KASAS SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
28, nüzûl sıralamasına göre 49, üçüncü miûn grubunun dokuzuncu sûresi olan Kasas
sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 88 dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Mekke’de Neml sûresinden sonra nazil
olmuştur. Âyetlerinin sayısı 88 dir. Adını içindeki 25. âyetinde geçen “kıssa”
kelimesinin çoğulu olan “kasas” dan almıştır. Sûrede Hz. Musa aleyhisselâmın
hayatı ve Firavunla arasında geçen hadiselerin yanı sıra Kârûn kıssasına da yer
verilir. Sûrenin muhtevasından anlaşıldığına göre bu âyetler Mekke’de Mekke
müşriklerinin baskı ve zulümleri altında bunalmış Müslümanlara bir destek,
karşılarındaki kâfirlere de bir tehdit oluşturmak üzere inmiştir. Sûrede
oluşturduğu mesajlarla Rabbimiz her şeyi kendi gücü ve kudretiyle yönlendirdiği,
göklere ve yere emen tek güç ve otorite olduğu, kendisine inanan mü’minlerin
sürekli desteğinde oldukları vurgulanmaktadır.
İlk âyeti huruf-ı mukattaa ile başlayan
bu sûrenin muhtevasını genel olarak üç bölümde ele almak mümkündür. Birinci
bölüm (âyet3-46) Yeryüzünün en büyük tâğutu Firavun’un yönetimi altında
köleleştirilmiş, her şeylerini kaybetmiş olan İsrail oğullarının maruz
kaldıkları işkence ve zulümlerden söz eder. Erkek çocuklarının öldürüldüğü,
kızlarının hayasızlaştırıldığı, inançlarının aksine bir hayata zorlandıkları
anlatılır. Mü’minlerin zalimler tarafından ezildikleri böyle bir ortamda Allah
ve peygamberi safında yer alan mü’minlerin Allah desteğine ehil hale gelir
gelmez hemen Rabbimizin iradesinin ezilenlere yardım etme yönünde tecelli ettiği
belirtilmektedir.
Daha
sonra Hz. Musa aleyhisselâmın çocukluğu, gençliği, Mısır’dan Medyen’e gidişi,
orada evlenmesi, sonra Allah’ın emriyle tekrar Mısır’a dönmesi, bu dönüşü
esnasında ailesiyle birlikte Tûr dağına çıkışı ve burada kendisine vahyin
gelmesi, sonra kavmine tebliğe başlaması, Firavunu ve toplumunu imana çağırması,
Firavun ve toplumunun Hz. Musa’yı reddedip yalanlaması, aralarında geçen
diyaloglardan sonra Firavun ve hempalarının denizde boğulması anlatılır. Sûrenin
Hz. Musa aleyhisselâm ile ilgili bölümü üslup ve muhteva yönünden sanki bundan
önceki Şuarâ ve Neml sûreleriyle benzerlik arz etmektedir.
Kasas
sûresinde, Hz. Musa aleyhisselâmın kıssası ilk defa karşılaşılan bir hadise
tarzında anlatılmakta ve Kur’an kıssalarının anlatım amacına paralel olarak bazı
önemli uyarılara ve öğütlere de yer verilmektedir. Bu kıssada hâkimiyet ve
iktidar Firavun’un şahsında somutlaştırılırken, onun karşısında görünürde hiçbir
gücü ve desteği bulunmayan Hz. Musa aleyhisselâmın safında yer alan samimi
olmaları, sabırlı olmaları, Allah’a kullukları ve peygambere teslimiyetleri
konusunda geri adım atmamaları halinde kesinlikle başarıya ulaşacaklarına işaret
edilmektedir. Böylece bir bakıma, Mekke müşrikleri arasındaki hâkim zümrenin
aşağıladığı ve her türlü zulümleri reva gördüğü mü’minler için bir destek,
müşriklere de bir tehdit oluşturulmaktadır.
Sûrenin
ikinci bölümünde (âyet 47-75) Resûlullah Efendimizin Rabbinden vahiy aldığına
dair sözlerinin doğruluğuna vurgu yapılarak müşriklerin itiraz ve karşı
çıkışları sert bir dille reddedilir. Bu bölümde Hz Musa aleyhisselâm ile Hz.
Muhammed aleyhisselâmın tebliğleri ve dâvetleri arasındaki ortak noktaya dikkat
çekilir. Her ikisinin de aynı kaynaktan vahiy alan Allah elçileri oldukları
ortaya konur. Yine Hz. Musa aleyhisselâm ile azgın Firavun arasındaki
mücadelenin aynısının Mekke’de Hz. Muhammed aleyhisselâm ile Mekke müşrikleri
arasında cereyan ettiğine temas edilmektedir. Diğer taraftan yine bu bölümde
peygamber efendimize sevdiği ve hidayetini arzu ettiği bir kimseye hidayet
etmesinin mümkün olmayacağı, ne kadar çabalarsa ça-balasın gücünün bu işe
yetmeyeceği, hidayetin sadece Allah’ın dilemesiyle olacağı bildirilmektedir.
Muteber
kaynaklarda bu âyetin Resûlullah efendimizin amcası Ebû Talib hakkında nazil
olduğu belirtilmektedir. Resûlullah efendimiz kendisinin çok iyiliğini gördüğü
amcasını son döneminde imana dâvet eder. Kureyş’in kendisini kınamasından
çekindiği için iman etmekten çekinen amcasına çok üzülen peygamberimize işte bu
âyet iniyordu. (Buhârî, Menakibu’l Ensar 40). Böylece Rabbimizin bu âyetiyle
elçisini teselli ettiğini anlıyoruz.
Bu
bölümde ayrıca dünya hayatının geçiciliğine, bağlanmaya değmez oluşuna dikkat
çekilmektedir. Yine bu bölümde dünyayı kıble edinip âhireti unutmuş, Allah ve
elçileriyle çatışma içine girmiş, refah içinde şımarmış nice toplumların helâk
yasasının mahkumu oldukları haber verilmektedir. Bunun için de kıyamet
sahnelerinin bazı bölümleri tasvir edilmekte, bu konuda kevnî deliller
serdedilmektedir.
Kasas
sûresinin son bölümünde (âyet 76-82) Kârûn kıssası anlatılmaktadır. Hz. Musa
aleyhisselâmın kavminden olup büyük bir dünya servetine sahip bulunan Kârûn
zenginliğine böbürlenerek insanlara zulmetmiş, sonunda Rabbimiz kendisini tüm
sahip olduklarıyla birlikte yerin dibine geçirmiştir. İlk defa adı bu sûrede
geçen ve bundan sonra kitabımızda iki sûrede daha kendisinden söz edilecek olan
Kârûn’un kimliği konusunda çeşitli rivâyetler vardır.
Bu
kıssada dünya malının fâni oluşu, bel bağlamaya değmez oluşu, dünyanın da,
içindekilerin de tümünün sahibinin sadece Allah olduğu, dolayısıyla onun
sahibinin istediği yerde kullanılması gerektiği, böyle yapılınca Allah’ın
vereceği sevabın dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olduğu
bildirilmektedir. Öte yandan bu kıssa, dolaylı olarak hem Mekke müşrikleri
arasındaki şımarık, Kârûn karakterli servet sahipleri, hem de bu kesime imrenen,
onların yerinde olmak isteyen mü’minler için çok büyük ibretler ve uyarılar
ihtiva etmektedir.
Kârûn
kıssasının hemen arkasından gelen iki âyette ise (âyet 83-84) yeryüzünde
büyüklük taslamaktan, elindeki Allah’ın verdikleriyle insanlara tepeden
bakmaktan, böylece yeryüzünde Allah’ın dü-zenini bozmaktan, fesat çıkarmaktan
sakınanların âhirette kurtuluşa erecekleri, böyle Allah kontrolünde muhsince bir
hayat yaşayanların yaptıkları amellere onların daha güzeliyle karşılık
verileceği, kötülük yapanların da işlediklerinin dengiyle cezalandırılacakları
belirtilerek kıssadan çıkarılması gereken derslere işaret edilmektedir. Sonra
sûre Allah’tan başka sözü dinlenecek, çektiği yere gidilecek, arzuları yerine
getirilecek İlâh bulunmadığını ve O’nun zâtından başka her şeyin helâk olacağını
ortaya koyan İslâm’ın tevhid ve ulûhiyet ilkelerini gündeme getiren âyetlerle
son bulmaktadır.
Böylece
sûredeki Firavun kıssasında iktidar gücünün, Kârûn kıssasında da ekonomik gücün
insanı gurur, kibir, azgınlık, şımarıklığa sevk etmesi, bu imkânların Allah’a
kullukta değil de O’nunla ve elçileriyle çatışmada, Allah kullarına zulümde
kullanılması halinde, bu verilenlerin onlar için nasıl bir felâkete dönüşeceği
ortaya konulmaktadır. Sûre ile alâkalı bu mukaddimeden sonra inşallah âyetlerini
tek tek tanımaya başlayalım. Rabbim gereği gibi iman eden ve amele dö-nüştüren
kullarından eylesin bizi.
1,2. “Ta, Sin, Mim. Bunlar apaçık
kitabın âyetleridir.”
Hurufu mukatta âyetinden sonra
sûreye Rabbimiz kitabına, kitabının âyetlerine dikkat çekerek başlıyor. Kitabın
âyetleri apaçıktır. Herkesin anlayabileceği netliktedir bu kitabın âyetleri.
Hiçbir kapalılığı yoktur. Mübîndir bu kitap. Âyetleri, hükümleri, ifadeleri,
yasaları apaçık ve parlak olduğu gibi, inzali de, Allah’tan gelişi de gün kadar
açık olan bir kitaptır bu kitap. İçinde insan yazgısı, insanın hayat programı bulunan ve kıyamete
kadar insanlığın tüm problemlerini çözecek ve kıyamete kadar bir harfine bile
halel gelmeyecek olan, kalpte olan, kabulde olan bir yazgıdır bu. Evet bu
kitabın özelliği âyetleri Mübîndir. Hakkı, hidâyeti, doğruyu hiçbir şüpheye
mahal bırakmayacak biçimde ortaya koyandır.
3. “Ey Muhammed! İnanan bir
millet için, sana Mûsâ ve Firavun olayını olduğu gibi
anlatacağız.”
Ey peygamberim, iman etmek
isteyen, yol bulmak isteyen, hayatlarını bununla düzenlemek isteyenler için Biz
sana Mûsâ ve Firavunun haberini okuruz, okuyoruz. Biz sana Mûsâ’nın ve Firavunun
haberini hak olarak, haklı olarak, doğru olarak okuyoruz. Evet kâinatın sahibi
olan, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah binlerce yıl önce gerçekleşmiş bir
hadisenin anlatımıyla, vahyiyle peygamberini bilgilendiriyor, şereflendiriyor.
Tabii peygamber şahsında kıyamete kadar Rab-bimizin bu haberleriyle bilgilenmek,
şereflenmek, iman etmek isteyen mü’minleri de şereflendirmek istiyor.
Evet demek
ki bu haberin Rasulullah efendimize okunmasının hikmeti hem Rasulullah
efendimizin şereflendirilmesi, hem de kıyamete kadar bu haberlerle ilgilenen
kullarına şeref kazandırmasıdır. İşte şu anda bu Mübîn olan kitabı elimize aldık
ve Rabbimizin şeref sebebi olan bu haberini bizler de okuyoruz, dinliyoruz. O
haberlere bizler de şahitlik ediyoruz. İnsanların başka haberler peşine düştüğü,
şeytan haber merkezlerinin yalan haberleri altında ezildiği, düşünme
melekelerini bile kaybetmekle karşı karşıya kaldıkları, türlü türlü bunalımlar
içine düştükleri bir dünyada şu anda bizler Rabbimizin haberleriyle meşgul
oluyoruz. En doğru, en gerçek haberlerle birlikteyiz.
Her şeyi bilen, mutlak bilen, bilgisi
tam olan, bilgi kendisinden olan Rabbimizin bu sûresinde bize lâzım olan
göklerden, yerden, geç-mişten, gelecekten verdiği mutlak doğru haberleriyle
peygamberini ve onun yolunun yolcusu olan bizleri en doğru yola, Sırat-ı
Müstakime, kulluk yoluna, cennet yoluna ulaştırırken, işte bir Allah haberiyle
daha şereflenmenin, bilgilenmenin, hidâyet bulmanın izzet ve şerefine
ulaşıyoruz. Haberin okuyucusu Allah, dinleyicisi peygamber. Okuyucu peygamber
dinleyicisi sahâbe. Okuyucusu sahâbe dinleyicisi müslü-manlar. Okuyucusu şu anda
ben dinleyicisi sizler. Kıyamete kadar tüm müslümanlar okuyacaklar, tüm
müslümanlar dinleyecekler. Tüm müslümanlara ulaşacaktır bu haberler. Çünkü bu
kitap Allah koruması altındadır ve kıyamete kadar bu haberler bozulmadan gelecek
nesillere intikal edecektir.
4. “Firavun memleketin başına
geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak
onların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncunun
biriydi.”
Muhakkak ki Firavun arzda,
Mısır’da büyüklendi. Kendi büyük gördü, insanlara kendini büyük gösterdi.
Mısır’da tanrılığını iddia etti. En yüce arlık benim, benim üzerimde başka üstün
varlık yoktur dedi. Mısır halkı üzerinde egemenlik iddiasında bulundu. Bu ülkede
tanrı benim, bana itaat edeceksiniz, beni dinleyeceksiniz, benim arzularımı
yerine getirecek, benim yasalarımı uygulayacaksınız dedi. Benden başka Rab,
ilah, melik tanımayacaksınız dedi. Üzerlerine egemenleştiği, Rableştiği Mısır
halkını da fırkalara, gruplara, partilere ayırdı. Firavunun yaşayabilmesi için
buna ihtiyaç vardı. Tüm zalimlerin buna ihtiyacı vardır. Çünkü halkın
Firavunlara karşı tek yumruk, tek güç, tek yürek haline gelmeleri Firavunların
sonu olacaktı. Onun için halk bölünmeliydi. Çünkü halkta kendilerine zulmeden
Firavunlara karşı mutlaka bir tepki olacaktır. Firavunun zulmünü sürdürebilmesi
için, iktidarını koruyabilmesi için tek çare halkını birbirine muhalif çeşitli
gruplara, çeşitli partilere ayıracaktı. Bu partiler, bu gruplar birbirleriyle
vuruşurlarken Firavunlar yaşayacaklardı.
Yâni
Firavunlara karşı işleyecek reaksiyon halkın kendi bünyesinde pasifize
edilecekti. Firavunlara yapılacak düşmanlık, grupların kendi aralarında yok
edilecekti. Böylece halkı gruplara ayıran Firavun perde arkasından kuvvetlenen
gruba karşı onları zayıflatmak için karşılarındaki zayıfları destekleyecektir.
Ve kendilerine yardım edilen gruplar gözünde Firavun kurtarıcı bir aziz haline
gelecekti. Ve bu partiler arasındaki kavga sürüp giderken Firavunlar yaşama
imkânı bulacaktı. İşte şu anda dünyanın her tarafında bu senaryo devam
etmektedir.
Mısırda köleleştirilmiş İsrâil
oğullarına en akla gelmedik yöntemlerle zulmediyor, erkek çocuklarını öldürerek,
kızlarını da hayasızlaştırarak onları da zayıflatıyor, güçsüz hale getiriyordu.
Erkeklerine hayat hakkı tanımıyor kızlarını da hayasızlaştırarak Mûsâları
doğurma özelliğinden mahrum bırakıyordu. Zalim Firavun böylece kendisi Allah’ın
istediği bir hayatı yaşamadığı gibi, insanların da Allah’a kul olmalarına engel
oluyordu.
5,6. “Biz, memlekette güçsüz
sayılanlara iyilikte bulunmak onları önderler kılmak, onları varis yapmak,
memlekete yerleştirmek; Firavun, Hâmân ve her ikisinin askerlerine, çekinmekte
oldukları şeyleri göstermek istiyorduk.”
Evet Firavunun, Firavun
sisteminin zulüm çarkları altında ezilen, sömürülen, köleleştirilen,
mus’taz’aflar haline getirilen, ırzları, namusları yok edilen, şahsiyetleri
silinen kullarının savunulmalarını, bu zulümden kurtarılmalarını bizzat Rabbimiz
kendi üzerine alıyor. Bakın buyuruyor ki Rabbimiz. Biz istedik ki o
mus’taz’aflara, o zayıflatılmış kullarımıza sahip çıkalım, onlara yardım edelim,
desteğimizle onlara Firavunlar karşısında lütuflarda bulunalım, onları
yeryüzünün egemenleri, yeryüzünün imamları, önderleri kılalım. Yardımımız ve
desteğimizle onları tekrar hürriyetlerine kavuşturalım, iktidara getirelim,
onlara imkân ve fırsat verelim ki onlar yeryüzünde Firavunların zulümlerini
bitirip Benim istediğim hayatı yaşamada ve yaşatmada önderler olsunlar.
Bulundukları coğrafyada Firavunların zulüm yasalarını değiştirip Benim kulluk
yasalarımı egemen kılsınlar. Benim arzularımı yerine getirmede, Bana kulluk
konusunda önderler, örnekler olsunlar, imamlar olsunlar, herkese kulluğun nasıl
olacağını göstersinler.
Evet Biz
istedik ki o mustaz’afların kaderini değiştirelim. Ayaktakileri baş yapalım,
baştakileri zelil edelim. İktidarı bize düşman olan zalimlerin elinden alalım da
mus’taz’aflara verelim. Onlara yeryüzünde güç, kuvvet, saltanat verelim ki âdil
bir yönetimin, müslümanca bir hayatın nasıl olacağını göstersinler. Zalimlere
karşı onları destekleyelim ki zalim Firavunun, Hâmân’ın ve ordularının Benim
desteğimdeki müslümanlardan nasıl korkup sakındıklarını gösterelim. Yıllardır bu
mus’taz’aflar bir gün güçlenip de bize kafa tutacak hale gelmesinler diye tedbir
üstüne tedbirler alan o alçaklara korktuklarının nasıl başlarına geldiğini
onlara bir gösterelim.
Firavunun korkulu rüyasıydı bu
mus’taz’aflar. Tüm yeryüzü zalimlerinin korkulu rüyasıdır mus’taz’aflar. Çünkü
tüm zalimler zulümlerinin farkındadırlar. Zulmettikleri, kanlarını emdikleri
mustaz’afların mutlaka bir gün uyanıp kendilerinden zulümlerinin hesabını
soracaklarını bilmektedirler. Her gece hafakanlar geçirmektedirler acaba
uyandılar mı? Acaba kendilerine geliyorlar mı? diye. Acaba hesaplaşma başlıyor
mu diye ödleri kopmaktadır.
İşte bu
yüzden Firavun da uykularını kaybediyordu. Acaba ülke yönetiminde yeniden
müslümanlar egemen olup ta kendi tanrılığını bitirip, Allah’ın istediği hak ve
adâlet ölçülerine göre bir hayatı tesis edecekler mi? Acaba tüm insanlara gerçek
hürriyeti tattıracaklar, benimkiyle Allah’ınkinin farkını hissettirecekler mi?
diye ödü kopuyordu. Buna engel olabilmek için, Allah sisteminin uygulanmaya
konmaması için, kendi sömürü düzenini devam ettirebilmek için elinden gelen her
şeyi yapıyordu. İsrâil oğullarının başarılı olmasını istemiyordu. Onun için
olmadık zulümler irtikap ediyordu. Müslümanların erkek çocuklarını öldürüyor,
kızlarını, kadınlarını da hayasızlaştırıyordu.
İşte Rabbimiz de Firavunun zulüm
çarkları arasında ezilen, yok edilen, zayıflatılan, iffet ve namusları
kirletilen kullarımızı Biz yeryüzünde destekleyip egemen kılmak, onları iktidara
getirmek ve yeryüzünde Allah egemenliğini kurmaları yolunda, müslümanca bir
hayatı gerçekleştirmeleri noktasında rol almalarını sağlayacağız buyuruyor.
Göklerin ve yerin sahibi olan, göklerde ve yerde yetki elinde olan, tek söz
sahibi olan Rabbimiz kararını bu noktada veriyordu. Allah öyle hükmetmişti ve
hükmü mutlaka gerçekleşecekti. İşte bu yasasının ha-beri böylece geliyordu.
Bu savaşın
iki tarafı vardı. Bir tarafta Allah, diğer tarafta da Allah vardı. İman küfür
savaşında bu değişmeyen bir yasadır. Kâfirler mü’minlerle verdikleri her bir
savaşta mutlaka karşılarında Allah’ı bulacaklardır. Evet savaşın iki tarafı
vardı. Allah ve Firavun. Elbette bu savaşta Firavunun bir hesabı varsa Allah’ın
da bir hesabı vardı. Firavun istediği kadar müslümanları yok etmek için planlar
yapsın, Rab-bimiz de Mûsâ (a.s) hesabına, müslümanlar hesabına bir hesabın içine
giriyordu. Bakalım bu hesap nasıl gerçekleşecek?
Rabbimizin okuduğu bu haberi Mekke’de
kâfirler karşısına çok zor günler yaşayan müslümanlar dinliyorlardı. O günün
dünyasında Firavunun rolünü oynayan Mekkeli müşrikler müslümanlar göz
açtır-mıyorlardı. Müslümanları bir kaşık suda boğmanın hesabını yapıyorlardı.
Aynen Firavun gibi müslümanlara hayat hakkı tanımamaya çalışıyorlardı. Tıpkı
Firavun dönemi müslümanları gibi o günkü müslü-manların tek suçları da Rabbim
Allah demekti. Tüm zalim kâfirlerin gözünde en büyük işte buydu.
İşte böyle
bir ortamda Rabbimiz Mekkeli müslümanlara bu haberi okuyarak onlara büyük destek
oluştururken Firavun yolunu takip eden düşmanlarına karşı da çok büyük bir
tehdit unsuru oluşturuyordu. Ve şu anda bu haberi dinleyen, tıpkı Firavun dönemi
müslüman-ları gibi, Mekke dönemi müslümanları gibi zalimler tarafından bir kaşık
suda boğulmak istenilen, Rabbim Allah demelerine izin verilmeyen bizleriz. Haber
şu anda bize okunuyor. İyi dinleyelim ve haberin gelişmesine dikkat edelim.
Dikkat edelim ki kimin dediği oluyor? İyi anlayalım göklere ve yere egemen
kimmiş? İyi kavrayalım sonunda galip gelen taraf kimmiş?
7. “Mûsâ'nın annesine: “Çocuğu
emzir, başına gelecekten korktuğun zaman onu suya bırak; korkma, üzülme; Biz
şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız" diye
bildirmiştik.”
Mûsâ dünyaya geliyor. Rabbimizin
haberini okuduğu şahsiyet küçücük bir çocuk olarak varlık sahnesinde yerini
aldı. Firavunun korkulu rüyası gerçekleşti. Halbuki Firavun O çocuk gelmesin
diye, o çocuk doğmasın diye ölüm yasası çıkartmıştı. İsrâil oğullarının doğan
bütün erkek çocuklarını öldürtüyordu. Hesabına göre doğar doğmaz Mûsâ
öldürülecekti. Mutlaka Mûsâ bunlardan birisidir diye binlerce çocuğun, binlerce
Mûsâ’ların kanına giriyordu. Tarihte hiç görülmemiş büyük bir tedbir alıyordu.
Ama Onun tedbiri Allah’ın takdirini değiştirememiş ve işte korktuğu Mûsâ dünyaya
gelmişti. Firavun Onu öldüreceğim diye çırpınıyor, ama Rabbimiz de Onu yaşatmaya
karar vermişti. Rabbimiz Firavunun tün tedbirlerini, tüm düzenlerini,
tuzaklarını boşa çıkarıp işte Firavunu yerin dibine geçirecek ve İsrâil
oğullarını, mustaz’afları egemen kılacak çocuk dünyaya gelmişti. Mûsâ’nın annesi
Firavunun zulmünden tedirgin, korku içinde. Ne yapacağını bil-miyor.
Biraz sonra
Firavunun cellatları gelecek ve Mûsâ’sını elinden alıp gözleri önünde
öldürecekler. Anında Firavunun ölüm yasası uygulanacak. Mûsâ’nın annesi böyle
bir müthiş bir korku içinde kıvranırken Biz ona vahy ettik buyuruyor
Rabbimiz.
Sakın korkma, sakın üzülme, rahat bir
şekilde çocuğunu emzir. Durumundan korktuğun, gelmelerinden, bulmalarından
endişelendiğin zaman da hemen Onu denize, onu suya, yâni Nil nehrine bırak. Bunu
yaparken de sakın mahzun olma, kederlenip üzülme. Kesinlikle bilesin ki Biz Onu
sana tekrar iade edeceğiz. Çocuğunu tekrar sana döndüreceğiz. Hiç korkma Onun
başına hiçbir şey gelmeyecek. Ve yine bilesin ki biz Onu elçilerimizden
kılacağız. Onu peygamber yapacağız buyurur Rabbimiz.
Evet Firavun ve adamları müslümanların
bulunduğu, İsrâil oğullarının yaşadığı gecekondularda çocuk arıyorlar. Gece
yarısı evleri yokluyorlar köle mahallelerinde. Buldukları yerde, gördükleri anda
öl-dürecekler müslümanların çocuklarını. Onların ayak seslerini duyan Mûsâ’nın
annesi büyük bir korku içinde. İşte Rabbimiz yüreği korkudan parça parça olmuş
kadıncağıza vahy ediyor. Firavun oğullarının tükürüklerini bile lâyık
görmedikleri köle bir toplumun üyelerinden köle bir kadına vahy ediyor Rabbimiz.
Bu ne büyük bir şeref değil mi? Mûsâ’nın annesi Allah vahyiyle
şereflendiriliyor. Rabbimiz buyuruyor ki, korkma, üzülme. Eğer Onun
öldürüleceğini hissedersen, gelmelerinden, bulmalarından endişelenirsen hemen
Onu bir sandığın içine koy ve Nil’e bırakıver. Kesinlikle Onun başına hiçbir şey
gelmeyecek. O Bizim korumamız altındadır ve O Bizim elçilerimizden olacaktır.
Anne aynen
Rabbimizin buyurduğu gibi yaptı. Hemen Onu bir sandığın içine koydu ve Nil’e
bıraktı. Mûsâ suların üzerinde gidiyordu ve Rabbimizin iradesi, Rabbimizin
koruması Onun üzerindeydi. Her şeye gücü yeten, her şeye hâkim olan Rabbimiz Onu
Firavunun sarayına doğru yönlendirdi. O anda yine her şeyi yönlendiren Rabbimiz
Firavunun hanımını ve nedimelerini de o tarafa doğru yönlendirdi. On-lar sarayın
Nil’e bakan kısmında bir gezintiye çıkmışlardı. Ve Rabbi-mizin takdiriyle çocuk
onlara doğru geliyordu. Ve suda gelen sandığı gördüler.
8. “Firavunun adamları onu
almışlardı. Firavun, Hâmân ve askerleri, suçlu olduklarından; O, onlara düşman
ve başlarına da dert olacaktı.”
Firavun ailesi Onu, Mûsâ’yı bir
lukata olarak, yitik bir emtia ola-rak buldular. Ve artık Mûsâ Firavunun
sarayındaydı. Rabbimiz diyor ki, Firavun, Hâmân ve yardakçıları, hempaları suçlu
oldukları için, zalim oldukları için Mûsâ kendilerine bir düşman ve başlarına
bir dert olacaktı. Kendileri için bir düşman, bir hüzün, bir keder kaynağı olsun
diye Mûsâ’yı onların yanına, saraya gönderdik diyor Rabbimiz.
Çünkü
Firavun, Hâmân ve askerleri büyük bir zulüm ve yanılgı içindelerdi. Alçaklar ne
yaptıklarını bilmiyorlardı. Allah konusunda, müslümanlar konusunda yanlış bir
hesabın içine girmişlerdi. Allah’la savaşımlarında, müslümanlarla savaşımlarında
yanlış bir hesabın içindeydiler. Allah’la baş edebileceklerini zannediyorlardı.
Müslümanların kökünü kazıyabileceklerini hesap ediyorlardı. İşte böyle bir
yanılgıyla karşı karşıyalar. Adına binlerce çocuğun kanına girdikleri, gelmesin
diye, doğmasın diye tedbirler aldıkları çocuk şu anda kucaklarındaydı. İşte şu
anda öldürmek istedikleri Mûsâ saraylarındaydı. Her konuda hâkim güç Allah’tı.
Yeryüzünü idare eden onlar değil Allah’tı. Egemenlik onlarda değil Allah’taydı.
Bakın Firavunun karısı dedi ki:
9. “Firavunun karısı: “Benim de
senin de gözün aydın olsun! Onu öldürmeyiniz, belki bize faydası olur yahut onu
oğul ediniriz" dedi. Aslında işin farkında
değillerdi.”
Ey Firavun, benim de senin de
gözün aydın olsun. İşte bir çocuk, nûr topu gibi bir erkek çocuğu. Bu çocukla
ikimizin gözü de aydın olsun dedi. Kadıncağız çok hoş bir ifadeyle, çok güzel
bir yorumla Mûsâ’yla gözlerinin aydınlığını istedi. Mûsâ’yı göz aydınlığı bildi.
Sakın bunu öldürmeyelim, belki Onun bize faydası olur, yahut da Onu evlât
ediniriz dedi. Aslında o kadın da Mûsâ’nın farkında değildi.
Rivâyetlere göre hanımının göz
aydınlığı talebine karşılık Firavun tam bunun tersini söyledi. Dedi ki hayır,
ben ondan dolayı bir göz aydınlığı filan istemiyorum. Senin gözün aydın olsun
dedi. Gerçekten de sonunda aralarındaki savaşta Firavunun göz aydınlığı
olmayacaktı O Çocuk. O karısının göz aydınlığı olacaktı ama Firavunun sonunu
hazırlayacaktı Mûsâ.
Bu kadın
Âsiye annemizdi. Âhirette bu kadının gözü aydın olacaktı. Büyük irade böyle
istiyordu. Bakın iki peygamber karısı, o eve vahiy indiği halde, insanlık o
evden yayılan vahiyle dirildiği halde o iki evin hanımı müslüman olmuyorlar da,
yeryüzünün en despot, en zalim insanının karısı müslüman oluyor. Gerçekten çok
garip bir dünya.
Öyleyse hiç
birimiz kesinlikle geleceğimizden enim olamayız. Rabbimize hep şöyle dua
etmeliyiz: Ya Rabbi bizi müslümanca yaşat, müslümanca öldür. Bizi cennetine
girdir ya Rabbi demek zorundayız. Değilse şu andaki gücümüz, kuvvetimiz,
peygambere yakınlığımız hiçbir değer ifade etmeyecektir. İşte Nûh ve Lût
(a.s)’ın hanımları, işte İbrâhim (a.s)’ı babası, işte Nûh (a.s)’ın oğlu ve işte
Rasulullah efendimizin amcası. Ve işte ben tanrıyım diyen Firavunun karısı.
Çocukları da olmadığı için Mûsâ’yı ölümden kurtarıp evlâtlık edinmek ve onunla
göz aydınlığına ulaşmak istiyor. Mûsâ’yı bilmediği halde öyle söylü-yordu.
Ve kadının
teklifini kabul ettiler, kabul ettirdi Rabbimiz. O çocuk ta İsrâil oğullarından
bir çocuktu. O çocuk korktukları çocuktu, ama bilmedikleri için kadının
teklifini kabul ettiler. Çünkü büyük irade böyle istemişti, böyle
kararlaştırmıştı. Devletleri kuran, devletleri yıkan, Firavunlara geçici
yetkiler veren büyük irade böyle hükmetmişti. Kadının teklifiyle çocuk saraya
girdi. Şimdi perdenin öbür sahnesine, çocuğunu kaybetmenin acıları içinde
kıvranan Mûsâ’nın annesine bir bakalım, acaba o ne âlemde?
10. “Mûsâ'nın annesi, gönlü
bomboş sabahı etti, (oğlundan başka bir şey düşünemiyordu). Allah'ın vaadine
iyice inanması için kalbini pekiştirmeseydik, neredeyse saraya alınan çocuğun
kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı.”
Evet Mûsâ’nın annesi gönlü bomboş
olarak sabahladı. Yüreği sıkıntılı olarak sabahı etti. Merak içindeydi. Mûsâ’sı
gitmişti. Acaba ne olacaktı şimdi? Yavrucağızı, ciğerparesi nereye gitmişti?
Başına neler gelmişti? Nil’in azgın dalgaları arasında acaba nerelere sürüklenip
git-mişti? Acaba Firavunun askerleri Onu bulup öldürmüşler miydi? Rab-bimiz
buyuruyor ki bakın: Kendi vaadine iyice inanması için, mü’min-lerden olması için
eğer onun kalbini sağlamlaştırmasaydık az daha onu açığa vuracaktı. Yâni az
kalsın ben bu gece bir erkek çocuk dünyaya getirdim ve korkumdan onu Nil’e
bıraktım deyiverecekti. Yâni az kalsın, neredeyse sırrı ifşa ediverecekti. Ama
Rabbimiz Onun kalbini sağlamlaştırdı. Mü’minlerden olması için Ona güç veriyor,
imkân veriyor ve ana şefkatiyle onu rahatlatıyor. Ertesi
gün:
11. “Mûsâ'nın ablasına: "Onu
izle” dedi. O da, kimse farkına varmadan, Mûsâ'yı uzaktan
gözetledi.”
Kızına, Mûsâ’nın ablasına diyor
ki, haydi erkek kardeşin Mûsâ’yı biraz takip et, biraz araştırıp Onun âkıbeti
konusunda bana haber getir diyor. O kızcağız da saray erkanından, Firavunun
adamlarından hiç kimsenin haberi yokken, gizliden gizliye uzaktan çocuğu
gözetledi. Sarayda ne olup bitiyor? Bir hareketlilik var mı? diye uzaktan dikiz
etti. Olay şöyle gelişiyor. Sarayda çocuğa sütanneler araştırıyorlar. Ama
Allah’ın hikmetiyle Mûsâ buldukları hiç kimsenin, hiç bir kadının memesini
almıyor. Çünkü Rabbimiz Ona böylece emrediyordu. Bakın Rabbimiz buyuruyor
ki:
12. “Önceden, süt annelerin
memesini kabul etmemesini sağladık. Mûsâ'nın ablası: “Size, sizin adınıza ona
bakacak, iyi davranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi? “
dedi.”
Biz önceden Ona süt annelerin
memelerini almasını haram kıldık. Kimsenin memesini almıyordu çocuk. Baktılar ki
kimsenin memesini almıyor, sarayın görevlileri aciz kaldılar. Bunun sebebini
bil-miyorlardı. Çünkü Allah onların memelerini emme demişti. Bu durumu
gözetleyen Mûsâ’nın kız kardeşi dedi ki, size sizin adınıza ona iyi bakacak, ona
iyi davranacak bir ev halkını haber vereyim mi? Onu emzirecek bir aileyle
tanıştırayım mı sizi? O aile bu çocuğa çok güzel gelecek dedi ve hemen gidip
annesine haber verdi. Annesi çabucak gel-di ve çocuk annesinin sütünü hemen
aldı. Böylece her şeye egemen olan, her şeyi dilediği gibi takdir buyuran
Rabbimizin buyruğu gerçekleşmiş oldu.
Evet
Rabbimiz Mûsâ’yı annesiyle böylece buluşturuverdi. Göklerde ve yerde mutlak
egemen olan, mutlak irade sahibi olan Allah, yetki sahibi olan Allah çocuğunu
annesine, annesini de çocuğuna ulaştırıverdi. Annesine vahy edip korkma, onun
başına hiçbir şey gelmeyecek ve onu sana döndüreceğiz buyurmuştu, işte sözünü
yerine getirdi Rabbimiz. Çünkü hayata hakim olan, dilediğini dilediği gibi
gerçekleştiren Allah’tır. Kimse O’nun iradesine engel olamaz. Mülkünde mutlak
tasarruf sahibidir.
13. “Böylece onu, annesinin gözü
aydın olsun, üzülmesin, Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin diye, ona
geri çevirdik. Fakat çoğu bilmezler.”
Evet böylece Biz onu ulaştırdık
ki annesinin gözü aydın olsun, oğlundan dolayı üzülmesin. Ve kesinlikle bilsin
ki Allah sözünden asla dönmez. Allah’ın vaadi haktır. Ve lâkin insanların pek
çoğu bunu bilmiyorlar. İnsanların pek çoğu Rablerini, Rablerinin gücünü,
kudretini tanımıyorlar. Rabbimiz böylece Mûsâ’yı hem de Firavunun sarayında
anasına teslim etti. Ana da sarayda, çocuk ta saraydadır. Ve Mûsâ anasının
kucağında, anasının sütüyle, anasının şefkat ve eğitimiyle büyümeye başlıyor.
Allah’ın vaadi böylece gerçekleşmiş oldu. Her şey Rabbimizin planladığı gibi
olup bitti ve Firavunun yapabileceği hiçbir şey de yoktu.
Çünkü
yeryüzünün hâkimi Allah’tı. Mısır’da egemen olan Firavun değil Allah’tı.
Firavunların yetkisi ancak Allah’ın izin verdiği kadardı. Allah bu yetkiyi
kaldırıverdiği zaman tüm dünya meliklerinin yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.
Herkes büyük iradeye teslim olmak zorundadır. Allah’ın yetki vermediği alanlarda
Firavunların hiçbir güç ve yetkileri yoktur. İşte gelmesin diye tedbirler aldığı
Mûsâ Firavunun sarayında bir prens olarak büyümektedir. Öldürmek istediği çocuk
kendi kucağında büyüyor. Allah yasasını böyle belirlemişti. Firavunun gözleri
kör oldu da göremedi Mûsâ’yı.
14. “Mûsâ erginlik çağına gelip
olgunlaşınca, ona hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle
mükafatlandırırız.”
Nihâyet Mûsâ ergenlik çağına
ulaşıp ta güç kuvvet sahibi olunca, saçılıp serpilince, buluğ çağına ulaşınca
Biz Ona ilim ve hikmet verdik diyor Rabbimiz. İlim ve dosdoğru yaşama gücü,
hikmeti, basireti verdik. Yâni dünyayı tanıma, eşyayı yerli yerince bilme ve
düzgün davranma özelliği verdik. Yâni Bizden elçilerimize ulaşan
risa let bilgisinden bir kısmını
ulaştırdık Mûsâ’ya. İşte muhsinleri, Allah’ı görüyormuşçasına Allah’a saygı ve
kulluk tavrı sergileyenlere Biz böylece mükâfatlar
veririz.
Evet Rabbimizin bu anlatımından
anlıyoruz ki Mûsâ (a.s) anasının verdiği eğitimle müslümanlığın, Allah’a imanın,
Allah’ı görüyor muşçasına Ona kulluğun farkındadır. Haberin içeriğinden bunu
anlı-yoruz. Bir de toplumda tanrılığını ilân eden Firavundan ve zulmünden
haberdar olduğu için onun dininde değildir. Zalim Firavun tarafında değil,
müslümanlar tarafındadır. İbrâhim dinindedir. İbrâhim (a.s)’ın torunlarından
Yusuf (a.s)’ın bıraktığı bir dindedir.
Evet Mûsâ
(a.s) müslümandır ama bunu sarayda gizlemektedir, kimseye söylememektedir. İşte
Mûsâ (a.s) böyle bir hayatı yaşarken Rabbimiz Onun hidâyetinin devamlılığını
sağlıyor ve ileride tüm insanlığa rehber olabilecek bir özelliğe doğru sevk
ediyor onu.
Tabii bu tür ifadeleri söylerken
zorlanmamızın sebebi âyet-i kerîmenin bize çok açık olarak söylediklerinin
dışında belki kalan bilgiler olduğundan dolayı, ya da âyetleri kapsamlı bir
şekilde anlama gücüne erişemediğimizden dolayıdır. Ama eğer Kur’an’la
diyalogumuzu daha da artırdığımız zaman Rabbimizin izni ve yardımıyla daha güzel
anlama imkânını elde etmiş oluruz inşallah.
15. “Mûsâ, halkının haberi
olmadığı bir zamanda, şehre girdi. Biri kendi adamlarından, diğeri de düşmanı
olan iki adamı dövüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan
yardım istedi. Mûsâ, onun düşmanına bir yumruk vurdu; ölümüne sebep oldu. “Bu
şeytanın işidir; çünkü o apaçık, saptıran bir düşmandır”
dedi.”
Mûsâ (a.s) halkının haberdar
olmadığı bir zamanda şehre girdi. Bir gün bilinmez bir vaziyette, tebdili
kıyafet yaparak, bir saraylı olarak, bir prens olarak değil de halktan birisi
olarak şehre girdi. Saraydan çıkıp şehirde halkın arasına katıldı. Şehirde iki
kişi dövüşüyorlardı. Birisi İsrâil oğullarından, kendi grubundan, kendi
ailesinin grubundan, müslümanlardan, devletin köleleştirdiği insanlardan ötekisi
de karşı taraftan, Firavun oğullarından iki kişi kişinin kavgasına şahit oldu.
Kendi grubundan olan İsrâil oğullu düşmanına karşı Mûsâ (a.s) dan yardım istedi.
Allahu âlem
bu İsrâil oğullu Mûsâ (a.s)’ı tanıyordu. Bizim bir çocuğumuz, bizim bir gencimiz
şu anda Firavunun sarayında büyüyor diye gizliden gizliye kölelerin hepsi bunu
biliyordu. Biliyorlar ve olayı takip ediyorlardı. İşte Mûsâ’yı tanıyan o İsrâil
oğullu düşmanına karşı Mûsâ (a.s)’ı imdadına çağırdı. Mûsâ (a.s) da kendi
tarafındaki kişiye yardıma koşup Firavun oğulluya bir tokat vurdu ve adam
oracıkta ölüverdi. Ve olacak oluverdi. Bir yumrukluk canı varmış adamın ve öldü.
Mûsâ (a.s)
o anda yaptığı işin yanlışlığını anladı. Bu şeytanın bir işidir, çünkü o apaçık
bir düşmandır dedi. Ben bunu yapmamalıydım, gerçekten şeytanın saptırmasına
kapıldım dedi. Sonra şöyle dedi:
16. “Mûsâ: "Rabbim! Doğrusu
kendime yazık ettim, beni bağışla” dedi. Allah da onu bağışladı. O, şüphesiz
bağışlayandır, merhamet edendir.”
Ya Rabbi, doğrusu ben kendime
zulmettim. Ben yapmamam gereken şeyi yaptım. Bu yaptığım yanlıştan dolayı beni
bağışla ya Rabbi. Ben bunu bilerek ve isteyerek yapmadım. Ben o adam ölsün diye,
öldürmek niyetiyle vurmadım. Adam beni yardıma çağırdı, ben de ikisini ayırayım
diye vurdum, ama adam ölüverdi dedi, Allah’tan af diledi, Allah da onu
bağışladı. Şüphesiz ki Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
17. “Mûsâ: "Rabbim! Bana verdiğin
nimete andolsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım"
dedi.”
Evet Mûsâ (a.s) hemen suçu
kabullenip Rabbinden af diledi. Çünkü böyle bir ortamda Rabbinin ondan böyle bir
şey istediği yoktu. Yâni o ortamda Mûsâ (a.s)’ın böyle bir olaya karışıp adama
yumruk vurmasına gerek yoktu. Onun içindir ki Mûsâ (a.s) suçunu itiraf ediyor.
Evet şeytan suçlu, şeytan vesvese vermiştir ama esas suçlu benim, ben bunu
yapmamalıydım dedi, tıpkı atası Adem (a.s) gibi. Hani şeytanın iğvasıyla
yenmemesi gereken meyveden yiyip de üzerleri açılıverince Adem atamız ve Havva
anamız da aynı şeyi söylemişlerdi. Evet demek ki bir müslüman bir suç işlediği
zaman hemen bunu kabullenecek ve Rabbinden af dileyecek. Suçu başkalarına atmaya
çalışmayacak.
Ya Rabbi, bana verdiğin nimetlerle ben
bundan sonra günâhkârlara, mücrimlere asla arka çıkmayacağım. Zalimlere,
günâhkârlara asla yardımcı olmayacağım. İşte beni böyle bir yanlışa sevk ettiler
ve ben de böylece adamı öldürmüş oldum dedi.
18. “Şehirde, korku içinde etrafı
gözetip dolaşarak sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen kimse bağırarak
ondan yine yardım istiyordu. Mûsâ ona: “Doğrusu sen besbelli bir azgınsın”
dedi.”
Bunun üzerine Mûsâ şehirde
işlediği bu suçtan ötürü korku içinde etrafı gözetleyerek sabahladı. Merak ve
korku içindeydi. Ne olacaktı şimdi? Başına neler gelecekti? Ve dün kendisinden
yardım isteyen herif yine bağırıyordu. Tekrar Mûsâ (a.s) dan yardım istiyordu.
Mûsâ (a.s) ona dedi ki: Doğrusu sen besbelli bir azgınsın. Dün beni bir yanlışa
sevk ettin ve şimdi de bir başkasıyla kavgana beni çağırı-yorsun
dedi.
19. “Mûsâ, ikisinin de düşmanı
olan kimseyi yakalamak isteyince: "Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi bana da
mı kıymak istiyorsun? Sen ıslah edenlerden olmak değil, ancak yeryüzünde bir
zorba olmak istiyorsun “dedi.”
Ve sonunda Mûsâ ikisinin de
düşmanı olan kimseyi yakalamak isteyince, dünkü o kavgada yerini alan o İsrâil
oğullu dedi ki, ey Mûsâ, dün bir adam öldürmüştün. Dün o adamı öldürdüğün gibi,
bugün de beni mi öldüreceksin? Dünkü kıtalın gibi bugün de benim katilim mi
olacaksın? Niyetin nedir senin? Sen yeryüzünde bozguncu olmak mı istiyorsun? Sen
yeryüzünde ıslahçı olmak istemiyor musun? Onun ağzından bunları duyan Mûsâ (a.s)
orada şaşkınlıktan dona kalmıştı. Ne yapıyordu böyle? Dün bir serseri hatırına
bir adam öldürmüştü, bugün yine aynen onun benzeri bir kavganın içine
çekiliyordu.
Bu uyarıcı
sözler onu ayıktırmıştı. Yoksa Mûsâ (a.s) yeryüzündeki zorbalardan biri mi olmak
istiyordu? Öyle bir niyeti mi vardı? Hayır. O sadece hayırdan yanaydı. O sadece
Allah’la barışık bir mü’min olarak toplumunu Allah’la barışık bir hayata
ulaştırmayı hedefliyordu. İnsanları öldürmek için değil, diriltmek için
gelmişti. Allah’tan habersiz insanların kalplerine bir diriliş nefesi verecekti.
Böylece köleler toplumunu diriltecek ve özgürlüğe götürecekti. Köleleri
köleleştirenlerin de zulüm ve işkencelerine son verecekti. Öldürülen çocukları
zalimlerin elinden kurtaracaktı. Zorbaların, zalimlerin zulümlerine engel
olacaktı. Mazlumlara hayat verecek, insanları cennete ulaştıracak bir dinin, bir
hayatın dâvetçisi olacaktı. Artık toplumda işkenceler, zulümler bitecek,
insanlar özgürce, insanca bir hayata kavuşacaklardı. Bütün peygamberler gibi
Mûsâ (a.s) da bu görevleri üstlenecekti. Ama şimdi ne oluyordu? Bu olup bitenler
de neyin nesiydi? Sıkıntılıydı Mûsâ (a.s). İşte tam o
anda:
20. “Şehrin öbür ucundan koşarak
bir adam geldi: "Ey Mûsâ! İleri gelenler, seni öldürmek için aralarında
görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu ben sana öğüt veriyorum”
dedi.”
Şehrin öbür ucundan, uzak
noktasından bir adam koşarak geldi ve dedi ki ey Mûsâ, şehrin ileri gelenleri
seni öldürme konusunda aralarında görüşüyorlar. Senin dün bir adam öldürdüğünü
haber almışlar ve seni öldürmeyi düşünüyorlar. Dikkatli ol ve çabuk kaç buradan.
Hemen uzaklaş buradan. Doğrusu ben sana nasihatçiyim. Ben seni seven ve sana
öğüt verenlerdenim. Bir dost olarak benim sözümü dinle ve hemen terk et burayı.
Çünkü Mûsâ’nın işlediği suçun cezası ölümdü. Mısırda böyle bir yasa vardı. Alçak
Firavun kendisi binlerce çocuğu öldürürken kendisine bu yasa sökmüyordu ama Mûsâ
(a.s) kazayla bir adam öldürünce onun suçu hemen ölümdü.
Kimileri Mûsâ (a.s)’a bu haberi getiren
kişinin İsrâil oğullarından birisi olduğunu söylemişler, kimileri de bu kişinin
Mü’min sûresinde anlatılan Mü’min kişi olduğunu söylemişlerdir. O zaman bu kişi
Al-lahu âlem Kıptilerden, Firavun hanedanından, Firavunun akrabalarından
birisiydi ki Mûsâ (a.s)’a iman etmişti. Bunu duyan Mûsâ
(a.s):
21. “Mûsâ, korku içinde çevresini
gözetleyerek oradan çıktı. “Rabbim! Beni zalim milletten kurtar”
dedi.”
Korku içinde çevreyi
gözetleyerek, etrafı tarassut ederek oradan ayrıldı, şehirden kaçtı. Ve şöyle
diyordu: Ey Rabbim, beni zalimler kavminden kurtar. Evet Mûsâ (a.s) köle bir
toplumun üyesi, ama Firavun sarayında büyümüş, Firavunun varisi konumunda,
Firavunun karısının evlâdı, göz aydınlığı durumunda, ve de sarayda İsrâil
oğullarının temsilcisi makamında bir prens. Şimdi bir adam öldürmüş ve sarayı,
ülkeyi terk ediyor. Köleleştirilmiş toplumunu, anasını, babasını, erkek ve kız
kardeşini, ülkesini terk ediyor.
Evet ilerde
de gelecek Mûsâ (a.s)’ın bir erkek kardeşi var. Nedir adı? Harun. Hayır o
öldürülmedi. Bir dönem İsrâil oğullarının erkek çocuklarını öldürdü Firavun. Ve
bir ara adamları, danışmanları gelip Firavunu uyardılar. Dediler ki efendimiz,
biz bu kölelerin çocuklarını öldürüyoruz ama, işlerimizi kime gördüreceğiz?
Sanayide, tarımda, yolların yapımında, temizlik işlerinde, barajların yapımında,
piramitlerin inşasında kimi kullanacağız? Kimi çalıştıracağız? Onun için bir yıl
doğanları öldürelim, bir yılda bu işleri gördüreceklerin büyümesi için
öldürmeyelim dediler.
Ve işte
Mûsâ (a.s)’ın erkek kardeşi Harun bu öldürmedikleri yılda dünyaya geldiği için o
yasadan kurtulmuştur. Mûsâ (a.s) ise öldürdükleri yıl dünyaya gelmişti.
22. “Medyen'e doğru yöneldiğinde:
“Rabbim bana doğru yolu göstereceğini umarım”
dedi.”
Evet Mûsâ (a.s) Mısır’ı terk edip
Medyen’e doğru yöneldi. Yâni bulunduğu ülkenin doğusuna doğru gitti. Acaba niye
o tarafa doğru gitti? Bunu kendisi biliyor muydu? Bilmiyoruz. Ama anlıyoruz ki
Rab-bimiz onu o tarafa doğru yönlendirdi. Dikkat ederseniz baştan beri bize
haberi okuyan Rabbimiz kendi iradesini hep ön planda tutuyor. Tüm kâinatta hâkim
iradenin kendisi olduğunu, her şeyi kendisinin yönettiğini bize anlatıyor,
hissettiriyor. Bakın işte Mûsâ (a.s)’ı da Med-yen’e doğru yönlendiriyor. Mûsâ
Medyen’e doğru yöneldiğinde şöyle diyordu: Rabbim, bana doğru yolu
göstereceğini, beni koruyacağını ümit ediyorum diyor.
23. “Medyen suyuna geldiğinde,
davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu. Onlardan başka, hayvanlarını
sudan alıkoyan iki kadın gördü. Onlara: “Derdiniz nedir?” dedi. “Çobanlar
ayrılana kadar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır onun için bu işi biz
yapıyoruz" dediler.”
Nihâyet uzun bir yolculuğun
sonunda Medyen’e ulaştı ve orada bir su başında davarlarını sulayan bir insan
topluluğu buldu. Ayrıca erkeklerden uzaklaşmış bir kenarda hayvanlarını sudan
engelleyen iki kızcağız gördü. Onlar bir kenarda bekliyorlar, çobanların arasına
ka-rışmıyorlardı. Mûsâ (a.s) o iki kızcağızın yanına varıp dedi ki, sizin
du-rumunuz nedir? Sizin işiniz ne burada? Ne için duruyorsunuz burada? Bu iffet
ve haya timsali görüntünüzle bu erkek çobanların arasında ni-ye bulunuyorsunuz?
Kimseniz yok mu sizin? Babanız, erkek kardeşiniz yok mu ki sizler buradasınız?
dedi.
Yâni sizin
burada olmamanız gerekiyordu dercesine bir soru sordu onlara. Onlar da dediler
ki bu çobanlar işlerini bitirip buradan gitmedikçe biz onlara yaklaşmıyoruz. Biz
onlardan uzak durarak iffetimizi koruyoruz. Biz buradayız ama bizim başka da bir
seçeneğimiz yoktur. Babamız ihtiyar bir kimsedir, onun buraya kadar gelecek
imkânı yoktur. Erkek kardeşimiz, oğlumuz da yoktur. Onun için mecburen biz
geldik koyunlarımızı sulamaya dediler. İşte bu şartlar altında biz buradayız
dediler. Onların bu durumlarını öğrenip merhamet eden Mûsâ
(a.s):
24. “Mûsâ onların davarlarını
suladı. Sonra gölgeye çekildi: "Rabbim! Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım"
dedi.”
Evet Mûsâ (a.s) Mısırdan kaçmış,
Firavun ve toplumunun zulmünden gizlenmek üzere geldiği Medyen ülkesinde bir
kuyunun kenarında duruyor. Biraz önce çobanlar, insanlar koyunlarını sulamışlar.
Onların arkalarından iffet ve haya sahibi, iffet ve hayalarını korumaya azami
dikkat eden iki kızcağızın koyunlarını sulamaya Mûsâ (a.s) yardımcı olmuş,
işleri bitince onlar da oradan ayrılıp gitmişler Mûsâ (a.s) oracıkta kalmış.
Herkes evine çekilmiş, Mûsâ oracıkta. Bir suçtan ötü-rü, bir adamın ölümüne
sebep oluşundan ötürü ülkesini terk etmiş, yeryüzünün en zalim yönetiminin
şerrinden kaçmış, uzun bir yolculuğun sonunda yorgun ve bitkin düşmüş, aç ve
bîlaç bir vaziyette, tanımadığı bir ülkede gariplik içinde bir kenara oturmuş
düşünüyor. Şu anda nerede bulunuyor? Hangi ülkede? Hangi coğrafyada bulunuyor?
Ve acaba bundan sonra başına neler gelecek? İşte böyle bir atmosferde Mûsâ
(a.s)’ın şu duasına şahit oluyoruz:
Ey Rabbim, şu anda ben bana indireceğin
her bir hayra fakirim. Bana göndereceğin her bir hayra muhtacım. Bana bu durumda
yardım edecek ancak Sensin. Ben yardımı, hayrı sadece Senden beklerim. Durumumu
ancak Sana açarım. Bana yardım et ya Rabbi. Yardımcım ol benim. Evet söyleyin
böyle bir durumda kime muhtaç olunur? Kime muhtaç oluruz Allah’tan başka? Kime
dua edip yardım isteyebiliriz Allah’tan başka? Kim yardım edebilir bize? İşte
Mûsâ (a.s) da yardımı Allah’tan bekliyor. Gerçekten Mûsâ (a.s)’ın bu halini
anlamak zordur.
Firavunun
sarayında büyüsün. Sarayda bir prens olarak her türlü imkâna sahip olsun. Sonra
kazara bir adamı öldürsün. Öldürdüğü kişi Kıptilerden, ülke yönetiminde söz
sahiplerden, elit tabakadan birisi olsun. Böyle siyasal bir suç işlesin ve
korkusundan ülkesini terk edip o güçlü, o zalim, o tutuğunun işini bitiren
devletin sınırlarını tek başına aşsın, bilmediği, tanımadığı yad ellerde bir
kentte, bir kuyunun kenarında belki bir ağaca yaslanıp düşünürken elbette Onun
yalvarıp yakaracağı tek mercii Allah olacaktır. Böyle garip birinin halini
Allah’tan başka bilecek, anlayacak kim olabilir de? Kime anlatabilirdi derdini?
Kime açabilirdi sıkıntısını? Kim sahiplenebilirdi böyle zalim bir ülkenin
kaçağını?
Elbette
böyle bir durumda dualara icabet eden, yalvarışlara cevap veren, çaresizlere
yardım eden, kendisine sığınanları asla yalnız bırakmayan bir tek varlık vardı,
Allah. Bakın Rabbimiz hemen anında kulunun duasına icabet ediverdi de o
kızlardan biri kendisine yönelerek geliverdi, gönderiverdi onu
Rabbimiz.
25. “O sırada, kadınlardan biri
utana, utana ona geldi: "Babam sana sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor"
dedi. Mûsâ ona gelince, başından geçeni anlattı. O: "Korkma, artık zalim
milletten kurtuldun” dedi.”
Tam o esnada kızlardan biri,
iffeti yerinde, hayası yerinde, utana, utana Mûsâ (a.s)’a geldi ve dedi ki,
babam seni çağırıyor. Babam seni dâvet ediyor. Bizim koyunlarımızı suladığın
için, bize bu konuda yardımcı olduğun için sana ecrini, ücretini vermek üzere
babam seni istiyor. Mûsâ (a.s) elbette bu işi ücretle yapmamıştı. O ücret
peşinde koşan, yaptığı bir iyiliğin karşılığını almak için can atan birisi
değildi. O şerefli, kutlu Allah elçileri ailesinin bir üyesiydi ve yaptığı her
şeyi sadece Allah için yapanlardan birisiydi. Derdi dünyalıklara ulaşmak değildi
ama ne yapsındı? O anda çaresizdi, gidecek bir yeri yoktu. Bir sığınağa, bir
barınağa ihtiyacı vardı. Bunun için Rabbine de dua dua yalvarıp yakarmıştı. Ya
Rabbi şu anda senden gelecek her bir hayra muhtacım demişti.
Ve işte
Rabbi de muhtaç olduğu imkânı karşısına çıkarmıştı. Rabbi ona bir yol açmıştı.
Ve üstelik karşı taraf ta güzel bir fedâkârlık örneği sergiliyor, cömertlik
örneği gösteriyordu. Gelen kızcağızın tavrı, iffeti, cömertliği, vefakârlığı
vardı. Belli ki iyi babanın çocuğuydu. Namuslu bir aileden geliyordu. Ve
Rabbimiz iki mübarek şahsiyeti, iki kutlu elçiyi karşı karşıya getirecekti.
Kader onları birbirlerine yaklaştıracaktı.
Ve Mûsâ (a.s) o kızların babasına
geldi. O Sâlih ihtiyara, yâni Şuayb (a.s)’a bir bir kıssasını, başından
geçenleri anlattı. Şuayb (a.s) da Ona dedi ki, sakın korkma. Hiç endişelenme.
Bilesin ki sen zalim bir kavimden, Firavunun elinden kurtuldun. Firavun
toplumunun zulmünden kurtuldun. Şu anda benim yanımda emin bir makamdasın. O
zalimin buraya asla zulmü, eli, yetkisi ulaşamaz.
Evet dünyada zalimler, dünyada zalim
devletler ne kadar da güçlü olurlarsa olsunlar, devletleri, iktidarları,
saltanatları ne kadar da görkemli olursa olsun, zulüm elleri ne kadar da dünyayı
kaplarsa kaplasın, egemenlikleri ne kadar da yaygın olursa olsun mutlaka
güçlerinin bir sınırı vardır. Rabbimiz bu dünyada insanlara yetki veriyor ama
hiçbir güce sınırsız yetki vermiyor. Hiçbir krala, hiçbir sultana, hiçbir melike
Rabbimiz süreklilik ve sınırsız yetki verip de bu dünyada onu egemen kılmıyor.
Bu dünyada Rabbimizin koyduğu yasa gereği herkes için imtihan sınırlıdır, güç,
kuvvet, saltanat, hayat sınırlıdır, yetki sınırlıdır.
İşte
görüyoruz ki yeryüzünün en güçlü, en zalim bir devletinin, ben bu ülkenin
rabbiyim diyen, benden başka ilah yoktur diyen, halkı gruplara, partilere ayırıp
birbirlerini birbirlerine kırdıran, ezdiren, köleleştirdiği İsrâil oğullarının
oğullarına hayat hakkı tanımayan, kızlarını hayasızlaştırıp Mûsâ’yı doğuracak
iffet ve namus özelliğinden uzaklaştıran zalim Firavunun hem de yanı başındaki
bir coğrafya eli uza-namıyor. Şimdiki Firavunların Afganistan’daki Üsame Bin
Ladine ellerinin uzamadığı gibi. Elbette Allah onların zulmünden sığınacak bir
kucak veriyor mü’minlere. Ne kadar da büyük ve zalim devlet olurlarsa olsunlar
yetkileri sınırlıdır. İşte Mûsâ (a.s)’ı bir ihtiyar adam ülkesinde
saklayabiliyor. Mûsâ (a.s) artık orada rahatlamıştır.
26. “İki kadından biri:
"Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve
güvenilir adamdır" dedi.”
O kızlardan biri, Şuayb (a.s)’ın
kızlarından biri dedi ki: Ey babacığım, Onu, Mûsâ’yı hizmetli tut. Bizim bir
çobana ihtiyacımız var. İşlerimize yardımcı olacak birine ihtiyacımız var. Böyle
birisi olmadığı için bizler erkekler arasında gidip gelmek, işlerimizi kendimiz
görmek zorunda kalıyoruz. Namuslu, iffetli kızlar olarak bu bizim fıtratımıza,
bizim kız olma yaratılışımıza terstir. Bu genci hizmetli tut ta bizim yap-mak
zorunda olduğumuz işlerimiz bundan sonra o yapsın. Koyunlarımızı güdüp
işlerimizi görsün. Gerçekten ücretli tuttuklarının en hayırlısı, güçlü,
güvenilir bir adamdır bu dedi. Hem gençtir, hem de kavidir, kuvvetlidir, hem de
emin bir kimsedir.
Evet böylece yeryüzünün en güçlü
devletinin sarayında prens olarak büyüyen Mûsâ (a.s) Medyen’de ihtiyar bir
adamın yanında koyun çobanıdır. Yâni sarayda fıtrattan uzak bir atmosferde
büyümüş ona Mûsâ (a.s) burada fıtrata dönecektir. Zulmün sarayında, insanları
ezen, sömüren, zulmeden, asan, kesen, kendi rejimini ayakta tutabilmek için
insanların kanlarını emen, insanları yoksul bırakan, insanları acımasızca
öldüren bir zalimin sarayında asla öğrenmesi, kazanması mümkün olmayan
özellikleri burada kazanacak. Burada çoban olarak hayvanları gütmeyi, onları
korumayı, onları eğitmeyi öğrenecek, bir deneyimden geçirilecekti. Çünkü daha
sonra O, insanları güdecek, in-sanları eğitecekti. Hakları, hukukları,
özgürlükleri, namusları, iffetleri, her şeyleri ellerinden alınıp köle durumuna
düşürülmüş bir toplumu, peygamber çocuklarını, İsrâil oğullarını özgürlüğe
kavuşturmada, Firavun sisteminin çarkları arasından kurtarmada önderlik ve
rehberlik görevini üstlenecekti. Sonra burada dağlarda açlığa, susuzluğa,
mahrumiyetlere alışacak, sabrı ve metaneti öğrenecekti. Ve işte şu anda Mûsâ
(a.s)’ın önünde bir başka dünya, bir başka hayat vardı.
Evet Şuayb (a.s)’ın kızlarından
birisinin teklifi ve baba tarafından değerlendirilmesine şahit oluyoruz.
Kızcağızın babacığım onu ücretli tut. Çünkü O hem güvenilir, hem de emindir
diyordu. Peki acaba bu kızcağız Mûsâ (a.s)’ın bu özelliğini nereden bilmiştir?
Bunun cevabını tefsir kitapları şöyle verir: Hani Mûsâ (a.s) kuyunun kenarında
insanlar koyunlarını sularlarken iffet ve hayaları yününden kenarda bekleyen,
erkeklerin içine karışmayan o kızları gördüğü zaman onlara sizin burada ne
işiniz var? Hiç kız çocuklarının erkeklerin arasında bulunması yakışır mı? Sizin
gibi iffetli kızların böyle bir dünya endişesiyle, bir rızık derdiyle böyle bir
duruma düşmesi yakışır mı? Benzer ifadesiyle sizin burada ne işiniz var da
buradasınız? gibi bir ifadesine karşılık o kızcağızlar şöyle cevap vermişlerdi:
Biz erkeklerin arasına karışmıyoruz. Ama bizim koyunlarımı sulayacak, bizim
rızkımızı bize ulaştıracak başka kimsemiz yoktur. Babamız da ihtiyardır
şeklindeki haklı mâzeretlerine binaen onların koyunlarını sulamaya yardım etmek
istemiş ve onlarla konuşurken yüzlerine bile bakmamış, onlara onların iffet ve
hayalarını zedeleyecek bir davranışta bulunmamış, kendisinin de iffetli ve
hayalı olduğunu göstermişti ya işte kızcağız onun emin ve güvenilir bir kimse
olduğunu buradan çıkarmıştır.
Yine Onu
babasına götürmek üzere kız onun önünden giderken, Ona mihmandarlık yaparken
Mûsâ (a.s) ona şöyle demişti. Sen arkada kal, eğer ben yolumu şaşırırsam
gerekirse sen arkadan taş atarak, ya da başka bir şekilde yolumu doğrult demişti
ve namus gereği kızın arkadan gelmesini istemişti; işte bu da Onun eminliğinin
bir başka deliliydi. Yine koyunların sulandığı ortamda kuyunun ağzındaki ağır
bir taşı tek başına kaldırması da Onun güçlülüğüne bir delildi. Gerçekten Mûsâ
(a.s) çok güçlüydü ki Firavun oğullarından bir kıptiye vurduğu bir tokat hemen
oracıkta onu öldürüvermişti. Evet o kızcağız bütün bu değerlendirmelerle
babasına böyle bir teklifte bulunmuş ve babası da dedi ki:
27. “Kadınların babası: “Bana
sekiz yıl çalışmânâ karşılık bu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum.
Eğer on yıla tamamlarsan o senden bir lütuf olur. Ama sana ağırlık vermek
istemem. İnşallah beni iyi kimselerden bulacaksın”
dedi.”
Ben istiyorum ki sekiz yıl bizim
koyunlarımızı gütmen karşılığında şu iki kızımdan birini seninle nikâhlayayım.
Mehir olarak sekiz yıl bize çalışmânâ karşılık kızlarımdan birini seninle
evlendirmek istiyorum. Ama sen bu sekiz yılı on yıla tamamlarsan bu senden bize
bir lütuf olur. O zaman anlaşmayı ona göre yaparız. Buna mecbur değilsin, illâ
da on yıl diye seni zorlamam ama yaparsan sen bilirsin. İnşallah beni
sâlihlerden bulursun, bulacaksın. Ben de sana verdiğim sözden caymayacağım.
Aramızdaki anlaşmaya ihanet etmeyeceğim. Ne sözleşmişsek aynen onu yerine
getireceğim dedi. Bunun üzerine Mûsâ (a.s) dedi ki:
28. “Mûsâ: “Bu seninle benim
aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım bir kötülüğe
uğramayacağım. Söylediklerimize Allah vekildir”
dedi.”
Bu benimle senin aranda bir
sözleşmedir. İkimiz arasında bir anlaşmadır. Bu ikisinden hangisini seçersem,
hangisini tercih edersem artık bu konuda bana bir düşmanlık olmasın. Seçimimde
bana bir haksızlık yapılmasın. Sözlerimize, taahhütlerimize vekil, şahit
Allah’tır dedi. Ve işte böylece anlaşma gerçekleşti ve Mûsâ (a.s) Medyen’e,
Şuayb (a.s)’ın ülkesine yerleşmiş oldu. Şimdi artık O bir ücretle tutulmuş
çobandı. Çocukluk yılları, gençlik ve olgunluğa geçiş döneminde O bir prensti.
Sarayda büyük imkânlar içinde büyüdü, yetişti. Ama her ne kadar saray eşrafından
görünse de O köle bir toplumun üyesiydi. Bunu biliyordu. Rabbimiz sarayda
büyüyen Mûsâ’yı şimdi başka bir atmosfere çekti. Rabbimizin takdiri böylece
gerçekleşmiş oldu.
Yâni belki
kendiliğinden oralara gelmeyecek, gelemeyecekti. Lâkin Allah’ın kaderiyle
Mısırda bir adam öldürdü ve kaçmak zorunda kaldı. Senaryoyu Allah böyle
yazmıştı. Aslında kendisinin doğmaması için öldürülen binlerce çocuğun yerine O
sadece onlardan, zalimlerden, katillerden bir kişiyi öldürmüştü. Ama ne olursa
olsun Mûsâ Firavun oğulları tarafından çok büyük bir suçla suçlanacaktı. Niye?
Çünkü O köle bir toplumun üyesiydi. Ötekiler yöneticiydiler. Onların öldürme
hakları vardı. Alçaklar kendileri binlerce çocuğun kanına girerken kanunları
uygulamıyorlar, yasaları işletmiyorlardı. Düzenin yaşaması için, sistemin ayakta
kalması için o çocuklar öldürülmeliydiler. Firavunun bu konuda dokunulmazlığı
vardı. Devletin âli menfaatleri bunu gerektiriyordu. Ama köle topumun
üyelerinden birisi kendilerinden bir tek kişiyi öldürdüğü zaman yasalar hemen
harekete geçmeliydi. İşte zulme dayalı bir sistemin, zalimce bir hayatın
yasasıydı.
İsrâiloğulları, peygamber çocukları,
müslümanlar Mısır’da köleydiler. Hiç bir hakları yoktu. Erkek çocukları
öldürülüyor, kızları hayasızlaştırılıyor, kadınlarının rahimleri yoklanıyor ve
güçlüleri de en zor ve en kötü işlerde köle olarak çalıştırılıyorlardı. Hayatta
kalıp çalışanların hayatları da ölümden farksızdı. Hapsi Firavun oğullarının
ma-teryalist eğitim sistemine tabi tutuluyorlar ve dinleri, imanları, namus ve
iffetleri her şeyleri bitiriliyordu. Şahsiyetleri siliniyordu. Böyle bir eğitim
sistemine tabi tutuldukları için de özgürlük nedir? Kölelik nedir?
bilmiyorlardı. Düşünme yetenekleri ellerinden alındığı için de özgürlük
sevdalısı olmaları da mümkün görünmüyordu. İçinde bulundukları pis-likten
memnun, kaderci bir anlayış içinde yuvarlanıp gidiyorlardı. Bulabildikleri bir
ekmek veya Firavun sisteminin kendilerine lütfettiği küçücük bir makamla avunup
günlerini gün etmeye bakıyorlardı.
İşte eğitilmek üzere Medyen’e çekilen
Mûsâ (a.s)’n ilerdeki gö-revi bu insanları özgürlüğe taşımak olacaktı. İşte
burada Rabbimizin bu hikmetini görüyoruz. Eğer Rabbimiz Onu Medyen’e
getirmeseydi, burada belli bir eğitimden geçirmeden sarayda Ona bu görevi vermiş
olsaydı elbette Mûsâ (a.s) saray şartlarında ezilen, horlanan, oğulları
öldürülen, kızları hayasızlaştırılan bu halkın durumunu, sıkıntısını
anlayamayacaktı. Çünkü sarayda her çeşit imkânlar içinde büyüyen, yokluk nedir?
Açlık nedir? Kölelik nedir? Ezilmek nedir? Sömürülmek nedir? bilmeyen bir
kimsenin onların halinden anlaması mümkün olmayacaktı.
Onun
içindir ki hikmeti sonsuz olan Rabbimiz hikmeti gereği Onu saraydan alıp çöle
çekti. Tıpkı azizin evinde büyüyen Yusuf (a.s)’ı oradan söküp zindana atarak
garibanların, ezilenlerin, suçsuzların haline muttali kılarak eğittiği gibi.
Rabbimiz Mûsâ (a.s)’ı çölde çobanlığa getirdi. 8 ya da 10 yıllık bir çobanlık
hayatıyla Rabbimiz Onun sarayda kazandığı tüm alışkanlıklarını silecekti. Artık
yatağı sa-raydaki gibi değil, yatağı toprak, yastığı da taş, yorganı da kepenek
olacaktı.
Evet Mûsâ (a.s) işte çölde böyle bir
hayatın içinde. Tüm işi en güzel bir şekilde koyunları gütmek, onları doyurmak
ve en güzel bir şekilde sahibine teslim etmek. Böylece koyunların sürülerin
arasında yoksul bırakılmış, ezilmiş, aç bırakılmış, hakları yenmiş, çobansız
kal-mış, eğitimsiz kalmış, âdeta koyunlaştırılmış insanları gütme eğitimine
alıştırılıyor. Bu şekilde gerçekleştirilen bir eğitimden sonra da icazetini
alarak bu defa da insanların özgürleştirilmesi görevine atanacak ve en güzel bir
biçimde bu görevini başarıya ulaştıracaktı. Ama ne garip ki şu anda dağdaki
çobanın bunların hiçbirisinden bir haberi yoktur.
Elbette
eğer bizler de şu anda onun yanında olsaydık bizim de bunların hiç birisinden
haberimiz olmayacaktı. Veya eğer bizler de o dönemin Mısırında yaşayanlardan
olsaydı, bir adam öldüren Mûsâ şe-hirden kaçtı diyecektik. Veya eğer o dönem
Medyen’inde olmuş ol-saydık, kuyunun kenarında garip, garip etrafına bakınan
Mûsâ’yı gör-müş olsaydık, işte uzak diyarlardan bir garip genç gelmiş
diyecektik. Ama ne için burada? Niye gelmiş bizim ülkeye? Bunu asla
bilemeyecektik. Tüm bunları ancak Rabbimizin bize anlattığı bu âyetlerden
öğ-reniyoruz. Tabii bu kıssayla bilgilenirken de anlatılmayanları anlamamızın da
imkânsız olduğunun farkındayız. Meselâ acaba Mûsâ (a.s) orada 8 yıl mı kaldı
çoban olarak? Yoksa 10 yıl mı kaldı? bunu bile-miyoruz.
İşte o kızlardan birisiyle evlenmiş,
tarih kitaplarının beyanıyla bu kızın adı Safura idi. Evlenmiş, çocukları olmuş.
8, ya da 10 yılın sonunda annesini özlemiş, doğup büyüdüğü ülkesini özlemiş ve
dönüş istemiş. Elbette insanın doğup büyüdüğü yerler unutmayacağı mekânlardır.
Ne kadar da suç işleyerek kaçarsa kaçsın, kaçtığı ülkesi ne kadar da zalim
olursa olsun, orada ne kadar da zulüm düzeni olursa olsun 10 yıllık bir ayrılık
elbette insana zor gelecektir. Evet Mûsâ (a.s) anasına, babasına, kardeşlerine,
eşine dostuna, ezilmiş, horlanmış mü’min kardeşlerine doğru içinde bir hareket
arzusu belirmişti.
29. “Mûsâ süreyi doldurunca,
ailesiyle birlikte yola çıktı. Tur tarafında bir ateş gördü. Ailesine: “Durunuz,
ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber yahut tutuşmuş bir odun
getiririm de ısınabilirsiniz” dedi.”
Ve işte yolculuk başlıyor. 8 yılın, ya
da 10 yılın aksine bu sefer Medyen’den Mısıra doğruydu sefer. Ve bu sefer Mûsâ
(a.s) yalnız de-ğildi. Beraberinde hanımı ve çocukları da vardı. Ama yolculuk
yine sı-kıntılıydı. Çünkü tehlikeli bir bölgeden geçecekti. Firavunun
askerlerinin sınır karakollarından geçecekti. Onlara görünmeden, yakalanmadan
geçmesi gerekiyordu oralardan.
Ve işte
soğuğu şiddetli bir gecede Sina çölünde yolculuk devam ederken Tur’da, Tur’un
yanı başında bir ateş, yollarını şaşırmışlar. Ehline diyor ki burada beni
bekleyin. Ben bir ateş gördüm, o ateş bana sevimli geliyor, ünsiyet ettim ona.
Bekleyin ben ona gideyim, umulur ki ondan size bir kor parçası getiririm de siz
onunla ısınırsınız. Ya da oradan bize yol gösterecek bir kimsenin varlığının
olduğunu bilmiş oluruz. Belki o bizim şaşırdığımız, kaybettiğimiz yolumuzu bize
gösterir, düzeltir.
Evet Mûsâ (a.s) çölde yolunu şaşırdı.
Ama O kıyamete kadar insanlığın yol göstericisi, hidâyet rehberi olacaktı.
Yolunu şaşırmış insanlara mihmandar olacaktı. İnsanlığı Allah yoluna, Sırat-ı
Müstakime hidâyet edecekti. Lâkin o anda bunu ne O biliyor, ne de hanımı ve
çocukları biliyor, ne insanlar biliyordu. Bunu tek bilen Alîm ve Habîr olan
Allah’tı.
30. “Oraya gelince, kutlu yerdeki
vadinin sağ yanındaki ağaç cihetinden: “Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben âlemlerin Rab-bi
olan Allah’ım” diye seslenildi.”
Oraya, o ateşin yanına vardığı
zaman, o kutlu yerdeki vadinin sağ tarafında olan bir ağaçtan bir ses Ona
seslendi. Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz: Mûsâ (a.s) nereden gelip, nereye
gidiyor? Med-yen’den gelip Mısır’a doğru gidiyor. Medyen Kızıldeniz’in doğusu
olduğuna göre O Mısır’a doğru yâni batıya doğru gidiyorken kendisi yolunu
şaşırıp biraz güneye doğru yönelmiş. Ve karşısında yanan bir ateş görüyor. Ateşi
gördüğü dağ Tur dağıdır. Tur dağının arka planında ise Mekke var. Yâni tüm
dünyanın ana şehri, ana kent ve dünyanın merkezi olan, kıble olan Kâbe’nin
bulunduğu yer.
Yâni Mûsâ
(a.s) Tur’un karşısında ve Tur’un arka tarafında da Kâbe var, Mekke var. Tam üçü
de bir hizada duruyor. İşte sağ yanında dediğimiz bu kıbleye doğru dönmüş, Tur’a
doğru bakmış, yâni hâkim görüş Mekke’ye yönelmiş ve Tur dağının sağ tarafında
bir ağaç. Tur dağının hemen yanı başında mukaddes Tuva vadisi var. Ve işte o
vadide bereketli bir ağaçtan bir ses Mûsâ (a.s)’a diyor
ki:
Ey Mûsâ, ben âlemlerin Rabbi olan
Allah’ım. Mûsâ (a.s) ateşe yaklaşıp ondan bir parça alıp götürecek ama ateş öyle
muhteşem ki yaklaşması mümkün değil. Ateş bir kendisine doğru yaklaşıyor, bir
uzaklaşıyor. Ve bu ateş dünya ateşlerine hiç benzemiyor. Ahmed Bin Hanbel’in
Kitab’uz Zühd isimli kitabında bu konuda gerçekten muhteşem bir anlatım
görüyoruz. O ateşe bakıp dururken Rabbimizin bir insana lütuflarının en büyüğüne
şahit oluyor. Rabbimizin kelâmına mazhar oluyor. Ve dolayısıyla bizler de şu
anda bu konuşmaya şahit olma şerefine eriyoruz.
Allah
buyuruyor ki, ey Mûsâ Ben Allah’ım. Ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım. Allahu
ekber, Allahu ekber. Bu ne büyük bir şeref? Ger-çekten şu ana kadar yeryüzünde
Rabbimizin konuşmasına direk şahit olan Ondan başka kimse olmamıştır. Vahiy
gelmiştir Allah elçilerine ama vahiy bundan farklıdır. Vahiyde direk Allah’ın
konuşmasına şahit olmak yoktur. Yeryüzünde tüm elçileri içinde bu şeref sadece
Musa aleyhisselâm’a nasip olmuştur. Rabbimiz böylece elçisini en büyük
lü-tuflarından birine ulaştırmıştır. Şüphesiz Rabbimiz kime neyi nasip edeceğini
en iyi bilendir.
31. “Değneğini at. “Mûsâ,
değneğin yılan gibi hareketler yaptığını görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı.
“Ey Mûsâ! Dön gel; korkma; şüphesiz güvende olanlardansın”
denildi.”
Rabbimiz buyuruyor ki Mûsâ
(a.s)’a ey Mûsâ, asanı at. Mûsâ (a.s)
Onu yere bırakınca bir de ne görsün asa tıpkı çevik bir yılan gibi hareket
ediyor. Kupkuru bir değnek küçük bir yılan gibi hareketlenmeye başladı. Çok
görkemli bir manzarayla karşı karşıyaydı Mûsâ (a.s). Asa büyük bir ejderha
gibiydi ama hareketlilikte sanki küçük bir yılan çevikliği sergiliyordu.
Evet, evet
Mûsâ (a.s)’ın gözlerinin önünde elinde taşıdığı on yıllık asa şu anda bir yılana
dönüşmüştü. Mûsâ (a.s) korktu ve arkasına bakmadan geriye doğru kaçtı. Bu
harikulade manzara karşısında Mûsâ (a.s)’ın korkup kaçtı. Rabbimiz buyurdu ki ey
Mûsâ, dön gel, sa-kın korkma, şüphesiz
ki sen güvende olanlardansın. Korkmana gerek yok buyurdu.
Allah
güvencesinde olmak… Allah güvencesinde olan bir kişi neden korkar da? Zaten
mü’min Allah güvencesinde olan kişidir. Gözü kapalı Allah’tan gelenlere teslim
olan kişidir mü’min. O’nun kendisi adına aldığı kararların mutlak kendi hayrına
olduğuna inanan kişidir mü’min.
32. “Elini koynuna koy, lekesiz,
bembeyaz çıksın. Korkudan açılan kollarını kendine çek! Bu ikisi Firavun ve
erkanına karşı Rabbinin iki delilidir. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir
millettir” denildi.”
Ey Mûsâ elini koynuna sok ki bir
hastalık olmaksızın bembeyaz çıksın. Korkudan açılan kollarını kendine doğru
çek. İşte sana gösterdiğimiz, sana lütfettiğimiz bu iki delil Firavun ve
erkanına, Firavun ve toplumuna karşı Rabbiniz iki delili, iki mûcizesidir.
Doğrusu onlar yoldan çıkmış, azgınlaşmış bir millettir denildi. Haydi bu
âyetlerimizle, bu delillerimizle itaatten çıkmış, günâhkâr, Allah’a isyan eden
bir kavme git ve onları bunlarla uyar.
33,34. “Mûsâ: “Rabbim! Doğrusu
ben onlardan bir cana kıydım. Beni öldürmelerinden korkarım. Kardeşim Harun'un
dili benimkinden daha düzgündür. Onu, beni destekleyen bir yardımcı olarak
benimle gönder, çünkü beni yalanlamalarından korkarım”
dedi.”
Evet Rabbinden Firavun ve toplumunu
uyarma emrini alan Mûsâ (a.s) şöyle diyordu: Rabbim, doğrusu ben onlardan cana
kıyarak kaçtım. Benim üzerimde onlar lehine, benim aleyhime bir günâh, bir suç
var. Yâni ben onların arasında, onlar nazarında adam öldürüp kaçmış birisiyim.
Sarayda yetişmiş, onca nimet içinde büyümüş, sonra da onların adamlarından
birini öldürmüş, Medyen’e kaçmış biriyim. Korkarım ki beni işlediğim o suçtan
dolayı beni yakalayıp öldürebilirler. Onun içindir ki kardeşim Harun’un
lisa nı benimkinden daha düzgündür. Ya
Rabbi Onu beni desteklemesi için bana yardımcı kıl. Onu da benimle birlikte
görevlendir. Çünkü onların beni yalanlamalarından korkuyorum. Korkarım ki onlar
beni yalan sayarlar. Yâni dinlerler beni ama aldırış etmezler. Dinlerler ama
kaale almazlar. Onun için ya Rab-bi Harun’u da benimle gönder. Bu peygamberlik
görevini Ona da ver. Onu da Peygamber yapıp benimle beraber gönder ya
Rabbi.
Hz. Mûsâ (a.s)’ın ya Rabbi kardeşim
Harun’un lisa nı benimkimden daha düzgündür
ifadesini daha önce tanımaya çalıştığımız Şuarâ sûresinden şöyle anlıyoruz:
Allahu âlem Mûsâ (a.s) bununla şunu demeye çalışıyordu. Ya Rabbi, ben onlardan
bir adam öldürdüm. Onun için bir suçluluk psikozu, bir suçluluk kompleksi içinde
olduğum için adamların beni reddedecekleri endişesini taşıdığımdan dolayı
bocalayıp dilim sürçebilir, dilim dolaşabilir. Ama kardeşim Hârun’un böyle bir
problemi olmadığı için o rahat konuşabilir. Onun için yanıma kardeşim Harun’u da
ver ya Rabbi demek istiyordu Allahu âlem.
Yâni Mûsâ
(a.s)’ın dilinde herhangi bir rahatsızlık filan yoktu da bunun için böyle
diyordu. Onun bu isteğine karşılık Rabbimiz şöyle buyurdu:
35. “Allah: “Seni kardeşinle
destekleyeceğiz; ikinize bir kudret vereceğiz ki, onlar size el
uzatamayacaklardır. Âyetlerimizle ikiniz ve ikinize uyanlar üstün geleceklerdir"
dedi.”
Ey Mûsâ, seni kardeşinle
destekleyeceğiz. İkinize birden öyle bir sulta, öyle bir sultan, öyle bir
haklılık, öyle bir delil, öyle bir güç ve kuvvet vereceğiz ki onlar size asla el
uzatamayacaklar. Kılınıza bile dokunamayacaklar onlar. Sizler Benim
desteğimdesiniz, hiç korkmayın. Kesinlikle bilesiniz ki Bizim âyetlerimizle,
bizim mûcizelerimiz ve yardımlarımızla sizler ve size uyanlar mutlak üstün
geleceklerdir. Kazanan taraf, üstün gelen taraf sizler olacaksınız dedi. Ve Mûsâ
(a.s) işte yolunu şaşırmış olduğu çölde yolunu şaşırmış olan tüm insanlara
rehberlik yapmak üzere tekrar yoluna devam ediyordu.
36. “Mûsâ onlara, apaçık olarak,
mûcizelerimizle gelince: “Bu sadece uydurma sihirdir. Önceki atalarımızdan
böy-lesini işitmemiştik” dediler.”
Evet Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s)
onlara Allah’ın apaçık âyetleriyle, apaçık mûcizeleriyle gelince. Şimdi artık
Allah’ın peygamberi Mısırda ve sarayda. Yeryüzünün en görkemli sarayında,
yeryüzünün en güçlü, en zalim, en despot devletinin karşısında Allah
âyetleriyle, Allah desteğiyle dimdik ayakta. Yeryüzünün en dengesiz savaşının
bir tarafı olarak işte Firavunun sarayında yerini almış duruyor.
Bir tarafta
yeryüzünün en büyük gücüne sahip bir yeryüzü devleti, öbür tarafta Allah
desteğinde, Allah âyetleri desteğinde iki mü’-min. Mûsâ ve kardeşi Harun. Bir
tarafta yeryüzünün en süper ordularına sahip Firavun ve sistemi, diğer tarafta
iki Allah elçisi. Mûsâ (a.s) ve kardeşi Harun kitabımızın pek çok yerinde
anlatıldığı gibi güç kaynaklarının farkında olmanın cesareti ve kararlılığı
içinde Firavun ve toplumuna göndericilerini ve gönderiliş gâyelerini anlattılar.
Kendilerinin Allah elçisi olduklarını, Âlemlerin Rabbi tarafından
gönderildiklerini ortaya koyarak onları Allah’a imânâ ve sadece Ona kulluğa
çağırdılar. Detay başka sûrelerde anlatılır. Birinci olarak onları Allah’a
imânâ, ikinci olarak ta köleleştirdikleri İsrâil oğullarını serbest bırakmaya
çağırdılar.
Onların bu dâvetine muhatap olunca
dediler ki, bu uydurulmuş bir sihirden, bir büyüden başka bir şey değildir. Daha
önceki atalarımızda böylesi bir şey duymadık, işitmedik dediler. Allah mış,
âlemlerin Rabbi imiş, elçiymiş, kullukmuş, özgürlükmüş, kölelikmiş,
müslüman-lıkmış, kâfirlikmiş. Nerden çıkarıyorsunuz bunları? Biz bunları
bilmi-yoruz, duymadık ve asla kabul etmeyiz, size de istediğiniz bu İsrâil
oğullarını asla teslim edecek değiliz. Ne size ne de kavminize özgürlük verecek
değiliz dediler.
Evet ne
sizin getirdiğiniz bu dine teslim oluruz, ne de kölelerimizden vazgeçeriz
dediler. Elbette adamlar kölelerini kaybetmek istemezler. Değilse işlerini kime
gördürecekler? Kimin sırtına binecekler? Vergi diye kimin kanını emecekler?
Bunun üzerine Mûsâ (a.s) bu-yurdu ki:
37. “Mûsâ: “Rabbim, katından bir
doğruluk rehberini kimin getirdiğini, dünyanın sonunun kimin olacağını daha iyi
bilir. Doğrusu zalimler başarıya erişemezler”
dedi.”
Benim Rabbim kimin kendisinden
bir hidâyetle geldiğini en iyi bilendir. Kendi katından kimin hidâyetle
geldiğini, kimin bir hidâyet ge-tirdiğini, kimin hidâyette olduğunu en iyi
bilendir. Çünkü beni hidâyetle, dosdoğru bir dinle gönderen Odur. Beni size
görevlendiren, bu gö-revi bana veren Odur. Beni bilen, bana şahit olan da Odur.
Ve dünyanın
âkıbetinin kime ait olduğunu, bu dünyada kimin başarılı olacağını, dünyanın da
âhiretin de başarısının kime ait olacağını en iyi bilen de Rabbimdir. Ve Benim
Rabbimin yasası, kanunu Odur ki zalimler, olmaması gereken yerde olanlar,
kendilerini Rabbi-me kullukta değil de isyan konumunda tutanlar asla felaha,
başarıya eremezler. Rabbim kendisine iman ve kulluktan kaçanları asla hakka,
doğru yola iletmez. Onları asla dünya ve ukbada başarıya ulaştırmaz. Rabbime kul
olup Onun istediği bir hayatı yaşamak yerine büyücülük yapanlar ve büyücülere
tabi olanlar asla kurtuluşa eremezler.
Ve ben de
asla bir büyücü değilim. Ben bu görevi asla kendim uydurmuş değilim. Beni bu
görevle görevlendiren Rabbimdir. Ben Onun görevini yüklenip size geldim. Kendi
fikirlerim, kendi projelerim, kendi anlayışımla değil, Allah âyetleri, Allah
programı, Allah yasalarıyla geldim. Beni kabullenirken Allah’ı kabullendiğinizi,
reddederken de Rabbinizi reddettiğinizi unutmayın. Bu dünyanın da, bu dünyanın
sonundaki âhiret mutluluk ve saadetinin de kime nasip olacağını en iyi bilen
Rabbimdir. Bunun üzerine Firavun dedi ki:
38. “Firavun: “Ey ileri gelenler!
Sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân! Benim için,
toprak üzerine bir ateş yak, tuğla hazırlayıp bana bir kule yap; çıkar, belki
Mûsâ'nın tanrısını görürüm. Doğrusu onu yalancılardan sanıyorum”
dedi.”
Ey mele’, ey ileri gelenler, ey
aklı erenler ben sizin için benden başka bir ilah bilmiyorum, tanımıyorum. Ben
sizin benden başka sözünü dinleyeceğiniz, yasalarını uygulayacağınız bir
tanrınızın olduğunu sanmıyorum. İlah olarak, size hükmedici olarak, size egemen
olarak sadece ben varım. Öyleyse İlah olarak sadece beni bilecek, sadece beni
kul edecek, Mûsâ’nın sözünü ettiği İlahını asla kabul etmeyeceksiniz dedikten
sonra hain işi bilimsellikle, felsefeyle, kendi mantığıyla halletmek için diyor
ki: Ey Hâmân, çamurun üstüne bir ateş yak ta, çamuru pişirip ondan bir şeyler
oluşturup benim için bir kule yap ki ben onunla Mûsâ’nın İlahına çıkıp bir
bakayım. Bir göreyim gerçekten Mûsâ’nın İlahı var mı, yok mu? Mûsâ yalan mı
söylüyor, yoksa doğru mu söylüyor? Ben zannediyorum ki o yalancılardandır.
Bakacağım, göreceğim. Eğer göremezsem Mûsâ’nın yalancı olduğunu daha güzel ifade
etmiş olurum. Kelimenin tam anlamıyla saçmalıyordu hain Ey Hâmân, bana yüksek
bir kule yap ki belki ben sebeplere, o göklerin sebeplerine, göklerin yollarına
ererim de Mûsâ’nın İlahının ne olduğunu anlamış olurum.
Yâni bir gözetleme kulesi yaptırarak,
teknik bir teşebbüste bulunarak böylece güya Mûsâ’yı yalancı çıkarmaya
çalışıyordu. Tıpkı günümüzde bilime sarılarak, bilimi putlaştırarak Allah’ı
inkâr etmeye çalışanlar gibi.
Evet çıktım
yüksek kuleye, ama bakın Mûsâ’nın Rabbini göremedim! Eğer benim dışımda böyle
bir İlah olsaydı mutlaka Onu gör-memiz lâzımdı diyecek ve Mûsâ’yı yalan
çıkaracaktı. Ya da tıpkı günümüz kâfirlerinin iddia ettikleri gibi bakın bu
kadar bilim ilerlemişken, bu kadar teknik imkânlara sahipken gökyüzüne
çıkamadık. Bu Mûsâ nereden çıkmış gökyüzüne de onların Rabbinden bize mesaj
getirdiğini iddia ediyor? demeye çalışıyordu. Yanlış bir yoldaydı Firavun. Bile
bile yanlışa gidiyordu. Kesinlikle kendisi de biliyordu ki Mûsâ haklıydı.
Kesinlikle biliyordu ki Allah vardı.
Ve Mûsâ
(a.s) karşısına dikildiği zaman Firavun her şeyinin bittiğini anlamıştı.
Kesinlikle anlamıştı ki yıllar yılı Mûsâ dünyaya gelmesin diye binlerce çocuğun
kanına girdiği, doğmasın diye ölümüne yasa çıkardığı çocuk oydu. İşte korkup
durduğu Mûsâ karşısındaydı ve Allah’ın iradesiyle kendisiyle savaşıyordu. Ve
artık Firavun bitişini, sonunu gözleriyle görüyordu. İşinin bittiğini anlamıştı
ama bu savaşı geberinceye kadar devam ettirecekti. Halbuki böyle yapacağına
teslim oluverseydi kendisi için çok daha hayırlı olacaktı. Ama o zaman belki
öldürdüğü çocukların kanı yerde kalacaktı. Irzına geçtiği kadınların günâhı
çekilmeyecekti. Onun için mi?
39. “O ve askerleri, memlekette,
haksız yere büyüklük tasladılar. Gerçekten Bize döndürülmeyeceklerini
sandılar.”
Firavun ve ordusu, askerleri,
avenesi haksız yere büyüklendiler, kibirlendiler. Yeryüzünde haksız yere, hiçbir
hakları ve yetkileri yokken büyüklendiler, müstekbirleştiler. Ve zannettiler ki
bize döndürülmeyecekler. Zannettiler ki ölmeyecekler ve yaptıklarından hesaba
çekilmeyecekler. Zannettiler ki yaşadıkları bu hayatın sonunda Bizim huzurumuza
gelmeyecekler. Bizim kendilerini öldürebileceğimiz düşünmediler. Kıyameti,
âhireti, hesabı kitabı düşünmediler.
40. “Biz de, onu ve askerlerini
yakalayıp suya attık. Ey Muhammed! Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bir
bak.”
Biz de onu ve avenesini,
ordularını yakalayıp, ağızlarının payını verip, suya atıverdik. Topunu suda
boğuverdik. Evet Allah yakaladı mı tam yakalar. Allah yakaladı mı yakalanmaz bir
şeyle de yakalar. Su aslında insanlar için bir hayattır. Su Mûsâ (a.s)’a hayat
olmuştu, ama Firavuna hayatın bitişi oldu, ölüm oldu. Hani annesi Mûsâ (a.s)’ı
doğurduğu zaman Firavun ve askerlerinin korkusundan küçük bir sandığın içinde
suya bırakmıştı. Ve su Mûsâ (a.s)’ı saraya doğru, hayata doğru taşıyordu.
Firavunun saltanatına son vermeye doğru taşıyordu Onu. Ama bakıyoruz ki aynı su
Firavun ve ordularının helâkini hazır-lıyordu. Evet suların sahibi Allah’tır.
Suların yasasını koyan Allah’tır. En büyük irade Allah’ın iradesidir. Dilediği
gibi Mûsâ’yı dünyaya getiren, dilediği gibi Onu suda yürüten, dilediği yerde,
dilediği şekilde Onu büyüten, dilediği gibi Firavun ve hempalarını o suda boğan
Allah’tır.
Bir bakın zalimlerin âkıbetlerine. Bir
görün zalimlerin sonunu ki nasıl yok olup gittiler? Nasıl geberip gittiler?
Allah’a, büyük iradeye kafa tutan tüm zalimlerin âkıbetleri işte budur. Onlar
geberip gittiler.
41. “Onları, ateşe çağıran önder
kıldık; kıyamet günü yardım görmezler.”
Biz onları ateşe çağıran,
cehenneme dâvet eden imamlar, ön-derler kıldık. Onlar, o zalimler insanları
ateşe çağırırlar. İnsanları Allah’a kulluktan koparıp kendilerine, kendi
Rabliklerine, kendi ilahlıklarına, kendi egemenliklerine dâvet ederler. Rab
biziz, ilah biziz, egemen biziz. Bizim yasalarımızı uygulamak, bizim
arzularımıza itaat etmek, bize kul olmak zorundasınız derler. İşte kıyamete
kadar böyle yapan zalimler ateşin karşısında sürekli bir azap tadacaklar.
Kıyamet gününde de asla bir yardım görmeyecekler.
42. “Bu dünyada lâneti artlarına
taktık; onlar kıyamet gününde de iğrenç kimselerden
olacaklardır.”
Ve bu dünya hayatında da onların
arakasında lânet üstüne lânet kıldık. Arkalarındakiler onlara hep lânet
okudurlar. Hep bir lânet takip etti onları. Kıyamet günü ise onlar en iğrenç, en
çirkin kimseler olacaklardır. Allah’ın azabıyla karşı karşıya gelecekler,
Allah’ın azabını tadacaklardır onlar.
Evet Allah’ı reddeden, kendi
Rablikleri, kendi tanrılıkları adına Allah’la ve elçisiyle savaşa tutuşan o
alçaklar ebedîyen azap çekmek üzere cehenneme doğru yuvarlanıp giderlerken Mûsâ
(a.s) ve beraberindeki müslümanlar da özgürlüğe doğru, sadece Allah’a kul
olabilecekleri özgür bir ortama doğru yol alıyorlar. Bu sefer müslümanlar Mûsâ
(a.s)’la birlikte bir zamanlar Mûsâ (a.s)’a vahyin geldiği tur dağının içinde
bulunduğu Sina çölüne doğru yol alıyorlar. Çöl onlar için özgürlük yurdu,
hidâyet yurdu olacak. Çöl onları bağrına basacak. Çöl onların özgürleşmesinde,
Mısırdan getirdikleri köleliklerini atmalarına yardımcı olacak. Çöl Mûsâ (a.s)’a
Tevrat’ın verilişine şahit olacak. Müslümanlar çölün ortasında bir kitaba
ulaşmanın şerefini yaşayacaklar.
Ve böylece ilk insan ve ilk
peygamberden bu yana sinesinde insanlığı barındıran dünya Tevrat’la birlikte bir
çağın kapanıp yeni bir çağın açılışını seyredecek. Ve işte Tevrat verildi
bile:
43. “Andolsun ki, Mûsâ'ya, ilk
nesilleri yok ettikten sonra, insanlar düşünsünler diye kitabı, açık belgeler,
doğruluk rehberi ve rahmet olarak verdik.”
Biz Mûsâ’ya kitap verdik. Mûsâ’ya
yazgılar öğrettik. Toplumların yasasını, bireysel yasaları, toplumsal yasaları,
ekonomik yasaları, siyasal yasaları anlattık. Arkadaşlar kitap, yasa demektir
çünkü. Yine bir başka anlamıyla kitap, yazıt demektir, kitâbe demektir.
İnsanların isteseler de değiştiremeyecekleri yazgı demektir. Allah izin
vermedikçe insanlar onu asla değiştiremezler. Eğer insanlar Tevrat’ı ve İncil’i
değiştirmişlerdir, o zaman buna ne demek lâzım? denirse bu yine de Allah’ın izin
vermesi sonucunda olmuştur diyoruz. Eğer Allah bunlar sizin kıyamete keder
değiştiremeyeceğiniz kitaplardır deseydi o zaman onlar asla bunları
değiştiremeyeceklerdi.
Hz. Mûsâ’ya Allah kitap vermiştir. İlk
nesilleri, ilk çağdaki insanları helâkinden sonra. Şöyle bir atıfta bulunmuştuk,
kesin bir bilgi olmasa da öyle inanıyoruz: Allah Hz. Mûsâ’ya iki Peygamberlik
döne-mi yaşatmış. Ha Mûsâ (a.s)’ın iki peygamberlik dönemi vardır. Birincisi,
Medyen’den karısı, çoluk çocuğu ile Mısır’a doğru giderken Tur da-ğında Ona
vahyini ulaştırmış, Onu Peygamber kılmış. İşte bu Hz. Mûsâ’nın ilk Peygamberlik
dönemi, ilk çağ peygamberliğidir. Sonra da Mısır’dan kavmiyle beraber çıkıp,
Nil'i veya Kızıl denizi karşıya geçtikten sonra, yine Tur'da yeniden Allah Ona
vahyini ulaştırmıştır, yâni ki-tabı vermiştir. İşte ilk dönemi sahifeler dönemi,
bu ikinci dönemi de ki-tap dönemi olabilecektir.
Arkadaşlar, “Gurûn’ul ûlâ” Firavunun helâkine
kadar ki dönemdir. Nûh, Hûd, Sâlih, Şuayb (a.s) kavimlerinin helâk olma dönemi
birinci dönemdir. O dönemde Hz. Mûsâ yine Peygamberdi. Ama Onun, orta çağa
intikal eden bir Peygamberliği var Hz. Mûsâ’nın. Yâni Mısırda ki Hz. Mûsâ’nın
Peygamberliği birinci dönem, Sina'daki Hz. Mûsâ’nın Peygamberliği ikinci
dönemdir. Yâni Hz. Mûsâ’nın iki dönemlik bir peygamberliği var. Mısır döneminde
insanları Sina dönemindeki gibi pek kulluğa çağırdığına şahit olamıyoruz. Çünkü
her ne kadar Firavun ve avenesine sadece Allah'a kul olun mesajını iletse de
ısrar ettiği belki tek isteği vardı, o da İsrâil oğullarını Mısırdan çıkarmak.
Bunun için gönderilmişti zaten oraya. Önceki âyetlerde bunu anlatmıştı
Rabbimiz.
Bu kitabın Allah’ın gönderdiği kitap
olma açısından bir özelliği vardı. Ya da Hz. Mûsâ’ya gönderilen bu kitabın
Allah’ın diğer peygam-berlere gön derdiği kitaplarla bu yönüyle özdeşliği var.
Yâni bu kitabın:
Olması. İnsanlar için basîretler
olması. Allah’ın kullarına, insanlara gönderdiği diğer kitaplar da öyledir. Kim
ki Allah’ın kitabıyla ilgi kurar, kim ki Allah’ın vahyiyle bakmaya, görmeye
çalışır, basîretini ona tevcih ederse mutlaka o farklı bakar. Değişik görür.
Yâni neye bakıyorsa, eve, eşyaya, insana, kadına veya sisteme, düzene, nizama,
intizama, göğe ve yere bakışı besâira lin nas olan, vahiyle bakanınki
mutlaka farklıdır, görüşü farklıdır. Bu hususu geçen sene En’âmı tanımaya
çalışırken uzunca anlatmıştım. Allah vahyini tanımayan, hadiselere, eşyaya Allah
vahyiyle bakamayan, Allah’tan gelen basiretlerden mahrum olan başka vahiylerle,
şeytan vahyiyle topluma, insana, eşyaya, mala, mülke bakanın bakışı ayrı
olacaktır.
Ve Hüdendir kitap. Hidâyet kaynağı,
hidâyet rehberidir kitap. Allah’ın mesaj göndermesinin temel esprilerinden biri
de kitabının bu hüden oluşudur. Yâni insanların yol gösteriye ihtiyaçları
vardır, yol gösterene ihtiyaçları vardır, Allah’ın kitabı bunu sağlar, insanlara
yol gösterir. Neyi, nasıl, nerede, hangi oranda yapacaklarını
anlatır.
Bu onlar için merhamet kaynağıdır,
rahmet sembolüdür. Yâni insanlar eğer rahmet kaynağı olan bu kitapla beraber
değillerse hem dünyada azap olunan, ikab olunan insanlar olacaklar, hem de
âhirette rahmet ve merhamete lâyık olamayacaklar, yâni rahmetin tecellisi
mânâsına cenneti bulamayacaklar demektir. Çünkü biz Allah’ın sıfatlarını ancak
tecellileriyle anlıyoruz. Meselâ Allah yaratıcıdır diyorsak, yaratıcılığını
yaratılanları görerek biliyoruz. Allah konuşur diyorsak, kelâmını anlayarak
biliyoruz. Allah’ın Rahmân oluşunu mevcudata rahmetinden anlıyoruz. Rahîm
oluşunu da inşallah yarın cennete gidince, görünce orada anlayacağız Allah’ın
izniyle diyoruz.
Zaten Kur’an’ın insana kazandırdığı da
budur. Meselâ onun Furkân oluşu da bunu sağlar, nûr oluşu da bunu sağlar, Hüden
olması da bunu sağlar. İnsana nasıl adım atacağını, insanlar arasında
münâsebetlerini nasıl ayarlayacağını, nasıl düzelteceğini, erkeklerin ve
kadınların nasıl davranmaları gerektiğini, ya da bozuk düzenin tes-bitinin,
tedavisinin nasıl olması gerektiğini, gaybı bilerek yapmasını sağlayacaktır.
Gaybı bilmez de insan, Allah’ın kitaplarında açtığı yasaları bilerek yapmasını
sağlayacaktır. Çünkü Allah’ın gayb âleminden haberleri insana ulaştırması
demektir bu kitap. İşte Kur’an basîrettir ifadesini böyle anlıyoruz. Bir başka
âyette de yine Kur’an’ın gayb olduğunu anlatıyordu
Rabbimiz:
“İşte bunlar gayb haberleridir ki onu sana
vahy ediyoruz.”
(Âl-i İmrân 44)
Ey peygamberim, işte bunlar, bu sana
vahy ettiklerimiz gayb haberleridir. İşte bu sana anlattıklarımız
bilinmeyenlerin, görülmeyenlerin, Rabbinden başka hiçbir kaynaktan öğrenme
imkânı olmayan gaybın haberleridir. Kitabın ortaya koyduğu bilgiler hiç kimsenin
bilemeyeceği gaybî bilgiler, gaybî haberlerdir. Rabbimiz bu gaybî bilgileri bize
açmasaydı biz nerden bilebilecektik bunları? Haberin doğrusu, bilginin hak
olanı, bilginin zirvesidir bunlar.
Evet Kur’an’ın gayb haberleri olduğu
bildiriliyor. Öyleyse basîret dediğimiz mü'minin sahip olduğu o kitap bilgisi, o
vahiy bilgisi, o görüş özelliği Allah’ın gayb âleminden Peygamber aracılığıyla
kendisine ulaştırdıklarıdır. Eğer mü’minler olarak, Allah’ın muhatapları olarak,
bu kitabın müntesipleri olarak bizler Kur’an’daki şu gayb haberlerini, bir başka
ifadeyle şu basîret konularını kendimize mal ederek, onlara hâkim olarak,
onlarla düşünecek hale gelebilirsek o zaman hadiseler hakkında daha güzel yorum
yapmaya veya hadiselerin cereyanına me'haz teşkil eden kanunları bildiğimizden
dolayı onlar karşısında kendi durumumuzu daha güzel ayarlamaya daha bir hak
kazanacağız demektir. Bu mânâda gaybı bilmek olacaktır tabii bu
iş.
İşte böyle bir Kur’an insanın
tezekkürünü gerçekleştirecektir. Anlamasını, anımsamasını, hatırlamasını veya
onu kafada canlı tutup hayatı o bilgilerle yürütmesini, düzenlemesini
gerçekleştirecektir. Kafada canlı tutup öylece hayatı düzenlemek. Meselâ adam
Bakara’yı, En’âmı, Âl-i İmrân’ı bilebilir, anlayabilir, okuyabilir, anlatabilir,
kitabını yazabilir. Ama önemli olan onu tezekkür etmesi veya zikretmesidir. Yâni
hadiseler karşısında hangi bilgilerini öne alacak? Hangilerini uygulamaya
koyacak? Hangi bilgileriyle vücudunu yönetecek? Onu o anda hatırlayıvermesi,
tezekkür veya zikir demek olacaktır. İşte Kur’-an’ın böyle hayat için baştan
sona bir zikir olmasının mânâsı bana gö-re böyledir. Meselâ adam evlendi,
boşandı, yandı, yaktı, yangına gitti, giydi, soyundu. O konumuyla ilgili zikir
olan Kur’ anı zikredip hemen uygulamaya koydu mu, Allah kendisine neyi nasıl
yapacağını o anda hatırlatıverecek, ona göre kendisi de amel
edecektir.
44. “Ey Muhammed! Mûsâ'ya
hükmümüzü bildirdiğimiz zaman, sen batı yönünde, (Mûsâ'yı bekleyenler arasında)
değildin, onu görenler arasında da yoktun.”
Mevdûdî’nin burada bir açıklaması var.
Diyor ki buradaki: ¬±z¬"²I«R²7! ¬`¬9@«D¬" den kasıt, Peygamberimiz efendimizin
konumuna göre batı kısımdır demiş. Yâni Mekke’nin batısı mânâsına Tur dağı. Ama
burada anlatılan pek öyle Mekke’nin batısı değil gibi. Biraz kuzeyi belki. En
fazla kuzey batısı. Amma meseleyi Hz. Mûsâ merkezli düşününce, Tur dağının sağ
canibinden mübârek bir ağaçtan bir ses gelmişti. Hemen hemen mekânlar üçlü
sisteme oturtulursa daha bir denge olurdu ya, sanki o mantıktan hareketle veya o
mantığı buradan çıkarmışlar belki. Hz. Mûsâ, Allahu Zül Celal’in tecelli
buyurduğu konuşma makamı ve de Hz. Peygambere izafe edilecek mekân o da sol
taraf olur. Yâni Tur'un sağı ve Tur'un solu.
Mûsâ
oradayken, onunla konuşuyorken, Cenâb-ı Hakla beraberken, Allah’tan vahiy
alırken sen de sol tarafta değildin! demektir bu. Böyle bir mânâ olacak. Ama
önceki türlü, o anda sen Tur'da değildin demek de zaten aynı mânâyı
içereceğinden ikisini de kabulle-niyoruz.
Sen sol canipte
değildin.
Biz işi Mûsâ’ya havale ettiğimiz,
takdir ettiğimiz zaman.
Yine orada Tur’a giden insanlar vardı.
Ey Mûsâ, biz senin dediklerine, senin bize tebliğ ettiklerine inanmıyoruz demişlerdi de Bakarada
anlatıldığına göre yetmiş şahit seçilmişti. Senin bu dediklerini biz de duyalım,
biz de görelim de öyle inanalım! demişlerdi. Mevdûdî Allah rahmet etsin onunla
ilgi kurmuş. Fakat âyet-i kerîmenin zâhirî biraz şöyle gibi: Peygamberim, sen
orada şahit değildin. Yâni ne orada bulunuyordun, ne şehadet etmiştin, ne
muttali olmuştun demek mânâsına gelecek. Her halde zorlamadan böyle demek daha
münâsip olacaktır, tabi Allahu âlem diyoruz. Sen o dönemde yaşamadın demek
olacaktır mânâ.
Bunlar Hz. Meryem’in kime verileceği?
Vekilinin kim olacağı konusunda Zekeriya (a.s)'la diğer insanların kâlem
atmaları konusunda da zikredilmişti. Yâni Cenâb-ı Hak Hz. Peygamberin o dönemde
yaşamadığını anlatmaktadır.
Bir de O Tur’un bir yerinde değildi ki
sen orda olsaydın! gibi bir anlam da denilmektedir diyoruz. Rasulullah
efendimizden üç bin yıl kadar önce gerçekleşen bir hadiseden Allah’ın Resûlü
sanki onu gözleriyle görmüş gibi söz edince buna sakın itiraz etmeyin ey
insanlar! demek mânâsına gelecektir.
Tabii Kur’an’ın genel mantığı zaten
bunu gerektiriyor. Çünkü bakıyoruz Rasûlullah’tan üç bin yıl önceden değil,
binlerce yıl öncesinden de söz ediyor Kur’an. O zaman hiç mi hiç iz yoktu,
olmadığını zaten herkes bilirdi. Yine bakıyoruz Hz. Peygamberden binlerce yıl
sonra gelecek hadiselerden de söz ediyor Kur’an. Peki bu ne anlatır peki bize?
Bu tür bir yorum bize ne kazandırır? Yâni biz bu âyeti nerede ve nasıl
kullanacağız? Arkadaşlar, insanlar ve toplumlar, olaylar ve bu olayların
birbirleriyle münâsebetleri hakkında kuralları kendi kafamızdan değil, vahiyden
bilirsek, vahiy kaynaklı bilirsek işte karşımızdakini ona dâvet edeceğiz
demektir.
Meselâ
senin o kadınla münâsebetin, senin o müdürle münâsebetin, senin o müşteriyle
münâsebetin, o komşuyla ilişkin, şöyle ya da böyle olsun dediğimiz kural eğer
vahiy kaynaklı olursa isa betli olacaktır. Ya sen ömründe
hiç bakkallık yapmadın arkadaş! Sen ömründe hiç öğretmenlik yapmadın! Sen
ömründe hiç baba olmadın! Sen ne bileceksin bu konuyu? diyenlere, evet ben
yapmadım ama, ben zaten bunu kendimden demiyorum ki, ben bunu kendi kafamdan
bilmiyo-rum, bütün konuları en bilen Allah’ım senin bu konuda şöyle davranmanı
istiyor, ondan dolayı ben bunu sana söylüyorum dersek o zaman doğru olacaktır.
İşte bu âyet-i kerîme bize bu konuda
böyle bir yol gösteriyor.
Neyzen
Tevfikin önüne bir roman sunmuşlar. Bak bakalım nasıl bir şey? demişler. Adam
şöyle bir bakmış, hoşuna gitmemiş ve başlamış tenkid etmeye. Demişler ulan sen
ömründe hiç roman yaz-dın mı ki tenkit ediyorsun? Evet ben hiç yumurta
yumurtlamadım, a-ma yumurtanın bayat mı taze mi olduğunu bilirim. O sarhoşça
öyle demiş, biz de müslümanca diyelim ki Allah’ın hayat hakkındaki prensiplerini
öğrenelim, Allah’ın kurallarından haberdar olalım, Allah’ın ya-salarını
tanıyalım ve karşımızda ki insanın hayatına bu anlamda müdahale edelim. Senin bu
yaptığın doğrudur, yanlıştır diyelim. Derse ki o sen anlamazsın arkadaş! İşte
sen Kur’an’ı bilirsin tamam, sünneti bilirsin tamam. Bunun dışındakileri ne
bileceksin? Bildiğin şeyler üzerinde konuş! Bilmediğin şeylere burnunu sokma!
Ben de, biz de diye-ceğiz ki o zaman arkadaş, işte ben de Kur’an bildiğim için
müdahale ediyorum, vahyi tanıdığım için konuşuyorum diyeceğiz O zaman bunu
demeye hakkımız olacaktır inşallah.
45. “Ama Biz nice nesiller var
etmiştik. Üzerlerinden yıllar geçti. Ey Muhammed! Sen, Medyen halkı arasında
bulunup, onlara âyetlerimizi okumuyordun, fakat o haberleri sana gönderen
Biziz.”
Fakat daha sonraları, nice çağlar boyu
niceleri yaşadılar, onlar bayağı bayağı da ömür sürdüler.
Sen Ehli Medyen’deyken de Mûsâ’yla
beraber değildin. Ya da sen de ehli Medyen’le birlik
yaşamadın.
Onlara sen âyetleri de okumadın.
Ama bütün bu gerçekleri biz sana
ulaştırıyoruz. Hemen hemen bütün tefsirlerde sen onlardan âyetlerimizi okuyarak
öğrenmedin şeklinde tercüme etmişler. Bunun için nasıl bir ilgi kurdular
bilmiyorum. Galiba mânâ tercümesi yapılmış, yâni muhtevanın tercümesi yapılmış.
Çünkü âyetin geliş sebebi oydu ya. Sen bu âyetleri ne Meyden-de öğrendin geldin,
ne Mısırdan aldın geldin, ne şurada bulunuyordun, ne Mûsâ ile beraberdin, ne
Turdaydın, ne Firavunun yanı başındaydın. Bunların hiç birinden haberin yoktan
dolayı onlar sana bu âyetleri öğretmediler diye tercüme edilmiş.
Oysa âyetin lafzı herhalde şöyle
olacaktır: Sen ne Medyen'de kalmıştın, ne de âyetleri onlara okumuştun.
Medyen'de kalarak âyetleri onlara okunuş değilsin demek olacaktır âyetin mânâsı.
Biz gönderiyoruz bunları Biz diyor Rabbimiz.
46. “Sen, Mûsâ'ya hitap ettiğimiz
zaman Tur'un yanında da değildin. Senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir
milleti uyarman için, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin; belki
düşünürler.”
Sen Tur'un yanında da değildin biz ona
nida ederken, fakat bizden bir rahmet olarak gönderilen bu kitap ile sen,
kendilerine nezir gelmemiş, uyarıcı gelmemiş olan bu kavmi uyarasın diye biz
seni gönderdik, belki böylece tezekkür ederler. Kuranı Kerîmin özü ve özeti
niteliğindeki Yâsîn’i Şerifte de Kur’an’ın gönderiliş sebebi böyle beyan
edilmektedir:
“Bu, babaları uyarılmadığından
gafil kalmış bir milleti uyarman için güçlü ve merhametli olan Allah'ın
indirdiği Kur’an'dır.”
(Yâsîn 5,6)
Bu Kur’an Azîz ve Rahîm olan
Allah’ın indirmesi olarak ten-zîlen, peyderpey indirilmiştir. Yerine ve zamanına
göre, ihtiyaca göre indirmiştir Allah onu. Evet bu kitabın indirilişi Azîz ve
Hâkim olan Allah’tandır. Bu Kur’an Allah’tandır. Bu kitabı indiren Allah’tır.
Kitabın indirilişi konusunda peygamberin bile bir yetkisi yoktur. Allah’tan
başka hiç kimsenin böyle Azîz ve Hâkim bir kitabı peygambere indirmeye güç
yetirmesi mümkün değildir. Bu kitabı peygamberine indiren, bu kitapla
peygamberini, onun şahsında da bizleri şereflendiren, bilgilendiren, bu kitapla
kendi bilgisinden bize aktarımda bulunan Allah’tır.
Evet bu kitabın gönderiliş fonksiyonu
olarak da şu söylenir: Bir kavmi uyarmak için gelmiştir ki bu kitap, o kavmi
daha evvel uyaranlar olmadığı için, peygamber uyaracaktır bir. Bir de o kavim
daha önce uyarıya kapalı kalmış da peygambere yeniden bir görev daha
verilmiştir. İşte Kur’an’ın fonksiyonu budur. Gerek Yâsîn sûresiyle ilgili,
gerekse bu sûreyle ilgili tefsirlerde, İsmail (a.s) dan sonra Mekke ve civarına
peygamber gönderilmediği bilgilerini görüyoruz. Ve ondan dolayı deniliyor ki:
²v;Î:³@«"@«š «‡¬H²9Î! ³_«8 dan kasıt babalarına peygamber gelmeyen insanlar
demektir. E! O zaman sanki bu Kur’an hassaten Mekkelilere gelmiş gibi olacaktır.
Halbuki bakıyoruz Kur’an hiç de öyle gelmemiştir. Yâni Yâsîn sûresi geldiğinde
kendilerini muhatap olarak gördüğümüz Kureyş’ten başka Medine’ye gidilince orada
Yahudi ve Hıristiyanlar vardı ki bunlara daha evvel peygamber gelmişti
biliyoruz.
Öyle olunca
beni şöyle bir anlam zorladı: Kendisine uyarı gittiği halde, kendisi bu uyarıyla
beraber olmayan, bu uyarıya kulak vermeyen, insanlar bu Kuranla tekrar bir daha
uyarılacaklar. Ebu Cehile uyarı gitti, Ebu cehil uyarıldı aslında, tekrar
uyarıldı, bir daha uyarıldı, bütün bu uyarılara rağmen yine de uyanmadı adam.
Öyleyse bunu şöyle anlıyoruz: Babası uyarılmadığı halde oğlunu ihmal etmeyin ha!
Babası madem ki uyarılmamış bu sefer oğlunu uyarın demektir bunun mânâsı.
Uyarmaktan kastımız budur zaten.
Meselâ
şu grubun bir lideri olsa, hepimiz
burada yatsak. Grup liderini sabah namaza uyandırmaya çalışsak, uğraşsak,
didinsek, tek-rar etsek, üzerine su döksek, ama bir türlü onu uyandıramasak,
ötekileri boş ver demeyeceğiz yâni. Yahu bunların reislerini uyandıramadık ki
öbürlerini uyandıralım demeyeceğiz. Reisleri, ataları, babaları uyarıya müspet
cevap vermeseler de, adam olmasalar da evlâtlarını uyarmaya devam edeceğiz.
Babaları adam olmuyorlar diye oğullarını silmeye kalkmayacağız. Böyle bir anlam
çıkıyor bize.
O zaman
babaları uyarılmadığı halde çocukları gafil durumdaysalar, onları da uyarasınız
diye biz bu kitabı indirdik diyor Allah. Babaları uyarılmadı, babaları anlamak,
dinlemek istemedi diye çocuk-larını ihmal etmeyeceğiz. Hoca çocukları galiba bu
sınıfa giriyor. Yâni adam Kur’an okumuştur, hafız olmuştur ama hâlâ kendi
sevdasında yaşıyorsa, hâlâ imamlığının yanında yeni ek mesleklerden zevk
al-manın peşindeyse, yâni Kur’an pazarlayıcılığından ziyâde başka şey-lerin
pazarlayıcılığının peşine takılmışsa, yok ya bunun babası ne ki kendisi ne
olacak? demeyeceğiz oğlunu da uyarmaya çalışacağız an-ladığım kadarıyla âyet
bize bunu anlatıyor.
Yâni:v;Î:³@«"@«š «‡¬H²9Î! _«8 ile
onların babaları kastediliyor, «–YV¬4@«3 ²vZ«4 ile anlatılanlar da onların
çocukları oluyor. Yâni gafil olanlar çocuklardır. Arapça olarak bu mânânın
uygunluğunu söylüyor tefsirler ama mânâya gelince de onlara peygamber gelmedi
şeklinde tefsir etmeye çalışıyorlar. Yâni bu adamlar aslında Hz. İsmail’den bu
yana peygamber sesi duymadıklarından değil, uyarıya kulak vermediklerinden
Allah’ın dediklerini duymadılar. Çünkü Hz. Mûsâ'yı tanıyordular, Îsâ'yı
biliyordular ama onları dinlemek istemiyordular. Ondan dolayı öteki mânâya biraz
daha ağırlık verdim. Yâni adamın duyması bir şey ifade etmez, dinlemişse
uyarılacaktır. Çünkü uyarılmak demek sadece ona mesajın gitmesi demek değildir.
Ben Kur’an’la uyarılmışsam Onun muhtevasını hayatıma aktarıyorum demektir.
Sadece Onu duydum demek değildir. Çünkü öteki türlü uyarıya karşı duydukları
halde nötr kalmış insanlar da olacaktır yâni.
47. “Yaptıklarından dolayı,
başlarına bir musîbet geldiğinde: “Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de,
âyetlerine uysak ve mü'minlerden olsaydık olmaz mıydı? “ derler (diye peygamber
göndermişizdir).”
Evet başlarına bir musîbet gelince,
başlarına bir şeyler isa bet edince, neden? Elleriyle
yaptıklarından ötürü, elleriyle yedikleri naneler yüzünden. Değilse Allah onlara
durup dururken, azap edeceğinden, gazap edeceğinden değil. Kendileri istiyorlar
bunu, kendileri hak ediyorlar. Arkasından da şöyle derler o
zaman:
Ey Rabbimiz ne olurdu bize de bir Resul
gönderseydin de biz de senin âyetlerin peşi sıra gitseydik. Keşke bize de bir
elçi, bir önder gönderseydin de sana, senin âyetlerine ittiba etseydik de o
zaman biz de mü'minlerden olsaydık dersiniz için size peygamber gönderiyoruz
olacaktır mânâ. Anladık değil mi? Yâni, madem ki peygamberimize kadarki dönemde
hiç peygamber gönderilmedi. Öyleyse o döneme kadar yaşayan insanlar böyle
derlerse ne olacak? Öteki mânâya göre düşünecek olursak böyle bir boşluk oluyor
o zaman. Onlar bu itirazlarında haklı mı çıkacaklar? Halbuki onlara da mesaj
iletilmiştir. Yâni onlar da kul olabilecek kadar, puta tapmayacak kadar hak
dinden ha-berdar olabileceklerdir, haberdar edilmişlerdir.
Çünkü bakın İslâm’dan önceki toplumlar
bize tanıtılırken o kadar mübâlağalı tanıtılıyor ki, meselâ bir kadın tarifi,
bir kadın tabiri var ki, yâni hayvan değil, mal değil, mülk değil, eşya değil,
hiçbir şey değil. Şerefi yok, izzeti yok, namusu yok, değeri yok hiç bir şey yok
gibi. Ama beri tarafta Peygamberimizin evlenmesi anlatılırken öyle bir kadın
anlatılıyor ki, sanki dünyada onun gibisi bir daha yok. Cahiliye dönemi
Hatice’si gibi yâni. O kadar namuslu, iffetli, dürüst, gayretli, dirâyetli ve de
başı da kapalı bir kadın. Değil mi? Hatice annemiz me-lek geldiği zaman endişelenen, neye
uğradığını bilemeyen kocası Ra-sulullah efendimize diyor ki, sen üzülme, O
geldiği zaman ben başımı açayım da diyor Onun bir şeytan mı yoksa bir melek mi
olduğunu anlarız diyor. Yâni böyle kocasının yanında bile başı kapalı bir kadın.
İşte böyle bir kadın anlatılıyor.
O zaman
galiba cahiliye dönemi anlatılırken peygamberden tümüyle soyutlayarak anlatmak
yerine Allah ve peygamberden de haberdar olan bu toplum, aynı zamanda putlara da
tapınıyordular da ondan kötüydüler demek zorunda kalacağız. Yâni Allah’ı
biliyorlar, Peygamberi tanıyorlar, Peygamberi yolu biliyorlar, Allah’a teslim
olmaktan haberdarlar, ama putları da ihmal etmiyorlar. Hem Allah’a hem de
putlara kulluk ediyorlar.
İşte böyle inanan, böyle imanla şirki,
imanla küfrü birlikte yaşayan bu insanlara bu yaptıklarından dolayı, elleriyle
yedikleri nanelerden dolayı, yâni yaptıkları işlerden dolayı başlarına bir
şeyler geldiği zaman derler ki Rabbena şöyle şöyle. Yâni bu insanlar başlarına
bir musîbet gelmeye görsün derler ki bize de peygamber gönderilseydi. Aslında
onlara peygamber gönderilmediğinden, onların böyle bir mâzeretleri
olabileceğinden değil mesele. Yâni onların tavırlarını anlatıyor âyet. O
musîbetten dolayı feveran ediyorlar, ah keşke bize de bir yol tarif eden olsaydı
filan diyorlar. Yâni keşke, nolaydı da peygambere ittiba edeydik diyorlar,
mesele bu. Keşke peygamber olsa da ona uysaydık değil mânâ. Peygamber vardı ama
keşke biz ona uyuverseydik diyorlar. Belki de yarın başınız dara gelince teslim
olacaksınız! Ahu vah edeceksiniz, gelin bugünden teslim olun diyor sanki bu
bölüm.
48. “Ama onlara katımızdan gerçek
gelince: “Mûsâ'ya verildiği gibi, buna da mûcize verilmesi gerekmez mi? “
derler. Daha önce Mûsâ'ya verileni de inkâr etmemişler miydi? “Yardımlaşan iki
sihirbaz” demişlerdi; “Hepsini inkâr edenleriz”
demişlerdi.”
Bizden bir Hak onlara gelince derler
ki, nolaydı da şu Mûsâ’ya gelen bize de gelseydi.
Yâni sanki siz daha önce Mûsâ’ya
gelenlere inandınız mı? Veya siz onları küfretmediniz mi? Siz Tevrat’ı örtbas
etmediniz mi? Yâni Allah’ın kitabını tedavülden kaldırmadınız mı? Allah’ın
kitabını tahrif edip işini bitirmediniz mi? Hani nerede
Tevrat?
İki sihirbaz birbirlerine sırt vermiş
veya iki sihirbaz ki birbirlerini destekliyor dediler. Mûsâ ve Harun (a.s)’lar
birbirlerini destekleyen, birbirlerine yardım eden iki sihirbazdan başkası
değildir dediler. Böylece onu küfrettiğimiz gibi bunu da küfrediyoruz dediler ve
yine kenara çekildiler. Muhammed (a.s)’a gelen bu son kitap Mûsâ (a.s) a gelen
kitabın aynısı olduğu halde, her ikisi de aynı kaynaktan geldiği halde, her
ikisinin de hak birer kitap olduğunu anladıktan sonra inkârlarını tazelediler.
Tıpkı önceki kitaplarını inkâr ettikleri gibi son kitabı da inkâr ettiler. Çünkü
Allah bir şey indirmez. Allah vahiy göndermez. Allah kullarının hayatına
karışmaz, Allah kitap indirecek, peygamber gönderecek değildir diye itiraz
ettiler. Allah hayata karışmaz dediler. Allah bizim işlerimize karışmaz dediler.
Allah bizim hukukumuzu bilmez dediler. Allah kılık kıyafetten anlamaz dediler.
Allah ekonomik düzenlemeleri, Allah siyasal yapılanmaları bilmez dediler. Bu
işleri düzenleyecek bizim başka tanrılarımız var, bizim yeryüzü tanrılarımız var
dediler. Allah bizim hayatımıza karışmaz biz dilediğimiz gibi yaşarız dediler.
Evet ehl-i kitap böyle deyiverdi.
Kitapla ve peygamberle karşı karşıya
gelen Mekkeli müşriklerin ilk işi bu konuyu Medineli akıl hocaları olan
Yahudilere sormak oldu. Gittiler Medine’ye ve Allah konusunda, din konusunda,
kitap ko-nusunda, peygamber konusunda kendilerinden ilerde gördükleri Yahudi
âlimlerine sordular. Çünkü tarihin en eski çağlarından beri Allah’ın kendilerine
pek çok peygamber gönderdiği, pek çok kitaplar gönderdiği Yahudilerin bu
konudaki bilgilerine, tecrübelerine
güveniyorlardı. Gidip sordular. Böyle, böyle kendisine Allah’tan vahiy
geldiğini iddia eden bir kimse var, nedir bunun durumu diye. O hainler de
dediler ki hayır Allah kesinlikle ne peygamber seçer, ne de kitap gönderir
deyiverdiler. Allah’ın bu son elçisi kendilerinden çıkmadı diye, bu son kitap
kendilerine gelmedi diye kıskançlıklarından, kinlerinden bu Yahudiler böyle
deyiverdiler. Allah yeryüzünde hiç kimseye vayih gön-dermez
deyiverdiler.
Böylece bu Yahudiler kendilerini
de, kendi yollarını da, kendi dinlerini de, kendi kitaplarını da
reddediverdiler. Tüm inanç manzumelerini
ve tarihlerini de reddediverdiler. Kendi bindikleri dallarını da kesip
atıverdiler. Daha önce Mûsâ (a.s)'a indirilen Tevrat’ı da, Îsâ (a.s)'a indirilen
İncil’i de reddediverdiler. Bakın En’âm sûresinde de Rabbimiz onlara şunu
soruverdi:
“De ki Mûsâ’ya o kitabı kim
gönderdi?”
(En’âm 91)
Evet Peygamberim sor onlara bakalım.
Onlar madem ki Allah bir şey indirmedi diyorlar, sor bakalım onlara Mûsâ (a.s)'a
Tevrat’ı kim indirmiş? Madem Allah bir şey indirmez, Allah kitap göndermez,
Allah peygamber göndermez, Allah hayata karışmaz diyorlar. Peki o zaman Mûsâ’ya
gönderilen, kendi kitapları olduğunu iddia ettikleri Tevrat’ı kim indirmiş?
Tevrat’ı kimin indirdiğini söyleyecek bu adamlar? Dün peygamberine bunu
sormasını istemişti Rabbimiz, bugün biz de soracağız bunu onlara. Söyleyin
bakalım ey kâfirler! Söyleyin bakalım ey Allah hayata karışmaz diyerek küfrün
daniskasını gerçekleştiren kâfirler, bizim kitabımız var diye gururlanıp onunla
uzaktan ve yakından en küçük bir ilginiz kalmadığı halde, kendi kendinizi
avutmaya devam ettiğiniz o kitabı o Tevrat’ı kim indirmiş?
deniyordu.
Bakın burada da keşke Mûsâ’ya gelen
kitap gibi bize de bir kitap indirilseydi de biz onun âyetlerine tabi olsaydık
diyenlere Allah da diyor ki, sizin bu sözünüz ciddiyetten, samimiyetten
kaynaklanmı-yor, siz inanmak için söylemiyorsunuz. Çünkü eğer inanmak için
olsaydı Mûsâ’ya inene de inanırdınız. Benzer bir âyet Yahudiler için de aynı
şeyleri söylüyordu: Peki siz eğer inandığınızı iddia ediyorsanız, Allah’ın
dininde olduğunuzu iddia ediyorsanız neden Tevrat’ı değiştirdiniz, neden
Allah’ın peygamberlerini öldürdünüz?
"Deki eğer siz gerçekten inanmışsanız
imanınız ne kötü şeyler emrediyor size?"
(Bakara 93)
Şâyet sizler mü'minlerseniz, şâyet siz
size indirilene iman ediyorsanız, o zaman Allah’ın elçilerini niye öldürdünüz
ya? Eğer imanlarınızda samimiyseniz niye öldürdünüz Allah’ın elçilerini?
Peygamber öldürmek iman mıdır, küfür müdür?
Yâni bu kadar kötü şeyler emreder mi
iman? Siz mü'min olduğunuzu iddia ediyordunuz? İşittik isyan ettik? diyorsunuz,
arkasından peygamberleri öldürüp kitabınızı tahrif ediyorsunuz. Peygamber
aranızda olduğu halde buzağıya tapınmaya kalkıyorsunuz. Yâni sizin imanlarınız
size bunları mı emrediyor? Yâni sizin nasıl bir imanınız var ki bu imanlarınız
sizi Allah’la çatıştırıyor? Nasıl bir imanınız var ki Resulleri gündemden
uzaklaştırtıyor size de, hep başkalarını gündeme almanızı emrediyor? Resullerin
örnek hayatları yerine başka başka insanların hayatlarını örnek almaya zorluyor
sizi. Böyle iman olmaz. Sizin bu imanınız nasıl bir iman ki size bunları
emrediyor? Böyle bir iman başka değil, olsa olsa şeytana iman olur deniyordu
orada da. Yâni hem mü'minsiniz, hem peygamber öldürüyorsunuz. Hem mü'-minsiniz
hem de kitabı tahrif ediyorsunuz. Bu ne biçim iman? Sizin imanınız ne kötü
şeyler emrediyor size böyle? Deniyordu. Burada da siz bu konuda ciddi değilsiniz
denilmektedir.
Eğer peygamberi tanısaydım, ben de ona
iman ederdim, ben de onun gibi bir hayat yaşardım. Eğer İslâm’ın tahsilini ben
de yapmış olsaydım, ben de İlahiyatta okumuş olsaydım, ben de hoca olsaydım, ben
de hacı olsaydım ben de yapardım, ben de ederdim, ben de yaşardım diyenlere veya
eğer biz de böyle diyorsak deniyor ki, yâni bugün mevcut İslâm’ı yaşamakta
cesaretin, gayretin ne ki? O zaman ne yapacaksın? denilecektir. Öyleyse bize
düşen mevcut bilgilerimizi pratize etmek, mevcut bildiklerimizi amele
dönüştürmek, ondan sonra da yeni yeni bilgiler kazanmak için gayretimizi
artırmak.
49. “De ki eğer doğru sözlü
iseniz, Allah katından, bu ikisinden daha doğru bir Kitab getirin de ona uyayım.
“
Benzer bir soru da Enbiyâ sûresinde
varit olmuştu:
“Peygamberim! Eğer bilmiyorsanız
kitaplılara sorun.”
(Enbiyâ 7)
Eğer bilmiyorlarsa sorsunlar ehl-i
kitaba? Sorsunlar Yahudi ve Hıristiyanlara? Sorsunlar akıl hocalarına? Sorun
bakalım sizi kışkırtan, size peygambere karşı mücâdele yöntemleri ulaştırmaya
çalışan şu kitap ehline sorsanıza. Aslında bu tür âyetler aslında sakın ha!
Ya-nılmayın! Yapmayın! demektir. Türkçeleştirelim: Deki ey peygamber, sen onlara
şöyle bir durum arz et. Yâni eğer kafaları çalışıyorsa artık sıfırı tüketmeleri
lâzım. Eğer şu benim size sunduğum kitap Allah-tandır demiyorsanız. Hani keşke
Mûsâ’ya gelen gibi bize de gelseydi diyorlardı ya. Eğer şu getirdiğim son
kitabın Allah’tan olduğunu kabul etmiyorsanız, haydin bu Allah’tandır diye siz
bir kitap getirin! Bu hattâ Tevrat, İncil dışında bir kitap olacağı gibi, bizzat
Tevrat ve İncil de ola-bilir. Haydin siz bir kitap getirin ki benimkinden daha
hoş yol gösterici olsun. Daha iyi yol göstersin, beni buna muhtaç bırakmasın,
beni Kur’an denilen bu âyetlerden müstağnî kılsın ve sonunda ben
de:
Ona ittiba edeyim. Onun peşinde
gideyim. Eğer siz iddianızda ciddiyseniz, iddianızı amele dönüştürebilecekseniz.
Sadık olmak demek, inancı, iddiayı eyleme dönüştürmek denektir. Çünkü bir konuda
iman etmek onunla amel etmekten ayrıdır. Ama sadık olmak, sıddîk olmak, imanı
amele dönüştürmek demektir. Cebimizdeki paranın Allah’a ait olduğunu kabul etmek
imandır, ama bunu Allah’ın dediği yere sarf etmek sadakadır, tasdiktir yâni.
Onun için burada da böyle bir mânâ seziyoruz. Yâni eğer siz dediğinizde ciddi
olarak onu eyleme dökebilecekseniz haydi ispat getirin bakalım demektir. Yâni
böyle bir şeyi yapabilecek değilsiniz demektir bunun mânâsı. Onun içindir
ki:
Âyetinin anlamı da gidin bilenlere
sorun demek değildir. Âyetin ma kabline, ma ba’dine bakın böyle bir mânâ
olmadığını anlayacaksınız. Yâni Kur’an boyutunda ey peygamber veya ey peygamber
yanındakiler, eğer sizler bunun, bu kitabın Allah’tan olduğu konusunda şüp-hede
iseniz, o zaman bu kitap konusunda zikir erbabına, fikir erbabına, Tevrat ve
İncil erbabına gidin bir sorun bakalım! deniyor. Yâni bir şüpheniz varsa,
değilse sormalarını filan istemiyor Allah. Sormak yasaktır bu mânâda ehli zikre.
Ehl-i kitaba sormak yasaktır. Çünkü bizim onlara sorabileceğimiz, onlardan
öğrenebileceğimiz hiçbir şeyimiz yoktur.
Yâni sanki
bu Kur’an’ın sağlamasını Tevrat ve İncil’le yapmak olur, bu kitabın sağlamasını
sapıklarla yapmak olur ki bu bâtıldır.
Hz. peygamber de asla onlara uymayacaktı. İncil ya da başka bir kitap da gelse
asla bundan daha efdâli, bundan daha üstünü olmayacaktı. Ama bugün maalesef
Kur’an’dan daha üstün yol göstericiliğine inanılan, teoride veya pratikte nice
kitaplar ortada ki insanlar onlara ittiba etmekteler. Kur’an’da biliyorsunuz
Kur’an’ın bir benzerinin getirilmesi konusunda iddialar var. Eğer gücünüz
yetiyorsa haydin bunun bir mislini, yahut bir sûresini meydana getirin! gibi. Bu
âyetler karşısında bü-tün insanlık susmuş.
Ama Müseyleme gibi daha bir geri zekalı
aptalların denemeler yaptıkları olmuş. Kur’an’ın lafzına benzer, nazire yapmaya
çalışanlar olmuş ama bunu becerememişler, gülünç durumlara düşmüşler diye yılar
yılı bize anlatıldı. Oysa Kur’an hem lafız olarak Kur’an’dır, hem de muhteva
olarak Kur’an’dır. Kur’an’ın lafzına benzer lafız yapmak ne kadar aptallık, ne
kadar körlük ise Kur’an’ın muhtevasına benzer muhteva yapmak da aynısı
olacaktır. Kur’an’ın eğitim düzeni hakkında, Kur’an’ın aile düzenlemesi
hakkında, Kur’an’ın siyasal yapılanma hakkında, Kur’an’ın bireysel ve toplumsal
hayat hakkında, miras hakkında, kılık kıyafet hakkında neler ortaya koymuşsa,
onların benzerini yapmaya çalışmak da aynı neticeyi ortaya koyacakken maalesef
müs-lümanlar Kur’an’dan daha efdâl zannettiklerinden mi, yoksa Kur’an’-dan gafil
olduklarından mı veya şeytan onlara amellerini süslü gösterdiğinden mi o yeni
üretilen süreli sistemlere, ideolojilere uyarlar da Kur’an’ın o konuda dediğini
hâşâ bilmezler.
Çok pratik
bir örnek vereyim: Kur’an diyor ki ben miras sistemi ortaya koyuyorum, başkaları
diyorlar ki ey Allah sen yaparsan biz de yaparız, işte bizimki de bir düzen! Ve
bu bayağı bayağı da müslüman-ların arasında uygulama alanı buluyor yâni.
Diğerlerini biliyoruz. Yâni ben hukukunuzun şöyle olmasını, ben ticaretinizin
böyle olmasını, ben kılık kıyafetinizin böyle olmasını, istiyorum diyor Allah.
Başkaları da diyor ki biz de bunların şöyle olmasını istiyoruz diyorlar ve
onlarınki de elbette revaç buluyor veya uygulama alanı buluyor Allah
korusun..
50. “Eğer, ey Muhammed! Sana
cevap veremezlerse, onların sadece heveslerine uyduklarını bil. Allah'tan bir
yol gösterici olmadan hevesine uyandan daha sapık kim vardır? Allah zalim
milleti şüphesiz ki doğru yola eriştirmez.”
Eğer senin bu soruna icabet edemezler,
cevap veremezlerse bil ki, amel etmek üzere bil ki, din olarak bil ki.
Arkadaşlar Arapça’da bilginin iki karşılığı vardır. Zan ve ilim. Zan hakikatle
mutabakatı olmayan bilgidir. Yâni hayatta uygulama alanı olmayan bilgidir.
Meselâ ey anneler, anne sütüyle çocuklarınızı zehirlemeyin! diyorlar. Çünkü anne
sütü kesinlikle çocuklar için zararlıdır diyorlar. Bu bilgi zandır. Neden böyle
diyorlar? Ürettikleri çocuk mamalarını tüketebilmek, para elde edebilmek için
birilerinin uydurduğu zanlardır bunlar. Bunun gibi hayatta insanların
kandırıldığı pek çok zanna dayanan bilgiler vardır. Bir de hayata mutabık
bilgiler vardır ki, onlara da din diyoruz. İşte böylece din olarak amel etmek
üzere bil ki:
Gibi âyetler, bunu ilim olarak bilin.
Yâni hayatınıza bunları mutabık kılmak üzere bilin. Amel etmek üzere, uygulamak
üzere bilin ki demektir. Onlar bu iddialarında, senden Tevrat gibi, İncil gibi
kitap isteme iddialarında, sen bunu kimden öğrendin? deme iddialarında veya
kendileri Kur’an’a nazîre yazma iddialarında hep kendi havalarına uyuyorlar.
Kendi hevâlarına ittiba ediyorlar. Kendi havaları peşi sıra gidiyorlar,
havalanıyorlar. Kendi dünyalarında böyle bir hava kazanıyorlardı. Yâni kendi
aralarında büyüklük taslıyorlar, birisi içlerinden daha büyük kabul ediliyor ve
o da kendi kendine havalanıp, onun gururu ötekilere cin oluşturuyor. Sen de
bizden oldun, sen de büyüdün, sen de doçent oldun, sen de doktor olmalısın, sen
de amirsin, sen de müdürsün, sen de bakansın, sen de dekan oldun gibi kendi
kendilerine havalar kazanıyorlar.
Peki Allah’tan bir hidâyet, Allah’tan
bir yol gösteri olmaksızın kendi hevâsına ittiba edenden daha sapık kim olacak?
Var mı bundan daha sapık birisi? Kendi hevâsını, havasını, heveslerini
putlaştırıp tanrı edinen ve hevâsı istikâmetinde bir hayat yaşayan kimseden daha
zalim olabilir mi? Allah’ı unutmuş, Allah’tan gelen basiretlerle ilgi kurmamış,
Allah’ın kitabından ve peygamberin sünnetinden habersiz olduğu için, Allah’ın
kendisi adına belirlediği kulluk programına teslim olmak yerine kendi bilgisine,
kendi hevâ ve heveslerine teslim olmuş, ya da başkalarının hevâlarına teslim
olmuş, başkaları için yaşamayı, tâğutlar için yaşamayı, moda için, çevre için,
âdetler için yaşamayı, başkalarına kulluk etmeyi alışkanlık edinmiş kişiden daha
zalim kim olabilir?
Bunlar artık sapmaya
lâyık insanlardır. Allah’ı bırakmış, Allah’tan gelen basîretleri bırakmış, ben
bana yeterim, ben benim hayatımı düzenlemesini bilirim, evimi ben de
düzenleyebilirim, nereden kazanıp nerede harcamam gerektiğini ben de bilirim,
çocuklarımı nasıl eğiteceğimi, ne yiyeceğimi, nasıl giyineceğimi ben de bilirim.
Benim aklım var, benim fikrim var, benim Allah’a da, onun kitabına da onun hayat
programına da ihtiyacım yoktur demiş ve kendi hayatına kendisi program yapmaya
kalkışmıştır.
Bu tür insanlar arzularını,
heveslerini putlaştırmış insanlardır. Canları ne isterse onu yapmaktan
çekinmezler. Zevkleri nefisleri neyi hoş görürse onu yaparlar. Hiç bir kayd
altına girmek istemezler. Ne Allah ne peygamber, ne kitap, ne din, ne haram, ne
helâl tanımazlar. aslında bir tek Allah’a kulluktan, bir tek Allah’ın yasalarına
tabi olmaktan kaçarlar, ama pek çok ilahlara kulluk ederler. Bir tek Allah’a
kulluktan kaçacağız derken pek çok ilaha tapınırlar. Bir tek Allah’tan kaçacağız
derken pek çok ilahın kucağına düşerler. Nefislerinin, arzularının,
tutkularının, şeytanların, tâğutların kucağına düşerler.
Şimdi, böyle bir kayıt bize şunu
anlatıyordu: Allah’ın Resûlü öyle diyordu ya:
“Sizden hiç biriniz hevâsı,
gönlü, arzusu benim tebliğ ettiğim şeylere tabi olmadıkça mü'min olmuş
olamazsınız."
Kendi hevânız, havanız, hevesiniz,
arzunuz, emeliniz, hedefiniz benim getirdiğime uymadıkça siz mü'min olmaz, iman
etmiş sayılmazsınız diyordu peygamberimiz efendimiz. Buna göre diyoruz ki
insanların yeme zevkleri, ikram zevkleri, giyme zevkleri, içme zevkleri,
evlilikteki zevkleri, hayata bakıştaki zevkleri vahye uymadıkça mü'-min
olamayacaktılar. Öyleyse biz de ondan zevk alır hale geleceğiz, başka çaremiz
yoktur. Sahâbede bunu çok açık görüyoruz.
Meselâ kadının biri,
yakınlarından birisi vefat ediyor, herhalde çocuğu vefat ediyor. Süsleniyor,
püsleniyor, güzel kokuları da sürünüyor, Hz. Aişe anamızın da bulunduğu bir
kadınlar topluluğunun ya-nına geliyor. Hayrola! diyorlar yahu senin ne ihtiyacın
var buna? Daha iki üç gün oldu, işte filanın öldü senin! Böyle süslenmeye nerden
ihtiyaç hissettin? Vallahi benim buna hiç bir ihtiyacım yoktur, ama benim
peygamberim kocasından başkası için kadınlar üç günden fazla yas tutmasın
buyurdular. Hevesimi Rasûlullah’ın buyruğuna uydurduğumu, yas tutmadığımı, yâni
yası bitirdiğimi beyan etmek için böyle yaptım diyordu. Sırf onun için, başka
bir dertleri yoktu sahâbenin. Yâni öyle ittiba ediyorlardı ki peygambere, bütün
zevklerini ona uydurmaya çalışıyorlardı. Biz de zevklerimizi, arzularımızı,
heveslerimizi, evlerimi-zi, döşemelerimizi Ona uydurursak o zaman Allah’tan
gelen dine uymuş olacağız demektir. Değilse kendi zevklerimize, kendi hevâmıza,
havamıza uyarsak Allah korusun bu sapıklık olur. Ve Allah:
Bu tür zalimlere, böyle yaşayanlara da
Allah elbette hidâyet etmeyecektir. Yâni buradaki zalimin anlamı ne? Allah’ın
hidâyetine teslim olmayan hevâsına uyan kişi demektir ki işte Allah bunlara yol
göstermeyecektir. Elbette Allah’ın kitabına, Resûlünün sünnetine ihtiyaç
duymayarak kendi kendisini tanrılaştıran kimseye Allah yol göstermeyecektir.
Çünkü zaten kitabını ve peygamberini göndermekle kullarına yolunu, hidâyetini
göstermiştir Allah. Kitapla ve peygamberle ilgilenmeyen insanlar elbette bu
hidâyeti bulamayacaklar demektir.
Öyle değil
mi? Arkadaşlar, şurasını hiçbir zaman unutmayalım ki kitabın ve peygamberin
olmadığı yerde mutlaka hevâ ve hevesler geçerlidir. Kitap ve peygamber
uygulamalarının bilinmediği hususlarda insanların hevâ ve hevesleri gündemdedir.
Yâni insanlar eğer amel edecek kadar, hayatlarını düzenleyecek kadar kitap ve
peygamberle tanışmamışlarsa, kitap ve
sünnetten haberdar değillerse başka çaresi yok hayatlarını mutlaka başka
şeylerle doldurmak zorunda kalacaklardır.
Öyleyse
bizler de eğer hevâ ve heveslerimize uyarak sapmak, sapıtmak, zalimlerden olmak
istemiyorsak, kitabı ve peygamberi yakından tanımak, vahiyle tanışmak
zorundayız. Yaptığımız her işte, verdiğimiz her kararda, attığımız her adımda
vahye dayanmak, vahye sarılmak zorundayız. Kitabı ve Rasûlullah’ın sünnetini
tanıyıp ona sarılmak zorundayız. işte o zaman bizler Rasulullah efendimizin bu
hadislerinde anlattığı müslümanlardan olma imkânı elde etmiş olacağız inşallah.
Allah yardımcımız olsun.
51. “Andolsun ki, Biz vahyi
onlara art arda yetiştirdik; belki düşünürler.”
Beri taraftan, bir de şu var ki. Veya
kesinlikle şunu da bilin ki, biz onlara sözü ulaştırdık da ulaştırdık. Vessalnâ
olunca çok çok, arka arkaya, defalarca biz onlara sözü ulaştırdık olacaktır
mânâ. Buradaki "Lehüm" ile kastedilen; ya küffâr-ı Kureyş’tir, ya
Hıristiyanların mü'-minleri veya Yahudilerin mü'minleridir. Tefsirlerde böyle
anlaşılmış. Amma biz şunu biliyoruz ki Kur’an sadece geliş döneminin, sadece o
dönemin kitabı değildir. O dönem öyle olmuş da ama O kıyamete kadar ki dönemler
için gelmiştir. İşte kitabımızın bu bölümü de buna çok güzel örnektir hepimizin
bildiği gibi. Sen istediğini hidâyet demezsin ama Allah dilediğini hidâyet eder.
Bu peygamberimiz için hemen hemen herkesin kabul ettiği Ebu Talibin vefatı
dolayısıyla söylenmiş bir âyettir. Ama o dönem bitti, peygamber vefat etti, Ebu
Talip ortadan kalktı, bitti demeyeceğiz bunu. Bu âyet kıyamete kadar o durumda,
o ortamda, o konumda bulunan tüm insanlara yol gösterecek olan bir âyet olduğuna
göre, o mânâda âyeti hayata teşmil ediyoruz.
Bunu, bu kavli ulaştıran açısından
değerlendirirsek, o zaman bizler de dışımızdaki insanlara bu sözü defalarca
ulaştırmadan yana olmak zorundayız. Yâni bir kere söyledik bitti demeyelim. Bu
kitabın âyetlerini iki kere söyledik, iki kere duyurduk bitti demeyelim.
Okumaya, duyurmaya devam edelim. Tekrar edelim, bir daha söyleyelim, bir daha
söyleyelim. Çünkü Allah madem bize böyle yapmışsa, bizden de böyle yapılmasını
istemiştir, biz de devam edelim. Eğer bize söz ulaştırılıyorsa, birileri tekrar
tekrar bize duyuruyorsa o zaman da aklımızı başımıza alalım. Bak bu kadar âyetle
Allah bize bir şeyler söyledi, bu kadar âyetten sonra biz de uyanmalıyız
artık.
Bakıyoruz Kur’an’ın Zümer sûresinde de
söylüyordu Allah onu bize:
“Allah, âyetleri birbirine
benzeyen ve yer, yer tekrar eden kitabı sözlerin en güzeli olarak
indirmiştir.”
(Zümer 23)
Allah sözün en güzelini
indirmiştir. Allah sözün en güzelini peyderpey indirmiştir. Hadis yeni olan,
yepyeni olan, insanda, dinleyende herhangi bir alışkanlık, ya da bıkkınlık
meydana getirmeyen, daima yeni, daima taze olan sözdür. İşte Allah böyle
sözlerin en güzelini indirmiştir. Bir kitap olarak, birbirine benzer, birbirini
okşar, birbirini bütünler, birbirini destekler âyetlerle, sûrelerle ve mesânî,
ikili bir anlatımla, ya da tekrarlı bir anlatım olarak indirmiştir. Rabbimiz
zatıyla, melekleriyle, cennetiyle, cehennemiyle ortaya koyduğu her konuyu insan
zihnine yerleştirip kazımak için tekrar tekrar anlatmıştır. İnsan Rabbimizin
anlatımlarını her duyduğu yerde yeni bir tesirle
sarsılmaktadır.
Evet, demek ki sözlerin en güzeli
Allah’ın indirdiği bu kitabın âyetleridir. Bu kitapta âhenk var, bu kitabın
âyetlerinde bir uyum ve insicam var. İkili bir anlatım var. Cennet var, ama
cehennem de var bu kitapta. Dünya var, ama âhiret de var bu kitapta. İman var,
ama ekonomi de var. Ahlâk var, ama siyaset de var. Namaz var, ama aile de var,
toplum da var. Ruh var, ama beden de var. İnsanlara lâzım olan her şeyi
anlatmıştır bu kitapta Rabbimiz. Fâtiha’dan Nas’a kadar tüm âyetleri, tüm
sûreleri bir uyum ve insicam içindedir bu kitap.
Cenâb-ı Hak böyle sanki bir tek konuyu
defalarca anlatır. Ör-nekleyerek anlatır, doğrudan anlatır, semaya baktırarak
anlatır, arzı göstererek anlatır, Mûsâ ile anlatır, Îsâ ile anlatır, yakarım
sizi diyerek anlatır, bolluğa boğarım diyerek anlatır, anlatır. Ama anlatılan
sadece bir tek konudur o da kulluk. Başkasına kul olmayın bir tek bana kul olun
der. Onun için biz de aklımızı başımıza alalım da bu kadar ısrarla tekrar tekrar
ulaştırılan söze kulak verelim inşallah. O zaman:
Belki tezekkür ederler, belki anarlar,
belki hatırlarlar, hatıralarını taze tutarlar, canlı tutarlar da gereği gibi
amel ederler diye. İşte zikir buydu, tezekkür de budur. Yâni kişinin hatırda
tutma eylemini sürekli yapması tezekkür olacaktır. Bunu bir kere yapması belki
bir zikirdir, ama onun sürekli hatırda tutulması işte zikra olacak, tezekkür
olacaktır diyoruz. Sonra İmam Secavend Hz. leri burada dur! demiş. Rükua
gidebilirsin, yeter mânâ tamamlandı. Kur’an’da böyle dur denilen çok yerde mânâ
hiç de tamamlanmaz. Ama bazı yerlerde çok güzel oturuyor yâni. Meselâ kimi
yerlerde bir mim durağı var ki burada muhakkak dur! Eğer orada durmayıp devam
edersen ondan sonrasıyla mânâyı karıştırırsan olmaz! deniyor doğru. Ama
bazen burada olduğu gibi, bazen ayn duraklarına bakıyoruz, yâni sanki nefes
aldırmak için durduruyor gibi. Yâni pek bir mânâ tamamlanmış olmuyor gibi
geliyor. Bundan sonra gelen:
52. “Kendilerinden daha önceden
Kitab verdiklerimiz buna da inanırlar.”
Âyeti beraber mi olacak? Yoksa bundan
ayrı mı düşünülecek? Sanki bu ayından dolayı ayrı düşünülecek gibi
oluyor.
Birileri, kim o birileri? İşte
kendilerine söz nakledilenler, kendilerine söz ulaştırılanlar. Kendilerine
Kur’an duyurulanlar, Allah’ın âyetlerinden, Allah’ın emirlerinden haberdar
edilenler var ya.
Onlara biz kitap verdik. Kitaptan
haberdar kılık biz onları.
Bundan daha önce de biz onlara kitap
vermiştik ki:
İslâm âlemi için Hıristiyanlar ve Yahudiler bu
kitabın muhtevası yönünden canlı örnektir, bunu biliyoruz. Ama sanki anadan,
babadan, kavimden, gardaştan, tercümanın meâlinden veya meydan gazetesinin
bilmem hangi dinsel içerikli kitabından dolayı kitaptan, Kur’-an’dan haberdar
olmuş ve öncelikli ben mü'minim demiş insanlar var ya, sanki burada anlatılan
özellikler bu tür insanları ilgilendiriyor. İmam, hoca bilinenlerden tutun da,
İmam Hatipte okuyanlara, müezzinlere, müftülere, vaizlere, kadar...
Yâni
kendilerine kitap verilenler, İncil ve Tevrat verilenler an-lamınaysa da, bu
mânâya gibiyse de aynı zamanda kendilerine Kur’-an verilenler mânâsına da
gelecektir, şu açıdan: Bir kere adamın ben iman ettim deyivermesi yetmeyecektir.
Ben de Kur’an ehliyim, ben de ehl-i kitabım, benim de bir kitabım var, ben de
kitapsız değilim deyivermesi onun müslümanlığı için yetmeyecektir. Hani Bakara
sûresinin 62. âyeti bunu çok hoş anlatıyordu:
"İman
edenler."
İman iddiasında bulunanlar. İnandığını
iddia edenler, ben de mü'minim diyenler, inandım diyenler.
"Mûsâ dinini kabul eden
Yahudiler."
Ve Yahudilik iddiasında bulunanlar. Biz
Yahudi’yiz diyenler. Yol budur diyerek Yahudilik iddiasında bulunanlar.
Peygamberleri Hz. Mûsâ’dan yıllar sonra kendilerini bu isme izafe edenler.
Müslüman isminden vazgeçip kendilerine Yahudi ismini lâyık görenler. Bu ismi
onlara Allah vermediği için, kendileri verdiği için bunları söyledim
yâni.
"Bir de Nasraniler."
Ve Hıristiyanlar. Hz. Îsâ’nın yolunda
olduklarını, peygamberin ve Allah dininin yardımcıları olduklarını iddia eden
Hıristiyanlar.
"Bir de Sabiîn olanlar."
Ve bu saydığım dinlerin hiçbirisine
inanmayan, hiçbir semavi dine mensup olmayan, aya, güneşe, yıldızlara ve değişik
varlıklara tapınanlar, putperestler, din tanımazlar,
ateistler.
"Şimdi bunlardan her kim Allah’a ve
âhiret gününe iman eder ve sâlih amel işlerse bunların ecirleri Rableri
yanındadır. Onlara korku da yoktur ve onlar mahzun da
olmayacaklardır."
Evet işte bu sayılan dört grup insandan
kim ki iman eder ve inancını da amele dönüştürürse, yâni sâlih amel işlerse,
işte o zaman o cennete girecektir. Yâni adam böyle kendi kendine ben müslüma-nım
dedi, müslümanlıkla ilgi kurdu, tamam bitti değil. Gerçek mânâda Allah’ın
istediği gibi iman eder ve bu imanını da sâlih amellerle ortaya korsa o zaman
kurtulacaktır. Çünkü bu adamlara kitabımızın pek çok yerinde, biri de
Nisa sûresinde şöyle de
denmektedir:
"Ey iman edenler iman
edin!"
(Nisâ: 136)
Evet, ey iman edenler iman edin. Dikkat
ederseniz başta ey iman edenler dendi, sonra da iman edin deniyor. Anladığımız o
ki ey iman iddiasında bulunanlar, ey kendilerinin mü’min olduklarını
zannedenler, haydi Allah’ın istediği gibi iman edin.
Evet arkadaşlar dikkat ederseniz burada
dört grup insana sesleniliyor. Bunlar şunlardır:
1: Müslüman olduklarını iddia ettikleri
halde Allah’ın istediği gibi inanmayanlar. Müslüman olduklarını iddia ettikleri
halde tıpkı Yahudiler gibi sapıp sapıtanlar. Müslüman olduklarını, Allah’ın
dinine, Allah’ın kitabına iman ettiklerini iddia ettikleri halde tıpkı Yahudiler
gibi kitaplarıyla, peygamberleriyle ilgilerini kesip dünyacı ve maddeci
kesilenler. Yahudi’ce sapanlar. Veya müslüman olduklarını iddia ettikleri halde
Hıristiyanlar gibi ruhçu kesilerek sapıp gidenler.
Evet müslüman olduklarını
söyleyip durdukları halde Yahudi’ce dünyaya, maddeye tapınanlar veya
Hıristiyanca dünyayı reddedip, dünyaya küsüp, dünyadan el etek çekip ruhbanca
bir hayata meyledenler. Yâni kitaplarıyla ilgisiz yaşayan
müslümanlar.
2: Allah’ın dininden çıkan,
müslümanlıktan uzaklaşan, kitaplarını bozan, kitaplarının bozukluğunun farkında
olmayan Hıristiyanlar.
3: Yine Allah’ın dininden kopan,
müslümanlığı beğenmeyip kendilerine Yahudi ismini lâyık gören kitaplarını tahrif
eden, peygamberlerinin defterini düren Yahudiler.
4: Bir de hiçbir dine inanmayan
ateistler, Sabiîler. İşte bunlardan her kim ki Allah’ın istediği gibi iman eder
ve bu imanlarını hayatlarında görüntülemek üzere sâlih amellere koşarsa o
kurtulacaktır diyor Rabbimiz.
Arkadaşlar, bu kadar sözü neye ettim?
Şunun için: İşte ben müslümanım deyip de, ben Allah’ın bana gönderdiği kitabını
tanıyo-rum ve onunla amel ediyorum, onunla yatıp kalkıyorum diyenler, ama bunu
sadece iddia planında bırakan müslümanlar da böyle Yahudi’ce veya Hıristiyanca
bir imanla iman etmelerinden dolayı sanki bu insanlar da bu mânâda ehl-i
kitaptırlar. Yâni soralım adama kitaplı mısın? Evet diyor. Kitapsız desen
kızıyor, ama ne var kitabında gardaş? deseniz, hattâ Hıristiyan’ınki kadar
kitabını tanımıyorsa ne demek lâzım bu adama? İşte bu insanlardan söz edilecek
şimdi. Bunlar:
Daha önce, bu kitapla tanışmadan önce,
yâni Allah’ın gerçek arzularını duymadan, bilmeden önce
de:
Ona inanıyorlardı. Mü’mindiler. Onun
mü'miniydiler. Ben tekfirci gruptan değilim o yüzden bu insanları kâfir kabul
etmiyorum. Yâni gariban müslüman, ve de müslümanlığının İslâm’la ilgisi de yok.
Pek çoğu öyledir aslında, nice uyduruk şeyler var dininde. Ama adam saf ve
samimi kendisine din diye yutturulana inanmış kanmış ne yapsın? Ama mâzeretsiz
değil, suçsuzda değil, ama adamı kâfir etmenin de mânâsı yok. Ne zaman kâfir
diyelim ona ? Gerçek dini ulaştıralım, di-nini Allah ve Resûlünden alması
gerektiğini öğretelim ona, ondan sonra da buna rağmen yok, benim öyle şeyle
ilgim alâkam yok, ben anlamam filan diyorsa o zaman adam kâfir olacaksa olsun.
Demek ki onlar inandığını iddia ediyordular,
53. “Kur’an onlara okunduğu
zaman: “Ona inandık, doğrusu o Rabbimizden gelen gerçektir; biz şüphesiz daha
önceden müslüman olmuş kimseleriz” derler.”
Evet:
Kendilerine Kur’an okununca, kitap
duyurulunca, kitap izlettirilince erler ki:
Derler ki, biz inanıyoruz ona. O
Rabbimizden gelen bir haktır, hakikattir.
Biz buna daha önceden de teslimdik. Ya
adam önceden Tevrat’a inanıyorken, İncil’e inanıyorken Muhammed (a.s)’ın geleceğine de inanıyordu, Kur’an’ın son kitap
olarak indirileceğine de inanıyordu. Yâni müslümandı bu adam o zaman. Muhammed’e
müslüman değil, Allah’ın Hz. Adem’den bu yana gönderdiği din olan İslâm’a
inanıyordu. Yâni o insanlar Hz. Mûsâ’nın getirdiği dine inanıyorlardı, biz zaten
Allah’ın hayata karışmasına inanıyoruz diyordular. Allah kitap ve peygamber
göndermek sûretiyle bizim hayatımıza karışır, bizim hayatımızı düzenler
diyorlar, buna iman ediyorlardı.
Allah’ın kitap göndermesine iman etmek
demek, Allah’ın insan hayatına karışmasına iman etmek demektir. Allah insan
hayatına karışır. Biz bize Allah’ın önceden kitap göndermesine teslim olmuştuk,
zaten biz müslümandık diyorlar, ve yeniden gönderilen bu kitaba da inanırız
diyorlar. Ya böyle, veya biz kendi hayatımızda yaşadığımız müslümanlığın
Allah’ın diniyle çatışması halinde biz Allah’ın dediklerinin doğruluğuna zaten
baştan müslümandık demektir bu.
Meselâ şu
anda bizim yaşadığımız bir hayatımız var. Kazanma harcamayla ilgili, giyim
kuşamla ilgili, siyasal bakış açısıyla ilgili, ihtiyaç anlayışıyla ilgili, kadın
erkekle ilgili bir inancımız, bir yaşayışımız, bir hayatımız var. İşte
müslümanlık budur diye bu hayatı yaşarken, müslümanlık diye yaşıyoruz aslında,
dinsizlik ya da gavurluk diye yaşamıyoruz. Ama o hayatı esas müslümanlaştırıcı
özelliğimiz şudur:
Yâni bizim
esas müslümanlaşma özelliğimiz şudur: Bu arada kitabı da öğrenmeye devam
ediyoruz. Kitabı öğrenirken diyoruz ki biz baştan, eğer yarın öğreneceğimiz bir
âyet, bir hadis bizim bugün yaptıklarımıza aykırıysa, biz o âyetin, o hadisin
doğruluğunu bugünden kabul ediyoruz diye baştan inanıyoruz. Yâni eğer Kur’an’ı,
sünneti öğrenmeye de devam ediyorsak önceden din budur zannıyla yaptıklarımızı
Allah affedecektir diyoruz, ümit ediyoruz. Ama din budur diye, Allah’ın istediği
kulluk budur diye bildiğimizle hayatımızı yaşarken, eğer bir taraftan da kitabı
ve sünneti öğrenme yolunda değilsek yaptığımız o zaman yanlışlarımızdan ötürü
mazur sayılmayacağımızı da bilmek zorundayız.
Meselâ şimdi şu anda Kasas okuyoruz.
Bundan sonra inşallah Neml okuyacağız. Neml sûresinde meselâ bizim hayatımızın
çarşamba günü düzenlenmesi şöyle anlatılıyor. Biz de henüz Neml bilmediğimiz
için onu kendimize göre anadan, atadan öğrendiğimiz gibi düzenlemeye devam
etmişiz. Meselâ namazlarımızı bazen öyle
düzelttik değil mi? Okuyup öğrendikçe düzelttik. Orucumuzu bazen öyle düzeltiyoruz. Önceden öyle öğrenmiştik,
meğer yanlışmış diyoruz, bir hadis okuyup doğrusunu öğrendikçe. İşte o
yanlışımızdan önce biz müslümanca bir hayat sürerken, okuyup, öğrenip yanlışımız
açığa çıktığında şimdiden imanımız nedir bizim? Ya Rabbi senin dediklerine
aykırıysa biz baştan kabul ediyoruz diyoruz. İşte bu âyet böyle bir teslimiyeti
söz konusu ediyor.
Rabbimize diyoruz ki, ya Rabbi, bu hak
ve hakikat senden ge-lendir. Kur’an senin gönderdiğin hakikatin ifadesidir. Biz
buna bundan önce de inanıyorduk Ya Rabbi. Yâni Kur’an’ın o bölümüyle de
tanışmadan önce külli bir iman ile de iman ediyorduk. Âyetin böyle bir mânâsı
var.
Ama ikinci bir mânâyla burada
kastedilenler Yahudi ve Hıristiyanlardır. Hıristiyanlar ve Yahudilerin mü'min
olanları ne diyor? Biz zaten Allah’ın dinindeydik. Biz zaten önceden de Allah’ın
dinine, Allah’ın kitap ve peygamber göndererek bizim hayatımıza karıştığına
inanıyorduk. Biz zaten bunun mü’miniydik. Allah o dinleri ilga edip, or-tadan
kaldırıp yeni bir din ortaya koyunca biz yine teslimiyetimize devam ediyoruz
dediler. Tevrat’a inanan bizler, İncil’e inanan bizler şimdi Allah’tan hak
olarak gelen son kitaba, Kur’an’a da iman ediyoruz
di-yorlar.
54. “İşte onlara, sabırlarından
dolayı, ecirleri iki defa verilir; onlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine
verdiğimiz rızıktan da sarf ederler.”
Bunlar, yâni önceden Allah’ın dininde
olup da şimdi de bu yeni dinde olmayı becerenler, başaranlar var ya, onlara
ecirleri merrateyn verilecektir, iki kere verilecektir. Sabırlarına karşılıktır
bu tabii. Neye sabrettiler bunlar? Dünkü dinlerini bu hak dindir diye yaşamaya
sabrettiler, bugün de yeni din için sabrettiler. Dün inandılar ki yeni bir
peygamber gelecek, onu beklemeye sabrettiler. Dün yeni bir dine gayretleri
vardı, bu yeni dine ulaşıncaya kadar sabrettiler, işte bundan dolayı Allah onlar
iki ecir verecektir.
Bizim için söyleyelim. Biz de eğer
şimdi ki hayatımızı yaşarken bu hayattan razı ve memnun olmaz da, bunu yeterli
görmez de, acaba Cenâb-ı Hak gerçekten bize daha neler söylüyor ki? Ben şu anda
dinin yüzde beşini ancak öğrenmişim, acaba geri kalan bölümlerde Mevlâ daha bana
ne dedi ki? diye ona gayret ederken, onu öğrenmeye çalışırken, o dini bulunca
da, yâni Allah’ın kendisinden başka istediklerini öğrenince de, hemen o yeni
bulduğu hakikate teslim olursa, hem gayretinin ürününü, hem aramasının
neticesini, hem de yeni bulduğu dine sabırla sarılmasının neticesi olarak Allah
ona iki kere mükafat verecektir.
Şimdiki Hıristiyan olarak yaşayanları,
yâni yeni gelen dine iman etmeyenleri de cennete gönderme çabası içinde olanlar
var. Benim öyle bir derdim yok. Burada anlatılanlar İslâm’ı seçen, müslüman olan
Yahudiler ve Hıristiyanlardır, yanlış anlamayalım.
Yâni henüz
bu kitabı eline almadan önce, kitapta Allah’ın kendisinden istediklerini tek
tek, âyet âyet öğrenmeye başlamadan önce iman etti. Sonra da bu kitabı okudukça,
tek tek âyetleri tanıdıkça, ya da bu kitabın âyetleri tek tek kendisine
duyurulunca da, ben zaten buna önceden de inanıyordum diyorsa o kişi
müslümandır. Bu toplum işte böyle gariban müslümanlarla doludur. Ne yapsın
garibanlar? Kendilerine Allah’ın dini duyurulmadı. Maalesef bugüne kadar
kendilerine sadece resmi ideolojinin dini duyuruldu. Okullarda bu okutuldu. Veya
dini tanımayan insanların duyurdukları dini tanıyor adamlar.
Evet, tamam
adamlar mâzeretsiz değiller, suçsuz da değiller. Ama bu durumda onları hemen
kâfir yapmaya kalkmanın da anlamı yok yâni. Biz hemen onları tekfir etmeden
gerçek dini anlatalım. Allah’ın dinini tanıtalım. Ondan sonra, gerçek dini
tanıdıktan sonra da yine eski anlayışını, eski dinini sürdürmeye kalkışıyorsa o
zaman kâfir diyelim ona.
Benim öyle bir derdim yok dedim. Çünkü
eğer Allah bana böyle bir nüfus sayımcılığı vazifesi verseydi, ben nüfus sayımı
yaparken erkek mi? Kadın mı? Yaşı kaç? haneleri yanında dini nedir? diye de bir
haneleri olsaydı ben onlara ne yazacağımı çok iyi bilirdim. Ama şimdi benim öyle
bir derdim yok. Bunlar benim müşterim. Şimdi benim böyle bir görevim var bunu
biliyorum ötekisini bilmiyorum. Amma şurası bir gerçektir ki Türkiye’de yeni bir
müslüman tip oluştu.
Meselâ başı
kapalı, ama baldırı açık. Meselâ hukuka karışmayan ama namaza karışan bir Allah
inancı. Ya da hacca karışan ama kılık kıyafete karışmayan, oruca karışan ama
sosyal ve siyasal yapılanmalara karışmayan bir Allah inancı geliştirildi.
Öyleyse şöyle diyelim: Din değimiz ve inandığımız şey eğer Allah’ın diniyse o
dinde söz sahibi Allah’tır. Ona sonradan birilerinin başka şeyler ilave etmesi
veya çıkarması o dini bozmayacaktır, o gerçek dine mutabakatı kadar bu dinler ya
tamamen şirktir, ya küfürdür, ya da günâhkâr bir dindir. Yâni bu dinlerin gerçek
dinle münâsebetini ölçtüğümüzde, eğer kişiyi dinden çıkaracak kadar bozuklukları
varsa tamam onu dinsizlik sayıyoruz, ama kişiyi günâhkâr seviyede tutabilecek
kadar bozukluklar varsa o zaman onlar günâhkâr müslümanlardır
diyoruz.
Evet onlar kötülüğü iyilikle savarlar,
kendilerine verdiğimiz rı-zıktan da sarf ederler, infak ederler. Onlara bu
davranışları güzellik kazandırır, kötülüklerini siler def eder. Onlar
kendilerine verilen rızık-lardan da infak ederler. İnsana verilen rızık, insanla
beraber kılınan ve ona ayrılan nasiptir. Mal cinsinden olur, bilgi cinsinden
olur, çoluk çocuk cinsinden olur veya ortam cinsinden, çevre, imkân, fırsat
cinsinden olur. Ne cinsten olursa olsun kişiye verilen şeyin kendilerine
verilmeyenlere, ona muhtaç olanlara harcanmasına infak diyoruz. Hemen hemen
bütün tefsirlerde gördüm. Meselâ Bakaranın başında:
"Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah
yolunda harcarlar onlar."
Deniyordu. Meselâ işte bunu “Ve
mimma allemnahüm yüallimun” olarak tefsir etmişlerdir. Yâni onlar Bizim
kendilerine öğrettiklerimizden öğretirler. Bizim kendilerine öğrettiklerimizden
onlar da başkalarına öğretirler diye tefsir etmişler.
Öyleyse bu
mânâda infak, kişiye tahsis edilenin Allah’ın istediği biçimde başkalarına
ulaştırılması demektir. Ama daha özel mânâsıyla infak, Rasulullah efendimizin:
“İttekunnara velev bi şıkkı
temratin” ölçüsüyle bir hurma verilmişse kişiye, onun yarısını vermek,
ya da Ebu Bekir efendimizle örneklendiği kadarıyla hurmanın tümünü, malının
tümünü vermek şeklinde olacaktır. Biz de bu iki sınır arasında yapabileceğimiz
kadarıyla Rabbimizin bize verdiklerini Allah’ın kullarına infak etmeye çalışalım
inşallah.
Zekât infaktan ayrıdır. Çünkü Kur’an
Bakara sûresinin 177. âyetinde Ebrar’ı anlatırken, onların imancı, sonra
namazcı, sonra infakçı, sonra zekâtçı olduklarını anlatıyor. Tabii sonunda da
sabırcı, takvacı ve de tasdikçi olduklarını söylüyor. Öyleyse infakla zekât aynı
anda zikredilince elbette bu ikisi farklı mânâlara gelecektir. Kaldı ki Kur’an
zekâta infak demiyor da farklı bir mânâ ile sadaka diyor sadece.
Öyleyse biz
de zekâttan başka mutlaka infak da bulunacağız. Maaşımızın bir kere onda birini
kesinlikle Allah için ayıracağız. Arada bir böyle beklemediğiniz zamanlarda
avantadan değimiz paralar geliyorsa onun da bir beşte birini ayıralım, çünkü
zaten yoktu bu hesapta. Köyden geliyorsa, kentten bir yerlerden intikal etmişse
onun da geliş biçimine göre onda bir yirmide birini Allah için ayıralım ve bizim
Allah rızası için birileriyle mal münâsebetimiz olsun. Yâni dünyamızda,
çevremizde fakirler de bulunsun. O garibanların dünyasını da anlamış, kendi
durumumuzu gözden geçirme imkânını elde etmiş oluruz.
Meselâ
şöyle yapmayın: Ya Hasan hoca efendidir, dürüsttür, gayretlidir. Onun çevresinde
vardır fakir fukara. Biz toplayalım ayda bir, üç beş milyon lira da, o da
tanıdığı, bildiği o fakirlere versin demeyin. Çünkü o, tanıdıkları olan o
gariplere o parayı verirken onları üzmemeye çalışacak, onların evine gidecek,
kendi ezilecek, onların sofralarına oturunca içi burkulacak, evlerini,
sergilerini görünce mahvolacak, onların perişan vaziyetlerini gördükçe kalbi
parçalanacak. O bir çok acıları tadarken siz elhamdülillah paramızı verdik,
infak ettik kurtulduk mu diyeceksiniz? O garibanlarına hayatlarına muttali
olmadan kendi villalarınıza gömülüp lüks içinde bir hayatın adamı mı
olacaksınız? Yâni bizzat Allah sizi malla görevli tutarken, siz başkasına
aşırmayın bu görevi. Herkes kendisi Allah beni bu malla imtihana lâyık görmüş,
madem bana mal verip beni malla imtihan etmeyi murad etmiş, öyleyse ben de Allah
için bu imtihanın hakkından geleceğim diyecek ve uğraşacaktır.
Meselâ bir
eviniz vardı, Allah için infak ettiniz. Eh şimdi Allah hemen arkasından apartman
mı verecekti? Hayır belki de bir çadır verecektir bilmiyoruz. Belki bizler için
çadır da olmasa daha iyidir. Biz infak edelim Allah karşılığında ne verecekse
verecektir. Ben öyle bir müslüman biliyorum. Önce kiradaydı, bir evim olursa
inşallah onu in-fak edeceğim diyordu. İlk evi kooperatif de bitti, arkadaşları
oturdu. O kendisi evi sattı, Marka çevirdi ve Allah için onu fakir fukaraya
harcadı, biliyorum. Yâni mümkün bu iş. Peki Allah ona bir ev daha mı verdi?
Hayır, iki ev daha verdi. Hattâ öyle verdi ki kendisi hiç emek de sarf etmedi,
babasına yaptırttı Allah ve oturuyor şimdi orada. Kaldı ki kişi buna iman etti
mi tamamdır yâni, Allah demişse ki vereceğim, ve-recektir.
Allah bize çok veriyor. Öyleyse biz de
bize göre verdiğinden az verdiklerine verelim. Ama bu zekât değildir. Zekât
olmadığı için bize göre çok verilenlere de verebileceğiz. Meselâ adam
milyarlarca paranın içinde yüzerken evine ve çocuklarına bir tefsir kitabı
alacak kadar malı yoksa, ona da vereceğiz. Veya işte bir başkasına, bir
başkasına verebilecek bir fonumuz olsun devamlı inşallah.
Meselâ topraktan hiç masraf etmeden
mahsul elde ediyorsan onda bir, ama bir kısım masraflar ederek elde ediyorsan
yirmide bir, sığır cinsinden otuzda bir koyun cinsinden, para cinsinden kırkta
bir. Bir de ticaret malından kırkta bir verecektik ya. Şimdi bizim maaşlara ne
diyeceğiz? Bunlar ticaret değil, deve değil, sığır değil, tarla değil, tapan
değil. Ne ya?
Bizim maaşlar hattâ ameleninkine göre
avantadan geliyor gibi de. Okulda müstahdemlere bir bakın inan ki çok
perişanlar. Bizim çalıştığımızdan çok fazla çalıştıkları halde aldıkları belli.
Veya kadeve-den alınanlar, vergi iadesinden alınanlar hepten avantadan gibi
geliyor. Elhamdülillah ki çevremiz de gariban bir takım var, talebe takımı.
Yardımcı olalım onlara. Nasıl olalım
ama? Şahsiyetini ezmemek için sofrasına oturalım. Gidelim evlerine, çoğu bekar
kalıyor, çoğu üç beşi bir yerde kalıyorlar. Bizzat evine gideceğiz, bakacağız ki
yemekleri perişan, ayran getirecekler yenmez, çay getirecekler içilmez,
sergilerinde oturulmaz. Göreceksiniz bunları gözlerinizle ve bir punduna denk
getirip vereceksiniz inşallah. Zaten rahatınız kaçınca rahat verirsiniz o zaman.
Çünkü Bosna
filan denildi, adam rahat ceketini çıkarıp verebildi. Niye? Çünkü o hava oluştu.
Şimdi biz de o tür bir havanın içine girelim. Bir arkadaş Hollanda’dan geldi,
biraz para getirmiş dedi ki ya hocam, senin çevrende bildiğin tanıdığın insanlar
vardır şunu bir dağıtıver. Yok ya! dedim âlemin akıllısı sen misin? Sen
kazanmadın mı bu parayı? Sana vermedi mi Allah bunu? Yoksa bir yanlışlık mı
yapmış Allah? Bana vermesi gerekirken yanlışlıkla sana mı vermiş? Niye
sorumluluğunu üzerine almıyorsun bu paranın? Madem almayacaktın öyleyse
kazanmaktan vazgeç! dedim. Bırak para kazanmayı öyleyse. Değilse bunun
sorumluluğunu da kendin yerine getir. Bu dağıtma işini de kendin yap dedim. Ama
dedi benim hiç tanıdığım fakir yok ki. Dedim ki Allah’tan kork yahu. Zaten
derdin bu ya. Senin çevrende hiç fa-kir fukara yok. Hep böyle kodamanlar var,
Mazda aldı, Ford sattı kişiler var. Olmaz bu. Fakir fukaranın halinden haberdar
olalım. Bir düşünün haftalık görüştüğünüz insanları.
Biri bir
suç işlemiş, dedim ki on fakire yemek yedireceksin. Adam dedi ki ben nerden
bulacağım on fakiri? Olmaz bu. Hep zenginlerle düşüp kalkmamalıyız. Her an
çevremizde yemek yedireceğimiz insanlar bulunmalıdır. Bunu hiç bir zaman ihmal
etmemeliyiz.
55. “Onlar, boş söz işittikleri
vakit ondan yüz çevirirler. “Bizim işlediğimiz bize, sizin işlediğiniz sizedir.
Size selâm olsun cahillerle ilgilenmeyiz” derler.”
Onlar lağviyyatı duyduklarında,
lağviyyat onların kulaklarına gittiğinde o boş sözlerden lüzumsuz sözlerden
i'raz edip yüz çevirirler. İnfak etmenin bir şartı da buymuş. Boş şeylerden yüz
çevirecekmişiz. Benim bildiğim bu iş için iki yol var:
Birincisi
bulunduğunuz yerde çaylar benden diyeceksiniz. İnfakın bir yolu da budur. Kim
olursa olsun çaylar benden diyeceksiniz, ondan sonra da siz konuşacaksınız.
Adam, gidiyorsunuz dükkanına, çay filan diyor, ondan sonra da çaylar ondan
olduğu için hep o konuşuyor siz de dinlemek zorunda kalıyorsunuz. Ama çaylar
benden derseniz, yemekler benden derseniz o zaman konuşmayı da siz elde etmiş
olursunuz.
Ya da
gardaş eğer ikram edeceksen haydi bir âyet, bir hadis ikram et de dinleyelim
deyin. İkram edeceksen haydi isterim, kabul deyin. Öyle deyince de hocam, ben
çay ikram edeyim de sen de anlat diyor adam. Bırak ben para kazanayım da sen de
anlat diyor adam. Niye ya? Sen anlat ben dinleyeyim. Evet karşıdakine bunu
yapacağız, çaylar benden diyeceğiz, ikram benden diyeceğiz, böylelikle biz
konuşacağız. Ve böylece zırvaları dinlemekten kurtulmuş olacağız Allah’ın
izniyle.
Arkadaşlar hani Nisâ sûresi öyle
diyordu:
“O, size Kitapta “Allah'ın âyetlerinin
inkâr edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe,
onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi.
Doğrusu Allah münâfıkları ve kâfirlerin hepsini cehennemde
toplayacaktır.”
(Nisâ 140)
Evet gittiğiniz, bulunduğunuz bir
mecliste, bir ortamda baktınız gördünüz ki Allah’ın âyetleri inkâr ediliyor,
Allah’ın dini alaya alınıyor. Zinhar o kâfirlerle, o alaycılarla beraber
olmayın, onlarla birlikte oturmayın diyordu Rabbimiz. Ve işin ciddiyetini ortaya
koymak için de âyetin sonunda Rabbimiz eğer buna rağmen onlarla oturup kalkmaya
devam ederseniz sizler de aynen onlar gibi olursunuz. Allah böyle yapan
münâfıkları kâfirlerle birlikte cehennemine dolduracaktır buyuruyordu. Bunun bir
benzeri de En’âm sûresinde geçmişti.
Birileri oturmuş bir yerlerde Allah’ın
sistemini, Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Allah’ın
âyetlerini yalanlıyorlar, Allah’ın âyetleriyle istihza ediyorlar, Allah’ın
âyetleriyle dalga geçiyorlar, Allah’ın âyetlerini eğlencelerine,
lehviyyatlarına, lağviyyatlarına malzeme ediyorlar. Ya da Allah’ın âyetlerini
tevil ediyorlar, Allah’ın âyetlerine Allah’ın yüklemediği anlamları yüklemek
sûretiyle âyetleri alay konusu yapmaya çalışıyorlar. Allah’ın demediklerini
dedi, dediklerini de demedi biçiminde âyetleri öteye beriye sündürmeye ve kendi
nanelerine kılıflar bulmaya çalışıyorlar.
Veya bir başka şekilde oturmuşlar
boş şeylere, yâni lüzumsuz zırvalara dalmışlar. Meselâ Mercedes almaktan Ford
satmaya kadar attan, avrattan, fiyattan, murattan, marktan, dolardan,
Amerika’dan, Etiyopya’dan, Çin’den, Maçin’den, Mançurya’dan bahse dalmışlar.
İşten, aştan, karıdan, kızdan, devlet kurmadan, devlet yıkmadan bahse
dalmışlar.
İşte böyle gerek âyetlerle dalga
geçilen, gerekse dünyayı da, âhireti de ilgilendirmeyen, amelin konusu olmayan
zırvalara dalındığını gördüğünüz zaman sakın orada oturmayın diyor Rabbimiz.
Müslüman böyle bir ortam da ya sözü ele alarak, otorite kurarak Allah’ın
egemenliğini gerçekleştirmelidir, yahut da eğer buna gücü yetmiyorsa o zaman da
derhal o meclisi terk etmelidir. Evet o mü’minler böyle boş şeylerden,
zırvalardan yüz çevirip uzaklaşırlar ve de:
Siz size, biz bize. Sizin dininiz size
bizim dinimiz de bize derler. Sizin yaptıklarınız sizin başınızda parçalansın
bizim ki de bize yeter diye tavır koyarlar onlar.
Sizin amelleriniz sizin olsun,
bizimkiler de bizimdir. Bizim tavrımız bu, bizim amelimiz bu. Biz kendi
hayatımızı yaşarız. Yâni şöyle değildir mânâ:
Ben namazımla, orucumla, abdestimle baş
başayım. Sen de içkinle, kumarınla baş başa ol! Öyle değil bu, ben öyle
anlamadım. Ya ne? Ben bana ait olan amelleri yaparım. Bizim amellerimiz neydi?
İs-lâm’dı. İşte ben tüm hayatımda bunları gösteririm, ortaya koyarım. Tüm
hayatımda İslâm’ı sergiler, İslâm’ı görüntülerim. İslâm’ca bir ticaret, İslâm’ca
bir giyim, İslâm’ca bir ziyafet, İslâm’ca bir ziyaret, İslâm-ca bir ikram,
İslâm’ca bir kazanma-harcama, İslâm’ca bir hukuk, İslâm’ca bir eğitim
sergilerim. Yâni ben bunların İslâm’casını ortaya ko-yarım. Siz de kendi
küfrünüzce ne yaparsanız onu yapın, onu ortaya koyun demektir.
Yâni bu
İslâm’ı ortaya koymanın emridir. İslâm’ı ortaya koymamızı istiyor Rabbimiz
bizden. Evet sizin amelleriniz, sizin bozuk düzen tavırlarınız sizin olsun,
müslümanca tavırlarımız da bizim olsun derler, onlardan ayrılırlar. Ayrılırken
de şöyle derler:
Selâm sizin üzerinize olsun derler.
Selâm size derler. Sizin müslüman olmanız gerekir. haydi müslüman olun, başka
çareniz yok! değilse bana Allah’a ısmarladık derler. Hani Furkân sûresinde
de:
“Rahmân kulları yeryüzünde
mütevazı yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman onlara güzel ve
yumuşak sözler söylerler.”
(Furkân 63)
Buyuruluyordu ya. Yâni cahillerle karşı
karşıya gelince de selâm der geçerlerdi ya. İşte burada da aynısı söyleniyor,
aynısı emrediliyor. Ve yine derler ki:
Biz cahiliyenin insanlarını istemeyiz,
onlara benzeme hevesimiz, onlardan yana olma arzumuz yoktur bizim. Bizim ki bize
diyorlar. Biz asla sizin gibi inanmaz, sizin gibi düşünmez, sizin gibi
yaşamayız. Biz sizden faklıyız, bizim amelimiz farklıdır, bizim hayatımız
farklıdır, selâmun aleyküm derler.
Çünkü onlar lağıv erbabıdır, kâfirlik
değil sadece. Lağıv erbabıdır onlar. Onlar, o mü’minler o lağviyyat yapanlara
uğradıklarında onların daldıkları lağviyyata, lehviyyata dalmazlar ve de sabır
ortaya koyarlar. Ben buna karşıyım derler. Meselâ okey oynuyorlarsa geçip onları
seyretmezler de, bir tavır ortaya koyarlar ve de derler ki selâ-mun aleyküm.
Ondan sonra da cahilleri biz istemeyiz. Cahillere bizim ihtiyacımız yoktur.
Bizim onlara bir hevesimiz, arzumuz yoktur diye oradan i'raz eder ayrılırlar.
Ayrılırlar ama yine de ayrılırken onlara bir mesaj sunarlar. Yâni selâm derler.
Ne demek bu? Sizin müslüman ol-manız gerekir. Size müslümanlık tavsiye ediyoruz.
Sizin için müslü-manlık diliyoruz diyerek İslâm’ı ortaya koyarlar. Ama bu sözü
böyle işi uzatmadan söyleyip ayrılmak şeklinde anlıyoruz.
Hayır öyle anlaşılmaz bu. Bu onlara
selâm vermek değildir o mânâda.
Peygamberim, onlardan yüz çevir,
onlara kendi enfüsle-rinden öğüt ver.”
(Nisâ:63)
Evet böylelerinden yüz çevirip uzaklaş.
Onlara değer verme. Onlarla birlikte olma. Onlarla iş yapma. Onlardan uzaklaş.
Ama yine de onları kendi halleriyle baş başa bırakma. Küfürleri, şirkleri,
alaylarıyla baş başa bırakma onları da onlara nasihat et. Ama bu nasihatin, bu
uyarın onların kendi enfüslerinden, kendi dünyalarından, kendilerinin anlayacağı
dilden olsun. Yâni onlara gavlen beliyğa yap. Arkadaşlar gavlen beliyğa adamın
kendi dünyasından, kendi hayatından söz söylemektir. Meselâ adam fâizin içine
batmış, biz gidip ona kendi dünyasından konuşmuyorsak, kendi problemini, kendi
bozukluğunu gündeme getirmiyor da selâmın faziletlerinden söz ediyorsak bu
be-liyğa bir söz olmayacaktır. İşte burada da onlardan ayrılırken onlara selâmı,
selâmeti, kurtuluşu, İslâm’ı tavsiye etmemiz isteniyor
bizden.
Evet boş sözlerden ve boş işlerden
kesinlikle uzak duracağız. Bu bizim toplumun en büyük belâlarından birisidir.
Bizim toplum dünyalarını da âhiretlerini de ilgilendirmeyen boş şeylerin peşine
çok takılıyor. Bakın peygamber efendimiz bir hadislerinde bu hususta şöyle
buyurmaktadır:
“Ebu Hureyre (r.a.) rivâyet etmiştir.
Rasûlullah (s.a.v) buyurdu ki: Allah’a ve âhiret gününe inanan kişi ya hayır
söylesin yahut da sussun.”
(Buhâri,
K. Edep /79)
Ebu Hureyre efendimizin rivâyet ettiği
bu hadislerinde Allah’ın Resûlü: “Allah’a ve âhiret gününe inanan kimse.”
buyurarak söze başladığına göre demek ki Allah’a ve âhirete imanın
tezahürleri bunlarmış anlıyoruz. Demek ki konuşacağı şey hayır ise söyleyip
değilse susan kişi, Allah’a ve âhiret gününe iman eden kişiymiş. Ya da bu
konunun dinde önemini vurgulamak için Allah’ın Resûlü Allah’a ve âhirete imanla
birlikte gündeme getirmektedir.
Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız
mutlaka hayır söyleyiniz diyor Allah’ın Resûlü. Dikkat ederseniz Rasûlullah
efendimiz hadislerinin birinci bölümünde önce konuşmayı emrediyor. Önce bizim
hakkı, hayrı konuşmamız gerektiğini söylüyor. Susmayı ise sonra emrediyor. Hayır
yoksa, hayır bitmişse o zaman susun buyuruyor. Demek ki hayır olduğu sürece, hak
olduğu sürece konuşmak susmaktan daha hayırlıdır. Hani “Söz
gümüşse sükut altındır” filan diyorlar ya bu, söz hak olmadığı, hayır
olmadığı zaman geçerlidir. Değilse söz hak olduğu müddetçe konuşmak altındır
susmak tenekedir.
Evet bu söz Hz. Lokmanın oğluna
tavsiyesidir. Hz. Lokman’ın oğluna vasiyet ettiği bu sözün anlamı benim bildiğim
şudur: Allah’a itaat olan konularda konuşmak gümüş ise Allah’ın hoşuna
gitmeyecek, Allah’a isyan olan konularda da susmak altındır. Altın gibi
değerlidir yani. İşte bu sözün anlamı budur. Çünkü İslâm’da mazarratı defetmek
menfaati celpten önceliklidir. Hattâ Rasûlullah efendimizin başka hadislerinden
öğreniyoruz ki konuşulması gereken yerde susmak dilsiz şeytanlıktır. Yine
biliyoruz ki Allah’ın Resûlü hiç konuşmamayı yasaklamaktadır. İtikaf anında da
susmayı yasaklamaktadır. Yine biliyoruz ki yemek esnasında susmak yasaktır.
Öyleyse bizler nerelerde susup nerelerde konuşacağımızı bilmek
zorundayız.
Evet Allah’ın Resûlü buyurur ki
Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız konuştuğunuz zaman mutlaka hayır
konuşun değilse sussun. Peki o halde hayır nedir? Evvelâ hayır bilinmelidir ki
konuşulsun. Lüzumlu bilinmelidir ki konuşulsun. Ve de hayırsız, lüzumsuz şeyler
de bilinmelidir ki onlar da konuşulmasın. Hayırlının da hayırsızın da bilinmesi
şarttır. Hayırlı olan, lüzumlu olan, hak olan bilinirse iş kolaylaşır. Zira
lüzumsuzlar, hayırsızlar pek çoktur. Saymakla bitmez.
Bize hayrı, hakkı, doğruyu
lüzumluyu öğreten Allah’ın kitabı ve Resûlullah’ın sünnetidir. Önceki hadislerde
de demeye çalışmıştım hayırlının ve hayırsızın tespitinde kıstas vahiydir. Allah
ve Resûlünün hayırlı dedikleri hayırlıdır hayırsız dedikleri de hayırsızdır. Bu
mevzuda kriter birey ve toplum olamaz, akıl da olamaz. Birey, toplum ve akıl
bugün iyi dediğine yarın kötü der, bugün hayır dediğine yarın şer der. Çünkü
Allah’tan başka hiç kimsenin yarını hesaba katması ve kâinat planında düşünmesi
asla mümkün değildir. 0 halde Allah ve Resûlü neye hayır dediyse neye lüzumlu
dediyse o hayırlıdır, o lüzumludur. Bu konuda Allah kontrolünde bir örnek olarak
bize sunulan Rasûlullah efendimizin hayatı şaşmaz bir ölçüdür bizim için. 0nun
hayatında bulunmayan, onda mâsadakini bulmayan ama bugün bize göre hayırlı ve
lüzumlu bir şeyin varlığını kabul etmek Rasûlullah’ın hayatını eksik kabul
etmektir. Veya bir şey Rasûlullah’ın hayatında bulunsun da bugün bizler için o
şey lüzumsuz olsun bu da düşünülemez. Zira bu onun lüzumsuz bir iş yaptığını
iddiadır ki bu da caiz değildir.
0 halde Hayır, kitap ve sünnetle
ortaya konan şeydir. Hayır Allah ve Resûlünün ortaya koyduğu haktır. O halde
bizler kitap ve sünneti tanıyacağız ki hayrı bilebilelim hakkı bilebilelim.
Kitap ve sünnet tanınmadan hayrın, hakkın bilinmesi kesinlikle mümkün değildir.
O halde kitap ve sünneti tanımayan bir kimsenin hayrı konuşması ve hayırsız
konusunda da susması mümkün değildir. O halde kitap ve sünnet tanınmadan Allah’a
Allah’ın istediği biçimde iman da âhirete Allah’ın istediği biçimde iman da
mümkün olmayacaktır. Kitap ve sün-net bilinmediği zaman kişi hayır söylüyorum
zannıyla şer konuşmaktan ve hayırsız zannıyla nice hayır konusunda susmaktan
kendisini kurtarmayacaktır.
Evet hayır konuşacak ve hayırsız
konusunda da susacağız. Şimdi bu hadis çerçevesinde kendimizi bir hesaba
çekelim. Geçen haftayı unuttunuz. Dünü de zor hatırlıyorsunuz onu da bırakalım.
Acaba bugün sabahtan akşama kadar neler konuştunuz şöyle bir düşünün. Bugün
sabahtan şu ana kadar neler konuştunuz ve kaç cümle sarf ettiniz? Ve
konuştuğunuz bu cümlelerin ne kadarı hayır, ne kadarı değil? Allah’a inanan kişi
bilmelidir bunu. Çünkü bu iş basit değil Allah’a ve âhirete imanla orantılı
olduğuna göre bunu mutlaka bilmek zorundayız. Bunun sonunda bizim Allah’a ve
âhirete inanıp inanmadığımız ortaya çıkacaksa bunu mutlak bilmek zorundayız.
Meselâ müşterimizle konuşurken konuşmamız kitap ve sünnete uygun olmalıdır,
hayır olmalıdır. Çocuklarımıza konuşmamız hayır olmalıdır, hanımlarımıza
konuşmanız kitap ve sünnet icre hayır olmalıdır. Arkadaşlarımızla otururken
konuşmamız hayır olmalıdır. Allah ve Resûlünün konuşun dediklerini konuşmak
zorundayız. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inandığımızı iddia ediyorsak mutlaka
öyle konuşmak zorundayız değilse siz bilirsiniz Allah’a ve âhiret gününe
inanmıyorsanız dilediğiniz gibi konuşabilirsiniz.
Evet hayır konuşacağız, Allah ve
Resûlünün konuşun dediklerini konuşacağız. Allah’ın âyetleri ve Resûlünün
hadislerinin ortay koyduğu hayrı konuşacağız. E peki konuştuk konuştuk
bildiğimiz hayır bitti. O zaman ne yapacağız? İşte o zaman da yani hayrın
bittiği noktada da susulur. Kitap ve sünnetin ortaya koyduğu hayrın bittiği
noktada susmak zorundayız. Yani bildiğimiz âyetleri konuştuk, bildiğimiz
hadisleri gündeme getirdik, âyet ve hadislerin dert edinin dediği konuları
konuştuk bitirdik bundan sonra da susmak zorundayız. Peki bildiğimiz âyet ve
hadis bitti diye hep mi susacağız? Ondan sonra hiç mi konuşmayacağız? Hayır
yarın bir hayır daha öğreneceğiz ve bu sefer de onu konuşacağız. O da bitince
yine susacağız. Ertesi gün bir hayır daha, bir hayır daha, bir âyet daha, bir
hadis daha öğrenecek ve bunu konuşacağız. Hayatımızın sonuna kadar bu öğrenme ve
konuşma devam edip gidecektir. Konuşmamızla öğrenmemiz doğru orantılı olarak
sürüp gidecektir.
Tıpkı birden on’a kadar saymasını
bilen bir çocuğun on’a kadar sayıp bildiği sayılar bitince sustuğu gibi. Bildiği
sayılar bitince çocuk susmak zorundadır. Peki bildiği sayılar bitince hep
susacak mı ondan sonra bu çocuk? Hayır öbürsü gün yirmiye kadar sayıları
öğrendiyse yirmiye kadar sayar ve susar. Yirmiden sonrasını saymaya kalkıştığı
zaman çocuk zırvalayacak demektir. Onun içindir ki zırvalayacağı noktada hemen
susmak zorundadır. Evet biz de tıpkı bu çocuk gibi bildiğimiz hayır bitince
susmak zorundayız. Değilse biz de zırvalayacak hayır yerine hayırsız şeyler
konuşmaya başlayacağız demektir.
Evet müslüman konuştuğu zaman
mutlaka hayır konuşur, müslümanın şer olan, hayırsız olan sözleri konuşması
mümkün olmadığı gibi, boş şeylerle, lüzumsuz sözlerle de onun ilgisi olmaz,
olamaz. Çünkü biliyoruz ki lüzumsuz konuşmaları yüzünden mü’minler kıyamet
gününde üzülüp hasret duyacaklardır. Keşke bunları konuşmasaydım, keşke bunları
yapmasaydım, keşke hayırlı şeylerle meşgul olsaydım diye hasret ve üzüntü
duyacaklardır. Hattâ Ebu Dâvud-da Ebu Hureyre efendimizden rivâyet edilen bir
hadis-i şerifte onların cennete gitseler bile bu yaptıklarından ötürü üzüntü
içinde olacakları anlatılmaktadır. Kıyamet günü insanlara dünyada geçirdikleri
bazı sa-atleri gösterilir de Allah’ı anmadan geçirdikleri o zamanlar yüzünden
insanlar kendilerini affedemeyecek biçimde üzüntü duyarlar. Boş yere çok
konuşmak insanın kalbinin kararmasına ve katılaşmasına sebeptir. Tirmizî’de İbni
Ömer efendimizden rivâyet edilen bir hadis-i şerifte de:
“Allah’ın zikrinin dışında çok söz
konuşmayın, çünkü zikrullahsız çok söz kalbi katılaştırır. İnsanların Allah’a en
uzak olanları da kalpleri katı olanlarıdır” buyurulur.
Hz. Ömer efendimiz de:
“Çok konuşan çok hata eder, çok hata eden çok çok günâh işler günâhı çok olan
ise ce-henneme gider” buyurur.
Din konusunda söz söyleme hakkına sahip olan âlimlerimiz derler ki: Ancak şu
dört konuda söz caizdir:
1-
Zikrullah,
2- Kur’an
tilaveti,
3- Kur’an ve Sünnete dair ilim
öğrenmeye çalışmak,
4- Dünya işlerinde kendisini
ilgilendiren konuları konuşmak.
Evet işte bu dört konunun dışındaki tüm
konuşmalar hayırsızdır ve bu konularda susmak
gerekmektedir.
Sahâbeden birisi Allah’ın Resûlüne gelir
ve: Ey Allah’ın Resûlü bana öyle güzel bir amel göster ki ben onu yaparak
cennete gideyim der. Allah’ın Resûlü ona buyurur ki:
“Açları doyur, susuzları sula, iyiliği
emredip kötülükten men et. Eğer bunlara gücün yetmezse dilini sadece hayır için
uzat”
56. “Ey Muhammed! Sen, sevdiğini
doğru yola eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru
yola girecekleri en iyi O bilir.”
Ve işte bu uğraşında, bu insanlara
İslâm’ı duyurma, selâmı tebliğ etme mücâdelende anla ki ey Peygamberim sen
sevdiklerini, istediklerini hidâyete ulaştıracak değilsin. Gayretin hidâyete
erdirici biçiminde olmasın. Yâni sen kendini hidâyet verici, hidâyete ulaştırıcı
olarak görme. Hidâyet sana ait değildir. İnsanları hidâyet etme yetkisi sadece
Allah’a aittir. Allah peygambere Hâdî dir diyor. O zaman anlı-yoruz ki Onun bu
işte Hâdî olması Allah’ın gösterdiği yolu insanlara göstermesi biçimindedir.
Göstermek biçiminde, anlatmak, duyurmak biçimindedir ama müslümanlaştırmak
biçiminde değildir, insanlara imanı tattırmak biçiminde değildir.
Öyleyse
diyor ki bu âyetiyle Rabbimiz: Ey peygamberim, senin bu uğraşmada ki temel
hedefin bu olmasın ha. Aman dikkat et, sevdim diye, uğraştım, didindim diye,
akrabam diye, arkadaşım, eşim, dostum diye onu müslüman edeceğim zannına
kapılma, bu konuda sakın uğraşma. Evet senin böyle bir sorumluluğun ve de yetkin
yoktur.
Lâkin kim dilerse Allah onu hidâyete
erdirir. Dilediklerini hidâyete erdiren Allah’tır. “Men
yeşau”nun faili hem Allah’tır, hem de
dileyendir diyorlar. Yâni hidâyeti dileyen kimsedir. Eğer bu fiilin faili Allah
olursa, o zaman diyeceğiz ki Allah kimi dilerse işte onu hidâyet eder diyeceğiz,
öteki türlü de kim hidâyeti isterse, hidâyeti tercih ederse Allah da onun bu
tercihini onaylayıp onu hidâyet eder demek olacaktır mânâ.
Hâdî kelimesi, hüden kelimesi Kur’an’da
15 ayrı anlamda kullanılır. Meselâ Tevrat hüdendir, Kur’an hüdendir, Kâbe
hüdendir, Peygamberimiz hüdendir, Allah hüdendir, başka hüdenler de vardır
Kur’-an’da. Buna göre hüden olarak Peygamberimizin veya Kâbe’nin bizzat kendisi
birinin elinden tutup dini kabul ettirici olma derecesine vardıramaz meseleyi.
Yâni
Peygamberimiz bizzat Allah’ın kalbe sokacağı imanı insanların kalbine sokmakla
değil, bu imanı insanlara tanıtmakla mükelleftir. Onun hidâyet ediciliği budur
işte. Kur’an da öyledir. Kur’an da ancak kendisine müracaat eden, kendisiyle
hidâyet bulmaya yönelen kimselere hidâyet eder. Yâni onların hidâyetine sebep
olur. Değilse kimse Kur’an’a yanaşmadı mı Kur’an kimseye hidâyet edemez.
Kur’-an’a yaklaşan kişi onunla yol bulmak isterse ancak o hidâyet edebilir.
Çünkü hüden lin nas dır Kur’an, ama hüden lil müttakîn dir aynı zamanda. Ne
demek o? Herkese yol gösterecek kapasite de değildir. Yâni herkes bununla yol
bulmak istemez, herkes buna yol sormaya gelmezse, o zaman da sadece takvalılara,
bununla yol bulmak isteyenlere yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir.
Ötekilere hiçbir şey yapamayacaktır.
Bu âyetin peygamberimizle Ebu Talibin
ilişkisini anlattığını biliyoruz. Peki bize ne diyor bu âyet? Elbette bu sadece
o dönemle ilgili değildir bu âyet. Biz ne anlayacağız bu âyetten? Arkadaşlar,
biz de dışımızdaki insanların durumlarını baştan hesaplayıp bunların adam
olmaları konusunda ısrarlı olamayacağız. Maalesef Allah affetsin bazen o yanlışlarımız oluyor bizim. Seçiyoruz
insanları. Gözümüze kestiriyoruz ve diyoruz ki bu akıllı çocuktur, bu hafızdır,
bu dirâyetli, bu anlayışlı, bu gayretli çocuktur diye seçiyoruz ve kendimizce
onlara fazla emek çekiyoruz. Belki ötekileri bırakıp tüm gayretimizi, tüm
him-metimizi bunlara teksif ediyoruz. Halbuki bazen onlar vesilesiyle tanışan, arada bir uğrayan
nice çocuklar çok daha önde ve gayretli oluveriyorlar.
Öyleyse
bunun hesabını biz yapmayalım. Bu işi Allah’a bırakalım, beni Adem diyelim
müşterimize. Herkese duyurmaya, herkese anlatmaya, herkese emek çekmeye
çalışalım. Ama insanlar arasında, çocuklar arasında illâ da bir ayırım
yapacaksak, kadın erkek diyelim. Eğer üçe ayıracaksak, anne, baba ve çocuk
diyelim. Yok eğer dörde ayıracaksak o zaman, daha önce Rabbimizin ayırdığı gibi
Amenu yapanlar, yâni ben mü’minim diyenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiin
diyelim, dinsizler diyelim, tamam bu özellikleri taşıdı mı bir adam din
duyurmada onları aynı seviyede kabul edelim. Önce zenginlere sonra fakirlere,
önce zekilere sonra az zekilere, önce erkeklere sonra kadınlara, önce talebelere
sonra halka demeyelim. Peygamberimiz Mekke’nin büyüğü zannedilen insanlara önce
zamanını ayırınca Abdullah İbni Ümmü Mektum’la uyarılmıştı.
Lâkin
Bizans’a dâvetiye göndereceğinde elbette oranın reisine dâvetiye gönderecekti.
Elbette önce devletin başındaki adama gönderecekti. Bu ikisini biz de
ayırmayalım. Bir de çevremizdeki insanlara baştan önyargılı olmayalım, peşin
fikirli olmayalım. Çünkü Peygamberin o yanlışını Allah düzeltmişti. Ne demişti
Rabbimiz? Cahiliyenin de-ğer yargılarını sanki doğru kabul edip sarılmıştı da
önce bunlara anlatmak lâzım demişti peygamberimiz, ama olmamıştı öyle. Sakın bir
daha böyle yapma demişti Rabbimiz. Öyleyse biz de filanlar önce gel-meli,
filanlara daha sonra anlatılmalı filan demeyelim. Nitekim hayatımızda da böyle
örnekler görüle gelmiştir.
Bir de bizim bir derdimiz var.
İnsanları Kur’an’la tanıştırmak. Onları Kur’an’la baş başa bırakmaktan başka
derdimiz yok. Yâni Elhamdülillah ki öyle bir grup kurma, lider olma, reis olma
derdimiz de olmamıştır. Şâyet olsaydı ne çıkacaktı? Benimle ilk tanışanlardan
mecburen yaver seçecektim kendime. Yardımcı seçecektim, istişare heyeti
seçecektim. Sonra arkadan daha kapasiteliler, daha becerikliler, daha samimiler
gelecekti, ama onlardan önce turnikeye girenler, onlardan önce benimle
tanışanlar hep üstün olacaklar, beriki
sonradan gelenler onların yanında hep ezilecekti.
Öyle değil
mi? Mevcut bütün gruplar, mevcut bütün cemaatler hemen hemen böyle değil mi?
Elhamdülillah ki bizim böyle bir derdimiz olmamış. Çünkü, sevdiğimizin üste
çıkmasına gücümüz yetmiyor bazen. Hattâ yakınımız, tanıdığımız, öncelikli
talebelerimiz oluyor bazen, uğraşıyor, didiniyor, çabalıyor filan, sonra bir
fırtıyor geçip gidiyor tamam. Benim ona bir borcum yok çünkü. Kur’an’la tanıştı
mı? Sünnetle tanıştı mı? Üç ay, beş ay, altı ay, bir sene Kur’an’la tanıştığına
biraz inandım mı ondan sonra selâm, aleyküm selâm diyorum. Ben başka ne
yapacağım? Kur’an’ı ben baştan sona nerde herkese
öğreteceğim?
Evet bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
peygambere, peygamber yoluna, hidâyet yoluna tabi olmak istemeyenlerin
endişelerini anlatacak.
57. “Seninle beraber doğru yolda
gidersek, yurdumuzdan ediliriz” dediler. Onları katımızdan bir rızık olarak her
şeyin ürününün toplandığı güvenli ve kutlu bir yere yerleştirmedik mi? Ama çoğu
bilmezler.”
Evet insanlardan kimileri de diyorlar
ki, ey peygamber, eğer bizler şimdi sana ve getirdiğin bu dine tabi olursak, bu
hidâyet yoluna girersek o zaman bizim yerimiz yurdumuz sallanacak. Yerimizden
yur-dumuzdan olacağız. Her şeyimizi kaybedeceğiz biz.
Arkadaşlar
anladınız değil mi ifadeyi? Sebep neymiş? Niye peygambere tabi olmuyorlarmış
adamlar? Niye müslüman olmuyorlar mış? Çünkü onlar şundan dolayı inanmazlar mış:
Bakın derler ki, diyorlar ki ey peygamber, eğer ki biz, hidâyete seninle birlik
uyarsak, senin şu getirdiğine seninle birlikte uyarsak, sana inanırsak,
tercihimizi senden ve dininden yana kullanır, müslüman
olursak:
Biz arzımızdan sürülürüz. Çalkalanır
yerimizden yurdumuzdan oluruz. Mütehaddaf, böyle sallanma, sarsılma, çalkalanma
anlamına gelir. Evet diyorlar ki ey peygamber eğer şimdi biz seninle beraber
hidâyete ittiba edersek, müslüman olursak, arzımızdan, yerimiz yurdumuzdan
oluruz. Çalkalanır işimiz biter. Sallanır yerlerimizi, makamlarımızı,
konumlarımızı kaybederiz. Bakanlığımızdan, dekanlığımızdan, müdürlüğümüzden,
genel müdürlüğümüzden, doktorluğumuzdan, doçentliğimizden oluruz. Şu
makamlarımızı, şu konumlarımızı kaybederiz. Eğer bizler seninle birlikte
hidâyete tabi olursak, senin gibi müslümanca bir hayat yaşamaya yönelirsek,
senin istediğin gibi giyinirsek biz okullarımızı, diplomalarımızı, sosyal
statülerimizi kaybederiz. Eğer senin istediğin gibi bir ticaret yapacak olursak,
şu şu yollara tevessül etmeyecek olursak tüm servetimizi kaybederiz.
Bu
Kapitalist sistem içinde bu senin dediklerini yapmamız mümkün değildir. Senin
dediğin gibi yaparsak kesinlikle bizi işten atarlar, bizi okuldan atarlar, bizi
bu ülkeden sürerler. Senin dediğin gibi olursak kesinlikle bizim koltuklarımız,
makamlarımız sallanır. O zaman asla bizler bu parlamentoda duramayız. Yo! Yo!
Olmaz! Bu şartlar altında kesinlikle senin istediğin gibi olamayız. Senin
istediğin gibi yapamayız. Senin getirdiğin hidâyete tabi olamayız
diyorlar.
Bakın Rabbimiz onların bu dediklerine
cevap veriyor:
Ey benim dinime, benim hidâyetime,
benim peygamberime tabi olup müslümanca bir hayat yaşayınca ülkelerini,
vatanlarını, makamlarını, koltuklarını, sosyal statülerini kaybetmekten korkan
kullarım! Ne oluyor size? Ne oluyor bu adamlara? Niye düşünmüyor bu adamlar? Biz
onların yaşadıkları bölgeyi harem bir bölge, emin bir bölge kılmadık mı? Sanki
bunu kendileri mi yaptı? Bu beldeyi kendileri mi emin kıldı? Emniyetlerini
kendileri mi sağladı? Onları bu beldede biz yerleştirmedik mi? Size bir îlaf
sağlayan biz değil miyiz? Yâni sizler dağınık, perişan biz vaziyetteyken
toparlayıp bu beldeye yerleştiren Biz değil miyiz? Sizi çevrenizdeki kabilelere
ülfet ettiren, onlara sizin sevginizi veren Biz değil miyiz? Sizi o beldede
saygın hale getiren Biz değil miyiziz? Sizi yok etmek için üzerinize gelen
Ebrehe’nin ordusunu yerle bir eden Biz değil miyiz? Sizi bu beldede açlıktan
doyuran, korkulardan emin kılan Biz değil miyiz? Sizin tüm dünyaya karşı
dokunulmazlığınızı sağlayan Biz değil miyiz? Ankebût’un
ifadesiyle:
“Çevrelerinde insanlar kapılıp
götürülürken Bizim Mekke'yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldığımızı
görmediler mi? Bâtıla inanıp Allah'ın nimetini inkâr mı
ediyorlar?”
(Ankebût 67)
Dokunulmazlıklarınızı artırıyordum Ben.
Kimse sizin kervanlarınıza dokunamıyordu. Halbuki çevrenizde soygun, vurgun,
talan kol geziyordu. Kervanlar soyuluyor, adamlar öldürülüyor ama kimse size
dokunmaya cesaret edemiyordu. Bütün bunları siz kendiniz mi sağladınız ki şimdi
benim hidâyetime tabi olup peygamberimin yoluna girince kaybedeceğinizden
korkuyorsunuz? Yâni kendi çabalarıyla mı bulmuşlar bütün bunları ki Allah’ın
istediği hayata yöneldikleri zaman kaybedeceklerinden korkuyorlar? Meselâ şu
anda oturdukları koltukları kendileri mi bulmuşlar ki müslümanca bir tavır
sergileyince kaybetmekten korkuyorlar? Yâni kendi çabalarıyla mı vali
olmuşlar? Ken-di becerileriyle mi bakan
olmuşlar? Dekan olmuşlar? Reis olmuşlar? Zengin olmuşlar? Doktor olmuşlar?
doçent, profesör olmuşlar bu adamlar? Öyle mi zannediyorlar bunlar? Hiç de öyle
değil. Biz vermiştik onlara bunları.
Eğer şu
anda evlerimizde, köylerimizde, kentlerimizde emniyet içinde bir hayat
yaşıyorsak kesinlikle bilelim ki bunu bizim için sağlayan Allah’tır. Evlerimize
girilmiyorsa, üzerlerimize bombalar yağmı-yorsa bunu kendimizden zannetmeyelim.
Görmüyorlar mı onlar? Ken-dileri emin bir bölgede yaşıyorlar da çevresindekiler
didişip duruyorlar, çevresindekiler vuruşup duruyorlar diyordu Rabbimiz. Aynı
şeyi burada bizim için de hatırlayalım. Yâni insanlar sahip oldukları şeyleri
kendileri mi buldular zannediyorlar? sizler şimdi sıhhat ve afiyettesiniz, ama
bakıverin bir hasta hanelere. Neleri var, ne hastalar var orada değil mi? Sen
özgürce yaşıyorsun güya. Bak dünya insanlarına ne durumdalar? Veya sen geçim,
dirlik içindesin, bir baksana çevrendeki geçimsiz olanlara. Sen mal mülk içinde
yaşıyorsun, bakmaz mısın malsız mülksüz olanlara. Bakın âyetin sonunda da şöyle
diyordu Rab-bimiz:
Bâtıla inanıp ta Allah’ın nimetini mi
küfrediyorlar? Baksalar ya onlar biz onları harem bir bölgede iskan ettirmemiş
miydik onları. İmkân vermemiş miydik onlara? Ama:
58. “Nimet ve refaha karşı
nankörlük eden nice kasabaları yok etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra
pek az kimseler oturabilmiştir. Onlara Biz varis
olmuşuzdur.”
Evet işte böyle Allah’ın
kendilerine lütfettiği nimetlere karşı nankörlük eden, nimetleri Allah’tan değil
de kendilerinden bilen, bu nimetlerin sahibine kulluğa yönelmeyen nice kasabalar
halkını helâk ettik diyor Rabbimiz. Ukalalar Allah’ın kendilerine lütfettiği
nimetlere şükredecekleri yerde nankörlük ediyorlar, Rablerine isyan ediyorlar.
Rablerinin hidâyetine tabi olmuyorlar. Rablerinin elçisinin yoluna gir-miyorlar.
Nimet vericinin hayat programından habersiz küfür içinde, şirk içinde bir hayat
yaşıyorlar. Eğer bizler müslümanlaşırsak her şeyimizi kaybederiz diyorlar.
Tâğutlardan korkuyorlar da Allah’tan kork-muyorlar. Allah da onları helâk ettik,
darmadağın ettik, ezdik, bitirdik işlerini diyor. İşte yerleri yurtları. İşte
koltukları, makamları. İşte malları, mülkleri, statüleri. Kendilerinden sonra
pek az kimse oturabilmiştir. Biz varis olmuşuz onlara. Bir varmış, bir yok muş
olarak yok olup gitmişler.
Evet müslümanlığı yaşarsak her şeyimizi
kaybederiz, makamlarımız sallanır, konumlarımız sarsılır diye düşünen insanlar
kendi kendilerine şu soruyu sormak zorundadırlar: Acaba şu anda hangi makam
sahibi, hangi koltuk sahibi, hangi imkân sahibi, hangi ülke in-sanı, hangi şehir
insanı böyle bir azapla, böyle bir gazapla karşı karşıya gelmeme konusunda
emindir? Kim böyle bir emniyet duyabilir? Kim güvence hissedebilir? Evini,
barkını, ticaretini, gücünü, kuvvetini, makamını, koltuğunu, statüsünü, şehrini,
vatanını, her şeyini kaybetmeme konusunda kim emin olabilir? Hiç kimse bu konuda
bir emniyet içinde olamaz. Allah’a karşı nankörlük içine giren her insan, her
toplum Allah dilediği zaman bir yıkımla karşı karşıya gelecektir. Bu Allah’ın
yeryüzünde değişmeyen bir yasasıdır. Allah diyor ki:
59. “Rabbin kasabaların halkına,
onlara âyetlerimizi okuyacak bir peygamber göndermedikçe onları yok etmiş
değildir. Zaten Biz yalnız, halkı zalim olan kasabaları yok
etmişizdir.”
Cenâb-ı Hakkın ehli zalim olan ülkelere
azap eden, ceza veren olduğunu gördük, anladık.
Ama bakın bu âyetle de şunu anlıyoruz ki Rabbimiz bunu zulmen yapmıyor.
Ehli zalim olan ülkelere uyarıcılar gönderdikten sonra, onlar zulümlerinden
vazgeçmemişlerse onları helâk ettiğini söylüyor. Tabii bize de öyle bir uyarı
gelmiş burada. Nasıl? Bakın ey kullarım! Zulmünüzden vazgeçin! Kendinize,
çocuklarınıza, hısım akrabanıza, beyninize, aklınıza, paranıza, elinize,
ayağınıza, kazancınıza, zaman ve mekânınıza, ilminize, fırsatınıza, eğer
zulmetmekten vazgeçmezseniz, tüm bu uyarılara rağmen devam ederseniz zulmünüze,
biz de sizi helâk ederiz denmiştir. Zaten ancak zalimler helâk olurlar, değilse
herkes ölecektir.
60. “Size verilen herhangi bir
şey, dünya hayatının bir geçimliği ve süsüdür. Allah katında olan daha iyi ve
devamlıdır. Akl etmez misiniz?”
Size verilenler, ne cins olursa olsun.
Bunlar dünya hayatın ge-reçlerinden, gereksinimlerinden, ihtiyaç birimlerinden
öte, bir de dünya hayatın süsünden öte bir şey değildir. Size neler verilmişti?
İşte on-lar. Buna göre Cenâb-ı Hakkın bize bir şeyler vererek bu dünyada bizi
imtihan ettiğini aklımıza getiriyoruz. Ama arkasından âyetin şu bölümünü hep
hatırımızda canlı tutacağız:
Diyeceğiz. Bunu biraz sonra
söyleyeceğim. Ondan önce şunu söyleyelim: Bakın Rasulullah efendimiz bir
hadislerinde onu bize şöyle anlatıyordu:
“Sizden her birinizin yaratılışı
anasının karnında iken teşekkül eder. Şöyle ki: Kırk gün nutfe olarak kalır.
Sonra ikinci bir kırk günde kan pıhtısı halini alır. Üçüncü kırk günde et
parçası haline gelir. Bu üç değişimin sonunda vazifeli melek gönderilir ve bu et
parçasına ruhu üfler. Daha sonra dört kelimeyi; rızkını, ecelini, amelini ve
şaki yahut said olacağını yazması emredilir.”
(Buhârî ve
Müslim)
Evet demek ki melek tarafından ona ruh
üfürüldükten sonra dört kelimeyi, onun rızkını, ecelini, amelini ve şaki yahut
said olacağını yazması emredilir. İnsanın rızkı da yazılıyor. Rızık kişinin ana
rahmindeyken ana rahmi de dahil olmak üzere dünyaya adımını attığı andan
itibaren ölümüne kadar ki süre içinde Allah tarafından kendisine tahsis edilen
şeylerin tümüne rızık denir. Ve bu
tahsisa t ölümle kesilir. Her hangi bir
insan için Rabbimiz tarafından kendisine ne kadar rızık takdir edilmiştir? O
kişinin ölümünden önce bunun bilinmesi mümkün değildir. Ancak kişi öldüğü an
kendisine bu dünyada tahsis edilen rızkın o kadar olduğu anlaşılır.
İşte hadisin ifadesiyle ana karnı
da dahil olmak üzere bir kula Cenâb-ı Hakkın tahsis ettiği, ayırdığı şeylerin
tümüne birden rızık deniyor. Ömründen, bedeninden, elinden ayağından, gözünden,
kulağından, ilimden, kelimeden, nefesten, güneşten, havadan, sudan, ok-sijenden,
zamandan, evlâttan, hanımdan kendisine tahsis edilen şeylerin tümü birer
rızıktır. Başka bir ifadeyle rızık mevcudatın bir bölümünün diğer bölümüne
tahsisidir de diyebiliriz.
Yâni şu ana kadar neler
öğrenmişsek, neler duymuşsak, ne okumuşsak, ne kadar konuşmuşsak, ne kadar yemiş
içmişsek? Ne kadar ısınmışsak işte bunların tamamı bize tahsis edilen
rızkımızdır.
Evet Rabbimiz bize “Bi
ketbi rızkı hi” diye tahsisa tta bulunmuş. Yâni dünyada bunun
başına şunlar gelecek veya ben bunu şunlarla imtihan edeceğim demiştir Rabbimiz.
Varlıkla, darlıkla, yoklukla, parayla, evle, arsayla, çenesiz bir kadınla veya
lüzumsuz bir kocayla, neyse işte. Yâni insanın başına neler gelecekse veya
diplomayla, doktorayla, okulla, öğretmenle, arkadaşla, aksiyle, halimle,
selimle, kilimle, halıyla neyse bir şeyle, bir fırsatla, bir ortamla Allah bizi
imtihan edecek. Bütün bunlar Allah’ın verdikleridir işte.
Yâni bu "Bi
ketbi rızgıhi" ile yazılan şey, kişiye bu gönderilecek sorular demektir.
Sonra bu soruların kişilerin hangi zamanlama ile birleştirileceği anlatılır. O
da "Ve ecelihi" dir. Yâni ana rahminde
yazılan, takdir edilen bu sorulan soruların sorulma zamanı, yâni hangi soru
kişiye ne zaman gelecek? Şu sabah şu gelecek, bu öğlen bu gelecek, şu yaşta bu
gelecek, şu çağda şu gelecek, şu gece bu, veya bu gündüz şu gelecek diye o
sorularla insanın buluşma zamanı yazılır ki işte bu da eceldir. Ondan sonra da
amel takdir edilir, yâni o kişi o sorulara karşı o zaman nasıl davranacak? Nasıl
hareket edecek? Aksiyon veya reaksiyonu ne olacak bu tespit edilir ki işte bu da
onun saiyd ya da şaki oluşudur. Allah zaten bilir bunu. Yâni Allah için öncesi
ve sonrası yoktur. Evet işte bu bilgiyle deniyor ki bu insan buna göre ya saiyd
veya şaki olacaktır denilir. Bir bu hadisi hatırlayın bu âyeti anlamak için, bir
de Âl-i İmrân sûresinde hani:
“Kadınlara, oğullara, kantar, kantar
altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek
insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa
gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.”
(Âl-i İmrân
14)
Evet bu âyette de insanlara kadınlar
erkekler, çoluk, çocuk, oğlan, kız, atlar, avratlar, fiatlar, muratlar, Marklar,
Dolarlar, altınlar, gümüşler, kantar, kantar paralar, mallar, mülkler, hars,
ekinler, dikimler bütün bunlar insana süslü gösterilmiştir, insanın bunlara
karşı bir meyli vardır, deniyordu. Ama âyetin sonunda da:
İşte bütün bunlar dünya hayatın
metaıdır deniyordu. Daha sonra da ama Allah yanında âkıbetin güzeli vardır
deniliyordu. Yâni bunlar dünya hayatının geçici, solucu, bitici metaıdırlar,
geçimliğidirler. Bunların hepsi bir gün gelecek ve bitecektir. Halbuki Allah
yanında olanlar Allah katında olanlar ise bitmeyecek, tükenmeyecek, ölmeyecek,
solmayacak ebedî güzelliklerdir. Allah’ın yanında çok güzel bir hayat var.
İnsanlara dünyada süslü gösterilen, güzel gösterilen bu fâni metalardan, bu
süslerden, bu kadınlardan, bu oğullardan, bu atlardan, arabalardan çok daha
güzel şeyler hazırlanmıştır. En güzel âkıbet Allah katındadır deniyordu.
Arkadaşlar konumuzla ilgili esas ilgi kuracağımız âyet bundan sonrasıdır. Bakın
bundan sonrasında da Rabbimiz şöyle buyuruyordu:
“Ey Muhammed, de ki: “Bundan daha
iyisini size haber vereyim mi? Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, Rablerinin
katında, altlarında ırmaklar akan ve orada temelli kalacakları cennetler,
tertemiz eşler ve Allah'ın rı-zası vardır. Allah kullarını hakkıyla
görücüdür.”
(Âl-i İmrân 15)
Size sizin için süslenmiş, ziynetlenmiş
olan bu geçici, bu sonlu dünya hayatından daha güzelini, daha üstününü, daha
kalıcı ve değerlisini haber vereyim mi? Kadınıyla-kızıyla, atıyla-arabasıyla,
altınıyla-gümüşüyle, elmasıyla-armuduyla, bağıyla-bahçesiyle bu dünyadan daha
hayırlısını size haber vereyim mi? Olmadı mı? Hoşunuza gitmedi Bütün bu
sayılanlardan daha hayırlısının olamayacağını mı düşündünüz? Bunları güzel gibi
mi gördünüz? Aman bunlarsız olmaz filan mı dediniz? Aman bu dünyada kadınsız
olma, erkeksiz olmaz, çocuksuz, çoluksuz olmaz, parasız, pulsuz, atsız,
arabasız, evsiz, barksız, elmasız, portakalsız olmaz mı dediniz? Öyleyse bir
zahmet Tevbe sûresinin 23 ve 24. âyetlerine de bir müracaat ederseniz iyi olur.
Orada da bunlar mı sevgili sizin için? Yoksa Allah mı sevgili? diye soruluyor ve
bu işin mukayesesini yaptırıyordu Kur’an. İşte burada da diyor ki Rabbimiz
bunlardan daha hayırlısını size haber vereyim mi? Ama herkese hayırlı
değil:
Muttakiler için. Allah yanında daha takvalı olma savaşında olanlar için,
Allah’ın dininin bilincinde olanlar, Allah’a kulluklarının, Allah’a karşı
sorumluluklarının şuurunda olanlar, Allah’ın koruması altına girenler,
velâyetlerini Allah’a verenler, Allah’ın kitabıyla birlikte olanlar, kitapla yol
bulanlar, hayatlarını, bakışlarını, düşüncelerini, değer yargılarını,
tanımlarını Allah’ın kitabına göre düzenleyenler için, hayatlarını Allah için
yaşayanlar, hayatlarında Allah’ın sınırlarını aşmama konusunda duyarlı olanlar
için, cehennemden korunanlar için bundan daha hayırlı olanı söyleyeyim mi size.
Peki neymiş o?
Rableri katında
altlarından ırmaklar akan cennetler vardır onlar için. Zeminlerinden ırmaklar
akan cennetler, yahut kendi taht-ı tasarruflarında ırmakların akıtıldığı
cennetler vardır onlar için. Kendi emirlerine verilmiş bal ırmakları, su
ırmakları, süt ırmakları ve şarap ırmakları akıp gitmektedir o
cennetlerde.
Şimdi tekrar âyete
dönüyorum:
Bölümüne tekrar dönüyoruz, sanki o
bölüm şöyle diyor gibi geldi bana: size bir şeyler veriliyor. Sakın ha sakın bu
verilenleri siz heves kabul etmeyin, hedef kabul etmeyin, amaç kabul etmeyin,
her şey o zannetmeyin! Bunlar dünya hayatının metaıdır. Dünya denaet ten
türetilmiş bir kelimedir. Denaet de alçaklık demektir. Dünya kelimesi hem de
onun müennesi olunca kancıkça ve alçakça bir hayatın gereksinimidir bunlar
demektir. Bağlanmaya değmez demektir. Bir de onun ziynetleri, süsleridir.
Dünyanın süsünün Şeytan tarafından süslenmiş süsler olduğunu da hatırlarsak o
zaman bunlara kanmamızın hiçbir anlamının olmadığını çok rahat anlayıvereceğiz
demektir.
Çünkü bakıyoruz bir varmış, bir yok
muş. Yunus sûresinde hatırlatıldığı kadarıyla o dünya süsünün geçici ve aldatıcı
olduğunu şöyle beyan eder Allah bize:
“Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma,
süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir.
Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra
kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çerçöp olur. Âhirette çetin azap da vardır.
Al-lah'ın hoşnutluğu ve bağışlaması da vardır; dünya hayatı ise sadece aldatıcı
bir geçinmedir.”
(Hadîd 20)
Bu dünya hayat, bu denî, bu alçak hayat
oyun ve eğlencedir, ziynettir, süstür, birbirinize karşı övünme vesilesi, malda
ve evlâtta çoğalma vesilesidir. paranız, malınız ve evlâtlarınızın çoğalması
konusunda aranızda bir övünme zeminidir. Bunun örneği aynen şunun gibidir: Bir
yağmur gibi ki, bir yağmur düşünün ki, onun bitkisi çiftçiyi sevindirir, hoşuna
gider çiftçinin. Ama sonunda o bitkiler boyun büker. Sonra bir bakmışsın ki
sararıp solmuştur. Sonra da çerçöp olmuş, odun olmuştur artık. İşte dünya hayat
bu. Hepimiz için budur işte dünya budur. En sevdiğiniz yemek, doyduktan sonra
anlamsızdır. En sevdiğiniz şarkı, gece ikide dinlenmez artık. En sevdiğiniz
arkadaş, hastayken beş para etmez. En sevdiğiniz çiçek, gün gelecek solacaktır.
En çok sevdiğiniz insanlar, gün gelecek terk edeceksiniz onları. İşte dünya
budur. Öyleyse kesinlikle bilesiniz ki:
Allah katında olan çok daha hayırlı ve
kalıcıdırlar, akletmiyor musunuz? Akıllarınızı kullanmıyor
musunuz?
Evet unutmayın ki bâki kalacak
olanlar, Rabbinizin katında sevap yönünden daha iyi, sonuç olarak daha hayırlı
olacak olanlar sâlih amellerdir. Yâni şu kâfirlerin varlığıyla övünüp
müslümanlara karşı üstünlük tasladıkları mallar, mülkler değil sâlih ameller
bâkidir. Unutmayın ki mallar, mülkler, oğullar, kızlar, makamlar, mansıplar
dünya hayatının süsü ve ziynetidir. Dünya hayatının bir eğlenceliğinden başka
bir şey değildir bunlar. Ama bâki olanlar, kalıcı olanlar, ölümsüz olanlar, öbür
tarafa intikal edecek olanlar ise sâlih ve güzel amellerdir. Sürekli olanlar,
devamlı olanlar, kalıcı olanlar sâlih
amellerdir. Yaşadığımız bu hayatın sonunda bizimle beraber olacak,
kabirde bizimle beraber olacak, bizi asla terk etmeyecek ve bizi cennete
götürecek olanlar sâlih amellerdir.
Öyleyse ey müslümanlar, sakın ha sakın
kâfirlerin size karşı hava attıkları şu geçici dünya mal mülklerini heves kabul
etmeyin, hedef kabul etmeyin, amaç kabul etmeyin, her şey zannetmeyin.
Bağlanmaya değmez bunlar. Bakıyoruz bir varmış, bir yok muş. Bir bakarsınız var,
bir de bakarsınız ki yok olup gitmiştir.
Öyleyse iyi
anlayın. Hangi zevkiniz yarın da böyle devam ediyorsa o âhirettir, hangi
zevkiniz de yarına intikal etmiyorsa işte o da dünyadır. Çocukken oynadığınız
oyunları bir düşünün. Karşı takıma attığınız goldeki sevinci bir düşünün. Veya
damat olurken giydiğiniz elbisedeki güzelliği düşünün. Okula kaydolduğunuz günkü
sevincinizi veya okulu bitirdiğiniz günkü sevincinizi bir düşünün. O
sevinçlerinizden, heyecanlarınızdan bugüne intikal eden bir şey var mı?
Hatırlamıyorsunuz bile değil mi? Bugün hiç de anlamı yok değil mi onların? Yâni
o günküler, o günkü anlamını hep kaybetmişlerse bunların hepsi dünya hayattır,
hep geçici şeylerdir. Ama Allah’ın yanında hep hayırlı ve bâki olanlar vardır.
Meselâ ilk
defa kıldığınız bir namazdan duyduğunuz zevki bir düşünün. Bugün de aynen devam
ediyor değil mi? İşte bu sâlih ameldir. Veya tuttuğunuz ilk oruçtan duyduğunuz
heyecan bugün de devam ediyor değil mi? İşte bâki olan sâlih amel
budur.
Ama Allah’ın yanında hep hayırlı ve
bâki olanlar vardır. Cennet tariflerinde kâfirler hep böyle kafa tutarlarmış.
Ne? Karı kız mı dediniz? Cennette bunlar mı varmış? Biz bu dünyada istediğimizi
buluruz. Bağ bahçe mi? İstemediğimiz kadar var bu dünyada. Altlarından ırmaklar
akan mı? Üstlerinden de ırmaklar akan mı dediniz? Valla istesek bu dünyada biz
de akıtabiliriz. Akıtıyoruz da işte evlerimizin altlarından, üstlerinden.
Köşkler mi? Kasırlar mı? Hattâ camdan köşkler içine saraylar bile yaptırabiliriz
diyorlarmış. Ama: “Ve ebka” denilince veya
“Halidine fiyha ebeda” denilince, yâni ama cennettekiler ebedîdir,
ölümsüzdür, sonsuzdur denilince adamların işleri bitiyor. Çünkü dünyadakiler
böyle değildir. Dünyadakiler harp oluyor, darp oluyor, ihtiyarlık oluyor, ölüm
oluyor, bayram, seyran oluyor ve adamın elinden alınıveriyor. Ama âhiretteki o ebedî dara, ebedî yurda
gi-dince her şey sürekli olacaktır, sonsuz olacaktır. Öyleyse ey kullarım,
hesabınızı iyi yapın dedikten sonra diyor ki Allah:
Aklınız ermez mi sizin? Size verdiğim
aklı bunu anlamada hiç kullanmayacak mısınız? Aklınızı hâlâ arabanın modelini
değiştirmede, evin şeklini değiştirmede, halının, kilimin modelini anlamada mı
kullanacaksınız onu? Hep para kazanmanın peşinde mi kullanacaksınız? Bu âyetleri
anlamada hiç kullanmayacak mısınız?
Veya
düşünün adamın elinde kibrit vardır da, sobayı yakmak için yakıt arıyordur, adam
bir şeyler arıyordur da, yahu be kardeşim elindeki kibrit değil mi ne
kıvranıyorsun? demek neyse, nasıl her şeyi baştan kesen bir sözse, bu ondan daha
kesin bir sözdür yâni. Aklınızı kullanmayacak mısınız? Aklınız yok mu sizin?
Yâni iş bu kadar açıkken, durum bu kadar ayan beyanken, siz hâlâ aklınızı bunu
anlamaya kullanmayacak mısınız? diyor Rabbimiz.
Bundan sonraki âyetinde de Rabbimiz
artık aklını kullansın dediği insana, insanlara şu gerçek haberini
duyuracak:
61. “Vaad ettiğimiz güzel bir
nimete kavuşan kimse; dünya hayatında kendisine bir geçimlik verdiğimiz, sonra
kıyamet günü azap için getirilen kimse gibi
midir?”
Şu kişi ki Biz ona hoş vaad lerde
bulunmuşuz. Biz ona güzel güzel gelecek vaad lerinde bulunmuşuz
da:
O ona kavuşucu da. Ona kavuşacağının
farkında da adam. Yâni buna inanıyor da adam. Yâni cennet hak edecekti o adam.
Bizim kendisine vaad ettiğimiz cennete ulaşabilme imkânı da vardı
onun.
O insan şu dünya hayatının geçici
metaına kavuşan adamdan, dünyanın geçici metaından faydalanan adamdan farklı
olmalı değil miydi? Elbette ikisi aynı olacak değildi ya. Elbette olmazdı.
Üstelik bu ikinci tip adam kıyamet günü
muzdarinden olacaktır. Yâni istemese de hazır tutulanlardan, mecburen hesaba
getirilenlerden olacaktır. Çünkü Yâsîn sûresinde şöyle diyordu Allah bu tür
adamlara: Ya Rabbi ben hayatımdan razıyım. Ben buradan razıyım. Ben burada iyi
kötü, azap, ikab, ceza meza filan dedin ama, kabir azabı da olsa ben şimdilik
buna alıştım. Ben buradan çıkmak filan istemiyorum. Cennetini de cehennemini de
istemiyorum, demesinin anlamı yok:
“Tek bir çığlık kopar, hepsi, hemen huzurumuza
getirilmiş olur.
(Yâsîn 53)
Evet bir tek sayha, bir ses, bir
kalk borusu, bir haykırma, bir anons, tek bir sarsıntı. Dirilin! Kalkın haydin
bakalım! denir denmez bir de bakmışsın ki hepiniz dirilmiş ve Allah’ın
huzurundasınız deniliyordu. Orada herkes ihzar edilecek, mecburen hepsi hazır
tutulacaklar buyuruluyordu. Yâni nasıl ki bu dünyada ben şahitlik emek
istemiyo-rum diyen adamı polis zoruyla tutup götürüyorlar, işte öyle mecburen
oraya hesap kitap için herkesi götüreceklerdir. Hattâ belki de yarın hazır
tutulmaktan kaçmak için kimi insanlar yakılarak külünün denize atılmasını, veya
binlerce metre toprağın derinliklerine gömülmeyi, ya da mezarlarının üstüne
tonlarca ağırlıkta taşların, betonların, mermerlerin konmasını emretmektedirler,
vasiyet etmektedirler arkasında ka-lanlara ki yeniden diriliş gününde hesap
kitap için çıkmasınlar da varsın yer altında kalıp böyle unutulup gitsinler.
Öyle istiyorlar ama, İn-şikâk’ta:
Arz içindekileri atacak, karnında ne
varsa hepsini boşaltacak. Sinesine gömülen herkesi ve her şeyi kusacak. Her şeyi
dışarıya atıp tahliye olacak. Tıpkı hamile bir kadının karnındakini dışarıya
atması gibi yeryüzü de hamlini boşaltıp sinesindekilerin tümünü dışarıya atacak.
Durum böyle olunca bunların hiçbirisinin bir anlamı
yoktur.
62. “Allah, o gün onlara
seslenir: “Benim ortağım olduklarını iddia ettikleriniz nerededirler?”
der.”
Onlara şöyle nida olunduğu gün. Hani
öyle kabul ediyor, öyle farz ediyordunuz, size göre benim ortaklarım da vardı.
Yâni ben kendi başıma, tek başıma Ben sözü dinlenecek bir varlık değildim sanki.
Hep başkalarıyla birlik sözümü dinlemeden yanaydınız. Bazen, bazen başkalarını
da bazı konularda dinlemeden yanaydınız. Birilerini bana ortak tutuyordunuz.
Hani ne oldu? Nerde onlar? Eğer gerçekten onlar da sözü dinlenecek kimseler
idiyseler, yâni onların da benim yanımda varlıkları hak idiyse, şimdi de onlar
benim yanımda olmalıydılar. Onlar sizin üzerinizde kendi sorgulamalarını
yapmalı, ben de kendi sorgulamamı yapmalıyım. Hani nerde onları görebiliyor
musunuz? Hani bu konuda hak sahibi olduklarını iddia ettikleriniz? Hani
üzerimizde onların da hakları, yetkileri var dedikleriniz? Nerede onlar? Hani
dünyada iken hayatınızın kimi birimlerini bana sormuyordunuz da o birilerine
soruyordunuz? Hani o sorduğunuz, o danıştığınız, o gönlünü hoş etmeye
çalıştığınız varlıklar nerede? Hani o benim dışımda tanrı bildikleriniz? İlah
bildikleriniz? Hani hatırını kazanmaya çalıştıklarınız? Hani yasalarını
uyguladıklarınız? Hani hayatınıza karışma yetkisi verdiğiniz siyasal
tanrılarınız, hukuk tanrılarınız, eğitim tanrılarınız, şifa tanrılarınız, oyun
eğlence tanrılarınız? denilecek.
Müslümanlar bugün Allah’ın her şeyi
bildiğine inandıkları, ya da her konuda Allah’a müracaat etmeleri gerektiğine
inandıkları halde maalesef Allah’tan başkalarına danışıp hayat sürüyorlar.
Sûrenin önceki âyetlerinde de söylediğim gibi bunun bana göre iki sebebi var.
Yâni müslümanların hayat programlarında müracaat etmeleri gereken tek merci
Allah olması gerekirken, teorik olarak buna inandıklarını iddia ederlerken,
maalesef bu yolu çizmede Allah’tan başkalarına da müracaat ettiklerini
görüyoruz. Bunun benim anlayabildiğim kadarıyla iki sebebi var, inşallah onu
şöyle özetleyeyim:
1:Birincisi, hep Allah’a, hep Allah’a
sorunca Allah’ın önereceği program kendisinin beklentisinin dışında olacağını
bildiği için adam Allah’a müracaattan korkuyor ve kaçıyor. Yâni ben her hangi
bir problemleri için bana sormaya gelmeyen akrabalarımı hep böyle görüyorum ben.
Çünkü gelip sorunca benim ne diyeceğim belli. Bir tanesi var meselâ üç dört
çocuktan sonra hanımını Kur’an kursu hocası yaptı. Zorladı etti kurs hocası
yaptı. Yahu dedim, bir de benimle istişare etseydin dedim. Ben dedi senin bu
konuda ne diyeceğini biliyorum zaten. Adam ne diyeceğimi bildiği için benimle
istişareden kaçıyor. Halbuki Allah meleklerin ne diyeceklerini bildiği halde
meleklerle istişare etti. Ben halîfe yaratacağım ne dersiniz? dedi. Sonra da siz
bilmediniz ben bilirim diye gene de bildiğini yaptı, ama bize istişare konusunda
yol gösteriyordu. Demek ki müslümanlar bekledikleri cevabı vermez endişesiyle
Allah’a sormuyorlar bir.
2: İkincisi, bunu da mı Allah’a
soracağız? diye bir dertleri var müslümanların. Yâni tamam namazın kaç rekat
olduğunu soralım Al-lah’a, Orucun ne zaman başlayacağını soralım, abdestin
farzını soralım tamam Allah’a ama, yâni kızıma gelinlik ne alacağım? Oğlumun
mobilyasını nerden alacağım? Halımın rengi nasıl olsun? Televizyonumun markası
nasıl olsun? Bunu da mı soracağım Allah’a? diyerek sanki Allah’ın onu
sergilediğini, pazarladığını hâşâ bilmiyorlar ve onları Allah’a sormaktan yana
değiller.
Tekrar dönüyoruz âyete, yâni hep bana
soracakken, evlenmenizi, boşanmanızı, ticaretinizi, kazanmanızı, harcamanızı,
giyim kuşamınızı, ziyaretinizi, ziyafetinizi, ikramınızı, yazınızı, çizinizi,
hukukunuzu, eğitiminizi, dirliğinizi, düzeninizi, seçiminizi, geçiminizi hep
bana sormanız gerekirken, benden başkalarına da soruyordunuz. Be-nim yanımda
başka ortaklar tanıyordunuz. Benim yetkimi onlara da veriyordunuz. Bana şirk
koşuyordunuz.
Meselâ ben
Hâlık olarak, yaratıcı olarak veya Rahmân olarak sizin dünyanızda vardım da,
Rahîm olarak beni tanıyordunuz da, Rab olarak tanımıyordunuz. Kanun koyucu
olarak tanımıyordunuz. Başka kanun koyucular da vardı hayatınızda. Şafi olarak
beni tanıyordunuz da, Rezzak tanımıyordunuz, başka Rezzaklar vardı hayatınızda.
Veya Hâdî olarak beni tanımıyordunuz, başka hadiler bulmuştunuz kendinize. Mâlik
olarak tanıyordunuz beni de başka mâlikler, başka söz sahipleri de vardı
hayatınızda. Yâni kimi konularda benim özelliklerimi başkalarında da
görüyordunuz. Benim yetkilerimi, benim sıfatlarımı başkalarına da veriyordunuz.
Hani onlar nerede? denilecek.
63. “Hükmün aleyhlerine
gerçekleştiği kimseler: “Rab-bimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir.
Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan uzaklaşıp sana geldik,
zaten aslında bize tapmıyorlardı” derler.”
Söz kendilerine hak olan ki azap
sözüdür tabii bu söz. Allah’ın azap sözü kendilerine hak olan, yasa olan,
realite olan, Allah’ın azabını hak eden o insanlar diyecekler ki, ey bizi
Rabbimiz! "Rabbena" diyorlar. Ey bizim
Rabbimiz! diyorlar. Geçmiş olsun. Onu bugün demelilerdi. Onu dünyada
demelilerdi. Rabbena! Ey bizim Rabbimiz! Ey bizim hayatımıza program çizicimiz!
Ey bizim hayatımızı düzenleyen! bizim yapmamız gerekenleri bize tarif eden
Rabbimiz! Ey sen dediğin için bizim onları yaptığımız Allah’ımız!
Rabbena bu
demektir. "Allahümme" Allah’ım! Benim
Allah’ım! Sen ne olursan ol benim sana ihtiyacım var demektir. Ama ya Rabbi!
deyince de, ey sen ne dersen, ne emredersen ben onu dinimdir diye, hayatımdır
diye, hayat programımdır diye, ya da uygulamam diye, ya da yönetimim diye,
yönetmenliğim diye onu hayatıma aktardığım İlahım diye yalvarıyor ya bu dünyada
insanlar, işte orada da Rabbena! diyorlar onlar. Dünyada deseydiniz ya bunu.
Çünkü En’âm
sûresinde peygamberim, ansızın ateşle karşı karşıya geldikleri zaman onların
halini bir görsen diyor Allah. Sonra da diyecekler ki Ah nolaydı keşke dünyaya
bir daha döndürülseydik de Rabbimiz Allah deyip sâlih ameller işleseydik
diyecekleri anlatılır. Orada Rabbin Allah olduğunu biliyorlar da alçaklar
dünyada Rabbin başkaları olduğunu kabul ediyorlar.
Hani
Abdullah ibni Selâm gelmiş Rasûlullah’a soruyordu: Ya Rasulallah, elbette
Allah’ın dediği doğrudur, elbette iman ediyorum, ama anlamak için soruyorum. Biz
din adamlarını Rab filan kabul etmi-yorduk gibiydi, acaba burada bize, anlatılan
ne? deyince Rasulullah efendimiz buyuruyordu ki: Size din adamlarınız, siyaset
adamlarınız bir şeyleri emrediyorlardı da siz onların bu emirlerini dinliyor ve
onlara itaat ediyor muydunuz? Evet. Peki onlar sizin hayatınızda bir takım
yasaklar belirliyorlardı da siz onların bu yasaklarına riâyet ediyor muydunuz?
Evet. İşte bu onları Rab bilmedir ve onlara ibadetin ta kendisidir
buyuruyordu.
Evet babalar bazen, müdürler bazen,
bazen amirler, bazen başkanlar,
bazen liderler, reisler, eğer hayatımıza
bu denli karışıyor ve biz de razıysak bu işten, onları sanki Rabbimiz kabul
ediyoruz olacaktır Allah korusun. Günâh ayrı, onu hemen söyleyelim. Gaflet ayrı,
acziyet ayrı, bazen cehalet ayrıdır ama
sürekli olursa bu iş, yâni o konuda birilerinin önerisiyle hareket ediyorsak o
zaman Allah’a sığınalım Allah bizi korusun. Evet diyorlar ki Rabbena. Peki ne
olmuş?
Rabbimiz, işte bunlar bizim
saptırdıklarımız! Biz saptığımız gibi, biz kendimizi iğva ettiğimiz gibi onları
da saptırdık, onların da işini bitirdik, onların da pilini bitirdik, düzenlerini
bozduk, ya da onların düzenlerini düzdük.
Şimdi sana geldik ya Rabbi. Bitti
işimiz, anladık bütün meseleyi, seninle buluştuk, sana geldik. Ya da her şeyi
sildik sana doğru geldik, sana yönelmek üzere, sana teberrî eyledik ya
Rabbi.
Ve onlar zaten bize de tapmıyordular ya
Rabbi. Onlar bizi alet ediyordular. Evet biz saptırdık ama onlar da bizi alet
ederek kendileri sapıyordular. Tabii Mülk sûresi bunu bizzat kelime ile de ifade
ediyor:
“Böylece günâhlarını itiraf ederler.
Çılgın alevli cehennemlikler yok olsunlar!”
(Mülk 11)
Evet tıraşları gözlerinin önüne inince
günâhlarını itiraf edecekler. Peki nerede söylüyorlar bunu? Cehennemin içinde.
Cehennemi boylamışlar, ateşi kucaklamışlar ve diyorlar ki aah! keşke bir kulak
verseydik! Keşke bir dinleseydik! Keşke bir akletse, bir düşünse ve bir
tedebbürde bulunmasaydık! Geçmiş olsun! Bunu bugün dünyada söyleyecektiniz. Bunu
dünyada anlayacaktınız. Bugün diyecektiniz Rabbimiz Allah diye. Bugün
kabullenecektiniz Allah’ın kitabını. Bugün yaşayacaktınız kitabın istediği
hayatı. Bugün teslim olacaktınız Allah’ın kulluk programına. Ama geçmiş olsun.
Yazıklar olsun. Rahmetten cennetten ırak olsun, uzak olsun onlar! Cehenneme
yuvarlansın o alçaklar diyor Rabbimiz.
Onların bu itiraflarının bir farklı
tarafını da En’âm sûresi anlatıyordu:
“Sonra, “Rabbimiz Allah’a andolsun ki
bizler şirk koşanlar değildik” Demekten başka çare
bulamayacaklar.”
(En’âm 23)
Evet Allah’ın azabını görünce diyorlar
ki vallahi ya Rabbi biz müşrik değildik. Vallahi ya Rabbi biz sana bir şeyleri
ortak koşmuyorduk. Evet alçaklar bir hayat yaşayacaklar, birbirleriyle olan
münâ-sebetlerinden tutun da eğitimlerine, hukuklarına, ticaretlerine,
selâm-laşmalarına, tatillerine, takvimlerine, kılık kıyafetlerine varıncaya
kadar hayatlarının hiçbir bölümüne Allah’ı karıştırmayacaklar, Allah’tan baş-ka
Rabler, ilahlar bulacaklar sonra da Allah’ın ateşini görünce yeminle biz müşrik
değildik diyecekler. Şirk koşmadıklarına dair, küfrü din olarak kabul
etmediklerine dair yemin edecekler.
Veya bir
başka mânâyla vallahi ya Rabbi meğer bizler müşrik değilmişiz diyecekler.
Vallahi ya Rabbi meğer bu bizim sana ortak koşmaya çalıştıklarımız senin yanında
ortak olmaya lâyık değillermiş diyecekler. Vallahi ya Rabbi şu bizim dünyada
kendilerinden korktuklarımız, kendilerini sevdiklerimiz, kendilerine
sığındıklarımız, kendilerine dua ettiklerimiz hidâyeti, rızkı kendilerinde
gördüklerimiz, şeytanlarımız, tâğutlarımız, azizlerimiz, reislerimiz meğer sana
ortak koşmaya lâyık değilmiş, bunu anladık diyecekler. Biz onları bizim Rabbimiz
olsunlar diye dinlemedik.
Evet seni
de dinlediğimiz, onları da dinlediğimiz zamanlar oldu ama şirk koşmak için,
dinden çıkmak için, sana ortak olsunlar diye, seni diskalifiye edelim diye
dinlemedik onları. Senden üstün tutmak için dinlemedik onları ya Rabbi diye
itirafta bulunacaklar ama bu itiraf onları kurtarmayacaktır
anlıyoruz.
64. “Koştuğunuz ortakları
çağırın” denir; onları da çağırırlar ama, kendilerine cevap veremezler; cehennem
azabını görünce doğru yolda olmadıklarına
yanarlar.”
Şöyle denilecek beri tarafta da: Haydi
şeriklerinizi, ortaklarınızı, Allah yanında sözünü dinlediğiniz, Allah berisinde
kendilerinde yetki gördüğünüz varlıklarınızı çağırın! denilecek. Onlar da onları
çağıracaklar da icabet etmeyecekler, edemeyecekler. Cehennem azabını görünce de
keşke hidâyet bulsalardı ya. Keşke daha önce hidâyet bulsalardı ya. Bir böyle,
bir de azabı görünce sanki şöyle derler keşke hidâyet bulsaydık
derler.
Evet denir ki onlara, haydi çağırın
bakalım. Hani Allah’ın berisinde dua ettikleriniz? Çağırdıklarınız, çağrışım
yaptıklarınız var ya. Hastalanınca çağrıştırdıklarınız. Ev yaptıracaksınız,
falan aklınıza geliyordu, oysa önce Allah aklınıza gelecekti. Hukuk probleminiz
oluyor birilerini hatırlıyordunuz, halbuki Allah’ı hatırlamalıydınız.
Evlenirken, boşanırken birilerini hatırlıyordunuz, halbuki Allah’ı
hatırlamalıydınız. Haydi öyleyse şimdi o kendilerine dua edip çağırdıklarınızı,
çağrıştırdıklarınızı denecek.
Beyzavi şöyle bir konu anlatır. Bir
adam bir kitap yazmış, işte sultana götüreyim de karşılığında ondan bir şeyler
alayım diye. Sultanın sarayına giderken bir çadıra uğrar. Orada karşılaştığı bir
kadın ona sorar: Nereye evlât? Adam der ki Fâtihayla alâkalı bir kitap yazdım da
onu Sultana götürüyorum der. Kadın der ki evlât sen Fâtiha’yı bilir misin? O ne
biçim söz anne? Bu kadar kitap yazan adam Fâtiha’yı bilmez mi? der. Kadın, evlât
sen hele bir anlat der. Adam Fâtiha’yı anlatınca der ki kadın evlâdım sadece
Allah’tan yardım beklenecek diyorsun sen tutup sultandan yardım beklemeye
gidiyorsun, bu ne biçim iş?
Yâni
sahâbeye bakıyoruz hep inançları böyle. Ahmed bin Hanbel’in hayatında bazı böyle
pasajlar okudum, hep dertleri bu yâni. sadece Allah’a muhtaç olmak, başka hiçbir
şeye muhtaç olmamak. Sadece Allah’a dua etmek ve dâvetiyelerinin üzerine başka
hiç kimsenin adını yazmamak. Biz hayatımızın programı konusunda sadece Allah’a
kulluğumuzun gereğine inanırken Allah’tan başkasına da ihtiyacımız olduğunu
belirtirsek galiba Fâtiha’ya aykırı yaşamış oluruz.
Şöyle gibi,
öğretmen arkadaşlar gidiyorlar bir yerlere öğretmen olarak, altı ay, bir sene
sonra geliyorlar. Nasıl ne var ne yok o bölgede? diyoruz, valla hocam çok güzel,
yer tam hizmet edilecek yer, ama çok ihmal edilmiş, hiç bir hizmet gitmemiş, ben
gidinceye kadar. işte, eh iyi, ama ah idareci biraz anlayışlı olsaydı, ah bir
kütüphane olsaydı, ah biraz param olsaydı, ah bir arabam olsaydı, ah bir vakıf
olsaydı, ah bir dergimiz olsaydı, ah çevre bu işlere biraz yatkın olsaydı çok
iyi olurdu filan diyorlar. Ben diyorum ki ah bir Allah olsa desene kardeşim! Ah
bir Allah olsaydı diyebilir misin? Orada duruyor. Çünkü sen yoksa Fâtiha’da
şöyle mi okuyorsun: İyyake na'budu ve iyya nestaîn, para. İyyake na’budu ve iyya
müdür, ve iyya vakıf, ve iyya dergi, ve iyya çevre mi diyorsun? Yoksa iyyake
na’budu ve iyyake nestaîn mi diyorsun?. Bunlar olamayacağına göre sadece Allah’a
yardım konusunda yalvardığımıza göre bunları unutmayacağız
inşallah.
O müşrikler dua ettiklerini,
hatırladıklarını çağırdılar, dua
ettiler, yalvarıp yakardılar, aman zaman eylediler, fakat kendilerine icabet
edemediler. Tabi icabet edememek bir başka yerde de duymamak anlamına geliyor,
çünkü Allah’tır ancak duyan. Şu anda bütün zaman ve zemin dahilinde bizim
çağrımıza icabet edecek olan sadece Allah’tır. Çünkü duyandır, çünkü işitendir,
çünkü işittiğine gücü yetendir, işittiğinin imdadına yetişendir, çünkü bilendir,
çünkü anlayandır. Onlarsa asla onlara icabet
edemeyecekler.
Onlar azabı da gördüler. Bunun üzerine
onlar azabı da hak et-tiler, azabı gördüler, anladılar. Keşke onlar hidâyete
erenler olsalardı. Bunun ne anlamı var? Yâni âhirette keşke nin ne anlamı
olacaktır da? Zaten azabı hak etti mi adam, günâhını itiraf da etse cehenneme
gidecektir. Niye keşke denmiş o zaman burada? Arkadaşlar aslında bu âyetler
âhiretteki konuşmaların bize intikali değil de, buraya kadar olanların âhirette
varacağı sonucun hikayesidir ve de bu son bölüm Cenâb-ı Hakkın bize rahmetinin
Rahmâniyetinin tecellisidir. Yâni Allah bunları niye anlatıyor bize? Bizi
korkutmak için anlatıyor, sakındırmak için anlatıyor, bizi o işten vazgeçirmek
için anlatıyor. Diyor ki keşke onlar, o durumda olanlar yollarını Allah’la
bulsalardı! Keşke dünyada hidâyete ulaşsalardı! Keşke kitaba sorup, danışıp
hareket etselerdi de başlarına bu işler gelmeseydi.
65. “O gün Allah onlara seslenir:
“Peygamberlere ne cevap verdiniz?” der.”
Evet o gün şöyle nida olunacak
onlara: Peygamberlere nasıl icabette
bulundunuz? Neler dediniz onlara? Ne cevap verdiniz? Peygamberlere nasıl bir
cevap verdiniz? Ne dediniz, nasıl karşıladınız onları? Nasıl muamele yaptınız
onlara?
Herhalde şöyle mi diyeceğiz: Ya Rabbi
senin peygamberin bize bir şey demedi ki, biz ona bir cevap verelim. Bir şey
sormadı ki o bize, biz ona cevap verelim. Tat bir peygamber göndermişsin bize.
Bizimle hiç konuşmadı. Bize hiçbir mesaj ulaştırmadı. Bizim dinimizi bize o
anlatmadı ki. Bizim dinimizi bize babalarımız anlattı, hocalarımız anlattı, Ömer
Nasuhi Bilmen anlattı. Biz dinimizi onlardan öğrendik. Senin peygamberin zaten
bizim dönemde gelmedi. Çok önceleri gelmiş ve kendi toplumunu ilgilendiren
sözler söylemi, uygulamalarda bulunmuş. Bizim onun ne dediklerinden haberimiz
yoktu diyeceğiz herhalde. Çünkü peygamberi tanımayan, peygamberin sözlerini,
peygamberin uygulamalarını tanımayan bir adam bundan başka ne diyebilir
ki?
Peki gerçekten öyle miydi? Gerçekten
peygamber hiçbir söz söylemeyen, hiçbir teklifte bulunmayan veya teklifleri
sadece kendi dönemi insanlarını bağlayan, bizi bağlamayan mıydı? Hayır Allah’ın
Resûlü 60 bin civarında sözü olan,
teklifi olan ve bu teklifleri de sadece kendi dönemini değil kıyamete kadar tüm
mü’minleri ilgilendiren bir örnekti. İşte bu 60 bin civarındaki peygamber
sözüne, peygamber teklifine ve uygulamalarına ne cevap verdiğimiz, nasıl bir
tavır takındığımız sorulacak.
Halbuki Peygamber elli bin, atmış bin
söz söyleyen, amel eden varlıktır. Yâni tespit edilen hadisleri 50,60 bin kadar
olan bir örnektir. Evet atmış bin civarında söz söyleyen bir peygamber. Onlardan
ne kadar haberdarsak bizde o kadarı var demektir. Meselâ bir araba 6000 parçadan
oluşuyorsa sizde kaç parça varsa arabanızda o kadar parça vardır. Her halde bir
direksiyon bir de dört teker varsa elinizde ona benim arabam var filan
demiyorsanız, o zaman 60 000 de kaç hadis varsa sizde o kadar hadis var demektir
ve sizin peygamberle ilginiz o kadar demektir. Kaç hadisiniz varsa üzerinde kafa
yorduğunuz, hayatınızı onunla düzenleyeceğiniz o kadar müslüman-lığınız var
demektir.
Allah korusun haberdar olduğunuz
zaten yok da bir de üstelik onlara cevabınızı düşünün. Meselâ 60 000 odalı bir
saray gezecektiniz ve değerlendirmenize göre de size mükafat verecektiler. İki
oda, üç oda, beş oda gezdiniz ve orada oyalandınız durdunuz artık. İşte kumar
oynama! Zina etme! Sağa bakma! Sola gitme! Dükkana git! Tezgaha git! Yat! Uyu!
tamam. Geri kalan odalarda çok güzel şeyler vardı belki onlardan da haberdar
olacaktınız da öyle yorumlayacaktınız, cevap verecektiniz. İcabet edecek, amel
haline getirecektiniz. "Ecebtüm" olacaktı o zaman. Eğer
sadece namaz, oruç, haç, zekât, kelime-i şahadet insanı cennete götürecekse
kurandan diğer bölümleri alalım çıkaralım din bozulmayacaktır o zaman. Dinde
hâşâ fazlalık olur o zaman.
Veya işte bir kaç hadis bırakalım
hayatımızda gerisini tümden yok farz edelim eğer din bozulmuyorsa o zaman hâşâ
boşuna bu kadar söz söyleyendir o zaman peygamber. Hayır hayır kitabın da
peygamberin de bizim hayatımızdaki fonksiyonu bu kadar basite indiri-lemez.
Unutmayalım ki bu kitabı tanıdığımız kadarıyla peygamberin sünnetini tanıdığımız
kadarıyla müslümanız ve Rabbimizin sorularına cevap vereceğiz. Diğer kitapları
tanımasak da olur, diğer liderleri ve efendileri ve onların uygulamalarını
tanımasak da olur ama bu kitabı ve peygamberin sünnetini tanımak zorundayız.
66. “O gün, haberlere karşı
körleşirler, verilecek cevapları kalmaz; birbirlerine de
soramazlar.”
Haberlerin körlüğü kapladı onları o
gün. Sormazlar, soramazlar, istemezler, isteyemezler, soruşturamazlar,
karıştıramazlar o gün. Sorgulama ve yorumlama işleri olmaz o gün onlara. Çünkü
haberler onlara körlük getirdi o gün. Haberler köreldi onlara. Yâni nasıl bir
şey ben bilemedim? Yâni hapishanedeki adamın, zindandaki adamın, ma-ğaradaki
adamın körlüğü mü? Ya da dünyası yıkılan, dünyası kararan bir adamın körlüğü mü?
Zaten Kur’an bu tür adamlara öyle diyordu:
“Âyetlerimizi yalanlayanlar
karanlıklarda kalmış sağır ve dilsizlerdir.
(En’âm 38
Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar,
Allah’ın âyetlerini yalan sayanlar, Allah’ın âyetlerini yok farz edenler,
âyetlerle ilgilerini keserek bir hayat yaşayanlar karanlıklarda kalmış sağır ve
dilsizlerdir diyor Rab-bimiz. Onların bu sağır ve dilsiz oluşları hiçbir şey
duymaz oluşları ve de tat oluşları, konuşma imkânlarının olmayışı anlamına
gelmemektedir. Bunlar duyarlar ama âyetlerimizi duymak istemezler, âyetlerimizi
duymazlıktan gelirler anlamınadır. İşte bunlar âyetlerin nûrundan, âyetlerin
ışığından mahrum kalmış, karanlıkta, zulümatta kalmış insanlardır. Dünyada tüm
Allah âyetlerinden habersiz yaşıyorlar bunlar. Yâni adamların algılama
özellikleri kapanmış, işi bitmiştir. Kendilerine haberler kalmamış kitaptan ve peygamberden haber alma
istidatlarını yitirmiş insanlardır bunlar. Halbuki Allah onlara hidâyeti,
basîreti, basîret yollarını göstermiştir. Ama onlar körlüğü basîrete tercih
ettiler. Körlüğü hidâyete tercih ettiler. Onlar küfrü imânâ, sapıklığı hidâyete
tercih ettiler ve kör bir toplum olarak kalmayı tercih
ettiler.
67. “Fakat, tevbe eden, inanıp
yararlı iş işleyen kimsenin, kurtuluşa erenler arasında bulunması
umulur.”
Amma tevbe edenlerin, durumlarını
değiştirenlerin, körlükten kurtulmak için yön değiştirenlerin, iman edip sâlih
ameller işleyenlerin kurtuluşa erenlerden olması umulur. Umulur ki onlar
kurtulanlardan olacaklardır. Evet, eğer tevbe ederseniz, eğer hayatınızın
kıblesini değiştirirseniz, Allah’a dönerseniz pişman olursanız, ama sadece bu da
yetmez. Hemen arkasından iman edip bu imanlarınızı amele dönüştürme,
imanlarınızı hayatınızda görüntüleme çabası içine girerseniz.
Evet sadece
tevbe, sadece pişmanlık yetmez. Tevbe ettim ben, meğer ben ne kadar kötüymüşüm?
Meğer ne kadar da berbatmış benim gidişatım? demeniz yetmez. Hemen arkasından ve
amene yaparsanız, yâni Allah’ın istediği gibi iman sahibi, kabul sahibi
olursanız. Bu da yetmez ve amile salihan olursanız, yâni bunu da amel haline
getirirseniz işte o zaman felaha erenlerden olmayı ümit edebilirsiniz. O zaman
ümit edin bu işi diyor Rabbimiz. Çünkü bir kere olmayacak bu iş sürekli olacak
diyor.
68. “Rabbin dilediğini yaratır ve
seçer; onlar için seçim hakkı yoktur. Allah onların koştukları ortaklardan
münezzehtir, yücedir.”
Rabbiniz ki hem dilediğini yaratan, hem
de seçim gücü olandır. Ama onlar için seçim var mı? Seçebilecekler mi? Yâni
hangi ihtimalden hangisine serbestler? Yâni insanlar seçebiliyorlarsa ölmemeyi
seçsinler bakalım. Seçebiliyorlarsa hastalanmamayı seçsinler, seçebiliyorlarsa
galip gelmeyi, yenmeyi, ya da yememeyi, acıkmamayı, ya da kendilerine göre
ikinci bir dünyayı, üçüncü bir güneşi seçsinler bakalım. Öyle yok. Allah seçer
sadece. Dilediğini sadece O seçer, ne isterse öylece seçer, olay bu. Peygamber
seçme hakkı da ona aittir, kitap göndermedeki kuralları seçme hakkı da Ona
aittir. Onların hiçbir konuda seçme hakları yoktur.
Amma Allah’ın seçmesinde de, seçtiği
işlerde de, başkalarının münâsebetinde de sakın ha Allah’ı tenzih edin, tesbih
edin, şirk koşulan her bir şeyden yüce olduğunu münezzeh olduğunu anlayın, sakın
Onu kendinize ya da başkalarına benzetmeyin! birilerine benzetmeyin Allah’ı. Ne
kral gibi zannedin, ne imparator gibi zannedin, ne baba gibi, ne ana gibi, ne
efendi gibi zannedin. Arkadaşlar, Allah Zül Celalin kimi sıfatları anlatılırken
yanlış anlaşılmasın diye sanki hemen arkasından böyle tesbih edin, takdis edin,
O şirk koşulanlardan yücedir denilmiştir.
69. “Rabbin gönüllerinin
gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.”
Rabbin ki,
Rab olmaya lâyık Allah ki göğüslerin gizlediğini de, açığa çıkarıp ilân ettiğini
de bilendir, en bilendir, net bilendir, açık bilendir.
70. “Allah O'dur; O'ndan başka
tanrı yoktur. Hamd, dünyada da âhirette de O'nun içindir; hüküm de O'nundur.
Yalnız O'na döndürüleceksiniz.”
O Allah ki kendinden başka İlah
olmayandır. Bunu Allah haber olarak söylemiyor, hüküm olarak söylüyor. Allah
kendisinden başka İlah olmaması gerekendir. Öyleyse bir bakın kul olduğunuz,
sözünü dinlediğiniz, kölesi olduğunuz, kendisine bağlandığınız varlıklar mı var
Allah berisinde hayatınızda? Atın onları kenara, sadece Allah kalsın. Hamd Ona
aittir, hem evvelde, hem de ahirde, hem dünyada hem de ukbada. Dünyada hamd
Allah’a aittir, çünkü mülk Onundur, çünkü galip Allah’tır. Hüküm Onun hükmüdür,
dünyada mü'minler hamdi hep Ona ait kıla gelmişlerdir, âhirette de hamd Allah’a
aittir. Bakın A’râf sûresinde cennete giden mü’minlerin şöylece hamd edecekleri
anlatılır:
"Bizi bu cennete eriştiren Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bizi
doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu
bulamaz-dık.
(A’râf 43)
Evet bütün bu nimetleri bize veren,
bizi bu nimetlere ulaştıran, bizi cennete ulaştıran, bize dünyada bu cennet
yolunu gösteren, bize cennete ulaştırıcı ameller işlemeyi nasip eden Rabbimize
hamd olsun. Eğer Allah dünyada bize hidâyet etmeseydi, bize yol göstermeseydi,
dünyada bize kitap ve Peygamberler göndermek sûretiyle bize cennet yolunu
tanıtmasaydı, bize cennete yollarını açmasaydı hiç bir zaman biz bu cenneti
bulamazdık, hiç bir zaman biz bu nimetleri elde edemezdik diyecekler ve
Rablerine hamd edecekler. Evet hakikaten Rabbimiz bizim cennete gidebilmemiz
için, cennet yolunda tutmak için bu kadar imkânlar hazırlamaktadır. Eğer
Rabbimiz bütün bu imkânları hazırlamasaydı, bize kitap göndermeseydi, bize
elçilerini göndermeseydi, bize cennet yollarını net ve açık bir şekilde beyan
etmeseydi mümkün değil biz bu cenneti bulamazdık bu cennete ulaşa-mazdık.
İşte bu cennet mahza Rabbimizin
bize ikramıdır lütfudur. Burada bugün bunu anlayıp Rablerine hamd etmeye
çalışan, Rablerinin kendileri adına seçtiklerinden razı olup öylece bir hayat
yaşamaya çalışan mü’minler orada da bu hamdlerini devam ettiriyorlar. Bütün bu
nimetlerin kendilerinden değil Rablerinden olduğunu burada itiraf eden mü’minler
bu imanlarını orada da itiraf ediyorlar. Yâni cenneti hak edince mü’minler
Rablerine hamd ediyorlar.
Hayata karışma yetkisi Allah’ındır.
Hüküm Allah’ındır, kayıtsız şartsız hüküm yetkisi Allah’ındır. Ama siz
bilirsiniz, yarın Ona döneceksiniz, yarın O sizi hesaba çekecek olandır. Hüküm
konusunda da, hamd konusunda da, İlahlık, Rablik konusunda da Onun dediklerini
mi dinlediniz? Yoksa başkalarının dediklerini mi dinlediniz? bunun he-sabını
vereceksiniz.
71. “Ey Muhammed! De ki: “Söyler
misiniz? Eğer Allah geceyi üzerinize kıyamete kadar uzatsaydı, Allah'tan başka
hangi tanrı size bir ışık getirebilir? Dinlemez
misiniz?”
Kur’an-ı Kerîm Rabbimizi anlatırdı.
Yâni kime kul olacağımızı? Nasıl kul olacağımızı? Ve neden kul olacağımızı
anlatırdı. âhiret, kıyamet, cennet, cehennem, şirk, küfür, iman, inkâr derken
hep Allah şudur, ondan başkası değildir anlatıldı. Ve bizi mat etmek için değil
de aklımızı erdirmek, ya da imânâ, İslâm’a sevk etmek için âyetler sıralanırdı.
Bakın burada da bunun güzel bir örneğini görüyoruz. Cenâb-ı Hak geçen hafta
okuduğumuz âyetlerde kıyametten de söz ediyordu, ama hemen
arkasından:
Diyerek Cenâb-ı Hak kendini tanıttı
bize. Öyle bir Allah ki kendinden başka İlah yok, hamd önce de sonra da Onundur,
hüküm Onundur, hâkimiyet Onundur, bunu unutmayın sonunda dönüşünüz Onadır
denilmişti.
Şimdi sor onlara ey Peygamberim diyor,
veya ey peygamber yolunun yolcuları, ey din anlatanlar, ey dini duyurması
gerekenler, ey hoca çocukları, söyleyin, bunu insanlara! Şu gerçeği de haykırın!
Şu gerçeği de ilân edin ki böylece insanların akıllarını, kulaklarını, gözlerini
böylece çalıştırmalarını söyleyin onlara. Çünkü insanların Allah’ın âyetlerini
algılamada iki mekânizmaları vardır ki bunlar göz ve kulaktır. Bu iki pencereden
kalbe aktarılan şeyler kalpte değerlendirilir. Değerlendirmeleri gerekecekti
onların. Allah diyor ki:
Ne diyorsunuz? Ne dersiniz?
Düşünmediniz mi? Fikriniz, reyiniz nedir? Yâni bu konuda sizin bir fikriniz yok
mu? Düşünün bakalım, Allah geceyi sizin üzerinize sermeda yapıverse, yâni
sürekli kılıverse, devamlı ediverse, gündüzü getirmese, ışık bitse, zıya ortadan
kaybolsa, yâni güneşle ilginizi Allah bitiriverse. Ama ila yevm’il kıyameh sürse
üstelik bu iş, kıyamete kadar da devam edecek olsa söyleyin bakalım:
Allah’tan başka hangi ilahtır size ışık
getirecek olan? Allah’tan başka hangi ilah size bir ışık getirebilecek? Veya onu
size tekrar döndürecek, gündüzü tekrar size yaşatacak olan kimdir? Var mı
Allah’tan başka böyle birileri?
Kur’an materyalist bir ekolün meseli
değildir. Yâni hep maddeden söz etmez Kur’an. söylediği madde planında olanların
da hayatı ilgilendiren maddeler olduğunu unutmadan hareket edecektik.
Dolayısıyla güneşin bizden gidivermesini bayağı dünyanın durması, güneşin başka
yerde olması şeklinde anlayacağımız gibi, güneşin tamamen ortadan kalkması
şeklinde de anlayabileceğiz. Kıyamete kadar bu işin sürmesini de zaten öyle
olunca kıyamet kopacaktır. Bir de bu konuyu o âyetle birleştirelim. Tekvir
sûresinin beyanıyla güneşin defteri dürülecek, dünya bitecek ve kıyamet kopacak,
her şey bitecektir. O zaman şöyle gibi de, yâni siz ölüverseniz, güneşiniz
bitiverse, geceniz başlayıverse, veya sizin güneşle, ışıkla, gündüzle beraber
olma imkânınızı sağlayan gözünüzü biz alıversek ne yaparsınız?
deniyor.
Hani Bakarada meselühüm
diye başlayan bir örnek veriliyordu. Bir adam görün ki ateş yakıyor. Yaktığı
ateş çevresini aydınlatıyor, gözleri görüyor, bunu yakan adam da bunu biliyor,
sonra Allah onun gözünün nûrunu, ya da onunla birlik olanların gözlerinin nûrunu
gideriveriyor da insanlar kapkaranlıkta kalıyorlardı, neye uğradıklarını
bi-lemiyorlardı. İşte böyle sizi görmez hale getiriversek, size gözünüzün
ışığını, ziyanızı, yâni dünyaya bakma özelliğinizi kim verecek?
deniyor.
Yâni biz Allah’ın bize gönderdiği nûr
olan, ışık olan, basiret o-lan Kur’an’ı kaybedersek, zaten o anlatılacak burada,
Allah böyle yaparsa diye. Nûr olan Kur’an’ı kaybedersek, Kur’an’la ilginizi
kaybedersek, söyleyin siz nereden nûr bulacaksınız? Kur’an’sız nasıl
yaşayacaksınız? Nûr olan, ışık olan Kur’an’sız problemlerinizi nasıl
çözeceksiniz? Veya derdinizi nasıl fark edeceksiniz? Nice araba sürücüleri var
ki arabalarındaki kendilerini az sonra felâkete sürükleyecek bozuklukları
bilmemektedir. Yâni son haddi, belki de bir kilometre gidince her şey bitecek
hale gelmiş ama o bozukluğu sürücüsü bilmemektedir.
Veya nice
insanlar vardır ki bünyelerindeki, bedenlerindeki müthiş infilakların ya da ölüm
habercisi hastalıkların farkında değildir. Veya bunun dışında kişi nice
geçimsizliklerin, nice düzensizliklerin farkında değildir. Eğer insan Kur’an’la,
hikmetle, hükümle, hâkimiyetle, Furkân’la, besair olan, görüş ve gösteriş
özelliği olan vahiyle beraber olursa ne ala. Değilse Allah’ın bu görme
özelliğini sizden almasından sonra siz neyle göreceksiniz?
İşitmez misiniz? Dinlemez misiniz?
Dinlemeyecek misiniz? An-latılan şeyler akıl erdirmeyle ilgiliyken acaba
Rabbimiz niye akl etmez misiniz? Düşünmez misiniz? Dememiş de dinlemez misiniz?
demiş di-ye düşündüm. Yâni elbette Allah La
yüs’elü amma yef aldir. Yâ-ni yaptığından sorumlu değildir. Kimse Onu bu
konuda niye böyle yaptın? Niye böyle dedin? diye hesaba çekemez. O bir kere
kesin bir gerçek.
72. Allah dinlenmeniz için geceyi
ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için gündüzü meydana getirmiştir. Bunlar,
O'nun rahmetinden ötürüdür. Belki artık şükredersiniz.
Burada da bakmaz mısınız? Yâni gözünüzü
kullanmaz mısınız? Kulağınızı kullanmaz mısınız? diyordu. Anlayabildiğim
kadarıyla Allah Zül Celâl’in iki çeşit âyeti vardı. Bu iki âyetten bir grup
görmeye yönelik âyetlerdi, meşhûd âyetlerdi, semadaki, arzdaki, insandaki,
taştaki âyetlerdi. İkinci grup âyetler ise, bunlar da dinlemeye yönelik,
okununca insanların anlayacağı, kulaktan insana intikal eden âyetler, yâni
Kur’an âyetleri, kitap âyetleriydi.
İşte
insanın görmeye ve dinlemeye yönelik âyetler karşısında körlüğünü ve sağırlığını
açığa çıkaran bu ifadeler bizi intibaha dâvet ediyor. Uyanıklığa dâvet ediyor,
yâni dinlemeyecek misiniz hala! kulak vermeyecek misiniz bu gerçeklere!
Anlamayacak mısınız bu işi! zaten kapkaranlıkken kim görecek de? Beri taraf ta
da karanlık bitmiş, aydınlık başlamış da kıyamete kadar hep gündüz olmuş, sükun
bulacağınız bir gece kaybolmuş. Peki bakmıyor musunuz? Anlamıyor musunuz?
Görmüyor musunuz? deniliyordu. O zaman biz de Allah’ın âyetlerini görmeye
yönelikse görelim, dinlemeye yönelikse dinleyelim. Kur’an âyetlerini anlayalım,
böylece hayatımıza düzen getirelim inşallah.
Evet düşünün, gündüzünüzü Allah böyle
ebedîyen elinizden alıverse peki Allah’tan başka hangi İlah size bir gece
getirsin de onda sükun bulasınız? Var mı bunu size getirecek bir başka İlah?
Arkadaşlar bu teskünü ifadesi Kur’an’da: ”Liteskünu ileyha” diye bir kadınlar
için, bir de böyle gece için kullanılmıştır. Allah geceyi sükun mahalli kılmış,
erkek için karısını da sükun mahalli kılmıştır. Tabi yaratılış böyledir ama
bugün insanlar Allah’ın sükun için kıldığı geceyi, hareket için, maişet için,
gayret için kullanmaya kalkarlarsa bu da fıt-ratın dışında hareket etmedir
diyoruz.
Bakmıyor musunuz? Görmüyor, anlamıyor
musunuz? Gecenin gündüzün de, kadının kızın da fonksiyonlarını değiştiriyorlar
insanlar.
73. “Allah dinlenmeniz için
geceyi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için gündüzü meydana getirmiştir.
Bunlar, O'nun rahmetinden ötürüdür. Belki artık
şükredersiniz.”
Onun Rahmetinden kaynaklanarak, gündüz
ve gecede sizin sükûnet bulmanızı diler Allah. Buradaki daha ayrı bir iş. Yâni
sizin dengede olmanızı ister. Sizin dengeli hareket etmenizi, varlık sebebinize,
vücudunuzun varlık sebebine uygun bir hayat yaşamanızı diler Allah, öyle
kılmıştır.
Ve de Allah’ın fazlından rızık aramanız
ve böylece Allah’ın ni-metlerine şükretmeniz için Rahmetinin gereği
verdiklerini, gönderdiklerini size böylece ulaştırmıştır. Arkadaşlar, buradaki
sükûnet ruh ve beden yönüyle kişinin sakin olması, diğeri ise kişinin ruhunun
ölümle bedenden ayrıldıktan sonra sanki yeniden can bulup dinlenmesidir.
Gecedeki uyku insanı dinlendiricidir. Çünkü bu kişinin fıtratına uygunluğun
ifadesidir. Meselâ kadın anne olursa dinlenir. Anne de çocuğunu emzirince
dinlenir. Evliyse kocasına hizmet edince aslında dinlenir kadın. İnsanların çoğu
bilmezler bunu ayrı şey.
Veya erkek
hanımının düzenini, gidişatını, nizam ve intizamını Allah’ın istediklerine göre
ayarlayınca, onda İslâmî bir yapılanma görünce dinlenir. Baba kızının
müslümanlığını görünce dinlenir. Burada da gündüz ve gece insanlar Allah’ın
istediği gibi bir hayat programı düzenleyince sükûnet bulurlar, sakinleşirler,
karmaşa olmaz, dengesizlik olmaz demektir bunun mânâsı.
Hani Marx
gibi, Engels gibi insanların, ya da Hegel gibi adamların her şey değişim
halindedir, bir nehirden iki kere yıkanılmaz gibi mantıklarının galiba temel
noktaları haktan ayrılan insanların hak arama çabasındaki karmaşalarını
anlatmaktadır. Önce ayrılıyorlar haktan, sonra da hak aramaya çabalıyorlar bu
sefer, birinde batıyorlar, bir nehirde batıyorlar ki bunun adına moda diyorlar.
Olmuyor, bu sefer ikincisine gidiyorlar, hep bir yenilik, hep bir değişiklik
arıyorlar. Aslında kendi fıtratlarına uygun bir hayat programı yaşayıverselerdi
tamam o zaman onu değiştirmeye de gerek kalmayacaktı, çünkü en güzelini
bulduktan sonra gerisi aranmaz aslında. Cennette onun için bıkmak yoktur, çünkü
en güzelidir orası. Artık bıkılmayacaktır orada.
İmiş bu üstelik. Yâni bunun dışında da
hak aramak, huzur aramak o gazabı gerektirecektir artık.
74. “O gün Allah onlara seslenir:
“Benim ortağım olduklarını iddia ettikleriniz nerededir?”
der.”
Bir gün gelecek ki o gün onlara şöyle
nida edilecek: Denilecek ki hani ortaklarınız? Siz öyle zannediyordunuz. Sizin
zu'munuz, sizin iddianız, sizin inancınızca hayatınızı mahvettiğiniz Allah’a
ortaklar da koşuyordunuz. Hani onlar nerede denilecek. Eh söyleyin bakalım,
Allah bu kadar ayan beyanken, bu kadar tek İlahken, kendinden başka ilahın
olmadığı bu kadar kesinken, yâni şu yukarda sayılanlarla bu iş ispat edilmişken,
geceyle ve gündüzle bu iş ispat edilmişken, size rahmetinden, mağfiretinden bol
bol lütuflarda bulunduğunu siz çok iyi kavramışken e tutup bir de eğer siz başka
ilahlar peşinde koşar, Allah’tan başka başka ilahlar edinmeye çalışırsanız yarın
size soracağız, ne yapacaksınız? Ne diyeceksiniz o zaman? Bir deliliniz, bir
hüccetiniz, bir imanınız veya ortaya koyacağınız bir ispatınız olacak mı?
Elbette mümkün değildir bu. Şüreka ortaklar demektir. Peki insanlar Allah’a
nasıl ortaklar koşarlar? Bir kaç şeklini biliyoruz bunun.
1: Allah’ı olduğu gibi kabul eder adam,
ama hayata karışmaz bir Allah olduğu için hayatlarına karıştırmazlar O Allah’ı.
Demokratik, laik insanların şirkidir bu. İnanırlar Allah’a, iman ettiklerini
söylerler ama diğer işlerde, dünya işlerinde de başkalarına danışırlar. Veya
Al-lah zül Celali bilirler, anlarlar, kabul ederler de, Ondan gelecek mesajın
işe yaramayacağı kanaatiyle hayatlarını Ona sormazlar, başkalarına sorarlar.
Yâni ben bilirim ya Rabbi senin ne diyeceğini! Onun için kusura bakma! derler
sanki.
2: Bir başka şekil de Allah Zül Celali
öyle tanırlar ki O yüce bir varlıktır. Ona ulaşılmaz, mümkün değil Ona doğrudan
yaklaşılmaz. Yaygın tabiriyle söylersek araya trafo koymadan, araya aracı
koymadan yakar bu iş. O cereyana ben dayanamam fikrinden dolayı insanlar
birilerinin bu cereyanı kendilerine aktarmasından yanalar. Şeyhleri
kastetmiyorum. Yâni müslümanları kastediyorum. Çünkü vur abalıya hesabı önüne
gelen birilerine vurmaya çalışır. Bizi söylüyorum. Yâni efendim bu kitabı, bu
dini hoca anlasın, hacı anlasın, birileri hazırlansın, birileri bu işi öğrensin
ve bize aktarsın.
Veya işte
efendim tarihte zaten öğrenilmişmiş, onlar güzel anlamışmış zaten, ben bunu
ancak onlar sayesinde anlarım diyerek sanki Allah’ın bana söyleyeceğini tek
kendi başına söyletmek yerine birileriyle söyletmeye çalışanlar da bu anlam da
ortak koşuyorlardı da.
Bir insanda
şirk alâmetinin olması ayrı şey, o insanın kendinin müşrik olması ayrı şeydir.
Yâni
bizlerde de şirk alâmeti olabilir, ama biz müşrik olmayabiliriz. Fark ettiğimiz
zaman hemen vazgeçmek şartıyla, fark etmek zorunda olduğumuzu anlamak şartıyla
bu şirk alâmetleri bizi küfre götürmeyecektir, ama biz hayatımızdan razı
olmuşsak, fark edince de rahatsız olmayacak bir durumdaysak, veya fark etmeye de
çabalamı-yorsak o zaman Allah’a sığınalım bu durumdan. Ebu Zer için Rasulul-lah
sen de bundan bâkıye kalmış demişti hani. Hâşâ bizim iman umdemiz yüz ise, bunun
bir tanesi cahiliye, geriye kalan doksan dokuzu imansa yine müşriktir adam. Ama
Hz. Ebu Zerre Peygamberin sözü sen müşriksin şeklinde değildi. Bak bu özellik
sende kalmış, hemen onu temizle demek anlamına gelecektir.
Öyleyse bizler Allah hangi konulara
karışır? Hangi konularda bizi serbest bırakır? Bunu bildikten sonra kesinlikle
şirkten ancak o zaman kurtulabilecekmişiz. Böylece yaptığımız işleri yaparken,
yapmadığımız işleri de yapmazken Rabbimiz hep Allah olmak kayd u şar-tıyla o
zaman müslüman olacağız. Ama Allah korusun yaptıklarımızın, yapmadıklarımızın
bazılarını Allah için, bazılarını da başkaları için yaparsak eğer, bunu da
inanarak gönül rızası içinde yapıyorsak o za-man şirkten alâmet, işaret bulunur
üzerimizde Allah korusun diyoruz.
75. “Her ümmetten bir şahit
çıkarır ve “Kesin delilinizi ortaya koyun” deriz. O zaman, gerçeğin Allah'a ait
olduğunu, uydurduklarının kendilerini bırakıp kaçtığını
anlarlar.”
O gün, o kıyamet günü her ümmetten bir
şahit çıkarılır ortaya. Ve denir ki, haydi buyurun getirin delillerinizi. Ne
yaptınız? Neden yaptınız? Yaptıklarınızın yaptırıcısı, yapmadıklarınızın
yaptırmayıcısı kimdi? Allah için mi yaptınız? Yoksa moda için mi? Allah için mi?
Yoksa toplum için, çevre için, âdetler, töreler için, yönetmelikler, yasalar
için, müdür için, amir için, tâğutlar için mi? İşte insanlar o zaman anlarlar ki
Hak Allah için olanmış. Allah içinmiş, Allah'tan yanaymış, ya da Allah ne
demişse hak oymuş, veya Allah hakmış, haklıymış. Allah dünyada bize hakkı bir
kaç vecihle anlatır. Semavat ve arzın yaratılışını hak ile anlatıyor, kitabın
indirilişi hak dır, Peygamberlerin gönderilişi hak dır, yarın Mîzan haktır, ya
da o günün varlığı haktır, Kur’an’ın kendisi haktır, gönderilen de hak
peygamberdir.
Eğer
insanlar hakikatçi olmalı idiyseler, yâni hakikat peşinde koşacaklarsa, Hak olan
Allah’ın, Hak olarak gönderdiği Hak peygamberine hak olarak ulaştırılmış kitaba
hakikat gözüyle bakmak zorundadırlar. Allah’tan gelene tek hukuk gözüyle
bakmalıdırlar. Ama onlar:
İftiraları sebebiyle ayrıldılar.
Putları ayrıldı, kendileri ayrıldı, iftiraları ayrıldı ve ne yapacaklarını
şaşırıp kaldılar. O gün her bir ümmete her bir ümmetten şehit gelecekmiş.
Anladığımız kadarıyla bu şehid, bu şahit o ümmetin peygamberidir. Şöyle bir
manzara anlatılır: A’râf sûresinin bir âyetinde şöyle
deniyordu:
“Andolsun ki, kendilerine
peygamber gönderilenlere soracağız, peygamberlere de
soracağız.”
(A’râf 6)
Evet âyet-i kerîmeden anlıyoruz
ki Rabbimiz her iki tarafa da hesap soracaktır. Peygamberlere de, o
peygamberlerin toplumlarına da hesap soracağım diyor. Rabbimizin elçilerine soracağı soru, ya da
hesap Mâide sûresinde şöyle anlatılıyor:
“ Allah peygamberleri topladığı
gün, “Size ne cevap verildi?” der; onlar, “Bizim bir bildiğimiz yoktur, doğrusu
görülmeyenleri bilen ancak Sensin” derler”
(Mâide 109)
Evet işte peygamberlere sorulacak soru
budur. Diyecek ki onlara Rabbimiz: Ey peygamberlerim! Sizler gönderildiğiniz
toplumlarınız tarafından nasıl karşılandınız? Size ne cevap verildi? Nasıl bir
mukabele gördünüz? denecek. Veya gönderildiğiniz toplumlarınıza karşı
vazifelerinizi yaptınız mı? Benim âyetlerimi onlara anlattınız mı? Benim
mesajımı onlara duyurdunuz mu? Benim insanlardan istediğim kulluk konusunda
onlara örneklikte bulundunuz mu? Onlara gösterdiniz mi?
denecek.
Evet peygamberlerin sorusu böyle. Bir
de o peygamberlerin kendilerine gönderildiği toplumlarına soracak Rabbimiz.
Peygamberler de hesaba çekilecek, peygamberlerin ümmetleri de hesaba
çekileceklerdir. Ama Ümmete hesap birkaç noktada olacak. Ama bu hesap aynı
zamanda kişinin mâzeretinin de beyan edilmesi, yâni fırsatının da açığa çıkması
mânâsına gelecektir.
Yâni size
peygamber gelmedi mi? Sizi bu konuda uyaranlar olmadı mı? denilecek. O ümmetten
birileri meselâ şöyle diyecek: Ya Rabbi ben dünyada böyle bir şeyler öğrenmeye
çalışmıştım ama, mahallemde komşum vardı, hocaydı, hacıydı. Ben onu şimdi
cennete gidiyor gibi görüyorum. Ama o beni uyarmadı. Halbuki ben ona komşuluk
yaptım, kebap yedirdim, arabama bindirdim onu, evine gittim. Lâkin o sadece, sen
iyi adamsın be! Sen müslümanlara hizmete devam et! Bu aldığın arabanın
zekâtıdır, inşallah sen bu işe devam et! Bir de dükkanda müslümanlar için bir
sohbet yeri hazırlarsan daha da iyi olacak gibi laflarla beni pohpohladı.
Yaptığım yedirip içirme işinin bana yeteceğini söyleyerek beni kandırdı. Senin
işin para kazanıp, zengin olup müslümanlara yedirip içirmektir. Sen kitap
sünneti tanıyamazsın, sen bırak bu işleri bize de para kazanıp harcamaya bak
dedi. Ama ben İslâm nedir? Kitap, sünnet nedir bilmedim. Ne yapılacak? Nasıl
edilecek? anlamadım diyerek bir komşumuz karşımıza çı-karsa yarın diye aklıma
geliyor.
Evet insanlar hesaba çekilecekler.
Onların Ya Rabbi biz de cennet umuyorduk, cennete gitmeye biz de taliptik, ama
buna bir yol, bir imkân bulamadık demeye hiç hakları olmayacak. Çünkü Kur’an’ın
geliş sebebi bu. Amma şöyle bir dert var: O insanların cehenneme giderken
mâzeretleri olurmuş, olmazmış bana ne? Cehenneme gidecekmiş tamam bana ne? Amma,
ya o adamın cehenneme gidişinden ben sorumlu olurum da, beni de yakamdan tutup
cehenneme götürürse işte derdim o. Ben bunu anlatmaya çalışıyorum.
Yâni ben bu
bildiklerimle cennete gideceğim zannıyla öğrenmeye çalışıyorum ya, veya bu
gayretlerimle cennete gitmeye çalışıyorum ya işte ben böyle gayret ederken benim
yakın çevrem, ilgi kurduğum insanlar, ekmek aldığım, su verdiğim insanlar,
tanıştığım, buluştuğum, komşuluk yaptığım insanlar, bana yardımcı olan, hattâ
teyzem olan, amcam olan, halam olan birileri yarın eğer cehenneme gidiyorlarsa,
benim şu öğrendiklerimden imanım o kadar kesinleşti ki onlar cehenneme
giderlerse herhalde ben cennete gidemem. Gidemem eğer onlara anlatmamışsam. Ama
çabalarım, uğraşırım, didinirim, ça-lışırım, ne gibi? Abbas, Hamza, Ebu leheb
gibi yakınlarıma Peygamberim gibi uğraşırım, Ama kimisi Ebu leheb çıkar, kimisi
Ebu talip çıkar, kimisi Abbas gibi yıllarca bekler sonra müslüman olur. Kimisi
Hamza gibi hemen teslim olur, ve şehadetin doruk noktasında örneğini oluşturur,
o zaman ben kurtulanlardan olurum. Ama ben uğraştıktan sonra, kafesimdeki kuşuma
mı? Önümdeki, altımda ki arabama mı? Yoksa ütüsüne riâyet etmeye çalıştığım
pantolonuma mı? özen gösterdiğimden daha fazla özen gösterirsem de onlar benim
dâvâma inanmazlarmış o zaman o onların sorunu, onu
bilemem.
Evet ikinci sorgulanacak olanlar da
Peygamberlermiş. Ya birinci onlar ikinci bunlar. İnsanların bir
sorgulamalarından da bahsediliyor Zümer sûresinde: Yâni hesap kitap görülecek,
amel defterleri tartışılacak, adamın mâzeretleri bitecek, el ayak
konuşturulacak, her şey ortaya dökülecek, ondan sonra cehenneme sevk edilecek.
Cehennem kapısının önünde Zebaniler bir daha hesaba çekecekler. Be adamlar size
Allah’ın elçileri, peygamberler gelmedi mi? Size sizden bugünü hatırlatan, sizi
bugünün azabıyla uyaran, Rabbinizin âyetlerini okuyan birileri gelmedi mi? Ne
diyorsunuz? Neden öyle yapmadınız? Onlar evet diyecekler, ama azap sözü onlara
hak olacak ve girin haydi cehenneme, hangi kapısından isterseniz, o kapı sizi
bekliyor haydi bakalım denilecek.
Peygamberler de hesaba çekilecek,
onların hesabıysa görev yaptınız mı? olacaktır. Görevlerinizi yaptınız mı?
Dinimi tanıttınız mı? Tebliğ ettiniz mi? Onlara Hakkı dediniz mi? bunu
gerçekleştirdiniz mi? Onlar da evet diyecekler. Peki şahidiniz! denilecek. Hani
şahidiniz? Anlattığınıza şahidiniz nerede? Ümmetinden iki kişi, beş kişi, bin
kişi, on milyon kişi neyse ortaya çıkacak tabii, diyeceklermiş ki ya Rabbi bu
peygamber bize anlattı, biz buna şahidiz. Ama kimi peygamberlerin hiç inananı
olamayacakmış. Onlar da böyle dikilip kalacaklarmış. Hani şahidiniz? Kimse yok.
şahit yok. İnşallah biz olsak ki, ne güzel bir şehadet, Ümmet-i Muhammed’den
kimileri atılacak ortaya ve diyeceklermiş ki ya Rabbi ben şehadet ederim bu
peygamberin görevini yaptı. Allah diyecekmiş ki kulum sen ne biliyorsun? Sen o
zaman yaşamadın üstelik. Nerden anladın, nasıl şahit oldun bu işe? Şahit olma
işi, inanma işi değildir, görme işi değildir sadece.
Çünkü Âl-i
İmrân sûresi şehadet sûresidir sanki. Israrla şeha-detten söz eder. Allah’ın
şehadeti, mü'minlerin şehadeti, meleklerin şehadeti, hattâ kâfirlerin şehadeti.
Şahit olun, şehadet edin, siz de müslüman olun! demektir biraz da. Bakın biz
müslüman olduk, teslim olduk. Böyle bir şehadetten söz ediliyor orada.
Peygamberlere böyle bir şahitlik yapılınca Allah diyecekmiş nerden anladınız?
Mü'minler de diyeceklermiş ya Rabbi sen Kur’an gönderdin, hitap gönderdin ve o
kitabında sen dedin ki peygamberler görevlerini tam yaptılar. Meselâ nerde dedi?
Hûd (a.s) kavmi helâk olup, o da kavminden ayrıldıktan sonra üzüldü tabii,
kavmine bir daha bakmamacasına ayrıldı, sonra dedi ki:
“Sâlih de onlardan yüz çevirdi ve “Ey
milletim! Andolsun ki ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim;
fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz? Dedi.”
(A’râf 79)
O yüz üstü çöküp kalan dev gibi
insanlar, dünyada ebedî kalacaklarını zanneden, dağları eve çeviren insanlar,
dizlerinin bağı çözülüp geberip gidince Peygamber onlardan yüz çevirdi ve dedi
ki kavmim ben Rabbimin gönderdiklerini size ulaştırdım ve size samimi davrandım,
size nasihat ettim, ama siz nasihat edenleri sevmediniz. Şu-ayb (a.s) da nasıl
ben böyle bir kavme üzüleyim? diyordu. Burada böyle bir hesaplaşma, böyle bir
şehadetleşme var. Ama bir de genel anlamda Peygamberimizin ifadesi var:
Peygamberler o toplumun şahitleridir. İslâm ümmeti de bütün ümmetlerin
şahididir, peygamberimiz de onlara şahittir. Böyle bir şehadet silsilesi vardır.
Ayrıca herkesin de şahitleri olacak onları zaten biliyorsunuz. Azalar şahit,
amel defterleri şahit, melek şahit, semavat şahit, arz da şahit, Allah zaten
şahit her şeye.
Peygamberlerin hesaba çekilmeleri görevlerini
yapıp yapmadıkları konusunda olacaktır. Değilse onlar yaptıkları şeyler
konusunda herhangi bir yanlışlıkları ortaya çıktı mı hemen Allah tarafından
kontrol edilip düzeltiliyordu biliyoruz. Onlar yanlışı devam etmeyen, yanlışı
deftere geçmeyen insanlardır. Yanlışsız insanlar olması bundandır. Yâni
otomatikman hiç yanlış yapmazlar değil, yaparlar ama yaptıkları yanlışı Allah
hemen düzeltir.
Meselâ
kendisine hanımlarından birini haram kılma yanlışını yaptı, ya da hattâ
peygamberin bizzat kendisinin ağladığı bir yanlışından bahsedelim. Bedir
esirlerini salıverme işiydi. Hz. Ömer ısrarla onları öldürelim derken, Ebu
Bekir’le beraber peygamberimiz efendimiz dedi ki hayır salalım bunları.
Salıverdiler, sonra âyet:
“Allah seni affetsin; doğrular
sana belli olup, yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin
verdin?”
(Tevbe 43)
İşte bu âyet gelip de yaptığının
yanlışlığı ortaya çıkınca Allah’ın Resûlü de, Hz. Ebu Bekir efendimiz de hemen
ağlamaya başlamışlardı. Böyle yanlışları onun hemen düzeltiliyordu. Öteki türlü
şu yanlışın vardı, niye yaptın? şeklinde değildi onlarınki. Herhalde görevlerini
yaptıklarına dair ümmetlerine sanki bir itminan kazandırılıyordu. Değilse
onların başka bir dertleri yoktur.
Baksanıza denilecek sanki bu
anlatılanlara göre inananlarla, doğru inanmayan ya da dünyaya meyledip
sapanların durumu anlatılacak. Sonucu başta söyleyerek giriş yapalım
kıssaya.
Hayırlı âkıbet, mutlu sonuç
muttakilerindir. İşte bu konunun, bu kıssanın anlatımının hedefi demek ki budur.
Âkıbet veya sonuç, yolunu Allah’la bulanlara aittir, Allah’a sorarak yol
bulanlara aittir. Demek ki siz ne dünyanız için ne çevreniz için, şaşırtmayın,
sapmayın denilmektedir. Yâni bakın çevreniz dünyanız, dünyadakiler, dünyanın
içindekiler, veya gök yüzündekiler, ya da eliniz, ayağınız, gözünüz kulağınız,
paranız pulunuz, gücünüz kuvvetiniz, güzel konuşmanız veya güzel vücudunuz bütün
bunlar âyettir, alâmettir, bunlarla siz Allah’a şükredesiniz diye Allah onları
size vermiştir. Siz Allah’a kulluk edesiniz diye size vermiştir, ama siz bu size
verilenlerle şımarırsanız onun gibi, veya unutursanız, veya onun yerinde olmak
isterseniz o zaman unutmayın ki yarın onun başına gelenler sizin de başınıza
gelecektir.
Öyleyse
kendinizde güç kuvvet görmeyin, Allah’tan başkasında emir sulta aramayın. Sadece
Allah’ı dinleyin, sadece Allah’a itaat edin, gayret edin, takvalı olun! mânâsına
böyle bir kıssa âyetiyle karşı karşıyayız.
76,77. “Karun, Mûsâ'nın
milletindendi; ama onlara karşı azdı. Biz ona, anahtarlarını güçlü bir
topluluğun zor taşıdığı hazineler vermiştik. Milleti ona: “Böbürlenme, Allah
şüphesiz ki böbürlenenleri sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde, âhiret
yurdunu da gözet, dünyadaki payını da unutma; Allah'ın sana yaptığı iyilik gibi,
sen de iyilik yap; yeryüzünde bozgunculuk isteme; doğrusu Allah bozguncuları
sevmez" demişlerdi.
Nitekim Karun da vardı, diye başlıyor
âyet. Hani Karun da vardı ya. Ki bu Karun Mûsâ’nın kavmindendi. Elmalı, Karun
için kapitalist adamın örneği diyor. Yâni o dönem hoş bir tabir kullanmış.
Firavun zulmün, istibdadın, idare mekânizması olarak temsilcisiyken, Karun da
ekonomi dünyasının zulüm ve istibdadının temsilcisidir. Eserlerinde kimi
yamukluklar olsa da, kimi terslikler göze batsa da, hattâ imanından şüphe
ettirecek kadar bunun boyutunu uzatsa da, Ali Şeriati adında bir adam, Karun
mantığını, Firavun mantığını, Belâmla birleştirerek şöyle anlatır: Evet kimi
eserlerinde hattâ imanını sorgulamak zorunda olduğumuzu bilsek de, ama İslâm
âleminde bu tür konuları, dinler tarihinde de otorite olan bir adam olması
hasebiyle galiba çok güzel işlemiş.
Yâni
insanların üçlü sistemle ayakta durmalarını denediklerini, küfrün hep buna
başvurduğunu anlatır. Her dönemde küfür ayakta durabilmek için buna baş
vurmuştur. Bu üçlemeyle ayakta durabilmiştir. Hıristiyanlıktaki üçleme olabilir
demiş, eski Mısırdaki üçlemeden söz etmiş, Anadolu dinlerindeki üçlemeden söz
etmiş, hattâ Fröyd, Durkaym, ve Darvin üçlüsünün üzerine fikrini bina eden
Marksın da bunlardan yararlandığından söz etmeye çalışmış Ali Şeriati. Karun
ekonomi dünyasının lideri ve reisi olarak küfrün hizmetçisi olmuş, Firavun
siyasetin ya da idare mekânizmasının temsilcisi olarak küfrün hizmetçisi olmuş,
Belâm da dinin bunlara yamanması mânâsına küfrün hizmetçisi olmuş. İşte onların
teşekkül ettirdiği üçlü sistemden söz etmeye çalışmış.
Karun’un
böyle bir özelliği vardır yâni. Kur’an’da da üçlü bir tehlikeden söz ediliyor ve
bunlardan sakınmamız isteniyor. Ğasık, Vesvas ve Hannas. Bir de üstelik şu üç
sıfatın sahibi olan bir Allah’a sığınmamız emrediliyor. “Rabbin nas, Melikin nas, İlahin nas.”
Biz de yalvarıp yakarıyoruz, aman bizi Vesvas dan, Hannas olan, Ğasık
olanın şerrinden koru Allah’ım! diye.
Meselâ ben her gittiğim yerde yalvarıp
bağırıyorum, aman be-ni timsahtan koruyun, aman timsah geliyor! Aman beni
timsahın şerrinden kurtarın! filan. Birisi dese ki gardaş, hani nerde bu timsah?
Ha-ni timsah filan yok. Ne bu korkun? Bu telaşın niye? dese. Yâni şimde ben
olmayan, tanımadığım bir şeyin şerrinden hep sığınmaya çalışsam gülerler değil
mi? Galiba bizim şeytandan sığınmamız da buna benziyor gibi. Tanımadığımız,
bilmediğimiz şeytandan sığınıyoruz. Öyleyse sığındığımızı tanımak zorundayız.
Nedir? Nasıldır? Nereden gelir? Nasıl gelir? Nasıl saptırır? bunları bilmek
zorundayız yâni.
Bel'am dini biliyor ve bildiği dini
Firavun ve Karun’un desteklenmesinde kullanıyor. Aman efendim, zaman efendim,
hayhay efendim, sizin için efendim, tabii efendim, zatı alileriniz efendim,
isa bet buyurdunuz efendim,
haklısınız efendim filan diyerek temsil ettiği dini Firavunun desteklenmesinde,
Firavunun ayakta tutulmasında kullanıyor.
Karun’un bu âyette Mûsâ’nın kavminden
olduğuna dikkat çekiliyor. Yâni bu adam İsrâil oğullarından birisidir. Halasının
oğlu, ya da teyzesinin oğlu, ya da işte bir yakınlığı varmış. Hiç değil onun
kavminden, birisi, yâni İsrâil oğludur bu adam. Hem İsrâil oğullarından olacak,
hem ezilen, horlanan, köleleştirilen takımdan olacak, hem de ezenlerle beraber
olacak. İşte adamın en büyük yanlışı bu bir kere. ²v¬Z²[«V«2 ´|«R«A«4 de galiba
bu olacak. Yâni azgınlık, kendi kendini reddetmek, kendi kendini ezmek, kendi
kendine yararı olmamak. Sanki intihar edip kendi kendini yok etme savaşında
bulunmak, kendi ölümüne yardımcı olmak. Yâni ben desem ki size, sizi yakacağım,
gidin benzin alıp gelin! Benim sözümü duyan şu arkadaş ta koşa koşa kendini
yakmaya benzin getiriyor, işte bu hainin yaptığı da buna benzer.
Veya
kendinden olanları, Çünkü İsrâil oğullarının hepsi bir gruptu. Kendi grubu,
kendi ailesi, kendi akrabalarıydı. İşte bu adam onları yok etmeye soyunan zalim
Firavunun yanında, safında onların üzerine bağy etmiştir. Firavunu desteklemesi,
onun da bu zalimin destek çıkması sonucunda kendi kendine şımarmasını
sağlamıştır. Bizim toplumda da pek çoktur böyleleri. Dışardan bir kısım
zalimlerin desteğini alarak kendi milletine, kendi toplumuna karşı bağy içinde
olan, azgınlık ve zulüm içinde pek çok zalim var şu bizim toplumda da. Hep kendi
kardeşlerine dış kâfirler adına zulmetmektedirler. Hep kendi kardeşlerini
ezmektedirler.
İşte şu aşağıdaki denilecekler bağy dir
diyelim ve onları söylemeye çalışalım inşallah.
Biz ona hazineler bağışlamışız ki
onların anahtarları bayağı ciddi, güçlü, kuvvetli bir grup tarafından ancak
taşınabilir. Kıyamete kadar yaşayacak model içinde en zengin model olarak
tanıtılmıştır bu adam olunca şimdiki zenginlerden bir farkı vardır olacak bu
adamın. Galiba zenginlikte temel kıstas mukayese olduğuna göre döneminde bununla
mukayese edilebilecek zengin yok. Veya herkes bin lira maaşlı zenginse bu milyar
lira maaşlı zengin oluyor gibi. Böyle bir uçurum var arada. Düşünüyorum şimdi
böyle hazinelerinin anahtarları böyle on yirmi kişi tarafından taşınan bir insan
şimdi de olabilir yâni. Anahtarların küçülmesi bir şey ifade etmez ki. İki
hazinenin anahtarlarını bir adama ancak verirler, ya da bir hazineninkini birine
verirler.
Meselâ
Türkiye İş Bankasının hazinesinin anahtarları kaç kişide şimdi? Bir rakam
söyleyin? Değil mi? Hazinenin sahibi üç kişi olur, ama anahtarların taşıdığı
insan 40 dan da fazla, 400 den de fazladır. Konya’da var, Karaman’da var,
Kayseri’de var filan. Yâni iş bankasının anahtarlarını bile ne kadar adam
taşıyor bakın. Düşünün Amerika’daki bir bankanın anahtarlarını kaç kişi taşıyor?
Bunları daha çok adam ancak taşıyabiliyorlar değil mi? Türkiye’nin hazinelerini
kaç kişi taşıyor? Yâni Karun’un hazineleri ne kadar çok olursa olsun onun
anahtarlarını diyelim üç kişi taşıyormuş. Ama şimdi kırktan fazla anahtarla
taşınan hazineler var demek istedim. Üç kişi değil daha fazla adam taşıyor, bir
şubesininkini üç kişi, ikinci şubeninkini üç kişi, üçüncü şubeninkini üç kişi,
adamın hazineleri dağılmış her yere. Hepsini üçer kişiden gruplar taşıyor
nerdeyse.
Yâni Karun
bugünün zenginlerinden daha zengin değil gözüküyor, bakıyorum durum öyle.
Zenginlik para ve malsa adam Mısıra sahip olsa, Mısır ne kadardır? Mısırdaki tüm
altınlara sahip olsa işte o kadardır. Öteki adam Avrupa’ya sahip oluyor, ya da
Amerika’ya sahip oluyor. Mekân olarak da geniş, para olarak da, altın olarak da
geniş. Peki neden bu adam yeryüzünde olabilecek zenginliğin sembolüdür? Öyle
zengin ki o gibi zengin yok başka yeryüzünde.
Çünkü: “Alâ
fil’arzı” denmişti. Yeryüzünde üstünlük tasladı denmişti onun için.
Orası yeryüzüydü, oranın zenginiydi o. Yâni orada ondan daha zengin yoktu
olacaktır bunun mânâsı. Meselâ Lût (a.s) ın kavmi cinsel sapıklıkta örnek
gösterilmişse bu en uç örnek demektir. Onları kimse aşmayacaktır. Bu neden
anlatılıyor bize? O öyle bir zengindi, sakın insanlar onun gibi olmaya
çalışmasınlar, ona ulaşmaya çalışmasınlar diyor bu âyet.
Veya onun hazinelerini kırk kişi
taşıyordu, ikinci rivâyet bu. Yâni anahtarlarını değil de hazinelerini kırk kişi
taşıyordu. Çünkü bir de mefatih kelimesi hazine mânâsına gelir. Dolayısıyla bu
adama verilen hazineler o kadar çoktu ki yâni güçlü kuvvetli insanlar ancak
taşıyabiliyordular bu hazineyi. Böyle bir adammış.
Kavmi ona dedi ki, ey Karun sevinme!
Coşma! Ferahlanma! Kendini kaybetme! Azma! Sapıtma! Dengeni kaybetme! Allah’ın
sana verdiklerinde. Allah sana neler vermişse sen Allah’ın sana verdikleriyle
âhiret yurdunu ara. Ama âhiret yurdu ararken de dünyadan nasibini de unutma.
Yâni bunun, âhiret yurdunun dünyada aranacağını, yâni sana dünyada yapılan
tahsisa tla bu işin gerçekleşeceğini de
unutma! Ne demek bu? Nasıl unutmayacağız dünyadan da nasibimizi? Arkadaşlar,
hani bir hadislerinde Rasulullah efendimiz bunu şöyle anlatıyordu: “Ed
dünya mezraatül âhireti” Dünya âhiretin ekimi, tarlasıdır. İşte bu âyet
de bunu anlatıyor.
Yâni sen
âhiret yurdunu kazanmayı dünya ekimine borçlusun. Dünyada ektiklerinle âhireti
kazanacaksın. Ne eker, nasıl ekersen sonunda onu biçersin. Değilse pek çok
insanın anladığı ve yorumladığı gibi burada anlatılan aman ha dünyayı da unutma,
dünyadan nasibini de unutma, dünyaya da sarılmalısın demek değildir hiçbir
zaman. Müslümanlar cımbızla çekerler bu âyeti ve bu mânâyı illâ da yüklemeye
çalışırlar bu âyete. Aslında bunun mânâsı şudur: Sen sana verilenlerle âhiret
yurdunu aramak zorundasın, ama âhiret yurdunu ararken sen dünyada yaşıyorsun ya,
dünyada yaşamayın gereği olan şeyleri de sakın unutma.
Eh peki
dünyada yaşıyorken yaşaman gereken şeyleri unutunca zaten âhireti kaybedeceksin.
Meselâ karnını doyurmazsan, açlıktan ölürsen, hanımınla ilgilenmezsen, onu ya da
kendini zinaya sevk edersen, çocuğunla ilgilenmez onun ateşe gitmesine sebep
olursan yine her şey benim âhiret yurdumu aramamdır başka bir şey değildir.
Allah’ın bize dünyada ayırdığı nasip sadece bizim âhirette cennet kazanmamız
içindir. Lâkin bunun Bakaradaki dua ve hedef haline getirilmesi gerekecektir.
Hani Bakarada dünyayı kıble edinen, dünyayı hedef insanların şöyle dua ettikleri
anlatılıyordu:
“İnsanlardan kimileri de vardır
ki Rabbimiz bize dünyada ver! Derler. Onların âhirette nasipleri
yoktur.”
(Bakara 200)
İnsanlardan kimileri vardır ki Rabbimiz
bize dünyada ver! derler. Onların âhirette nasipleri yoktur. Bize dünyada mal
mülk ver, biz dünyada senden makam, mevki istiyoruz, ev bark istiyoruz, Mark
dolar istiyoruz, eş, dost, çevre, kredi istiyoruz. Bize bunlardan haber ver sen.
Biz gerisini bilmeyiz derler. Bize dünyada ver de öbür tarafta ne olursa olsun
bizim için fark etmez derler.
Evet her şeyin dünyada bitip
tükenmesi adına dua etmektedirler. Ya da dünyada bitip tükenecek şeyler
isteyerek dua etmektedirler. Allah dünyada verir bunlara ama âhirette onların
hiçbir nasipleri yoktur. Böyle olmamak lâzım. Şöyle dua edenlerden olmamız
gerekmektedir.
“İnsanlardan kimileri de Rabbimiz bize
dünyada hasene (iyilik) ver! Âhirette de hasene ver! Ve bizi ateşin azabından
koru! Derler.”
(Bakara 201)
Evet sadece dünyada isteyen, sadece
dünyalık isteyenlere karşılık bakın bu müslümanlar hem dünyada hem de âhirette
hasene olacak şeyler istiyorlar. Hattâ bununla da yetinmeyip cehennem ateşinden
koruyacak şeyler isterler.
Unutmayalım ki, dünyada hasene
Allah’ın istediği biçimde bir hayattır, Allah’ın kendisinden razı olduğu bir
hayattır. Ama bunu biz mal mülk zannediyoruz. Yine unutmayalım ki
dünya ve âhiret bir bü-tündür. Resûl-i
Ekrem Efendimiz ve onun ashabı dünya ile âhireti bir bütün olarak ele aldılar ve
öyle değerlendirdiler. Resûlullah Efendimizin; “kıyamet kopacak olsa da sizden
birinizin elinde bir fidanı varsa onu diksin” hadisi de işte bunu anlatır. Yâni
dünya ayrı, âhiret ayrı değildir. İki ayrı yol yoktur. Yol tektir. Bu yol, yani
sırat-ı müstakim bu dünyada başlar ve âhirette biter. Âhireti kazanmak için
dünyayı terk etmek gerekir diyenler yanlış söylemektedirler. Bu, dünya ile
âhiretin ayrı ayrı şeyler olduğu düşüncesine götürür. Aslında âhiretle dünya ruh
ile beden gibidir.
Meselâ
kâlem sûresinde bir bahçe ashabından söz edilir, hani onların bağı birden yanıp
kül oluverdi ya, sonunda pişman oluyorlar, anlıyorlar meseleyi ve diyorlar
ki:
“Belki Rabbimiz bize bundan daha
iyisini verir; doğrusu artık, Rabbimizden
dilemekteyiz.”
(Kalem 32)
Döneriz Allah’a, yalvarırız Rabbimize,
elbette Rabbimiz bize ondan daha hayırlısını verir. Biz ancak Rabbimize rağbet
ederiz diyorlar. Elbette Rabbimiz bu bizden aldığı bahçenin yerine ondan çok
hayırlısını bize verecektir diyorlar. Nedir bu ondan daha hayırlısı? Yâni o
aldığı bahçe yerine iki bahçe mi vermiş Allah onlara? Ya da o bahçeden daha
büyük, daha görkemli bir bahçe mi vermiş? Hayır, ondan daha hayırlısını vermiş.
Hayırlı demek kişinin cennete gidiş imkânı demektir.
Yâni bir
kişiyi cennete götürücü olarak kendisine verilen her şey hayırdır, hayırlıdır.
Belki küçücük bir bahçe bizim için hayırlıdır, bunu bilemeyiz ki. Onun içindir
ki küçük verir, büyük verir, az verir, çok verir bu Onun bileceği bir şeydir.
Meselâ adamın evi yanınca ondan daha hayırlısını isteyecek Allah’tan. Peki nedir
ondan daha hayırlısı? Belki çadırdır onun için daha hayırlısı, belki daha küçük
bir odadır. Arabası yanınca daha hayırlısı Mercedes değil de Allah’ın
verdiğidir.
Öyleyse burada bu adama dünyadan da
nasibini unutma! demek bu işin dünyada gerçekleşeceğini unutma demektir benim
anlayabildiğim. Dünyalık şeyleri de unutma şeklinde anlarsak yarın onlar da
galiba mîzana konacağından dünyalık olamayacak onlar da. Meselâ dünyada da ev
yapmayı unutma desek, eh buna İslâm izin veriyorsa zaten yapacak bunu kişi. Ama
ev yaparken İslâm’ın ölçüsüne göre yaparsan böyle bir ev yapmadan sevap
alacağız, İslâm’ın ölçüsünün ötesine çıkmışsan ikab olacaktır aynı şey. Eh ya
Rabbi dünyada bana da bu ayrılmıştı diyemeyecek kişi. Bu haseneyi dünyada
Allah’ın razı olduğu hayat ve âhirette de Allah’ın lütfettiği cennet olarak
anlamak en güzeli olacaktır diyoruz.
Hani bir söz vardı: Hiç ölmeyecekmiş
gibi dünya için, yarın ölüverecekmiş gibi de âhiret için çalışın diye. Hadis
değil biliyorum bu, ama hoş bir sözdür. Bunu şöyle anladım ben: Yapacağın iş
dünya işi mi? Hiç ölmeyecekmişsin gibi davran o konuda. Ama yapacağın iş âhiret
işi mi? Yarın ölüverecekmişsin gibi davran o konuda. Meselâ evini badana mı
yapacaksın? Bir dünya işiyle karşı karşıya mısın? Acele etmeye gerek yok, hiç
ölmeyecekmişsin gibi davran. Yarın yaparım, öbürsü gün yaparım, gelecek ay
yaparım de ve acele etme o konuda. Ama namaz mı kılacaksın? Bir âhiret işi mi
yapacaksın? He-men ölüverecekmişsin gibi acele et o konuda. Hemen kılıver
namazını, yarına bırakma onu.
Veya meselâ evde çocuklarınıza
onları daha iyi Müslümanlaş-tırmak ve cennete kazandırmak için ders mi
başlatacaksınız? Böyle bir şey mi düşünüyorsunuz? Aman acele edin. Aman yarına
bırakmayın, yarın ölecekmişsiniz gibi davranın. Çünkü belki yarın
dinlemeyebilirler sizi. Ağaç yaş iken eğilir, yarın tutmayabilirler sözünüzü.
Veya yarına çıkmayabilirsiniz de çocuklarınız arkanızda eğitimsiz kalabilirler.
Veya meselâ birilerine tebliğ mi yapacaksınız? Acele edin, yarın hayatta
olmayabilirsiniz, yahut da yarın bu imkân elinizden alınabilir. Yarın ağzınıza
bir bant yapıştırılıp kodese tıkabilirler sizi.
Veya küs olduğunuz birileriyle mi
barışacaksınız? Aman yarınlara bırakmayın onu. Acele edin, çünkü yarın o küs
olduğunuz kişi de siz de ölebilirsiniz çünkü. İnfakta mı bulunacaksınız
birilerine? Aman acele edin, zira yarın ölebilir yahut da fakir düşebilirsiniz.
Kitabınızı mutlaka tanımak zorunda olduğunuzu mu anladınız? Kitapsız
müslü-manlık olmaz gerçeğini bugün mü anladınız? Aman hemen başlayın! Yarına
bırakmayın! yarın belki hayatta olmayabilir, imkân bulamayabilirsiniz. Bu sözü
böyle anladım ben.
Evet kavmi Karun’a dediler ki, ey Karun
Allah’ın sana verdikleri sebebiyle böbürlenme, gururlanma, Allah kullarına
malınla hava atma, insanlara tepeden bakma. Unutma ki Allah’ın sana verdikleri
birer imtihan sebebidir, öyleyse onlarla âhiret yurdunu ara
ve:
Evet tüm bu sahip olduğun nimetler
Allah’tandır. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun. Allah’ın
sana verdikleri konusunda karar verirken Allah huzurunda, Allah kontrolünde
olduğunu unutma. Allah’ın sana verdiği gibi sen de onun yolunda harca. Allah’ın
verdiklerini Allah’a kafa tutmada değil de Allah yolunda kullan. Böylece
yeryüzünde bozgunculuk yapma. Allah’ın yeryüzünde koyduğu düzeni bozma. Allah’a
kulluk düzenini bozarak Ona itaatin dışına çıkma. Çünkü Allah müfsitleri sevmez
demişlerdi de o şöyle demişti:
78. “Karun: “Bu servet ancak,
bende mevcut bir ilimden ötürü bana verilmiştir” demişti. Allah'ın, önceleri,
ondan daha güçlü ve topladığı şey daha fazla olan nice nesilleri yok ettiğini
bilmez mi? Suçluların suçları kendilerinden
sorulmaz.”
Ben bu mala, mülke, bu servete bende
olan ilimle ulaştım. Bu servet bana bende olan ilimden ötürü verilmiştir. Ben
bütün bunları ilmimle kazandım. Kafamı çalıştırdım da bunları kazandım. Aklımı
kullandım da bunlara ulaştım. Projem kuvvetliydi, planım
isa betliydi demişti. Elindekileri,
cebindekileri, kasasında, kesesindekileri Allah-tan değil de kendisinden
bilmişti. İşte buna dünyaya Karun’ca bakış diyoruz. Dünyayı Karun’ca
değerlendiriş budur.
Bugün de bakıyoruz insanlardan
kimileri dünyaya Karun’ca bakıyor. Kafamı çalıştırdım da bu serveti elde ettim.
Aklımı kullandım da bunlara mâlik oldum. Eğer kafamı çalıştırıp ta zamanında
paramı Marka, Dolara bağlamasaydım kazanmayacaktım. Eğer kafamı çalıştırıp ta
zamanında paramı filan holdinge, falan filan kurumuna yatırmasaydım bugün bu
kadar zengin olmayacaktım. Zamanında falan arsayı kapatmasaydım, falan dükkanı
kapmasaydım kazanmayacaktım. Eğer planım, projem isa betli olmasaydı bunları elde
edemeyecektim gibi sözler söyleyenlerin tamamı Karun’ca dünyaya bakan, Karun’ca
dünyayı değerlendiren, yâni Allah’ı diskalifiye ederek kendilerini hayatın
sahibi gören, kendilerini hayata etkin ve yetkin bilen
insanlardır.
Adam öyle diyor: Ne demek o? nasıl
olur? Yâni şimdi ben benim dükkanımda çalışan işçiyle beraber oturacağım ha?
Kendimi onunla bir tutacağım ha? Paramın bir kısmını fakir fukaraya vereceğim
ha? Onlar da akıllı olsalardı da onlar da kazansalardı. Bilgi yok ki adamlarda.
Hayır hayır ben onlardan farklıyım. Ben akıllıyım. Ben bildiğim için kazandım bu
malı. Şimdi onu infak ya da zekât diye başkalarına vereceğim ha? Olmaz öyle şey
diyorlar. Halbuki Allah verdi onu ona, Allah yardım etti de kazandı onu. Aklını
veren de Allah’tır, bilgisini, gücünü kuvvetini veren de. Allah bu malı mülkü
nasıl verdiyse öylece alır demiyordu hain. İşte Karun’ca dünyaya bakış budur.
İşte sanki Allah’ın verdikleriyle
Allah’a kafa tutmaya çalışan bu hain bir gün:
79. “Karun, ihtişam içinde
milletinin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler: “Keşke Karun'a verdiği
gibi bizim de olsa; doğrusu o büyük bir varlık sahibidir"
demişlerdi.”
Evet
bir gün malı, makamı, ihtişamlı elbiseler içinde, makam arabası içinde,
boynunda bir teyp, elinde bir telsiz, başında bir fötr olduğu halde, belki bir
Mercedese binmiş, şöyle sol kolunu da dışarıya çıkarmış insanların huzuruna
çıkıverdi. Onu bu ihtişam içinde gören, dünya hayatı hayranlarından bir grup
şöyle diyordu:
Dünya hayatını arzu eden, dünya ve
dünyalıklar karşısında gözleri kamaşanlar, içleri gidenler de dediler ki: Vay
be! Tuh be! Biz adam olmayız be! Şu adamın servetine, şu adamın lüksüne, şu
adamın içinde bulunduğu ihtişama bir bakın be! Vay anasını vay! Şu adamın içinde
bulunduğu devlet ve nimete bir bakın yahu! Öf şu Mer-cedes! Otomatiğin
otomatiği! Son model! Ya şu üzerindeki elbiseler! Keşke ona verilen şeylerden
bizim de olsaydı! Keşke şu ihtişamın on-da biri de bizim olsaydı! Vay be biz
adam olmayız! Ne olurdu bizimde bir renkli bir renksiz televizyonumuz olsaydı!
Ne olurdu keşke bizim de bir kışlık bir de yazlık villamız olsaydı! Ne olurdu
keşke bizim de bir arabamızın yanında bir de şöyle spor arabamız olsaydı!
Çifter, çifter çamaşır makinemiz, bir kaç dükkanımız, beş on dairemiz, bol
paramız olsaydı! Şu adama bakın, ne müthiş bir zevkin içinde yaşıyor! Kuş sütü,
kuru üzümle besleniyor! Bir eli yağda, bir eli balda! Elini atsa ellisi,
dediler.
Biz adam olmayız arkadaş! Baksana adam
bizim bir ayda aldığımızı bir günde alıyor! diyerek onun serveti ve samanı
karşısında gözleri kamaşıverdi, aşağılık duygusuna kapılıverdiler de
dâvâlarından vazgeçiverdiler. Zengin tüccarların hayat standartlarına göz
diktiler de görevlerinden kaçıverdiler. Mevzilerini terk ediverdiler. Maaşımız
az diye ülkenin doğusuna batısına gidip Allah dininin hâkimiyeti adına
yapacakları tebliğden, öğretmenlikten vazgeçip bol para kazanacakları ticarete
atılıverdiler. Dünyalarını dinlerine tercih ediverdiler. Halbuki bu toplum
kendilerini İlahiyatta okutmuştu dinine hizmet etsinler diye ama adamlar bunu
terk ettiler de ticarete atılıp para kazanmayı, lüks bir hayatı tercih
ediverdiler. İşte bunlar da Belâmca dünyaya bakan Belâmca dünyayı
değerlendirenlerdir.
80. “Kendilerine ilim verilmiş
olanlar ise: “Size yazıklar olsun; Allah'ın mükafatı, inanıp yararlı iş
işleyenler için daha iyidir. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir"
demişlerdi.”
Ama bakın beri tarafta dünyaya
müslümanca bakanlar, dünyayı müslümanca değerlendirenler, Allah’ın değer
yargılarını bilenler de onlara şöyle diyordu: Yazıklar olsun siz! Yuh olsun
size! Allah katında olanlar, inanıp hayırlı ameller işleyenler için daha
hayırlıdır dediler. Yâni sizler bu Karun’un elindekilere imrendiniz ha! Bu
zenginlerin hayatlarına imrenip de vazifelerinizi terk ettiniz ha! Halbuki Allah
katında olanlar bunların ellerinde olanlardan çok daha hayırlıdır. Allah’ın
cennette mü’min kulları için hazırladığı gözlerin görmediği, kulakların
duymadığı nimetler bunların elinde olanlardan çok daha üstün, çok daha
kalıcıdır. Ama şurası da muhakkak ki ona da ancak sabredenler ulaşabilir.
Dünyada Allah’ın kendilerine takdir ettiği aza sabrederek dâvâsından vaz
geçmeyen, zenginlerin elindekine imrenip de cephesini terk etmeyen, görevinden
kaçmayan, sabırla Allah’ın dinine hizmet edenler ulaşabilirler diyorlardı. İşte
dünyaya müslümanca bakış da budur. Dünyayı müslümanca değerlendiriş de
budur.
81, 82. “Sonunda, onu da,
sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı ona yardım edecek kimsesi de
yoktu; kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi. Daha dün onun yerinde
olmayı dileyenler: “Demek Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletip bir
ölçüye göre veriyor. Eğer Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine
geçirirdi. Demek ki inkârcılar başarıya eremezler” demeye
başladılar.”
Evet, Allah’ı diskalifiye ederek
kendisini hayata etkin zanneden, Allah’ın hayat programını reddederek kendi
kendisine hayat programı yapmaya kalkışan, kendi değer yargılarını Allah’ın
değer yargılarının önüne geçiren, elindekilerinin tamamının, hayatının
kendisinden olduğunu iddia ederek Allah’la savaşa tutuşan o azgın, şımarık
Karun’a ceza olarak Allah onu da sarayını da, saltanatını da yerin di-bine
geçirdik diyor Rabbimiz. Bizim yıkımımız kendisine geldiği zaman da kendisini
koruyup kurtaracak, kendisine yardım edecek bir ekibi, avenesi, topluluğu da
yoktu. Bizzat kendisini koruyabileceklerden de değildi. Malı mülkü de, ekonomik
gücü de, siyasal gücü de, avenesi, hizmetçileri de hiçbir işe
yaramadı.
Onun başına gelenleri gören, daha düne
kadar ona imrenen, onun hayatını, onun debdebesini gözleri kazanmışçasına
seyreden, onun yerinde olmaya can atan, onun gibi olmayı, onun sahip olduklarına
sahip olmayı gönülden temenni eden insanlar dediler ki, vay demek ki Allah
kullarından dilediğine rızkı genişletir, dilediklerine de daraltırmış ha! Demek
ki Allah kimin için neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu bilirmiş. Demek ki
zenginlik kurtuluş sebebi, üstünlük sebebi değilmiş. Çok şükür ki Allah bize çok
vererek azdırmamış, azmamızı istememiş. Eğer Rabbimiz bize lütfetmemiş olsaydı
şimdi bizler de tıpkı onun gibi yerin dibine batırılanlardan olacaktık. Demek ki
mesele zenginlik ya da fakirlik değilmiş.
Demek ki
iman açısından, takva açısından, başarı açısından zenginliğin, mal mülk sahibi
olmanın hiçbir değeri yokmuş. Meğer in-kârcılar asla başarıya ulaşamazlarmış
demeye başladılar, gerçeği an-layıverdiler. Yâni biz zannetmiştik ki dünya
zenginliği gerçek başarıdır. Zenginler başarmıştır zannediyorduk. Fakat şimdi
anladık ki bunun başarıyla hiç mi hiç ilgisi yok muş diyerek işin aslını
anlayıverdiler. Keşke bu gerçeği her şeyi zenginlikte gören günümüz müslümanları
da anlayabilmiş olsalardı.
Evet Karun’un bu serveti
karşısında gözleri kamaşan, aşağılık duygusuna kapılan insanların bu
davranışları iyi değildir. Ama tabii burada şunu da söyleyelim, zenginler de
fakirleri kıskançlığa sevk edecek bir tavır içinde olmaktan son derece
sakınacaklardır. Zenginler varlıklarını yokluk içinde kıvrananlarla paylaşmasını
bilmelidir. Oturduğu mahallede oturan gariban ailelerin çocukları yemeye ekmek
bulamazken kendi çocuklarını ellerinde pasta, börekle dışarıya salmamalıdırlar.
Fakir fukarayı imrendirecek tavırlardan sakınmalıyız. Onlara tepeden
bakmamalıyız. Mallarımızdan ihtiyacımız kadarını kendimize harcayıp geri
kalanları çevremizdeki fakir fukaraya ulaştırmanın onları kendi hayat
standartlarımıza çekmenin, kendimizinkini de onlarınkine indirmenin çabası içine
girmeliyiz. Cebimizdekilerin bi-ze ait olduğunu zannetmemeliyiz. Ben kazandım,
ben buldum, bunlar benimdir dememeliyiz. Çünkü işte Rabbimiz anlattı bu bir
helâk sebebidir.
Fakirlerimiz de Allah’ın takdirine
sabretmelidirler. Kendileri için zenginliğin mi, yoksa fakirliğin mi hayırlı
olduğunu en güzel bilen Allah onları öyle imtihan etmektedir. Fakirin imtihanı
zenginin imtihanından daha kolaydır. Bunu önceki derslerimizde çok anlattık.
Zenginin imtihanı elindekileri Allah’ın istediği gibi kullanmak, sarf etmektir.
Fakirin imtihanı ise Allah’ın takdirine sabretmektir. Unutmayalım ki
çevrelerinde gördükleri şımarık zenginlerin ellerindekine imrenip ona ulaşmak
için bu dünyada her şeyini kaybedenler yarın öbür tarafta da her şeylerini
kaybedeceklerdir. İşte Allah anlattı. Bunun gibi zenginlikleriyle şımaran nice
servet sahipleri bir anda helâk olup, yıkılıp gitmişlerdir.
Öyleyse
kalıcı zenginlik âhiret zenginliğidir. Gerçek zenginlik kişiyi cennete
ulaştıracak iman zenginliğidir, amel zenginliğidir, bunu hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmayalım inşallah. İşte Allah bundan sonra bunu ortaya
koyuyor:
83. “Bu âhiret yurdunu,
yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Sonuç
Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır.”
İşte âhiret yurdu. İşte gerçek
kurtuluşun, gerçek başarının yurdu olan cennet yurdu. Biz âhiret yurdunu
yeryüzünde, Allah’ın arzında o arzın, o hayatın sahibi olan Allah’a karşı
büyüklük taslamayan, Allah karşısında acizlik, muhtaçlık ve kulluk bilinci
içinde olan ve yeryüzünde Allah’ın yasalarına, Allah’ın düzenine karşı gelmekten
sa-kınan kimselere veririz diyor Rabbimiz. Malda, mülkte her şeyde Allah’ı söz
sahibi bilen, hayatını Allah’ın istediği gibi yaşayan müttakıle-rindir âhiret
yurdu. Gerçek âkıbet takva sahiplerinindir. Hem dünyada hem de âhirette gerçek
başarı, gerçek üstünlük, gerçek kurtuluş müt-takılerindir.
84. “Kim bir iyilik getirirse,
ona daha iyisi verilir. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler,
ancak yaptıkları kadar ceza görürler.”
Evet kim bir iyilik getirirse ona
getirdiğinden daha üstün karşılık vardır. Ama kim de bir kötülük getirmişse ona
da ancak yaptığı kadar bir ceza vardır. Kim muttaki olur ve takvasının gereği
sâlih bir amelle gelirse ona işlediğinden daha güzeliyle, daha hayırlısıyla
mukabele edilecektir.
Evet anlıyoruz ki Rabbimiz bize
merhametten yanadır. Allah kullarına zerre kadar haksızlıktan yana, zulümden
yana değildir. Bakın amellerin katsayısı farklıdır. Rabbimiz mü’minlerin
işledikleri sâlih amelleri zerre ağırlığınca bile olsa onu kat kat artırıyor ve
kendi yanından çok büyük bir ecirler veriyor. Ama günâhkârların işledikleri
gü-nahlar sadece kendi misliyle ceza görüyor. Gerçekten Allah kullarına karşı
çok merhametlidir. Rabbimizin kullarıyla ilişkisi rahmet esasına dayanmaktadır.
Kullarına yönelik ilişkilerinde kendisine rahmetini yaz-mıştır. Bakın iyilik
yapanların iyiliklerinin karşılığını kat kat verirken, kötülük yapanlara sadece
kötülüklerinin karşılığını veriyor. Kitabımızın başka âyetlerinden öğreniyoruz
ki o iyiliği yaparken kişinin taşıdığı ni-yetin derecesine göre bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen da sonsuz mükafat verir.
Evet
iyiliğin katsayısı böyle iken kötülüklerin katsayısı da sadece bire birdir.
Hattâ bir kötülük yapmaya niyetlenip de Allah korkusundan ötürü onu işlemekten
vazgeçenlere bir iyilik yazılmaktadır. Yine bir iyilik yapmaya niyet edip de onu
yapamayanlara da bir iyilik sevabı yazılmaktadır. Yine iyiliklerimiz
kötülüklerimizi giderdiği halde kötülüklerimiz iyiliklerimizi gidermemektedir.
Rabbimiz hep bizim lehi-mizde takdirde bulunuyor. Elhamdü lillah, elhamdü
lillah.
85. “Ey Muhammed! Kur’an'a uymayı
sana farz kılan Allah seni, döneceğin yere döndürecektir. De ki: “Rabbim, kimin
doğrulukla geldiğini, kimin apaçık sapıklıkta olduğunu en iyi
bilendir.”
Ey peygamberim, Kur’an’a tabi olmayı,
Kur’an’ı izlemeyi, Kuranı okuyup, anlayıp onunla hayatı düzenlemeyi, Kur’an’ı
hayata geçirmeyi sana farz kılan Allah elbette seni bir dönüş yerine
döndürecektir.
Buradaki meab konusunda, dönüş yeri
konusunda farklı şeyler söylenmiş. Kimileri bu meabın cennet olduğunu
söylemişler. Elbette Rabbin seni cennete ulaştıracaktır şeklinde anlayanlar
olmuş. Kimileri bu meabın kıyamet günü olduğunu söylemişler. Ölüm olduğunu
söyleyenler olmuş. Ölüm sonrası diriliş olduğunu söyleyenler olmuş. Kimileri de
elbette Rabbin seni sürüp çıkardıkları vatanına, Mekke’ye tekrar geri
döndürecektir şeklinde anlamışlar. İmam Buhârî ve Nesai İbni Abbas efendimizden
bunu rivâyet etmişlerdir.
Rabbimiz peygamberine bir müjde
vermektedir. Kur’an’ın sorumluluğunu üstlenmesi, Onu okuyup anlaması, Onunla
Allah’ın istediği gibi hayatını düzenlemesi ve Onu Allah kullarına tebliğ etmesi
karşılığında Rabbimiz ona bir vaadde bulunuyor. Tabii Rabbimizin efendimize
vaadinin sadece âhiretle sınırlı olmadığını biliyoruz. Bu aynı zamanda dünyayla
da alâkalı bir vaaddır. Hani sûrenin önceki âyetlerinde Mekke müşrikleri, ne
yâni ey Muhammed? Şimdi biz senin getirdiğin hidâyete mi tabi olacağız? Senin
istediğin gibi bir hayat mı yaşayacağız?
Eğer öyle
yaparsak biz yerimiz yurdumuzdan oluruz? Bizim makamlarımız, konumlarımız,
koltuklarımız sarsılır diyorlardı. Senin istediğin gibi müslüman olursak
dünyamız zindan olur diyorlardı da işte burada Rabbimiz buyurdu ki, ey
peygamberin sana bu Kur’an’ı gönderen, sana bu mesajı kullarına ulaştırma
görevini veren Allah elbette başarıya ulaştıracaktır. Elbette seni şu anda
insanların hayal bile edemeyecekleri ulaşman gereken noktaya ulaştıracaktır.
Evet demek ki Rabbimizin peygamberine ve tabii onun şahsında onun yolunun
yolcularına hem dünyayla alâkalı bir vaadidir.
86. “Sen, sana bu kitabın
verileceğini ummazdın. O ancak Rabbinin bir rahmetidir. Öyleyse sakın
inkârcılara yardımcı olma.”
Evet ey peygamberim, hem sen bu
kitabın sana indirileceğini ummuyordun, beklemiyordun. Senin bu işte bir dahlin
olmaksınız sırf Rabbinden bir rahmet olarak indirildi bu kitap sana. Nasıl
Rabbin rah-meti gereği sana böyle bir kitap göndererek seni şereflerin en
büyüğüne ulaştırmışsa elbette hiç beklemediğin, ümit etmediğin bir ortamda
Rabbin seni Mekke’ye tekrar döndürecektir. Veya az evvel ifade ettiğimiz gibi
seni bu dünyada hiç kimsenin ulaşamayacağı başarıların zirvesine ulaştıracaktır.
Bu işi yapacak olan Allah’tır. Sen Allah desteğindesin.
Öyleyse:
O halde sen asla kâfirlere arka
çıkıp yardımcı olma. Sakın kâfirlere destek olma. Sakın kâfirlerle birlik olup
onların yollarına, onların anlayışlarına, onların hayat programlarına yardımcı
olma. Unutma ki Allah’ın sana gönderdiği bu kitabında istediklerinin azıcık
dışına çıkman kâfirlere yardım anlamına gelecektir. Allah’ın sana gönderdiği bu
kitabında tarif ettiği kulluğu yaşamaktan, bunu insanlara duyurmaktan
göstereceğiz azıcık bir gevşeklik, onlara vereceğin azıcık bir taviz bilesin ki
kâfirlerin işine yarayacaktır, kâfirlere yardım, kâfirlere arka çıkma anlamına
gelecektir. İnsanlardan gelebilecek tehditler kar-şısında korkarak sakın kitabın
istediği gibi bir kulluk sergilemekte geri adım atma.
87. “Allah'ın âyetleri sana
indirildiğinde, sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabbine çağır, sakın
putperestlerden olma.”
Sakın ha sakın ey peygamberim, o
kâfirler seni Allah’ın âyetlerinden alıkoymasınlar. Sen insanlarına Rabbine,
Rabbinin kitabına, Rabbinin yoluna çağır, sakın o müşriklerden olma. Sakın bu
kâfirler seni Allah’ın âyetlerine tabi olmaktan, Allah’ın âyetleri istikâmetinde
bir hayat yaşamaktan, Allah’ın âyetlerini Allah kullarına duyurup tebliğ
etmekten alıkoymasınlar, ayak bağı olmasınlar. Kâfirler ne kadar olurlarsa
olsunlar, ne yaparlarsa yapsınlar, Allah varken desteğinde Allah’ın istediği
hayatı yaşamak konusunda sana engel bilme onları. Sakın onların küfürlerine,
şirklerine bulaşma. Tüm hayatınla ayrıl onlardan. Hayatının hiç bir bölümünde
onlarla birlik olma. Ne imanın, ne düşüncen, ne amelin, ne kılık kıyafetin, ne
sofran, ne eğitimin, ne hu-kukun, ne mala bakışın, ne kazanman harcaman, ne
yatman kalkman, ne yiyip içmen onlarınkine benzemesin. Hiçbir konuda onlarla
beraber olma.
88. “Allah'la beraber başka tanrı
tutup tapma, O'ndan başka tanrı yoktur; O'ndan başka her şey yok olacaktır;
hüküm O'nundur; O'na döndürüleceksiniz.”
Ve sakın ey peygamberim, Allah’la
birlikte başka bir ilaha dua etme. Allah yanında başka bir ilah çağırma,
çağrıştırma. Çünkü Ondan başka İlah yoktur. Onun yüzünden başka her şey helâk
olacaktır. Hüküm Onundur, yetki Onundur ve sonunda Ona döndürülecek, yapıp
ettiklerinizin hesabını Ona ödeyeceksiniz.
Evet Rabbimiz peygamberine ve onun
şahsında biz müslü-manlara diyor ki, sakın Allah’la beraber başkalarına dua
etmeyin. Arkadaşlar, dua Arapça’da hem şu bildiğimiz dua hem de ibadet
anlamınadır. Dua, dua edilene sığınmak, ondan yardım beklemek demektir. Dua, dua
edileni ulu bilmek, büyük tanımak büyüklük mevkiine oturtmak, büyüklüğünü,
gücünü kuvvetini kabul etmektir.
Öyleyse dua
sadece Allah’a yapılmalıdır. Allah’la beraber birilerini de büyük mevkiine
oturtarak dualarımıza onu da katarak, davetiyemizin üzerine başkalarının da
ismini yazarak şirke düşmemeliyiz. Birilerini bu konuda Allah’a ortak
kılmamalıyız. Dua acziyetin ifadesidir. Dua, âcizin, güçsüzün güçlüye
teslimiyetinin ifadesidir. Peki kim var Allah’tan başka böyle kendisine teslim
olacağımız? Kime ihtiyacımız var bizim Allah’tan başka?
Dua bir de çağırmak, çağrıştırmak
demektir. Çağrışım ifadesi de buradan gelmektedir. Yâni bir kişi sosyal,
siyasal, ekonomik, bireysel ya da toplumsal bütün dertlerinde, problemlerinde o
problemlerin çözümü konusunda kimi çağırıyor, çağrıştırıyorsa ona dua ediyor
demektir. Karşı karşıya bulunduğu bir probleminin çözümünde ya da vereceği bir
karar konusunda kişi kimi imdadına çağırıyor? Kimi ve neyi hatırlıyor? Kimin
çözüm önerisi kafasında canlanıyor? Kime baş vuruyorsa? Kimi çağırıyor,
çağrıştırıyorsa işte o kişi ona dua ediyor demektir. Neyi problem edindi adam?
Meselâ karısıyla geçimsizliğini
mi? Nereden kazanıp nerelerde harcayacağını mı? Çocuklarını nasıl eğiteceğini
mi? Hangi okulda okuyacağını? Hangi mesleği seçeceğini? Evini nasıl tefriş
edeceğini? Nasıl bir hukuktan yana olacağını? Nasıl giyineceğini? Sofrasında
ne-lerin bulunup, nelerin bulunmaması gerektiğini mi dert edindi adam? İşte dert
edindiği bu probleminin çözümü konusunda neyi ve kimi aklına getirdi? Kimin
çözüm önerisine baş vurdu? Kimin çözüm önerisi kafasında canlandıysa işte kişi
ona dua ediyor, onu çağırıyor, onu çağrıştırıyor demektir.
Eğer tüm hayat problemlerimizin çözümü
noktasında aklımıza Allah geliyorsa, Allah’ın çözüm önerileri, Allah’ın
âyetleri, Allah’ın emirleri, Allah’ın o konudaki dediklerini hatırlayabiliyorsak
o zaman biz Allah’a dua ediyor, Allah’ı çağırıyor, çağrıştırıyoruz demektir. O
zaman dua edilen, dâvet edilen, dâvetiye çıkartılan sadece Allah’tır demektir.
Ama eğer Allah’la beraber başkalarını da hatırlıyor, başkalarının çözüm
önerilerini de çağırıyor, çağrıştırıyorsa, ya da bazen Allah bazen
da başkaları çağrılıyor, veya meselâ bazı konularda Allah bazı konularda
da başkaları çağrıştırılıyorsa bunun adına da şirk denir Allah korusun. Meselâ
adam sabah namazının farzının kaç rekat olduğu konusunu Allah’a soruyor, o
konuda sadece Allah’ı çağırıyor, Allah’ı aklına getiriyor ama hukuku konusunda,
eğitimi konusunda, kılık kıyafeti konusunda başkalarını çağırıyorsa işte bu
şirktir.
Gerçek çağrı, gerçek dua, gerçek
ibadet, gerçek kulluk Allah’adır, Allah’a yapılır, Allah’ın hakkıdır. Çünkü
kulluğa, itaate, ibadete lâyık sadece O’dur. Çünkü çağrıya, duaya icabet edecek
olan sadece O’dur. O’nun berisinde çağrılanlar, kendilerine dua edilenler as-la
duymazlar, asla çağrılarına icabet edemezler. Allah’ı bırakıp da O’nun berisinde
başkalarını çağıranlar, başkalarına dua edenler, Allah’tan başkalarını
çağrıştıranlar, hayat problemlerini Allah’tan başkalarına arz edip onların çözüm
önerilerine başvuranlar, Allah berisinde bir kısım yapay tanrıların ve
tanrıçaların kapısında çözüm dilenenlerin durumu aynen şuna benzer: Ağızlarına
suyun gelmesi için avuçlarını ona doğru açmış bekleyen kimsenin durumu gibidir
diyor Rabbimiz. Onlar bu durumda hiçbir zaman suya ulaşamazlar. İşte kâfirlerin
duaları, yalvarıp yakarmaları aynen böyle boşunadır,
beyhudedir.
Bu kâfirlerin Allah’ı bırakıp ta O’nun
berisinde kıyamete kadar kapılarını dövdükleri bu aciz varlıkların onlara
hidâyet sunmaları, onlara yol göstermeleri, onlara reçeteler sunmaları, onların
dertlerine der-man olmaları, problemlerini çözümlemeleri mümkün değildir.
Kıyamete kadar onları hakka ulaştırmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar bu
zalimler onların önünde eğilip onlardan yardım beklesinler. İstedikleri kadar
onları Rab bilip onlardan hayat programı dilensinler. Aman bizi kurtarın! Aman
bize güzel yasalar yapıp bizi sahil-i selâmete çıkarın! Bizim ekonomik
problemlerimizi çözüverin! Bizim eğitim sorunlarımızı hallediverin! diyerek
istedikleri kadar onlara yalvarıp yakarsınlar. Kıyamete kadar onların bunlara
bir fayda sağlamaları mümkün ol-mayacaktır. Çünkü isteyenler de zayıf,
istenenler de acizdir. İsteyenler de kul, istenenler de kul. Bu durumda onların
hakka ulaşmaları as-la mümkün olmayacaktır.
Öyle değil
mi? Hani şu ana kadar bu aciz insanlardan hangisinin insanlığa sunduğu sistem,
hangisinin insanlığa sunduğu reçete insanları huzur ve sükuna
kavuşturabilmiştir? Dünya açısından bu böyle olduğu gibi âhiret açısından da
böyledir. Dünyada bir fayda sağlayamadıkları gibi âhirette de insanları Allah’ın
azabından kurtaramayacaklardır bu varlıklar.
Öyleyse Allah’tan başka tüm sahte
ilahları, tüm yapay tanrıları reddedecek ve İlah olarak sadece Allah’ı kabul
edeceğiz. Hayatımızı parçalayıp onun bazı bölümlerinde İlah olarak Allah’ı öteki
bölümlerinde de başka ilahları dinleyip şirke düşmeyeceğiz. Hayatımızın tümünde
söz sahibi tek İlah olarak Allah’ın arzularını
gerçekleştireceğiz.
Çünkü, unutmayın ki her şey ölecek,
herkes helâk olacak, an-cak Allah’ın vechi müstesna. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi helâk olacak sadece Allah kalacaktır. Bâki sadece Allah’tır. Göklerin ve
yerin mirası Allah’a kalacaktır. Hüküm Onundur, hâkimiyet Onundur, egemenlik
Onundur, yetki Onundur. Ve dönüşünüz de Onadır. Onun huzuruna dönecek, Onun
mahkemesine gidecek ve yaşadığınız hayatın hesabını Ona ödeyecek. Öyleyse ey
müslümanlar sadece Onu dinleyin, sadece Ona dua edin, sadece Ona kulluk edin,
sadece Ona sığının, sadece Onun önünde eğilin, sadece Onun istediği hayatı
yaşayın ve sadece Onu razı etmeye çalışın...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder