MÜ’MİNÛN SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
23, nüzûl sıralamasına göre 74, üçüncü miûn grubunun dördüncü sûresi olan
Mü’minûn sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 118
dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Adını
ilk âyetindeki “mü’minûn” ifadesinden almış Mekke’de nâzil olmuş 118 âyetlik bir
sûre ile karşı karşıyayız. İnşallah bu haftadan itibaren bu sûreyi tanımaya
başlayacağız.
Sûrenin
nüzul zamanı gerek üslubu ve gerekse ihtiva ettiği ko-nular itibariyle Mekke
döneminin ortalarında indirildiğini anlıyoruz. Âyetlerin seslenişine kulak
verdiğimiz zaman Resûl-i Ekrem efendimizin Mekke müşrikleriyle mücadelesinin
ritimlerini duyar gibi oluyoruz. Mekkeli müşriklerin dâveti reddedip, dâvetçiye
ve beraberindeki mü’minlere işkencelerini artırmaları sonucunda Resûlullah
efendimizin Rabbimizden onların Yusuf’un kıtlık yıllarına benzer bir kıtlıkla
sarsmasını istemesi üzerine gönderilen kıtlık senesinde nâzil olmuştur. O
yıllarda Müslüman olup, hidâyet şerefiyle şereflenmiş olan Ömer efendimizin
şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Bu sûre nâzil olduğu sırada ben peygamber
efendimizin yanında idim ve onun durumunu gözlüyordum. Vahyin inzâli bittiği
zaman Resûlullah Efendimiz şöyle buyurdu: “Şimdi bana on âyet geldi ki, onlara
uyan kişi kesinlikle cen-nete girecektir.” Sonra da sûrenin başındaki âyetleri
okudu. (A. B. Hanbel, Tirmizî)
Sûrede
işlenen ana temaya, yâni ana fikrine gelince; Mekke müşriklerini peygamber
efendimizin getirdiği hidâyet hediyesini kabule dâvet olan sûreyi genel
hatlarıyla 8 bölümde ele alıp incelememiz mümkündür.
Birinci
bölümde (âyet 1-11) kurtuluşa eren mü’minlerin özellikleri sayılarak gerçek
mü’minler tanıtılmış oluyor. Resûl-i Ekrem efendimizin Allah’tan getirdiği
mesajını kabul eden, Allah’a ve elçisine Al-lah ve Resûlünün istediği gibi iman
eden mü’minlerin iman kaynaklı bir hayat yaşayarak önceki kötü özelliklerini
atıp bu güzel ve yüce özellikleri kazanmış olmaları Allah’ın, mesajının ve
peygamberinin hak oluşunun, doğruluğunun en büyük ispatıdır.
İkinci
bölümde (âyet 12-22) insanın ve tüm kâinatın yaratılışına dikkat çekiliyor. Tek
yaratıcı olan Allah’ın bu yaratıklarını yaratmasındaki esas hikmete dikkat
çekiliyor. Tüm bu varlıkların yaratıcısı Al-lah’tır ve bu yaratıklar asla lâf
olsun diye, oyun eğlence olsun diye ya-ratılmamıştır. Bu varlıkların var
edilişinin sebebi kâinatta sözü dinlenecek, arzuları yerine getirilecek, çektiği
yere gidilecek tek olan Allah’a iman ve O’nun elçisinin O’ndan getirdiği tevhid
inancını kabul etmeniz içindir. Tüm kâinatta bir tek gerçek var; o da yaratıcı
olan Al-lah’ın tek Rab ve İlâh olması ve biz kullarının sadece O’na kul köle
olmamız gerçeğidir. İşte bu âlemde var olan tüm varlıklar peygamberin çağırdığı
tevhid ve âhiret gerçeğinin açık bir delilidir.
Üçüncü
bölümde (âyet 23-54) peygamber efendimizden önce yaşamış Allah’ın kutlu
elçilerinin toplumlarıyla ilişkileri, mücadeleleri, toplumları karşısında
tavırları, toplumlarının onlara karşı tutumları an-latılır. Böylece önceki
elçilerden örnekler verilerek peygamber efendimizin dâvetinin, mesajının hak
oluşuna, haklı oluşuna tarihî deliller getirilir. Şu anda Muhammed
aleyhisselâmın şu anda söylediklerinin, yaptıklarının aynısını önceki
peygamberler de söylemişler, şu anda onun muhatapları olan Mekke müşriklerinin
ona karşı takındıkları tavırların aynısını önceki peygamberlerin toplumları da
takınmışlardır. Yani bu son peygamber türedi, yeni, ilk defa duyulmuş, ne olduğu
açık seçik belli olmayan birisi değildir. Ondan önce de aynı kaynaktan pek çok
elçiler gönderilmiş ve toplumları tarafından yalanlanmıştır. Öyleyse ey
insanlar, gelin bu tarihi delilden ibret alın da tarih içinde elçilerine karşı
gelerek Allah’ın helâk yasasının mahkumu olanlar safında değil de, o elçilere
iman ederek, onlar safında yer alarak kurtuluşa erenlerden olun
denilmektedir.
Dördüncü
bölümde (âyet 55,67) önceki elçilerin hayat hikâyesi anlatıldıktan sonra biz
kullarını ilgilendiren temel bir ilkenin gündeme getirildiğini görüyoruz. Şurası
hiçbir zaman unutulmamalıdır ki; dünya hayatındaki başarı ve mutluluk, Allah
katındaki baları ve mutluluğun ölçüsü değildir. Bu dünyada başarıya ulaşmış,
mutlu ve müreffeh bir hayat yaşamış kimse yarın âhirette de başarıya ulaşacak,
cennete gi-decek, orada huzura kavuşacak değildir. Bu dünyada kendilerine servet
verilenler, siyasal ve ekonomik güç ve imkân verilenler, sıhhat ve âfiyet
verilenler Allah’ın sevgilileri ve dostları oldukları için bunlar kendilerine
verilmiş değildir. Diğer taraftan verilmeyenler de Allah’ın kendilerinden razı
olmadıkları kimseler oldukları için mahrum bırakılmış değillerdir. Bunlar bu
dünyada imtihan sorularıdır. Her iki taraf da kendilerine verilenlerle imtihana
çekilmektedirler. Kimin kazanıp kimin kaybedeceği henüz belli değildir. Kimin
dost kimin olmadığı yarın ortaya çıkacaktır. Mekke müşrikleri kendilerine
verilen imkân ve fırsatlarla övünerek, karşılarındaki kendi sahip olduklarına
sahip olmayan gariban Müslümanlara bakarak; biz hak yoldayız, bizim yolumuz
doğrudur, biz Allah’ın sevgili kullarıyız, biz O’nun dostlarıyız, O bizden,
bizim hayatımızdan razıdır. Eğer öyle olmasaydı Allah bize, onlara vermediği şu
imkânları vermez, onlara verirdi diye övünüyorlardı. İşte Rabbimiz bu bölümde
bunun böyle olmadığını, işin iman ve takvaya, teslimiyet ve itaate bağlı olduğu
ortaya konur. Âhirette gerçek başarının, gerçek kurtuluşun, mutluluk ve saadetin
ölçüsü iman ve takvadır. Kim iman eder ve Allah’a kulluğunun bilincinde bir
hayat yaşarsa o kesinlikle kurtuluşa erecektir. Kim de küfür ve şirk içinde bir
hayatın sahibi olursa, o da kesinlikle başarıya ulaşamayacaktır.
Beşinci
bölümde (âyet 68-77) Mekke müşriklerini peygamber efendimizi ve onun getirdiği
mesajı kabule ikna edici deliller sunulmaktadır. Gerek kevnî âyetlerden, gerekse
metlûv âyetlerden sunulan delillerle insanların akılları erdirilme hedeflenir.
Kullarına karşı rahmeti sonsuz olan Rabbimiz hep onların kurtuluşundan yanadır.
Altıncı
bölümde (Âyet 78-95) önceki bölümlerde olduğu gibi yine kâinattaki delillerin
önüne çekilmektedirler. Hem kâinattaki görsel âyetler üzerinde, hem de kendi
enfüslerindeki, kendi bedenlerindeki âyetler üzerinde düşünüp ibret almaya dâvet
edilmektedirler. Çevrenizdeki Allah âyetlerinden gafil bir hayat yaşıyorsunuz,
bari kendi üzerinizdeki Allah âyetlerine bakarak O’nun tek Rab ve İlâh olduğunu,
kendinizin de O’nun kulları olarak O’na kul köle olmak zorunda olduğunuzu
anlayın denilmektedir.
Yedinci
bölümde (âyet 96-97) Resûl-i Ekrem Efendimize bir tavsiye gelmektedir.
Kâfirlerin, müşriklerin, zalimlerin ahlâk dışı, İslâm dışı, edep dışı
davranışlarına bakarak peygamber efendimizin de onlara misilleme olarak onlar
gibi davranmaması emrediliyor. Tavrını insanlara, insanların tutumlarına göre
değil Allah’a, Allah’ın rızasına göre belirlemesi emrediliyor. Zulme uğrasa da,
haksızlığa maruz bırakılsa da şeytandan bir dürtüye tabi olarak karşısındakilere
kötülük yapmaya yönelmemesi, hep aftan yana, hep onların İslâm’a ve kulluğa
kazanılmasından yana tavır alması isteniyor.
Sekizinci
ve son bölümde de (Âyet 98,118) Allah’ı tek Rab ve İlâh kabul etmeyen, Allah’ı
hayatlarına karıştırmak istemeyen, Allah’ın elçisini ve onun getirdiği hayat
programını reddederek kendi bildikleri gibi bir hayat yaşayan insanların bu
yaptıklarından ötürü âhirette hesaba çekilecekleri, peygambere ve mü’minlere
yaptıkları işkencelerin sonucuna katlanmak üzere cehenneme yuvarlanacakları
ortaya ko-nularak uyarı sürdürülür. Bu mukaddimeden sonra sûrenin âyetlerini tek
tanımaya geçebiliriz inşallah.
1. “Mü'minler saadete
ermişlerdir.”
Muhakkak ki mü’minler felâha
ermiştir, mü’minler başarıya ulaşmıştır, mü’minler kurtulmuştur. Yeryüzünde
felâha erenler, kurtulanlar, başarıya ulaşanlar yalnızca mü’minlerdir. Dünya ve
âhirette kaybetmekten, zarara uğramaktan kurtulanlar, kazananlar sadece
mü’minlerdir. Mü’minlerin dışında herkes hem dünyada, hem de uk-bada
kaybetmişlerdir, hüsrana mahkum olmuşlardır.
Mü’minler kesinlikle kazandılar.
Dünyada zilletten, kaybetmekten, âhirette de cehenneme gitmekten, ateşe
yuvarlanmaktan kurtuldular onlar. Korktuklarından emin oldular ve umduklarına
ulaştılar onlar. Dünya ve ukba saadetine ulaştılar onlar. Peki neymiş onların
özellikleri? Kimmiş o dünya ve ukba kurtuluşuna erip kârlı çıkanlar? Bakın
onların birinci özellikleri:
2. “Onlar namazda huşu
içindedirler.”
Onlar namazlarında huşu
sahibidirler. Namazlarında huşu içindedirler. Onlar haşyet içinde bir namaz
ikame ederler, Allah huzurunda olmanın bilinci içinde bir namaz icra
etmektedirler. Onlar namazda Allah’tan mesaj almanın, Allah’a tekmil vermenin
bilinci içindedirler. Onlar namazlarında huzurunda bulundukları Rablerinden
haşyet içindedirler, Rablerinin azametinden tir tir titremektedirler. Kalpleri
Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini anmakla yumuşamış, Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini
hatırlamaktan zevk alan kimselerdir onlar. Rablerini razı edememenin, Rablerinin
hatırının kazanamamanın, Rablerinin istediği kulluğu yapamamanın endişesi ve
derdiyle kıvranırlar. Allah’ı gücendirmekten korkarlar, Allah’ı razı edememekten
korkarlar.
Haşyet korku mânâsınadır, ama yılandan,
çıyandan, akrepten korkmak ayrıdır, kişinin anasından korkması ayrıdır değil mi?
Niye korkar kişi anasından? Acaba kalbini kırdım mı? Diye. İşte o müminler de
Rablerinden böylece bir haşyet içindedirler. Rablerinden, Rablerinin rahmetinden
ve cennetinden kesinlikle ümitlerini kesmemekle beraber acaba mı ki? diye yine
de korku içinde bir hayat yaşayarak her an daha iyiye, daha güzel bir
Müslümanlığa çabalarlar.
Onlar namazlarında aldıkları
mesajları hayatlarında uygulayamamanın endişesiyle üzülürler. Namazlarında
okudukları cehennem âyetlerinin, vaiyd âyetlerinin korkusuyla sapsarı
kesilirler. Cennet ve mükâfat âyetleriyle sevinip coşarlar. Rableri tarafından
kendilerine sunulan yasal örneklere, peygamberlere benzemeye çalışırlar.
Namazın bilincindedirler onlar. Namazda
okudukları âyetlerin bilincindedirler. Namazın tekbirinin, kıyamının, rükusunun,
secdesinin farkındadırlar. Namazda ne dediklerinin, ne yaptıklarının
farkındadırlar onlar.
Evet namazda huşulu olabilmek
için namazda ne dediğimizin, ne okuduğumuzun farkında olmak zorundayız. Ne
dediğini, ne okuduğunu, okuduklarının ne anlama geldiğini bilmeyen kimsenin
kıldığı namaz sarhoşun namazı gibidir.
Çünkü Rabbimizin, kitabımızın
başka bir âyetinde ne dediğinizi, ne söylediğinizi bilemeyecek kadar aklınız
başınızda değilse namaza yaklaşmayın buyurduğunu biliyoruz. Ne dediğimizi
bilerek bir namaz kılacağız ve namazda nasıl bir mesaj almışsak öylece bir hayat
yaşayacağız. Aksi takdirde namazda bir şeyler okuyorsun ama okuduğun bu
âyetlerin ne dediğinden habersiz olursanız böyle namaz olmaz.
Evet o mü’minlerin birinci
özellikleri buymuş. İkinci özellikleri de:
3. “Onlar boş şeylerden yüz
çevirirler.”
Yine o mü’minler lağviyyattan,
boş işlerden, boş sözlerden, boş bir hayattan yüz çevirirler, uzak dururlar.
Lüzumsuz şeyleri terk ederler onlar. Evet tüm hayatlarında, tüm konuşmalarında,
tüm bakışlarında, tüm düşüncelerinde, tüm davranışlarında, tüm hareketlerinde
boş şeyleri terk ederler. Meselâ bir adım atacaklar, bir söz söyleyecekler, bir
bakış yapacaklar, bir karar verecekler, bir eylem gerçekleştirecekler, ama bu
lüzumsuzsa hemen onu terk ederler.
Fakat burada önemli bir şey var.
O da kişi için lüzumlu ve lüzumsuzu, boş ve doluyu Allah ve Resûlü
söyleyecektir. Öyleyse kişi önce Allah ve Resûlünün dediklerini tanımalı ki
lüzumluyu ve lüzumsuzu ayırabilsin. Demek ki bu iş Kitap ve sünneti tanımaktan
geçmektedir. Demek ki iyi bir Müslüman olmanın yolu kitap ve sünneti tanımaktan
geçmektedir. Kitap ve sünnet bilinmeden lüzumlu ve lüzumsuz, boş ve dolu
bilinemeyeceğine göre iyi bir Müslüman da olunamayacak
demektir.
Evet bizi ilgilendirmeyen, amelin
konusu olmayan ve yarın mîzanımıza konmayacak cinsten olan konsa bile cennete
götürücü olmayan sözlerin, amellerin tümünden yüz çevirmek
zorundayız.
Müslüman gerek söz ve gerek amel olarak
boş şeylerin peşine takılmayan kimsedir. Çünkü kavil ve fiillerden ibaret olan
amellere İslâm’ın damgalarını biliyoruz. Sâlih amel, gayr-i sâlih amel. Sâlih
bir imandan kaynaklanan amellere sâlih amel, sâlih ve sahih bir imandan
kaynaklanmayan ya da küfürden kaynaklanan amellere de gayr-i sâ-lih ameller
denir.
Veya yine Kur’an’ın ifadesiyle
ahsen amel, gayr-i ahsen amel tarifini görüyoruz. Veya değişik bir ifadeyle
İslâm amellere üç damga vurur. Sahibini cennete götürücü olan ameller, sahibini
cehenneme götürücü olan ameller, bir de sahibini cennete de cehenneme de
götürücü olmayan ameller. Cehenneme götürücü olanlarını reddedeceğiz, cennete
götürücü olanlarına sarılacak ve ne cennete ne de cehenneme götürücü
olmayanlarından da sakınacak uzak duracağız. Bakın Resûlullah Efendimiz bir
hadislerinde şöyle buyurur:
“Ebu Hureyre (r.a) Rasûlullah efendimizin
şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Kişinin iyi bir müslüman olduğunun
alâmetlerinden birisi de onun kendisini ilgilendirmeyen şeyleri tek
etmesidir.”
(Tirmizî,
K. Zühd: 4/558)
Evet
kişinin mâlâyaniyi, yani kendisine gerekli olmayan şeyleri terk etmesi iyi bir
müslüman olduğunun alâmetidir, delilidir, ispatıdır. Kişi iyi bir müslüman olmak
isterse lüzumsuz şeyleri tek edecek. Eyvah! Bu bizim hayatımızın tümünü
kapsıyor. Tüm hayatımızı içine a-lan bir konudur bu. Tüm konuşmalarımızı, tüm
bakışlarımızı, tüm dü-şüncelerimizi, tüm davranışlarımızı, tüm hareketlerimizi
içine alan bir konu. İnsan bir adım atacak bir söz söyleyecek, bir bakış
yapacak, bir karar verecek, bir eylem gerçekleştirecek ama bu lüzumsuzsa,
kendisi için gereksizse hemen onu tek edecek.
Fakat
burada önemli bir şey var. O da kişi için lüzumlu ve lüzumsuzu Allah ve Resûlü
söyleyecektir. Öyleyse kişi önce Allah ve Resûlünün dediklerini tanımalı ki
lüzumluyu ve lüzumsuzu ayırabilsin ve lüzumsuzu hemen tek edebilsin. Demek ki bu
iş kitap ve sünneti tanımaktan geçmektedir. Demek ki iyi bir müslüman olmanın
yolu ki-tap ve sünneti tanımaktan geçmektedir. Kitap ve Sünnet bilinmeden
lüzumlu ve lüzumsuz bilinemeyeceğine göre iyi bir müslüman da olunamayacak
demektir. Müslümanlık güzelleşmeyecek demektir.
Esasen kişinin Rasûlullah efendimizin
hayatın tümünü içine alacak biçimde anlattığı bu hadisi tam olarak anlaması
demek dinin özünü kavraması demektir. Dinin fıkhını teşkil eden bu hadisin
anlaşılması kişinin dinde fakih olmasını ve Allah’ın istediği biçimde gerçek bir
kul olmasını gerçekleştirmesi demektir. Nitekim Allah’ın Resûlü başka bir
hadislerinde: “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen konular
üzerinde lüzumsuz bir şekilde konuşmaması onun fakihliğindendir”
buyurmaktadır. Bu hadisten de anlıyoruz ki müslümanlığın güzelleşmesi
için tek edilmesi gereken lüzumsuzluklardan birisi boş sözlerdir. Dinimizi
ilgilendirmeyen, kulluğumuzu ilgilendirmeyen ve amelin konusu olmayan, amele
dönüştürülmesi müm-kün olmayan tüm sözler boş sözlerdir ve müslümanın tek etmesi
gerekmektedir. Çünkü Rabbimiz Saf sûresinde amelin konusu olmayan şeylerin
konuşulmasını men etmektedir.
"Ey mü'minler yapmadığınız şeyin niye
sözcülüğünü yapıp duruyorsunuz?"
(Saf:
2)
Yani konuştuğunuz şey konusunda niye
kendinizi unutuyorsunuz? Bir şeyin sözcülüğünü yapıyorsanız, onu eyleme geçirin!
Ya da birilerinin yapmasını emrediyorsanız siz kendiniz de bizzat onu yapın!
Anlamına gelir.
İnsanlara bir şeyler söyler de
kendinizi unutur musunuz? Veya kendinizin yapmadığı, yapmayacağı şeyleri niye
söylüyorsunuz? Demek ki âyetin iki boyutundan söz ettik.
1: Yapmanın konusu olmayan şeyleri niye
konuşuyorsunuz? demektir bunun manası. Yani amelin konusu olmayan şeyleri, yarın
amele dökülemeyecek konuları, sizi ilgilendirmeyecek konuları, sizi amele sevk
etmeyecek konuları niye konuşup duruyorsunuz? Meselâ ne gibi? A.B.D yi
konuşuyoruz, Çini, Maçin’i, Mançurya’yı konuşuyoruz. İnkaların Amerikan
kültürüne etkilerini konuşuyoruz. Sumatra dosyasını konuşuyoruz, Filadelfia’nın
kahvelerini konuşuyoruz veya devlet kurmadan devlet yıkmadan konuşuyoruz. Kendi
çocuklarımızın eğitim derdini unutup başkalarının çocuklarının eğitim problemini
konuşuyoruz. Veya adam henüz evlenmemişken boşanma konularını tartışıyor. Veya
oturmuş kadınlar kendilerine farz olmadığı halde ko-calarının Cuma problemlerini
halletmeye çalışıyorlar. Veya her gün yatağa girerken okunacak duaları bırakıp
Hac ortamında değilken oturduğumuz yerlerde ihramlıyken okunacak duaları,
ihramlıya yasak olan konuları konuşuyoruz. Veya işte oturduğumuz her bir
mecliste attan, avrattan, fiyattan, murattan, saptan, samandan, marktan,
dolardan söz ediyoruz. E niye konuşuyoruz bütün bunları? Yani bizden amel
istemiyor ki bütün bu konular! Lüks şeyler bunlar! Yarın amele dökülemeyecek
fantezik konuları niye konuşuyorsunuz? diyor Allah.
2: Bir ikinci manası da: Yani sizler
hep söz müslümanı mı olacaksınız? Hep söz planında mı müslüman olacaksınız? Amel
planında müslüman olmayacak mısınız? Hep sözlümü olacaksınız? Hep böyle sözlümü
kalacaksınız? Nişanlanıp evlenmeyi hiç düşünmüyor musunuz? Namazını
kılmayacağınız yere niye abdest alıyorsunuz? Abdest bir daha abdest bir daha
abdest! Yeter ya bir de namaz kılmayı öğrensenize! Halbuki konuşma yerine iş
yapmayı sever Allah.
Evet bizi ilgilendirmeyen, amelin
konusu olmayan ve yarın mi-zana konmayacak cinsten olan konsa bile cennete
götürücü olmayan sözlerin tümünden yüz çevirmek zorundayız. Kur’an-ı kerimde
bizi bundan men eden pek çok âyet vardır:
Kaf sûresinde Rabbimiz şöyle
buyurur:
“Sağında ve solunda, onunla beraber
oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapt
ederler.”
(Kaf: 18)
“Onlar yalan yere şehâdet etmezler;
faydasız bir şeye rastladıkları zaman yüz çevirip vakarla
geçerler.”
(Furkân: 72)
“Onlar, boş söz işittikleri vakit ondan
yüz çevirirler. "Bizim işlediğimiz bize, sizin işlediğiniz sizedir. Size selam
olsun cahillerle ilgilenmeyiz" derler.”
(Kasas: 55)
Allah’ın Resûlü Buhâri ve Müslim’in Ebu
Musa (R.A) dan birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde: “Gerçek müslüman müslü-manların elinden ve
dilinden sâlim kaldıkları kimsedir” buyurmaktadır. Demek ki bizim elimizden ve
dilimizden sadır olan şeyler insanları darusselâm’a, selamet yurdu olan cennete
kazandırıcı olacaktır. İnsanları cennete götürücü iş yapacağız, söz
söyleyeceğiz. Ama sadece dilimizin başkalarını sâlim kılmasını düşünmeyeceğiz.
Bunu becermekle beraber, yani elimizden ve dilimizden sadır olanlarla insanların
darusselâm saâdetlerini temim etmeye, insanları selamet yurduna kazandırmaya
çalışmakla beraber aynı zamanda dilimizin kendimizi de sâlim kılmasını
isteyeceğiz. Yani dilimizden çı-kanların kendimizi de cennete götürücü olmasına
dikkat edeceğiz. Çünkü Bakın Allah’ın Resûlü Müslim’in rivâyet ettiği bir
hadislerinde:
“İnsan manasını hiç düşünmeyerek (Hiç
ehemmiyet vermeyerek, önemsemeyerek) bir söz söyleyiverir de o yüz-den
Cehennemin şark ile garp arasındaki bir mesafesinden daha uzak bir yerine
yuvarlanıverir”
(Buhâri: K. İman
1/10)
Yine Tirmizî’nin Süneninde Kitabuz Zühd
bölümünde Ebu Ab-durrahman Bilal Bin Haris El Müzeni (R.A) den rivâyet
edildiğine göre Allah’ın Resûlü şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki insan sonucunun nereye
varacağını düşünmeden bazen Allah’ın rızasına uygun bir söz söyler. Allah o söz
sebebiyle kişiye kendisiyle karşılaşacağı güne kadar hoşnutluğunu yazıverir.
Bazen da yine sonucunu iyice hesaplamadan Allah’ın gazabına sebep olacak bir söz
söyler de Allah o sözü sebebiyle o kişi kendisiyle karşılaşacağı güne kadar
gazabını yazıverir”
Buyurur.
(Tirmizî, İ. Arabi Şerhi: K. Zühd 9/197)
Evet manasını ve nereye varacağını hiç
düşünmeden her hal-de bundan Allah gücenmez diyerek söyleyeceğimiz bir tek söz
bizi cehennemin en uzak bir mesafesine atıverecektir. Çünkü bilelim ki
Rabbimizin rızası bizim planımıza bağlı değildir. O neleri söylememizi nasıl
söylememizi nasıl yapmamızı istemişse rızası oradadır. Dinde kendi mantığını
temel kabul edip Allah’ın da ondan razı olacağına inanan kişi Allah’a akıl verme
küstahlığına düşen kişidir. Öyleyse kendimiz de kendi dilimizden kendi
konuştuklarımızdan sâlim olmalıyız.
Allah’ın Resûlü başka bir hadislerinde
bu hususu anlatırken yine bakın şöyle buyurur: “Kim
ki dilini ve tenasül uzvunu şerlerden korumayı bana garanti ederse ben de ona
cenneti garanti ederim.”
(Riyazus -Sâlihîn: 1548 nolu
hadis)
Öyleyse iki yoldan, iki kanaldan
cennete yahut cehenneme gidişle karşı karşıyayız. İki çenenin arası ve iki
bacağın arası. Bunlardan iki çenenin arası özellikle pek çok hadislerde
anlatılmaktadır ki buna çok dikkat etmek zorundayız. Yine İmam Nevevî’nin
kitabına al-dığı hadislerinden birinde Allah’ın Resûlü şöyle buyuracak: “Allah’a ve âhiret gününe inanan kişi ya
hayır söylesin yahut da sussun”
Allah’ın Resûlünün bu hadisi elbette
susmayı değil konuşmayı amirdir. Ama konuşacağımız hayır olduğu sürece konuşmak,
konuşacağımız kitap ve sünnete uygun olduğu sürece konuşmak, konu-şacağımız hem
kendimizi hem de başkalarını cehennemden sâlim kılıcı ve daruseselâm’a yani
cennete götürücü olduğu sürece konuşmak değilse hayrın bittiği yerde de susmak
zorundayız.
Evet müslüman gerek söz ve gerek amel
olarak boş şeylerin peşine takılmayan kimsedir. Çünkü kavil fiillerden ibaret
olan amellere İslâm’ın damgalarını biliyoruz. Salih amel gayri salih amel. Salih
bir imandan kaynaklanan amellere salih amel, salih ve sahih bir imandan
kaynaklanmayan ya da küfürden kaynaklanan amellere de gayri salih ameller denir.
Veya yine Kur’an’ın ifadesiyle ahsen amel, gayri ahsen amel tarifini görüyoruz.
Veya değişik bir ifadeyle İslâm amellere üç damga vurur. Sahibini cennete
götürücü olan ameller, sahibini cehenneme götürücü olan ameller bir de sahibini
cennete de cehenneme de götürücü olmayan ameller. Cehenneme götürücü olanlarını
reddedeceğiz, cennete götürücü olanlarına sarılacak ve ne cennete ne de
cehenneme götürücü olmayanlarından da sakınacak uzak
duracağız.
Evet İslâm’ın lüzumsuz dediği, boş
dediği amelleri tek eden mü’minler ihsan derecesine ulaşan kimselerdir. İhsan
Allah’ı görüyor muşçasına O’na kulluk yapmaktır. İhsan her an Allah huzurunda
olduğu şuuru içinde davranmaktır. Hani arabasıyla seyir halinde olan birisine
arkanda trafikler var dendiği zaman davranışları bir anda farklılaşır değil mi?
Veya dükkanında ticaretle meşgul olan birisine maliyeciler burada denildiği
zaman adam biraz daha dikkatli davranır değil mi? İşte şu anda Allah
huzurundasın anlayışına ulaştığı zaman, her an ve her makamda Allah’ın
kendilerini gördüğü şuurunu kazanan kişi de yaptıklarını konuştuklarını Allah’a
lâyık yapmaya çalışacak ve Allah’ın hoşnut olmayacağı boş şeylerden yüz
çevirmesini becere-bilecektir.
Allah’ı tanıyan, tanıdığı Allah’ı
yanında bilen, yanında bildiği Allah’ın o anda kendisinden nasıl bir kulluk
istediğini, nasıl bir tavır sergilemesini istediğini, neleri konuşup neleri
konuşmamasını, neleri yapıp neleri terk etmesini istediğini bilen bir müslüman
ihsan makamındadır ve her an kendisini kontrol etmesini bilebilecek demektir.
Ama Allah’ı tanımayan, esmasıyla sıfatlarıyla Allah’ı tanımayan, Allah’ın
kendisinden neler istediğini bilmeyen, Allah’ın nelerden razı ol-duğunu, nelere
gazaplandığını bilmeyen, Allah’ın istediklerini yapma-dığı zaman sonunda başına
nelerin geleceğini bilmeyen, yani cenneti ve cehennemi tanımayan bir adam
kendisini kontrol etmesini de boş şeylerden uzaklaşmasını da bilemez
beceremez.
Allah’ın Resûlünün başka bir hadisinden
öğreniyoruz ki akıllı insan nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için
hazırlık yapan kimsedir. Ne dünyasını ne de âhiretini ilgilendirmeyen konularla
uğraşan, boş şeylerin peşine takılarak zamanını ve imkânlarını boşa harcayan
insan akıllı insan değildir. Çünkü zaman çok kısa, yolculuk çok uzun ve ilerde
başımıza gelecek şeyler pek çetindir. Onun için akıllı bir müslümanın lüzumsuz
şeylerle geçirecek vakti yoktur.
Cinler, şeytanlar ve iki ayaklı insan
şeytanları insanları Allah’a kulluktan, Allah’ın istediklerini yapmaktan
alıkoyup boş ve lüzumsuz şeylerin peşine takılmamızı isterler. Kur’an’ın pek çok
yerinde görüyoruz ki şeytan insanları Allah adına yeminler ederek, aldatarak
onları salih amellerden uzaklaştırmaya çalışır. Yığınlarla boş ve lüzumsuz
amelleri insanların gözünde süsleyerek Allah’ın rızasının onlarda ol-duğu
vehmettirerek bu tür boş şeylerin peşine çeker insanı. Eğer bu-nu beceremezse,
insanı salih amellerden boş işlere yönlendiremezse o zaman insanın yaptığı
amellere şirk, riya ve kibir gibi pislikler bulaştırmaya çalışır. Böylece
insanın amellerini boşa çıkarmak ister. İnsanların gözünde haramları bile güzel
göstererek onların işini bitirmek is-ter. Meselâ şu anda mayın tarlasında
geziyormuş gibi haramların içi-ne dalanlar, Allah’ın kulları için yaratıp takdim
buyurduğu helâl alanlar dururken şüpheli şeylerin etrafında dolaşanlar veya
nâfilelerin peşinde koşarken farzları tek edenler şeytanın ağına yakalanmış
insan-lardır.
Müslümanların gündemlerini lüzumsuz ve
şahsi konularla dol-durmaya çalışanlar, yersiz ve zamansız tartışmalarla
müslümanların enerjilerini boş yere harcamayı hedefleyenler, Allah’ın kitabı
dururken başkalarını kitaplarını, Allah’ın elçisinin sünneti dururken
başkalarının sünnetlerini ve örnekliliklerini gündeme getirenler, Allah’ın
âyetleri, Allah’ın hükümleri yerlerde sürünürken çok basit ve fer’i meseleleri
gündeme getirerek asli görevlerini unutanlar, Allah kullarına onların Rabbi ve
elçilerinin bile yüklemediği görevler yükleyerek müslüman-ların ezilmelerini
sağlayanlar şeytanların oyuncağı olmuş kimselerdir. Bana göre bu böyle olmalı,
bana göre bu şöyle olmamalı diyerek Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini
bile diskalifiye edercesine kendi indi görüşlerini öne sürerek mü’minlerin saf
ve temiz itikatlarını idlal edenler ve böylece ümmetin enerjilerini boş yere
harcayanlar şeytana kölelik eden onun işini kolaylaştıran
kimselerdir.
Bakın bir gün Hz. Muaz Bin Cebel (R.A)
Hz. Allah’ın Resûlüne sorar: Ey Allah’ın Resûlü bu konuşmalarımızın tümünden
sorulacak mıyız? Onun bu sorusuna karşı Allah’ın Resûlü buyurur ki: “Ey
anası kaybedesice! İnsanlar cehennemdeki çukurlarına an-cak dilleriyle
kazandıkları yüzünden atılmayacaklar mı?”
Tirmizî’nin
Ümmü Habibe annemizden rivâyet ettiği bir hadislerinde de yine Allah’ın Resûlü
şöyle buyurur: İnsanın tüm ağzından çıkanlar kendi
aleyhinedir. Ancak emr-i bil’ma’ruf ve nehy-i anil’münker yapması ile Allah’ı
zikretmesi müstesnadır” buyurur.
Ebu Hureyre efendimizden rivâyet edilen
bir hadiste Allah’ın Resûlü bir gün ashabı ile birlikte otururken Rasûlullah
efendimiz: Biraz sonra cennet ehlinden bir adam
gelecek” buyurdu. Ve az sonrada
Abdullah İbni Selam çıkageldi. Az evvelki müjdeyi duyan sahâbe-i kiram ona en
güvendiği amelini sormaya başladılar. O da: Banim amellerim zayıftır. Ama
kendisiyle umutlandığım en güvenilir amelim şudur dedi. Kalbimi mü’minlere karşı
selamette tutmam ve beni ilgilendirmeyen konuları kesinlikle terk etmemdir
dedi.
Hasan Basrî Hz. der ki: “Allah’ın bir kuldan uzaklaşmasının alâmeti
o kulun kendisini ilgilendirmeyen boş ve gereksiz şeylerle meşgul
olmasıdır”
Müslim
Ebu Hureyre (R.A) den şu hadisi rivâyet eder: “Sizden birinizin İslâm’ı güzel olursa
işlediğiniz her hasene için on mislinden yedi yüz misline kadar ecir yazılır.
İşlediğiniz her kötülük için de Allah’a kavuşuncaya kadar bir misli
yazılır”
Ahmed Bin Hanbel’in Müsnedinde Hz. Enes
(R.A) den Allah’ın Resûlü şöyle buyurur: “Kişinin kalbi istikâmet üzere olmadıkça
imanı istikâmet üzere olmadığı gibi dili istikâmet üzere olmadıkça da kalbi
istikâmet üzere olmaz.” buyurulur.
Müddessir sûresinde boş şeylere
dalanların akıbetini anlatırken Rabbimiz şöyle buyurur:
" Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir? diye sorarlar. Onlar derler ki: Namaz kılanlardan değildik.. Düşkün kimseyi doyurmuyorduk. Batıla dalanlarla biz de dalardık.. Ceza
gününü yalanlardık. Ölüm bize o haldeyken geldi. "
(Müddessir
42,47)
Cennette Rablerinin devlet ve
nimetlerine kavuşmuş olan mü’minler kendi aralarında cehennemlikleri, mücrimleri
sorup soruştururlar. Onlar bu konunun sözünü açınca cehennem ve cehennemlikler
de gözlerinin önüne kadar getirilmiştir. Mü’minler orada dünyada tanıdıkları
bildikleri simaları görürler. Dünyada mü’min zannettikleri müslüman bildikleri
kimi insanları orada ateşin içinde görünce şaşkınlıklarını dile getirerek şöyle
diyorlar: Ne oluyor? Hayrola? Ne işiniz var sizin orada? Yoksa bir yanlışlık
filan mı oldu? Siz mü’minler değil miy-diniz dünyada? Hangi rüzgar attı sizi bu
ateşin içine? Sizi bu cehenneme sürükleyen bu ateşe iten sebep nedir? diyecekler
ve sorup soruşturacaklar.
Onlar cehenneme gidiş sebeplerini
sayarken biz namaz kılanlardan değildik, miskinleri doyuranlardan değildik
dedikten sonra biz batıla, batıl tutkulara, boş şeylere, lüzumsuz şeylere
dalanlarla birlikte dalıp gidiyorduk ki ansızın ölüm gelip bizi yakalayıverdi
diyorlar.
Evet boş şeylere dalıp gidiyorduk. Bizi
ilgilendirmeyen dünyamızı da âhiretimizi de ilgilendirmeyen boş şeylere daldıkça
dalıyorduk. Yarın Mîzana konulunca insanı cennete götürücü olmayan her şey
boştur. Mîzana konunca isterse insanı cehenneme götürmesin ama cennete götürücü
olmayan her şey boştur.
Adam özel krem rengi takke ördürüyor,
rengini desenini, modelini beğenmiyor bozdurup bir daha ördürüyor boş şey
bunlar. Veya arabasının renginde elbise giymeye çalışıyor. Veya tesbih illa da
Oltu olacak diye onun peşine takılıyor. Boş işler bunlar. Yarın Mîzana konunca
kişiyi cennete götürücü olmayan her şey boştur.
Meselâ adamın kâlemine gösterdiği
titizliği bir düşünün. Her kalemle yazamaz adam, illa falan model ve filan marka
olacak. Veya adamın yemeğin tuzuna biberine modeline gösterdiği titizliği bir
düşünün. Saatlerce akvaryum karşısında veya televizyon ekranı karşısında
öldürdüğü zamanları bir düşünün. Arabalarının üzerinde gördükleri ufacık bir
çizik karşısında aman eyvah ne oldu? Nasıl oldu? diye abananları ve
üzüntülerinden deliye dönenleri bir düşünün. Halbuki adamların kendi inanç
dünyalarındaki veya çocuklarının itikat dünyalarındaki çatlaklıklara neredeyse
araba girecek ama onu gördükleri yok adamların. Hepsi boş şeydir
bunların.
Bir ömür boyu yaptıklarımızı bir
düşünelim. Ne kadarı dolu, ne kadarı boş
bir düşünelim. Meselâ bir ilkokul diyoruz beş yıl harcıyo-ruz, dönüp bir
bakıyoruz ki bomboş. Yani mübalağa yapmıyorum ina-nın orada öğrendiklerimiz beş
haftaya sığabilecek şeyler. Ondan sonra yaptıklarımızı düşünelim. Hayatın tümünü
düşünelim. Acaba bu yaptıklarımızın yaptırıcısı kimdi de yaptık? Allah dedi diye
mi yaptık? Yoksa toplum öyle istedi diye mi? Çevremiz bundan razıdır diye mi? Ya
da âdetler veya Zerdüşt böyle buyurdu diye mi yaptık? Tüm yaptıklarımızı bir
düşünelim. Neyle geçti bizim ömrümüz? Oturamayacağımız evler, yiyemeyeceğimiz
paralar toplamakla mı geçti? Eğer böy-leyse tüm hayatımız boşa gitmiştir Allah
korusun.
Neyle geçirdik ömrümüzü? Müzik
dinleyerek mi? Kaldırım çiğ-neyerek mi? Ekran başında akvaryum önünde mi?
Aynanın önünde mi? Panayır veya piknikte mi? Oya için Boya için mi? Para pul
peşin-de mi? Yoksa kendisine kulluk yapmaya çalıştığımız çevrenin alkış
tufanları arasında mı? Veya kulluğa râcî olmayarak, amele müstenit olmayarak
gayri dini ilimlerde tefegguh adına mı çırpındık? Öyleyse eyvaaah bize! Vaah
bize! Yuh!! Bize!!!
Evet bakın öyle diyor cehennemdekiler.
Bizler boş şeylere, bi-zim dinimizi de dünyamızı da ilgilendirmeyen, olsa da
olur olmasa da olur şeylerin peşine takılıyorduk. Ya da bizden istenmeyen
şeylerin peşine veya kesinlikle haram olmayan ama bizden istenmeyen şeylerin
peşine takılıyorduk. Elbisenin yeni, tipi, biçimi, rengi, modeli. Yemeğin
modeli, tadı, tuzu servis biçiminden tutun da çayın deminden, kahvenin rengine
varıncaya kadar, peynirin küflüsünden soğanın cücüğüne kadar her şeyi dert
ediniyorduk da ama kitabı dert ediniyorduk, Sünneti dert edinmiyorduk
diyenlerden birisi de biz olmak iste-miyorsak yarın yaptıklarımıza dikkat etmek
zorundayız. Yarın mîza-nımıza konduğu zaman bizi perişan edecek boş şeylerin
peşinde değil de bizi kesin cennete götürecek Allah ve Resûlünün istediği
şeylerin peşinde olalım.
Bakın Rabbimiz İsrâ sûresinde
kendilerini ilgilendirmeyen boş ve lüzumsuz şeylerin peşine takılan insanların
yarın büyük pişmanlık içine düşeceklerini şöyle anlatır:
“Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu
kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu
olur.”
(İsrâ
36)
Allah’ın bize lütfettiği vaktin
kıymetini bilmek ve onu boş şeylere harcamamak zorundayız. Aklı başında bir
müslümanın kesinlikle lüzumsuz şeylere harcayacak vakti yoktur. Bakın Allah’ın
Resûlü İbni Abbas’ın (R.A) rivâyet ettikleri bir hadislerinde bu hususu şöyle
anlatır:
“İki
nimet vardır ki insanların pek çoğu onların kadrini kıymetini bilme noktasında
aldanıyorlar. Bunlardan birisi sağlık, ötekisi de boş
vakittir.”
(Buhâri,
Rikak: 1) (R. Salihin 99 nolu hadis)
Sağlığın kıymetini bilip onu satacak
değiliz veya boş zamanın kıymetini bilip onu kiraya verecek değiliz elbette.
Bundan anladığımız şudur: Zamanı ilk etapta Allah’ın bize farz kıldığı emirlere
sarılarak doldurmaya cehd ü gayret ederken arta kalan zamanda da nâfilelerle
Allah’a yaklaşma zemini aramak zorundayız. Yani şunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız ki boş vakitten ve sıhhatten kasıt mecburen yapmak zorunda
olduğumuz farzlardan arta kalan hayat bölümüdür. Farzlardan artan zaman
dilimidir. Yoksa bunun manası Allah bize bomboş bir zaman vermiştir de bizler
onu dolduracağız değildir. Bir de şunu söyleyelim ki bizler boş vakti İslâm’ın
ölçülerine göre doldurmak zorundayız. İslâm’ın zaman içinde belirlediği kulluk
programı na-zar-ı itibara alınmazsa insanın bütün zamanı zaten boş demektir.
Yani işte görüyoruz şu anda insanların Allah’a danışarak değil de kendi
kendilerine ayarladıkları şu hayat programında insanların bir dakika bile boş
zamanları yoktur. Sabahtan akşama kadar dükkana tezgaha satılmak, kahvede
oturmak, sinemada bulunmak, televizyon seyretmek, maç izlemek, yemeğe, çaya,
kahveye zaman ayırmak zaten in-sanların hayatında yetecek bir zaman bırakmıyor
bile.
Neyzenin başı dönmüş bir ara. Bir
mahallenin başında ayakta zor duracak biçimde sallanarak kapılar önünden
geçerken dikkatlice süzmeye çalışırken oradan geçenlerden birisi sorar: Hayrola
Neyzen ne bu halin? Neyi takip ediyorsun öyle dikkatli dikkatli? der. Neyzen der
ki Valla gözümün önünden kapılar gelip geçiyor birer birer de işte bizim kapının
geçmesini bekliyorum. Eğer bir yakalarsam bizim kapıdan içeri dalacağım der.
Millet hep sarhoş yani herkes bunu bekliyor. Bir boş vakit gelsin de işte şunu
şunu yapacağım diyor. Veya işte her işi bitireyim, şu evi bir tamamlayayım, şu
dükkanı bir düze çıkarayım şu emekliliği bir bitireyim de ondan sonra yapacağım
diyor. Mümkün değil sittîn sene de beklese bu insanlar boş vakit gelmeyecek.
Aslında bizim hayatımızı dolduranlar doldurmuşlarda onların gaflet edip
dolduramadıkları boş bıraktıkları bölümlerini de biz doldurmaya çalışıyoruz.
Öyle değil de müslüman zamanını Allah’ın farzlarıyla dolduran ve onlardan arta
kalan zamanı da nâfilelerle Allah’a yaklaşma vesilesi bilen kişidir. Hani
Çinlinin birine demişler yakında öyle vasıtalar yapılacaktır ki işte filan şehre
bir dakikada ulaşma imkânımız olacak. Çinli der ki iyi iyi anladık, mesafeleri
bu kadar kısaltacağız da acaba geriye kalan zamanı neyle dolduracağız? Veya
nerede kullanacağız? der. Öyle ya insanlar boş zaman çıkarabilmek için yeni yeni
şeyler icad ediyorlar da acaba arta kalan zamanı neyle dolduruyorlar? Eğer
Allah’a kulluğa değil de daha çok okey oynama zamanı, daha çok televizyon
seyretme zamanı bulacaklarsa bu zamanı ne yapacaklar, orasını
bilmiyorum.
Bunun için de az evvel de ifade ettiğim
gibi basiretlerle birlikte olmak zorundayız. Allah’ın bize gönderdiği vahiyle
birlikte olmak zorundayız başka çaremiz de yoktur. Çünkü neyin boş neyin dolu
olduğunu ancak vahiyden öğrenebileceğiz ve vahyin tarif buyurduğu biçimde
zamanımızı değerlendireceğiz inşallah.
4. “Onlar zekât
verirler.”
Yine o kurtuluşa eren, dünyada da
âhirette de başarıya ulaşan mü’minler zekâtı verirler. Zekâtla iç içedir onlar.
Zekâtı asla unutmazlar. Namazda huşu sahibidirler onlar, namazda ne
dediklerinin, ne okuduklarının, Allah’a ne tür sözler verdiklerinin, Allah’tan
ne tür mesajlar aldıklarının farkındadırlar ve namazla aldıkları mesajı
kardeşleriyle paylaşmanın kavgasını vermektedirler. Namazla bedenlerinde Allah’ı
söz sahibi kabul ettikleri gibi, zekâtla da Allah’ın mallarına karıştığını
ortaya koyarlar. Allah’ın kendilerine verdiği mallarından Allah kullarına da
verirler.
56. “Onlar, eşleri ve câriyeleri
dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar
yerilemezler.”
Yine o mü’minler hanımları ve
câriyeleri müstesna ferçlerini, avret yerlerini herkesten korurlar. Irz ve
namuslarını muhafaza ederler. Allah’ın kendilerine tanıdığı nikâh dışı
ilişkilere girmezler. O mü’-minler ırz ve namuslarını korumalarının felâha erme
sebebi olduğunu bilirler. Felâha erebilmek için mutlaka Allah’ın istediği
biçimde ırz ve namusun korunması gerekmektedir. Allah’ın yasakladığı nikâh dışı
ilişkiden, zinadan, fuhuştan uzak durmak gerekmektedir. Bu korunmanın ölçüsünü
de Allah ve Resûlü belirleyecektir.
Yâni bir Müslüman erkek ve kadın
ırzını kime karşı koruyacak, kime karşı korumayacak bunu kendi kendine
belirlemeye kalkışmayacaktır. Bu konuda da söz sahibi Allah ve Resûlü olmalıdır.
Erkekler hanımları ve câriyelerine karşı, kadınlar da kocalarına karşı ırzlarını
korumak zorunda değillerdir. Kadınlar kocalarının kocalar da kadınları ve
câriyelerinin namuslarını kullanabilir, onlardan istifade
edebilir.
Onlar bu konuda asla kınanmazlar. Yâni
meşru dairede, Allah’ın izin verdiği sınırlar içinde dört tane karısı olan ve de
câriyeleri olan bir Müslüman onların namuslarından istifade konusunda asla
kınanmaz. İstediği kadar Allah kınanmaz desin şimdi insanlar kınayıp geçiyorlar.
Birden çok evlenen Müslümanlar bu toplum tarafından kınanıyor, yadırganıyor,
dışlanıyor. Sanki insanlar Allah’la yarışırcasına, sanki bu işi Allah’tan daha
iyi bilircesine böyle Müslümanları kınamadan yana bir tavır
alıyorlar.
7. “Bu sınırları aşmak
isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir.”
Kim bu konuda sınırı aşarsa, bunlar
sınırı taşmıştır, haddi tecavüz etmiştir. Kim ki zevceleri varken, câriyeleri
varken, Allah’ın kendisine helal kıldığı, namuslarını kullanma hakkı verdiği bu
yasal hakkının ötesine uzanırsa, hanımlarının ve câriyelerinin ötesine taşarak
başkalarının namuslarına uzanmaya kalkışırsa, nikâh dışı ilişkilere girerse işte
onlar sınırı çiğnemiş, haddi tecavüz etmiş kimselerdir ki ne bu dünyada ne de
öbür tarafta böylelerinin kurtulması, başarıya ulaşması mümkün olmayacaktır.
8. “Onlar emânetlerini ve
sözlerini yerine getirirler.”
O mü’minler emânetlerine ve
ahitlerine riâyet ederler. Emânetlere ve verdikleri sözlerine, randevularına
sâdık davranırlar. Allah’ın emânetlerine, Allah’a ve insanlara verdikleri
sözlerine riâyet ederler. Emânet olarak gerek Allah emânetini, gerekse kulların
emânetini emânet bilirler. Emâneti, emânetin sahibinin istediği gibi
kullanırlar. Emânetle ilişkilerini, emânetin sahibinin istediği şekilde
ayarlarlar. Allah emânet olarak kendilerine ne vermişse. Din mi verdi? Kitap mı
verdi? Peygamber mi verdi? Akıl mı verdi? Sıhhat mı verdi? Zaman mı verdi? Mal,
mülk, fırsat, imkân mı verdi? Ev, araba, arsa mı verdi? Evlât mı verdi? Hanım mı
verdi? Veya din mi gönderdi? Kitap, peygamber mi gönderdi? İrade mi verdi emânet
olarak? Namaz mı? Oruç mu? Abdest mi? Namus mu? İffet mi? Hac mı? Arafa mı?
Bayram mı? Cuma mı? Bunların tümünü emânetin sahibinin razı olduğu yerlerde
kullanarak emânetlerini yerine getirirler onlar. Yâni dinin tamamına riâyet
ederler, Allah’ın kendilerinden istediği bir hayatı yaşarlar onlar.
Bir de onlar kullar arasındaki emânete
de riâyet ederler. İnsanların kendi aralarında birbirlerine emânet ettiği,
emânet verdiği şeylere de riâyet ederler. Bir mü’min kardeşinin, ya da bir kâfirinin emânetine de riâyetkar
davranırlar. Yâni bir kâfir kendilerine bir şeyler emânet etmişse asla ona
hıyanet etmezler. Kullara, insanlara verdikleri sözlerine de riâyet ederler
onlar. Randevularına riâyetkar davranırlar, nezih davranırlar. Emânet
sahiplerine karşı sahtekârlık yapmazlar. Hattâ savaş halinde oldukları insanlara
bile namuslu davranırlar. Sözlerine, anlaşmalarına sâdık davranırlar. İşte gerek
bu dünyada, gerekse âhirette felâha ermenin şartı bunlardır, felâha erenler
bunlardır.
Tabii evvela Rabbimize ezelde
verdiğimiz ahitlerimize riâyet etmek zorundayız. Allah ahdine riâyet
etmeyenlerin insanların ahitlerine riâyet etmeleri mümkün değildir. Evet önce
Allah ahitlerine riâyet ederler, ona sâdık kalırlar, sonra da insanlara
verdikleri ahitlerine, taahhütlerine sâdık davranırlar onlar. Ahitleri, sözleri
İslâm’a zıtsa hemen vazgeçerler, değilse ne pahasına olursa olsun verdikleri
sözlerinden dönmezler.
9. “Namazlarına riâyet
ederler.”
Namazlarını muhafaza ederler. Namazlarını
korurlar. Namazlarını kaybetmemek için tüm gayretlerini teksif ederler.
Namazlarının üzerine titrerler. Çünkü namaz gitti mi tüm hayat gitmiş demektir.
Bir Müslüman için namazsız bir hayatın düşünülmesi mümkün değildir. Ben
müslümanın diyen bir insanın namazsız bir hayat yaşaması hiçbir zaman
düşünülemez. Namazsız Müslümanlık olmaz.
Namazın korunması namazın hayatta
fonksiyonunun korunması, varlık sebebinin korunması demektir. Yâni namazın top
yekun hayata hakim olmasının korunması demektir. Yâni namazı muhafaza demek,
namazla Allah’tan alınan mesajı muhafaza etmek ve namaz sonrası hayatı onunla
düzenlemek demektir.
İşte bu mü’minler namazla
Allah’tan mesaj alan ve bu mesajı seccadede unutmayan, namaz sonrası
hayatlarında da sürdüren, muhafaza eden ve hayatlarını bu namazla, bu mesajla
dengede tutmayı beceren kimselerdirler. Namazda okudukları sûrelerin mânâlarını,
muhtevalarını unutmayıp, muhafaza edip vermelerinde, almalarında, küsmelerinde,
barışmalarında, giyimlerinde, kuşamlarında, ev-lenmelerinde, boşanmalarında,
okumalarında, yazmalarında, hukuklarında, eğitimlerinde, namuslarında,
iffetlerinde uygulamaya koyan kimselerdir onlar. Yâni namazda aldıkları mesajla
hayatlarını düzen-lemeyi beceren kimselerdir onlar.
10,11. “İşte onlar, temelli
kalacakları Firdevs cennetine vâris olanlardır.”
İşte onlar Firdevs cennetlerine
vâris olanlardır. Firdevs cennetleri bunlarındır. Firdevs cennetleri cennetlerin
en yüce dereceleridir ve Rasulullah efendimiz istediğiniz zaman Allah’tan
Firdevs cennetlerini isteyin buyurur. Evet işte bu mü’minler cennetin en yüksek
derecelerine ulaşmış kimselerdir diyor Rabbimiz. Firdevs cennetlerine ulaşmak
hedefimiz olacak, düşüncemiz olacak. Oraya ulaşmanın yolunu da işte Rabbimiz
sûrenin başındaki bu âyetlerle anlattı.
Evet demek ki namazda huşu duyacağız.
Namazlarımızda ne dediğimizin, ne okuduğumuzun farkına varacağız, namazlarımızı
Allah’ın istediği gibi ikame edeceğiz. Sonra boş şeylerden, dünyamızı da,
âhiretimizi de ilgilendirmeyen, bizi cennete götürü olmayan boş şeylerden, boş
bir hayattan uzaklaşacağız. Zekâtımızı, malla ilişkilerimizi Allah’ın istediği
şekilde ayarlamanın hesabını güzel yapacağız. Ferçlerimizi, ırzlarımızı,
namuslarımızı koruyacağız, iffetli, hayalı olacağız. Gerek Allah’a verdiğimiz
sözlere, gerekse Allah kullarına verdiğimiz va’dlerimize sâdık davranacağız.
Hayatımızda namazın fonksiyonunu koruyacağız, namazlarımızı muhafaza edeceğiz.
Ve işte böylece hem dünyada, hem de ukba’da başarıya, felâha erenlerden olacağız
ve sonunda inşallah Firdevs cennetlerine gitme hakkını elde etmiş
olacağız.
12,13. “Andolsun ki, insanı süzme
çamurdan yarattık. Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere
yerleştirdik.”
Andolsun ki Biz, insanı bir süzme
çamurdan yarattık. Özlü bir çamurdan yarattık. İlkimizin yaratılışından söz
ediyor Rabbimiz. Adem atamızın yaratılışı süzülmüş özlü bir çamurdandı. Evet Onu
çamurdan yarattık, sonra onu nutfe halinde bir karar-ı mekînde, sağlam bir yerde
yerleştirdik. Yâni o nutfeyi ana rahmine yerleştirdik. Tabii bu âyet sadece
atamız Adem (a.s) in yaratılışını değil aynı zamanda bizim yaratılışımızı da
anlatıyor. Çünkü bizim yaratılışımız da bir nutfeden, bir meniden meydana
geliyor ki onun aslı da topraktan meydana gelen yediğimiz gıdalardandır.
14. “Sonra nutfeyi kan pıhtısına
çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler
yarattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık yaptık:
Yaratanların en güzeli olan Allah ne uludur!”
Sonra o nutfe alakaya dönüştü, o
nutfeden alakayı yarattık. Alakayı da bir mudğa yaptık, bir çiğnemlik et haline
getirdik. Ve o mudğayı da kemikler halinde yarattık, kemiklere dönüştürdük. Ve o
ızam haline, kemik haline dönüşen o varlığa da et giydirdik. Sonra onu bambaşka,
apayrı bir yaratık haline getirdik. Farklı bir yaratılışla yarattık. İşte bir
insan yaratılıyor, bir insan dünyaya gözlerini açıyor. İşte bir insanın
yaratılma aşamaları böylece tamamlanıyor. Yâni bir süre önce toprak olan, sonra
babanın sulbünde, ananın sulbünde olan, sonra bir nutfe olarak ana rahme, sağlam
bir yere yerleştirilen insan 9 ay sonra dünyaya geliyor.
Peki niye anlatıyor Rabbimiz bize bunu?
Şunun için: Size varlığımızı ve kudretimizi açıkça gösterelim diye, sizin
akıllarınızı erdirelim diye. Size varlığımızı ve kudretimizi ispat edelim diye.
Size sizin üzerinizdeki egemenliğimizi, yaratıcılığımızı, ulûhiyet ve
rubûbiyetimi-zi gösterelim diye. Size sizi kudretiyle böyle topraktan yaratıp
mer-hale merhale adam edenin kendisine kulluk edilecek, çektiği yere gi-dilecek
tek varlık olduğu bilincini kazandıralım diye. Sizi böylece yaratmaya güç
yetirenin tekrar diriltmeye muktedir olduğunu gösterelim
diye...
Ey insanlar! Ey kullarım, ilmiyle,
kudretiyle sizi yaratan, sizi yoktan var eden Allah’tır. Sizi yaratan Benim.
Yaratılışınız konusunda siz sadece Bana muhtaçsınız. Rabbiniz olan Ben,
sahibiniz olan Ben, atanız Ademi topraktan yarattım, sonra da Onun soyu olan
sizleri bir nutfeden, meniden, sonra da diğer aşamaları tamamlayarak
yarattım.
Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın
şanı ne yücedir? Yaratanların en güzeli olan Rabbinizin şanı, şerefi ne
mübârektir, ne yücedir? Var mı böyle bir yaratıcıdan daha üstün, daha yüce
birisi?
15. “Sizler, bütün bunlardan
sonra ölürsünüz.”
Sonra Allah sizi öldürür. Allah,
size tayin ettiği belli bir süre sonra da ölümünüze hükmeder. Hayatın sahibi de,
ölümün sahibi de Allah’tır. Hayatın yasasını böylece koyan da, ölümün yasasını
koyan da Allah’tır. Evet işte Rabbimiz böylece bize kendini tanıtıyor, bize bizi
tanıtıyor. Sizler yoktunuz, isminiz, esameniz de yoktu da; sizi yoktan var eden
Benim. Sizin sahibiniz Benim, Rabbiniz Benim. Hayatınızı, varlığınızı Bana
borçlusunuz. Öyleyse sizler Beni dinlemek, Bana kul olmak zorundasınız. Sizin
hayat programınızı düzenleme hakkı Bana aittir. Size dünyada da, ukba’da da
felâh yollarını, başarı yollarını gösterecek olan Benim. Sakın ha kendi hevâ ve
heveslerinize göre bir hayat yaşamaya kalkışmayın. Hayatın yolunu bilen Benim.
Benim istediğim gibi yaşayın. Öleceksiniz ama bu ölümleriniz bir son
olmayacak:
16. “Şüphesiz kıyâmet günü tekrar
diriltilirsiniz.”
Unutmayın ki ölümlerinizden sonra
yaşadığınız bu hayatın hesabını ödemek üzere kıyâmet günü tekrar
diriltileceksiniz. Evet sümen altı edilmeyecek, unutulmayacaksınız. Tekrar
dirilip hesaba çekileceksiniz. Öyleyse ölüm ötesi hayattan zerre kadar bir
şüpheniz olmasın. Varlık dünyasına yokluktan geldiğinizi ve bu varlığınızdan
sonra da tekrar dirileceğinizi unutmadan bir hayat yaşayın. Şunu kesinlikle
bilin ki bunu unuttuğunuz an, sizin için kayıp başlayacak demektir. Sizi yoktan
var eden Allah’ın sizi tekrar diriltip hesaba çekeceğini unuttuğunuz an, felâha
erenler zümresinden çıktınız demektir.
Evet işte sûrenin başından buraya kadar
Rabbimiz bize, bizi anlattı, bize tarihimizi, geçmişimizi anlattı. Sonra bir
anda yarın olacakları bugün olmuş gibi rahmeti gereği bizim gözümüzün önüne
ka-dar getirdi. Başka hiçbir kaynaktan öğrenme imkânımızın olmadığı en doğru
bilgilerle bizi bilgilendirdi. Ama tabii bütün bu Allah bilgilerine ulaşmanın
yolu bu kitapla birlikte olmaktan geçer. Bu kitapla beraber olanlar ancak bu
bilgilere ulaşabilir.
Bundan sonraki âyetlerinde de Rabbimiz
bizim dışımızdaki âlemleri, varlıkları nasıl yarattığını, dışımızdaki
varlıkların da yaratıcısı olduğunu bize anlatmaya
başlayacak.
17. “Andolsun ki, üstünüzde yedi
tabaka yarattık. Biz, yarattığımızdan habersiz
değiliz.”
Evet muhakkak ki sizin üzerinizde
yedi tabaka yarattık. Üzerinizde yedi kat sema yarattık. Bilesiniz ki Biz
yaratmadan, yaratıklarımızdan gafil değiliz, habersiz değiliz. Yaratıklarımızın
hepsinin ne yaratılışından, ne de onların her birerinin hayat programlarından,
ya-şam biçimlerinden, korunmalarından, rızklarından, doyurulmalarından gafil
değiliz.
18. “Gökten suyu ölçülü indirdik
de, onu yerde durdurduk. Şüphesiz onu gidermeye de
kâdiriz.”
Ve gökten ölçülü bir biçimde su
indirdik. Gökten indirilen su konusunda da ölçüyü belirleyen Rabbimizdir.
İhtiyaca göre indirir Allah onu. Ölçüyü değiştirdiği an ya tûfan gerçekleşir, ya
da insanlar ve diğer canlılar kuraklıktan mahvolup giderler. Nuh kavminin nasıl
suyla helâk olduğunu gördük.
Ve o indirdiğimiz suyu yeryüzünde
durdurduk. Irmaklar, göller, denizler şeklinde yeryüzünde sizin istifadenize
sunduk, onu yeryüzünde sükûnete erdirdik.
İstediğimiz taktirde onu
gidermeye, yok etmeye de kâdiriz. Gökten suyunuzu hapseder, yerdekilerin de
tamamını çekip bitiririz. Böyle yaptığımız zaman da hiçbirinizin yapabileceği
bir şey yoktur. Evet Rabbimiz buna kâdirdir. Gökten suyumuzu kesiverse, yerdeki
sularımızı kurutuverse, yerde o suları yerleştirmeyiverse kimse onu bize
getiremez.
19,20. “Onunla, içinde, yediğiniz
birçok meyveler bulunan hurmalık ve üzüm bağları, Tûr-i Sina'da yetişen,
yiyenlere yağ ve katık veren zeytin ağacını var
ettik.”
O indirdiğimiz suyla sizler için
hurmalıklar, üzümler, bağlar bahçeler var ettik. İşte Rabbimizin indirdiği suyla
meyve veren ağaçlar. İşte Rabbimizin indirdiği suyla bize rızık olacak bağlar,
bahçeler, ekinler, hububatlar, meyveler, sebzeler, üzümler... Siz onlardan
yemektesiniz. Sonra Bunları da bizim gözlerimizin önünde birer âyet olarak sundu
Rabbimiz. Bu âyetlerimizi de mi görmüyor bu adamlar? Bu âyetler üzerinde de mi
düşünmüyorlar? Bunlar da mı bir şey ifade etmiyor bu adamlara? Hiç düşünmüyorlar
mı? Gökyüzünden Rab-bimiz şu suyu indirmeseydi bir damla su bulabilecekler
miydi? Yeryüzünden bitkileri çıkarmasaydı, buğday bitirmeseydi bir tek buğday
tanesi bulabilecekler, yaratabilecekler miydi? Ne yiyeceklerdi? Nasıl
yaşayacaklardı? Hiç düşünmüyorlar mı? Allah’ın takdiri ve yaratması olmasaydı
bir tek meyve bulabilir miydiniz? Bir tek yağmur tanesi indirebilir miydiniz?
Bir tane hurma meydana getirebilir miydiniz?
Mûsâ (as)‘a vahyin geldiği Tûr-i
Sina’da bir ağaç çıkardık, bir ağaç var ettik ki ondan hem bir yağ gelir, hem de
yiyenler için bir katık olur. Bu zeytin ağacıdır. Zeytinin kendisi de
yiyecektir, katıktır, ondan yağ da çıkarılmaktadır. Rabbimiz lütfundan,
kereminden o zeytin ağacını da sizin emrinize sunmuştur.
21. “Ehli Hayvanlarda size ders
vardır; onlardan çıkan sütten size içiririz; onlarda daha birçok menfaatiniz
vardır. Onlardan yersiniz.”
Ehli hayvanlarda da size
ibretler, dersler vardır. Sizi onların karınlarından sularız. O hayvanların
karınlarından çıkan sütlerle sularız, doyururuz. Ve yine sizler için o
hayvanlarda başka bol bol menfaatler vardır. Onlardan yersiniz de.
Evet o hayvanlarda öyle bir mekânizma
koymuş ki Rabbimiz karınlarındaki kan ve pisliklerin arasından süt süzülüp
gelmektedir. Tatlı tatlı onların sütlerinden içiyorsunuz. Onlarda sizin için
daha pek çok menfaatler vardır. At, deve, merkep gibi kimilerine binersiniz, yük
taşımada kullanırsınız, koyun, keçi,
inek, tavuk gibi kimilerinin etinden, sütünden, yününden istifade
edesiniz. Kimilerinin yünlerinden istifade edersiniz. Yünlerinden elbise
yaparsınız, yatak yapıp üzerinde yatarsınız, çadır yaparsınız. Kimilerinin
derilerinden istifade edersiniz. Rabbiniz sınıf, sınıf, cins cins, çeşit, çeşit
hayvanlar yaratmış ve sizin istifadenize sunmuştur. Denizlerde ayrı, karalarda
ayrı varlıklar yarattı Allah.
Bilelim ki bütün bunlar birer
âyettir. Tüm bu varlıklar Allah’ın âyetleridir. Haydi bakalım bu insanlar bu
varlıklardan bir tanesini yaratsınlar. Bu füze çağında,
bilgisa yar çağında olduklarını iddia
eden insanlar, kendi tanrılıklarını ilan etmeye çalışan bu insanlar bir tek
varlık yaratsınlar da görelim. O zaman onların tanrılıklarını biz de kutsayalım,
o zaman biz de onların önünde secdeye kapanalım?
Ama bakıyoruz ki tüm bu âyetleri
kapatıyorlar, gündeme getirmiyorlar, örtüyorlar, örtbas ediyorlar, kamufle
ediyorlar ve kendi âyetlerini gündeme getirmek için ellerinden gelen her şeyi
yapmaya çalışıyorlar. Halbuki onların yaptıklarının hiçbirisi karın doyurmuyor,
hiçbirisi bir işe yaramıyor.
22. “Hem onların ve hem de
gemilerin üzerinde taşınır-sınız.”
O hayvanlar üzerinde, o develer,
atlar, merkepler üzerinde ve de gemiler üzerinde taşınırsınız. Onlar üzerinde
Allah’ın yardımıyla, Allah’ın onları sizin emrinize musahhar kılması sonucunda
uzun mesafelere onlar üzerinde taşınırsınız. Yine Allah’ın size lütfettiği
gemiler üzerinde aşılmaz denizleri, deryaları aşarsınız. Bu yasayı sizin
lehinize koyan da yine Allah’tır. Geminin yasasını, suyun, rüzgarların yasasını
koyan, onlara hükmeden, onları sizin emrinize âmâde kılan Allah’tır. Eğer bize
karşı rahmeti sonsuz olan Rabbimiz böyle bir yasa koymasaydı, müsaade etmeseydi,
bütün bu varlıkları bizim için zelûl kılmasaydı, boyun büktürmeseydi hangimiz o
bizden çok daha güçlü olan varlıkları itaat altına alabilirdik? Kim
menfaatlenebilirdi bunlardan? Rabbimiz suya üzerindekini kaldırma yasasını
koymasaydı kim durdurabilirdi o denizin üzerinde gemiyi?
İşte bütün bu varlıkları yaratan
Allah yeryüzünde halifem dediği insanın emrine vermiş, insanı bu nimetlerle
nimetlendirerek kendisine kulluk istemektedir, tüm bu nimetlerine karşılık şükür
istemektedir. İşte bundan sonraki âyetlerinde geminin ilk çıkışını ve bu
nimetlere karşı istediği kulluğun bir örneğini sunacak:
23. “Andolsun ki Nuh'u milletine
gönderdik; onlara: “Ey milletim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka İlahınız
yoktur; sakınmaz mısınız?” dedi.”
Nuh’u kavmine gönderdik. Kavmine
dedi ki: Ey kavmim, sadece Allah’a kulluk edin, O’ndan başka sizin İlâhınız
yoktur, ittika etmez misiniz? Muttakiler olmaz mısınız? Allah’ın koruması altına
girip hayatınızı Onun için yaşamaz mısınız? Nuh (a.s) un toplumuna gönderilişi,
toplumunu Allah’a kulluğa dâvet edişi, toplumunun tavrı önceki sûrelerde uzun
uzun anlatıldı.
24,25. “Milletinin inkârcı ileri
gelenleri: “Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün
olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri
böyle bir şey işitmedik. Bu adamda nedense biraz delilik var, bir süreye kadar
onu gözetleyin" dediler.”
Tüm peygamberlere olduğu gibi
kavminin ileri gelen Mele’ grubu, toplumun yöneticileri, statükodan yana
olanlar, düzenci kesilenler, düzenden beslenenler, düzenin kaymağını yiyenler,
toplumu sömürenler, kan emiciler, zâlimler, azgınlar dediler ki: Bu tıpkı sizin
gibi bir insandır. Sizden farklı olmadığı halde, sizin gibi bir beşer olduğu
halde size üstün gelmek istiyor. Evet Allah’ın elçisinin tebliğine muhatap olup
ona ve getirdiği mesaja iman etmek durumunda olan halka, insanlara böyle
diyorlar. Çünkü insanlar Nuh (a.s)’a iman ettikleri zaman kendilerinin menfaat
hortumları kesilecek, zulümleri bitecekti. Aman dikkat edin, bunun bütün derdi
size karşı üstün bir konuma gelip sizi sömürmektir
diyorlar.
Halbuki hiç bir peygamberin toplumuna karşı
bir üstünlük derdi olmamıştır. Hiçbir peygamberin toplumunu sömürme gibi bir
derdi olmamıştır. Onlar toplum içindeki sömürü odaklarının zulümlerine son
vermek için gelmişlerdir. Toplum üzerinde Rableşen, insanların hürriyetlerini,
mallarını, mülklerini gasp edenlerin hegemonyalarına son vermek için
gelmişlerdir Allah’ın elçileri. Onlar toplum için, toplumun kurtuluşu için
onlardan bir şey almadıkları gibi, her şeylerini feda etmiş insanlardır. Onların
tek hedefleri insanları Allah’a kul yapıp onları cehennemden kurtarıp cennete
göndermektir. Çok çabuk biteceğini bildikleri dünya mallarına, mülklerine,
saltanatlarına hiç meyilleri yoktur onların.
Kendileri bunlara tapındıkları
için bu zavallılar peygamberleri de öyle zannediyorlar. Bu peygamber bizim
elimizdekilere göz diken, onları bizden almak isteyen birisidir diyorlar.
Halbuki peygamber toplumda halkın bu zâlimler elinde ezilmesini istemiyor.
Toplumda güçlülerle zayıfların, zorba idarecilerle, idare edilenlerin hiçbir
farklarının olmamasını, hepsinin Allah katında eşit olmalarını istiyor.
Sistemlerinin, zulümlerinin, hegemonyalarının biteceğini fark eden idareciler de
halk nazarında Onu böylece mahkum etmek istiyorlar.
Allah’ı da işin içine karıştırmayı
ihmal etmiyorlar hainler. Di-yorlar ki bakın: Eğer Allah dileseydi size melekler
indirirdi. Eğer Allah sizin hayatınıza karışsaydı, size bir mesaj göndermeyi
dileseydi böyle sizin gibi bir beşer göndermek yerine bir melek gönderirdi. Bu
bizim gibi bir beşer.
Halbuki biz bizden önceki atalarımızdan
böyle bir şey de duymadık. Daha önceki babalarından kasıtları da işte beş on yıl
önceki yaşadıkları o hayatı, o sistemi kendilerine emânet eden, tıpkı kendileri
gibi inanan, kendileri gibi düşünen kimselerdir. Değilse biraz ileriye gitseler
Şit (a.s), İdris (a.s), Adem (a.s) da babalarıydı ve onlar da tıpkı torunları
Nuh (a.s) gibi toplumlarını sadece Allah’a kulluğa dâvet eden birer peygamberdi.
Bunu biliyorlardı. Nuh (a.s)’a bir beşer diyerek inanmayan bu insanların yine
hayatlarında putlaştırıp Nuh (a.s) un getirdiği mesajın önüne kalkan olarak
diktikleri de gariptir ki insanlardan olan sâlih kişilerdi. Yâni bu bizim gibi
bir insandır diye Allah’ın elçisini reddederlerken yine daha önce ölmüş sâlih
insanların arkasına saklanıyorlardı.
Şimdi de öyle değil mi? Biz
babalarımızdan böyle gördük diyen insanlara sormak lâzım. Hangi babalarınızdan
gördünüz? Üç beş sene önceki kendiniz gibi düşünen babalarınızı bırakın da elli
sene, yüz sene önceki babalarınıza gidin bakalım ne göreceksiniz? Daha ilerdeki
atalarınıza, Rasulullah’a, sahâbeye, Îsâ atanıza, Mûsâ atanıza, İbrahim atanıza,
Yakub atanıza, İsmail atanıza gidin bakalım ne
göreceksiniz?
Bakın önceki dedikleri tutmayınca bu
defa da diyorlar ki; bu adam cinlenmiştir. Bunda cinnet var dediler. Küfür
mantığı böyle kar-makarışıktır işte. Ne dedikleri belli değil. Kâh biz
atalarımızdan daha önce böyle bir şey duymadık, görmedik diyorlar, kâh bu da
bizim gibi bir beşerdir diyorlar, kâh bu cinnetleşmiştir diyorlar. Yâni
peygambere ne diyeceklerini şaşırıyorlar. Tarih boyunca tüm peygamberlere aynı
şeyleri söylüyorlar. Halbuki Allah elçilerinin tamamı Allah kontrolünde emin
kimselerdi. İşte reddedilmeleri kesinlikle mümkün olmayan Allah elçilerine
olmadık şeyler söylüyorlar ve kendi kendilerine bekleyin hele yakında onun işi
bitecek, sonu gelecek diyorlardı.
Madem ki o peygamber bir delidir,
öyleyse niye bırakıvermiyorsunuz yakasını? Bırakıverin de öteki deliler gibi o
da dilediğini söylesin. Hangi deliden bu kadar korktunuz bu güne kadar? Hangi
deliye karşı bu kadar tedbir aldınız bu güne kadar? Hangi deli sizin düzeninizi
sarsacak arkasına bu kadar insan toplayabilmiş şimdiye kadar? O’nun deli
olmadığını kendileri de biliyorlar ve tedbirler dü-şünüyorlar, halkı ona karşı
şartlandırmaya çalışıyorlardı hainler.
İşte şu anda da görüyoruz ki
günümüz kâfirleri bir müslüma-na deli diye alay ederken ondan korktukları için
yakasını bırakmıyorlar.
Asla samimi değiller hainler. Esas
delilik, esas cinnet onların kendi kafalarında, kendi anlayışlarında, kendi
düşüncelerindedir. Ne yaptıklarını bilmiyorlar. Bakın onların saçma sapan
sözlerine karşı Allah’ın elçisi dedi ki. Tabii 950 yıllık akıllara durgunluk
veren bir uğraşının sonunda der ki Nuh (a.s):
26. “Nuh: “Rabbim! Beni
yalanlamalarına karşılık bana yardım et” dedi.”
Ey yüce Rabbim, ey yüce sahibim,
ey adına bunca sıkıntılara katlandığım, ey programını kendime program edindiğim,
irademi eline verdiğim Rabbim, bu kâfirlerin yalanlamalarına, saldırılarına
karşılık bana yardım et. Bunlara karşı beni koru, bana güç kuvvet ver, sabır
ver, direnç ver.
27. “Bunun üzerine ona şöyle vahy
ettik: “Nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap; buyruğumuz
gelip tandırdan sular kaynayınca her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm
verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu alıp gemiye bindir. Haksızlık
yapanlar için Bana baş vurma, çünkü onlar suda
boğulacaklardır.”
Bunun üzerine Biz de ona vahy
ettik: Bizim gözetimimizde, Bizim vahyimizin yol gösterisi altında, sana
bildirdiğimiz gibi bir gemi yap. Evet geminin yapımı, planı, projesi
Allah’tandır. Ustası, yol göstericisi Allah’tır. Tarihte insanlık ilk defa
gemiyi tanıyacak, gemiye şahit olacak.
Ve nihâyet emrimiz geldi ve
Tennur kaynamaya başladı, sular gümbürdemeye, gemi çalışmaya başladı. Biz dedik
ki: Ey Nuh, her cins varlıklardan birer çift al ve aleyhine hüküm verilmiş olan
kimsenin dışında kalan çoluk çocuğunu, tercihini senden yana kullanan
mü’minlerle birlikte gemiye bindir. Ehlinden kendilerine azap gerçekleşecek
olanlar hariç, tüm iman edenleri gemiye bindir. Ve zâlimler hakkında da sakın
Bana müracaat etme. Zâlimler hakkında dua ederek sakın onların kurtuluşunu
Benden isteme. Çünkü onlar tercihlerinin karşılığı olarak suda boğulacaklar,
helâk olacaklardır.
Rabbinden aldığı bu emirle Nuh (a.s)
bir gemi yapmaya başladı. Allah’ın gözetimi altında gemi tamamlandı ve işte
müslümanlar gemiye bindiler bile. Biraz sonra tûfan kopacak ve bu tufandan
kurtulanlar sadece tercihlerini Allah ve elçisinden yana kullanan mü’minler
olacaktır. Tabii sadece o tûfanda değil kıyâmete kadar yeryüzünde gerçekleşecek
tüm tûfanlardan kurtulanlar sadece mü’minler olacaktır.
İşte şu anda da tüm dünyada
tûfanlar var. Zulüm tûfanı, küfür tûfanı, şirk tûfanı, sömürü tûfanı, zâlimlerin
azgınlık tûfanı, mazlumların, Müslümanların gaflet tûfanı, ezenlerin,
ezilenlerin tûfanı vs, vs. İşte tüm bu tûfanlardan kurtulmanın yolu Allah ve
peygamber safında yer almak, Allah ve peygamberin istediği müslümanca bir hayata
ta-lip olmaktır. Kıyâmete kadar bu tûfanlardan kurtulanlar Allah’ın istediği
şekilde Müslümanlık kavgası verenler olacaktır. Öyleyse eğer bizler de bu tür
tûfanlardan kurtulmak istiyorsak, Allah’a Allah’ın istediği gibi inanmak ve
peygamber gemisine binmek zorundayız. Peygamber rotasına girmek, peygamber
yörüngesine girmek, peygamber yoluna, peygamber dinine tabi olmak zorundayız.
Olayın seyrini Mü’minûn sûresinde takip edelim.
28. “Ey Nuh! Sen ve
beraberindekiler gemiye yerleşince: “Bizi zâlim milletten kurtaran Allah'a hamd
olsun” de.”
Ey peygamberim, sen ve
beraberindeki mü’minler gemiye yerleşince şöyle deyin, şöyle dua edin: Bizi şu
zâlim toplumdan kurtaran Rabbimize hamd olsun. Evet gemiye bindiğiniz zaman
elham-dülillah deyin. Sizi o zâlimlerin zulmünden kurtaran Rabbinize hamd edin.
Sizi zâlim bir toplumun sultasından, egemenliğinden kurtaran Rabbinize hamd
edin. 950 yıllık bir iman küfür kavgasının sonunda bizi onlar safında yer alıp
onlar gibi boğulup gitmekten kurtaran Rab-bimize hamd olsun deyin. Eğer bizler
de şu anda Allah ve peygamber düşmanlarının safında değilsek, bizi koruyan,
kurtaran da Rabbi-mizdir ve bizler de hep Rabbimize hamd edeceğiz. Bizi onlar
gibi helâki hak edenlerden kılmadığı için Rabbimize hamd olsun diyeceğiz.
Evet o toplum içinde sayıları çok az
olan mü’minlerin ki; sayıları en fazla rivâyete göre 80 kişi kadardı, Rablerine
hamd etmekten başka yapacakları bir şey yoktu. O zâlimler karşısında elleri
kolları bağlı inandıkları Allah’tan yardım istiyorlardı. Ve işte büyük irade
olan, tüm savaşların galibi olan, göklerde ve yerde tek söz sahibi olan Allah’ın
değişmeyen yasası gereği yardımı imdatlarına yetişiyordu.
29. “Rabbim! Beni mübârek bir
yere indir. Sen indirenlerin en iyisisin” de.”
De ki ey peygamberim, ey Rabbim
beni mübârek bir yere in-dir. Beni mübârek, şerefli bir indirişle indir.
Muhakkak ki sen indirenlerin, yerleştirenlerin, hayatı düzene koyanların, hayatı
bereketlendirenlerin, bundan sonraki hayatımızda güzelliklerle
karşılaştıranların en hayırlısı sensin ya Rabbi. İşte Allah’la ve elçisiyle
savaşa tutuşan kâfirlerin, zâlimlerin helâkinden sonra Nuh (a.s) ve
beraberindeki Müslümanlar Cûdî dağına inecekler, Allah onlara nimetler verecek,
izzet ve şeref verecek, çünkü nimet verenlerin en hayırlısı O’dur.
30. “Doğrusu bunlarda dersler
vardır. Biz şüphesiz insanları denemekteyiz.”
Gerçekten bunlarda dersler,
ibretler, âyetler vardır. Biz şüphesiz ki insanları denemekte, imtihan
etmekteyiz. O boğulanların arkasından şu anda kurtulanlar imtihandadır. Her
zaman bu imtihanı kaybedenler kâfirler olurken, kazananlar da hep Müslümanlar
olacaktır. Rabbimizin bu yasası hiç değişmeden kıyâmete kadar böyle devam edip
gidecektir. Nuh (a.s) un gemisine binenler, Mûsâ (a.s) ile birlikte Sîna’ya
yürüyenler, Îsâ (a.s)’a Havari olanlar, Muhammed (a.s) ile birlikte Medine’ye
gidenler ve kıyâmete kadar peygamber safında yer alanlar hep kurtulanlardan
olacaklardır. Müslümanların sıkıntılı günleri uzun dönemler de sürse, kâfirlerin
zulümleri, saltanatları çok uzun da sürse, tüm dünyayı sömürecek bir duruma da
gelseler, Müslümanlara hayat hakkı tanımayacak bir noktaya da gelmiş olsalar
sonunda kazananlar Müslümanlar, kaybedenler de kâfirler olacaktır. Sonunda
cennete giden Müslümanlar, cehenneme gidenler de mutlak sûrette kâfirler
olacaktır. Bu konuda hiç kimsenin zerre kadar bir şüphesi olmasın.
31. “Bunların ardından başka
nesiller var ettik.”
Sonra onların ardından başka
başka nesiller, başka başka toplumlar var ettik. Onların yerlerine başkalarını
getirdik ve bu sefer de onları imtihana tabi tuttuk. Nuh kavminden sonra Âd
kavmi, onlardan sonra Semûd kavmi, onlardan sonra Sâlih kavmi ve kitabımızın
haber verdiği öteki kavimler, öteki nesiller.
32. “Onlara aralarından: “Allah'a
kulluk edin, O’ndan başka İlâhınız yoktur, sakınmaz mısınız? “diyen bir elçi
gönderdik.”
Aynen kendilerinden öncekilere
yaptığımız gibi, onlara da kendilerinden, kendi içlerinden sadece Allah’a kulluk
edin, sizin O’n-dan başka sözünü dinleyeceğiniz bir İlâhınız yoktur diyen,
kendilerini Bize kulluğa çağıran ve sakınmaz mısınız? Korunmaz mısınız? Muttaki
olmaz mısınız? Allah için bir hayat yaşamaz mısınız? diyen elçiler gönderdik.
Yâni Rabbimizin her bir topluma, her bir nesle gönderdiği elçileri hep aynı
şeyleri söylediler, hep aynı tevhide çağırdılar toplumlarını. Sadece Allah’a
kulluğa çağırdılar onları. Kelime-i tevhide çağırdılar. Allah’tan başka İlâh
olmayan bir hayata çağırdılar. Takvaya çağırdılar. Hayatın her alanında sadece
Allah’ı dinlemeye, sadece Allah’a teslim olmaya çağırdılar. İnsan hayatına
Allah’tan başka müdahale hakkına sahip olan başka hiç kimse yoktur dediler.
33. “Onun, inkârcı ve âhirete
kavuşmayı yalanlayan milletinin ileri gelenleri ki; Biz onlara bu dünya
hayatında nimet vermiştik şöyle dediler: “Bu, yediğinizden yiyen, iç-tiğinizden
içen sizin gibi bir insandan başka bir şey
değildir.”
Allah elçilerinin bu değişmeyen
çağrılarına, bu samimi da-vetlerine karşılık kavimlerinin kâfirlerinin ileri
gelenleri, kalburüstü olanları, mele grubu, yönetici grubu, üst düzey
yöneticiler, toplumun ekonomik, siyasal, askeri hayatına hakim olanlar,
statükodan yana olanlar, düzenden yana, mevcut düzeni, mevcut hayatı korumadan
yana olanlar ki; bunlar o hayat devam ettikçe menfaatlerinin devamını sağlayan
insanlardı. Bunlar yaşadıkları bu hayatları gereği, zulümleri sebebiyle âhirete
kavuşmayı da yalanlayan insanlardı. Rahat zulümlerine devam edebilmek için
âhireti, dirilişi, hesabı, kitabı inkâr etmekten başka da bir seçenekleri
olmayan insanlardı bunlar. İnkâr etmeliydiler ki âhireti huzurları kaçmasın.
Evet bu dünyada âhireti inkâr
edenler hep zâlimlerdir. Zâlim olmayanlar, gelecekleri konusunda korkuları
olmayanlar niye inkâr etsinler de âhireti? Yâni hem âhirete iman edip hem de
zâlim olması mümkün değildir bir kişinin. Böyle zâlimce bir hayat yaşayanlar,
insanların haklarını gasp edenler, insanlara zâlimce davrananlar, zulmedenler,
sorumsuzca bir hayat yaşayanların âhireti inkâr etmekten başka çareleri yoktur.
İşte görüyoruz yeryüzünde zulmü
seçen toplumlar önce Allah’ı, dini, peygamberi, âhireti, hesabı kitabı devre
dışa bırakıyorlar ve keyiflerine yaşayacakları hayatı Allahsız, peygambersiz,
dinsiz olarak kendileri belirlemeye çalışıyorlar.
Bunların bir başka özellikleri de
Rabbimiz onlara mal, mülk vermiş, saltanat vermiş ve onları bu verdikleriyle
şımartmıştır. İşte güç ellerinde, yetki ellerinde, dünya mülkleri ellerinde, tüm
dünya kendilerini alkışlıyor. Tüm dünya insanlığı biz size muhtacız diyorlar,
yaşa, var ol diyorlar. Sistem sizdendir, yasa sizdendir, biz sizin ya-salarınıza
muhtacız diye insanlar onları pohpohluyorlar. Bunu gören adamlar da ne oldum
delisi oluyorlar. Halbuki bir bakıverse tarihe kendisinden önce nice güçlüler,
nice varlık sahipleri, nice krallar gelip geçmiştir. Benim akıbetim de aynen
onlarınki gibi olacak, bir gün ben de öleceğim diyemiyor ve hakkı olmadığı halde
şımardıkça şımarıyorlar. İşte her toplumda mevcut olan bu Mele’ grubu diyorlar
ki:
Bu sizin gibi bir beşerdir. Sizin
yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen bir. Yâni sizin gibi yiyen, için, gezen,
dolaşan, evlenen, koca olan, baba olan, hasta olan, ekmeğe suya muhtaç olan
birisi nasıl peygamber olabilir? Olacak şey midir bu? diyorlar. Tabii bunları
peygamberin karşısına geçip söyleyemiyorlar da köşede bucakta halka söylüyorlar.
Peygamberin karşısına geçip onunla mücâdele edecek, deliller getirecek
seviyeleri de yoktur.
Yâni ne olmuş peygamber insansa? Niye
insan olmayacakmış peygamber? İnsan değil de bir melek mi olacaktı peygamber?
Peygamberin bir melek değil de insan olması sizin hayrınıza, menfaatinize değil
mi? Rabbiniz size olan rahmeti ve merhameti gereği sözünü anlayabileceğiniz,
sorular sorup cevaplar alabileceğiniz, kendisini ör-nek alabileceğiniz,
kendisine tabi olabileceğiniz bir insan değil de bir melek gönderseydi daha mı
iyi olurdu? O zaman bir melek gibi nasıl kulluk edecektiniz? Bir meleği nasıl
örnek alacaktınız? Kendi içinizden bildiğiniz, tanıdığınız bir insana
güvenemeyen sizler, bilmediğiniz, tanımadığınız bir meleğe nasıl güvenecek ve
inanacaktınız? Zaten adamların peygambere iman etme ve onu örnek alma gibi bir
dertleri de yoktu.
34. “Kendiniz gibi bir insana
itaat ederseniz hüsrana uğrayacağınızda hiç şüphe
yoktur.”
Eğer sizin gibi yiyen, içen,
sizin gibi bir hayat yaşayan bir insana itaat ederseniz, böyle birine tabi
olursanız o zaman hüsrandasınız, kaybediyorsunuz demektir. Sormak lâzım bu
hainlere şimdi: Ey zâlimler, ey kâfirler, madem ki biz, bizim gibi bir insana
tabi olunca kaybedeceksek, zarar edeceksek o zaman siz nesiniz ya? Siz niye
varsınız ya hayatımızda? Size niye tabi oluyoruz? Sizin yasalarınıza niye
uyuyoruz? Kendinize, kendi yasalarınıza niye çağırıyorsunuz? Siz de bizim gibi
birer beşer değil misiniz? Siz insan değil misiniz? Peygamber bir beşer, bir
insan da sizler tanrı mısınız? Bu ne mantıksızlık böyle? Peygambere
inanmayacaksak, sana niye inanalım? O zaman sen de çekil aradan istediğimiz gibi
karar verip yaşayalım. Ne hakkın var bizim özgürlüğümüzü kısıtlamaya? Ne hakkın
var bize hayat programı belirlemeye? Senin gibi düşünmek, senin gibi inanmak
zorunda değiliz ki biz. Niye ipotek koyuyorsun
hayatımıza?..
35. “Öldüğünüz, toprak ve kemik
yığını olduğunuz zaman tekrar dirilmenizle sizi tehdit mi
ediyor?”
O insan size olmayacak şeyler
vaadediyor. Akıl ve mantığın kabul etmeyeceği şeylerden söz ediyor o peygamber.
Düşünebiliyor musunuz? Yâni sizler öleceksiniz, toprağın altına girecek, orada
tüm vücudunuz çürüyecek, toprak olacaksınız, kemik yığınları haline geleceksiniz
sonra da siz tekrar dirilecek ve çıkacakmışsınız. Olacak şey mi bu? Aklın,
mantığın kabul edeceği bir şey midir bu? O sizi bunarla tehdit ediyor. Onu bizim
külahımıza anlatsın. Bu asla kabul edilecek bir şey değildir diyorlar. Hikaye
bunlar diyerek halkı peygambere karşı şartlandırmaya çalışıyorlar.
36,37. “Oysa tehdit edildiğiniz
şey ne kadar, hem de ne kadar uzak!
Hayat ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar
diriltilmeyiz.”
Heyhat, heyhat. Bu vaad
olunduğunuz şey ne kadar uzak? Olacak şey midir bunlar? Gerçekleşmesi ne kadar
da imkânsız şeyler bunlar? Ne kadar hayal mahsulü şeyler bunlar? Hayır hayır
yaşadığımız hayat işte şu dünya hayatıdır. Varsa da yoksa da işte bu dünya
hayatı vardır, bunun dışında başka bir hayat yoktur. İşte burada yaşar ve
ölürüz. Öldükten sonra da asla bir daha dirilmeyiz.
Evet felsefesini, yargısını
koydu, ahkâmını kesti adam tamam başkasını kabul etmez. Bundan başka bir şey
yapması mümkün değil ki adamın? Milyonlarca insanı sömürsün, milyonlarca insanın
kanını emsin, zulmetsin, öldürsün, çalsın, çırpsın sonra da âhiretin varlığından
söz etsin öyle mi? O zaman bir hesap endişesiyle tüm bu yaptıklarını
yapamayacak. Ne yapsın? Milyonlarca insan ölsün, milyonlarca insan aç kalsın
kendisi tok kalsın hedefinde olan bir adam âhireti inkâr etmenin dışında ne
yapabilir? Daha fırsat yakalasa daha fazla zulmetmeye yönelmiş bir adamın bundan
başka yapabileceği bir şeyi de yoktur. Bir gün bu yaptıklarının hesabını
vereceğini nasıl kabul etsin? Nasıl düşünsün bunu ?
İşte şu anda da ellerine
geçirdikleri silahlarıyla elinde bir bıçak bile bırakmadığı insanları öldürmeye
soyunan tüm dünya kâfirlerinin felsefeleri budur. Böyle yaşayan zâlimlere bir
peygamber ya da bir peygamber yolunun yolcusu Müslüman ölümden, dirilişten,
hesaptan, kitaptan bahsetti mi bu sefer de ne yapacaklarını, ne diyeceklerini
şa-şırırlar. Kendilerini rahatlatmak için ret edip geçip giderler.
38. “Bu, sadece Allah'a karşı
yalan uyduranın biridir. Biz ona inanmayız.”
Bu peygamber olduğunu iddia eden
adam başka değil sadece Allah’a iftira ediyor. Hainler bir yandan da Allah’ı
kabul ediyormuş gibi görünmeye çalışıyorlar. Tamam, Allah vardır, birdir,
severiz, sayarız ama bu adam kendisi bir şeyler uyduruyor ve utanmadan onu
Allah’a izafe ederek, bunlar Allah’tandır diyerek Ona iftira etmeye çalışıyor
diyorlar. Adam tutmuş bana vahiy geliyor, ben Allah’ın elçisi ve söz-cüsüyüm
diyor. Halbuki Allah hayata karışmaz, Allah elçi gönder-mez, Allah vahiy
göndermez, gönderse bile böyle birine değil bu toplumun ileri gelenleri olan
bizlere gönderir.
Yâni bizim köleleştirdiğimiz,
ezdiğimiz insanların içinden birine asla vahiy gelmez diyorlar. Yâni burada
topluma yön veren, topluma egemen olan bizler dururken Abdü’lmuttalib’in
yetimine vahiy gelir mi? Olacak şey mi bu? diyorlar. Bize gelmediğine göre
bunlara da as-la vahiy gelmemiştir demeye çalışıyorlar. Biz böyle birine de asla
iman edecek değiliz diyorlar. Tarih boyunca tüm peygamberlere denen bu. Tüm
peygamberlere karşıt ortaya atılan bu. Bakın Allah’ın elçileri de onların bu
tavırlarına karşılık şöyle diyorlardı:
39. “O peygamber: “Rabbim! Beni
yalancı saymalarına karşılık bana yardım et”
dedi.”
Ya Rabbi bu zâlimlerin, bu
kâfirlerin beni yalanlamalarına, beni reddedişlerine karşı bana yardım et.
Bunlar beni yalanlıyorlar, beni reddediyorlar, ben senin elçinim, senin
görevlinim bana yardım et ya Rabbi. Bu kâfirlere karşı kulunu, elçini destekle,
koru ya Rabbi. Elbette Allah elçilerinin sığınacakları bir tek kapıları vardı,
onlar işte güç kaynaklarına sığınıyorlar. Ve elçilerinin bu taleplerine karşılık
bakın Rabbimiz de şöyle buyuruyor:
40. “Allah da: “Az sonra pişman
olacaklar” buyurdu.”
Peygamberim sen üzülme, siz merak
etmeyin, az bir zaman sonra onlar nadim olacaklar, pişman olacaklar. Siz
sabredin, dirençle yolunuza devam edin, görevinizi yapmayı sürdürün, Müslümanca
ka-labilmenin hesabını yapın. Kesinlikle bilesiniz ki ölüm çok yakındır, kıyâmet
çok yakındır, yakında onlar pişman olacaklar. Unutmayın ki dünya üzerinde hiçbir
insan yoktur ki pek yakında keşke ben de Müslüman olsaydım diye pişmanlık
duyacakları bir ortama gitmesinler. Hepsi, hepsi bu yaptıklarından pişman
olacaklar. Keşke, keşke diyecekler, dövünecekler, yolunacaklar. Siz hiç onların
yaptıklarına aldırış etmeden yolunuza devam edin.
41. “Gerçekten, onları bir çığlık
yakaladı ve onları süprüntü yığını haline getirdik. Haksızlık eden millet,
rahmetten ırak olsun!”
Evet bir çığlık, bir sayha onları
yakaladı da işte onları süprüntü haline getiriverdi. Çer çöp haline getiriverdi.
Zâlimler topluluğu Allah’tan, Allah’ın rahmetinden uzak olsun. Allah kahretsin
onları. Bir toplum daha silindi tarih sahnesinden. Allah’la, Allah’ın diniyle,
Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle, Allah’ın elçileriyle savaşa tutuşmuş
bir toplumun daha defteri dürüldü. Geberip gitti alçaklar ama hayat bitmedi,
dünya bitmedi:
42. “Artlarından başka nesiller
var ettik.”
Onların da arkalarından onlara
halef yeni nesiller, başka toplumlar getirdik, yarattık. Helâk olanlar geberip
giderken yaptıklarından pişman oldu, Müslüman olmak istedi, Firavun gibi küfrü
ve inkârı içinde geberip giderken gerçeği anlayıp kelime-i şehadet getirdi,
kendisinden sonraki tüm Firavunlara kendisi gibi yapmamaları konusunda bir mesaj
sundu, ama kendilerinden sonra gelenler anlayamadılar. Ama eğer Müslüman,
Müslümanlığına direnebilirse belki bu kâfirlerin ölümlerinden önce Müslüman
olmalarını sağlayabilecek, hidâyetlerine sebep olabilecektir.
İşte Rabbimiz bu âyetlerinde
bizden böyle izzet ve şeref içinde bir direnç istiyor. Ama belki bu sabrımız, bu
direncimiz uzunca sürebilir. Allah’ın va’dinin gelmesi uzun zamanları alabilir.
Bakın işte bundan sonraki âyetinde Rabbimiz o yasasını bize şöylece
anlatır:
43. “Hiçbir ümmet, kendi süresini
ne çabuklaştırabilir ve ne de geciktirebilir.”
Ve hiç bir ümmet bu dünyadaki
kendi sürelerini, kendi ecellerini asla ne çabuklaştırabilirler, ne de
geciktirip tehir edebilirler. Evet hiçbir toplum Allah tarafından kendilerine
taktir edilen ecelleri ile karşı karşıya kalmadıkça o toplumun helâki söz konusu
olmayacaktır. Ama kimin de, hangi toplumun da taktir edilmiş eceli gelmişse onun
tehir edilmesi de söz konusu değildir. İşte toplumlar için Rabbimizin yasası
budur. Hiçbir toplum bu yasanın dışına çıkamaz. Hangi toplum için, hangi devlet
için Rabbimiz bir helâk taktir buyurmuşsa artık kimse onun iradesinin,
taktirinin önüne geçemez. Ama henüz Allah’ın helâk kararı gerçekleşmemişse kimse
de o toplumun yıkılışını gerçekleş-tiremez. Bu yasa fertler için de böyledir,
toplumlar içinde. Yâni tüm insanların, tüm toplumların çöküş kararı Allah’ın
elindedir. Bu tamamen Allah’a bağlıdır. Allah onların durumlarına göre bazen
biraz izin verir, bazen çok uzun süre
izin verir, isyanlarına müsaade eder ama bir gün gelir ki defterlerini
dürüverir.
44. “Sonra birbiri peşinden
peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete peygamberleri geldikçe onu yalancı
saydılar. Onları birbiri peşinden yok edip hepsini birer efsane yaptık.
İnanmayan millet, rahmetten ırak olsun!”
Sonra birbirinin arkasından
elçilerimizi gönderdik. Ne zaman ki her bir toplumun elçileri onlara geldi,
hemen onu yalanladılar. Biz de onların bir kısmını bir kısmına tabi kıldık. Yâni
birinin arkasından başkalarını getirdik. Bir sonraki gelen yalanlayanlar, bir
sonraki yalanlayanları takip edip gittiler. Sanki bir önceki helâk olan
yalanlayıcılardan ibret almadılar, sanki yalanlama işini birbirlerine vasiyet
ederek gittiler. Rabbimiz de birer birer onların defterlerini dürerek sanki
onları insanların dillerine destan, ya da efsane yapıverdi. Onlar insanların
dillerinde, tarihlerinde, edebiyatlarında birer hatıra olarak kalıverdiler.
Hani Âd kavmi vardı bir zamanlar,
bilirsiniz değil mi? Dünyayı cennete çevirme sevdasına kapılmışlardı. Bir Semûd
vardı bilirsiniz değil mi? Bir Lût kavmi vardı, Bir Eyke vardı, Bir Sodam, Gomer
vardı, bir Bizans vardı bilirsiniz değil mi? Hani nerede şimdi onlar? Masallarda
kaldılar onlar. Kitaplarda, harabelerin arasında kaldılar.
İman etmeyenler haktan uzak olsun.
Mü’min olmayan bir toplum Allah’ın rahmetinden ırak olsun. İman etmeyen bir
millet Allah’ın bereketinden, izzet ve şerefinden ırak olsun. Allah’ın gazabına
uğrasın onlar, uğradılar da zaten. Bundan sonra Rabbimiz elçilerinden Mûsâ
(a.s)’ı kulluk örneği olarak bizim gündemimize getirecek.
45,46. “Sonra Mûsâ ve kardeşi
Harun'u, Firavun ve erkanına mûcizelerimiz ve apaçık delillerle gönderdik.
Büyüklük tasladılar. Zaten mağrur bir
topluluktular.”
Sonra Biz Mûsâ’yı ve kardeşi
Harun’u Firavun ve avenesine, Firavun ve toplumuna apaçık âyetlerimizle,
mûcizelerimizle ve bir sultayla, bir sultanla, bir delille, haklılıkla
gönderdik. Evet kitabımızın pek çok yerinde anlatıldığı gibi Rabbimiz asa
âyetiyle, yed-i beyza âyetiyle, ne yapacağına dair, insanları neye dâvet
edeceğine dair kendisine verdiğimiz bilgilerle, delillerle gönderdi de onlar o
elçimize karşı büyüklük tasladılar, müstekbir davrandılar, ihtiyaçsız bir tavır
sergilediler. Zaten onlar mağrur, azgın, şımarık bir toplumdu.
4748. “Bu yüzden: “Milletleri
bize kul iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?” deyip onları yalancı
saydılar. Bu yüzden yok edildiler.”
Dediler ki elçimize, yâni şimdi
ailelerini, toplumlarını köleleştirdiğimiz, köle bir toplumun üyesi olan bizim
gibi iki insana, iki beşere mi tabi olacağız?. Evet şu anda kavmini, İsrail
oğullarını köleleştirmişken, onlar bize kulluk edip dururlarken onların içinden
çıkan bu iki insana mı tabi olacağız? diyorlar. Yâni şu anda Mûsâ ve Harun’un
kavmi bize ibadet ediyorlarken, bizim yasalarımıza teslim olmuşlarken, bizim
emir ve yasaklarımıza boyun eğmişlerken, bizim istediğimiz gibi bir hayat
yaşarlarken, tutalım biz aynı toplumun üyesi olan iki insanın emirlerine boyun
eğelim. Olacak şey mi bu? Ne kadar bayağıca, ne kadar adice ve zâlimce bir tavır
değil mi? Hem bir toplumu köleleştireceksiniz, onları ezim, ezim ezeceksin,
inançlarını bozacak, düşüncelerine ipotekler koyacak, namuslarını, iffetlerini
ellerinden alacak, alın terlerini istismar edecek, en kötü işlerde köle olarak
çalıştıracaksın, Rabbim Allah demelerine müsaade etmeyeceksin, ana rahîmlerinden
çocuklarını çıkarıp öldüreceksin, yaşayanları da kurduğun materyalist bir
eğitimle telef edeceksin, sonra da diyeceksin ki bu kölelerin içinden çıkan
insana mı tabi olacağız? Alçaklığın daniskası değil de nedir
bu?
Elçilerimizin ikisini de yalanladılar.
Ve bu yalanlamalarının ve zulümlerinin karşılığında da tıpkı kendilerinden
öncekiler gibi helâki yudumlayanlardan oldular. Evet başka sûrelerde uzun uzun
anlattığı bu konuyu bakın burada kısaca özetleyiverdi Rabbimiz. Zaten mesele ne
Mûsâ (a.s)’ı, ne de Firavunu ve toplumunu hikaye etmek değildi. Mesele bizim
kulluğumuzu anlatmaktı ve işte böylece bir örnek sunuverdi. Sonunda yeryüzünün
en büyük güç ve saltanatına sahip olan Firavun ve toplumu Allah’ın helâk
yasasının mahkumu olacaktır. Ve kesinlikle bilesiniz ki şu anda yeryüzündeki
Müslümanları köleleştirmeye çalışanlar, Müslümanlara hayat hakkı tanımamaya sa’y
edenler, Allah’la savaşa tutuşanlar, Müslümanların inanç ve ibadet
özgürlüklerini kısıtlamaya çalışanlar da kesinlikle bilsinler ki onlar da
Allah’ın bu helâk yasasından asla kurtulamayacaklardır.
Hiç bir toplum, hiçbir devlet
yoktur ki Firavunların yolunu takip etsin de Firavunların kaderinin mahkumu
olmasın. Bu Allah’ın yeryüzünde değişmeyen bir yasasıdır. Ve yine unutmayalım ki
Firavunlardan, Firavun sistemlerinden özgürlüğe doğru kaçan hiç bir Müslüman
toplum yoktur ki Allah onları Firavunlara galip getirmesin. İşte bu âyetlerde
bizlere anlatılmak istenen budur. İzzet ve şeref Allah’ın elinde olduğu gibi,
zillet horluk ta O’nun yetkisindedir. Dilediklerini aziz eden, diledikleriniz de
zelil eden O’dur. Dilediklerine mülkünü veren, dilediklerinden de zorla söküp
alan O’dur.
49. “Andolsun ki Mûsâ'ya, doğru
yola girsinler diye Kitab verdik.”
Muhakkak ki Biz Mûsâ’ya ve onunla
birlikte olan, tercihini peygamberden yana kullanan mü’minler onunla yol
bulsunlar, hayatlarını onunla düzenlesinler, o kitabın istediği gibi hidâyet
üzere bir hayat yaşasınlar diye Tevrat’ı verdik. Mûsâ (a.s) ve İsrail
oğullarının Mısırdaki dönemlerinin bitip, Sina çölündeki özgürce bir hayata
başlamalarından sonra Rabbimiz Mûsâ (a.s)’a Tevrat’ı verir.
50. “Meryem oğlunu da, annesini
de mûcize kıldık. Her ikisini de, pınarı bulunan, oturmaya elverişli yüksek bir
tepeye yerleştirdik.”
Mûsâ (a.s)’la birlikte Allah’a
kulluğun, özgürce bir Müslümanlığın tadını tadan bu İsrail oğulları Mûsâ (a.s)
dan sonra tekrar bozuldular, Allah’a isyan ettiler, Allah’ın dinini terk edip
Yahudileştiler ve Rabbimiz onlara tekrar tekrar, peş peşe peygamberler gönderip
onları uyardı. Ama onlar bu azgınlıklarını sürdürerek Allah’ın elçilerinden
kimisini öldürdüler, kimilerini de reddettiler. Nihâyet kendilerine son bir elçi
daha gönderildi Îsâ (a.s), onu da reddettiler. İşte Rabbimiz sûrenin bu
bölümünde onlara en son gönderilen Îsâ (a.s) ve Onun annesi Meryem validemizi
gündemimize getiriyor ve diyor ki: Biz oğlunu da annesini de bir âyet, bir
mûcize kıldık. Her ikisini de pınarları bulunan ve yerleşmeye elverişli yüksek
bir tepede yerleştirdik. Bu yerin neresi olduğu konusunda elimizde bir bilgi
yok. Rabbimiz bu konuda bize bir ayrıntı vermiyor.
51. “Ey Peygamberler! Temiz
şeylerden yiyin, yararlı iş işleyin; doğrusu Ben, yaptığınızı
bilirim.”
Ey peygamberler, dünya üzerinde
Rabbinizin sizin için yarattığı, hazırladığı tertemiz rızklardan yiyin. Helal
olan temiz olan şeylerden yiyin. Ve size yaraşan, mü’mine yaraşan, fıtratınıza
uygun olan sâlih ameller işleyin. Sahih bir imandan kaynaklanan sâlih ameller
işleyin. İmanlarınızın gereğini yerine getirin. İmanlarınızı hayatınızda
görüntüleyin. Yâni hedefiniz sadece yiyip içmek olmasın, yiyip içerek
kazandığınız güç ve kuvvetlerinizle Bana lâyık ameller işlemeye yönelin. Beni
razı edecek bir hayat yaşayın.
Peygamberler temizlerden yiyecekler,
elbette onların şahsında onların yollarının yolcuları olan biz müslümanlar da
temiz şeylerden yiyeceğiz. Peki
temiz nedir? Temiz deyince ne anlayacağız? Meselâ domuzu omo ile yıkadık, ozonla
temizledik yiyecek miyiz bunu? Temiz midir yani şimdi bu? Nedir bu temizlik?
Meselâ elimi sabunla daha önce yıkamamışım, alkolle mikropları gidermişim, kir
namına bir şey kalmadı elimde. Eh artık elim temizdir, namaz kılmak için
abdes-te gerek kalmadı mı diyeceğim? Hayır, temiz ve piste ölçü dindir. Te-miz
ve pis konusunda kıstas vahiydir, akıl değildir. Yani dinin temiz dediği
temizdir, pis dediği de pistir.
Öyleyse bu konuda tüm yetkiyi
Rabbinizde görün, O’nun temiz ve helâl dediklerinden yiyin, temiz ve temiz
olmayanlar konusunda, helâl ve haramlar konusunda Rabbinizi şârî kabul edin,
kıstas kabul edin diyor Rabbimiz. O’nun temiz dediklerinden yiyin ve de salih
ameller işleyin. Yani imanlarınızın icabını yapın. İmanlarınızın gereği olan
ameller işleyin.
Salih amel; yarayışlı amel demektir.
Salih amel; insan fıtratına uygun amel demektir. Salih amel; Allah’ın razı
olduğu, sevdiği ve em-rettiği ameldir. Salih amel; imanın gereği olan amel
demektir. Gayr-ı salih amel de; imansızlığın, küfrün gereği olan ameldir. Buna
delilimiz de Hz. Nuh’un oğlu için Allah’ın dediği şu
âyettir:
"Dedi ki ey Nûh o senin ehlin değildir.
Çünkü O gayri salih bir ameldir!"
(Hud:
46)
Diyor
Allah. Yani o küfrün gereği olan bir amel işlemiştir diyor Hz. Nuh’un boğulan
oğlu için. O zaman anlıyoruz ki küfrün gereği o-lan ameller gayri salih
amellerdir ve tümüyle boşa gitmiştir.
Veya bir başka ifadeyle salih amel,
yaptırıcısı Allah olan ameldir. İnsanın yaptığı tüm amellerinde o amellerin
yaptırıcısı kimse ona kulluk ediyor demektir. İnsan kimin arzularını
gerçekleştiriyorsa, kimin dediği gibi yaşamaya çalışıyorsa onun Rabbi odur. Rab
insanın yaptıklarını yaptıran yapmadıklarını da yaptırmayan güçtür, otoritedir.
Şöyle giyiniyor veya böyle giyinmemeye çalışıyoruz. Kim dedi bunu? Kimi razı
etmek için böyle yapıyoruz? Yani öyle ya da böyle giyinirken bunun yaptırıcısı
kimse o konuda Rabbimiz odur. Moda mı? Toplum mu? Çevre mi? Âdetler mi? Töreler
mi? Müdür mü? Amir mi? Yönet-melikler mi? Yasalar mı? Yoksa Allah mı? Kim dedi
de böyle yaptık? Kimdir bize bunu yaptıran? Kimse işte kişinin Rabbi
odur.
Birine küsüyoruz yaptırıcısı kim? Allah
mı? Yoksa para mı? Menfaat mı? Birini seviyoruz. Kim dedi diye? Birileriyle
beraber olma-ya çalışıyoruz. Kimi memnun etmek için? Filan mektepte okuyoruz.
Kim dedi bunu? Evimizi şöyle şöyle tefriş ediyoruz. Kim dedi diye? Şu şu
meslekleri seçiyoruz kim dedi? Evet yaptıklarımızın yaptırıcısı kimse bizim
Rabbimiz odur. Öyleyse geçen ay neler yaptınız ve kim yaptırdı bunları size?
Veya dün neler yaptınız? Bugün neler yaptınız ve kim yaptırdı? Bunları size bunu
düşünmek zorundayız.
Çünkü Allah bizim Rabbimizdir. Bizi
yaratan, bizi büyütüp besleyen, bizi koruyup doyuran, bizim için yeryüzünde yasa
belirleyen Rabbimiz Allah’tır. Onun tarafından getirildiğimiz şu dünya hayatında
neler yapacağımızı, neler yapmayacağımızı, ona ait olan bu hayatımızı nasıl
yaşayacağımızı belirleyen Allah’tır. Bizim günlük hayat programımızı tespit eden
Allah’tır. Bizim boynumuzdaki kulluk iple-rinin ucu elinde olan ve çektiği yere
gitmemiz gereken Rabbimiz O’-dur. Gece hayatımızın nasıl olacağını, gündüz
hayatımızın nasıl olacağını, aile hayatımızın nasıl olacağını, sabah kaçta
kalkacağımızı, soframızda nelerin bulunacağını nelerin asla bulunmayacağını,
neleri yiyip neleri yemeyeceğimizi, nerelerden kazanıp nerelerde
harcayacağımızı, çocuklarımızı nasıl eğiteceğimizi, hanımlarımızla nasıl bir
münasebet kuracağımızı, onları nasıl giydireceğimizi, kılık kıyafetimizin nasıl
olacağını belirleyen Rabbimiz Allah’tır. Müslüman Allah’ın seçimini kendisi için
seçim kabul eden, seçimini Allah’tan yana kullanan kişidir. Müslüman iradesini
Allah’a teslim eden kişidir. Müslüma-nım diyen birisinin gerek kendisi hakkında,
gerek evi ve ev halkı hakkında, gerek malı ve işi hakkında söz söyleme ve hüküm
beyan etme hakkı yoktur. Bu benim mantığıma hoş geliyor, bu bana yakışıyor
de-meye hakkımız yoktur. Bunu Allah’a inanmayan bir kâfir diyebilir. Çünkü o
Allah’a inanmamıştır. Ben Allah filan tanımam ben kendi ha-yatımı kendim
belirlerim demiştir ve dilediğini yapabileceğine inanmıştır. Ama bizler Allah’a
iman etmiş insanlarız. Allah’a teslim olmuş müslümanlarız. Öyleyse kâfirler gibi
bizim muhayyerlik hakkımız, seç-me hakkımız yoktur. Allah’ın bizim adımıza
seçtikleri ve beğendikleri güzeldir, gerisi boştur ve
batıldır.
İşte peygamberler bunu bilen ve
yaptıklarını Allah dedi diye yapan, Allah kitabında böyle istiyor diye yapan,
Allah şu anda beni görüyor diye yapan ve yaptıklarının tümünü Allah’a lâyık
olarak yapan kimselerdir.
Mü’minlerden de şunu istiyor Allah: "Ey
mü’minler sizler de rızıkların temizlerinden yiyin! "Öyleyse
biz hayatta bize tahsis edilmiş ulaşabileceklerimiz rızıklardan sadece
peygamberlerin bize gösterdikleri ve işte şunlardan istifade edin, işte şunlardan yiyin
dediklerinden yiyeceğiz. Sadece temiz ve helâl olanlardan yiyeceğiz zira sadece
onlar temizdir. Sadece Allah ve Resûllerinin temiz dedikleri temizdir. Allah ve
Resûlünün yasaklamadıkları temizdir. Allah hem temiz olanlardan yiyin! diyecek,
hem de bazı temizleri yasaklayacak, bu kesinlikle olmaz.
Ve yine biz pisleri Rasûlullah’ın uygulamasından öğreniyoruz ki, bunlar
iki kategoride görülür.
1. Bizatihi haram (pis) olanlar: Domuz, kan, şarap
vs.
2. Aslında temiz olup, bir başka sebeple temizliğini kaybedenler. Meselâ
tertemiz ekmek çalınırsa bu pistir ve
yasaktır. Tertemiz bir ekmek gasp edilir yahut içkiyle yenirse veya İslâm’ın
izmihlaline matuf kullanılırsa, meselâ bir kâfirin, bir fâsıkın şerefine veya
küfrün ikâmesi adına hazırlanan tertemiz sofra ve ekmek haram (pis)
olmuştur.
Yediklerimiz temiz olduğu gibi yeme modelimiz de temiz olacak. Yani
Allah’ın ve resûlünün istediği gibi yiyeceğiz. İsraflı yemeye, komşusu açken
yemeye, soğuk ve sıcak yemeye uzanmayacağız. Acıkmadan oturmamaya, doymadan kalkmaya,
açlarla, fakirlerle yemeye, misa firle
ikramlı yemeye varıncaya kadar hep güzeli tercih edeceğiz. Allah’ın verdiği
rızkı Allah’ın verdiği bedenin ikâmesi için yemeye çalışacağız. Yediklerimizle
salih amellere, kulluğa koşacağız. İbâdet için değil de yemek için yiyenlerden
doyumsuzlardan olmayacağız. Rabbimizin tarif buyurduğu güzel olanı, temiz olanı
değil de çirkin olanı tercih edenlerden
olmayacağız inşallah.
Bunu anlatabildim mi bilmem? Bir daha
söyleyeyim: Yediklerimizin temiz olması kadar yeme modelimizin de temiz ve
İslâmî olması çok önemlidir. İşte şu anda görüyoruz, nice insanlar var ki adamın
yeme modeli batıl. Yani adamın yemede bir anlayışı var. Özel bir hazırlık olacak
sofra için. Çorbası, etlisi, sütlüsü, tatlısı, salatası, garnitürü eksik
olmayacak. Bu merasim pek çoğumuzun hastalığıdır. Sa-hâbe zaman gelmiş deve
kesmiş, ciğer yemiş, ama hiç bir zaman bu yemek için özel bir zaman
ayırmamıştır. Ama bizde hayatın üçte biri yemeğe gidiyor. Nice insan bilirim ki
yeme içme giyinme ve harcama konusunda kaşınan yerlerini bile kaşıyamıyor, ama
niceleri de vardır ki gicişmedik yerlerini kaşıma kavgası veriyor. Ben öyle
insanlar tanırım ki sadece bir akşam yemekleri mübalağa etmiyorum fakir bir
ailenin bir aylık yiyeceği. Fakir bir ailenin bir ayda yiyeceğini bir akşam
yiyebiliyorlar adamlar. Yani sanki adamların ağzı mutfakta ensesi tu-valette,
hiç ığranmıyor, yemekten başka bir şey düşünmüyor adam.
Halbuki
vücutlarımız bize Allah’ın emânetidir. Vücutlarımızın yapısını değiştirmeye,
bozmaya ve işleyişini zorlaştırmaya yönelik her şey yasaktır. Emânete
hıyanettir. Bir mideye her gün inen mayeyi şöyle bir düşünün. Sabahleyin beş
bardak renkli su çay, gündüz akşama kadar renkli su, ayran, göze faydalıdır diye
bir iki bardak havuç suyu, vitamin vardır diye bir iki bardak portakal limon
suyu, bir iki şişe meşrubat, her uğradığı yer de hatır için çay üstüne çay,
kahve üstüne kahve. Şimdi bu mideyi düşünün siz. Boğulacaktır bu mide ya. Lâkin
şurası bir hakikat ki bütün bu içmeler ihtiyaç adına, beslenme adına değil hatır
adına, israf ve lüks adınadır. Vücudun yapı taşlarını bozma adınadır. Dostluk
adına veya müşterinin her isteğini yerine getirme adına bunlara karşı çıkamayan
kişi israfın içine gömülüyor demektir. Meselâ gittiğiniz her yerde size su ikram
edilse siz de bunu reddetmeseniz ölürsünüz ya. Ama renkli su olunca akşama kadar
içmeye devam ediyor adamlar.
Vücut Allah’ın bize emânetidir. Onun düzenini bozacak, yapısını
değiştirmeye yönelik, işleyişini zorlaştırmaya yönelik her şey yasaktır. Emânete
hıyanettir. Bir mideye her gün inen mayeyi bir düşünün! Sabahleyin beş bardak
çay. Gündüz ayran, göze faydalıdır diye bir iki bardak havuç suyu, portakal
suyu, limon suyu, bir iki şişe meşrubat, her uğradığı yerde kahve üstüne kahve,
çay üstüne çay. Şimdi bu mideyi düşünün siz. Bozulacaktır bu mide. Bütün bu
içmeler beslenme ve ihtiyaç adına değil, israf ve lüks adına, hatır adına,
vücudun yapı taşlarını bozma adınadır. Dostluk adına, müşteri veya arkadaşının
her ikramına karşı çıkmayan kişi israf içinde demektir. Meselâ bu adama gittiği
her yerde su ikram edilse, o da bunları reddetmese ölür sonunda. Ama renkli su
(çay) olunca akşama kadar hiç reddedilmez. Gasp şekliyle içiş, gönüllü gönülsüz
içiş, ihtiyaç dışı içiş, içmek için içiş, sakat ikram anlayışı adına içiş,
birilerinin hatırı adına içiş.
Ya böyle yeme içme modeli bozuktur, ya
da yiyip içtiği şeylerin kazancı haramdır. Haram yollarla kazanıp yiyor adam.
Halbuki Rab-bimiz hem peygamberlerine hem de mü’minlere tayyibattan yemelerini
emrediyordu. Peygamber de mü’minler de tayyibattan yemelidirler. Habis
olanlardan asla yememelidirler. Bakın yine Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde Mâide
sûresinde habis olanlarla tayyib olanların mukayesesini şöyle
anlatır:
“Ey Muhammed! De ki: "Helâl ile
haram, haram şeylerin çokluğundan hoşlansan bile, eşit değildir. "Ey akıl
sahipleri, Allah'tan sakının ki kurtuluşa
eresiniz.”
(Mâide
100)
Evet haramın çokluğu hoşunuza gitse de
helâlle haram hiç bir zaman bir değildir. Yeryüzünde haramlar helâllerden,
kötüler iyilerden, habisler tayyiblerden daha çok olabilir. Boncuk elmastan daha
çoktur. Bâkir altından daha çoktur. Isırgan dikeni gülden daha çok, hayvan
insandan daha çok, cahil âlimden daha çok, fâsık salihten daha çok, kötü iyiden
daha çok olabilir. Haram helâlden daha çok olabilir. Haramın çokluğuna aldanıp
helâle tercih edilmemelidir. Allah diyor ki sakın haramın çokluğu hoşunuza gidip
harama yönelmeyin. Bin kilo temiz et bin kilo kokmuş etten daha iyidir. Haramın
çokluğu hoşunuza gitse de siz yine helâlleri tercih edin.
Evet işte bu yeme içme işi
hayatın tabii yanıdır ve Resuller de birer beşer olduklarından elbette onlar da
yiyip içeceklerdir. Ama bu hayata sadece yiyip içmek için de gelmedik. Bizi bu
dünyaya getiren, bu dünyada bizim hayatımızı sürdürebilmemiz için her türlü
yaşam şartlarını, her türlü rızkları hazırlayan Rabbimize kulluk edeceğiz, sâlih
ameller işleyeceğiz. Yâni yenilen içilen bir hayatın sahibini tanı-yacak, O’na
karşı şükür görevimizi de yerine getireceğiz. Bilesiniz ki Ben sizin
yaptıklarınızın tümünü bilmekteyim.
52. “Şüphesiz bu Müslümanlık, bir
tek din olarak sizin dininizdir ve Ben de Rabbinizim; öyleyse Benden
sakının.”
Ve bir de şunu unutmayın ki sizin
ümmetiniz tek bir ümmettir. Adem (a.s) çocuklarıyla, Nuh (a.s) toplumundan
kendisine iman edenlerle, Hud (a.s), Sâlih (a.s), İbrahim (a.s), Mûsâ, Îsâ (a.s)
lar, Muhammed (a.s) ve ona iman eden mü’minler bunların hepsi tek ümmettir. Hz.
Adem (a.s) dan bu yana iman edenlerin tamamı tek ümmettir. Hz. Adem (a.s) dan bu
yana tüm peygamberlerinin ve ümmetlerinin dini de İslâm’dır ve bu dinin mensubu
olanların tamamı Müslümandır. Kıyâmete kadar da bu tek ümmetin üyesi olarak
Müslümanlar yaşamaya devam edeceklerdir.
Evet adımız Müslüman ve ümmetimiz
İslâm ümmetidir ve bunun dışında, bu özelliğimizin dışında başka hiçbir isimle,
hiçbir özellikle kendimizi tanımamıza, tanıtmamıza da Allah’ın izni yoktur.
Çünkü O Allah bizi Müslüman olarak isimlendirmiştir. Bu ismin dışında başka bir
isimde asla izzet ve şeref aramayız, görmeyiz.
Hz. Adem atamızdan beri bizler
Müslümanlar olarak tek ümmet olduğumuz gibi, bizim karşıtımız olan kâfirler de
tek ümmettirler. Rasulullah efendimizin bir hadisinden de öğreniyoruz ki
kâfirler farklı farklı olsalar da tek ümmettirler, küfür de tek ümmettir.
Hıristiyan, Ya-hudi, Mecusi, Sabiî, müşrik, münâfık, ateist diye farklı
isimlerle anılsalar da hepsi kâfirdir ve tek ümmettirler.
Evet sizin ümmetiniz tek ümmettir
ve Ben de sizin Rabbinizim diyor Rabbimiz. Sizin Rabbiniz, sizin hayatınızı
belirleyeniniz, sizin hayatınıza program yapıcınız, sizin sahibiniz Benim,
öyleyse bana karşı muttaki olun. Bana kulluk edin, Beni dinleyin, hayatınızda
Ben hakim olayım ve tüm hayatınızı Benim için yaşayın. Sınırlarını benim
belirlediğim bir hayatı yaşayın. Benim haramlarımı haram, helallerimi de helal
bilerek yaşayın. İşte elçilerine Rabbimizin fermanı bu. Rab-bimizin elçileri
asla bu konuda Rabbimizin sınırını aşmamıştır. Öy-leyse ey Müslümanlar haydi
sizler de onların yolunda gidin. Rabbimiz elçileri şahsında bize bu dâvetiyeyi
ulaştırdığı halde gelin görün ki:
53. “Ama insanlar din konusunda
aralarında bölük bölük oldular. Her bölük kendi tuttuğu yoldan
memnundur.”
Ama onlar, bu insanlar, bu Mûsâ
(a.s) nın ümmeti, Îsâ (a.s) nın ümmeti, o peygamberlerin ümmetleri, o
peygamberlere iman ettiklerini söyleyenler peygamberlerinden sonra hayatlarında
fırkalaştılar, işlerini aralarında parçaladılar, peygamberlerinin yolunu,
anlayışını kesintiye uğrattılar, parça parça oldular, her biri ayrı bir inancın,
ayrı bir düşüncenin, ayrı bir hayatın insanı oldular. Her bir grup, her bir hizip, her bir fırka kendi yoluyla, kendi
özelliğiyle, kendi hayatıyla sevindiler, mutmain oldular. Herkes, her bir grup
kendi anlayışıyla, kendi yoluyla şımarıklaştı, ben haklıyım dedi, biz haklıyız
dedi, biz haktayız dedi, bizden başka hakta kimse yok dedi...
Ve işte şu anda Muhammed (a.s) in
ümmeti içinde de bu fırkalaşmaları görüyoruz. Tek ümmet oldukları halde, hepsi
de Müslüman oldukları halde aralarındaki ufak tefek imana taalluk etmeyen metot
farklılıklarını öne sürerek birbirlerini tekfir ederek, sadece kendilerini haklı
ve hak yolda olduklarını iddia ederek, diğerlerini sapıklıkla itham ederek bir
fırkalaşmanın içine girdiklerini görüyoruz.
54. “Ey Muhammed! Onları bir
süreye kadar sapıklıklarıyla baş başa bırak.”
Ey peygamberim, bırakıver onları
da sarhoşlukları içinde, şaşkınları içinde bocalayıp dursunlar. Belli bir süreye
kadar sapıklıkları içinde yuvarlanıp gitsinler onlar. Nasıl olsa bir gün bu
hayat bitecek. Nasıl olsa bir gün Benin huzuruma gelecekler.
55,56. “Kendilerine mal ve
oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler? Hayır;
farkında değiller.”
Onlar öyle mi zannediyorlar? Öyle
mi hesap ediyorlar? Öyle mi umuyorlar ki Biz kendilerine bu dünyada bol bol
mallar, mülkler, oğullar, kızlar vermekle, onlara bol bol lütuflarda bulunmakla
kendilerine iyiliklerde acele ediyoruz? Öyle mi bekliyorlar? Onlara daha çok
mal, daha çok saltanat, daha çok ekonomik güç vermemizin kendileri hakkında
hayırlı olduğunu mu düşünüyorlar? Bütün bu kendilerine verilenlerin kendileri
için hayır olduğunu mu hesap ediyorlar. Bizim kendilerini çok sevdiğimizi,
kendilerine değer verdiğimiz için bunları verdiğimizi mi zannediyorlar? Hayır
hayır bu adamlar bilmiyorlar. Bu dünyada geçici olarak kendilerine verilenlerin
kendileri hakkında bir hayır sebebi olmadığını, bu verilenlerin kendilerini daha
çok saptırdığını, daha şımarık hale getirdiğini bilemiyorlar, anlayamıyorlar da
biz Allah’ın sevgili kullarıyız, biz Allah’ın sevgili kulları olduğumuz için
bunlar bize veriliyor diyorlar.
Görüyorsunuz değil mi? Yâni hem
bu dünyada Allah’ı reddedecekler, hem Allah’la savaşa tutuşacaklar, hem Allah’ın
yetkilerini gasp edecekler, hem Rabbimiz Allah diyen Müslümanlara hayat hakkı
tanımayacaklar, hem de Allah’ın sevgili kulları olarak Allah kendilerine
nimetler yağdıracak. Bunu anlayamıyorlar. Neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu
bilmiyorlar.
Hattâ bırakın o kâfirleri
Müslümanlıklarının farkında olmayan Müslümanlar bile bunu anlayamıyorlar da eğer
bu insanlar iyi insanlar olmasaydı Allah onlara bu kadar mülk ve saltanat
vermezdi diyerek onların ellerindekileri baygın baygın seyrediyorlar.
Zannediyorlar ki mal mülk, saltanat bu dünyada bir üstünlük sebebi, bir hayır
sebebidir ve sadece iyilere verilmektedir.
Peki iyi insanlar kimlermiş?
Bakın bundan sonraki âyetinde de Rabbimiz onları
anlatacak:
57,61. “Rablerinden korkarak
titreyenler, Rablerinin âyetlerine inananlar, Rablerine eş koşmayanlar,
Rablerine dönecekleri için kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte
onlar iyi işlerde yarış edenler, o uğurda ileri
geçerler.”
Onlar Rablerinden, Rablerinin
emirlerini yerine getirip nehiy-lerinden kaçınma konusunda tir tir titrerler.
Rablerini memnun ede-memekten, Rablerinin hatırını kazanamamaktan, Rablerine
lâyık kulluk yapamamaktan, Rablerini darıltmaktan korkarlar. Rablerini üzmeden
bir hayat yaşamanın hesabını yaparlar. Rablerinin kitabının ve o kitabın pratik
örneği olan peygamberlerinin bir emrine ters düşmeyelim diye ürkerler,
korkarlar.
Ve yine o mü’minler Rablerinin
âyetlerine iman ederler. Hayatlarını onlarla düzenlemek üzere o âyetlerin
gösterdiği biçimde bir hayat yaşamak üzere Rablerinden gelen âyetlere iman
ederler.
Rablerine asla şirk koşmazlar.
Rablerinden başkalarını hayatlarına karıştırmazlar. Rablerinden başka
hayatlarında söz sahibi varlık kabul etmezler. Hayatlarını parçalamazlar.
Hayatlarının bazı bölümlerini Rableri kaynaklı, öteki bölümlerini ortakları
kaynaklı yaşamazlar. Hayatlarının tümünde, 24 saatlerinin tümünde sadece
Rablerini dinlerler. Rablerinin sıfatlarını, yetkilerini parçalamadan yana,
O’nun sıfatlarını ve yetkilerini başkalarına vermeden yana bir tavır
sergilemezler. Yâni Allah’la birlikte kulluk edecekleri, Allah’la birlikte
sözünü dinleyip yasalarını uygulayacakları başka ortakları, şerikleri yoktur
onların.
Peygamberlerin toplumları
arasında işte bir grup var ki onlar böyledirler. Rablerinin âyetlerine iman
ediyorlar. Önce Tevrat’a, Ze-bur’a, İncil’e ve şimdi de Kur’an’a iman ediyorlar
ve bu imanlarının gereği olarak tevhide sarılıyorlar, Allah’a hiç kimseyi ortak
koşmu-yorlar. Kitabı tanıdıkları için, kitapla beraberliklerini sürdürdükleri
için Allah’ı tam tanıyorlar, Allah’ın yetkilerine bir sınırlama getirmiyorlar.
Ve yine onlar Rablerine döneceklerini,
Rablerinin huzuruna varacaklarını, Onun sorgulamasıyla karşı karşıya
kalacaklarını bildikleri için, bunun endişesiyle kalpleri ürpererek Allah
tarafından kendilerine verilenleri vermeleri gerekenlere vermenin, ulaştırmanın
kavgası içine girerler. Nasıl olsa Rabbimize döneceğiz. Nasıl olsa Rabbimizin
hesabıyla karşı karşıya geleceğiz diyerek kalpleri ürpermiş olarak Allah’ın
verdikleri mallarını muhtaçlara ulaştırıyorlar. İşte kazananlar bunlardır.
Allah’a, Allah’ın istediği gibi iman ediyorlar. Hiç kimseyi O’na ortak
koşmuyorlar, Allah’ın hesabını düşünerek O’nu memnun edememekten tir tir
titriyorlar. Allah’ın âyetlerine iman ediyorlar. Onları tanımanın, onları
öğrenip onların istediği bir hayatı yaşamanın çabası içine giriyorlar. Allah’ın
kendilerine verdiği maldan mülkten, ilimden, zamandan, akıldan, ömürden de Allah
kullarına dağıtıyorlar.
İşte bunlar hayırda yarışanlardır.
Hayırda yarışanlar, hayır yollarında koşturanlardır. Yarışları, müsabakaları,
birbirlerini geçme endişeleri sadece hayırlı işlerde, hayırlı amellerdedir.
Ötekiler ise dün-ya ve dünyalıklar için yarışıyorlar. Daha çok malım olsun, daha
çok mülküm, daha çok Markım, Dolarım, daha çok makamım, daha çok saltanatım,
daha çok gücüm kuvvetim olsun diye yarışırlar. Allah’ın kendilerine
verdikleriyle övünerek, böbürlenerek Allah’a karşı savaşa yönelirler. Onlar
böyle yaparlarken bakın Müslümanlar hep hayırda, kullukta, takvada ve
teslimiyette yarışıyorlar. Allah’a daha iyi kul olma, Allah’ın dinini daha güzel
öğrenme, Allah’ın kitabını ve elçisini daha iyi tanıma, Allah’ın dinini daha
güzel yaşama ve yaşatma, Allah yolunda daha fedakâr olabilme konusunda
yarışıyorlar. Biri Allah’ın rızası konusunda yarışırken, ötekisi dünya ve
dünyalıklar konusunda yarışıyor. İşte kâfirle mü’minin arasındaki fark budur.
62. “Biz herkese ancak gücünün
yeteceği kadar yükleriz. Katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır; onlar
haksızlığa uğratılmazlar.”
Biz hiçbir nefse, hiçbir kimseye
takatinin altından kalkamayacağı, üstesinden gelemeyeceği bir yük yüklemeyiz.
Herkese vüsatinde bir yük yükleriz. Yapabilecekleri, uygulayabilecekleri,
gerçekleşti-rebilecekleri bir sorumluluk, yaşayabilecekleri bir hayat programı
yükleriz. Ve Bizim katımızda, bizim yanımızda da bir kitap vardır ki muhakkak o
hakla, doğruyla konuşur ve onlar asla bir haksızlığa da ma-ruz bırakılmazlar.
Evet bizi yaratan, bizi bizden
daha iyi bilen Rabbimizin bize karşı rahmeti, merhameti sonsuzdur. Rabbimiz tam
bize göre, tam bi-ze uygun, bizim yapabileceğimiz, bizim
gerçekleştirebileceğimiz kullukları bize yüklüyor. Bize bizim altından
kalkamayacağımız yükler yüklemiyor. Zengin olmayan bir adamdan zekât istemiyor.
Hasta olan bir adamdan savaş istemiyor. Sıhhati yerinde olmayan bir kimseden
oruç istemiyor. Sıhhati yerinde olmayan bir adamdan ayakta namaz istemiyor.
Rabbimiz bize karşı o kadar merhametlidir ki bize, bizim çok rahat
uygulayabileceğimiz kulluklar yüklemektedir. Ve bizim bu dünyada yaptıklarımızın
en küçüğünden en büyüğüne hiç birisini zayi etmiyor. Meleklerine yazdırıyor ve
kimseye zerre kadar zulmetmiyor. Yaptıklarımıza dünya şahit, sema şahit,
azalarımız şahit, melekler şahit, dağlar taşlar şahit... Her sözümüz, her
nefesimiz tespit ediliyor.
63. “Ama, kâfirlerin kalpleri
bundan habersizdir. Bundan başka da onların yapa geldikleri işler de
vardır.”
Ama buna rağmen gelin görün ki bu
kâfirlerin kalpleri bundan habersizdir. Bu kadar şahitlerin şehadetiyle tüm
yaptıklarının tespit edildiğinden, hiç bir hareketlerinin zayi edilmediğinden ve
o yaptıklarının tamamından yarın hesaba çekileceklerinden gafildir bu kâfirler.
Bundan başka onların yaptıkları işler de vardır. Onlar o bozuk düzen işlerine
devam edip gidiyorlar. Yâni bu adamlar bu kadar gafil olmasalar, Allah’ı iyi bir
tanısalar, Allah’ın hesabını iyi bir düşünseler dünya ne güzel olur değil mi?
Ama işte böyle hiçbir şeyden haberleri olma-dan yuvarlanıp gidiyorlar. Ne zamana
kadar?
64. “Sonunda şımarık,
varlıklarını azapla yakaladığımız zaman feryat
ederler.”
Ta ki sonunda, azgınlıklarının,
şirretliklerinin, şımarıklıklarının zirveye çıktığı bir dönemde, siyasal,
askeri, ekonomik güçlerine en çok güvenip zâlimliklerini zirveye çıkardıkları
bir dönemde, işte tamam artık Allah’ı yendik, Allah’ı susturduk, Allah’ı
bitirdik, Rabbim Al-lah diyenlerin kökünü kestik, yeryüzünde Allah’a kulluk
mescitlerini, din eğitimi veren okulların köküne kezzap döktük, dindarların
belini kırdık dedikleri, nâra attıkları bir dönemde, silahlarını havaya kaldırıp
nerde bu Müslümanların Allah’ı? Gelsin de kullarını bizim elimizden kurtarsın
dedikleri bir anda onların en azgınlarını, Allah’a karşı, Müslümanlara karşı en
acımasız olanlarını hiç beklemedikleri biz azapla yakalarız da feryad-u figan
etmeye başlarlar. Ciyak ciyak ötmeye başlayıverirler.
65. “Onlara şöyle deriz: “Bugün
feryat etmeyin, doğrusu katımızdan bir yardım
göremezsiniz.”
Biz de onlara deriz ki: Bugün
bağırıp çağırmayın. Bugün feryad-u figan etmeyin. Boşuna ağlayıp sızlamayın;
belânızı buldunuz artık. Niye bağırıp çağırıyorsunuz? Siz istemediniz mi bunu?
Siz değil miydiniz Bizimle savaşa tutuşan? Siz değil miydiniz Benim dinime,
Benim şeriatıma, Benim kitabıma, Benim peygamberime, Benim Müslüman kullarıma
hakaret edenler? Siz değil miydiniz kahrolsun şeriat diye sokaklarda ürenler?
Siz değil miydiniz Müslümanlara küfredenler? Siz değil miydiniz elinizdeki
askerî, siyasal, ekonomik güçlerinize güvenerek bu dünyanın bitmeyeceğini
zannedenler? Siz değil miydiniz Benim mülkümde Bana hayat hakkı tanımayanlar?
Siz değil miydiniz Benim arzımda Benim sistemime geçit vermeyenler? Ne oldu?
Niye ağlaşıp sızlanıyorsunuz şimdi? Boşuna feryat edip durmayın bizden size bir
yardım yok, sizin defteriniz dürüldü. Sizin işiniz bitiktir, bitecektir. Öyle
değil mi? Bugüne kadar ölenler hep Allah’ın emrine boyun bükmediler mi? Hep
Allah’ın yasası gereği ölmediler mi? Kurtulan var mı? Hal
böyleyken:
66,67. “Âyetlerim size
okunduğunda büyüklük taslayıp, gece ağzınıza geleni söyleyerek ardınıza
dönüyordunuz.”
Size âyetlerimiz okunduğu zaman,
size âyetlerimiz sunulduğu, duyurulduğu zaman büyüklük taslayarak, müstekbir
davranarak, onlara ihtiyaçsız bir tavır sergileyerek ökçelerinizin üzerinde
gerisingeriye dönüyor ve kaçıyordunuz. Benim âyetlerimin karşısında
kibirleniyordunuz. Âyetlerime karşı ters bir tavır sergiliyordunuz. Geceleri
akla hayale gelmedik oyunlar, dalavereler yapıyordunuz. Tamam bitirdik Allah’ı,
bitirdik âyetleri, sildik kitabı, kapattık kursları, susturduk peygamberi,
etkisini sildik toplumdan dinin, diye heyecanlı naralar atıyordunuz. Artık bu
dünyanın egemeni, bu dünyanın Rabbi biziz diye kadehler kaldırıyordunuz. Ne oldu
şimdi?
68. “Söyleneni hiç düşünmezler
mi? Yoksa onlara, önce geçmiş atalarına gelmeyen bir şey mi
geldi?”
Bu adamlar hiç düşünmüyorlar mı?
Hiç söz dinlemiyorlar mı? Bu âyetlere bu uyarılara hiç kulak vermiyorlar mı? Hiç
akıllarını, kulaklarını kullanmıyorlar mı bu adamlar? Yoksa onlara babalarına
gel-meyen bir şey mi gelmiş? Babalarının bilmediği şeylere mi muttali ol-muşlar?
Babalarından, atalarından uyarılıp ta uyarıya müspet tavır alanlar kurtulurken
kendileri gibi davranalar helâk olmadı mı? Bunu bilmiyor mu bu adamlar? Yoksa
kendilerine atalarına uygulanan yasadan başka bir yasanın uygulanacağı konusunda
bir müjde mi gelmiş? Yâni şimdi şu anda kendilerine gelen bu son kitap
öncekilerden farklı şeyler mi söylüyor? Tevrat’ı ve İncil’i gönderen Allah da bu
son kitabı gönderen Allah değil mi? Öncekilere inandığını iddia eden bu insanlar
aynı kaynaktan gelen bu son kitaba niye iman etmiyorlar?
69. “Veya peygamberlerini
tanımadılar da bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar?”
Yoksa bunlar Resullerini
tanımıyorlar da onun için mi O’na karşı inkârcı davranıyorlar? Tanımıyorlar mı
aralarında doğup büyüyen peygamberi? Yoksa tanımak mı istemiyorlar? Daha önce
O’na Muhammed’ül Emin diyenler kendileri değil miydi? Tüm emânetlerini güvenip
kendisine teslim ettikleri O değil miydi? Kâbe’nin imarında hakemliğine
başvurdukları o değil miydi? Peki şu anda Muhammed (a.s)’ı duymayan, bilmeyen,
tanımayan bir tek insan var mı? Kesinlikle yoktur. Herkes tanıyor peygamberi ama
hinliğinden tanımazlıktan geliyorlar. Muhammed (a.s)’ı olduğu gibi tanısam,
peygamber olarak örnek olarak tanısam, evim, ticaretim, ekonomik anlayışım,
siyasal yapılanmam aynen onunki gibi olacak, huzurum kaçacak diyerek in-sanlar
onu tanımazlıktan gelmeye çalışıyorlar. Müslümanlar bile böyle düşünüyorlar ve
kaçıyorlar onu yakînen tanımaktan.
Ama unutmayın ki ölür ölmez
tanımadığımız bir peygamberden hesaba çekileceğiz. Yâni onu tanımamak,
tanımazdan gelmek bu konuda mazur olduğumuz anlamına gelmeyecektir. Öyleyse
gelin kaçmayalım peygamberden. Gelin Onu tanıyalım ve Onun gibi olmaya çalışalım
da; kabirdeki sorumuzda başarılı olalım.
70. “Ya da: “Onda delilik var”
diyorlar öyle mi? Hayır; onlara gerçeği getirmiştir, ama çoğu ondan
hoşlanmamaktadır.”
Peygambere, kıstasa, örneğe deli
mi diyorlar? Öyle ya o toplumdan farklı bir hayat yaşıyor. Apayrı bir yaşantısı
var. Peygamber onlara hiç benzemiyor. Topluma intibak edemeyen, toplumun diğer
üyeleri gibi davranmayan bir kimse deli değil de nedir? Elbette kendileri gibi
olmayan birine deli diyeceklerdi, manyak diyeceklerdi.
Meselâ şimdi şu anda Allah’ın
Resûlü imanıyla, teslimiyetiyle, yaşadığı hayatıyla şu bizim şehre gelse ne der
ona bu insanlar? Nasıl bir tavır takınırlar? Yanında dokuz tane karısıyla
çıkagelse Rasulul-lah en iyi Müslümanlar ne derler ona? Ya Rasulallah bu ne
do-kuz tane kadın? Bizim huzurumuzu kaçırmaya mı geldin demezler mi? Veya meselâ
Medine’deki evini şu bizim Konya’ya yapsa Rasu-lullah. Ne der bu insanlar? Ya
Rasulallah gel şu bizim evlerimizin görüntü-sünü kaçıran ini yıkalım da şu bizim
evlerimizden birine oturtalım seni demezler mi? Sana bu yakışmıyor demez mi en
muttakilerimiz? Yemesi, içmesi, ikramı, kazanması, harcaması, biniti, hayata
bakışı, na-mazı, orucu, savaşı, infakı yadırganıp reddedilmez mi?
Evet söyleyin Allah aşkına,
Muhammed (a.s) in hangi hayatına evet der bugünkü Müslümanlar? Hangi hayatına
cinnet demeyiz? Hangi ameline, hangi yaptığına delilik demeyiz bugün? İşte o
günküler de bu şekilde sende cinnet var diyorlardı. Kabul edemiyorlardı onun
hayatını. Böyle yaşamak, böyle hayat olmaz diyorlardı. Sofranda içki
bulundurmayacaksın, karıdan kızdan faydalanmayacaksın, paranı başkalarına
vereceksin, kendin aç kalacak başkalarını doyuracaksın, garibanlarla oturup
kalkacaksın, âhiret adına dünyayı ikinci plana atacaksın bu delilikten başka bir
şey değildir diyorlardı. Böyle hayat olmaz diyorlardı. Deli dedikleri adam
hayatı değiştiriyordu. Hayır hayır:
Onda ne delilik var, ne de cinnet.
Bilâkis O onlara hakla gel-miştir. Ama onların pek çoğu hakkı kabul etmiyorlar,
hakka karşı is-teksiz davranıyorlar. Hakkı kerih görüyorlar, kabul etmiyorlar.
71. “Eğer gerçek onların
heveslerine uysaydı, gökler yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi. Onlara,
kendilerine öğüt veren bir şey getirdik; onlar ise öğütlerinden yüz
çevirirler.”
Eğer hak onların hevâ ve
heveslerine uysa, tabi olsaydı, yâni Muhammed (a.s) eğer onlar gibi yaşasaydı,
onların hayat anlayışlarını, yaşam biçimlerini benimseseydi o zaman gökler ve
yer, onlarda bulunan tüm varlıklar fesada uğrar, bozulup giderlerdi. Evet eğer
hak onlara tabi olsaydı, Muhammed (a.s) Allah’ın istediği bir hayat tarzını
bırakıp ta insanların arzularına, insanların hevâ ve heveslerine tabi olup onlar
gibi yaşamaya kalkışsaydı mutlaka göklerin ve yerin dengesi, düzeni altüst
olurdu. İşte şu anda bizler Allah’ın istediği hak bir Müslümanlığı, hak bir
hayatı terk edip hevâ ve heveslerimiz istikâmetinde bir hayata yöneldiğimiz için
göklerin ve yerin düzeni, dengesi bozulmuştur.
İşte şu anda hayatın düzeni de
kalmadı, bereketi de kalmadı. Biz böyle olunca şimdi nasıl peygamberin bize
benzemesini, bizim gibi yaşamasını isteyeceğiz? Olur mu bu? Yakışır mı? Hayır
hayır ge-lin Muhammed (a.s)’a tabi olalım. Onda asla bir delilik yoktur. O,
insanlığın en akıllısıdır. O, en muttakimiz; O, en iyimizdir. Onun hayatından
daha güzel bir hayat bulamayız, bilemeyiz. Bunu hiçbir zaman
unutmayalım.
Bilâkis Biz O hak peygamberle, O hak
kitapla, O hak dinle, hak hayat programıyla onlara, onların zikrini, onların
izzet ve şerefini getirdik. Bu Kur’an, bu peygamber onlar için bir şereftir. Ama
onlar kendi şereflerine itiraz ediyorlar, kendi şereflerinden iraz ediyor yüz
çeviriyorlar. Bu kitapla, bu peygamberle kendilerinin başkalarına üstün
kılındıklarının farkına varamıyorlar. Bu kitap ve peygamberin kendilerine
gönderilmesiyle liderliğin, izzet ve şerefin İsrail oğullarından alınıp
kendilerine verildiğini anlayamıyorlar. Kitaplarına ve peygamberlerine ters
düştükleri için liderlik İsrail oğullarından alınıyor, Kudüs merkezli dinler
artık yerini Mekke merkezli Kâbe merkezli dine bırakıyordu. Ama bu Mekkeliler,
bu akılsızlar Muhammed (a.s)la şereflenecekleri yerde, Kur’an’la izzet ve şerefe
ulaşacakları yerde kitabın ve peygamberin dışında bir hayat sürmeye
çalışıyorlar, bu şerefi reddetmeye çalışıyorlardı.
Şu anda da öyle değil mi? Şu anda
Müslümanlar da kitaplarına ve peygamberlerine karşı aynı tavrı takınmıyorlar mı?
Kitaplarının ve peygamberinin dışında başka yerlerde şeref aramıyorlar mı? Kendi
şereflerine karşı gelmiyorlar mı bu Müslümanlar? Mekkelilerin akılları başlarına
geldi ama bir 15,20 yıl sonra geldi. Biz öyle yapmayalım. Bilelim ki bu kitap,
bu peygamber izzet ve şeref kaynağıdır. Çünkü bu kitabın sahibi izzet ve şeref
sahibi, güç ve kuvvet sahibidir.
Ve yine kesinlikle bilelim
ki bu kitapla, bu peygamberle beraber
olanlar yeryüzünde en büyük izzet ve şeref sahibidirler. Bu kitabı anlayanlar ve
bu kitabın istediği şekilde hareket edenler yeryüzünün en şerefli
insanlarıdır.
Evet bu kitap sizin şerefiniz,
üstünlüğünüzdür. Bu kitapta sizin zikriniz vardır. Bu kitap sizin için inmiştir,
sizi konu edinir. Bu kitap sizin hayatınızı, sizin problemlerinizi, sizin
mutluluğunuzu, sizin cennetinizi konu edinir. Bu kitap sizin fıtratınızı, sizin
kökeninizi, sizin kul-luğunuzu konu edinir. Yâni bu kitap sizin için bir
zikirdir, bir gündemdir, bir hayat programıdır. Doğumdan ölüme tüm hayatınız bu
kitaptadır. Gelin bu kitabın, bu peygamberin istediği gibi bir hayat yaşayın da
şerefiniz artsın, hayatınız güzelleşsin.
72. “Ey Muhammed! Yoksa sen
onlardan bir ücret mi istiyorsun? Rabbinin ecri daha iyidir. O, rızık verenlerin
en hayırlısıdır.”
Ey peygamberim, yoksa sen
onlardan bir ecir, bir ücret, bir haraç mı istedin? Yâni bu Risâletinin, bu
uyarılarının karşılığında sen onlardan bir şeyler mi istedin? Para, pul, ev,
araba, makam, mevki, kadın, kız mı istedin onlardan? Niye seni kabule
yanaşmıyorlar bu adamlar? Niye senden kaçıyorlar? Onları çok ağır yüklerin
altında mı bıraktın? Ağır ağır vergiler mi istedin onlardan ki senden nefret
ediyorlar? Yaptığın bu Risâletinin, bu dâvetinin karşılığında kendine bir
teşekkür mü istedin? Önünde eğilmelerini mi istedin? Mallarına, mülklerine göz
mü diktin? Halbuki Rabbinin ecri, Rabbinin ücreti, mükâ-fatı senin için daha
hayırlıdır. Rabbinin elinde olanlar onların elindekilerden senin için çok daha
hayırlıdır. Rabbin sana bol bol veriyor. Gerçekten Rabbimiz peygamberine pek çok
nimet vermiştir. Hepimize veren de Allah’tır zaten. Ona Allah verdi de şu anda
sahip olduklarımızı bize başkası mı verdi?
Gelelim bize. Biz niye kaçıyoruz
peygamberden? Neden ka-çıyoruz peygamberden ve Onun sünnetinden? Neden
yaklaşmıyoruz peygambere? Neden arz etmiyoruz problemlerimizi peygambere? Ne-den
hep başkalarına gidiyoruz sormaya? Hadis kitaplarının arasında peygamber her gün
bizi bekliyorken, peygamber raflarda hep bizi bekliyorken, kütüphanede bizi
bekliyorken, kendisine sormamızı, kendisine müracaat etmemizi, kendisinden
öğrenmemizi bekliyorken, söylediğini dinlememizi bekliyorken, gidip sözlerine
kulak vermemizi bekliyorken neden bir kerecik de problemlerimizi sormaya
gitmiyoruz ona? Cüzdanlarımıza el atacağından mı korkuyoruz? Şu anda hayat
programımızı kendilerine sormaya gittiklerimiz gibi sırtımıza mı binecek de
korkuyoruz ondan? Bize vergiler yükleyecek, kemerlerinizi sı-kın mı diyecek de
korkuyoruz? Halbuki Allah’ın elçisi kimseden bir şey istemiyor. Bizden sadece
kulluk istiyor, teslimiyet istiyor, Müslüman-ca bir hayat istiyor ve sonunda
dünyada güzel bir hayat âhirette de cennet istiyor.
73,74. “Aslında sen onları doğru
yola çağırıyorsun ama, âhirete inanmayanlar bu yoldan
sapmaktadırlar.”
Peygamberim başka değil sen ancak
onları sırat-ı müstakime dâvet ediyorsun. Sen onları kulluğa dâvet ediyorsun.
Sen onları Benim yoluma çağırıyorsun. Bundan daha güzel bir şey olur mu?
Peygamber bizi Allah’ın yoluna çağırıyor. Bu çizgiden, sırat-ı müstakimden daha
güzel bir yol olur mu? Öyleyse buyurun mahza bizim hayrımıza olan, mahza bizim
cennetimiz için çırpınan bu Allah elçisini iyi tanıyalım, Onun hayatını, Onun
yolunu, Onun sünnetini iyi öğrenelim. Onun tüm hayatı bizim için en güzel
örnektir unutmayalım. Kendi an-layışlarımızı, kendi düşüncelerimizi, kendi hevâ
ve heveslerimizi peygamberin önüne geçirmeyelim. Peygamberin örnek hayatı
karşısında kendi kendimizi putlaştırmayalım, başkalarını putlaştırmayalım.
Hiçbir kimseyi Onun önüne geçirmeyelim. Ama bakıyoruz ki:
Allah’a, peygambere, âhirete
inanmayanlar Allah yolundan, Allah’ın sırat-ı müstakiminden Allah’ın dosdoğru
yolundan yüz çeviriyorlar. Allah’ın yolunu, Allah’ın hayat programını
bırakıyorlar da başka başka yollara, başka başka hayat programlarına gidiyorlar.
Yok bu iş o dönemmiş, bu din, bu yol sadece o gün için geçerliymiş, devir
değişmiş, şartlar değişmiş, iklim farklıymış, çağmış, dönemmiş, bugün öyle
olmazmış, öyle yaşanmazmış, bizi bağlamazmış vs, vs.
Hayır hayır Rasulullah’ın tüm
hayatı, tüm sünneti, tüm uygulamaları bugün de geçerlidir, bizim için de
bağlayıcıdır, bizim için de örnektir ve Onun tüm hayatından bizler de
sorgulanacağız. Onun hayatını parçalamadan, kimileri bizi bağlar, kimileri
bağlamaz demeden tüm hayatını öğrenip Onun gibi olacağız başka çaremiz yoktur.
Evet Rabbimiz kendisinden, kitabından,
peygamberinden, sırat-ı müstakiminden kaçanları çeşitli uyarılarıyla uyarır.
Bazen varlıkla, bazen yoklukla, bazen sıkıntıyla, bazen kederle, bazen hastalıkla, bazen sıhhatle gibi ferdi veya toplumsal planda
denemeleriyle Rabbimiz sürekli onları kulluğa çağırırken yine onlar inanmamakta
ısrarla diretirler. Bakın Rabbimiz bundan sonraki âyetinde bunu şöyle
anlatır:
75. “Biz onlara acısak ve
başlarındaki sıkıntıyı gidersek bile, azgınlıkları içinde bocalayıp
kalırlar.”
Eğer Biz onlara merhamet edip
acımış olsaydık ve başlarındaki belâları, içinde bulundukları sıkıntılarını
giderseydik, yine bu adamlar körleşerek azgınlıklarında direnirler,
tuğyanlarında ısrar ederler ve şaşkın bir şekilde bocalayıp giderlerdi.
Anlayabildiğimiz kada-rıyla bu insanlar şöyle düşünüyorlar. Şöyle
değerlendiriyorlar: Allah’ın bu dünyada bize gücü yetmiyor. Bak kendisine karşı
küfür içinde, isyan içinde bir hayat yaşadığımız halde, her gün kendisine
küfrettiğimiz halde, elçisini, dinini, kitabını reddettiğimiz halde bize hiçbir
şey yapamıyor. Şu gücümüz kuvvetimizle, şu medeniyetimizle biz Allah’ı yendik
diyerek azgınlıklarına, küfürlerine, şirklerine Allah’la savaşla-rına devam
ediyorlar. Halbuki eğer şu anda Allah onlara dokunmu-yorsa, bu Rabbimizin
rahmetinin gereğidir, onlara acımasının gereğidir.
76. “Andolsun ki, Biz onları
azapla yakalamıştık, yine de Rablerine boyun eğmemişler ve
yakarmamışlardı.”
Ama onları azapla yakaladık mı da
yine Rablerine yönelme-diler, Rablerine boyun bükmediler ve O’na yalvarıp
yakarmadılar. Yâni sevdikleri, beğendikleri cinsten kendilerine bir şeyler
verilince de Rablerine yönelmiyorlar, Rableri kendilerine merhametiyle muamele
edince de kulluğa yanaşmıyorlar, kendilerine bir azap gönderdiği zaman da yine
Allah’a yönelip, yalvarıp yakarmıyorlar. Rabbimiz En’âm sûresinde de bunun bir
benzerini anlatır. Orada da önce onları belâlar, musibetler göndererek
uyardığını, bundan ibret alıp adam olmayanları bolluklar yağdırarak, bolluk
kapılarını açıvererek şımaranları azapla yakalayıverdiğini anlatır. İşte bu
âyette de anlatılan budur. Bakın işte bundan sonraki âyette de Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
77. “Sonunda onlara şiddetli bir
azap kapısı açtığımız zaman ümitsiz kalıverdiler.”
Evet sonunda onlara şiddetli bir
azap kapısı açtığımız zaman da tüm ümitlerini kaybederek, ümit inkisârına
uğrayarak, şaşkın bir duruma düşüverdiler. Her şeylerini kaybetmiş bir vaziyette
iblisleşiverdiler. Niye önceden böyle davrandınız? Niye Allah’ın önceki
uyarılarından ibret alıp da adam olmadınız? Rabbiniz önce size merhamet edip
iyilikler gönderdi. Rahmeti gereği size sayısız lütuflarda bulundu. Kitap
gönderdi, peygamber gönderdi. Mal, mülk, sağlık, sıhhat, saltanat verdi. Sonra
yine size olan merhametinden dolayı azabının habercileri olarak sıkıntılar,
yokluklar, hastalıklar, belâlar gönderdi. Akıllarınız başınıza gelsin diye önce
verdiği nimetlerini elinizden geri aldı. Sizi sıkıntılarla terbiye etti. Hiç
olmazsa o zaman bari Rabbinize yalvarmalı, yakarmalı değil miydiniz? O zaman
bari Rabbinize yönelmeli değil miydiniz? Dün elimizde olanlar bugün alındı,
demek ki tüm bunları bize veren Rabbimiz bizi deniyor diyerek O’na itaate
yönelmeli değil miydiniz? Ama işte insan oğlunun bu yapısı devam ediyor. İsyan
içinde bir hayata devam ederken bir gün de Allah’ın azabı geliyor ve işleri
bitiveriyor.
78. “Oysa, sizin için kulaklar,
gözler ve kalpler var eden O'dur. Pek az
şükrediyorsunuz.”
Halbuki O Allah sizin bu
gerçekleri anlayabilmeniz için size kulaklar, gözler ve kalpler de vermişti. Ama
ne kadar da az şükrediyorsunuz? Evet Rabbiniz kendisini tanıyıp kulluğa
yönelebilmeniz için göz, kulak ve kalp verdi. O halde sizler ne kadar da az
şükrediyorsunuz? Yâni bunları, Allah’ın size verdiği bu kulluk vasıtalarını ne
kadar da az kullukta kullanıyorsunuz? Allah’ın size verdiklerini ne kadar da az
Allah için kullanıyorsunuz? Gözlerinizi ne kadar da az Allah’ın âyetlerini
görmede, kulaklarınızı ne kadar da az Allah’ın âyetlerini, Allah’ın uyarılarını
işitmede, kalplerinizi ne kadar da Allah’ın kitabını anlamada kullanıyorsunuz?
Halbuki sizleri Bizim görsel ve işitsel âyetlerimize mutabakat edebilecek
biçimde yarattık. Yâni sizin imtihanınıza konu olarak görsel ve işitsel türden
âyetler yarattık ve size bu âyetleri okuyabilecek, görüp değerlendirebilecek
gözler, kulaklar ve kalpler verdik.
Evet Rabbiniz sizi böyle yarattığı
halde, size bunca nimetler verdiği halde sizler bunları ne kadar da az kullukta
kullanıyorsunuz? Şimdi düşünelim. Allah’ın verdiği bu nimetleri nerelerde
kullanıyorsunuz? Acaba Allah’ın kullukta kullanın diye verdiği bu kulağı kimlere
veriyoruz? Kimlere kulak veriyoruz? Kimlere kulak verdik bugüne ka-dar? Hanıma
kulak verdik, çocuğa kulak verdik, amire, fısıltılara, dedikodulara, çevreye,
TV'ye, bize lâzım olana, olmayana kulak verdik. Kimlere kulak vermedik ki bugüne
kadar? Peki onlar mı verdi bize bu kulağımızı ki onlara veriyoruz onu? Niye Bakaraya, Âl-i İmrân’a, Nisâya,
Mü’minûn’a ve Rasulullah’a kulak vermiyoruz?
Allah’ın size verdiği gözünüzü
kimlere, nelere veriyorsunuz? Kalplerinizi kimlere açıyorsunuz? Kimlere gönül
veriyorsunuz? Kalplerinizi o kalplerinizin sahibine mi açıyorsunuz? Yoksa
başkalarına mı kaptırıyorsunuz? Kimleri daha çok seviyorsunuz? En çok Allah’ımı
seviyorsunuz? Yoksa Allah sevgisine yer kalmayacak biçimde kalplerinize başka
şeylerin sevgilerini mi dolduruyorsunuz? Niye böyle yapıyorsunuz? Niye
şükretmiyorsunuz? Niye gözlerimizi Allah’ın âyetlerini görmede, kulaklarımızı
Allah’ın âyetlerini işitmede, kalplerimizi Allah’ın âyetlerini anlamada
kullanmıyoruz? Niye Allah’a kulluk yolunda tüm azalarımızla bir kavganın içine
girmiyoruz? Niye hayatımızı, duyularımızı Allah’tan başkalarına feda ediyoruz?
Allah korusun. Kimse için istemeyiz,
isteyemeyiz. Allah kimseye akıl, fikir, göz, kulak, kalp, noksanlığı, vücut
noksanlığı, güç ve kuvvet noksanlığı, hidâyet noksanlığı, din iman noksanlığı
vermesin. Bütün bunlar Rabbimizin bize en büyük lütuflarıdır, nimetleridir. Bu
nimetleri hiçbir şeyle değiştiremezsiniz. Öyle değil mi? Şu elimizdeki kitap
nimetini neyle değiştirebilirsiniz? Meselâ şu iki gözünüzü neyle
değişebilirsiniz? Gözünüzü, kulağınızı, kalbinizi satın almaya gelseler ne
istersiniz karşılığında? Kaça satarsınız onları? Veya şu anda kör bir adama,
sağır bir adama sorsalar dünyayı mı istersin yoksa gözünü mü? Dünyayı mı
istersin yoksa kulağını mı? Dünyayı mı istersin yoksa kalbini mi? deseler ne der
o adam? Gözlerim görmedikten sonra on dünya verseniz neye yarar, ben dünya filan
değil gözümü isterim demez mi? Kulağımı isterim demez mi? Aklımı isterim demez
mi?
Eh şu anda bunların hepsine
sahipsek bunlar adedince bize dünyalar verilmiş değil mi? Bunları veren kim?
Allah. Peki tüm bu her biri dünyalarla değiştirilemeyecek nimetleri bize veren
Allah karşılığında ne istemiş? Hiçbir şey. Peki niye O Allah’a kul olmazsınız?
Niye teşekkür etmezsiniz Ona? Niye dinlemezsiniz Onu? Niye şükretmezsiniz? Niye
bunları Ona kulluk yolunda kullanmaya yanaşmazsınız? Bütün bu Allah’ın
verdikleri, istediğiniz zaman ulaşabileceğiniz ucuz şeyler mi? Allah vermeseydi
bütün bunları başka yerlerden bulabilecek miydiniz? Hiç düşünmez misiniz?
İşte anlatıyor Rabbimiz âyetlerinde.
Bir kâfir, hidâyet nimetinden mahrum bir kişi yarın bir dünyaya sahip olsa,
hattâ iki dünyaya sahip olsa bunların tamamını verecek ama cennete gidemeyecek.
Evet iman, hidâyet bu kadar önemlidir. Öyleyse niye şükretmiyorsu-nuz Rabbinize?
Niye bu kâfirlerin elindekilere imreniyorsunuz? Bir dü-şünsenize sahip olduğunuz
şu imanın en azına sahip olanlara bile; şu anda üstünde gezdiğiniz dünyanın on
misli bir makam verilecek.
79. “Sizi yerde yaratıp yayan
O'dur ve O'nun huzurunda toplanacaksınız.”
O Allah ki sizi yarattı, yaydı,
arzda sizi tohumladı. Sizi yeryüzünde ekip tohumladı, yeryüzünde sizi yayıverdi,
dağıtıverdi. Ve hepinizi sonunda toplayacak ve haşr edecek. Evet hepimizi
yeryüzünde yaratan yayan sonra da öldürüp tekrar huzurunda toplayacak olan da
Allah’tır. Bizi bu dünyada yayıvermiş Rabbimiz işte her birerimiz bir yerlere
yerleşmişiz. Herkes için bir yer, bir yurt, bir vatan kılmıştır. Ne bu
yerlerimizi, yurtlarımızı, vatanlarımızı biz kendimiz belirliyoruz, ne de
dünyaya geleceğimiz zamanı biz tespit ediyoruz.
Ve bu konuda da Rabbimize hesap
sorma hakkımız da yoktur. Yâni beni neden filan aileden getirmedin? Keşke beni
falan babadan ve anadan dünyaya getirseydin! Veya beni İstanbul’da imtihan
etseydin. Veya beni asr-ı saadette dünyaya getirseydin. Veya beni kadın olarak,
erkek olarak yaratsaydın gibi bir itiraz hakkımız da yoktur. Bir yerlerde
dünyaya getirir, bir yerlerde yaşatır, bir yerlerde öldürür ve en sonunda tekrar
bizi huzurunda toplar.
80. “Dirilten de, öldüren de
O'dur. Gece ile gündüzün bir-biri ardından gitmesi de O'nun emrine bağlıdır.
Düşün-mez misiniz?”
Evet dirilten de O’dur, öldüren
de. Hayat veren de O’dur bu hayatı alan da. Hayatın da, ölümün de sahibi O’dur.
Gecenin gündüzün sahibi de O’dur. Geceyi gündüzü hiç şaşmadan peş peşe
getirilmesi de O’na aittir. Geceye ve gündüze hükmeden de O’dur. Öy-leyse
akletmiyor musunuz? Akletmek zorunda değil miyiz? Allah’ın verdiği şu
akıllarımızla bu gerçeği anlamalı değil miyiz? Gözlerimizi O verdi,
kulaklarımızı, kalplerimizi, varlığımızı, hayatımızı, gecemizi, gündüzümüzü O
verdi. Tüm bu nimetlerimizi vereni hâlâ akletmiyor muyuz?
81. “Hayır; yine de öncekilerin
dediklerini derler.”
Bilâkis bunlar aynen
kendilerinden öncekilerin dediklerini dediler. Anlamıyorlar bu insanlar.
Akletmiyorlar, akıllarını kullanmıyorlar. Yoksa anlamak mı istemiyorlar?
Anlamaya mı yanaşmıyorlar? Hep öncekilerin ağızlarını kullanıyorlar. Hep
öncekilerin söylediklerini söy-lüyorlar. Peki ne demişlerdi
öncekiler?
82,83. “Öncekiler: “Ölüp toprak
ve bir yığın kemik olduğumuzda mı diriltileceğiz? Andolsun ki biz ve daha önce
de babalarımız tehdit edilmişti; bu, öncekilerin masallarından başka bir şey
değildir” demişlerdi.”
Dediler ki yâni şimdi biz
öldükten sonra, toprağın altında vücutlarımız toprak olduktan sonra, bir kemik
yığınına döndükten sonra tekrar dirileceğiz ha? Bu kitap, bu peygamber böyle
söylüyor ha? Şimdi biz böyle bir saçmalığa iman edeceğiz öyle mi? Hayatımızı
böyle bir saçmalığa bina mı edeceğiz?
Daha önce bizler de, babalarımız da
bununla vaad olunduk. Bu iş yeni bir iş değil ki. Tarih içinde hep gündeme
getirilmiş bir iştir bu. Adem (a.s) söyledi bunu, Nuh (a.s) söyledi, Sâlih (a.s)
söyledi, tüm peygamberler söyledi bunu. İyi de madem ki yüz yıllardır, bin
yıllardır söylenip duruyor bu iş, öyleyse hani nerede bu? Niye gel-miyor? Niye
gerçekleşmiyor? Niye kopmuyor bu kıyâmet? Yok yok:
Başka değil bu eskilerin masalıdır.
Eskiden beri konuşulup durulan ama bir türlü gerçekleşmeyen bir mitolojidir.
Kendi felsefeleri efsane değil de Allah’ın âyetleri efsane. Akılsız, zavallı
insanlar. Allah’ın ölüm yasasından kurtulabileceklerini mi zannediyorlar da
böyle zavallıca laflar ediyorlar?
Evet öncekilerde böyle dediler,
sonrakiler de böyle dediler, şimdikiler de böyle diyorlar. Kıyâmete kadar tüm
kâfirler aynı şeyi söylüyorlar, söyleyecekler. Aksi takdirde âhireti kabul
etseler şu anda yaşadıkları hayatı yaşamaları mümkün olmayacaktır. Âhireti kabul
ettikleri anda tüm iştahları, tüm rahatları kaçacak ve hayatları zehir zindan
olacaktır. Hem âhiret var diyecekler, hem diriliş var diyecekler hem de kâfirce,
zâlimce, keyiflerince bir hayat yaşayabilecekler bu mümkün değildir.
Öyle değil mi? Allah’ı, âhiretin
varlığını kabul eden bir insan bu dünyada keyfine göre bir hayat yaşayabilir mi?
Bu kesinlikle mümkün değildir. Keyfine göre yaşayabilmek için önce Allah’ı,
âhireti diskalifiye etmek zorundadır. İşte öncekilerin de sonrakilerin de
dedikleri, yaptıkları budur. Ama Rabbimiz kullarına o kadar merhametli ki bakın
tekrar tekrar onları uyarmaya devam ediyor:
84,85. “Ey Muhammed! De ki:
“Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunanlar kimindir? “Allah'ındır” diyecekler, “Öyleyse ders almaz
mısınız?” de.”
Peygamberim de ki onlara, haydi
biliyorsanız söyleyin bakalım, yeryüzü ve içinde bulunanlar kimindir? Bu dünya
ve içinde bulunan varlıkların tamamı kimindir? Derler ki, diyecekler ki
Allah’ın. Diyebilirler mi ki acaba bizimdir? Dünya da içindekiler de bizimdir,
dünyanın da içindekilerin de sahibi biziz diyebilirler mi ki acaba? Ama tarihin
başlangıcından bu yana en zâlim, en şaşkın bir kâfirin bile ağzından böyle bir
şey duyulmamıştır. Eğer böyle bir iddiada bulunacak birisi çıkarsa ahmaklığın,
alçaklığın zirvesindedir o kişi.
Evet böyle bir soru sorulsa
diyecekler ki göktekiler ve yer-dekiler Allah’ındır. Peki o zaman siz
kiminsiniz? Siz kime aitsiniz? Siz kimin kulusunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?
Madem ki bu mülkün sahibi Allah’sa, madem ki göklerin ve yerin sahibi Allah’sa
niye sahibinize kul olmuyorsunuz? Niye mâlikinizin istediği gibi bir hayat
ya-şamıyorsunuz? Eğer bu dünyanın, bu dünyadakilerin kendilerine ait olduğunu
iddia eden birileri çıkarsa. Bu arza, bu ülkeye, bu şehre egemen benim diyen bir
ahmak, bir zavallı çıkarsa o zaman şunu so-run ona:
86,87. “Yedi göğün de Rabbi, yüce
arşın da Rabbi kimdir?” de” “Allah'tır”
diyecekler!” Öyleyse O'na karşı gel-mekten sakınmaz mısınız?”
de.”
Peki yedi kat gökyüzünün ve yüce
arşın Rabbi kim? Bu göklerin ve arşın sahibi kim? Yedi kat gökyüzüne ve arşa
egemen olan kim? Bunlara söz geçiren kim? Gökler ve arş kimi dinler? Haydi
bakalım diyebilirseniz deyin oralar da bizim diye. Söyleyin bakalım oralarda da
sözünüzün geçtiğini. Diyebilir misiniz bunu? Haydi söz geçirin bakalım semavat
ve arşa. Yapabilir misiniz? Becerebilir misiniz?
Hayır hayır ister kabul, edin
ister etmeyin, göklerin de yerlerin de, göktekilerin de, yerdekilerin de, arşın
da Rabbi Allah’tır. Zaten bakın bu soruya da diyecekler ki Allah. Evet evet bu soruya herkes böyle cevap
verecek. Herkes göklerin, arşın Rabbinin Allah olduğunu itiraf edecek. Peki o
zaman muttaki olmaz mısınız? Böyle bir Rabbe takvalı olmaz mısınız? Böyle bir
Rab için bir hayat yaşamaz mısınız? Böyle bir Rabbin gösterdiği kulluk yoluna
girmez misiniz? Niye muttakiler olmuyorsunuz?
Ve üçüncü bir soru
daha:
88,90. “Biliyorsanız söyleyin her
şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan
kimdir?” de. “Allah'tır” diyecekler;” Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz” de. Hayır;
Biz onlara gerçeği getirdik ama, onlar
yalancıdırlar.”
Her şeyin melekûtu, mülkiyeti,
sahipliği kime aittir? Her bir şey kimindir? Allah’ındır. Mülkün sahibi
Allah’tır. Mülk elinde olan, mülke egemen olan Allah’tır. Mülkünde ortağı
olmayandır Allah. Tüm mülkü üzerinde söz sahibi olan
O’dur.
Allah, herkesi ve her şeyi
barındıran fakat kendisi barınmaya muhtaç olmayandır. Herkesi koruyan, kollayan
fakat kendisi korunmaya, himayeye muhtaç olmayandır. Herkese hakim olan, herkese
egemen olan ama kendisine hiç kimse hakim olamayandır. Haydi biliyorsanız
söyleyin bakalım kimindir mülk? Kimindir hükümranlık? Göklerin ve yerin
egemenliği kime aittir? Göklere ve yere söz geçiren kimdir? Herkese müdahale
eden, her kese hayat veren, öldüren, ama kimsenin kendisine müdahalesine izin
vermeyen kimdir?
Bu soruya da diyecekler ki Allah’ındır.
O Allah’tır diyecektir. Tüm varlıkların egemenliği, tüm varlıkların yönetim
yetkisi Allah’a aittir. Göklerin ve yerin mülkiyeti Allah’a aittir. O’na denk
hiç bir güç ve kuvvet sahibi de yoktur derler. O zaman de ki onlara peygamberim,
öyleyse niye aldanıyorsunuz? Niye Allah’ı bırakıp ta başka bir hayata
gidiyorsunuz? Niye aldanıyorsunuz? Biz onlara gerçeği indirdik ama onlar ise
yalanlıyorlar.
Rabbimiz peygamberine sor diyor:
Göklerde ve yerlerde olanlar kimindir? İşte hepimize sorulan bir soru. Yeryüzü
kimindir? Ve yeryüzünde olanlar kimindir? Diyecekler ki Allah’ındır. Peki yedi
göğün ve arşın Rabbi kim? Diyecekler ki Allah’ındır.
Peki o zaman aklınızı başınıza
almaz mısınız? De ki göklerin yerin, meleklerin, cinlerin, insanların,
hayvanların, bitkilerin, canlıların, cansızların Melekûtu, mülkiyeti kimin?
Herkesin mâliki, sahibi, yöneticisi, Rabbi kim? Diyecekler ki Allah. Peki o
zaman niye Allah’ın âyetlerine değil de sihirbazların sözlerine tabi
oluyorsunuz? Niye Rabbi-nizin âyetlerini bırakıyor da zâlimlerin tâlimatlarına
tabi oluyorsunuz?
Biz onlara hakla geldik, onlara hakkı
getirdik ama onlar yalancıdırlar. İstedikleri kadar müşrikler yalanlasın, biz
Rabbimizi aynen kendisini tanıttığı gibi tanıyor ve iman ediyoruz. Tüm
varlıkların da, bizim de sahibimiz, Rabbimiz O’dur ve biz O’ndan başka sahip,
O’n-dan başka Rab ve İlâh tanımıyoruz. Biz hayatımızı sadece O’nun için ve
sadece O’nun belirlediği yasalar istikametinde yaşarız.
91. “Allah çocuk edinmemiştir;
O'nun yanında hiçbir İlâh yoktur, olsaydı, her İlâh kendi yarattığı ile beraber
gider ve birbirinden üstün olmağa çalışırlardı. Allah onların
vasıflandırdıklarından münezzehtir.”
Allah’la birlikte O’nun
yetkilerine sahip bir İlâh olmadığı gibi O Allah asla bir evlât da edinmemiştir.
Allah’a oğullar kızlar izafe etmek O’na en büyük iftiradır. O’nun ne oğulları,
ne kızları vardır, ne de or-takları, yardımcıları, yetkilileri. Eğer Onunla
birlikte başka İlâhlar olsaydı, O’nun egemenliğine, mülküne, saltanatına
ortaklar olsaydı, O’ndan başka yetkililer bulunsaydı, başka yaratıcılar olsaydı
o zaman her bir İlâh kendi yarattıklarıyla beraber gider ve birbirinden üstün
ol-maya, birbirlerine galip gelmeye çalışırlardı. Yâni her bir İlâh kendi
yarattıklarına hakim olmaya çalışır, yarattıklarını safına alarak biri
di-ğeriyle savaşmaya kalkışır, biri diğerine galip gelmeye yönelirdi. Böylece bu
kâinatta düzen denge diye bir şey olmazdı.
Olacak şey midir bu? Allah
onların vasfettiklerinden, söylediklerinden, iftiralarından, yakıştırmalarından
münezzehtir, uzaktır, yücedir, üstündür.
Evet bu asla mümkün değildir. Göklerde
ve yerde birden çok İlâhın olması asla mümkün değildir. Çünkü öyle olsa biri
diğerine galip geldiği zaman ötekinin İlâhlığı düşecektir. Her biri birbirine
galip gelemeyecek olsalar bu da mümkün değildir. Çünkü o zaman bu âlemde iki
ayrı tercihte birinin dediği ne olacaktır? Öbürünün dediği ne olacaktır?
Arzuları, emirleri çatışan bu tanrılar göklerin ve yerin düzenini bozarlardı.
Eğer birbirinden bağımsız İlâhlar, Rabler, yöneticiler, egemenler olsaydı bir
saniye bile bu düzen devam etmezdi. Çünkü bakıyoruz alemde tek bir yasa var, tüm
bu kâinatta geçerli, bir tek İlâh var, bir tek Rab var egemen, sadece O’nun
iradesi geçerlidir. Halbuki arşın sahibi olan Allah onların
vasıflandırdıklarından münezzehtir, uzaktır. Rab olarak, İlâh olarak, yaratıcı
olarak Allah; sadece Allah vardır.
92. “O, görülmeyeni de, görüleni
de bilir. Koştukları ortaklardan yücedir.”
Allah gaybın da, şehadetin de,
bilinen ve görünenin de, bilinmeyen ve görünmeyenin de bilicisidir. Şu varlıklar
aleminde bildiğimiz bilmediğimiz, gördüğümüz görmediğimiz her şeyi bilen, hiçbir
şey bilgisinin dışında kalmayan Allah’tır. Ve O müşriklerin şirklerinden de çok
çok yücedir. Onların iddialarından, iftiralarından yücedir Allah. Onların
yakıştırmalarından yücedir, üstündür.
Müşrikler istedikleri kadar Allah’ı
yanlış tanısınlar. İstedikleri kadar Allah’ın yetkilerini parçalamaya
çalışsınlar. İstedikleri kadar Allah sıfatlarını Ondan başkalarına vermeye,
yeryüzünde Allah’tan başka yetkililer kabul edip hayatlarında onların da söz
sahibi olduklarını iddia etmeye çalışsınlar. İstedikleri kadar tamam göklerde
İlâh Allah’tır, ama yeryüzünde başka İlâhlarımız da var. Namazın, orucun,
zekâtın İlâhı Allah’tır ama hukukun İlâhları başkalarıdır. Abdestin İlâhı
Allah’tır, ama ekonominin İlâhları başkalarıdır. Haccın İlâhı Allah’tır, ama
kılık kıyafetin İlâhları başkalarıdır diyerek istedikleri kadar müşrikçe bir
kabulden yana olsunlar. Allah onların bu iddialarından, bu zırvalarından
münezzehtir. Çünkü Allah tek İlâhtır. Oğlu da yoktur, kızı da yoktur,
yetkilileri de yoktur, ortakları da. Allah böyle iftiralardan çok uzaktır.
İşte Rabbimiz bu âyetlerinde kendini
tanıtıyor. Allah’ı Allah’ın kendisini tanıttığı gibi tanıyıp kabul etmedikçe
kişi Müslüman olamaz. Kitabıyla Allah’ı tanıyacağız, elçisiyle Allah’ı
tanıyacağız ve O’na O’nun istediği şekilde iman edecek, O’nun istediği şekilde
kulluk yapacak, O’nun istediği şekilde hayat yaşayacak, O’nu övecek, O’nu
yüceltecek, O’nun övdüklerini övecek, O’nun yüceltin dediklerini yüceltecek ve
böylece Müslüman olacağız.
93,94. “De ki: “Rabbim! Onların
tehdit olundukları şeyi bana mutlaka göstereceksen, o zaman beni zâlim milletin
içinde bulundurma.”
De ki, ey Rabbim, eğer bu
kâfirlere, bu zâlimlere, yeryüzünde Seni reddedenlere, Senin yetkilerini
sınırlandırmaya çalışanlara, Sana hayat tanımamaya çalışanlara, Seninle ve
dininle savaşa tutuşanlara tehdit ettiğin azabı bana göstereceksen. Eğer onlara
vaadettiğin dünya azabını, dünya rezilliğini, dünya helâkini bana gösterecek,
benim gözümü bununla aydın edeceksen, eğer ben hayattayken onlar helâk
olacaklarsa. Nuh kavmine gönderdiğin bir tûfan gibi, Âd kavmine gön-derdiğin bir
rüzgar gibi, Semûd kavmine gönderdiğin bir sayha gibi, Lût kavmine gönderdiğin
meleklerinin onları altüst ettiği gibi, Firavunlara gönderdiğin bir deniz azabı
gibi şu beni yalanlayanlara da eğer bir azap göndereceksen, ne olur ya Rabbi
beni bu zâlimlerin içinde kılma. Beni bu zâlimlerin içinde tutma ya Rabbi. Beni
bunlarla beraber sayma ya Rabbi.
Benim onlarla bir ilgim alakam
yoktur. Ben onların tüm küfürlerinden, şirklerinden uzağım. Ben Senin ulûhiyet
ve rubûbiyetini par-çalamıyorum. Ben Senden başka Rab ve İlâh kabul etmiyorum.
Ben Sana, Senin kendini tanıttığın gibi iman ediyor ve Senin benden istediğin
kulluğu bütün gücümle icra etmeye çalışıyorum. Eğer oları helâk edeceksen ben
onlarla beraber değilim. Beni onlardan sayma ya Rabbi. Beni Sana teslim bir
mü’min say. Beni kâfirlerden ve müşriklerden sayma. Ne güzel bir yakarı değil
mi? Bakın Rabbini ve O’nun gücünü çok iyi tanıyan ve O’nun azabından korkan
Rasulullah’ın bu duasına, bu talebine karşılık Rabbimizin cevabı da şöyle
oluyordu:
95. “Biz onlara vaadettiğimizi
sana elbette gösterebiliriz.”
Biz onlara vaadettiğimizi
muhakkak ki sana göstermeye kâdiriz. Biz buna güç yetireniz. Onlara tehdit
ettiklerimizin tümünü nasıl sana indirdiğimiz bu kitapta bildirmişsek, şüphesiz
ki onlara uygulayacağımız o azapları sana göstermeye de kâdiriz. Ama bu sana
düşen bir iş değildir. Bu seni ilgilendiren bir şey değildir. Sana düşen
şudur:
96. “Kötülüğü en iyi ile sav.
Onların vasıflandırmalarını Biz daha iyi biliriz.”
Kötülüğü iyilikle def et.
Kötülüğe iyilikle mukabelede bulun. Kötülük yapanlara karşı iyilik yap. Onlar, o
kâfirler, o zâlimler, o müşrikler sana karşı ne yaparlarsa yapsınlar, sana karşı
nasıl bir tavır sergilerlerse sergilesinler sen onlara en güzel bir şekilde
davran ve onların Müslüman olmalarına sa’y et. Onlar sana karşı ne yaparlarsa
yapsınlar, sen onların hidâyetleri için çırpın. Sen sana düşmanca tavır
takınanlara karşı nasuh ol. İşte Rabbimizin tüm elçilerinden istediği budur.
Elçiler tüm yalanlamalara, tüm düşmanlıklara, tüm eziyetlere karşı,
karşısındakilere nasuh davranacaklar. Onlar her türlü kötülükleri, her türlü
zulümleri Allah elçilerine lâyık görecekler ama o peygamberler yine de onlara
karşı hayırhah olacaklar, onların iyiliğini, onların kurtuluşunu isteyecekler ve
buna sa’y edecekler. Tekrar tekrar onları hakka dâvet edecekler, her fırsatta
İslâm’a çağıracaklar, onların kurtuluşu için çırpınacaklar, onları cehenneme
gidişten engelleyip cennete kazandırmaya sa’y edecekler. Zor değil mi? Konuşması
kolay da, iddiası kolay da gerçekten uygulaması çok zordur.
İşte bir kaç kere birisine gidiyoruz,
anlamadı, dinlemedi diye kızıp, küsüp siliveriyoruz onu. Bizim şu gidişlerimizi
yüzle katlayın, binle katlayın, 950 yıl gidecek ayaklarına Allah’ın elçisi,
alaya alınacak, şahsiyeti rencide edilecek, deli denilecek, sihirbaz denilecek,
dövülecek, sövülecek ama yine de kırılıp dökülmeden onların ayağına bir daha,
bir daha gidecek. Çok zor değil mi böyle bir düşmanın ayağına bir daha, bir daha
gitmek? Çok zor değil mi hâlâ bu düşmanlara karşı iyi niyet beslemek? Çok zor
değil mi bu düşmanların bir gün hidâyetini umarak her şeylerine göğüs germek?
İşte Allah’ın elçileri bununla emrolundular ve bunu yaptılar. Bu zoru başardılar
o kutlu insanlar. Gerçekten onların bu sabırlı halleri çok mükemmeldir ve bize
örnektir.
Biz onların yakıştırmakta olduğu
şeylerin hepsini en iyi şekilde biliriz. Evet onlar Allah hakkında, Allah’ın
dini hakkında, peygamber hakkında ne diyor? Neler uyduruyor? Allah bilmektedir.
Sen sorumlu olduğunu yapmaya devam et. Sen sabırla yoluna devam et. Sen na-suh
olarak onları Allah’ın dinine dâvete devam et, gerisini Bize bırak. Ama
peygamberin, peygamber yolunun yolcularının sabırla kulluklarına, sabırla
insanları Allah’a kulluğa dâvetleri konusunda en büyük engel, en büyük ayak bağı
şeytanlardır. Peygamber ve Müslüman, Allah kullarını Allah’a dâvet ve sabır
savaşına girdiği andan itibaren şeytan ve dostları vesveselere başlayacaklardır.
Hem dâvetçiye hem de özellikle dâvetin muhataplarına vesveseler vererek onları
bu dâvete karşı çıkmaya, dâveti kabul etmemeye çağıracak. Sakın kabul etmeyin,
bunun aslı yoktur diyecek. O peygamber sizin gibi bir beşerdir diyecek. Onun
derdi sizin üzerinizde hegemonya kurmaktır diyecek. O sizin atalarınızın yolunu
bozmak istiyor diyecek. Peygamberin va’d lerine karşı alternatif va’d ler
geliştirecek. Peygamberin kitabına alternatif kitaplar, peygamberin hayat
programına alternatif sistemler geliştirecek. Peygamberin bahsettiği cennete
karşılık dünya cennetleri, cehenneme karşılık dünya azapları, dünya zindanları,
dünya azapları geliştirecek. İnsanlardan çoğu şeytanın vartalarına düşerek
peygambere karşı gelirlerken, bir kısmı da şeytanın iğvalarını tanıyarak
peygamber safında yer alacak.
Peygamber ve Müslüman her şeye
rağmen sabırla yoluna devam edecek. Şeytanın kışkırttığı kâfirler tüm
hışımlarıyla peygamber ve taraftarlarının üzerine çullanırlarken onlar da
sabırla yine onların kurtuluşu için, cennetleri için çırpınmaya devam edecek. Bu
sefer şeytan Peygambere ve Müslümanlara gelecek onları tahrik edecek. Sen yüzde
yüz haklı iken sana saldıran bu insanlara karşı niye sabrı, susmayı tercih
ediyorsun? Seninle alay eden bu insanlara karşı niye bir cevap vermiyorsun? Niye
sen bu düşmanların hakkında hâlâ iyi niyet taşıyorsun? Onların sana
yaptıklarının aynıyla sen de mukabelede bulunsana diyecek. İşte insan ve cin
şeytanlarından gelen bu iğvalara karşı Peygamber ve Müslüman Allah’a sığınacak.
Çünkü Peygamber ve Müslümanlar bu şeytanların iğvalarına kapılarak kötülüğe
kötülükle mukabeleye yöneldikleri anda kesinlikle kaybedeceklerdir. Bakın işte
bundan sonraki âyetinde Rabbimiz onu şöylece ortaya
koyuyor:
97, 98. “De ki: “Rabbim!
Şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım. “Rabbim! Yanımda bulunmalarından
da Sana sığınırım.”
Evet peygamberin ve onun yolunun
yolcularından Rablerine şöyle demelerini istiyor Allah. Ey Rabbimiz, şeytanların
hemezatın-dan, şeytanların vartalarından, kışkırtmalarından Sana sığınırım. Evet
Peygamber ve Müslüman şeytanlara karşı Allah’a sığınacak. Başka sığınacak bir
kapı yoktur. Allah’a sığınmaz da kendimize, kendi gücümüze kuvvetimize
güvendiğimiz anda kaybederiz. Kendi kendimize şeytanlarla baş etme imkânına
sahip değiliz. Çünkü bakın işte Rab-bimiz kitabında bize bu konuda yol
gösteriyor ve onlardan kendisine sığınmamızı emrediyor. Bizi, bizden daha iyi
tanıyan, şeytanları bizden daha iyi tanıyan Rabbimiz bizden bunu istiyorsa
elbette biz de onlardan Allah’a sığınmak zorunda kalacağız. Sadece Allah’a
güvenecek, Allah’a sığınacak ve O’nunla onlardan kurtulma imkânı bulacağız.
Değilse Rabbimize sığınmadan şeytanlardan korunmamız mümkün olmayacaktır bunu
unutmayalım.
Bir de şundan sığınacağız. Ey Rabbim
onların yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım. Onlar benim yanımda
olmasınlar. Onlar bana yaklaşmasınlar. Ben onlarla birlikte olmayayım. Beni
onların etki alanında kalmaktan koru ya Rabbi. Bana yardım et de; Ben onlarla
barışık olmayayım. Beni koru da; ben daima onlarla bir savaş içinde olayım.
Yardımınla onlara karşı direnip Müslümanca kalabileyim.
99,100. “Onlardan birine ölüm
gelince: “Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi
işler işlerim” der. Hayır; bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar
dirilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten alıkoyan bir engel
vardır.”
Ta ki onlardan birine ölüm
geldiği zaman, yâni şeytanların iğvasına kapılan, şeytanlardan Allah’a
sığınmayıp onların emrine giren, Allah’ın istediği bir hayatı değil şeytanların
istediği bir hayatı yaşayan birisine ölüm geldiği zaman. Ya şeytanın
azdırdıklarından, saptırdıklarından birine, ya da bizzat o şeytanlardan herhangi
birisine ölüm geldiği zaman der ki ya Rabbi beni döndür, ne olur bana biraz daha
müsaade et de biraz daha yaşayayım da daha önce yapmadığım sâlih ameller
işleyeyim, daha önce yaşamadığım sâlih bir hayatı yaşayayım. Ne olur beni biraz
geciktir de Müslümanca bir hayat yaşayayım. Hayır hayır bu sadece ağızlarından
geveledikleri bir sözdür. Sadece bir lakırdıdan ibarettir bu. En’âm’da da eğer
bunlar geri döndürülselerdi yine eski hayatlarına, eski şirklerine, eski
küfürlerine, eski nifak ve şikaklarına dönerlerdi buyurur Rabbimiz.
Yâni bunların bu geri döndürülme
talepleri iyi bir Müslümanlık değil sadece gördükleri sorgulamaktan ve azaptan
kurtulmaktır. Çünkü dünya üzerinde onlara bu gerçeği anlayabilecekleri,
Müslümanca bir hayat yaşayabilecekleri uzunca bir ömür verildi, fırsat verildi.
Kendilerine uyarı üstüne uyarılar gönderildi. Görsel ve işitsel âyetler sunuldu.
Ama buna rağmen onlar tüm bu âyetleri, tüm bu uyarıları görmezden geldiler. Ama
işte şimdi melek karşılarına çıkıp ta azaplarından, cehennemlerinden haberdar
olunca ya Rabbi ne olur bizi geri döndür diyorlar. Asla! Allah artık onları geri
döndürmeyecek.
Ölümlerinden sonra dirilecekleri ana
kadar onların arkasında bir berzah var. Yâni dirilecekleri zamana kadar
bekleyecekleri, kalacakları bir yer var. Bir yerde dirilişi bekleyecekler onlar.
Ve nihâyet bir gün kalkış emri gelecek:
101. “Sur'a üflendiği zaman, o
gün, aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez ve birbirlerine de bir şey
soramazlar.”
Sura üfürüldüğü zaman o gün artık
aralarında soy sop yakınlığı, birbirlerini sorup soruşturmaları, birbirleriyle
yakından ilgilenmeleri de olmayacak. Birbirlerine sıcak bir kucak açmaları,
yardımlaşmaları da olmayacak. Birbirlerine hiçbir şey soramayacaklar,
birbirlerinden hiçbir şey isteyemeyecekler. Tüm akrabalık bağları, tüm dostluk
bağları bitmiştir artık. Kavgalarının, saltanatlarının hiçbir özelliği
kalmamıştır.
Bir hadislerinde bu konunun açıklanması
sadedinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Her
kimi de ameli geciktirecek olursa nesebi onu öne
geçiremez.”
Ameli eksik olanın, amelleri bozuk
olanın nesebi onu kurtara-maz. Öyleyse hiç kimse nesebine güvenmesin. Efendim
işte ben pey-gamber çocuğuydum, ben peygamber torunuydum, ben falan zarın damadı
muhteremleri, ben falan zatın evlad-ı tahireleri idim, ben şu kadar yıl falan
zat-ı muhteremin hizmetinde bulunmuşum, ben falan zatın eteğinden tutup onun
tekkesinde çorba içmiş adamım. Bunların hepsi boştur.
Evet
sura üfürüldüğü andan itibaren her şey bitmiştir. Tüm ar-kadaşlıklar, tüm
akrabalık bağları, tüm protokoller ve tüm ilişkiler
bit-miştir.
Böyle bir günün heyecanıyla tir tir
titreyin ki o gün oğul babadan, baba oğuldan kaçacak, kadın kocadan, koca
karısından kaçacaktır. Hiçbir kimseden fidye kabul edilmeyecek. Dünya kadar
malınız mülkünüz olsa bile beş para etmeyecek. Hiçbir kimseden de fidye kabul
edilmeyecek. Hiçbir kimse de kimseye şefaat edemeyecek, herkes Rabbinin
huzurunda bir hesabın beklentisi içinde olacaktır. Ve hiç kimseye de yardım
olunmayacaktır. Öyleyse gelin ey insanlar o günün heyecanıyla, o günün
sıkıntısıyla Allah’ın size verdiği nimetleri hatırlayın ve hazırlıklı olun. O
gün bizi kurtaracak olan iyi ameller işlemeye koşalım. İşleyeceğimiz amellerle
Rabbimizi kendimizden razı etmeye çalışalım ve sadece buna güvenip başka hiçbir
şeye bel bağlamayalım.
Sakın ha filanların Allah’la arası
iyidir, benim de onlarla aram iyidir, o halde onlar beni kurtaracak ümitleriniz
olmasın. O gün ne ba-banın evladına, ne evladın babasına, ne kocanın karısına,
ne amirin memuruna sağlayabileceği bir şey yoktur. Herkes yardımcısız ve yal-nız
olarak Allah’ın huzuruna gidecektir. Melikler yalnız, malikler yalnız,
hükümdarlar, krallar yalnız, hacılar, hocalar yalnız ve hattâ peygamberler bile
yalnız. Hepsi de çaresiz işlediklerine karşılık, yaşadıkları hayatlarına
karşılık Allah’ın kendilerine vereceği hükme razı olacaklardır. Ulü’l azim
peygamberlerden Hz. Nûh (as) oğlunu, İbrahim (as) babasını
kurtaramayacaktır.
Bakın Buhâri’de 1375 nolu hadiste
İbrahim (as) ile babası Âzer arasında kıyamet günü geçecek bir olay anlatılır.
İbrahim (as) yüzü gözü toz toprak içinde perişan bir vaziyette karşılaştığı
babasına: Baba! Ben sana bana âsî olma dememiş miydim? buyuracak. Babası Âzer de
işte şimdi sana âsî olmayacağım diyecek. Bunun üzerine Hz. İbrahim’in: Ya Rab!
Sen bana insanların tekrar dirildikleri günde beni rezil ve rüsva etmeyeceğini
vaad etmiştin. Şimdi babamın bu durumunu görmekten benim için daha çok ar ve
hayayı mûcib bir rüsvalık olabilir mi? diyecek. Allah da: Ya İbrahim, ben
cennetimi kâ-firlere haram kıldım buyuracak. Sonrada ayaklarının altından
yaka-lanarak babasının cehenneme yuvarlandığını görecek
buyuruluyor.
Bakın Allah’ın Resûlü Şuarâ 214.
âyetiyle akrabalarını, yakınlarını uyarmakla görevlendirilince tüm yakınlarına
şöyle diyordu:
“Ey
Kureyş topluluğu, sizler canlarınızı Allah’tan satın almaya ve kurtarmaya
bakınız, vallahi benim Allah’a karşı size hiçbir faydam dokunmayacaktır. Ey
Ra-sûlullah’ın halası Safiye, bilmiş olasın ki Allah’a karşı benim sana hiçbir
faydam olmayacaktır. Ey Muhamme-d’in kızı Fatıma, malımdan neyi istersen benden
iste, istediğini benden alabilirsin, ama unutma ki Allah’a karşı benim sana
hiçbir faydam olmayacaktır.”
(Buhâri,
K. Vesaya 3/190)
Evet bir peygamber bile böyle derse
gerisini siz düşünün.
102,103. “Tartıları ağır
gelenler, işte onlar kurtuluşa ermiş olanlardır. Tartıları hafif gelenler, işte
onlar, kendilerine yazık edenlerdir, cehennemde
temellidirler.”
O gün tartıları ağır gelenler
felâha erenler, kazananlardır. Ama kimin tartısı da hafif gelirse işte onlar da
kendilerine yazık etmiş, kendilerini bozuk para gibi harcamış insanlardır. Ve
işte onlar ebediyen cehennemde kalacaklardır. Evet terazileri ağır basanlar,
yâni ya terazilerinin hayır kefesine konulanları ağır basanlar, ya da
terazisinde iyi amelleri ağır basanlar, ya da teraziye konan amelleri,
değerlendirilmeye tabi tutulan amelleri Allah katında değer ifade edenler, Allah
katında ağırlığı olan amellerin sahibi olanlar demektir. Evet kendilerinin,
sözlerinin, kelimelerinin, düşüncelerinin, amellerinin, hayatlarının tartılacağı
terazileri ağır basanlar, ya da amelleri, düşünceleri, hayatları Allah katında
bir ağırlık, bir değer ifade edenler felâha ermişler, kurtulmuşlardır.
Peki acaba bugün bu ameller belli değil
mi? Elbette belli. Rab-bimiz kendi katında değer ifade eden amelleri, katında
ağırlığı olan bir hayatı bu dünyada kitabıyla bize haber vermiştir. Hangi
ameller değerli, hangileri değersiz, hangileri ağır hangileri hafif bunları kitabında anlatmıştır. Bu konuda vahiy
kriterdir, kıstastır. Evet işte bu kitaba göre bir hayat yaşayanlar kurtulacak,
hayatını bu kitaba göre yaşamayanlar da kaybedeceklerdir. Onlar cehenneme
gideceklerdir. Öyle bir cehennem ki:
104. “Ateş onların yüzlerini
yalar, dişleri sırıtıp kalır.”
O ateş onların yüzlerini yalayıp
yutacak, dişleri de sırıtıp kalacak. Ateş bir anda yüzlerinin derisini bitirecek
te sırıtıp kalan bir kelle haline geliverecekler. Böyle bir cezadan, böyle bir
akıbetten Rabbim hepimizi korusun. Korkunç bir şey.
Rabbimiz bize ölüm ötesi hayatın bir
görüntüsünü sundu. Yarın mutlak sûrette olacakları bize rahmetinin gereği olarak
bugünden olmuş gibi sunuverdi. Bizi yarın mutlak karşılaşacağımız bir akıbetle
uyarıverdi. Ölüm gelir bir insana. Ölüm öncesinde Allah’ın istediği bir hayatı
yaşamayan kimse pişmanlık içinde geri döndürülmek ister. Ya Rabbi, ne olur beni
geri çevir de senin istediğin gibi bir hayat yaşayayım. Yapmam gerekirken
yapmadıklarımı yapayım, yapmamam gerekirken yaptıklarımı terk ederek Müslümanca
bir hayatı Sana takdim edeyim der. Rabbim buyurur ki bu sadece ağzından
gevelediği bir sözdür. Pratikte bu lakırdının hiçbir değeri yoktur. Esasında
geri dönüş mümkün değil de bu adamlar geri dönseler de yine Allah’a kulluğa
değil de eski hayatlarına dönecekler.
Ve ölümün gerçekleşmesinden sonra
tekrar diriliş dönemine kadar ara dönem, berzah dönemi, o kabir alemi devam
edecek. Nihâyet bir gün sur üfürülecek, kıyâmet kopacak ve insanlar ayağa
kalkacaklar. Her şey bitmiş, sadece söz konusu amel var, iman var, Allah için
yaşanan bir hayat ya da küfür var, isyan var, Allah’ın istemediği bir hayat var.
İşte bunlar değerlendirilecek ve karar verilecek. Orada hiç kimsenin
yapabileceği bir şey de yoktur. Kimsenin kimseye sağlayabileceği hiçbir şey
yoktur. Kabul edilen, reddedilen cennet, cehennem, melekler insanların
gözlerinin önünde durmaktadır. Artık orada ben Allah’a, cennete, cehenneme,
meleklere, âhirete iman et-tim demenin hiç bir anlamı da kalmamıştır.
Daha önce yaşadığı hayatta
inanmayan bir kimsenin orada ben inandım demesinin hiçbir değeri olmayacaktır
artık. Dünyada ya-pılıp edilenler oraya aktarılmış ve tartılmaktadır. Tartısı
ağır gelenler kurtulurken, hafif gelenler de cehennemi boylayacaklardır. Kâfir
olarak, müşrik olarak gelenler ebediyen, hiç çıkmamacasına cehennemde
kalırlarken, ateşin yüzlerini yalayacağı korkunç bir azabın içinde kalırlarken,
mü’min oldukları halde Allah’ı razı edecek amelleri az, günâhları çok olanlar
belli bir süre cehenneme gidecekler. Allah onlara orada şöyle bir soru
soracak:
105. “Allah: “Âyetlerim size
okunurken onları yalanlıyordunuz değil mi?” der.”
Size Benim âyetlerim okunmadı mı?
Size Benim âyetlerim du-yurulmamış mıydı? Duymamış mıydınız âyetlerimi?
Haberiniz yok muydu âyetlerimden? Siz onu yalanlamıştınız değil mi? Benim
âyetlerimi yok saymıştınız değil mi? Beni âyetlerimden habersizdiniz değil mi?
Âyetlerimin uyarısına rağmen ne işiniz var şimdi burada? Bu yanılgılarınız niçin
sizi bu cehenneme getirdi? Niye Benim âyetlerimle ilgilenmediniz? Benim
uyarılarımı niçin kale almadınız?
106. “Şöyle derler: “Rabbimiz!
Bizi bedbahtlığımız yenmişti; sapık bir millet
olmuştuk.”
Onlar derler ki, ey Rabbimiz bize
bedbahtlığımız, bize kem talihliğimiz, bize isyanımız galebe çaldı. Bizim Seni
inkârımız, Senin âyetlerine düşmanlığımız, Seninle savaş düşüncemiz bize galip
geldi. Biz sana ve dinine, âyetlerine karşı isyan ederek bedbaht olmayı,
terörist olmayı yeğledik. Sana karşı düşmanca hayatımız bize galip geldi de biz
sapık bir toplum olduk. Biz de sana iman özelliği de vardı. Seni ve âyetlerini
tanıma istidamız da vardı. Ama Senin bize verdiğin o fıtratlarımızı öldürerek
bile bile sana karşı eşkıya olmayı tercih ettik. Sen bizi sadece bu
özelliğimizle yaratmamıştın. Bu özelliğimizin yanında iman edebilme, itaat
edebilme özelliğimizi de bize vermiştin. Ama biz Sana teslimiyeti bırakıp,
Müslümanlığı bırakıp bedbahtlığı tercih ettik. Muttaki olmayı terk edip eşkıya
olmayı tercih ettik. İşte böylece itiraf edecekler. Ve sonunda da diyecekler
ki:
106. “Şöyle derler: “Rabbimiz!
Bizi oradan çıkar, eğer biz dönersek o zaman zâlimlerden
oluruz.”
Ey bizim Rabbimiz, ey dünyada
bilemediğimiz, tanıyamadığımız, yoluna giremediğimiz Rabbimiz ne olur bizi
oradan çıkar, eğer biz tekrar Senin istemediğin bir hayata dönersek zâlimlerden
oluruz. Tekrar dünyaya döndürdüğünde eğer eski şirklerimize, eski
bedbahtlıklarımıza dönersek, aynı yanılgılarımıza, aynı eşkıyalıklarımıza,
seninle yarıda bıraktığımız savaşlarımıza dönersek o zaman biz zâlimlerden olmuş
oluruz. Evet önceki âyetlerde geçti, bunu ölürken de söylüyorlardı. Ya Rabbi şu
ölümümüzü biraz tehir et ki sâlih ameller işleyelim diyorlardı. Şimdi cehennemle
karşı karşıya geldikleri zaman yine aynı şeyleri söylüyorlar.
Evet alçaklar nice kereler
Müslüman olmayı arzu edecekler. Ölürken isteyecekler bunu, kabirde isteyecekler,
Mîzanın başında isteyecekler, cehennemde isteyecekler. İşte şu anda Rabbimiz
bütün bunları haber vererek, şimdi Müslüman olun olacaksanız buyurmaktadır. Evet
onların bu geri dönme isteklerine karşılık bakın Rabbimiz şöyle cevap
veriyor:
108,111. “Allah: “Sinin orada!
Benimle konuşmayın. Kullarımdan bir topluluk: “Rabbimiz! İnandık, artık bizi
bağışla, bize acı. Sen acıyanların en iyisisin” diyordu. Siz ise, onları alaya
alıyordunuz. Bu yaptıklarınız size, Beni anmayı unutturuyordu. Onlara hep
gülüyordunuz. Sabretmelerine karşılık bugün onları mükâfatlandırdım. Doğrusu
onlar kurtulanlardır” der.”
Yıkılın orada, alçalın orada,
alçaldıkça alçalın orada. Artık Benimle konuşmayın. Mâzeret beyan etmeyin. Rezil
rüsva olun orada. Ezildikçe ezilin. Dünya hayatında Bana ve kitabıma karşı
takındığınız o müstekbir, o kibirli tavırlarınıza karşılık küçüldükçe küçülün
orada. Biz dünyada Allah’ı bitirdik, Allah’ın âyetlerinin defterini dürdük,
Müslümanların işini bitirdik demelerinize karşılık, Allah’a kulluk evlerini
kapattık naraları atmanıza karşılık, dünya bizimdir, yetki bizimdir demelerinize
karşılık haydi artık konuşmayın huzurumda. Benimle konuşma hakkınız bitti. Sizin
artık orada konuşma hakkınız yok-tur alçaklar. Suspus olun. Bitin artık orada.
Size düşen o ateşe
direnebilirseniz direnmektir, bunun dışında başka hiçbir çıkış yolunuz
kalmamıştır artık. Size ölüm de yoktur
ar-tık. Ebediyen bu azabın içindesiniz. Allah korusun bu sözleri
duymaktan. Rabbim korusun bu sözlerin muhatabı olmaktan. Ölümün öldürüldüğü bir
atmosferde, kurtuluşun olmadığı bir ortamda bulunmaktan Allah’a sığınırız,
Rabbim bizi korusun inşallah. Bir gün değil, bir yıl de-ğil, bir asır değil,
milyarlarca asır değil ölümsüzlüğün azapla tadılıp, ölümün oğul balı gibi
arandığı ebedî bir azap mahalli. Bunun ne anlama geldiğini anlayabiliyor
musunuz? Öyleyse en büyük derdimiz, en büyük sıkıntımız, en baş hesabımız
buradan kurtulmak olsun. Tüm çabamız bu olsun.
Kullarımdan bir grup vardı da onlar
şöyle diyorlardı. Ey Rab-bimiz biz sana iman ettik. Bizi bağışla. Bize mağfiret
et. Bizim ku-surlarımızı örtüver. Bize merhamet et. Çünkü merhamet edenlerin en
hayırlısı Sensin. Sen bize acı, bizi bağışla. Onlar böyle diyorlardı da siz ey
cehennemlikler o kullarımı dünyada alaya alıyordunuz. Alay konusu ediyordunuz
onları. Şu geri zekalılara bakın hele. İman di-yorlar, Allah diyorlar, bağış
diyorlar, merhamet diyorlar. Ne bunlar? Bunlar karın doyurmayan boş şeyler
diyordunuz. İşte bu alaylarınız size Benim zikrimi, Benim gündemimi, Benim
kitabımı, âyetlerimi ve Benim istediğim bir hayata yönelmeyi unutturdu.
Müslümanlara karşı bu düşmanlığınız, bu tepeden bakışınız size, Benimle birlikte
olmayı unutturdu. Beni hatırlamayı unutturdu. Benimle, Bana kullukla
şereflenmeyi size unutturdu. Bana imanı ve teslimiyeti unutturdu.
Ve bundan dolayı da onlara gülüp
geçiyordunuz. Eğlenceye alıyordunuz Müslüman kullarımı. Size göre onlar akılsız,
anlayışsız, yalnız, fakir, mazlum insanlardı. Onlara göre sizler güçlüydünüz,
saltanatınız vardı. Elinizdekilere güvenerek dünyada onlarla oyuncak gibi
oynuyordunuz. Zulmediyordunuz, öldürüyordunuz onları. Onlar sizin karşınızda
Müslümanca bir hayatın direnişini veriyorlardı. Rab-bimiz biz iman ettik, bizi
bağışla bize merhamet buyur diye dua dua Bana yalvarıp yakarıyorlardı. Sizin
karşınızda dişlerini sıkıyorlar, vaz-geçmiyorlardı Müslümanca bir hayattan.
Bakın şimdi şu anda o sizin alay
ettiğiniz insanlara. Ben onları sabırlarından dolayı mükâfatlandırdım. Sabırla
Müslümanca bir hayata devamlarından ötürü Ben onları cennetle mükâfatlandırdım.
Onların mükâfatı cennet ve işte kazananlar onlar oldu. Başarılı olanlar on-lar
oldu.
İşte bir değerlendirme. İşte
yıllar sonra gerçekleşecek bir olayın gözlerimizin önüne serilmesi. Başka hangi
kaynaktan alabiliriz bu haberi? İşte şu anda Rabbimizin ilmine, Rabbimizin
haberlerine muttali ediliyoruz. Mü’minlerin en büyük şerefi işte budur. Allah
yine sorar onlara:
112,113. “Allah onlara yine:
“Yeryüzünde kaç yıl kaldı-nız” der. Bir
gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor”
derler.”
Söyleyin bakalım, orada,
yeryüzünde ne kadar kaldınız? Kaç yıl kaldınız dünyada? Derler ki bir gün, ya da
bir günün bir parçası kadar kaldık orada. İsterseniz işte sayanlara sor derler.
Evet işte dünyada kaldıkları süre bir gün, yahut ondan biraz daha az bir süre.
Ashab-ı Kehf de aynı şeyi söylüyordu değil mi? Yıllarca saltanat sü-renlerin bu
dünyadaki saltanatları işte bu kadar sürüyor. Yâni bir gün gelip bitecek ve asla
bir daha geri gelmeyecek günler bin yıl olsa, milyon yıl olsa ne yazar da? Uzun
bile olsa kısa görüyorlar bugünleri. Evet bakın işte dünya sadece bir günmüş.
Sadece bir gün. Peki Firavun hanedanı binlerce sene saltanat sürmedi mi? Âd
Semûd şu kadar yaşamadı mı? Nuh toplumu şu kadar payidar olmadı mı? Saltanatlar,
sultanlar, devletler, egemenler ne kadar da mağrur değiller miydi dünyada? Ne
kadar da müstekbir, astıkları astık, kestikleri kestik değiller miydi? Demek
dünya bir gün kadarmış öyle mi? Peki o bir günlük bir dünya için zâlim olmak ne
anlama geliyor? Ya da o bir günlük dünya hayatı için zâlimlere imrenmenin ne
anlamı kalıyor? Bizim şu andaki çırpınışlarımızın ne anlamı kalıyor?
İşte dünya bu. Yolculuğa çıkmış bir
adamın yolunun üzerindeki bir ağacın gölgesinde kısa bir süre dinlenip de sonra
yoluna revan olması gibi bir şeydir dünya. Hepsi bu kadar. İşte âhiretin yanında
dünya bu kadardır. Şimdi söyleyin bana. Şu anda bizler bir günlük dünya hayatı
için mi çırpınıyoruz? Bir günlüğüne mi evler yapıyoruz? Bir günlük için mi bu
kadar saraylar peşindeyiz? Bir günlük rızık için mi bu uğraşları veriyoruz? Yâni
bir günün rızkını bulamadık ta onun için mi bu kadar gece-gündüz koşturuyoruz?
Bu bir günlük dünya için mi zâlimlere boyun eğiyoruz? Bir günlük dünya için mi
zâlim oluyoruz? Bu nasıl bir iş? Bu nasıl bir anlayış? Bu nasıl bir hayat? Bu
ka-darcık bir dünya için âhiret feda edilir mi? Feda edelim mi? Hiç mi aklımız
yok?
114,115. “Allah: “Pek az
kaldınız, keşke bilseydiniz! Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize
döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? “ der.”
Allah buyuruyor ki, keşke bir
bilseniz siz dünyada çok az kaldınız. Siz dünyada çok az kaldınız. Çok uzun gibi
geliyor bize değil mi? Rasulullah efendimiz bir hadislerinde elinizi denize
sokun, parmağınız ne kadar suyla geri gelirse işte âhiretin karşısındaki dünya o
denizin yanındaki o su kadardır. Âhiretin yanında dünya çok azdır. Eh şimdi bu
kadar az bir dünya için âhireti feda etmenin ne anlamı var? Cenneti feda etmenin
ne anlamı var? Hiç aklımız yok mu?
Siz öyle mi hesap ediyorsunuz? Öyle mi
zannediyorsunuz ki Biz sizi boş yere, laf olsun diye yarattık? Öyle mi
zannediyorsunuz? Öyle mi kabul ediyorsunuz? Sizi eğlence olsun diye yarattık ve
Bize dönmeyecek misiniz? Bize dönüp hesaba çekilmeyeceğinizi, sümen altı
edileceğinizi, yok olup gideceğinizi mi zannediyorsunuz? Yâni ya-şadığınız bu
dünya hayatının bitmeyeceğini, ölmeyeceğinizi, ölürseniz bile tekrar
dirilmeyeceğinizi mi hesap ediyorsunuz? Dünyadaki hesabınızı bu zanna mı bina
ediyordunuz?
116. “Gerçek hükümdar olan Allah
yücedir. O'ndan başka İlâh yoktur. O, yüce arşın
Rabbidir.”
Hak olan, gerçek olan, Melik olan
Allah’ın şanı şerefi çok yücedir. Hak olan Melik, yüceler yücesidir. Melik
sadece O’dur, egemen sadece O’dur. O’ndan başka Melik, O’ndan başka egemen,
O’ndan başka İlâh, O’ndan başka söz sahibi, O’ndan başka hükümdar, O’n-dan başka
yetkili yoktur. İşte şu anda cennetlikler ve Cehennemlikler hakkında hüküm veren
ve verdiği hükmünü uygulayarak cennetlikleri cennete, cehennemlikleri de
cehenneme gönderen O’dur. Herkes o Melikin, O hükümdarın hükmüne boyun
bükmüştür.
O Allah ki kendisinden başka İlâh
yoktur. Herkesin boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan sadece O’dur. O
Allah Kerîm olan arş’ın Rabbidir.
117. “Allah'la beraber, varlığına
hiçbir delili olmadığı halde başka İlâha tapanın hesabını Rabbi görecektir.
İnkarcılar elbette kurtulamazlar.”
Hal böyleyken kim de Allah’la
birlikte bir başka İlâha dua eder, kulluk eder, onu da hayatında söz sahibi
bilirse. Bütün bu uyarılardan sonra kim ki bu dünyada Allah’la birlikte başka
yetkililerin de varlığına inanır, onlara da hayatına karışma alanı bırakırsa,
kim ki başkalarına sığınır, onlara dua ederse bilesiniz ki onun hesabı Rabbinin
katında görülecektir. Allah onun hesabını görecektir. Böyle kâfirlerin
kaçmaları, kurtulmaları da asla mümkün olmayacaktır. Kâfirler asla başarılı
olamayacaklar, hiçbir zaman kurtuluşa, felâha eremeyecekler.
118. “Ey Muhammed! De ki:
“Rabbim! Bağışla, merhamet et, Sen merhamet edenlerin en
hayırlısısın.”
Öyleyse sen de ki peygamberim, ey
Rabbim bana mağfiret et. Ben sadece Seni Rab ve İlâh bilip gücüm yettiği kadar
Sana kulluk ediyorum. Kusurlarım olmuşsa Sen beni bağışla. Bana mağfiret edip
acı, merhamet et. Sen rahmet edenlerin, merhamet edenlerin en ha-yırlısısın.
Rabbimiz sevgili peygamberine bunu tavsiye etti ve pişdarımız da söyledi bu
sözleri. Şu anda onun yolunun yolcusu olan bizlere de bunu tavsiye ediyor
Rabbimiz, inşallah bizler de hep böyle diyeceğiz, hep böyle bir hayat
yaşayacağız. Hep bir kulluk, hep bir dua hayatı yaşayacağız. Gücümüz yettiği
kadar Rabbimize kulluğa koşacağız, ama falsolarımız olacak, sürçmelerimiz
olacak, onun için de ey Rabbimiz bizi bağışla, kusurlarımızı örtüver ve bize
merhamet et, çünkü sen merhamet edenlerin en merhametlisisin diye yalvarıp
yakaracağız.
Bu sûrenin de sonuna geldik. Rabbim
gereği gibi anlayıp, gereği gibi iman edip kulluğa yönelen kullarından eylesin.
Rabbim bu âyetlerle hem kendimizi, hem ailemizi, hem de çevremizi diriltip
cennete giden kullarından eylesin. Rabbim yolundan ayırmasın. Ve âhiru dâvana
enilhamdü lillahi Rabbil’âlemîn.
Tek kelime ile mükemmel bir tefsir Allah razı olsun Çok güzel bir tefsir Herkesin okumasını tavsiye ederim hocamıza Allah azze ve celle dünyada ve ahirette Hayır nasip etsin Allah ayaklarını sabit kızsın bizlerin de hidayetini arttırsın ilimini arttırsın inşallah
YanıtlaSil