NÛR SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
24, nüzûl sıralamasına göre 102, üçüncü miûn grubunun beşinci sûresi olan Nûr
sûresi Medine’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 64
dür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Nûr sûresi Medine’de gelmiş ve
Medine’de Allah ve Resûlü egemenliğinde Müslümanca bir hayat yaşamaya başlamış
İslâm cemaatinin temellerini atan, Müslümanların bireysel ve toplumsal
hayatlarını, aile yapılarını Allah’ın istediği biçimde düzenlemeyi, kadınıyla
erkeğiyle Müslümanları temizlemeyi hedefleyen 64 âyetlik bir
sûre.
Sûrede toplumsal bir felâket olan zina
konusu, zinâkârlara verilecek cezalar ortaya konularak toplumun Allah’ın
istemediği nikâh dışı ilişkilerin tümünde arındırılmak hedeflenir. Sonra
tertemiz kadınlara yapılacak zina iftiralarının kötülüğü ve cezası gündeme
getirilerek Müslümanlar şiddetle uyarılır.
Belki yeryüzünün en temiz ailesinin en temiz bir üyesine, bir peygamber
hanımına yapılan ifk hadisesi etrafında hem münâfıklar, hem de Müslümanlar
uyarılır. Böyle bir hadise karşısında Müslümanlara nasıl davranacakları
öğretilir.
Toplum içinde insanların şeref ve
haysiyetlerini rencide edici davranışlardan şiddetle kaçınılması tavsiye edilir.
Bu konuda şeytanın adımlarına tabi olmamak öğütlenir. Sosyal hayatın
kurallarından olarak evlere nasıl girileceği, iffet ve hayaya nasıl azami dikkat
edileceği, Müslüman erkek ve kadınların hemcinslerine karşı gözlerine nasıl
sahip olacakları, nasıl örtünecekleri, bu âyetleriyle, hidâyetiyle Rabbi-mizin
nasıl nûr olduğu, Allah’ın nûr olan bu âyetleri sayesinde mü’-minlerin nasıl
aydınlık bir dünyanın, bu âyetlerden mahrum yaşayan kâfirlerinse nasıl karanlık
bir dünyanın insanı oldukları anlatılır.
İslâm
hukukuna göre zina; arada nikâh akdi veya nikâh akdi şüphesi olmaksızın, aklî
dengesi yerinde, ergin erkekle ergin kadının cinsel temasta bulunmasıdır. Zina
suçu; zina eden kimsenin suçunu itiraf etmesi, kocasız olan kadının gebe
kalması, zina fiilini dört kimsenin gözleriyle gördüklerine şahitlik etmesiyle
sabit olur. Evli kimsenin zina etmesi halinde uygulanan recm (taşlayarak
öldürme) cezası, Hz. Peygamber'in hadislerine dayanır. Zinada, dört tane görgü
şahidinin istenmesi, cezada asıl amacın caydırıcılık olduğunu gösterir. Üçüncü
âyette, zina eden erkekle kadının, ancak birbiriyle veya Al-lah’a ortaklık koşan
birisiyle evlenmeye denk ve lâyık olduğu, bunların iffetli kimselerle evlenmeye
lâyık olmadıkları bildirilir.
Allah ve Resûlüne itaat eden
mü’minlerle itaat etmeyen kâ-firlerin mukayesesi yapılır. Allah’ın istediği
tertemiz bir aile düzeninin nasıl kurulması gerektiği anlatılır. Evlerde
ebeveynin ve çocukların nasıl davranacakları, nelere dikkat edecekleri ortaya
konur.
Yine
sûrede Allah’ın semaların ve yerin nûru olduğu ortaya konur. Nûr, kalplerde ve
ruhlardaki belirtileriyle zikredilmektedir. Sûre, bu belirtilerin meydana
getirdiği edep ve ahlâk temellerine oturtulmuştur. Bunlar, kalbi ve hayatı
aydınlatan ruhî, ailevî ve içtimaî ahlâklardır. Bu belirtiler cihanşümul nûra
bağlanmaktadır. Bunlar ruhlardaki nûr, kalplerdeki aydınlık ve vicdanlardaki
berraklıktır. Hepsi de bu büyük nurun parıltısıdır.
Sûre
içerdiği cezaları ve mükellefiyetleri, edep ve ahlâkı, kuvvetli ve kesin bir
şekilde tespit eder. Aile yuvasının korunması, kadın ve çocukların eğitimi ile
ilgili önemli hükümleri de kapsayan sûrede çok önemli konular anlatılır.
Hârise
b. Mudarrib, bu sûre hakkında; "Hz. Ömer bize Nisâ, Ahzâb ve Nûr sûrelerini
öğrenin, diye yazılı emir gönderdi" demiştir (Şevkâni, Fethul-Kadir, IV,
3).
Bu kısa mukaddimeden sonra sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya geçebiliriz inşallah.
1. “Bu, indirip, hükümlerini
kesinleştirdiğimiz sûredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler
indirdik.”
Bir sûre ki onu Biz indirdik. Bir
sûre ki onu farz olarak, yasa olarak Biz
belirledik. Bu Bizim sözümüzdür. Sakın ha başkalarının sözü yerine koymayın
bunu. Onun içinde apaçık âyetler, deliller var. Öğüt alasınız diye, zikredesiniz
diye, hafızalarınızda canlı tutasınız ve hayatınızı onunla düzenleyesiniz diye,
mutlak itaat edesiniz diye herkesin anlayabileceği açıklıkta ve netlikte
âyetlerle indirdik onu.
Rabbimiz sûre içinde indirdiği çok
önemli farizalara dikkat çek-mek için sûre başında böyle bir hitapla söze
başlıyor. Rasûlullah efendimiz Mekke’den Medine’ye hicret buyurur. Hicret
sonrası on yıllık bir dönemde Medine İslâm toplumunun temellerini atmak üzere
Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, Nûr, Ahzâb gibi sûreler geliyordu. Medine’de
Allah ve peygamber egemenliğinde yeni oluşan İslâm toplumu-nun nasıl
yaşayacaklarını, nelere dikkat edeceklerini, nelerden kaçınacaklarını, nasıl bir
İslâmî hayat yaşayacaklarını ortaya koyan âyetler, hükümler, farizalar ortaya
koyuyordu.
Toplumun lideri, devletin başkanı
olan Allah Resûlü gelen bu âyetleri topluma duyuruyor, nasıl anlaşılması
gerektiğini, nasıl pratize edilmesi gerektiğini, Allah’ın kendilerinden nasıl
bir toplumsal hayat istediğini anlatıyor, uyguluyor ve gösteriyordu. Eğer
uygulamaların-da, yaşantılarında Müslümanlar Allah’ın âyetlerine, Allah’ın
yasalarına ters düşmüşlerse Allah’ın o konudaki cezalarını da öğreniyorlardı.
Tabii Allah ve Resûlünün istediği istikâmette hareket ederler, Allah ve
Resûlünün emirlerinden çıkmazlarsa, Müslümanca bir hayatı gerçekleştirirlerse
karşılığında kendilerine Rabbimizin ne tür mükâfatlarının vaat edildiğini de
öğreniyorlardı. Mükâfatların müjdelerini de alıyorlardı.
İşte bu sûrede Müslümanların aile
hayatlarının değerlendirilmesini göreceğiz. Sûrede ilk dile getirilen konu zina
konusudur. Al-lah’ın koyduğu nikâh yasasının dışına çıkılarak, meşru nikâh dışı
ilişkilere giren insanlara verilecek ceza gündeme gelecek. Daha önce Nisâ
sûresinde de bu konu gündeme getirilmişti.
“Kadınlarınızdan zina edenlere, bunu
ispat edecek aranızdan dört şahit getirin, şahadet ederlerse, ölünceye veya
Allah onlara bir yol açana kadar evlerde tutun.”
(Nisâ 15)
Kadınlarınızdan fuhşiyyat yapanlara,
zina yapanlara onların aleyhinde dört şahit tutun. Yâni o kadının böyle bir şey
yaptığını dört şahitle belgeleyin. Eğer dört kişi şehadette bulunursa, o zaman
ölüm kendilerine gelene kadar veya Allah kendilerine bir yol açana kadar onları
evlerinizde hapsedin, evlerinizde tutun. Onları hiç kimseyle karşı karşıya
getirmeyin. Kimseyle görüştürmeyin. Tâ ki Allah onlar hakkında bir hüküm
gönderene, bir yol açana kadar buyuruluyordu. Nûr sûresinin ikinci âyetiyle
Rabbimiz o kadınlar hakkında yolunu aç-mış ve ne yapılması gerektiği ortaya
koymuştur.
2. “Zina eden kadın ve erkeğin
her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın
dini konusunda o ikisine acımayın. Onların ceza görmesine, inananlardan bir
topluluk da şahit olsun.”
Zina suçunu işleyen erkek ve kadından
her birerine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız,
Allah’ın dinini uygulama konusunda, onlara Allah’ın istediği şekilde ceza verme
konusunda sakın merhametiniz tutmasın. Sakın onlara acımanız tutmasın. Allah
nasıl istiyorsa öylece yapın ve onlara uygulayacağınız cezaya Müslümanlardan bir
grup ta şahit olsun. Allah’tan bir ceza ve ümmet için de ibret olması açısından,
caydırıcılık özelliği taşımasından ötürü bu cezanın mü’minlerden bir topluluğun
önünde ve aleni icra edilmesi gerekmektedir.
Bu cezayı infaz edenin de
merhamete kapılmadan, acıma hislerine kapılmadan icra etmesi Rabbimizin emridir.
Hattâ kendisine celde vurulacak suçlunun kalın bir elbise giyerek değneğin
acısından kurtulmasına izin verilmemelidir. Parmak kalınlığında budaksız bir
sopayla hep vücudunun aynı yerlerine vurmamak ve de özellikle yüzüne, başına
vurmamak kaydı şartıyla muhtelif yerlerine vurarak icra
edilmelidir.
Nisâ sûresindeki “...Allah onlara bir
yol açıncaya kadar onları evlerinizde hapsedin...” ifadesi böylece açıklığa
kavuşmuş oluyordu. Evet işte bu konuda Rabbimiz onlar hakkında böylece bir yol
açmış, bir ceza belirlemiş oluyordu. Âyet-i kerîmede gündeme getirilen bu
cezanın erkek, ya da kadın, evli olmayan, üzerinden herhangi bir ni-kâh da
geçmemiş olan kimseler hakkında olduğu Rasûlullah efendimizin sünnetiyle
belirlenmiştir. Evet bu ceza evli olmayan erkek ve kadınlar içindir. Evli olan
erkek ve kadınlar hakkında da Rasûlullah efendimizin uygulamasında taşlanarak
recm edilmeleri yasası belirlenmiş oldu.
Hz. Ömer efendimiz diyor ki
Rasûlullah efendimiz recm etti, Ebu Bekir’de recm etti, Ben de recm ettim. Evli
oldukları halde zina eden erkek ve kadının cezasını böylece verdim. Eğer
Allah’ın kitabına bir ilavede bulunmayı kerih görmeseydim ben bunu Mushaf’a
yazardım. Çünkü öyle bir zaman gelecek ki bu emri Allah’ın kitabında
bulamadıkları için insanlar reddedecekler, inkâr edecekler. Recm kitap-ta yoktur
diyecekler. Kitapta olmayan bir şeye inanmayız diyecekler. Tirmizî’nin
rivâyetinde İmam Mâlik der ki:
“Erkeklerden ve kadınlardan evli olanlar zina
fiilini irtikap ettikleri zaman, bu durumları ya dört şahitle, ya da bizzat bu
fiili işleyenlerin itiraflarıyla sabit olduğu zaman onlara recm cezasını
uygulamak Allah’ın kitabında bir haktır.”
Yine Buharî Müslim ve Ebu Dâvût’ta
Ubade Bin Essamid der ki: Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Benden alın! Allah onlar için
bir yol açmıştır. Bekâr bekâr ile zina ettiği zaman o ikisine yüz değnek vurun
ve bir yıl onları sürgün edin. Evli evliyle zina ettiği zaman da yüz değnek ve
recm cezasına çarptırılır.”
Buhârî, Müslim ve Tirmizî’nin
rivâyet ettikleri başka bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle
buyurur:
Abdullah İbni Mesud (r.a) dan. Demiştir
ki Rasû-lullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Şu üç sebepten biri olmadıkça hiç bir
Müslümanın kanı helâl olmaz: Başından ni-kâh geçmiş zâni (zinâkâr), katl-i nefis
eden mü'min, üçüncüsü de dinini terk eden ve cemaatten ayrılan
kişi”
[Buhârî, Kitabud Diyat
8/38)
(Müslim, Kitabul Kasame
3/1303)
(Tirmizî, Kitabud Diyat
4/19)
Evet bu hadislerinde Allah’ın Resûlü
İslâm toplumunda öldürme yollarını, öldürme sebeplerini, nasıl ve kimlerin
öldürüleceğini anlatır. İslâm toplumunda ölümü hak edenler anlatılırken tabiidir
ki öldürülmeleri yasak olanlar da anlatılmış oluyor. Demek ki evli olduğu halde
zina eden mü’min erkek ve kadınlar öldürülecektir. Evli erkek ve kadınların recm
edileceği konusunda Müslümanlar arasında Haricilerin dışında ittifak vardır.
Yâni bu recm konusu Rasulullah’ın hayatında hem kavli hem de fiili olarak varit
olmuştur. Ama bizim için Kitap temeldir, sünnete itibar edilmez dendi mi elbette
recm reddedilmek zorunda kalınacaktır. Recm konusunda Rasûlullah’ın kavli
sünneti az evvel zikrettiğim hadislerdir. Bunun dışında bu konuda daha pek çok
hadis vardır.
Fiili sünnete gelince Allah’ın
Resûlünün Maiz ve Gamidli ka-dını ve bunlardan başka zina eden bir Yahudi
çiftinin recm edilmelerini emrettiği bizzat Rasûlullah efendimizden nakil edilen
rivâyetlerdir.
Elimizdeki en muteber hadis
kaynaklarından öğreniyoruz ki Rasûlullah efendimizin hayatında en az dört recm
cezası uygulaması vardır. Müslim’in rivâyetinde bir gün Maiz isminde bir kişi
Rasûlullah efendimize gelerek: Ya Resullah beni temizle! der, Rasûlullah
efendimiz: Yazık sana! Çık git tevbe et! Allah’a istiğfarda bulun! der. Maiz
geri gelip tekrar itirafta bulunur. Rasûlullah efendimiz aynı ifadelerle onu üç
defa daha geri gönderir. Dördüncü gelişinde: Seni hangi günâhtan temizlememi
istiyorsun? buyurur. Maiz zinadan cevabını verir. Allah’ın Resûlü bu adamda akıl
hastalığı filan var mıdır? diye etrafından soruşturur. Böyle bir rahatsızlığının
olmadığı söylenir. Peki içki içmiş, sarhoş olabilir mi? diye sorar.
Etrafındakiler kontrol edip hayır böyle bir durumu da yok derler. Bunun üzerine
Allah’ın Resûlü: Sen gerçekten zina ettin mi? Şöyle şöyle oldu mu? diye sorar. O
da evet cevabını verince Maiz Rasûlullah’ın emriyle recm
edilmiştir.
(Müslim;
Hudut,22)
Yine Müslim ve İbni Mâce’nin
rivâyetlerinde Gamidli bir kadın gelip: Ey Allah’ın Resûlü beni temizle! der.
Allah’ın Resûlü ona da aynen Maiz’e dediğini der ve dışarı çıkarır. Kadının
hamile olduğu anlaşılınca doğumuna kadar beklenir, doğumundan sonra çocuk sütten
kesilince Ensâr’dan bir kadın çocuğun bakımı üzerine alır ve kadın recm
edilir.
(Müslim; Hudut 22) İbni Mâce; Diyat
36)
Yine Buhârî ve Müslim’in birlikte
rivâyetlerinde zina eden bir kadının kocasıyla zina eden işçinin babası
Rasûlullah efendimize gelerek, ey Allah’ın Resûlü bunların arasında Allah’ın
kitabıyla hüküm ver derler. İşçinin babası şöyle der: Ya Rasulallah benim oğlum
bu adamın yanında işçi iken bu adamın karısıyla zina etmiştir. Oğlum için recm
cezası gerektiğini söylediler. Fakat ben adına yüz koyun ile bir câriye fidye
verdim. Daha sonra oğlum bekâr olduğu için ona yüz değnek ve bir yıl sürgün,
kadının da recm edilmesi gerektiğini öğrendim der. Bunu dinleyen Allah’ın Resûlü
şöyle buyurur:
“Allah’a yemin ederim ki aranızda
Allah’ın kitabıyla hüküm vereceğim. Câriye ve koyunlar geri verilecek. Oğluna
yüz değnekle bir yıl sürgün cezası verilecek. Ve ey Üneys sen de bu adamın
karısına git. Şâyet o kadın zina yaptığını itiraf ederse ona recm cezasını
uygula”
Bunun üzerine o kadına recm
cezası uygulanmıştır.
(Buhârî; Hudut 38) (Müslim; Hudut
25)
Yine Müslim’in rivâyetine göre evli bir
Yahudi erkekle kadının zinasının hükmü sorulmuş, Rasûlullah efendimiz de bu
konudaki Tevrat’ın hükmünü sormuş, Yahudiler Tevrat’ın hükmünü gizlemeye
çalışsalar da Tevrat’ta da aynı hüküm bulunduğundan o kadın ve erkek recm
edilmişlerdir.
(Müslim; Hudût
26)
Yine Ebu Hureyre efendimizin Rasûlullah
efendimiz huzurunda dört defa zina ettiğini itiraf eden bir kimseyi namazgahta
recm ettik ve onu recm edenler arasında ben de vardım. Taşlar atılmaya
başlanınca adam kaçtı ve biz ona Harre’de ulaştık ve recm ettik; hadisi
müttefekun aleyh bir hadistir. Herhalde bu da az evvel dediğimiz Maiz’in recm
edilme hadisesidir.
Yine İbni Ömer efendimizden Müslim ve
Darekutni’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde anlatıldığına göre Yahudilerden
zina etmiş bir erkekle bir kadın getirildi. Allah’ın Resûlü buyurdu ki:
“Bunlar hakkında sizin
kitabınızda neler görüyorsunuz?”
Dediler ki:
“Onların yüzlerini karartır ve
rezil ederiz”
Allah’ın Resûlü:
“Yalan söylediniz! Sizin
kitabınızda onlar recm edilir, Tevrat’ı getirin de eğer doğru söylüyorsanız size
o kısmı okuyayım”
Buyurunca, onlar Tevrat’ı getirdiler, bir
okuyucu o âyeti gizlemeye çalıştı da kendisine elini o âyetin üzerinden kaldır
denildi. O da elini kaldırınca baktılar ki zina edenin recm edileceğine dair
âyet oradadır. Bunun üzerine Yahudiler dediler ki: Ey Muhammed! Evet bu hüküm
vardır Tevrat’ta ama biz onu kaldırdık dediler. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü
onların recm edilmelerini emretti. İbni Ömer der ki: Vallahi ben onların
kendilerine atılan taşlardan kendilerini nasıl korumaya çalıştıklarını bizzat
görenlerdenim der.
3. “Zina eden erkek, ancak zina
eden veya putperest bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da, ancak zina
eden veya putperest olan bir erkek evlenebilir. Bu, mü'minlere yasak
edilmiştir.”
Evet zina eden bir erkek ancak
zâniye veya müşrike bir kadından başkasıyla evlenemez. Zâniye bir kadın da ancak
zina eden veya müşrik olan bir erkeğin dışında başkalarıyla evlenemez. Evet
pisin temizle evlenmesini yasaklıyor Rabbimiz. Zâni zâniyeye, zâniye de zâniye
denktir. Yâni ne zâniye bir kadın temiz bir erkek arzular, ne de zinâkâr bir
erkek temiz bir kadın arzular.
İslâm dini öyle bir toplum oluşturmayı
hedefler ki o toplumda kadın da, erkek de temiz olacak, iffetli olacak. Her
ikisi de Allah’ın meşru kıldığı nikâh dışı ilişkiyi asla benimsemeyecek.
Rabbimiz nikâh dışı ilişkiyi pis kabul etmiştir. Hiç bir zaman Allah’a
inandığını iddia eden ne Müslüman erkek, ne de Müslüman kadın Allah’ın
yasaklamış olduğu bir davranışta bulunmayı düşünemez. Şâyet bir erkek veya bir
kadın Allah’ın yasaklamış olduğu böyle bir ilişkide bulunmuş ama hemen
arkasından tevbe etmiş ve o işle bir daha ilgilenmemişse elbette Allah onu
affeder. Böyle birisi asla bir daha Müslüman ve temiz bir kadınla evlenemeyecek
demek caiz değildir.
Allah’ın istediği şekilde
gerçekleştirilmiş bir evlilikte kadın da, erkek de birbirlerini Allah adına ve
Allah emâneti olarak kabul etmişlerdir. Her iki tarafta birbirlerine karşı temiz
ve emin olmalıdırlar. Önce adına birleştikleri Allah’a karşı, sonra da
birbirlerine karşı ihanet etmemelidirler. Çünkü onları tertemiz bir fıtratla
yaratan Allah’tır. Bir kadın ya da erkek Allah’ın kendisine verdiği, Allah’ın
yarattığı tertemiz vücudunu, azalarını Allah’ın gösterdiği yolda kullanmak
zorundadırlar. Eğer o vücudu Allah’ın istemediği yerlerde kullanırlarsa önce
Allah’a sonra da birbirlerine karşı ihanet etmiş sayılırlar. Bir erkek evinde
kendisini bekleyen tertemiz karısı dururken Allah’ın yasaklamış olduğu bir
ilişki içine girerse elbette evindeki Allah emânetine karşı ihanette bulunmuş
demektir.
Aynı durum kadın için de
böyledir. Bir kadın da evinde Allah’ın emâneti kocası dururken başkalarına gayri
meşru bir ilişkiye girerse Allah’ın emâneti olan kocasına karşı ihanette
bulunmuş demektir. Hiçbir şekilde bir Müslümanın hain olması düşünülemez.
Allah’ın emânetine en fazla riâyet etmesi gerekenler elbette Müslümanlardır. Ve
elbette ancak Allah’ın emânetine riâyet edenler kulların emânetlerine de riâyet
ederler. Çünkü kulların emânetlerine riâyet etmeyenleri Rasûlullah efendimiz
münâfık saymıştır. İşte Rabbimiz ister erkek olsun, isterse kadın kendi
emânetine riâyet etmeyenlerin birbirleriyle evlenmelerini hoş
görmüyor.
Nesâi, Abdullah Bin Amr el As’tan şunu
rivâyet eder: “Üm-mü Mahzul adında bir kadın Medine’de
fahişelik yapardı. Bir Müslüman bu kadınla evlenmek için Rasulullah’a müracaat
edince Allah’ın Resûlü onun bu kadınla evlenmesini reddetti ve işte ona bu âyeti
okudu.”
Yine Tirmizî ve Ebu Dâvût
Mekke’nin cahiliye dönemi ahlâksız kadınlarından birisiyle evlenmek isteyen bir
Müslümanı Rasûlullah efendimizin kendisine işte bu âyeti okuyarak menettiğini
haber verir. Allah’ın Resûlü kendisine yapılan bu tür müracaatlar karşısında
şöyle buyurmaktadır: “Karısının ahlâksız olduğunu bildiği halde
onunla beraberliği sürdüren kimse asla cennete giremeyecektir.”Yine
Nesâi ve Ebu Dâvût’un rivâyetlerine göre Rasûlullah efendimiz bekâr oldukları
halde zina eden kadın ve erkeğe
cezalarını uyguladıktan sonra onları evlendirdiğini görüyoruz. Abdullah İbni
Ömer efendimiz bir olay anlatır. Bir adam kendisinin evine
misa fir olarak gelen bir kişinin
kendi kızıyla zina ettiklerini tespit eder ve üstü kapalı olarak bunu Rasûlullah
efendimize anlatmaya çalışır. Rasû-lullah efendimiz de Hz. Ömer’e der ki; dışarı
çık ve müsait bir yerde bu adamın ne demek istediğini anlamaya çalış. Ömer
efendimiz durumu anlayınca Rasûlullah efendimize anlatır. Rasûlullah efendimiz
de: Yazıklar olsun, kızının sırrını neden gizliyorsun? buyurur, sonra her
ikisinin de cezalarını verdikten sonra o ikisini evlendirip bir yıl sürgün
ettiğini anlatır.
4. “İffetli kadınlara zina isnat
edip de, sonra dört şahit ge-tiremeyenlere seksen değnek vurun; ebedîyen onların
şahitliğini kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış
kimselerdir.”
Bizi yaratan, bizim fıtratımızı
en iyi bilen Rabbimizin bizim için gönderdiği hayat tarzı gerçekten insan
fıtratına, insan şahsiyetine, insan onuruna o kadar dikkat ediyor ki, bakın işte
bu Âyet-i kerîmede bir örneğine şahit oluyoruz. Muhsana bir kadına, hür,
iffetli, namuslu bir kadına kazf’ta bulunan, zina iftirasında bulunarak,
yapmadığı bir şeyi ona izafe eden, sonra da bunu ispatlayacak, delillendirecek
dört şahit getiremeyen müfteriye seksen celde, değnek vurun diyor Rab-bimiz.
Evet burada iffetli bir kadına zina iftirasından söz ediliyor. Lâkin sadece
iffetli bir kadına zina iftirası değil ne bir kadına, ne bir erkeğe hiçbir
Müslümanın iftira etme hakkı yoktur.
Meselâ bir Müslüman karşısındaki
veya gıyabındaki bir Müs-lümana ey fâsık, ey fâizci, ey şarapçı gibi bir isnatta
bulunsa, bunun karşılığında sözünün doğruluğunu ispat için iki şahit getirmek
zorundadır. Değilse kendisine tazir cezası uygulanır. Ama eğer bir Müslüman bir
Müslümana ey zâni veya ey zâniye derse, yâni zina suçu is-nat ederse o zaman
dört şahit getirmek zorundadır. Eğer dört Müslüman, birisinin zina ettiğini
bizzat gözleriyle görürlerse ancak o zaman onun zinasının sabitleştiğini ortaya
koyarlar. Değilse üç kişi bile olsa bir kadına zina etti derlerken, bir kişi
hayır diyorsa bu üç kişi kazf, yâni iftira cezasına çarptırılacaklardır. Bu
iftirayı yapanlar ister erkek olsunlar, isterse kadın olsunlar, ister bir kadın
hakkında zina iftirasında bulunmuş olsunlar, isterse bir erkek hakkında bulunmuş
olsunlar durum fark etmeyecektir.
Ama tabii âyetin ifadesi gereği bu yasa
sadece muhsan ve muhsanalar hakkındaki bir zina iftirasını kapsamaktadır. Yâni
zinayla suçlanan kadın veya erkek eğer İslâm imanı ve ahlâkıyla korunmuş iffetli
kişiler değillerse, iffetsizlik ve ahlâksızlık kisveleriyle maruf, ünlü
kimselerse o zaman iftira eden kimselere bu ceza verilmeyecektir. Bir de yine
müfteriye böyle bir cezanın tatbiki için müfterinin âkıl bâliğ olması
gerekmektedir. Buluğ çağına ulaşmamış veya aklı başında olmayan kimselere bu
ceza uygulanmaz. Yine müfterinin bir başkasının zorlamasıyla değil kendi hür
iradesiyle bu iftirayı gerçekleştirmiş olması şartı vardır.
Makzuf, yâni kendisine zina suçu isnat
edilen kimse hakkında da bazı şartlar vardır. Onun da âkıl bâliğ olması,
Müslüman olması, hür olması, köle ya da câriye olmaması, temiz ve lekesiz
olması, daha önce zina ile suçlanmış olmaması gibi şartları vardır.
İşte böyle olan erkek ve kadın
mü’minleri Rabbimiz koruma altına alıyor. Toplumun şerlilerinden,
iftiracılarından korumak istiyor. Böyle tertemiz kimselere zina iftirasında
bulunup da ispat edemeyenlere seksen değnek vurun ve ebedîyen onların
şahitliklerini kabul etmeyin diyor Rabbimiz.
Namus ve iffet sahibi bir kimseye böyle bir
isnatta bulunmak gerçekten onun canını almaktan çok daha ağır gelir.
Böylelerinin hem değnek vurarak bedenlerine, hem de şehadetlerini kabul
etmeyerek, sözlerine itibar etmeyerek ruhlarına ceza verilmesini istiyor
Rabbimiz. Ve de böylece toplum hayatı bu tür ifsatlarla bozulmaktan
korunacaktır. Birileri bu tür yanlışların içine girmiş olsa bile bu toplumda
yayılmayacak, yaygınlaştırılmayacaktır. Aksi takdirde herkes insanların çok kötü
olduğunu, herkesin gece gündüz zina ettiğini, fuhuş yaptığını, iftira ettiğini
yaygınlaştırırsa o zaman toplumun bozulması, toplumun tefessüh etmesi, hızla
kötülüğe doğru kayması daha da çabuklaşacaktır.
Öyleyse hiç kimsenin kötülüğü
yaygınlaştırmaya, kötülüğü yasal hale getirmeye ve toplumu dejenere etmeye hakkı
yoktur. Bırakın toplumda münferit bir kaç olayı yaymayı, hele hele toplumda hiç
olmayan, milyarda bir bile olmayan olayları varmış gibi lanse ederek herkesi
kötü düşünmeye sevk etmeye kimsenin hakkı yoktur. Veya bir insan hakkında, bu
adam şöyle kötüdür, böyle kötüdür, bu adam şu şu işleri yapmaktadır, bu kadın
şöyle şöyle bir kadındır, toplumda şu şu işleri yapmayan kalmamıştır, toplumda
iffetini koruyan bir tek insan yoktur gibi sözlerle acayip bir şekilde toplumu
top yekun karalama çalışmaları gerçekten o toplum için çok büyük bir felâkettir.
İşte bu toplumu yıkmayı hedefleyen şu alçak medyanın, şu satılmış basının
yaptığı bundan başka bir şey değildir.
Dört zibidi oturmuşlar, nerede
münferit işlenmiş bir kötülük varsa büyük puntolarla onu toplumun gözleri önüne
getirerek herkes böyleymiş gibi, herkes böyle yapıyormuş gibi bir imaj
uyandırarak bu toplumu yıkmak istiyorlar. Hiçbir kimsenin ne toplumun tamamını,
ne de bir şahsı hedef alarak onun hakkında dört tane şahit olmaksızın şu şu
kötülüğü yaptı diyerek suçlamaya hakkı yoktur. Eğer diyorsa ve de şahitlerle
bunu ispat edemiyorsa ona seksen değnek vurulacak ve ölünceye kadar da adamın
sözü dinlenmeyecek.
Ama ne yazık ki bugün bu
âyetlerin muhatabı olan, lâkin kitaplarından habersiz bir hayatın mahkumu olmuş
Müslümanlar bırakın sözünü dinlememeyi her gün, her gece âdeta içercesine bu
kâfirlerin sözlerine, vahiylerine, haberlerine, yalanlarına müptela olmuş
durumdadırlar. Bu şeytan vahiylerinden kurtulup Rablerinin vahyine kulak verecek
zamanları da, güçleri de kalmamış.
Halbuki bir okusalar bu âyetleri,
bir tanışabilseler Rablerinin bu yasalarıyla o zaman kesinlikle anlayacaklar ki
bu şekilde hareket edenler fâsıklardır ve asla fâsıkların sözlerine itibar
edilmeyecektir. O zaman anlayacaklar ki temiz bir toplum oluşturmayı hedefleyen
Rablerinin kitabı ve önderlerinin sünneti aralarında kötülüğün
yaygınlaştırılmasını ve insanlar arasında konuşulmasını istemiyor. Toplumda
daima iyilikler konuşulacak, iyilikler yaygınlaştırılacak, iffetli, hayalı bir
hayat konuşulacak ve herkes iyiliğe doğru yönlendirilecek.
5. “Ama bundan sonra, tevbe edip
düzelenler bunun dışındadır. Şüphesiz Allah bağışlar ve merhamet
eder.”
Ama bundan sonra, muhsan ve
muhsanalara, tertemiz erkek ve kadınlara zina iftirasında bulunduktan, onların
namus ve iffetlerini lekeledikten sonra tevbe edip pişman olanlar, ıslah olup
durumlarını düzeltenler, Allah’a dönenler, Allah’la barışanlar, Allah’la
aralarını ıslah edenler. Ben bu erkeğe iftira ettim. Ben bu kadına onun
yapmadığı şeyi isnat ettim diyerek kendisinin, yaptığının yanlışlığını ortaya
koyar, Allah’la, toplumla barışır, kötülüğü bırakır iyilikten yana bir tavır
alırsa, kesinlikle bilsin ki Allah onun için Ğafûr ve Rahîmdir. Allah onun için
son derece merhametlidir. Böyle yaptığı takdirde kesinlikle bilsin ki Allah onu
bağışlayacaktır.
Bundan sonra İslâm toplumunda bir başka
ailevi problemi gündeme getirecek Rabbimiz. Önceki âyetlerde yabancı kadın ve
erkeklere zina isnadı anlatılmıştı, bundan sonraki âyette de eşlerine zina isnat
eden kimselerin durumları anlatılacak. Nikâhlı insanların nikâhlıları
hakkındakilere isnatları gündeme gelecek. Evli olan bir ka-dının kocası
hakkında, yahut kocanın karısı hakkında zina isnadında bulunması ki gerçekten
çok karmaşık bir durumdur.
Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerinde bu
konu Sa’d Bin Ubadenin sözleriyle gündeme gelir. Bu zât Rasûlullah efendimize
gelerek, ey Allah’ın Resûlü, ben bu âyetin Rabbimden geldiğine iman ediyorum.
Rabbimin buyruğunun doğruluğuna aynen inanıyorum. Ancak ben şu hususa hayret
ediyorum. Şimdi ben hanımımı bir başkasıyla zina ederken görsem; hanımımın
bacaklarının arasında âdi bir herif göreceğim ve ona hiçbir şey yapmadan dört
şahit bulmaya gideceğim. Ve ben şahit getirene kadar adam da işini bitirip
gidecek. Böyle değil de oracıkta şu kılıcımla bu işi halletsem, onun işini
bitirsem karşılığında kısasen beni öldürür müsün? diye sordu. Allah’ın Resûlü
ses çıkarmadı ve hemen bunun üzerine bu âyetler nâzil oldu. Rivâyetlere göre
Hilal Bin Ümeyye de bu işin pratik örneği oluyordu.
İbni Abbas efendimizin beyanına göre bu
esnada Hilal Bin Ümeyye çıkageldi. Rasûlullah’ın ve ashabının huzurunda şu
açıklamalarda bulundu: Ey Allah’ın Resûlü akşam bahçemden evime döndüğümde
karımı bir başkasıyla buldum. Gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum diye
gördüklerini anlattı, Allah’ın Resûlü buna son derece üzüldü. Hilal vallahi bu
konuda Rabbimin bana bir çıkış yolu göstereceğini ümit ediyorum dedi ve hemen
arkasından Rasûlullah efendimize vahiy geldi. Rabbimiz şöyle
buyurdu:
6,9. “Karılarına zina isnat edip
de kendilerinden başka şahitleri olmayanların şahitliği, kendisinin doğru
sözlülerden olduğuna Allah'ı dört defa şahit tutmasıyla olur. Beşincisinde, eğer
yalancılardan ise Allah'ın lânetinin kendisine olmasını diler. Kocasının
yalancılardan olduğuna Allah'ı dört defa şahit tutulması, cezayı kadından savar.
Beşincisinde, kocası doğrulardan ise kendisinin Allah'ın gazabına uğramasını
diler.”
Evet kendi eşlerine zina suçu
atıp da, kendi eşlerine zinâ kârlık isnadında bulunup da; kendileri dışında
şahitleri olmayan kimselerin şahitliği kendilerinin doğru sözlülerden olduğuna
dair dört defa şahit tutmalarıdır. Yâni “Allah adına yemin ediyorum ki karım
falanla zina etmiştir” diyerek dört defa yemin eder, beşincisinde ise eğer bu
sözümde yalancıysam, yalan söylüyorsam “Allah’ın lâneti benim üzerime olsun” der
ve bunu kabul eder. Onun bu yeminleri dört şahit yerine geçmektedir. Bir erkek
gelip karısı hakkında bunu söyleyince karısına sorulur. Eğer karısı onun bu
isnadını kabullenirse, evet kocam doğru söylüyor diye ikrar ederse iş biter. Ama
karısı da dört defa hayır, kocam yalan söylüyor, ben böyle bir şeyi yapmadım
derse dört defa, beşincide de eğer ben yalan söylüyorsam “Allah’ın lâneti benim
üzerime olsun” derse o kadından ceza kaldırılır ki bunun adına lian denir.
Böylece kadın ve erkek birbirlerinden ayrılırlar. Ve artık ebedîyen bir daha bir
araya gelmeleri mümkün değildir.
Allah’ın Resûlü pek çok lian
uygulamasında bulunur. Lânetleşen kadın ve erkeği uyarır ve şöyle buyururdu:
“Bu yeminleri yaparken Allah’tan
korkun. Muhakkak ki ikinizden birisi yalan söylüyor. Lianın gerçekleşmesinden
sonra da adama dönerek, artık o senin değildir, bu kadının seninle bir ilgisi
kalmamıştır. Ona hiçbir şekilde intikam alıcı bir davranışta bulunamazsın.
Mehirini de geri almaya hakkın yoktur.”
(Buhârî, Müslim, Ebu
Dâvût)
10. “Allah'ın size nimet ve
rahmeti bulunmasa ve Allah tevbeleri kabul eden ve Hakîm olmasaydı suçlunun
hemen cezasını verirdi.”
Eğer Allah’ın fazlı ve rahmeti
olmasaydı, Allah tevbeleri kabul eden Tevvab olmasaydı, Hakîm olmasaydı sizler
ne yapardınız? Onun âciz ve güçsüz kulları olarak ne yapabilirdik? Hiçbir şey
yapa-mazdık. Rabbimiz böylece Müslümanların aile hayatına çok güzel hükümler,
çok hoş çözümler getiriyor.
Bundan sonra Rabbimiz yeryüzünün en
büyük iftira olaylarından birini gündeme getirecek. Hz. Ayşe annemize yapılan
ifk hadisesi, iftirası anlatılacak. Bundan sonra gelecek on âyet bu konuyu
anlatacak. Ancak konuyu anlatan âyetlere geçmeden önce şu anda da zaman zaman
Peygamber düşmanlarının gündeme getirmeye, dillerine dolamaya çalıştıkları,
böylece Peygambere, Peygamber hanımlarına ve Peygamber yolunun yolcularına,
Peygamber hanımlarının çocuklarına saldırmaya çalıştıkları bu olayın
ayrıntılarını Ayşe annemizin dilinden bir özetleyelim. Ondan sonra Rabbimizin
beyanlarına kulak verelim.
İmam Ahmet Zührî’den nakil ediyor.
Rasûlullah efendimizin en sevgili zevcesi, sevgilinin en sevgilisi Ebu Bekir’in
kızı Ayşe diyor ki: Rasûlullah efendimiz sefere çıkacağı zaman hanımları
arasında kura çekerdi. Kura hanımlarından her kime çıkarsa o sefere onunla
birlikte çıkardı. Yine böyle savaşlardan birine gideceğinde aramızda çektiği
kura bana çıktı. Ve bu sefere beraber çıktık. Bu sefer hicap âyetinin nüzûlünden
sonraydı. Kadınlar cilbablarını üzerlerine almışlardı. Ben bu seferde deve
üzerindeki bir tahtırevanda taşınıyordum. Konak yerlerinde de ondan iniyordum.
Allah’ın Resûlü savaş sonrası yola koyuldu. Medine’ye dönüyorduk ve Medine’ye
yakın bir bölgede konakladık. Geceleyin bir müddet orada kaldıktan sonra hareket
emri verildi. O sırada ben tek başıma kalkıp def’-i hacet için oradan
uzaklaşıncaya kadar yürüdüm. İşimi bitirip kervanın konaklama yerine döndüğümde
elimi göğsüme attım, baktım ki Yemen boncuğundan dizilmiş olan gerdanlığımı
düşürmüşüm. Tekrar geri dönüp gerdanlığımı aramaya koyuldum.
Onu aramam ve bulmam bayağı zaman
almıştı. Beni taşıyan kafile de benim tahtırevanımın içinde olduğumu sanarak
devemi kaldırıp yola koyulmuşlar. Çünkü o zaman kadınlar az yemek yerlerdi ve
şişman değillerdi. Bu sebeple adamlar tahtırevanı kaldırdıklarında durumu fark
edememişler. Ben o zamanlar genç bir kız idim. Onlar da deveyi önlerine katıp
yola koyulmuşlar. Askerler epey yol aldıktan sonra nihâyet gerdanlığımı buldum
ve konakladıkları yere geldiğimde kimseyi bulamadım. Farkına varıp ta
aradıklarında beni orada bulabileceklerini düşünerek orada kaldım. Orada
beklerken uyku bastırdı ve uyudum. Safvan Bin el Muattal es Sülemi ve ez Zekvani
ordunun arkasından gidiyor ve askerlerin unuttuklarını topluyordu. Safvan oraya
gelince benim karartımı gördü ve dikkat edince benim olduğumu tanıdı. Çünkü o
beni örtünme emrinden önce gördüğü için rahatlıkla tanıdı ve inna lillah ve inna
ileyhi raciun dedi. Biz Allah’a aidiz ve Ona döndürüleceğiz dedi. Sesini duyunca
hemen uyandım. Hemen başörtümle yüzümü örttüm. Vallahi o bana az evvel ki
sözünden başka hiçbir şey söylemedi. Eğilip devesini çökertti ve binmem için
işaret etti. Ben de hemen devesine bindim. Devenin yularını çekerek beni
askerlerin arkasından yetiştirdi. Nihâyet öğle zamanı konaklayan orduya
yetiştik.
Artık benim bu durumum sebebiyle olan
olmuştu. Bu iftira işinin büyük bir kısmını Abdullah Bin Übey Bin Selül üzerine
almıştı. Nihâyet Medine’ye vardık. Tam bir ay süreyle hastalandım. Medine’de
benim hakkımda dedikodu alıp yürümüş. İnsanlar Medine’de iftiracıların sözlerini
dillerine dolaştırıyorlarmış. Rasulullah’a gelince hastalandığım zaman bana
gösterdiği o eski ilgiyi, şefkati göstermiyordu. Bu benim sancımı, üzüntümü daha
da artırıyordu. Rasûlullah sadece içeriye girip bana selâm veriyor ve nasılsın?
deyip çıkıyordu. Onun bu tutumu beni şüphelendirmişti. Ama yine de hiçbir şeyden
haberim yoktu.
Nihâyet biraz iyileştikten sonra
dışarı çıktım. Benimle beraber Ümmü Mıstah da çıktı. Beraber bizim abdest
bozduğumuz yere kadar gittik. Tuvalet ihtiyacı açıkta giderileceği için geceden
geceye çıkardık. Bu hadise helâları evlerimize yakın inşa etmemizden önceydi.
Tuvalet hususunda âdetimiz Arapların ilk âdetiydi. Ümmü Mıstah’la beraber
yürüdük. İşimizi bitirip geri dönerken Mıstah’ın annesi örtünün içinde tökezledi
ve şöyle dedi: Kahrolası Mıstah! Ben dedim ki, çok kötü bir söz söyledin. Bu
sözü Bedirde bulunmuş bir adam hakkında mı söylüyorsun? Bunun üzerine bana
iftira edenlerin sözlerini ve Medine’de çalkalanan dedikoduları bir bir anlattı.
O zaman üzüntüme üzüntü katıldı. Hastalığım da arttı. Evime döndüğümde
Rasû-lullah (a.s) yanıma girerek nasılsın? diyerek hatırımı sorunca, bana ana
babamın evine gitmem için izin vermesini istedim. Gidip durumumu tam mânâsıyla
onlardan öğrenmek istiyordum. Bana izin verdi. Hemen baba evime gidip anama
sordum. Anacığım, insanların söyledikleri doğru mudur? Sakin ol kızım, üzülme!
Vallahi pek az güzel kadın vardır ki kendisini seven bir adamla evli olsun,
ortakları olsun da onun aleyhinde pek çok dedikodu üretmiş olmasınlar dedi.
Kendimi şöyle demekten alamadım: Demek ki halkın diline düştüm. O gece sabaha
kadar ağladım. Ne gözümün yaşı dindi, ne de gözlerime uyku girdi. Sabah olunca
Rasûlullah (a.s) Ali ve Üsameyi çağırdı. Bu konuda vahiy gecikince hanımıyla
ayrılıp ayrılmaması konusunda onlarla istişare etti.
Rasûlullah sıkıntılı, Ebu Bekir
sıkıntılı, Ayşe annemiz sıkıntılı, Müslümanlar sıkıntılı ve henüz vahiy de
gelmemişti. Ali Rasûlullah’ın amcasının çocuğu, Üsame de Zeydin oğlu idi.
İstişarede Üsame benim tertemiz bir kadın olduğumu ve asla böyle bir şeyi
yapamayacağımı anlatırken Rasulullah’a şöyle diyordu: Ey Allah’ın Resûlü o senin
hanımındır. Ve vallahi ben onun hakkında hayırdan, temizlikten, namusluluktan
başka bir şey bilmeyiz dedi. Ali ise şöyle dedi: Ey Allah’ın Resûlü Allah seni
asla darda koymaz. Ayşe’den başka bu dünyada daha çok kadın vardır. Fazla
düşünmene gerek yok, câriyesine sor, o sana doğrusunu söyler dedi. Bunun üzerine
Allah’ın Resûlü Berireyi çağırıp sordu. Ey Berire, Ayşe’de seni şüphelendirecek
bir şey gördün mü? O da: Hayır ey Allah’ın Resûlü, seni hak ile gönderen Allah’a
yemin ederim ki o böyle bir şeyi yapmaz. Ben onda hiçbir kusur görmedim. Sadece
o çok genç ve o kadar saftır ki ailesi için hamur yapar da sonra uyuyakalır,
sonra da bir oğlak gelip onun hamurunu yiyiverir, hepsi bu kadar.
Bunun üzerine Allah’ın Resûlü Abdullah
Bin Übeyin iftirasını hükümsüz kılmak için ertesi günü minbere çıkıp şöyle
konuştu: Ailem hakkında yaptığı eza ve cefayı bertaraf edecek ve iftiracıyı
cezalandıracak kimse yok mu? O anlattıkları adamda, Safvan’da iyilikten,
namustan başka bir şey bilmiyorum. Ailemin yanına o ancak benimle girerdi dedi.
Bunun üzerine Sa’d Bin Muaz ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey Allah’ın Resûlü, vallahi
ben onun cezasını veririm. Bu iftirayı eğer Evs’ten birisi yapmışsa hemen onun
boynunu vururum. Yok eğer kardeşlerimiz Hazreç’ten birisi yapmışsa emret ona da
aynısını yapalım. Hazrec kabilesinin reisi olan Sa’d Bin Ubade de kalktı, Sa’d
Bin Muaz’a çıkışarak, yalan söylüyorsun! Sen onu öldüremezsin! Buna gücün de
yetmez! Eğer o adam senin kendi kabilenden olsaydı böyle konuşmazdın! dedi.
Bunun üzerine hemen Sa’d Bin Muaz’ın amcası Üseyd Bin Hudayr kalkıp Sa’d Bin
Ubade’ye şöyle seslendi: Allah’a yemin ederim ki sen yalan söyledin! Biz mutlaka
onu öldürürüz! Sen münâfıkları savunan bir münâfıksın! dedi. İki kabile böylece
ayaklandılar. Neredeyse savaşacaklardı. Rasûlullah minberden devamlı olarak
onları teskin etmeye çalışıyordu. Nihâyet sakinleşip sustular. Rasûlullah (a.s)
da ses çıkarmadı.
Öbür yandan ben bütün gün
ağladım. Göz yaşlarım dinmedi. Gözüme uyku girmedi. O gece de sabaha kadar
ağladım. Anam babam da benimle beraber uykusuz sabahladılar. Tam iki gece bir
gün ağladım. Ağlamak nerdeyse ciğerimi parçalayacaktı. Derken Ensâr’-dan bir
kadın gelip izin istedi, izin verdim içeriye girdi. O da benimle beraber
ağlamaya başladı. Tam o esnada Rasûlullah selâm verip içe-riye girdi ve yanıma
oturdu. O iftiradan sonra o güne kadar yanıma hiç gelip oturmamıştı. Tam bir ay
olmuş ve henüz hakkımızda vahiy gelmemişti. Oturduktan sonra şehadet kelimesini
getirip şöyle buyurdu: Ey Aişe, senin hakkında şöyle şöyle duydum. Eğer
mâsumsan, temizsen Allah mutlaka senin temizliğine dair vahiy indirecektir. Eğer
bir günâh işlemişsen Allah’tan mağfiret dile. Çünkü kul günâh işleyip, günâhını
itiraf edip tevbe ettiği zaman Allah mutlaka onun tevbesini kabul eder dedi.
Sözünü bitirdiği zaman artık göz yaşlarım dinmişti. Artık ağlamıyordum.
Babama dönüp dedim ki, söylediği
şeyler konusunda Rasu-lullah’a sen cevap ver. Bunun üzerine babam şöyle dedi:
Vallahi Ra-sûlullah’ın sözlerine ne diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi
bilmiyo-rum. Anama döndüm, anacığım, haydi sen cevap ver dedim. O da şöyle dedi:
Vallahi Rasulullah’a ne diyeceğimi bilemiyorum. Ben o zamanlar küçük yaşta bir
kadın olduğum ve Kur’an’dan çok fazla bir şey bilmediğim halde dedim ki: Vallahi
sizi insanların dedikodularına inanmış görüyorum. Maalesef bu söz sizin
kalbinizde de yer etmiş. Size desem ki ben böyle bir şey yapmadım, ben suçsuzum,
bana inanmayacaksınız. Yapmadığım halde yaptım desem ki Allah yapmadığımı
biliyor, beni tasdik edersiniz. Vallahi ben aramızdaki durumla ilgili Hz.
Yusuf’u babasının dediği:
“Bana düşen güzelce sabretmektir.
Sizin bu söylediklerinize karşılık yardım talep ettiğim de Allah’tır”
Sözünden başka bir şey bilmiyorum dedim ve
ondan sonra da Allah’ın mutlaka beni temize çıkaracağı inancı içinde gönül
huzuruyla gidip yattım. Ancak hakkımızda okunacak bir vahyin gelmesini
bek-lemiyordum. Benim gibi âciz bir kul hakkında Allah’ın vahiy göndereceğini
hiç ummuyordum. İçimden belki Rasûlullah benim beraatıma dair bir rüya görür
diye geçiriyordum. Vallahi daha oradan hiç kimse çıkmadan Rasulullah’a vahiy
geldiğini anladım. Çünkü kış günü olduğu halde alnı terlemiş, inci taneleri gibi
ter döküyordu. Pek sıkıntılı bir hali vardı. Üzerine inen vahyin ağırlığından
dolayı o hali almıştı. Bu durum bitince Rasûlullah gülüyordu. Ve bana sevinç ve
müjde dolu ilk sözü şu oldu: Ey Ayşe, haydi Allah’a hamd et, Rabbim senin mâsum
olduğunu bildirdi. Müjde sana. Anam dedi ki, haydi kalk Rasulullah’a git. Ben
ona şu cevabı verdim: Vallahi kalkıp ona teşekkür etmem. Allah’tan başka hiç
kimseye teşekkür etmem. Çünkü benim beraatim hakkında âyet gönderen O dur. Beni
O yüce Mevlâ’m temize çıkarmıştır.
Evet Rabbimiz Onu temize çıkaran
âyetler göndermişti. Rab-bim benim beraatım hakkında âyetler göndererek beni
temize çıkardı. İşte o âyetler şöyle başlıyordu:
11. “Muhammed'in eşine o yalanı
uyduranlar içinizden bir güruhtur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın, o, sizin
için hayırlı olmuştur. O kimselerden her birine kazandığı günâh karşılığı ceza
vardır; içlerinden ele başılık yapana ise büyük azab
vardır.”
Evet Peygamberin eşine karşı o
uydurulmuş, düzmece yalanla gelenler sizin içinizden, sizinle birlikte olan bir
gruptur, bir topluluktur. Bir grup gelecek ve anamıza iftira edecek. Ama ey
Müslümanlar sakın ha sakın bunu kendiniz için şer sanmayın, şer kabul etmeyin.
Bu sizin hakkınızda hayırlı olmuştur. Peki nasıl bir hayır? Anamıza iftira
ediliyor. Peygamber zevcesine iftira ediliyor. Peygamber ailesi küçük
düşürülüyor. Peygamber ailesi ağlatılıyor. Kâfirler, münâfıklar gülüyor. Nasıl
hayırlı olabilir böyle bir şey?
Rabbimiz bu sûresiyle temizdir
peygamber, temizdir Ayşe, temizdir peygamber ailesi, temizdir Müslümanlar
diyecek, hiç kimsenin yalanına kulak asmayın buyuracak ve bunu bizzat kendi
sözleriyle tescil edecek. Kıyâmete kadar Rabbimizin bu sûresiyle bu konu
perçinlenmiş olacak. Eğer böyle bir hadise olmamış olsaydı ve Rabbimiz
peygamberinin, ailesinin ve Müslümanların temizliğine dair bu âyetleri
indirmemiş olsaydı o zaman sadece o günkü kâfirlerin ve münâfıkların değil
kıyâmete kadar gelecek Yahudilerin, Hıristiyanların, kâfirlerin,
oryantalistlerin, ateistlerin, dinsizlerin iftiralarına hiç kimse, hiçbirimiz bu
kadar olgun ve dolgun cevap veremeyecektik. Onların ve kı-yâmete kadar gelecek
Allah ve peygamber düşmanlarının bu tür iftiralarına cevabı Rabbimiz o gün verdi
ve o gün için gerçekten peygamberin ve Müslümanların aleyhine gibi olan bir konu
böylece bizim için hayır olarak, hayırlı olarak sonuçlanmış oldu. Artık hiç
kimse Peygamberin temizliği konusunda, ailesinin paklığı konusunda, onun yolunun
yolcuları olan Müslümanların berraklığı konusunda tek kelime bile
söyleyemeyecektir. Söyleyenler bu Allah cevabıyla karşı karşıya
kalacaklardır.
Evet bu hadise Müslümanların lehine
olmuştur. Müslümanlar münâfıkları tanımışlar, onların bu tür oyunlarına,
komplolarına karşı uyanık hale gelmişler ve güçlenmişlerdir. Sonra yine
Müslümanlar Peygamber (a.s) in gaybı bilmediğini, Onun bildiğinin sadece vahiyle
sınırlı olduğunu bütünüyle anlamışlardır. İşte anlatıldı. Allah’ın Resûlü bu
konuda kendisine vahiy gelinceye kadar hep tedirgin olmuş, bir ay süresince
konuyu bazen hizmetçisinden, bazen diğer
hanımlarından, bazen öteki Müslümanlardan, bazen da bizzat Ayşe annemizin
ağzın-dan öğrenmeye çalışmış, sorup soruşturmuştur. Hiç gaybı bilseydi Allah’ın
Resûlü karısı Ayşe’yi üzecek bu tür ifadelerde bulunur muydu? Hiç karısına eğer
böyle bir şeyi yaptıysan tevbe et der miydi? Belki de vahyin gecikmesinin
hikmeti buydu.
Peygamber zevcesine, mü’minlerin
annesine o iftirayı atanların her birine kazandığı günâhtan bir ceza vardır.
Kimi susmuş, kimi gülmüş, kimi de konuşmuş, yaymış. Herkesin durumuna göre
vebali vardır. Ama o iftiranın büyüğünü yüklenen, onu kuran, onu yayma işini
üzerine alan kişi ki; Abdullah Bin Übey Bin Selül’dür. Medine’de münâfıkların
reisi konumundaydı. Onun için de büyük bir azap vardır. Çünkü o iftirayı ilk
ortaya atan, propaganda yapan oydu. Müslümanlar içinden de şair Hassan ve Mıstah
gibi safdil kimseler de onun dümen suyuna kapılmışlardır.
Evet ey Peygamberim, ey Müslümanlar
bunlar sizin aranızdan bir gruptur. Ve üstelik bir iki kişi değil, bir gruptur
onlar, bir cemaattir. Müslümanların kalplerine şüphe tohumları ekmeye çalışan
münâfık bir gruptur onlar. Durum Rabbimizin bu sûresiyle yapacağı beyana kadar
yaklaşık bir ay sürüverdi.
12. “Onu işittiğiniz zaman, erkek
kadın mü'minlerin, kendiliklerinden hüsnü zanda bulunup da: "Bu apaçık bir
if-tiradır" demeleri gerekmez miydi?”
Şimdi Müslümanlara yönelik bir
sorgulama. Onu işittiğiniz zaman erkek ve kadın mü’minler olarak, Allah’a ve
elçisine iman etmiş kimseler olarak nefisleriniz adına hayırlı bir zanda
bulunup, bu açıkça uydurulmuş bir iftiradır demeniz gerekmiyor muydu?
Müslümanlar kendileri hakkında, kendi içlerinden olan hemcinsleri hakkında hüsnü
zan beslemeleri gerekmiyor muydu? Kendi nefisleriyle kıyasta bulunmaları ve
kardeşlerinin asla böyle bir şey yapmayacaklarına hükmetmeleri gerekmiyor muydu?
Kendilerinden bir şüpheleri olmadığı gibi kardeşleri hakkında da
şüphelenmemeleri gerekmiyor muydu? Müslümanlar hakkında beraat-i zimmetin asıl
olduğunu bilmeleri ge-rekmiyor muydu? Birer Müslüman olarak en iyi, en akıllıca
yapılacak iş bu iftiradan başka bir şey değildir demeniz ve bu işin peşine
düşmemeniz gerekli değil miydi? Sizden beklenen böyle bir davranış değil miydi?
Peygamberinizin hanımına böyle bir iftiranın vaki olduğunu duydukları anda
Müslüman erkek ve kadınların tavrı şöyle olmalıydı diyor Rabbimiz: Bu apaçık bir
iftiradır. Bizler ne Ayşe’den, ne de diğer Müslümanlardan asla şüphe edemeyiz.
Peygamber de, onun pak eşleri de temizdir demeli değil miydiniz?
Peygamberin eşi bir sebeple kervandan
geri kalıyor, geride kalmış bir Müslüman da onu devesine bindirip kervana
yetiştiriyor hepsi bu. Hiç bir Müslüman böyle bir durumda kalmış bir kardeşini,
bir komşusunun, bir dostunun karısını hemen kirletmeye kalkışır mı? Bir Müslüman
kendisinin böyle bir şeyi yapamayacağını bilmez mi? Ve üstelikte eğer o kadın
kendisinin annesi makamında kendisine haram kılınmış bir peygamber eşiyse böyle
bir şeyi düşünmek bile mümkün değildir. Ve yine üstelik bu işi yaptığı söylenen
Müslüman Bedirde tüm varlığını ortaya koyarak liderinin komutasında savaşan
birisidir. Böyle bir durumda, böyle bir suçlamada bulunan insanların ahlâken
sükut etmiş münâfıklardan başkası olamayacağı çok açıktır. Onun içindir ki bir
münâfık kendi nefsi böyle bir şeyi kabullenebildiği için bunu rahatlıkla
söyleyebilirdi, ama Müslümanların bunu hemen anında reddetmeleri
gerekiyordu.
Peki acaba niçin Rasûlullah ve
beraberindeki Ebu Bekir gibi Müslümanlar hemen ilk planda reddetmeleri
gerekirken bu kadar önem verip üzerinde durdular? Böyle bir olayda kocanın da,
babanın da durumu çok farklıdır. Bir koca, bir baba yakiynen tanıdığı
karısından, kızından asla şüphe etmese de, hemen bunu reddetseler de suçlayanlar
onların bu reddedişlerini kaale almazlar. Kadının babasını, kocasını
kandırdığını, ya da kendi kızı, kendi karısı olduğu için onların bu olayı örtbas
ettiğini söylerler. İşte baba olarak Ebu Bekir’in de, koca olarak Rasûlullah
efendimizin de içinde bulundukları sıkıntı buydu. Değilse o kızından, Rasûlullah
ta karısından şüphe etmiyordu. Ama ortada bir dedikodu vardı ve dev adımlarla
herkesin diline dolanıyordu. Nitekim Rasûlullah efendimiz hutbesinde ne
karısından, ne de kendisine iftira edilen Safvan’dan herhangi bir şüphesi
olmadığı açıkça ortaya koymuş ve bu iftirayı atanları kim cezalandıracak
buyurmuştu.
İslâm toplumunda, Müslümanların
arasında hüsnü zan esastır. Ortada açık ve net bir durum, açık ve net bir delil
olduğu zaman ancak sû-i zanda bulunulabilir. Ortada böyle bir şey olmadığı zaman
Müslümanların suçsuzluğu, yâni beraat-i zimmeti esastır.
13. “Dört şahit getirmeleri
gerekmez miydi? İşte bunlar, şahit getirmedikçe Allah katında yalancı
olanlardır.”
Haydi bunu diyemediler, bu tavrı
gösteremediler, bari ona karşı dört şahitle gelmeleri gerekmez miydi? Bu işin
doğruluğunu ispat için şahitler getiremediklerine göre artık onlar Allah katında
yalancıların, müfterilerin ta kendileridirler. Yâni bu iftirayı atanların
hiçbirisi dilleriyle söylediklerine bizzat şahit olmuş değillerdir. Çünkü olay
Hz. Ayşe’nin kervandan geri kalması ve Safvan’ın devesine bindirip onu
getirmesine dayanıyordu. Eğer üçüncü bir şahıs, ya da suçlayanlar onların bir
şeyler yaptıklarını gözleriyle görmüş olsalar neyse. Ama öyle bir şey de yok.
14. “Allah'ın dünya ve âhirette
size lütuf ve merhameti olmasaydı, o kötü sözü yaymanızdan ötürü büyük bir azaba
uğrardınız.”
Eğer Allah’ın dünya ve âhirette
sizin üzerinize fazlı ve rahmeti olmasaydı içine daldığınız bu dedikodulardan
dolayı, o iftira sözünü yaymanızdan dolayı çok büyük bir azaba uğrardınız.
15. “Onu dilinize dolamıştınız.
Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz bir şey sanıyordunuz,
oysa Allah katında önemi büyüktü.”
O durumda sizler o iftirayı
dilinize doladınız. O iftirayı, bilmediğiniz şeyi dillerinizle aktarıp yaydınız.
Hakkında hiçbir bilginizin olmadığı şeyi ağızlarınızla konuştunuz. Ve bunu kolay
sandınız. Oy sa bu yaptığınız Allah katında çok büyük bir suçtu. Evet iftirayı
ilk yapanlar münâfıklardı, ama daha sonra rahatlıkla bu iftiraya katılan
Müslümanlar da oldu. İşte Rabbimiz şimdi onlara hitap ediyor. Nasıl yaptınız
bunu? Nasıl kandınız münâfıkların fitnelerine? Nasıl düşünebildiniz Peygamberin
hanımı hakkında böyle bir şeyi? Nasıl dolayabildiniz bunu dillerinize? Nasıl
katıldınız bu dedikodulara? Üstelik bu konuda hiç bir bilginiz de yoktu?
Gözlerinizle görmediniz. Nasıl kandınız münâfıkların sözlerine? Yâni birisinin
ağzından bir söz duydunuz ve hemen onu siz de söylemeye başlayıverdiniz. Hiç
düşünmediniz mi ki gerçekten bu Allah katında çok büyük bir suçtur. Nasıl
işlediniz böyle azîm bir suçu? diyor Rabbimiz.
16. “Onu işittiğinizde: "Bu
konuda konuşmamız yakışık almaz; hâşâ, bu büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez
miydi?”
Onu işittiğiniz zaman, bu çirkin
sözü duyduğunuz zaman, bu konuda söz söylemek bize yakışmaz, biz bu konuda asla
bir şey diyemeyiz, Allah’ım sen yücesin, hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir
sözü söylemekten sana sığınırız, gerçekten bu büyük bir iftiradır demeniz
gerekmez miydi? Allah’ı tenzih ederiz, biz asla böyle bir sözü söylemeyiz
demeniz geremiyor muydu?
17. “Eğer mü'min kişilerdenseniz,
Allah buna benzer bir şeye bir daha dönmemenizi tavsiye
eder.”
Eğer gerçekten mü’minler iseniz,
gerçekten inanıyorsanız asla buna benzer bir duruma düşmemenizi Allah size
tavsiye eder. Yapmayın bir daha böyle bir şeyi! Hiç yakışmıyor size bu! Hem
iman, hem nifak. Hem mü’min hem de münâfıklık alâmeti. Olacak şey değildir bu!
diyor Rabbimiz.
İşte âyetleriyle, bu uyarılarıyla
Rabbimiz hem peygamberini, hem Ayşe annemizi, hem de Müslümanları temize
çıkarıyor, hem Müslümanları eğitiyor, bu tür komplolar karşısında nasıl
davranmaları gerektiği konusunda onları eğitiyor, basit gördükleri ama gerçekten
Allah katında çok büyük bir günâha düşmemeleri konusunda uyarıyor ve böylece
kıyâmete kadar Rasûlullah efendimiz ve pak zevcelerinin tertemiz olduklarını
kendi bilgisiyle, kendi vahyiyle, kendi şehadetiyle ortaya
koyuyordu.
18. “Allah size âyetleri açıkça
bildirir, Allah bilendir, Hakîmdir.”
Evet dünya tarihinde en müstesna
bir kişiliğe sahip olan, iffet ve hayada, edep ve ahlâkta zirvede olan,
yeryüzünün en temiz bir ailesinin üyelerinden birine, o ailenin en gözde
elemanına, Rasû-lullah efendimizin kendisine en yakın olan hanımı Hz. Ayşe
annemize yapılan bir iftira hadisesi anlatıldı. İftiranın ayrıntıları ve sonunda
bu iftirayı yapanların büyük bir cezayla cezalandırılacağı ve anamızın tertemiz
olduğunu anlatan âyetlerle karşı karşıya kaldık. Kıyâmete kadar Rasulullah’a ve
hanımlarına saldıracak olanlara en güzel cevabını verdi Rabbimiz. Ve böyle
tertemiz insanlara iftira edildiği zaman Müslümanların böyle bir hadise
karşısında takınmaları gereken tavır da belirlenmiş oluyordu.
İşte böylece Rabbimiz bilen ve
Hakîm olarak âyetlerini açık-lıyor ve bu konuda kıyâmete kadar uygulanacak
yasalarını koyuyordu. Ama gelin görün ki insanlar arasında, müminler arasında
fuhşi-yatın, azgınlığın, zinanın, çirkinliğin, iftiranın yayılmasını isteyenler
işte hesabı burada yapıyorlardı.
19. “Mü'minler arasında
hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can
yakıcı azab vardır. Allah bilir, siz ise
bilmezsiniz.”
Mü’minler arasında, İslâm
toplumunda hayasızlığın, ahlâk-sızlığın yayılmasını isteyenlere, zinanın
yaygınlaşmasına sa’y edenlere dünya ve âhirette can yakıcı, elim bir azap
vardır. Kendileri hayasızlaşmış, iffet ve namuslarını kaybetmiş insanlar elbette
kendilerinden farklı olan Müslümanları da aynen kendileri gibi iffetsiz ve
hayasız hale getirmenin kavgasını verirler. Yaygaralarla, propagandalarla sanki
dünyada herkes fuhşun, zinanın içine düşmüş gibi, yeryüzünde bir tek iffetli
insan kalmamış gibi göstererek sonuçta bakın bu işleri yapan sadece bizler
değiliz, işte tüm dünya bunları yapıyor demeye çalışırlar. Tüm dünyayı küfrün,
şirkin, isyanın, zinanın, ahlâksızlığın, karmaşanın, fuhşiyatın yayılmasına
doğru çekerler ki; kendi pislikleri olağan karşılansın. Köşede bucakta
gördükleri, görüntüledikleri bir kaç münferit olayı tüm Müslümanlara, tüm
topluma mal ederek, sanki tüm toplum öyleymiş gibi gece-gündüz bir savaşın
içindedirler.
Onları dinlediğinizde,
okuduğunuzda zannedersiniz ki dünyada bir tek iffetli insan kalmamıştır.
İnsanların birbirlerinden, insanların ailelerinden, hattâ insanın kendi
kendisinden bile şüphelenmesini sağlayacak şekilde bunu kendilerine temel
felsefe kabul ederler de gece gündüz yayınlarıyla koştururlar ve dünyayı kendi
pisliklerine doğru çekerler. Konuşmalarında, kitaplarında, romanlarında,
piyeslerinde, sanatlarında, sanat anlayışlarında, filmlerinde, şarkılarında,
türkülerinde bu gayretlerini görmek mümkündür.
Halbuki Müslümanlar temizdir.
Müslüman Allah’ın kendisine gösterdiği nikâh dışı hiçbir ilişki içine girmez.
Bir ömür boyu Allah’ın istediği hayatı yaşamak için çırpınan iffet ve hayasını
kaybetmeyen insandır Müslüman. Toplumda ahlâksızlıkların yayılmasını istemeyen
insandır Müslüman. İşte önceki âyetlerde gördük, tek başına bir kimsenin bir
ahlâksızlığına şahit olsa bile bir Müslüman bunu ulu orta söyleyemeyecektir. Tâ
ki dört şahitle bunu ispat edecek bir konumda olacağı ana kadar. Neden? Çünkü
toplumda bir günâh yayılmayacak, yaygınlaştırılmayacaktır. Zaten yaygın olmayan
bir davranış toplumda yaygınmış gibi ortaya konmayacak.
20. “Allah'ın size lütuf ve
merhameti bulunmasaydı, Allah şefkatli ve merhametli olmasaydı hemen cezanızı
verirdi.”
Önce demişti Rabbimiz, burada bir
daha söylüyor. Allah’ın size karşı fazlı ve rahmeti olmasaydı, Allah sizin iffet
ve hayalarınızı korumasaydı, Allah size iftiralardan dolayı gelebilecek belâ ve
musîbetlerden sizi korumasaydı, Allah size acıyarak uymak zorunda olduğunuz bu
yasaları göndermeseydi ne olurdu sizin haliniz? Size iftira edenlerin
iftiralarını boşa çıkarıp temizlerin temizliğini ortaya koymasaydı ne
yapardınız? İşte bunu anlamak zorundayız. Yâni Allah’ın bizim üzerimizdeki
fazlını ve rahmetini, Rabbimizin bize merhamet ederek bizi korumasını, bizi
kötülüklerden, pisliklerden arındırıp tertemiz bir dünya yaşatmasını çok iyi
anlamak zorundayız ki bundan dolayı hep Rabbimizi dinlemeli, hep Ona itaat
etmeli, hep Onun istediği bir hayatı yaşamaya yönelmeliyiz. Biz eğer Onun
koruması altına girer, Onun istediği hayatı yaşamaya çalışırsak işte o zaman
Onun koruması ve rahmeti bize ulaşacaktır. Değilse Onun korumasını, Onun
rahmetini, desteğini kaybedeceğiz demektir. İşte bakın bundan sonraki âyet bunu
çok hoş ortaya koyuyor:
21. “Ey inananlar! Şeytana ayak
uydurmayın. Kim şeytanın arkasına takılırsa, bilsin ki, o, hayasızlığı ve
fenalığı emreder. Allah'ın size lütuf ve merhameti bulunmasaydı, hiçbiriniz
ebedîyen temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah işitir
ve bilir.”
Ey iman edenler, şeytanın yoluna
gitmeyin, şeytanın adımlarına uymayın, şeytanın vesveselerine, vartalarına
düşmeyin. Şeytanın peşine takılarak Onun istediği bir hayatı yaşamayın. Allah’ın
yasakladığı nikâh dışı bir ilişki içine girmeyin. Allah ne demişse, Peygamber ne
istemişse ona tabi olun. Kim ki Allah’ın ve elçisinin yolunu bırakarak şeytanın
adımlarına tabi olursa, yâni Allah’ın yasalarının dışına çıkar, Allah’ın
yasakladığı davranışların içine girerse kesinlikle bilesiniz ki şeytan
fuhşiyatı, münkeratı, kötülüğü emreder. Çirkin hayasızlıkları, aşırılıkları
emreder. Nikâh dışı gayri meşru ilişkileri emreder. Şeytan size maddî ve manevî
her tür aşırıkları emreder. Mal talebinde aşırılık, ev mesken konusunda, mal
mülk konusunda, sevgi saygı ko-nusunda, kadın erkek ilişkileri konusunda, her
konuda aşırıkları emreder.
Tabii ki fahşanın ve münkeratın
ne olduğunu yine Allah ve Re-sûlü belirleyecektir. Hiç kimsenin şu iyidir, şu
kötüdür, şu münkerdir demeye hakkı yoktur. İnsanların değer yargıları değişip de
toplum Allah’ın değer yargılarını bir kenara bırakarak efendim bir erkekle bir
kadının kendi istek ve arzularıyla, hiç kimsenin baskısı olmaksızın bir araya
gelmelerinde bir sakınca yoktur demeleri Allah ve Resûlünün değer yargılarıyla
çatıştığı için çirkin bir davranıştır. Eğer Allah ve Resûlü nikâh dışı bir
ilişkiye çirkin demişse, fuhşiyyat demişse o çirkindir, o fuhuştur. Evet erkek
evlendiği zaman karısının hakkına riâyet ederek başkalarıyla düşüp kalkamaz. Ama
bekârken, kimseye karşı sorumlu değilken o dilediğiyle dilediği ilişkiyi
kurabilir demeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Çünkü Allah, ona çirkinlik
demişse, fahşa demişse kimsenin onu değiştirmeye hakkı yoktur. Veya kadınlar
iffet ve hayalarını korusunlar, onlar namuslu yaşasınlar, ama erkekler bırakın
onlar serbest yaşasınlar, diledikleri kadınlarla düşüp kalksınlar demeye de hiç
kimsenin hakkı yoktur. Kadınlar için bu büyük bir günâh ve suçtur, ama erkekler
için günâhlık yoktur. Zaten erkek adam dediğin dilediğini yapandır demek de
Allah ve Resûlüyle çatışmaya girmek demektir.
İşte bütün bunları şeytan istiyor ve
insanları bu taraflara doğru çekiyor. Rabbimiz de bizleri uyararak diyor ki
sakın şeytanın çektiği tarafa gitmeyin. Öyleyse kesinlikle şeytan vahiylerini
dinlemeyeceğiz, hep Allah’ın vahyini dinleyeceğiz. Allah’ın helâl dediği
helâldir, haram dediği de haramdır. Allah’ın çirkin dediği çirkin, fahşa dediği
fahşa, münker dediği de münkerdir. Allah doğru söyler, Allah güzel söyler
diyeceğiz ve şeytana uymayacağız. Allah karşıtı düşüncelerin, sistemlerin
egemenliğinde bir hayata asla razı olmayacağız.
Eğer üzerinizde Allah’ın fazlı ve
rahmeti olmasaydı sizden hiçbiriniz temiz olamazdı, temiz kalamazdı. Lâkin Allah
dilediklerini, temizleri, temiz olmak isteyenleri, temizlik isteyenleri
temizler, tezkiye eder. Çünkü Allah işitendir, bilendir. Kimin temiz bir hayat
istediğini, kimin namuslu bir hayatın peşinde olduğunu, kimin de günâh dolu,
pislik dolu bir hayatın cazibesine kapıldığını Allah en iyi bilendir. İnsanların
ne niyet taşıdıklarını, kalplerinde neleri tasarladıklarını, nelerden hoşlanıp
nelerden nefret ettiklerini en iyi bilendir. Ve onun için de kime takva,
temizlik vereceğini, kimi rezil ve rüsva edeceğini
bilendir.
Yâni öyleyse şu toplumda şeytana
rağmen, şeytan vahiylerine rağmen temiz bir hayat yaşayanlar, temiz kalabilenler
kesinlikle bilesiniz ki ancak Allah’ın lütfu ve keremiyle bunu
becerebilmişlerdir. Onun için bizler de sürekli Rabbimize sığınmak, Ondan
istemek, Ona yalvarıp yakarmak zorundayız. Ya Rabbi bizleri koru, bizden bu
lüt-funu esirgeme. Ya Rabbi biz temiz olmak istiyoruz. Hanımlarımızla,
çocuklarımızla temiz bir hayat yaşamak istiyoruz. Şunu kesin biliyoruz ki bu
kadar pis insanların içinde, sen temiz kılarsan, sen korursan an-cak biz temiz
kalabiliriz. Sen bizi korursan biz korunmuş oluruz demek zorundayız. Temiz
olmak, temizliği seçmek ve bu konuda Allah’a sığınmak
zorundayız.
Evet temizlik Allah’ın istediği
temizliktir. Tezkiye Allah’ın ortaya koyduğu tezkiyedir. Şu dünya üzerinde
herkesin, her toplumun bir temizlik anlayışı olabilir. Herkes kendine göre bu
konuda bir değer yargısı geliştirip bu dünyada kendi keyiflerince
yaşayabilirler. Ama ölümleriyle birlikte geçerli olacak olan bilelim ki Allah’ın
değer yargılarıdır. Allah’ın temiz dedikleri temiz, pis dedikleri de pis
olacaktır. Unutmayalım ki insanların ortaya attıkları tüm değer yargıları,
meselâ eğitimle ilgili, hukukla ilgili, ekonomiyle, kılık-kıyafetle, erkek kadın
ilişkileriyle ilgili, nikâh, talakla ilgili, siyasetle ilgili tüm değer
yargıları ölümle birlikte bitecek Allah’ın değer yargıları devreye girecektir.
Şu anda altı milyar insan kafa ve kalp bütünlüğü içinde bizim bu konudaki
görüşümüz şudur dese, Allah ta onun zıddını söylese, o altı milyar insan
öldükleri zaman Allah’ın değer yargısına teslim olmak zorunda kalacaklardır.
Sonuçta bu dünyada Allah’ın değer yargılarına sahip çıkanlar, onu yaşayanlar
kurtulacaklar, reddedenler de kaybedeceklerdir.
22. “İçinizde lütuf ve servet
sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere,
vermemek için yemin etmesinler, affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi
bağışlamasından hoşlanmaz mısınız? Allah Bağışlayandır, merhametli
olandır.”
Ayşe annemiz iftiraya maruz
kalmıştır. Ayşe annemizin babası Ebu Bekir efendimiz bundan çok etkilenmiştir.
İftirayı yapanların büyüğü münâfıkların reisi Abdullah Bin Übey’dir, ama
Müslümanlardan da bu işe karışanlar olmuştur. İşte bu işe karışan Müslümanlardan
birisi de Mıstah’tır ve fakir olduğu için sürekli Ebu Bekir efendimizin
kendisini kolladığı birisidir. Mıstah Ebu Bekir efendimizin bu iyiliklerini
görmezden gelerek bilmediği bir konuda susmaya değil de konuşmaya ve bu
dedikoduyu yaymaya çalışmıştır. Hz. Ebu Bekir efendimiz onun bu durumunu
öğrenince: “ Vallahi ben de bundan böyle
ona ve ailesine yardımımı kesiyorum” demişti. Tabii bu kararı alan sadece Ebu
Bekir efendimiz değildi. Müslümanlardan bazıları bu tür insanlara yardım etmeme
kararı almışlar, bu konuda yemin etmişlerdir.
Allah buyurdu ki sizden faziletli
ve varlıklı olanlar, hali vakti yerinde olanlar yakınlara, yoksullara ve Allah
yolunda hicret edenlere yadım etmekte eksiltme yapmasınlar. Onlara vermeye devam
etsinler. Affetsinler, onları hoş görsünler, onlara karşı müsamahalı
davransınlar. Allah’ın sizi bağışlamasını, Rabbinizin sizin günâhlarınızı,
kusurlarınızı örtmesini, hatalarınızı örtbas etmesini istemez misiniz? Eğer
istiyorsanız Rabbinizin size mağfiretini, o zaman onlar size karşı kötülük etmiş
olsalar bile siz de onlara vermeye devam edin. Kin tutmayın. Onları bağışlayın.
Tıpkı Rabbinizin sizi bağışladığı gibi sizler de onları bağışlayıp Rabbinizin
ahlâkıyla ahlâklanın.
Hz. Ebu Bekir bunu duyar duymaz hemen:
Vallahi biz Rab-bimizin bizi bağışlamasını dileriz. Biz bunu isteriz diyerek
hemen yardım ettiği Mıstah’a önceki yaptığı yardımını artırıverdi. Diğer
Müslümanlar da öyle yaptılar. Çünkü Allah’ın hoşnutluğu, Allah’ın mağfireti her
şeyden önde geliyordu. Evet dün o Müslümanlar kendilerine seslenen Rabbimizin bu
dâvetine icabet ediyorlardı. Şimdi bu âyetler bize sesleniyor. Allah tarafından
bağışlanmayı sevmez misiniz? Allah’ın mağfiretine ulaşmayı istemez misiniz? Şu
anda çevremizde problemli olduğumuz akrabalarımız var, Müslümanlar var. Belki
haklı da olabiliriz. İşte Ebu Bekir’de haklıydı. Eğer Rabbinizin sizi
bağışlamasını istiyorsanız sizler de onları bağışlayın. Size karşı yanlış yapan,
hata eden kardeşlerinizi bağışlayın ki Allah ta sizi
bağışlasın.
23,24. “İffetli, habersiz, mü'min
kadınlara zina isnat edenler dünya ve âhirette lânetlenmişlerdir. Kendi dilleri,
elleri ve ayakları, yapmış olduklarına şahitlik ettikleri gün onlar büyük azaba
uğrayacaklardır.”
Tertemiz, namus ve iffet sahibi
kadınlara, bir şeyden habersiz sâliha kadınlara, iffet ve hayasını koruyan
kadınlara zina suçu atanlar var ya işte dünyada ve âhirette en büyük onlar
içindir. Ve onlar için büyük bir azap vardır. Allah korusun. Hiç bir şeyden
haberi yok, tertemiz bir kadın. Hiç bir oyun oynaş bilmeyen, kalbinde hiçbir
ahlâksızlık düşüncesi taşımayan, hile ve desisesi bulunmayan, ismi hiçbir şüphe
çağrıştırmayan iffet ve haya abidesi bir kadın, iffet ve hayasını korumak için
çırpınıyor. Allah’a ve eşine bağlı, asla ne kocasına ne de Rabbine ihanette
bulunmamış bir kadın düşünün. Kalkmış birisi böyle bir kadına iftira atıyor.
İşte az evvel anlatıldı, Ayşe anamız, ya da bir başka Müslüman hanım. Kıyâmete
kadar Ayşeler, Fatmalar, Hacerler ne fark eder? Çünkü hiçbir Müslüman kadının
iffet ve namusunun korunması Ayşe annemizden aşağı değildir. Tüm Müslümanların
iffet ve hayalarının değeri aynen peygamber hanımlarının değeri gibidir. Çünkü
tüm Müslümanlar peygamber ve hanımları gibi yaşamak zorundadırlar. Tüm
Müslümanlar iffet ve hayalarını korumak zorundadırlar.
Evet kim böyle Allah tarafından korunma
altına alınmış bir Müslümana iftira ederse onun cezası dünyada ve âhirette
lânete uğramaktır. Dünyada da âhirette de melundur bunlar. Allah’ın rahmetinden
kovduğu uzaklaştırdığı kimselerdir bunlar. Allah kime lânet edip de rahmetinden
mahrum etmişse artık ona kimse yardımcı olamaz ve kimse onu Allah’ın gazabından,
azabından kurtaramaz. Çünkü Allah’ın lânetine uğramak, Allah’ın dostluğunu
kaybetmekten daha büyük bir kayıp yoktur. Çok dikkat etmeliyiz buna.
Bir gün gelir ki o gün dilleri,
elleri ve ayakları kendi aleyhlerinde yaptıklarına şahitlik yapar. Şimdi
dilediğimizi yapabiliriz. İstediğimiz gibi bir hayat yaşayabiliriz.
Dilediklerimizi karalayalım, dilediklerimize iftira edelim, dilediklerimize
çamur atalım, dilediklerimizin namus ve iffetiyle oynayalım, dilediklerimize
zulmedelim, dilediğimiz gibi ağzımızı kullanıp Allah’ın razı olmadığı sözleri
konuşalım, yazalım. Ama unutmayalım ki bir gün gelecek dillerimiz, ellerimiz,
ayaklarımız, kulaklarımız artık bizim emrimizde değil Rablerinin emrindedirler.
Bakın Fussilet sûresi bunu şöyle anlatıyordu:
“Nihâyet oraya vardıkları zaman
kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları şeyler hakkında onların aleyhinde
şahitlik ederler."
(Fussilet 19,20)
Evet o gün onların kulakları, gözleri
ve derileri yaptıkları şeyler hakkında kendi aleyhlerinde şahitlikte bulunurlar.
Kendi azaları, kendi organları kendileri hakkında şahitlikte bulunurlar. Yâsînin
beyanıyla da Rabbimiz buyurur ki o gün onların ağızlarına mühür vuracağız ve
sonra uzuvlarına da haydi konuş diyeceğiz. Uzuvları da dünyada yapıp
ettiklerinin tamamını sayıp dökmeye başlayacak. Ya Rabbi benimle filan zaman
şunu yaptı, benimle bunu etti, benimle şuna, şuna iftira etti, benimle şuna,
şuna zulmetti diyerek her şeyi ortaya dökecekler. Sonra kişi konuşmak için
serbest bırakılacak. O zaman da şöyle diyecek: Canınız cehenneme! Lânet olsun
size! Ben sizi savunuyordum! Ben sizin kurtuluşunuz için mücâdele veriyordum!
Halbuki siz benim işimi zorlaştırdınız! Beni rezil rüsva ettiniz! diyecek. Bu
konuda pek çok hadis vardır.
Öyleyse gelin ey Müslümanlar, Allah’ın
değer yargısına göre bir hayat yaşayalım. Gelin Allah’ın istediği iffet ve haya
anlayışına göre bir dünya yaşayalım. Gelin Allah’ın nikâh ve temizlik yasasına
göre ilişkilerimizi ayarlayalım. Unutmayalım ki bir gün gelecek hiçbirimizin
hiçbir yetkimiz kalmayacak. Hiç kimse bizi dinlemeyecek, azalarımız bile bizi
dinlemeyecek, hiç kimse bizi kurtaramayacak. Bugün belki birilerinin istediği
gibi yaşadığımız zaman birileri bizi alkışlayacak, bize diplomalar verecek,
statüler verecek. Belki birileri tamam işte bizim istediğimiz insan tipi böyle
olmalı diyecek. İşte kadın böyle giyinmeli, erkek böyle olmalı diyecek. Ama
unutmayın ki o gün onların da bir yetkileri kalmayacak. O gün onların elleri,
ayakları da kendi aleyhlerinde konuşmaya başlayacak. Onların değer yargıları da
o gün bitecek. Bugün bizi alkışlayan, hah böyle olmalısın! diyenler yarın bizim
gibi âciz bir konuma düşecekler. Öyleyse niye bugün bizler onların değer
yargılarına göre, onların arzularına göre bir hayat yaşayalım? Niye onların
beğenilerine kendimizi kurban edelim de?
Öyleyse öyle bir hayat yaşayalım
ki yarın bizi yargılayacak Rabbimizin değer yargıları istikâmetinde olsun. Öyle
bir hayat yaşayalım ki şahitlerimiz aleyhimizde değil lehimizde konuşsunlar. Tüm
azalarımızın Müslümanlığımıza şahit olsunlar. Tüm azalarımız desin ki: “ Ya
Rabbi işte bu kulun senin istediğin şekilde tertemiz bir hayat yaşadı. İffet ve
hayasını senin istediğin şekilde korudu. Senin için bizi kullandı. Senin rızan
istikâmetinde bizleri kullandı” desinler. Çünkü o gün:
25. “O gün, Allah onlara
kesinleşmiş cezalarını verecektir. Allah'ın apaçık hak olduğunu
bileceklerdir.”
Evet o gün Allah herkesin
cezasını hak olarak verir. Herkesin mükâfatını hak olarak verir. Kimseye zerre
kadar bir zulüm, bir haksızlık yapmaz. Ve onlar o gün artık bilirler ki
gerçekten apaçık hak Allah’mış. Hak Allah’tır, hakikat Allah’tır Onun dışında
hak yoktur. Hak yasa Onundur, hak hayat Onun istediği hayattır, hak değer
yargıları Onun değer yargılarıdır. İffetin, hayanın, temizliğin, kadın ve erkek
ilişkilerinin en doğrusu, en gerçeği Allah’ın istediğidir.
26. “Kötü kadınlar kötü
erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara yakışırlar. İyi kadınlar iyi erkeklere,
iyi erkekler de iyi kadınlara yakışırlar. Bunlar onların söylediklerinden
uzaktırlar. İşte bunlara mağfiret ve cömertçe verilmiş rızık
vardır.”
Dileyen dilediği yolu seçebilir.
Dileyen dilediğini tercih edebilir. Allah’ın istediği temizliği tercih edenler
temiz olur, Allah’ın değer yargılarına göre pisliği tercih edenler de pis
olabilirler. Allah bu dünyada kimseyi zorlamıyor. Eğer Rabbimiz zorla benim
dediğim gibi olacaksınız deseydi hepimizi temiz yaratırdı, hattâ cinsel
organlarımızı ya-ratmazdı, melekler gibi, ya da şu taşlar gibi hiç birimizi
günâh işleye-mez bir biçimde yaratırdı olur biterdi. Ama Allah böyle istememiş.
Bizleri hem tayyip hem de habis olabilme özelliğinde, ikisinden birini tercih
edebilme iradesinde, özgürlüğünde yaratmış ve haydi dileyen dilediğini tercih
etsin buyurmuştur. Ve işte bunun kaderini de şöylece belirliyor
Rabbimiz:
Habis kadınlar habis erkekler içindir.
Kötü kadınlar kötü erkekler içindir. Habis erkekler de habis kadınlar içindir.
İffet ve hayasız kadınlar iffet ve hayasız erkekler içindir, namussuz erkekler
de namussuz kadınlar içindir. İffet ve hayalı kadınlar iffet ve hayalı tertemiz
erkekler içindir, iffet ve hayalarını Allah’a göre ayarlayan tertemiz erkekler
de iffet ve hayalı tertemiz kadınlar içindir. Evet demek ki temiz erkeklere
temiz kadınlar, temiz kadınlara temiz erkeler yaraşır, onlar kendilerine ancak
onları lâyık görürler. Kötü erkekler de aynen kendileri gibi kötü kadınları eş
seçerler, kötü kadınlar da kendileri gibi kötü erkeklerden
hoşlanırlar.
Veya kötülük, kötü söz, çirkin söz kötü
erkekler hakkındadır, kötü erkeklere de kötü söz yakışır. İyi söz, tayyip söz
iyi ve temiz erkeklere aittir, güzel sözler iyi erkeklere, temiz erkeklere
yakışır. Kötüler, kötü sözlere dalarlar, iyilerin o kötü sözlerle asla bir
ilgisi olamaz.
Evet burada bir hususa dikkat çekelim.
Bir delikanlı düşünün ki Allah’ın ortaya koyduğu temizlik anlayışından uzak bir
hayat yaşıyor. İstediği yerlerde istediği kimselerle düşüp kalkıyor. Toplumun
yasallaştırdığı pis yerlere gidip geliyor. Namussuz ve iffetsiz bir hayat
yaşıyor. Sonra nihâyet evlenme vakti geldiği zaman da iffetli ve namuslu bir
kadın arıyor kendisine eş olarak. Peki kadın için de aynı şey mümkün mü? Elbette
hayır. Bırakın nikâh dışı bir ilişkide bulunarak bir günâh işlemeyi, sözlüsünden
ayrılan, kocasından boşanan bir kadın bile sanki ebedîyen suçlu görülmektedir.
Ama erkek delikanlılık döneminde istediği gibi yaşayacak, istediği şeyleri
yapacak ama evlenirken tertemiz bir kız arayacak ve onunla evlenecek.
Tabii evlendikten sonra da yine
aynı pislikleri yapmaya devam edecek, ama evdekinin tertemiz kendisini
beklemesini isteyecek. İşte Rabbimizin bu âyetlerinde böyle bir anlayışa yer
yok. Hanımının temiz olmasını isteyen erkek kendisi de temiz olmak zorundadır.
Kocasının temiz olmasını isteyen kadın kendisi de temiz olmak zorundadır. Öyle
değil mi? Sen Allah’a ihanet et, sen kendine ihanet et, sen azalarına ihanet et,
sen karşındaki kocana, hanımına ihanet et sonrada da karşındakinin tertemiz
olması konusunda çaba harca. Olacak şey mi bu?
Öyleyse hanımımız hakkında
istediğimizi kendimiz için de isteyeceğiz. Kocamız hakkında istediğimizi
kendimiz hakkında da isteyeceğiz. Biz tertemiz olalım ki tertemiz kadınlar bize
gelsin. Biz tertemiz olalım ki hanımlarımız da tertemiz hayatlarını devam
ettirsin. Allah’a hainlik yapan, Allah’a karşı gelerek bir hayat yaşayan ne
erkeğin, ne de kadının tertemiz insanların kanına girmeye hakkı yoktur. Öyle
değil mi? Eğer sen Allah tanımaz, temizlik tanımaz, pislik içinde bir hayattan
hoşlanıyorsan o zaman git keyfine göre yaşayan, Allah tanımaz kimselerle evlen.
Niye temiz bir Müslümanın kanına girmeye çalışıyorsun da?
Eğer namusluluktan, temizlikten
hoşlandığın için temiz bir kadın arıyorsan sen de namuslu ol. Niye Müslümanların
tertemiz kızlarına, tertemiz erkeklerine ihanet ediyorsunuz? Niye kendi değer
yargılarınızla başkalarının değer yargılarını sıfırlamaya çalışıyorsunuz? Ne
hakkınız var buna? Allah diyor ki bakın: Ey adam, eğer benim değer yargıma göre
habissen, pissen git dünyada benim değer yargılarıma göre yaşamayan bir çok
insan var onlardan biriyle evlen. Git dilediğin gibi yaşa, ama benim tertemiz
kullarıma ilişme, bulaşma ve onları kö-tülüğe doğru çekip götürme, onların
kanlarına girme diyor Rabbimiz.
Sûrenin bundan sonraki bölümünde
Rabbimiz toplumu kötülüğe, zinaya götürücü tüm yolları kapatıyor. Bakın şöyle
buyuruyor:
27. “Ey inananlar! Evlerinizden
başka evlere, izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyiniz. Eğer
düşünürseniz bu sizin için daha iyidir.”
Ey iman edenler, kendi
evlerinizin dışındaki evlere, sizin olmayan, mâliki olmadığınız evlere girerken
bir ünsiyet bulmadan, bir izin almadan, size buyurun denilmeden ve ehline selâm
vermeden girmeyin. İsti’nas aslında keşifte bulunmak demektir.
Öyleyse size izin verilip verilmeyeceğini araştırıp öğrenmeden girmeyin
buyuruluyor. Böyle davranmanız sizin için daha hayırlıdır, umulur ki tezekkür
edersiniz. Evet bir insanın, ister erkek, ister kadın bir başkasının evine
kapıyı çalmadan, izin istemeden, ehline selâm da vermeden öyle paldır küldür
girmeyecek. Rabbimiz daha kötülük doğmadan boğmak istiyor. Kötülüklere açılan
kapıları kapatmak istiyor. Yâni muhtemeldir ki o eve bir kadın girerken evde
yalnız erkek vardır veya bir erkek girerken evin hanımı yalnızdır. Bir
mahremiyete muttali olma, uygunsuz bir duruma düşme söz konusu olabileceği için
Rabbimiz bunu yasaklıyor. Peki ne yapılacak:
1- Kapıyı çalacak bir Müslüman. Bir,
iki, üç kere çalar. İçerden kim o? denilirse, Selâmun aleyküm, ben filan oğlu
filanım. Veya ben falan kızı filanım der. Kendini tanıtmadan aç benim denmeyi
Rasû-lullah efendimiz yasaklıyor. Eğer müsaade ederlerse girilir. Diyelim ki hiç
ses gelmedi içerden. İkinci kere daha çalarsın, yine kim o? denilirse selâm
verip ben filanım dersin. İzin verilirse girersin. Ses gelmi-yorsa, üçüncü defa
çalarsın içerden ses gelmezse, ya da içerden ge-len ses dön git derse dönüp
gidersin. Tabii çalarken de kapının tam karşısında durulmaz. Kapının sağında
veya solunda durulmalı ki içerden çıkan erkek ya da kadın o haliyle
görülmemelidir.
Yâni kapıyı açan aceleyle
Allah’ın görülmesini istemediği bir durumda bulunabilir. Ve yine az evvel ifade
ettiğim gibi yalnız başına bir kadının bulunduğu bir eve yalnız başına bir erkek
girmemelidir, yalnız başına erkeğin yanına da bir kadın girmemelidir. Hattâ kişi
kendi evine girerken bile, kendi öz annesinin evine girerken bile böyle paldır
küldür girmeyecektir. Sahâbeden birisi Rasûlullah efendimize sorar: Ey Allah’ın
Resûlü, annemin evine girerken de izin isteyecek miyim? Allah’ın Resûlü evet
der. Adam der ki ya Rasulallah o benim annem deyince, Rasûlullah anneni çıplak
bir vaziyette görmek ister misin? buyurur. Müslüman karısı evdeyken, dışardan
gelirken bile ök-sürerek, haberdar ederek girmelidir.
Böylece hem meskenler korunmuş olacak,
hem de insanları zinaya, kötülüklere götürücü yollar kapatılmış olacaktır. Yine
Rasû-lullah efendimizin beyanları ve uygulamalarıyla biliyoruz ki kapının, ya da
pencerenin yanından bağırmak, Şiddetle kapıyı çalmak haramdır. Hucurât sûresinde
de Rabbimiz bunu şöyle anlatır:
“Ey Muhammed! Sana odaların
ötesinden seslenenlerin çoğu akl etmeyen
kimselerdir.”
(Hucurât 4)
Yine kapıdan, pencereden, duvardan
içeriyi gözetlemek de yasaktır. Rasûlullah efendimiz azatlısı Sevban’a bir gün
buyurur ki:
“İçeriye göz attıktan sonra izin
istemenin ne anlamı kalır?”
Hattâ böyle evinin içini dikizleyen bir adamın
gözünü yara-layan ev sahibine hiç bir cezanın uygulanmayacağına dair rivâyetler
vardır. Tabii dinlemek de aynı şekilde yasaktır. Başkalarının mahremiyetini ihlâl etmeye hiç kimsenin hakkı
yoktur.
Evet bunları size anlatıyoruz, böyle
yaparsanız sizin hakkınızda daha hayırlıdır, umulur ki öğüt alırsınız diyor
Rabbimiz. Bu sizin için daha hayırlıdır. Sizleri bir töhmete düşmekten, bir
töhmet makamında bulunmaktan kurtarır, iffet ve temizliğinizi
artırır.
28. “Eğer evde kimseyi
bulamazsanız, yine de size izin verilmedikçe içeriye girmeyiniz. Size "Dönün"
denirse dönün. Bu, sizi daha çok temize çıkarır. Allah yaptıklarınızı
bilir.”
Eğer orada, o evde kimse yoksa,
kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Kimse yoksa
zaten boş bir eve girmek yasaktır. Eğer size deniliyorsa ki evden, dönün gidin,
şu anda sizi kabul edecek durumda değilim, hemen dönüp gidin. Tekrar tekrar
ısrarla izin istemeye çalışmayın, ya da illa da izin çıkacak diye kapının
ağzında beklemeyin. A! Geldik de kabul edilmedik filan diyerek sitemlerde
bulunmayın. Unutmayın ki ziyaretine gittiğiniz bir Müslümanın kapısından içeriye
alınmanız da sevap, alınmamanız da sevap, kimseyi bulamayıp boş dönmeniz de
sevaptır. Bu maksatla attığınız her adım sevaptır. Dönün denilirse sakın
kızmayın, darılmayın. Ya belki de içerdeki kardeşinizin sizi karşılayacak uygun
bir pozisyonu yoktur. Durumu müsait değildir. Almayabilir, alamayabilir sizi
evine. Ya olur mu? Yapılır mı bir Müslümana? Olur, işte bunu Allah diyor. Yâni
gerçekten her iki taraf için de çok güzel bir davranıştır bu.
Evet dön git diyen Müslüman da
çok rahat Allah’ın kendisine tanıdığı bir haktan istifade ettiği için, bunu çok
rahat ortaya koyduğu için, dönüp giden Müslüman için de Allah’ın bu tavsiyesine
uyduğu için sevap vardır. Allah diyor
ki, dönün gidin, unutmayın ki bu sizin için daha hayırlıdır ve Allah
yaptıklarınızın tümünü bilmektedir.
Ziyarete giden Müslüman da, ziyaretine
gidilen Müslüman da bunu anlamıyorlar maalesef. Ne ev sahibi rahatlıkla, haydi
git seni şu anda kabul edemeyeceğim demeyi kabullenebiliyor, ne de ziyaretçi ev
sahibi tarafından kendisine böyle bir şeyin denmesini normal görebiliyor.
Buyurun denilse de, gidin denilse de, evde bulamasak ta sevap alınmıştır. Ama
her şeyi materyalist bir mantıkla düşündüğümüz için bunu da aynı mantıkla
düşünmeye çalışıyoruz. Halbuki doğrusu, güzeli Allah’ın
dediğidir.
29. “İçinde malınız bulunan boş
evlere girmenizde bir sorumluluk yoktur. Allah, açığa vurduğunuzu da,
gizlediği-nizi de bilir.”
Ama şu evler bunun dışındadır.
Oturulmayan evler, genelde herkese açık olan odalar, ardiyeler, hanlar,
misa firhaneler, dükkanlar, oteller,
ya da ortak kullanım alanları olan yerlere girebilirsiniz, çünkü orada bir
erkek, ya da bir kadın yoktur. Zaten konu hep Allah’ın bizi görüp gözettiği
imanına, anlayışına bina edilecektir, bilesiniz ki Allah sizin açıkladığınızı da
gizlediğinizi de bilir. Yâni sizin iç dünyanızı da, esrarınızı da, dış dünyanızı
da bilir Allah.
Yâni tamam böyle kimseye ait
olmayan, ya da herkesin kullanım alanı olan bir ardiye var. Oraya bir kadın
gitti, ya da bir erkek oraya gitti ve siz bunu biliyorsunuz, sırf orada onunla
karşılaşmak için gidiyorsunuz. Niyetiniz bu. Unutmayın ki sizin oraya ne için
gittiğinizi, hedefinizin, niyetinizin ne olduğunu Allah bilmektedir. Kimse
Allah’ı aldattığını, atlattığını zannetmesin. Allah içinizi de dışınızı da
bilmektedir.
30. “Ey Muhammed! Mü'min
erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini
korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarından
şüphesiz haberdardır.”
Önce erkeklere bir hitap.
Peygamberim, mü’min erkeklere de ki gözlerini indirsinler, gözlerini kıssınlar,
haramdan sakınsınlar. Ve yine ferçlerini, bacaklarının arasını, mahremleri hariç
başkalarına açmaktan, göstermekten, ırz ve namuslarını zinadan korusunlar. İşte
bu onlar için daha temizdir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Demek ki
insanların ferçlerini, ırz ve namuslarını haramdan korumanın ilk yolu, gözlerden geçmektedir. Gözler
korundu mu namus da korunacak, gözler hain olmayacak. Gözler Allah’ın bakma
dediği yere bakmayacak. Gözler Allah’ın yasakladığı yerlerde dolaşmayacak,
kısılması ge-reken yerlerde kısılacak, görüş alanı daraltılacak, uluorta her
yere de-ğil de sadece bakılabilecek alanlarda gezecek.
Bakın dikkat ederseniz Rabbimiz önce
erkeklere sesleniyor. Emrin ilk muhatabı erkeklerdir. Toplum ne derse desin,
nasıl bir değer yargısı geliştirirse geliştirsin. Demin ifade ettiğim gibi
istediği kadar erkek dilediği bir hayatı yaşayabilir diyerek ona sınırsız bir
özgürlük tanısın. Bakın Allah’ın değer yargısı öyle değil. İlk önce erkeklere
diyor ki Rabbimiz, peygamberim mü’min erkeklere söyle ki gözlerini aşağıya
indirsinler, gözlerini harama bakmaktan alıkoysunlar. Irz ve namuslarını da
muhafaza etsinler. Öyleyse anlıyoruz ki erkek de kadın da aynen Allah’ın
istediği bir iffet hayatını yaşamak zorundadır.
31. “Mü'min kadınlara da söyle:
Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar.
Süslerini, kendiliğinden görünen kısım müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini
yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları veya
kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya erkek kardeşleri
veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya Müslüman
kadınları veya câriyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler ya da kadınların
mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler.
Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar!
Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'ın hükmüne
dönün.”
Ve yine mü’mine hanımlara da söyle ki
onlar da gözlerini harama bakmaktan korusunlar, sakınsınlar, onlar da
ferçlerini, cinsiyetlerini harama düşmekten korusunlar. Evet kadınlar da
gözlerini aşağıya indirecekler, bakışlarını sınırlandıracaklar. Hem erkekler
için, hem de kadınlar için namuslarını zinadan korusunlar emrinden önce
gözlerini harama bakmaktan korusunlar emri verilmektedir. Bunun sebebi hevânın
tohumu gözün tamahkârlığıyla atılmaktadır. Zinaya ilk atılan adım gözlerle
bakmaktır. Onun için Rabbimiz işe önce oradan başlamaktadır. Gözler haramdan
korunduğu zaman o gözün sahibi de kendisini haramlardan koruyabilecektir. Çünkü
Rasûlullah efendimizin bir hadisi gerçekten bunu çok hoş anlatır.
Göz görür, kulak işitir, dil
konuşur, el tutar, ayak yürür ve en sonunda cinsel organ da ne yapacaksa yapar
ifadesi başlangıçla sonun en iyi şekilde muhafaza edilmesi, korunması
gerektiğini göstermektedir, emretmektedir. Öyleyse bir Müslüman elini, ayağını,
gözünü, kulağını, derisini, tenasül uzvunu Allah’ın istemediği yerlerde
kullanmayacak. Tüm bedenini, tüm azalarını Allah’ın yasaklamış olduğu
ilişkilerden uzak tutacaktır. Elin şuralardan başka yerlere dokunma-malı, gözün
şuralardan başka yerlere bakmamalı, kulağın şunlardan ötesini dinlemeli, cinsel
organların şuraların dışındaki yerlerde kullanılmamalı dediği yerlerde bunlar
kullanılmamalıdır.
Bütün bunlar kitap ve sünnetle
ortaya konmuştur ve artık kı-yamete kadar insanların bunları değiştirme yetkisi
yoktur. Kur’an’ın mücmel bıraktığı yerleri Allah’ın Resûlü yine vahyin yol
göstermesiy-le açıklamıştır, uygulamıştır, pratikte bize göstermiştir. Erkeğin
avret yerlerinin dizkapağı ile göbeğinin arası olduğunu, kadının avret yerinin
de avret yerlerinin neresi olduğunu belirlemiştir.
Avret mahalleri dörttür. Erkeğin erkeğe
karşı avreti, kadının kadına karşı avreti, erkeğin kadına karşı avreti, kadının
erkeğe karşı avreti.
Erkeğin erkeğe karşı avreti,
dizkapağıyla göbeğinin arasıdır. Kadının kadına karşı avreti ise, tıpkı erkeğin
erkeğe karşı olan avreti gibidir. Kadının erkeğe karşı avreti bedeninin tümüdür.
Ancak bir kadınla evlenmek isteyen erkek onun ellerine ve yüzüne bakabilir.
Erkeğin kadına karşı avretine gelince, bir kadın için erkeğin bakılması haram
olan yerleri dizkapağı ile göbeği arasıdır.
Evet erkekler için de kadınlar için de
gözlerini mahremlerine dikmesi haramdır. İrade dışı tesadüfi ilk bakış
bağışlanmışsa da, karşıdakinin çekiciliği hissedildikten sonra ikinci defa
bakmak, üçüncü defa bakmak ve bakmaya devam etmek helâl değildir. Çünkü gözlerin
zinası işte bu şekilde bakmaktır diyor Rasûlullah efendimiz. Rasû-lullah
efendimiz kendisine sorulan bir soru üzerine tesadüfen ilk bakıştan sorumlu
olmazsın ama hemen ondan sonra gözünü aşağıya indirmen şartıyla buyurmaktadır.
Erkekler kadınlara bakmayacaklar,
kadınlar da erkeklere bak-mayacaklar. Erkeklerin gözleri de temiz olacak,
kadınların gözleri de tertemiz olacak. Allah için, niye kadınlarımıza
başkalarını gösteriyoruz? Niye biz başkalarına bakıyoruz? Neden başkalarına
gösteriyoruz kadınlarımızı? Ekran olarak niye çağırıyoruz evimize birilerini?
Niye birileri oturtulup konuşturuluyor gösteriliyor evimizde kadınlarımıza? Niye
gösteriliyor, seyrettiriliyor birileri? Elin âlemin ayyaşlarının,
namussuzlarının ne işi var bizim evin içinde? Tamam belki diyeceksiniz ki;
efendim o televizyondaki ayyaşlar bizim karılırımızı görmüyor ki. İyi de sizin
kadınlarınız görmüyorlar mı onları? Bakmıyorlar mı elin âlemin adamlarına?
Göstermiyor musunuz o namussuzları kadınlarınıza?
Hani iki gözü kör bir sahâbe olan
Abdullah İbni Mesut evine gelirken Allah’ın Resûlü, hanımlarına: “İhteceba! İhteceba!” de-miyor
muydu. Yâni örtünün! Örtünün! Abdullah geliyor demiyor muydu? Hanımları: Ey
Allah’ın Resûlü o amadır, bizi görmez ki örtünelim? deyince: O sizi görmüyorsa
da siz onu görmüyor musunuz? Buyur muyor muydu Allah’ın Resûlü? Tamam belki
evimizin içine çağırdığımız o ayyaşlar bizim kadınlarımızı görmüyorlar ama
bizimkiler onları görmüyorlar mı? Böylece kadınlarımız elin âlemin deyyuslarına
bak-mıyorlar mı? Hakkımız var mı buna? Allah için bir
düşünün?
Evet erkeklerden farklı olarak
kadınlara biraz daha farklı emirler gelir. Erkeklere sadece gözlerini ve
ferçlerini korusunlar dendiği halde kadınlara emirler devam ediyor. Ziynetlerini
teşhir etmesinler. Ziynetlerini görünen müstesna hiç kimseye göstermesinler. Top
yekun vücutlarını başkalarına göstermesinler. Ziynet takınılan azalarını ve tüm
diğer vücutlarını kimseye göstermesinler. Kadının tüm vücudu ziynettir. Erkeğin
vücudu da top yekun ziynettir, o da ayrı bir güzelliğe sahiptir, ama cinsiyet
açısından değerlendirildiği zaman kadının ayrı bir konumu olduğu için tepeden
tırnağa kadar, saçından tırnağına ka-dar tüm vücudu bir ziynettir ve başkalarına
göstermesi haramdır. Erkeğinki göbekle diz kapağı arası iken kadının tüm vücudu
mahremdir.
Buyurularak tüm vücuttan bir istisna
yapılmıştır. Zarûrî olarak korunması zor olan, mümkün olmayan eller ve yüz
müstesna ki bu da sadece el midir? yoksa ellerle birlikte yüz müdür? Bu konu
ihtilâflıdır. Ama el ve yüzün dışında hiçbir azasını göstermeyecektir kadın.
Bu “illa ma zahera minha”
Ancak görünen kısımlar müstesna, ifadesini şöyle anlayanlar da olmuştur:
Kadının elinde olmayan sebeplerle, iradesi dışında meselâ bir kaza sebebiyle,
attan, deveden düşmesi veya rüzgarın açması sebebiyle iradesinin dışında bir
anda açılıveren yerleri müstesna şeklinde anlayanlar da olmuştur. Abdullah İbni
Mesut efendimiz, Hasan Basri, İbni Sirin, İbrahîm Ennehai böyle anlamışlardır.
Buna göre kadının tüm vücudu avrettir, lâkin elinde ol-mayarak bir kazayla bir
yeri açılmışsa Allah onu ondan sorumlu tutmayacaktır. Buna göre kadınların
yüzleri de avrettir, tüm vücudu da avrettir ve örtülmesi
gerekmektedir.
Ve başörtülerini tamamen yakalarının
üzerine vursunlar, alsınlar, atsınlar, ne gerdan, ne göğüs, ne omuz hiçbir
tarafları görünmesin, göstermesinler. Allah’ın emâneti olan vücutlarını, cinsel
organlarını başkalarından korusunlar.
Ayşe annemizin şu sözü var: Allah
kendilerine rahmet etsin, onlar ne iyi kadınlar. İşte bu âyetler geldiği zaman
sabahleyin bir de baktık ki ellerinde örtünecek neleri varsa tüm vücutlarını
örtünüp gelmişler, namazda sanki mescidin içi karakargaları andırıyordu
buyurmaktadır. Evet O güne kadar farklı bir biçimde giyinen kadınlar âyetin
gelişi ve Rasûlullah efendimizin bu âyeti yorumlama biçimine göre hemen tepeden
tırnağa örtündüler ve bir daha o örtülerini açmadılar. Bazen tabii ufak tefek problemler oldu. Meselâ Ayşe
annemizin kardeşi Esma bir defasında biraz şeffaf bir elbiseyle Rasûlullah
efendimizin yanına geldi, Rasûlullah efendimiz hemen onu şöylece: Ey Esma, bir
kadının buluğ çağına gelmesinden sonra artık böyle şeffaf bir elbise giymesi
haramdır diyerek uyarıverdi. Yâni vücut hatlarını belli edecek bir şekilde
Müslüman bir kadın giyinemez buyurarak onu uyardı. Yâni elbise top yekun ziynet
olan vücudu, vücut hatlarını göstermeyecektir.
Rabbimiz âyet-i kerîmesinde
başörtülerini örtsünler demiyor da, darp etsinler, vursunlar diyor. Bundan
anlaşılıyor ki eskiden, ca-hiliye dönenimde de aslında baş örtme vardı. Ama
kadınlar bugünkü hâlâyık diyebileceğimiz biçimde başın arkasında bağlanan bir
tür örtü ile başlarını örtüyorlardı, gerdanları, göğüslerinin üst kısımları
açıkta kalıyordu da Rabbimiz başörtülerini başlarını, göğüslerini ve sırtlarını
tümüyle örtecek şekilde aşağıya doğru sıkıca bağlamalarını emretti.
Peki bunun hiç mi istisnası yoktur?
Yâni bir kadın vücudunu hiç kimseye mi göstermeyecek? Hiçbir kimsenin onun
vücudunu gör-me hakkı yok mu? Ellerini, yüzünü, saçlarını, dirseklerine kadar el
ve bileklerini, ayaklarını, kollarını kimse göremeyecek mi? Rabbimiz onu da
açıklamış. Bakın bir kadının ancak kimlere açılabileceğini âyetin bundan sonraki
bölümü açıkladığı gibi, anlaşılamayan bir husus olmuşsa onu da Rasûlullah (a.s)
ortaya koymuştur.
Evet o kadınlar ziynetlerini
açmasınlar, kimseye göstermesinler ancak kocaları müstesna. Tüm vücutlarını
kocalarına gösterebilirler, kocaları onların bütün vücutlarına bakma hakkına da,
kullanma hakkına da sahiptir. Sadece istisna kendisine yasaklanan durum kadın
hayızlı olduğu zaman, doğum sonrası kendisinden kan geldiği dö-nemlerde aynen
kadınların kendi aralarındaki mahremiyetleri gibi gö-bekle diz kapakları arası
kapatarak bunun dışında yine o erkek tüm vücudundan istifade hakkına sahiptir.
Yine çocuk doğurma organının dışında başka bir organından cinsel olarak
faydalanma hakkı da yoktur.
Nisâ sûresinde Rabbimiz verim
alma, ürün alma mahallinden kadınlara yaklaşılması gerektiğini anlatmıştı.
Kadınlardan verim alma yeri de sadece fercidir bunu biliyoruz. İşte bunun
dışında erkek karısının tüm vücudunu görme ve kullanma hakkına sahiptir. Evet
sınırlarını böylece çizdiğimiz bu yetki sadece kadının kocasına aittir. Bunun
dışında:
Kendisinin babası ve kocasının babası.
Bir kadının kendi babası gibi kocasının babası da onun ellerine, ayaklarına,
saçlarına baktığı zaman bir sorumluluk yoktur. Allah böyle değerlendiriyor.
Çün-kü kocasının babasına da ebedîyen nikâhı düşmez o kadının. O da aynen onun
babası hükmündedir. Ona da görünmesinde hiçbir beis yoktur. Ama yanlış
anlamayalım bu bir kadının aynen kocasının yanında bulunduğu gibi bulunacağı,
kocasının istifade haklarına babasının, ya da kocasının babasının da sahip
olduğu anlamına gelmeyecektir. İşte korunması zor olan eller, ayaklar, saçlar,
başlar gibi yerler onların yanında da açık olabilecektir. Ya da oturmak,
kalkmak, konuş-mak gibi, birlikte yemek, yemek gibi konularda, elini öpme gibi
hu-suslarda serbest olabilecektir kadın. Tabii babalar denince, babanın babası,
onun babası, dedeler ila nihaye yukarıya doğru devam edecektir. Sonra
ayrıca:
Oğullarına, evlâtlarına görünebilir
kadın. Yâni oğulları, oğullarının oğulları. Kadının kendi oğulları ve torunları,
kocası tarafından oğullar ve torunları ki bunlar ister öz oğulları, isterse üvey
oğulları ve torunları olsun fark etmeyecektir. Bu saydığımız yerlerini
oğullarına göstermesinde bir beis yoktur. Tabii tıpkı baba konusunda dediğimiz
gibi kocasının yanındaki gibi çıplak olarak, açılmış saçılmış olarak oğullarının
yanında bulunacak değildir. Ayrıca yine:
Kocasının oğulları, yâni üvey oğulları
da böyledir. Nikâhlandığı andan itibaren kocasının başka kadınlardan olan
oğulları da o kadının kendi oğulları gibidir. Sonra yine:
Erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin
oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, yâni yeğenleri. Bu kardeşler ister öz
kardeşleri olsun, isterse üvey kardeşleri olsun durum aynıdır.
Yahut:
Kendi kadınları, yâni kendisinden olan
Müslüman kadınlar. Müslüman kadınların Müslüman kadınlara karşı mahremiyetleri
biliyoruz ki göbekle dizkapağı arasıdır. Ama Müslüman olmayan gayri müslime
kadınlara karşı bir Müslüman kadın aynen erkekler gibi mahremdir. Erkeklerden
kendisini nasıl koruması gerekiyorsa onlardan da kendisini korumak zorundadır.
Tabii Müslüman kadınların kendi aralarındaki mahremiyet serbestisinden ötürü bir
Müslüman hanım bir Müslüman hanımın muttali olduğu vücudunu, güzelliğini
kocasına an-latması da yasaktır. Rasûlullah efendimiz bunu Şiddetle men ediyor.
Sonra:
Sağ ellerinin sahip olduğu câriyeler.
Burada kimileri sadece bir kadının kadın olan câriyeleri kast edilmiştir derken;
kimileri de erkek olan köleleri de bu işin içine girer
demişlerdir.
Ayrıca erkekliği bitmiş, kadınlara ilgi
duymayan, kadınlara ihtiyacı olmayan, kadın cinsiyle bir farkı kalmamış,
ihtiyarlamış erkeklerin yanında da bir kadının ellerini, yüzünü, ayaklarını vs
açmasında bir sakınca yoktur. Yâni zor olan bir hayatta böyle bir kolaylık
imkânı sağlıyor Rabbimiz. Bir de:
Henüz kadınların avret mahalline
muttali olmayan, kadınların avret yerleri bilinci henüz kendilerinde oluşmamış,
ne kadınlığı, ne erkekliği bilmeyecek küçük yaşta olan çocukların yanında da
vücudunun sayılan yerlerini göstermesinin bir sakıncası olmayacaktır. Yâni yine
de vücudunun her tarafını gösterecek anlamında değildir tabii bu.
Gizledikleri süsleri bilinsin diye
ayaklarını yere vurmasınlar. Yâni vücutlarının, ziynetlerinin açığa çıkmaması,
insanlar tarafından fark edilmemesi için güzel bir şekilde yürümeleri emredilir
kadınlara. Çünkü farklı bir yürüyüş şekli üzerinde bedenini örten bir elbise
olsa bile o kadının vücut hatlarının, ziynetlerinin ortaya çıkıp
belirginleşmesine sebep olabilir. Ziynetleri, süsleri, vücutları bilinsin diye
ayaklarını yere vurarak yürümesinler. Yâni dışarıya çıkmak mecburiyetinde kalan
bir kadın ki Ahzâb sûresinde kadınlar için en hayırlı mekânların evleri olduğu
anlatılıyordu, ama zorunlu olarak dışarıya çıkmak zorunda kalmış bir kadın nasıl
yürüyecek? onu anlatıyor Rabbimiz.
Tabi kadınların koku
sürünerek dışarıya çıkmalarını Rasûlul-lah efendimiz yasaklamıştır. Rasûlullah
efendimiz kadınları mescide gelmekten engellemeyin, ancak koku sürünmemek
kaydıyla buyurmuştur. Yine Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyetlerinde kadının
sesi-nin de erkekler için avret olduğu anlatılır. İmam önde yanılınca erkekleri
sübhanallah diyerek sesle imamı uyardıkları halde kadınların sadece el çırparak
uyardıkları anlatılır.
Öyleyse ey mü’minler, o gün için ey
ensâr, ey muhacirin, bugün de ey Müslümanlar haydi hepiniz, hep birlikte toptan
Allah’a tevbe edin. Toptan Allah’a yönelin. Kıblelerinizi değiştirin.
Yönelişlerinizi, teveccühlerinizi Allah’a döndürün. Allah’ın bu emirlerine,
Allah’ın bu âyetlerine, Allah’ın bu yasalarına boyun eğip teslim olun. Allah’ın
istediği bir temizliğe, Allah’ın istediği bir hayata yönelin. Allah’ın kitabına,
Resûlünün sünnetine, uygulamalarına dönün. Şimdiye kadar nasıl yaşamışsanız
yaşadınız, ama bu âyetler nâzil olduktan sonra, bu âyetlerle tanıştıktan sonra
artık iffet ve hayanızı Allah’ın istediği şekilde belirleyin. Allah’ın sizde
emâneti olan ziynetlerinizi, vücutlarınızı Allah’ın istediği şekilde koruyun.
Allah’ın istediklerini uygulama konusunda zorlanacağınız ortamlarda bulunmayın.
Sürekli Rabbinizin kitabı ve Resûlünün sünnetiyle birlikte olabileceğiniz,
sürekli kendinize bu âyetlerin bilincine ulaşabilmenin, bu âyetlerle
bilgilenmenin ortamlarını hazırlayın. O zaman bu âyetleri anlamanız da,
uygulamanız da, sonunda güzel ve temiz bir hayat yaşayarak cennete gitmeniz de
çok kolay olacak. Dünyada da, âhirette de felaha ermeniz, kurtuluşa kavuşmanız
ancak böyle olacaktır.
Rabbimizin
temel bir dinî emri olan tesettürü başka türlü an-layarak yasaklamaya
çalışıyorlar. Efendim, bu dinî bir özellik taşımı-yor, bu siyasî bir özellik arz
ediyor diyorlar. Gerçekten bu, çok utandırıcı bir durumdur. Adamlar hem din
adına konuşuyorlar, din adına hüküm veriyorlar, hem de dinden habersizler. Bakın
işte bu sûrede, Ahzâb sûresinde, Nisâ
sûresinde son derece açık bir şekilde ortaya konmaktadır.
Kimi
zavallılar da; efendim, tesettür lâikliğe aykırıdır filan demeye çalışıyorlar.
Halbuki lâiklik eğer din işleriyle devlet işlerinin birbirlerine karışmaması
ise, elbette devlet bir müslümanın dinî inanışını koruması, ona baskı yapmaması
gerekir. Öyle değil mi? Lâiklik dinsizlik değildir demiyorlar mı? Öyleyse
devleti Allah ile kul arasına sokup bir müslümanın yapması gereken ibadetlerini
devlet otoritesi ile engellemeye çalışmak lâikliğin ihlalinden başka neyle izah
edilebilir? Şimdi Allah’ın emri gereği başını örten bir kızcağıza; eğer burada
okumak istiyorsan başını açmak zorundasın demek, o müslümanı Al-lah’ın emriyle
başkalarının emri arasında bir tercihle karşı karşıya ge-tirir. Böyle bir
durumda Allah’a Allah’ın istediği gibi inanan, Allah’ın her şeye kadir olduğunu
bilen, O’nun istediği gibi bir hayat yaşamadıkça mü’min olunamayacağının
bilincinde olan bir mü’min nasıl olur da Allah’ın emrini terk edip bir Rektörün
veya Dekanın emrini tercih edebilir? Peygamberinin; “Allah’a isyan olan hiçbir
konuda bir beşere itaat edilmez” hadisini bilen hangi müslüman açabilir başını?
Lâikler istedikleri kadar lâik hocalara fetvalar verdirsinler, hiçbir müslüman
onların fetvalarına inanmayacaktır. Halbuki lâik devleti meselenin din yönü
ilgilendirmemelidir. Çünkü o dinle ilgilenmeyen bir devlettir. Bı-raksınlar da
müslümanlar inandıkları gibi yaşasınlar. Medine yahudi-lerinin, İzmir’e çıkan
Yunanlıların, Maraş’ı işgal eden Fransızların, Er-zurum’u işgal eden Rumların
yaptıklarını yapmak zorunda değilsiniz müslümanlara.
Dine
inanmayanların din adına fetva vermeleri çok namuslu bir şey değildir. Meselâ şu
anda A.B.D devlet başkanı; ben dini papadan daha iyi bilirim dese, bütün Katolik
dünyası ayağa kalkar, yer yerinden oynar. Ama bakıyoruz şu anda gazetecisinden
simitçisine, dekanından profesörüne kadar herkes müftü kesildi. Herkes fetva
ve-riyor, diyânet hariç tabii. Onlar ne
zaman konuşacaklar bilmiyorum. Efendim, bu baş örtüsü dinî değil ideolojiktir. E
ne olacaktı? Ben şah-sen ideolojisi olmayan bir iman düşünemiyorum. Yâni eğer
bir insanın bir hedefi, bir fikri, bir ideolojisi yoksa, o hayvandan farksızdır.
Zira in-sanı hayvandan ayıran özellik onun ideolojik yönüdür. Düşünün, şu anda
Ankara İlâhiyatta okumak isteyen bir yahudi, bir hıristiyan, bir de müslüman
var. Kanun yahudiye de, hıristiyana da dinî ve milli kıyafetlerinizle
okuyabilirsiniz diyor. Hıristiyan öğrenci eğer bir rahibeyse, ta-mamen kanmışsa,
yahudi öğrenci dini inancı gereği başında bir takkeyle gelmişse herhangi bir
zorlamayla karşılaşmaz. Ama dinî inancı gereği başını örterek gelen bir müslüman
okula alınmaz.
Peki
acaba bu şartlar altında inanmış bir müslüman ne yap-malıdır? Ne yapalım,
zaruret var, başımızı açmadan bu okullarda o-kuyamıyoruz, biz de başımızı
açıverelim mi diyeceğiz? Hayır, bu şartlarda avret yerlerini açmak haramdır.
Buna zaruret demiyor dinimiz. Zaruret; yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helâki
gerekli kılan şeydir. Yapmadığı zaman ölümle karşı karşıya kalacaksa kişi, o
zaman zaruret var demektir. Değilse ileride İslâm’a hizmet ederiz gayesiyle bu
o-kullarda baş açarak okumanın zaruret kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü
emr-i bil’maruf farz-ı ayın olmadığı gibi, bir müslümanın iti-kadı ve ibadeti
için gerekli olan ilimlerin dışındaki bilgileri tahsil etmesi de farz-ı ayın
değildir. Kaldı ki mutlaka bilmeleri gereken farz-ı ayın ilimleri başlarını
açmadan başka yerlerden de öğrenme imkânı vardır. İslâm’a hizmet mutlaka resmî
bir okulda okumayı veya resmî bir dairede çalışmayı gerektirmez. Evet kadınların
ilmi yönden yetişmeleri iyidir, ama bu bir haram işlemeyi asla tecviz etmez.
Bilindiği
gibi; “mazarratı def, menfaati celpten daha evlâdır”. Bu bir fıkıh kaidesidir.
Dinimizde bir haramla bir emir karşı karşıya geldiği zaman, haram emirden
önceliklidir. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bunu şöyle anlatır: “Ben size bir
şeyi emrettiğim zaman, gücünüz yettiği kadarını yapın, bir şeyi nehyettiğim
zaman da ondan kaçının.” Dikkat ederseniz emirler için “gücünüz yettiği kadar”
ifadesi ge-çerli iken, yasaklar için kesinlik söz konusudur. Meselâ ilim öğrenin
der İslâm, ne kadar? Gücünüz yettiği kadar, becerebildiğiniz kadar. Ama içki
içmeyin der, ne kadar? Hiç içmeyin, bir damla bile içmeyin der.
Evet,
unutmayalım ki bir farzla, bir emirle bir yasak, bir haram karşı karşıya geldiği
zaman, haram emirden önceliklidir. Bir harama düşmektense farz terk edilir.
Avret yerini örtecek bir şey bulamayan kişi bir nehir kenarında bile olsa
istincayı terk eder. Çünkü haram em-re tercih edilir. Gusletmesi gerek bir
kadın, eğer erkeklerden gizlene-bilecek bir ortam bulamazsa guslü terk eder.
Çünkü gusül farzdır, av-ret yerlerini başkalarına göstermesi ise haramdır ve
harama düşmektense farz olan gusül terk edilir. Öyleyse velev ki şu anda bu
okullarda öğrenilecek bilgiler farz-ı ayın bilgiler olsa bile, bir harama
düşürecekse o ilimler terk edilir. Kaldı ki bu ilimler farz-ı ayın ilimler bile
değildir.
Evet bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
bütün bu hususları uygulayabilmenin yolunu gösterecek. Yâni bundan önce
anlatılan ko-nuları, zinadan korunabilmenin, toplumu bu tür ilişkilerden
koruyabilmenin, erkek ve kadın olarak temiz kalabilmenin, ziynetlerimizi
Allah’ın istediği şekilde muhafaza edebilmenin, iffet ve hayalarımızı
ko-ruyabileceğimiz bir toplumu kurabilmenin tek garantili yolunu anlatacak
Rabbimiz.
32. “İçinizdeki bekârları,
kölelerinizden ve câriyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler.
Allah onları lütfu ile zenginleştirir. Allah lütfu bol olandır,
bilendir.”
Evet toplumda evlenmemiş tek bir
insan kalmayacak. Bir kadının ve bir erkeğin mutlaka eşe sahip olması gerekecek.
Bu olursa toplum içinde temiz bir hayat yaşanır, bu olursa toplum içinde
Allah’ın istediği mahremiyet de korunur, bu olursa zinasızlık da gerçekleşir, bu
olursa iffetler ve namuslar da korunmuş olur. Eğer toplum içinde evlenme
sağlanamazsa kesinlikle erkeğin de kadının da hayasını korumak mümkün değildir.
Eğer toplum içinde evlenmemiş bir erkek, bir kadın kalmayacak biçimde bir nikâh
uygulamasını gerçekleştire-mezsek kadını da erkeği de temiz bir ortama çekmemiz
mümkün olmayacaktır. Erkek ve kadın olarak bir insanın fıtrî, cinsel ihtiyacı
helâl yoldan karşılanacak, doyuma ulaştırılacak ki onun kendisinden istenen
sorumlulukları yerine getirmesi söz konusu olsun.
Öyle değil mi? Meselâ fıtraten
yemek zorunda olan bir adamın önüne helâl olan hiçbir rızık koymasak, sonra da
desek ki tüm rızıklar yasaktır. Ne yapar bu adam? Eh yemek insanın fıtrî bir
ihtiyacıdır. Yaşamak için yemek zorundadır. Adamın karşısında helâl yiyecekler
olmalı ki şunları, şunları yiyebilirsin ama şunlar yasaktır denmeli ki adam buna
riâyet edebilsin. İşte aynen bunun gibi insanın fıtrî bir ihtiyacı vardır ki o
da cinsel ihtiyaçtır. İnsan midesini helâl rızıkla, kafasını, kalbini Allah
bilgisiyle doyurmak zorunda olduğu gibi cinsi organını da, cinsiyetini de helâl
olarak doyurmak zorundadır. İşte bakın Allah öyle
buyuruyor:
Ey Müslümanlar, sizden, içinizden evli
olmayanları, bekârları, dulları, kocasızları, kadınsızları, yâni nikâha ihtiyacı
olanları mutlaka nikâhlandırın, evlendirin. Hiç evlenmemiş kızlarınızı,
oğlanlarınızı, bo-şanmış dul kadınlarınızı, boşanmış dul erkeklerinizi, ihtiyar
erkeklerinizi, ihtiyar kadınlarınızı yâni ölümlerine kadar nikâha ihtiyacı olan
herkesi evlendirin. Evet bu hitap Müslüman bireye, Müslüman babaya, anaya,
Müslüman topluma, yâni hepimizedir. Öyleyse Rabbimizin bu emri gereği buluğ
çağına gelip de evlenmeyi bekleyen kızlarımızı, oğullarımızı hemen
evlendireceğiz. Boşanmış, ya da eşleri ölmüş ka-dın ve erkek kardeşlerimizi
hemen evlendireceğiz. Tabii iddetleri biter bitmez. Kocası ölmüş ve ya boşanmış
bir kadın iddeti biter bitmez he-men süslenme hakkına ve evlenme hakkına
sahiptir. İster genç yaşta olsun, ister orta yaşta olsun, isterse ihtiyar olsun
fark etmeyecektir. Ayrıca:
Kölelerinizden ve câriyelerinizden
sâlih olanları, samimi Müslüman olanları da evlendirin. Sâlih olan ve
evlendikleri zaman eşlerine karşı sorumluluklarını yerine getirebileceklerine
güvendiklerinizi de evlendirin. Yâni onlar içinden bir başkasının hayatını
mahvetmeyeceklerine güvendiklerinizi evlendirin. Evet hür olan erkek ve
kadınlarınızı evlendirmeye teşvik etmemizi isterken Rabbimiz sâlih olan câriye
ve kölelerimizi de evlendirmemizi emrediyor. Ve yine dikkat ederseniz hür olan
kimseler hakkında kullanılmayan sâlih kavramı köleler ve câriyeler hakkında
kullanılıyor. Evet kölenin de câriyenin de evlenmeye hakkı vardır. Onun da
cinsel ihtiyacı vardır.
Evet Müslümanlara yapılan bu emir bir
tavsiye niteliğindedir ve toplum içinde hiçbir kimse bekâr kalmayacak biçimde
Müslümanlar bu sorumluluklarını yerine getirmek zorundadırlar. Toplumun
düzelmesi, toplumun temizlenmesi için, toplumun iffetli ve hayalı bir toplum
olabilmesi için tüm Müslümanların buna riâyet etmeleri gerekmektedir. Ya
Müslümanlar bu görevlerini yerine getirerek, tertemiz bir toplum oluşturarak,
namus ve iffetlerini koruyarak sonunda cennete doğru giderler, ya da bu
sorumluluklarından kaçarlar, evlenemeyenlere yardımcı olmazlar, bunun sonucu
olarak ta toplumda nikâh dışı gayri meşru ilişkiler yayılır ve kirli bir toplum
oluşur, Allah’ın gazabı o toplum üzerine olursa işimiz biter Allah korusun. Bu
iş için şu materyalist toplum içinde en büyük dert ekonomik
derttir..
Birinci olarak kimi bekâr kadınlar,
ister kız olsun isterse dul ol-sun, kimi kadınlar, kimi erkekler şöyle
düşünüyorlar: Efendim, benim param var, pulum var, imkânlarım var, çevrem var.
Benim bu durum-da evlenmeye hiç de ihtiyacım yoktur derler. Meseleye sadece
ekonomik güç noktasından bakarlar.
Kimi kadınlar ve erkekler de bunun
tamamen aksine, benim hiç bir şeyim yok. Ne param var, ne pulum var, ne imkânım
var. Bu durumda evlilik kim ben kim? Ben nasıl evleneyim?
Meselenin bir üçüncü boyutu da diğer
Müslümanların tutumudur. Yahu benim ne gücüm var ki bu Müslümanların
evlendireyim? Etim ne? Budum ne ki bu iki garibanı evlendirmeye el atayım? Bir
şeyler harcasam kendim aç kalacağım diyerek bu işe yardımcı olmaktan kaçıyorlar.
Bir taraftan kendilerine yapacakları harcamaları çoğaltıyorlar. Meselâ
çocuklarını evlendirirlerken çok büyük harcamalar yaparak, çok pahalı düğünler
yaparak hakları olmadığı halde toplumda sosyal ahlâkı, ekonomik dengeleri altüst
ediyorlar, evlenmeleri, düğünleri zorlaştırıyorlar.
İşte bu üç şekilde bir toplum içinde
ekonomik sebeplerle ev-lenmenin, nikâhın engellenmesi toplumun en büyük
belâlarından birisidir. Çünkü ekonomi hayatın temeli değil ki. Hayatın temeli
imandır. Toplum Müslüman olsa, Müslümanlığı ön plana çıkarsa, ben bir Müslüman
olarak Rabbimin helâl kıldığı nikâhla bu nimetten istifade edeyim diye karar
verse ekonomi engel mi olacak? İşte Rasûlullah efendimizin kendisinin,
kızlarının, sahâbesinin evlenme modelleri önümüz-de. Onların örnek hayatları o
kadar güzel, o kadar kolaydır.
Evlenecek kızımızın nasıl olsa
iyi kötü evde bir yatağı vardır, oğlumuzun da bir yatağı vardır. İşte bu iki
yatağı birleştirdiniz mi ta-mam. Yiyecek mi? Eh zaten evimizde oğlumuz da yiyor,
kızımız da yi-yor. Aç değiller ki şu anda onlar. Aynı ekmeği birleştirip yiyip
giderler. Ama öyle değil de hayatı eşyaya, hayatı modernizme bağlarsanız, hayatı
bunlarla boğarsanız elbette bu iş zorlaşacaktır. Kızımız şu anda çıplak mı?
Üzerinde bir elbise yok mu? Oğlunuz giyinik değil mi? Tamam. Başka neye ihtiyaç
var? 25-30 yaşına gelmiş bir kız ve bir erkek düşünün. Böyle bir delikanlının,
böyle bir kızın yağlı ballı ama kocasız, karısız yaşaması mı daha iyidir, yoksa
evli ama az malla ikti-fa etmesi mi daha tatlıdır? Hangisi daha mutlu eder
onları? Altında bir çulu olsa bile, kuru ekmekle ömür sürse bile kocasıyla
güzellikle beraber olması onun için daha tatlıdır değil mi? Tüm aileler, tüm
ailelerin kızları, erkekleri bunalımda değiller mi bu açıdan? Ne hakkımız var
hayatı böyle zorlaştırmaya?
İşte şu anda görüyoruz, duyuyoruz
ki kimi kâfir ve zalim toplumlar, nikâh dışı ilişkilerle bu ihtiyaçlarını
Allah’ın istemediği yollarla karşılıyorlar. Yâni bizler de böyle mi yapalım?
Hayır, işte bunun alternatifini anlatıyor Rabbimiz. Böyle bir pisliğe düşmek
istemiyorsanız evlenmeyi kolaylaştırın, Müslüman kardeşlerinizi evlendirin. İşte
bunun çaresi, bunun alternatifi budur.
Şimdi söyleyin bana şu babalardan
hangisi daha güzeldir? Bir baba düşünün ki gidip bir Müslümana diyor ki evlâdım,
kardeşim benim bir kızım var, sen onunla evlenir misin? Meselâ Ebu Bekir
efendimiz geliyor Allah’ın Resûlüne, ya Rasulallah benim kızımla evlenir misin?
diyor. Bir başka baba Hz. Ömer kocası ölmüş kızının iddeti bi-ter bitmez Ebu
Bekir’e gidiyor ve ey Ebu Bekir benim
kızımla evlenmek istemez misin? diyor. Ey Osman benim kızımla evlenemez misin?
diyor. Böyle bir baba mı daha güzel? Böyle bir baba mı kızını dü-şünüyor? Yoksa
kızım işte ev, işte ekmek, işte para, pul. İşte seveceksen benim çocuklarım,
benim torunlarım gel babanın evinde otur diyen zalim bir baba mı daha kızının
fıtratını düşünüyor? Söyleyin hangisi iyi bunların? Hangisi merhametli? Sen
keyfine göre karınla beraber ol, birinci yetmedi ikinciyi, üçüncüyü al, eşinden
bir hafta bile ayrılığa tahammül etme, ama bekâr kızın, kocası ölmüş ya da
boşan-mış kızın eşsiz kalsın. Bu nasıl bir iş? Nasıl bir babalık bu?
Sen ey Müslüman eşini koynuna
almışsın, bir gün bile ondan ayrılığa tahammül edemiyorsun da bu çevrendeki
eşsiz Müslümanları hiç düşünmüyor musun? Yıllardır kocasızlığa dayanamayarak
yatağını, yastığını göz yaşlarıyla sulayan o dul kadınları, o bekâr erkekleri
hiç düşünmüyor musun? Siz ey oğullar analarınız, babalarınız öldüğü zaman dul
kalmış analarınızı, babalarınızı hiç düşünmüyor musunuz? Dul kalmış
kardeşlerinizi düşünmüyor musunuz? O zaman yapabiliyorsanız, siz de ayrı kalın
hanımlarınızdan, kocalarınızdan. Becerebiliyor musunuz bunu? Kendiniz için
düşünemediğiniz bir şeyi nasıl olu-yor da kızınıza, oğlunuza böyle bir şeyi
lâyık görebiliyorsunuz? Bu işin yolu kalplerin Kur’an ve sünnetle dolmasına,
gönüllerimizin kitap ve sünnetle atar hale gelmesine bağlıdır.
Eğer hadiselere kitap ve sünnetle
bakabilecek, hayatı vahiyle sorgulayabilecek bir noktaya gelebilirsek elbette
bunlar çok kolay ha-le gelecektir. Bizler şu anda kitabın bu âyetlerini
bilmediğimiz için, bu kitabın pratiği olan Rasûlullah efendimizin bu konudaki
uygulamalarından habersiz olduğumuz için, sahâbenin evlenme ve evlendirme
modellerini tanımadığımız için bizim toplumuzda ya Katolik bir anlayış, ya
Protestan anlayışı, ya Yahudilik ya da örfler hakim
olmuştur.
Bakın buyuruyor ki
Rabbimiz:
Eğer onlar fakir iseler Allah onları
zenginleştirecektir. Yâni na-sıl bir hesabın içindeyiz bizler böyle? Sanki şu
anda zengin olanlar kendi kafalarıyla, kendi plan ve programlarıyla mı zengin
olmuşlar? Nasıl da böyle kâfirler gibi düşünüyorsunuz? Öyleyse bırakın Allah’ın
fakir kulları da evlensinler. Ne olur yâni bir yatak bir yorganla
evlendiriverelim, başka hesapların içine girmeyelim, bak işte Allah onları da
zenginleştireceğini haber veriyor. Yâni Rabbimiz bu âyetiyle Müslümanlara
bırakın şu para pul hesabına girmeyi buyuruyor. Niye Allah’ın lütuf ve
ihsanlarından ümit keserek kendi kendinize bu tür materyalistçe hesapların içine
giriyorsunuz? Halbuki Allah’ın lütfu geniştir. Dilediğine hiç ümit etmediği
yerden hiç beklemediği, hesap edemediği kadar rızık yağdırır. Yâni kime ne kadar
vereceğini? Kimin neye ih-tiyacı olduğunu herkesten daha iyi bilendir. Kullarını
doyurmak asla Onu fakir düşürmez. Onun hazinesi asla
bitmez.
33. “Evlenemeyenler, Allah
kendilerini lütfu ile zenginleştirene kadar iffetli davransınlar. Kölelerinizden
hür olmak için bedel vermek isteyenlerin, onlarda bir iyilik görürseniz, bedel
vermelerini kabul edin. Onlara Allah'ın size verdiği maldan verin. Dünya
hayatının geçici menfaatini elde etmek için, iffetli olmak isteyen
câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim, onları buna zorlarsa bilsin ki; Allah hiç
şüphesiz onu değil, zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet
eder.”
Nikâha güç yetiremeyenler,
evlenmek için bir şeyler tedarik edemeyenler, etraflarındaki materyalist
insanlardan da yardım göremeyen Müslümanlar da afif davransınlar, iffetli
olsunlar. Allah kendi-lerini zenginleştirip bir nikâhla cinsel arzularını
giderebilecekleri zamana kadar sabretsinler. Tertemiz Allah’ın istediği hayatı
devam ettirsinler. Oruç tutarak, Allah’a sığınarak namus ve iffetlerini
korusunlar. Nikâh imkânı bulamadım diye, meşru yoldan bu ihtiyacımı gideremedim
diye bir Müslüman erkeğin ve kadının iffet ve hayasını terk etmeye, gayri
meşruya uzanmaya hakkı yoktur. Allah’ın kendisine bir emâneti olan iffetini
korumak zorundadır. Rasûlullah efendimiz insanları nikâha teşvik ederken, böyle
durumdaki erkek ve kadınlara şöyle buyurmaktadır:
“Ey gençler, içinizde kimin
evlenmeye gücü yeterse evlensin, çünkü bu gözleri kötü bakıştan alıkor ve
kişinin temiz kalmasını sağlar. Evlenmeye gücü yetmeyen ise oruç tutsun. Çünkü
oruç ihtirasların bastırılmasına yardım eder.
(Buhârî,
Müslim)
Yine Tirmizî Ebu Hureyre efendimizden
şu hadisi nakleder:
“Allah üç kişiye yardım etmeyi
üzerine almıştır. Bunlardan birincisi iffetini korumak için evlenen kimsedir,
ikincisi hürriyetini kazanmak için çalışan köle, üçüncüsü de Allah yolunda
savaşa çıkan kimsedir.”
Rabbimizin bu âyetleri ve
Rasûlullah efendimizin bu beyanlarından öğreniyoruz ki bu konuda iffet ve
hayasını koruyan Müslümanlara, Allah mutlaka bir çıkış yolu verecektir. Rabbim
onların yolunu açacaktır. Allah’a ihanet etmeyen kimseye Allah mutlaka yardım
edecektir. Böyle bir Müslümana Rabbimiz cennette ne güzel nimetler
ha-zırlamıştır?
Ve yine sahip olduğunuz kölelerden
mükatebe yapmak istediklerinizi, yâni onlardan hür olmak, azât olmak için size
bir bedel ver-mek isteyenleri, eğer onlarda bir hayır görüyorsanız mutlaka bu
imkânı tanıyın. Mutlaka onların özgürlük isteklerini gerçekleştirin. Eğer
onlarda size vaat ettikleri bedellerini kazanıp ödeyeceklerine dair bir güven
hali, bir dindarlık hali görürseniz, size bir güven verirlerse onlara bu konuda
yardımcı olun. Özgürlüklerinin sonunda güzel bir aile hayatı kurmaları, yâni
evlendirilmeleri konusunda da onlara yardımcı olun.
Allah’ın size verdiği mallardan verin
onlara. Ne hoş bir ifade değil mi? Kendi mallarınızdan, sizin olan mallarınızdan
verin denmiyor da Allah’ın malından verin. Demek ki bu konu gerçekten çok
önemlidir. Evet kölenin, câriyenin, bu malların, bu paraların sahibi biz gibiyiz
ama bütün bunların gerçek sahibi Allah’tır. Allah bütün bu sahip olduklarımızı
bize vermeseydi biz bunları nereden bulabilecektik? Bu köleler anamızdan
doğduğumuz gün bizim miydi? Bu mallar mülkler dünyaya geldiğimiz gün bize mi
aitti? Bir gün ölüm gelip çattığında bunları kaybetmeme imkânımız var mı? Ya da
ölüm gelmeden bir gün onlar bizi terk edip gitmiyorlar mı? İyi düşünelim.
Allah’ın verdiğini kaybetmeyen var mı bu dünyada? Allah’ın verdiği bu malları
mülkleri bırakıp gitmeyen var mı bu dünyada? Ebedî yaşayan var mı?..
Öyleyse bütün bu malların,
mülklerin, bütün bu sahip olduğumuz kölelerin, câriyelerin bizim olmadığını
anlayarak özgürlük iste-yenlerin özgürlüğe kavuşması için elimizden geleni
yapmak zorunda olduğumuzu unutmayalım. Şu anda elimizde olanlarda fakirlerin
haklarının olduğunu unutmamak zorundayız. Nasıl ki önceki âyetlerin be-yanıyla
ellerimizin, ayaklarımızın, gözlerimizin kulaklarımızın ve tüm azalarımızın
Allah’ın bizde birer emâneti olduğunu ve onları Allah’a ihanet yolunda
kullanmamamız gerektiğini anlamıştık, burada da mallarımızın mülklerimizin bize
ait olmadığını, onları Allah’ın istediği yerlerde kullanmak zorunda olduğumuzu
anlıyoruz. Allah’ın bize verdiği bu mal emânetine de hainlik yapmamak
zorundayız. Bu emânetin gereğini de yerine getirmek zorundayız.
İşte bu emânetin sahibi eğer bunu
özgürlüğe kavuşmak isteyenlere harcamamamızı emrediyorsa hemen hiç tereddüt
etmeden Rabbimizin istediği yolda onu harcamak zorundayız. Fakirlere verin mi
dedi? Hemen vereceğiz. Evlenmeye ihtiyacı olan kardeşlerinize verin mi dedi?
hemen vereceğiz. Muhtaç kardeşlerinize verebilmek için kendinize yapacağınız
harcamalarınızı kısın mı dedi? Diğer Müslüman kardeşlerimizin karşımızda
aşağılık duygusuna kapılacağı bir hayat standardı değil, onların karşımızda
şahsiyet bozukluğuna düşmeyecekleri bir hayatı yaşayıp arta kalanlarımızla
onlara yardıma ko-şacağız. Bu toplumun orta halli bir ferdinin yaşadığı hayatı
yaşayıp, oğlumuzu kızımızı orta halli bir kişinin evlendireceği imkânlarla
evlendireceğiz ki, gücümüz var diye çok para harcamayacağız ki toplumda sosyal
dengeyi, ekonomik ve ahlâkî dengeyi bozmayacağız.
Sahip olduğu kölelere, ellerinin
altındaki câriyelere zorla zina, iffetsizlik, fuhuş yapmalarını isteyip onlar
sırtından ekonomik güç elde etmek isteyen kimselere de diyor ki Rabbimiz, geçici
bir takım dünya menfaatleri elde etmek için sakın iffetini korumak isteyen
câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Evet demek ki bu dünya hayatında dünyanın kulu
köle olan karakteri bozuk insan her zaman mevcut olmuştur. Medine-de de
kölelerinin, câriyelerinin namuslarını satarak para kazanmaya çalışan
insanlardan varmış ki Rabbimiz uyarıyor. Münâfıkların içinde bunu normal
görenler vardı. Rabbimiz buyuruyor ki eğer o câriyeleriniz ırz ve namuslarını
koruyorlarsa sakın sizler onları şu dünya hayatının basit ve geçici metaları
karşılığında fuhşa zorlamayın, zinaya zorlamayın. Hem onları hem de kendinizi
cehenneme göndermeyin.
Ama kim de buna rağmen, Allah’ın bu
uyarılarına rağmen zorlar, onların sırtından para kazanmak için onları buna
mecbur ederse, onları Allah’ın istemediği bir hayata zorlarsa, berikiler de
onların zorlamasına karşılık Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya ayak
direrler, zinaya, fuhşa düşmemeye çalışırlarsa bilesiniz ki Allah Ğafûr ve Ra-hîmdir. Yâni birilerinin
zorlamasıyla genelevlerine doldurulup para karşılığında insanların iştahlarına
sunulanların da bu işi yapmamak için, bu işten kurtulmak için bir kavga vermesi
gerekmektedir. Allah’ın emrini çiğneme karakterinde olan bu patronlar da
bilsinler ki bu yoldan kazandıkları paraların tamamı haramdır ve bu paralar
kendilerini cehenneme götürecektir.
34. “Andolsun ki, size apaçık
âyetler, sizden önce geçenlerden misa l ve sakınanlara öğüt
indirdik.”
Evet şu ana kadar çözüme
kavuşturulan toplumsal problem-lerin bir değerlendirilmesi yapılıyor.
Muhakkak ki Biz size apaçık âyetler ve
deliller indirdik ve sizden öncekilerin hayatlarını anlatan âyetleri, onların
haberlerini de anlattık ve muttakiler için, hayatlarını Al-lah için yaşamak
isteyen kimseler için mevizalarımızı da ulaştırdık. Her insan ya kadındır, ya
erkektir. Her insan beden ve ruh taşımaktadır. Her insanda iyilik ve kötülüğe,
hayır ve şerre meyli vardır, bunlardan birisini seçme özgürlüğü vardır. Her
insanın cennete ve cehenneme gitme hakkı vardır ve ortaktır. İşte geçmişi
anlatan âyetler, geç-mişten verilen haberler bizi anlatan haberlerdir. Önceki
toplumlar da aynı yasalarla mükellef tutulmuşlardır. Onların içinde Allah’ın
ortaya koyduğu bu hayat programlarına, bu yasalara ters düşenlerin başlarına
gelenler bugün bu yasalara karşı gelenlerin de başına gelecektir. Kim de muttaki
davranır, bu âyetlere kulak verir, hayatını bu âyetlerle düzenlemeye çalışırsa
tıpkı önceki toplumlarda olduğu gibi hem bu dünyada hem de âhirette
kurtulanlardan olacaktır.
Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz yine
bizi bir benzetmeyle karşı karşıya getirecek. Bizler de sürekli Rabbimize dua
edeceğiz. Ya Rabbi ilmimizi artır. Ya Rabbi anlayışımızı artır. Ya Rabbi bizi
senin âyetlerini, Senin misa llerini, Senin teşbihlerini
anlama gücüne ulaştır bizi diye dua ederek Rabbimizin bu âyetini anlamaya
çalışacağız. Çünkü Rabbimiz Ankebût sûresinde şöyle
buyuruyor:
“Biz bu misa lleri insanlara veriyoruz, onları
ancak bilenler anlayabilir.”
(Ankebût
43)
Sahâbe-i Kiram efendilerimiz bu tür
misa llerle karşı karşıya kaldıkları
zaman anlayamama korkusuyla tir tir titrerlermiş. İşte şu anda bizler de
gerçekten zor anlayabileceğimiz, ama Rabbimizin bir âyeti olduğu için, bizi
ilgilendiren bir âyet olduğu için mutlak anlamak zorunda olduğumuz bir
misa lle karşı karşıyayız. Çünkü
Rabbimiz, Ben bunu size anlayasınız diye indirdim diyor, akıl sahipleri bunu
anlar diyor. Elimizdeki bu kitabın âyetlerinin tamamını anlamakla mükellefiz.
Düşüneceğiz, üzerinde akıl yoracağız, tefekkür edeceğiz, tezekkür edeceğiz, akıl
edeceğiz çünkü bunları akıl edenler anlar diyor Rabbimiz. Tüm varlığımızı,
aklımızı, fikrimizi, duyularımızı bu âyeti anlamaya teksif edeceğiz,
araştıracağız, soruşturacağız, bilenlere gideceğiz. Elimizden gelem tüm
imkânlarımızı seferber ettikten sonra da Rabbimize dua edeceğiz. Ya Rabbi bizim
ilmimizi, Fehmimizi, anlayışımızı artır da Senin bu âyetlerini anlayalım
diyeceğiz. Çünkü Rabbimiz bize yardım edip, aklımızı, fikrimizi, zihnimizi
açmadığı sürece kendi kendimize anlama imkânımız da yoktur.
35. “Allah göklerin ve yerin
Nûru’dur. O'nun nûru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir
cam içindedir, cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır; bu, ne yalnız
doğuda ve ne de yalnız batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş
değmese bile, nerdeyse yağı kendisi aydınlatacak! Nûr üstüne nûrdur. Allah
dilediğini nûruna kavuşturur. Allah insanlara misa ller verir, O, her şeyi
bilir.”
Önce bu âyetle alâkalı selef
âlimlerimizin dediklerini kısaca söyleyelim. Allah semavat ve arzın nûrudur
dedikten sonra uzun uzun ışıktan, güneşten, nûrdan söz etmişler. Allah varlığın
sebebi ve kaynağıdır demişler. Bu kâinatta tezahürün, görünümün, ortaya çıkışın
sebebi Allah’tır demişler. Eğer Rabbimiz bu varlıkları var edip ortaya
çıkarmasaydı kâinatta yokluktan, karanlıktan başka bir şey olmayacaktı demişler.
Kimileri nûr kelimesi kitap ve sünnette bir de bilgi anlamına kullanılır demiş.
Aydınlık bilgidir, karanlık ta cehalettir. Öyleyse hakikatin, bilginin kaynağı
Allah’tır. Onun vahyi, Onun bilgisi olmadan bu kâinatta karanlıktan, cehaletten
ve şerden başka bir şey olmayacaktır demişler. Kimileri bunu yokluk ve varlıkla
izah etmeye çalışmış. Yokluk karanlığından, varlık aydınlığına çıkaran
Allah’tır. Bilinmezlik karanlığından, bilinirlilik aydınlığına çıkaran Allah’tır
demişler.
En’âm sûresinin başındaki âyette
Rabbimiz nûrun kendisi değil, kendisinin nûrun yaratıcısı olduğunu anlatır.
Hattâ âyetin sonunda da; nûru kendisiyle denk tutanların, yarattıklarını
kendisiyle denk tutanların kâfirler olduğunu ortaya kor:
"Hamd gökleri ve yeri yaratan,
karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Öyle iken inkâr edenler
Rablerine başkalarını eşit tutuyorlar."
(En’âm 1)
Hamd gökleri ve yeri yaratan,
yerdekileri ve göktekileri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı yaratan,
karanlıkları ve nûru yaratan Allah’a aittir. Övgü, senâ, itaat, kulluk Allah’a
aittir. Övülmeye lâyık tek varlık Allah’tır. Kulluk edilmeye lâyık tek varlık
Odur. Böyle iken insanlardan kimileri, Allah’ı tanımayanlar Rablerini bırakıp ta
başkalarına hamd etmeye başkalarına kulluk etmeye çalışıyorlar. Başkalarını
övmeye, başkalarını dinlemeye
çalışıyorlar. Yaratıkları yaratıcıya tercih ediyorlar. Allah’ın yarattığı
varlıkları yaratana denk tutmaya çalışıyorlar. Kimileri Allah’ın yarattığı
maddeyi Allah yerine koyarak Allah’a denk tutuyorlar, kimileri Allah’ın
yarattığı ayı, güneşi, aydınlığı, karanlığı
Allah makamına oturtarak Ona denk tutuyorlar. Halbuki bunların hepsi
birer yaratıktır. Hepsi de Allah’ın yarattığı hepsi de Allah’ın kulu ve
mülküdür.
Yine bakıyoruz Teğabun sûresinde
elimizdeki şu Kur’an’a nûr isminin verildiğini görüyoruz:
“Öyleyse Allah'a, Peygamberine ve indirdiğimiz
nûra, Kur’an’a inanın; Allah işlediklerinizden
haberdardır.”
(Teğabun 8)
Yine Nisâ sûresinde Kur’an’ın nûr
olarak isimlendirildiğini görüyoruz:
“Ey İnsanlar! Rabbinizden size
açık bir delil geldi, size apaçık bir nûr, Kur’an
indirdik.”
(Nisâ 174)
Ahzâb sûresinin 46. âyetinde de
peygamberin nûr olduğu anlatılır:
“Ey Peygamber! Biz seni şahit, müjdeci,
uyarıcı; Allah'ın izniyle O'na çağıran, nûrlandıran bir ışık olarak
göndermişizdir.”
(Ahzâb
45,46)
Allah semavat ve arzın nûrudur.
Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun nûrunun misa li bir oyuk gibidir. Hani eskiden
evlerin içinde idare dediğimiz ışıklıkları koyduğumuz duvardan pencerelerin yanı
başında bulunan oyuk gibidir. İşte o oyuğun içinde bir kandil var. Misbah ta
zücacedendir, yâni parlak ve şeffaf bir özelliğe sahiptir. O zücace, o
şeffaf ve parlak olan madde, yâni kandil sanki inci gibi parıl, parıl parlayan
bir yıldızdır. Bir oda düşünün, odanın kenarında bir oyuk var, oraya bir kandil
asılmış, sanki orada inci gibi bir yıldız parlıyor. Ve o parlayan yıldız mübârek
zeytin ağacından tutuşturulmuş, o mübârek zeytin ağacı ne doğuya aittir, ne de
batıya. Bir başkasına ihtiyacı olmaksızın kendi kendine tutuşturulur.
O zeytin ağacının yağına dışardan
tutuşturucu bir ateş gelmese bile neredeyse kendi kendine parlaklığını devam
ettirecek bir özelliğe sahip. Nûr üzerine nûr. Hep nûr, hep aydınlık. O oyuktan
sürekli aydınlık saçılıyor, sürekli yıldız parlıyor. Ve onu yakan yağ da o kadar
mübârek bir ağacın yağı ki ne doğuya mahsus, ne batıya mahsus, ne doğuya, ne
batıya ne de insanlara hiçbir ihtiyacı olmayan kendi kendine yanabilen bir
özelliktedir. Aydınlık devam ediyor, nûr devam ediyor. İşte Allah nûruyla
dilediği kimselere hidâyet eder.
Öyleyse Rabbimizin bu teşbihini, bu
benzetmesini nûr kaynağı olan, hidâyet rehberi olan peygamberi olarak anlıyoruz.
Rabbimizin bu benzetmesini hidâyet rehberi ve nûr kaynağı olan kitabı olarak,
Kuranı olarak anlıyoruz. Rabbimizin bu benzetmesini aynı özellikteki dini
olarak, vahyi olarak anlıyoruz. Yâni nûr kitaptır, nûr peygamberdir, nûr dindir,
hidâyettir. Âyet-i Kerîmedeki kandil yuvası mü’mindir. Cam kafes mü’minin
kalbidir. Çerağ da mayası iman ve tevhidle yoğrulan mü’minin fıtratıdır. Yağ da
mü’minin sâlih amelleridir.
Öyleyse bir mü’minin kalbine
aynen o oyuktaki gibi bu nûr bir kere yerleşti mi, bu peygamber, bu kitap, bu
hidâyet bir kere oraya girdi mi, bir kere orası Allah’ın hidâyetiyle buluşup
aydınlandı mı artık o mü’minin kalbi, o mü’minin bulunduğu ev, o mü’minin
bulunduğu mahalle veya bu kitabın, bu dinin nûrunun, hidâyetinin yerleştiği
kalp, ev, mahalle, ülke artık tamamen aydınlanacak ve artık bir başka ışığa, bir
başka hidâyete, bir başka bilgilenmeye ihtiyacı olmadan o kalbin, o evin, o
ülkenin aydınlığı sürekli olacak, o insanın, o ailenin ve o toplumun Müslümanca
hayatı devam edecektir. Sürekli o kitabın âyetleri, o peygamberin sünnetleri o
kimsenin kalbine gelmeye devam ettiği sürece artık nûr üzerine nûr olacaktır.
Fâtihâdan sonra Bakara, Bakaradan
sonra Âl-i İmrân, Ondan sonra Nisâ, Ondan sonra Mâide ve devam eden sûreler ve
âyetlerle bilgilenen bir kalp, bir toplum sürekli nûr üzerine nûr özelliğine
kavuşacak ve Allah’ın izniyle en aydınlık dünyayı yaşayan bir kimse, bir aile,
bir toplum haline gelecektir. Ve bu nûr da asla sönmeyecektir. Hiç kimse bu nûru
söndürmeye güç yetiremeyecektir. Çünkü bu nûr dışardan bir etkiyle değil,
Allah’ın lütfuyla varlığını devam ettirecektir.
İşte Allah insanlara
misa llerini böylece veriyor. Allah
her şeyi bilendir. İşte nûr sûresinin ilk âyetlerinde sosyal hayatımızın, aile
düzenimizin, iffet ve hayamızı koruyabilmemizin nasıl olacağını, Allah’a ihanet
etmeden, birbirlerimize haince davranmadan bir hayatın nasıl yaşanacağını
öğrettikten sonra, bunun temel esasının
da, buna ulaşabilmenin yolunun da kalbimizin, ailemizin, toplumumuzun Allah’ın
nûruyla nûrlanması gerektiğini öğreten bir âyetle karşı karşıya kaldık. İşte
kendimizin, ailemizin, toplumumuzun nûr üzerine nûr, aydınlık üzerine aydınlık
bir dünyaya ulaşmasının yolu budur. Bu iş Allah’ın nûr olan kitabına ve
Resûlünün aydınlık örnekliliğine yönelmekle mümkün olacaktır.
Üstelik bu dinin, bu Allah
yolunun kuzeyden, ya da güneyden, doğudan, ya da batıdan gelecek bir sisteme,
bir anlayışa ihtiyacı olmadan varlığını devam ettireceği de ortadadır. Yâni bu
kitap ve bu ki-tabın pratiği olan sünnet baştan sona tüm insanlık problemlerini
kıyâmete kadar çözebilecek bir kapasitededir. Tüm dünya insanlığının yolunu
aydınlatabilecek bir özelliktedir. Aynen inciden bir yıldız gibi, kendi kendine
tutuşan, dışardan hiçbir müdahale ihtiyacı olmayan bir özellikte dünyayı
aydınlatmaya devam eden bir nûr gibi olacaktır.
Allah kimi dilerse kendi nûruna, kendi
hidâyetine yöneltip iletir. Yâni her ne kadar bu nûr tüm dünyayı aydınlatmaya
devam ediyorsa da, herkes bunu kabulde, herkes bu nûra müracaatta, ondan
yararlanma isteğinde eşit değildir. Vahiyden istifade konusunda herkes aynı
durumda değildir. İradesini aydınlanmadan yana, bu nûrdan istifadeden yana
kullananları Rabbimiz nûruyla aydınlatırken, iradesini karanlıkta kalmadan yana
kullananları da karanlıklar içinde bırakmaktadır.
Allah her şeyi bilir. O bir gerçeği
hangi benzetmeyle anlatacağını çok iyi bilir. Hangi teşbihin hangi konuyu en
güzel açıklayacağını, insan zihnine yerleştireceğini çok iyi bilir. Bu hidâyete,
bu nûra kimin lâyık kimin lâyık olmadığını da en iyi bilen
Allah’tır.
Ve işte bakın bu nûrun girdiği, bu
nûrun egemen olduğu, bu aydınlığın hakim olduğu nice evler vardır ki:
36. “Allah'ın yüksek tutulmasına
ve içlerinden adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam O'nu
tesbih ederler.”
Öyle evler var ki; o evlerde
Allah kendisinin isminin zikredilmesine, kendi şanının şerefinin yüceltilmesine
izin verdi, imkân verdi, lütfetti. O evlerde sadece Allah yüceltilir, sadece
Allah gündeme alınır, sadece Allah’ın âyetleri okunur, sadece Allah’a kulluk
gerçekleştirilir. O evlerde Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın yasalarıyla aydınlık
bir dünya yaşanır. O evlerde gece-gündüz Allah tesbih edilir. İşte Allah’ın
hidâyetinin girdiği, kitabın, peygamberin, vahyin girdiği, Allah’ın nûruyla
nûrlanmış, aydınlanmış, Allah nûrunun egemen olduğu kalplerin yaşadığı,
mü’minlerin ikâmet ettiği o evlerde sadece Allah yüceltilir. Sadece Allah
övülür. Sadece Allah gündeme alınır, Allah’ın âyetleri gündemi doldurur. Evet
mü’minlerin evleri işte böyledir.
Şimdi Allah için kendi kendimizi
bir sorgulayalım. Evlerimizi bir gözden geçirelim. Gerçekten evlerimizde sabah
akşam tesbih edilen, yüceltilen, zikredilen Allah mı? Allah’ın âyetlerimi
zikrediliyor evlerimizde? Allah’ın kitabı mı okunuyor? Madem ki Allah’ın nûruyla
aydınlanan bir Müslümanın yaşadığı evde, Müslümanların ikâmet ettiği evlerde
Allah tesbih ediliyor, Allah gündeme alınıyorsa, acaba gerçekten bizim evlerde
bu var mı? Acaba hayatımızı kitapla mı düzen-liyoruz? Acaba akşam sabah kitap ve
sünnetle bilgilenebiliyor muyuz? Acaba aile hayatımızı şu okuduğumuz sûreye göre
mi düzen-liyoruz? Acaba kazanma harcama anlayışlarımızı, giyim kuşam
anlayışlarımızı, erkek kadın ilişkilerimizi, oturma kalkma düzenlerimizi,
ziyaret ve ziyafet anlayışlarımızı bu kitaba göre ve bu kitabın pratiği olan
Rasûlullah efendimizin uygulamalarına göre mi düzenliyoruz? Hukukumuzu,
eğitimimizi, siyasal yapılamalarımızı bu kitaba göre mi ayarlıyoruz? İşte
Allah’ı tesbih, Allah’ı zikir, Allah’ı yüceltmek demek budur.
Evet evlerimizde Allah’ın adının
anılması, Allah’ın yüceltilmesi demek, Onun nûrunun, Onun kitabının, Onun
peygamberinin, Onun dininin anlaşılması ve Onun istediği gibi bir hayatın
gerçekleştirilmesi demektir. Eğer günlük ve gecelik hayatımızda Kur’an yoksa,
peygam-ber yoksa, dilimizde, gözümüzde, kulağımızda, kalbimizde Allah’ın
âyetleri yoksa, Allah’ın âyetleri bize yol göstermiyorsa, keyfimize göre bir
hayat yaşıyorsak kesinlikle bilelim ki bize, kalbimize nûr girmemiştir, bizim
eve nûr girmemiştir ve bizim evlerimizde Allah’tan başkalarının zikri, Allah’tan
başkalarının yüceltilmesi, Allah’tan başkalarının gündeme alınması söz
konusudur. Biz evlerimizde başka şeyleri tes-bihle meşgulüz demektir. Öyle değil
mi? Eğer bizim evlerimizde Allah’ın değil de şeytanların vahiyleri izleniyorsa,
bize hakim olan Allah kitabı değil de başkalarının kitaplarıysa o evde Allah
zikrediliyor, o evde Allah tesbih ediliyor, Allah yüceltiliyor denebilir mi?
İşte nûru böyle anlayacağız, nûrun
hâkimiyetini böyle anlayacağız. Allah nûrunun egemenliği budur işte. Ve kimin
evinde, kimin kalbinde bu nûr var? Kimin evinde yok, bunu anlatıyor Rabbimiz.
Öy-leyse kalplerimizi, evlerimizi Allah’ın nûruyla, Allah’ın istediği hidâyetle
doldurmak zorundayız. Kalplerimizde, evlerimizde Allah nûrunu egemen kılmak, hep
o nûrla bakmak, hep o nûrla görmek ve o nûrun ay-dınlığında bir dünya yaşamak
zorundayız ki bu nûr inşallah sürekli artarak bizi cennete kadar götürsün.
Sadece bizim kalp değil, sadece bizim ev değil diğer kalplere, diğer evlere de
bu nûrumuz taşınsın ve tüm dünya bu nûrun aydınlığına ulaşsın. Bizim ev nûr
saçan bir ev olsun ki böylece tüm evlerde, tüm dünyada Allah’ın adı anılsın, tüm
dünyada Allah yüceltilsin, tüm dünyaya Allah egemen olsun, Allah’ın nûru,
Allah’ın hidâyeti egemen olsun. Kalplerimiz Allah’ın kitabının bilgisiyle öyle
bir dolsun ki, evlerimiz Allah’ın âyetleriyle öyle bir yükselsin ki herkes bunu
fark edip nûra koşsun. Herkesi aydınlatacak tüm kalpleri bu nûrla tutuşturacak
bir noktaya gelelim. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz bunu şöyle
anlatır:
37. “Bunları ne ticaret ve ne de
alışveriş Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkor. Bunlar,
gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar.”
İşte böylece Allah’ın nûruyla
nûrlanmış, Allah’ın hidâyetiyle kalpleri dolmuş, kalplerinde, evlerinde sadece
Allah’ın emirleri yaşanan erler var ya, ne bir ticaret, ne de bir alışveriş
onları Allah’ın zikrinden, Allah’ın kitabından, Allah’ın nûrundan alıkoyamaz.
Allah’ın istediği namazı Allah’ın istediği gibi ayağa kaldırmaktan hiçbir şey
onları alıkoymaz. Allah’la diyaloglarını hiçbir şey engelleyemez. Bedenleri
konusunda Allah’ın istediklerini uygulamaktan, bedenlerini, azalarını Allah’ın
istediği yerde kullanmaktan hiçbir şey onları alıkoymadığı gibi, malları
konusunda da Allah’ı söz sahibi bilmekten, mallarının zekâtını vermekten hiçbir
şey onları engelleyemez. Yâni zikrin, kitabın istediği bir hayatı yaşamaktan
hiçbir şey onları engelleyemez.
Evet kalpleri vahye çırağlık yapan o
Allah erleri öyle kimselerdir ki ne ticaret, ne para pul, ne dünya hesabı, ne
altın gümüş hesabı, ne ev bark, ne dükkan tezgah hesabı onları Allah’ı gündeme
almaktan, Allah’ı yüceltmekten, Allah’ın istediği bir Müslümanlık hayatını
yaşamaktan, Allah’la, Allah’ın kitabıyla beraber olmaktan, Allah’la
bil-gilenmekten, Allah’la şereflenmekten hiçbir şey alıkoyamaz. Yine on-lar
hangi şart altında olurlarsa olsunlar asla namazı ikâmeden vazgeçmezler. Namaz
ve zekâta özdeş bir hayat yaşamaktan asla taviz vermezler. Namazın ve zekâtın
egemen olduğu bir dünyayı yaşamaktan asla vazgeçmezler.
Namaz sayesinde Allah’la diyalogu
gerçekleştirirler, namazla Allah’tan vahiy alırlar ve aldıkları bu mesajı Allah
kullarına ulaştırmanın kavgasını verirler. Namaz ve zekâtla toplumsal
problemleri çözmeyi hedeflerler. Allah’ın verdiklerini kardeşleriyle paylaşmayı
he-deflerler. Ne bedenlerini, ne de mallarını sadece kendileri için harca-yarak
bencillik etmekten uzaktır onlar. Zamanlarını, imkânlarını, be-denlerini,
mallarını Müslüman kardeşlerinin, insanlığın hizmetine vakf ederler onlar. Böyle
tüm dünya insanlığının parmakla işaret ettiği, işte Müslüman budur dedikleri,
Allah’a kulluğun sembolü olmuş insanlar olurlar.
İşte Allah’ın nûru, işte Allah’ın
bir önceki âyette anlattığı teş-bihin canlı örneği diyecekleri, doğruyu, hakkı
kendilerinden görecekleri insanlardır onlar. Bunlar kendileri yemez başkalarına
yedirirler. Kendileri giymez başkalarına giydirirler. Başkalarının oğullarını,
kızlarını aynen kendi oğulları gibi değerlendirip onları da eğitmenin, onları da
cennete götürmenin derdini taşırlar. Hayatlarında bencillik, hodfu-ruşluk
yoktur. Sadece Rablerinin rızasını düşünürler.
Evet hiçbir şey, hiçbir ticaret, hiçbir
dünya meşgalesi onları Allah’ın istediği gibi kitapla beraber olmaktan, Allah’ın
kitabını, Allah’ın âyetlerini gündemde tutmaktan, namazı ikâme etmekten ve
zekâtı vermekten alıkoyamaz. Peki acaba bu Müslümanlar hiç mi ticaretle
uğraşmazlar? Rızık dertleri hiç mi yoktur? Dükkanlarını tezgahlarını tamamen
kapatmışlar mıdır? Öyleyse nasıl zekât verebilecek bu adamlar? Hayır işleri de
vardır, dükkanları tezgahları da vardır belki, ama Allah’ın hakkını yerine
getirmeleri konusunda ne işleri, ne ticaretleri asla engel
değildir.
Onlar öyle bir günden korkarlar,
ürkerler ki o gün kalplerin ve gözlerin döndüğü bir gündür. O günün dehşetinden
kalpler ve gözler tepe taklak gelecek, allak bullak olacak. İşte böyle bir
günden tir tir titrerler. Böyle bir günü iki kaşlarının arasında hisseder,
kıyâmet, hesap kitap elde bir derler ve hayatlarını bu inanca bina
ederler.
38. “Allah, onları işlediklerinin
en güzeliyle mükâfatlandırır ve lütfundan onlara fazlasıyla verir. Allah
dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır.”
Rabbimiz Onların işledikleri
amellerinin en güzeliyle onlara mükâfat verecek, ayrıca fazlından kereminden bol
bol da artıracaktır. Rabbimiz dilediklerini hesapsız
rızıklandırandır.
Evet Rabbimiz diyor ki o yiğitlerin, o
erlerin o mü’minlerin amellerinin en güzeliyle onları mükâfatlandıracağız. Ne
büyük bir müjde, ne büyük bir lütuftur değil mi? Onların tüm amelleri en iyi, en
güzel, en ihlaslı yaptıkları bir amelle çarpılıverecektir. Yâni bütün amel-leri
o en güzel amelle çarpılacak, tüm amelleri o en güzel amel gibi kabul edilecek.
Ne büyük bir rahmet değil mi? Yâni Rabbimiz o Müslümanların amellerini
değerlendirirken bakacak ki namazlarının içinde öyle bir namazı var ki gerçekten
çok güzel eda edilmiş, ömründe bir zekât vermiş ki gerçekten tam Allah’ın
istediği gibi, öyle bir savaşta bulunmuş ki çok güzel, zalim bir yönetici
karşısında öyle bir hakkı haykırmış ki gerçekten çok güzel, bir yerde bir
fedâkârlık gerçekleştirmiştir ki dillere destan. Yâni böyle o kişi hayatında en
güzel hangi kulluğu gerçekleştirmişse, en güzel hangi ameli icra etmişse tüm
amelleri onun gibi kabul edilecek, tüm amelleri onunla çarpılacaktır. Üstelik
daha da artıracak, daha da artıracak Rabbimiz...
39. “İnkâr edenlerin işleri engin
çöldeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat oraya geldiğinde
hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve O da hesabını görür. Allah hesabı
çabuk görendir.”
Kâfirlere gelince, o gün onlar
için çok korkunç günler olacak. Allah’ı örtenler, Allah’ın âyetlerini örtenler,
Allah’ın nûrunu örtenler, Allah’ın vahyini örtenler, fıtratlarını örtbas edenler
var ya gerçekten onlar için çok korkunç azaplar başlayacak. Allah’ın
hidâyetiyle, Allah’ın nûruyla ilgilenmeyen, Allah’ın dinine karşı nötr davranan
kimselerin, kâfirlerin, nankörlerin, nasipsizlerin, Allah’ın diniyle şereflenmek
istemeyenlerin kıyâmet günündeki durumlarını anlatıyor Rabbimiz. Allah’ın
nûrunu, Allah’ın kitabını, Allah’ın elçilerini kapatıp, gündemden düşürüp bir
hayat yaşayanların durumu anlatılıyor. Biraz önce Allah’la beraber olan
mü’minlerin aydınlık dünyaları anlatıldı, şimdi de Allah’ın istemediği bir
hayatı yaşayanların karanlık dünyaları anlatılıyor.
Kâfirlerin amellerinin benzeri de
şöyledir. Onların amelleri bir serap gibidir. Çöl yolculuğuna çıkmış, günlerce
yol yürümüş, susamış bir kişi düzlükte, çöl düzlüğünde karşısında bir serap
belirir. Uzaktan bir göl, bir deniz, bir su birikintisi görür. Susuzluğu had
safhaya varmıştır adamın. Ölümle karşı karşıya kalmıştır. Susayan o kişi
karşısında gördüğü o serabı su zanneder ve can havliyle ona doğru koşar. Fakat
yanına vardığı zaman da; zannettiğinin su olmadığını görür.
Evet dünyada her şeye sahip
olabileceğini, her şeye ulaşa-bileceğini zanneden bir kâfir, dünyada her şeye
egemen olabileceğini zanneden bir kâfir, dilediği gibi bu dünyada bir hayat
yaşayabileceğini, yaşadığı bu hayatın sonunda asla hesaba çekilmeyeceğini, sümen
altı edileceğini zanneden bir kâfir, yaşadığı bu hayatın bir sonunun olmadığını,
ölmeyeceğini zanneden bir kâfir, ölüm sonrası bir dirilişin olmayacağını,
kıyâmetin kopmayacağını, cehenneme gitmeyeceğini zanneden bir kâfir, bir zavallı
zanneder ki karşısındaki bir su. Ama ne zaman ki o serabın, o su umudunun yanına
varır, orada umduğu hiçbir şeyi bulamaz ve onun yanında Allah’ı bulur. Allah’ın
hesabını, kitabını, Allah’ın sorgulamasını, Allah’ın azabını ve cehennemini
bulur... Hiç beklemiyordu halbuki bunu. Dünyada diskalifiye ettiğini
zannediyordu Allah’ı. Dünyada Allah’ın nûrunu kapattığını, Allah’ın kitabını,
Allah’ın âyetlerini ortadan kaldırdığını, Allah’ın sistemini yok ettiğini,
peygamberleri öldürdüğünü, İslâm’ı ve Müslümanları susturduğunu zannediyordu.
Artık yeryüzünde Allah’ı yendiğini, Allah’ın dinini sildiğini zannediyordu. Ama
işte şimdi karşısında Allah’ı buldu. Öldü, dirildi ve kabirde Allah’ı buldu.
Kabirden kalktı Mahşerde Allah’ın hesabıyla karşı karşıya geldi. Cehenneme girdi
Allah’ın azabıyla burun buruna geldi. İşte kâfirin amelleri budur. O hiçbir
amelini Allah’ın belirlediği yasalara bina etmemişti. Allah onun da hesabını
alır ve tamı tamına amellerinin karşılığını eksiksiz olarak verir. Çünkü Allah
hesabı çok seri olandır. Onun saymaya, ölçüp biçmeye ihtiyacı yoktur. Birisinin
hesabıyla uğraşması başkasının hesabını görmesine engel değildir. Ya da Allah’ın
hesabı çok yakındır. Göz açıp yumacak kadar yakındır.
Uzun süre yaşayan o kâfir zannetti ki
kendisine asla ölüm gel-meyecek. Zannetti ki ebedîliği yakaladı. Zannetti ki
dünyada her şeye güç yetirebilecek. Zannetti ki Allah’la savaşabilecek, zannetti
ki Allah’ın dinine karşı galip gelebilecek, zannetti ki elindeki ekonomik ve
siyasal gücüyle, askeri gücüyle Rabbim Allah diyen Müslümanlara bu dünyayı
zindan edebilecek, zannetti ki İmam Hatipleri kapatacak, Kur’an kurslarını
bitirecek, Müslümanlara istediği gibi zulmedecek. Zannetti ki bu dünyada Allah
yetkilerini eline alacak, zannetti ki tanrı kendisidir, zannetti ki İlâh
kendisidir, zannetti ki herkes önünde secde edecek, ama işte Rabbi ile karşı
karşıya kaldı. Allah’ı bitirdik dediği bir anda Allah’la karşı karşıya buluverdi
kendini. Aradan binlerce yıl geçmiş de olsa hesabı çok seri olan Allah işte onu
karşısına aldı ve hesabını süratle görüverdi, defterini çabucak dürüverdi. Ve
sonunda amellerinin boşa çıktığını, hiçbir işe yaramadığını anlayıverdi o kâfir.
İşte onun amelleri bir serap gibi oluverdi. Yâni kendi değer yargılarının, kendi
kişisel değerlendirmelerinin beş para etmediği görüverdi. Hani Ğaşiye sûresinde
de bu husus anlatılıyordu değil mi?
“Zor işler altında bitkin düşmüştür. Yakıcı
ateşe yaslanırlar.”
(Ğaşiye
3,4)
Yâni bu kâfirler dünyada çalışıp
çabalamışlar ama tüm a-melleri, tüm yaptıkları, tüm enerjileri boşa gitmiştir. Zira amel Allah’-ın istediği
biçimde olmalıdır. Çalışma Allah’ın belirlediği yasalara uy-gun olmalıdır.
Kâfirlerin koşturmaları, yorulmaları Allah yolunda ol-madığı için onlarınkilerin
tamamı boştur, boşa gitmiştir. Bakın Kehf de bunu şöyle
anlatır:
“Ey Muhammed! “Size, amelce en çok
kayıpta bulunanları haber vereyim mi?” de. Dünya hayatında, çalışmaları boşa
gitmiştir, oysa onlar, güzel iş yaptıklarını
sanıyorlardı.”
(Kehf
103,104)
Dünya hayatında amelleri boşa
giden ve insanların en zararda olanlarını size haber vereyim mi? Onların dünya
hayatında tüm sa’yleri, tüm mesaileri, tüm yaptıkları ve kazandıkları boşa
gitmiştir. Ya da onlar tüm çabalarını tüm plan ve programlarını dünya adına
harcamış kimselerdir. Yâni bunlar dünyayı kıble edinmiş, tüm plan ve
programlarını dünyayı kazanmak adına yapmış, dünyalık elde etmek üzere, dünyada
zengin ve başarılı olmak üzere yapmış insanlardır. Tüm yatırımlarını dünyada
kalıcı ve âhirete intikal etmeyici şeylere yapmışlardır. Dünyada zengin olmak ve
dünyada başarmak onların tek amacıydı. Âhiret adına bir endişeleri yoktu
onların. Bu yüzden hayatlarında Allah’ı diskalifiye etmişler, peygamberi
unutmuşlar, kitabı yok farz etmişler, hesabı yok farz etmişler. Hesabı yok farz
edince de kendilerini her türlü sorumluluktan azâde saymışlar ve tıpkı hayvanlar
gibi sorumsuzca bir hayat yaşamışlar.
Bunu yaparken de çok iyi bir şey
yaptıklarını zannetmişler. Böylece hayatlarını mahvetmişler. Tüm yaptıkları boşa
gitmiş, ken-dilerini de kendilerine verilen imkânlarını da boşa harcamışlar.
Çünkü yaptıkları ve kazandıklarının tamamı dünyada kalmıştır. Zaten bu tür
insanlar sermayelerini bile kaybetmiş insanlardır. Sermayeyi kaybeden birinin
kâr etmesi de düşünülemez. Onlar sonunda Hamiye bir ateşe
yaslanacaklardır.
40. “Veya engin denizin
karanlıklarına benzer. Onu üst üste dalgalar ve dalgaların üstünde de bulutlar
örter; karanlıklar üstünde karanlıklar; insan elini uzattığı zaman, nerdeyse onu
bile göremez. Allah'ın nûr vermediği kimsenin nûru
olmaz.”
Rabbimiz kâfirler için bir
benzetme daha yapıyor. O kâfirlerin, o Allah’ı, Allah’ın nûrunu karartmaya
çalışan, Allah’ın dinini yok etmeyi, Allah’ın sisteminin işini bitirmeyi
hedefleyen, Allah’ın Müslüman kullarına, hayatlarını Allah için yaşayan, Allah
için örtünen, Allah için iffetli ve hayalı bir hayata yönelen Müslümanlara kan
kusturmaya ça-lışan, eğitimde, hukukta, ekonomide, ahlâkta, siyasette Allah’ın
aydınlık yasalarına geçit vermeyen o kâfirlerin bir özellikleri de, bir
misa lleri de
şöyledir:
Yahut da onların durumu, o kâfirlerin
amellerinin misa li ka-ranlıklar içinde, denizin
zifiri karanlıklarına benzer. O karanlıklar içinde bir dalga var. Karanlık bir
deniz üzerinde dalga üstüne dalgalar var. Ve dalgaların üzerinde de bulutlar
var. Zulmetler, karanlıklar böyle üst üste yığılmış. Engin denizin derinlikleri,
o derinliklerde oluşan korkunç, kapkara dalgalar ve o kapkara dalgaların
üzerinde de kapkara bulutlar, onların üzerinde yine simsiyah bulutlar.
Ve işte böyle korkunç bir
ortamda, bir geminin, bir sandalın üstünde bir insan. Gemi bazen dalgaların altında, denizin derinliklerinde
paramparça parçalanacak, bazen yukarda
tepe taklak gelecek, böyle bir atmosferde insanın kalbinin boşaldığı, ödünün
koptuğu bir anafor. O anda insan elini çıkarsa elini bile göremiyor, gözünün
görme mesafesi eline bile ulaşamıyor, korkunç dalgalar arasında, kapkara
bulutlar arasında canhıraş boğuşuyor...
İşte kâfirin durumu. İşte hayatta
Allah’ı diskalifiye eden, kitaba ve peygambere karşı gelen, keyfince bir hayat
yaşamaya yönelen zavallı insanın halet-i ruhîyesi. Allah bilgisinden mahrum
olduğu için, Allah’ın nûrundan uzak kaldığı için, kitabı ve peygamberi kapattığı
için kapkaranlık içinde kalmış bir kâfir hayatı.
İşte nûr sahibi bir Müslümanın yaşadığı
apaydınlık bir hayat ve işte nûrsuz bir kâfirin kapkaranlık dünyası. Şu anda
dünyada bu iki hayatın ikisi de yan yana gitmektedir. Aynı odada, aynı evde,
aynı mahallede, aynı şehirde, aynı dünyada şu anda yaşayan iki insan. Birisi
mü’min ki; nûr sahibidir, hidâyet sahibidir, apaydınlık bir dünya yaşamaktadır.
Ötekisi de onun tamamen aksine karanlık bir dünya yaşamaktadır. Denizin,
cehaletin, karanlıkların arasında ölüm kalım mücâdelesi vermektedir. Hakkı
buldum diye, doğruyu buldum diye oraya buraya çırpınıp durmaktadır. Halbuki
bırakın vahiysiz, nûrsuz doğruyu bulmasını, doğruyu buldum diye, kurtuluşu
buldum diye uzattığı kendi elini bile görememektedir.
Çünkü:
Allah’ın nûr vermediği kimsenin nûru da
yoktur. Kendisi hür iradesiyle nûrdan yana, hidâyetten yana bir tavır almadığı
için Allah’ın kendisine nûr vermediği kimseye kim nûr verebilir? Allah yol
göstermediğine kim yol gösterebilir? Onun içindir ki bu körlerin görmesi, hakkı
bulması mümkün olmayacaktır.
Müslümanın
misa li, nûr ehlinin benzeri,
hidâyetin misa li, Resûlün
misa li, Kur’an’ın
misa li, nûr sahibi bir kalbin durumu,
doğuya da, batıya da ihtiyacı olmadan varlığını sürdüren aydınlık bir dünya.
Öbür tarafta nûrdan nasibini alamadığı için karanlıklar içinde kalmış bir kalp,
bir zavallı. Suya koşarken reddettiği Allah’ın hükmüyle karşı karşıya kalıyor.
Hak zannıyla bir bâtıla koşuyor sonunda Allah’ın gücü ve kudretiyle, Allah’ın
bir yasasıyla karşı karşıya kalıyor. Reddettiği Allah’ın melekleriyle, azabıyla
yüz yüze geliyor. Kaçtıkça Onun sorgulamasına doğru gidiyor. Karanlıkların
içinde, şüphelerin arasında, ezim, ezim ezilmelerin arasında; ama bunlardan
nasıl kurtulacağını da bilmemektedir.
Şimdi: Hangisinden yanayız? Hangi
hayatı severiz, isteriz? Karanlık bir dünyanın insanı mı olmak istersiniz? Yoksa
aydınlık bir dünyanın insanı mı? Kitabın ve sünnetin ortaya koyduğu dosdoğru,
apaydın bir yolu mu? Yoksa yarasalar gibi aydınlığı reddeden, karanlık bir
dünyayı seçen insanların yolunu mu? Gelin tercihimizi güzel yapalım. Unutmayalım
ki ölüme kadar bu seçim bizim elimizdedir. Her an bu seçimle karşı karşıyayız.
Ölüm gelince her şey bitecek.
41. “Göklerde ve yerde olan
kimselerin, sıra, sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her
biri kendi niyaz ve tesbihini bilir. Allah, onların yaptıklarını
bilendir.”
Rabbimiz bize karşı o kadar
merhametli ki, bizim hidâyetimiz ve cennetimiz için o kadar ısrarlı ki bakın
sürekli bizim akıllarımızı başlarımıza getirecek âyetlerini bize sunuyor.
Görmüyor musunuz? Bakmıyor musunuz? Göklerde ve yerde ne varsa tüm varlıklar
Allah’ı tesbih ediyorlar. Hepsi, hepsi Allah’ı gündemde tutuyorlar, Allah’ı
yüceltiyorlar. Dizi, dizi uçan kuşlar, saf saf olan kuşlar da Allah’ı tesbih
ediyorlar. Allah’ın gösterdiği yasalara teslim olarak, Allah’ın gösterdiği
yörüngeye girerek, Allah’ın kendileri için belirlediği hayat programını icra
ederek kuşlar da Rablerini tesbih ediyorlar. Her biri, göklerde ve yerlerde olan
varlıkların her bir cinsi, her bir türü namazını ve tesbi-hatını da bilir.
Rablerine nasıl dua edecekler? Rablerine nasıl kulluk edecekler? Rablerini nasıl
tesbih edip yüceltecekler? bu varlıkların her bireri bunu
bilmektedir.
Öyleyse ey insan gel sen de tüm senin
gibi Allah tarafından yaratılan bu varlıklar gibi Rabbine kul ol, Rabbini tesbih
et, Rabbinin yörüngesine gir, hayatını Rabbinin belirlediği yasalara göre yaşa,
Allah için namaz kıl. Tüm âlemler tüm varlıklar Rablerini tesbih ederken sen bu
işte gafil olma. Unutma ki Allah herkesin yaptığını
bilmektedir.
42. “Göklerin ve yerin
hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş Allah'adır.”
Göklerin ve yerin sahibi
Allah’tır. Yâni tesbih edeceğin, yücelteceğin, kulluk edeceğin, sözünü
dinleyeceğin, çektiği yere gideceğin varlık göklerin ve yerin mülkünün
sahibidir. Yâni senin de sahibindir O, senin de mâlikindir. Diğer varlıklar gibi
sen de Onun mülküsün. Ay-nı zamanda yaşadığın bu hayatın sonunda huzuruna
döneceğin varlık ta Odur. Sonunda hesabı ona ödeyeceksin. Sonunda Onun
yargısına, Onun hükmüne teslim olacaksın.
Şimdi böyle bir durumda böyle bir
Allah tesbih edilmez mi? Böyle bir Allah’a teslim olunmaz mı? Akıl işi midir
böyle bir Allah’ı tesbihten yüz çevirip insan kendi kendisini, yahut da kendisi
gibi âciz mülkleri tesbih etsin? Biz kendi kendimizi tesbih edeceğiz, biz bizim
gibileri tesbih edeceğiz, biz bizim kitaplarımızı yücelteceğiz, kendimizin
anlayışını, kendimizin keyiflerini, kendimizin oluşturduğu sistemleri,
kendimizin oluşturduğu siyasal tanrıları yücelteceğiz demek ne ka-dar
akılsızlıktır? Çünkü ne kendimiz, ne de kendimiz gibiler mülkün sahibi değiliz.
Hiçbirimiz birbirimize karşı sorumlu değiliz. Bizi Allah-tan başka hiç kimse
hesaba çekmeyecek.
43. “Bilmez misiniz ki, Allah
bulutları sürer, sonra onları bir araya getirip üst üste yığar, sen de onların
arasından yağmur yağdığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi
bulutlar indirir, dilediğini ona uğratır, dilediğinden de uzak tutar. Bu
bulutların şimşeğinin parıltısı nerdeyse gözleri alır! Allah geceyi gündüze,
gündüzü geceye çevirir. Doğrusu, görebilenler için bunda ibretler
vardır.”
Aklımızı başımıza getirecek bir
âyetini daha sunacak Rabbi-miz. Görmüyor musunuz? Allah bulutları sürüyor. Sonra
onların ara-larını birleştiriyor. Sağdan, soldan gelen, önden arkadan, doğudan
batıdan gelen bulutları birleştiriyor Rabbimiz. Sonra da onları üst üste
yığıyor. Uçakta giderken görüyoruz böyle üst üste pamuk tarlaları gibi bulutlar.
Renkleri ayrı, şekilleri ayrı, kümeleri ayrı. Sonra bunların arasından yağmurun
akıp çıktığını görürsün. Allah gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutları
indiriverir. O çok soğuk olan doluları da dilediği yerlere
isa bet ettirir de, dilediğini ondan
korur. Bakarsınız yağmur ve dolu bıçak keser gibi arazileri kesmektedir. Şu
bahçenin, şu tarlanın işini bitirmiştir de şu tarlanın hiç ondan haberi yoktur.
Bunu yapan Allah’tır.
Bu arada şimşekler de çakıyor.
Şimşeğin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp kör edecek. İşte bir âyet, işte
bir hidâyet, işte bir nûr. Bütün bunlar Allah’ın elindedir. Allah’tan başka hiç
kimsenin güç yetiremeyeceği âyetlerdir bunlar. Hiç kimsenin müdahale edemeyeceği
âyetler. Yağmura, doluya, rüzgara, buluta, geceye, gündüze sa-hip olan sadece
Allah’tır. Gerçekten bunda basiret sahipleri için, nûr sahipleri için ibretler,
dersler, öğütler vardır.
Evet göklere ve yere sahip olan,
göklere ve yere egemen olan, buluta, yağmura söz geçiren, yağmuru, rahmeti
dilediği yerlere indiren, doluyu dilediği yere gönderen, dilediği yeri ondan
koruyan bir Allah. Bir başka ifadesiyle de nûrunu, hidâyetini dileyen, isteyen
ve kendisinin dilediği kimseye lütfeden bir Allah. Ama istemeyenlere de zoraki
Müslüman olacaksın demeyen bir Allah.
45. “Allah bütün canlıları sudan
yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi dört
ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır, Allah şüphesiz her şeye
Kadirdir.”
Allah her hayvanı, her bir
debelenen, hareket eden canlı varlığı sudan yarattı. Onlardan kimisi karnı
üzerinde yürür, sürünür kimisi ayakları üzerinde yürür, kimisi de dört ayağı
üzerinde yürür. Yılan, çıyan gibi sürünenleri de, insan gibi iki ayakları
üzerinde yürüyenleri de, davar, sığır gibi dört ayakları üzerinde yürüyenleri de
yaratan, var eden Allah’tır. Allah dilediğini dilediği şekilde yaratandır. Allah
her şeye kadirdir, her şeye güç yetirendir, her şeyi kadir olandır, her şeyin
ölçüsünü takdir edendir. Evet işte böylece tek bir sudan pek çok tür hayvanları,
canlıları yaratan Allah’tır. İşte böyle hayat veren güçlü bir Allah, hidâyeti
vermeye, nûru vermeye de yetkilidir.
46. “Andolsun ki, açıklayıcı
âyetler indirmişizdir. Allah dilediğini doğru yola
eriştirir.”
Muhakkak ki Biz, size apaçık âyetleri, gün gibi
delilleri indirdik, her şeyi açıklayıcı âyetler indirdik. Sizin hayatınızı
düzenleyecek, size yol gösterecek yasalar, hükümler,
misa ller indirdik ki onlarla yol
bulasınız. Bu âyetlerle, bu delillerle sırat-ı müstakîmde olmak isteyenleri de
Allah dosdoğru yoluna hidâyet eder, sıratına ulaştırır. Lütfuyla onları
cennetine ulaştırır. Âyetler açık, yol belli, artık dileyen sırat-ı müstakîmi
tercih eder, bu âyetlerle Allah’ın istediği yola girer ve sonunda cennete
gider... Dileyen de karanlık bir hayatı, karanlık bir dünyayı seçer, dünyası da
karanlık olur âhireti de cehennem olur... İşte bundan sonraki âyette bu aydınlık
ve karanlık taraftarlarından iki örnek sunulacak.
47. “Münâfıklar: “Allah'a ve
Peygambere inandık, itaat ettik" derler; sonra da bir takımı yüz çevirirler.
İşte bunlar inanmış değillerdir.”
Allah ve Resûlünü tercih
konusunda iki tip insan gündeme getirilir bu âyette. İnsanlar diyorlar ki biz
Allah ve Resûlüne inandık, iman ettik ve itaat ettik. Kalplerimizle Allah ve
Resûlünü tasdik ettik derler. Ama onlardan bir grup bu imandan ve ikrarlarından
sonra Allah ve Resûlünün hükümlerinden yüz çeviriyorlar. İşte bunlar inanmış
mü’min değiller. Yâni önce Allah’a ve Resûlüne iman iddiasında bulunacaksınız,
bir de üstelik Allah ve Resûlüne itaat ettiğinizi beyan ve ikrar edeceksiniz,
sonra da beğenmediğiniz, beklemediğiniz, hoşunuza gitmeyen bir emir ve yasakla
karşı karşıya kalınca da Allah ve Resûlünden yüz çevireceksiniz, tevella
edeceksiniz. Bu iman değildir, bu mü’min tavrı değildir, Müslüman tavrı
değildir, teslimiyet değildir. İşte âyetin sonundaki onlar mü’min değillerdir
ifadesi böyle bir tavrın mü’min tavrı olmadığını ortaya koyuyor. Bu iman, bu
iddia sadece söz planında kalan bir iddiadır. Sadece dille ben Allah ve Resûlüne
inandım ve itaat ettim deyivermekle insan mü’min olmaz.
48. “Aralarında hüküm vermek
üzere Allah'a ve peygamberine çağırıldıkları zaman, bir takımı hemen yüz
çevirirler.”
Allah’a ve Resûlüne
çağrıldıklarında, aralarında Allah ve Resûlü hükmetsin diye dâvet
edildiklerinde, yine onlardan bir grup yüz çevirip iraz ederler. Hüküm sahibi
Allah ve Resûlüdür. Hayata hakim olan Allah ve Resûlüdür. Hayatta yetki Allah ve
Resûlüne aittir. Hükmetme, karar verme konusunda tek yetkili Rab ve İlâh
Allah’tır. Muhammed (a.s) da Onun yeryüzünde sözcüsü, Onun istek ve arzularını
aktarım görevlisidir. İşte Rabbimiz kendisinin ve bu yetkilerle donattığı
peygamberinin hükmüne razı olmayanları mü’min kabul etmiyor.
Evet insanlar bu dünyada Allah ve
Resûlüne çağrılacaklar, Allah ve Resûlünün hükmüne dâvet edilecekler, Allah ve
Resûlü onlar hakkında karar verecek, onlar da Allah ve Resûlüne inandığını iddia
eden kimseler olarak gönüllerinde en ufak bir sıkıntı duymadan Allah ve
Resûlünün hükmüne boyun eğip teslim olacaklar ve işte böylece onların
mü’minlikleri Allah tarafından tescil edilmiş, kabul edilmiş olacaktır. Bir
hayat problemiyle karşı karşıya kalındığı zaman hemen Allah ve Resûlüne
gidilecek, Allah ve Resûlü problemi çözüme ulaştıracak, ama o problemi Allah ve
Resûlüne götüren kimse bu çözümü kabul etmeyecek. Olacak şey değildir bu.
49. “Ama hak kendilerinden tarafa
ise, itaatle koşa koşa gelirler.”
Bu tip insanlar Allah ve
Resûlünün hükmüne müracaat ettikten sonra eğer hüküm kendilerinin lehinde
verilmişse, hak kendilerinden yanaysa o zaman süratlice peygamberin yanına
gelirler, boyun eğerek, itaat ederek, tamam Allah ve Resûlünün verdiği karar
neyse biz ona evet diyoruz diyerek gelirler. Ama Allah ve Resûlü kendilerinin
aleyhine bir hak hüküm vermişlerse o zaman da karşı gelirler, yüz çevirirler.
Yâni onların peygamberin yanına koşarak gelişleri hakkın, adâletin peygamberin
yanında oluşundan değil peygamberin lehlerinde karar verişinden
dolayıdır.
50. “Kalplerinde hastalık mı var,
yoksa şüphelenmişler midir, yahut Allah'ın ve peygamberlerinin onlara haksızlık
yapacağından mı korkmaktadırlar? Hayır; onlar sadece
zalimdirler.”
Yoksa bu adamların kalplerinde
bir hastalık mı var? Bir nifak hastalığı mı var bu adamların kalplerinde? Yoksa
şüphe içindeler mi? Yoksa Allah ve Resûlünden şüpheleniyorlar mı? Yoksa Allah ve
Resûlünün yanlış hükümde bulunarak, hata ederek kendilerine haksızlık
yapacaklarından mı endişeleniyorlar? Evet bir konuda hüküm vermeleri için Allah
ve Resûlüne müracaat eden, Allah ve Resulünün verdiği hüküm kendi lehlerinde
olduğu zaman buna evet diyen, ama hüküm aleyhlerinde tezahür ettiği zaman da yüz
çeviren bu insanların ya kalplerinde bir nifak hastalığı var, ya Allah ve
Resulünden şüphe ediyorlar, ya da Allah ve Resûlüne güvenleri yok. Allah ve
Resûlünün yanlışlık yapacağını, taraf tutacağını, kendilerine haksızlık
yapacağını zannediyorlar. Bilâkis onlar zalimlerdir. Bir kere Allah ve Resûlü
asla haksızlık yapmaz, zulmetmez, hak kimden yanaysa ondan yana hükmeder.
Yâni bilâkis onlar zalimlerdir
buyruğuyla Rabbimiz şunu ortaya koyuyor: Onlar Allah ve Resûlünün asla bir
yanlışlık, bir haksızlık yapmayacağını biliyorlar. Peygamberin vereceği hükmün
yanlışlığından haksızlığından korkmuyorlar. Onlar bunu biliyorlar. Ama
ken-dileri zalimdir onların. Kendileri zulmetmek istiyorlar. Kendileri
dâvâ-laştığı kimselerin hakkını yemek istiyorlar. Bunu da Rasûlullah’ın
hu-zurunda yapamayacaklarını bildikleri için peygamberin mahkemesine müracaat
etmek istemiyorlar.
51. “Aralarında hüküm verilmek
üzere Allah'a ve peygambere çağırıldıkları vakit: "İşittik, itaat ettik" demek,
ancak mü'minlerin sözüdür, işte saadete erenler
onlardır.”
Allah ve Resûlünün hükmü
karşısında ikinci tip insan ise şöyledir: Böyle bir durumda mü’minlerin sözü
ise, aralarında hüküm vermesi için Allah ve Resûlüne dâvet edildikleri zaman,
şöyle derler, işittik ve itaat ettik. Allah ve Resûlünün hükmüne müracaat edildi
mi işte denmesi gereken, yapılması gereken budur. Bir mü’mine düşen sadece
işittik ve itaat ettik demektir. Evet demek ki kişi önce Allah ve Resûlüne
müracaat edecek, tüm hayat problemlerinin çözümünde Allah ve Resûlüne gidecek,
baş vuracak, Allah ve Resûlünün hükmüne kulak verecek, onu anlayacak sonra da
kesinkes ona boyun bükecek, itaat edecek ve teslim olacak. İşte dünyada da,
âhirette de felaha erenler, kurtuluşa erenler bu mü’minlerdir.
Evet demek ki Allah ve Resûlüne
çağrıldığı zaman, Allah ve Resûlünün hükümlerine çağrıldığı zaman, Allah’ın
kitabına ve Resûlünün sünnetine dâvet edildiği zaman iki tip insan görülecekmiş.
Birincisi işittik ve itaat ettik, işittik ve gereğini yerine getirmeye yöneldik
diyen müslüman tipi, ikincisi de inandık dedikleri halde Allah ve Resûlünün
hükümlerinden, kitap ve sünnetten yüz çeviren münâfık tip.
Biliyoruz ki Allah ve Resûlünün
hükümlerine dâvet sadece o döneme mahsus bir hadise değildir. Şu anda da
Allah’ın kitabına, Resûlünün sünnetine dâvet söz konusudur. Şu anda bir hayat
problemiyle karşı karşıya mı bulunuyoruz? Çözümlenecek bir problem mi var? Bir
ihtilâf mı var? Bir konuda muhakeme mi olmak istiyoruz? Bir konuda bir karar mı
vereceğiz? Bir tavır mı belirleyeceğiz? Bir eylem mi gerçekleştireceğiz? Gelin
bu problemi Allah ve Resûlüyle çözümleyelim. Gelin Allah ve Resûlünün hükmüne
müracaat edelim. Gelin Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine başvuralım.
Gelin Allah ne diyorsa onu peygamber örnekliliğinde anlayalım denildiği zaman
bugün de bu iki tip insanın varlığını görüyoruz. Hemen Allah ve Resûlünün
hükmüne teslim olanları ve bundan süratlice kaçanları bugün de görüyoruz. Ben bu
konudaki problemlerimi başkalarıyla çözerim diyerek Allah’ın kitabına ve
Resûlünün sünnetine müracaat yerine başkalarına müracaat edenleri görüyoruz.
Bunlar dün de bugün de inanmadıkları
halde inanmış görünen münâfıklardır. Allah’ın hükmüne, Allah’ın kitabına,
Allah’ın yasalarına ve peygamberin pratikte uygulamalarına çağrılırken
Müslümanız dedikleri halde buna razı olmayarak başka başka hayat tarzları, başka
başka yasalar, başka başka hayat programları arayışı içine girenler,
başkalarının kanunlarını uygulamadan yana bir tavır sergileyenler kesinlikle
bilelim ki münâfıklardır. Allah ve hükmüne razı olmayarak, Allah Resûlünün
istediği bir hayatı yaşamayarak başka başka hayat anlayışlarına yönelenler kesin
münâfıktırlar.
Allah’a itaat, peygambere itaattir;
peygambere itaat, Allah’a itaattir. Allah ve Resûlünün arasını ayırmaya kimsenin
hakkı yoktur. Ben Allah’a itaat ederim, Allah’ın kitabına itaat ederim ama
Resûlüne itaat etmem, Resûlünün sünnetine itaat etmem demeye hiç kimsenin hakkı
ve yetkisi yoktur. Allah’a itaat Onun kitabıyla mümkündür, Resûlüne itaat onun
sünnetiyle mümkündür. Şu anda dünya üzerinde Allah’ın kitabı da Resûlünün
sünneti de vardır. Allah’ın kitabı da Resûlünün sünneti de dimdik
ayaktadır.
Ama dün de, bugün de kimi münâfıklar
biz Allah’ın hükümlerine itaat ederiz, Allah’ın kitabına tabi oluruz, lâkin
peygamber bizim için bağlayıcı değildir diyorlar. Halbuki Kur’an-ı Kerîmin pek
çok yerinde vurgulanan peygamberin hükmüne itaat emri sadece o dönem insanlarını
bağlayan bir emir değildir. Bu emir sadece Rasûlullah efendimizin kendi
dönemiyle, kendi hayat süresiyle sınırlı değildir. Ra-sûlullah efendimizin
Müslümanlar adına aldığı kararlar kıyâmete kadar geçerlidir. Rasûlullah
efendimizin sünneti kıyâmete kadar bizim için bağlayıcıdır. Allah’ın Resûlü
kıyâmete kadar tek otorite insan olarak kalacaktır. Bir insanın gerçek Müslüman
olup olmadığına bu otoriteyi kabul edip etmediği, bu otoriteye itaat edip
etmediği belirleyecektir. Ona itaat edenler mü’min, itaat etmeyenler de kâfir
sayılacaktır.
Evet demek ki peygamber (a.s) bizim
hakkımızda bir şey söyleyecek, bir hüküm verecek, peygamber bizim durumumuzu bir
karara bağlayacak, bizim adımıza bir karar alacak. Şöyle giyinin, böyle yaşayın,
şunu yapın, bunu yapmayın diyecek, aldığı bu karar bizim aleyhimize de olsa,
lehimize de olsa, hoşumuza da gitse, huzurumu-zu da kaçırsa onun bizim adımıza
verdiği bu kararı kabul etmek, hem de içimizde en ufak bir isteksizlik,
kalbimizde en fak bir burukluk, yüzümüzde en küçük bir işmizaz hissetmeden
teslim olup uygulamak zorundayız. Peygamberi hayatımızda karar mercii bilmek
zorundayız. İhtilâf mercii, karar mercii olarak peygamberimizin hayatımızda evet
ve hayır deme yetkisinde olduğunu kabul etmedikçe Müslüman olamayacağımızı asla
unutmayacağız.
Ve üstelik bizim adımıza karar
verme makamında olan peygamberin bizim adımıza aldığı kararlara tam tamına
teslim olup onları uygularken de kalbimizden en ufak bir tereddüt geçirmeden
uygulamadıkça Müslüman sayılmayacağımızı bir an bile hatırımızdan
çıkarmamalıyız. Onun emir ve yasaklarından zerre kadar bir şüphe etmediğimiz
gibi, ona akıl verip yol göstermeye de kalkışmayacağız.
52. “Allah'a ve Peygambere itaat
eden, Allah'tan korkan ve O'ndan sakınan kimseler, işte onlar
kurtulanlardır.”
Kim Allah’a ve Resûlüne itaat
ederse, kim Allah’ı ve Resûlünü hayatında hüküm mercii, karar mercii kabul
ederse, kim Allah ve Resûlünün istediği bir hayatı yaşarsa ve Allah’tan ciddi
bir şekilde haşyet duyar, Ona karşı gelmekten, Onun emir ve yasaklarını
çiğnemekten, Onu razı edememekten korkarsa, Ona itaatsizlikten tir tir titrerse
ve Onun için muttaki olur, Onun koruması altına girer, Onun belirlediği gibi
hayatını Onun için yaşarsa işte fâizûn olanlar, başarılı olanlar onlardır. İşte
başardı diyebileceğimiz, işte kurtuldu, işte başarıya imzasını attı
diyebileceğimiz kimseler bunlardır. Allah’a ve Resûlüne itaat edenler, Allah ve
Resûlünün dediği gibi yaşayanlar, hayatlarını Allah’ın kitabı ve Resûlünün
sünnetiyle düzenleyenler, Allah ve Resûlünün haram-helâl sınırlarına riâyet
edenler; felaha erip, başarılı olanlardır.
Rabbimiz nerede kendisine bir itaatten
söz etmişse hemen orada peygamberine de itaat istiyor. Çünkü Rasûlullah
efendimiz Al-lah’ın yeryüzünde sözcüsüdür. Rabbimiz indirdiği kitabın pratiğe
aktarılma görevini peygamberine vermiştir. Tabii kitabının pratikte uygulanma
yetkisini peygamberine verirken aynı zamanda ona itaat edilme yetkisini de
birlikte vermiştir.
Kelime-i şehadeti söyleyen biri,
bu sözüyle, bu ikrarıyla Allah’a itaati kabullendiği gibi, peygamberine itaati
da kabullenmiş demektir. Ben Allah’ı kabul ederim, Allah’a itaat ederim, ben
Allah’ın kitabına itaat ederim, ben eşhedü en la İlâhe illallah derim ama
ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlühü demem diyen bir insan
Müslüman olamaz. Ben Allah’a itaat ederim ama elçisine itaat etmem diyen bir
insan da Müslüman sayılmayacaktır. Çünkü eğer Rasûlullah efendimizin verdiği
hükümler sadece Kur’anın aktarımı olmuş olsaydı, bu Kur’an’ın dışında peygambere
hiçbir yetki verilmemiş olsaydı o zaman Rabbimiz bu kitabında ısrarlı bir
şekilde kendisinden sonra peygamberine itaat istemezdi, bana itaat edin derdi.
Rabbimiz kendi hükümlerinde başka
Rasûlullah efendimizin de hüküm verme yetkisinden söz etmezdi. Kendisinin haram
ve helâl kılma yetkisinden başka Rasûlullah efendimizin haram ve helâl koyma
yetkisinden de söz etmezdi. Madem ki Rabbimiz kendisine itaatle birlikte
Resûlüne itaatten, kendi verdiği hükümlerin yanında Resûlünün de hükümlerinden,
kendi haram ve helâl sınırlarını belirleme yetkisiyle birlikte Resûlünün de
haram ve helâl sınırları belirleme yetkisinden söz ediyor ise o zaman ben
Müslüman’ım diyen kimseye düşen de Allah ve Resûlüne itaatten başkası
değildir.
Allah kendisine ibadet edilecek,
kendisine kulluk yapılacak tek İlâhtır, tek Rab’dir. İbadet edilecek sadece O
var, Rasûlullah (a.s) da Onun kulu ve elçisidir. İtaat edilecek bir makamda
olmakla beraber Rasûlullah efendimiz bir kuldur. Hüküm verme yetkisine rağmen
sadece bir kuldur. Bu iyi bilinmelidir. Allah’la peygamber karıştırılmamalıdır.
Rasûlullah efendimiz asla İlâh makamına, Rab’lik makamına ge-çirilmemelidir. Dua
edilecek olan, secde edilecek olan, sığınılacak olan, yardıma çağrılacak olan,
bizi öldürecek, diriltecek olan, bize rı-zık verecek olan, bize icabet edecek
olan sadece Allah’tır. İstenmesi gereken sadece Allah’tır. Ölümsüz olan, bâkî
olan sadece Allah’tır. Muhammed (a.s) bir beşerdir, bir insandır, bir kuldur,
ölümlüdür.
53. “Ey Muhammed! Eğer
kendilerine emredersen, o iki yüzlüler, savaşa çıkacaklarına bütün güçleriyle
yemin ederler. De ki: "Yemin etmeyin; itaatiniz malumdur. Allah yaptıklarınızdan
şüphesiz haberdardır.”
Onlar, o münâfıklar, o Allah ve
Resûlüne itaatten yüz çevirenler, Allah’ın ve Resûlünün hükmünün dışında hüküm
arayanlar, kitap ve sünnete değil de başka şeylere müracaat edenler bütün
varlıklarıyla Allah’a yemin ettiler. Yeminlerin en ağırı olan Allah üzerine
yemin ederek dediler ki eğer emredersen mutlaka savaşa çıkacağız. Sen istersen
ey peygamber mutlaka savaşa çıkacaklarmış. Sana bu derece itaatkârlarmış. Eğer
peygamber bir savaş emri verirse, yahut topraklarından çıkma emri verirse
mutlaka onun emrine boyun eğeceklerine dair yemin ediyorlar.
Sen onlara de ki peygamberim, yemin
etmeyin. Çünkü sizden istenen sadece maruf bir itaattir. Yâni sizin bana maruf
ölçüler içinde itaat etmeniz, yalan yere yemin etmenizden daha hayırlıdır. Yâni
sizin ne dediğiniz, ne palavralar sıktığınız benim için önemli değildir. Benim
emirlerim, isteklerim karşısında sizin nasıl davranacağınız bellidir. Yâni sizin
itaatiniz bellidir. Sizin itaatiniz sadece sözden ibarettir. Fiili hiçbir
yönünüz yoktur. Belki bu yeminlerinizle, bu palavralarınızla insanları
kandırabilirsiniz ama her şeyi bilen Allah’ı hiçbir zaman kandıramazsınız.
Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızın tamamından haberdardır. Allah içinizi de
dışınızı da bilmektedir.
54. “De ki: “Allah'a itaat edin;
Peygambere itaat edin. "Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o Peygamber, kendisine
yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz. Eğer Ona itaat
ederseniz doğru yolu bulursunuz, Peygambere düşen sadece apaçık
tebliğdir.”
De ki, Allah’a ve Resûlüne itaat
edin. Eğer Allah ve Resûlüne itaatten yüz çevirirseniz, eğer kitap ve sünnetten
yüz çevirir, başkalarına yönelirseniz, Allah ve Resûlünden gelen hayat
programından hoşlanmayıp başka programlar arayışı içine girerseniz, bilesiniz ki
peygambere düşen iş, kendi yükünü taşımaktır. Size düşen de kendi yüklerinizi
yüklenmek, kendi veballerinizi taşımaktır. Peygamber bu âyetleri size tebliğ
vebaliyle, sizler de onun size tebliğ ettiği bu âyetlere karşı nasıl
davrandığınızın vebaliyle, itaat vebaliyle Allah’ın huzuruna çıkacaksınız. Yâni
sizler peygambere karşı itaatten çıkar keyfinize göre bir hayat yaşamaya
yönelirseniz bilesiniz ki bu tavrınızla ona asla bir zarar veremezsiniz. Ancak
kendinize zarar vermiş olursunuz.
Eğer Allah’a ve Resûlüne itaatten yüz
çevirirseniz bilesiniz ki Resul sadece kendi itaatiyle, kendi yüküyle, kendi
kulluğuyla sorumludur. O bununla Allah’ın huzuruna gelecek, sizler de kendi
yüklerinizle, kendi sorumluluklarınızla Allah’ın huzuruna çıkacaksınız. Yâni
Allah’ın Resûlü de bir kuldur. Kul olarak O da Allah’a karşı sorumludur.
Eğer ona itaat ederseniz, Onu dinler,
Onu örnek bilir, Onun hayatına bakar ve Onun gibi, Onun istediği gibi bir hayat
yaşarsanız, Onun verdiği hükme razı olursanız hidâyette olursunuz, hidâyete
erersiniz. Resule düşen de zaten apaçık bir tebliğden başkası değildir. Yâni
sizin itaatinizden ya da isyanınızdan dolayı Onun bir karı ve zararı yoktur.
Evet şu anda bizler de bu hayatı
böylece yaşayacağız. Şu anda Allah’ın indirdiği kitap elimizdedir. Bu kitap
bizden nasıl bir hayat istiyor? sorusunun cevabı olan Rasûlullah efendimizin
sünneti, uygulamaları da elimizdedir. Öyleyse gece-gündüz bu kitapla ve bu
kitabın pratiğiyle beraber olur ve tüm hayat problemlerimizi bu kitaba ve
sünnete havale ederiz, Allah ve Resûlünün hükümlerine itaat ederiz ve kurtuluşa
erenlerden olmaya çalışırız. İşte şu anda Allah ve Resûlünün bizden istediği
budur.
55. “Allah, içinizde inanıp
yararlı iş işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da
yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine,
korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk
eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler, işte
onlar, artık yoldan çıkmış olanlardır.”
Allah sizden iman eden ve sâlih
amel işleyenlere, iman eden ve iman kaynaklı bir hayat yaşayanlara, iman eden ve
hayatlarını bu imanlarıyla düzenleyenlere vaat etti ki, yeryüzünde onları
halifeler, kılacak, egemenler, hakimler kılacak. Onları yeryüzünde
yerleştirecek, yeryüzünün hâkimiyetini onlara verecek. Tıpkı kendilerinden
öncekilere yeryüzünde hayat hakkı, egemenlik yetkisi, güç ve kuvvet verdiği
gibi. Onların dinlerini, yollarını, hayat programlarını, sistemlerini yeryüzüne
hakim kılacak. Onlar için razı olduğu, beğenip seçtiği dinlerini de yeryüzünde
sabit kılacak, sağlamlaştıracak. Ve şu anda içinde bulundukları korkulu
hayatlarını, güvensiz hayatlarını emniyete çevirecek, emin bir duruma getirecek.
Artık onlar da Bana kulluk ederler, sadece Beni dinlerler, hayatlarını Benim
istediğim şekilde yaşarlar ve Bana hiçbir kimseyi ortak koşmazlar. İşte iman
eden ve sâlih ameller işleyen kullarıma vaadim budur der
Rabbimiz.
Evet Allah’a Allah’ın istediği şekilde
iman eden, Allah’ın kitabına, Allah’ın Resullerine Allah’ın istediği gibi iman
eden ve bu imanlarını pratikte göstermek üzere sâlih ameller işleyen
Müslümanlara kıyâmete kadar Rabbimizin vaadi işte budur. Daha önce böylece
inanan ve sâlih ameller işleyen Müslümanlara nasıl bu vaadini gerçekleştirmişse,
toplumuna karşı nasıl ki Nuh (a.s)’ı ve beraberindeki bir avuç Müslümanı bu
vaadine ulaştırmışsa, Âd kavmine karşı Hûd (a.s) ve beraberindeki bir avuç
Müslümanı, Semûd kavmine karşı Sâlih (a.s) ve beraberindeki bir avuç Müslümanı,
kavmine karşı İbrahîm (a.s) ve Müslümanları, Lût kavmine karşı Lût (a.s)’ı ve
Müslümanları, Şuayb (a.s) ve Müslümanları, Firavunlara karşı Mûsâ (a.s) ve
Müslümanları nasıl yeryüzüne egemen bir konuma getirmişse; kesinlikle bilelim ki
Rabbimiz aynı şekilde inanan ve sâlih amel işleyen günümüz Müslümanlarını da
mutlaka yeryüzüne egemen kılacaktır. Şu anda Müslümanlar bulundukları
coğrafyalarda korku içinde bir hayat yaşıyor olsalar da Allah yakında onların
korkularını emniyete dönüştürecek, dinlerini, hayat programlarını yeryüzünde
sağlamlaştıracaktır.
Evet bu Allah’ın vaadidir ve hiç kimse
Allah’ın vaadi konusunda şüpheye düşmesin. İşte bu âyetlerin gelişinden kısa bir
süre sonra Medine’den Çin seddine kadar, Kafkaslardan Afrika içlerine kadar tüm
dünya Mekke’de korku içinde bulunan, Medine’de güvensizmiş gibi yaşayan
Müslümanların olmuştur. Ve tüm bu dünyada Allah’ın razı olduğu din, Allah’ın
seçip beğendiği hayat programı uygulanır olmuş, insanlar Allah’a ve Resûlüne
itaat edip boyun bükmüşler, Allah’ın yasalarını uygulamışlardır. Matematik
hesaplarına göre zerre kadar gerçekleşme imkânı, ümidi görülmeyen bir şey
Allah’ın vaadinin gerçekleşmesiyle gerçek olmuştur. Bu âyetlerin geldiği dönemde
kendileri bile bu kadar büyük bir izzet ve şerefi ummayan Müslümanlar bunları
görmüşlerdir. Çok yakında inşallah biz Müslümanlar da tüm korkularımızın
bittiğini, Müslümanların egemenliğinde tüm dünyanın emin bir hayata ulaştığımızı
göreceğiz. Yeter ki Allah’ın istediği bir imanı, Allah’ın istediği bir
teslimiyeti, Allah’ın istediği bir iman hayatını gerçekleştirmiş olalım, Allah
vaadinden asla dönmez.
Ama bundan sonra, bütün bu âyetlerden,
bu müjdelerden, bu uyarılardan sonra kim de kâfir olursa, kim de Allah’ın bunca
âyetlerini örtecek, örtbas edecek olursa, kitaptan peygamberden habersiz bir
hayat yaşayarak Allah ve Resûlüne karşı gelecek, itaatten çıkacak olursa
kesinlikle bilesiniz ki fâsıklar onlardır, dinden, itaatten, kulluktan çıkan,
küfür içinde, fısk-ı fücur içinde olanlar da onlardır.
56. “Namaz kılın, zekât verin,
peygambere itaat edin ki size merhamet edilsin.”
Namazı ikâme edin, namazı ayağa
kaldırın, namazı hayatın düzenleyicisi kılın. Ey Müslümanlar haydi namazı ikâme
edin. Allah’ın sizden ilk istediği budur. Namazsız bir hayattan yana olmayın.
Zekâtlarınızı da verin. Mallarınızda Allah’ı söz sahibi bilin. Mallarınızla
ilişkilerinizi Allah’ın istediği şekilde ayarlayın. Mallarınızın sahibinin Allah
olduğunu bilin. Tüm hayatınız konusunda, tüm hayat problemleriniz konusunda
Allah’a ve Resûlüne itaat edin, tüm hayatınızda Allah ve Resûlünü dinleyin ki
size merhamet olunsun. Namazla bedenlerinizi, azalarınızı temizleyin, zekâtla
mallarınızı temizleyin, Resule itaatle de tüm hayatınızı temizleyin.
Rasûlullah (a.s)‘a itaat Rasûlullah
(a.s)’ı bilmekle, tanımakla mümkün olacaktır. Allah’a itaat Allah’ın kitabını
tanımadan mümkün olmadığı gibi, Rasûlullah (a.s)’a itaat da Kur’an’ı ve
Rasûlullah’ın sünnetini, hayatını, uygulamalarını bilmeden mümkün olmayacaktır.
Yâni namazın ve zekâtın dışında
top yekun hayatı kapsayan Rasûlullah’ın örnekliliğini de bilmek zorundayız. İşte
bunun yolu şu kitabı başından sonuna kadar, sünneti de başından sonuna kadar
bilmekten geçer. Demek ki o kadar kolay değildir bu iş. Allah’ı tanımadan,
Allah’ın arzularını bilmeden, yâni Allah’ın kitabını öğrenmeden, Resûlünün
sünnetini tanımadan ne Allah’a itaat ne de peygambere itaat mümkün değildir.
Bildiğimiz âyet kadar, tanıdığımız sünnet kadar ancak itaatimiz söz konusu
olacaktır, unutmayalım!
Biz de bu Allah vaadine ulaşıp
izzetli ve şerefli bir hayata ulaşmak istiyorsak bunu yapmak zorundayız, ben
başkasını da bil-medim, bilemedim. Evimiz eksik olsa, eşyamız eksik olsa,
altınımız gümüşümüz olmasa, atımız arabamız olmasa ne çıkar? Kuru bir ekmekle
ömür geçirsek ne olur? Şunu kesinlikle bilelim ki maldan, mülkten, eşyadan, köşe
dönmeden, dünyadan taviz vermeden Allah ve Resûlüne itaat mümkün değildir.
Allah’a itaat mümkün olmayınca da Allah’ın vaadine ulaşmak, kölelikten kurtulup
şerefli bir hayata ulaşmak mümkün olmayacaktır.
57. “İnkâr edenlerin, Bizi
yeryüzünde âciz bırakacak-larını sanmayasın. Varacakları yer ateştir. Ne kötü
dönüştür!”
Evet sakın ha bu kâfirlerin yeryüzünde
Bizi âciz bırakacaklarını sanmayasın. Onların varacakları yer ateştir ve o ne
kötü bir varış yeridir. Bizi âciz bırakmak, âyetlerimizi âciz bırakmak üzere,
âyetlerimizle savaşmak üzere sa’y edenler, âyetlerimizi yeryüzünde silmeye
çalışanlar, Bizim gücümüzü kudretimizi, egemenliğimizi, dinimizi, yasalarımızı
âciz bırakmak ve bizi âciz bırakarak yeryüzünde silmeye çalışanlar, yeryüzünde
bize hayat hakkı tanımamaya, kendi yasalarının uygulanması adına bizim
yasalarımızı ilga etmeye çalışanlar, yâni bizimle savaşa tutuşan kâfirler asla
Bizi âciz bırakamazlar.
Evet yeryüzünde ekonomik, siyasal ve
askeri güçlerine güvenerek Allah’ı Allah’ın âyetlerini, Allah’ın yasalarını,
Allah’ın sistemini âciz bırakmak, ilga etmek, onun yerine kendi sistemlerini
ikâme etmek isteyenlerin, Allah’a kafa tutmak isteyenlerin varacakları yer
cehennemdir.
58. “Ey inananlar! Ellerinizin
altında olan köle ve câriyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olanlar, sabah
namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra
yanınıza gireceklerinde üç defa izin is-tesinler. Bunlar, sizin açık
bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip
çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah size âyetlerini böylece
açıklar. Allah bilendir, Hakîmdir.”
Ey iman edenler, sizin
evlerinizde sağ ellerinizin mâlik olduğu köleleriniz ve câriyeleriniz ve buluğa
ermemiş çocuklarınız sizden izin almadıkça şu üç vakitte sizin odalarınıza
girmesinler. Girecekleri zaman sizden izin istesinler. Evlerinizde köleleriniz
var, câriyeleriniz var ve de çocuklarınız var. İşte onlar sizin şahsî
odalarınıza şu üç vakitte sizden müsaade almadıkça girmesinler.
1- Sabah namazından önce.
2- Öğlen vakti elbiselerinizi
soyunduktan sonra.
3- Ve bir de yatsı namazından
sonra.
Bu üç vakit sizin için avrettir.
Sizin vakitleriniz olan mahrem vakitlerdir bunlar.
Hiç düşündünüz mü bugüne kadar
bunu? Rabbimizin kitabını okumadan, Rabbimizin bu emrini öğrenmeden nasıl itaat
edilebilir Ona? Bu bilinmeli ki; Rabbim böyle istiyormuş diyerek Onun bu
arzusuna itaat edelim değil mi? Hanımla kocası evinde bu vakitlerde istirahat
ediyor, haydi şu anda köle ve câriye yok diyelim, ama evde buluğa ermemiş
çocukları var ve onlar kapıyı çalıp izin almadan onların yanına girmeyecek. Hiç
böyle bir probleminiz oldu mu şimdiye kadar? Hiç çocuklarına okuyup anlattınız
mı bu Allah emrini? Ya da Allah’ın tarif buyurduğu şekilde böyle bir öğlen vakti
hanımınla keyfetmek hiç aklınıza geldi mi? Nerden gelecek, bu köle hayatında
buna imkân var mı? diyorsunuz değil mi? Tabii böyle Kur’an ve sünnetten kopuk
bir hayat yaşadığınız sürece ölünceye kadar da böyle bir şey aklınıza
gelmeyecek.
Ama ne onlara, ne de size bu vakitlerin
dışında bir günâh, bir sorumluluk yoktur. Sabah namazından önce, yatsıdan sonra,
öğle namazından sonraki vakitlerin dışında onların sizin yanınıza girmesinde bir
veballeri yoktur. Allah bu zamanlara müsaade etmiştir. Yâni bu zamanlarda onlar
sizin yanınıza girerlerken sizler açık saçık bir vaziyette olursanız suç onların
değil sizindir. Sizler de dikkatli davranın diyor Rabbimiz. Böylece diğer
zamanlarda beraber dolaşabilirsiniz. İşte Allah böylece âyetlerini açıklıyor,
Allah bilendir, Allah Alîmdir. Her konuda güzel hükmü, doğru hükmü veren de
Odur.
59. “Çocuklarınız erginlik çağına
gelince, büyüklerinin izin istediği gibi, onlar da her defasında izin
istesinler. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah bilendir,
Hakîmdir.”
Sizden ergenlik çağına ulaşan
çocuklarınız onlar da artık büyükleri gibi izin istesinler. Babalarının,
analarının yanlarına girerlerken izin istemeden, kapıyı çalmadan girmesinler.
Her vakitte izin istesinler öyle girsinler.
Evet işte böyle buluğa ermemiş
çocuklarda biraz farklılık var, hizmetçiler, câriyeler için biraz farklılık var,
ama buluğa ermiş çocuklar her vakit girerlerken izin istesinler. Allah size
âyetlerini böylece açıklıyor, Allah Alîmdir, bilendir ve hikmet sahibidir. Yâni
bu işleri Allah bilir, hayatı Allah bilir biz bilmeyiz. Bu işleri peygamber
bilir biz bil-meyiz. Bize düşen sadece Allah ve Resûlünün dediklerine itaat
etmek ve hayatı öylece yaşamaktır.
60. “Evlenme ümidi kalmayan,
ihtiyarlayıp oturmuş kadınlara, süslerini açığa vurmamak şartı ile, dış
esvaplarını çıkarmaktan ötürü sorumluluk yoktur; ama sakınmaları kendileri için
daha iyi olur. Allah işitir ve bilir.”
Nikâha ihtiyacı olmayan, cinsel
arzuları kalmamış ihtiyar kadınlara gelince, ziynetlerini, kollarını,
göğüslerini tamamen açmamak kayd-u şartıyla az çok üzerlerindeki elbiselerini
serbest bırakmalarında bir beis, bir sakınca yoktur. Meselâ başlarını tam
örtmüyorlar, ayakları birazcık yukarılara doğru açık olabiliyor, ya da kolları
işte dirseklere kadar açık olabiliyor gibi. Ama tamamen karşı tarafı tahrik eder
bir duruma da girmemeleri gerekecek. Fakat buna rağmen iffetli davranmaları,
iffet ve hayalarını korumaları haklarında daha hayırlı olacaktır. Allah
işitendir bilendir. Her şeyimizi, tüm hayatımızı en güzel şekilde bize
açıklıyor, anlatıyor Rabbimiz.
61. “Kör için bir sorumluluk
yoktur. Topal için bir so-rumluluk yoktur. Hastaya da bir sorumluluk yoktur.
Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin ev-lerinde veya
erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya
amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın
evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya kahyası olup anahtarlar elinde olan
evlerde, ya da dostlarınızın evlerinde izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk
yoktur. Bir arada veya ayrı ayrı yemenizde bir sorumluluk yoktur. Evlere
girdiğiniz zaman, kendinize, ehlinize Allah katından bereket, esenlik ve
güzellik dileyerek selâm verin. Allah size âyetleri, düşünesiniz diye böylece
açıklar.”
Bu konuda amaya, topal olana,
hasta olana zorluk yoktur. Bu konuda onlara biraz biraz müsamaha vardır.
Kendiniz için de kendi evlerinizde yemek yemeniz serbesttir. Babalarınızın
evlerinde çok rahat yemek yiyebilirsiniz. Analarınızın evinde, erkek
kardeşlerinizin evlerinde, kız kardeşlerinizin evlerinde, amcalarınızın
evlerinde, hâlâlarınızın evlerinde, dayılarınızın, teyzelerinizin evlerinde de
çok rahat yemek yiyebilirsiniz. Anahtarları elinizde olan evlerde de yemek
yiyebilirsiniz. Size çok yakın olan arkadaşlarınızın evlerinde de yemek
yiyebilirsiniz. Bu yemeği bu evlerde yerken emmileriniz, dayılarınızla birlikte
de yemek yiyebilirsiniz, oğullarınız, kızlarınızla da beraber yiyebilirsiniz,
dağınık olarak ta kendi kendinize yiyebilirsiniz. Toplu olarak ta ayrı ayrı
olarak ta yiyebilirsiniz. Misa firlerinizle de yiyebilirsiniz,
misa firleriniz olmadan da
yiyebilirsiniz. Çünkü daha önce toplumda böyle bir âdet vardı.
Misa firsiz sofraya oturmuyorlardı da
Rabbimiz böyle buyurdu.
Ama yerli yabancı, kadın erkek
cümbür cemaat bir arada yemek yiyebilirsiniz anlamına gelmez bu âyet. Yine
mahremiyet esasına uymak şartıyla bu sayılan akrabalarla birlikte yemek
yenebilecektir.
Evlere girdiğiniz zaman birbirinize,
Allah katından tertemiz mübarek bir selâmla selâm veriniz. Esselâmü
aleyküm verahmetullah deyin. Eğer evde kimse yoksa kendi kendinize
Esselâmü aleyna ve ala ibadillahis sâlihin deyiniz. Evinizde
hanımınız varsa Es-selâmü aleyküm ve rahmetullah deyiniz. Evinizde çocuklarınız
varsa onlara da selâm veriniz. Onlara selâm, selâmetlik, esenlik, Müslü-manlık
dileyiniz. Allah katından şerefli bir selâmla selâmlayın onları. Hem kendinizi,
hem de aile efradınızı selâmlayın. İşte Allah size âyetlerini açıklıyor ki
böylece akıllarınızı kullanasınız.
Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde
şöyle buyuruyor:
“Bir Müslüman evine girer de
hanımına güler yüzle bakarsa, selâm verirse, hanımı da ona güler yüzle bakarsa
Allah o ikisine rahmet nazarıyla bakar. Eğer erkek hanımının elinden tutar
da onunla tokalaşırsa, her ikisinin de
parmaklarının arasından günâhları dökülür.”
Ne güzel değil mi? Yâni gerçekten bugün bütün
dünya buna muhtaçtır. Evlerdeki kavgalar, erkeğin hanımını insan görmemesi,
kadının erkeğinin yüzüne bakmaması, sıkıntılar, geçimsizliklerin temelinde Allah
ve Resûlünün istediği bir hayattan uzak oluş vardır değil mi? Gece yarılarına
kadar evlerine gelmeyen kocalar, kocaları geldiği zaman evde olmayan kadınlar,
kocaları geldiği zaman ona güler yüzle bakmayan kadınlar. Eğer Allah ve
Resûlünün istediği bir hayatı yaşasak ne güzel olacak değil mi? Allah’ın rahmet
nazarıyla baktığı bir ailede geçimsizlik olur mu? Allah’ın rahmetinin hakim
olduğu bir aile kursak olmaz mı? Kadınlarımıza merhametli olsak, çocuklarımıza
şefkatli olsak, kavganın gürültünün olmadığı bir hayat yaşasak olmaz mı? Ama
evler de Allah vahyi dinlenmez de gece-gündüz şeytan vahiylerine kulak verilirse
elbette bu mümkün olmayacaktır. Sihirbazların eğitiminden geçen aileler de
elbette birbirlerine karşı asık suratlı, dövüşlü kavgalı olacaktır.
Gece-gündüz Hıristiyanların,
Yahudilerin, Mecusilerin aile düzenlerini seyredenlerden bundan başka ne
beklenir de? Birbirlerini kandıran, birbirlerine ihanetin enva-ı çeşidini
sergileyen o ailelerin görüntülerini seyreden insanların hali ne olur? Bu
pislikleri, bu şıllıkları seyreden erkeğin gözünde elbette karısı küçülüyor,
kadının gözünde erkeği küçülüyor. Birinin kafasında başka kadın, birinin
aklında, hayalinde başka erkek. Ne olacak? Sihirbazlar öyle bir eşya, öyle bir
ev anlayışı, öyle bir hayat anlayışı sundular ki adam da şaşırdı, kadın da
şaşırdı. Haydi evin perdelerini değiştir, haydi halıları değiştir, haydi evini
değiştir, yatağını değiştir, her şeyini değiştir denildi, zavallılar da
kadınıyla erkeğiyle çalışmaya koştular. Sabah erkenden kadın da, erkek de
kendilerini dışarıya attılar. Çoluk-çocuk çıktı para kazanmaya, baba-ana çıktı
para kazanmaya. Eh akşam geldikleri zaman da zaten bin bir stres, bin bir
problem. Nereden düşünecekler de birbirlerine selâm vermeyi, gülümsemeyi? Tüm
dünya insanlığının buna ihtiyacı var. Allah bize acıyor ve yol gösteriyor. Allah
ve Resûlü bize en güzel bir hayatı gösteriyor.
62. “Doğrusu Allah'a ve
Peygamberine inanan mü'min-ler, Peygamberle beraber bir işe karar vermek için
toplandıklarında, ondan izin almaksızın gitmezler. Ey Muhammed! Senden izin
isteyenler, işte onlar, Allah'a ve peygamberine inananlardır. Bazı işleri için
senden izin isterlerse, içlerinden dilediğine izin ver, Allah'tan, onların
bağışlanmalarını dile. Allah şüphesiz bağışlar, merhamet
eder.”
Allah ve Resûlüne iman eden mü’minler
peygamberle beraber bir işte oldukları zaman. Peygamberden sonra da peygamber
yolunun yolcularıyla toplumu ilgilendiren bir işle beraber oldukları zaman izin
almadan ne peygamberi ne de peygamber rolünü üstlenen kimseyi terk edip
gidemezler. O toplantıyı izinsiz terk etme hakları yoktur. Ancak izin alarak
gitme hakları vardır. İslâmî bir konu görüşülüyor. Toplumsal bir problem var.
Bütün toplumu ilgilendiren önemli bir karar alınacak. Müslümanların reisi var,
başkanları var.
İşte Medine’de Muhammed (a.s) ve
ashabı. Bakıyoruz ki böyle kritik bir toplantıda münâfıklar tüyüyorlar. İşlerine
gelmeyen bir karar alınacağını biliyorlar. Ya infak isteyecekler, ya savaşa
karar verilecek, ya bir problemin halli için say’u gayret isteyecekler, bunu
bildikleri için sıvışıyorlar. Rabbimiz de diyor ki Allah ve Resûlüne iman eden
bir Müslüman izinsiz böyle bir toplantıyı terk edemez. Senden izin isteyecek
olanlar Allah ve Resûlüne iman edenlerdir. Yâni gerçekten bir mâzereti olup ta
izin isteyenler mü’minlerdir. Herhangi bir konuda senden izin istedikleri zaman
onlardan dilediklerine izin verebilirsin. Onlar hakkında da Allah’a istiğfarda
bulun. Muhakkak ki Allah bağışlayandır,
merhamet sahibidir.
63. “Peygamberin çağrısını, kendi
aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. Allah, içinizden sıvışıp
gidenleri şüphesiz bilir. O'nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir
belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan
sakınsınlar.”
Resûlün dâvetini, Resûlün
duasını, Resûlün çağrısını kendi aranızdakilerin duası, çağrısı gibi bellemeyin.
Resûlün çağrısı alelade bir çağrıya benzemez. Ona mutlak sûrette itaat etmek,
icabet etmek zorundasınız. Yâni gelirim de, gelmem de diyemezsiniz. Kabul ederim
de etmem de diyemezsiniz. Resûlün bedduasından sakının. O beddua etti mi Allah
hemen karşılığını verir. Rasûlullah’ın beddualarından bazılarını biliyoruz. Bir
defasında Ebu Lehebin oğlu Uteybe’ye bedduada bulunmuştu Allah’ın Resûlü.
Resul-i Ekremin iki kızı Rukiyye ve Ümmü Gülsüm Ebu Lehebin iki oğlundaydı. Ebu
Leheb Rasûlullah efendimizin dünürüydü. Getirdiği tevhid dini yüzünden
Rasûlullah efendimizle arası açılınca Ebu Leheb iki oğlunu çağırıp bu adamın
kızlarını boşamadıkça, bu adamla ilgiyi kesmedikçe sizlere hakkımı helâl
etmeyeceğim der. Utbe ve Uteybe de,
Rasûlullah’ın kızlarını boşadılar ve boşarken de Rasûlullah efendimize hakaret
ettiler.
Bunun
üzerine Allah’ın Resûlü gerçekten çok üzüldü ve Ut-be’ye bedduada bulundu:
Allah’ım! Ona aç köpeklerden bir köpek mûsâllat et de onu paramparça parçalasın!
buyurdu. Bunun üzerine çok geçmeden Uteybe Şam taraflarına ticaret için bir
kervanın içinde gitti. Babası Ebu Leheb Rasûlullah’ın bedduasının
gerçekleşeceğini kesin bildiği için endişelenip kervandakilere aman benim oğluma
göz kulak olun diye tembih etmişse de Şam taraflarında bir aslan mûsâllat etti
Rabbimiz ve onu parça parça edip gebertti.
Evet Resûlün dâvetine, Resûlün
bedduasına çok dikkat etmek zorundayız. Onu gücendirmemek zorundayız.
Rasûlullah’ın dâvetine hemen icabet edeceğiz. Bizler babalarımızı, analarımızı,
hocalarımızı, müdürlerimizi, amirlerimizi dinlesek de olur, dinlemesek de olur,
çünkü onların Allah ve Resûlüne bağlı olup olmadıklarını düşünürüz. Ama
Rasulullah’tan bir dâvet, bir çağrı söz konusu olduğu zaman onu dinleyelim mi?
Dinlemeyelim mi? düşünülmesi bile doğru değildir. Allah ve Resûlünün dâvetine
hemen hiç beklemeden icabet etmek zorundayız. Allah ve Resûlünün dediği gibi
yaşarsak Allah ve Resûlü hayatın her tarafını kuşatmıştır.
Muhakkak ki Allah sizden birbirinizi
siper ederek kaçanları, sıvışıp gidenleri bilmektedir. Yâni Müslümanlar
peygamberle oturup konuşurlarken berikiler hemen çaktırmadan, zuladan sıvışıp
gidiyor, tüyüyor. Peygamberi diskalifiye ettiklerini, atlattıklarını zannediyor
ahmaklar. Eh Allah görüyor ya. Yâni farz edin ki Müslümanların önemli bir
problemi var ve biz sıvıştık, Müslümanları sattık ve kendimize göre işte sudan
bahaneler bulduk. Müslümanları atlatsak bile Allah bilmiyor mu bizim bu
yaptığımızı? Saklayabilir miyiz Allah’tan kendimizi?
Öyleyse Allah’ın emrine
aykırı davrananlar bu işledikleri suçlardan dolayı kendilerine bir fitnenin
isa bet etmesinden ve acı
bir azabın kendilerine dokunmasından sakınsınlar. Akıllarını başlarına alsınlar
diyor Rabbimiz. Onun için kimse peygamber görmüyor, Müslümanlar bilmiyor diye
Rasûlullah’ı ve Müslümanları satmaya kalkışmasın. Evet Rasûlullah görmeyebilir,
Rasûlullah’ın dikkatinden kaçabilirler, çünkü o da bir insandır. Müslümanlar da
görmeyebilirler. Ama Allah, her an her yaptığımızı görmekte ve bilmektedir bunu
hiçbir zaman unutmayalım.
64. “Dikkat edin; göklerde ve
yerde olanlar Allah'ındır. O, içinde bulunduğunuz durumu da, kendisine
döndürüleceğiniz günü de gerçekten bilir. Onlara işlediklerini haber verir.
Allah her şeyi bilir.”
Dikkat edin, göklerde ve yerde ne
varsa hepsi Allah’ındır. Hapsi, her şey Allah’ın mülküdür. Her şey ve herkes
Allah’a teslimdir. Muhakkak ki sizin
neyin üzerinde olduğunuzu Allah bilir. Sizin hangi hal üzere olduğunuzu, hangi
konumda, hangi durumda olduğunuzu Allah bilir. Ne iş yapıyorsanız, ne işi
yapmayı düşünüyorsanız Allah bilir. Böyle davrananların bir gün kendisine
döndürüleceğini Allah biliyor. Allah biliyor ki bir gün hesap vermek üzere Onun
huzuruna varacaksınız. Ve herkese yaptıklarını, ettiklerini Allah haber verir.
Allah her şeyi bilendir. Allah’ın bilmediği, Allah’a gizli kalan hiçbir şey de
yoktur. Gizlediklerinizi de bilir, açığa vurduklarınızı da bilir. Peygambere ve
Müslümanlara karşı yamukluğumuzu da bilir, sadâkatimizi de, kendisine itaatimizi
da isyanımızı da bilen Allah’tır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder