İBRAHİM SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
14, nüzûl sıralamasına göre 72, birinci miûn
grubunun 5, ve son sûresi olan İbrahim sûresi Mekke’de nâzil olmuş olup
âyetlerinin sayısı 52 dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Sûreye Rabbimiz kitabın indiriliş
sebebinin gündemiyle başlar. Kitabın ve peygamberin gönderiliş hikmeti
vurgulanır. Daha önceki peygamberlerin toplumlarıyla ilişkisi, toplumların
peygamberlerine karşı tavırları ortaya konarak son elçiye karşı benzer
tutumlarından ötürü Mekke müşrikleri uyarılır. Peygamberlerle çatışma içine
giren toplumların âkıbetlerinin cehennem olduğu anlatılır. Mus’taz’af ve
müstekbirlerin cehennemdeki karşılıklı atışmaları, birbirlerini suçlamaları
gündeme getirilir. Şeytanın azdırıp, saptırıp cehennemin kapısının ağzına kadar
getirdiği zavallılar karşısında okuyacağı hutbe anlatılır.
Kelime-i Tayyibe ve kelime-i
Habise açıklanarak sonuçları ortaya konulur. Yâni iman ve küfrün, iman
taraftarlarıyla küfür taraftar-larının âkıbetleri net bir şekilde ortaya konur.
Göklerin, yerin, ayın, güneşin, gecenin, gündüzün yaratılışı, Rabbimizin sayısız
nîmetleri gündeme getirilerek insanlar tek Rab, tek İlâh olan Allah’a kulluğa
dâvet edilir. Sonra İbrahim (a.s) in duası, tevhidi, kulluğu, teslimiyeti,
müslümanlığı ortaya konularak kendilerini İbrahim (a.s)’a izafe etmeye çalışan
müşriklerin bu iddiaları yargılanır.
1,2. “Elif, Lam, Ra; Ey Muhammed!
Bu, Allah'ın izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve övülmeğe
lâyık, göklerde ve yerde olanların sahibi Allah'ın yoluna çıkarman için, sana
indirdiğimiz Kitaptır. Uğrayacakları çetin azaptan dolayı vay kâfirlerin
haline!”
Elif, Lâm, Ra. Bunlar Allah
sözüdür. Bunlar Allah yasalarıdır. Dinleyin şu anda Allah konuşuyor. Ey
peygamberim, bir kitap ki Biz onu sana indirdik. Bir kitap ki onun sözleri
tamamen Allah’a aittir. Peki ne için indirmiş Rabbimiz bu kitabı? Onunla yeryüzü
insanlığını, kullarını karanlıklardan nûra çıkarmak için. Kullarını küfür, şirk,
cehalet karanlıklarından iman, hidâyet, tevhid, ilim aydınlığına çıkarmak için.
İnsanları Rablerinin izniyle övülmeye, hamd edilmeye, kulluk yapılmaya, sözü
dinlenmeye, yasaları uygulanmaya lâyık olan, göklerin ve yerin sahibi olan,
göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mâliki olan Allah’ın yoluna çıkarman için.
Evet işte bu kitabın geliş gayesi budur. Tabii kitabını gönderiş sebebini
açıklamakla birlikte Rabbimiz bu kitabın kendisine gönderildiği peygamber (a.s)
ın misyonunu da ortaya koyuyor.
Peygamberin görevi Rabbinden
gelen bu kitapla bütün insanları karanlıklardan, küfür, şirk, zulüm
karanlıklarından, cehalet karanlıklarından hidâyet aydınlığına, vahiy bilgisi
aydınlığına, İslâm’ın aydınlığına, aydınlık bir dünyaya ulaştırmak. Tabii
peygamberin bir beşer olarak tek başına bunu becermesi mümkün değildir. O
Allah’ın izniyle, Allah’ın yardımıyla ve Allah’tan gelen bu kitapla bunu
gerçekleştirecektir. O insanlığı Allah yoluna, Allah’ın kitabına dâvet edecek.
Aziz ve şerefli olan, düşmanlarına karşı intikamı şedit olan, göklerde ve yerde
kimsenin kendisine kafa tutması mümkün olmayan, mutlak galip, mutlak egemen olan
Allah’ın apaydınlık yoluna davet edecek.
O Allah ki göklerde ve yerde ne varsa
hepsinin sahibidir. Tüm varlıkları var eden ve onların boyunlarındaki kulluk
iplerinin ucu elinde olandır. Hamde lâyık olandır. Övülmeye, sözü dinlenmeye,
kendisine kulluk edilmeye lâyık olandır. Evet işte böyle yüce bir Allah rahmeti
gereği kullarını karanlıklardan aydınlığı çıkarmak üzere yeryüzünde kullarından
birisine kendi bilgisini, kendi vahyini, kendi kitabını gönderiyor.
Sen sadece Benim kitabımla, Benim
iznimle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarabilirsin buyuruyor. Senin bunun
dışında başka bir gücün, başka bir yetkin yoktur buyuruyor. Kitabı ve peygamberi
rehberliğinde yoluna tabi olanların da aziz ve şerefli bir yola girdiklerini
haber veriyor. Bunun karşısında ise uğrayacakları çetin azaptan dolayı vay
kâfirlerin haline! Yazıklar olsun o kâfirlere ki onlar bu aydınlık yola tabi
olmadıkları için, kitabın ve peygamberin gösterdiği aydınlık bir dünyaya talip
olmadıkları için şiddetli bir azabın mahkumu olmuşlardır. Cehennem azabı vardır
onlar için. Sebep ne? Çünkü onlar Aziz ve Hamîd olan Allah’ın aydınlık yoluna,
İslâm yoluna girmemişlerdir. Allah karşıtı yollara girmişler
ve:
3. “Onlar dünya hayatını âhirete
tercih ederler, Allah'ın yolundan alıkoyup onun eğriliğini isterler. İşte onlar
uzak bir sapıklık içindedirler.”
Onlar dünya hayatını âhirete
tercih etmişlerdir. Âhiretin gü-zelliğini, mutluluğunu bırakıp dünyayı kıble
edinmişlerdir. Fâniyi bâkiye tercih etmişlerdir. Gelip geçici olan dünya
zevklerini, dünya mutluluklarını kalıcı olan âhiret hayatına tercih etmişlerdir.
Dünya peşinde, mal mülk peşinde, ev bark peşinde, para pul peşinde, makam koltuk
peşinde, diploma doktora peşinde koşacağız derken Allah’ı razı edecek, Allah’a
kulluk yapacak ve âhireti düşünecek, âhireti kazanacak zamanları kalmamıştır.
Dünyayı dert edindikleri kadar âhiretteki hesabı kitabı dert edinmemişlerdir.
Burada kalacak olan üç kuruşluk dünya menfaati için kalıcı olan âhiretlerini
öldürmüşlerdir.
Halbuki âhiret ise daha bâkîdir.
Dünya göz açıp yumacak kadar kısa iken âhiret sonsuzdur. Dünyadakilerin hepsi
burada kalacak, ama âhiret için yapılanlar kalıcıdır. Bunu hiç düşünmüyorlar da
hep ileriye doğru bir hırs ve doyumsuzluğun içinde, önlerindeki ölümü, kabri,
hesabı, kitabı, haşr’i, neşri görememişlerdir. Hayatı sadece bu dünyadan ibaret
zannetmişler, bu dünyanın mamur edilmesinden başka, bu dünyanın zenginliğinden,
bu dünyanın rahatından, bu dünyanın zevk ve sefasından başka bir şey
düşünmemişlerdir. Ölüm ötesi hayata inanmamışlar, âhiret, hesap kitap endişesi
taşımamışlardır.
Allah yoluna tabi olmadıkları gibi bir
de üstelik insanları da Allah yolundan alıkoyabilmek için, insanların Allah’a
kulluk yollarına engeller koyabilmek için ellerinden geleni de yapmaya
çalışıyorlar. Allah’ın dinini, Allah’ın yolunu eğriltmeye, eğip bükmeye,
yamultmaya çalışıyorlar. Allah’ın dinini bozmaya çalışıyorlar. İnsanların
karşısına Allah’ın diniyle uzak ve yakından hiçbir ilgisi olmayan, hayata
karışmayan, hayatta hiçbir etkinliği olmayan, vicdanlara hapsedilmiş resmî bir
din çıkarıyorlar, işte Allah’ın dini budur diyorlar ve böylece hem kâfirlerin,
müşriklerin bu dine girmelerine engel olmaya, hem de müs-lüman olanları kâfir ve
müşrik yapmaya çalışıyorlar. Kendi hevâ ve heveslerini İslâm budur diye
insanlara sunarak hem kendi hayatlarını, hem de insanların hayatlarını öldürmeye
sa’y ediyorlar. İşte Mûsâ (a.s) nın yolu, İşte Îsâ (a.s) nın yolu, işte Muhammed
(a.s) in yolu di-yorlar, peygamberlerin ismi var ama yolları ortada yok.
Gösterdikleri yol ne Tevrat’ın, ne İncil’in, ne de Kur’an’ın yolu değil. Böylece
Allah kullarını saptırıyorlar.
Bunlar bazen din adamlarıdır, bazen
yöneticilerdir, bazen başkalarıdır. Bunu yapanlar kim olurlarsa olsunlar
bilsinler ki acıklı bir azap, dayanılmaz bir azap onları beklemektedir. Kim
böyle insanları Allah yolundan saptırabilmek için Allah’ın dinini tahrif etmeye
çalışırsa, İslâm budur diye kendi hevâ ve heveslerini insanlara takdim etme
yoluna girerse, kendi yasalarını Allah yasalarıymış gibi insanlığa sun-ma çabası
içine girerse kesinlikle bilsinler ki onlar Allah’ın lânetine uğramışlardır.
Allah’ın azabından ötürü yazıklar olsun onlara diyor Rab-bimiz. İşte böyleleri
Allah’tan, Allah’ın rahmetinden çok uzak, İslâm-dan çok uzak bir yanılgı, bir
sapıklığın içindedirler.
4. “Kendilerine apaçık
anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik. Allah
dilediğini saptırır ve dilediğini de doğru yola eriştirir; güçlü olan, Hakim
olan O'dur.”
Biz her bir peygamberi
kendilerine gönderilen vahyimizi onlara apaçık anlatsın diye, onları apaçık bir
şekilde yolumuza dâvet etsinler diye o kavmin diliyle konuşur olarak gönderdik.
Evet her bir peygamberi kendilerine gönderilen kavimlerin diliyle konuşur olarak
gönderdik ki gönderileni onlara açıklasın, beyan etsin, onları Benim apaydınlık
yoluma, İslâm yoluma dâvet etsin. Bütün peygamberler kavimlerinin lisânıyla
gönderilmiştir.
İşte Rabbimiz önceki âyetlerinde
Rasulullah efendimizin de gönderiliş gayesini açıklamıştı. İnsanlığı bu kitapla,
Allah’ın izni ve yardımıyla karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için
görevlendirildiğini ortaya koymuştu. Peki şimdi bu iş bu âyetle birlikte
düşünüldüğü zaman nasıl olacak? Tüm insanlık için gönderilmiş, tüm insanlığı
dâvet göreviyle görevlendirilmiş bir peygamber, ama gerek onun gönderildiği
dönemde, gerekse şu anda insanlar bir tek dil konuşmuyorlar. Yeryüzünde insanlar
çok farklı diller konuşuyorlar. Rasulullah efendimizin gönderildiği toplum ise
Arapça konuşuyordu. Rasulullah efendimiz de Arapça bir dille konuşuyordu. Ona
gönderilen bu kitabın dili de Arapça idi. Peki acaba kıyâmete kadar bu dil
problemi nasıl çözümlenecek?
Evet şu anda dünyada Arapça konuşan bir
kitap ve Arapça konuşan bir peygamber Sünneti, bir peygamber örneği, bir
peygamber yolu ve uygulamaları var. Allah’ın izniyle doğusundan batısına tüm
dünyaya bu kitabın ve bu peygamberin mesajı ulaştırılacaktır. Tüm insanlar bu
iki temel kaynağı, bu iki kulluk yasasını kendilerine aktaracaklar, kendi
dillerine kazandıracaklar, çeviride bulunacaklar. Kendi dilleriyle kitabı ve
Sünneti anlamaya çalışacaklar. Kendi dillerinin anlatımıyla bu mesajı
toplumlarına sunacaklar. Bu mesajla toplumlarını uyaracaklar. Hem Arapça hem de
kendi dilleriyle bunun eğitimini yapacaklar. Müslümanlar kitaplarının ve
peygamberlerinin dili olan Arapça’yı da öğrenmeye çalışacaklar. Böylece bu
kitabın ve kitabın pratiği olan peygamberin mesajını güzel bir şekilde
anlayabilmenin yoluna girecekler.
Bu çok zor da değildir. İşte şu
anda bizler Türkçe konuşan bir anadan babadan dünyaya geldiğimiz halde
kitabımızın dilini anlıyoruz. Allah’ın bir lütfu olarak her dilde bu kitabın ve
peygamberin an-laşıldığını görüyoruz. Fransızca konuşan bir Fransız’ın, Almanca
ko-nuşan bir Almanın, İngilizce konuşan bir Amerikalının bu kitabın dilini
anladığını görüyoruz. Ve gâyet güzel bir şekilde kendi dillerinde top-lumlarına
bu kitabın âyetlerini anlattıklarını görüyoruz.
Allah dilediğini saptırır ve dilediğini
de doğru yola eriştirir. Güçlü olan, Azîz olan ve Hakîm olan O’dur. Evet işte
böyle yeryüzünde herkesin ulaşabileceği, herkesin anlayabileceği bir Kur’an’la,
bir peygamberle karşı karşıya kalan insanları kendi tercihlerine göre, kendi
seçimlerine göre Rabbimiz hidâyete ve dalâlete sevk ediyor. Hür iradeleriyle
hidâyeti tercih edenleri hidâyete sevk ederken, dalâleti, sapıklığı tercih
edenlerin de dalâletlerini onaylamaktadır. Hidâyet konusunda da, dalâlet
konusunda da büyük irade sahibi Allah’tır. Güç kuvvet sahibi, yetki sahibi
O’dur. Hidâyet isteyenler için hidâyet onayı da, dalâlet isteyenler için de
dalâlet onayı O’na aittir. Hidâyet isteyenler de, dalâleti tercih edenler de
Allah’ın onayı olmadan ne hidâyeti ne de sapıklığı bulamazlar. Allah Azîzdir,
intikam sahibidir, izzet ve şeref sahibidir. Kendi dinini, kendi yolunu tercih
edenleri de izzet ve şerefe ulaştırandır, yaptığı her şeyi belli bir hikmetle
yapandır. İşte Rabbimi-zin hikmetlerinde biri:
5. “Andolsun ki Mûsâ'yı
âyetlerimizle, “Milletini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve Allah'ın günlerini
onlara hatırlat” diye göndermiştik. Bunlarda, çokça sabreden ve şükreden herkes
için dersler vardır.”
Andolsun ki Mûsâ’yı âyetlerimizle
gönderdik. Ne için göndermiş Rabbimiz? Önceki âyetlerinde beyan buyurduğu gibi
toplumunu, kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye. Evet Rasulullah
efendimizin görevi evrenseldi. O kıyâmete kadar gelecek tüm insanlığı
karanlıklardan aydınlık bir dünyaya çıkaracaktı, ama Hz. Mûsâ (a.s) ise sadece
gönderildiği kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkaracaktı. İsrâil oğullarını ve
birlikte yaşadıkları Firavun oğullarını aydınlık bir hayata kavuşturacaktı. Tüm
elçilerin görevleri, misyonları aynı, ama Rasulul-lah efendimizden öncekiler
kendi toplumları için görevlendirilmişlerken Rasulullah efendimiz tüm insanlık
için görevlendirilmiştir. Ama şu anda bizler her iki elçiden de sorumluyuz. Mûsâ
(a.s)’a iman etmekle de, Rasulullah efendimize iman etmekle de mükellefiz. Mûsâ
(a.s) nın hayatını da pratikte örnek almakla sorumluyuz, Muhammed (a.s) in
hayatını da. Çünkü her ikisi de bizim kitabımızda anlatılmıştır.
Mûsâ (a.s) toplumunu karanlıklardan
aydınlığa çıkarmak için gönderilmiş bir, bir de kavmine Allah’ın günlerini
hatırlatmak için gön-derilmiş. Allah’ın günleriyle insanları uyarmak için
görevlendirilmiş. Allah’ın toplumları helâk günleriyle onları korkutmak için.
Kendilerinden önce Nuh kavminin, Hud kavminin, Lût kavminin, Şuayb (a.s) ın
kavminin helâk günlerini onlara hatırlatarak onları Allah’tan, Allah’ın
azabından korkmaya, Allah’a kulluğa yönelmeye dâvet etmek için
görevlendirilmiştir.
Tabii hem Allah’la savaşa
tutuşan, Allah’la çatışma içinde bir hayatı tercih eden o toplumların
zalimlerinin helâk edildikleri günler, hem de o toplumlar içinde Allah ve
elçileri safında yer alarak, tercihlerini Allah ve elçilerinden yana kullanarak
kurtuluşa eren mü’minlerin kurtuluş günlerini onlara haber vermekle
görevlendirilmiştir. Rabbimiz elçisi Mûsâ (a.s)’a işte bu görevi veriyordu. Mûsâ
(a.s) toplumuna bu helâk ve kurtuluş günlerini haber verecekti.
İşte bunlarda, bu hatırlatmalarda
şükreden, Allah için bir ha-yat yaşamak isteyen kimseler için çok büyük dersler,
ibretler vardır. İşte bakın bu görevlerle kavmine gönderilen Mûsâ (a.s) onlara
dedi ki:
6. “Mûsâ milletine dedi ki:
“Allah'ın size olan nîmetlerini anın; size işkence eden, kadınlarınızı sağ
bırakıp oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden sizi kurtardı; bütün bunlarda
Rabbinizden size büyük bir imtihan vardır.”
Hatırlasanıza bundan önceki
durumunuzu. Ne çabuk unutuyorsunuz dünü? Dün ne haldeydiniz? Sizi Rabbiniz
Firavun ve ailesinin, avenesinin zulmünden kurtarmıştı. Gerçekten çok zalim olan
Firavun size karşı çok zalimane davranıyordu. Sizleri köleleştirmiş ezim ezim
eziyordu. Sömürüyordu sizin alın terlerinizi. Size hayat hakkı tanımıyordu. Her
şeyinizi kaybetmiştiniz. Namusunuz, iffetiniz, kimliğiniz, şahsiyetiniz
kalmamıştı. Sizin doğan erkek çocuklarınızı öldürüyor, kadınlarınızı da sağ
bırakıyordu. Kadınlarınızdan istifade etmeye çalışıyordu. Erkeklerinizi
boğazlıyor, kadınlarınızı da hayasızlaştırıyordu. İşlerini gördürecek,
sırtlarına binecek adamlara, kölelere ihtiyacı olmasaydı hiçbir erkeğinizi sağ
bırakmayacaktı. Kendi zulmüne, kendi saltanatına son erecek Mûsâ gelmesin diye,
köleleri özgürlük savaşına girişmesinler diye, köleler palazlanıp kendisine kafa
tutacak sayısal güce ulaşmasınlar diye bu tedbiri alıyordu.
Erkek çocuklarınızı bitiriyor,
kadınlarınızı da Mûsâ’yı doğuracak özellikleri kalmasın diye hayasızlaştırdıkça
hayasızlaştırıyorlardı. Sefil bir hayatın içine atıyordu kadınlarınızı.
İffetlerine, namuslarına el atıyordu. Onların dinsizleştirmek, iffetsizleştirmek
için elinden ne geliyorsa yapıyordu. Zorla baş örtülerini açtırıyordu. Her
şeyinizi kaybetmiştiniz. Hiçbir kurtuluş ümidiniz de yoktu, çabanız da yoktu.
Ama Allah hiçbir kurtuluş ümidiniz yokken Beni göndererek sizi o zulümlerden
kurtardı.
Bunu hiç düşünmez misiniz? Mûsâ (a.s)
bunları İsrâil oğullarının Firavunun zulmünden kurtulup Sina çölünde özgürce bir
hayata kavuştukları bir dönemde söylüyordu. Bir düşünsenize. Gerçekten bunda
sizin için Rabbinizden büyük bir belâ, büyük bir imtihan gelmiştir. Rabbiniz
sizi bu durumdan kurtarmıştır. Firavunların verdikleri kararlarını, planlarını,
komplolarını bozmuştur Rabbiniz. Onlar istiyor-lardı ki sizler hep onların
kölesi olarak kalın. Hep onların yasalarına itaat edin. Hep onları sırtınızda
taşıyın. Özgürlüğe kavuşacak bir yola girmeyin. Böyle bir güce ulaşmayın. Ama
Rabbiniz ise bunun tamamen tersini istemiş, tersine karar vermişti. Allah’ın
hükmü, Allah’ın kararı yeryüzünde ezilmiş, köleleştirilmiş, horlanmış, zulme
maruz kalmış insanlar, toplumlar kesinlikle özgürlüğe kavuşacaklar. Zalimler
kesinlikle ezilecekler, helâk edilecekler ve mazlumlar dirilecekler. Zalimler
kesinlikle mazlumlar karşısında bir gün diz çökecekler.
Evet Allah’ın iradesi böyleydi,
yasası böyleydi, takdiri böyleydi yeryüzünde. Zalimler ne yaparlarsa yapsınlar,
nasıl yasa koyarlarsa koysunlar, nasıl tedbir alırlarsa alsınlar asla büyük
iradenin yasasına engel olamayacaklardır. Yeryüzünde devletlerin, milletlerin,
insanların kaderleri Allah’ın elindedir.
7. “Rabbiniz: “Şükrederseniz
andolsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz bilin ki azabım
çetindir” diye bildirmişti.”
Evet İbrahim sûresinin 7.
âyetinde Rabbimizin bir bildirisiyle, bir talimatıyla, bir yasasıyla karşı
karşıya geliyoruz. Eğer şükrederseniz, eğer şu anda sahip olduklarınızın
tamamını Benden bilir, Benim yolumda harcamaya, Bana kulluk yolunda
değerlendirmeye çalışırsanız kesinlikle bilesiniz ki Ben de size artıracağım.
Eğer nankörlük ederseniz kesinlikle bilesiniz ki Benim azabım çok
çetindir.
Rabbimiz biz kullarından şükür istiyor.
Şükür az evvel de ifa-de ettiğimiz gibi verileni verenin yolunda kullanmaktır.
Şükür hayatı o hayatın sahibinin istediği şekilde yaşamaktır. Şükür dünyayı,
hayatı, canı, malı, zamanı, imkânları, fırsatları onu verenin yolunda
harcamaktır. Allah’ın verdiği nîmetler cinsinden Allah hatırına Allah kullarına
harcamada bulunmaktır şükür. Tüm sahip olduğumuz imkânlarımızı, geceyi, gündüzü,
aklı, fikri, bilgiyi, zamanı, malı, mülkü sahibinin razı olduğu yolda
kullanmaktır.
Evet eğer böyle yaparsanız, Beni
tüm nîmetlerin sahibi bilir, nîmet sahibi olarak Benim kadr-u kıymetimi bilir,
Benim size sunduğum bunca nîmetlerime karşılık Benim istediğim bir hayata
yönelirseniz, sahip olduklarınızı Bana kullukta kullanırsanız kesinlikle
bilesiniz ki Ben de size artıracağım buyuruyor Rabbimiz. O zaman Beni de Şâkir
bulacaksınız diyor. Beni kendinize şükreder, teşekkür eder bulacaksınız.
Yaptıklarınızı karşılıksız bırakan değil, bilâkis yaptıklarınızdan ötürü size
artıran olarak bulacaksınız.
Ama yok eğer Bana karşı nankörlük
edecek olursanız, Benim mülkümde, Benim nîmetlerimle bir hayat yaşadığınız halde
o hayatınızın programını Bana sormadan yaşamaya kalkışacak olursanız, Beni
diskalifiye edecek olursanız, zamanınızı benim istediğim gibi değil de kendi
bildiğiniz gibi doldurmaya, mallarınızı o malların sahibi olan Benim razı
olmadığım yerlerden kazanıp, Benim istemediğim yerlerde harcamaya, elinizi
ayağınızı, gözünüzü kulağınızı, aklınızı fikrinizi, gecenizi gündüzünüzü Benim
istemediğim yerlerde kullanmaya, hayatınızı Benim yolumda değil de onu size
vermeyenlerin yolunda tüketmeye kalkışacak olursanız kesinlikle bilesiniz ki o
zaman Benim azabım çok çetindir.
8. “Mûsâ: “Siz ve yeryüzünde
olanlar, hepiniz nankörlük etseniz, Allah yine de müstağnî ve övülmeye lâyık
olandır” demişti. “
Mûsâ (a.s) İsrâil oğullarına dedi
ki. Tabii dün Mûsâ (a.s) nın diliyle bu söz İsrâil oğullarına söylenmişti, bugün
de bizlere söyleniyor. Ey İsrâil oğulları, ve ey şu andaki müslümanlar, siz
hepiniz, yeryüzündeki insanların tamamı eğer Rabbinize karşı nankörlük etseniz,
Rabbinizi tanımayarak, O’na karşı zalimce bir tavır alsanız, hayatınıza O’nu
karıştırmayıp O’nunla çatışma içine girseniz bilesiniz ki Allah’a hiçbir şekilde
bir zarar veremezsiniz. Allah sizlerden müstağnîdir. Allah zengindir. O’nun
mülkü çok geniştir. Hamd edilmeye, kulluk edilmeye, övülmeye lâyık tek varlık
Allah’tır. Hiçbiriniz Allah’ı övmese, hiçbiriniz Allah’a hamd etmese, hiçbiriniz
Allah’a kulluk etmese de O kendi kendini hamdedendir.
Yâni sadece sizler değil ey
İsrâil oğulları. Sadece sizler değil ey Mekkeliler. Sadece sizler değil ey
Türkiyeliler. Bugün yeryüzünde olanların tamamı, yarın olacakların tamamı,
kıyâmete kadar geleceklerin tamamı Allah’a karşı kâfirce, nankörce bir tavır
alsalar, Onu red-detseler, O’na düşmanlık etseler bile bilesiniz ki Allah
zengindir. O’-nun sizin yapacağınız kulluklara zerre kadar bir ihtiyacı yoktur.
O kendisi hamde lâyıktır, kimsenin hamdine muhtaç değildir. Kimsenin şükrüne
ihtiyacı yoktur O’nun. O’nun katında O’nun yarattığı sayıları akla hayale
gelmedik öyle varlıklar var ki, sizlerden güçlü, dünyanızdan çok daha büyük öyle
kulları var ki, öyle melekleri var ki hepsi de Allah’a hamd ederler, hepsi de
Allah’ı tesbih edip yüceltirler.
Evet işte bu âyetleriyle Rabbimiz kulu
ve elçisi Mûsâ (a.s)’a seslenmiş. Ey Mûsâ, kullarımı, toplumunu bu âyetlerimle
uyar, onları Benim helâk günlerimle tehdit et buyurmuştu. Allah’ın elçisi Mûsâ
(a.s) da aynen Rabbimizin istediği şekilde işte bu âyetlerle toplumunu uyarmış
ve aynı âyetler, aynı uyarılar bizim kitabımızda Rasulullah efendimize de
emredilmiş, O da aynen Mûsâ (a.s) gibi bu âyetlerle toplumunu, ümmetini
uyarmıştır. Ve işte şimdi de aynı âyetlerle ben de kendimi ve sizleri
uyarıyorum. Ve kıyâmete bu Kur’an’ı okuyan insanlar kendilerini ve çevrelerini
bu âyetlerle uyarmaya devam edecekler.
Ama ne gariptir ki insanlardan kimileri
Allah’ın bu tür âyetlerinin üzerini örttükleri için, işaret levhâlârını kamufle
ettikleri için, Allah’ın âyetlerinden habersiz bir hayat yaşadıkları için,
haktan hakikatten, hidâyetten, dosdoğru yoldan, şükürden, hayatı Allah için
yaşamaktan yüz çeviriyorlar. Allah’tan yüz çevirip başkalarına yöneliyorlar.
Nîmetlerin sahibi olan Allah’a değil de başkalarına teşekküre yöneliyorlar.
Allah’a kulluk yapmaları gerekirken, Allah’ı razı etmeleri gerekirken, Allah’a
teşekkür etmeleri gerekirken başkalarına teşekkür etmeye, başkalarına kulluk
etmeye, başkalarını razı etmeye çalışıyorlar. Hayat programlarını hayatın sahibi
olan Allah’tan almaları gerekirken başkalarının hayat programlarını alıp
uygulamaya yöneliyorlar.
9. “Sizden önce geçen Nuh, Âd,
Semûd milletlerinin ve onlardan sonra gelenlerin haberleri ki; onları Allah'tan
başkası bilmez, size ulaşmadı mı? Onlara peygamberleri âyetlerle geldiler, fakat
ellerini ağızlarına götürüp: “Biz, gönderilene inanmıyoruz. Bizi çağırdığınız
şeyden de şüphe ve endişe içindedeyiz" dediler.”
Ey kavmim, ey milletim,
söylesenize size sizden öncekilerin haberleri gelmedi mi? Sizden önce yaşamış
Nuh kavminin, Âd kav-minin, Semûd’un ve onlardan sonra gelenlerin haberleri size
gelmedi mi? Allah onların haberleriyle, onların başlarına gelenlerle sizi
bil-gilendirip uyarmadı mı? Tabii kendilerinden daha önce yaşamış, Allah ve
elçileriyle çatışma içine girmiş, Allah karşıtı bir hayata yöneldikleri için her
bireri değişik bir helâk yasasıyla helâk edilmiş olan bu toplumların başlarına
gelenleri Allah’ın bildirmesiyle Mûsâ (a.s) toplumuna anlatmıştır anlıyoruz.
Evet siz bunları bilmiyor
musunuz? Ki onları, o toplumların durumlarını, yaşadıkları coğrafyaları,
Rablerine ve Rablerinin elçilerine karşı takındıkları tavırları ve başlarına
gelenleri Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Nerede kim yaşadı? Nasıl yaşadı? Ne
dedi? Nasıl bir hayat yaşadı? Hangi kavimlere hangi peygamberler gönderildi? Bu
toplumlar peygamberlerine karşı nasıl bir tavır aldılar? Hangi topumlar ne kadar
yaşadılar? Ne kadar egemen oldular? Bütün bunları en iyi bilen, tek bilen
Allah’tır. Ve bakın başka hiçbir kaynaktan öğrenme imkânımızın olmadığı o
toplumların anlatımlarını her şeyi en iyi bilen Allah bilgisiyle şöylece
öğrenmeye devam ediyoruz.
Onlara peygamberleri apaçık
âyetlerle, apaçık delillerle, Bey-yine’lerle geldiler. Onları Allah’ın apaçık
âyetleriyle karşı karşıya getirdiler. Fakat onlar bu apaçık elçilerin
getirdikleri apaçık âyetler karşısında ellerini ağızlarına götürüp dediler ki,
biz sizinle gönderilene inanmıyoruz. Biz sizin getirdiklerinize de, size de iman
etmiyoruz. Bizi çağırdığınız şeyden de ciddi bir şüphe ve endişe içindedeyiz.
Sizden ve bizi kendisine dâvet ettiğiniz şeyden kuşkulanıyoruz diyerek Allah’ın
elçilerini reddettiler. Halbuki Rableri tarafından kendilerine açılmış bu rahmet
kapılarından istifade ederek Allah’ın elçilerini kabul etseler di elbette
kendileri için çok daha hayırlı olacaktı. Çünkü nasıl olsa bu dünya, bu hayat,
bu saltanat bir gün bitecekti. Eğer bu hayatı Allah’ın ve elçilerinin istediği
gibi yaşasalardı elbette hayatları da güzel olacaktı âhiretleri de güzel
olacaktı.
Hani şimdi kim kalmış onlardan?
Hepsi de Allah’ın ölüm yasasına teslim olup kabre girmediler mi? Hepsi de
mecburen bu hayata veda edip gitmediler mi? Keşke Allah’ın ve elçilerinin yoluna
tabi olarak, müslümanca bir hayat yaşayarak bu dünyayı tamamlamış olsalardı.
Keşke keyiflerini, arzularını, nefislerini putlaştırıp Allah’a ve elçilerine
tercih etmemiş olsalardı. Keşke kendi bilgilerini Allah bilgisine tercih etmemiş
olsalardı. O zaman ebedîyen kazanmış olacaklardı. Ebediyen cehennemden kurtulmuş
ve cenneti hak etmiş olacaklardır. Ama heyhat ki
Evet o gün Mûsâ (a.s), daha sonra
döneminde Muhammed (a.s) onlara böyle deyince, bakın karşısındakiler diyorlardı
ki, hayır biz sizlerden şüphe ediyoruz ve sizi kabul etmiyoruz. Bunun üzerine
Allah’ın elçileri de dediler ki:
10. “Onların peygamberleri:
“Gökleri ve yeri yaratan, günahlarınızı bağışlamaya çağıran ve bir süreye kadar
sizi erteleyen Allah'tan mı şüphe ediyorsunuz? “dediler. Onlar da: "Siz de
sadece bizim gibi birer insansınız; bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak
istiyorsunuz. Öyley-se bize apaçık bir delil getirmelisiniz”
dediler.”
Nuh kavminin, Âd kavminin, Semûd
kavminin ve diğerlerinin kendilerine gönderilen elçileri de onlara dediler ki,
söyleyin bakalım, gökleri ve yerleri yaratan, sizleri var eden, yaşatan,
rızıklandıran, günahlarınızı bağışlayan, sizi bir süreye kadar erteleyen, hak
ettiğiniz helâki acele size göndermeyen, sizi affetmek için kendisine yönelmeye
çağıran Allah’tan mı şüphe ediyorsunuz? Varlığı böylesine ayan beyan olan bir
Allah’tan mı kuşku ediyorsunuz? Böyle bir Allah nasıl reddedilebilir? Yâni
olacak şey midir bu? şeklindeki Allah elçilerinin uyarıları karşısında bakın
kavimlerinin tavırları, cevapları şöyle olmuştu.
Allah hakkında hiçbir şey
söyleyemeyeceklerini anlayınca, Allah’ın reddedilemeyeceğini bildikleri için,
buna asla bir cesaretleri olmadığı için diyorlardı ki, sizler de ancak bizim
gibi bir beşersiniz. Sizin bizden hiçbir farkınız yoktur. Yâni Allah konusunda
bir şey diyemeyeceklerini, O’nu inkâr edemeyeceklerini anlayınca bu defa da
peygamberleri eleştirmeye sığınıyorlardı. Neymiş mesele? Efendim böyle bir beşer
peygamber olmamalıymış. Peygamber bir melek olmalıymış. Peygamber böyle
kendileri gibi bir beşer değil, acayip bir varlık
olma-lıymış.
Evet diyorlar ki olmaz, biz asla size
inanmayız, çünkü sizler ancak bizim gibi birer insansınız ve bizi atalarımızın
taptıklarından, atalarımızın yolundan alıkoymak istiyorsunuz. Öyleyse haydi bize
apaçık bir âyet getirin dediler. Bir mûcize getirin dediler. Siz sadece bizi
atalarımızın yolundan ayırmak istiyorsunuz. Bizi atalarımızın ibadet
ettiklerinden ayırmak istiyorsunuz. Biz babalarımızın yolunda yürümek istiyoruz.
Siz ise bizi atalarımızın yolundan koparıp Allah’a kulluğa çağırıyorsunuz. Haydi
öyleyse bize bir delil getirin. Allah’ın göklerin ve yerin Rabbi olduğuna dair,
göklerde ve yerde tek egemen olduğuna dair, bize getirdiğiniz dinin doğruluğuna
dair haydi bize bir delil getirin bakalım diyorlar. Kavimlerinin bu teklifleri
karşısında da bakın Allah’ın elçileri şöyle diyorlar:
1. “Peygamberleri onlara şöyle
dedi: “Biz ancak sizin gibi birer insanız ama, Allah, kullarından dilediğine
iyilikte bulunur. Allah'ın izni olmadıkça biz size delil getiremeyiz. İnananlar
sadece Allah'a güvensin.”
Elçiler dediler ki onlara, evet
sizin dediğiniz doğrudur. Bizler ancak sizin gibi birer beşeriz. Bizler de sizin
gibi birer insanız. Bizler de aynen sizin gibi bir ana babadan dünyaya gelen,
sizin gibi yiyen, içen, hasta olan, acıkan, baba olan, koca olan birer insanız.
Analarımız, babalarımız bellidir. Sizlerin akrabalarınızız. Bizler zaten size
böyle bir iddiada bulunmadık. Bir beşer olmadığımızı, sizden farklı olduğumuzu
iddia etmedik. Bizim sizden tek farkımız bize Rabbimiz vahy ediyor. Rabbimiz
sizin içinizden bizleri seçti ve bizim aracılığımızla size âyetlerini,
emirlerini ve yasaklarını bildiriyor. Sizden istediği kulluğu bizimle
örnekliyor.
İşte Rabbiniz böylece kullarından
dilediklerine bağışta bulunuyor. Dilediği kimseleri elçi seçip ona vahyini
ulaştırıyor. Dilediği kimselere imanı, hidâyeti nasip ediyor. Dilediği kimselere
kulluk etme, şükretme hamd etme özelliği veriyor. İşte bize bunu Rabbimiz
vermiştir. Bu bize Rabbimizin bir lütfudur. Gelin sizler de bize verilen bu
nîmete ortak olun. Gelin siz de bizim gibi hidâyeti kabul edin. Gelin sizler de
bizim gibi Rabbinize kul olun. Gelin sizler de bizim gibi Rabbinize kulluk
şerefine ulaşın.
Bizden bir delil istiyorsunuz. Yanlış
kapı çalıyorsunuz. Allah-tan istenmesi gereken şeyi bizden mi istiyorsunuz? Bu
iş Allah’ın işidir. Biz sizin gibi beşer olarak delil getiremeyiz. Allah’ın izni
olmadan bizim size bir delil getirmemiz mümkün değildir diyerek Allah’ın
elçileri bu konuda özelliklerini, misyonlarını, konumlarını açık ve net bir
biçimde ortaya koydular. Bu konuda yapabilecekleri bir şeyin olmadığını
anlattılar. Ne yapabileceklerdi de Allah’ın elçileri? Neye güçleri yeterdi de?
Yâni Allah’ın izni olmadan gökten bir âyet mi indirebileceklerdi? Yerden bir
âyet mi çıkarabileceklerdi? Bir kul olarak onların da böyle şeylere güçleri
yetmeyecekti. Onlar sadece Allah’ın istediği gibi iyi bir kuldular, iyi bir
müslümandılar. İnsanlara onlardan Allah’ın istediği kulluğu en güzel bir şekilde
örnekleyen birer müslümandı onlar.
Şöyle dediler: Mü’minler sadece Allah’a
tevekkül etsinler. İ-nananlar sadece Allah’a inanıp teslim olsunlar. Sadece
Allah’a güvenip bel bağlasınlar. Sadece Allah’a boyun büküp isteyeceklerini
sadece Allah’tan istesinler. Boyunlarındaki kulluk ipinin ucunu sadece Allah’a
teslim edip hayatlarını O’nun için yaşasınlar. Allah’ın rızası ve hoşnutluğunun
dışında başka bir şey peşinde koşmasınlar. Vekaletlerini sadece Allah’a
versinler. Hayatlarına kulluk maddesi alacak tek veli, programı uygulanacak tek
Rab, arzuları yerine getirilip yasalarına teslim olunacak tek İlâh olarak
Allah’ı bilsinler. O’ndan başkasını dinlemesinler, O’ndan başkalarının çektiği
yere gitmesinler.
12. “Bize yollarımızı gösteren
Allah'a niçin güvenmeyelim? Bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız.
Güvenenler ancak Allah'a güvensinler.”
Bize ne oluyor ki Allah’a
tevekkül etmeyelim? Bize ne oluyor ki vekaletimizi Allah’ın eline vermeyelim?
Bize ne oluyor ki Rabbimizi vekil bilip O’nun bizim adımıza aldığı kararlara
teslim olmayalım? Bize ne oluyor ki Rabbimizi övmeyelim? Bize ne oluyor ki
Rabbimize kul olmayalım? Bize yollarımızı açan O’dur. Bize yolumuzu gösteren
O’dur. Bize hidâyet eden O’dur. Rabbimiz lütfuyla bize kendi yolunu, kendi
hidâyetini gösterdiği halde, bize bu dünyada nasıl bir hayat yaşayacağımızı,
kendisine nasıl kulluk edeceğimizi, rızasını nasıl kazanacağımızı, cennetine
nasıl ulaşabileceğimizi bildirdiği halde, bizim adımıza en güzel kararları
aldığı halde, bizi bizden daha iyi düşündüğü halde niye O’nu kendimize velî ve
vekil kabul etmeyelim? Bizi yarattığı halde, bizi doyurduğu halde, bize rızık
verdiği halde, bizi peygamber seçip yolunu gösterdiği halde, bize akla hayale
gelmedik lütuflarda bulunduğu halde biz niye böyle bir Allah’a teslim
olmayalım?
Şüphesiz ki bizler sizin bize olan
eziyetlerinize sabredeceğiz. Sizler her ne kadar da size iyilikten başka bir şey
düşünmeyen, sizin için cennetten başka bir şey düşünmeyen bizlere inanmasanız
da, bize getirdiğimiz bu hak dinden ötürü düşman kesilseniz de, bizi ve
getirdiğimiz Allah mesajını kabullenmeye yanaşmasanız da, bizlerle alay etseniz
de, bize işkenceler tattırmaya çalışsanız da biz sizin hidâyetiniz ve
kurtuluşunuz hatırına yine de sizden gelenlere sabredecek, dişimizi sıkacak ve
dayanacağız. Zaten tevekkül edenler, kendilerine vekil arayanlar, vekaletlerini
devredip arzularını yerine getirecekleri yasalarını uygulayacakları,
boyunlarındaki ipin ucunu eline teslim edecekleri bir varlık arayanlar sadece
Allah’a tevekkül etsinler. Sadece Allah’ın razı olduğu bir hayatı yaşasınlar.
Sadece Allah’ın çektiği yere gitsinler diyorlardı tüm
elçiler.
Evet gerçekten nasıl hamd edeceğiz?
Nasıl teslim olacağız? Nasıl vekil bileceğiz Rabbimizi? Nasıl vereceğiz
vekaletlerimizi O’na? Bakın İbrahim sûresinin bu âyetleri Rasulullah efendimize
nâzil oluyor. Bizim kendisine kulluğumuzun, teslimiyetimizin anlatıldığı,
örneklendiği bu bölümde yasal bir örneğimiz olarak Mûsâ (a.s) gündeme alınıyor.
Ve bizden önceki toplumların peygamberlerine karşı takındıkları tavırlar da
gözlerimizin önüne seriliyor. Bize çok güzel bilgiler, çok hoş örnekler
sunuluyor. Rabbimiz gerçekten bize karşı çok merhametlidir. Şimdi artık elimizde
bu kadar büyük nîmetler varken bu nîmetlere, bu rahmete kulak tıkayarak bir
hayat yaşamaktan daha büyük bir zavallılık düşünülemez.
13,14. “İnkâr edenler,
peygamberlerine: “Ya bizim dinimize dönersiniz ya da sizi memleketimizden
çıkarırız” dediler. Rableri peygamberlere: “Biz, haksızlık edenleri yok
edeceğiz, onlardan sonra yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve
tehdidimden korkanlar içindir.” diye vahy etti.”
Evet kâfirler, Allah’ın bunca
nîmetlerini, Allah’ın bunca âyetlerini, rahmetini örtenler, fıtratlarını,
vicdanlarını, gözlerini, kulaklarını örterek bir hayat yaşamayı tercih edenler
Rableri tarafından bir rahmet kapısı olarak kendilerine gönderilen elçilere
dediler ki: Ey elçiler, sizi yerimizden, yurdumuzdan, ülkemizden çıkarırız.
Yahut da sizler bizim dinimize, bizim hayat programımıza, bizim yaşam biçimimize
dönersiniz. Sizler ya bu anlayışlarınızdan, bu inançlarınızdan, bu dininizden
döner, bizim gibi olur, bizim gibi inanır, bizim gibi düşünür, bizim gibi
giyinir, bizim gibi yer içersiniz, yahut da sizi yurdumuzdan sürüp çıkaracağız.
Evet peygamberlerin dâvetine muhatap olan kavmin kâfirleri böyle diyorlardı.
Çünkü ilk dönem toplumlarına
gönderilen Allah elçilerinin muhatapları karşısında çok fazla güçleri kuvvetleri
yoktu. İlk çağlarda peygamberlerin dâvetine inanan mü’minlerin sayıları çok
azdı. Hattâ bazen bir peygamberin tek başına bir toplumu uyardığına şahit
oluyoruz. İşte mevcut düzenden, statükodan yana olan kâfirlerin güçsüz olan
peygamberleri atalarının dinlerine, atalarının yollarına, mevcut hayat
programına karşı gelmekle suçladıklarına şahit oluyoruz. Di-yorlar ki, biz
toplum olarak, çoğunluk olarak böyle bir hayattan, böyle bir dinden yanayız.
Sizlerse azınlıksınız. Ya sizler de bizim gibi olacaksınız, bizim sistemimize
tabi olacaksınız, bizim tanrılarımızı kabul edeceksiniz, ya da sizi bu ülkeden
sürüp çıkaracağız.
Evet her dönem kâfirlerinin Allah
elçilerine ve ol elçilerin yolunu takip eden mü’minlere aynı şeyleri
söylüyorlar, aynı tehditleri savuruyorlar. Dün Mekke’de Rasulullah efendimize,
bugün de onun yolunun yolcusu olan biz müslümanlara kâfirler tarafından aynı
şeyler söyleniyor. Ey peygamber, ey müslümanlar, ya bizim dinimize dönersiniz,
bizim gibi adam olursunuz, ya başlarınızı açıp, sakallarınızı kestirip, namazı
niyazı bırakıp çağdaşlaşırsınız, bizim istediğimiz gibi inanır, bizim
istediğimiz gibi düşünür, bizim istediğimiz gibi giyinir, bizim istediğimiz gibi
yaşarsınız, ya da bilesiniz ki sizi memleketimizden söküp atacağız. Ya bizim
gibi iktisâdi bozukluklarımıza ses çıkarmaz, bizim ahlâksızlıklarımıza siz de
sahip çıkarsınız, bizim hayatımıza, bizim yasalarımıza, bizim ticaretimize,
bizim çalıp çırpmamıza, devletin imkânlarını kullanmamıza hiç ses çıkarmazsınız,
bizim hukukumuza, bizim eğitim anlayışımıza, bizim kılık kıyafet anlayışımıza
ses çıkarmazsınız, ya da sürülmeyi göze alırsınız. Ya bizim fâizlerimize, bizim
gasplarımıza, bizim genel evlerimize, bizim fuhuşlarımıza, bizim rüşvetlerimize
dil uzatmayarak fitne çıkarmazsınız, yahut da sizi süreceğiz diyorlar. Yâni ya
bizim huzurumuzu kaçırmaz, düzenlerimizi bozmazsınız ya da sürülmeyi göze
alırsınız diyorlar.
Ya bizim hayatımızı benimsersiniz
ya da çeker gidersiniz. Değilse atarız sizi okullarımızdan, atarız
askeriyemizden, temizleriz sizi resmi dairelerimizden. Siz bilirsiniz. Ya bizim
hayatımızı kabullenir-siniz, ya bizim anlayışlarımıza dönersiniz, ya bizim
metotlarımızla hareket edersiniz, ya bizim gibi demokratik usullerimizle
çalışırsınız, bizim prensiplerimize uyarsınız ya da sizi ülkemizden çıkarır
kurumlarınızı kapatır yok ederiz.
Peki kendilerini bir şey zannedip,
güçlerine kuvvetlerine güvenip Allah elçilerine ve onların yolunun yolcusu olan
müslümanlara karşı tehditlerde bulunan bu alçak kâfirler karşısında o elçiler ve
müslümanlar ne yapmışlar? Nasıl davranmışlar? O elçiler ve müslü-manlar sadece
Allah’a güvenmişler, sadece O’na tevekkül etmişler, işlerini O’na havale
etmişler, vekaletlerini O’na teslim etmişler ve Rableri de bakın onlara şöylece
vahy etmiş:
Evet Rableri onlara vahy etti ve dedi
ki ey peygamberlerim, sizler yolunuza devam edin! Sizler Benim istediğim
kulluğa, Benim istediğim hayata devam edin! Müslümanca bir hayata sabredin!
Kesinlikle bilesiniz ki Ben zalimleri helâk edeceğim! Siz onları Bana bırakın!
Ben onların ağızlarının payını vereceğim. Kim kimi çıkarırmış ülkesinden? yakın
da siz de göreceksiniz onlar da görecekler. Kesinlikle bilesiniz ki Biz sizi
oradan çıkarmak isteyenleri çıkarıp, helâk edip onların yerlerini yurtlarını
size vereceğiz. Onların yerlerine sizleri egemen kılacağız. Yeryüzünde sizler
söz sahibi olacaksınız. Çünkü mülk Benimdir, dilediğimize onu veririm. Unutmayın
ki bu Benim makamımdan korkanlar, Bana ve dinime saygılı davrananlar içindir. Bu
Benim tehdidimden korkup Benim istediğim şekilde bir hayat yaşamaya yönelenler
içindir. Ben bu egemenliği onlara lütfedeceğim.
Evet buraya kadar Hz. Nuh (a.s)’dan
Mûsâ (a.s) a kadar peygamberlerin bir özeti sunuldu. Yasal örneklerimizin bize
lâzım olan, bizim kulluğumuza örnek olan bir anlatımı gerçekleştirildi. Ve tabii
genel bir yasa belirlendi. Bu yasayla Mekke’de Rasulullah efendimiz ve
beraberindeki müslümanlar, şu anda bizler ve kıyâmete kadar gelecek müslümanlar
bilgilendirilmiş oldu. Nedir bu genel yasa? Allah insanlara, toplumlara
elçilerini gönderiyor, elçileri toplumlarını Allah âyetleriyle, Allah diniyle
uyarıyor, onlar peygamberlerinin getirdikleri hayat programını kabul etmeyip
kendi hevâ ve heveslerince oluşturdukları hayat programlarına çağırıyorlar, bunu
kabullenip kendileri gibi inanmadıkça onları sürgünle, hapisle, ölümle tehdit
ediyorlar ve işte kıyâmete kadar genel geçer bir yasa olarak Rabbimiz de
buyuruyor ki, siz yolunuza devam edin, Biz zalimleri helâk edeceğiz. Onların
işlerini bitirecek ve sizleri onların yerlerine egemenler kılacağız.
İşte kıyâmete kadar değişmeyecek
Allah yasası budur. Hangi insan, hangi aile, hangi cemaat, hangi toplum ki
Allah’ın makamından korkar, Allah’ın azametinden etkilenir, Allah’ın istediği
gibi müslüman olma derdini içinde duyarsa, samimiyetle Allah’a kul olma kararı
içine girerse o mutlaka Allah’ın bu vaadine ulaşacaktır. Benim takdirim, Benim
yasam budur, bundan hiç kimsenin bir şüphesi olmasın diyor Rabbimiz.
15,16. Peygamberler yardım
istediler ve her inatçı zorba hüsrana uğradı. Ardından cehennem vardır; orada
kendisine irinli su içirilecektir.”
Peygamberler kendilerine bu
yasasını hatırlatan Rablerinden fetih istediler, düşmanlarına karşı yardım
istediler, açılım arzu ettiler, karar istediler. Bizim için bu vaadini
gerçekleştir ya Rabbi dediler. Dininin dinlere galibiyetini, dâvânın, yolunun,
sisteminin sistemlere zaferini göster bize ya Rabbi dediler. Velilerine
sığındılar, işlerini O’na havale ettiler de her inatçı zorba ise Allah
karşısında, Allah elçileri karşısında hüsrana mahkum oldu.
Evet, Allah ve elçilerine kafa
tutan, tehditler savuran, komplolar hazırlayan her inatçı zalim kaybetti.
Alçaklar Allah dinine geçit vermediler. Allah elçilerine hayat hakkı
tanımadılar. Rabbim Allah diyenlerin yolunu kesmeye çalıştılar. Allah’ın
kendileri hakkında hükmü-nü vermesini beklediler. Gelsin bakalım, ne gelecekse
gelsin de görelim dediler. Hakkımızda ne hüküm verilecekse verilsin dediler.
Siyasal, ekonomik, askeri güçlerine, devletlerine, saltanatlarına güvendiler de
Allah’la, elçileriyle ve müslümanlarla savaşa tutuştular.
Allah da bekleyip durdukları
hükmünü veriverdi. Ağızlarının payını veriverdi de her inatçı zorba, zalim helâk
oldu, yok oldu, geberip gitti. Ama iş bununla da bitmedi. Böylelerinin önünde de
daya-nılmaz bir cehennem vardır. Orada onlara bu yaptıklarının karşılığı olarak
irinli sudan içirilecektir. Yâni dünyadaki bu helâklerinin, bu yıkılışlarının
arkasından cehennemde de onlar için dayanılmaz bir azap
vardır.
17. “Onu yudum yudum içecek fakat
yutamayacaktır. Ölüm ona her taraftan geldiği halde, ölemeyecek, arkasından da
çetin bir azap gelecektir.”
O kaynar, o irinli sudan içip
yutmaya çalışacaklar ama yutamayacaklar, boğazlarından geçmeyecek. Ölüm onlara
her taraflarından gelecek, ama ölemeyecekler. Ölüm isteyecekler bu korkunç
durumdan kurtulmak için ama ölemeyecekler. Nerdesin ey ölüm! Gel de bizi bu
durumdan kurtar! diyecekler ama ölemeyecekler. Ölümü temenni ettiren, ölümü
aratan korkunç azapların içinde olacaklar.
Güçlü kuvvetli bir toplum. Gücüne
kuvvetine, imkânlarına, saltanatlarına güvenen bir toplum. Ekonomik, siyasal ve
askeri güçlerine güvenerek Allah elçilerini, o elçilerin yolunun yolcusu
müslümanları ülkelerinden atmaya, onlara hayat hakkı tanımamaya karar vermiş bir
toplum. Allah’la baş edebileceğini zanneden zavallı bir toplum. Ama işte
Rabbimin cezası geldi, toptan helâk oldular, işleri bitirildi, cehennem gittiler
ve orada ölümü temenni ettiren azapların arasında acı acı feryatlarını
duyuyoruz. Her taraftan ölüm kendilerini kuşattığı halde, her bir lahzada
binlerce ölüm acısı tattıkları halde ölüp de kurtulamadıklarına şahit oluyoruz.
18. “Rablerini inkâr edenlerin
işleri, fırtınalı bir günde, rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer;
yaptıklarından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu uzak
sapıklıktır.”
Rablerini örtenlerin, Rablerini
gündemlerinden düşürenlerin, Rablerinin kitabını örterek bir hayat yaşayanların,
Rablerinin dinini, Rablerinin peygamberlerini örtbas ederek bir dünya
yaşayanların amellerinin benzeri, misâli aynen şöyledir: Onların yapıp
ettikleri, onların işledikleri tıpkı fırtınalı bir günde şiddetli rüzgarın
savurduğu küle benzer. Bir kül dağı, bir kül tepeciği düşünün ki şiddetle esen
rüzgar onu savurup dağıtıveriyor. İşte Allah’a inanmayan, Allah için bir hayat
yaşamayan kâfirlerin tüm yapıp ettikleri de bir anda savrulup dağılıverecek.
Çünkü onlar bu amellerini Allah için yapmamışlardır. Allah’a kulluktan
kaynaklanan ameller değildi bunlar. Yaptırıcısı Allah değildi bu amellerin.
Dünya adına, dünyalık ikballer adına yapmışlardı onları.
Evet bu kâfirlerin göz
kamaştırıcı kültürleri, büyük medeni-yetleri, görkemli saltanatları, muhteşem
ekonomik ve askeri güçleri, övündükleri hayatları hepsi hepsi rüzgar karşısında
bir anda savrulup giden bir kül yığınından başka bir şey değildir. Çünkü onlar
Allah’tan, İslâm’dan, peygamberden çok uzak bir hayat yaşamışlardır ve
yaptıklarının tamamı boştur. Rabbimiz hayatlarını kendisi adına yaşayan
mü’minlerin tüm amellerini değerlendirmeye tabi tutarken, zerre kadar bir
amellerini bile zayi etmezken onlar için terazi bile koymayacaktır,
değerlendirmeye bile tabi tutmayacaktır onların
amellerini.
19,20. “Gökleri ve yeri gerçekten
Allah'ın yarattığını bil-miyor musun? Dilerse sizi yok edip yeni bir topluluk
var eder. Bu, Allah için güç değildir.”
Bu kâfirler görmüyorlar mı ki
Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Hak olan Allah, kitabını ve elçisini
hak olarak, haklı olarak gönderen Allah gökleri ve yeri de hak olarak, hak
yasalara göre yaratmıştır. Hak olan
dininin haklılığı ortaya çıksın, hak dini hayata hakim olsun, hak yasaları diye
yarattığını anlamıyorlar mı? Nasıl da kar-şı gelebiliyorlar bu hainler Allah
yasalarına? Nasıl da Allah’ın hoşlan-madığı bir tavrı takınabiliyorlar?
Bakmıyorlar mı şu gökyüzüne. Bak-mıyorlar mı yeryüzüne? Şu âlemde bâtıl bir şey
görebiliyorlar mı? Oyun eğlence türünden bir yaratma var mı? Yaratılmış her şey
bir hak yasaya istinat etmiyor mu?
Hayır hayır kendisi hak olan bir
Allah’ın bâtıllarla, abeslerle işi yoktur. Yarattığı tüm varlıkları hak olarak
yaratmıştır Rabbimiz. Onun içindir ki hiç bir varlık için zulme rızası yoktur.
Hiçbir varlığın yaratılış gayesinin dışında hareket etmesine razı olmaz Allah.
Onun içindir ki dilerse sizi giderir
de, sizi öldürür, sizi yok eder de yepyeni bir yaratışla gelir. Sizi helâk eder
de sizin yerinize yepyeni bir halk getirir. Ya sizi, bu âlemi farklı bir şekle
getirir veya insan cinsi olarak sizi toptan yeryüzünden siler de yepyeni bir
varlık türü yaratır, ya da zalim olanlarınızı yok edip kulluk yapacakları
yaratır. Bu Allah’a hiç de zor değildir. Allah ne sizlerden çekinir ne de size
ihtiyacı vardır. İşte bir gün gelecek zaten yok edecek bu âlemi de sizleri
yaşadığınız bu hayatın hesabını ödemek üzere huzurunda toplayacak.
21. “İnsanların hepsi Allah'ın
huzuruna çıkarlar; güçsüzler, büyüklük taslayanlara: “Doğrusu biz size uymuştuk,
Allah'ın azabından bizi koruyabilecek misiniz?” derler. Cevap olarak: “Allah
bizi doğru yola eriştirseydi biz de sizi eriştirirdik. Artık sızlansak da
sabretsek de birdir, çünkü kaçacak yerimiz
yoktur”derler.”
Bir gün gelecek bu dünya, bu
hayat bitecek, sonra Allah herkesi tekrar diriltecek ve herkes Rablerinin
huzurunda toplanacak. Zaten şu anda da herkes Allah’ın huzurundadır. Fakat
insanlardan kimileri bunun farkında değillerdir. O gün herkes bunun farkına
varacaktır. İşte o büyük iradenin huzurunda toplandıkları bir ortamda zayıflar,
güçsüzler, zayıflatılmışlar, mus’taz’aflar zayıflatanlara, güçlülere,
yöneticilere, müstekbirlere diyecekler ki. Bu dünyada güçlerine, kuvvetlerine,
saltanatlarına güvenen müstekbirler zayıfları, zayıf bıraktıkları insanları
ezdiler. Onları kendi güç ve kuvvetleri önünde eğilmeye zorladılar. Kendi
yasalarına itaate zorladılar. Hattâ kendilerinin tanrılığını onaylamaya
zorladırlar onları. Bize boyun bükeceksiniz, bizim İlâhlığımızı kabul
edeceksiniz, bizim istediğimizi yapacaksınız, bizim istediğimiz gibi yaşayacak,
bizim istediğimiz gibi inanacak, bizim istediğimiz gibi düşünecek, bizim
istediğimiz gibi inanacak, bizim istediğimiz gibi bir hayat yaşayacaksınız
dediler.
Baskılarla, zulümlerle, eziyet ve
işkencelerle onları köleleştirdiler, onların şahsiyetlerini bitirdiler. Ama
şimdi herkes gerçek İlahın, gerçek Rabbin, gerçek otoritenin huzurundadır.
Herkes kul, hiç kimsenin diğerinden bir ayrıcalığı, bir üstünlüğü yoktur. İşte
orada, Allah huzurunda, büyük mahkemede dünyada zayıf düşürülenler yerlerini
almışlar, büyükleneler de yerlerini almışlar ve bakın zayıflar büyüklenenlere,
müs’taz’aflar müstekbirlere, idare edilenler idare edenlere, yönetilenler
yönetenlere diyorlar ki:
Biz dünyadayken size tabi olmuştuk. Ey
müstekbirler, doğrusu biz dünyada iken size uymuştuk. Dünyada emirlerinize boyun
eğmiş, sizin kanunlarınıza itaat etmiş, sizin arzularınızı yerine getirmiş,
sizin istediğiniz bir hayatı yaşamış, bizi neye çağırdıysanız koyun gibi
arkanızdan gitmiştik. Sürüler gibi size tabi olmuştuk. Sizin gibi inanmış, sizin
gibi yaşamış, sizin gibi giyinmiş, sizin gibi soyunmuştuk. Sizin gibi sevinmiş,
sizin gibi üzülmüştük. Her şeyimizi, tüm hayatımızı, ekonomimizi, hukukumuzu,
kılık-kıyafetimizi size bağımlı kılmıştık. Sizleri Rab ve İlâh bilip siz ne
demişseniz ona tabi olmuştuk. Sizler güçlüydünüz, sizler kendinizi dünyada
Rabler görüyordunuz, İlâh olduğunuzu iddia ediyordunuz. Şimdi ise burada,
Rabbimizin huzurundayız. Şimdi şu anda sizlerin Allah’ın azabından bir şeyleri
bizim üzerimizden savmaya gücünüz yeter mi? Hadi bakalım gücünüzü gösterin,
İlâhlığınızı, Rabliğinizi gösterin de şu azabın bir kısmını olsun bizden
defedin. Ya da azabın bir kısmını olsun bizim yerimize yüklenebilir misiniz?
Engel olabilir misiniz Allah’ın azabının bize ulaşmasına? diyorlar. Berikiler,
müstekbirler, yönetenler de diyorlar ki bakın:
Eğer Allah bize hidâyet etmiş olsaydı
elbette biz de size hi-dâyet ederdik. Eğer Allah bizi kurtarmış olsaydı elbette
bizler de sizleri kurtarırdık. Yâni eğer Rabbimizin takdir buyurduğu bu azabı
sizden giderecek bir gücümüz olsaydı sizden önce kendimizinkini kaldırırdık,
kendi azabımızı giderirdik. Onun için boşuna bağırıp çağırmayalım. Boşuna
birbirimizi suçlayıp durmayalım. Şimdi siz de biz de isyanlarımızın,
kazandıklarımızın karşılığı olarak azabı tadacağız, tatmak zorundayız
diyecekler.
İşte şu anda cehennemde, ateşin içinde
aynı azabı paylaşan insanların tartışmalarını, birbirlerini suçlamalarını
dinliyoruz. Müstek-birler ve müs’taz’aflar, zayıflar ve güçlüler, yönetenler ve
yönetilen-ler, yasa koyanlar ve onların yasalarına itaat edenler, tanrılar ve
kullar. Dünya üzerine Allah’ın istediğine göre değil de birilerine göre yaşayan,
Allah’ın istediği gibi değil de kendileri gibi insanların istedikleri gibi bir
hayat yaşayan zayıf karakterli, silik şahsiyetli kimseler de orada, onlara karşı
tanrılık iddiasında bulunanlar da orada. Özgürlüğün ne demek olduğunu bilmeyen
köleler de orada, onları köleleştiren sahte tanrılar ve tanrıçalar da orada.
Demek ki bu iki grup da cehennemdedir.
Demek ki mustaz’-afların, zayıfların zayıflığı onları kurtaramayacaktır. Davar
sürüsü gibi idarecilerinin kanunlarına itaat etmek zorunda kalmış bu insanların,
ne yapalım? Biz güçsüzdük, zayıftık, gücümüz kuvvetimiz yoktu, elimizden bir şey
gelmiyordu demeleri onları kurtaramayacaktır. Çünkü Allah onlara akıl vermişti,
Allah onlara irade vermişti. Seçme hürriyeti vermişti Allah onlara. Bunlar hiç
bir zaman böyle sürüler değildi. Berikiler onların iradelerini satın almak
istedikleri zaman, boyunlarına ip takıp kendilerine kul köle yapmaya
zorladıkları zaman, hiçbir tepki göstermediler. Sanki bu işe dünden razıymış
gibi boyunlarını teslim ettiler.
Ve şimdi o kendilerini kul köle
edinmek isteyen insanları görünce, onların da aynen kendileri gibi azabı
boyladıklarını görünce, Allah huzurunda onların tanrılıklarının sahteliğini
anlayınca diyorlar ki ne olur haydi bizim azabımızın bir kısmını giderin. Biz
sizin yolunuza tabi olduğumuz için şimdi buradayız diyorlar. Biz dünyada sizin
hatırınıza Allah’ı da, kitabını da, peygamberini de bırakmıştık. Sizin
istediğiniz bir hayatı yaşadığımız için şimdi buraya
geldik.
Bakın mus’taz’aflar, yâni yönetilenler,
idare edilenler müs-tekbirlere, yâni yöneticilere, idarecilere, yönlendirenlere
diyorlar ki: Ey müstekbirler! Doğrusu biz dünyada iken size uymuştuk! Dünyada
emirlerinize boyun eğiyor, kanunlarınıza itaat ediyor, arzularınızı yerine
getiriyor, bizi neye çağırdıysanız koyun gibi arkanızdan geliyorduk. Sürüler
gibi size tabi oluyorduk. Sizler güçlüydünüz. Sizler kendinizi dünyada Rabler
görüyordunuz. İlâh olduğunuzu iddia ediyordunuz. Hadi bakalım, gücünüzü
gösterin, İlâhlığınızı, Rabliğinizi gösterin de şu azabın bir kısmını olsun
bizden defedin. Ya da azabın bir kısmını olsun bizim yerimize yüklenebilir
misiniz? diyorlar.
Müstekbirler, idareciler de ne diyorlar
bakın: Boşuna bağırıp çağırıp da kendinizi yormayın ey sürüler! Bağırsanız da
çağırsanız da çare yok, siz de biz de bu ateşin içindeyiz! Çare yok siz de, biz
de bu ateşe razı olmak zorundayız. iş bitmiştir bu konuda. Eğer Rabbimizin
takdir buyurduğu bu azabı sizden giderecek bir gücümüz olsaydı, sizden önce
kendimizinkini kaldırırdık, kendi azabımızı giderirdik.
Allah için bu âyetler ışığında
kendimizi bir kontrol edelim. Burada anlatılan büyüklenenler, müstekbirler
siyasal önderler olabilirler, dinî önderler olabilirler, yöneticiler, Allah
yasalarını kaldırıp onun yerine kendi yasalarını hakim kılanlar olabilir. Eğer
insanlar bunların arzularının Allah’ın kitabına ve Resûlünün Sünnetine uygun
olup olmadığını araştırmadan, tahkik etmeden bunlara tabi olurlar ve efendim ne
yapalım işte büyüklerimiz hayat diye, din diye bunları sundular biz de kabul
ettik. Bu konuda bizim her hangi bir suçumuz yoktur. Eğer bir suç varsa, bir
suçlu varsa gerçek suçlu onlardır demeye kimsenin hakkı yoktur.
Başka şeye benzemez, bu dindir,
hayattır. Efendim filân hoca dedi ben de yaptım. Falan zât öyle buyurdu ben de
uyguladım demek yarın bizi kurtarmayacaktır. Dinimizi kendimiz öğrenmek
zorundayız. Allah bize de akıl vermiştir. Allah’ın bize verdiği bu akıllarımızı
birilerinin cebine sokmaya ve körü körüne onların peşine takılmaya hakkımız
yoktur. Her birerimiz kendi dinimizi öğrenmeye çalışırken eğer bir kısım yerleri
anlayamamışsak o zaman elbette bizden bir adım ileride o konuda bilgi sahibi
insanların bilgilerine müracaat edebiliriz. Ama körü körüne birilerine
bağlanıyor, ya da din bilmeyenlere din soruyorsa kişi o da yanlış bir din tarif
ediyorsa bu hiç bir zaman tabi olanlar için mâzeret sebebi olmayacaktır bunu
hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
22. “İş olup bitince, şeytan:
“Doğrusu Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size söz verdim ama, sonra
caydım; esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum yoktu; sadece çağırdım, siz de
geldiniz. O halde, beni değil kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz
de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce kabul
etmemiştim; doğrusu zalimlere can yakan bir azab vardır”
der.”
Hüküm gerçekleşip iş tamamlandıktan
sonra, şeytan ve ona tabi olanlar, şeytanı velî kabul edip onun istediği gibi
bir hayat yaşayanlar cehenneme doğru gönderilince, azapla karşı karşıya
bırakılınca şeytan da dedi ki: muhakkak ki Allah size hak bir vaad ile vaad de
bulundu. Allah size hak bir sözle söz verdi. Ey kullarım, eğer Beni dinler,
Benim istediğim gibi müslümanca bir hayat yaşarsanız size cennet var dedi.
Müslümanca bir hayatın karşılığı olarak size cennet vaadinde bulundu. Yok eğer
Benim istediğimden çıkıp kâfirce bir hayatın mahkumu olursanız size cehennem var
dedi. Ve işte gördünüz dediği de haktı Allah’ın. Allah vaadinde haklı çıktı.
Ben de size vaatlerde bulundum.
Allah’ı bırakır benim gibi yaşarsanız, benim istediğim gibi olursanız benimde
cennetim vardır dedim. Allah’ın istediği değil benim istediğim doğrudur dedim.
Bana tabi olursanız benim cennetime girersiniz dedim. Beni izlerseniz ben de
sizi doğru yola ulaştırırım dedim. Bana karşı gelirseniz dünyanızı cehenneme
çeviririm, âhirette de kendi cehennemime atarım dedim.
Allah’a alternatif bir din, bir yol,
bir hayat programı geliştirip sizi ona çağırdım. Siz de bana icabet ettiniz.
Allah’ı, Allah’ın dinini, Allah’ın yolunu bırakıp bana uydunuz. Allah’a kulluğu
bırakıp bana kul oldunuz. İşte gördünüz ki Allah vaadinde durdu, ama ben
vaadimde duramadım. Allah dediklerini aynen gerçekleştirdi, ama ben hiçbir şey
yapamadım. Vaadimi yerine getirme gücüm de yoktu zaten. Ne cennetim ne de
cehennemim vardı benim. Ben de sizler gibi âciz bir kuldum. Üstelik benim size
karşı baskı yapacak, sizi zorlayacak bir gücüm kuvvetim de yoktu. Sizi ben
yaratmamıştım. Hayatınızı ben vermemiştim. Havanızı, suyunuzu, güneşinizi ben
var etmemiştim. Size hâkimiyet kuracak bir saltanatım, sultanlığım, egemenliğim
de yoktu. Sadece ben bâtıl, yalan bir vaad ile size vaadediyordum. Ancak sizi
dâvet ettim, siz de bana icabet ediverdiniz.
Şimdi artık beni kınamayın, bana
hakaret etmeyin, beni kötülemeyin. Kendinizi horlayın, kendinizi kınayın. Ben
sizi bu cehennemden, bu azaptan kurtaramam, sizler de beni buradan
kurtaramazsınız. Ben sizin beni Allah’a ortak koşmanızı daha önce reddettim,
kabul etmedim. Beni tanrı kabul etmenizi ben reddettim. Muhakkak ki zalimlere
acıklı bir azap vardır.
Alçak şeytan azdırıp saptırdığı insanları
cehennemin kapısına kadar götürmüş, onları kendi ebedî azap mahalline kadar
sürüklemiş ve orada yüksek bir yere çıkıp tüm çömezlerinin önünde bir hutbe
okuyor. Diyor ki: Ey benim akılsız kullarım! Bugün sakın beni kınamayın! Benim
üzerime gelmeyin! Siz kendi kendinizi kınayın! Zira dünyada iken benim sizin
üzerinizde bir sultam bir saltanatım, bir gücüm kuvvetim yoktu. Bir göz kırptım
hemen peşime takılıverdiniz. Kalplerinizin ibresi o kadar zayıfmış ki hemen
peşime takılıverdiniz! Rabbinizi dinlemeyip beni dinleyerek, Rabbinizin kitabını
bırakıp benim vesveselerime kulak vererek beninle birlikte ebedî azap mahallime
geldiniz diyerek kandırdığı, saptırdığı insanlara gülüp onlarla alay edince
akılsızca onun peşine takılan zavallılar ona ve kendilerine gazaplana-caklar,
mahvolacaklar, kahrolacaklar.
Evet işte İbrahim sûresinin bu âyeti de
tüm dünya insanlığının kaderini ilgilendiren müthiş bir haber. Bütün dünya şu
anda bunu yaşıyor. Şeytan ve onun yolunu takip edenler. Allah’ı, Allah’ın yolunu
bırakıp şeytanların yollarına, şeytanların sistemlerine tabi olanlar. Tüm dünya
insanlığının ibret ve dehşetle okuyup anlamaları, durup dinlemeleri gereken bir
haber. Ve başka hiçbir kaynaktan öğrenme imkânımızın olmadığı bir gerçek, bir
görüntü. Hüküm Allah’ındır. cennet Allah’ındır, cehennem Allah’ındır. Vaad
Allah’ındır. Allah vaad eder. Müslüman olun cennet var. Yok eğer kâfir olursanız
cehennemi boylarsınız. Benimle savaşamaz, Benimle başedemezsiniz. Gelin Bana
tabi olun. Gelin Benim istediğim hayatı yaşayın. O zaman kazanırsınız cennetimi
der.
Bunun alternatifi olarak alçak
şeytan da der ki, hayır, bana tabi olursanız kazanırsınız. Beni izler, benim
gösterdiğim yoldan giderseniz kurtulanlardan olursunuz diyerek ısrarla Allah’la
kavgasını sürdürür. Allah’ın gücü ve saltanatı vardır, şeytanın gücü de
saltanatı da yoktur. Allah’ın cenneti ve cehennemi vardır, şeytanın cenneti ve
cehennemi yoktur. Allah vaadinde haktır, şeytansa yalancıdır. İşte bizzat
kendisi bunu itiraf ediyor. Ve işte rahmeti bol olan Rabbimiz şeytan ve
kendisiyle karşı karşıya olan tüm insanlığa bunu hatırlatır. Gelin Bana şeytanı
tercih etmeyin diye uyarır. Gelin Benim yolumu bırakıp da şeytanların yollarına
tabi olmayın der. Unutmayın ki bir gün gelecek o peşine takıldığınız şeytan bu
sözleri söyleyecek. İyi bilin ki onun sizin üzerinizde hiç bir gücü ve saltanatı
yoktur. O sadece gece gündüz oyun ve eğlencelerle sizi çağırıyor. Unutmayın ki
bir gün sizler kendi kendinizi kötüleyeceksiniz, pişman olacaksınız, gelin
şimdiden aklınızı başınıza alın diyor. Öyleyse bize düşen şeytanları bırakıp
Allah yoluna tabi olmaktır.
23. “İnananlar ve yararlı işler
yapanlar, içlerinden ırmaklar akan cennetlere konulurlar, Rablerinin izniyle
orada temelli kalırlar. Oradaki dirlik temennileri: “Selâm!”
dır.”
İşte iman eden ve imanlarını
amele dönüştüren, iman eden ve iman kaynaklı bir hayat yaşayan, iman eden ve
hayatlarını imanlarıyla düzenleyen, iman eden ve imanlarının gereği sâlih
ameller işleyenler zeminlerinden ırmaklar akan, ya da tahtı tasarruflarında
ırmakların akıp gittiği cennetlere idhal edilirler. Rablerinin izniyle onlar
orada ebedîyen, hiç çıkmamacasına, hiç kaybetmemecesine orada kalırlar.
Orada onların birbirleriyle karşı
karşıya geldikleri zaman birbirlerine mukabeleleri, hitap şekilleri, dirlik
dilekleri sadece selâmdır. Birbirlerine esenlik dilerler. Birbirlerine selâmet
temenni ederler. Birbirlerine İslâm’ı, teslimiyeti tavsiye ederler. Ya da
Allah’ın Selâm olan ismini hatırlatırlar.
Zaten bu dünyada da Allah’ın
istediği müslümanca bir hayatı gerçekleştirmek üzere çırpınan kimselerin
birbirlerine hitap şekilleri de selâm idi ve işte bu cennette de devam edecek.
Birbirlerine dua ediyorlar, esenlik diliyorlar ve birbirlerini tebrik ediyorlar.
Bundan daha güzel, bundan daha kârlı bir iş olur mu?
24,25. “Allah'ın, hoş bir sözü;
kökü sağlam, dalları göğe doğru olan Rabbinin izniyle her zaman meyve veren hoş
bir ağaca benzeterek nasıl misâl verdiğini görmüyor musun? İnsanlar ibret alsın
diye Allah onlara misâl gösteriyor.”
Görmedin mi? Allah tertemiz bir
kelimenin misâlini verir. Tertemiz bir kelime. La İlâhe illallah Muhammed
ün Rasulullah. İşte o tertemiz kelime tıpkı tertemiz bir ağaç gibidir.
Kökü yere yerleşmiş, sapasağlam tutunmuş, dalları ise gökyüzüne ser çekip
yükselmiş tertemiz bir ağaç. Adem (a.s)’la başlar bu kök, Nuh (a.s) la, İbrahim
(a.s)’la devam eder. Ve nihâyet son elçi Muhammed (a.s)’la birlikte tam tamına
bu âlemde yer etmiştir, sapasağlam yerleşmiştir. Bu dinin, bu kelimenin, bu
anlayışın, bu inancın gerçekliliği göklere kadar yükselmiştir. Ve zaten onun
gerçekliliği de Allah tarafından tasdik edilmiş, onaylanmıştır.
İşte bu kelime La İlâhe illallah
Muhammed ün Rasulullah kelimesidir. Allah’tan başka İlâh yoktur. Allah’tan başka
sözü dinlenecek, hatırı kazanılacak, çektiği yere gidilecek, yasaları
uygulanacak İlâh yoktur ve Muhammed (a.s) da O’nun Resûlüdür, elçisidir. İşte bu
kelime, bu inanç hayatın tek değer ölçüsüdür. Kâinattaki sistem bu esasa
dayanmaktadır. Tüm varlıklar bu sistemle iç içedir. Çünkü bu göklerin ve yerin
üzerine kurulduğu yasadır. Gökler ve yer, göklerde ve yerde olanların tamamı
işte bu tevhid esasına göre kurulmuştur. Tüm kâinatta Allah’tan başkalarını İlâh
kabul etmeme yapısı vardır. Güneşler, aylar, yıldızlar, yerler, gökler, dağlar,
taşlar, hattâ insanın tüm azaları sadece bu değişmez yasaya, Allah’a kulluk
yasasına teslimdirler.
Rabbinin izniyle bu ağaç her zaman, her
mevsim meyvesini verir. Bu söz, bu iman o kadar verimlidir ki hayatını hayat
sistemini ona dayandıran bir fert, bir toplum her zaman ondan meyvesini alır. Bu
inanç kimin kalbine girmişse, bu kelime kimin ağzından dökülmüşse mutlaka ondan
güzel meyveler, sâlih ameller, namaz meyveleri, oruç meyveleri, sâlih
davranışlar, iffetli namuslu davranışlar, âdil hareketler dökülecektir.
Resullerin davranışları, ahlâkları, Allah’ın razı olduğu bir hayat tarzının
oluşumları, meyveleri görülecektir o kimsede, o ailede, o toplumda. Kim bu
kelimeye iman ederse, bu inanç kimin kalbinde dal budak salarsa, hangi ülke,
hangi toplum tevhid inancına sahip çıkarsa o toplumun, o ülkenin, o insanlığın
amelleri de, eylemleri de, davranışları da, hayatları, hukukları da, eğitimleri
de, sosyal yaşantıları da, her şeyleri de güzel olur.
İşte Allah insanlara misâllerini
böylece verir. Umulur ki insan-lar tezekkür ederler, bunlarla yol bulurlar,
akıllarını başlarına alırlar. Umulur ki onlar Rablerinin kendilerine lütfetmiş
olduğu izzet ve şereften nasiplerini alırlar.
İnsan
birkaç kelime söyler ve müslüman olur. Bunun için uzun uzadıya merasimlere gerek
yoktur. Sadece birkaç kelime; “Lâ ilâhe illallah Muhammedür Resûlullah.” Bunu
söyleyen kimsede çok büyük değişiklikler meydana gelir. Söylemeden önce kâfirse,
söylediği andan itibaren artık o müslümandır. Önceden pis idi, necis idi şimdi
ise tertemizdir. Önceden Allah’ın gazabına mahkum iken şimdi rahmetine lâyıktır.
Önceden cehennemlik iken şimdi cennet kapıları yüzüne açılmıştır. Önceden kâfir
milletin, küfür toplumunun üyesi iken şimdi bu kelimeyi söylediği andan itibaren
artık o İslâm ümmetinin üyesi olmuştur. Artık küfür toplumuyla bir ilgisi
kalmamıştır. Yâni eğer bu kelimeyi baba söylemiş, ama oğlu söylememişse, ortada
ne babalık kalır, ne de evlâtlık. Aralarındaki miras da kalkmıştır, mahremiyet
de. Eğer bu kelimeyi kadın söylüyor, kocası söylemiyorsa aralarında ne kadınlık
kalmıştır, ne de kocalık. Nikâh da bitmiştir. Bakın bir tek kelime insanı
bambaşka bir insan yapıyor.
Peki
acaba ne var bu kelimede ki böyle insanı birden bire bambaşka bir insan yapıyor?
Nedir bu kelime ki insanı babasına yabancı yapıyor, karısına yabancı yapıyor,
kocasına yabancı kılıyor? Yâni altı harften meydana gelen bir kelimeyi iki
dudağınızın arasından çıkardınız mı tıpkı sihirli bir değnek gibi insanı
bambaşka bir insan yapıyor. Hayır, iş öyle değildir İslâm’da. İslâm’da bütün
mesele sözün dizilişinde değil, onun mânâsında ve muhtevasındadır. Lâfızların
tesiri onların mânâlarıyladır. Eğer bir adam bu sözün, bu kelimenin mânâsını
anlamadan, muhtevasını kavramadan, bu söz onun içine girmeden, bu sözün tesiri
onun düşüncesinde, fikrinde, ahlâkında, ticaretinde, bireysel ve toplumsal
hayatında, hasılı tüm hayatında kendini göstermezse, yâni onun üzerinde bir
değişiklik yapmazsa, zaman Rabbimizin şu âyetinin hükmü geçerli
olur:
Hayır; bu sadece diliyle
söyleyiverdiği, ağzıyla geveleyiverdiği bir sözdür, kendi lafıdır.
(Mü’minûn
100)
Mânâsını
anlamadan, ruhuna inmeden, ne dediğinin, hangi taahhüdün altına imza attığının
farkına varmadan ağzının ucundan geveleyiverdiği bir sözdür o diyor Rabbimiz. Bu
kelimeyi diliyle söylediği halde bu kelimenin gerektirdiği bir hayatı yaşamayan
kişi tıpkı susayıp da su içmesi gerekirken suç içmeyip de eline tesbihi alıp
sabaha kadar; su, su, su diye tesbih çeken kimse gibidir. Böyle yüz bin tesbih
de çekse adamın susuzluğu asla geçmez. İşte aynen bunun gibi bir adam mânâsını
anlamadan, gereğiyle amel etmeden günde yüz bin defa kelime-i tevhid çekse
hiçbir faydası olmaz. Sadece diliyle bu kelimeyi söylemekle insan değişmez.
Sadece bu kelimeyi söylemekle bir insan pis iken temiz olmaz, nefret edilen
kimse iken sevilen kimse olmaz.
Bu kelimeyi söylerken bizler çok büyük
bir mesuliyetin altına giriyoruz demektir. Çok büyük bir taahhüdün altına imza
atıyoruz demektir. Bu düşünce bizim tüm hayatımıza hakim olmalıdır. Bundan sonra
hayatımızda başka şeye yer veremeyiz. Bu kelimeye muhalif olan her söz, her
hareket, her düşünce, her eylem, her sistem yalan ve yanlış olacaktır. Bu
kelimeyi söyledikten sonra artık siz bir kâfir gibi başıboş değilsiniz. Tüm
iradenizi Allah’a teslim etmişsiniz ve artık bir kâfir gibi dilediğinizi
yapamazsınız. Seçim hakkınız kalmamıştır. Allah sizin için neyi seçmişse onu
yapmak zorundasınız. Bir kâfir gibi; ben bundan hoşlanmadım, bu benim mantığıma
yatmadı deme hakkınız yoktur. Allah’ın yap dediklerini yapmak, yapma
dediklerinden de uzak durmak zorundasınız. Çünkü siz; Allah’tan başka hayatıma
karışı ilâh yoktur, O bizim de, dünyanın da sahibidir, yaratan O’dur, rızık
veren O’dur, hayatımda tek yetkili Rab O’dur, yalnız O’na kulluk edilir, sadece
O dinlenir, sadece O’nun çektiği yere gidilir, sadece O’ndan korkulur, sadece
O’na bel bağlanır, sadece O’ndan istenir, O’ndan başka itaat edilecek, sözü
dinlenecek yoktur dediniz.
Bu kelime ile biz Allah’la bir anlaşma
akdediyoruz. Bu kelime ile biz kendimizi Allah’a satıyoruz. Bütün dünyayı da
buna şahit tutuyoruz. Buna muhalefet ettiğimiz zaman tüm dünya, sema, arz, kendi
dilimiz, elimiz, ayağımız bu yalanımızı hakkın huzurunda yüzümüze vuracaktır.
Yâni hem dilimizle bu kelimeyi söyleyerek Allah’tan başka Rab, O’ndan başka ilah
yok der, hem de Allah’tan başka rabler, ilahlar bulup onlara kul köle olmaya
kalkışırsak bu kelimeyi dil ile söylemenin hiçbir mânâsı kalmaz. Evet, işte
kelime-i tayibe budur. Kelime-i tayyibe İslâm’ın esasıdır. Bu kelimeyi tam
anlamayan kişi, bu kelimenin gerektirdiği bir hayatı yaşamayan kişi hakiki
müslüman sayılmaz. Kelime-i tayyibe doğru sözdür. Bu öyle doğru bir sözdür ki
yeryüzünde bundan daha doğru hiçbir söz yoktur. Göklerde ve yerde her şey bu
söze, bu sözün doğruluğuna şahittir. Göklerde ve yerde Allah’tan başka hayata
karışacak ilah yoktur ve bizler, tüm varlıklar O’nun kulu ve kölesiyiz. Bu
âlemde bundan daha büyük bir gerçek yoktur. Tüm kâinat bunu ikrar eder. Bu sözü
söylemekle bizler, tüm varlıkların baş eğdiğine baş eğmiş, kul olduğuna kul
olmuş oluyoruz demektir. Bu sözle bizler gökler ve yerlerle birleşmiş oluyoruz.
Bildiğimiz bilmediğimiz sayısız ordular bizim safımızdadır.
Evet işte kelime-i tayyibe budur. Bir
de kelime-i habise vardır. Onu da bundan s0nraki âyetinde Rabbimiz şöylece
ortaya koyuyor:
26. “Çirkin bir söz de, yerden
koparılmış, kökü olmayan bir ağaca benzer.”
Çirkin bir sözün, kötü bir sözün
misâli, benzeri ise kötü bir ağaca benzer. O ağaç yerin üzerinde duruyor. Kökü
yerden koparıl-mış, yere yerleşme, tutunma imkânı bulamamış. Kararı kalmamış.
Esen bir rüzgarla, bir yağmurla veya gelip geçenlerin bir darbesiyle sağa sola
gidip, yerinden oynayabilecek istikrarı olmayan kökü sağlam olmayan bir ağaca
benzer ki onun ne meyvesi var, ne de kendisinde bir hayır var. Zaten bir
gerçekliliği, bir geçerliliği, bir istikrarı da yoktur onun.
İşte küfür kelimenin, küfür
anlayışının, Allah’ın razı olmadığı bir yaşantının misâli de budur. Köksüz bir
hayat, köksüz bir anlayış. Neye yarar ki? Sahih bir imana, sâlih bir amele,
güzel bir hayata da-yanmayan, güzel meyvelere sahip olmayan bir ağaç. Ne anlam
ifade edecek de? Ne meyvesi var, ne de insanların istifade edebilecekleri bir
gölgesi. Allah ve Resullerinin hoşlanmadığı hayat tarzları, vahye dayanmayan,
vahiyden kaynaklanmayan sistemler, felsefeler, düşünceler neye yarar da? Ateizm,
komünizm, sosyalizm ve Allah’tan, Resullerinden kaynaklanmayan tüm benzeri hayat
tarzları. Hepsi boştur bunların, hepsi sapıklıktır.
Evet, kelime-i habise, kötü kelime ise
kelime-i tayyibenin tamamen zıddıdır. Bu dünyanın herhangi bir Rabbi, İlâhı,
sahibi yoktur. Ya da Allah’tan başka ilahlar, rabler, tanrılar vardır. Allah’tan
başka hayata karışı varlıklar vardır. Ulûhiyet ve rubûbiyette Allah’ın ortakları
vardır. Bunlara da kulluk edilmeli, bunlar da dinlenmeli, bunlar da razı
edilmeli, bunların arzu ve istekleri de yerine getirilmeli, bunların çektikleri
yerlere de gidilmeli, bunların yasaları da uygulanmalı, bunlara da dua edilmeli,
bunlara da sığınılmalı vs vs.
Kelime-i habise; toprağın yüzünde
durmaktadır. Hafif bir rüzgarla devriliverecek durumdadır. Sanki hercai
kendiliğinden çıkıveren çalı çırpı durumundadır. Bir çocuk tutup dalından
çırpıverse kökten çıkarıverir. Bir rüzgar kaldırıp atıverir. Bir yerine el
sürmek isteseniz dikenler batıverir, meyvesi yoktur. Allah bilir bir günde
bunlardan kaçı yetişir, kaç gün ömür sürer. Kökleri yerin dibine inmiş değildir.
Aslında bunlar ne yerde ne de gökte hayat hakkı bulamamışlardır. Kökleri
olmadığından yerin altından istifade edemezler, havadan da gereği gibi
faydalanamazlar.
Bazı
kardeşlerimiz bize şunu soruyorlar: Bizler kelime-i tayyibeye iman ediyoruz, ona
sahipleniyoruz. O zaman niçin biz büyüyüp gelişemiyoruz da hep kelime-i habise
taraftarları büyüyüp gelişiyor? Bunun birinci sebebini az evvel ifade etim.
Kelime-i tayyibe sadece dille söylenen bir kelime olursa elbette böyle
olacaktır. Kelime-i tay-yibenin sadece lafzına iman yetmeyecektir. Bu kelimeye
öyle bir ina-nılmalı ki bunun dışında hiçbir iman, hiçbir düşünce kalbe
girme-melidir. Şimdi acaba şu anda bizler böyle miyiz? Acaba bu kelimeyi
dilleriyle söyleyen müslümanların boyunları Allah’tan başkalarının ö-nünde
eğilmiyor mu? Acaba sadece Allah’ı dinleriz diyen müslüman-lar şu anda Allah’tan
başkalarının yasalarını uygulamıyorlar mı? Aca-ba müslümanlar Allah’tan
başkalarından korkmuyorlar mı? Allah’tan başkalarına güven bağlamıyorlar mı?
Allah’tan başkalarını Rezzak makamında görmüyorlar mı? İkinci üçüncü derecede
inandıkları Rez-zaklarının gazabına uğramamak için maaşım kesilir endişesiyle
Al-lah’a kulluklarında geri adım atmıyorlar mı? Rabbimiz Allah’tır dedik-leri
halde Allah’tan başkalarının hüküm ve kanunlarına uymuyorlar mı? Kendi
menfaatleri için hakkın hükümlerini çiğnemiyorlar mı? Şim-di bu durumda ne
hakkımız var büyüyüp gelişmeye? Hayatımız bu kelimeye uymuyor ki. Şimdi böyle
bir hayatın içindeyken Müslüman-lıklarının farkında olmayan kimi zavallılar
Allah’ın dediği olmayınca -Allah affetsin- Allah’ın doğru söylemediğini, yanlış
bir yol tarif ettiğini iddia etmeye çalışıyorlar. Kendi durumlarını düzeltip
söyledikleri ke-limeye lâyık hale gelecekleri yerde Allah’a iftira etmeye
çalışıyorlar.
Sorulan
soruya binâen bir de kelime-i habise taraftarlarına bakalım. Acaba sanıldığı
gibi gerçekten onlar refah ve huzur içinde midirler? Acaba gerçekten bu kâfirler
ve müşrikler bize göre daha iyi bir durumda mıdırlar? Bu tamamen yanlıştır.
Tarih boyunca kâfir ve müşrikler hiçbir zaman mutlu olmamıştır. Siz acaba
parayı, serveti, lüksü, keyf ve eğlenceyi refah ve saadet unsuru mu
sayıyorsunuz? Acaba bir de bu adamların kalplerini sorsanız. Onların kalpleri,
evleri, yurtları, hayatları cehennemdir. Belki dış görünüşleri itibariyle
dünyayı hedefledikleri için dünyada gerçekten erişemedikleri bir şey yok gibi,
ama nihâyet kendi elleriyle dünyalarını da bozmuşlar, mekânik bir hayata
gelmişler, robotlaşmışlar, duyguları bitmiştir. Hisleri, hareketleri
kaybolmuştur. Sevmek, sevilmek, ağlamak, gülmek gibi insani duyguları,
fedâkârlık, cefakârlık gibi duyguları tükenmiştir. Yedirme, içirme, infak ve
akrabalık bağları, karılık, kocalık bağları, babalık, oğulluk bağları bitmiştir.
Her şeyleri bitmiştir. Böyle bir hayatın içinde tüm dünya onların olsa ne olacak
ki? Şu anda aslında cehennemi yaşıyorlar, ama böyle bir hayat da onlara süslü
geliyor. Bunu hayat zannediyorlar.
Yaşadıkları hayatları iç
dünyalarında büyük ıstıraplar oluşturuyor, derin yaralar açıyor; ama bunu sanki
fevkalâde güzel bir şeymiş gibi süslü görmeye çalışıyorlar ve her biri de bunu
ortaya koymaktan hiç de sıkıntı duymuyorlar, çok rahat bir şekilde birbirlerini
aşağıya indirebiliyorlar, çok rahat bir şekilde birbirlerini atlatabiliyorlar,
rezil rüsva bir hayatı birlikte yaşıyorlar. Meselâ bir adam cadde ortasında
herkesin gözleri önünde açlıktan ölüp gitse, necisin diye sormuyor, ama yine de
bu hayat kendilerine süslü gösteriliyor. İşte böyle tüm gördükleri, oldum olası
bir dünya hayatları var, yaşasınlar baka-lım; zaten bu adamların hepsi de
cehenneme gidecekler. Tümüyle sefaleti yaşıyorlar, ölür ölmez de cehenneme
gidecekler, kendilerini büyük bir
azabın içinde bulacaklar.
Efendim bunların zirveye çıkmış
teknolojilerini, sanayilerini, sosyal yaşantılarını, hukuklarını eğitimlerini,
yollarını köprülerini takdir etmek gerekir, Alman bilmem ne buluşunu takdir
etmek lazımdır, İsviçre’nin hukukunu takdir etmemiz lazım, Amerika’nın savaş
bilmem nesini takdir etmemiz lazımdır gibi hepimizin kalbine yerleşen ufak tefek
duyguları, aşağılık komplekslerini ısrarla bitirmek zorundayız. Bilmeliyiz ki
yeryüzünde kâfirlere imreneceğimiz hiçbir şeyleri yoktur. Güvenebileceğimiz
hiçbir hareketleri yoktur, hiçbir karakterleri yoktur. Gerçekten onlar dünyanın
en rezil ve en sefil mahluklarıdır. İntihar nispetlerine bakın, boşanma
nispetlerine bakın, bulaşıcı hastalıkların nispetlerine bakın, o gördüğünüz
muhteşem şehirlerde yüz binlerce insan bin bir çeşit belâ ve musibetlerin içinde
kıvranmaktadır. Şimdi siz buna huzur mu diyorsunuz?
27. “Allah inananları, dünya
hayatında ve âhirette sağlam bir söz üzerinde tutar; zalimleri de saptırır.
Allah dilediğini yapar.”
Allah mü’minleri hem dünya
hayatında, hem de âhiret hayatında sağlam bir sözle tespit eder. Onların
kalplerini sağlamlaştırır, ayaklarını sağlamlaştırır. O güzel sözle, o kelime-i
tevhid ile, o inançla onları sağlama alır, hayatlarını düzene koyar. Dünyadaki
hayatları kabullendikleri o güzel sözle, kökü ta derinliklerde olan, dalları da
se-malara yükselen bu güzel söz mü’minlerin hem dünyada, hem de âhi-rette
sebatlarına, hayatlarında istikrarlarına, dünyada mutlu ve dengeli bir
yaşantıya, âhirette de cennete ulaşmalarına sebep olur. Allah böyle bir yöne
döndürür onları. Hem dünyada hem de âhirette Rab-bimiz bu sözü söyleyen, bu söze
iman eden ve hayatlarını bu söze uygun yaşayan mü’minlerin bu imanlarını koruma
altına alır ve sağlamlaştırır onları. Zalimleri de saptırır Allah. Çünkü O
Allah’ın dilediğini yapma gücü vardır. Hiç kimse O’na engel olamaz.
28,29. “Allah'ın verdiği nîmeti
nankörlükle karşılayanları ve milletlerini helâk olacakları yere, yaslanacakları
cehenneme götürülenleri görmüyor musun? Ne kötü bir
duraktır.”
Görmedin mi? Bilmiyor musun? Şu
insanlar ki Allah’ın nîmet-lerini küfrettiler. Allah’ın nîmetlerini küfürle
değiştirdiler. Allah’ın nîmetlerine karşı nankörce bir tavır sergilediler.
Kendilerine bu nîmetleri yağdıran Rablerine kul olacakları yerde, O’na teşekkür
edecekleri yerde küfrettiler. Milletlerini, kavimlerini, toplumlarını yıkıma ve
yaslanacakları, varıp dolacakları cehenneme götürdüler. Kendileri cehenneme
gittikleri gibi, çevrelerini, toplumlarını, çoluk çocuklarını da cehenneme
götürdüler.
Şimdi kim kârda kim zararda?
Kendileri kâfir oldukları gibi insanları da kâfir yaptılar. Şimdi kim kârlı kim
zararlı? Hür iradeleriyle tercihlerini Allah’a imandan, kelime-i tevhidi
tercihten yana kullanan ve Allah’ın da hem bu dünyada hem de âhirette
sağlamlaştırdığı müs-lümanlar mı kârlıdır, yoksa küfrü tercih ederek hem kendi
yurtlarını, hem de kavimlerinin kabilelerinin yurtlarını helâk yurduna çeviren
bu kâfirler mi karlıdır? Adamlar hem dünya yurtlarını hem de âhiret yurtlarını
cehenneme çevirmişlerdir. Yarın varıp yaslanacakları cehennem ne kötü bir karar
yeridir?
30. “Allah'ın yolundan sapıtmak
için O'na eşler koşmuşlardı. De ki: “Yaşayın bakalım, hiç şüphesiz varacağınız
yer ateş olacaktır.”
Bunun sebebi neydi? Yâni Allah
nîmet vermiş, onlarsa nîmet sahibini inkâr etmişler. Nîmet sahibine karşı
nankörce bir tavır sergilemişler. Sebep ne? Niye böyle davranmışlar bu adamlar?
Allah yolundan sapmak ve saptırmak için Allah’a eşler, nidler, ortaklar,
şerikler koştular. Allah’ın yetkilerini sınırladılar, Allah’a yetki sınırlaması
getirdiler. Hayatı Allah verdiği halde, nîmeti Allah verdiği halde, gücü,
saltanatı Allah verdiği halde, havayı, suyu, ekmeği Allah verdiği halde bu
insanların nîmetlerin sahibini bilemediler. Tüm bu nîmetleri Allah’tan
bilmediler de başkalarından bildiler. Hayatı başka biri verdi dediler, ona
şükrettiler. Ekmeği, elmayı, armudu başka biri verdi dediler, ona şükrettiler.
Gözü, kulağı başkası verdi dediler, ona hamd ettiler, ona kulluk ettiler.
Böylece Allah’a kulluğu aza indirdiler. Allah berisinde başkalarına da kulluk
ettiler, başkalarını da dinlediler, başkalarını da yetkili görüp onları da razı
etmeye çalıştılar.
Namazda Allah’a şükrettiler, ama
hukuk konusunda başkalarına hamd ettiler. Oruçta Allah’a hamd ettiler ama kılık
kıyafet konusunda başkalarına hamd ettiler. İşte bundan dolayı Allah da onların
yurtlarını helâk etti.
De ki onlara peygamberim, haydi
faydalanın biraz bakalım. Haydi her şeyinizi kendisine borçlu olduğunuz
Rabbinize ortak koştunuz. O’nun yetkilerini başkalarına verdiniz. O’nu
hayatınıza karıştırmadınız. Sadece O’na kulluk etmediniz. Sadece O’nu
dinlemediniz. Zalim oldunuz. Zulmettiniz. Haydi biraz faydalanın bakalım.
Keyfinize bakın bakalım. Yaşayın şu dünyada biraz bakalım. Ama unutmayın ki çok
az bir zaman içinde faydalanacaksınız. Unutmayın ki azıcık bir faydalanmanın
sonunda varacağınız, gideceğiniz yer cehennemdir.
Yâni gerçekten şu insan kadar
nankör biri düşünülebilir mi? Hiçbir
varlık Allah’a bu kadar kötü, bu kadar nankör davranamaz. Göklerdeki ve
yerlerdeki bütün varlıklar iradeli olan şu insan cinsi hariç hepsi Allah’ı
tesbih ederler, hepsi Allah’ı yüceltirler, Allah’a kulluk ederler. Hiçbirisi
Allah’ın dediğinden dışarı çıkmaz. Ama şu nankör insan halbuki Rabbine şükreden,
Rabbini hamdeden, Rabbini dinleyip O’nun istediği hayatı yaşayan bir kul olsa,
şükreden olsa çok yüce olacak, çok şerefli olacakken öyle sefil bir hayatın
içine düşüyor ki nankörlüğüyle kendi kendini alçalttıkça alçaltıyor.
Hiç düşünmüyor nîmet sahibini. Halbuki
tüm dünya senin olsa, ama onları yiyecek şu ağzı vermeyiverse Allah ne yapacak
bu zavallı? Kimden alacak bu ağzı? Nereden bulacak onu? Şu dudaklarımızı, şu
dilimizi alıverse Allah ne yapar bu zavallı insan? Şu aklı alıverse,
vermeyiverse ne yaparız? Kime gideriz? Kim verebilir bunları bize? İşte şu anda
gözleri olmayanlar, kulakları olmayanlar, aklı olmayanlar var. Ne
yapabiliyorlar? Kime gidebiliyorlar? Rabbinizi tanımanız için illa bunların
alınmasını mı bekliyorsunuz? Ama gelin görün ki bütün bunlara rağmen şu nankör
insan tüm bu nîmetlerin sahibi olan Allah’ı bırakıyor da, O’nun dinini, Onun
kitabını bir kenara bırakıyor da kendi kendilerine oluşturdukları tanrılar
peşinde gidiyor. Başka başka dinler, başka başka hayat tarzları, başka başka
kitaplar, peygamberler, önderler oluşturup onlar kaynaklı bir hayat yaşıyorlar.
31. “Ey Muhammed! İnanan
kullarıma söyle, namazı kılsınlar; alış veriş ve dostluğun olmayacağı günün
gelmesinden önce, kendilerine verdiğimiz rızktan açık ve gizli sarf
etsinler.”
De ki iman eden kullarıma ey
peygamberim. İman etmeyenlerin cehennemin dibine kadar yolları var. Sen iman
eden kullarıma söyle. Allah zorla herkesi mü’min yapacak değildir. Zaten
kimsenin imanına da ihtiyacı yoktur. İman eden kullarıma şükrü icra etmeleri
için de ki: Namazı ikâme etsinler. Namazı ayağa kaldırsınlar. Doğru dürüst
hayatlarını düzenleyecek, hayatlarına etkili olacak bir namaz kılsınlar.
Hayatlarına hakim olacak bir namaz kılsınlar. Tüm hayatlarında, almalarında
vermelerinde, sevmelerinde küsmelerinde, kazanmalarında harcamalarında,
giyimlerinde kuşamlarında, ekonomilerinde, siyasetlerinde, savaşlarında
barışlarında aynen namazdaki gibi Allah huzurunda olduklarının bilincine
ersinler.
Bizim kendilerine verdiğimiz
rızklardan da gizli ve açık infak etsinler. Mallarında, hayatlarında,
bilgilerinde, zamanlarında ve sahip oldukları her şeyde Bizi söz sahibi bilerek
onları kardeşleriyle paylaşma kavgası içine girsinler. Versinler, ulaştırsınlar,
paylaşsınlar kar-deşleriyle. Çünkü veren Biziz ve Biz takdir ediyoruz ki o
verdiklerimiz sadece sizin değil, onda başkalarının da hakkı vardır. Veren
bilsin ki verdiklerine kendi malından, kendi imkânlarından vermiyor. Allah’ın
malından, Allah’ın verdiklerinden veriyor. Veren bilsin ki, fakirin hakkı olanı
veriyor.
Evet söyle ey peygamberim o iman
eden kullarıma ki namaz kılarak bedenlerinde Benim söz sahibi olduğumu ortaya
koysunlar, infak ederek de mallarında Benim söz sahibi olduğumu ortaya
koy-sunlar diyor Rabbimiz. İnfakta bulunsunlar bir gün gelmezden önce ki, o gün
geldiği zaman ne alışveriş var ne de dostluk vardır. O gün ne fidye var ne de
şefaat vardır. Alışverişin ve dostluğun, fidyenin ve şefaatin olmadığı bir gün
gelmezden önce vereceğinizi verin, yapacağınızı yapın ve kendinizi kurtarın. O
gün artık namaz kılayım desem geçmiştir. O gün artık infak edip de Rabbimi razı
edeyim desen faydası yoktur. Yapacaksan bugün yap.
Unutmayalım ki bugün yarım
hurmayla da olsa kendimizi ateşten koruma imkânımız vardır. Bu imkân şu anda
elimizdedir. Ama yarın tüm dünya sizin olsa hiçbir işe yaramayacaktır.
Tüm dünyayı fidye olarak verseniz
de kabul edilmeyecektir. Kimin malını kime vereceksiniz de? Evet bugün yarım
hurmanın yaptığını yarın dünya kadar altın yapmayacaktır.
Öyleyse aklımızı başımıza alalım.
Gelin yarım hurmayla ken-dimizi ateşten korumanın hesabını iyi yapalım. Dünyalar
kadar altın kazanma peşinde bir hayat yaşamadan yana olmayalım. Bize fay-dası
olmayan şeyleri kazanmanın yolunda bir ömür tüketmeyelim. Unutmayalım ki yarım
hurmayla da olsa Allah yolunda yaşayacağı-mız bir hayat ve infaklarımız bizi
kurtaracaktır.
Ama maalesef bu insanlar Allah’ın bu
âyetlerini bilmiyorlar. Allah’ın kitabından uzak bir hayat yaşadıkları için
yarın kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak şeylerin peşine düşüyorlar. Neye
yarar da bunlar? En güzel evlere sahip olmuşsun. İnsanların alın terlerini
sömürerek atlara, arabalara sahip olmuşsun. Yüzlerce insanın yiyebileceğini
yalnız başına sen sofrana koymuşsun. Yüzlerce insanın oturabileceği eve yalnız
başına sen oturmuşsun. Unutmayasın ki bunların vebali bir gün çok acı olacaktır.
İnsanların ceplerindeki yarım ekmek parasına bile göz dikip onu da cebine
aşırmanın planlarını yapmışsın. İnsanların ihtiyacı olmayan üretimlerini
reklamlarla ihtiyaçmış gibi gösterip onları sömürmüşsün. Tüm dünyaya da sahip
olsan unutma ki bunlar yarın seni ateşten koruyamayacaktır.
Öyleyse gel aklını başına al.
Allah şu anda sana ne vermişse ona kanaat edip, bunları sana lütfeden Rabbinin
kitabı ve Resûlünün Sünnetiyle beraber olup o doğrultuda bir hayat yaşamaya
yönel. Aksi takdirde bir gün gelecek ki para yok, pul yol, fidye yok, şefaat
yok, kimsenin kimseye bir faydası yok. Allah’ın izni olmadan kimsenin kim-seye
bir faydası yok. İşte o gün gelmezden önce gelin namazı ikâme edelim ve Allah’ın
verdiklerinden Allah kullarına infak edelim.
32,33. “Gökleri ve yeri yaratan,
yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren, emri gereğince
denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli yörüngelerinde yürüyen ay ve
güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren
Allah'tır.”
Allah’tır gökleri ve yeri
yaratan. Allah’tır göklerin ve yerin sahibi. Ve gökyüzünden suyu indiren. Ve o
suyla sizin için yerden rızık çıkaran da O’dur. Sizi doyuran da O’dur. Ve sizin
için kendi emriyle denizlerde yüzen gemileri var eden, onların yasasını koyan,
onları sizin emrinize âmâde kılan da O’dur. Nehirleri yaratan ve sizin için peş
peşe giden güneşi ve ayı yaratan, geceyi ve gündüzü sizin emrinize âmâde kılan
da O’dur.
34. Kendisinden isteyebileceğiniz
her şeyi size vermiştir. Allah'ın nîmetlerini sayacak olsanız bitiremezsiniz.
Doğrusu insan pek zalim ve çok nankördür.”
İstediğiniz her şeyi size veren
de O’dur. Eğer Rabbinizin nîmetlerini tek tek saymaya kalksanız sayamazsınız,
bitirip tüketemezsiniz. İnsan zalimdir, insan nankördür.
Evet Rabbimizin üzerimizde o kadar çok
nîmeti var ki bunların hangi birini sayabileceğiz? Hayat nîmeti, varlık nîmeti,
vahiy nîmeti, kitap nîmeti, peygamber nîmeti, hidâyet nîmeti, dış dünyamızdaki
nîmetleri. Bırakın onları bizler vücudumuzdaki nîmetlerini bile sayamayız.
Bedenimizdeki nîmetleri, göklerdeki nîmetleri, denizlerdeki nîmetleri,
karalardaki nîmetleri sayılamayacak kadar çoktur
Rabbimizin.
Ama tüm bu nîmetlerin sahibine
karşı gerçekten insan çok zalim ve nankördür. İnsanlar Allah’ın nîmetlerini
biliyorlar, nîmetlerin sahibi olarak Allah’ı tanıyorlar ama inkâr ediyorlar,
nankörlük yapı-yorlar, zalimce bir tavır takınıyorlar. Gerçekten çok tuhaf bir
şey. Nî-met sahibi olarak Allah’ı bilecekler, tanıyacaklar, tüm bu nîmetlere
muhtaç olduklarını anlayacaklar, gözlerini ne tarafa çevirirlerse hep Allah’ın
nimetleriyle yüz yüze gelecekler ve de üstelik Allah’ın elçileri kendilerine
gelip açık ve net bir şekilde tüm bu nîmetlerin Allah’tan olduğunu haber
verecek, kendilerine apaçık Allah’ın âyetlerini okuyacaklar ve bu insanlar her
şeyi bile bile yine de inkâr edecekler, örtecekler, örtbas edecekler. Bu nasıl
bir iştir? anlamak gerçekten mümkün değildir. Yâni bu insanlar kendi aleyhlerine
böyle bir kararı nasıl verebiliyorlar? Böyle nankörce bir tavrı nasıl
takınabiliyorlar? Anlamak mümkün değildir.
35. “İbrahim şöyle demişti:
“Rabbim! Bu şehri güvenli kıl; beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak
tut.”
Hatırlayın hani İbrahim
(a.s)şöyle demişti: Ey Rabbim, şu beldeyi emin bir belde kıl. Emin bir elçi,
güvenilir bir peygamber Allah’a dua ediyor. Şu beldeyi, şu Mekke’yi emin kıl,
emniyette kıl. Evet İbrahim (a.s) in Rabbinden emniyette kılmasını istediği
belde emin belde olan, emin yurt olan kutsal yurt Mekke’dir. Ya Rabbi bu beldeyi
emniyette kıl. Halkını güvenli kıl.
Ve ey Rabbim, beni ve oğullarımı
da putçuluktan, putperestlikten, putlara kulluktan uzaklaştır, uzak kıl. Yıllar
sonra atamızın dua dua yalvardığı, takva üzere bina ettiği O Beytullah, O Allah
evi putlarla doldurulacak. İbrahim’in yolunda ve dininde olduklarını iddia eden
insanlar o kutsal beldede putlar egemenliğinde bir hayat yaşayacaklar. Ve bir
gün İbrahim (a.s) in torunlarından dünyaya gelecek olan Muhammed (a.s) o
putların hiçbir anlam ifade etmediklerini ilân edecek. O bölge insanlarını tek
Rabbin, tek İlâhın Allah olduğu gerçeğine çağıracak. Mekkeli müşrikler de biz
İbrahim’in dinindeyiz, biz İbrahim’in yolundayız diyerek Ona karşı bir savaş
verecekler. Allah peygamberine âyetler indirecek, Allah peygamberine İbrahim
(a.s)’ı gündem yapacak, Onun dinini, Onun yolunu tanıtacak ve Onun hiç de o
müşriklerin dedikleri gibi olmadığını ortaya koyacak. İşte burada duası gündeme
getiriliyor. Ne diyor İbrahim (a.s)? Ya Rabbi beni ve oğullarımı putlara
ibadetten uzak kıl.
Şimdi sizler ey Mekkeliler ve ey şu
anda da İbrahim (a.s) in yolunda olduklarını iddia eden insanlar işte İbrahim
(a.s) in yolu ve dini. Sizler nasıl İbrahim (a.s) in dinini, Onun yolunu bırakır
da kendi yonttuğunuz, kendi diktiğiniz, kendi hevâ ve heveslerinizle
oluşturduğunuz putlara, sistemlere, tanrılara tapınırsınız? Sonra da nasıl olur
da hâlâ İbrahim (a.s) in yolunda ve dininde olduğunuzu iddia eder-siniz? Kim
inanır buna?
36. “Rabbim! O putlar çok
insanları saptırdı; bana uyan bendendir, bana kaşı gelen kimseyi sana bırakırım;
Sen bağışlarsın merhamet edersin.”
Ey Rabbim, bu putlar, bu
zalimler, bu kâfirler insanların pek çoğunu saptırdılar. Kim bana tabi olursa o
bendendir. Kim de bana isyan ederse ben onu Sana havale ederim ya Rabbi. Çünkü
sen Ğa-fûr ve Rahîmsin. Onların durumlarını en iyi bilen Sensin ya Rabbi. Sen
onlara karşı merhametlisin, Sen onların Rabbisin, sahibisin ya Rabbi. Onlar
Senin kulların. Bu insanlar bilmiyorlar. Bu insanlar ca-hiller. Bu insanlar seni
ve elçini tanımıyorlar. Hayatın, ölümün, ölüm ötesi hesabın, kitabın farkında
değiller. Kendilerini saptırdıkları gibi başkalarını da saptırıyorlar.
Kendilerini ataşe attıkları gibi başkalarını da atmaya çalışıyorlar. Ya Rabbi
onlar içinde bana tabi olanlar, beni kulluk örneği bilenler, benim gibi bir
hayat yaşamaya çalışanlar muhakkak ki bendendir, onları koru, onlara yardım edip
cennete giden yola ilet.
Ama onlardan kim bana isyan
ederse, kim benim yoluma, benim örnekliğime teslim olmazsa sen onlara merhamet
et ya Rabbi. Onlara da hidâyetini nasip et ya Rabbi. Onlara doğru yolunu göster
ya Rabbi.
Dikkat ediyor musunuz yasal
örneğimizin duasına. Ne kadar hoş değil mi? Çünkü çok merhametliydi İbrahim
(a.s). Evvab’tı, halimdi. Hiç kimsenin kâfir olarak bir hayat yaşayıp,
kâfir olarak ölüp cehenneme gitmesini istemiyordu. Ama ne yapabilirdi ki
Allah’ın elçisi? İnsanlar kendi hür iradeleriyle illa da cehennemi tercih
etmişlerse ne gelirdi ki elinden? Neye gücü yetebilirdi ki? Babasının hidâyetine
bile gücü yetmiyordu. Ve İbrahim (a.s) in duası devam
ediyor.
37. “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan
kimini, namaz kılabilmeleri için senin kutsal evinin yanında, ziraata elverişsiz
bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! İnsanların gönüllerini onlara meylettir,
şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır.”
Ey Rabbim, ben çocuklarımdan
kimilerini Beyt-i Haramının yanında ekini olmayan bir vadide yerleştirdim. Oğul
İsmail (a.s), ana Hacer anamız. Oğul memede ve baba Hz. İbrahim (a.s) Kudüs
civarında. Allah’ın emriyle Kudüs’ten bir hicret gerçekleşecek. Allah’ın emriyle
İbrahim (a.s) hanımı Hacer’i ve kucağındaki oğlu İsmail’i daha sonra insanlığın
kıblesi olan Kabe’nin inşa edileceği Mekke vadisine yerleştirecek. Alır hanımını
ve oğlunu yanına Allah’ın elçisi ve getirir şimdiki Zemzem kuyusunun bulunduğu
yere. Ve yanlarında biraz su ve yiyecekle birlikte bırakır oraya. Ve geri döner
Allah’ın istediği gibi. Sorar en az kendisi kadar Allah’ın emirlerine teslim
olan Hacer anamız: “Bizi bu ıssız çölün ortasında kime bırakıp gidiyorsun ey
İbrahim?” “Bu kararı kendin mi verdin? Yoksa Allah mı emretti?” diye. Atamız der
ki: “Ey Hacer, bunu Allah istedi”. “Öyleyse git ey İbrahim, sana ihtiyacım
yoktur, O istediyse bizi koruyacaktır. Haydi git Allah bize yeter” diyordu Hacer
anamız. Ve İbrahim (a.s) oradan uzaklaşıp tepeleri aşınca işte bu duayı
yapıyordu.
Ya Rabbi, ben çocuklarımdan bazısını
susuz, ekinsiz, çorak bir çölün ortasına bıraktım. Namaz kılabilmeleri için,
sana kulluğa yönelebilmeleri için bu ziraata elverişsiz vadide insanların
gönüllerini onlara meylettir ya Rabbi. Şükretmeleri için onları çeşitli ve bol
ürünlerle rızıklandır ya Rabbi. Öyle rızklar gönder ki o bölgeye, bunları sadece
Senden bilsinler ve bu nîmetlerin sahibi olarak Sana kul olmak zorunda
kalsınlar. Senden başkalarına asla izafe edilemeyecek nîmetlerin karşısında
insanlar sadece sana şükretsinler, sadece Sana minnet etsinler ve sadece Seni
dinlesinler.
Yığın yığın insanların kalplerini
Rabbimiz o bölgeye meylettirdi. O kutsal beytinin etrafındaki insanları, ekin
bitmez, susuz, ziraatsız bir çöl ortamında çok çeşitli rızklarıyla açlıktan
doyurdu. Bu bölgeye gelmeden önceleri zaten aç insanlardı, bu bölge de onları doyuracak bir yapısal
özelliğe sahip değildi ama Rabbimiz onları doyuruverdi. Rabbimiz tüm civar Arap
ve Arap olmayan kabileleri onlara ülfet ettirip zenginleşmelerini sağlayıverdi.
Yine atamızın duaları sebebiyle
Rabbimiz O beldeyi Belde-i Emin kılıverdi. Gökten ve yerden gelebilecek her
türlü belâ ve musîbetlerden koruyuverdi. Çevrelerinde insanların birbirlerini
yediği, zulümlerle, haksızlıklarla birbirlerini yok etmeye çalıştığı,
birbirlerine hak tanımadıkları bir dünyada o beldeyi emniyetin, güvenliğin
sembolü yapıverdi. İşte şu anda bile tüm dünya insanlığının kalbi Rabbimizin
kutsal beytinin bulunduğu o belde için atmaktadır.
38. “Rabbimiz! Doğrusu Sen
gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da bilirsin. Yerde ve gökte hiçbir şey
Allah'tan gizli kalmaz.”
Atamız İbrahim (a.s) in duası
devam ediyor. Ya Rabbi şüphesiz Sen bizim içimizde saklı tuttuklarımızı da,
açığa vurduklarımızı da, esrarımızı da aleniyetimizi de bilensin. İçimizi de,
dışımızı da bilensin. Dilimizle söylediklerimizi de, içimizde taşıdığımız
niyetlerimizi de bilen Sensin ya Rabbi. Sen bizim her halimizden haberdarsın.
Göklerde ve yerde hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. Göklerde olanı da, yerde
olanı da, gönüllerde olanı da, yerin altında olanı da Allah bilir. Allah bilgisi
tam olandır, bilgi kendisinden olandır ve O’nun bilgisinin dışında kalan hiçbir
şey yoktur.
39. “Kocamışken, bana İsmail ve
İshak'ı veren Allah'a hamd olsun. Doğrusu Rabbim duaları
işitendir.”
Hamd, övgü, senâ, yücelik Allah’a
aittir ki, O, bana yaşlılık dö-nemimde İsmail ve İshak’ı armağan etmiştir.
Doğrusu Rabbim duaları işiten ve gereği gibi icabet edendir.
Babasıyla, kavmiyle, zalim idarecilerle
şanlı bir mücâdele veren, Allah’ın kendisinden istediği müslümanca bir hayatı
sürdürebilmek için hicret üstüne hicrete çıkan atamız nihâyet çok
ihtiyarlamıştı. 90-100 yaşına yaklaşmış, karısı Sâra annemiz de 70-80
yaşlarında, o da ihtiyarlamış bir durumdaydı. Ve üstelikte Sâra annemiz kısırdı.
Ama Rabbimiz onu ödüllendirecekti. Rabbimiz o yaşta onlara melekleriyle iki oğul
müjdeledi. Birisi Sâra annemizden İshak (a.s), diğeri de Hacer annemizden İsmail
(a.s). Kitabımızın başka âyetlerinin beyanıyla birisi bilgin bir oğul, diğeri de
halim bir oğul.
Evet atamız Böyle dilediğini yaratan,
dilediğine hükmeden, olmazı olduran, hayat ve ölüm mahza kendisine ait olan
Rabbimize hamd ediyor.
40,41. “Rabbim! Beni ve
çocuklarımı namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz dualarımı kabul buyur. Rabbimiz!
Hesap görülecek günde, beni, anamı babamı ve inananları
bağışla.”
Ya Rabbi beni ve çocuklarımı
namazı ikâme edenlerden, namazı ayağa kaldıranlardan, namazı hayata hakim
kılanlardan, hayata özdeş bir namaz kılan, namaza özdeş bir hayat yaşayanlardan
eyle. Namazla tüm bedeni Senin emrine verenlerden eyle. Namaza devam edenlerden
eyle. Ya Rabbi dualarımızı kabul buyur. Biz sadece sana dua ederiz, halimizi
sadece sana arz eder, isteyeceklerimizi sadece Senden ister, sadece Seni yetkili
biliriz. Sadece Sana sığınırız. Ya Rabbi hesap görülecek bir günde beni, anamı,
babamı ve iman eden mü’minleri mağfiret edip bağışla.
Bu duayı her mü’min yapar. Ebeveyni
kâfir olanlar da yaparlar bu duayı. Çünkü bu bir dua kalıbıdır. Buradaki
ebeveynden kasıt Hz. Adem (a.s)’a kadar mü’min olan tüm ebeveynlerimizdir. İşte
İbrahim (a.s) da bu manada bir duada, bir istiğfarda bulunuyordu Rabbimize.
Evet atamız İbrahim (a.s) in
böyle bir duası var. Ya bu az ev-vel ifade ettiğimiz anlamda Hz. Adem atamızdan
bu yana Allah dini-ne iman etmiş atalarını kastederek yapılmış bir duaydı. Yahut
da bizzat kendi babası için yapılmış bir duaydı. Yâni ya Rabbi babam
kâfirlerdendir, sapıklardandır. Ya Rabbi lütfunla ona doğru yolu göste-river,
hidâyete ulaştırıp onun huysuzluklarını bitiriver anlamına bir duaydı.
Tabi daha sonra böyle kâfir bir
kişi baba da olsa onun hak-kında dua edip istiğfarda bulunmanın caiz olmadığına
dair Rabbi-mizin uyarısı gelince İbrahim (a.s)böyle bir duadan vazgeçtiğini
anlı-yoruz. Kimi müfessirler de bunu şöyle yorumlamışlar: İbrahim (a.s) in
müşrik olan babası hakkındaki bu istiğfarı babası hayatta iken, henüz dönme,
tevbe etme fırsatı varken bağışlanma ile ilgili olduğunu, bağışlanmanın da
imanla ilgili olduğunu bildiği için hayatta iken ya Rab-bi sen onun aklını
başına getir de iman etmesini sağla, iman nîmetini ona bahşet şeklinde
yorumlamışlar. Yâni henüz hayattaysa ona iman yolunu göster, hidâyet yolunu
göster, gidişini değiştir diye dua etmek caizdir. Ama kâfir olarak, müşrik
olarak öldüğü belli olduktan sonra artık böyle bir insan için dua etmek de,
istiğfar etmek de caiz değildir.
42,43. “Sakın Allah'ı, zalimlerin
yaptıklarından habersiz sanma; gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne kadar onları
ertelemektedir. O gün başları kalkmış, gözleri kendilerine dönemeyecek şekilde
sabit kalmış, gönülleri bomboş halde koşup
duracaklardır.”
Ey peygamberim, sakın Allah’ı
zulmeden zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Şu anda onlar
yaşayabiliyorlarsa, zulüm edebiliyorlarsa, müslümanları ezmeye çalışıyorlarsa,
seninle savaşlarını sürdürebiliyorlarsa bilesin ki bütün bunlar Bizim verdiğimiz
imkânlarla olmaktadır. Biz onlara mühlet veriyoruz. Gözlerin korku ve dehşetten
dışarıya fırlayacağı bir gün gelinceye kadar Biz onlara imkân veriyoruz,
erteliyoruz onları. O gün bir kere geldi mi artık başları kalkmış, gözleri
kendilerine dönmeyecek şekilde hayret ve dehşetten donakalmış ve kalpleri de
bomboş olduğu halde koşuşup duracaklar.
Evet o gün kalpler korkak, ürkek ve
bomboş ve gözler de donuktur, dona kalmıştır. Yâni kalplerinin işlevi, eylemi,
fonksiyonu bitmiştir. Gördükleri manzaralar karşısında tavır alma, duygulanma,
etkilenme özelliklerini kaybetmiştir kalpleri. Hiçbir tavır, hiçbir kararı
yoktur kalplerinin. Dursam mı, yürüsem mi? Ağlasam mı, gülsem mi? Gelsem mi,
gitsem mi? hiç bir kararları kalmamıştır kalplerinin. Ve gözler de zillet içinde
donup kalmıştır, donakalmıştır. Korkuyla, inkârlarının hayal kırıklığıyla,
sarsıntı ve yıkılmışlığıyla önüne düşmüştür.
Evet Rabbimiz buyuruyor ki
peygamberim, sakın sen Bizi onlardan gafil zannetme, onların bizi atlattıklarını
sanma. Biz şimdilik onlara fırsatlar veriyoruz, imkânlar tanıyoruz, ama
unutmasınlar ki onların ipleri Bizim elimizdedir. Şu anda bu zalimler seni ve
beraberindeki müslümanları yalnız, sahipsiz ve korumasız zannederek zalimce
saldırılarda bulunuyorlar. Halbuki sizin safınızda Benim olduğumu unutuyorlar.
Onlar benimle savaştıklarının farkında değiller. Halbuki Ben onlara fırsat
veriyorum. Dünya istediklerinin tamamını onlara veriyorum da bu yüzden başarılı
olduklarını, doğru yolda olduklarını zannediyorlar ve aldanıyorlar. Aslında
onlara zaman ve fırsat veren benim. Ama bilesin ki ey peygamberim bir gün
onların defterlerini düreceğim.
Evet işte Allah Mekke’de fırsat tanıdı
onlara. Muhammed (a.s) karşısında Mekke kâfirlerine fırsat tanıdı Rabbimiz.
Uhut’ta fırsat verdi. Mûsâ (a.s) karşısında Mısırda Firavun oğullarına yıllar
yılı fırsat tanıdı, belki adam olurlar diye. Nuh (a.s) karşısında 950 yıl fırsat
tanıdı kâfirlere, belki müslüman olurlar diye. Allah’ın kutlu elçileri
karşısında her bir dönem kâfirleri günler, geceler, aylar, yıllar yaşayıp
saltanat sürdüler. Allah dokunmadı onlara. Hemen helâk edivermedi. Ama sonuç ne
oldu? Ne yaptı Allah onlara? Nereye gittiler? Hepsi de geberip Rablerinin
huzuruna gitmediler mi? Şimdi kendilerini alçaltacak acıklı bir azabın içinde
bağrışmıyorlar mı?
Peki onların öldürdükleri,
onların işkence ettikleri, zulmettikleri müslümanlar ne oldular? Onlar nereye
gittiler? Onlar da uğrunda şehadeti yudumladıkları Rablerinin cennetine
gitmediler mi? Peki sonuçta kim kazançlı çıktı? Kimin hayatı kendisi için
hayırlı olmuş? Kim kazanmış, kim kaybetmiş? Acaba bu kâfirlere verilen imkânlar,
fırsatlar, galibiyetler onları Allah’ın azabından kurtarabilmiş mi? O zaman
kesinlikle bilsinler ki bu imkânlar, bu fırsatlar kendileri için hayırlı
değildir.
44,45. “Ey Muhammed! İnsanları,
kendilerine azabın geleceği gün ile uyar. Haksızlık edenler: “Rabbimiz! Bizi
yakın bir süreye kadar ertele de çağrına gelelim, peygamberlere uyalım” derler.
Siz daha önce, sonunuzun gelmeyeceğine yemin etmemiş miydiniz! Üstelik
kendilerine yazık edenlerin yerlerinde oturdunuz. Onlara, yaptıklarımız da
sizlere açıklanmıştı. Size misâller de vermiştik.”
Ey peygamberim, sen insanları
kendilerine azabın geleceği bir gün ile uyar. Kıyâmet günüyle uyar onları. O gün
zalimler şöyle diyecekler: Ya Rabbi ne olur bizi yakın bir tarihe kadar ertele
de Senin dâvetine gelelim. Senin çağrına icabet edelim. Senin peygamberine
uyalım. Senin peygamberini örnek bilip ona tabi olalım. Ya Rabbi ne olur bize
azıcık bir ömür versen de, ömrümüzü biraz uzatsan da Senin dinine tabi olup
sâlih kullarından olsak. Önceki hayatımızdan, önceki günahlarımızdan uzaklaşıp
senin istediğin gibi bir hayat yaşasak. Sana asla şirk koşmasak. Yapay tanrılar
tanrıçalar edinmeyip, kendi hayat programımızı kendimiz belirlemeye kalkışmasak.
Ya Rabbi bize biraz süre tanı da Senin gönderdiğin kitabını ve elçilerini örnek
alalım. Hiç hatırını sormadığımız kitabına yönelelim, peygamberini örnek
alalım.
Evet kitabımızın pek çok yerinde
anlatıldığı gibi bunlar, bu zalimler pek çok kereler söyleyecekler bunları. Nice
kereler pişman olup müslüman olmayı arzu edecekler, temenni edecekler. Ölürken
isteyecekler bunu, kabirde isteyecekler, Mizanın başında isteyecekler,
cehennemde isteyecekler. Her bir ortamda
pişmanlık ortaya koyacaklar, ama bu pişmanlıkları, bu temennileri onlara hiçbir
fayda vermeyecektir.
Bunlar kendi kendilerini bozuk
para gibi harcamış kimselerdir. Tüm imkânlarını, fırsatlarını kötüye kullanıp
mahvetmiş kimselerdir. Çünkü Rabbimiz bu dünyada onlara düşünüp gerçeği
anlayabilecekleri, Rablerine kulluk yapabilecekleri kadar bir ömür vermişti.
Onlara uyarıcılar, kitaplar ve elçiler göndermişti. Ama bunlar tüm bu
uyarıcılara kulak tıkayarak zalimce bir tavır takınmışlardı. Kendilerini
yaratıcılarına kulluk ortamından çıkararak, Allah’ın hakkını vermeyerek,
kitaplarının hakkını vermeyerek, görsel ve işitsel âyetlerinin hakkını
vermeyerek elçilerinin hakkını vermeyerek hem bunlara hem de kendi kendilerine
zulmeden, kendilerini ateşe hazırlayan insanlardı. Allah’a, kitaba, peygambere,
bedenlerine, nefislerine, azalarına, gözlerine, kulaklarına zulmetmiş
kimselerdir bunlar. Her şeye zulmetmiş, eşyayı Allah’ın istediği yerde
kullanmayarak varlıklara zulmetmiş, ailelerine, toplumlarına karşı Allah’ın
istediği şekilde davranmadıklarından, insanlara karşı Allah’ın belirlediği
hukuku yerine getirmediklerinden zulmetmiş insanlardır
bunlar.
Onların bu taleplerine karşılık bakın
Rabbimiz buyuruyor ki: Ey zalimler, sizler daha önce sonunuzun gelmeyeceği
konusunda, hayatınızın, mülkünüzün, saltanatınızın asla zeval bulmayacağı
konusunda yemin etmemiş miydiniz? Hani kimse sizin önünüze geçemeyecekti? Hani
kimse size karşı galip gelemeyecekti? Hani sizler ölmeyecektiniz? Ne oldu şimdi?
Rabbinizin ölüm yasasıyla karşı karşıya gelince mi anladınız O’nun Rab olduğunu?
Sizden önce yaşadıkları hayatla kendi kendilerini helâke sürükleyenlerin
yerlerine oturdunuz. Halbuki Biz onların âkıbetlerini de size ayan beyan
açıklamıştık. Size onlardan yeterli misa ller de vermiştik, lâkin sizler
hiç ibret almadınız.
46. “Şüphesiz onlar düzenlerini
kurdular; oysa dağları yerinden oynatacak olsa bile, bu düzenleri hep Allah'ın
elindeydi.”
Şüphesiz onlar büyük büyük
tuzaklar kurdular. Halbuki on-ların kurdukları düzenler dağları yerinden
oynatacak olsa bile hep Allah’ın elindeydi. Allah bir tek karşı tuzakla onların
tüm tuzaklarını helâk edecek güçteydi.
Evet tarih boyunca kâfirler, zalimler,
Allah’a ve dinine karşı, Allah’a ve elçilerine, Allah’a ve müslüman kullarına
karşı hep savaş açtılar, hep düzen kurdular, hep komplo peşinde oldular.
Kurdukları düzenlerle Allah’la başedebileceklerini sandılar. Allah’ın dinini,
Allah’ın Peygamberini ve müslümanları yok edebileceklerini sandılar. Halbuki
onların kurdukları düzenleri dağları yerinden oynatabilecek güçte olsa bile
Allah’ın kurduğu tuzağın yanında ne işe yarayacaktı da? Elbette Allah’ın kurduğu
tuzak geçerli olacak ve onlarınkiler hiçbir neticeye ulaşmayacaktı. Çünkü onları
da, tuzaklarını da çepeçevre kuşatan Allah’tı. Yâni onların her şeylerine Allah
muttali iken, ilmiyle Rabbimiz onları kuşatmışken, onlar Rabbimizin
tuzaklarından gafildiler.
Öyleyse ey Mekke’nin kâfirleri, ey tüm
dünyanın kâfirleri sanki önceki seleflerinizin başlarına gelenlerden haberiniz
yokmuş gibi şu anda sizler de Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın elçisine,
Allah’ın mü’-min kullarına karşı tuzaklar kurmakla meşgulsünüz. Kime tuzak
kurduğunuzun, kiminle savaşa tutuştuğunuzun farkında değilsiniz. Unutmayın ki
tüm tuzaklar Allah’a aittir. Tüm düzenleri bozmak Allah’a aittir. Tüm
tuzaklarınız Allah’ın elindedir. Unutmayın ki Allah sizin tuzaklarınızın nereye
kadar gideceğini bilmektedir. Allah tüm tuzaklarınızı bozacak, elçisini ve
müslümanları sizden koruyacak, tüm komplolarınızı kendi aleyhinize çevirecek ve
helâkinize sebep kılacaktır.
47,48. “Yerin başka bir yerle,
göklerin de başka göklerle değiştirildiği, her şeye üstün gelen tek Allah'ın
huzuruna çıktıkları günde, sakın Allah'ın peygamberlerine verdiği sözden
cayacağını sanma; doğrusu Allah güçlüdür, öç
alandır.”
Sakın ha sakın Allah’ı
peygamberine verdiği sözden dönen sanma. Peygamberini destekleyeceğini,
peygamberini düşmanları karşısında galip getireceğini, peygamberine karşı
gelenleri mutlaka helâk edeceğini vaadetmişti Allah. Peygamberin dinini,
dâvâsını yeryüzünde egemen kılacağını vaadetmişti. Peygamberin dinini tüm
dinlere, onun sistemini tüm sistemlere üstün getireceğini vaadetmişti. Sakın
Allah’ın vaadinde hulf ettiğini sanmayın. Ey kâfirler, ey zalimler Allah’ın şu
anda sizlere fırsat vermesine, helâklerinizi geciktirmesine bakarak sakın boş
ümitlere kapılmayın. Unutmayın ki Allah önceki elçilerine de vaadettiklerinin
tümünü gerçekleştirmiştir. Allah için vaadinden dönme gibi bir şey söz konusu
değildir.
Yerin başka bir yere, göklerin de başka
göklere dönüştürüldüğü gün onlar tek olan, Kahhâr olan Allah’ın huzuruna
çıkarılacaklar. Tüm yapıp ettiklerinin faturasını ödemek üzere Rablerinin
mahkemesine çıkarılacaklar. Allah’ın hesabından kaçıp kurtulacaklarını
sanmasınlar onlar.
49,51. “O gün, suçluları
zincirlere vurulmuş olarak görürsün.
Gömlekleri katrandan olacak, yüzleri ateş bürüyecektir. Bu, Allah herkese
yaptığının karşılığını vereceği için böyledir. Doğrusu Allah hesabı çabuk
görür.”
Evet o gün mücrimleri, suçluları
zincirlere vurulmuş olarak görürsün. Suçlular cehennemde zaten ne mümkün
kaçsınlar da, ama yine de zincirlere vurulacaklar. Ellerinde, ayaklarında,
boyunlarında zincirler, tasmalar, prangalar, bukağılar, lâleler vurulacaktır.
Her tarafları ateşin içinde tasmalarla, prangalarla, bukağılar ve zincirlerle
bağlanıp kelepçelenecektir. Zaten ateşin içindeler, zaten kaçıp kurtulmaları
mümkün değildir de, ama bir de böyle bağlanacaklarmış anlıyoruz. Gömlekleri de
katrandandır onların. Eritilmiş bakır giydirilecek onlara. Yüzlerini de ateş
bürümüştür. Bu Allah’ın herkese yapıp ettiklerinin karşılığını tastamam vermesi
içindir. Allah kimseye haksızlık etmez. Kim ne yapmışsa, kim nasıl bir hayat
yaşamışsa tastamam onun karşılığını görecektir. Doğrusu Allah hesabı çabuk
görendir, defteri çabuk dürendir.
52. “Bu Kur’an, onunla
uyarılsınlar ve tek bir İlâh bu-lunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt
alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir.”
İşte bu Kur’an insanlar onunla
uyarılsınlar, onunla ayıktırıl-sınlar diye ve göklerde ve yerde egemen tek bir
İlâh olduğunu, O’n-dan başka söz sahibi, O’ndan başka yetkili olmadığını
bilsinler diye tebliğ edilmiştir. Akıl sahipleri, akıllarını kullananlar bu
kitapla yol bulsunlar, bu kitapla öğüt alsınlar, bu kitabı tezkire yapsınlar, bu
kitabın âyetlerini hafızalarına kazısınlar, ellerinden dillerinden,
gönüllerinden düşürmesinler, bu kitabı harita bilsinler, pusula bilsinler ve tüm
hayatlarını bu kitapla düzenlesinler diye tebliğ edilmiştir. Bu kitap
rehberliğinde bir hayat yaşayarak dünyalarını da, âhiretlerini de
güzelleştirsinler diye gönderilmiştir bu kitap. Öyleyse sürekli kitap
rehberliğinde bir hayat yaşayarak hem bu dünyamızı, hem de âhiretimizi
kurtaralım inşallah. Rabbim yardımcımız olsun. Vel hamdü lillâhi Rabbil
âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder