FÂTİHA
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre bi-rinci, nüzûl sırasına göre
beşinci sûre-dir. Âyetlerinin sayısı yedidir. Mekke’de
nâzil olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü-ne,
âline ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen dualarımızı
işiten ve her şeyi hakkıyla bilensin.
1: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
2: “Hamd Âlemlerin
Rabbine mahsustur.”
3: “O, Rahmân ve
Rahîmdir.”
5: “Ancak sana kulluk eder ve
ancak yardımı senden dileriz.”
6: “Bizi doğru yola hidâyet
eyle!.”
7: “O kendilerine nîmet verdiğin
mutlu kimselerin yoluna. O gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna
değil.”
Tertip
sırasına göre kulluk kitabımızın birinci sırasında yer almış, Mekke’de nazil
olmuş Fâtiha sûresi diye maruf bir sûreyle karşı karşıyayız. İnşallah iki üç
haftalık bir ders süresi içinde Rabbimizin bu sûrede bize intikal ettirmeyi
murad buyurduğu mesajlarını, bize ulaştırmayı
dilediği kulluk maddelerini tanımaya çalışacağız. Rabbim, anlatana anlatılanın
güzelliğine uygun bir vüs’at, bir anlatım güzelliği
versin. Hem anlatana, hem de dinleyenlere iman etmek ve amel etmek üzere,
Allah kelâmını dinleme şuuru nasip buyursun inşallah.
Şunu itiraf edeyim ki; Fâtiha sûresini anlamak ve
anlatmak gerçekten çok zordur. Çünkü “Ümmü’l Kitap”
Kitabın anası ve “Fâtihatu’l kitap”
Kitabın açıcısı, kitabın anahtarı sayılan bu sûre, hemen hemen Kur’an’ın tümüne bir
bakıştır. Onun içindir ki bu sûreyi anlayabilmek ve anlatabilmek için Kur’an’ın tümünü anlamayı, Kur’an’ın tümüne vukûfiyeti
gerektirecektir.
“Kur’an’ın tamamı Fâtiha’da, Fâtiha’nın tamamı da besmelede
toplanmıştır”.
Buyuran Hz Ali (r.a) hazretleri de herhalde bunu kasteder. Kur’an’ın tamamı Fâtiha’da, Fâtiha’nın tamamı da besmelede
özetlenmiştir. Onun içindir ki Fâtiha’yı anlayabilmek Kur’an’ı anlamaya bağlıdır. Kur’an’dan on sûre bilen birisinin Fâtiha’yı anlaması ve
anlatmasıyla, yirmi sûre bilenin anlaması ve anlatması farklı olacaktır. Kur’an’ın tümüne vakıf olan birisinin anlatması elbette
farklı olacaktır. Keşke şurada, içimizde böyle birisi olsaydı da Fâtiha’yı
ondan dinleseydik.
Ama inşallah ben anlayabildiğim
kadarıyla size anlatayım, duyabildiğim kadarıyla size duyurmaya çalışayım, ben
de, sizler de Fâtiha’yla kuşanalım. Ben de, sizler de yarına Fâtiha bilen
birileri olarak çıkalım. Ben de, sizler de Fâtiha’yla dirilip çevremizdekileri
Fâtiha’yla diriltelim inşallah.
Kur’an’ın daha bir güzel anlaşılabilmesi
için âlimlerimiz onu ikiye ayırırlar; Mekkî ve Medenî diye. Yine meselâ Mevlânâ Ebul Kelâm ve Elmalı merhum gibi bazıları da Fâtiha ve
diğerleri diye Kuranı ikiye ayırır. Bunların delilleri
de Kur’an-ı kerim’deki şu âyet-i
kerimedir:
“Andolsun ki, sana daima tekrarlanan yedi âyetli (Fâtiha’yı)
ve Kur’an-ı Azîm'i verdik.
(Hicr 87)
Rabbimiz
kitabını işte böyle tekrar edilen yedi ve Kur’an diye
ikiye ayırırken, kimilerinin de günümüzde farklı
ayırımlar yaptıklarına şâhit oluyoruz. Meselâ kimilerinin iman ve diğerleri
diye kitabı ikiye ayırdıklarını ve sadece kitabın iman
âyetlerini gündeme getirip öteki âyetleri görmezden geldiklerini, kimilerinin
zikir âyetleri ve diğerleri diye onu ikiye ayırıp
sadece zikre konu olan âyetleri bayraklaştırıp ötekileri örttüklerini,
kimilerinin cihad ve diğerleri diye onu ikiye ayırıp sadece cihad âyetlerini
terennüm edip diğerlerini diskalifiye ettiklerini, kimilerinin kıssa ve
diğerleri diye, kimilerinin ahlâk âyetleri ve diğerleri diye, kimilerinin
tevhit âyetleri ve diğerleri diye onu ikiye ayırıp
bir bölümünü sürekli gündeme getirip öteki bölümü görmezden geldiklerini
görüyoruz. Tabii böyle işine gelen tarafı gündeme getirip öbür tarafı örtmek
adına değil de Kur’an daha güzel anlaşılsın diye
âlimlerimiz Fâtiha ve diğerleri diye onu ikiye ayırmışlardır.
Fâtiha’nın
genel muhtevasına baktığımız zaman üç bölümden müteşekkil olduğunu
görürüz:
1, Övme (hamd),
2, Talep
(isteme),
3, Talebe
cevap.
Sûrenin bu üç bölümü ihtiva
ettiğini görüyoruz. Bunu şöyle anlayabiliriz: Farz edin ki resmi bir daireden,
bir makamdan bitecek bir işimiz var. Bir daire müdürüne sunacağımız bir
maruzatımız, yahut ondan bitecek bir işimiz var. Ne yaparız? Önce bu müdürün
yanına kadar gidilir ve övülür müdür. İşte sen bu makamın sahibisin, sen bu işin
ehlisin diyerek methedilir. Sonra da halimizi, maruzatımızı ona arz ederiz. Benim durumum şudur, şöyle bir
müşkilim var ve hu işin halli sendedir, bunu sen
halledersin. Ne olur bu işime bir el atıp tavas-sut
ediversen, şuraya bir telefon ediversen,
bir emir veriversen deriz.
İşte
Fâtiha’nın muhtevası da aynen böyledir. Fâtiha’da da önce överiz Rabbimizi,
hamd ederiz O’na. Hamdimiz,
övgümüz sanadır ya Rabbi! Sen buna lâyıksın! Sen
bunun ehlisin! Senden başka ham-de lâyık birini bilmiyoruz! Bu işin sahibi
sensin! deriz. Sonra da kulluğumuz sanadır Allah’ım! Köleliğimiz sanadır!
Senden başkasına kulluk yapmayız! Senden başkasına minnet etmeyiz! Senden
başkasının önünde el açıp dilencilik yapmayız! Senden başkasına halimizi arz
et-meyiz! Senden başkasından bir şey beklemeyiz! dedikten sonra hemen müşkilimizi, maruzatımızı, talebimizi söyleriz. Allahım! Sen bu işin ehlisin, ne olur bize sırat-ı müstakimi
gösteriver. Bize doğru yolu gösteriver!
Bizi doğru yola iletiver! Bizi doğru yoldan ayırma!
deriz.
Fâtiha’daki
bizim bu ısrarlı talebimize karşılık Rabbimiz de bundan sonraki sûrenin, yâni
Bakara sûresinin ikinci âyetinde cevaben buyurur ki: Kullarım! Gerçekten siz
bu talebinizde ciddi misiniz? Gerçekten benden ne istediğinizin farkında
mısınız? Eğer sarhoş filan değilseniz, eğer aklınız başınızdaysa, eğer gerçekten
benden ne istediğinizin farkındaysanız, yâni sırat-ı müstakim talebinizde
ciddi iseniz, öyleyse işte istediğiniz sırat-ı müstakim. İşte istediğiniz
hidâyet buyurarak kitabını karşımıza çıkarıveriyor:
“Elif
lâm mîm. İşte kendisinde şüphe olmayan bu kitap muttakiler için hidâyet
kaynağıdır."
(Bakara
1,2)
İşte Kur’an! İşte hidâyet! İşte doğru yol! İşte kendisinde asla
şüphe olmayan ve kendisiyle yol bulmak isteyenlere yol gösterici olan Kur’an! buyurarak bize kitabını gösteriveriyor, önümüze
kitabını açıveriyor. İşte bizim Fâtiha’daki talebimizin cevabı
budur.
Bir insan
düşünün ki günde en az kırk defa namazlarında Allah’tan sırat-ı müstakim
istiyor. “Ya Rabbi ne olur bana dosdoğru yolu göster,
ne olur beni sırat-ı müstakime hidâyet et” diyor. Allah da; “Ey kulum, işte
sırat-ı müstakim! İşte istediğin dosdoğru yol!” buyurarak kitabını kendisine
arz ettiği halde, yine de Kur’an’la beraber
olmuyor-sa, Kur’an’la yol
bulmaya çalışmıyorsa, Kur’an’ı anlamaya
çalışmıyor-sa, ona müracaata yanaşmıyorsa, esasen bu
adam ne istediğinin farkında olmayan bir sarhoştan başkası değildir.
Namazlarında ne dediğinin, ne okuduğunun, ne istediğinin farkında olmayan
sarhoştur bu insanlar.
Öyle değil mi? Meselâ birine yol
sorup da o yola koyulmayan insan, ya küstahtır, ya da ne dediğinin, ne istediğinin, ne sorduğunun farkında
olmayan bir sarhoştur. Madem ki gitmeyecektin niye sordun? Sordun niye
gitmiyorsun? Ama adam sarhoş. Aklı başında değil. Ne dediğinin, ne istediğinin
farkında değil. Günde an az kırk defa namazlarında:
“(Ya
Rabbi) Bizi doğru yola hidâyet eyle!.”
(Fâtiha
6)
Diyor. Ya Rabbi! Ne olur bizi hidâyete ulaştır! Bize sırat-ı
müstakimini göster! diyerek Allah’tan böyle bir talepte bulunurken, söylediği
bu cümlenin, okuduğu bu âyetin ne anlama geldiğini bilmediği için, o anda ne
dediğinin, ne istediğinin farkında olmadığı için, tıpkı bir sarhoş gibi bu âyeti
okuduğu için bu talebin cevabı olan Kur’an’la beraber
olma gereği, Kur’an’la yol bulma gereği de
duymamaktadır.
Ve işte
Fâtiha’daki bu talebine karşılık Rabbimizin gösterdiği hidâyet rehberi olan
Kur’an’ı gece gündüz anlamaya çalışmayan herkes
sarhoştur. Kitaptan habersiz yaşayan herkes Allah’a karşı büyük bir küstahlık
içindedir. Elinde kendisi rehberliğinde bir hayat yaşaması gereken Kur’an olduğu halde o kitaptan habersiz yaşayanlar, kitaptan
habersiz hayatına program yapanlar kesinlikle yolsuz
yordamsızdırlar.
Daha önce
ifade ettiğimiz gibi Fâtiha sûresi için Rabbimiz “Seb'ül Mesânî” buyurur. Tekrar edilen yedi mânâsına. Çünkü
Fâtiha sûresi tüm namazların tüm rekatlarında tekrar edilir. Aslında namazın
bir önceki rekatında okunan bir sûrenin bir sonraki rekatın-da okunması mekruhtur. Ama Fâtiha
böyle değildir. Her rekatta okumaktayız bu sureyi.
Fâtiha
sûresinin yedi âyeti vardır. Yedi, İslâm’da sonsuzluk ifade eder. Kâbe’nin
etrafındaki tavafın sayısı yedidir. Safa ve Merve
arasındaki say’in sayısı yedidir. Yedi kat sema
vardır. Allah’ın günlerinin sayısı yedidir. Bunlar hiç durmadan nasıl sürekli
devam edip dururlarsa Fâtiha da hiç durmadan sürekli okunur
durur.
Sûrenin ismi
sadece “Seb’ül Mesâni ve Fâtiha” değildir. Bunların dışında onun başka
isimleri de vardır. “Ümmü’l kitap,
Fâtihatu’l kitap, Sûre’tül
hamd, Esas, El Vâfiyye, El
kâ-fiyye, Kenz, Es Salât, Sûre-i Şükür,
Sûre-i Dua, Sûre-i Şifa, Ta’lim-i Mesele” gibi
isimleri de vardır.
Allah’ın
Resûlü Fâtiha’nın faziletiyle alâkalı bir hadislerinde buyurur
ki:
“Şu dört âyet Rabbimin arşının
altında asılı idi de Rabbim onları çok sevdiği kullarına hediye olarak
indir-di.”
Bunlardan birisi de Fâtiha’dır.
Hattâ melekler: “Ya Rabbi sen onları, onların
kıymetini bilmeyen insanlara mı indiriyorsun?” Demişlerdi de Cenâb-ı Hak: “Siz bilmezsiniz, ben bilirim!” İnsanlar onun
kıy-metini bilecekler buyurmuştu. Gerçekten de tarih boyunca onun kıymetini
bilenler bildiler. Kitabın kıymetini, Fâtiha’nın kıymetini bilenler hiç bir
zaman eksik olmamıştır. Onun anlaşılması, tebliği ve muhafa-zası adına niceleri
kendilerini feda ettiler. Kur’an adına bu ümmetten
nice başlar verildi. Nice canlar feda edildi. Onun anlaşılması ve mu-hafazası adına niceleri başlarını verdi de başlarının
gittiğinin farkına bile varmadılar.
Hiç bir kitaba nasip olmayan hıfz
ancak bu kitaba nasip oldu. Yeryüzünde baştan sona ezbere bilinen hiç bir
kitap yoktur, ama yoklayın Müslümanlardan en az onda biri bu kitabın hafızıdır.
Yeryüzü bu kitabın hafizlarıyla
doludur.
Bir gün Ayşe
annemizin yanında Hz Yusuf (as) ve Mısır’daki
hayatından söz açılır. Mısır’daki saray sosyetesi kadınların Hz Yusuf’-un güzelliği karşısında dayanamayarak elma yerine
ellerini doğradıklarından söz edilir. Kadınlık duyguları galeyana gelen
annemiz der ki: “Ne yâni! Mısır’da üç beş kadın Yusuf’u görünce onun güzelliği
karşısında hayrete kapılıp parmaklarını doğramışlar. Bu da büyük bir şey mi
sanki? Halbuki benim sevgilim öyle güzel ki onu bir kere gören, benim
sevgilimin cemalini bir kere seyreden nice binler vardır ki, onun yolunda
başlarını vermişlerdir” Hattâ onun yüzünü bile görmedikleri halde ona inanmış nice binler vardır ki onun
uğrunda boyunlarını verdiler de o başı verenlerin haberleri bile olmadı. Onun
uğrunda nice canlar verildi de o canların sahipleri can verdiklerinin farkına
bile varmadılar.
Hattâ işte şu anda ondan
asırlarca sonra geldikleri halde, onun cemâlini bile görmedikleri halde, bir
kere adını duyup ona gönül vermiş, onun dâvâsına iman etmiş niceleri onun uğruna
kellerini vermeye devam etmektedirler. İşte Çeçenistan, Filistin, Bosna ve doğusuyla batısıyla tüm
İslâm dünyası.
Tarih boyunca
ve bugün bu kitabın, bu peygamberin kıymetini bilenler hiç bir zaman eksik
olmamıştır. Bu kitabın ezberlenmesi adı-na, bu
kitabın okunup anlaşılması adına, bu kitabın muhafazası, ha-yata hâkimiyeti
adına nice kelleler, nice canlar, nice ömürler, nice me-sailer fedâ
edilmiştir.
“Ben
isteseydim Fâtiha’dan yüz deve yükü kitap telif ederdim” buyuran Hz. Ali Efendimizden tutun da, Fâtiha’dan bin mesele çıkaran
Fahreddin Râzî’ye kadar,
Fâtiha’yı anlayabilmek için on, on beş yılını veren seleften pek çoklarına
kadar onun kıymetini bilenler bildiler. Allah bizleri de Fâtiha’nın kadr u kıymetini bilenlerden, onu anlayıp onun istediği
gibi inanan ve yaşayan kullarından eylesin inşallah.
Bu kısa
mukaddimeyle genel bir bakış yaptığımız sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım inşallah.
1: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Fâtiha
sûresinin birinci âyeti besmeledir. Âlimlerimizin ekseriyetinin görüşü budur.
Kur’an-ı Kerim’de 114 yerde besmele vardır. Bunlardan
113 tanesi sûre başlarında, bir tanesi de Neml
sûresinde, sûre ortasındadır.
“Süleyman’dan bana Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla bir mektup bırakıldı.”
(Neml 30)
Âlimlerimizin
ekseriyetine göre Neml sûresinin ortalarında geçen bu
besmele sûreye ait bir âyettir. Diğer sûre başlarında geçen besmeleler de o
sûrelere ait birer âyettirler.
Besmele çok
çeşitli fonksiyonlara sahip bir muammadır. Besmele bizim dilimizde koruyucu bir
melektir âdeta. Bir türlü dilimizden düşürmeyiz onu. Çin’den gelmiş çok kıymetli
bir vazo. Bir yere koyarken besmele, silerken kırılmasın diye besmele. Yemek
yerken şeytanı yediğimize ortak etmemek için besmele, az yemek için besmele,
doymak için besmele. Ticaretle uğraşıyorsak müşteri bol olsun, kazancımız iyi
olsun diye dükkanın kapısını açarken besmele, aman hırsız girmesin diye
kapatırken besmele. Para sayarken aman yanlışlık yapmayalım diye besmele.
Tehlikeli bir iş yaparken besmele, ampulü takarken, sökerken aman elektrik
çarpmasın diye besmele, bes-mele, besmele. Âdeta
koruyucu bir melek gibi onu dilimizden hiç düşürmeyiz. Hattâ bazılarına göre
iyi bir besmele çekersen suda yürür, gökte uçarsın. Besmele sadece bu işler için
kullanılıyor bugün. Onun bizim hayatımızdaki fonksiyonu işte bu kadar
basitleştirilmiş.
Halbuki
besmelenin bizim hayatımızdaki mânâsı ve rolü bu kadar basite indirilmemeliydi.
Çünkü besmelenin bizim hayatımızda taşıdığı çok daha büyük fonksiyonları
vardı.
Besmeleyi
biraz tanımaya çalışalım inşallah. Hani demin söylemiştim; Hz. Ali Efendimiz der ki:
"Kur’ân’ın tamamı Fâtiha’da, Fâtiha’nın tamamı besmelede,
besmelenin tamamı da (B) harfin de toplanmıştır.”
Her gün, her
namazımızda defalarca okuduğumuz ve âlimlerimizin beyanıyla Kur’an’ın tamamını içine alan bu besmelenin “B” harfi nedir
acaba? “B” harfi Türkçe’de “ile” mânâsına gelen bir bağlaçtır.
Arapça’da bunun adına “ilsak”
denir. Bir konuşmada, bir yazışmada “ile” kelimesini gördüğümüz veya
duyduğumuz zaman he-men anlarız ki, iki taraf var ve
bu iki taraf arasında bir ilgi, bir bağ, bir münâsebet kuruluyor. Meselâ “Hasan ile Tahir” ifadesinde, bu “ile” bağlacını görünce hemen iki taraf arasında, yâni Hasan
ile Tahir arasında bir alâkanın, bir münâsebetin
kurulduğunu anlarız. Bu cümle nasıl tamamlanırsa tamamlansın fark etmez. Hasan
ile Tahir Afganistan'a gittiler, veya beyaz
giyinmişler gibi. İşte bu “İle” kelimesiyle ikisi arasında bir
münâsebetin kurulduğunu anlarız.
Biz Besmelenin
daha “B” harfine
başlarken, “Bi” ”İle”
derken hemen iki taraf olduğunu ve bu iki taraf arasında bir münâsebetin
kurulduğunu görürüz. Peki kimle kim arasında bir münâsebettir bu? Allah ile
kul, âbid ile Mâbûd, Rab ile
âbid arasında bir münâsebet. Allah ile kul arasında
bir ilişki kuruluyor. Peki nedir bu münâsebet? Kulluk münâsebeti, ubûdiyet ve
rubûbiyet münâsebeti. Demek ki Besmele Allah’la kulun
irtibatının beyanı, Rab ile âbid arasındaki kulluk
mukavelesidir. Başka bir ifadeyle Allah’la kul arasındaki program maddelerinin
tespitidir. Yâni bir mü'min besmelenin daha
“B” harfine başlarken şunu demektedir: Ya Rabbi! Şu anda senin adına, senin namına, senin için, sen
istediğin için, senin benim hayatıma aldığın kulluk maddelerinden birini
söyleyeceğim veya yapacağım demektedir.
İnsan ya konuşmaya başlarken, ya da bir
iş yapmaya başlar-ken besmele çeker. Meselâ ben burada
konuşmaya başlarken besmele ile başladım. Bu şu demektir: Ben Allah adına,
Allah hesabına, Allah namına bu işi yapmaya başlıyorum. Ya Rabbi! Ben şu anda senin namına, senin hesabına, senin
adına konuşuyorum. Yâni yapacağım bu konuşmayı yapmamı sen benden istediğin
için, bunları konuşmamı kulluk maddesi olarak benim hayatıma sen aldığın için
konuşmaya başlıyorum. Çünkü Allah’la kul arasındaki bu kulluk maddelerini
tespit eden kimdir? Bunu da hemen Besmelenin ikinci kelimesinden anlıyoruz ki
“Bismillah” Allah
adına.
Öyleyse kul için, kulu adına
kulluk maddelerini tespit eden Allah’tır. O halde besmeleye başlarken biz demek
istiyoruz ki: Ya Rab-bi! Şu
anda ben senin benim için, benim adıma tespit ettiğin, hayatıma koyduğun,
yapmamı istediğin kulluk vazifelerinden, kulluk maddelerinden birini
yapacağım, yapmaya başlıyorum. Yâni bir konuş-maya veya bir iş yapmaya
başlarken besmele çekerek ya Rabbi bunu yapmamı sen
istediğin için senin adına yapmaya başlıyorum diyoruz, ya da bunu ortaya koyma adına besmele
çekiyoruz.
O halde meselâ
içki içerken, içki içmeye başlarken çekebilir-seniz besmele çekin. Veya zinaya
başlarken, faizli muamelelere girer-ken, tesettüre
uymayan bir elbiseyi üzerinize giyerken, sakalınıza usturayı vururken,
vurdururken, yabancı bir kadının elini sıkarken, haramla, israfla kurulmuş bir
sofraya otururken, parmağınıza altın bir yüksük takarken, meşru olmayan bir
paraya el uzatırken, kanalizasyonları seyretmeye başlarken, eliniz onun
düğmesine giderken, mâlâ-yâni işlerken çekebilirseniz besmele çekin. Allah
adına, Allah namına, Allah istediği için ben bunu yapmaya başlıyorum deyin
diyebilirseniz.
Eğer Allah
içki içmenizi istiyorsa, veya üzerinize tesettüre uygun olmayan bir elbise
giymenizi istiyorsa besmele çekin. Ya Rabbi, ben
bunları senin adına, senin namına, sen istediğin için yapmaya başlıyorum deyin.
Ama yok Allah bütün bunları yapmanızı istemiyor-sa,
o zaman bunların başında “bismillah” demeye hakkınız yoktur. Ya Rabbi ben bunları senin adına, senin namına yapıyorum,
sen istediğin için yapıyorum diyemezsiniz.
Hattâ haramın başında besmele
çekmek insanı dinden bile çıkarır. Çünkü haramın başında besmele çekmek onu
helâl kabul etmektir ki bu küfürdür Allah korusun. Haramın başında besmele
çekmek Allah’a akıl vermeye kalkışmak ve Allah’a en büyük iftira etmektir.
Allah’ın istemediklerini O istiyormuş pozisyonunda, O’nun adına yapmaya
çalışmak zulümlerin en büyüğüdür.
İşte
besmelenin bizim hayatımızdaki rolü budur. Öyleyse ha-yatımızda başında besmele çekemeyeceğimiz
işimiz olmamalıdır. Yâ-ni
bismillah diyerek, Allah adına diyerek yapacağımız her işimiz, ko-nuşacağımız her sözümüz İslâmî olmalıdır. Esasen besmele İslâmî bir hayatın ifadesidir. Besmele mahza İslâm’dır. Onun içindir ki Kur’-an’ın tamamı onda
toplanmıştır. Mü’min besmele çekemeyeceği bir hayatın
adamı değildir. Onun yaptıklarının tamamı kulluk akdine uy-gun olmalıdır. Yaptığı her şeyin yaptırıcısı Allah
olmalıdır. İşte o za-man
mü’min her işinin başında besmele
çekebilecektir.
İşte bu mânâda
insanların kimilerinin besmelesi farklıdır. Hayatlarının programlayıcısı Allah
olmayan, amellerinin yaptırıcısı Allah olmayan, hayatlarının kulluk maddelerini
Allah’tan başkalarının aldığı kimselerin besmeleleri farklıdır. Meselâ
hayatlarını Firavunlar adına yaşayan, yaptıklarını Firavunlar adına, onları
razı etme, onları yücelt-me adına yapanlar “Bi izzeti
Firavun” Firavun adına, Firavun
namına, Firavun şerefine derler. Kimileri “Bi ismi para”
Kimileri “Bi ismi kadın”
Kimileri “Bi ismi menfaat”Kimileri
“Bi ismi Tâğut” Kimileri “Bi ismi dünya”
Kimileri “Bi ismi moda”
“Bi ismi çevre” “Bi ismi
âdet”diyorlar.
Çünkü onların hareket noktaları bu varlıklardır. Onların hayat programlarını
belirleyenler bu varlıklardır.
Yâni onların kulluk maddeleri bu
varlıkların istediği biçimde gerçekleşmektedir. Yâni onların yaptıklarının
tümünün yaptırıcısı bun-lardır. Hayatlarını Allah’tan
başkaları adına yaşayan insanların elbette besmeleleri de farklı
olacaktır.
O halde
önemine binaen şu gerçeği bir daha söyleyelim: Müslüman olarak bizim
hayatımızda başında besmele çekemeyeceğimiz işimiz olmamalı. Veya besmele
çektiğimiz her işimiz, Allah adına diye başladığımız her şeyimiz Allah’ın
rızasına uygun olmalıdır. Allah’ın istediği cinsten olmalıdır. Çünkü bizim
hayatımıza kulluk maddesi alan sadece Allah’tır. Bizim program yapıcımız, yaşam
belirleyicimiz sadece Allah’tır, bunu hiçbir zaman
unutmamalıyız.
Bizim
hayatımızın kulluk maddelerini alan Allah’tır. Burada kul olarak bizim
hatırımıza şöyle bir sual gelebilir. Tamam, benim hayatımda yaptıklarımın,
yapacaklarımın tümünün kararını alan Allah’tır. Ben O’nun benim adıma tek
taraflı seçtiklerini yapacağım. O benim adıma neleri yapmamı istemişse ben
sadece onları yapacak, neleri yapmamamı istemişse onlardan uzak durarak irademi
O’na teslim edeceğim. Tamam bunu anladım ve kabullendim de, acaba Rabbimin tek
taraflı, bana sormadan, benim fikrimi almadan benim hayatıma tespit ettiği bu
programın, bu yaşam biçiminin, bu kulluk prensiplerinin tamamı benim menfaatim
icabı mıdır? Acaba Rabbimin benim adıma aldığı kararların tamamı benim hayrıma
mıdır? Acaba Rabbimin kararlarının tamamını yapayım mı? Yapmayayım mı?
Yaparsam ne kazanır, ne kaybederim? Kul olarak aklımıza böyle bir soru
gelebilir.
Meselâ ben
insanlardan birisiyle, içinizden birisiyle bir ticaret ortaklığı yapmaya karar
versem, ortaklık anlaşmasının şartlarını tek taraflı olarak karşımdaki şahsın
hazırlamasına razı olmam, olamam. Çünkü karşımdaki bir insandır. Zaafları
vardır, menfaat duygusu vardır. Kendi lehine hareket ederek beni kandırabilir.
Onun içindir ki bu konuda ondan kuşkulanabilirim ve gözü kapalı ona teslim
olmayabilirim. Zira karşımdaki bir insandır ve her ân beni kandırabilir. Meselâ
karşıma şöyle bir anlaşma metniyle gelebilir: Sermayenin 10/9 unu bana, 10/1
ni kendisine, kârın da 10/1 ni bana, 10/9 nu kendine ayırabilir. Böyle bir anlaşma şartnamesiyle, metniyle
karşıma çıkıp baştan beni kandırabilir. İnsan olduğu için kuşku duyabilir,
onunla böyle bir ilişkiye girmeyebilirim.
Ama Allah için
böyle bir şeyi düşünmek mümkün değildir. Çünkü bakın bizim hayatımıza bize
danışmadan tek taraflı kulluk maddesi alan Rabbimiz bu konuda herhangi bir
endişemiz olmasın diye besmelenin üçüncü kelimesinde bizi serinletmek ve
rahatlatmak üzere şöyle buyurmaktadır.
“(O) Rahmân ve
Rahîmdir”
Er Rahmân, Er Rahîm. O Allah
Rahmân ve Rahîmdir. Sanki bununla bize diyor ki Rabbimiz: “Kullarım! Benim
sizin adınıza tek taraflı alacağım kulluk maddeleri, yapacağım hayat programı
konusun-da sakın aklınıza bir şüphe, bir tereddüt gelmesin. Acaba Rabbimizin
bizden istedikleri, isteyecekleri bizim hayrımıza mı, şerrimize mi? Bizim
adımıza yapacağı hayat programı acaba bizim menfaatimize mi, zararımıza mı?
diye sakın bir endişeniz olmasın. Çünkü bilesiniz ki ben Rahmân ve Rahîmim. Ben
sizin için Rahmân ve Rahîmim. Sizi sizden daha çok bilen, sizin hayrınızı,
sizin menfaatinizi sizden daha çok düşünen benim. Sizin bilmediklerinizi bilen
benim. Benim size karşı ilişkim rahmet ve merhamete dayanmaktadır. Zaten sizi
yoktan var ederken benim bu rahmetim açığa çıkmıştır” buyurarak, Rahmân ve
Rahîm sıfatlarının gündemiyle bizleri
serinletiyor Rabbimiz. O halde Rabbimizle böyle bir kulluk ilişkisine girerken
zerre kadar bir tereddüt ve korku duymuyoruz. Çünkü adına iş yaptığımız,
hatırına hareket ettiğimiz, hayat programımızı kendisinden aldığımız, bizim
adımıza tek taraflı kulluk maddeleri belirleyen Rabbimiz bize karşı Rahmân ve
Rahîmdir. Bizi bizden çok bilen, bizim hayrımızı, menfaatimizi bizden çok
düşünendir O. Onun için gözü kapalı O’nun programına teslim
oluyoruz.
Rabbimiz bu
bölümde bizim tüm tereddütlerimizi izâle ederek kendini bize böylece Rahmân ve
Rahîm olarak tanıtıyor. “Kulum, sakın sen bu konuda merak etme! Seni senden
daha çok düşünen, senin adına aldığım kararlarla bildiğin bilmediğin bütün
zararlardan seni koruyan, sana bildiğin bilmediğin bütün menfaatlerini celbeden
Rahmân ve Rahîm’im ben” diyor ve böyle bir kuşkuyu ta işin başında izâle
ediyor, bizi serinletiyor Rabbimiz.
“Rahmân ve
Rahîm” Cenâb-ı Hakkın besmele ile zikredilen iki
ismidir. Biliyoruz ki O’na ait olan 99 isminden sadece bu ikisi besmele ile
zikredilir. Rabbimizin bu iki ismiyle alâkalı kısaca şunları söyleyelim:
Rahmân; düşünebileceğimiz, hayal edebileceğimiz merhametin, şefkatin tümünü
içine alır. O’nun Rahmetinin, merhametinin hududunu insan aklının ihata
etmesine imkân ve ihtimal yoktur. Bir hadisten öğreniyoruz ki Rabbimizin
Rahmeti 99 parçaya bölündü ve bu parçalardan sadece bir tanesi dünyaya
indirildi. Onun içindir ki, anne yavrusuna merhamet etmektedir. Onun içindir ki,
hayvan yavrusuna merhamet etmektedir. Onun içindir ki insan eşine merhamet
etmektedir. Onun içindir ki, mü'min mü'mine merhamet etmektedir. Dünyada O’nun rahmetinin
sadece 100/1’ inin tecellisi böyle ise, varın cennette 100/ 100 ünün tecellisini
siz düşünün.
Ama Rabbimizin
dünyaya indirdiği bu rahmetinin bu dünyada bazen ters tecelli ettiğini
görüyoruz. Meselâ bir Janjark çıkar ve toplumu adına
kendini yakıverir, rahmet ters tecelli eder. Veya meselâ bir anne sabahleyin
yatağında mışıl mışıl uyuyan yavrusunun başucuna
gelir, merhametinden dolayı onun uykusunu bölmeyeyim diye çocuğunu sabah
namazına uyandırmaz, rahmet ters tecelli eder. Veya bir Müslüman darıltmayayım
diye arkadaşının namazsız hayatına göz yumar, rahmet ters tecelli eder. Veya
karısının, kocasının İslâm dışı tavırlarını ona olan sevgisinden ötürü sîneye
çeker, onu uyarmaz, rahmet ters tecelli eder. Böyle bizim toplumda ters tecelli
etmiş rahmet misa lleri pek
çoktur.
Rabbimizin bu
Rahmân ve Rahîm isimlerini bazıları şöyle an-lamaya çalışmışlar: Rahmân sıfatı
dünyadakilere umûmîdir. Cenâb-ı Hak mü’min demez, kâfir demez, dinsiz demez, ateist demez,
komünist demez, şinktoist demez herkese nîmetlerinden
bol bol ihsan eder. Hattâ Allah’ın günü kendisine
küfredenlere bile merhametiyle, rahmetiyle muamele eder. Havalarını, sularını,
güneşlerini, nimetlerini kesivermez insanların. İşte bu Rahmân sıfatının
gereğidir. Ama tabi burada mü’minin hatırına bir sual
gelebilir. Ya Rabbi! Ben dünyada seni Rab ve İlâh
bildim. Ben hayat programımı senden aldım. Bir ömür boyu senin benim adıma
aldığın kulluk maddelerine riâyet ede-rek yaşadım.
Ama sen beni bir kâfirle denk tutuyorsun. Beni ondan niye ayırmıyorsun ya Rabbi? diye eğer
mü’minin hatırına bir soru gelirse, o zaman da Cenâb-ı Hak buyurur ki: Kulum! Sen üzülme, ben senin için
Rahîmim de aynı zamanda. Benim Rahîm sıfatım da var. Bu sıfatımın gereği ve
tecellisi olarak öbür tarafta sadece mü’minlere
merhamet edeceğim diyor besmelenin bu bölümünde. Kulum, sen hiç endişe etme,
öbür tarafta seni cennetime koyacak ve yalnız mü’min-lere cemâlimi göstereceğim
buyurur. Rabbimizin Rahmân sıfatının tecellisini burada görüyoruz, ama belki de
Rahîm sıfatının tecellisini öbür tarafta göreceğiz. Cennette cemalini bize
göstermek sûretiyle Rabbimiz bize Rahîm sıfatıyla tecelli
edecektir.
Rahmân ismi
tek başına çocuklara isim olarak konmaz, eğer konursa o şeytan olur diyor
Allah’ın Resûlü. “Abdurrahmân”
şeklinde
konulabilir.
Rabbimizin
“Rahmân” ismi öyle bir isimdir ki, tüm isim ve sı-fatları buna bağımlıdır. Meselâ Allah “Hâdî” dir, kullarını hidâyet edicidir, ama bu ismi Rahmân ismine
bağlıdır. Yâni eğer Rabbimiz Rahmân olmasaydı, sonsuz merhamet sahibi olmasaydı
kullarını hidâyete ulaştırmazdı. Veya meselâ Rabbimiz “Rezzâk” dır, tüm yaratıklarını
doyurup besleyendir, ama eğer Rahmân olmasaydı hiç kimseye rızk vermezdi.
Öyleyse Rabbimizin tüm isim ve sıfatlarının başı bu “Rahmân”
sıfatıdır.
Besmelenin
bizim hayatımızdaki fonksiyonu işte böyle çok büyüktür. Rabbimizin tüm
isimlerini, tüm sıfatlarını ihtiva eden bir cümledir besmele. Bize yansıyan
yönüyle de besmele mahza kulluğun izhârıdır. Besmele
ubûdiyetin, kulluğun izhârıdır. O halde kendisinden sonra gelecek bütün söz ve
işlerin İslâmî olması şarttır. Yoksa her ân Allah’a
iftira etmiş olmaktan kurtulamayız. Burası çok önemlidir. Yâni hiç bir zaman
unutmayalım ki, besmeleden sonra gelecek bütün amellerimiz, bütün eylemlerimiz
kulluk maddesidir ve besmeleden sonra yapacağımız her şey İslâmî olmalıdır.
Bakıyoruz
Kur’an-ı Kerim’de 114 yerde besmele var. Bunlardan
113 tanesi sûre başlarında, sadece bir tanesi sûre içindedir. O da demin ifade
ettiğim gibi Neml sûresindedir ve kesinlikle Neml sûresindeki bu besmele o sûreye ait bir âyettir.
Diğerleri ise, yâni sûre başlarındaki besmeleler ise ulemânın ekseriyetine göre
o sûreye ait birer âyettir. Kur’an-ı Kerim’de sadece
Tevbe sûresinin başında besmele yoktur ve bu sûreye
başlanırken besmele okunmaz. İslâm âlimleri bunun sebebini şöyle
açıklarlar:
a- Bu sûre
müstakil bir sûre olmayıp, Enfâl sûresinin
devamıdır, onun içindir ki, müstakil bir sûre olmayan bu sûrenin başında
besmele yoktur derler. Ama biz biliyoruz ki bir sûrenin başından değil de
ortasından Kur’an okumaya başlarken de besmele ile
başlanır.
b-
Âlimlerimizden kimilerine göre de bu sûre müşrikler hakkında bir ültimatom ve
ölüm fermanıdır. Binaenaleyh kâfirlerle bir savaşın, kıtalın gündeme
getirildiği bir ortamda besmele çekilerek yâni Rahmân ve Rahîmle irtibat
kurularak bu sûreye başlanmaz demişlerdir. Onun içindir ki böyle bir ortamda
inen bu sûrenin başında besmele yoktur. Nitekim kurban keserken de biz besmele
çekerek Rahmân ve Rahîmle irtibat kuramıyoruz. “Bismillahirrahmanirrahîm” diyemiyoruz, ancak “bismillah
Allahu Ekber”
diyebiliyoruz.
c- Yine
âlimlerimizden kimine göre burada da besmele vardır. Zira madem ki Kur’an-ı Kerim’in tümü Fâtiha’dadır, Fâtiha’nın tümü
besmelededir, besmelenin tümü de (B) harfindedir. O halde bu sûre de zaten (B)
harfiyle başlıyor ve bu sûrede de besmele vardır.
Fâtiha’nın ilk
âyeti olan besmele ile alâkalı bu kadar söz yeter. Sûrenin ikinci
âyeti:
2: “Hamd Âlemlerin
Rabbine mahsustur.”
Hamd kelimesinin bir kaç mânâsı
vardır, inşallah şöyle kısaca özetlemeye çalışalım:
1- Hamd; hamd etmek, tam ve mükemmel
kabul etmek de-mektir. Eksiksiz ve kusursuz kabul
etmek demektir. Bu mânâda hamd yalnız Allah’a aittir.
Zira tam ve mükemmel olan, eksiksiz ve kusursuz olan sadece Allah’tır. Allah
dışında herkes ve her şey eksiktir, nâkıstır, kusurludur, mükemmel değildir.
“Hasan çok iyi ama ah şöyle olmasaydı” “Şu yazı çok güzel ama ah şurası şöyle
olmasaydı” “Şu halı çok güzel ama ah şu renk uyumu şöyle olsaydı” deriz değil
mi? Neden? Çünkü Allah dışında her şey eksik ve nâkıstır. Hiç bir şey tam ve
mükemmel değildir. Ama Allah için böyle bir şey düşünemeyiz. Allah
mükemmeldir, tamdır, eksiksiz ve kusursuzdur. O halde hamd sadece Allah’a aittir.
2- Hamd
övmek, methetmek, senâ etmek demektir. Bu mânâ-da da övgü sadece Allah’a aittir.
Bizler günde en az kırk defa namaz-larımızda Rabbimize
bu ahitte bulunuyoruz. Diyoruz ki; “Ya Rabbi! Hamdimiz, övgümüz, senâmız sadece sanadır. Sadece sana hamd eder, sadece seni överiz.” Tabi Allah’ı övmek demek
O’nun zatını öv-mekle beraber, aynı zaman O’nun
övdüklerini de övmek demektir. Öyleyse biz namazlarımızda okuduğumuz bu âyetle
günde en az kırk defa “Ya Rabbi, biz sadece seni
överiz, sadece senin övdüklerini överiz. Senin övüp beğenmediklerini asla övüp
beğenmeyiz. Senin övüp beğenmediklerini asla sahiplenmeyiz”
diyoruz.
O halde, Rabbimize böyle bir
ahitte bulunduğumuz namaz sonrası hayatımıza bir bakalım. Eğer günde kırk defa
namazlarımızda; “Ya Rabbi, biz sadece seni ve senin
övdüklerini överiz” dediğimiz halde, namaz sonrası hayatımızda Allah’ın
övmediklerini övmeye, Allah’ın övdüklerini de övmemeye kalkışırsak, bilelim ki
bu halimizle Allah’a verdiğimiz bu sözü nakzederek O’nunla dalga geçmiş, O’na iftira etmiş oluruz Allah
korusun. Meselâ Allah’ın övmediği bir evi, ev tefrişini, Allah’ın övmediği bir
sofrayı, Allah’ın övmediği bir kazanma harcama düzenini, Allah’ın övmediği bir
meslek seçimini, Allah’ın övmediği bir alfabeyi, Allah’ın övmediği bir hukuk
sistemini, Allah’ın övmediği bir ekonomik anlayışı, Allah’ın övmediği bir
eğitim sistemini, Allah’ın övmediği bir kılık kıyafet modelini, Allah’ın
övmediği bir düğün modelini, hâsılı Allah’ın övmediği bir yaşam biçimini, bir
hayat tarzını hamd etmeye, övmeye ve sahiplenmeye
kalkışırsak Allah korusun günde kırk defa Rabbimize verdiğimiz sözümüzü bozuyor
ve başkalarını hamd ederek, başkalarının yasalarını,
başkalarının ürünlerini överek, kabullenerek şirk içine düşmüş
oluyoruz.
Demek ki bir şey
övülecek, bir şey methedilecek, kabullenilecek, sahiplenilecek ve hamd edilecekse unutmamalıyız ki o şey ancak Allah’la ilgisi
kadarıyla övülecek ve hamd edilecektir. Yâni Allah’ın
övdüğü övülecek, övmediği de asla övülmeyecektir. Namazlarımızda bu sözü
veriyoruz Rabbimize. Öyleyse şimdi bir bakın hayatınıza. Bir bakalım
hayatımıza. Acaba namazlarımızda söz verdiğimiz gibi sadece Allah’ı ve O’nun
övdüklerini mi övüyoruz? Yoksa Allah’ın övmediklerini övmeye, hamd etmeye, sahiplenmeye mi çalışıyoruz? Yâni ya bizim namazlarımızda dediğimiz doğrudur, ya da namaz dışı hayatımızda yaptığımız doğrudur. Namazdaki
söylediğimiz Rabbimizden olduğuna göre kesinlikle doğru olan o dur. Çünkü
Rabbimizin bizden istediği o dur.
Şimdi Allah
için bir düşünelim. Namazlarımızda Allah’a ne söz veriyoruz ve kimleri ve neleri
övüyoruz namaz sonrası hayatımızda? Meselâ bir adam ki, namaz kılmıyorsa, müslümanca bir hayat yaşamıyorsa bu adamın durumu, konumu,
makamı ne olursa olsun asla övülmesi mümkün değildir. Çünkü Allah’ın övmediğini
bir mü’minin övmesi düşünülemez. Namazsız bir adam
Allah’ın övmediği bir adam-dır. Bir eğitim sistemi ki, temeli materyalizme
dayanıyor, Allah âyetlerinin kokusuna bile müsaade etmiyorsa, Allah’ın övmediği
böyle bir eğitim sistemini bir Müslümanın övmesi,
hamd etmesi, yâni ona sahip çıkması, gerek kendisini,
gerek çocuklarını böyle bir eğitimin kucağına teslim etmesi mümkün değildir.
Bir kılık-kıyafet anlayışı ki, Allah onu övmüyor, bir Müslümanın bunu sahiplenmesi, bunu hamd etmesi kesinlikle mümkün değildir. Allah’ın övmediği
bir gelinlik ki Sirilanka’-dan getirtilmiş, dünyada
eşi ve benzeri yok. Bir Müslümanın böyle bir gelinliği
övmesi, sahiplenmesi, giymesi mümkün değildir. Bir düğün ki onda din adına
sadece mevlit okunmuş, bir Müslümanın bunu hamd etmesi, övmesi mümkün değildir. Bir sofra ki israflı,
ya da haramlarla hazırlanmış ve onu Allah ve Resûlü
övmemiş. Böyle bir sofrayı bir Müslümanın övmesi asla
mümkün değildir.
Tamam, sadece
Allah’ın övdüklerini övecek, Allah’ın beğendiklerini sahipleneceğiz, bunu
anladık da acaba Allah’ın neleri ve kim-leri övdüğünü
nereden bileceğiz? Bizler Allah’ın övdüklerini Allah’ın kitabından ve Rasulullah Efendimizin hayatından öğreniyoruz. Çünkü
kesinlikle biliyoruz ki Allah’ın Resûlü Allah’ın övdüklerini övmüş ve mahza Allah’ın övdüğü bir hayatı yaşamıştır. Rabbimizin
kitabı bunu tescil etmektedir. Öyleyse bir sofra ki Allah’ın Resûlü hayatı
boyunca onun başına oturmamış, benimsememiş, hamd
etmemiş. Şimdi böyle bir sofrayı mü’minin övmesi
mümkün değildir. Meselâ karşınızda iki sofra var. Birisinde etlisinden,
sütlüsünden, tatlısından, Panama muzundan, anzer
balına, geyik sütünden ceylan pastırmasına kadar aklınıza ne geliyorsa her şey
var. İkinci bir sofra daha var ki sadece çor-ba, yahut
tuz biber var. Hangisini översiniz bunların? Eğer birinci sofrayı över,
ikincisini reddederseniz Fâtiha’da Allah’a verdiğiniz sözü bozuyorsunuz
demektir. Hamdi Allah’a mahsus kılmıyorsunuz, Allah’ı
ve O’nun övdüklerini övmüyorsunuz demektir.
Allah korusun da bugün insanlar,
namazlarında Allah’a verdik-leri ahitlerini
bozuyorlar. Allah ve Resûlünün övmediklerini övmeye, hamd etmeye çalışıyorlar. Allah’ın övmediği bir hukuku,
Allah’ın övmediği bir siyasal yapıyı, Allah’ın övmediği bir yaşam biçimini,
Allah’ın övmediği bir eğitim yapılanmasını, Allah’ın övmediği bir kılık kıyafet
anlayışını, Allah’ın övmediği bir kazanma harcama usulünü övmeye ve sahiplenmeye
çalışıyorlar. İmanı olan değil parası olan övülüyor. Namazı olan değil villası
olan övülüyor. Takvası güzel olan değil sesi güzel olan övülüyor. Ahlâkı olan
değil mesleği ve şöhreti olanlar övülüyor. İlmi yüce olan değil arabası pahalı
olanlar övülüyor. Halbuki kesinlikle bilelim ki Allah’ın övdüklerini
övmedikçe, Allah’ın övdüklerini sahiplenmedikçe hamdi
Allah’a ait kılmış olamayız. Allah’ın övdüğü bir yaşam biçimini, Allah’ın
övdüğü bir hayat tarzını övmedikçe, bilelim ki Fâtiha’da Allah’a verdiğimiz bu
ahdi nakzediyoruz, yok sayıyoruz demektir.
Unutmayalım
ki; Allah’ın övdüğü hayat tümüyle, Allah’ın söz sahibi olduğu bir hayattır.
Allah’ın övdüğü hayat, her saniyesinde Allah’ın egemen olduğu bir hayattır.
Allah’ın övdüğü hayat, Allah için ya-şanan bir hayattır. Allah’ın övdüğü hayat, yaptırıcısı,
belirleyicisi Allah olan bir hayattır. Allah’ın övdüğü hayatta, dünyanın âhirete tercih edil-mesi yoktur.
Allah’ın övdüğü hayatta, dünya adına âhiretin ikinci
plana atılması yoktur. Allah’ın övdüğü hayatta, dünya zevklerine gömülüp kulluğu
terk etmek yoktur. Allah’ın övdüğü hayatta, Allah’ın kitabından, Allah’ın hayat
programından habersiz bir şekilde heva ve hevesler
istikâmetinde yuvarlanıp gitmek yoktur. Allah’ın övdüğü hayat-ta, ilim
öğrenmek vardır, Kur’an ve sünneti tanımak ve hayatı
onlarla düzenlemek vardır. Allah’ın övdüğü hayatta, Allah’ın arzularını her
şe-ye tercih etmek vardır. Allah’ın övdüğü hayatta, az
yemek, az uyumak, çok yorulmak, vahyi tanımak, hakkı insanlara tebliğ etmek ve
bu uğurda çile çekmek vardır. Allah’ın övdüğü hayatta sürgün vardır, sorgulanma
vardır, hapis vardır, işkence vardır, maldan ve candan, eşten dosttan geçme vardır, kan vardır, şahâdet
vardır.
İşte böyle bir
hayatı benimseyen, kabullenen, hamd eden kişi
“Elhamdülillah” demeye hak kazanmış, hamdi Allah’a ait
kılmış demektir. Allah’ı övmüş, Allah’ın övdüklerini övmüş demektir. Değilse
bir kişi namazlarında dilini kaybedecek kadar “Elhamdülillah” dese de, onun bu
ifadesi boştur, yalandır, Allah’la dalga geçmedir.
3- Öyleyse buradan hamdin bir üçüncü mânâsını söyleyelim: Demek ki bu mânâda
hamd, hayatın İslâmlaşmasının adıdır. Hayatı
İslâmlaşan bir Müslüman, İslâmlaşan hayatına “Elhamdülillah” deme-ye hak
kazanıyor demektir. Çünkü hamd Müslümanca bir hayatın so-nucudur. Bakın Rabbimiz bu gerçeği anlatırken, Kur’an’ın başka bir yerinde şöyle
buyurmaktadır:
10: “Oradaki duaları:
"Münezzehsin ey Allah'ım" dirlik temennileri: "Selâm size" ve dualarının sonu
da: "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun"
dur.”
(Yunus 10)
Bir hayat ki, neticesinde
“Elhamdülillah” gerçekleşecek. Bir hayat ki, sonunda o hayatı yaşayanlar
“Elhamdülillah” demeyi hak edeceklerdir. İşte bu hayat, Allah ve Resûlünün
bizden istediği hayattır. Allah’ın kitabıyla ortaya koyduğu, Rasûlullah Efendimizin de bizzat pratik hayatıyla örnekleyip
açıkladığı bir hayattır bu. Yâni Allah’ın Resûlü bu hayatı bizzat yaşamıştır.
Çünkü bir gün, Ayşe annemizden onun hayatı sorulunca mü’minlerin annesi: “Sizler Kur’an
okumuyor musunuz? Onun hayatı mahza Kur’andı” buyurur. Eğer onun yolunun yolcusu olan ve her
yönden onu taklit etmek zorunda olan bizler de onun yaşadığı gibi bir hayat
yaşarsak o zaman bu hayata “Elhamdülillah” demeye yüzümüz ve hakkımız olacak
demektir. Peki ne yapmıştı Allah’ın Resûlü? Nasıl bir hayat
yaşamıştı?
Mekke’de peygamberlik görevine
başladığı günlerde Rabbi-miz: “Ey örtülerine bürünen
peygamber! Kalk ve uyar! Kalk ve çevreni uyandır! Gece kalkıp Kur’an oku! Gündüz onu yaşa ve çevrendekilere ilan et! Gece
Rabbinle istişare et! Gündüz de Rabbinin büyüklüğünü ilan et!” buyurmuştu.
Rabbinden aldığı bu emirle, Rabbinden aldığı bu hayat programıyla öyle bir
kalkmıştı ki Allah’ın Resulü, ömrünün so-nuna kadar bir daha yatma nedir, uyku durak nedir
bilmemişti. Öm-rünün sonuna
kadar bir tek geceyi bile ihmâl etmeden kalkıyor, Kur’-an okuyor, gündüz de tak
tak kapıları çalarak gece ilgi kurduğu Allah
âyetlerini, Rabbinden aldığı mesajı insanlara ilan etme, duyurma ve onunla
insanları diriltme savaşı veriyordu. Gittiği kapıdan hüsnü kabul görmese de, eli
boş dönse de yine “Elhamdülillah” diyordu. Neden? Çünkü Allah’ın istediğini
yapıyor, Allah’ın istediği hayatı yaşıyor, Allah’ın övdüğüne talip
oluyordu.
Eğer şu anda
bizim de böyle bir derdimiz varsa, biz de her gece kalkıp Kur’anla ilişki içine giriyor, iliklerimize kadar Allah
vahyini özümlemek ve insanlara duyurmak derdiyle dertlenebiliyorsak, o zaman biz
de hayatımıza “Elhamdülillah” diyelim. Yaşadığımız hayatımıza hamd edelim.
Yine Allah’ın Resûlü vefatı
esnasında, bir yahudi çocuğunun baş ucuna gidiyor,
acaba onu son deminde cehenneme kaçırır mıyım endişesiyle heyecandan kalbi ve
kafası kaynıyor ve son derece titrek bir sesle o çocuğu imana davet ediyordu.
Müslüman olması için âdeta yalvarıyordu ona. “Evlâdım, gel Müslüman ol ve kurtul
diyordu.” O çocuğun bu mübarek nefese kulak verip son anında kelime-i şahâdet
getirmesi karşısında Allah’ın Resûlünün etekleri sanki mücevherlerle doluyor,
yüzü gülüyor ve “Elhamdülillah” diyerek sevinçle oradan ayrılıyordu.
“Elhamdülillah” ki cennete bir kişi daha kazandırmıştı. “Elhamdülillah” ki
cehennem bir üyesini daha kaybetmişti. “Elhamdülillah” ki Allah’ın kendisinden
istediğini yapabilmişti.
İşte böyle bir
amele “Elhamdülillah” denebilir. Eğer şu anda sizin de böyle bir heyecanınız
varsa, hiç durmayın siz de “Elhamdülillah” deyin. Sizler de eğer insanları
cennete kazandırma, cehennem yollarına barikatlar koyma derdiyle
çırpınabiliyorsanız, bu işi kendinize iş edinmişseniz, dert edinmişseniz
“Elhamdülillah” deyin.
Mekke’de, Medine’de üst üste üç
gün karnı doymuyor, günlerce ocağı yanmıyor, bacası tütmüyor. Çoğu zaman kepeği
alınmamış arpa ekmeği bulabiliyor ve sonunda böyle bir hayata “Elhamdülillah”
diyordu Allah’ın Resûlü. “Elhamdülillah” ki Allah’ın istediği, Allah’ın övdüğü
bir hayatı yaşıyordu. “Elhamdülillah” ki dünyaya meyledip, dünya nîmetlerinin
içine gömülüp âhireti, hesabı, kitabı ve kulluğu ihmâl
etmiyordu. “Elhamdülillah” ki dünya onu kendisine kul köle edinememişti. Eğer
sizler de böyleyseniz, “Elhamdülillah” deyin.
Tebliğ için gittiği, insanları
cennete kazandırmak için gittiği Ta-if’ten kan revan
içinde dönüyor, ama o yine “elhamdülillah” diyordu. Elhamdülillah ki, insanlara
Allah’ı duyurmuştu. Elhamdülillah ki, Allah için gitmişti ve görevini
başarmıştı. Elhamdülillah ki dönüşünde Allah ona Ninova’lı Addas’ı nasip etmişti.
Eğer sizler de Allah için akrabalarınıza, komşularınıza gidebilmişseniz, başka
şeylere üzüldüğünüz kadar Allah için de üzülebilmişseniz elhamdülillah
deyin.
Mekke’de müşrikler tarafından
boykota maruz kalıyor, Ebu Talip mahallesinde üç yıl
boyunca muhasara altında kalıyor, yarı aç yarı tok çile çekiyor, göz yaşı
döküyor, ama sonunda “elhamdülillah” diyordu. Elhamdülillah ki, Allah’ın
istediği hayat buydu. Elhamdülillah ki, Allah adına katlandığı sıkıntılar ve
gösterdiği sabır karşısında Allah’ın nusreti gelmiş ve
müşriklerin Kâbe’nin duvarına astıkları boykot anlaşmasını güveler yemiş
bitirmişti. Elhamdülillah ki onun sabrını gören kâfir çocuklarından pek çoğunun
kalbi erimiş, ve onun kervanına katılmıştı.
Mekke’de, doğup büyüdüğü şehirde
tüm kapılar yüzüne kapanıyor, evini barkını terk edip hicrete mecbur kalıyor,
sonunda “elhamdülillah” diyordu. Elhamdülillah ki, Allah’ın istediğini
yapıyordu. Elhamdülillah ki, Allah ona yepyeni bir vatan nasip ediyordu.
Elhamdülillah ki, Allah ona Akabe’de biat edecek, onu kendi şehirlerine davet
edecek yiğitler gönderiyordu. Elhamdülillah ki, davası Medine’de çığ gibi hüsnü
kabul görüyordu.
Bütün bunlardan şunu anlıyoruz.
Demek ki; “elhamdülillah” hayatın İslâmlaşması demektir. Elhamdülillah,
İslâmlaşan bir hayatın sonucudur. Aslında elhamdülillah’ı anlamak Kur’an’ı
anlamak demektir. Elhamdülillah, Kur’an da Allah’ın
istediği hayatı yaşamak demektir. Şimdi bir adam düşünün ki, Kur’an’dan ve sünnetten haberi yok, Allah’ın kendisinden
istediği hayattan haberi yok. Müslümanım diyor, ama
henüz Müslümanlığın farkında değil.
Hayatında her türlü İslâm dışı şeyler mevcuttur. Sofrasında içki eksik
olmuyor. Kazanmasında ve harcamasında Allah söz sahibi değil. Zevkini tatmin
edecek kadın, müzik, televizyon gibi her türlü İslâm dışı eğlencelere düşkün.
Hayatında sınır tanımadan, haram helâl dinlemeden, dilediği gibi bir hayat
yaşıyor. Şimdi bu adam İslâm’la, Kitap ve Sünnetle tanışınca, Allah’ın istediği
gibi bir Müslüman olmaya karar verince, hayatındaki İslâm dışı her şeyi atacak
ve sonunda “elhamdülillah” diyecektir. İşte, bunu yapabilen bir kişinin
“elhamdülillah” demeye hakkı vardır. Çünkü elhamdülillah, hayatın
İslâmlaşmasının adıdır.
Çünkü Uhut’ta yiğit sahabe Amr ibni Cemuh kendisini şaha-detten, Allah ve Resûlünün cihad
çağrısından engellemeye çalışan, kendisini meşgul eden ağzındaki hurmaları
tükürdüğü anda “Elham-dülillah” demişti. Elhamdülillah ki, Allah’la arasına giren
o engeli aşa-bilmiş, nefsinin arzularına teslimden kurtulup Allah’ın
istediğine koşa-bilmişti.
Bir başka
yiğit, Abdullah bin Revaha da nefsinin cimriliğini
yenip en kıymetli bahçesini Allah yolunda infak edebildiği gün,” el-hamdülillah” demişti. Bir başka yiğit Hz Ömer Efendimiz, yaşama ar-zusundan vazgeçip Allah adına sırtına zehirli bir hançer
saplanıp şa-hâdetin
kokusunu aldığı anda “elhamdülillah” demişti.
Hayat İslâmlaşmalı ki, kişi o
hayata “elhamdülillah” diyebilsin.
Böyle değilse İslâm dışı bir hayata “elhamdülillah” demek, Allah’a en
büyük iftiradır. Bir Müslüman düşünün ki;
Allah’ın kendisi için hayat programı olarak indirdiği kitabından ve
kulluk örneği peygamberinin hayatından habersiz. Âhiretten, hesaptan ve kitaptan habersiz, tıpkı bir kâfir
gibi keyfine göre aklına ne geliyorsa yapıyor. Kendisinin hızla cehenneme
gidişi, hanımının, çocuklarının hızla cehenneme gidişi, onu hiç düşündürmüyor.
Şimdi bu adam yaşadığı bu hayata nasıl “elhamdülillah”
diyebilir?
Dünyada yaşadığı hayatı
Müslümanlaştıkça Müslümanlaşan hayatına, Müslüman hamd edecek, “elhamdülillah” diyecektir. Ama Kur’an’ın başka âyetlerinden de anlıyoruz ki, Müslümanlar
sadece bu sözü dünyada değil, aynı zamanda Cennette de Rablerinin kendilerine
lütfettiği, o güzel hayatı gördükleri zaman da elhamdülillah diyecekler ve
kendilerine bu hayatı sağladığı için Rablerine hamd
edeceklerdir. Yunus sûresindeki âyeti az evvel okudum:
…Ve dualarının (davalarının) sonu
da: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun”
dur.”
(Yunus 10)
“Allah Odur; Ondan başka İlâh
yoktur. Hamd, dünyada da âhirette de O’nun içindir; hüküm de O’-nundur. Yalnız O’na
döndürüleceksiniz.”
(Kasas
70)
Hamd âlemlerin Rabbine aittir. Rab;
terbiye eden, hüküm koyan, kanun vaz eden,
yeryüzünde yarattığı her canlının hayat programını çizen, her varlığın kulluk
programını belirleyen demektir. Rab; kişiye yaptığını yaptıran, yapmayıp terk
ettiğini terk ettiren varlık demektir. Yaptıklarımızın tümünü bize yaptıran,
bizim hayatımızda egemen olan güç, sebep, saik, otorite neyse bizim Rabbimiz
odur.
Şu anda bizi
hareket ettiren güç neyse bizim Rabbimiz odur. Meselâ eğer ben bu kardeşlerime Fâtiha
sûresini anlatırsam bana para verirler, bana değer verirler, beni alkışlarlar
niyetiyle gelmiş anlatıyorsam benim Rabbim bu istediğim şeylerdir. Veya, farz
edin ki yarın adaylığımı koyacağım, bu kardeşlerin oylarına ihtiyacım olacak,
beni bir tanısınlar niyetiyle gelmiş konuşuyorsam, Rabbim odur ve Allah’-tan bir
şey istemeye hakkım yoktur. Ama, benim burada bu konuşma-yı yapmamı Allah istiyor, Allah istediği için ben bunu
yapmak zorundayım niyetiyle gelmiş konuşuyorsam, beni şu anda konuşturan güç,
sebep, saik, otorite Allah’sa,o zaman benim bu konuda Rabbim Allah’tır ve
mükâfatını O’ndan isteyeceğim
demektir.
Sizler de şu anda ne için
buradaysanız, sizi burada toplayan sebep ne ise, Rabbiniz O’dur. Eğer sizler
de, ben de rıza şartıyla Allah’tan başka güçler, Allah’tan başka sebepler
adına buradaysak sizlerin de, benim de Rabbimiz Allah değildir. Konuşan ne
için konuşuyorsa Rabbi O’dur, dinleyen ne için dinliyorsa Rabbi O’dur. Biraz
önce namaz kılındı. İmam ne için imamlık yapıyorsa Rabbi odur, cemaat ne için
gelip cemaat olmuşsa Rabbi odur. Öğretmen ne için öğretmenlik yapıyor, talebe
ne için öğreniyorsa Rabbi odur. Yaptığımız amellerimiz de şunlar şunlar da olabilir; ama ben bunu Allah istediği için
yapıyorum demek, Allah’ı Rab bilmek
anlamınadır.
Demek ki Rabb; kişinin hayat programını belirleyen varlık demektir.
İnsanın hayat programını belirleyen kim ise onun Rabbi odur. İnsan, kimin
arzularını gerçekleştiriyorsa, kimin dediği gibi yaşamaya çalışıyorsa, onun
Rabbi odur. Daha öncede söylediğimiz gibi Rabb;
insanın yaptıklarını yaptıran yapmadıklarını da yaptırmayan güçtür. Şöyle
giyiniyor veya böyle giyinmemeye çalışıyoruz. Peki Kim söyledi bunu? Kimi razı
etmek için böyle yapıyoruz? Yâni böyle
giyinirken bunun yaptırıcısı kim ise, bilelim ki o konuda Rabbimiz odur. Moda
mı? Toplum mu? Çevre mi? Âdetler mi? Töreler mi? Müdür mü? Amir mi?
Yönetmelikler mi? Yasalar mı? Yoksa Allah mı? Kim dedi böyle giyinin diye?
Kimdir bize bunu yaptıran? Kim ise işte,
kişinin Rabbi odur.
Birine küsüyoruz, yaptırıcısı
kim? Allah mı? Yoksa bir başka sebep mi? Allah mı? Yoksa menfaat mı? Birini
seviyoruz. Kim dedi di-ye? Birileriyle beraber olmaya çalışıyoruz. Kimi memnun
etmek için? Filan mektepte okuyoruz. Kim dedi bunu? Evimizi şöyle şöyle tefriş ediyoruz. Kim dedi diye? Şu şu meslekleri seçiyoruz, kim dedi? Evet yaptıklarımızın
yaptırıcısı kim ise bizim Rabbimiz odur. Öyleyse geçen ay neler yaptınız ve kim
yaptırdı bunları size? Allah için bunları bir düşünün. Veya geçen haftayı
unuttunuz, dün neler yaptınız? Bugün neler yaptınız ve kim yaptırdı bunları
size? Bunu düşünmek zorun-dayız. Yaptıklarımızı yaptıran, yapmadıklarımızı terk
ettiren kim? Meselâ namaz kılıyoruz, kıldıran kim? Diz kireçlenmelerini önlemek
için ise O zaman Rabbimiz odur. Oruç tutuyoruz, tutturan kim? On bir ay yorulan
midelerimizi dinlendirmek, perhiz yapmak, vücut güzelleştir-mek için ise o zaman Rabbiniz odur.
Yaptıklarımız
konusunda bu böyle olduğu gibi yapmayıp terk ettiklerimiz konusunda da böyledir.
Negatif davranışlarımız konusunda da etkili varlık kimse bizim Rabbimiz odur.
Meselâ içki içmiyoruz, sebep nedir? Siroza yakalanırız, karaciğeri kaybederiz
diye mi? O zaman bilesiniz ki Rabbiniz sağlığınızdır. Allah yasakladı diye ise
O zaman Rabbiniz Allah’tır. Zina yapmıyorsunuz, sebep nedir? Eids hastalığına yakalanma korkusu ise Rabbiniz odur. Allah
haram kıldı diye ise Rabbiniz Allah’tır.
İşte mü’min, bunu düşünen ve yaptıklarını Allah istedi diye ,
kitabında böyle söylüyor diye yapan, ve yaptıklarının tümünü Allah’a lâyık
olarak yapan kimselerdir.
Çünkü Bizi yaratan, büyütüp
besleyen, koruyup doyuran, bizim için
yeryüzünde yasa belirleyen Rabbimiz Allah’tır. O’nun tarafından getirildiğimiz
şu dünya hayatında neler yapıp, neler yapmayacağımızı, O’na ait olan bu
hayatımızı nasıl yaşayacağımızı belirleyen Allah’tır. Bizim boynumuzdaki kulluk
iplerinin ucu elinde olan ve çektiği yere gitmemiz gereken Rabbimiz O’dur.
Gündüz hayatımızın, gece hayatımızın,
aile hayatımızın nasıl olacağını, hukukumuzun, eğitimimizin, sosyal ve siyasal
yapılanmalarımızın nasıl olacağını, soframızda nelerin bulunup, nelerin asla
bulunmayacağını, neleri yiyip, neleri yemeyeceğimizi, nerelerden kazanıp,
nerelerde harcayacağımızı, çocuklarımızı nasıl eğiteceğimizi, hanımlarımızla
nasıl bir münâsebet kuracağımızı, kılık kıyafetimizin nasıl olacağını, hâsılı
tüm hayat programımızın nasıl olacağını belirleyen Rabbimiz
Allah’tır.
Müslüman,
Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul eden, ya da
bir başka deyişle seçimini Allah’tan yana kullanan kişidir. Müslüman iradesini
Allah’a teslim eden kişidir. Müslümanım diyen
birisinin gerek kendisi hakkında, gerek evi ve ev halkı hakkında, gerek malı ve
işi hakkında söz söyleme ve hüküm beyan etme hakkı yoktur. Bir müslüman asla, bu benim zevkimi okşamıyor, bu bana
yakışmıyor, bu benim mantığıma ters geliyor, diyemez. Bunu ancak Allah’a
inanmayan bir kâfir diyebilir. Çünkü o Allah’a inanmamıştır. Ben Allah filan
ta-nımam. Ben kendi hayatımı kendim belirlerim
demiştir ve dilediğini yapabileceğine inanmıştır. Ama bizler Allah’a iman etmiş
insanlarız. Öyleyse kâfirler gibi bizim muhayyerlik hakkımız, seçme hakkımız
yoktur. Allah’ın bizim adımıza seçtikleri ve beğendikleri güzeldir, gerisi
boştur ve batıldır.
Demek ki Rabb, günlük hayat programını çizendir. Günlük hayatımızın
tümünde Rabbimiz Allah olmalı. Hayatımızın bazı bölümlerinde Rabbimiz Allah,
bazı bölümlerinde de başka Rab’lere, başka efendilere hizmet etmemeliyiz. 24
saatin tümünde Rabbimiz Allah olmalı. Hayatımızın tümünde boyunlarımızdaki
kulluk ipinin ucu Allah’ın elinde olmalı. Eğer günlük hayatımızın herhangi bir
biriminde arzuları Rabbimizin arzularıyla çatışan bir varlığın arzularını
gerçekleştirmeye yönelirsek, o zaman -Allah korusun- hayatımızda başka rab’ler
edin-mişiz demektir. Emirleri ve arzuları
istikâmetinde hareket ettiğimiz bu varlık babamız, annemiz, karımız, kocamız,
çocuklarımız, patronumuz, devletimiz,
nefsimiz, şeytanımız olabilir. Allah'ın arzularıyla bun-ların arzusu çatıştığı zaman Allah’ın arzuları tercih
edilecek ki sonun-da Allah’tan başka Rabbimiz yok
diyebilelim.
Ama -Allah
korusun- hal-i pür melalimize baktığımız zaman korkunç bir manzara görüyoruz.
Camide sözünü dinlediğimiz bir Rabbimiz
var, sosyal hayatımızda da hayatımıza hâkim başka Rab’le-rimiz var. Camide bir Rabbin şuurundayız ki; fazla yanan
elektrik varsa söndürüyoruz. Çünkü O Rab savurganlığı yasaklamıştır. Ama
evimizde, yahut dükkânımızda, işyerimizde öyle yanıp giden elektrikler var ki
bizi hiç enterese etmiyor. Bu halimizle demek
istiyoruz ki; sanki ev hayatımıza, iş hayatımıza Allah karışmaz. O konuda söz
sahibi başka Rablerimiz var. O sadece ibâdet hayatımıza karışır, ama ev
tefrişimize, düğünümüze, ticaretimize, meslek hayatımıza, cebimiz-deki
paramıza, kazanmamıza, harcamamıza, hukukumuza, eğitimimi-ze, siyasal yapılanmamıza, evimize aldığımız avizemize,
serdiğimiz halımıza karışmaz. Sanki O’nun hükmü ve otoritesi sadece camiye ve
ibâdete mahsustur.
Halbuki bizim,
kul olarak hayatımızın tümü ibâdettir.
İbâdetin dışında tutabileceğimiz bir tek saniyemiz bile yoktur . Binaenaleyh
ha-yatımızın her saniyesinde Rabbimiz Allah olmalıdır. Yerken, içerken,
yatarken, kalkarken, konuşurken, yürürken, ticaret yaparken, tırnak keserken,
çocuklarımızla konuşurken, birine bir şey anlatırken, bir ko-nuda karar verirken,
düşünürken, gülerken ağlarken, severken, kü-serken,
her ân, her saniye bizim için kulluk ve ibâdettir. Her ânımızda Rabbimiz Allah olmalıdır. İbâdet sadece namaz, oruç, abdest, hac ve zekattan
ibaret değildir. Hayatımızın tamamı ibâdettir. Hayatımızın tümünde
Allah’ı dinlemeliyiz.
Sabahleyin
erken kalkıp namaz kılmalıyım, neden? Çünkü bu konuda benim kulu olduğum Rabbim
öyle istiyor. Yemeğimde soframda içki olmayacak, Rabbim öyle istiyor. Yerken,
içerken, giyerken, harcarken israf etmeyeceğim, Rabbim öyle istiyor. Konuşurken
hep hayır konuşacağım, yalan söylemeyeceğim, Rabbim öyle istiyor. Gece Kur’an okuyacak, anlayacak ve gündüz onu yaşayacağım,
başka-larına anlatacak ve ilan edeceğim, Rabbim öyle
istiyor. Harama el sürmeyeceğim, başkalarının namusuna el uzatmayacağım, kendi
na-musuma sahip çıkacağım,
Rabbim öyle istiyor. Çocuklarıma, hanımı-ma,
komşuma, arkadaşlarıma, talebelerime her fırsatta Allah’ı anlata-cağım, Rabbim
öyle istiyor. En çok O’nu öveceğim, en çok O’nu gündeme alıp O’ndan
bahsedeceğim, O’nu ölçü alacağım, Rabbim öyle istiyor. Hukuk olarak O’nun
hukukunu hamd edeceğim, kılık kıyafet olarak O’nun
seçtiğini hamd edeceğim, Rabbim öyle istiyor.
Hayatı-mın tümünde sadece O’nun çektiği yere
gideceğim. Ondan başkası-nın önünde
eğilmeyeceğim, O’ndan başkalarının yasalarını benimsemeyeceğim, Rabbim öyle
istiyor. Hâsılı tüm hayatımda sadece O’nu dinleyecek ve yüzümü sadece O’na
döneceğim, Rabbim öyle istiyor. O Allah benim Rabbimdir. Benim ondan başka
arzusunu yerine getireceğim, emir ve yasaklarını hayatımda uygulayacağım,
daraldığım zaman kendisine dua edip imdadıma çağıracağım, sığınıp korunaca-ğım Rabbim, efendim
yoktur.
Evet önemine
binaen bunu bir kere daha söyleyip âyetin öteki bölümüne intikal edeyim
inşallah. Arkadaşlar, unutmayalım ki yaptıklarımızın yaptırıcısı, yapmayıp terk
ettiklerimizin de terk ettiricisi kimse bizim Rabbimiz odur. Yâni pozitif ve
negatif tüm amellerimizde hayatımızda etkili varlık kimse, neyse Rabbimiz odur.
Dikkat ederseniz kabirde bize sorulacak ilk soru da bu olacaktır. “Men
Rabbuke” “Rab-bin kim?” Düşünebiliyor
musunuz? Bir adam 50-60 sene bu dünyada bir hayat yaşayacak. Yaşadığı bu süre
içinde özgür iradesiyle pozitif ve negatif pek çok şeyler yapacak. Sonra da
ölüp kabre konulunca kendisine çok basit bir soru gelecek. Rabbin kim? Bu basit
soruya herkes cevap verebilir gibi geliyor. Ama iş öyle değildir. Bunun mânâ-sı
şudur: Orada pozitif ve negatif her bir amelimiz gündeme getirilip bu konuda
Rabbin kimdi? Buyurulacak. Hayatında iken şöyle bir
kıya-fetten yana olmuştun, bu konuda Rabbin kimdi?
Kimi memnun etmek için böyle giyinmiştin? Kim istemişti bunu? diye sorulacak. Bu
dün-yada âkıl ve bâliğ olduğumuz andan son nefesimizi vereceğimiz ana kadar tüm
yaptıklarımız ve yapmadıklarımız tek tek ortaya
dökülecek ve her biri konusunda Rabbimizin, yâni onun yaptırıcısının kim olduğu
sorulacak. O zaman basit bir soru değil bu soru değil mi? İşte Rabb budur ve Rabbimiz hesap gününde bu konuda bizim
yardımcımız olsun inşallah.
Ama O Rabbim
sadece benim değil, bütün âlemlerin Rabbidir. Güneş, Ay, Yıldızlar, galaksiler,
yürüyenler, sürünenler, canlılar, cansızlar, akıllılar, akılsızlar, bilinenler
ve bilinmeyenler olarak, görülenler görünmeyenler olarak göklerde ve yerlerde
ne varsa, O bütün âlemlerin sahibidir, mâlikidir, otoritesidir,
Rabbidir.
Bütün
varlıkları yaratan, öldüren, büyüten, küçülten, besleyen, doyuran, sevk ve idare
eden, hayat programlarını çizen, haklarında kanun koyan O’dur. Evet O bütün
âlemlerin Rabbidir.
İslâm âlimleri
âlemi şöyle tasnif etmişlerdir: Âlem “Ma
si-vallah” demektir. Yâni âlem,
Allah dışında her şey demektir. Âlimlerimiz önce âlemi iki kısma ayırmışlardır:
1: Gayb âlemi,
2: Şehâdet âlemi.
Gayb âlemi bilginin konusu değildir.
Bu âlem bilinemez, görülemez. Bu âlem ancak imanın konusudur. Kur’an’ın bize haber verip inanmamızı istediği, cennet,
cehennem, cin, melek bunların hepsi gayb
âlemidir.
Şehâdet âlemi de görülen ve bilinebilen
âlemdir. Bilginin konusu olan âlemdir. Bu âlemi de İslâm âlimleri yine ikiye
ayırmışlardır:
A- Bilinenler
(varlar),
B-
Bilinmeyenler (yoklar)
Bilinmeyenler,
meselâ dün çiçek aşısı bilinmiyordu, ama bugün bilinmektedir. Veya şu anda
benim cebimde ne olduğunu herkes bilemez ama ben bilebilirim. Yâni sizin için
bilinmeyen benim için bilinendir. Veya meselâ doktorun bildiğini, mühendisin
bildiğini herkes bilemez. Bunun gibi aslında şahâdet âleminin konusu
olanlardır.
Bilinen
(varlar) lere gelince bunları da âlimlerimiz dört
kısma ayırmışlardır.
A- Üç
boyutlular,
B- İki
boyutlular,
C- Tek
boyutlular,
Ç-
Boyutsuzlar.
Üç boyutlular
madde, iki boyutlular resim ve gölge, tek boyut-lular
zaman, renk ve sayı, boyutsuzlar da nokta, namus, hareket, akıl gibi
şeylerdir.
Üç boyutlular dediğimiz maddeyi
de ikiye ayırmışlardır:
A- İradeli
olanlar, İnsanlar,
B- İradesiz
olanlar, diğer varlıklar, hayvanlar bitkiler gibi.
İradeli
olanları da ikiye ayırmışlar.
A-
Kadın.
B-
Erkek.
İradesiz
olanları da ikiye ayırmışlar.
A-
Ruhlular.
B-
Ruhsuzlar.
Ruhsuz
olanlar, toprak, hava, su ve ateş gibi şeylerdir. Ruhlu olanları da ikiye ayırmışlar.
A-
Bitkiler,
B- Hayvanlar
diye.
İşte
âlimlerimizin bu şekilde tasnif ettikleri veya insanların bildikleri,
bilemedikleri sayılabilecek ne kadar âlemler varsa bunların hepsinin Rabbi
Allah’tır. Bunların tümünü yaratan, yoktan var eden, hayat programlarını tespit
eden, hepsini doyuran, koruyan, yaşatan, ayakta tutan ve hepsinin boyunlarındaki
kulluk ipinin ucu elinde olan, hepsinin kendisine boyun büküp yasalarına teslim
oldukları Rabb, Allah’tır.
İşte bizler
Fâtiha sûresinin bu bölümünde tüm âlemlerin ve bizim Rabbimiz olan böyle bir
Allah’a hamd ediyoruz. Böyle bir Allah’ı övüyor, böyle
bir Allah’ın övdüklerini övüyor, böyle bir Allah’ın bizim adımıza seçip,
beğenip gönderdiği hayat programını övüp başımıza taç yapıyoruz. Ve O’nun
övmediklerini, beğenmediklerini de övmeyeceğimize, sevmeyeceğimize, onlara
sahip çıkıp benimsemeyeceğimize, hayatımızda onlara yer vermeyeceğimize dair
ahitte bulunuyoruz. Bu konuda Rabbimize söz veriyoruz. Hamdımızı sadece O’na
ait kılacağımıza, O’ndan başkalarını asla hamd edip
emirlerini dinlemeyeceğimize, O’ndan başkalarının arzularını gerçekleştirip,
yasalarını uygulamayacağımıza, O’ndan başkalarının gösterdikleri, çektikleri
yerlere gitmeyeceğimize söz veriyor, ahitte bulunuyoruz. Ve her gün en az kırk
defa da bu ahitlerimizi yeniliyoruz.
O halde günde kırk defa Rabbimize
verdiğimiz bu ahitlerimizi bozmamalıyız. Ahitlerimize sâdık kalmalıyız.
Namazlarımızda Rabbi-mize verdiğimiz bu sözlerimizi
unutup, namaz sonrası hayatımızda o hayata karışacak söz sahibi başka Rabler,
başka efendiler bularak Allah’la dalga geçmeye
çalışmamalıyız. Hayatı parçalayıp bir bölümünü Allah kaynaklı, öteki bölümünü
başka Rabler, başka İlâhlar kaynaklı düzenleyerek şirkin içine
düşmemeliyiz.
3: “O, Rahmân ve
Rahîmdir.”
O Allah, kendisini Rab
bileceğimiz, günlük hayat programımızı kendisine soracağımız ve
boyunlarımızdaki kulluk iplerinin ucunu eline vereceğimiz, sadece kendisini ve
sistemini hamd edeceğimiz Allah, Rahmân ve Rahîmdir. Allah’ın tüm
yaratıklarıyla ilişkisi rahmet esasına dayanmaktır. Kur’an’ın başka yerlerinde Rabbimiz bunu
anlatır.
"O Allah, rahmet etmeyi nefsine
yazmıştır."
(En’âm
12)
Allah, kullarına karşı rahmeti
nefsine yazmıştır. Zira mülkün sahibi O’dur. Bu konuda O’nu kimse zorlayamaz.
Kimse O’nu minnet altında tutamaz. Mülkün sahibi olarak kendisi öyle,
dilemiş, dünya ve âhirette mahlukâtına rahmet etmeyi kendisine yazmıştır.
Rabbimizin dünya ve âhirette kullarına muamelesinin
temeli işte bu rahmettir. Bu-hâri ve Müslim’de rivâyet
edilen bir hadis-i kutside:
"Benim rahmetim gazabımı
geçmiştir."
Buyurulur. Allah, kulları için rahmeti bol
olandır. Kendisini inkâr edenleri bir anda yerin dibine batıracak güçte olduğu
halde yine de bu insanlara rahmeti gereği mühlet tanıyor, dönüş imkânı
veriyor.
Hz Ömer Efendimiz anlatıyor. Rasulullah Efendimizin huzuruna bir kısım esirler
getirildi. Bir de baktık ki esirler arasında bir kadın yana döne kaybolmuş
çocuğunu arıyor. Bu kadını gösteren Allah’ın Resûlü şöyle
buyurdu:
"Şu kadını görüyor musunuz? Onun
aradığı çocuğuna duyduğu şefkat ve merhametten çok daha fazlasıyla Allah size
merhamet etmektedir. Çocuğunun kendisine dönmesine bu kadının sevinmesinden çok
daha fazlasıyla sizin Rabbinize dönmenizden Allah
sevinmektedir."
Rahmet İslâm’ın ana umdesidir.
Yaşadığımız bir tek saniye yoktur ki; bizler Rabbimizin rahmeti altında
olmayalım. Rabbimizin bizim adımıza rahmeti kendi üzerine yazdığını bildirmesi
bile bir rahmet eseridir. Rabbimizin rahmeti önce insanın varlığında tecelli
eder. İnsanın yoktan var edilişi, kendini bile bilmez bir varlık iken kendisine
Allah bilgisinin ulaştırılması, kitap gönderilmesi ve halife yapılması, tövbe
ettiği takdirde günahlarının affedilmesi, günahlarına misliyle ceza verilirken
sevaplarına on misliyle, bazen daha fazlasıyla mukâbele edilmesi,
günahlarının iyiliklerle silinmesi, rahmetiyle cennete konulması, evet bunların
hepsi rahmet eseridir. Besmelede bu Rahmân ve Rahîm sıfatları konusunda epey
bir şeyler demiştik, burada da bununla iktifa edelim.
4: “O din gününün
mâlikidir.”
işte bu Rahmân ve Rahîm olarak
tanıdığımız, inandığımız Allah, din gününün sahibi ve mâlikidir. Mâlik, sahip
demektir, otorite de-mektir, söz sahibi
demektir.
Din günü de hakla batılın, iyiyle
kötünün, doğruyla yanlışın, mü’minle kâfirin, Müslümanla müşrikin, mü’minle
münafığın birbirinden ayrılacağı, iyilerin iyiliklerinin mükâfatı olarak
cennete uçacakları, kötülerin de kötülüklerinin cezası olarak cehenneme akıp
dolacakları gün demektir.
Din günü kıyamet günü demektir.
Din günü, Allah katında bir gündür ki, bizim dünyadaki günlerimize benzemez. Bir
gündür o, ama farklı bir gündür. Bugün dünya, yarın âhiret sözüyle de ifade edildiği gibi dünyanın tüm ömrü bir
gün, âhiret hayatı da bir gün olarak ifade
edilmiştir. Yevmü’d dünya ve yevmü’l âhireti. İnfitâr sûresinde Rabbi-miz bu din
gününü şöyle anlatır:
“Din gününün ne olduğunu sen
nerden bilirsin? Evet ceza gününün ne
olduğunu nereden bileceksin? O gün, kimsenin kimseye hiçbir fayda
sağlamayacağı bir gündür. O gün buyruk yalnız
Allah'ındır.
(İnfitar 17,18,19)
Evet o gün insanlar ne
kendilerine, ne de başkalarına bir şey sağlayacak değildirler. Yâni o gün
insanlar hiç bir şeye mâlik değildirler. O gün söz sahibi sadece Allah’tır. O
gün hâkimiyet sadece O’nundur. O gün hiç kimsenin ne söz söyleme, ne de mâzeret
ileri sürme hakkı olmayacaktır. O gün sadece söz hakkı Allah’ındır. O gün mâlik
Allah’tır. O gün mutlak otorite Allah’tır.
Burada insanın hatırına bir soru
geliyor. Peki acaba sadece bu dünyadaki hayat son bulup insanlar ölünce mi
Allah söz sahibidir? Yâni sadece dünya hayatı son bulup âhiret hayatı başlayınca mı Allah hâkimiyet ve otorite
sahibidir? Bundan önce Allah söz sahibi değil midir? Yâni şimdi, şu anda
Rabbimiz otorite ve hâkimiyet sahibi değil midir? Bu dünyada sözü geçmiyor mu Allah’ın? Allah’ın hâkimiyeti, egemenliği bu
dünyada yok da öbür tarafta mı başlayacaktır? Acaba Aristo’nun dediği gibi,
dünyayı yarattı da işi bitti mi hâşâ Allah’ın? Acaba Allah dünya işlerini
bilmiyor da dünyada bizim hayatımızı düzenleyecek başka Rablerimiz mi var?
Veya dünyayı yarattıktan sonra beğenmeyerek, onun idaresiyle ilgilenmeyerek
onun idaresini bize bırakan, nasıl bilirseniz öylece yaşayın, nasıl isterseniz
öylece hukuk yapın, canınız nasıl isterse öylece giyinip soyunun, diyen dünyada
hiç ses çıkarmayıp hâkimiyetini öbür tarafta gündeme getirecek olan bir Allah mı
bu Allah? Hayır hayır, bugün de, yarın da yegâne
Mâlik, dün-yada da, âhirette de yegâne söz sahibi,
yegâne otorite ve hâkimiyet sahibi Allah’tır. Hem öyle bir hâkimiyet sahibi ki,
mülkünde ortağa asla rızası yoktur O’nun. Kullarını başkalarına itaat konusunda,
başkalarını dinleme, başkalarına kulluk etme, kendi yasalarını bırakıp
başkalarının yasalarını uygulamaları konusunda, soğanın dişisinden bile
kıskanan bir Allah.
Ama şu anda dünyanın konumu
gereği, dünyadaki imtihan gereği istediği gibi yaşamayan kullarına, kulluktan
çıkıp kendisine isyan bayrağı çeken kullarına anında cezalarını verip
dokunmadığı için insanların çoğu bunu anlayamıyorlar. Vahiyden habersiz
olanlar bunu yanlış anlıyorlar. Dünyanın konumu, dünyanın yasaları kendilerini
aldattığı için din gününü unutarak bir hayat yaşıyorlar. Hayatlarını dünyada
yaptıklarından ötürü hesap ödeyecekleri bir makamın, bir mahkemenin yokluğu
inancına bina ediyorlar. Halbuki bakın Rabbimiz Mü’min sûresinde şöyle buyurur:
"O gün onlar meydana çıkarlar.
Onların hiç bir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Kahhâr olan tek Allah’ındır."
(Mü’min
16)
O gün onlar açığa çıkarlar, her
şeyleri açığa çıkar. Mantar bitiyormuş gibi kabirlerinden dışarı fırlayıp
atılırlar. Halbuki bu adamlar, dün bunu inkâr ediyorlardı. Dünyada iken bunu,
bugünü akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Bir daha dirilmeyeceklerini,
sümenaltı edileceklerini, gizlenip
saklanabileceklerini, tüm yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını
zannediyorlardı. Ama iş, hiç de öyle olmamış. İşte şimdi diriltilmişler, gizli
ve âşikâr tüm yaptıkları, tüm suçları ortaya dökülmüş, tıraşları gözlerinin
önüne inmiştir.
O gün onlar,
her şeyleriyle açığa çıkarlar. Kendileri, amelleri, niyetleri, gizledikleri,
sakladıkları, yaptıkları, yapmadıkları her şey açığa çıkar, her şey ortaya
dökülür. Faili meçhul hiç bir şey kalmaz o gün. İşte insanların dirilip açığa
çıktıkları o gün Allah buyuracak ki: “Mülk kimin bugün? Mâlikiyet kimin bugün?
Göktekiler, yerdekiler, kasalarınızdakiler, keselerinizdekiler,
altınızdakiler, üstünüzdekiler kimin bugün? Evleriniz, arabalarınız,
kadınlarınız, çocuklarınız kimin bugün? Hâkimiyet kimin? Egemenlik kimin
bugün? Söz hakkı kimin bugün? Cevap verecek kimse yok ki. Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi ölmüş. Hareket eden, nefes alan bir tek canlı kalmamış. Cevap
verecek kimse olmayınca yine Allah cevap verecek ve buyuracak ki: “Bugün mülk,
bugün hâkimiyet, bugün egemenlik, bugün söz hakkı Kah-hâr olan, tek olan
Allah’ındır.”
Peki sadece o
gün mü diyecek Allah bunu? Bugün sormuyor mu Allah bunu? Ya da sadece o gün mü mülkün sahibidir Allah? Bugün mülkün
sahibi O değil mi? Bugün söz sahibi Allah değil mi? Evet bugün de mülkün sahibi
O’dur. Bugün de söz sahibi, yarın da söz sahibi O’dur. Bugün de, yarın da mâlik
O’dur. Ama imtihan gereği, dünyanın konumu gereği bugün kimseye dokunmuyor
Allah. O’nu mülkün sahibi bilenlere de, O’nu mülkün sahibi kabul etmeyerek
kendilerini mâlik konumunda görenlere de dokunmuyor Allah. O’nu Rab bilenlere
de, O’ndan başka Rabler kabul edenlere de dokunmuyor. Namaz kılanlara da,
kılmayanlara da, hayatını Rab Allah kaynaklı yaşayanlara da, O’nu diskalifiye
edip başka Rabler kaynaklı yaşayanlara da dokunmuyor. Tıpkı lokantada yemek
masasıyla hesap masasının ayrıldığı gibi. Yemek masasında yemek yenir, hesap
masasında da hesap ödenir. Yemek masasında hesap ödemeye, hesap masasında da
ye-mek yemeye kalkışanlara gülerler. Aynen bunun gibi
Rabbimiz dünya için burası yemek masası, burası amel masası, burada kimseden
hesap sormayacağım, dileyen dilediği gibi bir hayat yaşasın, ben hesap masasını
öbür tarafta kuracağım buyuruyor. Onun için sorgulama orada başlıyor. Onun için
din gününün, kıyamet gününün, hesap gününün mâliki deniyor. Değilse din gününün
de, dünya gününün de mâliki sadece Allah’tır. O’ndan başka mâlik, O’ndan başka
sahip, O’ndan başka egemen ve söz sahibi yoktur.
Diyor ki Rabbimiz: Bugün mülk,
bugün hâkimiyet tek olan, Kahhâr olan Allah’ındır.
Bugün egemenlik, heybet ve korkusundan tüm mahlukâtın sustuğu Kahhâr olan Allah’ındır. Bugün söz hakkı kendisinden başka
her şeyi mağlup ederek üstün gelen Azîz olan
Al-lah’ındır. Hükmü O verecek, kararı O
verecektir. Artık herkes susmuş, suspus olmuş, kimsenin ağzını bıçak açmıyor
ve herkes Allah’ın hükmünü beklemektedir. Yine aynı sûrenin bir altındaki
âyetinde Rab-bimiz şöyle
buyuruyor:
“Bugün herkese kazandığının karşılığı
verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz ki Allah, hesabı çabuk
görendir."
(Mü’min
17)
O gün hüküm günüdür. O gün ceza
günüdür. O gün adâlet günüdür. O gün adâletin ve hakkın ikame edildiği gündür.
O gün hiç kimseye haksızlık yoktur. Yâni o gün hiç kimseye, hiç bir varlığa en
küçük bir adâletsizlik ve zulüm yapılmayacaktır. Ne dünyada hesabını kitabını
bugün için yapıp da Allah’ın istediği kulluğu yaşamak için çalışıp çabalayan
birinin hakkını alamaması gibi, mükâfatını elde edememesi gibi bir
adâletsizlik, ne yaptıklarının karşılığını tam olarak alamama gibi, yâni bir
kısım haklarının zayi olması gibi bir adâletsizlik, ne de kişinin hak etmediği
halde haksız yere cezalandırılması biçi-minde bir haksızlık olacaktır. Zerre kadar bir zulüm, bir
haksızlık, bir kayırma söz konusu olmayacaktır.
Yâni ne yapmadıklarından ötürü
birinin mükâfatlandırılması, ne de hak etmediği halde haksız yere
cezalandırılması biçiminde bir adâletsizlik yoktur o gün. Yâni ne bir kişinin
cezalandırılması gerekirken hak ettiği bu cezadan kurtulması, ne cehenneme
gitmesi gerekirken yanlışlıkla cennete gitmesi, ne de cennete gitmesi
gerekirken yapmadığı şeyler kendisine isnat edilerek haksız yere cehenneme
gitmesi türünde bir zulüm olmayacak. Ya da hiç kimseye
hak ettiği cezadan daha fazlasını yüklemek biçiminde veya yanlışlıkla birinin
günahının bir başkasına yüklenmesi, yâni birinin yerine başkasının cehenneme
gitmesi gibi hiçbir adâletsizlik olmayacaktır. O yüce mahkemede böyle bir
adâletsizlik yoktur. Herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir.
Herkes yaptığının tam karşılığını görecektir.
Fâtiha sûresinde günde en az kırk
defa kendisini din gününün mâliki, otoritesi, söz sahibi olarak zikretmemizi,
bunu sürekli hafızamızda diri tutmamızı isteyen Rabbimiz, aslında bununla bu
günün bizim hayatımızda canlı tutulmasını, bir an bile unutmamamız
gerektiğini, hayatımızı bu inanca bina ederek yaşamamız gerektiğini
anlatıyor. Öyleyse din gününü hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmadan
yaşayacağız. Bugünün imanını hep taze tutacağız. Bugünü sürekli iki kaşımızın
arasında tutacak ve hayatımızı buna göre yaşayacağız. Bundan sonraki âyetinde
Rabbimiz şöyle buyurur:
5: “Ancak sana kulluk eder ve
ancak yardımı senden dileriz.”
Fâtiha’nın bu
bölümünde Rabbimiz bizim yalnız olmadığımızı, bizim gibi inanan, bizim gibi
düşünen bir İslâm ümmetinin üyesi olduğumuz şuurunu veriyor bize. “Ancak sana
ibâdet eder ve ancak senden yardım dileriz.” Dikkat ederseniz fiiller tekil
değil, çoğuldur. Yâni “yalnız sana ibâdet ederim ve yalnız senden yardım
beklerim” şeklinde tekil değil, “yalnız sana kulluk yaparız ve yalnız senden
yardım bekleriz.” Biz tek başına namaz kılarken de böyle demek zorundayız. Ben
yok, biz var. Bunun mânâsı şudur:
“Ya Rabbi, tüm varlıklar, göklerde ve yerde ne varsa hepsi
sana kulluk yapmaktadır. O varlıklardan birisi olarak ben de onların arasına
katılıp sana kulluk yapıyorum. Ama sadece ben değil, biz sana kulluk yapıyoruz”
demektir bunun mânâsı. Yâni ben yalnız kendim O’na, O’nun istediği kulluğu,
O’na lâyık kulluğu yapamayacağım için kendimi diğer mü’min kardeşlerimin ve tüm varlıkların içine katarak ancak
sana kulluk yaparız diyorum. Duanın kabulü, ibâdetin kabulü için böyle demek
daha güzeldir. “Ya Rabbi! Biliyorum ki şu benim
ibâdetlerim sana lâyık değildir. Sana lâyık olarak yapılan ibâdetler ve dualar
arasında benimkini de kabul buyur Allah’ım” demek daha uygundur. Bunu bize
tarif buyuran Rabbimizdir. Eğer O böyle bir sûre indirerek bizi bilgilendirmemiş
olsaydı bizim bunu kendi kendimize bilmemiz mümkün
olmayacaktı.
Bir de yine
buradan anlıyoruz ki Rabbimiz; bizim cemaat ol-mamızı
istemektedir. “Ben” değil “biz” olmamızı istiyor. Fâtiha’da bizden bu konuda
ahit alıyor ve bu ahitlerimize sâdık kalmamızı, bu ahitlerimizi sosyal
hayatımızda gerçekleştirmemizi istiyor. Sûrenin bu bölümünde bir taraftan bize
bu konuda yol gösterirken, diğer taraftan da kendisine kendisinin istediği gibi
kul olamayanları, Rablerini tanıma-yanları, Rablerini Rab kabul etmeyenleri
uyarırken, bir diğer taraftan da onların da Rablerini Rab bilecekleri ve sadece
O’na kulluk edecekleri âna kadar bizim tebliğ için onlara gitmemiz gerektiğini,
bu uğurda her şeyimizi feda edecek biçimde çırpınmamız gerektiğini
anlatmak-tadır.
“Yalnız sana
ibâdet eder ve yalnız senden yardım bekleriz.” Yalnız sana kul köle oluruz ve
yardımı da sadece senden bekleriz. Yalnız seni dinleriz, yalnız senin çektiğin
yere gideriz ve sadece senden yardım umarız. Evet burada bizden kendisine bu
sözü vermemizi istiyor Rabbimiz. Acaba günde en azından kırk defa bu sözü bize
verdiren, sürekli bu ahdi bize yenilettiren Rabbimizin maksadı nedir? Israrla
tüm namazlarımızda bizim bunu hatırlamamızı, hiç bir zaman unutmamamızı isteyen
Rabbimiz acaba bizim başkalarına da kulluk yapacağımız, yanılıp şaşırıp da
hayatımızda başkalarını da dinleyeceğimiz, başkalarının da çektiği yere
gideceğimiz konusunda bilgi sahibi de, bu konuda bizi uyarmak ve sakındırmak mı
istiyor? Acaba bizi, bizden daha iyi bilen Rabbimiz bizim boyunlarımızdaki
kulluk ipini kendisinden başkalarına da verebileceğimizi bildiği için mi ki,
bizi uyarmak istiyor? Acaba kendisinden başkalarına da kulluk edeceğimiz
konusunda bizden bir endişesi mi var ki her huzuruna çağırışta bizden bu
ahdimizi yenilememizi istiyor? Bu mânâ etrafında düşünelim
şimdi.
Acaba biz günde kırk defa
Rabbimize verdiğimiz bu söze sâdık mıyız? Acaba şu anda bizler gerçekten sadece
Allah’a mı kulluk ediyoruz? Acaba bizim hayatımızda başka Rablerimiz, başka
efendilerimiz, başka mâbudlarımız yok mu? Acaba şu
anda tüm hayatımız-da sadece Allah’ı mı dinliyoruz? Acaba hayatımızın tümünde
söz sahibi Allah mı? Yoksa hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı, öteki
bölümlerinde başkalarını mı dinliyoruz? Bu konuda sıhhatli bir karar verebilmek
için ibâdet kavramını tanımamız gerekecektir. İbâdet, itaat demektir. İtaat
etmek de bir varlığın arzularını yerine getirmek, tevâzu göstermek ve itiraz
etmeksizin onun isteklerine boyun bükmek demektir. Bakın Şuarâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır. Firavun
Allah’ın elçisi Hz Mûsâ’yı sorgulamaya başlayınca
Hz. Mûsâ da ona şöyle diyordu:
“Başıma kaktığın bu nîmet, İsrail
oğullarını kendine kul ettiğinden ötürüdür"
dedi.”
(Şuarâ
22)
Evet âyet-i
kerimeden anlıyoruz ki, Firavun İsrail oğullarını zorla kendi arzularına itaat
ettirerek, onları kendisine kul köle edinmişti. Demek ki bir varlığın
emirlerine itaat, ona kulluk mânâsına gelmek-tedir.
Yine Mâide sûresinde de şöyle buyurulur:
"Allah katında bundan daha kötü
bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi" de, Allah kime lânet ve gazap
ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğut-lara kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan
en çok sapmış olanlardır.”
(Mâide 60)
Dikkat ediyor
musunuz? Âyet-i kerimede Rabbimiz yeryüzün-de en kötü, en şerli varlıkların
özelliklerini sayarken “Ve Abedet
tâ-ğut” buyuruyor. Yâni tâğutlara kulluk yapanlar, tâğutların, şeytan-ların kulu
olanlar. Allah’tan başkalarının emirlerine itaat ederek, Al-lah’tan başkalarının yasalarını uygulayarak onlara kulluk
yapanlar buyuruyor. İmam Taberî tefsirinde tâğutu şöyle tarif eder: Allah’a isyan edip, Allah’a baş
kaldırıp kendi arzu ve yasalarıyla insanlara hükmeden insan, şeytan, put ve her
türlü sistem, her türlü otorite, her türlü kurum, her türlü hâkimiyet ve
başkanlıktır.
"Milletleri bize kul iken, bizim
gibi iki insana mı inanacağız? " deyip onları yalancı
saydılar.
(Mü’minûn 47)
Mü’minûn sûresinin bu âyet-i kerimesinde
de anlatıldığına göre; Rabbimiz, Hz Mûsâ ve kardeşi
Harun’u, Firavun ve erkânına mûcizeleri ve apaçık delilleriyle göndermişti de
onlar Allah’ın elçilerine karşı büyüklük tasladılar ve dediler ki; “Bu Mûsâ ve
Harun’un milleti zaten şu anda bize kulluk yapıp dururlarken, biz onların Rabbi
konumundayken kalkıp da bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz? Onlar bize kul
iken, onlar bizim egemenliğimiz altındayken, o toplumun, o köle toplumun iki
üyesine iman edeceğiz ha? Bu olacak şey midir?”
diyorlardı.
Bu konuda son
olarak Yâsîn sûresinden de bir âyet okuyalım inşallah:
Ey insanoğulları! Ben size,
şeytana ibâdet etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu
doğru yoldur, diye bildirmedim mi? "
(Yâsîn
60,61)
Yâsîn
sûresinin bu âyetinde de şeytana ibâdetten söz ediliyor. Rabbimiz diyor ki; “Ey
kullarım! Ben size şeytana ibâdet etmeyin dememiş miydim?” Peki acaba şeytana
nasıl ibâdet edilir? Biz biliyoruz ki yeryüzünde hiç kimse şeytana ibâdet
etmez. Bütün insanlar tab’an, fıtraten ondan nefret ederler. Ama anlıyoruz ki burada
kastedilen ibâdet, tapınma çok açıktır ki; ona itaat etmek demektir. Şeytana
itaat etmek, onun sözünü dinlemek, fısıltılarına, vesveselerine kulak vermek,
onun arzuları peşi sıra gitmek, onun istediği şekilde hareket etmek ve
gösterdiği yolda yürümek demektir.
Öyleyse şu
okuduğum âyetlerin tümünde anlatılan ibâdet, bu varlıklara secde etmek, bu
varlıklara namaz kılmak demek değil; bu varlıkların arzularını yerine getirmek,
bu varlıkların emirlerini dinlemek, bu varlıkların belirledikleri yasalar
çerçevesinde hayatı düzenlemek, bu varlıkları hayatta söz sahibi kabul etmek
demektir.
Demek ki;
Allah’ın dışında hayata karışacak, yasa belirleyecek başka ilâhlar, başka
rabler, başka efendiler belirleyip onların emirlerine itaat de ibâdettir. İşte
bizim bu duruma düşmemizi istemeyen, hayatımızın tümünde sadece kendisini
dinlememizi, hayatımızın tümünde sadece kendisine kul olmamızı isteyen
Rabbimiz, Fâtiha sûresinin bu bölümünde bu ahdimizi sürekli yenileyerek
hatırımızda canlı tutmamızı istemektedir. Namazlarında sürekli bu ahitlerini
yenileyen ve hayatlarında bu ahitlerine sâdık kalan mü’minler tüm hayatlarında sadece Allah’a kulluk ederler.
Müşrikler ise hayatlarına karışacak Allah’la beraber başka Rablerin, başka
İlâhların varlığını da kabul ederler. Tamam, hayatımızın ibâdet bölümüne Allah
karışsın, ama haya-tımızın öteki bölümlerinde söz
sahibi bizim başka Rablerimiz, başka ilâhlarımız da vardır. Biz onları da
dinlemek, onlara da kulluk etmek zorundayız. Bunlar rubûbiyet ve ulûhiyet konusunda
Allah’ın yeryüzünde ortaklarıdır. Bunların sözleri de dinlenmelidir. Bunların
yasaları da uygulanmalıdır. Bunların da emretme, nehyetme hakları vardır. Bunlar da itaat edilme
makamındadırlar. Bunlar da fayda ve zarar verme yetkisine sahiptirler. Kulluk
bunların da hakkıdır diyorlar.
İşte bu
şekilde yeryüzünde Allah’tan başka itaat edilmeye lâyık varlıklar kabul etmek
demek; onlara da kulluk etmek demektir. Adiy Bin
Hatem hadisinde Allah’ın Resûlü son derece açık bir
şekilde böyle din adamlarının, bilginlerin, idarecilerin emrettiklerini yerine
getirip yasakladıklarına da itaatin mahza onlara
kulluk olduğunu, onlara ibâdet olduğunu anlatır.
Demek ki
Fâtiha’nın bu bölümünde herhalde bizim kendisini bırakıp başkalarına kulluk
yaparak, ya da kendisine kullukla birlikte başkalarına
da kulluk yaparak, başkalarını da dinleyerek, başkalarının önünde de eğilerek
belimizin kamburlaşacağından endişe ediliyor ki, sürekli bu ahdi yenilememiz
isteniyor? Yâni deminden beri anlattığım gibi ibâdet; bir varlığa itaat demektir
ve şu anda Allah’ın dışında bizi kendilerine itaate çağıran yeryüzünde binlerce
tâğut, binlerce sahte Rab’ler, sahte efendiler, kanun
koyucular, çevre, âdetler, moda, nefis, şeytan, zevkler, amirler, ağalar,
babalar, analar, patronlar vardır. Bizi kendilerine de kulluğa, kendilerini de
dinlemeye çağırarak bizi şirke düşürmek isteyen binlerce unsur var çevremizde.
Onun içindir ki bir Müslüman her gün kırk defa namazlarında Allah’a verdiği bu
sözü unutup, hayatını parçalara bölüp, her bir parçasında ayrı ayrı efendilere itaat etmeye bir başladı mı; Allah korusun,
artık şirke düşmüş demektir.
Acaba şu anda
öyle olmamış mı? Diyesim geliyor. Acaba böyle değil
miyiz bugün? Allah için bir düşünün. Allah için vaziyetinize bir bakın. Acaba şu
anda Müslümanların başı Allah’tan başkalarının önünde eğilmiyor mu bugün? Acaba
Müslümanlar Allah’tan başkalarına itaat etmiyorlar mı bugün? Allah’tan
başkalarından korkmuyorlar mı? Allah’tan başkalarına güven bağlamıyorlar mı?
Allah’tan başkalarını Rab, Melik, İlâh ve hâkim görmüyorlar mı? Allah’tan
başkalarını hayata egemen bilmiyorlar mı? Allah’tan başkalarını rezzâk bilmiyorlar mı? İkinci üçüncü derecedeki rezzâklarının gazabından emin olmak için Allah’ın
arzularını terk etmiyorlar mı? Acaba Allah’tan başkalarının kapısında adâlet
arayanlar Allah’ın adâletini beğenmediklerinden, Allah’ın emirlerini
dinlemediklerinden gitmiyorlar mı? Biz sadece Allah’ı dinleyemeyiz, O’nun
dışında da dinleyeceğimiz ilâhlarımız var demiyorlar mı bu
halleriyle?
Halbuki Nahl sûresinde Rabbimiz şöyle
buyuruyordu:
“Allah
buyurdu ki İki İlâh edinmeyin, sizin İlâhınız tek
İlâhtır”
(Nahl 51)
“İki İlâh
edinmeyin” diyor Allah. Sizin kendisine kulluk edeceğiniz, boyunlarınızdaki
ipin ucu elinde olacak, çektiği yere gideceğiniz, hayat programını kendisinden
alacağınız bir tek İlâhınız var, diyor. Kendisine itaat edeceğiniz, sözünü
dinleyeceğiniz, hayatınıza karışacak iki İlâhınız olmasın. Camide ayrı bir
ilâhınız, caddede ayrı bir ilâhınız olmasın. Namaz konusunda sözünü
dinleyeceğiniz ayrı bir ilâhınız, hukukunuz konusunda ayrı bir ilâhınız
olmasın. Oruç konusunda ayrı bir ilâhınız, kılık kıyafetiniz konusunda ayrı
bir ilâhınız olmasın. Âhiret konusunda etkili ayrı bir
ilâhınız, dünya yasaları konusunda söz sahibi ayrı bir ilâhınız olmasın. Evet
camide ayrı bir ilâhınız, caddede, sosyal hayatınızda ayrı ilâhlarınız olmasın
diyor Rabbimiz. Çünkü bizim camide yaptıklarımız da, caddede yaptıklarımız da
hepsi ibâdettir. Hayatımızda ibâdet sayılmayacak bir tek saniyemiz bile
yoktur.
Allah’ın
saptırdığı kavim hıristiyanlar hayatı ikiye ayırdılar. Kilisenin içindeki hayat ve dışarıdaki hayat
diye. Veya kilisenin içinde Allah’a ayrılan, Allah’ın dinlendiği, Allah kaynaklı
hayat ve dışarıda, sosyal hayatta başka İlâhlara ayrılan, başka ilâhlar
kaynaklı hayat diye hayatı ikiye ayırdılar. Camide
ayrı bir ilâh, camide ayrı bir Rab, ticaret hayatında ayrı bir ilâh. Namaz, oruç
konusunda ayrı bir ilâh, kılık kıyafette ayrı bir ilâh. Hukukta ayrı bir ilâh,
ekonomide ayrı bir ilâh. Düğünde ayrı bir ilâh, kazanırken ayrı, harcarken ayrı
bir ilâh kabul edersek, yâni hayatı parçalar ve hayatın her bir biriminde ayrı
bir ilâhın sözünü dinlersek Allah korusun aynen hıristiyanlar gibi biz de şirke düşmüş oluruz. Çünkü bakın
Rabbimiz onların bu sapmalarını anlatırken adlarını da koyarak şöyle
buyuruyor:
“Andolsun ki, "Allah üçten biridir" diyenler kâfir
olmuştur; oysa İlâh ancak bir tek İlâhtır. Dediklerinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr edenler elem verici bir azaba
uğrayacaktır.
(Mâide 73)
Evet eğer bir
Müslüman da hayatını parçalara bölüp her bir parçasında ayrı Rablere, ayrı
İlâhlara kulluk ederse aynı duruma düşmüş olacaktır. Çünkü hayatı parçalamak
şirktir.
Selef
âlimlerimiz iyi anlaşılabilmesi için dinin hükümlerini, emirlerini ikiye ayırmışlar. İbâdet ve muamelât diye. Kur’an’ın inişinden asırlar sonra bu ayırım yapılmış.
İnsanın Allah’la arasındaki ilişkilerini düzenleyen dinin emirlerine ibâdet,
insanın diğer insanlarla ilişkilerini düzenleyen bölümüne de muamelât denmiş.
Ama bidâyette bunu yapanların niyetleri samimi idi. Yâni herhangi bir art
niyetleri yoktu. Ve gerek bu ayırımın yapıldığı dönemlerde, gerekse ondan sonra
asırlarca ibâdet dediğimiz dinin Allah’la insan arasındaki ilişkilerini
düzenleyen prensipleri de, muamelât dediğimiz insanın çevresiyle
münâsebetlerini düzenleyen prensipler de Kur’an’dan
alınıyordu. İbâdetin prensipleri de, muamelâtın prensipleri de Allah kaynaklı
idi. Her iki alanda da söz sahibi dindi. Ama öyle bir zaman geldi ki ibâdet
dediğimiz Allah’la kul arasındaki ilişkilerin prensipleri Allah’tan, muamelât
dediğimiz insanın çevresiyle ilişkilerini düzenleyen prensipler de Parlamentodan
alınmaya başlanınca işte Müslümanların hayatında şirk açığa çıkmış oldu.
Müslümanlar Allah ve başkaları kaynaklı ikilem içinde bir hayatın mahkûmu
oldular. Hayatlarının bir bölümünde Allah’ın kulu olurlarken, öteki bölümünde
başkalarının kulu durumuna düştüler.
İşte bu, dini parçalamaydı,
hayatı parçalamaydı. Hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı dinleme, ama öteki
bölümlerinde başka rablere, başka ilâhlara kulluk yapmaydı. Çünkü insan kafasına
göre mü’min olamaz. Kimse kafasına göre bir iman ve
İslâm belirleyemez. Bu dinin belirleyicisi Allah’tır. Öyleyse iman da, İslâm da
Allah’ın istediği biçim-de olmalıdır. Şunu kesinlikle bilelim ki Allah’ın
istediği imanda, Allah’ın ortaya koyduğu İslâm’da ibâdet kastı bulunmayan hiç
bir beşerî faaliyet yoktur. Kulluğun dışında sayabileceğimiz bir tek davranış
yoktur. Ve İslâm bidâyetinden nihâyetine kadar insan hayatında bu ibâdet
mefhumunu gerçekleştirmeyi en büyük gâye edinmiştir. İnsanın birey-sel
hayatında, insanın Allah’la ilişkilerinde, insanın insanla ilişkilerinde,
insanın çevresiyle ilişkilerinde, ekonomisinde, iktisa dî hayatında, ceza hukukunda,
medenî ve aile hukukunda, bütün emir ve yasalarında İslâm’ın bundan başka bir
hedefi yoktur. İslâm hayatının tümün-de insanın Rabbine kul olmasını, Rabbine
kulluk içinde olmasını istemektedir. Kur’an baştan
sona bu kulluğu anlatmaktadır. Bu dinin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman ibâdet ve mu-amelâtın ayrı ayrı şeyler
olmadığını görürüz. Çünkü İlâh tektir. Aksi takdirde insanın hayatına karışıcı
iki ilâh kabul etmek zorunda kalırız ki işte bu da şirktir. İbâdette ayrı bir
ilâh, muamelâtta ayrı bir ilâh düşünmek şirkin taa
kendisidir.
Hayatı parçalayanlar,
hayatın bir bölümünde Allah yasalarını, öteki bölümlerinde de birtakım Allah
tanımaz tâğutların, otoritelerin yasalarını uygulamaya
çalışanlar, bu halleriyle de müslüman
olabileceklerini zannedenler, kesinlikle bilmelidirler ki bu dinden uzaklaşıp
büyük bir sapıklığın içine düşmektedirler. Öyle değil mi? Bir itikadı tanımayan
bir insan nasıl olur da o itikadın sahibi olabilir? Bir dinin özünü, mahiyetini
tanımayan bir insan nasıl olur da o dinin mensubu
olabilir?
Eğer ibâdetten
maksat sadece hayatın bir bölümünü Allah’a ayırmak
olsaydı, eğer ibâdet sadece namaz, oruç, hac, zekat gibi belli şekiller ve
hareketlerden ibaret olsaydı bunca peygamberler kafilesinin bu kadar eziyetler
çekmesinin mânâsı kalmazdı. O zaman asla Allah elçileriyle Allah düşmanları
arasındaki bunca kavgalar olmazdı. Halbuki çekilen bunca eziyetler, dökülen
bunca kanlar beşeri kullara kulluktan kurtarıp tek bir Allah’a kul yapabilmek
içindi. Hayatın her bir alanında sadece Allah’a kul olmaları için, Allah
berisinde tüm sahte Rableri, tüm yapay tanrı ve tanrıçaları reddetmek için bu
kadar mücadeleler olmuştur. Hayatın bazı bölümlerinde hak iddia eden,
egemenlik iddia eden sahte rablerin, sahte tanrıların otoritelerini kırmak,
ulû-hiyet ve rubûbiyetlerini
yok edip, ellerini Allah kullarının üzerinden çekip, hayatın tümünde yalnız
Allah’ın hâkimiyetini gerçekleştirmek içindi. Hayatın tümünde Allah’a kulluğu
gerçekleştirmek içindi.
Eğer peygamberler böyle bir
taksime razı olsalardı; tamam, hayatın bazı bölümlerinde insanlar Allah’ı
dinlesinler, öteki bölümlerin-de de sizi dinlesinler. Hem size, hem de Allah’a
kulluk yapsınlar deselerdi vallahi hiç birisinin burnu bile kanamazdı. Sahte
rablerin, sahte tanrıların bu kadar gazaplanmalarına
ve Allah elçilerine karşı savaş açmalarına da gerek kalmazdı. Çünkü ne Ebu Cehiller, ne Nemrutlar, ne Firavunlar böyle hayatın bazı
bölümlerinin Allah’a verilmesine karşı değillerdi. Meselâ insanların
hayatlarının ibâdet bölümünde Allah’ı dinlemelerine karşı değillerdi onlar.
Tamam hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ı da dinleyebilirsiniz. İlâhlardan
bir İlâh olarak, tanrılardan bir tanrı olarak Allah yasalarını da
uygulayabilirsiniz. Ama hayatın tümüne karışıcı tek İlâh olarak Allah’a hayır
diyorlardı. Çünkü bizler de varız diyorlardı. Bizim yasalarımız, bizim
emirlerimiz, bizim arzularımız da dinlenmeli. Biz de egemen olmalıyız hukukta.
Biz de egemen olmalıyız ekonomide. Biz de egemen olmalıyız kılık kıyafette ve
sosyal yasalarda diyorlardı.
Ayrıca dün de, bugün de bu yapay
tanrılar tıpkı Allah’ın kullarına yaptığı gibi kendi kullarına cennetler ve
cehennemler de vaad ediyorlar. Kendi vahiylerini kabul
edip uygulayanlara cennetler, reddedip uygulamayanlara da cehennemler vaadediyorlar. Kendilerini Allah makamında görüyorlar. Biz
tanrıyız! Biz İlâhız! Mülk bizimdir! Saltanat bizimdir! Egemenlik bizimdir!
Bilgiyi biz dağıtıyoruz! Şifayı biz dağıtıyoruz! Rızkı biz veriyoruz!
Hayatınızı, düzeninizi biz sağlıyoruz! İstikbalinizi biz sağlıyoruz diyerek
insanları kendi egemenliklerine, kendi kanunlarına, kendilerine kulluğa
çağırmaktadırlar.
Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet
bizdedir! Eğer bizim kanunları-mıza itaat etmezseniz
sizi yok ederiz! Rızık bizdedir, eğer bizim
dediklerimizi yapmazsanız rızkınızı keseriz! Maaşınızı keser, tayininizi
çıkarır, sizi sürgün ederiz! Şifa bizdedir, eğer bizim arzularımıza kulluk
etmezseniz, size türlü hastalıklar musallat ederiz. İlim bizdedir, eğer bizim
dediklerimizi yapmazsanız sizi cahil bırakırız! Size diploma vermeyiz, sizi
doktor yapmayız, size doçentlik payesi vermeyiz! Egemenlik bizdedir, güç kuvvet
bizdedir! Eğer bize kulluk etmezseniz dünyayı size haram ederiz! Eğer bizim
hâkimiyetimizi kabul etmezseniz sizi kodese tıkar, güneşi size haram ederiz!
Hayatı size zindan ederiz! Diyorlar.
Tıpkı bugün böyle diyerek Allah
kullarını kendilerine, kendi yasalarına kulluğa çağıran sahte tanrılar ve
tanrıçalar gibi dünün üçkâğıtçılarının karşısında da eğer Allah elçileri böyle
bir hayata, böyle bir kulluğa, böyle bir taksime razı olup susuverselerdi,
inanın değil sürgüne maruz kalmak, değil ölümle kucaklaşmak, burunları bile
kanamazdı.
işte Fâtiha
sûresinin bu bölümünde Rabbimize böyle bir ahitte
bulunuyoruz.
Ya Rabbi! Hayatımızın sadece bir
bölümünde değil, her bölümünde sadece sana kulluk ederiz, sadece seni dinleriz,
sadece senin istediğini yaparız, sadece sana sığınırız. Daraldığımız,
bunaldığımız zaman sadece sana dua eder, sadece senden yardım isteriz. Çünkü
bir kişinin Allah’tan başka birini, şu sebepler nizamı üzerinde müessir
zannederek, etkili ve yetkili görerek ona dua etmesi, felâketler karşısında
ondan medet beklemesi, ona sığınıp, onu kurtarıcı bilmesi o kişiye ibâdet
anlamına gelmektedir.
Evet, insanlardan kimileri böyle
kendilerinde bir nane görüp dua ettiklerinin, sığındıklarının kuludur. Allah’a
yapılması gereken kulluğu bunlara yaparak ibâdet etmektedirler. Kimileri
yasalarını uygulamaya çalıştıkları tâğutların
kuludur, kimileri fısıltılarına, vesveselerine kulak verdikleri, gösterdiği
yoldan gittikleri şeytanın kuludur, kimileri aşırı derecede sevip saydıkları
dehaların, liderlerin kuludur. Kimileri Allah yerine oturtup putlaştırdıkları
nefislerinin, heva ve heveslerinin kulu, kimileri
Allah yasaları yerine ikame ettikleri modanın kulu, kimileri Allah’ı darıltma
pahasına da olsa uymaya çalıştıkları âdetlerin kulu, kimileri asla karşı
gelinmez zannettikleri toplumun, çevrenin kulu, kimileri yönetmeliklerin
kuludur. Gerek itikâdî anlamdaki kulluk olsun, gerek
teşrî anlamındaki, kanun koyma konusundaki kulluk olsun, gerekse bilinen
mânâdaki ibâdet şeklindeki kulluk olsun hepsi de birdir. Bunların tamamı kulluktur ve tamamı sadece Allah’a
yapılmalıdır.
İşte onun için burada diyoruz
ki:
“Allah’ım! Ben bunlardan hiç
birisine kulluk yapmam! Bunlardan hiç birisine itaat edip irademi, hürriyetimi
teslim etmem! Ben bunlardan hiç birisine boynumdaki ipi teslim etmem! Ben ancak
sana ibâdet ederim! Ben ancak seni dinler, sana itaat eder ve senin çektiğin
yere giderim!” diyoruz.
İşte İslâm’ın esası ve özü budur.
İnsanın kul olması demek, kulluk yapması demektir. Her kulun bir efendisi
vardır. Biz, bu sözümüzle kendimizi Efendimize satıyoruz. Satılan şeyin ikinci
defa bir başkasına satılması, hem de bizi satın almak isteyen nefis, şeytan ve
tâğutlar eğer bizi efendimizin aleyhinde kullanmak
isteyenlerse, bu gerçekten çok ayıp bir şeydir. Bu suçu dünyada, herhangi bir
dünyalık adına işleyen kişi için bile mahkeme açılır. Yâni sattığı bir malı
ikinci defa bir başkasına satmaya kalkışan kimseye ceza verilir. Öy-leyse kelime-i şahâdet söyleyerek, ya da günde kırk defa namazlarımızda bu âyeti okuyarak
kendimizi Allah’a satmışken, artık bir başkasına
satılamayız.
Allah-kul, Rab-âbid, efendi-köle ve kulluk. Esasen demin de ifade ettiğim
gibi Kur’an’ın tamamı işte bu konuyu anlatır. Kur’an baştan sona bu üç konuyu anlatır. Kur’an efendiden bahseder, efendinin sıfatlarını anlatır.
Sonra kuldan, köleden ve bu iki varlık arasındaki ilişkiden, yâni kulluktan söz
eder. O halde ta baştaki sözü bir daha tekrar ediyorum, demek ki Kur’an’ın tamamı Fâtiha sûresinde toplan-mıştır.
Fâtiha’da ifade ettiğimize göre
bizim tek bir efendimiz vardır. Biz köleyiz ve tek efendimize kulluk ediyoruz
diyoruz. Burada kendi kendimize bir soru soralım: Acaba gerçekten biz bunun
farkında mıyız? Acaba gerçekten Fâtiha’nın bu bölümünde ne dediğimizin
farkında mıyız? Acaba gerçekten biz böyle miyiz? Acaba şu anda bizim efendimiz
bir tane midir? Acaba bugün tüm hayatımızda yalnız O’nu mu dinliyoruz? Acaba
hayatımızda dinleyip itaat ettiğimiz, teslim olup hizmet ettiğimiz başka
rablerimiz, başka ilâhlarımız yok mu?
Burada bunu anlayabilmek için
müsaadenizle bir tespitte bulunalım: Bizim şu andaki kulluğumuz şuna benzer.
Bir hizmetçi, bir köle düşünün ki, aklının erdiği kadarıyla, babasından
anasından gördüğü kadarıyla, çevresinden aldığı görgü kuralları çerçevesinde
efendisine hizmet ediyor. Meselâ sabahleyin bir düşünüyor, herhalde efendim
benden bir sabah kahvaltısı ister diyor ve efendisine becerebildiği bir kahvaltı
hazırlayıp ikram ediyor. Bundan sonra, “Eh artık efendi öğle-ye kadar benden
bir şey istemez” diyor ve sabahtan öğleye kadar ki zamanı efendiden uzakta,
nefsinin arzuları istikâmetinde, Ayşe’nin, Fatma’nın hizmetinde, para kazanmanın
peşinde, dedikodu peşinde ya da başka efendilerin
hizmetinde koşturuyor. Öğle vakti olunca hemen efendiyi hatırlıyor ve onun
yanına gidiyor. “Galiba efendim bu vakitte benden bir öğle yemeği bekler”
diyerek bir yemek ikram ediyor. Kısa bir süre onunla meşgul olduktan, onun
hizmetinde bulunduktan sonra “artık işim bitti” diyor ve yine başka efendilerin
hizmetine dönüyor. Akşam olunca da “her halde efendim benden bir yatak
sermemi bekler” diyerek efendisine bir de yatak serince hepten onunla işi
bitiyor. Ne dersiniz? Acaba bu köle sizce iyi bir köle
midir?
İkinci bir hizmetçi daha düşünün
ki; bu biraz daha ötekisinden gayretli, görgülü. Ötekisinden fazla olarak
efendisinin hayvanına bakıyor, sabahla öğle arasında bir saat kadar onunla
meşgul olduktan sonra, “her halde efendi benden biraz fıkra anlatmamı ister”
diyerek yirmi dakika kadar efendiye fıkra anlatıyor. Veya “efendi her halde
yatmadan önce benden kendisine biraz kaval çalmamı bekler” diyerek on beş
dakika kadar kaval çalıveriyor tamam. Bu hizmetçi nasıl
sizce?
Bizim şu anda efendimize
yaptığımız aynen bunun gibi değil mi? Sabahleyin efendi bizden bir sabah namazı
bekler herhalde diyerek sarhoşça, ne dediğimizi, ne okuduğumuzu, hangi
taahhütlerde bulunduğumuzu bilmeden bir sabah namazı kılıyoruz. Diyoruz ki
tamam artık bundan sonra öğleye kadar efendinin beklediği başka bir şey yoktur.
Sanki bu anlayışla, bu edeple efendinin huzurundan ayrılıp Ayşe’nin, Fatma’nın,
nefsin, şeytanın, şehvetin, tâğutların, paranın,
pulun, şöhretin, dünyanın, dükkanın, tezgahın peşine takılıyoruz. Öğle vakti
yaklaştığı zaman efendiyi hatırlıyoruz, herhalde efendi benden bir öğle namazı
bekler diyoruz, yine sarhoşça bir namaz kıldıktan sonra yine efendiyi
unutup başka efendilerin, başka Rablerin
peşine takılıyoruz. Bizim hizmet anlayışımız, kulluk anlayışımız işte
budur.
Halbuki İslâm’ın kulluğu bu
değildir. Allah’ın istediği kulluk bu değildir. İslâm’ın kölelik anlayışı bu
değildir. Şunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım ki İslâm’daki kulluğun
şartı zamanın tümünü efendiyle birlikte geçirmektir. Sabah O’nunla beraber, öğleye kadar O’nunla beraber, öğle O’nunla
beraber, namaz kılarken O’nunla beraber, ticaret
yaparken O’nunla beraber, yemek yerken O’nun kulu,
giyinirken soyunurken O’nun kulu, severken küserken O’nun kulu, yatarken O’nun
kulu, hanımıyla beraberken O’nun kulu, tırnak keserken O’nun kulu, hâsılı
hayatın tümünde O’nun kulu ve O’nunla beraber
olmaktır. Efendiden ayrı bir tek saniye bile düşünülemez. İşte Allah’ın
istediği kulluk budur. Çünkü Allah kulunun hayatında boşluk bırak-maz.
Ve işte biz, Fâtiha sûresinin bu
bölümünde hayatın tümünü kulluk olarak Allah’a takdim edeceğimize dair Allah’a
söz veriyoruz. Ya Rabbi söz veriyorum, ben hayatımın
tümünde sadece sana kulluk edecek, sadece seni dinleyeceğim diyoruz. Ama bu
gerçekten zordur. Hayatın tümünde Allah’ın kulu olup, sadece O’nu dinlemek
gerçekten zordur. Çünkü piyasada bizi Allah’a kulluktan koparıp kendilerine
kulluğa çağıran yığınlarla varlık var. Nefis, şeytanlar, tâğutlar, çevre, baba, ana, toplum, yasalar, yönetmelikler,
müdür amir vs vs. Bizi sade-ce Allah’a kulluktan, sadece Allah’ı dinleyip O’nun istediği
gibi yaşa-maktan koparıp kendilerine de kulluğa çağıran yığınlarla varlık var.
İşte tüm bu aleyhteki unsurlardan kurtulup sadece Allah’a kulluk yapabilmek
için, bu zoru başarabilmek için de burada Rabbimizden yardım istiyoruz. Yâni
kendisine yapacağımız kulluk konusunda da kendisinden yardım istiyoruz. “Ancak
sana ibâdet eder, ancak senden yardım bekleriz” diyoruz. Onun içindir ki namaz
Allah’tan yardım isteme konusuymuş. Ebu Davut’un
rivâyetinde şöyle buyurulur:
“Allah’ın Resûlü ne zaman bir
şeye üzülürse hemen namaza dururdu."
Bir başka rivâyette de hadîseler
onu üzüp, bitkin hale getirin-ce:
"Bizi serinlet ey
Bilal!"
Yâni; “Bir ezan oku ey Bilal! Bir namaza duralım
da rahatlayalım” buyururdu. İbni Cerir rivâyet eder: “Allah’ın Resûlü karnı ağrıyan bir adam
gördü de ona şöyle buyurdu: "Kalk namaz kıl! Çünkü onun şifası
namazdır" Buyurdu.” Yine rivâyet edilir ki; “İbni Ab-bas’a kardeşinin vefat haberi verilince önce istirca etti, sonra da hemen bir kenara çekilip iki rekat
namaz kıldı. Böyle bir durumda Allah’tan yadım dilemeyi ihmâl etmedi.” Namazla
Allah’tan yardım dilemek.
Öyleyse biz de öyle bir namaz
kılalım ki; Allah bize yardım etsin, anlamına gelecektir bu. Yâni Allah’ın
yardımını celp edecek bir namaz kılmalıyız. Eh ben namaz kıldım. Ya Rabbi hani bana beş bin lira verecektin! Olmayacağına
göre namazın bizzat kendisi yardımın gereğidir. Yardımın anahtarıdır yâni. Bir
de peygamberimiz diyor ki “Namazla Allah’tan şifa isteyin”
Demek ki şifa konusunda da yardım namazla olabilecek, namazla istenebilecektir.
Artık ne tür bir şifadır bu? Sosyal dertlere mi? Bedenî dertlere mi? Ailevî
dertlere mi? Bunları erbab-ı namaz bilir
diyoruz.
Herhalde Allah’ın istediği
biçimde bir hayat süren adam, acıları da pek o kadar duymayacaktır. Meselâ şu
anda Bosna’dakiler veya Çeçenistan’dakiler, eminim
bizden daha rahatlar. Bazen kolu gidiyor, bazen ayağı kopuyor, bazen arkadaşı
ölüyor gözünün önünde, ama adam hiç tınmıyor bile. Niye? Belki de o ortamı daha
bir yakın görüyor ve yaşıyor da ondan. Eh şimdi namaz demek; kişinin Allah’la
beraberliği demek olunca, elbette Allah’tan yardım dilemesi de, şifa dilemesi
de mümkün olacaktır.
Namaz Allah’tan yardım isteme
sebebidir. Namaz "talim-i mesele"dir. Yâni Allah’tan
istemeyi öğretendir. Allah’tan nasıl isteneceğini öğretendir. Veya Allah’tan
istenmesi gerekeni isteme makamıdır namaz. Ve, işte Fâtiha sûresinin bu
âyetiyle Allah’tan yardım dileme makamında oluyoruz. Evet, günde kırk defa biz
namazla Allah’tan yardım istiyoruz.
Ya Rabbi tüm hayatımda sadece senin
kulun olacağım! Sadece seni dinleyecek ve sadece senin git dediğin yere
gideceğim! Boynumdaki ipin ucunu sadece senin eline vereceğim! Ama bu
gerçekten çok zor bir şeydir. Beni senden koparıp kendilerine kulluğa çağıran
binlerce sahte rabler var. Bu konuda da yardımı senden bekliyorum! Bana yardım
et Allah’ım! diye Allah’tan yardım isteme makamıdır namaz. Namaz kılmayan bir
adam, yâni bu duayla günde kırk defa Allah’a iltica etmeyen bir adamın tüm
hayatı bozuk demektir. Namaz kılmayan bir kişi oruç ta tutamaz. Namaz kılmayan
bir kişinin, Allah’ın istediği biçimde giyinmesi de mümkün değildir. Namaz
kılmayan bir kimse zekatı da veremez. Namaz kılmayan bir kişinin çocuklarını
Müslümanca eğitmesi de mümkün değildir. Namaz kılmayan
bir kişinin Allah’ın istediği biçimde müslümanca bir
hayat yaşaması da mümkün değildir. Namaz kılmayan bir kişinin tüm hayatı
bozuktur. Neden? Çünkü Allah, ona yardım etmeyecek demektir. Namaz kılarak ve
namazında ya Rabbi tüm hayatımı Müslümanlaştıracağım,
tüm hayatımda senin istediğin biçimde sana kulluk yapacağım, ancak bu konuların
tümünde yardımı senden bekliyorum, diye günde kırk defa dua etmeyen bir adam
Allah’ın yardımından mahrumdur. Ve elbette Allah’ın yardımından mahrum olan bir
kişinin hayatının düzgün olması da mümkün değildir.
Derken, bunu ortaya koyuyoruz.
Ya Rabbi! Tüm kulluğumuz sanadır. Tüm hayatımızı
kulluk olarak sana sunuyoruz. Hayatın tümünde senin kulun olduğumuzun
farkındayız. Ama üzülerek ifade edeyim ki şu anda pek çoğumuz ne dediğimizin
farkında değiliz. Biz sanki böyle değil de şöyle diyoruz: “İyyake Na’budu”sanki: “İy-yake nüsalli ve iyyake nestaiyn” diyoruz.
Yâni ancak sana kul-luk yaparız ve ancak yardımı
senden bekleriz yerine. Ancak sana namaz kılarız ve ancak senden yardım
bekleriz diyoruz. Veya: “İy-yake nesumu ve iyyake nestaiyn” diyoruz.
Yâni ya Rabbi ancak sana oruç tutarız ve ancak senden
yardım bekleriz diyoruz. Veya: “İyyake nehuccu ve iyyake nestaiyn” diyoruz. Yâni ya
Rabbi ancak senin için hacceder ve ancak senden yardım bekleriz diyoruz. Niye
böyle diyoruz? Çünkü bizim ibâdetten anladığımız sadece bunlardır da ondan.
Hayatın tümünün kulluk olduğunun farkında değiliz, farkında olanlarımız da
hayatın tümünde Allah’a kulluğu gerçekleştiremiyor da ondan böyle diyoruz.
Evet bu âyetle de alâkalı bu kadar söz yeter. Bundan sonra bizim Efendimizden,
Rabbimizden talebimiz geliyor.
Ancak bakın
burada bir nefes alıyoruz. Çünkü sûrenin bu bölümünde, bu altıncı âyetin
sonunda bir “Tı” durağı geliyor. Bu da burada duruşun
vacip olduğunu anlatıyor. Yâni şöyle durup bir nefes alıp Rabbimizden ne
isteyeceğimizi bir düşüneceğiz. Durup düşünüyoruz. Acaba ne istesek
Rabbimizden? Dururken bunu düşüneceğiz, ama esasen kendisinden ne
isteyeceğimizi de bize bırakmayarak Rabbimiz söyleyecek.
Hani bir hadis-i kutside
Rabbimiz; “Ben Fâtiha’yı kulumla kendi aramda taksim ettim” buyurarak bundan
önceki bölümün kendisine ait olduğunu, bundan sonraki bölümün de kuluna ait
olduğunu anlatıyordu. Kulum Fâtiha sûresinin buraya kadar ki bölümünde beni
över, bana senâ eder, kulluğunun, köleliğinin sadece bana olduğunu, benden
başkasının önünde eğilmediğini, eğilmeyeceğini, benden başkalarının arzularını
yerine getirmeyeceğini, benden başkalarının yasalarını hamd etmeyeceğini ortaya koyar. Bundan sonraki bölümün de
kuluna ait olduğunu anlatır Rabbimiz. “Kulum beni övdükten sonra, bana karşı
kulluğunu, köleliğini ihraz ettikten sonra, benim rızamı kazandıktan sonra,
bundan sonraki bölümde kulum benden ister ve ben de onun istediğini kuluma
veririm” buyurmaktadır.
Peki acaba biz, Rabbimizden ne
isteyeceğiz? Yâni buraya kadar söylediklerimizle, ortaya koyduklarımızla tam
Rabbimizin rızasını kazanmışken, Rabbimiz bizim böylece kendisine takdim
ettiğimiz ahitlerimizin sonunda bizden razı olup şöyle buyurmuşken: “İste artık
ey kulum! Benden ne istersen vereceğim!” buyurarak tüm rahmet kapı-larını açmışken acaba böyle bir durumda biz O’ndan ne
isteyelim? Ama üzülmeyin, bizim kendisinden neler isteyeceğimizi, bizim neye
muhtaç olduğumuzu bizden çok daha iyi bilen, bizim hayrımızı, menfaatimizi
bizden çok daha iyi bilen Rabbimiz, ne isteyeceğimizi de burada beyan
ediveriyor. Bakın kendisinden ne isteyecekmişiz? Ne diyecekmişiz
burada?
6: “Bizi doğru yola hidâyet
eyle!.”
“Ya
Rabbi bizi sırat-ı müstakime hidâyet et. Bizi doğru yola ilet ya Rabbi. Bize hak yolu, doğru yolu göster ya Rabbi.” İşte Rab rehberliğinde, efendi mihmandarlığında
kulun talebi buymuş. Rabbimiz bizden, bunu dememizi, bunu istememizi
istemektedir. Eğer Rabbimiz Fâtiha’nın bu bölümünde kendisinden ne isteyeceğimiz
konusunda bize bilgi ulaştırmasaydı, bunu bize bıraksaydı neler neler istemezdik değil mi? Ya
Rabbi bize para ver, mark ver, dolar ver, at ver, avrat ver, fiyat ver, murat
ver, sap ver, saman ver, ver, ver, ver. Çok şükür ki Rabbimiz, bunu bize
bırakmamış. Bu konuda her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilen, bilgisi mutlak
olan Rabbimiz, bu bilgisiyle bizim neye muhtaç olduğumuzu bizden daha iyi bilen
Rabbimiz hemen bize yol göstermiş ve burada ne isteyeceğimizi kendisi ortaya
koyuvermiştir.
Ya Rabbi bizi doğru yola ilet. Bizi
sırat-ı müstakime ulaştır. Ta-bi zaten kendisi sırat-ı
müstakimde olan birisi için sırat-ı müstakimde daim kıl, sırat-ı müstakimden
ayırma anlamınadır bu. Çünkü şu anda sırat-ı
müstakimde olsak bile yarın ne olacağımızı, nasıl bir çizgi takip edeceğimizi
bilmiyoruz. Eğer şu anda sırat-ı müstakimde değilsek bizi ona hidâyet et,
sırat-ı müstakimdeysek, onda bizi daim eyle ya Rabbi,
diyoruz.
“İhdi”
Hidâyet mastarından emirdir. Hidâyet et demek;
yol göster demektir. Bu sığa ile yukarıdan aşağıya, yâni büyükten küçüğe vuku
bulan fiile emir, aşağıdan yukarıya, yâni küçükten büyüğe karşı gerçekleştirilen
talebe de dua denir. Müsaviden müsaviye yapılana da iltimas
denir.
Hidâyet
irşattan, mihmandarlıktan farklıdır. Yolu sadece gösterivermeye irşat denir.
Ama yolu göstermekle, tarif etmekle birlikte yol soranın elinden tutup, önüne
düşüp yolun sonuna kadar götürüvermek, yolda sebat vermek, yolda tutmak ise
hidâyettir. Bir de hidâyet hayır talebine mahsustur. Hırsıza, soysuza yol
göstermek hidâyet değildir. Bu mânâda Hâdî sadece Allah’tır. Allah’tan başka
Hâdî yoktur. Rabbimizin isimlerinden birisi de Hâdîdir
Rabbimiz, rahmeti gereği insanı
hidâyeti isteyebilecek, onu talep edebilecek, hidâyeti kabullenebilecek, bir
fıtratta yaratmıştır. İşte biz, fıtratımız gereği Rabbimizden sırat-ı müstakime
hidâyet istiyoruz.
Sırat, yol demektir. Müstakim
sırat da dosdoğru yol demektir. Hiç bir eğriliği, yamukluğu, inişi, yokuşu
olmayan dosdoğru yol demektir. Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetiyle ortaya
konulmuş din demektir, Şeriat demektir, Kur’an
demektir, sünnet demektir.
Rabbimiz, kitabının başka
yerlerinde buyurur ki: “İşte bu be-nim dosdoğru
yolumdur. Sizi dünyada huzura, âhirette de cennete
götürecek yol budur. Ama bu, benim yolumun dışında da yollar vardır. Sakın o
yollara uymayın. Yol tekdir. Yol Allah’ın yoludur. tâli yollarsa şeytanların
yollarıdır. Eğer benim yolumu bırakır da onların yollarına uyarsanız, onlar sizi
Rabbinizin yolundan ayırıp
saptırırlar.”
Allah kendi yolunu, dosdoğru
yolunu kitabında ortaya koymuş-tur. Öyleyse bütün mesele Allah’ın kitabına uymak
ve kitaba göre yaşamaktır. Kitapla yol bulmaktır. Yolunu kitaba ve sünnete
sorarak bul-maktır. Takva da budur işte. Takva,
Rabbimizin yukarıda tarif buyur-duğu esaslara göre
hayat yaşamaktır. Rabbimizin, kitabında anlattığı bu emir ve yasaklara
riâyettir takva. Rabbimiz bizim muttaki olmamız için, bizim böylece bir hayat
yaşayarak cennete ulaşmamız için, yollarını göstermiştir. Kitabın ve sünnetin
dışında takva yolu da yoktur. Kim ki kitap ve sünneti bırakır da başka şeylerin,
başka yolların peşine takılırsa, o mutlaka sapmak zorunda
kalacaktır.
Allah’ın Resûlü bu konuyu
anlatırken elindeki bir çöple, yere bir çizgi çizdi ve buyurdu ki; “İşte bu,
Rabbimin dosdoğru yoludur.” Sonra onun sağına ve soluna başka çizgiler çizerek;
“İşte bunlar da şeytanların yollarıdır. Sakın sizler bu yollara gitmeyin, çünkü
o yollardan her birisinin üzerinde sizi ona çağıran, sizi sırat-ı müstakimden
uzaklaştırmak ve saptırmak isteyen şeytanlar vardır”
buyurdu.
Evet, her bir yolun üzerinde
oturan şeytanlar, insanları o yollara çağırmaktadırlar. İnsanları tâli yollara
çağırıyorlar ve bu yolların sırat-ı müstakim olduğunu söylüyorlar. Tabi bu
şeytanlar iman etmiş, sırat-ı müstakime girmiş mü’minleri bu yoldan çıkıp kendi yollarına girmeye
çağırdıkları gibi henüz bu yola girmemiş, ama girmeye hazırlanan insanları da
bu sırattan uzaklaştırmaya, bu sırata girmemeye
çağırıyorlar.
Allah’ın Rasûlü bu hususu anlatırken bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Kul Müslüman olmak ve atalarının yolunu terk ederek sırat-ı müstakime girmek
ister. Şeytan, böyle bir kulun yolunun üzerine oturur ve atalarının dinini
terk etmemesi için ona telkinlerde bulunmaya başlar. Ne kötülüğünü gördün ki
atalarının yolunu terk ediyorsun? Diyerek, onu bu işten engellemeye gayret
ederken, bu konuda kararlı olan kul, şeytanı elinin tersiyle iteler ve sırata
çıkar. Ama kulun yeni girdiği, henüz yeni yeni
öğrenmeye çalıştığı bu İslâm yolunda, bu defa da şeytan onun karşısına hicret
yolunda dikilir.” Çünkü o Müslüman bulunduğu ortamda Allah’a kulluğu Allah’ın
istediği biçimde icra edemeyince mutlaka buna imkân verecek bir ortama gitmeyi
deneyecektir.
İşte kulun,
hicret yoluna dikilen şeytan, ona şöyle demeye başlar: “Bu yaptığın bir kaçış
değil mi? Bu bir korkaklığın ifadesi değil mi? Atalarının yurdunu, doğup
büyüdüğün vatanını terk edip nereye gidiyorsun? Bundan daha güzel bir yurt mu
bulacaksın? Hem bundan sonra gittiğin yerde başına nelerin geleceğini biliyor
musun? Seni çok büyük sıkıntılar beklemektedir diyerek” onu bu yoldan
engellemeye çalışır. Fakat bu konuda kararlı olan kul, şeytanı iterek biraz
daha yola girer. Elbette bu bir kaçış değil, bir korkaklık alâmeti değil, tabiri
caizse bu bir dönüş hareketidir. Uzun bir engeli atlayabilmek için biraz geri
çekilme hareketidir bu.
Şeytan bu
konuda da muvaffak olamayınca, bu defa Allah yolunda cihada çıkan kulun
karşısına, cihad yolunda çıkar ve ona şöyle demeye
başlar: “İyi kardeşim, tamam anladık, îlâ-i kelimetullah da pe-ki hanımını,
çocuklarını kime emanet ettin sen? Dükkanını-tezgâhını, işini aşını, markını
dolarını, vatanını toprağını kime bırakıp gidiyorsun? Birilerini kurtaracağım
diye, birilerinin imdadına yetişeceğim diye evdekileri, malını mülkünü
tehlikeye atmanın anlamı var mı yâni? Sen gittiğin o diyarlarda bir hiç uğruna
kör bir kurşuna hedef olup ölüp gideceksin de yıllarca emek sarf ederek
kazandığın, uykularını terk ederek, rahatına kıyarak elde ettiğin bu
paralarına, bu malına mülküne kimler konacak? Bu dinin sahibi sen misin? Senden
başka bu işi yapacak yok mu yâni?” diyerek o mü’mini
girdiği cihad yolundan da alıkoymak ister. Adam
şeytanı bir daha iterek yoluna devam eder.
Bu defa
Allah’ın Resûlü buyurur ki; “Artık bu mümin nasıl ölürse ölsün, nerede ölürse
ölsün Allah ona bakmaksızın kesinlikle onu cennetine koyacaktır. Bu kul, ister
yatağında ölsün, ister düşman karşısında muharebe meydanlarında ölsün, ister
suda boğularak ölsün değil mi ki, en büyük düşmana karşı galip gelmeyi
becerebilmiştir ve artık Cenâb-ı Hak üzerine, bu kulu
cennetine koymak vacip olur” buyuruyor. Çünkü artık bu kul, kesin sırat-ı
müstakimdedir ve artık lânet şeytanın ona yapabileceği bir şey
yoktur.
Evet, sürekli sırat-ı müstakimde
olmaya, bu yolda kalmaya çalışacağız. Dilimizle bunu istediğimiz gibi,
hayatımızla, amellerimizle de bu yolda olmaya çalışacağız. Bu konuda sürekli
Rabbimize dua edeceğiz. Bu öyle bir sırat ki:
7: “O kendilerine nîmet verdiğin
mutlu kimselerin yoluna. O gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna
değil.”
Evet ya
Rabbi! Kendilerine inam ettiğin, nîmet verdiğin, nîmetlerine ulaştırdığın
peygamberlerinin, salih kullarının yoluna bizi ilet.
Nîmet, insanların kendisiyle lezzet bulduğu şeydir. Allah’ın, kullarına in’am buyurduğu nîmetler sayılamayacak kadar çoktur.
Nîmetleri önce ikiye ayırıyoruz:
a- Uhrevî
nîmetler,
b- Dünyevî nîmetler
diye.
Uhrevî olanlar Rabbimizin
imtihanı kazanan kullarını cennete koyması ve orada gözlerin görmediği,
kulakların duymadığı, akılların alamayacağı nîmetleriyle onlara in’am etmesidir.
Dünyevî nîmetleri de ikiye ayırıyoruz:
a- Vehbî
olanlar.
b- Kesbî olanlar.
Kesbî nîmetler, mal kazanmak, nefsi
pisliklerden korumak ve arındırmak, ilim elde etmek, ahlâk kazanmak gibi
nîmetlerdir.
Vehbî olanları da ikiye ayırıyoruz:
a- Maddî
olanlar.
b- Manevî
olanlar.
Maddî olanlar idrak, fehim, anlayış, nutuk, konuşmak gibi
nîmetlerdir.
Manevî olanları ise, insana ruh
üfürülmesi, akıl verilmesi, yaratılması gibi nîmetlerdir.
Burada dikkat edilecek bir husus
da şudur ki; Rabbimiz, peygamberler ve salih
kullarının dışındakilere de bu nîmetlerinden vermiştir. Ama başı nîmet gibi
görülüp de sonu hüsranla biten nîmetlerin hiç birisi gerçek mânâda nîmet
değildir. Başı cefa ve mahrumiyet gibi görünse de sonu safa ve mutluluk ile
biten nîmet, nîmettir. Onun içindir ki, burada; “Kendilerine nîmet verdiğin
peygamberlerinin yoluna ilet!” diyoruz ve de; “Gazap ettiklerinin, dalâlette
bıraktıklarının yoluna değil” diyoruz.
Evet, Rabbimizden sırat-ı
müstakim istiyoruz. Çünkü sırat-ı müstakim, nîmet-i uzma’dır. En büyük nîmettir. Nîmetlerin en büyü-ğüdür. En önde istenmesi gereken nîmettir. Çünkü
unutmayalım ki, herhangi bir nîmetin yoluna, usulüne, kanununa nail olmak, o
nîmete sadece bir kere değil, sürekli nail olmak demektir. Meselâ birisinden on
bin lira istemek yerine ondan on bin liraya ulaşabilecek bir yolu, bir usulü
istemek çok daha evlâdır. Çünkü karşıdaki belki bir kere verecektir, iki kere,
üç kere verecektir on bin lirayı ve bitecektir. Ama on bin liraya ulaşmanın
yolunu öğrenmek demek, her zaman ona ulaşma imkânına sahip olmak
demektir.
Veya meselâ
bir problemin çözümü konusunda sizden yardım isteyen bir çocuğa, o problemi
çözüvermenizle o problemin çözüm yolunu, usulünü göstermeniz elbette farklı
olacaktır. Problemi çözüvermek yerine, o ve benzeri tüm problemleri her zaman
çözebileceği bir yolu, bir usulü öğretirseniz, artık o çocuk her defasında çözüm
için size gelmeyecek, her zaman kendisi çözebilecektir.
İşte eğer biz burada, Rabbimizden
bir kısım nîmetler isteseydik, ya Rabbi bana şu
nîmeti ver, bu nîmeti ver deseydik, bu talep gerçekten çok küçük bir talep
olacaktı. Ya Rabbi her şeyi ver deseydik, yine küçük
bir talep olurdu. Çünkü böyle bir dua kabul olduğu za-man belki bir kaç defa o nîmeti
verirdi Rabbimiz, ama nîmetin devamı mümkün olmazdı. Fakat burada olduğu gibi,
ya Rabbi bize nîmetlerin yolunu, usulünü göster diye
dua edince, bir kere değil sürekli o nîmetlere ulaşma imkânını elde etmiş
olacağız demektir. Bunun en kısa, en öz ifadesi de sırat-ı müstakimdir. Çünkü
bu yolda nîmetlerin tamamı vardır. Bu yola giren kişi her ân tüm nimetlerle
beraber olma imkânına sahip olacaktır.
Peki biz bunu nereden bildik?
Nasıl bildik ki, Rabbimizden bunu istiyoruz? Hayır, biz bilmedik, Rabbimiz
bildirdi bunu bize. Böyle dememiz gerektiğini, Fâtiha sûresini indiren Rabbimiz
öğretti bize. O-nun içindir ki, bu sûreye talim-i
mesele denir. Yâni istemenin usulünü, yolunu gösteren sûre anlamına. Bir
nîmetin yolunu bilmek, her zaman o nîmete ulaşmamız anlamına
gelecektir.
Rabbimizden sırat-ı müstakim
istiyoruz, ama burada bir istis-na yapıyoruz. “Nîmet içinde yüzüp de haktan, sırat-ı
müstakimden sa-pıp gitmiş,
bu yüzden de gazaba uğramış ve dalâlette kalmış insan-ların yoluna bizi iletme ya
Rabbi!”
Kendilerine
gazap ettiklerinin ve sapmışların, sapanların, sa-pıkların yoluna değil.
Biliyoruz ki; tarih içinde sırat-ı müstakimden iki sapma olmuştur. Birisi yahudi’nin sapması, öbürüsü de hıristiyanın sapması. Biri madde lehine, mânâ aleyhine bir
sapma. Mânâyı inkâr ederek, mânâyı, ruhu reddederek materyalistçe bir sapma,
diğeri de mânâ lehine, madde aleyhine bir sapmadır. Yâni maddeyi inkâr ederek,
maddeyi reddederek, mânâcı kesilerek, ruhçu kesilerek bir sapmadır. Bunlardan
birincisi yahudi’nin sapması, ikincisi de hıristiyanlık dünyasının sapmasıdır. Yahudiler mânâyı, ruhu
reddederek, insanı sadece maddeden ibaret zannederek materyalistçe bir anlayışı
yasallaştırarak sapmış, hıristiyanlar da insanın
maddesini, bedenini, bedeninin ihtiyaçlarını bile reddederek ayakları yerden
kesilmiş, ruhçu bir anlayışın savunucusu kesilerek
sapmıştır.
Bunların birisi ifrat,
diğeri de tefrittir. İslâm bunun ikisini de reddeder. İslâm ikisi arasında
dengeyi kuran bir dindir. İslâm, Allah’ın dinidir. İnsanı yaratan, onu
herkesten iyi tanıyan Rabbimiz; onun bedenini de, ruhunu da, bedeninin
ihtiyaçlarını da, ruhunun ihtiyaçlarını da inkâr etmez. İnsanın dünyadan oluşan
çamur yönünü de, Allah’tan gelme ruh yönünü de göz ardı etmeyen bir dindir. Ve
İslâm’ın ortaya koyduğu yol, sırat-ı müstakim, bu iki sapmanın ikisini de
reddeden bir yoldur.
Bir de bu sapmayı şöyle de
anlayabiliriz. Yahudi’nin sapma-sında ilim var amel
yok, hıristiyanın sapmasında da amel var ilim yok.
Böyle bir sapma. Bu ümmet içinde ilmi olup ta amel işlemeyenler ya-hudi’ye, ilimsiz eğri büğrü
amel işleyenler de hıristiyanlara benzemek-tedir. Ve işte böylece Fâtiha sûresiyle günde en azından
kırk defa bu tür sapmalardan ve sapanlardan Allah’a sığınmaktayız. İlimsiz
amelden de, amelsiz ilimden de, böylece ortaya konan sapıklıklardan da Allah’a
sığınıyoruz.
Evet
böylece Rabbimizin bir sûresini daha
tanıma imkânı bulduk. Bundan sonra kılacağımız namazlarımızda inşallah Fâtiha
bilen birileri olarak bunun şuuru içinde namazlarımızı kılalım. Namazda
Rabbimize verdiğimiz sözlerimizi, namaz sonrası hayatımızda muhafaza ederek,
Fâtiha’nın muhtevasına uygun bir hayat yaşamaya çalışalım. Namazda verdiğimiz
bu sözlerimizi, namaz sonrası hayatımız-da unutmayalım inşallah. Velhamdü lillahi Rabbil Âlemin.
Çok güzel
YanıtlaSilAllah razı olsun sizden bu yazıları yazdığınız için çok faydalı olmuş
YanıtlaSilallah hocamızdan razı olsun
YanıtlaSil