RA’D SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kita-bımızın 13, nüzûl
sıralamasına göre 96, birinci miûn
grubunun 4. sûresi olan Ra’d sûresi Medine’de nâzil olmuş olup
âyetlerinin sayısı 43. dür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlüne ve Onun
pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden
kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Adını “Gök gürültüsü” anlamına gelen
sûre içindeki 13. âyette geçen “Er Ra’d” kelimesinden alan sûre Mekke’de nâzil
olmuş 43 âyetlik bir sûredir. Bu isim sûrenin sembolik bir ismidir. Değilse sûre
ne gökyüzünden, ne de gökyüzü cisimlerinden söz etmektedir. Sadece içinde geçen
bu kelimeden ötürü kendisine bu isim verilmiştir.
Sûre Resûlullah efendimizin Mekke’deki
sıkıntı içinde geçen döneminin sonlarına doğru Yunus ve Hûd sûrelerinin indiği
dönemlerde nâzil olmuştur. Sûrenin muhtevası Resûlullah Efendimizin mesajını
sunmasından epey bir zaman geçtiğini göstermektedir. Bir taraftan İslâm
düşmanları onun mesajının önünü kesebilmek için farklı metotlara baş vururken,
diğer taraftan onun mesajına gönül vermiş, ama müşriklerin dayanılmaz baskı ve
zulümlerinden bıkmış müslü-manlar da ondan harikulâde mûcizeler beklemektedirler. Ey
Allah’ın Resûlü öyle bir mûcize getir ki, bu müşrikler pes edip müslüman
olsunlar ve biz de bu çektiğimiz işkencelerden kurtulalım demektedirler.
Onların bu arzularına cevap olarak
Rabbimiz bu sûrede şöyle buyurur: Ey mü’minler vazgeçin bu isteklerinizden.
Bunaltmayın elçimi. Elçimin böyle bir fonksiyonu ve yetkisi yoktur. Onun
insanlara hidâyet etme gücü ve sorumluluğu yoktur. Bu yetki bana aittir. Sakın
peygamberimi benimle karıştırmaya kalkışmayın. İnsanlar hidâyete talip
olmuyorlar diye sakın üzülüp morallerinizi bozmayın. Onların bu inatları ne
Rabbinizin gönderdiği âyetlerin azlığından, yetersizliğindendir, ne de elçinin
görevini eksik yapışındandır. Onlar boş bir kibir ve inat içindedirler. Allah
dilerse ölüleri mezarlarından diriltip onlarla konuşturabilir. Daha farklı
görsel âyetler gönderebilir. Bu âyetler onları zoraki imana sevk etse bile,
Allah bu zoraki imana iman demez. Böyle zoraki bir iman asla Allah’ın istediği
iman değildir.
Benim elçimin benden onlara ilettiği
mesaj hakkın, hakikatin ta kendisidir. Ama kâfirler gün kadar açık olan bu
mesajı reddediyorlar. Mesajın temel unsurları olan tevhid, âhiret ve risâlet,
nübüvvet haktır. Elçimin getirdiği bu mesaja iman edenler kendi menfaatleri
gereği iman etmiş, inkâr edenler de kendi menfaatlerine zarar vermektedirler
diyen sûre yine de bu gerçekler konusunda deliller ileri sürerek kalpleri ikna
etmektedir. İşte bu minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım inşallah.
Sûre huruf-ı mukatta ile
başlamaktadır.
1.“Elif, Lâm, Mîm, Râ. Bunlar Kitabın
âyetleridir. Sana Rabb’inden indirilen kitap haktır; fakat insanların çoğu
inanmazlar.”
Kur’an konusunda söz söyleme
makamında bulunan âlimlerimiz sûre başlarında gelen bu âyetler Kur’an’a dikkat
çekmedir demişler. Rabbimiz o güne kadar insanların, Kur’an’ın muhataplarının
alışık olmadıkları bir ifadeyle söze başlayarak onların dikkatlerini kitap
üzerine çekmek istemiştir. Allah buyuruyor ki sanki bu âyetleriyle: Kullarım!
Dinleyin şu anda Allah konuşuyor! Bu sözü kendi sözlerinize benzetmeyin!
İçinizden bir insan konuşuyor zannetmeyin! Şu anda içinizden birisi konuşmuyor!
Şu anda Peygamber de konuşmuyor! Bu benim sözümdür! Şu anda Rabb’iniz konuşuyor!
Gelin bunu benim sözüm olarak dinleyin! buyurarak kitabına ve kitabının önemine
dikkat çekiyor.
Gelin ey insanlar, ey kullarım şu
anda Allah konuşuyor! Bu söz insan
sözüne benzemez! Âlim sözü, fazıl sözü, filozof sözü, psikolog sözü, sosyolog
sözü, amir sözü, müdür sözü, baba ana sözü gibi dinlemeyin bunu! Sakın ha benim
sözümü içinizden birinin sözüne benzetmeyin! İçinizden birinin sözünü dinleyip
de çöpe attığınız gibi, ya da kulak ardı yaptığınız gibi benim sözümü de
öylesine dinlemeye kalkışmayın! Şu anda ben konuşuyorum! Bu söz Allah sözüdür!
İşte insanlar bu söze daha bir ciddi kulak versinler, daha bir ciddi dinlesinler
diye böyle bir dikkat çekmedir denmiş.
İşte bunlar kitabın âyetleridir. Azîz
olan, Alîm olan, ilim kendisinden olan, ilmin kaynağı olan, Rahîm olan, rahmeti
sonsuz olan, sizi sizden çok seven, sizi sizden çok düşünen, sizin
menfaatlerinizi, maslahatlarınızı sizden daha iyi bilen Rabb’inizin size hayat
programı olarak gönderdiği kitabının âyetleridir bunlar. Çünkü bu kitap hayatın
sahibi ve hayatı programlayan bir makamdan gelmektedir. Bilgi kendisinden olan,
bilginin kaynağı olan Allah’tan gelme
bir kitaptır bu. İşte böyle sözü söz olan, dediği dedik olan ve hayata hakim
olan bir kitaptır; bu kitap.
Aynı zamanda zaman içinde değeri,
hükümleri, yasaları pör-süyüp, eskiyip, aşınıp değerini kaybetmeyecek bir kitaptır
bu kitap. Çünkü bu kitabın yasaları zaman ve mekânla sınırlı değildir. Zamanın
kendisini eskitemeyeceği, üzerinden yağmurlar, karlar, boralar geçse de, tek
yasasına, tek harfine bile halel getiremeyeceği, asla hiçbir gücün ezip
bozamayacağı kalpte olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuzdan dünya âlemine yansıyan
bir yazgının âyetleridir bunlar. Kıyâmete kadar eskimeden tüm insanlığın tüm
problemlerini çözebilecek bir kitabın âyetleridir bunlar. Okunması, anlaşılması,
üzerinde düşünülüp akıl yorulması ve hayatın kendisiyle düzenlenmesi gereken bir
kitabın âyetleridir bunlar.
Bu kitap sana Rabb’inden hak olarak
indirilmiştir. Kitabın indirilişi hak, kitabın kendisi hak, içindekiler haktır
ama insanların pek çoğu bunu böylece bilip iman etmezler. İnsanlar ister
kabullensinler, ister kabullenmesinler fark etmez, bu kitap hak bir kitaptır.
Allah kitabı hak ile indirmiştir. Allah
kitabını haklı olarak indirmiştir. Her konuda hak odur. Rabbimiz kitabını hakkın
ortaya çıması için, hakkın bâtıla galip gelmesi için indirmiştir. Veya
insanların üzerinde ihtilâf ettikleri, çözüme kavuşturamadıkları, karar verip
son sözü söyleyemedikleri her konuda son sözü söyleyecek olan, son hükmü verecek
olan, hak olan, hukuk olan bir kitaptır bu. Hak kelimesi kitabımızda çok geçer.
Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi hak, cennet hak, cehennem hak, Sırat hak,
terazi hak, Mizan hak, hepsi haktır. Ama insanlardan pek çoğu buna böylece
inanmazlar. Kitabın hak oluşuna inanmayan kâfirler bir tarafa, bakıyorsunuz
Müslümanlar bile bugün hak problemini gündeme getiriyorlar, lâkin problemi bu
Hakka göre çözme konusunda kimse doğru dürüst iki kelime bile söyle-miyor.
Meselâ insan haklarını gündeme
getiren Müslümanlar öncelikle Allah’ın haklarını gündeme getirmek zorundadırlar.
Öncelikle Allah’ın hakkını gündeme getiremeyen Müslümanlar, kesinlikle hiç bir
zaman kullarının hakkını gündeme getiremeyeceklerdir. Kaldı ki kulların hakkını
değerlendirebilmek için de hak bir kitaba, hak bir mizana muhtaç olacaklardır,
hak bir peygambere kulak vermek zorunda olacaklardır. İşte tüm problemlerin
çözümü buradadır. Yâni bu kitaba gö-re bizim hakkımız
nedir? Bunu bilmek zorundayız. Bulunduğunuz her bir ortamda hangi hak gündeme
gelirse gelsin, kadın hakkı mı? Erkek hakkı mı? İşçi hakkı mı? İşveren hakkı mı?
Öğretmen, öğrenci hakkı mı? Ana hakkı, baba hakkı mı? Allah hakkı mı? Kulların
hakkı mı? Bunu ancak bu kitap çözecektir. Bunun dışında bunları çözeceğine
inandığımız başka bir kaynak bilmiyoruz. Çünkü bakın Rabbimiz buyurur
ki:
"Haktan başka sadece dalâlet vardır."
(Yunus 32)
Eğer problemlerinizin çözümünü bu
kitabın dışında ararsanız, kitabın ötesinde başka yerlerde ararsanız mutlaka
bâtıla düşmek zorunda kalacaksınız. Başka değil, Hak sadece Rabb’inden gelendir.
Kâbe konusunda, kıble konusunda, hukuk konusunda, kadın erkek hakları konusunda,
ekonomi konusunda, kılık-kıyafet konusunda, si-yasal yapılanma konusunda eğitim
konusunda da olsa, hangi konu olursa olsun bilelim ki hak Allah’tan gelendir.
Hangi konu olursa olsun hak Rabb’inden gelendir. Hak Avrupa’dan gelen değil, hak
A.B.D nin dediği değil, hak Avrupa’nın yaptığı değil,
hak babamın dediği değil, hak hocamın dediği değil, hak bizim cemaatin dediği
değil, hak Allah’tan gelendir. Hukuk Allah’ın hukukudur, yasa Allah’ın
yasasıdır. İnsanların çoğu değil, hiçbirisi bunun böyle olduğuna inanmasa da biz
böylece iman etmeliyiz ki mü’min olabilelim.
Evet hak olan, hukuk olan, tek yasa
olan kitabını indirerek bi-ze emirlerini, yasaklarını bildiren, bizden istediği
kulluğu, bizden istediği hayat programını gönderen Rabbimizin buna lâyık
olduğunu, buna ehil olduğunu söylüyor. Onun gücünü, kudretini anlamak
ister-seniz etrafınıza bir bakın. Etrafınızdaki Rabb’inizin âyetleri üzerinde
bir gezinti yaparak düşünün diyerek bundan sonraki âyetinde Rab-bimiz rubûbiyetinin delillerini sunmaya başlayacak. Bakın
ikinci âyet şöyle:
2. “Gökleri, gördüğünüz gibi, direksiz
yükselten, sonra arşa hükmeden; her biri belli bir süreye kadar hareket edecek
olan güneş ve ayı buyruğu altına alan, işleri yürüten, âyetleri uzun uzun açıklayan Allah'tır; ola ki Rabb’inize kavuşacağınıza
kesin olarak inanırsınız.”
Evet Allah semavatı direksiz
yükseltmiştir. Şu semavata bir bakın ki o ve ondaki tüm gök cisimleri hiç bir
imadı, hiçbir direği, payandası olmadan duruyor. Görünürde onları tutan hiçbir
şey yok. Sadece Allah’ın kuvvet ve kudreti var. Siz bunun böyle olduğunu
gözlerinizle görmektesiniz. Öyleyse gördüğünüz şeye delil getirmeye ne gerek
var?
Âyetin bir başka mânâsı da: Sizin
görebildiğiniz hiçbir direk olmadan Allah semavatı yükseltmiş ve onlardakileri
tutmaktadır. Yâni aslında semadaki gök cisimlerini orada tutan cazibe denen bir
kısım direkler vardır ama siz onları görmüyorsunuz. Düşünebiliyor musu-nuz? Dünyamızdan milyarlarca
daha büyük fiziki kütleye sahip olan şu güneşi, şu ayı, şu yıldızları, şu
galaksileri, nebülözleri, bildiğimiz bilmediğimiz bu gök cisimlerini orada
tutmak kolay değildir. Ama mutlak güç ve kudret sahibi Rabbimiz için hiç de zor
değildir bu. Mahiyetini anlayamasak da Rabbimiz tutuyor onları orada. Onları ve
bizi hik-met ve kudretiyle konumlarımızda tutan
Allah’tır. İmtihan döneminin sona erip de kıyâmetin kopup, hesap kitap döneminin
başlayacağı ana kadar da Rabbimiz onları yerli yerinde tutmaya devam edecek.
Hak olan kitabımızın başka
âyetlerinden öğreniyoruz ki kâinat imtihan konumundan hesap konumuna geçme
komutunu alır almaz Rabbimiz şu andaki tutuşunu bırakıverecek. Her şeyin
zimamını, ge-mini salıverecek ve işte o zaman güneşin
defteri dürülecek, yıldızlar yerlerinden sökülüp imamesi kopmuş tesbih taneleri
gibi sağa sola düşmeye, her şey birbirine vurmaya, her şey birbirine çarpmaya
başlayacak ve Kaaria gerçekleşecek.
Veya en büyük olay, en büyük
felâket gerçekleşecek. Kapıları çalan, akılları zayi eden, kalpleri yerinden
oynatıp yürekleri hoplatan felâket gerçekleşecek. Korkunç dehşetiyle insanların
kalplerini ve kulaklarını çarptığı için, insanların beyinlerinde patladığı bu
isim verilmiştir. İnsanların kalplerine ve kulaklarına çarpacak, yürekleri
yerinden oynatıp, kalpleri parça parça edecek, gökleri
yarıp parça parça edecek, dağları ufalayıp tuz buz
edecek, yıldızları yerlerinden söküp sağa sola atacak, güneşin ve ayın defterini
dürecek, insanları hedefini şaşırmış ne yapacaklarını, nereye gideceklerini
bilmez bir vaziyette kelebekler gibi sağa sola uçuracak kıyâmet hadisesi
gerçekleşecek.
Evet şu anda bu cisimleri kudretiyle
yaratan, var eden ve ye-rinde tutan Allah’tır.
Allah gökleri yerleri yaratmış, gökleri
direksiz olarak yükselt-miş, ama sadece yaratmakla
kalmamış arşı istivâ ederek yarattığı tüm varlıkları egemenliği altına da
almıştır. Tüm kâinatı, tüm mevcudatı, tüm mülkünü hâkimiyeti altına, egemenliği
altına almıştır. Canlı ve cansız tüm mevcudatı kendi saltanatı altına
almıştır.
Rabbimizin arşı istivâ etmesi konusu
Kur’an’ın başka yerlerinde de geçer. Rabbimizin bu âyetleri müteşabih
ayetlerdendir. Öyley-se
Rabbimizin arşı istivâ etmesi konusunda fazla bir bilgimiz yoktur. Arş; sakf
mânâsına bir yerin en yükseği, en üstü, en zirvesidir. Veya arş; kralların
oturduğu tahtın lazımı olan mülk ve saltanattan kinayedir. Hani şu tabir
kullanılır:
“Selle arşuhu”
Onun arşı (mülkü) yıkıldı. Mülkü yerinde
olduğu ve hâkimiyeti devam ettiği zaman da:
“İsteva ala arşihi”
denir.
Arş bir kralın tahtına oturması
demektir, ama böyle cismâni bir oturuş değil hükümdarlık sıfatıyla muttasıf
olması demektir. Yâni hükümdarlığın taht sayesinde değil, tahtın hükümdar
sayesinde ikâ-mesi anlatılır. Yâni
“İsteva maal
arş”
Değil
“İsteva alel arş”
Yâni Allah arşla beraber oldu
değil, Arştan üstün oldu, arşa hükmetti anlamınadır. Çünkü “İsteva” karar kılmak, tek düze
ol-mak, yüksek olmak, yüce olmak, istila etmek,
hâkimiyeti altına almak ve kaplamak anlamınadır.
Rabbimiz zaman ve mekândan münezzeh
iken acaba bu âye-tiyle neyi
kast ediyor. Burada imanımız gereği diyebileceğimiz en doğru ve en güzel söz
şudur: Rabbimiz bu âyetiyle neyi kast ettiyse odur. Bu konuda tevile gerek de
yoktur, imkânımız da yoktur. Çünkü bu tür âyetler müteşabih âyetlerdir ve bizim
bu konularda bilgimiz olmadığı için aynen inanıyoruz. İnanıyoruz ki Rabbimiz
arşı istivâ etmiştir. Ama bu istivânın ne demek olduğunu, keyfiyetinin ne
olduğunu bilmiyoruz.
Birisi İmam Mâlik efendimize istivâdan
sormuş, “keyfe” demiş. İmam Mâlik efendimiz
bir müddet sustuktan sonra vücudundan müthiş bir ter boşanır ve der ki:
“İstivâ malum, keyf ise gayri
makuldür. Buna iman vacip, sual ise bidattir”
Allah haydir. Allah tüm kâinata
hükmedendir. Allah tüm kâinatta sözü geçendir. Hıristiyanların dedikleri gibi
Allah gökleri yeryüzünü yarattı da sonra yorulup dinlenmeye çekilmiş değildir.
Aristo’nun ve Aristo yolunun yolcularının, demokratik kafaların dedikleri gibi
dünyayı yaratmış sonra da ne haliniz varsa görün, nasıl isterseniz öylece
yaşayın, ben dünyayla ilgilenmiyorum diyerek köşesine çekilmiş, dünya işini bize
bırakmış değildir Allah. Hayata karışandır Allah. Hayata hükmedendir Allah. Tüm
kâinatta hükmü geçendir Allah. Çünkü yaratılış bitmemiştir. “Kün” emriyle her an yaratılış devam
etmektedir. Şu anda yaratılanlar Allah tarafından yaratılmakta, şu anda da tüm
eylemlerimizi yaratan Allah’tır.
Güneşi ve ayı da Rabbimiz kendi emrine
almıştır. Şu anda görebildiğiniz gök cisimlerinin en büyüğü olan güneşi ve ayı
Allah kendi emrine almıştır. Her ikisi de Rab’lerine boyun büküp emrine teslim
olmuşlardır. Öyleyse ey insanlar, sizden ve dünyanızdan mil-yarlarca kere daha
büyük olan bu semavat bile Rabb’ine teslim olup boyun bükmüşken siz kime teslim
oluyorsunuz? Semavat Rabb’ini dinlerken siz kimleri dinlemeye? kimlere kulluk
etmeye, kimlerin yasalarını uygulayıp kimleri razı etmeye
çalışıyorsunuz?
Bu tür gündüzden, geceden, semadan ve
arzdan, çevreden ve insandan, yaratılıştan söz eden, yâni bizim duyu
organlarımızla ulaşabildiğimiz bilgi alanlarından söz eden âyetler, Cenâb-ı
Hakkın tek Rab olmasını ve tek İlâh oluşunu anlatan âyetlerdir. Bakın ey
kullarım, Rabb’inizin ilmi ve kudreti işte budur! Bunları yapan, yaratan
Allah’tır diyen âyetlerdir. Cenâb-ı Hakkın rubûbiyetini ortaya koyan âyetlerdir.
Eğer bütün bunları yapan, yaratan Allah’sa, Allah'ın bütün bunlara gücü
yetiyorsa, elbette size de gücü yeter. Sizi de yeniden öldürmeye, diriltmeye
gücü yeter.
Veya eğer bu konuları idareye
bilgisi yetiyorsa sizin de ha-yatınızı düzenlemeye bilgisi yeter mânâsına gelen
âyetlerdir. Bütün bunları bilen, beceren Allah sizin hayat programınızı bilmez
mi? Sizin hukukunuzu, sizin nasıl bir hayat yaşayacağınızı bilmez mi? Diyen
âyetlerdir bunlar.
Tüm bu Rabb’inizin yarattığı varlıklar,
gördüğünüz, görmediğiniz, bildiğiniz, bilmediğiniz tüm bu varlıklar Allah’ın
kendilerine belirlediği yörüngelerinde programlarında yine Allah’ın takdir
buyurduğu bir süreye kadar, kıyâmet gününe kadar yüzüp gitmekte akıp
gitmektedirler. Müzzemmil sûresinde de haber verildiğine göre peygamberin karada
böyle bir yüzüşünden söz ediliyor. Ne demek bu? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun
mânâsı tüm varlıklar için kendilerine tahsis edilen programın devamının icrası
demektir. Allah’ın belirlediği hayat programının icrası demektir. Allah güneşe,
aya, yıldızlara bir yol, bir yörünge, bir program tahsis etmiştir ki onlar
Rab’leri tarafından kendilerine tahsis edilen, çizilen bu programı icra edip
yüzüp giderler.
Yâni tüm bu
varlıklar Rab’lerinin kendileri için belirlediği yörüngenin içinde hareket
ederler. İşte tıpkı onlar gibi insan da kendisine gece hazırlayacağı program
içinde gündüz yüzüp gidecektir.
Gece okunan
âyetler, gece ilgi kurulan vahiy ona bir program çizecek ve gündüz o bu vahyin
kendisi için çizdiği program dahilinde yüzüp gidecek, yâni bu programı icra
edecektir diğer varlıklar gibi.
Allah işlerin tümünü tedbir ediyor,
idare ediyor, ayarlıyor, düzene koyuyor. Kullarına şah damarlarından daha yakın
olarak Rabbi-miz, kulları neredeyse onlarla birlikte
olarak hayatlarını düzenliyor. Yâni sadece gökleri yaratan, sadece göklere
egemen olan ve dünya işlerini bize bırakan değildir Allah.
Ve sizler âhiret konusunda, diriliş ve
hesap kitap konusunda yakîne ulaşasınız diye, âhiret
konusunda yüzde yüzden de öte kesin bir bilgiye ulaşasınız diye, böylece bu
âyetler üzerinde kafa yorup, iman edip, bu âyetlerle yol bulup bir gün Allah’a
kavuşacağınız konusunda kesin bilgiye ulaşasınız, hesaba çekileceğinize kesin
iman edesiniz diye Allah âyetlerini tafsil edip size açıklıyor. Artık insanların
Allah’a karşı arkasına saklanacakları bir mâzeretleri, ileri sürecekleri bir
delilleri kalmasın diye Allah âyetlerini açık açık
ortaya koyuyor.
Yâni, ya
Rabbi! Madem ki Rabbimiz olarak sen vardın! Ma-dem ki
bizi sen yaratmıştın! Madem ki hayatımızı sana borçluyduk! Madem ki Rab olarak,
İlâh ve Mâbud olarak sadece seni dinleyecektik! Senden başkalarına asla
minnetimiz ve kulluğumuz olmayacaktı! Madem ki bizi yaşadığımız bu hayatın
sonunda hesaba çekecek olan sendin! Madem ki hesabı sadece sana ödeyecektik!
Madem ki öbür tarafta cennetin vardı, cehennemin vardı! Madem ki bizden kulluk
istiyordun! Eh öyle de bize bunları niye bildirmedin? Niye bize önceden haber
vermedin? Bize niye kitaplar ve elçiler göndermedin? Madem ki bu kadar güzel bir
cennetin vardı da neden bizi önceden bilgilendirmedin? Madem bu kadar dayanılmaz
bir cehennemin vardı da niye önceden bizi onunla uyarmadın? diyerek Allah’a
karşı delil getirmeye hiç kimsenin hakkı kalmasın diye âyetlerini tafsilatlı bir
şekilde ortaya koyuyor Rabbimiz.
3. “Yeri düzleyen, orada dağlar,
nehirler var eden, her türlü üründen çift çift
yetiştiren, gündüzü geceyle bürüyen de O'dur. Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler
için ibretler vardır.”
O Allah ki yeryüzünü yayan,
uzatan bizim istifademize su-nandır. Evet semavatı
anlattıktan sonra şimdi de arzdan, yaşadığımız yeryüzünden rubûbiyetine deliller
anlatıyor Rabbimiz. Bir beşik gibi, bir döşek gibi arzı bizim altımıza yaymış,
sermiş, geniş kılmış. Sonra:
O yeryüzünde dağlar ve nehirler var
etmiştir Rabbimiz. Evet o Allah ki yerin üstünde sabit dağlar yaratmıştır. Yâni
dağları arzın üstüne baskılar yaptı. Çiviler, kazıklar yaptı dağları. Kur’an’ın
başka yerlerinde Rabbimizin yeryüzünü bu dağlarla dengelediği anlatılır. Yâni
semada, fezada, boşlukta dönüp duran dünyanın dengesini sağlamak için dağları
böyle kazıklar olarak çakıvermiştir Rabbimiz. Sonra bu dağların arasından
nehirler akıtıvermiş. Evet işte bunu yapan Allah’tır. Bu dünyanızı böyle
boşlukta tutan Allah’tır. Bu konuda işleyen kanunların tamamının arkasında
işleyen el Rabb’inizin elidir.
Evet ekinlerinizi ekip dikmeniz için
nehirleri akıttı da onunla her tür meyveden, her tür üründen çifter, çifter
yetiştiriverdi. Evet yaratıp düzenlediği, yaydığı arzda nehirlerle Rabbimiz
bereketler meydana getirdi. Yeryüzünde hayra ve hayata vesile olacak sular,
madenler, hava ve diğer elementler gibi hiç bitip tükenmeyen bereketler yarattı,
kullarının rızıklarını da takdir buyurdu. Rabbimiz binlerce yıldır üzerinde
hayat sürenler için, insanlar ve diğer varlıklar için bitip tükenmeyen
bereketler var etti. Bitmez tükenmez rızıklar yarattı. Tüm canlıların üzerinde
hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan bütün ihtiyaçlarını yaratmıştır
orada Rabbimiz.
Üstelik üreme ve çoğalma için her
şeyden de çift yaratmıştır. Erkek-kadın gibi meyve ve sebzelerde de erkek ve
dişi organlar vardır. Bu organların döllenmesi sayesinde meyveler oluşmaktadır.
Bazı ağaçlarda hem erkek hem de dişi organ, bazılarında sadece erkek, ya da dişi
organ vardır. Bu telkih sonucu tadı, rengi, kokusu farklı, her bireri değişik
güzellikte meyveler sunulmaktadır bize. Sonra:
Allah geceyi gündüzün üzerine geçirmek,
gündüzü de gecenin üzerine kapatmak sûretiyle, geceden gündüzü, gündüzden geceyi
yarıp çıkarmak sûretiyle sizin hayatınızın devamını sağlamaktadır.
Evet gece ve gündüz Allah’ın iki ayrı
âyetidir. Sadece Allah’ın egemen olduğu, sadece üzerlerinde Allah’ın sözünün
geçtiği, başka hiç kimsenin sözünün geçmediği iki âyet. Egemenlik bizdedir
diyen, hâkimiyet bizdedir diyen yeryüzü tanrılarının, yeryüzü tanrı ve sahte
tanrıçalarının zerre kadar söz geçiremeyecekleri iki âyet. Bu iki âyetini bize
tanıtırken buyuruyor ki Rabbimiz. Ey kullarım, sizin hiç müdahale edip
değiştiremediğiniz gece ve gündüz benim âyetlerimdir. Onlar sadece bana teslim
olup, bana boyun bükmüşlerdir. Gece ve gündüzü peş peşe getiren Benim. Geceye ve
gündüze ferman eden, bu kâinat çarkını hiç durmadan çeviren, döndüren Benim.
Öyleyse Rab ve İlâh Benim, sadece Bana kulluk edin buyurmaktadır.
Yâni ey kullarım unutmayın ki
Ben, bütün bunları size coğ-rafya bilgisi vermek için,
botanik konusunda sizi bilgilendirmek için, veya sizi eğlendirip hoş vakitler
geçirmeniz için anlatmıyorum. Etrafınıza bir daha bakmanızı, çevrenizdeki
âyetlerimi bir daha gözden geçirmenizi, Benim rubûbiyet ve ulûhiyetime delil
olarak size arz ettiğim bu âyetlerim üzerinde ibretle ve tefekkürle kafa yorarak
gücümü, kudretimi ve hikmetimi anlamanız, kavramanız ve Bana kul olmanız, teslim
olmanız için anlatıyorum.
Şu altınıza bir döşek gibi
yaydığım yeryüzüne, şu ona denge unsuru olarak çaktığım dağlara, o dağların
eteklerindeki ekime dikime elverişli olsun diye düzenlediğim ovalara, şu
dağların eteklerinden ovaları sulamak için akıttığım nehirlere, şu yiyip
içtiklerinize bir bakın. Bakın da bunları Benden başka becerebilecek birileri
var mı yok mu bir düşünün? Kimin ekmeğini yiyip de kimin kılıcını salladığınızı
bir düşünün? Ama işte bütün bu anlatılanlarda, bütün bu
âyetlerde:
Düşünen kimseler için ibret alınacak
âyetler vardır. Tabii dü-şünen, kafa yoran, aklını kullanan insanlar için bu âyetler
bir değer ifade eder. Lâkin bütün bu âyetler düşünmeyen, akıllarını kullanmayan
insanlar için hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Bütün bu âyetleriyle rubûbiyetini
gündeme getiren Rabbimiz bize diyor ki: Kullarım! Ben mülk elinde olanım! Ben
mülke sahip ola-nım! Göklerin ve yerin mülkü Benimdir!
Sizler de sahip olduklarınız da dünyanız da, arzınız da, semanız da, ayınız güneşiniz de, havanız, suyunuz da, yediğiniz
içtiğiniz de hepsi Benimdir! Ben mülkün sahibiyim! Hayatın sahibi Benim! Ben
bereket kaynağıyım! Sizi yaratan, sizi yoktan var eden, şu anda size sunduğum
nimetlerimle sizin hayatınızı devam ettiren benim! Varlığınızı Bana borçlusunuz!
Yiyeceğinizi, içeceğinizi, suyunuzu, semanızı, arzınızı her şeyinizi yaratan
Benim! Unutmayın ki şu anda üstünde yaşadığınız arzı yaratan ve size boyun
eğdiren, sizin emrinize âmâde kılan, onu sizin için zelûl kılan, onu sizin için bir döşek, bir firaş kılan, yayan, seren Benim!
Ama unutmayın ki Ben istediğim
için arz size boyun bükmektedir. Ben istediğim için gece ve gündüz sizin
emrinizdedir. Ben istediğim için bu dağlar, bu nehirler, bu meyveler ve sebzeler
size sunulmaktadır. Bütün bunları sizin emrinize âmâde kılanın Ben olduğumu,
Benim sayemde bunlara ulaştığınızı unutmayın. Beni böylece bilin, böylece
tanıyın ve Bana böylece inanın. Beni arza hakim tanıyın. Beni arza etkin bilin.
Beni arza galip bilin. Beni göklere ve yerlere egemen olarak tanıyın. Yerken,
içerken, gezerken, dolaşırken, yatarken, kalkarken, binerken, kullanırken hep bu
niyet içinde olun. Bana kul olduğunuzu unutmadan yaşayın diyor
Rabbimiz.
4. “Yeryüzünde, hepsi de aynı su ile
sulanan, bir-birine komşu toprak parçaları, tek ve çok köklü üzüm bağları,
ekinler, hurma ağaçları vardır. Fakat onları şekil ve lezzetçe birbirinden
farklı kılmışızdır. Düşünen kimseler için bunda ibretler
vardır.”
Evet arzda, yeryüzünde birbirine
komşu kıtalar vardır. Birbi-rine bitişik, birbirine komşu ama birbirinden farklı fiziki
özelliklere, bitki örtülerine sahip kıtalar, toprak parçaları vardır. Rabbimiz
onların arasını denizlerle, okyanuslarla ayırmış. Bütün bunlarda insanlar için
çok büyük menfaatler vardır.
Ve hepsinde aynı suyla sulanan
sınvan, gayrı sınvan üzüm bağları, ekinler, hurma ağaçları vardır.
Buradaki sınvan, gayri sınvan Allahu âlem tek gövde üzerinde duran, tek gövde
üzerinde çatallanan anlamınadır. Aynı bitim yerinde; ama faklı gövdelere ayrılan
anlamınadır. Tek bir gövde üzerinde yükselen ağaçlar ve çatallanan ağaçlar.
Ekinler de tek gövde üzerinde yükselirler. Bunlar aynı sudan sulandıkları halde,
aynı topraktan gıda aldıkları halde şekil ve lezzet bakımından birbirlerinden
farklı kıldık diyor Rabbimiz.
Su aynı su, toprak aynı toprak,
hava aynı hava, güneş aynı güneş ama bakıyoruz meyvelerin renkleri farklı,
şekilleri farklı, tatları farklı, kokuları birbirinden farklıdır. Kimisi tatlı,
kimisi tuzlu, kimisi ekşi, kimisi acı, kimisi yağlı, kimisi beyaz, kimisi siyah,
kimisi sarı, kimisi kırmızı...
Meselâ elma ile armut aynı suyla
sulandıkları, aynı toprakla beslendikleri halde birbirlerine benzemedikleri gibi
elmanın kırk çeşidi de birbirlerinden farklıdır. Hangi fabrikada imal ediliyor
bunlar? Hiç düşünmüyor musunuz? Lâkin bunlara ne kadar muhtaçsınız değil mi?
Bunlarsız yaşayamazsınız değil mi? Hayatınızın devamı bunların varlığına bağlı
değil mi? Şu insanların yaptıkları ve gururla insanlığa takdim ettikleri bu
teknolojik şeylerin hiç birisi bunların yerini tutup karın doyurmuyor değil mi?
Peki acaba bunlardan bir tanesini siz kendiniz yaratabilir misiniz?
Veya sizlerin şu anda güçlü
gördükleriniz, hâkimiyeti kendilerine verip yasalarına tabi olduklarınız
insanlar yapabilirler mi? yaratabilirler mi bunlardan bir tanesini? Güçleri
yeter mi buna onların? Bir de meselenin bir başka boyutuna dikkatlerinizi
çekerek şöyle sorayım. Acaba sizlerin şu anda bedava yiyip içtiğiniz tüm bu
nimetler Allah’tan değil de insanlardan olsaydı, tüm bu nimetlerin sahibi
insanlar olsaydı, acaba bu kadar rahat bu nimetlerden istifade imkânı bulabilir
miydiniz? Onları bu kadar rahat alabilir miydiniz insanların ellerinden? Eğer bu
dünya, bu nimetler insanların elinde olsaydı, insanların mülkünde olsaydı, bu
kadar cömertçe onu insanlara sunabilir miydi? onu da bir düşünün.
İşte ey Allah’ın kulları
unutmayın ki sizin böyle cömert bir Rabb’iniz var. Kimin ekmeğini yiyip kimin
kılıcını salladığınızı bir dü-şünün. Kimin nimetlerinden istifade edip de kimlere kulluk
ettiğinizi bir düşünün.
Demek ki bizi yaratan ama yarattığı
gibi öyle başı boş bırakmayan, kendi halimize terk etmeyen ve hayatımızın devamı
için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir Rab'le karşı karşıyayız.
Dünyayı bizim için yaşam yeri olarak hazırlayıvermiş Rabbimiz. Ama
elbette:
Bütün bunlarda akıl eden, aklını
kullanan, akıl yoran insanlar için âyetler, ibretler vardır. Zaten tüm bunları
düşünmeyen, tüm bunların kim tarafından ve ne için verildiği üzerinde ciddi
ciddi kafa yormaya yanaşmayan insana insan demek
mümkün müdür? siz söyleyin. Şu kupkuru üzüm çubuğunun içini şeker usaresiyle
dolduran kimdir? Şu gördüğümüz her bir ağacın her bir dalında yüzlerce fabrika
kurup yediğimiz ayrı ayrı renklerde, ayrı ayrı tatlarda bu meyveleri yaratan kimdir? Bütün bunları
düşünen anlayan bir kavim için, bir toplum için biz bu âyetlerimizi açıklıyoruz
anlatıyoruz diyor Rabbimiz. Ama tüm bunları kendi güçlerine, kendi becerilerine,
ya da işte kör tabiat güçlerine veren kimseler için bu âyetler hiç bir mânâ
ifade etmeyecektir.
5. “Şaşacaksan, onların: “Biz toprak
olunca mı yeniden yaratılacağız? “demelerine şaşmak gerekir. İşte onlar
Rab’lerini inkâr edenlerdir. İşte onlar boyunlarına de-mir halkalar
vurulanlardır. İşte onlar cehennemliklerdir, orada temelli
kalacaklardır.”
Eğer bunlar nasıl böyle oluyor?
Bütün bu nimetler, bütün bu âyetler nasıl var ediliyor? diye hayret ediyorsan,
asıl hayret edilecek, asıl şaşılıp taaccüp edilecek konu bunca âyetleriyle
Rab’lerinin gücünü, kudretini tanıyamamış kâfirlerin şu sözleridir: Nasıl,
nasıl? Bizler toprak olduktan sonra mı? Bizler öldükten, toprak bizim etlerimizi
yiyip, kemiklerimizi çürüttükten sonra mı yeniden diriltileceğiz? Bu kesinlikle
mümkün değildir. Sen onu bizim külahımıza anlat diyenlerin sözleridir. Bunlar
Rab’lerine küfreden, Rab’lerini tanımayan, Allah’ın gücünden, kudretinden,
Allah’ın âyetlerinden habersiz olan insanlardır. Bunlar Rab’lerini örten, örtbas
eden, Rab’lerinin âyetleriyle ilgi kurmadan bir hayat yaşayan insanlardır.
Aslında öldükten sonra hesap
kitap için tekrar diriliş hayret edilecek, şaşılacak bir şey değildir. Asıl
hayret edilip şaşılacak şey bu hayatın sonunda bir dirilişin olmamasıdır. Asıl
şaşılacak şey yaşa-dığımız bu hayatın sonunda bir
hesap kitabın olmaması, herkesin yaptığının yanına kar kalmasıdır. Eğer bu
hayatın sonunda bir diriliş yoksa, yaptıklarımızın hesabını ödemek yoksa o zaman
gerçekten bu hayatın hiçbir anlamı kalmaz. O zaman zalimlerin, kâfirlerin
yaptıkları yanlarına kar kalırken mü’minlerin, âdillerin, mazlumların yaptıkları
da boşa gidecek, onlar tamamı enayi sayılacaklardır. Evet asıl hayret edilecek
şey öldükten sonra tekrar diriliş değil, bilâkis dirilişin
olmamasıdır.
Yâni bu kâfirler ölüm sonrası tekrar
dirilişin gerçekleşeceğine taaccüp mü ediyorlar? Hayret edilecek bir şey mi
kabul ediyorlar bunu? Niye şaşıyorlar da buna? İlk yaratılışları neydi bu
adamların? İlk defa nasıl yaratılmışlardı bu adamlar? Onları ilk defa yaratan
Allah ikinci defa yaratamaz mı? Nasıl düşünüyorlar bu adamlar? Toprak olduktan
sonra bir daha diriltilemeyeceklerini mi söylüyorlar? Çok mu hayret edilecek bir
husustur bu? Halbuki anamızın-babamızın yedikleri yeryüzünün değişik
meyvelerinden oluşan, meniden meydana gelmedik mi bizler?
Böylece bizi ilk defa topraktan
toplayıp yaratan Allah ölümümüzden sonra aynı topraktan tekrar toplayıp
diriltmeye kadir değil mi? Ama bu kâfirler, bu ölüm ötesi hayatı ve o hayatın
hesabını ki-tabını reddedenler Rab’lerini örten, Rab’lerinin âyetlerini,
Rab’lerinin gücünü kudretini örtbas eden, Rab’lerine karşı nankörlük eden
kim-selerdir. Rab’lerinin bunca nimetlerine karşı
nankörlük etmektedirler. Ama bakın âyetin devamında Rabbimiz onların bu
nankörlüklerinin karşılığını ödeyeceklerini şöylece
anlatıyor:
Onların boyunlarında ağlâl vardır.
Allah onların boyunlarına boyunduruklar, tomruklar, zincirler, bukağılar
vuracaktır. Ve onlar cehennem ashabıdırlar. Cehennemin sohbetçisidirler onlar.
Ebedîyen, hiç çıkmamacasına orada azabın içinde unutulacaktır onlar. Hal
böyleyken bu kâfirler:
6. “Puta tapanlar senden, iyilikten
önce kötülük isterler, oysa onlardan önce nice ibret alınacak cezalar
verilmiştir. Doğrusu Rabb’inin, insanların zulümlerine rağmen onlara mağfireti
vardır. Rabb’inin cezalandırması çetindir.”
Evet onlar iyilikten önce
kötülüğü istiyorlar. Kendileri için iyilikten önce kötülüğe acele ediyorlar.
Kötülüğü çabuklaştırmak istiyorlar. Hemen kendilerine vaat edilen azabın
gelmesini istiyorlar. Hani nerde kaldı şu sözünü ettiğiniz azap? Bir an evvel
gelse de görsek ya! Di-yorlar. Ey peygamber! Ve ey
peygamber yolunun yolcuları! Şu bizi tehdit edip durduğunuz azap nerde kaldı?
Hani niye gelmiyor ya? diyerek alay ediyorlar. Halbuki ölüm bize her şeyden daha
yakındır. Gerçi şu anda bundan gafil olan insanlar ölümün, âhiretin, hesabın,
kitabın değil de başka şeylerin acelecisidirler. Paranın, pulun, makamın,
mansıbın, hattâ kimi günâha batmış kimseler yaşadıkları hayatın karşılığı olarak
kendilerini bekleyen azabın, ateşin acelecisidirler.
Yaşadıkları hayatla sanki; gelsin
bakalım, ne gelecekse gelsin de görelim diyorlar. Ey peygamber! Ve ey peygamber
yolunun yol-cuları! Haydi ne getirecekseniz getirin de
bir görelim! diyerek alaylı bir biçimde azaplarını acele istemektedirler.
Akılsızlar gariptir ki Allah’tan istenmesi ve beklenmesi gereken şeyleri Allah
elçilerinden ve onların yolunun yolcusu Müslümanlardan istiyorlar. Haydi ey
peygamber şu bize vaat edip durduğun azap neyse getir de görelim bakalım
diyorlar. Veya bugün kâfirler bunu şu andaki Müslümanlardan istiyorlar.
Tabii hainler ne peygamberlerin
ne de onların yolcularının böyle bir azabı acilen kendilerine
getiremeyeceklerini bildikleri için de bu konuda cesur davranabiliyorlar. Güya
Müslümanlara delil getirmiş ve galip gelmiş sayıyorlar kendilerini ve
işledikleri suçlara devama kılıf bulduklarını zannediyorlar. Tabii bunlar yeni
değil, geçmiş toplumlar da peygamberlerinden aynı şeyleri istemişlerdi. Kur’an
bunu detayıyla anlatır.
Evet bu beyinsizlerin bu isteklerine
karşılık Rabbimiz buyurur ki bakın:
Halbuki bu beyinsizler bilmiyorlar,
kendilerinden önce nice ibret alınacak cezalar verilmiştir. Kendilerinden önce
niceleri de aynen bunlar gibi tavır takındılar da Allah onları yerin dibine
batırmıştır. Öncekilerin başlarına gelenleri bilmiyorlar bu hainler. Ve bir
de:
Doğrusu Rabb’in gece-gündüz günâh işleyen, kendilerini Allah’a
kulluk ortamının dışında tutarak hem Allah’a karşı, hem kendilerine, hem de
çevrelerine karşı zulmeden kimselere karşı merhametle muamele etmektedir.
Halbuki Allah’ın yakalaması, Rabb’inin cezalandırması pek
çetindir.
Yâni eğer Allah insanlar için onların
işledikleri suçlar yüzünden hak ettikleri şerri acele etseydi, yâni bu
insanların amellerinin karşılığını dünyada hemen gönderme konusunda acele
etseydi, nasıl? Onların hayra, hayır konusuna acele edip istedikleri gibi, yâni
paraya, pula, mala mülke, dünyaya, dünyalıklara acele edip onları istedikleri
gibi, onların dünyalık oldukları, maddeci kesildikleri gibi Allah da onlar için
amellerinin karşılığı olan cezalarını, azaplarını gönderme konusunda acele
etseydi onların ecelleri hemen acele gelir ve defterleri dürülürdü. Ama böyle
yapmıyor Rabbimiz. Mühlet veriyor, imkân tanıyor belki dönerler diye. Belki
pişman olurlar da bana kulluğu karar verirler diye. Yâni Allah aslında bu
hainler cahillikleri sebebiyle kendileri hakkında şerri acele isteseler de
Allah’ın onlara imkân tanıması kendilerinin hayrınadır da bunlar farkında
değiller.
Alçaklar bakmıyorlar öncekilerin
başlarına gelenlere. Önceki toplumlar da peygamberlerinden azap istemişlerdi de
Âd kavmi, Se-mûd toplumu,
Nuh kavmi, Lût kavmi aynı tavrı sergilemişlerdi de, is-tedikleri azap kendilerini kuşatıvermişti. Ama
merhametlilerin en mer-hametlisi olan Rabbimiz onlara acıdığı için onların bu
zulümlerine, bu küfürlerine, bu şirklerine ve bu cüretlerine karşılık hak
ettikleri azabı hemen gönderip defterlerini dürüvermiyor. Mühlet tanıyor ki
acaba küfürlerini, zulümlerini bir gün anlayıp dönerler mi diye. Ama eğer bu
alçaklar akıllarını başlarına alıp adam olmazlarsa kesin bilsinler ki Allah
Şediydül ikâptır. Yakalaması ve azap etmesi çok şedittir.
Buna rağmen bakın kâfirler dediler ki:
7. “İnkâr edenler: “Rabb’inden
Muhammed'e bir mûcize indirilmeli değil miydi?” derler. Sen ancak bir
uyarıcısın. Her milletin bir yol göstereni
vardır.”
Evet kâfirler diyorlar ki o
peygambere bir âyet inseydi ya! Ona bir âyet inmeli değil miydi? Rabb’inden bir
mûcize gelse ya bu peygambere! Alçaklar peygamberden âyet istiyorlar. Sanki
Allah peygamberine hiç âyet göndermemiş. Sanki yol bulabilmek için, iman
edebilmek için, amele yönelebilmek için âyete ihtiyaçları var da Allah onları
bundan mahrum bırakmış. Yeni ve farklı âyet istiyorlar. Âyet mi istiyorsunuz? Şu
elinizdeki Allah’ın âyetleri yetmiyor mu size? Şu elinizdeki kitabın âyetleri,
şu kâinatta Allah’ın serpiştirdiği meşhut âyetler yetmiyor mu? Allah’tan âyet
istiyorlar, halbuki Allah’ın âyetlerinden habersizler alçaklar. Allah’ın
kendileriyle konuşmasını istiyorlar, halbuki şu elimdeki kitabın âyetleriyle
Allah’ın kendileriyle konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar aslında da;
yamukluk yapıyorlar.
Peygamberim, sen ancak bir uyarıcısın.
Onlara bir âyet getirmek veya onların bu tür herzelerine cevap vermek gibi bir
sorumluluğun yoktur senin. Sen sadece Rabb’inden gelen âyetleri onlara duyurmak,
bu âyetlerle onları uyarmak zorundasın. Bunun ötesinde senin herhangi bir
görevin yoktur. Âyet gönderme yetkisi Allah’a aittir. Peygambere verilen âyetler
ne onun muhataplarının isteklerine, ne de peygamberin arzularına göre tespit
edilmez. Ve bu iş sadece sana ait de değildir. Her topluma bir Hâdî, bir
peygamber gönderilmiştir, onların hepsi için aynı yasa
geçerlidir.
Öyleyse ey peygamberim ve ey peygamber
yolunun yolcuları bunu asla unutmayın. Size ancak sözü dinleyenler, söze kulak
verenler, sözü işiten ve onu anlayan kimseler icabet edeceklerdir. Alıcı
cihazları çalışan, fıtratları diri ve faal olan kimseler ancak icabet edecektir.
Fıtratları bozulmuş olanlar, yaratılış melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez
hale gelmiş, doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş, ölü olanlara gelince
bilesiniz ki onları ancak Allah diriltecektir. Bu duruma gelmiş insanlar için ne
peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur.
Zira Allah’ın duyurmadığına kimse
bir şey duyuramaz. Allah’ın söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allah’ın
göstermediğine kimse bir şey gösteremez. Allah’ın şaşırttığını kimse yola
getiremez. Bunlar kabirdekiler gibi değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını
pencerelerini kapamış, duymayan duygulanmayan, düşünmeyen, idrak etmeyen
hayattayken ölmüş insanlardır. Bu tür insanlara ne tür âyet getirirseniz getirin
kesinlikle inanmayacaklardır. Öyleyse boşuna ken-dinizi zorlayıp üzülmeyin. Siz sadece Rabb’inizin âyetlerini
duyurun, gerisini Allah’a bırakın diyor Rabbimiz.
8. “Allah her dişinin rahminde
taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. O'nun katında her şey
bir ölçüye göredir.”
Rahîmlerin taşıdığını, her
dişinin taşıdığını, her hamilenin hamlini bilen Allah’tır. Rahîmlerin çoğaltıp
eksilttiklerini de bilen Allah’tır. Rahîmlerin neleri ziyadeleştirip neleri
noksanlaştırdıklarını bilen Allah’tır.
Evet Rabbimiz insanlara, kullarına o
kadar yakındır ki, kullarına o kadar vakıftır ki rahîmlerdekini, her dişinin
taşıdığı erkek mi, dişi mi? Mü’min mi, kâfir mi? Saîd mi, şaki mi? Güzel mi,
çirkin mi? Uzun mu, kısa mı? Hilkati tam mı, noksan mı? En ince teferruatına
kadar bildiği gibi, ayrıca onun rızkını, ecelini, şeklini, şemailini, ana
rahmindeki gelişimini, organlarını, gücünü, kuvvetini, ne azalmakta ve ne
çoğalmakta olduğunu tam bilen, en bilen, eksiksiz bilen ve tek bilen Allah’tır.
Veya eksilen çoğalandan kasıt rahîmlerdeki çocuk adedi de olabilir. Zira
rahîmlerde bir, iki, üç, dört olabileceği gibi, bazen de dü-şük de olabilmektedir. İşte
Allah bunları bilendir. Rahîmlerdekinin doğum ve hamilelik süresini de Allah
bilir. Bazen dokuz ay, bazen de daha aşağı olabilir. Bunu bilen de
Allah’tır.
Ve Allah yanında, Allah katında her şey
bir miktar, her şey bir ölçü ve kaderledir. Her varlığın ana karnında gelişip
büyümesi, şe-killenmesi, ana
karnında kalma zamanı, doğması, yaşaması, ölmesi, rızkı, eceli Allah’ın
takdirine bağlı bir ölçü, bir takdir, bir kader iledir.
Çünkü:
9,10. “Görüleni de görülmeyeni de
bilen, yücelerin yücesi büyük Allah'a göre, aranızdan sözü gizleyen ile, açığa
vuran ve geceye bürünerek gizlenip gündüzün ortaya çıkan arasında fark
yoktur.”
Gaybı da, şehadeti de, görüleni
de, görülmeyeni de, bildik-lerinizi de,
bilmediklerinizi de, dünü de, bugünü de, yarını da ayrıntılarıyla bilen, Müteâl
olan, en yüce olan, her şeyin üzerinde en Ulu olan, her şeye ve herkese egemen
olan Allah’tır.
Evet, bu sıfatlar sadece Ona
aittir.
Sizden sözü gizleyen ile açığa vuran,
gecenin karanlıklarına gizlenip saklanan ve gündüz açığa çıkan arasında Onun
bilmesi konusunda hiçbir fark yoktur. O Allah gece gizlice yaptıklarınızdan da,
gündüzün yaptıklarınızdan da haberdardır. Hiçbir bakış, hiçbir düşünüş, hiçbir
hareket onun ilminin dışında değildir. O Allah ki tüm gözlerin, tüm gönüllerin,
tüm bedenlerin, tüm zihinlerin, tüm beyinlerin, tüm akılların düşüncelerini,
taşıdıkları niyetleri bilmektedir. Herkesin, her varlığın iç dünyasına kadar
bilen ve haberdar olandır. Varlıkların en ince noktalarına kadar, kalplerinin
içine kadar nüfuz eder. Yerin derinliklerine kadar göğün zirvelerine kadar her
yere ve her şeye nüfuz eder.
Yâni Allah her şeyden
haberdardır. Onun bilgisinin dışında bir yaprak bile düşmez, bir damla bile
inmez. Onun bilgisinin dışında hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz, Onun bilgisi
olmadan hiçbir dişi gebe kalmaz, ve Onun haberi olmadan hiçbir dişi de bir şey
doğurmaz. Düşen bir yaprak bile onun ilmi dahilinde, onun programı dahilinde
düşmektedir.
Hal böyleyken, yâni tüm kâinatta
tek program yapıcısı ve her şeyi bilen Allah iken Onun hayat programını
bırakarak yerde ken-dilerine bir kısın program
yapıcılar bularak onları Allah’a ortak koşmaya çalışanlara, bir takım bilgiçler
bularak onların bilgilerine sığınmaya çalışan, Allah berisinde birilerini hayata
etkin zannederek ken-dilerine sığınmaya çalışanlara
yuh olsun.
11.“Ardında ve önünde insanoğlunu takip
edenler vardır; Allah'ın emriyle onu gözetirler. Bir millet kendini bozmadıkça
Allah onların durumunu değiştirmez Allah bir milletin fenalığını dileyince artık
onun önüne geçilmez. Onlar için Allah’tan başka hami de
bulunmaz.”
İnsanların önlerinde, arkalarında
adım adım onları takip eden Allah’ın takipçileri,
görevlileri vardır. Allah emrinde insanları gözetirler ve şerlerden,
kötülüklerden, şeytanlardan onları korurlar.
Bunlar hadisin beyanıyla hafaza
melekleridir ki kulları onlara gelebilecek kötülüklerden muhafaza
ederler. Bir de Kiramen Katibîn melekleri vardır. İnsan yaşadığı
sürece ne yapmışsa, ne söylemişse, ne yapmayı ve ne söylemeyi niyet edip içinden
geçirmişse tamamını yazıp kaydetmekle görevli meleklerdir. Gaf sûresi de bunu
anlatır:
"İnsan hiç bir söz söylemez ki yanı
başında onu zapteden bir melek bulunmasın." (Gaf 18)
İnfitâr’da da şöyle
buyurulur:
"Muhakkak ki üzerinizde koruyucu melekler vardır.
Şerefli yazıcılar her yaptığınızı bilmektedirler."
(İnfitâr 10,12)
İşte bütün bunlar Allah’ın sizin
üzerinizde hâkimiyetini, Kah-hâr oluşunu, sizi kendi halinize bırakmayıp sürekli
sizinle diyalog halinde oluşunu, sizin hayatınıza karıştığını ve sizin her
anınızı kontrol ettiğini gösterir. Hiç kimse bir tek saniye bile kendi başına
değildir. İnsanın her hareketini kontrol eden, her nefesini sayan melekler
vardır yanında. Zaten İslâm’daki melek inancının odak noktası da budur işte.
Yâni öyle bir Allah’a inanacağız ki melekleri vasıtasıyla sürekli bizimle
diyalog halinde olan bir Allah. Yâni böyle kimilerinin iddia ettikleri gibi
dünyayı yaratmış, yorulmuş, köşesine çekilmiş, dünyayla ilgilenmeyen ve ne
haliniz varsa görün, bildiğiniz gibi yaşayın diyen bir Allah değil.
Öyleyse anlıyoruz ki insan her
şeyiyle Allah’ın hâkimiyeti altındadır. İnsan her şeyiyle Allah’ın hâkimiyetine
mahkumdur. Alıp verdiği nefesler bile Onun kontrolü, izni ve hâkimiyetine
tabidir. Her şey Onun gücü ve tasarrufu altındadır. Her şey Ona boyun eğmiştir.
Ve O Kahhâr olan, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah sizin üzerinize
koruyucular göndermektedir. Sizlerin yeryüzünde yaşadığınız sürece işlediğiniz
tüm amelleri tespit etsinler diye, sizi görüp gözetsinler, sizin amellerinizi
yazıp muhafaza etsinler diye ve de sizleri korusunlar diye meleklerini
göndermektedir. Hadisin ifadesiyle söyleyecek olursak, bir an bile bu melekler
sizin üzerinizdeki korumalarını kaldırıverse şeytanlar tarafından kapılırdınız
diyor Allah’ın Resûlü.
Âyetin bu bölümünde de Rabbimiz, bize
değişimin; bireysel ve toplumsal değişimin yasasını anlatıyor. İnsanlar ve
toplumlar kendi kendilerini değiştirmedikçe, kendi içlerinde olanı değiştirip
kendi kendilerini iyiliğe doğru götürmedikleri sürece Allah onları değiştirecek
değildir. Öyleyse eğer Rabbimizin bizi değiştirmesini, bizi iyiye, doğruya,
Hakka yönlendirmesini istiyorsak, biz önce kendimizi değiştirmek, kendimiz
iyiye, doğruya, Hakka, hidâyete yönelmek zorundayız. Kendimizi ıslah etmek
zorundayız.
Evet Allah’ın bizim durumlarımızı
değiştirmesini mi istiyoruz? İnsanların
durumlarını, çevremizdekilerin, çocuklarımızın, hanımlarımızın,
arkadaşlarımızın, dostlarımızın, toplumumuzun mevcut hayatlarını beğenmedik de
Allah’ın değiştirmesini mi istiyoruz? Veya bu insanların bu toplumun hayatlarını
bir kademe ileriye götürmek, bir kademe daha güzelleştirmek, Müslümanlaştırmak
mı istiyoruz? Kur’-an ve sünnete uygun bir bireysel ve toplumsal yapıya kavuşmak
mı istiyoruz? Önce kendimizin ve toplumun hayatını değiştirmeye, Allah’ın
istediği bir hayata yönelmeye mecburuz. Müslümanlığımızı güzelleştirme yoluna
girmeye mecburuz. Biz böyle bir adım atarsak, biz kendimizi değiştirmeye karar
verirsek Allah da bizi değiştirecektir. Bir kimse kendisini değiştirmeyi
istemedikçe Allah onu değiştirmiyor. Bir toplum kendisini değiştirme yoluna
girmedikçe Allah o toplumu değiştirmiyor. Bu Allah’ın değişmez bir yasasıdır.
Yattığımız yerden Allah’ın bizi değiştirmesini beklememeliyiz. Bu sünnetullaha
terstir.
Mala bakışı bozuk olan, dünyayla
ilişkisini Allah’ın istediği bi-çimde ayarlayamayan,
bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal hayatını Allah’ın istediği biçimde
dengede tutamayan, evinde karısını ve çocuklarını Allah’ın istediği biçimde
eğitemeyen, evinde Allah’ın, Pey-gamberin, kitabın,
sünnetin isminin dahi geçmediği, Allah’ın kitabından ve Resûlünün sünnetinden
habersiz bir hayat yaşayan bir ferdi, bir aileyi, bir toplumu Allah asla
değiştirmez. İnsanlar alıştıkları İslâm dışı yerleşik hayatlarından rahatsız
olup mevcut hayatlarından farklı Allah ve Resûlünün istediği bir hayat
programına geçmeye karar ve-rip bu yola girmedikçe
Allah onları asla değiştirmez. Biz önce kendimiz değişikliğe talip olacağız,
Allah da bizi değiştirecektir. Biz önce Allah’ın kitabıyla Resûlünün sünnetiyle
tanışacak, tüm hayatımızı on-larla yargılayarak Allah’ın istediği bir hayata
gireceğiz ki Allah da bizi düzeltsin. Okudukça hayatımız
değişmelidir.
İşte İslâmî değişimin yasası budur.
Küfrün ve şirkin de değişim anlayışları vardır. Bakın insanlara, hep değişim
istiyorlar, değişmeden yanalar değil mi? Yeterli bulmuyorlar, tatmin olmuyorlar
hep değişmeden ve değiştirmeden yanalar da onun için moda denen şeyi icad ediyorlar. Arabasını değiştiriyor adam, evini
değiştiriyor, modelini değiştiriyor, evindeki eşyasını değiştiriyor,
değiştiriyorlar. Bu da küfrün değişim modelidir.
Allah bir toplumun fenalığını
dileyince, bir topluma kötülük ulaştırmayı murad edince artık onun önüne
geçilmez. Hiç kimse bunu engelleyemez. Onun takdirinin önüne hiç kimse geçemez.
Onun isyankarlara yazdığı azabı hiç kimse engelleyemez. Dünyada insan-lara
sınırlı bir özgürlük verir, ne yaparsanız yapın imtihan gereği size dokunmuyorum
der, ama bir kere de onlara bir kötülük dokundurmayı diledi mi artık onun önüne
kimse geçemez. Onlar için Allah’tan başka hâmî de bulunmaz.
12. “Korku ve ümide düşürmek için size
şimşeği gösteren, yağmurla yüklü bulutları meydana getiren
O'dur.”
Rabbimiz bu ve bundan sonraki
âyetlerinde kâinattaki egemenliği altındaki âyetlerinden bazılarını bize
tanıtarak rubûbiyetini, gücünü, kudretini ortaya koyacak. Kâinatta işleyen
sünnetullaha dikkat çekecek. Evet korku ve ümitle, havf ve tamahla Rabbimiz biz
kul-larına şimşeği gösterir. Şimşek kimileri için bir korku sebebi, kimileri içi
de bir ümit, bir rahmet vesilesidir. Kimileri için bir rahmet muştusu, bir
yağmur habercisi, bir bereket müjdecisi, yağmurun yağacağına bir alâmet, ama
kimileri için de isyanları, günâhları yüzünden toplumları helâk eden bir azap
kamçısı, bir felâket habercisidir. Bundan dolayıdır ki insanlar şimşeği
gördükleri zaman hem korkarlar hem de sevinirler. Yâni kimilerinin ödü koparken
kimileri sevinir. Çünkü tarih içinde nice toplumlar savaikle, yıldırımlar ve
şimşeklerle yok olup gitmişlerdir.
Yağmur yüklü bulutları yaratan,
oluşturan, meydana getiren, inşa eden de Allah’tır. Bulutların yasasını koyan,
onları hareket ettiren de Allah’tır. Yağmur yüklü bulutları inşa edip onlardan
hayatbahş olan yağmurları indiren de Rabbimizdir.
Bulut da böyledir. Bulut Allah’ın
emriyle bazen insanlara rah-met getirir, bazen de dolu
getirir, azap getirir. Rüzgar, da bulut da, şimşek de Allah’ın askeridir. Rüzgar
Allah’ın ordusudur, bulut Allah’ın ordusudur, sular Allah’ın ordusudur, ateş
Allah’ın ordusudur, bulutlar, kuşlar, dağlar taşlar ve tüm varlıklar Allah’ın
ordusudur. Tüm varlıkların varlık yasalarını koyan Allah’tır. Rüzgara, suya,
buluta, şimşeğe, ateşe insanlar için hayat kaynağı olun! Kullarım için rahmet
kaynağı olun! buyurduğu andan itibaren tüm bu varlıklar Rab’lerinin emriyle
insanlar için hayat kaynağı olurlar. Ama bu varlıklarının yasalarını değiştirip
onlar için azap olun dediği anda tüm bu varlıklar insanlar için birer azap
kaynağı oluverirler. İnsanlara rahmet getiren bulutlar ve rüzgarlar Rab’lerinin
emriyle birden bire tufana dönüşür ve toplumları helâk
ediverir.
13. “O'nu, gök gürlemesi hamd ile,
melekler de korkularından tesbih eder. Onlar pek kuvvetli olan Allah hakkında
çekişirken, O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini
çarpar.”
Evet Ra’d O’nu hamd eder. Gök
gürlemesi, gök gürültüsü de Allah’ı hamd eder. Gök gürlemesi hamd ile Allah’ın
yüceliğini, azametini, rubûbiyetini gündeme getirerek Rab’lerine boyun bükerler.
Ra’d şimşekten sonra gökyüzünde meydana gelen ve Rabbimizin azamet ve
kibriyasını ilân eden gökleri ve yeri şiddetle sarsan gürültüdür. İşte bu
göklerin tesbihi, göklerin hamdidir ki tüm kâinata ilân
edilir.
Melekler de korkudan dolayı,
Rab’lerinden haşyetlerinden ötürü Onu tesbih ederler. Evet melekler Rab’lerini
tesbih ediyorlar. Yâni melekler Allah’ın Müslümanlardan istediği bir görevi
yerine getiriyorlar. Sübhanallah diyorlar. Ya Rabbi Seni tesbih ederiz diyorlar.
Ya Rabbi Sen Seni nasıl tanıttıysan Seni öylece kabul ediyoruz, Sen Seni hangi
sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi sıfatlardan münezzeh olarak
anlatmışsan Sana öylece iman ediyoruz diyorlar.
Ya Rabbi Seni Senin
sıfatlarınla tanıyor, Sana lâyık olmayan, Sana yakışmayan noksan sıfatlardan
Seni tenzih ederiz diyorlar. Seni sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul
ediyoruz diyorlar. Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz, Senin
sıfatlarını parçalamayız diyorlar. Senin sıfatlarından bazılarını Senden
başkalarına dağıtarak sana şirk koşmayız diyorlar. Ya Rabbi üstünlük Sendedir,
güç kuvvet Sendedir, egemenlik Sendedir, ceberut azamet Sendedir, kulluk, itaat,
ibadet Sanadır diyorlar. Biz asla Senden başkalarını dinlemeyiz. Asla Senden
başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz diyorlar.
Evet şimşek, bulut, gök gürlemesi,
melekler gece, gündüz, ay güneş ve tüm varlıklar Allah’ın âyetleri, Allah’ın
kullarıdır, Allah’ın yaratıklarıdır. Bunlar Allah’ın varlığına, ulûhiyet ve
rubûbiyetine deliller, alâmetler, işaretler, âyetler ve nişanelerdir. Hepsi de
Rablerini tesbih etmekte, Rab’lerine hamd etmekte ve Rab’lerine kulluk
etmektedirler.
Öyleyse ey insanlar sizler bu
yaratılmışlara değil de onların tümünün yaratıcısına kulluk etmeli değil
misiniz? Bu varlıklara değil de onları yaratan Allah’a secde etmeli, O’na itaat
etmeli, sadece O’nu dinlemeli, sadece O’nun yasalarına boyun bükmeli değil
misiniz? Zira görüyorsunuz ki bunların hepsi Allah’ın kullarıdırlar. Ay da,
güneş de, arz da, sema da bulutlar da, şimşek de, gök gürlemesi de, melekler de
diğer tüm varlıklar da Allah’a boyun bükmüş, Rab’lerinin emirlerine teslim olmuş
varlıklardır. Bu varlıkların tamamının şu anda Allah’ın kendilerine çizdiği
hayat programının dışına çıkmadan, Allah’ın kendileri için takdir buyurduğu
yörünge istikâmetinde hareket etmeleri, bu yörünge istikâmetinde görevlerini ve
fonksiyonlarını icra etmeleri hepsinin de Rab’lerinin koyduğu sisteme boyun
büktüklerini hepsinin de Rab’lerine kul olduklarını göstermektedir.
Öyleyse sizden milyarlarca kere daha
büyük olan bu varlıklar bile Rab’lerine boyun bükmüşken siz kime boyun
büküyorsunuz? Sizden milyarlarca kere daha büyük olan bu varlıklar Rab’lerinin
emirlerine teslim olmuşlarken siz kimin emirlerine, siz kimin kanunlarına teslim
oluyorsunuz? Tüm bu varlıklar hayat programlarını Allah’tan alırlarken,
Rab’lerinin kendileri için çizdiği yörünge istikâmetinde hareket ederlerken,
sizler hayat programlarınızı kimlerden almaya çalışıyorsunuz? Kimin hayat
programına teslim oluyorsunuz? Siz kime kulluk etmeye, kime secde etmeye, kimi
hamd etmeye, kimi tesbih etmeye, kimin programlarını gündemlerinize almaya
çalışıyorsunuz? Tüm bu varlıklar Allah’a kulluk ederek, Allah’a secde ederek
onun emirlerine boyun bükerlerken, sizler bu varlıkların kulluk yaptıkları
Allah’ı bırakıp da bu varlıkların kendilerine mi secde etmeye çalışıyorsunuz?
Yaratıcıyı bırakıp da yaratılmışlara mı kulluk etmeye
kalkışıyorsunuz?
Bu varlıkların hepsi de Allah’ı
en büyük olarak tanırlarken, Allah karşısında hiçliklerini itiraf edip
dururlarken, hepsi de Allah’a kul olduklarını itiraf edip dururlarken, şimdi
sizler bunların kulluk yap-tıkları Allah’ı bırakıp da bu kendileri kul olan
varlıklara mı kulluk yapmaya çalışıyorsunuz? Yaratıcıyı bırakıp da
yaratılmışlara mı kulluk yapmaya çalışıyorsunuz? Allah’ı bırakıp da Allah’ın
kullarına kulluk yapmaya çalışan, Allah’ı bırakıp da kendilerini bile
yaratmaktan âciz olan Allah kullarının kanunlarına itaat eden, onların
programlarını uygulamaya çalışan, onların arzu ve istekleri önünde secde etmeye
çalışan müşriklerin ne kadar mantıksız olduklarını, ne kadar akılsız olduklarını
anlatıyor Rabbimiz. Bunlar hem Allah’a secde ettiklerini, hem Allah’a kulluk
ettiklerini iddia ediyorlar hem de güneşe, aya, yıldızlara, putlara, meleklere,
liderlere, insanlara, kurumlara kulluk ettiklerini söylüyorlardı.
Evet geçmiş toplumlarda kimileri gök
gürültüsünden, şimşekten, yıldırımlardan ve benzeri gök cisimlerinden korkup
ürktükleri için, onları kendi üzerlerinde etkin büyük varlıklar gördükleri için
onların gazaplarından emin olabilmek için onlara tapınmışlar, onları tanrı
makamına oturtmuşlardır. Meselâ melekleri Allah’ın kızları bilmişler, cinlerle
Allah arasında nesep bağı kurmuşlar ve onlara tapınmaya kalkışmışlardır.
Halbuki işte Rabbimiz anlatıyor,
bunlar başka değil sadece Allah’ın kullarıdırlar. Hem de herkesten çok
Rab’lerine teslim olmuş, boyun bükmüş Allah’ın has kullarıdırlar. Kendileri
Allah’a kulluk ederlerken bu varlıkları putlaştırmak ne büyük aptallıktır değil
mi? Gök gürlediği zaman kâfirlerin, müşriklerin yaptıkları gibi Allah’ın kulu
olan ve mahza Allah’ı hamd ile tesbih eden, Allah’a kulluğunu ilân eden bu gök
gürlemesini büyüterek, ona onda olmayan Rabb’inin sıfatlarını, Rabb’inin
azametini yükleyerek ihtirama yönelmek ne büyük aptallıktır? Bunlar Allah’ın
kullarıdır. Allah’ın kullarını Allah yerine koymamalıyız. Bakın âyetin sonunda
Rabbimiz böyle yapanlar için şöyle buyuruyor:
Onlar pek kuvvetli olan Allah
hakkında çekişirken, O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpıp işini
bitiriverir. Evet böyle kulları Allah yerine koyanların üzerlerine Rabbimiz
yıldırımlarını gönderiverir de, ordularını gönderiverir de defterlerini
dürüverir.
Allah bu kadar büyük olduğu halde,
göklere, yerlere, gök gürültüsüne, bulutlara, yıldırımlara, şimşeklere,
meleklere ve her şeye egemen olduğu halde, hepsi O’nun kulu ve kölesi olduğu
halde, her şeyin ve herkesin boynundaki kulluk ipinin ucu elinde olduğu halde bu
insanlar hâlâ Allah konusunda mücâdele ediyorlar ha? Hâlâ bu insanlar Allah’ın
âyetleriyle, Allah’ın yasalarıyla, Allah’ın diniyle, Allah’ın ha-yat programıyla
savaşa kalkışıyorlar öyle mi? Neye güveniyorlar bu insanlar? Hangi güçleriyle
Rab’lerine kafa tutmaya çalışıyorlar? Allah’ın kulları olan gök gürültüsünden
korkan, şimşekten ödleri patlayan, Allah’ın meleklerinden ürken ve Allah’ın bu
âciz varlıklarını büyütüp onlardan gelebilecek tehlikelerden korunmak için
onlara kulluk yapmaya çalışan bu zavallılar korktukları bu varlıkların tümünün
sahibi olan, onların tamamına egemen olan, tüm bu orduların ipleri elinde olan
Allah’tan hiç korkmuyorlar mı?
Önceki toplumların başına
gelenlerden ibret almıyorlar mı bu adamlar? Tarihi hiç okumuyorlar mı?
Öncekilerden ne ayrıcalıkları var bunların? Daha önce Allah’la, Allah’ın
âyetleriyle, Allah’ın yasalarıyla savaşa tutuşanların, Allah yerine Allah
kullarını tanrılaştıranların tamamı helâk oldu da bunlar mı kurtulacaklar?
Bunların torpilleri nereden geliyor? Kime güveniyor bu adamlar da bu bozuk
tavırlarını sürdürebiliyorlar? Ama elbette Allah’ı tanımayan, Allah’tan habersiz
bir hayat yaşayan insanlar her şeyden korkacaktır. Allah’tan korkmayan her
şeyden korkacaktır. Allah’ın yakalaması çok şedittir. Rabbimiz kullarına karşı
çok merhametlidir, çok Ğafûr ve Rahîmdir, ama kulları akıllarını başlarına
almazlarsa o zaman da cezalandırması çok fecidir Allah
korusun.
14. “Gerçek dua ve ibadet ancak Onadır.
O'ndan başka çağırdıkları putlar kendilerine hiç bir cevap vere-mezler. Durumları suyun ağzına gelmesi için avuçlarını ona
açmış bekleyen adamın durumu gibidir. Hiçbir zaman suya kavuşamaz. İşte
kâfirlerin yalvarışı da böyle, boşunadır.”
Gerçek çağrı, gerçek dua, gerçek
ibadet, gerçek kulluk Allah’adır, Allah’a yapılır, Allah’ın hakkıdır. Çünkü
kulluğa, itaate, ibadete lâyık sadece Odur. Çünkü çağrıya, duaya icabet edecek
olan sadece Odur. Onun berisinde çağrılanlar, kendilerine dua edilenler asla
duymazlar, asla çağrılarına icabet edemezler. Allah’ı bırakıp da O’nun berisinde
başkalarını çağıranlar, başkalarına dua edenler, Allah’tan başkalarını
çağrıştıranlar, hayat problemini Allah’tan başkalarına arz edip onların çözüm
önerilerine başvuranlar, Allah berisinde bir kısım yapay tanrıların ve
tanrıçaların kapısında çözüm dilenenlerin durumu aynen şuna benzer: Ağızlarına
suyun gelmesi için avuçlarını ona doğru açmış bekleyen kimsenin durumu gibidir.
Onlar bu durumda hiçbir zaman suya ulaşamazlar. İşte kâfirlerin duaları,
yalvarıp yakarmaları aynen böyle boşunadır, beyhudedir.
Kur’an-ı Kerîmin pek çok yerinde bu
konu anlatılır. Yeryüzün-de hiçbir şey yaratmaya güç yetiremeyen, kendi
varlıkları konusunda bile Allah’a muhtaç olan, yoku var etmeye, varı yok etmeye,
fayda sağlamaya ve zararı def etmeye kadir olmayan bir kısım âciz varlıklara dua
eden, onları imdada çağıran, onlara kulluk eden kimselerden daha akılsız ve daha
zalim bir kimse düşünülemez. Allah’ı bırakıp da böyle dualarını bile
duyamayacak, kendilerine icabet edemeyecek, kendilerinin imdadına yetişemeyecek
varlıklara dua eden kimselerden daha şaşkın, daha sapık kim olabilir? Çünkü bu
varlıklar onların dualarından, çığırtkanlıklarından gafildirler. Onlar ne
hakkıyla işitebilirler ne de icabet edebilirler. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten
ve bilen sadece Allah’tır.
Peki ne demektir hakkıyla
işitmek? Ne demektir çağıranın çağrısına icabet etmek? Hakkıyla işitmek demek,
işittiğine icabet edebilmek demektir. Hakkıyla işitmek işittiğinin derdine
derman olabilmek onun imdadına yetişmek, onun problemini çözümlemek demektir.
Allah, işittiklerine icabet etmek üzere işitir. Çağıranın elinden tutup onun
derdine derman olmak üzere işitir. Allah’tan başka hiç kimse işittiklerinin
imdadına yetişemez.
Bu kâfirlerin Allah’ı bırakıp da O’nun
berisinde kıyâmete kadar kapılarını dövdükleri bu âciz varlıkların onlara
hidâyet sunmaları, onlara yol göstermeleri, onlara reçeteler sunmaları, onların
dertlerine derman olmaları, problemlerini çözümlemeleri mümkün değildir.
Kıyâmete kadar onları Hakka ulaştırmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar bu
zalimler onların önünde eğilip onlardan yardım beklesinler. İstedikleri kadar
onları Rab bilip onlardan hayat programı istesinler. Aman bizi kurtarın! Aman
bize güzel yasalar yapıp bizi sahil-i selâmete çıkarın! Bizim ekonomik
problemlerimizi çözüverin! Bizim eğitim sorunlarımızı hallediverin! diyerek
istedikleri kadar onlara yalvarıp yakarsınlar. Kıyâmete kadar bir fayda
sağlamaları mümkün olmayacaktır. Çünkü isteyenler de zayıf isteneler de âcizdir.
İsteyenler de kul, istenenler de kul. Bu durumda onların Hakka ulaşmaları asla
mümkün olmayacaktır.
Öyle değil mi? Hani şu ana kadar
bu âciz insanlardan han-gisinin insanlığa sunduğu
sistem, hangisinin insanlığa sunduğu re-çete insanları huzur ve sükuna
kavuşturabilmiştir? Dünya açısından bu böyle olduğu gibi âhiret açısından da
böyledir. Dünyada bir fayda sağlayamadıkları gibi âhirette de insanları Allah’ın
azabından kurtaramayacaklardır bu varlıklar. İşte görüyoruz bu âcizlerin elinde
dünyamız kan gölüne döndürülmüştür.
Tarih boyunca, dün ve bugün kâfirlerin,
müşriklerin Allah’ı bı-rakıp
da kendilerine dua ettikleri varlıklar üç kısımdır.
Birincisi ruhsuz, şuursuz, cansız, putlardır. Taştan,
tunçtan yapılmış cansız camitlere dua edip yalvarırlar.
İkincisi daha önceki dönemlerde
yaşamış Allah’ın kutlu elçileri ve Allah’ın sâlih kullarıdır.
Üçüncüsü de yine geçmişte
yaşamış, sapmış, sapıtmış ve sapıklığı kendilerine din edinmiş, yol edinmiş ve
kendileri saptıkları gibi Allah kullarını da saptırmak için çırpınmış,
binlercesini Allah’a kulluktan çıkarmış, tâğutlar, sapıklar ve saptırıcılar
olarak dünyadan göçüp gitmiş olan insanlardır.
Birinci sırada yer alan putların,
cansız varlıkların ne kendi varlıklarından ne kendilerine dua edip yalvaranların
dualarından haberleri yoktur. Bunlar zaten duymayan, duygulanmayan cansız
varlıklardır.
İkincilere yâni Allah’ın kutlu
peygamberlerine gelince ve de daha önce yaşamış vefat etmiş Allah’ın sevgili,
sâlih kullarına gelince, aslında bunlar yaşadıkları dönemde Allah’a Allah’ın
istediği biçimde kulluk etmiş ve insanları sadece kendi yollarına, kendi
kulluklarına, Allah’a kulluğa çağırmış kimselerdir. Tüm hayatlarında bunun
mücâdelesini vermiş insanlardır. Allah’ın bu sâlih kulları da vefatlarından
sonra kendilerine yapılan duaları duymazlar, duyamazlar. Duymazlar çünkü vefat
etmiştir onlar. Duymazlar çünkü duyurmaz Allah onlara bunu. Bu zalimlerin, bu
akılsızların bu densizlerin densizliklerini duyurarak Allah üzüntüye sevk etmez
bu sâlih kullarını. Bu zalimler tarafından kendilerinin putlaştırıldıklarını ve
hayatları boyunca savundukları dâvânın tamamen aksine kendilerine ibadet
edildiğini duyurarak bu kutlu kullarını üzmez Rabbimiz.
Çünkü bunlar hayatları boyunca
sadece Allah’a kulluk yap-mışlar, hayatları boyunca
sadece Allah’a dua etmişler, isteyeceklerini sadece Allah’tan istemişler,
hayatları boyunca tevhide inanmışlar, tevhidi yaşamışlar ve çevrelerindeki
insanları sadece buna çağırmışlardır. Bir ömür boyu çırpındıkları ve uğrunda
şehit düştükleri dâvâlarının kendilerinden sonra gelen zalimler ve cahiller
tarafından ne hale getirildiğini göstererek onları asla üzmez
Rabbimiz.
Üçüncü gruptakilere gelince yâni
geçmişte kendileri sapmış ve insanları saptırmış insanlara gelince bunlar zaten
yaşadıkları pis hayatın cezası olarak, suçlu kimseler olarak Allah katında
beklemektedir. Ve geberip gittikleri andan itibaren dünyadan hiç bir haber
ulaş-maz onlara. Hem dünyadaki haberleri ulaştırarak
sâlih kullarını üzmediği gibi bu zalimlerin de orada sevinmelerini sağlamaz
Allah. Yâni bazen bu alçakların yaşadıkları dönemde savundukları sapıklıklar
kendilerinden sonra gelen insanlar arasında yaygınlaşmış ve zâhiren zafere
ulaşmış olabilir. Allah kendilerinin saptırdıkları haleflerinin yay-gınlaştırdıkları bu sapıklıkları onlara haber vererek
onların dâvâlarının galibiyetini göstererek onları asla
sevindirmez.
Evet kâfirlerin duaları boşunadır.
Sağanak bir yağmurda ellerini tamamıyla açmış bir kimsenin suya ulaşmasına
benzer bu adamların durumu. Sicim gibi yağmur yağmaktadır ama adam iki avucunu
da tamamen açtığı için suya ulaşma imkânı bulamamaktadır. Kâfirlerin müşriklerin
durumları da aynen buna benzemektedir. Çünkü onlar Allah’a dua edip
yalvarmamaktadırlar. Problemlerini Allah’a arz etmemektedirler. Problemlerini
Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine havale etmemektedirler. Tüm hayat
programlarında Allah’ın çözüm önerilerine müracaat etmiyorlar. Dilekçeyi
yetkiliye vermiyorlar.
15. “Yerde ve göklerdeki kimseler de,
gölgeleri de, sabah akşam, ister istemez Allah'a secde
ederler.”
Göklerde ve yerde canlı-cansız ne
varsa hepsi Allah’ın yasalarına boyun büküp itaat ederler. Tüm varlıklar tav’an ve kerhen, isteyerek ve zoraki
Rab’lerinin önünde eğilmektedirler. Rab’lerinin yasaları, Rab’lerinin buyrukları
önünde diz çökmektedirler. Herkes ve her şey Allah yasalarına teslim
olmaktadırlar.
Rabbimiz tüm varlıkları yaratmış ve
onların varlık sebeplerini, varlık fonksiyonlarını, misyonlarını, rollerini, ne
yapacaklarını, nasıl bir hayat yaşayacaklarını, problemlerinin neler olacağını,
nasıl mutlu olacaklarını, ne yaptıkları zaman huzurlarının kaçacağını belirlemiş
ve onlar da Rab’lerinin kendileri için belirlediği hayat tarzını, kendilerine
yüklediği rollerini zerre kadar aksatmadan yerine getirerek Rab’lerine secde
etmekte, Rab’lerini dinlemekte ve Rab’lerinin önünde eğilmektedirler tavan ev
kerhen. Yâni ister isteyerek, isterse istemeyerek her hal ü kârda Rab’lerine
itaat etmektedirler.
Demek ki; gökler, yer, göktekiler ve
yerdekiler, melekler ve di-ğer tüm varlıklar Allah’ın
kuludurlar ve Allah’ın bu yüce kulları ne kadar da yüce olurlarsa olsunlar, ne
kadar da günâhsız olurlarsa olsunlar onların Allah karşısındaki konumları
kulluktan başka bir şey değildir. Allah’ın yarattığı mahluklar ne kadar da cesim
olurlarla olsunlar, ne kadar da yüce varlıklar olurlarsa olsunlar yine de
kuldurlar. Kul ne kadar da yüce olursa olsun yine de yaratıcısına muhtaçtır. Abd
her yerde her zaman ve mekânda yine abddır, Mâbud da
Mâbud dur. Yaratılmış olan herkesin ve her şeyin yaratıcı karşısında konumu
kulluktur.
Çünkü göktekiler ve yerdekiler
konusunda söz sahibi O’dur. Gökler ve yer onun koyduğu İlâhî yasalara
uymaktadır. Her ikisinde olanlar da Allah’ın emrine boyun bükmektedirler.
Öyleyse nasıl ki canlı ve cansız tüm varlıklar yaratıcılarına boyun bükmüşler,
sadece Onu dinliyorlarsa o zaman elbette ki yaratılış yönünden onlardan farklı
olmayan, onlar gibi kul olan insan da sadece Allah’a secde etmeli, sadece
Allah’ı dinlemeli, sadece Allah’ın kanunlarına boyun bükmeli, sadece Allah’ın
yasalarına itaat etmelidir.
Fıtraten zaten insan Allah’ın
yasalarına boyun bükmektedir. Kâfirler de şu anda Allah yasalarına boyun
bükmektedir. Allah’ın yarattığı bu insan yaratılış yönünden üşümekte, acıkmakta,
uyumakta, yorulmakta, hasta olmakta, erkek ve kadın olmaktadır. Mü’min kâfir hiç
kimse bu Allah yasalarının dışına çıkamamaktadır. Mü’minler de doğmakta,
ölmektedir, kâfirler de.
Yâni insan fıtraten Allah’ın
koyduğu yaratılış yasalarının dışı-na çıkamamaktadır.
Ama fıtrî hayatında kerhen Allah yasalarına boyun büken kâfir ihtiyarî, ya da
günlük hayatında Allah’a itaat etmemektedir. İşte insan fıtrî hayatında böylece
Allah’ın yasalarına boyun büktüğü gibi günlük hayatında da Allah’ın yasalarına
boyun bükmek zorundadır. Değilse fıtrî hayatında Allah’ın yasalarına boyun büken
bu insan günlük hayatında başkalarının yasalarına boyun bükerse, hayatının
birinde Rabb’inin İlâhî yasalarına ötekisinde de beşer yasalarına teslim olursa,
yâni iki Rabbi, iki İlâhı olursa onun, yâni onun fıtrî hayatıyla günlük hayatı
çatışma içine girerse o zaman bu ikisi arasında insan ezilip gidecektir. Çatışan
bu iki hayat arasında insan mahvolup gidecektir.
Bu âyetleriyle Rabbimiz; Allah’ı
bırakıp, yaratıcıyı diskalifiye edip, kendilerini putlaştırarak, onlara güç
kuvvet izafe ederek secde ettikleri yaratılmışların tamamının kendisine secde
ettiğini haber vererek tüm kâfir ve müşriklere şu mesajı veriyor: Ey kâfirler!
Ey müşrikler! Şu sizlerin tanrılaştırıp huzurunda secde ettiğiniz tüm varlıklar
bana secde ederken, benim yasalarıma boyun büküp, sadece beni dinlerlerken size
ne oluyor ki benim yaratıklarıma secde etmeye kalkışıyorsunuz? Nasıl oluyor da
benim yaratıklarımı bana denk tutmaya çalışıyorsunuz? Ne hakkınız var bana yetki
sınırlaması getirmeye? Ne hakkınız var benim yetkilerimi benim kullarıma
vermeye? Size ne oluyor ki benim buyruklarım önünde eğilmiyorsunuz? Niye hayat
programınızı benden değil de benim kullarımdan almaya çalışıyorsunuz? Niye benim
yarattığım varlıklarımı bana denk tutmaya çalışıyorsunuz? Neden benim
sıfatlarımı ve yetkilerimi hakkınız olmadığı halde o benim kullarıma vermeye
kalkışıyorsunuz? Nereden, kimden aldınız bu yetkiyi?
Bundan sonra Rabbimiz; sor
bakalım onlara peygamberim bu-yurarak bir sorgulama
yapacak, inşallah kitabımızla birlikteliğimizi sür-dürmek ve sûrenin bundan
sonraki âyetlerini tanımak için 9. ciltte bu-luşmak
üzere Allah’a emanet olun. Vel hamdü lillâhi Rabil âlemîn.
16. “De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi
kimdir?” “Allah'tır” de. “O'nu bırakıp, kendilerine bir fayda ve zararı olmayan
dostlar mı edindiniz? “ de. “Kör ile gören bir olur mu? Veya karanlıkla aydınlık
bir midir?” de. Yoksa Allah'a Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da,
yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: “Her şeyi yaratan Allah'tır. O, her
şeye üstün gelen tek İlahtır.”
Sor bakalım bu kâfirlere, bu
müşriklere. Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? Göklerin ve yerin egemenliği kime
aittir. Göklerde ve yerde söz sahibi kimdir? Göklerin ve yerin, göklerdekilerin
ve yer-dekilerin boyun büküp itaat ettiği varlık
kimdir? Göktekiler ve yerdekiler kimin yasalarına teslimdir? Sor onlara, ama
onların bu konudaki cevaplarını beklemeden cevabı kendin ver peygamberim.
Rabbimiz cevabı peygamberin vermesini istiyor. Peygamberin sen bu cahillerin
cevabını beklemeden de ki Allah’tır. Onlar nasıl düşünürlerse düşünsünler, ne
derlerse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar,
sen hiç çekinmeden, hiç korkmadan de ki Allah.
Tabi bu soruyu önce kendimize
soracağız, sonra da karşımızdakilere soracağız. Soracağız ama beklemeyeceğiz
karşımızdakinin cevabını. Çünkü karşımızdaki yanılabilir, yanlış anlayabilir.
Onun cevabını beklemeden biz kendimiz diyeceğiz ki Allah. Göklerin ve yerin tek
Rabbi, tek yasa belirleyicisi vardır, O da Allah’tır. Çünkü her şey Allah’ındır.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Eh madem bütün kâinat Allah’ınsa o
zaman siz kiminsiniz? Bütün kâinat O’nun mülküyse siz kimin mülküsünüz?
Ya da tüm kâinat O’nun emrine boyun
bükmüşken, tüm varlıklar O’na teslim olmuşken siz kime teslim oluyorsunuz? Bütün
varlıklar Allah’a kulluk ederken siz kime kulluk ediyorsunuz? Tüm varlıkların
yasalarını, hayat programlarını belirleyen Allahken sizin yasalarınızı kim
belirliyor? Yegâne Rab olarak, Hakîm olarak, kanun koyucu olarak Allah’ı mı
tanıyorsunuz? Yoksa göklerde Allah’ın hâkimiyetini kabul edip de yerde kabul
etmeyen müşriklerden misiniz?
Mekke müşrikleri böyleydi. Onlar
göklerin hâkimiyetini Allah’a veriyorlardı ama onu yeryüzüne karıştırmamaya
çalışıyorlardı. Onlar yerde Allah’ın yardımcıları olduğuna inanıyorlardı. Onlar
yeryüzünde Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin tasarruf hakkının olmadığını bir
türlü kabule yanaşmıyorlardı. Hayatlarının bazı bölümlerine Allah’ı
karıştırmayıp, bazı bölümlerinde Onu Hakîm kabul ediyorlardı. Onun için bunlara
müşrik denmiştir. Peki ya günümüzde her türlü
hâkimiyet haklarını Allah’tan alıp kendi ellerinde toplamaya çalışanlara ne
demek lazım?
Hal böyleyken, göklerde ve yerde Rab ve
İlâh sadece Allah iken O'nu bırakıp da, kendilerine bir hiçbir fayda ve zararı
olmayan velîler, dostlar mı edindiniz? Allah’tan başka kendilerine bile fayda ve
zarar sağlama gücüne sahip olmayan velîler mi buldunuz kendinize? Velâyetinizi,
hayatınızı düzenleme yetkisini Allah’tan başka âcizlere mi verdiniz? Üstelik bu
tanrı bildikleriniz bırakın size bir fayda ve zarar sağlasınlar, kendilerine
bile yardımda bulunamazlar.
Allah diyor ki, ey insanlar bana
şirk koşmaya, ortak bilmeye çalıştığınız bu tanrı taslakları bırakın size bir
kısım yardımda bulunmayı onlar kendilerine bile yardım edemezler. Allah’tan,
Rab’lerinden kendilerine gelebilecek bir belâyı, bir azabı def etmeye bile gücü
yetmeyen bu varlıklar nerde kaldı size yardım edecekler? Kendilerine gelen açlık
gibi, yorgunluk gibi, hastalık gibi, ölüm gibi bir sıkıntıyı bile defedemeyen bu
âciz varlıklar nerde kaldı sizin sıkıntılarınızı giderebilecekler? Bu adamlar
nasıl sizin arzularınıza, isteklerinize cevap verebilecekler? Sizi hem dünyada
hem de Ukba’da
nasıl mutlu edebilecekler? Ne yapabilecekler bunlar sizin için? Ölümü
engelleyebilecekler mi? Ölüm döşeğine yattığınız zaman iki saatliğine olsun onu
geciktirebilecekler mi? Zamana iki dakikalığına söz geçirebilecekler mi? Gökten
sizin için iki damla yağmur indirebilecekler, yerden bir tek bitki
bitirebilecekler mi? Kendilerine bile sahip olmayan bu tâğutlar nerde kaldı arkalarından giden enayilere bir şey
sağlayabilsinler?
Yâni sizler bu putların, bu
heykellerin, bu tâğutların, timsallerin sizin
yardımınıza koşabileceklerini, sizin işlerinize, problemlerinize el
atabileceklerini, sizin problemlerinizi çözüme kavuşturup, sizi sahil-i selâmete
çıkarabileceklerini mi umuyorsunuz? Yâni bunların sarılıp tutacak, işe el atacak
elleri mi var zannediyorsunuz? Veya onların gördükleri, görecekleri gözleri,
basiretleri mi var zannediyorsunuz? Yâni onların ileriyi görebildikleri
basiretleri, basarları mı var zannediyorsunuz? Yâni onların ileriyi
sezinleyebilecekleri, yarına ait sizin problemlerinizi, yarınlara ait sizi
bekleyen bir kısım felâketleri sezinledikleri, veya sizin için ilerideki bir
kısım menfaatleri görüp, sezinleyip celp edebilecekleri basiretleri mi var
onların?
Hayır hayır bu da yoktur onlarda. Bu özellikten de mahrumdur
onlar. Bunlar kendi önlerini bile görmeyen varlıklar olarak sizin için neyi
görebilecekler de? Bu putların, bu heykellerin, bu tâğutların ne elleriyle bir iş becermeleri, ne bir fayda
sağlamaları, ne de bir zararı defetmeleri mümkün değildir. Bu tanrıların
insanların problemlerini halletmeleri şöyle dursun işte görüyoruz onların
elleriyle ortaya koy-dukları yığınlarla problemler
var. Hani ne duruyorlar? El atıp toplumun, kullarının problemlerini çözseler
ya? Hiç bir problemi çöze-miyorlar. Hiç bir sıkıntıyı halledemiyorlar. İşte şu anda
kendilerine bel bağlamış bir sürü insanın hayatında yığınlarla çözüm bekleyen
problemleri var ama o maskotları yapılmış, heykelleri dikilmiş tanrılar bunların
hiç birisini çözemiyorlar. Öyleyse de ki onlara
peygamberim:
Kör ile gören bir olur mu? Alîm
sıfatına, Basîr sıfatına sahip olan, her şeyi bilen ve
gören Allah’la bu sıfatların tümünden mahrum olanlar bir olur mu? Karanlıkla
aydınlık bir olur mu? Aydınlık vahiydir, nûr Kur’andır. Hakkın dışındaki, hak bilgisinin dışındaki, vahiy
bilgi-sinin dışındaki her şey karanlıktır. Vahyi tanımayan, vahiyden habersiz
olan tüm gözler, tüm yüzler karanlıktır. Allah’a dayalı, vahye dayalı yaşanan
hayatlar nûrdur, aydınlıktır.
Öyleyse ey kâfirler, ey müşrikler
sizler Rabb’inizin varlığını ve Ondan başka Rab ve
İlâh olmadığını ispat eden göklerde ve yerde bu kadar âyete karşı kör ve sağır
davranıyorsunuz diye onları gören peygamber ve onun yolunun yolcuları ne diye
kör gibi davransınlar? Siz böylesiniz diye müminler ne diye sizin gibi düşe
kalka yol alsınlar? Ne diye sizin gibi adım başına bir direğe toslayıp
hayatlarını mahvetsinler mü’minler? Allah’ın kitabına,
Allah’ın nûruna sahip olan mü’min-ler ne diye onu söndürüp karanlıkta el yordamıyla yol
bulmaya kalkışsınlar? Sizler mü’minlerin yoluna girip
cennete gitmeniz gerekirken ne diye müminleri kendi cehenneminize çekmeye
çalışıyorsunuz?
Evet Allah gören ve bilendir. Allah
bilgisi tam olandır. Allah hükmederken bu bilgilerle hükmeder, hâkimiyetini tam
olan bilgisiyle gündeme getirir. Yâni Allah sizin mabutlarınız gibi kör ve sağır
değildir. Allah her şeyi bildiği için kullarından birini yargılarken ona onun
hallerinden bazı ayrıntıların gizli kalması söz konusu değildir. Gizlide,
tenhada işlediği amellerin ona gizli kalması gibi, ya
da o amelleri işlerken içinden geçirdiği niyetinin Allah’a gizli kalması gibi
bir şey söz konusu değildir. Çünkü Allah her şeyi bilendir. Ama sizin şu anda
mâ-bud kabul ettikleriniz,
İlâhlar kabul ettikleriniz, velî bilip eteğine yapış-tıklarınız, kapılarında
yasa dilendikleriniz bu gizlilikleri asla bilemezler.
Meselâ bir insanı yargılarlarken
işlediği bir amelin sadece dış görünüşüne bakarak yargılarlar. Kişinin o anda
kalbinden geçen niyetini kesinlikle bilemezler. İşte görüyoruz Allah’tan başka
hükmedenlerin hükümleri ortada. Allah’tan başka kanun koyanların kanunları
ortada. Bilgileri tam olmadığından suçsuzu suçlu, suçluyu suçsuz yapabiliyorlar.
Kanunları bir kaç yıl bile dayanmıyor. Hal böyleyken:
Yoksa Allah'a Allah gibi
yaratması olan ortaklar buldular da, yaratmaları birbirine mi benzettiler? De
ki: Her şeyi yaratan Allah'tır. O, her şeye üstün gelen tek İlâhtır. Yoksa Allah
gibi yaratıcılar buldular da bunları Allah’la mı karıştırıyorlar? Ne yaratmışlar
bu İlâh bildikleri? Yoksa bu Allah berisinde İlâh bildikleri varlıklar da tıpkı
Allah gibi bir şeyler yaratmışlar da, bunlar da yaratıcı olan Allah’ın
sıfatlarına sahipler de onun için Allah’la mı karıştırıyorlar bunları? Ne
özellikleri var bu putların, bu heykellerin, bu tâğutların? Ne benzerlikleri var Allah’la bu âciz
varlıkların? Bir sinek bile yaratabilmişler mi? Bırakın bir sinek yaratmayı, bir
sineğin üzerlerine konup kendilerinden kopardıkları bir parçayı geri alabilecek
bir güçleri var mı? Hangi mâzeretlerle karıştırıyorlar bunları Allah’la?
Halbuki Allah her şeyi yaratan ve
herkese egemen olan tek Kahhâr’dır. Kulları üzerinde
mutlak galip olan, her şeye güç yetiren mutlak otorite sahibi olandır. Bakın
Onun egemenliğine, Onun mutlak güç ve kudretine birkaç
delil:
17. “Allah gökten su indirir, dereler
onunla dolar taşar. Sel, üste çıkan köpüğü alır götürür. Süslenmek veya
faydalanmak için ateşte erittiklerinizin üzerinde de buna benzer bir köpük
vardır. Allah, hak ve bâtıl için şöyle misa l verir: Köpük uçup gider,
insanlara fayda veren ise yerde kalır. Allah bunun daha gibi nice
misa ller
verir.”
Allah gökten su indirdi, dereler
o sularla dolup taştı. Derelerden seller aktı. Sel suları üzerinde köpük oluştu.
Seller üzerinde oluşan bu köpüğü alıp götürür. Süslenmek veya faydalanmak için
ateşte erittiklerinizin üzerinde de aynen buna benzer bir köpük oluşur. Allah
işte böyle hak ve bâtıl için misa l verir. Sel suları veya ateşte
eritilen maddeler üzerinde oluşan ârızî köpük, cüruf uçup gider. İnsanlara
faydalı olanlar ise yerinde kalır. Allah bunun gibi size daha nice
misa ller verir.
Hak ve bâtıl için iki
misa l anlatılıyor. Olayları biraz
daha net anlayalım diye Rabbimiz bize yakın çevremizden, tabiattan, bildiğimiz,
tanıdığımız, her an müşahede ettiğimiz sosyal hayatımızdan örnek veriyor.
Vadilerden akan sel suları üzerinde köpükler oluşuyor. Bir süre sonra oluşan bu
köpükler yok olup gidiyor da sonunda insanlar için faydalı olan su kalıyor. Yine
kap kacak edinmek için ateşe tuttuğunuz madenlerde de köpük oluşuyor, cüruf
oluşuyor. Zamanla bu köpükler, bu cüruflar yok olup giderken insanlara faydalı
olan kısım kalıyor. İşte hak ve bâtıl da aynen buna benzer. Hak insanlara
faydalı olan suyun ve madenin kendisine benzetilirken bâtıl da suyun ve
madenlerin üzerinde olan ârızî köpüğe ve cürufa benzetiliyor.
Yâni zaman zaman geçici olarak bâtılın açığa çıktığını, bâtılın hakkın
üzerine çıktığı görülebilir. Bâtılın Hakka egemenmiş gibi bir konuma geldiği
görülebilir. Ey mü’minler sakın ha sakın bu duruma
bakıp da aldanmayın. Böyle bir durum sakın sizi aldatmasın. Sizler Allah’ın
istediği kullar olursanız, sizler Allah’ın istediği bir hayatın sahibi olursanız
Allah, bâtılı giderir de hakkı hakim kılar.
Hakkı bâtılın üzerine vurur, çarpar da
bâtılın beynini dağıtıp parçalayıverir Allah. Hakkı bâtılın başına çalar da
Rabbimiz onun beynini, sistemini Allak bullak ediverir. Bâtılın tüm düşünce
yapısını tepe takla getiriverir. Ama tabi Rabbimiz bunu bizim elimizle, bizim
çabamızla gerçekleştirecektir. Bunu biz yapacağız. Bâtılı hakla biz devireceğiz.
Allah sünnetullah gereği bunu bizden istiyor. Biz bize
düşeni yapacağız, Allah da sünneti gereği kendisine düşeni yapacak, bâtılın
yıkılışı ve hakkın egemenliği için bizi destekleyecektir. İşte yasa budur. Lâkin bizim elimizin
uzanmadığı, gücümüzün yetmediği yerlerde de yine Rabbimiz bizim imdadımıza
yetişecektir. İşte bu Rab-bimizin bize
çağrısıdır.
18. “Rab’lerinin çağrısına gelenlere en
güzel karşılık vardır. O'nun çağrısına uymayanlar ise, yeryüzünde olan her şey
ve daha bir katı onların olsa, kurtulmak için fidye verirlerdi. İşte hesapları
kötü olanlar bunlardır. Varacakları yer cehennemdir; ne kötü
konaktır!”
Rab’lerinin çağrısına uyanlar
için, Rab’lerinin dâvetine icabet edenler için Hüsnâ
vardır. Vahye icabet edenlere Hüsnâ vardır. Allah’ın
çağrısına, Allah’ın dâvetine, Allah’ın vahyine icabet demek vahyi tanımak,
okumak, öğrenmek ve gereğini yerine getirmek demektir. Vahyi tanıyıp ona
sarılmak ve hayatı onunla düzenlemek demektir. Allah’ın dâvetini, Allah’ın
çağrısını anlayıp Onun istediği bir hayatı yaşamak demektir. Öyleyse unutmayalım
ki dâvete icabet dâveti işitmeyi, dâvete kulak vermeyi, indirileni bilmeyi,
tanımayı gerektirir. Bilmek ve tanımak da okumayı ve ondan haberdar olmayı
gerektirir.
Şimdi söyleyin bakalım:
Kitaplarını tanımayan, kitaplarından habersiz bir hayat yaşayan müslümanlar nasıl diyecekler bunu? Ya Rabbi! Biz kitabını işittik ve onunla amel ettik. Ya Rabbi biz senin dâvetini duyduk, anladık ve gereğini
yerine getirdik. Bizden istediğin kulluğu kavradık ve o yola girdik. Biz bize
düşeni yaptık onun için sen de ya Rabbi bize mağfiret
et! Bizim elimizde olmayarak işlediklerimiz konusunda bize mağfiret buyur!
Onları görmeyiver ya Rabbi! O kusurlarımızı hesaba
katmayıver ya Rabbi! Siliver Allah’ım! Yok farz
ediver, kaale almayıver, hesaba katmayıver Allah’ım!
Nasıl diyeceğiz bunu? Bunu demeye hakkımız olacak mı yâni?
Öyleyse önce bir işiteceğiz kitabı,
önce bir kulak vereceğiz Allah’ın dâvetine, önce bir okuyacağız, tanıyacağız
Allah’ın kitabını ve sonra itaat edeceğiz onlara, samimiyetle onları uygulamaya
çalı-şacağız, bunu yaparken de ufak tefek kusurlarımız
olmuşsa o zaman da aman ya Rabbi sen bilirsin
diyeceğiz. İşte böyle yaptığımız zaman Allah diyor ki Hüsnâ vardır. En güzel mükâfat vardır, Allah’ın fazl u keremi ve cennet vardır.
Ama Allah’ın dâvetine icabet
etmeyenler, Allah’ın dâvetine kulak vermeyenler, kitaptan habersiz bir hayat
yaşayanlar, sanki Allah’tan kendilerine hiçbir dâvet, hiçbir mesaj gelmemiş gibi
davrananlar, sanki Allah’tan bir kitap, bir hayat programı gelmemiş gibi
kitaptan yüz çevirenlere, sırt çevirenlere, kitaba karşı ilgisiz kalanlara
gelince, onların yeryüzünde olan her şey onların olsa, tüm yeryüzü
altınıyla-gümüşüyle, Markıyla-Dolarıyla, malıyla-mülküyle kendilerinin olsa ve
hattâ bunun bir katı daha onların olsa, cehennemden kurtulmak için mutlaka
hepsini fidye olarak verirlerdi.
Kur’an’ın
başka yerlerinde de kâfir ve zalimlerin kendilerini ateşten kurtarabilmek için
her şeylerini fidye olarak verecekleri, ama onların bu fidyelerinin
kendilerinden asla kabul edilmeyeceği anlatılır.
Meselâ bakın Âl-i İmrân sûresinde bu husus anlatılırken şöyle buyurulur:
“Doğrusu inkâr edip, inkârcı olarak
ölenlerin hiç birinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını fidye vermiş olsa
bile, bu kabul edilmeyecektir. İşte elem verici azap onlaradır, onların hiç
yardımcıları da yoktur.”
(Âl-i İmrân
91)
Yine Zümer’de
de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Yeryüzünde onların hepsi ve bir misli
daha zalimlerin olsa, kıyâmet günündeki kötü azab için
fidye verseler kabul edilemez. Allah katından olanlara, hiç hesaplamadıkları
şeyler beliriverir.”
(Zümer 47
)
Evet insanlardan kâfir ve zalimler,
Allah’ın dâvetine icabet et-meyenler, kitaptan
habersiz bir hayat yaşayanlar tüm mallarını ve mülklerini, tüm ekonomik
güçlerini fedâya hazır olacaklar. Ya da tüm sosyal
çevrelerini, eşlerini, dostlarını, karılarını, kızlarını, kardeşlerini fidye
olarak verecekler ve diyecekler ki aman ya Rabbi!
dünya dolusu altınım da olsa fedâ olsun! Fidye olarak sana vereyim de bu ce-hennemden beni kurtar!
diyecekler de kendilerine hayır! denilecek. Dünya ve bir misli daha kendilerinin
olsa onu da verecekler ama bu fidyeleri kendilerinden kabul edilmeyecek. Zaten
öbür tarafta mal mülk kimin de? Neye sahip olabilecekler de
insanlar?
İşte hesapları kötü olanlar bunlardır.
Bunlar için çok kötü bir hesap vardır ve bunların varacakları yer de
cehennemdir. O cehennem ne kötü bir konak yeridir. Alçaklar, dünyadayken rahmete
icabet etmediler, Allah’ın kendileri için açtığı rahmet kapılarından istifade
etmeyi reddettiler, kitabı ellerinin tersiyle ittiler, elbette şimdi âhirette de bu rahmetten mahrum kalacaklar ve hesapların en
kötüsüyle hesaba çekilip cehennemin berzahını boylayacaklar.
19. “Ey Muhammed! Sana Rabb’inden indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, onu
bilmeyen köre benzer mi? Ancak akıl sahipleri ibret
alırlar.”
Evet ey peygamberim, sana Rabb’inden indirilen kitabı hak bilen, kitabın hak olduğuna
inanan ve bu hak kitapla hayatını düzen-lemeye
çalışan, bu Hakka göre bir hayat yaşamaya çalışan, tüm amellerinde, tüm
düşüncelerinde, tüm hareketlerinde bu hakkı istinat noktası kabul eden, hakla
düşünen, hakla bakan, hakla gören, hakla yol bulan bir kimse hiç Hakkı görmeyen,
Hakka karşı kör ve sağır davranan, Haktan habersiz bir hayat yaşadığı için tüm
dünyasında karanlıklar içinde, bir ışık huzmesinden bile mahrum olan kimse gibi
olur mu?
Hayatını vahiyle düzenleyen kişi
elbette vahyi bir kenara bırakıp kendi hevâ ve
hevesleriyle yaşayan kimse gibi olmaz. İlim sahibiyle, basiret sahibiyle cahil
ve kör asla bir olmaz. İlmi olup da bu ilimle amel eden kişiyle, ilmi olup da bu
ilmiyle amele koşmayan kişi de bir olmaz. Rabbi karşısında kendi haddini, kendi
konumunu bilenle bunu bilmeyen cahil asla bir olmaz.
Vahye tabi olan kişi görendir, vahiyle
irtibatı kesik olan da kör-dür. Vahyi tanımayan vahye tabi olmayan kâfirler de
kör değillerdir aslında görmektedirler ama gerekeni görmemektedirler. Kişi eğer
vahiyle, Kur’an ile beraber değilse, Kur’an’dan, peygamberden ve onun ashabından örnek alacak
kadar onlara yakın değilse, Rasûlullah’ın ve ashabının
tatbikatından haberdar değilse kördür.
Böyle karanlıkta el yordamıyla
düşe kalka yürüyen bir adamla Allah’ın kendisine bir nûr verdiği ve onunla
yürüyen insan bir olur mu? İşte iki insan tipi duruyor karşımızda. Biri nûr
sahibi, basîret sahibi, yâni Kur’an sahibi, hadiseler
karşısında ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini bilen bir insan, öbürü de zulmette kalmış bir kişi.
Ama tabi bunu da ancak akıl sahipleri,
akıllarını kullanan in-sanlar anlayabilecektir. Aklı olmayan, ya da aklını kullanamayan kimselerin bu gerçeği anlamaları
asla mümkün olmayacaktır. Akıllı insan, aklını kullanabilen insan elbette vahyi
tanıdıkça hayatı değişecektir. Vahyi tanıyan, Allah’ın âyetleriyle tanışan insan
elbette vahiyden habersiz olandan farklı olacaktır. Vahyi tanıyanla tanımayanın
hayatı farklı olmayacaksa vahyi tanıdım demenin hiç bir anlamı olmayacaktır.
Eğer şu anda bizler
vahyi tanıdığımızı, vahiyle birlikte oldu-ğumuzu,
vahiy eğitimine tabi olduğumuzu iddia ediyorsak, ama okuduğumuz Kur’an bizim hayatımızı, bizim düşüncemizi, bizim
itikadımızı, bizim dünyamızı, değiştirmiyorsa, evimiz, ticaretimiz, mala ba-kışımız, çocuklarımızın eğitimi, hanımlarımızın yaşantısı
değişmiyor-sa, yâni okumayan insanlarla hiçbir
farkımız yoksa bu okumanın hiç bir değeri ve anlamı olmayacaktır.
Öyleyse unutmayalım ki Kur’an ile beraberlik bizi ülü’l elbab olmaya,
basiret sahibi olmaya götürmelidir. Veya Kur’an ile
beraberlik bizi Rabbimizin bundan sonraki âyetlerinde zikrettiği sıfatların
sahibi olmaya götürecektir. Neymiş o sıfatlar?
20. “Onlar, Allah'ın ahdini yerine
getirirler, anlaş-mayı
bozmazlar.”
Evet işte Kur’an ile beraber olanlarda bulunması gereken birinci
özellik. Onlar Allah’a verdikleri ahitlerine riâyet ederler, sözlerine sadık
davranırlar. Mîsaklarını bozup nakzetmezler. Peki
hangi mîsak-tır bu Rabbimize verdiğimiz mîsak? Araf sûresinde bu mîsak
anlatılır. Bir dönem Rabbimiz bizi bize, bizi kendi nefislerimize şahit tutarak:
“Ben sizin Rabb’iniz değil miyim”
Buyurmuştu. Sizi yaratan, sizi
yoktan var eden, sizi doyurup besleyen, size sizin sahip olduğunuz her şeyi
veren, sizi koruyup gözeten, sizin üzerinize yegâne hâkimiyet, egemenlik sahibi
olan, sizin hayat programınızı belirleyen, sizin nerede nasıl hareket
edeceğinizi? Nasıl bir hayat yaşayacağınızı? Hayatınızda nasıl bir hukuk, nasıl
bir ekonomi uygulayacağınızı? Nasıl giyineceğinizi, neyi nasıl düzenle-yeceğinizi belirleyen ben değil miyim? Buna ehil olan, buna
yetkili olan ben değil miyim? Sizin boyunlarınızdaki kulluk iplerinin ucu elinde
olan, sizin adınıza kulluk maddesi alan ben değil miyim? Yalnız kendisine itaat
edeceğiniz, yalnız kendisini
dinleyeceğiniz, kendisine kulluk edip sadece kendi yasalarını uygulayacağınız
Rabb’iniz ben değil miyim? buyurmuştu da bizler de kendi kendimizin şahitleri olarak:
“Belâ ya Rabbi! Sen bizim Rabbimizsin, biz buna şahit
olduk”
Demiştik. Tamam ya Rabbi! Evet ya Rabbi! Bizim
Rabbimiz sensin! Bizim hayat programımızı, bizim yaşam biçimimizi belirleyecek,
bizim hayatımıza kulluk maddesi alacak, hayatımız boyunca boyunlarımızdaki
kulluk iplerinin ucu elinde olacak, kendisine kulluk edip teslim olacağımız,
emirlerine boyun bükeceğimiz, seçimini seçim kabul edeceğimiz, çektiği yere
gideceğimiz, yasalarını uygulayacağımız Rabbimiz sensin ya Rabbi. Söz ya Rabbi, bizler
senden başkalarını Rab tanımayacağız. Senden başkalarına kulluk etmeyeceğiz.
Senden başkalarını dinlemeyeceğiz. Senden başkalarının hayat programlarını
uygulayıp onlara kulluk etmeyeceğiz. Senden başkalarının hatırına hareket
etmeyeceğiz diyerek ona bu konuda söz vermiştik. İşte gerçek mü’minler, Kur’an ile
beraberliklerini en güzel biçimde sürdüren, vahiyle hareket eden müslümanların en belirgin özellikleri budur diyor Rabbimiz.
Zaten Kur’an ile, vahiyle beraber olmayan bir kimsenin bu ahde
sadık kalıp kalmadığını bilmesi mümkün olmayacaktır. Çünkü ezelde kendisine bu
şekilde ahit vermiş olan kullarını bu ahitlerinde sadıklar mı? Yoksa bu
ahitlerini bozmuşlar mı? Bunu denemek için Rabbimiz her bir dönem insanlığına
kitaplar ve peygamberler gön-dererek bu ahitlerini hatırlatmıştır. Evet bir
yandan gönderdiği kitaplar ve peygamberlerle bize bu ahitlerimizi hatırlatan
Rabbimiz, bir yandan da çevremizdeki görsel âyetleriyle bizi bu ahitlerimize
uygun müslümanca bir hayat yaşamaya dâvet
etmektedir.
Öyleyse hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız ki bizler tüm hayatımızda Rabbimize verdiğimiz bu ahit üzere
yaşarsak o zaman bizler bu ahitlerimize sadık kalmışız demektir. Hayatımızın
tümünde yalnız O’nu Rab kabul edip, yalnız O’na kulluk edip, sadece O’nun
yasalarını uygulayıp, sadece O’na kulluk edip sadece Onun istediği biçimde
yaşarsak sözümüze sadık kalmış olacağız demektir. Aksi takdirde bunun dışında
bir hayat yaşarsak, Allah’tan başkalarını Rab bilir, Allah’tan başkalarının
yasalarını uygular, Allah’tan başka-larının çektiği
yere gider, ya da O’nun gönderdiği kitabı bir kenara
bırakıp kendi hevâ ve heveslerimizin istediği bir
hayatı yaşamaya kalkışırsak o zaman da bu ahitlerimizi bozmuş ve yoldan çıkmış
oluruz.
Tabi bu Allah’a verdiğimiz ahit,
ahitlerin en başta gelenidir. Elbette Allah’a verdiğimiz bu ahit gereği kullara
verdiğimiz ahitlerimizi de yerine getirmek zorundayız. Mü’minler kâfirlere karşı bile verdikleri ahitlerini onlar
bozmadıkça bozmazlar, bozamazlar. Ama tabii birinci olmadan ikincinin olması
mümkün değildir. Allah’a karşı verdikleri sözlerini bozan kimselerin insanlara
karşı sözlerini yerine getirmeleri düşünülemez. Eğer bir kimse Allah’a verdiği
bu söze riâyet etmiyor-sa, bu adamın insanlara verdiği
sözlerine riâyeti de düşünülemez. Rabbi ile ahdine sadık davranmayan bir
kimseden insanlara karşı sadâkat beklenebilir mi? Şair Sadi Şirazi öyle der: Namaz kılmayan birisine sakın borç para
vermeyin. Çünkü namazı terk ederek Rabb’ine karşı
borcunu düşünmeyen bir adamın sizin borcunuza sadâkatini düşünmeniz aptallıktır.
Evet demek ki Kur’an okuyan, vahiyle beraber olduğunu
iddia eden kimsede bulunması gereken ilk özellik budur. Başka ne gibi sıfatları
varmış o mü’minlerin?
21. “Onlar, Allah'ın birleştirmesini
emrettiği şeyi birleştirirler, Rabb’inden korkarlar;
kötü hesaptan ürkerler.”
Evet o mü’minler, o kitapla beraber olanlar Allah’ın
birleştiril-mesini emrettiği şeyleri de
birleştirirler. Allah neyle neyin arasını birleştirin diyorsa, neyle neyi
birlikte düşünün, birlikte yapın buyuruyorsa mutlaka onu birleştirirler. Meselâ
ailenin birleştirilmesini istiyorsa Rab-bimiz onu
parçalamaz mü’minler. Aileyi bir bütün olarak
anlarlar. Kadın, koca, baba, ana, büyük baba, büyük anne ve çocuklar, torunlar
birlikte olsunlar, aralarındaki bağlar koparılmasın diyorsa Allah mü’-minler kendi aralarındaki sorumluluk ve görevlerini bilirler
ve ona aynen Allah’ın istediği biçimde riâyet ederler. Aile içinde birlikteliğe
azami ölçüde riâyet ederler. Veya komşular arası ilişkilerin güçlendirilmesini
istiyorsa Rabbimiz, mü’minler Allah’ın bu emrine
riâyet edip komşular arası ilişkilerin koparılmamasına azami dikkat gösterirler.
Evet Allah’la ilişkilerine azami
dikkat eden bu mü’minler Allah’ın birleştirilmesini
istediği her konuya riâyet ederler. Meselâ kendilerini hiçbir zaman kitaptan
ayrı düşünemezler, peygamberden ayrı düşünemezler. Kitap ve peygamberle bir an
diyaloglarının kesilmesini varlıklarının ve müslümanlıklarının bitme sebebi bilirler.
Yine onlar Rab’lerinden korkarlar
ve kötü hesaptan da ürker-ler. Yâni o kitapla beraber
olan, hayatlarını kitap kaynaklı yaşamaya çalışan mü’minler, vahyi kendilerine hareket noktası yapmış müslümanlar okudukları ve anladıkları kitapta kendilerinden
istenilen kul-lukları en güzel bir biçimde yerine
getirdikleri yine de kendilerini gü-vende hissetmezler. Allah’a Allah’ın istediği kulluğu icra
etmeye gayret ettikleri halde yine de kendilerini garantiye alıp durumlarından
mutmain olmazlar. Ne kadar da Allah’ı razı etmeye çalışarak güzel amellere
koşmuş olurlarsa olsunlar hiçbir zaman kendilerini kesin cennetlik görmezler. Ne
yaparlarsa yapsınlar, Allah’ın daha güzeline lâyık olduğunu ve cennete
girebilmek için kesinlikle Allah’ın rahmetine muhtaç olduklarını hiç bir zaman
hatırlarından çıkarmazlar.
Acaba yapamadık mı? Acaba
beceremedik mi? Acaba Rabbi-mizin hatırını kazanamadık
mı? Acaba yaptıklarımız bizi ateşe mi götürüyor? Diye tir tir titrerler. Âhireti, hesabı
kitabı daima iki kaşlarının arasında hissederler. Rab’lerinden haşyet duyarlar.
Acaba rızasına ulaşamadık mı? Acaba memnun edemedik mi? diye sürekli içlerinde
bir endişe taşırlar. Hesabın kötüsünden, kötü hesaptan gamlanırlar.
Rab’lerinden, Rab’lerinin rahmetinden ve cennetinden kesinlikle ümitlerini
kesmemekle beraber acaba mı ki? diye yine de korku içinde bir hayat yaşayarak
her an daha iyiye, daha güzel bir müslümanlığa
çabalarlar. Başka?
22,24. “Onlar, Rab’lerinin rızasını
dileyerek sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve açıkça sarf ederler; iyilik yaparak
kötülüğü ortadan kaldırırlar; işte onlara bu dünyanın iyi sonucu, girecekleri
Adn cennetleri vardır; babalarının, eşlerinin,
çocuklarının iyi olanları da oraya girerler. Melekler her kapıdan yanlarına
girip: “Sabretmenize karşılık size selâm olsun; burası dünyanın ne güzel bir
sonucudur!” derler.”
Onlar Rab’lerinin hatırına
sabrederler. Rab’lerinin hatırı için her şeye göğüs gerip direnirler.
Rab’lerinin rızası için dayanırlar, direnirler. Yaptıklarını ve yapmayıp terk
ettiklerini sadece Rab’lerinin hatırı için yaparlar. Bıkmazlar, usanmazlar. Ama
bunu da Rab’leri için yaparlar. Sabretmelerinin sebebi de sadece Rab’lerinin
veçhidir. Yâni sabırlı ol-maları, dayanıp direnmeleri
çaresizliklerinden dolayı değil, güçsüzlüklerinden dolayı değil, insanlar hoş
görsünler diye değil, insanların alkışına ulaşmak için değil, Rab’leri öyle
istediği için yaparlar bunu. Sabırlarının dayanağı sadece Allah’tır. Allah’a
dayanırlar ve yürürler.
En
uygunsuz, en namüsait şartlar altında bile Rab’lerinin istediğine yönelip geri
adım atmazlar onlar. Allah var başkasına gerek yok derler. Eh efendim âlim yok,
fazıl yok, para yok, pul yok, ekono-mik gücümüz yok, dergi yok, cemaat yok, cemiyet yok! bu
durumda biz ne yapabiliriz? demezler asla onlar. Ah şunlar, şunlar bir olsa
de-mezler. Allah var ya;
tamam müslüman olmalıyız. Allah var ya; ne ya-pacaksak yapalım derler. Öyle değil mi Allah aşkına?
Rabbimiz var mı? var. Öyleyse Rabbimiz ne dedi? Rabbimiz ne istedi? Rabbimiz
nasıl istedi? Rabbimiz nasıl hükmetti? biz başkasına değil sadece O’na
bakacağız. Sadece O’nu dinleyecek ve başkasına bakmayaca-ğız. Rabbimizin
isteklerine sabredecek, direnecek, dayanacak ve her şart altında yolumuza devam
edeceğiz, kulluğumuza devam edeceğiz.
Belâlara sabır, musîbetlere sabır,
küfrün amansızlığına, küfrün enginliğine derdin
çokluğuna, çevredekilerin ilgisizliğine, veya yakınların ihanetine, mü'minlerin cehaletine, veya toplumsal cinâyetlere rağmen
mü'min sabretmek durumundadır. Her şeye rağmen mü’min Allah’a kulluk yolunda tökezlemeden yoluna devam
etmeyi becerebilmelidir. Tüm insanlık karşımıza geçip
alkışlasa, ya da tüm dünya bize düşman kesilip
yuhâlâsa da Allah’ın istediği biçimde yapacağımızı yine yapmaya, yolumuza yine
devam etmeye bakalım. Allah ne dediyse yapmaya, ne demeydiyse de yapmamaya
çalışalım. Şımarmayalım, ya da korkup vazgeçmeyelim.
Allah için sabredelim.
Yine onlar namazı da ikâme ederler.
Namazı ayağa kaldırırlar. Yâni o mü’minler kitapla
beraberliklerinin, kitaba sarılmalarının, kitaptan mesaj almalarının pratikteki
ilk eylemi olarak namazı ikâme ederler. Salât aslında
yöneliş demektir. Öyleyse insanın bütün varlığıyla, içiyle dışıyla Rabb’ine yönelişinin, Rabb’ine ait
oluşunun adıdır namaz. İşte o mü’minler namazlarını
ayağa kaldırarak bunu gerçekleştirirler. Tüm hayatlarıyla,
geceleriyle-gündüzleriyle, mallarıyla-ticaret-leriyle,
oturmalarıyla-kalkmalarıyla, yemeleriyle-içmeleriyle Allah’a yönelirler, Allah’a
teslim olurlar. İkâme de doğrultmak, ayağa kaldırmak demektir. Namazın ikâmesi
de hayatın namazla doğrultulması demektir. Kişinin imanıyla doğrulması, imanını
ayağa kaldırması, inancıyla ayağa kalkması ve hayatını iman kaynaklı yaşamaya
karar vermesi demektir. İşte onlar bunu beceren
insanlardır.
Yine namaz Allah’la buluşmak demektir.
Namaz Allah’la ko-nuşmak,
Allah’la sözleşmek demektir. Onun kelâmıyla, bizzat onunla sözleşmek demektir. O
sözlere göre bir hayat yaşayacağına söz ver-mek
demektir. Namazla özdeş bir hayat yaşamaya, namaza endeksli bir hayat yaşamaya,
hayatı düzenleyecek bir namaz kılmaya sözleşmek demektir. Hukuka etkili, eğitime
etkili, ekonomiye etkili, kazanmaya harcamaya ve tüm hayat birimlerine etkili
bir namaz kılmaya ve bunun gereği olarak da namazda alınan mesajla hayatı
düzenlemeye sözleşmek demektir.
Elbette böyle bir namaz
kılabilmek için de kitaba sımsıkı sarıl-mak
gerekmektedir. Kitabı bir an bile elimizden düşürmememiz, onunla oturup onunla
kalkmamız, onu hayata tatbik etmemiz gerekmektedir. İşte o mü’minler böyle bir namaz kılarak tüm bedenlerinde, tüm
hayatlarında Allah’ı söz sahibi kabul ettiklerini, Onun istediği bir hayatı
yaşamaya doğrulduklarını ortaya korlar.
Sonra onlar gizli ve açık, sırri ve aleni olarak kendilerine verdiklerimizden infak
ederler. Allah kendilerine ne vermişse onu Allah kullarıyla paylaşma kavgası
verirler. Kur’an-ı Kerîmde Rabbimiz nerede namazdan
söz etmişse infakla birlikte anlatmaktadır. Çünkü infak malî bir kulluktur,
namaz ise bedenî bir kulluktur. İnfak, zekât toplumsal bir kulluk, namaz ise
bireysel bir kulluktur. Veya namaz Allah’la diyalogdur, infak da namazla
aldığımız bu mesajın topluma indirgenmesidir.
İşte o mü’minler namazla bireysel kulluklarını, infakla da
toplumsal kulluklarını Allah’ın istediği şekilde icra ederler. Yâni namazla
Allah’ın bedenlerine karıştığını ortaya koyarlarken, infakla da mallarında
Allah’ın söz sahibi olduğunu ortaya koyarlar. Namazla Allah’tan mesaj alırlar,
infakla da bu mesajı Allah kullarına duyurarak müslü-manlıklarını kardeşleriyle
paylaşmanın, imanlarını, teslimiyetlerini Allah kullarına ulaştırmanın kavgasını
verirler.
Ve yine onlar kötülüğü iyilikle
defederler. Kötülüğü iyilikle savarlar. Kötülüğe kötülükle karşılık vermezler.
Kötülük en hafif, en iyi nasıl defedilecekse, nasıl bertaraf edilecekse öylece
bertaraf ederler. Bu konuda bu âyetleri en güzel bir şekilde anlayan ve bu
âyetler istikâmetinde bir hayat yaşayarak kendisine kötülük yapmaya çalışanlara
bile iyilik yapmaya, kötülerin kötülüklerini iyilikle savuşturmaya çalışan
örneğimiz ve onun pırlanta ashabının örnek hayatlarını iyi bilirsek Rabbimizin
bu isteğini çok güzel bir şekilde uygulama imkânı bulabiliriz. Yeryüzünde mü’minler olarak kendi varlığına şahitler olmamızı isteyen
Rabbimiz bu âyetleriyle bizden iyilik taraftarı olmamızı, iyiliğe sahip
çıkmamızı, kötülüğü iyilikle defetmemizi, kötülük yapanlara iyilik yapmamızı
emrediyor.
Öyleyse bizler yeryüzünde Allah’ın
varlığının şahitleri olarak, iyiliğin temsilcileri olarak hep iyilikten yana
olacağız. Bizler bize kötülük yapmadan yana olanlara iyilikten yana tavır
belirleyeceğiz. Hep aftan yana olacağız. Bize kötülük yapan kimselere karşı
kötülük yap-ma imkânına sahip olduğumuz halde kötülük
yapmayacağız. Kötülük yapana kötülükle mukabelede bulunmamak ihsandır. Hattâ
kötülük yapanlara karşı kötülükle mukabelede bulunmadığımız gibi bir de üstelik
onlara iyilikte bulunmamız mesajımızın gönüllere nüfuzunu sağlayacaktır. Bizim
bu ihsanımız karşısında en zalim insanlar, en katı kalpliler bile eriyecek ve
sonunda bize düşmanlık besleyen insanların bize ve dâvâmıza sıcak bir dost
olduğunu göreceğiz.
Çünkü Allah’ın Resûlü öyle
buyuruyor. Dün sizi yok etmek isteyen zalimlerin yarın sizin dâvânıza gönül
verdiğini göreceksiniz. Meselâ böyle gözü dönmüş, gemi azıya almış size kötülük
yapmak isteyen birine karşı o anda söylenecek güzel bir söz, tatlı bir tebessüm,
sakin bir konuşmanın o anda birden bire ortamı değiştiriverdiği, kötülük yapmak
isteyenin bile utanarak bu kötülükten vazgeçtiği çok görülüştür. Öyleyse daha
büyük kötülüklere fırsat vermemek, daha büyük felâketleri tevlid etmemek için kötülük karşısında kötülüğü değil
kötülük karşısında iyiliği tercih etmeliyiz. Tüm kötülükleri iyilikle
savuşturmak zorundayız.
İşte böyle olanlara, böyle yaşayanlara,
vahiyle böyle birliktelik kurarak yaşayanlara bu dünyanın en iyi sonucu ve öbür
tarafta da girecekleri Adn cennetleri vardır.
Babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları, sâlih olanları da oraya gireceklerdir. Melekler her kapıdan
onları karşılayıp, her bir kapıdan onların yanlarına girip şöyle diyecekler:
Sabretmenize karşılık size selâm olsun; burası dünyanın ne güzel bir
sonucudur!
Evet o mü’minler kendileri cennetlere girdirildikleri halde
akrabaları da cennete girdirilecek. Yâni meselâ adam kendisi cennette olduğu
halde, halde babası, anası, karısı, kızı başka cennetlerde, başka yerlerde,
başka makamlarda olabilir. Bu durumda sevdiklerinden ayrılık mü’mini sıkabilir. Halbuki Rabbimiz cennette mü’minleri üzebilecek her şeyi kaldırmıştır. Cennette
kulları sıkıntıya sokabilecek, orada huzuru kaçırabilecek hiçbir şey yoktur.
Orada sadece huzur vardır, sükun vardır, mutluluk vardır. İşte babalardan,
analardan, kocalardan, kadınlardan, çocuklardan hangisi cennetin en üst
makamın-daysa, hangisi en üstün cennete gitmişse Allah öteki akrabalarını da
oraya gönderecek ve onları sevdikleriyle birleştiriverecek, Rabbimiz onlara
böyle bir ikramda bulunacak anlıyoruz.
Ve melekler de her bir kapıdan onları
karşılayacak, istikbal edecekler onları ve diyecekler ki sabrınıza karşılık
selâm olsun sizlere. Dünyada sabredip kulluklarınıza devamınıza karşılık
esenlik, selâm, selâmet yurdu olan cennet sizin olsun. O ne güzel bir yurttur
derler.
Meleklerin tahiyyeleri, birbirleriyle cennette karşılaştıkları zaman
mü’minlerin tahiyyeleri
böyledir. Orada tahıyye selâmdır. cennette mü’minler birbirleriyle karşılaştıkları ortamlarda da
birbirlerine sözleri mukabeleleri, sadece selâm olacaktır. Birbirlerine selâm,
selâmet ve esenlik dileyecekler. Çünkü Selâm Rabbimizin isimlerinden birisidir
ve böylece melekler mü’minlere Rab’lerini
hatırlatacaklar, bu nimetleri kendilerine veren Rab’lerine hamdi ve Rablerinin nimetlerinin güzelliklerini
hatırlatacaklardır. Dünyada iken tüm bu nimetleri Rab’lerinden bilip O’na
teşekkür adına kulluklar yapmışlardı. Rab’lerinin istediği kulluğa sabretmişler,
direnmişler ve dayanmışlardı. İşte şimdi de bu sabırlarına mukabil cennette
kendilerine gözlerinin görmediği, kulaklarının duymadığı, akıl ve hayallerinden
bile geçiremedikleri envai çeşit nimet ve lütuflarda bulunan Rab’lerine karşı
hamd ve kullukları devam etmektedir.
Elbette dünyada selâm, selâmet
İslâm ve teslimiyet içinde bir hayat yaşayan mü’minlerin yurdu selâmet yurdu olan cennet olacaktır.
Dünyada kişi nasıl bir hayat yaşamışsa sonunda bulacağı hayat da onun aynısı
olacaktır. Dünyada cennnemî bir hayat yaşayan,
cehennem isteyerek bir hayat yaşayan, yâni biletini cehenneme kesen bir kişi
cehenneme giderken, cennet isteyerek bir hayat yaşayan kim-de de cennete
gidecektir. Bunun tespit ve tayini insanın bizzat kendisine, kendi tercihine
bırakılmıştır.
İnsan şu anda nasıl bir hayat yaşıyorsa
sonunda kavuşacağı hayat da onun aynısı olacaktır. Selâm, selâmet, emniyet,
teslimiyet ve müslümanlık içinde bir hayat yaşayan
kişi sonunda selâmet yurdunda selâmet ve emniyet içinde bir hayata kavuşacaktır.
Zaten şu anda mü’minler dünyada böyle bir hayat
yaşıyorlar. Yâni şu anda mü’minler dünyada cennet
hayatı yaşamaktadır, kâfirler de cehennemi yaşamaktadırlar. Bakın bundan sonraki
âyetlerinde de Rabbi-miz kâfirlerin âkıbetlerini,
onların durumlarını şöylece anlatacak:
25. “Sağlam söz verdikten sonra
Allah'ın ahdini bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte lânet
onlara ve kötü yurt, cehennem, onlaradır.”
Allah kendilerinden ahit aldıktan
sonra, Allah’a ahitte bulunduktan sonra bu ahitlerini bozarlar. Bunlar da tıpkı
mü’minler gibi ezelde Allah’a söz vermişlerdi.
Bunlarda sadece Rab olarak Allah’ı kabul etmişler, Allah’a teslim olduklarını,
Allah’a kul olduklarını kabullenmişlerdi. Ya Rabbi tek
Rabbimiz sensin, sadece seni dinleyecek ve hayatımız boyunca sadece sana itaat
edeceğiz demişlerdi. Allah’-la yaptıkları anlaşmayı bozdular. Ama anlaşma
metinlerini imzaladıktan sonra bozdular. Bu konuda Allah’a kesin söz verdikten
sonra bozdular.
Yâni önce Allah’la anlaşma
yaptılar, Allah’a söz verdiler: Ya Rabbi ben senin
kulunum, sen benim Rabbimsin, sadece senin dediğini yapacağım! Senden başkasının
dediklerine gitmeyeceğim! Sen ne istersen tamam! Benim hayatıma sadece sen
program çizeceksin! Ben de bu anlaşmaya sadık kalacağıma ve karşılığında cennet
bulacağıma inanarak söz veriyorum ya Rabbi! Değilse
cehennem konusunun farkındayım! diyerek Allah’a söz verdiler, ondan sonra da
nakzedip bozdular bu anlaşmayı. Anlaşma konusuna aykırı hareket ettiler. Rab
olarak, yasa belirleyici olarak kabul ettikleri Allah’tan gelen yasaların aksine
hareket etmeye, vahyin ötesinde bir hayat yaşamaya başladılar. Rab olarak kabul
ettikleri Allah’ın emirlerine itaat, nehiy-lerinden kaçınma hususunda Allah’ın kitaplarında açıkladığı
konularda ait ahitlerini bozdular. Sonra da:
Daha önceki âyetlerde Rabbimizin
anlattığı mü’minlerin özelliklerinin tamamen aksine
bunlar Allah’ın bağlayın buyurduğu tüm bağları kopardılar. Allah’la bağlarını
kopardılar, vahiyle bağlarını kopardılar, peygamberle bağlarını kopardılar,
kulluk bağlarını kopar-dılar, aile bağlarını
kopardılar, komşuluk bağlarını, kardeşlik bağla-rını
kopardılar. Kendi bağlarını kopardıkları gibi, kendi hevâ ve he-veslerinden kaynaklanan demokrasi vahiylerini göndererek
öteki Allah kullarının da Allah’la bağlarını kopardılar. İnsanları İslâm’dan
uzaklaştırdılar. Aileleri Rab’lerinden kopardılar, aileleri İslâm’dan
kopardılar, aileleri birbirlerinden kopardılar. Kadını kocadan, evlâdı aileden
kopardılar. Uyguladıkları materyalist eğitimlerle nesli tarihinden, ecdadından,
imanından kopardılar.
Evlâtları ailelerinden koparıp
İslâm düşmanı yaptılar. Toplumu kitabından ve peygamberinden kopardılar.
Kadınları iffetlerinden kopardılar. İnsanları birbirlerinden koparıp herkesin
kendi hayatını yaşadığı materyalist bir insan haline getirdiler. Ümmet
bütünlüğünü parçalayıp mü’minleri sun’i sınırlarla birbirlerinden kopardılar. İçerdeki müslümanların kardeşliklerini dağıttıkları gibi dışarıdaki
dünya müslümanlarının kardeşlik bağlarını kopardılar.
Allah neyle neyin arasını birleştirin!
Onların arasını ayırmayın! demişse, meselâ sılayı
rahîm. Akraba ziyaretleri, akrabayla ilişkilerin kesilmemesi. Allah birleştirin
diyor ama onlar kesiyor, sılayı rahîm yapmıyorlar. Veya Allah’ın
birleştirilmesini istediği başka neler var? Meselâ malla, zekâtı birleştirin!
diyor Allah. Mal söz konusu oldu mu arkasından hemen zekât da söz konusu
olmalıdır diyor. Ama bu kâfirler malla, zekâtın arasını ayırdılar. Başka? İnsanlarla sevgiyi, insanlarla emr-i bil’marufu, münkerle nehyi, marufla emri,
başla örtüyü, vakitle namazı, selâm vermeyle almayı, dâvetle icabeti, imanla
ameli, emirle itaati, sakalla suratı, başla örtüyü...
Yâni Allah neyi neyle
birleştirmemizi, neyle neyi beraber kılmamızı, aralarını açmamamızı istiyorsa
onu ayırmamamız gerekiyor. Meselâ müslümanla nasihati, selâmla selâm almayı, hastayla
ziyareti, ziyafetle icabeti birleştirin! demişse Allah, yâni Allah’ın emir ve
ne-hiylerinin aksine hareket etmeyin! demişse buna
riâyet etmek zorundayız. Aksi takdirde kâfirlerden ve fâsıklardan oluruz.
Lânet bunlara ait olacak. Bunlara
rahmet olmayacak ve en kötü Dara gidecekler bunlar. Cehennemi
boylayacaklar. Dünyada şu anda bu kâfirlerin geçici olarak galipmiş gibi
görünmeleri, feruh fahur dolaşmaları sakın sizleri
üzmesin. Allah kendilerine verdikleriyle tedrici olarak kendilerini azapların en
kötüsüne sürüklemektedir. Yurtların en kötüsüne gidecekler
onlar.
Peki şimdi madem ki bu kâfirler
Allah’ın düşmanlarıdır, o halde acaba niye bu adamlara bolca nimetler verilmiş?
Rab’lerine karşı verdikleri ahitlerini bozan bu alçaklar neden şu anda mal-mülk
içindeler? diye aklınıza sorular geliyorsa, unutmayın ki:
‡¬G²T«<«: š³@«L«< ²w«W¬7
«’²+¬±I7!nK²A«< yÅV7«!
26. “Allah dilediği kimsenin rızkını
genişletir ve bir ölçüye göre verir. Dünya hayatıyla övünenler bilsinler ki
dünyadaki hayat âhiret yanında sadece bir geçimlikten
ibarettir.”
Evet demek ki Allah verdiklerini
verdikleriyle imtihan etmektedir. Ne verişi imtihanı kazanma sebebidir, ne de
vermeyip kısması imtihanı kaybetme sebebidir. Ne çok verilenler iyi insan, ne de
az verilenler kötüdür. Yâni kendilerine dünyalık bir şeyler verilenler Allah
katında şerefli de verilmeyenler şerefsiz değildir. Vermesi de vermeyip kısması
da birer imtihan konusudur ve kimin kazandığı, kimin kaybettiği yarın belli
olacak. Ve bu dünyada imtihan soruları da Allah’a aittir. Dilediğini dilediğiyle
imtihan eder Allah. Kimsenin bu konuda O’na hesap sorma hakkı yoktur. Kul olarak
bize düşen, ya Rabbi beni şu-nunla, beni bununla imtihan etseydin diyerek O’na akıl
vermek değil, Onun takdir buyurduğu sorulara en kısa zamanda, en kısa yoldan
cevap vermektir. Çünkü biliyoruz ki imtihanın süresi belli
değildir.
Evet mü’min-kâfir Allah dilediklerine bol verir, dilediklerine de
az verip kısıverir. Onun için kâfirlere verilenlerden ötürü onlara imrenmeye de,
kıskanmaya da gerek yoktur. Çünkü zaten kâfirlerin oldum olası, gördüm göresi
bir dünya hayatları var, yaşasınlar bakalım. Zaten şu anda cehennemi yaşıyorlar
ve geberdikleri andan itibaren de cehenneme gidecekler. Yâni bütün dünyayı bir
tek kâfire verse, hattâ her kâfire ayrı ayrı bir dünya
verilse yine de azdır. Bize de hiç bir şey verilmese, yarım ekmek bile bulamasak
yine de onlarınkinden çoktur. Bunu böyle biliyor ve böyle
inanıyoruz.
Ne verilirse verilsin, ne kadar
verilirse verilsin, değil mi ki hayat bir gün bitecektir. Biten bir dünyanın
nimetlerine meyletmektense yarım ekmek de olsa bitmeyecek bir hayatın
nimetlerine ulaşmayı he-defleyelim, onun peşinde
olalım. Cennet var mı? Devlet var mı? Mükâfat var mı? Hasene var mı? Benim de hiç bir şeyim olmasın, yarım ekmekle
huzur var mı? Elhamdülillah. İşte mülk, işte saltanat. Beni cennete götürecek
bir hayat yaşıyorsam elhamdülillah...
Çünkü bu kâfirler neye sahip olurlarsa
olsunlar yarın bu mülkleri onları cehennem ateşinden kurtaramayacaktır. Daha
önceki âyetlerde anlattı Rabbimiz, yarın bu kâfirler dünya kendilerinin olsa,
hattâ dünyanın bir misli daha ellerinde olsa, bunu fidye olarak verecekler
ateşten kurtulabilmek için ama bu fidyeleri kabul edilmeyecektir. Demek ki bugün
onlara verilen tüm saltanatlar, tüm güçler, tüm mallar, tüm ekonomik, askeri ve
siyasal güçler yarın hiçbir işe yaramayacaktır. Öyleyse onların şu anda sahip
oldukları kesinlikle sizi üzmesin, sizi imrendirmesin. Siz hesabınızı bu
anlayışa bina etmişseniz, bilesiniz ki üstün sizsiniz, kazanan sizsiniz. Bunu
hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
Alçaklar imtihan gereği kendilerine
verilenlerle şımardılar. Kendilerine verilenlerin Azîzliklerinden dolayı
verildiği zehabına ka-ıldılar. Biz şerefli insanlar olduğumuz, bizim yolumuz doğru
oldu için, Allah tarafından sevildiğimiz için bunlar bize verildi dediler.
Bundan dolayı kendi pis hayatlarına delil de buldular. Halbuki işte âyet-i
kerîmesinde Allah son derece açık bir şekilde buyuruyor ki şu dünya hayat, şu
alçak, şu deni hayat âhiret
yurdu yanında hiç itibara bile alınmayacak kadar az bir metadır. Az bir geçimlik
ve istifadedir. Bundan dolayıdır ki ey kendilerine Rab’lerine kulluğu
unutturabilecek dünya nimetlerinden az verilen müslümanlar, sakın ha sakın bu kâfirlere bir şeylerin
verilmesi sizi aldatmasın. Sakın ha sakın bu kâfirlerin hak yolda oldukları
zehabına götürmesin sizi.
“Eğer Allah katında dünyanın sineğin kanadı
kadar bir değeri olsaydı Allah ondan kâfire bir yudum su bile ver-mezdi”
Hadisini
unutmayın.
27. “İnkar edenler: “Rabb’inden Muhammed'e bir mûcize indirilmeli değil miydi?”
derler. De ki: “Doğrusu Allah dileyeni saptırır ve Kendisine yöneleni doğru yola
eriştirir.”
Evet kâfirler diyorlar ki Rabb’inden peygambere bir âyet, bir mûcize gelseydi ya. Alçaklar yeni bir âyet bekliyorlar. Halbuki şu
elinizdeki Allah’ın kitabının âyetleri yetmiyor mu? Şu kâinatta Allah’ın
serpiştirdiği meşhut âyetler yetmiyor mu? Allah’tan âyet istiyorlar, halbuki
Allah’ın âyetlerinden habersizler. Allah’ın kendileriyle konuş-masını istiyorlar, halbuki şu âyetleriyle Allah’ın
kendileriyle konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar aslında da yamukluk
yapıyorlar. Allah bu peygambere farklı bir mûcize, farklı bir âyet gönderseydi
de biz de ona iman etseydik diyorlar. Halbuki dertleri iman değil bu adamların.
Yâni farklı âyetler gelse inanacaklar mı? Bunların kâfirliklerinin sebebi bu
konuda âyetlerin azlığı değil bilâkis inatlarıdır. Bakın Allah diyor ki
peygamberim sen deki onlara:
Allah dilediğini saptırır, yönünü
kendisine döneni de hidâyet eder. Yâni kendi hür iradesini sapmadan yana,
sapıklıktan yana kullananları, yönünü sapmaya dönenlere, dalâleti tercih
edenlere ne kadar da âyet gönderilirse gönderilsin bu âyetler onu asla hidâyete
ulaştırmayacaktır. Ama yönünü Rabb’ine doğru döndüren,
Rabb’ine icabette bulunan, nerede ve hangi konumda
olursa olsun tüm benliğiyle Rabb’ine yönelen, Rabb’ine muhtaç olduğunu anlayan, hayat pusulasını Rabb’ine doğru çeviren, Rabb’ine
başvuran kişileri de Allah hidâyete ulaştıracaktır. İşte bu Rabb’ine yönelen kimselerin özellikleri
şunlardır:
28. “Onlar inanmışlar, Kalpleri Allah'ı
anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura
kavuşur.”
Allah’a iman, Allah’tan
gelenlerin tümüne iman demektir. Al-lah’a iman,
Allah’ın hayata karışacağına iman demektir. Allah’a iman, O’nun Rab, Melik, ve
İlâh oluşuna iman demektir. Allah’a iman, Allah’ın emir ve yasakları
çerçevesinde bir hayat yaşamaya iman demektir. Allah’a iman, Allah’ın hayata
karışacağına imandır. Allah’a iman, Allah’ın hayatı düzenlemek üzere hayat
programı gönderdiğine imandır. Allah’a iman, Allah’ın belirlediği hayat
programına iman demektir. Allah’a iman, kişinin boynundaki kulluk ipini yalnız
Allah’ın eline vermeye imandır. İşte o mü’minler
böylece Allah’a iman ederler ve:
Kalpleri inandıkları Allah’ın zikriyle
mutmain olmuştur onların. Kalpleri zikrullah ile
itminana kavuşmuştur. Kalpleri Allah’ın zikri olan kitabıyla, kitabın
âyetleriyle doyuma ulaşmıştır. Buradaki zikirden kasıt Kur’andır, vahiydir. Öyleyse anlıyoruz ki kalpler ancak
Kur’an ile mutmain olur. Ancak Kur’an ile itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete
kavuşur. Çünkü kalp Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça, Allah bilgisine
ulaştıkça cehaletten, bilgisizlikten, şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve
itminana ulaşacaktır.
"Mü'minler
ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı
zaman kalpleri ürperir. Karşılarında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman da
imanlarını artırır ve yalnız Rab’lerine tevekkül ederler."
(Enfâl:
2)
Allah’ın âyetleri okundukça, mü’minler âyetlerle karşı karşıya geldikçe kalpleri coşar,
taşar, sanki kabına sığmaz hale gelir. Kalbin sükûnete ve doyuma ulaşmasının
birinci yolu Allah’ın kitabıyla birlikte olmak, Allah’ın âyetlerini tanımaktır.
Yine Bakara sûresinin 260. âyetinin anlattığına göre kalplerin mutmain oluşunun
ikinci yolu da Allah’ın meşhûd âyetlerdir.
Hani İbrahîm (a.s): Ya Rabbi ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini görmek
istiyorum! demişti de Allah: “İnanmıyor musun ey İbrahîm?” buyurunca: İnanıyorum
ya Rabbi! Ancak kalbim itminana kavuşsun için
istiyorum demişti ya. İşte anlıyoruz ki kalplerin tüm
tereddütlerden, şüphelerden kurtulup, tüm cehaletlerden sıyrılıp doyuma, sükuna
ulaşmasının yolu bu iki yoldur. Birisi şu elimizdeki Allah’ın kitabının
âyetlerini tanımak, ötekisi de Allah’ın kâinatta serpiştirdiği görsel âyetlerine
muttali olmak, o âyetlerin bilincine ermektir.
İşte o Rab’lerine inabe edenler, Rab’lerinin dâvetine icabet edenler,
Rab’lerine yönelenler, nerede ve hangi durumda olurlarsa olsunlar kıblelerini,
pusulalarını Rab’lerine doğru çevirip Rab’lerinin hayat programını kabullenenler
Allah’ın zikriyle, Allah’ın âyetleriyle mutmain olurlar. Sürekli Allah’ın
kitabıyla beraber olurlar. Allah’ın kitabıyla yol bulurlar. Tüm hayatlarını
kitap kaynaklı yaşarlar. Kitaptan asla uzak kalmazlar. Allah’ın kitabıyla
mutmain olup başka şeylere ihtiyaç duymazlar, başka yollara gitmezler. Allah’tan
başkalarına yönelip müracaat etmezler. Tüm problemlerini Allah’a havale ederler.
Allah nasıl istemişse öylece yaparlar ve rahat ederler. Çünkü Allah’ın istediği,
kitabın emrettiği şeylerin tamamı insan fıtratına uygun şeylerdir. Fıtratı
yaratan, fıtratı en iyi bilen Rab’lerinden gelen bu kitapla o mü’minlerin kalpleri itminana kavuşuyor.
Evet unutmayalım ki kalplerdeki şüphe,
tereddüt, küfür, şirk, nifak ve tüm diğer hastalıklara şifa olsun diye gelmiştir
bu kitap. Ve yine kesinlikle bilelim ki bu kitapla tanışmadan, bu kitaptan
haberdar olmadan, bu kitabın âyetleriyle birlikte olmadan kalplerin sıhhate
ulaşması, doyuma ulaşması asla mümkün olmayacaktır. Tüm kalbi hastalıklara
şifadır bu kitap. Bedeni, kalbî, aklî, ruhî, ailevî, toplumsal ne tür hastalık
olursa olsun onların tümüne şifadır, çaredir, çözümdür bu kitap. Kalplerinizin
huzursuzluğundan mı şikâyet ediyorsunuz? Cinlerden, perilerden, şeytanlardan mı
korkuyorsunuz? Gamların, ke-derlerin kalbinizi
istilasından mı dem vuruyorsunuz? Bir onulmaz karasevdaya mı tutuldunuz? Veya
toplum olarak ekonominizin bozukluğundan mı şikâyet ediyorsunuz? Hukukunuzun
felç olduğunu mu söylüyorsunuz? Toplumunuzun ahlâken sükut ettiğini mi
düşünüyorsunuz? Ailevi bir huzursuzluk, bir geçimsizliğinizden mi dem
vuruyorsunuz? Başınızın ağrısı, gözünüzün sancısı mı var? Oğlunuzdan, kızınızdan
bir şikâyetiniz mi var? Ne tür bir hastalığınız, ne tür bir sıkıntınız olursa
olsun bilesiniz ki bu Kur’an tüm hastalıklarınıza
şifadır. Yönelin Kur’an’a, okuyun kitabı, uygulayın
kitabın âyetlerini, mutlak sûrette şifa bulacaksınız. Bundan zerre kadar bir
şüpheniz olmasın.
Kalp
Allah için niyet taşıyorsa, dil Allah namına konuşur, göz Allah’ın istediklerini
görür, kulaklar Allah adına duyar, ayaklar Allah’ın istediği yere gider. Kalp
mü’minse tüm azalar da mü’mindir, kalp kâfirse, kalp bozuksa tüm azalar bozuk
demektir. Manevi yönden bu böyle olduğu gibi organik yönden de böyledir. İnsanın
kalbi sıhhat-teyse tüm vücudu sıhhattedir, kalp
hastaysa tüm vücut hastadır.
Bugünkü tıbb-ı nebeviye alternatif olarak çıkmış ve nerdeyse müslümanlara bile Rasûlullah’ın
tıbbını unutturacak kadar hüsnü kabul görmüş şu materyalist tıpla İslâm tıbbının
ayrıldığı nokta işte buradadır. İslâm insanı ruh ve bedenin bileşkesi görürken
bugünkü mo-dern tıp Veya
Hipokrat tıbbı insanı sadece organizmadan ibaret kabul etmektedir. Rasûlullah efendimiz bu hadisleriyle son derece açık ve net
bir biçimde beden hastalıklarının kaynağını ruhta görürken bu-günkü materyalist
tıp maddeci olduğundan, ruhu, manayı reddettiğinden hastalığın kaynağı olarak
organizmayı kabul etmektedir.
Halbuki Rasûlullah efendimizin bu hadisine göre hastalığın kaynağı
ruhtur, kalptir. İnsandaki ruhsal bir dengesizliğin, ruhsal bir depresyonun
bedenin en zayıf yerinde patlak vermesinin adına hastalık diyoruz. Ya da kalbin uyumsuzluğunun bedende tezahürüdür hastalık.
Çünkü kalp sıhhatteyse tüm beden sıhhatlidir, kalp hastaysa tüm beden hastadır.
Kalpte bir uyumsuzluk, bir dengesizlik varsa bu bedenin an zayıf yerinde patlak
verir. Kalpteki bir uyumsuzluk kimisinin midesi zayıftır orada patlak verirken,
kimisinin dişi zayıftır orada patlak verir. Ruhun uyumsuzluğu ve dengesizliği de
onun gıdası olan vahiyden mahrum oluşu ve günahlardır.
Evet ruhun hastalığı imansızlık ve günahlara
bağlıdır. Onun içindir ki meselâ bundan yüz sene önce tıp bu kadar gelişmediği
halde hastalıklar da o derece azdı. Bugün müşrik tıbbın zirveye ulaştığı
söyleniyor ama hastalıklar da ona nispetle beş misli artmıştır. Acaba bunu neyle
izah edeceğiz?
Tıp
bu kadar ilerledi de hastalıkların kökü neden kesilmiyor? Hayır hayır, bunun sebebi toplumda günahların artması ve
insanların ruh dengelerinin bozulmasıdır. Ruhlar artık yüz yıl öncesinde olduğu
gibi gıdasını alamaz olmuş, ruhlar vahiyden mahrum kalmış, ruhlar doyuma
ulaşamamış ve dengeleri bozulmuştur. Kalpler bozulunca da bedenler bozulmuştur.
Öyle değil mi? Yüz yıl önce tıp bu kadar ilerlemiş değildi. Günümüzde tıp
zirveye çıktı deniyor, ama hastalıklar da önceki dönemlere göre çok fazlasıyla
artmıştır. Bunun sebebi insanlarda ruh-beden dengesi bozulmuştur. Vahiyle
doyurulamamış ruhlar, günahlara batmış kalplerdeki depresyonlar bedenlerde
kendini gösterir olmuştur.
Evet işte kalp budur, işte hastalık
budur ve işte tedavisi de va-hiydir. Allah düşmanları insanları vahiyden koparıyorlar,
verdikleri materyalist eğitimleriyle insanları maneviyattan boşaltıyorlar tüm
toplumu hasta ediyorlar sonra da tedavi edeceğiz diye materyalist tıplarının
verileriyle insanları soymaya çalışıyorlar. Benim bu konuda dinim budur. Benim
bu konuda, benim her konuda dinim vahiydir, kitaptır, sünnettir bundan başkasını
da bilmem. Peygamberimden duyduğum bir hadise karşı tüm dünyayı delil olarak
getirseniz bile benim için vız gelir. Çünkü Allah’a bilinen bilgi, vahiyle
bilinen bilgi yüz de yüzden de öte kesin bir bilgidir ve de imanın konusudur.
Dileyen buna böylece inanır mü’min olur dileyip
inanmayan da dilediğini tercih eder.
Öyleyse gelin ey insanlar, tüm
dertlerimizi, tüm hastalıklarımızı Allah’ın şifa kaynağı olarak gönderdiği
elimizdeki bu kitabımızla tedavi edelim. Unutmayalım ki insanlar, aileler,
toplumlar, kalpler, sadırlar bu kitapla şifa bulacaktır. Genç, ihtiyar, kadın,
erkek, mü’min, kâfir, Yahudi, Hıristiyan fark etmez
kim yolunu şaşırmış, kim bir problemle karşı karşıya gelmiş ama çözüm yolu
bulamamışsa mutlaka bu kitaba yönelmek zorundadır. Şu anda yeni dünya düzenleri,
şu veya bu düşüncelerle, şu veya bu tedbirlerle sizleri bu sıkıntılardan
kurtaracaklarını iddia etseler de işte görüyoruz hastalıkların, problemlerin
çözümü şöyle dursun onları çoğaltmanın ötesinde bir şey yapabildikleri yoktur.
29. “İnanan ve yararlı iş işleyen
kimseler için hoş bir hayat ve dönülecek güzel bir yer
vardır.”
Evet o mü’minler iman ederler ama bu imanlarını sadece söz
planında, iddia planında bırakmayarak sâlih ameller
işlerler. İman ederler ve bu imanlarının hayata aktarılması, imanlarının
hayatlarında görüntülenmesi, imanlarının hayatta yaşanması adına sâlih ameller işlerler. İmanlarını söz planında bırakmayarak
eyleme dönüştürürler. İmanlarını pratiğe dökerler. İman kaynaklı bir hayat
yaşarlar. Fıtratlarına ve yaratılışlarına uygun ameller işlerler. Allah’ın razı
olduğu ve emrettiği amelleri işlerler.
Sâlih amel fıtrata uygun amel demektir.
Sâlih amel Allah’ın ra-zı
olduğu, sevdiği ve emrettiği ameldir. Sâlih amel Resûlullah efendimizin hayatında, sünnette olan ve mahza Allah için yapılmış amel de-mektir. Sâlih amel sâlih bir
imandan kaynaklanan ameldir. Yâni yaptırıcısı Allah olan amel sâlih ameldir. Unutmayalım ki yaptırıcısı Allah olmayan,
meselâ toplum adına, çevreyi razı etme adına, insanların beğenisini kazanma
adına, yönetmeliklere ters düşmeme adına, modaya uyma adına, amir, müdür, patron
adına, efendi şeyh adına yapılan hiçbir amel sâlih
amel değildir.
Gayri sâlih amel de imandan kaynaklanmayan, imanın gereği olmayan,
ya da gayri sâlih bir
imandan kaynaklanan, gayri sâlih bir inancın gereği
olarak işlenen ameldir. Sâlih amel yaptırıcısı Allah olan amel, gayri sâlih ameller de yaptırıcısı Allah’tan başkaları olan
amellerdir. İşte onlar sâlih ameller işlerler. Ne
mutlu onlara. En güzel âkıbet, en güzel sonuç onlarındır.
30. “Ey Muhammed! Sana vahy ettiğimizi okuman için, seni de onlardan önce nice
ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik; o ümmet
merhametli olan Allah'ı inkâr eder; de ki: O benim Rabbimdir, O'ndan başka İlâh
yoktur, yalnız O'na güvenirim, dönüşüm de Onadır.”
Evet, ey peygamberim, seni
kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği, nice
toplumların konup göçtüğü bir topluma, bir ümmete gönderdik ki o ümmet
merhametli olan, kendilerine karşı Raûf ve Rahîm olan Rab’lerini
küfretmektedirler. Rab’lerini, Rablerinin kitabını örtmekte, örtbas etmekte,
görmezden ve duymazdan gelmektedirler. Sen de ki onlara: O Allah benim
Rabbimdir. O’ndan başka ken-disine kulluk edilecek, O’ndan başka sözü dinlenecek, O’ndan
başka yasaları uygulanıp çektiği yere gidilecek İlâh yoktur. Ben sadece O’na
güvenir, sadece O’na teslim olurum. İşlerimi, problemlerimi sadece O’na havale
eder, sadece O’nun dediklerini yaparım. Çünkü dönüşüm
Onadır.
Allah niye gönderirmiş elçisini?
Kulları adına aldığı kulluk maddelerini, kulluk programını ihtiva eden ve değeri
hiçbir şeyle, hiçbir nimetle değişilmeyecek olan bu kitabı insanlara duyurmak,
bu kitabı onlara okumak için. İşte peygamberin geliş sebebi budur. Çünkü Allah’ı
tanıtan, kitaptır, kulluğu anlatan, kitaptır, sıratı gösteren, kitaptır, cenneti
gösterip kazandıran, cehennemi gösterip ondan kurtuluş imkânı sağlayan,
kitaptır. Evet insanları cennete ulaştıracak ve ateşten koruyacak olan bu
kitaptır. Ve işte peygamberin temel görevi de bu kitabı insanlara okumak, bu
kitabı insanlara duyurmaktır.
Öyleyse peygamber yolunun yolcuları
olarak, peygamber misyonunun sahipleri, sâlikleri
olarak unutmamalıyız ki bizim görevlerimiz de budur. Biz de tıpkı örneğimiz,
önderimiz gibi topluma Allah’ın kitabını okuyacak, Allah’ın âyetlerini
okuyacağız. Toplumda bu âyetleri duymamış bir tek insan kalmayacak biçimde
okuyacak, duyuracak, anlatacak, öğrenmek isteyenlere öğreteceğiz. Kadın, erkek,
genç, ihtiyar herkese okumak zorundayız. E peki zaten bu insanlar Kur’an’a iman ediyorlar onlara niye okuyacağız? demeyeceğiz.
Çünkü Kur’an müslümana da
uyarıdır, kâfire de uyarıdır. Bilelim ki Kur’an müslü-mana hatırlatmadır, kâfire de
uyarıdır.
Bu okuma görevi bizim en temel
görevimizdir. Herkese okuyacağız bu kitabı. Bu okuduğumuz insanlar arasından
öğrenmek isteyenlere öğreteceğiz. Yâni Kur’an’ı
pratikte yaşamak isteyenlere de işte kitabın pratiği budur diye onun pratiğini
de göstereceğiz ve böylece o insanların Rahmân’ı örtmekten, Rahmân olan Allah’ın
kendilerinden istediği kulluğu örtbas ederek bir hayat yaşamaktan kurtaracağız.
Değilse işte Rabbimiz anlatıyor ki bu kitabı tanımayan insanlar kendilerini
yaratan, her şeylerini kendilerine lütfeden
Rab’lerini örtecekler, Rab’lerini gündemlerinden düşürecekler ve
Rab’lerinin hayat programını bilemedikleri için ondan razı olmayacaklardır.
Rab’lerinin kitabından habersiz yaşayan bu insanlar cahilce Rab’lerini
dışlayacaklardır. Rab’lerine kulluğu bir kenara bırakıp başkalarına kulluk
edeceklerdir.
Ama eğer bizler bu insanlara
Rahmân olan Rab’lerini tanıtabilirsek, Rahmân olan Rab’lerinin kitabının
âyetlerini tanıtabilirsek onlar kesinlikle Rab’lerine kulluğa yöneleceklerdir.
Bilmiyorlar bu insanlar. Halbuki O Allah kullarının hayatını düzenleyendir.
Halbuki O Allah Kullarına hayat programı göndererek onarın velâyetlerini elinde
tutandır. O Allah sadece kendisine tevekkül edilecek, sadece kendisine
güvenilecek, kulluk iplerinin ucu sadece kendisine teslim edilecek olandır.
Herkes yaşadığı bu hayatın sonunda O’nun huzuruna dönecek ve yapıp ettiklerinin
hesabını O’na ödeyecektir.
31. “Eğer Kur’an ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış yahut
ölüler konuşturulmuş olsaydı, kâfirler yine de inanmazlardı. Oysa bütün işler
Allah'a aittir. İnananların, “Allah dilese bütün insanları doğru yola
eriştirebilir” gerçeğini akılları kesmedi mi? Allah'ın sözü yerine gelinceye
kadar, yaptıkları işler sebebiyle inkâr edenlere bir belânın dokunması veya
evlerinin yakınına inmesi devam eder durur. Allah verdiği sözden şüphesiz
caymaz.”
Evet şâyet dünya ve dünyada
olanların tamamından daha de-ğerli, daha üstün olan,
bize hidâyeti, bize Sırat-ı Müstakîmi, bize kulluk ve cennet yolunu gösteren,
bize dayanılmaz cehennem ateşinden kurtulma yollarını gösteren bu kitap, eğer
dağlar onunla yürütülmüş, yeryüzü onunla paramparça parçalanmış olsaydı, yahut
ölüler konuşturulmuş olsalardı bu muannit kâfirler yine de iman etmeyeceklerdir.
Hani peygamberden âyet istiyorlardı ya. Yâni
kendilerine Allah’ın farklı âyetler indirilmesini istiyorlardı ya. Bize farklı âyetler gelmeli ki inanalım diyorlardı.
Peygamberler melek olmalı diyorlardı.
Veya Peygamberlerin yanında
onları destekleyen veya kendilerinin gerçekten peygamber olduklarına şahitlik
eden melekler olmalıydı. Bir melek desteklemeliydi peygamberleri. Sûrenin önceki
bölümlerinde peygamberden bunu istemişlerdi. Eğer Allah’tan bize farklı âyetler,
deliller, mûcizeler gelirse elbette biz de iman edeceğiz
diyorlardı.
Rabbimiz burada ve Kur’an’ın değişik yerlerinde diyor ki bakın: Eğer onlara
melekleri de indirmiş olsaydık, gözlerinin önünde yeryüzünü parçalayıp dağları
da yürütmüş olsaydık, yahut onların gözleri önünde ölmüş insanları da
diriltseydik, babalarını, dedelerini diriltip onlarla konuşma imkânını da onlara
lütfetseydik, veya her şeyi derdest edip onların karşılarına getirseydik,
ölüleri, dirileri, dağları taşları, canlıları, cansızları, kuşları, kurtları her
şeyi toplayıp onların karşılarına dizseydik yine de bu adamlar iman edecek
değillerdir. İman etmezler, etmeyecekler. Tabi Allah’ın dilemesi müstesnadır.
Allah dilerse ancak bu adamlar iman ederler. Allah izin vermezse asla iman
edemezler. Yâni iman etmek de onların kendi ellerinde
değildir.
Veya âyetin bir başka mânâsı da şöyle
olabilir: Yâni eğer bu sayılanlar yapılacak olsaydı mutlaka yine bu Kur’an ile yapılırdı. Yeryüzü Kur’an ile parçalanır, dağlar Onunla yürütülür, ölüler
Onunla diriltilip konuşturulurdu. Çünkü Allah yasası, Allah kelâmı olan bu kitap
en ulu bir kitaptır.
Bakın, Haşır sûresinin sonunda da
Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyuruyor:
“Ey Muhammed! Eğer Biz Kur’an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun, Allah
korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün.
Bu misa lleri, insanlar düşünsünler diye
veriyoruz.”
(Haşr
21)
Demek ki Rabbimizin bu kitabı; bu kadar
azametli, bu kadar ağırlığı olan bir kitaptır. Mahlukât üzerinde bu kadar
ağırlığı, bu kadar dehşeti olan, dağların bile azameti karşısında tahammül
edemeyeceği, tuz buz olacağı bu kitap insanlar üzerinde de öylesine inkılaplar,
öylesine değişimler gerçekleştirmiştir ki dağlar gibi toplumlar, dağlar gibi
milletler bu kitap karşısında erimek zorunda kalmıştır. Bu kitap nice
insanların, nice toplumların kayalar gibi katı kalplerini eritmiş, düşüncelerini
değiştirmiş, alışılmış hayatlarını tezelzüle uğratmıştır. Sırtlanları,
sırtlanlıkta geride bırakmış nice nesilleri meleklerin üstüne çıkarmıştır. Nice
insanların ölü kalplerini diriltmiş, nicelerini hayata ve dirilişe
kavuşturmuştur. Nicelerini fıtratlarına döndürmüştür bu kitap. Emir Allah’a
aittir. Hâkimiyet, egemenlik tamamıyla Allah’a aittir. Tüm bunları yapan
Allah’tır. O halde:
Mü’minler şu gerçeği hâlâ anlayamadılar mı
ki Allah dileseydi insanların tamamına hidâyet ederdi. Eğer Rabbimiz dileseydi
insanların tamamını müslüman yapardı. Evet Allah
dileseydi bu insanların hiç birisi kâfir olamazdı, hiç birisi müşrik olamazdı.
Allah öyle dileseydi bu insanların hiç birisi Allah’a şirk koşamaz, Allah’a kafa
tutamaz ve Allah’a isyan içinde bir hayat yaşayamazdı. Eğer bu insanlar
yeryüzünde şu anda küfrü, şirki tercih edebiliyorlar ve Allah’a rağmen, Allah’ın
âyetlerine rağmen diledikleri gibi bir hayatı yaşama imkânı bulabiliyorlarsa
unutmayasınız ki bu da Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir yasası gereğidir.
Rabbimiz toplumda bir sünnetullah, bir yasa koymuş,
her şey O’nun kudreti ve meşieti dahilindedir. Eğer O
dilerse hepsi hidâyete gelir, dilerse iman etmeyenleri de yerin dibine
batırıverir. Allah’ın bunlara verdiği bir iznin sonucudur bu.
O halde unutmayacağız ki bu insanları
imana bizler zorlayacak değiliz. Onların hidâyete gelmesi bizim planlarımıza,
bizim programlarımıza bağlı değildir. Ne peygamber, ne de bizler şüphesiz
ki dilediklerimizi hidâyete erdiremeyiz.
Allah’ın muradı gereği, Allah’ın yeryüzünde koyduğu yasaları gereği özgür
iradesiyle küfrü ve şirki seçen bir kimseyi Allah’tan başkası asla hidâyete
ulaştıramaz. Bu iş sadece Allah’ın elindedir. Bu Allah’ın koyduğu bir yasadır.
Öyleyse bizler bunu unutmadan
yaşayacağız. Eğer Allah dileseydi Rabb’in o kâfirlerin
tamamını melekler gibi, sema ve arz gibi, bitkiler ve hayvanlar gibi doğuştan
isyan edemez biçimde yaratırdı. Yâni diğer varlıklar gibi doğuştan onların
boyunlarındaki ipin ucunu eline alırdı da hiç birisi kâfirlik yapamazlardı. Yâni
dileseydi bu insanların hepsini bir tek ümmet yapardı. Bunların tamamını hak din
üzerinde toplar, tamamını müslüman yapar, mü'min yaratırdı. O zaman kitap ve peygamber göndermeye de
gerek kalmazdı. Ama Rabb’in böyle dilememiş ve böyle
olmamıştır.
Çünkü, geçen haftaki dersimizde de
söylediğim gibi bu din fıtrata uygun bir dindir. Bu dinin sahibi olan Allah
fıtratı yaratan ve en iyi bilendir. Onun içindir ki dinde zorlama yoktur. Gerek
bu dine girme konusunda, gerekse bu dinin emir ve nehiylerini yaşama konusunda her hangi bir zorlama, zorluk
söz konusu olamaz. Yâni bu dinin konusu zorunlu fiiller değil, kalbe, fıtrata ve
isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. "İslâm dininde zorlamanın sonucunda
yapılan amellere sevap verilmez." hadisi de işte bu gerçeği anlatır. Zorlama ile
iman da, itikat da caiz değildir. Zorlamanın sonucunda gerçekleşecek imana iman
denmez. Zorlamanın sonucu kabul edilen bir iman Allah’ın istediği bir iman
değildir. Aynen bunun gibi zoraki kılınan namaz namaz
değildir, zoraki tutulan oruç, oruç değildir. Çünkü zorlanma bir kişinin
hoşlanmadığı halde kalben inanmadığı halde bir şeyi tehditle ve zorla
yaptırmaktır.
Halbuki bu din hoşlanılmayacak
bir din değildir. Bu din insanlara anlatıldığı zaman herkesin gönül rahatlığıyla
kabullenebileceği bir dindir. Bu konuda insanları zorlama hakkı sadece Allah’a
aittir. Yâni yaratıklarını, kullarını bu konuda zorlama hakkı sadece Allah’a
aittir. Zorlamış da nitekim Allah kimi kullarını. Bakın semavat, arz, ay, güneş, yıldızlar, bitkiler, hayvanlar,
melekler hepsinin boyunlarındaki ipin ucu doğuştan Allah’ın elindedir. Zoraki
kulluk yapmaktadırlar, Allah’a karşı asla isyan etme imkânları yoktur. Allah’a
kafa tutma imkânları yoktur bunların. Bunlar zoraki kuldurlar Allah’a. Başka
şansları yoktur yâni.
Ama insanlar için Allah bunu murad etmemiştir. İnsanların imanlarını zorunlu kılmamıştır.
Bakınız bu hususu Rabbimiz başka bir âyetinde şöyle
anlatır:
"Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde kim
varsa hepsi toptan iman ederdi. O halde sen mü'min
olsunlar diye insanları zorlayacak mısın?"
(Yunus 99)
O halde din konusunda dine girme
konusunda hiç kimse zorlanmamalıdır. Çünkü zorlanan bir kimsenin açığa vuracağı
iman Allah katında makbul bir iman değildir. Ama şurası da unutulmamalıdır ki
velev ki böyle bir zorlamanın sonucu da olsa ben iman ettim diyen kişiye: Sen
bunu korktuğun için söylüyorsun! Sen aslında kâfirsin! Demek caiz değildir.
Böyle bir iman iddiasında bulunan kişi için şüphe ortadan kalkacak kadar
beklenir, ona kâfir muamelesi yapılmaz, o imanını açığa vurup amellerle
ispatlayacak kadar beklenir. Eğer bu süre içinde amellerle imanını ispatlarsa
mü'min, değilse kâfir kabul edilir.
Evet anlayabildiğimiz kadarıyla bu ve
benzeri âyetlerde Rab-imiz birinci olarak peygamberini ve onun yolunun yolcuları
olan bizleri teselli ediyor ve bizlere yol gösteriyor. Diyor ki Ey peygamberim
ve ey peygamber yolunun yolcuları! Sakın bu insanlar yola gelmiyorlar, hakkı
kabule yanaşmıyorlar diye kendi kendinizi yiyip bitirmeyin! Bu Allah için zor
bir şey değildir. Eğer Allah dileseydi onların tamamını hak üzere
toplayıverirdi. Diğer varlıklar gibi onların da boyunlarındaki ipin ucunu eline
alıverirdi de hiç birisi Allah’a kafa tutamazdı. Ama Allah böyle murad etmiş, onlara irade vermiş iradelerini iyiye
kullananları rahmetine sokuyor zalimleri de rahmetinden ve hidâyetinden mahrum
bırakıyor.
Bir de kimileri dün de bugün de bu
konuda yanlış bir mantık yürüterek dini reddetme cüretinde bulunmuşlardır. Şöyle
diyorlar: Efendim eğer Allah gerçekten bu kâfirlerin iman etmelerini hidâyet
üzere olmalarını istemiş olsaydı, yâni bizi kendi başımıza bırakmayıp da
gerçekten bizim hayatımıza, insan hayatına karışmış olsaydı, yâni gerçekten
kitap göndererek vahiy göndererek, peygamberler göndererek bizim hayatımıza
karışmayı murad etmiş olsaydı, bizden bir şeyler
istemiş olsaydı, bize emirlerini göndermiş olsaydı o zaman Allah böyle kitaplar
ve peygamberler göndererek dolambaçlı yolları seç-mezdi. Herkesi müslüman olarak
yaratır, diğer mahlukât gibi bizim de boyunlarımızdaki ipin ucunu doğuştan eline
alıverir veya "müslüman olun!" "Teslim olun!" derdi
semavat ve arza dediği gibi işi bitirirdi. Böyle
demediğine göre, böyle yapmadığına göre Allah bizden bir şey istemiyor, Allah
bize vahiy göndermiyor da kendilerinin peygamber olduklarını iddia eden kimi
insanlar bizi aldatıyor diyorlar. Allah vahiy göndermez Allah hayata karışmaz.
Allah bizi kendi halimize bırakmış ve nasıl bilirseniz öylece yaşayın demiştir.
Eğer şu anda bizim
yaptıklarımızdan bizim yaşadığımız hayattan Allah razı olmasaydı şu anda bize
böyle razı olmadığı bir hayatı yaşama imkânı vermezdi. Şu anda bize bu hayatı
yaşama imkânı verdiğine ve bizi bu yaptıklarımızı yapma konusunda durdurmadığına
göre, böyle bir hayatı yaşayan bizleri hemen cezalandırmadığına göre, bu
hayatımızdan dolayı bizler helâk olmadığımıza göre demek ki Allah bu
yaptıklarımızdan razıdır diyorlar ve böyle bâtıl bir mantıkla
İs
lâm’ı da vahyi de peygamberi de
reddetmeye çalışıyorlar. Rabbimiz onların bu sapık mantıklarını reddetmek üzere
buyurur ki eğer Allah dilemiş olsaydı hepsini tek bir ümmet yapardı. Yâni
hepsini zoraki mü'min yapardı. Lâkin Allah öyle murad etmemiş. İnsanlara irade ver-miş ve bu iradelerini İslâm’dan yana, imandan yana
kullananları rahmetine ulaştırmış aksini yapanları da dostsuz ve velîsiz
bırakmış. İşte bu âyetiyle Rabbimiz bu hususu anlatır.
Allah’ın sözü yerine gelinceye kadar,
yaptıkları işler sebebiyle inkâr edenlere bir belânın dokunması veya evlerinin
yakınına inmesi devam eder durur. Allah verdiği sözden şüphesiz caymaz. Evet
kâfirlere yaptıklarından ötürü, işledikleri suçlardan ötürü kendilerine bir
Kaaria, bir belâ, kapılarını çalan,
akıllarını başlardan alan, kulakları sağır eden bir azap, bir belâ gelecektir.
Yaptıkları kâfirlikleri, zalimlikleri yanlarına kar kalmayacaktır. Evlerinin,
barklarının yakınlarına bir belâ, bir musîbet gelecektir.
Zaten şu anda kâfirlerin
evlerinin içinde, hayatlarında cehennemi yaşıyorlar. Allah yaşadıkları bu pis
hayatla kendilerine sürekli muhtıralar gönderiyor. Sürekli uyarılar gönderiyor,
ama alçaklar bu uyarıları farklı algılıyorlar, ibret alıp akıllarını başlarına
almıyorlar.
Allah da bu muhtıralarından ders
almadıkları zaman tüm dünya nimetlerini, tüm dünya zenginliklerini önlerine
açıveriyor ve hızla kendilerine vaîd ettiği cehenneme
yuvarlanmalarına imkân hazırlıyor. Çünkü Allah vaadinden asla
dönmeyendir.
32. “Andolsun
ki, senden önce de nice peygamberler alaya alınmıştı. İnkâr edenleri önce
erteledim, sonra cezalarını verdim. Cezalandırmam
nasıldı?”
Rabbimiz bu âyetiyle Resul-i Ekrem
efendimizi ve Onun yolunun yolcuları olan bizleri teselli ediyor. Peygamberim bu
adamların sana dedikleri, senden istedikleri yeni bir şey değildir. İlk defa
olan ve sadece senden istenen bir şey değildir bunlar. Senden öncekilerle de
aynı şekilde alay edilmiş, istihza edilmiş, onlara da aynı şeyler söylenmiş,
onlardan da aynı şeyler istenmiştir.
Öyleyse şu anda bizler de
birilerine Allah’ın dinini götürürken onlar bizi alaya alıyorlar, istihza etmeye
kalkışıyorlarsa üzülmeyeceğiz. Çünkü yeryüzünde vahiyle desteklenen Allah’ın en
gözde kullarına bile bunlar yapılmışsa bize haydi haydi yapılacaktır. Moralimizi bozmayacağız, görevimize
devam edeceğiz. Unutmayasınız ki ben onlara mühlet veririm, belki dönerler, adam
olurlar diye, sonra da onları azabımla yakalayıp muaheze ediverdim. Onların
paylarını veriverdim. Benim elçilerimi alaya alanlar sonunda hak ettikleri
cezayı bulmuşlardır.
Tabi bu âyet bir yandan Rasûlullah efendimizi teselli ederken, öbür taraftan da onu
yalanlamaya çalışanlar için de çok ciddi bir tehdit unsuru oluşturuyordu. Sizler
ey peygamber düşmanları! Seleflerinizin başına gelenleri sizler de bekleyin!
Onların âkıbetlerine hazır olun! diyordu Rabbimiz.
Rabbimizin tarih içinde
gerçekleştirdiği helâk yasasını çok iyi anlamak, bundan ders almak ve çevremize
de bu âyetleri duyurmak, anlatmak, insanları bu âyetlerle uyarmak zorundayız.
Önce Kur’an sayfaları arasında, sonra da geçmişin
sahnesi olan yeryüzünde gezip dolaşarak, geçmişlerin sergüzeşti hayatlarıyla
karşı karşıya gelecek ve böylece geçmişi tanıma imkânını elde etmiş olacağız.
Bunu elde edince de geçmişi yargılama, geçmişten ibret çıkarabilme imkânını da
elde etmiş olacağız. Yâni geçmiştekiler niçin helâk olmuşlar? Bunlar ne
yapmışlar? Nasıl davranmışlar da helâk olmuşlar? Nasıl bir helâk yasası
gerçekleşmiş? Bunu bilecek, bundan ibret alacak ve böylece biz de onların
düştükleri hataya düşmemeye çalışacağız.
Ey peygamberim! Ve ey peygamber yolunun
yolcuları! Geç-mişte hakkı yalanlayanların, dinin
aleyhinde kıyam edenlerin âkıbeti ne oldu? Eyke’nin,
Ashab-ı Uhdud’un, Ashab-ı Hûd’un, kavm-i Lût’-un, Sodam Gomerin hali nice oldu? Bizans’ın Romanın hali ne oldu?
Onlar hakkı yalanlamışlar, dini reddetmişler, peygamberleri alaya almışlar,
Allah’ı bırakıp kendileri rubûbiyet ve ulûhiyet iddiasında bulunmuşlar. Ya Rabbi her ne kadar da sen eğitiminiz şöyle olsun demişsen
de, hukukunuz böyle olsun, ekonominiz şöyle olsun, ticaretiniz, aile hayatınız,
sosyal düzeniniz, siyasal yapılanmanız şöyle olsun diyorsan da biz böyle de
yaparız, diyenlerin âkıbetleri ne oldu? bir görün diyor Rabbimiz.
Allah’ın dediklerini demedi
diyerek, ya da Allah öyle demediği halde, Allah öyle
buyurmadığı halde; Allah öyle dedi diyerek yalan söyleyenler. Allah dünyayı
yarattı ve işi bitti diyerek, yâni artık Allah hayata karışmıyor, Allah hayata
karışmaz diyerek yalan söyleyenler. Allah vahiy göndermez, Allah kitap
göndererek, aramızdan elçiler se-çip görevlendirerek bize arzu ve isteklerini bize bildirmez
diyerek yalan söyleyenler. Allah dünyanın idaresini bize bıraktı diyerek yalan
söyleyenler. İnsanlık için en ideal sistem insanların tespit ettikleri
sistemdir, Allah sistem konusunda bilgisizdir, Allah bu konuları bilmez diyerek
yalan söyleyenler. Tüm bu yalancıların âkıbetleri nasıl olmuş bir bakın diyor
Rabbimiz. Yeryüzü bunların enkazlarıyla doludur.
33. “Herkesin yaptığını gözeten Allah,
bunu yapamayan putlarla bir olur mu? Onlar Allah'a ortak koştular; ey Muhammed,
de ki: "Onlara bir ad bulun bakalım; yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi Allah'a
haber veriyorsunuz? Yoksa kuru sözlere mi aldanıyorsunuz? Fakat inkâr edenlere,
kurdukları düzenler güzel gösterildi ve doğru yoldan alıkonuldular. Zaten
Allah'ın saptırdığına yol gösteren bulunmaz.”
Evet tüm nefislere, tüm
nefislerde olanlara, tüm kalplerde olanlara, nefislerin tüm yaptıklarına, tüm
kullarına Habîr olan, haberdar olan, herkese ve her
şeye egemen olan Allah’a karşı tuttular da bu özelliklere sahip olmayan bir
kısım varlıkları ortak koştular. Allah sıfatlarını bir kısım âciz varlıklara
vererek Allah’ın hâkimiyetine, Allah’ın egemenliğine ortaklar buldular. Allah’ın
yetkilerine ortak bir kısım varlıklar tanıyarak onlara da kulluk etmeye, onları
da hayatlarında söz sahibi kabul edip onların yasalarını da uygulamaya
çalışıyorlar. Bir kısım putları, bir kısım tâğutları
Allah’ın rubûbiyetine ve ulûhiyetine ortak etmeye çalışıyorlar.
Halbuki Allah’a ortak yapmaya
çalıştıkları varlıkların hiçbir güçleri ve kuvvetleri yoktur. Onlara de ki
peygamberim, haydi bu tanrılarınızı isimlendirin bakalım. Tanımlayın bakalım
onları. Nedir bunlar söyleyin. Sizin aklınızın, sizin atalarınızın akıllarının
ortaya koyduğu, kendinizin uydurduğu, kendi eseriniz olan, sizin ve atalarınızın
hevâ ve heveslerinden kaynaklanan bir takım
düşüncelerin, bir takım sistemlerin, bir takım yasaların, bir takım putların
arkasına saklanarak, onlara dayanarak Allah’ı diskalifiye etmek mi istiyorsunuz?
Yâni sizin eseriniz olan, insan aklının eseri olan bu putlar ne böyle? Siz
kendiniz dikmediniz mi bu putları? Siz koymadınız mı bu yasaları? Siz kendiniz
koymadınız mı bu kanunları? Allah’ın sisteminin karşısında şu savunduğunuz, şu
tutunduğunuz demokrasiyi kendiniz icad etmediniz mi?
Ona tutunarak Allah sistemini dışlamaya mı çalışıyorsunuz? İnsanları bu kendi
diktiğiniz puta imana mı çağırıyorsunuz? Onun kesin hak olduğunu kabullenip
tartışmasını bile yasaklamaya mı çalışıyorsunuz? En güzel sistem budur, en ideal
hayat tarzı budur, bunun dışında insanları mutlu edecek sistem yoktur diye ona
dayanarak Allah sistemini reddetmek mi
istiyorsunuz? Üstelik:
Yoksa sizler Allah’ın bilmediğini ona
haber vermeye mi çalışıyorsunuz? Bu konuda Allah size bir delil de
indirmemiştir. Kendi akıllarınızdan kendi hevâ ve
heveslerinizden kaynaklanan bu demokrasinin hak olduğuna dair Allah’tan bir
delil de yok, bir âyet de yoktur. Ve yıllardır bu sistemi uygulayan ülkelerin
durumları da belli. Ahlâklarıyla sosyal yapılarıyla, gençlikleriyle,
sömürülüleriyle, intiharlarıyla kanları ve göz yaşlarıyla herkesin gözü
önündedir. İçkileriyle, kumarlarıyla, eroinleriyle, homoseksüelleriyle,
buhranları ve bunalımlarıyla insanların gözleri önündedir. İnsanların varmak
istedikleri nokta bu mudur sizce?
Evet insanlar kendi kafalarından, kendi
hevâ ve heveslerinden bir şeyler üretiyorlar ve onlara
tutunarak Allah’ı diskalifiye etmeye. Diktikleri bu putlara dokunulmazlıklar
izafe ederek, onların kesin doğru olduklarını kabul ederek onların
tartışılmasına bile izin vermiyorlar. Meselâ laiklik dedikleri şeyin öyle bir
reklamını yapıyorlar ki, demokrasi dedikleri puta öyle bir dokunulmazlık
veriyorlar ki, neredeyse onların kesin bâtıl olduklarını bilen insanlar bile
onlara dokunmaktan korkuyorlar.
Evet kendi elleriyle diktikleri putlara
sarılarak bunlar Allah’ın-kinden daha üstün, bunlar Allah yasalarından daha
doğrudur demeye çalışıyorlar. Meselâ kanun çıkarıyorlar, kendileri yasa
yapıyorlar ve Allah’ın arzuları bu yasalarla çatıştığı zaman da eh ne yapalım
yasalar böyle diyorlar. Ne yapalım yasalar izin vermiyor diyorlar. Peki kim
yaptı bu yasaları? Kim dikti bu putları? Allah yasalarına göre örtünmek isteyen
kızların karşısına kendi yasalarını çıkarıyorlar, ne yapalım yasalar engel
diyorlar.
Eskiden müşrik Araplar helvadan
put yapıyorlar, bir süre tapınıyorlar sonra acıkınca da onu yiyiveriyorlardı.
Şimdi de aynen öyledir. Yasa yapıyorlar, bir süre o yasalara saygı duyup
uyguluyorlar onları, ama daha sonra işlerine gelmeyince de o yasaları
yiyiveriyorlar. Hani şimdi şu anda on sene önceki yasalar var mı? Nerede onlar?
Halbuki o günlerde o yasalar yüzünden ne canlar yakmışlardı değil mi? Ama aradan
bir kaç sene geçince kendi yasalarını, kendi putlarını kendileri
yiyorlar.
Bütün bu yaptıklarınız sadece isimden
ibarettir diyor Rabbi-miz. Sadece isim ve altında da
hiçbir şey yoktur. Meselâ adâlet di-yorlar ama
adâletin a sına bile rastlamak mümkün değil. Hürriyet di-yorlar, eşitlik diyorlar yasalar diyorlar, demokrasi
diyorlar, laiklik di-yorlar, din ve vicdan özgürlüğü
diyorlar ama başörtülülere kan ağlatıyorlar. İnsan hakları diyorlar, adâlet
konseyi diyorlar, güvenlik konseyi diyorlar ama sadece isimden ibaret, altında
bu isme lâyık hiçbir şey yok. Tüm dünyaya korkudan başka zulümden başka hiçbir
şey yay-mıyorlar. Sadece isimden ibarettir bunların
yaptıkları şeyler altını kazıdığınız zaman hiçbir şey çıkmaz diyor Allah.
İsimlendiremezler, tanımlayamazlar, doğru dürüst tarifini bile yapamazlar
bunların.
Allah yeryüzünde böyle birilerine
kendi yetkilerini vermediği halde, illa da verdin ya
Rabbi, ama galiba sen bunu unuttun diye O’na unuttuğu bir şeyi mi hatırlatmaya
çalışıyorsunuz? Allah’a akıl vermeye, O’na yol göstermeye, O’nu şartlandırmaya
mı çalışıyorsunuz? Yoksa hiçbir mânâ ifade etmeyen zâhiri bir şeyler söyleyerek
saç-malıyor musunuz? Laf olsun diye mi konuşuyorsunuz?
Hayır hayır
bunların hiçbir gerçek yönü yoktur. Sadece bu kâfirlere, müslümanlara karşı tuzaklar kurmaları, hem kendilerini hem
de mü’minleri aldatıp saptırmaları onlara güzel
gösterilmiş, süslü gösterilmiştir. İşte bütün sebep budur diyor Rabbimiz. Bu
İslâm düşmanı kâfirler bir ömür boyu Allah’a, İslâm’a ve müslümanlara tuzak kurmaya ayarlanmışlardır. Tüm işleri, tüm
hayatları ve hedefleri budur. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırıp kendi
cehennemlerine sürüklemek tek hedefleridir bunların. Kurdukları eğitim
sistemlerinin temel hedefi budur. Geliştirdikleri kitle iletişim araçlarının
temel hedefi budur. Kurdukları sistemlerin temel hedefi budur. Kendileri adam
olup müslü-manların
gittikleri cennete gidecek yerde illa da onları cehenneme ka-zandırmak için çırpınırlar.
Çünkü şeytan yaptıklarını onlara
güzel göstermektedir, süslü göstermektedir. Yaptıkları bu kirli işlerin
mantığını da buluveriyor şeytan. Öyle değil mi? Adam ineğe tapınıyor. Peki var
mı bunun bir mantığı? Bize göre yok ama gidin bir de Hintliye sorun siz onu. O
da elbette kendisine göre bir mantık geliştirmiştir.
Öyleyse:
Allah kimi saptırmışsa artık onu
hidâyet edecek yoktur. Kim kendi hür iradesiyle, kendi seçimiyle sapıklığı
tercih etmiş ve Allah da onun bu tercihini onaylamışsa artık hiç kimse ona engel
olamaz. Hiç kimse onu doğru yola getiremez. Allah’ın göstermediğine kim
gösterebilir? O’nun duyurmadığına kim duyurabilir? Peygamber de dahil olmak
üzere Allah’ın hidâyet etmediklerine hiç kimse hidâyet ede-mez. Kendi hür iradeleriyle hid3ayeti tercih etmiş, Allah’ın
da onun bu tercihini onayladığı kimseyi de hidâyetten koparacak yoktur. Peki ne varmış onlar için? Dalâleti tercih
edenler için:
34. “Onlara, dünya hayatında azab vardır, âhiret azabı ise daha
çetindir. Allah'a karşı onları bir koruyan da
yoktur.”
Evet onlar için bu dünya
hayatında mutlaka bir azap, bir sıkıntı bir huzursuzluk vardır. Çünkü onlar bu
dünya hayatında fıtrata uygun bir hayatın içinde olmadıkları için, kendilerini
yaratan Rab’lerinin kendilerine tahsis buyurduğu hayat programının dışında bir
hayat yaşadıkları için dünyada asla huzur ve sükun bulamayacaklardır.
Yaşadıkları hayatta devamlı bir stres, devamlı bir bunalım içinde yaşayacaklar.
Gerçekten de bakıyoruz adamların hayatında huzur diye bir şey yoktur. Dünya
azabının çeşitlerinden birisidir bu. Her türlü dünya zenginliğine, her türlü
mal-mülk zenginliğine rağmen yine de adamların yüzleri gülmüyor. Neden? Çünkü bu
adamların Allah’ın koyduğu fıtrata ters düşüyorlar. Fıtratı bilen, fıtratı
yaratan Allah’ın fıtrî yasalarına göre bir hayat yaşamıyorlar. Dinden habersiz
bir hayat yaşıyorlar da ondan.
Bu din fıtrata uygun bir dindir.
İslâm’ı yaşamak çok kolaydır. Allah’ın istediği hayatı yaşamak çok kolaydır.
Çünkü İslâm fıtrat dinidir. Bu yol fıtratın sahibinin yoludur. Bu din fıtratı
bilenin dinidir. Eğer bir vida bir yer için yapılmışsa oraya kolayca zorlamadan
girer. Ama vida o deliğe göre değilse, altından da olsa, gümüşten de olsa
zorlanacaktır değil mi? Tıpkı şu anda fıtrata uygun olmayan, fıtratı bilmeyen
beşer yapımı sistemlere uymaya zorlanan insanların zorlandıkları gibi.
İşte kâfirlerin hayatında böyle
bir zorlanma, böyle bir sıkıntı ve huzursuzluk olacaktır. Dünyaları böyledir bu
adamların ama iş sadece bununla kalsa neyse ama, âhirette daha büyük bir azap onları beklemektedir. Âhiretteki azap bundan çok saha büyük ve dayanılmazdır.
Öyleyse ey müslümanlar, bu gelin bu fıtrat dinine, bu kolaya biz de
talip olalım. Emin olun en kolayı İslâm’ın dediğidir. Evet İslâm en kolayıdır.
Allah’ın istediği hayat en kolay hayattır.
35. “Allah'a karşı gelmekten
sakınanlara vaat edilen cennetin altından ırmaklar akar; oranın yiyecekleri ve
gölgeleri devamlıdır. Bu, sakınanların elde edeceği sonuçtur. İnkârcıların
varacağı sonuç ise ateştir.”
Evet kâfirlerin dünya ve Ukba hayatları anlatıldıktan sonra şimdi de muttakilerin
âkıbetleri ortaya konuyor. Muttakiler, hayatlarını Allah için yaşayanlar,
Allah’ın velâyeti altına girip, iradelerini O’na teslim edip hayatlarını O’nun
yasalarıyla düzenleyenlere Rab’leri tarafından vaat edilen cennetin
misa li aynen şöyledir: O cennetin
zemininden ırmaklar akar durur. Bal ırmakları, süt ırmakları, su ve şarap
ırmakları akar durur. Ve o cennetin yiyecekleri, meyve ve sebzeleri, gölgeleri
devamlıdır.
Cennette muttakiler için Rabbimizin
hazırladığı meyveler daimidir. Hep taze ve de devşirilmeye, yenmeye hazırdır. Yâni yenileceği şeyler daha
çiçekte değil, çağlada değil, koruk, ya da solgun
değil, çürük değil... Dünyadaki meyvelere benzemez onlar. Bir meyve yendi mi
yerine hemen bir meyve daha bitiriyor Rabbimiz. Yok, yok orada. Yaz geldi yaz
meyvesi, kış geldi yaz meyvesi bitti, kış meyvesi bulabilirsiniz yoktur orada.
Orada her tür meyve hazırdır.
Tabi hep bildiğimiz şeyler
değildir orada bize ikram edilecek olanlar. Hiç bilmediğimiz, görmediğimiz,
tatmadığımız şeyler de ikram edilecektir.
İşte muttakilerin, hayatlarını Allah
için yaşayanların, yollarını Allah’a sorarak bulanların âkıbetleri, neticeleri
de budur. Kitapla beraber olan, kitabı okuyan, kitabı anlamaya çalışan ve
hayatlarını kitaba göre yaşayanların sonuçları da budur.
Bizi, bizden çok düşünen, bize, bizden
çok merhametli olan Rabbimiz biz kulları cennete özensinler diye, cennete
imrensinler de Onu hedef bilip, Onun için sa’y
etsinler diye burada ve kitabının değişik yerlerinde sürekli cennetini
tanıtmaktadır. Hani mallarının satılmasını isteyen, insanların ilgilerini çekmek
isteyen nice tüccarlar nice reklam araçlarıyla, nice mübalağalı yollar ve
yöntemlerle mallarını insanların taleplerine arz ederler ya, Allah da kitabında cennetini bizim talebimize sunuyor.
Lâkin Allah’ın kitabında anlattığı cennetin öyle mübalağası filan yoktur. O
cennet gözlerin görmediği, kulakların duy-madığı ve
hiçbir insan kalbinin ihata edemeyeceği güzellikte bir cennettir. Öyleyse biz de
cenneti sürekli zihnimizde canlı tutacağız. Sürekli cennet için say edeceğiz,
yarışacağız.
“Cennet, cennet
dedikleri
Üç beş ğılman, üç
beş Huri,
İsteyenlere ver sen anı,
Bana seni gerek
seni”
Zırvalarına aldanmayacağız. Çünkü
Allah cennette görülecektir, cehennemde, başka bir yerde değil. Onun için
Allah’ı isteyen, Allah’ı görmek isteyen de cenneti istemelidir. cenneti de
cehennemi de basite indirgemeye kimsenin hakkı yoktur.
36. “Kendilerine kitap verdiklerimiz,
ey Muham-med, sana
indirilenden memnun olurlar. Karşı gruplar içinde ise, onun bir kısmını inkâr
edenler vardır. De ki: “ Ben ancak Allah'a kulluk etmekle ve O'na asla ortak
koşmamakla emrolundum. Hepinizi ancak O'na çağırıyorum
ve dönüşüm Onadır.”
Hani önceki âyetlerinde Rabbimiz
onlar zikirle, kitapla mutmain olurlar, kalpleri Allah’ın kitabıyla doyuma
ulaşır buyurmuştu ya, işte burada da aynısı
anlatılıyor. Ey peygamberim, o kendilerine kitap verdiğimiz ehl-i kitap sana indirdiğimiz bu kitapla sevinip övünürler.
Onlar, Allah tarafından kitap gönderilen, kendilerini bir kitaba izafe eden,
benim de bir kitabım var, ben de kitap sahibiyim diyen müslü-man, Yahudi, Hıristiyan
herkestir.
Yâni bu ehl-i kitap kavramından sadece Yahudi ve Hıristiyanları
anlamayacağız. Bizler de ehl-i kitabız. Çünkü
biliyoruz ki bizden önceki iki kitap ehli toplum, Yahudi ve Hıristiyanlar
Allah’ın kendilerine gönderdiği kitaplarını bozup tahrif ettiler. Kitaplarının
işini bitirip kendi hevâ ve heveslerine tabi oldular.
Kuranda Rabbimiz ısrarla bize onları anlatarak onların durumuna düşmememiz
konusunda bizi uyardığı halde maalesef şu anda müslümanlar da kitaplarına karşı aynen onlar gibi
davranmaktadırlar. Tıpkı onlar gibi bugün müslümanlar
kitaplarıyla bağlarını koparmışlar, kitaplarına karşı ilgisiz kalmışlar,
kitaplarını arkalarına atıp kendi hevâ ve heveslerine
tabi olmuşlardır.
Tıpkı onlar gibi bugün müslümanlar da kitaplarından habersiz bir hayat
yaşamaktadırlar. Müslümanlar da şu anda kitaplarını oku-muyorlar, kitaplarını tanımıyorlar. Kitap kaynaklı bir hayat
yaşamı-yorlar, hayatlarını kitaplarıyla
düzenlemiyorlar. Okumadan, anlamadan sahiplendikleri, bağırlarına basıp
kendilerini izafe ettikleri kitapları başka, hayatlarını düzenledikleri
kitapları farklıdır. Bu açıdan ken-dilerine kitap
verildiği halde bu kitabı tanımayan kitap ehli olan Ya-hudi ve Hıristiyanlarla müslümanların bir farkı kalmamıştır. Kitaplarını tahrif
edip, onun âyetlerini kendi hevâ ve heveslerine göre
yorum-layan önceki ehl-i
kitapla şu anda kendi yaşadıkları hayatlarına göre, kendi düşüncelerine göre
kitaplarını yorumlayarak, kitaba uyacakları yerde kitabı kendilerine uydurmaya
çalışan müslümanların hiçbir farkları kalmamıştır.
Elbette kitabı tanımayanların bu
kitapla sevinip övünmeleri mümkün olmayacaktır. Burada anlatılanlar kitaplarını
okuyan, kitaplarını tanıyan, kitapla yol bulan, hayatlarını kitaba göre
düzenleyen mü’minlerdir. İşte bu kitabı kabullenip
kulluk için ona muhtaç olduklarının bilincine erenler, onsuz Sırat-ı Müstakîmi
bulamayacaklarını, onsuz cennete ulaşamayacaklarının şuurunda olanlar bu kitapla
sevinip coşarlar, içleri bu kitapla huzur bulur, kalpleri bu kitapla yatışır.
Çünkü bir müslüman için bu kitap dünya ve
içindekilerin tamamından daha hayırlıdır.
Evet gerçek mü’minler bu kitapla huzura kavuşup, bu kitabın değerini
anlayıp, onu ellerinden, dillerinden, kalplerinden, zihinlerinden, gözlerinden,
kulaklarından düşürmezlerken, kimileri de bu kitabın bir kısmını örterler.
Kitabın işlerine gelen bir bölümünü kabullenirler, ama işlerine gelmeyen bir
kısmını örtüp, örtbas edip gündeme getirmezler. Bakıyoruz şu anda müslüman cemaatler aynı şeyleri yapıyorlar. Her bir grup
Kitabın bir kısmını, bir bölümünü gündemlerine alıp, bir kısmını örtmeye çalışıyor.
Veya şu anda müslüman olduklarını söyleyen kimi demokrat ve laiklerin
kitabın bir kısmının mü'mini bir kısmının da kâfiri
olduklarını görüyoruz. Kimi müslümanların da kitabın
tehlike boyutuna varmayan bir kısmını gündeme getirip, onları eyleme dönüştürme
çabası içine girerlerken, düzenle çatıştığı için tehlike boyutunda olan bir
kısmını görmezlikten gelmeye çalıştıklarını görüyoruz. Allah korusun bugün bu
konu hemen hemen bütün müslümanların umumî belâsı haline gelmiştir. Bakıyoruz
toplumda, salonlarda, mescitlerde, kürsülerde bir bölüm âyetler gün yüzüne
çıkarılırken, bir kısım âyetler de kenara çekilmeye çalışılıyor. Bir kısım
âyetler hep gündemde tutulmaya çalışılırken, kimi âyetler duyulmasın diye âdeta
ağıza bile alınmamaya
çalışılıyor.
Veya bakıyoruz müslümanlardan kimileri sadece zikir, fikir, tesbih, gece namazı âyetlerini gündeme getirirken öteki
âyetleri sanki görmezden geliyorlar. Tamam bunlar da var Kur’an’da, bunlar da bilinmeli, bunlar da anlaşılmalı, ama
ötekiler niye hiç ağıza alınmıyor? Bakıyoruz bir başka
müslüman grup da işte vatan, devlet, nizam, intizam,
Allah’ın indirdiği âyetlerle hükmeden hükmetmeyen filan, sadece o âyetleri
gündeme getirmeye çalışıyorlar. Bir başka grup müs-lüman da kıssa ile başlıyor,
kıssa ile bitiriyor. Sanki Kur’an’da başka âyet yokmuş
gibi sadece bunları gündeme getiriyor.
Allah diyor ki; onlardan kimileri
kitabın bir kısmına inanır da bir kısmını inkâr ederler. Kitaba karşı böyle
davranmanın sonucunun Rabbimizin Kur’an’ın değişik
yerlerinde anlattığına göre dünyada rezillik, rüsvalık, horluk, hakirlik,
kölelik ve Allah’ın lânetine hak kazanmadır. Öncekiler bunu tattılar zaten
dünyada da, şu anda da müslümanlar tadıyorlar bu
horluğu, bu alçaklığı iliklerine kadar. Kitabı parçalayıp onun bir kısmını kabul
edip bir kısmını reddeden, işlerine ge-lenleri kabul edip, işlerine gelmeyenleri reddeden
kimselerin cezası çok çetindir dünyada.
Bakaradakileri kabul, ama Âl-i
İmrân’dakilere hayır diyenler, Kur’an’ın namazını kabul ama, hukukunu reddederiz diyenlere,
Kur’-andaki ibadet âyetlerine evet, ama aynı Kur’an’ın
ekonomik düzenlemelerine hayır diyenler, Kur’an’ın
orucunu kabul, ama kitabın siyasal bakış açısına hayır diyenler, kitabın sosyal
yapılanmalarına hayır diyenler, kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını
reddetmeye çalışanlara, kitabın tamamına iman etmeyenlere yeryüzünün en büyük
belâları ve Allah’ın lâneti gelecektir. Çünkü bu suç suçların en büyüğüdür.
Böyle kitaplarını parçalayanlara, hayatlarını parçalayıp bir bölümünü Allah
kaynaklı, kitap kaynaklı öteki bölümlerini de başka kitaplar, başka tâğutlar kaynaklı yaşayanlara de ki
peygamberim:
Sizler ne yaparsanız, nasıl
düşünürseniz düşünün, ne suç işlerseniz işleyin. Benim sizinle ve
yaptıklarınızla bir ilgim alâkam yoktur. Bana gelince, ben sadece Allah’a kulluk
etmekle, hayatımı parçalamadan her bir bölümünü sadece Onun yasalarına göre
düzen-liyorum. Ben sadece Allah’a kulluk etmek ve
kesinlikle Ona hiçbir şeyi ortak koşmamakla, Allah’a hiç kimseyi şirk koşmamakla
emrolun-dum.
Eğer sizler hem müslüman olduğunuzu iddia ediyor, hem Allah’a hem de
başkalarına kulluk etmeye çalışıyorsanız, hem Allah’ı hem de başkalarını
dinliyorsanız, hayatı parçalıyor ve bir bölümünü Allah kaynaklı, bir bölümünü de
başkaları kaynaklı yaşamaya çalışı-yorsanız, kitabın işinize gelen âyetlerini
kabul ediyor, işinize gelme-yenleri reddetmeye kalkışıyor, reddettiğiniz
bölümleri tâğutların yasalarına göre düzenlemeye
çalışıyorsanız o zaman bilesiniz ki ben sizin Allah’tan başka taptıklarınızın
hiçbirisine tapmam.
Sizin tüm küfür
anlayışlarınızdan, şirk anlayışlarınızdan uzağım. Ben sizin kendi hevâ ve heveslerinizden kaynaklanan fikirlerinizden,
felsefelerinizden, sizin tüm hayat anlayışlarınızdan beriyim. Ben ancak Allah’a kulluk ederim. Ben sadece Allah’a
teslim olmakla em-rolundum. Sadece Allah’a iman
edenlerden olmakla, hayatımın her bir anında sadece Allah’a teslim olanlardan
olmakla emrolun-dum. Sizin
gibi hayatın bazı alanlarında Allah’a söz hakkı verip, öteki alanlarında başka
İlâhlara, başka Rab’lere kulluk etmemekle, hayatı parçalamamakla, hayatın
tümünde Onun yasalarını uygulamakla emro-lundum. Çünkü sizin bu yaptıklarınız şirktir.
37. “Böylece Biz Kur’an’ı Arapça bir hüküm ve hik-met olarak indirdik. Sana ilim geldikten sonra onların
heveslerine uyarsan, andolsun ki, Allah katında sana
bir dost ve seni koruyan çıkmaz.”
Evet bu âyetinde de Rabbimiz
buyuruyor ki sana bu kitabı Arapça bir hüküm olarak indirdik. Kur’an’ın başka âyetlerinde de kitabın Arapça olarak
indirilişinin hikmeti anlatılırken anlayasın diye bu-yurulmaktadır. Kitabın âyetlerini, kitabın hükümlerini
anlayasınız ve niye bize, bizim anlayacağımız bir dilde indirilmedi demeyesiniz
diye böyle yaptık buyurulmaktadır. Arkasından da hem
peygamberimize, hem de onun şahsında hepimize müthiş bir tehdit
geliyor:
Ey peygamberim, sana ilim geldikten
sonra, sana kitap geldikten sonra, sana kesin vahiy bilgisi ulaştıktan sonra,
vahiy bilgisine muttali olduktan, kitabı tanıdıktan sonra, bu vahyi, bu Allah
bilgisini bir kenara bırakır da eğer vahiyden mahrum insanların hevâ ve heveslerine uyarsan, onların istedikleri gibi
hareket etmeye kalkışırsan bilesin ki Allah katında dostun da yoktur, yardımcın
da. Benim dostluğum ve yardımım bittiği gibi, bana karşı sana seni koruyacak bir
dost bir yardımcı da bulamazsın.
Bu âyetten anlıyoruz ki ilim Kur’andır, ilim vahiydir. Çünkü bakın Allah diyor ki sana
ilim geldikten sonra. Peki ne geldi peygamberimize Allah’tan? Kitap geldi, vahiy
geldi. Öyleyse ilim peygamberimize gelen vahiydir. Onun içindir ki vahyin
dışındaki bilgilere ilim den-mez, onlar zandan
ibarettir. Eğer sen sana gelen bu vahyi bırakır da onların ilme dayanmayan,
vahiyden kaynaklanmayan hevâ ve heveslerine uyacak
olursan artık dostun da yoktur yardımcın da. Gerçekten çok müthiş bir tehdit.
Allah’ın velâyetini, Allah’ın dostluğunu kaybettikten sonra artık peygamber ve
onun yolunun yolcuları olan biz mü'-minler için
dünyada ne rahat yüzü, ne saadet, ne bereket, ne de âhi-rette cennet ve devlet
olması mümkün değildir.
Evet eğer Allah’tan gelen bu kitaba
uymayı bırakır da, hayatını bu kitabın yasalarıyla düzenlemekten vazgeçer de
onların isteklerine, arzularına uyarsan, sevgilerine nefretlerine düşüncelerine,
sosyal sistemlerine, ekonomi anlayışlarına, eğitimlerine, ceza kanunlarına,
âhi-ret görüşlerine, yahut ahlâk siyaset anlayışlarına, kılık kıyafet
anlayışlarına, düğünlerine, bayramlarına, kazanma ve harcama anlayışlarına, her
şeylerine uyarsan artık senin için Allah’tan ne bir dostun vardır, ne de bir
yardımcın. Allah desteğini kaybetmiş birisinin hayatının ne hale geleceğini
varın siz düşünün.
Öyle olmamış mı diyesim geliyor. Bizim şu andaki durumumuz bunu göstermiyor
mu? Yıllardır bizler vahyi bıraktık, Allah’tan gelen ilme sırt çevirdik ve bu
kâfirlerin hevâ ve heveslerine uyduk. Ey Yahudi ve
Hıristiyanlar! Ey bizim efendilerimiz! Ey bizim hocalarımız! Bak biz de sizin
gibi olduk! Sizin gibi giyiniyor, sizin gibi soyunuyoruz! Eskiden tepeden
tırnağa giyinirdik, ama şimdi bak sizin hatırınıza kılık kıyafetimizi
değiştirdik! Sizin yazınızı kullanıyor, sizin eğitiminize sahip çıkıyoruz! Sizin
kanunlarınızı, sizin tatillerinizi, sizin takvimlerinizi kullanıyoruz! Sizin
hatırınıza NATO’ya girdik! Birleşmiş Milletlere üye olduk! A.T.E’ la
nikâhlandık, İ.M.F’ ile nişanlandık, bugüne kadar bir dediğinizi iki etmedik!
diye yıllardır kapılarında yalvarıp yakardığımız halde yine de kendimizi
sevdiremedik. Ama beri tarafta Allah’ın yardımı kesildiği için de gittikçe
batağa battık ve bir türlü belimizi doğrultamadık. Elbette öyle olacaktık. Ne
diyor bakın Allah:
Eğer sizler Rabb’inizden size gelen vahyi bir kenara bırakır da onların
hevâ ve heveslerine uyarsanız dostunuz ve yardımcınız
olarak yokum diyor Allah. Üzerlerinden Allah’ın desteğini çektiği bir toplumun
âkıbeti budur işte.
Ya Allah’tan
gelen ilme tabi oluruz, ya bu kitaba evet deriz, ya bu kitapla birlikte oluruz, gerek kendi hevâ ve heveslerimize, gerekse bu kâfirlerin hevâ ve heveslerine tabi olmaktan vazgeçeriz o zaman
dostumuz ve yardımcımız Allah olur. Ya da bu kitabı
bıraktıktan sonra yeryüzünün tüm kâfirleriyle beraber olsak da cehenneme kadar
yolumuz var demektir. O zaman hiç kimse de bizi bu cehennemden kurtaramaz. Zaten
kâfirlerin bütün derdi bizi kendi cehennemlerine ortak etmek. Müslümanlar var
oldukları ve İslâm’ı yaşadıkları müddetçe bu kâfirlerin aleyhinde delil vardır
ve bu kâfirler bu delili yok etmek, bu kıstası yok etmek ve bizi de cehenneme
sürüklemek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Çünkü bunlar başka
değil sadece hevâ ve heveslerine uymaktadırlar. Yâni
bunlar bu halleriyle din diye sadece hevâ ve
heveslerine uyduklarından, tahrif ve bid'at ehli
olduklarından asla Hakka ve doğruya yanaşmayacaklardır.
38. “Andolsun
ki, senden önce nice peygamberler gönderdik; onlara eşler ve çocuklar verdik.
Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber bir âyet getiremez. Her şeyin süresi
yazılıdır.”
Evet ey peygamberim, andolsun ki senden önce de pek çok peygamberler gönderdik ve
onlara da zürriyetler, hanımlar ve çocuklar kıldık, verdik. Demek ki
peygamberler, peygamberlik böyle olacakmış. Yeryüzünün en büyük makamı,
peygamberlik makamı, peygamberlik müessesesi böyle takdir buyurulmuş. Peygamberlik hanımlarla beraber, hısım
akrabalarla beraber yaşanan bir olgu verilen bir mücâdeledir. Demek ki ben
evlenmeyeyim, benim beni meşgul edecek karım ve çocuklarım olmasın da rahat bir
şekilde Allah’ın dinine hizmet edeyim mantığı yanlıştır. Demek ki başka hiç
kimseye değil kendimi sadece Allah’ın dinine vakf
edeyim mantığı peygamberi bir hayat anlayışına, peygamberi bir mücâdele
yöntemine terstir. Bakın bunun tamamen aksine kendi dinine hizmet için seçtiği
yeryüzünün en kutlu elçilerine bile Rabbimiz hanımlar, oğullar, kızlar,
zürriyetler vermiş.
Allah’ın elçileri toplumlarının yükünü
omuzladıkları gibi bunun yanında hanımlarının ve çocuklarının sorumluluklarını
da yüklenmiş ve bazıları onlarla beraber, bazıları da onlara rağmen başarıyla
mücâdelelerini vermişlerdir. İşte örnek mücadeleler peygamberlerin
mücâdeleleridir. Peygamberlerin dışındakiler kim olurlarsa olsunlar onların
mücâdeleleri kesin örnek değildir. Bu ayetler mü’minleri evlenmeye ve çoluk çocuk sahibi olmaya teşvik
eden âyetlerdir. Yine bu âyetler peygamberlerin bizim gibi birer insan
olduklarını anlatan âyetlerdir.
Her ne kadar Yahudi ve
Hıristiyanlar peygamberlerini tanrılaştırma kavgası vermeye çalışsalar da
Allah’ın elçileri bizim gibi yiyen, içen, evlenen, baba olan, koca olan, hasta
olan, acıkan ve vefat eden insanlardır. Nitekim aynen Yahudi ve Hıristiyan
mantığıyla hareket eden Mekke müşrikleri de peygamberimize böyle itiraz
etmişlerdi. Bu ne biçim peygamber? Bizim gibi yiyip-içiyor, caddelerde yürüyor,
çarşı pazarlarda dolaşıyor. Bizim gibi acıkıyor, susuyor, hasta oluyor,
evleniyor. Biz şimdi bizim gibi bir beşere mi tabi olacağız? Hayır hayır biz böyle bizim gibi bir insana asla tabi olmayız.
Bizim kendisini peygamber bilip tabi olacağımız kimsede olağanüstü bir takım
vasıflar, bizden farklı bir takım özellikler olmalı diyorlardı da Rabbimiz işte
bu ve benzeri âyetleriyle onlara cevap veriyordu.
Onlara geçmiş toplumlara gönderdiği
peygamberlerinden örnekler veriyordu. Sizler ey Mekkeliler, geçmiş peygamberleri
bilmiyor musunuz? Onlar da aynen sizin gibi birer beşer değil miydi? Onların da
hanımları, çocukları, babaları, anaları yok muydu? buyurarak buna onların
akıllarını erdirmek istiyordu. Zaten Kur’an’ın hemen
hemen pek çok yerinde ısrarla peygamberlerin ağzından
bu konu vurgulanır. Tüm peygamberlerin ısrarla toplumlarına söylediği şey şudur:
Dikkat edin ben bir beşerim. Ben sizin gibi bir insanım. Ben sadece size Rabb’imin mesajını getirdim. Bu din benden değil
Allah’tandır. Sakın beni Allah’la karıştırmayın. Sakın Allah’tan istenmesi
gereken şeyleri benden istemeye kalkışmayın diyerek kendilerini putlaştırmaya
çalışan, kendilerini Allah’la karıştıran toplumlarını uyarmışlardır.
Ama maalesef bütün bu uyarılara
rağmen Yahudi ve Hıristiyanların peygamberlerini tanrılaştırmalarına karşılık,
sanki onlara nazire olarak müslümanlardan kimi
zavallılar da Rasûlullah efendimize, Onda olmayan bir
kısın İlâhî sıfatlar yüklemeye kalkıştılar. Meselâ Rasûlullah efendimizden mervî
olmadığı halde: “Levlâke levlâk lema halâktul eflâk” “Habîbim sen
olmasaydın ben bu eflaki yaratmazdım” gibi uydurma sözlerle peygamberi
yüceltmeye çalışıyorlar. Halbuki hem Keşful’hafa’da
hem de Aliyyül Karinin mevzuatında bunun hadis
olmadığı, uydurma olduğu söylenir. Allah’ın Resûlü:
“Kim bana benim
demediğim bir sözü uydurup izafe ederse ateşteki yerini hazırlasın”
Buyurmaktadır. Meselâ yine Kur’an’ın ve sünnetin ifadesine göre Allah’ın Resûlü
topraktan yaratılmış olduğu halde, sadece melekler nûrdan yaratılmış oldukları
halde Onun nûr olduğunu, nûrdan yaratıldığını ve hiçbir şey yaratılmadan önce
Onun yaratıldığını iddia edenlerin durumu da aynen
böyledir.
Ve Allah izin vermedikçe, Allah’ın izni
ve yardımı olmadan peygamber için hiçbir âyet, hiçbir mûcize indirmesi,
getirmesi mümkün değildir. Bir kul ve beşer olarak peygamberin böyle bir gücü ve
yetkisi yoktur. Allah peygamberlerine böyle bir güç
vermemiştir.
Çevresindekiler önceki peygamberlerin
toplumları gibi Ondan da bir kısım âyetler, bir kısım mûcizeler, harikalar
istiyorlardı da Rabbimiz buyurdu ki: Hiç bir peygamber Allah’ın izni olmaksızın
bir mûcize bir harika getiremez. Bunu peygamber değil, ancak Allah yapar. Kaldı
ki Allah’ın bu tür inkârı mümkün olmayan mûcizeler göndermesi de o toplumun
hayrınadır. Onlara merhametinden dolayı Rabbimiz bu tür âyetler
göndermemektedir.
Evet bu âyetiyle Rabbimiz hem
peygamberine, hem de bizlere bu tür kâfirler karşısındaki tavrımızı belirliyor.
Ey peygamberim sen Rabb’inden istenmesi gerekenleri
senden isteyen bu cahillere de ki tüm âyetler Allah’tandır. Sizin gibi bir kul
olan bizler size nasıl bir âyet gösterebileceğiz de? Yâni ey peygamberlerim! Ve
ey müslümanlar! Sizler bu tür cahiller karşısında
kendinizi yormayın, onlara bu tür âyetler getireceğiz de onları ikna edeceğiz
diye. Tüm kâinat âyet kesilse de bunların dertleri o değildir. Bunlar yine de
inanmayacaklar. Siz üzülmeyin! Siz bu konuda kendinizi sorumlu zannetmeyin.
Dilerler iman ederler cennete giderler, dilerler küfrederler cehennemi
boylarlar. Cennet de cehennem de açıktır onlar için. Bir müslümanın onları razı edebilmek için yeni deliller, yeni
âyetler peşinde koşmasına da gerek yoktur. Allah’ın elçileri hiçbir zaman onları memnun edecek bir âyet
getiremediler ki bizler getirsek. Hattâ bakın En’âm
sûresinde Rasûlullah efendimizin şöyle demesi
anlatılır:
"De ki: Sizin acele istediğiniz şey
benim elimde olsaydı, benimle aranızdaki iş bitmiş olurdu." Allah zulmedenleri
en iyi bilendir."
(En’âm
58)
Eğer sizin acele istediğiniz şey benim elimde
olsaydı, bende bir güç ve yetki bulunsaydı çoktan sizin işinizi bitirmiş
olurdum. Burada Rabbimiz risâletle ulûhiyeti ayırıveriyor. Allah
kendisiyle Peygam-berini ayırıyor. Peygamber sizin gibi bir beşerdir, binaenaleyh
Peygamberi Allah makamında görmeye ve Allah’tan istemeniz gereken bir şeyi sakın
peygamberden istemeye kalkışmayın diyor. Rabbimiz Peygamberden bile bir şey
istenmemesi gerektiğini anlatıyor. Sonra da:
Her ecelin bir kitabı vardır. Her
ecelin bir yazgısı vardır. Her ecel için Allah tarafından tespit edilmiş bir
hüküm, bir zaman, bir süre vardır. Veya her bir dönem için o dönem insanlığının
uygulayacağı bir kitap gönderir Allah. Sonra da bu
kitaplardan:
39. “Allah dilediğini siler, dilediğini
bırakır; Ana Kitap O'nun katındadır.”
Evet Allah bu kitaplardan dilediğini
siler, dilediğini bırakır. Yâni Allah bu kitaplardan dilediğini nesih eder,
kaldırır dilediğini de bırakır. Elbette bu son kitapla, ümmü’l kitapla, ana kitapla tüm kitaplar nesih edilip
kaldırılmıştır. Onun aslı da Levh-i Mahfuzdadır, Allah
katındadır. Kıyâmete kadar tüm zamanlar için geçerli olacak kitap
budur.
Allah’a isyan içinde olan, Allah’ı ve
elçilerini reddeden her toplum için önceden takdir edilmiş bir azap yasası
vardır. Allah bunlardan dilediğini mahveder, silip yok eder, dilediğini de
tespit eder. Yâni o toplumlara takdir buyurduğu azabın bir kısmını dilerse o
toplumlar üzerine gönderir, dilediklerini de affedip siliverir. Veya insanlar
iyi kötü ameller işliyorlar ya, işte Allah’ın
melekleri tarafından bu amellerin tamamı kayda geçirilir, ana
bilgisa yara kaydedilir, Levh-i Mahfuza aksettirilir de kul sonra bu işlediklerinden
ötürü tevbe eder, Cenâb-ı
Hak da dilerse onu siler dilerse ceza vermek, hesabını sormak üzere onu tespit
eder.
40. “Ey Muhammed! Onlara vaat ettiğimiz
azabın bir kısmını sana göndersek de, senin canını alsak da, vazifen sadece
tebliğ etmektir. Hesap görmek Bize düşer”
Ey peygamberim! Biz onlara vaat
ettiğimiz azabın bir kısmını dünyada sana gösteririz, yahut da biz seni onların
arasından çekip alırız. Sen bunu hiç düşünmeden, bunun hesabına girmeden tebliğ
görevine devam et. Tabi her dâvâ adamı hayatındayken dâvâsının yeşerdiğini,
dâvâsının galibiyetini, dâvâsının önünü kesmek isteyen düşmanlarının
mağlubiyetini hayattayken gözleriyle görmek ister. Bunu dünyada görememeye
dayanamaz. Mutlaka bunun için sabırsızlanır.
İşte zaman zaman düşmanlarının zâhiren güçlüymüş gibi göründüğü,
dâvâsının zâhiren hüsnükabul görmemiş görünmesi karşısında Rasûlullah efendimiz de sabırsızlanıyor, üzülüyor, sıkıntı
çekiyordu. Allah dâvâsının bir an evvel insanlar tarafından anlaşılıp
sahiplenilmesini istiyordu. İnsanların cehenneme gidişine dayanamıyordu.
Rabbimiz buyuruyordu ki ey peygamberim sen bunu hiç düşünme. Dâvânın
galibiyetini hiç kafana takma. Bu dâvâ benim dâvâmdır ve bu dâvâyı galip
getirecek olan benim.
İşte hayat budur. İşte Rabb’inin vadi budur. Allah yeryüzünde kendisini kendisinin
tanıttığı gibi tanımaya, kendisinin istediği gibi kendisine kulluğa
yanaşmayanlara mutlaka azap vaat etmiştir. Al-lah’ın
bu konudaki azabı kesindir. Ama bu hemen olmayabilir. Dün-yada acilen
olmayabilir. Bunu sen hayatında görebilirsin de görme-yebilirsin de.
Öyleyse ey peygamberim! Sen
sabret! Her şeye rağmen, tüm bu karşı gelmelere, tüm bu alay edişlere, tüm bu
müstekbirce davranışlara karşı sen sabret, dayan,
diren! Aldırış etmeden yoluna devam et! Bıkma! Usanma! Şunu kesinlikle bilesin
ki Allah’ın vaadi haktır. Allah seni ve dâvânı mutlaka galip getirecektir. Allah
senin düşmanlarını mutlaka mağlup edecektir, bundan en küçük bir endişen
olmasın. Sen görevini yap gerisini düşünme. Şunu kesinlikle unutma ki netice
sana ait değildir. Bu dâvâ senin dâvân değil Allah’ın dâvâsıdır ve de bu dâvâ
seninle bağımlı değildir. Dünyada, hayatında bu dâvânın galibiyeti veya
düşmanlarının kahredilişi düşüncesiyle sen kendini meşgul etme. Senin görevin
sadece çalışmak ve Rabb’inin istediği biçimde
yürümektir.
Ama bilesin ki sana onlara,
düşmanlarına vaat ettiğimiz azabın bir kısmını sana hayattayken göstereceğiz.
Ya da senin hayatına son vereceğiz. Seni kendimize
alacağız. Dâvânın ulaştığı yüceliklerin bir kısmını veya düşmanlarına
yaptıklarımızın bir kısmını göreme-yebilirsin.
Öyle de olmuş nitekim. Rabbimiz
Bedir günü düşmanlarından en büyüklerinin geberişini ona göstererek Rabbimiz
peygamberinin gözünü aydın etmiş, sonra hayatındayken Mekke’nin fethini ve Arap
yarımadasının hemen hemen tamamının fethini göstererek
peygamberini sevindirmiştir. Ama bir kısmını göremesen bile ne gam onlar sonunda
benim huzuruma gelecekler ve onlara ne yapacağımı sana o zaman göstereceğim.
Öyleyse sen bunu kafana takma! Sen bu konuda hiç endişe etme! Sen yoluna devam
et, bizim buna gücümüz yeter! Sen hiç üzülme! öyle de böyle de olsa onlar
kesinlikle Allah’ın azabından kurtulamayacaklardır onlar.
Öyleyse peygamber yolunun yolcusu
olarak bize düşen de bu insanlara Allah’ın dinini duyurmaktır. Bir daha, bir
daha duyurmak, herkese duyurmak. Ama bunu yaparken de herhangi bir hesabın içine
girmemektir. Efendim şöyle yaparsak, şöyle bir metot izlersek, önce şunlara,
şunlara anlatırsak, şunları kazanırsak yığınlarla insan kazanacağız. Önce
zenginleri kazanmalıyız, önce toplumun elit tabakasına anlatmalıyız, zeki
insanları bulmalıyız gibi hesapların içine girmemeliyiz. Çünkü bu işin hesabı
bize ait değildir. Hesabı yapan Allah’tır.
Ama işte bu âyetlerin işaretinden
anlıyoruz ki zaman zaman bir insan olarak dâvâsının
galibiyetini tez zamanda görmek isteyen Allah’ın Resûlü de böyle hesapların
içine girdi. Meselâ bu köleler varken senin yanına gelmeyiz. Onları yanından kov
ki gelip bizler de seni dinleyelim diyen Mekke’nin elit tabakasını bu dine
kazandırıp, bu dinin önündeki engeli kaldırmayı düşünen peygamberini Rabbimiz
Abese sûresinde, En’âm da ve Kehf sûresinde uyarıverdi. Peygamberim vazgeç bu
düşüncelerinden, bunun hesabını yapmak bana aittir, sen hesap yapma buyuruverdi.
Bakın Allah nasıl hesap yaparmış?
41. “Görmüyorlar mı ki, Biz yeryüzünü
etrafından gitgide eksiltmekteyiz. Hüküm Allah’ındır. O'nun hükmünü takip edip
bozacak yoktur. O, hesabı çabuk görür.”
Her geçen gün küfrün ve şirkin aleyhine
İslâm’ın gönüllere nüfusu, Allah dâvâsının adım adım
gönüllere yürümesi, İslâm coğrafyasının genişlemesi, küfür ve şirk coğrafyasının
daralması, küçülmesi anlatılıyor. Görmüyorlar mı ki biz arzda ilerlemekteyiz.
Görmüyorlar mı ki bizim dâvâmız, bizim mesajımız Arabistan yarımadasında hızla
yayılıyor. Bizim mesajımızın yayılışı karşısında, mesajımızı yayanlarla birlikte
bizim de yürümemiz, bizim de birlikte olmamız karşısında küfür ve şirk dünyası
daralıyor. Küfrün ve şirkin etkisi azalıyor. Etki sahâlârı daralıyor.
Egemenlikleri sarsılıyor.
Ey peygamberim, Bu kâfirler, bu
müşrikler senden senin hak bir peygamber olduğuna dair bir âyet istiyorlardı.
İşte onlara bir âyet. İşte bir delil. Görmüyorlar mı bu âyetleri? Allah’ın
kâfirlerin ele başlarını yok ettiğini? Kâfirlerin yok edilişi bazen müslümanların eliyle olur, bazen de Allah kendi kendilerine
onların yok edilişini sağlayıverir. Daha dün bir zalim İzak Rabini kim yok etti?
Müslümanlar mı yok etti? Allah kendi kendilerine yok ettiriyor zalimleri? Veya
geçmiş dönemlerde ülkemizdeki din düşmanlarını birbirlerine kırdırmadı mı? Bazen
bir fâsıkla da Allah düşmanlarını yok edip dinini
yüceltiverir.
İşte Allah kâfirler hakkında, zalimler
hakkında idam kararını, yok etme hükmünü böylece verir de Onun hükmünü takibata
alacak hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Allah’ın verdiği hükmü hiç kimse sorgulamaya
alamaz. Bunu niye böyle yaptın? diye hiç kimse verdiği hüküm konusunda Allah’a
hesap soramaz. Allah kimseye karşı hesap verme durumunda
değildir.
Hüküm, hâkimiyet, egemenlik sadece
Allah’a aittir. O hükmünü tam verir ve Onun hükmünü bozacak, Onun hükmünün önüne
geçecek de yoktur. Onun hükmünü bozacak yoktur. Allah
peygamberinin dâvâsının galibiyetine hükmetmiştir. Küfrün ve şirkin yok olup
gitmesine hükmetmiştir. Allah karar vermiştir ki; bu mesaj galip gelecek. Allah
hükmünü vermiştir, hiç kimse buna engel olamayacaktır. Çünkü Allah hesabı
çabukça görendir. Hesabı görülecek, defteri dürülecek insanlar hakkında hem bu
dünyada hem de âhirette hesabı çok seri olandır
Allah.
42. “Onlardan öncekiler de tuzak
kurdular, oysa bütün tuzakların (cezası) Allah'ındır, herkesin yaptığını bilir.
İnkarcılar da, neticenin kimin olduğunu
göreceklerdir.”
Ey peygamberim, eğer şu anda senin
düşmanların senin dâvânın önünü kesmek için türlü türlü tuzaklar mı kuruyorlar? Üzülme sen buna. Çünkü önceki
peygamberlerin toplumları da tuzak kurdular. Yâni önceki toplumlar da boylarını
aşan, kendilerine yakışmayan tuzaklar kurdular. Senden önceki elçilerimin mesajının tesirini gönüllerden silebilmek
için, böylece bana kulluğu unutturup insanları kendi yasalarına kul köle
edebilmek için tuzaklar kurdular, hileler düşündüler. Hayatı, ekonomiyi,
eğitimi, hukuku, kılık kıyafeti, vitrinleri, sokakları bana ve benin istediğim
kulluğun aksine düzenleyerek tuzaklar kurdular.
Kendilerine göre din kitapları
oluşturarak, resmi bir din oluşturup, işte din budur diye insanlara sunarak,
benin dinimi bozarak tuzaklar kurdular. Din eğitimini yasaklayarak, benin
kullarımın benin dinime ulaşma imkânlarını ellerinden alarak bana ve benin
dinime tuzaklar kurdular. Kendi âyetlerinin gündemde kalması adına benin
âyetlerimi toplumun gündeminden düşürdüler. Kendi yasalarının ikâmesi adına
benim sistemime yasaklar koyarak tuzaklar kurdular. Benin arzımda, benin
mülkümde bana ve benim elçilerime hayat hakkı tanımayarak tuzaklar kurdular.
Büyük imtihanı, büyük günün imtihanını unutturmak üzere dünyada kendilerince
çeşitli imtihanlar düzenleyerek tuzaklar kurdular.
Çocukların beyinlerini orada
Kur’an ve sünnete yer kalmasın diye çok lüzumsuz
bilgilerle doldurarak tuzaklar kurdular. Sana kulluğa zamanları kalmasın diye
insanların hayatlarını eğlencelerle, kendi vahiyleriyle, kendi oluşturdukları
gündemlerle doldurarak tuzaklar kur-dular. Ama sen o
tuzak kuranlara karşı benim ne yaptığımı gördün peygamberim. Çünkü tüm düzenler
bana aittir. Onların tüm düzenlerini altüst edip mahvetmek bana aittir. Çünkü
herkesin ne yaptığını? Ne kazandığını bilen sadece benim. Tüm insanlara hakim
olan, egemen olan benim.
Ne yaparlarsa yapsınlar,
ellerinden geleni geri koymasınlar. Onların bir hesapları varsa elbette benim de
bir hesabım var diyor Rabbimiz.
Öyle değil mi? Kâfirler Allah’ın
sistemine karşı, Allah’ın âyetlerine karşı, Allah’ın elçisine karşı ne kadar
tuzak kurabilecekler? Üstelik onların tuzaklarının tümünün Allah biliyorken.
Allah onların tuzaklarının tümünü bilir, ama onlar Rabb’inin tuzaklarını bilmezler bilemezler. Rabb’in onların kurdukları tuzakların nereye kadar
gideceğini bilmektedir, ama onlar Rab’lerinin kendilerine karşı neler
hazırladığını asla bilmemektedirler. Ama onlar gözlerinin önündeki çukuru bile
görememektedirler. Elbette Allah’la, Allah’ın elçileriyle, Allah’ın mü’min kullarıyla girecekleri bir savaşta mağlup olanlar
onlar olacaktır, galip olanlar da Allah desteğinde olan mü’minler olacaktır.
Çünkü Allah onların kendisine
karşı, kendi âyetlerine ve siz müslümanlara karşı tüm
niyetlerini, tüm komplolarını bildiği için unutmayın ki sizi onların
komplolarından koruyacaktır. Onların kurdukları tuzaklar konusunda sizi
bilgilendirecek ve korunma yollarını gösterecektir. Gerçi bundan sonra vahiy
gelmeyecek ama Rabbimiz önce gönderdiği o vahiyleriyle müslümanlara öyle bir basiret, öyle bir feraset
kazandırmıştır ki kendilerine nereden nasıl bir tehlike geleceğini müminler
bilmektedirler. Çünkü Allah kâfirlerin tün tuzaklarını bilmektedir, yazmaktadır,
yazmıştır.
Şu anda irtica-mirtica hikayeleriyle müslümanları
yok etmeye soyunanlar, Allah’la Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa
tutuşanlar kiminle savaştığının farkında değildirler. Kiminle savaştığını dahi
bilmeyen zavallı insanlardır bunlar. Zannediyorlar ki müslüman-lar zayıftır,
zannediyorlar ki müslümanlar yalnız ve
yardımcısızdırlar. Onların safında Allah’ın bulunduğunun farkında olmayan bu
iman yoksunları yakında nasıl bir inkılapla sarsıldıklarını görecekler. Çok
yakın bir gelecekte iyi sonucun, iyi âkıbetin, bu yurdun sonucunun kime ait
olacağını, zaferin kime ait olduğunu bilip anlayacaklar o
kâfirler.
43. “İnkâr edenler: “Sen peygamber
değilsin” derler; de ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve Kitabı
bilenler yeter.”
Evet kâfirler sen Allah
tarafından gönderilmiş, mürsel bir peygamber değilsin
diyorlar. Allah peygamber göndermez, Allah hayata karışmaz, Allah mesaj
göndermez, sen yalan söylüyorsun. Sen Allah’a iftira ediyorsun diyorlar. Sen
böyle diyenlere de ki peygamberim:
Allah benimle sizin aranızda şahittir.
Benim peygamberliğime Allah şahittir de onlara. Evet Onun peygamberliğine en
büyük şahit Allah’tır. Allah şehadetiyle peygamberliğe
ulaşan Rasûlullah, tüm dünya kendisini inkâr etse bile
ne gam, O yoluna devam edecektir. Evet Onun peygamberliğine Allah şahittir bir,
bir de yanında kitap bilgisi olan, yanında Allah bilgisi olan herkes şahittir.
Vahiy bilgisine sahip olan herkes bilir ki O Allah’ın elçisidir. Evet Allah ve
mü’minler hem peygamberin gerçek peygamber olduğuna,
hem de Onu reddedenlerin yalancılıklarına şahittir.
Yâni Allah şahitliğindeki, Allah
desteğindeki bir peygambere bizler inandıktan sonra tüm dünya bizden delil
istese bile bu konuda, ne gam bizim peygamberimizin en büyük delili Allah şehadetidir. İşte bakın bizim eşhedü dediğimiz konu Allah’ın eşhedü dediği konudur. Bu ne muazzam bir şereftir bizim için
ki bizim şehadet ettiğimiz konuya Allah da şehadet getiriyor. Âl-i İmrân
sûresinde de Rabbimiz kendi kendine şehadet getiriyor.
Burada da bakın peygamberine şehadette bulunuyor.
Kendisinden başka İlâh olmadığına da peygamberinin hak peygamber olduğuna da
Allah şehadet getiriyor. Allah’ın varlığına şahit,
Rasûlullah’ın risâletine
şahit Allah’tır. Bundan daha büyük bir şeref, bundan daha büyük bir delil olur
mu? Müslümanların şehadetine Allah sahip çıkıyor.
Öyle değil mi? Bundan daha büyük şahit
olur mu? Düşünün şimdi Allah’a, Allah’ın Rab oluşuna, peygambere, peygamberin
gerçek örnek oluşuna nasıl şahit getirirsiniz? Allah’ı ve peygamberi
bilmeyenlere bu konuda nasıl delil getirilir? İslâm’ı tanımayanlara, kulluk
bilincine ermeyenlere nasıl bir delil getirebilirsiniz?
Meselâ bakın bir hoca efendiyi
sorgulamak ve aramak üzere evine giderler. Arama tarama esnasında hocanın evinde
televizyonun olmadığının farkına varırlar ve sorarlar hocaya, o da evinde
televizyonun olmadığını söyler. Adamlar buna kesinlikle inanamazlar ve hayret
nasıl yaşar bu adam bu devirde televizyonsuz derler. Evet İslâm bilincinde
olmayan bu adamlara nasıl anlatabilirsiniz bunu? Televizyonsuz da
yaşanabileceğini nasıl inandırabilirsiniz bu adamlara? Nasıl bir delil
getirebilirsiniz bu konuda? Sadece diyebileceğiniz bir tek şey var, o
da:
Deki Allah sizinle bizim aramızda
şahittir bu konuda. Meselâ deseniz ki birine soframda üç kaptan fazla yemek
bulundurmuyorum, inanmaz adam buna. Veya deseniz ki ben soframda kesinlikle içki
bulundurmuyorum, inanmaz buna adam. Veya meselâ bir Almana deseniz ki ben
sabahtan akşama kadar hiçbir şey yemeden oruç tutuyorum, kesinlikle inanmaz
buna. Adam öyle bir hayat yaşıyor ki, öyle bir hayata inanmış ki ben ona gerçek
İslâmî hayatın bu olduğuna nasıl inandıracağım? Nasıl
bir delil, ne tür bir şahit getireyim yâni onu buna inandırabilmek için? Adam
modaya karşı gelinemeyeceğine öyle bir inanmış ki, âdetlere ters düşülmemesi
gerektiğine öyle bir inanmış ki, çevrenin insan hayatına etkili olduğunu öyle
bir kabullenmiş ki, şimdi ben bu adama nasıl bir delil, nasıl bir şahit
getireyim ki çevrenin, modanın, âdetlerin, törelerin, ağanın, patronun,
yönetmeliklerin, yasaların tanrı olmadıklarını ve tüm bunların bizim iyi bir
müs-lüman olmamızı
engelleyemeyeceğini ispat edeyim.
Bu sûreyle alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim iman edip gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Sübhanekallahümme ve bi hamdik, eşhedü en lâ ilâhe illâ
ente, estağfiruke ve etûbü ileyk.
bu kadar emeği takdir etmemek mumkun mu?Allah sızın gıbı hızmet ehlı ınsanları çoğaltsın ınşallah.okuyanların hıdayetını artırsın.Allah sizden razı olsun!
YanıtlaSilAllah sizlerden razı olsun insallah
YanıtlaSilAyet mekkidir giriş kısmında Medine yazılmıştır. Duzeltile bilirse iyi olur insallah
YanıtlaSil