NEML SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
27, nüzûl sıralamasına göre 48, üçüncü miûn grubunun sekizinci sûresi olan Neml
sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 93’
tür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun
pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını
içindeki 18. âyette geçen ve karınca anlamına gelen neml kelimesinden almış
Mekke döneminin ortalarında nâzil olmuş 93 âyetlik bir mübarek sûre ile
beraberiz. İki bölümden müteşekkil olarak algılayabileceğimiz bu sûresinde
Rabbimizin bize ulaştırmayı hedeflediği mesajlarını, iman etmek ve hayatımızı
düzenlemek üzere inşallah tanımaya, öğrenmeye ve bu sûre ile şereflenmeye
çalışacağız.
Az evvel de
ifade etmeye çalıştığımız gibi sûre iki ana bölümden oluşur. Birinci bölüm
(1-58) âyetler arasıdır. İkinci bölüm ise 58. âyetten sonuna kadar olan
bölümdür. Birinci bölümün ana teması şu-dur; bu kitabın hidâyetinden, yol
gösterisinden ancak bu kitabı Allah-tan gelme tek gerçek, tek hakikat olarak
kabul eden, ben bu kitaba muhtacım, bu kitap olmadan ben yaşayamam, bu kitabı
tanımadan ben dünyada ve ukbada asla başarıya ulaşamam, bu kitabı tanımadan
hidâyete erişemem diyen ve bu kitap rehberliğinde bir hayat ya-şayan kimseler
istifade edebilirler. Dünya ve âhiret mutluluğu ancak bu kitapla elde
edilebilir. Ama ölüm ötesi hayatı inkâr edenlerin böyle bir dertleri yoktur.
Çünkü bu inançsızlık kişiyi bencil ve dünya hayatına aşırı bağımlı bir duruma
getirmektedir. Böyle bir insanın Allah’a, kitabına teslim olması, doyumsuz hırs
ve arzularına sınır getirmesi mümkün değildir. İşte bu ilk bölümde bunlar
işlenir.
Bu girişten
sonra ikinci bölümde üç insan tipi ortaya konuyor. Birinci insan tipinin
karakteristik özellikleri Firavun, Lût ve Semûd ka-vimlerinin mele’ gruplarıyla,
kalburüstü adamlarıyla, ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduran yönetici
kadrolarıyla özdeşleştiriliyor. Bu kimseler toplumlarına gönderilen Allah
elçilerini dinlemiyorlar, Allah’tan gelen mesaja kulak vermiyorlar, âhirete
inanmıyorlar, kendi hevâ ve hevesleri istikametinde sorumsuzca bir hayat
yaşıyorlar. Sahip oldukları dünya nimetlerinin içine gömülüp, dünyayı
kıbleleştirip keyiflerine göre bir hayat yaşıyorlar. Gerek çevrelerinde
kendilerine Allah’ın hatırlatan görsel âyetlerle, gerekse elçilerinin
getirdikleri mesajla hiç ilgilenmiyorlar. Üstelik gelen Allah elçilerine karşı
mevcut dü-zeni, statükoyu korumak için ellerinden gelen tüm azgınlıkları yapmaya
çalışıyorlar. Fıtratın kabul edemeyeceği en çirkin işleri yapmaktan
çekinmiyorlar. Bu tavırlarından ötürü kendilerini helâk edecek Allah’ın azabı
kapılarını çaldığı zaman bile imansızlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Ve en
sonunda Allah’ın değişmez helâk yasasının mahkumu olarak geberip gidiyorlar.
İşte birinci insan tipi budur ve kıyamete kadar bu tip yeryüzünde her toplum
içinde var olacaktır.
Sûrede ikinci
tip insan karakteri de Hz. Süleyman aleyhisselâ-mın şahsında, kişilik ve
karakterinde görüntülenir. Hz Süleyman aley-hisselâm Rabbimizin kendisine çok
büyük mülk ve saltanat verdiği bir peygamberdir. Şu anda peygamber efendimiz
karşısında inkâr ve inatlarını sürdüren Mekke müşriklerinin hayal bile
edemeyecekleri ekonomik ve siyasal imkân verilmişti Süleyman aleyhisselâma. Ama
O, Allah’a karşı kulluğunun, köleliğinin bilincinde olduğu için, sahip
ol-duklarının tümünün kendisine Allah tarafından lütfedildiğinin farkında olduğu
için Rabbine tam ve mükemmel bir teslimiyetle tüm imkân ve fırsatlarını O’na
kullukta kullanan bir peygamberdi. Böylece bu bö-lümde, sahip olduklarıyla
böbürlenip Allah’a imana ve peygambere teslimiyete yönelmeyen Mekke
müstekbirlerine ve kıyamete kadar gelecek şımarık ekonomik ve siyasal güç
sahiplerine bir kulluk örneği sunulmaktadır.
Üçüncü insan
tipi de, Sebe’ melikesinin şahsında sembolize edilen insan tipidir. Sebe’
melikesi çok büyük siyasal güç ve imkân verilmiş bir melikedir. Bu dünyada bir
insanı gurur ve kibire sevk edebilecek her türlü imkân ve fırsatın sahibi bir
melike. Kureyş müşriklerinin rüyalarında bile ulaşamayacakları göz kamaştıran
bir dünya mülküne ve ihtişamına sahipti. Ama bu melike Allah ve elçilerinin
hayat programından uzak bir hayatın içinde iken, Süleyman aleyhisselâmı ve onun
tevhid inancını, teslimiyet dinini tanır tanımaz hemen küfrü, şirki, Allah
tanımaz hayatını, atalarının yolunu, törelerini terk ederek Müslüman oluverdi.
Bir çırpıda eski hayatını değiştirip Allah yoluna, hidâyet yoluna giriverdi.
Hiçbir şey onu cennet yoluna, kurtuluş yoluna girmekten alıkoyamadı. Etrafını
saran küfür ve şirk anla-yışlarının tümünden sıyrılıp fıtratının sesine,
vicdanının yol gösterisine uyuverdi. Zaten onun fıtratında vardı bu tevhid
inancı. Burada bu insan tipiyle, karakteriyle eski inançlarını, atalarından
intikal eden gelenekleri sürdürmek adına peygambere ve onun getirdiği hidâyete
karşı çıkan Mekke müşriklerine ve kıyamete kadar bu karakteri sergileyenlere
örnek verilmekte, uyarı yapılmaktadır.
Sûrenin
ikinci bölümünde kâinattaki varlıklardan, onların hareketlerinden, işleyiş
tarzlarından örnekler verilerek tüm varlıklar üzerinde egemen olan tevhid
inancının hakim oluşuna dikkat çekilir. Tüm varlıkların yaratıcılarına
teslimiyetine, yaratılış gayeleri istikametinde hareket edip, Rablerinin
kendileri için belirlediği programı icra edip, sadece O’nu tesbih ettiklerine,
sadece O’na kul köle olduklarına dikkat çekilerek Mekke müşriklerine şu soru
sorulmaktadır: Şimdi söyleyin bakalım ey müşrikler, kâinatta gördüğünün bu
gerçekler sizi mi doğruluyor, yoksa peygamberimin sizi kendisine çağırdığı
tevhid inancını mı? Kâinatta şirke mi delil var, yoksa tevhide mi? Bu âlemde
değişmez gerçek şirk mi, yoksa tevhid mi? Sorusu tekrar tekrar insanların
gündemine getirilerek düşünmeye sevk edilmektedir.
Bundan sonra
bu bölümde kâfirlerin, müşriklerin şu sâri hastalıklarına dikkat çekiliyor:
Onlar âhireti inkâr etmek istiyorlar. Yaptıklarının karşılığının kendilerine
sorulmamasını arzu etmektedirler. Çünkü yaptıklarının, yaşadıkları hayatın
kendilerini nereye götürdüğünün far-kındadırlar. Ve âhiret hayatının gündeme
gelmesi onların rahatlarını kaçırıyor, iştahlarını gideriyor ve yiyecekleri
naneleri rahat yemelerine engel oluyor. Âhiretteki hesap-kitabın gündeme gelmesi
onların hayatlarının değişmesini gerektiriyor. Onun için adamlar bu konunun
gündeme gelmesinden rahatsız oluyorlar. Âhiretin gündeme gelmesi haram ve
helâli, iyi ve kötüyü, günâh ve sevabı, hak ve bâtılı gündeme getiriyor. Halbuki
adamlar bu dünyada bunların hiçbirisine değer vermeden sınırsızca ve sorumsuzca
bir hayat yaşamak, hiçbir kayd u bend altına girmek istemiyorlar. Tıpkı ipini
koparmış danalar gibi keyiflerince bir hayat yaşamak istiyorlar. Bu düşünce de
onların ne Allah’a, ne peygambere, ne dine inanmalarına engel oluyor. Rabbimiz
bu bölümde böyle düşünen insanları uykularından uyandırmayı hedefliyor.
Sûrenin son
bölümünde ise, Kur’an’ın ve peygamberin insanları kendisine çağırdığı tevhid
inancı en net ve açık ifadelerle bir daha tekrarlanıyor. Bunu kabul etmelerinin
insanların kendi menfaatlerine olacağı, reddetmelerinin de sonunda kendi
aleyhlerine çıkacağı vurgulanıyor. Bu tevhidi kabul edip kurtuluşa ermenin
dışında insanların başka seçeneklerinin olmadığı net bir biçimde ortaya
konularak şöyle deniliyor; değilse siz bilirsiniz, bir gün Allah’ın
reddedemeyeceğiniz cinsten âyetleriyle karşı karşıya gelince, kıyamet günü gelip
çatınca artık dönüş için, tevbe için hiçbir şansınız kalmayacaktır. Gelin o gün
gelip de iş işten geçmeden kendi menfaatinize bu gerçeği kabul edin tavsiyesiyle
sûre son bulmaktadır.
1.
“Ta, Sin. Bunlar Kur’an’ın, ve Kitab-ı Mübînin
â-yetleridir.”
Şuarâ
sûresi Ta Sin Mim ile başlıyordu. Neml sûresi de Tâ Sîn ile başlar. Bu sûreyi
takip eden Kasas sûresi de Tâ Sîn Mîm ile başlıyor. Kitabımızda böyle
birlikteliği olan sûreler görüyoruz. Bu sûreler, bu âyetler Rabbimiz tarafından
elçisi Cebrâil vasıtasıyla kullarının hayatlarına karışmak üzere yeryüzünde odak
nokta olarak seçtiği, sözcü olarak seçtiği Muhammed (a.s)’a indirdiği
sûrelerdir, âyetlerdir. Şüphesiz ki Rabbimiz sözlerini, âyetlerini, sûrelerini
nasıl göndereceğini, sözlerini hangi stilde söyleyeceğini en iyi bilendir.
Rabbinizin âyetlerini ona göre dinleyin. Bu kitabın Allah’tan olduğunu unutmadan
dinleyin. Rabbinizin sözleri olarak, Rabbinizin yasaları olarak bu kitaba karşı
tavrınızı takının buyurmaktadır bunlarla!
İşte Kur’an’ın apaçık âyetleri. Veya işte apaçık bir Kur’an’ın
âyetleri. Bu kitap Allah tarafından Levh-i Mahfuzda belirlenmiş bir kitap.
Göklerin ve yerin yaratıcısı olan, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah tarafından
kullarının hayatlarını düzenlemek üzere yeryüzüne indirilmiş bir kitap.
Yeryüzünün Mekke şehrinde peyderpey inmeye başlamış ve yeryüzünde 23 yıllık bir
süreç içinde inişini tamamlamış bir kitap. Yeryüzü insanlığı için en büyük bir
gündem, en büyük bir şeref, en büyük bir rahmet kapısıyla karşı karşıya
getirildiği bir kitap. Mele-i Â’lâ ile yeryüzünü birleştiren, bütünleştiren,
yeryüzünü şereflerin en büyüğüne eriştirmiş bir kitap.
Yine:
2,3.
“Bunlar, namaz kılan, zekât veren ve âhirete de kesin olarak inanan mü'minlere
doğruluk rehberi ve müjdedir.”
Bu
kitap bir hidâyettir. Kendisine müracaat edenleri, kendi-siyle birlikte
olanları, hidâyeti kendisinde görüp ben bununla hidâyeti bulmak istiyorum
diyerek bu kitabı eline alanları hidâyet yoluna ulaştıran, mü’minlere yol
gösteren, mü’minlere müjdeler veren bir kitaptır bu kitap. Evet bu kitap tüm
insanlık için bir hidâyettir. Tüm insanlığı hidâyete, doğru yola ulaştıracak,
insanlığın tüm dünya problemlerini çözecek, insanlığı içinde bulunduğu
bunalımlardan, aşmazlardan sahili selâmete çıkaracak bir kitaptır. Tüm insanlık
içidir onun hidâyet oluşu, ama bu kitaptan herkes aynı şekilde istifade
edemeyeceği için, herkes bu kitaba çözüm gözüyle bakmayacağı için elbette bu
kitap sadece mü’minler faydalanabileceklerdir. Çünkü bu kitap hidâyeti
kendisinde görmeyen, kendisine müracaat etmeyenler için hidâyet sebebi
olmayacaktır.
Ve
yine bu kitap ancak kendisiyle birlikte olan mü’minler için müjde kaynağı
olacaktır. Peki kimdir o mü’minler? Ne özellikleri varmış onların? Yâni bu
kitabın hidâyetine ve müjdesine muhatap olabilmenin, bu kitabın hidâyetine
mazhar olabilmenin şartları neymiş? Bakın âyetin devamında Rabbimiz kitabının
pek çok yerinde gündeme getirdiği bu hususu şöylece ortaya
kor:
Evet
bu mü’minler namazı ikâme ederler. Namazı ayağa kaldıran ve hayatlarını onunla
düzenleyen insanlardır. Namaza özdeş bir hayat yaşayarak, ya da hayatı namazla
ikâme edenlerdir onlar. Namazı, namazla aldıkları mesajı hayatın tüm alanlarında
uygulayan insanlardır. Hayata etkin bir namaz, namaza etkin bir hayat
yaşayanlardır.
Yine zekâtı da verenlerdir onlar.
Mallarında Allah’ı söz sahibi bilerek, onları Allah’ın istediği gibi Allah
kullarıyla paylaşmanın kavgasını verenlerdir.
Yine âhirete de yakînen inanan, bu
inancını sadece iddia planında bırakmayarak, bilgi planında bırakmayarak eyleme
dönüştüren, tüm sözlerine, tüm eylemlerine bu imanın damgasını vuran kimselerdir
onlar. Âhireti iki gözlerinin önünde canlı tutarak o günün hesabı konusunda tir
tir titreyen kimselerdir. Âhiretteki Allah’ın sorgulamasını gözleriyle görmeden,
elleriyle dokunmadan da öte yakîn bir şuur haline getirenlerdir. Kitabımızın pek
çok yerinde mü’minlerin bu özellikleri anlatılır. Ve bu kitabın kimler için
hidâyet kaynağı ve müjde vesilesi olduğu haber verilir.
Öyleyse
bizler bu kitapta Rabbimizin tanıttığı ve istediği gibi mü’minler olmak
zorundayız. Yâni tüm tanımları Allah ve Resûlünün tanımladığı gibi anlamak
zorundayız. Değilse herkese göre Müslümanlık olmaz. Herkese göre kâfir olmaz.
Mü’min kimdir? Kâfir kimdir? Mümin nasıl olmalıdır? Kâfir nasıl olur? bunu
belirleyen Allah ve Resûlüdür. Ve işte Rabbimizin tanımlamasına göre mü’minlerin
özel-likleri bunlardır.
Mü’min hayatını namazla ayağa
kaldıran, hayatını namazda aldığı Allah mesajıyla düzenleyen kişidir. Mü’min
Rasulullah efendi-mizin hayatında görüldüğü gibi sürekli namaz eylemini ifa eden
bir karakterin sahibidir. Namazını ikâme den bir mü’min iki namaz arasın-daki
hayatını da aynen namazdaki gibi Allah’ı büyükleyerek, Allah’a hamd ederek,
Allah’ı tesbih edip gündemde tutarak, okuduğu Kur’an âyetleri doğrultusunda bir
hayat süren kimsedir. Namazını Allah’ın is-tediği gibi ikâme eden mü’min ırz ve
namusunu, iffet ve hayasını koruyan, Allah ve Resûlünün istediği gibi
emânetlerine riâyet eden kimsedir. Allah’ın istediği gibi namazını ikâme eden
mü’min namazla Allah’tan aldığı mesajı zekât olarak Allah kullarıyla paylaşmanın
derdine düşen kimsedir.
Ve
yine mü’min gece gündüz âhiretle, âhiretin hesabı kitabıyla iç içe olan
kimsedir. Allah için ikâme ettiği namazıyla, o namazında okuduğu Allah
âyetleriyle kıyâmeti gözleriyle gören, tüm benliğiyle kı-yâmetin sorgusunu
yaşayan, cenneti bilen Ona arzu duyan, cehennemi tanıyan, Ondan Allah’a sığınan
kimsedir. İşte bu kitap böyle müminler için hidâyet kaynağıdır ve müjdedir. Ama
beri tarafta:
4.
“Âhirete inanmayanların yaptıkları işleri kendilerine
güzel göstermişizdir; bu yüzden körü körüne
bocalarlar.”
Âhirete
iman etmeyenler, âhireti reddedenler, âhiretin hesabını ummayanlar,
gündemlerinde âhiret olmayanlar, Allah’ı, peygamberi, cenneti, cehennemi hesaba
katmadan bir hayat yaşayanlar, yok olup gideceklerine, yaptıklarından ötürü asla
hesaba çekilmeyeceklerine inananlar ise; Biz onlara amellerini süslü gösterdik
diyor Rabbimiz. Mantıklarını, düşüncelerini, eylemlerini, hayatlarını onlara
süslü gösterdik. Buyurun dilediğiniz gibi hükmedin, dilediğiniz gibi yaşayın
dedik. Dirilmeme, hesaba çekilmeme mantığına dayalı bir hayatınız sizin için
hayat olsun, haydi zanlarınızca bildiğiniz gibi yaşayın dedik. Onlar işte böyle
şaşkın, şaşkın, bir körlük, bir sağırlık, bir akılsızlık, bir gaflet içinde
bocalar dururlar.
Niçin
böyle? Çünkü onlar anlayışlarından, yaşadıkları hayatlarından memnunlar.
Yaşadıkları hayat kendilerine süslenmiş. İşte hayat bu dünya hayattır derler.
Burada başarılı olursak, burada üstün bir konumda olursak akıllıyız, şerefliyiz
diyorlar. Halbuki gerçek akıllılığın, gerçek başarının, gerçek izzet ve şerefin
âhirette olduğunu hiç mi hiç bilmezler. Zaman zaman vicdanları, fıtratları
onlara bunu hatırlatsa da hemen oradan geçerler, hiç üzerinde durmazlar. Şaşkın,
şaşkın derbeder bir vaziyette yuvarlanıp giderler, yok olup
giderler.
5.
“Kötü azap işte bunlaradır. Âhirette en çok kayba uğrayacaklar da
bunlardır.”
Âhiretin
kötü azabı işte bunlar içindir. Âhirette akla hayale gelmedik büyük zararların
içindedirler bunlar. Büyük bir hüsran, büyük bir kayıp yakalamıştır âhirette
onları. Önceki özellikleri anlatılan mü’-minler için en büyük başarı, en büyük
mutluluk vardır denmişti, bunlar içinse kayıp vardır, zarar vardır, hüsran
vardır ve yaşadıkları bu pis hayatın karşılığı olarak cehenneme yuvarlanma
vardır. Çünkü bunlar Allah ve Resûlünün istediği bir hayata evet demediler.
Öyleyse sen ey Resûlüm:
6.
“Ey Muhammed! Şüphesiz, Kur’an'ı, Hakîm ve Alîm olan Allah katından
almaktasın”
Muhakkak
ki sen Hakîm olan, hikmet sahibi, hâkimiyet sahibi olan, Alîm olan, her şeyin
bilgisine sahip olan, bilgisi tam olan, bilgi kendisinden olan bir Allah’tan bu
Kur’an’ı almaktasın. Bu kitap işte böyle bir Allah tarafından sana ilka
edilmektedir. Hikmet sahibi tek varlık Allah’tır. Bilgi sahibi tek varlık O’dur.
Tüm bilgiler ve hikmetler Allah’tandır. Eğer Rabbimiz bu kitabı ve peygamberleri
aracılıyla bize bilgisinden, bize hikmetinden sunmasaydı hiç bir şey bilemezdik.
Meleklerin Bakara sûresindeki ifadelerini biliyoruz değil mi? Ne
diyor-lardı?
“Ya Rabbi! Seni tesbih ve tenzih ederiz! Sen
mükemmelsin! Eksiğin yoktur senin! Bizim bilgimiz yok, ancak senin öğrettiğin
vardır. “Muhakkak ki her şeyi bilen Hakîm ancak
sensin!”
(Bakara
32)
Evet
ya Rabbi muhakkak ki Sen en bilensin, en yerli yerince bilensin, tam bilensin,
bilgisi tam olansın, bilgisi değişmeyensin, yaptığından geri dönmeyen, pişman
olmayansın. Biz hiçbir şey bilmeyiz, ancak senin bildirdiğin kadarını
bilebiliriz. Bizim bilgimiz sendendir. Onun için Bizler seni tesbih ve tenzih
ederiz.
Bizler
de diyeceğiz ki; bizde hiçbir ilim yok ya Rabbi. Ancak senin bildirdiğin
kadarını biliriz biz. Senin bildirmediklerini asla bilemeyiz. Melekleri
vasıtasıyla Rabbimizin bize sunduğu bu kulluk bilincini, Rabbimiz karşısında bu
acziyet şuurunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Her yerde ve her zaman
biz bilmeyiz sen bilirsin ya Rabbi demeyi unutmamalıyız. Öyle değil mi yâni?
Allah bu bilgileri bize öğretmeseydi biz nereden bilebilirdik? Allah
peygamberler göndermeseydi o peygamberler vasıtasıyla bize kendi bilgisinden
aktarmasaydı nereden bilebilirdik bu bilgileri?
Evet mü’minlerin özelliklerinin
sayıldığı, müminlerin kitabın müjdesiyle müjdelendiği, kâfirlerin de azapla
tehdit edildikleri, bu kitabın Alîm ve Hakîm olan bir Allah’tan indirildiği
haberlerini aldığımız sûrenin bu ilk âyetlerinden sonra Rabbimiz bizi tarihin
önceki dönemlerine götürecek, daha önce bir peygambere inen âyetlerin nasıl
indirildiğini anlatarak bizi yasal örneklerimizden Hz. Mûsâ (a.s) la karşı
karşıya getirecek:
7, 8.
“Mûsâ, ailesine: “Ben bir ateş gördüm; size oradan ya bir haber getireceğim,
yahut ısınasınız diye tutuşmuş bir odun getireceğim” demişti. Oraya geldiğinde,
kendisine şöyle nida olunmuştu:“Ateşin yanında olan ve çevresinde bulunanlar
mübârek kılınmıştır.Âlemlerin Rabbi olan Allah
münezzehtir”
Hatırlayın,
hani Mûsâ (a.s) ehline demişti ki: Mısırdan bir adam öldürerek kaçan ve
Medyen’de, Şuayb (a.s) ın ülkesinde uzun bir süre gizlendikten sonra ailesiyle
birlikte tekrar ülkesine, Mısır’a dönüşü esnasında vukua gelmiş bir hadiseyi
anlatıyor. Mûsâ (a.s) çölde yolunu şaşırmış ve nereye gideceğini, ne yapacağını
bilmez bir vaziyette soğuğu şiddetli bir gecede ehline, yanındaki ailesine diyor
ki: Siz burada durun, beni bekleyin, ben bir ateş gördüm. Bu ateş bana hoş
görünüyor, ben ona ünsiyet ettim. Ben size
ondan bir parça getireyim, size ondan bir haber getireyim. Yâni belki
orada bize rehberlik edecek bir şey bulurum diyor. Ondan size bir kor getireyim
ki onunla ısınırsınız, rahatlarsınız diyerek eşi ve çocuklarını orada bırakarak
ateşe doğru gider.
O ateşe yaklaşır, ateşle karşı
karşıya kalır. Ateş dağın üzerindeki bir ağaçtan gelmektedir. Orada kendisine
nida edilip seslenildi ki hem o ateş, hem de o ateşin etrafı mübârektir. Ey Mûsâ
sen bereketli bir yerdesin. Mübârek bir mekândasın. Sen kutsal bir vadidesin.
İkram olunmuş bir yerdesin der bir ses. Âlemlerin Rabbi olan Allah noksan
sıfatlardan münezzehtir. Böyle kendisine seslenilen Mûsâ(as) o anda nerede
olduğunu, nasıl bir şeyle karşı karşıya bulunduğunu anlayamadı. Ama işte
Rabbimiz Ona nida edip sesleniyordu. İşte Rabbimiz kuluna kendisini anlatıyor,
kendi zatını anlatıyordu. Ona o anda bulunduğu yerin kutsal bir yer olduğunu,
bulunduğu makamın mübârek bir makam olduğunu bildiriyordu.
Allah’ın
yaktığı hem o ateş mübârek, hem o ateşin çevresindeki vâdiler mübârek, dağ
mübârek, Tûr mübârek, mukaddes Tuva vadisi mübârek. Tüm bu mübâreklerle mübârek
olan Mûsâ (a.s) iç içedir. Böyle mübârek bir ortamda, mübârek bir makamda
Allah’ın el-çisi Mûsâ (a.s) geceleyin böyle bir nidayla, bir sesle
irkilmektedir.
9.
“Ey Mûsâ! Gerçek şu ki, Ben, güçlü ve Hakîm olan
Allah'ım”
Ey
Mûsâ, Ben Allah’ım! Ben Azîz ve Hakîm olan Allah’ım! Ben izzet ve şerefli olan
Allah’ım! İzzet ve şeref tümüyle kendisine ait olan Allah’ım Ben! Hikmet sahibi
olan, hâkimiyet sahibi olan, egemenlik kendisine ait olan Allah’ım Ben! İntikam
sahibi olan Allah’ım Ben! Şerefli olan, şerefli kılan Allah’ım Ben!
Dilediklerini izzet ve şerefe ulaştıran Allah’ım Ben! Doğru hüküm veren ve
hükmünü uygulayan Allah’ım Ben! der bir ses Mûsâ (a.s)’a. Bu ses Allah’tandır.
Çünkü bu sözü Allah’tan başka hiç kimse söyleyemez. Öyle değil mi? Allah’tan
başka Azîz, O’ndan başka Hakîm var mı? Allah’tan başka izzet ve hikmet sahibi,
intikam ve hüküm sahibi, hikmet ve egemenlik sahibi kim var? O’ndan başka kim
diyebilir bunu? O’ndan başka kim ben Azîzim diyebilir? O’ndan başka kim ben
Hakîmim, hâkimiyet bana aittir diyebilir?
10-12.
“Değneğini at!” Mûsâ, değneğinin yılan gibi hareketler yaptığını görünce,
arkasına bakmadan dönüp kaçtı. “Ey Mûsâ! Korkma; Benim katımda peygamberler
kork-maz; yalnız haksızlık eden bunun dışındadır. Kötü hali iyiliğe çeviren
kimse bilsin ki Ben şüphesiz bağışlarım, merhamet ederim. Elini koynuna sok,
Firavun ve milletine gönderilen dokuz mûcizeden biri olarak kusursuz, bem-beyaz
çıksın. Gerçekten onlar yoldan çıkmış bir
millettir.”
Asanı
bırak, Asanı at. Hangi Asadır bu Asa? Mûsâ (a.s) nın Medyen’de Şuayb (a.s) ın
koyunlarına çobanlık yaptığı on yıllık dö-neminde elinden bırakmadığı bir asadır
bu. Kupkuru bir ağaç parçasıdır bu Asa. On yıl boyunca elinde taşıdığı,
kullandığı ama kendisinde o güne kadar başka asalara göre hiçbir farklılık
görmediği bir asa. İşte orada Rabbimiz elçisi Mûsâ (a.s)’a diyor ki: Ey Mûsâ
asanı yere bırak. Mûsâ (a.s) Onu yere bırakınca bir de ne görsün asa hareket
etmeye başladı tıpkı kıvrak, hızlı hareket eden bir yılan gibi. Küçük bir yılan
gibi hareketlenmeye başladı.
Çok
görkemliydi. Yâni aslında büyük bir ejderha gibiydi ama hareketlilikte sanki
küçük bir yılan çevikliği sergiliyordu. Evet evet Mûsâ (a.s) nın gözlerinin
önünde elinde taşıdığı on yıllık asa şu anda bir yılana dönüşmüştü. Mûsâ(as)
korktu ve arkasına bakmadan geriye doğru kaçtı. Gördüğü bu manzara karşısında
şaşkınlığa düşen Mûsâ (a.s) ne yapacağını bilemedi ve kaçtı. Gerçekten de çok
garip bir durum. Bir gece vakti uzakta gördüğü bir ateşe doğru gidiyor, ağaçtan
çıkan bir ateş, sonra bir nida, bir ses, sonra o sesin istediği gibi asa yere
bırakılıyor ve elindeki asa birdenbire bir yılana dönüşüyor.
Ve
bu harikulade manzara karşısında Mûsâ (a.s) nın korkup kaçıyor. Ve yine bir ses,
ey Mûsâ korkma, korkmana, kaçmana ge-rek yok diyor. Çünkü Benim huzurumda, Benim
katımda elçilere korku yoktur. Sen korkmayacaksın, çünkü Sen elçilerden
olacaksın. Ben seni korumam altında tutuyorum der Rabbimiz. Sen hiç korkma. Ama
kim zalim olursa işte korkacak olanlar onlardır. Zalimlerin korkmaya hakkı var,
zalimler korksun Benden. Ama kim de kötülükten sonra iyiliğe yönelirse, kötülük
içinde yaşadığı hayatını iyiliğe doğru döndürürse Ben onlar için Ğafûrum,
bağışlayanım.
Evet böyle bir gece vakti, soğuğu
şiddetli bir gece yolunu şa-şırmış bir Müslüman Mûsâ (a.s) eşi ve çocukları
bıraktığı yerde ken-disini bekliyorlar. Ateşe yaklaşacak, orada kendisine bir
ses gelecek, o sesle irkilecek, elindeki asayı yere bırakacak ve bir anda asa
yılan olacak. Korkup kaçacak, arkasından kaçma diye bir ses Onu uyaracak,
elçilerin korkmalarına gerek olmadığına dair bir müjde alacak. Ve arkasından
kıyâmete kadar bir tevbe yasası konulacak. Sonra kötülük yapanlara azabı
gelecek. Ama kötülük işleyip dururlarken bundan vazgeçip iyiliğe yönelenler için
de bir bağışlanma gündeme getirilecek. Bundan sonra Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
Ey Mûsâ elini koynuna sok ki bir
hastalık olmaksızın bembeyaz çıksın. Dokuz âyetle birlikte Firavun ve toplumuna
git. Muhakkak ki onlar fâsık, itaatten çıkmış, günâhkâr, Allah’a isyan eden bir
kavimdir. Öyleyse ey Mûsâ, haydi sen bu dokuz âyetle, bu dokuz mûcizeyle Firavun
ve kavmine git ve onları uyar. Onlar günâhta ileri gitmiş bir toplumdur. Git ve
onları uyar ki akılları başlarına gelsin.
Evet Rabbimiz Firavun ve azgın
toplumu tarafından yüzyıllardır köleleştirilmiş, her şeylerini kaybetmiş köle
bir Müslüman topluma, İsrâil oğullarına özgürlüğün habercisi olarak, kurtuluş
muştusu olarak Kutlu bir elçisini, Mûsâ (a.s)’ı gönderiyor bu âyetlerle. Ve
gerçekten de o kutlu elçinin mücadelesi zorlu olacaktı. Firavun ve topluyla
kavgası zorlu olacaktı. Hem Firavun oğullarıyla, hem de yıllar yılı köleleşip
her şeylerini kaybetmiş bir toplum olan, özgürlüğe susamış bir toplum olan
İsrâil oğullarıyla uzun ve yorucu bir mücadele içine girecekti. Bir taraftan
azgın Firavun oğullarını uyarırken, diğer taraftan kölelik ruhlarına sinmiş
İsrâil oğullarını köle olmadıklarına ikna edecekti. Yâni alınlarına kölelik
damgası vurulmuş bu insanların kölelik yazgısını kazımak, silmek kolay
olmayacaktı. Firavun ve sisteminin zulmü altında bu insanlar her ne kadar
özgürlüğe susamış olsalar da kölelikten de memnundular. Çünkü onları bu hayata
mahkum etmiş güçlü bir sistem, güçlü bir devlet vardı.
Allah’ın
elçisi Mûsâ bunlarla baş edecekti. Zâhiren bakıldığı zaman Mûsâ (a.s) nın başarı
şansı hiç yok gibiydi. Ama sonuç Al-lah’ın elindeydi. Matematik hesabına göre
Mûsâ (a.s) nın hiç bir şansı yok gibiydi ama Allah hesabına göre bu iş çok
kolaydı. Başka sûrelere de baktığımız zaman görürüz ki Allah desteğindeki Mûsâ
(a.s) nın başarılı olduğuna şahit oluyoruz. Büyük irade kulu ve elçisi Mûsâ
(a.s)’ı başarılı kılmıştır.
13,
14. “Âyetlerimiz gözlerinin önüne serilince: “Bu apaçık bir sihirdir” dediler.
Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü
onları bi-le bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir
bak!”
Ne
zaman ki, onların gözlerini açıp akıllarını başlarına getirecek âyetlerimiz
Firavun ve kavmine geldi, dediler ki bu apaçık bir sihirdir. Alçaklar
kendilerine kendilerini diriltecek Allah âyetleri gelince diyorlar ki bu apaçık
bir sihirdir. Yâni kendileri ülkeyi sihirle yönetsinler, Allah yasalarından,
Allah sisteminden habersiz beşer sistemleriyle, insan düşünceleriyle
yönetsinler, insanları kendi büyüleriyle aldatsınlar, beyazı siyah siyahı beyaz
göstersinler, hakkı bâtıl bâtılı hak göstersinler, adâleti zulüm zulmü adâlet
göstersinler, köleliği özgürlük özgürlüğü kölelik göstersinler sonra da kendi
yanılgılarına peygamberi de ortak etsinler. Allah yasalarıyla, Allah âyetleriyle
gelen bir peygambere sihirbaz desinler. Bunun yaptığı iş sihirdir desinler. Ve
yıllar sonra aynı mantıkla bir Allah elçisine, Muhammed (a.s)’a da aynı şeyleri
söylesinler.
Evet
ey Mûsâ sen apaçık bir sihirbazsın, bu getirdiklerin de apaçık bir sihirden
başka bir şey değildir dediler. Ve böylece gönülleri kesin olarak kabul ettiği
halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler.
Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakıverin diyor Rabbimiz.
Dâvûd ve Süleyman (a.s) lardan söz
edilecek. Süleyman(as) çok farklı bir durumu var. Kuşlar var ordu olarak, cinler
var ordusu. Birilerini bağlamış, birilerini yola koymuş, böyle farklı bir
peygamber. Gidiyorlar Yemenden bir şeyler getiriyorlar veya mektubunu Yemene
götürebiliyorlar, ya da Yemendekini dizinin dibine getirebiliyorlar, saltanatı
tüm dünyaya takdim ediliyor, yâni değişik bir ortam, değişik bir iş.
Bir
insan her ne kadar kıyâmete kadar Süleyman (a.s) ın sal-tanatına erişemeyecek
idiyse de Allah bazılarına çevresine göre Süleyman saltanatını verebilmiştir.
Yâni şu bizzat Süleyman (a.s) ın saltanatı kimsede olmayacak. Kimseye vermiyor
da Allah onun gibisini, ama çevresine göre kimilerinin saltanatı Süleyman (a.s)
gibi olabilir. Onların şımarıklaşmaması, haddini bilmesi, bunu ona veren
Allah’ın sadece ona vermediğini unutmaması, kendisinden önce de birilerine hem
de peygamber olarak lütufta bulunduğunu unutmaması gerektiğini anlatmak üzere
galiba Süleyman (a.s) hadisesinden söz edilir.
Süleyman (a.s) la ilgili Kur’an’da
işte bir bu sûrede bilgiler var, başka sûrelerde de bilgiler var. Devlet
planında etkinliğinin, hegemonyasının veya İslâm’ın, kulluğun uygulanırlılığının
gösterildiği bir peygamberin hayat hikayesidir. Nuh (a.s) daha çok ezilmişlerin
peygamberi, çevresinde rezil rüsva insanlar karşısında horlananların,
za-yıfların peygamberi. Hud (a.s), ya da Lût (a.s) hanımı belki iki kızı ile o
bölgeden çıkması emrolunan, geri kalanların tümünün helâk edildiği bir toplumun
peygamberi. Kimi yok, kimsesi yok, gücü yok, kuvveti yok gibi görülen bir
peygamber. Ama Dâvûd (a.s) öyle değil. Hele Sü-leyman (a.s) hiç öyle değil.
Süleyman (a.s) kendi döneminin daha güçlü, daha kuvvetli bir peygamberi olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Yâni
eğer biz de böyle imtihan olunursak bunu asla unutmayalım içindir bu. Genel
mânâda sûrenin bize verdiği budur. Bir de kendimizi illa da Süleyman(as) gibi
güçlü farz etmemizin mânâsı yok, eğer birilerine göre öyleysek kendimizi
Süleyman bilelim. Meselâ cebinde beş bin lirası olmayana göre senin cebinde yüz
bin lira varsa ondan yirmi kat daha zenginsin demektir. Hele bir milyonun varsa
kat be kat zenginsin demektir.
Atımız olabilir, arabamız olabilir,
saltanatımız olabilir, girişimiz çıkışımız, imkânımız fırsatımız olabilir. Bütün
bunlar karşısında şımarmanın mânâsı yok. Allah bize farklı nîmet vermiştir, bu
nîmetleri Allah’a şükürde kullanacağız, Mevlâ bize bunu anlatıyor
diyeceğiz.
15.
“Andolsun ki, Dâvûd’a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi
"Bizi mü'min kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun"
dediler.”
Dâvûd’a ve Süleyman (a.s)’a ilim
verdik. Onların hali şöyleydi, şöyle demeleri vardı onların. Diyordular ki
Elhamdülillah! Allah’a ham-d-ü senâlar olsun ki o Allah bizi mü'min kullarından
pek çoğunun üzerine tafdıyl etmiştir. Ne demek pek çoğunun üzerine? Yâni dikkat
ederseniz mü’min kullarının tamamına, hepsine değil de pek çoğuna diyorlar.
Elbette diğer peygamberler de vardı, bir de onlar herkesin zamanında
yaşamamıştılar. Kendi zamanlarında yaşayan bütün mü'-minlere Allah tarafından
tafdıyl edildiler ve bittiler.
Fazlullah’ı Bakara 64 ile
anlıyoruz:
“Eğer Allah’ın size nîmeti ve rahmeti
olmasaydı muhakkak hüsrana uğrayanlardan
olurdunuz.”
(Bakara
64)
Allah’ın rahmeti ve fazlı olmasaydı
size ey İsrâil oğulları siz hüsrana uğrayanlardan olurdunuz âyetindeki Fazlullah
Allah’ın peygamber göndermesi, ya da peygamberlerin arka arkaya görevle İsrâil
oğullarına gitmesi mânâsınaydı. Evet tekrar tekrar size Peygamberler
göndermeseydi işiniz bitikti.
Dikkat ederseniz burada hamd
kelimesine gavl tabir edilmiş, yâni elhamdülillah dediler denilmiştir. Bu
elbette İslâm’ın kuralıdır. Hamd dille yapılır şükür de amalle yapılır
biliyorduk. Sûrenin ilerde gelecek olan âyetlerinden birinde de diyordu ki
Allah:
Elhamdü
lillah de! Bir başka âyette de deniliyordu ki:
“Ey Dâvûd ailesi!
Şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır.”
(Sebe’
13)
Ey Allah’ın pek çok nîmetlerine
ulaşmış Dâvûd ailesi Rab-binize şükredin. Rabbinizin size verdiği nîmetleri
Rabbinizin razı o-lacağı yerde kullanarak, Rabbinizin razı olacağı bir hayatı
yaşayarak, Hayatınızı o hayatın
sahibinin yolunda kullanarak, dünyanızı, hayatınızı, canınızı, malınızı,
zamanınızı, imkânlarınızı, fırsatlarınızı onları size verenin yolunda harcayarak
Rabbinize şükredin. Yâni Allah size hangi nîmeti vermişse o nîmet cinsinden
infakta bulunarak şükredin Rabbinize. Hayatı onu size veren Allah’ın istediği
biçimde yaşayarak, geceyi ve gündüzü onu size lütfeden Allah yolunda kullanarak,
aklı fikri, bilgiyi onu verenin razı olduğu yerlerde kullanarak, zamanı onu
verenin razı olduğu yerde kullanarak, Allah’ın rızasını tahsilde harcayarak
Rabbinize şükredin.
Evet diyor ki Rabbimiz ey Dâvûd
oğulları şükür ameli işleyiniz! Yâni şükrederek amel ediniz, ya da amelinizi
şükür olsun için yapınız denilmişti orada, burada da anlıyoruz ki
"Elhamdülillah" deniyor. Elhamdülillah denmesi elhamdülillah denilecek bir
hayata mühür basılması anlamına gelecektir. Yâni bir kişi Allah’a hamd edeceği
bir hayatı yaşar ve sonra da der ki: Elhamdülillah.
Demek
ki elhamdülillah hayatın İslâmlaşmasının adıdır. Hani içki içer üzerine de
elhamdülillah diyemezdi ya kişi. İçkisiz bir yemek yer, komşularıyla yer,
açlarla yer, israfsız yer, acıkmadan oturmaz, doymadan kalkar, yâni Allah ne tür
bir yemek modeli tarif etmişse onu öylece yapar ve sonunda da der ki
elhamdülillah. Yâni bu söz Yunus sûresindeki:
“Onların dualarının, dâvâlarının sonu
da: "Âlem-lerin Rabbi Allah'a hamd olsun" dur.”
(Yunus
10)
Evet mü’minlerin dâvâlarının sonu
Âlemlerin Rabbine hamd etmektir, elhamdülillah demektir. Hamd Âlemlerin Rabbi
olan Allah’a mahsustur. Hamd sadece Allah’ın hakkıdır. Dünyada iken Müslüma-nın
ilk ve son işi, ilk ve son ve sözü işte budur. Dünyada sözünü dinleyerek,
yasalarını uygulayarak Rabbine hamd eder mü’min. Dünyada hatırını her şeyin ve
herkesin hatırından üstün tutarak Rabbine hamd eder mü’min. Dünyada Rabbinin
istediği biçimde bir hayat yaşayarak Rabbine hamd eder. Arzularından,
emirlerinden razı olarak O’na ham deder. Yâni mü’minin işi gücü, derdi gamı
budur.
Müslüman
bu dünyada Öyle bir hayat programı yaşar ki işte onun üzerine de elhamdülillah
denebilir. Bu programın başında bismillah olacak, yâni Allah adına yapılacak bu
iş. Ya Rabbi ben bunu senin namı hesabına yapıyorum, sen dedin diye yapıyorum,
sen bunu benden istemeseydin ben bunu yapmazdım diyeceğiz, ondan sonra da
diyeceğiz ki elhamdülillah. Böyle bir hayatı bana lütfettiğin için
elhamdülillah. Evet işte Dâvûd ve Süleyman (a.s)’lar diyorlar
ki:
Bizi
mü'min kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamd
olsun. Lâkin bunlar henüz öyle bir amel de işlememişlerdi. Ama biliyoruz ki ilim
zaten ameli gerektiriyordu da ondan dediler bunu. Meselâ bir adam herhangi bir
konuda bir şeyler bilecek, ama o bilgiyi o konuda amele dönüştürmeyecek bu
mümkün değildir. Meselâ adam ezan okununca vaktin girdiğini bilecek, vakit
girince abdest alıp namaz kılması gerektiğini bilecek, abdestin nasıl
alındığını, namazın nasıl kılındığını bilecek ve adam bu işi yapmayacak bu
mümkün değil. İlim değildir bunun adı. İlimdir de, bu ilmi zan haline getiren
ikinci galip bir ilim vardır onda. Yâni adam içkinin zararını bilecek,
içilmemesi gerektiğini bilecek, içilince şöyle olacağını bilecek ama buna rağmen
yine de içerse, o zaman her şeye rağmen içilebileceğine dair bir bilgi vardır
onda. İşte bu bilgi onda amel haline dönüşünce ötekisi zan haline geliveriyor
demektir.
İslâm’a göre bilgi ikiye
ayrılır:
1- Şu Türkçe’de zan dediğimiz bilgi,
hayatla, hakikatle, gerçekle mutabakatı olmayan bilgi. Yâni hayata intibakı
olmayan, kişiden amel istemeyen bilgi.
2- Bir de ilim dediğimiz hayatla
hakikatle mutabakatı olan bilgidir. Yâni hayatla birleştirilmesi gereken
bilgidir. Onun içindir ki kitabımızın her neresinde “İ'lemu”
denilince, bilin ki demek değildir bunun mânâsı. Bu bilgiye göre amel
edin demektir. Yâni hayatınızı bu bilgiye göre düzenleyin, bu bilgiyi
hayatınıza aktarın, hayatınızı bu bilgiyle düzenleyin demektir. Allahu Zül Celâl
Dâvûd (a.s),a ve Süleyman (a.s)’a ilim verdiyse onlar bu ilimle hayatlarını
düzenlediler ve dediler ki:
Yâni bize ilim verdi de Allah, bizi
ilimle tafdıyl etti değil, bizi pek çok mü’min kullarından üstün kıldı değil,
bize ilim verdi de Allah biz de o ilimle iman ettik, biz bize verilen o ilimle
hayatımızı düzenledik de Allah bizi bununla tafdıyl etti demektir bunun mânâsı.
Değilse mücerret bilgi insanı hiçbir zaman tafdıyl etmez, üstün kılmaz, üstün
edecek de değildir. Çünkü Ebu Cehil de bilgiliydi biz onu biliyoruz. Hattâ
İblisin bildiği çok daha kesin. Yâni bu âyetle sabittir. İblis Allah’ı da
biliyor, Allah’tan korkulması gerektiğini de biliyor, âhireti de biliyordu ama
bu bilgi ona hiçbir şey kazandırmadı. Ya da Firavunun bilgisini
hatırlayın.
Peki Hz. Süleyman’la Dâvûd (a.s) un
ilmi neydi? Tefsirlere bakın, Elmalıya bakın, ama özetin özeti bir bilgi
vermemiz gerekirse size şunları söyleyelim:
Bu öyle bir bilgiydi ki bu bilgiyle onlar kendileri ve Allah, kendileri
ve mahlukât, kendileri ve insanlar, kendileri ve mevcudat arasındaki diyalogu
kurabiliyordular. Bu ilimle kendilerinin varlık âlemindeki yerlerini bulmuş ve
bu yerin diğer varlıklarla diyalogunu kurabilmişlerdi. Benim anlayabildiğim
budur bundan.
Zaten
peygamberlere verilen ilim bir mânâda da hikmetin mânâsı olacaktır. Yâni hikmet
nerede nasıl hareket edeceklerini konuşma olarak, ölme olarak, öldürme olarak,
ya da tavır ve davranış olarak ne yapmaları gerekeceğini bilmeleri mânâsınadır.
Yâni hayatı Allah’ın istediği biçimde değerlendirme ve yaşama bilgisi. Allah’ın
verdiği ilim budur işte. Yâni hayat programı ilmidir, hayatı anlama ilmidir.
Yâni onlar hangi hayatı yaşayacak idiydiyse öyle bir hayatın bilgisi
verilmiştir. Meselâ Süleyman (a.s)’a verilen hayat bilgisi elbette Nuh (a.s)’a
verilmemişti. Lâzım da değildi zaten Ona. Bir karıncanın konuşmasını anlaması
gerekmiyordu Onun, çünkü öyle bir sorumluluğu yoktu, öyle bir hayat programı
yoktu Onun.
Süleyman (a.s)’la birlik Dâvûd
(a.s)’a verilen bu ilim biraz da siyasal platformda bir etkinlik bilgisi de
oluyor. Bunu nerden çıkardım? Kur’an’ın tümünde anlatılan Dâvûd ve Süleyman’dan
çıkarıyorum. Yâni onlara bu ilim verilmiş ki idareciliği bilmişler, yöneticiliği
bilmişler, devleti idare etmeyi bilmişler, ya da saltanatı yürütebilmeyi
bilmişlerdir. Dâvûd (a.s) un da ayrıca bir otoritesi vardı devlet planında.
Dağlar, taşlar, kuşlar, kurtlar Onunla beraber tesbih ediyordular.
Yine
Sâd sûresinin beyanına göre “faslel
hitap”
vermiş Allah Dâvûd (a.s)’a. Ayrıştırıcı bir söz özelliği. Her şeyi hall u
faslediyor tamam işi bitiriveriyor. Ama bazen
öyle bir bitiriyor ki onun bitirimine müdahale ediyor Süleyman (as),
bazen onunki daha doğru çıkıyor. İşte
iki kardeş geliyor çocuğu ortadan kessek filan diyor, kadınlardan biri olmaz
istemem diyor o zaman çocuğun onun olduğuna karar veriyor
gibi.
Fasl el’ hitap konusunda Sâd
sûresinde anlatılan şu: İki kişi geliyor hasmani, biri diyor ki işte benim bir
tane dişi koyunum vardı, bunun da doksan dokuz tane koyunu vardı. Bu adam benim
o bir tek koyunumu da kendi koyunlarının içine katmaya çalışıyor. Ve tartışmada
beni yendi ve o bir tek koyunumu da alıp kendi koyunlarının içine kattı diyor.
Dâvûd (a.s) diyor ki ya Rabbi! Ben bunu kendi kafamdan yapmadım, sen bana makam
verdin, mekân verdin, sen güç verdin diyor ve hükmü konusunda Allah’a
şükrediyor. Kimileri diyorlar ki bu doksan dokuz kadındır, şöyle şöyle olmuştur.
Hayır
bu doksan dokuz koyundur. Yâni burada kapitalist sistem anlatılıyor.
Kapitalizmin devlet planında tenkididir bu. Adam iş yeri açıyor, doksan tane
işçi çalıştırıyor on milyon onlara veriyor, yüz on milyon kendisi alıyor. Hattâ
beş yüz milyon. Sonunda o işçisinin on milyonunda gözü oluyor adamın, allem
ediyor, gallem ediyor, kampanya diyor, yeni çeşit diyor, sana göre diyor, kendi
yer diyor, filan ediyor ve onlara verdiği o on milyonu da çarpmaya çalışıyor ya
işte bu anlatılıyor burada.
16.
“Süleyman Dâvûd'a vâris oldu: "Ey insanlar! Bize kuş
dili öğretildi ve bize her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur"
dedi.”
Süleyman, Dâvûd’a vâris oldu. Nesi
vardı Dâvûd’un da vâris oldu? İlmi vardı, tamam işte ona vâris oldu. Başka nesi
olabilecekti Dâvûd peygamberin? Malı mülkü olamazdı ki. Çünkü onlar biliyorlardı
ki peygamberlerin geliş sebebi oydu ki mülk Allah’ın. Bunu ortaya koymak için
geliyorlardı Allah’ın elçileri. Bu iş benim, bu mal benim, bu mülk benim, bu
saltanat benim, ben mâlikim, ben Hakîmim, ben asarım keserim, değildi onların
derdi. Zaten peygamberin geliş gâyesi mülkü Allah’a ait kılmak içindi.
Dolayısıyla Süleyman (a.s) ın Dâvûd’a vâris olması ilme vâris oluşudur veya Onun
pozisyonuna, görevine, Risâlete vâris oluşudur. Onun arkasından hemen peygamber
olmuştur demektir bunun mânâsı.
Süleyman (a.s) Dâvûd (a.s) un 9
çocuğundan ya da 19 çocuğundan birisiymiş.
Dâvûd
(a.s) dedi ki ey insanlar biz kuş mantığını öğrendik, bize kuş mantığı
öğretildi. Ayrıca her bir şeyden de verildi bize. Hani bize fazl-u kerem
vermişti ya Allah işte o budur dedi. Bu bir faziletti, tafdıliyetti, üstünlüktü,
işte o budur dedi. Her bir şeyden verilmişti onlara. Neydi bu her bir şey? Ona
lâzım olan her bir şey. Devre özel, döneme yönelik, zamana yönelik her bir şey.
İnsanları idare edecek her bir şey, her bir bilgi verilmişti ona, bir de
kuşların mantığı öğretilmişti. Kuşların mantığı.
Ya
da kuşların varlık mantığı. Kuşların birbirlerine mesaj ilet-me mantığı
öğretildi denmiş. Kuşların hayat programlarını öğrettik demektir. Kuşların bu
varlık sebebiyle yaptıkları hareketlerinin insana yansıyan bölümünü öğrendik
demektir bu. Yâni kuşların hayatını kuşça öğrendik değildir tabii mânâ.
İçlerinden bir kuş olarak anladık değil, onların kuşça hayatlarını dışardan bir
insan olarak kavrama yetkisi verildi bize demektir bu.
Şehbender zade Filibeli Ahmet Hilmi
denilen bir adam Amak-ı hayal diye bir kitap yazmış. Vahdet-i vücutçu filan bir
adam da ama kitabında çok hoş açıklamaları var. Bir bölümü de şöyleydi: Karınca
gözüyle, burada da karıncalardan söz edileceği için bir giriş olsun. Karınca
gözüyle bir olay anlatır.
Büyük bir meydanda milyonlarca insan
çalışmaktadır. Gidenler, gelenler, yürüyenler, koşanlar var. Derken üzerlerine
kapkara bir bulut gelir. Sonra tehlikeyi sezinleyen bir anons duyulur. Dikkat!
Dikkat! Müthiş bir bulut geldi! Az sonra korkunç bir yağmur gelecek, herkes
başının çaresine baksın! Meydanda bir koşuşturma, bir telaş başlar ve hemen
arkasından bardaktan boşanırcasına bir yağmur iner ki, evler yıkılır, yollar
kaybolur, ve sonunda on binlerce ölü, yüz binlerce yaralı. Ama üzülmeyin, bunlar
insan değildir. Bunlar karıncalardır. Bir yemci dükkanının kenarında milyonlarca
karınca yuvalarına buğday taşımakla meşgulken üzerlerine yem almak için gelen
bir at arabası park eder. Üzerlerine müthiş bir bulutun geldiğini zanneden
karıncalarda bir telaş başlar. Ve nihâyet at görevini yapar ve üzerlerine
işeyiverir. Evleri yıkılır, yolları kaybolur, binlerce ölü, yüz binlerce yaralı
meydanda gelir. Atın bir bardak idrarı karıncalar dünyasında Nuh tufanı
oluverir.
Tabii
şu anda küçüldükçe küçülmüş, âdeta karıncalaşmış insanlar için de A.B.D nin bir
bardak idrarı, Avrupa’nın bir kaşık idrarı da sanki Nuh tufanı kadar korkunç bir
tehlike halini almıştır. Korkuyor karıncalaşmış insanlar onlardan. Evet
karıncalar dünyası böyledir. Ama bu olaya insan gözüyle bakınca işte alt tarafı
bir at, ondan sadır olan basit bir idrar. İşte Allahu âlem Mantık ut
tayrı anlamak bu oluyor yâni benim anladığım. Eğer bizde olaylar
hakkında o olayın mantığını kavrama istidadımız yoksa karıncaların o olaya
baktığı gibi bakıyoruz demektir.
Peki bunu bize de verdimi Allah?
Elbette Allah bunu bize de verdi. Tamam Süleyman (a.s)’a yüzde yüzünü verdi,
yüzde beş yü-zünü verdi, yâni onu olduğu gibi anlama imkânı verdi, ama bize de
olayların mantığını böyle bir kavrama imkânı verdi ki galiba buna İslâm
literatüründe feraset denir. Rasulullah efendimizin bu hususu anlatan bir
hadisi vardı: “İttegu
firasetel mü'min, feinnehu yenzuru binurillah”
Şeklinde
tenkit edilen, zayıf denilen, hakkında laf edilen bir hadis. Eğer hadisse bu
meseleyi şöyle anlatır: Mü'minin ferasetinden sakının çünkü o Allah’ın nûruyla
bakar değildir mânâ. Aman ha mü’-minin ferasetinden sakının, aman uzak durun
ondan, çekinin, sakının değildir mânâ. “Mü’minin ferasetine baş vurun, mü’minin
ferasetiyle yol bulun, yolunuzu mü’minin ferasetine danışarak bulun” demek daha
güzel olacaktır. Evet mü’mine danışın, mü’min ile beraber olun, yo-lunuzu ona
sorun, onu ferasetinden istifade edin, çünkü o Allah’ın nûruyla bakar.
Allah’ın
nûru kitaptır. Bu kitapla olaylara bakan kişinin bakışı keskindir. Görüşü
İsâbetlidir. Kararı doğrudur. Çünkü bu kitabı tanıyan mü’min olaylara güzel
bakar ve ne yapacağını bilir. Çünkü olaylara Allah’la bakınca gündemde Allah’ın
gücü vardır ve en güçlü odur, Allah’ın bilgisi vardır ve en bilen O’dur. Ama bir
hafta boyunca Allah’ın kitabıyla ilgisi kesilmiş ve şeytanların haber
programlarına esir olmuş bir mü'min düşünün. O her şeyden sakınacak, her şeyden
korkacak ve ne yapacağını şaşıracaktır. Aman geldi geliyorlar, gitti gidiyorlar,
vurdu vuruyorlar, yakaladı yakalıyorlar diye sanki Allah’ı diskalifiye eden
haberlerin kulu ve kölesi olacaktır. Gerçekten şu anda Allah’la, Allah’ın
kitabıyla ilgisi kesik ama Tv programlarına kendisini teslim etmiş insanlarda bu
korkuyu, bu tedirginliği çok açık görüyoruz. Çünkü hadiselere Allah’ın nûruyla
bakamayan insanın sonu budur.
Bizler şu anda kuşların dilinden
filan anlamıyoruz, ama kuşların çevremizde bize vermek istediği mesajı anlamak
var bizde. İşte benim anladığım feraset de budur. Yâni Allah görüntülü âyetler
grubu olarak güneşi, ayı, yıldızları, kuşları bizim önümüze sermiş. Gözümüzle
algıladığımız bu âyetlerden bir şeyler çıkarmak var bizde ve işte bu bizim
ferasetimizdir. Ama onların aslını anlamak ise sadece peygambere verilmiştir
diyoruz.
17.
“Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil olan ordusu
toplandı. Hepsi toplu olarak gidiyorlardı.”
Hz.Süleyman’ın orduları, cinlerden,
insanlardan, ve kuşlardan müteşekkil hepsi ortaya toplandı ve düzenli, düzenli
sevk olunuyorlar, yönetiliyor.
18.
“Sonunda, karıncaların bulunduğu bir vadiye geldiklerinde bir karınca: “Ey
karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman'ın ordusu farkına varmadan sizi
ezmesin" dedi.”
Hattâ bu teftiş yürüdü de, böyle
grup grup, öbek, öbek, yer yer, cenah, cenah bu ayarlama işi yürütüldü de,
hareket yapıldı da hattâ Neml vadisine geldiler. Neml vadisi, karınca vadisi
demek belki biraz daha abes olacak. Çünkü âyet-i kerîmede "Vadin
Neml" de-nilmişse,
bir de mekân olarak anlatılmışsa o zaman bunun Türkçeleştirilmesinin anlamı
yoktur. Vadin -Neml, Neml vadisi demektir. Meselâ İstanbul’a gelen kimi
turistlere Kasımpaşa’yı, “general kasım” diye tercüme edenler oluyormuş çok
garip bir şey oluyor yâni bu iş. Kasımpaşa, Kasımpaşa’dır. Burada da Vadin Neml,
Neml vadisidir yâni başka bir şey olmaz. Böylece tercüme edilmelidir. Yerdir,
mekândır tamam. Neml vadisi.
Tîn sûresinin başındaki yemin de
böyledir:
“İncir ve zeytine andolsun, Andolsun
Sina dağına, Andolsun bu güvenli Mekke şehrine
ki:”
(Tîn
13)
Sûrenin başındaki bu yeminlerle kast
edilen zeytin ve incir değildir. Anlayabildiğimiz kadarıyla bu zeytin ve incirle
kast edilen iki bölgedir. İncir bölgesi ve zeytin bölgesi. Hani Türkçe’de
kullanılır. Demin Amasya’yı dedim. Meselâ Waşinkton derken portakal kast edilir.
Waşinkton aslında bir şehir, bir bölgedir. Ama portakalın adı söylenirken
Waşinkton olarak söylenir ya işte buradaki incir ve zeytin de bu mânâdadır.
Birisi Tîn bölgesi diğeri de zeytin bölgesidir. Birisi Şam di-yarıdır, ötekisi
de Filistin diyarıdır. Oradaki peygamberlere atıfta bulunmak için Rabbimiz incir
ve zeytinden söz ediverdi. İşte buradaki Vadin Neml ifadesini de böyle
anlıyoruz. Yâni bu isimle anılan bir vadi. Evet ordu bu vadiye
geldiğinde:
Bir karınca dedi ki: Peki acaba
karıncalar Arapça mı konuşuyorlardı? diye bir soru sormanın da anlamı yok. Onlar
ne dil konu-şurlarsa konuşsunlar onu Rabbim bana Arapça naklettiğine göre mecbur
Arapça olacaktır. Karınca demiş ki:
Ey karıncalar topluluğu! sizin insan
ağzının dışında duyduğunuz bütün sesler de mutlaka Türkçe olarak hitap eder
size. Yâni meselâ suyun şırıltısından, rüzgarın sesinden, eşeğin anırmasından
veya bir eşyanın hareketinden siz bir şeyler anlarsanız o anladığınız dil
mutlaka Türkçe’dir. Ama bu onun Türkçe konuştuğundan filan de-ğildir. Peki niye
öyle? Sizin anlama kabiliyetiniz Türkçe’ye duyarlan-mış da ondan. O zaman burada
da Süleyman (a.s) ın duyduğunun Arapça olması anlamına gelmeyecek, çünkü
biliyoruz ki Süleyman (a.s) İbrani’ce konuşuyordu. Ya neydi bunlar? E bu bize
Arapça naklediliyor, biz de mecburen Arapça dinliyoruz tamam. Bunun içindir ki
Kus İbni Saide el İyadinin hitabesine İslâm ulemâsı itirazda bulunur. Yok
efendim orada geçen kimi tabirler Kur’an’da geçen tabirlermiş, böyle olunca da o
adam Kur’an’daki tabirleri nerden bilirmiş? filan. Öyleyse bu sonradan
uydurulmuş diye.
Eh
ne olacak? Elbette öyle, çünkü “Ene
Rabbukümül’ a’la”
diyen Firavunun bu sözünü de bize Kur’an naklediyor. Yâni acaba Firavun nerden
bildiydi bu sözü söylemeyi? demenin anlamı da yoktur yâni.
Peki bu karınca erkek miydi
dişimiydi? Elmalı bile burada dişi demiş yâni. Hem bir karınca demiş hem de
çevirmiş öyle demiş. Halbuki bu tekil ifadesidir. Bir karınca dedi ki: Ey
karıncalar topluluğu, haydi girin meskenlerinize! Süleyman ve orduları sizi
mahvetmesin! Çünkü onlar bilmiyorlar, bilemezler, farkına varamazlar bu işin.
Süleyman (a.s) nın bu işi bildiğini bilmiyordu karınca da öyle diyor. Fark
ettiğini bilmiyordu.
19.
“Süleyman onun sözüne hafifçe güldü ve: “Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin
nîmete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl. Rahmetinle, beni
iyi kullarının arasına koy" dedi.”
Süleyman (as) onun bu sözünden
bayağı bayağı gülüp tebessüm etti. Hem güldü, hem tebessüm etti denince, yâni
gülerek tebessüm etti gibi bir mânâ vardır burada. Karıncanın bu sözünde azamet
sahibi insanların garibanları ezdiği anlatılır. Onların kendilerine değer
vermedikleri anlatılır. Herkesin hayat programını kendisinin yapması gerektiği,
ötekisinden beklememesi gerektiği anlatılır. Karşıdaki ne kadar bilen birisi de
olsa ancak kendi dünyasını bilen birisi olduğu anlatılır. Başkalarının
dünyasından haberi olmaz anlatılır.
Süleyman (a.s) nın gülmesinin sebebi
de şudur anlayabildi-ğimiz kadarıyla: Kendisinin karıncanın konuşmasından haberi
var ona gülüyor. Sonra onların kaçınma işlerine gülüyor, tedariklerine,
tedbirlerine, düşüncelerine gülüyor, sonra Rabbinin kendisine lütfettiği
nîmetlerine gülüyor, bu konuma getirildiğine gülüyor, seviniyor bu
işe.
Ya Rabbi
bana ve babama anama verdiğin nîmetlere şükretmemi ve ondan razı olacağın bir
işi yapmamı, sâlih amel işlememi bana kolay getir, gönlümü ona aç ya Rabbi. Onu
bana yay ya Rabbi diye dua etti. Sonra da dedi ki rahmetinle beni iyi kullarının
arasına, sâlih kullarının arasına sok, idhal et, dahil et ya Rabbi diye dua
etti.
Bu
böyle bir tabirdir. Sâlih kulları, ana baba kabul edeceğiz. Nuh (a.s) da öyle
dua ediyordu. Halbuki Onun ana babasıyla alâkalı hiç bir bilgimiz yoktur. Kavmi
helâk olacağı zaman öyle diyordu:
“Rabbim! Beni, anamı babamı, evime
inanmış olarak gireni mağfiret et.”
(Nuh 28)
Ya Rabbi beni, ebeveynimi ve evime
mü'min girenleri de mağfiret et. Bu duayı her mü’min yapar. Ebeveyni kâfir
olanlar da yaparlar bu duayı. Çünkü bu bir dua kalıbıdır. Buradaki ebeveynden
kasıt Hz. Adem (a.s)’a kadar mü’min olan tüm ebeveynlerimizdir.
Ya Rabbi beni, anamı babamı. Peki
kimdi onun anası babası? Bu bir dua modelidir. Yâni anası babası ya da ikisinden
birisi kâfir olan kişi de mecburen bu duayı okuyacak namazında. Halbuki
kâfirlere haramdır bu dua. Babası anası kâfir olanların kâfir olan ebeveynine
böyle bir duada bulunması haramdır. Tabii buradaki ana babadan kasıt o öz anası
babası değildir. Ondan öncesinin anası babası. Değilse, yâni onlar da Müslüman
değillerse ondan öncesinin anası babasıdır. O da değilse İbrahim babası anasıdır
veya Adem babası anasıdır diyoruz. Burada da öyle bir dua modeli görüyoruz
işte.
Ya Rabbi bana, anama, babama
verdiğin nîmetin artırılmasını istiyorum senden. Ve de bana senin razı olacağın
ameller nasip et ya Rabbi! diyor, bir de beni sâlih kullarının arasına koy
diyor.
20,21.
“Süleyman, kuşları araştırarak: “Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplarda
mı? Bana apaçık bir delil getirmelidir; yoksa onu ya şiddetli bir azaba
uğratırım yahut keserim" dedi.”
Süleyman (a.s) nın ordusu vardı,
cinlerden, insanlardan ve tuyurdan, kuşlardan. O ordusuyla beraber hareket etmiş
ve O Vadin Neml denen yere geldikleri zaman da karıncalarla bir mükâleme olmuş,
derken kuşları da şöyle bir düzenlemede bulundu, bir teftişte bulundu, yâni
onları kontrol etti. Yâni kuşlar bölümüne de bir göz attı, onların durumlarını
da bir gözden geçirdi. Arkasından dedi ki:
Hüdhüd’ü
göremiyorum!
Yoksa gaip mi oldu? Yoksa
kayıplardan mı oldu Hüdhüd? diyor Süleyman (a.s). Sonra
da:
Bu da büyük insanların tavrı. Yâni
tamam, canına okudum, işi bitti onun, işini bitirdim onun ifadesinin yanında bir
müstesna bölüm ayırıyorlar. Yâni eğer onun bir mâzereti varsa tamam, ama değilse
onun defterini dürdüm diyor. Sonunda sözünü yememek için büyük insanlar böyle
derler, böyle yaparlar. Ama baştan büyük düşünürler de ondan. Lâkin insan her
şeye rağmen yanlış yapabilen olduğu için peygamberlerde de öyle kimi yanlışlar
görebiliyoruz. Meselâ Bedir esirlerini salıverme yanlışı gibi. Lâkin burada
anlatılan bizim de tavrımız bu olsun karşımızdakine. Karşındaki düşmanınsa
elinden gelen bütün kötülüğü yapma, belki dostun olur. Ya da dostunsa bütün
sırrını söyleme, belki düşmanın olur. Bunlar birer mütemmim cüzdür. Bu onun o
bunun mütemmimidir. Ama burada anlatılan biraz daha geneldir. Yâni karşındakinin
genel ortamını, yâni hayat programını göz ardı etme. Belki bir ihtimal senin
düşünmediğin bir şey de çıkabilir. Çünkü hayatın programını sen çizmiyorsun.
Özellikle
Yusuf (a.s) ve Mûsâ (a.s) kıssasında bu çok güzel görülür. Meselâ Mûsâ (a.s)
adama tokat vururken adamın ne öleceğini biliyordu, ne kaçıp gitmesi gerektiğini
biliyordu, ne Medyen’i biliyordu. O kendine göre bildiği bölümleri düşünmeliydi,
biz de öyle yapalım. Yusuf (a.s) kıssasında da durum böyledir. Yakub (a.s) Onun
peygamber olacağını biliyordu, ama ne zaman olacağını nerden bilsin? O bunu
önceden hesap edemezdi. Öyleyse şöyle düşüneceğiz:
1- Hadiselere gücümüz nisbetinde el uzatacağız
ve bileceğiz ki o hadise bizim elimizin altından çıkan bir hadise değildir.
Bizden başka o hadiseye karışması gerekenler var, bir de o hadiseyi mutlak idare
eden Allah var. Maalesef onu hep unuttuğumuzdan dolayı da yanılıyoruz. Bu konuyu
bir daha söyleyeyim:
Bizler
elimizi hadiselere elbette uzatmak zorundayız. Yâni şerse o iş engellemek için,
hayırsa da teşvik etmek için harekete geçmek zorundayız. Amma iyi bilelim ki o
hadisede bizim elimizden başkalarının da eli olabilecek ve üstelik onların eli
üzerinde bir başkasının eli de olacak. Yâni Allah’ın eli onların ellerinin
üstünde olacak. Yâni bizim de başkasının da bu işe müdahalesi olacak.
Kesinlikle mutlaka ona azap
edeceğim, üstelik şedit bir azap.
Ya da onu
keseceğim. Üçüncüsü:
Ya da eğer
açık net bir delil, bir sultan getirirse, yâni kendine bir güç kaynağı bulur,
bir mâzeret bulursa o zaman neyse.
22.
Çok geçmeden Hüdhüd gelip Süleyman'a: “Senin
bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe'den doğru bir haber
getirdim.”
Ben senin ihata edemediğin bilgilerle geldim!
Biraz güçlü, ama biraz da Süleyman (a.s) karşısında olduğunun farkında olarak
diyor ki sana yakin bir haberle Sebe'den geldim.
Sebe',
Seyl’ül Arim sözleriyle tarihe mal olan Âd kavminin yaşadığı bölgenin belki
biraz daha güney batısında Belkıs adında bir hükümdarın emrinde yaşayan bir
toplum. Bunlara ulaşan bir peygamber mesajına icabet edip etmediklerini
bilmiyoruz, çünkü Müslü-manlığa dâvet edildikten sonra gelip teslim oldular.
Evet Hüdhüd, sana Sebe diyarından bir haber getirdim diyor ve detayına iniyor
haberin. Yâni önce bir kalın punto haber geçti, arkasından da tafsilata
geçiyor.
23.
“Ora halkına hükmeden, her şeyden kendisine bolca verilen ve büyük bir tahta
sahip olan bir kadın buldum”
Ben buldum ki bir kadın onlara
meliklik ediyor. Onlara sahip, onlara mâlik. Ona da her şey lütfedilmiş. Yâni
kendisine her şeyden bolca verilen, her şey bol bol lütfedilmiş bir kadın. Bir
de onun azîm bir arşı var, büyük bir arşı var. Arş kelimesi Allah için
kullanılıyor Kur’an’da. Kürsî kelimesi Allah için kullanılıyor Kur’an’da. Ve
işte görüyoruz bir de kürsî ve arş Süleyman (a.s) için, Süleyman (a.s) dönemi
için kullanılıyor Kur’an’da.
Kürsîsine
bir ceset konularak ihsan edilen Süleyman ve de arşıyla imtihan olunan bir
Süleyman var. Hayır, ayrı ayrı iki Süleyman değil, ikisi de aynı Süleyman (a.s).
Bunların mahiyetini, içeriğini bilemeyeceğiz zaten. Çünkü bundan önce yaşayan
Yusuf (a.s) için de gaybî haberdir diyor Kur’an, bundan sonra yaşayan Îsâ (a.s)
için de gaybî haberdir diyor. Öyle olunca ikisi arasındaki kesinlikle gaybî bir
konudur ve ancak Rabbimizin bildirdiği kadarını bilebiliriz. Yâni bu arş ne?
Nasıl bir arş? Bunu bilmemiz mümkün değildir. Ancak burada ne anlamışsak o
kadarını biliriz. Ama dediğim gibi böyle özel bir kelimenin seçilişinden içimize
farklı mânâlar doğsa da ancak şu kadar diyeceğiz:
Allah’ın
bu kadının melikliği için ona lütfettiği bir arştır, ve azım bir arştır, önünde
saygıyla eğilinmesi gereken bir arştır, bir makamdır. Azîm kelimesi meselâ
kitabımızda peygamberimiz efendimizin ahlâkı için de kullanılmıştır Kâlem
sûresinde.
“Şüphesiz sen büyük bir ahlâka
sahipsindir.”
(Kâlem
4)
Peygamberim, muhakkak ki sen bir
huluk-i azîm üzeresin. Sen çok yüksek bir ahlâk üzeresin. Zayıfların,
güçsüzlerin asla ta-hammül edemeyeceği, yüklenemeyeceği çok yüce bir ahlâk
sahibisin sen. Veya Hz. Ayşe annemizin beyanıyla Rasulullah efendimizin ahlâkı
mahza Kur’andı ya, öyleyse ey peygamberim senin ahlâkın bizzat huluk-i azîm olan
Kur’an’dır. Veya azîm önünde saygıyla eğilinen demektir. Yâni herkesin dost
düşman önünde saygıyla eğildikleri varlık demektir. Yâni seven, sevmeyen, kabul
eden, etmeyen, iman eden, inkâr eden herkesin saygı duymak zorunda olduğu varlık
demektir. İşte buna azamet diyoruz. Tabii azîm Allah’tır. Önünde herkesin
saygıyla eğildikleri varlık Allah’tır. Ama Rabbimizin izafesiyle işte
peygamberimizin de böyle yüce bir ahlâkı vardı ki herkes, dost düşman onu kabul
etmek zorundaydı. Yâni sevilmese de, sözü dinlenmese de tartışmasız kabul
edilecek yücelik makamı demektir.“Sübhane
Rabbiyel Azîm”
de budur. Yâni ya Rabbi senin önünde saygıyla eğilirim. İtiraza ne mahal? Ne
mümkün ki ben sana itiraz edeyim? Sen tartışmasız, kayıtsız şartsız yücesin ya
Rabbi! demektir bu. İşte bu kadının arşı da böyle herkesin itirazsız kabul etmek
zorunda kaldığı bir arşmış yâni.
Onlara mâlik idi. Ama onları köle
gibi kullanıyordu demek de-ğil herhalde. Çünkü kitabımızın başka bir yerinde:
Tabiri kullanılır. Yâni insanların
mâlik olmaları söz konusudur İslâm’da. Meâric’te de Elleri ile mâlik oldukları,
sahip oldukları konusunda da onlar kınanmazlar deniliyordu. Buna göre: "Temliku-hum"
oluşu, onlara sahip oluşu herhalde bir patronun, bir reisin, bir hükümdarın
tebaasına sahip oluşu gibiydi. Lâkin İslâm’a göre tebaa hükümdarın kulu değil de
İslâm dışı sistemlerde kul olduklarını her halde anladınız. Firavun nasıl
sahipti tebaasına? Bu ırmaklar bile benimdir diye bağırıyordu değil mi? Burada
da galiba "Temlikuhum"
o nizamın İslâm olmadığını vurguluyordu. O halde bundan o kadının toplumu İslâm
toplumu değildi anlıyoruz.
24,25.
“Onun ve milletinin Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerine gördüm. Göklerde ve
yerde gizli olanları ortaya koyan, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen
Allah'a secde etmemeleri için şeytan kendilerine yaptıklarını güzel göstermiş,
onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bunun için, doğru yolu
bulamazlar.”
Onu ve kavmini buldum ki güneşe
secde ediyorlar, Allah’ın berisinde. Allah’ı kabul edip bir de güneşe secde
ediyorlar anlaşılmaz her halde. Eğer ifade “Maallah”
olsaydı belki böyle düşünme imkâ-nımız olurdu. Kur’an’daki:
“İttehaze maallah, yescudüne maal-lah” İfadelerini
böyle anlıyoruz. Allah’la beraber başka İlâhlar ediniyorlar, Allah’la beraber
başkalarına da secde edip kulluk ediyorlar şeklinde anlıyoruz.
Ama
burada öyle değil de “Min
dünillah”
olunca diyoruz ki insanlar Allah’ın berisinde bir şeylere dua edip dâvetiye
çıkarıyorlarsa, onlar Allah’ı da kabul ediyor şeklinde de görünüyor Kur’an’da,
Allah’ı reddedip O’nun berisinde bir şeylere dua edip secde ediyorlar şeklinde
ikisi de anlaşılacaktır bundan. Yâni hem Allah’ı biraz biliyorlar hem de güneşe
de secde ediyorlarmış. Allah’ın berisinde güneşe secde ediyorlarmış. Güneşe
namaz kılıyorlar demek değildir tabii bu.
Secde
ve rüku namaz dışında zikredilince mutlak başlı başına bir ibadettir. Yâni onlar
güneşi dinliyorlar, güneşe tapıyorlar, güneşten yanalar, güneşin emrine boyun
eğiyorlar. Tabii güneşi kendilerince konuşturuyorlar. Güneş sizden bunu ister,
şunu ister dedirtiyorlar ve o dediklerini de yapıyorlar. Meselâ: "Olmaz
arkadaş, bu yönetmeliğe aykırı"
diyor müdür efendi. Yâni bu yönetmenlik dediğin ne? Kim koydu onu? Senden değil
mi o? Geçen senekiler bu sene kalkmadı mı? Öyle anlamıyor adam, yönetmeliğe
aykırı diyor tamam.
Toplum
ne der adama? diyor. Olur mu? Bu yaptığın şey âdetlere terstir diyor. Bu
yasalara aykırıdır diyor. Ne o toplum dediğin? Meselâ düğünlerde görürsünüz. Kız
evi İslâm dense razı olacak, ama âdet deyince mahvoluyor, eziliyor, oğlan evi de
masrafın altında eziliyor aslında. Her iki tarafta ezim ezim eziliyorlar, ama ne
olur ne olmaz diyorlar, âdet diyorlar, rüsum diyorlar ve o olmayanın sözünü
dinli-yorlar, olmayanın dediklerini yapıyorlar.
Yâni güneşe tapınan, güneşe secde
eden, güneşin dediklerine, ya da güneşe dedirttiklerine tabi olan, onu dinleyen
bu adamların hiç mi kafası yok? Hiç mi akılları yok bu adamların. Evet şeytan bu
işi onlara süslü, mantıklı gösteriyordu ve:
Şeytan onlara amellerini süslü
gösterdi ve de onları yoldan saptırdı da
onlar hidâyete ermediler, eremeyecekler, yollarını şaşırmışlar, yol
bulamayacaklardır.
Şeytanın secde ettirmediği bu Allah; kendisine
hiç bir şey gizlenmeyendir. Yâni Allah öyle bir Allah ki, O’na yönelik hiç bir
gizlilik söz konusu olmayacaktır ve de O Allah gizlediklerini de, açığa
çıkarttıklarını da elbette bilendir. Bir kere Allah onların gizlediklerini de,
açığa çıkardıklarını da bilir deniliyor, ayrıca da deniliyor ki Allah gökyüzü ve
yeryüzündeki gizlilikleri de ortadan kaldırır, açığa çıkarır.
Şeytan
onlara amellerini süslü gösterdi, kınaladı, boyaladı, böylece onlar yoldan
saptılar, sapıttılar, yol bulmadılar, yollarını bulamadılar. İşte bu insanların
saptırılmalarının nedeni Allah’a secde etmesinler diye ki o Allah gizliliği
açığa çıkarandır.
Şeytan insan hayatına öyle program
çiziyor ki onun Allah’a gitme ihtimali baştan bitiyor. Meselâ tıp fakültesi
bugün öyle gözüküyor. Kişinin bütün gününü kapsıyor. Ama meselâ Hukuk fakültesi
pek öyle değil gibi. Ondan dolayıdır ki Hukuk öğrencileri kimi olaylara
girebiliyorlar da ötekiler giremiyorlar. Öyle bir program ki bunsuz olmaz
deniyor, gece gündüz talebenin tüm hayatını bitiriyor. Başka şey dü-şünemez hale
getiriyor.
Veya
sistemlerde de Kominizim Kapitalizme göre İslâm’la yarışabilecek bir sistemdir.
Yâni bütün hayat programı hakkında söz sahibidir. Gençlik hakkında konuşuyor,
cinsellik hakkında konuşuyor, aile hakkında konuşuyor, ekonomi hakkında
konuşuyor, kendine göre tabi. Ama kapitalizm öyle değildir. O kimi dünya
işlerini düzenler ama meselâ din işi serbesttir, dilersen Müslüman ol, dilersen
Hıristiyan ol fark etmez demeye çalışır. Şeytan da ya
önce:
İnsanların dine girmemeleri için, insanların dinleriyle, kitaplarıyla
tanışmamaları için elinden ne geliyorsa yapar. Yeryüzündeki iki ayaklı
şeytanları da kullanarak dinle insanların arasına engeller koyuyorlar.
İnsanların dinlerine ulaşma imkânlarını kaldırıyorlar. Her taraftan kapatıyorlar
o yolu. Din eğitimini yasaklıyorlar. Filan yaşa kadar Kur’an öğrenimi yasaktır
diyorlar. İnsanların dinlerinin temel kaynakları olan kitap ve sünneti duyma
yollarını kapatıyorlar. Böylece insanlara dini duyurmayarak, din eğitiminden
mahrum bırakarak onları Allah yolundan alıkoymaya çalışıyorlar. İlk planda
şeytanın ve dostlarının yaptıkları budur. Dine giden tüm yolları ve imkânları
kapatmak.
Ama bütün bu tedbirlerine rağmen,
bütün bu engellemelerine ve aleyhte propagandalarına rağmen yine de insanlar bu
barikatları aşarak dinleriyle tanışmaya, kitaplarıyla buluşmaya muvaffak
olmuşlarsa, bu sefer de dinde eğrilik büğrülük meydana getirirler. Yâni o
insanların önüne öyle bozuk bir din sunarlar ki bu dinin İslâm’la uzak ve
yakından hiç bir ilgisi yoktur. Yâni böyle hayata karışmayan, hayatta hiç bir
etkinliği olmayan, camiye veya vicdanlara hapsedilmiş, sadece sözden ibaret bir
din, ya da hayatın bazı bölümlerine karışan, ama öteki bölümlerine karışmayan,
işte sadece törenlerde hatırlanan, salonlarda konuşulan ama onun dışında hayatta
hiçbir geçerliliği olmayan bir din sunarlar. Hukuka karışmayan, eğitime
karışmayan, kılık kıyafete karışmayan, kazanmaya harcamaya karışmayan, hayatta
hiç bir etkinliği olmayan resmi bir din.
Özellikle
kendilerince şekillendirip biçimlendirdikleri bu dini ders kitaplarına koyarlar
ve işte din budur diye insanlara bunu su-narlar. İnsanların kafalarını allak
bullak ederler. İnsanlar bu karmaşa içinde neyin Allah dini, neyin başkalarının
dini olduğunu anlayamaz hale gelirler. Ve böylece insanların dinlerini eğri
büğrü yaparak onları Allah dinine ulaşmaktan alıkorlar. Bunun neticesi olarak da
insanlar öyle bir din yaşarlar ki bu din Allah dini değil, resmi ideolojinin
şekillendirip biçimlendirdikleri bir dindir.
Evet
şu anda acı acı bunu seyrediyoruz. İnsanlar bir din ya-şıyorlar, ama bu din
Allah’ın dini değil, şeytanın tahrikiyle resmi ide-olojinin kendilerine
dayattıkları bir dindir. Ve ne acıdır ki din yaşadı-ğını zanneden bu insanlar
aldanıyorlar.
Evet demek ki şeytan ne yapar, yapar
karşısındakinin yolunu İslâm’dan saptırır. Bunu beceremezse eğer, yâni o
muhatabı her şeye rağmen illa da İslâm’a girerse bu sefer de girdiği yolu,
girdiği İslâm’ı eğri büğrü hale getirir. Yâni İslâm’ını bozar adamın. Burada da
anlatılan biraz ikisinin bütünleşmesi gibi sanki. Yâni Allah’a secde etmesinler
diye yollarını saptırır, başka başka yollar buluverir onlara. Kendilerine,
güneşe, ya da güneş gibilerine secde etmelerini sağlar. Güneş aslında büyük
yıldızdır, en büyük yıldız. İşte şu anda piyasada böyle nice yıldızı
parlayanlar, doğanlar batanlar söz konusu. Onlara secde etmeye çalışan nice
insanlar görüyoruz Allah korusun.
İşte
bu şeytanın en büyük taktiğidir. İnsanlar Allah önünde secde etmesinler de kimin
önünde secde ederlerse etsinler. Allah’a kul olmasınlar da kime ve neye kul
olursa olsunlar. Allah’ı dinlemesinler de kimleri dinlerlerse dinlesinler.
Allah’ın yasaları hayatlarına hakim olmasın da kimin yasaları hakim olursa
olsun.
26.
“O çok büyük arşın sahibi olan Allah'tan başka ilâh yoktur"
dedi.”
Allah ki kendinden başka İlâh yok, sadece O var. O arşın Rabbi ki; arş,
azîmdir. Ya da Allah Azîmdir. Aynı kelime üç âyet önce üç âyet sonra birisi
Süleyman ve Belkıs için, birisi de Allah için kullanılıyor. Ve
O
zaman bu kelimede bir azamet ama Allah’ınkine benzer bir azamet düşüneceğiz, bir
de bir gaybî konu düşüneceğiz. Böyle Allah’ın arşının azameti gibi değilse de
bir azamet sahibi arştan söz edilecek.
Allah ki başka İlâh yok. Kelime-i
tevhidin odak noktası. Allah ki başka Şafi yok. Allah ki başka Mâlik, başka
Rezzâk, başka Ehad, başka Samed yok. Bunların başında Allah ki başka İlâh yoktur
diyoruz. Yıllar yılı bunu düşünüyoruz, söylüyoruz, inanıyoruz.
27.
“Süleyman şöyle söyledi: “Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancılardan mısın,
bakacağız.”
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanan
insanlar, dışına da, çevresine de bu ahlâkı yansıtacaktır. Arş yanına gelince de
diyecekti Hz. Süleyman, burada da diyor. Göreceğiz tasdikçi misin, tekzipçi
misin bakalım. Buradaki tasdik ve tekzip haberde tasdik ve tekzip değil sadece,
inançta tasdik ve tekziptir de. Bunlara her halde girilmez değil mi? Efendim kuş
bunu nasıl anladı? Onların güneşe taptıklarını ne bildi? Efendim onun kadın
olduğunu haydi gördü, bildi de, o kadının melik olduğunu hadi hareketlerinden
anladı bildi, de, bunların şeytan tarafından kandırıldığını nasıl kavradı?
demenin anlamı yok. Allah böyle dedi, böyle oldu diyoruz. Îsâ’nın (a.s)
doğumunda, İshak’ın (a.s) müjdelenmesinde, Yahya’nın (a.s) müjdelenmesinde de
Cenâb-ı Hak: "Kezalik"
tabirini kullanır. Yâni buna akıl erdirmeniz gerekmez, işte böylece. İşte böyle
Allah dilediğini yapar deniliyor. Burada da diyoruz ki; kezalik. Böyle oldu,
Allah ona dilediğini anlattırır, Süleyman (a.s) da onun ne dediğini anlar
Hüdhüd’ün diliyle.
Haber-i vahide inanılmaz diyorlar.
Peki bu hangi âyetle sabit ki biz ona inanmayacağız? Bana göre haber-i vahid ile
amel gereklidir. Sahâbe öyle yapmıştır, bunun örnekleri de çoktur. İki üç asırda
bir kişi tarafından nakledilen, ondan sonra da şüyû bulan habere haber-i vahid
diyorlar. Amma benim anladığım haber-i vahid şöyle olsa gerek: Bir konuda elli
hadis varsa o konuyu bir tür anlatan, iki tane, üç tane de haber varsa ki onu
nakzedici, işte o iki üç haber vahid haberdir. Yâni bu konuda yalnız kalan
haber. İşte onlarla amel edilmez.
Mesela
Rükuda peygamberimizin şiir okumadığını, âyet okumadığını anlatan yüzlerce hadis
var. Diyelim iki yüz hadis var. Bir hadis de çıkıp dese ki, Rasulullah rükuda
şiir okudu. Veya üç hadis de dese ki Allah’ın Resûlü rükuda âyet okudu. Tamam bu
üç beş hadis ehad haberdir ve o kendi başına bekler. Kalır orda amel edilmez.
Ama öğrenmemiz devam eder de bir yüz kadar hadis de onları destekler çıkar ve bu
hadisler dengelenirse o zaman peygamberimiz hem âyet okudu, hem de tesbihâtta
bulundu deriz.
Aman ha bunu tarihi bir hadise gibi
dinlemeyin. Bakın ben güçlü, ben arşın sahibi, bana kul olun, bana kulluk için
dinleyin demektir bunun mânâsı tabii.
28. “Şu yazımı götür, onlara at, sonra bir
yana çekil, varacakları sonuca bak.”
Şu kitabımı al götür ve onu onlara
at! Sonra da onlardan şöyle bir kenar dur. Bak bakalım nereye dönecekler? Ne
yapacaklar? Ondan sonra Hüdhüd kalktı, mektubu aldı, gitti bu bölümler yok tabii
burada. Biz âyetlerin arasını kendimiz dolduralım. Yâni âyetlerin suskun geçtiği
yerleri kendimiz söyleyelim. Bir mektup. Süleyman (a.s) Kudüs’te, Saba Melikesi
de Yemen’de. Arada herhalde bin, bin beş yüz kilometrelik bir mesafe var.
Mekke’den de bir bin beş yüz kilometrelik mesafe varsa işte üç bin, dört bin
kilometrelik bir mesafe var. Kudüs, Maan, Tebûk, Hayber, Medine, Mekke ve oradan
sonra uzun bir yolculuk Yemen. Sebe’lilerin ülkesi.
Haktan,
hakikatten uzak bir ülke. Dünya işlerini kendilerince belli bir düzene koymuş
olsalar da Allah’la barışık değiller. Yalnızca Allah’a secde etmeleri
gerekirken, sadece Allah’ı dinlemeleri gerekirken Allah’tan başkalarını da
dinleyen bir toplum. Güneşe tapınan bir toplum. Güneş tanrısı adına, güneş
tanrısı nam-ı hesabına ülkeyi yöneten güçlere secde eden bir toplum. Yâni
ülkelerini Allah yasalarıyla değil de kendi yasalarıyla yöneten bir toplumun
ülkesi. İşte bu toplumun insanları bir kuş aracılığıyla bir Allah elçisinin
mesajıyla, bir peygamber tebliğiyle karşı karşıya gelecekler. Hüdhüd mektubu
götürdü ve bırakacağı yere bıraktı, geriye çekildi ve onları gözetlemeye
koyuldu. Kadın mektubu alır almaz hemen ülkesinin ileri gelenleriyle istişare
etti.
29-32. “Sebe melikesi: “Ey ileri gelenler!
Bana merhamet eden, merhametli olan Allah'ın adıyla başlayan ve sakın bana karşı
başkaldırmayın ve teslim olarak gelin diyen Süleyman'dan gönderilen önemli bir
mektup bırakıldı. Ey ileri gelenler! Vereceğim emir hakkında bana fikrinizi
söyleyin; siz benim yanımda bulunmadıkça, bir iş hakkında kesin hüküm veremem”
dedi.”
Danışmanlarını,
müsteşarlarını, şûra heyetini topladı ve onlarla bu durumu istişare etti. Dedi
ki: Ey ileri gelenler! Ey benim danışmanlarım! Ey ülke yönetiminde bana yardımcı
olan dostlarım! Muhakkak ki bana önemli bir mektup bırakıldı. Kadının bu
ifadelerinden anlaşılıyor ki gerçekten çok akıllı, çok dirâyetli bir kadın. Bu
mektubun muhteviyatından hemen onun çok güzel, çok değerli bir mektup olduğunu
anlıyor ve sözlerine böyle başlıyordu. Bana çok Kerîm, çok üstün, ikrama değer,
hürmete lâyık bir mektup bırakıldı. O mektup Süleyman’dandır ve o mektup
bismillahirrahmânirrahîm ile başlamaktadır. Ya kadının sözü burada bitiyor,
bundan sonrası mektubun okunmasıdır, mektubun muhtevasıdır, yahut da kadının
sözü devam ediyor. Dünya üzerinde bu kadar özlü bir ifade görmek mümkün
değildir.
Mektubun ifadeleri aynen şöyle:
Süleyman’dan. O Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlar. Bana karşı üstünlük
taslamaya kalkışmayın. Bana karşı büyüklenmeyin. Ve bana Müslümanlar olarak
gelin, teslim olun. Bana karşı teslimiyetinizi, Müslümanlığınızı haber verip
bildirin diyordu Allah’ın elçisi Süleyman (a.s). İşte bir Melik, işte bir
peygamber ve işte bir ilim sahibi. Kuşların, karıncaların dilinden anlayan,
cinlerin, şeytanların emrinde bulunduğu bir hükümdardan bir başka dünyanın
hükümdarına bir mektup.
Evet bir Allah elçisinden gelen,
Rahmân ve Rahîm olan Allah adına gelen bu mektubu okuduktan sonra kadın dedi ki,
bu mektup gerçekten çok Kerîm bir mektuptur. Ey dostlarım, bu işimde bana yol
gösterin, bana görüşünüzü belirtin, ben ne yapayım? Siz olmadığınız sürece ben
hiçbir işe karar veremem. Bunu siz biliyorsunuz. Sizinle istişare ettikten sonra
ancak karar vereceğim. Söyleyin ne yapalım? İşte mektup ve işte durum ortada.
33.
“Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, emir senindir, sen emretmene
bak.”
Dediler
ki, biz kuvvet sahibi, ve zorlu savaşçılarız. Savaş geleneği olan ve gerektiği
zaman savaşabilen kimseleriz. Bunu unutma. Emret, savaşırız. Kuvvetimiz de
yerinde. Devletimizi de zirvede. Ama yine de emir senin. Bu konuda karar verme
yetkisi sana ait. Sen ne dersen biz onu yaparız. Bak, gör, düşün, taşın, neyi
emredersen biz onu yerine getiririz.
34-35.
“Melike: “Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar,
onurlu kimselerini aşağılık yaparlar. İşte böyle davranırlar. Ben onlara bir
hediye göndereyim de, elçilerin ne ile döneceklerine bakayım”
dedi.”
Melike
dedi ki: Doğrusu melikler, krallar bir ülkeye girdikleri zaman orasını bozguna
uğratırlar. Orasının Azîz olan ehlini, şerefli olan insanlarını bozguna
uğratırlar. Zelil ederler, aşağılık kılarlar. Bunu unutmayın dedi. Tamam
güçlüsünüz, savaşçısınız ama karşımızdakinin gücünü, kuvvetini bilmiyoruz. Böyle
bir durumda savaşın ne anlama geldiğini unutmayın. Toplumun en şereflileri olan
bizlerin zelil olma ihtimalimizi göz önünde bulundurun dedi. Ülkemizin tamamen
bir harabeye dönmesi de göz ardı edilmemelidir. Meliklerin işi işte budur dedi.
İşte şimdiki dünyaya bakın. Hangi devletin askerleri hangi devletin topraklarına
girmiş de orasını harabe etmemiş? Kanun bu, yasa bu. Savaş var dünyada, ölüm
var, zillet var, inişler çıkışlar var.
Bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra
kadın der ki; ben onlara bir hediye göndereceğim. Bakalım, bu hediyenin sonu ne
olacak? Hediyenin sonunu bir görelim bakalım. Hediye götüren elçiler ne
yapacaklar? Bakıp ona göre karar verelim der. Yâni Belkıs barıştan yanadır.
Birdenbire savaşı düşünmez. Yâni gerçekten Süleyman (a.s) sözündeki gibi onurlu
mu? Şerefli mi? Gerçekten Allah adına mı hareket ediyor? Yoksa dünya ve
dünyalıklar adına mı hareket ediyor? Eğer elçiler onun onurlu, şahsiyetli bir
tavrını getirirlerse, yâni gereksiz propagandalarla kendisinin olmayan gücünü
reklam eden birisi olmadığını kanıtlarlarsa ona göre karar verecekler.
36-37.
“Süleyman’a geldiklerinde: “Bana mal ile yardım etmek mi istiyorsunuz? Allah'ın
bana verdiği size verdiğinden daha iyidir. Ama belki de siz hediyenizle
sevinirsiniz. Onlara dön! Andolsun ki, güç yetiremeyecekleri bir ordu ile gelir
onları oradan alçalmış ve küçük düşmüş olarak çıkarırız”
dedi.”
Ne
zaman ki elçiler Süleyman (a.s)’a geldiler, dedi ki Süleyman (as), sizler beni
mal ile etkilemek mi istiyorsunuz? Bu hediyelerle beni etkilemek bana yardım
etmek mi istiyorsunuz? Halbuki Allah’ın bana verdikleri sizin getirdiklerinizden
benim için çok daha hayırlıdır. Siz hediyelerinizle övünürsünüz, bir çocuk gibi
sevinebilirsiniz. Ama çekin gidin, bana Rabbimin verdikleri çok daha hayırlıdır.
Rabbimiz ona altın ırmakları lütfetmişti. Elçileri o altın ırmağına götürüp
onlara gösterir. Gücünü ve kuvvetini gösterir. Ben açgözlü, sizin hediyelerinize
muhtaç birisi değilim der. Mal mülk sevdalısı birisi değilim der. İnsanların
elindekilere göz dikmiş şahsiyetsiz birisi olmadığını gösterir ve der ki, dönün
onlara ve söyleyin ki ben öyle bir orduyla onlara geleceğim ki onların karşı
koymaları asla mümkün değil. Onları zelil olarak ülkelerinden çıkarır, aynı
zamanda alçaltılmış olarak onlara hakim oluruz. Aynen Belkıs’ın dediği gibi der
Süleyman (a.s). Ve Allah’ın elçisi danışmanlarını, şûrasını topladı ve onlara
şöyle dedi:
38.
“Süleyman: “Ey cemaat! Bana teslim olmalarından önce, hanginiz o kraliçenin
tahtını yanıma getirebilir?” dedi.”
Ey
cemaat! Ey dostlarım! Bana bildirin! Artık Rabbimizin vahyi devreye girdi.
Vahiyle, Rabbimizin bilgilendirmesiyle artık Süleyman (a.s) Belkıs’ın kendisine
geleceğini öğrendi. Ve yola çıkış hazırlığı içinde olduklarından da haberdar
oldu. Bu Rabbimizin ona bir lütfuy-du. Onlar, Sebe’liler Müslüman olarak
teslimiyetlerini kendisine bildirmek üzere yola çıkarlarken, Süleyman (a.s)
topladığı dostlarına diyor ki: Onun tahtını onun bize Müslüman olarak
gelmesinden önce hanginiz buraya getirir? 3000 kilometre öteden taht gelecek,
bunu kim yapacak? Mülk ve saltanatına sınır olmayan bir peygamberin bir saltanat
gösterisine şahit olacağız. Allah verdimi verir vereceklerine. Mülk O’nundur,
yetki O’nundur. Süleyman (a.s)’a veren de O’dur. Sebe’lileri Müslüman olarak
Süleyman (a.s)’a getirten de O’dur. Evet O bu soruyu
sorunca:
39.
“Cinlerden bir ifrit: “Sen yerinden kalkmadan önce onu sana getiririm; buna
karşı güvenilir bir güce sahibim" dedi.”
Cinlerden
bir İfrit dedi ki, ben onu sana sen makamından kalkmadan buraya getiririm. Yâni
sen namaz kılmak için, bir yere gitmek için daha makamından kalkmadan ben o
tahtı buraya getiririm dedi. Ben bu iş için hem güçlüyüm, hem de eminim dedi.
Yâni ben başka bir taht getirip de işte Belkıs’ın tahtıdır diye seni aldatacak
birisi değilim dedi. Sana ihanet edecek değilim ben bunu beceririm dedi.
40.
“Kitabın bilgisine sahip olan biri: "Gözünü açıp kapamadan onu sana getiririm"
dedi. Süleyman, tahtı yanına yerleşivermiş görünce: "Bu, şükür mü edeceğim yoksa
nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lüt-fundandır. Şükreden ancak
kendisi için şükretmiş olur; fakat nankörlük eden bilsin ki Rabbim müstağnîdir,
kerem sahibidir" dedi.”
Kendisinin
yanında kitaptan, vahiyden bir ilim bulunan bir kimse ise dedi ki. Yâni Allah
bilgisiyle, Allah vahyiyle bilgilenmiş birisi de dedi ki. Yâni Süleyman (a.s)
bizzat kendisi dedi ki bir. Ya da kendisinde kitap bilgisi bulunan, Allah
kitaplarını bilen vezirlerinden birisi dedi ki: Ben onu sen gözünü bir yandan
bir yana çevirmeden sana getiririm. Yâni eğer bu sözü söyleyen bizzat Süleyman
(a.s) ise o zaman mânâ şöyle olacaktır: Yâni ey İfrit! Senin ki de iş mi? Ben
bunu senden daha hızlı getiririm. Göz açıp yumacak kadar kısa bir zaman içinde
ben onu buraya getiririm dedi. Evet hemen geldi bile Belkıs’ın tahtı. İşte şu
anda Belkıs’ın tahtı Süleyman (a.s) ın sarayındadır.
Allahu
Ekber! Allahu Ekber! Allahu Ekber! Ve lillah il hamd. 3000 kilometre
uzaklıktaki, sarayın içindeki bir taht
bir anda Allah’ın izniyle orada.
Evet böyle bir nîmet kendisine
verildiği an, Süleyman (a.s) ın, bir peygamberin, bir Müslümanın tavrının ne
olacağının bilgisiyle karşı karşıyayız şu anda. Süleyman (a.s) oturduğu yerde
Belkıs’ın tahtını görünce dedi ki: İşte bu Rabbimin bana bir fazlıdır, bir
lütfudur. Rab-bim beni imtihan ediyor, şükür mü edeceğim? Yoksa nankörlük mü
edeceğim? Kim ki böyle bir Allah nîmetiyle karşı karşıya kalınca hemen
şükrederse kendisi için şükretmiş olur. Ama kim de nankörlük ederse, küfran-ı
nîmette bulunursa, şükretmezse Rabbim Ganî’dir, kimsenin şükrüne, kimsenin
teşekkürüne muhtaç değildir. O ikrama lâyık, üstünlüğe lâyık tek varlıktır.
O gün Süleyman (a.s)’a, bu Kur’an,
bu âyetler indiği dönem de Muhammed (a.s)’a, bugün de bize, kıyamete kadar da
tüm Müslümanlara nereden, nasıl bir nîmet gelirse gelsin, o nîmetin gelişinin
ardından Süleyman (a.s), Muhammed (a.s) ve tüm Müslümanlar işte bu sözü
söyleyecekler, söylemek zorundadırlar. İşte bu âyetle bize bunu hatırlatıyor
Rabbimiz. O gün Süleyman (a.s) unu söyledi. Muhammed (a.s) da söyledi. Şimdi
imtihan sırası bizdedir, bizler de bunu söyleyeceğiz inşallah. Rabbimizin bize
verdiği sayısız nîmetler karşısında bizler de aynen örneklerimizin tavrını
sergileyeceğiz, Rabbimize teşekkür edeceğiz, O’na kulluğa yöneleceğiz inşallah.
Nankörlerden, O’nu unutanlardan olmayacağız.
Şunu
asla unutmayalım ki, eğer verdiği nîmetlerden ötürü O’na şükredersek, O’na kul
olursak, bunu kendimiz için yapmış olacağız. Bizim şükrümüze Allah’ın asla bir
ihtiyacı yoktur. Kim de küfrederse bilsin ki Allah Ganî’dir, kimsenin Ona bir
zarar vermesi de müm-kün değildir. Yâni eğer Allah’ın verdiği nîmetleri O’na
isyanda kullanmaya, O’nun verdiği nîmetlerle O’nunla çatışma içine girmeye
kalkışırsak bilelim ki sonunda kaybedenler bizler olacağız Allah
korusun.
41.
“Süleyman: "Tahtını onun tanımayacağı hale getirin, bakalım tanıyabilecek mi
yoksa tanımayacak mı? " dedi.”
Süleyman
(a.s) dedi ki, onun arşını, Belkıs’ın arşını, tahtını o kadın için birazcık
değiştirin, biraz üzerinde oynama yapın da bir bakalım, o kadının feraseti
nasılmış? Yâni bilebilecek mi kendi tahtını? Yoksa bilemeyecek
mi?
42.
“Melike geldiğinde: “Senin tahtın böyle miydi?” denildi. O da: “Sanki odur, daha
önce bize bilgi verilmişti ve teslim olmuştuk”
dedi.”
Ve
Belkıs sarayını kilitledi geldi. Sarayını görevlilerine teslim edip geldi.
Sarayı ordularının koruması altındadır. Kendisinden önce de kimsenin oraya
ulaşması mümkün değil. Bir bakacak bakalım bu neyin nesi? Belkıs geldi, Süleyman
(a.s) onu karşıladı ve tahtının olduğu yere aldı ve kadına denildi ki, Bu senin
tahtın mı? Senin tahtın bu muydu? Kadındaki ferasete bakın. Diyor ki: Yâni sanki
ona ben-ziyor. Sanki aynen onun gibi. Zaten daha önce de bize bu konuda bilgi
verilmişti ve biz Müslüman olmuştuk diyor.
Gerçekten
dünyanın en mutlu bir anı. Yeryüzün en büyük melikelerinden biri varlığını
Allah’a teslim ediyor ve Müslümanlığını ikrar ediyor.
43.
“Melikeyi o zamana kadar alıkoyan, Allah’tan başka taptığı şeylerdi; çünkü
kendisi inkârcı bir millettendi.”
Daha
önce onu Allah’tan başka tapındıkları, Allah berisinde dinledikleri onu Allah’a
kulluktan engellemiş, alıkoymuştu. Onlar onu Müslüman olmaktan alıkoymuşlardı. O
kâfir bir kavimdendi. Ama şimdi ise hakla tanıştı, peygamberle buluştu ve hemen
Müslüman oldu. Bir peygamber mektubu onu Müslüman etmişti. İnsanların
hediyelerine karnı tok ve sadece Allah için hareket ettiğini ortaya koyan bir
pey-gamber örneği ona gerçeği göstermiş, onun gözünü açmıştı. Allah’ın kendisine
verdikleriyle yetinip insanların ellerindekilere göz dikmeyen bir elçi örneği
onun kalbini fethetmişti. Biz de böyle olursak karşımızdaki bir kral, bir
kraliçe de olsa inşallah bizde dirilecektir, bunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmayalım inşallah.
44.
“Ona: “Köşke gir” dendi; salonu görünce, onu derin bir su zannetti, eteğini
çekti. Süleyman: “Doğrusu bu camdan yapılmış mücella bir salondur” dedi. Melike:
“Rabbim! Şüphesiz ben kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber, âlemlerin
Rabbi olan Allah'a teslim oldum,” dedi.”
O
kadına denildi ki. Şimdi arşını gösterdikten sonra Süleyman (a.s) ona bir
gösteride daha bulunacak. Denildi ki ona haydi şu köşke gir bakalım. Kadın köşke
girmek isterken, onu görünce sanki derin bir su zannetti ve hemen eteklerini
çekerek ayaklarını açmaya koyuldu. Allahu âlem camdan şeffaf bir köşktü bu köşk.
Süleyman (a.s) dedi ki: Bu suyla dolu bir yer değil, saydam camdan yapılmış bir
köşk zeminidir. Öyle bir camdan bir köşk ki melike onun ne olduğunu bilemiyor.
Müthiş bir teknolojik gelişmeye şahit oluyoruz. Zaten cinler, şeytanlar onun
emrindedir. Bütün bunlardan sonra kadın melikeliğin üzerinde bir şerefe ulaşarak
diyor ki bakın: Ey Rabbim, ben nefsime zulmettim. Şu ana kadar Sana teslim
olmamakla, Müslüman olmamakla, Senin istediğin bir hayatı yaşamamakla, Senin
razı olacak bir Müslümanlık sürecine girmemekle, kendi oluşturduğumuz bir dinle,
kendi oluşturduğumuz bir hayat programıyla ben nefsime zulmetmişim. Ömrümü Senin
yolunda harcayamamışım. Bana güç verdin, kuvvet verdin, saltanat verdin, beni
melike yaptın. Ama ben buna rağmen ey Rabbim, Seni bilemedim, Senin istediğin
bir hayatı yaşayamadım. Ve ben şu anda Süleyman (a.s)’la birlikte âlemlerin
Rabbine teslim oldum.
Elhamdülillah.
Kadın Müslümanlığını ikrar ediyor. Ve işte Süleyman (a.s) ın mektubu burada
gerçekleşmiş oluyor. Müslüman olarak bana gelin buyurmuştu, işte oldu bu iş. Ve
böylece burada Süleyman’ın (a.s) gündemi sona eriyor. Bundan sonra Semûd kavmi,
Salih (a.s), sonra Lût (a.s) ve kavmi gündeme gelecek.
45.
“Andolsun ki, Semûd milletine kardeşleri Salih'i “Allah'a kulluk ediniz” desin
diye gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümreye
ayrıldılar.”
Evet
Semûd toplumuna da kardeşleri Salih’i gönderdik. Se-mûd kavmine de
kendilerinden, kendi içlerinden kardeşleri Salih’i gönderdik. Kendilerini,
hayatlarını, dillerini, örf ve âdetlerini en iyi tanıyan bir elçi gönderdik.
Önceki sûrelerde de anlattığımız gibi Semûd kavmi Hayber ile Tebûk arasında
bulunan Hicr denen bölgede yaşayan Âd kavminden sonra gelmiş bir toplumdur. Evet
Salih (a.s) toplumuna dedi ki ey kavmim Allah’a kulluk edin. Tüm hayatınızda
sadece Allah’ı dinleyin. Hayatınızı parçalamadan hayatın tamamında Allah’a
kulluk edin. Hayatınızın tamamında Hakîm varlık Allah olsun. Kulluğunuz sadece
Allah’a olsun, çünkü Allah dışında sizin başka İlâhlarınız yoktur diyor. Ve
toplum peygamberlerinin bu dâvetini alır almaz her zaman olduğu gibi hemen iki
gruba ayrılıveriyor. Birbirleriyle çekişen, birbirini düşman bilen iki grup
oluşuverdi. Mü’min ve kâfir olarak insanlar hemen
ayrışıverdiler.
Kitabımızın başka yerlerinde
anlatıldığına göre toplumda müstekbirler, ekonomik ve siyasal gücü elinde
bulunduranlar, yöneticiler Salih (a.s) in dâvetinin toplumda maya tutmasıyla tüm
ayrıcalıklarını kaybedeceklerini bilenler hemen peygambere karşı bir tavır
alırlarken, toplumda ezilen, horlanan, sömürülen, mus’taz’af grubu da hemen iman
ettiler. Müstekbirler iman eden mus’taz’aflara dediler ki biz sizin iman
ettiğiniz şeylerin tamamını inkâr ediyoruz. Bir sizin mü’-mini olduğunuz
şeylerin tümünü reddediyoruz. Elbette reddedeceklerdi, çünkü kabullendikleri
andan itibaren hayatları değişecekti. Artık kimseye zulmedemeyecekler,
insanların kanlarını ememeyeceklerdi. Evet bir grup iman ederken bir grup ta
kâfir oldular ve tarihin her döneminde olduğu gibi bu iki grup arasında
düşmanlık baş gösterdi.
46.
“Salih: “Ey milletim! Niye iyilikten önce acele kötülük istiyorsunuz? Merhamet
olunasınız diye Allah'tan mağfiret dileseniz olmaz mı?”
dedi.”
Salih
(a.s) in toplumundan iman etmeyenler
iyilikten önce kö-tülüğü istiyorlardı. Kendileri için iyilikten önce
kötülüğü acele ediyorlardı. Kendileri hakkında kötülüğü çabuklaştırmak
istiyorlardı. Allah’ın elçisinden kendilerine vaadedilen azabın bir an evvel
gelmesini, getirilmesini istiyorlardı. Hani nerede kaldı şu sözünü ettiğiniz
azap ey Salih? Bir an evvel gelse de görsek ya! diyorlardı.
Tıpkı
şu andaki kâfirlerin karşılarındaki Müslümanlarla alay ederek hani: Ey
Müslümanlar, şu yıllardır bizi tehdit edip durduğunuz azap nerde kaldı? Hani
niye gelmiyor ya? dedikleri gibi. Adamlar kendilerini bekleyen bir âhiret
azabının, ya da dünyadaki helâklerinin acelecisi bir tavır alıyorlardı da
Allah’ın elçisi Salih (a.s) da onlara şöyle diyordu:
Ey Milletim, ne oluyor size? Nedir
sizin bu tavırlarınız? Niye iyilikten önce kendiniz için acele kötülük
istiyorsunuz? Kötülük sizin için iyilikten daha mı iyidir? Yaşadığınız bu
hayatla, bu küfür ve şirklerinizle sanki kötülüğü dâvet ediyorsunuz. Merhamet
olunasınız diye Rabbinizden mağfiret dileseniz olmaz mı? Rabbinizin yoluna girip
O’nun rahmetine erseniz, dünyada güzel bir hayat âhirette de cennete gitmek
istemez misiniz? Bilmez misiniz ki sizden önce sizin şu andaki tavırlarınızı
sergileyen nice toplumlar yerin dibine batırılmıştır. Daha dün atalarınız Ad’ın
başına gelenleri ne çabuk unuttunuz? Rabbiniz şu anda size mühlet tanıyor ki
acaba küfürlerini, zulümlerini bir gün anlayıp dönerler mi diye. Evet Salih
(a.s) in bu nasihatlerine karşılık bakın kavmin cevabı, yahut tavrı şöyle
oldu:
47.
“Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık” dediler. Salih:
“Uğursuzluğunuz Allah katındandır; belki imtihana çekilen bir milletsiniz”
dedi.”
Allah’ın
elçisine böyle diyorlardı. Sen ve sana iman edenler bize uğursuzluk getirdiniz.
Sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Her zaman böyledir kâfirler. İşleri iyi
gittiği zaman, ekonomik yönden rahatladıkları zaman, siyasetleri iyi gittiği
zaman bunu kendileri becerdi veya buna kendileri lâyıktı, ama bir zaman gelir de
eğer işleri bozulursa tüm suç Müslümanlarındır. Tüm uğursuzlukları Müslümanlara
yorarlar. Tüm iyilikleri kendilerinden, tüm kötülükleri de Müslümanlardan
biliyorlar. Hep bu başımıza gelenler bu müslümanlar yüzündendir. Bizi
engelleyenler, bizi geri bırakanlar hep bu Müslümanlardır.
İşte
şu anda da aynısını söylüyorlar Müslümanlara. Halbuki yıllardır ülke yönetiminde
Müslümanlar söz sahibi değil. İlerlemeye engel gördükleri Kur’an’ı devre dışı
bırakalı, İslâm’ı diskalifiye edeli yıllar oldu. Allah yasalarını yürürlükten
kaldıralı yıllar oldu. Hani niye kal-kınamıyorlar ya? Hani bu uğursuzlukları
niye her geçen gün biraz daha artarak devam ediyor?
Salih (as) buyurdu ki, ey
beyinsizler sizin uğursuzluğunuz Allah katındandır. Ne biliyorsunuz? Belki
imtihana çekilen bir toplumsunuz. İyi ya da kötü, hayır ya da şer başınıza ne
gelirse hepsi Allah-tandır. Kaderin sahibi Allah’tır. Bu belâlar, bu kıtlıklar,
bu sıkıntılar Allah’tandır. Tüm bunlar Allah yasalarıdır. Allah yasalarının
gereğidir. Allah şu anda sizleri bunlarla imtihan ediyor. Bütün bunlar birer
imtihan konusudur. Ya da sizler bunları Allah yasalarına göre değerlendirmek
zorundasınız.
48.
“O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapan, düzeltmeye uğraşmayan dokuz kişi
vardı.”
Evet şehirde, yeryüzünde ifsad eden,
bozgunculuk çıkarak, Allah ve elçisinin istediği düzeni bozmaya çalışan,
ıslahtan yana değil bozmadan yana sa’yeden dokuz kişilik bir çete vardı. Bunlar
toplumu oluşturan değişik kabilelerden seçilmiş kimselerdi. Allah’a ve
peygambere karşı gelmede en önde olan azgın kimselerdi bunlar. Kitabımızın başka
âyetlerinden öğrendiğimize göre Salih’in (a.s) devesini öldürenler de bunlardır.
Azınlık bir gruptu bunlar ama toplumun öteki üyeleri onların bu azgınlıklarına
ses çıkarmadıkları, engel olmadıkları için tüm toplum Allah tarafından suçlu
görülüp onlara gelen cezanın mahkumu yapılmıştır. Evet toplum içinde şirke
ahlâksızlığa, İslâm dışı uygulamalara ses çıkarmayan herkes ondan
sorumludur.
49,50.
“Biz gece ona ve ailesine baskın verelim, sonra da onun dostuna, ailesinin yok
edilişinde bulunmadık, şüphesiz biz doğru söylüyoruz, diyelim” diye aralarında
Allah'a yemin ettiler. Onlar bir düzen kurdular, Biz fark ettirmeden düzenlerini
bozduk.”
Evet
dediler ki gece Salih (a.s)’a ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra da onun
dostuna, kabilesine, onun kan dâvâsını güdebilecek, hesabını sorabilecek
kimselere de diyelim ki; biz kesinlikle Salih’in öldürülme eylemine katılmadık,
bizim bu işte bir müdahâlemiz olmadı. Muhakkak ki biz doğru söylüyoruz diyelim
diye aralarında yemin ettiler. Onlar bir düzen kurdular, Allah elçisine bir
komplo hazırladılar. Biz de fark ettirmeden onların düzenlerini bozuverdik diyor
Rabbimiz.
Allah’ın
elçisine karşı hile düşündüler, komplo düzenlediler. Diğer sûrelerin beyanıyla
önce Salih’in (a.s) mûcize devesini öldürdüler. Bunun üzerine Salih (a.s) onlara
üç gün süre tanıdı. Üç gün yurdunuzda dilediğinizi yapabilirsiniz. Ondan sonra
Allah’ın azabı kesinlikle sizi yakalayacak buyurdu. Onlar da azabın geleceği
gece Allah’ın elçisini yok etmeyi planladılar. Hainler Allah’la
başedebileceklerini sandılar da; Allah’a ve peygamberine tuzak kurdular.
Allah’ın elçisini bir hileyle ortadan kaldırmayı düşündüler. Halbuki Allah
onların kurduğu tuzakların tümünden haberdardı. Allah’ın izniyle elbette onların
tuzakları başarılı olamayacak, neticeye ulaşamayacaktı. Allah’ın kurduğu
tuzaklar geçerli olacaktı, hiç kimse Ona karşı koyamayacaktı. Allah onların
tuzaklarının tümüne Allah muttali iken, Allah’ın ilmi onları kuşatmışken, onlar
Allah’ın tuzaklarından gafildirler. Onun içindir ki Allah onların elçisine karşı
kurdukları tüm tuzakları, tasarladıkları tüm komploları boşa
çıkaracaktı.
Bu hep böyle olagelmiştir. Şu anda
da Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın elçisine ve Müslümanlara karşı tuzaklar
kuranlar, komplolar hazırlayanlar, din eğitimini yasaklayanlar, insanların
dinlerine ulaşmalarını engellemeye çalışanlar, İmam Hatipleri, Kur’an kurslarını kapatmaya çalışanlar, kendi
yasalarının hâkimiyeti adına Allah yasalarını kaldırmaya çalışanlar, Allah’ın
peygamberine ve Müslümanlara hayat hakkı tanımamaya sa’yedenler bunu hiçbir
zaman unutmamalıdırlar. Ama ne yazık ki günümüz kâfirleri de tıpkı dünün
kâfirleri gibi Allah’tan gafildirler. Kime tuzak kurduklarının, kiminle savaşa
tutuştuklarının farkında değiller. Unutuyorlar ki Allah onların tüm tuzaklarının
biliyorken, onlar Allah’ın tuzaklarından habersizdirler. Allah onların
kurdukları tuzakların nereye kadar gidebileceğini biliyorken, onlar Rablerinin kendilerine karşı neler
hazırladığını asla bilmemektedirler.
51,53.
“Hilelerinin sonunun nasıl olduğuna bir bak! Biz onları ve milletlerini,
hepsini, yerle bir ettik. İşte, haksızlıklarına karşılık çökmüş bulunan evleri!
Bunda bilen bir millet için şüphesiz, ders vardır. İnanıp Allah'a karşı
gelmekten sakınanları kurtardık.”
Evet onların hilelerinin, kurdukları
düzenlerin nasıl olduğuna bir bak. Bir bakın ki Biz de onların yerlerini,
yurtlarını nasıl darmadağın ettik? Bir bakın ki ağızlarının payını nasıl
veriverdik onların? Nasıl yerle bir ediverdik onları? Bir ses, bir sayha onları
yakalayıverdi de oldukları yere diz çöküverdiler. Hepsini yerle bir ediverdik.
Çünkü onlar zalimdiler. Allah’a karşı zulmettiler, Allah’ın elçisine karşı
zalimce davrandılar, kendilerine zulmettiler. Körlüğü basîrete tercih ettiler.
Dalâleti hidâyete tercih ettiler. Kendi hevâ ve heveslerini, kendi hayat
programlarını, kendi keyiflerini Allah yasalarına tercih ettiler. Tıpkı
kendilerinden öncekiler gibi küfrü imana, sapıklığı hidâyete tercih ettiler de
Allah bir sarstı ki yerlerini yurtlarını, o kıyamet kopsa da yıkıl-maz
zannettikleri binalarını yerle bir ediverdi. İşte bu zulümlerine karşılık
çökmüş, yerle bir olmuş evleri, sarayları, köşkleri. muhakkak ki bunda bilen bir
kavim için ibretler vardır, dersler vardır.
Evet böyle Allah ve elçisiyle savaşa
tutuşanlar helâk edilirken tercihlerini Allah ve elçisinden yana kullanan, Allah
için bir hayat yaşayan muttakileri de kurtardık diyor Rabbimiz. İşte böylece bir
toplum daha tarih sahnesinden siliniyordu. Bir toplum daha Rablerine
isyanlarının cezasını çekerken, o toplum içinde üstlendikleri rollerinden dolayı
Allah elçisi ve beraberinde inananlar kurtuluyor ve Rablerinin vaadine kadar
yaşıyorlar. Sonra Rabbimiz bir başka toplumu anlatmaya başlıyor.Lût (a.s)’ı ve
onun toplumunu anlatmaya başlıyor.
54,55.
“Lût’u da gönderdik; milletine şöyle dedi: "Göz göre göre bir hayasızlık mı
yapıyorsunuz? Kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz; evet,
siz cahil bir milletsiniz.”
Allah’ın elçisi Lût (a.s) kavmine
dedi ki: Ey kavmim, göz göre göre bir hayasızlık mı yapıyorsunuz? Toplumunun en
büyük hastalığına dikkat çekiyordu Allah’ın elçisi. Önceki sûrelerde uzun uzun
an-
lattı
Rabbimiz, o toplumun hastalığı da erkeklerin kadınları bırakıp erkeklere
gitmesi, erkeklerde tatmin olması şeklinde âlemlerde görülmedik bir hastalıktı.
Hayvanların bile yapmadığı bir ahlâk bozukluğunu mu yapıyorsunuz? Evet sizler
gerçekten cahil bir toplumsunuz dedi. Rabbinizin size neslinizin devamı için
verdiği erkeklik güçlerinizi Rabbinizin gösterdiği yolda kullanacak yerde
kadınları bırakarak erkeklere giden, sapıklığı tercih eden cahillersiniz
siz.
56.
“Milletinin cevabı sadece: "Lût'un ailesini kasabamızdan çıkarın, güya onlar
temiz kalmaya çalışan insanlarmış" demek oldu.”
Lût (a.s) un bu uyarılarına karşılık
kavmin verdiği cevap bu. Lût ve ailesini çıkarın kasabanızdan. Atın bunları
şehrinizden. Çıkarın bu adamları şehrinizden. Atın bu adamları okullarınızdan.
Sürün bunları dairelerinizden. Uzaklaştırın çarşı pazarlarınızdan. Temizleyin
bunları askeriyenizden. Çünkü bu adamlar temiz kalmak istiyorlar. Temizlik
istiyorlar bunlar. Aşırı temizlik ve iffetten yanadırlar bunlar. Madem ki
temizlik istiyorlarmış, madem ki temizlikten yanalarmış öyleyse çıkarın bunları
şehrimizden de diledikleri yerde diledikleri kadar temizlensinler.
Bunlar
memleketin düzenini bozuyorlar. Bunlar bizim keyfimizi kaçırıyorlar. Bunlar
bizim aramızda fitne çıkarıyorlar. Bunlar bizim hayatımızı bozuyorlar. Bunlar
sürekli bize Allah’ı, âhireti, haramı,
helâli, hesabı kitabı, namusu iffeti hatırlatıp keyfimizi kaçırıyorlar. Yok edin
bunları ve rahat edin diyorlar.
Bakıyoruz
bugün de aynı şeyleri söylüyorlar namuslu Müslümanlara. Elbette pislerin içinde
temizler yadırganacaktır. Elbette namussuzların içinde namuslular yadırganacak
ve dışlanacaktır. Rüşvetçilerin, haramzadelerin arasında temizler
istenmeyecektir. Hayatları pis, sistemleri pis, yaşantıları pis, hukukları pis
olan, kazanmaları harcamaları pis, eğitimleri pis, erkek kadın ilişkileri pis
olan, her şeyleri pis olan, her tarafları kokuşmuş fıtratları pisliğe alışmış
insanların temizlikten ve temizlerden hoşlanmaları asla mümkün olmayacaktır.
Evet o toplum da böyle Allah düşmanı, peygamber düşmanı bir tavır
sergileyince:
57.
“Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık, yalnız karısının geride kalanlardan
olmasını gerekli bulduk.”
Lût’u ve Onun safında yer alanları,
Allah ve elçisine iman edip tercihlerini Allah ve elçisinden yana kullananları kurtardık, ancak Lût’un
hanımı müstesna, çünkü onun geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk. Yâni
elçimiz Lût’a onu beraberinde götürmemesi konusunda gerekli talimatı verdik.
Evet karısı tercihini Allah ve Resûlünden yana kullanmayıp helâk olacaklardan
yana kullandığı için onu helâke uğrayanların arasında kıldık, rahmetimizden
kurtuluştan mahrum olanlardan yaptık. Temizlikten, temizlenmeden yana olan,
Allah’ın istediğinden yana olan peygamberi ve onunla birlik olanları
kurtardık.
58.
“Geride kalanların üzerine bir yağmur yağdırdık. Uyarılan fakat yola
gelmeyenlerin yağmuru ne kötü idi!”
Onların, bu ahlâksız toplumun
üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki uyarıdan nasip almayan, peygamberin
uyarılarına kulak tıkayan, adam olmaya yanaşmayan bu insanların yağmuru ne kötü
idi? Evet Rabbimiz gönderdiği bir yağmurla, bir helâk yasasıyla geriye
kalanların topunu yerle bir ediverdi. Melekler o şehirleri kaldırdılar ve yerle
bir ettiler. Üzerlerine azap yağmuru yağdırdılar. Taşlar yağdırdılar ve işlerini
bitiriverdiler.
Ve
işte böylece Allah’la savaşa tutuşmuş bir toplum daha tuzlu sular altında
kendilerine hazırlanmış korkunç bir cehennem beklentisi içindeler. Halbuki
ahlâksızlar, Allah’ın istediği tertemiz bir hayatı kabul etmiş olsalardı bu
azabın mahkumu olmayacaklardı. Hem dünyaları güzel olacaktı, hem de âhireti
kazanmış olacaklardı. Ama aşırı gittiler. Allah ve elçisini dinlemediler.
Azgınlaştılar. Aşırı cinsel özgürlük kadınlardan zevk almaz hale getirdi onları.
Kadınlardan bıktılar da nihâyet erkeklere yöneldiler. Cinsel ahlâksızlığı
Allah’a ve O’nun elçisine isyanın doruk noktasına vardırdılar. İşte böyle rezil
bir hayatın sonunda rezil bir helâkle helâk olup gittiler. Rabbimiz aralarındaki
mü’minleri kurtarırken kâfirlerin de kökünü kesiverdi. Karısı bile bu helâkten
kendisini kurtaramadı.
59.
“Ey Muhammed! De ki: "Hamd Allah'a mahsustur, seçtiği kullarına selâm olsun.
Allah mı daha iyidir, yoksa O'na koştukları ortaklar
mı?”
Buraya kadar anlatılan konuları bir
hatırlayalım: Önce bir giriş, işte bunlar Kur’an âyetleridir, okunması gereken,
okunup dinlenmesi ve amel edilmesi gereken âyetlerdir denilmişti. Sonra mübîn
bir kitabın, kitâbenin, yazgının âyetleri denilmişti. Daha sonra sizin
konumunuz, durumunuz devletiniz böyle de olabilir diye Süleyman (a.s) anlatıldı
örnek olarak. Sonra bunların arkasından deniliyor ki, de ki elhamdülillah.
Elhamdülillah.
Neye elhamdülillah? Hemen zâhirde belki ilk akla gelen geberip giden, kahrolup
giden şu kahrolasıcalardan kurtulduk ya, Firavun geberdi gitti ya elhamdülillah.
Belkıs da saltanatını bitirdi, geldi Süleyman’a teslim oldu ya, O da İslâm
yolunu seçti ya elhamdülillah. Semûd da helâk oldu, Salih (a.s) da kurtuldu ya
elhamdülillah. Lût kavminin o şenaati de bitti, onlar da helâk oldu ya
elhamdülillah. Böyle bir elhamdülillah anlayışı var. Aynı ifadeyi En’âm’da da
görüyoruz:
“Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd
olsun ki zulmeden toplumun böylece kökü kesildi."
(En’âm
45)
Elhamdülillah ki; Allah böylece
zulmeden zalimlerin kökünü kesiverdi. Allah onların defterlerini dürüverdi
elhamdülillah. Demek ki zalimlerin helâkinden sonra Allah’a hamd etmek vaciptir.
Ulemâ bu âyetten bunu çıkarmışlardır. Zalim kavmin kökü kesildi elhamdülillah. O
da aynen buradaki gibi bir tabir. İşte elhamdülillahın böyle bir mânâsı var.
Hamdın Allah’a ait oluşunun mânâsı değildir bu, Türkçe’deki ifadesidir.
Elhamdülillah bu belâ da bitti, elhamdülillah şu dert de bitti gibi. Ama âyette
biraz şöyle gibi: Mevlâ ne kadar da güzel konulara değinmiş, ne kadar da güzel
hükmetmiş, ne kadar da güzel yardım göndermiş. Salih’e söyledikleri, Mûsâ’dan
istedikleri, Süleyman’a emrettikleri ne kadar da güzel şeylermiş? Yardımı da
istekleri de ne kadar da övgüye lâyıkmış? Her yaptığı tam ve mükemmelmiş. Yâni
övgü Allah’ındır, Allah’a mahsustur diye böyle bir elhamdülillah girişi
yapılıyor burada diyoruz.
Allah’a hamd olsun. O zaman hamd kavramını şöyle canlandıralım
inşallah: Elhamdülillah, tam ve mükemmellik konusunda kafamızda canlanacak tüm
fikir, düşünce, tavır, davranış, yâni hamd ifadesiyle anlamını bulacak her şey
Allah’a aittir. Bir şeyi hamd konusuyla mı işleyeceksin? o mutlaka Allah’a ait
olacaktır. Yâni bir kadını mı öveceksiniz? Bir düğünü mü öveceksiniz? Ya da
herhangi bir şeyi tam mı bileceksiniz? Mükemmel mi göreceksiniz? Birinin
davranışında bir güzellik mi göreceksiniz? Kâinatta mevcudatta tamlık, güzellik
mi arayacaksınız? Bu Allah’a ait bir iştir, yâni bu konuda söz sahibi Allah’tır.
Başkası bu konuda söz sahibi değildir.
Meselâ
Annem ve babam oturuyor idiyseler ve ben:
“Anne! Bütün sevgim sana aittir!" desem, sonra babama da göz kırpsam,
seni de severim diye. Bunda bir sahtekârlık var demektir. Yâni Allah hamde lâyık
olandır da şunların yaptıkları da yabana atılmaz demenin anlamı yoktur.
Sahtekârlıktır bu Allah’a karşı. Yâni Allah hamde lâyıktır da bizim toplum da
becerir bu işi. Veya filanın yaptıkları da yanlışsızdır demek sahtekârlığın
daniskasıdır Allah’a karşı. Allah’ın yasaları güzeldir, doğrudur, eksiksizdir,
mükemmeldir ama filanın kanunları da yabana atılmamalıdır demek şirktir Allah’a.
Elhamdülillah hamd e konu olan şey sadece Allah’ındır
diyoruz.
Meselâ peynir ekmek yedikten sonra
diyoruz ki Elhamdülillah. İçki ekmekten sonra diyemiyoruz elhamdülillah. Niye?
Çünkü peynir ekmekle doymamızı emreden, onu doygunluk konusu yapan Allah’ın o
konudaki emri, hükmü gerçekten en güzelidir, tam bize göre olanıdır. Yâni sen
ayarladın, ama ya Rabbi tam mükemmel ayarlamışsın, en güzelini emretmişsin, tam
bize göre ayarlamışsın demektir bunun mânâsı. Bu açıdan değerlendirilince
Müslüman hayatını yaşar ve üzerine der ki elhamdülillah. Veya hayatını,
programını elhamdülillah diyebileceği biçimde ayarlar. Ben şunu, şunu yapacağım,
ama bunları yaparken benim hedefim hayatımda elhamdülillahı gerçekleştirmektir.
Bunun iki anlamı var:
1: Dünya planında bizim her
yaptığımız işten sonra elhamdülillah demeyi becermemiz gerekecek. İçki içtim
elhamdülillah! Zina ettim elhamdülillah! Kitabımı tanımadan bir gün daha
geçirdim elhamdülillah! Namazsız bir gün daha yaşadım elhamdülillah!
Diyemiyorsan yapma o zaman onları. Az evvel yalan söyledim elhamdülillah
diyemi-yorsan söyleme yalanı.
2: İkinci mânâsı şu: Müslüman öyle
bir hayat programı yaşar ki sonunda:
“Bizi
buraya eriştiren Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz
doğru yolu bulamazdık.”
(A’râf
43)
Evet cennete ve nîmetlere
ulaştığını, ulaştırıldığını gören mü’minin diyeceği söz budur: Bu nîmetleri bize
veren, bizi bu nîmetlere ulaştıran, bizi cennete ulaştıran, bize cennet yolunu
gösteren, bize cennete ulaştırıcı ameller işlemeyi nasip eden Rabbimize hamd
olsun. Eğer Allah bize dünyada hidâyet etmeseydi, bize yol göstermeseydi, bize
kitap ve Peygamberler göndermeseydi, bize cennet yolunu göstermeseydi, bize
cennet yollarını açmasaydı hiç bir zaman biz bu cenneti bulamazdık. Hiç bir
zaman biz bu nîmetleri elde edemez-dik. İşte mü’min karakteri. Mümin bir nîmete
ulaştığı zaman bunu kendisinden değil Allah’tan bilir. Bunu bana Rabbim verdi
der ve sürekli Rabbine hamd eder.
Evet Rabbimiz bizim sürekli bize yol
gösteren kendisine hamd etmemizi, sonunda cennet kazanacağımız bir hayatı
hedeflememizi istemektedir. Onun rızasına uygun niyet taşımamızı, yâni Allah
için muttaki olmamızı, tüm hayatı Allah için yaşamamızı istemektedir. İşte hamd
budur. Ve Rabbimiz kitabının her bir bölümünde bizden bunu istemektedir.
Kitabının her bir bölümünde sürekli Rabbimiz bana kul olun diyor. Benim
istediğim şekilde yaşayın diyor. Benim size gönderdiğim hayat programını yaşayın
diyor. Zaten Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmadan, Allah’ın bizim
adımıza gönderdiği hayat programını uygulamadan, hayatı Allah adına yaşayan
muttaki kullar olmadan Allah’ı hamd etmiş olmak mümkün değildir. Zaten mü’minin
yaşadığı hayatta hedefi neydi?
“Onların dualarının, dâvâlarının sonucu
hayatlarında elhamdülillahı gerçekleştirmektir.
(Yunus 10)
Bir hayat ki neticesinde
elhamdülillah gerçekleşecek. Bir hayat ki sonunda o hayatı yaşayanlar
elhamdülillah demeyi hak edeceklerdir. İşte bu hayat Allah ve Resûlünün bizden
istediği hayattır. Allah’ın kitabıyla ortaya koyduğu, Rasulullah efendimizin de
bizzat pratik hayatıyla örnekleyip açıkladığı bir hayattır bu. Evet demek ki
elhamdülillah hayatın İslâmlaşması demektir. Elhamdülillah İslâmlaşan bir
hayatın sonucudur. Esasen elhamdülillah’ı anlamak Kur’an’ı anlamak demektir.
Elhamdülillah Kur’an’da Allah’ın istediği hayatı yaşamak demektir. Şimdi bir
adam düşünün ki Kurandan haberi yok, sünnetten haberi yok, Allah’ın kendisinden
istediği hayattan haberi yok. Müs-lümanım diyor ama henüz Müslümanlığın farkında
değil. Böyle bir adam hayatına nasıl hamd edecek? İslâm dışı bir hayata
elhamdülillah demek Allah’a en büyük iftiradır.
Peygamber hayatına bakıyoruz
Rasulullah (sav) öyle bir hayat bir programı yapmıştır ki, onun her bir
biriminde, her bir durakta, her bir kendine söz düştüğü yerde, meselenin bitim
noktasını belirlediği yerde diyordu ki elhamdülillah. Meselâ Addas Müslüman
olmuştu kendisi sebebiyle, kulunu kendisi sebebiyle Müslüman yapan Allah’a hamd
olsun. Ya da Hatice şöyle oldu elhamdülillah, savaşta böyle oldu elhamdülillah,
barışta öyle oldu elhamdülillah, Ebu Cehil geberip gitti elhamdülillah. Aynen
böyle bir hayat programının bitiş ve başlangıçlarında peygamberimiz diyordu ki
elhamdülillah. Bizim de yapacağımız bu. Amma bunu dilimizle söyleyip de
hayatımız bunun dışında yürüyorsa, yâni dilimizle elhamdülillah dediğimiz halde
hayatımızla elhamdü lil baba, elhamdü lil ana, elhamdü lit toplum, el hamdü lil
mo-da, elhamdü lid doktor, şeklinde yapıyorsak o zaman olmadı.
Dilimizle
de, kalbimizle de, hayatımızla da hep moda yerine Allah, ana baba yerine Allah,
toplum yerine, doktor yerine Allah diyorsak o zaman müthiş bir sahtekârlık, hâşâ
Allah korusun müthiş bir nifak ortaya çıkıyor demektir. Yâni biz dilimizle
Allah’ı över görünürken, olaylarla başkalarını mükemmel kabul edersek o da
müthiş bir yalan olacaktır, ona da bir iki örnek verelim ve bu kadar yetsin
inşallah:
Meselâ iki ev döşemesinden hangisi
bize hoş geliyorsa aslında hamdi ona lâyık kılıyoruz demektir. Ey toplum, ey
moda sen böyle istedin bizden! Biz de böyle döşedik diye onu güzel görüp
yapıyorsak, ama Hz. Ali’nin ev modeli, Hz. peygamberin kızının ev modeli bize
hoş gelmiyorsa, dilimizle de İslâm’ınki hoş diyorsak bunda bir çelişki olacak
demektir tabii. Veya meselâ elli çeşit yemekten sonra elhamdülillah diyorsak bu
da bir garip olacaktır. Yâni bunun üzerine elhamdülillah denmeyecektir.
Yâni
ey midem sana zulmedebildim elhamdülillah! Veya ey açlar sizin yiyeceklerinizi
de ben yedim elhamdülillah! Ya da ey komşular siz açken ben karnımı doyurabildim
elhamdülillah! Ey karnı toklar size tok olmanıza rağmen yemek yedirebildim
elhamdülillah! demenizin de anlamı yoktur elbette. Meselenin ikinci örnek tarafı
da şu: Biz öyle elhamdülillah türküsü çağırıyoruz ki, aslında hamde lâyık
değilken, hamd etmeye lâyık değilken yapıyoruz bunu. Meselâ komşumla bugüne
kadar ilgi kuramadım elhamdülillah! Kur’an’la ilgisiz bugünü bulabildim
elhamdülillah! Çocuklarımın midesini doyurdum da kafalarını doyuramadım
elhamdülillah! diyorsak orada bir yanılgı söz konusu olacaktır
herhalde.
Elhamdülillah dille yapılır. Eş
şükrü lillah da amelle yapılır. Burada da bunun sözle yapılması gerekiyor. Yâni
hamdi Allah’a ait kılmanın sözcülüğünü yapacağız. Bir de ne
diyecekmişiz?
Bir de Mustafa yaptığı kullarına da
selâm olsun. Mustafa olan kullara, seçkin kullara. Peygamberler denilmiş veya
peygamberimiz denilmiş veya sahâbe denilmiş. Hepsi de mümkündür. Yâni seçkin
kullara, seçilmiş kullara da selâm olsun. Yâni Müslüman kul demektir bunun
mânâsı. Birine selâm verirken onun illa da Allah’ın sevdiği değil sevmesini
istediğimiz kul anlamınadır. Selef söze de böyle başlamışlar: “Elhamdü
lillah ve selâmun ala ibadihillezinesdafa” di-ye
başlamışlar. Ama Allah’ın Resûlü bunu şöyle düzenlediğinden: “Elhamdü
lillahi nahmeduhu vessalatu vesselâmu ala Ra-sulina
Muhammedin”
şeklinde ifade buyurduğundan biz de öyle diyoruz. Allah’ın Resûlü kendisine
salat getiriyor. Kalbin itminanı ancak zikirle mümkündür. O da ya şu Kur’an
âyetlerini, ya da meşhûd âyetleri zikirdir. Meşhûd âyetleri görmek şeklinde bir
zikir.
Hani
İbrahim (a.s) demişti ya ölüleri nasıl diriltirsin ya Rabbi görmek istiyorum.
İnanmıyor musun? denilince de hayır kalbim mutmain olsun içindi demişti. Yâni
kalbin itminanı bir görerek olur, müşahede edilen âyetlerle olur, bir de
okuyarak olur, o da şu Kur’an âyetlerinin okunmasıdır diyoruz. Kalp karar
makamıdır, kalp niyet makamıdır, yâni kalp aldığı kararlarda kendi kendine
itminana ulaşması için alınan kararın yerli yerince olması lâzımdır. Kararın
yerli yerinde olması da Kur’an’ın kararına uymanın dışında bir şeyle mümkün
değildir. Yâni Kur’an diyecek ve o yapacak tamam bunun dışında başka bir kaynak
yoktur. Meselâ hanımı nâşize olan bir adam hanımına tokat atacak, bu kararı
aldığı andan itibaren o kişinin kalbi ancak mutmain olacaktır, çünkü Allah’ın o
konuda istediğini bilebilmiştir.
Allah mı daha hayırlı yoksa şirk
koşuyorlarmış, şu şirk koştukları mı? Şimdi böyle bir soru sanki Kur’an’da
olmaması gerekirdi. Sanki bu konu, her konu Kur’an’da bu kadar ayan beyan iken
böyle bir soru sorulmamalı gibiydi. Yâni bu şuna benziyor gibiydi: Baklava mı
yiyeceksin? Yoksa dayak mı yemek istersin? Olur mu bu? Sorulur mu hiç bu? Yâni
baklavayla dayak yan yana gelir de adam hiç he der mi? Hiç dayağı tercih eder
mi? Yâni iş bu kadar açıkken, yâni bu adamların şirk koştukları şeylerden hayır
beklemeleri, sonra Allah’tan da hiç hayır beklememeleri bu kadar yanlış yâni.
Her şey bu kadar ayan beyan iken halâ onlar bu işi yapıyorlarsa Allah da onların
seviyesinde soruyor işte.
Bakıyoruz
topluma şifayı Allah’tan beklemeleri gerekirken filandan, falandan bekliyorlar.
Hukuku Allah’tan istemeleri gerekirken falandan filandan hukuk dileniyorlar.
Yâni adam kendisi deli, delilik konusunda ona müracaat ediyorlar. Yâni bugüne
kadar tanıdığım doktorların hemen hemen yüzde doksan dokuzu psikopat. En azından
şu konuda psikopat: Biz üstünüz diyorlar, öyle aşılamışlar bunlara, herkes bize
muhtaç. Bu açıdan adamlar psikopat. Gidiyorlar insanlar bunlara ruh ve beden
dengesinin güya sağlanması için müracaat ediyorlar, bilgi alıyorlar. Şifa böyle,
hidâyet konusu böyle, rızık konusu böyle, eğitim konusu böyle, sosyal ve siyasal
yapılanmalar konusu böyle, toplumsal yönlendirme böyle, ekonomik yapılandırma
böyle, böyle...
Düşünün
şimdi sizin evin neresinde yatacağınıza, yaylı mı yaysız mı yatacağınıza,
karyolanın tipini, şeklini, yatak odanızın döşenmesinin biçimini, nereden nasıl
ışık alacağını, misafiri nereye oturtacağını, misafire neler ikram edeceğini,
hep başkaları belirleyecek, ondan sonra da sen Allah en bilen diye yaygara
basacaksın. Olmaz ki bu iş. Ne giyeceğini, nasıl giyeceğini, düğününü nasıl
yapacağını, şehir hayatını nasıl düzenleyeceğini, eğitimini, hukukunu hep
başkaları ayarlayacak.
Meselâ
pek çok belediye başkanının bireysel hayatlarında ne kadar Müslüman olduklarını
her halde bilirsiniz. Yanlışlarımız hepimizin vardır o ayrı ama adamlar samimi.
Lâkin bu adamlar iş başına gelince biz bu şehir hayatının düzenlemesinde sizlere
muhtacız ey insanlık diye kimlere müracaat etmiyorlar bu adamlar? Nerelere gidip
kimlerin şehir yapılanma planları almıyorlar değil mi? Peki Allah ve Resûlü hiç
mi bilmez şehir planını? Yönetmelikler, talimatnameler, tüzükler, kanunlar,
nizamlar hep başkalarından kaynaklıdır, bunlar da onları gündeme getirme savaşı
veriyorlar, uygulama kavgası veriyorlar.
60.
“Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla, bir ağacını bile
bitirmeye gücünüzün yetmediği, güzel güzel bahçeler meydana getiren mi? Allah'ın
yanında başka bir tanrı mı? Hayır; onlar taptıklarını Allah'a eşit tutan bir
millettir.”
Ya da gökler yüzü ve yeryüzünü
yaratan, size gök yüzünden su indiren mi hayırlı? O suyla böyle güzel güzel
bağlar bahçeler bitirmişiz. Siz onların ağaçlarını dikemezsiniz. E bizim
bahçedeki elma ağaçlarının tamamını ben diktim. Yâni yeryüzündeki tüm ağaçlara
göre insanların ektiği ne ki? bir böyle bunun mânâsı. Bir de onun ekim imkânını
veren Allah’tır dan dolayı eken diken Allah’tır diyoruz, bile-miyorum. Yâni ona
imkân veren onu ortaya koyan kim demektir bunun mânâsı. Yâni onun o ortamda
büyümesi yine benim iznimle oluyor diyor Rabbimiz. Çünkü bir sinek geliyor, bir
böcek geliyor veya bir hastalık geliyor ve işini bitiriyor bazen . Onu ben
bitiriyorum diyor Allah.
Allah'la birlik başka İlâh mı? Yoksa
bütün bunları yapan Allah yanında başka bir İlâh daha mı
var?
Yok yok
onlar sapan, sapıtan, ortak koşan, Allah’a başkalarını da denk tutmaya çalışan
insanlardır.
61.
“Yoksa yeri, yaratıklarının oturmasına elverişli kılan ve aralarında ırmaklar
meydana getiren, yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren, iki deniz arasına engel
koyan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Hayır; çoğu
bilmezler.”
O, ortak koştukları mı hayırlı? Ya
da yeryüzünü bir karar mevkii yapan, sizin istikrarınız, yaşamınız, kararınız
kılan, sonra sizin için nehirler, arklar, ırmaklar, sabanlar ve ekinler yaratan,
orada dağlar var eden ve iki bahr arasına da engel koyan Allah mı daha hayırlı?
İki bahr, bahru’s sema ve bahru’l arz olarak anlaşılmış. Yâni gökyüzündeki
bulutlarda temerküz etmiş su var ya, bir o, bir de yerdeki su var ya,
inivermiyor aşağıya işte birisi de o. Allah istediği zaman indiriyor onu.
Veya
tatlı su, acı su arasındaki engeldir ki karıştırmıyor birbirine. Veya
denizlerdir. Acısı tatlısına karışmıyor, sıcağı soğuğuna karışmıyor. Veya bu
denizler arasındaki kara parçalarını koyarak onların birbirlerine karışmasını
engelleyen hacizleri de biz koyduk diyor Allah. Meselâ düşünün Karadeniz’in
suyuyla Marmara’nın suyu birbirine karışmıyor. Birinin tuz oranı diğerinden her
zaman farklıdır. Bu âyet ne anlatır böyle olunca? Bakın çevrenize, karaya,
denize, suya, aradaki engellere. Bu konularda sözü geçen Allah mı? Yoksa sizin
sözünü dinlemeden yana olduğunuz varlıklar mı daha hayırlı? Allah’ın gücünü
kuvvetini bir de böyle bakarak anlayın diyor sanki. Allah'la birlik var mı başka
bir İlâh? Elbette yoktur. Ama pek çoğu bunun farkında değiller,
bilmiyorlar.
62.
“Yoksa, darda kalana, kendisine yakardığı zaman karşılık veren, başındaki
sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün sahipleri yapan mı? Allah'ın yanında başka
bir tanrı mı? Pek kıt düşünüyorsunuz.”
Ya da Allah’ı bir de şöyle bilin:
Eğer ihtiyacınız kaldıysa daha Allah’ı putlarla şöyle bir mukayese edin: Yâni o
dua edince darda kalana icabet eden, onun çağırışına, duasına koşan ve onun
üzerindeki kötülüğü alan, def eden, ortadan kaldıran ve sizi arzın halifeleri
yapan, ya da sizi arzda arka arkaya gelen nesiller yapan, böyle bir Allah mı
hayırlı? Yoksa Allah’la beraber başka İlâhlar mı? Niye az tefekkür ve tezekkür
ediyorsunuz?
Hulefa el arz konusu, yeryüzünün
halifeleri. Kimileri Allah’ın yeryüzünde bir halifesi olmaz diyorlar. Yâni
halifetullah olmaz diyorlar. Niyeymiş o? Çünkü bir şeyin halife olması için
halefi bulunduğu şeyin, yâni selefin ortadan kalkması lâzımmış. Bu bir hükmü
temel kabul edip diğer hükümleri onunla yargılamadır. Meselâ Zemahşeri yapmış
bunu. Allah Mûsâ’ya demiş ki “Len
terani”
Ey Mûsâ ebediyen beni göremezsin. Bunu temel kabul etmiş, “İla
Rabbiha nazırah” âyetini
onunla yargılamış, kesinlikle Allah böyle dediğine göre burada anlatılan
Allah’ın nîmetlerine bakmaktır demiş.
Halifelik
konusunda da bir fikri temel kabul edip, kelimenin, kelâmın lügat mânâsını temel
kabul edip, halef selef mânâlarını temel kabul edip, eh Allah gidecek de onun
yerine kim gelecek? denilmiş, hâşâ Allah gitmez diyerek reddedilmiş. Oysa arzın
halifesi olunca kişi arz gidecek de onu yerine gelecek demektir bunun mânâsı
öyle düşününce. Oysa halifenin bir mânâsı da bir yerde bir kişinin bir başkası
namına hükümde bulunmaktır. Onun namına icraatta bulunmak olacaktır. Yâni
yeryüzünde Allah namı hesabına hareket eden kişiye de halife denir öyleyse.
Çünkü
Hz. Ademe de aynı şey denmişti. Hz. Adem yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Amma
yeryüzünde Allah’ın halifesi olmaz, hâşâ Allah’ı yeryüzünden kaldırıp da
yeryüzünde Allah gibi davranmak mânâsına deniyorsa elbette bu İslâm’da yoktur
diyoruz. Onun içindir ki “Halife-i
Ruy-i Zemin” denmiştir.
Zillullah ifadesi: Allah’ın yeryüzündeki zılli, gölgesi, gibi ifadeler
padişahlar için kullanılmış, ama niye kullandılar onu bilmiyorum ben. İki mânâsı
var halifenin: Peş peşe gelen anlamına, bir de Allah için yeryüzünde söz sahibi
olma anlamına.
63.
“Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında size yol bulduran, rüzgarları
rahmetinin önünde müjdeci gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı?
Allah, koştukları eşlerden yücedir.”
Ya da düşünün size karanın ve
denizin zulümatında yol gösteren Allah mı daha hayırlı? Ya da size önünde
rahmetinin müjdecisi olarak rüzgarlar gönderen Allah mı daha hayırlı? Yoksa
Allah yanında başka bir tanrı mı? Ama sakın ha bu özellikleri konusunda Allah’ı
siz bildiğiniz gibi düşünmeyin. Çünkü Allah onların koştukları eşlere benzemez.
Allah onlardan çok yücedir.
64.
“Yoksa, önce yaratan, sonra da yaratmayı tekrar edecek olan; size gökten ve
yerden rızık veren mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? De ki: "Eğer doğru
sözlülerden iseniz, açık delilinizi getirin.”
Yoksa
şu varlık âlemindeki varlıkları yoktan var eden, öldükten sonra diriltip hesaba
çekecek olan mı daha hayırlı? Gökten ya da yerden size rızık veren, sizi doyuran
mı daha hayırlı? Yoksa hiçbir şeye gücü yetmeyen, yaratamayan, rızık veremeyen
şu tanrı taslaklarınız mı daha hayırlı? Allah’la birlikte bir İlâh var mı?
Allah’la birlikte başka bir İlâh olur mu? De ki ey peygamberim, eğer sâdıksanız,
eğer bu id-dialarınızı ispata hazırsanız buyurun delillerinizi, burhanlarınızı
getirin de görelim bakalım. Allah’tan daha hayırlı hangi İlâh varsa haydi ortaya
koyun.
65.
“De ki: "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur. "Ne zaman
dirileceklerini de bilmezler.”
De
ki, göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka hiç kimse bilmez, bilemez. Hiç kimse
ne zaman dirileceklerini de bilmiyorlar, bile-miyorlar. Hiçbir şeyden haberleri
yoktur onların. Şuursuzdur onlar.
66.
“Âhirete dair bilgileri yeterli midir? Hayır; ondan şüphe etmektedirler. Hayır;
ona karşı kördürler.”
Bilâkis
onların âhiret konusundaki bilgileri sadece şekten, kuşkudan ibarettir. Hayır
onlar bütün bu bilgiler konusunda kördürler. Âhiret konusunda onların
özellikleri sadece körlüktür.
Evet bu âyetlerinde Rabbimiz tarihi
sorguladıktan, elçilerini ve onların toplumlarıyla mücadelelerini anlattıktan
sonra, helâk olan toplumları gözler önüne serdikten sonra göklerde ve yerde
yegâne Hakîm büyük kudret sahibi olan zatının büyük güç ve kudretine şahit
kılındık. Bununla birlikte Allah dışında tanrı kabul edilenlerin ne kadar
güçsüzlüklerinin sorgusuyla, kıyaslamasıyla karşı karşıya getirildik. Allah’la
birlikte İlâhlar mı var? İfadeleriyle, Allah mı daha hayırlı? Yoksa şu İlâh
taslakları mı sorgusuyla düşünmeye dâvet edildik. İnsanlığın tek tercihlerinin
Allah olması gerektiği vurgusuyla bilgilendirildik. Rabbimiz tekrar tekrar sora,
sora en kör gözlere bile gördürdüğüne, en sağır kulaklara bile duyurduğuna, en
anlamaz kalplere bile anlattığına şahit olduk. En çarpıcı Allah’la birlikte bir
İlâhın olmayacağının ispatına şahit olduk. Sadece Allah’ın hayırlı olduğuna
şahit olduk. Rabbimizin bu âyetleriyle heyecanlandık, bilincine erdik
elhamdülillah. Evet ey Rabbimiz Senin ortağın olabilecek başka hiçbir varlık
yoktur dedik, tevhidimizi, imanlarımızı bir daha
yeniledik.
Müslümanlar bu âyetlerin şuuruna
erdikleri zaman kimse kimseyi sömüremeyecek, kimse kimseye Rablik, İlâhlık
iddiasında bulunamayacak Allah’ın izniyle. Öyleyse sürekli bu âyetlerle birlikte
olmak zorundayız.
67,68.
“İnkâr edenler: "Biz ve babalarımız toprak olduğumuzda mı, doğrusu bizler mi
tekrar çıkarılacağız? Bununla biz de, daha önce babalarımız da, andolsun ki,
tehdit edilmiştik. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir"
dediler.”
Evet
kâfirler, Allah’ı inkâr edenler, bu dünyada Allah’ın etkisinin olmadığına
inananlar dediler ki yâni şimdi bizler ve babalarımız ölüp toprak olduktan sonra
tekrar diriltileceğiz, tekrar kaldırılacağız öyle mi? Olacak şey midir bu?
Muhakkak ki biz ve babalarımız daha önce de vaad olunduk. Yıllardır bu
hikayeleri duyduk, dinledik. İşte öleceksiniz, dirileceksiniz,
sorgulanacaksınız, azaba çekileceksiniz filan dendi durdu. Yıllardır insanlar
böyle şeyler söyleyip durdular. Bütün bunlar eskilerin masallarından başka,
uydurma masallardan başka bir şey değildir dediler.
Onlar
böyle diye dursunlar Rabbimiz de onların bu dediklerini kitabına aldı ve bakın
şöylece cevaplandırıyor:
69.
“De ki: "Yeryüzünde gezin, suçluların sonunun nasıl olduğuna bir
bakın.”
Tabii
bu cevaplandırmanın Rabbimizin bir rahmeti olduğunu unutmayacağız. Nasıl? Tamam
o gün bu sözleri söyleyenler geberip gittiler bu dünyadan, ama kıyamete kadar
aynı düşüncede olanlar, aynı şeyleri söyleyenler olabilecektir. İşte Rabbimiz bu
âyetleriyle kıyamete kadar bütün insanları uyarıyor ki ya Rabbi bizim bundan
haberimiz yoktu demeye hakları kalmasın.
Bakın Rabbimiz buyuruyor ki, de ki
yeryüzünde gezip dolaşın da suçluların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.
Suçluların âkıbetlerini bir görün. Evet o gün Rasulullah efendimize, bugün de
bize diyor ki söyleyin bu adamlara, haydi gezip dolaşın da mücrimlerin
âkıbetlerini bir görün. Bakın onların bu sözlerine bizim mantığımıza göre bir
cevap vermiyor Rabbimiz. Çok enteresan bir cevap veriyor. Gezin dolaşın bakalım
yeryüzünde sizin gibi düşünenler, sizin gibi yaşayanlar ne olmuşlar? İsterseniz
sizler de aynen onlar gibi inanmaya, yaşamaya devam edin buyuruyor. Bundan sonra
Rasulullah efendimize ve onun şahsında da bize yönelerek şöyle buyuruyor
Rabbimiz:
70,72.
“Ey Muhammed! Onlara üzülme, hilelerine karşı da sıkılma. Onlar: “Eğer doğru
söylüyorsanız, bildirin, bu sözünüz ne zaman yerine gelecektir?” derler. De ki:
Acele ettiğiniz şeyin bir kısmı belki hemen başınıza gelir.”
Evet
ey peygamberim, onların bu davranışlarına karşı sakın üzülme ve onların
kurdukları tuzaklardan dolayı da kalbin sıkılmasın, sıkışmasın. Onlar diyorlar
ki va’d ne zaman? Kıyamet ne zaman? Bizi kendisiyle uyardığın azap ne zaman?
Hani nerede kaldı bu azap ya? diye Rasulullah efendimize veya onun yolunun
yolcusu biz Müslümanlara eğer doğru sözlülerdenseniz bize vaad olunan bu azabın
gerçekleşme zamanını söyler misiniz? Diye karşı hücum gerçekleştiriyorlar. Buna
karşılık bütün Müslümanlar şöyle demelidirler. Umulur ki acele edip durduğunuz
vaadin gelme zamanı yakındır. Hemen gelecek gibi çok yaklaşmıştır. Ey
kaşınanlar, ey azap gecikti diye kendilerinde renk görenler, ey azapları için
acele dâvetiye çıkaranlar, unutmayın ki:
73.
“Doğrusu Rabbin, insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu
şükretmezler.”
Rabbiniz
size karşı çok merhametlidir, kullarına karşı çok çok lütuf sahibidir. Bu
sebepledir ki, kullarına rahmet ve merhameti sebebiyle hemen cezayı hak edenlere
acele cezalarını verivermiyor. Uyarıları ve müjdeleriyle onlara fırsatlar
tanıyor. Akıllarını başlarına getirecek imkânlar tanıyor onlara. Tüm bu
uyarıları karşısında azgınlıkları artarsa ancak o kavme, o topluma azabını,
helâkini gönderiyor. Ama gelin görün ki onların çoğu anlamıyorlar, Rablerinin bu
nîmetlerine hamd edip şükretmiyorlar.
Sûrenin geriye kalan bölümünü
tanımak, Rabbimizin bize bilgi ve şeref kaynağı olarak gönderdiği âyetleriyle
şereflenmeyi devam ettirmek için 12 ciltte buluşmak üzere Allah’a emânet olun.
Ve âhiru dâvana enilhamdü lillâhi Rabbil’âlemîn.
74,75. “Şüphesiz Rabbin onların
gönüllerinin gizlediklerini de, açığa vurduğunu da bilir. Gökte ve yerde
görülmeyen her şey şüphesiz Kitab-ı Mübîn dedir.”
Şüphesiz ki Rabbin onların
göğüslerinde, sadırlarında gizli tuttuklarını bilir. Ve açıktan açığa ortaya
koyduklarını da bilir. Yâni gizli açık, neleri var neleri yok Allah herkesten
haberdardır. Bu nasıl olur? derseniz, göklerde ve yerde bir gayb yoktur ki o apaçık bir kitapta ol-masın. Göklerde ve yerde gizli ve açık ne varsa hepsi bir
Kitab-ı Mü-bîn de yazılıdır. Her şey levh-i mahfuzda yazılıdır. Allah’ın tüm varlıkların kaderini
yazdığı kitabındadır. Allah’ın bilgisinin dışında kalan hiçbir şey yoktur.
Yeryüzüne düşen bir yaprağı da, yerin karanlıklarında olanları da bilir, yerin
derinlerinde olan bir zerreyi de bilir.
76,78. “Doğrusu bu Kur’an, İsrâil oğullarına, ayrılığa düştükleri şeyin çoğunu
anlatmaktadır. Doğrusu Kur’an, inananlara doğruluk
rehberi ve rahmettir. Rabbin şüphesiz, aralarında, kendi hükmünü verecektir. O
güçlüdür, bilendir. Ey Muhammed! Allah'a güven, şüphesiz sen apaçık gerçek
üzerindesin.”
Muhakkak ki bu Kur’an İsrâil oğullarına da ihtilafa düştükleri, ayrılığa
düşüp fırkalaştıkları, olur olmaz dedikleri her konuyu, onların hidâyeti için
gerekli olan her konuyu her en ince teferruatına açıklığa kavuşturmaktadır ve
artık hiçbir kimsenin elinde bir delil yoktur. Hiçbir kimsenin artık
tutunabilecekleri bir dalları da kalmamıştır. Yâni artık biz ne yapalım? Bizim
bunlardan haberimiz yoktu deme hakları kalmamıştır. İsrâil oğullarına Tevrat,
Zebur ve İncil gönderilmesine rağmen, onları anlamada, yorumda tahrife
gitmelerinden sonra Rabbimiz onları bu yanılgılardan, fırkalaşmalardan,
düşmanlıklardan uzaklaştıracak bir kitabı indirmiştir ki o kitap bütün mü’minler için hidâyettir, yol göstericidir ve rahmettir.
Kim bu kitabın mü’mini olursa dünyadaki tüm işlerinde
bu kitap onların önüne geçecek, onlara yol gösterecek,
mihmandardık yapacak onları sahili selâmete ulaştıracaktır.
Ve aynı
zamanda mü’minler bu kitabın en büyük rahmetine
ulaşarak bu dünyadan ayrılıp gidecekler. İşte bu kitabı bu özelliğiyle Rabbin
indirmiştir. Ve unutma ki Allah o insanların arasında hükmünü verecek olandır.
Yasa O’na aittir, yetki O’nundur ve izzet ve şeref sahibi de Allah’tır. Öyleyse
sen sadece Allah’a güven, Allah’a tevekkül edip dayan. Vekil olarak Allah’ı
kabul edin ey Müslümanlar. Sen sana gelen bu vahiyle en güzel bir hayatı
yaşamanla apaçık bir hak üzeresin. Sen Rabbine güven ve yoluna devam et. Onlar
hakkında kararını verecek olan Allah’tır.
80,81. “Sen, ölülere şüphesiz ki
işittiremezsin; dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Körleri
sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin; ancak âyetlerimize
inananlara sen duyurabilirsin; işte onlar
Müslümanlardır.”
Senin bu dâvetinin bazı
engellemeleri olabilecektir. Unutma ki sen körlere, sapıklık içinde olan körlere
hidâyet edip yol gösteremezsin. Onların görmeleri, onların Müslüman olmaları
konusunda hiçbir zaman senin etkin ve yetkin yoktur. Sen hiçbir zaman ölülere de
işittiremezsin. Sen ölülere de bir şey anlatamazsın. Sağırlara da bu dâvetini
duyuramazsın, arkalarını sana karşı dönüp giderlerken, kaçıp giderlerken.
Evet sen
apaçık bir hak üzeresin. Ama Senin bunca haklılığına rağmen insanların niçin
sana inanmadıklarına hakça bir açıklama getireyim diyerek peygamberini teselli
ediyor Rabbimiz, tabii bizleri de. Öyle değil mi? Bunca Müslüman fedâkarca bir
hayat yaşayıp, dürüstçe bir hayat yaşayıp insanları Allah’a dâvet etmelerine
rağmen, insanları cennete çağırmalarına, cehennemden uzaklaştırmaya
çalışmalarına rağmen, insanlara en güzel öğütlerde bulunmasına rağmen insanlar
inanmayınca insanlar, peygamber bayağı sıkıntı çekiyor. İşte Rabbimiz mü’minlerin sıkıntılarını şöylece gideriyor.
Muhakkak ki
ey Müslümanlar, sizler onları hidâyete ulaştıramazsınız. Siz onlara duyurup
anlatamazsınız. Hiç ölü duyar mı? Hiç sağır işitir mi? Hiç kör görür mü? Sizden
kaçanlara, yaşadıkları halde ölülüğü seçenlere bir şey yapamazsınız. Sapıklığı
tercih edenlere bir şey yapamazsınız. Siz ancak âyetlerimize iman eden kimselere
işittirebilirsiniz, bunu hiçbir zaman unutmayın diyor Allah. Müslüman olanlar bu
kitabı işitirler, anlarlar, dinlerler ve iman ederler ve hayatlarını düzene
korlar. Herkese duyuracağız bu kitabın âyetlerini, unutmayacağız ki isteyenler buna iman edecekler
anlıyoruz.
82. “Kendilerine söylenmiş olan
başlarına geldiği zaman, yerden bir çeşit hayvan çıkarırız ki o, onlara,
insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını
söyler.”
Kendilerine vaad edilmiş olan kıyamet saati geldiği zaman, Allah’ın
hükmü gerçekleştiği zaman onlar için yeryüzünde bir hayvan, debelenen bir varlık
çıkarırız ve o Dabbe onlarla konuşur. Ki
bu bir âyettir, bir kıyamet alâmetidir. Ama buna rağmen insanlar âyetlerimize
karşı kesin bir bilgi içinde değiller. Bir inanç içinde değiller. Yanılgıları,
hataları devam etmektedir. İşte gözleri önünde Allah’ın yerden yarattığı bir
varlık, bir hayvan kendileriyle konuşuyor, ama bu adamlar halâ Allah’ın
âyetlerine imanı düşünmezler.
Dâbbe;
Arapça’da “yavaş ve sessizce yürümek, nüfuz ve sira-yet etmek” mânalarına gelen “deb” kökünden gelen bir kelimedir. Kitabımızın 14 âyetinde
tekil, 4 âyetinde de çoğul şekliyle, “devab”
gelmiştir. Âlimlerimizin ekseriyetinin beyanına göre kıyamet alâmetle-rinden birisi olarak kabul edilen bir yaratıktır. Kur’an-ı Kerimde kıya-metin çok yakın bir gelecekte zuhur
edeceğini haber veren; Ahzâb 63, Şûrâ 17, Kamer 1 gibi
âyetler ve Resûl-i Ekrem efendimizin bu konudaki hadislerinden çıkarımlarla
ümmet “eşrat-ı saat” kıyametin alâmetleri başlığı
altında pek çok eserler telif etmişlerdir. Kıyametin küçük alâmetleri, büyük
alâmetleri, bugüne kadar fiilen vâki olanlar, kıyamete çok yakın bir zamanda
vâki olacak olanlar gibi konuyu çeşitli taksimlere tabi tutmuşlardır.
İslâmî
kaynaklarda kıyametin alâmetleri sayılırken “dâbbetü’l
arz’ın” çıkışına da ayrı bir başlık altında yer verilmiş ve bu husus kıyametin
zuhuruna yakın bir zamanda gerçekleşecek harikulâde hadiseler arasında
sayılmıştır.
Müslim’de
ve Ebû Dâvûd’un süneninde
dâbbetü’l arz konusuy-la
ilgili rivayetlerde bu varlığın özelliklerinden söz edilmeden sadece ortaya
çıkışının bir kıyamet alâmeti olduğu haberi verilir.
(Müslim,
iman 249, Ebû Dâvud, melâhim)
Ebû
Hureyre Efendimizden nakledilen bir hadiste dâbbetü’l arz’ın Hz. Süleyman’ın
mührü ile Hz. Musa’nın asasına sahip olacağı ve asa
ile mü’minin yüzünü parlatırken mühürle de kâfirin
burnunu damgalayacağı ifade edilir. Bu konu ile alâkalı kütüb-i sittenin dışın-daki bazı kaynaklarda yer almış, hattâ bazı tefsirlere bile
geçmiş an-cak senet ve metin açısından tenkit
edilebilen israiliyat rivayetler üze-rinde durmuyoruz.
Sadece âyet ve hadislerde söz edildiği gibi kıya-met alâmetlerinden bir varlık
olarak inanıp geçiyoruz.
83. “O gün her ümmetin
âyetlerimizi yalanlayanlarını toplarız. Onlar bir arada tutulup, hesap yerine
sevk edilirler.”
Sonra onun arkasından da bir gün
her ümmetin âyetlerimizi yalanlayanlarını toplarız. âyetlerimizi yalan
sayanları, âyetlerimizi yok farz edenleri, âyetlerimizin işlevini bitirenleri,
kale almayanları toplarız. Onlar gruplaştırılıp, belli bir kıskaç altına
alınıp gidecekleri yere sevk
edilirler.
84,85. “Geldikleri zaman Allah:
“Âyetlerimizi anlamadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa yaptığınız neydi?” der.
Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık konuşamaz
olurlar.”
Ta ki onlar azabın olduğu yere
gelirler. Cehenneme gelirler. Yaşadıkları hayatın, yaptıklarının hesabını ödemek
üzere Rablerinin huzuruna gelirler. Allah der ki onlara: Bilgi olarak
anlayamadığınız, kavrayamadığınız, anlamak istemediğiniz âyetlerimi
yalanlamıştınız değil mi? Yoksa başka bir şey mi yapıyordunuz? Neydi sizin
dünyadaki haliniz? Niye yalanladınız âyetlerimi? Niye görmezden geldiniz?
Onlarla bilgilenseydiniz, anlasaydınız ve onlar rehberliğinde bir hayat yaşayıp
ta güzelce cennete gitseydiniz olmaz mıydı? dercesine Rab-bimiz bir sorgulamada bulunuyor. Anlamak istemediler,
kavramak is-temediler. Çünkü anlamak isteyen
anlayabilecektir bu kitabı. Hidâyet bulmak isteyen, yol bulmak isteyen
anlayacaktır bu kitabı. Müslüman olmak isteyen kimse okur bu kitabı. İnadına
Müslüman olmak istemeyen anlayamaz bunu.
Evet onlar üzerine hüküm gerçekleşti,
çünkü onlar zalim idiler. Zulmetmelerine karşılık onlar için şu hüküm
gerçekleşti ki artık onlar konuşmayacaklar, konuşamayacaklar, itiraz hakları
olmayacak. İşte suskunlar ve bitmiş bir durumdalar, suspus olmuşlar. Halbuki
dünyada ne kadar da konuşuyorlardı değil mi? Peygambere ve Müslümanlara karşı ne
kadar zulüm ve işkenceler yapıyorlardı değil mi? Müslümanlara hayat hakkı
tanımayan bu insanlara orada hayat hakkı tanınmayacak.
86. “Size geceyi dinlenesiniz
diye karanlık ve gündüzü çalışasınız diye aydınlık olarak yarattığımızı
görmediler mi? Doğrusu bunda, inanan millet için dersler
vardır.”
Görmüyorlar mı? Biz geceyi onda
sükun bulsunlar, rahata kavuşsunlar diye yarattık. Gündüzü de çalışıp rızıklarını kazansınlar, görsünler, aydınlığa kavuşsunlar
diye yaratıp onların hizmetlerine sunduk. Görmüyorlar mı? Muhakkak ki gece ve
gündüzde, bu iki âyette iman etmek, ibret almak isteyen insanlar için dersler
vardır.
87. “Sur'a üfürüldüğü gün,
Allah'ın diledikleri bir yana, göklerde olanlar da yerde olanlar da, korku
içinde kalırlar. Hepsi Allah'a boyunları bükülmüş olarak
gelirler.”
Ve sura üfürüldüğü an Allah’ın
istisna buyurdukları hariç göklerde ve yerlerde ne varsa hepsi korku içinde
donakalırlar. Ve her bireri de boynu bükük bir vaziyette, ezik bir şekilde
Allah’ın huzuruna gelmişlerdir. Evet sura üfürülüş, insanların tekrar dirilişi,
Allah’ın huzuruna herkesin boynu bükük bir vaziyette gelişi sanki az evvel
okuduğumuz âyetlerin devamı gibi. Hani ne zaman bu vaad diyorlardı? Kıyamet ne zaman? diyorlardı insanlar,
inanmayanlar ya işte Rabbimiz burada onların bu
sorularını cevaplıyor. Haydi işte buyurun o acele istediğiniz karşınızda
buyuruyor. Herkes ayağa kalkmış ve korku içinde Allah’ın huzuruna doğru gidiyor.
Ve sorgulama ve cennet cehennemle karşı karşıya kalıyorlar. Tekrar yeryüzüne
geliyoruz. Bir öteki âlem bir bu âlem şeklinde Rabbimizin bir anlatım modeline
şahit oluyoruz.
88. “Dağları yerinde donmuş gibi
durur görürsün, oysa onlar bulutlar gibi geçerler. Bu her şeyi sağlam tutan
Allah'ın işidir. Doğrusu O, yaptıklarınızdan
haberdardır.”
Dağları görsün ki onları donmuş
zannedersin, hareketsiz, statik görürsün, halbuki onlar tıpkı bulutların
hareketleri gibi o dağlar da sürekli bir hareketlilik içindedirler. Evet
yeryüzünün temel direkleri olan o dağlar, hiç yerinden oynamıyor, sabitmiş gibi
görünen o dağlar tıpkı bulutlar gibi bir yerlere doğru hızla akıp gitmektedirler
diyor Rab-bimiz. Arzla beraber mi? Yoksa başka bir
hareketle mi? orasını bile-miyoruz. Ama anladığımız o
ki dağlar da hareket halindedirler. Rab-bimiz öyle
diyor. İşte bu her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın bir sanatıdır bu. Yeryüzünü
sapasağlam yapan, sarsıntıya uğratmayan Allah’ın işidir bu. Bunlara Allah’tan
başka hiç kimsenin de gücü yetmez. Ve O Allah sizin her şeyinizi bilmektedir,
hiç bir şeyiniz asla O’na gizli de kalamaz.
89. “Kim bir iyilik getirirse,
ona daha iyisi verilir. Onlar o günün korkusundan
güvendedirler.”
Kim bir hasene ile bir iyilikle gelirse, kim ki Allah’ın razı olduğu
bir amelle, bir hareketle, bir hayatla gelirse Allah onun için ondan daha
güzeliyle, daha hayırlısıyla karşılık verir. Ve onlar o günün gürültüsünden,
korkusundan, dehşetinden güvenlik içindedirler. Hiçbir korku, hiçbir üzüntü ve
telaş ta duymazlar o mü’minler, o iyiliklerle, hasene-lerle gelenler. Gerçekten
bu dünyada Müslümanca bir hayat yaşarken yaptığımız
iyiliklere Rabbimiz bazen on katı,
bazen yedi yüz katı, ba-zen da sonsuz karşılık veriyor. Yine yaptığımız
iyiliklerimiz kötülüklerimizi gideriyor. İyiliklerimiz kötülüklerimizle
silinmiyor ama kötülüklerimiz iyiliklerimizle siliniyor. Bir kötülüğün karşılığı
bir iken, bir iyiliğin karşılığı kat kat artırılıyor.
İşte Rabbimizin sonsuz merhametinin eseridir bunlar.
90. “Kötülük getiren kimseler,
yüzükoyun ateşe atılırlar. “Ya siz yaptıklarınızdan
başka bir şeyle mi cezalandırılacaksınız?” denir.”
Kim de kötülükle gelirse yüzün
koyu ateşe atılır. Evet kim de Rabbinin huzuruna isyanla, küfürle, şirkle
gelirse o da tepe taklak cehenneme atılır Allah korusun. Rasulullah efendimiz bu âyetleri insanlara duyurunca
kimileri sordular. Dediler ki ey Allah’ın Resûlü, yüzüstü nasıl atılır insanlar?
Ayakları üstünde nasıl yürüse insanlar yüzleri üzerine de öylece atılırlar
buyurdu. Peki bu kadar azap çok değil mi? Ne olur affediverse olmaz mı?
derseniz, yok diyor Rabbimiz, herkese ameliyle karşılık verilecek. Hiçbir
kimseye zulmetmiyor Rabbi-miz. Herkes nasıl bir hayat
yaşamışsa onun karşılığını bulacak. Eğer Rabbimiz kitaplar göndermeseydi,
peygamberler göndermeseydi, is-tediği hayatı
bildirmeseydi, cennet ve cehenneminden insanları haberdar etmeseydi, uyarılarda
bulunmadan cehennemine koysaydı belki o zaman bu insanların ya Rabbi bizim suçumuz neydi ki bizi cehennemine attın?
demeye hakları olurdu.
Öyle değil
mi? Allah peygamber göndersin, o peygamber Rab-bi
hatırına insanların gece-gündüz işkencelerine göğüs gersin, onlara hakkı
duyursun, insanlar onu dinlemesinler, ellerindeki güç ve kuvvetlerine güvenerek
Rabbim Allah diyenlere hayat hakkı tanımasınlar, sonra da cehenneme atılınca da
bizim suçumuz neydi? Desinler. Buna kimsenin hakkı yoktur. İşte şu anda her
ikisiyle de karşı karşıyayız, bunlardan birini seçme hakkımız vardır. Cennete
gitmek mi? Güvende olmak mı? Yoksa yüzün kuyu cehenneme atılmak mı? Tercihimizi
iyi yapalım.
91,92. “De ki: “Ben, yalnız her
şeyin sahibi olan ve bu kutlu kılınmış şehrin Rabbine kulluk etmekle emrolun-dum. Müslümanlardan
olmakla ve Kur’an okumakla em-rolundum. “Kim doğru yolu bulmuşsa, yalnız kendisi için
bulmuş olur, kim sapıtmışsa, kendine etmiş olur. De ki: “Ben sadece,
uyaranlardan biriyim.”
Evet işte sûrenin son âyetleri.
De ki peygamberim, sizler de deyin ki ey peygamber yolunun yolcuları, ben şu
Mekke’nin, şu beldenin Rabbine ibadet etmekle, sadece O’nu dinlemekle emrolundum ki O Allah o beldeyi haram kıldı ve her şeyin
sahibi de O’dur. Ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum. Evet benim görevim işte budur. Benim görevim
Müslüman olmak, şu Mekke’yi kutsal şehir haline getiren, her şeyin sahibi ve
Mâliki olan Rabbim için bir hayat yaşamakla emrolundum.
İşte görev
budur. Ey Mekkeliler kutsal saydığınız bu şehri kutsallaştıran Allah’tır. Tüm
şehirlerin, tüm âlemlerin sahibi de Allah’tır. Şu anda bildiğiniz her şeyin
sahibi O’dur. Ben işte O Allah’a teslimiyetle emrolundum. Ve ayrıca ben bu Kur’an’ı okumakla, anlamakla ve Onun istediği bir hayatı
yaşamakla emrolundum.
Tabii bize
de bir emirdir bu. Bizler de bu Kur’an’ı okumakla
emrolunduk. Bizler de bu kitabı anlamak ve yaşamak
zorundayız. İn-sanlara Onu duyurmakla emrolunduk.
Bizim görevimiz budur. Benim işim ticarettir, Kur’an’ı
okumayı, anlamayı, duyurmayı da başkaları yapsın demeye kimsenin hakkı yoktur.
Herkes bu kitabı okumak, anlamak ve yaşamakla sorumludur. Herkes bu kitabın
istediği gibi Müslüman olmakla emrolunmuştur. Kim bu
kitabın hidâyetiyle hidâyet bulursa o kendisi için hidâyet bulmuştur. Kim de
sapıtırsa de ki ben sadece bir uyarıcıyım. Ben uyarırım, kabul ederseniz de
etmezseniz de siz bilirsiniz.
93. “De ki: “Hamd Allah'a mahsustur. O, âyetlerini size gösterecek, siz
de onları bileceksiniz.” Rabbin yaptıklarından habersiz
değildir.”
De ki elhamdülillah. Hamd, övgü Allah’a aittir. O’ndan başka övülecek, ondan
başka yasaları uygulanacak, O’ndan başka hatırı kazanılıp kendisine kulluk
edilecek yoktur. Bilesiniz ki O Allah size âyetlerini gösterecek ve siz O’nu
tanıyacaksınız. Gerçekten sizler bu dünyada O’nu da, âyetlerini de tanıma
imkânına sahip kılınacaksınız. Size bu fırsat verilecek. Böylece O’nun istediği
gibi Müslüman olup olmama konusunda hiç kimsenin bir sıkıntısı olmayacak.
Ve unutmayın ki Rabbiniz
yaptıklarınızdan gafil değildir. O’nun gafleti, uyuklaması yoktur. Öyleyse ey
insanlar hidâyet yolu da, sapıklık yolu da işte karşınızda durmaktadır. Her
ikisinden birini seçme noktasında şu anda özgürsünüz. Bunlardan dilediğinizi
tercih hakkınız ve imkânınız vardır. İşte Allah’ın kitabı ve Resûlünün tertemiz
sün-neti karşınızda durmaktadır. Hidâyeti tercih eder Allah yolunda giderseniz
bunun karı kendinizedir. Yok eğer sapıtırsanız zararı sizedir Allah korusun.
Buyurun kararınızı kendiniz verin.
Bu sûre ile alâkalı bu kadar söz
yeter. Rabbim gereği gibi inanıp amele dönüştürmeyi hepimize nasip buyursun.
Sübhanekalla-hümme ve bihamdik, lâ ilâhe illâ ente,
estağfiruke ve etübü ileyke. Ve âhiru dâvana enilhamdü lillahi Rabbil’âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder