tanımayanlar, Allah kullarına
zulmedenler, zannetmeyin ki bu dünya, bu hayat devam edecek. Zannetmeyin ki
ölmeyeceksiniz. Sizden öncekiler ölmediler mi? Sizden önceki kâfirler yaşıyorlar
mı? Kim kur-tulmuş ölümden? Hangi taraf olursa olsun, ister tercihini Allah’tan
yana kullanan, hayatını Allah için yaşayan müslümanlardan olsun, isterse
hayatlarına Allah’ı karıştırmayarak kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir
hayat yaşamadan yana olan kâfir ve müşrik dünyadan olsun. İster Allah’ın en
sevgili peygamberleri olsun, ister en büyük Allah düşmanı olsun Allah herkes
için ölümü yazmıştır. Kimse bu yasanın dışına çıkma imkânına sahip değildir.
Çünkü:
35. “Her can ölümü tadacaktır. Bir
imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz. Sonunda Bize
dönersiniz”.
Her
nefis ölümü tadacaktır. Yeryüzünde Allah’ın genel yasasıdır bu. Mü’minler de
ölecek, kâfirler de. Allah’a, Allah’ın elçilerine, Allah’ın kitaplarına iman
edip bu imana bağlı bir hayat yaşayanlar da ölecek, iman etmeyip kendi
kendilerine bir hayat yaşayanlar da ölecektir. Kendilerini yeryüzü tanrısı
olarak ilân edenler de ölecektir, onların kulları da ölecektir. Hiç kimse
ölümden kaçıp kurtulamayacaktır. Nereye kaçacaklar da? Bir ülkeden başka bir
ülkeye, bir kıtadan başka bir kıtaya, dünyadan başka bir gezegene kaçsalar da
Allah’ın ölüm yasasından asla kurtulamayacaklardır. Bu Allah’ın yeryüzünde
koyduğu değişmez bir yasasıdır.
Nuh
(a.s) da öldü, ona inanmayan, onunla kavgalarını sürdüren toplumu da öldü.
Dünyayı cennetleştirip ebedî yaşayacaklarına inanan, ölümü akıllarının ucundan
bile geçirmeyen Âd kavmi de öldü, onlara elçi olarak gönderilen Hûd (a.s) da
öldü. Semûd toplumu da öldü, Sâlih (a.s) da, İbrahim (a.s) da gitti toplumu da,
Süleyman (a.s) da gitti, Muhammed (a.s) da gitti. Mülk ve saltanat sahipleri de
gitti, hiçbir şeyleri olmayan garibanlar da gitti. Mekke’de Allah’ın sevgili
elçisine ve ona iman eden müslümanlara hayat hakkı tanımayanlar da gitti,
müslümanlar da gitti. Yaratılmış olan hiçbir varlığının bu dünyada ölümsüzlük
hakkı yoktur. Herkes ölümlüdür. Sadece bâkî olan Allah’tır.
Evet yaşadığınız bu dünya hayatında, bu
imtihan salonunda bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz. Sonunda
Bize dönersiniz. Demek ki hayatın ve ölümün sebebi imtihandır. Allah buyuruyor
ki, sizi bu dünyada hayırla ve şerle deneyerek imtihan ediyoruz. Rabbimizin bu
âyetinden anlıyoruz ki hayatın temeli işte bu imtihandır. Hayat baştan sona
imtihandan ibarettir. İmtihanın konusu da ha-yır ve şermiş. Hayırla imtihan,
şerle imtihan. İyilikle imtihan, kötülükle imtihan. Kolaylıkla imtihan, zorlukla
imtihan. Varlıkla imtihan, yoklukla imtihan. Savaşla imtihan, barışla imtihan.
Hastalıkla imtihan, sağlıkla imtihan. Zaferle imtihan, mağlubiyetle imtihan.
Hayatla imtihan, ölümle imtihan. İmanla imtihan, küfürle imtihan. Soğukla
imtihan, sıcakla imtihan. Açlıkla imtihan toklukla imtihan. Evlenme ile imtihan,
boşan-mayla imtihan. Kazanmayla imtihan, kaybetmeyle imtihan. Her an, her saniye
bir imtihanın içindeyiz. İmtihanın dışında bir tek saniyemiz bile yoktur. Bir an
bile gaflet etmeden sürekli bu imtihanın şuurunda olmak zorundayız. Ne zamanki
bir imtihanda olduğumuzu unuttuk, ne zamanki bu imtihandan gaflet ettik bilelim
ki kaybımız başlamış demektir.
Ve yaşadığımız bu imtihanın sonunda
Allah’a döndürüleceğiz. Bir gün gelecek, bir ölüm bizi O’nun huzuruna götürecek.
Ya-şadığımız hayatın hesabını ödemek üzere Rabbimizin huzuruna gideceğiz. Hiç
kimsenin bundan kaçıp kurtulması, unutulup sümenaltı olması, Allah’ın
sorgulamasından kurtulması mümkün değildir.
36. “İnkârcılar seni gördükleri zaman,
şüphesiz, seni alaya almaktan başka bir şey yapmazlar. “Sizin İlâhlarınızı
diline dolayan bu mudur? “derler ve Rahmân'ın Kitabını işte onlar inkâr
ederler.”
Evet
kâfirler seni gördükleri zaman, seninle karşı karşıya geldikleri zaman seninle
alay ediyorlar, seni alay konusu yapıyorlar. O kendilerine Allah’ın bir rahmet
kapısı olarak gönderdiği peygamber, o kendilerine Allah’ın en büyük lütfu olan
peygamber, o erdemli peygamber kendilerini sadece Hakka çağırdığı halde, hayra
dâvet ettiği halde, ateşten, cehennemden cennete çağırdığı halde, onlardan
ha-yırdan başka bir şey istemediği halde onu gördükleri zaman alay
edi-yorlardı. Kendilerini üstün bir konumda,
peygamberi de alçak bir konumda görerek gülüyorlardı. Allah elçisini alay konusu
ediyorlardı.
İşte
bir peygamber ve işte onu alaya alan, ona değer vermeyen bir kâfir ve müşrik
güruhu. Tarih boyunca bu hep böyle olmuş-tur. Tarih boyunca tüm Firavunların,
tüm kâfirlerin ve küfür sistemini ayakta tutmaya çalışan insanların tamamının
yaptığı iş budur. Al-lah’ın âyetlerini ve Allah’ın elçilerini alaya almak ve
onlarla dalga geçmek. Allah’ın hak elçilerinin kendilerine getirdikleri âyetleri
dinleyip onlar üzerinde düşünmek ve bir karara varmak yerine, düşünüp
taşındıktan sonra onları kabullenmek veya bir delille onları reddetmek yerine
alaya alarak gülüp geçiyorlar. Neden? Çünkü sepetleri boştur adamların.
Dağarcıklarında onu değerlendirecek sermayeleri yoktur adamların. Kafalarının
içi bomboştur adamların.
Bütün
sermayeleri sadece gülmek, alaya almak ve reddetmek. Tek yapabilecekleri şey
alay etmek, tekzip etmek, yalanlamak, karşı çıkmak, susturmak, asmak, kesmek,
tehditler savurmaktır. Her devirde bu böyledir. Her devirde kâfirlerin,
müşriklerin, küfrü ve şirki yasallaştırıp ayakta tutmaya çalışanların karakteri
budur işte. Halbuki herhangi bir kimseden bir söz duyulunca onu dinlemek,
anlamaya çalıştıktan sonra ya kabullenmek, ya da delilleriyle reddetmek icap
etmektedir. Ama bu hainler anlamadan, dinlemeden peygamberi redde-diyorlar, onu
alaya alıyorlar ve şöyle diyorlar:
Sizin İlâhlarınız hakkında ileri geri
konuşan, İlâhlarınızı diline dolayan bu mu? Peygamber efendimiz onların
putlarını, ilâhlarını eleştiriyordu. Onların hayatlarını, inanışlarını
sorguluyordu. Hakaret etmiyordu, sövmüyordu onlara ve putlarına, ama onların
akıllarını er-direbilmek için, yanılgılarını, sapıklıklarını ortaya koyabilmek
için şöyle diyordu: Şu hiçbir fayda ve zarar sağlamaya gücü yetmeyen,
hayatınızda hiçbir etkileri, yetkileri olmayan, kendilerini bile yaratmaktan
âciz cansız varlıklara mı tapınıyorsunuz? Bunların hiç birisi Allah berisinde
İlâh değillerdir.
Ne Lat, ne Uzza, ne
Hubel, ne de başkaları gibi cansızlar, ne de canlı ekonomik tanrılarınız, ne
sosyal ve siyasal tanrılarınız, ne hukuk tanrılarınız, ne oyun ve eğlence
tanrılarınız, ne sanat tanrılarınız ve tanrıçalarınız, ne siyasal tanrılarınız,
ne bilim tanrılarınız, ne şifa tanrılarınız, ne eğitim tanrılarınız asla İlâh
olamazlar. Bunların hiç birisi Allah yetkilerine, Allah sıfatlarına sahip
değildir. Göklere ve yere egemen, kullarının hayatına egemen tek İlâh vardır, O
da Allah’tır diyordu.
Kimileri ekonomiyi ben bilirim, ben ekonomi
tanrısıyım! Kimileri siyaseti ben bilirim, ben siyaset tanrısıyım! Kimileri
hukuku ben bilirim, ben hukuk tanrısıyım! Kimileri hayatın sahibi benim, ben
tanrıyım! Kimileri şifa benim elimdedir, ben şifa tanrısıyım! Kimileri diyor ki
dinden ben sorumluyum, dini ben bilirim! Kimileri kutsal mekânların sahibi
benim! Diyerek tanrılıklarını iddia ediyorlar. Bir sürü tanrı taslağı var
piyasada. İşte aynen şu bizim toplum gibi müşrik bir toplum içinde Allah’ın
Resûlü Allah’tan aldığı vahiyle insanları uyarıyordu. Kendilerini hayra, Hakka
ulaştırmak için çırpınan rahmet peygamberini anlayamadılar o insanlar da, bu mu
diyorlardı şu İlâhlarınızı diline dolayan? Bu mu şu İlâhlarınızın aleyhinde
konuşup duran?
Halbuki onlar Rahmânın zikrine karşı
gafildiler. Rahmânın zik-rinden gaflet içindeydiler, bilmiyorlardı,
anlamıyorlardı. Rahmânın zik-ri, Rahmânın gündeme alınması demektir. Rahmânın
zikri, Rahmâ-nın Kitabının, Rahmânın âyetlerinin okunması, anlaşılması, tezekkür
ve tefekkür edilmesi demektir. Rahmânın istediği hayatın hatırlanıl-ması ve
uygulanması demektir. İşte onlar Rahmânın zikrinden habersizdiler. Eğer onlar
Rahmânın zikrine yönelselerdi, Rahmânı gündemlerine alsalardı, Rahmânın Kitabını
ellerine alsalardı, Rahmânın âyetleriyle ilgilenselerdi elbette kazananlardan
olacaklardı. Ama Rah-mânın zikrinden, Rahmânın Kitabından, Rahmânın âyetlerinden
gaflet içinde olanlar, Kitaba ve peygambere kulak vermeyenler kaybettiler. Onlar
bugün dünyada kaybettikleri gibi, yarın âhirette de
kaybedecekler.
37. “İnsan aceleci olarak
yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim, bunu Benden acele
istemeyin.”
Evet
insan aceleden yaratıldı. Acelecidir insan oğlu. İnsan dünyada hep aceleden
yanadır. Allah’ın kitabında kendileri için sözünü ettiği âhiretin, hesabın
kitabın, azabın, ikabın gelmesi konusunda acele ediyorlar. Bir azaptan söz
ediliyor, hani niye gelmiyor ya bu azap? diye alaylı bir şekilde acele
ediyorlar. Kendilerini Allah’ın helâkiyle uyaran peygambere karşı haydi ne
getireceksen getir ey peygamber de görelim diye acele ediyorlar. Azaplarına,
helâklerine acele dâvetiye çıkarıyorlar. Evet insan acelecidir. Ama bu onun
fıtrî bir özelliğidir. Yâni insan bundan, bu fıtrî özelliğinden kurtulamaz ama,
elbette bunu hayra kanalize ederse hakkında hayırlı
olacaktır.
İşte Rabbimizin buyurduğu gibi her
zaman, her işimizde acele ediyoruz değil mi? Meselâ istiyoruz ki insanlar hemen
kurtuluversinler. Tebliğimiz acele meyve versin. Anlattığımız insanlar acele ve
kolayca değişsinler. Çevremizdekiler acele müslümanlaşıversinler. Veya dünyada
yaptığımız kulluklar, iyilikler karşılığında acele mükafat bulalım. Acele
karşılık görelim. Acele dünyada üstünlük buluverelim. Dünyada acele zafer elde
edelim demelerimizin, aceleden yana olmamızın anlamsızlığı anlatılıyor
burada.
Ama dünya konusunda aceleci olmak,
dünyada istediklerinize acele kavuşmak veya mükafata acele ulaşmak, zaferi acele
kucaklayıvermek konusunda, sakın ha sakın âhireti terk ettirici bir acelede
bulunmayın diyor Rabbimiz. Dünya konusunda aceleci olmayacağız, ama âhireti
kazandıracak bir konuda aceleci olacağız. Çünkü bakıyoruz ki Kur’an’da ve
sünnette pek çok yerde hayır konularda acele etmemizin istendiğini görüyoruz.
Hayırda acele edin diyor Allah’ın Resûlü. Öyleyse bize âhireti kazandıracak bir
hayırda acele edeceğiz. Ama dünya konularında acele etmeyeceğiz.
Acele etmeyin, biz size âyetlerimizi
göstereceğiz. Siz acele etseniz de Allah acele etmez ki. O’nun kimseden ne bir
korkusu, ne de bir çekinmesi yoktur. Evet insanlar acele ediyorlar da bakın
diyorlar ki:
38. “Doğru sözlü iseniz bildirin bu
tehdit ne zaman-dır?” derler.”
Eğer
sâdıklarsanız, eğer sözünüzü ispat edicilerseniz bu va-ad ne zaman? Bu âyetlerin
gerçekleşme zamanı ne zaman? Bu hesap kitap, bu cennet, bu cehennem ne zaman?
Korkuttuğunuz bu âhiret, bu kıyâmet, bu tekrar diriliş ne zaman? İnsanlar ne
zaman ölecekler? Ne zaman dirilecekler? Ne zaman müslümanlar cennete uçacak?
Kâfirler ne zaman cehenneme yuvarlanacaklar? Yahut bu kitapta vaad edilen
müslümanların galibiyetleri, müslümanların yeryüzünde hâkimiyetleri ne zaman?
Bedir ne zaman? Fetih ne zaman? Yardım ne zaman? Nusret ne zaman? Diyorlar.
Allah taraftarı şu müslümanların kölelikten kurtuluşları ne zaman? Allah bu
kitaptaki müslümanlara vaadini, hükmünü ne zaman tamamlayacak? Ne zaman bu
müslümanlar dünyada egemen duruma gelecekler? Bunu kâfirler de söylüyorlar.
Allah’ın yardımıyla uzun bir yıkılıştan sonra İslâm dünyasının yavaş yavaş
kendine gelmeye başladığı şu günlerde müslümanlıklarının farkında olmadan bir
hayat yaşayan müslü-manlar da söylüyorlar. Allah’ın zafer vaadi ne
zaman?
39. “Bu kâfirler, ateşi yüzlerinden ve
sırtlarından men edemeyecekleri ve yardım da göremeyecekleri zamanı keşke
bilseler.”
Ah
böyle diyen kâfirler bir bilselerdi. Keşke gerçeği bir anlasalardı. Hangi
gerçeği? Ateşi yüzlerinden ve sırtlarından men edemeyecekleri ve asla yardım da
göremeyecekleri bir ortamı keşke bir dü-şünüp anlayabilselerdi. Bir gün gelecek
böyle diyen, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın vadini, Allah’ın yargılamasını,
Allah’ın cehennemini sorgulamaya çalışan bu kâfirler reddettikleri, alaya
aldıkları cehennem ateşini yüzlerinden ve sırtlarından engelleyemeyecekler.
Yüzlerindeki ateş azabına engel olamayacaklar. Sırtlarındaki yangın azabını
defedemeyecekler. Kendilerine de hiç kimse yardım edemeyecek. Hiçbir yerden
yardım göremeyecekler. Ah bu kâfirler yarın mutlak başlarına gelecek bu durumu
bugünden bir bilselerdi, anlasalardı.
O
günü bir anlasalardı bu zavallılar hiç isterler miydi acele onu? Ama Rahmânın
zikrinden, Rahmânın âyetlerinden, Rahmânın Kitabından ve Rahmânın elçilerinden
gafil bir hayat yaşayan zavallılar nereden bilecekler de bunu? Halbuki Rahmân
olan, kullarına karşı kendilerinden daha merhametli olan Rabbimiz onları bu
konuda uyarmıştır. Evet dün de, bugün de bu azap insanlara duyurulmuştur. Her
bir dönem insanlığı içlerinden seçilen kutlu elçiler vasıtasıyla bu azapla
uyarıldılar. İnsanlardan kimileri Rablerinin bu uyarısından nasibini alıp
kurtulurken, kimileri de Rablerinin bu uyarılarıyla ilgilenmeyerek, kulak
vermeyerek kaybettiler. İşte şu anda da Rabbimizin bu âyetleri tüm dünya
insanlığını uyarmaya devam ediyor.
Keşke
şu anda Allah’ın bu uyarılarına kulaklarını tıkayarak bir hayat yaşayan kâfirler
neyi inkâr ettiklerini bir bilebilselerdi. Reddettikleri, alaya aldıkları
cehennem ateşinin yüzlerini nasıl kavurup onu yüzlükten çıkardığını, sırtlarını
nasıl dağladığını keşke bir anlayabil-selerdi. Allah’ın azabına karşılık
kendilerine asla yardım da edilmeyeceğini bir anlayabilselerdi. Yarın mutlak
sûrette gerçekleşecek böyle bir azap ortamını anlayıp keşke müslüman
olabilselerdi.
40. “Belki aniden gelecek de onları
şaşırtacaktır. Artık onu geri çeviremezler; kendileri de
ertelenmez.”
Evet
o azap, o ateş, o dünya mağlubiyeti, o dünya yıkılışı an-sızın, hiç
beklemedikleri bir şekilde gelecek de şaşırıp kalacaklar, hiçbir şey
yapamayacaklar. Ve asla geri dönme imkânları olmayacak. Yâni kendilerine asla
mühlet de tanınmayacak. Evet Allah müslümanlara vadini tamamlayıp ta kâfirlerin
dünyada yıkılışları bir başladı mı, hezimetleri bir başladı mı veya akılları
baştan alan, yürekleri hoplatan kıyâmetin o korkunç sayhası bir başladı mı,
Allah’ın melekleri onların defterlerini dürmek üzere yeryüzüne inmeye bir
başladılar mı, rüzgarlar esmeye bir başladı mı, denizler kaynamaya, yıldızlar
yerinden oynaya bir başladı mı artık onların zilletleri o gün çok daha büyük
olacaktır.
41. “Andolsun ki, ey Muhammed! Senden
önce birçok peygamber alaya alınmıştı da, alaya alanları, eğlendikleri şey
mahvetmişti.”
Peygamberim,
eğer şu anda seninle alay ediyorlarsa bilesin ki senden önceki elçilerimizle de
alay ettiler. Senden öncekiler de alaya alınmışlar ve bilesin ki kendilerini
alaya alanlar sonunda hak ettikleri cezayı bulmuşlardır. Tabii bu âyet bir
yandan Rasulullah efendimizi teselli ederken, öbür taraftan da onu yalanlamaya
çalışanlar için de çok ciddi bir tehdit unsuru oluşturuyordu. Sizler ey
peygamber düşmanları! Seleflerinizin başına gelenleri bekleyin! Onların
âkıbetlerine hazır olun! diyordu. Çünkü sizden öncekiler de şu anda sizin
tavırlarınızı takındılar. Benim elçilerimi alaya aldılar da işledikleri tüm
kötülükleri, yaptıkları tüm pislikleri, küfürleri, şirkleri yakalayıverdi
onları. Allah’tan habersiz yaşadıkları hayatlarının kötü sonucu sarıverdi
onları.
Yâni
inkâr ettikleri, alaya aldıkları azabın kuşatması altında buluverdiler
kendilerini. İnkâr ettikleri, reddettikleri, alay edip durdukları azap, kıyâmet
gerçeği kendilerini çepeçevre kuşatıvermiştir. Ve artık bundan kaçıp
kurtulmaları da mümkün değildir. Sizler de şu an-da onu bekliyorsunuz. Dünyada
müslümanlar karşısında rezil edici bir yenilgi, kahredici bir hezimet sizin için
olduğu gibi, âhirette de da-yanılmaz bir azap var sizi beklemektedir. Rabbimizin
bu tehdidi gerçekten hicretten iki yıl sonra gerçekleşiyordu. Çok geçmeden bu
tehdit gerçekleşmiştir.
42. “De ki: “Geceleyin ve gündüzün sizi
Rahmândan kim koruyabilir? Ama onlar Rablerinin Kitabından yüz
çevirmektedirler.”
Evet
ey kâfirler, ey zalimler, hiç düşünmüyor musunuz? A-kıllarınız ermiyor mu sizin?
Anlamıyor musunuz? Gece ve gündüz sizi Rahmândan kim koruyabilir? Rahmân olan
Allah size bir zarar, bir azap göndermeyi murad etse gece, ya da gündüz O’ndan
sizi kim koruyabilir? Evet kiminiz var sizin? Kime güvenip sığınıyorsunuz? Ki-mi
koruyucu biliyorsunuz? Sığınağınız, korunağınız, barınağınız kim sizin?
Allah
size bir zarar ulaştırmayı dilese, ya da Allah berisinde yerdeki ordulardan size
bir zarar, bir hücum, bir saldırı gerçekleşse. Ordular üzerinize yürüse, sizi
yok etmeye yönelik tehlikeler söz konusu olsa, böyle bir durumda sizi koruyacak,
kurtaracak Allah’tan başka kiminiz var? Kime güveniyor, sığınıyorsunuz?
Yapabilecekleri, sığınabilecekleri hiç kimseleri yokken, bunu bile bile bu
kâfirler:
Rablerine sığınacaklarken, Rablerinin
koruması altına girip Onun istediği gibi bir hayatı yaşayacaklarken bilâkis bu
kâfirler Rablerinin zikrinden yüz çeviriyorlar. Rablerini gündeme almaktan,
Rablerinin Kitabına yönelmekten, Rablerine kulluğa yönelmekten yüz çeviriyorlar.
Ne kadar garip değil mi? Rab ve İlâh Allah olsun, göklere ve yere egemen Allah
olsun, güç kudret Allah’a ait olsun, hayatın ve ölümün sahibi Allah olsun,
azabın, ikabın sahibi Allah olsun, cennetin cehennemin sahibi Allah olsun ve
buna rağmen insanlar tutup böyle bir Allah’tan, böyle bir Allah’ın Kitabından,
böyle bir Allah’ın hayat programından yüz çevirsinler. Olacak şey mi bu? Akıl
işi midir bu?
43.“Yoksa kendilerini bize karşı
savunacak İlâhları mı var? O İlâhlar kendilerine bile yardım edemezler.
Katımızdan da yardım göremezler.”
Yoksa,
yoksa onların güvenip bel bağladıkları tanrıları mı var ki onları bize karşı
savunacaklar? Bize karşı, katımızdan olana karşı onları savunup koruyacak
tanrıları mı var onların? Kime güveniyor bu adamlar? Kimi tanrı biliyorlar?
Bizden kendilerine gelecek bir ölüme, bir helâke, bir mağlubiyete, bir hezimete,
bir dünya azabına, bir dünya hastalığına, bir dünya depremine, zelzelesine, bir
dünya tufanına, bir âhiret azabına, bir ateşe, bir cehenneme karşı kim
koruyabilecek onları? Elleriyle işledikleri yüzünden Allah onlara bir kıtlık
gönderse hangi ekonomik tanrıları kurtarabilecektir onları bundan? Bir sâri, bir
toplumsal hastalık gönderse Allah, hangi şifa tanrıları kurtaracak? Bir felâket,
bir azap gazap gönderse Allah hangi korumacı İlâh kurtarabilecek
onları?
Halbuki onların şu anda Allah berisinde
tanrı bilip kendilerine sığındıkları, kendilerine kulluk ettikleri, yasalarını
uyguladıkları bu yapay tanrıları ve tanrıçaları bırakın onlara bir fayda ve
zarar sağlamayı, kendilerine bile yardımda bulunamazlar. Bana şirk koşmaya,
ortak bilmeye çalıştığınız bu tanrı taslakları bırakın sizi korumayı, onlar
kendi nefislerini bile koruyamazlar. Allah’tan, Rablerinden ken-dilerine
gelebilecek bir belâyı, bir azabı, bir ölümü def etmeye bile gücü yetmeyen bu
insanlar nerde kaldı size yardım edip sizi benden geleceklerden koruyacaklar?
Kendilerine gelen açlık gibi, yorgunluk gibi, hastalık gibi, ölüm gibi bir
sıkıntıyı bile defedemeyen bu varlıklar nerde kaldı sizin sıkıntılarınızı
giderebilecekler?
Evet bu adamlar nasıl
sizin arzularınıza, isteklerinize cevap verebilecekler? Sizi hem dünyada, hem de
Ukba’da nasıl mutlu edebilecekler? Ne yapabilecekler bunlar sizin için? Ölümü
engelleyebilecekler mi? Ölüm döşeğine yattığınız zaman, iki saatliğine olsun onu
geciktirebilecekler mi? Zamana iki dakikalığına söz geçirebilecekler mi? Gökten
iki damla yağmur indirebilecekler, yerden bir tek bitki bitirebilecekler mi?
Kendilerine bile sahip olmayan bu tağutlar nerde kaldı arkalarından giden
enayilere bir şey sağlayabilsinler?
Evet o sizin Allah’a ortak koşup
yasalarını Allah yasalarına tercih ettiğiniz, hayatınızı düzenleme konusunda
Allah’tan daha bilgili kabul ettiğiniz varlıklar, onlar kesinlikle size hiçbir
yardımda bulunamazlar. Buna onların güçleri yermediği gibi, güçleri yetse bile
size yardımda bulunmayı asla istemezler onlar. “İstetaa” kelimesinde bu mânâ da
vardır. Yâni onlar size herhangi bir yardım sağlamaya, sizi korumaya güç
yetiremezler, güç yetirseler bile bunu asla istemezler demektir. Çünkü onlar
başkalarına vermeye değil, almaya alışmış varlıklardır. Başkalarını korumaya
değil, başkaları tarafından korunmaya alışmış varlıklardır. Sizler tarafından
korunan, sizler tarafından beslenen bu âcizlerden ne
bekliyorsunuz?
Onlar sizi koruyamadıkları gibi bizden
herhangi bir yakınlıkta da bulunamazlar. Yâni bizim yanımızda bir yakınlıkları,
bir şefaat hakları da yoktur onların. Bizim katımızda kendilerine şefaatçi de
bulamazlar. Ne kendi kendilerini koruyabilirler, ne de onlar yüzünden birileri
korunur.
44. “Biz bunlara ve babalarına
geçimlikler verdik de ömürleri uzadı; şimdi memleketlerini her yandan
eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Üstün gelen onlar mıdır?”
Bilâkis
biz onlara ve atalarına pek çok nîmetler, geçimlikler verdik. Dünyada onlara
imkânlar, fırsatlar verdik. Ta ki onlara bu dünyada tanıdığımız ömürleri uzadı
da, sağlıkları, sıhhatleri, bollukları, nîmetleri uzadı da, güçleri, kuvvetleri,
mülkleri saltanatları uzadı da 70,80 yaşlarına geldiler. Küfürlerine rağmen biz
onların üzerinden nîmetlerimizi eksik etmedik. Şu andaki kâfirleri düşünün. Veya
meselâ Nuh (a.s) karşısında 950 yıl peygambere isyan, Allah’a küfür içinde hayat
yaşayanları bir düşünün. Şimdi Allah’ın kendilerine yıllarca imkân tanıdığı bu
kâfirler:
Görmüyorlar mı yeryüzünü etrafından
eksilttiğimizi? Hâlâ görmüyorlar, düşünmüyorlar, anlamıyorlar mı yeryüzünü
etrafından eksiltmeye başladığımızı? Farkında değiller mi bunun? Allah’ın
kendilerine uzun uzun ömürler verdiği bu kâfirler yavaş yavaş etraflarının nasıl
eksiltilip daraldığını görmüyorlar mı? Her geçen gün küfrün ve şirkin aleyhine
İslâm’ın gönüllere nüfusu, Allah dâvâsının adım adım kalplere yürümesi, İslâm
coğrafyasının genişlemesi, küfür ve şirk coğrafyasının daralması, küçülmesi
anlatılıyor. Görmüyorlar mı ki biz arzda ilerlemekteyiz. Görmüyorlar mı ki bizim
dâvâmız, bizim mesajımız Arabistan yarımadasında hızla yayılıyor. Bizim
mesajımızın yayılışı karşısında, mesajımızı yayanlarla birlikte bizim de
yürümemiz, bizim de birlikte olmamız karşısında küfür ve şirk dünyası daralıyor.
Küfrün ve şirkin etkisi azalıyor. Kâfirlerin etki sahâlârı daralıyor.
Egemenlikleri sarsılıyor. Köleleştirdikleri müslümanlar birer birer uyanıyorlar.
İslâm dünyası birer birer kâfirlerin egemenliklerinden kurtuluyorlar.
Görmüyorlar
mı bu âyetleri? Allah’ın kâfirlerin elebaşlarını yok ettiğini görmüyorlar mı?
Kâfirlerin yok edilişi bazen müslümanların eliyle olur, bazen de Allah kendi
kendilerine onların yok edilişini sağlayıverir. Daha dün müslüman kanına
doymayan zalim İzak Rabini kim yok etti? Müslümanlar mı yok etti? Allah kendi
kendilerine yok et-tiriyor zalimleri? Veya geçmiş dönemlerde ülkemizdeki din
düşmanlarını birbirlerine kırdırmadı mı? Bazen bir fâsıkla da Allah düşmanlarını
yok edip dinini yüceltiverir.
Evet Allah kâfirlerin egemenliklerini,
güçlerini eksiltiyor, bunu görmüyorlar mı? Etraflarını daraltıyor. Tabi bu âyeti
önce Mekke için düşünürsek, Rabbimiz her gün bir kaç insanı müslüman yaparak
kâ-flerin sınırlarını, sayılarını daraltıyordu, bunu görmüyorlar mı? Kölelerini
kaybediyorlardı. Her gün bir küfür beldesinin İslâm beldesine katılmasını, her
gün bir küfür ailesinin İslâm ailesine katılmasını ve böylece etraflarının
daraldığını görmüyorlar mı? Hattâ kendi oğullarının bile müslüman olduklarını
görmüyorlar mı? Kendi egemenlik sahâlârının evlerinin içinde bile daraldığını,
bitmeye başladığını görmüyorlar mı? O gün böyle olmuştu, bugün de böyle olacak
Allah’ın yardımıyla. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Şimdi ne bekliyor bu kâfirler? Bunu
göre göre hâlâ galibiyet mi bekliyorlar? Müslümanlar karşısında üstün gelenler,
galip olanlar onlar mı olacak? Galip gelenler onlar mı olacak, yoksa Allah mı?
Bunlar kiminle savaştığının farkında değiller mi? Bugüne kadar kim baş edebilmiş
Allah’la? Göklerde ve yerde egemen olan Allah’sa, mutlak güç kudret sahibi
Allah’sa, Allah’ın dilemesiyle onların çocukları bile, vatandaşları bile
müslüman oluyorsa kesinlikle bilelim ve inanalım ki galip gelen de Allah
olacaktır, Allah taraftarları olacaktır.
45.“De ki: “Ben ancak sizi vahy ile
uyarıyorum” Uyarıldıkları zaman, sağırlar çağrıyı
duymazlar.”
Ey
peygamberim, sen de ki onlara ben sizi vahiyle uyarıyorum. Benim istinat noktam,
hareket noktam, uyarım vahiydir. Ama in-sanları benim vahyimle uyardıktan sonra
da sakın peygamberim, yo-la gelmediler diye, uyarıya müspet cevap vermediler
diye üzülme. Çünkü uyarıldıkları zaman sağırlar dâveti işitmiyorlar. Sağırlar
işitmeyecekler. Sağırlar dâvetle ilgilenmeyecekler. İşte peygamberin görevi
budur. Peygamber Allah’ın emriyle insanları vahiyle uyaracak. İnsanlara vahyi
duyuracak, ama unutmayacak ki bu dâvet karşısında sağırlar da olabilecek.
Dolayısıyla
yeryüzünde peygamber yoluna, peygamber misyonuna sahip çıkan, peygamber
sorumluluğunu üstlenen Müslü-manların görevi de işte budur. Ey peygamberim, de
ki, ben sizi va-hiyle uyarıyorum. Emrin ilk muhatabı Rasulullah efendimizdir.
Rab-bimizden bu emri ilk alan Rasulullah efendimizdir. Ama onun şah-sında
kıyâmete kadar bu emri alan müslümanlar da bununla sorum-ludur. Nasıl ki bu emri
alan Rasulullah efendimiz Mekke’de bir tek ev, bir tek insan kalmayacak biçimde
Allah âyetlerini, Allah vahyini insanlara duyurmuşsa, bu dünyadan ayrılacağı ana
kadar bu mesajla insanları uyarmaya devam etmişse, onun yolunun yolcusu olarak
bizler de Rabbimizin bu emrini yerine getirmek ve ulaşabildiğimiz tüm insanlığı
vahiyle uyarmak zorundayız.
Bu âyet Rasulullah efendimizin
risâletini tescili oluyordu. Yâni Rasulullah efendimizin ben sizi vahiyle
uyarıyorum sözünün, iddiasının tesciliydi bu âyet. Allah’ın Resûlü bu âyetin
inişinden önceki dönemlerde insanları Allah vahyiyle uyarıyordu. Peygamber olup
yeryüzünde Allah sözcülüğünü üstlendikten sonra peygamberimiz sürekli insanları
cennetle, cehennemle uyarıyor, müjdeliyor, korkutuyor ve Allah’a kulluğa dâvet
ediyordu.
Ama
eğer şu ana kadar hayatımızda vahiy yoksa, vahiyle uyarı yoksa, uyarılarımız
vahye dayanmıyor, vahiyden kaynaklanmıyorsa, vahyin dışında, Allah âyetlerinin
dışında başka şeyler duyuruyorsak insanlara, o zaman elbette bu sözü söyleme
hakkımız olmayacaktır. Yâni hem kendi dünyamızda âyetler yoksa, hem de insanlara
yaptığımız konuşmalarda âyetler yoksa, o zaman bunu demeye hakkımız
olmayacaktır. Öyleyse eğer şu ana kadar hep vahiyle konuşmamış-sak, vahiyle
beraber olmamışsak, insanları vahiyle uyarmamışsak bu âyeti duyduğumuz şu andan
itibaren vahyi tanıma ve hem kendimizi hem de dışımızdaki insanları vahiyle
uyarma yoluna girelim inşallah. Böylece bu âyetiyle Allah’ın bizden istediğini
yapmayı, Allah’ın bizi görmek istediği noktaya gelmeyi becerelim Allah’ın
izniyle.
Evet Allah’ın Resûlü insanları vahiyle
uyarıyordu, ama sağırlar bu uyarıyı, bu dâveti işitmiyorlardı. Yâni Allah
yeryüzüne vahiy gibi en büyük nîmetini indirsin, yeryüzüne kendi bilgisini
sunsun, bu iş için insanların arasından sözcü olarak şerefli bir elçi seçsin de
bu insanlar hâlâ bu elçinin mesajına kulak vermesinler. Ve şu anda da peygamber
yolunun yolcuları kendilerine hâlâ bu mesajı sunmaya devam ettikleri halde bu
insanlar buna ilgisiz kalsınlar. Canları isterse. Bunun zararı bu işitmeyenlere
aittir. Değilse hiçbir zaman bunun zararı ne bu dâvetin sahibi olan Allah’a, ne
sadâkatle bu mesajı insanlara ulaştıran peygambere, ne de peygamber misyonunu
üstlenerek gece gündüz kendilerini vahiyle uyarmaya çalışan müslümanlara ait
değildir.
46. “Rabbinin azabından onlara bir
esinti dokunsa: “Vah bize! Doğrusu biz haksızdık” derler.”
Evet her ne zamanki Rabbinin azabından
bir nefha, bir esinti onlara dokunsa, hemen cıyak cıyak ötmeye başlarlar.
Kendilerine Rabbinden bir azap haberi yaklaştırıldığı zaman hemen
zalimliklerini, Allah karşısında güçsüzlüklerini anlayıp vah bize, yazıklar
olsun bize, biz zalimlerden olduk derler. Rablerinden kendilerine gelebilecek
ufacık bir nefha bile, küçücük bir zarar bile onların zalimliklerini
anlamalarına yetmektedir. O kadar âciz ki bu insanlar ufacık bir sarsıntı,
ufacık bir hastalık, ufacık bir ekonomik kriz bile zalimliklerini itiraflarına
yetmektedir.
Bu
durum belki Allah’ın insan fıtratına koyduğu ve yerinde kullanıldığı zaman
insanın hayrına sebep olabilecek iyi bir özelliktir. Başlarına Allah’tan ufacık
bir belâ geldiği zaman, Allah’ın küçük bir azabıyla, uyarısıyla karşı karşıya
geldikleri zaman, başları daraldığı zaman hemen Allah’ı hatırlayıp ya Rabbi!
diyebiliyorlar. Allah karşısında tavırlarını yargılayıp ya Rabbi yazıklar olsun
bize, meğer biz zalimlik etmişiz diyebiliyorlar. Kendi zulümlerini idrak edip
kavrayabiliyorlar. İşte Rabbimizin onların fıtratlarına koyduğu bu özellikleri
sebebiyle bu insanlar daha büyük belâlarla, daha çetin azaplarla karşı karşıya
geldikleri zaman Rablerine kulluğa dönebilirler. Bu onların müslüman olmalarını
sağlayabilir.
Gerçekten
bakıyoruz her bir dönem peygamber karşısında zalimane davrananların, Allah ve
elçileriyle en büyük savaş verenleri bu fıtrî özellikleri sayesinde yavaş yavaş
da olsa İslâm’a döndüklerine şâhit oluyoruz. Yâni insanlar tüm âcizliklerine
rağmen yaratıcılarına kafa tutacaklar, yaratıcılarının elçilerine zulmedecekler,
Rabbim Allah diyen insanlara hayat hakkı tanımayacaklar, yeryüzünde Allah’ı
diskalifiye ederek kendi Rabliklerini, kendi İlâhlıklarını iddia edecekler, ama
günün birinde Rabbimiz kendilerine ufacık bir azap, ufacık bir baş ağrısı
gönderecek ve bu insanlar hatalarını anlayacaklar, zalimliklerini anlayacaklar,
yazıklar olsun bize biz zalimlerden olduk diyecekler.
Evet
bu itiraf, bu yargı böyle diyenler için onlar namına gerçekten güzel bir şeydir.
Ama Allah azaplarıyla, Allah uyarılarıyla karşı karşıya geldikleri halde hiç
tınmayan, hiç sarsılmayan, Allah’ın uyarılarını kendi kendilerince bir yoruma
tabi tutup, bunlar tabii olaylardır. Bunlar önceden de olan olağan hadiselerdir.
Atalarımız da bu tür ha-diselerle karşılaşmışlar. Bunlar normal şeylerdir
diyerek bu tür imtihan konularından ibret almayan insanların, toplumların
Allah’a dönmeleri mümkün olmayacaktır.
Evet elleriyle işledikleri şeyler
sebebiyle merhameti bol olan Rabbimiz hemen onları yakalamayıp merhameti gereği
onlara uyarıcılar, belâlar, mûsibetler göndermiş. Kıtlıklar, hastalıklar,
bitler, çekir-geler, tufanlar göndermiş. Gökten yağmurlarını kesivermiş.
İnsanları birbirlerini kıracak, birbirlerini yiyecek duruma getirmiş. Ama
insanlar Allah karşısında kendi durumlarını sorgulayıp, bu gelenlerden dersler
çıkarıp, yahu biz suçluyuz, biz zulmediyoruz da onun için bütün bunlar başımıza
geliyor diyerek Allah’a kulluğa yönelmemişler. İşte insanların, toplumların
kaybı burada başlıyor. Çünkü Allah’ın gönderdiği bu uyarıcılar aslında
insanların, toplumların uyanmalarına sebep olmalıydı. Ama bugün bu tür azaplarla
uyanmayanlar yarın o büyük azapla uyanacaklar. Uyanmaz komaz olsunlar. Ne
kıymeti olacak ta bu uyanmanın?
Eğer Allah’ın rahmeti gereği toplumlara
gönderdiği bu belalar, bu azaplar karşısında bağışıklık kazanmış, hiç tınmaz,
hiç aldırış etmez hale gelmiş bir toplum içinde insanlardan bazıları çıkıp ta
toplumu bu kötü gidişiyle uyarmazsa, onları vahiyle, Allah’ın âyetleriyle,
kıyâmetle, azapla uyarmazsa, artık Allah’ın azabı o toplumu top yekun
kaplayacaktır. O toplum top yekun azabı hakketmiş olacaktır. Ama Allah’la savaşa
tutuşmuş, Allah’ın elçileriyle, Allah’ın diniyle sa-vaşa tutuşmuş bir toplum
içinde insanlardan bazıları çıkıp ta, ey insanlar, Allah’ın size uyarıcılar
olarak gönderdiği bu belâların, bu depremlerin, bu açlıkların, bu kıtlıkların,
bu ekonomik sıkıntıların, bu ailevi ve toplumsal huzursuzlukların, bu sari
hastalıkların, bu siyasal bunalımların temel sebebi bilesiniz ki önceki
toplumlarda da görülen tabii olaylar, olağan hadiseler değildir. Bütün bunlar
bizim zulümlerimizin neticesidir. Bizler Allah’a karşı, Allah’ın kitabına karşı,
Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçisine karşı zulmettiğimiz için, hayatımızda
Allah’ı diskalifiye ettiğimiz için, kitapsız bir hayat yaşadığımız için,
peygambersiz bir hayat yaşadığımız için, Allah’a kulluktan kaçtığımız için
Rab-bimizden gelen uyarılardır bunlar. Rabbimiz bütün bu belâlarla bizi
uyarıyor. Bunlar Allah’ın bizi denemeleridir.
Gelin
ey insanlar, bu uyarılardan ibret alalım da hep birlikte Allah’a yönelelim.
Allah’a kulluğa yönelelim. Yıllardır kaçtığımız Rab-bimize tövbe edelim.
Yönümüzü, kıblemizi Allah’a doğru çevirelim. Allah’la, Allah’ın Kitabıyla,
Allah’ın elçisiyle barışık bir hayatın içine girelim. Günahlarımızdan,
zulümlerimizden vazgeçip Rabbimize yalvarıp yakaralım da Rabbimiz bu belâlardan,
bu çıkmazlardan, bu bu-nalımlardan bizi kurtarsın. Bizi sahil-i selâmete
çıkarsın demek zorundayız. Demek zorundayız ki daha büyük, daha genel azaplardan
bu toplumu, bu zavallı insanları kurtarmış olalım. Değilse Allah korusun böyle
bir toplum içinde uyarıcılar da susarsa, onlar da evlerine, işlerine çekilir,
onlar da günahkârların üyesi olmaya başlarlarsa genel bir azaptan sonra bunu
demenin, Allah’a yalvarıp yakarmanın hiçbir kıymeti kalmayacaktır. Çünkü,
unutmayın ki bir gün gelecek:
47. “Kıyâmet günü doğru teraziler
kurarız; hiç bir kimse haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile
yapılanı ortaya koyarız. Hesap gören olarak Biz yeteriz.”
Allah
kıyâmet günü adâlet terazisi koyacaktır. Evet artık kı-yamet günü hesap kitap
başlayacaktır ve artık geriye dönüş imkânı da kalmayacaktır. Rabbimiz öyle âdil
bir terazi koyacak ki insanın tüm amelleri bu terazide tartılacak. Bir ölçü, bir
tartı vazedilecek ki yarın bizce meçhul, bizce malum değil o. Ama bizler
mahiyetini bilmesek de, anlamasak da âhirete müteallik her bir iman konusuna
olduğu gibi inanıyoruz. İnanıyoruz ki yarın Rabbimiz bizim amellerimizi tartmak,
değerlendirmek için bir mîzan vazedecektir. Mü’minler için böyle bir mîzan
konulacağını anlatan Rabbimiz Kehf sûresinin 105. âyetinde de kâfirler için
terazi konulmayacağını, onların amellerini değerlendirmeye bile tabi
tutmayacağını anlatır.
“Bunlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na
kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir. Kıyâmet günü Biz
onlara değer vermeyeceğiz.”
(Kehf 105)
Evet
kâfirler için terazi konmayacak. Çünkü
bunlar Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr eden kimselerdir.
Allah’ın kendilerine yol göstermek üzere gönderdiği kitabının âyetlerini inkâr
etmişler, Allah’ın âyetlerini örtmüşler, âyetleri gündemlerinden düşürmüşler,
âyetlerden habersiz bir hayat yaşamışlar. Ve de O’na kavuşacakları günü
hesaplarına katmadan yaşamışlar. Yaşadıkları bu hayatın sonunda kendilerinden
hesap sorulmayacak zannederek yaşamışlar. Onun için tüm amelleri boşa gitmiştir
kâfirlerin.
Rabbimiz
buyurur ki biz onlar içim kıyâmet günü herhangi bir tartı da tutmayacağız.
Onların amelleri asla değerlendirmeye tabi tutulmayacaktır. Amellerinin hiçbir
değeri olmayacaktır yâni. Ne ya-parlarsa yapsınlar, isterse büyük büyük ameller
işlesinler. Fabrikalar, yollar, köprüler kursunlar. Açları doyurup çıplakları
giydirsinler. Değil mi ki tüm bu amellerinin yaptırıcısı Allah değil, hepsi
boştur bunların.
Ya
da onlar tüm çabalarını, tüm plan ve programlarını dünya adına harcamış
kimselerdir. Yâni bunlar dünyayı kıble edinmiş, tüm plan ve programlarını
dünyayı kazanmak adına yapmışlar. Dünyalık elde etmek üzere, dünyada zengin ve
başarılı olmak üzere yapmış insanlardır. Onun içindir ki yaptıklarının hiç
birisi âhirete intikal etmeyecektir. Hiçbir amellerinin karşılığını
görmeyeceklerdir.
Evet sadece mü’minler için konulacak
bir terazi, bir mîzan. Kur’an ve sünnette ortaya konduğuna göre öyle bir terazi
düşüneceğiz ki bu terazide kul kendisi tartılacak, sözleri, amelleri,
düşünceleri, kelimeleri, eceli, rızkı her şeyi tartılacak. Hem ameli, hem imanı,
hem düşünceyi, hem kişiyi o ameli işlemeye sevk eden niyeti, yâni adamın
ciğerini, bağırsaklarını bile tartabilecek bir terazi konulacak yarın.
Evet
Kur’an ve Sünnette ortaya konduğuna göre öyle bir terazi düşüneceğiz ki bu
terazide kul kendisi tartılacak, sözleri, ameli, düşünceleri, kelimeleri, eceli,
rızkı her şeyi tartılacak. Tabi biz hep iki kefeli bir terazi düşünüyoruz. Onun
içindir ki tamam bu terazinin bir kefesine bizim amellerimiz konacaktır anladık
da acaba bu terazinin öbür kefede ne olacak? diyoruz. Ama şimdi elektronik
teraziler çıktı. Ve artık iki kefeye gerek olmadığını tek kefeli bir terazinin
de olabileceğini gördük. Bir de şöyle düşünüyoruz. Tamam maddi şeylerin
tar-tılabileceğini anlıyoruz da acaba madde olmayan amel, cisim olmayan düşünce,
niyet nasıl tartılacak? Acaba bir söz, bir hareket nasıl ölçülecek? Bunu nasıl
anlayacağız?
Hani
yaşadığımız şu dünyada biz de tartarız değil mi? Bir şahsı, bir düşünceyi, bir
hareketi bir tavrı biz de ölçüp tartarız. Meselâ hasan deriz şöyle bir
tartıveririz ve yok ya onda hayır yoktur deyiveririz. Bir kooperatifte birine
bir görev verilecekse hemen kendisine verilecek o göreve göre şöyle bir ölçüp
tartarız onu ve deriz ki tamam bu işin ehli odur deriz, ya da olmaz bu iş onun
işi değildir deriz. İşte Rabbimizin yarın koyacağı terazi, mizan hem ameli, hem
imanı, hem düşünceyi, hem ameli, hem kişiyi o ameli işlemeye sevk eden niyeti,
yani adamın ciğerini, bağırsaklarını bile tartabilecek bir terazi. Bizce malum
olmayan hakikatler misa llerle
anlatılır. Meselâ Rabbimiz bizim görmediğimiz, duyularımızla idrak edemediğimiz
gaybî bir konu olan cenneti anlatırken ırmaklar, Huriler, Ğılmanlar, elmalar,
incirler, üzümler, atlas elbiseler, inciler, zebercetler vs ile
anlatır.
Kâfirler
için böyle asla bir mizanın konulmayacağını onların amellerinin kaale bile
alınmayacağını anlatan Allah’ın Resûlü Abdullah İbni Mes’ud efendimizin incecik
bacaklarına gülüşen kimselere şöyle buyuruyordu:
“Onun
bacakları incedir diye gülmeyin, Allah’a yemin ederim ki o bacaklar mizanda Uhut
dağından daha ağır geleceklerdir.”
Hiçbir nefis, hiçbir kimse hiçbir
şekilde zulme uğratılmayacaktır. Allah öyle güzel hükmedicidir ki hükmünde
kullarına zerre kadar zulmetmez. Hükmünde, kararında asla adâletsizliğe, zulme
düşmez Rabbimiz. Gerek dünyada kendisine kendisinin istediği gibi kulluk yapmış,
müslümanca bir hayat yaşamış müminlere, gerekse emirlerine, yasalarına isyan
içinde bir hayat yaşamış olan kâfirlere adâletle bir hüküm verecek, adâletle
karşılık verecek Rabbimiz. İnsanlar yarın bir kıl kadar, bir iplik kadar bile
zulme uğramayacaklardır. Allah adına yaptıklarının, yaşadıkları hayatın
karşılığını mutlaka göreceklerdir. Bir tek nefesleri, bir damla terleri bile
zâyi olmayacaktır. Herkes dünyada ne yapmışsa, ne tür ameller işlemişse onunla
karşı karşıya kalacak. Çünkü bu amelleri kendileri işlemiştir. Kendi amellerinin
karşılığıdır bunlar.
Değilse
yapmadıkları, işlemedikleri suçlardan ötürü Allah hiç kimseyi cezalandırarak
zulmetmez. Ya da başkalarının günahlarını yanlışlıkla bir adamın defterine
yazarak, işlemediği günahlardan ötürü ona zulmetmez. Veya yaptıklarının bir
kısmını zâyi etmek sûretiyle Allah kimseye zulmetmez. Hayır hayır, Allah hiçbir
haksızlık yapmaz, bunlar bu adamın bizzat dünyadayken kendi elleriyle işlediği
amellerin değerlendirilmesidir. Allah âdil bir Melik olarak, âdil bir hükümdar
olarak hükmünü verecektir. Tabi sadece o gün değil, bugün de adildir Rabbimiz.
Yâni
Rabbimiz o gün kullarının amellerini değerlendirirken ne kadar adilse, bugün
O’nun Kitabına göre, mîzanına göre, hayat programına göre hüküm vermek de o
kadar adâlettir. Ve bu Kitabın, bu Mîzanın dışında da başka bir adâlet, başka
bir doğru hüküm, başka bir doğru Mîzan da yoktur.
Evet hardal tanesi kadar bir amel bile
olsa biz onu getirip teraziye koyacağız, onu değerlendirmeye tabi tutacağız
diyor Rabbimiz. Zerre kadar, hardal tanesi kadar bir amel de olsa onu terazide
söz konusu ederiz diyor. İster iyi bir amel olsun, isterse kötü bir amel olsun.
Öyleyse Allah adına yaptıklarımızı, yapacaklarımızı asla küçük görmeyelim.
Bunlar küçük, bunlar değersiz demeyelim. Büyük küçük fark etmez Allah adına
verelim. Allah’ın rızasını kazanmak ve yarın defterimizde yazılı bulmak,
teraziye konmak için en küçük amelleri bile ihmal etmeyelim. Yarım hurmayla da
olsa, güzel bir çift sözle de olsa kendimizi cehennemden kurtarmaya çalışalım.
İyilikler konusunda böyle olduğu gibi günahlar konusunda da, kötülükler
konusunda da aynı hassasiyeti gösterip, küçük görülen günahlardan da sakınmasını
bilmek zorundayız.
Hesap görücü olarak Allah yeter. Belki şu anda
yaşadığınız hayatta kendi kendinize bir düzen dolap içine girerek, yaptığınız
haksızlıklar konusunda kılıflar hazırlayarak, tüm çevreyi atlatmayı becermiş
olabilirsiniz, ama unutmayın ki Allah sizi görmektedir. Allah tüm yaptıklarınıza
şâhittir ve hesap görücü olarak yetmektedir. İşte tüm hayatımızda, tüm yapıp
ettiklerimizde Allah bu hesap görücülüğü ile toplumu murakabesi altına alıyor.
Yaşadığımız bu dünyada sürekli kendisinin gözetimi ve kontrolü altında bir hayat
yaşadığımızı unutmamamızı, bunu çok iyi anlamamızı, yaptıklarımızın tümünü
kendisine lâyık bir şekilde muhsinler olarak yapmamızı istiyor Rabbimiz.
Öyleyse gelin ey insanlar, Allah
kontrolünde olduğumuzu unutmadan yaşayalım. Bunlar bunlar küçüktür, bunlar
bunlar değersizdir diye Rabbimizin istemediği kötülükleri işlemeye kendi
kendimize cevazlar bularak cesaret etmeyelim, cüret etmeyelim. Küçük görerek
güzel amelleri de işlemekten uzak durmayalım. Bir gün bu küçük gördüğümüz
iyiliklerin bizi cennete götüreceğini, bu basit gördüğümüz kötülüklerin de bizi
baş aşağı cehenneme yuvarlayacağını unut-mayalım. Haydin öyleyse hesabımızı buna
göre güzel yapalım. Hesabımızı güzel görecek Allah huzuruna çıkmazdan önce,
fırsat eldeyken O’nun hesap ölçülerine göre, O’nun kitabının mîzanına göre bir
hayat yaşamanın, bir hesap ödemenin sıkıntısını bugünden yaşayalım. Tüm
hayatımızı, tüm amellerimizi Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti belirlesin.
Kitap ve sünnet desin biz öyle yapalım da öte âlemde hesabımız güzel çıksın
inşallah.
48. “Andolsun ki, Mûsâ ve Harun'a
eğriyi doğrudan ayıran Furkân’ı, sakınanlar için ışık ve öğüt olarak
verdik.”
Biz
Mûsâ’ya ve Harun’a Furkân’ı verdik. Mûsâ (a.s)’a verilen Furkân Tevrat’tır.
Harun (a.s) da Onunla birlikteydi. İkisi birlikte Allah’tan görev aldılar.
Rabbimiz Tur dağında Mûsâ (a.s)’a elçilik verip kendisini şereflendirince Mûsâ
(a.s) bu şerefli görevi kardeşi için de istedi. Kardeşi Harun’un da elçilik
göreviyle görevlendirilmesi konusunda Rabbine dua dua yalvarıp yakardı da
Rabbimiz Onu da elçi seçti. Mûsâ (a.s) en güzel bir kardeşlik numunesi
sergileyerek kardeşi için de hidâyeti istedi. Biz de bunu kendimize örnek
alacağız. Biz de kardeşlerimiz için hidayet isteyeceğiz. Biz de kardeşlerimizin
hidayeti için çırpınacağız. Biz de kardeşlerimizin şerefe, şerefli konumlara
ulaşmasını isteyeceğiz.
Evet her ikisine de verilen Tevrat
Furkân’dır. Tevrat’ın bir adı Furkân olduğu gibi, bizim Kitabımız Kur’an’ın bir
adı da, bir özelliği de Furkân’dır. Furkân; fark eden, fark ettiren, ayıran
demektir. Allah’ın kitaplarının böyle bir özelliği vardır. Yâni Allah’ın
kitapları hakkı bâtıldan, bâtılı haktan ayırırlar. Bir de hakkı bâtılı, iyiyi
kötüyü fark ettirirler kitaplar. Kitap onunla birlikte olan kişiye yolunu fark
ettirir, hayatını fark ettirir. Kitapla beraber olan kişi hayatındaki tüm
bozuklukları, tüm yanlışlıkları, tüm bozuk düzenlikleri fark ediverir. Kitapla
birlikte oluverdiniz mi, hadiselere Kitabın gözlüğüyle bakıverdiniz mi o her
şeyi size fark ettiriverecektir. Hayatınızdaki küfür alâmetlerini, şirk
unsurlarını, nifak eserlerini ve tüm bozuk düzenlikleri kitapla fark
ediverirsiniz. Kitapla tanışmamışsanız, kitapla beraber değilseniz bunları
anlamanız mümkün olmayacaktır.
Öyleyse şunu kesinlikle bilelim ki bu
Kitabı tanımadan, bu kitapla tanışmadan
bizim hak ve bâtılı tanıma imkânımız yoktur. Kitaptan bağımsız olarak bir şeye
iyi, ya da kötü deme yetkimiz yoktur. Haram, ya da helâl deme yetkimiz yoktur.
Çünkü Kitabın iyi dediği iyidir, hak dediği haktır, bâtıl dediği de bâtıldır.
Onun ötesinde hiç kimsenin değer yargısına itibar edilmez.
Evet Allah kitaplarının bir başka
özelliği de, gerek Tevrat ve gerekse Allah’ın bu son Kitabı Kur’an aynı zamanda
ziyâdır, ışıktır, nûrdur. İnsanlığın yolunu aydınlatan, küfür, şirk karanlıkları
içinde ne yapacaklarını bilmez bir vaziyette kıvranan tüm dünya insanlığını
aydınlığa çıkaran bir özelliğe sahiptirler. Karanlık bir dünyanın insanları,
çözümsüz bir dünyanın insanları, bunalımlı bir dünyanın insanları kıyâmete kadar
bu özelliğe sahip olan bu kitapla ancak aydınlığa çıkabilecektir.
Öyle
değil mi? Eğer şu anda Allah’ın kendilerine gönderdiği bu ışığa sırt dönmüş,
kitapla diyaloglarını kesmiş, şeytan vahiylerinin gündemlerinin içine dalmış,
değer yargıları tefessüh etmiş bir dünyada, eğer şu anda Rabbimiz bizi kendi
gündemleriyle, kendi değer yargılarıyla, kendi ışıklarıyla, kendi âyetleriyle
karşı karşıya getirmeseydi biz ne yapardık? Hakkı, bâtılı, adâleti zulmü,
iyiliği kötülüğü, doğruyu yanlışı biz nereden öğrenebilirdik? Tüm dünyayı
kaplayan, tüm dünyayı etkisi altına alıp, tüm değer yargılarını altüst eden bu
şeytan vahiylerinin arasında bizler Hakka nasıl ulaşabilirdik? Rahmeti bol olan
Rabbimiz rahmetinin gereği olarak bize böyle Furkân bir kitap göndermeseydi, şu
anda karanlık güçlerin egemen olduğu, karanlık güçlerin beyinleri kararttığı bir
dünyada şu anda ulaştığımız aydınlığa nasıl ulaşabilirdik?
Bir de Allah’ın kitapları zikra’dır.
Zikirdir. Gündemdir bu kitaplar. Müslümanın gündemidir. Müslümanın gündemini
Allah’ın kitabı oluşturur. Rabbimiz hangi konunun gündem olmasını istiyorsa,
hangi konuyu gündeme almamızı istiyorsa onu gündeme almak zorundadır müslüman.
Rabbimiz hangi konunun düşünülmesini, hangi konunun konuşulmasını istemişse onu
düşünmek, onu konuşmak zorundadır müslüman.
İşte
şu anda peygamberleri gündeme almamızı istedi Rabbi-miz, biz onu gündeme aldık.
Biraz sonra başka konuların gündem olmasını isteyecek ve onları gündemimize
alacağız. Şeytan gündem-leriyle asla meşgul olmayacağız. Zaten Kitabı gündemine
almayan insanlar mecburen şeytan vahiylerini gündemlerine alıyorlar. Kim bu
Kitabın âyetlerini gündemine alırsa, hayatını bu kitapla düzenleme gayreti içine
girerse, işte o muttakidir, kitapla yol bulan, hayatını Allah için yaşayan
kimsedir. Bakın bundan sonra Rabbimiz muttakilerin özelliklerini
anlatacak:
49. “Onlar görmedikleri halde
Rablerinden korkarlar; kıyâmet saatinden de titrerler.”
Evet
o muttakiler, kitapla yol bulanlar, Allah’ın Kitabından istifade edebilme
hakkına sahip olanlar, kitabın esrarını kendilerine açtığı insanlar, gıyaben
Rablerinden korkan, gıyabında Rablerinden haşyet duyanlardır. Evet onlar
Rablerini görmüyorlar, duyularıyla O’nu algılama imkânına sahip değiller, ama
vahye imanları gereği, gayba imanları gereği, muhsin olmaları gereği Rablerinin
sürekli kendilerini gördüğünü, sürekli O’nun kontrolü altında olduklarını
bilirler ve gıyabında O’ndan haşyet duyarlar. Rablerine boyun eğenler, Allah’ı
gücendirmekten korkarlar, Allah’ı razı edememekten korkarlar.
Ve bir de onlar saat konusunda, kıyâmet
saati konusunda da tir tir titrerler. O saati hep gündemde tutarlar. Kıyâmetin
hesabını kitabını bir an bile unutmadan bir hayat yaşarlar. Ne kadar da güzel
kulluklar yapmışlarsa da hiçbir zaman kendilerini kesin cennetlik görmezler. Ne
yaparlarsa yapsınlar, Allah’ın daha güzeline lâyık ol-duğunu ve cennete
girebilmek için kesinlikle Allah’ın rahmetine muhtaç olduklarını hiçbir zaman
hatırlarından çıkarmazlar. Acaba yapamadık mı? Acaba beceremedik mi? Acaba
Rabbimizin hatırını kazanamadık mı? Acaba yaptıklarımız bizi ateşe mi götürüyor?
diye tir tir titrerler. Âhireti, hesabı kitabı daima iki kaşlarının arasında
hissederler. Rablerinden haşyet duyarlar. Acaba rızasına ulaşamadık mı? Acaba
memnun edemedik mi? diye sürekli içlerinde bir endişe taşırlar. Hesabın
kötüsünden, kötü hesaptan korkarlar. Rablerinden, Rablerinin rahmetinden ve
cennetinden kesinlikle ümitlerini kesmemekle beraber, acaba mı ki? diye yine de
korku içinde bir hayat yaşayarak her an daha iyiye, daha güzel bir müslümanlığa
çabalarlar. Hayatlarına buna göre program yaparlar. Hayatlarının her bir
saniyesine bu imanın mührünü vururlar. Evet işte böyle âhiret konusunda, ölüm
ötesi hayatın hesabı kitabı konusunda müşfik olan, tir tir titreyen insanlardır
muttakiler. Allah bizleri de onlardan eylesin inşallah.
50. “İşte bu, indirdiğimiz kutsal bir
Kitaptır. Siz mi onu inkâr ediyorsunuz?”
İşte
Azîz olan Allah’tan gelme Azîz olan ve müntesiplerini Azîz kılan bir zikir. İşte
yeryüzünün en büyük gündemi. Hem de bereketli olan, berekete konu olan, berekete
kaynak olan, kendisiyle birlikte olanların hayatlarını bereketlendiren, ona
sarılanları, onunla hareket edenleri cennete ulaştıran bir zikir.
İşte
şu anda yeryüzünde en büyük zikir olan, yeryüzünde en mübarek gündem olan bir
kitapla beraberiz. Kim bu zikre tabi olursa, kim bu zikri gündemine alırsa, kim
bu zikirle bir hayat yaşarsa, kim bu zikri okur, anlar, konuşur ve insanlara
ulaştırırsa, insanların gündemlerini bu zikirle oluşturma kavgası içine girerse,
hep bunu konuşur, hep bunu gündeme getirirse kesinlikle bilesiniz ki yeryüzünün
en mübarek insanı odur. Yeryüzünde tebrik edilecek tek insan odur. Hal
böyleyken:
Siz böyle mübarek bir Kitabı, böyle
tebrike şayan bir zikri inkâr mı ediyorsunuz? Onu reddetmeye mi çalışıyorsunuz?
Onu gündemlerinize almamaya, onunla birlikte olmamaya, onu konuşmamaya, ona
karşı ilgisiz kalmaya mı çalışıyorsunuz? Gündemlerinizi bu kitabın dışında başka
şeylerle mi oluşturmaya çalışıyorsunuz? Başka şeyler konuşmaya, başka şeyler
anlatmaya, başka şeyler dinlemeye mi çalışıyorsunuz? Şeytan vahiyleriyle
oluşturduğunuz gündemlerinizin içinde Kitaba yer vermemeye mi çalışıyorsunuz? O
zaman o gündemlerinizin bereketsizliği içinde mahvolup gitmeye hazır
olun.
Evet Mûsâ ve Harun (a.s)’ların
gündeminden sonra şimdi de bir başka kutlu peygamber gündeme
alınacak.
51. “Andolsun ki, daha önce İbrahim'e
de akla uygun olanı göstermiştik. Biz onu biliyorduk.”
Evet
İbrahim (a.s) gündem yapılıyor. Muhakkak ki biz daha önce İbrahim’e de rüştünü
verdik. İbrahim’i rüşte ulaştırdık. Onu Sırat-ı Müstakime hidâyet ettik. Rızaya
ve cennete ulaştıran yolu, hak yolu, İslâm yolunu, teslimiyet yolunu gösterdik
ona. Raşit kıldık onu. Kitabın, vahyin yönlendirmesine tabi kıldık onu. Çünkü
biz onu bilenlerden idik. Ona Rüştü, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden ayırt
edebilme gücünü verirken, Biz onun buna lâyık olduğunu biliyorduk diyor
Rab-bimiz. İşte Allah’ın kutlu elçisi İbrahim (a.s) Allah’ın lütfuyla, Allah’ın
verdiği rüştle, Allah’ın vahyiyle hakkı hak, bâtılı da bâtıl bilerek, bâtıldan
sarf-ı nazar edip, Hakka yönelerek bakın şöyle buyurdu:
52. “İbrahim,
babasına ve milletine: “Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?”
demişti.”
Rabbimizin rüşte ulaştırdığı İbrahim (a.s)
babasına ve toplumuna dedi ki: Samimiyetle kulluk ettiğiniz bu putlar, bu
heykeller, bu timsaller, bu semboller neyin nesi? Nedir bunlar? Ne anlama
geliyor bunlar? Bunlar ne ki sizler karşılarında samimiyetle kulluk ediyor,
söz-lerini dinliyor, arzularını yerine getiriyor, yasalarını uygulamaya
çalışıyorsunuz? Kendi akıllarınızla, kendi ellerinizle ortaya koyduğunuz, kendi
ellerinizle diktiğiniz, kendi hevâ ve heveslerinizle icat ettiğiniz bu putlar,
bu sistemler, bu yasalar, bu âdetler, bu yönetmelikler neyin nesi? Benim
Rabbimden getirdiğim dinimin karşısına çıkıp tutunmaya, savunmaya çalıştığınız,
korumaya çalıştığınız bu timsaller neyin nesi? Sizin eseriniz değil mi bu
sistemler? Siz kendiniz dikmediniz mi bu putları? Siz koymadınız mı bu yasaları?
Siz kendiniz koy-madınız mı bu kanunları?
Allah’ın
sisteminin, Allah’ın mesajının karşısında şu savun-duğunuz, şu tutunduğunuz
demokrasiyi kendiniz icat etmediniz mi? Ona tutunarak Allah sistemini dışlamaya
mı çalışıyorsunuz? Allah dinine, Allah Rabliğine alternatif olarak diktiğiniz bu
putları siz kendiniz kendi ellerinizle dikmediniz mi? Bu sistemleri kendiniz
icat etmediniz mi?
Evet insanlar kendi kafalarından, kendi
hevâ ve heveslerinden bir şeyler üretiyorlar ve onlara tutunarak Allah
sistemiyle savaş vermeye kalkışıyorlar. Diktikleri bu putlara dokunulmazlıklar
izafe ederek, onların kesin doğru olduklarını kabul ederek onların
tartışılmasına bile izin vermiyorlar. Meselâ kendi elleriyle laiklik diye bir
put dikiyorlar, ona öyle bir sarılıyorlar ki, öyle bir kutsiyet izafe ediyorlar
ki, öyle bir dokunulmazlık veriyorlar ki onların kesin bâtıl olduğunu bilen
insanlar bile ona ilişmekten korkuyorlar.
Evet adamlar kendi yaptıklarına
sarılarak Allah yasalarıyla savaşmaya çalışıyorlar. Bunlar Allah’ınkinden daha
üstün, bunlar Al-lah yasalarından daha doğrudur demeye çalışıyorlar. Meselâ
kanun çıkarıyorlar, kendileri yasa yapıyorlar ve Allah’ın arzuları bu yasalarla
çatıştığı zaman da eh ne yapalım yasalar böyle diyorlar. Ne yapalım yasalar izin
vermiyor diyorlar. Peki kim yaptı bu yasaları? Kim dikti bu putları? Allah
yasalarına göre örtünmek isteyen kızların karşısına kendi yasalarını
çıkarıyorlar ne yapalım yasalar engel diyorlar.
Eskiden
müşrik Araplar helvadan put yapıyorlar, bir süre tapınıyorlar, sonra acıkınca da
onu yiyiveriyorlardı. Şimdi de aynen öyledir. Yasa yapıyorlar, bir süre o
yasalara saygı duyup uyguluyorlar on-ları, ama daha sonra işlerine gelmeyince de
o yasaları yiyiveriyorlar. Hani şimdi şu anda on sene önceki yasalar var mı?
Nerede onlar? Halbuki o günlerde o yasalar yüzünden ne canlar yakmışlardı değil
mi? Ama aradan bir kaç sene geçince kendi yasalarını, kendi putlarını kendileri
yiyorlar.
Bütün bu yaptıklarınız sadece isimden
ibarettir diyor Rab-bimiz. Sadece isim, altında da hiçbir şey yoktur. Meselâ
adâlet di-yorlar, ama adâletin asına bile rastlamak mümkün değil. Hürriyet
di-yorlar, eşitlik diyorlar, yasalar diyorlar, demokrasi diyorlar, laiklik
di-yorlar, din ve vicdan özgürlüğü diyorlar, ama başörtülülere kan
ağla-tıyorlar. İnsan hakları diyorlar, adâlet konseyi diyorlar, güvenlik konseyi
diyorlar ama sadece isimden ibaret, altında bu isme lâyık hiçbir şey yok. Tüm
dünyaya korkudan başka, zulümden başka hiç bir şey yaymıyorlar. Sadece isimden
ibarettir bunların yaptıkları şeyler. Altını kazıdığınız zaman hiç bir çıkmaz.
Sadece timsal ve sembolden ibarettir.
Evet
İbrahim (a.s) böyle buyurunca toplum diyor ki bakın:
53. “Babalarımızı onlara tapar bulduk”
demişlerdi.”
Evet
diyorlar ki ey İbrahim, biz atalarımızı bunlara ibadet eder bulduk. Atalarımızı
bu yolda bulduk. Biz atalarımızı bazı değerlerin bu temsilcilerine ibadet ve
itaat eder bulduk. Dolayısıyla biz de atalarımızın yoluna tabi oluyoruz.
Atalarımızın yoluna, anlayışına sahip çıkıyoruz. Onlar böyle deyince bakın
Allah’ın elçisi çok tekitli bir ifadeyle şöyle buyuruyor:
54. “İbrahim: “Andolsun ki sizler de
babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi”
Yemin
üstüne yemin olsun ki, sizler de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz.
Allah yanında hiçbir değer ifade etmeyen bu âciz varlıklara ibadet etmekle
atalarınız da, onların yolunu körü körüne sürdüren sizler de çok büyük bir
sapıklık içindesiniz.
Evet diyorlar ki biz aba ve
ecdadımızdan böyle gördük. Aba ve ecdadımızı bunun üzerine bulduk. Aba ve
ecdadımızı da bunları yapar bulduk. Eğer bu yaptığımız şeyler kötü bir şey
olsaydı, elbette atalarımız yapmazlardı bunu diyorlar. Atalarımız da bunları
yaptığına göre bunlar günah değildir diyorlar. Biz atalarımızı bir din, bir yol
üzerine bulduk, biz de onların izleri üzerinde güdülüp gideceğiz. Onlar bizi
nereye çekerlerse, nereye sürüklerlerse oraya doğru gideceğiz diyorlar.
Tıpkı
şu anda müslümanım diyen insanlardan pek çoğunun kör bir taklidin peşine
takılıp, dinlerinin aslını araştırma gereği duymadan atalarından intikal edenin
doğruluğuna güvenerek onların izlerini takip ettikleri gibi. Bu tür insanların
bizim toplumda çoğunlukta olduğunu görüyoruz. Ya da işte uydum cemaate diyerek
çoğunluğun yaptıklarının doğruluğuna itikat eden ve hiç düşünmeden onların
peşine takılan insanlar gibi. Allah korusun bu insanların ne amel edecek bir
kitapları var, ne kitaptan haberleri var, ne de dayandıkları bir delilleri
vardır. Onlar sadece cahil babalarının yoluna tabi oluyorlar. Diyorlar ki biz
atalarımızı bir sebil üzere, bir yol üzere, bir mezhep üzere, bir tarz üzere,
bir hayat programı üzere bulduk, biz de onların izleri üzerinde gitmekteyiz.
Atalar
dini. Atalar yolu. Bunların işi gücü kör taklittir. Dinin te-mel kaynakları olan
kitap ve sünneti tanıma ve amellerini onlara da-yandırma zahmetinden kaçan bu
taklitçiler, atalarının sünnetine tabi olarak kolay yoldan doğru yolu
bulabileceklerini zanneden zavallılardır. Bakın diyorlar ki İbrahim
(a.s)’a:
55. “Sen bize gerçeği mi getirdin yoksa
şaka mı ediyorsun?” dediler.”
Ey
İbrahim, gerçekten sen bize bir hakla mı geldin? Bize gerçekten bir hak mı
getirdin? Yoksa bizimle oyun oynayanlardan mısın? Gerçekten bu söylediklerin hak
mı, yoksa bizimle dalga mı geçiyorsun? Bunları lâf olsun diye, eğlence olsun
diye mi konuşuyorsun? Yoksa bu dediklerin doğru mu? Bizimle şaka mı ediyorsun,
yoksa ciddi misin?
56. “O şöyle dedi: “Hayır; Rabbiniz,
göklerin ve yerin Rabbidir ki onları, O yaratmıştır. Ben de buna şâhitlik
edenlerdenim.”
İbrahim
(a.s) dedi ki, benim Rabbim, göklerin ve yerin Rab-bidir ki onları yoktan var
edendir. Büyük atamız dikkat ederseniz hemen gerçeği yerine oturtuverdi. Rabbin
yaratıcı özelliğini ortaya koyuverdi. Rab olanın, göklere ve yere egemen olanın,
göklere ve yere söz geçirenin yaratıcı olması gerektiğini, yaratıcı olmayanların
asla Rab ve İlâh olamayacağını, insanların hayatına karışamayacağını or-taya
koyuverdi.
Evet
şu hiçbir özellikleri olmayan, ne kendilerini, ne de başkalarını yaratma gücüne
sahip olmayan, rızık verme, doyurma, koruma özellikleri olmayan, bırakın
başkalarına, kendilerine bile bir fayda ve zarar sağlama güçleri olmayan,
konuşamayan, yeme, içme özellikleri olmayan, sadece insanların kendi
kafalarından uydurdukları bu varlıklara, bu putlara tapınanların ne kadar
akılsız, ne kadar aptal olduklarını, bu aptalların sapıklıklarını ortaya
koyduktan sonra bakın İbrahim (a.s)öyle diyordu:
Ey insanlar, bunların hiçbirisi Rab ve
İlâh olamazlar. Bilâkis Rabbiniz, kendisine ibadet edeceğiniz, sözünü
dinleyeceğiniz, yasalarını uygulayacağınız, hatırını kazanacağınız,
boyunlarınızdaki kulluk iplerini eline vereceğiniz, çektiği yere gideceğiniz,
dua edeceğiniz, sığınacağınız, saygı duyacağınız, hamd edeceğiniz Rabbiniz
göklerin ve yerin de Rabbidir. O Rab şu anda tanrılaştırdığınız varlıklar gibi
sadece yeryüzünün Rabbi değil, sadece belli ülkelerin Rabbi değil, sadece
insanların Rabbi değil, gökler ve göktekilerin de, yerler ve yerdekilerin de
Rabbidir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi O’na boyun büküp teslim olmuştur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini
yaratan ve hepsinin yasalarını belirleyendir O Rabb’tır. Şu sizin Allah
berisinde tanrı kabul ettiğiniz varlıkların hangisinin böyle bir özelliği
vardır? Hangi tanrı ve tanrıçanızın göklerde ve yerde egemenliği vardır? O
Rabbin bir başka özelliği de:
Onları yoktan var etmesidir. Gökleri ve
yeri, göktekileri ve yer-dekileri yoktan var edendir O. Peki Allah özelliğine
sahip başka biri var mı? Allah’tan başka yoktan bir şey var eden var mı? Hattâ
işte bundan dolayı Allah’ı hayatlarında devre dışı bırakarak hiçbir şey ya-ratma
özelliğinde olmayan bu sahte tanrılar egemenliğinde bir hayat yaşamaya çalışan
müşriklerin yanılgıları bilimlerinde de söz konusudur. Kendi kendilerine
uydurdukları, kendi elleriyle diktikleri tanrılarında olmayan Allah’ın bu
yaratıcılık özelliğini diskalifiye edebilmek için diyorlar ki, hiçbir varlık
yoktan var olmaz, var iken de yok olmaz. Var yok olmaz, yok da var olmaz
diyorlar. Neden diyorlar bunu? Çünkü ne kendileri, ne de tapındıkları tanrıları
kesinlikle hiçbir şeyi yoktan var etmeye, varı da yok etmeye güç
yetirememektedirler. Herhangi bir varlığı yaratmaya da, yok iken var etmeye de,
var iken öldürmeye de mâlik değillerdir. Yaratan da, öldüren de Allah’tır.
Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran sadece Allah’tır. İşte Allah’ın bu
sıfatını diskalifiye edebilmek için bu saçmalığı bilimsel bir gerçekmiş gibi
sunmaya çalışıyorlar alçaklar.
Ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Ben
Rabbimin bu sıfatlara sahip oluşuna şahidim. Gözümle görmeden de öte kesin bir
bilgiyle buna şehadet ediyorum ben. Ben de göklerin ve yerin, göktekilerin ve
yerdekilerin Rabbi olan, göklerde ve yerde egemen olan, göklerin ve yerin yoktan
var edicisi olan Allah’ın benim de, sizin de Rabbimiz olduğuna şehadet
ediyorum.
57. “Allah'a yemin ederim ki, siz
ayrıldıktan sonra, putlarınıza bir tuzak kuracağım!”
İbrahim
(a.s) dedi ki, Allah’a yemin olsun ki ben sizin bu Allah sıfatlarına sahip
olmadıkları halde Allah yerine, Rab ve İlâh makamına oturttuğunuz putlarınıza,
tanrılarınıza bir tuzak kuracak, bir oyun oynayacağım. Bu âciz varlıkların asla
tanrı olmadıklarını, olamayacaklarını size göstereceğim. Siz ayrıldıktan sonra,
siz arkanızı dönüp gittikten sonra onlara bir düzen kuracağım
diyor.
58. “Hepsini paramparça edip,
içlerinden büyüğünü ona başvursunlar diye, sağlam
bıraktı.”
O
putların en büyükleri hariç diğerlerini kırıp param parça etti. Hepsini kırdı,
sadece bir tanesi hariç. Onu kırmadı, belki ona dönerler diye. Umulur ki ona
dönerler, kendisine müracaat ederler diye ona dokunmadı. Ya o puta dönerler,
müracaat ederler, ya da kendisine müracaat ederler diye onu kırmadı İbrahim
(as.) Ya da onların âcizliklerini, güçsüzlüklerini, kendilerini bile koruma
gücüne sahip olmadıklarını anlayıp Rablerine kulluğu dönerler diye böyle
yaptı.
Evet Allah’ın elçisi, halk orayı terk
ettikten sonra, topluca bir bayram yerine gittikten sonra put haneye giriyor ve
orada bulunan irili ufaklı tüm putları kırıyor, sadece bir tanesini, onların en
büyüklerini bırakıyor. Belki bu olayla kendilerine gelirler, kendilerine
dönerler, akıllarını başlarına alırlar diye. Belki bunun çözümü konusunda
kendisine müracaat ederler de bu işin aslını onlara anlatma, onları uyarma
fırsatı bulurum diye. Sonra halk dönünce görüyorlar ki tüm tanrıları yerle bir
edilmiş. Tüm tanrıları kırılmış, yok edilmiş. Bu manzara karşısında şaşkına
dönmüş insanlar gazapla diyorlar ki:
59. “Milleti: “İlâhlarımıza bunu kim
yaptı? Doğrusu o zalimlerden biridir” dediler.”
İlahlarımıza
bunu kim yaptı? Bunu İlâhlarımıza kim yaptıysa muhakkak ki o zalimlerdendir.
Böyle bir şeyi İlâhlarımıza yapmakla o zulümlerin en büyüğünü irtikap etmiştir
diyorlar. Putlarımıza yapılan bu iş zulümlerin en büyüğüdür diyorlar. Çünkü her
ne kadar bizim bu İlâhlarımız, bu putlarımız konuşma yeteneğine sahip olmasalar
da, kendi kendilerini koruma, düşmanlarıyla savaşma yeteneğine, hüküm verme,
hüküm uygulama yeteneğine sahip olmasalar da, bizim tarafımızdan dikilip
korunsalar da, bize muhtaç olsalar da biz onları seviyor, onlara saygı
duyuyorduk. Onların arkasına saklanıp istediğimiz şeyleri yapabiliyorduk.
Keyfimize göre bir hayat yaşayabiliyorduk.
Peki acaba bu putlar ne istiyorlardı
onlardan? Nasıl bir kulluk istiyorlardı, nasıl sorumluluklar istiyorlardı
onlardan? Aslında o putların onlardan ne istedikleri değil, onları dikip
arkalarına saklananların onlara ne söylettirdikleri önemlidir. Evet o putlar
onlardan bizzat bir şeyler istemese de, istetiyorlardı. Putlar kendilerine
konuşmasa da, onlar o putları kendilerince konuşturuyorlar, putlara kendi
istedikleri bir kısım şeyleri dedirtiyorlar ve o dediklerini de yapıyorlardı
tabii. Yâni aslında onlar o putlara değil kendi arzularına, kendi hevâ ve
he-veslerine tapınıyorlardı.
Put
budur zaten. Put insanlara hiçbir şey demese de, dedirtirler ona. Put aslında
konuşmaz, ama putun arkasına saklanan birileri istediklerini o putlara
söyleterek onun arkasında kendi egemenliklerini, kendi hegemonyalarını
gerçekleştirirler.
Meselâ
şimdi insanların hayatına bir put olarak dikilmiş olan şu yönetmelikler konuşur
mu? Konuşmaz değil mi? Ama konuşturuyorlar değil mi insanlar şu anda onları?
"Olmaz arkadaş! Bu yönetmeliklere aykırıdır!" diyor müdür efendi. Veya olmaz
arkadaş! Bu âdetlere terstir diyor adam. Yâni bu yönetmenlik dedikleri şey ne?
Ya da bu âdet dedikleri ne? Kim koydu
bunu? İnsanlar koymadılar mı? Yâni şimdi bu yönetmeliklerin, bu âdetlerin
arkasında birileri yok mu? Birileri konuşturmuyorlar mı onları? Birileri onların
arakasında kendi arzularını putlaştırmıyorlar mı? Aslında hiçbir put insanları
kendisine kulluğa çağırmaz, çağıramaz. Lâkin onu dikenler onlara kulluğa
çağırmaktadırlar.
Bakın bu diktikleri putları, bu
tanrıları kendilerine kulluk edenlerine bir şeyler sağlamak, kendilerine kulluk
edenleri korumak, onları doyurmak şöyle dursun, kendilerini bile korumaktan
âcizdirler. Bu âciz varlıklar kendilerine bel bağlayan, kendilerine gönüllü
kulluk eden, velâyeti altındaki kullarını, kölelerini, vatandaşlarını doyurmak
ve beslemek şöyle dursun onlardan beslenmek durumundadırlar. Kullarını korumak
şöyle dursun kullarının korumasına sığınmaktadırlar. Kullarından aman beni
koruyun! Beni yıkmak, beni kırmak, beni yok etmek isteyenlere karşı aman beni
koruyun! diye onlardan korunma talep etmektedirler.
Öyle
değil mi? Hiçbir put onu diken kullarından saygı, kabul görmedikçe tapınılmaya
lâyık olamaz. Hiçbir Firavun kullarından, metbularından vergi almadıkça ayakta
duramaz. Hiçbir Firavun kullarından destek almadıkça ayakta duramaz. Hiçbir put
kendisine tapınanlardan kendisine bir mozole, bir anıtkabir istemedikçe
tapınılmaya değer görülemez. Hiçbir sistem kullarından oy istemedikçe,
kullarından sahiplenme istemedikçe yaşayamaz. Hiçbir âdet, hiçbir töre, hiç bir
yasa, hiçbir yönetmelik, hiçbir moda bağlılarından talep görmedikçe yaşayamaz.
Bakın
İbrahim (a.s) in toplumu da korudukları putlarının yanın-dan ayrılır ayrılmaz
bir çocuğun kendilerini paramparça etmesine engel olamıyorlar. Tanrılarının
başına gelen bu olaya üzülüyorlar ve di-yorlar ki kim yaptı bunu? Bunu
İlâhlarımıza kim yapmışsa gerçekten o en büyük zalimdir. Sonra diyorlar
ki:
60,61. “Bazıları: “İbrahim denen bir
gencin onları diline doladığını duymuştuk” deyince, “O halde bunların şâhitlik
edebilmeleri için onu halkın gözü önüne getirin” dediler.”
Evet
kendi kendilerine diyorlar ki, biz İbrahim denen bir genç duymuştuk. Onun
özelliği şuydu: O bizim putlarımız hakkında bir şeyler söylüyordu. O bizim
İlâhlarımız hakkında ileri geri konuşmalar yapıyor, bizim İlâhlarımızı diline
doluyordu. Onların tanrı olmadıklarını, onların hiçbir değer ve anlam ifade
etmediklerini, sadece birer timsal olduklarını, içi boş birer kadavradan, birer
heykelden, birer isimden, yakıştırmadan ibaret olduklarını söylüyordu. Herhalde
putlarımıza bu kötülüğü yapsa yapsa o yapar, ondan başka bunu onlara yapacak hiç
kimse yoktur dediler.
Buradan
anlaşılıyor ki toplum İbrahim (a.s)’ı ve Onun inancını tanıyorlardı. Allah’ın
elçisi toplum içinde sürekli onların İlâhlarının, putlarının aleyhinde
konuşuyor, onların asla tanrı olamayacağını, gerçek İlâhın âlemlerin Rabbi olan
Allah olduğunu gündemde tutuyordu. Sürekli toplumu Allah’a kulluğa dâvet
ediyordu. Herkes onun bu tavrını biliyordu. Onun içindir ki putlarının başına
gelen bu hadiseden ilk planda onu sorumlu tutuyorlardı.
62. “İbrahim gelince, ona: “Ey İbrahim!
Bunu İlâhlarımıza sen mi yaptın?” dediler.”
Putların
bulunduğu put hanenin çevresinde kümelenen halkın konuşmaları, tartışmaları
devam ediyor. Dediler ki onu insanların gözleri önüne getirin. Olur ki bu halk
ona şâhitlik eder. Bakalım, bu hadiseyi bir tahkik edelim, araştıralım, onu
sorgulayalım dediler ve herkes toplanıp İbrahim (a.s)’ı çağırdılar. İşte
Allah’ın elçisinin beklediği, planladığı da buydu. Bu hadisenin tüm insanların
gözleri önünde şüyu bulmasını istiyordu. Herkesin önünde bu putların asla tanrı
olmadıklarını anlatmak, onların akıllarını erdirmek, onları uyarmak istiyordu.
Tıpkı Mûsâ (a.s) gibi halkın arasına geldi.
63. “İbrahim: “Belki onu şu büyükleri
yapmıştır, konuşabiliyorlarsa onlara sorun” dedi.”
Dediler
ki ey İbrahim, bunu putlarımıza sen mi yaptın? Herkes susmuş dinliyorken İbrahim
(a.s)şöyle buyurdu: Bilâkis bunu o yapmıştır. Bilâkis tanrılarınıza bunu; şu
büyükleri yapmıştır. İşte bu onların büyükleridir. Eğer konuşurlarsa sorun
onlara. Hepsi, bütün küçükleri kırılıp o kaldığına göre ve onları kıran balta da
onun boynunda olduğuna göre, elbette bu işi o yapmıştır. İbrahim (a.s) o putlara
tapınan bu âcizlerin akıllarını erdirmek için böyle bir yöntem takip ediyordu.
Bu İbrahim (a.s)’in söylediği bir yalan değil aksine tartışmada bir yöntemdi.
Tıpkı En’âm sûresinde toplumunun akıllarını erdirebilmek için ay, güneş ve
yıldızlar için şöyle buyurduğu gibi:
"Bu Rabbim ha?"
(En’âm
76)
Bu benim Rabbim ha? Şimdi ben hayat
programımı bundan alacağım ha? Siz bu yıldızı Rab kabul ediyorsunuz ve ben de
ona ibadet edeceğim öyle mi? Ben hayatımı buna danışacağım öyle mi? Şimdi benim
Rabbim bu yıldız ha? Ben bunu Rab bileceğim öyle mi? diyor ve onların gözünde o
yıldızın Rab olamayacağını anlatmaya çalışıyordu. Bu, tartışmada bir ikna
yöntemidir. İşte bakın burada da kırdığı putların
karşısında:
Derken görüyoruz. Bu söz de aynen bunun
gibiydi. Hz. İbrahim burada da bu sözü söylerken o putların konuşmayacağını,
konuşamayacağını pek ala biliyordu. Ama bunu bile bile yine de muhataplarına
bunu anlatabilmek, onların akıllarını erdirebilmek için böyle diyordu. Sorun o
putlara da kendilerini kimin kırdığını söylesinler. O böyle
deyince:
64,65. “Kendi kendilerine: “Doğrusu siz
haksızsınız”, sonra kafalarında olan eski inançlarına dönerek: “Ey İbrahim!
Bunların konuşmayacağını, andolsun ki, bilirsin” dediler.”
Evet
onlar nefislerine döndüler. Çünkü Allah’ın elçisi gerçekten onları can alıcı
noktalarından yakalamıştı. İbrahim (a.s)’in bu akılları erdirici sözünden sonra
kendilerine gelip akıllarını kullanmaya, kalpleriyle tefekkür etmeye başladılar.
Ve kendi kendilerine dediler ki gerçekten siz zalimlerin ta kendilerisiniz. Bu
cansız ve akılsız varlıklara tapınan sizler zalimlik ediyorsunuz diyerek kendi
kendilerine bu yargıya varıp içlerinden böyle dediler. Bu âciz varlıkları Allah
makamına oturtarak Allah’a zulmediyorsunuz. Akıllarınıza, kalplerinize, insan
oluşunuza zulmediyorsunuz. Gerçekten bu putları kıran İbrahim değil, onlara
tapınan sizler zalimlersiniz dediler. Çünkü kendilerine gelip düşününce hemen
anladılar ki; ne bu en büyükleri onları kırabilir, ne de bu paramparça olan
küçükler kendilerini kimin kırdığını söyleyebilirler.
Sonra, kendilerine gelip gerçeği
anladıktan hemen sonra çaresiz mahcup olup başlarını önlerine eğdiler,
hatalarını anladılar, bunların hiçbirisinin tanrı olamayacağını anladılar. Ya da
bu gerçeği kavrayıp zalimliklerini itiraf ettikten hemen sonra başları üzerine,
tepeleri üstüne gerisingeriye döndüler. Tepe taklak gelerek eski inançlarına,
eski kafalarına, eski mantıklarına, eski şirklerine döndüler. Yükseldikleri az
evvelki kavrayışlarından baş aşağı yuvarlandılar. Tekrar eski dünyalarına
dönüverdiler de: Ey İbrahim, sen de pekala biliyorsun ki bu putlar konuşmazlar.
Şimdi bunu bile bile sen nasıl oluyor da kendilerini kimin kırdığını onlara
sormamızı teklif ediyorsun? Onları bu noktaya getiren Allah’ın elçisi buyurdu
ki:
66,67. “İbrahim: “O halde, Allah'ı
bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara ne diye
taparsınız? Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun!
Akletmiyor musunuz?” dedi.”
Öyleyse
Allah’ı bırakıp ta niçin konuşamayan, ne kendilerine, ne de size karşı hiçbir
fayda ve zarar sağlama imkânına sahip olmayan bu putlara tapınıyorsunuz? Allah’ı
bırakıp ta kendilerine tapındığınız bu putlar size ne bir fayda verebilirler, ne
de en ufak bir zarar verebilirler. Şimdi sizler fayda ve zarar verebilecek tek
egemen olan Allah’ı bırakıp ta O’nun berisinde bunlara mı ibadet ediyorsunuz?
Kulluk, güç ve kudret sahibi Allah’a lâyıkken O’nu bırakıp ta hiçbir güç ve
kuvvet sahibi olmayan bu putlara mı kulluk ediyorsunuz? Bunlar size hiçbir zarar
veremeyecekleri gibi, fayda da sağlayamazlar.
Size de Allah berisinde tapındığınız bu
putlarınıza da, bu tanrılarınıza da yuh olsun. Akletmez misiniz? Aklınız yok mu
sizin? Akıllarınızı kullanmaz mısınız? Evet İbrahim (a.s) insanlar karşısında
söyleyeceğini söylüyor. Ta baştan beri hedefi buydu zaten. Baştan beri sadece o
dönem insanlığına değil kıyâmete kadar tüm insanlığa bu ölümsüz mesajı
ulaştırmaktı derdi. Allah’ın elçisinin tevhidi haykıran bu çağrısı sadece o
günün Ur kentinde yankı yapmıyordu, kıyâmete kadar Allah’ı unutup O’nun
berisinde yapay tanrılara ve tanrıçalara tapınan müşriklerin akıllarını
başlarına getirecek, başlarına inen bir balyoz yankısını yapacaktı.
Tevhid
peygamberi İbrahim (a.s)’in: Ey kavmim, sizler size hiç bir fayda ve zarar
vermeyenlere mi ibadet ediyorsunuz? Şeklindeki akıl erdirici sorgulaması onlarda
şok etkisi yapıyordu. O insanlar bu sözlerle sarsılıyorlardı, ama elbette sadece
onlar değil, kıyâmete kadar tüm insanlık sarsılmaya ve kendine gelmeye devam
edecek.
Ey
akılsızlar, ey akıllarını kullanmayanlar, ey düşünmeyenler, yuh olsun size de,
bu putlarınıza da. Hiç aklınız yok mu sizin? Ne güçleri var bu putların? Ne
yetkileri var? Şu Allah berisinde dua ettikleriniz, çağırdıklarınız, Allah
yasaları dururken yasalarını çağrıştırdıklarınız, Allah berisinde kendilerinde
bir şey var zannederek imdadınıza çağırdıklarınız, kendileriyle iletişim kurmaya
çalıştıklarınız, kendilerine bel bağladıklarınız var ya. Kapılarında hukuk
dilendikleriniz, eğitim konusunda kendilerine baş vurup istekte bulunduklarınız
var ya, onların hepsi de kuldurlar. Sizler gibi kuldur onlar. Allah’ın kulları
ve mülkleridir onlar. Yaratılışları Allah’tan, rızıkları Allah’tan, hayatları ve
ölümleri Allah’tan olan kullardır onlar. Hepsi de çaresiz Allah yasalarına
mahkumdur.
Tabi
tanrılaştırılan bu varlıklar her zaman taştan, tunçtan olmayabilir. Bazen de
insanlar putlaştırılır. Kurumlar, müesseseler putlaştırılır. Tüm bu putlar ve
onları putlaştıranlara Allah’ın elçisi diyor ki, bunların hepsi güçsüzdür, hepsi
kuldur. Bunlara dua edilemeyeceği gibi, bunların kendileri duaya muhtaçtır.
Durum böyle olunca bu varlıklar nasıl putlaştırılabilir? Nasıl bu âcizlerin İlâh
diye arkalarından gidilip, yasaları uygulanabilir?
Bunların hepsi kuldur, hepsi Allah’ın
kullarıdır, hepsi Allah’ın yaratıklarıdır. Hiçbir güçleri, hiçbir yetkileri
yoktur onların. Ne kendilerine, ne de kullarına hiçbir fayda ve zarar sağlama
imkânına sahip değillerdir onlar. Eğer aksini iddia ediyorsanız söyleyin
bakalım, niye koruyamadılar benim gibi bir genç karşısında kendilerini? Hani
neredeydi onların güçleri kuvvetleri? Kendilerini bile kırılmaktan koruyamayan
bu tanrılar sizi nasıl koruyacaklar?
Eğer
gerçekten bunların tanrı olduklarını samimiyetle savunuyorsanız haydi çağırın
onları da size icabet etsinler bakalım. Başınız derde düştüğü zaman,
sıkıştığınız zaman, büyük felâketlere maruz kaldığınız zaman, meselâ bir
depremle, bir ölümle, bir kıtlıkla karşı karşıya kaldığınız zaman çağırın
imdadınıza da kurtarsınlar bakalım sizi? Böyle bir durumda kime yalvarırsınız?
Kimi çağırırsınız imdadınıza? Bunları mı çağırıyorsunuz, yoksa Allah’ı mı? Haydi
böyle içinden çıkamadığınız konularda çağırın o putlarınızı, çağırın o
tâğutla-rınızı da sizi kurtarsınlar bakalım. Çağırın bakalım da eğer onlar sizin
gibi kullar değiller de tanrısal bir güçleri varsa size icabet etsinler bakalım.
Gerek
canlı, gerekse cansız bu varlıklarda İlâhlık gören, tanrısal güç gören herkes
yalan söylüyor demektir. Çünkü bunların hiçbirisi çağıranın çağrısına icabet
edemezler. Evet bu insanların Allah’ı bırakıp da kıyâmet gününe kadar
kendilerine cevap veremeyecek, dualarına ve çağrılarına ebediyen icabet
edemeyecek âciz varlıklara kulluk yapan akılsız kimselerdir.
Yeryüzünde
hiçbir şey yaratmaya, yapmaya güç yetiremeyen, kendi varlıkları konusunda bile
Allah’a muhtaç olan, yoku var etmeye, varı yok etmeye, fayda sağlamaya ve zararı
def etmeye kadir olmayan bir kısım âciz varlıklara dua eden kimselerden daha
akılsız ve daha zalim kim vardır? Allah’ı bırakıp da böyle dualarını bile
duyamayacak, kendilerine icabet edemeyecek, kendilerinin imdadına yetişemeyecek
varlıklara dua eden kimselerden daha şaşkın, daha sapık kim vardır diyor İbrahim
(a.s).
Kıyâmete
kadar kapılarını dövdükleri bu âciz varlıkların onlara hidâyet sunmaları, onlara
yol göstermeleri, onlara reçeteler sunmaları mümkün değildir. Kıyâmete kadar
onları Hakka ulaştırmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar bu zalimler
onların önünde eğilip onlardan yardım beklesinler. İstedikleri kadar onları Rab
bilip onlardan hayat programı istesinler. Aman bizi kurtarın! Aman bize güzel
yasalar yapıp bizi sahil-i selâmete çıkarın! diyerek istedikleri kadar onlara
yalvarıp yakarsınlar. Kıyâmete kadar onların bunlara hiçbir fayda sağlamaları
mümkün olmayacaktır. Çünkü isteyenler de zayıf, istenenler de âcizdir. Onların
Hakka ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır.
Öyle
değil mi? Hani şu ana kadar bu âciz insanlardan hangisinin insanlığa sunduğu
sistem, hangisinin insanlığa sunduğu reçete insanları huzur ve sükûna
kavuşturabilmiştir? Dünya açısından bu böyle olduğu gibi, âhiret açısından da
böyledir. Dünyada bir fayda sağlayamadıkları gibi âhirette de insanları Allah’ın
azabından kurtaramayacaklardır bu varlıklar. İşte görüyoruz bu âcizlerin elinde
dünyamız kan gölüne döndürülmüştür.
Evet İbrahim (a.s)’in bu son derece
etkili, akılları erdirici, be-yinleri sarsıcı sözlerinden sonra bakın diyorlar
ki:
68. “Onlar: “Bir şey yapacaksanız, şunu
yakın da İlâhlarınıza yardım edin” dediler.”
Evet
hak karşısında, hakkı ortaya koyan Allah elçisi karşısında kâfirlerin,
müşriklerin başka yapabilecek bir şeyleri yoktur. Asmak, kesmek, öldürmek,
susturmak, hapse atmak, tehdit etmek, korkutmak, ürkütmek. Başka yapacakları bir
şey yoktur. Diyorlar ki: Yakın onu ve İlâhlarınıza yardım edin.
Bir
sürü İlâhlar manzumesi ki kullarının yardımına muhtaç. Bir sürü tanrı taslağı ki
kullarının desteğine muhtaç. Ve adamlar öyle akılsızlar ki korudukları,
destekleyip yaşatmaya çalıştıkları kendilerine muhtaç varlıklara tapınıyorlar.
Düşünmüyorlar, düşünemiyorlar. Böyle İlâh olur mu hiç? Kullarının korumasına,
kullarının yardımına muhtaç İlâh olur mu?
Bakın
diyorlar ki: Yakın İbrahim’i ve putlarınıza, tanrılarınıza yardım edin.
İbrahim’e ve onun getirdiği mesaja aldırış etmeden hayatınıza devam edin. Ve
aman İlâhlarınıza sıkı tutunun. İlâhlarınıza bağlılık konusunda direnin,
dayatın, sabredin. İlâhlarınıza sahip çıkarak yardım edin. İbrahim’in getirdiği
mesaja karşı kendi hayatlarınıza, kendi inanışlarınıza sabrederek, dayanıp
direnerek ilahlarınıza yardım edin. Eğer siz İlâhlarınıza sımsıkı sarılırsanız,
o peygamberin size karşı yapabileceği bir şey yoktur diyorlar.
Tıpkı
günümüzde peygamber düşmanlarının peygamber mesajı gündeme geldiği zaman, aman
İlâhlarınıza sahip çıkın! Aman laikliğe sahip çıkın! Aman demokrasiye sahip
çıkın! Aman şu düzeninize sahip çıkın! Eğer sizler bu İlâhlarınıza sımsıkı
sarılırsanız, hayatınızdan, inanışlarınızdan vazgeçmezseniz peygamberin de,
peygamber mesajının da, peygamber yolunun yolcusu olanların da size yapabileceği
bir şey yoktur diyerek İlâhlarına sadâkat yeminleri
istiyor-lar.
Allah’ın elçisi onların tapındıkları
tüm sahte tanrılarını reddedince, onların asla tanrı olamayacaklarını ortaya
koyup onları âlemlerin Rabbi olan Allah’a kulluğa dâvet edince, Allah’ı bırakıp
şirke düşmüş toplumunun hayat tarzını, inanışlarını, değer yargılarını reddedip
açıktan açığa kendi imanını haykırınca tüm şehir, tüm halk, tüm ülke ve o ülke
insanlığının İlâh kabul ettikleri, otorite kabul ettikleri tüm sahte tanrılar,
tüm sahte İlâhlar onun üzerine çullanmışlardı. Öldürün onu! Yok edin onu! Yakın
onu! Şu bizim düzenimizi reddeden, şu bizim İlâhlarımızın aleyhinde konuşan, şu
bizim yasalarımızı reddeden bu peygamberi yakın! Susturun onu! Asın! Kesin!
Hapsedin! diyerek tüm toplum üzerine çullanıyorlar.
İbrahim (a.s) in bir tek suçu vardı, o
da Rabbim Allah demekti. Sadece Rabbimiz Allah’tır diyordu. Ama berikiler buna
tahammül edemiyorlardı. Çünkü İlâh biziz! diyorlardı. Rab biziz! diyorlardı.
Yetki bizdedir! diyorlardı. Bizim sözümüz geçer bu ülkede! diyorlardı. Bizim
kanunlarımız! bizim yasalarımız! diyorlardı. Bizi dinlemek zorundasınız! Bizim
istediğimiz gibi inanacak, bizim istediğimiz gibi yaşayacak, bizim istediğimiz
şekilde giyineceksiniz! diyorlardı. Rızkı veren biziz! Ekonominizi ayarlayan
biziz! Sizi doyuran biziz! Hayatı veren biziz! Hayatınızı bize borçlusunuz!
diyorlardı. O putların arkasına saklanmış birileri kendi Rabliklerini, kendi
İlâhlıklarını iddia ediyorlar, kendi hegemonyalarını gerçekleştirmeye
çalışıyorlardı.
Evet onların tümünün egemenliğini
reddedip, sadece Allah’ın egemenliğini savunan İbrahim (a.s)’a karşı putlarına
yaptığına misilleme olarak onu yakmayı öğütlüyorlar. Dağlar gibi ateş
hazırlanır. Halk toplanır. O anda yeryüzünün en büyük olayı gerçekleşiyordu.
Mezopotamya’nın Ur şehrinde dünyanın en büyük hadisesi gerçekleşecekti.
Materyalist tarihin, putçu tarih kitaplarının unuttuğu, göz ardı ettiği, tek
kelime, tek cümle bile söz etmediği bir hadise gerçekleşecekti. Yalancı tarihin,
kendisini yıkacağından korktuğu için söz etmekten kaçındığı yeryüzünün en büyük hadisesi.
Yalancıdır
tarih. Meselâ Mısır tarihinden söz edilir, ama hiçbir an, bir satır bile olsa,
bir sayfa, bir cümle bile olsa Mısır’ı Mısır yapan Hz. Yusuf’tan, Hz. Mûsâ’dan
söz edilmezse yalancı değil de nedir bu tarih? Veya genel tarihten, insanlık
tarihinden söz edilir, ama bu tarihin baş imâmları, baş mimarları olan
peygamberlerden bir satır bile söz edilmezse, peygambersiz bir insanlık tarihi
gündeme getirilirse baştan sona yalan değil de nedir?
Veya
tarihten söz edilir, ama hep saraylardan, köşklerden, yapılardan, yapıtlardan
söz edilirse. Veya tarihten söz edilirken sadece savaşlardan, vuruşmalardan söz
edilir, ama insanların inanışlarından, dinlerinden, yaşayışlarından söz
edilmezse işte bu yalanların en büyüğüdür.
Veya
tarihten söz edilirken sadece idarecilerden, ezenlerden, önde gidenlerden,
zalimlerden, despotlardan söz edilir, onların tarihlerinden söz edilir, ama
mazlumların, mus’taz’afların, garibanların, ezilenlerin tarihinden söz edilmezse
işte bu, tarih adına söylenmiş en büyük yalandır. Şu anda okuduğunuz tarihin bu
yalanlarla dolu olduğunu biliyorsunuz. İşte bu tarih tek cümle bile İbrahim
(a.s) dan, İbrahim (a.s)’in toplumuyla mücâdelesinden, İbrahim (a.s)’in tevhidi
anlayışından, karşısındakilerin felsefelerinden söz etmiyor. Çünkü bu olayı
anlatsalar materyalist tarihin temelleri yıkılacaktır.
Evet ateş yakılıyor, halk hazır,
toplumun kıralı hazır. Ve Al-lah’ın elçisi Hz. İbrahim uzaktan bile
yaklaşılamayacak derece yanan dağlar gibi ateşin içine atılarak
cezalandırılacak. Hem putları reddeden, putların ve put sistemlerinin aleyhinde
olan İbrahim (a.s) cezalandırılacak, hem de böylece putlara yardım edilecek.
İlâhlara yardım edilecek. İlâhlar kendi düşmanlarından kendi intikamlarını
alamıyorlar da kullarına sığınıyorlar. Kulları yapmalıydı bunu.
Evet
bir meydanda halk hazır, kral hazır, askerleri hazır, İb-rahim (a.s) da hazır.
Ve bakın Rabbimiz ateşe şu emri veriyor:
69. “Biz: “Ey ateş! İbrahim’e karşı
serin ve zararsız ol” dedik.”
Evet
ateşin sahibi ateşe emrediyor. Ateşin Rabbi olan, ateşe hükmetme yetkisi elinde
olan, ateşin boynundaki kulluk ipinin ucu elinde olan Rabbimiz diyor ki: Ey
ateş, İbrahim’e serin ve selâmette ol! Elbette o ateşe ancak o ateşin sahibi
olan hükmeder. Ateşe ancak onun sahibi emir verir ve ateş ancak Rabbini dinler.
Ateşi yaratan, onu var eden, ateşin yasasını belirleyen, ona yakma özelliğini
veren Rab, elbette ona verdiği bu özelliği geri alma yetkisine sahip olacaktı.
İşte bu egemenliğe sahip olan Rabbimiz buyurdu ki ateşe: Ey ateş, ey kulum,
İbrahim’e serin ve selâmette ol! Yakma onu! Zarar verme ona. Ve elbette Rabbinin
kendisine verdiği bu emirle yakıcı olan ateş İbrahim’i yakmayacaktı. Elbette
sahibinin fermanıyla İbrahim’e serin ve selâmette olacaktı.
Tıpkı
suyun Rabbini dinlediği, Rabbinin emrine teslim olduğu gibi. Rabbinin fermanıyla
suyun Mûsâ’yı ve ona iman edenleri
boğmayıp, Firavun ve hempalarını boğduğu gibi. Yine aynı su Nuh (a.s)’ı ve onun
yolunun yolcularını değil de, kavmini helâk ettiği gibi. Çünkü emir Allah’ın
emridir. Emir göklere ve yere, göktekilere ve yerdekilerin tümüne egemen olan
bir Rabbin emridir. Emir tüm varlıkların boyunlarındaki ipin ucu elinde olan
yüce makamdan geliyordu. Ateş de onun emrindedir, su da onun askeridir, rüzgar
da, tüm varlıklar da sadece O’na teslimdir.
İşte
ateş de Rabbini dinliyor ve İbrahim (a.s)’a serin ve selâ-mette oluyordu.
İbrahim (a.s)’ı yakmıyordu. Rabbinin emrine karşı gelmiyordu. Elbette onların
kendilerine hiçbir fayda ve zarar vere-meyen, bir peygamber tarafından kırılıp
dökülmelerine bile engel ola-mayan tanrıları gibi âciz değildi
Allah.
70. “Ona düzen kurmak istediler, fakat
Biz onları hüsrana uğrattık.”
Ona
tuzak kurmak istediler, Ona bir komplo hazırlamak is-tediler. İbrahim (a.s)’a
bir dümen çevirmek istediler. Onu yakmak, öl-dürmek istediler ve böylece
kıyâmete kadar putlarına, İlâhlarına karşı gelenlere unutulmayacak, ibret olacak
bir ders vermek istediler, ama Allah onları hüsrana uğrattı. İbrahim (a.s)’a
karşı çevirdikleri düzeni, kurdukları komployu Allah boşa çıkardı. Tüm
planlarını etkisiz ve so-nuçsuz kıldı Allah. Hüsrana uğrattı Rabbimiz onları.
Zarara uğrayanlardan, elleri boşa çıkanlardan kıldı. Allah dostu İbrahim’e bir
zarar veremediler. Onlar İbrahim (a.s)’a her hangi bir zarar veremezlerken,
Allah onlara zarar verdi.
71. “Onu da, Lût'u da, âlemler için
kutsal kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık.”
Onu
ve Lût’u âlemler için mübarek kıldığımız arza doğru, Kudüs civarına doğru
kurtarıp sevk ettik. Çünkü İbrahim (a.s)’a iman eden sadece Lût (a.s) vardı, bir
de Sara annemiz vardı. Üçü birden Mezopotamya’nın Ur kentinden, Bağdat’tan
Harran bölgesine, sonra oradan Urfa taraflarına, oradan Şam bölgesine, sonra
oradan da Beyt’ül Makdis civarına, Kudüs civarındaki Halilür Rahmân kentine
gelip yerleşiyor. Buradan daha sonra oğlu İsmail’i ve Hacer annemizi bırakmak
için Harem-i şerif bölgesine gidiyor, sonra tekrar oğlu İsmail’le birlikte
Kabe’yi inşa etmek amacıyla bir kaç ziyareti daha oluyor.
72. “İbrahim'e, buna ilâveten İshak ve
Yâkub’u da verdik, her birini iyi kimseler kıldık.”
Kudüs’te
bulunduğu dönemde Rabbimiz Sara annemizden oğlu İshak (a.s)’ı İbrahim (a.s)’a
lütfediyor. Gerek baba İbrahim (a.s), gerekse ana Sara annemizin çok ihtiyarlık
dönemlerinde Rabbimiz İshak’ı ona lütfediyor. Buna ilâveten, üstüne, fazladan
olarak, nafile olarak Yâkub’u da lütfediyor.
Yâkup
(a.s) İshak (a.s)ın oğludur. Yâni daha hayattayken hem oğlu İshak’ı, hem de onun
oğlu, yâni torunu Yâkup (a.s)’ı da gösteriyor Allah İbrahim (a.s)’a. Ve her
birerini sâlihlerden kıldık diyor Rabbimiz. İbrahim (a.s) sâlih, Sara annemiz
sâliha, Lût (a.s) sâlih, İshak (a.s) sâlih, İsmail (a.s) sâlih, hepsi de
sâlihlerdendi.
73. “Onları, buyruğumuz altında
insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara, iyi işler yapmayı, namaz
kılmayı, zekât vermeyi vahy ettik. Onlar, Bize kulluk eden
kimselerdi.”
Evet
onları imâmlar, doğru yolun rehberleri, kendilerine u-yanları hidâyete
ulaştıran, hidâyeti gösteren önderler, rehberler yaptık diyor Rabbimiz. İşte
imâmlarımız, işte önderlerimiz bunlardır. Varlık sebepleri, görevleri,
fonksiyonları nedir bu imâmların? Allah niye seçmiş bu elçilerini? Niçin
sâlihlerden kılmış onları? Ya da kulları ara-sından seçtiği bu imâmlara nasıl
bir yük yüklemiş Rabbimiz?
Bizim emrimizle insanlara hidâyet
etsinler diye. Onlar bizim emrimizle hidâyet ederler diyor Rabbimiz. Onlar
Allah’ın emriyle in-sanları hidâyete sevk edecekler, insanlara hidâyet yolunu
gösterecekler. Allah’ın emriyle hidâyetin rehberidir onlar. Allah’ın seçip
görevlendirdiği imâmlar olarak onlar insanların önlerine düşecekler, onları
Allah’a götürecekler. Kendilerine tabi olan, kendilerini imâm bilen insanları
hayra, Hakka, doğruya, cennete götürecekler.
Evet
bu peygamberler, bu imâmlar, bu önderler Allah tarafından seçilmiş, Allah
tarafından eğitilmiş ve hayatları da yine Allah tarafından yasallaştırılıp
onaylanmış olarak bize sunulmuş kimselerdir. İşte bizim için en mükemmel
örnekler, en mükemmel imâmlar bunlardır. Hayatlarında kesinlikle falso olmayan
ve bizim kendilerini örnek alıp hayatlarını yaşadığımız zaman, kendilerini
taklit ettiğimiz zaman kesinlikle hata etmeyeceğimiz mükemmel örnekler.
Evet
hayatları Allah tarafından kesinlikle onaylanmış insanlar bunlardır. Yasal
örnekler ve önderler bunlardır. Biz kendimiz için on-ları örnek bilmek, imâm
bilmek zorunda olduğumuz gibi, insanları da Allah’ın bu örnek insanlarına
çağırmak zorundayız. İnsanları kendimize, kendimiz gibilere değil bu yasal
örneklere çağırmak zorundayız. Gelin ey insanlar, gelin ey Allah kulları,
yeryüzünde en güzel örnek-ler bunlardır. Yeryüzünde hayatları Allah tarafından
onaylanmış en mükemmel önderler bunlardır. Gelin hepimiz bunları örnek alalım.
Gelin hepimiz bunlar gibi yaşayalım. Gelin bireysel ve toplumsal tüm hayatımızda
bunlara benzeyelim, bunları örnek alalım, bunlar gibi yaşayalım demek
zorundayız. Çünkü örnek kullar işte bunlardır.
Ama biz onları bırakıp da birbirimizi,
ya da içimizden birilerini örnek aldığımız zaman, bilelim ki Allah’ın
onaylamadığı bir hayat bizim için örnek olamaz. Ne benim, ne de benim gibilerin
hayatı Allah tarafından onaylanmış değildir. Bundan dolayıdır ki toplumun
kendilerini örnek kabul ettikleri, önder kabul ettikleri insanlar, hacılar,
hocalar, mürşidler, şeyhler daima kendilerine bir görev olarak şunu çok iyi
bilmeliler: İnsanlara gelin peygamberlerle beraber olalım. Gelin hayatları Allah
tarafından onaylanmış elçilere benzeyelim. Gelin kitabın dediği gibi olalım
demeliyiz. Kesinlikle insanları kendimize veya kendimiz gibilere çağırmamalıyız.
Gelin bizim gibi olun! Gelin bizim gibi yaşayın! Bizi örnek alın! Bize bakın!
Biz nasıl yaşıyorsak siz de öyle yaşayın! dememeliyiz. Çünkü eğer insanlar bizi
örnek alır, bizim gibi olmaya çalışırlarsa bizde çakılır kalırlar ve bizi bir
adım bile öteye aşamazlar, ancak bizim kadar olabilirler. Daha öteye geçemez bu
in-sanlar.
Ve yine biz onlara, o imâmlara hayır
işlerini, hayırlı ve bereketli amelleri vahy ettik, bildirdik. Her türlü hayırlı
işleri onlara öğrettik biz. Ve onlara namazı ikameyi emredip vahy ettik de onlar
namazı ikame ettiler. Zekâtı emrettik de onlar zekâtı verenlerden oldular.
Kendileri namazı ikame edip, zekâtı verdikleri gibi aynı zamanda bunu
toplumlarına da aktardılar. Toplumlarına da duyurdular, onlara da bunu
uygulattılar. Bu imâmlar kendileri canları ve malları konusunda Allah’ı söz
sahibi bildikleri gibi, toplumlarının da böyle olmasını sağladılar.
Toplumlarının da hidâyete sevk edici, hayırlı işlerde yarışıcı, namazı ikame
edici, zekâtı verici olmalarını istediler.
Evet imâmlardan, hidâyet rehberlerinden
İbrahim (a.s) in gün-demi burada biterken hemen arkasından Lût (a.s) un gündeme
alındığını görüyoruz. Lût (a.s) da tıpkı İbrahim (a.s) gibi Allah tarafından
seçilip görevlendirilen şerefli imâmlardan birisidir.
74. “Lût'a da hüküm ve ilim verdik;
onu, çirkin işler işleyen kasabadan kurtardık. Doğrusu onlar yoldan çıkmış kötü
bir milletti.”
Ona
da hüküm ve ilim verdik diyor Rabbimiz. Lût (a.s) İbrahim (a.s) in yeğenidir.
İbrahim (a.s) in kavmiyle, toplumuyla, devletiyle verdiği onurlu mücâdelesinden
ve sonunda ateşe atılmasından sonra yeğeni Lût (a.s)’la beraber ülkesinden
hicret etmiş. İbrahim (a.s) Filistin bölgesine, yâni Beyt-i Makdis civarına, Lût
(a.s) da Ürdün’e, Sodam ve Gomore kentlerinin bulunduğu bölgeye yerleşmiştir.
Kudüs’le Amman arasında bir bölgedir burası.
Lût’a da hüküm ve ilim verdik. Ona da
Allah bilgisi ve bu bilginin pratikte uygulanma nîmeti veriliyor. Allah’a nasıl
bir kulluk yapılacağı, Allah’ın istediği biçimde nasıl bir hayat yaşanacağı
konusunda insanlara imâm olma, örnek ve önder olma nîmeti veriliyor. Allah
bilgisi ve Allah hükmüyle toplumunu dâvet eden Lût (a.s)’ı toplumu
kabullenmediler. Peygamberin getirdiği hidâyet hediyesine karşılık ken-di pis
hayatlarına devam etmeyi tercih ettiler. Kur’an’ın başka sûrelerinde
anlatıldığına göre Lût (a.s) un toplumunun bir büyük hastalığı vardı. Yeryüzünde
hiçbir kavmin yapmadığı korkunç bir hastalık. Lûtîlik. Erkeğin erkelere gitmesi.
Erkeklerin kadınları bırakıp hemcinslerine gitmeleri. Allah’ın elçisi toplumunu
bu çirkin işle uyardı.
Dedi
ki onlara: Ey kavmim, ne oluyor size? Hayvanların bile yapmadığı, yapamadığı bu
fıtrat bozukluğuyla kadınlar dururken erkeklere mi gidiyorsunuz? Yapmayın,
etmeyin, Allah sizi bu yüzden helâk edecek diye gece gündüz çırpınıp uğraştı.
Ama dinlemediler. Allah’ın kendilerine verdiği erkeklik güçlerini, bu cinsel
potansiyellerini meşru yollarda kullanacakları yerde, Allah’ın kendilerine
verdiği bu güç sayesinde nesillerini devam ettirecekleri yerde, beşeriyetin
devamını sağlayacakları yerde israf ederek onu kötü yerde kullanmaya devam
ettiler. Halbuki meşru dairede erkekse kadına, kadınsa erkeğe gidecekler ve
Allah’ın kendilerine gösterdiği yollardan bu arzularını tatmin edeceklerdi.
Oysaki bu ahlâksız toplum Allah’ın kendilerine lüt-fettiği bu gücü, bu enerjiyi
gerekli yerde kullanmayarak israf ettiler. Allah’ın elçisinin uyarılarına kulak
asmaz hale gelince de:
O pis işleri yapan, o çirkin amelin
sahibi habis toplumdan, kentten biz de Onu kurtardık. Onlar gerçekten çok pis,
çok kötü, çok israfçı ve fâsık bir kavimdi. İsrafta, fısk-u fücurda, isyanda,
ahlâksızlıkta, fuhuşta, Allah’a ve elçisine kafa tutmakta çok ileri gitmiş,
haddi aşmış bir toplumdu. Rabbimizin kendilerine imâm olarak, hidâyet rehberi
olarak gönderdiği, onlara bir rahmet kapısı olarak görevlendirdiği elçisi
gerçekten kendilerini bu pis işlerden kurtarmak için çok çabaladı. Gecesini
gündüzüne katarak onları hayra, Hakka, hidâyete dâvet etti. İçinde bulundukları
hayvanları bile utandıracak o kötü halden kendilerini arındırmak, temizlemek
istedi. Ama toplum onu kabule yanaşmadı. Bu rahmet kapısından istifade etmek
istemedi. Temizlenmek istemedi, pisliği, pis kalmayı tercih etti. İşte bu
tavırlarından, bu tercihlerinden ötürü Rabbimiz de o günahkâr kavmi, o kötü
toplumu helâk ederken, yerle bir ederken elçisi Lût (a.s)’ı ve beraberindeki iki
kızını kurtarıp selâmete çıkarıyordu. Çünkü toplum içinde kendisine inanan
sadece iki kızıydı.
75. “Lût'u rahmetimizin içine aldık;
doğrusu o iyilerdendi.”
Onu
rahmetimize dahil kıldık, rahmetimize kattık diyor Rabbi-miz. Pislerin içinden
çekip aldık Lût (a.s)’ı da rahmetimize gark ettik. Bizim rahmetimiz Onu
kuşatıverdi de O kurtulanlardan oldu. Çünkü O sâlihlerdendi. Rabbimiz kitabında
bu işin, bu helâk işinin ve bu he-lâkten kurtarılma işinin yasasını
anlatır.
“Allah'ın geçmişlere uyguladığı yasası
budur ve Allah'ın yasasında bir değişme bulamazsın.”
(Ahzâb
62)
Allah’ın sünnetinde, Allah’ın
yasalarında bir değişiklik bulamazsınız. İşte dün Allah dostlarına yardım etmiş
ve onları destekleyerek tüm düşmanlarına karşı galip getirmiştir ve böylece
kıyamete kadar dostlarına, müminlere yardım vadinde bulunmuştur. Rabbimiz Mûsâ
(a.s)’ a yardım etmiş, Nuh (a.s)’a yardım etmiş, İbrahim (a.s)'a yardım edip
desteklemiş. Ve işte burada da görüyoruz ki habis bir toplum içinde, Allah’a
savaş açmış ahlâksız bir kavim içinde insanları Allah’a kulluğa dâvet eden,
böyle bir görevi üstlenen bir peygambere Allah yadım ediyor.
Acaba
bugün mü'minler olarak bize de yardım eder mi? diye bir derdiniz varsa şunu
kesinlikle unutmayın ki Allah’ın kelimelerini, Allah’ın vadini ve yasalarını
değiştirecek yoktur. Bizler de yasalara riâyet ettiğimiz sürece, bizler de tıpkı
o Allah elçileri gibi Allah yolunda olduğumuz sürece, onların misyonlarına sahip
çıktığımız sürece kesinlikle bilelim ki Allah bize de yardım edecek, bizi de
destekleyecek ve tüm düşmanlarımıza karşı bizi de galip getirecektir.
Evet
böyle pislik içinde yüzen bir toplum içinde eğer bizler de aynen bir peygamber
misyonuna sahip çıkar, toplumu isyanları ko-nusunda uyarır, onları Allah’a
kulluğa dâvetimizi sürdürebilirsek, ke-sinlikle bilelim ki toplumumuz bizim
uyarılarımıza aldırış etmeseler bile, bizi dinlemeseler bile aynen öncekiler
gibi Rabbimiz onları helâk ederken, onların içinde tıpkı bir peygamber gibi
çabalayan bizleri, bir peygamber örnekliliğini sergileyen bizleri kurtaracaktır.
Bu Allah’ın yeryüzünde değişmeyen bir yasasıdır. Toplum içinde toplum kendisine
itibar etmese bile peygamberi bir hayat yaşayan müslümanlar mü-kafatlarını
alacaklardır.
Evet işte Lût (a.s)’dan sonra bir başka
Allah elçisinin, bir başka imâmın gündeme alındığını
görüyoruz:
76.
“Nuh da daha önceleri bize yalvarmıştı, onun duasını kabul edip,
kendisini ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtardık.”
Allah’ın
yeryüzünde imâm kıldıklarından bir başka peygamber. Nuh (a.s). Daha önce O da
dua etmişti. Rabbine çağrıda bulunmuştu Nuh (a.s).
Allah’ın elçisi Allah’tan aldığı
vahiyle toplumunu uyardı. Ey kavmim, Allah’a kulluk edin! Allah’a kulluk yapın!
Sizin O’ndan başka İlâhınız yoktur! Allah’ı dinleyin! Allah’ın dediklerini
yapın! Allah’ın istediği hayatı yaşayın! Çünkü sizin Ondan başka sözünü
dinleyeceğiniz, rızasını kazanacağınız varlık yoktur. Değilse ben sizin adınıza,
sizin namınıza, sizin aleyhinize büyük bir günün, azîm bir günün, herkesin
önünde saygıyla eğilmek zorunda kalacağı ve hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir
günün azabından korkuyorum dedi. Ey kavmim, sadece Allah’ı dinleyin! Yalnızca
Allah’a kulluk yapın! Sadece Allah’ın hayat programını uygulayın! Eğitiminizi
Allah’ın istediği biçimde düzenleyin! Hukukunuzu Allah’ın istediği biçimde
ayarlayın! Ticaretinizi Allah yasalarına göre belirleyin! Evinizi, eşyanızı,
kazanmanızı, harcamanızı, hayata bakışınızı, insanlarla olan ilişkilerinizi,
gecenizi gündüzünüzü Allah’ın istediği biçimde ayarlayın! Çünkü sizin için
Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz İlâhınız yoktur. Allah’tan başka hayat
programı kabul edilmeye lâyık Rab ve İlâh yoktur.
Değilse
ben sizin için azîm bir günün azabından endişe ediyorum. Ya sizin için tufan
gününden korkuyorum, ya da kıyâmet günü şirklerinize karşılık sizi bekleyen
azaptan korkuyorum dedi.
Kavmi Onu yalanlar ve bu görevini
hafife alır. kavmi Onun kendilerine duyurduğu âyetlerle dalga geçer. Allah’ın
elçisini alaya alırlar. Allah’tan aldığı emirler gereği peygamber onların
alaylarına, dışlamalarına, yalanlamalarına aldırış etmeden görevine devam eder.
Yoluna devam eder. Sonra kavmi Onu tehdit eder, Onunla ilgiyi keserler, Ondan
desteklerini çekip onu yalnız bırakırlar. Ama peygamber yine görevine devam
eder. Sonra kavmi şiddete başvurur. Allah elçisine eziyet etmeye başlar. En
yakınlarını sıkıştırarak Onun etrafındaki inananları dağıtmaya çalışırlar.
Peygamber yine yılmadan yoluna devam eder. Ve dile kolay 950 yıl bu mücâdele
devam eder.
Allah’tan aldığı emri savsaklamamanın, işi
oluruna bırakma-manın, görevi geçiştirmemenin sembolü olan, 950 yıl her türlü
fırsatı değerlendirerek çevresindekileri uyarmaya çalışan, bıkmadan, usan-madan
bu işi sürdüren Hz. Nuh bakın en sonunda Kamer sûresinin 10. âyetindeki
sözlerini söylüyordu.
Ya Rabbi ben mağlup oldum, bana yardım
et. Ben bu zalimlerin haklarından gelemiyorum ya Rabbi. Bunların hakkından sen
gel ya Rabbi diyordu. Günler, aylar, yıllar, yüzyıllar geçmişti aradan, ama
olmamıştı. Toplum adam olmamıştı. Allah’ın elçisi çırpındıkça onların fısk-u
fücurları artmıştı. Onların bu küfürde ısrarları karşısında Allah’ın elçisi
artık âciz kalmıştı. Tüm çırpınışlarına rağmen toplumda doğanlar kâfir doğuyor,
ölenler kâfir ölüyorlardı. Yaşlılar çocuklarına, torunlarına kendi küfürlerini
vasiyet ederek ölüyorlardı.
Bu
durumu gören yaşlı peygamber artık dayanamayarak işte bunları söylüyordu. İşi
Allah’a havale ediyordu. Ya Rabbi ben bittim, bana yardım et diyordu. Artık
yeryüzünde bir tek kâfir bırakma ya Rabbi! Yeryüzündeki tüm kâfirlerin kökünü
kes ya Rabbi! Çünkü eğer yeryüzünde onlardan bir tek fert, bir tek aile
bırakırsan onlar kâfirden başkasını doğurmazlar. Kâfirler kâfir yetiştirirler.
Kâfirler kâfir doğururlar. Kâfirlerin eğitimi insanların kâfirleşmesini sağlar.
Kâfirlerin egemen olduğu yerde ancak kâfir yetişir. Bunlara fırsat verirsen
yeryüzünde kâfir yetiştirirler ya Rabbi. Binaenaleyh yeryüzündeki tüm kâfirleri
yok et! diyordu. Allah da diyor ki bakın:
Evet biz de Onu ve ehlini o büyük
sıkıntıdan, o büyük üzüntüden, 950. yıllık eziyetten kurtardık. Nuh (a.s)’ı
beraberindeki inananlarla birlikte, Onun mücâdelesini destekleyenlerle birlikte
gemide kurtardık.
Evet tercihini peygamber
yolunda olmaya kullanan, oylarını peygamberin gemisinde, peygamberin
terekesinde, peygamberin sa-fında olmaya kullananları kurtardık diyor Rabbimiz.
Bunlar inanan in-sanlardı. Belki peygamber safında yer alan bu insanların içinde
günahkârlar da vardı ama, değil mi ki tercihlerini peygamberden yana
kullanmışlardı, günahkâr da olsalar Allah onları tercih ettikleri safta
kurtarıyordu.
Meselâ tercihini Hz.
Mûsâ’nın yanında olmaya kullanan bir Sâ-mirî de denizi geçip, kurtulanların
arasındaydı. Bunlar günahkâr da olsalar imanlarından ötürü, tercihlerinden ötürü
dünyada kurtulan-lardan oluyorlardı. Ama tercihlerini peygamberden yana
kullanma-yanlar, Allah ve âyetlerini yalanlayanları da denizde boğuyordu
Rab-bimiz.
77. “Âyetlerimizi yalanlayan millete
karşı ona yardım ettik. Doğrusu onlar fena bir milletti, hepsini suda
boğduk.”
Evet işte bir toplum daha helâk
ediliyor ve yasanın değişmediği bir daha ortaya konuyordu. Allah’a karşı gelen,
Allah’ın elçisine karşı gelen ve hayatlarına Allah’ı da, Allah’ın elçisini de
karıştırmak istemeyen, kendi bildiklerince bir hayat yaşamaktan yana tavır
sergileyen bir toplum helâk edilirken, Allah’a ve Allah’ın elçisine teslim
olanlar da kurtulanlardan oluyordu. Bundan sonra iki peygamber daha
tanıyoruz:
78. “Dâvûd ve
Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm
veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahittik.”
İmâmlarımızdan,
önderlerimizden iki peygamberi daha tanı-yoruz. Allah’ın şerefli elçisi Dâvûd
(a.s) ve Onun oğlu Süleyman (a.s)’ları gündeme alıyoruz şimdi de. Dâvûd (a.s) ve
oğlu Süleyman (a.s) yeryüzünde kurulan ilk İslâm devletinin halifelik özelliğini
gerçekleştiren iki peygamber. Bakara sûresinde yeryüzünde halife olarak Adem
(a.s) in yaratıldığını biliyoruz. Ama bu hilafet Dâvûd ve Sü-leyman (a.s)’lar
dönemine kadar yeryüzünde hiç gerçekleşmemişti. müslümanlar yeryüzünde Dâvûd ve
Süleyman (a.s)’lar döneminde güçlerinin zirve noktasına ulaşırlar ve ilk defa
yeryüzünde İslâm devleti gerçekleşir. Ve işte bu devletin ilk halifeleri de
Dâvûd ve Süleyman (a.s)’lar olur.
Dâvûd
(a.s) un yaşadığı bölge Kudüs şehri merkez olmak üzere Filistin’dir. Dâvûd ve
oğlu Süleyman (a.s) ların her ikisine de Rabbimiz yeryüzünde çok büyük izzet ve
şeref, güç ve kuvvet, mülk ve saltanat vermiştir.
Her
ikisi de hem peygamber, hem de yeryüzünün en büyük melikleri, hükümdarları idi.
Dâvûd (a.s) un Bakara sûresinde daha önce gördüğümüz gibi yeryüzünün en süper
gücü, en büyük devleti olan, yeryüzünün en büyük komutanlarından biri olan
Calût’u öldürdüğünü biliyoruz. Dâvûd (a.s) o dönem Talût’un ordusunun içinde
kü-çüçük bir çocuktu. Elindeki sapan taşıyla Calût’u gebertmiş ve Allah’ın
lütfuyla mülke ve hikmete sahip kılınmıştı. Artık Dâvûd (a.s) döneminde
müslümanlar, İsrail oğulları yeryüzünde en güçlü, en iz-zetli dönemlerini
yaşamaya başlarlar.
Sonra
Süleyman (a.s)’ı Rabbimiz Ona vâris kılar. Süleyman (a.s)’a da yeryüzünde hiç
kimseye verilmemiş büyük bir mülk nasip eder Rabbimiz. Kur’an’ın değişik
yerlerinde anlatılır, şeytanlar Onun emrinde, cinler Onun emrinde, kuşlar,
kurtlar, dağlar, taşlar, rüzgarlar hepsi Onun emrinde. İşte bakın burada ikisini
de birden gündeme getirerek Rabbimiz şöyle buyurur:
Hatırlayın o ikisi bir ekin hakkında,
bir ekin tarlası hakkında hüküm vermişlerdi. O ekin tarlası ki kavmin koyunları
onun içine dalıp yayılmışlardı. Bir adamın koyunları başka bir adamın ekinine
girmişti. Tarlanın sahibi gelip ekininin davarlar tarafından tamamen yenip
bitirildiğini Dâvûd (a.s)’a anlatarak hakkını ister. Bu işin çözümü konusunda
Allah’ın elçisine müracaat eder. Allah buyuruyor ki biz onların hükümlerine
şâhittik. Yâni o iki elçinin bu konudaki verdikleri hüküm Allah’ın kontrolü
altındaydı. Rabbimiz gözetiyordu onları. Biz onları gözlüyorduk ki hangisi doğru
hüküm verecek diye. Dâvûd (a.s) koyunların tarla sahibine, ekin sahibine
verilmesine karar verir. Çünkü koyunların maddî değeri zâyi olan ekinin değerine
eşitti. Onun için koyun sahibinin koyunlarının tamamını ekin sahibine vermesini
emrederek, hükmederek işi bitirir.
Bunun
üzerine henüz on yaşlarında olan oğlu Süleyman (a.s) bu hükmü kabullenmeyerek
ben bunun dışında bir hüküm biliyorum ki her ikisi açısından da daha uygundur
der. Babası Dâvûd (a.s) oğlunun bildiği hükmünü söylemesini ister. O da der ki,
benim hükmüm şudur: Koyunları sahibinden alıp ekin sahibine veriniz. Ekin sahibi
ekininin zararını giderinceye kadar koyunların sahibi olsun. Zararını tazmin
edinceye kadar o koyunların sütlerinden, yünlerinden, yavrularından faydalansın.
Ekini de koyun sahibine veriniz. Ekini ıslah edip bozulmadığı dönemine getirene
kadar o da ona sahip olsun. Ve nihâyet ekin sahibi zararını giderdikten sonra
tarlasına, koyun sahibi de koyunlarına sahip olsun der. Oğlunun bu hükmünü duyan
Dâvûd (a.s): Hüküm senin dediğin gibidir diyerek hemen o istikâmette hükmünü
verir. Bakın Rabbimiz o hükmün ayrıntılarını bundan sonraki âyetlerinde şöyle
anlatıyor:
79. “Süleyman'a bu meselenin hükmünü
bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik. Dâvûd'la beraber tesbih etsinler
diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları Biz
yapmıştık.”
Biz o hüküm işini, o ayrıştırma işini
Süleyman’a fehmettirdik, kavrattırdık, öğrettik. Zaten önceki âyetinde Rabbimiz
onlar bizim kontrolümüz altında, gözetimimiz altındaydı buyurmuştu. İşte burada
da Rabbimizin öğretmesiyle Süleyman (a.s) ın doğru hüküm verdiği anlatılıyor.
Ama:
Hepsine, her birerine hüküm verdik,
ilim verdik diyor Rabbi-miz. Hayatla, hakikatle mutabakatı olan bir bilgidir
Allah’ın elçilerine verdiği bilgi. Yâni hayatla birleştirilmesi gereken
bilgidir. Hayatlarını bu bilgiyle düzenleyecekleri bir bilgiydi bu bilgi. Onlara
ilim verdi Rab-bimiz de onlar hayatlarını onunla düzenlediler, hükümlerini o
bilgiyle verdiler. Böylece Allah’ın elçileri bu bilgiyle şereflendiler. Değilse
mücerret bilgi insanı hiç bir zaman tafdil etmez, üstün kılmaz, üstün kılacak
değildi. Zira Ebu Cehil de bilgiliydi, biz onu biliyoruz. Hattâ İblisin bildiği
çok daha kesin. Yâni âyetle sabittir ki İblis Allah’ı da biliyor, Allah’tan
korkulması gerektiğini de biliyor, âhireti de biliyordu, ama bu bilgi ona hiçbir
şey kazandırmadı. Ya da Firavunun bilgisini hatırlayın.
Peki Hz. Süleyman’la Dâvûd (a.s) un
ilmi neydi? Ya da Al-lah’ın öteki elçilerine bildirdiği bilgi neydi? Kendileri
ve Allah, kendileri ve mahlukât, kendileri ve insanlar, kendileri ve mevcudat
arasındaki diyalogu kurabiliyordular. Bu ilimle onlar kendilerinin varlık
âlemindeki yerlerini bulmuşlar ve bu yerlerinin diğer varlıklarla diyalogunu
kurabilmişlerdi. Benim anlayabildiğim budur buradan.
Zaten
peygamberlere verilen ilim bir mânâda da hikmetin mânâsı olacaktır. Yâni nerede
nasıl hareket edeceklerini, konuşma olarak, susma olarak, ölme olarak, öldürme
olarak, ya da tavır ve davranış olarak ne yapmaları gerektiğini, her bir
konumda, her bir makamda Allah’ın kendilerinden nasıl bir davranış beklediğini
bilmeleri mânâsınadır, Allah’ın verdiği ilim de budur.
Yâni
hayat programı ilmidir, hayatı anlama ilmidir. Ama onlar hangi hayatı yaşayacak
idiydiyse öyle bir hayatın bilgisi verilmiştir. Meselâ Süleyman (a.s)’a verilen
hayat bilgisi elbette Nuh (a.s)’a verilmemişti. Lâzım da değildi zaten ona.
Meselâ bir karıncanın konuşmasını anlaması gerekmiyordu Nuh (a.s) un. Neden?
Çünkü öyle bir sorumluluğu yoktu onun.
Tabii
Süleyman (a.s)’la Dâvûd (a.s) a verilen bu ilim biraz da siyasal platformda bir
etkinlik bilgisi de oluyordu. Peki bunu nereden çıkardım? Kur’an’ın tümünde
anlatılan Dâvûd ve Süleyman (a.s) ların anlatılışından çıkarıyorum. Yâni onlara
bu ilim verilmiş ki idareciliği bilmişler, yöneticiliği bilmişler, devleti idare
etmeyi bilmişler, ya da saltanatı yürütebilmeyi bilmişlerdir. Dâvûd (a.s) un da
ayrıca bir otoritesi vardı devlet planında.
Rabbimiz elçilerine kendi bilgisinden
bilgi aktarıyor, vahy ediyor ve Allah’ın elçileri de Rablerinin kendilerine vahy
ettiği bu Allah bilgisiyle hareket ediyorlar, bu Allah hükmüyle hükmediyorlar,
asla adâletten ayrılmıyorlar, asla zulme düşmüyorlar. İşte Allah elçilerinin
ayrıcalıklı yönleri budur. Aynen onlar gibi peygamber yoluna, peygamber
misyonuna sahip çıkan müslümanların da dünya insanlığından ayrıldıkları nokta
işte burasıdır. Onlar da tıpkı örnekleri, pişdarları peygamberler gibi Allah
bilgisiyle, peygamber bilgisiyle donanırlar, kitap ve sünnet bilgisiyle
bilgilenirler, vahyi kuşanırlar ve tüm hayat problemlerine bu bilgiyle çözüm
ararlar, bu bilgiyle hükmederler. Müs-lümanların hayatlarında Allah vardır,
Allah bilgisi vardır, vahiy vardır, hayatlarına karışan Allah’ın kitabı ve
elçilerinin sünnetidir.
Dâvûd’la beraber biz dağları da
musahhar kıldık. Biz dağları Dâvûd’a musahhar kıldık ta onlar da Dâvûd’la
birlikte tesbih ediyorlardı. Kuşlara da aynı şeyi emrettik. Dağlar da, kuşlar da
akşam sa-bah Onun tesbihine katılıyorlardı. Dâvûd (a.s) Rabbimiz tarafından
kendisine vahy edilen Zebur’u o güzel sesiyle, o Davudî sesiyle okurken dağlar
onun okuyuşunu yankılandırıyor, Onun okuyuşuna tabi oluyordu. Kuşlar havada
toplanıp Onun okuyuşuna karşılık veriyorlardı. Evet görünürde hiçbir gücü
olmayan dağlar ve kuşlar Onun tes-bihine, Onun tahmidine eşlik ederek Onun
şanını, şerefini artırıyordu. Hep birlikte Onun Rabbi yüceltmesine, Rabbi Rab
olarak ta-nımasına onlar da eşlik ediyorlardı.
Bizler
de tıpkı Allah’ın elçisi gibi Rabbimizi tüm noksan sıfatlardan münezzeh ve tüm
kemal sıfatlarla muttasıf biliyoruz diyorlardı. Bizler de tıpkı Allah’ın elçisi
gibi Rabbimizin emrindeyiz. Rabbimizin yaratış yasasının dışına çıkmadan Ona
kulluk ediyoruz diyorlardı. Çünkü tesbihin böyle bir anlamı da vardır. Tesbih
bir varlığın yaratılış gayesi istikâmetinde hareket etmesidir. Bu mânâda gülün
kokuşu, ateşin yakışı, bülbülün ötüşü, suyun akışı, bulutun yağmur yağdırması,
güneşin aydınlatması, kuşun ötüşü tesbihtir. Gerçi kitabımızın bir âyetinden
öğreniyoruz ki tüm varlıklar Rablerini tesbih ederler, ama biz onların
tesbihlerinin mahiyetini bilemeyiz.
İşte biz böyle yaparız diyor Rabbimiz.
Yeryüzünde hiçbir kimseye verilmeyen bu mülk ve saltanatın Dâvûd ve Süleyman
(a.s)’a verilmesi, beşerî planda onların yeryüzünde halife olmaları, kuşların,
kurtların, dağların, taşların, rüzgarların, cinlerin, şeytanların ve insanların
onların emrine verilmesi, hepsi hepsi bendendir diyor Rabbimiz.
80. “Ona,
sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik, artık şükreder
misiniz?”
Ona
sizin için yapacağı zırh sanatını da öğrettik. Savaşlarda düşmanlarınıza karşı
sizi koruyacak, sizi muhafaza edecek zırh yap-ma becerisini de öğrettik Ona. O
dönemde Rabbimizin öğretmesiyle hiç kimsenin bilmediği zırh yapma ve onunla
korunma işini ilk defa Dâvûd (a.s) gerçekleştiriyordu. Demir Onun elinde bir
hamur gibi yu-muşatıldı. Demir Onun emrine boyun büktürüldü de Allah’ın
kendisine öğrettiği şekilde dilediği gibi ondan savaşta müslümanları koruyacak
zırhlar yapıyordu. Tabi Allah rehberliğinde yapıyordu bunu. Tıpkı Nuh (a.s) un
Allah gözetiminde gemi yaptığı gibi.
Bunca
nîmetine karşı Rabbinize şükretmeyecek misiniz? Hayatınızı o hayatın sahibine
vermeyecek misiniz? Hayatınızı Allah için yaşamaya yanaşmayacak mısınız?
Rabbinizin size böylece ilim ve hikmet vermesine karşılık sizler Rabbinize
teşekkür etmeli, Ona kulluğa yönelmeli değil misiniz?
81. “Bereketli kıldığımız yere doğru
Süleyman'ın emriyle yürüyen şiddetli rüzgarı, onun buyruğuna verdik. Biz her
şeyi biliyorduk.”
Bereketli,
mübarek kıldığımız yere doğru esip giden rüzgarları da Süleyman (a.s) ın emrine
verdik. Rüzgarlar Onun emriyle mübarek arza doğru esip gidiyordu. Etrafını, veya
içini, ya da içindeki Mescid-i Aksâ’yı mübarek kıldığımız Filistin arzına doğru
rüzgarlar Onun emriyle Allah’ın rahmetinin müjdecisi olarak esiyordu. Tabi
Allah’ın bir âyeti olan rüzgarlar kimilerine rahmet, kimilerine de helâk sebebi,
azap unsurudur. Meselâ Âd kavmi gibi yoldan çıkıp Allah’la savaşa tutuşmuş
kimselere yok edilişlerinin, helâk edilişlerinin habercisidir rüzgârlar.
Rüzgarıyla, rüzgar ayetiyle, rüzgar ordusuyla yok etmişti Allah nice
düşmanlarını. İşte o silah, o ordu, o ayet Süleyman (a.s) ın emrindeydi.
Düşünebiliyor
musunuz Süleyman (a.s) nın gücünü, kuvvetini? Anlayabiliyor musunuz Onun
devletini, saltanatını? Kim karşı koyabilirdi böyle bir Allah elçisine?
Yeryüzünde hangi melik, hangi hükümdar böyle bir güce sahip olabilmiş bugüne
kadar? Kim rüzgarlara hükmedebilmiş? Yazmış mı tarih böyle bir şeyi? Allah
desteğindeki Süleyman (a.s) dan daha güçlü kim olabilir yeryüzünde? İşte
Rab-bimiz kendisine iman etmiş, ilmine güvenmiş, o ilimle hayatını düzenlemeye
yönelmiş bir kuluna veriyordu bu imkânı.
Elbette
bu Allah’ın bir yasasıdır. Süleyman yolunda olan, Süleyman misyonuna sahip çıkan
her müslümana Allah bu desteğini, bu yardımını vaad etmektedir. Yeryüzünde böyle
Allah’a güvenmiş, vahyine teslim olmuş bir tek müslüman olsa ve tüm dünya
kâfirleri onun üzerine yürüseler bile Allah tüm ordularını onun yardımına
gönderecek ve onu galip getirecektir, bundan hiç kimsenin zerre kadar bir
şüphesi olmasın.
Biz her şeyi biliriz diyor Rabbimiz.
Bilgi bizim elimizdedir. Evet bilgi Allah bilgisidir. Bilgi Allah’ın elindedir
ve yeryüzünde Ondan başka da bilgi sahibi yoktur. Öyleyse Allah bilgisine sahip
olan bilgindir. Allah bilgisiyle hareket eden âlimdir. Allah bilgisine sahip
olmayan, hayatını Allah bilgisiyle düzenleyecek kadar vahyi tanımayan herkes
cahildir, profesör de olsa, ordinaryüs profesör de olsa?
Evet yeryüzünde Allah’ın dinini,
Allah’ın vahyini, Allah’ın gönderdiği hayat programını bilmeyenler, Allah’ın
kitabını bir kenara bırakarak kendi hevâ ve heveslerine göre bir hayat
yaşayanlar, kendi arzularına göre bir din, bir hayat tarzı ortaya koyanlar, yâni
kendi kendilerine tapınanlar bilesiniz ki yeryüzünün en cahil insanlarıdır.
Kâfirler ve müşrikler yeryüzünün en cahil, en akılsız insanlarıdır. Çünkü
Kur’an’da Rabbimizin bu âyetlerinden öğreniyoruz ki gerçek bilgi vahiydir.
Gerçek bilgi Allah’ın bildirdiği bilgidir. Allah bilgisine sahip olan, vahiy
bilgisinden haberdar olan kişi âlimdir.
Kur’an’ı
ve sünneti tanıyan kişi, vahiyden haberdar olan kişi dünyanın en âlim kişisidir.
Vahiyden habersiz yaşayan insanlar hem dünyalarını, hem de âhiretlerini berbat
etmiş cahil insanlardır. Kitap ve sünnetten habersiz yaşayan kimseler
zalimlerdir ve Allah asla zalimlere yol gösterecek değildir. Onlar dünyada da,
âhirette de kaybetmiş kimselerdir.
Allah
böyle zalim ve cahil bir toplumu asla kurtuluşa ve düzlüğe ulaştırmayacaktır.
Allah’ı, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın hayat programını reddederek kendi
kendilerine bilgisizce yasa belirlemeye kalkışan, kanun koyma hakkını, haram
helâl belirleme hakkını kendilerinde gören cahil bir toplumu asla Allah kurtuluşa ulaştırmayacaktır. Böyle bir toplum
ne hukukta, ne eğitimde, ne ekonomide, ne amelde, ne düşüncede kesinlikle
doğruya ulaşamayacaktır. İyi şeyler yapmak için çırpınsalar da Allah’ın
yasalarından habersiz hareket ettiklerinden, istinat noktası olarak Allah’ın
kitabını tanımadıkların ne yaparlarsa yapsınlar hep batacaklar. Karmaşa içinde
bir hayat yaşamaktan asla kurtulamayacaklardır bunlar. Hiç bir konuda doğru ve
sıhhatli bir noktaya varamayacaklardır. Hiç bir konuda çözüme
ulaşamayacaklardır. Çözümü bulduk sandıkça batacaklardır. Çünkü Allah’ın
yasalarını reddetmiş ve zalimin zalimi, cahilin cahili olmuştur o toplum.
82. “Dalgıçlık yapan ve bundan başka
işler de gören şeytanlardan da onun buyruğu altına verdik. Onların hepsini
gözetiyorduk.”
Şeytanlar
da Süleyman (a.s) nın emrindeydiler. Dalgıçlık yapan şeytanlar, ayrıca Sâd
sûresiyle söyleyecek olursak bina Kur’an, dalgıçlık yapan şeytanları, demir
halkalarla bağlı diğerlerini de Onun buyruğu altına verdik diyor Rabbimiz.
Evet
bu âyetlerde anlatıldığına göre Rabbimiz cinleri, şeytanları Süleyman (a.s) nın
emrine vermiş ve Süleyman (a.s) prangalara bağlanmış olarak onları Mescid-i
Aksâ’nın yapımında çalıştırıyordu. Kimilerini denizlere gönderiyor, denizlerin
dibine dalıyorlar, oradan Süleyman (a.s) nın istediği nîmetleri çıkarıyorlardı.
Yine
Belkıs’ı karşılamak istediğinde köşk yaptırıyordu onlara. Rivâyetlere göre Hz.
Süleyman (a.s) Mescid-i Aksâ’nın yapımı esnasında gözlerinin önünde asasına
yaslanarak vefat etmişti. Ama cinler inşaat bitene kadar Onun vefat ettiğini
bilememişler. Nihâyet inşaat tamamlandıktan sonra asayı kurt yiyip de Süleyman
(a.s) nın vefat ettiğini anlar anlamaz tüm cinler sağa sola dağılıvermişlerdi.
Bakın
gözlerinin önünde bir peygamberin vefatını bile bile-miyorlardı bu cinler. İşte
cinlerin bilgisi bu kadardır anlıyoruz. Sonra yine bu âyetlerin ifadesiyle
cinlerin insanlardan tamamen farklı olduklarını, farklı özellikler taşıdıklarını
da anlıyoruz.
Evet şeytanlar onun emrinde, cinler
onun emrinde, rüzgarlar, kuşlar, kurtlar onun emrindeydi. Hayvanlarla da
konuşuyordu, onların dilinden de anlıyordu Allah’ın elçisi. Ama Onun saltanatı
sadece bunlarla da sınırlı değildi, tüm mevcudat Onun mülkünün Onun
hükümranlığının altındaydı.
Ama
demin de ifade ettiğim gibi Kur’an’da hiçbir peygamberin vefat haberi, vefat
hadisesi zikredilmediği halde Süleyman (as)ın ve-fatı anlatılır. Sebep ne?
Cinlerin hiçbir şey bilmediklerini ortaya koyuyordu Rabbimiz. İkinci sebebi de,
anlayabildiğimiz kadarıyla bir beşerin, bir insanın güç ve kuvveti zirvede olsa
da, saltanat ve devleti sa-dece insanları değil tüm mevcudata ulaşmış olsa da, o
bu dünyaya veda etmek zorunda kalacaktır. Ölümü tatmak zorunda kalacaktır.
Anlıyoruz ki hiç kimse Allah’ın ölüm yasasından kendini kurtaramayacaktır.
Evet onlar üzerinde muhafız olan bizdik
diyor Rabbimiz. Yâni onları koruyan, onları muhafaza eden, yaşatan, öldüren,
rızık veren biz idik. Ya da onların tümünü Süleyman (a.s) nın emrine âmâde
kı-lan biz idik. Onların boyunlarındaki iplerin ucu bizim elimizdeydi. Yâni
onların Süleyman (a.s)’a itaatini, isyan etmemelerini sağlayan
Allah’tı.
83. “Eyyub da: "Başıma bir belâ geldi,
(Sana sığındım), Sen merhametlilerin merhametlisisin" diye Rabbine nida
etmişti.”
Evet
kendisine imâmlık verilen, önderlik verilen şerefli elçilerden birisi de Eyyub
(a.s) dır. O da Rabbine dua eder. Ya Rabbi bana bir zarar dokundu, sen
merhametlilerin en merhametlisisin der.
Rabbimiz
kitabında bize şerefli elçilerinden farklı dua modelleri sunar. İşte bizim
örneklerimizin kabule şayan duaları bunlardır. Bizler kendi kendimize dua
modelleri oluşturma çabası içine gireceğimize, pişdarlarımızın dua modellerini
öğrenerek Rabbimize öyle dua etsek elbette çok daha hayırlı olacaktır.
Bakın
Eyyub (a.s) un duası da farklı bir duadır. Nuh (a.s) un toplumunun helâki için
Rabbimize duasını öğrenmiştik. O konumda olan kullarına bunu öğretti Rabbimiz.
Eyyub (a.s) da hastalığının iyileştirilmesi için, hastalığına Şafi olan
Rabbimizin şifa lütfetmesi için dua ediyordu. Hastaydı Allah’ın elçisi, Rabbimiz
tarafından hastalıkla imtihan ediliyordu.
Eyyub
(a.s) Kur’an’da Rabbimizin bize haber verdiğine göre önceden çok zengin, çok
fazla mal mülk sahibiyken, Rabbimizin kendisini tuttuğu bir imtihan sonucu tüm
servetini, malını, mülkünü ve de sıhhatini kaybeder. Allah Onu bir hastalıkla da
imtihan eder. Her şeyini kaybeden Allah elçisi Allah’ın bu durumda kullarından
beklediği sabrı gerçekleştirir ve Allah’ın rıza ve rıdvanına kavuşur. Çünkü O bu
durumda Allah’ın rahmetine, Allah’ın şifasına muhtaçtı. Şeytan Onu bu zayıf
noktasından vurup kendisini hastalıkla imtihan eden Rabbine karşı isyana teşvik
edince dayanamayan Eyyub (as): Ya Rabbi, dedi bana fazlasıyla zarar isâbet etti.
Bana zarar dokundu ve sen merhametlilerin en merhametlisisin.
Dikkat
ediyor musunuz? Hastalıkla imtihan edilen müslüman-lara ne güzel bir dua örneği
sunuluyor. Allah’ın kutlu elçisi böyle bir durumda sırf Allah’ın merhametine
sığınıyor ve şifayı sadece Allah’tan bekliyor. Üstelik dikkat ederseniz ya Rabbi
bana şifa ver bile demiyor. Sadece Erhamur Rahîmin olan Allah’a
güvenip teslim oluyor. İşi Ona havale ediyor. Çünkü bilmiyor ki imtihan eden
Allah ilminde hastalığının devamıyla imtihan olması mı hayırlı kendisi için,
yoksa sağlığa kavuşması mı? Bunu bilmediği için Rabbinin hayırlısı neyse onu
takdir buyurmasını diliyor.
84. “Biz de onun duasını kabul etmiş ve
başına gelenleri kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir
hatıra olmak üzere ona tekrar ailesini ve kaybettikleriyle bir mislini daha
vermiştik.”
Allah’ın
imtihan konusuna sabreden bir yiğit peygamber dua eder de, dua edilecek,
istenilecek makamı bilir de, Rabbi ona icabet etmez mi? Allah’ın kendisini böyle
bir hastalıkla imtihan ettiği bir mü’-min Şafi olarak Rabbini bilir, sadece
Ondan şifa ister, dua dua halini O’na arz eder de Rabbi ona cevap vermez mi?
Rabbi onun imdadına yetişmez mi? Böyle bir mü’mine hayatın da, ölümün de,
sağlığın da, hastalığın da sahibi olan Rabbimiz şifa vermez mi? Hangi
peygambere, hangi mü’mine icabet etmedi ki Allah? Yeter ki kullar O’nu
bilsinler, O’nu yetki sahibi, güç kuvvet sahibi, şifa sahibi bilip O’na
yönelsinler. Yeter ki kullar O’na yalvarıp yakarsınlar. Yeter ki O’na dua
etsinler, O’na kulluk etsinler, Ondan istesinler. Yeter ki hastalar, yeter ki
fakirler, yeter ki günahkârlar hallerinin arz edecekleri, isteyecekleri kapıyı
bilsinler. Öyle değil mi? Biz kulları bütün kulluğumuz, bütün âcizliğimiz
içinde, bütün samimiyetimizle dua dua yalvararak Rabbi-mize yönelsek hiç O Rab
dualarımızı reddeder mi? Hiç cevapsız bırakır mı?
Rabbimiz buyuruyor ki biz kulumuz
Eyyub’un duasına icabet ettik. Onda olan
zararı giderip, Onu kurtardık ve ehlini de ona verdik. Karısını ve çoluk
çocuğunu Ona tekrar verdik.
Rivâyetlere
göre ya ehli Onun bu hastalığına tahammül ede-meyerek yanından ayrılmıştı da,
sıhhatine kavuşmasından sonra tek-rar ehlini Ona döndürdük. Ya da sadece Eyyub
(a.s) değildi bu ölümcül hastalıkla imtihana tabi tutulan. Ehli, karısı, çoluk
çocuğu da bu hastalığa tutulmuştu da hepsini Rabbimiz iyileştirivermiştir.
Rabbimiz ehlini Ona gerisingeriye lütfettiği gibi fazlasını da veriyor. Ya Ona
daha başka sâliha kadınlar veriyor, ya da evlâtlar, oğullar, kızlar veriyor ve
ailesi çoğalıyor. İşte tüm bu verilişler Allah katından bir rahmettir. Şifayı
veren Allah’tır, sağlığı veren O’dur, ehlini veren O’dur, her şeyini veren
O’dur.
“Ey Muhammed! Kulumuz Eyyub'u da an;
Rab-bine: "Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azap verdi" diye seslenmişti.
"Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su" dedik. Katımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir
öğüt olmak üzere, ona tekrar aile ve geçmiş olanlarla bir mislini daha
vermiştik.”
(Sâd
41,42,43)
Evet işte bu âyetlerde anlatıldığına
göre Rabbimizin emriyle Eyyub (a.s) ayağını yere vurur ve vurduğu yerden bir su
fışkırır, ondan içer, yıkanır ve hastalığından kurtulur.
Ve gerçekten Onun gibi Allah’a dua
eden, Onun gibi Allah’ın imtihan konusuna sabreden, Onun gibi Allah’ı her konuda
tek merci bilen, Onun gibi Allah’a kulluk eden mü’minler için bu bir zikra oldu
diyor Rabbimiz. Biz bunu onlara bir zikra, bir hatırlatma, bir uyarı, bir hatıra
yaptık. Mü’minler için en güzel bir gündem maddesi yaptık. Yâni kullarımızdan
kıyâmete kadar benzer durumda, hastalıkla, yoklukla, sıkıntıyla imtihan
edilenlere güzel bir örnek, hoş bir ibret yaptık bunu.
Allah’ın
elçisi Eyyub (a.s) gibi hastalıkla imtihana tabi tutulanlar sadece Rablerini
Şafi bilip, sadece şifayı O’ndan bekleyip, O’na dua ettikleri, O’nun kapısını
dövmeye devam ettikleri ve O’nun rahmetine sığındıkları sürece kesinlikle
bilsinler ki bu dünyada kaybettiklerini yeniden bulacaklar, yitirdiklerine
yeniden kavuşacaklar, hattâ fazlasına ulaştıracak Rableri onları.
Süleyman ve Dâvûd (a.s) ların çok
farklı bir durumları var. Çok farklı bir imtihan konuları var. Kendileri bu
dünyada hiç kimseye nasip olmayacak güç verilmiş, saltanat verilmiş, imkân
verilmiş, fırsat verilmiş. Kuşlar onlara ordu, cinler onların ordusu, şeytanlar,
rüzgarlar, dağlar, taşlar onların ordusu. Saltanatları mevcudatı kaplamış. İşte
böyle büyük bir varlıkla, büyük bir saltanatla imtihan edilen Süleyman ve Dâvûd
(a.s)’lara karşılık, hastalıkla, yoklukla, tüm dünyalıklarını kaybetmekle
imtihan edilen bir elçi. Eyyub (a.s). Birbirine tamamen zıt iki imtihan
konumu!
Öyleyse
şunu kesinlikle unutmamalıyız ki imtihanı yapan Allah’tır. İmtihanın konusunu
takdir eden Allah’tır. Bizi bu dünyada güç, kuvvet, zenginlik, servet ve
saltanatla, imkân ve fırsatla da imtihan edebilir, bunun tamamen zıddına
fakirlikle, yoklukla, hastalıkla, mahrumiyetle de imtihan edebilir. Her iki
durumda da kuluz ve Allah’ın takdirine, Allah’ın imtihan konularına rıza
göstermek zorundayız. Asla Rabbimizi unutup, Rabbimize isyan içinde bir hayatın
adamı olmamamız gerektiği bilmek zorundayız.
Öyle
değil mi? Dâvûd ve Süleyman (a.s) gibi de imtihan edilebiliriz bu dünyada, Eyyub
(a.s) gibi de. Süleyman ve Dâvûd (a.s) gibi Mülk ve saltanatla imtihan
edildiğimiz zaman asla şımarmayacak, müstekbirleşmeyecek, Allah’a kafa tutup
O’na isyan etmeyecek, sürekli bütün bunları kendisine borçlu olduğumuzu, her
şeyimizle kendisine muhtaç bir kul olduğumuzu, imtihanda olduğumuzu
unutmayacağız, Eyyub (a.s) gibi mahrumiyetlerle imtihana çekildiğimiz zaman da
bize tahsis buyurduğu bu imtihan konusundan ötürü asla O’na isyan etmeyeceğiz,
kafa tutmayacağız, kendimizi dağıtmayarak kul olduğumuzun şuurunda O’na dua dua
yalvarıp yakaracağız.
Peki
şu anda bizler de bu elçiler gibi mi imtihan ediliyoruz? Elbette. Gerçekten bir insan her ne kadar kıyâmete
kadar Süleyman (a.s) nın saltanatına erişemeyecek idiyse de Allah bazılarına
çevresine göre Süleyman saltanatını verebilmiştir değil mi? Çevresine göre
tabii. Yâni şu bizzat Süleyman (a.s) nın saltanatı kimsede olmayacak, kimseye
vermiyor Allah da, çevresindekilere verilenlere nispetle onun gibisini
verebiliyor kimilerine. Yâni kimi insanların kendi çevresine göre saltanatı
Süleyman (a.s) gibi olabilir. İşte
çevresine göre böyle kendisine çok fazladan bir şeyler verilenlerin bu
verilenlerle şımarıklaşmaması, haddini bilmesi, bunu kendisine veren Allah’ın
sadece kendisine vermediğini, kendisinden önce de birilerine, hem de peygamber
olarak lütufta bulunduğunu unutmaması gerektiğini anlatmak üzere galiba Süleyman
ve Dâvûd (a.s) hadisesinden söz ediliyor anlıyoruz.
Ama meselâ bu dünyada bir Eyyub (a.s)
gibi hastalıkla, sı-kıntıyla, fakirlikle, her şeyini kaybetmekle imtihan
edilebilirsiniz. Veya bir Nuh (a.s) gibi ezilmişlerin peygamberi, çevresinde
rezil rüsva insanların alaylarına maruz kalmış bir peygamber konumunda imtihana
çekilebilirsiniz.
Veya
Hûd (a.s) gibi, Ya da Lût (a.s) gibi belki sadece iki kızı ile o bölgeden
çıkması emrolunan geri kalanların tümünün helâk edildiği bir toplumun peygamberi
olabilirsiniz. Evet kimi yok, kimsesi yok, gücü yok, kuvveti yok gibi görülen
bir peygamber konumunda olabilirsiniz. Ama Dâvûd (a.s) öyle değil mi? Hele
Süleyman (a.s) hiç öyle değil. Süleyman (a.s) kendi döneminin daha güçlü, daha
kuvvetli bir peygamberi olarak karşımıza çıkmaktadır.
85,86. “Ey Muhammed! İsmail, İdris ve
Zülkifl hakkında anlattığımızı da an; onların her biri sabredenlerdendi. Onları
rahmetimizin içine aldık; doğrusu onlar iyilerdendi.”
İsmail,
İdris ve Zülkifl onların hepsi sabredenlerdendi. İsmail (a.s) bildiğiniz gibi
insanlığa imâm kılınan atamız İbrahim (a.s) in Hacer annemizden dünyaya gelen
oğludur. Babası İbrahim (a.s) tarafından annesiyle birlikte Mekke’ye
yerleştirildi. Allah’ın emriyle babasıyla birlikte yeryüzünde Allah’ın kıblesi,
Allah’a kulluğun sembolü olan Kabe’yi inşa edecekti İsmail (a.s). Ve yıllar
sonra onun soyundan Mekke’de Muhammed (a.s) elçi olarak
görevlendirilecekti.
İdris
(a.s) da atamız, insanlığın atası ve ilk peygamber Hz. Adem’e en yakın olan,
Onun torunlarından olan bir peygamberdir. İlk dönemin, tevhidin bozulmadığı,
yeryüzünde fesadın, küfrün, şirkin bulunmadığı dönemin peygamberi. Hz. Ademle
Hz. Nuh (a.s) arasında gelmiş bir elçi.
Zülkifl
(a.s) da imanlarımızdan birisidir, hakkında pek fazla bir şey bilmiyoruz. O da
Rabbimiz tarafından vahiyle şereflendirilip yüceltilmiş bir elçi. İşte bunların
hepsi Allah’ın kendilerine biçtiği rollerine, kendilerine yüklediği kulluk
programlarına, Risâlet misyonlarına sabreden, böylece Rabbimizin rahmetine lâyık
olan insanlardır. Onların tümünü rahmetine erdirdi Rabbimiz. Rahmetine idhal
buyurdu, çünkü onlar sâlihlerdendi.
87. “Zün-Nun hakkında söylediklerimizi
de an. O, öfkelenerek giderken, kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı;
fakat sonunda karanlıklar içinde: “Senden başka İlâh yoktur, Sen münezzehsin,
doğrusu ben haksızlık edenlerdenim” diye
seslenmişti.”
Evet,
Zün-Nun’u da hatırla peygamberim. Zün-Nun’a söylediklerimizi de hatırla. Onu da
gündeme al. Zün-Nun balık sahibi demektir. O da Allah elçilerinden bir elçiydi.
Kalem sûresinde bir adının Zün-Nun olduğu, bir başka yerde de onun adından Yunus
olarak söz edilir. Evet Yunus (a.s)’ı ve ona söylediklerimizi de gündeme alın
diyor Rabbimiz.
Hani O gazaplanarak, öfkelenerek
gitmişti, kavminden ayrılmış, toplumundan uzaklaşmıştı. Niye kaçıp gitmişti
toplumundan? Sebep şuydu: Yunus (a.s) Allah’tan aldığı görevle toplumunu uyarır,
toplumunu Allah’a kulluğa çağırır. Ama toplum Onu dinlemez, uyarılarına aldırış
etmez. Nihâyet toplumunu Allah’tan kendilerine gelmekte olan bir azapla tehdit
eder. Ama haber verdiği azap biraz gecikir. Toplumuna gazaplanan peygamber henüz
azap gelmeden ve de Al-lah’tan kendisine toplumundan hicret emri de gelmeden
hemen alelacele toplumunu terk eder. Onlara nefret ederek görevinden kaçar.
Halbuki
bir peygamberin Allah’tan kendisine bir hicret emri gelmeden görev mahallini
terk etmemesi gerekiyordu. Ölecekse orada ölmeliydi. Allah dilemedikçe orada da
ölmeyecekti tabii. Dövecekler, sövecekler, hapse atacaklar, ateşe atacaklar ama
yine de gitmeyecekti oradan. Fakat gitti işte. Niye gitti? Öyle yapılınca
başımıza ne-lerin geleceğini bize anlatma adına, gösterme adına, bize bir ders
verme adına gitti. Bize bir misâl olsun diye arz etti Allah. Yunus sûresinin
anlattığına göre koşarak gitmişti. Kölenin efendisinden kaçtığı gibi toplumundan
kaçtı ve bir gemiye bindi.
Allah’tan kendisine bir emir gelmeden
böyle gazapla kaçıp giderken zannediyordu ki bizim kendisine gücümüz
yetmeyecekti. Yâni ne yapabilecekti bir peygamber? Nereye kaçabilecekti
Allah’-tan? Nereye gidebilecekti? Ama bilemedi işte. Halbuki Allah onu
yakalayacaktı. Allah’tan asla kaçamayacaktı. İşte yakaladı da. Bir gemiye bindi.
Yolda bir fırtına sonucu alabora oldu ve gemide bir kura çekildi. Yunus (a.s)
kendi suçluluğunun farkındaydı ya, belki bizzat kendisi bunu teklif eder, ya da
kura kendisine çıktığı için denize atılmayı rahat rahat kabul eder ve atılır.
Sonra denizde bir balık tarafından yutulur. Balığın karnında dua dua Rabbine
yalvarır. Karanlıklar içinde bir cezaydı bu kendisine. Kederle dolu olduğu halde
yutkunarak Rab-bine dua edip, hatasını anlayıp affını ister. Rabbini tesbih
eder. Tes-bihi de bakın şöyleydi:
Allah’ım!
Seni tesbih ederim! Senden başka İlâh yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu ben
haksızlık edenlerdenim. Rabbim ben zalimlerden oldum. Hem Rabbime, hem
toplumuma, hem de kendi ken-dime zulmedenlerden oldum. Ben görevimi terk ettim!
Ben toplumum-dan uzaklaştım! Ben hata ettim! Ben bunu yapmamalıydım! diyerek
kendi kendisini suçladı, özür dileyerek Rabbine yalvarıp yakardı.
88. “Biz de ona cevap verip, onu
üzüntüden kurtarmıştık. İnananları böyle kurtarırız.”
Ona da icabet ettik, Onun duasına da
cevap verdik diyor Rab-bimiz. Eyyub (a.s) un duasına icabet eden, Nuh (a.s) un
duasına ica-bet eden Rabbimiz burada da Yunus (a.s) un duasına icabet ettiğini
bildiriyor. Var mı Ondan başka dövülecek kapımız? Var mı Ondan başka dualara
icabet eden? Evet Onun duasını da kabul edip, Onu gamdan, kederden kurtardık
diyor Rabbimiz. Bakın burada da:
1: Bize imâmlarımızdan, örneklerimizden
böyle bir dua modeli, böyle bir tesbih örneği sunuluyor. Biz kullarına bir imâm
şahsında bir tövbe usulü, bir dönüş örneği sunuyor. Bu tövbe örneğinin yanında
bir de şu husus anlatılıyor burada. Allah’la savaş içinde bulunan, Allah’a
kulluktan kaçan tüm kâfirlere bir uyarıda bulunuyor Rabbimiz burada. Bakın,
dikkat edin, Allah’ın en sevgili kulu, Allah’ın kutlu elçisi bile Allah’a isyan
edince Allah Onun cezasını verdi. Bir peygamberi bile yaptığı bir eyleminden
ötürü böylece cezalandıran Allah size ne yapacak? Sizi bağışlayacak mı? Sizin
yaptıklarınızı görmezden mi gelecek? Hayır hayır kesinlikle bilesiniz ki Allah
size de ceza verecektir. Bir peygamber yanında sizin ne değeriniz var da?
Neyinize güveniyorsunuz?
Ama
Şurasını da göz ardı etmeyin ki tövbe edince de Allah Onu affetti. Eğer sizler
de şu anda yaptığınız yanlışlardan
döner, eğer tövbe ederseniz bilesiniz ki sizleri de aynen Onun gibi affederim
deniyor. Kâfirler için böyle denirken, mü’minler için de deniyor ki burada: Ey
mü’minler iman ettik diye, müslüman olduk diye sakın şımarmayın ha! Allah’a,
peygambere yakınlığınızdan dolayı şımarmayın! Yapacağınızı yapın, değilse
peygamber bile olsanız gözünüzün yaşana bakılmaz, cezaya çarptırılırsınız! Bu
işin şakası yoktur denmektedir.
2: Müslümanlığımızı, kulluğumuzu,
Allah’a karşı sorumluluklarımızı Allah adına icra etmeye çalışalım. Birilerine
rağmen, ya da birilerine binaen hareket etmeyelim. İnsanlar dinlemediler diye,
anlamadılar diye hareketlerimizi onlara göre ayarlamaya, tavırlarımızı onlara
göre belirlemeye kalkışmayalım. İnsanlar bize ve anlattıklarımıza değer
vermediler diye üzülüp kendimizi dağıtmamalıyız. Ya da tam tersi de geçerlidir.
Nasıl? İnsanlar bizi dinler ve değer verirler görününce de şımarmayacağız. Tüm
hareketlerimizi Allah’a göre ayarlamalıyız.
3: Her konuda, bilhassa müslümanlığın
toplum içinde icrası konusunda başkalarını değil kendimizi suçlamasını
bileceğiz. Toplumun yaptıklarından toplumu değil kendimizi suçlayacağız. Şeytan
gibi suçu Allah’a, ya da başkalarına atmak ve sorumluluktan kolayca kurtulmak
yerine; Adem (a.s) gibi suçu kabullenmek zorundayız. O zaman içinde bulunduğumuz
bozukluktan kurtulabilmek için çare arayacağız ve Rabbimize yöneleceğiz
demektir. O zaman işte âyetlerde gördük, Rabbimiz kendisine yönelip dua dua
yalvaranları mutlak sûrette affedecek ve yol gösterecektir, bunu hiç bir zaman
unutmayalım.
Bir imâm daha, bir dua örneği daha
geliyor:
89. “Zekeriya da: “Rabbim! Beni tek
başıma bırakma, Sen varislerin en hayırlısısın” diye nida
etmişti.”
Evet
önderlerimizden Zekeriya (a.s) da bir başka dua konusuyla Rabbine dua ediyor ve
diyordu ki: Ey Rabbim, beni evlâtsız, beni varissiz tek başıma bırakma. Bana bir
vâris ver. Ama ilmin, takdirin, buyruğun gereği bana bir vâris vermesen de
aldırmam. Çünkü ben biliyor ve inanıyorum ki sen varislerin en hayırlısısın
diyordu. Evet önce dua dua yalvarıp yakararak bir evlât istiyor, sonra da işini
teslimiyetle Allah’a havale ederek, sen bâkî kalacak mirasçımsın
diyordu.
Ya Rabbi, bana vâris olacak, benim
yolumu devam ettirecek, peygamberler yolunun toplumda ilelebet silinmemesine,
unutulmamasına say-ü gayret edecek, benim dinime, benim inancıma, benim yoluma
sahip çıkacak, kullarını senin dinine çağıracak, sana senin istediğin kulluğu
gerçekleştirecek, senin razı olduğun müslümanca bir hayat yaşayacak bir evlât,
bir vâris istiyorum Allah’ım senden. Evet işte Zekeriya (a.s) nın evlât
arzusunun hedefi buydu. İstiyordu ki bu evlât kendi dinine, kendi inancına,
kendi yoluna vâris olsun ve bu yolunu devam ettirsin. İstiyordu ki bu evlât
kendi yolunu, kendi sünnetini, kendi risâletini devam
ettirsin.
Meryem sûresiyle birlikte söyleyecek
olursak Zekeriya (a.s) arkasında kendisine halef olacaklardan, vâris
olacaklardan da korku duyuyordu. Ya Rabbi, ben arkamdan geleceklerden
korkuyorum. Be-nim arkamda kalanların dâvâmı, yolumu bitireceklerinden,
unutacaklarından korkuyorum. Ne olur Allah’ım, bana katından bana bir vâris
lütfet, bana bir dost, bir yardımcı ver ki o benim dinimi, benim yolumu
sürdürsün diyordu.
Dikkat
ediyor musunuz Allah’ın elçisinin evlât istemedeki hedefine, niyetine? İşte
evlât böyle istenir. İşte vâris bunun için istenir. Malıma mülküme, dükkanıma
tezgahıma sahip olsun diye, param pu-lum el âleme kalmasın diye, ihtiyarladığım
zaman bana yardımcı olsun diye, adımı sürdürsün diye değil. Bana hizmet etsin
diye değil. Benim dinimi sürdürsün diye, benim yolumu, benim dâvâmı takip edip
sürdürsün diye istenir evlât. O böyle halis bir niyetle Rabbine dua
edince:
90. “Biz de ona icabet ederek, Yahya'yı
bahşetmiş, eşini de doğum yapacak hale getirmiştik. Doğrusu onlar iyi işlerde
yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı
duyuyorlardı.”
Biz
de Onun duasını kabul edip, yaşlı ve kısır olan karısının kısırlığını tedavi
ederek olmazı oldurduk ve Yahya’yı Ona bahşettik diyor Rabbimiz. Rabbimiz
kendisine dua dua yalvaran kulunu, elçisini mahrum bırakmıyor ve kendisine Yahya
isminde sâlih bir evlât lütfediyor. Yahya diri, dirilik, canlılık demektir.
Elbette böyle yüz yaşını aş-mış yaşlı bir babadan, yine onun kadar yaşlı,
doğurma yaşını çoktan aşmış ve de kısır bir anadan meydana gelen, yâni tabiri
caizse iki ölüden dünyaya gelen bir diriydi Yahya. Dirilik ve canlılık
sembolüydü Yahya. Bir de daha gencecik yaşında, hayatının baharında Allah
dâ-vâsı uğrunda babasından önce şehit olarak ebediyen dirilerin içine
katılacaktı Yahya (a.s). Ölümsüzlük makamına ulaşacaktı. Rabbi ka-tında
dirilerden olarak rızıklandırılacaktı Yahya. Arkasındaki müslü-manları
diriltmeye, diri tutmaya sebep olacaktı Yahya. Bizi diriltecekti Yahya.
Onların, o imâmların, o elçilerin hepsi
de hayırlı yollarda yarışıyorlar ve ümit ederek, ümit kesmeyerek, korkarak, haşyet içinde bize dua ediyorlar,
ibadet ediyorlardı. Bize karşı gönülden teslim olarak kulluk ediyorlardı. Böyle
oldukları için de biz onların dualarına icabet ediyorduk. Öyleyse bizler de
hayırlara koşalım, hayır peşinde olalım. Hep hayır yollarında yarışalım, hep
Rabbimizin rızasını celp edecek, O’nun gazabından sakındıracak ameller peşinde,
tavırlar pe-şinde, kulluklar peşinde olalım da Rabbimiz bizim dualarımıza da
ica-bet buyursun. Rabbimize karşı hep bir saygı içinde, hep bir haşyet içinde
olalım da dualarımız geri çevrilmesin inşallah.
Evet bundan sonra Allah’ın lânetine ve
gazabına uğramış iki toplumun sapma noktalarına işaret ederek bir imâmın, bir
elçinin daha annesiyle birlikte gündeme alındığını görüyoruz. Meryem anamız ve
tertemiz bir kız olarak onun dünyaya getirdiği, bir Allah yasası, bir Allah
kelimesi olarak doğurduğu Hz. Îsâ (a.s) dan söz edilecek. Ve Hz. Îsâ (a.s) nın
da tıpkı öteki elçiler gibi, öteki imâmlar gibi bir beşer olduğu, asla bir İlâh,
bir tanrı, ya da tanrının yetkilerine sahip olmadığı, tanrının oğlu olmadığı
vurgulanacak.
91. “Mahrem yerini koruyan Meryem'e
ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu, âlemler için bir mûcize
kılmıştık.”
Evet
mahrem yerini koruyan, ırzını, namusunu koruyan ter-temiz bir kızcağız olan
Meryem’e biz kendi ruhumuzdan üfledik, Onu ve oğlunu tüm insanlığa bir âyet, bir
ibret, bir yasa yaptık. Evet Îsâ (a.s) Allah’ın Meryem’den İlâhî bir yasa olarak
babasız dünyaya getirdiği bir elçisidir. O Allah’ın bir kelimesi, bir yasası,
bir âyeti, bir mûcizesi, bir ruhudur ki Onu Meryem’e ilka etmiştir. Rabbinizin
Cebrâil (a.s) vasıtasıyla Meryem’e gönderdiği, Meryem’e ilka ettiği, Merye-m’in
rahminde meydana getirdiği bir ruhudur. Böyle mûcizevi olarak babasız dünyaya
getirdiği Allah’ın bir âyeti, bir yasasıdır O. İş bu ka-dar net ve açıkken,
Rabbimiz Kur’an-ı Kerîminde Ondan daha enteresan bir yaratılış yasasıyla hem
babasız, hem de anasız bir şekilde Ademin yaratılışıyla da bu işe açıklık
getirirken yine de maalesef Hıristiyanlık dünyası bu konuda çok büyük bir
yanılgı içine düştüler. Îsâ (as)’ın bu mûcizevi yaratılışından ötürü Onun tanrı,
ya da tanrının oğ-lu olduğunu iddia ederek Allah’a en büyük iftirayı yaptılar ve
şu anda da bu sapıklıklarını sürdürmektedirler.
Rabbimiz Îsâ (a.s) nın gündeme
getirildiği bu âyetinden önce peygamberler silsilesini gündeme getirerek
bunların her birerinin bir beşer olduklarını, hepsinin kul olduklarını, her
birerinin Rablerine dua edip yalvardıklarını, kendileri için hiçbir şeye kadir
olamayıp isteyeceklerini Rablerinden istediklerini, Rablerine herkesten çok
teslim olarak ibadet ettiklerini ve bunların hiçbirisinin İlâhlıkta hiç bir
payelerinin bulunmadığını ısrarla anlattı. Onların kendi hastalıklarına şifa
verecek, kendilerine ya da başkalarına çocuk verebilecek güçte olmadıklarını,
Allah’ın vahyine aykırı hareket eden bir Yunus peygamberin cezalandırıldığını
anlattı, anlattı sonra da onlardan biri olan ve Meryem isimli bir kızdan dünyaya
gelen Îsâ (a.s)’a sözü getirdi. Öyleyse tüm bu gerçekleri bildikleri halde ey
Allah elçisini ve anasını tanrılaştırma kavgası veren Hıristiyanlar, bu
sapıklıklarınızdan vazgeçmezseniz Allah’a en büyük iftirayı yaparak cehennemi
boylayacaksınız buyurulmaktadır.
92. “Doğrusu tevhid dini olan
müslümanlık, bir tek din olarak sizin dininizdir ve Ben de Rabbinizim, artık
bana kulluk edin.”
İşte
bu anlattığımız peygamberler, imâmlar rehberliğinde sizin tek ümmetiniz bu
ümmettir. Hz. Adem (a.s) dan bu yana işte size an-lattığım bu peygamberler
silsilesi tek bir ümmettir. Tek bir ümmet üzerindedirler. Bu ümmet onların
mübarek yolunun yolcusu olan sizlerin müntesibi olmakla şeref bulduğunuz, izzet
kazandığınız İslâm ümmetidir. Ve ben de sizin tek Rabbinizim. Yalnız bana kulluk
edin, yalnız beni dinleyin, yalnız beni Rab bilip hayatınızı benim adıma ve
benim yasalarım istikâmetinde yaşayın.
Evet
ümmet; İslâm ümmeti, din; İslâm dini, teslimiyet dini ve Rab, İlâh da Allah’tır.
Bir tek ümmet olabilmek için elbette tüm peygamberlerin kulluk ettikleri bir tek
Rabbe kulluk edilecekti. Ama:
93. “Ama insanlar, din konusunda
aralarında bölüklere ayrıldılar, hepsi Bize
döneceklerdir.”
Onlar
aralarında işlerini paramparça ettiler. Onlar hepsi bir tek ümmet olan, hepsi
bir tek dinin sahibi olan, hepsi bir tek Rabbe inanıp bir tek Rabbe kulluk eden
peygamberleri parçaladılar. Peygamberlerin tümünün mensubu bulundukları tek
ümmeti, tek milleti, tek dini, tek yolu paramparça yaptılar. Böylece kendi
kendilerini de parçaladılar. Gruplaştırdılar da her bireri bir parçasına
sarıldılar. Tek bir ümmet olan İslâm ümmetini parçaladılar da her biri farklı
bir isimle anılmaya başladılar. Halbuki az evvel anlattı elçilerini Rabbimiz.
Onların tamamı tek dinin, tek ümmetin mensubuydular. Hepsinin dini İslâm’dı,
hep-si müslümandı onların. Onlar bu peygamberlerin yolunu, dinini parçaladılar.
Yâni
onlar o peygamberlerin dininden ayrıldılar. Din asıldır, ondan ayrılanlar
tefrikacıdır. Onlar Allah’ın Hz. Adem (a.s)’dan bu ya-na gönderdiği İslâm’dan,
tüm peygamberlerin dini olan İslâm dinin-den ayrılıp ayrı dinler iddiasına
kapıldılar. Param parça parçalandılar. Tüm peygamberlerin dini olan İslâm’ı terk
ettiler de Yahudilik ve Hıristiyanlık diye ayrı ayrı dinlere inandıklarını iddia
ettiler.
94. “İnanmış olarak yararlı iş
işleyenin ameli inkâr edilmeyecektir. Biz onu
yazmaktayız.”
Allah’a,
Allah’tan gelenlere, Allah’ın elçilerine Allah’ın istediği biçimde inanıp, sâlih
ameller işleyen, imanını sadece söz planında, iddia planında bırakmayarak
hayatını bu imanla düzenleyen kulumuzun ameli asla inkâr edilmeyecektir. Yâni
inanan, iman kaynaklı bir hayat yaşayan, imanını sadece iddia planında, söz
planında bırakmayarak sâlih amellerle ispat eden, fıtratına yaraşır ameller
işleyen, Allah’ın istediği hayatı yaşayan kulumuzun ameli asla inkâr
edilmeyecektir. Kıl kadar bile kendisine bir haksızlık yapılmayacaktır. Kıl
ka-dar bile olsa yaptıkları boşa gitmeyecek, kendisine asla zulmedilmeyecektir.
Çünkü biz onu yazmaktayız diyor Rabbimiz.
Evet inanarak, imanlarına yaraşır sâlih
ameller işleyerek hayatlarını Allah için yaşayanların, Allah’a lâyık bir hayat
yaşayanların, Allah kontrolü altında bir hayat yaşayanların, Allah’ın kitabına,
Allah’ın yasalarına, Allah’ın elçilerinin, imâmların hayatlarına, örneklediklerine uygun bir hayat
yaşayanların hayatlarını bereketlendirecek ve asla zayi etmeyeceğim diyor
Rabbimiz. Onların zerre kadar iyiliklerini bile büyütülmüş olarak onlara
karşılık vereceğim diyor. Evet Rabbimiz onların yaptıklarının zerresini bile
zayi etmeyeceğim diyor. Büyük küçük, gizli açık ne yapmışlarsa, ne
düşünmüşlerse, ne niyet etmişlerse tümünü değerlendirecek ve karşılığını
tastamam kendilerine vereceğim diyor. Çünkü o ameller boşa gitmesin diye
melekler tarafından sürekli yazılmakta, kaydedilmekte ve muhafaza
edilmektedir.
95. “Yok ettiğimiz kasaba halkının
âhirette ceza görmek üzere Bize dönmemesi imkânsızdır.”
Evet,
bu âyet-i kerîmeye üç türlü mânâ vereceğiz:
1: Allah’ın gazabına uğrayarak yıkıma
uğratılmış, helâk edil-miş her bir kasaba halkının artık bir daha dünyaya geri
dönmesi mümkün değildir. Çünkü artık Allah tarafından onların defterleri
dürülmüştür. Allah’ın gazabına uğrayarak gebertilmiş olan bu insanlara artık bir
daha denenme fırsatı tanınmaz. Öyleyse ey insanlar, Rab-binizin yıkımı, helâki
gelip de defteriniz dürülmeden önce, fırsat el-deyken Rabbinize kulluğa dönün.
O’nun elçilerinin örnekliğinde sâlih ameller işlemeye ve Rabbinizi kendinizden
razı etmeye çalışın.
2: Helâk ettiğimiz, yıkıma uğrattığımız
her bir kasaba halkı mutlaka dirilerek yaşadıkları hayatın hesabını ödemek üzere
Bizim huzurumuza gelmemeleri, unutulmaları, sümenaltı edilmeleri, hesaptan,
Bizim sorgulamamızdan kurtulmaları asla mümkün değildir. El mahkum herkes
dirilecek ve Bizim huzurumuza gelecektir.
3: Veya bir üçüncü mânâsı da şöyle
olabilir: Ahalisi bize isyan içinde, Bizim elçilerimize isyan içinde bir hayat
yaşayıp ta bu isyanlarından ötürü kendilerine azabımızı, helâkimizi takdir edip
kararlaştırdığımız hiçbir kasaba halkına artık asla tövbe imkânı, isyandan
itaate, küfürden, şirkten İslâm’a dönme fırsatı verilmez. Bir kere helâklerine
hükmettik mi artık onlara hiçbir mühlet tanınmaz. Onlara göz açtırılmaz diyor
Rabbimiz.
96. “Ye'cuc ve Me'cuc'un seddi
yıkıldığı zaman her dere ve tepeden boşanırlar.”
Kehf
sûresinde Zülkarneyn (a.s) in Ye’cuc ve Me’cüc için bir set yaptığı ve onları
yıkılması mümkün olmayan bu seddin arkasına hapsederek o bölge insanını onların
belâlarından koruduğu, ama kı-yâmetin gerçekleşmesiyle bu seddin yıkılıp onların
bırakılacağı ve dalgalar halinde birbirlerine girerek arza yayılacakları
anlatılmaktadır. Bunu kıyâmet alâmetlerinden sayanlar olmuş. Öyle bir zaman
gelecek ki tıpkı barajların setlerinin yıkılıp da muhteşem suların akması gibi
bu sed de yıkılacak ve bu Ye’cuc ve Me'cüc yeryüzüne dağılacaktır deniyor. Ama
bu inşallah bizi üzmeyecek zaten kıyâmetle birlikte yeryüzünde bizim hayatımız
da bitecektir. Kıyâmetin kopmasından kısa bir süre önce Rabbimiz yeryüzündeki
mü’min kullarının canını alacak ve kıyâmet kâfirlerin üzerine kopacaktır.
Rabbimiz kıyâmetin dehşetinden mü’min kullarını koruyacaktır.
97. “Gerçek vaat yaklaşmıştır. O zaman
inkâr edenlerin gözleri beleriverir:” Vah bize! Bundan önce gaflet içindeydik,
hem de zalimdik” derler.”
Evet
gerçek vaat, kıyâmet günü, kıyâmet saati yaklaşmıştır. İnsanların defterlerinin
dürülüp, hesaplarının görüleceği zaman yaklaşmıştır. O kıyâmet saati ona
hazırlıksız olan kimselere ansızın gelecektir. Zira kendileri kıyâmetin
geleceğinden gafil bir şekilde dünyaya dalmış, onu hatırlarından çıkarmış ve
böylece lüzumsuz şeylerin peşine takılmış insanlar için elbette kıyâmet ansızın
gelecektir. Kıyâmete inanmayan ve onun hazırlığı içinde Allah için bir hayat
yaşamayan insanlar onun kopmasına yakın bir dönemde alâmetler belirdiği zaman
bile uyanmayacaklar, o zaman bile oyun ve oynaşlarını sürdüreceklerdir. Onun
için şuurları yerinde değilken, haberleri yokken kıyâmet gelip onların
tepelerinde patlayacaktır. Artık ondan sonra pişman olma ve geriye dönme imkânı
da kalmayacaktır.
O
gün kâfirlerin gözü belerip kalmıştır. Ona inanmayanların gözleri dehşet ve
korkudan yuvalarından, yerlerinden fırlayacak hale gelmiştir. Ve gözleri zillet
içinde donup kalmıştır, donakalmıştır. Evet o gün kâfirler zelil, hor, hakir,
gözleri önlerine düşmüş, suspus olmuşlardır. Kıyâmet sûresinin ifadesiyle bâsira
olmuştur. Yâni Abus bir çehre olarak pusarır, asılıp kalır o gün kâfirler.
Suçundan dolayı, kaybından dolayı, ayıbından dolayı, ıstırabından, üzüntüsünden
dolayı suspus olmuş, yıkılmış bitmiş tükenmiştir kâfirler. Böyle bir durumda
diyorlar ki bakın alçaklar:
Vah
bize! Eyvah biz! Biz bundan önce bu kıyâmetten gaflet içindeydik, hem de
zalimdik diyorlar. Aslında bugünle uyarıldık, ama biz bu kıyâmetten gaflet
içindeymişiz. Uyarılara kulak asmayan zalimlermişiz meğer diyecekler. Gerçeği
bütün çıplaklığıyla anlayacaklar ve kuzuya dönecekler.
Evet alçakların tüm kâfirlikleri, tüm
müşriklikleri, tüm müstekbirlikleri bitmiştir. Tüm tâğutlukları son bulmuş, tüm
zulümleri ve şir-retlikleri, azgınlıkları kalmamış. Ne Rablikleri kalmış, ne
ilâhlıkları kal-mış, ne krallıkları, ne egemenlikleri kalmış. Ne biz
bilirizleri, ne biz ya-parızları kalmış. Her şeyleri bitmiş suspus olmuşlar ve
korku içinde, dehşet içinde zalimliklerini itiraf ediyorlar. Kış sineği gibi
başlarına gelecek felâketi beklemektedirler. Çünkü artık gerçeği anlamışlardır
alçaklar. Allah’ı diskalifiye ederek, Allah’la, Allah’ın elçileriyle sava-şarak,
Allah’a kulluktan kaçarak bir hayat yaşamakla ne kadar büyük zulümler
işlediklerini anlamışlar.
Allah
yerine koyup, Rab makamına oturtup kanunlarını uygulamak için çırpındıkları,
hatırlarını kazanmak için koşturdukları tâğut-ların, modanın, çevrenin,
âdetlerin ve tüm yapay tanrıların ve tanrıçaların meğer Allah’ın ortakları
olmadıklarını, meğer onların hiç bir güç ve kuvvete, hiç bir yetki ve salahiyete
sahip olmadıklarını, onların da kendileri gibi âciz birer varlık olduklarını,
Rab olmaya, İlâh olmaya, kanun koymaya, din belirlemeye, hayat programı tespit
etmeye, ha-tırı kazanılmaya lâyık olanın da sadece Allah olduğunu anlamışlardır
artık. Anlamışlardır ama zaten inkârı mümkün olmayan, reddedilmesi mümkün
olmayan bir ortamda anlamışlardır. Bakın onlara denilecek
ki:
98. “Siz ve Allah'tan başka
taptıklarınız cehennemin yakıtısınız; oraya gireceksiniz.”
Evet
ey kâfirler, sizler de, Allah berisinde tapındıklarınız da, sizler de, sizleri
Allah berisinde kendilerine tapınmaya çağıran tanrı taslakları da cehennemin
yakıtı olacaksınız. Hepiniz, tapınanlarınızla, tapınılanlarınızla çaresiz oraya
gireceksiniz. Tanrılarınız da, kullarınız da cehennemi boylayacaksınız.
Tabi
bu kâfirlerin dün ve bugün tanrı bilip tapınmaya çalıştıkları kimi varlıklar
bunun dışındadır. Hıristiyanların tanrı bilip kulluk etmeye çalıştıkları Îsâ
(a.s), Yahudilerin tanrılaştırdıkları Üzeyr (a.s) ve müşriklerin tapındıkları
Allah’ın melekleri bunun dışındadır. Çünkü Allah’ın bu sâlih kullarının
hiçbirisi kendilerini insanlara tanrı olarak takdim etmemişler, insanlardan
kendilerine asla kulluk istememişlerdir. Bunların hiçbirisinin bu kâfirlerin
tapınmaları konusunda hiçbir sorumlulukları yoktur.
Ama
insanlara egemenlik taslayan, tanrılık taslayan, insanları kendisinin İlâhlığına
çağıran, insanları kendisini dinlemeye çağıran, insanları kendi yasalarına
kulluğa çağıran tüm tanrı taslakları cehennemin yakıtı olacaktır. Aynı zamanda
insanları kendisine kulluğa çağırmamakla birlikte, ama kendisinden başka
insanlara kulluğa çağıran, insanların yasalarına itaate çağıranlar da cehennemin
yakıtı ola-caklardır. Ne tanrılar kullarını, ne de kullar tanrılarını cehenneme
yu-varlanmaktan kurtaramayacaktır.
Her kim ki Allah’ı reddederek, Allah’ın
dinini yok farz ederek, Allah yasalarını örterek, kendisini İlâh makamında
görerek, insanlara tanrılık taslayarak, benim yasalarıma tabi olmak
zorundasınız, benim istediğim gibi yaşamak zorundasınız derse kesinlikle
bilesiniz ki o zalimdir ve onun yeri cehennemdir diyor Rabbimiz. Evet her iki
taraf ta cehennemdedir o gün.
Kâfirlere o gün pişmanlıkları hiçbir
şey fayda sağlamayacak. Çünkü onlar zalimdiler. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp
O’nun berisinde bir takım âciz varlıklara tapınarak haksızlık yapıyorlardı.
Allah berisinde bir takım insanları hayatlarında egemen kabul ederek, onların
yasalarını uygulayarak, Rahmânın hakkını vermiyorlardı. Kitabın hakkını
vermediler. Peygamberin hakkını vermediler. Çünkü onlar olmamaları gereken yerde
oldular. Bulunmamaları gereken konumda bulundular. Kendilerini Rablerine kulluk
makamından uzaklaştırdılar. Küfür ortamında, şirk ortamında tutarak kendi
kendilerine zulmettiler. Dinlenmesi gereken makamı dinlemeyip, dinlenmemesi
gereken makamı dinlediler. Rahmânın zikrine karşı kör ve sağır kesildiler.
Vahiyle beraber olmadılar. Hayat programlarını vahiyden almadılar. Rahmânın
kendileri için, kendi cennetleri için, kurtuluşları için açtığı rahmet kapısını
kapattılar. Şimdi artık kendilerini saptıranlarla beraber cehenneme
yuvarlanıyorlar. Üstelik Allah’ın azabını bu tanrı taslaklarıyla birlikte tatmış
olmaları, yâni azabı tanrılarıyla paylaşmaları, aynı azabın içinde olmaları
onlara hiçbir fayda vermeyecektir.
99. “Eğer bunlar İlâh olsaydı cehenneme
girmez-lerdi; hepsi orada temelli kalacaktır.”
Evet
eğer bu tapındıklarınız tanrı olsalardı elbette cehenneme gitmeyeceklerdi. Eğer
gerçekten bu Allah berisinde kendilerinde güç kuvvet gördükleriniz tanrı
olsalardı hiç cehenneme girerler miydi? Allah berisinde kendilerinde bir yetki
olsaydı kurtarmazlar mıydı kendilerini bu ateşten?
100. “Orada onlara ah etmek vardır; bir
şey de işi-temezler.”
Onlar
için orada içinde bulundukları dayanılmaz azaptan ö-türü zor nefes alma,
derinden derinden ah çekmeler, pişmanlıklar, nedametler, dövünmeler vardır ve
asla işitmezler de. Kendilerinden yardım isteyen kullarının yardım çağrısını da
işitmezler onlar. Ama beri tarafta:
101. “Yaptıklarına karşılık katımızdan
kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak
tutulanlardır.”
Dünyada
işledikleri sâlih amellerine karşılık Bizim katımızdan kendilerine Hüsnâ
yazılanlar, rahmet ve cennet takdir edilenler cehennemden, ateşten uzak
tutulacaklardır. Dünyada Allah’ın hidâyetine tabi olanlar, Rablerinin koruması
altına girenler, imâmların, elçilerin yol gösterisine uyanlar, yollarını yol
bilene sorarak yaşayanlar, yol göstericinin elinden tutarak hayat yaşayanlar var
ya, işte onları cehenneminden koruyacaktır Rabbimiz. Onlar için korku da yoktur,
mahzun olmak ta.
Yâni
ne cehenneme gitme korkusu, ne de cenneti kaybetme hüznü olmayacaktır onlar
için. Korku da yok, mahzun olma da yoktur. Yine onlar için yaptıklarının boşa
gitme korkusu yoktur. Zira Rableri onların kendisi için yaptıkları tüm
amellerini, tüm döktükleri terlerini, akıttıkları her damla kanlarını,
harcadıkları tek kuruşlarını, attıkları her bir adımlarını, tükettikleri her bir
nefeslerini garanti ediyor. Kulum, on-lar Benim yanımda emanette kalsın, onlara
muhtaç olduğun bir dönemde onları Benden alırsın diyor. Cennete girmek için mi
lâzım oldu? Cehennemden kurtuluş için mi lâzım oldu? O zaman onları Benden
alırsın diyor.
Evet Enbiyâ sûresinde anlatılan
Enbiyâya, imâmlara, Allah elçilerine tabi olan, takvayı seçen, gayba inanan,
namaz kılıp, infak eden, hayatını Allah için yaşamaya karar veren ve hayatı
boyunca iyi bir müslüman olmak için çırpınanlar cehennemden
korunacaktır.
102. “Cehennemin uğultusunu duymazlar.
Canlarının istediği şeyler içinde temelli kalırlar.”
Onlar
cehennemin uğultusunu bile duymazlar. Canlarının istediği her şeye sahip olarak
onlar cennette ebedî kalırlar.
Kur’an’ın anlatışına bakılırsa
cehennemin sanki bir insan gibi ne yapacağını? Ne edeceğini? Kime azap edeceğini
bilen şuurlu bir varlık olarak anlatıldığını görürüz. Cehennem müşterilerini
tanımaktadır ve uzaktan onları gördüğü zaman:
Bu ateş, onlara uzak bir yerden
gözükünce, onun kaynamasını, öfkesini ve uğultusunu
işitirler.”
(Furkân
12)
Sanki müşterilerini tanıyor ve uzaktan
onları görünce de kükremeye, homurdanmaya başlıyor.
“Cehennem, yalnız azgınları bekleyen
yerdir. Dönecekleri yer orasıdır.”
(Nebe’
21,22)
Evet işte cehennem sanki şuurlu bir
varlık olarak böyle korkunç bir bekleyicidir. Bekledikleri içine atıldığı zaman
da Mülk sûresinin ifadesiyle:
Evet insanlar oraya atıldıkları zaman,
o çılgın ateşe yuvarlandıkları zaman onun bir kükreyişini, bir hırlayışını, bir
uğultusunu işitirler ki, sanki çıldırıyor, sanki kükrüyor. Müşterilerinden her
bir grup, her bir alay atıldıkça gazabından kükreyerek çıldıracak duruma gelir
diyor Rabbimiz. İşte o mükramun olan mü’minler, değil O cehenneme atılmak, onun
bu uğultusunu bile duymaktan korunacaklardır.
Ve onlar o cennette canlarının çektiği
her şey olduğu halde, arzu ettikleri her şeyin içinde ebediyen yaşayacaklardır.
O cennette sizin canınızın çektiği her şey vardır. Yâni ne arzu ederseniz hepsi
vardır orada. Neyin gelmesini isterseniz mutlaka o size getirilecektir orada.
Canlarının çektiği türden her çeşit meyveler,
istedikleri tatta, istedikleri renkte, istedikleri büyüklükte ve
olgunlukta meyveler, kuş etleri, şarap ırmakları, su ırmakları, bal ve süt
ırmakları, tertemiz eşler her şey vardır onlar için. Orada mahrumiyet yoktur.
Orada üzüntü ve-rici herhangi bir şey yoktur.
Orada
insanın beğenmeyip burun kıvıracağı hiçbir şey yoktur. Orada zevk vardır, orada
razı oluş vardır, orada istenilen her şeye ulaşma vardır. Orada hoşnutluk, orada
Allah’ın nîmetlerinin insanın yüzüne, içine, kalbine, benliğine sinmesi vardır.
Orada Allah’ın nî-metlerinin eseri insanın yüzünde, gözünde ve tüm benliğinde
hisse-dilecektir. Sevinçleri, memnuniyetleri, yüzlerinde, gözlerinde,
halle-rinde ve tavırlarında etrafa taşacaktır. Yâni onları görenler her
taraf-larından bu nîmetlerin sevincinin aktığını hissedecek. Nîmetlerin eseri
her hallerinden görünür biçimde bir sevinç vardır yüzlerinde ve bu nîmetleri
asla kaybetmeden ebediyen bir hayat vardır onlar için.
103. “En büyük korku bile onları üzmez;
kendilerini melekler: “Size söz verilen gün işte bugündür" diye
karşılarlar.”
Evet boru çalındığında, sura
üflendiğinde, insanların akıllarını zayi eden, yüreklerini hoplatan kıyâmet
gerçekleştiğinde, o gün gerçekten çok çetin, çok zorlu bir gündür. İnsanların
zorlanacağı bir gündür o gün. Rabbimizin ifadesiyle kâfirler için hiç
kolaylanmayacak bir zorluk günüdür o gün. Ama o günün dehşetinden, o büyük günün
felâketinden Rabbimiz mü’minleri koruyacaktır. O gün mü’minler hiç
etkilenmeyecektir.
Ayrıca melekler o müminlere inecekler,
onları karşılayacaklar ve diyecekler ki: Ey mü’minler, sakın korkmayın! Sakın
üzülmeyin! İş-te bugün size vaad edilen gündür. Rabbinizin kitabında size vaad
ettiği bir gündür bugün. Bugün sizin inandığınız, iki kaşınızın arasında canlı
tuttuğunuz, bir an bile unutmadığınız, bir ömür boyu kazanmak için çırpındığınız
kıyâmet günüdür. Siz zaten bugünü biliyordunuz. Siz zaten bir ömür boyu bugünün
heyecanıyla çırpınıyordunuz. Her an Allah’la karşı karşıya gelivereceğinize inanıyordunuz. Yâni her an ölüp de Allah’ın
huzuruna çıkacakmış gibi yaşıyordunuz. Ha şu köşeyi döndüm dönmeden, ha şu sözü
bitirdim bitirmeden, ha şu lokmayı yuttum yutmadan ölüm geliverecek ve biz hesap
kitap için Rabbimizle karşı karşıya geleceğiz hesabı içinde yaşıyordunuz. Ölümü
her an yanınızda biliyordunuz. Ölüm için hazırlık yapıyordunuz, hesabı kitabı
sağlam tutuyor, kasa hesabını her an sıfırlayıp rahat bir şekilde her an ölümü
bekliyordunuz. İşte size vaad edilen gün, size vaadedilen cennetle sevinin!
Rabbinizin mükafatlarıyla sevinip coşun! diyorlar.
Allah’ın melekleri onlara gidecekleri
yer konusunda, başlarına gelecekler konusunda hiç korkmamalarını, serin olmaları
söylerler. Dünyada, yaşadıkları hayatta tüm kötülüklerin sona erdiğini, tüm
sı-kıntıların, tüm meşakkatlerin bittiğini ve bundan sonra sonsuz hayırların
başladığını haber verirler. Korkmayın ey müslümanlar! Mahzun da olmayın! Ne
geçmişiniz konusunda, ne de geleceğiniz hususunda endişe etmeyin! Sizler Allah
yolunda olduktan sonra, hayatınızı Allah için yaşadıktan sonra, Sırat-ı
Müstakimde olduktan sonra, geçmişiniz konusunda da, geleceğiniz konusunda da
hiçbir endişeniz olmasın! Vaad olunduğunuz cennetle sevinip coşun
derler.
104. “Göğü, kitap dürer gibi dürdüğümüz
zaman, yaratmaya ilk başladığımız gibi katımızdan verilmiş bir söz olarak onu
tekrar var edeceğiz. Doğrusu Biz yaparız.”
Evet
göğü kitap dürer gibi dürdüğümüz, gökyüzünün defterini dürdüğümüz gün, yaratmaya
ilk başladığımız gibi onu yeniden var edeceğiz, ya da onu yine eski durumuna
iade edeceğiz. Yâni gökyüzünü ve tüm mahlukâtı ilk defa nasıl yaratmışsak ikinci
defa öylece yaratacağız. Katımızda vaad edilmiş bir söz olarak Biz muhakkak
bu-nu yapacağız.
Hani sûrenin 30. âyetinde Rabbimiz:
"İnkâr
edenler görmüyorlar mı ki gökler ve yer bitişikti de biz onları
ayırdık."
Buyurmuştu
ya, işte burada da eski haline getirileceği anla-tılıyor. İşte dünyadaki bizim
imtihanımız için, bizim imtihan salonu-muzun oluşması için bir komutla bu
ikisini ayıran, bu ikisini imtihan konumuna getiren Allah, şimdi de imtihanın
sona ermesiyle, imtihan sonuçlarının okunma döneminin gelmesiyle artık gökle
yeri eski haline döndürüveriyor. Yâni daha önce bir komutla imtihan konumuna
getirilen sema ve arz, bu defa da ikinci bir komutla hesap konumuna getiriliyor.
Hesap kitap konumu alın! diyecek Rabbimiz ve sema da arz da eski hallerine
getirilecek Allahu âlem.
Evet
gökleri ve yeri yaratan Allah, göktekileri ve yerdekileri yaratan Allah, tüm bu
varlıkları yaratan, gökleri ve yeri yaratan Allah, sizi ilk defa yaratan Allah
sizi ikinci defa yaratamaz mı? Bütün bunlara güç yetiren Allah sizi ikinci defa
yaratmaya güç yetiremez mi?
105. “Andolsun ki, Tevrat'tan sonra
Zebur’da da yeryüzüne ancak iyi kullarımın mirasçı olduğunu
yazmıştık.”
Tevrat’ta da, Tevrat’tan sonra Zebur’da da
yeryüzünde kulları adına yazdığı, belirlediği bir yasasından söz ediyor
Rabbimiz. Tüm kitaplarında yazdığı ve yeryüzünde hiçbir zaman değişmeyen bir
ya-sa ki; yeryüzüne sâlih kullar vâris olacaktır. Yeryüzünde sâlih mü’-minler
egemen olacaktır. Bu Allah’ın değişmeyen bir vadidir. Sâlihler, yeryüzünde
ıslahtan yana olanlar, yeryüzünde Allah’ın kulluk programının icrasından yana
olanlar, Allah’ın koyduğu yasalara riâyet ederek bir hayat yaşayanlar, Allah’ın
düzenini bozmadan yaşayanlar, bozgunculuk yapmayanlar, düzen bozmadan yana
olmayanlar, fesat çıkarmayanlar mutlak sûrette yeryüzüne egemen olacaklardır.
Rab-bimiz arzını her zaman sâlih kullarına
vaad etmektedir. Hiç şüphemiz olmasın ki tüm dünya yakında gerçek
sahiplerini bulacak ve müslümanlar tüm dünya egemenliğine sahip olacaklardır.
Bu
yeryüzünde Rabbimizin değişmeyen yasasıdır. Sâlihler, müslümanlar yeryüzünde
zayıf da olsalar, sayısal yönden az da olsalar, müstekbirler tarafından köle
konumuna düşürülmüş de olsalar, eğer sabrederler, müstekbirler karşısında
dirençlerini kaybetmezler ve Allah’ın kendilerinden istediği gibi olmaya
çalışırlarsa sonunda mutlaka Allah’ın yardımı gelecek ve düşmanları helâke
mahkum olurken kendileri de yeryüzüne egemen olacaklardır. Bu Allah’ın
yeryüzünde hiç değişmeyen bir yasasıdır, tarih bunun örnekleriyle
doludur.
Zira Allah sözünden dönmeyendir.
Rabbimiz kullarına bir şey vaadetmişse o mutlaka gerçekleşecektir. Allah’ın
kelimelerinde, Allah’ın yasalarında asla değişiklik olmaz. Geçmiş toplumlarda da
bu böyle olmuştur. Tarihin her bir döneminde sâlihlere, mus’taz’aflara, zalimler
tarafından ezilmiş, horlanmış, hayat hakları ellerinden alınmış müslümanlara
Rabbimizin bu vadi aynen gerçekleşmiştir. Rabbimiz vaad etmişti kendilerine. Arz
Benimdir demişti. Oraya dilediklerimi, lâyık olanları vâris kılarım demişti ve
işte böylece bunun gerçekleştiğini görüyoruz.
Evet
eğer bizler de bugün sabreder, Allah’ın bizden istediği kulluğa devam eder, geri
adım atmaz, bütün güç ve kuvvetin Allah’ta olduğunu bilir ve O’nun yardımı
konusunda ümitsizliğe düşmez, Allah’ın istediği kulluktan vazgeçmez, yılgınlık
göstermez, direnir, dayanır ve Allah’tan yardım istersek bilelim ki yeryüzünün sahibi O’dur, kullarından
dilediğini ona vâris kılar. Tabi Allah’tan yardım dilemek de O’nu Rab bilmeye,
O’nu Melik, Kahhâr ve Hakim bilmeye ve tanımaya bağlıdır. Öyle bir Allah’a iman
edeceğiz ki O yalnız kendisinden yardım istenen, yalnız kendisine güvenilen,
yalnız kendisine sığınılan, yalnız kendisine kulluk edilen, her şeye güç yetiren
bir Allah olacak. Böyle bir Allah’a iman edip güveneceğiz.
Bir
de sabredeceğiz. Her şeye rağmen Allah’a kulluğa sabır. Her şeye rağmen Allah’ın
istediklerini yapmaya devama sabır. Düşmanlarımız güçlü olsalar da, Allah’ın
bize karşı yardımı gecikse de, dostlarımız az olsa da, en kötü şartlar altında
bulunsak da yılmadan, yıkılmadan yine kulluğumuza devam edeceğiz. Böylece biz
bize düşeni yerine getirirsek yeryüzünde değişmeyen yasası gereği Rabbi-miz
yeryüzün mirasını bize devredecek, yeryüzünün egemenliğini bi-ze
verecektir.
106,107. “Doğrusu bu Kur’an’da, kulluk
eden kimselere açık mesaj (Gerçek bir çıkış yolu) vardır. Ey Muhammed! Biz seni ancak âlemlere
rahmet olarak gönderdik.”
Evet
muhakkak ki bu Kur’an’da, Kur’an’ın içindeki bu sûrede kulluk edecekler için,
ibret alacaklar için, bununla yol bulup Allah’ın istediği bir hayatı
yaşayacaklar için apaçık mesajlar vardır. Evet hayatlarını bu kitapla düzenlemek
isteyen fert ve toplumlar için bu Kur’-an’da yeteri kadar öğüt, nasihat, bildiri
vardır. Tek başına bu sûre bi-le kendisine müracaat edenleri Hakka, doğruya,
Allah’ın istediği bir hayata yönlendirmeye yetecektir. Biz Seni ancak âlemlere
rahmet olarak gönderdik. Peygamberin gelişi tüm âlemler için Rabbimizin
rahmetinin gereğidir. Rabbimiz tüm dünya insanlığına bu son elçisini rahmet
olarak bağışta bulundu. Hem o peygambere iman etmiş müminlere, hem de ümmet-i
dâvet dediğimiz tüm diğer insanlara rahmettir peygamber. Rabbimizin biz
kullarına açtığı en büyük rahmet kapısıdır. Allah’ın size karşı en büyük
rahmetidir O. Tüm âlemlere rahmettir.
Rabbimiz
sahâbe ve tüm insanlık için kendilerinden, kendi içlerinden bir peygamberi Resul
olarak göndermiştir. O peygamber onlara Allah’ın âyetlerini okuyor, Allah’ın
âyetleriyle onlara yol gösteriyor. Müjdeler veriyor, âyetlerle onları uyarıyor,
âyetlerle onların gün-demlerini belirliyor, ne yapacaklarını, nasıl bir hayat
yaşayacaklarını âyetlerle onlara beyan ediyor. Sonra bu peygamber onları tezkiye
e-diyor, temizliyor. Onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor. Halbuki onlar da-ha
önceleri, kendilerine böyle bir elçi gelmeden önce apaçık bir sapıklık
içindelerdi. Bu peygamberin gelişinden önce cahildiler. Vahiyden uzak bir
körlük, bir bilgisizlik ve şaşkınlık içinde yuvarlanıp gidiyorlardı.
O peygamber insanları tezkiye ediyor.
İnsanları arındırıp tertemiz hale getiriyor. Küfürden, şirkten, nifaktan,
cahiliyeden insanları arındırıyor. Onların vicdanlarını, kalplerini,
düşüncelerini, niyet ve amellerini, aile hayatlarını, sosyal ve içtimaî
yaşantılarını, hayat programlarını temizliyor. İnsanları her türlü bâtıl
düşüncelerden, efsane-lerden temizleyerek onları apaçık imana ve hidâyete
ulaştırıyor. Peygamber olarak geldiği toplumu, dünyanın en vahşi bir toplumunu
dün-yanın en medeni toplumu haline getiriyordu. Dünyanın en zalim insanlarını
âdil hale getiriyordu. Belki dünyanın en cahilleri olan bir toplumu dünyanın en
âlimleri haline getiriyordu, dünyanın hocası haline getiriyordu.
Mekkelileri,
Medinelileri sonra da tüm dünya insanlığını hidâyete ulaştırıyor, tertemiz hale
getiriyordu. Çünkü o peygamber sadece kendi dönemine değil, tüm âlemlere rahmet
olarak gelmişti. Yâni peygamberin
misyonu sadece kendi döneminde bitmeyecek, kıyâmete kadar devam edecekti.
Kıyâmete kadar bu din kendilerine ulaşan herkese uyarısı devam edecekti.
Kıyâmete kadar her dönem in-san-lığı bu kitapla temizlenecek, bu peygamberin
sünnetiyle, bu peygamberin tertemiz hayatıyla arınmasını sürdürecektir. Ama bu
kitap ve bu kitabın pratiği olan peygamberin sünnetinden uzak kalanlar da
yeryüzünde pisler olarak, necisler olarak hayatlarını sürdürerek apaçık bir
sapıklığı yaşamaya devam edeceklerdir.
Evet peygamber rahmettir. Peygamber
Rabbimizin rahmetidir. Rahmân olan Allah bize rahmeti gereği Peygamberini
göndermiştir. Peygamberlerin gönderilmesi mahza Rabbimizin rahmetidir. Rabbi-miz
kullarını karanlıklar içinde bocalar bir vaziyette bırakmak istemediği için
kitapla birlikte peygamberini göndermiştir. Hakkı bâtılı, hidâyeti dalâleti,
doğruyu yanlışı anlayabilmeleri için kullarına bu kitabı ve peygamberini
göndermiş ve kendi bilgisiyle kullarını bilgilendirmiştir. Allah bu elçilerini
seçip bize göndermeseydi, onları kendi bilgisiyle bilgilendirip bize örnek
yapmasaydı biz ne yapardık? Bu dünyada Allah’ın bizden istediği kulluğu nasıl
bilebilirdik?
Yeryüzünde peygamberin ve peygamber
yolunun yolcusu mü'minlerin varlığı tüm insanlar için rahmettir. Müminiyle,
kâfiriyle tüm insanlık için peygamber ve onun yolunun yolcusu olan müslümanlar
rahmettir. Peygamberler yeryüzünde toplumlar için rahmettirler. Allah’ın tüm
kutlu elçileri insanlara Allah’ın rahmet kapılarının açılışı konusunda birer
vasıtadırlar. Birer sebeptirler. Allah onları toplumlarının kurtuluşu adına
seçmiş, onlara kendi bilgisinden bilgi göndermiş ve onlar aracılığıyla insanlara
rahmetini ulaştırmıştır.
Meselâ
bazen koskoca bir toplumda sadece bir tek kişinin kurtuluşu için şerefli bir Nuh
peygamberini 950 sene tebliğle görevlendirmiş. Şimdi nasıl oluyor da bu kâfirler
kendilerinden bir tek insanı kurtarabilmek için bu kadar sıkıntılara katlanmış,
kendilerinin kurtuluşu için gelmiş, kendilerinden gelebilecek her türlü
sıkıntılara, yalanlamalara göğüs germiş, kimisi memleketinden sürgün edilmiş,
kimisi belinden testereyle biçilmiş, kimisi değişik işkencelere göğüs germiş bu
peygamberlerin ortadan kaldırılmasını isteyebilmektedirler? Nasıl oluyor da bu
insanlar mahza kendilerinin kurtuluşu için, kendilerinin cenneti için gelmiş bir
vahyin, bir kitabın ortadan kaldırılmasını istemektedirler? Nasıl oluyor da
böyle bir peygamberin sünnetini ortadan kaldırmak için say edebiliyorlar?
Ya
da nasıl oluyor da kendileri için denge unsuru olan, kendilerinin kendilerine
bakarak yanılgı noktalarını anlayacakları hayatlarında kıstas olan mü'minlerin
ortadan kaldırılmalarını isteyebilmektedirler? Bunu anlamak, buna hayret etmemek
mümkün değildir. Yeryüzünde vahyin ortadan kaldırılmasını istemek, yeryüzünde
peygamberin yolunun, peygamberinin anlayışının, peygamberin sünnetinin ortadan
kaldırılmasını istemek yeryüzünde varlıkları mahza rahmet olan mü'minlerin
varlıklarının ortadan kaldırılmasını istemek en büyük ahmaklıktır, en büyük
aptallıktır ve bunu kâfirlerden başkası da isteyemez.
108. “De ki: “Doğrusu İlâhınızın tek
bir İlâh oldu-ğu bana şüphesiz vahy olundu. Artık müslüman olacak
mısınız?”
Evet
de ki, peygamberim, bana Rabbim vahy ediyor. Ben bunları size kendimden değil,
Rabbimden okuyorum. Ben de sizin gibi bir insanım. Ancak benim sizden bir farkım
var, o da Rabbim bana vahy ediyor. Rabbim kendi bilgisinden bana bilgi
ulaştırıyor. Rabbim sizin hayatınıza karışma konusunda beni sözcü seçti ve size
söyleyeceklerini benimle söylüyor. Değilse ben sizlerden farklı birisi değilim.
Ben de sizin gibi bir kulum, bir beşerim. Bu dinin, bu kitabın sahibi ben
değilim. Bu konuda sizi zorlayamam. Sizin kalplerinize nüfuz edip zorla bu
mesajı size empoze edemem. Ancak bu mesajı dinlemek ve kabullenmek isteyenlere
ulaştırabilirim ben. Beni rahmet bilenlere rahmet olabilirim.
Rabbim
bana kendi bilgisinden vahiy göndermektedir. Onunla hayatımızı düzenleyelim diye
bana kitap gönderiyor. O halde beni dinleyin. Bana tabi olun. Rabbim bana
gönderdiği o mesajında diyor ki, sizin İlâhınız bir tek İlâhtır. Rabbim bana
vahy ediyor ve bildiriyor ki, kendisinden başka İlâh yoktur. Kulluk edilmeye
lâyık tek İlâh O’-dur. Hepimizin, sizin de, benim de İlâhımız tek bir İlâhtır.
Hepimizin kendisini dinleyeceğimiz, hepimizin boyunlarındaki kulluk ipinin ucu
elinde olan İlâhımız, Rabbimiz tek İlâhtır, tek Rab tır.
Ben
nasıl sadece O’na kulluk ediyor, sadece O’nu dinliyor ve sadece O’nun çektiği
yere gidiyorsam, sizler de yalnız O’nu dinlemek ve sadece O’nu razı etmek
zorundasınız. O’ndan başkalarını İlâh bilmeyin. O’ndan başkalarına kulluk
yapmayın. Sığınılacak tek varlık O’dur, O’ndan başkalarına sığınmayın. Kendisine
dua edilecek tek varlık O’dur, O’ndan başkalarına sığınmayın. Sözü dinlenecek
tek varlık O’dur, O’ndan başkalarının koyduğu kanunlara ve kurallara ita-at
etmeyin. Hayatınızda yalnız O’nu memnun etmeye çalışın, yalnız O’nun çektiği
yere gidin, yalnız O’nun programını icra edin.
Artık teslim olmayacak mısınız? Artık
müslüman olmayacak mısınız? Rahmeten lil âlemin olarak size gönderilen elçinize,
o elçinizin size getirdiği kitaba iman edip tek olan İlâhınızın istediği bir
hayata yönelmeyecek misiniz?
109, 110. “Eğer yüz çevirirlerse, de
ki: “Size düpe-düz açıkladım; tehdit olunduğunuz şeyin yakın mı uzak mı olduğunu
bilmem. Doğrusu O, açığa vurulan sözü de bilir, gizlediklerinizi de
bilir.”
Evet
ey peygamberim, onları böyle açık ve net bir biçimde uyardıktan sonra eğer hâlâ
yüz çevirirlerse onlara de ki, ben bana düşeni yaptım. Artık bu küfürlerinizin,
bu isyanlarınızın karşılığı olan bir dünya azabı, bir dünya yıkımı, ya da
sizlerin tehdit olunduğunuz kıyâmet saatinin yakın mı, uzak mı olduğunu ben
bilmiyorum.
Ey
kâfirler, benim Rabbimden getirdiğim bu mesajımı reddetmenizin, Allah’la savaşa
tutuşmanızın karşılığında hak ettiğiniz azabın size ne zaman geleceğini ben
bilmiyorum. Onu ancak Rabbim bilir. Azabın ne zaman geleceğini, yahut size ne
kadar bir süre tanındığını ben değil Rabbim bilir. Bu konuda karar verecek olan
ben değil Rabbimdir. Bu konudaki ilim sadece Allah katındadır. Ben bunun
bilgisine sahip değilim. Ben kaderin bilgisini bilmem. Ben gaybı bilmem, ben
sadece benimle gönderilenleri size ulaştırıyorum. Ben Rabbimin bana indirdiği
şeyleri size söylüyorum, ötesini bilmem, bilemem ben.
Onun görevi sadece Allah’tan gelenlere
tabi olmak ve onu Allah’ın istediği biçimde Allah kullarına ulaştırmaktı,
gerisini bu dinin sahibine bırakmaktı.
Ve
işte bakın Allah’ın Resûlü aynı şeyi yapıyordu. Yâni ben kendi kaderimi de sizin
kaderinizi de bilmiyorum. İlerde bana da, size de nelerin takdir edildiğini
bilmiyorum. Çünkü ben gaybı bilmiyorum. Ben gelecekte nelerin olacağını, sizi de
beni de nelerin beklediğini bilmiyorum. Ben ancak Rabbimden bana vahy edilenlere
uymakta-yım. Tüm bunları bilen ancak Rabbimdir. Bana düşen sadece Rabbi-min bana
indirdiklerine uymaktır. Değil sizlerin geleceği, değil sizlerin kaderi, ben
kendi geleceğimi, kendi kaderimi bile bilmiyorum. Benim kaderim bile kendi
elimde değildir. Ben hayatımın tümünde Rabbime teslim olmuşum. Ben bir kulum ve
benim Rabbim de Allahtır. Açığa vurulanı da, gizlide yapılanı da bilen O’dur.
Bana ve benim yolumun yolcusu müslümanlara kalplerinizde taşıdığınız
düşmanlıklarınızı, gizli gizli planladığınız komplolarınızı da benim Rabbim çok
iyi bilmektedir.
111. “Bilmem; belki bu gecikme sizi
denemek ve bir süreye kadar geçindirmek içindir.”
Yine
ben bilmiyorum, bilmem mümkün değil, belki de Rab-binizin size vaad ettiği
azabın gecikmesi sizin için bir imtihan sebe-bidir. Sûrenin başındaki
hesabınızın görüleceği günün yaklaştığını ifade eden Rabbimin beyanıyla
anlıyorum ki, belânız yakındır. Ben bunu çok iyi biliyorum. Ama ya pişman olup
dönersiniz diye, ya da belki de azabınız, cezanız biraz daha artsın diye Allah
size imkân tanımaktadır, mühlet vermektedir. Belli bir süreye kadar Rabbiniz
sizi bu dünyada yararlandırmakta, oyalamaktadır.
Allah size mühlet veriyor. Bu dünyada
arzu ve isteklerinizle sizi baş başa bırakıyor. Dünyada imtihan gereği
istediklerinizin ta-mamını size veriyor. Dokunmuyor size. İşte sizler de
dünyanın bu konumuyla aldanıp Allah’ı atlattığınızı, başarılı olduğunuzu, doğru
yolda olduğunuzu zannediyorsunuz ve aldanıyorsunuz. Aslında u-nutmayın ki sizi
imhal eden, size mühlet tanıyan Allah’tır. Size zaman ve fırsat veren O’dur.
Bilesiniz ki Rabbim imhal eder, mühlet tanır, zaman verir, fırsat verir ama asla
ihmal etmez. Çünkü Allah’ın fendi sağlamdır. Allah’ın tuzağı, Allah’ın planı,
Allah’ın tedbiri pek yamandır. Allah tuzak kurdum mu, Allah yakaladım mı yaman
yakalar, kimse O’ndan kaçıp kurtulamaz.
Rasulullah efendimiz karşısında Mekke
kâfirlerine fırsat tanıdı Rabbimiz. Uhut’ta fırsat verdi onlara. Mûsâ (a.s)
karşısında Mısır’da Firavun oğullarına yıllar yılı fırsat tanıdı, belki adam
olurlar diye. Nuh (a.s) karşısında 950 yıl fırsat tanıdı kâfirlere, belki
müslüman olurlar diye. Allah’ın kutlu elçileri karşısında her bir dönem
kâfirleri günler, geceler, aylar, yıllar yaşayıp saltanat sürdüler. Allah
dokunmadı onlara. Hemen helâk edivermedi. Ama sonuç ne oldu? Ne yaptı Allah
on-lara? Nereye gittiler? Hepsi de geberip Rablerinin huzuruna gitmediler mi?
Şimdi kendilerini alçaltacak acıklı bir azabın içinde bağrışmıyorlar mı?
Peki
o kâfirlerin öldürdükleri, onların işkence ettikleri, zulmet-tikleri müslümanlar
ne oldular? Onlar nereye gittiler? Onlar da uğrun-da şehadeti yudumladıkları
Rablerinin cennetine gitmediler mi? Peki sonuçta kim kazançlı çıktı? Kimin
hayatı kendisi için hayırlı olmuş? Kim kazanmış, kim kaybetmiş? Acaba bu
kâfirlere verilen imkânlar, fırsatlar, galibiyetler onları Allah’ın azabından
kurtarabilmiş mi? O za-man kesinlikle bilsinler ki bu imkânlar, bu fırsatlar
kendileri için hayırlı değildir. Şu anda da tüm kâfirler akıllarını başlarına
almak zorundadırlar.
112. “Peygamber dedi ki: “Rabbim!
Aramızda gerçekle hükmet, Bizim Rabbimiz sizin her türlü nitelendirmelerinize
karşı yardımına sığınılan Rahmân olan Allah-tır.
Evet görevini en güzel bir şekilde ifa
eden, insanları açık ve net bir biçimde Allah’ın âyetleriyle uyaran Allah’ın
Resûlü dedi ki, ey Rabbim, artık aramızda hükmünü ver. Kavmimle bizim aramızı
hakla, adâletinle ayır ya Rabbi. Sen aramızda hakla hükmet ya Rabbi. Bu
kâfirlere karşı vaad ettiğin adâletin artık daha fazla gecikmesin.
Sûrenin
başındaki ifadelerle söyleyecek olursak, ey kâfirler Rabbimden getirdiğim bu din
hakkında, bu mesaj hakkında bu sihirdir, bu anlaşılmaz karmakarışık rüyadır gibi
isnatlarınıza, iftiralarınıza karşı, Allah’ın dinine karşı, müslümanlara karşı
çevirdiğiniz dolaplarınıza, hazırladığınız komplolarınıza karşı yardımına
sığınılacak olan sadece Allah’tır. Biz, sizin tüm düzenlerinize karşı Allah’a
sığınıyoruz.
Evet peygamberinin böyle demesini ve
kendisine sığınmasını istiyor Rabbimiz. Eğer bizler de tıpkı peygamberimiz gibi
Rabbimize sığınır, Rabbimizin istediği yolda olursak, kesinlikle bilelim ki tüm
düşmanlarımıza karşı bizi de koruyacak ve galip getirecektir Rabbi-miz, bu
konuda zerre kadar bir endişemiz olmasın.
Bu sûreyle alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gereği gibi iman edip amele dönüştüren kullarından eylesin.
Sübhanekallahüm-me ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illa ente, estağfiruke ve
etûbü ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder