HİCR SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
15, nüzûl sıralamasına göre 54, ikinci miûn
grubunun ilk sûresi olan Hicr sûresi Mekke’de nâzil olmuş olup
âyetlerinin sayısı 99 dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Adını
80. âyetten almış Mekke’de kavminin Resûlullah efendimizin mesajını kabule
yanaşmadıkları, hattâ yalanlama, dışlama, alay ve işkencelerini artırdıkları bir
dönemde nâzil olmuştur. Onların bu tavırlarından ötürü Resûlullah Efendimizin
çok üzüldüğü, yorgun düştüğü ve Rabbimizin bu sûrede onu teselli ettiğini
görüyoruz. Sûre şu iki ana konu etrafında oluşmaktadır:
1- Resûlullah Efendimizin dâvetini
reddeden, reddetmenin de ötesinde onun tebliğinin önünü tıkayabilmek için var
güçleriyle saldırıya geçen müşrikler uyarılmaktadır.
2- Onların bu insanlık dışı tavırlarına
karşı peygamber efendimiz teselli edilmektedir. Peygamberim, bu adamlar senin
mesajına kulak vermiyorlar diye sakın üzülme, cesaretini, ümidini kaybetme.
Onlar yakında; keşke bizler de müslüman olsaydık diye temennide bulunacaklar.
Unutma ki, ilk defa sen değilsin yalanlanan. Senden önceki elçilerimiz de aynı
şekilde karşılanmışlardır. Sen sabret ve görevini yerine getir. Benim onlara ne
yapacağımı yakında göreceksin buyrulmaktadır. İşte bu minval üzere devam eden
sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım inşallah.
Rabbimiz bu sûresinde de
sözlerine Huruf-ı Mukatta âyetiyle başlıyor:
1,2. “Elif, Lâm, Ra. Bunlar
Kitabın ve apaçık olan Kur’-an'ın âyetleridir. İnkâr edenler, keşke müslüman
olsaydık temennisinde bulunacaklardır.”
İşte bunlar, bu âyetler, bu Allah
sözleri, kitabın ve apaçık olan Kur’an’ın âyetleridir. İşte bu âyetler Rabbiniz
tarafından rahmet kapısı olarak size indirilen, size açılan apaçık, net
bilgilerdir. Kapalılığı olmayan, herkesin anlayabileceği âyetlerdir. Her şeyi
bilen, bilgisi tam olan, bilginin kaynağı olan, geçmişi ve geleceği bilen,
geçmiştekilerin yapmamaları gerekirken neleri yaptıklarını, yapmaları gerekirken
de neleri yapmadıklarını bilen, şu anda bizlerin neleri yapmamız, neleri
yapmamamız konusunda bilgisi tam olan dünyanın ve âhiretin sahibi olan Allah’ın
yasalarıdır bunlar. Rabbimiz rahmeti gereği bu âyetlerini, bu bilgilerini bize
açıyor, bizi kendi bilgileriyle bilgilendiriyor ki yaşadığımız bu hayatı
müslümanca değerlendirebilelim, imtihanı kazanabilelim ve yarın Rabbimizin
huzuruna pişmanlık içinde çıkmayalım. Bize sonsuz merhametinden dolayı işte
Rabbimiz bu âyetlerini bize gönderiyor.
Bu apaçık âyetinin sonunda da diyor ki
Rabbimiz: Siz bilirsiniz. İsterseniz size açtığım bu rahmet kapılarından
istifade etmeyin. İsterseniz bu kitabın âyetlerini örtüp bir hayat yaşayın. Ama
unutmayın ki kâfirler nice kereler müslüman olmayı temenni edip isteyecekler.
Dünyada yaşadıkları bu hayatın bitiminde Rablerinin ölüm yasasına boyun büküp
teslim olurlarken, melekler Allah’ın kendilerinde emaneti olan canlarını almaya
geldiklerinde bütün çıplaklığıyla gerçeği anlayıp teslimiyet gösterecekler.
Tamam, biz teslim olduk. Biz müslüman olduk diyecekler. Ama geçmiş olsun artık.
Ölürken ortaya koydukları bu teslimiyetlerinin onlara hiç bir faydası
olmayacaktır. Sonra yine mezara girdikleri anda teslimiyet arz edecekler. Biz
teslim olduk Rabbimizin kitabına. Biz teslim olduk Rabbimizin yasalarına. Biz
müslüman olduk diyecekler. Hesap kitap dönemi kabirlerinden yeniden dirildikleri
zaman yine teslim olacaklar. Mahşerde teslimiyette bulunacaklar.
Evet ebedî azap mahalleri olan
cehenneme yuvarlandıkların-da yine müslüman olmayı dileyecekler. Ya Rabbi, ne
olur bizi dünyada bir daha geri çevir de müslüman olalım. Âyetlerini dilimizden
düşürmeyelim. Âyetlerin istikâmetinde sâlih ameller işleyelim. Müslümanlardan
olalım diyecekler. Ama artık geçmişler olsun. Bunu bu dünyada diyeceklerdi, bu
dünyada müslüman olacaklar, müslüman-ca bir hayat
yaşayacaklardı.
Bize merhametinden dolayı Rabbimiz
yarın olacakları bugünden haber veriyor. Bize karşı rahmeti geleceği
gözlerimizin önüne seriyor. Ve diyor ki: Ey insanlar! Ey kullarım! Gelin
akıllarınızı başlarınıza alın! Gelin yarın pişmanlık duyacağınız bir hayatı
bugünden yaşamayın! Yarın eyvah diyeceksiniz. Yarın pişman olacaksınız. Keşke
müslüman olsaydım. Keşke Rabbimin çağrısına kulak verseydim. Keşke Rabbimin
kitabına, Rabbimin elçisine teslim olup müslümanca bir hayat yaşamış olsaydım
diyeceksiniz. Ben size bütün bunları bu dünyada anlatıyorum. Gelin bunları bugün
dinleyin. Değilse yarın hiç bir itiraz hakkınız kalmayacak
buyuruyor.
3. “Bırak onları yesinler, zevk
alsınlar; ümit onları avundursun; ileride
öğrenecekler.”
Peygamberim, Rabbinin bu apaçık
âyetlerini dinlemeyen, senin apaçık dâvetine icabet etmeyen bu zalimleri bırak,
bu dünyada yiyip, içip eğlensinler. Bırak biraz demlensinler, faydalansınlar
bakalım. Boş emeller peşine takılıp oyalansınlar bakalım. Allah vahyinden
habersiz, Allah dininden habersiz kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde
yaşadıkları bir dünya hayatının boşluğunda bocalayıp dursunlar. Yeme içme, giyim
kuşam, at araba, çek senet, borç dert, güç saltanat, altın gümüş hesapları içine
gömülüp âhiretten, hesaptan, kitaptan habersiz sarhoşça bir hayatın içine
gömülüp kendilerini kaybetsinler. Onlar yakında bilecekler nasıl boş bir hayatın
içinde olduklarını. Yaşadıkları bu boş hayatın kendilerini nereye götürdüğünü
yakında anlayacaklar onlar. Bu hayatın boş bir hayat olmadığını, Allah’ın bu
hayatı, bu varlığı laf olsun diye yaratmadığını, oyun eğlence olsun diye
yaratmadığını yakında anlayacaklar.
4,5. “Yok ettiğimiz herhangi bir
kasabanın elbette belli bir yazısı vardır. Hiç bir ümmet kendi süresini öne de
alamaz, geciktiremez de.”
Biz hiçbir ülkeyi, hiçbir kenti,
hiçbir karyeyi helâk etmedik ki onların belli bir yazısı, belli bir yazgısı,
kaderi olmasın. İşte bakın tarihe. Bu kitabın sayfaları arasında bir gezinti
yapın. Biz hiç bir kenti, hiçbir toplumu helâk etmedik ki o toplumun bir yasası
olmasın. Bir helâk yasası olmasın. Hepsinin mutlaka bir ecel yasası olmasın.
Hepsinin mutlaka bir eceli vardır ki Biz onu belli bir kitapta, Levh-i Mahfuz’da
yazmışızdır. Biz onu bir kader olarak belirlemişizdir. Ve hiçbir toplumun,
hiçbir ümmetin eceli öne alınmamıştır, geriye de bırakılmamış, tehir de
edilmemiştir.
İşte Nuh (a.s)’dan buyana benimle
savaşa tutuştukları için helâk edilmiş, helâk yasamın mahkumu olmuş tüm
toplumlar gözünüzün önünde duruyor. Nuh kavmi, Âd kavmi, Semûd kavmi, Lût kavmi,
Firavunlar, diğerleri, diğerleri. Ne oldular? Onlar Bizim kendileri için takdir
ettiğimiz ecelin mahkumu olmadılar mı? Bitmediler mi? Şimdi Rabbinizin bu
yasaları üzerinde derin derin düşünüp O’na teslim olmaya, müslüman olmaya, O’nun
istediği gibi bir hayat yaşamaya yönelmek dururken niye başka şeylerin peşine
düşüyorsunuz? Niye tarihi değerlendirip akıllarınızı başlarınıza almıyorsunuz.
Niye Allah’tan, Allah’ın âyetlerinden, Allah’ın elçilerinden, Allah’ın hayat
programından habersiz boş bir hayata talip oluyorsunuz. Niye Allah’ın size bir
şeref, bir zikir, bir gündem, bir örnek olarak gönderdiği elçisiyle
ilgi-lenmiyorsunuz? Niye onun gibi olmaya çalışmıyorsunuz? Niye ona karşı
acımasız bir tavır takınıyorsunuz?
6,7. “Onlar: “Ey kendisine Kitap
indirilen kimse! Sen mutlaka delisin. Doğrulardan isen melekleri bize getirsene”
dediler.”
Dediler ki ey kendisine şeref
indirilen kişi. Ey kendisine gündem indirilen, hayat programı, zikir indirilen
kişi. Ey kendisine Kur’an indirilen, kendisine şan ve şeref verilen, elçilik
verilen kimse, muhakkak ki sen delisin. Eğer deli sen değilsen, eğer sen ne
dediğini bilmez birisi değilsen, yalancı değilsen, doğrulardan isen haydi
melekleri bize getir bakalım.
Allah’ın Resûlüne böyle
diyorlardı. Çok garip değil mi? Yâni böyle şerefli bir elçiye denecek şey midir
bu? Emin bir elçiye denecek şey midir bu? Toplumun en akıllısına, toplumun en
güvenilir insanına söylenir mi bu? Onu çok iyi tanıyorlardı. Çocukluğu, gençliği
aralarında geçmişti. Muhammed’ül Emin diyorlardı ona. Tüm
emanetlerini ona teslim ediyorlardı. İyi bir dosttu, iyi bir eşti, iyi bir komşu
idi o. Mekke’de herkese kucak açan, her kesin yardımına koşan bir kimseydi.
Allah’ın sevdiği ahlâkla ahlâklanmış bir kimse olduğu için Rabbimiz de onu seçip
destekledi, ona elçilik verdi. Onu yeryüzünde sözcü seçti. Ona kelâmını, vahyini
indirdi. Kıyâmete kadar gelecek tüm insanlığa onu rehber kıldı. Onunla
yeryüzünde istediği adâleti, huzuru, dengeyi kuracaktı. Onunla kullarını
cehennem yolundan engelleyip cennet yoluna kazandıracaktı. Onunla yeryüzünde her
türlü zulmü, her türlü haksızlığı, her türlü kötülüğü, her türlü bozuk düzeni,
hırsızlığı, soysuzluğu, ahlâksızlığı kaldıracak, kullarına en büyük rahmet
kapılarını açacaktı.
Ama insanlar bunu anlayamadılar.
Kendilerine açılan bu rahmet kapısının kadrini, kıymetini bilemediler. Pislik
içinde bir hayattan yana olanlar baktılar ki bu ahlâklı, bu şerefli, şerefi
üzerine Allah tarafından şeref katılan, ahlâkı Allah tarafından güzelleştirilen,
temizliği, eminliği, akıllılığı bizzat Allah tarafından tescil edilen Muhammed
(a.s)’a karşı acımasız bir tavır takınıverdiler. Delilik suçlamasında
bulunuverdiler. Sen ancak bir delisin, biz senin sözlerine itibar etmeyiz, seni
kale alamayız deyiverdiler.
Tabii bunu söylediler ama
söyledikleri bu söze kendileri de inanmadılar. Hem deli dediler, hem de tedbir
üstüne tedbirler aldılar. Madem ki o bir delidir, öyleyse bırakın dilediği gibi
konuşsun, dilediği gibi yaşasın. Bir delinin sözlerine kim itibar edecekti de?
Kim gidecekti de böyle bir delinin arkasından? Bu korkunuz, bu telaşınız niye
ya? Bugüne kadar hangi deliden bu kadar korktunuz? Hangi deli için bu kadar
tedbir aldınız? Niye ona engel olmaya çalışıyorsunuz? Aman onun okuduğu Kur’an’ı
insanlar duymasınlar, aman insanlar onu dinlemesinler diye niye ödünüz kopuyor?
Niye Kâbe’de namaz kılmasına engel oluyorsunuz? İşte pek çok deli var aranızda
dolaşan. Bırakın o delilerden birisi olarak o da keyfine göre bir hayat yaşasın.
İnsanları uyarmayacaksın, evinde sesli Kur’an okumayacaksın, toplumu Allah
bilgisiyle karşı karşıya getirmeyeceksin diye niye yasaklar koyuyorsunuz ona?
Doğrusu sormak lâzım o günkü kâfirlere ve kıyâmete kadar aynı yolu izleyen
kâfirlere. Madem ki bu peygamber deli, madem ki bu din saçma o halde bu korkunuz
niye? Bu yasaklamalarınız niye? Bu telaşınız niye?
Diyorlar ki bakın: Ey peygamber, eğer
gerçekten sen içimizde doğrulardan isen haydi bize melekleri getir de görelim.
Bize melekleri getirmen gerekmez miydi? Çok garip ve mantıksız bir istek. Yâni
nereden çıkarıyorlar bunu? Böyle bir şey mi vaadetmişti Allah’ın Resûlü onlara?
Yâni eğer Allah’a iman ederseniz, benim elçiliğimi kabullenir ve benim gibi bir
hayat yaşarsanız, ben size melekleri getireceğim. Sizi meleklerle
tanıştıracağım, konuşturacağım. Sizi göklere çıkaracak, yeryüzüne indireceğim.
Size bağlar, bahçeler, altınlar, gümüşler vereceğim. Sizi ekonomik refahlara
ulaştıracağım mı demişti? Halbuki ne o, ne de ondan önceki Allah elçilerinden
hiçbirisi insanlara böyle şeyler vaadetmemiştir. Nerden çıkarıyorlar bunu? Bakın
böyle cahilce şeyler isteyen, cahilce tavırlar takınarak peygamberden onun
gücünün yetmeyeceği şeyler isteyen kâfirlere Rabbimiz şöyle cevap
veriyor:
8. “Biz melekleri ancak gerekince
indiririz. O takdirde de ceza görecekler asla geri
bırakılmazlar.”
Biz melekleri ancak hak olarak
indiririz. Melekleri ancak Biz indiririz ve gerekince indiririz. Biz bir kere
meleklerimizi gönderdik mi o zaman artık onların işleri biter, defterleri
dürülür de kendilerine hiçbir mühlet de verilmez.
Halbuki meleklerini göndermemekle
Rabbimiz rahmeti gereği onlara mühlet tanıyor. Belki adam olurlar diye onlara
fırsat tanıyor. Melekler geldiği anda artık işleri bitmiş olacak onların. Bunu
anla-mıyorlar mı? İşte okuduğumuz bu sûrenin ileriki âyetlerinde Rabbimiz Lût
kavmine ve öteki kavimlere meleklerin gelmesiyle onların nasıl yerle bir
edildiklerini anlatacak. Sizler de ey Mekkeliler, tıpkı onlar gibi sonunuzu mu
bekliyorsunuz? Meleklerim geldiği andan itibaren artık size mühlet tanınmayacak,
bunu anlamalısınız diyor Rabbimiz. Ya bu istedikleri melek kendi aslî sûretinde
gelecek ve onlar buna tahammül edemeyerek helâk olacaklar veya bu melek
kendileri gibi bir insan sûretinde gelecek, içlerinde doğup büyüyen tanıdıkları
bir peygambere inanmayanlar tanımadıkları o Meleğe haydi haydi inanmayacaklar ve
helâki hak edecekler, işleri bitirilecektir.
9. “Doğrusu Kitabı Biz indirdik,
onun koruyucusu elbette Biziz.”
Evet muhakkak ki zikri, Kur’an’ı,
gündemi, hayat programını Biz indirdik, onun koruyucusu da elbette Biziz. Onu
Biz indirdik, onu koruyacak olan da elbette Biziz. Bu peygamberi Biz
görevlendirdik ve elbette onu koruyacak, onu başarıya ulaştıracak olan da Biziz.
Bu dini, bu İslâm’ı, bu teslimiyet dinini son peygamberiyle birlikte gönderen
Allah’tır. İlk insan, ilk peygamber Hz. Adem (a.s) dan bu yana tüm elçilerini
aynı dinle, aynı teslimiyet diniyle gönderen Allah şimdi de aynı dini tüm
insanlığa açıklamak, tüm insanlığa tebliğ etmek üzere son elçisine görev
vermiştir.
Ve gönderdiği bu son elçisini,
son elçisine gönderdiği bu kitabı, bu dini koruma işini de Rabbimiz bizzat kendi
üzerine almıştır. Yâni bu dinin, bu kitabın, bu peygamberin sahibi Allah’tır.
Evet zikir kitaptır, Kur’andır,
zikir peygamberdir, zikir Allah’ın kitabı ve peygamberiyle yeryüzünde
kullarından istemiş olduğu gündemdir, hayat tarzıdır. Ve kesinlikle bilesiniz ki
bu dini koruyacak olan da Allah’tır. Kıyâmete kadar bu dini, bu kitabı bu
peygamber yolunu koruyacak ve insanları bu kitap ve bu peygamber bilgisiyle
şereflen-direcektir Rabbimiz.
Gerçekten bu insanlık için en büyük bir
lütuftur. Tüm dünya bu kitaba, bu dine ve bu peygambere düşman kesilse, bu dini,
bu kitabı ve peygamberi ortadan kaldırmaya, ilga etmeye, bozmaya, saptırmaya,
tahrif etmeye soyunsa kimsenin asla buna gücü yetmeyecektir. Allah bu dini, bu
kitabı kıyâmete kadar korumayı üzerine almıştır. Kimse bu kitabın bir tek
harfini bile ortadan kaldıramayacak, değiştiremeyecektir. Kıyâmete kadar bu
Kur’an ve bu Kur’an’ın pratiği olan Rasulullah efendimizin Sünneti, örnek hayatı
dimdik ayakta duracaktır. Tamam yeryüzünde bu dinin, bu kitabın, bu peygamberin
düşmanı kâfirler olabilecektir.
Zaten Adem (a.s) in İblisle
kavgasından beri yeryüzünde iki grup hep olagelmiştir. Zaten Rabbimiz elçisini
görevlendirirken yeryüzünde bir tek kâfir kalmayacak şeklinde
görevlendirmemiştir. Ve Rab-bimiz İblisin istediği izni de kendisine vermiştir.
Bundan da anlıyoruz ki peygamber yolu da, İblis yolu da kıyâmete kadar hiç bir
zaman eksik olmadan yeryüzünde devam edecektir. İnsanlar ya şeytan tarafında yer
alacaklar, ya peygamber safında. Mü’minler de olacak, kâfirler de.
İblis-peygamber kavgası, iman-küfür kavgası kıyâmete kadar devam edip giderken
Allah elçilerini gönderecek, onlara vahiyde bulunacak, desteğini gönderecek ve
şeytanın hedefleri hep boşa çıkacak, ona tabi olanlar cehenneme akarlarken Allah
ve Resûlünün yolunu takip edenler de dünyada başarıdan başarıya koşarlarken öbür
tarafta da cennete uçacaklar.
10,11. “Ey Muhammed! Andolsun ki,
senden önce çeşitli ümmetlere peygamber göndermiştik. Onlara gelen her
peygamberi alaya alıyorlardı.”
Muhakkak ki peygamberim, Biz
senden önceki ümmetlere, toplumlara da peygamberler gönderdik. Asla vahiysiz,
peygambersiz bırakılmamış olan o toplumlar her ne zaman ki kendilerine bir
elçimiz geldi, hemen onunla alay ettiler. Onu alaya aldılar. Ona iman etmediler.
Öyleyse bilesin ki ey
peygamberim, sen ilk değilsin. İlk alaya alınan, ilk yalanlanan sen değilsin.
Senden öncekilerin tamamının kaderidir bu. Senden önceki toplumlar da
kendilerinin kurtuluşu için gelmiş, kendilerinin dünyada mutlu bir hayat
yaşamaları, âhirette de cennete ulaşmaları adına gelmiş elçilerini yalanladılar,
alaya aldılar, dinlemediler, değer vermediler, eğlenceye aldılar. Kendileri için
açtı-ğımız rahmet kapılarından istifade etmek istemediler. Kendileri için takdir
ettiğimiz şerefle ilgilenmediler. Zikirle yol bulmadılar.
12,13. “Aynı şekilde biz de
Kitabı suçluların kalplerine sokarız, ama ona yine de inanmazlar. Oysa
kendilerinden öncekilerin uğradıkları
meydandadır.”
İşte böyle. Onlar böyle yaparlar,
böyle yaptılar, ama Biz de kitabı o günahkârların, o suçluların kalplerine
sokarız. Biz bu kitabı onların kalplerine ilka ederiz de onlar yine iman
etmezler. Evet Biz bu kitabın âyetlerini onların kalplerine işletiriz,
duyururuz, gösteririz ama onlar yine de iman etmeyerek yanlışlarını sürdürmeye
devam ederler. Biz Peygamber vasıtasıyla, peygamber yolunun yolcusu mü’minler
vasıtasıyla bu kitabın âyetlerini onların kalplerine kadar ulaştırırız,
gönüllerini bu âyetlerle ezeriz, orada operasyonlar gerçekleştiririz, oradaki
küfür ve şirk hücrelerini öldürürüz, ama yine de o kâfirlerden kimileri vardır
ki iman etmezler.
Halbuki kendilerinden öncekilerin
başlarına gelenler ortadadır. İşte eskilerin Sünneti ortadadır. Ben bu kitapta
onu size anlattım. Siz biliyorsunuz ki onlar kendilerine gönderdiğim elçilerimi
kabule yanaşmadılar. Bunca ayetlerime, bunca mûcizelerime, bunca uyarılarıma
rağmen kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya devam ettiler de
sonunda başlarına gelenler geldi. Şimdi de senden farklı âyetler isteyenler,
meleklerin gelmesini isteyenler de tıpkı onlar gibi bir yasaya mahkum olacaklar.
14,15. “Onlara gökten bir kapı
açsak da, oradan çıkmağa koyulsalar: “Gözlerimiz döndü, biz herhalde büyülendik”
derler.”
Evet kâfirlerin iman etmeyişlerinin,
hakkı kabule yanaşma-malarının sebebini anlatıyor Rabbimiz. Yâni eğer onlara
gökyüzünden bir kapı açmış olsak, açtığımız bu kapıdan onlar gökyüzüne çıksalar,
semaya yükselseler, bundan daha büyük bir mûcize olur mu? Tabii ki bunu bir
beşer olan Rasulullah efendimiz yapmayacaktı. Onun böyle bir olmazı oldurması
mümkün değildi. Önceki peygamberlerden hiçbirisinin de böyle bir şeye güçleri
yetmezdi. Bunu her şeye güç yetiren Allah yapacaktı. Allah böyle bir şeyi yapıp
onları gökyüzüne yükseltseydi yine de; bizim gözlerimiz döndü. Galiba bizim
gözlerimiz sarhoş oldu. Herhalde bizim gözlerimiz bozuldu da biz bir sihrin
mahkumu olmuş bir topluluğuz derlerdi.
Yâni kendilerine böyle bir mûcize
göstermiş olsaydık bunu da anlamazlar, anlamaya yanaşmazlardı, iman etmezlerdi.
Peygamber (a.s)’a verilen bu Allah desteği karşısında, bu Allah mûcizesi
karşısında da farklı bir yorumda bulunurlar, ya bizler sarhoş olmuşuz, yahut da
ne yaptığımızı bildiğimiz yok derlerdi. Veya bu adam gerçekten çok büyük bir
sihirbazdır derlerdi. Yâni yine de peygambere iman
etmezlerdi.
Evet bu muannit kâfirlerin iman
etmeyişlerinin sebebi işte bu kibir ve inatlarıdır. Kibirleri ve iğrenç inatları
yüzünden onlar bu kitabı reddediyorlar, peygamberi reddediyorlar. Bu yüzden
kitaba ve peygambere karşı ilgisiz davranıyorlar. Kitabımızın başka âyetlerinden
öğreniyoruz ki bu kâfirler bu inatları ve kibirleri yüzünden eğer Rab-bimiz bu
kitabını peygamberine onların gözleriyle göremedikleri bir yolla, vahiy yoluyla
değil de elleriyle dokunabilecekleri, gözleriyle gö-rebilecekleri kitaplar
halinde indirmiş olsaydı yine de bu gerçeği ka-bul etmezler, bu apaçık bir
büyüdür derlerdi. Kibirleri, inatları ve ce-haletleri galebe çalar yine de iman
etmezlerdi.
Öyleyse ey peygamberim, ve ey
peygamber yolunun yolcuları, sakın ha bu tip insanlar karşısında üzülmeyin.
Bunlar karşısında sakın morallerinizi bozmayın. Çünkü bunların iman
etmeyişlerinin sebebi ne âyetlerin, delillerin azlığıdır, ne de sizin onlar
karşısında örnekliğinizin yetersiz olmasıdır. Değilse eğer âyet istiyorlarsa,
delil istiyor-larsa işte bir âyet, işte bir delil:
16,18. “Andolsun ki, gökte
burçlar meydana getirdik, onları bakanlar için donattık. Onları, kovulmuş her
şeytandan koruduk. Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa, parlak bir ateş onu
kovalar.”
Andolsun ki Biz gökyüzünde
burçlar yarattık. Andolsun ki Biz göklerde milyarlarca yıldızlar, yıldız
kümeleri var ettik. Onları onlara bakan kimseler için bir ziynet bir süs yaptık.
Kullarımızın bedii zevkini okşasın diye semanın simasını yıldızlarla donatıp
süsleyiverdik. İşte şu başınızın üzerindeki semayı güneşle, ayla, yıldızlarla,
gezegenlerle tezyin ettik ki bütün bunlar Rabbinizin olarak Bizim size
lütfettiğimiz en güzel görüntülerdir.
Ve üstelik o gökyüzünü de her bir
taşlanmış, rahmetten kovulmuş şeytanlardan koruduk. Ama buna rağmen o
şeytanlardan kim bir kulak hırsızlığı yaparsa, Levh-i Mahfuz’u, kaderi, kâinatın
hayat programını yazan bizim görevli meleklerimizin konuştuklarından,
yaz-dıklarından bir şeyler çalmaya gayret ederse apaçık bir yıldız, bir ateş onu
takip eder ve yakalar. Böylece o şeytanlar oradan alacakları bir bilgiyi de, bir
bilgi kırıntısını da, kendilerini de yakıp kül ediverir.
Evet Rabbimiz bu âyetinde bize
gökyüzünde yarattığı yıldızlarını tanıtıyor. Demek ki neymiş bu yıldızların
fonksiyonu? Yâni ne için var etmiş Rabbimiz onları? Bir, onlar semamızın
süsüdürler. Bakan kulları zevk alsınlar, güzel bir görüntü görsünler diye
yaratılmıştır onlar. İkincisi gökyüzünü şeytanlardan korumak için yaratmıştır
Rab-bimiz onları. Kaderi yazan meleklerin konuşmalarından bir bilgi sızıntısı
alamasınlar, yâni gaybını kimseye ezdirip bozdurmamak için şeytanlara atma
konusu olarak yaratmıştır onları. Yine kitabımızın bir başka âyetinin beyanıyla
karanın ve denizin karanlıklarında onlarla yol bulalım, yolumuzu görelim diye
yaratmıştır Rabbimiz onları. İşte yıldızlarla alâkalı bunların dışında olur
olmaz söz söylemek de caiz değildir. Şimdi de gözlerimizi yeryüzüne çeviriyor
Rabbimiz:
19,21. “Yeri yaydık, oraya sabit
dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre bitirdik. Orada sizin ve
rızık veremeyeceğiniz kimseler için geçimlikler meydana getirdik. Hazinesi Bizim
katımızda olmayan hiç bir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre
indiririz.”
Yeryüzünü de Biz yaydık.
Yeryüzünü de sizin yaşamanıza müsait hale Biz getirdik. Yeryüzünün dengesini
sağlamak için de orada sabit dağlar yerleştirdik. Orada her bir şeyi belli bir
ölçüye göre bitirdik. Her şeyi sizin ihtiyacınıza göre bitirdik. Sizin için
orada geçimlerinizi, maişetlerinizi temin ettik. Vefat edeceğiniz ana kadar
orada ihtiyacınız olan her şeyi var edip hazırladık. Tüm hayat şartlarınızı
hazırlayıverdik. Anladınız mı? Hazinesi bizim yanımızda olmayan hiç bir şey
yoktur. Her şeyin hazinesi bizim katımızdadır. Her şeyin sahibi, mâliki biziz.
Her şey bizim elimizde, Bizim mülkümüzdedir. Mülk bizde, güç bizde, egemenlik
bizde, yetki bizde, saltanat bizde, altın, gümüş bizde, ekmek su bizde, yerin
hazineleri bizde, göğün hazineleri bizdedir...
Ama Biz onu ancak belli bir
ölçüye göre indiririz. Sizin isteğinize göre değildir onun inmesi. Kimsenin bir
yetkisi yoktur bu konuda. Hiç kimse Allah dilemedikçe hiçbir şeye mâlik olamaz.
Yetki elinde olan Allah her şeyi belli bir ölçüde indirmektedir. Herkese
ihtiyacı kadar indirir. Herkesi düşünür Rabbimiz. Azmayacağımız kadar verir.
Şımarıp kendisini unutmayacağımız kadar verir. Aynı zamanda isyan etmeyeceğimiz
kadar verir. Çok az verip de bizleri isyan edecek noktaya da getirmez Rabbimiz.
Ne çok verip azdırır, ne de az verip isyan ettirir, her şeyi belli bir ölçüde
bize rahmetinin eseri olarak gönderir.
Evlerimizi yıkacak, tarlalarımızı
silip süpürecek kadar gönder-mez yağmurlarını. Hayatımızı felç edecek kadar
göndermez rüzgarlarını. Bizi yakıp kavuracak kadar göndermez güneşinin
ışınlarını. Donduracak kadar da kısıvermez onu. Tüm hazinelerin sahibi olan
Rab-bimiz her şeyi belli bir ölçüyle gönderir. İnsanların ihtiyacına göre, ya da
yeryüzündeki hayatın devamına gerekli olan kadar gönderir.
22. “Rüzgarı aşılayıcı olarak
gönderdik; yukarıdan su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa siz onu
toplayamazdınız.”
Evet biz rüzgarları göndeririz ki
bitkiler arasındaki ilkahı, tohumlaşmayı, tozlaşmayı sağlasın diye. Bitkiler
arasındaki çoğalmayı, üremeyi sağlasın diye biz rüzgarları göndeririz. Bir de
bulutlar arasında döllenmeyi sağlasın, izdivacı gerçekleştirsin de yağmuru
yağdırsın diye. İşte böylece semadan suyu indirdik de onunla sizleri suladık.
İşte sizin için gökyüzünden tatlı bir su indiriyoruz da en büyük nîmetlerimizden
birini tadıyorsunuz. Eğer biz size rahmetimizin gereği olarak sizin için böyle
bir su indirmeseydik siz asla ona sahip olamazdınız, mâlik olamazdınız. Siz asla
onu gökten indiremezdiniz. İndiremediğiniz gibi, ihtiyacınız anında kullanmak
üzere onu yeryüzünde biriktiremezdiniz.
Öyle değil mi? İçtiğiniz sudan
bir damla indirebilecek birileri var mı? Rabbiniz kesiverse sularınızı ne
yaparsınız? Kime gidersiniz? Kimden yardım istersiniz? Kimin gücü yeter buna?
İşte Rabbiniz sizi, sizin asla sahip olamayacağınız, güç yetiremeyeceğiniz
rızıklarıyla rı-zıklandırmaktadır. Yetki O’nun elinde, güç O’nun elinde, hayat
O’nun elinde, rüzgar onun elinde, yağmur O’nun elinde, bulut O’nun elinde,
gökler ve yerler her şey O’nun elindedir. Hayat da, ölüm de O’nun
elindedir.
23,24. “Doğrusu dirilten ve
öldüren Biziz; hepsinin gerisinde de Biz kalırız. Andolsun ki, sizden önce
geçenleri biliriz; andolsun ki, geri kalanları da
biliriz.”
Doğrusu dirilten de, öldüren de
Biziz. Hayat veren de Biziz o hayatı alan da. Biz hepsinin gerisinde kalanız.
Biz vâris olanız. Her şey ve herkes ölecek sonunda Allah kalacaktır. Herkes ve
her şey fânidir, bâki olan sadece Allah’tır. Evet hayat O’ndandır. Hayatın
sahibi O’dur, ölümün sahibi de O’dur. Gökler O’nundur, yerler O’nundur, güneş,
ay, yıldızlar, bulutlar, rüzgarlar, dağlar, taşlar, bitkiler, insanlar,
hayvanlar O’nundur. Bizi yaratan, bizi var eden, bizim rızkımızı veren, bizim
ekmeğimizi, suyumuzu gönderen ve sonunda hepimizi öldürecek olan da O’dur. Bize
ve tüm varlığımıza, tüm varlıklara vâris olacak olan da O’dur. Öyleyse böyle bir
Rabbi kabulden başka çaremiz yoktur. Böyle bir Rabbe kul olmaktan, teslimiyetten
başka bir çaremiz yoktur.
Biz sizden ileri gidenleri de, öne
geçenleri de biliriz, arkada kalanları da biliriz. Sizden kim kulluk ve
teslimiyette ileri gidiyor, kim geride kalıyorsa Biz onu biliriz. Siz ne kadar
müslümansınız? Ne kadar isyancısınız? Ne kadar muttakisiniz? Ne kadar
zalimsiniz? Ne kadar müşriksiniz? Ne kadar iyilik yaptınız? Ne kadar kötülük
yaptınız? Ne kadar hayır işlediniz? Ne kadar şerre bulaştınız? Ne kadar
yaşayacaksınız? Ne kadar ömrünüz var? Şu anda neredesiniz? Nereye doğru
gitmektesiniz? Bunların hepsini bilen, takdir eden Allah’tır. O’nun bilgisine
sınır yoktur. Öyleyse Ona teslim olmak zorundayız. O’nun istediği bir hayatı
yaşamak zorundayız.
25. “Doğrusu Rabbin onları
diriltip bir araya getirecektir. Şüphesiz O Hakîmdir her şeyi
bilendir.”
Muhakkak ki onların hepsini
diriltip huzurunda toplayacaktır. Yaşadıkları bu hayatın hesabını sormak üzere,
yaptıklarının faturasını sormak üzere Rabbin bir gün onların tamamını mahkeme-i
kübra-sında haşr edecektir. Onlardan istediği gibi bir hayat yaşayanlara
cennetini tattırmak, ebedî nîmetleriyle onları ebedîleştirmek, istediği gibi bir
kulluk hayatı yaşamayanları da cehenneme doldurup orada akıl almaz azapların
mahkumu etmek üzere herkesi toplayacak Rab-bin.
Rabbinin bu haşrinin karşısında,
bu kararının karşısında hiç kimse direnemez. Hiç kimse buna karşı gelemez. Hiç
kimse kendisini kurtaramaz. Rabbin kararını vermiş, ecel yasasını belirlemiştir.
Eceli geldiği zaman herkes ölecek. Kıyâmet geldiği zaman her şey bitecek. Kalkın
buyurduğu zaman da herkes kalkıp huzurunda toplanacak. Herkes O’nun huzurunda
hesaba çekilecek. O’nun mahkemesinde cenneti kazananlar ebedîyen cennete uçup
giderken, cehennemlik görülenler de cehenneme akıp dolacaklar. Kimse O’nun
kararına itiraz edemeyecek. Çünkü O Allah Hakimdir, her şeye hükmedendir,
hâkimiyet elinde olandır, yaptığı her şeyi hikmetle yapandır ve her şeyi
bilendir. Her şeyden haberdar olan ve dosdoğru karar verendir
Allah.
26,27. “Andolsun ki, insanı kuru
balçıktan, işlenebilen kara topraktan yarattık. Cinleri de, daha önce dumansız
ateşten yarattık.”
Muhakkak ki Biz insanı kuru bir
balçıktan, kuru bir çamurdan, sonra işlenebilen, sertleşmiş, vurulduğu zaman ses
getiren bir topraktan yarattık. Ondan önce cinleri de dumansız bir ateşten
yarattık.
Evet bundan önceki âyetlerde göklerin
ve yerin yaratılışını öğrendik. Rabbimiz önce gökleri ve yerleri yarattı.
Yeryüzünde dağlar, taşlar, bitkiler, madenler yaratıldı. İnsanoğlunun
yaratılışından önce dumansız bir ateşten cinler de yaratıldı ve yaratılış
zincirinin son halkasını insan teşkil ediyor. Yâni kıyâmet öncesi son yaratılan
varlık insan oluyor. Ve insanı yeryüzünde yaratmayı murad edip kararlaştırdığı
zaman Rabbimiz hem meleklere, hem de cinlere şöyle
buyurdu:
28,31. “Rabbin meleklere: “Ben,
balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan
üflediğimde ona secdeye kapanın” demişti. Bunun üzerine, İblisin dışında bütün
melekler hemen secde ettiler. O, secde edenlerle beraber olmaktan
çekindi.”
Hatırlayın, hani Rabbin meleklere
buyurmuştu ki, Ben çıplak ve cıvıklaştırılmış bir çamurdan bir beşer
yaratacağım. Ben balçıktan, işlenebilen, vurulduğu zaman ses getiren kara
topraktan bir insan cinsi yaratmaya karar verdim.
Onu tesviye edip, elini, ayağını,
gözünü, kulağını ve organlarını düzenleyip insan haline getirdiğim, adam ettiğim
ve kendisine bir ruh üfürdüğüm, bir canlılık verdiğim zaman da hemen ona karşı
secdeye kapanın. Evet hatırlayın ki işte Rabbiniz meleklere böyle
buyurdu.
Bunun üzerine, Rablerinin bu emrini
alır almaz hemen meleklerin hepsi secde ettiler. Rablerinin emrini uygulamaya
koydular. Rablerinin emrine boyun büktüler, İblis müstesna. İblis secde etmedi.
O secde edenlerle birlikte olmaktan çekindi. Rabbinin emrine boyun bükenlerden
olmadı. Rabbinin emrine teslim olmaktan yüz çevirdi.
Evet atamız Adem’in varlık
sahnesine çıkışı, Rabbimizin secde emrine tüm meleklerin imtisâl edişi, İblisin
bu emre başkaldırması kitabımızın önceki âyetlerinde anlatıldı. Kısaca melekler
Rablerinin emrini yerine getirmişler, Rablerinin yarattığı insanı, toprak ve ruh
bileşimi olan Adem’i, beşer cinsinin varlığını onaylamış, kabullenmiş, boyun
bükmüşlerdir. Ama İblis Rabbinin emrine itaat etmemiştir. Rab-binin secde emrini
yerine getirmemiştir. Bu beşer cinsine düşmanca bir tavır almayı hedeflemiştir.
Bunun üzerine Rabbimiz buyurdu ki:
32,33. “Allah: “Ey İblis! Secde
edenlerle beraber olmaktan seni alıkoyan nedir?” dedi. O: “Balçıktan,
işlenebilen kara topraktan yarattığın insana secde edemem”
dedi.”
Ey İblis, sen niye secde etmedin?
Niye secde edenlerle beraber olmadın? Seni Rabbinin emrini dinleyip secde
edenlerle beraber olmaktan alıkoyan neydi? Neden emrime boyun bükmedin? Ne
mâzeretin vardı? Aslında onun içini, dışını, mâzeretinin olup olmadığını çok iyi
bilen Rabbimiz bu soruyu sorarken İblise bir fırsat tanıyordu. Bir tevbe imkânı,
bir özür dileme fırsatı tanıyordu ona. Çukur bir özür dileseydi. Ya Rabbi, ben
ettim Sen etme! Deyiverseydi. Beni bağışla deyiverseydi belki affa mazhar
olacaktı. Ama bakın İblis şöyle diyor-du:
Ben bir beşere secde edici olmadım. Bir
çamurdan, cıvık bir çamurdan, değişken bir balçıktan kurumuş bir topraktan
yarattığın bir beşere ben asla secde etmem dedi. Kitabımızın başka sûrelerinde
beni ateşten, onu topraktan yarattın, binaenaleyh ben ondan üstünüm ve ona secde
etmeyeceğim dedi. Ben kendimden alçak olan birine asla secde edemem dedi.
Halbuki secde emri için üstünlük ya da
alçaklık söz konusu değildi. Kim üstün, kim alçak bunu Allah belirleyecekti. Ve
bu secde emrini veren de Allah’tı. Bu emri veren Adem değildi ki üstünlük
alçaklık gündeme gelsin ve İblis Adem’le kendisini kıyaslasın. Emri veren
Allah’tı ve İblisin bir kul olarak hemen Rabbinin emrine boyun eğmesi
gerekiyordu.
Öyle değil mi? Meselâ şu anda bir
insan bize Allah’ın bir â-yetini okusa, Allah’ın bir emrini duyursa biz hemen
ona sen kim oluyorsun ki? deme hakkına sahip değiliz. Velev ki o insan konum
olarak, makam olarak bizden aşağı da olsa, yaş olarak bizden küçük de olsa. Yâni
hiç bir özelliği olmayan birisi de olsa Allah’ın emrini hatırlatan kimseye
itiraz etmeye hakkımız yoktur. Çünkü o emri veren o değil Allah’tır. O sadece
bize Allah’ın emrini duyuran birisidir.
Ama işte bakın İblis böyle bir
Allah emri karşısında hemen secde edecek yerde, Allah’ın emrine boyun bükecek
yerde kendisini Ademle kıyaslayarak secde edenlerden olmadı. Bunun üzerine
Rabbimiz şöyle buyurdu:
34,35. “Öyleyse defol oradan, sen
artık kovulmuş birisin. Doğrusu hesap gününe kadar lânet sanadır”
dedi.”
Öyleyse haydi defol oradan! İn
oradan! Çık oradan! İn o makamdan! Defol o yüce makamdan! Muhakkak ki sen
kovulmuş birisin! Rahmetten tart edilmiş birisisin. Sen kovulanlardan,
taşlananlardansın! Ve kıyâmet gününe kadar lânet sanadır! dedi. Kıyâmet gününe
kadar lânet senin üzerinedir. Cehenneme yuvarlanacağın güne kadar sen
lânetliksin dedi. Rabbimizin lânetine uğrayan, lânetin mahkumu olan İblis dedi
ki:
36,38. “Rabbim! Beni hiç olmazsa,
tekrar dirilecekleri güne kadar ertele” dedi. Allah: “Sen bilinen gün gelene
kadar bırakılanlardansın” dedi.”
Ey Rabbim, beni ba’s
gününe kadar, insanların öldükten sonra tekrar dirilecekleri güne kadar
ertele, bana mühlet ver dedi. O zamana kadar beni öldürme, beni yaşat dedi. Güya
aklını çalıştırıyor hain. Akıllılık yapıyor. Güya o zamana kadar ertelendiği
zaman ölümden kurtulmuş olacak. Ölümden kurtulmak, dirilişten kurtulmak,
kıyâmetin dehşetinden kurtulmak, cehennemden, azaptan kurtulmak istiyor. Bana
ba’s gününe kadar izin ver, o güne kadar beni öldürme diyor. Çünkü alçak
biliyordu ki diriliş var, biliyordu ki hesap kitap var, cennet cehennem var.
Rabbimiz buyurdu ki haydi sen
izinlilerdensin. Sen bilinen güne kadar, kıyâmet gününe kadar mühlet
verilenlerdensin. Evet sana mühlet verdim ama belli bir vakte kadar. Yâni
kıyâmeti aşmayacaksın, ölümden kurtulmayacaksın. İnsanların öldükten sonra
dirilecekleri zamana kadar değil. Yâni sen de öleceksin diyor Rabbimiz.
Evet o güne kadar Rabbimizden
mühlet aldı İblis ve böylece hayata başladı, Allah karşısında, Adem karşısında
düşmanlıkta yerini aldı. Ve böylece yeryüzünde kıyâmete kadar sürecek bir savaş,
bir düşmanlık başlamış oldu. Şu anda hiçbirimiz İblisi yok etme imkânına sahip
olmadığımız gibi onunla savaşı bitirme gücüne de mâlik değiliz. Rabbimiz bunu
böylece takdir buyurmuştur.
Öyleyse bu dünyada İblissiz bir
hayat düşünmeyeceğiz. İblise rağmen, onun saptırmalarına rağmen yeryüzünde
müslümanca bir hayat yaşayabilmenin, müslümanca kalabilmenin hesabını güzel
yapacağız. İşte zaten bu konuyu gündeme getirirken Rabbimizin bize anlattığı da
budur. Ey insanlar, unutmayın ki bu dünyada İblisle, İblis doğrultusunda bir
hayat yaşayan kâfirlerle, müşriklerle, düşmanlarla karşı karşıyasınız. Buna
rağmen sizler müslüman olmak zorundasınız. Müslümanca bir hayat yaşamak
zorundasınız buyurmaktadır. Bunun farkında olarak hesabınızı güzel yapın
buyurmaktadır.
39,40. “Rabbim! Beni saptırdığın
için, andolsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim; halis
kıldığın kulları bir yana, onların hepsini saptıracağım”
dedi.”
İblis dedi ki: Ey Rabbim, beni
saptırmana, beni azdırmana, beni yoldan çıkarmana karşılık ben de andolsun ki
yeryüzünde kullarına kötülükleri, fenalıkları, senin haramlarını süsleyecek,
güzel göstereceğim. Dikkat ediyor musunuz? Ne diyor hain? Ya Rab beni azdırmana, beni saptırmana karşılık
diyor. Kim saptırmış onu? Kim yoldan çıkarmış? Kim saptırmış? Allah. Suçlu kim?
Suçlu kendisi değil Allah. Suçu üzerine almıyor hain. Sapmasının, kulluktan,
itaatten çık-masının faturasını Allah’a kesiyor. Kendi kibri yüzünden, gururu
yüzünden çok yanlış bir yola giriyor ve de hatasını kabul etmeyerek, yaptığından
pişmanlık duymayarak tevbe kapısını da kapatıveriyor.
Halbuki böyle yapmayıp da
kendisini suçlamış olsaydı, yap-tığından dolayı bir pişmanlık duymuş olsaydı
affedilecekti, ama bunu da kaybediyor. Kaderci kesiliyor hain. Tıpkı kimi kâfir
ve müşriklerin Allah istememiş olsaydı, Allah izin vermemiş olsaydı ne bizler,
ne de atalarımız asla O’na şirk koşamazdık. Asla şu yaptıklarımızı yapamazdık.
Allah yasaları dururken bizler asla yasa belirleyemezdik di-yerek, kaderci
kesilerek kendi pisliklerini Allah’a fatura etmeye çalıştıkları gibi.
Veya işte şu anda kimi zavallı
müslümanların ne yapalım, kaderimiz böyleymiş. Ne yapalım, alınyazımız böyleymiş
diyerek içinde bulundukları zilleti Allah’a fatura etmeye çalıştıkları gibi.
Halbuki Allah kimseye zillet ve meskeneti yazmaz. Bu sizin kendi
zavallılığınızın sonucudur.
Evet diyor ki İblis, onlara yeryüzünde
kötülükleri süsleyeceğim. Yeryüzünü onlara süsleyeceğim. Bu dünyayı onların
gözünde hedef yapacağım, kıble yapacağım. Dünyaya tapınır hale getireceğim
onları. Dünyanın ve dünyalıkların peşine takacak, Seni ve âhireti unutturacağım
onlara. Dünyaya öyle bir saracağım ki onları ne Seni, ne kitabını, ne
peygamberini hatırlayacak zamanları bile kalmayacak. Onların topunu azdırıp
yoldan çıkaracağım. Hepsini saptıracağım. Hepsini itaatsizliğe, isyanlara,
günahlara sevk edeceğim. Ancak Senin ihlâslı kulların müstesnadır. Sana
samimiyetle kulluk eden kullarını azdırma, kandırma imkânım
olmayacak.
Öyleyse hiçbir zaman unutmayalım
ki bu alçağın ihlâslı kullar için, Allah’a samimiyetle kulluk içinde olanlar
için hiç bir zaman herhangi bir otoritesi, herhangi bir yaptırım gücü de yoktur.
İşte bizzat kendi diliyle itiraf ediyor İblis. Eğer Senin kulların halis
müminseler ben onlara hiçbir şey yapamayacağım. Öyleyse biz şeytanın
iğva-larına, hilelerine karşı halis müminler olmaya, yâni katışıksız, saf vahiy
mü'mini, Kur’an ve Sünnet mü'mini olmaya çalışacağız. Babamızdan öyle gördük
diye değil, hocamızdan böyle duyduk diye değil. Allah ve Resûlü böyle dedi,
kitap ve Sünnet böyle istedi diye müslü-man olacağız. Saf ve katışıksız vahiy
müslümanı olacağız. O zaman bilelim ki şeytan bize hiçbir şey yapamayacaktır.
Allah’a inanan, Allah’la yol
bulmaya çalışan, sürekli Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin Sünnetiyle beraber
olan, vahye sarılan, hayatını vahiyle düzenlemeye çalışan Allah’ın muttaki ve
sâlih kulları üzerinde onun da, avenelerinin de hiçbir etkisi ve yetkisi yoktur.
Bu yüzden onu ve avenesini bir şeymiş gibi gözlerimizde büyütmemize ve onlardan
korkmamıza da gerek yoktur. Şurası bir gerçek ki şeytan ve avenesinden korkan
onları bir şey zanneden müslümanlar onlarla savaşı göze alamazlar. Allah korusun
o zaman müslümanlar şeytan ve şeytani güçlerle savaş kapasitelerini kaybederler.
Rabbimiz buyurdu ki:
41,42. “Allah şöyle dedi: “Benim
gerekli kıldığım dosdoğru yol budur; “Kullarımın üzerinde senin bir nüfusun
olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun
dışındadır.”
İşte bu Benim Sırat-ı
Müstakimimdir. İşte bu yol İslâm yoludur, peygamberler yoludur. Ve şüphesiz ki
ey İblis, senin Benim kullarımın üzerinde bir gücün, bir nüfusun olamaz. Senin
Benim kullarımı saptırma gücün ve yetkin yoktur. Onları Bana kulluktan
uzaklaştırıp kendi cehennemine götürme gücüne sahip değilsin sen. Ancak sana
uyanlar, sana tabi olan azgınlar bunun dışındadır. Senin yoluna uyan, seni
dinleyen, senin vesveselerin ardınca giden azgınlar müstesnadır. Sen ancak
onları saptırabilirsin. Çünkü onlar Beni bırakmışlar, Benim kitabımı unutmuşlar,
Benim peygamberimi terk etmişler, senin yolunu kabul etmişlerdir. Onlar Benimle
değil, seninle beraber olmuşlardır. Böyle olmayan kullarım üzerinde zerre kadar
bir yetkin, bir egemenliğin olmayacaktır senin.
43,44. “Ve cehennem onların
hepsinin toplanacağı yerdir. O cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların
girecekleri ayrılmış bir kısım vardır.”
Evet kimler de Benim yolumu
bırakıp senin yoluna tabi olur-sa, Benim kitabımı, Benim peygamberimi bırakıp
senin vesveselerine, senin iğvalarına kapılırsa muhakkak ki onların hepsini
cehennemde toplayacağım. Senin de, senin yoluna gidenlerin de toplanacakları yer
cehennemdir. Cehennem onların toplantı yeri olacaktır. O cehennemin 7 kapısı
vardır. Ve her bir kapı oradan girecekler için ayrılmış, belirlenmiştir.
Kimlerin hangi kapıdan gireceği, o kapıların kimlere nasıl açılacağı
belirlenmiştir.
Evet şeytana tabi olanlar,
şeytanların felsefelerine tabi olanlar tabi oldukları şeytanların gittikleri
yere gideceklerdir. Ama beri tarafta:
45,46. “Allah'a karşı gelmekten
sakınanlar ise, cennetlerde, pınar başlarındadırlar. Oraya güven içinde,
esenlikle girin, “ denilir.”
Muttakiler, Allah’la yol
bulanlar, yollarını Allah’ın kitabına ve Resûlünün Sünnetine sorarak bulanlar,
hayatlarını Allah için yaşayanlar, Allah’a kulluklarının bilinci içinde bir
hayat yaşayanlar ise cennetlere gidecekler.
Evet bu dünyada şeytanlara tabi
olmayanlar, hevâ ve hevesleri istikâmetinde değil de Allah’ın istediği gibi bir
hayat yaşayanlar, sözleri ile, amelleri ile, düşünceleri ile, tavırları ile
sadece Allah için bir dünya yaşayanlar akla hayale gelmedik cennet nîmetleri
içinde olacaklar. Bağlar, bahçeler, meyveler, pınarlar, güzellikler ve nîmetler
içinde olacaklar. Kendilerine denilecek ki: Buyurun, girin o cennetlere. Emin
olarak, güvenlik içinde, emin kimseler olarak girin oraya. Bir daha artık orada
asla sıkıntı görmeyeceksiniz. Üzüntü duymayacaksınız. Mahrumiyet
çekmeyeceksiniz.
Ve bir de orada ölüm yok. Ölümü
tatmayacaksınız. Derdiniz, gamınız, çileniz olmayacak. Dünyada olduğu gibi orada
size yükletilen bir görev, bir kulluk sorumluluğu da olmayacak. Namaz, oruç,
zekât, cihad gibi bir sorumluluğunuz da olmayacak. Sadece zevk ve eğlence içinde
sonsuz bir hayat yaşayacaksınız orada.
47,48. “Biz onların gönüllerinde
olan kini çıkardık; artık onlar sedirler üzerinde karşılıklı oturan
kardeşlerdir. Onlar orada bir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da
değillerdir.”
Onların kalplerindeki, sadırlarındaki
kıskançlık, kin, garaz ve kötü duyguların tümünü söküp çıkardık diyor Rabbimiz.
Yâni mü’-minlerin birbirlerine karşı kinlerini, garazlarını, çekemezlik
duygularını, bencillik özelliklerini Allah göğüslerinden söküp alıyor ki, orada
bu tür rahatsızlıklar yaşanmasın. Cennette hayatlarının tadını kaçırabilecek her
şeyi alıveriyor Rabbimiz. Onları tertemiz hale getiriveriyor ki, onlar orada
kardeşler olarak bir hayat yaşasınlar.
Evet cennette mü’minler arasında
ne karşılıklı, ne dünyadan taşıyıp getirdikleri, ne de orada gerçekleşecek
hiçbir kırgınlık, hiçbir dargınlık olmayacak, hiçbir husûmet ve düşmanlık
olmayacak. Her şeyden arınmış, arındırılmış olarak girecekler onlar
cennete.
Sedirler üzerinde, yüksek tahtlar,
köşkler üzerinde karşılıklı oturacaklar. Eşleriyle, dilberleriyle,
kardeşleriyle, dostlarıyla, dünyada birlikte cennet kazanma kavgası verdikleri
arkadaşlarıyla beraber karşılıklı oturmuşlar kadeh tokuşturup sohbet ederlerken,
tomurcuk Huriler, Ğılmanlar da ellerinde kadehlerle etraflarında tavaf edip
onlara zevkler sunacaklar, hizmet edecekler. Ve daha nice, nice güzel-likler
yaşayacaklar. Orada onları rahatsız edecek zerre kadar bir şey olmayacak.
Ve onlar bir de orada yorgunluk
da duymayacaklar. Yâni onlar orada yorgunluk, bıkkınlık nedir bilmeyecekler.
Sıkıntı, keder, mahrumiyet nedir bilmeyecekler.
Ve onlar asla oradan çıkacak,
orayı kaybedecek de değiller-dir. Öyleyse ey peygamberim:
49,50. “Ey Muhammed! Kullarıma
Benim bağışlayan, merhamet eden olduğumu, azabımın can yakıcı bir azap olduğunu
haber ver.”
Sen Benim kullarıma haber ver.
Muhakkak ki Ben kullarım için Ğafûr ve Rahîmim. Kullarım için Ben onların
kusurlarını, hatalarını örten, örtbas eden, kale almayan, bağışlayanım,
acıyanım. Bana kul olma niyeti, Benim istediğim hayatı yaşama çabası içinde
olanlar için Ben affediciyim, ama şunu da söyle ki onlara, Beni tanımayanlar
için, Bana kulluğa yönelmeyenler için de Benim azabım can yakıcıdır.
Unutmasınlar ki Benim azabım can yakıcı, dayanılmaz bir azaptır.
Sen duyur bunu onlara
peygamberim. Sizler duyurun onlara bunu ey peygamber yolunun yolcuları.
Buyursunlar, hangisini seçerlerse seçsinler. Bağışlamamı mı? Cennetimi mi?
Acımamı mı? Yoksa azabımı mı? Cehennemimi mi? Kendileri için ne seçeceklerse,
hangisini seçeceklerse seçsinler. Hangisine karar vereceklerse versinler. Bunun
ikisini de seçenlere gücü yeter Rabbimizin. Cehennemi, azabını seçenleri de
sonsuz cehennemine, cennetini, rahmetini seçenleri de ebedî cennetlerine
göndermeye kâdirdir Allah.
51,53. “Onlara İbrahim'in
konuklarını da anlat: İbrahim'in yanına girdiklerinde selâm vermişlerdi. O:
“Doğrusu biz sizden korkuyoruz” demişti de: “Korkma, biz sana, bilgin bir oğlun
olacağını müjdelemeye geldik” demişlerdi.”
Peygamberim, sen onlara
İbrahim’in konuklarının, İbrahim’in misa firlerinin durumunu da anlat.
Onlar, o elçiler İbrahim (a.s) in yanına girdiler ve selâm İbrahim’e dediler.
İbrahim’e selâm, selâmet ve esenlik dileriz dediler. İbrahim (a.s) da onların
selâmına aynıyla karşılık verdi. İbrahim (a.s) onları bilememişti. Onların
Allah’ın Melekleri olduğunu anlayamamıştı. Demişti ki sizler tarafımızdan
tanınmayan, bilinmeyen bir topluluksunuz. Sizlerle daha önce hiç görüşme
şerefine mazhar olmadım. Biz sizden korkuyoruz, sizden çekiniyoruz. Siz
kimsiniz? Beklediğimiz kimseler değilsiniz dedi. Belki de bu bölgeye yeni teşrif
ettiniz dedi. Ya bunu onların yüzüne söyledi İbrahim (a.s) veya içinden söyledi,
ya da evdeki ehline söyledi bunları. Yâni baktı ve pek tanıyamadı onları da
kendi kendine böyle dedi.
Allah’ın melekleri de bunun üzerine
dediler ki, korkma ey İbrahim, Biz sana bilgin bir oğul, âlim bir oğul, Allah
bilgisiyle, vahiy bilgisiyle bilgilenecek ve o bilgi doğrultusunda hayat
yaşayacak bir oğul müjdelemeye geldik. Sana böyle bir oğul müjdeleriz. Başka
sûrelerde bu müjdelemenin Sâre annemize yapıldığı anlatılır. Evet Allah
bilgisine lâyık görülecek, vahiy bilgisiyle şereflendirilecek, ileride peygamber
olacak bir oğul müjdelediler Ona.
Buradaki âlim bir oğulla
kastedilen İshak (a.s) dır. Sâffât sû-resindeki Halîm bir oğul müjdesiyle de
İsmail (a.s) kastediliyordu. Yine Hud sûresinde İshak (a.s) vasıtasıyla
kendisine Yakub (a.s) gibi şerefli bir torun peygamber müjdesi de veriliyordu.
Tabi İshak (a.s) ın müjdesinin verildiği bu dönemde İbrahim (a.s) yüz yaşını
aşkın ihtiyar bir çağda bulunuyordu. Karısı da o yaşlarda çocuktan kesilmiş bir
durumu yaşıyordu. Melekler böyle bir durumda yaşlı bir ana-babaya bir evlât
müjdeliyorlardı. İbrahim (a.s) in da Sâre annemizin de böyle bir müjde
karşısında tavırları şöyle oldu:
54,55. “Ben kocamışken bana müjde
mi veriyorsunuz? Neye dayanarak müjdeliyorsunuz?” deyince, Seni gerçekten
müjdeliyoruz, umutsuzlardan olma” demişlerdi.”
Bu yaşımda mı bana bu müjdeyi
veriyorsunuz? Bu halimle benim nasıl bir çocuğum olabilir? Yâni olacak şey mi
dir bu? Neye dayanarak bir çocuk müjdeliyorsunuz bize? dedi. Gerçekten ikisinin
de yaşları belliydi. 90,100 yaşını aşmışlardı. Her ikisinden de dünya hesabına
göre bir çocuğunun olması mümkün değildi. O ana kadar Rabbimizin yeryüzünde
uyguladığı yasası böyleydi. Ama Adem’i topraktan yaratan, Havva’yı da Ondan
yaratan Allah elbette Sâre’den de bir çocuk dünyaya getirmeye muktedirdi.
Allah’ın gücünün yetmeyeceği ne var ki? Fakat İbrahim (a.s) in bu sorusunu ve
hayretini de yadırgamamak gerekir. O diyordu ki yâni bu iş nasıl olacak? Ben yüz
yaşında, karım da kısır.
Evet İbrahim (a.s)böylece
hayretini dile getirince melekler buyurdular ki Seni gerçekten müjdeliyoruz.
Sana hak olarak müjde veriyoruz. O çocuğun dünyaya gelmesi haktır ve sen sakın
bu konuda umutsuzlardan olma. Çünkü onu senden ve karından dünyaya getirecek
olan başkası değil Allah’tır. Dilediği zaman var eden, dilediği zaman yok eden
O’dur. Bu âlemde insanlar ancak O’nun izniyle bir hayat yaşamaktadırlar.
Göklerin ve yerin egemeni O’dur. Göklerin ve yerin sahibi O’dur. Güç O’na
aittir, yetki O’na aittir. Dilediğine oğullar kızlar verir, dilediklerini de
çocuksuz bırakır. O Alîmdir, O Kadîrdir.
56,57. “Zaten sapıklardan başka
kim Rabbinin rahmetinden umudunu keser!” diyerek sormuştu: “Ey elçiler! İşiniz
nedir?”
İbrahim (a.s) dedi ki, dalâlette
olanlardan, sapıtmışlardan baş-kası asla Rabbinin rahmetinden ümidini kesmez.
Allah’ın Rahmetin-den sapıklar hariç kim ümit keser ki? Allah böyle buyurdu.
Allah buyurmuşsa tamamdır. Allah hükmetmişse iş bitmiştir. Çünkü Allah her şeyi
bilmektedir, her şeye güç yetirmektedir. Allah boşuna buyurmaz, Allah beyhude
demez dediğini. Allah dilediğine hükmeder ve hükmettiğini de yerine getirir, bu
konuda zerre kadar bir endişemiz yoktur dedi. Çünkü Allah göklerde ve yerde tek
egemen olandır, dilediği yapandır. O’nun dilediğini kim engelleyebilir? O’nun
hükmünün önüne kim geçebilir? Hayat O’na aitken, yaratma O’na aitken, dilediğini
yaratmasını kim durdurabilir? Dilediğini dilediği zamanda, dilediği biçimde
yaratan O’dur. Dilediğine hayat veren O’dur, dilediğini öldüren de O’dur dedi.
Tıpkı atamız İbrahim (a.s) gibi
yıllar sonra torunu Yakub (a.s) da oğullarını yiyecek almak üzere Mısır’a
gönderirken senelerce önce kaybolmuş Yusuf’unu araştırıp soruşturmalarını ve bu
konuda Allah’tan ümit kesmemelerini tavsiye ediyordu. Allah’tan asla ümit
kes-meyin. Çünkü kâfirler topluluğu hariç kimse Allah’tan ümit kesmez diyordu.
Allah’ın elçisi Yakub (a.s) Rabbinden asla ümit kesmiyor ve Yusuf’una kavuşmayı
ümit ediyordu. Çünkü Allah’tan ümit kesmek bir manada en büyük varlık olan
Allah’a noksanlık izafesidir. Yâni ciddi ciddi neyi istedik, neyi arzu edip onun
sebeplerini yerine getirdik de Rabbimiz onu bize lütfetmedi? Yâni Yusuf’unu
aradın da bulamadın mı? Çocuklarını ıslaha sa’y ettin de onu mu beceremedin mi?
Niye ümit kessin de İbrahim (a.s)? Niye ümit kessin ki Rasulullah efendimiz? İlk
günlerde şartlar kötüymüş, insanlar kendisine hüsnü kabul göstermemiş, kavmi
kendisini dışlamış. Ne gam? Allah var ya. En kısa zamanda Allah onları başarıya
ulaştıracaktır. Onlar da Rablerinden, Rablerinin rahmetinden ümit kesmediler.
Allah’ın yardımı, Allah’ın rahmeti mutlaka kendilerine gelecekti. Ve her zaman
ve zemin-de müslümanlar müjdelenen kimseler olacaklardı.
İbrahim (a.s) meleklerden bu müjdeyi
aldı. Bir evlât müjdesi aldı. Ve tabii meleklerin gelişinin sadece bununla
sınırlı olmadığını, başka işlerinin de olduğunu sezinleyen İbrahim (a.s) dedi
ki:
Ey elçiler, sizin ne işiniz var?
Neye geldiniz? Ne var? Sebep ne? dedi. Ma hadbuküm? dedi. Hadb
Arapça’da çok ciddi bir iş için kullanılır. Ne için gönderildiniz ey Mürseller?
Özel olarak sadece bana bir evlât müjdelemek üzere mi geldiniz? Yoksa başka bir
göreviniz mi var? dedi. Onlar dediler ki:
58,60. “Şöyle cevap vermişlerdi:
“Biz şüphesiz suçlu bir millete gönderildik. Lût'un ailesi bunun dışındadır.
Karısı hariç hepsini kurtaracağız. Karısının geride kalanlardan olmasını gerekli
bulduk.”
Bizler mücrim, suçlu bir topluma
gönderildik. Biz Lût kavmi için geldik. Rabbimiz tarafından zalim Lût kavmini
yerin dibine batırmak için görevlendirildik. Rabbimizin haklarında helâk hükmünü
verdiği bir kavme azap taşları atmak üzere görevlendirildik. Zalimleri yok
etmeye geldik. Onların topunu helâk edeceğiz, ancak Lût’un ailesi bunun
dışındadır. Karısı hariç Onun ailesini, Onunla birlik olanları, Onun safında yer
alanları, tercihini Ondan yana kullananları kurtaracağız. Ama karısı bunun
dışındadır. Onun geride kalanlardan olmasını gerekli
bulduk.
Evet bu günahkâr, bu zalim, bu suçlu
toplum Lût (a.s) un toplumuydu. Helâki hak etmiş suçlu bir toplumdu o toplum.
Hiçbir toplumda görülmemiş bir ahlâksızlıkları vardı. Lûtîlik ahlâksızlıkları
vardı. Erkekler Allah’ın kendileri için yarattığı kadınları bırakıp erkeklere
gidiyorlar, erkeklerden zevk alıyorlardı. Tatminsizlikte, ahlâksızlıkta zirve
noktasında rezil bir toplumdu. Hayvanları bile geride bırakacak bir toplumdu.
Allah’ın elçisinin uyarılarına aldırış etmeyen, cinsel ahlâksızlığı peygambere
kafa tutacak noktaya getirmiş bir toplumdu. Temizlikten, iffetten, hayâdan
hoşlanmadıkları için içlerinde iffet ve hayâ abidesi olarak varlığını sürdürmeye
çalışan peygamberi sürmeye çalışan bir toplumdu. İşte böyle helâki hak etmiş bir
toplumu yok etmek üzere gelmişlerdi Allah’ın melekleri.
Başka sûrelerde İbrahim (a.s) in
ey Allah’ın melekleri orada Lût var diyerek melekleri bu işten vazgeçirmek için
mücâdeleye tutuştuğu anlatılır.
Evet o toplumdan kurtulacak, kurtulmaya
lâyık bir tek aile var, o aileden de bir kadın hariç. O kadın da kurtulanlardan
olmayacak, kaybedenlerden olacak. Koskoca ülkede, koskoca kentte, şu anda Lût
gölünün derinliklerinde yatan insanlardan kurtulacak sadece Lût (a.s) ve
kendisine iman etmiş iki kızcağızı.
61,62. “Elçiler Lût'un ailesine
gelince, Lût: “Doğrusu siz tanınmayan kimselersiniz
dedi.”
Elçilerimiz Lût’un ailesine
geldiler. Lût (a.s) dedi ki, tıpkı az evvel anlatılan İbrahim (a.s) gibi doğrusu
sizler tanımadığım kimselersiniz. Daha önce sizi görmedim dedi. Ve kitabımızın
başka sûrelerinin anlatımından biliyoruz ki Allah’ın elçisi onlardan dolayı,
onların bu gelişinden dolayı epey rahatsızlandı, kötüleşti. İçi daraldı. Kendi
kendine şimdi bu durumda ben ne yapacağım? dedi. Çünkü o güne kadar o ahlâksız
toplum kendisine evine misa fir almamasını söylemişler ve
kendisine en büyük zulümleri evine misa fir aldığı zamanlarda olmuştu.
Adamların derdi kimse evine
misa fir almamalıydı ki dışarıdan
gelenleri ekonomik ve cinsel sömürülerine alet edebilsinler. Lokantalarında,
otellerinde kalmak zorunda kalan yabancıları hem ekonomik sömürülerine, hem de
cinsel ahlâksızlıklarına alet etmek istiyorlardı. Zaten o toplum içinde Lût
(a.s)dan başka kimse de misa fir kabul et-miyordu. Onların bu
ahlâksız emellerine engel olmak için Allah’ın elçisi dışardan gelenleri evine
alıyordu.
Ve işte şimdi Onun evine yine
misa firler gelmiş, belki onlarla
birlikte hareket eden karısı çoktan bu haberi onlara ulaştırmış ve neredeyse
evine geldi geleceklerdi. Lût (a.s) büyük bir sıkıntı içine düş-müştü. Bu
misa firleri onların elinden nasıl
koruyacaktı? Bu tanrı misa firlerine nasıl muhafız
olabilecekti? Az sonra toplum gelecek ve o misa firlerini cinsel
ahlâksızlıklarına alet edeceklerdi. Gerçekten büyük bir sıkıntı içine düştü
Allah’ın elçisi. Onun bu telâşını gören Allah’ın melekleri şöyle
dediler:
63,65. “Biz sana sadece şüphe
edip durdukları azabı getirdik. Sana gerçekle geldik. Şüphesiz biz doğru
söyleyenleriz. Artık, geceleyin bir ara, aileni yola çıkar, sen de arkalarından
git; hiç biriniz arkaya bakmasın; emrolundu-ğunuz yere doğru yürüyün”
dediler.”
Biz sana senin toplumun şüphe
edip durdukları azabı getirdik. Kavminin Allah konusunda, Allah’ın dini
konusunda, Allah’ın hayata karışması konusunda, Allah’ın kendilerine hayat
programı göndermesi konusunda tereddüt içinde oldukları bir azabı getirdik.
Senin kavmin Allah’ın hayat örneği, kulluk örneği olan peygamber göndermesi
konusunda şüpheye düştüler. Onlar tüm bu konularda şüpheye düştükleri için biz
geldik. Şüphe edip durdukları azabı getirdik biz onlara. Senin kavminin bu
azaptan şüpheleri vardı. Bu yüzden seninle ve Rabbinle alay ediyorlardı. İşte bu
tavırlarının karşılığı olan azabı getirdik. Ve biz sana hakla geldik, hakkı
getirdik.
İbrahim (a.s)’a hak bir müjde
getirmişlerdi. Lût (a.s)’a da hak bir azap müjdesi geliyordu. Hani önceki
âyetlerde ne buyurmuştu Rabbimiz? Ey peygamberim, kullarıma Beni haber ver ki
Ben onlardan Bana Benim istediğim gibi kulluk yapanlara son derece Gafûr ve
Rahîmim, merhametliyim. İşte şimdi de onlardan, o iman edenlerden Lût (a.s) ve
kızlarına rahmet ve kurtuluş müjdesi geliyordu. Biz doğrularız. Biz Allah’ın
hükmünü, Allah’ın kararını bildirmişsek o mutlaka
gerçekleşecektir.
Evet
korku içinde ne yapacağını bilmez bir vaziyette kıvranan Allah’ın elçisi Lût
(a.s)’a melekler dediler ki, ey Lût korkmana gerek yok, biz Allah’ın elçileriyiz
ve bu ahlâksızlar asla sana ulaşamazlar, sana ilişemezler, biz bu ahlâksızların
defterlerini dürmeye geldik. Sen ey Lût, gecenin bir parçasında ehlinle birlikte
yola çık. Ehlini al ve şehri terk et. Sen ehlinin arkasından git ki onlardan hiç
birisi geride kalmasın. Sizden hiçbiriniz geriye bakmasın. Hiçbiriniz geriye
iltifat etmesin. Başka sûrelerin beyanıyla karın hariç diyorlar. Karın hariç hiç
kimse geride kalmasın. Hiçbirinizin o pis hayatta gözünüz olmasın. Geceleyin bu
toplumu terk et.
Ama
o kavme isâbet eden azap karısına da isâbet edecekti, çünkü o müslüman değildi.
Müslüman olmadığı için o da o rezil ve rüsva azabın mahkumu olacaktı. Onların
randevu zamanı, vaadleşme vakti sabah vaktidir. Onların yaşama süreleri gün
doğana kadardır.
Allah’ın
elçileri böyle diyorlar. Lût (a.s) ehliyle beraber, zaten ehlinden kendisine
iman eden sadece iki kızıydı. İki kızından başka hiç kimse iman etmemişti. İki
kızıyla birlikte gece yarısı şehri terk edecekler, Lût (a.s) onların arkasından
gidecek, kimse geriye dönüp bakmayacak.
Evet işte meleklerin haberi böyleydi.
Ve biraz sonra cinsel ahlâksızlığı doruklaştıran, Allah’a ve peygambere isyanı
doruk noktaya çıkaran bir kavim biraz sonra helâk olacak. Şu anda gece vakti.
Lût (a.s) gecenin yarısından sonra kızlarını alıp yola çıkacak, yanında hanımı
da olacak ama, o iman etmediği için, sapıkların küfrünü tercih ettiği için
kavimle birlikte helâk olacak. Kurtulanlar sadece Lût (a.s) ve iki kızcağızı
olacak ve bir sabah vakti bir kavmin kökü kesilecek.
Aman ya Rabbi, geceleyin
eğlenceler, akla hayale gelmedik çılgınlıklar, akla hayale gelmedik
şımarıklıklar, azgınlılklar. Tüm oyun ve eğlence merkezleri ağzına kadar dolu.
İnsanlar Rablerini unutmuşlar, Rablerinin kendilerine kurtarıcı olarak
gönderdiği elçisini, o elçinin uyarılarını unutmuşlar, başlarına geleceklerden
habersiz çılgınca eğleniyorlar. Halbuki biraz sonra bu tavırlarından ötürü helâk
edilecekler. Bir daha geri dönmemek üzere toprağın altına girecekler. Ne garip
bir durum değil mi? İnsanlar kendi kurtuluşlarını değil de helâklerini
seçiyorlar, helâklerine sa’y ediyorlar.
Şu anda tüm dünya şehirlerinin
içine gömüldükleri eğlence-leri, şımarıklıkları düşünüyorum. Şu Allah’tan,
Allah’ın azabından habersiz rezil ülke insanlarını düşünüyorum. Yaşadıkları
küfür ve şirk içindeki hayatlarıyla helâklerine dâvetiye çıkaran dünya
insanlığını düşünüyorum. Hiçbir şeyden haberleri yokken, gece gündüz çılgınca
eğlencelerin içindeyken kendilerine korkunç bir azabın gelmesinden korkuyorum. O
toplum da böyle bir gafleti yaşıyordu işte.
66,69. “Böylece Lût’a bunların
sonlarının kesilmiş olarak sabahlayacaklarını bildirdik. Şehir halkı sevinerek
geldiler. Lût: “Bunlar benim konuklarımdır, onlara karşı beni rüsva etmeyin,
Allah'tan korkun, beni utandırmayın” dedi.”
Evet böylece onların sonlarının
gelmiş olarak sabahlayacaklarını Lût (a.s)’a bildirdik. Gaflet ve dalâlet içinde
yaşayacakları son gece. Ahlâksızlar gelen misa firlerin çok güzel, çok yakışıklı
erkekler olduklarını haber almışlardı. Çünkü Allah’ın melekleri Lût (a.s)’a çok
güzel erkekler sûretinde gelmişlerdi. Alçaklar onlara sahip olmak arzusuyla
geldiler. Onları pis arzularına alet etmek için geldiler. Öyle pis, öyle
ahlâksız insanlardı ki kendi erkeklerinden de artık bıkıp usanmışlardı. Onun
içindir ki ülkelerine her yeni gelenden istifade etmek istiyorlardı.
Kadınlarından bıkmışlardı.
Ey Lût! O evindekileri bize
teslim et. Biz onlara sahip olmak istiyoruz. Biz onlardan istifade etmek
istiyoruz. Evet onların bu tavırları Lût (a.s)’a gerçekten çok ağır geldi.
Misa firlerini kendi elleriyle bu
ahlâksızlara teslim etmek durumunda kalmak onu çok üzdü ve dedi ki: Ey kavmim,
bunlar benim misa firlerimdir. Allah’tan korkun da
misa firlerin konusunda beni rezil
rüsva etmeyin dedi. Allah’tan korkun da beni onlara karşı rezil etmeyin, mahcup
etmeyin. Allah’tan korkun da beni misa firlerime karşı hüzne boğmayın,
kedere boğmayın dedi. Gelin hayatınızı Allah için yaşayın da vazgeçin bu
ahlâksızlıklardan dedi. Bunun üzerine ahlâksızlar dediler
ki:
70,71. “Biz sana kimseyi
misa fir kabul etmeyi yasak etmemiş
miydik? dediler. Lût: “Alacaksınız, işte benim kızlarım”
dedi.”
Ey Lût, biz seni âlemlerden
yasaklamadık mı? Sana hiç kimsenin işine burnunu sokmayacaksın demedik mi? Biz
sana misa fir kabul etmeyi yasaklamamış
mıydık. Kimseyi evine misa fir almaya-caksın dememiş miydik.
Halbuki sen dışardan gelenleri evine almayacaktın ve biz onları otellerimizde,
pansiyonlarımızda, lokantaları-mızda ekonomik ve cinsel arzularımızın kucağına
düşürecek, onlardan istifade edecektik. Bu şehirde senden başka
misa fir kabul eden kimse var mı? Sen
niye bizim planlarımızı bozuyor, menfaatlerimizi engelliyorsun? Şimdi sen bu
adamları evinde misa fir edince, onlara yiyecek,
içecek, barınacak imkânları hazırlayınca, adamlar burada yabancılık çekmeyince
biz emellerimize ulaşamıyoruz.
Evet o yabancıları kendi sefih
arzularına, rezil arzularına alet edemeyince Lût (a.s)’a gazaplandılar ve biz
sana daha önce tembih etmemiş miydik?
dediler. Bunun üzerine çaresiz kalan Allah’ın elçisi onlara dedi ki: Ey kavmim,
alacaksanız işte kızlarım, onları alın. Ey kavmim, işte kızlarım. Ya kendi
kızları ya da ümmetin kızları. İşte bunlar tertemizdir sizin için dedi.
Gerçekten evlenmek istiyorsanız onlarla evlenin de bu
misa firlerime ilişmeyin dedi. İşte
benim kızlarım, yahut da işte ümmetimin kadınları, eğer evlenmek istiyorsanız bu
kadınlarla evlenin. Cinsel ihtiyaçlarını kadınlarınızla giderin. Tertemiz helâl
yoldan ihtiyacınızı giderin. Niye böyle helâl yoldan evlenmek dururken, meşru
yoldan arzularınızı tatmin etmeniz dururken Allah’ın yasakladığı sefih bir
hayatı yaşamak istiyorsunuz? Hiç sizin içinizde akıllı uslu bir adam yok mu?
Aklınız başınızda değil mi sizin? Vazgeçin bu misa firlerimden ve erkeklere
gitmekten diyordu.
Onlar dediler ki: Ey Lût, bizim ne
istediğimizi sen pek âlâ biliyorsun. Bizim senin kızlarında gözümüz yoktur.
Kızlarında bir hakkımız yoktur. Biz kızları değil erkekleri istiyoruz ve onları
almadan da buradan bir adım bile atmayacağız. Evet alçakların kızlardan,
kadınlardan yana bir arzuları kalmamış, onların gözleri erkeklerde. Bizim ne
istediğimizi biliyorsun, bize nasihat edip durma! dediler.
72,73. “Ey Muhammed! Senin
hayatına andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı. Tanyeri
ağarırken, çığlık onları yakalayıverdi.”
Evet ey peygamberim, senin
hayatına, senin ömrüne andol-sun ki onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp
duruyorlardı da tanyeri ağarırken bir çığlık bir sayha onları yakalayıverdi.
Rabbimiz peygamberi Muhammed (a.s) in hayatına, ömrüne yemin ederek helâki
anlatıyor. Onlar böyle bir sarhoşluk içinde ne yaptıklarını, ne ettiklerini
bilmez bir vaziyette peygamberlerinin evine gelmiş o güzel güzel erkeklere sahip
olamamanın çılgınlığı içinde, rezil kepaze bir halet-i ruhîye içindelerken
sabaha doğru bir çığlık onları yakalayıverdi.
74,77. “Memleketlerini alt üst
ettik, üzerlerine sert taş yağdırdık. “Bunda, görebilen insanlar için ibretler
vardır. O şehrin kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadır. Bunda
inananlar için ibret vardır.”
Ülkelerinin, şehirlerinin altını
üstüne getiriverdik. Melekler kaldırdılar şehirlerini tepe taklak getirip
yerlere vuruverdiler. Ve onların üzerlerine de
çamurdan taşlaştırılmış sert taşları yağdırıverdik. Böyle bir helâk
yasasının mahkumu oldukları için o kavme kitabımızın bir başka sûresinde “Mu’tefikat” ismi verilmiştir. Yâni
altı üstüne getirilmiş bir toplum. Rabbimizin melekleri bu toplumu kaldırıp yere
çaldıktan sonra üzerlerine yağmur göndermiş, yağmurun arasında taş yağdırmış ve
her bireri beş bin kişiden ibaret olan iki şehrin altını üstüne
getirivermişlerdir. Evet böyle rezil bir toplumun hayatı da böylece bitiyordu.
Hani kâfirler önceki âyetlerde
peygamber efendimize karşı bize bir melek getir demişlerdi. Bir melek gelsin de
o zaman sana ve Rabbine iman edelim demişlerdi. Rabbimiz de Biz Meleği hak ile
göndeririz, gerektiği zaman göndeririz ve melek geldi mi de artık size mühlet
tanınmaz, defteriniz dürülür buyurmuştu. İşte buyurun geldi melek. Bakın yine
adam olmuyorlar hainler. Meleklerden haberleri yok şaşkınlık içinde onlara sahip
olmaya çalışıyorlar. Ve sonunda Rabbimizin kendilerine takdir buyurduğu azabın
mahkumu oluyorlar.
Ey Mekkeliler! Ey şu andaki
dünyalılar! Ne oluyor size? İşte size Benimle ve elçilerimle savaşa tutuşmuş bir
toplumun daha feci âkıbetini anlattım. Bir helâk tablosu daha sundum. Ne oluyor?
Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Buy gerçekleri duyduğunuz halde yine küfürlerinize,
şirklerinize mi devam ediyorsunuz? Helâk olanların yolunu sürdürmeye mi
çalışıyorsunuz? Bunu mu istiyorsunuz? Kendi helâkinize mi dâvetiye
çıkarıyorsunuz? Diyerek biz kullarını bize rahmeti gereği ısrarla, tekrar tekrar
uyarısını sürdürüyor bu âyetleriyle Rab-bimiz.
İşte bunda, bu helâk haberinde, bu
helâk yasasında gözü olanlar için, görebilenler için gerçekten çok büyük
ibretler, dersler vardır. O şehrin kalıntıları şu anda işlek yollar üzerinde
hâlâ belirgin bir şekilde bulunmaktadır. İşte şu anda bugünkü Lût gölü ve
çevresinde bunu görüyorsunuz. Burası deniz seviyesinden çok daha aşağılarda bir
çukurdur ki bu toplumun yere battığının göstergesidir.
Ama şu anda insanlar Allah’ın bu
helâk yasasını yanlış yorumlamaya çalışıyorlar. İbret almıyorlar, ders
çıkarmıyorlar. Allah’ın bu helâk yasasını insanların gözlerinden gizleyebilmek
için atlaslardan Lût gölünün adını bile değiştirmeye çalışıyorlar. Aman bu
insanlar Lût (a.s) ve onun yere batan ahlâksız toplumuyla ilgi kurmasınlar diye
buranın adına ölü deniz demeye çalışıyorlar.
Tıpkı şu anda Allah’ın bir deprem
uyarısını çok farklı yorumlamaya çalışanlar gibi. Bu konunun Allah’la
yorumlanmasına bile tahammül edemiyorlar. Bu bir tabii olaydır. Bu işlere
Allah’ı karıştırmayın demeye ve insanların gözlerinden Allah ayetlerini
saklamaya çalışıyorlar. Allah akıl versin, şuur versin bu adamlara, başka
diyecek bir şey bulamıyorum.
Evet işte ibret almamız gereken bir
toplumun âkıbeti. Allah’ın elçisi kendilerine geldi. Kendilerini Allah’ın
âyetleriyle uyardı, Allah’a kulluğa çağırdı, ahlâksızlıklardan vazgeçip
Rablerinin istediği gibi bir hayat yaşamlarını istedi. Ama onlar peygamberi
dinlemediler. Peygamberlerine karşı yan çizdiler, keyifleri ağır bastı,
şehvetleri ağır bastı, menfaatleri ağır bastı da Rablerine ve Rablerinin
elçisine isyan ettiler. Allah da onların defterlerini dürüverdi.
İşte bizler için en büyük bir
ibret levhası. Ama ne gariptir ki insanlar gözlerinin önünde cereyan eden bu
helâk yasasından ibret almıyorlar. Zalimlerin sonu hep böyle olduğu halde yine
de insanlar onların hemen arkasından hiç bir şey olmamış gibi zalimliklerine
devam edebiliyorlar.
Evet bundan sonra bir başka kavme
geçiyoruz. Rabbimizin bir başka rahmet ve bereketine ulaşan bir peygamberine ve
yine o peygambere Allah’ın istediği gibi davranmadığı için Allah’ın gazabına ve
helâkine maruz kalmış bir başka topuma intikal ediyoruz. Bu toplum da Eyke
toplumudur. Eyke’liler Lût (a.s) un yaşadığı bölgenin biraz daha güney
taraflarında yaşayan bir kavimdi. Onlar da tıpkı Med-yen’liler gibi ekonomik
bozukluğu doruk noktada yaşayan bir toplumdu. Ekonomik güçlerini tanrılaştırmış,
dünyayı kıble edinmiş, âhireti unutmuş, Allah’ı unutmuş, kulluktan çıkmış bir
toplum. Paradan, dünyadan, zevkten, lüksten başka hiç bir şey düşünmez olmuş bir
toplum. Solucanlar gibi zevk ve eğlencelerinin peşinde kıvranan, haram helâl
sınırları tanımayan bir toplum. Bakın Allah şöyle
buyuruyor:
78,79. “Eykeliler de, şüphesiz
zalim kimselerdi. Bunun için onlardan da öç aldık. Hâlâ her iki memleket de
işlek bir yol üzerindedirler.”
Eykeliler de zalim kimselerdi.
Allah’a karşı, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçisine karşı zalimce
tavırlarından ötürü, kendilerini Rablerine kulluk ortamından uzaklaştırarak
kendi kendilerine zalimce davranmalarından ötürü onlardan da öç aldık. İşte hâlâ
onlar da işlek bir yol üzerinde bulunmaktadırlar. Her ikisi de, Medyen’liler de
Eyke’liler de aynı yol üzerindedirler. Her iki toplum da kaybetmişlerdir. Sizler
şu anda Allah ve elçilerini kale almadıkları için, zalimce bir hayat yaşadıkları
için kaybetmiş, helâk edilmiş bu iki toplumun kalıntılarının yanı başından
geçiyorsunuz. Mekke’den çıkan bir kimse önce Lût (a.s) un kavminin yaşadığı,
helâk edildiği bölgeye uğruyor, sonra da Eyke bölgesine uğruyordu. Onlar bu
peygamberlerden ve helâk edilmiş toplumlarından
haberdardılar.
Kitabımızın başka âyetlerinden
öğreniyoruz ki bu toplum da Şuayb (a.s) ın toplumudur. Ekonomik bozukluğu
zirvede yaşayan bir toplumdu. Şuayb (a.s) onları şöyle uyardı: Ey kavmim! Gelin
insanların mallarını haksız yere yemeyin! Gelin malla ilişkilerinizi Allah’ın
istediği şekilde ayarlayın! Gelin dünyacı olmayın! Gelin muttaki olun! Gelin
Allah’ı devre dışı bırakarak bir hayat yaşamaktan vazgeçin de hayatınızı Allah
için ve Allah’ın gösterdiği haram helâl sınırları içinde yaşayın! Diye ısrarla
uyardı onları. Ölçüye tartıya riâyet edin! dedi.
Sizler
dünyanın en büyük bir ticaret merkezinde bulunuyorsunuz. Allah size en büyük
lütfunu ulaştırmıştır. Gelin Allah’ın helâl dedikleriyle yetinip haramlara
uzanmayın! Pisi bırakıp temizle yetinin! Çalmayı, çırpmayı bırakın! İnsanların
ceplerine el atarak onların paralarını, eşyalarını eksiltmeyin! Yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın! Fesat çıkarmayın! Enflasyon gibi haram yollarla, hilelerle
insanları sömürmeye kalkışmayın! İnsanların alım güçlerini eksiltmeyin!
Paralarının değerini düşürmeyin! Sizi de sizden öncekileri yaratan, tüm
yaratıkları yaratan Allah’tan korkun! dedi. Onlara güzel güzel nasihatlerde
bulundu.
Ama onlar elçilerini dinlemediler.
Şuayb (a.s)’ı büyülenmişlikle itham ettiler. Rablerinin elçisini dinlemediler de
şeytanlara kulak verdiler, nefislerine kulak verdiler, hevâ ve heveslerine kulak
verdiler. Ekonomimizi biz kendimiz ayarlarız dediler. Bizim ekonomi uzmanlarımız
varken bu konuda asla seni ve Rabbini dinlemeyiz dediler. Ey Şuayb, sen bizim
hayatımıza karışamazsın. Sen de, Rabbin de bizim ekonomik anlayışlarımıza
düzenimize, dünya hâkimiyetimize burnunuzu sokup durmayın. Karışmayın bizim
işlerimize. Sen kim oluyorsun da bizim düzenimizi eleştiriyorsun? diyerek Ona
meydan okudular.
Allah’ı ve
elçisini hayatlarına karıştırmayarak dediler ki; eğer doğru sözlü isen haydi o
zaman gökten üzerimize bir parça indir de görelim. Haydi bize bir azap getir de
görelim dediler. Kendi azaplarına, kendi helâklerine davetiye çıkardılar. Ne
gelecekse gelsin de görelim dediler.
Bunun üzerine Rabbimiz de kendisini ve
elçisini yalanlayan, kendisine ve elçisine hayat hakkı tanımayan, kendisini ve
elçisini hayatlarına karıştırmamaya çalışan bu toplumu değişmeyen bir yasası
olarak bulutlu bir günün azabıyla yakalayıverdi. Gölge gününün azabı
yakalayıverdi onları. Onların üzerine sanki buluttan azap yağıyordu, helâk
yağıyordu. Gerçekten bu büyük bir azap günüydü.
80,84. “Andolsun ki, Hicr halkı
peygamberi yalanlamışlardı. Onlara
âyetlerimizi verdiğimiz halde, yüz çevirmişlerdi. Dağlarda, güven içinde olarak
evler yontuyorlardı. Sabaha karşı çığlık onları yakalayıverdi. Yaptıkları
kendilerine fayda sağlamadı.
Şimdi de sıra Hicr ashabında,
Hicr halkında. Bu toplum da Lût (a.s) un yaşadığı bölgenin kuzeyinde yaşamış bir
toplumdu. Andol-sun ki Hicr halkı kendilerine gönderilen elçiyi yalanlamışlardı.
Onlar kendilerine yol göstermek üzere, hayat programı olmak üzere o
peygamberlerle gönderdiğimiz âyetlerimizden yüz çevirmişlerdi. Âyetlerimizle
ilgilenmemişlerdi. Âyetlerimizi bir kenara bırakıp kendi hevâ ve heveslerince
bir dünya yaşamaya yönelmişlerdi. Dağlarda güven içinde evler yontuyorlar, bu
muhkem evlerde kendilerini Bizim helâk yasamızdan kurtardıklarını
zannediyorlardı. Kimse bizimle baş edemez, kimse bize bir şey yapamaz diyorlar
kendilerini güvende hissediyorlardı.
Nuh toplumu bir suyla helâk
edilmiş, Âd kavmi bir rüzgarla, Semûd kavmi onlardan ders çıkararak evlerini
düzlüklerde kurmadılar. Kayaları yontarak sudan ve rüzgardan etkilenmemek için
muhkem evler yaptılar. İşte bunlar da öyle yapıyorlardı. Sabaha karşı bir
çığlık, bir sayha da onları yakalayıverdi de tüm bu tedbirleri yaptıkları
kendilerine hiçbir fayda sağlamadı. Onlar Allah’ın bu helâk yasasıyla bir başka
sûrenin beyanıyla hayvanların bile yiyemeyeceği bir kesmik kırıntısına
dönüverdiler.
İşte Rabbimizle çatışma içine
girdikleri için, Rabbimize ve elçisine hayat hakkı tanımadıkları için helâk
edilen bir başka toplum. Önce Kur’an sayfaları arasında, sonra da geçmişin
sahnesi olan yeryüzünde gezip dolaşarak, geçmişlerin sergüzeşti hayatlarıyla
karşı karşıya gelecek ve böylece geçmişi tanıma imkânını elde etmiş olacağız.
Bunu elde edince de, geçmişi yargılama, geçmişten ibret çıkarabilme imkânını da
elde etmiş olacağız.
Bunlar ne yapmışlar? Nasıl
davranmışlar da helâk olmuşlar? Nasıl bir helâk yasası gerçekleşmiş? Bunu
bilecek, bundan ibret alacak ve böylece biz de onların düştüklerine düşmemeye
çalışacağız. İşte Rabbimiz geçmişin bu ibret levhâlârını bize sunarken bizden
istediği budur.
85,86. “Biz, gökleri, yeri ve her
ikisi arasında bulunanları gereğince yarattık. Kıyâmet günü şüphesiz gelecektir.
O halde yumuşak ve iyi davran. Doğrusu yaratan ve bilen ancak
Rabbindir.”
Biz gökleri, yeri ve ikisi
arasındakileri ancak hak olarak ya-rattık. Oyun eğlence olsun diye yaratmadık
bunları. Gökler ve yer, ikisi arasında olan tüm varlıklar bir imtihan sebebi
olarak yaratılmıştır. Göklerde ve yerlerde olan her şey yeryüzünde imtihana tabi
tutulan insanının imtihanına konu olarak yaratılmıştır. Her şey, tüm varlıklar
hak temeller, sağlam temeller, sağlam yasalar üzerine bina edilmiştir. Her şey
belli bir hikmetle yaratılmıştır. Tüm varlıklar üzerinde Allah’ın hak yasaları
işlemektedir. Hiçbir şey başıboş, sahipsiz, gayesiz ve programsız değildir.
Hepsinin yaratıcısı Allah’tır. Hepsi üzerinde söz sahibi O’dur.
Ve bir gün mutlaka bir kıyâmet
gelecektir. Yâni Allah bir gün mutlaka bu kurduğu düzeni yıkacaktır. Yâni
dünyada, semavat ve arzda şu anda kurduğu düzeni yarın yok edip yepyeni bir
düzen kuracak olan da Allah’tır. Ve işte bunların hepsini bilen, hepsine güç
yetiren Allah’tır. Öyleyse ey peygamberim, sen güzel bir müsamaha ile müsamaha
et onlara. Onlara bütün bunları güzellikle anlat. Tatlılıkla onların akıllarını
erdirmeye çalış. Çünkü anlamıyorlar bu adamlar, ne yaptıklarını bildikleri yok.
Gerçekten yaratan da O’dur, bilen de.
87. “Andolsun ki, sana daima
tekrarlanan yedi âyetli Fâtihayı ve Kur’an'ı Azîm'i
verdik.”
Muhakkak ki Biz sana yedi âhenkli
âyeti verdik. Sürekli her namazda tekrar edilen, her namazın her rekatında
tekrar edilen, Kur’an’ın her bir sûresinde muhtevası tekrar edilen yedi âyetli,
Fâtiha sûresini verdik sana. Azîm Kur’an’ı da verdik. Öyleyse haydi sen bunlarla
uyar insanları. Ulaştır insanlara bunları. Rabbinin sana verdiği bu âyetlerle,
bu sûrelerle güzel güzel insanları kulluğa çağır. Nasihatte bulun onlara. Ve
sakın ha:
88,89. “Kâfirler içinde bazı
kimselere verdiğimiz kat kat servete gözünü dikme; onlara üzülme; inananları
kanatların altına al. De ki: “Doğrusu ben apaçık bir
uyarıcıyım.”
Gözünü Bizim o kâfirlerin
kendilerine vermiş olduğumuz ziy-netlere, süslere, dünya mallarına, mülklerine,
dünya saltanatlarına dikme. Sakın onlara imrenme. Sakın o dünyada kalıcı şeylere
iltifat etme. Onlara üzülme. Bunlar niye bana verilmemiş de bu kâfirlere
verilmiş? diye sakın mahzun olma. Bu kâfirlerin sahip oldukları şeyler
karşısında sakın bir aşağılık duygusuna kapılma. Bir şahsiyet bozukluğu yaşama.
Unutma ki onlar geçici dünya hayatının geçici ziynetleridir.
Evet işte şu anda bu emir bizlere de
verilmektedir. Bakıyoruz ki şu anda kâfirlere bizden çok fazla şeyler verilmiş.
Mal, mülk, ev, bark, at, araba, para, pul, saltanat hep onların elindedir.
Fıtratımızda bunlara karşı bir meyil, bir arzu olduğu için şu anda bizler de
onlara bakıp bakıp imreniyoruz. Keşke şu adamların ellerinde olanlar bizde de
olsaydı diyoruz. Hattâ onların ellerindekilere olan meylimizden ötürü onların
ülkelerine çalışmaya, onların hizmetinde bulunma zilletine katlanmaya
çalışıyoruz. Onların içinde bulundukları nîmetler karşısında ayaklarımız
kayıyor. Şahsiyet bozuklukları yaşıyoruz. Allah’ın bu âyetlerinden habersiz bir
hayat yaşadığımız için neredeyse kâfirliği bile temenni edecek duruma gelenleri
görüyoruz.
Ama bakın Rabbimiz buyuruyor ki
ey müslümanlar, unutmayın ki bunlar sadece dünyanın süsü ve ziynetleridir.
Unutmayın ki onlar bu sahip olduklarıyla Bizi ve âhireti unutuyorlar. Unutmayın
ki çok çabuk biter. Ama bitmeyen, tükenmeyen, hayırlı olan, süresiz olan
Rabbinizin katındaki rızıklardır. Cennet ölümsüzdür, cennet nîmetleri sonsuzdur,
cennet hayatı bâkîdir. Siz Ona yönelin, hedefiniz O olsun, sa’yiniz Ona olsun.
Ve sen ey peygamberim, mü’minlere de rahmet ve merhamet kanatlarını geriver.
Mü’minlere müsamahalı oluver, şefkatli ve merhametli oluver. Ve onlara de ki ben
apaçık bir uyarıcıyım.
90,93. “Kur’an'ı işlerine geldiği
gibi bölenlere de, kendi Kitaplarının bir kısmına inanıp bir kısmını kabul
etmeyen Yahudi ve Hıristiyanlara da nitekim kitap indirmiştik; Rabbine andolsun
ki hepsini, yaptıklarından sorumlu tutacağız.”
Evet tıpkı daha önce kendi
kitaplarının bir kısmına inanıp bir kısmını kabul etmeyen Yahudi ve
Hıristiyanlara kitap göndermiş olduğumuz gibi, bu Kur’an’ı işlerine geldiği
gibi, menfaatlerine geldiği gibi bölen, parçalayan, her biri kitabın belli bir
bölümünü bayraklaştıran, her biri kitabın belli bir bölümüne sarılan, kitabı
bölüp parça-ladıkları gibi kendilerini de bölüp parçalayan insanları uyarman
için bu kitabı da sana indiriyoruz. Rabbine andolsun ki onların hepsine bu
yaptıklarının hesabını soracağız. Gerek kendilerinden önce kitapla-rını parça
parça edip işlerine gelenlere inanıp işlerine gelmeyenleri reddedenleri, gerekse
şimdi tıpkı olar gibi Kur’an’ı bölenlerin hepsini hesaba çekeceğiz.
Kur’an’ı ayıranlar, Kur’an’ı
parçalayanlar, ayrımcılıktan yana olanlar da hesaba çekilecek, bu yaptıklarının
cezasını çekeceklerdir. Dini parçalayanlar, kitabı parçalayanlar, peygamberi,
parçalayanlar, hayatı parçalayanlar, toplumu parçalayanlar. Dini parçalayıp
hayatın bazı alanlarında Allah’ın dinini, öteki alanlarında da başkalarının
dinlerini, başkalarının hayat programlarını uygulayanlar. Kitabı parçalayıp her
bireri kitabın bir bölümünü bayraklaştıranlar, her bireri kitabın bir bölümüne
sarılıp kendilerini de parça parça edenler. Peygamberi parçalayıp, onun
hayatının, onun sünnetinin bir bölümünü kabul edip, bir bölümünü reddedenler.
Peygamberleri parçalayıp, bir kısmına inanan bir kısmını reddedenler. Hayatı
parçalayıp bir bölümünde Allah’ın kulu öteki bölümlerinde başkalarının kulu
olanlar. Hayatın her bir alanında Allah’ın kulu olduğunuzu unutmayın. Dini
parçalamayın. Hiçbiriniz diğerinden ayrı bir dinin, ayrı bir dünyanın insanı
olmayın. Kitabın tümüne imanla mükellef olduğunuzu
unutmayın.
94,96. “Ey Muhammed! Artık sana
buyurulanı açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme. Allah'la beraber
başka bir tanrının bulunduğunu kabul eden alaycılara karşı şüphesiz Biz sana
kafiyiz. Yakında ne olduğunu öğreneceklerdir.”
Ey peygamberim, emrolunduğun şeyi
yapıp açıkça ortaya koy. Rabbin sana ne emretmişse, nelerle sorumlu kılmışsa
onları yerine getir. Senin gibi inanmayan, senin gibi düşünmeyen, senin gibi
sadece Allah’a teslim olmayan müşriklerden yüz çevir, onlara aldırış etme. Bırak
onları ve sen sadece Rabbinin istediği, Rabbinin emrettiği bir hayatı yaşamaya
bak. Müşriklerden olma. Onlarla beraber hareket et-me. Onların anlayışları,
onların düşünceleri, amelleri, hayat programları seni asla bağlamasın. Unutma ki
Biz sana yeteriz. Seni yalanlayan, seni reddeden, seni alaya alan, sana
zulmetmeye yönelen kimselere karşı Biz sana yeteriz. Biz sana yetmeliyiz. Biz
varken onların sana yapabilecekleri hiçbir şey yoktur, sen yoluna devam
et.
Onlar Allah’tan başka İlâhlar kabul
ediyorlardı. Onlar Allah berisinde, Allah dışında İlâhlar, yetkililer peşinde
koşuyorlardı. Allah’tan başkalarını, putları, cansız varlıkları, insanları İlâh
biliyorlar, İlâh makamında görüyorlardı. Allah’la birlikte başkalarını da
dinliyorlar, Allah’la beraber başkalarına da dua ediyorlar, başkalarına da
kulluk ediyorlardı. Allah’ı razı etmeye çalıştıkları gibi çevreyi de, modayı da,
âdetleri de, töreleri de, müdürü de, amiri de, kanunları da, yönetmen-likleri
de, Allah’la çatışan tâğutları da razı etmeye çalışıyorlardı. Hem Allah’ın
çektiği yere, hem de başkalarının çektikleri yerlere gitmeye çalışıyorlardı.
Bazen Allah’ı, bazen başkalarını dinliyorlardı. Hayatlarında etkili
olabildikleri, yol gösterebildikleri kadarıyla başka İlâhların kulu kölesi olurlarken, onların
serbest bıraktıkları, ya da gaflet edip dolduramadıkları hayat birimlerinde de
Allah’ın kulu ve kölesi oluyorlardı.
Yâni öteki İlâhlarının boş
bıraktıkları, dolduramadıkları namaz gibi, oruç gibi, zekât gibi, zikir gibi
hayat birimlerini de Allah’ın dinine göre dolduruyorlardı. İşte böyle yapanları,
böyle yaşayanları bırak da sen sadece Rabbinin sana emrettiklerini yapmaya devam
et peygamberim.
97,99. “Andolsun ki, söyledikleri
şeylerden senin gönlünün daraldığını biliyoruz. Rabbini hamd ile an, secde
edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk
et.”
Andolsun ki Biz onların
söyledikleri şeylerden, onların lakır-dılarından senin göğsünün daraldığını,
kalbinin sıkıldığını, üzüldüğü-nü biliyoruz. Onların işledikleri suçlardan senin
sıkıntı içine girdiğini biliyoruz. Bizim haberimiz var bundan. Sen onlara en
güzel bir şekilde Bizim kitabımızı, Bizim âyetlerimizi okuyorsun, duyuruyorsun,
ama onlar seni dinlemiyorlar, sana kulak vermiyorlar. Onlar başka sevdaların
peşindeler. Başka kitapları okumanın, başka haberleri dinlemenin, başka
örneklerin arkasından gitmenin peşindeler. Sen onlara merhametinden dolayı
ısrarla onları ateşten, cehennemden korumaya çalışıyorsun, ama onlar ısrarla
ateşten yana bir tavır alıyorlar. Sana ve senin kendilerine okuduğun bu kitaba
karşı kulaklarını tıkamışlar, kapılarını pencerelerini kapamışlar, çılgınca
dünya zevklerine dalmışlar. Sen buna rağmen onların bu davranışları karşısında
üzülme, canını sıkma, sıkıntı içine girme.
Rabbini hamd ile tesbih et. Sübhanallah
de. Elhamdülillah de. Rabbini hep gündemde tut. Rabbini hep yücelt. Hep Onu
noksan sıfatlardan tenzih edip mükemmel sıfatların sahibi kabul et. Ve Rab-bine
secde edenlerden ol. Rabbine boyun büküp O’nun emirlerine teslimiyet
gösterenlerden ol. Namaz kılanlardan ol. Tüm bedenine Allah’ın karıştığını, tüm
hayatında Allah’ın egemen olduğunu ortaya koyanlardan ol. Rabbine ibadet et. Tüm
hayatını Rabbin için yaşa. Tüm hayatında O’nun kulu ve kölesi olduğunu unutma.
Ta ki sana ölüm gelinceye kadar. Rabbinin ölüm yasasına teslim olup, O’nun
huzuruna gelmek üzere bu dünyadan göçeceğin ana kadar hep kullukta ol. Bir an
bile O’na kulluktan uzak olma. İşte
senin görevin budur. Senin görevin bu şekilde bir kulluk ve müslümanlıktır,
hayatını Allah için yaşamaktır.
Evet peygamberin görevi budur ve
peygamber yolunun yolcusu olan bizlerin de bu dünyada görevimiz işte budur.
Bizler de tıpkı pişdarımız gibi, örneğimiz gibi bize ölüm gelinceye kadar sadece
Rabbimize kulluğa devam edeceğiz. Unutmayacağız ki hepimizi, her-kesi ecel takip
etmektedir. Kıyâmet çok yakındır. Ölüm çok yakındır. Hayat çok kısadır. Ve işte
önümüzde bize bu kulluğu en güzel bir şekilde anlatan bir kitap ve bu kitabın
istediği müslümanlığı en güzel bir şekilde pratize etmiş bir peygamberin sünneti
durmaktadır. Haydi buyurun kitap ve peygamber rehberliğinde ölüme kadar
müslümanca bir hayata. Allah hepimizi buna muvaffak kılsın inşallah.
Sübhane-kallahümme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve
etûbü ileyk.
- 16
-
NAHL SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
16, nüzûl sıralamasına göre 70, ikinci miûn
grubunun ikinci sûresi olan Nahl sûresi Mekke’de nâzil olmuş olup
âyetlerinin sayısı 128 dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Mekke döneminin sonlarına doğru nâzil
olmuş 126 âyetlik bir sûre ile karşı karşıyayız. Sûrenin 41. âyeti müşriklerin
işkenceleri altında bunalmış müslümanların Habeşistan’a hicret etmek zorunda
kaldıklarını göstermektedir. Yine 106. âyetin beyanıyla dayanılmaz işkenceler
karşısında müslümanlardan bazılarının kâfir olmadıkları halde kâfir olduklarını
söylemeleri gündeme getirilir. Böyle hayatî bir durumla karşı karşıya kalmış bir
müslümanın ne yapması, nasıl hareket etmesi gerektiği de bu sûrede
anlatılır.
112-114. âyetler Resûlullah Efendimizi
ve onun getirdiği hidâyet hediyesini yalanlamaların ötürü, sanki bir ceza olarak
Mekkelileri kuşatan bir kıtlıktan ve bu kıtlık sonucu gerçekleşecek hadiselerden
söz eder.
Yine tebliğ ve tebliğin usulleri,
yöntemleri ortaya konur. Resû-lullah efendimizin ve kıyamete kadar onun yolunun
yolcularının bu dini tebliğ ederlerken uyması gereken kurallar bildirilir.
En güzel bir biçimde sûrede
tevhid anlatılır. Tevhidin, göklerde ve yerde tek egemen olan Allah’ın
tekliğinin delilleri ortaya konur. Kâinatta en büyük gerçek olan bu Allah’ın
tekliğini reddetmenin sonuçları anlatılır. Yâni tevhidin zıddı olan şirkin,
Allah’ı ortaklı düşünmenin, Allah’a yetki sınırlaması getirmenin en büyük suç
olduğu bildirilir.
Mekke müşriklerinin peygamber
efendimize karşı getirdikleri bir delilin cevabı verilir. Müşrikler diyorlardı
ki; ey Muhammed, yıllardır bize bir azaptan, ikâptan söz ediyorsun. Beni ve
getirdiğim mesajı reddederseniz sizi büyük bir azap beklemektedir diyorsun. Hani
nerede kaldı bu sözünü ettiğin azap? Uzun bir süredir seni de, Rabbini de,
Rabbinden getirdiğin mesajı da reddettiğimiz halde halâ o sözünü ettiğin azaptan
bir eser göremiyoruz. Öyleyse bu bizi tehdit edip durduğun şeyin aslı da, esası
da yoktur diyorlardı da Rabbimiz sûrenin hemen baş kısmında onlara çok açık ve
net bir cevap veriverdi. Eğer bu şirklerinizden vazgeçmezseniz öncekilerin
başına gelenlerden kurtulamayacaksınız buyuruverdi. İşte bu minval üzere devam
edip bize çok büyük bilgiler sunan sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
başlayalım inşallah.
Nahl sûresine Rabbimiz şöyle
başlıyor:
1. “Allah'ın buyruğu gelecektir;
acele gelmesini isteme-yin, Allah, ortak koştukları şeylerden münezzehtir,
yücedir.”
Allah’ın emri gelmiştir. Ona
acele etmeyin. Allah’ın takdirini acele istemeyin. Allah’ın şanı, şerefi
yücedir. Allah tüm noksan sıfatlardan münezzehtir, beridir, uzaktır. O kendini
bilmez müşriklerin tüm şirklerinden yücedir. Neyi bekliyorsunuz ey insanlar?
İşte Allah’ın emri geldi. Allah yasasını uygulamaya başladı. Allah dinini egemen
kılma yasasını uygulamaya başladı. Bu yasanın ilk safhası olan Peygamberin
Mekke’den Medine’ye hicret zamanı geldi. Mekke’de insanların, müşriklerin inkâr,
isyan, zulüm ve işkencelerinin doruk noktaya ulaşmasıyla peygamberin ve
beraberindeki bir avuç müslümanın ülkelerini terk etme zamanı gelmiştir.
Ve peygamberin Mekke’yi terk
etmesiyle de Mekke toplumunun kaderi tayin edilmiştir. Bu kader şu iki şekilden
birisi olarak Rab-bimiz tarafından takdir edilir. Kitabını, peygamberini
reddetmelerinin karşılığı olarak ya Allah’tan bir azap, ya da peygamber ve ona
iman edenler eliyle gerçekleşecek bir helâk. İşte bunu haber veriyor
Rab-bimiz.
Mekke kâfirleri Allah’ın azabı
konusunda acele ediyorlardı. Çünkü onlar peygamberin getirdiği tevhid inancının
yanlışlığına, kendi şirk dinlerinin, kendi şirk programlarının da doğruluğuna
inanıyorlardı. Değilse eğer peygamberin getirdiği bu din hak olmuş olsaydı,
peygamberin arkasında bir Allah desteği bulunmuş olsaydı elbette onu inkâr
etmelerinin karşılığında kendilerine bir azap gelmeliydi. İşte Rabbimiz ya bu
bekledikleri azap konusunda, ya da kıyâmet konusunda, kıyâmetin dehşeti
konusunda acele etmemelerini, yakında Allah’ın emrinin, vaadinin geleceğini,
gerçekleşeceğini haber veriyor.
2. “Allah kullarından dilediğine
buyruğunu bildirmek için meleklerini vahiyle indirerek şöyle der: “İnsanları
uyarın ki, Benden başka İlâh yoktur. Benden
sakının.”
Allah kullarından dilediklerine
meleklerini indirir de onlardan şunu ister: Benden başka İlâh olmadığını
insanlara bildirsin ve o insanlar yalnız Benim için muttaki olsunlar, yalnız
Beni hesaba katarak bir hayat yaşasınlar, yalnız Benim için bir dünya
yaşasınlar, hayatlarında tek söz sahibi, tek Rab, tek İlâh Ben olayım. İşte
yeryüzünde bunu gerçekleştirmek için Rabbimiz Ruhla, vahiyle meleklerini
dilediği kullarına gönderir. İşte bu konuda Allah’ın yasası budur. Rabbimiz
insanlar sadece kendisine kul olsunlar, sadece kendisini dinlesinler, sadece
kendisi için bir hayat yaşasınlar ve yeryüzünde kendisinin istemediği, razı
olmadığı küfrü, şirki terk etsinler. İnsanlar tüm yanılgılardan vazgeçip
Allah’ın istediğine yönelsinler.
İşte peygamber gerçeği,
peygambere vahyin melekler tarafından gönderilme gerçeği ve vahyin peygamberlere
geliş gayesi ve tüm peygamberlerin Allah’ın seçkin kulları oluş gerçeği ve yine
tüm peygamberlerin tüm insanlığı Allah’tan başka İlâhın olmadığı gerçeğine dâvet
etmesi.
Bundan sonraki âyetlerde bu iki sûrede
ortaya konan Allah’tan başka İlâh olmadığı gerçeğinin açıklanması gelecek. Kime
kul olunacak? Kim dinlenilecek? Güç kuvvet sahibi kimdir? Göklerde ve yerde
mülkün sahibi kimdir? Egemen kimdir? bu açıklanacak.
3. “Gökleri ve yeri gereğince
yaratmıştır. Onların eş koştukları şeylerden
yücedir.”
Gökleri ve yeri hak olarak, hak
yasalara bağlı olarak yaratan Allah’tır. Göklerde ve yerlerde Allah’ın hak
yasaları geçerlidir. Gökler ve yerde tevhid geçerlidir, tevhid esastır. Gökler
ve yer Allah’ın, İlâhın, yaratıcının tekliğine delildir. O Allah insanların
şirklerinden, şe-riklerinden, şirk koşmalarından yücedir, münezzehtir.
İnsanların şirkleri, ortakları asla Ona yakışmaz.
4. “İnsanı nutfeden yaratmıştır.
Öyleyken o nasıl da açıkça karşı koymaktadır!”
Gökleri ve yerleri yaratan Allah
aynı zamanda insanı yaratandır. Hem de insanı bir nutfeden, basit bir sudan
yaratmıştır. Ama bu nankör insan aslını, yaratıldığı o basit suyu unutup da
yaratıcısının karşısına bir hasım olarak dikilebiliyor. Rabbine karşı kafa
tutmaya kalkışabiliyor. Sen varsan ben de varım, Sen tanrıysan ben de tanrıyım,
Senin bilgin varsa benim de bilgim var, Seni gücün varsa benim de gücüm kuvvetim
vardır diyebiliyor. Senin bir dinin, Senin bir hayat programın varsa benim de
bir dinim, benim de bir hayat anlayışım vardır diyebiliyor. Neden yaratıldığını,
kim tarafından var edildiğini unutarak Rabbine karşı tavır alabiliyor. Bir damla
sudan meydana geldiğini unutuyor, ölümü unutuyor, hesabı kitabı unutuyor da
yaratıcısıyla bir çatışma içine girebiliyor. Rabbimiz kendisini tanıtmaya devam
ediyor:
5,6. “Hayvanları da yaratmıştır.
Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Onların etlerini de
yersiniz. Onları getirirken de, gönderirken de zevk
alırsınız.”
Gökleri ve yeri yaratan, insanı
basit bir sudan yaratan Allah aynı zamanda şu gördüğünüz hayvanları da
yaratandır. Deve, sığır, koyun ve keçi cinsinden olan hayvanları ve diğer tüm
hayvanları, varlıkları yaratan yine O’dur. O Rabbinizin yarattığı hayvanlarda
sizin için çok çok faydalar, menfaatler vardır. Isıtma özelliği olarak onlardan
size gelen nîmetler vardır, onların etlerinden de yersiniz. Kimilerinin
yünlerinden, kimilerinin tüylerinden, kimilerinin derilerinden faydalanır,
ısınacak elbiseler yaparsınız, kimilerinin etlerinden, sütlerinden istifade
edersiniz, kimilerinin üzerlerinde taşınırsınız, yüklerinizi taşırsınız.
Ve onlarda sizin için sevip
beğeneceğiniz ne güzellikler vardır. Akşamleyin meralardan, otlaklardan, yaylım
yerlerinden göğüsleri dolu dolu evlerinize dönerlerken, evlerinize doğru salınıp
gelirlerken ne kadar hoşunuza gider. Ayrıca sabahleyin evlerinizden onları
yaylım yerlerine doğru salarken de keyifle onların güzelliklerini
seyredersiniz.
7. “Kendi kendinize zor
varacağınız memleketlere, yüklerinizi taşırlar. Doğrusu Rabbiniz şefkatlidir,
merhametlidir.”
Kendi kendinize, kendi başınıza
ancak büyük zahmetlerle, büyük sıkıntılarla ulaşabileceğiniz yerlere sizi ve
ağırlıklarınızı, yüklerinizi de taşımaktadır o hayvanlar. Çok uzak mesafelere
kolayca bu hayvanlarla taşınmaktasınız. Size karşı çok çok merhametli olan
Rabbiniz size bu nîmetini de sunmuştur.
8. “Sizin için atları, katırları
ve merkepleri binek ve süs hayvanı olarak yaratmıştır. Bilmediğiniz daha nice
şeyleri de yaratır.”
İşte sizin için atlar, katırlar,
merkepler var etmiştir Rabbiniz. Onlara binmeniz için size sunmuştur Allah
onları. Bir de ziynettir onlar. Daha bilmediğiniz nice şeyleri yaratan da yine
Allah’tır. Bildiğiniz ve bilmediğin tüm varlıkları yaratan O’dur. O günün
insanlarının bilmeyip bugün bizim bildiğimiz binit vasıtalarını yaratan, bugün
bizim bilmeyip de yarının insanlarının bilecekleri daha nice varlıkları yaratan
Allah’tır. Şimdi insanı Allah yaratsın, insanın şu anda sahip olduklarının
tamamını Allah yaratsın, insana bu kadar merhamet edip onu bu kadar sayısız
nîmetlerle donatsın, sonra da bu insanlar kalkıp yaratıcısını, nîmet vericisini
bırakıp, O’nun istediği bir hayatı bırakıp O’ndan başka bir yola gitsinler.
Yaratıcılarına kulluğu bırakıp başkalarına kulluğa gitsinler. Olacak şey mi bu?
Bunu anlamak mümkün mü? Buna ne demek lâzım? Halbuki:
9. “Yolun doğrusunu göstermek
Allah'a aittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola
iletirdi.”
Halbuki yolun doğrusunu göstermek
Allah’a aittir. Yolun doğrusu Allah’ın gösterdiği yoldur. Yolun doğrusu Allah’a
giden yoldur. Ama Allah yolunun dışında başka yollar da vardır. Allah gösterdiği
kendisine kulluk yolunun, o dosdoğru yolun dışında başka yollar, eğri yollar da
vardır. Allah böyle dilemiştir. Allah insana irade vermiş ve onun karşısına hem
doğru yolunu, hem de eğri yolları çıkarmıştır. İnsana kendi iradesiyle bunlardan
birisi seçme özgürlüğü tanımıştır. Eğer Allah dileseydi hepinizi kendi dosdoğru yoluna iletirdi. Hepinizi
kendi yolunda yürütürdü. Dileseydi hepinizi iradesiz melekler gibi, dağlar
taşlar, bitkiler, hayvanlar, semâvât ve arz gibi yaratırdı. Ama öyle murad
etmemiş Allah. İnsanlara özgür bir irade vermiş ve o iradeleriyle onların
tercihlerine imkân tanımış. Buyurun dileyen benim dosdoğru yolumda yürüsün,
dileyen de dilediği gibi yaşasın demiş. Dileyen mü’min, dileyen de kâfir olsun
buyurmuş.
10. “Yukarıdan size su indiren
O'dur. Ondan içersiniz; hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla
biter.”
Yine O Allah ki gökten su
indirendir. Ondan içersiniz ve onunla hayvanlarınızı otlattığınız otlar,
bitkiler, çayırlar, çimenler de biter. Rabbiniz sizin ve hayvanlarınız için
gökten o suyu indirmeseydi ne içecektiniz? Hayvanlarınızı nerede otlatacaktınız?
O suyu nereden, kimden alacaktınız? O su olmasaydı şu yediğiniz meyveler,
sebzeler nerede oluşacaktı? Bunlara nasıl ulaşacaktınız?
11. “Allah onunla size ekinler,
zeytin, hurma, üzüm ve her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen kimseler için bunda
ders vardır.”
Düşünsenize o suyla sizin için
ekinleri, zeytinleri, hurmaları, üzümleri ve her türlü meyveleri bitiren,
yaratan kim? Allah değil mi? Hiç aklınızı kullanmaz mısınız? Muhakkak ki
bunlarda akıllarını kullanıp ders almak isteyenler için âyetler, ibretler
vardır. Ama bunu ancak düşünen, tefekkür eden, kafa yoran bir kavim
anlayabilecektir. Öyle değil mi? Rabbimiz şu suyu indirmeseydi ne yapabilirdik?
Bir damla su yaratabilir miydik? Bu suyun yetiştirdiği şu meyvelerden bir
tanesini yaratabilir miydik? Hayatımızın devamını nasıl sağlayabilirdik? Şu
nîmetlerini çekip elimizden alıverse ne yaparız? Kime gideriz? Allah’ın verdiği
nîmetlerle O’na savaş açmak ne demektir?
Öyleyse söyleyin, şu kâfir
insanın, şu nankör insanın yaptığı şey nedir? Bunun bir mantığını bilebiliyor
musunuz? Bir anlam verebiliyor musunuz buna? Kendisi Allah yaratsın, sahip
olduklarını Allah versin, yeryüzünde hayatının devamını sağlasın, yeryüzünde
kendisine saltanat versin, hayvanlarını, suyunu, gökleri ve yeri O yaratsın,
onun hizmetine sunsun, sonra da bu nankör insan kalkıp Rabbiyle savaşa tutuşsun.
Buna ne demek lâzım? Evet şükür, teşekkür sadece tüm bu nîmetlerin sahibine
yapılmalıdır. Kulluk sadece bu nîmetlerin sahibinin hakkıdır. Kulluk programı
belirleme sadece yaratıcı olan Allah’ın hakkıdır. Düşünen bir insan bunu mutlaka
anlayacaktır.
12. “Geceyi gündüzü, güneşi ayı
sizin istifadenize ver-miştir. Yıldızlar da O'nun buyruğuna boyun eğmiştir.
Bunlarda, akleden kimseler için dersler vardır.”
Geceyi, gündüzü, ayı ve güneşi
size musahhar kılan da Allah’tır. Sizler gece ve gündüz nîmetleriyle de
nîmetlendirildiniz. Güneş ve ay da sizin için yaratıldı, sizin emrinize, sizin
hizmetinize sunuldu. Yıldızlar da O’nun emrine boyun bükmüşlerdir. Akleden bir
kavim için muhakkak ki işte bunlarda da âyetler vardır. Gece, gündüz, güneş, ay
ve yıldızlar. Bunlar da Allah’ın âyetleridir. haberiniz var mı Allah’ın bu
âyetlerinden? Farkında mısınız Allah’ın bu âyetlerini? Biliyor musunuz geceyi,
gündüzü? Gecenin ve gündüzün ne anlama geldiği üzerinde hiç kafa yordunuz mu?
Gecenin ve gündüzün sizin üzerinizde nasıl nîmetler taşıdığına hiç dikkat
ettiniz mi? Hayat hep gece olsaydı veya hep gündüz olsaydı ne olurdu hiç
düşündünüz mü? Veya şu güneş olmasaydı, şu ay, şu yıldızlar olmasaydı bu dünya,
bu hayat ne olurdu hiç kafa yordunuz mu?
Kim yarattı bunları? Bedelini
isteseydi bütün bunların Allah, ne yapardınız? Nasıl öderdiniz? hiç aklınıza
getirdiniz, hesabını yaptınız mı? Gecenin, gündüzün bedeli, güneşin ayın bedeli
nedir? Varlığınızın, elinizin, ayağınızın, gözünüzün, kulağınızın, kalbinizin,
aklınızın bedeli nedir? Onu sizden satın almak isteyenlere karşı nasıl bir
bedele razı olursunuz? Şimdi azıcık bir hizmet karşılığında insanlardan bedel
isteyen sizler, bütün bunları size verenin sizden hiçbir şey istemediğini mi
hesap ediyorsunuz? Allah’a bir borcunuzun olabileceğini hiç mi düşünmüyorsunuz?
Yoksa bütün bu varlıkların sahibi olduğunuzu mu zannediyorsunuz? Güneşin, ayın,
gecenin, gündüzün, göklerin yerlerin sahibi olduğunuzu mu iddia ediyorsunuz?
Eğer bunların sahibi olsaydınız
muhakkak onlardan da bedel istemeye kalkışırdınız. İnsanları sıkboğaz ederdiniz.
Vergilendirirdiniz insanları. Ama bunu bildiğiniz için, kendinizi onların sahibi
görmediğiniz için bunu yapmıyorsunuz. Madem siz değilsiniz kim bunların sahibi?
Niye unutuyorsunuz O sahibi? Niye unutuyorsunuz Rabbinizi? Kendinizi, kendi
haklarınızı unutmuyorsunuz da Rabbinizin haklarını niye göz ardı ediyorsunuz?
Siz insanları sömürmeyi biliyorsunuz da, insanlardan bedel almayı hiç ihmal
etmiyorsunuz da tüm bu nîmetleri karşılığında Rabbinize bir bedel ödemeyi niye
aklınıza getirmiyor-sunuz? Niye Ona kulluk etmeyi diskalifiye etmeye
çalışıyorsunuz?
13. “Yeryüzünde rengarenk şeyleri
de sizin için yaratmıştır. Bunda, öğüt alan kimseler için ibret
vardır.”
Yeryüzünde sizin için rengarenk
yarattığı tüm varlıklarda da tezekkür eden, düşünen, Allah âyetleriyle
şereflenmek isteyen kimseler için öğütler, ibretler, dersler vardır. İşte Allah yeryüzünde renkleri değişik,
özellikleri değişik varlıklar yaratılmıştır. Bitkiler, çiçekler, böcekler,
varlıklar, otlar, dağlar, kayalıklar, yollar, nehirler, göller... Bir bahar günü
içinde boğulduğun, içine gömüldüğün şu şehrin kasvetli hayatını terk edip
kırlara çık. Gör Allah’ın yaratıklarını. Seyret Rab-binin varlıklarını. Kendi
yapıp tapındığın dünyandan şöyle biraz uzaklaşıp büyük güç ve kudretin
âyetleriyle bir göz göze gel. Allah’ın yarattığı sayısız varlıkların yaratılış
hikmetine şahit ol. Yaratılışı tanıklık et. Yaratıcıyı bil. Rabbini yücelt,
Rabbine hamd et, Rabbine kulluğa koş. Şu rengarenk varlıkların yaratıcısına
teşekküre yönel.
14. “Taze et yemeniz,
takındığınız süsleri edinmeyiniz ve Allah'ın bol nîmetinden faydalanmanız için
denize ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün boyun eğdiren de O'dur.
Artık belki şükredersiniz.”
Yine O Allah ki ondan taptaze
etler yiyesiniz ve takındığınız takı maddelerini, süs eşyalarını edinesiniz diye
denizi de sizin için yaratmıştır. Rabbinizin bol bol nîmetlerinden yiyesiniz
diye denizi de sizin hizmetinize sunmuştur O Allah. Evet işte gözünüzün önünde
duran deniz nîmetleri. Taptaze etler, tertemiz balıklar ve giyinip kuşandığınız
inciler mercanlar nîmetleri.
Ve sonra o denizleri yara yara
giden gemiler ve onların üze-rinde Allah’ın fazl u kereminden aradığımız
rızıklar, ticaretler. İşte bunları da size boyun büktüren Rabbinizdir. Bunlar da
Allah’ın bize lütuflarıdır. Belki şükredersiniz diye, belki bütün bunları size
lütfeden Rabbinize teşekküre, kulluğa yönelirsiniz diye. Şimdi teşekkür
etme-yelim mi bu Allah’a? Şimdi yüceltmeyelim mi bu Allah’ı? Kulluk etme-yelim
mi Ona? O yaratmasaydı bu denizden kim verebilirdi o taptaze balık etlerini? O
yasasını koymasaydı kim durdurabilirdi o gemileri o suların üzerinde? Kim
çıkarabilirdi o denizlerin derinliklerinden inciyi, mercanı? Bütün bu
nîmetlerine karşı nasıl nankörlük edilebilir Allah’a?
15,16. “Yeryüzünde,
sarsılmayasınız diye, sabit dağlar, nehirler ve belki yolunuzu bulursunuz diye
yollar ve işaretler meydana getirmiştir. Onlar yıldızlarla da yollarını
bulurlar.”
Dağları da sarsılmayasınız diye
var eden Allah’tır. Yeryüzünün dengesini sağlamak için sabit dağları yaratan,
arza kazık gibi çakan Allah’tır. Nehirleri ve yolları da var eden O’dur. Umulur
ki hidâyet bulasınız, umulur ki onlarla yol bulursunuz, yön tayin edersiniz,
gideceğiniz yerlere rahat gidersiniz diye. Nice alâmetler, nice işaretler ve
yıldızlarla da onlar yollarını bulurlar.
Evet yeryüzünün direkleri olarak
dağları dikivermiş Rabbimiz. Sağlam yüce dağlar. Nehirler, yollar. Yeryüzünün
ulaşım vasıtaları. Ne güzel değil mi? Böyle değil de hep dağlar olsaydı, her yer
dimdik dağ olsaydı, her yer sarp kayalıklardan oluşsaydı, geçit vermeseydi ne
yapardık? Nasıl yol bulurduk? Dağların arasından ırmaklar akıtmasaydı, yollar,
geçitler var etmeseydi Rabbimiz ne yapardık bizler? Bütün bunları kendilerine
lütfeden Rablerini niye düşünmezler bu insanlar? Niye yollara yazmazlar Allah’ın
adını? Niye dağlara yazmazlar Allah’ın adını? Niye kendi adlarını yazıyorlar?
Niye hamd etmiyorlar Allah’a? Bu yolu, bu dağı, bu ırmağı, bu barajı Sen var
ettin ya Rabbi. Sen var etmeseydin biz hiç bir şey yapamazdık ya Rabbi diye niye
Rablerine hamd etmiyorlar? Niye elhamdülillah demiyorlar? Niye Allahu ekber
demiyorlar? Yoksa bu yolların, bu ırmakların, bu barajların sahibi biziz mi
diyorlar?
17. “Hiç yaratan yaratmayana
benzer mi? İbret almaz mısınız?”
Hiç yaratan yaratmayan gibi olur
mu? Hiç yaratan yaratmayana benzer mi? Düşünmez misiniz? Tezekkür etmez misiniz?
Akıllarınızı kullanmaz mısınız? Nasihatten faydalanmaz mısınız? Bunca varlıkları
var eden Allah’la hiçbir şey yaratamayan, bir sinek bile yaratmamış olan
varlıklar bir olur mu? Bunların ikisi de tanrı özelliğine sahip olabilir mi? Hiç
düşünüp anlamaz mısınız?
18,19.“Allah'ın verdiği nîmetleri
sayacak olsanız bitiremezsiniz; doğrusu Allah bağışlar, merhamet eder. Allah,
gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da
bilir.”
Allah’ın nîmetlerini saymak
isteseniz sayamazsınız, bitiremezsiniz. Allah Ğafûr'dur, Allah Rahîm'dir.
Sayabilir misiniz Allah’ın nîmetlerini? Bırakın dış dünyamızdaki nîmetlerini,
sadece vücudumuzdaki nîmetlerini bile sayamayız Rabbimizin. Bedenimizdeki
nîmetleri, göklerdeki nîmetleri, denizlerdeki nîmetleri, karalardaki nîmetleri
sayılamayacak kadar çoktur Rabbimizin. Ve O Allah sizin gizlediklerinizi de
bilir, açığa vurduklarınızı da bilir. Açıktan açığa yaptıklarınızı da bilir O
Allah, gizli gizli yaptıklarınızı da. Ona hiçbir şeyi gizleyemezsiniz, hiç bir
şeyi Onun bilgisinden saklayamazsınız.
20,21.“Allah'ı bırakıp taptıkları
şeyler, hiç bir şey yaratamazlar; esasen kendileri yaratıktır. Onlar cansız,
ölüdürler. Ne zaman dirileceklerini de
bilemezler.”
Allah’ı bırakıp da O’nun
berisinde, O’nun dûnunda, O’nun dışında dua ettikleriniz, tapındıklarınız,
arzularını yerine getirmeye çalıştıklarınız, yasalarını uygulamaya çalıştığınız
varlıklar ise hiç bir şey yaratmadıkları gibi üstelik kendileri de Allah
tarafından yaratılmışlardır. Üstelik onlar ölüdürler diri de değillerdir. Ama
ölüm Allah’a yakış-maz, Allah diridir. Allah berisindeki tapındıklarınızın tümü
ölümlüdür.
Şu anda diriyseler bile mutlaka
ölümü tadacaklardır. Her şeyi yaratan Allah’tır, onlarsa hiçbir şey
yaratmamışlardır. Bir şey yaratmaları mümkün değildir, çünkü onlar kendileri
yaratılmışlardır. Ve onlar ölümlerinden sonra ne zaman diriltileceklerini de
bilmezler. Ama her şeyi bilen ve tek
İlâh olan da Allah’tır.
22. “İlâhınız tek bir İlahtır.
Âhirete inanmayanların kalpleri bunu inkâr eder; onlar büyüklük
taslarlar.”
Sizin İlâhınız tek bir İlâh olan
Allah’tır. Sizin kendisine kulluk yapmanız, sözünü dinlemeniz, arzularını
gerçekleştirmeniz, yasalarını uygulamanız gereken tek İlâhınız Allah’tır. Ama
âhirete inanmayanların kalpleri bu gerçeği inkâr ediyor. Onlar kibirleniyorlar,
müstekbir davranıyorlar. Allah karşısında, Allah âyetleri karşısında, peygamber
karşısında kendilerinde bir şey görüyorlar. Ama:
23. “Onların gizlediklerini de,
açığa vurduklarını da Allah'ın bildiğinde şüphe yoktur. O, büyüklük taslayanları
sevmez.”
Şüphesiz ki Allah onların
gizlediklerini de açıktan açığa işlediklerini de bilmektedir. Allah’ın sizin her
şeyinizi bildiğinde hiç şüphe yoktur. Ve Allah, asla büyüklenenleri, müstekbir
davrananları sev-mez. Allah, asla kendi karşısında varlık iddiasında bulunanları
sev-mez. Kul olanları sever, kendisine teslim olanları sever.
24. “Onlara: "Rabbiniz ne
indirdi? “diye sorulsa: “Öncekilerin masalları”
derler.”
O Allah karşısında güç
iddiasında, bilgi iddiasında bulunan, kendi tanrılıklarını iddia eden, ya da
başlarının tanrılığıyla övünen bu insanlara Rabbiniz ne indirdi? diye sorulduğu
zaman derler ki; esa-tîru'l evvelîn. Eskilerin masalları. İşte
sizin kitabınız Adem, Nuh, Hud, Sâlih’i anlatıyor. Allah sadece bunlardan söz
ediyor, başka bir şey yok diyorlar. Ve böylece:
25. “Böylece kıyâmet günü kendi
günahlarını tam olarak, bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarını kısmen
yüklenirler. Dikkat edin, yüklendikleri yük ne
kötüdür!”
Kıyâmet günü kendi günahlarını,
kendi veballerini tam olarak, saptırdıkları kimselerin günah ve veballerinin de
bir kısmını yüklenerek Allah’ın huzuruna gelecekler. İşte bunun için Allah
onlara bu dünyada fırsat tanımaktadır. Sorar Rabbimiz onlara. Sordurur
peygamberlerine. Sordurur müslümanlara. Allah ne indirdi? Allah ne gönderdi?
diye. Onlar da derler ki geçmişlerin masalları. Geçmişe ait şeyler. Bugüne ait
olmayan, bugünü ilgilendirmeyen, bizim dünyamıza hitap etmeyen şeyler. Günümüzde
uygulanma imkânı olmayan demode olmuş şeyler derler ve böylece kâmileten,
bütünüyle kendi günahlarını ve bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının
da bir kısmını yüklenerek Allah’ın huzuruna gelirler. İşte bunun için Allah
onlara fırsat vermektedir. Dâvetiye çıkarmakta, uyarılarını ulaştırmaktadır. Ama
dikkat edin ki onlar ne kötü yükler yükleniyorlar? Kendilerini cehenneme
götürecek yükler yükleniyorlar.
26. “Onlardan öncekiler düzen
kurmuşlardı. Bunun üzerine Allah, binalarının temelini çökertti de tavanları
başlarına yıkıldı. Azap, onlara fark etmedikleri yerden
geldi.”
Onlardan öncekiler de aynı şeyi
yapmışlar, Allah’a, Allah’ın elçilerine, müslümanlara karşı tuzaklar kurmuşlar,
komplolar hazırlamışlardı. Allah’a, Allah’ın elçilerine ve Allah yolunun
yolcularına tuzak kuranlar sadece bunlar değildir. Allah’la savaşa tutuşanlar
sadece Mekke kâfirleri, ya da sadece şu andaki kâfirler değildir. Şu anda
müslümanları yok etmek için komplolar hazırlayanlar ilk değillerdir.
Tarihin başlanıcından bu yana her
dönemin kâfirleri aynı şeyi yapmışlardır. Hazreti Adem (a.s) döneminden kıyâmete kadar tüm kâfirlerin ortak ve
değişmeyen özelliğidir bu. Her dönemde müslümanlara tuzak kuranlar olmuştur. Ama
Allah onların binalarının temelinden geldi. Allah onların binalarının temelini
yıkıverdi. Tavan onların üzerlerine çöktü ve bilmedikleri, ummadıkları,
beklemedikleri yerler-den de azap onlara geliverdi. Evet Allah onların
temellerini yıkıyor, tavanlarını üzerlerine çöktürüyor ve hiç ummadıkla bir
zamanda, bir gece, yahut bir gündüzün eğlence anında helâk olup gittiler, yok
olup gittiler. Kim Allah’la baş edebilir ki? Kim Allah’la savaşabilecek de? Bu
onların dünyadaki helâkleri. Ama bir de:
27. “Sonra kıyâmet günü onları
rezil eder ve: “Haklarında tartıştığınız Benim ortaklarım nerede? “der. İlim
sahipleri şöyle derler: “Doğrusu bugün inkârcılara rezillik ve iğrençlik vardır”
Sonra kıyâmet günü Allah onları
rezil ve rüsva ederek buyurur ki, hani nerede şu bana karşı ortak bildikleriniz?
Haklarında mü’min-lerle tartıştığınız şu tanrı taslaklarınız nerede? Hani
mabutlarınız? Nerede yasalarını uyguladıklarınız? Hani nerede arzularını yerine
getirmeye çalıştıklarınız? Hani nerede o hukuk tanrılarınız? Nerede siyasal
tanrılarınız? Nerede bilim tanrılarınız? Hani nerede Bana karşı, Benim mü’min
kullarıma karşı savunduğunuz, bağlandığınız, sarıldığınız, müdafaa ettiğiniz,
korumaya, koruma kanunları çıkarmaya çalıştığınız ortaklarınız nerede? Nerede o
dünyada güç kuvvet sahibi zannettikleriniz? Cevabı onlar veremeyecek. Cevap
vermeye bile muktedir olamayacaklar da, cevabı kendilerine ilim verilenler
verecek. Diyecekler ki, bugün rüsvalık, bugün rezillik ve kötülük kâfirler
içindir. Onlar:
28. “Melekler kendilerine yazık
etmiş kimselerin canlarını alırken: “Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk” diyerek
teslim olurlar. Hayır; öyle değil; doğrusu Allah onların yaptıklarını
bilmektedir.”
O kâfirler ki melekler onları
kendi nefislerine zulmeder oldukları halde öldürür. Düşmanlıklarının kendilerine
döndüğü, lânetin kendilerine söylendiği bir durumda, öteler ötesini gözleriyle
görüp kaybettiklerini anladıkları bir ortamda, cehennemdeki yerlerini yurtlarını
gözleriyle gördükleri bir halet-i ruhîye içinde melekler onların canlarını
alırken derler ki biz teslim olduk, biz müslüman olduk. Biz müslümanız derler.
Biz dünyada hiçbir kötülük yapmadık derler. Biz hiç bir kötülük yapmıyorduk
derler. Ama geçmiş olsun. Bu lakırdılarının kendilerine hiç bir faydası
dokunmaz. Dikkat edin Allah yaptıklarınızı bilmektedir. Müslüman mıydınız? Yoksa
kâfir miydiniz? İyilik mi yapıyordunuz? yoksa kötülük peşinde miydiniz? Allah
hepsini en iyi bilendir. O gün teslim olmanın, o gün müslüman olmanın yeri ve
zamanı değildir. O gün bunun hiç bir faydası yoktur. Bir ömür boyu Rablerine
isyan içinde bir hayat yaşayan insanların o gün geberirken biz müslüman olduk
demelerinin hiç bir kıymeti yoktur.
Evet tüm kâfirler tüm zalimler ölüm
anında Rablerine teslim olacaklar. Melekler onların canlarını almaya geldikleri
bir ortamda çaresiz hepsi müslüman olacaklar. Öyleyse tüm insanlığa şunu
duyurmak zorundayız. Ey insanlar, gelin ölürken müslüman olacaksınız, Allah’ın
ölüm yasasına teslim olacaksınız. Ama bu teslimiyetinizin o anda size hiç bir
faydası dokunmayacak. Gelin akıllarınızı başlarınıza alın da ölmeden önce
müslüman olun. Ölmeden önce teslim olun Allah’a. Ölmeden önce müslümanca bir
hayata girin. Aksi takdirde ölürken hepiniz teslim olacaksınız, hepiniz müslüman
olacaksınız. Ama o gün zorunlu bir müslümanlığın size hiçbir faydası olmayacak.
İşte yeryüzünün en büyük kâfiri, en büyük zalimi Firavun ölürken kelime-i
şehadet getirdi ama kabul edilmedi. Gelin o zaman aklımızı başımıza alalım,
ölmeden önce müslüman olalım da kendilerine şöyle denenlerden
olmayalım:
29. “Temelli kalacağınız
cehennemin kapılarından girin. Büyüklenenlerin durağı ne
kötüdür!”
Evet ölmeden önce müslüman
olmayıp da ölürken müslüman olanlara denecek ki, haydi girin ebedî kalacağınız o
cehennemin kapılarından. Büyüklenenlerin, müstekbir davrananların barınağı,
durağı olan o cehennem ne kötü bir varış yeridir. Eğer yaşadığımız bu hayatta
müslüman olursak, bu dünyada müslümanca bir hayatın sahibi olursak bize bu
denmeyecek, cennete gidebileceğiz demektir. Bakın onlara da şöyle
denecektir:
30. “Sakınan kimseler: “Rabbiniz
ne indirdi?” denince, “İyilik” derler. Bu dünyada iyi davrananlara iyilik
vardır. Âhiret yurdu ise daha da iyidir. Sakınanların yurdu ne
güzeldir!”
24. Âyet-i Kerîmede Mekke
dışından, taşradan gelenlerin Rabbiniz ne indirdi? şeklindeki sorularına
kâfirlerin verdikleri cevap anlatılmıştı. Onlar eskilerin masalları diyorlardı.
Böylece kendi kendilerini Allah yolundan saptırdıkları gibi, din konusunda
kendilerinden bilgi almak isteyenleri de saptırarak hem kendi vizrlerini, hem de
saptırdıkları insanların günah veballerini yüklenerek cehenneme giden insanlar
anlatılmıştı.
Burada da muttakilerin,
hayatlarını Allah için yaşayanların, Allah’ın koruması ve velâyeti altına giren,
Allah’a teslim olan, hayrı Rablerinin indirdiklerinde gören mü’minlerin aynı
soruya verdikleri cevap gündeme getiriliyor. Onlara denildi ki, Rabbiniz ne vahy
etti? Allah ne indirdi? Onlar dediler ki, Rabbimiz hayır indirdi. Rabbimiz
hidâyet indirdi, rahmet indirdi. Kendisiyle yol bulmak isteyenlere, iman edip
uygulamak isteyenlere dünya ve Ukba hayırları, bereketleri indirmiştir Rabbimiz
derler.
İşte böyle Allah’ı görüyormuşçasına Ona
kulluk eden, hayrı Allah katında gören mü’minlere dünya hayatında iyilik vardır
ve âhiret yurdu da sadece onlar içindir. Dünyada her türlü hayırlara
ulaşacakları gibi âhiret yurdunun hayırları da onlar için olacaktır. Dünyaları
hayırlı olacaktır ama âhiretleri daha hayırlı olacaktır onların. Muttakilerin
yurdu ne güzeldir? Ne var onlar için orada?
31. “İçlerinden ırmaklar akan Adn
cennetlerine girerler. Orada, diledikleri kendilerine verilir. Allah sakınanları
böylece mükafatlandırır.”
Onlar için orada Adn cennetleri
vardır ki onlar oraya girerler. Orada diledikleri her şey kendilerine verilir.
Hiçbir şek eksik bırakılmamıştır. Cennette canlarının çektiği her şey, arzu
ettikleri her şey vardır onlar için. Ne arzu ederlerse hepsi vardır orada. Neyin
gelmesini isterlerse mutlaka o kendilerine verilecektir. Yâni cennette acaba şu
da var mı? Bu da var mı? diye sormaya gerek yoktur. Ne arzu etmişseniz hepsi
vardır, yok yoktur orada. Canlarının çektiği türden her çeşit meyveler, istedikleri tatta, istedikleri renkte,
istedikleri büyüklükte ve olgunlukta meyveler, kuş etleri, şarap ırmakları, su
ırmakları, bal ve süt ırmakları, tertemiz eşler her şey vardır onlar için.
Orada mahrumiyet yoktur. Orada üzüntü verici
herhangi bir şey yoktur. Orada insanın beğenmeyip burun kıvıracağı hiçbir şey
yoktur. Orada zevk vardır, orada razı oluş vardır, orada istenilen her şeye
ulaşma vardır. Orada hoşnutluk, orada Allah’ın nîmetlerinin insanın yüzüne,
içine, kalbine, benliğine sinmesi vardır. İşte Biz muttakileri, Allah için hayat
yaşayanları böylece mükafatlandırırız.
32. “Melekler onların canını
temizlenmiş olarak alırken: “Selâm size; yaptıklarınıza karşılık haydi cennete
girin” derler.”
Melekler tayyibîn olarak,
tertemiz olarak onların canlarını alırlar. Böyle temiz bir şekilde Rablerinin
istediği bir hayatı yaşayan insanların, hayatları güzel olan insanların ölümleri
de elbette güzel olacaktır. Allah’ın
melekleri tertemiz bir şekilde canlarını alacaktır onların. Çünkü onlar
abdestleriyle, gusülleriyle, namazlarıyla, ahlâklarıyla, iffetleriyle, aile
hayatlarıyla temizlikten yana bir tavır alıyorlardı. Temizlikleriyle
tanınıyorlardı dünyada. Melekler de onların canlarını küfürden, şirkten,
zulümden, azaptan uzak bir şekilde alırlarken de şöyle derler: Selâm size!
Allah’ın selâmı, selâmeti, esenlik, güven, emniyet sizin üzerinize olsun!
Yaptıklarınıza karşılık girin cennete! derler. Ne güzel bir sonuç, ne güzel bir
karşılama değil mi? Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz diyerek Allah’ın selâmı,
Allah’ın rahmeti sizin üzerinize olsun diyerek karşılıyorlar onları. İşte temiz
bir hayatın temiz karşılaması böyle olacaktır.
İşte bu âyetler bizim karşımıza iki
insan tipi getiriyor. Bir grup insan önceki âyetlerde anlatıldı. Allah’ın
kendilerine mahza rahmet olarak indirdiği kitabına, vahyine “esâtîru'l evvelîn”
diyen, Allah’ın istediği bir hayatı yaşamayan, geberip giderken meleklere teslim
olan, meleklere teslimiyetini bildiren, ama bu teslimiyetleri kendilerine hiçbir
fayda sağlamadığı için cehenneme yuvarlanıp giden bir kâfir insan tipi. Beri
tarafta hayatı boyunca Allah’a teslim olmuş, hayatını Allah için yaşamış, hayrı,
doğruyu, güzeli Allah’ın vahyinde görmüş, vahye teslim olmuş ve sonunda melekler
canlarını alırken böyle güzel bir karşılama ile karşılanmış cennetlik mü’minler.
Buyurun hangi grubun içinde yer
almak istiyorsanız onu belirleyin. Şu anda bu yetki sizin elinizdedir. Bu hayat
bitmeden önce kararınızı verin. Cennete mi gitmek istiyorsunuz, yoksa cehennemi
mi tercih ediyorsunuz? Şu anda karar verip ona göre bir hayat yaşayın.
Biletinizi ona kesin.
33. “Onlar kendilerine yalnız
meleklerin veya senin Rab-binin buyruğunun gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan
öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmemişti, ama onlar
kendilerine yazık ediyorlardı.”
Ne bekliyorlar bu insanlar?
Kendilerine meleklerin gelmesini mi? Yoksa senin Rabbinin emrinin gelmesini mi
bekliyorlar? Neyi bekliyorlar? Ne zaman iman edecekler bu adamlar? Melekler
geldiği zaman mı? Yahut Allah’ın azabının gelmesinden sonra mı müslüman
olacaklar? Böyle zorunlu bir ortamda mı iman edecekler? Böyle yaptıkları zaman
ne mânâsı olacak bu imanlarının? Böyle zoraki bir imanı Allah kabul etmiyor.
Bunu bilmiyorlar mı? Okumuyorlar mı Allah’ın âyetlerini? Tanımıyorlar mı kitabı?
Haberleri yok mu Allah’ın kitabından?
Halbuki onlardan öncekiler de
böyle yapmışlardı. Allah’ı görmedikçe, Meleği görmedikçe, Allah’ın azabına şahit
olmadıkça inanmayız demişlerdi. Allah’ın âyetlerinin inişine şahit olmadıkça,
Meleğe dokunmadıkça inanmayız demişlerdi. İmanı son dönemlerine geciktirmişlerdi
de Allah’ın azabıyla, Allah’ın yakalamasıyla karşı karşıya gelivermişlerdi.
Allah’ın mûcize devesini gördüler, kayalıklar arasından gözlerinin önünde
Rabbimizin deveyi çıkarışına şahit oldular. Mûsâ aleyhisselâm’ın elindeki asanın
gözlerinin önünde bir ejderha haline gelişini gördüler. Tur dağının üzerlerine
kaldırılışına, Allah’ın konuşmasına şahit oldular, Allah’ın âyetlerini gördüler
ama yine de iman etmediler. Şimdikiler de öyle yapıyorlar. Gözlerinin önünde
yığınlarla Allah âyetlerine şahit oldukları halde iman
etmiyorlar.
Aslında bu halleriyle Allah onlara
zulmetmiyor. Lâkin bu insanlar kendi kendilerine zulmediyorlar. Allah kullarına
karşı asla zalim değildir. Küfürlerinden, şirklerinden, isyanlarından ötürü
Rabbimiz onları cezalandırıp cehennemine gönderirken, gerek eski toplumlara,
gerek şu andaki kâfirlere, gerekse gelecekte yaşayacak kâfirlere azap ve ceza
yasasını uygularken, böyle bir karşılık verirken asla zalimce bir karşılık
vermiyor. Yeryüzünde yaratıcılarını, yaratıcılarının âyetlerini, yaratıcılarının
hayat programını reddederek, hayatlarında yaratıcılarını diskalifiye ederek,
yaratıcılarını hayatlarına karıştırmayarak küfür ve şirke yönelerek aslında
kendilerine yazık ediyorlar. Kendilerini bozuk para gibi
harcıyorlar.
34. “Bu yüzden, işledikleri
kötülüklere uğradılar ve alay ettikleri şey onları
kuşattı.”
Bu yüzden işledikleri amellerinin
kötülükleri onlara İsâbet eder. Yaşadıkları bu hayatta ne yapmışlarsa, ne tür
ameller işlemişlerse tastamam karşılığını alırlar. Rabbimiz yapıp ettikleri
şeylerde onları çepeçevre kuşatır. Alay ettikleri şeyler onları çepeçevre
kuşatır. Öy-leyse sizler ey peygamber düşmanları! Seleflerinizin başına
gelenleri bekleyin! Onların âkıbetlerine hazır olun! Çünkü sizden öncekiler de
şu anda sizin tavırlarınızı takındılar, benim elçilerimi alaya aldılar da
işledikleri tüm kötülükleri, yaptıkları tüm pislikleri, küfürleri, şirkleri,
Allah’tan habersiz yaşadıkları hayatlarının kötü sonucu, inkâr ettikleri azabın
kuşatması altında buluverdiler kendilerini. İnkâr ettikleri, reddettikleri, alay
edip durdukları azap, kıyâmet gerçeği kendilerini çepeçevre kuşatıvermiştir. Ve
artık bundan kaçıp kurtulmaları da mümkün değildir. Sizler de onu bekliyorsunuz.
Dünyada müslümanlar karşısında rezil edici bir yenilgi, kahredici bir hezimet ve
âhirette de da-yanılmaz bir azap var sizin için.
35. “Allah'a eş koşanlar: “Allah
dileseydi O'ndan başka hiçbir şeye, ne biz ne de babalarımız tapardık. O'nun
buyruğu olmaksızın hiçbir şeyi haram kılmazdık” dediler. Kendilerinden öncekiler
de böyle yapmıştı. Peygamberlere apaçık tebliğden başka ne vazife
düşer?”
Müşrikler kendilerini temize
çıkarmak için dediler ki, eğer Allah isteseydi ne bizler ne de babalarımız Ona
şirk koşamazdık. Eğer Allah izin vermeseydi bizler Ondan başkalarına kulluk
yapamazdık. Görüyor musunuz? Alçaklar şirklerini Allah’a izafe etmeye
çalışıyorlar. Şirklerinden Allah’ı sorumlu tutmaya çalışıyorlar. Allah istediği
için, Allah müsaade ettiği için biz bunları yapıyoruz diyerek kaderci
kesiliyorlar. Allah istediği için biz bu putlara tapınıyoruz. Allah istediği
için biz yasa yapıyoruz. Allah istediği için biz haram helâl koyuyoruz. Allah
izin vermemiş olsaydı, Allah onaylamamış olsaydı biz bunların hiç birisini
yapamazdık. Allah istemeseydi bizim hiçbir gücümüz ve yetkimiz olmazdı. Allah
istemeseydi böyle yeryüzünde dilediğimiz gibi bir hayat yaşayamazdık. Tüm bu
yaptıklarımız Allah’ın dilemesiyledir. Biz başka değil sadece kadere teslimiz.
Biz kaderin mahkumuyuz. Kaderimiz böyle olduğu için biz bunları yapabiliyoruz
diyorlar. Küfürlerinin, şirklerinin, işledikleri cürümlerin faturasını Allah’a
çıkarmaya çalışıyorlar. Allah izin vermeseydi biz asla O’na şirk koşamazdık. O
istemeseydi içki içemezdik, zina edemezdik diyorlar.
Çok garip değil mi? Bugünkü kâfirler ve
müşrikler de aynı mantığa sığınmaya çalışıyorlar. Gerçekten anlamak mümkün
değildir. Yâni adamlar bir hayat yaşayacaklar, yaşadıkları bu hayatta hiç bir
sınır tanımayacaklar, sürekli özgürlükten, hürriyetten söz edecekler, bizler
özgür insanlarız, yaşadığımız hayatta hiç bir kayd u şart altına girmeyiz,
kimseye karşı sorumlu değiliz, dilediğimiz gibi özgürce yaşarız diyecekler.
Dilediğimiz gibi dilediklerimizi yaparız diyecekler, dilediğimiz gibi hayatımıza
yasa yaparız diyecekler, dilediğimiz şeyleri haram, dilediğimiz şeyleri de helâl
kılarız, kimse bu konuda bize baskı yapamaz, hesap soramaz diyecekler.
Yeryüzünde egemen bizleriz
diyecekler. Egemenlik kayıtsız şartsız bizimdir diyecekler, sonra da yedikleri
işedikleri suçların cezası ve
sorumluluğuna katlanmaları söz konusu olunca da mantıksızca diyecekler ki biz
kaderin mahkumuyuz. Allah dilemeseydi, Allah böyle istemeseydi biz bunları
yapamazdık diyecekler. Alın yazımız böyleymiş ne yapalım? diyecekler. Allah bizi
bu dünyada öteki varlıklardan farklı yaratmış. Bize bu dünyada mal, mülk,
saltanat, yetki ver-miş. Dolayısıyla Onun verdiği yetkiyle bütün bunları
yaptığımız için bunun sorumlusu Odur diyecekler. Eğer biz yanlış yapıyorsak
bunun sorumlusu Allah’tır diyecekler.
Sormak lâzım bu kendilerini tanrı
zanneden ve diledikleri gibi yaşayabileceklerine inanan zavallılara. Ey akılsız
kâfirler! Ey beyinsiz müşrikler! Ey ne dediğini, ne yaptığını bilemeyecek kadar
aptallık, sefihlik sergileyen akılsızlar! Söyleyin bakalım sizler yeryüzünde
yaşadığınız hayatta Allah’ı da, Allah’ın âyetlerini de, Allah’ın yeryüzünde
belirlediği hayat programını da reddederek özgürlük şarkıları söylerken,
kendinizi tüm dünyaya karşı özgürlük ve hürriyet savaşçıları olarak lanse
ederken, egemenlik bizdedir, biz dilediklerimizi yaparız derken, tanrılık iddia
ederken, ne oldu da böyle birdenbire Allah’ın bir sorgulaması tepenize binince
birden bire o özgürlük ve tanrılık şarkılarını unutup, dillerinizi yutup kuzu
kesiliyorsunuz? Ne oldu? Hani siz özgür değil miydiniz? Hani siz hiçbir kayd-u
şart altına girmeyen kimseler değil miydiniz? Hani siz tanrı değil miydiniz?
Hani egemenlik sizde değil miydi? Niye suspus oldunuz böyle?
Dünyada özgürce dilediğinizi
yaparken, özgürce Allah kullarına zulmederken, özgürce insanların mallarını gasp
ederken, özgürce Allah’ın helâl haram sınırlarını çiğnerken, özgürce insanların
özgürlük haklarını ellerinden alıp onları kendinize kul köle edinirken,
insanları Rablerine kulluktan koparıp köleleştirirken, kendi yasalarınıza itaat
etsinler diye Rablerinin yasalarını onlara duyurmamaya çalışırken şimdi ne oldu?
Ne oldu ki birdenbire değişiverdiniz? Dünyada işlediğiniz amellerinizle
Rabbinizin huzuruna çıkıp onların karşılığı olarak alacağınız cehennemi görünce
niye böyle birdenbire kuzu kesildiniz?
Bizim elimizde bir yetki yoktur! Biz
yaptıklarımızın tümünü Allah öyle istediği için yaptık! Bizi bu hale Allah
getirdi! Değilse bunların hiç birisini yapamazdık. Eğer Allah dilemeseydi biz ne
şirk koşabilirdik, ne haram helâl belirleyebilirdik. Ne zulmedebilirdik, ne
tanrılığımızı iddia edebilirdik, ne egemenlik bizdedir diyerek yeryüzünde kanun
koyabilirdik. Üstelik bizim atalarımız da aynı şeyleri yapmışlardı diyerek
kendinizi Allah’ın cehenneminden kurtarmaya çalışıyorsunuz?
Bu düpedüz Allah’a iftiradır. Eğer
Allah böyle bir şey isteseydi, yâni eğer şirki, küfrü Allah emretmiş olsaydı o
zaman kitabında onu bizzat emrederdi. Buna Allah’ın kitabından delil gerekir.
Çünkü vahiy kitapla bilinir. Allah’ın emir ve yasakları kitapla bilinir. Allah
arzularını kitapla bildirmiştir. Allah’ın emir ve yasakları konusunda kitap
temel kriterdir. Kitabında Allah’ın emretmediği bir şeyi Allah da böyle ister
diyerek Allah’a yol göstermeye çalışmak, Allah’ın emretmediklerini Allah
emrediyormuş pozisyonunda yapmak veya insanlara tavsiye etmek iftiraların en
büyüğüdür. Zira Allah asla küfür ve şirki emretmez. Utanmadan küfürlerinizi,
şirkleriniz Allah’a onaylatmaya kalkışmayın. Şirklerinizi peygambere tasdik
ettirmeye çalışmayın.
Doğrusu peygambere düşen iş apaçık bir
tebliğden başka bir şey değildir. Bakın onların bu herzelerine Rabbimiz cevap
verecek. Evet her şeyi Allah dilemiştir. Her şey Allah’ın dilemesiyledir. Eğer
Allah dilemeseydi, onlara böyle bir özgürlük ve yetki vermemiş olsaydı elbette
onlar asla kâfir ve müşrik olamazlardı. Diledikleri gibi bir hayat
yaşayamazlardı. Diledikleri gibi kendilerine yasa yapamazlardı. Diledikleri gibi
bu iyidir, bu kötüdür, bu haramdır, bu helâldir diyemezler-di. Bu müsaadeyi
veren Allah’tır. Yâni onları böyle bir özgürlük özelliğinde yaratan, onlara
irade veren Odur. Ama unutmayalım ki Rab-bimizin onları böyle özgür yaratması,
onlara irade vermesi bu insanları asla sorumluluktan kurtarmayacaktır.
Çünkü aynı Allah yaşadıkları bu
hayat içinde onlara yanlışa gitmeme, şirke düşmeme, müslümanca bir hayat yaşama
iradesini, imkânını da lütfetmiştir. Şirki de tercih edebilirsiniz, tevhidi de.
İmanı da tercih edebilirsiniz, küfrü de buyurmuştur. İnanı yaratırken ona böyle
bir özgürlük, bir irade veren Rabbimiz, buyurun bu iradelerinizle dilediğinizi
tercih edebilirsiniz ve sonucuna katlanmak kayd-u şartıyla mü’min de
olabilirsiniz, kâfir de. Benim gönderdiğim kitap istikâme-tinde de
yaşayabilirsiniz, Benim sistemimi diskalifiye ederek Benimkine alternatif haram
ve helâller de üretedebilirsiniz. Sizin için gönderdiğim Benim hayat programımı
da takip edebilirsiniz, kendinize düzenler de koyabilirsiniz. Dilerseniz Benim
gönderdiğim elçilerimin tarif ettiği bir hayatı yaşarsınız kazananlardan
olursunuz, dilerseniz burnunuzun doğrusuna gider kaybedenlerden olursunuz.
Ama unutmayın ki kazananlar bana
kul olanlar, benim istediğim gibi yaşayanlar, kaybedenler de bana alternatif
dinler, hayat programları takip edenlerdir, buyurdu.
36. “Andolsun ki, her ümmete:
“Allah'a kulluk edin, azdırıcılardan kaçın” diyen peygamber göndermişizdir.
Allah içlerinden kimini doğru yola eriştirdi kimi de sapıklığı hak etti.
Yeryüzünde gezin; peygamberleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu
görün.”
Biz her bir ümmet için, her bir
toplum için mutlaka bir peygam-ber göndermişizdir. Kendilerine elçi
gönderilmemiş bir tek toplum yoktur. Kendilerine vahiy ulaştırılmamış bir tek
ümmet yoktur. Rabbimi-zin toplumlara gönderdiği elçilerinin ortak özellikleri de
bakın şuy-muş: Bu elçilerin tamamı gönderildikleri toplumlara şunu söylemişler:
Ey insanlar, sadece Allah’a kulluk edin. Hayatınızın her bir bölümünde sadece
Allah’ı dinleyin. Hayatınızda hakim varlık sadece Allah olsun. Sadece Allah
yasalarını uygulayın. Sadece Allah’ın istediği kulluğu yaşayın.
Allah karşıtı tanrılık iddiasında
bulunan her bir tâğuttan, her bir azgından da uzaklaşın. Allah’ın dini
karşısında din iddiasında bulunan, Allah’ın yasaları karşısında yasa belirlemeye
kalkışan, insanları Allah’a kulluktan koparıp kendisine, kendi yasalarına itaate
çağıran her bir azgın tâğuttan, o tâğutlara itaatten vaz geçin. O azgınları asla
muhatap kabul etmeyin.
İşte Rabbimiz Hazreti Adem
aleyhisselâm’dan bu yana elçi gönderdiği tüm toplumlara bu yasasını
ulaştırmıştır. İşte gönderdiği son elçisine de emrini veriyordu. Ey peygamberim,
sen insanları sadece Bana kulluğa dâvet et. Sen ve senin dâvetini kabul edenler
Be-nim karşıtım azgın tâğutlardan uzak durun. Hayatınızın hiçbir bölümünde
tâğutlara karışma alanı bırakmayın. Benimle birlikte tağutların yasalarını da
uygulamaya kalkışarak şirke düşmeyin.
Şimdi Rabbimiz tüm elçilerine böyle
buyurmuşken, son elçisine de bunu emretmişken, tüm peygamberler tarih boyunca
insanları yalnız Allah’ı dinlemeye, Allah karşıtı tâğutları reddetmeye çağırıp
dururlarken tâğutlara itaat eden, putları Allah’a ortak koşan ve de eğer Allah
istemeseydi biz bu suçları asla işleyemezdik diyerek küfür ve şirklerinin
faturasını Allah’a kesmeye çalışan bu müşriklere ne demek lâzım? Bu durumda
Allah’ı bırakarak, Allah’a kulluğu bırakarak, Allah’ın dinini terk ederek
tâğutların dinini uygulamaya çalışan bu insanlar kendilerini nasıl mazur
gösterebilirler?
İşte onlardan bazılarına Allah hidâyet
edip doğru yolunu göstermiştir. Onlardan kimilerine de dalâlet isâbet etti.
Kimileri Allah’a kulak verdiler, Allah’ın kitaplarına, Allah’ın elçilerine kulak
verdiler, tevhide inandılar, Allah yoluna gittiler, müslümanca bir hayat
yaşadılar. Kimileri de Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın dininden
habersiz sapık bir hayat yaşadılar, hevâ ve heveslerine tabi oldular, tağutların
yolundan gittiler.
Öyleyse şimdi sizler ey insanlar,
arzda gezip dolaşın. Bir bakın ki yalancıların âkıbetleri nice olmuş? Allah’ı
yalanlayanların, Allah’ın âyetlerini yalan sayanların, Allah’ın elçilerini yok
farz ederek bir hayat yaşayanların âkıbetleri nasıl olmuş bir bakıverin. Âd
kavmine, Hûd kavmine, Nuh kavmine, Lût kavmine, Semûd’a bir bakmaz mısınız? Ne
âlemde şimdi onlar? O görkemli vücutlar, cüsseler, o görkemli şehirler,
medeniyetler, o görkemli ordular, o görkemli egemenlikler nerede şimdi? Nerede o
yeryüzünü titreten kralların haykırışları? Hepsi yıkılıp gitmediler mi? Hepsi
yok olup gitmediler mi? Yerlerinde baykuşlar ötmüyor mu? Tarihten hiç ibret
almıyor musunuz? Onlar gittiler de siz bâkî mi kalacaksınız? Onlar öldüler de
siz ölmeyecek misiniz? Sizin saltanatınız bitmeyecek mi? Unutmayın ki bir gün bu
dünya, bu hayat, bu güneş, bu yıldızlar ve her şey bitecek. Öyleyse sen ey
Rasül:
37. “Ey Muhammed! Onların doğru
yolda olmalarına ne kadar özensen, yine de Allah, saptırdığını doğru yola
ilet-mez. Onların yardımcıları da olmaz.”
Unutma ki sen onların hidâyeti
için, sen onların müslüman olup cennete gitmeleri için çok hırslısın, çok
harissin. Onların iman etmeleri için elinde avucunda neyin varsa harcayacak
kadar, kendini yiyip bitirecek kadar hırslısın. Niye bu adamlar cehenneme, ateşe
doğru koşuyorlar? Niye bu adamlar kendi kendilerine yazık ediyorlar? diye bütün
gücünle çabalıyor, mahzun oluyorsun. Ne oluyor sana? Şunu unutma ki sen bu iş
için ne kadar da özensen, ne kadar da haris davransan Allah’ın saptırdığını asla
hidâyete ulaştıramazsın. Allah, saptırdığını asla doğru yola iletmez. Allah,
saptıran kimseye asla hidâyet etmez. Üstelik onlar için herhangi bir yardımcı da
bulunmaz. Bir kimse sapmayı, sapıklığı tercih etmiş de, Allah da onun bu
sapıklığını onaylamışsa artık onu hidâyete ulaştıracak yoktur. Böyle birine ne
peygamberin ne de başka birisinin yapabileceği bir şey
yoktur.
38,39. “Ölen kimseyi Allah'ın
diriltmeyeceği üzerine bütün güçleriyle Allah'a yemin ederler. Hayır; öyle
değil, ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklamayı, inkâr edenlerin kendilerinin
yalancı olduklarını bileceklerini, Allah gerçekten vaat etmiştir, fakat
insanların çoğu bilmezler.”
Ölen bir kimseyi Allah’ın asla
diriltmeyeceği konusunda bütün varlıkları ile, olanca güçleri ile Allah’a yemin
ettiler. Allah öldürdüğü bir kimseyi asla diriltmez dediler. Öldükten sonra
dirilme olmaz dediler. Rabbimiz buyuruyor ki doğrusu Biz kendi üzerimize bir
vaat verdik. Kendi üzerimize hak bir vaat olarak yazdık ki Biz öldüreceğiz ve
Biz dirilteceğiz. Bunu bir hak yasa olarak kendi üzerimize yazdık. Diriltecek,
öldürecek ve hesaba çekeceğiz dedik. İşte bu Bizim kendi üzerimize yazdığımız
bir sözdür, bir vaattir. Ama insanlardan pek çoğu Bizim bu yasamızı bilmiyorlar.
Evet istedikleri kadar bu
insanlar dirilişi reddetsinler. İstedikleri kadar ölüm ötesi hayatı
reddetsinler. Yaşadıkları bu kötü hayatın sonunda çekilecekleri hesaptan
korkarak istedikleri kadar sümen altı edileceklerini iddia etsinler. Rabbimiz de
buyuruyor ki Biz kendimize bir yasa olarak, bir vaat olarak yazdık ki öldürecek
ve dirilteceğiz. Peki ne içinmiş bu? Niye böyle yapmış
Rabbimiz?
İhtilaf edip durdukları şeyler onlara
açıklansın, açıklığa ka-vuşturulsun diye. Ve kâfirler bu iddiada olanlar
kendilerinin yalancı olduklarını bilsinler diye. İşte bunun için dirilteceğiz
onları. Bir gün her şey apaçık ortaya çıkacak. Kim doğru söyledi? Kim yalan
söyledi? Kim haktaydı? Kim bâtıldaydı? Tüm ihtilâflar, her şey açığa
çıkarılacaktır. Gerçi insanların ihtilâf edip durdukları her şey bellidir. Hak
ve bâtıl elimizdeki bu kitapta ve bu kitabın pratiği olan Rasûlullah Efendimizin
sünnetinde belirtilip açıklanmıştır ama insanlar Rablerinin bu kitabından ve
elçisinin sünnetinden habersiz bir hayat yaşadıkları için bu ihtilâflar devam
etmektedir. Halbuki Rabbimizin yarın açıklayacağı her şey bu dünyada
açıklanmıştır. Her şey vahiyle ortaya konmuştur. Hiçbir şey eksik
bırakılmamıştır. Hak da belli, bâtıl da belli, iyi de belli, kötü de belli,
hayır da belli, şer de bellidir.
Şu anda Rabbimizin bu kitabını
eline alıp okuyan herkes ayan beyan bunu görecektir. O zaman biz kullara düşen
Rabbimizin kitabıyla birlikte olmak, kitabı tanımaya çalışmak, kitapla doğruyu,
hakkı bulmak, yarın zorunlu olarak Allah’ın açıklayıp ortaya koyacağı hak
bilgisine bu kitap vasıtasıyla bugünden ulaşarak Rabbimize Onun istediği
kulluğun hesabını yapmaktır.
40. “Bir şeyin olmasını
istediğimiz zaman sözümüz sadece ona “ Ol” dememizdir ve hemen
olur.”
Biz bir şeyin olmasını istedik mi
ona sözümüz sadece ol demektir. Sadece ona, ol deriz, o da hemen
oluverir. Hani kâfirler Allah hiç kimseyi diriltmeyecek diyorlardı. Öldükten
sonra asla bir diriliş yoktur, hesap kitap yoktur diyorlardı ya. İşte bakın
Rabbimiz onların bu herzelerine cevap olarak buyuruyor ki, Bizim diriltmemiz hiç
de zor değildir. Bu iş nasıl olacak acaba? Allah bu kadar insanı nasıl
diriltecek? filan diyorsanız, bu işi zor görüyorsanız bilesiniz ki Biz bir şeyin
olmasını istedik mi sadece ol deriz o da hemen oluverir. Ne olursa olsun. İster
bir yaratma, bir diriltme, bir var etme olsun, isterse bir öldürme olsun Biz o
konuda sadece ol deriz o kadar. Nasıl ki şu anda sizleri yaratmamız Bize hiç de
zor gelmiyorsa, ölümlerinizden sonra sizleri tekrar diriltmek de zor gelmez. Bu
konuda hiç kimsenin bir şüphesi olmasın buyuruyor.
41. “Haksızlığa uğrattıktan
sonra, Allah yolunda hicret eden kimseleri, andolsun ki, dünyada güzel bir yerde
yerleştiririz. Âhiret ecri ise daha büyüktür, keşke
bilseler!”
Evet bu âyetinde Rabbimiz
Mekke’de bunalmış müslümanlara yol gösteriyor. Mekke’de müslümanlar imanlarından
ötürü bir kaşık suda boğulmak isteniyordu. O ortamda ben müslümanım diyen herkes
âdeta işkenceye adaylığını koyuyordu. Allah’ın Resûlü çok kötü durumda olan
müslümanlar için yeni bir yurt arayışı içine giriyordu. Taif denendi, olmadı.
Sonra Habeşistan denendi. Medine düşünüldü. İşte Rabbimiz bu âyetinde kıyâmete
kadar zalimlerin işkenceleri altında bunalmış, dinlerini yaşama imkânları
ellerinden alınmış, Rabbim Allah demeleri yasaklanmış ve bir çıkış arayan mazlum
müslüman-lara Rabbimiz hicret yolunu gösteriyor, hicret yasasını beyan ediyor.
Müslümanlıklarından ötürü haksızlığa
uğradıktan, zulme maruz kaldıktan sonra hicret eden kullarımızı mutlaka dünyada
güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Onlara dünyada güzel yerleşim yerleri,
yurtları nasip edeceğiz. Evet Mekke’de müslümanlığından dolayı zulme uğrayıp da
Medine İslâm yurdunda Allah ve Resûlü egemenliğinde müslümanca bir hayata
yürüyenler, orada Allah'ın istediği kulluğu icra edebilme imkânı bulmak üzere
hicret edenler Allah’ın lütfuyla en güzel bir yurda ulaşmış olacaklar. Böyle
Allah’ın dinini yaşayamadıkları için hicret edenlerin hicret yurdunu mü’minler
için güzel bir yurt yapacağını vaat ediyor.
Tabii bu vaat sadece o günkü Mekke’li
müslümanlar için değil kıyâmete kadar aynı şartlarda bulunan tüm müslümanlar
için geçerlidir. Kıyâmete kadar her kim
ki bulunduğu coğrafyada Allah’a kulluğunu icra edemediği için Allah yolunda
hicrete çıkarsa yeryüzünde pek çok barınacak, yerleşecek yerler ve bolluklar
lütfedecektir Rab-bimiz. Gittiği hicret yurdunda kendisini büyük bolluklar,
bereketler, genişlikler beklemektedir. Tarihin her döneminde bunun en güzel
örneklerini görmek mümkündür. Hazreti Adem aleyhisselâmdan bu yana dünyanın
hangi coğrafyasında olursa olsun Allah için hicret edenlerin çok büyük
bolluklara, çok büyük bereket ve hayırlara, çok büyük mülk ve saltanatlara
ulaştıklarını görüyoruz.
Meselâ Mısır’da Firavunun
işkenceleri altında kıvranan İsrail oğulları Hazreti Mûsâ (a.s) la birlikte
hicrete çıkınca Rabbimiz onlara Sina gibi güzel bir yurt nasip ettiğini ve orada
onları bıldırcın eti ve kudret helvasıyla beslediğini biliyoruz.
Nuh aleyhisselâmla birlikte
gemiye binerek onun hicretine katılan müslümanların kurtuluşunu biliyoruz.
İbrahim (a.s) ve beraberinde
hicret eden ailesine bir Mekke şehrinin nasip edildiğini biliyoruz.
Yusuf (a.s) sebebiyle babası
Yakub aleyhisselâm'ın ve kardeşlerinin hicretleri sonucu kendilerine bir
Mısır'ın lütfedilişini biliyoruz.
Muhammed (a.s) ve müslümanların
Medine’ye hicretleri sonucu Rabbimizin Medine’yi onlara nasıl güzel ve müsait
bir vatan yaptığını biliyoruz.
İşte Rabbimiz diyor ki, kim Allah
için, dini için, dininin güzel olması için, âhiretinin güzel olması için,
cenneti için hicret ederse o kimse mutlaka hicret ettiği yerde çok büyük
genişlikler bulacaktır.
Tabii bu dünyadaki güzelliktir. Âhiret
yurdunun güzelliğine gelince, âhiretteki mükafatlarına gelince bundan çok daha
büyüktür buyuruyor Rabbimiz. Keşke insanlar bunu bilebilselerdi. Keşke
Rablerinin âhirette onlar için hazırladığı akla hayale gelmedik nîmetlerini bir
anlayabilmiş olsalardı. Keşke dünyadaki malların mülklerin, evlerin barkların,
yerlerin yurtların âhirettekiler yanında hiç bir şey ifade etmediğini bir hayal
edebilselerdi. Âhiret mülküne sahip olan kim, dünyanın tüm mülklerine sahip olan
kim? Cennete en son girecek bir müslümana dünyanın on misli bir mülk
verileceğini bir düşünebilselerdi o zaman anlayabileceklerdi bunu.
42. “Onlar sabreden ve yalnız
Rablerine güvenen kimselerdir.”
Onlar sabredenlerdir. Müslümanca
bir hayata sabredip direnenlerdir. Allah’ın istediği olma yolunda dişlerini
sıkanlar, mazlum bir durumdayken de, zulümler altında inlerken de, fakirken de,
zengin ve rahat bir hayatın içindeyken de, yeryüzünde, bulundukları coğrafyada
egemenlik ellerindeyken de, hasta, ya da sıhhatli bir durumdayken de, hangi
konumda olurlarsa olsunlar Allah’ın her bir konumda kendilerinden istediği
kulluğu icraya sabredenler, müslüman kalabilmenin hesabını yapanlardır onlar.
Geri adım atmayı akıllarının ucundan bile geçirmeyen ve sadece Rablerine
tevekkül eden, Rablerine güvenip bel bağlayan, yardımı Rablerinden bekleyen
kimselerdir onlar. İşte Rabbimizin vaat ettiği dünya ve Ukba mükafatlarına
ulaşacak olanlar bunlardır.
43,44. “Ey Muhammed! Doğrusu
senden önce de kendilerine kitaplar ve belgelerle vahy ettiğimiz bir takım
adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız kitaplılara sorun. Sana da, insanlara
gönderileni açıklasın diye Kur’an'ı indirdik. Belki
düşünürler.”
Ey peygamberim, Biz senden önce
hiçbir peygamber göndermedik ki o peygamber erkeklerden olmasın. Erkek olarak
gönderdiğimiz hiçbir peygamber yok ki Biz ona vahy etmiş olmayalım. Tüm
elçilerimizi erkeklerden gönderdik ve her birerine vahy ettik. Eğer bu konuda
bilginiz yoksa, bilmiyorsanız haydi isterseniz zikir ehline sorun. Buradaki
zikir ehlinden kasıt ehl-i kitaptır. Zikir, kitap demektir, zikir ehli de bizden
önceki kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlardır.
Evet Biz ilk elçi Adem
aleyhisselâm'dan son elçi Muhammed aleyhisselâm'a kadar her ne zaman bir elçi
göndermişsek mutlaka onu erkeklerden gönderdik ve o gönderdiğimiz elçimize vahy
ettik. Elçilerimizi erkeklerden seçtik ve kitaplarla, beyyinatla, delillerle,
sahifelerle vahyimizi onlara ulaştırdık.
Ve sana da şu zikir olan, gündem olan,
hayat programı olan, şeref olan, nasihat olan Kur’an'ı indirdik. Şu gündem
maddeleri olarak tüm hayatı kuşatan Kur’an'ı indirdik. Niye indirmiş Rabbimiz bu
kitabı? Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, beyan edesin diye. Umulur
ki onlar da kendilerine indirilen bu kitap üzerinde tefekkür ederler, okurlar,
anlarlar, kafa yorarlar da bu kitapta istenildiği gibi kul olma yoluna girerler.
Gerçi yine bu kitabın beyanıyla Allah’ın vahyi peygam-berler dışında başka
insanlara da inmiştir. Mûsâ aleyhisselâm'ın annesine, Îsâ aleyhisselâm’ın
annesine de vahiy gelmiş, ama Allah onlara bu vahyi insanlara ulaştırma, yâni
elçilik görevi vermemiştir. Sadece onları bu vahiy nîmetiyle nimetlendirmiştir.
Elçilik görevi, Resûllük görevi verdiği kimseler sadece erkekler oluştur. Onlar
da Allah tarafından kendilerine gönderilen vahiyleri insanlara
açıklamışlarladır. Rabbimiz onları beyyinatlarla, züburlarla, sahifelerle,
delillerle, kitaplarla şu dünya insanlığına hidâyet rehberleri olarak
görevlendirmiştir.
45,46,47. “Kötü işler
düzenleyenler Allah'ın kendilerini yere batırmasından yahut fark etmedikleri bir
yerden onlara azabın gelmesinden güvende midirler? Veya hareket halindeler iken
ki Allah'ı âciz bırakamazlar ya da yok olmak endişesindeyken onlara azabın
gelmesinden güvende midirler? Doğrusu Rabbin şefkatlidir,
merhametlidir.”
Kötülük dolapları çevirenler,
Allah’a karşı, peygambere karşı, müslümanlara karşı tuzaklar kuranlar, komplolar
peşinde olanlar, müslümanları yok etmeyi planlayanlar Allah’ın bir azapla
kendilerini yerin dibine batırmayacağından emin midirler? Bilmedikleri, hesap
edemedikleri bir yönden Allah’ın kendilerine bir azap göndermeyeceğinden eminler
mi? Bir garanti mi almışlar ki Allah’tan, Allah’ın elçi-lerine ve müslümanlara
karşı tuzaklar kurmaya çalışıyorlar? Müslümanları yok etmenin planlarını
yapıyorlar? Müslümanları yeryüzünden silmenin hesabını yapanlar Allah’tan
kendilerini yere çakmayacağı konusunda bir teminat mı almışlar? Nelerine
güveniyorlar bu insanlar? Yalnız mı zannediyorlar bu müslümanları? Tanklarıyla
ezip geçeceklerini mi zannediyorlar? Dün Mekke’yi, bugün de tüm dünyayı
müslümanlara dar etmeye çalışanlar hiç hesap edemedikleri bir yerden Allah’ın
azabını gönderip boyunlarını kırmayacağını mı zannediyorlar?
Yahut onlar dönüp dolaşırlarken
Allah’ın kendilerini yakalamayacağını mı zannediyorlar? Allah’ı atlatacaklarını,
Allah’ı âciz bırakacaklarını, Allah’ı yeneceklerini mi hesap ediyorlar. Allah’la
baş edeceklerini mi zannediyorlar? Onlar korku içindeyken Allah onları
yakalayamayacak mı? Doğrusu Rabbin Raûf'tur, Rahîm'dir, merhametlidir,
acıyandır, mühlet verendir, fırsat verendir. Düşünmüyor musunuz? Yâni eğer şu
anda Allah sizin işinizi bitirmiyorsa bu Onun âcizliğinden değildir. Düşünmek
zorundasınız. Allah’la başedebilecek misiniz? Allah’ın saltanatı karşısında
sizin gücünüz kuvvetiniz ne ki? Sinek kanadı kadar bile bir gücünüz yokken
Allah’a kafa tutarken hiç aklınız yok mu sizin? Neyinize güvenerek Allah’a,
elçilerine ve müslüman-lara tuzak kurmaya kalkışıyorsunuz? Akıllı bir insana
yakışır mı bu yaptıklarınız? Bakmaz mısınız dünya tarihine? Duymaz mısınız
geçmişlerin başlarına gelenleri? Okumaz mısınız Allah’ın kitaplarını? Allah’la
savaşa tutuşan toplumların başlarına gelenleri hiç düşünmez misiniz? Şu
kâinattaki varlıkların Rableri karşısında boyun büküp Ona nasıl kul olduklarını
görmez misiniz? Sizlerden çok daha büyük, dünyanızdan çok daha büyük varlıkların
Allah’a nasıl kul olduklarına hiç bakmaz mısınız?
48, 49, 50. “Allah'ın yarattığı
şeylerin, gölgeleri sağa sola vurarak, Allah'a boyun eğerek secde etmekte
olduklarını görmüyorlar mı? Göklerde ve yerde bulunan her canlı ve melekler,
büyüklük taslamaksızın Allah'a secde ederler. Fevklerinde olan Rablerinden
korkarlar ve emrolunduk-ları şeyleri yaparlar.”
Allah’ın yarattığı şu varlıklara
bakmıyorlar mı ki küçülerek onların gölgeleri sağa sola dönüp de Allah’a secde
ediyorlar. Göklerdeki ve yerlerdeki tüm varlıklar küçülerek, Allah karşısında
küçüklüklerini takınarak Rablerine secde ediyorlar. Gökler, yerler, göklerde ve
yerdeki tüm varlıklar, melekler büyüklük taslamaksızın Rablerine boyun bükerler,
secde ederler. Üzerlerindeki Rablerinden korkarlar. Rablerinin emirlerine ters
düşmekten ödleri kopar. Allah’ın kendilerine emrettiği her şeyi yaparlar. Madem
ki melekler, göklerdeki ve yerlerdeki tüm varlıklar Rablerine teslim olmuşlar,
Rableri karşısında küçülmüşler, kibirlenmeden Rablerine boyun eğmişler,
Rablerine secde etmişlerse biz kim oluyoruz da O’na secde etmeyelim? Tüm
varlıklar Allah’a teslimken biz kim oluyoruz da O’na teslim olmuyoruz? Neyimize
güveniyoruz biz? Hayır hayır bizler de Rabbimize teslim olmak zorundayız. Bizler
de Rabbimizin her emrine boyun bükmek, secde etmek zorundayız. Bizler de
Rabbimizin istediği bir kulluk hayatını yaşamak
zorundayız.
51. “Allah, “İki ilâh edinmeyin,
O ancak bir tek İlâhtır. Yalnız Benden korkun”
dedi.”
Evet Allah buyurdu ki iki İlâh
kabul etmeyin. Camide ayrı bir ilâhınız, caddede ayrı bir ilâhınız olmasın.
Yerde ayrı bir ilâhınız, gökte ayrı bir ilâhınız olmasın. Namazda ayrı bir
ilâhınız, hukukta ayrı bir ilâhınız olmasın. Oruçta ayrı bir ilâhınız kılık
kıyafette ayrı bir ilâhınız olmasın. İbadette ayrı bir ilâhınız, sosyal ve
siyasal hayatınızda ayrı bir ilâhınız olmasın. Hayatınızın bazı bölümlerine
karışacak ayrı bir ilâhınız, öteki bölümlerinde söz sahibi ayrı bir ilâhınız
olmasın. Sizin İlâhınız tek bir İlâhtır. Yalnız Benden sakının. Yalnız Beni
dinleyin. Yalnız Bana kul olun. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi sadece Bana
secde ediyorken, sadece Beni dinliyorken, sadece Benim emir ve yasalarıma boyun
büküyorken sizler de sadece Beni İlâh bilin diyor Rabbimiz.
Rabbimiz elçiler göndermiş, bu elçileri
vasıtasıyla insanları uyarmış, bu elçileri vasıtasıyla insanlara kendi güç ve
kudretini tanıtmış, tarih içinde kendisiyle savaşa tutuşanların, kendisine,
elçilerine ve mü’minlere tuzak kuranların başlarına gelenleri anlatmış,
kendisinden başka İlâh olmadığını tüm delilleriyle ortaya koymuş, yalnız
kendisine kul olmamız gerektiğini, yalnız kendisini İlâh bilmemiz gerektiğini,
yalnız kendisinden korkmamız gerektiğini bildirmiş.
Göklerde ve yerde egemen tek
İlâh, Benden başka sözü dinlenecek, arzuları yerine getirilecek, yasaları
uygulanacak İlâh yok demiş. Şimdi böyle bir durumda bize düşen nedir?
Yaşadığımız bu hayatın en küçük bir biriminde bile O’ndan başkalarını söz sahibi
kabul etmeden sadece O’na kulluk, sadece O’nu dinlemek. Sadece O’nun razı
olacağı bir hayatı yaşamaktır. Hayatın hiçbir bölümünde başkalarını, başka
ilâhları O’na ortak kılmamaktır. Çünkü:
52. “Göklerde yerde olan
O'nundur. Kulluk da daima O'nadır. Allah'tan başkasından mı
sakınıyorsunuz?”
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun mülküdür. Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi mülktür, Mâlik de O’dur. Mülkün Mâlikle ilişkisi de tıpkı kölenin
efendiyle ilişkisi gibi sadece O’na kul olmaktır. Göklerin ve yerin mülkü
konusunda, göklere ve yere egemenliği konusunda O’nun bir ortağı yok ki O’ndan
başka ilâhlar olsun. Göklere ve yere egemen tek İlâh O olduğu için din de yalnız
O’nundur. Göklerde ve yerde uygulanacak hayat programı da yalnız O’nundur. O’nun
mülkünde O’ndan başka din koyacak, hayat programı vaz' edecek yasa belirleyecek,
tanrılar, ilâhlar da yoktur.
Şu anda Allah’ın mülkünde, Allah’ın dünyasında Ondan
başka tanrıların, O’ndan başka egemenlerin hakim olduğu, O’nun dininden başka
dinlerin, O’nun yasalarından başka yasaların uygulandığı bir dünyada yaşıyoruz.
Bakın bu durumda olan biz kullarına soruyor Rabbimiz: Söylesenize, Allah’tan
başkalarından mı ittika ediyorsunuz? Benden başkalarından mı korkuyorsunuz?
Benden başkalarına karşı mı takvalı oluyorsunuz? Benden başkalarının diniyle,
Benden başkalarının yasalarıyla mı yol bulmaya, hayatınızı düzenlemeye
çalışıyorsunuz? Benden başkalarına mı itaat ediyorsunuz?
Halbuki:
53. “Size gelen her nîmet
Allah'tandır. Sonra, bir sıkıntıya uğradığınızda yalnız O'na
sığınırsınız.”
Size ulaşan her bir nîmet
Allah’tandır. Hiç düşünmüyor musunuz? Şu anda istifade ettiğiniz her bir nîmet
Bendenken, her şeyinizi, hayatınızı, yaşamınızı Bana borçlu iken siz kime kulluk
ediyorsunuz? Kimin nîmetlerinden istifade edip kimin kılıcını sallıyorsunuz? Tüm
nîmetleriniz Bendendir. Böyle hayatınız tıkırındayken Beni unutuyorsunuz ama
size bir zarar dokunduğu zaman, bir fakirlik, bir hastalık, bir mahrumiyet
dokunduğu zaman Bana sığınıp, Bana yalvarıp yakarıyorsunuz. İşiniz düştüğü zaman
Beni hatırlıyor, başka zaman da unutuyorsunuz.
54,55. “Sıkıntılarınızı giderince
de, içinizden bazıları kendilerine verdiğimize nankörlük ederek Rablerine eş
koşarlar. Geçinin bakalım, yakında
öğreneceksiniz.”
Bana sığındığınız, kurtulmak için
dua dua yalvarıp yakardığınız o felâketi, o sıkıntılarınızı sizden giderince de
sizden bir grup Bana şirk koşuveriyor. Bu nasıl bir iştir? Olacak şey midir bu?
Yakışıyor mu size? Bizim sevgimize küfretmek için mi yapıyorlar bunu? Nîmet
sahibine karşı yapılacak şey midir bu? Haydi yaşayın biraz bakalım. Biraz
nîmetlenin bakalım. Küfürlerinizle, nankörlüklerinizle, şirklerinizle biraz
oyalanın bakalım. Yakında öğreneceksiniz. Bu küfürlerinizin, bu şirklerinizin,
bu nankörlüklerinizin size neler kazandırdığını. Bu hayatınızın size hiçbir
hayır getirmediğini yakında anlayacaksınız. Hayata İslâm’dan başka, Allah’a
kulluktan başka hiçbir şeyin hayır getirmediğini çok yakında anlayacaksınız.
Yakında yaşadığınız bu hayatın size nasıl bir azap hazırladığını yakında
gözlerinizle göreceksiniz.
56. “Kendilerine verdiğimiz
rızıktan, onların ne olduğunu bilmeyen putlara pay ayırırlar. Allah'a andolsun
ki, uydurup durduğunuz şeylerden elbette sorguya
çekileceksiniz.”
Evet bu insanlar Allah’ın
kendilerine verdiği malları, rızıkları sadece kendisi yolunda harcamaları
gerekirken, sadece kendisinin gösterdiği gibi sarf etmeleri gerekirken utanmadan
Allah’ın yanı başında ortaklar buluyorlar da onlara da mallarından paylar,
nasipler, hisseler ayırıyorlar.
Bilmedikleri putlara, bilmedikleri
tanrılara Bizim verdiklerimizden hisseler ayırıyorlar. Yâni tanrı mıdır, ilâh
mıdır, önder midir, lider midir, şeyh midir, peygamber midir, in midir, cin
midir? Nedir? Ne değildir? bilmedikleri ama işte bunlar bizim hayatımızda söz
sahibi tanrılardır diye, hayatımızı düzenleyen sistemlerdir diye, hayatımızda
söz sahibi varlıklardır diye onlara da rızıklarından bir hisse ayırıyorlar.
Biliyoruz ki Allah dininin dışında, Allah sisteminin dışında tüm sapık
sistemlerin, tüm sapık anlayışların kendilerine göre tanrıları vardır. Ama ciddi
mânâda bunlar gerçekten tanrı mıdır? Bunlar gerçekten nedir? Ne anlamı vardır?
diye kendilerine sorulsa neyin nesi olduklarını hiçbir zaman bilemeyeceklerdir.
İşte bu bilmedikleri varlıklara, Bizim verdiğimiz rızıklardan belli bir hisse
ayırıyorlar buyuruyor Rabbimiz. Allah’a andolsun ki bu uydurduklarınızdan, bu
yaptıklarınızdan mutlaka hesaba çekileceksiniz.
Mülk Allah’ın olsun, gök Allah’ın
olsun, yer Allah'ın, rızık Allah’ın olsun, buğday Allah’ın, elma, armut, para,
pul, altın, gümüş Allah’ın olsun ve siz bütün bunları bunların sahibinin yolunda
harcayacak yerde tutun Allah karşısında tanrılık iddia edenlerin istedikleri
hayat tarzları yolunda harcayın. Allah affeder mi bunu? Allah hesabını sormaz mı
bunun? Mallarından, paralarından, hayatlarından, zamanlarından, günlerinden,
gecelerinden, mesailerinden bir hisse ayırıyorlar ve diyorlar ki bunlar da
putlarımıza, putların arkasına saklanarak egemenliği ellerine geçirmiş olan
egemen güçlerimize, toplumda iktidarı elinde bulunduranlara, ortaklarımıza,
liderlerimize, idarecilerimize, otorite sahiplerimize aittir, bunları onlara
ayırdık diyorlar.
İşte şirkin temel felsefesi budur.
Şirkin hayat programı budur. Şirk kelimesinin ifade ettiği anlam budur zaten.
Şirkte ikilem vardır. Sürekli bir ikilem içinde yaşar müşrik. Hayatının bir
bölümünde söz sahibi Allah’tır, öteki bölümlerinde de söz sahibi başka tanrıları
vardır. Onlara da hayatında yer vermek, onlar için de mal harcamak zorundadır.
Bunlar bazen ekonomik tanrılardır, bazen siyasal tanrılardır, bazen bilimsel
tanrılar, bazen hukuk tanrısı, bazen şifa tanrısı, bazen oyun eğlence tanrısı,
bazen dua, tevbe ve sığınma tanrısı, bazen kılık kıyafet tanrısı, moda ve
âdetler tanrısı vs vs. Tüm şirk toplumlarında bu tanrıları yığınlarla görmek
mümkündür. Allah’ın karıştırılmadığı alanlarda bu tanrılar söz sahibidir müşrik
toplumlarda. Çünkü hayat ikiye bölünmüştür. Allah’ın karıştığı bölüm, başka
tanrıların söz sahibi olduğu bölüm. Zaman da ikiye bölünmüştür. Allah’a ayrılan
zaman, başkalarına ayrılan zaman. İbadet gibi Allah’ın karıştığı zaman birimi,
onun dışında başkalarına kulluk yapılan zaman dilimi...
Şirk mantığı, müşrikin hayatında ilk önce
ekonomik anlayışında kendisini gösterir. Yâni bir adamın müşrik mi, değil mi?
olduğunu anlamak istiyorsanız onun mal anlayışına, kazanmasına harcamasına,
ekonomik dünyasına bir bakmanız yeterli olacaktır. Şirk anlayışı önce kişinin
mala bakışında tezahür eder. Şirk anlayışı kişilerin hayatında öyle israf
yolları açar ki kapanması bir ömür içine sığdırılamaz.
Müşrik, tanrı bildiği toplum
adına, çevre adına, moda adına, âdetler adına, töreler adına da harcama yapmak
zorundadır. Çünkü sadece Allah’ın kulu değildir o. Sadece Allah’a karşı sorumlu
değildir. Onun sorumlu olduğu, kulluk yaptığı başka tanrıları da vardır. Halbuki
müs-lümanın hayatında sadece hakim güç Allah'tır. Razı edeceği varlık tek olduğu
için de çok rahattır müslüman.
57. “Beğendikleri erkek çocukları
kendilerine; kızları da Allah'a mal ediyorlar. O bundan
münezzehtir.”
Evet yine o müşrikler kızları
Allah’a nisbet ediyorlar, sevip beğendikleri erkek çocuklarını da kendileri
sahipleniyorlar. Yâni diyorlar ki melekler Allah’ın kızlarıdır. Kendileri için
de iştahlarını çeken, iştahlarını kabartan oğlanları sahipleniyorlar. Yâni
kendileri kız çocuğu istemeyip hep erkek çocukları isterlerken, erkek
çocuklarına sahip olmayı arzu ederlerken Allah’a kız çocuklarını nisbet etmeye
çalışıyorlar. Melekler Allah’ın kızlarıdır, Îsâ ve Uzeyr aleyhisselâmlar da Onun
erkek evlatlarıdır demeye çalışıyorlar.
Bu adamlar kendisiyle bir savaş içinde
bulundukları Allah’ı hep kendileri gibi bir insan olarak düşünüyorlar. Allah’ı
hep kendilerini kendilerine zorla tanrı kabul ettiren putları gibi, egemen
tanrıları gibi tahayyül ediyorlar. Ve böylece savaş içinde oldukları Allah’ı
güçsüzleştirmeye çalışıyorlar. Allah’a kızları vererek güçsüzleştirmeye
çalışıyorlar ki onunla verdikleri savaşta kendileri galip gelebilsinler. Yâni
düşmanımıza kızları verelim, güçsüzleri verelim, biz de O’nun karşısında erkek
evlatları sahiplenelim, güçlüleri sahiplenelim ki safımızdaki güçlü ordularla
Onunla başedebilelim, O’nu yenebilelim demeye çalışıyorlar hainler. O’nun
içindir ki:
58, 59. “Aralarından birine bir
kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolar yüzü simsiyah kesilir. Kendisine
verilen kötü müjde yüzünden, halktan gizlemeye çalışır; onu utana, utana tutsun
mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü
hükmediyorsunuz!”
Onlardan birisine bir kız çocuğu
müjdelendiği zaman perişan olur. Yüzü kapkara kesilir. İçi gamla, üzüntüyle
dolar. Acaba şimdi kendisine müjdelenen bu kız çocuğundan dolayı, bu ar dolu
müjdeden dolayı herkesten kaçıp saklansın mı? İnsanların yüzüne bakamayarak
gizlensin mi? Nasıl çıkabilecek böyle bir ayıpla insanların karşısına? Ne yüzle
bakabilecek insanların yüzüne? Ne yapsın şimdi? Her şeye rağmen insanlardan
kaçsın mı? Utana, utana bunu kabullensin mi? Yoksa o kızcağızı toprağa mı
gömsün? Bunun hesabı içinde kahroluyor adam. Sanki kendisi takdir etti alçak
bunu. Sanki kendisi dünyaya getirdi o yavrucağızı. Sanki kendisi yarattı o
çocuğu. Bu cahiliye anlayışının, bu şirk karakterinin günümüzde kimi
müslümanların arasında hâlâ yaşadığına şahit oluyoruz.
Adam doğumu yaklaşmış karısına
diyor ki, 4,5 kız doğurduktan sonra, eğer bir kız daha doğurursan seni
öldürürüm. Kucağında bir kızla gelirsen seni kesinlikle eve sokmam. Bir kız daha
doğurduğun anda seni boşarım. Behey zalim, haydi o kız çocuğunun saçının bir tek
telini yarat bakalım. Erkeksen, gücün yetiyorsa haydi buyur sen yarat oğlanı.
Gücün yetiyor da niye kız evladı getiriyorsun karından? Ne suçu var o kadının?
Ne suçu var o çocuğun? Cahil aynı cahildir. Cahiliye aynı cahiliyedir. Aradan
bin yıl geçse de Allah ve Resûlünden uzak kalanların, Allah’ın dinini, Allah’ın
kitabını tanımayanların karakterleri hiç değişmiyor.
Dinsizlerden, imansızlardan birisine
bir kız çocuğu haberi verilince perişan oluyordu. Acaba tüm horluğa, hakirliğe
rağmen insanlardan saklanacak mı? İnsanlardan saklayacak mı? O kız çocuğunun
babası olarak kalma zilletine katlanacak mı? Yoksa hemen götürüp onu toprağa mı
gömecek? Rabbimiz buyuruyor ki yâni bunlar ne kötü hüküm veriyorlar? Niye
utanıyorlar kız çocuklarından? Niye utanılıyor? 2 çocuğu olan bir ana baba 3.
çocuktan niye utanıyor bugün? 3 çocuğu olan bir ebeveyn 4. çocuktan niye
utanıyorlar? 30 yaşından, 40 yaşından sonra çocuğa kavuşmaktan niye utanılıyor
bugün? Bu yaştan sonra ben nasıl insanların yüzüne bakacağım? Olacak şey mi bu?
El âlem ne der insana? Bu yaştan sonra çocuk olur mu? diyenler ne yapıyorlar?
Böyle düşünen insanların çocukları olmadığı zaman da milyarları dökmüyorlar mı
bu yolda? Tüm dünyayı verip de şu veya bu yollarla bir çocuğa ulaşmaya
çalışmıyorlar mı? Zavallı insanlar, Allah verince kabul etmezler, Allah
vermeyince de zorla ona ulaşmanın kavgası içine girerler.
Evet devir hangi devir olursa olsun,
Allah’ı tanımayanlar, Allah’ın dininden, Allah’ın yasalarından habersiz bir
hayat yaşayanlar hep böyle bir şirk anlayışını sürdüreceklerdir. Hep böyle kötü
hüküm vereceklerdir. İşte:
60. “Âhirete inanmayanlar kötülük
misâlidirler. En üstün misâli ise Allah verir. O güçlüdür,
Hakimdir.”
Âhirete inanmayanların misâli
böyle kötüdür. Âhirete, ölüm ötesi hayata inanmayanların, âhiretin hesabını
kitabını ummayanların yapıp ettikleri ne kadar kötüdür. Yücelik, üstünlükler de
sadece Allah’a aittir. Yüce sıfatlar sadece Allah’a aittir. En yüce misâlleri
verme yetkisi sadece Allah’a aittir. Allah Azîzdir, Allah izzet ve şeref
sahibidir. Allah Hakîmdir, hikmet sahibidir.
Kadınlar ve erkekler böyle zillet içinde bir
hayatı yaşıyorlar. Erkeğiyle kadınıyla insanlar Allah’a karşı zalimce bir hayat
yaşıyorlar. Allah’ın âyetlerinden, Allah’ın yasalarından habersiz isyan içinde
bir hayat yaşıyorlar, ama buna rağmen rahmeti bol olan Rabbimizin onlara karşı
nîmetleri devam ediyor, hayat devam ediyor. Eğer:
61. “Allah insanları
haksızlıklarından ötürü yakalayacak olsaydı, yeryüzünde canlı bırakmazdı. Fakat
onları belli bir süreye kadar erteler. Süreleri dolunca onu ne bir saat
geciktirebilirler ne de öne alabilirler.”
Eğer bu Allah tanımaz, din
tanımaz, kitap ve peygamber tanı-maz zalimlerin zulümleri sebebiyle onları
yakalayıverecek olsaydı, onların hak ettikleri cezalarını hemen
değerlendiriverecek olsaydı yeryüzünde debelenen hiç bir varlık kalmazdı. Lâkin
Rahmeti sonsuz olan Allah böyle yapmıyor. Suçluların, zalimlerin cezasını hemen
veri-vermiyor. Bu insanları belli bir ecele tehir ediyor. İmkân veriyor, fırsat
veriyor. Buyurun diyor dilediğiniz gibi yaşayın. İstediğiniz suçları işleyin.
Buyurun zulmünüzle, isyanınızla, imanınızla, adâletinizle, kulluğunuzla yaşayın
bir süreye kadar bakalım buyurarak hem kâfirlere, hem müşriklere, hem zalimlere,
hem müminlere, hem de tüm hayvanata, tüm varlıklara müsaade ediyor.
Evet, yaptıklarımızdan ötürü Rabbimiz
hemen bizi yakalayıp cezalandırıvermiyor. Bakın
Şûra sûresinde de Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Başımıza gelen herhangi bir musibet
ellerimizle işlediklerimizden ötürüdür. O, yine de çoğunu affeder. Sizler
Allah’ı yeryüzünde âciz bırakacak değilsiniz. Allah berisinde ne bir dostunuz,
ne de veliniz vardır.”
(Şura
30)
Canınıza, malınıza gelen herhangi bir
musîbet sadece sizlerin ellerinizle işlemiş olduğunuz günahlar yüzündendir.
Günahlar sadece ellerle işlenmez. Ama genellikle fiiller elle işlendiği için
burada eller ifadesi kullanılmıştır. Evet mallarınız ve canlarınız konusunda
size ulaşan musîbetler sizlerin ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Ama
sizin ellerinizle işlediklerinizden pek çoğunu Allah affetmektedir. Ellerinizle
işlediklerinizden pek çoğunu Allah görmezden geldiği, kaale almayıp affettiği
için bunların cezasını size tattırmıyor. Eğer Rabbiniz size bu kadar
merhametiyle muamele etmeyip de yaptığınız her bir günah yüzünden hemen
cezalandırılsaydınız mutlaka hepiniz helak olup giderdiniz. Kur’an’ın başka
yerlerinde bu hususu anlatan âyetler vardır.
"Eğer Allah kazandıklarıyla insanları
muaheze etmiş olsaydı yeryüzünde hiç bir canlı
kalmazdı."
(Fâtır
45)
Evet Rabbimiz bizim işlediklerimizden
pek çoğunu affetmekle birlikte bazıları yüzünden mallarımıza ve canlarımıza bir
şeyler göndermektedir. Öyleyse bileceğiz ki başımıza ne gelmişse kendi
işlediklerimizden dolayı gelmektedir. Ve yine mü'minlere gelen musîbet ve
sıkıntıların onların günahlarına kefaret olduğunu Resûl-i Ekrem efendimizin
hadislerinden öğreniyoruz. Müslümanın başına, malına ve canına gelen bir dert,
bir sıkıntı, bir hastalık, hattâ onun ayağına batan bir diken bile onun işlemiş
olduğu bir günahına kefarettir. Bunlar sadece mü'minin günahlarının silinmesine
sebep olmakla kalmayıp aynı zamanda onun Allah katında bir derece daha
yükselmesine sebep olmaktadır. Allah’ın Resûlü Hz. Ayşe’nin rivâyet ettiği bir
hadislerinde şöyle buyurur:
"Kulun yeryüzünde günahları çoğalıp
onlara kefaret olacak bir şeyler bulunmadığı zaman Allah onun günahlarına
kefaret olmak üzere onu bir üzüntüye duçar kılar. Böylece onun günahlarını
döküverir"
Bu nokta müslümanlar için büyük bir
ümit ve müjde kaynağıdır. Zira İslâm’ın kâr zarar hesabı determinizm ölçüsüne uymaz. İslâm’da iyilikler hiç
silinmez, ama kötülükleri iyilikler siliverir. Tıpkı suyun ateşi söndürdüğü,
artının eksiyi giderdiği gibi. Bu baptaki müjde sadece bu kadar da değildir.
Hadîd sûresinin 37. âyetinde anlatıldığı gibi ez’afen muzaafe vardır mü’minler
için. Hattâ İslâm’da bir iyiliği, bir hayrı düşünüp de onu yapmamak, yapamamak
bile mü’minin lehine bir sevaptır. Müslüman Allah’ın razı olacağı bir hayrı
yapmayı niyet eder, düşünür ama onu yapmaya imkân bulamadığı için yapamasa bile
bu niyetinden ötürü onu yapmış gibi Allah katında sevap kazanmaktadır. İşte
İslâm’da kâr zarar bilançosu budur. O halde kişi sürekli iyilik yapacak, sürekli
hayır peşinde olacak kötülüklerini silme adına, Allah’ın rızasını celp ve
gazabından da kurtulma adına.
Ama bir kere de eceli geldi mi, bu
dünya, bu hayat bitecek diye karar verdi mi; artık ne bir saat geri kalır, ne
bir saat tehir edilir, ne de bir saat ileri alınır. Tüm toplumlar için bu böyle
olduğu gibi insan için de böyledir. Toplumların eceli de böyle,
imparatorlukların eceli de böyle, dünyanın eceli de böyledir. Hangi toplum,
hangi ülke, hangi aile, hangi kent için, hangi insan için bu karar verilmişse o
gider. Tüm dünya ve gökler için karar verildiği zaman da onlar gidecektir.
Allah’ın bu kararı karşısında onları tutabilecek hiç bir güç ve kuvvet
yoktur.
62. “Beğenmediklerini Allah'a mal
ederler. Dilleri güzel şeylerin kendilerine ait olduğunu yalan yere söyler
durur. Cehennemin onların olduğunda ve önceden oraya gideceklerinde şüphe
yoktur.”
Evet hoşlanmadıkları,
beğenmedikleri şeyleri Allah’a isnat etmeye çalışıyorlar. Ecelli olmalarına
rağmen, sonlu ve ölümlü olmalarına rağmen, güçsüz olmalarına rağmen yine de
kendilerini bir şey zannederek beğenmedikleri kızları güç kuvvet sahibi olan
Allah’a isnat etmeye çalışıyorlar.
Yahut da hoşlanmadıkları
özellikleri, kendilerine lâyık görmedikleri sıfatları Allah’a izafe ediyorlar.
Böylece yalanı da kendi dilleriyle söylüyorlar. Hangi yalan? Hüsna bizimdir
diyorlar. Sonunda güzel âkıbet, cennet bizimdir diyorlar. Bu dünyada başarı, bu
dünyada en güzel sonuç, en güzel hayat, en güzel mükafat bizimdir, âhirette de
en güzel sonuç bize aittir diyorlar. Bunu söylerken de yalan söylü-yorlar. Allah
hakkında ise hiç mi hiç hoşlanmadıkları şeyleri söylüyor-lar. Hâşâ Allah,
peygamber, kitap, iman, hidâyet, müslüman hiç hoşlanılmayan iğrenç şeylerdir.
Allah karşıtı olarak kendi dünyalarında kendilerince, kendi keyiflerince, ama
Allah’ın verdiği nîmetlerle hayatlarını sürdüren bu insanlar en güzel bir
dünyanın, en güzel bir geleceğin sahibi olduklarını söylüyorlar.
Onlar ne söylerse söylesinler, nasıl
düşünürlerse düşünsünler Allah buyuruyor ki hiç şüphesiz, kaçınılmaz cehennem
onlarındır. Cehennem onlar içindir ve asla oradan çıkamayacaklardır. Çünkü insan
oğlunun gelecek hakkında hiçbir gücü yoktur. Düşünün müşrik insana bir kız
çocuğu müjdelendiği zaman gayz ve kinle doluyor ama hiçbir şey yapamıyor.
Elinden hiçbir şey gelmiyor. Haydi gücü varsa o kız çocuğunu erkek haline
getirsin bakalım. Kız yerine erkek yaratsın bakalım. Yetiyor mu buna gücü? Bakın
işte şu anda da görüyoruz ki tıp bu kasar gelişmiş olduğu halde insanların buna
güçleri yetmiyor. Adam ıararla erkek çocuğu istiyor ama Allah dilemedikçe ona
ulaşa-mıyor. Hiç çocuğu olmayan nice aile vardır ki bu uğurda tüm servetlerini
vermeye hazırlar, ama Allah dilemedikçe yapabilecekleri hiçbir şey
yok.
Allah’ı yeryüzünde silmek
isteyen, Allah’ın elçilerine ve o elçilerin yolunda yürüyen müslümanlara hayat
hakkı vermemeye çalışan insanlar haydi güçleri yeriyorsa kız yerine bir erkek
çocuğu yaratsınlar da görelim. Hayatlarının vazgeçilmez unsuru olan bir tek
yağmur damlasını bile indirmeye güçleri yetmeyen bu insanlar ne hakla
diyebiliyorlar ki bizim geleceğimiz güzeldir. Ne hakla diyebiliyorlar ki
müslümanların gelecekleri kötüdür? Cennetin sahibini diskalifiye ederek bir
hayat yaşadıkları halde nasıl diyebiliyorlar ki cennet bizimdir?
63. “Ey Muhammed! Allah'a
andolsun ki, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik. Şeytan yaptıklarını
onlara hep güzel gösterdi. Bugün de dostları odur. Onlara can yakıcı azab
vardır.”
Vallahi, tallahi senden önce de
ümmetlere, toplumlara peygamberler gönderdik. Şeytan onların amellerini de
onlara süslü gösterdi. Bugün de onların dostları, velîleri, karar mercileri
şeytandır. Yâ-ni bu iş sadece senin dönemine, senin toplumuna mahsus bir yanılgı
değildir ey peygamberim. Önceki peygamberlerin toplumlarında da bu böyle
olmuştu. Senden önceki toplumlara, ümmetlere de Biz elçiler gönderdik. O
elçilerimiz de kendi toplumlarını uyardılar. Onlar da elçilerimizi dinlemediler,
şeytan onlara hakim oldu. Şeytan onlara küfürlerini, şirklerini, Allah ve
elçileriyle savaşı onlara süslü gösterdi. Onlar elçilerimize düşman kesilirken
şeytanın dostu oldular. Onun içindir ki kıyâmet gününde de şeytan onların dostu
olacaktır. O gün onlar şeytanlara bitişik olarak, onların gittiği yere
gideceklerdir. Onlar için orada acıklı bir azap vardır.
64. “Sana Kitabı, ayrılığa
düştükleri şeyleri onlara açıklaman için, inanan kimselere de doğru yol rehberi
ve rahmet olarak indirdik.”
Şimdi sana da bir kitap indirdik.
Tıpkı senden önceki elçilerimize kitaplar ve suhuflar indirdiğimiz gibi sana da
bir kitap indirdik. Ne için? İnsanlara ihtilâf ettikleri konuları açıklayasın
diye. Bazen doğru bazen yanlış olarak söyledikleri, hükmettikleri konularda
onları doğruya, hakka, hidâyete ulaştırasın diye. İnsanlara hidâyet olsun diye.
İnsanlara rahmet olsun diye. İnsanlara rahmet kapıları açılsın diye. Tabii iman
edenlere, iman kaynaklı bir hayat yaşamak isteyenlere, rahmete ulaştıracak
kapılar açılsın diye.
Kitap onunla yol bulmak
isteyenlere en büyük hidâyet rehberidir. O zaman Rabbimizin peygamberimize
gönderdiği bu rahmet kapısının kıymetini bilerek ondan istifade etmeye
çalışmalıyız. Bu nîmetle birlikte olmaya çalışmalıyız.
65. “Allah gökten su indirir ve
ölümden sonra yeryüzünü diriltir. Kulak veren kimseler için bunda ibret
vardır.”
Kitap nîmetinden başka nîmetleri
de vardır Rabbimizin. Allah gökten su indirdi. O suyla ölümünden sonra, sararıp
solmasından sonra toprağı diriltti. Kış mevsiminde ölmüş, donmuş araziyi
diriltip hayat verdi. İşte Rabbimizin hidâyet olsun diye, rahmet olsun diye
gönderdiği kitap nîmeti de, vahiy nîmeti de aynen bunun gibidir. Yağ-mur
âyetiyle ölü toprağı dirilten Rabbimiz kitap nîmetiyle, vahiy nîmetiyle de ölü
kalplere dirilik vermiştir. Bu kitabın âyetlerini dinleyen, bu kitabın
âyetlerine kulak veren, bu kitapla yol bulmak isteyen, bu kitabın hidâyetine
tabi olan insanlar da dirileceklerdir.
Tabii bu kitapla beraber olmayan,
bu kitabın âyetlerinden habersiz yaşayan insanlar Allah’ın burada sözünü ettiği
yağmur âyeti ve benzeri âyetlerinin de birer nîmet olduğunu anlayamayacaklardır.
Bu kitapla beraber olan kimse Allah’ın tüm nîmetlerinden haberdar olacaktır.
Yâni göklerdeki ve yerdeki Allah âyetlerinden haberdar olmanın yolu bu kitaptan
geçmektedir. Kitabı tanımayan bir kimse yıllarca gökyüzünü araştırsa, yeryüzünü
incelese ne orada, ne de burada bir tek Allah âyetinin varlığının farkına
varamaz. Ama her an bu kitapla beraber olan bir mü’min bir taş mı gördü? Bir
üzüm tanesi mi gördü? Bir kar lapası mı gördü? O gördüğü, onu Allah’a, imana ve
hidâyete götürecektir. Bakın Rabbimiz bu âyetlerden birisi için de şöyle
buyuruyor:
66. “Hayvanlarda da size ibretler
vardır. Bağırsaklarındakiler ile kan arasından, içenlere halis ve içimi kolay
süt içiririz.”
Hayvanlarda da sizin için
ibretler vardır. Sizi onların karınlarından sularız. Onların karınlarında kan ve
pislik arasından çıkardığımız halis bir sütle sizi doyuruyoruz. İçimi kolay,
içenlere lezzet veren bir besinle sizi doyuruyoruz. İşte bunda da sizin için
ibretler vardır. Bu mekânizmayı o hayvanların karınlarında kuran Biziz. Bu
nîmeti sizlere sunan Biziz. Sizi sizden çok düşünen Biziz.
Gerçekten ne güzel nîmetlerdir bunlar?
Hayvanlar sabahleyin evlerimizden çıkıyorlar, yiyorlar, içiyorlar ve akşamleyin
sütlenmiş olarak bize dönüyorlar. Bizim için hareket ediyorlar, bize hizmete
âmâde kılınmışlar. Karınlarında kanla işkembe pisliği arasında Rabbimizin
koyduğu bir yasayla bembeyaz, taptaze süt ikram ediyorlar. Bu bir nîmet değil
mi? Bu akıllara durgunluk verecek bir nîmet değil mi? Bu bir âyet değil mi?
Başka? Başka ne nîmetler sunmuş Rabbimiz bize?
67. “Hurma ağaçlarının
meyvelerinden ve üzümlerden şerbet, şıra ve güzel rızık elde edersiniz. Düşünen
millet için bunda ibret vardır.”
Şu hurma ağaçlarının
meyvelerinden ve şu kupkuru çubuğun size sunduğu üzümlerden de sarhoşluk veren
şıralar ve güzel nîmetler de çıkarıyor, elde ediyorsunuz. Onlardan şaraplar da
elde edersiniz, güzel nîmetler de çıkarırsınız. Kurutmalar, içecekler,
yiyecekler de yaparsınız.
İçki hakkında ilk inen âyet işte budur.
Ya da insanların hurma ve üzümden içki yaptıklarını bu âyetiyle Rabbimiz haber
veriyor. Ve dikkat ederseniz bunlardan çıkarılan diğer rızıklar için güzel
ifadesini kullanırken içki hakkında aynı ifadeyi kullanmıyor. Üzümlerden de şıra
çıkarırsınız diyor. Diğer rızıklar için kullandığı güzel tabirini içki için
kullanmıyor. Sürekli Allah kontrolünde olan Peygamber Efendimiz zaten bidayetten
beri ağzına koymamıştı da müslümanlardan bazıları bu ifadeye bakarak içkiden
uzaklaşmışlardır.
Tabii bundan sonra da içki
hakkında âyetler gelecek ve en so-nunda Mâide'yle içki yasak edilecek. Evet işte
üzüm ve hurma da Rabbimizin âyetlerindendir. Bakın bundan daha garip bir
âyetinden söz edecek Rabbimiz:
68,69. “Rabbin bal arısına:
“Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin; sonra her çeşit
üründen ye; sonra da Rabbinin işlemen için gösterdiği yollardan yürü” diye
öğretti. Karınlarından insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen
bir millet için bunda ibret vardır.”
Rabbin arıya da vahy etti. O küçücük varlığa
da Rabbin vahyini ulaştırdı ve buyurdu ki: Dağlardan evler yap, ağaçlardan evler
yap, insanların yaptığı kovanlardan evler edin. İlk önce buralardan kendine
evler edin. Sonra da her bir meyveden ye. Sonra Rabbinin yoluna itaat ederek
yürü, devam et. Tüm çiçeklerden, çeşitli meyvelerden al diye öğretti, vahy etti.
Böylece arı Rabbinin emrine boyun eğip Rabbinin vahyi ile dağlarda, ağaçlarda ve
kovanlarda ev yaparak çiçeklerden bir şeyler toplayan arının karnından bir
içecek, bir sıvı maddesi çıkar ki ayrı ayrı renklerde insanlar için şifadır.
Muhakkak ki düşünen bir kavim için bunda da âyetler
vardır.
Arıları da bizim emrimize musahhar
kılan, onlara bu bal yap-ma içgüdüsünü veren de Rabbimizdir. Arı hangi mektepten
mezun olmuş? Hangi fakülteyi bitirmiş ki en büyük mühendislerin bile
yapa-mayacağı, en büyük matematikçilerin bile içinden çıkamayacağı bu işi
becerebiliyor? Hayır hayır ona bu işi yapmasını Allah öğretmiş, Allah vahy
etmiştir. Ve Hazreti Adem (a.s) dan bu yana arı insanlığın hizmetindedir.
Koyunu, deveyi, ineği, elma
ağacını bizim hizmetimize sunan Rabbimiz bal arısını da bize âmâde kılmıştır.
Haydi buyurun, yüksek teknolojinizle, yüksel bilimlerinizle küçücük bir arının
yaptığını yapmaya gücünüz yeter mi? Becerebilir misiniz bunu? Öyleyse şimdi
nasıl olur da her şeyi nîmet olarak bizim hizmetimize sunan böyle merhametli bir
Allah’ı reddedebilirsiniz? Nasıl nankörlük edebilirsiniz böyle bir Allah’a?
Hurmasını yiyip dururken, sütünü için dururken, balını tadıp dururken, üzümünü
yiyip dururken, havasını teneffüs edip dururken, hayvanlarından faydalanıp
dururken, dünyasında gezip dururken nasıl isyan edilebilir böyle bir Allah’a?
Halbuki Allah insana akıl vermiştir. Bütün bunları bile bile, göre göre bir
insanın Allah’a isyan içinde, kitabından habersiz, programından habersiz bir
hayat yaşaması, aklını kullanmaması gerçekten çok
gariptir.
70. “Allah sizi yaratmıştır,
sonra öldürecektir, içinizden bir kısmını da ömrünün en fena zamanına ulaştırır
ki, bilirken bilmez olurlar. Doğrusu Allah bilendir, her şeye
Kâdirdir.”
Allah sizi yaratmıştır. Sizi
yaratan Allah’tır. Hayatınız, varlığınız O’ndandır. Hayatınızı Ona borçlusunuz.
Sizi O yarattı, sonra da öldürecektir. Ölümünüz de O’na aittir. Bu hayat size
ait olmadığı gibi ölümünüz konusunda da bir yetkiniz yoktur. Hayatın ve ölümün
sahibi olan Allah kiminizi erken öldürür, kiminizi de ömrünün en erzel dönemine,
en rezil dönemine ulaştırır. İhtiyarlık dönemine ulaştırır da önceden bilir
olduğu şeyleri bilmez, bilemez olur. Doğrusu Allah her şeyi bilendir, her şeye
Kâdir olandır.
Evet dikkat ederseniz Rabbimiz önce
dışımızdaki nîmetlerinden söz etti. Dışınızdaki nîmetlerin tamamının kendisinden
olduğunu anlattı. Sonra bizzat kendi yaratılışımızın da kendisinden olduğunu
haber verdi. Sonra ölümlerimizin de kendisinden olduğunu haber verdi. Erken
ölmemizin de, ihtiyarlayıp ömrümüzün en rezil dönemine getirilerek
bildiklerimizi bilmez hale gelmemizin de kendisinden olduğunu anlatıyor.
Yâni gerçekten bakıyoruz ki insan
yaşlandığı zaman çocukluk dönemine dönüyor. Tıpkı çocukluk dönemindeki gibi çok
az şey bilir, ya da hiçbir şey bilemez hale gelir. Ya da önceki bildiklerinin,
gençlik dönemindeki bildiklerinin pek çoğunu unutuyor, bilemez hale geliyor.
Kuvveti gidiyor, gücü azalıyor, hafızası, aklı, şuuru kaybolup bunaklık ortaya
çıkıyor. Daha önceden bildiğini bilmez oluyor. Şimdi, hal böyleyken nasıl oluyor
da size bu dönemleri yaşatan, sizin üzerinizde söz sahibi olan Rabbinizi inkâr
edebilirsiniz? İşte Rabbinizin bu gücünü, kudretini gözlerinizle görüyorsunuz,
bunları yaşıyorsunuz. Sonra:
71. “Allah rızıkta kiminizi
diğerlerine üstün tutmuştur. Üstün kılınanlar, emirleri altında bulunanların
rızıklarını vermezler. Oysa rızıkta hepsi eşittir. Allah'ın nîmetlerini bile
bile inkâr mı ediyorlar?”
Allah rızık konusunda da kiminizi
kiminize tafdil edip üstün kılmıştır. Rızknızı takdir eden, taksim eden de
O’dur. Kiminize az kiminize de çok veriyor. Bu konuda da sizin bir yetkiniz
yoktur. Doğrusu Allah’ın verdiği rızka sahip olanlar, Allah’ın verdiği rızkı
elinde tutanlar elleri altında, emirleri altında olanlara, hizmetçilerine,
ihtiyaç sahiplerine vermiyorlar ki onlar da bu konuda onlarla eşit bir konuma
gelmiş olsunlar. Ya da o ihtiyaç sahipleri bu rızık konusunda onlara ortak
oldukları halde onlara vermiyorlar. Böyle yapanlar Allah’ın nîmetlerini bile
bile inkâr mı ediyorlar?
Allah’ın size verdiği o nîmetlerde, o
rızıklarda senden başkalarının da ortak olduğunu inkâr mı ediyorsun?
Elindekilerin sadece ken-dine ait olduğunu mu zannediyorsun? Unutma ki Allah’ın
sana verdiklerinde hizmetçilerinin, çalıştırdıklarının, kölelerinin, ailenin,
komşularının akrabalarının, köyündeki, kentindeki fakirlerin ortaklıkları
vardır. Şu anda sahip olduğun nîmetleri veren Allah’ın bu konudaki yasası
böyledir. Onlar da bu nîmetlerden faydalandırılmaları gerekirken, onlar da bu
nîmetlere ortak iken elindekileri sadece kendine harcayarak, hak sahiplerine
haklarını vermeyerek Allah’ın yasasına karşı mı geliyorsun? Allah’ın nîmetlerini
bile bile inkâr mı ediyorsun? Nîmet sahibine nankörlük mü yapıyorsun?
Bir düşünsene. Madem ki
elindekiler sadece senin, öyleyse sana şu balı veren kim? Arıyı senin hizmetine
sunan kim? Şu sütü veren kim? Koyunu, ineği senin hizmetine âmâde kılan kim? Şu
havayı, şu güneşi, suyu var eden kim? Şu elma ağacını senin rızkına sebep kılan
kim? Tüm bunların sahibi Allah olsun, tüm bu rızıklar Allah’tan olsun ve sen
kalkıp O Allah’ı kendi üzerinde hakim bilme. Sen kalkıp Allah yasasına ters
hareket et. Olacak şey midir bu? Tüm bu nîmetlerin sahibinin senin üzerinde hak
sahibi olmadığını iddia etmek kadar küstahlık olabilir mi? Tüm bu nîmetler
Allah’tan olsun ve sen kalkıp Allah’ın verdiği bu nîmetlerle ortak tanımayarak
tanrılığını ilân ederek Allah’a ortaklık iddiasında bulun. Allah’ın kendi
mülkünde ortakları olmadığı halde bu halinle sen Ona ortaklık iddiasında
bulunuyorsun. Bu yapılacak şey mi? Bunu ancak kâfirler yapabilir. Bakın
Rabbimizin nîmetleri devam ediyor:
72. “Allah size kendinizden eşler
var eder. Eşlerinizden de oğullar ve torunlar var eder. Size temiz şeylerden
rızık verir. Öyleyken bâtıla inanıyorlar ve Allah'ın nîmetlerini inkâr mı
ediyorlar?”
O Allah ki size nefislerinizden,
kendinizden zevceler, eşler yarattı. Kendinizden, kendi cinsinizden eşler var
etti. Bu da Allah’ın nîmetlerindendir. Eşlerinizden de oğullar, kızlar, torunlar
yarattı. Ve sizi tertemiz rızıklarla da rızıklandırdı. Evet Rabbimizin bu
âyetinden de anlıyoruz ki eşler, oğullar, kızlar, torunlar da birer rızıktır.
Hal böyleyken bu insanlar bâtıla inanıyorlar da Allah'ın nîmetlerini inkâr mı
ediyorlar? Kadınıyla, erkeğiyle, oğuluyla, kızıyla insanlar Allah’ın nîmetlerine
gark olsunlar, nîmet icre bir hayat yaşasınlar, sonra da kalkıp bunca nîmetin
sahibine karşı nankörlük yapsınlar. Allah’ı bırakıp da kendi hevâ ve
heveslerine, ya da başkalarına kulluk yapsınlar.
73,74. “Allah'ı bırakıp, göklerden ve yerden
kendilerine verecek rızıkları olmayan ve vermeye güç yetiremeyen şeylere mi
tapıyorlar? Allah'a benzerler koşmaya kalkmayın. Şüphesiz Allah bilir, siz
bilmezsiniz.”
Onlar Allah’ı bırakıp da
göklerden ve yerden hiçbir şeye mâlik olmayan, hiçbir güçleri ve yetkileri
olmayan, kendilerine hiçbir rızık veremeyecek olanlara ibadet ediyorlar. Rızkın
sahibi olan Allah’ı bırakıyorlar da kendileri rızka muhtaç, âciz varlıkları
dinliyorlar. Allah’ın yasalarını bırakıyorlar da bir takım zavallıların
yasalarını uygulamaya çalışıyorlar. Allah’a benzer koşmaya kalkışmayın. Allah
yanında etkili yetkili varlıklar kabul etmeyin. Allah’a misâller getirmeyin.
Allah tek İlâh tır. Allah bilir siz bilmezsiniz. Allah kendisini kitabında ve
elçisinin sünnetinde nasıl tanıtmışsa öylece inanın, öylece kabul edin.
Bana göre Allah böyledir, bana
göre Allah şöyledir demeye kalkmayın. Bana göre Allah şöyle olmalıdır, böyle
olmalıdır demeye kalkışmayın. Bana göre Allah şöyle buyurmalıdır, bana göre
şunları istememelidir diyerek O’nu şartlandırmaya, O’na yol göstermeye, O’-na
akıl vermeye kalkışmayın. Bana Allah’ın dini şöyledir, bana göre Allah’ın kitabı
böyledir, bana göre peygamber şöyledir demeyin. Allah kendisini, Allah kitabını,
peygamberini, dinini nasıl ortaya koymuşsa öylece öğrenin ve iman edin. Allah
bilir siz bilmezsiniz.
Öyleyse biz Allah’ın dediğini
söylersek o zaman doğru söylemiş oluruz. Aksi takdirde Allah’ı Allah’ın
tanıttığı gibi tanımadan, kitabını O’nun bildirdiği gibi tanımadan bir yargıda
bulunmuşsak yanlış yapmış oluruz. Öyleyse Allah’ın ve Resûlünün doğrularını
bilmek zorundayız. Bakın Allah bir misâl veriyor:
5. “Allah, hiçbir şeye gücü
yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel
nîmetlerden gizlice ve açıkça sarf eden kimseyi misâl gösterir: Hiç bunlar eşit
olur mu? Övülmeye lâyık olan Allah'tır, fakat çoğu
bilmezler.”
Evet Allah bir köleyi misâl verdi
ki o kölenin hiçbir şeye gücü yetmiyor. Bir adamın, bir efendinin bir kölesi var
ve o kölenin hiç bir şeye gücü yetmiyor. Efendinin dediklerini anlamaktan da
âciz, emirlerini yerine getirmekten de, işlerini görmekten de âciz bir köle.
Şimdi böyle bir köleyi karşınıza getirin. Bir de Bizim kendisine katımızdan
güzel bir rızık verdiğimiz kimse var. O da Bizim kendisine verdiğimiz rızıktan
gizli ve açık infak ediyor. Hiç bunun ikisi eşit olur mu? Bunun ikisi bir olur
mu? Yâni hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeye güç yetiremeyen böyle bir köle ile
bizim kendisine verdiklerimizden gizli açık harcayan kimse bir olur mu?
Yâni hiç böyle bilmeyen bir
kimseyle Allah’ı Allah olarak bilen, Allah’ı nîmetlerin sahibi olarak bilen,
nîmet sahibini tanıyan, nîmetin kadrini, kıymetini bilen ve nîmet sahibine
şükreden bir kimse bir olur mu?
Öyleyse bizler Rabbimizin bu misâlini
çok iyi anlayalım, Rab-bimizin güzel rızık verdiği kimselerden olalım da O’na
teşekkür için verdiklerini O’nun yolunda kullanarak gizli ve açık infakta
bulunalım. Hamde lâyık olan, övülmeye lâyık olan, hayat programı uygulanmaya,
kulluk edilmeye lâyık olan Allah’tır ama insanlardan pek çoğu bunu bilmiyorlar.
İnsanlardan pek çoğu nîmetin sahibini bilmiyorlar. Tüm nîmetlerin sahibi olarak
kendilerini görüyorlar. Biz bulduk, biz kazandık diyorlar. Bakın bir başka misâl
daha anlatıyor Rabbimiz:
76, 77. “Allah iki adamı misâl veriyor: Birisi hiçbir
şeye gücü yetmeyen bir dilsiz ki efendisine yüktür, nereye gönderse bir hayır
çıkmaz, bu doğru yolda olan, adâletle emreden kimse ile bir olabilir mi?
Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir, kıyâmet saatinin kopuşu bir göz kırpması
kadar veya daha çabuk bir zaman içinde olur. Şüphesiz Allah her şeye
Kâdirdir.”
Yine iki adam, iki tip insan daha
düşünün ki bunlardan birisi tattır. Adamın hiçbir şeye gücü yetmiyor. İfade gücü
yok, anlatım gücü yok, meramını bile ortaya koyamıyor. Hiçbir şeyi yapma, hiçbir
şeyi becerme feraseti yok. Böyle efendisine hizmet yerine, efendisine itaat
yerine her zaman efendisine yük olan, sıkıntı olan bir insan düşünün. Efendisi
onu nereye gönderse, hangi işi buyursa bir hayır getirmiyor, bir hayır
sağlamıyor. Hep sıkıntıya sebep oluyor. Hep zarar tevlid ediyor.
Şimdi böyle bir adam hiç adâleti
emreden, her zaman Sıratı Müstakimde yürüyen bir kimse ile bir olur mu? Böyle
hiçbir işe yaramayan, sadece sıkıntı veren tat bir kimse ile toplumda adâleti
emreden, adâleti hakim kılmaya çalışan ve de kendisi Allah yolunda yürüyen
kimseyle hiç bir olur mu? Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Göklerin ve
yerin gaybı Allah’ın emrindedir. Gelecek O’nun emrinde, hayat O’nun emrinde,
memat O’nun emrindedir. Kıyâmetin emri de, kıyâmetin saati de gözün bir yerden
bir yere kayması kadar, yahut da ondan daha yakındır. Allah her şeye Kâdirdir.
Demek ki Allah çok yakın bir zamanda dünyayı tepe taklak getirebilir. Bir anda
gökleri ve yeri savuruverir. Kimse hiçbir şey yapamaz. Sura üfürmeyi emreder
Rabbimiz de bu hayatı bitiriverir.
78. “Allah sizi annelerinizin
karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak,
göz ve kalp vermiştir.”
Bir baksanıza Allah sizi
analarınızın karnından çıkardı. Siz hiçbir şey bilmiyordunuz. Bilgiden mahrum,
ne kendinizi, ne babanızı annenizi, ne çevrenizi bilmez, tanımaz bir acziyet
içinde Rabbiniz sizi analarınızın karnından çıkardı. Belki şükredersiniz diye,
belki teşekkür edersiniz, belki Rabbinize kul olursunuz, belki verenin yolunda
kullanırsınız diye Rabbiniz size gözler, kulaklar ve kalpler verdi. Sizi işiten,
gören ve hisseden kıldı. Size anlayan gönüller verdi. Umulur ki akılarınızı
başlarınıza alırsınız da sizi tüm bu nîmetlerle donatan Rabbinize hamd ü senâlar
edesiniz, kulluğa yönelesiniz diye. Analarınızın karnından sizi çıkarmasaydı,
hiç yaratmasaydı sizi kim yaratabilirdi? Kim bizi dünyaya getirebilirdi?
Rabbimiz bizi böyle insan olarak değil de taş olarak, bir hayvan olarak, bir
bitki olarak yaratmış olsaydı ne yapabilecektik? Bizi kim insan edebilirdi?
Rabbimiz bize göz, kulak ve kalp vermeseydi nereden bulabilirdik bunları? Kim
işitir yapabilirdi bizi? Kim görür yapabilirdi? Kim anlar hale getirebilirdi?
Bir düşünelim.
Allah için şöyle alışık olduğumuz şu
hayatımızdan biraz uzaklaşıp Rabbimizin âyetlerine bir dönelim. Âyetler
rehberliğinde kafamızı ellerimize alıp biraz tefekkür edelim. Kendi
hayatımızdan, şu eşyalarımızdan, teknolojiden, sanayiden, bilim, siyaset,
felsefelerimizle kendi kendimize oluşturduğumuz dünyamızdan, hayat
standartlarımızdan, düşüncelerimizden, kendi kendimize oluşturduğumuz
tanrılarımızdan şöyle birazcık sıyrılıp şu kitabı elimize alalım ve dikkatlice,
anlamak, kavramak üzere bir okuyalım. Rabbimizin bize sunduğu şu nîmetleri bir
düşünelim. Analarımızın karnından nasıl çıkarıldığımızı, nasıl yaratıldığımızı
bir düşünelim. Bir damla suyu gözümüzün önüne getirelim. Bu sudan önce alâka,
sonra, mudğa, sonra küçücük bir cenin olarak büyümeye başladığımızı, sonra ruh
üfürüldüğünü, ruh ve bedenden ibaret mükemmel bir bebek olarak, ama hiçbir şey
bilmeyen, hiçbir şey anlamayan bir insan olarak ana karnından çıkarıldığımızı
düşünelim.
Sonra Rabbimizin bizi duyan,
işiten, gören ve hisseden bir insan yaptığını düşünelim. Sonra vahiyle,
Risâletle rahmetlendirildiği-mizi düşünelim. Çevremizin gözlerimizle
görebileceğimiz görsel âyetlerle donatıldığını, kulaklarımızın da şu elimizdeki
işitsel âyetlerle karşı karşıya getirildiğini düşünelim. Bütün bunları
yapmasaydı, yaratmasaydı Rabbimiz biz ne yapardık? Kim verebilirdi bunları bize?
Kim yaratabilirdi bizi? Kim verebilirdi bize bu gözleri? Nereden alabilirdik şu
kulakları? Kimden satın alabilirdik bu kalplerimizi? Hani şu anda bunlardan
mahrum olanlar tüm dünyayı verseler elde edebiliyorlar mı? Göze, kulağa, kalbe
bir bedel ödeyebilir miyiz? Allah’ın bize lütfettiği şu nîmetlere, şu vahiy
nîmetine, şu kitap nîmetine, şu risâlet nîmetine bir bedel ödeyebilir miyiz? Bu
nîmetlerle ölümsüz bir cennete gidişe bir bedel ödeyebilir miyiz? Karşılığını
verebilir miyiz bunların? Kendi kendimize kendimizi var edebilir miyiz? Tüm bu
nîmetlerin sahibi bizleriz diyebilir miyiz? Mümkün müdür bu? Diyemeyeceksek, o
zaman gelin Allah aşkına akıllarımızı başlarımıza alalım da tüm bu nîmetlerin
sahibine şükredelim. Tüm bu nîmetleri sahibinin razı olacağı kullukta
kullanalım.
İşte Rabbimiz bu âyetinde bizden
bunu istiyor. Belki şükredersiniz diye, belki kulluğa yönelirsiniz diye tüm bu
nîmetleri size verdik buyuruyor. Rabbimiz âyetlerini tanıtmaya devam ediyor.
Tabii ancak kitapla beraber olduğumuz zaman ancak anlayabileceğimiz âyetlerdir
bunlar. Değilse, eğer şu kitapla beraber değilsek üzerimizde milyonlarca kuşlar
da uçuşsa, çevremizde binlerce koyun, deve, arı gezişse de bizim için hiç bir
mânâ ifade etmeyecektir. İşte bunun içindir ki Rabbimiz ısrarla bizi bu kitapla
beraber olmaya çağırmaktadır. İşte bakın bir dâvetiye daha alıyoruz bundan
sonraki âyette:
79. “Göğün boşluğunda Allah'ın
buyruğuna boyun eğerek uçan kuşlara bakmıyorlar mı? Onları Allah'tan başka tutan
kimse yoktur. İnanan millet için bunda dersler
vardır.”
Gökyüzünün boşluğunda Allah’ın
emirlerine, Rabbimizin yasalarına boyun eğerek uçan şu kuşlara bakmıyorlar mı?
Onları orada, o boşlukta Allah’tan başkası tutmuyor. Onları Allah’tan başka kim
tutabilir orada? Muhakkak ki bunda da iman sahipleri için âyetler, ibretler,
dersler vardır.
80. “Allah size evlerinizi
dinlenme yeri kıldı. Hayvanların derilerinden, yolculukta ve ikâmet
zamanlarınızda kolayca taşıyacağınız evler; yün, tüy ve kıllardan bir süre
kullanacağınız giyimlikler ve geçimlikler var
etmiştir.”
Yine bir baksanıza, Allah sizin
ikâmet etmeniz, sakin olmanız, sükûnete ulaşmanız, rahata ermeniz, ikâmet
etmeniz için evlerinizi dinlenme yeri kıldı. Ve ayrıca hayvanların derilerinden
yolculukta ve ikâmet zamanlarınızda sizin için evler yapmanızı öğretti size.
Öyle evler ki onları hafifçe, kolayca taşırsınız. Evet hayvanların derilerinden
yaptığınız çadırlarda nîmetlenmektesiniz. Ayrıca o hayvanların yünlerinden,
yapağılarından, kıllarından da bir süreye kadar faydalanacağınız, kullanacağınız
ev eşyaları, giyim eşyaları ve ticaret emtiaları da yaparsınız.
Evet Rahmeti bol olan Rabbimiz bizlere
sakin olabileceğimiz, oturup içinde sükûnete kavuşabileceğimiz,
mahremiyetlerimizi başkalarından koruyabileceğimiz ev yapma imkânı lütfetmiştir.
Bize bu bilgiyi, bu beceriyi ve imkânı vermiştir. Bize bunu O öğretmiştir.
Değilse bizler bunu nereden öğrenebilecektik? Hayvanları bizim için
yaratmasaydı, onları bizim emrimize âmâde kılmasaydı, onların derilerinden çadır
yapma, ev kurma bilgisini, imkânını bize lütfetmeseydi, o derilere ev yapımında
kullanım yasasını koymasaydı biz bunu nereden yapabilirdik? Evet o hayvanların
yünlerinden, yapağılarından, kıllarından giyimlikler elde etmemiz, ticaret
emtialarına ulaşmamız bunların hepsi Rabbimizin lütfudur. Bunların hepsi
Rabbimizin nîmetleridir.
81. “Allah yarattıklarından size
gölgeler yapmış, dağlarda sığınacağınız barınaklar var etmiş, sizi sıcaktan
koruyacak elbiseler, harpte sizi koruyacak zırhlar vermiştir. Size olan nîmetini
müslüman olasınız diye işte bu şekilde
tamamlamaktadır.”
Yine Rabbimiz yarattıklarından
bizim için bir gölge de var etmiştir. Gölgenin nasıl bir nîmet olduğunu bu
iklimde anlamak belki mümkün değildir, ama bir ekvator ikliminde bunun ne demek
olduğunu anlarsınız. Bir ağaç gölgesi, bir ev, bir çadır, bir bulut gölgesi ne
büyük bir nîmettir değil mi? Sonra yine Rabbimiz dağlardan sığınaklar,
barınaklar, yerleşim mahalleri de var etti. Ve yine bizler için elbiseler var
etti ki onlarla sıcaktan, soğuktan korunuruz. Vücudumuzu başkalarından saklama
imkânına ulaşırız. Ve yine Rabbimiz savaşta bizleri koruyacak zırhlar var etti.
Böylece Rabbimiz nîmetlerini bizlere tamamladı. Umulur ki tüm bu nîmetleri
lütfeden Rabbimizi tanıyalım da O’na teslim olalım diye. Tüm bu nîmetlerle bizi
perverde kılan Rabbimize O’nun istediği kulluğu icra edelim, hayatımızı O’nun
için ve O’nun belirlediği gibi yaşayalım diye.
Evet işte Rabbimizin bize lütufları,
Rabbimizin sayısız nîmet-leri. Hayvanlar, hayvanların yünleri, yapağıları,
evler, çadırlar, gölgeler, dağlarda kendiliğinden oluşmuş barınaklar, elbiseler,
zırhlar vs, vs. Hayatın devamı için bunlara ne kadar muhtacız değil mi? İşte tüm
bu nîmetler karşılığında Rabbimizin biz kullarından istediği bir tek şey vardır.
O da Onun emirlerine teslimiyet. Bu nîmetlerin sahibini bilmek ve tüm bu
nîmetleri onları verenin yolunda kullanmak, tüm bu nîmetlerle bir kulluk hayatı
yaşamak. Hayatı o hayatın sahibinin istediği gibi yaşamak. Hayatın ve ölümün
sahibi olan Allah’a boyun eğerek, Onun arzularına teslim olmak. İşte tüm bu
nîmetlerin sahibi olan Allah bizden bunu istiyor. Bizler böyle yapmak
zorundayız. Değilse:
82. “Eğer yüz çevirirlerse, ey
Muhammed! Sana düşenin sadece açıkça tebliğ olduğunu
bil.”
Eğer yüz çevirirlerse, tüm bu
nîmetleri kendilerine lütfeden Rablerinden, Rablerinin kitabından, Rablerinin
dininden, Rablerinin peygamberinden, Rablerinin kendilerinden istediği şükürden,
kulluktan yüz çevirirlerse ey peygamberim o zaman sana düşen iş apaçık bir
tebliğden başka bir şey değildir. Başka ne yapacak da peygamber? Başka ne
yapılabilir de böylelerine? Düşünebiliyor musunuz? Adamlar Rabbimizin bunca
nîmetlerini görecekler, bilecekler, bu nîmetlerin içinde bir hayat yaşayacaklar.
Gökyüzünde Rablerinin yasalarıyla uçuşan kuşları, yeryüzünde taşınan çadırları,
yapılan evleri, serinlik veren gölgeleri, barınak sağlayan dağları, elbiseleri,
zırhları ve daha nice, nice Allah âyetlerini müşahede edecekler, Rablerinin
nîmetleri içinde yüzecekler, bu âyetleri anlayabilecek göz, kulak, kalp gibi
Allah nîmetleriyle de donatılacaklar, bütün bunlara rağmen yine de Allah’a
teslim olmayacaklar.
Yine de tüm bu nîmetlerin de
kendilerinin de sahibi olan Allah’a kulluğa yönelmeyecekler. Şimdi peygamber ne
yapabilir böy-lelerine? Bir müslüman nasıl yola getirebilir bunları? Peygambere
dü-şen sadece açık bir tebliğden başkası değildir. Allah’ı bilen, Allah’ın
nîmetlerini tanıyan bu tür insanlara peygamberin yapabileceği başka bir şey
yoktur. Çünkü onlar:
83. “Allah'ın nîmetini hem
bilirler hem de inkâr ederler. Zaten çoğu kâfir
kimselerdir.”
Allah’ın nîmetlerini biliyorlar,
nîmetlerin sahibi olarak Allah’ı tanıyorlar ama inkâr ediyorlar. Zaten onların
pek çoğu kâfir kimselerdir. Gerçekten çok tuhaf bir şey. Nîmet sahibi olarak
Allah’ı bilecekler, tanıyacaklar, tüm bu nîmetlere muhtaç olduklarını
anlayacaklar, gözlerini ne tarafa çevirirlerse hep Allah’ın nîmetleriyle yüz
yüze gelecekler, ve de üstelik Allah’ın elçileri kendilerine gelip açık ve net
bir şekilde tüm bu nîmetlerin Allah’tan olduğunu kendilerine haber verecek,
kendilerine apaçık Allah’ın âyetlerini okuyacaklar ve bu insanlar her şeyi bile
bile yine de inkâr edecekler, örtecekler, örtbas edecekler. Bu nasıl bir iştir?
Anlamak gerçekten mümkün değildir. Yâni bu insanlar kendi aleyhlerine böyle bir
kararı nasıl verebiliyorlar? Böyle bir nankörce bir tavrı nasıl
takınabiliyorlar? Anlamak mümkün değildir. Yoksa onlar bir günü hatırlamıyorlar
mı? Bir günden haberleri yok mu bu adamların ki:
84. “Kıyâmet günü her ümmetten
bir şahit getiririz; inkâr edenlere itiraz için izin de verilmez, onların
özürleri de dinlenmez.”
Bir gün, kıyâmet günü Biz her
ümmetten bir şahit getireceğiz. Her toplumu, her ümmeti şahitleriyle birlikte
getireceğiz. Herkes şahitleriyle dipdiri ayakta olacaktır. Adam kendi kendine
şahit, azaları şahit, elleri, ayakları, gözleri, kulakları şahit, arz şahit,
yaşadığı dünya şahit, sema şahit, Resûller şahit, melekler şahit, Allah şahit.
Tüm bu şahitlerin şehadeti altında hesap vermek üzere Rablerinin huzurunda, o
büyük mahkemede dimdik ayaktalar. Artık orada kâfirlere, Rablerini örtenlere,
Rablerinin nîmetlerini örtenlere, Rablerinin âyetlerini örterek, kitabı ve
peygamberi örterek, fıtratlarını örterek bir hayat yaşayanlara ne itiraz için
bir izin verilir, ne de mâzeretleri dinlenir. Ne konuşmalarına, ne de özür
beyanlarına izin verilmez o gün. Fırsat ta-nınmaz artık o gün onlara. Her şey
bitti artık. Özür de bitti, tevbe de bitti, dönüş de bitti. Onu bu dünyada
anlamalı ve gerçekleştirmeliydiler. Geçmiş olsun. Tüm bu nîmetlerin sahibi
olarak Allah’ı bu dünyada kabullenmeliydiler. Yaşadıkları bu dünya hayatında
nîmet sahibine teşekkür etmeliydiler. Burada nîmetlerin sahibine nankörlük
etmemeliydiler.
85. “Zulmedenler azap
görürlerken, azapları hafifletilmez de geciktirilmez
de.”
Ama zalimler yaşadıkları bu
nankörce bir hayatın karşılığı olan azabı gördükçe onların azapları asla
hafifletilmeyecek, geciktirilmeyecek ve asla onlara bir mühlet de
verilmeyecektir. Nefes aldırılmayacaklar, yüzlerine bakılmayacak onların. Çünkü
bu alçaklar bu cezayı hak ettiler. Kendi yaptıklarının, kendi yaşadıkları
hayatın karşılığıdır bu azap. Hainler Allah’ın kendilerine verdiği imkânları
kullanmadılar. Fırsatları değerlendiremediler. Akıllarını, kalplerini,
gözlerini, kulaklarını kullanamadılar. Gözleriyle Allah’ın âyetlerini
göremediler, kulaklarıyla Allah’ın âyetlerini duyamadılar, kalpleriyle Allah’ın
nîmetlerini algılayamadılar.
Gökyüzünü, yeryüzünü,
çadırları, evleri, hayvanları, kuşları, arıları, balları, sütleri, etleri,
hurmaları, üzümleri gördüler, onları yiyip içtiler ama; Allah’ın nîmetleri
içinde yüzdüler ama bu nîmetlerin sahibi bilemediler, bu nîmetlerin sahibine
kulluğa yanaşmadılar. Bu nîmetlerin sahibinin kendilerine bu nîmetlerini
tanıtmak üzere gönderdiği kitabı ve peygamberiyle ilgi kurmadılar. Şimdi artık
istedikleri kadar hak ettikleri bu azaptan kaçıp kurtulmak için çareler
arasınlar. İstedikleri kadar özürler beyan edip mâzeretlerin arakasına
saklasınlar. Onlar için asla azapları hafifletilmeyecek, nefes aldırılmayacak,
fırsat verilmeyecek.
86, 87. “Allah'a ortak koşanlar,
koştukları ortakları gördüklerinde: “Rabbimiz! Seni bırakıp yalvardığımız
ortaklar bunlardır” derler. Koştukları ortaklar, onlara: “Doğrusu siz
yalancısınız” diye söz atarlar. Puta tapanlar o gün Allah'ın zulmüne teslim
olurlar; uydurdukları şeyler onlardan
uzaklaşırlar.”
Evet şirk koşanlar, müşrikler
koştukları ortaklarını gördükleri zaman derler ki, Rabbimiz Seni bırakıp da
kendilerine dua ettiklerimiz, ibadet ettiklerimiz, itaat ettiklerimiz,
yasalarını uygulamaya çalıştıklarımız işte bunlardır. Bakın yıllar sonra olacak
bir konu ama Rab-bimiz sanki şu anda oluyormuş gibi bizim gözlerimizin önüne
seriyor. Gaybın ve şehadetin âlimi olan, geçmişi ve geleceği bilen Rabbimiz,
önceki âyetlerde istifade ettiğimiz tüm nîmetlerin sahibi olan Rab-bimiz burada
bizi gelecekle yüz yüze getiriyor. Niye yapıyor Rabbimiz bunu? O gün yanlışa
düşmeyelim diye. Yarın kimse kendi nefsinden başkasını suçlamasın diye. Yarın
hiç kimsenin bir mâzeret hakkı kal-masın diye. Herkes bunu bilerek bir hayat
yaşasın, herkes kendi durumunu muhasebe etsin diye.
Müşrikler, Allah’ın sıfatlarını
parçalayanlar, Allah’a yetki sınırlandırması getirenler, Allah’ı hayatın bazı
alanlarına karıştırmamaya çalışanlar, hayatta Allah’tan başka söz sahiplerinin
de varlığına inananlar, hayatı parçalayıp bazı bölümlerinde Allah’ı, bazı
bölümlerinde de başka tanrıları dinleyenler Allah berisinde dinledikleri, Allah
berisinde itaat ettikleri ortaklarını gördükleri zaman diyecekler ki, ey
Rab-bimiz, işte şunlar Seni bırakıp da dua ettiklerimiz, kulluk ettiklerimizdir.
İşte biz bunlara dua ediyorduk. İşte biz bunları dinliyor, bunlara itaat ediyor,
bunları hayatımızda etkili, yetkili görüyorduk. Biz bunların istediği gibi bir
hayat yaşıyorduk. Onlar böyle deyince bakın o ortaklar, şerikler, tapınılanlar
da diyecekler ki:
O yeryüzü tanrıları, yapay tanrılar,
sahte tanrılar ve tanrıçalar da kendilerine kulluk edenlere, kendilerini etkili
ve yetkili görüp kendilerine itaat eden kullarına derler ki, ey zavallılar,
sizler yalancılarsınız. Yalan söylüyorsunuz. Sizler bize tapınmıyordunuz. Bizler
size tanrılık iddiasında bulunmadık. Sizler aslında bize değil kendi hevâ ve
heveslerinize tapınıyordunuz diyerek Allah’a teslim olduklarını iddia edecekler.
Ve artık o gün putçuların,
müşriklerin, Allah berisinde uydurdukları tüm şerikleri, tüm ortakları kaybolur
ve sadece Allah kalır. Ne putçular, ne putlaştırılanlar, ne tanrılar, ne kullar
hiçbirisi kalmaz. Zaten hiçbir anlam ifade etmiyordu onlar. Hepsi gittiler ve
cehenneme odun oldular. İnsanlardan kendileri hayatlarında bizzat kendilerinin
tanrılıklarını iddia etmedikleri halde, kimseye tanrılık iddiasında
bulunmadıkları halde insanların kendilerini putlaştırdığı sâlih kimseler,
peygamberler ve müslümanlar da cennete gideceklerdir. Bunun tamamen aksine
kendileri kâfir oldukları halde bir de üstelik kendilerini insanlara tanrı
olarak takdim eden, insanlardan kendi yasalarına itaat bekleyenler de o
putçularla birlikte cehenneme gideceklerdir.
88. “İnkâr edenler, Allah'ın
yolundan alıkoyanlara, bozgunculuklarına karşılık azab üstüne azab
veririz.”
Kâfirler ve insanları, Allah
kullarını Allah yolundan alıkoymaya çalışan, engellemeye çalışanlara, Allah
kullarının Allah yasalarını uygulamasına yasaklar koyarak onları kendi
yasalarına uymaya zorlayan, Allah kullarının Allah dinini öğrenmelerine izin
vermeyenlere, din eğitimini yasaklayanlara gelince, insanların din
özgürlüklerini kısıtlamaya çalışanlara gelince onlara azap üstüne azap veririz.
Bozgunculuklarından dolayı, Allah dinini bozmalarından ötürü, insanlara işte
Allah’ın dini budur diye resmi bir din sunarak insanların dinlerini
boz-malarından ötürü, yeryüzündeki hayatı Allah’a göre, Allah’ın kitabına ve
Resûlünün sünnetine göre
yaşamadıklarından, insanların böylece sahih bir din yaşamalarına izin
vermediklerinden ötürü onlara azap üstüne azap tattıracağız diyor Rabbimiz.
89. “O gün her ümmetten bir
kişiyi onlara şahit tutarız. Seni de ey Muhammed! Ümmetine şahit getiririz. Sana
her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde
olarak Kur’an’ı indirdik.”
O gün her ümmeti, her toplumu,
her insanı onların aleyhine şahitlerle diriltiriz. Seni de ey peygamberim, senin
ümmetine şahit getiririz. Seni de onların hepsine şahit yaparız. Yâni bir gün
tüm insanlar, tüm ümmetler, tüm insanlar şahitleriyle birlikte diriltilirler,
Allah’ın huzuruna getirilirler. Ve Rasul aleyhisselâm da tüm ümmetler üzerine
şahit olarak getirilir.
Evet bütün ümmetler kendilerinin
şahitleri olan peygamberleriyle geldikleri ve ey peygamberim, seni de kendi
ümmetine, tüm insanlığa şahit olarak getireceğiz buyuruyor Rabbimiz. Buradan
anlı-yoruz ki Rasulullah efendimiz tüm peygamberlere ve ümmetlerine şahittir.
Muhammed aleyhisselâm ve onun ümmeti, son ümmet Nuh aleyhisselâm ve toplumuna
şahitlik edecek, İbrahim aleyhisselâm ve ümmetine şahitlik edecek. Çünkü
Rabbimiz son elçisine gönderdiği bu son kitabında o peygamberlerin tümünün
hayatını, toplumlarıyla ilişkisini, toplumlarının onlara karşı tavırlarını son
derece açık ve net bir biçimde haber vermiştir. Hiçbir toplum için, hiçbir fert
için bizim böyle bir kitaptan, böyle bir elçiden haberimiz yoktu diye bir itiraz
hakları olmayacak. Çünkü Sana her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu
gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kur’an’ı indirdik buyuruyor
Rabbimiz.
Meselâ Nuh aleyhisselâma ve
kavmine diyecek ki işte peygamberiniz, işte Onun size söyledikleri ve işte sizin
Ona karşı söyledikleriniz. İşte Nuh peygamberimin sizin hayrınıza çırpınışları
ve işte sizin Ona isyanınız, Ona kafa tutmalarınız. Âd kavmine buyuracak ki işte
sizin hidâyetiniz için çırpınan Hûd peygamberim ve işte sizin Ona karşı
tavrınız. Ve tüm dünya insanına buyuracak ki işte sizin topunuza elçi olarak
gönderdiğim Muhammed aleyhisselâm ve işte sizin Ona karşı
tutumunuz.
Evet bu kitap ve bu kitabın kendisine
indirildiği peygamber size bir rahmettir, bir hidâyettir. Ve müslümanlara da bir
müjde olsun diye indirdik biz bu kitabı. İşte bu kitap ve bu peygamber her şeyin
şahiti olacak. İnsan bu kitapla ya kazanacak, ya da kaybedecek. İnsan bu kitapla
ya cennete gidecek, ya da cehennemi boylayacak. Bu kitabı kabul eden, bu kitaba
inanan ve bu kitabın içindekilerle bir hayat yaşayanlar cennete giderken, kitabı
reddedenler, kitaptan habersiz bir hayat yaşayanlar da cehenneme gideceklerdir.
Çünkü bu kitap her şeyi açıklayan, insanlar için hidâyet olan, rahmet olan ve
şahit olan bir kitaptır. İşte bu kitabında Rabbimiz Resûllerine ve onların
yollarının yolcularına şunu emreder:
90. “Allah, şüphesiz adâleti,
iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı
yasak eder. Tutarsınız diye size öğüt verir.”
Muhakkak ki Allah adâleti
emreder. Her şeyi yerli yerinde tutmayı, yerli yerince kullanmayı emreder.
Kendinizi ve eşyayı Allah’ın yarattığı gaye istikâmeti tutmayı, kullanmayı
emreder. Kendinizi ve eşyayı Allah’a kulluk ortamında tutmanızı emreder. İhsanı,
Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluğu, sürekli O’nun kontrolü altında olduğunuzu
unutmadan bir hayat yaşamanızı emreder. Ana babalarınıza karşı, çoluk
çocuklarınıza karşı, akraba ve tüm insanlara karşı münâsebetlerinizi kendi
istediği gibi ayarlamanızı emreder. Yakınlarınıza, akrabalarınıza karşı sahip
olduklarınızdan vermenizi emreder. Cömert olmanızı, paylaşmadan yana olmanızı
ister.
Ve sizi fahşadan, münkerden ve
azgınlıktan, haddi aşmaktan, Allah’ın sınırlarını tecavüzden, Allah’ın
yasalarını çiğneyip kendi hevâ ve hevesleriniz istikâmetinde bir hayat
yaşamaktan da nehy eder. Tüm kötülüklerden, hayasızlıklardan, ahlâksızlıklardan
ve aşırılıklar-dan sizi men eder. Umulur ki tezekkür edersiniz, tefekkür
edersiniz, bu Allah uyarılarını hafızalarınızda canlı tutup hayatınızı bunlarla
düzenlersiniz, Allah için bir hayat yaşayasınız.
Evet işte Allah’a kulluğun, Allah için
bir hayat yaşamanın, Allah kontrolünde olmanın, Allah’ı görüyormuşçasına O’na
kul olmanın yasaları bunlardır. Adâlet, ihsan, akrabaya vermek, fuhşiyatın,
mün-keratın, ahlâksızlığın her türlüsünden, azgınlığın, bâğîliğin, haddi
aş-manın, sınırları çiğnemenin, Allah’a isyanın her türlüsünden uzak dur-mak.
Ayrıca:
91. “Ahitleştiğiniz zaman
Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah'ı kendinize kefil kılarak sağlama
bağladığınız yeminleri bozmayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz
bilir.”
Söz verip ahitleştiğiniz zaman da
Allah’a verdiğiniz sözlerinizi yerine getirin. Akitleşip anlaşma yaptığınız
zaman Rabbinize verdiğiniz ahitlerinizi yerine getirin. Önce Allah’a karşı
verdiğiniz taahhütlerinize, sonra da kullara karşı taahhütlerinize sadık
davranın. Allah’ı kendinize kefil tutarak, şahit tutarak sağlamlaştırdığınız
yeminlerinizi bozmayın. Allah adıyla pekiştirdikten sonra, vallahi billahi
dedikten sonra yeminlerinizi, taahhütlerinizi bozmayın. Unutmayın ki Allah tüm
yaptıklarınızı bilmektedir. Unutmayın ki sürekli O büyük iradenin gözetimi
altındasınız. Unutmayın ki Allah’ı asla atlatamazsınız, diskalifiye
edemezsiniz.
Hani sizler kendi aleyhinizde Allah’ı
şahit tutmuştunuz. Kendi üzerinize Allah’ı şahit tutarak yeminler etmiştiniz.
Hangi konuda? Hangi konuda yemin etmişseniz Allah onu bilmektedir. Allah
yaptıklarınızın tümünden haberdardır. Allah’a karşı Allah’ı şahit tutarak sözler
verdiniz. Söz ya Rabbi, Sen şahit ol ki ben senden başkalarını Rab ve İlâh
bilmeyeceğim. Ben senden başkalarına kulluk etmeyeceğim. Senden başkalarının
çektiği yere gitmeyeceğim. Senden başkalarını hayatımda söz sahibi bilmeyeceğim.
Hayatımın her alanında sadece Seni dinleyen bir müslüman olacağım, müslümanca
bir hayat yaşayacağım diye Onu şahit tutarak yemin etmiş, söz vermiştiniz.
Müslü-manca bir hayatın gereklerini yerine getireceğinize söz vermiştiniz.
Çevrenize karşı en güzel bir müslümanlık örneği sunacağınıza söz vermiştiniz.
Artık Rabbiniz adına verdiğiniz bu sözlere, yaptığınız mî-sâklara,
gerçekleştirdiğiniz bu anlaşmalara sadık kalın.
Bu ne biçim iştir böyle? Hem
başta Allah’a söz vereceksiniz, hem sözlerinize, yeminlerinize Allah’ı şahit
tutacaksınız, hem de Al-lah’a verdiğiniz o sözlerinizden vaz geçeceksiniz.
Müslümanlığınızın farkında olmadan bir hayat yaşayacaksınız? Olacak şey midir
bu? Ama unutmayın ki Allah yaptıklarınızın tümünden haberdardır, her şeyinizi
bilmektedir. Hal böyleyken sakın ha sakın:
92. “Bir ümmetin diğerinden daha
çok olmasından ötürü, aranızdaki yeminleri bozarak, ipliğini iyice eğirip
katladıktan sonra bozan kadın gibi olmayın. Allah onunla sizi dener. Andolsun
ki, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size kıyâmet günü
açıklar.”
İpliğini sağlamca eğirip
büktükten sonra onu çözüp bozan kadın gibi olmayın. Akşama kadar emek, emek
iplik büken, çalışıp çabalayan, yorulup ırılan ama ondan sonra da akşam o kadar
emek çektiği ipliğini bozup dağıtan kadın gibi olmayın. Bir toplum diğer bir
toplumdan daha çok olduğu için yeminlerinizi aranızda böyle bozarak
yeminlerinizi fesat konusu yapmayın. Yeminlerinizi bozmak için fırsat
kollamayın. Meselâ bir kavimle anlaştınız. Birileriyle aranızda bir sözleşme
yaptınız. Sonra o anlaşma yaptığınız kimselerden daha güçlü birileriyle
karşılaşınca, onlardan daha kârlı, daha menfaatli birilerini bulunca bu bizim
için onlardan daha karlı diyerek daha öncekilere vermiş olduğunuz sözden
vazgeçmeyin. Daha önce yaptığınız anlaşmayı bozmayın.
Bakın Allah sizi onunla imtihan
ediyor. Unutmayın ki Allah sizi anlaştığınız, sözleştiğiniz o toplumla, o
kimseyle deniyor. Daha menfaatli, daha karlı gördüğünüz kimseler lehine,
öncekiler aleyhine anlaşmanızı bozup bozmadığınıza bakıyor. Şunu kesinlikle
bilesiniz ki eğer öncekilere verdiğiniz sözünüzden dönmezseniz, Allah’ın bu
ya-sasına sadık davranırsanız, kesinlikle bilesiniz ki Allah size ondan daha
menfaatli, daha karlı işler lütfedecektir. Ama eğer akşama kadar iplik büken,
örgü ören ve akşamleyin de onu bozuveren bir kadın durumuna düşerseniz
kesinlikle hep zarar edeceksiniz ve bu da sizin aleyhinize çıkacaktır. Yine
unutmayın ki:
Allah kıyâmet günü size ihtilâf
ettiğiniz, tartıştığınız, yamul-duğunuz tüm eylemlerinizi, tüm sözlerinizi,
ahitlerinizi mutlaka açıklayacak, gözlerinizin önüne serecek ve hesabını
soracaktır. Öyleyse size düşen, Rabbinizin sizden istediğine riâyet ederek
verdiğiniz sözlerinizde durmak, anlaşmalarınıza sadık davranmaktır. Gerek
Rabbi-nize karşı, gerekse kullara karşı verdiğiniz ahitlerden dönmemektir. Söz
verip anlaşma yaptığınız kimse hattâ bir kâfir bile olsa sözünüzü asla
yalamayın. Bu bir müslümana yakışmaz. Bu bir kâfirdir, bu bir düşmandır, ben
buna verdiğim sözden vazgeçebilirim demeye hakkımız yoktur. Mü’min eman sahibi,
güven sahibi insandır. Veya işte bu adam filan gruptan, bu güçsüz, bu zayıf,
bunun elinde çeki, senedi yok falan demeyin.
Unutmayın ki kime bir söz
vermişseniz aslında sözü ona değil, Allah’a vermişsinizdir. Söz Allah için
verilmiştir. Vaat Allah’ın vaadidir. Unutmayın ki söz verdiğiniz o kişiden önce
bu konuda Allah’a karşı sorumlusunuz. Yâni sözü ister Allah’a karşı, ister
kullara karşı vermiş olun fark etmez, sorumlu olduğunuz makam Allah’tır. Öyleyse
bu sorumluluğunuzun bilincinde bir hayat yaşayın. Öteler âleminde Rabbi-nizin
sualiyle karşı karşıya kalacağınızı ve iyiliklerinizin sizi cennete,
kötülüklerinizin de cehenneme doğru götüreceğini unutmadan
yaşayın.
93. “Allah dileseydi, sizi tek
bir ümmet yapardı. Ama O, istediğini saptırır, istediğini doğru yola eriştirir.
İşlediklerinizden, andolsun ki, sorumlu
tutulacaksınız.”
Allah dileseydi sizi tek bir
ümmet yapardı. Lâkin içinizden sap-mak isteyenleri, sapıklığı tercih edenleri,
iradelerini sapıklıktan yana kullananları Allah saptırır, bunun tamamen aksini
tercih ederek hidâyete yönelenlerin de bu yönelişini onaylayarak Allah hidâyete
ulaştırır. Yâni sapmak dileyeni saptırır, hidâyet isteyene de hidâyet lütfeder
Allah. İradelerinizle tüm yaptıklarınızdan, tüm tercihlerinizden bir gün mutlaka
sorguya çekileceksiniz.
94. “Birbirinizi aldatmak için
yemin etmeyim ki, bu yüzden sağlamca yere basmakta olan ayak sürçebilir; Allah
yolundan alıkoymanıza karşılık kötü bir azab tadarsınız ve (âhirette) de size
büyük bir azab vardır.”
Sakın ha sakın yeminlerinizi
aranızda ihlâl etmeyin. Yeminlerinizi birbirinizi aldatma sebebi kılmayın. Eğer
böyle yaparsanız sağlamlaştıktan sonra ayaklarınız kayar gider. İmandan, Allah
yolundan kayar gidersiniz Allah korusun. Böylece Allah yolundan saptığınız ve
insanları sapıttığınız için de Allah size kötülük tattırır. Ve bu da sizin için
büyük bir azap olur, büyük bir azap sebebi olur. Bunu da asla unutmayın. Söz
verdiniz, yemin ettiniz ve aranızda bir anlaşma yaptınız. Bu yeminlerinizi
aranızda fesat konusu, bozgunculuk konusu yapmayın. Eğer sürekli bozmadan yana
bir tavır almaya alışırsanız bu sizin ayaklarınızın kaymasına sebep olacaktır.
Hem sizin kendi ayaklarınız imandan kayıp gidecek, hem de insanları Allah
yolundan kaydırmış olacaksınız. Çünkü bir müslüman olarak, Allah’a inandığını
iddia etmiş bir kimse olarak sizdeki bu dönekliği, bu cıvıklığı, bu sözünde
durmamayı görenleri de Allah yolundan alıkoyacağınızı, onları Allah dininden
uzaklaştırıp soğutacağınızı unutmayın.
Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu
hususu anlatırken şöyle diyordu: “Münafığın alâmeti üçtür. Söz verdiği
zaman sözünde durmaz. Kendisine emanet edilene hıyanet eder. Konuştuğu zaman da
yalan söyler.” Evet bunlar kişiyi imandan uzaklaştıran özelliklerdir.
Kişiyi imandan çok nifaka yaklaştıran özelliklerdir ki bir mü’minin böyle
özellikleri taşıması mümkün değildir. Şimdi düşünün, bir müslüman olarak Allah’a
yahut Allah adına bir insana bir söz vereceksiniz, bir taahhütte bulunacaksınız,
bir anlaşma yapacaksınız, hem de Allah’ı şahit tutarak bu anlaşmaya sadık
kalacağınıza yemin edeceksiniz, ondan sonra da dönüvereceksiniz bu sözünüzden.
Bu halinizle siz nesiniz? Ve bu yaptığınızla insanları nereye götürüyorsunuz?
Hem kendinizi hem de insanları Allah’tan, dinden, İslâm’dan soğutup
uzaklaştırmıyor musunuz? Allah’tan korkun. Allah’ın size ulaştıracağı acıklı bir
azaptan korkun da aklınızı başınıza alın!
95. “Allah'ın ahdini hiç bir
değere değişmeyin. Eğer bilirseniz, Allah katında olan sizin için daha
iyidir.”
Allah’ın ahdini, Allah’la
sözleşmelerinizi, Allah adına verdiğiniz sözlerinizi az bir pahayla satmayın.
Allah’a verdiğiniz sözü değersiz bir pahaya satmayın. Hangi sözü? Hangi ahdi?
Hani belâ demiştiniz ya Rabbinize. Ezelde, ya da müslüman olduğunuz gün, bu
âyetle tanıştığınız gün söz vermiştiniz Rabbinize. Tamam ya Rabbi, Sana inandım
ya Rabbi, Sana ve Senden gelenlerin tümüne inandım ya Rabbi, Sen ne demişsen
tamam ya Rabbi, Senin dediğin gibi olacağım, Senin dediğin gibi yaşayacağım,
Senin istediklerini yaptığım tak-dirde karşılığında cennetin farkındayım, aksini
yaptığım takdirde de cehennemin şuurundayım ya Rabbi demiştik ya, işte bu
ahitlerinizi az bir pahayla değişmeyin diyor Rabbimiz.
Hani Bana söz vermiştiniz, her
şart altında müslüman olacaktınız, her halükârda müslüman kalmanın hesabında
olacaktınız. Yap-mayın, bozmayın bu ahitlerinizi, satmayın sözlerinizi diyor
Rabbimiz. Siz bilirsiniz, Beni satabilirsiniz, Bana verdiğiniz sözlerinizi
satabilirsiniz, imanlarınızı, İslâm’larınızı satabilirsiniz. Bana verdiğiniz tüm
ahitlerinizden vaz geçebilirsiniz. Ama unutmayın ki bunun karşılığında bırakın
üç beş kuruşluk menfaati, tüm dünyayı alsanız bile Benim sizin için hazırladığım
cennetin yanında ne kadar az kaldığını, ne kadar bitici olduğunu unutmayın
diyor, Rabbimiz.
96. “Sizde olanlar tükenir ama,
Allah katında olanlar sonsuzdur, tükenmez. Sabredenlere ecirlerini,
yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz.”
Şunu kesinlikle bilesiniz ki
sizin yanınızda olanlar, bu dünyada olanlar biter, tükenir ama Allah katında
olanlar sonsuzdur, bâkîdir, asla tükenecek değildir. Allah yanındakiler sizin
için hayırlıdır eğer bilirseniz. Öyleyse bırakın o bir gün bitecek, tükenecek
olanları da Allah katındakileri elde etmeye çalışın. Sizin mallarınız, sizin
mülkleriniz, sizin saltanatlarınız, sizin güçleriniz bir gün gelir yok olur, gün
gelir biter. Çünkü sizler de fânisiniz elinizdekiler de fânidir, dünya da
fânidir. Ama Allah’ın yanındakiler, Allah’ın katındakiler bâkîdir, ölümsüzdür,
nihâyetsizdir, bitmez tükenmez olandır.
Unutmayın ki Biz sabredenlere, Allah’ın
elindekilere ulaşmak adına, Allah’ın cennetine ulaşmak adına dünyanın basit
menfaatlerine karşı kendisini tutmaya çalışanlara, Allah’ın rızasını kazanmak
adına müslümanca bir hayata sabredenlere, müslümanca kalabilmenin, Allah’ın
istediği bir hayatı yaşamanın direncini gösterenlere amellerinin en güzelinin
karşılığını vereceğiz diyor Rabbimiz.
Evet yaptığı bir anlaşmanın,
verdiği bir sözün karşılığında gör-düğü dünyanın geçici ve sonlu menfaatleri
karşısında Allah için direnen, o menfaatler karşısında yıkılmayan, sözünden
vazgeçmeme ko-nusunda direnen kimselere Rabbimiz bunu vaad ediyor. Onların
yaptıkları amellerin en güzeliyle mükafat vereceğiz diyor. Yâni bu dünyada
onların kıldıkları tüm namazlarını en güzel namazlarıyla çarpacak, tüm
infaklarını en güzel, en ihlaslı verdikleri infakları gibi kabul edecektir. Tüm
amellerini Rabbimiz onların en güzeli gibi kabul edecek ve mükafat
verecektir.
97. “Kadın, erkek, inanmış olarak
kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini yaptıklarından
daha güzeli ile ödeyeceğiz.”
Evet erkek ve kadın kim ki iman
etmiş olarak sâlih amel işlerse, imanının gereğini yerine getirirse, imanını
hayatında görüntüler, fıtratının gereği bir hayat yaşayarak imanını gündeme
getirirse, hayatını Allah’ın örnek kulu Rasûlullah’a benzetirse, Rasûlullah gibi
yaşarsa ona hoş bir hayat sağlayacağız diyor Rabbimiz. Böyle yapan erkek ve
kadınlara dünyada tertemiz bir hayatla dirlik ve düzenlik lütfedeceğiz diyor.
Onların dünyadaki hayatlarını güzelleştireceğiz diyor. Onların hayatlarını,
yaşantılarını mutlu kılacağız ve öbür tarafta da yapmış oldukları amellerin en
güzeliyle onları mükafatlarını, karşılıklarını vereceğiz. Dünyada güzel bir
hayat, tertemiz bir hayat, mutlu, canlı, huzurlu bir hayat, âhirette de ondan
çok daha güzel bir hayat. İşte buna ulaşmanın yolu iman ve sâlih amelden
geçmektedir. Erkek ve kadın Allah’a Allah’ın istediği gibi iman edecek, kitaba
Allah’ın istediği gibi iman edecek, peygambere Allah’ın istediği gibi iman
edecek ve hayatını bu imanla düzenleyecek, iman kaynaklı bir hayat yaşayacak.
Ve bu iş için kadın ve erkek ayırımı da
yoktur. İster kadın olsun, ister erkek imanla ameli birleştiren, imanını amelle
ispat eden herkese vaad ediyor Rabbimiz bunu. Böyle yaparsak dünyamız da güzel
olacak âhiretimiz de güzel olacak. Tabii Rabbimizin istediği böyle bir hayatı
gerçekleştirmenin yolu da elimizdeki şu kitaptan ve bu kitabın pratiği olan
Rasûlullah efendimizin sünnetinden geçmektedir. İmanla amelin bütünleştirileceği
bir hayatı yakalayabilmenin tek yolu sürekli bu kitap ve sünnetle birlikte
olmaktır. Kur’an’la birlikteliğimiz esnasında da şuna dikkat
edeceğiz:
98. “Kur’an'ı okuyacağın zaman,
kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.”
Kur’an’ı okuyacağın zaman
kovulmuş, taşlanmış, lânetlenmiş, rahmetten uzaklaştırılmış şeytandan Allah’a
sığın. Hem Kur’an okuyacağız, Kur’an’la birlikte olacağız, hem de şeytan bize
ilişebilecek öyle mi? Gerçekten şeytan çok büyük bir tehlikedir. Ama Rabbimiz
kitabının başka bir yerinde Allah’ın muhlis kulları için onun hilesi, tuzağı,
mekri çok zayıf diyordu. Ama ihlastan uzak, Allah’la samimi bir bağ kuramamış,
şeytandan gafil olanlar için büyük bir tehlikedir şeytan. Eğer ondan onun ipleri
elinde olan Rabbimize sığınabilirsek, böyle bir tehlike karşısında güç
kaynağımızla irtibata geçebilirsek elbette yapabileceği hiçbir şeyi olmayacaktır
şeytanın.
Peki acaba şeytan Kur’an okuyan,
Kur’an’la beraberlik gerçekleştiren bir insana nasıl zarar verebilir? Ne tür
oyunlar oynayabilir?
Meselâ Kur’an okuruz ama anlamadan
okuruz. Kur’an okuruz, ama uygulama sahasına koymayız. Kur’an okuruz, ama mânâya
değil de sırf tecvitle okumaya, harfleri mahreçlerinden çıkarma gayretine
kapılabiliriz. Kur’an okuruz, ama başkalarına okumayız. Başkalarına duyurma
derdinden uzak oluruz. Kur’an okuruz, ama samimi olmayız. Şeytan işte bu
noktalardan bizi yakalamaya çalışır. Öyleyse Allah’ın kitabını okumak üzere
elimize aldığımızda şeytandan Allah’a sığınacağız. Kur’an okumaya başladığımızda
anlamak, kavramak ve gereğini yerine getirmek üzere okuyacağız. Samimi olacağız,
hasbi olacağız. Ben bununla hayatımı düzenlemek üzere okumaya başlıyorum
diyeceğiz. Bu kitap benim hayat programımdır diyerek okumaya başlayacağız. Bu
kitap benim için yol gösterici bir hidâyet rehberidir diyerek okuyacağız. Kur’an
benim için bir Furkân ve basirettir diyerek okuyacağız. Kur’an’a bakışımızı
Allah’ın istediği gibi düzelteceğiz ki o zaman şeytan bizi Allah’ın kitabından
uzaklaştıramayacak. Unutmayalım ki:
99, 100. “Doğrusu şeytanın,
inananlar ve yalnız Rabbine güvenenler üzerine bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu
sadece, onu dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar
üzerinedir”
Şeytanın iman eden ve yalnızca
Rablerine tevekkül eden, Rablerine teslim olan, hayatlarının tüm alanlarında
karar vermeyi Rablerine bırakan, Rablerinin kendileri hakkında verdiği kararları
uygulamaya yönelen, Rablerini kendileri için tek vekil kabul edip vekaletlerini
Ona bırakan kullar üzerinde şeytanın hiç bir sultası, bir saltanatı, bir
yaptırım gücü, bir baskısı, bir nüfusu olmayacaktır buyuruyor Rabbimiz. Allah’ın
böyle kullarına karşı yapabileceği hiçbir şey yoktur.
Evet demek ki şeytan kime sahip
olabiliyormuş? Kimler üzerinde etkili olabiliyormuş? İman etmeyenler ve
Rablerine tevekkül etmeyenler. Rablerine sığınmayanlar, güvenmeyenler.
Hayatlarını Rablerine bırakmayanlar. Rablerinin kendileri adına aldığı
kararlarına güvenmeyerek kendi hayatlarını kendileri düzenlemeye, belirlemeye
kalkışanlar. Rableri için bir hayat yaşamaya yönelmeyenler. İşte şeytan ancak
böylelerine zarar verebilecektir. Çünkü böylelerinin velîsi, dostu şeytandır.
Onlar Velî olarak Allah’a güvenip dayanmadıklarından, Allah’ın istediği hayatı
yaşamadıklarından şeytana güvenip dayanmışlardır. İşte şeytan böyle kendisine
güvenip dayananları ve Allah’a şirk koşanları
saptıracaktır.
İşte yaşadığımız dünyada en büyük tehlike
boyutlarını böylece ortaya koyuyor Rabbimiz. Tabii tehlikeyi gösterirken aynı
zaman da çareyi de gösteriyor. Öyle değil mi? Şeytan varsa, şeytan bir
tehli-keyse sığınılacak yüce bir irade yok mu? Şeytan varsa sığınırız
Rab-bimize. Okuruz Rabbimizin kitabını ve tanırız şeytanı. Tanırız şeytanın bize
yaklaşma yöntemlerini. Okuruz Kur’an’ı ve bu kitapla hidâyet buluruz. Bu kitabın
sahibine tevekkül ederiz. Onu Rab ve vekil biliriz ve ondan korunmuş oluruz.
Dost bilmeyiz şeytanı. Onu Velî bilip hayatımızı ona teslim etmeyiz. Dinlemeyiz
onu.
Şirk koşmayız Rabbimize.
Hayatımızda Allah’tan başkalarına karışma alanı bırakmayız. Yetki sınırlaması
getirmeyiz Rabbimize. Hep O’nu dinleriz. O zaman işte Rabbimiz haber veriyor ki
biz böyle olursak onun bize karşı yapabileceği hiçbir şeyi yoktur. Evet işte iki
yol da karşımızda duruyor. Birisi Velî Allah yolu, diğeri velî şeytan yolu.
Buyurun sonucuna katlanmak kayd-u şartıyla dilediğimizi tercih
edebiliriz.
101. “Bir âyetin yerini başka bir
âyetle değiştirdiğimizde, ki Allah ne indirdiğini gâyet iyi bilir onlar,
Muhammed'e: "Sen sadece uyduruyorsun" derler. Hayır, öyle değildir, ama onların
çoğu bilmezler.”
Biz bir âyeti bir başka âyetle
değiştirdiğimiz zaman ki Allah indirdiğini en iyi bilendir. Allah en iyi bilen
olduğu halde, bu konuda kimsenin etkisi altında kalmadan mutlak yetki sahibi
olduğu halde kendisine ait olan bir âyeti başka bir âyetle değiştirdiği zaman
derler ki sen iftira ediyorsun. Ey Muhammed sen uyduruyorsun bunları. Sen
uyduruyor ve bir de Allah’a izafe ediyorsun derler. Hayır hayır öyle değil.
Onlar bilmiyorlar. Onlar bilgisiz bir güruhtur. Bu âyetleri Allah indiriyor.
Allah ne indireceğini en iyi bilendir. Ve bu âyetlerin mübelliği olan, mübeyyini
olan, yâni tebliğcisi ve açıklayıcısı olan peygamberin bu konuda hiç bir yetkisi
yoktur. Kur’an baştan sona Allah’ın kitabıdır, Allah’ın sözüdür.
102. “Ey Muhammed! De ki:
“Kur’an'ı; Ruhül Kudüs (Cebrâil) Rabbinin katından, inananların inançlarını
pekiştirmek, müslümanlara dostluk rehberi ve müjde olmak üzere gerçekle
indirmiştir.”
De ki ey peygamberim, Onu Ruhu’l
Kudüs indirdi. Cebrâil onu Rabbinden bir hak olarak, iman edenlerin imanlarını
pekiştirmek, sağlamlaştırmak, onları hidâyete ulaştırmak ve müslümanlara müjde
olmak üzere indirmiştir. Evet bu Kur’an’ı Allah tarafından hakla, hak yasalarla,
hak âyetlerle, haklı olarak insanlara indiren Cebrâil’dir. Bu kitabın indirilişi
konusunda peygamberin hiç bir yetkisi, dahli yoktur. Bu Kur’an’ı peygamber
uydurmamıştır. Öyleyse bu kitabın âyetlerini değiştirme yetkisi de sadece
Allah’a aittir. Allah dilediği âyetini dilediği âyetle değiştirme yetkisine
sahiptir. Bu konuda kimsenin Ona hesap sorma hakkı olmadığı gibi peygambere
iftira etme hakkı da yoktur.
103. “Andolsun ki: “ Muhammed'e
elbette bir insan öğretiyor” dediklerini biliyoruz. Kast ettikleri kimsenin dili
yabancıdır, Kur’an ise fasih Arapça’dır.”
Andolsun ki Biz Muhammed
aleyhisselâma Allah tarafından Cebrâil vasıtasıyla indirilen bu kitap hakkında
bunu ona elbette bir insan öğretiyor dediklerini biliyoruz. İnsanların bunu
peygambere bir beşer öğretiyor dediklerini biliyoruz. Halbuki ona bunu öğretiyor
dedikleri o kimsenin dili Acemcedir. Yâni o kimsenin dili Arapça değildir. Arap
dilinin dışında bir dildir. Bu kitabın diliyse, bu kitabın kendisine indirildiği
peygamberin dili ise apaçık bir Arapça’dır. Bu kitap Arapça bir dil üzerine
iniyor, peygamber de Arapça konuşuyor. Şimdi Arap dilinin dışında bir dil
konuşan, Acemce konuşan, acemi olan bir insan Muhammed aleyhisselâma nasıl böyle
bir kitabı öğretebilir? Olacak şey midir bu? Kim inanır böyle bir şeye?
104. “Allah'ın âyetlerine
inanmayanları Allah doğru yola eriştirmez. Onlara can yakıcı bir azab
vardır.”
Allah’ın âyetlerine inanmayan
insanları Allah asla hidâyete, doğruya ulaştırmaz. Onları asla doğruya iletmez.
Bu tavırlarından ötürü onlar için can yakıcı, elem verici bir azap vardır.
Önceki âyetlerde ne buyurmuştu Rabbimiz? Kitabı gönderişinin sebebini nasıl
açıklamıştı? Ruhu’l Kudüs’ü gönderen, Cebrâil ile hak bir kitap gönderen
Rabbimiz bu kitaba iman edenlerin imanlarını pekiştirip sağlamlaştırmak ve
mü’minlere müjde olsun, hidâyet olsun diye bu kitabı indirdiğini beyan
buyurmuştu. İşte Rabbimiz bu âyetinde de bu kitabın kimin tarafından ve ne
maksatla gönderildiğini bile bile âyetlere iman etmeyenler için de bu
tavırlarının karşılığı olarak da can yakıcı bir azap olduğunu haber veriyor.
Kitaba inanmadıkları için, kitaba baş vurmadıkları, kitap kaynaklı bir hayata
yanaşmadıkları için onlar asla hakka, hidâyete, doğruya ulaşamayacaklardır. Bu
dünyada asla bir başarıya ulaşamayacaklardır.
105. “Yalan uyduranlar; ancak
Allah'ın âyetlerine inanmayanlardır. Yalancılar işte
onlardır.”
Muhakkak ki yalan uyduranlar,
yalan iftira edenler Allah’ın âyetlerine iman etmeyenlerdir. Yalancılar işte
onlardır. Onların yalancı oluşlarının belgesi de budur.Yâni Allah’ın âyetlerine
inanmayanlar yalancıların ta kendisidirler. Bu Allah
tescilidir.
106. “Gönlü imanla dolu olduğu
halde, zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah'ı inkâr edip,
gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katından bir gazap vardır; büyük azab da onlar
içindir.”
Evet gönlü imanla dopdolu olduğu
halde, imandan sonra, imana ve hidâyete ulaştıktan sonra kim ki Allah’a
küfrederse, göğsünü, kalbini küfre açarsa, kalbi küfürle açılırsa, kalbini
kâfirliğe karşı açık tutarsa işte onlar için de Allah’tan bir azap, bir gazap
vardır. Büyük azap da onlar içindir. Ancak kalbi İslâm’la mutmain olduğu halde,
kalbi imanla dolu, meşbu olduğu halde bir zorlamayla küfrü ikrar eden kimse
bunun dışındadır. Böyleleri bundan müstesnadır.
Evet ciddi bir baskı var, ciddi
bir zorlama, bir ikrah var, tehdit var, ölüm tehdidi, işkence tehdidi var ve
böyle bir durumda o kişi karşısındaki zorlayanlara ben de sizin gibiyim, ben de
sizin gibi inanıyorum diyen bir müslüman bunun dışındadır. Kalbi imanla dolu
olduğu halde, kalben mutmain olduğu halde, kalben küfre razı olmadığı halde
dışardan, zâhiren, diliyle bunu söyleyen kimse bunun dışındadır. Onlar için bir
sorumluluk yoktur diyor Rabbimiz.
Bu
âyet-i kerime Mekke’de imanlarından ötürü dayanılmaz iş-kencelere reva görülen
Ammar bin Yâsir hakkında nazil olmuştur. Ammar dininden döndürülmek üzere
korkunç bir işkence karşısında biz söz söylemişti. Rabbimiz bu âyetiyle kalbi
imanla dopdolu olduğu halde işkencelere dayanamayarak söylediği o sözden ötürü
onun sorumlu olmadığını, bu sözden ötürü herhangi bir günah kazanmadı-ğını
anlatıyordu.
Hattâ onun bu sözlerinden ötürü
üzüldüğünü gören Allah’ın Resûlünün kendisine şunları söylediği rivâyet
edilmektedir:
“Eğer onlar tekrar sana işkenceye dönerlerse
sen de yine aynı şekilde davran.”
Âyetin tefsiri sadedinde imam Kurtubi
der ki: Bir kimse öldürüleceğinden korkacak noktaya kadar küfür ve inkara
zorlanacak olursa kalbiyle dönmemek kayd u şartıyla kalbi imanla dopdolu olmak
kayd u şartıyla diliyle inkarda bulunursa küfür sözü söylerse bunun geçerli
olmayacağını, onun küfrüne hükmedilemeyeceğini ve böyle bir durumda hanımını
zorla boşatsalar hanımının kendisinden boş olmayacağını anlattıktan sonra İmam
Malikin ve İmam Şafinin görüşlerinin de bu istikâmette olduğunu zikreder. Âl-i
İmrân sûresinin şu âyeti de bu hususa tanıklık etmektedir:
“Mü'minler, mü'minleri bırakıp
kâfirleri dost edin-mesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur,
ancak, onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Allah sizi Kendisiyle korkutur,
dönüş Allah'adır.”
(Âl-i
İmrân 28)
İmam Kurtubi der ki takıyye ancak
öldürülme yahut bir azanın kaybedilmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalındığı
zaman geçerlidir. Ama meselâ bir yönüyle tercih hakkı bulunan bir yönüyle de
tercih hakkı bulunmayan bir zorlamayla karşı karşıya bulunsa. Meselâ kendisi bir
işi yapmaya zorlansa ve o işi yapıncaya kadar kendisi veya bir yakını, bir
başkası dövülmekle tehdit edilse bu durumda bu zorlanan kişinin böyle bir fiilde
sorumluluğu söz konusu olur. Çünkü bu kişi o işi yapıp yapmamakta muhayyerlik
durumuna sahiptir. Yani sadece dayakla tehdit o işi yapmayı tercihi şart kılmaz.
Dayağa razı olup onu yapmamayı da tercih imkânı vardır.
İşte böyle ölüm yahut azalardan birinin
telefiyle tehdit edilmeyen kimselerin yaptıkları konusunda iki görüş vardır.
Meselâ bir adam başka birini öldürmeye zorlansa, eğer onu öldürmezsen senin
malını alacağız, seni döveceğiz, seni hapse atacağız gibi bir ikrahla
karşı-karşıya kalsa kesinlikle onu öldürmesi caiz olmaz. Hattâ onu öldürmediği
takdirde kendisinin öldürüleceği konusunda zorlansa bile onu öldürmesi caiz
değildir. Veya meselâ bir kadının namusunu kirletmesi konusunda bir adam
zorlansa, eğer bunu yapmazsan seni döveceğiz diye tehdit edilse bunu da yapamaz.
Kendi canını kendi malını kurtarma adına başka birinin canına kıyması başka
birinin namusunu kirletmesi hiçbir zaman düşünülemez.
Âlimlerimizin görüşüne göre ölümle,
öldürmeyle ikrah olunan kişi birisini öldürdüğü zaman hem öldürene hem de
öldürmesi için ona ikrahta bulunana, yani onu bu işe zorlayana kısas uygulanır,
her ikisi de öldürülür. Çünkü her ikisi de bu öldürme eyleminde ortaktırlar. Ama
birisiyle zina etmesi konusunda zorlanan kimse hakkında iki gö-rüş vardır.
Kimileri bu kişinin canını kurtarabilmek için böyle bir zinayı yapmasını caiz
kabul ederlerken kimileri de bunun haram olduğunu söylemişlerdir. Ama haram da
olsa böyle zoraki zina eden kişiye had uygulanmaz denmiştir.
Öldürme ve zinanın dışındaki Allah’ın
haram kıldığı şeyleri iş-leme konusunda zorlanmaya gelince; âlimlerimizin
çoğunluğu zorlanan kişinin bunları yapabileceği kanaatindedirler. Ancak böyle
bir durumda kişinin başkalarının telef ettiği malını tazmin etmesi gerekir. Ve
eğer yapmış olduğu fiil dolayısıyla yerine getirmesi gereken hükümler söz
konusuysa onları da yerine getirmek zorunluluğu vardır. Ama zorlama sonucunda
bazı sözleri söylemeye gelince âlimlerimiz ondan sorumlu olunmadığını haber
vermektedirler. Çünkü sözlerin en büyüğü olan küfür sözünü bile böyle bir
durumda söylemeye izin verildiğine göre bunun dışındaki sözleri söylemeye haydi
haydi ruhsat verilmiştir.
Yine Bakara sûresinde Rabbimiz zorlanan
mükrehin haramlardan yiyebileceğini anlatır:
“Fakat darda kalan, başkasının payına
el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir. "
Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder.
(En’âm
145)
Âyetin evvelinde meytenin yani
kendiliğinden ölen, yüksek bir yerden
düşerek ölen, başka bir hayvanın toslamasıyla ölen, yırtıcı hayvanların artığı
vs kesilmeden ölen hayvanların yenmesinin, akan kanın, domuzun hınzırın haram
olduğunu bunların pis olduklarını necis olduklarını anlattıktan sonra buyuruyor
ki Rabbimiz:
Ama kim de muzdar yani darda kalırsa,
mecburiyet altında kalırsa, yani başka yiyecek içecek bir şey bulamazsa haddi
tecavüz etmemek kayd u şartıyla ölmeyecek ve hayatını devam ettirecek kadar, bir
de başka bir muzdarın hakkına tecavüz etmemek, onun elindekine uzanmamak
şartıyla yeyip içmesinde bir günah yoktur. Bu konuda Rabbimiz bağışlama ve
merhamet sahibi olduğunu haber veriyor. Böyle darda kalmış, zaruret içinde
bulunan kimse için bunlardan hangisini bulursa zaruret miktarı, yani diri
kalacak kadar, ölmeyecek kadar yemesinde bir beis yoktur.
Hani fıkıhtaki:
"Zaruretler haram olan şeyleri mubah kılar." Hükmü işte bu âyetin
manasını içerir.
Evet ikrar zorlama kişinin iradesini
bitirir. İkrah karşısında tamamıyla ihtiyarı ortadan kalkan ve kendisinden
isteneni yapmama gücü kalmayan bir kimsenin yaptıkları ve söyledikleri konusunda
herhangi bir günah söz konusu değildir.
Meselâ bir kimse girmemek üzere yemin
ettiği bir yere zorla sokulsa bu kimse daha önce oraya girmeme konusunda yapmış
olduğu yemini bozmuş sayılmaz. Veya kendi rızası olmaksızın zorla kendisine
tecavüz edilen bir kadınında bu işten bir sorumluluğu yoktur. Tabii ki
kendisinin karşı koyabilecek bir gücü ve imkânı olmaması halinde bu
böyledir.
Yine “dinde zorlama (ikrah) yoktur”
âyeti ve “ameller niyetlere göredir” hadisiyle birlikte düşünecek olursak şunu
söyleyeceğiz: Zorlama ile iman da itikat da caiz değildir. Zorlamanın sonucunda
gerçekleşecek imana iman denmez. Zorlamanın sonucu kabul edilen bir iman
Allah’ın istediği bir iman değildir. Aynen bunun gibi zoraki kılınan namaz,
namaz değildir, zoraki tutulan oruç, oruç değildir. Çünkü zorlanma bir kişinin
hoşlanmadığı halde, kalben inanmadığı halde bir şeyi tehditle ve zorla
yaptırmaktır. Halbuki bu din hoşlanılmayacak bir din değildir. Bu din insanlara
anlatıldığı zaman herkesin gönül rahatlığıyla kabullenebileceği bir dindir. bu
konuda insanları zorlama hakkı sadece Allah’a aittir. Yani yaratıklarını,
kullarını bu konuda zorlama hakkı sadece Allah’a aittir.
Zorlamış
da nitekim Allah kimi kullarını. Bakın semavat, arz, ay, güneş, yıldızlar,
bitkiler, hayvanlar, melekler hepsinin boyunlarındaki ipin ucu doğuştan Allah’ın
elindedir. Zoraki kulluk yapmaktadırlar, Allah’a karşı asla isyan etme imkânları
yoktur. Allah’a kafa tutma imkânları yoktur bunların. Ama insanlar için Allah
bunu murad etmemiştir. İnsanların imanlarını zorunlu kılmamıştır Rabbimiz.
Evet ciddi bir zor karşısında kalan bir
mü’minin durumu böyledir, ama böyle değil de imandan sonra, iman şerefiyle
şereflendikten sonra kim ki basit korkulardan, sudan sebeplerle kalbini küfre
açarsa, Allah’a küfreder, Allah’ı inkâr ederse, kâfir olursa onlar için
Allah’tan bir azap vardır bir de büyük bir azap vardır. Peki bir insan Allah’ı
tanıdıktan, Allah’a iman ettikten sonra, hidâyeti bulduktan sonra nasıl kâfir
olabilir? İmanın tadını tadan bir kimse nasıl yapabilir bunu? Akıl almaz bir
hadise ama bakın bunun da yasasını bundan sonraki âyetinde anlatıyor
Rabbimiz:
107. “Bu, dünya hayatını âhirete
tercih etmelerinden ve Allah'ın da, inkârcı milleti doğru yola eriştirmemesinden
ötürü böyledir.”
Bunlar, bu tavır ve davranışlar dünya
hayatını âhirete tercih edenlerin, dünya hayatına karşılık âhireti satanların,
dünyayı kıble edinip ona tapınanların yapabilecekleri şeylerdir. İşte bu yüzden
bu adamlar imandan sonra küfre kalplerini açmışlardır. Dünyaya tapındıkları için
küfre meyledebilmişlerdir. Dünya tatlı geldiği için imanlarını satmışlardır.
Dünya malı, dünya mülkü, dünya saltanatı, dünya makamları, dünya eğlenceleri
tatlı geldiği için dinlerini satmış insanlardır bunlar. Âhiret mi? Çok uzak. Ne
zaman gelir kim bilir? Önümüzde peşin peşin yaşayacağımız bir dünya hayatı
varken böyle şeylerle ağzımızın tadını bozmayalım dedikleri için böyle
yapıyorlar. Âhireti bir kenara bırakıp dünyayı tercih ediyorlar. Allah’ı bir
tarafa bırakıp Allah karşıtı kimselerle beraber oluyorlar. Allah dinini, Allah
kitabını, Allah âyetlerini, Allah yasalarını bir kenara bırakıp Allah karşıtı
kimselerin yasalarını uygulamaya yöneliyorlar. Bir dünya sevdasına kapılıp
imandan vazgeçiyorlar hainler.
Yâni gerçekten çok kötü bir şeydir bu.
Rabbimiz de bu kâfirler topluluğuna asla hidâyet etmiyor. Nasıl hidâyet eder de
böylelerine Rabbimiz? Yâni belki hayatında hiç imanla tanışmamış, Allah’ı
bilmemiş, kitabı görmemiş, peygamberle diyalog kurmamış, Allah’ın dini konusunda
hiçbir bilgisi olmayan bir kâfirden çok farklıdır böyleleri. Kaldı ki böyleleri
bile bir anda hiç bilmedikleri bir iman dâvetiyle karşı karşıya kaldıkları zaman
hemen müslüman olabiliyorlar. Ama bir adam düşünün ki imanı bilecek, Allah’ı
tanıyacak, İslâm’la, hidâyetle tanışacak ve sadece bir dünya menfaati için, bir
dünya sevdası için dinini, imanını satarak dünyadan yana bir tavırla kâfirliği
seçecek. İşte böylelerine asla Rabbimiz doğru yolu göstermeyecek, hidâyet
etmeyecektir.
108. “İşte Allah'ın kalplerini,
kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır. Gafiller de işte
bunlardır.”
İşte Allah böylelerinin
kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir. Bunlar gafil kimselerdir.
Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın peygamberinden, Allah’ın dininden gafil
olup gözleri, kulakları, kalpleri fonksiyonlarını yitirmiş, duymaz, duygulanmaz,
anlamaz hale gelmiş mahluklardır. İnsanlardır diyemedim, çünkü böyleleri
Rabbimizin beyanıyla değil insan hayvanlardan bile aşağı bir se seviyededirler.
Halbuki önceki âyetlerde ne demişti Rabbimiz? Allah sizi hiç bir şey bilmezler
olarak analarınızın karınlarından çıkardı ve sizlere göz, kulak, kalp verdi ki
sizler Rabbinize şükredesiniz diye buyurmuştu.
Yâni size verdiğimiz bu azaları,
bu nîmetleri kullanarak Rab-binize kul olasınız diye tüm bunları size verdik
buyurmuştu. Lâkin bu insanlar Rablerinin kendilerine lütfettiği bu nîmetlerle
Rablerine kul-luk edecekleri yerde nankörlük yaptılar. Allah’ın verdiği bu
azalarını kullanmadılar da Allah da onları onların elinden alıverdi. Halbuki
bu-rada sayılan göz, kulak ve kalp kişinin sorumluğunun ana merkeziy-di. Göz
görecek, kulak işitecek ve kalp de iman adına tavır alacaktı. Onlar bunları
kullanmayınca da Rabbimiz onları mühürleyip kapatı-verdi. Artık ne işiten
kulakları, ne gören gözleri ne de hisseden kalp-leri kaldı da Allah’tan uzak bir
hayatın sahibi olup çıktılar. Bu dünya böyle giderken:
109. “Âhirette zarara
uğrayacakların bunlar olduğunda şüphe yoktur.”
Şüphesiz ki öteler âleminde de en büyük zarara
uğrayacak olanlar da işte bunlardır. Demek ki yaşadığımız şu dünya hayatında
müslümanca bir hayat yaşayıp, Müslümanca ölmediğimiz sürece azaptan kurtuluş
yoktur. Bu hayatta iki yol var. Bunlardan birisi hak yol, Allah yolu, İslâm
yolu, ötekisi de bâtıl yollar, Allah karşıtı şeytan yolları. İman ya da küfür,
tevhid ya da şirk, hayır ya da şer olarak karşımızda duran bu yollardan
hangisine adım atarsak kendimizi içinde bulacağımız yollardır. Ve işte
Rabbimizin beyanlarına göre bu dünyada en büyük zalim tercihini küfürden ve
şirkten yana kullanandır. En büyük âlim de tercihini imandan, hidâyetten yana
kullanandır. En büyük zalim dinini satarak dünyayı satın alandır. En büyük âlim
de âhireti tercih edendir.
Evet işte böylece mü’min
mü’minliğini devam ettirip cennete giderken, kâfir de kâfirliğini sürdürüp
cehennemi boylamaktadır. Öy-leyse müslümanca bir hayat yaşayıp müslümanca
ölebilmenin hesabını en güzel bir şekilde yapalım.
110. “Rabbin, türlü eziyete
uğradıktan sonra hicret eden, sonra Allah uğrunda savaşan ve sabreden
kimselerden ya-nadır. Rabbin şüphesiz bundan sonra da bağışlar ve merhamet
eder.”
Sonra muhakkak ki Rabbin türlü
türlü eziyetlere uğradıktan, işkencelere maruz kaldıktan sonra, Allah’a kulluk
yolunda, Müslü-manca bir hayat uğrunda bir sürü imtihanlardan, pek çok
deneme-lerden geçirildikten sonra hicret edenler, hicretlerinin hemen
son-rasında, özgürce bir hayata kavuşmalarına dayanamayan kâfirlerle Allah
yolunda savaşanlar, cihad edenler ve sabredenler var ya bile-sin ki bundan sonra
Rabbinin onlara tavrı mağfirettir, bağışlamadır, geçmiş kusurlarını
sıfırlamadır. Rabbinin lütfu, bağışlaması, affı ve merhameti onlarla beraberdir.
Evet hayatta müslümanca
kalabilmenin kavgasını veren, bu yolda başına gelenlere sabreden, Allah’a kulluk
yolunda geri dönmeyi, tavizler vermeyi aklının ucundan bile geçirmeden direnç
içinde yoluna devam eden kimselere Rabbin mağfiret sahibidir, merhamet
sahibidir.
111. “O gün, herkesin kendi
derdine düşüp çabalayacağı ve herkesin işlediğinin haksızlığa uğratılmadan
kendisine ödeneceği bir gündür.”
Bir gün ki her bir nefis gelir.
Her bir nefis kendi derdine düşer. Her bir nefis kendi nefsiyle boğuşma içine
düşer. Bir gün gelir ki herkes kendisiyle mücâdeleye tutuşur ve herkese kendi
amelinin, kendi kazancının karşılığı verilir. Hiç kimse bir haksızlığa
uğratılmaksızın yaptıklarının karşılığıyla buluşur. Ve onlar asla bir zulme
uğratılmazlar. Allah’ın adâletiyle yaptıklarının tastamam karşılığını görürler.
Ve işte o gün kazananlar, yüzleri
gülenler Allah’a Allah’ın istediği gibi iman edenler, imanlarıyla hayatlarını
düzenleyenler, Müs-lümanca bir hayat yaşayabilmek için türlü türlü eziyetlere,
işken-celere maruz kalanlar, çeşitli imtihanlardan geçirildikten sonra hicret
edenler, dünyalarını, evlerini, barklarını Allah için bırakıp tercihlerini
Allah’tan yana kullananlar, Allah için her şeylerini fedâ edenler, cihad
edenler, bu yolda cehd ü gayret gösterenler ve sabredenlerdir. İşte böyle
yaşayan müslümanların cenneti kazanacağı o günde herkes kendini kurtarabilmek
için kendi derdine düşer. Herkes kendisi için uğraşıp çırpınır. O gün Allah’ın
vereceği hüküm ise asla zalimce bir hüküm değil, her nefsin yaptığının karşılığı
olan bir hüküm olacaktır. Bakın bundan sonraki âyetinde de Rabbimiz bir ülkeden,
bir kentten söz edecek:
112. “Allah size güven ve huzur
içinde olan kasabayı misâl verir: Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama
Allah'ın nîmetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden Allah onlara yaptıklarına
karşılık açlık ve korku belâsını tattırdı.”
Allah size bir kasabayı, bir
ülkeyi misâl olarak veriyor. Allah size bir toplumun örneğini veriyor ki o
köyde, o kasabada, o şehirde oturan
insanlar emin bir haldeydiler. Güven ve huzur içinde bir hayat
yaşıyorlardı. Düzenli, dengeli, mutlu, müreffeh ve mutmain bir hayatları vardı.
Hoş bir dünyaları vardı. Öyle ki her bir taraftan, her bir mekândan rızıkları
onlara bol bol geliyordu. Allah onlara bol bol rızıklar gönderiyordu. Allah’ın
yasalarını uygulamalarının, hayatlarını Allah için yaşamalarının,
müslümanlıklarının, teslimiyetlerinin, hidâyetlerinin, kulluklarının izzet ve
şerefini zirve noktasında yaşıyorlardı. Sonra bu topluluk, bu ülke insanı önceki
kulluk durumlarını değiştirip Allah’ın nîmetlerine küfrettiler. Kendilerine her
taraftan bol bol nîmetler yağdıran Rablerine nankörlük yaptılar. Allah’ın en
büyük nîmeti olan hidâyeti, kitabı, peygamberi terk ettiler. Allah’ın yasalarını
uygulamaktan vazgeçtiler. Rab, İlâh ve Melik olarak Allah’tan başkalarına
yöneldiler.
Allah’ın öteki nîmetlerini de
inkâr ettiler. Allah yasalarına ihtiyaç duymadan da hayatımızı biz kendimiz
düzenleyebiliriz dediler. Kitaba ve peygambere gerek duymadan da biz hukuk
yapabiliriz dediler. Allah berisinde bizim hayatımızı düzenleyecek yeryüzü
tanrılarımız var dediler. Ellerindeki tüm nîmetleri, içinde bulundukları bolluk
ve güveni kendilerinden bilmeye başladılar. Bütün bunları biz bulduk, biz
kazandık, biz sağladık, biz kurduk, biz biliriz, biz yaparız dediler. Biz artık
güçlüyüz, kuvvetliyiz, bizim artık Allah’a da, elçisine de, dine de, kitaba da
ihtiyacımız kalmadı dediler.
İşte onların bu kâfirliklerine, bu
nankörlüklerine karşılık Biz de onlara açlık ve korku elbisesini giydiriverdik
diyor Rabbimiz. Onlara açlık ve korkuyu tattırıverdik. Yâni onlar kendilerini
değiştirince, önceki kulluk ve teslimiyetlerini değiştirince Biz de onların
önceki durumlarını değiştiriverdik diyor. Neydi önceki durumları? Emniyet, güven
itminan, huzur, sükun ve rızık bolluğu. Emniyetlerini, güvenlerini kaldırıp
yerine korku, ekonomik bolluklarını kaldırıp yerine açlık elbisesini
giydiriverdik diyor Rabbimiz. Emniyetleri, güvenleri kalmadı. Herkesten korkar
hale geldiler. Müslüman olduklarını bile söyleyemez bir duruma düştüler. Baş
örtülerini bile, sakallarını, sarıklarını, namazlarını bile saklar bir duruma
düştüler. Rızık bolluklarını da kaybettiler. Beş paralık kâfirlerin ülkelerinde,
işyerlerinde çalışacak, onların eşiklerini temizleyip, ayakkabılarını silecek
kadar alçaldılar. Huzur ve sükun içinde olan bir ülkeyi, bir toplumu Allah böyle
rezil rüsva ediverdi. Açlık ve korku içinde bir hayatın mahkumu yapıverdi.
Yeryüzünün en güçlü, en emin
toplumu şimdi her şeyini kay-betti. Açlık ve korku içinde ne yapacaklarını
şaşırdılar. Acaba evi-mize ne zaman girecekler? Bizi ne zaman öldürecekler? Ne
zaman yakalayacaklar? Başımıza ne tür felâketler gelecek? Nasıl ekonomik
sıkıntılarla karşı karşıya geleceğiz? Diye tir tir titrer bir duruma düştüler.
Allah’ın tattıracağım buyurduğu azapları bir bir tatmak zorunda kaldılar.
Halbuki bundan önce ne güzel bir
hayatları vardı değil mi? Bundan önce Allah’a teslimdiler. Allah’ın yasalarını
uyguluyorlardı. Hayatlarından emindiler. Yeryüzünün en emin, en güvenli
toplumuy-dular. Yeryüzünün en zengin toplumuydular. Allah’ın nîmetlerine karşı
nankörlük ettiler. Kitap nîmetine, peygamber nîmetine, hidâyet nîmetine, iman
nîmetine ve tüm nîmetlere karşı nankör kesildiler de Allah’ın cezası böylece
onları yakalayıverdi. Ve tekrar eski müslüman-lıklarına, eski teslimiyetlerine
dönecekleri ana kadar da bu zillet ve meskenetleri
sürecektir.
113. “Andolsun ki, aralarından
kendilerine bir peygamber gelmişti, onu yalancı saydılar. Haksızlık ederlerken
azaba uğradılar.”
Andolsun ki her ne zaman
kendilerine bir peygamber gelmişti onu yalancı saydılar. Her ne zaman
kendilerine kendilerinden, kendi içlerinden bir Allah elçisi gelmişse onu
yalanladılar, yalan saydılar, yok farz ettiler, haksızlık ettiler de azap
kendilerine geliverdi. Allah’ın azabına uğradılar.
Rabbimiz tarafından kendilerine
gönderilen elçileri kabul etmediler. Kendilerine gelen elçiler onları her
defasında önceki imanlarına, önceki kulluklarına çağırıp uyardılar. Bakın ey
insanlar, sizler daha önceleri müslümandınız, Allah’ın elçilerine iman ediyor,
Allah’a kulluğa yöneliyordunuz. Bu yüzden de Allah’ın lütfettiği nîmetlerle
güzel bir hayat yaşıyordunuz. Tatlı bir hayatınız vardı. Bol bol rızıkla-rınız
ve güvenliğiniz vardı. Bizler sizi tekrar o hayata döndürmeye geldik dediler.
Gelin eskisi gibi Allah’la barışık olalım. Gelin eski ahitlerimizi Rabbimizle
yenileyelim. Gelin tekrar Rabbimizle barış yapalım. Müslümanca bir hayata
yönelelim de hem Allah’la aramız barışsın, hem toplumumuzda insanlar
birbirleriyle barışık olsunlar diye Allah’ın elçileri onları dâvet ettiler.
Onları eski, güzel, şahmetli günlerine çağırdılar, çabaladılar. Ama maalesef bu
insanlar kimin ne yaptığı belli olmayan kargaşa içinde bir hayata direttiler.
Tekrar Allah’a dönecekleri yerde Allah’ın elçilerini dinlemediler. Ve zalimler
olarak yok olup gittiler.
114. “Yalnız Allah'a kulluk
ediyorsanız, Allah'ın size temiz ve helâl olarak verdiği rızıklardan yiyin.
O'nun nîmetine şükredin.”
Allah’ın size vermiş olduğu
rızıkların helâl ve temiz olanlarından yiyin. Eğer sadece Allah’a kulluk ediyor,
sadece Allah’ı dinliyor-sanız. Haram-helâl konusunda, pis-temiz konusunda eğer
sadece Allah’ın dediklerine teslim oluyorsanız nîmetlerin en güzellerinden ve
Allah’ın temiz dediklerinden, helâl dediklerinden yiyin. Eğer Allah’a kulluk
eden kimselerdenseniz bu konuda sadece Allah’ı dinleyin, sadece Allah’ın
yasalarına tâbi olun ve O’nun nîmetlerine karşı O’na şükredin. Nîmetlerine karşı
O’na kul olun. Allah’ın haram-helâl yasalarına saygılı olun. Haramlara düşmeyin.
Neymiş onlar:
115. “Allah size ancak leşi,
kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının adına kesilenleri haram etmiştir.
Darda kalan aşırı gitmemek ve başkasının hakkına el uzatmamak şartıyla bunun
dışındadır. Allah şüphesiz bağışlar, merhamet
eder.”
Muhakkak ki Allah size şunları
haram kılmıştır. Meyteyi, ölüyü, yâni kendi kendine ölmüş hayvanı, kanı, domuz
etini ve Allah adına kesilmemiş, başkaları adına kesilmiş, üzerine besmele
çekilmemiş hayvanları haram kılmıştır. Ama kim de mecbur kalır da, muzdar kalır
da, yâni açlıktan ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalır da bunlardan yemek
zorunda kalırsa, o zaman azgınlaşmadan, haddi aşmadan az bir miktar yemesi
bundan müstesnadır. Doyacak kadar değil ölmeyecek kadar, helâl bilerek değil
mecbur kaldığı için bu haramlardan bir miktar yemesinde bir günah yoktur. İşte
bilesiniz ki o zaman Allah Ğafûr ve Rahîmdir.
Evet helâller bellidir, haramlar
da bellidir. Ve bunun yasasını koyan da sadece Allah’tır. Allah’ın helâl
dedikleri helâl, haram dedikleri de haramdır. Bu konuda Allah’tan başka hiç
kimsenin yetkisi de yoktur. İşte Rabbimiz bu âyetinde yeme içme özelliğinde
yarattığı kullarının karşısına yiyebilecekleri tertemiz rızıkları çıkararak işte
bunlardan yiyebilirsiniz buyurmaktadır.
116, 117. “Diliniz yalana alışmış
olduğu için, “Şu haram, bu helâldir” demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş
olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise, saadete erişemezler. “Az bir
geçim ama ardından can yakıcı bir azab onlaradır.”
Ve bir de dillerinizin yalanla
vasf ettiği şekliyle, dillerinize geldiği şekliyle şu helâldir, bu haramdır
demeyin. Haram ve helâlleri belirleme yetkisine sahip olan Allah’a karşı böylece
yalan iftirada bulunmayın. Ya da Allah’a, Allah üzerine Onun demediğini diyerek
yalanla iftira etmek için ağzınıza geldiği gibi, aklınıza estiği gibi şu
helâldir bu haramdır demeye kalkışmayın.
Unutmayın ki böyle Allah demediği
halde sanki O’na akıl veriyormuş, O’na yol gösteriyormuş pozisyonunda yalan
iftira eden kimse hiçbir zaman felaha erişemez, kurtuluşa erişemez. Belki
yaptıkları bu soytarılıklardan ötürü, bu iftiralarından ötürü bu tür insanlar bu
dünyada bazı menfaatler sağlayabileceklerdir ama bilelim ki dünya çok basittir,
az bir metadır. Ardında da can yakıcı bir azabın kendilerini beklediğini asla
unutmasınlar.
Çünkü Allah’ın hakkı bellidir. Yaratan
O’dur, Rab, Melik O’-dur. İnsanın da, yiyeceklerin, içeceklerin yaratıcısı da
O’dur. Bu dünyada gerek insanla, gerek tüm diğer tüm varlıklarla ilgili yasa
koyma hakkı sadece Allah’a aittir. Şunu yiyebilirsin, şunu yiyemezsin deme
yetkisi sadece O’na aittir. Şu senin için serbesttir, şu da yasaktır deme hakkı
sadece O’na aittir. Şu haramdır, bu helâldir deme hakkına sahip tek varlık,
Allah’tır.
Çünkü göklerin ve yerin,
göktekiler ve yerdekilerin tek yaratıcısı, tek sahibi, tek hakimi O’dur. Tüm
varlıklar için tek hak sahibi O’dur. Çünkü yeryüzünde hiçbir hayvan yaratmasaydı
ne yiyecektik biz? Hiçbir bitki yaratmasaydı ne yapacaktık? Bizi yaratmasaydı
biz de olmayacaktık. Öyleyse bu hayatta şu haktır, bu bâtıldır, şu iyidir, bu
kötüdür, şu helâldir bu haramdır, şu adâlettir bu zulümdür deme hakkına sahip;
sadece Allah’tır. Kim ki Allah yasaları yanında yasa koymaya, Allah yetkisi
yanında yetki iddia etmeye kalkışırsa bilsin ki Allah’a en büyük iftirada
bulunmuş demektir.
Haramın ve helâlin tespitinde söz
sahibi Allah ve Resûlüdür. Bu konuda söz söyleme hakkına sahip başka hiç kimse
yoktur. Ama bunun tamamen aksine insanlar tarih boyunca faklı kıstaslar
geliştirmeye çalışmışlar. Meselâ pragmatizm felsefesine göre mutlak mana-da
eşyayı, fikirleri, düşünceleri Veya davranışları ikiye ayırırlar faydalı olanlar
faydasız olanlar diye. Bu felsefeye göre faydalı olanlar iyidir, güzeldir,
helâldir, faydasız olanlar da kötüdür, çirkindir ve
haramdır.
Veya
kimileri demişler ki bu konuda kriter birey olmalıdır. Haram ve helâl konusunda,
iyi ve kötü konusunda kıstas bireydir.
Öyleyse
insana göre, bireye göre faydalı olanlar iyidir, helâldir, zararlı olanlar da
kötüdür haramdır. Bireyi temel kabul eden kapitalizme göre de haramın ve
helâllerin tespitinde kıstas bireydir. Kimileri de bu konuda ölçü toplumdur
demişler. Toplumun iyi dediği, güzel dediği, helâl dediği şeyler helâldir, kötü
dediği şeyler de haramdır demişler. Kolektivizmi savunan komünistlerin bu
konudaki düşünceleri de budur.
Halbuki bunlardan hiç birisi haram ve
helâllerin tespitinde ölçü olamaz. İnsan üzerinde öyle bir güç olmalı ki mutlak
ilim sahibi, mutlak hikmet sahibi, mutlak sûrette haramı helâlı, faydalıyı ve
zararlıyı bilen, hali de geçmişi de geleceği de bilen ve bu bilgisi konusunda
hiç kimseye ve hiç bir şeye bağımlı olmayan ve de gaddar olmayan, kullarının
hayrını, iyiliğini düşünen, Rahman ve Rahim olan birisi olmalı ki bunu tespit
etsin.
Mü'min kesinlikle bilir ve öylece iman
eder ki haram ve helâl sınırlarını ancak Allah tayin eder. Allah berisinde ve
bir de Resulü’ne verdiği yetki dışında bu konuda hiç kimse pay sahibi değildir.
Bu konuda kıstas vahiydir. Vahyin helâl dedikleri helâldir tüm dünya bunun
aksini söylese de. Vahyin haram dedikleri de haramdır tüm dünya zıddını ispat
etmeye çalışsa da. Çünkü bu konuda insanlar ölçü olamazlar. Zira insanlar hiçbir
zaman yarını hesap edemezler.
Ve
yine insanlar hiçbir zaman kainat planında düşünce imkânına sahip değillerdir.
Yani insanların tamamı birleşse de bin yıl önce kötü görülen bir şeyin bin yıl
sonra iyi olabileceğini bilemedikleri gibi, burada iyi bilinen bir şeyin
dünyanın başka bir yerinde kötü görülebileceğini bilemezler. Kâinat planında
düşünebilmeye ve yarınların yarınını ihata edebilmeye sahip olan ancak
Allah’tır.
O
halde haram helâl konusunda iyi kötü konusunda, zararlı faydalı konusunda söz
sahibi sadece Allah’tır. Mü’minler helâl kılınan şeylerdeki hikmeti anlamasalar
da Allah’ın helâl kıldığı şeyleri temiz ve faydalı bilirler ve öylece inanırlar.
Haram kıldığı şeyleri de pis ve zararlı bilirler. Ve haram helâl konusunda
Rablerinin kanunlarına ve Rablerinin elçisinin beyanlarına teslim olan mü’minler
kesinlikle akıllarına geldiği gibi konuşmaktan sakınırlar. Çünkü bakın Rabbimiz
bu âyetinde kullarını bundan men etmektedir:
Nedense bizde haramı helâl sayan
kişinin küfrüne hükmedilir de helâlı durup dururken haram saymaya kalkan kişinin
küfrüne hük-medilmez. Halbuki İbni Abbas efendimizden rivâyet edildiğine göre
helâlleri haram sayan kişi de aynen haramları helâl kabul eden
gibidir.
Haramlar iki kısımdır. Ya farzların
zıddıdır. Namaz kılmamak, oruç tutmamak, cihadı tek etmek savaştan kaçmak, ilim
öğrenmekten vazgeçmek gibi. Yahut da bizzat Allah ve Resûlü tarafından haram
kılınmış olanlardır. İçki içmek, zina etmek, adam öldürmek, şirk koşmak,
tesettüre riâyet etmemek, domuz eti yemek yemek gibi.
Bir de başka bir tasnife göre haramlar
ikiye ayrılır. Haram liay-nihi, haram ligayrihi diye. Haram liaynihi; Bizzat
zatı itibariyle varlığı itibariyle haram olanlar. Aslı, maddesi haram
olanlardır. Domuz eti ve şarap gibi. Aslı haram olduğu için bunlar herkes için
haramdır. Ama ötekisi haram ligayrihi olanlar ise aslında kendisinde, maddesinde
bir haramlık olmadığı halde bir başka bir şey sebebiyle haram olanlardır.
Meselâ
ekmek helâldir, ama şarapla yenirse haramdır. Veya yemek helâldir ama bir
fahişenin hatırına yenirse haramdır. Veya ekmek helâldir ama Ramazanda yemek
haramdır. Veya aslı helâl olan bir şeyin kazanç yolu,
iktisa p
yolu haramsa o da haramdır. Yani meselâ bir ekmek sahibine helâlken onun elinden
onun rızası olmadan alan kişiye haramdır. Veya meselâ alış veriş helâldir ama
cuma günü cuma ezanı okunmaya başladığı andan itibaren haramdır. Veya kişinin
eşiyle cinsel münasebeti helâldir ama hac esnasında ihramlıyken haramdır. Veya
meyhane çalıştırarak, kumarhane işleterek para kazanan bir adamın bu kazancı
kendisine haramdır da onun bakmakla mükellef olduğu kimselere ve varislerine
helâldir. İşte bu tür haramlara da haram ligayrihi denir.
Rabbimizin yasalarına göre eşyada
aslolan ibahadır. Rabbi-mizin yarattığı her şey temizdir ancak hakkında nass
bulunanlar müstesnadır. Beş şeyde aslolan hürmettir. Din, nesil, akıl, nefis ve
mal. Mevcudatın tamamı insan için yaratılmış ve insanın hizmetine verilmiş
olduğu için tüm mevcudatta aslolan ibahadır, helâllik ve temizliktir. Ama
hakkında bunun zıddını ortaya koyan yani onun haramlığını anlatan nassın
bulunduğu şeyler bunun dışındadır.
Haram olanlar haramdır, bunlara
yaklaşılmamalıdır da helâl olanlardan istifade şeklini belirleme hakkı da
Allah’ın Resûlüne aittir. Tüm helâllerden nasıl istifade edileceğini, ne miktar
ve hangi ölçüde istifade edileceğini de yine Allah’ın Resûlü belirlemiştir.
İnsanlar Allah ve Resûlünün helâl dediği bölgelerde yer içerler giyinirler ama
onların ruhsatını aşan bölgelerde de durmak zorundadırlar. Aslında bu sınırı
Allah ve Resûlü belirler de ama insanlar da bunu seçebilirler. Yani insanlar
Allah’ın kendilerine vermiş olduğu fıtrat gereği -tabi eğer bu fıtrat
bozulmamışsa- hakkın tecellisi olarak insanlar da iyiyi kötüyü seçebilme ayırt
edebilme özelliğine sahiptirler.
Ya
da şöyle söyleyelim; insanlar Allah ve Resûlünün kendileri adına yaptıkları bu
seçimini kabul etmeyerek kendi iradelerince iyiyi kötüyü haramı helâli
seçebilirler. Kendilerince haram helâl sınırları belirleyebilirler ama sonucuna
kendileri katlanmak kayd u şartıyla. Dünyada temiz ya da pis bir hayat yaşamak,
âhirette de cennete ya da cehenneme razı kayd u şartıyla burada insanları
serbest bırakmıştır Rabbimiz.
Rabbimiz diyor ki kullarım ben size
irade verdim. Dünyada koyduğum yasa gereği imanı da küfrü de seçebilirsiniz.
Haram helâl konusunda, hayat programı konusunda beni de dinleyebilirsiniz
başkalarını da. Ama unutmayın ki bu seçimizin sonucuna kendiniz katlamak kayd u
şartıyla dilediğinizi yapabilirsiniz. Eğer benim rızamı ve cennetimi kazanmak
istiyorsanız her konuda beni dinlemek, benim hayat programımı uygulamak
zorundasınız diyor.
Ama
rızasını ve cennetini kazanma adına bizi kendisini dinlemeye çağırırken de,
kendisinin bizim adımıza belirlediği haram helâl yasalarını dinlemeye çağırırken
de merhameti bol olan Rabbimiz hiç bir zaman bizi sık boğaz etmemekte bizim
önümüze gâyet rahat ve geniş bir cadde bir saha çıkarmaktadır.
Yani
Rabbimiz altı veçhesi kapalı bir hayat emretmez bize. Hani adam oğlunu okutur,
ve oğlu: Baba! O tarafa abdest bozma haramdır! Adam bu tarafa döner, baba: Sakın
ha o tarafa dönme yasaktır. Beriki tarafa döner aman caiz değildir filan diyerek
onu ne yapacağını bilmez bir vaziyette bırakır ya Rabbimiz öyle yapmaz. Her şeyi
haram kılarak bizi sap gibi ortada bırakmaz Rabbimiz. Önümüze çok geniş bir saha
bırakır ve kesinlikle biliyoruz ki insanlık ve müslüman-lık ancak Allah’ın
çizdiği yolda mümkündür. Bizim için insanlığımız gereği fıtratımız gereği en
geniş en rahat ve müsait yol en geniş cadde ve en uygun hayat programı Allah’ın
çizdiği ve tespit buyurduğudur.
Çünkü
bizi yaratan, bizi programlayan, bizim fıtratımızı en iyi bilen Odur. İnsan için
yapılacak yapılmayacak işleri, haram helâl sınırlarını en güzel belirleyen
Allah’tır.
118. “Sana anlattıklarımızı, daha
önce, Yahudi olanlara da haram kılmıştık; biz onlara zulmetmedik, onlar
kendilerine zulmediyorlardı.”
Biz Yahudilere daha önce sana
anlattığımız şekilde bazı şeyleri haram kılmıştık. Onu kitabımızın başka
sûrelerinde anlattı Rab-bimiz. Tırnaklı hayvanları, deveyi, deve sütünü vs.
haram kılmıştı onlara Rabbimiz. Tabii bu da onların Allah’a bozuk düzen
tavırlarından kaynaklanıyordu. İşte bakın Diyor ki Allah Biz onlara asla
zulmetmedik, onlar kendilerine zulmettiler. Biz de onlar zalim oldukları için
işte bu helâlleri onlara haram kıldık. Yâni sonradan Allah haram-helâl yasasını
değiştirmiştir. Ama bu konuda Rabbinin yasası da şudur:
119. “Sonra doğrusu Rabbin,
bilmeyerek kötülük edip ardından tevbe eden ve ıslah olanlardan yanadır. Rabbin
bundan sonra da bağışlar ve merhamet eder.”
120. “İbrahim, şüphesiz Allah'a
boyun eğen ve O'na yönelen bir önderdi; puta tapanlardan
değildi.”
Muhakkak ki İbrahim Allah’a boyun
eğen, Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olan, içiyle dışıyla, gecesiyle
gündüzüyle, oğluyla karısıyla Allah’a yönelmiş, hep Allah’ı dinleyen, hep
Allah’a kulluk eden bir önderdi. Yâni İbrahim Fıtratının gereğini yaşayan,
bozulmamış bir kalp, bozulmamış bir yaratılışla Rabbine teslim olmuş bir
peygamberdi. O bu haliyle yeryüzünde tek başına bir ümmetti. Kendi başına dimdik
ayakta, kendi başına Allah’ın dinini ayağa kaldırmış bir
ümmetti.
O müşriklerden, puta tapanlardan,
Allah’a yetki sınırlaması koyanlardan, Allah berisinde hayatta yetkili varlık
kabul edenlerden değildi. O aya, güneşe, yıldızlara, putlara, krallarına,
siyasîlerine, egemen güçlere tapınan bir kavmin içinde zerre kadar bir şirk
yanıl-gısına düşmedi. O asla bir müşrik değildi.
121. “Rabbinin nîmetlerine
şükrederdi; Rabbi de onu seçti ve doğru yola
eriştirdi”
O Allah’ın nîmetlerine şükreden
bir müslümandı. Nîmetin sahibini, hayatın sahibini bilen ve tüm nîmetleri, tüm
hayatını O Allah’a kullukta kullanan bir müslümandı. Gerçekten hamd eden,
şükreden bir özelliğe sahipti O. Zerre kadar Rabbine karşı bir nankörlük ve
kâfirlik özelliği yoktu. Onun içindir ki Rabbi de Onu seçti, seçkinlerden kıldı
ve Ona hidâyet lütfetti. Dosdoğru yolda yürümesi için Ona yolunu, hidâyetini
gösterdi.
122. “Dünyada ona iyilik verdik,
doğrusu o âhirette de iyilerdendi.”
Ona dünyada hasene verdik.
Dünyada en güzel nîmetlere ulaştırdık Onu. Ona peygamberlik verdik ve insanlığın
imamı, müslü-manların atası yaptık. Ve âhirette de iyilerden olacaktır İbrahim
aley-hisselâm. Âhirette de sâlihlerden olacak, sâlihlerin yurdunda olacak.
123. “Şimdi ey Muhammed! Sana,
“Doğruya yönelen, puta tapanlardan olmayan İbrahim'in dinine uy” diye vahy
ettik.”
Sonra sana vahy ettik. Evet şimdi
de İbrahim aleyhisselâm’ ın oğlu İsmail aleyhisselâmın neslinden gelen
Rasûlullah efendimize geldi sıra. Ey Muhammed, Biz sana vahy ettik. Sen de; ey
peygamberim, İbrahim’in dinine hanif olarak tâbi ol. Hanif olarak, fıtratı salim
olarak İbrahim’in yoluna tâbi ol. Tabii aynı emir burada bize de geliyor. Ey
müslümanlar, sizler de bozulmamış bir fıtratla, fıtrat-ı selimeyle atanız
İbrahim aleyhisselâmın yoluna tâbi olun. O hiçbir zaman şirkin içine düşmedi.
Sizler de ey müslümanlar, Onun gibi bir hayatla Onun yoluna tâbi olun. Onun
milletinden olun.
124. “Cumartesi ibadeti, ancak o
gün üzerinde çekişenlere farz kılındı. Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde,
kıyâmet günü aralarında hükmedecektir.”
Biz sebt gününü ihtilâf edenlere
farz kıldık. Araf sûresinde detayıyla anlatıldığı gibi Rabbimiz önce cum’a
gününü Yahudilere tahsis buyurdu. Ama onlar bugünü değiştirdiler. Cumartesi günü
hiçbir işle iştigal etmeyip sadece Allah’a ibadet edeceklerine dair söz
verdiler. Ama bu sözlerini bozdular.
Onların ihtilâf edip tartıştıkları konularda kıyâmet günü Rabbin hükmünü
verecektir. Cumayı kabul etmeyip cumartesini kabul edenler, cumartesi yasağına
riâyet edip etmeyenler arasında Rabbimiz yarın hükmünü verecektir. Rabbimizin
hükmüyle, yargısıyla onlardan kimileri cennete giderken kimileri de cehennemi
boylayacaktır. Yâni kim hak yoldaydı, kim sapmıştı? Kim mü’mindi, kim kâfirdi?
Kim Rabbinin emirlerine mûtiydi, kim isyan ediyordu? Yarın bunu, Allah ortaya
koyacaktır. Peki böyle bir ortamda peygambere ve peygamber yolunun yolcularına
düşen nedir?
125. “Ey Muhammed! Rabbinin
yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu
Rab-bin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en
iyi bilir.”
Haydi sen ey Peygamber ve sen ey
müslüman hikmetle ve güzel bir nasihatle, güzel bir şekilde insanları Rabbinin
yoluna dâvet et. Onlarla en güzel bir şekilde mücâdele et. En güzel bir şekilde
Allah’ın dinini anlat insanlara. Anlatmanın ve dâvetinin temeli hikmet olsun,
güzellik olsun, tatlı bir anlayış olsun. Ve dâvetin hak bir dâvet olsun. Dâvetin
hakka olsun. İnsanlarla konuşurken, mücâdele ederken de çok güzel bir üslûpla
mücâdeleni yap. İnsanları kırıp dökme. Karşındakileri ezmeye, onları mat etmeye,
onlara hakaretler etmeye, onların inançlarına, tanrılarına sövüp saymaya
kalkışma. Ama onlar hatırına, onların gönüllerini alacağım diye; sakın haktan da
taviz verme. Onlar hatırına bâtılları savunmaya kalkışma.
Yâni onlarla tartışırken kendi
hevâ ve hevesini ön plana çıkarma. Geçici dünya menfaatlerini göz önünde tutma.
Ama karşı tarafı da unutma ki onlar da bir inandır. Onların şahsiyetli kalması,
şah-siyetli müslümanlar olması senin şahsiyetinin de gelişmesine sebep olacağını
unutma. Çünkü hayat şahsiyetle, şahsiyetli insanlarla güzel olacaktır.
Evet kendi şahsiyetini de,
karşındakilerin şahsiyetlerini de göz ardı etme ki tartışman güzel olsun.
Hikmetle hareket etmen hem karşı tarafa, hem de sana en güzel bir şekilde yol
göstersin. Muhakkak ki Rabbin yolundan sapanı da bilir, hidâyette olanı da. Sen
hep hidâyet yolunu seç. Ve diğer insanları da seçtiğin, üzerinde olduğun en
güzel yola en güzel bir şekilde dâvet et. Dâvetin o zaman etkili olacaktır.
Bugün olmazsa bile yarın etkisini mutlaka gösterecektir.
126, 127. “Eğer ceza vermek
isterseniz size yapılanın aynıyla mukabele edin. Sabrederseniz andolsun ki bu,
sabredenler için daha iyidir. Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır;
onlara üzülme kurdukları düzenlerden de endişe
etme.”
Ama eğer o karşınızdakiler size
karşı kötülük yaparlar da sizler de size yapılanının karşılığı olarak onlara
ceza vermek isterseniz ancak size yapılanın aynıyla, misliyle mukabele edin.
Size yapılan kötülüğün aynıyla karşılık verin. Eğer sabrederseniz sabredenler
için bu daha hayırlıdır. Yâni doğrusu size yapılan kötülükler karşısında
sabredebilirseniz, şahsınıza kötülük yapılmamasına rağmen direnebilirseniz,
güzel bir karşılıkla onlara davranarak onların kalplerini Allah’ın dinine
kazandırabilirseniz bu çok daha güzeldir. Ama size yapılan kötülüğe karşılık
illa da bir ceza verecekseniz-buna hakkınız vardır- o zaman ancak misliyle
verebilirsiniz. Lâkin her şeye rağmen sabreder, dişinizi sıkar kötülüğe karşı
iyilikle mukabelede bulunabilirseniz bu çok hayırlı olacaktır.
Yâni ey muhataplar, siz bize
kötülük ediyorsunuz, haksızlık yapıyorsunuz, ama biz size karşı hep iyi
davranıyoruz, hep iyi davranacağız. Biz sizin İslâm’ınızı istiyoruz. Sizin
Rabbinize teslim olmanızı, kurtuluşa ermenizi istiyoruz diyebilmeniz bu sizler
için çok daha kârlı bir iş olacaktır. Öyleyse ey Peygamberim ve ey müslümanlar
bu noktada sabırlı ve dirençli olun. Müslümanca davranmada, müslü-manca dâvette,
müslümanca görünmede sabırlı ol. Muhakkak ki sabrın Allah için olacaktır. Yâni
Allah’ın rızasıyla, Allah’ın lütfuyla sabredebileceksiniz. Sakın ha sakın onlar
adam olmadılar diye, onlar müs-lüman olmadılar diye kederlenip üzülme. Onların
sana karşı düşündükleri tuzaklardan, komplolardan sakın endişelenme. Kesinlikle
bilesiniz ki onlar sana karşı, size karşı hiçbir şey yapamayacaklardır.
Varsın dirensinler onlar
kâfirliklerine. Varsın müslüman olmamaya sabır göstersinler. Elbet bir gün bir
fetihle onlar da müslüman olacaklardır. Elbet bir gün onların da akılları
başlarına gelecektir. Ya Nahl ile, ya İsrâ ile, ya Tâhâ ile, ya Meryem’le
mutlaka bir gün onlar da dirilecekler ve hidâyetle müşerref olacaklardır. Tabii
bu öyle kolay olmayacaktır. Bir ömrün değişimi kolay değildir. Sen güzellikle
sabret, sizler güzellikle sabredin, ama bunun için de Rabbine dayanıp, yalvar.
Çünkü böyle bir sabrı ancak Allah’ın yardımıyla başarabileceksin. Şunu da unutma
ki onlar asla sana zarar veremeyeceklerdir. Onların tüm tuzakları, tüm
komploları kendi aleyhlerine çıkacak, kendilerini bağlayacaktır. Sen onları da
kurtarmak üzere hareket et. Onları da cennete kazandırmak üzere güzel bir
anlayışla, bir hikmetle nasihatle devam et. Böyle devam ettiğin sürece senin
işine güzellikler gelecektir.
Evet, bize
zarar verene, bize kötülük yapana biz de kötülük yapmak zorunda değiliz. Ama
bizim toplumda şöyle bir atasözü vardır: "Kocana kızdığın zaman yemeğin içine
bir kaşık fazla yağ at ve böylece ona zarar vererek, onun malına zarar vererek
ondan intikamını alırsın" sözünde anlatılan şey de zarara zararla mukabeledir.
Kocan sana her ne sûretle olursa olsun bir zarar vermişse senin de ona ve malına
zarar vermen caiz değildir.
Veya
dükkanında çalıştırdığı işçilerin haklarını vermeyerek onlara zarar veren bir
adamın malına zarar vererek işçilerin ondan haklarını almaya çalışmaları caiz
değildir. Tamam aslında yapmamalılar, aslında işçilerinin haklarını yiyerek,
onlara zulmederek biriktirdikleri paralarla başkalarına yardım ediyor muş gibi
infak gösterisinde bulunmak yerine önce o işçilerine infakı ve önce onların
haklarını vermeyi şiar edinmeliler iş verenler ama her şeye rağmen bir haksızlık
yapmışlarsa onlardan hak almanın yolu bu değildir. Şunu da asla unutmayın ki ey
müslümanlar:
128. “Allah şüphesiz sakınanlarla
ve iyilik yapanlarla beraberdir.”
Allah muttakilerle beraberdir.
Muhakkak ki Allah kendisiyle yol bulan, kitabıyla, diniyle yol bulan kimselerle,
hayatlarını Allah için yaşayanlarla beraberdir. Sözleri, amelleri, eylemleri,
savaşları, barışları, namazları, oruçları Allah için olan kimselerle beraberdir.
Evet Allah’ı görüyormuşçasına Allah’a kulluk eden, sürekli Allah kontrolünde
olduklarının şuuru içinde olanlar yaşadıkları bu hayatta Allah’la beraber
oldukları gibi, sürekli Allah desteğinde oldukları gibi, yaşadıkları bu hayatın
sonunda yine Allah’la beraber olacaklardır. Rablerinin onlarla beraberliği devam
edecektir. Hayat Allah’la beraber güzeldir. ölüm Allah yolunda güzeldir. Ve
öteler âleminde böyle yaşayan kimseler için Rabbimizin vaadettiği cennetteki
nîmetler güzeldir.
Bu sûrenin de sonuna geldik, gelecek
hafta inşallah İsrâ sûresinde buluşmak üzere vel hamdü lillâhi Rabbil
âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder