ŞUARÂ
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
26, nüzûl sıralamasına göre 47, üçüncü miûn grubunun yedinci sûresi olan Şuarâ
sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 227
dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun
pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını
içindeki 224. âyetten almış, Mekke döneminin ortalarında nâzil olmuş 227 âyetlik
bir sûreye misa fir olduk.
Bakalım bize neler ikrâm edecek, bizi nereye oturtacak, bizim yerimizi,
konumumuzu, durumumuzu, kaç okkalık Müslüman olduğumuzu nasıl tespit edecek.
Sûrenin nüzul
zamanı muhteva ve üslubuna bakılırsa az evvel de ifade ettiğim gibi Resûl-i
Ekrem Efendimizin risâletinin Mekke döneminde, o dönemin de ortalarında nâzil
olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönem Mekke müşriklerinin peygamber efendimizi ve
getirdiği mesajı tanıyıp reddetmek için ellerinden gelen her türlü zulüm ve
işkenceleri işlemeye koydukları bir dönemdir. Her türlü şeyi söylüyorlar. Bazen
Resûlullah Efendimizin Allah’ın elçisi olduğunu ispatlamak için gerekli
âyetleri, mûcizeleri getirmediğini, gelen âyetlerin bu konudaki şüphe ve
tereddütlerini yok edip ona iman etmelerine yetmediğini söylüyor-lar, bazen
peygambere iman edip onun peşine takılanların toplumun en zayıf, en değersiz
kimseleri olduğunu, onun dâvetinin sadece böyle üç beş baldırı çıplak tarafından
kabul gördüğü, toplumun geri kalan asil ve soylu insanlar nezdinde bu mesajın
hüsnü kabul görmediğini söyleyerek peygamberi maskaraya almaya çalışıyorlar.
Halbuki peygamber efendimiz onların bu tavırlarının tamamen aksine, onlara değer
veriyor, onların hidâyeti ve kurtuluşu için çırpınıyor, çabalıyor, bu uğurda
yoruluyor, kendini ve her şeyini feda edecek bir duruma geli-yordu. O
çabaladıkça berikiler şirretliklerini artırıyorlardı. Onların bu inançtı
tavırları, kendilerinin kurtuluşunu isteyen bir kimseye karşı bu denli alçakça
tavırları Resûlullah efendimizi derinden üzüyor, onun için büyük bir ıstırap
sebebi oluyordu.
İşte sûrenin
indiği dönemde Mekke’nin, Mekke müşriklerinin ve o şehri onlarla paylaşmak
durumunda olan peygamberimiz ve beraberindeki bir avuç müslümanın ahvali buydu.
İşte bunun içindir ki bu sûresinin hemen başında Rabbimiz bunalmış peygamberini
teselli ederek sözlerine başlıyor. Ey peygamberim, ne oluyor sana? Bu adam
olmazlar hakkında niye kendini yiyip bitiriyorsun? Bu hainlerin iman
etmeyişlerinin sebebi sen değilsin. Senin eksikliğin, senin başa-rısızlığın
değildir. Senin onlara getirdiğin âyetlerin eksikliği de değildir. Bunların iman
etmeyişlerinin sebebi sadece boş ve kuru inatları, kibirleridir. Onlar
akıllarını kullanmak istemeyen zavallılardır. Onlar senden başka âyetler
istiyorlar. Onlar bu âyetler yerine boyunlarını büktürecek, bellerini kıracak,
defterlerini dürecek harikulade âyetler bek-liyorlar. Kendilerine
reddedemeyecekleri bu tür âyetler gelsin ki helâkleri çabuklaştırılsın. Elbette
zamanı gelince Rabbinin bu tür âyetleri de gelecek ve onların işleri bitirilmiş
olacaktır. O zaman anlayacaklar al-çaklar gerçeği, ama geçmişler olsun. Çünkü
artık dönüş imkânı olmayan, zorunlu olarak kabul etmek ortamında bu
anlamalarının onlara hiçbir faydası olmayacak
buyurulmaktadır.
Sûrenin bu
girişinin ardından hemen hemen ortalarına kadar bu konu etrafında mesajlar
verilmektedir. Bu dünyada Allah’ı, Allah’ın tek Rab ve İlah oluşunu, tüm
varlıkların Allah’ın kulu olduğunu, tüm varlıklar üzerinde sadece Allah’ın
egemen olduğu gerçeğini, Allah’ın hayata karışı tek Rab ve İlâh olduğu
gerçeğini, Allah’ın insan hayatına karışmak üzere peygamber seçip onunla
mesajını, programını göndermesi gerçeğini anlamak isteyen insanlar için yeteri
kadar âyet, delil, açıklama gelmiştir. Şu kâinatta serpiştirilmiş görsel
âyetler, şu kitabın içindeki işitsel âyetler iman etmek isteyen kimseler için
yeter de artar da. Hiç kimse iman etmek için yeterli âyetlerin olmadığını id-dia
edemez. Ama bütün bu âyetlere gözlerini ve kulaklarını tıkamış, akıllarını,
kalplerini kapamış inatçı kâfirler inanmama noktasında diretiyorlar. Gözlerine,
kulaklarına, akıllarına, kalplerine baskı uyguluyor-lar. Gördükleri halde
görmemiş gibi davranıyor, işittikleri halde duymamış gibi tavır takınıyorlar ve
kalplerinin, vicdanlarının sesini duymamak için avazlarının çıktığı kadar
inkârlarını seslendiriyorlar.
Rabbimiz bu
sûrede bu gerçeği insanların gözlerine sokmak, beyinlerine çakmak için 7 tane
eski kavmin tarihini anlatıyor. Firavun kavmi, Nûh kavmi, Âd kavmi, Semûd kavmi,
Lût kavmi ve Eykeliler. Bu kavimler tıpkı şimdiki kâfirler gibi Allah’ın
elçilerinin mü’min olmaları için kendilerine Rablerinden getirdikleri âyetleri
beğenmediler, yeterli bulmadılar, elle dokunup gözle görebilecek ve asla inkâr
ede-meyecekleri cinsten harikulâde âyetler, mûcizeler istediler. Allah on-lara
onların istedikleri cinsten âyetler gönderdi de işlerini bitiriverdi,
defterlerini dürüverdi. Ne oluyor? Ne istiyor bu insanlar? Hiç düşünmüyorlar mı?
Kendilerinden öncekilerin başlarına gelenlerden ibret almaya yanaşmıyorlar mı?
Kendi helâklerini mi istiyor bu adamlar? Hiç akılları yok mu bunların?
Buyuruluyor.
Ama heyhat ki
tarih boyunca bu kâfirlerin karakterleri hiç değişmemiştir. Zihin yapıları hep
aynıdır bunların. Bir bakın hele, peygamberler ve onların mübarek yollarının
yolcusu Müslümanlarla tartışma yöntemleri, karşı çıkışları, reddedişleri,
inanmamak için ileri sür-dükleri delilleri hep aynıdır. Tarihin hangi döneminde
bir peygamber gelmişse ona karşı tavırları hep aynıdır. Hepsi de Allah
tarafından ya-ratılmışlar, hepsinin akılları, fikirleri, güçleri, imkânları,
fırsatları Allah tarafından verilmiş olduğu halde tüm bu imkânlarını Allah ve
elçileriyle çatışmada kullanmaktadırlar. Hepsi de Allah’ın değişmez helâk
yasasının mahkumu olarak geberip gitmektedirler. Tarih O’nun inanan kul-larına
karşı işleyen sonsuz rahmet ve merhametine şahit olduğu kadar, azabına,
yakalamasına ve helâkine de şahit olmuştur. Bu durum-da artık Allah’ın gazabına
mı, yoksa rahmetine mi müstahak olmak insanların tercihine kalmıştır.
Bizi bütün bu
konularla baş başa bırakan, bu değerli azıkları bize ikrâm eden sûre son olarak
akıl erdirici bir mesajla bitmektedir. Ey kâfirler, ey hakkı, hakikati örtmeden
yana, kamufle etmeden yana tavır alanlar, eğer iman etmeniz ve iman kaynaklı bir
hayata yönelmeniz için bu kadar âyet yetmemiş de illâ da başka tür âyetler
bekli-yorsanız neden sizden öncekilerin başlarına gelenleri bu kitaptan
okumuyorsunuz? Neden kendi dilinizde gelen bu kitabın bilgilerinden istifadeye
yanaşmıyorsunuz? Neden bu kitabın bilgilerine teslim olup bir hayat yaşayan
peygamberin ashabının sizden farklılığına dikkat etmiyorsunuz? Dün onlar da
sizler gibi berbat bir hayatın adamı değiller miydi? Ne oldu? Nasıl değişti bu
insanlar hiç düşünmüyor musunuz? Şimdi onları bu hale getiren bir kitap cin veya
şeytan işi olabilir mi? Bu kitabı size duyuran peygamber hiç deli, şair veya
kâhine benziyor mu? Bugüne kadar hiç deli, kâhin görmediniz mi siz? Onlardan
hangisi başarabilmiş o peygamberin başardıklarını? Hangi delinin, hangi kâhinin
arkasına bu kadar insan düşmüş? Neden bunu ona söylerken kalbinize danışmıyor,
vicdanınızın sesini dinlemiyorsunuz? İyi bilin ki bu tavırlarınızın karşılığını
cehennemde çok korkunç bir şekilde göreceksiniz denilmektedir. Bu mukaddimeden
sonra inşallah özetle sunmaya çalıştığım sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
başla-yabiliriz.
1,2.
“Ta, Sin, Mîm. Bunlar apaçık Kitabın
âyetle-ridir.”
Sûre hurufu mukatta ile başlar.
Rabbimiz kullarının dikkatini kitabı üzerine çekerek buyuruyor ki: Bunlar, bu
âyetler Mübîn olan, apaçık olan kitabın âyetleridir. Bunlar hayatın kanunlarını,
hayatın değişmez yasalarını, yazgılarını bildiren bir kitabın âyetleridir.
Kitap, ketebe kökünden gelir. Ya da
kitabe, demektir ki değiş-mez, değiştirilemez, silinmez, kuralları bildiren
yazıt anlamınadır. Yüzyıllar boyu değişmeyen, değiştirilemeyen kitabın yazısıdır
bunlar. Kağıttaki sökülse, silinse bile bu yazılar, yazgılar asla ortadan
kaldırılamayacaktır. Zira bunlar toplumda olan yazılardır, kalplerde olan
yazılardır, kabulde olan yazılardır. Yâni Allah’ın muhafaza ettiği levhanın
dünyaya yansıttığı yazılardır bunlar. Levh-i Mahfuzdan insan hayatına yansıyan,
insan hayatının, tüm kâinatın hayat programı olan yazılardır bunlar. Onun için kesinlikle
değişmeyecektir, değiştirilemeyecektir.
Bir özelliği de bu kitabın, bu
âyetlerin “Mübîn”
oluşudur, ayan beyan, apaçık anlaşılır oluşudur. Ama insanlar bu âyetlerle
diyalog kurmak isterlerse, onları okuyup anlamaya çalışırlarsa o zaman Mübîn
olacaktır. Yâni şu harfleri tanıyınca nasıl muhtevayı anlarsa insan, ilgi
kurunca anlayacaktır.
Meselâ herhangi bir aletin şifresi
veya bir aygıtın kullanım defteri, el kitabı çok net anlaşılır yazılsa bile o
yazıyı, o harfleri tanımayan insan için çok karmaşık gelir. Meselâ bizim için
bir Çin alfabesi, bir Japon alfabesi çok karmaşa ve karışık geliyor. Ama o
alfabeyi tanıyan birisi için ne kadar Mübîndir o ifadeler değil mi? İşte aynen
bunun gibi bu kitaba da yönelenler, bu kitabı da anlamaya çalışanlar onun çok
ayan beyan olduğunu göreceklerdir, Mübîn olduğunu
göreceklerdir.
Bir de tabii burada Allah’ın
Resûlüne şairdir, kahindir diyenlere cevap veriliyor sanki. Bu kitapta böyle
esrarlı, kapalı hiçbir şey yoktur ki; o bir şairin, bir kahinin muhayyilesinin
ürünü olsun! deniyor.
Sonra söz Allah’ın Resûlüne
çevriliyor ve şöyle buyuruluyor:
3. “Ey Muhammed! İnanmıyorlar diye neredeyse kendini
mahvedeceksin.”
Ne yapıyorsun sen? Neredeyse kendini
yiyip bitiriyorsun! Kim dedi bunu sana? Bu görevi nerden, kimden aldın sen?
Kendini helâk et! Kendini yiyip bitir! diye kim dedi sana? Kim yükledi böyle bir
sorumluluğu sana? Nerdeyse sen kendini yok edecek, helâk edeceksin. Kendi
kendini yiyip bitiriyorsun.
Olmuyorlar diye, olmayacaklar diye.
İnanmıyorlar diye, yola gelmiyorlar diye, adam olmaya yanaşmıyorlar, istenilene
gelmiyorlar diye nerdeyse kendini helâk edeceksin. Halbuki sana ne bundan? Seni
ne ilgilendirir bu? Hangi âyet sana böyle bir yük yükledi? Nerden çıkardın bunu?
Niye dert edindin bunu kendine? Evet insanların iman etmeyişleri, adam
olmayışları karşısında üzüntüsünden, kederinden kendi kendini yiyip bitirecek
duruma geliyordu, kendisini ihmal edecek duruma geliyordu da Rabb’imiz bu
âyetleriyle peygamberini uyarıyordu. Görevin olmayan bir şeyle kendini niye
sorumlu tutuyorsun? diyordu.
Şimdi bu âyeti bir de kendimize
yönelik düşünelim: Hangi görevlerimiz vardı? Neyi dert edinmiştik? Ne için
kendimizi yiyip bitiriyorduk? Reis olma görevi mi? Baş olma, ayak olma görevi
mi? Zengin olma, zekât dağıtma görevi mi? Filan yere müdür olma, falan makama
oturma görevi mi? Ev yaptırma, kazanma, harcama görevi miydi? Çok uzak çevrelere
kadar İslâm’ı duyurma, evlenme, boşanma görevi miydi?
Biz de bu âyeti hatırlayarak
diyeceğiz ki: Hayrola bu görevi kim verdi bize? Eğer kesin değişmez yazgı
vermişse bu görevi bize tamam mecburuz, yapmak zorundayız. Yâni eğer bu
kendimize dert edindiğimiz görevleri şu elimdeki kitabın âyetleri
yüklemişse, ve eğer bu görevleri bize
yükleyen Allah, bunları illa da yapacaksın demişse; niye illa da kendini helâk
ediyorsun? denmez. Niye bu işin sorumluluğu altında eziliyorsun? denmez. Ama
eğer bu görevleri bize Allah ver-memişse, Allah’ın kitabı yüklememişse ve ya
Allah demiştir ama, kesinlikle bunları yapacaksın değil de gücün yettiğince yap
demişse, o zaman bilelim ki âyetin sorumlusu biz oluruz.
Meselâ oruç tut! demişse Allah, ama
her hâlükârda tutacaksın dememiş de gücün yettiğince tut demişse, ayakta
duramayacak kadar hasta ve halsiz isen, veya yolcuysan, veya hasta isen buna
rağmen yine de oruç tutacağım diye kendini yiyip bitirecek bir biçimde oruç
tutma peşindeysen, o zaman Allah sana soracaktır: Ne oluyor? Nerdeyse kendini
yiyip bitiriyorsun! hitabının muhatabı sen olacaksın.
Meselâ Allah sana Kur’an’ı oku,
Kur’an’ı tanı, anla ve insanlara anlat, insanları İslâm’a dâvet edip, onları
Müslümanlaştır! demişse, bu uğurda gücün nisbetinde çalışıp gayret et! anlamına
gelecektir bu. Değilse olmuyorlar diye kendini yiyip bitirme sen ey Peygamberim
ve ey peygamber yolunun yolcuları olacaktır mânâ.
4. “Biz dilesek onlara gökten bir mûcize indiririz
de ona boyun eğip kalırlar.”
Çünkü senin endişen ne ey Resûlüm?
Derdin ne senin? Eğer insanların Müslüman olmalarıysa derdin, yâni hakkın galip
gelmesini gözlerinle görmekse endişen, bak bu çok basit: Eğer biz isteseydik bir
âyet indirirdik semadan da onların hepsi boyun eğerlerdi mecburen. İsteseler de
istemeseler de onlar boyun eğerler teslim olurlar, Müslüman olurlardı. Ama bu
istenen bir şey değil ki. Ben onların böyle iman etmelerini istemiyorum ki. Bak
böyle iman eden meleklerim var benim. Halbuki ben onları melek değil insan
olarak yarattım. Eğer ben isteseydim melekler gibi onların da boyunlarındaki
kulluk iplerinin ucunu doğuştan elime alır serbest bırakmazdım. Ama ben irade
verdim onlara, iradeleriyle iman etmelerini istiyorum onların diyor
Allah.
Yâni ey peygamberim, onların seni
dinlememeleri, sana karşı gelmeleri, âyetlerimize karşı kulak vermemeleri,
emirlerimize boyun eğmemeleri, adam olmaya yanaşmamaları eğer senin ağırına
gidiyorsa, sen takma kafana! Biz öyle bir âyet göndeririz ki bu göze yönelik bir
âyet de olabilir, kulağa yönelik bir âyet de olabilir o zaman mecbur iman
ederlerdi. Meselâ ne gibi bir âyet? Tufan gibi, sayha gibi, racfe gibi, melekler
gibi bir âyet göndeririz de o zaman hepsi iman ederler onların. Ama ne faydası
olacak da bu imanın? Hattâ pişmanlıkları bile Firavun örneğinde olduğu gibi hiç
bir fayda vermeyecektir onlara.
Yâni Allah için bütün kâfirlerin
teslim olup boyun bükecekleri bir âyet göndermek hiç de zor değildir. Allah’ın
böyle bir âyet göndermemesi Allah’ın hâşâ âciz olduğu anlamına gelmez de, zorla
kabul edilen bir imanın Allah katında makbul bir iman olmadığı anlamına gelir.
Eğer Allah insanları iman ve itaate zorlama yöntemini benimsemiş olsaydı o zaman
insanlardaki iradenin de imtihanın da mânâsı kalmazdı. Üstelik bu amaçla âyetler
göndermeye de gerek kalmazdı. Bunun yerine insanı doğuştan melekler gibi günâh
işlemeyen bir varlık olarak yaratır ve biterdi. Ama murad-ı İlâhî bu değildir.
5. “Rahmândan kendilerine gelen her yeni öğütten
mutlaka yüz çevirirler.”
Rahmân olan Allah’tan, yâni üstelik
Cebbar olan, Kahhâr olan Allah’tan bile değil, Rahmân olan Allah’tan, Rahmetin
kaynağı olan Allah’tan onlara bir âyet inmeye görsün ondan yüz çeviriyorlar.
Allah’ı reddediyorlar, Allah’ı inkâr ediyorlar değil, Allah’ın âyetlerini
reddediyorlar. Yâni Allah’ın hayata karışmasını reddediyorlar. Allah bizim
hayatımıza karışmasın, böyle âyet filan gönderip bizden bir şeyler
istemesin
Diyorlar
ki tamam Allah Ali’dir, Allah yücedir, Allah’ı severiz, sayarız, ama yerinde
dursun. Bizim hayatımıza karışmasın. Gökyüzünü yarattı, yeryüzünü yarattı, bizi
de o yarattı tamam, ama bizim hayatımıza karışmasın. Gökler Onun olsun, dağlar
taşlar Onun olsun ama bize karışmasın. Bize âyet göndermesin, bize isteklerini
bildirmesin, bize, bizden ne istediklerini duyurmasın. Çünkü bize istediklerini
duyurdu mu işler karışıyor. Zira o zaman bizimkilerle onunki çatışıyor, o zaman
dinlesek olmuyor, dinlemesek olmuyor, huzurumuz kaçıyor diyorlar sanki, ve
Allah’ın âyetlerinden i'raz ediveriyorlar. İlgilenmemeye, ilgi kurmamaya,
duymamaya, duyurmamaya çalışıyorlar. Kulaklarına pamuk tıkıyorlar, veya işte
evle, elbiseyle bürünmeye çalışıyorlar, veya müzikle, şarkıyla, eğlencelerle
bürünmeye çalışıyorlar, kamufleye çalışıyorlar.
Ama her şeye rağmen gelen âyetlerden
kimisi mecburen kulaklarına girerse, yâni tüm tedbirlerine, tüm engellemelerine
rağmen yine de kimi âyetleri duymak zorunda kalırlarsa da, her şeye rağmen yine
de kimi âyetler gündeme gelirse, o zaman da yalanlıyorlar, dalga geçiyorlar,
aslı yokmuş gibi davranıyorlar. Ama Allah diyor ki bakın:
6. “Evet, yalancıdırlar; alay edip durdukları
şeylerin haberleri kendilerine ulaşacaktır.”
Ama yakında bu dalga geçmelerinin,
bu ilgisizliklerinin, bu yanlış ilgi kurmalarının, gereksiz ilgi kurup onları
kullanılmayacak yerlerde kullanmalarının haberi pek yakında onlara gelecektir.
Yakında onlar kiminle dalga geçtiklerini anlayacaklardır. Yâni onlar aslında
yeterince uyarıldılar, yeter seviyede âyetler geldi onlara. Ama kendilerini
uyarmak için gelmiş bunca âyete karşı ilgisiz kalmak bir yana, bir de utanmadan
reddetmeye kalkışıyorlarsa, aslında kendi kötü sonlarını
hazırlıyorlar.
Bu kötü son: Ya bu karşı çıkıp reddettikleri
âyetler çok yakında gözleri önünde hakim olacak, böylece kendilerini yeryüzünde
mağlubiyet azabı yiyip bitirecektir. İslâm egemen olacak, bunu gözleriyle görüp
rezil ve perişan olacaklardır. Ya da eskilere yaptığı gibi yakında Allah onların
defterini dürecek, işlerini bitirecektir. Bakın bundan sonra Allah gücünü,
kuvvetini anlatmaya başlıyor:
7. “Yeryüzüne bakmazlar mı? Orada, bitkilerden nice
güzel çiftler yetiştirmişizdir.”
Peki görmüyor mu bu insanlar? Bu
âyetlere karşı nasıl da cüret edebiliyorlar? Görmüyorlar mı? Haydi şu kitabın
âyetlerine karşı, kulağa hitap eden şu âyetlere karşı böyle davranıyorlar,
yetersizler, kabiliyetleri yok diyelim. Peki bu adamlar arzdaki, semavattaki şu
meşhut âyetlere bakmıyorlar mı? Gözleri de mi kör bunların? Nice, nice kerîm
çiftler bitirmişiz biz. Bunlara bakmıyorlar mı? Bunları an-lamıyorlar mı? Hiç
düşünmüyorlar mı? Kendi ellerinde mi yaz oluşu, kış oluşu? Soğuk oluşu, sıcak
oluşu? Kendi ellerinde mi güzel oluşu? Mavi oluşu? Yeşil oluşu? Tatlı oluşu?
Ekşi oluşu? Yağlı oluşu? Yağsız oluşu? Çekirdekli ve ya çekirdeksiz oluşu? Saplı
veya sapsız oluşu?..
Yâni gerçeği arayan birinin çok
uzaklarda âyetler armasına gerek yoktur. Çevresindeki bitki olgusuna tek bir göz
atması yeterlidir. Çevresindeki bu akıllara durgunluk veren muazzam nizamı
gördüğü halde, ancak aptal olan birisi bütün bunların Alîm, Azîz ve Kadir olan
Allah’ın bilgi, hikmet ve kudreti olmadan kendiliğinden meydana geldiği sonucuna
varabilir. İşte bütün bunlar, bütün bu âyetler,
Bütün bu anlatılanlarda bir âyet
vardır, alâmet vardır, nişane vardır. Ama insanların çoğu imana yanaşmıyorlar,
inanmadan yana olmuyorlar. Bu âyetleri okuyup, onlarla ilgilenmeden yana
olmuyorlar.
8,9. “Şüphesiz bunlarda Allah'ın kudretine işaret
vardır, ama çoğu inanmazlar. Rabb’ın şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.”
Ama bilsinler ki onlar, Rabb’ın hem
Azîz, hem de Rahîm o-landır. Unutmasınlar ki Allah Azîzdir. Yakalamak,
cezalandırmak is-tediği zaman onların topunu yok etme gücüne sahiptir Allah.
Fakat Rahîmdir de. Merhameti sebebiyle onları cezalandırmak da acele etmez.
Akılları başlarına gelmesi için yıllarca süre tanır
onlara.
Evet Allah Azîzdir, itiraz etmeyin
ona! Karşı gelmeyin! Bakın arz itiraz edemiyor, sema itiraz edemiyorsa, gelin
siz de itiraz etmeyip, siz de boyun bükün. Gelin siz de beni Azîz bilin! Siz de
beni karşı gelinmez varlık bilin! Arzular çatışınca, başkalarının arzularıyla
benim arzularım çatışınca, toplumun arzularıyla benimkiler, babalarınızın
arzularıyla benimkiler, amirinizinkilerle, müdürünüzünkilerle,
efendinizinkilerle, hanımlarınızın, kocalarınızınkilerle benimkiler çatıştığı
zaman benden yana olun! Beni dinleyin! diyor Allah.
Böyle yaptığınız zaman, hiç kimseyi
takmayıp yalnız beni dinlediğiniz zaman da birilerinin size zarar vermesinden
korkmayın! diyerek bundan sonra sözü tarihe getirecek Mevlâ. Tarihten bu konuyla
ilgili bir örnek verecek. Bizi bundan takriben beş bin yıl öncesine götürecek,
ama aynı hadise günümüzde de her gün tekrar edildiği için değişmez bir yasa,
değişmez bir yazgı, değişmez bir kitabın âyetleri olarak bize lazım olan
bölümleri tanıtacak.
Hz.Mûsâ (a.s), yanında Harun (a.s)
ve etrafında kendisine inanmış birkaç Müslüman var. Bu insanlar dışında etrafta
İsrâil oğulları var ki belki Firavun oğulları kadar, kendilerini kurtarmaya
gelen Peygambere eziyet eden bir toplum. Bir de despot, hain, zalim Firavun ve
Firavun oğulları var. Onları anlatacak Allah. Gerçekten şu bi-zim toplumumuza
yansıtmamız gereken, ibret almamız gereken du-rumları anlatacak. Ve sonunda da
diyecek ki: Firavun imparatorluğu zamanında en geniş ve en güçlü bir
imparatorluktu. Tüm bu gücüne, kuvvetine rağmen Firavun, Allah dostu Hz. Mûsâ’ya
en küçük bir za-rar veremedi. Sonunda yenilen kendisi oldu.
Öyleyse
bilesiniz ki Allah’ın kendisine yardım ettiği kişiyi kimse yenilgiye uğratamaz.
Firavun bütün bu güç ve kuvvetine rağmen Hz. Mûsâ karşısında çaresiz kaldığına
göre, sizler ey Mekke kâfirleri, veya sizler ey yirminci asrın zalimleri,
bilesiniz ki iman dâvâsına karşı yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur! diyerek
kâfirlere tehdit unsuru oluştururken, mü'minlere de ey mü’minler, sizler kiminle
beraber olduğunuzun, kimin safında bulunduğunuzun bir farkına varın! Çünkü ben
Azîzim! Firavun gibi bana karşı gelmeyin! işiniz biter. Mûsâ gibi olun! Mûsâ
gibi benden yana olun! diyecektir.
10,11. Rabb’ın Mûsâ'ya: "Haksızlık eden millete,
Firavunun milletine git" diye nida etmişti.
Haksızlıktan sakınmazlar mı?
Hani Rabb’ın nida etmişti Mûsâ ya.
Hatırlasana! Peki nasıl hatırlanır bu? Hani A’râf 172
deki:
“Ben sizin Rabb’ınız
değil miyim”
Hani
Adem oğullarından ve onların sırtlarından bütün zürriyetleri çıkarılıp kendi
nefislerine şahit tutarak şöyle demiştik: Ben sizin Rabb’ınız değil miyim? Onlar
da demişlerdi ki: Belâ ya Rabbi! Biz şahit olduk. Bakın bu konu anlatılır Araf
sûresinde.
Evet ey kullarım, daha önce, sizleri
yaratmadan, ya da cisimlerinizi yaratmadan önce sizden böyle bir mîsak almıştık,
o mîsakı hatırlayın diyor Rabb’imiz. Bana
verdiğiniz o sözlerinizi hatırlayın da hayatınızı bu mîsaka göre yaşayın.
Gündeme getirin. Hayatınızı bununla düzenlemek üzere bu mîsakı gündeminize alın.
Kendi kendinizin şahitleri olarak: Evet ya Rabbi! Sen bizim Rabb’imizsın, biz
buna şahit olduk demiştiniz. Bizim hayat programımızı, bizim yaşam biçimimizi
belirleyen, bizim hayatımıza kulluk maddesi alan, boyunlarımızdaki kulluk
iplerinin ucu elinde olan, seçimini seçim kabul edeceğimiz, çektiği yere
gideceğimiz, yasalarını uygulayacağımız Rabb’imiz sensin ya Rabbi. Bizler senden
başkalarını Rab tanımayacağız, senden başkalarının hayat programlarını uygulayıp
onlara kulluk etmeyeceğiz, senden başkalarının hatırına hareket etmeyeceğiz
diyerek bana bu konuda söz vermiştiniz. Hatırlasanıza!
Peki hani bunu hatırlayan var mı
içimizde? Bunu hatırlamamak böyle bir olayın olmadığı anlamına gelmez. Çünkü
meselâ şu anda bizler çocukluğumuzda yaptığımız pek çok şeyleri de
hatırlayamıyoruz ama onları hatırlamayışımız onları yapmadığımız anlamına
gelmediği gibi; âkıl bâliğ olduğumuz dönemden itibaren yaptıklarımız-dan sorumlu
olmadığımız anlamına da gelmemektedir. Bizler o dö-nemlerde yaptıklarımızı
hatırlamasak da anamız babamız tarafından işte sen çocukken şöyle yapardın,
böyle yapardın gibi bizim hakkı-mızdaki sözlerinden, beyan ve şahadetlerinden
bunu anlıyoruz.
İşte
aynen bunun gibi biz Rabb’imizla gerçekleştirdiğimiz bu ahdi hatırlamıyor olsak
da Rabb’imizin haber vermesinden bunu an-lıyoruz. Veya fıtrattan, fıtratımızdan
anlıyoruz bunu. İnsan olarak bizim fıtratımız ortaya koyuyor ki Rabb’imizla
aramızda böyle bir sözleşme gerçekleşmiştir. Nasıl? Meselâ bakın darda
kaldığımız zaman, zorda kaldığımız zaman, çok ciddi bir tehlike anında ister
mü'min olsun ister kâfir herkes Allah’a yalvarmaktadır. Bundan anlıyoruz ki tüm
insanlarda fıtrat tevhiddir, öz cevher tevhiddir, şirk ise sonradan ona arız
olmuş bir kabuktur. İşte böyle çok ciddi bir tehlike anında insan fıtratı açığa
çıkmaktadır. Fıtratın üzerini örtmüş olan kabuk o anda dökülüveriyor ve insanın
fıtratı açığa çıkıveriyor. Evet fıtratımız da ispat ediyor ki biz Rabb’imizla
böyle bir sözleşme gerçekleştirmişiz. Zaten Allah bize kitap göndermekle,
kitabından bundan söz etmekle bizden ahit almaktadır.
Ne zaman dedi bunu bana Rabb’ım?
Elbette ben Kur’an okumaya başladıktan sonra dedi. Ondan önce dedi mi, demedi mi
bilmiyorum. Peki daha önce bunu demiş de ben unutmuşsam bundan da sorumlu muyum?
Elbette. Nitekim yirmi yıl önce yaptıklarımı bugün hatırlamasam da onlardan
sorumluyum.
Evet bakın tarihteki konuyu şöylece
anlatmaya başlıyor Rab-b’ımız:
Rabb’ın Mûsâ’ya şöyle seslendi: Şu
zalim kavme, Firavunun kavmine git! Hz. Mûsâ burada, Kur’an’ın bu bölümünde
Firavun kavmine görevlendirilir. Bir başka âyette Firavuna, Hâmân’a, Karun’a
görevlendirilir. Bir başka yerde de İsrâil oğulları ve Firavun oğulları anlamına
o bölgedeki bütün insanlara görevlendirilir.
Görevinin temel konusu da şudur:
Diyecekti ki:
Korunmuyor musunuz? Korkmuyorlar mı?
diye Allah görevlendiriyor.
Korunmuyorlar mı? Korunmayacaklar
mı? Sakınmak ve korunmak türünde, korkmak türünde bir tarif aslında takvanın,
takva kavramının katlidir. Takva aslında pozitif bir eylemdir. Yâni sadece bir
şeylerden sakınılmaz, bir şeylerden korkulup uzak durulmaz takvalı olmak için.
Aynı zamanda bir şeyler yapılır takvalı olmak için. Bir şeylerden kaçınılınca,
bir şeylerden sakınılınca takvalı olunur değil. Bizim toplumda nedense takva,
hep korkmak, korunmak, geri durmak, çekinmek, sakınmak, atılmamak, yâni negatif
bir eylemi gerçekleştirmek olarak algılanmış. Oysa ki içkiden uzak durmak,
zinadan kaçınmak takva olduğu gibi aynı zamanda namazı dosdoğru kılmak, zekâtı
vermek, infak etmek, bu imanı icra etmek, gündemde tutmak, Kur’an ile,
Peygamberle sürekli diyalog halinde olmak, âhireti, âhirete olan imanı gündemde
tutabilmek de takvadır.
Takva esasen yol bulmak, yol
bulabilmek demektir. Allah’a sorarak, Allah’a danışarak yol bulabilmektir. Yâni
sanki yapılmayan, yapılmaması gereken şeyler toplamı olarak takvanın anlatılması
yanlıştır. Yâni sadece haram işlemeyen kişi muttaki değil, bununla beraber
pozitif amelleri de işleyen kişi muttakidir.
Hz. Ömer İbni Abbas'a sorar: Takva
nedir ey ibni Abbas? İbni Abbas der ki: Sen hiç dikenli bir yoldan geçmedin mi
ey Ömer? Dikenli yolda yürüyen bir adam ne yapar? Paçalarını sıvayıp dikenlerden
kendini korumaya çalışır değil mi? İşte takva da budur. Kulluk yolunda yürürken
dikkatli davranmaktır. Tamam etekleri sıvamak da bir harekettir ama, esas mesele
o yolda yürümektir yâni. Yürürken dikkatli davranmaktır, ya da düzgün yolda,
müstakim yolda yürüyebilmektir takva. Öyleyse:
Yolunuzu Allah’la bulmaz mısınız?
Yolunuzu Allah’ın kitabına, peygamberin sünnetine sorarak bulmaz mısınız?
Allah’ın istediği bir yola girmez misiniz? Allah’ın istediği hayatı yaşamaya
yönelmez misiniz?
Tüm Peygamberlerin derdidir
bu:
Ama Peygamberlerin bunun arkasında
bir ekleri daha var:
Takvalı olun! Muttaki olun! Yolunuzu
Allah’la bulun! Yolunuzu Allah’a sorarak bulun! Hayatınızı Allah için yaşayın!
Hayatınızı Allah’ın belirlediği yasalar istikâmetinde yaşayın! Yapacağınızı,
yaptığınızı, Allah yap dedi diye yapın! Yapmayıp terk ettiklerinizi de; Allah
yasakladı diye terk edin! Yolunuzu O’nunla bulun! Allah dedi diye yapın! Allah
dedi diye terk edin! Her şeyde O’nun rızasını gözetin! Tüm yapacaklarınızı
yapmadan önce O’na sorun! O’nun kitabına sorun! O’nun izin verdiklerini O’nun
izin verdiği gibi O’na lâyık biçimde yapın! O’ndan müsaade alamadıklarınızdan da
kaçının! Hâsılı Allah’ı görüyormuşçasına
kulluk yapın! Her an O’nun kontrolünde olduğunuzu unutmadan bir hayat yaşayın!
Rabb’ınıza muhalefet edip, O’nun kitabını, O’nun hayat programını görmezden
gelip, O’nun gazabına maruz kalmayın!
Ama:
¬–YQ[¬0Ï!«:
bu
konuda örneğiniz de ben olayım. Allah’a kulluk yapın ama bu kulluğun modelini de
benden alın. Bana itaat edin. Kulluk yolunuz benden geçsin. Onu benden öğrenin.
Kulluk modelini benden alın. Kulluğunuzu Allah’a sorun, ama Allah’a sorarken de
benimle sorun. Rabb’ınıza benimle müracaat edin. Kılık kıyafetiniz, yemeniz
içmeniz, kazanmanız harcamanız, mala bakışınız, infakınız, hukukunuz, eğitim
anlayışınız, gece hayatınız, gündüz hayatınız, zikriniz, fikriniz, namazınız,
orucunuz, tıraşınız bana benzesin diyor Allah’ın elçisi.
Evet demek ki kulluk sadece Allah’a
yapılır ve kulluk sadece peygamberden öğrenilir. Bilelim ki Allah’tan başka
kulluk yapılacak hiçbir varlık, hiçbir makam olmadığı gibi, kıyâmete kadar da
kulluk öğretecek başka hiçbir makam yoktur. Bunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmayalım. Esasen bugün Kullukta örnek arayanlar, örnek insan arayanlar,
unutmayalım ki peygamberleri tanıma zahmetinden kaçan insanlardır.
Halbuki peygamber kullukta model
insandır, motif insandır. Peygamber form dilekçedir. Hani karşısındakilere ders
anlatan bir öğretmen tahtaya bir şekil çizer ve çocuklar işte şekilde görüldüğü
gibi der; işte Rabb’imiz da bizden istediği kulluğu anlatır, anlatır sonra da
buyurur ki işte şekilde görüldüğü gibi. Bakın peygamberime ve sizden istediğim
kulluğu anlayın buyurarak peygamberlerini örnek olarak sunar bize. Meselâ
İblisle mücâdelede, tevbede, dönüşte Adem gibi olun, tâğutla mücâdelede Hz. Mûsâ
gibi davranın, kadın karşısında Yusuf gibi, cinsel sapıklıklar karşısında Lût
(a.s) gibi, ekonomik bozukluklar karşısında Sâlih (a.s) gibi, sâlihlerin
putlaştırılması karşısında Nuh (a.s) gibi davranın diye bize kulluk örnekleri
sunulmuştur.
İşte bizim için en mükemmel imamlar,
en mükemmel örnekler peygamberlerdir. Hayatlarında kesinlikle falso olmayan ve
bizim kendilerini örnek alıp hayatlarını yaşadığımız zaman kendilerini taklit
ettiğimiz zaman kesinlikle hata etmeyeceğimiz mükemmel örnekler. Hayatları Allah
tarafından kesinlikle onaylanmış insanlar. Ama biz onları bırakıp da birbirimizi
ya da içimizden birilerini örnek aldığımız zaman, Allah’ın onaylamadığı bir
hayat sahibi bizim için örnek olamaz. Bundan dolayıdır ki toplumun kendilerini
örnek kabul ettikleri, önder kabul ettikleri insanlar, hacılar, hocalar,
mürşidler, şeyhler daima kendilerine bir görev olarak şunu çok iyi bilmeliler:
İnsanlara gelin peygamberlerle beraber olalım. Gelin hayatları Allah tarafından
onaylanmış elçilere benzeyelim, gelin kitabın dediği gibi olalım demeliyiz.
Kesinlikle insanları kendimize veya kendimiz gibilere çağırmayalım. Gelin bizim
gibi olun, gelin bizim gibi yaşayın, bizi örnek alın, biz nasıl yaşıyorsak siz
de öyle yaşayın demeyelim.
Evet takvalı davranmadaki örneği,
modeli benden alın! diyorlar Allah elçileri. Yâni Allah’a kul olun! ama bu
kulluğun modelini de benden öğrenin! diyorlar.
İşte Hz. Mûsâ Allah’tan böyle bir
emir alır. Ey peygamberim Fi-ravun ve toplumuna git ve onları bana kulluğa ve bu
kullukta seni örnek almaya çağır emrini alır. Rabb’ından aldığı bu emir
karşısında Hz. Mûsâ elbette itiraz edecek değildi. Ya Rabbi çok erken oldu bu
iş, şu anda yapamam, şu anda ben buna hazır değilim, şu anda gidemem, biraz bir
hazırlık filan yapayım da ondan sonra gideyim diyecek değildi elbette. Gidecekti
ama; bakın durumunu Allah’a şöyle arz etti:
12,14. Mûsâ: "Rabb’ım! Doğrusu beni
yalanlama-larından korkuyorum; göğsüm daralıyor, dilim açılmıyor. Onun için
Harun'a da elçilik ver. Onların bana isnat ettikleri bir suç da vardır. Beni
öldürmelerinden korkuyorum" demişti.”
Dedi ki: Rabb’ım kuşkusuz ben
onların beni yalanlamalarından korkarım. Korkarım beni yalan sayarlar, dalga
geçerler, beni hafife alırlar.
Anlatılanların her biri ayrı bir endişedir. Ya da tümü birden bir
endişedir. Ne diyor Allah’ın elçisi? Ya Rabbi korkarım onlar beni yalan
sayarlar. Yâni dinlerler sözümü, ama aldırış etmezler, dinlerler ama muhtevayı
göz ardı edebilirler, sözlerimi ellerinin tersiyle itip geçebilirler. Bunun içim
daralıyor, lisa nım
intikal etmiyor, yâni derdimi anlatamama endişem var. Bunun için Ya Rabbi
Harun’u da gönder! Yâni bu görevi Harun’a da ver! Onu da Peygamber yapıp,
benimle beraber Ona da elçilik veriver ya Rabbi! Bir de:
Bir de benim üzerimde onlar lehine
tezahür eden, onların aleyhime sahiplendikleri bir günâh, bir suç var. Yâni ben
onların arasında, onlar nazarında adam öldürüp kaçmış birisiyim. Sarayda
yetişmiş, onca nimet içinde büyümüş, sonra da onların adamlarından birini
öldürmüş, Medyen’e kaçmış bir durumdayım. Yâni onların dinine, onların inancına
göre suçunu kabullenip kaçmış birisiyim. Korkarım ki beni yakalayıp
öldürebilirler.
Onun bu sözlerine karşı bakın Allah
buyurdu ki:
15,17.
“Allah: "Hayır; ikiniz mûcizelerinizle gidi-niz. Doğrusu Biz, sizinle beraber
dinlemekteyiz. Firavu-n'a varınız: "Biz şüphesiz âlemlerin Rabb’ının elçisiyiz;
İsrâil oğullarını bizimle beraber gönder, deyiniz" demişti.”
Hayır! Yâni ne senin günâhın var, ne
suçun var, ne seni öldürebilirler, ne göğsün daralsın, ne de dilin tutulsun!
Bunların hepsine hayır! Bunların hiç birisine gerek yok. Bunların hiçbirisine
ihtiyacın yoktur senin ey peygamberim. Ama şu var:
Harun’u da seninle beraber
gönderiyorum. Yâni Cenâb-ı Hak bazen isteklerinin hepsini reddedebilir, bazen de
burada olduğu gibi bazısını reddedip, birazını kabul edebilir. Hz. Mûsâ’nın
isteklerinden birini Cenâb-ı Hak kabul buyurdu. O da kardeşi Harun’u Onunla
birlikte göndermek.
Hz. Mûsâ (a.s) nın dilindeki
tutukluğu iki türlü anlamaya
çalışıyoruz:
Ya bizzat çocukluğundan bu yana,
yaratılıştan taşıdığı bir tutukluk olduğunu düşünebiliyoruz. Çok seri konuşması
şart değildir çünkü, önemli olan derdini anlatmasıdır. Çünkü bakıyoruz Allah’ın
el-çisi Hz. Mûsâ (a.s) kendilerine geldiği zaman ne Firavundan, ne de
başkalarından böyle bir itiraz göremiyoruz. Hayrola ey Mûsâ! Ne oluyor? Bu ne
biçim iş? Bak sen konuşmayı bile doğru dürüst beceremi-yorsun. Allah senin
yerine daha fasih konuşan birini niye göndermedi? diye hiç kimseden böyle bir
itiraz göremiyoruz.
Ya da bunu şöyle anlamaya
çalışıyoruz: Ya Rabbi, ben küçüklüğümden beri günâh psikozu, suçluluk psikozu
içinde olduğumdan, beni ret edecekleri korkusundan dolayı bocalayıp dilim
sürçebilir, dilim dolaşabilir, onun için yanıma kardeşim Harun’u da ver!
şeklinde de olabilir bunun mânâsı. Yâni dilinde herhangi bir rahatsızlık filan
yoktur da; daha önce bir adam öldürüp Mısırdan, Firavun’un ülkesinden Medyen’e
kaçtığı için suçluluk haleti ruhîyesiyle belki anlatacaklarımı rahat anlatamam
diyordu Hz. Mûsâ (a.s). Yâni ya psikolojik bir destek, ya da biyolojik bir
destek olarak Harun’u istiyor yanına.
Aleyhinde delil olarak
kullanmalarından korktuğu suç da az evvel dediğim gibi daha önce Mısırda
bulunduğu sırada İsrâilli ile kavga eden bir Mısırlıya, bir kıptiye yumruk vurup
onun ölümüne sebep olmuştu ya, sonra da haberin Firavuna ve kavmine ulaştığını
ve kendisinden intikam almaya karar verdiklerini öğrenince hemen o gece şehri
terk edip Medyen’e sığınmıştı. Aradan yaklaşık sekiz yıllık bir gizlenme dönemi
geçtikten sonra kendisinden saklanıp gizlendiği Firavuna böyle bir mesajla
gitmesi emir olunan Hz. Mûsâ, daha mesajı onlara iletemeden bu cinâyetin önüne
sürülebileceği endişesini taşıyordu. Gel bakalım ey Mûsâ, sen ondan önce şu
öldürdüğün adamın hesabını ver diyeceklerinden korkuyordu. Allah buyurur
ki:
Hayır hayır! Öyle bir ihtiyacın yok
senin! dedikten sonra:
İkiniz âyetlerimle birlikte gidin!
İkiniz birlikte âyetlerimle gidin! Ben de sizinle beraber dinlemekteyim! Ölçü bu
zaten. Yâni âyetlerle birlik gidilecektir gidilen yere. Müslümanlar bunu bir
anlayabilseler eminim işleri çok kolaylaşacak. Gidilen yere Allah’ın âyetleriyle
gidilecek. Makamla, parayla değil. Diplomayla statüyle değil. Meslekle meşreple
değil. şahsî fikirlerimiz, kendi planlarımızla değil. Grup, hizip, cemaat
programlarımızla değil. Güzel konuşma hastalığıyla, örnekleme ve
renklendirmelerle değil. Âyetlerle gideceğiz ve şunu kesinlikle bileceğiz ki
gidilen Firavun da olsa Allah bizi orada dinlemektedir.
Yâni oraya hakimdir Allah. O ortama
ve o konuya hakimdir Allah. Yâni sadece elçi gönderen bir kral konumunda
değildir Allah. Meselâ bir yere elçi gönderen bir kral düşünün. Elçiyi gönderir
ve kralın işi biter. Kralın çok uzaktan o ortama müdahale etme gücü ve imkânı
yoktur. Elçiyi gönderir ve kralın işi biter. Elçide ne kadar güç varsa, ne kadar
güzel konuşup ikna etme kabiliyeti varsa her şey onda düğümlenir. Çünkü söz
sahibi odur zaten. Ama Allah öyle değildir. Orada konuşturacak olan, aklına
getirecek olan, karşıdakinin kafasını dağıttıracak olan, gönlünü açacak, İnşirâh
verecek olan, söze tesir verecek olan yine Allah’tır. Bir yerlere Allah için
gittiğimiz zaman, Allah için konuştuğumuz zaman bunu çok hoş görüyoruz. Yâni
böyle hiç aklımıza gelmeyen yollar, bin yıl düşünsek hiç bilmediğimiz şekiller,
hiç bilmediğimiz örnekleri Allah bulduruveriyor, hatırımıza getirip
konuşturuveriyor. Allah’la beraber olursak, gittiğimiz yerlere Allah için gider
ve Allah’ın âyetleriyle gidersek olacaktır bu.
Evet Rablerinden aldıkları bu emirle
ikisi birlikte gidiyorlar. Mûsâ ve Harun aleyhimesselâm. Kur’an-ı Kerîmde bu
ikili emirlere rağmen bakıyoruz sahnede hep Mûsâ (a.s) var. Yâni yine ikisi
birlikte gidiyorlar, ikisi birlikte konuşuyorlar, ikisi birlikte hapis
olunuyorlar, ama yine de sahnede hep Hz. Mûsâ (a.s) görevli. Konuşan, cevap
veren, mûcize gösteren hep Hz. Mûsâ (a.s) dır.
Gidin Firavuna ve şöyle deyin.
Konumunuzu şöylece belirleyin: Biz elçiyiz. Biz Âlemlerin Rabbi olan Allah
tarafından gönderilen elçiyiz. Sonra da görevinizi söyleyin: İsrâil oğullarını
bize bırak, İsrâil oğullarını bizimle birlikte göndermen için sana geldik
deyin.
Firavuna gitmek, Firavun gibilere
gitmek, Firavunlara tebliğe gitmek, Firavunların ayağına gitmek. Firavun
gerçekten çok güçlüydü. Yâni o günün toplumuna göre çok güçlüydü. Ayağının bir
bölümünü Karun’a, öbürünü de Bel’am’a, Bel’am’ın omuzuna basmış güç gösterisinde
bulunmuş biriydi. Çok büyük ekonomik ve siyasal gücü vardı. Ama unutmayalım ki
ona giden de Peygamberdi. O da gerçek güç kaynağından güç alan bir güçlüydü.
Bizim de zamanımızda ne Firavun gibi güçlüler var, ne de biz Mûsâ’yız.
Öyleyse
bugün biz de bize denk Firavunlara gideceğiz. Gitmek zorundayız yâni. Tıpkı Mûsâ
(a.s) gibi şu anda bu çağdaş Firavunlara gitme göreviyle görevlendirilmiş olan
bizler tıpkı Mûsâ (a.s) gibi hemen hiç beklemeden gitmek zorundayız. Şerefsizin
teki ya o! O adi namussuzun ayağına mı gideceğiz? diyemeyiz. Gitmemek için şu
an-da yaptığımız gibi bir sürü mâzeretlerin arkasına saklanamayız. Neden? Çünkü
bakın Allah bizden çok daha şerefli birini, bizim şimdi şerefsiz dediklerimizden
çok daha şerefsiz birinin ayağına göndermişse, o zaman biz kim oluyoruz da
gitmiyoruz? Ne hakla gitmemeye çalışıyoruz? Biz Mûsâ’dan daha mı şerefliyiz ki o
giderken biz gitmemeye delil arıyoruz? Ya da bizim şu anda gitmemiz gerekenler
Mûsâ’nın gittiği Firavundan daha mı şerefsiz ki gitmiyoruz? Biz de gideceğiz
öyleyse. Ama Allah’ın âyetleriyle gideceğiz. Kendi fikirlerimizle, kendi
projelerimizle, kendi siyasal görüşlerimizle, kendi cemaat, kliklerimizle, kendi
partilerimizle değil. Sadece elimizde Allah’ın kitabıyla
gideceğiz.
Gideceğiz ve diyeceğiz ki: Ben, sana
Allah adına geliyorum. Ben sana Allah için geldim. Ben şu anda Allah’ın
sözcüsüyüm. Allah sana şöylece diyor diye konuşacağız. Dediklerimizi Allah
sözüyle destekleyerek konuşacağız. Allah’ın sözcüsü olarak konuşalım ve
isteyelim ki İsrâil oğullarını bize bıraksın Firavunlar. Mus’taz'afları bize
bıraksın Tâğutlar.
Yâni Allah’ın kulları Allah’tan
başkalarına kul köle durumuna düşürülmüşlerse, Allah’ın kulları Allah yasalarına
itaatten koparılıp kul yasalarına boyun büktürülür hale getirilmişlerse, onları
özgürlüğe ve Allah’a kulluğa çağıralım. Bırakın bu Allah kullarını diyelim.
Bırakın onları da, Rablerine kul köle olsunlar. Çekin ellerinizi onların
üzerinden. Vazgeçin bu Allah kullarını köleleştirmekten diyelim. Yâni köleleştirenleri, kullaştıranları da
uyaralım. Yapmayın, etmeyin! Allah’ın kullarına zulmetmeyin! diye onları da
uyaralım, köleleşmiş insanları da uyaralım. Ey insanlar, sizler Allah’ın
kullarısınız. Sizlerin Rabbi, sizlerin yaratıcısı Allah’tır. Bırakın hakları
olmadığı halde, güçleri olmadığı halde bu sizi köleleştiren tâğutları. Onlar
sizin gibi âciz birer kul iken niye dinliyorsunuz onları? Niye itaat ediyorsunuz
onların yasalarına? diyerek onları da uyarmaya, onları da hürleştirmeye
çalışalım.
Bu iki bölümün biri iman, diğeri de ameldir
diyenler olmuş. Yâ-ni Mûsâ ve Harun Peygamberlerin mesajı iki
yönlüydü:
1- Birincisi her Peygamberin en önde
gelen misyonu olarak Firavunu uyarıp onu Allah’a kulluğa
çağırmak.
2- İkincisi de kendilerine özgü bir
görev olarak İsrâil oğullarını Firavunun esaret zincirinden, tahakkümünden
kurtarmak. Kur’an burada bunlardan yalnızca birinciyi söz konusu eder. Nâziât
sûresinde olduğu gibi, bazen de yalnızca ikinciyi söz konusu eder. Öyleyse
an-lıyoruz ki:
Bölümü
imandır.
Bölümü de ameldir denmiş. İsrâil
oğullarını, Yakub oğullarını şu köleleri kurtarmaya
geldim.
18,19. “Firavun Mûsâ'ya:
"Biz seni çocukken yanımıza alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yıllarını
aramızda geçirmedin mi? Sonunda yapacağını da yaptın. Sen nankörün birisin. "
dedi.”
Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ (a.s) nın
bu tavrına, bu konuşmasına Firavun bozuldu, canı sıkıldı. Sonra dedi ki: Ya!! Şu
bizim terbiye ettiğimiz, şu bizim bakıp büyüttüğümüz çocuk değil misin sen? Şu
bizim kucağımızda büyüyen Mûsâ değil misin? Bizim sarayımızda, bizim kucağımızda
büyüdün! Ömrünün pek çok seneleri aramızda geçti, aramızda büyüdün! Sonra da
tuttun şu işi yaptın! Mısırda bizim adamlarımızdan birini öldürüp kaçtın! Ondan
sonra şimdi de nankörlerden oldun öyle mi? Yâni bizim bunca nimetlerimize
küfran-ı nimette bulunanlardan oldun öyle mi? Bizim rububiyetimizi reddedip
tuttun başka Rabb’ler edindin, başka yollar buldun ve bizi de ona dâvet
ediyorsun öyle mi? Hem bizim ekmeğimizi yedin, hem adamımızı öldürüp kaçtın, hem
nankörlükte bulundun öyle mi? Hem benim ekmeğimi ye, hem de bana karşı
nankörlükte bulun, olacak şey midir bu?
Hem
benim ekmeğimi ye, hem benim okulumda oku, hem benim sıramı işgal et, hem benim
havamı teneffüs et, hem benim maaşımı al, hem benim bordroma imzanı at, hem de
bana isyan et, olacak şey midir bu?
Hayır hayır. Ey Mûsâ benim
büyüttüğüm, benim beslediğim birisi olarak benim kurallarıma göre oynayacaksın!
Ben seni bunun için büyüttüm! Bunun için eğittim ben seni! Ben ilk okulları, ben
ortaokulları, ben liseleri, ben İmam Hatipleri, ben İlâhiyatları, ben
fakülteleri bunun için açtım. Ben bu eğitim kurumlarını insanlar, buralarda
eğittiklerim hep bana kulluk etsinler, bana itaat etsinler, beni dinlesinler,
benim kurallarım geçerli olsun diye açmıştım. Sonra tut sen kendini buralarda
eğit, benim okullarımda oku, benim sıralarımı işgal et, benim imkânlarımı
kullan, kendini benim açtığım okullarda eğit, büyüt, yetiştir sonra da kalkıp
bana isyan et. Olacak şey mi bu? diyen Firavuna karşı mücâdelede, münakaşada
özel bir tip sergileyen Hz. Mûsâ (a.s) onun bu sözleri karşısında hiç
etkilenmeden, hiç takmadan, bu sözler kendisini hiç ırgalamadan bakın rahat
rahat dâvetini yeniler:
20,22.
“Mûsâ: "O işi kasten yaptımsa sapıklardan biri sayılırım. Bu yüzden sizden
korkunca aranızdan kaçtım. Sonra, Rabb’ım bana hikmet verip, beni peygamber
yaptı. Başıma kaktığın bu nimet, İsrâil oğullarını kendine köle ettiğinden
ötürüdür" dedi.”
Evet öyle bir şey yaptım. Mısırda
daha önce bir adam öldürmüştüm. Ama ben yolumu yitirmiştim.
Bilmiyordum.
1- Yâni ben gerçekten onun öleceğini
bilmiyordum, öldürmek üzere vurmamıştım ona, ama istemediğim halde ölüverdi
işte. Yâni bu benim yaptığım bilerek amden öldürme değil, kazaen olmuş bir
öldürmedir. Yâni tarafımdan böyle bir cinâyet işlenmişse de ölüme yol açan bir
silahla da işlenmemiştir. Ben onu öldürmek için hiç bir silah kullanmadım.
Öldürme niyetiyle de vurmadım. Ama bir yumrukla ölüverdi
adam.
2- Ya da bunun bir ikinci mânâsı: O
adam öldükten sonra ne yapacağımı bilmiyordum. Şaşkın ve ne yapacağını bilmez
bir durumdaydım.
Yâni ben öldürmek niyetinde
değildim. Öldürmek için vurmadım ki. Bir de ne yapaydım yâni? Orda bana göre bir
haksızlık vardı. O ölen kıpti bir İsrâil oğulluya zulmediyordu. Ben de o
haksızlığı önlemek istemiştim de onun için yumruk vurmuştum. Senin yasaların bu
tür haksızlıkları önleyecek bir özelliğe sahip değildi ki bırakayım sen
halledesin. Senin yasaların toplumun bir kesiminin öteki kesimini ezmesini
emrediyordu. Senin yasaların toplumu ezenler ezilenler, idare edenler, idare
edilenler, sömürenler sömürülenler diye ikiye ayırmıştı. Efendiler, köleler diye
toplumu bölüyordu senin yasaların. Ne yapayım gördüğüm bir haksızlığı kendim
önlemek istemiştim. Bir yumruk vurdum, o da ölüverdi.
İrademin, kastımın dışında o adam
ölünce Mısırdan, senin ülkenden kaçtım. Bunun sebebine
gelince:
Senden, sizden, sisteminden korktum
da kaçtım. Belânızdan korktum. Zulmünüzden korktum. Ne yapayım adâletiniz yoktu
ki ona baş vurayım. Âdil yasalarınız
yoktu ki ona müracaat edeyim. Âdil bir
mahkemeniz yoktu ki ona başvurayım. Yâni siz benim o olayda öldürme niyetimin
olmadığını, haksızlık etmediğimi bilebilecek bir anlayışa, bir adâlete sahip
olsaydınız ben de kaçmazdım. Âdil bir
mahkemeniz olsaydı niye kaçayım? Birileri haksız da olsa haklı, birileri de
haklı da olsa haksızdır diye peşin bir hükmünüz olmasaydı, yâni bizler toplum
içinde potansiyel suçlu görülmeseydik niye kaçayım? Ya da sizin kanunlarınıza
göre öyle ezenler, ezilenler, idare edenler, edilenler, burjuva proletarya diye
bir ayırım olmasaydı ne gerek vardı kaçmaya? Elbette o zaman ben de kaçmazdım
adâlet yerini bulurdu. Si-ze ve zulüm yasalarınıza güvensizliğim kaçmamı
gerektirdiği için kaçtım.
Kaçtıktan sonra da Rabb’ım bana
hüküm, hikmet verdi. Bana Rabb’ım hâkimiyet verdi de beni Peygamberlerden etti.
Rabb’ım bana peygamberlik verdi ama yâni bu benim isteğim, arzum veya zorla
bulduğum bir şey değil ki! Rabb’ım öyle takdir etti.
Sonra şu bana karşı lütuf dediğin,
şu başıma kakıp durduğun nimete gelince: Senin nimetlerinin içinde, senin
sarayında, senin imkânlarında büyüme nimetine gelince, senin okullarında okuma,
senin eğitim kurumlarından eğitilip istifade etmem nimetine gelince, senin
diplomalarını alarak onunla karın doyurduğum konusuna, senin bordrona imza atmam
nimetine gelince, şu benim başıma kaktığın nimetlere gelince; bunun sebebi sen
İsrâil oğullarını köleleştirdin de ondan! Sen benim toplumumu köleleştirdin.
Erkek çocuklarını öldürdün, kızlarını hayasızlaştırdın. Öyle yapmasaydın da ben
de anamın evinde büyüseydim! Ne yapalım senin korkundan anam beni kucağında
büyütemedi ki! Sen öldüreceksin diye beni doğuran anam korkusundan bir sepetin
içine koyup beni Nil’e bıraktı da ondan. Şu dediğin lafa bak. Senin sarayında
büyümüşüm, senin kucağında büyümüşüm. Kendi isteğimle mi senin sarayında büyüdüm
ben? Kendi isteğimle mi gittim senin sarayına? Salıverseydin herkesi de, herkes
kendi evinde büyüseydi! Bırakıverseydin de herkes kendi anasının kucağında
büyüseydi. Niye yakalıyordun? Niye bulduğunu öldürüyordun? Salıverseydin de
herkes kendi evinde büyüseydi. Senin barbarlığın yüzünden annem beni evinde,
kucağında büyütmedi. Salıverseydin de herkes kendi okulunu kurup çocuklarını
istediği biçimde eğitseydi! Kapattın medreselerimizi, kuruttun ilim yuvalarımızı
biz de zorla senin okullarında okuduk. Buna izin vermedin, gayri resmi
medreseleri kapattın, İmam Hatipleri kapattın, Kur’an kurslarını kapattın,
bulduğun yerde öldürdün, illa da benim kucağımda büyüyeceksiniz, illa da benim
okullarımda okuyacaksınız diye zorladın, eh ben de isteyerek değil zorla
oralarda okumuşsam, bunun neresi nimet ki; başa
kakıyorsun?
Yâni Firavun karşısında Hz. Mûsâ:
İşte ben o zaman yol yordam bilmiyordum. Peygamber değildim yâni henüz. O
dönemimle be-ni sorgulama! O dönem bir şey bilmiyordum, senin eğitimin ancak bu
kadar insan çıkarırmış ne yapayım, bir şey bilmiyordum! Bilseydim bir şeyler, şu
anda Rabb’ımın beni eğitip Peygamber yaptığı gibi o zaman da bir şeyler
bilseydim niye senin sarayında, senin kontrolün al-tında büyümeyi kabul edeyim
de? Ama Allah öyle istemiş, öyle olmuş. Yâni dün vahiyle tanışmadığım için senin
yanında, senin mahiyetinde, senin okullarında, senin programın altında bir
hayata razı olmuştum. Çünkü bilmiyordum, ama şimdi vahiyle tanıştım, gerçek
Rabb’ımı öğrendim ve karşına dikildim. Beni dünkü dönemimle yargılamaya hakkın
yok diyordu.
Hz.Mûsâ’nın bu korkusuz tavrı
karşısında Firavun bitiyor. Yapacağı bir şey kalmıyor. Çaresiz sözü saptırmak
istiyor. Lafı başka tarafa çekmeye çalışıyor,
demagoji yapmaya çalışıyor bakın:
23.
“Firavun: “Âlemlerin Rabbi de nedir? “ dedi.”
Peki ey Mûsâ, şu az evvel bir
Rabb’ul Âlemin filan dedin! Sözü saptırıyor, başka mecralara çekmek istiyor
hain. Çünkü söz bu şekilde devam ederse etrafındakilerden zılgıtı yiyecek
Firavun, mars olup pili bitecek. İşin nereye varacağını anlıyor hain, neyse,
neyse, onu an-ladık da diyor, sözü kapattırıyor, onu bırak da sen "Âlemlerin
Rabbi!" diye bir şey dedin, neydi o? Çünkü yoktu ya öyle bir şey. Var mı benden
başka bir Rab? Ne o âlemlerin Rabb’ı dediğin? Kim o? Biraz açar mısın
onu?
Hz.Mûsâ:
24. “Mûsâ: “Kesin olarak inanacaksanız, bilin ki O,
göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların Rabb’ı-dır" dedi.”
Eğer teslimiyetten yanaysanız, eğer
samimiyetle soruyorsanız, eğer iman edecekseniz göklerin, yerin ve bu ikisi
arasındakilerin Rab-b’idir. Ben böyle yeryüzünde hüküm süren fâni bir kral
tarafından değil, Âlemlerin Rabb’ı olan
Allah tarafından gönderildim. İşte ben böyle göklerde ve yeryüzünde egemen olan,
tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan bir Allah
tarafından gönderildim.
Gittikçe pilinin bittiğinin farkına
varan Firavun çevresindekilere dönüp:
25. “Yanında bulunanlara: "İşitmiyor musunuz? “
dedi.”
Bak hele mollaya. Dinleyin hele,
bakın hele neler konuşuyor? Duyuyor musunuz şunun
dediklerini?
Ama Hz. Mûsâ sanki onu hiç
dinlemiyor, hiç takmıyor Onun bu dediklerini ve sözüne şöyle devam
ediyor:
26. "O sizin de Rabb’ınız, önce geçmiş atalarınızın
da Rabb’idir" dedi.”
Sizin de sizden önceki babalarınızın
da Rabb’idir o Allah. Ben size dün yokken bugün var olan, ya da bugün var olup
da yarın yapıştıkları makamlardan yüzüp gidecek olan sahte İlâhlardan
bahsetmi-yorum. Ben size şu fâni Firavunlardan, sahte tanrılardan söz
etmiyo-rum. Ben size ebedîyen hay olan Âlemlerin Rabbi Allah’tan söz ediyorum.
Öyle değil mi? Bugün sizin kendisine kulluk yaptığınız şu Firavun dün yoktu. Dün
atalarınızın kulluk yaptıkları Firavunlar da bugün yoktur. Ben size hepimizin
Rabbi olan, Firavunların da Rabb’ı olan Âlemlerin Rabb’ından
bahsediyorum.
Çevresindekilerin gittikçe gerçeği
anlamaya doğru yaklaştıklarını ve de kendi pilinin bittiğini anlayan Firavun bu
defa da bakın şöyle diyor:
27. “Firavun, çevresindekilere: "Size gönderilen
peygamberiniz şüphesiz delidir" dedi.”
Şu elçi var ya, bak, bak! Deli bu!
Şu deli elçiye bakın! Bakın hain hem onun elçiliğini, Peygamberliğini kabul
ediyor, Peygamberlik müessesesini kabul ediyor, hem de reddediyor. Hem şu
peygamber, şu elçi var ya diyerek Mûsâ (a.s) nın peygamberliğini kabul ediyor,
hem de bu delidir diyerek reddediyor. Yâni ne dediğini, ne yaptığını bildiği yok
hainin.
Tabii Hz. Mûsâ onu hiç dinlemeden
sözüne devam ediyor:
28. “Mûsâ: "Eğer akledebilen kimselerseniz bilin ki
O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabb’idir" dedi.”
Eğer aklınızı kullanabilir,
anlayabilirseniz doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de
Rabb’idir O Allah’tır. Yâni beni deli yerine koyan sizler, eğer kendinizi akıllı
yerine koyuyorsanız gerçek Rabb’ın kim olduğuna kendiniz karar vermelisiniz! Şu
âciz, şu fâni, şu yarın ölüme boyun eğecek Firavun mudur sizin Rabbınız? Yoksa
sadece şu küçücük bölgenin değil tüm âlemlerin Rabb’ı olan Allah
mı?
29. “Firavun: "Benden başkasını İlâh edinirsen,
andolsun ki seni zindanlık ederim" dedi.”
Firavun: Andolsun ki eğer benim
dışımda bir İlâh edinecek olursan seni mutlaka hapse atacağım! İşte zalimlerin
en son yapacakları budur.
30. “Mûsâ: "Sana apaçık bir şey getirmiş isem de
mi?” dedi.”
Mûsâ
(a.s) dedi ki, ben size apaçık bir şeyle gelsem de mi? Size Rabb’ımdan apaçık
âyetler, apaçık mûcizeler getirsem de mi beni hapsedeceksin? Gözlerinizin önünde
göstereceğim mûcizelerle elçiliğimi ortaya koysam da mı beni hapsedeceksin?
31. “Firavun: "Doğru sözlülerden isen haydi getir"
dedi.”
Ey
Mûsâ, eğer doğrulardansan, eğer sâdıklardansan, eğer id-dianın eylemini
gerçekleştirmeye, sözünü ispata hazırsan haydi bakalım ne getireceksen getir de
görelim. Firavun Allah’tan, peygamberden, âyetten, risâletten, vahiyden habersiz
birisi değil. Bakın Mûsâ (a.s) nın ben Rabb’ımdan bir âyet, bir mûcize getirmiş
olsam da mı beni hapsedeceksin? ifadesine karşılık şöyle demiyor: Ne? Ne dedin?
Allah’tan mı? Kim O? Peygamberlik mi dedin? Ne demek o? Âyet mi dedin? Mûcize mi
dedin? Biz böyle bir şey duymadık demiyor da; haydi eğer doğru sözlülerdensen
getir o âyeti de görelim diyor. Anlı-yoruz ki Firavun, bir peygamberin
Rabb’ından âyetler, mûcizeler getireceğini biliyor. Haydi koy ortaya ne
getirdiysen de görelim.
32,33 “Bunun üzerine Mûsâ değneğini attı, besbelli
yılan oluverdi. Elini çıkardı, bakanlara bembeyaz göründü.”
Bunun
üzerine Mûsâ (a.s) asasını yere attı. Asa o anda büyük bir yılana dönüşüverdi.
Apaçık büyük bir yılan oluverdi. Kitabımızın bir başka âyetinde çevik hareketli
bir yılana dönüşüverdi buyurulur. Elini koynuna sokup çıkardı bakanlara bembeyaz
görünüverdi. Bu da Mûsâ (a.s) nın ikinci âyetiydi. Koynundan çıkan eli
bembeyazdı.
Firavun Mûsâ (a.s) nın bu iki
mûcizesini görünce şaşırıp, korkup ürküp kaçacak bir delik aramaya başladı. Evet
bütün bunlar neyin nesiydi? Bu yılan da neyin nesiydi? Kupkuru bir değnek nasıl
bir yılana dönüşürdü? Koyundan çıkarılan bu elin bembeyaz nûr saçar hale gelmesi
de neyin nesiydi? Firavun korkusundan kendi sarayında sığınacak bir yer aradı.
Sormak lazım şimdi Firavuna. Hani ne oldu? Rab değil miydin sen? İlâhlığını
iddia etmiyor muydun sen? Egemenlik bendedir, ben asar keserim demiyor muydun?
Ne oldu? Niye kaçacak delik arıyorsun Allah âyetleri karşısında? Hani senin
gücün vardı? Hani senin saltanatın vardı? Hani senin zindanların vardı? Haydi o
yılanı da atsana zindana? Haydi o gücünle, kuvvetinle, ordularınla savaşsana o
yılanla? Hayır hayır, Allah âyetleri karşısında, Allah elçisi karşısında ne
Firavunun, ne de bir başkasının yapabileceği hiçbir şey
yoktur.
Firavun bu iki âyet karşısında
kesinlikle anladı ki Mûsâ (a.s) bir Allah elçisidir. Gösterdiği bu iki âyet de
Allah âyetidir. O Rabb’ın-dan hak olarak gelmiş bir peygamberdir ve asla bir
deli, yahut sihir-baz değildir. Mûsâ (a.s) diğer insanlara da
benzemiyordu.
Firavun en büyük Rab hiç değildi.
İlâh da değildi. Egemenlik sahibi de değildi. İstediği kadar insanlar kendisini
büyütüp rubûbiyet, ulûhiyet sendedir, sen bizim hayatımıza egemensin desinler,
bunun böyle olmadığını, kendisinin hiçbir zaman Rab ve İlâh olmadığını kendisi
de çok iyi biliyordu. Biliyordu ama yine de insanların kendisini tanrı ilân
etmelerini seviyordu.
Madem
ki bu zavallı insanlar beni hayatlarına egemen biliyorlar, bu iş böyle gitsin
istiyordu. Sahte kulluk ve sahte tanrılık devam etsin istiyordu. Zaten her iki
taraf ta, kullar da tanrılar da menfaatlerini tatmin ediyorlardı. Evet işte Mûsâ
(a.s) nın ortaya koyduğu bu iki âyeti görünce çevresindeki ileri gelenler
dediler ki:
34,35. “Firavun çevresinde bulunan ileri gelenlere:
"Doğrusu bu bilgin bir sihirbaz; sizi sihirle yurdunuzdan çıkarmak istiyor; ne
buyurursunuz? " dedi.”
Firavunun
çevresindeki Mele’ grubu, yöneticiler, ekonomik ve siyasal güce sahip olanlar,
toplumun kalburüstü insanları Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s)’ı kast ederek dediler
ki, doğrusu bu bilgin bir sihirbazdır. Öteki sihirbazlara benzemeyen
profesyonel, işinin ehli bir sihirbazdır. Ve ortaya koyduğu sihriyle sizi
yerinizden, yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Bunun derdi sizin ülkenize, sizin
devletinize, sizin imkânlarınıza sahip olmak. Yâni bu bir vatan hainidir. Bu bir
devlet düş-manıdır. Şu (a.s)asının sihriyle, şu el beyazlığı sihriyle devleti
ele geçirmek, size sahip olmak, size egemen olmak, sizin üzerinizde kendi
hegemonyasını kurmak istiyor. Kendileri böyle olduğu için alçaklar elçiyi de
öyle lanse etmeye çalışıyorlar. Bunun derdi bu, buna engel olun, buna karşı
dikkatli olun ve tedbir alın diyorlar.
Bunun üzerine Firavun dedi ki,
öyleyse böyle bir durumda bana ne önerirsiniz? Ben nasıl davranayım? Ne yapayım
bu Mûsâ’ya karşı? Bakın hem tanrı, hem de ne yapacağını bilmiyor. Ne yapacağı
konusunda çevresine danışıyor hain. Ne buyurursunuz? Ne yapalım? Nasıl bir
tedbir alalım? Sizin devletinize, sizin vatanınıza göz dikmiş, sizin kurulu
düzeninizi yıkmaya, sizin menfaat hortumlarınızı kesmeye, benim tanrılığımı
bitirmeye gelmiş olan bu Mûsâ’ya karşı ne yapalım? diyerek insanları Mûsâ (a.s)
nın üzerine yürütmeyi planlıyordu. Sanki Mûsâ (a.s) nın gelişiyle Firavunun
kendisinin hiçbir problemi yokmuş gibi, sadece halkını, toplumunun menfaatlerini
düşünüyormuş gibi, vatanını düşünüyormuş gibi, milletini düşünüyormuş gibi,
onlar adına bu tehlikeye dur diyecek.
Düşünebiliyor musunuz? Firavunun
korkusunu, telaşını görebiliyor musunuz? Dünyanın en büyük devleti, dünyanın en
süper ordusuna, dünyanın en büyük saltanatı sahip bir devlet başkanı kimden
korkuyor? Sadece iki kişi. Karşılarında duran sadece iki Allah elçisi karşısında
ödleri kopuyor. Aman dikkat edin, bu iki insan sizin devletinizi yıkacak, sizin
ülkenizi ele geçirecek diye telaşa kapılıp çareler araştırıyorlar. Elbette Allah
desteğindeki bir iki kişi bile bu zalimlerin, bu sahte tanrıların, bu sahte
egemenlerin devletlerini yıkma gücüne sahiptir. Elbette Allah desteğindeki iki
mü’minden korkacak tüm yeryüzü kâfirleri. Bakın çevresindekiler Firavuna şöyle
öneriyorlar:
36,37. “Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere, sana
bütün bilgin sihirbazları getirecek toplayıcılar gönder" dediler.”
Ey
Firavun Onu, Mûsâ’yı ve kardeşi Harun’u tutup hapset. Ülkenin bütün
vilâyetlerine de toplayıcılar gönder ki, ülkenin tüm bilgin sihirbazlarını sana
getirsinler. Ülkende bugüne kadar beslediğin, yetiştirdiğin tüm bilginlerini,
tüm doçentlerini, tüm proflarını, tüm sanatkarlarını, tarihçilerini,
fizikçilerini, matematikçilerini, edebiyatçılarını, hukukçularını,
sosyologlarını, bilimcilerini çağır ki onların Mûsâ ile bir savaşını yaşayalım.
Ne güne besledin onları bugüne kadar? Böyle bir zamanda da gelmeyecekler de ne
zaman işe yarayacaklar? Düzen tehlikede. Mûsâ karşısında, Allah elçisi
karşısında sistemlerini temize çıkarsınlar. Vahiy karşısında bilimlerini, bilim
dallarını, felsefelerini, sanatlarını ortaya koysunlar da bu Mûsâ karşısında,
Mûsâ’nın getirdiği Allah sistemi karşısında kendi sistemlerine sahip çıksınlar.
Peygamber karşısında seni ve sistemini savunup kurtarsınlar. Allah vahyi
karşısında vatan kurtulsun. Mûsâ’nın getirdiği din karşısında, Allah’ın İlâhlığı
karşısında senin İlâhlığın, Allah sistemi karşısında senin sistemin, Allah
yasaları karşısında senin sistemin onaylanmış olsun dediler.
Firavun’un, Firavunluğunun devamını
isteyenler, Firavun sisteminin, statükonun devamını, böylece ülke gelirlerinin
kaymağının kendilerinden yana olmasını isteyenler böyle dediler. Halbuki onlar
da biliyorlardı ki Firavun gibi âciz biri asla tanrı olamaz. Onlar da
biliyorlardı ki Allah karşısında, Allah elçileri karşısında kimse duramaz. Onlar
da biliyorlardı ki Allah yasaları yanında kimse yasa koyamaz. Biliyorlardı
hainler, ama istiyorlardı ki kurulu düzen devam etsin. İstiyor-lardı ki menfaat
hortumları kesilmesin. Ülkenin kaymağını yiyebilmek için Firavunun orada durması
gerekiyordu. İstiyorlardı ki insanların sırtında bir hayat sürsünler.
İstiyorlardı ki insanlar Allah elçilerine kulak verip de hak arayışı içine
girmesinler. Adâlet arayışı içine girmesinler. İstiyorlardı ki sindirilmiş,
susturulmuş halk Firavunun gerçek tanrı olmadığını, egemenliğin Ona ait değil,
Allah’a ait olduğunu öğrenip Firavun sistemine baş kaldıracak bir noktaya
gelmesin. Özgürlüğü tanımasınlar. Mûsâ susturulsun ki insanlar Onun getirdiği
dinle tanışmasınlar.
38,39 “Sihirbazlar, belirli bir günün bildirilen
vaktinde toplandılar. İnsanlara: "Siz de toplanır mısınız? " denildi.”
Evet
sihirbazlar, bilimciler, sanatkarlar belli bir günün belli bir vaktinde,
randevulaştıkları vakitte toplandılar. Ve o günde insanlara denildi ki siz de
toplanıyor musunuz? Bu kavgaya sizler de şahit olmak istiyor musunuz? Yeryüzünün
en güçlü bir devletiyle iki insanın kavgasını görmek istemiyor musunuz? Göklerin
ve yerin, göktekilerin ve yerdekilerin sahibi olan Allah desteğindeki iki
insanla bir devletin savaşını merak etmiyor musunuz? Haydi bunu gözlerinizle
bizzat gör-mek istiyorsanız siz de gelin. Gelin ki yeryüzünün en büyük ve
dengesiz savaşına şahit olun. Yeryüzünün en dengesiz savaşı. Materyalist bir
bakış açısıyla dengesiz bir savaş. Bir dünya devletine karşı sadece iki kişi.
Bir süper güce karşı bu iki insanın başarı şansı ne ka-dar olabilecek de? İman
açısından bakıldığı zaman da dengesiz bir savaş. Göklerin ve yerin Rabbi olan
Allah desteğindeki bu iki insan karşısında tüm dünyanın orduları toplansalar
bile ne güçleri olabilecek de? Evet işte böyle iki yönden de bakıldığı zaman çok
dengesiz bir savaşa şahit olacağız.
Mûsâ (a.s) ile Firavunun savaşının
yapılacağı meydanda toplandılar insanlar. Yarışmanın ilk raundu biraz sonra
başlıyor. Bir tarafta Mûsâ ve Harun (a.s) lar, diğer tarafta Firavun,
sihirbazlar, bilim adamları, devlet erkanı, mele grubu, yöneticiler,
danışmanlar, orduları ve halk. Bakın diyorlar ki:
40.
"Sihirbazlar üstün gelirlerse biz de onlara uyarız"
dediler.”
Eğer
galip gelirlerse biz de sihirbazlara tabi oluruz. Eğer Mûsâ karşısında
sihirbazlar galip gelirlerse, eğer sihirbazlar Mûsâ’yı alt ederlerse biz de
onlara uyarız. Kesin biliyorlardı ki sihirbazlar galip ge-leceklerdi. Çünkü
yıllarca insanlara bu sihirbazlar yön vermişlerdi. Yıl-larca onları bu
sihirbazlar eğitmişlerdi. Hep onları dinlemişlerdi. Hep onların istediği gibi
bir hayat yaşamışlardı. Hayatı hep onların kitaplarıyla, onların medyalarıyla,
onların yayın organlarıyla tanımışlardı. Onun içindir ki zavallı halk onların ve
dolayısıyla onların yaşatmaya çalıştıkları sistemin galip geleceğini
umuyorlardı.
41. “Sihirbazlar geldiklerinde, Firavuna: "Biz üstün
gelirsek, şüphesiz bize bir ücret vardır değil mi? " dediler.”
Sihirbazlar
oraya geldiklerinde Firavuna dediler ki: Ey Firavun, ey tanrımız, ey hayatımıza
program çizenimiz, bizi, bizim bilimlerimizle, bizim felsefelerimizle, bizim
keyfimize uygun bir şekilde yönetenimiz. Şimdi seni ve sistemini temize
çıkarabilmek için Mûsâ ile giriştiğimiz bu kavganın sonunda biz galip gelirsek,
Mûsâ’nın Allah’tan getirdiği din karşısında seni temize çıkarmayı
becerebilirsek, Allah sistemi karşısında senin sistemini üstün getirebilir,
halkın gözünde seni içine düştüğün bu yenilgiden kurtarıp yeniden tanrılığını
sana iade edebilirsek bize bir mükâfat var mı? Galip gelirsek bize bir ecir var
mı?
Dertleri
budur zaten bu insanların. Menfaatleri söz konusu olmadan adımını bile atmazlar.
Hep Firavunun, Firavunların eline bakar dururlar. Hep bir kemik bekleyişi
içindedirler. Tek düşünceleri Firavunların, devlet başkanlarının kendilerine
verebilecekleri üç kuruşluk dünya menfaati. Makam, mevki, para, pul. Başka
düşündükleri bir şey yoktur böylelerinin. Her dönemde Allah dini karşısında,
Allah sistemi karşısında, Allah elçileri karşısında zalim iktidarları
destekleyenlerin tüm derdi işte budur. Bakın onların bu zavallılıkları
karşısında Firavun şöyle diyordu:
42. “Firavun: "Evet; o takdirde siz gözde
kimselerden olacaksınız" dedi.”
Evet
Mukarrabûn’dan olacaksınız. Eğer Mûsâ’ya karşı beni üstün getirebilirseniz,
Mûsâ’nın getirdiği dine karşı, Allah sistemine karşı benim sistemimi galip
getirebilirseniz, halkın gözünde beni ve sistemimi kurtarabilirseniz kesinlikle
bilesiniz ki sizi huzuruma alacağım. Bir alt kademeden, bir üst kademeye
çıkaracağım sizi. Derecelerinizi yükselteceğim. Maaşlarınıza zam yapacağım.
Müdürseniz genel müdür, memursanız amir, doçentseniz prof, vekilseniz bakan
yapacağım.
Tabii
bu sihirbazlar değişik şekillerde gruplaştırılmışlardır. Ekonomi sihirbazları,
ülke ekonomisini Firavunun istediği şekilde düzenleyen, Firavunun ekonomisini,
ekonomik anlayışını halka karşı gâyet düzgün olduğunu ifade ederek halkı
uyutmaya çalışanlardır. Hukuk sihirbazları, Firavunun istediği gibi hukuk yapan,
Firavun hukukunun mahza adâlet olduğunu halka anlatan kimselerdir. Siyaset
sihirbazları, ülkeyi Firavunun istediği gibi yöneten, ülke yönetimini güllük
gülistanlık gösterenlerdir. Bu sistemden daha güzel bir sistem yoktur diyerek,
halkın sisteme itaatini sağlamalarıdır. Eğitim sihirbazları, insanları Firavunun
istediği gibi eğiten, eğitimin prensiplerini Firavunun istediği yönde tespit
edenlerdir. Din sihirbazları, dini Firavunun istediği gibi yorumlayan, dinin
Firavundan yana olduğunu anlatarak halkı Firavuna kul köle yapmaya
çalışanlardır. İşte burada anlatılan sihirbazlar bunlardır.
Yâni
bildikleri bilim dallarını, ellerindeki sanatlarını Firavunun, Firavunların
desteğinde kullanan, Mûsâ karşısında Firavunları, Allah sistemine karşı
Firavunlar sistemini destekleyen herkes sihirbazdır. Ve bütün bunların ortak
özelliği de Firavunların kendilerine verecekleri çok cüzi bir menfaat. Çok küçük
dünya menfaatleri karşılığında halkı uyutmak. Çok basit dünya ikballeri
karşılığında insanların Firavunlara kulluğunu sağlamak.
Bakın işte şimdi de Firavun karşıtı
bir dünya ortaya koymaya çalışan, beşer sistemi karşıtı bir Allah sistemi, beşer
yasaları karşıtı bir Allah yasası ortaya koymaya ve insanları insanlara değil de
sadece Allah’ı dinlemeye çağıran, yeni bir dini, yeni bir Allah dâvetini ortaya
koyan Mûsâ (a.s)’a karşı bu insanlar bir meydanda toplanmışlar ve Firavunun
gücünü gösterecekler insanlara. Mûsâ ve Harun (a.s)’ların ise kendi güçleriyle
yapabilecekleri hiçbir şeyleri yok. Onlar da ancak Allah’ın gücünü
gösterecekler. Çünkü Onlar kendilerinden bir şey getirmemişler, sadece Allah’ın
temsilcisiydiler. Allah ne istiyorsa, nasıl emrediyorsa onu
yapacaklardı.
43. “Mûsâ onlara: "Ne atacaksanız atın" dedi.”
Mûsâ
(a.s) karşısındaki sihirbazlara dedi ki: Haydi ne atacaksanız atın. Buyurun ne
atacaksanız atın, zaten sizler sadece atıcılarsınız. Hiçbir gerçeğe dayanmadan
desteksiz atarsınız sizler. Hayatınız atmasyondan ibarettir. Haydi Allah vahyi
karşısında bilimlerinizi mi ortaya atacaksınız? Sanatlarınızı mı
konuşturacaksınız? Teknolojinizi mi? Tarih felsefenizi mi? Sosyolojinizi mi?
Tıbbınızı mı? Arkeolojinizi mi? Hangi numaranız varsa atın bakalım ortaya. Mûsâ
(a.s) gâyet kendisinden emin bir şekilde meydan okuyordu onlara. Çünkü Allah
vahyine, Allah bilgisine sahip olan bir Müslüman nelerinden korkacaktı onların?
Vahiy bilgisi karşısında ne ifade edebilecekti onların bilimleri, sanatları,
teknolojileri?
44. “Onlar da iplerini ve değneklerini attılar ve:
"Firavun hakkı için, şüphesiz, biz haklı geleceğiz" dediler.”
Firavun
hakkı için, Firavun adına, Firavunun namına, Firavun şerefine diyerek
ellerindeki iplerini, ellerindeki bilim ve sanat dallarını, teknolojilerini
ortaya attılar. Ve dediler ki muhakkak
bugün bu kavgada biz galip geleceğiz diyerek hem kendilerine, hem
Firavuna ve hem de kendilerini seyreden halka bir moral vermek istediler.
Ve attıklarıyla bütünüyle meydanları
kapladılar. Görünüşte artık onların karşısında hiç kimsenin durabilmesi mümkün
değil. Adamların medyaları var, televizyonları var, ekonomik güçleri, tankları,
topları var, bilimleri var, bilim yuvaları var. Tüm insanların gözlerini
boyayacak, herkesi korkutacak müesseseleri var. Akla hayale gelmedik silahları
var. Ülkenin tüm bürokratları orada. Ama ne gam beri ta-rafta da Allah var.
Allah desteğinde Mûsâ ve Harun var karşılarında. Allah karşısında, Allah’ın gücü
karşısında ne ifade edecekler? Tüm dünya toplansa ne yazar da? İsterseniz
arş’tan değil, Kürsi’den değil, yedinci kat semadan değil, sadece birinci kat
semanın milyarlarca kere aşağısından şöyle bir bakın manzaraya. Değil Firavunun
egemen olduğu, insanların toplandığı Mısır ülkesi, tüm dünyayı ne kadar
görürsünüz? Bir sinek kadar değil mi? Bir sinek kadar bile bir değer ifade etmez
değil mi?
45.
“Bunun üzerine Mûsâ değneğini yere attı; onların uydurduklarını yutmağa
başlayıverdi.”
Mûsâ
(a.s) da bismillah diyerek Allah adına asasını yere attı. Sihirbazlar Firavun
adına işe başlarlarken, Firavunlar adına hareket ederlerken, hayatlarını, hayat
programlarını Firavunlar adına yaşarlarken elbette Müslüman Allah adıyla işe
başlayacaktır. Mûsâ (a.s) bismillah diyerek asasını yere atınca, onların ortaya
koydukları tüm sihirlerini, tüm felsefelerini yalayıp yutuverdi. Ortalıkta
hiçbir şey kalmadı. Materyalizm iflas etti. Determinizm iflas etti. Temeli
Allahsızlığa dayanan tüm pozitivist plan ve programlar iflas etti. Hani bir şey
varsa yok olmaz, yok iken de var olmaz diyorlardı ya tamamı iflas edip çöpe
atıldı.
Allah
karşıtı tüm dünya bilimleri, tüm dünya felsefeleri, be-şerin ihdas ettiği tüm
dünya düzenleri iflas etti. Kendi dayandıkları sihirlerini, kendi icat ettikleri
bilimlerini, felsefelerini, mantıklarını çok iyi bilen sihirbazlar, bilimciler
hemen anladılar ki Mûsâ (a.s) nın ortaya koyduğu vahyin, Allah bilgisinin, Allah
âyetinin kendilerininkilerden çok farklı olduğunu anladılar. Eğer Mûsâ (a.s) nın
ortaya koyduğu âyet kendilerininki gibi olsaydı elbette bir şey varsa yok
olmayacak, yoksa var olmayacaktı. Ama baktılar ki iş kendi savunduklarının
tamamen tersineydi. İşte Mûsâ (a.s) nın ortaya koyduğu âyet her şeylerini silip
süpürmüştü. Bunu gören, bunu anlayan sihirbazlar:
46,48. “Bunu gören sihirbazlar secdeye kapanarak:
Âlemlerin Rabb’ına, Mûsâ ve Harun'un Rabb’ına inandık" dediler.”
Hemen
secdeye kapandılar. Rablerinden gelen, Rablerinin el-çisinin ortaya koyduğu bu
gerçek karşısında hemen secdeye kapandılar. Rablerinin önünde hemen secdeye
vardılar. Ve dediler ki: Biz iman ettik âlemlerin Rabb’ına. Biz iman ettik
göklerin, yerin, semava-tın, arşın, kürsi’nin, meleklerin, cinlerin, insanların,
her şeyin Rabbi olan Allah’a. Biz iman ettik Mûsâ’nın Rabb’ına. Orada
kendilerini seyreden halk tarafından bir yanlış anlaşılmaya mahal bırakmamak
için biz âlemlerin Rabb’ına inandık dedikten sonra, Mûsâ’nın Rabb’ına iman ettik
ifadesini de kullanıyorlardı. Çünkü Firavun da Rabb’lık iddiasında bulunuyordu.
Sizin en büyük Rabb’ınız benim diyordu. Sizin sahibiniz, sizin mâlikiniz, sizin
üzerinizde söz sahibi benim diyordu. Sizin yasalarınızı belirleyici benim
diyordu. Sizin üzerinize egemen olan benim diyordu. Onun içindir ki inandıkları
Rabb’ın Firavun değil Allah olduğunu ilân ediyorlardı.
Firavunun besleyip yetiştirdiği tüm
bilimciler, tüm sanatkarlar, tüm sihirbazlar iman etmişlerdi. Kendisini
destekleyecek adamlar bir anda dirilip Mûsâ (a.s) nın safına geçmişlerdi. Bu
manzara karşısında Firavun şaşırıp kaldı. Firavun vahiy karşısında, Allah
elçileri ve Allah âyetleri karşısında yenik düştü. Kendisinin yenildiği yetmiyor
muş gibi yıllar yılı beslediği, dereceler verdiği tüm bilimcileri de Mûsâ (a.s)
nın tarafına geçmişlerdi. Hepsi de Allah’a, Allah elçilerine, Allah âyetlerine
iman edip Allah’ın istediği bir hayat tarzını kabul ettiler. Firavun ve onun
zulüm sisteminin kaymağını yiyenler, Firavundan menfaatlen-dikleri için onun ve
sisteminin devamından yana olan zavallılar dediler ki, Firavun dedi
ki:
49.
“Firavun: “Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi
bileceksiniz; ellerinizi ayaklarınızı, andolsun, çaprazlama kestireceğim,
hepinizi astıracağım" dedi.”
Ben
size izin vermeden iman ettiniz ha? Benden izin almadan inandınız ha? Halbuki
ben izin verecektim. Rab ve melik bendim. Sizin üzerinizde egemen olan bendim.
Siz benim adamlarım, benim kullarımdınız. Sizi ben doyuruyor, ben besliyordum.
Siz benim okullarımda okumuş, benim diplomamı almış, benim ülkemde, benim tayin
ettiğim makamlarda bulunuyordunuz. Benim memurlarımdınız. Sizi buraya ben
çağırmıştım. Ben görevlendirmiştim. Ücretinizi ben veriyordum. Ne yapacağınıza,
ne diyeceğinize, ne kadar konuşacağınıza, ne kadar yaşayacağınıza, ne kadar iman
edeceğinize, nasıl giyineceğiniz ben karar vermeliydim. Siz beni aşarak, bana
danışmadan iman ettiniz ha? Bana danışmadan karar verdiniz ha?
Dün de, bugün de tüm zulme dayalı
diktatörler, tüm zalim krallar, tüm zalim yöneticiler egemen oldukları ülkelerde
insanların inançlarını, insanların hayat programlarını kendileri belirlemeye
çalışırlar. İnsanlar ancak kendilerinin izin verdiği kadar inanabilirler.
Kendilerinin onaylamadığı, izin vermediği bir inancın, bir hayat tarzının
insanların kalplerine yerleşmesine asla müsaade etmezler. Bırakın insanların dış
dünyalarındaki görüntülere tahammül etmelerini, bırakın Müslü-manca bir kılık
kıyafete izin vermelerini, insanların kalplerine bile sahip olmak isterler.
İnsanların yaratıcısı olan, insanların sahibi olan Allah bile bu konuda
insanlara özgürlük tanırken, dilediğinize inanın, dilediğinizi reddedin derken,
ister Müslüman olun, ister küfrü tercih edin derken bunlar buna bile izin
vermezler. Biz nasıl inanıyorsak, biz nasıl düşünüyorsak sizler de öylece
inanacaksınız. Biz nasıl yaşıyorsak sizler de öylece yaşayacaksınız diyerek
insanların kalplerine bile ipotekler koymaya çalışıyorlar.
İşte
bakın alçak Firavun da öyle diyordu. Ben izin vermediğim halde iman ettiniz ha?
Benim izin verdiğim kadar iman edeceksiniz. Benim sevdiklerimi sevecek, benim
nefret ettiklerimden nefret edeceksiniz. Benim istediğim kimselerle beraber
olacaksınız. İşte şu anda da çağdaş Firavunların tek tip adam yetiştirme kavgası
verdiklerini görüyoruz. Allah’a şükür ki hainler insanların kalplerini
bilemiyorlar, insanların kalplerindekileri okuyamıyorlar. Eğer buna güçleri
yetse kalplerindeki niyetlerinden ötürü de tutuklayacaklar, mahkum
edecekler.
Sizin şu
büyüğünüz olan Mûsâ, size bu sihri öğretendir. Siz bu sihri Mûsâ’dan öğrendiniz.
O öğretti bunu size. Alçağın dediğine bakın. Yıllarca bu sihirbazlar, bu bilim
adamları, bu ekonomisyenler, bu hukukçular, bu sanatkarlar, kendi adamları,
kendi memurları, kendi bürokratları, kendi siyaset adamları, kendi din adamları
yıllardır kendi hizmetinde olsunlar, hep kendisini desteklesin, şimdi de gerçeği
anlayıp hemen iman etsinler ve alçak Firavun da onları bununla suçlasın. Bu
sihri size Mûsâ öğretti değil mi? desin. Muhakeme diye bir şey yok adamda yâni.
Sonra tüm zalimlerin yapması gerekeni yapmaya, onlara tehditler yağdırmaya
başlıyor.
Yakında
size ne yapacağımı bileceksiniz. Hemen çok yakında çaprazlama sizin ellerinizi
ve ayaklarınızı keseceğim ve sizi hurma ağaçlarına asıp sallandıracağım. Evet
işte tüm zalimlerin karakteri budur. Başka yapabilecekleri bir şey olmadığı için
işleri güçleri asmak, kesmek, öldürmek, işkence etmek. Firavunlardan bundan
başka bir şey de beklenmez zaten. Yıllarca kendisine hizmet ederlerken,
yıl-larca kendisini dinlerlerken, yıllarca kendi zulüm yasalarını insanlara
şirin gösterme kavgası verirlerken bir anda dirilip Allah’a ve elçilerine iman
eden, Firavunun dinini, Firavunun yasalarını reddedip Allah’ın istediği hayatı
yaşamaya yönelen bu insanlara karşı elbette merhamet edecek değildi. Kalplere
bile hükmetmeye çalışan bir kimseden o Müslümanlara tahammül göstermesi
beklenemezdi elbette. Tüm Fira-vunların değişmez karakteridir bu. Müslüman
olmayanların değişmez karakteridir bu. Bakın o günün kuşluk vaktine kadar
Firavuna bağlı olan, Firavundan mükâfat bekleyen ama sonra da Allah âyetleriyle
tanışır tanımaz iman eden, inanan o insanlar Firavunun tehditleri karşısında
bakın ne diyorlar:
50,51. “İman eden sihirbazlar: "Zararı yok, biz
şüp-hesiz Rabb’imize döneceğiz; inananların ilki olmamızdan ötürü, Rabbimizin
kusurlarımızı bize bağışlayacağını umarız" dediler.”
Evet
o mü’minler, o inanmış insanlar dediler ki: Ey Firavun, zararı yok, hiç problem
yok, zaten biz muhakkak Rabb’imize
dönece-ğiz. Öldürecekmişsin, asacak, kesecekmişsin hiç önemi yok. Ne yaparsan
yap zerre kadar korkmuyoruz. Tehditlerin bizim için vız gelir. Zaten biz ölecek
ve Rabb’imize döneceğiz. Üç gün önce olmuş, beş gün sonra olmuş ne fark eder?
Eninde sonunda Rabb’imize döneceğimize göre bu tehditlerinin hiçbir değeri
yoktur dediler. Rabb’ı-mıza iman edenlerin ilki olduğumuz için Rabb’imizin
kusurlarımızı bağışlamasını umarız dediler. Biz Müslümanların ilkiyiz dediler.
Ne müthiş bir değişiklik değil mi? Ne kadar yaman dönmüşler değil mi?
Düşünebiliyor
musunuz? Adamlar yıllar yılı Firavunun okullarında okusunlar, Firavunun eğitim
sürecinden geçsinler, yıllar yılı ellerindeki diplomalarını, ellerindeki bilim
dallarını, sanatlarını Firavun sisteminin yücelmesi adına seferber etsinler,
yıllar yılı Firavunun maaşını yesinler, onun verdiği makamlarda otursunlar, onun
unvanlarını kullansınlar, Firavunun elindekilere tamah ederek kuşluk vakti Mûsâ
(a.s)’ı yenmeye yemin etsinler, ama Allah âyetleriyle tanışır tanışmaz hemen
değişsinler ve Firavunun tehditleri karşısında dimdik ayakta imanlarını
haykıracaklar, fark etmez ey Firavun haydi ne yapacaksan yap diyebilsinler.
Gerçekten çok müthiş bir değişikliktir bu. İman işte insanları bu hale
getiriyordu.
Bundan sonra olup bitenleri Şuarâ
sûresinin bu bölümünde anlatmıyor Rabb’imiz. Onu kitabımızın başka yerlerinden
anlatıyor. Burada anlatılan Firavun artık olanca zulmünü artırıyor. Müslümanlar
için kurtuluş zamanı yaklaşmıştır. Zaten zulüm arttıkça kurtuluş yaklaşıyor
demektir. Zulüm arttıkça zalimlerin sonu geliyor demektir. Zalimler tarafından
kölelerin, kölelik bağları sıkıştırıldıkça özgürlük yolları açılıyor demektir.
Evet bakın Rabb’imiz de şöyle buyuruyor:
52. Biz Mûsâ'ya: "Kullarımı geceleyin yola çıkar;
şüphesiz takip edileceksiniz" diye vahy ettik.
Evet
nihâyet bir gün Rabb’imiz elçisine vahy eder. Ey Mûsâ, kullarımı geceleyin
yürüt, geceleyin yola çıkar. Geceleyin Mısır’ı terk edin, ama bilesiniz ki takip
edileceksiniz diye vahy ettik. Mûsâ (a.s) mü’minleri, İsrâil oğullarını alıp bir
gece Mısır’ı terk ederler.
53,56. “Bu arada Firavun şehirlere, "Doğrusu bunlar
bizi öfkelendiren döküntü azınlıklardır; hepimiz tedbirli olmalıyız" diyen
münadiler gönderdi.”
Müslümanların
ülkeyi terk ettiklerini haber alan Firavun, hemen ülkesine toplayıcılar
gönderir, askerler getirilir, ordular toplanır ve derler ki, bunlar, bu
Müslümanlar bizi öfkelendiren döküntü azınlıklardır. Bunlar ayaklarımızın
altında ezip geçeceğimiz, tanklarımızla çiğneyip geçeceğimiz derme çatma az bir
topluluktur. Bunların işini çok çabuk bitiririz dediler. Biz ise onlara karşı
derlitoplu, disiplinli bir orduyuz. Biz güçlüyüz. Bizim topumuz tankımız var
dediler.
Evet Müslümanlar zulümden kaçmıştı.
Müslümanlar özgürlük arayışına çıkmıştı. Ve bunu duyan Mısır Firavun devleti
şaşkına dönmüştü. Biz onları çabucak ayağımızın altında ezeriz derken aslında
buna kendileri de inanmıyorlardı. Çünkü daha önce o meydanda iki kişi karşısında
yenilmişlerdi. Hattâ Mûsâ’yı sarayına ilk girdiği ve karşısında ilk gördüğü gün
aslında Firavun her şeyinin bittiğini anlamıştı. Sihirbazları toplayışındaki
korkusu, tedirginliği bundandı. Şimdi de şehirlere toplayıcılar göndererek
ordular toplaması da bundandı. Ve şimdi artık karşısında sadece iki kişi değil
bir toplum vardı.
Ama takip etmek zorundaydı o
Müslümanları. Takibe almak zorundaydı. Çünkü onun elinin altından kaçıp kurtulan
o köleler yalnız bırakıldıkları zaman
Mûsâ (a.s) rehberliğinde hürriyeti anlayıp tekrar Firavunun üzerine
gelebilecekler ve işini bitireceklerdi. Çünkü hizmetçileri kaybetmişti Firavun.
Kime gördürecekti bu kadar işlerini? Kimin kanını emecekti? Kimin sırtına
binecekti? Onlarsız ne yapardı Firavun? Onlarsız kim yapardı piramitleri?
Onlarsız kim öderdi vergiyi? Onlarsız kim yükseltirdi ülkeyi? Onun için onları
yakın takibe almalıydı. Kendi başlarına buyruk bırakmamalıydı onları. Şu anda da
işte görüyoruz tüm dünya Müslümanları, kendilerine en yakın kâfirler ve zalimler
tarafından yakın takibe alınıyorlar. Aman ne olur ne olmaz? Bunları kendi
hallerine bırakırsak günün birinde uyanıp bize kafa tutacak bir noktaya
gelebilirler diye. Tabii bir de Allah’ın bir hesabı vardı. Ve bakın Rabb’imiz
buyuruyor ki:
57,59. “Ama biz Firavun ve adamlarını bahçelerden,
pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. Böylece onlara
İsrâil oğullarını mirasçı kıldık.”
Biz
onları bağlardan, bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden, güzel meskenlerden,
güzel makamlardan çıkardık. Hepsinin ayrı ayrı makamları vardı. Büyük bir devlet
düşünün. Yeryüzünün en güçlü devletinin makamlarını, birimlerini gözünüzün önüne
getirin. Her birinin ayrı bir saltanatı, ayrı bir köşkü var. Ve hepsi de o
koltuklarını, makamlarını terk edip yola koyulmuşlar ve Müslümanları takip
ediyorlar. Yavaş yavaş özgürlüğe doğru koşan kölelerini kaybetmek iste-miyorlar.
Allah’ın gücünü, Allah’ın hesabını unutarak büyük bir hesabın içine
giriyorlar.
Ve bakın son gelmeden önce Rabb’imiz
hemen burada yasasını koyuverir. Biz onlara, onların makamlarına, saraylarına,
yerlerine yurtlarına İsrâil oğullarını, Müslümanları vâris kıldık. Ve işte bakın
uy-gulayacağı yasasını böylece önceden ortaya koyuverir. Çünkü egemen Odur.
Hükmeden Odur. Karar veren ve kararını uygulayan Odur.
Evet:
60,61,62. “Firavun ve adamları güneş üzerlerine
doğarken onların artlarına düştüler. İki topluluk birbirini gördüğünde, Mûsâ'nın
adamları: “İşte yakalandık" dediler. Mûsâ: "Hayır; Rabb’ım benimle beraberdir,
bana elbette yol gösterecektir" dedi.”
Güneşin
doğuş vakti onları takibe koyuldular. Sabahleyin erkenden çıktılar ve onları
izlemeye başladılar. Ve iki grup birbirlerini görünce, önlerinde deniz,
arkalarında Firavun ve ordusunu görünce İsrâil oğulları eyvah işte kuşatıldık,
işte sarıldık, işte ulaşıldık, şimdi ne yapacağız? Mûsâ (a.s) dedi ki korkmayın
Rabb’ım bizimle beraberdir. Endişelenmeyin Rabb’ım bize yol gösterecek ve yardım
edecektir dedi.
63. “Bunun üzerine Biz Mûsâ'ya: "Değneğinle denize
vur" diye vahy ettik. Hemen deniz ikiye ayrıldı, her parçası yüce bir dağ
gibiydi.”
Bunun
üzerine Biz Mûsâ’ya vahy ettik ve dedik ki: Ey Mûsâ asanı denize vur. Hemen
deniz ikiye ayrıldı, parçalandı ve her bir parçası kocaman dağ gibi oldu. Evet
Mûsâ (a.s) vahy ettiği gibi asasını denize vuruyor ve denizden kupkuru bir yol
açılıyor. Bir yol değil, 12 yol açılıyor. Sanki iki tarafta dalgadan dağlar
oluşmuş ve arada kupkuru yollar açılmış Mûsâ (a.s) beraberinde ki Müslümanlarla
birlikte o kupkuru yollardan geçiyorlar.
64. “İşte oraya, geridekileri de
yaklaştırdık.”
Ve
oraya arkadakileri, ötekileri de yaklaştırdık diyor Rabb’ı-mız. Firavun ve
ordusu da açılan o yollardan geçmek üzere yaklaşıyorlar. Rabb’imiz öyle
planlamıştı. Şimdi yeryüzünde meydana gelmiş en büyük bir olaya şahit oluyoruz.
Müslümanları yakın takibe alan yeryüzünün en büyük devleti, yeryüzünün en büyük
ordusunun karşı karşıya kaldığı değişmez bir Allah yasasına şahit olacağız.
Müslümanlar deniz ortasında oluşmuş o kupkuru yollardan karşı tarafa geçtiler.
Mûsâ (a.s) tekrar asasını denize vurarak o yolların kapanmasını ister, ama
Rabb’imiz bunu yapmamasını emreder. Deniz açık kalmalıydı ve Firavun ve ordusu
da girmeliydi. Allah böyle murad etmişti.
65,68. “Mûsâ ve beraberinde bulunanların hepsini
kurtardık. Öbürlerini suda boğduk. Bunda şüphesiz ders vardır, ama çoğu
inanmamıştır. Doğrusu Rabb’ın, güçlü olandır, merhamet edendir.”
Mûsâ
ve beraberindeki Müslümanları kurtardık, ötekileri de suda boğduk buyuruyor
Rabb’imiz. Evet tam onlar denizin ortasına geldiklerinde suların gemini
salıverdi Rabb’imiz ve Firavun ve ordusunun tamamını boğuverdi. İşte böylece
Allah’la savaşa tutuşan, elçileriyle savaşa tutuşan ve Müslümanlara hayat hakkı
tanımayan zalim bir devlet böylece yok olup gitti. Ve işte bu hadise kıyâmete
kadar tüm dünya devletlerine bir örnek oldu, bir âyet, bir uyarı oldu. Kıyâmete
kadar Allah ve elçileriyle savaşa tutuşan tüm zalimlere bir ibret oldu. Dünya
devletleri ne kadar da güçlü olurlarsa olsunlar, ne kadar da düzenli ordulara
sahip olurlarsa olsunlar bilsinler ki Allah karşısında mutlaka yenilgiye
uğrayacaklardır. Ama buna rağmen, bu gerçek gözlerinin önünde açık ve net bir
canlılıkta durduğu halde yine de insanların pek çoğu inanmıyorlar. Ama bilsinler
ki Rabb’imiz iman et-meyen münkirlere karşı intikam sahibidir. İman edenlere
karşı da son derece merhamet sahibidir. Allah Azîzdir, Allah
Rahîmdir.
Evet okuduğumuz bu bölümde Rabb’imiz
yeryüzünün en güçlü devletine karşı iki peygamberin verdiği bir savaşı gündem
yaptı. Böylece Rabb’imiz Mekke’de kâfirler tarafından bir kaşık suda boğulmak
durumuyla karşı karşıya bulunan Rasûlullah ve beraberindeki bir avuç Müslümana
böyle bir örnek verdi. O anda Mekkeli gariban Müslümanlar rahatladı, şu anda
tıpkı onların durumunu yaşayan biz Müslümanlar rahatladık. Rabb’imizin gücünü
gördük, Rabb’imizin gü-cü karşısında bir süper devletin yerle bir edilişine
şahit olduk. Bize de bir teselli verdi Rabb’imiz. Sadece bize değil kıyamete
kadar gelecek kâfirler karşısında bunalmış kullarına destek verecek.
Bundan sonraki âyetlerinde Rabb’imiz
bir başka mücâdeleden söz edecek. Yanında kardeşi olmayan, yanında annesi,
babası olmayan, yanında köleleşmiş de olsa Müslüman kardeşleri olmayan bir
peygamberin kavgasını gündeme getirecek. Tek başına bir ümmet olan İbrahîm
(a.s)’ı anlatacak. Onunla da bizi bilgilendirecek, şereflendirecek. Bakın onu da
şöylece anlatmaya başlıyor.
69. “Ey Muhammed! Onlara İbrahîm'in kıssasını
anlat.”
Peygamberim,
onlara İbrahîm’in haberini de oku, İbrahîm’in haberini de tilavet et. İbrahîm’in
haberinden de haberdar et onları.
İnsan yaratılıştan taşıdığı bir
özellikle haberdar olmaya meyyaldir. Yaratılıştan bir merak vardır insanda. Ama
tabii insanın kendisine lazım olanların yanında, kendisine hiç de lazım
olmayacak bir yığın haberlerin peşine takıldığını da görüyoruz. Rabb’imiz
yarattığı bu insanın yaratılıştan getirdiği bu özelliğini göz ardı etmeden onun
haberdar olma ihtiyacını gidermek için bakın işte kitabında haberler göndermiş.
Zaten bu mânâda Kur’an’ın tümüne haberler de diyoruz. Çünkü Rabb’imiz Sâd
sûresinin başında:
“De
ki bu Kur’an çok büyük bir haberdir”
Buyurmaktadır. Evet Kur’an, azım bir haberdir,
en büyük haberdir. Herkesin durun dinlemesi gereken, herkesin önünde saygıyla
eğilmesi gereken bir haberdir bu Kur’an. Yine meselâ Yusuf sûresinde Yusuf (a.s)
un kıssası anlatıldıktan sonra:
“İşte
bunlar gayb haberleridir ki biz onu sana vahy ediyoruz, haber veriyoruz”
Buyurulur.
Evet işte şu anda en büyük haber
olan kitabımızın en büyük haberlerinden birisiyle karşı karşıyayız. “En
Nebe’” kelimesi
insanı dehşete düşüren çok büyük, çok azametli bir haber demektir. Yâni böyle
sıradan her gün duyduğumuz, karşılaştığımız bir haberden öte insanı sarsan
müthiş bir haber demektir. İbrahîm (a.s) in haberi de öyleymiş demek ki bizim
için. Çünkü İbrahîm (a.s) bizim babamızdır. Analarımızın kocaları olan
babalarımızdan bize daha yakın bir babamız. Peki sorayım o zaman şimdi: Size öz
babalarınızdan daha yakın olan, daha lazım olan İbrahîm babanızı ne kadar
tanıyabildiniz? İbrahîm babanızın haberiyle ne kadar ilgilenebildiniz? Ne kadar
gündeme alabildiniz Onu? Bakın kitabının bu bölümünde Rabb’imiz babanızın şu
haberlerini gündeme getiriyor.
Tabi
kitabımızın sadece bu bölümünde verilen kadarıyla tanımaya çalışacağız babamızı.
Değilse Kur’an’ın tamamında anlatılan İbrahîm (a.s) haberleri bu kadar değil
elbette. Başka yerlerde anlatılan başka birimler de var. Böyle kesit, kesit
sunulmuş peygamberler.
Bir peygamberi öğrenmek demek
aslında o peygamber şahsında örneklenen hayat programını, kulluk programını
kişinin kendi hayatına aksettirmesi demektir. Değilse, meselâ araba
kullanabilmek için gazı, direksiyonu, vitesi, fireni bilmek yetmez. Bunların
adını bilmek de yetmez. Bunları eyleme indirmek zorundayız ya, işte aynen bunun
gibi bu peygamberlerin sadece isimlerini bilmek, babalarının isimlerini bilmek
yerine onların şahsında örneklenen hayat programlarını hayatımıza indirgemek
zorundayız.
70. “İbrahîm, babasına ve milletine: “Nelere
tapıyorsunuz?” demişti.
İbrahîm (a.s) kitabımızda en çok anlatılan
peygamberlerden biridir. Önceki sûrelerde atamızın babasıyla, kavmiyle
mücâdelesi konusunda çok şeyler söyledik. Rabb’imiz bizim kendisine kulluğumuz
konusunda örnek olarak sürekli İbrahîm (a.s)’ı gündeme getirir. Burada da yine
babasıyla mücâdelesinden bir kesit sunulur. Atamızın babasının kâfir oluşu Onun
şerefine asla bir nakısa getirmeyecektir. Bir peygamberin baba ve anasının kâfir
olması Onun peygamberliğine hiç bir zarar vermeyecektir. Böyle olunca ne
olurlarsa olsunlar, hangi dinin, hangi inancın mensubu olurlarsa olsunlar bizler
de babalarımıza ve analarımıza bunu demek zorundayız. Babalarımıza, analarımıza,
kavim ve kabilemize diyelim ki:
Neye
tapıyorsunuz? Neye ve kime tapıyorsunuz? Neyin ve kimin kulu, kölesisiniz?
Nelere ve kimlere kulluk ediyor, nelerin ve kimlerin sözünü dinliyorsunuz?
Kulluk kişinin boğazına taktığı ya
da doğuştan boğazında getirdiği kulluk ipinin ucunu birine vermesi anlamına
geliyordu. Hani herkesin boğazında doğuştan getirdiği bir ip vardı ya; işte onun
ucunu kime vermişse, kimi dinleyip onun çektiği yere gidiyorsa, kime itaat
ediyorsa ona kulluk ediyor demektir. Kimileri bazen bu ipin ucunu bir tek
varlığa verir, ama kimileri de bir tek iple yetinmeyip bir çok varlığı memnun
etmek için yüzlerce, takabileceği kadar oraya ip takıp birilerine verebiliyor.
Hanımın, ananın, babanın, kocanın, ağanın, patronun, modanın, âdetlerin,
törelerin, yönetmeliklerin, devletin, toplumun, çevrenin ve daha aklıma gelmeyen
isteyen pek çoklarının eline vererek şirk içinde bir hayattan, müşrikçe bir
kulluktan yana olabiliyorlar. Yâni Allah’ı tanımakla birlikte, Allah’a kullukla
birlikte, hayatlarının bazı bölümlerinde Allah’ı söz sahibi bilip Onu dinlemekle
birlikte Allah’tan başkalarını da dinlemeden, onları da razı etmeden yana bir
tavır sergileyebiliyorlar. Bakın atamız işte böyle düşünen babasına di-yor
ki:
Neye tapınıyorsunuz? Yâni neyin
kulusunuz? Neye kölesiniz? Kimin kulu kölesi oluyorsunuz?
_«8
dendiğine
göre cansızlar da olabilecektir bu tapınılanlar. Canlı cansız nelere, kimlere
kulluk ediyorsunuz? Dediler ki:
71. "Putlara tapıyoruz; onlara bağlanıp duruyoruz"
demişlerdi.”
Putlara
tapıyoruz. Putların kulu kölesiyiz ve işte onlara bağlanıp duruyoruz. Kul-köle
olarak onlara boyun büküp duruyoruz. Onları hayatımızda etkin ve yetkin bilip
emirlerini ve yasaklarını dinleyip duruyoruz.
Sanem, Vesen ve Nusub Arapların
tapındığı, kullandığı Kur’-an’da haber verilen put çeşitleridir. Kütük şeklinde,
kalas şeklinde, kaya parçası şeklinde veya şekillendirilmiş insan, hayvan,
kartal şeklinde büyük bilinen, azîz bilinen varlıkların sembolize edilmiş
biçimleriydi bunlar. Tabii biliyoruz ki İbrahîm (a.s) in toplumu aya, güneşe ve
yıldızlara tapındıkları için yeryüzünde onları temsil eden bir kısım putlar
yapıyorlar ve onlara tapınıyorlardı. Put yapım evleri, put tapım ma-halleri
vardı. O putları büyütüyorlar, onların önünde eğiliyorlar, onlarla beraber
oluyorlardı.
Tıpkı
şu anda kimi insanların kimi eşyaların, kimi varlıkların karşısında boynunu
büküp teslim oldukları, çaresizlikten kıvrandıkları gibi. Onu almak zorunda, ona
ulaşmak zorunda, onu evine götürmek zorunda, onun öpmek, okşamak zorunda, onunla
iç içe olmak zorunda, onu bağrına basmak zorundadır. O kadar istiyor ki onu,
yâni itiraz da edemiyor, karşı da gelemiyor, çaresiz ona boyun büküyor ve teslim
oluyor.
Meselâ
şu anda bir Müslümanın evinde, hayatında hiçbir zaman kullanım alanı olmayan
nice eşyalar, rahat ve huzur kaynağı ol-mayan nice maddeler, hattâ bırakın bir
faydasını insanların Müslü-manca beraberlikleri engelleyip ayrılıklarını,
uzaklaşmalarını sağlayan, gündeme getiren, pek çok ailenin parçalanmasına sebep
televizyon vs gibi aygıtlar, bir savaş ortamından daha fazla insanların ölümüne
dâvetiye çıkaran, insanların helâkine sebep olan nice araçlar yine de toplumda
alıcı bulabiliyor. Bütün bunların insan hayatında putlaştığını görüyoruz. Bir
koltuk yüzünden iki ailenin ayrıldığını görebiliyoruz. Put deyince illa da böyle
eli ayağı, gözü kulağı olan bir şey düşünmeyin. Put, Allah yerine insan hayatına
karışma mevkiine dikilen her şeydir. Demin de ifade ettiğim gibi bu bazen
anadır, bazen babadır, bazen kavim kabiledir, bazen eşyadır, bazen modadır,
âdetlerdir, yönetmeliklerdir... Arzuları Allah’ın arzularının önüne geçirilmiş
her şey puttur. Evet İbrahîm (a.s) in sorusuna karşılık diyorlar
ki:
Allah’ın
elçisi İbrahîm (a.s) sanki akılları başlarındaymış gibi, konuşulanları
anlıyorlarmış gibi onlarla konuşmaya çalışıyor. Ama ne yapsın, peygamberdi O.
Mecburen sabırla onlara bunu anlatarak akıllarını erdirecekti. Çünkü onların
başlarında akılları vardı ama kul-lanmıyorlardı, çalıştırmıyorlardı onu. Bakın
Allah’ın elçisi diyor ki:
72,73. “İbrahîm: "Çağırdığınız zaman sizi duyarlar
veya size bir fayda ve zarar verirler mi? " demişti.”
Eh
söylesenize diyor onlara, bu tapındığınız putların size bir fayda ve zarar
sağlamaları, ya da size bir zarar vermeleri filan var mı? Siz çağırınca sizi
dinleyebiliyorlar mı? Sizin imdadınıza yetişmeleri var mı? Size icabet
edebiliyorlar mı? Sizin derdinize çare bulabiliyorlar mı? Problemlerinizi
halledebiliyorlar mı? Haydi çağırın da sizin yardımınıza koşsunlar bakalım.
Haydi baş vurun da size evet desinler. Hangi put becerebilecek bunu? Hangisi
size bir fayda, yahut bir zarar ulaştırabilecek? Çağırın, dua edin, dâvetiye
gönderin bakalım hangisi size şifa verebilecek? Hangisi size rızk
ulaştırabilecek? Çağırın da sizin rızk probleminizi çözümlesinler. Çağırın
eğitim probleminizi, hukuk probleminizi, sosyal dertlerinizi halletsinler. Hangi
derdinizin, hangi probleminizin halli için onları çağırdınız da size icabet
ettiler? Neyi çözümlediler? Peygamberin bu akıl erdirici sorusu karşısında
dediler ki:
74. "Hayır ama, babalarımızı da bu şekilde ibadet
ederken bulduk" demişlerdi.”
Dediler
ki biz babalarımızı böyle bulduk. Atalarımızı biz, böyle yapar, böyle inanır,
böyle yaşar bulduk. Onlar böyle putlara tapınıyorlardı biz de böyle amel
ediyoruz. Atalarımızdan ne görmüşsek, ne duymuşsak ona sahip çıkarız.
Acaba bizim inancımız da, bizim
amelimiz de öyle mi ki? Acaba bizim namazlarımız da, bizim oruçlarımız da, bizim
abdestlerimiz de, bizim zekâtlarımız, bizim bayramlarımız, bizim tatillerimiz,
bizim yazılarımız, bizim hukukumuz, bizim eğitimimiz, bizim kılık kıyafetimiz,
bizim ziyaret ve ziyafetlerimiz de öyle mi ki? Birisi çıkıp sorsa bi-ze, yahu
nedir bu yaptıklarınız? Nedir bu hayatınız? Nedir bu amelleriniz? Kim dedi de
böyle yapıyorsunuz? Kim istedi de böyle davranıyorsunuz? Galiba bizim de
diyeceğimiz aynen onlar gibi olacaktır. Meselâ kan abdesti bozar mı? Neden? Kim
dedi diye? Sabah namazının sünneti iki rekat mı? Neden? Abdestte baş mı
meshedilir? Neden? Gusülde tüm vücut yıkanır mı? Neden? Seferde farzlar
kısaltılır mı? Neden? Eh babam rahmetlikten öyle gördümse, hocam rahmetlik böyle
yapardı ise o zaman Nisâdaki, ya da Mâide’deki âyet gibi olmaz mı? İkisini de
okuyalım:
“Onlara: “Allah'ın indirdiğine ve
Peygambere gelin” dendiği zaman münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını
görürsün.”
(Nisâ
61)
Söyleyin bu âyete göre ne olur bizim
durumumuz? Bakın Mâi-de’deki âyeti de okuyayım:
“Onlara, “Gelin Allah'ın indirdiği
Kitaba ve peygambere uyun” dendiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize
yeter" derler; ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan
kimselerse?
(Mâide
104)
Evet görüyor musunuz? Onlara gelin
Allah’ın indirdiğine teslim olalım, gelin peygambere tabi olalım, gelin
dinimizi, gelin inancımızı, gelin amelimizi, gelin abdestimizi, namazımızı kitap
ve sünnet belirlesin dendiğinde derler ki; bize babalarımızdan intikal eden
yeterlidir. Babamdan ne öğrenmişsem bana yeter. Babamınkini öğrendim,
hocamınkini öğrendim eğer bir de Allah ve Resûlününkini öğrenirsem işler
karışır. Hem şu anda para kazanmaktan, köşe dönmekten vaktim de yok ona. Bir
abdest için elli sayfa okuyamam. Bir namaz için şu kadar sayfa okuyamam. Bir
teyemmüm için bu kadar zaman ayıramam. Eğer bu işlere bu kadar zaman ayırırsam
benim işim biter. Halim kül olur. Sanki adamın önünde bundan çok önemli işleri
varmış gibi. Böyle diyenlere atamız diyordu ki:
75,83. “İbrahîm: "Eski atalarınızın ve sizin nelere
taptıklarınızı görüyor musunuz? Doğrusu onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak
âlemlerin Rabb’idir. Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O'dur. Beni
yediren de, içeren de O'dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek,
sonra da diriltecek O'dur. Rabb’ım! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına
kat.”
Siz
ve öncekiler, siz ve sizden önceki babalarınız, dedeleriniz, ondan öncekiler,
dedelerinizin dedeleri nasıl kul köle olmuşlar? Kime kulluk etmişler? Kimi
dinlemişler? Kime itaat etmişler? Nasıl yaşamışlar? Hiç düşünmüyor musunuz? Yâni
reyiniz, düşünceniz, fikrinin yok mu bu konuda? Çok mu kapalı bu iş size?
Doğrusu onlar benim düşmanımdır.
Dostum ancak âlemlerin Rabb’idir. Evet yargılayacağız. Önce öğrenilenleri,
önceden bize söylenenleri Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti rehberliğinde
yargılayacağız. Çünkü onlar benim düşmanımdır, dostum ancak âlemlerin Rabb’idir.
Sizler, sizin taptıklarınız, sizin taptıklarınıza tapanlar, o yolda gidenler,
babalarınız, dedeleriniz, onların yolunda gidenler hepsi benim düşmanımdır,
ancak âlemlerin Rabbi olan Allah müstesna.
İbrahîm’in onlar sizin
düşmanlarınızdır demeyip de onlar benim düşmanımdır demesi gerçekten çok hoş bir
ifadedir. Böylece onların nefretlerini, düşmanlıklarını kamçılamaktan,
nefretlerini artırmaktan kaçınıyordu atamız.
O benim dostum olan Allah öyle bir
Allah ki beni O yarattı. Yarattı ama öylece başıboş bırakıvermedi. Salıvermedi
beni de hemen, bana yol gösterdi. Bana hidâyet etti. Yâni beni yaratan Rabb’ım
beni yolsuz, yordamsız, programsız ne yapacağımı, nasıl yaşayacağımı bilmez bir
vaziyette, bocalar bir konumda bırakmadı da hidâyetini benden esirgemedi. Beni
kendine muhatap kabul buyurup bana vahiy göndererek yolumu da gösterdi. Yâni
beni yaratıp benimle diyalogunu kesmedi. Ne halin varsa gör, benden bu kadar
demedi.
Hz. İbrahîm olarak sadece O mu? Bu
ben, ben değil mi aynı zaman da? Elbette ben, sen, biz, hepimiz kastediliyoruz
burada. Çünkü hepimizi yaratan, hepimize hayat programı gönderen Allah’tır. Hz.
Adem’le başlayan benlik, yâni insanlık kıyâmete kadar hep aynı özelliği taşıyor.
Herkesi Allah yarattı, yaratır yaratmaz da vahiy göndererek ona yolunu gösterdi.
Yarattığı kullarını hiçbir dönem başıboş, vahiysiz bırakmadı Rabb’imiz.
Kullarının hiçbir zaman, dinsiz dönem yaşamasına asla razı
olmadı.
O Allah
beni doyuran ve sulayandır. Yiyeceğimi içeceğimi bana veren Odur. Allah bana
yemek ve su ikram edendir. Damarlarım-daki sudan, beynimdeki suya kadar, gözümün
suyundan bel suyuma kadar, gökten inenden yerden çıkanlara kadar her türlü
suyumu yaratan, veren Odur.
Gerçekten bizler düz bir hayata
devam ettiğimiz sürece bazı şeyleri anlamıyoruz, anlayamıyoruz. Ters düşününce
ancak bazı şeyleri anlama imkânı bulabiliyoruz. Meselâ yiyoruz doyuyoruz,
içiyoruz susuzluğumuz gidiyor. Peki tersini düşünün. Allah sularını alıverse,
haydi sizi sulayan birisi çıksın bakalım. Var mı böyle birileri? Veya Al-lah
bedenlerimizdeki koyduğu şu mekânizmayı bozuverse, yâni doyma özelliğimizi
alıverse, doygunluk özelliğimizi kaldırıverse. Yâni bizim doyabilmemiz için bir
sisten yaratmış, bir yasa koymuş ya işte bu yasayı değiştiriverse ne yaparız?
Nasıl doyarız?.
Meselâ
anam için Rabb’ım tuzu alıverdi bitti. İki ay öncesine kadar benden de şekerini
alıvermişti işim bitmişti, şekerîm bitmişti benim de. Ama çok şükür bugünlerde
tekrar geri verdi. Evet kimileri tuz, şeker yiyemiyorlar değil mi? Önüne koy
yiyemez adam. Kimisi hattâ ekmek yiyemez, kimisi et yiyemez. Niye? Ya Allah
alıverdi mi tamam. Kime ne diyeceksin de? Kim geri alacak ta? Eğer bu önceki
sıhhatli durumun Allah’tan değil de kendinden idiyse, böyle iddia ediyorsan eh
haydi geri getir o eski durumunu bakalım diyor Allah. Tersinden okuyunca bazen
anlaşılabiliyor bu.
Bu tür bir mantık bizi yıllar yılı
yerimizde saydıran, bir adım bile atmamıza engel olan bir mantıktır. Hani şu
Harran, Harput ve İskenderiye ekolleri sebebiyle İslâm âlemine intikal ettirilen
ve maalesef din yerine ikâme edilen bir Aristo mantığı var ya, o gözü kör olası
mantık var ya, bizi mahvetti. Değilse yıllar yılı bize öğretilen o mantıktan
biraz farklı bir mantık geliştirebilseydik, biraz daha rahat edebilecektik.
Ben hasta olunca O bana şifa verir.
Kendilerine bir hastalık isa bet
edince hemen ilk işi bir doktora koşmak olanlar ondan önce bu konuda ne
yapmalıyım ya Rabbi? deseler ya. Allah’a dua etseler, Al-lah’ı çağırsalar,
çağrıştırsalar ya. Yoo! Allah zaten mecburdur ya. Ön-ce bir kadına gidelim, bir
erkeğe baş vuralım. Alkollü ilaçları önce bir deneyelim, domuz yağı da olsa fark
etmez çünkü konu sağlıktır. Tedavi için her şey denenmelidir. Tedavi için Allah
her şeye izin vere-cektir diyerek başta Allah’ı bir bağlıyorlar, sonra da başka
yerlerde şifa arıyorlar. Garip bir şifa modeli. Oysa ne yaparsak yapalım, kime
ve nereye gidersek gidelim yine de sonuçta bize şifa verecek olan sadece
Allah’tır.
Allah
bizim için şifa yaratmamışsa hiç kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. Adamın
birisi kendisi doktur. Rahatsızlanmış ve tüm doktor arkadaşları toplanıyorlar
başına ve bir yerlerden girip serumu takamıyorlar ve göz göre göre gözlerinin
önünde arkadaşlarının ölümünü seyretmişler. Başka ne yapabilecekler de? Bundan
çok daha enteresan birini duydum: Adamı ameliyata alıyorlar. Kalbini
çıkarıyorlar, bitiriyorlar ameliyatı, kalp çalışıyor, yerine koyuyorlar
çalışmıyor. Tekrar çıkarıyorlar yine çalışıyor, takıyorlar çalışmıyor. Allah
ömrü bitirmişse kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. Öyleyse şifayı sadece
Allah’tan bekleyeceğiz, Onun ölçülerini, Onun yasalarını tecavüz ederek hiç bir
yerde şifa arayışı içine girmeyeceğiz.
Beni
öldürecek olan sonra diriltecek olan da O dur. Hayatım da ölümüm de Ona aittir.
İbrahîm (a.s), atamız Rabb’ını böyle tanıyor, böyle iman ediyorsa ve eğer bizler
de Onun yolunun yolcusu olarak Onun Rabb’ına iman ettiğimizi iddia ediyorsak, o
zaman Allah’tan başka birilerinin bizleri öldüreceğinden mi korkuyoruz yoksa?
Birilerinin Allah’ın dilemesinin dışında bize bir zarar verebileceklerin mi
düşünüyoruz yoksa? Bu korku niye? Bu telaş niye? Yoksa inanmıyoruz da inanır mı
görünüyoruz? Yoksa İbrahîm (a.s) in inandığı Allah’ın dı-şında başka bir Allah’a
mı inanıyoruz? Yoksa birilerinin atlatıp ta bize zarar verebilecekleri bir
Allah’a mı inanıyoruz? Becerebilecek birileri var mı bunu? Eğer Müslümanlar
bugün Allah’ı İbrahîm (a.s) in tanıdığı gibi tanısalar, Ona Onun inandığı gibi
inansalar galiba hayat programları çok farklı olacak. Baştan sona her şeyleriyle
değişecekler ve beni sadece Allah öldürür, başkaları kılıma bile dokunamaz
diyecekler ve farklı bir dünyanın insanı olacaklar.
Ve ben
size kendimin tam ve mükemmel olduğumu da iddia etmiyorum. Hesapsız, günâhsız,
eksiksiz bir adam da değilim ben. Yâni ben tam Allah’ın istediği birisiyim
iddiasında eğilim. Benim Rab-b’ımın şöyle bir özelliği daha var: Onun karşısında
biz kulların günâhsız olmamız gerekmez. Hatalarımız, kusurlarımız olabilecek,
yanlışlarımız olabilecek. İşte bu günâhlarımız konusunda din gününde, hesap
kitap gününde affına müracaat edilecek yegâne mercidir Rabb’ım. Ben, benim
Rabb’ımın o gün benim hatalarımı, kusurlarımı örtüvereceğine, örtbas
edivereceğine inanıyorum. Öyle ümit ediyorum, öyle tamah ediyorum, öyle
bekliyorum. Ne hoş bir ifade değil mi? Tam ata-mıza yakışan bir ifade. Atamız
İbrahîm (a.s) bu bölümde babasına ve toplumuna hitap ediyordu. Allah’la beraber
yığınlarla putlara tapınan toplumuna Allah’ı tanıtmaya çalışıyordu. Bakın şimdi
burada bir anda atamız sözü kesiyor ve Allah’a döndürüyor:
Ya Rab!
Bana hüküm ver. Bana hikmet ver. Ya Rabbi bana kanun ver. Ya da bana yerli
yerince konuşma, yerli yerince davranma özelliği ver. Tüm konuşmalarımda, tüm
davranışlarımda, tüm kararlarımda Hakka isa bet
imkânı ver, hikmet ver. Veya ya Rabbi bana peygamberlik ver. Veya ya Rabbi bana
hâkimiyet ver. Bana hayata hakim olma gücü, insanların hayatlarına karışma
hakkı, fırsatı ve yetkisi ver. İnsanların hayatlarına müdahale edebileyim ya
Rabbi.
Ve de
beni sâlihlere ilhak et ya Rabbi. Sâlih kullarına yetiştir beni. Sâlihlerle
birlik kıl. Onların peşi sıra gidenlerden eyle beni ya Rabbi. İbrahîm (a.s) bu
duayı yaptığı zaman peygamber olduğu için buradaki hüküm istemesi peygamberlik
isteği değildir denmiş. Çünkü ayrıca peygamberlik öncesi bir dua olsa bile bu
dua, peygamberlik isteğe bağlı olmadığı için, Allah onu isteyene değil
dilediğine verdiği için peygamberlik değil başkalarıdır denmiş.
Sonra İbrahîm (a.s) duasına devam
ediyor, Rabb’ı ile beraberliğine devam ediyor. Ne kadar güzel bir durum değil
mi? Müslümanın Allah’la beraberliği, toplumla, çevresiyle beraberliği nasıl
böyle içice. Buna göre şu birilerinin savunmaya çalıştıkları inziva hayatı,
toplumdan uzaklaşma anlayışı ne kadar da sakat değil mi? Ya da Allah’ı unutarak,
Allah’ı diskalifiye ederek toplumun içine dalmak ne kadar kötü değil mi? Öyleyse
Allah’ın istediği ve peygamberin uyguladığı hayatta ne Allah’ı unutmaya hakkımız
var, ne de toplumdan soyutlanmaya mezunuz. Ne Allah’la beraberliğimiz bize
insanları unutturacak, ne de insanlarla beraberliğimiz Allah’ı unutturacak. İşte
atamız İbrahîm bir anda Allah’ı tanıtıyordu ve işte o anda toplumuyla içiceydi.
Bir yandan da Rabb’ına dua dua yalvarıp yakarıyordu. Ya Rabbi bana hüküm ver,
hâkimiyet ver, hikmet ver de yerli yerince konuşayım di-yordu.
Sonra:
84,89. “Sonrakilerin beni güzel şekilde anmalarını
sağla. Beni nimet cennetlerine vâris olanlardan kıl. Babamı da bağışla, o
şüphesiz sapıklardandır. İnsanların di-riltileceği gün, Allah'a temiz bir kalple
gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği gün, beni rezil
etme" demişti.”
Ya
Rabbi benim için sonraki nesillerde sadâkat lisa nı
kıl. Yâni benim için, benim hakkımda sonraki nesillerde sadâkati konu edinen,
sıdkı gündeme getiren, tasdiki gündemde tutan, hep tasdiki konuşan
lisa n
lütfeyle ya Rabbi. Hep ben konuşulunca, ben gündeme gelince hep sadâkat gündeme
gelsin, tasdik gündemde olsun. Veya ya Rabbi sadâkati konuşanlar beni de gündeme
getirsinler, beni de hatırlasınlar. Ne büyük şeref değil mi? Bulunduğumuz
makamda, bulunduğumuz konumda haktan, sadâkatten konuşulunca siz konuşulmuş
olacak, siz gündeme gelmiş olacaksınız. Hakla, hakikatle siz özdeş hale
geleceksiniz.
Veya
hakkı, hakikati hatırlatma, gündeme getirme görevi sizin olacak. Hak gündeme
gelince o hakkın savunucusu, tebliğ edicisi, öğreticisi, yaşayıcısı olarak
insanlar ana zarında hep siz çağrıştırılacaksınız. İnsanlar sizinle hep hakkı
hatırlayacaklar, siz akıllarına gelince hep güzel şeyler hatırlayacaklar. Evet
siz hatırlanınca yalan dolan, şaklabanlıklar, ukalalıklar, lüzumsuzluklar,
haksızlıklar, günâhlar, isyanlar değil sadece güzel şeyler akla gelecek. İstemez
misiniz bunu? Kim istemez ki bunu? İşte atamız da bunu istiyordu
Allah’tan.
Ya Rabbi
beni kötü şeyler yapan, kötü şeyler konuşan, kötülükler peşine düşen ve gerek
insanlar arasında yaşarken hatırlandığında, gerekse ölüp giderken kötü birisi
olarak hatırlanan, çevresine, ailesine, çoluk çocuğuna çok kötü yollar, çok kötü
çığırlar, çok kötü usuller bırakarak çekip giden birisi yapma ya Rabbi. Bana
hayatımda öyle güzel ameller, öyle güzel tavırlar nasip et ki, öyle güzel bir
Müslümanlık yaşamama imkân ver ki bu benim arkamdan gelecek çocuklarım için de
örnek olsun ya Rabbi.
Bir de
beni naim cennetlerinin varislerinden kıl ya Rabbi. Naim cennetlerine, nimet
cennetlerine girenlerden eyle beni ya Rabbi. Nimetlere gark olan ortamın
insanlarından eyle beni. vâris olmak, yâni birisi öldü de onun yerine, onun
mülküne vâris olmak değildir. Buraya aslında falan falan kişiler gelecekti, ama
onlar iman yerine küfrü ve şirki tercih ettiklerinden, iradelerini cennete değil
de cehenneme kullandıklarından, buraları hak edemediklerinden cehenneme
gittiler, alın buralar sizin olsun denecek mü’minlere ve işte böylece kâfirlerin
cennete boş kalan yerlerine Müslümanlar vâris olacaklar anlıyoruz. Evet atamız
İbrahîm (a.s) hem ya Rabbi beni cenneti hak edenlerden eyle derken hem de oraya
vâris olanlardan eyle diye dua ediyor.
Babam
sapıklardandır ya Rabbi, onu da lütfunla mağfiret edip yarlığayıver,
bağışlayıver, huysuzluğunu, hatalarını örtüver, görmeyiver, hesaba katmayıver ya
Rabbi. Evet kitabımızın değişik yerlerinde değişik ifadelerle anlatılan atamız
İbrahîm (a.s) in böyle bir duası var. Ama biz biliyoruz ki böyle kâfir, müşrik
bir babaya istiğfar etmek caiz değildir âyeti gelip de Rabb’imiz kendisini
uyarınca atamız babası hakkında bu tür istiğfardan vazgeçiverdi.
İbrahîm (a.s) in müşrik olan babası
hakkındaki bu istiğfarı babası hayatta iken, henüz dönme, tevbe etme fırsatı
varken bağışlanma ile ilgili olduğunu, bağışlanmanın da imanla ilgili olduğunu
bildiği için hayatta iken ya Rabbi sen onun aklını başına getir de iman etmesini
sağla, iman nimetini ona bahşet şeklinde yorumlamışlar. Yâni henüz hayattaysa
buna iman yolunu göster, hidâyet yolunu göster, gidişini değiştir diye dua etmek
caizdir. Ama kâfir olarak, müşrik olarak öldüğü belli olduktan sonra artık böyle
bir insan için dua etmek de, istiğfar etmek de caiz değildir.
Bazıları da demişler ki, işte
İbrahîm (a.s) babasının kendisine yaptığı zulümleri karşısında ülkesini terk
edip hicret ederken ona şöyle demişti:
“İbrahîm şöyle cevap verdi: “Sana selâm olsun.
Senin için Rabbımdan mağfiret dileyeceğim, çünkü O, bana karşı çok
lütufkârdır.”
(Meryem
47)
Baba,
sana selâm olsun. Ben senin için esenlik diliyorum. Rabb’ım sana selâmet versin,
hidâyet lütfetsin. Ben babam olarak sana karşı asla bir düşmanlık düşünmüyorum.
Benden sana hiç bir kötülük gelmeyecek. Seni üzecek bir davranışta
bulanmayacağım. Sadece senin hidâyetin için Rabb’ıma dua ve istiğfar edeceğim.
Rab-b’ımdan seni mağfiret etmesini,
günâhlarını bağışlamasını ve seni hidâyetine ulaştırmasını dileyeceğim.
Çünkü Rabb’ım bana karşı çok lütufkardır. Şimdiye kadar benim dualarımı kabul
buyurmuştur dedi ve ona verdiği bu sözden ötürü de:
“Rabb’imiz! Hesap görülecek günde, beni, anamı
babamı ve inananları bağışla.”
(İbrahîm
41)
Demiş, ama arkasından bir mü’minin
kâfir olarak öldüğü zâhir olan bir kimseye babası bile olsa istiğfar etmesinin
caiz olmadığını anlar anlamaz hemen bundan vazgeçti demişler. Nitekim Rasûlullah
efendimiz de amcası için istiğfar etmişti de sonradan bunun caiz olmadığını
anlar anlamaz vazgeçivermiştir. Evet İbrahîm atamızın duası devam
ediyor:
Bir de; ba’s gününde, kıyâmet
gününde, diriliş gününde ki:
Allah'a
temiz bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği o
günde beni rezil rüsva etme, beni perişan etme ya Rabbi. Yâni babası kâfir
olarak bir kimse olarak, kâfir bir babanın oğlu olarak, bir kâfirin evlâdı
olarak ben o gün rezil rüsva olacağım. Ya Rabbi, ne olur beni böyle rezil rüsva
bir konumda tutma! şeklinde tefsir edenler olmuşsa da mânâ pek öyle değil gibi,
bun-dan genel bir mânânın olduğunu anlıyorum ben. Bundan daha genel bir mânâ
ile, ya Rabbi beni o diriliş gününde günâhları çok olup, sevabı az olup cenneti
hak edemeyen reziller içinde eyleme beni ya Rabbi diye dua etmiş olabilecektir
İbrahîm (a.s).
Ve o ba’s gününü, diriliş gününü
tarif ediyor İbrahîm (a.s).
O gün ne
malın faydası var, ne de evlâdın. Mal da evlâd-u ayal da beş para etmez o gün. O
gün ne ananın faydası var, ne de babanın. O gün ancak faydası olacak olan selim
bir kalp, teslim bir kalp, Müslüman bir kalptir. Allah’a böyle teslim bir kalple
gelenler ancak fayda göreceklerdir o gün. İşte kişi ancak böyle bir kalpten
fayda görecektir. Geri kalan ana, baba, evlât, kavim, mal, mülk hiçbir şey ifade
etmeyecek, hiç bir fayda sağlamayacak insana. Ben evlât olarak peygamber
olmuşum, ama babam kâfirmiş İbrahîm gibi. Benim ona hiçbir faydam olmayacaktır.
Ya da onun bana hiçbir zararı dokunmayacaktır, ben ona karşı görevimi yapmışsam.
Öyleyse selim bir kalple, Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın kitabına ve
elçisinin sünnetine teslim olmuş bir kalple Allah’ın huzuruna gitmekten başka
çaremiz yoktur.
Efendim
filanların Allah’la arası iyidir, eğer ben de onlarla aramı iyileştirebilirsem
kurtulurum, onların bana faydası dokunur düşünmeyelim. Sadece Allah’la aramızı
düzeltmeden yana, Allah’a teslim olmadan yana tavır alalım, Allah yardımcımız
olsun.
90,91. “O gün cennet Allah'a karşı gelmekten
sakınanlara yaklaştırılır. Cehennem de azgınlara gösterilir.”
O
gün cennet muttakilere, hayatlarını Allah için yaşayanlara, Allah’ın koruması
altına girenlere, Allah’a imanın, Allah’a kulluğun şuurunda olanlara
yaklaştırılır. Mahşer yerinde bulunan muttakilere doğru cennet yakınlaştırılır,
cennete doğru yürürler. Cennet onlara doğru yürür. Adımlarını atıverip girecek
kadar cennet onların ayaklarının dibine getirilir. Veya cennet onların
ayaklarının altına döşenir, serilir. Buyurun girin denilir onlara. Uzak değildir
cennet. Uzak değiliz cennetten. Hangi şartla? Takva şartıyla tabii. Muttakilere
yakındır o cennet. Öyleyse muttaki olmak zorundayız, takva erleri olmak
zorundayız. Allah’ın koruması altına girenlerden, Allah’la yol bulanlardan,
yollarını Allah’a sorarak bulanlardan, hayatlarını Allah için yaşayanlardan,
Allah’ın istediği ve belirlediği biçimde yaşayanlardan olmak zorundayız. Dünyada
hesabını böyle yapanlardan olmak zorundayız. İşte o zaman cennet bize çok
yakındır.
Bunun tamamen aksine cehennem de
azgınlara gösterilir. Ya da cehennem azgınlar için azgınlaştırılarak gözleri
önüne serilir, arz edilir. Ve o gün o cehennemliklere denilir
ki:
92,95. “Onlara: “Allah'ı bırakıp taptıklarınız
nerededir. Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?
denilir. Onlar, azgınlar ve iblisin adamları, hepsi, tepe takla oraya
atılırlar.”
Hani
o Allah’ı bırakıp ta, Onun berisinde, Onun dûnunda tapındıklarınız nerede?
denir. Hani nerede o Allah berisinde tanrı bildikleriniz? Hani Allah berisinde
hayatınızda söz sahibi bildikleriniz? Hani egemenliği kendilerinde
gördükleriniz? Hani yasalarını uyulamaya, arzularını yerine getirmeye
çalıştıklarınız? Hani dünyada kanunlarına toz kondurmamaya çalıştıklarınız? Hani
hatırlarını Allah hatırına tercih ettikleriniz? Hani Allah bizim hayatımıza
karışamaz, bizim hayatımızı belirleyecek başka tanrılarımız var diyerek bel
bağladıklarınız? Hani nerede siyasal tanrılarınız? Hani ekonomi tanrılarınız?
Nerede hukuk tanrılarınız? Nerede düğün dernek tanrılarınız? Nerede kılık
kıyafet tanrılarınız? Hani çağırsanıza onları yardımınıza. Onlar şu anda size
yardım edebiliyorlar mı? Bırakın size yardım etmelerini, kendilerine bir
yardımları dokunabiliyor mu? Hayır hayır onlar, o azgınlar, o azgınlaşanlar, o
azgınlaştıranlar, o Allah tanımazlar tepe takla cehenneme
atılırlar.
Kim bunlar? Her dönemde vardır
bunlar. İbrahîm (a.s) döneminde var, Mûsâ (a.s) döneminde var, Muhammed (a.s)
döneminde var, bugün var ve kıyâmete hep var olacaklardır bunlar. Allah’a iman
etmeyenler, Allah’ın elçilerine iman etmeyenler, Allah ve elçilerinin is-tediği
bir hayatı yaşamaya yanaşmayanlar, kendi hevâ ve heveslerini, ya da kendileri
gibi insanların arzularını putlaştırarak Allah dini yerine ikâme edenler.
Kıyâmete kadar bu tip insanlar varlıklarını sürdüreceklerdir. İblis yolunu takip
eden bu insanlar İblisle birlikte tepe takla cehenneme atılacaklardır. İblis
yolunda Allah karşıtı bir hayat yaşayan insanların tamamı cehenneme
gideceklerdir. Bakın onların cehennemdeki tartışmalarını, atışmalarını da
Rabb’imiz şöylece ortaya koyuyor:
96,102.
“Orada putlarıyla çekişerek: “Vallahi biz apaçık bir sapıklıkta idik; çünkü biz
sizi âlemlerin Rab-b’ına eşit tutmuştuk; bizi saptıranlar ancak suçlulardır;
şimdi şefaatçimiz, yakın bir dostumuz yoktur; keşke geriye bir dönüşümüz olsa da
inananlardan olsak" derler.”
Diyecekler
ki orada; vallahi meğer bizler apaçık bir sapıklık içindeymişiz. Ey putlar, ey
şeytanlar, ey tâğutlar, ey tanrı taslakları meğer bizler, sizleri bir şey
zannedip de âlemlerin Rabbi olan Allah’a denk tutmuşuz. Sizi dünyada Allah gibi
hayatımızda söz sahibi kabul etmişiz. Sizlerde bir yetki var sanmışız. Bizi
saptıranlar ancak mücrimlerdir. Bizi mücrimler saptırmış. Dünyada bize
kendilerini tanrı olarak takdim eden, egemenlik bizdedir diyen şu mücrimler bizi
yoldan çıkarmıştı. Bunlar olmasaydı, bu mücrimler, bu tâğutlar, bu zalimler
bizim üzerimizde Rabb’leşip, kendilerine kul köle edinmeselerdi, bizim
yasalarımızı değiştirmeselerdi, bizim kulluğumuza engel olmasalardı elbette biz
Rabb’imize kul olacaktık. Bu hainler bizim dinimizi bozmasalardı, Allah dinini
kaldırıp, Allah dinini yasaklayıp bizim karşımıza resmi bir din çıkarmasalardı
elbette bizler Müslümanlar olarak Allah’ın istediği bir hayatı yaşayacaktık.
Eyvah! Artık şu anda bizim için bir şefaatçi yok mu? Bizi şu cehennemden
kurtaracak, bizi Allah karşısında müdafaa edecek, bizi Allah’la barıştıracak bir
yardımcı yok mu? Bizi bu cehennemden kurtaracak bir aracı yok
mu?
Ah keşke dünyaya bir daha dönme
imkânımız olsa da mü’-minlerden olsak. Keşke dünyaya bir daha dönebilseydik te
Rabb’ı-mın istediği gibi bir hayat yaşasaydık. Rabb’imizin âyetlerini
dilimiz-den düşürmeseydik. Hainler şu anda Allah âyetlerini duymaya bile
tahammül edemiyorlar. Şu anda öteki tanrıları hatırına Allah’a hayat bile
tanımak istemiyorlar. Allah’la, Allah kullarıyla amansız bir savaş vermeye
çalışıyorlar. Allah berisinde tanrı bildiklerine toz kondurmamaya çalışıyorlar.
Ama o gün akılları başlarına gelecek ve diyecekler ki, ah keşke dünyaya bir daha
geri döndürülseydik de Müslümanca bir hayat yaşasaydık. Evet işte yaşadıkları bu
hayatlarının karşılığı olarak cehennemi boylamışlar, ateşle kucaklaşmışlar,
akılları başlarına gelmiş ve orada hayıflanıyorlar, geriye dönme rüyaları
görmeye çalışıyorlar.
İşte
Müslüman olanla olmayanın farkı burada açığa çıkıyor. Müslüman bu dünyada
Allah’ın âyetleriyle birlikte bir hayat yaşayarak, Allah bilgisiyle bilgilenerek
yarın olacakları bugünden görüyor, biliyor. Cehennemi gözleriyle seyrediyor,
cenneti gözleriyle görüyor. Allah’ın kitabından habersiz bir hayat yaşayan
kâfirler ise bugün gafil olduğu gerçeklerle yarın iş işten geçtikten sonra yüz
yüze gelecekler ve geriye dönüp Müslüman olmayı temenni edecekler. Geçmiş olsun.
Artık geriye dönüş imkânı kalmamıştır.
103,104. “Bunda şüphesiz bir ders vardır ama çoğu
inanmamıştır. Rabb’ın şüphesiz güçlüdür, merhametli-dir.”
Muhakkak ki işte bunda âyetler, dersler, ibretler
vardır, ama insanların pek çoğu inanmıyorlar. İşte herkes Allah’ın bu âyetlerini
görüyorlar, duyuyorlar. Allah’ın bu âyetleri rehberliğinde cehenneme şahit
oluyorlar, cennete şahit oluyorlar, İbrahîm (a.s) in uyarılarına muttali
oluyorlar. Rabb’imizin eğer bu dünyada Müslümanca bir hayat yaşarsanız sonunda
cennete, aksini yaparsanız cehenneme gidersiniz uyarısını alıyorlar ama yine de
imana yanaşmıyorlar.
İşte
Ebu Cehil. Ne diyordu? Vallahi Muhammed’in dediklerinin tamamı doğrudur. Ona
asla yalancıdır diyemem diyor ama yine de iman etmiyor. Veya işte ondan uzak
yaşayan Firavun. Mûsâ (a.s) nın hak peygamber olduğunu biliyor, ama yinede
saltanatı, zevki, eğlencesi ağır basıyor ve inanmıyordu. Onlar varsın
inanmasınlar, Rabb’ın Azîzdir, Rabb’ın Rahîmdir. İnanmayanlara karşı Azîzdir
Rabb’ın. Onlardan intikam almaya ehildir. Ama iman edenlere karşı da son derece
Rahîmdir.
Şuarâ sûresinde tarih anlatılıyor.
Sûrede en güzel bir şekilde geçmiş gözler önüne seriliyor. Bakın bundan sonra da
Nuh (a.s) ve kavminden söz edilecek:
105. “Nuh'un milleti peygamberlerini yalanladı.”
Nuh kavmi peygamberleri yalan
saydılar. Şöyle bir espri var âyette: Nuh kavmi döneminde peygamber olarak bir
tek Nuh (a.s) vardı, ama hani peygamberleri yalan saymıştı onlar. Kimdi o
peygamberler? Başka hiç peygamber yoktu ki zaten. Yâni aslında “kezzebet
gavmi Nuh’u nir Resule” denmeliydi gibi geliyor bize. Ama şöyle izah
edilmiş: Nuh kavmi peygamberliği yalanladı. Nuh (a.s) gibi yeryüzüne
gönderilebilecek her bir peygamberi yalanladılar, yâni peygamberin fonksiyonunu
yalanladılar. Veya yalan saydılar. Tercümede peygamberleri yalancılıkla itham
ettiler şeklinde bu tercüme güzel. Yâni onların yaptığı iş bu. Yok siz
yalancısınız dediler. Her bir peygambere bu işi yapmakla aynı safta yer aldılar.
Ne yapmışlar? Konu neymiş?
106,110. Kardeşleri Nuh, onlara: "Allah'a karşı
gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum.
Benim ecrim ancak Âlemlerin Rabbına aittir. Artık Allah'tan sakının ve bana
itaat edin" dedi.”
Bakıyoruz, peygamberlerin
kavimleriyle mücâdelelerinde şu safhâlârı görüyoruz: Allah peygamberi
görevlendiriyor içlerinden biri olarak, peygamber onlara Allah’ın dinini
ulaştırıyor. Peygamber bu gö-reve başlıyor ve konumunu belirliyor. Ben bunları
kendimden söyle-miyorum. Bunlar benden değil Allah’tandır. Ben bunları size
Allah adına söylüyorum. Arkasından toplumdan bir cepheleşme, bir karşı geliş
başlıyor, ama hafife alma biçiminde oluyor ilk zamanlar. Dalga geçiyorlar,
hafife alıyorlar, kaale almıyorlar, değer vermiyorlar, sanki itibara almıyorlar.
Peygamber aldırışsız, peygamber sabır sembolü, devam ediyor görevine. Bu sefer
dalga geçmenin boyutu değişiyor. Biraz tehdit, biraz küçük görme, hafife alma
ama işkence ile tehditler de artıyor.
Peygamber
yine devam ediyor görevine, Müslümanlar yine ço-ğalmaya devam ediyorlar.
Arkasından işkenceler, ama onlarla birlikte tavizler başlıyor. Gel vazgeç bu
işten ey peygamber, yoksa şöyle şöyle yaparız! Ama bu peygambere değil de
inananlara oluyor daha çok. Peygambere iman eden en yakın Müslümanlar
öldürülüyor, zulme maruz kalıyor. Buna da aldırış etmiyor Müslümanlar ve
ilerlemeye de-vam ediyor din. Bu sefer işkencenin boyutu artıyor ve öldürmelere
ka-dar gidiyor iş. Ama bu dönemde bir ölürse, bin dirilmeye başlıyor
Müslümanlar. Güya İslâm’ın işini bitirecekken kâfirler bunun kendi aleyhlerine
çıktığını görüyorlar ve Müslümanları bulundukları yerden sürmeden yana
oluyorlar. Yâni işine karıştırmayacak, sürecek, çıkaracak, atacak, başka yerlere
gönderecek, haşlayacak, taşlayacak ve işini bitirecek...
Yine
hakkından gelemezse bu defa başka çareye başvuruyor kâfir o da dini ortadan
kaldırmayı deniyor. O zaman da karşısında Allah’ı buluyor ve helâk oluyor. Hep
böyle olagelmiştir bu. Bakın Ku-reyş’e böyle olmuş, Ad, Semûd, böyle olmuş, ya
da diğerleri hep böyle olmuştur. Bizim için de aynı şey geçerli, biz de hakkı
temsîlen iyi bir Müslüman olma vazifesiyle ortaya çıkarsak dalga geçecekler,
hiçe sayacaklar, aldırış etmeyecekler, aynı şeyler olacak en son bizim
şah-sımızda İslâm’ı ortadan kaldırmaya çalışacak olurlarsa o zaman da Allah’la
karşı karşıya gelip helâki hak edeceklerdir diyoruz. Bakalım bu aşamaları, bu
sahneleri, bu kademeleri Nuh kavminde ne kadar anlatılmış, Şuarâ sûresinde ne
kadarı anlatılmış bunu tanımaya çalışalım.
Nuh dedi ki onların kardeşleri olarak, takvalı
olmaz mısınız? Sakınmaz mısınız? Korunmaz mısınız? Allah’ın yasaklarını
çiğnemeye korunmaz mısınız? Allah’ın koruması altına girmez misiniz? Allah’la
korunmak istemez misiniz? Hayat programınızı Allah’tan almak istemez misiniz?
Allah tarif etsin siz de öyle yaşayın, bundan yana de-ğil
misiniz?
Çünkü ben size güvenilir bir
elçiyim. Ben Allah’tan size gönderilmiş emin bir
peygamberim.
Nuh (a.s) onlara, onların içlerinden
biri olarak dedi.
Peygamberler hep kavimlerine ey
kavmim diye hitap etmişler. Yâni kavimlerini kendilerine mal ederek hitap
etmişlerdir. Ya kavmim! Ey kavmim! Ey benden olanlar! Ey benim etim kemiğim
olanlar! Diyerek, kendilerinden biri olarak onlara hitap etmişlerdir. İşte
toplumuza karşı hitap ederken, insanlarımıza yaklaşırken bizim durumumuz da
böyle olacak. Bizler ya Nuh (a.s) gibi olacağız. Yâni ya dışımızdaki in-sanları
biz kabul edeceğiz, onlara biz diye hitap edeceğiz. Veya dışımızdaki insanlardan
birileri bizden biri olarak bizi uyarırsa o zaman da onu Nuh kabul edecek ve
onun uyarısına kulak vereceğiz.
Ben
sizlere güvenilir bir elçiyim. Nuh (a.s) da, Hûd (a.s) da, Lût (a.s) da, Sâlih
(a.s) da, Şuayb (a.s) da, İbrahîm (a.s) da biraz sonra: “İnnî leküm Resûlün
emin” diyeceklerine göre anlıyoruz ki hep-si de Resul’dur. Öyleyse Resul yeni
bir kitap getiren, yeni bir şeriat getiren peygamberdir tanımı yanıştır. Resul
ve Nebî tanımı peygamberlerin konumlarına göre aldığı isimlerdir.
Evet Peygamberler Allah’tan
haber almaları, Allah’tan haber getirici olmaları açısından Nebîdir, bu haberi
topluma yansıtmaları açısından da Resuldür. Tıpkı benim faklı konumlarıma göre
adımın değiştiği gibi. Öyle değil mi? Meselâ benim adım hanımıma göre ko-cadır,
çocuklarıma göre babadır, talebelerime göre hocadır, size göre de Alidir. Eğer
bir de ümmete idareci filan olursam o zaman emirdir, imamdır, halifedir benim
adım. İşte peygamber Allah’tan haber
getirici özelliğiyle Nebîdir, toplumuna örnekliliği yönüyle de Resuldür.
Öy-leyse bütün peygamberler hem Nebîdir, hem de Resuldür diyoruz.
Madem ki ben size güvenli bir
elçiyim, emin bir peygamberim, öyleyse sizlerin bana güvenmeniz gerekir. Çünkü
eminim ben. Öy-leyse hemen akabinde de takvalı davranın! Muttaki olun! Allah’ın
koruması altına girin! Hayatınızı Allah için yaşayan Müslümanlar olun! Muttaki
olun, ama takvayı da benden öğrenin! Yâni bana itaat ederek takvalı olun! Beni
izleyerek, beni takip ederek, benim yaptıklarımı yaparak takvalı olun! Gelin ben
size itaati öğreteyim! Gelin takvanın, Al-lah’a Allah’ın istediği kulluğun
modelini benden öğrenin!
Doğrusu şeytanlar dostlarına fısıldarlar, vahy ederler”
(En’âm
121)
İnsanların
böyle sapmasında, fıska düşmesinde en büyük rol oynayan şeytanlardır. Tüm bu
sapmalar şeytanlardandır. Takvanız şöyle olsun, namazınız, zikriniz, tesbihiniz
şöyle olsun. Eviniz şöyle olsun, ev tefrişleriniz şöyle olsun, kazanmanız
harcamanız şöyle olsun, eğitiminiz, hukukunuz şöyle olsun, hayatınız,
oturmalarınız kalk-malarınız şöyle olsun, sofranızda şunlar şunlar bulunsun vs,
vs dostlarına uygulasınlar diye sürekli vahiy ulaştırırlar. Tabii eğer
Müslümanlar Allah vahyini bırakırlar da, Allah’ın kitabının ve Resullerinin
örnekliliğini bırakırlar da dinlerini şeytan vahiylerinden öğrenmeye
kalkışırlarsa elbette bu şeytanların oyuncağı olmaktan
kurtulamayacaklardır.
Bakın Allah’ın elçisi diyor
ki:
Madem ki ben güvenli elçiyim,
öyleyse takvalı olun, Allah’la yol bulun! Hayatınızı Allah tarif etsin! Ama bana
itaat edin, bana itaat ederek yapın bu işi. Yâni itaat modelini benden alın,
kulluk modelini benden alın.
Dikkat edin, açın gözünüzü, ben bu
iş için sizden bir ecir bek-liyor muyum? Bir minnetim, bir derdim, bir sıkıntım
var mı size karşı? Yok öyle bir şey. Gelin öyleyse beni dinlemeye bakın.
Yâni insanlar karşılarında Resûlü
Emin gibi görülenlerin durumlarını kontrole hak sahibidirler. Yalan diyecekler
meselâ. Sen bun-dan yüzde yüz menfaatleniyorsun da ondan diyorsun.
Peygamberlerin böyle bir dertleri de yok. Peygamberlerin
derdi:
Benim ecrim, benim ücretim, sadece
Âlemlerin Rabbi olan Al-lah’a aittir. Ben ecrimi, ücretimi sadece Ondan
beklerim. Din alışverişinde bulunduğunuz insanlardan hiçbir ücret beklemeyin
sakın ha kesinlikle. Eğer birileriyle din alışverişinde bulunuyorsanız, yâni
Kur’an anlatıyorsanız, Sünnet öğretiyorsanız, Müslümanlığına çalışıyorsanız,
namaz öğretiyor, selâm öğretiyorsanız, sakın ha ondan bir şey beklemeyin. Benim
anladığı bunun galiba iki çözümü var:
1- Birincisi bulunduğunuz ortamda
çaylar benden diyeceksiniz. Yâni ikramsa eğer aramızda söz konusu hep biz ikram
edelim. Yâni illa da ikram konumunda bulunacaksak ikram eden biz olalım. Ama
değilse ikram konumunun dışında bulunmaya çalışmak en iyisidir. Çünkü bakıyoruz
adam bir şeyler ikram etti mi sorumluluktan kurtuluveriyor. Ama hiç böyle bir
ikram kabul etmeyince adam başlıyor, ya sen bize bir şeyler anlatmak için
çırpınıyorsun, ama biz sana hiç bir şey yapamadık demeye başlayınca da onlardan
yapmaları gereken şeyi isteme hakkımız doğacaktır o zaman. Değilse bir hocaya
bir şey ikram etti mi adam elhamdülillah bugün filan hocaya şunu, şunu ikram
ettim diyor ve bununla tatmin oluyor, işi bitiriyor.
Yâsîn sûresi Kur’an’ın özeti olan
bir sûredir. Orada peygamberlerin yalanlandığı bir ortamda şehrin en uzak
gariban mahallelerinden koşup gelen bir adam diyordu ki kavmim, ey kavmim!
Durun! Ne yapıyorsunuz siz! Yapmayın! Etmeyin bu Allah elçilerini dinleyin!
Çünkü bu insanlar:
“Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar
doğru yoldadırlar.”
(Yâsîn
21)
Onları
dinleyin, onlara itaat edin, çünkü onlar sizden bir ecir, bir ücret
istemiyorlar. Bu elçilerin dediklerini tutun, çünkü onlar bu uyarılarının
karşılığında sizden bir mükâfat, bir ücret, bir maaş, bir dünyalık istemiyorlar.
Sizden böyle bir beklentileri de yok
onların. Üs-telik kendileri de hidâyettedir onlar. Yâni sizden istedikleri
hidâyet yo-lundadır onlar. Kendileri size tebliğ ettiklerine aynen iman
etmişler, kendileri de hidâyet üzeredirler. Size başka şey söyleyip kendileri
başka şeyler peşinde değiller onlar diyordu.
Evet demek ki bir insana uymak, bir
insana tabi olmak için, bir insanın dediklerini yapmak için iki gerekçeden söz
ediliyor: Bunlardan ilki o kişinin söylediklerini sadece Allah için söylemesi,
istediklerini sadece Allah adına istemesi, yaptığı tebliğini sadece Allah rızası
için yapması, karşılığında insanlardan
hiçbir ücret istememesi, ikincisi de kendisinin bizzat hidâyet üzere olması.
Yâni söylediklerine bizzat ken-disinin teslim olup, uygular, yaşar olması. İşte
Allah’ın elçileri böyleydi. Onlar insanlara neyi emretmişlerse, neyi
istemişlerse, neyi yasaklamışlarsa onları bizzat kendi hayatlarında en güzel
şekilde uygulayan insanlardı.
Evet bunlar sizden bir ücret
beklemiyorlar, bu söylediklerini kendileri için söylemiyorlar. Öyleyse uyun
bunlara. Eğer kendileri için söylüyorlarsa namerttir bunlar
diyordu.
Biz de insanlara dediklerimizi önce
kendimiz için söyleyeceğiz. Veya biz de; bize bir şeyler söyleyen adamın
durumuna bakalım. Kendimiz insanlara bir şeyler söylerken durumumuza dikkat
edelim. Kesinlikle ücret bekleyerek konuşmayalım. Ama bize birileri bir şeyler
söyleyince de dikkat edelim. Eğer o adam kendisi için diyorsa, başka bir gâye
için dediyse, şımarıklığı için dediyse, huysuzluğu için, menfaati için, para
için dediyse, makam için, şöhret için, mevki için dediyse o zaman da onu
dinlemeyelim. Ama gerçekten de biliyorsak Allah için diyor onu kaale alalım,
itibara alalım, bunun Müslümanı olduğunu kabullenelim ve istediği gibi hareket
edelim inşallah. Evet bu âyetin ortamında ben kendimi buluyorum, sonra
karşımdakini aynı ortamda düşünüyorum. Yâni önce bu âyet bana ne dedi? Bunu
anlamaya çalışıyorum, sonra da karşımdakini. Ben ücret istemeyeceğim, karşımdaki
de ücret ister pozisyonunda olmayacak.
Önce dedi bunu, sonra bir daha dedi.
Tekrar tekrar takva emrediliyor, tekrar tekrar yolun Allah’la bulunması
öğütleniyor. Müslü-manın yapacağı iş zaten bundan başka da değildi. Biz eğer bu
peygamber sözünü insanlara ulaştırmaya çalışıyorsak peygamberin fonksiyonunu
icra ediyoruz demektir, peygamberin görevini ortaya koyuyoruz demektir ve bundan
daha büyük ne şeref olabilir de bizim için? Ya da birileri bize bunu diyorsa o
adam şereflidir, şerefli bir adamın bizden istediklerini biz gerçekleştirmeye
çalışalım inşallah.
Peygamber böyle söyleyince onlar
dediler ki:
111. "Sana mı inanacağız? Sana en rezil kimseler
uymaktadır" dediler”
Ne! Sana inanacağız ha! bu soru
değil çünkü. Cevap isteyen bir soru değildir bu. Sana inanalım mı?
Değil.
En reziller, en pespaye ayak
takımları, en düzensiz sefih insanlar sana inanmış, seninle beraber senin dinini
yaşarken biz de onlar gibi mi olalım? Biz de onlar gibi mi inanacağız şimdi?
Yâni şimdi ey peygamber bunu mu istiyorsun bizden?
Tıpkı
Bakaradaki:
"Onlara, insanların inandığı gibi siz
de iman edin! Denilince. Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?
derler."
(Bakara
13)
Evet
kendilerine haydi sizler de şu mü’minler gibi inanın, sizler de onlara benzeyin,
sizler de onlar gibi yaşayın, şu imanlarınızı mü’-minler gibi bir görüntüleyin,
şu iddialarınızı hayatınıza bir geçirin denilince diyorlar ki, yâni şimdi bizler
şu adi, şu bayağı, şu sefih insanlar gibi mi iman edeceğiz? Bunlar gibi mi amel
edeceğiz? Bunlar gibi mi yaşayacağız? derler. Çünkü iman amel demektir aynı
zamanda. Hani Allah yine Bakarada sizin imanlarınızı zayi etmeyeceğiz
buyuruyordu. Ve orada anlatılan imandan kasıt namazdı. O zaman burada iman mı
edelim? derken biz senin şu tarif ettiğin gibi mi yaşayalım?
Önceden
şöyle anlıyorduk bu âyeti: Yâni toplumun en alt tabaka insanları inanmışlar
sana, hani aklı başında, dirâyetli, kabiliyetli, inananlar var mı? gibi
anlıyorduk, ama hiç te öyle değil mânâ. Yâni sana inanan insanları görüyoruz
ağzının tadı yok, karı yok, kız yok hayatlarında, içki yok, kumar yok, saz yok,
caz yok, oyun yok, eğlence yok ne bu ya! Ben böyle inanıp ne yapacağım? Bunlar
rezil adamlar, böyle hayat mı olur? Böyle yaşam mı olur? demeye çalışmışlar.
Sefihlerden kasıt işte budur. Halbuki yine Bakaranın beyanıyla İbrahîm’in
dininden yüz çevirenler ancak sefihlerdir âyetinden anlaşılıyor ki sefihler işte
bunlardır. İbrahîm’in diniden kim yüz çevirirse gerçek sefih odur, yâni dinden
yüz çevirmek idi sefihlik. Adamlar mü'minlerde ayna gibi kendilerini görüyorlar
ve diyorlar ki biz sefihler gibi olamayız.
112,115. “Nuh: “Onların yaptıkları hakkında bir
bilgim yoktur; hesapları Rabbime aittir, düşünsenize! Ben inananları kovacak
değilim. Ben sadece açıkça uyarıcıyım" dedi.”
Nuh (a.s) dedi ki, onların
amellerinin hepsi onlara aittir. O sizin sefih kabul ettiğiniz mü’minlerin
yaptıkları ameller kendilerine aittir. O benim bileceğim bir şey değildir, benim
onunla bir ilgim alâkam yoktur. Yâni eğer biraz ciddiyetiniz varsa, anlamak
istiyorsanız, yâni ilim ve amel düzeyine eriştirebilecekseniz benim dediklerimi,
düşünün isterseniz ama onların hesabı Allah’a ait, ben onların ne yaptıklarını,
ne yapacaklarını, ciddi mi yaptıklarını, yoksa rezil mi olduklarını, rüsva
mı olacaklarını bilmem. Rabbim bana
böyle bir din göndermiş, ben de onu insanlara ulaştırıyorum. Ona iman edenleri,
onu yaşayanları da kabul etmek zorundayım, başka yapacak bir şeyim yok benim.
Dün kâfirlerin, dün Nuh kavminin
inanmayanlarının, dün Mekke müşriklerinin istediklerini maalesef bugün
Müslümanlar istiyorlar. Şu rezilleri, şu pespaye takımı, şu ayak takımını, şu
adi, şu parasız pulsuz, şu işsiz aşsız insanları yanından kovarsan ne ala
dediler. Şu talebeleri yanına sokmazsan geliriz. Bu böyle beş parasız,
diplomasız, işsiz-güçsüz, sosyal hayatı bilmeyen, aktüaliteden habersiz, veya
sosyetenin bilmem nerede hangi yemeği yediğini? Köpeğini nerede nasıl sünnet
ettirdiğini bilmeyen insanlarla oturup kalkmayı bırakırsan o zaman biz senin
yanına gelebiliriz diyen insanların da biz bugün Müslüman insanlar olduğunu
görüyoruz. Dedi ki Peygamber:
Ben bunları kovacak değilim,
kovamam, mümkün değil! Peygamberimizden de istediler bunu. Peygamberimiz bir an
meyletti buna. Sebep neydi? Çünkü çok zayıf anında yakaladılar peygamberimizi.
Peygamberimiz merhametlidir, şefkatlidir, insanların ateşe gitmelerine mümkün
değil tahammül edemez. İnsanların cehenneme gidişlerini bir an durduruvermek
bile sanki onun için büyük sevinç kaynağıdır. Böyle bir özelliği vardı
Rasûlullah’ın. Dediler ki tamam, biz de inanalım sana, amma bir şartla. Biz
gelince onlar olmasın, onlar varken de biz gelmeyelim! Yâni onları kov bile
demediler güya, dediler onlara ayrı anlat, bize ayrı anlat. Cenâb-ı Hak buna
bile izin vermedi, hemen işi kapattı:
“Onları huzurundan kovduğun takdirde
zalimlerden olursun."
(En’âm
52)
Allah Peygamberine diyordu ki sakın
o garibanları yanından kovma! Eğer bunlar garibandır diye onları yanından
kovarsan o zaman sen zalimlerden olursun!
Evet garibanları etrafımızdan
kovmamalıyız. Zira Rabbimiz buyurur ki onların hesabından siz sorumlu
değilsiniz. Onlar da sizin hesabınızdan sorumlu değildir.
Bakın yine Kehf sûresinde Rabbimiz
şöyle buyurur:
"Peygamberim! Sabah akşam Rablerinin
rızasını dileyerek ona yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının
güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine
unutturduğumuz işinde aşırı giderek kendi hevasına uyan kimseye
uyma."
(Kehf 28)
Evet görüyor musunuz Rabbimizin
uyarısını? Bu uyarının gelişinden sonra Allah’ın Resûlü çok korkmuştur. Hattâ
sahâbe-i kiramın ifadelerinden anlıyoruz ki bu âyetin gelişinden sonra Allah’ın
Resûlü biz kendisinin yanından ayrılmadıkça bizim yanımızdan ayrılamıyordu
diyorlar. Kılıçlarına kendi kılıçları, paralarına kendi paraları, evlerine kendi
evleri bakabilme özellikleri onları öyle bir kardeş yapmıştı ki aralarında ne
sosyal sınıf farkları, ne de üstünlük alçaklık anlayışları kalmıştır. Hepsi
yıkılıp gitmiştir.
Hattâ bu âyetten sonra peygamberimiz
işi bile olsa ashabının yanından kalkamazmış, sabırsız olmayayım, onları
darıltmayayım diye. Sahâbe diyor ki biz sezerdik onun bir işinin olduğunu da biz
ondan önce kalkardık, Hz. peygamber de kendine yol bulurdu. Bu kadar beraber
olurdu onlarla. Yâni zengin olanı, hoca olanı, fabrikası olanı, diploması olanı,
makamı olanı, mevkisi olanı farklı karşılarken, eğer fakiri, eğer hamalı,
garibanı, tezgahtarı, işçiyi, çırağı farklı karşılıyor-sak, ya da hocayı
kucakladığımız gibi talebeyle kucaklaşamıyorsak vay bizim
halimize!
Evet bu âyetlerden anlıyoruz ki tebliğ
edeceğimiz insanların sıralamasını biz kendi kendimize yapmayacağız.
Karşımızdaki insanları şu şekilde gruplamamız güzel olacaktır. Karşımızdaki
insan ya Müslümanlığının farkında olmayan birisidir, ona İslâm’ı ulaştıralım
belki bizim uyarımız ona fayda verecek ve adam olacaktır. Ya da mü'min-dir,
bizim anlatmamız sonucunda hayatına biraz daha çekidüzen verecektir. Öyleyse biz
neticeyi düşünmeyeceğiz. Çünkü bakın Allah âyet-i kerîmesinde belki diyor. Belki
yola gelirler, belki adam olurlar.
İnzar edeceğiz ama kovmayacağız.
Uyaracağız ama azarlamayacağız. İnzarımız onları kovma ve azarlama mânâsına
gelmeyecek, aksine onlara acıma mânâsına gelecektir. İnsanların her zaman bize
ulaşabilmeleri için imkân hazırlayacağız. İnsanlardan uzaklaşıp, fildişi
kulelerimize çekilmeyeceğiz. Allah korusun da bugün kimi hocaların evine
insanlar gündüz saat ondan önce, gece de saat ondan sonra girememektedirler.
Neden? efendim zatı alileri istirahat buyuracaklarmış. Bu gerçekten çok ayıp bir
şeydir. Allah’ın Resûlünü az evvel anlattım, onun hayatında böyle bir şey
kesinlikle yoktur. İnsanlar her an ona ulaşma imkânına sahiptiler. Gerçekten
mü'minlerin ihtiyaçları varsa gelebilmeliler, girebilmeliler, bulabilmeliler
bizi. Allah hepimizin yardımcısı olsun.
Evet tüm peygamberler böyle
yapmışlar, bunu demişlerdir.
Çünkü benim görevim apaçık bir
uyarıdır. Sadece böyle bir görevim var benim, ben başka bir görev de bilmiyorum.
Yâni ben sizi neden uyardığımı size hissettirmekle sorumluyum.
Değilse
anlamıyor adam. Kur’an oku, nasıl okuyacak? Ne yapacak okuyunca? Bunları
bilemiyor adam. Nerden başlayacak? Nasıl okuyacak? Ne edecek? anlayamıyor adam.
Bir de bu insanlar böyle kendi kendilerine Kur’an dedi diye yapmaktan çok
birileri dedi diye yapmaktan yanalar ya, öyleyse insanlara böyle genel
tavsiyelerden ziyade Nezir-i Mübîn, belâğ-ı Mübîn yapacağız. İnzarımız açık
olacak, yâni adam ne yapacağını bilecek, şaşırıp kalmayacak.
116.
“Ey Nuh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlananlardan olacaksın"
dediler.”
Dediler ki ey Nuh eğer bu işten
vazgeçmezsen, eğer bu işe bir son vermezsen senin canına okuyacağız. Kime
diyorlar bunu? Peygambere diyorlar. Öyleyse hiç de alınmaya gerek yok.
Peygambere bunu dediklerine göre bize neler diyecekler? Eğer biz de peygamber
yolunun yolcusu olabilirsek bize de diyecekler bunu. Teklifsiz bir dâvetçiye,
hatasız bir insana, günâhsız bir insana diyorlar bunu. Hatasızlığın doruk
noktadaki örneğine diyorlar bunu. Ey Nuh bu işten vazgeç! Bırak bu işi! Çünkü peygamber görevini
sürdürdükçe dışında rahatsızlanan insanlar vardı. Onun varlığından, Onun
programından, Onun hayatından, Onun mesajından rahatsız olanlar vardı.
Varlığından, durumundan, konumundan gocunanlar vardı. Onların programları,
onların anlayışları bozuluyordu. Nuh oldukça, Nuh (a.s) var oldukça, Hz. Nuh
mesajını yaydıkça, ya da Hz. Nuh varlığını sürdürdükçe yanlışlıklar fark
edilecek, herkes yanlışlarını fark edecekti. Hz. Nuh, kriter olarak, kıstas
olarak bulunacaktı.
Toplumda tek başına da kalsa yolunu, inancını,
dâvâsını sürdürmeye devam eder Allah’ın elçileri. Ya da insanlar peygamberi işte
onun için yok etmeye çalışıyorlar. Gel bir sene sen bizim İlâhlarımıza bir sene
de biz seninkine derler. Ya da arada bir bizimkine şöyle bir uğrayıver.
Veya
en azından bizimkinin aleyhinde konuşmayıver. Ya da hiç olamazsa dokunma, biz
bizimkini, sen de kendininkini yaşa. Böylece kendilerinin ki ortadan
kaybolmayacak. Kendilerininki de normal olacak. Dertleri bu adamların. Meselâ
bir toplumda bir tek kadın kapalı, ama herkes açık olsa yiyiverecek gibi olurlar
onu değil mi? Niye? Çünkü toplum içinde böyle örtülü bir kadıncağızın varlığı
açıkların varlığını ortaya koyuyor da ondan.
117,118. “Nuh: “Rabbim! Milletim beni yalanladı.
Benimle onların arasında Sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki inananları kurtar"
dedi”
Evet toplumunun bu tehdidini alan
Hz. Nuh dedi ki, ya Rabbi kavmim beni yalan saydılar. Beni yalanladılar. Ya
Rabbi benimle onların arasını sen ayır. Benimle onların arasında sen hüküm ver
ya Rabbi. Kur’an’ın diğer yerlerinde görüyoruz ki bu Allah’ın Hz. Nuh’a o kavmin
artık bir daha yola gelmeyeceğini bildirmesinden sonra olmuştur. Artık bugünden
sonra eski inananlardan başkası sana inanmayacak diyor Allah, onların asla yola
gelmeyeceklerini anlayan Nuh (a.s) da böylece dua ediyor.
Veya
Nuh sûresinin beyanıyla bunların hepsini helâk et ya Rabbi, yok et ya Rabbi!
Çünkü bunlar doğurdukları zaman ancak fâ-sık ve facir doğururlar ya Rabbi! diye
beddua etmiştir. Öyleyse bizim dâvet görevimiz, tebliğ görevimiz ancak Allah’tan
gelecek bir mesajla bitecektir. Ya da onlar bu mesajı kabullenecek o zaman
bitecektir. Veya geberecekler o zaman bizim vazifemiz sona erecektir. Ya Rabbi
kavmim beni yalan sayıyor. Dediklerimi dinlemiyorlar, kaale almıyorlar beni,
onlarla benim aramı aç ya Rabbi! Onlarla benim aramı bitir ya Rabbi! Bu görevime
bir son ver ya Rabbi! Ve beni ve benimle birlik olanları düzlüğe çıkar! İman
edenleri kurtar ya Rabbi! diye dua ediyor.
119. “Bunun üzerine onu ve beraberinde bulunanları,
dolu bir gemi içinde taşıyarak kurtardık.”
Allah da Onu ve Onunla birlik
olanları, inananları dolu bir gemide kurtardık diyor. En fazla sayıyla kırk kişi
deniyor. Yedi kişi deniyor, insanlar var, hayvanlar var. Allah kurtarıyor
onları.
120.
“Sonra da geride kalanları suda boğduk.”
Sonra onların arkasından geri
kalanları da biz boğuverdik. Onları gemide kurtardık, geri kalanları da suda
boğuverdik.
121,122. “Doğrusu bunda bir ders vardır, ama çoğu
inanmamıştır. Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.”
Şüphesiz ki bunda âyetler,
işaretler, alâmetler vardır. Bize ne anlatılıyor o zaman bu bölümde? Şu bir kaç
kişi var ya. Nihâyet toplumda horlanan, küçük görülen, taşlanan hakarete maruz
kalan, azap edilen, kaale alınmayan küçücük bir gruptular onlar. Peygambere iman
etmişler, peygamber safında yer almışlar, tercihlerini Allah ve elçisinden yana
kullanmışlar. Horlandılar, hakaretlere maruz kaldılar, ama buna rağmen
sabrettiler, dayandılar, direndiler de sonunda galip gelenler onlar oldu.
Öyleyse ey kullarım gelin Allah’a kafa tutmaya kalkmayın! Gelin benimle
savaşmaya kalkışmayın! Gelin o safta yer almayın! Gelin benim safımda yer alın,
değilse siz bilirsiniz sizin de sonunuz onlardan farklı olmayacaktır diyor
Rabbimiz. Unutmayın ki Rabbin Azîzdir, güçlüdür, intikam alıcıdır ama kendisine
kulluğa yönelenlere karşı da son derece merhametlidir.
123. “Ad Milleti de peygamberleri yalanladı.”
Ad
kavmi de Allah tarafından kendilerine gönderilen elçilerini, görevlendirilen
peygamberlerini yalanladılar. Kendilerine Rableri tarafından mahza bir rahmet
kapısı olarak gönderilen Hûd (a.s)’ı yalanladılar, Onu kaale almadılar, yok farz
ettiler, değer vermediler. Ya da kendilerine Rabbimiz tarafından pek çok
peygamberler gönderildi de onların hepsini yalanladılar.
124,135.
“Kardeşleri Hûd, onlara: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben
size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim; Allah'tan sakının ve bana itaat edin.
Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum; benim ecrim ancak âlemlerin Rabbine
aittir. Siz her yüksek yere koca bir bina kurup, boş şeyle mi uğraşırsınız?
Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz? Yakaladığınızı
zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz
şeyleri size verenden sakının; davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları size
O vermiştir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum"
dedi.”
Kendilerine
elçi olarak gönderilen Hûd (a.s) onlara dedi ki, sakınmaz mısınız? Muttakiler
olmaz mısınız? Allah için bir hayat yaşamaz mısınız? Allah’ı hesaba katarak bir
dünya yaşamaz mısınız? Allah’ın helâl haram sınırlarına riâyet etmez misiniz?
Yolunuzu Allah’la, Allah’ın diniyle bulmaz mısınız? Evet Hûd (a.s) da aynen bir
önce anlatılan Nuh (a.s) gibi aynı uyarılarla onları Allah için muttaki olmaya,
Allah’ın gösterdiği gibi bir hayat yaşamaya dâvet etti. Ben size Rabbiniz
tarafından gönderilmiş güvenilir bir elçiyim dedi. Rabbiniz sizin hayatınıza
karışmak istiyor, bunun için de beni aranızdan elçi seçmiştir dedi. Ben kendi
kendime gelmiş değilim dedi. Ben sizi aldatan bir hain değilim dedi.
Evet
Allah’ın elçilerinin tamamı güvenilir insanlardı. Onlar ne kendilerini
görevlendiren Rablerine karşı, ne de insanlara karşı, toplumlarına karşı zerre
kadar bir hıyanet içinde olmamışlardır. Düşmanlarına bile ihanet etmemişlerdir.
Düşmanları bile onlara en kıymetli emânetlerini teslim etmişlerdir. Hepsi de
yeryüzünün en güvenilir, en emin insanları olarak hayatlarını
sürdürmüşlerdir.
Allah’ın bu kutlu elçisi de aynen
ötekiler gibi toplumunu Allah için takvaya çağırıyordu. Gelin Allah’ı dinleyin,
gelin Allah için takvalı olun, Allah’ın istediği kulluğun bilincinde olun ve
bana da itaat edin, beni örnek kul bilin, takvanın modelini bende görün, benden
öğrenin, beni takip edin, benim gibi bir hayat yaşayın dedi. Toplumunu Allah’a
kulluğa ve bu kulluğun pratik göstergesi olan kendisine itaate çağırdı.
Ve
dedi ki bu işime karşılık, bu dâvetime ve bu örnekliğime karşılık ben sizden bir
ücret de istemiyorum, çünkü benim ücretim âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.
Ben Onun görevlisiyim ve ücretimi sadece Ondan bekliyorum dedi. Öteki elçiler
gibi O da bilgisini, mesaisini paraya çevirmedi. Allah vahyini para kazanma
sebebi yapmadı. Mesajını, dâvâsını sömürü aracı yapmadı. Kul olmaları için,
Müslüman olmaları için insanlara yalvardı, yakardı, ayaklarına gitti, kendini bu
yola adadı ama bunu paraya tahvil etmedi. Hiç kimseden bir şey istemedi. İşte
risâlet yolu, peygamber yolu budur.
İşte
bu Risâletin en güzel örneği insanları yalnız Allah’a kul-luğa çağırmak ve
Resullere itaate dâvet etmek ve bu dâvetin karşı-lığında kimseden bir şey
istememek ve mükâfatı sadece Allah’tan beklemektir. Bunu yaparken de sadece
Allah’ı hesap ederek yeryü-zünün zalim güçlerinin hiçbirisinden çekinmemektir.
Yeryüzü zalim-lerine alkış tutarak Müslümanlara hakaret etmemektir. Dini sömürü
aracı yapmamaktır. Dini sömürü aracı yapanlara izin vermemektir. Bakın Allah’ın
elçisinin uyarıları devam ediyor:
Bu sefer uyarı bir başka yöne doğru
kaydı. Önce kendisini ortaya koydu. Misyonunu anlattı. Allah tarafından
görevlendirilmiş bir elçi olduğunu, güvenilir bir peygamber olduğunu ve bu
uyarılarından ötürü onlardan bir ücret istemediğini, para pul peşinde olmadığını
anlattıktan sonra şimdi de toplumunu yargılamaya başladı. Toplumun yanlışlarını
dile getirmeye başladı.
Bakın
diyor ki, yoksa sizler yüksek yerlerde, yüksek tepelerde yüksek, yüksek binalar
yaparak bu dünyada ölümsüzlüğü mü arıyor-sunuz? Bunlarla kendinizi
ebedîleştirmeye mi çalışıyorsunuz? Yoksa sizler cenneti unuttunuz da, cenneti
gündemlerinizden düşürdünüz de Onu dünyada bulma cinnetine mi kapıldınız?
Dünyayı cennetleştirme kavgası içine mi girdiniz? Yoksa bu yüksek, yüksek
binalarınızla, bu teknolojileriniz, bu anıtlarınız, bu piramitleriniz, bu
kulelerinizle bir ömür tüketip, dünyayı mamur edip âhireti unutmaya mı
çalışıyorsunuz? Kendisinizi ölümsüzleştirmeye mi çalışıyorsunuz? Öldükten sonra
da insanlar üzerindeki hegemonyalarınızı sürdürmeye mi çalışıyorsunuz? Bu
hedefleriniz ne böyle hiç ölmeyecekmiş gibi? Bu koşturmalarınız ne böyle hiç
hesaba çekilmeyecekmişsiniz gibi? Bu ne böyle insanların alın terlerini saray
diye, köşk diye, fabrika diye yerlere gömüyorsunuz? Ne hakkınız var buna?
Yapıtlarınızın önünde insanların secdelere kapanmalarını mı istiyorsunuz?
İnsanları Allah’a secdeden engelleyip kendi gücünüz, kendi teknolojiniz önünde
mi eğmek, ezmek istiyorsunuz? Ne bu, üç günlük dünyaya verdiğiniz metanet?
Dünyaya verdiğiniz önemin onda birini âhirete vermiyorsunuz. Ne kadar
kalacaksınız da bu dünyada?
Yakaladığınız zaman da cebbarlar
gibi yakalıyorsunuz. Tuttuğunuz zaman, ceza verdiğiniz zaman da yaman ceza
veriyorsunuz. Yakaladıklarınıza çok kötü azap ediyorsunuz. Sizler ey kavmim
diyerek yeryüzünün en güçlü devletine, dünyanın azgın kavmine uyarıda
bulunuyordu Allah’ın elçisi. Evet Hûd (a.s) böyle yapayalnız olarak, ama Allah
desteğinde bir peygamber olarak dünyanın süper bir gücünün karşısında bunları
söylüyor, Allah için dâvetini sürdürüyordu.
Ey
kavmim, Allah için takvalı olun. Allah karşısında olduğunuzu unutmadan yaşayın.
Allah’a kulluğunuzun şuurunda olun. Allah’a olan sorumluluklarınızın bilincinde
olun. Allah için bir hayat yaşayın. Yaptıklarınızı Allah’a lâyık yapmaya
çalışın. Allah’ın istediği gibi bir takva hayatı yaşayın ve bu konuda da bana
itaat edin. Takvayı, Allah’ın istediği kulluğu, Allah’ın istediği hayatı benden
öğrenin. Bana bakın, ben nasıl bir kulluk yaşıyorsam sizler de öylece yaşayın
di-yordu. Allah’ın elçisi tek başına siyasal ve ekonomik güze sahip insanların,
devletin, toplumun karşısında İslâm’ın izzet ve şerefini
yaşıyordu.
Onların
güç ve kuvvetleri, devlet ve saltanatları karşısında zerre kadar bir çekinme,
zerre kadar bir korku duymadan dâvetini şöylece sürdürüyordu: Ey kavmim, şu
bildiğiniz şeyleri size veren Rabb’ınızdan
sakının. Davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir.
Şu bedenlerinizi, şu vücutlarınızı, şu güçlerinizi, kuvvetlerinizi, şu
akıllarınızı, şu hayatınızı, şu saltanatlarınızı, şu imkân ve fırsatlarınızı, şu
oğullarınızı, kızlarınızı, torunlarınızı, bağlarınızı, bahçelerinizi her
şeyinizi size O lütfetmiştir. Doğrusu eğer tüm bu sahip olduğunuz nimetlerin
sahibi olan Rabbinize kulluğa yanaşmazsanız, Onun için bir hayat yaşamazsanız
ben sizin hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum dedi.
Evet
büyük bir günün, size yaklaşmakta olan, kıyâmet gününün azabından sizin adınıza
endişe duyuyorum. Tüm Allah elçilerinin ortak özelliği işte budur. Onların
tamamı toplumlarını kıyâmet gününün, o büyük günün azabıyla uyarmışlardır. Evet
insanlar, toplumlar ya o gün gelmeden evvel Allah’ın emirlerine boyun bükerler,
Allah’ın istediği bir hayata yönelirler, yahut da büyük bir günün azabıyla yok
olup giderler. Ve işte böyle bir günün azabından evvel, vukuundan evvel
toplumlar uyarılmayıydı, onların herhangi bir mâzeret hakları kalmamalıydı ki
peygamberler bu uyarıyı yapsınlar. Allah’ın elçileri böyle bir günle onları
uyarsınlar ki o insanların şöyle deme hakları kalmasın.
Ya
Rabbi, madem ki bu hayat bâkî değildi, madem ki ölüm vardı, madem ki ölüm bir
son değil bir hayatın, bir hesabın başlangıcıydı, madem ki böyle bir helâk yasan
vardı, madem ki bizler Sana inanmadığımız, Senin istediğin bir hayatı
yaşamadığımız taktirde bizi helâk edecektin, öyleyse bizi niye uyarmadın? Bize
niye uyarıcılar göndermedin? Madem böyle bir cehennemin vardı da bizi niye ondan
haberdar etmedin? Madem ki böyle bir cennetin vardı da bizi niye onunla
bilgilendirmedin? deme hakları olmasın. Bizim bunlardan haberimiz yoktu diyerek
mâzeretlerin arkasına saklanma imkânları kalmasın. İşte bu uyarı kıyâmete kadar
devam edecektir. Dün bu uyarıyı Allah’ın elçileri yapmıştı, bugün ve yarın da bu
kitabın mü’mini olan insanlar yapmaya devam edeceklerdir. Şu anda bizler de
ulaşabildiğimiz tüm dünya insanlığına aynen kutlu peygamberlerimiz gibi uyarıda
bulunacağız.
Gelin
kul olan Allah’a. Gelin teslim olun Rabbinize. Gelin şu anda sahip olduğunuz her
şeyinizi size lütfeden Rabb’ınızın istediği gibi bir hayat yaşayın. Aksi
taktirde iyilerin iyiliklerinin mükâfattı olarak cennete uçacakları, kötülerin
de kötülüklerinin cezası olarak cehenneme akacakları büyük bir günün azabı sizi
beklemektedir. Sizi büyük bir günün helâki ve azabıyla uyarıyoruz demek
zorundayız ki şu insanların yarın Allah huzurunda ileri sürebilecekleri bir
mâzeretleri olmasın. Bizim bütün bunlardan haberimiz yoktu diyemesinler. Bakın
Allah’ın elçisinin bu samimi uyarılarına karşılık kavminin, o süper devletin
cevabı şöyle oluyordu:
136,138. “İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden
olma, bizce birdir. Bu durumumuz öncekilerin geleneğidir. Biz azaba uğratılacak
da değiliz" dediler.”
Ey
Hûd, bize vazedip durma. Bizim senin vaaz-u nasihatine ihtiyacımız yoktur. Bize
ister öğüt ver, ister verme. Bize nasihat etsen de etmesen de fark etmeyecek,
çünkü biz asla sana inanmayacağız diyorlardı. Allah’ın kendileri için uyguladığı
yasayı kendileri ikrar ediyorlardı. Hani Rabbimiz kitabının bir çok yerinde:
Onlar için, o kâfirler için uyarsan da uyarmasan da birdir, müsavidir, çünkü
onlar inanmazlar. İşte bakın aynen Rabbimizin buyurduğu gibi Hûd kavmi de
Rableri tarafından kendilerine gönderilmiş bir uyarıcıya öyle diyorlardı. Ey
Hûd, sen bize nasihat etsen de etmesen de, bizi uyarsan da uyarmasan da fark
etmez biz asla sana ve dediklerine inanmayacağız.
Yâni senin bu dediklerin eskilerin
masallarından, öncekilerin uydurmalarından başka bir şey de değildir. Yâni bizim
şu andaki durumumuz, yaşantımız, hayatımız eskilerin huylarından, öncekilerin
hayatlarından başka bir şey değildir. Yâni ne diyorsun sen? Neden söz ediyorsun?
Bir azaptan filan mı dem vuruyorsun? Büyük bir günün azabından filan mı söz
ediyorsun? Geç bunları. Sen bunları bizim külahımıza anlat. Biz asla azap filan
görecek değiliz dediler.
Şüphesiz
ki Hûd (a.s) toplumuna kendilerinden önceki Nuh toplumunun helâkini haber verdi.
Kendilerinden önce kendileri gibi Allah’a kulluğa yönelmeyen, Allah’ın elçisini
reddeden Nuh toplumunun bir tufanla helâk olduğunu anlattı. Onun bu uyarıları
karşısında da işte toplumun cevabı bu oldu. Geç bunları sen Hûd. Bu tür şeyler
her toplumun başına gelen şeylerdir. Bizden önce her toplum yok olup gitmiştir.
Biz de aynen onlar gibi ölüp gideceğiz. Bunun Allah’a imanla, Allah’a kullukla,
Allah elçilerine kafa tutmakla hiçbir ilgisi yoktur diyerek kendilerine gelecek
Allah azabını Allah helâkini göz ardı ettiler. İşi böyle bilimsel bir şekilde
çözümlemeye çalıştılar. Tarihsel bir açıklamayla işi geçiştirmeye çalıştılar.
Allah’ın elçisini yalanladılar.
139,140. “Böylece onu yalanladılar; Biz de
kendi-lerini yok ettik. Bunda şüphesiz ki ders vardır; ama çoğu inanmamıştır.
Doğrusu Rabbin güçlüdür, merhametli-dir.”
Evet
Onu yalanladılar, Allah’ın elçisini kaale almadılar, Biz de onları yok ettik,
helâk ettik diyor Rabbimiz. Allah’la savaşa tutuşan, Allah’ın elçisini
yalanlayan bu zalim toplumun helâk şeklini de kitabımızın başka sûrelerinden
öğreniyoruz. Rabbimiz onların üzerlerine 7 gece, 8 gündüz esen dondurucu bir
rüzgar gönderdi ki 30,40 metre boyundaki o dev gibi adamlar köklerinden sökülmüş
hurma kütükleri, hurma ağaçları gibi yerlere seriliverdiler. Topunun
defterlerini dürüverdi Rabbimiz.
Ve
şimdi şu anda onların şehirleri, sarayları insanların karşılığında iki dirhem
bile vererek satın almaya değmeyen harabeler, yıkıntılar halindedir. İşte
muhakkak ki bunda ibretler var, âyetler
var, dersler vardır. Ama insanların pek çoğu iman etmiyorlar. İnsanların pek
çoğu bu gerçekleri bilmiyorlar, anlamıyorlar. Rabb’ın ise Azîz’dir,
düşmanlarından intikam alandır, Rahîmdir, mü’min kullarına merhametiyle muamele
edendir.
141.
“Semûd milleti de peygamberleri yalanladı.”
Evet
Hûd (a.s) un toplumunun helâkinden sonra, onların hemen arkalarından gelen Semûd
kavmi, Sâlih (a.s) in toplumu da elçilerini yalan saydılar. Semûd kavmi Sâlih
(a.s) in kavmidir. Semûd kavmi bugünkü Medine ile Kudüs arasındaki coğrafyada
yaşamış bir toplum. Bu toplum da tıpkı kendilerinden önceki Nuh ve Âd kavmi gibi
Allah’ın kendilerine gönderdiği elçilerini reddettiler.
142,152.
“Kardeşleri Sâlih onlara: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben
size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim; artık Allah'tan sakının ve bana itaat
edin. Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum; benim ecrim ancak âlemlerin
Rabb’ine aittir. Burada bah-çelerde, pınar başlarında, ekinler, salkımları
sarkmış hur-malıklar arasında güven içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla
evler oyar mısınız? Artık Allah'tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah
etmeyip, bozgunculuk ya-pan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin"
dedi.”
Sâlih
(a.s) onlara dedi ki, Allah için takvalı olmaz mısınız? Muttaki olmaz mısınız?
Hayatınızı Allah için yaşamaz mısınız? Allah’ı hesaba katarak bir hayat yaşamaya
yanaşmaz mısınız? Allah’ın haram helâl sınırlarına riâyet etmez misiniz? Beni
dinlemez misiniz? Benim örnekliğimi kabul etmez misiniz? Şüphesiz ki ben Rabbim
tarafından size görevlendirilmiş güvenilir bir elçiyim. Ben size yaptığım bu
elçiliğimin, bu örnekliğimin, bu tebliğimin karşılığında sizden bir ücret
istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Ben mükâfatımı
sadece Ondan beklerim.
Zannediyor
musunuz ki yaşadığınız bu ülkede, yaşadığınız bu coğrafyada, bu nimetlerin
içinde terk edileceksiniz? Kendi halinize ebedîyen yaşayıp gideceğinizi mi hesap
ediyorsunuz? Bağlar, bahçeler, pınarlar arasında, ekinler, mahsuller, meyveler,
nimetler arasında yaşayıp gideceğinizi mi zannediyorsunuz? Dağları yontup evler,
saraylar, köşkler mi yapıyorsunuz? Keyfinize göre bir hayat mı yaşamaya
çalışıyorsunuz? Allah’tan korkun da bana itaat edin. Benim gibi Müslümanlar
olun. Her zorba kişinin emrine boyun eğmeyin. Yeryüzünde Allah yasalarını
tanımayan, yeryüzünde Allah’ın koyduğu düzeni bozan, bozgunculuk yapan, Allah’la
barışık olmayan, Allah’la çatışma içinde olan zorba ve zalimlere itaat etmeyin.
Onların arzu ve yasaları istikâmetinde bir hayat yaşamayın.
Evet kitabımızın pek çok yerinde
anlatılan Sâlih (a.s) in toplumu da böyle Allah’la çatışma içinde bulunan,
Allah’ın yeryüzünde koyduğu kulluk programını reddedip kendi keyiflerince bir
hayat yaşayarak dünyada ölümsüzlüğü hedefleyen bir toplumdu. Dünyayı cennete
çevirmeye çalışan, âhireti unutan, kendi keyiflerince yaşamaya çalışan bir
toplumdu. Kendilerine Rableri tarafından gönderilen, emin bir elçi olan,
kendilerinden hiç bir ücret istemeyen Sâlih (a.s)’ı reddeden ve Ona karşı
aralıksız savaşlarını sürdürme kararında olan şımarık bir toplum. Zorbaların,
egemenlerin elinde halk zavallı bir durumdadır. Zalimlerin, zorbaların emrine
boyun bükmüş olan zavallı halkı uyarıyordu Allah’ın elçisi. Gelin ey insanlar
Allah’la çatışma içinde olan bu zalimleri dinlemeyin, onlara itaat etmeyin
diyordu.
153,154.
“Sen şüphesiz büyülenmişin birisin; bizim gibi bir insandan başka bir şey
değilsin. Eğer doğru sözlü isen bir belge getir"
dediler.”
Onun
bu çırpınışları karşısında bakın kavmin cevabı böyle oluyordu. Ey Sâlih
gerçekten sen büyülenmişlerdensin. Sen sihre uğramışsın. Sen bizim gibi bir
beşersin. Şimdi biz senin Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu
nereden bilelim? Senin bizden bir farkın yok ki? Sen de tıpkı bizim gibi yiyen,
içen, çarşı pazar dolaşan, baba olan, koca olan, hasta olan birisisin. Eğer
gerçekten sen Allah’ın el çisiyse haydi o zaman bize bir âyet getir de görelim
dediler.
Halbuki
Sâlih (a.s) onlara ben bir İlâhım, ben insan üstü bir varlığım filan dememişti.
Ben istediğim her şeyi yaparım, benim her şeye gücüm yeter, beni Rab ve İlâh
bilin ve bana kulluk edin filan da dememişti. Hiçbir peygamber böyle bir şey
dememiştir zaten.
Tarih
boyunca tüm peygamberlerin dediği sadece şudur. Biz Allah’ın elçileriyiz. Biz de
sizin gibi birer kul, birer insanız, birer beşeriz. Bizim sizden farklı bir tek
yönümüz var, o da Rabbimiz bizi elçi seçmiş,
bize vahyini gönder miştir. Bizler de aynen sizler gibi Rab-bimize kulluk
etmekteyiz demişlerdir. Evet Sâlih (a.s) da onların bu âyet taleplerine karşılık
Rabbinden gelen bir âyeti onlara göstererek buyurdu ki:
155,157.
“Sâlih: “İşte belge bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı belirli bir gün onun ve
belirli bir gün de sizindir; sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa sizi büyük
günün azabı yakalar" dedi. Onlar ise deveyi kestiler; ama pişman da
oldular.”
İşte
bir deve. Buyurun âyet istiyordunuz. Peygamber oluşuma delil bir âyet talep
ediyordunuz. İşte Allah’tan bir âyet dedi. Rabbimizin âyeti bir deveydi. Önceki
sûrelerde uzun uzun açıklamalarda bulunduk. Rabbimizin onlara gönderdiği bu deve
âyeti onların uğraşları cinsindendi. Onlar yeryüzünde, ovalarda evler
yontuyorlar, saraylar, köşkler yapıyorlardı. Böyle bir yola girmelerinin sebebi
de anlayabildiğimiz kadarıyla kendilerinden önceki Nuh kavmi bir tufanla, Âd
kavmi de bir rüzgarla helâk olmuşlar ve işte onlardan sonra gelen Semûd toplumu
her ikisini de düşünmüş olsalar gerek ki hem tufana hem de rüzgara karşı
dayanıklı olsun diye böyle sağlam ve muhkem meskenler yapmaya çalışıyorlardı.
Dağları, kayalıkları yontup evler yapıyorlardı. Ne sudan, ne rüzgardan
etkilenmeyeceklerdi.
İşte böyle güya kendilerini sağlama
almışlığın şımarıklığı içinde Sâlih (a.s)’a diyorlardı ki eğer sâdıklardansan
haydi bize bir âyet getir de görelim. Allah ta onlara bir deve âyeti gönderdi.
Kitabımızın başka sûrelerinde anlatıldığı gibi bir gün kuyuların suyunu deve
içecek ikinci gün kavim içecekti. Ve mahza hayır olan bu deve bir önceki gün
içtiği suyu süt olarak kavme ikram edecek, tüm kavmi doyuracaktı.
Evet
onlar âyet istemişlerdi Allah ta böyle istedi. Elbette her âyetin bir
sorumluluğu vardı. Ve bu Allah âyeti olan deve onlara karşı Sâlih (a.s) in
destekçisi olacaktı. Deve Sâlih (a.s) safında yer alacak ve zalim toplumun
sömürü düzenlerine dur diyecekti. Su içme nöbeti o deveye geldiği zaman onlar
buna izin vermeyecekler, onun hakkına karşı çıkacaklar, ama onun sütünden de
istifade etmeye çalışacaklardı. Deveye hayat hakkı tanımayacaklardı ama onun
ürettiğini de yiyip içmeye çalışacaklardı.
Tıpkı
şu anda hayat hakkı tanımadıkları Müslüman halkın sırtından geçinmeye çalışan
kâfirler gibi. Eğer bu ülkede su varsa bu suyun yarısı deve vasıtasıyla halka
ulaştırılacaktı. Bu deve sayesinde yöneticiler suya tamimiyle egemen
olamayacaklardı. Bir ülkedeki altın, gümüş, petrol, orman, deniz ürünleri
aslında mutlak anlamda halkın ortak malıdır. Ama topluma egemen olan güçler
yöneticiler insanları, halkı bunlardan alıkoyuyorlar, bunlara kendileri
sahiplenmeye çalışıyorlar. İşte Sâlih (a.s) in mûcizesi olan bu deve zalimlerin
bu sömürülerine dur diyordu.
Evet sömürülerine dur diyen bu
deveyi öldürdüler. Ama bu yaptıklarından pişman da oldular. Çünkü Sâlih (a.s) in
devesi öteki develere benzemiyordu. Farklı bir görüntüsü ve misyonu vardı.
Allah’ın bir âyeti, bir mûcizesi olduğu için diğer develer ona yaklaşamı-yordu.
Toplum Allah’ın bu âyetine dayanamayıp onu öldürünce Allah’ın elçisi Sâlih (a.s)
onlara üç gün mühlet verdi. Dedi ki bekleyin üç gün ülkenizde. Bu yaptığınıza
karşılık Allah’ın azabı size gelecek di-yordu. Bu arada Sâlih (a.s)’ı da
öldürmeye teşebbüs ediyorlardı da:
158,159.
“Bunun üzerine onları azab yakaladı. Doğrusu bunda bir ders vardır, fakat çoğu
inanmamıştır. Rab-bin şüphesiz güçlüdür,
merhametlidir.”
Bunun
üzerine Allah’ın azabı onları yakalayıverdi ve işleri bitti. Beklediklerinin
aksine, önceki toplumlardan çıkardıkları derslerin zıddına ne tufanla, ne de
rüzgarla helâk olmadılar. Allah onlara öncekilere gönderdiğinden farklı bir
helâk gönderdi. Korkunç bir sayha, müthiş bir çığlıkla evlerinde, saraylarında,
yonttukları mağaralarında kendilerine gönderilen o sayha, o çığlık sınır
tanımadı da o insanlar hayvanların yemeyip de ezdiği kesmik kırıntılarına
dönüverdiler. İşte bunda da ibretler vardır, âyetler vardır.
Öyleyse
ey şu anda tıpkı Sâlih (a.s) in helâk edilen toplumunun rolünü oynayan, Allah’ın
kendilerine gönderdiği elçisiyle, Allah’ın âyetleriyle savaşa tutuşan
Mekkeliler, ve yine ey şu anda aynı tavrı sürdüren yirminci asrın kâfirleri
düşünmüyor musunuz? Anlamıyor musunuz? Siz onlardan daha güçlü olduğunuzu mu
zannediyorsunuz? Sizler kendinizi Semûd’dan daha kuvvetli olduğunuzu ve Allah’la
baş edebileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Unutmayın ki Allah’ın düşmanlarına nasıl
bir helâk göndereceği hiç belli olmaz. Bunu sadece Allah bilmektedir. Aklınızı
başınıza alın.
İşte
bakın Rabbimiz bu âyetleriyle, bu örnekleriyle tüm insan-lığı uyarmaktadır. O
gün Mekkelilere, bugün de tüm dünyalılara, kıyâmete kadar da tüm insanlığa
uyarısı ulaştırıyor. Ama buna rağmen insanların pek çoğu anlamıyorlar,
inanmıyorlar. Lâkin bilesiniz ki Rab-bimiz Azîzdir, kendisine karşı savaş
verenlerden intikam alıcıdır. Rahîmdir, kendisine kulluk edip Müslüman olan
kullarını şerefli kılandır. Ve bundan sonra yine tarihi yolculuk devam
ediyor.
160.
“Lût milleti de peygamberleri yalanladı.”
Şimdi
de Lût (a.s) ve toplumu anlatılacak. Savaş bir başka bölgeye kaydı. Rabbimiz bir
başka bölgeyi de tanıtacak bize. Başka hiç bir kaynaktan elde edebilme imkânına
sahip olmadığımız bir başka tarihle, bir başka coğrafyayla tanıştıracak, bir
başka bilgiyle bizi şereflendirecek. Bir başka tarihi konuyla bize hidâyet
edecek, yol gösterecek Rabbimiz. Az evvel tanıdığımız Semûd kavminin yaşadığı
böl-genin biraz daha kuzeyinde, Kudüs yakınlarında, Filistin topraklarında
yaşamış bir kavimdir Lût kavmi. Onlar da kendilerinden öncekilerin yolunda
gittiler ve Allah’ın kendilerine gönderdiği Lût (a.s)’ı yalanladılar,
reddettiler. Sadece Lût (a.s)’ı değil tabii kendilerine gönderilen tüm
elçilerini yalanladılar. Kardeşleri Lût (a.s) onlara dedi
ki:
161,166.
“Kardeşleri Lût, onlara: “Allah'a karşı gel-mekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben
size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat
edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum; benim ecrim ancak âlemlerin
Rabbine aittir. Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar
arasında, erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz azmış bir milletsiniz"
dedi.”
Ey
kavmim, Allah’a karşı gelmekten, Allah’la çatışmaya girmekten sakınmaz mısınız?
Muttakiler olmaz mısınız? Gelin vazgeçin bu yanlışlarınızdan. Gelin hayatınızı
Allah için yaşayın. Gelin Allah buyursun siz yapın. Hayat programınızı Allah
belirlesin. Ben sizin için Allah tarafından gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Tıpkı kendisinden önceki Allah elçileri gibi o da topunuzu Allah’a imana ve
kulluğa çağırdı. Kendisine itaate ve Allah’a kulluğa çağırdı. Ben sizden bir
ücret de istemiyorum dedi. Benim ücretim âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir
dedi. Hiçbir peygamberin zaten dünya malı ve mülküyle ilgisi yoktur. Onların tek
derdi insanlar Allah’a kul olsunlar ve cennete gitsinler. Asla Allah’a ihanet
etmiyorlar. Bunlar, bu istedikleri öteki peygamberlerle
aynıdır.
Öteki peygamberlerden farklı olarak
Lût (a.s) un da kavminden istediği şudur: Ey kavmim, sizler şu âlem içinde,
insanlar içinde kadınları bırakıp ta erkelere mi gidiyorsunuz? Kadınları bırakıp
erkeklerle beraber mi oluyorsunuz? Fıtrat dışına mı çıkıyorsunuz? Rezil bir
hayatın adamı mı oluyorsunuz? Halbuki Allah’ın yasası sizin yaptığınızın tamamen
aksidir. Hayatın devamı için, neslin devamı için Rabbimiz bir erkekle bir
kadının beraberliğini istiyor. Nikâh ilişkisiyle bu iki cinsin bir araya
gelmesini emrediyor. Siz ne yapıyorsunuz? Doğrusu bu halinizle sizler azmış bir
milletsiniz.
Evet işte böyle keyiflerine göre
ahlâksızca bir hayat yaşayan zalim bir toplum içinde onları Hakka, doğruya
çağıran bir peygamber. Ve üstelik kendisine iman etmiş sadece iki kızcağızından
başka hiç kimse de yok. Karısı da inanmamış. Kavmini güzel ahlâka çağırıyor.
Nikâhlı, tertemiz bir hayata dâvet ediyor. Erkeklerin kadınlarla doyuma
ulaşacakları helâl bir hayata çağırıyor. Bakın ahlâksız, azgın toplumu onun bu
dâvetine karşılık şöyle diyordu:
167.
“Ey Lût! Bu sözlerinden vazgeçmezsen, mutlaka kovulacaksın”
dediler.”
Allah’ın
sınırlarını ihlâl eden kavim dediler ki ey Lût vazgeç bu işten. Eğer bu işten
vazgeçmezsen seni bu ülkeden, bu şehirden çıkaracağız, kovacağız, süreceğiz. Sen
bu kadar iffetli, bu kadar na-muslu davranmaya devam edersen, atacağız
okullarımızdan, atarız askeriyemizden, süreriz dairelerimizden. Görüntünle,
kılık kıyafetinle, sözlerinle, davranışlarınla bizi rahatsız edip durma dediler,
tehdit ettiler Allah’ın elçisini. Onların bu tehditlerine karşı bakın Allah’ın
peygamberi şöyle diyordu:
168,169.
“Lut: “Doğrusu yaptığınıza çok kızanlardanım. Rabbim! Beni ve ailemi bunların
yapa geldikleri kötülükten kurtar" dedi.”
Doğrusu
bu yaptıklarınıza çok kızanlardanım. Yâni sizin bu tavrınıza bir eleştiri
getireceğim ve şunu kesinlikle bilesiniz ki ben mutlaka sizinle savaşımı
sürdüreceğim. Rabbim adına sizi uyarmaya, sizi Hakka dâvete devam edeceğim.
Haydi siz de elinizden ne geliyorsa, ne yapabilecekseniz onu yapın. Elinizden
geleni arkanıza koymayın der, sonra da Rabbine dua eder, Rabbine sığınır.
Ey
Rabbim, beni ve ehlimi bunların yaptığı işlerden, bunların küfür ve
isyanlarından koru. Senin yardımın ve korumanla ben böylece bu adamların
yaşadığı rezil bir hayatın içine düşmeyeyim. Senin istediğin gibi iffet ve haya
içinde Müslümanca hayatımı devam ettireyim diyordu. Onların pisliklerinden
kendisine sığınan elçisine bakın Rabbimizin cevabı da şöyle
oluyordu:
170,175.
“ Bunun üzerine geri kalan yaşlı bir kadın dışında, onu ve ailesini, hepsini
kurtardık. Diğerlerini yerle bir ettik.Üzerlerine de yağmur yağdırdık. Uyarılan
fakat yola gelmeyenlerin yağmuru ne kötü idi! Şüphesiz bunda bir ders vardır,
ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu Rabbin güçlüdür,
merhametlidir.”
Bunun
üzerine geriye kalan karısı hariç onu ve kendisine inanmış ehlini kurtardık,
diğerlerini de yerle bir ettik diyor Rabbimiz. İşte kavmi helâk etmek için
melekler geldiler, ahlâksız toplum Lût (a.s) un evine
misa fir
gelen o meleklere sahip olmak istediler. Nihâyet helâk vakti gelmişti. Lût (a.s)
iki kızıyla birlikte şehri terk edecek ve sabaha doğru kavim helâk edilecekti.
Lût (a.s) ve beraberindeki kızları arkasına dönüp bakmayacaklardı. Karısı da
onlarla beraber çıkacak ama azabın gürültüsüyle arkasına dönüp bakacak ve o
helâk edilenlerden olacaktı. Zaten geriye kalanların topunu yerle bir ettik
diyor Rabbimiz. Melekler o şehirleri kaldırdılar ve yerle bir ettiler.
Üzerlerine azap yağmuru yağdırdılar. Taşlar yağdırdılar ve işlerini
bitiriverdiler.
Ve işte böylece Allah’la savaşa tutuşmuş bir
toplum daha tuzlu sular altında kendilerine hazırlanmış korkunç bir cehennem
beklentisi içindeler. İşte bunda da âyetler vardır. Ahlâksızlıklarının
karşılığını bulan bu toplumda da büyük ibretler vardır. Halbuki ahlâksızlar,
Allah’ın istediği tertemiz bir hayatı kabul etmiş olsalardı bu azabın mahkumu
olmayacaklardı. Hem dünyaları güzel olacaktı, hem de âhireti kazanmış
olacaklardı. Ama aşırı gittiler. Allah ve elçisini dinlemediler. Azgınlaştılar.
Aşırı cinsel özgürlük kadınlardan zevk almaz hale getirdi onları. Kadınlardan
bıktılar da nihâyet erkeklere yöneldiler. Artık bunun ötesinde başka nasıl bir
hayatın adamı oldularsa bilemiyoruz. Ve işte böyle rezil bir hayatın sonunda
rezil bir helâkle helâk olup gittiler.
Bundan sonra yine tarihten bir dosya
daha açacak Rabbimiz. Tarihi sıra şimdi de bizi Şuayb (a.s)’la karşı karşıya
getirecek. Eyke ve Medyen ahalisiyle tanışacağız.
176.
“Ormanlık yerde oturanlar, Eykeliler de peygamberleri
yalanladı.”
Tıpkı
Medyen’liler gibi Eyke’liler de ekonomik sömürüden yana olan bir topluluktur.
Onlar da peygamberlerini yalanladılar. Peygamberleri Şuayb (a.s) onlara dedi
ki:
177,184.
“Şuayb onlara: “Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size
gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin.
Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum, benim ecrim ancak âlemlerin Rabbine
aittir. Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın.
İnsanların hakkını azaltmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık
çıkarmayın. Sizi ve daha önceki nesilleri yaratandan korkun”
dedi.”
Ey
kavmim, Allah’a karşı gelmekten sakının. Ekonomik bozukluğu, ekonomik sapıklığı
Allah’a kafa tutacak boyuta ulaştırmayın. Muttakiler olun. Allah’ın istediği
gibi hareket edin. Allah sizin için ekonominin sınırlarını belirlemiştir.
Allah’ın sınırlarını aşmayın. Ben size Rabb’ınızdan gönderilmiş güvenilir bir
elçiyim. Bana itaat edin. Beni örnek bilin. Benim gibi hareket edin. Ben bu
elçiliğime, bu örnekliğime, bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum.
Ben sizin malınıza, mülkünüze karışıp ta onlara sahip olmak derdinde değilim.
Benim derdim, benim sıkıntım sadece sizlerin Müslümanlar olmanız. Ben sadece
sizin kurtuluşunuza dâvetiye çıkarıyorum. Ben sadece Rabb’ımdan bana
bildirilenleri size aktarıyorum. Gelin Allah’ı devre dışa bırakarak bir hayat
yaşamaktan vazgeçin de hayatınızı Allah için yaşayın.
Evet
işte aynı sözler, aynı ifadeler kıyâmete kadar devam edecek. Bu genel
ifadelerden sonra her bir peygamber geldiği toplumun ön plana çıkmış sıkıntısı
neyse, problem hangi noktada odaklanıyorsa uyarılarını o noktada yoğunlaştırıyor
görüyoruz. Bakın şöyle diyor Allah’ın elçisi:
Ey
kavmim! Ölçüye ve tartıya riâyet edin. Kavim gerçekten çok büyük maddî imkânlara
ulaşabilecek dünyanın en büyük ve önemli bir ticaret merkezinde bulunmaktadır.
Oturdukları bölgede helâl yollarla doyuma ulaşmalarını zaten Rabbimiz
kendilerine lütfetmişti. Ama onlar helâlle yetinmeme, temizle iktifa etmeme gibi
bir doyumsuzluğun cinnetine kapılmışlar. Elbette insanların aç kalmaları
pahasına, insanları aç bırakma pahasına kendilerinin aşırı doyumunu hedeflemiş
insanlar temizden, helâlden hoşlanmazlar. Böylelerini ancak ölüm doyurur.
Çalarlar, çırparlar, helâl haram sınırlarını çiğnerler.
İşte
bakın Allah’ın elçisi Şuayb (a.s) diyor ki, yapmayın, etmeyin ölçüyü tartıyı
bozarak insanların mallarını eksiltmeyin. İnsanların ceplerine el atarak onların
paralarını, eşyalarını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, fesat
çıkarmayın. Enflasyon gibi haram yollarla, hilelerle insanları sömürmeye
kalkışmayın. İnsanların alım güçlerini eksiltmeyin. Paralarının değerini
düşürmeyin. Sizi de sizden öncekileri yaratan, tüm yaratıkları yaratan Allah’tan
korkun. Evet Onun bu dâveti ve uyarıları karşısında bakın toplumu diyor ki:
185,187.
“Sen ancak büyülenmiş birisin. Bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin.
Doğrusu seni yalancılardan sanıyoruz. Eğer doğru sözlü isen göğün bir parçasını
üzerimize düşür" dediler.”
Dediler
ki sen ancak büyülenmiş bir kimsesin. Tıpkı kendilerinden öncekilerin dediği
gibi dediler. Allah kendilerine vahy etti, şeytan da vahy etti. Onlar Rablerinin
vahyini değil de şeytanların vahiylerine kulak verdiler de dediler ki ey Şuayb
sen bizim gibi bir beşersin. Senin bizlerden bir farkın yoktur.
Ve
biz zannediyoruz ki sen yalancının birisin. Bütün bunları kendin uyduruyor ve
Allah’a izafe etmeye çalışıyorsun. Bırak bu ağızları. Bizim ekonomik
anlayışlarımıza, düzenimize, dünya hâkimiyetimize burnunu sokup durma. Karışma
bizim işlerimize. Sen kim oluyorsun da bizim düzenimizi eleştiriyorsun?
dercesine Ona meydan okudular. Dediler ki eğer doğru sözlü isen haydi o zaman
gökten üzerimize bir parça indir de görelim. Haydi bize bir azap getir dediler.
Allah elçisinden bir belâ, bir azap istediler. Tüm dünyanın ekonomik gücüne
sahip olan kimseler olarak ne Allah’ın, ne de peygamberin asla kendileriyle baş
edemeyeceği gururuna kapıldılar. Kendi güç ve kuvvetlerine güvendiler,
şımardıkça şımardılar. Şuayb (a.s) dedi ki:
188.
“Şuayb: "Rabbim yaptıklarınızı çok iyi bilir"
dedi.”
Rabbim
yaptıklarınızı daha iyi bilir. Rabbim durumunuzu daha iyi bilir. Ne haldesiniz?
Neye lâyıksınız? Neyi hak ettiniz? bunu ben değil Rabbim bilir. Bu konuda yetki
bende değil Allah’tadır. Azabı gönderme yetkisi bana ait değildir. Siz yanlış
kapı çaldınız. Allah’tan istenmesi gereken bir şeyi benden isteme cehaletinde
bulundunuz, benim buna gücüm yetmez dedi.
189.
“Ama onu yalanladılar. Bunun üzerine onları bulutlu bir günün azabı yakaladı.
Gerçekten o gün azabı büyük bir gündü.”
Evet
kavmi Onu yalanladı. Bunun üzerine Rabbimizin değişmeyen bir yasası olarak
onları bulutlu bir günün azabı yakalayıverdi. Gölge gününün azabı yakalayıverdi
onları. Onların üzerine sanki buluttan azap yağıyordu, helâk yağıyordu.
Gerçekten bu büyük bir azap günüydü. O günün azabı çok
büyüktü.
190,192.
“Doğrusu bunda bir ders vardır. Fakat çoğu inanmamıştır. Rabb’ın
şüphesiz Güçlüdür, merhametlidir. Şüphesiz Kur’an âlemlerin Rabb’ının
indirmesidir.”
Eyke’lilere
gökyüzündeki bir buluttan azabın yağması, Med-yen’lilere de bir sayha, bir
deprem ve çığlık gönderilip yok edilmesi. Her topluma amelinin karşılığında bir
ceza takdir edilmesi. İşte bunların hepsinde bir âyet, bir ibret, bir uyarı
vardır. Öyleyse Ey Mekkeliler, ey dünyalılar eğer sizler bu anlatılanlardan
ibret almaz ve Rabb’ınızla çatışma içinde bir hayata yönelirseniz, sizler de
Nuh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb (a.s)’ların toplumlarının düştüğü yanlışlara
düşerseniz kesinlikle bilesiniz ki sizler de onların âkıbetine
hazırlanmaktasınız. Kesinlikle onların başlarına gelenler sizin başınıza da
gelecektir. Ama insanların pek çoğu inanmamaktadır. Ama Rabbin ise Azîz ve
Rahîmdir. Düşmanlarından intikam alan, dostlarına da sonsuz merhamet edendir.
Evet bütün bunlar, başta Mûsâ (a.s),
sonra İbrahîm (a.s), sonra Lût, Hûd, Sâlih ve Şuayb (a.s)’lar gündeme alınarak
bir dünya yaşanacak, bir tarih sorgulanacak, bir tarih göz önüne getirilecek,
ibretler, dersler sergilenecek, insanların kurtuluş yolları belirtilecek ve
bunlar o kadar âhenkli sunulacak ki hiçbir kimsenin bu sözlere itiraz hakkı
olmayacak. Ve yine hiç bir kimsenin kendisinde cevap hakkı bulması da mümkün
olmayacak. Acaba bu sözler kime ait? Bunları kim söy-lüyor? Bu sözler nereden
geldi? Bu sözleri Allah’tan başka birisinin söylemesi, bu bilgileri Allah’tan
başka birilerinin bilmesi mümkün mü? Aklı başında herkes diyecek ki gerçekten bu
Kur’an Rabbinden indirilmektedir. Bunu Ondan başka birinin söylemesi de, bilmesi
de mümkün değildir.
193,197.
“Ey Muhammed! Apaçık Arap diliyle, uyaranlardan olman için onu, Cebrâil senin
kalbine indirmiştir. O, daha öncekilerin kitabında da zikredilmiştir. İsrâil
oğulları bilginlerinin bunu bilmeye bir delilleri yok
muydu?”
Bu kitabı, bu haberleri göklerin ve
yerin, doğuların ve bâtıların, arşın ve kürsi’nin, meleklerin ve insanların
Rabb’ı, hakimi, otoritesi indirmektedir. Onu Cibril’i Emin indirdi. Bu Kur’an’ı
sana Ruh’ul- Emin, Rabb’ından aldı ve senin kalbine indirdi. Sen uyarıcılardan,
peygamberlerden olman için. Hem de apaçık bir Arapça ile. Herkesin
anlayabileceği, insanların konuştukları bir dille indirdi. Herkes anladı Onu.
Bir kadın olarak Hatice anamız anladı mü’min oldu, küçük bir çocuk olan Hz. Ali
efendimiz anladı mü’min oldu, bir köle olan Hz. Zeyd anladı mü’min oldu, Bilal
anladı mü’min oldu, orta yaşta bir insan olan Ebu Bekir efendimiz anladı mü’min
oldu. Velid Bin Muğıre, Ebu Cehil anladı kâfir oldu. Toplumda bu Kur’an’ı
anlamayan bir tek insan yoktu.
Onun
içindir ki Mekkeliler Ebu Bekir’in okuduğu Kur’an’a engel olmaya çalışıyorlardı.
Ey Ebu Bekir, buna asla izin veremeyiz, çünkü senin okuduğun Kur’an bizim
çocuklarımızın kalplerine tesir ediyor diyorlardı. Abdullah Bin Mesud Rahmân
sûresini Kâbe’nin avlusunda okuyunca tüm müşrikler üzerine çullandılar ve
öldüresiye dövdüler onu. Evet nasıl ki o gün bu Kur’an’ı anlamayan yoksa bugün
de herkes bunu anlamak zorundadır. Herkes bu kitabı anlayabileceği cinsten
okumak zorundadır. Yâni bu kitaba iman eden anlaya, anlaya iman edecek, inkâr
eden de anlaya, anlaya inkâr edecektir. Bunun başka bir yolu yoktur.
Değilse
anlamadan okunan bir Kur’an’da, anlamadan iman edilen bir Kur’an’da hayır
yoktur. Üzerinde düşünülmeden, ne dediği bilinmeden okunan bir Kur’an’a nasıl
Kur’an diyebileceğiz de? Böyle reddedenler neyi reddettiklerini
söyleyebilecekler de? Hayata karışmayan, kalbe etki etmeyen bir kitaba nasıl
Kur’an denebilecek de? Bana konuşmayan, bana bir şeyler söylemeyen, bana ümitler
vermeyen, bana korkular sunmayan, bana şunu yap, bunu yapma demeyen bir Kur’an,
Kur’an değildir. Bizler de bugün tıpkı o gün Rasûlullah’ı dinleyip de iman
edenler gibi iman etmek zorundayız. Çünkü bu kitap insanların bildiği, konuştuğu
bir dille, apaçık Arapça bir lisa nla
indirilmiştir.
Efendim, o zaman biz Arap değiliz,
biz bir Arap anadan babadan dünyaya gelmedik, binaenaleyh bu kitabı anlayamayız
şeklinde bir itiraza gelince. Meselâ bakın şu okuduğumuz Şuarâ sûresinde İbrahîm
(a.s), Mûsâ (a.s), Nuh (a.s), Sâlih (a.s) ve Şuayb (a.s) lar gündeme alındı. Bu
peygamberlerin toplumlarıyla olan kavgaları anlatıldı. Ve bu konular Muhammed
(a.s)’a ve toplumuna örnek gösterildi. Yâni her peygamberin kavmiyle mücâdelesi
anlatıldıktan sonra da denildi ki muhakkak
ki işte bütün bunarda âyetler vardır, ibretler vardır. İşte bu ifade, bu
âyet ortak özellik oldu.
Daha önceki kitaplarda da bu kitabın
geleceği müjdelenmiş, haber verilmişti. Daha önceki peygamberleri de kendilerine
bu kitabın geleceğini haber vermiş olmalarına ve bu son kitaba iman etmeleri
konusunda kendilerinden apaçık bir ahit almalarına rağmen şimdi bu İsrâil
oğullarının âlimlerinin bunu bilmeye bir delilleri yok mu? Çok delilleri var ama
yine de iman etmiyorlar.
198,199.
“Biz Kur’an'ı Arapça bilmeyen kimselerden birine indirseydik de o bunları
okusaydı yine de ona inanmazlardı.”
Kitabın
Arapça olarak indirilmesi konusunda da bakın Rabbi-miz şöyle bir açıklamada
bulunuyor. Şâyet Biz bu Kur’an’ı Arapça bilmeyen birine, Arap dilini konuşmayan,
insanlara Arapça açıklamada bulunamayacak birine indirmiş olsaydık, o da bunları
onlara okumuş olsaydı yine de ona inanmayacaklardı. Yâni hiç Arapça’yı bilmeyen
bir insan bir anda bunu onlara Arapça olarak okumuş olsaydı yine de iman
etmeyeceklerdi. Yâni hiç düşünmeyeceklerdi bile. Yahu bu adam Arapça bilmezken,
Arapça konuşamazken nasıl oldu da böyle birden bire böyle bir Kur’an’ı
okuyabiliyor? diyerek hayrete gelip böyle olağanüstü bir durum karşısında daha
kolay iman etmeleri gerekirken yine de şu iman etmeyenler inanmayacaklardı diyor
Rabbimiz. Bundan dolayıdır ki ey peygamberim, sen onların ey Muhammed sen
aramızdan birisin, sen içimizden bir beşersin gibi söyledikleri sözlerine asla
üzülme.
200,202.
“Suçluların kalplerine Kur’an'ı böylece sokarız da, can yakıcı azabı görmedikçe
ona inanmazlar. Bu azab onlara haberleri olmadan
geliverecektir.”
Biz
böylece o Kur’an’ı mücrimlerin, günâhkârların, suçluların kalplerine soktuk,
işlettik, yerleştirdik. Yâni Allah’ın Resûlü sürekli okudu onu, Ebu Bekir okudu,
Müslümanlar okudular da onu duyanların kalpleri sürekli ezilir hale geldi o
Kur’an ile. Dinledikleri, duydukları her bir Kur’an âyetiyle kalplerinde
operasyonlar meydana geldi onların. Duydukları her bir âyet onların kalplerinde
bir küfür hücresini yok etti. Onların kalplerindeki son küfür ve şirk kalesi
yıkılıp ta hidâyete ulaşacakları ana kadar bu böyle devam etti. Tabii
kimilerinin kalbindeki küfür ve şirk hücresi az olduğu için 50,60 âyetlik bir
operasyon sonunda iman ederlerken, kimilerininki çok fazlaymış ki 200,500
âyetlik bir ameliyat sonunda iman ettiler.
Meselâ
bir Ebu Bekir efendimiz hemen duyar duymaz iman ederken, bir Ömer efendimiz 7
yıl sonra ancak iman edebilmiştir. Bir Halit bin Velid efendimizinki ise 15,16
yıla sarkıyor. Ama elbette bu da bir gün içinde olmuyordu. Halit Rasûlullah’la
karşılaştığı andan itibaren kalbinde operasyon başlıyor ve nihâyet son küfür
kalesi yıkılıncaya kadar devam ediyordu. Hz. Halid’in Müslüman olması
Hudeybi-ye’den sonra oluyordu.
Ama o kâfirlerden kimileri de vardır
ki can yakıcı azabı görünceye kadar iman etmezler. Ve artık o azap kendileri
ondan habersizce, bilgisizce bir hayat sürerlerken ansızın gelip onları
yakalayacaktır.
203,204.
“O zaman “Erteye bırakılmaz mıyız?” derler. Bizim azabımızı mı acele
istiyorlardı?”
Ve
o azap kendilerine geldiği zaman da hemen derler ki acaba ertelenmez mi bu azap?
Acaba bize bir süre tanınmaz mı? Şimdi onlar bu azabımız konusunda acele mi
ediyorlar? Azabımızı acele mi istiyorlar? Halbuki Rabbimizin onlara uyguladığı
yasa en güzel yasadır. Bu dünyada düşünebilecekleri kadar, akıllarını kullanıp
peygamberinin dâvetine yönelebilecek, Allah’a Allah’ın istediği kulluğu
yapabilecek kadar bir süre tanımıştır. Peygamberin dâvetine evet deyiverselerdi
kendileri hakkında çok güzel olacaktı. Ama işte böyle birden bire hepsinin evet
demeleri de mümkün olmuyor.
205,207. “Bana söylesene, Ey Muhammed! Biz onlara
yıllar yılı nimetler vermiş olsak, sonra da tehdit edildikleri şey başlarına
gelse, kendilerine verilmiş olan nimetler onlara bir fayda sağlar mı?”
Kaldı
ki Biz onlara yıllarca ömür versek, yıllarca güç kuvvet versek, senelerce
saltanat versek, senelerce nimetlerimizi onların üzerinden eksik etmesek, sonra
da kendilerine vaat olunan, tehdit edildikleri şey başlarına geliverse
kendilerine verilmiş olan o nimetlerin, faydalandıkları metaların, yaşadıkları
ömür ve dünyalarının kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. Binlerce yıl
yaşamış olsalar da azap gelince bu uzun ömürlerinin hiçbir mânâsı, hiç bir
değeri, hiçbir faydası olmayacak onlara. O uzunca yaşamaları, uzunca nimet icre
bulunmaları onları azaptan asla kurtaramayacaktır.
Öyleyse
madem ki bu dünya malının, mülkünün, dünya saltanatının hiç bir kıymeti
olmayacaksa, azap geldiği zaman hiçbir değer ifade etmeyecekse o zaman bize
düşen hesabımızı güzel yapmaktır. Aman malımız çok olsun, aman servetimiz çok
olsun, aman bu dünyada lüks içinde bir hayatımız olsun, aman bu dünyada
saltanatımız büyük olsun diyerek yanlışların içine girmemeliyiz. Unutmayalım ki
bu dünyada bunlara en çok sahip olan krallar, liderler, kumandanlar,
im-paratorlar kendilerine azap geldiği zaman kendilerini kurtaramamışlardır.
Kendilerine ölüm geldiği zaman kendilerini Allah’ın ölüm yasasından
kurtaramamışlardır.
208,209. “Hiçbir kasaba halkını kendilerine öğüt
veren uyarıcılar gelmeden yok etmedik. Biz zalim değiliz.”
Yine
unutmayın ki Biz her ne zaman bir köy, bir kasaba, bir şehir, bir ülke halkını
kendilerine uyarıcılar gelmedikçe helâk etmemişizdir. Önce uyarıcılarımızı
gönderdik, uyarıcılarımız onları Bizim âyetlerimizle karşı karşıya getirdiler,
kendilerini açık ve net bir biçimde tevhide çağırdılar, onlar da bunu
reddettiler, helâki hakkettiler, Biz de onları helâk ettik. Biz zalim değiliz.
Biz uyarılmamış kullarımızı helâk etmeyiz. Bizim yasamız budur.
Evet dünya üzerinde helâk edilmiş
hiçbir toplum yok ki, Allah’ın azabına, gazabına maruz kalmış hiç bir ümmet
yoktur ki, ya Rabbi biz ne yaptık ki bizi helâk ettin? Bizim suçumuz neydi ki
bize gazap ettin? demeye hakkı yoktur. Hiç bir toplum böyle itiraz edecek bir durumda değildir. Ya Rabbi
bizim senden de, senin peygamberinden de, senin âyetlerinden de, senin bizden
istediğin kulluktan da, cennetinden de, cehenneminden de haberimiz yoktu. Bize
bunlar du-yurulmadı demeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Çünkü işte Rabbimiz
yasasını ortaya koyuyor. Önce peygamberlerini gönderiyor, uyarıcılarını
gönderiyor, onları kendisinden, kitabından, âyetlerinden, kulluğundan,
cennetinden, cehenneminden haberdar ediyor, onlar da bu haberleri aldıktan sonra
yine de kendisine karşı, dinine ve peygamberlerine karşı düşmanlıklarını
sürdürürlerse Rabbimiz de onları helâk ediyor.
210,212. “Kur’an'ı şeytanlar indirmemiştir. Bu
onlara düşmez, zaten güçleri de yetmez. Doğrusu onlar vahyi dinlemekten uzak
tutulmuşlardır.”
Bu
Kur’an’ı şeytanlar indirmemiştir. Bu kitabı Cibril indirmiştir. Bu sözleri
şeytanların söylemesi mümkün değildir. Bu onlara düşmez. Zaten onların böyle bir
kitap indirmeye, bu sözleri söylemeye güçleri de yetmez.
Rasûlullah efendimiz onlara bu Allah
âyetlerini okuduğu zaman bu cinlenmiş diyorlardı. Bu adam mecnundur diyorlardı.
Delirmiş diyorlardı. Ya da işte bu sözleri kahinlerden öğrenmiş diyorlardı. Şair
diyorlardı, diyorlardı, diyorlardı... Bakın Rabbimiz onların dediklerinin tümünü
hatırlatarak buyuruyor ki hayır hayır bu Kur’an’ı şeytanlar indirmemiştir. Zaten
bu onlara yaraşmaz. Doğrusu onlar vahyi dinlemekten de men eldilmişler, uzak
tutulmuşlardır. Daha önceleri, bu ki-tabın inmeye başlamasından önce şeytanlar
meleklerin konuşmalarından bir takım kırıntılar alarak yerdeki kahinlere
aktarıyorlardı. Kahinler de onlardan aldıkları bu kırıntıları insanlara
bildiriyorlar ve insanların itikatlarını bozmaya çalışıyorlardı. Ve kitabımızın
başka âyetlerinden öğreniyoruz ki bu kitap inmeye başlar başlamaz Rabbimiz
onları bu işten menetti. Bundan sonra artık ne bir vahiy bilgisine, ne de bir
gayb kırıntısına sahip olabildiler.
213. “O halde sakın Allah'ın yanında başka İlâh
tutup ona yalvarma, yoksa azap göreceklerden olursun.”
Öyleyse
ey peygamberim, sakın sen Allah’la birlikte başka İlâhlar peşinde koşma.
Allah’la birlikte başka bir İlâh kabul etme. O Allah tek İlâhtır. Kendisinden
başka İlâh olmayandır. Eğer Allah berisinde başka İlâhlar bulur, Allah’la
birlikte onları da dinler, Allah’la birlikte hayatında onları da söz sahibi
kabul eder, onlara da kulluk eder, onlara da dua edersen o zaman azaba
uğrayanlardan olursun. Gerçekten çok büyük bir tehdit. Kime yapılıyor bu tehdit?
Allah’ın en sevgili kulu peygamber (a.s) a yapılıyor. Peygamber (a.s) bile böyle
bir şeyi yapınca azaptan kurtulamayacaksa Allah berisinde başkalarını da İlâh
kabul eder, başkalarında da yetkilerin olduğunu kabul edersek bizler de asla
azaptan kurtulamayacağız demektir. Ve peygamber (a.s)’a ve onun şahsında
hepimize bir emir, bir uyarı.
214. “Önce en yakın hısımlarını uyar.”
Ey
peygamberim, sen yakın akrabalarını, yakın kavmini, aşiretini, çevrendekileri
uyar. Onları uyarına devam et. Sizler de ey peygamber yolunun yolcuları en yakın
akrabalarınızdan başlayarak çevrenizdeki Müslümanları uyarın. Çevrenizdeki Allah
kullarını Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın kitabıyla uyarın. Allah’ın cenneti ve
cehennemiyle uyarın. Allah’a kulluğa çağırın. Herkes duysun bu uyarıyı. Herkes
ha-berdar olsun bu hakikatten. Herkes nasibini alsın bu uyarıdan. Herkes bilsin
bu gerçeği de inanan bir bilgiyle inansın, inkâr eden de bir bilgiyle reddetsin.
Hiç kimse ben bunu bilmiyordum, ben bunu duymamıştım, benim bundan haberim yoktu
diyemesin. Herkesi uyarın. Ama bu uyarınızı yaparken, bu uyarınıza devam ederken
de:
15,216. “Sana uyan mü'minleri kanatlarının altına
al. Sana baş kaldırırlarsa: “Yaptıklarınızdan uzağım” de.”
Uyarını
yaparken rahmet ve şefkat kanatlarını da sana tabi olan, uyarına müspet tavır
alan mü’minlerden de esirgeme. Onlar üzerine şefkat ve merhamet kanatlarını da
geriver. Şefkat kanatlarını gererek onları o kanatlarının altına alıver. Şefkat
ve merhametle muamele et onlara. Sana ve dâvetine teslimiyetini bildiren, iman
ettiğini bildiren Müslümanlara merhametini gündeme getir. Eğer sana isyan
ederlerse, dâvetine kayıtsız kalırlarsa uyarına müspet cevap vermez-lerse onlara
de ki ben sizin yaptıklarınızdan beriyim deyiver. Benim sizinle hiçbir ilgim,
alâkam yoktur deyiver.
217,220.
“Ey Muhammed! Senin kalkıp namaz kılanlar arasında bulunduğunu gören, güçlü ve
merhametli olan Allah'a güven. Doğrusu O işitir ve
bilir.”
Ve
onlar karşısında Azîz olan, şerefli olan, yüce olan, Rahîm olan ve her an seni
görüp gözeten, her an sana desteğini sürdüren, senin kalkıp namaz kılanlar
arasında bulunduğundan haberdar olan Allah’a güvenip dayan. Allah’a tevekkül et.
İşini Ona havale et. Sırtını Ona daya. Başarıyı sadece ondan bekle. Onun
istediği şekilde hareket et. Unutma ki O Allah her şeyi işitir ve her şeyi
bilir. Nasıl ki O Allah senden önce kendisine teslim olan Nuh, Hûd, Sâlih,
İbrahîm gibi elçilerini başarılı kılmışsa Rabbin seni de başarılı kılacaktır.
Çünkü O Azîzdir, güçlüdür, yenilmezdir ve her şeyi işiten ve bilendir. Şu anda
seni de görmekte, seni de işitmektedir. Kıyamını görmektedir, secdenden
haberdardır. Rabb’ının emirlerini uygulama derdinde olan müminlerle birlikte
dönüp dolaştığını da biliyor O Allah. Allah yolunda müminlerle birlikte kavganı,
insanları uyarmanı, insanları kendi yoluna dâvetini görüyor. Müslümanlara karşı
şefkat ve merhamet kanatlarını gerdiğini, Rabbin için secdelere kapandığını
görüyor Allah.
221,223. “Şeytanların kime indiğini size haber
vereyim mi" de. Onlar, günâhkâr iftiracıların hepsine iner. Bunlar şeytanlara
kulak verirler, çoğu yalancıdırlar.”
Ey
peygamberim şeytanların kime indiğini sana, size haber vereyim mi? Anlatayım mı
şeytanlar kimlere inerler? Kimlere vahiy getirirler? Kimlere vahy ederler?
Kimleri etkileri altına alırlar? Artık bu vahiy Kur’an’ın, Allah vahyinin
dışındaki bir vahiydir. Şeytan vahyidir. Şeytanın fısıldaması, şeytanın iğvası
ve yol göstermesidir. Kime mi bu? Her bir günâhkâr, her bir günâha giren
iftiracılara iner şeytan. Bunlar günâhkâr olan, günâhtan yana olan, mayın
tarlasında geziyormuş gibi günâhlara dalan, günâha düşkün ve de iftira eden, işi
gücü yalan dolan olan kimselere şeytanlar çokça giderler ve onları daha da
azgınlaştırırlar. Gece gündüz onları şaşkın bir hale getirirler.
İşte
şeytanların beraber olduğu, işbirliği içinde olduğu insanlar bunlardır. Bunlar
şeytanların vahiylerine kulak verirler. Rablerinin vahyine kulak vermeyen bu
insanlar gece gündüz şeytan vahiylerini dinlerler. Şeytanların Allah’a,
peygambere, İslâm’a, Kur’an’a ve Müslümanlara karşı yalan ve düşmanlık vahy
ederler. Kendi yalan yanlış bilgilerini doğru olarak empoze ederler. O yalancı,
o günâhkâr, o Rablerinin vahyinden habersiz olan insanların İslâm’la ve
Müslümanlarla mücâdele etmesini emrederler. Zaten onların pek çoğu da
yalancıdırlar. Şeytanlar yalancı, cinler yalancı, kahinler yalancı, onları
dinleyenler, onlara tabi olanlar yalancıdırlar. Ama Muhammed (a.s) da yalan
yoktur. Allah ve Resûlünün vaadinden dönmesi söz konusu değildir. Peygamber
(a.s) ve onun yolunun yolcusu olan Müslümanlarda yalan, dolan, günâh, isyan yok
ki şeytanlar onlara gelebilsinler. İşte şeytanlar ancak böylelerine
yaklaşabilirler. Peygambere yaklaşmaları mümkün değildir.
224,226. “Şairlere ancak azgınlar uyar. Onların her
vadide şaşkın, şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez
misin?”
Ve
bir de şuarâ, şairler var ya, gerçekten o şairlere de azgın ve sapık kimseler
tabi olur. Bir de Allah’ı ve peygamberi bir kenara bırakıp, Allah’ın kitabını ve
Resûlünün sünnetini bir kenara bırakıp kendi hevâ ve heveslerini putlaştırıp
insanları kandırabilecek özellikte şiir söyleyenler şairler var. Bunların
sözlerinde ne hak var, ne hakikat var, ne vahiy var, ne âhiret var, ne ölüm
ötesi hayatın gündemi ve hazırlığı var, ne cennet bilinci, ne cehennem korkusu,
ne kitap ve peygamber zikri var. Sanki böyle akla hayale gelmedik bir dünyada
yaşarlar. Görmüyor musun işte bu şairler her bir vadide dolaşıp dururlar. Bir
bakarsın gökyüzünde, bir bakarsın yeryüzündeler. Ne dedikleri, ne söyledikleri
belli değil. Yaptıkları tek şey akla hayale gel-medik sözlerle, hayallerle
insanları oyalarlar. Dengesiz bir hayatın yaldızlı sözlerini ortaya korlar.
Onların bu tumturaklı sözlerinin etki-sinde günler aylar geçer de insanlar
Allah’tan peygamberden, Al-lah’ın kitabından ve peygamberin sözlerinden uzak
yaşadıklarının farkına bile varamazlar. Geceleri gündüzleri şiirin, sözlerin
içine dalıp gitmişlerdir.
Ve onlar, o şairler yapmadıklarını
söylerler. Yapmadıklarıyla övünürler, amelin konusu olmayan hayal âleminde
gezerler. Çok kötülerler, hicvederler, hakaret ederler, övdükleri haksız ve
aşırı överler, hicvettiklerini aşırı yererler. Çok büyük iddialarda bulunurlar,
çok güzel şeyler söylerler ama bunların hiçbirisini yapmazlar. Hayatları ayrı,
düşünceleri ayrıdır. Sözleri ayrı bir vadide amelleri ayrı bir vadidedir. İşte
böyle şairlerle de şeytanlar beraberdir. Şeytanlar böylelerine de inmekte,
böylelerini de etkileri altına almaktadırlar. Sürekli şeytanlar böylelerine de
kötülükleri vahy etmektedirler. Kötülüğün eğitimini bunlarla beraber uygularlar.
Ama şairlerin içinde sözün güzelini,
sözün hakkını söyleyenler, Müslümanca bir hayatın, Allah’a kulluk hayatının
sözcülüğünü yapanlar da vardır elbette. Hassan Bin Sabit gibi, Abdullah Bin
Revaha gibi Müslümanlar da vardır. Kıyâmete kadar aynı yolu izleyenler de
vardır. Allah’ın sözcülüğünü yapan şairler kıyâmete kadar varlıklarını
sürdüreceklerdir. Yâni Allah’ın kitabından ve Rasûlullah’ın sözlerinden
bilgilenip o sözleri kâfir ve müşrik dünyaya karşı en güzel bir şekilde ifade
edebilecek, İslâm’ın savunuculuğunu yapacak, kendi inancının kavgasını
verebilecek şairlerde elbette olacaktır yeryüzünde.
Bunlar:
227. “Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, Allah'ı
çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında haklarını alanlar bunun
dışındadır. Haksızlık eden kimseler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını
anlayacaklardır.”
İman
eden ve imanlarını pratik hayata aktaranlar, imanlarını hayatlarında
görüntüleyen, iman kaynaklı bir hayat yaşayanlardır. Ve Allah’ı çok zikreden,
Allah’ı gündemlerine alan, gece gündüz Allah’ı gündemlerinde tutan ve Allah’ın
âyetlerini ve Resûlünün sünnetini dünya insanlığının gündemine getiren
kimselerdir bunlar. Ve Allah yolunda, Allah’a kulluk yolunda zulme uğradıktan
sonra da birbirlerine yardımcı olan kimselerdir bunlar. Ve Allah’ın yardımıyla
zalimlerden, İslâm düşmanlarından öçlerini alanlardır onlar. İşte yanlış yolda
yürüyenlerin yanında, şeytanla anlaşarak şeytan vahiylerinin savunuculuğunu
yapanların yanında işte böyle hak yolda yürüyen kimseler de bu dünyada eksik
olmayacaktır. Hayat bu ikisiyle beraber olacaktır. Ve sonunda gerek şiirleriyle,
gerek kalemleriyle bu kavgada yerini alan Müslümanlar sonunda Allah’ın
yardımıyla galip geleceklerdir. Ve onların bu başarılarıyla zalimler de nasıl
bir devrimle, nasıl bir inkılapla devrileceklerini bilecekler ve görecekler.
Evet samimiyetle Allah ve Resûlüne
inanan, samimiyetle Al-lah ve Resûlü için bir hayat yaşayan, Allah ve Resûlünün
istediği şekilde mü’min olan, Resûlün pratik hayatını aynıyla benimseyen,
Allah’ı zikreden, Allah’ı yücelten, Allah’ın kitabıyla yücelen, Resûlün
sünnetiyle şeref kazanan ve zulme uğradıkları zaman da o zulmü ortadan kaldırıp
zalimlerin boynunu kırmak için birbirleriyle yardımlaşan, mazlum kardeşlerinin
yardımına koşan, birbirleriyle kenetlenen Müslümanlar olduğu sürece zafer
onların, kayıp zalimlerin olacaktır. Allah karşıtı bir dünya yaşayanlar nasıl
bir inkılapla devrildiklerini görecekler ve Allah’la savaşmanın ne anlama
geldiğini bilecekler ve anlayacaklar.
İşte
dünya bu iki kavganın at başı yürüdüğü bir dünyadır. Bir tarafta Allah ve
Resûlüne inanmış Müslümanlar, diğer tarafta da karşıt güçler. Yakında kimin
galip, kimin mağlup olacağını göreceğiz. Yakında kimin cehenneme aktığını, kimin
cennete uçtuğunu göreceğiz inşallah. Rabbim istediği gibi Müslüman olanlardan
eylesin bizi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder