BAKARA
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre
ikinci, nüzûl sırasına göre 87, uzun sûreler bölümünün de ilk sûresidir.
Âyetlerinin sayısı 286 olup Medine’de nâzil
olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.
Salât ve selâm Allah’ın Ra-sûlüne, âline ve ashabına olsun. Rab-bimiz bizden
kabul buyur. Çünkü Sen dualarımızı işiten ve her şeyi hakkıyla
bilensin.
Rasulullah Efendimizin
Medine’ye hicretinden sonra ilk inmeye başlayan sûre Bakara sûresidir. Bununla
beraber en son tamamlanan sûre de yine Bakara sûresidir.
Az önce ifade ettiğimiz gibi
Medine’de inmeye başlayan Bakara sûresi Mekke’de gelen Fâtiha sûresinin hemen
arkasına yerleştirilmiştir. Fâtiha sûresi:
"Ya Rabbi bizi doğru yola,
sırat-ı müstakime ulaştır!"
Diye bitiyordu. Bakara
sûresi de:
"Bu bir kitaptır ve
hidâyettir"
Diyerek söze
başlıyor. Bizim Fâtiha’daki talebimizin cevabı olan bir ifadeyle başladığı için
sûre buraya yerleştirilmiştir diyoruz Al-lahu âlem.
Sûreyle alâkalı meleğin
Rasulullah’a şöyle dediği rivâyet edilir:
"Ey Muhammed müjdeler olsun! Sana
iki nûr verildi ki onlar senden önce hiçbir peygambere verilmemiştir.
Bunlardan biri Fâtihat’ül kitap diğeri de
Bakara sûresinin son âyetleridir.
(Müslim:
Misa firîn, Nesâî: İftitah
25)
Bundan ötürüdür ki bu sûrenin bir
başka adı da "Âyet’el Kürsî" sûresidir. Biliyoruz ki Kur’an-ı Kerîmin sûreleri
genellikle ya belli bir kıssanın, ya özel bir ismin, ya da sûrede kendisine
dikkat çekilmek istenen özel bir konunun adıdır. Meselâ Âl-i İmrân sûresi, Nisâ
sûresi, Kehf sûresi, İsrâ sûresi gibi sûreler başlıklarının sembolize ettiği
konuları kapsamaktadır.
Bakara
sûresinin adı da sûrenin 67,73 âyetlerinde geçen Hz. Mûsâ ile kavmi arasında
cereyan eden bir diyaloga yer veren Bakara kıssasından alınmıştır. Fakat bu isim
sûrenin konusunu, muhtevasını bildirmek amacıyla verilmiş bir isim
değildir.
Ve bu isim,
Bakara ismi nasıl ki Ali, Veli gibi isimler başka dillere tercüme edilemediği
gibi inek veya buzağı şeklinde de tercüme edilemez. Belki de İsrâil oğullarının
bu inek hadîsesi sadece bu sûrede anlatılmış olduğundan sûreye bu isim
verilmiştir, diyoruz.
Sûrenin “Senâm ve Zehra” diye iki adı daha
vardır. Allah’ın Rasûlü:
"Her şeyin bir senâmı (zirvesi) vardır. Kur’an’ın
zirvesi de Bakaradır”
Buyurur. Yine başka bir
hadislerinde de:
"İki
zehrayı çok çok okuyun! Bunlardan biri Bakara, diğeri de Âl-i
İmrân’dır."
Buyurur.
Demek ki eğer
Kur’an’ı canlı bir cisme benzetirsek Fâtiha sûresi bunun başını, Bakara sûresi
gövdesini, diğer sûreler de öteki uzuvlarını teşkil
edecektir.
Sûrenin muhtevasına, şöyle genel
olarak bir göz atacak olursak: Sûrenin ilk girişi Kur’an’ı bir kulluk ve
hidâyet kitabı olarak ilan eder. Sanki Fâtiha sûresindeki
bizim:
"Ya Rabbi, ne olur bize sırat-ı müstakimini göster! Bizi
hidâyet yoluna iletiver ya Rabbi!"
(Fâtiha 6)
Şeklindeki duamızın, talebimizin
cevabı olarak Rabbimiz, karşımıza kitabını serip: “Kullarım! Gerçekten hidâyet,
gerçekten doğru yol istiyorsanız, işte kitabım! İşte hidâyet! Haydi buyurun
onunla beraber olun!” Buyurarak kitabını hidâyet ve kulluk kitabı olarak ilan
eder. Ve ardından da hemen imanın temellerini ortaya koyar. Allah’a, peygambere,
peygamberliğe, âhirete, öldükten sonra tekrar dirilmeye olan inancı
belirler.
Ve bu inançla
alâkalı olarak, insanları kabul etme ve reddetme hususunda üç gruba ayırır:
Müminler, kâfirler ve münâfıklar. Sonra Hz. Adem’in yeryüzünde Allah’ın
halîfesi olarak tayin edilmesi, Hz. Adem’in cennetteki hayatı, şeytanın
saptırmalarına kapılması, buna bağlı olarak cennetten çıkarılması, sonra tevbe
edip Allah’a iltica etmesi, tevbesinin kabul ediliş olayı anlatılarak Adem
soyunun hidâyette olabilme ve kalabilme yolları
gösterilmiştir.
Daha sonra hidâyete dâvet,
özellikle İsrâil oğullarına yöneltilir. Ve uzunca İsrâil oğulları kıssası söz
konusu edilir.
Kur’an,
Mekke’de genellikle İslâm’ı bilmeyen cahil Kureyş müşriklerine hitap ediyordu.
Fakat Medine’de Allah’ın birliği, peygamberlik, âhiret, melekler gibi inançlara
âşina olan yahudilerle de ilgilenmeye başladı. Bunlar Allah’ın Peygamberi Hz.
Mûsâ’ya ve ona indirilen vahye inandıklarını söylüyorlardı. Ve ilke olarak
onların yolu da Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın öğrettiği yolun, İslâm’ın aynısı
idi. Fakat yüzyıllardan beri yollarını kaybetmişler, kitaplarını tahrif edip,
dini birtakım âdetler manzumesi haline getirmişler, sapmışlar, sapıtmışlar
ama, hayatlarından da memnun görünen insanlardı. Nitekim yıllar yılı
kendilerini düzeltmek için gelen elçilerin hiç birisini kabule yanaşmamışlar ve
üstelik onların baş düşmanı kesilmişlerdi. Bir de “Müslüman” adını bırakıp
kendilerine “yahudi” adını takmışlar ve dini İsrâil oğullarının tekeline
almışlardı.
İşte bakıyoruz ki; sûrenin üçte
birine yakın bir bölümünün, İsrâil oğullarına hitap ettiğini görüyoruz. Sûrede
onların ahlâken bozulmaları, dinden sapmaları ve sapıklık noktaları vurgulanır.
Yahudilerin Rasûl-i Ekrem’e ve onun getirdiği hidâyete tabi olmalarının
kendileri hakkında çok hayırlı olacağını anlatmak üzere, tarihte yaşanmış pek
çok hadîseye değinilmiş, yahudilerin Kuran’ı kabul edenlerin ilki olmaları
istenmiştir. Çünkü Hz. Muhammed’e indirilen kitabın Hz. Mû-sâ’ya indirilenin
aynısı olduğu ısrarla beyan edilmiştir.
Yine Mekke’de genellikle İslâm’ın
ana ilkelerini tebliğ etmek ve müminleri iman ve ahlâk yönünden eğitmeyi
hedefleyen Kur’an’ın, Medine’de tüm Arabistan’dan toplanıp İslâm devletini kuran
insanların kurdukları bu devletin sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal ve hukukî
problemlerine de değinmeye başladığını görüyoruz.
Bir de Medine’de, bu yeni
dönemde, Mekke’de pek rastlanılmayan yeni bir insan tipi ortaya çıktı.
Münâfikûn grubu zuhur etti. Münâfık, Medine toplumunda görülür. Mekke’de
münâfık yoktur. İslâm’ın ve müslümanların zayıf olduğu bir toplumda
münâfıklığa gerek de yoktur. Kâfir,
böyle bir toplumda kâfirliğini gizleme zarureti duymaz. Ama Medine toplumunda,
yâni İslâm’ın ve müslümanların güçlü olduğu toplumlarda kâfir, ya korkusundan,
ya da menfaatlerini kaybetmemek için müslüman görünme zaruretini
duyabilir.
Evet,
Medine’de münâfıklar vardı. Bunlar:
a- Ya İslâm’ı içerden yıkmak için
İslâm’a girmiş görünen kişilerdi.
b- Ya da çevreleri müslümanlar
tarafından sarıldığı için ve dünyevî menfaatlerini kaybetmeme endişesiyle
müslüman görünen insanlardı. Bunlar aslında düşmanlarla da münâsebetlerini
sürdürüyorlardı. Gerek Medine’de için için İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık
besleyen yahudilerle, gerek Mekke müşrikleriyle, gerekse dış dünyada başka din
ve inanç mensuplarıyla diyalog halinde idiler.
c- Bazıları da İslâm’ın
gerçekliğine tam kani olamamış, tam tatmin olamamış, ama kabileleriyle birlikte
mecburen müslüman olmuş kimselerdi. İşte Bakara’nın nazil olduğu dönemde her
türden münâfıklar da türemeye başlamıştı. Bu yüzden Cenab-ı Hak bu sûrenin
içinde münâfıkların özelliklerine dikkat çekmekte ve onlarla ilgili tâlimatlar
beyan etmektedir.
Daha sonra yahudiler ataları
olarak çok değer verdikleri ve Peygamber
olarak kabul ettikleri Hz. İbrahim’e verilen hidâyetin aynısını getiren ve onun torunu ve
izleyicisi olan Hz. Muhammed Aley-hisselâm’a tabi olmaları konusunda tekrar
tekrar uyarılır. Hz. İbrahim ve onun Kâbe’yi inşa edişi ve İslâm toplumunun
kıblesi olarak Kâbe ve İbrahim ilişkisi anlatılır.
Daha sonra tüm bu uyarılara
rağmen hakkı kabule yanaşmayan İsrâil oğullarından liderliğin alınıp
müslümanlara verildiğini beyan edercesine kıblenin, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan
alınıp Mekke’deki Mescid-i Haram’a
çevrildiği ilan edilir. Daha sonra liderliği üzerine alan bu ümmetin, bu ağır
sorumluluğu kaldırabilmesi için onlara pratik çözümler sunulur. İslâm ümmetini
ahlâken eğitmek için namaz, oruç, zekât, hac
ve cihad gibi emirler farz
kılınıyor.
Müminler Ulü’l
emre itaat etme, âdil olma, verdikleri sözde durma, anlaşmalarına sâdık kalma,
mallarını Allah yolunda harcama konularında teşvik ediliyor. Diğer taraftan
ümmeti bozulup dağılmaktan korumak üzere içki, kumar, fâiz gibi pisliklerin de
yasaklandığını görüyoruz.
Daha sonra sûrenin başında olduğu
gibi son bölümlerinde de imanın temel ilkeleri bir daha tekrarlanıyor ve en son
müslümanların İslâm’ı tebliğde çektikleri güçlükler sebebiyle, o sıralarda çok
muhtaç oldukları bir dua ile sûre tamamlanıyor.
Bu kısa mukaddimeden sonra
inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışacağız.
³v³7!
1: “Elif lâm
mim”
Sûre huruf-ı mukatta ile başlar.
Huruf-ı mukatta kesik kesik okunan harfler demektir. Bu harfler Kur’an-ı
Kerîmde altı sûrenin başında gelen ve o sûrelere ait birer
âyettirler.
Kur’an-ı Kerîmde muhkem ve
müteşabih âyetler vardır. Muhkem âyetler en genel tarifiyle, okuyucu tarafından
ilk okunuşta mânâsı anlaşılabilen ve bizden imanla birlikte amel isteyen
âyetlerdir.
Meselâ; namazı
kılın, zekâtı verin âyetleri muhkem âyetlerdir ve bizden hem iman, hem de amel
isteyen âyetlerdir. Yâni biz hem namazın farz olduğuna inanacağız, hem de namazı
bizzat kılacağız.
Müteşabih âyetler ise ilk
okuyuşta mânâsı anlaşılamayan, duyularımızla kavrama imkânımızın olmadığı ve
muhkemlerle çerçeve-sini çizebileceğimiz âyetlerdir ki, bunlar bizden amel
istemez, sadece iman ister. Sırat, haşr, neşr, cennet, cehennem, ruh, melek, cin
şeytan vahiy, arş, kürsî, semavat, yedullah gibi konuları anlatan âyetler,
elif lam mim, Yâsîn, Tâhâ gibi âyetler müteşabih âyetlerdir. Bunların ne
olduklarını tam olarak bilemeyiz, sadece bunların Allah’tan gelme birer âyet
olduklarına öylece inanırız, bu âyetler bizden amel
istemez.
Peki, madem ki bu âyetlerin
mânâları bilinmeyecekti de niye gelmiş Kur’an’da? Demenin de anlamı yoktur.
Çünkü biz, kimi âyetlerin künhünü, aslını biliriz, kimilerinin de sadece rolünü
ve fonksiyonunu biliriz.
Meselâ,
arabada akü diye bir aygıt vardır. Bunun ne olduğunu, neden yapıldığını,
aslını, künhünü herkesin bilmesi gerekmez. Biz nesini biliriz bunun? Rolünü
biliriz sadece. Biliriz ki, akü arabada elektrik donanımını sağlayan bir
aygıttır. İşte aynen bunun gibi biz, bu tür âyetlerin aslını, künhünü bilemesek
de bunların rolünü ve fonksiyonlarını biliriz.
Meselâ;
cennetin ne olduğunu, nasıl olduğunu, enini, boyunu, genişliğini, şeklini,
tipini bilemeyiz. Peki neye yarar bu? Yâni rolü nedir bu âyetlerin? Tanıtıldığı
kadarıyla iman eder, anlatıldığı şekliyle iman eder ve bizim hedefimiz olduğunu
biliriz. Bizi kötülüklerden koruyup iyiliklere teşvik ettiğini biliriz. Yâni
cenneti anlatan âyetlerin rolü, bize hedef göstermektir. Bakın, eğer benim
istediğim şekilde yaşarsanız size bunu vereceğim, diye Rabbimiz bize hedef
gösteriyor. Meselâ cennette ırmaklardan bahseder âyetler. Süt ırmakları, bal
ırmakları, şarap ırmakları, su ırmakları. Bunların niceliğini
bilmeyiz.
Peki, ne anlatır bunlar bize?
Gelin ey Mü'minler, dünyanın bozuk sütlerine, bozulacak ziynetlerine
meyletmeyin de bunlara meyledin, diye bize hedef gösteriyor. Veya cennetteki
hûriler. Bilmem ki ben bunların ne olduğunu, nasıl olduğunu. Ama bakın dünyanın
pespayelerine meyletmeyin, harama meyletmeyin ki, bunları elde edesiniz, diye
hedeftir bu âyetler.
İşte, Kur’an-ı Kerîmde sûre
başlarında gördüğümüz bu âyetler de müteşabih âyetlerdir. Aynen bunların da
Allah’tan geldiğine inanırız ve biliriz ki, bunlar âyettir. Peki bu tür
âyetlerin rolü nedir acaba? Yâni acaba bu âyetler bize nasıl bir hedef
gösteriyor? Rasulullah Efendimizden bize intikal etmiş, bu konuda herhangi bir
açıklama göremiyoruz. Kur’an’ın başka herhangi bir yerinde de bu konuda
açıklayıcı bir bilgi bilmiyoruz. Bu konuda şunları söyleyelim inşallah : Selef
bu konuda şunları söylemiştir:
1- Sûrelerin başında gelen bu
âyetler, Kur’an’a dikkat çekme-dir, demişler. Rabbimiz, o güne kadar insanların,
Kur’an’ın muhatap-larının alışık olmadıkları bir ifadeyle söze başlayarak,
onların dikkatlerini kitap üzerine çekmek istemiştir, deniyor. Allah buyuruyor ki, sanki bu âyetleriyle:
“Kullarım! Dinleyin, şu anda Allah konuşuyor! Şu anda ben konuşuyorum! Bunu
kendi sözlerinize benzetmeyin! Şu anda içinizden birisi konuşmuyor! Şu anda
Peygamber de konuşmuyor! Bu benim sözümdür! Şu anda Rabbiniz konuşuyor! Gelin
bunu benim sözüm olarak dinleyin!” diyor sanki Rabbimiz.
Gelin şu anda
Allah konuşuyor! İnsan sözüne benzemez bu! Âlim sözü, fazıl sözü, filozof
sözü, psikolog sözü, sosyolog sözü, amir sözü, müdür sözü, baba ana sözü gibi
dinlemeyin bunu! Sakın ha benim sözümü içinizden birinin sözüne benzetmeyin!
İçinizden birinin sözünü dinleyip de çöpe attığınız gibi, ya da kulak ardı
yaptığınız gibi benim sözümü de öylesine dinlemeye kalkışmayın! Şu anda ben
konuşuyorum! Bu söz Allah sözüdür! Ben konuşuyor olarak dinleyin ve gereğini
yerine getirin! diyor sanki, daha sözlerinin başında Rabbimiz. İşte insanlar bu
söze daha bir ciddi kulak versinler, daha bir ciddi dinlesinler diye, böyle bir
dikkat çekmedir, denmiş.
2- İkinci olarak şunu diyelim.
Bakıyoruz sûre başlarında gelen bu tür âyetlerden sonra Kur’an-ı Kerîmde
genellikle Kur’an’a dikkat çekilmektedir. Meselâ bakın A’râf sûresinin
başında:
“Elif, Lâm, Mîm, Sâd. Ey
Muhammed: Sana bir Kitap indirildi. Onunla insanları uyarman ve inananlara öğüt
vermen için kalbine bir darlık gelmesin.”
(A’râf
1-2)
“Elif
Lâm Mîm Sâd” mukatta âyetinden hemen sonra “Kitabun ünzile ileyke” buyrularak
kitaba dikkat çekilmektedir. Yine Tâhâ sûresinin
başında:
“Tâ Hâ. Ey Muhammed!
Kur’an'ı sana, sıkıntıya düşesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt
ve yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir Kitap olarak
indirdik.”
(Tâhâ 1-4) Yine meselâ
Yâsîn sûresinin başında:
“Ya,
Sin.
Ey Muhammed! Kur’an'ı Hakîm’e
andolsun ki, sen doğru yol üzere gönderilmiş
peygamberler-densin.”
(Yâsîn
1-4)
Yâsîn huruf-ı mukatta âyetinden sonra yine
Kur’-an’a dikkat çekilmektedir. Yunus
sûresinde de:
“Elif, Lam, Ra. İşte bunlar
hikmetli Kitabın âyet-leridir.”
(Yunus
1)
Burada
da mukatta âyetinden sonra Kur’an’a dikkat çekilmek-tedir.
Bu ve benzeri bölümlerde olduğu
gibi bakıyoruz bu âyetlerden sonra Rabbimiz, Kuran’a dikkat çekiyor. Öyleyse
sûre başlarındaki bu âyetler Kur’an’la alâkalı tüm insanlığa meydan okuyor
demektir. Buyurur ki Rabbimiz: “Elif Lâm Mîm, Elif Lâm Râ, Yâ Sîn, Hâ Mîm. Ey
insanlar! İşte elinizdeki Kur’an bu harflerden meydana gelmiştir. Sizler bu
harfleri tanıyorsunuz. Okuyorsunuz, yazıyorsunuz. Bu harfler ellerinde olan
sizler, bu harfleri okuyan, yazan sizler, bu harfleri tanıyan sizler haydi
gücünüz yetiyorsa bu kitabın bir benzerini meydana getirin! Kur’an gibi bir
kitap ortaya koyun bakalım!” diye, tüm insanlığa bununla Rabbimiz meydan okuyor
denilmiş.
3- Bir üçüncüsü de bu harflerle
Kur’an’ın Allah’tan geldiği beyan ediliyor, denmiş. Yâni bu kitap herhangi bir
insan sözü değil, insan kaynaklı bir kitap değil, Allah kaynaklı bir kitaptır,
mesajını ulaştırma adına Rabbimiz, sûrelerin başında böyle bir hitabı uygun
bulmuştur deniyor Allahu âlem. Ama en güzeli mânâsını bilmesek de bunlar,
aynen öteki âyetler gibi Allah’tan gelmiş birer âyettir, diyoruz ve öylece iman
ediyoruz.
Mânâlarını Peygamber Efendimizin
bile bilmediği, bu konuda bize herhangi bir bilgi ulaştırmadığı bu âyetlerle
ilgili olarak iki bâtıl iddia var. Bunları da şöyle kısaca söyleyeyim ki,
ilerde bunlarla karşılaşınca bocalamayasınız inşallah. Bu huruf-ı mukatta
âyetleriyle alâkalı iki sapık yorum var. Bunlardan birisi münâfıkça bir yorum,
ötekisi de kâfirce bir düşüncedir.
Önce
münâfıkların yorumunu söyleyelim: Diyorlar ki efendim bu âyetler Peygamberin
Aleyhisselâm dahi bilmediği ancak her yüz yılda bir gelen Müceddid-i A’zam denen
büyük zatların bilebildiği âyetlerdir. Bunların mânâlarını ancak bu büyük zatlar
bilebilir demişler ve kendilerince bu âyetlere anlamlar vermeye çalışmışlar.
Efendim işte elif bizim Rabbimizi, lâm bizim peygamberimizi, mim de bizim
efendimizi veya bizim kitabımızı anlatır veya bizim cemaatimizi anlatır de-meye
çalışmışlardır.
Yâni Peygamberin bile bilmediği,
bilemediği bilgiyi bilebilecek, Peygamberi bu konuda sollayacak kimselerin
varlığını iddia ederek, kendi heva ve heveslerine göre Allah’ın âyetlerine
mânâlar yükleme-ye çalışan bu insanları da, bunların bu saçma sapan yorumlarını
da reddediyoruz.
İkincisi kâfirlerin yorumudur.
Müsteşrikler de bu konuda şu yorumda bulunmuşlardır. Efendim sûre başlarındaki
bu harflerin varlık sebebi şudur: Kur’an-ı Kerîm Sahabe döneminde toplanıp kitap
haline getirilirken Zeyd bin Sabit başkanlığında bir hafızlar heyeti teşekkül
ettirilmiş ve tüm sahabeye ilan edilmişti. Herkes yanında Rasulullah zamanında
yazdığı, ezberlediği Kur’an nüshâlârını, sûre nüshâlârını getirsin diye.
Sahâbe-i Kirâm yanlarındaki sûre nüshâlârını getiriyor-du. Heyet bu sûreyi kim
getirmişse o sûrenin başına onu getiren sahabenin ismini yazalım da bunu kimin
getirdiği belli olsun diye sûre başlarına sahabenin ismini yazmışlar. Meselâ
Tâhâ sûresini ilk önce Talha bin Ubeydullah getirmiş ve onun isminin baş harfini
yazmışlar. "Ta" diye. Daha sonra aynı sûreyi Ebu
Hureyre getirmiş ve onun da isminin baş harfini yazmışlar. "Ha" diye, sonra da bunu silmeyi
unutmuşlar ve o sûrenin başında "Taha" kalıvermiş
diyorlar.
Yâni Kur’an’da
insan sözü de vardır, demeye getiriyor alçaklar. Kur’an sadece Allah sözünü
değil, insan sözlerini de ihtiva etmektedir. Ona sahabenin sözleri de
karışmıştır diyerek müslümanların zihinlerini idlâl etmeye, insanların
Kur’an’dan şüpheye düşmelerini sağlamaya çalışan kâfirlerin bu kâfirce ve haince yaklaşımlarını da
reddediyoruz.
Öyleyse Elif Lâm Mîm. Dinleyin!
Şu anda Allah konuşuyor! Bu söz Allah
sözüdür! Rabbiniz konuşuyor olarak dinleyin ve gereğini yerine getirin!
diyoruz.
2:
“İşte bu kendisinde şüphe olmayan kitaptır."
İşte o harfler, o sesler ve o
seslere verdiğimiz güzel bir dü-zenle
sana indirdiğimiz kitaptır bu. İşte kitap budur. İşte kitap diye buna denir.
İşte kitap dediğin budur. Yâni her yönüyle tam ve mükem-mel kitap, kıyamete
kadar tüm insanlığa yol gösterecek özellikleri üzerinde taşıyan kitap budur,
demektir bunun mânâsı. Kitap deyince sadece bu Kur’an anlaşılacaktır.
Diğerlerine kitap denmeyecektir. Bunun içindir ki, bugüne kadar kitap deyince
sadece Kur’an anlaşılmıştır. Ehadis-i Nebeviyye'ye bile kitap denmez, sünnet
denir.
Bu isim,
Kur’an’ın hem ba'zına hem de mecmuuna ıtlak olunur. Yâni bu kitabın bir tek
sûresine, bir tek âyetine de kitap denir, tü-müne de kitap denir. Bir de kitap
deyince metin ve mânâ birlikte kastedilir. Kur’an iki şeyden ibarettir: Bir
metin, bir de mânâ. Kur’an’ı yalnız metinden ibaret saymak, mânâyı örtmeye
çalışmak ne kadar büyük bir suçsa; onu sadece meâlden ibaret zannedip, metni
diskalifiye de o kadar suçtur. Kimilerinin yaptığı gibi şu anda ben metni
okuyup ve sadakallahü’lazim desem bu işin yarısını yapmış olurum, bir diğer
yarısı da mânânın, muhtevanın ortaya konmasıdır.
Şüphesiz bu, Allah’tan gelen bir
kitaptır ve Allah’tan gelişi ko-nusunda herhangi bir şüphe yoktur. Bir de bu
kitapta şüpheli bir şey yoktur anlamınadır. Bu kitap, her türlü şekten, şüpheden
ârî ve her töhmetten müberradır. Bunun kadar kesinlikle bilinen, bunun kadar
sırat-ı müstakimi, doğru yolu gösteren başka bir kitap yoktur. Yâni bu kitabın
inişinde, vahiy oluşunda herhangi bir şüphe olmadığı gibi, tebliğinde de
herhangi bir töhmet yoktur. Münzili hak, muhbiri sâdık ve gâyesi mahza hayır
olan, insanlığı saâdet ve selâmete ulaştırmak için gelen bu kitapta şüpheye
imkân verecek bir cehalet, bir gaflet veya bir sû-i niyet düşünmek mümkün
değildir.
Böyle bir
kitaptan ancak cehli mürekkebe boyanmış, kalpleri kilitlenmiş olan muannit
kâfirler ve her şeyden şüphe eden, ruhlarını şüphe bulutları kaplamış,
basîretleri sönmüş olanlar şüphe edebilirler.
Kitabın
kendisine indirilişi karşısında Rasûl-i Ekremin: "Ya Rab! Reyb içinde, şüphe ve
tereddüt içinde yüzen şu insanlar yarın benim karşıma çıkıp: Ey Muhammed! Bu
kitabın Allah tarafından geldiği ne malum? Belki de bu senin sözündür, senin
uydurmandır! Kendin söylüyor, kendin uyduruyor ve utanmadan bir de bunu
Allah’a isnat ve iftira ediyorsun! derlerse ben ne yaparım?” demeden önce
Ce-nab-ı Hak hiçbir şeye meydan bırakmayacak biçimde bu konuda teminat veriyor.
Onda herhangi bir reyb, herhangi bir şüphe yoktur. Allah’tan gelişi konusunda
da, içindeki âyetler, yasalar, haberler konu-sunda da zerre kadar bir şüphe
yoktur.
Bu, aynı zamanda onu insanlara
duyuran Muhammedü’l Eminin de, yâni mübelliğin de “lâ raybe fîh” olduğunun,
nübüvvetinde, risa letinde zerre kadar bir şekkin,
bir şüphenin olmayışının da tescilidir.
"Kendisinde şüphe olmayan bu kitap
müttakıler için hidâyet kaynağıdır."
Muttakilere doğru yolu gösterecek
apaçık bir belgedir bu. O bir hidâyet kitabıdır, kulluk kitabıdır. Bu kitabın
asıl görevi ve fonksiyonu budur. İnsanlığı doğru yola, sırat-ı müstakime iletmek
için gelmiştir. Kur’an-ı Kerîm sadece bilimsel keşiflere değinen, kimya ve fizik
gibi, biyoloji ve botanik gibi bilimleri derleyen bilimsel bir kitap değildir.
Kur’an-ı Kerîm, bir hidâyet ve kulluk kitabıdır. Fâtiha’daki bizim talebimizin
cevabı olarak, Allah karşımıza işte bu kitabını çıkarıyor. “Kullarım! Benden
hidâyet istiyordunuz ya! Benden dosdoğru yolu göstermemi talep ediyordunuz ya!
İşte istediğiniz hidâyet! İşte sorduğunuz dosdoğru yol!”
Buyuruyor.
“Bu kitap müttakıler için hidâyet
kaynağıdır."
Buyuruyor.
“Kullarım siz gerçekten hidâyet mi istiyorsunuz? Gerçekten doğru yolu bulmak mı
istiyorsunuz? İşte size hidâyet! Haydi, buyurun hidâyet kaynağı kitabıma! Onunla
beraber olun! Onunla yol bulun! Yolunuzu ona sorun! Onun rehberliğinde bir hayat
yaşayın ki hidâyeti bulasınız!” diye hidâyet rehberi kitabını bizim önümüze
seriveriyor. Ama bakın, bu kitap Arab’a hidâyettir, Acem'e hidâyettir, Türk'e,
Kürde hidâyettir denmiyor da:
Deniyor. Bütün nevi beşere, bütün
insanlığa hidâyettir. Bütün insanlığı
hidâyete ulaştırmak için gelmiştir bu kitap. Fakat bu hidâyetten istifade
edebilmenin bir şartı var; o da muttaki olmaktır. Kur’-an’dan istifade
edebilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Peki, nedir takva? Kimdir muttaki?
Bunu Allah söyleyecek, ama burada bir
kaç söz söyleyelim.
Takva,
Allah’ın koruması altına girmek demektir. Takva, Allah-la yol bulmak demektir.
Yolunu Allah’la bulmak, Allah’a sorarak, Al-lah’a danışarak yol bulmak demektir.
Allah’ın kitabı rehberliğinde yü-rümek, kitap kaynaklı bir hayat yaşamak
demektir takva. Takva, Pey-gamber modeliyle hareket etmektir. Bakıyoruz,
Kur’an-ı Kerîm’de tak-vayı böyle anlatan pek çok âyet
görüyoruz.
"Muhakkak ki ben sizin için gönderilmiş emin bir
elçiyim, öyleyse muttaki olun ve bana tabi olun."
(Şuarâ 107,
108)
Tüm peygamberlerin aynı şeyi
söylediklerine şahit oluyoruz. Madem ki ben sizin için güvenli, emin bir
elçiyim, o halde bana güvenmeniz lâzım. Bana güvenin ve hemen akabinde "Fe"
takvalı davranın! Muttaki olun! Ama takvayı da benden öğrenin! Yâni bana itaat
ederek, beni izleyerek takvalı olun! Gelin ben size takvayı, itaati öğreteyim.
Takvanın modelini benden öğrenin.
Evet, takva peygamberden
öğrenilecektir. Takvanın belirlenmesinde pratik örnek peygamberlerdir. Bu
konuda farklı takva modelleri geliştirebilmek için kimileri ısrarla
peygamberleri diskalifiye etme çabası içine giriyorlar.
Meselâ; âlimin
biri dağdan böyle yuvarlana yuvarlana inip ge-liyormuş. Hz. Mûsâ, bu adamı
görmüş ve kendisine sormuş. “Hayrola be çoban kardeş, ne yapıyorsun, böyle yatıp
yuvarlanıyorsun? Nedir bu yaptığın?” diye sorar. Allame çoban der ki: “Ey Mûsâ,
namazımı ben böyle kılarım. Rabbime ben böyle dua ederim işte.” Hz. Mûsâ; “Olur
mu be adam? Böyle namaz mı kılınır?” der. Sorar çoban: “Ya nasıl kılacaktım?”
Hz. Mûsâ anlatır ona: “İşte şöyle elini kaldırıp tekbir alacaksın, ellerini
şöyle bağlayacaksın, şunları okuyacaksın, belini şöyle bükeceksin, yüzün şöyle
olacak” diyerek uzunca izahlarda bulunur. Tabi zorlanır ona bunu anlatabilmek
için. “Tamam mı? Anladın mı?” der, “Anladım der” adam. Hz. Mûsâ yürümüş, bir
noktayı kaçıran adam Hz. Mûsâ’nın arkasından bağırmış onu sorabilmek için, Hz.
Mû-sâ dönüp arkasına bir bakmış ki; adam denizin üzerinde yürüyüp geliyor.
Demiş ki, Hz. Mûsâ’ya: “Ey Mûsâ! Namaz dedin de şurayı unuttum! Bana onu bir
daha anlatabilir misin?” Onu bu vaziyette gören Hz. Mûsâ: “Git bildiğin gibi
kıl sen namazını!” Demiş ve ona bunu öğretmekten vazgeçmiş,
filan.
Ee niye
öğretmeyecekti de Allah’ın peygamberi? Öğretmeye-cekti de işi neydi orada
peygamberin? Nedir böyle bir durumda peygamberin fonksiyonu? Bunlar toplumsal
âyetler. Bunlar şeytanların vahiyleri. İslâm’ı, dini, takvayı peygamber ve
Kur’an dışı kaynaklardan öğrenme ve belirleme, yâni keyiflerince bir din
belirleme gayretlerinin ürünü, sapıklıklardan başka bir şey değildir bunlar.
Hani:
"Muhakkak ki şeytanlar da dostlarına
vahyeder..."
(En’âm 121)
Deniyordu ya âyet-i kerîmede.
İşte bunlar o tür vahiylerdendir. Bir rivâyeti daha var bunun. Hz. Mûsâ bu
adama namaz kılmasını öğretmeye kalkışınca Rabbimiz hemen Cebrâil’i gönderir
ve: “Ey Mûsâ, niye karıştın o kuluma? Ben razıydım onun namaz kılışından!”
diyerek Mûsâ’yı azarladığı anlatılır.
Peki ne çıkar
bütün bu şeytan rivâyetlerinden? Ne yatar bunların altında? Bunların altında
takva belirleme hakkının, din belirleme hakkının Allah’tan ve peygamberlerden
alınıp başkalarına da verilmesi yatar bunların altında. Din belirlemek sadece
Allah’ın ve O’nun peygamberlerinin hakkı iken, “Tut, beş bin tevhid çekeceksin,
bunu on bine çıkarmazsan yazıklar olsun sana!” diyerek birileri din belirlemeye
kalkışıyorsa hâşâ ve kella o zaman buna din uydurmak denecektir. Öyle değil,
takva; yolunu kitapla bulmak demektir. Takva, kitabın dediği ve peygamberin
örneklediğidir. Bunun dışında din de yoktur, takva da.
Yaptıklarını Allah yap dedi diye
yapan, konuştuklarını Allah konuş dedi
diye konuşan kişi muttakidir."
Buradaki mânâsıyla söyleyelim;
kitaba teslim olan, kitapla uyarılan, kitabın uyarısıyla hareket eden, tüm
yaptıklarını; “kitap dedi” diye yapan, tüm yapmadıklarını da yine kitaptan
aldığı delillerle yapmayan kişi muttakidir. Yâni kitabın hidâyetini temel alan
kişi; muttakidir. Çünkü, âyet son derece açık ve net ortaya koyuyor ki
muttakilerin yol göstericisi; bu kitaptır. Muttakiler, bu kitapla yol bulan, bu
kitap rehberliğinde bir hayat yaşayan kimselerdir. Onlar, amellerini bu kitaba
dayandırmaya çalışan insanlardır:
"Muttakilerin kılavuzu, mihmandârı,
yol göstericisidir bu kitaptır".
Gerçi başka bir yerde, Kur’an
kendini bize anlatırken:
"Bu kitap insanların tamamı için
hidâyettir."
(En’âm 91)
buyurur. Evet, aslında Kur’an,
herkese genel mânâda hidâyeti göstermek için inmiştir. Ama herkes, bu kitabın
hidâyetini kabul etmede, isteyerek bunun hidâyetini seçmede eşit olmayacaktır.
Kimileri bununla hiç ilgilenmeyecek, bunu anlamaya yanaşmayacaktır. Bakıyoruz
“Hâdî” kelimesi, “Hüden” kelimesi Kur’an’da on beş ayrı mânâ-da
kullanılmıştır.
Allah
hüdendir, Tevrat hüdendir, Kur’an hüdendir, Kâbe hü-dendir, Peygamberimiz
hüdendir, başka hüdenler de vardır Kur’an’da. Buna göre hüden olarak ne
peygamberimizin, ne Kâbe’nin ne de Kur’an’ın bizzat kendisi, birinin elinden
tutup dini kabul ettirici olma derecesine vardıramaz
meseleyi.
Yâni, gerek
Kur’an ve gerekse Peygamberimiz, bizzat insan-ların kalplerine imanı sokmakla
değil, bu imanı insanlara tanıtmakla mükelleftirler. Öyleyse, kimse Kur’an’a
yanaşmadı mı Kur’an kimseye hidâyet edemez. Peygamberin hüden oluşu da böyledir.
Kur’an’a yaklaşan kişi eğer onunla yol bulmak isterse ancak o, o zaman hidâyet
edebilir. Çünkü "Hüden linnâs" dır Kur’an. Ama "Hüden lil müttakîn" dir de aynı
zamanda. Ne demek o? Yâni herkese yol gösterecek kapasitede değil. Yâni herkes
bununla yol bulmak istemez, herkes buna yol sormaya gelmezse o zaman, o sadece
takvalılara yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir. Ötekiler için,
hattâ yine Kur’an’ın ifadesiyle bu kitap kimilerinin zararını, ziyanını
artıracaktır.
"Kur’an zâlimlerin ancak zararını
artırır."
(İsrâ 82)
O müttakıler
ki:
3:"Onlar
gayba inanırlar."
Onlar
gayba iman eden kimselerdir. Veya gıyaben iman ederler onlar.
gayb; Gâbe fiilinin mastarı olup, gözden ve duyulardan gizli olan, görülüp
bilinmeyen anlamınadır. Gayb; Duyularla algılanamayan, insanın deney ve
gözlemlerine konu olmayan, Allah, cennet, cehennem, melek, vahiy, öldükten
sonra dirilmek, hesap, kitap gibi tadılıp koklanamayan, ölçülüp tartılamayan
Allah’ın verdiği haberlerdir ki, işte bunlara iman gayba imandır. Veya gıyaben
imandır.
Gayb, bilginin
konusu değil imanın konusudur. Gaybı bilen kişi üstün değil, gayba inanan kişi
üstündür. Çünkü gaybı bilme türünde bir kulluk istememiştir Allah bizden. Eğer
gaybı bilme, gayptan haberdar olma gibi bir sorumluluğumuz olsaydı, şu anda
hepimizin buna sa’yi gerekecekti.
“Onlar
gayba iman ederler."
Değil
de “Onlar gaybı bilirler” denseydi, şu anda hepimiz gaybı
bilmek için uğraşmak zorundaydık. Ama öyle demiyor Allah. Yâni bizim, şu anda
gaybı bilmek türünde bir kulluğumuz veya bu tür bir sorumluluğumuz yoktur. O
muttakiler gaybı bilirler, ya da bilmeye çalışırlar denmiyor
da:
deniyor. İman bilginin konusu
değildir. Bilinen ve görülen bir şeye iman da istenmez zaten. Meselâ; “dünyaya
inanın” denmez. Çünkü dünyayı zaten görüyor ve biliyoruz. Ama âhirete inanın
denir. Çünkü âhireti görmüyoruz. Kimi insanlar şu anda gaybı bilmeleriyle,
gaypdan haber vermeleriyle övülüyorlar değil mi? Filan zat kalpten geçenleri
biliyormuş. Falan kes duvarın arkasından haber veriyormuş, gibi insanlar gaybı
bilmeleriyle methediliyorlar. Halbuki gayb bilginin konusu değil, imanın
konusudur. Gayb bilinmez, ona iman edilir. Gay-bı bilen kişi değil, ona iman
eden kişi muttakidir. Bilinen bir şeye iman söz konusu olmayacağına göre, ne
gariptir ki bilmeden övdükleri kimseleri imansızlıkla itham ettiklerinin
farkında bile değildir adamlar.
Gaybın bir kaç
çeşidi vardır:
1- Hiçbir
delili olmayan gayblardır ki; bunları ancak Allâm’ul Guyûb olan Allah bilir. Ne
melek, ne cin, ne de resûllerin bilmedikleri gayb. Allah’tan başka hiç
kimsenin, hiçbir varlığın bilmediği gayb.
"Gaybın anahtarları O’nun katındadır.
O’ndan başkası asla onu bilemez!"
(En’âm 59)
Âyeti bunu anlatır. Bu
konuda söz sahibi sadece Allah’tır. Kur’-an-ı Kerîm’de Cenab-ı Hakkın mahiyetini
açıklamadığı, sadece varlığını ve ismini bildirdiği bazı gaybî gerçekler
vardır.
"Kıyametin saatini bilmek ancak
Allah’a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse
yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz ki
bütün bunları bilen Allah’tır, Allah
her şeyden haberdardır."
( Lokman: 34
)
Bunlar hiç
kimsenin bilmediği gaybî konulardır. Hattâ bakın Allah’ın Rasûlü buyurur ki,
Kur’an’ın diliyle:
"De ki; Ben kendime, Allah’ın
dilediğinden başka ne bir fayda ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim.
Eğer ben gaybı bilseydim kendim için hayrı çoğaltır, bana hiçbir kötülük de
dokunmazdı."
(A’râf:
188)
Öyle değil mi?
Allah’ın Rasûlü, başına gelecekleri bir saat öncesinden bilseydi tedbir almaz
mıydı? Meselâ onu akrep sokmuştur. Bir kaç dakika önceden bunun başına
geleceğini bilseydi, Allah’ın Ra-sûlü tedbir almaz mıydı? Savaşta kılıç darbesi
almış ve mübârek yanakları yaralanmıştır. Attan düşmüş ve kendisine sihir
yapılmıştır. Gaybı bilseydi bunlara tedbir almaz mıydı Allah’ın Resulü?
Hanımının gerdanlığı kaybolmuş, çölde saatlerce aranmış, hattâ hanımı Hz. Ayşe
hakkında bu konuda dedikodu çıkarılmış, durumu bilmeyen Allah’ın Rasûlü çok
huzursuz olmuş; "Ya Ayşe doğru söyle, böyle bir şey oldu mu?" buyuracak
kadar bunalmış ve Ayşe anamızın temiz olduğuna dair âyetler gelinceye kadar da
huzursuz bir vaziyette beklemiştir. Eğer Allah’ın Rasûlü gaybı bilmiş bunlar
asla olmazdı.
Sûrenin daha sonraki bölümlerinde
gelecek ve Rabbimiz şöyle buyuracak:
"Sizin gizlediklerinizi de
açıkladıklarınızı da bilirim."
Buna göre insanların kalplerinden
geçirdikleri düşünce ve niyetler de ancak Allah’ın bilebildiği gaybî
bilgilerdir. Hiçbir kimsenin bu gibi şeyleri bilmeye veya bu konularda fikir
beyan etmeye hakkı ve selahiyeti yoktur. Her kim ki bu gaybî konuları bildiğini
iddia ederse veya “falan zat kalpten geçenleri bilir”
derse:
a- Yalnız
Allah’a ait olan bu gaybı bilme sıfatını kendisinde gördüğünden
dolayı,
b- Kendisine
vahiy geldiğini iddia ederek Allah’ın, son elçisi aracılığı ile vahyin
kesildiğine dair verdiği haberini yalanladığı için küfre girmiş olur. Yâni biraz
önce de söylediğim gibi, kimileri “işte bu zat kalpten geçenleri bilmektedir”
diye övülmeye çalışılıyor. Halbuki kalpten geçenleri bilmek bir üstünlük sebebi
değil ki! Yâni birisi benim kalbimden geçenleri bildiği için üstünse, ben onları
ondan önce bildiğim için, ondan daha üstünüm demektir. Sonra ne olacak benim
kalbimden geçenleri bilmesi? Ne işi var benim mahremimde adamın? Allah’ın
örttüğünü açmasının ne mânâsı var ki? Elhamdülillah ki Rab-bim örtüvermiş
onları. Değilse aynı yastığa baş koymuş karı koca bile bir anda kalplerinden
geçenleri bilivermiş olsalardı belki yüz yüze bakamayacak hale gelirlerdi.
Neden? Çünkü insanın kalbinden elinde olmadan çok acayip şeyler geçebilmektedir
ve onların tümüne muttali olan Rabbimiz bile eyleme dönüştürmedikçe onlardan
kişiyi sorumlu tutmamaktadır.
2- İkincisi; delili olan ve
Allah’ın vahiy yoluyla sadece razı olduğu Resûllerine bildirdiği gayblardır ki,
işte yukarıdaki âyet bunu anlatır. O muttaki mü'minler, Allah’ın vahiy yoluyla
peygamberine bildirdiği gay-ba inanırlar, o gaybî bilgilere iman edip teslim
olurlar.
ifadesindeki "lâm" ahd içindir.
Yâni muttakilerin inandıkları gayb, delili bulunan bu gayblardır. Allah,
peygamberler, âhiret ve ahvali, melekler, nübüvvet, peygamberler, kitaplar,
bunlar delili olan gayb-lardır. Yâni Allah’ın, peygamberine vahiy yoluyla
bildirdiği gaybî bilgi-lerdir.
Meselâ Rasûl-i Ekrem Efendimiz,
önceden Yakup oğullarının Mısır’a gidiş hadîsesini, Hz. Yusuf’un kardeşleri
tarafından kuyuya atılışını, Yusuf’un Mısır’da satılışını, sonra zindana
atılışını, sonra Allah’ın izniyle devletin başına geçip babası ve kardeşlerinin
yâni İsrâil oğullarının Mısır’a yerleşmesini bilmiyordu. Allah kitabında uzunca
bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:
"Ey Peygamberim! Bunlar sana
vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları
vakit sen yanlarında değildin"
(Yusuf:
102)
İşte Peygamberimizin bildiği
gaybî haberler de bu vahyedilen haberlerdir. Yâni Allah’ın şu kitabında haber
verdiği gaybî bilgilerdir. Çünkü Allah’ın Rasûlü, kendisine bu kitap gelmeden
önce bunların hiçbirisini bilmiyordu. Allah bu kitabı sayesinde ona
bildirdi.
Allah’ın
Rasûlü daha önce namaz nedir, abdest nedir, cennet nedir, cehennem nedir,
kıyamet nedir, hesap kitap, haşır neşir nedir bilmiyordu. Allah tüm bunları
kitabında bildirdi. Rasûl-i Ekrem de daha önce kendisi için gayb olan bu
bilgileri biliverdi. İşte Allah’ın Resûlüne bildirdiği ve Rasulullah’ın da
bildiği gayb birimleri bunlardır. Nitekim Cin sûresinde Rabbimiz bu hususu
anlatırken şöyle buyurur:
"De ki; Rabbinizin sizi tehdit
ettiği azap yakın mı, yoksa Rabbim ona uzak bir zaman mı tayin etti, bunu ben
bilmiyorum. Çünkü gaybı bilen ancak O’dur. Fakat O Rabbim, hiç kimseyi gaybına
müzahir kılmaz. (Hiç kimseye onu ezdirip bozdurmaz) Ancak seçtiği peygamberler
müstesnadır. Çünkü onun önünden ve arkasından gözcüler
koyar”
(Cin:
25,26,27)
Bakın, bu âyet-i kerîmede son
derece açık bir şekilde Rabbi-miz, gaybını ancak seçtiği peygamberlerine
ulaştırdığını anlatıyor. Peygamberlerini gaybına muttali kıldığını haber
veriyor. Ama dikkat ederseniz peygamberlerine bildirdiği bu gaybî bilgilerin de
melek va-sıtasıyla kendilerine ulaştırılan vahiy olduğunu haber
veriyor.
Diyor ki
âyet-i kerîme; Unutmayın ki, bu gaybını peygamber-lerine bildirirken, yâni bu
gaybî bilgileri melek vasıtasıyla peygamberlerine gönderirken, o meleğin
etrafını da böyle çepeçevre gözetleyicilerle kuşatır, buyuruyor. Yâni
cinlerin, şeytanların, hainlerin, zâlimlerin yolda o meleğin önünü kesip,
elindeki Allah vahyini alıp, hafızasından onu söküp, onun yerine başka sözleri
ona empoze ederek zorla “Al şunu vahiy diye peygambere götür!” demeleri
asla mümkün değildir. Bunu hiç kimse
yapamaz.
“Biz peygamberlere vahiyle
gönderdiğimiz meleğin önünü ve arkasını böyle gözetleyicilerle kuşatırız” diyor
Rabbimiz. Peki bunu niye anlatıyor Rabbimiz? Neden bunu bize kitabında haber
verme gereği duymuş? Bakın bundan sonraki âyetinde de onu şöyle
açıklıyor:
“Görülmeyeni bilen Allah,
görülmeyene kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği,
bunun dışındadır. Rablerinin bildirilerini tebliğ etmelerini ortaya koymak için
her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar; onların yaptıklarını
ilmiyle kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.
(Cin:
26,27,28)
“Peygamberlerin, Rablerinden
aldıkları risa letleri tamamıyla insanlara
tebliğ ettiklerini bilinsinler diye bunu anlatıyoruz” diyor Rab-bimiz. Yâni ne
anladık bundan? Bundan şunu anladık:
Birincisi; Peygamber bu konuda
herhangi bir şüpheye düşme-sin diye, yâni acaba bu âyetler gerçekten Allah’tan
mı geliyor? Yoksa başkalarından mı geliyor? Bu konuda en ufak bir şüpheleri, bir
tereddütleri kalmasın ve insanlara duyurduklarının kesinlikle Allah’tan
geldiğini bilsinler diye bunu böyle yaptık.
İkincisi; bir de peygamberlere ve
onların tebliğ ettikleri âyetlere iman eden mü'minler de, acaba bunlar gerçekten
Allah’tan mı? Yoksa başkalarından mı? Bu konuda en küçük bir şüpheleri kalmasın
diye biz bunu böyle yaptık diyor Rabbimiz. Âyetin son kısmı bunu daha net
anlatıyor. Gerek peygambere gelenleri, gerekse ona vahiy getiren meleğin
yanındaki bilgilerin tümünü biz ihata etmişiz, tamamını saymışız diyor
Rabbimiz. Yâni mümkün değil ki peygamber, ya da ona vahiy getiren melek onların
bir kısmını gizlesin. Mümkün değil ki, o vahyin bir bölümünü size haber versin
de işine gelmeyenleri sizden saklasın. Biz onun tamamını âyet âyet, kelime
kelime, harf harf saymışız, bilmişiz diyor.
Öyleyse, bu âyetten anlıyoruz ki;
Peygamberlere bildirilen gayb Cebrâil vasıtasıyla bildirilen gaybî bilgilerdir.
Demek ki, peygam-berimize bildirilen gaybî bilgiler, Kur’an’da Rabbimizin ona
bildirdiği bilgilerdir. Peki o zaman Peygamber Efendimiz gaybı bilir mi?
Hayır, peygamberler de gaybı bilemezler. Peki, Allah bildirirmiş ama, bakın
burada bildirir diyor. Evet, peygamberler Allah’ın kendilerine bu kitapta
bildirdiklerini bilir, diyeceğiz.
"Onlar
gayba inanırlar."
Bilmekle iman, ayrı ayrı
şeylerdir. Ve gayb, bilginin değil imanın konusudur. İman; kalbin,
lisa nın ve fiilin tasdikidir. Yâni
bir hükmün icabını fiilen icra etmekle olur bu tasdik. Eğer bilmekle iman aynı
şey olsaydı, o zaman tüm ehl-i kitap mü'min olurdu.
“Kendilerine kitap verilenler,
hakkı avuçlarının içini bildikleri gibi bilirler."
(Bakara:
146)
Eğer sadece dil ile ikrar iman
olsaydı, o zaman tüm münâ-fıklar da mü'min sayılırdı. Çünkü onlar da dilleriyle
inandıklarını söyleyerek kalplerinde olmayanı ortaya koymaya
çalışmaktadırlar.
Buradaki iman
icmalî bir imandır, daha sonra gelecek âyette bir daha imandan söz edilecek; bu
da tafsilî imandır. Yâni, Rabbimiz burada; mü'minler kitapta kendilerine
bildirilen tüm gaybî bilgilere toptan inanırlar. Daha sonra gelecek ve tekrar
mü'minlerin kitaba imanlarından söz eden âyet de toptan inandıkları bu kitabın
âyetlerini birim birim, tek tek tanıyarak tafsîlen iman ederler
buyuracaktır.
Evet, mü'min gayba inanan
kişidir. Allah’a, meleklerine, kitap-larına, vahye, resûllerine, ölüm ötesine,
ölüm öncesine, arşa, kürsîye ve Allah’tan vahiyle gelen tüm haberlere iman,
gayba iman demektir. Bu iman, mü'minin kalbine hem büyük bir sükûnet ve huzur
verirken, hem de sorumluluk şuuru yerleştirmektedir. Mü'min öleceğine, sonra
tekrar dirileceğine, hesaba çekileceğine inanan kişidir. Bu hesabın sonunda ya
cennet, ya da cehennemle karşı karşıya geleceğine inanan ve bu dünyadaki hayat
programını, bu imana bina eden kişidir. Yâni gayba inanmanın ya da inanmamanın
neticesi kişinin hayat programına etkili olacaktır.
Gayba inanan kişinin hayat
programı farklı, inanmayan kişininki farklı olacaktır. İşte, gayba imanın
mânâsı burada ortaya çıkacaktır. Aslında, bu imanı bütün dünyaya, bütün dünya
problemlerine, bütün dünya programlarına uyarlamak mümkündür. Bu iman, tüm dünya
problemlerini değiştirecektir. Hangi tür problem olursa olsun, ekonomik,
siyasal, ahlâkî, hukukî tüm problemleri, savaşlar barışlar, erkek hakları,
kadın hakları, kazanma harcama anlayışları, alma verme, yeme içme, giyim kuşam
gibi tüm dünya programlarını değiştirecektir. Bütün bu konularda gayba inanan
kişinin durumuyla, gayba inanmayan, bilgilenmesini Allah’ın kitabına
dayandırmayan, sadece duyularına ve aklına güvenerek; “bu bana yeter, ötesine
benim ihtiyacım yoktur!” diyen insanın durumu çok farklı olacaktır. Birbirine
taban tabana çelişen iki hayat tarzı, iki yaşam biçimi çıkacaktır
karşımıza.
Evet o mü'minler gayba inanırlar,
hayat programlarını bu imana bina ederler. Sonra o
muttakiler:
"Namazı
ikâme ederler."
Kur’an’dan istifade edebilmenin
üçüncü şartı da kişinin ondan öğrendiklerini hemen pratiğe aktarmaya hazır
olmasıdır. Namaz, Kur’-an’ın emrettiği ilk ve en önemli görevlerden biri olduğu
için imandaki samimiyetin ölçüsü ve pratik bir delilidir. Ama bakıyoruz
Kur’an-ı Kerîm’de hiçbir yerde:
“Elleziyne yusallune’s
Salâte”
Onlar namazı sallâ yaparlar, yâni
namazlarını kılarlar ifadesi kullanılmamıştır. Namazla alâkalı olarak sürekli
ikâme kelimesi kullanılmıştır. İkâme lügatte ayağa kaldırıp dikmek demektir.
Onun içindir ki:
"Namaz dinin
direğidir"
buyurur Allah’ın Rasûlü. Öyleyse
namazla dinimizin direğini dikmemiz emrediliyor bu âyet-i kerîmede. Yâni öyle
bir namaz kılacağız ki; kıldığımız bu namaz hayatımıza hâkim olan bir namaz
olacak. Değilse başka âyetlerden öğreniyoruz ki; hayata etkili olmayan, hayatı
düzenleme konusunda varlığından söz edilemeyen bir namaz, Allah’ın istediği
bir namaz değildir.
Meselâ; fakiri doyurmaya teşvik
etmediği halde, yetimi itip, kakıp, azarladığı halde, randevusuna riâyet
etmeyip sözünü yerine getirmediği halde, emanete hıyanet edip, namus ve
iffetine sahip çıkma-dığı halde, başkalarının namus ve iffetine uzandığı halde,
haram yiyip içtiği halde, hâsılı hayatını âhiret inancına bina etmediği halde
sadece din kurtarmak için kılınan bir namaz, namaz değildir. Yâni namaz
dışındaki tüm hayatımızı da kapsayacak bir namaz isteniyor
bizden.
Bir de namaz,
ancak cemaatle ayağa kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetilmiştir. Yâni
namazın sosyal hayatı düzenleme fonk-siyonu vardır. Toplumda namaz ayağa
kaldırıldığı zaman dinî hayat ayağa kaldırılmış demektir. Meselâ bir ülkede
oturan insanların her biri, tek tek namazlarını kılsalar bile namaz ikâme
edilmiş sayılmaz. Namaz, toplum olarak ikâme edilmesi gereken bir
ibâdettir.
1- Ta'dil-i erkânına göre huşû ve
huzû ile doğru dürüst namaz kılarlar onlar.
2- Namaz için mesai sarf ederler.
Namaz ortamı hazırlarlar. Namazın önündeki engelleri kaldırmak, mü'minlerle
namaz arasına dikilmiş tüm barikatları yok etmek için ciddi savaş
verirler.
3- Namazla ilgili emr-i
bil’marûf ve nehy-i ani’l münker yaparlar. Çevrelerine, çocuklarına namaz eğitimi verirler. Namaz
kılmayan kimseleri uyarıp onlara da namaz kıldırabilmenin mücâdelesini
verir-ler. Bunu kendilerine en büyük dert edinirler.
4- Namazı ayağa kaldırırlar,
namaz ortamı hazırlarlar. Namazı hayat programının odak noktası haline
getirirler. Hayat programının içine sıkıştırılmış bir namaz değil, ya da namaza
yer bırakmayacak bir hayat programı değil, namaza göre ayarlanmış bir hayat
programını gerçekleştirmenin uğraşısı içine girerler.
5- Namazla Allah’tan mesaj alarak
namaz sonrası hayatı bu mesajla düzenlemeye çalışırlar. Namazı ne dediğini, ne
okuduğunu anlayamayacak biçimde kuru bir hareketler manzumesi değil,
Allah’-tan vahiy alma ameliyesi haline getirirler.
6- Namazlarını; namaz öncesi
hayatlarının Allah’a tekmilini verme
makamı bilirler. Namaz öncesi yapıp ettiklerinin raporunu sun-mak ve namaz
sonrası yapacaklarının taahhüdünde bulunmak üzere Rablerinin huzuruna çıkma
makamı bilirler.
"Kendilerine
verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar onlar."
Muttaki olmanın ve bunun tabii
sonucu olarak Kur’an’dan istifade edebilmenin dördüncü şartı da kişinin
Kur’an’da Allah’ın istediği biçimde malını başkalarıyla paylaşmaya hazır
olmasıdır. Allah’ın kendisine tahsis buyurduğundan onlar infak ederler,
harcamada bulunurlar. Allah onlara ne tahsis buyurmuşsa ondan infak ederler.
Bu âyette Rabbimiz mallarından, kazandıklarından, sahip olduklarından infak
ederler demiyor da, bizim kendilerine verdiklerimizden
diyor.
Demek ki bu
mallar, mülkler, servetler, imkânlar, fırsatlar bizim değildir. Biz kazanmadık
bunları, Allah verdi bize. Allah’ındır bunlar. Mal sahibi Allah’tır. Her şeyin
sahibi O’dur. Malın, mülkün, rızkın, hayatın sahibi O’dur. Bir başka
yerde:
"Size ne oluyor ki Allah yolunda malları harcamıyorsunuz! Göklerin
ve yerin mîrası zaten Allah’ın değil midir? Sonunda hepsi O’na kalmayacak
mıdır?"
(Hadîd:
10)
Ne zannediyorsunuz yâni? Sonunda
semavat ve arzın mîrası Allah’a kalmayacak mı? Şu cebinizdekiler, şu
kasalarınızdakiler, şu koynunuzdakiler, hepsi Allah’a kalmayacak mı? Bilesiniz
ki hepiniz gideceksiniz ve her şeyiniz Allah’a kalacaktır. Ne kadar akıl
erdirici bir ifade değil mi? Yâni sizler tuttunuz, öptünüz, sarıldınız,
vermediniz. Peki sonunda kime kalacak da bunlar? Allah’a kalacaksa sonunda niye
vermiyorsunuz? Niye bunu anlamaya yanaşmıyorsunuz? diyor
Rabbimiz.
Biraz ilerideki âyette de şöyle
buyurulur:
"Allah’a ve peygamberine iman
edin! Ve sizi halef kıldığı mallardan Allah
yolunda harcayın!"
(Hadîd:7)
Allah’ın bizi halef kılması;
birinin arkasından bir başkasının gelip sahip olması demektir. Bugün birinin
cebindeki para, dün bir başkasının cebindeydi. Bugün birinin tohum attığın
tarlaya, dün bir başkası tohum atıyordu. Bugün birinin bindiği araba, dün bir
başkasına aitti, yarın da bir başkasına ait olacaktır. Bugün size yağmur
gönderen bulut dün başkalarına hizmet ediyordu. Bugün size süt veren inek dün
başkalarına hizmet ediyordu.
Veya bir vakitler bu mülk
Âd’ındı, sonra Semûd’un oldu, sonra Medyen’in, sonra Tubba’nın, sonra Emevi’nin,
sonra Selçuklu’nun oldu, sonra Osmanlı’nın oldu, sonra dedenin babasının, sonra
ananın kocasının oldu, sonra da sana intikal etti. Unutmayasın ki; sende de
kalmayacak, yarın bir başkasının mülküne intikal edecek. Öyleyse infak et! Çünkü
sende de kalmayacak diyor Rabbimiz.
İstesek de istemesek de, versek
de vermesek de bilelim ki; bir gün ya o mallar bizi terk edecek, ya da biz
onları terk etmek zorunda kalacağız. Ya bir iflasla, bir felâketle o mallar bizi
terk edecek, ya da bir ölümle biz onları bırakıp gideceğiz. Bu iki seçenekten
başka bir imkânımız yoktur.
Zaten bu inançta olmayan
insanlar, Allah’ı mülkün sahibi bil-meyen, kendilerini mülke sahip zanneden
insanlar zırnık bile vere-mezler. Böyle inananların, böyle düşünenlerin
vermeye, verebilmeye asla güçleri yetmez. İsteseler de veremezler böyleleri. Ama
mülkün sahibi Allah’tır, bu elimdekiler, bu cebimdekiler benim değildir, bunlar
Allah’ındır, ben zaten Allah’ın olanı Allah yolunda, Allah’ın kullarına
veriyorum! diyebilen kişi infak edebilecektir. Mülkün Allah’a ait olduğuna iman
eden kişi verebilecektir.
Bakın Yâsîn
sûresinde anlatılır:
"Onlara Allah’ın size verdiği
rızıklardan infak edin dendiği zaman kâfirler mü'minlere derler ki, dilediği
zaman Allah’ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuracağız? Siz ancak açık bir
şaşkınlık içindesiniz!
(Yâsîn:
47)
Allah bizden infak
istiyor, olacak şey midir bu? Yâni Allah’ın doyurmaya güç yetirdiği halde
doyurmadıklarını biz mi doyuracağız? dediler. Yâni Allah bu fakir kullarını
doyurmaktan âciz de bizden onları doyurmamızı istiyor öyle mi? Yâni Allah fakir,
biz zenginiz öyle mi? dediler. Kâfir mantığıdır bu. Aynen bunun gibi: Yâni
Allah’ın öldürdüğü yenmiyor da bizim öldürdüğümüz, bizim kestiklerimiz mi
yenecek? demişlerdi başka bir yerde. Hani vadesiyle, kendiliğinden ölen
hayvanlar yenmiyor da, bizim kestiklerimiz yeniyor ya. Kâfirler öyle
diyor-lardı. Bu ne biçim iştir? Allah’ın öldürdüğü yenmiyor, bizim
öldürdük-lerimiz yeniyor. Kâfir mantığı, burada da öyle. Sanki kendi
öldürdükle-rini kendileri öldürdü de, Allah’ın öldürdükleri ayrıdır. Halbuki
onların öldürdükleri, kestikleri de Allah’ın öldürdüğüdür, Allah’ın öldürdüğü
de Allah’ın öldürdüğüdür. Veya sanki rızık kendilerinin! Sanki mal kendilerinin!
Sanki Allah’ınkilerle kendilerininki farklı. Sanki kendi ellerindekiler
kendilerinin de Allah’ın ayrıca malı mülkü var. Sanki kendi ellerindekiler,
ceplerindekiler Allah’ın değil. Halbuki onların ellerindekiler de Allah’ın,
Allah’ınkiler de Allah’ındır. Tüm mallar-mülkler Allah’ındır. İşte bunu
anlayamayanlar, kendilerini mülkün sahibi bilenler zırnık bile
veremezler.
Allah korusun da bugün
müslümanlar maalesef sanki bu âyetlerden habersiz bir hayat programı
yaşamaktadırlar. Rabbimiz bütün bu âyetleriyle bize infak yasasına bağlı bir
hayat programı tarif ederken, ekonomik hayatımızı infaka dayalı olarak
ayarlamamızı ısrarla öğütlerken maalesef müslümanlar tüm bu âyetleri
diskalifiye edercesine kâra dayalı, kazanma esasına dayalı, daha fazla büyüme,
daha fazla şişme esasına dayalı bir hayat programı gerçekleştirmenin hesabı
içine düşmektedirler.
Gerçekten
hangi vahiy biriminin, hangi âyet grubunun, hangi peygamber modelinin
müslümanlara bu hayat felsefesini empoze ettiğini anlamak mümkün değildir.
Bakıyoruz bugün, hemen hemen müslümanların hepsi, hacısı; hocası da dahil olmak
üzere geceli gündüzlü daha fazla kazanmak, daha fazla büyümek, daha büyük
ekonomik güce erişmenin hesabı içinde çırpınmaktadırlar.
İşin garibi ve
anlaşılmaz yönü de müslümanlar bunu din adına yaptıklarını
söyleyebilmektedirler. Efendim müslüman zengin olmalıdır. Bugün bizlerin
zengin olma hedefimiz, büyüme isteğimiz, daha fazla ekonomik güce ulaşma
programımız daha iyi, daha faziletli müslüman olmak içindir. Daha müslümanca bir
hayata ulaşmak içindir. Zenginleşirsek daha iyi müslüman olacağımıza
inancımızdan ötürü bunu yapıyoruz diyerek Allah’a akıl vermeye, Allah’a yol
göstermeye çalışıyorlar. Ya Rabbi biz bunu münâsip gördük, iyi bir
müslü-manlık için, herhalde sen de bundan başka bir şey demezsin! demeye
çalışıyorlar.
Halbuki; Allah indirdiği
âyetlerin hiçbirinde, kitabının hiçbir yerinde: Ey müslümanlar! Aman ha! Ne
yapın yapın, daha fazla zengin olmaya çalışın! Bütün gücünüzü, bütün kafanızı,
bütün kalbinizi, bütün imkânlarınızı, bütün mesainizi, bütün zamanlarınızı mal
mülk toplamaya harcayın! Fark etmez, ben zaten lüks olsun diye indirdim
kitabımı, onu tanımasanız da olur! Laf olsun diye gönderdim Peygamberi, onunla
diyalog kurmasanız da olur. Siz bırakın şimdi bunları da aman para kazanmaya
bakın! Zira zenginler benim katımda daha üstündür! diye bir âyet indirmedi
Allah. Ben, bugüne kadar Kur’an’ın hiçbir yerinde böyle bir âyet görmedim. Yok
ki böyle bir emir. O zaman Müslümanların kendilerine böyle bir yolu, böyle bir
hayat programını, böyle bir hedefi nasıl çizdiklerini anlamak mümkün
değildir.
İşin bir başka garip yönü de
bugün müslümanlar, “Allah için kazanıyoruz” dedikleri halde kazandıklarını
Allah için değil de, hep kendileri için harcıyorlar. Atlarını, arabalarını daha
lüks hale getirmek için, ev eşyalarını değiştirmek için, kılık kıyafetlerini
değiştirmek için, yeme içmelerini farklılaştırmak için, sofralarını
zenginleştirmek için harcıyorlar.
Ey müslümanlar! Şunu hiçbir zaman
hatırınızdan çıkarmayın ki, Allah’ın kitabını tanımaya, Allah’ın âyetleriyle
bilgilenmeye, Peygamberinin sünnetiyle diyalog kurmaya zamanınız kalmayacak
bir biçimde, güya Allah’ın rızasını kazanmaya matuf olarak kazandığınız
mallar, topladığınız mülkler, bilelim ki; bizi Allah yolundan uzaklaştırmadan
başka bir şeye yaramıyor. O halde tez elden aklımızı başımıza almak zorundayız.
Kimilerimizin şu ana kadar kazandıkları çoluk çocuğumuza, yedi sülâlemize
yetecek kadar çoktur. Rızık peşinde değil köşe dönme peşindeyiz. Başımızı
döndüren bu uğraş içinde Allah’ın kitabını tanımaya, Resûlünün sünnetiyle
beraber olmaya zamanımız da kalmıyor.
Gelin öyleyse
buna bir sınır getirip, biraz da Allah’ın âyetleri ne diyor? Bakara neden söz
ediyor? Allah’ın kitabı bizden nasıl bir hayat istiyor? Nasıl bir amel istiyor?
Nasıl bir iman istiyor? Peygamber ne diyor? Bize nasıl bir hayat programı
gösteriyor? Biraz da bunları öğrenecek zamanımız olsun. Bu âyetlere de iman
imkânımız olsun. Neredeyse ekonomik insan olup çıktık Allah korusun. Paradan başka, ekonomiden başka,
ekonomik büyümeden başka hiçbir şey düşünmeyen ekonomik insan olup çıktık.
Hakkımız yok buna. Bunun için gelmedik bu dünyaya. Allah bizi bunun için
yaratmadı.
Evet, infaka dayalı bir hayat
mü'minin hedefi olacak. Efendim ben Kur’an’ı bilmiyorum; binaenaleyh gayba
inanamam! Ben hoca değilim, namaz kılamam! diyemeyeceğimiz gibi, benim fazla
malım yok, ben infak edemem de diyemeyiz.
Zira infakta belli bir ölçü
yoktur. Şu kadar olacaktı, bu kadar olmayacaktı diye bir ölçü yoktur infakta.
Hattâ bakın Rasulullah Efendimizin bir hadislerinden öğreniyoruz
ki:
“İnfak edecek hiçbir şeyi olmayıp
da malını Allah yolunda infak eden
kişiye imrenip: "Benim de olsaydı; ben de onun yaptığını yapardım!" diyen kişi
sevapta diğerine müsavidir."
Bir
müslümanın malı var ve onu kendisine veren Allah hatırına ihtiyaç içinde
kıvranan kardeşlerine infak ediyor. Bir başka müslüman da elinde, avucunda
verebilecek bir şeyi olmadığı için üzülüyor ve şöyle diyor: “Eğer Rabbim, o
kardeşime verdiği gibi bana da vermiş olsaydı, elbette ben de aynen o kardeşimin
yaptığı gibi bol bol infak ederdim” İşte bu iki kişi sevapta birbirine eşittir,
diyor Allah’ın Rasûlü.
Kimi müfessirler âyetin
tefsiriyle alâkalı olarak diyorlar ki:
"Verdiğimiz
ilimden onlar da başkalarına öğretirler, infak ederler"
Şeklinde anlamaya çalışmışlardır.
Öyleyse infak etmek için sadece mal mülk sahibi olmak gerekmeyecektir. Birine
bir âyet anlatmanız infaktır. Yâni şu anda ben infak ediyorum demektir. Birinin
hayvanına yükünü kaldırmasına yardım etmeniz, birine yol gösterivermeniz, emr-i
bil’maruf yapmanız, gördüğünüz bir kötülüğü men etmeniz bu anlamda infaktır.
Hasta ziyaretine gitmeniz infaktır. Bir müslüman kardeşinizin yüzüne
gülüvermeniz infaktır.
“Verdiğimiz rızıklardan infak
ederler” diyor Allah. Öyleyse rızık olarak ne vermişse Allah onu infak edeceğiz.
İlim mi verdi Allah, rızık olarak? Akıl mı verdi? Sıhhat mı verdi? Basîret,
zekâ mı verdi? El mi verdi? Dil mi verdi? Boş zaman mı verdi? Bunları infak
edeceğiz. Meselâ hayat da bir rızıktır. Onu dünyaya verdiğimiz kadar, para
kazanmaya verdiğimiz kadar biraz da Bakara’ya vermek ve infakta bulunmak
zorunda değil miyiz? Aklı hep mühendisliğe vereceğimize biraz da Âl-i İmrân’a
vermeli değil miyiz? Boş zamanlarımızı hep para kazanmanın peşinde
kullanacağımıza biraz da vahyi tanımaya ayırmalı değil miyiz? İnfak budur işte.
Sahip olduğumuz her şeyi, her türlü imkânı Allah yolunda seferber etmektir
infak. Tüm hayatı Allah için
yaşamaktır.
Ama, genel
mânâsıyla bizzat malın verilmesidir infak. Biz de inşallah bugünden sonra
Allah’ın bize verdiklerinden mutlaka infak edelim. Güç olarak, ilim olarak,
imkân olarak, zaman olarak infak e-delim. Bugünden önce yapıyor idiyseniz zaten
yaptınız. Çünkü saha-be namaz kılıyordu da Allah, bir daha namaz kılın! dedi.
Veya iman e-diyorlardı da Allah, bir daha iman edin! dedi. Bu emirler
karşısında sahabe şöyle demedi: Kılıyoruz ya Rabbi, hayrola! Biz zaten iman
ediyorken bu iman emri de nereden çıktı? filan demediler. Bugünden öncenizi
bilmem gerekmez, ama bugünden sonra Allah’ın size verdiklerinden mutlaka infak
edin!
İnfakta ölçü,
ileride Bakara sûresinin bir başka âyetinde ge-lecek:
"Derler ki neyi harcayalım? Neyi
infak edelim? De ki ihtiyaçtan fazlasını."
(Bakara
219)
Şunu
çok iyi bilmek zorundayız ki; malı imtihan olarak bize veren Allah, onun
iktisa p ve sarf yollarını da
bize göstermiştir. Nereden kazanacağız ve nerelerde harcayacağız? Bunu da
göstermiştir Allah. Bunu bizim keyfimize bırakmamıştır yâni. Öyleyse kendi
kendimize ihtiyaç kapıları açmamalıyız. İhtiyacın tespitinde Rasulullah ve
sahabenin yaşantısını dikkate almak zorundayız. Bu konuda Rasulullah çok hoş
bir örnek verir:
"Yarım
hurmayla da olsa kendini cehennemden korumaya çalış "
Yarım hurma, ne kadar da az değil
mi? Ama ne kadar da çok ki, cehennemden kurtarıyor. Ne kadar az, ama ne kadar
çok. Meselâ on ton hurması var adamın, bir tonunu veremiyor, ne kadar fukara.
Ama berikinin bir tek hurması var ve yarısını bölüp birine verebiliyor, ne kadar
zengin değil mi? Yâni demek istiyorum ki, çoğalsın da öyle verelim,
zenginleşelim de ondan sonra verelim diye beklemeyelim sakın, çünkü çoğaldıkça
zorlanıyoruz. On ton da bir tonu vereni pek göremiyoruz ama, iki tane olup da
birini vereni çok görüyoruz yâni. Yüz milyarda on milyarı vereni pek
göremiyoruz, ama yüz milyonda bir milyonu vereni çok
görüyoruz.
Bir de her
zaman söylediğimiz gibi İslâm’da determinizm anlayışı yoktur. Yâni bin lira
infak eden bin liralık sevap kazanır, bir milyar lira veren de bir milyarlık
sevap kazanır diye bir şey yoktur İslâm’da. Meselâ düşünün ki bir adamın bir
çuval hurması var, bir başka adamın da bir tek hurması var. Bir çuval hurması
olan adam yüz hurmayı çıkarıp fakirlere veriyor, bir tek hurması olan da bölüp
onun yarısını bir kardeşine infak ediyor. Şimdi hangisi üstündür bunların?
Yarım hurma veren değil mi? Neden? Çünkü birinin bir çuval hurması vardı,
bunlardan yüz tanesini infak etti, geri kalan hurmaları kendisine kaldı, ama
berikisinin bir tek hurması vardı, bölüp onun yarısını infak etti. Ona ihtiyacı
varken, kendisine ancak yetebilecekken yarısını veren bu ikinci kişi
ötekisinden daha üstündür.
Evet,
unutmayalım ki infakta azlık çokluk değil, oran önemlidir. Bir milyon lirası
olup da onun beş yüz binini infak eden bir müslüma-nın ulaştığı sevaba
ulaşabilmesi için, bir trilyonu olan mü’minin beş yüz milyarı infak etmesi
gerekmektedir. Bakın buna delilim şu hadistir:
Hz
Ali efendimizin rivayet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü bu hususu
şöyle anlatır:
“Resulullaha üç
grup geldi. Onlardan biri: “Benim yüz dinarım vardı, onunu tasadduk ettim” dedi.
Öbürü: “Benim on dinarım vardı, birini tasadduk ettim” dedi. Diğeri de: “Benim
benim tek bir dinarım vardı, onun on da birini tasadduk ettim” dedi. Bunun
üzerine peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Hepiniz sevapta eşitsiniz. Çünkü
her bireriniz malının onda birini sadaka olarak
vermiştir.”
Öyleyse
evinize götürdüklerinizden başkalarının evlerine de gitmesini sağlayın!
Giydiğinizden başkalarının da giymesini, yediğinizden başkalarının da yemesini
sağlayın! Paylaşmadan yana olun. Başka kardeşlerinizi de düşünmeden yana olun!
Yâni yaşama standardınıza birilerinin de çıkmasını sağlayın! Kardeşlerinizin
yaşam standartlarını kendinizinkine doğru yükseltmeden yana olurken,
kendinizinkini de onlarınkine doğru alçaltmadan yana olun, eğer muttaki olmak
istiyorsanız.
Takvalılara, kitapla yol bulacak
olanlara, yollarını kitapla bulmak isteyenlere bakın Allah şöyle bir yol gösteriyor. Veya bir başka
ifadeyle muttakilerin bir başka özelliklerini de şöyle anlatıyor
Rabbi-miz:
4:”Onlar
sana indirilen kitaba da senden önce indirilenlere de
inanırlar."
Evet, o muttaki mü’minler
Allah’ın Peygambere indirdiklerine inanırlar. Bir de öncekilere indirilenlere
inanırlar. Allah Peygamberimize ne indirmiş? Kur’an’ı indirmiş. Ondan
öncekilere ne indirilmiş? -Biraz sonra söyleyeceğim inşallah- öteki kitaplar
indirilmiş.
Dikkat ederseniz burada Kur’an’a
imanla öteki kitaplara iman ayrı ayrı zikredilmiştir. Öyleyse Kur’an’a imanla
öteki kitaplara iman ayrı ayrı olacaktır. Yâni bizim Kur’an’a imanımızla öteki
kitaplara imanımız ayrı olacaktır. Kişinin Kur’an’a imanı aynı zamanda onunla
amel ederek onu pratikte uygulamaya imandır. Ben Kur’an’a inandım diyen kişi,
onunla amel etmem, onu pratik hayatımda uygulamam gerektiğine inandım
demektedir. Fakat öteki kitaplara iman böyle değildir. Önceki kitaplara
imanımız onlarla amel etmek üzere, onları pratikte uygulamak üzere değildir.
Önceki kitaplara iman sadece Rabbimizin Hz. Adem’den bu yana insanlığı
kesinlikle vahiysiz bırakmamış olduğuna imandır.
Bu imanla biz
şunu ortaya koyuyoruz ki; ilk insan ve ilk pey-gamber Hz. Adem Aleyhisselâm ile
son peygamber Hz. Muhammed Aleyhisselâm arasındaki tüm peygamberlere Allah vahiy
göndermiştir. Allah, yeryüzü insanlığını vahiysiz bırakmamıştır. Tarihin her
devrinde o günkü insanların ihtiyacı kadar bilgiyi Allah mutlaka peygamberleri
vasıtasıyla toplumlarına ulaştırmıştır. İşte önceki kitaplara iman demek, buna
iman demektir. Yâni kitaplara iman demek vahye iman de-mektir. Bir başka deyişle
Allah’ın insan hayatına karıştığına iman demektir. Biz inanıyoruz ki, Rabbimiz
bütün peygamberlere vahiy indir-miş, peygamberlerini ve toplumlarını kendi
bilgisiyle bilgilendirmiş, kitaplar göndermiştir. Kullarını vahiysiz,
programsız, yolsuz, yordamsız bırakmamıştır.
Burada
indirilenlerin ayrı ayrı zikredildiğine bakılırsa, Kur’an’a ve diğer kitaplara
ayrı ayrı iki iman modeli çıkacaktır karşımıza. Yâni müslümanın Kur’an’a imanı
ile diğer kitaplara imanı farklı olacaktır.
Meselâ şöyle bir iman caizdir:
Allah Hz. Mûsâ'ya Tevrat diye bir kitap
göndermiştir, ben bu kitaba inanıyorum, gönderildiği şekliyle içindekiler
haktır, ama bilmiyorum, orijinali bana kadar ulaşmamıştır demek doğru bir iman
modelidir.
Veya Allah Hz.
İsa’ya İncil diye bir kitap göndermiştir, gönderil-diği şekliyle içindekiler
haktır ama bilmiyorum, haberim yoktur, çünkü bozulmamış şekliyle bana kadar
ulaşmamıştır demek de doğru bir iman modelidir. Bir Mü'minin imanıdır bu,
Allah’ın kabul ettiği bir iman-dır, doğru bir imandır.
Ama şöyle bir
iman doğru bir iman değildir: Allah Muhamme-d’e Aleyhisselâm Kur’an diye bir
kitap göndermiştir, içindekiler haktır, ama bilmiyorum, haberim yoktur; çünkü
bozulmamış şekliyle bana kadar ulaşmamıştır dedi mi bir insan, bu sefer
yanlıştır bu iman. Böyle bir iman Allah’ın kabul etmeyeceği bir imandır. Bakın
şimdi müslü-manların imanlarına, birinci tür bir iman mı? Yoksa ikinci tür bir
iman mı? Allah korusun da Kur’an’a iman
ederlerken Tevrat’a, ya da İncil’e iman ediyor gibi mi iman ediyorlar? Öyle gibi
değil mi? Kitaplarına inandıklarını söyleyen Müslümanlar sanki bilmedikleri,
tanımadıkları, hayatlarını onunla düzenleme derdi taşımadıkları bir kitaba
iman ediyorlar. Sanki Kur’an’a değil de Tevrat yahut İncil’e inanıyorlar ki, bu
iman Allah’ın kabul edeceği bir iman değildir.
Eğer bugün
müslümanlar Tevrat’a veya İncil’e inanır gibi Kur’-an’a inanıyorlarsa, Tevrat’a
inananlar gibi, İncil’e inananlar gibi: “Demişlerdi, diyorlardı, galiba öyle
diyorlardı önderlerimiz” şeklinde Hahamlar ve Papazlar aracılığıyla
kitaplarıyla diyalog kuran hıristiyan ve yahudiler gibi Kur’an’la bozuk düzen
bir diyalog kurmuşlarsa bu baştan bâtıl olacaktır
elbette.
Böyle “gıyl ü gaale” dayanan bir
iman Allah’ın kabul edeceği bir iman değildir. Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde
Allah’ın gıyl ü gali yasak kıldığını söylüyordu.
“Şüphesiz
ki Allah gıyl u gali haram
kılmıştır."
Gıyle; “denildi,” gale
de “dedi” demektir. Yâni bu konuda şöyle denilmiş, böyle denilmiş, falan şöyle
demiş, filan da böyle demiş şeklinde dedi ve denildilere dini havale etmek
haramdır, caiz değildir. Peki nasıl olacak? Allah dedi, Peygamber dedi ve ben
de inandım. Allah ve Peygamber dedi, ben de öylece inandım ve amele dönüştürdüm
demek gerekir. Yâni ben bunu Allah’ın kitabında gördüm, peygamberin
sünnetinde buldum, onun için yapıyorum demek gerekir. Yâni hem imanımızı, hem
de amellerimizi Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine dayandırmak
zorundayız. İman ve amelde hareket noktamız birilerinden duyduklarımız değil,
kitap ve sünnet olmalıdır. Din bu yahu! Başka şeye benzemez ki! Oradan buradan
devşirme bir din olur mu? Bu dinin temel kaynakları kitap ve
sünnettir.
İşte Kur’an’ın istediği iman
budur bizden. Yâni Kur’an’a iman budur. Allah ne dedi? Allah ne istedi? Bizzat
Allah’la diyalog kurarak, Allah’ın kitabıyla ilgi kurarak, ama bunu da salt
aklımızla anladığımız biçimde değil de Peygamberin örneklediği biçimde anlayarak
tabii. Çünkü Allah öyle diyor. Kitabında bizden ne istemişse, ne tür bir emirde
bulunmuşsa hep şekilde görüldüğü gibi! diyor ya Allah. Peygamberimin yaptığı
gibi diyor ya, işte biz de Peygamberler örneğiyle Allah’ın istediği biçimde
Kur’an’a inanacak ve bu imanımızı imtihan olunduğumuzdan dolayı amele
dönüştürme çabası içine gireceğiz inşallah. İşte o zaman takvalı oluruz. İşte o
zaman Kur’an’la beraber olur, Kur’an’la yol bulanlardan oluruz Allah’ın
izniyle.
Evet demek ki muttaki olanlar
Allah’ın Resûlüne indirilen Kur’-an’a inanırlar bir, bir de önceki peygamberlere
indirilen kitaplara inanırlar. Ayrıca önceki peygamberlere farklı olarak bir
de sahifeler indirmiştir Rabbimiz. Vahyin farklı bir biçimde insanlara
sunulması da böylece gerçekleştirilmiştir.
Yâni gayba
inanmayıp kendilerini biyolojik bir hayvan zanneden zavallıların iddia
ettikleri gibi insanlık tarihi öyle karanlık değil, vahiyle başlayan bir
tarihtir. Önce Adem’e Aleyhisselâm, sonra onun çocuklarından İdris’e
Aleyhisselâm ve onun oğlu Şit’e Aleyhisselâm ve İbrahim’e Aleyhisselâm sahifeler
verildi. Bir de Mûsâ’ya Aleyhis-selâm Tevrat verilmeden önce sahifeler verildi.
Böylece bizler Pey-gamberlere sahifeler verilerek kendilerine vahiy
ulaştırıldığına da ina-nıyoruz. İnsanlık tarihinin birinci çağı diyebileceğimiz
sahifeler döne-minin sona ermesiyle ikinci çağı diye bilinen kitaplar dönemi
başlıyor. Hz. Mûsâ’ya Aleyhisselâm Tevrat, Dâvûd’a Aleyhisselâm Zebur, İsa’-ya
Aleyhisselâm İncil ve Muhammed’e Aleyhisselâm Kur’an indiril-miştir. Biz, bu
kitapların hepsine iman ediyoruz.
Burada dikkatimi çeken bir hususu
arzedeyim inşallah: Bakara sûresinin üçüncü âyetinde
Rabbimiz:
Buyurarak mü'minlerin gayba
inandıklarını, gayb haberlerini ihtiva eden Allah’ın kitaplarına inandıklarını
söylemişti. Peki acaba burada bir daha bundan söz etmesini nasıl anlayacağız?
Orada kısaca söylemiştim. O birinci âyet kitap konusunda icmalî imanı anlatır,
yâni toptan bir imanı anlatır, bu ikinci âyet ise tafsilî imanı
anlatır.
Yâni kişi
müslüman olduğu dönem ben bu kitaba inanıyorum dedi. Ben bu kitabın içinde ne
var ne yok hepsine inanıyorum dedi ve böylece icmalî bir imanla müslüman oldu.
Zaten buna inanmayan kişiye müslüman denmez. Sonra da bu ikinci âyetin
anlattığına göre icmalen inandığı bu kitabın içindekileri tek tek tanıyarak
tafsîlî bir imanla buna iman ediyor. İşte bu ikisinin ayrı ayrı gelişini böyle
anlamaya çalışıyoruz. Allah bizden böyle kitabın içindekileri tek tek
tanıyarak tafsîlî bir iman da istiyor yâni.
Bu konuyu Kur’an’da başka bir
âyet-i kerîmede daha açık görüyoruz: Kasas sûresinde Rabbimiz şöyle
buyurur:
"Onlara Kur’an okunduğu zaman:
"Ona iman ettik! Çünkü o Rabbimizden gelmiş haktır. Esasen biz daha önce de
müslüman idik derler."
(Kasas:
53)
Gerçi bu âyet daha önce kendi
kitaplarına inanırken son kitap Kur’an gelince ona da inandıklarını söyleyen
ehl-i kitabı anlatır, ama bu mânâda bizler de ehl-i kitabız. Bizler de kitap
ehliyiz. Meselâ soralım bir
müslümânâ: “Sen kitap ehli misin? Kitaplı mısın?” diye: “Evet” der müslüman.
Kitapsız filan desen kesinlikle kabul etmez bunu. Ama dönüp bu sefer de; “Peki
kardeş ne var kitabında? Tanıyor musun kitabını? Bakara neden bahseder? Âl-i
İmrân ne anlatır? Nisâ ne ister? En’âm nereye götürür?” diye sorsanız, hattâ
hıristiyanınki kadar kitabından da habersiz gariban. Bakın âyet-i
kerîmede:
"Daha
önce"
Yâni bu kitabı
elime almadan önce, bu kitabımla tanışmadan önce, Allah’ın gerçek arzularını
duymadan, bilmeden önce de:
"Biz
buna inanıyorduk"
Yâni, daha önce de onlar buna
inanıyordular. Ben tekfirci gruptan değilim. O yüzden de bu insanları kâfir
kabul etmiyorum. Yâni bu insanlar gariban müslümanlar. Ve de müslümanlıklarının
İslâm’la da ilgisi yok. Pek çokları öyledir. Aslında nice uyduruk, kitabî
olmayan şeyler var dinlerinde. Ama ne yapsın saf ve samimi kendisine resmi
ideolojinin veya dinden habersiz dindarların din diye yutturdukları şeylere
inanmış, kanmış adam. Ama mâzeretsiz değil, suçsuz da değil. Lâkin adamı kâfir
yapmanın da anlamı yoktur yâni.
Pekiyi ne
zaman kâfir diyelim ona? Yatmayalım, uyumayalım, gerçek dini ulaştıralım ona,
dinini başkalarından değil de kitap ve sünnetten, Allah ve Resûlünden öğrenmesi
gerektiğini anlatalım ona. Anlatmakla da kalmayalım bunu nasıl becereceğini de,
buna nasıl ulaşabileceğini de öğretelim ona. Sonra da bu adam buna rağmen: Yok
arkadaş, benim böyle şeylerle ilgim alâkam yoktur derse, o zaman da kâfir
olacaksa olsun, ne yapalım. Ben demem bunu ona. Zira benim öyle bir derdim yok.
Çünkü eğer Allah, bana böyle bir nüfus sayımcılığı görevi verseydi, o zaman
düşünürdüm bunu. Benim şöyle bir derdim var: Bunlar benim müşterilerimdir. Ben
bunu bilirim ötekisini bilmiyorum şimdi.
Ama şurası bir
gerçek ki; Türkiye’de böyle yeni bir müslüman tip oluştu. Başı kapalı, ama
baldırı açık. Meselâ namaza karışan; ama hukuka karışmayan bir Allah inancı. Ya da kıyafete karışmayan; ama oruca
karışan bir Allah inancı. Abdestte söz
sahibi; ama mîrasta söz sahibi olmayan bir Allah inancı. Resmî ideolojinin insanlara sunduğu
din programı böyle bir inancı empoze ediyor.
O zaman şöyle diyelim: Din
dediğimiz ve inandığımız şey eğer Allah’ın diniyse, yâni Allah’ın kitabına
dayanan bir dinse; o dinde söz sahibi Allah’tır. Ona sonradan birilerinin ilave
yapması ya da çıkarmada bulunması, o dini bozmayacaktır. O, gerçek dine
mutabakatı kadar bu yeni dinler ya tamamen şirktir, ya küfürdür, ya da günahkâr
bir dindir. Yâni bu yeni türetilen dinlerin bu gerçek dinle mukayesesini
ölçtüğümüz zaman eğer kişiyi dinden çıkaracak bozuklukları varsa tamam onu
dinsiz sayıyoruz, ama kişiyi günahkâr seviyede tutabilecek kadar bozukluklar
varsa o zaman onlar gariban müslümanlardır diyoruz. Onlar da benim
müşterilerimdir diyorum. Âyete bir daha dönüyorum. Ne
diyorlardı?
Kendilerine Kur’an okununca,
Kur’an duyurulunca:
Diyorlar ki, inandık, biz buna
daha önceden de inanıyorduk. Biz buna önceden de teslimdik. O Rabbimizden bir
haktır, hakikattir diyorlar.
Biz buna daha önceden de
teslimdik. Önceden de biz bunun müslümanıydık derler.
Az evvel dediğim gibi iki mânâsı
var tabii bunun.
1- Ya adam önceden Tevrat’a,
İncil’e inanıyorken Muham-med’in Aleyhisselâm geleceğine, Kur’an’ın geleceğine
de inanıyordu. Yâni o zaman da müslümandı bu adam. Muhammed’e müslüman değil
ama. Ya neye? Allah’ın Hz. Adem’den bu yana gönderdiği din olan İslâm’a
inanıyordu. Öyleyse şöyle diyebiliriz: "Biz
zaten Allah’ın hayata karışmasına inanıyorduk" diyorlar. Zaten kitaba
imanın mânâsı da budur. Kitaba iman demek, Allah’ın insan hayatına karışmasına
iman demektir. Kitaba iman, Allah’ın gönderdiği kitapla hayatı düzenlemeye iman
demektir. Kitaba iman demek; kitap kaynaklı bir hayat yaşamaya iman demektir.
İşte bakın diyorlar ki; biz, bize Allah’ın kitap göndermesine ve bu kitapla
hayatımızı düzenlediğine inanıyorduk, şimdi de aynı Allah’tan gönderilen bu son
kitaba da inanıyoruz demektedirler.
2- Ya da bunun mânâsını biz
kendimiz açısından anlamaya çalışırsak, o zaman şöyle diyeceğiz: Biz zaten
Allah’ın kitabına icma-len, toptan inanmıştık, inanıyorduk, ama kendi hayatımızı
yaşarken hayatımızın Allah’ın âyetleriyle çatışması halinde, Allah’ın
dediklerinin doğruluğunu baştan zaten kabul ediyorduk demek olacaktır mânâ.
Biraz bozuk mu oldu cümle? Bir daha söyleyeyim düzgünce inşallah. Yâni biz
Allah’ın kitap göndererek hayatımıza karıştığına inanıyorduk. Ve yine şuna da
inanıyorduk ki, kitaptan habersiz yaşadığımız hayatla kitabın gösterdiği hayat
çatıştığı zaman, kitabın dedikleri kesin doğru, öteki yaptıklarımız da kesin
yanlıştır. Biz baştan buna iman ediyorduk.
Meselâ şu anda
yaşadığımız bir hayatımız var. Yaşanan bu hayatın adına din denir. Ve biz din
diye, müslümanlık budur diye, bu hayatı yaşarken bu arada Allah’ın kitabını,
bizim din kitabımızı, hayat kitabımızı da öğrenmeye devam ediyoruz. Kitabı
öğrenmeye devam ederken de peşinen şunu kabul ediyoruz, şunu diyoruz: Eğer
kitabımızdan yarın öğreneceğimiz bir âyet bizim bugünkü dinimize, yâni bugünkü
yaşadığımız hayatımıza ters gelecek olursa biz, bugünden o âyetin dediğinin
doğruluğunu kabul ediyoruz. Yeni öğrendiğimiz bir din eğer dünkü dinimizle
çatışırsa biz, bugünden yeni dinin doğruluğunu kabul ediyoruz
diyoruz.
Meselâ şu anda Bakara
öğreniyoruz. Bundan sonra inşallah Âl-i
İmrân okuyacağız. Ama farz edin ki, Âl-i İmrân bizim hayatımızın filan
bölümünün düzenlemesini şöyle anlatacaktır da, ama biz henüz Âl-i İmrân’ı
bilmediğimiz için hayatımızın o bölümünü
kendimize göre atadan, babadan öğrendiğimiz gibi düzenlemeye devam
ediyoruz. Lâkin Âl-i İmrân’ı öğrenince, eğer bu sûre bugünkü yaptıklarımızın
yanlış olduğunu söylerse, biz, bugünden sûrenin dediklerinin doğru,
yaptıklarımızın ise yanlış olduğunu kabul ediyoruz diyoruz. Meselâ namazlarımızı
bazen böyle öğrendikçe düzelttik değil mi? Önceden öyle öğrenmiştik, meğer
yanılışmışız dediğimiz çok olmuştur değil mi? İşte bu âyet bana böyle bir iman
modeli anlattı.
Yâni ben, Kur’an’da ne var ne
yok, baştan inanıyordum, ic-malen inanıyordum, ama şimdi toptan inandığım
kitabımın âyetlerini tek tek, birim birim tanıdıkça zaten inandığım âyetlere bu
defa tafsîlen inanıyorum.
Bir de kitaba ve kitaplara
imanın, bizim hayatımıza yansımasını şöylece özetleyerek bir daha ifade edelim
inşallah:
1- Kitaba iman; evvela bize şunu
hatırlatacaktır, ya da kitaba iman sayesinde biz şunu kazanmış olacağız:
İnsanlık tarihinin hiçbir dönemi kitapsız, sahifesiz ve vahiysiz kalmamıştır.
Peygambersiz, va-hiysiz ve kitapsız hiçbir dönem düşünmek mümkün değildir. Bir
başka deyişle insanlık sürekli Cenab-ı Hakkın ortak bir rahmetine, ortak bir
nîmetine lâyık olagelmiştir. Rahmeti bol olan Rabbimiz, insanların bu vahye lâyık mı, değil mi
olduklarına bakmadan, bu nîmete ehil mi, de-ğil mi olduklarını hiç hesaba
katmadan, her dönem insan toplulukla-rına mutlaka peygamber göndermiştir. Ve
onlara, bu peygamberleri vasıtasıyla kitabını, mesajını, vahyini, muhtaç
oldukları hak bilgisini ulaştırmıştır.
Ama bu
insanlar, kendilerine gönderilen bu peygamberleri ve onların getirdikleri mesajı
kabullenmişler veya reddetmişler, bu ayrı problemdir. Şimdi o konuya giremeyiz.
Rabbimizin büyük lütfu böyle-ce gerçekleşmiştir.
Şimdi
düşünmemiz lâzım: Acaba Rabbimiz bize böyle bir lütufta bulunmamış olsaydı,
bize kulluğumuzu anlatan böyle bir kitap göndermemiş ve de ne yapın yapın beni
bulun! Beni bilin! Ve beni ra-zı edecek kulluklar yapın! buyurmuş olsaydı, ne
yapardık? Ne ederdik? sorusunun cevabını bulabilirsek, o zaman Rabbimizin bize
ulaştırdığı bu mesajın, bu kitabın değerini anlayabiliriz.
2- Kitaplara imanın bize yansıyan
ikinci bir yönü de şudur:
Kitaplara iman sayesinde şunu da
anlıyoruz ki; bizler yeryü-zünün son peygamberiyle birlikte, onun zuhuruyla
ortaya çıkmış yeni, türedi bir ümmet değiliz. Müslümanlar olarak, son ümmet
olarak bizler insanlığın Hz. Adem’le başlayan ilk başlangıcından itibaren tarih
sahnesinde boy göstermiş, kıyamete kadar da varlığı devam edecek olan şerefli
bir toplumuz. Kıyamete kadar hiçbir güç ve kuvvetin ortadan kaldırmaya muktedir
olamayacağı bir millet, bir ümmet olarak varlığımız devam
edecektir.
İşte biz,
kitaplara iman sayesinde böyle köklü bir millet olma şuurunu elde ediyoruz. Ama
yanı başımızda İblisle başlayan ve onun yolunu takip eden bir kâfir grubu da
olacaktır. İblis yolunun yolcusu olan bu kâfir grup bu ümmetin bozulmaya
başladığı andan itibaren tarih sahnesinde boy göstermiş bir gruptur. İlk dönem
biliyoruz ki insanlar hep müslümandı. Hz Nuh Aleyhisselâm dönemine kadar
yeryüzünde tevhid egemendi. Küfür ve şirkten eser yoktu. Ama yeryüzünde sapma
başladığı andan itibaren yeryüzünde küfür ve şirk açığa çıktı. İşte sapmayla
birlikte ortaya çıkan bu kâfir grup müslümanlarla at başı olarak kıyamete kadar
devam edecektir.
Öyleyse ilk peygamber, ilk
insandır. Ya da ilk insan, ilk peygamberdir. Bu böyle olunca bizler sonradan
ortaya çıkmış bir dinin müntesipleri değiliz. Aksine tarih sahnesinde insanlığın
boy gösterdiği ilk günden itibaren var olan köklü bir dinin, köklü bir
sistemin müntesipleriyiz biz.
Ve yine
biliyor ve inanıyoruz ki; dinimizin varlığı kıyamete kadar devam edecek, ondan
sonra mahşerde de yine bu dinin yasaları geçerli olacak, yâni orada da insanlık
bu kitapla, bu dinle yargılanacak, hesapta da, mîzanda da bu din, bu kitap söz
sahibi olacak ve nihâyet cennete de cehenneme de gidişte kıstas yine bu dinin
yasaları olacaktır.
İşte kitaplara iman, bize bu
yüceliği sağlamaktadır. Aslında Hz. Adem’e indirilen vahiyle son peygambere
indirilen vahiy aynıdır. Ama önceki kitapların pratikte uygulanırlılığı şu anda
elimizde orijinal nüshâlârı olmadığı için mümkün değildir diyoruz. Başka bir
deyişle zaten onların uygulanmasını elimizdeki son kitap bize bildirdiği için
onlara ihtiyacımız da yoktur diyeceğiz. Onların içinde Allah’tan gelişi şekliyle
var olan tüm evrensel doğruları bu Kur’an beraberinde getirdiği için onlara
ihtiyacımız kalmamıştır diyoruz.
Bir de o muttakiler, o Kur’an’la
yol bulmaya hak kazananlar:
"Âhirete
de yakînen inanırlar."
Âhiret konusunda yakîn sahibidir
onlar. Gözleriyle görüyormuşçasına âhirete inanırlar. Aslında onu gözle
göremiyoruz. Âhireti sonra yaşayacağız biz. Âhiret zaten son an, son gün, ahir
zamandır. Âhiret, hayatın ve dünyanın bitmesidir. Dünya ve gökler âleminin
solumasının bitmesi, canlılar âleminin varlıklarının bitmesiyle başlayan yeni
bir hayatın adıdır. Bizden âhirete iman istenirken onun başlangıcı sayılan ölüme
iman istenmiyor. Zira ölüm kişinin onu inkâr edemeyeceği biçimde her gün
gözlerinin önünde cereyan edip durmaktadır. İnsanlar isterlerse onu inkâr
etsinler. İsterlerse yok saysınlar ölümü. Gökyüzüne çıksınlar, yerin karnına
insinler, bağırıp çağırıp isyan etsinler, netice değişmeyecektir. Sonunda
herkes ölecektir. Üstelik attığımız her bir adım bizi ölüme doğru
götürmektedir. Analarımızdan doğduğumuzdan beri hep ölüme doğru koşmaktayız.
Yâni bugün kâfir de, müslüman da ölümü kabullenmektedir.
Yalnız bu
konuda kâfirle müslümanın ayrıştığı nokta, ölümden sonraki hayattır. Mü'min
inanıyor ki ölümden sonra da hayat var. Kâfir de diyor ki; hayır, hayat sadece
dünya hayatıdır, işte bu kadardır, ölünce her şey bitecektir. Gerçekten bu
şekilde inanan bir kâfirin hayatına birtakım kayıtlar koymasına da akıl
erdirmek mümkün değildir. Yâni behey budala, madem ki hayat sadece dünya
hayatıdır, madem ki öldükten sonra her şey bitecek ve yaptıklarından hiç sorumlu
olmayacaksın, o halde hayatını niye kayıtlar altına alıyorsun? Hiçbir kayda
küreğe tabi olmadan hayatını dilediğin gibi yaşasana!
Öyle değil mi?
Sana göre nasıl olsa bir dirilme olmayacak, hesaba çekilme olmayacak. Zavallı
mantığı da işlemiyor kâfirin. Zaten aklını kullansaydı müslüman olurdu. Bakın
Mülk sûresinde anlatıldığına göre kâfirler cehennemi görünce şöyle
diyecekler:
"Eyvah! Eğer işitsek ve
akıllarımızı kullansaydık; bizler cehennem ashabından
olmayacaktık."
(Mülk:
10)
Demek ki kâfir, Allah’ın
kendisine verdiği akıl ve duyu nîmetlerini kullanmamıştır. Demek ki kâfir
akılsızdır. Hattâ şu anda yeryüzünün gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen en
akılsız, en budala, en zavallı varlıkları kâfirlerdir. Hani şimdi şu kimi
zavallı müslümanların imrenip kendilerini örnek almak için çırpındıkları
kâfirler.
" Onlar yakînen âhirete iman
ederler."
Yakîn demek, yâni yüzde yüzden de
öte kesin bilgi demektir. Kur’an-ı Kerîm kendisi için yakîn ifadesi kullanır.
Yakîn; yüzde yüzden de kesindir. Tabi Allah dediği için öyledir
diyoruz.
Bakın Ankebût
sûresi kişinin Allah’la bildiği, Allah sayesinde bildiği bilginin, kendi
kendisine bildiği bilgiden her zaman üstün olduğunu haber veriyor. Kişinin
Allah’la öğrendiği bilgi kendi kendine öğrendiği, duyularıyla ulaştığı,
tecrübeleriyle bildiği, ya da vahiy
dışında başka kaynaklardan öğrendiği bilgiden her zaman üstündür. Birine bilgi,
ötekisine de yakîn bilgi diyoruz. Bilgi yüzde yüz doğru olsa bile, yakîn bilgi
yüzde yüzden de kesin doğrudur.
Meselâ, şu
anda ben yüzde yüz inanıyorum ve biliyorum ki, varım. Düşünüyor, idrak ediyor ve
duyularımla algılıyorum ki, ben varım. Kendi varlığımın gerçekliğine yüzde yüz
inanıyorsam, Allah’ın varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Neden? Çünkü
ben ken-di varlığımı kendi kendime, kendi tecrübelerimle öğrendim, ama Allah’ın
varlığını Allah’la öğrendim, Allah sayesinde öğrendim.
Veya meselâ
kendi tecrübelerim ve bilgi kaynaklarımla öğrendiğim bu dünyanın varlığına yüzde
yüz inanıyorsam, âhiretin varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Çünkü
dünyanın varlığını duyularımla algılayıp öğrendim, ama âhiretin varlığını
Allah’la öğrendim. Yâni kişinin kitap ve sünnetle öğrendiği bilgiye yakîn bilgi
denir ki; öteki bilgiden her zaman üstün ve kesindir.
Meselâ bal şerbeti ishale iyi
gelir mi dedi Allah? Sen de tecrübe ettin, denedin, ama sana iyi gelmedi mi?
Yâni bal içtikçe, Allah’-ın dediğini uyguladıkça karnının ağrısı hep arttı mı?
Ağrını artırdı mı bu? Yine de Allah doğru söylüyor, yine de Allah’ın dediği
senin için iyi çıkacaktır, devam et! Sahabeden karnı ağrıyan birine öyle
demişti Rasulullah. “Eğer bal şerbeti içersen karnının ağrısına iyi gelir”
buyur-muştu. O sahâbe bizzat Rasûlullah’ın tavsiyesini uygulamış, tecrübe
etmiş ve gelip Allah’ın Rasûlüne şöyle demişti: “Ey Allah’ın Rasûlü, ben sizin
tavsiye ettiğiniz gibi bal şerbeti içtim, ama karnımın ağrısı iyileşmeyip arttı”
Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz ona şöyle bu-yurdu: “Sen Allah’ın dediğini
yap! Vallahi Allah doğru söylüyor, senin karnın yalan söylüyor” Evet Allah’ın
dediği mutlak doğrudur, tecrü-belerimiz aksini söylese
de.
Veya Hz. Ali Efendimizin bir sözü
gerçekten bu konuya çok güzel bir örnek teşkil eder. Hani Rasûlullah Efendimiz:
“Ey Ali, Medine’den Mekke’ye gitmekte olan bir kadın, benim Mekke’nin fethine
dair gizlediğim bir sırrımı ifşa edecek bir mektup taşımaktadır. Git, filan
vadide onu yakala ve yanındaki mektubu bana getir” buyurmuştu. O vadide kadını
yakalayan Ali Efendimiz: “Ey kadın, sende bir mektup var, onu bana ver!” demiş,
kadın da yeminler ederek kendisinde böyle bir mektubun olmadığını söylemişti. Hz
Ali Efendimiz kadının üzerini aramış ve gerçekten bir mektup bulamayınca,
kılıcını çekip: “Ya mektup, ya canın!” deyince, mektubu saç örgüsünün içine
iyice gizlemiş olan kadın, hayretler içinde ona şöyle sormuştu: “Ey Ali aradın,
taradın bende mektubun olmadığını gördün. Peki ne bildin böyle bir mektubun
bende olduğunu? Bu kadar kesin nasıl konuştun?” Bunun üzerine Hz. Ali Efendimiz
buyurur ki; “Vallahi benim tecrübelerim yalan söyler, ama peygamberim doğru
söyler. Tecrübelerim sende mek-tup yok diyor, ama peygamberim var dedi. Ben
peygamberimin dedik-lerine tecrübelerimden daha kesin
inanırım”
Biraz zor mu
anlaşıldı? Bir daha düzgünce demeye çalışayım inşallah. Kişinin Allah’la bildiği
bilgi, yâni vahiyle, Kur’an ve sünnetle öğrendiği bilgi kendi kendine, kendi
tecrübeleriyle bildiği bilgiden her zaman üstündür. Birine bilgi denirse,
ötekisine yakîn bilgi denir. Meselâ şu anda ben biliyor ve inanıyorum ki varım.
Yüzde yüz inanıyorum ki ben varım. Çünkü işte aklımla, duyularımla algılıyorum
ki ben varım. Kendi varlığıma yüzde yüz inanıyorsam, Allah’ın varlığına yüzde
milyar inanıyorum. Neden? Çünkü ben kendi varlığımı kendi tecrübelerimle, kendi
duyularımla anladım, ama Allah’ın varlığını Allah’la, Allah bilgisiyle, Allah
kitabıyla, yâni vahiyle öğrendim. Veya yüzde yüz biliyor ve inanıyorum ki, bu
dünya vardır. Çünkü işte şu anda gözlerimle görüyor, aklımla idrak ediyor,
duyularımla hissediyorum. Ama âhiretin varlığına yüzde milyar kesin inanıyorum.
Çünkü dünyanın varlığını kendim anladım, bildim, ama âhiretin varlığını
Allah’la öğrendim.
İşte kişinin
kendi kendine öğrendiği, bildiği bilgi eğer yüzde yüz kesinse, vahiyle öğrendiği
bilgi yüzde yüzden de kesin doğru bilgidir. İşte bu bilginin adına yakîn bilgi
denir. Ve işte o muttakiler âhi-retin varlığına yakînen inanırlar, gözle
gördüklerinden daha kesin iman ederler buyuruluyor.
Ama burada
bilimi, deneyi putlaştırıp onu Allah bilgisi yerine ikâme etmek isteyen, vahyi
insan hayatından dışlamaya çalışan pozitif sistemin bilimci kâfirlerinin şöyle
bir şüpheleri var. Veya şöyle bir iddiaları var:
Meselâ laboratuarda yaptığımız ve
kesin doğruluğuna inan-dığımız deneylere aykırı bir âyet, bir hadis karşımıza
çıkarsa ne yapacağız diyorlar. Laboratuarın deneyini mi kabul edeceğiz, yoksa
onun aksini söyleyen o âyetin, o hadisin dediğini mi kabul edeceğiz? Ben diyorum
ki; bu konuda kesinlikle âyet ve hadisten şüphe etmeyeceğiz. Kesinlikle âyet ve
hadisin dediğini mutlak doğru kabul edeceğiz. Allah bilgisini mutlak doğru
kabul edecek ve onun aksini söyleyen laboratuarın deneyini reddedeceğiz.
Böylece müslüman oluşumuz, Allah ve Rasûlüne teslim oluşumuz açığa çıkacak.
Müslümanlık budur işte.
Bunu yaparken
de şöyle diyeceğiz: Ne biliyoruz? Belki de o deneyi yapanların deney yapım
modelleri bozuktur diyeceğiz. Belki de yanlış yaptılar. Belki de kasıtlı
yaptılar. Belki de ortam değişiktir. O ortamla bu ortam farklı olduğu için
deneyler farklı sonuçlar vermiştir. Belki de o deneyi yapan alçakların
anlayışları ve niyetleri değişiktir. Belki de bu hadisi reddetmek için kasıtla
bu sonuca varmışlardır diyeceğiz. Eğer hadis yine de sahih bir hadisse onun
doğruluğuna inanacağız. Benim imanım budur bu konuda. Bundan başkasını da
kabule elvermiyor imanım. Kişi eğer Peygamber bile olsa kesinlikle kendi
bilgisiyle Allah’ın bilgisini denk tutamaz. Bu iki bilgi farklı olacaktır onun
için. İşte o muttaki müminler:
Sanki âhireti
yüzde yüzden de öte kesin bilirler ve iman ederler. Yâni insan kendi kendisini
bilir ya, âhireti kendilerinden daha bir önde bilirler ve inanırlar. Yakîn, bu
anlama gelecektir. İnsan kendi varlığını kendi kendine bildi; ama âhireti
insana Allah
bildirmiştir.
Çünkü âhiret inancı Allah’la
beraber olmayı, Allah’la karşı karşıya gelmeyi gündeme getirecektir. Yâni
âhiret elde bir, hesap, kitap elde bir diyecektir kişi. Alırken, verirken,
severken, küserken, yatarken, kalkarken âhireti hep gözünün önünde tutacaktır.
Ben bundan hesaba çekileceğim! Ben bunun hesabını vereceğim! Bu konuda yarın
benim karşıma bir dosya çıkacaktır! diyen kişi sürekli kendisini kontrol altına
almayı becerebilecektir. Gerek gayba imanı, gerekse âhirete imanı
gerçekleştirebilmek için sürekli vahiyle, kitapla ilişkimizi sürdürmek
zorundayız. Bundan başka çaremiz yoktur. Çünkü âhireti de, gaybı da ancak bu
kaynaktan öğrenme imkânımız vardır. Bu konularda bilgilenebileceğimiz başka
bir kaynak da yoktur.
İşte böyle
yapanlar, böyle inananlar, böylece yollarını Allah ile, Allah’ın kitabı ve
Rasûlünün sünneti ile bulacaklardır. Ya da şöyle söyleyelim: Allah, böyle
yapanlara yol gösterecektir. Âyetle söyleyelim bunu:
5:"İşte Rablerinin yolunda
olanlar bunlardır."
Onlar Allah’la yol bulan,
yollarını Allah’ın buldurduğu insanlardır. Veya kendileri, kendi kendilerine,
kendi başlarına yol bulmuşlar değil de Rableri onlara yol buldurmuştur. Halbuki
kendileri aramışlardı yolu. Ama İslâm’ın edebidir bu. Güzellikler hep Allah’a
izâfe edilir İslâm’da. Bunlar Allah’tan hidâyet istemişler, Allah’ın
kendilerine gösterdiği hidâyet yolu olan kitabına müracaat etmişler, onu
anlamaya, onu tanımaya, onunla yol bulmaya çalışmışlar, kitaba baş vurmuşlar,
Rablerine yol sormuşlar ve böylece Rablerinden hidâyete ulaşmışlardır.
Rableriyle hidâyete ulaşmış insanlardır onlar. Vahiyle yollarını bulmuş
insanlardır onlar. Hayat programlarını vahiyden almış, vahiy kaynaklı bir hayat
yaşamaya iletilmiş insanlardır onlar.
"Ve onlar felâha erenlerin ta
kendileridir de”
Felâha ermenin ne demek olduğunu
ileride Kur’an değişik yerlerde anlatacak. Meselâ Âl-i İmrân sûresinin
sonunda:
"Ey iman edenler! Sabredin ve
sabır yarışında düşmanlarınızı geçin!
(Allah yolunda cihad için hazır)
rabıtalı olun! Bir de Allah’la yol bulun ki; felâh
bulasınız."
(Âl-i İmrân:
200)
Evet, diyor ki
Rabbimiz: "Ey iman edeler!" Peki neye iman
edenler? Fâtiha’dan buraya kadar anlatılanlara iman edenler. Veya Bakara’da
başlayan ve Âl-i İmrân’ın sonuna kadar anlatılanlara iman
edenler!
"Sabredin! Sabırda
yarışın!"
Yâni bu imanınızı gündemde tutma
yarışında bulunun! Yâni imanınızı, teslimiyetinizi, hidâyetinizi gündemde tutma
konusunda sabırlı olun! Hidâyet yolunda olma konusunda, hidâyetinizi
hayatınızda görüntüleme konusunda, imanlarınızla hayatınızı düzenleme konusunda
direnin! Dayanın! Şeytan ve dostlarının engellemelerine karşı sabır yarışına
girin! Siz onların sapık yollarına sabırlarında onları geçin! Hidâyeti
dalâletin önüne geçirin!
"Rabıtalı
bulunun!"
Yâni Kur’an’la, vahiyle, bu
mesajla ilginizi, irtibatınızı, rabıtanızı kesmeyin! Sürekli kitap ve
peygamberle birlik yaşayın! Vahiyle diyalogunuzu bir an bile kesmeyin! Böylece
yolunuzu hep Allah’la bulun! Yolunuzu hep peygamberle bulun! Hayatınızı hep
vahiyle belirleyin! Yanılmayın! Şaşırmayın! Hep Allah desin, siz yapın! Allah
tarif etsin kitabıyla, siz oradan alıp amele dönüştürün! İşte o zaman felâh
bulursunuz. İşte o zaman dünyanızı da, âhiretinizi de kurtarmış
olursunuz.
"Umulur ki o zaman felâha
eresiniz."
Demek ki bundan sonra
anlatılanlar hep bizim felâhımız içinmiş. Evliliğiniz şöyle olsun, boşanmanız
böyle olsun. Fâizden kaçarsanız, orucunuzu şöyle yaparsanız, adam öldürmeyi
böyle yaparsanız, kısası şöyle uygularsanız gibi bundan sonra gelecek olanlar,
işte bunlar bizim için yol gösterileri veya işaret levhalarımızdır. Veya
felâhımızdır, kurtuluşumuzdur. Yâni bunlara uyarsak felâha ereceğiz
demektir.
Özetleyelim
şimdi bu bölümü: Vahiy insanlar için "Hüden" dir. Vahiy insanlar için yol
göstericidir. Vahiysiz insanlığın yol bulması kesinlikle mümkün değildir. İşte
bu hidâyet rehberi olan kitabın karşısında, Kur’an’ın karşısında insanlar ikiye
ayrılır.
1- Takvalılar
(Muttakiler). Yâni kitapla yol bulanlar, yâni yollarını Allah’a sorarak
bulanlar. Yaptıklarını Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine sorarak
yapanlar, yapmayıp terk ettiklerini de yine kitaba müracaat ederek yapmayanlar.
Yâni pozitif ve negatif tüm eylemlerini vahiy kaynaklı gerçekleştirenler. İşte
bunlar kitabın kendileri için yol gösterici olduğu
muttakilerdir.
2- İkinci grup
insan ise, kendilerine Kur’an arz edildikten sonra, kendilerine arz edilen
Kur’an karşısında ikinci grup insan tavrı ise:
6:"Kitap kendilerini ha uyarmış
ha uyarmamış (fark etmez) müsavi olanlardır."
Kitap kendilerine ha ulaşmış ha
ulaşmamış, Kur’an diye bir kitap evlerinde ha var ha yok, yeryüzüne böyle bir
kitap ha gelmiş ha gelmemiş fark etmez yaşayanlar, kitaplarına karşı nötr davrananlar, ilgisiz ve kayıtsız
yaşayanlar, kitaplarından habersiz hayat programı yapanlar. Kitabın kendilerini
uyarmasıyla uyarmaması müsavi olanlar.
Bu konuya münâsip kitabımızdan
bir örnek verelim: Şuarâ sûresinde Hûd Aleyhisselâm’ın kavmi Âd toplumu
elçilerinin kendilerine sunduğu mesaj karşısında şöyle
söylüyorlardı:
"Onlar dediler ki sen öğüt versen
de vaaz edenlerden olmasan da bizce müsavidir."
(Şuarâ:
136)
Yâni; “Ey Hûd! İster vaaz et,
ister vaaz etme! İster anlat, ister anlatma! İster uyar, ister uyarma! Bizim
için fark etmez; çünkü biz, kesinlikle seni dinlemeyecek ve sana inanmayacağız”
diyorlardı. Yâni peygamberlerinin vaazının, uyarısının varlığıyla yokluğunu
müsavi ka-bul ediyorlardı. Peygamberin varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için.
Kitabın varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için. Kitap ha var, ha yok, fark
etmezdi. Peygamber kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış, kendilerine kitap ha
bir şeyler demiş, ha dememiş fark etmezdi onlar için.
Buna göre kitap karşısında
insanların ikinci bir grubunun var-lığını anlıyoruz buradan. Ama bunu demeden
önce burada bir yanlışımızı söyleyelim:
Maalesef müslümanların şöyle bir yanlışı olmuş: Sanki Kur’an’da anlatılan
mü'min, muttaki, muvahhid, sabırlı, müca-hid, cihad edici, namaz kılıcı
insanlar sanki biziz. Garanti biziz. Bun-lardan söz ederken Kur’an garanti bizi
anlatıyor. İyi özelliklerin hep bize ait olduğunu, kötü sıfatların, istenmeyen
özelliklerin de hep baş-kalarına ait olduğunu düşünmüşüz.
Halbuki yıllar
yılı şunu da öğretmişlerdi müslümanlara. Şunu da öğrenmişti müslümanlar:
Cennetlik olmayı kim garanti görürse din-den çıkar. Kimse kendisinin kesin
cennetlik olduğunu iddia edemez. Bu konuda kimse mutmain olamaz. E, sen nereden
bildin onun sen olduğunu? Nereden bildin kesinlikle oraya lâyık olduğunu?
Dememiz gerektiğini biliyoruz. Bunu da bildiğimiz halde yine de Kur’an’da
anlatılan her güzel sıfatın sahibinin kendimiz olduğunu zannetmişiz. Ondan
sonra da Kur’an’da nerede kâfir, putperest, fâsık, fâcir, münâfık, müşrik
anlatıldı mı da hep başkaları zannedilmiş, hep karşıdakiler zannedilmiş, hep
başkalarının üzerine atılmış. Oysa, acaba bu anlatı-lanlar ben miyim ki? Bu
sıfatlar bende mi ki acaba? Acaba bu âyet beni mi anlatıyor ki? Demek zorundaydık. Bunu da
biliyorduk.
Çünkü Hz. Ömer Efendimiz de
Aşere-i Mübeşşere’den olduğu halde: “Acaba burada anlatılan münâfık ben miyim?”
diyor ve uykularını kaybediyordu. Acaba Rasulullah’ın haber verdiği
münâfıkların içinde ben de var mıyım? Diye, için için muhasebesini yapıyordu.
Elbette bir insan olarak, bir mü'min olarak öyle düşünecekti ve zorlanacaktı,
zorlayacaktı kendini.
Şimdi bu mânâda kendimize bir
bakalım: Kur’an karşısında, kendisine Kur’an arzedilince, Kur’an’la karşı
karşıya gelince, Kur’an’ın uyarısı kendisine ulaşınca bu uyarıya karşı iki grup
insan varmış. Bu uyarıya karşı takınılan iki insan tavrı
varmış:
1- Bir Muttakiler. Yâni Kur’an’la
uyarılanlar. Kuran’ın uyarısı karşısında uyarılanlar. Kur’an’ın uyarısına
müspet tepki verenler. Kur’an’ın uyarısıyla etkilenenler. Kur’an’la yol
bulanlar, yollarını Kur’-an’la bulanlar.
2- İkinci grup insan ise,
kendilerine Kur’an arzedilince, Kur’-an’la karşı karşıya gelince, Kur’an’ı
duydukları zaman, Kur’an karşısında ikinci grup insan da:
"Küfredenlere (hakkı örtbas
edenlere) gelince uyarsan da uyarmasan da müsavidir onlar için. Onlar iman
etmezler."
Bu ikinci grup insan, Kur’an ha
var, ha yok fark etmez olanlar. Kur’an’ın uyarısı karşısında nötr davrananlar.
Kur’an’la diyalog kurma gereği duymayan, onu anlama, tanıma, onunla yol bulma,
onun rehberliğinde, onun yol göstericiliğinde bir hayat yaşama lüzumu
duymayan, Kur’an’sız yaşayan insanlar. Kitaplarından habersiz yaşayan
insanlar.
Şimdi kendimize bir bakalım: Eğer
Kur’an bizi uyarınca, yâni biz Kur’an’la karşı karşıya gelince, Kuran’ın mesajı
bize ulaşınca, ya kendimiz bizzat okuyarak, ya da şu anda benim yaptığım gibi
bir başkası okuyarak Kur’an’ın inzarı, uyarısı bize ulaştığı zaman, eğer
Kur’-an bizi ha uyarmış, ha uyarmamış, böyle bir sûre Kur’an’da ha var-mış, ha
yokmuş, bizim için denkse, müsaviyse, iman boyutunda denk ise, amel boyutunda
denkse, o zaman Allah korusun biz de ikinci grubun içindeyiz demektir.
Yeryüzüne böyle bir kitap ha gelmiş, ha gelmemiş, Kur’an diye bir kitap Konya’da
ha var, ha yok, Kur’an diye bir kitap bizim evde ha mevcut, ha değil fark etmez
yaşıyorsak o zaman Allah korusun burada anlatılan biziz demektir. Bu hayatı
Allah’ın kitabını tanıyarak yaşamakla, tanımadan yaşamak bizim için fark etmez
diyor ve kitaptan habersiz bir hayatın mahkûmu olmuşsak kesinlikle bilelim ki
burada anlatılan biziz. Veya bu kitabı tanıdıktan sonra, bu kitabın uyarılarına
muttali olduktan sonra sanki bu kitabı hiç duymamış, tanımamış insanlar gibi
bir hayat yaşamaya devam ediyorsak, kesinlikle bilelim ki burada anlatılan biziz
demektir.
Eğer iman
boyutunda denk değil de amel boyutunda denkse bu iş, o zaman Ankebût sûresi
imdadımıza yetişiyor ve diyor ki: Sakın ha aldanmayın! Şeytan sizi Allah’la
aldatır bazen! Allah sanki sizi müslüman kabul etti zannettirir. Çünkü
Allah buyurur ki:
"İnsanlar öyle mi zannediyorlar
ki sadece iman ettik demeleriyle bırakılacaklar da imtihana
çekilmeyecek-ler?"
(Ankebût:
2)
Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi
umuyorlar ki, onlar sadece dilleriyle “amenna”! deyiverecekler, inandık
deyiverecekler de salınıverecekler, öyle mi? Sadece biz inandık demeleri kâfi
gelecek öyle mi? Hesaplarını, kitaplarını buna göre mi yapıyorlar? Böyle mi
zannediyorlar? diyordu.
Öyleyse kişi, Kur’an’ın bir
konudaki uyarısına iman ettim dese de, sonra o konuda Allah imkân verip de
imtihan edince, deneyince sanki kâfirler gibi o konuda herhangi bir uyarı
yokmuş gibi davranıyorsa, Kur’an’dan habersiz yaşıyorsa, ya da kitabının o
âyetinden haberi yok gibi davranıyorsa, o zaman kesinlikle o da onlardan
olacaktır, Allah
korusun.
Peki o zaman,
küfrü ikiye mi ayırdık?
1- Hani şu Ebu
Cehil gibi cehennemi boylayacak olan kâfirin küfrü. Küfr-i inâdî. Eh bakıyoruz
ki adam bazen müslüman gibi söz ediyor, mü'min gibi söz söylüyor. Ben de
inanmışım, ben de müslü-manım diyor. Dahası bir adım daha öte atıyoruz ve
şeytana bakıyoruz. Şeytanın bizzat Allah’a inandığını, Allah’tan korktuğunu
veya âhi-rete iman ettiğini görüyoruz. Kur’an’da bu mânâda sözlerini görüyoruz
şeytanın. Ama sadece iddiadan ve sözden ibaret bir imana Allah asla iman
demiyor.
Öyleyse Kur’an
bizden sadece söz istemiyor. Sadece söz planında bir iman istemiyor. Kur’an
bizden inandım denilen konunun amelini istiyor. Allah’ın bizden istediği iman
inandığımız konunun bizim hayatımızda görüntülenmesine imandır. Meselâ ben
namaza inanıyorum! diyor adam. Peki ne demektir bu? Bu cümleyi şöyle
ayrıştıralım: Ben namaza inanıyorum demek; şu iki maksatlardan birisiyle
söylenmiştir:
1- Ben müslümanların namaz
kılmaları gerektiğine inanıyorum! Ben mutlaka namazın kılınmasından yanayım!
Namaz kılınmalı efendim! Namaz dinin direğidir efendim! Namazsız dinin ayakta
durması mümkün değildir! Müslümanlar mutlaka kılmalıdırlar namazı! Ben namazın
mutlaka kılınmasından yanayım! E hadi ne duruyorsun? Niye kılmıyorsun? denince
de, eh birileri kılsın canım! Boş kalmasın! Birileri yapsın! Benden söylemesi,
başkalarından da yapması diyor. Söyleyici başka, yaşayıcı başkadır diyor. Böyle
bir iman.
2- İkincisi: Ben namaza
inanıyorum. Ben namazın benim ha-yatımda görüntülenmesine inanıyorum! Ben
inandığım namazın kendi hayatımda pratize edilmesi gerektiğine inanıyorum! İşte
iki tür iman modeli. Hangisi imandır bunların? Hangisi İslâm’ın imanıdır? Ya da
hangisi Allah’ın bizden istediği imandır? İkincisi değil mi? Birincisine iman
demiyor Allah. Sadece sözden, sadece iddiadan ibaret olan, amele dönüşmeyen bir
iman Allah’ın istediği bir iman değildir.
Meselâ diyor
ki adam: Ben Kur’an’ın okunması gerektiğine, Kur’an’ın yaşanması gerektiğine
inanıyorum! Peki kim okuyacak? Kim yaşayacak? Birileri yaşasın efendim, boş
kalmasın. Böyle bir iman, iman değildir.
Ben
müslümanların cihad etmesine inanıyorum. Ben müs-lümanların örtünmesi
gerektiğine inanıyorum. Ben Kuran’ın anlatılma-sı gerektiğine inanıyorum. Peki
kim yapacak bunları? Birileri yapsın efendim! Bizden söylemesi, biz bunun
edebiyatına görevliyiz, birileri de yapsın, yaşasın. Böyle bir iman lüks bir
imandır.
Dönelim, hicri
ikinci asra kadar yaşayan mü'minler Peygamber ne demişse Allah’tan, aynen kabul
ettiler, aynen iman ettiler, ama bu imanlarını sadece söz planında
bırakmadılar, hemen bu imanlarını amele dönüştürdüler ve toplum birden bire
değişiverdi. Peki ya şimdi? Şimdi neden, müslümanlar hem Kur’an okuyorlar, hem
öğreniyorlar, hem iman ediyorlar, hem imanları artıyor da neden bu toplum
değişmiyor? Galiba inzar kendi hayatlarında uyarıcı özelliğini kaybettiği
için.
Biraz sivri
bir iş, güç bir durum çıktı karşımıza. Ama ne yapayım öyle olmasa da bu
insanlar hepten müslümanlar işte. Herkes müslüman bu toplumda. Herkes kendini
böyle iyi müslüman kabul ederken okuyun, anlayın, kavrayın diyerek ne
kazandıracağız biz bu insanlara?
Yâni bu toplum
şu anda çok iyiyse, arzu edilen noktadaysa, Kur’an’ın getirdiği hayat bu
toplumda bir şeyler değiştirmeyecekse bu insanlara ne diyeceğiz yâni? Adam
inandım diyor. Ben de müslüma-nım diyor tamam, bir şey kalmıyor geriye. Eğer
Kur’an bu toplumda bir şeyler değiştirmeyecekse o zaman bu toplumda Kur’an’ın fonksi-yonu ne
oldu? demek zorunda kalacağız. Kur’an’ın tarihteki fonksiyo-nu neydi, şimdi ne
hale geldi? Eğer böyle düşünmeye ve sorgulama-ya devam edecek olursak,
cesaretim yok söylemeye, ama bir kere o yanlışı yaptım daha önce, inşallah bir
daha yapmamaya niyetliyim Allah yardımcımız olsun.
Bir keresinde
şirki ve küfrü anlatmıştım birine. Adam bocaladı, sendeledi, evine gitmiş.
Arkadaşı namaz kılmak istemiş ve haydi namaza diyerek onu da namaza davet
edince: Yok! Demiş ben namaz kılmıyorum! Niye kılmıyorsun? Kılmıyorum çünkü biz
müşrikmişiz! diyor. Halbuki ben ona bunu anlatmadan yana değildim! Böyle bir
niyetim de yoktu Allah bilir. Sadece ona şunu anlatmak istemiştim: Biz şu anda
bir müslümanlık yaşıyorduk ama meğer ki bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği
hayat değilmiş. Öyleyse Allah için biraz daha gayret emek zorundayız ı anlatmak
istemiştim. Ama adam bunu çok farklı anlamış.
Meselâ bakın, Kur’an’da “dikkat
edin! Bu iş sizi cehenneme götürüyor! Bu işin sonu cehennem! Soluğu cehennemde
alacaksınız! Aklınızı başınıza alın!” diyen âyetler vardır. Ama bu âyetler:
Tamam işiniz bitti! Piliniz bitti! Ümidiniz bitti! Canınıza okudum! demiyor
yâni. Peki ne diyor? Ey kullarım, gelin yanlışlarınızı anlayın! Eksiklerinizi
anlayın! Haddinizi bilip hatalarınızdan dönün! diyor. Yapmayın bir daha böyle!
demek için geliyor ya. Öyleyse ben de diyorum ki, ey Müslümanlar kitap
karşısındaki tavrımızı bir daha gözden geçirelim! Kitap karşısındaki tavrımızı
bir daha sağlamaya alalım! Bu konuda kendi kendilerimizi bir daha yargılayalım,
bir daha sorgulayalım! Acaba Rabbimizin bu dediği bizde var mı, yok mu? diye bir
silkinelim, bir kendimize gelelim, bir gayret edelim içindir
bu.
Veya en
azından bizde, bizi rahatlatacak bir ümit ışığı da var mı? Tabi onu da
söyleyeceğiz. Bazen bu yanlışa düşerken, bunun kabul edilmemesi gereken bir
ortam olduğuna dair bir sa'yimiz var mı? Bir üzüntümüz var mı? İşte biz, en
azından bunda müslümanız demektir. Bakın, bu halimizle kâfiriz demedim yâni,
diyemem de zaten. Ama Allah korusun Kur’an uyarsa da uyarmasa da bizim için
fark etmiyorsa, dünyamızda Kuran ha var ha yoksa, meselâ Kur’an okumaya
başlamadan, Kur’an’la eğitim ortamına girmeden önceki bizle Kur’an okumaya,
Kur’an eğitimine başlayan biz pek fazla fark etmiyorsa, yâni okuduklarımızla
hayatımız değişmiyorsa, o zaman denktir gibi görünüyor ve korkuyorum bundan.
Okuyoruz ama okuduklarımız bizi uyarmıyor demektir. Okuduğumuz Kur’an bizi ha
uyarmış ha uyarmamış fark etmez demektir Allah
korusun.
Ama bütün bu
olumsuz tabloya rağmen şöyle bir iman kıvıl-cımı, şöyle bir amel hareketi var
bizde. Şöyle minnacık ta olsa bir devinim var bizde. Peki nedir o? O şudur
bakın: Kur’an okuyuşumuzun, Kur’an’la beraberliğimizin bizde oluşturması
gereken o hareketliliği, o değişikliği, o uyarılmışlılığı fark ettiğimiz anda
üzülüyoruz. Pişmanlık duyuyoruz, silkiniyoruz ve hemen biraz biraz gayrete
geliyoruz. Bir çabalamanın içine giriyoruz. Bu durum biraz biraz bizi
serinletirken, biraz sevinmeye başlarken, ama o zaman da karşı sayfadaki âyet
karşımıza çıkıyor ve şu soru aklıma geliyor: Yoksa şimşek çakınca onun
aydınlığında biraz yürüyoruz da sonra zifiri karanlıkta kalıverenler gibi mi
oluyoruz? Yâni münâfıklar gibi mi oluyoruz? diye ürkmeye
başlıyorum.
İşte bunlar,
bu düşünceler, bu kendi kendimizi yargılama ce-sareti bizi ürkütecek,
korkutacak, ya da daha bir gayrete getirecektir. Ya bu halimle cenneti
kaybedersem! Ya Allah’ı memnun edemez-sem! Ya cehennemi boylarsam! Derdine
düşürecektir bizi ve daha dikkatli olma hassasiyeti
kazandıracaktır..
Kalplerini düşünüp değerlendirmek
için, muhakeme ve münakaşa ederek bir kanaate varabilmek için Kur’an’a açmayan
insanlar. Yahu ne diyor? Nedir bu Kur’an? Neden bahsediyor Bakara? Ne
anlatıyor Âl-i İmrân? Bir kere okuyalım da bir karar verelim diye merak edip
onunla pratik bir diyaloga girmeyen insanlar. Kur’an diye bir kitap var mı, yok
mu? Fark etmez yaşayan insanlar. İşte uyarının fayda vermeyeceği insanlar
bunlardır.
Sanki gözlerini yeryüzündeki
milyonlarca Allah’ın meşhût âyetlerine kapamış, kulaklarının şu elimdeki metluv
âyetleri duymasına müsaade etmeyen, kalplerinin düşünmesine, muhakeme ve
münâ-kaşa etmesine izin vermeyen insanlardır burada
anlatılanlar.
Bir bakıma bu ve benzeri âyetler,
toplum karşısında Peygamberin konumunu belirleyen
âyetlerdir.
1- Birincisi; Kur’an’a karşı,
Kur’an’ın uyarısına karşı böyle bir tavır takınan insanlar karşısında Peygamber
üzülmemeli, ümitlerini yitirmemelidir. Kendilerini Allah mesajıyla uyaran,
kendilerine Allah âyetlerini duyuran bir peygamber karşısında böyle
vurdumduymaz, böyle kör ve sağır insanlar da
olabilecektir.
2- İkincisi; Peygamber bu tür
çorak arazilerle uğraşmak yerine mesaisini daha mümbit arazilere aktarmasını
bilmelidir. Peygambere ve onun yolunun yolcusu biz müslümanlara bu gerçeğin
uyarısında bulunan âyetlerdir bu âyetler. Ama şurası unutulmamalıdır ki, bu
uyarılanlar açısından böyledir. Uyaranlar açısından böyle değildir. Yâni şöyle
bir sonuca gitmemiz caiz değildir: Efendim madem ki uyarsak da, uyarmasak da
fark etmezmiş. Uyarsak da, uyarmasak da müsaviymiş. Madem ki bu insanlar iman
etmeyeceklermiş. Madem ki uyar-ma ve uyarmama konusunda muhayyer bırakılmışız.
Öyleyse biz de bırakıverelim! Biz de uyarmayalım onları! Bırakıverelim bu işi
diyeme-yiz. Çünkü uyarılanlar açısından böyledir, ama uyaranlar açısından
böyle değildir bu. Bakın dikkat ederseniz burada:
“Peygamberim,
senin için müsavidir” denmemiş. Peygamberim, sen onları uyarsan da uyarmasan da
senin için fark etmez! Onları ister uyar, ister uyarma! Senin için müsâvidir!
denseydi o zaman bu konuda Rasûlullah Efendimiz uyarıp uyarmama konusunda
serbest olacaktı. Tabi onun şahsında bizler de bu konuda serbest olacaktık.
Yâni gerek Allah’ın Rasûlü, gerekse onu yolunun yolcusu olan bizler
dilediklerimizi uyaracak, dilemediklerimizi de uyarmaktan vazgeçece-bilecektir.
Bu iş bizim arzumuza bırakılmış olacaktı. Ama bakın öyle denmiyor
da:
“Onlar için
müsâvidir” denmiş. Yâni peygamberim uyarsan da, uyarmasan da senin için fark
etmez denmemiş de, onlar için fark etmez denmiş. O halde sen uyaracaksın
Peygamberim! Sen onları uyarmak zorundasın! Bu, meselenin sana yönelik
veçhesidir. Ama bu işin bir de uyarılanlara yönelik yönü vardır. O da: Sen
uyarsan da, uyarmasan da fark etmeyecek insanlar da
olabilecektir.
Öyleyse biz
uyaracağız insanları, uyarmak zorundayız. Bu işin bize yönelik veçhesi. Bir de
bu uyarı işinin uyarılanlara yönelik veçhesi vardır ki kimileri bu uyarıya
müspet cevap vermeyecektir. Ama bu bizim problemimiz değildir. Biz her hal ü
kârda insanları uyarmak, insanlara Allah’ın kitabının uyarısını ulaştırmak
zorundayız. Çünkü kim uyarılacak, kim uyarılmayacak? Kim uyarıya müspet tavır
takınacak, kim vurdumduymaz davranacak? Kim adam olacak kim olmayacak? bunu
bilmiyoruz. Bu konuda şunlar şunlar iman edecek, ama bunlar bunlar iman
etmeyecek, şunlar şunlar uyarılacak, uyarıyı kabul edecek, ama bunlar bunlar
etmeyecek, diye elimizde bir liste yoktur. Onun için bunu kendimize problem
edinmeden herkesi uyarmak zorundayız.
Peki niçin
iman etmezmiş bunlar? Niçin uyarıya karşı nötr davranırmış bunlar? Uyarının
varlığıyla yokluğu niçin müsaviymiş bunlar için? Bakın bunların iman etmeyiş
sebebini Rabbimiz bundan sonraki âyetinde şöyle anlatıyor:
7: ”Allah onların kalplerini ve
kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin önünde de perdeler vardır. Ve onlar
için büyük bir azap vardır."
Allah onların kalplerini
mühürlemiştir. Mühürleyecek de olabilir mânâ. Çünkü yarın olacak şeyler olmuş
gibi kesin kesin anlatılır Kur’-an-ı Kerîm’de. Kur’an’ın anlatımı
budur.
Allah onların kalplerini
mühürler. Kulaklarına mühür basar. Duyma ve dinleme özelliklerini de alıverir.
Gözlerinin önüne de görmelerine engel bir perde çekiverir. Duymaz, duygulanmaz,
anlamaz, işitmez bir hale getiriverir onları Allah.
" Gözleri üzerinde de perde
vardır."
" Önlerinde de mutlak bir azap
onları bekliyor."
Yâni
kalpleri mühürlenir, dinleme, anlama istidatları alınıverir. Gözleri vardır,
görürler ama sanki görmezler. Kulakları vardır, duyarlar ama sanki işitmezler.
Kalpleri vardır, ama sanki bir şey duyup anlamazlar. Tıpkı hayvanlar gibidir
onlar.
"Onların kalpleri vardır onunla
anlamazlar. Gözleri vardır onunla görmezler. Kulakları vardır onunla
işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir. Hattâ hayvanlardan daha da
şaşkındırlar."
(A'raf:
179)
Gaybî konulara
tüm kapıları, pencereleri kapanmıştır onların. Mü'minlerin ruhlarına açık olan
tüm pencereler bunlar için kapalıdır. Çünkü onlar hidâyetle, hidâyet kaynağı
olan Kur’an’la ilgilenmemiş-lerdir. Hidâyet kaynağı olan Kur’an’a karşı nötr
davranmışlardır. Karanlıkta kalmayı tercih etmişler, düğmeye basma gereği
duymamışlardır. Acaba şimdi kalbin mühürlenmesini nasıl anlayacağız? Allah’ın
Rasûlü:
"Günahlar insan kalbini bir kılıf
gibi öyle bir sarar ki, sonunda o kişi artık bir şey duymaz
oluverir."
Buyurur. İşte kalbin
mühürlenmesinin mânâsı budur. Rabbimiz Mutaffifin sûresinde bu hususu şöyle
anlatır:
"Hayır hayır! Doğrusu onların
kazandıkları günahlar kalplerinin üzerine pas
bağlamıştır."
(Mutaffifin:
14)
İşte böyle kalp günahlarla,
işledikleri nanelerle örtülünce, Allah da onun üzerine mührünü basıverir. Bir
kabın üzerine mühür vurulmuşsa, artık o kabın içine ulaşmak ancak o mührü, o
damgayı çıkarmaya, kırmaya bağlıdır. Bu kalbe iman, ancak o zaman girebilir.
Peki acaba bu işin Allah’a izâfesini nasıl anlayacağız. Yâni eğer bu kâfirlerin
kalplerini Allah mühürlediği için bunlar kâfir olmuşlarsa, o zaman suçu ne
bunların? Acaba bir cebir söz konusu değil midir yâni burada? gibi bir soru
hatırımıza gelmiştir. Halbuki Gâf sûresinde Rabbimiz bakın şöyle
buyurur:
" Ben kullarıma zulmedici
değilim”
(Gâf:
29)
Yine A'râf sûresinde bir başka
âyet-i kerîmesinde de şöyle buyurmaktadır Rabbimiz:
"De ki Allah kötülükleri emretmez
"
(A'râf:
28)
Bütün bu âyetlerle bunu nasıl
telif edeceğiz? Âyetlerden ve hadislerden anladığıma göre Allah herkese bir
kalp vermiş ve bir de her insan kalbi için bir kilit yaratmış, bir kilit vermiştir. Bu kalbin kilitleyici,
mühürleyici veya açıcı anahtarı Allah’tandır. Ama bu kilidin, bu mühürün
Allah’tan oluşu bir cebir anlamına gelmemektedir. İnsanlar kendi öz iradeleri,
hür iradeleriyle ya bu kilidin kapatılmasını Allah’a arzederler, Allah da
kapatır onu. Ya da açılmasını isterler Allah’tan, Allah da açıverir
onu.
Yâni kul
bizzat kendi özgür iradesiyle mü’min iken kâfir olmayı tercih ederek Allah’a
şöyle der: Ya Rabbi, ben bu kalbimin kapanmasını istiyorum. Ben artık bu kalbimi
kullanmak istemiyorum. Ben bu kalbimle artık ne seni, ne senin peygamberini, ne
de senin âyetlerini duymak istemiyorum. Benim tercihim budur. Ben kalbimdeki
kilidin kapanmasını istiyorum, diyerek kapattırır onu. Kalplerin kilidinin
açıcısı ve kapatıcısı olan Allah, bu konuda tek yetkili olan Allah da onun bu
tercihini onaylayarak kapatıverir onun kalbini. Aksi de geçerlidir tabii. Bir
Ömer gelir, kırk yıllık bir kalp kapalılığı tercihinden vazgeçerek: “Aman ya
Rabbi! Ben ne kötü bir tercihte bulunmuşum? Ben önceki tercihimden vazgeçip bu
kalbimin açılmasını istiyorum! Ben müslüman olmak istiyorum!” der ve onun bu
yeni tercihini onaylayan Rabbimiz de onun için kalbini
açıverir.
O halde
isteyen kuldur, ama açan ve kapatan da din sahibi olan Allah’tır her zaman.
Demek ki bu açma ve kapatma işinde yine de insana irade vermiştir Allah. Yâni
tekrar müracaat hakkınız vardır de-miştir Rabbimiz.
Yâni insan
kâfirken kalbi mühürlüyken, kapalıyken Allah’a tekrar müracaat edip açtırabilir
kalbini ve müslüman olabilir. Müslümanken de müracaat edip kapattırabilir mürtet
olabilir. Bu durumda kalbini açıkken kapattıran ve mürted olan bu adama ne
yapılır? Eğer bu kişi yakalanmışsa öldürülür zaten. Ama yakalanmamışsa, kaçıp
kurtulmuş veya insanlardan gizlemişse bunu kişi, o zaman oyuncak
oynar gibi aç kapat, aç kapat olmaz. Yâni kâfir oldu, müslüman oldu,
kâfir oldu, müslüman oldu, artık bir daha kâfir olursa, o zaman da Rabbi-mizin
şu âyeti gündeme gelecektir:
"Onlar ki iman ettiler. Sonra
küfrettiler. Sonra iman ettiler, sonra küfrettiler. Artık Allah onları mağfiret
edecek değildir."
(Nisâ:
137)
Yâni adam önce inandı, sonra
inkâr etti. Sonra tekrar inandı, tekrar inkâr etti. Kalbini açtırdı, sonra
kapattırdı. Sonra tekrar bir daha açtırdı, sonra tekrar kapattırdı. Artık bu
dinle alay, Allah’la alay anlamına geliyor ki, Allah sonunda onun tevbesini
kabul etmiyor.
Buna göre bu özeti sunulan küfrün
temel felsefesi neymiş? Vahye karşı ilgisiz kalmak, kitaba karşı kayıtsız
kalmakmış. Yâni Allah’ın insan hayatına karışmasına nötr davranmakmış. Kitapla
ilgi kur-madan yaşamakmış. Çünkü kitap neydi? Kitap; kitâbe, yazgı demekti.
Yâni insan yazgısının habercisi. Allah’ın insan hayatına karışmasının
habercisi. Yâni insanın hayat programıydı kitap. İnsanın alın yazısının
değişmez kitâbesiydi kitap. İşte bu kitap karşısında, bu kitabın uyarısı
karşısında anlıyoruz ki; insanlar ikiye ayrılıyorlar. Kitap karşısında ama.
Değilse benim o kitaptan anlayışım karşısında değil tabii. Bunu biraz daha
düzgün bir şekilde söyleyelim inşallah: Benim bu kitaptan anlayışımı birisi
reddetti mi beni reddetmiş olur, bu kitabı değil. Delilim ne bu
konuda?
Rasulullah Efendimizle Hz. Ali
Efendimiz giderlerken bir adam uykudadır. Onun uyandırılmasını emreder Allah’ın
Rasûlü. Buyurur ki; “Kaldırın! Namazını kılsın!” Hz. Ali Efendimiz onu
uyandırdıktan sonra der ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, onu siz uyandırsaydınız olmaz
mıydı? Zira o kişi mekân olarak size bizden daha yakındı” Bunun üzerine
Ra-sûlullah buyurur ki; “O adam eğer uyku sersemliğiyle bana kafa tut-saydı
dinden çıkardı. Ama sana kafa tutunca sen, sensin, dinden çık-maz!” Yâni bir
peygamberin uyarısına değil, senin uyarına kafa tutuyor demektir
buyurmuştur.
Böyle olunca
biz birilerine din anlattıktan sonra onlar bunu reddettiler mi hemen onlara
kâfir damgası vurmayalım. Bizim anlayışımızı reddediyorlar diyelim. Ama o kişi
ben dinimi Kur’an’a dayandırmam! Ben Kur’an’a güvenmem! Ben hayat programımı
Kur’an’dan almam! Ben Peygamberi örnek almam! Şeklinde bir reddin içine
giriyorsa, yâni dinin aslını ve sistematiğini reddediyorsa o zaman o kesin
kâfirdir. Ama benim bu âyetten anladığım budur! diyorsam ve adam da bunu
reddediyorsa, ona da hemen kâfir damgasını vurmayalım. Çünkü o, İslâm’ı,
Kur’an’ı değil de, benim ondan anladığımı reddetmiştir.
Demek ki
Kur’an karşısında insanları ikiye ayırdık:
Olanlar. Yâni kitapla yol
bulanlar, kitabın yol gösterisine tabi olan mü'minler. Sürekli kitapla beraber
olup hayatlarını onunla düzen-leyen muttakiler. Yâni yaptıklarını ve
yapmadıklarını kitaptan delillen-direrek kitap rehberliğinde yürüyenler.
Eylemlerini, düşüncelerini, ba-kışlarını, inançlarını kitapla özdeşleştirenler.
Ben bunu kitabın şu âyetine göre yaptım! Bunu peygamberimin şu hadisine göre
terk ettim diyebilenler. Vahyi tanıyanlar ve o vahiy eşliğinde hayatlarını
yaşayan-lar.
Olanlar. Kitabın uyarısının
varlığıyla yokluğu kendileri için müsâvi olanlar. Kitap kendilerini ha uyarmış,
ha uyarmamış fark etmez yaşa-yanlar. Kur’an diye bir kitap var mı, yok mu?
Bundan habersiz yaşa-yanlar. Kitap ayrı bir vadide, kendileri ayrı bir vadide
yaşayanlar.
Evet buraya kadar kitap
karşısında, vahiy karşısında bu iki tavrı, bu iki insan tipini, vahiyle yolunu
bulan mü’minleri ve vahiyden habersiz yaşayan kâfirleri anlattıktan sonra bakın
Rabbimiz bunlardan farklı bir grup insanı daha tanıtacak:
8:"İnsanlardan kimileri de derler
ki, inandık Allah’a ve âhiret gününe! Ama onlar
inanmamışlardır."
Ama insanlar! Ama kullarım! Ama
muhataplarım! Beni dinleyenler! diyor sanki Rabbimiz. Şunu da iyice bilin ki,
şunu da asla unutmayın ki, böyle kesin
çizgilerle insanların ayrıldığını her zaman göremezsiniz! Her zaman böyle
baktınız, birine takvalı damgası vuracaksınız. Veya baktınız, bir başkasına
kâfir damgası vuracaksınız. Pek öyle her zaman kesin çizgilerle bunları ayırt
edemezsiniz. Veya:
"Bunlar kitabın temelidir, ama
bir de müteşabihler vardır. Onun tevilini Allah’tan başkaları
bilemez"
(Âl-i İmrân:
7)
Yâni Kur’an’ın topluma
indirgenmesini gerçek olarak herkes bilemez. Ama Allah kesin bilir.
"İlimde Râsihûn olanlar der ki,
biz buna inandık."
(Âl-i
İmrân:8)
Yâni âyetlerin anlatmak
istediğini anlayabiliriz belki, ama o âyetin anlattığı ile toplumsal
problemlerin çözümünü birleştirmek herkes için mümkün olmayabilir. Âyetin
anlattıklarını toplumsal problemlerin çözümüne indirgeyip uyarlamak herkesin
işi değildir. İşte bunun adına fıkıh diyoruz. Yâni; meselâ bu âyet şu problemi
böyle çözer, ama şu âyet de vardır denilince, hayır o âyet şunu anlatır da bunu
şu âyet çözer gibi âyetleri topluma yansıtma işinde kesinlikle herkes bilgi
sahibi olamaz; hepimiz onu beceremeyiz. Herkes kapasitesi kadar becerir
bunu.
İşte nitekim Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer Efendilerimiz bazen yanılıyorlardı. Meselâ Rasulullah Efendimizin vefat
haberi Hz. Ömer Efendimize ulaşınca "Kim Rasûlullah’ın vefat ettiğini söylerse
ona şöyle şöyle yapacağım!" diyen Hz. Ömer’e karşı Hz. Ebu Bekir Efendimiz Âl-i
İmrân sûresindeki şu âyeti hatırlatır:
"Muhammed peygamberden başka bir
şey değildir. Ondan önce de pek çok peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür
veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz?
(yâni tekrar küfre mi döneceksiniz) Her kim gerisin geriye dönerse bilsin ki
Allah’a hiçbir zarar verecek değildir.”
(Âl-i
İmrân:144)
Âyetin olayla bağlantısını veya
âyetin o hadîseye intibakını öğrenen Hz. Ömer Efendimiz; "Hayret sanki bu âyeti
yeni duymuş gibiyim"! diyordu. Halbuki belki de bu âyeti sürekli namazlarında
da okuyordu Ömer Efendimiz. Ama âyetin bu olayla irtibatını bir anda
kuramamıştır. Aslında Hz. Ebu Bekir Efendimiz de Hz. Ömer Efendimiz de bildiği
vahiyle hareket ediyorlardı. Bakın âyet diyor ki:
"İnsanlardan kimileri de vardır
ki."
E kim bunlar? Münâfıklar mı?
Allah öyle dememiş. Ya ne? Kimileri de var ki. Demek ki Kur’an karşısında net
iki tavır var. Kur’an karşısında iki uç tavır var, iki net tavır var. Birisi
Kur’an’la yol bulanlar. Kur’an’la yol bulanların tavrı. İkincisi de Kur’an’a
karşı ilgisiz kalanların tavrı. Bunlar Kur’an karşısında net ve belli
tavırlardır. Ama işte bu âyetin anlattığına göre bir üçüncü grup, bir üçüncü
tavır daha varmış. Bunlar da bu iki grup arasında, bu iki tavır arasında gider
gelirlermiş. Hani Nisâ sûresi şöyle diyordu:
"Onlar imanla küfür arasında
bocalayan tabansızlardır. Ne onlardandır ne
bunlardandır..."
(Nisâ:
143)
Demek ki bunlar böyle tıpkı bir
sarkaç gibi imanla küfür arasında gidip gelenlermiş. Onlar münâfıklar olunca ve
âyetlerin sonunda da Allahu Teâlâ şöyle buyurunca:
"Şüphesiz ki münâfıklar
cehennemin en aşağı tabakasında olacaklardır."
(Nisâ:
145)
Ulemâ demişler ki bunlar
münâfıklardır. Aslında münâfık demeye de biraz cesaret ister yâni. Çünkü bazen
kâfirdir bunlar. Bakıyoruz sûrenin 17. âyetinde:
Diye örneklenerek anlatılan bu
insanlar için âyetin devamında:
Denivermiş. Yâni bu insanların
kâfirlikleri beyan edilivermiş. Ama nedense ecdat bu bölümü görmemişler mi?
Yoksa okumuşlar da demeye dilleri mi varmamış bilmem? Çünkü bu sayılacak işleri
yapan, bu sıfatları üzerlerinde taşıyan insanlara kâfir demeye ecdadın, selef
ulemânın pek cesareti olmamış. Bizim tekfirci kardeşlerin, ellerine geçirdikleri
fırçayla Allah’tan muhasebe memurluğu görevini üstlenmiş gibi önüne gelen
herkese kâfir ve müşrik damgası vurmayı kendilerine iş edinmiş, dert edinmiş,
kardeşlerin kulakları çınlasın.
Evet ecdat bu konuda çok titiz ve
edepli davranmış. Bunlara kâfir demeye dilleri varmamış. Öyleyse ukalâlığın
gereği yoktur. Yâni öyleyse biz de edepli davranalım bu konuda ve onların kâfir
demediğine biz de kâfir demeyelim. Yâni bu aşağıda sayılacak özellikleri
üzerinde taşıyan insanlara kâfir demeyelim; ama bu özelliklerin küfür
özellikleri olduğunu da bilelim yâni. Bu ikisi, ayrı ayrı şeylerdir. Yâni biz
nifak nedir biliriz ama, bu adam münâfıktır! demeye dilimiz var-maz,
cesaretimiz olmaz. Şirki biliriz, şirki tanırız. Adamda şirk özelliği görürüz,
ama bu adam müşriktir demeye cesaretimiz olmaz.
Neden? Çünkü
Peygamber Efendimiz kendisinde câhiliye alâmeti gördüğü Ebu Zer hazretlerine:
"Ey Ebu Zer! Sende câhiliye özelliği görüyorum! Sende şirk özelliği görüyorum!
Onu temizle!” demiştir, ama “sen kâfirsin! Sen müşriksin!” dememiştir. Demek ki
bir adama sen müşriksin! Sen kâfirsin! Demek ayrı, sende şirk alâmetleri
görüyorum! Demek ayrı ayrı şeylerdir.
Demek ki kişide bir an için bir
özelliğin var oluvermesi, şirk özelliği veya nifak özelliğinin var oluvermesi
onun müşrik veya münâfık olmasını gerektirmeyecektir. Ama adam onun şirk
olduğunu, münâ-fıklık olduğunu anlamış, kavramış, kabullenmiş ve benimsemişse,
varlığından razı olmuşsa, ondan rahatsız olmayacak biçimde onu kabullenmişse,
işte artık o zaman o kişi müşrik veya kâfir olacaktır
elbette.
Bu özellikler,
demek ki bizim çok titiz ve dikkatli davranacağımız, böyle kılı kırk
yararcasına üzerimizde bulundurmamaya çalışacağımız, gayret edeceğimiz,
karşımızdakinde varlığını sezince de kulak kabartıp: “Aman ha! Ne olur ne olmaz!
Bu adam yolunu kitaba sorarak bulmuyormuş! Hayatını kitaba danışarak
yaşamıyormuş! Öyleyse ben de bu adama danışmamalıyım! Evimi, mutfağımı, ticaret
hayatımı, okumamı, yazmamı bu adama sormamalıyım! Bununla bu konuları istişare
etmemeliyim! Beni de saptırabilir! Ben de şirke düşebilirim!” diye, böyle bir
teyakkuz halinde, böyle bir hassasiyet içinde olalım
diyoruz.
Peki neymiş
bunlar? Neymiş bu özellikler? Dikkat ederseniz sûrenin başında Rabbimiz beş
âyetiyle mü’minleri, muttakileri anlattı. Sonra iki âyetiyle de kâfirleri
anlattı. Şimdi burada da uzunca münâfıkları anlatmaya başlıyor. On üç âyetiyle
bu münâfıkların durumunu, bu insanların karakterlerini anlatacak. Münâfıkların
sıfatlarını anlatan âyetlerin kâfirlerden söz eden âyetlerden daha çok ve daha
kapsamlı olduğunu görüyoruz.
Herhalde bunun sebebi şudur:
Küfür meselesi de, iman meselesi gibidir. Bunların her ikisi de kesin ve net
bir çizgi ifade ederler. Yâni bu iki kesim de; mü'min de, kâfir de akide ve
hayat konusunda tavrını net ve açık ortaya koymaktadır. İnançları konusunda her
iki tarafta da bir kompleks söz konusu değildir. Açık ve nettirler.
Hareketlerinde, tavırlarında, amellerinde ve düşüncelerinde onları tanımak
kolaydır. Mü’min de, kâfir de belirgindir.
Ama şimdi anlatılacak olan
münâfıklar çifte standart uygula-dıklarından onları tanımak ve ortaya çıkarmak
kolay değildir. Çizgileri, tercihleri, safları belli değildir adamların. Mü’min
ve kâfir gibi inancı, düşüncesi, tavrı net ve açık değildir. Onun içindir ki
Allahu âlem Rab-bimiz bu bölümde uzun uzun bu insanların özelliklerinden söz
ede-cek. Bu çetin ve çetrefilli insanları uzun uzun örnekleriyle bize
tanı-tacak.
Bir de münâfıklar İslâm ve
müslümanlar için kâfirden çok daha tehlikeli olduğu için uzunca anlatılmıştır
diyoruz. Bir Ebu Cehil’in kâfir olarak İslâm’a ve müslümanlara verdiği zararın
yanında bir münâfık olarak Abdullah İbni Übey’in verdiği zararın büyüklüğünü ve
tehlikesinin boyutunu biliyoruz. İşte belki bu sebeplerden dolayı birkaç
âyetle bize kâfiri tanıtan Rabbimiz bu bölümde uzun uzun münafığı anlatmaya
başlayacak. Bakın derler ki bunlar:
"Derler ki; inandık Allah’a ve
âhiret gününe! Ama onlar inanmamışlardır."
Bunu diyen Allah’tır. Değilse ben
bilemem ki inanıp inanmadı-ğını. Nitekim Allah’ın Rasûlü bir seferde kelime-i
şehâdeti söyleyen bir adamı öldüren bir sahabeye; “Neden yaptın bunu? Nasıl
öldürdün onu? Demek şehâdet kelimesini söyleyen bir kimseyi öldürdün, öyle mi?”
şeklindeki azarlamasına karşılık, o sahâbenin; “Ey Allah’ın Ra-sûlü, o aslında
müslüman olmamıştır, ölümden korktuğu için
kelime-i şehâdet söylemiştir” diyerek savunmasına son derece gazaplanan
Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştu:
“Kalbini yardın da baktın
mı?"
Öyleyse
inandım! Dediği halde, şu aşağıda
sayılacak işleri yapan insana, veya inandım dediği halde şu özellikleri
üzerinde taşıyan kişiye inanmayacağız. İnandım dese de, ben de mü'minim dese
de onun bu sözüne inanmayacağız. Çünkü:
9: "Bunlar Allah’ı ve mü'minleri
aldatmaya çalışırlar."
İnandım sözlerinin altında bu
aldatmaca yatmaktadır. Demek ki o inandım diyen adamın hayatına bir bakacağız.
Ya da inandım diyen benim hayatıma bir bakacağım ben önce. Çünkü Kur’an
herkesten önce beni anlatır. Herkesten önce bana seslenir Kur’an. Hafazanallah
eğer ben, benden önce karşımdakini anlamaya çalışır, benden önce karşımdakini
anlatmaya çalışırsam, Allah korusun da
o zaman ben, bir sonraki sayfada anlatıldığı gibi ateş yakıp; yaktığı bu ateşle
çevresini aydınlatan, ama sonra kendisi karanlıklar içinde kalan insan gibi
olurum. İşte eğer öyle olmak istemiyorsam, o duruma düşmek is-temiyorsam, önce
ben kendime bakmalıyım. Kendime bir bakıyorum: Allah’a inanıyorum diyorum.
Âhirete inanıyorum diyorum. Söz olarak öyle diyorum ama, ya inanmayanlardansam!
Ya kendi kendimi aldatıyorsam! Ya inanmadığım halde iman iddiasında
bulunuyorsam! Peki neymiş bunun ölçüsü? Nasıl anlayacakmışız bunun
aslını?
“Bunlar Allah’ı ve mü'minleri
aldatmaya çalışırlar."
Allah’ı ve mü'minleri
aldatırlarmış onlar. Allah’la ve mü'minlerle dalga geçerlermiş. Eh biraz
serinledik değil mi öyle olunca? Çünkü elhamdülillah ki, böyle bir derdimiz
yoktur. Allah’a şükür Allah ve mü’-minleri aldatma yolunda değiliz. Ama Allah
korusun da ya bizim duru-mumuz şöyleyse: Allah: Şöyle şöyle yapın! dedikçe,
Allah: Böyle böyle yapmayın! diye emrettikçe, şöyle diyerek Allah’la dalga
geçenler-sensek: Tamam Ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! Dediğin gibi ya Rabbi! Doğru
Ya Rabbi! Ama ne yapayım anam ya Rabbi! Ne yapayım ba-bam ya Rabbi! Ne yapayım
toplum ya Rabbi! Tamam, anladım da ya Rabbi, şu anda ortam müsait değil! Tamam,
namaz, iyi, kılacağım da ama şu anda vaktim yok ya Rabbi! Tamam, anladım,
örtüneceğim de okul bitmedi henüz! Tamam, kitabınla ilgi kurmam gerektiğini
anladım da ya Rabbi, ama ne yapayım, işim, aşım elvermiyor! Amirim izin
vermiyor! Yönetmelikler yolumu kesiyor! Âdetler ağır basıyor! Modaya karşı
gelemiyorum! Toplum yadırgıyor! Çevrem müsaade etmiyor! diyerek Allah’la dalga
geçenlerdensek.
Ya da kitap ve
sünnete çağrıldığımız zaman. Her şeyden ve herkesten önce kitabı ve sünneti
tanımadan müslüman olamayacağımız gerçeğini öğrendiğimiz zaman: Allah Kerîm be!
Allah bekler yahu! Allah kusura bakmaz! diyerek Allah’la alay edenlerdensek,
bekleyenlerdensek o zaman Allah korusun, bu âyetlerde anlatılacak insan biziz
demektir.
Onlar Allah’ı
ve mü'minleri aldatmak isterler. Allah ve mü'min-lerle dalga geçmek isterler.
İnanmadıkları halde iman gösterisinde bulunarak, mü’min olmadıkları halde mü’min
maskesi takarak kullandıkları sloganlarla Allah’ı ve insanları aldatmak
isterler. Daha önceki âyetlerde söylediğim gibi iman, sadece dil ile ben inandım
demekten ibaret değildir. İman; dilin tasdiki, kalbin tasdiki ve fiilin
tasdikidir. Yâni inandım dediği konunun fiille, amelle görüntülenmesidir. Eğer
sadece dil ile ben inandım demek yeterli olsaydı, o zaman tüm münâfıkların da
müslüman sayılmaları gerekecekti. Zira onlar da biz müslümanız diyorlardı.
Halbuki:
“Onlar kalplerinde olmayan şeyi
dilleriyle söyleyip duruyorlar!"
(Âl-i
İmrân: 167)
Buyurur âyet-i
kerîme.
Bakın bu tip insanlara diyor ki
Allah :
"Oysa onlar sadece kendilerini
aldatırlar da farkında değillerdir."
Allah buyurur ki: Sizler ey
inanmadıkları halde iman iddiasında bulunan münâfıklar! Bu tür iddialarınızla
ancak kendinizi kandırabilirsiniz! Ne Allah’ı, ne de müslümanları
kandıramazsınız! Allah’ı zaten kandıramazsınız da, mü’minleri de
kandıramazsınız. Çünkü bu aldatmacalarınızla mü'minin, ancak malını
alabilirsiniz. Bu yalanlarla mü'minin en fazla canını alabilirsiniz. En fazla
öldürürsünüz onu. Ama ne fark eder, gerekirse ben bir daha veririm ona! Ama ona
can cennette lâzım zaten.
Evet bunlar, inanmadıkları halde
iman gösterisinde bulunarak Allah’ı ve mü'minleri kandırdıklarını zannederler.
Ama bakın, Allah kendini mü'minlerin safında kılıyor. Mü'minlere karşı
tertiplenen komployu, kendisine yapılmış kabul ediyor. Bu mü'minler için hem en
büyük bir şeref, hem de onlardan korkmamaları konusunda en büyük bir
destektir. Aynı zamanda münâfıklar için de en büyük bir
tehdittir.
Yâni onlar bu tür davranışlarıyla
başkalarını değil, ancak kendi kendilerini aldatıyorlar. Bunu şöyle anlamaya
çalışıyoruz:
1-Bu zavallılar, tavırlarıyla
gelecekleri konusunda, âhiretleri konusunda kendi kendilerini aldatmaktadırlar.
Dünyada inanmış göründüklerinden dolayı kendilerine zahiren İslâm’ın hükümleri
uygulanır. Ama Âhirette:
"Cehennemin en aşağısına
gideceklerdir onlar."
(Nisâ:
145)
2- Bunlar niyetlerini gizlemeye
çalışırken Allah’ın kalplerden geçen niyetleri bildiğini hesaba katmamakla
kendi kendilerini aldatmaktadırlar.
3- Bir de Allah’ın onlarla ilgili
âyetler göndererek durumlarını açığa çıkaracağını bilmediklerinden durumlarının
perde arkasında gizli kalacağını zannederek kendi kendilerini aldatmaktadırlar
ama:
"Şuurları da yoktur bu
konuda."
Peki bu kimseler neden böyle davranırlarmış ?
10:"Kalplerinde hastalık vardır
onların. Allah da (Kur’an’ı indirmekle)
hastalıklarını artırmıştır."
Demek ki bunların kalbi
hastaymış. Kalplerinde hastalık varmış. Ama bunlar tedaviden yana da olmayınca,
Allah onların hastalıklarını artırmıştır. Peki acaba kalbin hastalığını nasıl
anlayacağız? Kalbi hasta olmak ne
demektir?
İnsan kalbini öğreniyoruz. Bu
sefer üç çeşit kalp sunuyor Allah
bize:
1- Birincisi kâfirin kalbi:
Sûrede daha ilerde gelecek:
"Bakara hadîsesinden sonra yine
de inanmadılar da kalpleri kaskatı kesiliverdi! Hattâ taştan da katı
kesil-di!"
(Bakara:
74)
Diyordu Rabbimiz. Kâfirin kalbi
taş gibi kaskatıdır. Hattâ taştan bile katıdır. Çünkü:
"Zira öyle taşlar vardır ki
içinden nehirler fışkırır. Öylesi de vardır ki yarılıp içinden sular akar. Kimi
taşlar da Allah korkusundan baş aşağı
yuvarlanır."
(Bakara:
74)
Kâfirin kalbi taştan da katıdır.
Âyet-i kerîmede anlatıldığına göre taşlar Allah’ın yağmur, kar, güneş, oksijen,
rüzgar gibi meşhûd âyetlerinden etkilenerek kimileri içinden su fışkırırken,
kimileri yerinden kopup aşağıya doğru yuvarlanmaktadır. Yâni taşlar Allah’ın
âyetlerine yol verip içinden sular fışkırtmaktadır. Allah’ın âyetleri taşların
içine kadar nüfuz edebilmektedir. Taşlar bile Allah’ın âyetlerinden etkilenip
onlarla türlü şekiller alırken, kâfirin kalbi o kadar katı ki, ne Allah’ın
yağmur, kar, güneş, rüzgar, oksijen gibi meşhûd âyetlerinden, görsel
âyetlerinden, ne de metluv âyetler dediğimiz şu elimizdeki Kur’an âyetlerinden
etkilenmektedir. Âyetler bunların kalplerine nüfuz ede-memektedir. Âyetler
bunların kalplerinde tesir icra edememektedir. İşte kâfirin kalbi böyledir.
Taşlardan bile kaskatıdır.
2- Bir kalp türü daha vardır ki,
o da mü'minin kalbi. Allah’ın âyetleriyle itminan bulan, yatışan kalp. Allah’ın
iki tür âyeti vardır. Birisi metlûv âyetler, yâni kulağa hitap eden işitsel
dediğimiz şu elimdeki okunan Kur’an âyetleri. Ötekisi de görsel dediğimiz göze
hitap eden meşhûd âyetler. Güneş gibi, ay, yıldızlar, bulutlar, insanlar,
bitkiler, hayvanlar gibi kâinatta Allah’ın yerleştirdiği müşahede edilen göze
yönelik âyetlerdir. Mü'minin kalbi, Allah’ın bu iki tür âyetlerinden de
etkilenen kalptir.
"Dikkat edin kalpler ancak
Allah’ın zikriyle mutmain olur, doyuma ulaşır, sükûnete
erer."
(Ra’d: 28)
Âyeti bunu anlatır. Âyet-i
kerîmede anlatılan zikir, Kur’andır. Yâni kalpler ancak Kur’an’la mutmain olur.
Ancak Kur’an’la itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü
kalp, Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça şüphe ve tereddütlerden kurtulup
doyuma ve itminana ulaşacaktır.
"Mü'minler ancak o kimselerdir
ki, Allah anıldığı zaman kalpleri
ürperir. Karşılarında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman da imanlarını artırır Ve
yalnız Rablerine tevekkül ederler."
(Enfal: 2)
Demek ki Allah’ın âyetleri
okundukça, âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü'minlerin kalpleri coşar, taşar,
sanki kabına sığmaz hale gelir. İşte bu da mü'minin kalbidir. Bu iki âyetin
bize anlattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının birinci yolu, elimizdeki
şu Kur’an âyetleridir. Kalbin sükûnete ve doyuma ulaşmasının ikinci yolu da
Bakara :260 âyetinin anlattığına göre meşhûd âyetlerdir. Hani İbrahim
Aleyhisselâm: “Ya Rabbi ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini gör-mek
istiyorum!” demişti de Allah: “İnanmıyor musun ey İbrahim?” bu-yurunca:
“İnanıyorum ya Rabbi! Ancak:
"Kalbim tatmin olsun
için"
(Bakara
260)
İstiyorum bunu!” Demişti. İşte
kalplerin itminana kavuşmasının ikinci yolu da Allah’ın yeryüzündeki müşahede
edilen, görülen âyetlerini bizzat görmektir. Müminin kalbi de
böyledir.
3- Bir de bu ikisinin
arasındakilerin kalbi var ki; işte hasta olan kalp bu kalptir.Bu kalbin
hastalığı kalbin uyum sağlayamamasıdır. Biliyoruz ki, kişinin ruh ve
bedenindeki uyumunun adına sıhhat denir denir. Ruh ve bedendeki uyumsuzluğun adı
da hastalıktır. Ruhtaki dengesizlik bedende görülür. Çünkü ruhun morardığını
kimse görme-miştir. Eğer biz sebepleri ve tezahürleriyle bedenin hastalığını
anlaya-bilirsek, buna kıyasla ruhtaki hastalığı da tanıma imkânımız
olacaktır.
Bedenin hastalığı, bedenin sıhhat
ve selâmetinin aslî fonksiyonunun bozulmasıdır. Görme ve işitme duyularının
bozulması gibi hasta olan bir bedende de idrak ve hareket bozulur. Yahut da
beden hastalandığı zaman eşyayı tamamen farklı olarak idrak etmeye başlar.
Meselâ acıyı tatlı, tatlıyı acı hissetmeye başlar ve hazım bozukluğu şeklinde
tezahür edebilir. Meselâ bazı gıdalardan hoşlanmaz hale gelebilir. Beden
hastalıklarının tezahürü böyledir.
Bir de bedendeki bu hastalık iki
şeyden kaynaklanır:
1- Madde noksanlığındandır. Uzun
bir süre hiçbir şey yenmemişse o zaman beden hastalanır. Ve gıda almaya
mecburdur.
2- Madde fazlalığındandır. Beden
çok fazla gıda alırsa yine hastalanır. O zaman da o gıda fazlalığını atmak
zorundadır. Aynen bunun gibi kalp hastalığı da irade ve tasavvurun bozulmasına
sebep olan bir hastalıktır. Kalp hastalığının tezahürü de kişide irade ve
tasavvurun bozulması şeklinde gerçekleşir. Kalbi hasta olan
kişide:
1- Tasavvur bozulur. Yâni
hakikati göremeyecek, yahut da olduğundan farklı görecek şekilde birtakım şüphe
ve tereddütlere maruz kalır.
2- İrade bozulur. Yâni insan o
zaman, doğru olandan hoşlanmayıp zararlı olandan, bâtıl olandan hoşlanır hale
gelecektir. Meselâ İslâm’dan hoşlanmayıp küfürden hoşlanır. Tesettürden nefret
edip çıplaklığı sever. Sudan tiksinip içkiden hoşlanır hale
gelecektir.
Nasıl ki beden hastalığı ya gıda
eksikliğinden, ya da gıda fazlalığından kaynaklanıyorsa. Kalp hastalığının
kaynağı da böyledir. Ya gıda eksikliğindendir, gıda alınmalıdır, ya da gıda
fazlalığındandır fazlalık atılmalıdır. Kalbin gıdası bilgidir. Bundan
dolayıdır ki:
"Onların kalplerinde maraz
(hastalık) vardır."
Âyetindeki maraz
kelimesi pek çok müfessirlerce
bilgisizlik, yâni şüphe ve tereddüt olarak anlaşılmıştır. Biliyoruz ki bir şey
hakkında şüphe, o konuda bilgi eksikliğinden kaynaklanır. O konudaki şüphe ve
tereddütler kalbi istila eder ve o konuda tam bilgi gelinceye kadar bu durum
kalbe elem verir. O konuda tam bir bilgi elde edilince kalpteki tüm şüphe
bulutları dağılıverir. Onun içindir ki Allah’ın Rasû-lü:
"Bilmediklerinden sorsalardı ya!
Zira cahilliğin şifası sormaktır."
Buyurur. Kalbin sahibi ve doktoru
olan Allah; yukarıdaki âyetlerde, onun doyuma ve sükûnete kavuşmasının iki
yolundan bahsetmişti. Bunlardan birisinin Metluv âyetler dediğimiz şu Kur’an
âyetleri, ikincisinin de meşhûd âyetler dediğimiz kâinatta serpiştirilmiş
görsel âyetler olduğunu haber vermişti. Bu münâfıklar bu âyetlere
yönelmediklerinden, tedaviden yana olmadıklarından Kalbin gıdasını
almadık-larından dolayı kalpleri hastadır. Kalbin gıdası olan gerçek bilgiye,
Allah bilgisine, vahiy bilgisine yönelmediklerinden dolayı kalpleri has-tadır.
Allah’tan gelen mutlak doğru bilgiler onların kalplerine girmedi-ğinden
kalpleri şüphe, tereddüt ve cehalet bulutları tarafından istila
edilmiştir.
Bir de beden nasıl ki, ondan
zararlı şeyleri atıp faydalı şeyleri almakla gelişip sıhhatli oluyorsa, kalp de
ancak onun sıhhatini bozacak zararlı şeylerden onu koruyup, bilgisizlik, şüphe
ve günahlar gibi zararlı şeyleri atıp, faydalı şeyleri almakla sıhhatine
kavuşacaktır. Kalpte atılması gereken zararlı gıda fazlalığı vardır. Adam
felsefe okumuştur, sosyoloji bilgileri almıştır, zararlı şeyler okumuştur ki,
bunlar atılmalıdır. İşte bu insanların kalbi uyumsuzdur. Ama uyuma
gitmediklerinden, uyumu aramadıklarından, tedaviyi istemediklerinden kâfir
olamıyorlar, ama mü'min de olmuyorlar. Bu ikisi arasında kaldıklarından dolayı
hastalıkları arttıkça artıyor.
Burada aslında Cenab-ı Hak,
nifakın sebebini anlatıyor. Münâfıklığın nereden kaynaklandığını anlatıyor.
Nifakın sebepleri tespit ediliyor. Âyetten anlıyoruz ki nifak, insanın kalbini,
içini kemiren psikolojik bir komplekstir. Çünkü bir insan, bir şeye ya inanır
ya da inkâr eder. Her iki halde de durum normaldir ve sağlıklıdır. Kişi iman ya
da küfür tercihinin gereğini yapar ve rahat eder. Eğer iman etmişse, hayatında
iman çizgisini sürdürür. Eğer kâfirse bu sefer küfür, onun hayatına birtakım
programlar yerleştirir ve onu takip eder gider.
Ama bir adam
düşünün ki ne iman adına, ne de küfür adına tercihini yapamamışsa, mü'min
değilken mü'min gibi ameller işlemeye mecbur kalmışsa, işte bu normal bir şey
değildir. Böyle inanmadığı bir hayatı yaşayan, ya da hayatı imandan
kaynaklanmayan kişi, kalben hasta demektir.
Maraz aslında bir şeyin
aslîyetini, aslî fonksiyonunu bozan illettir. Fıtrat-ı aslîyesi gereği her kalp
sıhhatlidir. Ama bunlar kalplerinin kendisiyle itminan bulacağı, yatışacağı
kalbin gıdası olan Kur’an’la ilgi kurmadıklarından, ya da kalbi sükûnete
ulaştıracak bilgiden mahrum olduklarından kalpleri hep şüphe içindedir.
Bunlar:
Olan Kur’an’dan şüphe ederler.
Allah’tan şüphe ederler, mü'-minlerden şüphe ederler, her şeyden şüphe ederler.
Hattâ kendilerinden bile şüphe ederler. Kendilerini merkez kabul ederler, bu
konuda ve kendileri şüphede ise, herkesi ve her şeyi şüphede görürler. Yâni
kıyas-ı nefs ederler. Allah, peygamber, kitap, mü'minler, dağlar, taşlar,
denizler, ağaçlar hep kendilerini aldatıyor zannederler. Ama zevk-lerine,
keyiflerine o kadar düşkündürler ki, bu adamlar hiç onlardan şüphe etmezler.
Acaba bunların aslı esası var mıdır? Acaba bu gidi-şimin sonu nereye varacaktır?
Bundan hiç şüphe etmezler. Mümin değilken bile kendilerini mü'min zannederler.
Mü'min yanında mü'min, kâfir yanında da kendilerini kâfir zannederler. Bütün
bunları da ne için yaptıklarını hiç düşünmezler. Çünkü şuurları da yoktur
bunların diyor Rabbimiz.
"Allah da onların hastalıklarını
artırmaktadır."
Bunun bir kaç mânâsı
vardır:
1- İkiyüzlülüklerinin bir müddet
için başarılı sonuçlar verdiğini görünce onun iyi bir yol olduğuna inanırlar ve
emin bir şekilde yollarına devam ederler. Böylece Allah onların nifaklarını
artırmaktadır.
2- Ya da onların nefislerine ağır
gelecek, yeni yeni âyetler göndererek, yeni yeni emirler, yeni yeni teklifler
göndererek onların kalplerinin hastalığını daha da arttıracak Allah, demektir
bunun mânâsı.
3- Bir de hastalık, hastalığı
doğurur. Maraz, marazı davet eder demektir bu. Öyle bir zulmet ki; zulmet,
zulmeti doğuracaktır. Bir hata yapacak, bir hatası başka bir hatayı
çağıracaktır. Bir israf yapacak, ardından diğer bir israf onu takip edecektir.
Bir yalan söyleyecek, ikinci, üçüncü bir yalan peşinden gelecektir. Gözle zina
edecek, arkasından bir fırsatını bulacak elle zina edecek, daha ileride
nihâyet bedenle bu işi yapmaya kalkacaktır. Bir kadeh alacak, sonra arkasından
ikinci bir kadeh, üçüncü bir kadeh ve en sonunda sarhoş olup hanımını boşamaya
kadar götürecektir işi. Bir video alacaktır evine, sonra çirkin bantlara
uzanacaktır. Sosyalleşme diye başlayacaktır önce işe, sonra da şeytanın
kucağında bulacaktır kendisini. Önce politik diyecek, sonra da politize olmak
isterken dün çok sevdiği adamın yarın karşısına dikilecek ve onu yemeye
çalışacaktır. Bir hastalık daha baş-ka hastalıkları
doğuracaktır.
İşte aynen bunun gibi
münâfıkların kalpleri hastadır ve Allah bunların hastalıklarını artırmaktadır.
Peki acaba bu eylemin Allah’a izâfesini nasıl anlayacağız? Yâni nifakı ve
münâfıklığı lânetleyen Allah, acaba niçin onların nifakını artırıyor?
Allah’ın, onların nifakını artırması, aslında Cenab-ı Hakkın yeryüzünde
eşyanın tabiatı olarak belirlediği doğal yasalar açısındandır. Yâni ister iman
olsun ister nifak olsun, tüm fiillerin gerçekleşmesi için gereken şartları ve
imkânları hazırlayan Allah’tır. Lâkin bu eylemi bizzat kendi hür iradesiyle
gerçekleştiren insanın kendisidir. Yâni onlar iradelerini bu yolda
kullanmışlar, Allah da istedikleri şeyi yaratmıştır,
diyoruz.
Zira bu adamlar böyle bir duruma
gelmeyebilirlerdi. Dahası, hattâ şu anda bile bu durumdan kurtulma, nifaktan
vazgeçme imkânlarını yitirmiş değillerdir. Her ân vazgeçebilirler, her ân
dönebilirler bu durumdan. Her ân tevbe imkânına sahiptirler. Dönüş yaptıkları
anda Allah onların dönüş kapılarını açık tutmaktadır.
"Yalan söyleye geldikleri için
onlara acıklı bir azap vardır."
Yalan saymalarından ötürü onlar
için elim bir azap, elem verici bir azap, dayanılmaz bir azap vardır. Yalan
sayıyorlardı onlar.
Yalan sayıyordu onlar. Yalan
saymak. İnkâr ediyorlardı değil bakın. Yalan sayıyorlar. Peki ne demekmiş
yalan saymak? Yalan say-mak, inkâr etmekten ayrıdır. Yalan saymanın ne demek
olduğunu, yalan sayma işinin toplumda nasıl örneklenmesi gerektiğini bugüne
kadar bilmiyordum. Bunu örnekleme konusunda gerçekten çok zorlanırdım. Ama
Buhârî’yi okuyordum elhamdülillah, Buhârî’de Allah karşıma çıkarıverdi. Allah’ın Rasûlü buyurur
ki:
"Çarşı pazarda insanlar dükkan ve
tezgahlarıyla uğraşırken bir atlı koşarak gelse ve dese ki: "Savulun! Dağılın!
Kaçın! Başınızın çaresine bakın! Bir ordu geliyor şuradan! Hepinizi kılıçtan
geçirecek” Bu haberi tasdik edenler, saddaka yapanlar hemen hazırlanıp
kaçarlar. Ama tekzip edenlerse, kezzebe yapanlarsa: “Yok ya! Bu adam yalan
söylüyor! Bu adam benim ticaretimi kıskanıyor da ondan! Bana kini var, benim
kazanmamı istemiyor da ondan! Bana oyun oynayıp pazarıma konmak istiyor da
ondan!” diyerek habere ve haberciye aldırış etmezler. Hiçbir tedbir almadan
böyle oyalanıp dururken başlarına nelerin geleceğini bilemezler”
diyor.
Rasûlullah
Efendimizin bu beyanına göre kezzebe; inkâr etmek değildir aslında. Adam sözü
anlıyor, söz olarak kabulleniyor. Tamam, atlı gelmek nedir? Bunu biliyor,
kılıçtan geçmek, geçirilmek nedir? Bunu biliyor, anlıyor, ama bunu eylem ile
göstermiyor. Gereğini yapmıyor. İşte yalan saymak budur.
Meselâ diyorsunuz adama: Arkadaş
dışarı mı çıkıyorsun? Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var, kar
yağıyor! Aman pardösünü giymeden çıkma! diyorsunuz. Adam kar nedir? Soğuk
nedir? Bunu biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor, anlıyor; ama yine
de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa işte bu yalan saymaktır. Namazın farz olduğunu,
kılınması gerektiğini biliyor adam, ama yine de kılmıyor gibi. Hani Müddessir
sûresinin son bölümünde anlatılıyordu:
"Bizler din gününü yalan
sayanlardandık."
(Müddessir:
46)
Deniyordu. Dünyada mü'min görünen
suçlular anlatılıyordu. Yâni dünyada mü'min zannedilen ama soluğu cehennemin
kapısında alan bu insanlara müslümanlar, cennete girenler şaşkınlık içinde
şöyle soruyorlardı:
"Hayrola ya! niye geldiniz
buraya? Bir yanlışlık filan mı oldu?"
(Müddessir 42
)
Siz mü'min değil miydiniz? Ne
işiniz var sizin burada? Buyurulunca bunlar dört suç sayıyorlar: Bu suçlardan
birisi de:
"Biz din gününü yalan
sayardık."
(Müddessir 46
)
Bakın din gününü inkâr ederdik
değil, yalan sayardık. Meselâ adama soruyorsunuz: Arkadaş ölecek misin? Diyor
ki, evet. Dirilecek misin? Evet. Hesap kitap var mı? Evet. Cennet, cehennem var
mı? Evet. Peki Allah kâdir mi? Yapar mı
bunu? Evet, evet, evet. Hepsine inanıyor
adam. Ama bakıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konulara aldırış etmeden
yaşıyor. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu bile görmek mümkün
değil. Öyle bir hayat programı var ki adamın, bu inancının hiç mi hiç etkisi
yok.
Yâni imanının, inandım dediği
şeyin gereğini yapmıyor. Veya imanını amele dönüştürmüyor. Çok korkunç bir suç
değil mi bu? Namaz kılması gerektiğine inanıyor, ama kılmıyor. Örtünmesi
gerektiğine inanıyor, ama örtünmüyor. Kur’an’ı, sünneti tanımadan müslü-manlık
olmayacağına inanıyor, ama farklı yaşıyor. Çoluk çocuğunu eğitmesi gerektiğine
inanıyor, ama yaklaşmıyor. İşte yalan saymak budur ve çok büyük bir suçtur.
Öyleyse inandık dediğimiz şeyleri amele dönüştürmeye çalışalım inşallah.
İnancımızı sadece söz planında, iddia planında bırakmayalım. İmanlarımızı
hayatımızla, eylemlerimizle yalanlayanlardan olmayalım.
11:"Kendilerine yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın! Denildiği zaman."
Böyle yaşayanlara, bu
tür insanlara denilse ki: Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın! Fesat çıkarmayın!
Yâni yaşadığınız bölgede. Çünkü yeryüzü hem tüm arz anlamına kullanılır, hem de
kişinin yaşadığı bölge demektir. Çünkü Firavun için öyle
denmişti:
"Muhakkak ki Firavun yeryüzünde
bozgunculuk yapıyordu."
(Kasas:
4)
Yeryüzünün her yeri değil tabii.
Sadece Mısır’da yapıyordu Firavun bunu. Ama âyet-i kerîmede yeryüzünde
denmiştir.
Onlara:
Bölgenizde bozgunculuk yapmayın! Denildiğinde. Artık bölgeniz Meram mıdır?
Selçuklu mudur? Karatay mıdır? Türkiye midir? Afganistan, Pakistan mıdır?
Herkes kendi bölgesinde veya kendi evinde, kendi dükkanında bozgunculuk
yapmasın! Denildiğinde derler ki:
"Bizler ancak ıslah edicileriz!
Derler."
Hayır, biz bunları, bu
yaptıklarımızı düzen için yapıyoruz! Düzenlemek için yapıyoruz derler.
Allah diyor ki
bakın:
12:"Dikkat edin! (Gözünüzü açın!)
Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında
değiller!"
Ey mü'minler! Ey Kur’an’ın
muhatapları! Ey Kur’an’la çevreyi tanıması gerekenler! Ey hadîselere Kur’an’ın
gözlüğüyle bakması gerekenler! Ey Kur’an’la hem kendilerini, hem de
çevrelerini tanıması gerekenler! Açın gözünüzü ve dikkatli olun! Dikkatli
dinleyin ki:
"Onlar aslında gerçek bozguncular
da farkında değiller!"
Sakın ha! Bu insanların kendi
kendilerine düzenci kesilmelerine inanmayın! Aldanmayın! Onlar aslında düzen
bozucudurlar.
Peki düzen
bozmak ne demektir? Düzen ne demektir? Bu konuyu tek cümleyle özetlersek:
Allah’ın düzen dediği şey düzendir, düzensizlik dediği de düzensizliktir.
Düzen, ya da düzensizlik, fesat, ya da sulh, ifsat, ya da ıslah bunlardan biri
mü'minin tavrı, diğeri de münafığın tavrıdır. Veya değişik söyleyelim:
Bunlardan biri imanın sonu-cu, diğeri de küfrün sonucudur. İnancın gereği olan
amel amel-i salihtir. İmansızlığın gereği olan amel de amel-i gayri
salihtir.
Fesat; ıslahtan sonra yapılan
şeydir. Yâni fesat bozmadır, düzeni bozmak demektir. Allah: Ben arzı ve
ondakileri düzenledikten sonra sakın onu bozmayın diyor. Allah düzenlediği
arzda bir vakte ka-dar bizim oturmamızı istemiş ve onun ıslahı ve fesadından
bizi sorumlu tutmuştur.
Öyleyse işimiz küfür ve şirk
değil imandır. İsyan değil itaattir. Bozmak değil yapmak, ihtilal değil intizam,
zulüm değil adâlet, fesat değil ıslahtır. Allah arzı yarattı, düzene koydu,
Adem’i ve soyunu gönderdi oraya. Adem Aleyhisselâm dünyaya geldiği zamanlar
düzen devam ediyordu dünyada. Sonradan insanlar düzeni bozdular, ifsadı
gerçekleştirdiler.
Meselâ bir eve yeni bir gelin
gelir. Evin sahibi ona bir düzenden söz eder: Bu minder burada olmalı! Bu
sürahi buraya konmalı! Buraya ekmek konmamalı! Sofra şuraya serilmeli! gibi.
İşte gelin bu denenler konusunda öyle yapmalı ve düzeni bozmamalıdır. Ama bu
gelin denmeyenler konusunda da serbesttir ya. İşte Cenab-ı Hak da Hz. Ademe
Aleyhisselâm yeni getirdiği bu evde, bu dünyada bir kısım düzenlerden söz etti:
Kan dökmeyin! Adam öldürmeyin! Zina etmeyin! Küfretmeyin! Münâfıklık etmeyin!
Namaz kılın! Oruç tutun! Buyurmuş ve böylece yeni geldikleri bu evin düzenini
bildirmişti. Adem ve soyu bu denenlere aynen riâyet etmek zorunda iken,
denmeyenler, serbest bırakılanlar konusunda da serbest hareket
edeceklerdi.
İşte bir süre
yeryüzünde Allah’ın koyduğu bu düzene riâyet edildi. Ama Hz. Adem’in oğlu Kabil
bu düzeni bozuverdi. Adam öldürdü. Sonra her düzen bozulduğu dönem Allah
Peygamber gönderdi bu bozulanlara çeki düzen vermek için. Bir Nuh gönderdi
düzeldi, ama arkasından yine bozuldu. Sonra bir Peygamber daha gönderdi düzeldi,
arkasından yine bozuldu, yine peygamber gönderdi. Sonra Hz. İsa’yı ve en sonra
da Hz. Muhammed’i, Aleyhisselâm gönderdi. İslâm’-dan sonra özellikle bu iş
geçerlidir. Çünkü artık başka peygamber gelmeyecektir.
Evet bozmak demek; Yeryüzünde
Allah’ın koyduğu düzenini bozmak demektir. Allah’ın isteklerinin dışına çıkmak,
Allah’ın istediklerinden farklı yaşamak demektir ve bu münâfıkların
işidir.
Meselâ bir zamanlar Afganistan’a
gidenler düzen için gidiyor-lardı. Vietnam’a giderken de öyle gitmişlerdi.
Irak’a gelenler de öyle gelmişlerdi. Somali’ye girerlerken de orada bir bozukluk
gördüklerini ve düzeltmek için gittiklerini söylüyorlardı alçaklar. Ve nihâyet
tüm dünyaya demokrasi ihraç ederlerken de hep düzen için yapıyorlardı bunları
alçaklar. Ama bütün bu gidişler İslâm’a göre düzen değilse, düzensizlik, ya da
düzen bozma, bozgunculuk diyorduk.
Ali Şeriatî’nin ifadesine göre
Fransız Renault fabrikasının sahibi orta Afrika’da kabile reislerinden birinin
altına son model altın kaplamalı bir araba hediye eder. Reislerinin altında bu
arabayı gören kabile mensuplarının her biri de bu arabalardan birer tane almak
zorunda kalırlar. Böylece tüm kabile attan inip arabaya binmek zorunda kalırlar
ve birden bire hayatları değişiverir. Fabrikanın müdürü patronuna sorar:
Mösyö, söyler misin, niye bu adamların düzenlerini bozduk? Neden bu insanları
da kendimiz gibi huzursuz yaptık? Araba fabrikasının sahibi der ki: Müdürüm biz
at imal etmiyoruz, biz araba imal ediyoruz ve bize de bu iş için para lâzım,
pazar lâzım, der. Evet bütün mesele para ve pazar. Bunun için de gözlerine
kestirdiklerine kalkınma, ilerleme, modernizm gibi hedefler gösterirler. Sonra
da onları asimilasyona tabi tutarak kendi kültürlerini, kendi dinlerini
yerleştirirler.
Bu değişim, ya da toplumların
düzenlerini bozma her zaman böyle kolay ve kendiliğinden olmayabilir. Kimileri
bu münâfıkların ken-dilerine empoze etmeye çalıştıkları değişime karşı ayak
diretebilir. O zaman bu işin imkânsız görüldüğü yerlerde de silahlar konuşmaya
başlar ve toplu imhâlâr devreye girer. Meselâ bu münâfıkların değişimini kabule
yanaşmayan Brezilya’da virüslenmiş elbiselerle yüz binlerce Brezilyalı yok
edilmiştir. Suçları batılılaşmamak, bâtılı münâfıkların kendilerine empoze
ettikleri hayat tarzını kabul etmemek, ya da kendi düzenlerini değiştirmeye
yanaşmamak. Tüm dünyada düzenleme adına düzensizliği ikâmeye soyunan bu
münâfıklar, sundukları bu düzensizliğe karşı ayak direten Afrika’dan yüz milyon,
Amerika’nın yerlilerinden ise doksan beş milyon insan katletmişlerdir. Bu iş
için Ortadoğu ve Asya’da öldürdüklerinin adedi belli değildir. Milyonlarca
insanın kanına girerlerken bu görevi de bir insanlık borcu olarak yaptıklarını
söylüyorlardı. Zira beyaz Avrupalı’nın dışında herkes düzensiz,
barbardı.
1942 yılında kendini dünyanın en
medeni milleti kabul eden İngiltere, Çin'i top ateşine tuttu. Sebep neydi
dersiniz? Sebep Çinliye afyon içirebilmekti. İngilizler afyon imal etmişler, bu
afyonu da Çin’e Japonya’ya satmak, Çin ve Japon insanına içirmek
istiyorlardı.
Japon halkı ayak diretmiş, bizim
törelerimizde afyon içmek yoktur, biz bunu kullanmayacağız diyordu.
İngilizlerin silahlarına hedef olan binlerce Japon bu yüzden hayatını
kaybetti.
Ama işin acısı bu defa batılılar
afyondan daha zehirleyici, eroinden daha fazla öldürücü olan demokrasiyi imal
ettiler. Güzel güzel ambalajlar içinde tüm dünya insanlığına bunu sunmaya
başladılar. Yeryüzünün düzeni adına yapıyorlardı bunu. Bu zehiri içmeyi kabul
etmeyip diretenler oldu mu silahları konuşmaya başladı. Sadece Cezayir ve
Tunus'ta iki milyon insan Fransızlar tarafından öldürüldü. Ateşli silahlarla
Latin Amerika’da, Afrika’da ve Asya’daki milyonlarca insanı köleleştirdiler.
İddiaları bu insanları medenileştirmekti. Güya bu insanlar bozuk yaşıyordu da bu
bozukluğu düzeltmeyi hedefliyorlardı.
Eğer bir ülke
insanı kendi değerlerine sahip çıkıp bunların empoze etmeye çalıştıkları düzeni
reddetmeye kalkışırsa barış tehlikeye düşmüştür bunlar için. Hemen harekete
geçerler. Bu barış sevdalısı münâfıklar Körfezde çıkarları söz konusu oldu mu
hemen gemilerini yürütüverirler. Beş yüz milyon ton bomba atarak dört yüz bin
Iraklı müslümanın kanını akıtıverirler. Yeter ki orada kendi düzenleri
demokrasi hâkim olsun. Bunlar düzen bozucudurlar, bunlar halis
münâfıktırlar.
Dönüyoruz şimdi kendimize:
Elektrik kabloları, lavabo muslukları da dahil olmak üzere evimizdeki tüm
eşyaları sokağa dökelim. Evi yeniden düzenlemek için yeniden yerleştirelim.
Eğer İslâm o yerleştirmeye düzen demiyorsa bozgunculuk demektir bu. Yâni İslâm
onlara ihtiyaç demiyorsa, tamam bu da olmalı! Bu da ihtiyaçtır! Evde bu da
bulunmalı! demiyorsa, biz Allah’a ve Peygambere sorarak düzen yapmadığımız için
bizimki de bozuk demektir ve biz de düzen bozucuyuz
demektir.
Çocuğumuza aktardıklarımız, kendi
kafamıza yerleştirdikleri-miz, eğer Allah ve Resûlüne sorulmadan yapılmışsa,
biz de düzen bozuyoruz demektir. Biz de ifsat edenlerdeniz demektir. Kafamızı
şöyle bir keselim; içindekileri bir masanın üzerine boşaltalım ve çağıralım
kitap ve sünneti. Diyelim ki ya Rabbi, ya Rasûlallah! İşte ben bilir bilmez
bütün bunları doldurmuşum kafamın içine! Ama anladım ki bunu size sormadan
yapmışım! Şimdi pişman oldum. Bunlardan lâzım dediklerinizi, kalsın
dediklerinizi tekrar koyacağım ve gereksiz bulduklarınızı atacağım! desek, acaba
neler kalır oraya koyabileceğimiz, bir düşünün! Şimdi bu Allah’ın verdiği
kafanın düzenini bozmak değil de nedir ya? Ama kendi arzumuzla kafamıza
yerleştirdiklerimizi kastediyorum tabii. Yoksa biz istemeden gardiyanların
okuduklarından öğrendiklerimiz değil tabii. Hani gardiyanlar sürekli bir
şeyler okurlar, mahkûmlar da mecburen öğrenirler ya, o ayrı. Ben onları
kastetmedim.
Soralım Rasulullah’a: Ya
Rasûlallah bilir bilmez bir sürü şey yerleştirmişim ben bu kafaya, gel şunları
yeniden bir yerleştirelim! diyelim. Nerede kullanacağımıza göre
yerleştirmeliyiz ama. Meselâ adam Bakara öğreniyor para kazanmak için, Âl-i
İmrân öğreniyor doçent olmak için, Nisâ öğreniyor kitap yazmak içinse bu da
bozuk düzen olacaktır elbette. Mahza kulluk için öğrenilenlere, amele
dönüştürmek ve hayatı onunla düzenlemek üzere öğrendiklerimize düzen diyor
Rabbimiz.
Bunun dışında, meselâ şehri
yeniden düzenlemek için başa geçirelim birini, veya adam işte okulda düzen için
kurallar koyuyor, fabrikada kurallar koyuyor, evde kurallar koyuyor düzen için.
Eğer Allah, onun koyduğu kurallara düzen demiyorsa, bizim koyduğumuz
kurallara düzen demiyorsa, o zaman biz de düzen bozuculardanız demektir,
Allah korusun. Meselâ hanımın şöyle davranması için bir kural koymuşuz. Eğer
buna İslâm düzen demiyorsa, düzen bozmadır bu. Biz istediğimiz kadar düzen
diyelim buna. Perdenin şeklini şöyle yaptın, döşemenin biçimini böyle yaptın,
eğer İslâm buna izin veriyorsa tamam, değilse hepsi bozmadır, hepsi ifsattır
bunların. Eğer şöyle diyorsanız: Efendim burada kastedilen itikadi düzensizlik
değil mi yâni? Bu anlattıklarınızla ne ilgisi var? Bunlar itikadla alâkalı
şeyler değildir. Bunlar sosyal ve ameli şeylerdir, filan diyorsanız. İyi de her
amel bir imandan kaynaklanmıyor mu? Yâni yeryüzünde görüntülenen bir
bozukluktan bahsediliyor burada. Amele dönüşmüş bir bozuk inançtan, bir bozuk
imandan söz ediliyor âyet-i kerîmede. Bakın:
"Yeryüzünde bozgunculuk
yapmayın."
denmiştir. Sonra da iman konusu
gelecek:
Diye. Öyleyse fesat, kişinin
hayatında görüntülenen bozukluğudur. Meselâ ikinci kat mesabesinde bir ev
yapıyordu sahabe de Allah’ın Rasûlü razı olmuyordu buna. Çünkü imanın dışta
görüntüsüydü, ve düzeni bozmaktı bu. Veya Hz. Ömer Efendimiz şehir planının
kurallarını koyuyordu ve kim onu bozarsa bozguncu oluyordu
tabii.
Demek ki biz,
bulunduğumuz bölgenin düzenini Allah’a sorup yapacağız. En küçük biriminden en
büyük birimine kadar hayatın düzenini Allah’a sormadan yapmayacağız. Meselâ
kazanma ve harca-ma düzenimizi, cüzdan düzenimizi Allah’a sorup yapacağız. Aksi
takdirde biz de bozguncuyuz demektir Allah
korusun.
Meselâ insanın
eğitiminde düzen, kesinlikle Allah’a sorulma-dan yapılmamalıdır. Birileri bir
düzen koymuş ortaya ve demişler ki, işte efendim önce şunlar şunlar
öğretilmelidir. Eğitimde şunlar şunlar önceliklidir. Eğer bütün bunlar Allah’a
ve Resûlüne sorulmadan yapılıyorsa, Allah’ın öncelik tanıdıklarını sonraya
almak şöyle dursun, adına bile izin verilmiyorsa bozmadır bu. İfsattır bu.
Düzen sahibi olan Allah’a sormadan, vahye müracaat etmeden hukuk yapmaya
çalışanların yaptıklarının tümü ifsattır. Ekonomiye düzen vermeye çalışanların
yaptıklarının tamamı ifsattır. Allah’ın düzeninden habersiz kılık kıyafet
düzeni yapmaya kalkışanların tamamının yaptıkları ifsattır,
bozmadır.
13:"Onlara, insanların inandığı
gibi siz de iman edin! Denilince."
Kendilerine: “Şu mü'minlerin, şu
insanların inandıkları gibi siz de inanın! Siz de onlar gibi mümin olun!”
Denildiği zaman da. “Yâni siz de onlara benzeyin! Onlar gibi olun! Eğer İslâm’ı
kabul ettiğinizi iddia ediyorsanız, onu samimiyetle yaşayan bir mü'min gibi
İslâm dairesine girin! İmanınızda onlardan yana olun! Veya imanınızın
görüntülenmesi onlara benzesin!” Denildiği zaman.
Yâni eğer
namaza inanıyorsanız haydi kılın! Tesettüre inanıyorsanız haydi örtünün!
dendiği zaman. Yâni mü'minler gibi imanınızı görüntüleyin! dendiği zaman. Çünkü
Allah namaza da iman diyor Bakara’da. Öyle değil mi? Hani mü'minlerin kıblesi
Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilince liderlik
İsrâil oğullarından alınıp İsmail oğullarına, müslümanlara devredilince bunu
hazmedemeyen yahudiler şu yaygarayı basmışlardı: Nasıl olur? Eğer şu anda
döndüğünüz kıble doğruysa önceki kıldığınız namazlar boşa gitmiştir. Yok eğer
dünkü kıbleniz doğru idiyse şu andaki kıldıklarınız boştur! diyorlardı da
Allah buyurdu ki: Üzülmeyin ey
mü'minler:
"Allah asla sizin imanlarınızı zayi edecek
değildir. Allah kullarına karşı Raûf ve Rahîmdir"
(Bakara
143)
Buyuruyordu. Dikkat ederseniz
zayi oldu dedikleri namazdı. Halbuki Allah "Sizin imanlarınızı zayi edecek
değildir." buyuruyor. Yâni bakın burada amele de iman dendi. Öyleyse amel de
imandır, iman da ameldir. Bunlar birbirinden ayrılmaz iki bütündür. İşte onlara
siz de Mü'minler gibi iman edin! Siz de mü'minler gibi imanlarınızı
görün-tüleyin! Siz de mü’minler gibi imanınızı amele dönüştürün! Siz de
mü’-minler gibi iman kaynaklı bir hayat yaşayın! Dışardan bakıldığı zaman sizin
hayatınızda da mü’minler gibi imanınızın eseri görülsün! Denildiği zaman derler
ki:
"Biz de o beyinsizlerin inandığı
gibi mi inanacağız? derler."
Yâni şimdi bizler de şu âdi, şu
bayağı insanlar gibi mi iman edeceğiz? Bunlar gibi mi amel edeceğiz? derler.
Yaşayan yaşasın! Biz konuşuyoruz derler. Bu işin yaşayıcıları ayrı, konuşucuları
ayrı. Bizler edebiyatını yapanlardanız, yaşayanlar da yaşasın, biz onlardan
değiliz derler.
"Dikkat edin! Gerçek sefihler,
gerçek beyinsizler kendileridir. Fakat farkında
değiller."
Gerçi beyinsizler,
beyinsizliklerini ne zaman bildiler ki! Sapıklar, sapıklıklarını ne zaman
anladılar ki? Bakın bu sözleriyle kimi kast ediyordu bu adamlar? Kime sefih
diyorlardı? Arkadaşlar onların bu sefih
dedikleri sahabeydi. Sahabeye sefih diyorlardı alçaklar. Bu sefihler gibi mi
iman edeceğiz? Bugün de bu münâfık karakterli insanların aynı şeyleri
söylediklerine şahid oluyoruz. Adama diyorsunuz ki; “Arkadaş, sahabe böyleydi,
gel biz de böyle olalım! Biz de onlar gibi olmak, onlara benzemek zorundayız!”
Çok rahat şunu diyebilmektedir adamlar: “E canım onların da ağzının tadı yokmuş
yâni! Zevkleri yok-muş efendim! Yaşamayı bilmeyen insanlarmış. Hayatı tanımayan
insanlarmış.”
Yâni gerçek müslüman tavrına
davet edildiklerinde onu akılsızlıkla, beyinsizlikle itham edebiliyorlar. Veya
evinde şunlar şunlar olmasın! denildiğinde: Yok ya! Bunu ancak zevkini
bilmeyenler söyler! Diyebiliyorlar çok rahat. Ne bilecek bu enayiler ağzının
tadını! Halbuki devir değişti! Filan diyorlar. İhtiyaç konusunda, ev tefrişi
konusunda, hanımına karşı davranışları konusunda, sofrası, işçisine muamelesi
konusunda, hademesine davranışları konusunda Allah’ın istedikleri
hatırlatılınca çok rahat: İyi iyi anladık da arkadaş, hangi devirde yaşıyoruz?
diyebiliyorlar. Bu devirde bunların modası çoktan geçmiştir diyebiliyorlar
alçaklar.
Meselâ bir arkadaş bilirim,
bugüne kadar tanıdığım sanayiciler içinde dükkanında çalıştırdığı işçilerine en
iyi davranan, en güzel muamelede bulunan birisi. Paralarını bol bol veriyor;
izinlerde, düğünlerde, bayramlarda haklarını fazlasıyla veriyor. İşçilerinden
kendileri veya hanımları, çoluk çocukları hastalanınca yakından ilgileniyor,
evlerine gidiyor, hal hatır soruyor, onlara elinden gelen her şeyi yapıyor.
Ama buna rağmen geçen seneler hep onun arabasını artırdı, evini artırdı,
parasını artırdı. Yâni onun her şeyi artarken, her şeyi değişirken, lâkin onun
dükkanında çalışanlar hâlâ bisikletle gelip gidiyorlar.
Peki sormak lâzım şimdi: Onun her
şeyi değişirken berikiler neden yerinde sayıyor? Ya da nereden kazanıyor bu
arkadaş? Kazandıklarının tümü berikilerin emeği olarak çıkıyor ortaya değil mi?
Öyleyse onlar sahabeydi efendim! Biz onlar gibi yapamayız ki! Veya devir değişti
efendim! Kapitalist bir toplumda müslümanca davranışa yer kalmadı! Ne yapalım
eğer dediklerinizi yaparsak bu toplumda yok olup gideriz! Gibi münâfık laflarını
bırakalım da çalıştırdığımız insanları, ya da sırtından kazandığımız
insanları kendi hayat standartlarımıza yakın bir hayata çıkarmanın yollarını
aramak üzere bunu Allah’a ve Resûlüne sormaya çalışalım. Bu konuda ne dersiniz
ey Allah’ım? Ey önderim! Demeyi öğrenelim inşallah. Hep asgari ücret belirleyen
zalimlerin dediklerini dinlemeyim. Allah ve Rasulüne sormadan düzen yapanların
düzenlerini can simidi bilmeyelim inşallah. Çünkü az önce de dediğim gibi
onların yaptıklarının tamamı ifsattır, bozmadır.
Peki ne demek sefih? Sefih kim?
Bakın onu, sefihin kim olduğunu Rabbimiz anlatıyor:
"Kim İbrahim dininden yüz çevirir
işte sefih odur"
( Bakara: 130
)
Sefihler İbrahim’in dininden,
İbrahim’in yolundan yüz çevirenlerdir. Öyleyse adamlar kendilerini tam karşıda
görüyorlar. Mü'min aynaydı ya zaten, bakıyorlar aynaya ve kendilerini
görüyorlar. Yâni sefihler kendileridir. Çünkü kendileri İbrahim dininden yüz
çeviriyorlar, Müslümanları gösterip, hadi sizler de bunlar gibi olun! Denilince
de diyorlar ki onlar sefih. Görüyor musunuz? Adamlar imanı fakirlere, düşkünlere
mahsus kabul ediyorlar da kendileri gibi şan şöhret sahiplerinin iman
etmelerini düşüklük kabul ediyorlar. Bu iman ve amel işi o ağzının tadını
bilmeyen zevksizlere aittir, bizler onlar gibi iman edemeyiz
diyorlar.
14: “İnananlarla karşı karşıya
geldiklerinde derler ki: İnandık!"
"Şeytanları (kendilerini aldatan
akıl hocaları) ile baş başa kalınca da, biz sizinleyiz! Biz onlarla sadece alay
ediyoruz! Derler."
Evet,
müslümanlarla karşı karşıya kaldıkları zaman biz de müslümanız, biz de
inanıyoruz derler. Sizin mü’mini olduğunuz şeylerin biz de mü’miniyiz derler.
Ama müslümanlardan uzak akıl hocalarıyla özel mahfillerde buluştukları zaman da
onlara derler ki: Biz sizinle beraberiz! Biz sizin safınızdayız! Biz sizin
yanınızdayız! Kalbimiz sizinle beraberdir! Bakmayın siz bizim müslüman
göründüğümüze! Aldırış etmeyin siz bizim müslümanca lâflar ettiğimize! Bütün
bunları biz o müslümanları kandırmak için yapıyoruz! İnandığımız için filân
değil! Aslında bu yaptıklarımızla biz müslümanlarla alay ediyoruz! Şu seçim
sathi mahallerinde Allah, peygamber, din, iman, Kur’an, ezan, başörtüsü gibi bir
kısım lâflar ettiğimize bakıp ta sakın bizim bunlara inandığımızı sanmayın! Biz
aslında bunların hiç birisine inanmıyoruz! Biz aynen sizin gibi düşünüyor, sizin
gibi yaşıyoruz! Sadece bu tür lâkırdılarla onların oylarını alabilmeyi
hedefliyoruz! Bu enayilerle sadece alay ediyoruz! Ne yapalım, çaresiz onlardan
görünmek zorundayız! Değilse bu enayiler bizi desteklemezler! Diyerek
dostlarının, akıl hocalarının, kâfirlerin desteklerini kendilerinden
çekmemelerini sağlamaya çalışırlar. Onlara karşı küfür tazelemesinde
bulunurlar.
Amerika’daki,
İsrail’deki, batı dünyasındaki kâfirlerle gizli gizli buluşmalarında, özel
mahfillerde onlara sadâkat yeminleri veren bu alçakları inşallah bu saf
müslümanlar bir gün anlayacaktır. Müslümanlarla karşılaştıkları zaman biz de
müslümanız diyerek kendileriyle alay ettikleri halde hayatlarında inandık
dedikleri İslâm’ın kokusunu bile göstermeyen bu sahtekârları tanıyacak bir gün
inşallah bu müs-lümanlar. Kitaplarının bu âyetlerini tanıdıkça, Rablerinin bu
uyarına kulak verdikçe, hadîseleri Allah rehberliğinde yorumlama basiretine
ulaştıkça olacak yakında inşallah bu. Ama bu işin hızlandırılması için bilen
müslümanlara çok iş düşüyor. Bir an evvel bu Allah âyetlerini insanlara
ulaştırabilirsek, hem kendimizi, hem de çevremizi bu Allah âyetleriyle
diriltmeyi hızlandırabilirsek olacak inşallah bu. Şüphesiz ki bu alçakların
alçaklıkları, Allah tarafından bu kadar
açık ve net bir biçimde ortaya konulunca, mü'minlerin gayızları kaynar,
sinirleri kabarır. Onların hemen işini bitirmek için Cenabı Hakkın hemen
bunları kahretmesini veya kendilerine: "Bu hainlerin hemen kökünü kesin!
İşlerini bitirin bu alçakların!" gibi bir emir, bir âyet, bir işaret
göndermesini beklerler Allah’ın. Mü'minler bu hale gelirler. Onlara karşı
gayızla, kinle, nefretle bilenirler. İşte Cenab-ı Hak mü'minlerin hamiyet-i
diniy-yelerinden ötürü bu dereceye geldikleri böyle son derece nazik bir
noktada, bütün bu heyecanları yatıştırmak, mü'minleri teskin etmek için bakın
şöyle buyuruyor:
15:"Hakikatte Allah onlarla alay eder ve kendileri-ni
taşkınlıkları ve azgınlıkları içinde bocalar bir halde
bırakır."
Sanki bu âyetleriyle Rabbimiz biz
müslümanlara şöyle buyuruyor: Siz sakin olun kullarım! Ben onlarla istihza
ediyorum! Ben onları maskaraya
çeviriyorum, çevireceğim de daha. Âdeta Rabbimiz azgınlıklarına meydan
veriyor, fırsat veriyor. Peki bu istihzayı nasıl anlayacağız acaba? Yâni nasıl
bir istihza ediyor Allah onlarla?
Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı şudur Allahu âlem:
1- Dünyada bu adamlara müslüman
muamelesi yapılıyor. Gerek ibâdet ve gerekse muamelât konusunda İslâm ahkâmı
müslü-manlara uygulandığı gibi aynen bunlara da tatbik edilir. Çünkü bu adamlar
her ne kadar müslüman değillerse de müslüman görüntüsü sergileyen insanlardır.
Müslüman olmadıkları halde biz de müslüma-nız diyen insanlardır. Kalpleri kâfir,
ama dilleri ve dışları müslüman görüntüsü veren insanlardır. Onun içindir ki
bunlara da İslâm hukuku uygulanır. Bunun sebebi:
A- Böylece bunları bu kalben
inanmadıkları İslâm ahkâmının tatbikine mecbur ederek her lahza gönül azabı
içinde bırakmak ve münâfıklıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. İşte
istihza-i İlâhîden kasıt budur Allahu âlem. Düşünebiliyor musunuz? Adamlar
inanmadıkları bir dinin namazını kılmak zorunda kalacaklar, inanmadıkları bir
dinin orucunu tutmak zorunda kalacaklar. Azap bu yahu! Kalben kâfir iken dış
görünüşü ile müslüman gibi görünmeye çalışmak adamı mahveder ya hu! Ruh dengesi
bozulur insanın. Ama işte mertçe seçimlerini yapamamış, açıkça tercihlerini
ortaya koyamamış bu insanlar böyle kendi elleriyle kendilerini bir tür azabın
içine atmaktadırlar. Ve işte Allah böylece onlarla alay etmektedir. İşte
istihza-i İlâhiyi böyle anlamaya çalışıyoruz.
B- Bir ikincisi de bunlar
kendileri vapuru kaçırdılar ama bunların çocuklarından ciddi müslümanlar
çıkmasına imkân hazırlamak için, Allah onlara imkân tanıyor. Böylece
çocuklarına İslâm’ı duyurma imkânı hâsıl oluyor demektir. Yâni Allah bu
adamları deşifre etmiyor. Yüzlerindeki maskelerini indirivermiyor.
Münâfıklıklarına izin veriyor. Açık seçik âyetler göndererek bunların
kimliklerini ortaya koyuvermiyor ki İslâm toplumu içinde yaşayan çocuklarına
mesaj ulaştırılabilsin. Kendileri boşa gitse bile çocukları kurtulsun. İşte
istihza-i İlâhiyi bir de böyle anlıyoruz.
C: Bir de hadislerde
anlatıldığına göre Allah, bu münâfıklarla yarın istihza edecek. Bu istihzayı
kıyamet günü gerçekleştirecek. Nasıl? Şöyle: Yarın Rabbimiz cehennemin
kapılarını açıp: “Haydi ey kâfirler çıkın! Azabınız, cezanız bitti!” Buyurarak
onlarla istihza edecekmiş. Onlar Allah’ın bu müjdesini duyunca sevinçten
çılgına dönmüş bir biçimde cehennemin açılan kapılarına yönelecekler ve tam
çıkmak üzere kapıların önüne geldikleri zaman da Allah kapıları kapatıverecek
ve bunlarla bu şekilde alay edecekmiş. Düşünebiliyor musunuz? Binlerce, on
binlerce yıl azabın içinde mahvolmuş, kahrolmuş insanlar bir anda Allah’tan âzât
müjdesi alıyorlar. Onlardaki sevinci, heyecanı bir tasavvur
edin.
Ve kurtulmak
üzere tam kapıların ağzına geldiklerinde bir anda kapıların kapatılıp kurtulma
ümitlerinin bittiği andaki tükenişlerini, kahroluşlarını bir tasavvur edin.
Peki niye böyle istihza ediyor Rabbi-miz onlarla? Çünkü onlar da dünyada böyle
yapmışlardı müslüman-lara. Onlarda önce özgürlük var efendim, din ve vicdan
hürriyeti var, isteyen istediği gibi giyinebilir. İsteyen istediği gibi bir
hayat yaşayabilir diyerek müslümanların önlerini açıyorlar, müslümanları tespit
ediyorlar, samimi müslümanları fişliyorlar, ama sonra tüm kapıları kapatıp tek
tek müslümanları topluyorlardı ya. İşte “Elcezaü min cinsil
amel”
Fehvasınca onların amelleri, yaptıkları cinsinden onlara ceza vermektedir
anlıyoruz.
16:"İşte bunlar hidâyet yerine
dalâleti satın almışlardır. Ama ticaretleri kâr getirmemiştir. Doğru yolu da
bulamamışlardır."
Hidâyet tam ellerine geçmişken
onu bırakıp da dalâleti, sapıklığı tercih ettiler. Hidâyet yerine dalâleti
satın aldılar. Hidâyeti dalâletle değiştirdiler. Hidâyeti verip dalâleti tercih
ettiler. Böyle bir alışverişte bulundular ama onların bu ticaretleri kendilerine
kâr getirmedi. Kâr yolunu bulma imkânları da kalmadı. Ticarette iki maksat
vardır:
1- Sermayeyi korumak, 2- Kâr
etmek,
Bunlar kâr etmek şöyle dursun
sermayeyi bile koruyamadılar. Sermayesi olmayan, sermayeyi koruyamayan bir
adamın kâr etmesi düşünülebilir mi? Bırakın kâr etmeyi mevcut sermayeyi bile
kaybettiler bu adamlar diyor Rabbimiz. Peki neydi bu sermaye? Sermaye imandı,
sermaye hidâyetti. Hidâyeti kaybeden, imanı kaybeden bir adam nerde kaldı kâr
etsin. Zira imansız hiçbir amelin kıymeti yoktur. İmandan kaynaklanmayan her
amel boştur. Kâfirlerin yaptıkları her şey boştur. Onların yaptıkları zahiren
insanlık için hayırmış gibi görünen tüm amelleri, tüm eserleri imandan
kaynaklanmadığı için yarın değerlendirmeye bile tabi
tutulmayacaktır.
17:"Onların örneği şu
misa l gibi ki! Ateş çevresini
aydınlatınca da: Allah onların nûrunu gideriverdi. Onları zulmetler içinde
görmezler olarak kapkaranlık bırakıvermiş."
Kur’an’ın bir anlatım üslûbu, bir
ifade mantığı vardır. Allah soru sorar
Rasûl-i Ekrem’e. Farklı sorular sorar. Ama arkasından
bakıyoruz:
"İşte bunlar gayb
haberlerindendir ki; biz sana bunları vahyediyoruz. Sen de, kavmin de daha önce
bunları bilmezdiniz."
(Hud:
49)
Deniliyor. Bunlar gayb
haberleridir ki biz onu sana vahyediyoruz, öğretiyoruz deniliyor. Peki şimdi bu
ne biçim iş mi diyeceğiz? Yâni ne bilecekti Rasulullah da Allah bunları soruyor mu diyeceğiz? Hayır böyle bir
şey demeye hakkımız yoktur. Çünkü Allah’ça ifade böyledir diyoruz. Allah böyle
ifade etmeyi murad etmiştir, kimse ona hesap sorma hakkına sahip değildir.
Amenna. Meselâ bakın Cenab-ı Hak yine soruyor:
"Kaaria nedir? Bilir misin
kaaria’nın ne demek olduğunu? Ama sen nerden bileceksin
bunu?"
(Kaaria
1,2,3)
Diye bir soru soruyor. Ama aynı
Allah yine kitabının başka bir yerinde
kendisine soru sorulan bu insan için:
"Hakikaten o çok zâlim, çok
cahildir."
(Ahzâb:
72)
Buyuruyor.
Yâni soran kim? Allah. Allâm’ul
guyûb olan, âlim’ul gaybi veş-şehadeh olan, yâni gaybın da, şehâdetin de bileni,
en bileni, mutlak bileni olan, Alîm olan, Habîr olan, Semî olan, bilgi
kendisinden olan, bilginin kaynağı olan, tam bilen, mükemmel bilen, eksiksiz
bilen Allah soruyor. Peki kime soruyor
Allah? Sorulan kim?
diye tarif buyurduğu insana
soruyor. Yâni zâlim, kendisine zulmeden, ya da cahil, bilgisizin bilgisizi olan
insana soruyor. Ha! Öyleyse bu soru değildir diyoruz. Yâni cevap isteyen bir
soru değildir bu. Ama Allah sordu diye soru diyoruz. Değilse Rabbimiz için
bilmediği bir konuda cevap bekleyen bir soru soruyor dememiz caiz değildir. Ve
işte Kur’-an’ın böyle bir anlatım modeli vardır diyoruz.
Cenab-ı Hakkın bu anlatım
modellerinden biri de burada olduğu gibi kişiyi mücerret konularla, soyut
konularla sanki zor durum-da bırakıp da onun bocalaması söz konusu olacaksa,
yâni o konuyu hayata indirgemesi problem olacaksa, o zaman Cenab-ı Hak
örnekleme yapıyor. Konunun anlaşılabilmesi için örnek verir Rabbimiz. Meselâ
diyor ki Allah
bakın:
"Allah göklerin ve yerin
nûrudur.
"(Nûr
35)
Karmaşa bir konu. Nasıl
anlayacağız? Allah ve nûr. Ne demek nûr? Derken insanı bu karmaşadan kurtarmak
için hemen arkasından bir misa lle Allah’ın nûrunun ne demek
olduğunu örnekleyiverir Rab-imiz.
Buyurarak
bu nûrun misa li
şöyledir diye hemen örneklemeye geçiverir. İşte aynen bunun gibi burada da
Rabbimiz bize münâfıkların karakteristik özelliklerini anlatırken belki
anlaşılmadı, belki anlayamadınız diyerek bir örnekle konuya açıklık
getiriyor:
Diye
buraya kadar anlatılan insan toplumlarının bir örneğini sunmaya başlıyor
Rabbimiz. Buraya kadar hatırlayın üç grup insan
anlatılmıştı:
1- Muttaki
olanlar,
2-
Kâfirler,
3- Bir de,
Denen üçüncü grupta
olanlar.
Peki acaba buradaki örnekleme bu
anlatılan insan gruplarının hepsi için mi? Yoksa sadece en son anlatılan grup
için mi? Tabi insan Arapça kurallarından yararlanarak bu, en son anlatılan
gruba aittir diyebilecektir. Çünkü biliyoruz ki; Arapça’da zamirler en yakına
aittir kaidesi vardır.
Yâni
buradaki: zamiri (Onlar) kim onlar? Kendilerinden en son
söz edilenler olacaktır elbette. Buna göre anlıyoruz ki, burada bu
misa lle anlatılacak insanlar diye en
son anlatılan insanlar olacaktır.
Peki neydi o? Tekrar dönelim o
bölüme: Kendi kendilerine kalınca: "Biz müslümanlarla dalga geçiyoruz"
diyenler. Ama müslü-anlarla beraber olunca da: "Ya biz de müslümanız! Biz de
inanıyoruz! Biz de sizinle beraberiz!" diyenler.
İşte Allah bu gruba bir örnek
sunacak. Tanınmaları çok zor olan ve lâkin tanınmalarında müslümanlar açısından
mutlak zaruret olan, İslâm’ın ve müslümanların baş düşmanlarıyla ilgili bir
örnek sunacak. Şimdi eğer biz örnekle anlatılan konuyu anlayabilirsek, yâni
örneği anlayabilirsek, örneklendirileni de anlayabileceğiz demektir. Örnek
anlaşılınca konu da anlaşılmış demektir.
Meselâ ben
içinizden birine: Bana bir halı yapabilir misin? Desem. O da: Nasıl? Ne model?
Hangi model bir halı istersin? Deyince, ben de ona istediğim halının modelini
çizmeye çalışsam. Eğer o benim çizmeye çalıştığım modeli anlayamamışsa, o zaman
benim istediğim halıyı hiç anlayamamış demektir. Örneğin anlaşılması, konunun
anlaşılması mânâsına gelecektir. Bakalım burada da bir örnek sunulacak
inşallah, örneği anladığımız kadar da âyetin anlattığını anlamış
olacağız.
Kimi müslümanlar yukarıdaki
âyetin anlattığını anladık da burada anlatılanı anlayamadık filan diyorlar.
Örneklenmek istenen konuyu anladık da örneği anlayamadık diyorlar. Bu benim
anlayabildiğim kadarıyla şundan kaynaklanıyor: Tefsirler bu bölümün
anlaşılmasının zor olduğunu, müşkül olduğunu, içinden çıkılmaz karışık ve
karmaşa olduğunu söylüyorlar ısrarla. Okuyanlar da şartlanıyorlar ve bir şey
olmalı herhalde! Diyorlar. Acaba ne anlayacağız? Nasıl anlayacağız? Diyorlar,
zorlanıyorlar, bir şey de bulamıyorlar tabii.
Bu sefer de: Galiba anlamadık!
demeye başlıyorlar. Böyle değil, Kur’an aslında anlaşılmamak için gelmemiştir.
Bu bölümü de anlarız, ama bizim seviyemiz kadar anlarız. Bize lâzım olacak
kadarını anlarız. Burası çok önemlidir. Bizim Kur’an’dan anlamamız gereken
nokta, bizim hayatımızı düzenlemek içindir. Meselâ ben cihan imparatoru bir
adam olsam; o zaman benim bu âyetten anlayacağım seviye farklı olacaktır. Ben
kadı olsaydım, görevime göre farklı bir şeyler anlayacaktım. Peki bizim
seviyedeki insanlar için ne varmış? Bizim seviyedeki insanların hayatlarını
düzenlemek için ne var Kur’an’da?
Önce hiç âyetin başıyla ve
sonuyla bağlantısı olmadan söylüyorum:
"Onların örneği şu
misa l gibi
ki!"
Dedi ve bir tablonun önüne çekti
bizi. Veya bir pencere açtı Kur’an bize, bir ekran çıkardı karşımıza ve şu
örneği önce bir anlayın dedi bize. Yâni formüle edilen bir problem vardı
ortada, onu bir kenara aldı ve onu anlamanız için size yeni bir tablo çiziyorum
dedi Allah. Peki neymiş bu?
"Bunların durumu şol
şahsın örneği gibi ki, ateş yakıyor. Ateş yakmak için çabalıyor
adam."
Olunca, hem ateş yakıyor adam,
hem yakmaya çalışıyor, hem de yakma işini sürdürüyor olacaktır mânâ. Bir adam
düşünün ki arazide ateş yakıyor. Tabii sobada değil, fırında da değil. Dünün
ateşi gibi düşünmek zorundayız. Açıkta, meydanda, boşlukta ateş yakıyor. Adam
ateş yakıyor:
"Ateş çevresini aydınlatınca
da:"
"Allah onların nûrunu
gideriverdi."
İşte karıştırılan durum burası.
Bir kişi ateş yakıyor. Ateşi yakan bir kişi olduğu halde ardından da Allah
onların nûrunu giderdi deniyor. Peki kimlerin nûrudur bu giderilen nûr? Allah o
ateş ile beraber olup o ateşin yakılmasıyla birlikte çevresini aydınlatan
insanların gözlerinin görme özelliğini alıveriyor. Yâni orada birileri var. Yâni
kendi sosyal hayatınızdan düşünün, tabii çevre ile birlikte düşünün. Birisi
ateş yak-mış obanın kenarında, köyün kenarında veya bir kampın kenarında. O
ateş çevreyi aydınlatmış, birileri var tabii orada, o ateşle ilgi kurmuşlar.
Sonra aydınlanmışlar, dünyaları aydınlanmış. Sonra da Allah onların gözlerinin
nûrunu alıvermiş. Ateş yanıyor, çevreyi aydınlatıyor, aydınlatmaya devam ediyor
ama; adamların ateşle ilgileri kalmamış. Ondan sonra da:
"Onları zulmetler içinde
görmezler olarak kapkaranlık bırakıvermiş."
Ondan sonra
da:
18:"Onlar sağırdırlar,
dilsizdirler ve kördürler."
Şimdi bu adamlar, artık dünyaları
karardığı için, eşya ile irtibatları kesildiği için, ne yapacaklarını şaşırmış
haldedirler. Az evvel görüyorlardı ama şimdi görmüyorlar. Her şey bitmiş,
sağır, kör ve topal hale gelmişler. Bu bir, bir de:
19:"Ya da (bunların durumu)
semadan bardaktan boşanırcasına inen bir yağmura tutulmuş kimselerin durumu
gibidir ki, onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek var; yıldırımlardan ölüm
korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar. Ve Allah, kâfirleri çepeçevre
kuşatmıştır.”
Evet,
onlar gökyüzünden bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmura tutulmuşlardır.
Şiddetli bir yağmurun altında kalmışlardır. Böyle bir ortamda bulunan insanlar
düşünün.
O yağmurda, o
ortamda:
"Karanlıklar, gök gürültüsü ve
şimşek var."
Karanlık üstüne karanlıklar var.
Yâni yağmurun karanlığı, kalbe çöken kasvet karanlığı, gecenin karanlığı,
çevrede ışıkların sönmesinin, aydınlığının bitmesinin karanlığı, böyle biteviye
karanlık var. Sonra yıldırım ve şimşek var. Gök gürültüsü ve şimşek var,
yıldırımlar var. Sonra oradaki bu insanlar, bu korkunç ortamda bulunan bu
in-sanlar:
Yıldırımlardan ölüm korkusuyla
parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar."
Bu ortamda ölüm korkusu nedeniyle
parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar. Ama bilmeliler ki:
"Allah,
kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır."
Hiçbiri kaçacak bir delik bile
bulamayacaktır. Hemen böyle bir parantez cümleyle işin Allah’a ait olduğunu
anlatıveriyor. Yâni İslâm-da sosyal olaylar, tabii olaylar, Allah’sız
anlatılamaz. Aslında karanlık, yıldırım ve şimşek de Allah’ın âyetleridir. Gök
gürültüsü, yağmur, kar hepsi Allah’ın âyetleridir. Meşhûd âyetlerdir bunlar.
Müşahede edilen, görülen, göze hitap eden görsel âyetlerdir
bunlar.
20:"Şimşek neredeyse onların
gözlerini alıverecek; Şimşek onlara ne zaman aydınlık verdi, onun ışığında
yürüyorlar, ama her ne zaman karanlık
üzerlerine çöktü, dikilip kalıyorlar.
Yâni şimşek gözlerini
kamaştıracak biçimde parlak bir ışık saçıyordu.
"Şimşek onlara ne zaman aydınlık
verdiğinde."
"Onun ışığında yürüyordular."
Onun aydınlığında yol bulma
imkânı elde ediyorlardı. Ama:
"Ama onlara karartı verdi mi
kalıveriyordular."
Bu manzara da anlaşıldı mı?
Anlaşıldı.
Şimdi neymiş? Işık var; acaba bu
vahiy mi? Ateş yakan biri var; acaba bu Peygamber mi? Yoksa bu ateşi yakan
adamın kendisi mi? Şu oldu; acaba melek mi? Öteki oldu; arz mı? diye burada
anlatılanları teşbih-i temsili olarak hepsini başka bir şeye benzetmeye
çalışmak yerine, bu olayı bizim anlayacağımız âyetleri anlatan âyetler olarak
anlasak belki biraz daha hoş olacak.
Meselâ baştaki örneğe dönüyorum
şimdi: Bir adam var ateş yakıyor, çevresini aydınlatıyor, ama kendisi ateşle
ilgisini kesmiş adam. Neden kesmiş?
“Allah onların kalplerini ve
kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin önünde de perdeler vardır. Ve onlar
için büyük bir azap vardır."
(Bakara
7)
Âyetinde anlatılanlardan olmuş da
onun için ilgisini kesmiş. Yâni Allah onun gözünün işini, kulağının işini,
kalbinin işini bitirmiş, anlama özelliğini bitirmiş de ondan. Artık o insan hem
ateş yakıyor, hem çevresindekileri aydınlatıyor, ama kendisi ondan mahrum
kalıyor. Öyleyse bu, kişinin kaybını anlatan, ya da nifakını ortaya koyan güzel bir örnektir.
İşte meselâ şu anda ben ateş
yakıyorum ve çevremi aydın-latıyorum. Benim yaktığım bu ateşle sizler
aydınlanıyorsunuz. Gönlünüz aydınlanıyor, ruhunuz ve düşünceniz aydınlanıyor.
Bir şeyler anlı-yorsunuz, bir şeyler öğreniyorsunuz. Sizin öğrenmenize, sizin
aydınlanmanıza sebep olan bu ateşi şu anda ben tutuşturmaya çalışıyorum. Ama
yaktığım bu ateşe karşı ben kendim nötr davranırsam, kendi gayretsizliğim
sebebiyle veya kendim konusunda negatif isteğim sebebiyle bu yaktığım ateşten
kendim istifade etmek istemezsem, bu yüzden de benim gözümün nûru alınır ve
kalbim mühürlenirse; ben de aynen o adam gibi olurum Allah korusun.
Ateş yakıp, yaktığı bu ateşle
çevresini aydınlatan, ama kendisi bu ateşten mahrum kalan kişi. Çevresine ışık
dağıtıp kendisi karanlıkta kalan kişi. Tıpkı ekmek fabrikası kurup imal ettiği
on binlerce ekmekle çevresini doyuran ama; akşam evdeki çoluk çocuğuna
koltuğunun altında iki tane ekmek götürmeyen adam gibidir. Veya başkalarına
dağıttığı ekmekten kendi ağzına götürmeyen adam gibidir.
Meselâ birilerine aman
namuslarınıza, iffetlerinize sahip çıkın! Derken kendi ehlinin namusuna,
iffetine dikkat etmeyen kimse gibi. Veya aman çocuklarınızı Allah’ın istediği
biçimde müslümanca eğitin! Dediği halde kendi çocuklarının eğitimine dikkat
etmeyen kimse gibi. Birileri onun bu beyanları ve irşatlarıyla aydınlanırken,
kendi hayatı tamamen bu konularda karanlık olan adam. Başkalarının çocuklarını
eğitmeye çalışırken kendi çocuklarını eğitmeyen, kendi ailesinin namus ve
iffetine sahip çıkmayan adam. İşte münafığın durumu bunun gibidir, diyor
Rabbimiz.
Demek ki kimi insanların
görüntülenen örneği buymuş. Kimi insanlar vardı hani vahiyle ilgisiz. Kâfirle
müslüman arasında, küfürle iman arasında gelgit yapan insanın örneğiydi bu. İşte
kâfir ile mü'min arasında olurmuş bu adam. Hem ateş yakarmış, hem de kâfir gibi
davranırmış. Hem başkalarına İslâm’dan söz edermiş, hem de kendisi dediklerine
karşı kör ve sağır kesilirmiş.
“Artık bunlar görmezler;
sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık
dönemezler”
(Bakara
18)
Olurmuş yâni. Bakıyoruz adama hem
Kur’an anlatıyor, hem sünnet yazıyor, hem kitap yazıyor, hem talebe
yetiştiriyor, ama kendine karşı o kadar kör ve sağır ki. Başkalarına
duyurduklarını kendine karşı uygulama noktasında o kadar kayıtsız, o kadar
vurdum duymaz ki adam. Karısına karşı o kadar kör ve sağır ki, çocuklarına
karşı o kadar kör ve sağır ki, o kadar sağır ve vurdum duymaz ki adam. Allah
korusun, sanki başkalarına duyurduğu dinle kendine uyguladığı din tamamen
farklı. Bunu anladık inşallah.
İkinci örneğe geçiyorum: Her
tarafta yağmur, her tarafta karanlık, kasvet ya da güneşsizlik, aysızlık söz
konusu. Yâni böyle bir ortamda bir adam vardır. Şimşek çakıp da etrafı
aydınlanınca şöyle biraz biraz adım atma imkânı buluyor; ama ondan sonrasını da
onunla görebilse, onunla bulabilse ya! Hayır ondan sonra bocalayıp kalıyor.
Nasıl yürüsün de yâni! Bir kere şimşek çaktı, onunla bir adım attı! Ve bitti o
kadar.
Şöyle değil mi ama bakın; Yâni bu
adam kısa bir zaman Kur’-an’la beraber oluyor, sünnetle beraber oluyor. Ayda bir
defa veya haftada bir gün geliyor müslümanların sohbetlerine katılıyor, onların
ağzından Kur’an sünnet dinliyor, duyduğu bu kırıntılarla biraz biraz içleri
aydınlanıyor, onunla birkaç adım atıyorlar, birkaç saat idare ediyorlar; ama
daha sonra oradan ayrılınca yine eski vahiysiz hayatlarına dönüverince de yine
karanlıklar içinde kalıveriyorlar. Yâni âyetin ifadesinden anlıyoruz ki, şimşek
kendisinin dışında olan bir hadîse. Yâni kendisi istediği zaman o şimşeği
çaktıramıyor. Şimşeği Allah çaktırıyor.
Bunlar da kendileri bizzat
Kur’an’la diyalog kurmuyorlar da, yâni istedikleri zaman bu şimşeği çaktıracak,
kendileri bizzat Kur’an’la diyalog kurabilecek konuma gelmiyorlar da birilerinin
bu ışığı yakmasını bekliyorlar. Birileri bu kitabı okusun! Biz dinleyelim.
Birileri anlasın! Birileri bize anlatsın biz onu dinleyelim demeden yanalar.
Birileri kitapla meşgul olsun biz işimize bakalım demeden yanalar adamlar. Çünkü
bu kitaptan daha öncelikli işleri var adamların. Müslümanlıktan öncelikli işleri
var. Para kazanacaklar, arabalarının modelini değiştirecekler, evlerini,
sofralarını zenginleştirecekler, millet vekili olacaklar, bakan olacaklar, dekan
olacaklar adamlar. Şimdi bunlar dururken kitapla, sünnetle ilgilenmeye zaman
ayırmaya ne gerek var. Birileri öğrensinler onu, birileri yaksınlar ışığı biz
de onlardan istifade ederiz diyorlar.
Yâni bu adamlar bazen bazen iman
ediyorlar, gayret ediyorlar, mü'min olmaya çalışıyorlar, anlatanların yanına
giderek biraz bir yol buluyorlar; ama daha sonra kendilerinin kitapla
diyalogları olmadığı için yine o karanlıklar âlemine
dönüveriyorlar.
Buradaki karanlık; küfür, nifak
ve şüphe karanlığıdır. Vahiyle beraber olunca bir an bunlar kaybolup yerini
iman aydınlığı alıyor. Onun aydınlığında birkaç adım atıyorlar, birkaç gün idare
ediyorlar ama daha sonra vahiyle ilgileri kesilince, kendi dünyalarına, kendi
âlemlerine döndüklerinde kalâkalırlar. Yine orada da bir şeyler yapmaktadırlar,
ama boştur bunların hepsi.
Ya da burada anlatılan; bu çakan
şimşekten kasıt, bu adamların dünyada söyledikleri La İlâhe illallah sözüdür
denmiş. Yâni bu adamlar bu sözü söyleyerek bir ışık yakmışlar, müslüman
olmuşlar; ama müslümanlığı sadece bununla bırakmışlar. Daha sonra Allah’ın
kendilerinden istediği amelleri yaşayarak bu ışığı koruma altına almamışlar, bu
imanlarını güçlendirmemişler de yaktıkları bu ışık sönüvermiştir. Müslümanlığı
sadece kelime-i şehâdetten ibaret zannettikleri için nûrları
sönüvermiştir.
Bir de bu âyet münâfıkların dünya
hayatında İslâm nîmetinden faydalanmalarını anlatır denmiş. Yâni yakılan bu
ışıktan kasıt dünya-da geçici olarak İslâm nîmetlerinden istifade
etmeleridir. Dünyada bu adamlar müslüman göründükleri için müslüman kadınlarla
evlenirler, müslümanlara varis olurlar, ganîmetten faydalanırlar, kanlarını ve
canlarını emin kılarlar. Dünyada bu kadarcık bir istifadeleri olur ama bütün
bunlar sadece dünya ile sınırlıdır. Öldükleri zaman her şey bitecektir. Yâni
ölünce bu ışık onlar için sönecektir artık anlamına gelecektir bunun
mânâsı.
Veya bu âyet Hadîd sûresinde
anlatıldığı gibi bu münâfıkların kıyamet günü nûrlarının söndürüleceğini
anlatır. Hani kıyamet günü mü'minlerle münâfıklar bir arada dururlarken Allah
mü'minlere buyuracak ki: "Ey mü'minler! Haydi sizler cennete gidin!" Mü'minler
de önlerini ve çevrelerini aydınlatan nûrlarıyla, ışıkları ile oradan
ayrılıverince münâfıklar karanlıkta kalıverecekler. Etrafları kapkaranlık
oluverecek, üzerlerine bir kaos çökecek, kahrolacaklar, perişan olacaklar ve
hemen bağıracaklar müslümanlara:
O gün münâfık erkek ve kadınlar mü’minlere şöyle
seslenirler: Ey mü’minler! Birazcık bize dönün de nûrunuzdan biz de istifade
edelim."
(Hadîd 12)
Hey! Müslümanlar! Kardeşlerimiz!
Arkadaşlarımız! Hemşehrilerimiz! Dönün bize, biraz da biz de bakalım. Şu
nûrunuzdan biraz da biz istifade edelim. Ya da bizden tarafa dönseniz de biz de
ne yapacağımızı bir bilsek, filan diyecekler. Dünyada da böyleydi zaten
bunların vaziyeti. Dünyada da müslümanların yanına geliyorlar onların okuduğu,
anlattığı âyetlerden biraz biraz kırıntı alıyorlar, bu kırıntı bilgilerle biraz
yol alıyorlar, birkaç gün idare ediyorlar ama sonra kendi dünyalarına
dönüverince de karanlıkta kalıveriyorlardı. İşte burada da aynen böyle. Dönün
bizden tarafa da biraz nûrunuzdan istifade edelim diyecekler. Denilecek ki
onlara:
"Dönün arkanıza ve nûrunuzu arkanızda
arayın."
(Hadîd aynı âyetin
devamı)
Yâni hayrola beyler! Ne oluyor?
Hayrola bir durum mu var? Dönün geriye de nûrunuzu arkanızda arayın bakalım.
Dünyada nûr bulacaktınız! Dünyadan nûr getirecektiniz! Burada nûr mu aranır?
Burada nûr mu bulunur? Dünyada arasaydınız bu nûru! Biz bunu dünyadan
getirdik. Bu nûr Kur’andı! Bu nûr vahiydi! Vahiyden ne kadar haberdarsa kişi,
onun o kadar nûru var demektir. Hayatını düzenleyecek kadar, kendisine yol
gösterecek kadar bir âyetten haberdar olan kişinin bir âyetlik nûru, on âyet
bilenin on âyetlik nûru, yirmi sûre bilenin yirmi sûrelik nûru vardır. Kitaptan
hiç haberi olmayanlar da nûrsuzlardır. İşte Bakara sûresinin bu âyetinde de
belki dünyada yanan bu nûrlarının âhirette söneceği anlatılmaktadır diyoruz.
Gelelim ikinci misa le:
Bu misa lde de Allah yağmurdan söz eder.
Yağmur Kur’an’a benzetilmiştir. Nasıl ki yağmur ölü araziyi dirilten bir rahmet
kayna-ğıysa, Kur’an da ölü kalpleri ve hasta ruhları diriltmek için gelmiş bir rahmet
kaynağıdır.
Misa ldeki karanlık, gök gürlemesi ve
şimşek ise, bu vahiyle ilgi kurma yolunda, bu vahiyden istifade etme yolunda,
yâni kulluk yolunda, İslâm’ı yaşama yolunda insanın önünü kesen engeller
demektir. İslâm’ı yaşamaya çalışırken, İslâm düşmanlarının ortaya koyduğu
tehlike ve güçlükleri temsil eder. İşte bu münâfıklar ortalık biraz yatıştığı
zaman, işler iyi gittiği ve tehlikeler söz konusu olmadığı zaman İslâm’ı
yaşamaya koyulurlar. Ama kulluklarının önünü birtakım tehlike-ler kestiği
zaman, önlerine birtakım engel bulutları çıktığı zaman da, meselâ tayinlerinin
çıkarılması gibi, soruşturma, kovuşturma gibi, ma-aşının kesilmesi, tayininin
çıkarılması gibi. O zaman da kalakalırlar. Allah’ın kendilerinden beklediği
kullukları terk ediverirler. Yâni bunlar kalben tamamen kâfir değillerse de
İslâm’ı ancak kendilerini tehlikeye sokmayacak boyutta uygulayan insanlardır. İş
tehlike boyutuna ulaştığı anda kalakalırlar, bir adım dahi
atamazlar.
Veya buradaki karanlık, yıldırım
ve şimşek, adamların ön yargılarına ve beklentilerine ters düşen âyetlerdir.
Adamlar ön yargılarına ters düşen emirlerle karşı karşıya geldikleri zaman
şaşkınlık içinde kalâkalırlar. Meselâ cihada çağrıldıkları zaman, Allah yolunda
mal ve canı fedâya çağrıldıkları zaman dona kalırlar. Veya namaz, tamam kılalım
da bu tesettür de ne olacak yâni? Derler. Bu şartlarda yâni çok zor bu iş! Bu
devirde olmaz bunlar derler. İşlerine gelen konularda yürürler; ama işerine
gelmeyen konularda kalakalırlar.
Kur’an’da yıldırım gibi bazı
tehditler, bazı vaadler vardır. Yine Kur’an’da şimşek gibi parlak hüccetler,
deliller vardır. İşte bu adamlar Kur’an’ı dinlerken sanki yıldırımlara,
şimşeklere tutulmuş insanlar gibi bunları duymamak için, meselâ âhireti duymamak
için ölüm korkusundan elleriyle kulaklarını tıkarlar. Bir yerde on dakika kadar
cehennemi anlattım. Oradakilerden birisi o kadar sıkıldı ki çatladı, patladı
sanki: Yeter yahu be! Dedi, başka konu bilmez misin sen! Gideceği yerin
anlatılmasına tahammül edemedi adam.
Tevbe sûresinde bu tür insanlar
için:
"Eğer korunmak için bir yer,
yahut mağaralar, ya da sokulacak bir delik bulabilselerdi hemen oraya doğru
yönelip koşarlardı."
(Tevbe
57)
Buyurulur.
Veya İslâm’ın izzetinden onlara
bir pay, bir nasip, bir paye düşünce mîras gibi, ganîmet gibi, müslüman
kadınlarla evlenme gibi. Buna güvenip yürürler. Ama istemedikleri,
hoşlanmadıkları bir şeyle karşılaşınca da donakalırlar.
Bu âyet onların kıyamet günkü
durumlarını anlatır da denmiş. Kimilerinin nûru fersahlarca mesafeyi
aydınlatır. Medine’den Aden’e kadar. Kimilerininki ancak ayaklarının önünü
aydınlatır. Kimilerinin ışığı hepten sönmüştür. Kimilerinin ki bazen yanar bazen
söner. Burada anlatılan münâfıklarınki gibi. Yâni bu adamlar aslında karanlık
içindeler de, kendi kendilerine kendi karanlık dünyalarının ışığıyla
yürüdüklerini zannediyorlar.
Böylece anlıyoruz ki; münâfıklar
iki kısımdır. Birincisi; önceki âyette anlatılan kalben kâfir olup çıkarları
sebebiyle müslüman gö-rünmeye çalışan insanlar. İkincisi; bu sonraki âyette
anlatılan kalpleri tamamen kâfir olmasa da İslâm’ı ancak kendilerini tehlikeye
sokmayacak boyutta uygulayan ve herhangi bir tehlike anında veya hoşlarına
gitmeyen, nefislerine ağır gelen emir ve tekliflerle karşı karşıya kaldıklarında
da donakalan insanlar.
Nitekim Allah’ın Rasûlü
Buhârî’deki bir hadislerinde şöyle anlatır:
"Üç şey vardır ki; bunlar her
kimde bulunursa o halis münâfıktır. Ama kimde de bunlardan bir tanesi
bulunursa onu terk edene kadar o kişide nifak alâmeti var demektir. Bunlar
şunlardır: Konuştuğu zaman yalan söyler, vaâdettiği zaman vaadinden döner,
kendisine emanet edildiği zaman emanete ihanet
eder."
21:"Ey insanlar! Sizi ve sizden
öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, korunup, muttakilerden
olasınız.”
Ey bunu kavrayan, ey bunu anlayan
insan! Ey bütün bu modelleri şahsında toplayan insan cinsi! Ey insanoğlu!
Rabbinize kulluk edin! Zaten Kur’an’ın geliş gâyesi buydu. Ne müttakiyi
anlatmak, ne kâfiri ve ne de münafığı anlatmak değildi mesele. Mesele, bana
beni anlatmaktı. Bir müslüman olarak benim Rabbime kulluğumu anlatmaktı.
Rabbime kul olmam gerektiğini anlatmaktı. Ama bu konuda önce kitabın kriter
olduğunu ortaya koydu. Kulluk konusunda, iman konusunda kitabın elek olduğunu
ortaya koydu. Bu kitap eleğinden geçen insanların kimilerinin bozuk düzen
olduğunu anlattı. Bu kriterle kimilerinin beş para etmediği açığa
çıktı.
Sanki sarrafın elindeki mihenk
taşından geçenlerden kimilerinin bozuk ve boşluğu ortaya çıkıyordu ya, sanki
kitap da böyle. Sanki kitap, insanların Allah’a giderken böyle uğramak zorunda
oldukları mihenk taşıydı. Ondan geçerken insanların kimilerinin kulluklarının
sahte olduğu açığa çıkıyor, kimilerinin de gerçek olduğu ortaya çıkıyordu.
Burada da Cenab-ı Hak önce muttakileri anlattı, sonra kâfirleri anlattı, sonra
da bu ikisi arasında gel git halinde olanları anlattıktan sonra diyor
ki:
"Ey
insanlar!"
Çoğul bir kelime. Nâs; insanın
çoğuludur. Hiç kimseyi ayırmadan Rabbimiz burada bir davette bulunuyor. Adem
ve Havva’dan meydana gelen tüm insanlığa bir davetiye. İnsan çoğul bir kelime
ama beni anlatıyor. Seni anlatıyor. Öyleyse bu kitabın muhatabı sensin. Ey
insan, sen Rabbine kul ol! Rabbinize kul olun! Yâni boynunuzda taşıdığınız ipin
ucunu yalnız bana verin! diyor Allah. Garip bir şey, aklımızın ermesi de
gerekmiyor.
Acaba Allah
niye hem böyle bizi kul olmaya müsait olarak
boynumuzda bir iple yaratmış, hem de; “Ey kullarım! Verin o ipin ucunu
bana!” demiş? Acaba böyle yapmasaydı da doğuştan kendisi alıverseydi olmaz mıydı
o iplerimizin ucunu! Ya da melek gibi boynun-daki ipin ucunu başkalarına
veremeyecek biçimde yaratsaydı olmaz mıydı yâni bizi? Yoo! Öyle istememiş
Rabbimiz. Murad-ı İlâhî öyle de-ğil. Allah
herkesi müslüman olmaya müsait yaratmış. Herkesi boynunda bir iple
getirmiş dünyaya. İnsan boynundaki ipin ucunu Allah’a vermeyip kendi elinde de
tutsa yine Allah’ın kuludur. İnsan boynunda doğuştan getirdiği kulluk ipinin
ucunu kendi elinde de tutsa veya toplumuna, çevresine, ailesine, ya da ateşe,
yıldıza, veya şeytana, putlara, idarecilere de verse, yâni bunlara da
tapınsa, tarih bize gösteriyor ki; insan
mutlaka tapınmaya hazır yaratılmıştır. Tapacaktır mecburen bir
şeylere.
Evet aklımızın ermediği bir
hikmeti sebebiyle bizi böyle iradeyle yaratıyor, ondan sonra diyor ki bakın
Rabbimiz: Kulum! Seni ben yarattım! Seni kulluğa müsait yarattım! Boynunda bir
iple dünyaya getirdim! Öyleyse boynundaki o ipin ucunu bana ver! E ya Rab-bi,
sen bunu baştan tutuverseydin ya! Bizi bu konuda serbest bırakmasaydın!
Boynumuzdaki ipin ucunu melek gibi, sema gibi, arz gibi, taş, toprak gibi,
hayvanlar gibi doğuştan eline alıp da bizi bu konuda serbest bırakmasaydın!
Bizim bu irademiz ne olaydı ki ya Rabbi! Şeytan ne olaydı ki yâni! Niye yarattın
şeytanı? Şeytan ve dostları ne olacaktı? Niye yarattın bunları? Niye izin
verdin? diyemiyoruz. Çünkü Mevlâ o bölümü dememiş. Sadece diyor ki: “Sizi ben
yarattım, boynu-nuzdaki ipin ucunu bana verin!”
Şöyle bir örnek veriyoruz:
Ömründe hiç araba görmemiş bir adamı herhangi bir araba fabrikasının kabinine
yerleştirsek; meselâ Audi fabrikasının kabinine yerleştirsek. Adama desek ki:
Bak buradan çıkmak yok! Şuradan yemeğin gelecek, buradan suyun gelecek, şurada
işini, burada çişini yapacaksın! Adam dese ki: İyi anladık ta ben ne yapacağım
burada? Desek ki kendisine: Önüne bantla bir parça gelecek ve şuraya iki vida
takacaksın, buraya da üç somun tutturacaksın! diye ona iki görev versek. Şimdi
bir ömür boyu işi gücü bu iki vidayı ve üç somunu tutturmak olan bu adam bu
yaptığı işin ne anlama geldiğini, ne işe yaradığını bilebilir mi? Yaptığı bu
işin ne anlama geldiğini bilebilir mi bu adam? Nereden bilecek? Bilemez değil
mi? En fazla, ya dışarıdan birileri yaptığı bu iş konusunda adama kopya
verecek, fitleyecektir. Veya adama bir audi arabasının fotoğrafını filan
göstereceksiniz, diyeceksiniz ki, bak senin taktığın vidalar burada, işte bu
işe yarıyor, bak sonunda böyle bir araba çıktı diyeceksiniz. Ya da adamı oradan
çıkaracaksınız, bir audi arabasının yanına götürüp bindireceksiniz ve
diyeceksiniz ki: İşte senin aşağıda taktığın vidalar bak burada! İşte bu işe
yarıyor! Bak bu araba! diyeceksiniz. Ya da dışarıdan birisi ona fitleyecek.
Fotoğraf gösterecek, ekran gösterecek ve: Bak diyecek işte bu arabadır! Senin
yaptığın iş buna yarıyor! diyecek. Değilse bu adam kesinlikle yaptığı bu işin
neye yaradığını, ne anlama geldiğini bilemez. Çünkü adam o kabinden hiç dışarı
çıkmamıştır, hiç araba görmemiştir.
Rize’de bir dönem öğretmenlik
yapan bir arkadaşım anlatmış-tı: Çocuklar hiç araba görmemişler, fotoğraf
getiriyorlar ve diyorlarmış ki; “öğretmenim! İnsanlar buna mı biniyorlarmış?
Olacak şey mi bu?” Ne yapsın yavrular? Ömürlerinde hiç araba görmemişler. Bir
zamanlar çocukluğumuzda biz de görmemiştik. Bizim köye ilk kamyon geldiğinde ben
merakla onun tekerlekleri arasında gecelediğimizi
hatırlarım.
Şimdi böyle bir adama dışarıdan
herhangi bir bilgi verilmezse, anlamaz değil mi bu adam bu yaptığı işin neye
yaradığını? Üç tane vida takacakmış, takmasa ne olur? On beşlik vida takacaksın
demişlerdi, on beşlik vida yerine yirmilik taksa ne olur? Ne zararı olduğunu
bilir mi adam? Nereden bilecek değil mi? Anlamaz ki ne olduğunu. Bakın aynen bu
adam gibi Allah bizi dünya denen başlangıcını ve sonunu bilmediğimiz bir kabine
getirip yerleştirmiş. Biz yaratılmadan önce, yâni henüz bu dünyada yokken, yâni
önceden de önce, ay da yok iken, güneş de yok iken, arz da, sema da, zaman da,
mekân da yok iken ne olup bitti bilmiyoruz.
Düşünün arz
yok, sema yok, dünya yok, zaman yok, mekân yok, hiç bir şey yok. Ya ne var?
Allah var, başkası yok. Sonra dünya yaratıldı, sonra madenler, sonra bitkiler,
sonra hayvanlar, sonra Adem yaratıldı, sonra ben yaratıldım, sonra kıyamet
kopacak, sonra yeniden diriliş olacak, sonra hesap kitap, sonra cennet ve
cehennem. Yâni en sonunda zaman bitecek, mekân da bitecek. Çünkü dünyadaki
zaman ayrı, öbür taraftaki ebediyet ayrıdır. Dünyadaki mekân ayrı, öbür
taraftaki cennet ve cehennem mekânları ayrıdır.
İşte biz
dünyadan öncesini ve sonrasını bilmiyoruz. Cenab-ı Hak da bizi böyle önünü ve
sonunu bilmediğimiz dünya denen bir kabine yerleştirmiş ve aynen
misa ldeki adam gibi şunları şunları
yapacaksınız, şunları şunları da yapmayacaksınız, diye bir kısım emir ve
yasaklar bildirmiştir. Beş vakit namaz kılacaksınız, otuz ramazan tutacaksınız,
şöyle giyineceksiniz, böyle yaşayacaksınız, boyunlarınızdaki ipin ucunu yalnız
bana vereceksiniz, yalnız beni dinleyecek, yalnız bana kulluk edeceksiniz, gibi
emir ve yasaklarda bulunmuştur.
Şimdi bizler
yaptığımız bu işlerin ne anlama geldiğini, ne işe yaradığını, sonunda karşımıza
nasıl bir şeyin çıkacağını bilebilir miyiz? Bize de Allah tarafından: Yapın! veya yapmayın denenlerin
aksi-ni yapsak. Meselâ dört rekat yerine beş kılsak, otuz yerine yirmi Ramazan
tutsak veya hiç kılmasak, hiç tutmasak, ne zararının olduğunu bilebilir miyiz?
Şöyle giyinin dediği halde böyle giyinsek, mîrasınız şöyle olsun dediği halde
böyle yapsak ne zararının olduğunu bilebilir miyiz?
Onun içindir
ki Allah’ın bildirmediği hikmetler konusunda hik-met arayıcılığına çıkmak
lüzumsuzluktur. Çünkü Allah hangi konuda ne hikmet bildirdiyse onu ancak
bilebiliriz. Ama Allah bildirmemişse onu kesinlikle bilemeyiz. Meselâ orucun
hikmeti ne? Allah diyor
ki:
"Muttaki olmanız
için!"
Demek ki; orucun hikmeti buymuş.
Ama bakıyoruz müslüman-lar oruca ne hikmetler sıralamış. Efendim açsın,
kendini anlayacaksın, açları düşüneceksin, filan..
Tekrar dönüyoruz örneğe; biz
dünyadan öncesini ve dünyadan sonrasını bilmiyoruz. Sadece dışarıdan bir
haberci (bir peygamber) bize bir şeyler haber veriyor, bize bir kısım bilgiler
veriyor. Bakın yaptığınız işler şu işe yarıyor! diyor. Şöyle olacak! diyor,
böyle olacak! diyor. Lâkin anlattığımız misâlimizden farklı olarak yaptığımız
bu işlerin sonucunda karşımıza çıkacak cennet, ya da cehennem maketini bize
gösterme imkânı yoktur o peygamberin. Ya da bizi dünyadan alıp cennete götürmesi
ve işte bakın yaptığınız kulluklar işte bu işe yarıyor, sonunda karşınıza
böyle bir montaj hayat çıkacak diyebilmesi de mümkün değil. Sadece gösteremeden
anlatıyor bize.
İşte kul olmanın mantığı da budur
bence. Yâni Allah öyle de-mişse öyledir tamam! Başka düşüncenin anlamı yoktur.
Allah boyunlarınızdaki ipin ucunu bana verin demişse tamam. Bunun dışında işte
efendim şöyle olmalıydı, böyle olmalıydı, demenin anlamı yoktur. Gör-meye,
bilmeye de gerek yoktur. Demiştir ki Allah: Kullarım, boynunuz-daki kulluk
ipinin ucu yalnız benim elimde olsun! Yâni dünyadan öncesine, cennet ve
cehennemden sonrası ve öncesine ait gaybî haberleri bilen Allah Peygamberi vasıtasıyla bize bu bilgileri
verdiği için biliyoruz.
Araba örneğinde belki şekil
olarak bir arabanın fotoğrafı gösterilebilir ona. Ama şu sosyal hayattaki
arabanın fonksiyonunu bile-mez o adam. Biz de bilemiyoruz da ancak iman
ediyoruz. Allah bizi kulluk için yaratmış. Kulluk yaptığım takdirde cennet
verecek bana! Peki ne o? Onu da bilmiyoruz! Ama sadece iman
ediyoruz...
Ey insanlar! Mü'min, kâfir,
münâfık hangi sınıfa dahil olursanız olun. Veya erkek kadın, fakir zengin, âlim
cahil hangi durumda olursanız olun, hepiniz her ân Rabbinizin şu emriyle karşı
karşıyasınız:
"Rabbinize kulluk edin! Kul olun
Rabbinize!"
Sizler ey Müslümanlar! Ey
Rablerine teslimiyet iddiasında bulunanlar! Ey bundan önceki sûrenin istediği
gibi:
"Ancak sana kulluk
yapacağız!"
(Fâtiha:
5)
Diyenler bu ahitlerini
ifa etsinler, demeyenler de Allah’a bu ahdi vermeye çalışsınlar. Hepiniz
Rabbinize kul olun! Rabbinize ibâdet edin! Peki nedir kulluk? Nedir Rab? İbâdet
genelde insan hayatını, insanlığın hayatını kapsayan, özelde bir insanın
hayatının en küçük birimi olan, bir gününü ve bir gecesini kapsayan zaman
dilimi içinde kişinin, Allah’ın istediği biçimde hayat sürmesinin adına ibâdet
denir. Hayat sahibi olan insan mutlaka o bir gün ve geceyi yaşayacaktır. Ama bu
yaşayış biçimini Allah belirleyecek, yâni yaratıcıyı memnun etmek adına
yaşayacak ve bu bir gece ve gündüz ibâdet olacaktır. Yaratıcı tarafından
belirlenmemiş ve yaratıcıyı değil de başkalarını memnun etme adına geçirilen
zaman da boşa geçirilen zaman demektir.
Demek
ki ibâdet; tüm hayatın Allah için yaşanmasının adıdır. Kişi o zamanı kimin
adına ve kimi memnun etmek için yaşamışsa ona ibâdet etmiş demektir. Çok uzun
kaçacağı için ibâdeti böyle kısaca özetledikten sonra şimdi Rab'le ilgili de bir
kaç şey söyleyelim. Yeri geldikçe inşallah
bunları uzun uzun ifade etme imkânı bulacağız.
Rab; terbiye eden, efendi,
mürebbi, mâlik gibi anlamlara geldiği gibi, yaratıcılık özelliği de söz
konusudur. Rab; topyekün varlıklar âleminin var edicisi ve var ettiklerinin
hayat programını da tanzim edicisidir. Rab; kula nasıl bir hayat yaşayacağını
belirleme makamında olan varlıktır. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlünün: “Onlar
Allah’ı bırakıp da, din adamlarını Rab’ler edindiler” hadisi bunu
anlatır.
Evet
hıristiyan ve yahudiler Allah’ın kanunlarını, Allah’ın belirlediği helâl haram
yasalarını bir kenara bırakıp da, din adamlarının, idarecilerinin, dini ve
siyasal liderlerinin helâl haram yasalarını kabul ederek onlara kul köle
oldular.
Demek ki Rab;
varlıklar dünyasının, melekler, cinler ve insanlar âleminin yaratıcısı ve
yaratma yasasının koyucusudur.
Burada Allah’ınıza kul olun!
demek yerine, "Rabbinize kul olun!" denildiğine göre şöyle bir espriyi de
söyleyelim inşallah: Rab; yâni siz öyle bir Allah’a kul olun ki, o sizin
Rabbinizdir. Yâni kendisine nasıl bir kulluk yapacağınız konusunda fikir
sahibidir. Çünkü Rab demek, hayata program çizen varlık demektir. Rab demek,
günlük hayat programını tespit eden demektir. Rab demek, “yap!” ve “yapma!” deme
yetkisine sahip olan varlık demektir. Bakın buna yetkili olmaya hak kazandırıcı
bir özelliği de var Allah’ın:
"Sizi o yarattı, sizden
öncekileri de."
Öyle bir Rab ki; sizi de, sizden
öncekileri de yaratan O’dur. Öyleyse herhangi bir varlığın Rab olabilmesi için
yaratıcı olması gerekmektedir. Yaratma özelliği olmayan varlıkların rubûbiyet
iddiaları, sahte bir iddiadan başka bir şey değildir. Yarattıklarının
kanunlarını koyma hakkına sadece yaratıcı sahiptir. Yâni ibâdete lâyık olan
sade-ce Allah’tır. O’ndan başka kimin kanunlarına itaat edilebilir ki? Kimin
programını alabiliriz ki?
Var mı başka böyle bizi yarattığı
için kendisine minnet duyacağımız, kulluk yapacağımız bir yaratıcı? Yâni
varlığınıza sebep O’dur! O dilemeseydi siz kesinlikle olmayacaktınız! Sizi var
eden ne analarınız, ne babalarınız, ne de toplumdur. Toplum toplum diyenler,
“toplum güçlüdür”, “topluma karşı gelinmez”, “toplum şöyle”, “toplum böyle”,
toplumdan geldik tekrar ona döneceğiz” diyenler sanki bilmeden Allah’ı tarif
ediyorlar. Toplum, toplum, kim o? Yok öyle bir şey aslında! Toplum dedikleri
işte sen, ben, bizim oğlan..
Peki nedenmiş o? Niye yaratmış
Allah bizi? Ya da neden O’-na kul
olacakmışız?
"Tâ ki muttaki
olasınız."
Belki böylece takvalı olursunuz!
Böylece belki yolunuzu Allah’la bulursunuz! Yolunuzu Allah’a sorarak bulmanın
usulünü öğrenirsiniz, hayat programınızı Allah’ın kitabına göre yaparsınız diye
yarattık sizi.
Dikkat ederseniz Allah’a kulluk
yaptığınız takdirde kesinlikle korunursunuz, kesinlikle kurtulursunuz denmiyor
da, belki korunursunuz deniliyor. Çünkü hiç bir şey İlâhî iradeyi şarta
bağlayamaz. Yâni bizim ibâdetlerimiz hiçbir zaman Allah’ı minnet altında
bırakamaz. Çünkü hiçbir zaman O’na lâyık, O’na yakışır ibâdet yapamayacağımız
gibi, aynı zamanda bizi O yarattığı için mecburen O’na ibâdet etmek zorundayız.
Başka bir seçeneğimiz yoktur..
Bakacağız; bu sûrede yoğun bir
biçimde takva anlatılmış. Ya da yoğun bir şekilde takvaya gönderi bulacağız.
Sanki sûreyi kendi kafamızdan isimlendirmemiz söz konusu olsaydı, yâni böyle
bir hakkımız olsaydı, ben derdim ki; bu sûre takva sûresidir. Âl-i İmrân sûresi
de sanki şehâdet sûresidir. Orada da yoğun bir biçimde şehâdet anlatılmış.
Karşımıza ısrarla şehâdet birimleri sunulur Âl-i İmrân sûresinde. Allah’ın
şehâdeti, Peygamberin şehâdeti, mü'minlerin şehâdeti, şehitlerin şehâdeti, şahit
olanların şehâdeti gibi ısrarla şehâdet anlatılıyor.
Burada da
sanki ısrarla takva anlatılıyor. 177. âyete kadar tak-va devam edecek ve
nihâyet orada yine takvayla alâkalı bir özet sunulacak, sonra da işte takvalı
olmak budur! diye takva birimleri anlatılacak. Kısas böyledir! Oruç böyledir!
Hac böyledir! Süt emzirme böyledir! Nikâh, talâk böyledir! Gibi konular, sonra
infak konusu, fâiz konusu, borç konusu anlatılacak, en sonunda da amenerrasûlü
ile iman birimi tanıtılacak. Yâni böyle bir takva sûresiyle karşı
karşıyayız.
Sizin takvalı olmanızı, yolunuzu
benimle bulmanızı istememden dolayı sizi yarattım! Öyleyse Haydi bakalım ne
yapacağınızı bana sorun! Hadi öyleyse hayat programlarınızı benden alın! Yâni
kitabıma bakıp öyle yaşayın! Kitabımın dışında yol tarif edenlerin yollarına
uymayın! Kitabıma sormadan kendi kendinize hayat programı yapmayın! Benden
başkalarını Rab kabul edip onlara kulluk etmeyin! diyor
Allah.
22:"O Allah ki; yeryüzünü sizin
için döşek yapmıştır. Gökyüzünü de sizin için bina yapmıştır. Gökten su
indirerek onunla size rızık olmak üzere mahsuller meydana getirmiştir. O halde,
bile bile Allah’a nidler bulmayın."
Sizin Rabbiniz, sizin
kendisine kul olmanız, sizin hayat programlarınızı kendisinden almanız gereken
Rabbiniz O Allah ki, O öyle lütuf sahibi bir Allah ki, şu altınızdaki yeri sizin
için bir döşek yapmış. Size bir yatak yapıp rahatınıza sunmuştur onu. Orada
yatıp kalkıyor, orada uyuyup uyanıyor, orada dayanıp oturuyorsunuz. Altınızdan
çekiliverseydi bu döşek, nerede karar kılardınız? Öyle olmasaydı nerede yatıp,
nerede otururdunuz?
Demek
ki bizi yaratan; ama yarattığı gibi öyle başı boş bırakmayan, kendi halimize
terk etmeyen ve hayatımızın devamı için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlayan
bir Rab'le karşı karşıyayız. Hayat; ama en az onun kadar önemli olan bu hayatın
devamı. Dünyayı bizim için yaşam yeri olarak hazırlayıvermiş Rabbimiz. Şimdi
burada bir soru sorayım size: Eğer bu dünya insanların elinde olsaydı,
insanların mülkünde olsaydı bu kadar cömertçe onu insanlara sunabilir miydi?
Şu gökyüzü, şu semamızın simasını süsleyen yıldızlar, şu gecemizin zülüflerini
aydınlatan hilal, şu bize her saniye ısı ve ışık gönderen güneş, şu her ân
teneffüs ettiğimiz hava, şu kıymetini bilmeden tükettiğimiz sular, eğer bir
insanın, ya da insanların elinde olsaydı; onu, ondan bu kadar rahat alabilir
miydiniz? İşte sizin böyle cömert bir Rabbiniz var. Kimin ekmeğini yiyip kimin
kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin nîmetlerinden istifade edip de kimlere
kulluk ettiğinizi bir düşünün.
"Gökyüzünü de sizin için bina
yapmıştır."
Üzerinize de sema bina etmiş. Gök
inşa etmiş, ya da gökyüzünü yapılandırmış, arzı sema ile birlikte
yapılandırmıştır. Yâni başınızın üstündeki şu gök kubbeyi de bu döşeği örten
muhteşem bir tavan yapmıştır. Şimdi söyleyin bakalım! İnsan olup ta bu döşeğe
kurulmayan var mı? İnsan olup ta bu evde oturmayan? Bu binadan istifade
etmeyen var mı? Allah’ın sizin için yarattığı bu muazzam binanın yanında
fakirlerin imrendiği, zenginlerin gururlandığı şu köşklerin, şu villaların ne
önemi olabilir de? Hepiniz aynı hanede oturan, hepiniz bir döşekte yatan bir
aile değil misiniz? Öyleyse kimin evinde oturduğunuzu, kimin döşeğinde
yattığınızı, kimin eşyalarını kullandığınızı bir düşünün! Düşünün de kime kul
olmanız gerektiğini iyi anlayın! Sonra da:
“Gökten su indirerek onunla size
rızık olmak üzere mahsuller meydana getirmiştir."
Yâni o semanın bir birimi olan
bulutlardan su indirmiştir Allah. Ve o indirdiğimiz suyla sizin için bitkiler
bitiriyoruz. Siz bunları bilirsiniz, biliyorsunuz. Gözünüzün önünde her gün
yaşıyorsunuz bunları. Ayrıca bunları bilmek için, bildirmek için deliller
getirip felsefeler yapmaya gerek de yoktur. Öyleyse: Bütün bunları anladınız
mı? Öyleyse hemen arkasından bu kadar bunları bilip bilip
de:
"O halde, bile bile Allah’a
ortaklar bulmayın."
Bütün bunları yaratan, bütün bu
nîmetlerle sizi perverde eden Allah’tan başka bir İlâh olmayacağını bilip
dururken, Allah’a nidler, eşler, ortaklar aramaya, bulmaya kalkmayın! Rızasını
kazanacağınız, kendilerine kulluk edeceğiniz, hayat programlarınızı kendilerine
soracağınız, sistemlerini sistem kabul edeceğiniz Allah’tan başka Rabler,
Allah berisinde efendiler bulmaya kalkmayın! Veya Allah’ı sadece hayatın bazı
bölümlerine karışan, ama öbür bölümlerde yetkisiz kabul etmeyin! Namazınıza
karışan, ama kılık kıyafetinize karışmayan, Orucunuza karışan, ama hukukunuza
karışmayan, mescidinize karışan, ama kazanmanıza, harcamanıza, çocuklarınızın
eğitimine, sofranıza, ev tefrişlerinize, düğününüze derneğinize, okumanıza
yazmanıza, meslek seçiminize karışmayan bir Allah kabul etmeyin. Hayatınızın
bazı bölümlerine karışan, Allah dışında o bölümlerde söz sahibi olan varlıklar,
efendiler, amirler bulmayın! Diyor Rabbimiz. Ve yapılan iş de budur Allah
korusun bugün.
Yâni Allah’ı sabah namazının
rekatları konusunda söz sahibi, ya da meselâ oruç konusunda yetkili, ya da dua
ederken ellerin nasıl açılacağını belirleme konusunda yetkili, ama geri kalan
konularda sosyal, ekonomik, siyasal, bireysel ve toplumsal konularda Allah’ı
yet-kisiz kabul ederek Allah’tan
başkalarını yetkili kabul edersek veya bütün bu konularda Allah’la
beraber başka yetkililer kabul edersek o zaman Allah korusun şirkin ucu
görünmüş olacaktır hayatımızda.
Önce şu genel kuralı bir
söyleyelim: Herhalde benim anladığıma göre Allah şunu anlatıyor bize: Allah
semadan, arzdan, yâni bizim âlem dediğimiz, tabiat dediğimiz şeylerden söz
ediyorsa, kendisini bize Âlim ve Kadir olarak tanıtıyor demektir. Yâni Allah’ın
hem güçlü olduğunu, hem de bilgili olduğunu anlıyoruz bundan. Bir bakın semaya!
Var mı yapabilecek bir benzerini? Bakın semaya! Var mı bir düzensizlik? Var mı
bir uyumsuzluk? Bir eksik gedik? Peki var mı benden başka bunu yapabilecek
birileri diyor Rabbimiz.
Öyleyse
bilesiniz ki bunu yapabilen, bunu becerebilen Allah elbette sizin hayatınızı da
düzenlemesini bilecektir. Elbette sizin hukukunuzu da bilecektir. Elbette
sizin nasıl giyinmeniz gerektiğini, nasıl kazanıp nerede harcamanız
gerektiğini, çocuklarınızı nasıl eğitmeniz gerektiğini, hayatınızı nasıl
düzenlemeniz, nasıl bir sistem içinde yaşamanız gerektiğini de
bilecektir.
Öyleyse gelin
inat etmeyin! Gelin benden başka Rabler aramayın! Gelin hayatınızda benden
başka söz sahipleri olmasın! Gelin benden başkalarının hatırına iş yapmaya
kalkmayın! Gelin benden başkalarının kanunlarına uymayın! Gelin çevreyi
dinlemeyin! Gelin modayı hesaba katmayın! Gelin âdetleri benim önüme
geçirmeyin! Gelin benim dûnumdakileri benim makamıma koymayın! diyor sanki
Rabbimiz..
Çünkü Rab olma özelliği, İlâh
olma özelliğidir bunlar, bu an-lattıklarım. Öyle değil mi? Rab olan yaratıcı
olmalı değil mi? Kanun koyan yaratıcı olmalı değil mi? İlâh olan yaratıcı
olmalı değil mi? Sözü dinlenecek, kendisine kulluk yapılacak varlık yaratıcı
olmalı değil mi? Hani şu benim dışımda Rab kabul edip de kanunlarına uymaya
çalıştıklarınız bugüne kadar ne yaratmış bir gösterin bakalım? Rab olan kadir
olmalı değil mi? Âlim olmalı değil mi? Rab olan İlâh olmaya lâyık olan değil mi?
Öyleyse Allah tek Rabtir ve tek İlâh’tır! Diyeceğiz.
Kâdir olmanın iki anlamı
vardır:
1- Her şeye güç yetiren, gücü her
şeye etkili olan, mutlak galip, alt edilmez, yenilmez, karşı gelinmez
demektir.
2- Her şeyi kadir olan, her şeyi
takdir eden, her konuda ölçü koyan, ölçüt vazeden demektir. İşte böyle bir
Allah’a nidler, eşler, ortaklar bulmayın!
Buhârî ve Müslim, İbni Mes'ud’dan
Rasûlullah Efendimizin şöyle buyurduğunu rivâyet eder: İbni
Mes'ud diyor ki: Ben sordum Rasûlullah’a: “Ey Allah’ın Resûlü, en büyük günah
hangisidir?” Resûl-i Ekrem buyurdu ki:
"Seni Allah yarattığı halde
başkalarını ona ortak kılmandır!"
Başka bir hadislerinde Allah’ın
Resûlü şöyle buyurur:
"Sakın ha! Sizden biriniz: "Allah
ve falan dilerse"!
Demeyin!”
Başka bir
hadislerinde:
"Sakın ha! "Allah ve Resûlü
dilerse!" Demeyin! Sadece Allah dilerse deyin"
Buyurur. İbni Abbas der
ki: Bir adam Rasulullah’a:
"Allah
ve sen dilerseniz!” demişti de Allah’ın Rasûlü ona şöyle buyurdu:
"Sen Allah’a şirk mi koşuyorsun?
Yalnız Allah dilerse! Deyin"
Buyurdu. Hadisi İbni Mâce rivâyet
eder. Yine âyetin tefsirinde İbni Abbas der ki: "Size hiçbir fayda ve zarar
vermeyecek olan şeyleri Allah’a ortak koşmayın! Çünkü Size Allah’tan başka rızık ve şifa verici
yoktur."
Öyleyse
kesinlikle hiç bir şeyi Allah’a ortak koşmayacağız. Eğer şu köpek olmasaydı eve
hırsız girerdi. Falanca olmasaydı bu işi beceremezdim. Evvel Allah sen
olmasaydın işim bitikti. Evvel Allah doktor olmasaydı kurtulamayacaktım. Gibi
sözlerden sakınalım, çünkü bunların hepsi endad kokusunu çağrıştıran sözlerdir.
Şirk koku-sunu çağrıştıran sözlerdir.
Anladınız değil mi? Anlıyorlar,
kavrıyorlar ama yine de Allah’ın hayata karışması konusunda endişeleri var.
Evet anladık Allah, belli ama, bu Allah’ın bize böyle emirler gönderdiği,
Peygamberler ve kitaplar gönderdiği ne malum? Bu Allah’ın bizim hayatımızı
düzenlemek üzere vahiy gönderdiği ne malum? Bu Kur’an’ın gerçekten Allah kelâmı
olduğu ne malum? Bu konuda kuşku içindeyiz! Şüpheleniyoruz diyerek
reddediyorlar. Onun için Cenab-ı Hak hemen bunun ardından bu konuda, peygamber
ve kitap konusunda Allah’ın insan hayatına karışması konusunda şüphede olanlara
seslenir.
Zaten kâfirin kâfir olmasında tek
sebep budur. Bakıyoruz tarihte hep böyle olagelmiş: Mülk sûresinde Rabbimiz
kâfirlerin şöyle dediklerini anlatır:
"Allah hiç bir şey indirmemiştir.
sizler ey peygamberler! Olsa, olsa bir şaşkınlık
içindesiniz."
(Mülk:9)
Allah bize bir şey indirmemiştir!
Allah hiç bir şey indirmiş değildir! Yâni evet Allah vardır, Allah büyüktür,
Allah yücedir, Allah’ı severim, Allah güzeldir, bütün bunlar tamam ama Allah
bizim hayatımıza karışmaz. Hâşâ şu semayı ve arzı yaratan, yıldızları, ayı,
güneşi yaratan, dünyamızdan milyonlarca kere daha büyük şu sistemleri, şu
galaksileri yaratan, bu kadar âlî, bu kadar yüce olan Allah, kalkacak minnacık
bir dünyanın içinde, minnacık bir Konya’nın içinde, minnacık bir evin içinde,
minnacık bir varlık olan benim hayatımla ilgilenecek. Bana vahiy gönderecek.
Bana bilgisini aktaracak. Beni muhatap kabul edip hayatıma düzen verecek.
Olacak şey değildir bu.
Ya da bu kadar
yüce bir Allah kalkacak da benim kılık kıya-fetimle, benim hukukumla, benim
eğitimimle ilgilenecek ve bu konuda bana âyet indirecek, vahiy gönderecek,
olacak şey değildir bu! diyorlar. Allah’ın yüceliğini kabul ediyorlar ama
yerinde dursun bu Allah, bizim hayatımıza karışmasın demeye çalışıyorlar. Kitap
göndermesin, peygamber göndermesin, arzularını bize bildirmesin, çünkü o zaman
O’nun arzularıyla bizim keyiflerimiz çatışacak, Onunkini dinlesek olmayacak,
dinlemesek olmayacak. İyisi mi O böyle bir şey yapmaz, bizim hayatımıza
karışmaz demeye çalışıyorlar.
Meselâ öyle bir dükkan açsak ki
beşerî ihtiyaçların tamamı var olsa orada. Bir insana ihtiyaç olan her şey var
bilsek orada. Ama buna rağmen bir adam ihtiyaçlarını temin için yine de oraya
gitmiyorsa bunun sebepleri
vardır:
1- Ya adam orada olmayan bir
şeyi, yâni kendisi için ihtiyaç olmayan bir şeyi kendisi için ihtiyaç kabul
etmiştir ve o ihtiyacını oradan karşılayamayacağını bildiği için oraya
gitmemekte ve başka yerlere gitmektedir. Aslında o aradığı ihtiyaç değil; ama o,
ihtiyaç zannetmek-tedir. Meselâ iskambil kağıdı alacak adam, ama orada yoktur
o. Yâni ihtiyaç değildir o. Adam onu kendine ihtiyaç zannettiği için başka
yerlerde aramaktadır onu.
2- Veya dükkan hakkında yanlış
bilgilendirilmiştir adam. Meselâ ihtiyaç denince, bu dükkanda tüm ihtiyaçlar
temin edilir denince adam sadece ekmek ve zeytinyağı satılıyor zannetmiştir ve
aradığı şeyler konusunda: Yok ya! Bu da olur mu orada? diyerek gitmemiştir
oraya. Maalesef müslümanların büyük bir çoğunluğu böyle gafildir. İslâm’a niye
müracaat etmezler? Kur’an’a niye sormazlar? Allah’a niye sormazlar? Dükkana alış
veriş için niye gelmezler? Bu iki sebepten yâni. Yahu bu da Allah’a sorulur mu
yâni? derler ve onun da Allah’a sorulacağının farkında değiller de ondan
sormazlar.
Boşanırlar
sormazlar, evlenirler sormazlar, dükkan açarlar sor-mazlar, meslek seçerler
sormazlar, hukuk yaparlar sormazlar, düzen kurarlar sormazlar. Niye? Sanki yahu
bu da Allah’a sorulur mu? Diyorlar. Oysa en bilen Allah’tı. Mutlak bilen
Allah’tı. En sorulacak Allah’tı. Her şeyden haberdar olan Allah iken, insanlar
ona sormuyorlar da hep başkalarına soruyorlar. Niye? Yanlış bilgilenmişler de
ondan.
Bu insanların yaptıklarını,
yapacaklarını, hayatlarını, hayat programlarını Allah’a sormayışlarının bir
başka sebebi de galiba şudur: Herhalde soracakları konuda Allah’ın ne
diyeceğini, nasıl bir yol tarif buyuracağını önceden bildikleri için işlerine
gelmeyeceği korkusuyla sormuyorlar. Allah’ın o konuda ne diyeceğini bildikleri
için diyor-lar ki: Yahu şimdi sorarsak dediğini yapsak olmayacak, yapmasak
ol-mayacak. En iyisi mi Ona sormadan yapalım yapacaklarımızı ve rahat edelim
diyorlar.
Meselâ şimdi benim
akrabalarımdan, arkadaşlarımdan kimileri kimi konuları bana hiç sormazlar. İş
bittikten sonra duyarım çoğunu. Niye böyle yaparlar. Eh önceden o konuda benim
kendilerine ne diyeceğimi bildikleri için sormuyorlar. Şimdi buna sorarsak bizi
bu işten engellemeye çalışacak. İyisi mi bunun haberi olmadan bu işi yapalım
diyorlar. Galiba bugün hayatlarını Allah’a sormadan, Allah’ın kitabı ve
Rasûlünün onayını almadan yaşayanlar da bunun için böyle yapıyorlar. Allah’ın o
konuda ne diyeceğini bildikleri için huzurları kaçmasın diye
sormuyorlar.
Demek ki insanlar Allah’ın insan
hayatına karışma yetkisine karşı çıkıyorlar. Tarihte Aristo ekolüdür bu.
Demokrasinin temeli de buna dayanır. Allah dünyayı yaratmış, sonra yarattığı
dünyaya dönüp şöyle bir bakmış, dünya demiş, denî demiş, değmez demiş ve
salıvermiş. Ne haliniz varsa kendiniz görün! Demiş.
Evet yaratıcı
olarak Allah var, ama yarattıklarına karışıcı olarak Allah yok diye bir felsefe
geliştirmiş. Yaratıcı olarak Allah var ama hayata karışıcı olarak, kitap ve
peygamber gönderici olarak Allah yok diye demokratik bir sistem geliştirmiş.
Dünyayı biz idare ederiz, hukuku biz yaparız, hayatı biz düzenleriz, keyfimize
göre hareket ederiz, Allah hiç bir şeye karışmaz mantığı.
Zaten tüm
demokratik ülkelerin Allah’ı, Aristo’nun Allah’ıdır. Dünyayı yaratmış ve
arkasından yorulup dinlenmeye çekilmiş veya onu beğenmeyerek, onunla
ilgilenmeyerek onun idaresini bize bırakan, onun idaresiyle alâkalı ne kitap,
ne peygamber, ne vahiy gönder-meyen bir Allah.
İşte Allah bu bölümde buyurur ki:
Eğer bu konuda bir şüpheniz varsa sizin ölçünüz olarak size Allah’ın karışması,
sizin hayatınıza Allah’ın karışması adına Allah tarafından Peygamberi
vasıtasıyla size ulaştırılan bu kitaptan bir şüpheniz, bir tereddüdünüz
varsa:
23:"Eğer Kulumuza indirdiğimiz
Kur’an konusunda bir reyb, bir şüphe içindeyseniz, haydi siz de onun benzeri
bir sûre getiriverin! Allah’tan başka şahitlerinizi de getirin! Eğer samimi
iseniz."
O zaman:
"Hadi siz de onun benzeri bir
sûre getiriverin!"
Haydi bunu yapabilmeye gücünüz
yetiyorsa benzer bir sûre getirin o zaman! Bunu insan yapıyor diyorsunuz. Bunu
Muhammed uyduruyor diyorsunuz. Bu Allah’ın sözü değildir diyorsunuz. Allah
hayata karışmaz diyorsunuz. Allah vahiy göndermez diyorsunuz. Allah neden âyet
göndersin? Neden bizim hayatımıza karışsın! Başka işi yok mu? diyorsunuz. Olmaz
böyle şey! diyorsunuz. Haydi bakalım diyor Allah, benzer bir sûre getirin!
Peygamber ve ona gönderilen kitap konusunda şüphede olanlara bir yarış ilan
ediyor, bir meydan okuyor. Üstelik:
"Allah’tan başka şahitlerinizi de getirin! Eğer samimi
iseniz."
Eğer ciddiyseniz, yâni iddianızı
uygulamaya cesaretiniz varsa. Sâdık neydi? Sıdk; iddianın eyleme geçirilmesi
demektir. Sıdk, iddianın ispatı, imanın uygulamaya geçirilmesi demekti. Sadaka
da buradan gelir. Yâni tasdik kökünden gelir. Bir adamın cebindeki parasının
tümünün Allah’a ait olduğuna inanması bu bir iman iddiasıdır. Buna inandığını
iddia eden adam Allah’a ait olan bu parasını Allah’ın istediği yerlerde infak
etmeye, sadaka vermeye başladı mı işte bu, o imanın, o iddianın tasdiki
anlamına gelecektir. Tasdik imandan da öte bir kavramdır. Ya da imanın
ispatıdır. Onun içindir ki Hz. Ebu Bekir Efendimiz mü'min olmanın da ötesinde
aynı zamanda sıddîktı da. Yâni iddiasını eyleme geçirmiş, imanının ispatını
gerçekleştirmiş bir sahabeydi.
Eğer ciddiyseniz; Allah’ın
berisinde, Allah’tan başka ne kadar şahidiniz, ne kadar şühedanız, ne kadar
yardımcınız varsa, yâni inandığı davaya canını verecek kadar bağlı ne kadar
şehidiniz varsa, onların hepsini de toplayın! Allah’tan başka güvendiğiniz ne
kadar yardımcınız, ne kadar putlarınız, ne kadar edipleriniz, şairleriniz,
bilginleriniz, filozoflarınız, müdürleriniz, genel müdürleriniz varsa veya size
baş olacak, ayak olabilecek ne kadar yardımcınız, yardakçınız varsa, hepsini
çağırın da hadi örnek bir sûre getirin bakalım.
Bu kitabı peygamber uyduruyor,
diyorsunuz. Bir insanın kendi başına kendiliğinden yapabildiği bir şeyi diğer
insanlardan, milyarlarca insanlar içinden herhalde yapabilen bir insan daha
çıkacaktır elbette. Hadi bakalım birilerini çağırın da bunun bir benzerini
getirin! Bir meydan okumaydı bu. Peki bugüne kadar buna teşebbüs edenler olmuş
mu tarihte? Yâni Kur’an’ın bir benzerini meydana getirmeye teşebbüs edenler
olmuş mu? Evet tarihte pek çok. Hâlâ da yapıyorlar.
Hani Kur’an-ı Kerîm’i sadece
lafızdan ibaret saymayacaktık ya. Kur’an-ı Kerîm’i sadece metinden ibaret
göremeyiz. Kur’an aynı zamanda mânâdır da. Kur’an metin ve mânânın
birlikteliğidir. Kur’an’ı sadece metinden ibaret saymak suçtur, yalnızca mealden
ibaret kabul etmek de cinâyettir. Kur’an deyince metin ve mânâ birlikte
anlaşılacaktır. Bakın bunun böyle olduğuna bir örnek vereyim: Meselâ bir adam:
Yahu:
“De ki, O Allah tekdir”
(İhlâs
1)
Şimdi bir adam; “Gul hüvallahü
ehad” nedir ki? Ben bunu inkâr ediyorum! Ben buna inanmıyorum! Derse bu adam
kâfirdir. Neden? Çünkü bu adam Kur’an’ın metnini inkâr etmiştir. Kur’an’daki
bir âyetin metnini reddetmiştir. Ama adam sözünü değiştirip: Yok yok! Öyle
değil de, ben;
Da inanıyorum da, ben Allah’ın
birliğine inanmıyorum! derse bu adam yine kâfir olur. Neden? Çünkü bu defa da
adam mânâyı, muhtevayı inkâr etmiştir. Yâni Kur’an’dan bir âyetin metnini inkâr
eden kişi de kâfir olu, onun mânâsını, muhtevasını inkâr eden de kâfir olur.
Öyleyse Kur’an hem lafız, hem de mânâdır. Kur’an hem metin hem de mânâdan
ibarettir. Onu yalnız metinden ibaret saymak ta, mealcilerin yaptığı gibi
yalnız meâlden ibaret saymak ta bâtıldır.
Öyleyse hadi bir sûre getirin!
denilince, sadece onun lafzına benzer bir lafız getirin! Lafzına benzer bir
lafız uydurun! Metnine benzer bir metin meydana getirin! Demek değildir sadece
bunun mânâsı. Muhteva yönünden, mânâ yönünden de benzer getirin! Deniyor
anlaşılacaktır. Buna tarihten örnek gösterilir: İşte efendim biri çıkmış
Zâ-riyât sûresine bir örnek getirmiş, a! Ne kadar da ayıp olmuş? Ne kadar da
gülünç duruma düşmüş. Birisi de çıkmış Kaaria sûresine örnek getirmiş, çok
gülünç duruma düşmüş, madara olmuş, becerememiş filan. Öyle değil ama işin
aslı. Kazın ayağı başka ama.
Yâni şeytan bizi buradan bir daha
vurmuş, ama ne acıdır ki, bunun farkına
bile varamamışız. Ne acıdır ki, bunun farkında bile değiliz! Sanki Kur’an
sadece lafızdan ibaretmiş gibi, sanki Kur’an sadece bir edebiyat ürünüymüş gibi
meseleyi sadece lafız bazında düşünmüşüz. Lafız bazında, metin bazında
Kur’an’a benzer getirmişler, getirememişler meselesiyle bizler övünüp dururken,
şeytan bizi bu konuda avutup dururken, ama Kur’an’ın muhtevasına benzer neler
yapmamışlar ki insanlar! Maalesef müslümanlar işin bu tarafını hep kamufle
etmişler. Maalesef müslümanlar işin bu tarafını hiç mi hiç düşünememişler, hiç
anlayamamışlar. Birileri hep örttürmüşler bunu. İşin bu yönünü birileri hep ört
bas ettirmişler. Ama ne yazık ki müslü-manlar da Kur’an’ın benzerinin
yapılamayacağı konusunu anlatırken meselenin bu yönüne hiç değinmemişler.
Yıllar yılı sadece lafza muâdil bir şey yapamamışlar diye öğünüp durmuş
müslümanlar.
Kur’an’ın lafzıyla alâkalı bir
şey yapamamışlar; ama onun muhtevasıyla ilgili neler yapmamışlar ki! Meselâ
Kur’an’ın bir tarih anlayışı vardır, olsun! Biz de değiştiririz onu! demişler ve
Kur’an’ınkine taban tabana zıt ve ona nazire olsun diye yepyeni bir tarih
felsefesi geliştirmişler. Hattâ maalesef bugün müslümanlar Kur’an’ın tarih
anlayışını öğrenmeden, anlamadan ona nazire olsun diye ortaya konulan ötekisini
öğrenmeye çalışmışlar. Kur’an’ın bir sosyal düzenlemesi, bir hukuk anlayışı
vardı. Birileri bunu kaldırıp, ilga edip onun yerine, ona nazire olsun diye
sosyal bir düzenleme, hukukî bir düzenleme ikâme etmiş ve maalesef yıllardır
müslümanlar Kur’an hukukunu öğrenmeden önce onu gölgede bırakmak iddiasıyla
birilerinin yaptığı bu hukukunun tahsilini yapıyorlar.
Maalesef bugün
müslümanlar, Kur’an’ın sosyal düzenleme-lerinden habersiz olarak birileri
tarafından ona benzer olsun diye ihdas edilen sosyal sistemleri sinelerine
basmışlar, ona sahip çıkmışlardır. İslâm’ın sosyal düzenlemelerini, ekonomik
düzenlemelerini öğrenmeden ötekilerininkini öğrenmeye çalışmışlar, İslâm’ı tanımadan onları tanımadan yana
olmuşlar.
Kur’an’ın mîras hukukuna nazire
olsun diye ortaya konan Roma mîras hukuku. Kur’an ekonomisine karşı ona benzer
iddiasıyla ortaya atılan kapitalist ekonomi. Kuran’ın kılık kıyafet âyetlerine
karşı uydurulmuş batı tipi kılık kıyafet anlayışı. Kur’an’ın alfabe anlayışına
nazire olsun diye ortaya atılan yazı modeli. Ve daha neler neler uydurmuşlar.
Ondan sonra da hiç kimse bu konulara dikkat çekmeyince, bilenler de bu konulara
dikkat çekmeyince şeytan ve şeytan dostları da bunu çok güzel kamufle etmeyi
becerince, insanların dikkatleri bile çekilmemiş ve sonunda Allah yerine
birileri kurallar koymuş ve insanlar da onun kulu kölesi olmuşlardır.
Müslümanlar da Kur’an’ın lafzına benzer tüm dünya bir şey yapamamış diye avunup
dursunlar. Hâlâ şu yaşamakta olduğumuz şehir hayatı galiba Allah’tan
başkalarının koyduğu kuralların yaşandığı bir şehir
hayatıdır.
E!!! Hani Allah yapamazsınız!
Yapamayacaksınız! demişti. Kıyamete kadar kesinlikle bu kitabın benzerini
getiremeyeceksiniz! Boşuna yorulmayın! Demişti. E ne oldu ya? Hani yapmışlar?
Filan demeyin. Zira Allah yapamazsınız! Ebedîyen yapamayacaksınız! Derken
bunun gibisini yapamazsınız! Kur’an gibisini yapamayacaksınız! buyurmaktadır.
Değilse hiç bir şey yapamazsınız! Hiç bir şey yapama-yacaksınız! Hiç bir şey
beceremeyeceksiniz! demek değildir tabii bunun mânâsı. Bu mantığı unutmamalıyız.
Bunu diyeceğim biraz sonra inşallah.
Meselâ bakın bugün evlenme düzeni
koymuşlar değil mi? Bir kadınla bir erkek beraber yaşar; tamam, işte evlenme
budur. Adam birden fazla kadınla değişik zamanlarda beraber yaşadı mı olabilir.
Ama iki kadınla sürekli beraber aynı anda yaşarsa bu zinadır kanunlarına göre.
Eh şimdi uygulanıyor işte. Neredeyse bir müslüman ikinci evliliğe adımını attı
mı ona en fazla karşı gelenler öteki müslüman-lardır. E şimdi bu Kur’an’a nazire
değil de nedir yâni? Tamam Kur’-an’a nazire olsun diye pek çok şey
yapmışlar.
Ama deminki
mantığa dönüyorum şimdi. Ne demiştik? Allah buna benzer yapamazsınız! derken
hiç bir şey yapamazsınız demiyor da bunun gibisini yapamazsınız diyor demiştik.
Yâni bunun sağladığını sağlayan bir şey yapamazsınız diyor. Toplumu bu
Kur’an’ın ulaştırdığı noktaya ulaştıran bir şey yapamazsınız
diyor.
Peki Kur’an’a yapılan bu
nazireler ne sağlar? Kur’an’ın toplum için sağladığını sağlayabilir mi bunlar?
Bu insanların Kur’an’a nazire olsun diye yaptıkları, Allah için söyleyin bu
Kur’an’ın topluma sağladıklarını sağlayabilir mi? Kesinlikle hayır! İşte
görüyoruz bu yapılanların ne sağladıklarını.
Halbuki Kur’an
ki, topluma mutluluk sağlayacaktı. Kur’an ki, huzur ve sükun sağlayacaktı.
Kur’an ki, cennet verecekti. Kur’an ki, insanın ruh ve beden dengesini ortaya
koyacaktı. Bunların yaptıklarıy-sa kan getirdi, gözyaşı getirdi, huzursuzluk
getirdi, mutsuzluk getirdi. İşte bütün bunları gerçekleştirecek nitelikte haydi
bir örnek getirin! Haydi bir sistem geliştirin! diyor Allah. Değilse
şaklabanlık yapın! demek değildi bunun mânâsı.
Kur’an-ı Kerîm’e şiir dediler,
sihir dediler, evvelkilerin masalları dediler, insan sözünden başkası değildir
bu dediler. Dediler ama buna kendileri de inanmadılar. Çünkü eğer Kur’an şiirse
o zaman ondan bu kadar korkmanın anlamı ne? Piyasada yığınlarla şiir söyleyip
duran insan vardı. Bunların hangisinin arkasına bu kadar insan düşmüştü? Yok
eğer Kur’an sihirse ve onu size getiren Peygamber bir sihirbazsa, eh piyasada
bu kadar sihirbaz var bunlardan hangisinden bu kadar korkulmuş? Hangisine karşı
bu kadar tedbir alınmış? Eğer böyle diyorsanız bunun da ispatı kolaydır. Bunun
için de öyle derin derin felsefelere girmeye gerek yoktur.
"Bunun benzeri bir sûre
getirin!"
Eğer bugün getiremezseniz, yarın
getirin! Öbür gün getirin! Ama bilesiniz ki, kıyamete kadar yapamayacaksınız
bunu! Öyleyse:
24: “Bunu
yapamazsanız ki asla yapamayacaksınız. O Halde kâfirler için hazırlanan ve
yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının!"
Yapamadınız mı? Eğer
yapamadıysanız bilin ki, kesinlikle bilin ki, yapamayacaksınız bunu! Asla,
kıyamete kadar Kur’an’a benzer yapamayacaksınız! Toplumda yasaları uygulandığı
zaman onun sağ-layacaklarını sağlayacak bir benzer yapmanız mümkün
değildir.
Abdullah İbni Mukaffa diye bir
adam var. Arap edebiyatının dahilerinden kabul edilir. Gerçekten bu işi bilen
bir adam. Kelile ve Dimneyi Arapça’ya kazandıran bir adam. Günün birinde
Kur’an’a ben-zer bir nazire yapmak çıkmış kafasından. Çevresi dürtüklemiş,
şeytan dürtüklemiş, hoplatmışlar, zıplatmışlar adamı. Sen bunu becerirsin, bu
işi ancak içimizden sen kıvırırsın demişler. Tamam! Demiş herhal-de bu işi ben
kıvıracağım. Şöyle hazırlığını yapmış, enine boyuna bakmış, kendini toplamış ve
Kur’an’ı bu gözle bir daha okumuş. Benzerini yapmak adına dikkatlice Kur’an’ı
okurken Hûd sûresine geliyor. Hûd sûresinde Rabbimiz anlatır: Tufandan önce
Allah göğe emretti: “Ey gök su indir!” Buyurdu. Gök de bu emre
imtisa len suyunu indirdi. Sonra yere
emretti Allah; “Ey arz sen de su fışkırt!” Yer de suyunu fışkırttı, tamam her
taraf su. Helâk olacaklar helâk olmuşlar, cezasını çekmesi gerekenler
çekmişler cezalarını, artık iş bitmiş ve tufan da bitecekti. Allah birisi
semaya, ötekisi de arza olmak üzere iki emir verdi.
"Ey sema artık suyunu tut! Ve ey
arz sen de suyunu yut!"
(Hûd: 40 )
Allah dedi ki göğe: “Ey gök artık
suyunu tut! Ve ey yer sen de suyunu yut!” İki emir veriliyordu: Birisi göğe,
ötekisi yeryüzüne. Birisi “tut!” Diğeri “yut!” Tamam hepsi bu kadar. Birisi
tutmuş, ötekisi de yutmuştu suyunu ve artık yeryüzü
kupkuruydu.
Kur’an’ın bu bölümüne gelince
adam kara kara düşünmeye başlıyor. Sanki beynini ellerinin arasına alıyor,
sıktıkça sıkıyor, kafatasını eritiyor, beynini cıvık cıvık alıyor eline ve
sonra diyor ki: Eyvah! Bunu diyebilmek için semaya ve arza söz geçirmek
gücünde olmak gerekiyor. Bunu diyebilmek için, Kur’an gibisini meydana
getirebilmek için ancak Allah olmak gerekiyor. Ben Allah olmadığıma göre ne
mümkün öyleyse? Diyor ve sonunda vazgeçiyor bu
delilikten.
Öyleyse Kur’an’a benzer yapmanın
bu mantığını kaybetmememiz gerekiyor. Değilse yapılır yâni. Bir yığın herze
çıkabilir karşımıza. Böyle değil, aya laf edecek adam, güneşe söz geçirecek,
arza emredecek, semaya ferman edecek. Ama bunların hiç birisinin onun
fermanından haberleri bile yoksa, bu herzeden başka bir şey değildir yâni.
İşte yapanları görüyoruz yâni. Ey kamer sen orada yalnızsın, ben de burada
yalnızım gibi boş sözler. Bu, adamın kendi kendine konuşmasından başka bir şey
değildir yâni.
Mümkün değil böyle bir şeyi
yapamazsınız! yapamayacaksınız! Öyleyse:
Kâfirler için hazırlanan ve
yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının!"
Muttaki olun! Korunun!
Allah’la korunun! Allah’ın koruması
altına girin! Şu ateş konusunda ki tutturağı, yakıtı insan ve taşlardır onun.
Dayanılması mümkün olmayan bir ateştir o. Şöyle üç aylık beş aylık çocuklarınızı
yakalayın saçlarından, baş aşağı getirin, benzin dökerek saçlarından tutuşturup
koşa koşa ateşi tutuşturmaya gidin! Yapabilirseniz yapın bunu. Yüreğiniz
dayanırsa yapın! Korkunç bir şey gerçekten değil mi?
Öyleyse yarın
onların cehennemin çırası olmasını istemiyorsa-nız burada Kitapla, sünnetle
tanıştırın! Çocuklarınızı müslümanca eğitin! Onları cennete hazırlayıp,
cehennem yollarına barikatlar koyun! Değilse siz bilirsiniz. Bakın Rabbimiz
buyuruyor ki, cehennemi tutturmak için insan ve taşlar
kullanılıyor.
" Kâfirlere hazırlanmıştır ama bu
ateş."
İfadelerinden anlaşılıyor ki
Allah insanlara bir zorbanın yaptığını yapmıyor. Hür iradeleriyle baş başa
serbest bırakıyor onları. Hadi elinizden geliyorsa iddianızı ispatlayın! Diyor.
Mümkün değil bunu yapamazsınız, Bu Kur’an gibisini ancak o
diyebilir!
Eğer bunu
kabulleniyorsanız, yâni böyle sözleri ancak onun gibi birinin söyleyebileceğine
inanıyorsanız, o zaman o büyük kabul ettiğiniz, o ulu bildiğiniz insan “Bu kitap
benden değil, Allah’tandır” diyor. Bununla gurur duyup size çalım satmıyor! Bu
konuda sizden dünyalık bir şeyler de istemiyor!
"De ki; ben ‘ben bu tebliğimden
dolayı sizden yakınlığıma sevgiden başka bir ücret
istemem’.”
(Şûrâ:
23)
Diyor.
"Asla bunu
yapamayacaksınız!"
İfadesinin, o günden bugüne kadar
1400 yıllık bir tecrübeyle doğruluğunu gördük. Tarih boyunca bu konuda yarışa
davet edilen kâfirler bu yarıştan vazgeçip pes etmişlerdir. Fakat buna karşılık
olarak silah çekip, kan akıtmışlar ve bu kitabın önünü kesebilmek için her
türlü masraf ve zahmetlere girmişler. Bugün de kâfirlerin aynı yola tevessül
ettiklerini görüyoruz. Kur’an’ın bir benzerini getirmek, veya yapamıyorlarsa
ona teslim olmak dururken, bugünün kâfirleri de: Aman Kur’an duyulmasın! Aman
insanlar onu öğrenmesinler! Aman bu kitap insanların gündemine girmesin! Aman
insanlar bu güçle diyalog kurmasınlar! Yoksa önlerine geçemeyiz! diye her türlü
tedbiri alma-dan yana davranıyorlar. Tüm yerli ve yabancı kâfirlerin derdi
budur. Ama görüyorsunuz ki Kur’an, yine dimdik ayakta duruyor ve bunun
karşısında Yapabilecekleri hiç bir şey yoktur.
25:"Peygamberim,
iman edip de salih ameller işleyenlere zeminlerinden ırmaklar akan cennetleri
müjdele."
Önceki âyetler bizi sanki sele
kapılıp cehenneme doğru sürüklenip
gidecek bir ortama sokmuştu. Karşımızda duran bir ateş nehri, bir ateş seli ve
onun içinde yuvarlanıp giden taşlar ve insanlar. Sanki kan gölüne, ateş gölüne
gidiyordu insanlar ve biz de onların bir üyesiymişiz gibi korkunç bir manzarayla
karşı karşıyaydık. Mevlâmız bizi bununla korkutuyor ve ürkütüyordu.
Hani:
Deniyordu ya âyet-i kerîmede.
Yâni bütün bunları Allah,bizi korkutmak için söylüyor. Bizim aklımızı başımıza
almamız için korkun,yapmayın deniyor.
Ondan sonra da mesani olan
kitabımızın özelliğini görüyoruz. Yâni böyle ikili bir anlatım özelliğini
görüyoruz. Rabbimiz kafirleri anlatırken hemen mü'minlere dönüyor. Ya da
cehennemi anlatırken hemen cennete dönüyor. Bizi o boğuk, o kötü atmosferde
bırakmıyor. Ardından hemen sözü mü'minlerin durumunu anlatmaya
getiriyor.
"İnanan ve inancını yaşayan
insanlara müjdele ki, onlara cennet var."
İnanan ve inancını yaşayanlara,
inanan ve salih ameller işle-yenlere müjdele. Onlara haber ver ki onlar için
cennetler vardır. Salih amel demek; imanın gereği olan amel demektir. Buna
delilimiz de Hz. Nuh’un oğlu için Allah’ın dediği şu
âyettir:
"Dedi ki ey Nuh o senin ehlin
değildir. Çünkü O gayri salih bir ameldir!"
(Hûd:
46)
Hz. Nuh’un boğulan oğlu için o
küfrün gereği olan bir amel işlemiştir diyor Allah. O zaman amelleri
değerlendirmede İslâm’ın mühürlerini hatırlayalım:
1 : Amel-i
salih.
2 : Amel-i gayri
salih.
Veya birine isyan, diğerine de
itaat deniyordu.
"İşittik ve itaat ettik! İşittik
ve isyan ettik!"
Deniyordu. Burada
da:
İle
yetinilmeyip:
Eklenmesi ve hemen hemen
Kur’an’ın her yerinde karşımıza bu
kalıpla çıkması, insanın sadece inandım demekle kesinlikle yetinmemesi
gerektiğini anlatıyor. Ankebût sûresi de bunu anlatıyordu.
"İnsanlar öyle mi zannediyorlar
ki inandık demeleriyle bırakılıverilecekler de imtihana
çekilmeyecekler?"
(Ankebût:
2)
Hangi konunun imanını gündeme
getirmişsek o konuda mutlaka bir denenme gelecektir karşımıza. Neye
inandığımızı söylemiş-sek o konuda deneneceğiz ki, sağlam mı inanmışız yoksa
değil mi? Bu ortaya çıksın. Meselâ bir müslüman infaka veya zekâta inandığını
mı iddia ediyor? Eğer bolca param olsaydı ben onu Allah yolunda infak ederdim
mi diyor? Böyle bir iman iddiasında mı bulunuyor? O konuda mutlaka denenme
gelecektir. Allah günün birinde ona bolca bir para verecek, bu imkânı yaratacak
ve onun sağlam mı inandığını, yoksa gevşek mi inandığını ortaya
çıkaracaktır.
Veya bir
müslüman eğer boş zamanım olsaydı ben de bu zamanı Allah’ın kitabını ve
Resûlü’nün sünnetini öğrenmeye harcardım mı diyor? Bu konuda bir iman mı ortaya
koyuyor? Allah günün birinde onun karşısına bolca bir zaman çıkarıp onun inanıp
inanmadığını ortaya çıkaracaktır. Veya meselâ bir kadın eğer Allah beni iyi bir
ortamda yaratsaydı ben de tepeden tırnağa örtünürdüm mü diyor? Allah mutlaka
onun karşısına böyle bir ortam çıkaracak ve onun bu konudaki samimiyetini
deneyecektir. Yâni hangi konunun imanını günde-me getirmişsek, hangi konuda ne
tür bir iddiada bulunmuşsak, o konuda Allah bize denenme gönderecektir. Fırsat
verip sağlam mı, yoksa bozuk mu inandığımızı ortaya koyma imkânı yaratacaktır.
Değilse o konuda imkân vermese kimin ciddi, kimin yalancı olduğu ortaya
çıkmaz.
Ama eğer şu anda inandık
dediğimiz pek çok konuda Allah bizim karşımıza denenme imkânı çıkarmıyorsa, o
zaman şu iki şeyden birisi geçerlidir:
a- Ya ciddi inanmadığımız için
Allah o konuda bizim karşımıza gerçekleştirme imkânı
çıkarmıyor.
b- Ya da daha önce aynı konuda
bizi denedi de bizde imanımızın sağlam
olduğunu gösteremediysek, artık yeni imkânlar çıkar-mıyor
demektir.
Bakın Kur’an’da amel edenlere,
amel edenler için hazırlanmış cennetten söz eden âyetler
var:
"İşte amelleriniz karşılığında
size hazırlanmış cennet."
(Zuhruf 72)
"Yiyin, için, işlediğiniz
amellere karşılık.."
(Tûr
19)
Amel işleyenlere cennet olduğunu
anlatan âyetler var. Ama bu güne kadar
sadece iman edenlere cennet vardır diye bir âyet
görmedim.
İşte inanan ve inancını yaşayan
insanlara müjde olarak sunulan bu cennet, Allah’la aldatılan bizim
toplumumuzda nedense çok değiştirilmiş. "Eğer inanır ve inancımızı yaşarsak"
cümlesinden sonraki bölümü sanki herkes kendine tamamlamış. Çünkü bakın
burada:
"İnanan ve inancını yaşanlara
müjdele."
Denildikten
sonra:
"Onlar için cennet
vardır."
Denmesi gerekirken, o bölümü
insanlar kendileri tamamlamışlar. Sen bu kadar dedin sağ ol, yeter ya Rabbi!
gerisini biz tamam-larız! Demişler ve bundan sonrasını kendi bildikleri gibi
tamamlamışlar müslümanlar. Bakın geçenlerde bir yerde bir şeyler anlatıyordum,
oradaki gençlerden biri: biz müslüman değiliz! Hocam! Dedi. İçini çekti ve biz
de hayır yok! Biz müslüman değiliz! Dedi. Gerçek müslüman olsaydık nasıl
olacaktık? Dedim. Eğer biz gerçek müslüman olsaydık şu ayakkabıları kendimiz
imal ederdik! Dedi. Yâni demek ki gerçek müslümanlığımızın karşılığında bunu
bulurmuşuz. Demek ki gerçek Müslümanlığı yaşamanın sonucu
buymuş.
Veya bir
başkası çok rahat şunu diyebilmektedir: Eğer bizler gerçek müslümanlar
olabilseydik, bu ülkede herhalde İslâmî yayınlar yapan ciddi televizyonlarımız
olacaktı. Eğer bugün bizler ciddi Müslümanlar olabilseydik, memleketimiz
fabrikalardan geçilmeyecekti. Demek ki gerçek müslümanlığın sonucu bunlara
kavuşmakmış. Bütün bunları hep uyduruyoruz kendi kafamızdan. Allah hiç de böyle
demiyor. Eğer inanırsanız ve salih amel işlerseniz, ne var karşılığında? Allah
diyor ki:
" Cennet var onlar
için."
İşte bu kadar. Halbuki Allah’ın
Resûlü Akabe’de kendisiyle biatleşen insanlara İslâm’ı anlattı da onlar dediler
ki: “Ya Rasûlallah! Eğer biz bu dediklerini yaparsak, dediğin biçimde yaparsak
karşılığında bize ne var? Ne elde edeceğiz bu işin sonunda?” Allah’ın Resûlü
onlara: “Bu işin karşılığında hurma bahçeleri var!” demedi. “Yemen’e vali
olacaksınız!” demedi. “Bizans sizin olacak!” demedi. Peki ne dedi? Dedi ki;
“cennet var! İman ve salih amelin karşılığında cennet var!” Zaten iyi bir
müslümânâ cennet vaadi vardır. Hükümet vaadi yoktur, devlet vaadi yoktur,
sıhhat vaadi yoktur, bolluk ve zenginlik vaadi yoktur. Müslüman olursak devlet
kurarız değil mesele. Çünkü devlet müslüman olmanın vazgeçilmez şartı değildir;
ama cennet, müslüman olmanın vazgeçilmez şartıdır.
İman eden ve imanlarını amele
dönüştürenler için, ne var onlar için? Atlar, arabalar, fiyatlar, muratlar,
marklar, dolarlar vardır. Öyle değilmiş anlıyoruz âyetten. Hattâ geçimmiş,
dirlikmiş, sıhhatmiş, afiyetmiş, ya da zafermiş, galibiyetmiş hiç birisi yok.
Hattâ belki siz ger-çekten iyi bir müslüman olun çevrenizde hiç kimse
kalmayabilir. Kimi Peygamberler gibi çevrenizde üç beş kişi kalabilir. Kimi
Peygamberler gibi belinizden testereyle biçilebilirsiniz. Kimi peygamberler
gibi şehid olabilirsiniz. Taşlanabilirsiniz kimi Peygamberler gibi. Ve onlar hiç
de başarısız olmadılar yâni. Onların başlarına gelen bu tür durumlar, onların
başarısız olduklarını göstermez. Ve İmanlarının sonucunda bu tür şeyler
başlarına geldi diye hiçbir zaman onlar yollarından, yöntemlerinden şüphe
etmediler. Eğer biz de vahye intibakımızdan şüphe et-miyorsak, o zaman başımıza
ne gelirse gelsin devam edelim yolumuza. Ama şundan her zaman şüphe edelim:
Acaba bu vahiy, bu Kur’an benim anladığımın dışında da anlaşılabilir mi? Benim
bu anlayışımın dışında da anlayışlar var mı acaba? Diye sürekli bunu araştırmak
zorundayız, bu güzeldir işte.
Neymiş mü'minlere verilen müjde?
Cennet. Bir cennet ki, ya da cennetler ki, bahçeler ki, onların zeminlerinden
ırmaklar akmaktadır. Zeminlerinden ırmaklar akan cennetler. Arapça’da cennet;
toprağın üzerinde yükselen ağaçlık bölümün adıymış. Altından ırmakların akması
da bu cennetin zemininde ırmakların akması demekmiş. O zaman sarayın altından
veya kökün altından ırmakların akması da ya-dırganmayacaktır. Yâni böyle de
olabilir diyoruz. Çünkü biz dünyayı cennetleştirme cinnetinde olduğumuz için
sanki bunu dünyaya taşıma çabasındayız. İşte belki bunun içindir ki odalarımızın
altından ırmaklar akıyor. Ama olsun cennettekiler gibi değil bunlar
kanalizasyon ırmakları.
"Orada her ne zaman bir rızıkla
rızıklandırıldıkla-rında, her bir meyveden
rızıklandırıldıklarında."
Yâni kendilerine tahsis edilen
her bir rızık kendilerine ulaştırıldığında şöyle derler:
"Bu daha önce de rızıklandığımız
şeydir derler."
Biz daha önce de bundan
rızıklanmıştık. Bize daha önce de Allahu Teâlâ lütuflarda bulunuyordu. Veya daha
önce de bize bunların benzerleri verilmişti. Yâni daha önce de benzer şeyler
yemiştik biz dünyada. Nar; dünyada da nar yemiştik biz. Muz; dünyada da
yemiştik bundan derler. Peki bu onlara ne sağlayacak? Anlayabildiğimiz
ka-darıyla bu onlara şunu sağlayacaktır: Hayatın köklü oluşunun zevkini
tattıracaktır bu onlara. Bana öyle geliyor. Çünkü bakıyoruz Peygam-berleri
tanıtırken de böyle bir köklülükten söz edilmiş:
"Muhammed başka değil ancak bir
elçidir, ondan önce de peygamberler gelip
geçmiştir."
(Âl-i İmrân 144)
Âyeti de bunu anlatır. Yâni Hz.
Muhammed Aleyhisselâm böy-le yeni yeni çıkmış, aslı astarı olmayan türedi bir
şey değildir. Daha önce de benzerleri görülmüş, bilinmiş ve denenmemiştir. Yâni
böyle denenmemiş, sonunun ne olacağı belli olmayan bir şey değildir bu. Bilâkis
daha önce de peygamberler geldi geçti. İşte Muhammed de onlardan biridir
deniyordu ya. İşte burada da tıpkı onun gibi bir kök-lülük vurgulanıyor. Yâni
Mü'minler orada: Ne oluyor ya? Nereden gel-dik buraya? Neresi burası? Nasıl bir
şey bu cennet? Diye şaşırmaya-caklar, acemilik çekmeyecekler, bilâkis
kendilerinin dünyada işledik-leri amellere karşılık kendilerine sunulan bir
cennet olduğunu bilecek-ler bunun. Meselâ Mançurya’dan hiç bilmediğimiz,
tatmadığımız bir meyve getirip verseler, şöyle bir duraklar insan değil mi? Ne
ki bu acaba? Tadı nasıl? Tuzu nasıl filan diye bir tereddüt geçiririz değil mi?
İşte cennette böyle bir acemilik olmayacaktır. Her bir meyve sunul-dukça a! Biz
bunu daha evvel de yemiştik! Bize bunu Rabbimiz daha önce de ikram etmişti!
Diyecekler. Bunun bir ikinci anlamı da, yarım saat önce kendilerine
hizmetçileri bir meyve sunmuşlardı, şimdi aynı renkte, aynı özellikte bir
ikincisi sunulacak ve bakacaklar ki bu defa da çok farklı bir tat, çok farklı
bir lezzette olduğunu görünce mü'min-ler: A! Hayret daha önce de bundan
yemiştik ama bu daha farklıymış diyeceklerdir. Yâni o meyveler her sunuluşta bir
öncekinin aynı gibi ama farklı tatlarda, farklı lezzetlerde olacaktır.
Şekilleri, biçimleri, renkleri birbirine benzer fakat tatları başka olacaktır
anlıyoruz. Ya da işte az evvel dediğimiz gibi biz bunları dünyadayken de
yemiştik diyecekler.
"Bunlar söylediklerinin
benzerleri olarak kendilerine sunulmuştur."
Dünyadaki yediklerinin aynısı
olarak kendilerine sunulmuştur. Halbuki oradaki süt ayrı, oradaki muz ayrı,
oradaki portakal ayrıdır. Lâkin bu ayrılığa rağmen dünyadakilerle bir benzerlik
kurup böylece onlar dünyayı hatırlayacaklar, biz dün de buna benzer bir şeyler
tatmıştık! Diyecekler. Başka neler varmış bu cennetlikler
için?
"Bir de orada onlar için tertemiz
eşler vardır."
Tertemiz
eşler vardır orada onlar için. Tertemiz erkeklere ter-temiz kadınlar, tertemiz
kadınlara da tertemiz kocalar vardır o cennet-te. Ezvac kelimesi hem kadınların
kocaları için temizliğini, hem de kocaların kadınları için temizliğini anlatır.
Âyet-i Kerimede
kadının temizliğinden söz ediliyor. Ya da eşlerin temizliğinden bahsediliyor.
Bunun anlamı şudur: Oradaki eşler hem madde olarak kan, idrar, koku, hayız,
nifas, dışkı vs olmayacak şeklinde tertemiz. Hem de mânâ olarak yalan, dolan,
cinsinden, aldatma cinsinden, ahlâksızlık, geçimsizlik cinsinden de bir
kötülüğü, bir pisliği, necisliği, necesliği, küfrü, nifakı inkârı olmayacak
tertemiz eşler verilecektir onlara.
Bütün bu
anlatılanlar kâfirlerin kulağına gittiği halde, bunları duydukları halde, hayret
ki yine de âhireti inkâr etmeye sebep bulabiliyorlar yâni. Cennette Allah’ın
Mü'minler için hazırladığı bu nîmetler anlatılınca: Ne yâni! Onları biz de
buluruz dünyada! Biz de elde ederiz! İstediğimizi buluruz dünyada. Bağ, bahçe,
elma, armut, karı, kız, içki, şarap istediğimiz kadar buluruz! Alasını buluruz
bu dünyada diyorlar. Ama:
"Onlar orada ebedîyen
yaşarlar."
Denilince, işte orada adamların
solukları kesiliyor. İşte orada pilleri bitiyor. Çünkü bunların elde ettiği
şeylerin hiç birisi sonsuz de-ğildir. Hepsi dünya ile, ömürleriyle sınırlı
şeylerdir. Öldükleri anda her şey bitecektir. Yâni tüm dünyaya sahip olsalar
bile ölünce bitecektir. Ama âhirette mü’minler cennette ebediyen bu nimetlere
sahip olacaklar. Ölmeyecek, solmayacak, bitip tükenmeyecek nimetler. İşte
cennet bu. Bundan sonra, eğer bu cenneti hak etmek istiyorsanız. Bunu kazanmak
istiyorsanız diye başka bir âyete geçilecek. Ne kadar güzel, ne kadar hoş
anladınız! İşte bu cennetin sizin olması için, bunu kazanmanız için davanızın
Allah’a teslimiyet olması gerekir kayıtsız şartsız diyor bundan sonraki âyet-i
kerîme. Yâni eğer cennetten yanaysanız, cenneti kazanmak istiyorsanız, Allah’a
kafa tutmayacaksınız! Allah’a akıl vermeye kalkmayacaksınız!
diyor.
Peki nasıl
akıl vermek? Ne tür bir kafa tutmak? Şunu anlata-caktın ya Rabbi! Bunu
anlatmalıydın ya Rabbi! Şu sana yakışırdı! Ama bu dinde olmamalıydı! Bu kitapta
olmamalıydı! denmemelidir. Çünkü bu kâfirlerin iddiasıydı. Bakın onlar
dediler ki: Ne ya bu? Allah nelerden bahsediyor böyle? Sivri sinekten, kara
sinekten, örümcekten bahsediyor. Böyle tanrı mı olur? Böyle mukaddes kitap mı
olur? Kutsal kitapta bunlara da mı yer verilir? Diyebiliyorlardı da bakın
Rabbi-miz bunun üzerine şöyle buyurdu:
26:"Şüphesiz ki Allah sivrisineği
ve ondan üstününü misa l vermekten utanmaz. İman
edenlere gelince onlar Rablerinden gelen bir hak olduğunu bilirler. Beri
taraftaki kâfirler de: A! Ne oluyor? Allah bununla ne kastediyor acaba? derler.
Bu misa l ile Allah pek çoklarını
saptırırken çoklarını da hidâyete ulaştırır. Ama
onunla fâsıklardan başkası sapmaz, sapıtmaz."
Allah münâfıklar için bu
misa li verince, ya da Hac sûresi 73.
âyetindeki örnekten söz edince; münâfıklar; “Allah bu tür
misa ller ver-mekten münezzehtir”
dediler. “Böyle bir şey asla Allah’a yakışmaz” dediler. Sonra da işte bu âyet
gelmiştir deniyor. Allah buyurur ki: “Allah sivrisinekten ya da onun üstündeki
bir şeyden misa l vermekten çekinmez,
utanmaz.”
Bir de şunu ifade edelim; kraldan fazla kralcı kesilmenin de anlamı
yoktur. Allah burada utanmaz demişse, efendim utanmaz demeyelim de çekinmez
filan diyelim diye bir edepten söz ediyorlar. İyi ama Allah bizzat bunu kendine
münâsip bulmuşsa o zaman başka bir şey demeye çalışmanın da anlamı yoktur
diyoruz. Peki neymiş bu adamların dertleri? Bütün dert Allah sinekten söz
etmiş.
Yâni bu olacak şey miymiş?
Allah’a yakışır mıymış bu?
"Ey insanlar! Size bir
misa l verilmektedir, şimdi onu
dinleyin! Şüphe yok ki sizin, Allah’ı
bırakıp da O’nun berisinde dua ettikleriniz bir sinek bile
yaratamazlar. Velev ki hepsi bunun için toplanıp yardımlaşsalar bile. Şâyet
sinek onlardan bir parça koparsa o dua ettikleriniz onu sinekten kurtaramazlar.
Talip de zayıf matlup da! (Parça koparıp kaçan sinek de zayıf kendisinden
koparılan da.)"
(Hac:
73)
"Allah berisinde veliler
edinenlerin hali örümcek gibidir ki o bir ev yapmıştır. Ama bilseler evlerin en
zayıfı (çürüğü) hiç şüphesiz örümcek yuvasıdır."
(Ankebût:
41)
Allah bu iki âyette örümcekten ve
sinekten misa l verince bunlar gariplerine
gidiyor insanların. Diyorlar ki olacak şey midir bu? Allah sinekten bahsediyor,
örümcekten söz ediyor, yakışır mı bu Allah’ın şanına? diye yaygarayı basıyorlar.
Allah da onlara şöyle cevap veriyor: Bana akıl vermeye, bana yol göstermeye
kalkmayın! Şunu şunu anlatmalıydın! Şundan, şundan bahsetmeliydin! Önce şunları
anlatmalıydın! Şu şu konulara hiç girmemeliydin! Diyerek bana yol
göstermeyin. Benim dediğimi, ben dedim diye kabul edin! Ben ne demişsem,
nasıl demişsem öylece kabul edin!!
Sivrisinekten de söz eder Allah,
onun üstünde bir şeyden de. Kanadından da meselâ. Onun üstünde bir şey, ondan
biraz daha büyük olan bir şey veya ondan daha küçük olan bir şeyden de söz
eder demektir bunun mânâsı.
“Ey iman edenlere gelince onlar
Rablerinden gelen bir hak olduğunu bilirler"
Allah neden bahsederse etsin, ne
anlatırsa anlatsın, iman edenler bilirler ki Hak Rablerindendir. Rab ne
gönderdiyse, Rableri ne indirdiyse o haktır. İster büyük, ister küçük olsun hiç
fark etmez, Allah’tan ne gelmişse hak odur.
"Hak Rabbindendir. O halde sakın
şüphe edenlerden olma!"
(Bakara:
147)
Rabbinden gelen, gerçek hak ve
hakikat odur! O halde sakın siz şüphelenenlerden olmayın! Diyordu Allah. Burada
da aynen benzerini söylüyor. Allah dediyse tamam! Demek ki bu konu ancak böyle
anlatılırmış!
Demek ki bu konu en güzel sinekle
veya örümcekle anlatılırmış. Allah böyle anlatmış, başkasını bilmeyiz. Efendim
işte kadın konusunda biraz şöyle düşünsek. Niye? Ben kadını Allah’tan daha iyi
mi düşüneceğim yâni? Allah’ın düşündüğü yetmiyor mu? Erkek konusunda şöyle
yapsak. Hayır Allah elbette en güzelini ortaya koyuyorsa aynen ona teslim
olacağız. Ne dediyse aklımızı, mantığımızı işin içine karıştırmadan aynen kabul
edeceğiz. O zaman bunun adına iman denecektir, teslimiyet denecektir,
müslümanlık denecektir. İman edenler, müslümanlar ne derlermiş
bakın:
İman edenler derlermiş ki: Hak
Allah’tan gelendir. Hak babamın
bildiği değil, hak efendimin tasdik ettiği değil, hak toplumun öngördüğü değil,
hak insanların benimsediği değil, hak hocaların yazdıkları değil, hak bizim
mezhebin dediği değil, hak İMF’den gelenler değil, hak AET’nin dedikleri değil,
hak Avrupa’dan, Amerika’dan gelenler değil, hak Allah’tan gelen yâni vahye
mutabık olan gerçektir. Mü’minler böyle inanırlar, böyle derlerken, bakın
kâfirler de şöyle derlermiş:
“Beri taraftaki kâfirler de: A!
Ne oluyor? Allah bununla ne kastediyor acaba?
derler."
Acaba ne demek istiyor ki Allah
bununla? Ne yapmak, nereye varmak istiyor ki? Diye güya merak ediyorlar, ama
asla kulluğa yanaşmıyorlardı. İrdeliyorlardı güya ama bu irdelemeleri kulluğa
yönelik değildi. Öğrenmek, anlamak kastıyla değildi. Çünkü Allah bunlar
için:
"Kalplerinde eğrilik bulunanlar
fitne aramak ve teviline gitmek için Kur’an’ın müteşabih âyetlerinin peşine
düşerler...."
(Âl-i İmrân:
7)
Diyordu. Yâni Kur’an’ın amele
yönelik âyetlerini, muhkemlerini insanlar düz anlamak zorundadırlar. Başkası
olmaz çünkü. Abdest abdesttir, namaz namazdır zaten. Ama bunun dışındaki
konuları öyle karıştırıyorlar ki hep fitne arıyorlar. Veya başka durumlar
bulmaya çalışıyorlar.
E ne varda burada? Ne anlayacağız
da bundan? Bununla nereye kadar gidilebilir de yâni? Bu nereye götürebilir de
bizi? Derler. Meselâ Müddessir sûresinde Cenab-ı Hak cehennemi
anlatırken:
"Onun üzerinde on dokuz
vardır."
(Müddessir:
30)
Buyurunca:
"Kalplerinde hastalık bulunanlar
ve kâfirler derler ki: Ne oluyor? Allah bununla ne anlatmaya çalışıyor ki?
derler."
(Müddessir:
32)
Ne demek istiyor ki? Neyi darp
etmeye çalışıyor ki Allah bununla? Ya da bu darpla Allah ne yapmak istiyor ki?
Bu ne ya! Allah’a yakışır mı bu? Dediler.
Bakıyoruz bugün de öyle diyor
insanlar. Bugün de kalplerinde nifak hastalığı bulunan insanları görüyoruz.
Kur’an karşısında aynı şeyleri söylediklerine şahit oluyoruz. Gelin ey
müslümanlar! Kur’an okuyalım! Kulluk kitabımız ne diyor bir tanıyalım da onun
istediği biçimde müslüman olalım! dediğimiz zaman aynı insanların bugün de
Kur’an’a karşı aynı ifadeleri kullandığına şahit oluyoruz: Ne olacak ya Kur’an’ı
okuyup ta? Bu Kur’an ne anlatıyor ya? Bununla nereye kadar varılabilir? Bu
nereye kadar götürür insanları? Bununla hayat mı düzenlenir ya? Bununla şehir
mi idare edilir? Bununla belediyecilik mi yapılır? Bununla para mı kazanılır?
Bununla makam mı kazanılır? Bununla devlete mi gidilir? Yâni tamam anladık
Kur’an, Kur’an da ne olacak okuyunca? Bununla devlet mi kurulur? Bununla cemaat
mı örgütlenir? Bununla iktidara mı gelinir?
Evet aynen
bugünkülerin de bunları dediklerine şahit oluyoruz. Kur’an okuyalım, Kur’an
okuyalım. İyi arkadaş anladık da ne olacak okuyup da? Oku oku bununla nereye
kadar gidilebilir? Ne işe yarayacak bu okuma? Bize başka şeyler lâzım. Bize
örgütsel çalışmalardan söz et. Bize paradan, bize sanayileşmeden söz et!
Diyenleri bugün de görüyoruz.
Ama Allah diyor ki: Biz bunu iman
edenlerin imanları artsın, küfredenlerin ve fâsıkların da fıskını artıralım
diye böylece yaptık diyor. Peki acaba bu tür ifadelerle, bu tür âyetlerle
mü'minlerin imanları nasıl artar?
1- Allah’ım sen ne büyüksün! Ne
kadar yücesin sen ki, yâni on dokuzla bu işi hallediveriyorsun! Koskoca cehennem
ve on dokuz melek! Koskoca cehennemi on dokuz melekle idare ediyorsun. Sen ne
büyüksün! Biz bunu bilmeyiz, bilemeyiz diyerek mü'minlerin imanları
artıyor.
2- Veya Kur’an’da bir iman konusu
daha gündeme geliyor böylece buna da inansınlar ve bir iman birimleri daha
artsın diye Allah böyle yaptık diyor. Meselâ şu ana kadar bu sûreyi bilmiyorsak
bugün bir beş on âyet daha öğrendik ve böylece on birim daha imanımız artmış
demektir. İşte imanın artmasını böyle de anlıyoruz. Kur’an’dan ne kadar âyet
öğrenmiş ve onlara iman etmişse kişi o nispette imanı da artmıştır
diyoruz.
O halde Kur’an kimilerinin
hidâyetini artırırken kimilerinin de dalâletini artırmaktadır. Yâni kimileri
Kur’an’la hidâyet bulurken kimileri de
Kur’an’la, Kur’an sayesinde sapıklıklarını, sapıklık noktalarını
anlarlar.
"Bu
misa l ile Allah pek çoklarını
saptırırken çoklarını da hidâyete ulaştırır."
Kur’an’la kimileri sapıtırken
kimileri hidâyet bulur. Pek çoğu Kur’an’la sapıtırken pek çoğu Kuran’la yol
bulur. Onlar aslında bu âyet sebebiyle sapmışlar değil de, zaten sapıktı bunlar
ve bu âyetle sapıklıklarını izhâr ediyorlar demektir. Yâni bunlarda küfür ve
nifak zaten vardı da, âyet bunu açığa çıkarmıştır diyoruz. Yâni şimdi bunlar bu
misa llerde ne denilmek istendiğini
anladıkları zaman iman edecekler mi? Kesinlikle. Bunların derdi iman değil,
bunların derdi zaten imandan kaçmak da, buna delil arıyorlar yâni. Bu bize
Kur’an’a iki türlü yaklaşım metodunun olduğunu anlatır:
1- Kur’an’la beraberlikte iki
türlü yöntem var: Birisi, insanlar önce kendilerini Allah bana önce şunu şunu
anlatmalıdır diye şartlandırırlar ve onun cevabını aramak üzere Kur’an’a
başvururlar. Yâni şartlı, sınırlı, tahditli özel bir yaklaşım modelidir bu. Bunu
da ikiye ayırabiliriz:
A- Ya kendi dünya görüşünü
desteklemek için Kur’an’a başvururlar.
B- Veya aradıkları sorunun
cevabını o tahditte bulmaya çalı-şırlar. Meselâ adam demokratiktir ama
müslümanlığı da elden bırak-mamak çabasındadır. Veya feministtir veya ırkçıdır,
pragmatisttir, fay-dacıdır veya hümanisttir, insancıldır. Aman insan hakları!
İnsan sevgisi! Filan diyordur. Bunu temel kabul etmiştir adam. Ama bunu
Kur’-an’ın da desteklemesi gerekmektedir. Öyle ya Tanrı bundan başka-sını
emredecek değildir elbette diyordur ve Kur’an’a işte bu duyguyla müracaat
etmektedir. Bu sapıklıktır tabii.
Bir de sorduğu soruya, sadece
sorduğu kadarıyla Allah’ın cevap vermesini ister. Meselâ ya Rab babam öldü,
şunum şunum var, mîrastan ne kadar alacağız? Allah’tan sadece o bölümü ister,
sadece o bölümü sorar. Halbuki Allah ona bunu anlatırken ondan sonra bir şeyler
daha söyler, ama o bölüme hiç bakmaz adam. Ya da abdest alacaktır, yüzümü mü
önce yıkayacağım? Yoksa elimi mi? Sadece o bölümü sorar. Şimdi sen başkasını
karıştırma! Başka konulara geçme! dercesine. Oysa serbest bıraksa İslâm’ı
bakalım ona cevap verirken başka neler diyecekti? O bölümleri karıştırmıyor adam
da sadece sorduğu bölüme cevap istiyor. İslâm’da hükümet diyor adam, sadece o
bölümü sorar. İslâm’da cemaat der, İslâm’da kadın der, İslâm’da harcama der. Ne
deneceğini kendisi belirliyor, ne sorulacağını, ne kadar sorulacağını kendisi
belirler.
Halbuki İslâm
öyle bir mekânizma ki, hepsi birbiriyle ilgili. Arabanın şaftı da, defransiyeli
de, tekerleri de, direksiyonu da, vitesi de, fireni de nasıl hepsi aynı uyum
içindeyse, Kur’an’ı da aynı uyum içinde öğrenmek zorundayız. Yâni Kur’an’ı,
Kur’an bütünlüğünde öğren-mek zorundayız. Öğreneceğimiz bölümleri ona önceden
empoze ederek kitabı şartlandırmanın anlamı yoktur.
"Ama onunla fâsıklardan başkası
sapmaz, sapıtmaz."
Fâsık; bulunduğu yerden zarar
vermek için ayrılan demektir. Fâsık; lügatte itaatten çıkan demektir. Nitekim
bunun için deliğinden çıkan fareye de fuveysıka denmiştir. Fâsık büyük
günahları işleyerek Allah’a itaatten çıkan kişi demektir. Şer'i yönden fâsıkın
üç derecesi vardır:
1- Birincisi günahı çirkin
görmekle beraber ara sıra günah işlemek.
2- İkincisi üzerine düşerek
devamlı günah işlemek, günahı devamlı yapmaktır.
3- Üçüncüsü de çirkinliğini inkâr
ederek günahı işlemektir. Bu üçüncü tabaka küfür derecesidir. Fâsık bu duruma
gelmedikçe onun adı kâfir değil müslümandır. Şu halde fâsık lafzı içinde
kâfirler bulunabileceği gibi
imanlarını kaybetmemiş insanlar da bulunabilmektedir. Ama şu aşağıda sayılacak
olan sıfatların tamamı bir adamda mevcut ise o zaman bu adam kâfirdir diyeceğiz.
Fâsıkın şöyle bir tarifi var. Veya bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
fasıkın özelliklerini, sıfatlarını şöylece açıklıyor:
27:"O Fâsıklar ki Allah’a
verdikleri sözü sağlama bağladıktan sonra bozarlar. Ve Allah’ın eklenmesini
buyurduğu şeyi keserler. Ve de yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte bunlar
hüsrana uğrayanlardır."
Fâsıkın sıfatları sayılır burada.
Ama bu sayılacak olanlar hepsi değil, belki bu sıfatlardan bazılarıdır. Üç
vasıf, üç sıfat.
İşte bu üç vasfı taşıyan kişi
fâsıkmış. İşte bunlar Kur’an’la sapıtırlarmış. Bu özellikleri taşıyorsa bir
adam o Kur’an’la sapıtırmış. Neymiş bu üç vasıf?
1- Allah’la yaptıkları anlaşmayı
bozmak. Ama anlaşma metin-lerini imzaladıktan sonra bozmak, bozmaya çalışmak.
Yâni Allah’la anlaşma yapıyorlar: Ya
Rabbi ben senin kulunum, sen benim Rabbimsin, sadece senin dediğini yapacağım!
Senden başkasının dediklerine gitmeyeceğim! Sen ne istersen tamam! Benim
hayatıma sadece sen program çizeceksin! Ben de bu anlaşmaya sâdık kalacağı-ma
ve karşılığında cennet bulacağıma inanarak söz veriyorum ya Rabbi! Değilse
cehennem konusunun farkındayım! Diyerek Allah’a söz veriyor adam, ondan sonra da
nakzediyor. Anlaşma konusuna aykırı hareket ediyor. O zaman bu adamın Kur’an’la
beraberliği ancak ona zarar verir. Öyle değil mi yâni? Böyle bir adam Kur’an
okudukça ne yapar da? Hep böyle yamulacak, eğecek, bükecek, kendine tefsir
etmeye çalışacak, başka ne yapacak da? Evet fâsıkın birinci sıfatı demek ki
Allah’la ahdini bozmakmış. Bu ahdi şöyle de anlamaya
çalışmışlar:
a- Emirlerine itaat,
nehiylerinden kaçınma hususunda Allah’ın kitaplarında açıkladığı konulara ait
ahitlerini bozmak demektir bu.
b- Bir de Rabbimizin sözünü
ettiği bu ahit daha önce peygam-berleri ve kitapları aracılığıyla ehl-i kitaptan
aldığı ahiddir. Rabbimiz her bir dönem gönderdiği kitapları ve peygamberleri
aracılığıyla önceki toplumlardan ahid almıştı. Mûsâ Aleyhisselâm kendi
döneminde İsrail oğullarından söz almıştı. Benden sonra gelecek peygambere ve
son elçi Muhammed Aleyhisselâma iman edip ona sahip çıkacağınız konusunda bana
söz veriyor musunuz? Buyurmuş ve dönemimdeki İsrail oğulları da söz vermişler,
ahidde bulunmuşlardı. Yine İsa Aley-hisselâm da kendi döneminde toplumundan
kendisinden sonra gelecek Ahmed ismindeki son elçiye iman etmeleri konusunda
ahid almıştı. İşte böylece Rabbimiz kitapları ve peygamberleri aracılığıyla
yahu-di ve hıristiyanlardan aldığı bu ahde dikkat çekiyor.
İşte
kitapları ve peygamberleri aracılığıyla son elçiye iman etmeleri konusunda
Allah’a ahid veren, söz veren yahudilerin verdikleri bu ahde rağmen Hz.
Muhammedi Aleyhisselâm gerçek olarak tanıdıktan sonra ona iman etmeyerek bu ahdi
bozmaları fâsıklıktır. Bir de Allah, yahudilerin kendi nefislerinden Hz.
Muhammedi Aleyhisselâm insanlardan saklamamaları hususunda ahid almıştı da
onlar bu ahitlerini bozarak fasık olmuşlardır.
c- Veya buradaki ahit; A’râf
sûresinde anlatıldığı veçhile tüm neslini Hz. Adem’in sulbünden çıkardığı zaman
Allah’ın aldığı ahittir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Buyurmuştu Rabbimiz
de, tüm Âdem nesli: “Belâ ya Rabbi!” Demişlerdi. “Evet ya Rabbi! Sen bizim tek
Rabbimizsin! Bizim hayatımıza program yapmaya yetkili tek varlık sensin! Kulu
kölesi olacağımız, tüm hayatımızı kendisi için yaşayacağımız, boynumuzdaki
kulluk ipini eline verip seçimini seçim kabul edeceğimiz tek varlık sensin!
Sadece seni dinleyecek, sadece senin için bir hayat yaşayacağımıza söz
veriyoruz. Söz ya Rabbi senden başkasına kul köle olmayacağız! Söz ya Rabbi
hayatımızı sadece senin beğenine sunacağız! Senin emirlerine riâyet edecek,
yasaklarından uzak duracağız!” diye insanlar Rablerine ahid vermişlerdir. İşte
Rabbimiz kullarının bu ahdine dikkat çekiyor. İnsanlardan kimileri Rableriyle
böylece anlaşma yaptıkları halde, böylece Rablerine söz verdikleri halde dünyaya
geldikten sonra bu ahidlerini unutup kulluktan çıkanların fâsıklar olduğunu
anlatıyor.
(A’râf:
172,173)
d: Ya da burada kastedilen ahid,
toplumda anlaşmalara ve fertler arası sözleşmelere bağlı kalmayarak düzeni
bozmaktır. Bu fâsıklar, bu halleriyle toplumda fertler arası güven duygusunu
sarsmaktadırlar. Akrabalık ve komşuluk bağlarını
koparmaktadırlar.
e: Bir de anlaşma Allah sanki
peygamber göndererek, insanlar öldürerek, insanlar dirilterek, kâinatı ölü diri
hale getirerek, Allah sanki benden başkasına kulluk etmeyin! Diye sürekli bize
baskı yapıyor ve bizden ahid alıyor. Veya Rabbimiz fıtratımızla bizden
misa k alıyor. Bizi İslâm fıtratı
üzerine yaratarak bizden ahid alıyor. Yâni bizi İslâm’ı kabul edebilecek,
Allah’a kulluğa yönelebilecek bir özellikte yaratıyor. Öyle değil mi? Doğan
herkes kul olmaya müsait yaratılıyor. Herkes boynunda bir iple dünyaya geliyor.
Tapınmak zorundadır bir şeylere. İşte Rabbimiz bu ahde dikkat çekiyor. Ben böyle
insanların tümünü kul olmaya müsait yarattığım halde insanlardan kimileri bu
fıtratlarını örterek Rabbine itaatten çıkıp fâsıklardan oluyor
buyuruyor.
Öyleyse bu mânâda şunu diyelim:
Allah tek taraflı anlaşma metni hazırlayandır. Anlaşma metninde değişiklik hakkı
olmayan da bizleriz. Allah Rab, bizler de kullarız. Rubûbiyet yaratıcının
hakkıdır, bize düşen de varlığımızı kendisine borçlu olduğumuz Rabbimize
teslimiyetten başkası değildir.
2- İkinci bir özellik, fâsıkların
ikinci sıfatları da şuymuş bakın:
"Allah’ın îsalını (yâni
bitiştirilmesini) emrettiği şeyleri keserler."
Yâni Allah bağlayın diyor,
ama bunlar kesiyorlarsa bu
fâsık-lıktır. Allah neyle neyin arasını birleştirin! Onların arasını
ayırmayın! demişse onların arasını kesmek, ayırmak fısktır, fâsıklıktır.
Meselâ sıla-i rahim. Akraba ziyaretleri, akrabayla ilişkilerin kesilmemesi.
Allah birleştirin diyor, ama o kesiyorsa, sıla-i rahim yapmıyorsa işte bu
fâ-sıklıkmış. Akrabayla ilişkilerini kesen kişi fâsıkmış. Hemen hemen din
konusunda söz söyleme yetkisinde olan selef âlimlerimiz bu âyetin bunu
anlattığını söylemişler. Ben de ilk olarak bunu söyledim.
Ama benim
anladığım bu âyetin anlattığı bunun dışında başka şeyler de vardır. Âyet sıla-i
rahmin dışında başka hususları da anlatır. Allah’ın birleştirilmesini istediği
başka neler var?
Meselâ malla
zekâtı birleştirin! Diyor Allah. Mal söz konusu oldu mu arkasından hemen zekât
da söz konusu olmalıdır diyor. Kim ki malla zekâtın arasını ayırırsa bu
fâsıklıktır. Malı olduğu halde onunla bağlantılı düşünülmesi ve icra edilmesi
gereken zekatını vermeyen kişi fâsıktır. Başka? İnsanla sevgiyi, insanla emr-i
bi’l marufu birleştirin diyor Rabbimiz. İnsanlara karşı sevgi ve merhameti
gündeme getirmemek, onlara karşı emr-i bil’maruf yapmamak, onların cehenneme
gidişine göz yummak fısktır, fâsıklıktır. Yâni
münkerle nehyin, marufla emrin arasını ayırmak fısktır. Bir münker
görülmüşse hemen nehy edilmesini, marufun da emredilmesini istiyor Rabbimiz.
Bunların birleştirilmesini, birlikte düşünülmesini istiyor. Kim ki bunların
arasını ayırırsa fâsıktır. Veya baş ile örtüyü birlikte düşünün diyor. Kim ki
Allah’ın birleştirilmesini, birlikte düşünülmesini istediği baş ile örtüyü
birbirinden ayırırsa işte o fâsıktır.
Veya meselâ
yine Rabbimiz vakitle namazı birleştirin diyor. Bu ikisi birlikte olmalıdır
diyor. Vakit varsa hemen namaz da gündeme gelmelidir diyor. Kim ki Allah’ın
birleştirilmesini istediği vakitle namazın arasını ayırır, vakte ulaştığı halde
namazı kılmazsa o fâsıktır. Yine meselâ Rabbimiz selâm vermeyle almayı, davetle
icâbeti, imanla ameli, emirle itaati, sakalla suratı, başla örtüyü, evlilikle
nikâhı, ilimle ameli, birleştirin, bunları birlik düşünün buyururken onların
arasını ayırmak fısktır, fâsıklıktır. Yâni Allah neyi neyle birleştirmemizi,
neyi neyle beraber kılmamızı, neyin neyle aralarını açmamamızı istiyorsa onu
ayırmamamız gerekiyor. O ikisini birlik düşünmemiz
gerekiyor.
Meselâ
müslümanla nasihati, selâmla selâm almayı, hastayla ziyareti, ziyafetle icâbeti
birleştirin! Demişse Allah yâni Allah’ın emir ve nehiylerinin aksine hareket
etmeyin! Demişse buna riâyet etmek zorundayız. Aksi takdirde fâsıklardan oluruz
Allah korusun.
Özellikle de sıla-i rahim
söyleniyor. Yâni rahim karabeti, rahim yakınlığı kan bağıyla beraber olduğumuz
varlıklarla ilgiyi ve alâkayı kesersek fâsık oluruz. Bu evlâdımızdır, ilâ nihâye
evlâdımızın çocuklarıdır. Bu babalarımız, analarımızdır. Halamız, teyzemiz,
dayımız veya amcamızdır. Veya biz ölünce bizim mîrasımız kendilerine kalacak
kimselerdir, yakınlarımızdır. Buna göre hiç değilse amca, dayı, hala, teyze,
nene, anne, baba, oğul, kız, torun ve kardeşler, erkek ve kız kardeşler en
yakınlarımızdır. Gücümüz nispetinde bunlarla ilgiyi, alâkayı kesmeyeceğiz.
Ziyaretlerine gidecek ve onlarla hem hal olacağız.
Hattâ
Rasûlullah Efendimiz Mısır halkı için: "Onlar bizim akrabamızdır"
diyordu. Halamızdır diyordu. Öyle olunca daha daha uzak akrabalarımızla
da ilgiyi kesmemeye çalışacağız. Çünkü Ra-sulullah’ın oğlu İbrahim’in annesi
Mariye’den akrabalarıydı bunlar. Ve-ya Rasulullah’ın dedelerinden Hz.
İbrahim’in çocuklarından İsrâil oğullarının yakın akraba çevresiydi Mısır
halkı.
Birkaç yıl önce Yaser Arafat da
yahudiler için: “Bunlar bizim amca oğullarımızdır!” diyordu. İsmail oğullarıyla
İsrâil oğulları amca çocuklarıdır çünkü. Akrabalara biraz dikkat edeceğiz. Tabii
büyük bir dert var şimdi. Acaba hanımların akrabaları da akraba mıdır? Benim
bilebildiğim kadarıyla hanımın akrabaları akraba değil, çünkü mîras söz konusu
değil. Ama kayınpeder ve kayınvalideden hanım ölse de, hanımla boşanılsa da
ebedîyen haramlığın devamıyla sorumlu olduğumuza göre, galiba özel bir yeri
vardır hayatımızda. Hanım ölse de kayınvalide ile beraber oturabilecek, eline
dokunabileceğiz, birlikte yolculuk yapabileceğiz, gibi ayrıca bir sorumluluk
yüklenmiş oluyor.
Geri kalanlara gelince at onları!
demenin anlamı yoktur tabi. Hani kadının kadınlık güllerinin açması için böyle
akrabalardan getirilecek sularla sulanması gerekiyorsa, başka suyu kabul
etmiyorsa o toprak, o zaman öyle bir suyla onun sulanması senin geçimin için
güzel olacaktır diyoruz. Ama dinine, ırzına, aklına, ferasetine, imanına engel
olacak bir akraba pozisyonuysa, baban bile olsa siler geçersin! Allah öyle
buyuruyor:
"O senin ehlinden değildir, zira
o amel-i gayr-i sa-lihtir."
Nuh Aleyhisselâm için oğlu
hakkında bile bu denilmişse tamam.
Lâkin onu dost olma planında çizen bizler, diyalog planında asla
çizmeyeceğiz. Bu ayrı iş tabii. Yâni gideceğiz, göreceğiz, görüşeceğiz. Lâkin
onları dost olma planında defterden sileceğiz. Yâni onlarla istişare
etmeyeceğiz, dinimizi onlara dayandırmayacağız, akıl danışmayacağız, ama gidip
görüşeceğiz. Onları cennete aboneler yapma işini
sürdüreceğiz.
Bu akraba ilişkisi konusunda
kimilerinde biraz fazlalık, kimilerinde de biraz azlık yanlışı var. Bu işin
üzerinde biraz ciddi düşüneceğiz inşallah.
"Yeryüzünde bozgunculuk
yaparlar."
3. özellik; biraz fesatçı
davranıyorlarmış. Yeryüzünde ifsatçı, bozguncu davranıyorlarmış. Bunlar önce
geçti. Fesat nedir? Salah nedir? Bunu daha önceki âyetlerde anlatmaya
çalışmıştım. Allah’ın düzeninin dışında düzen arayıcılarıymış bunlar. Adam
böyle yaptı da Kur’an okudu mu, bu Kur’an onu saptırırmış. Kur’an’la şöyle bir
beraberliğe gelince: Adam inanır Kur’an’a, Ya Rabbi ben senin dediklerinin
doğruluğuna baştan inanıyorum! Ama şu anda henüz muttali olamadığım doğrularım
var. Ben Bakara’yı henüz öğrenemedim. Âl-i İm-rân’ı bilmiyorum. Ama şimdi
sanki onların görüntülenmesi gibi ben bir hayat programı yaşıyorum. Müslüman
olarak yaşıyorum ben bu hayatımı. Lâkin sana söz veriyorum ya Rabbi! Yarın
öğreneceğim âyetler, bugün yaşadığım dinimle çatışırsa, şimdiden ben o
âyetlerin doğruluğunu kabul ediyorum! diye gayret ederse, bu kişinin Kur’an’ı
ona yol gösterir ve hidâyet kaynağı olur inşallah.
Bir hayatımız var. Mala
bakışımızda, yemek anlayışımızda, giyinişimizde, ziyaretimizde, ticaretimizde
bir hayat anlayışımız var. Aslında müslüman, hayatın tümünde İslâm’ı
uygulayandır. Ama biz henüz o konularda Allah’ın dediklerini bilmiyorsak, o
konunun düzenleyicisi olarak Allah’ın gönderdiği âyetleri bilmiyorsak ta yine
de müs-lümanca yaşıyoruz zannediyoruz ya, Allah’a şöyle söz veriyoruz her
okuyuşumuzda: Ya Rabbi bugünkü yaşadığım hayatı ben müslüman-lık olarak
yaşıyorum, müslümanlık diye yaşıyorum; ama yarın bu yaşadığımın tersini
anlatan bir âyetle kaşı karşıya gelirsem ben şimdiden onun doğruluğunu kabul
ediyorum! diye okumaya devam edersek, o zaman iyi bir müslüman oluruz. Kur’an
bize hidâyet kaynağı olur diyoruz. Tek umudumuz budur zaten. Okumayı bırakmaz
da yarınımız için bu idealde, bu imanda olursak kurtuluruz. Böyle olmaya gayret
edelim inşallah.
"Onlar hüsrana uğrayanların ta
kendileridir."
Eli kuruyanların, kendilerine
yazık edenlerin ta kendileridir. Said Havva bu âyeti Tebbet sûresiyle anlatır.
Ondan sonra buyurur ki Rabbimiz:
Bu genel halk için bir duyuru, ilgileniyoruz
YanıtlaSilBöbrekleri satın almak ve farklı böbrek bağışçılarıyla birlikte çalışabilmek
Hastalarımız, böbrek satmakla ilgileniyorsanız, lütfen bizimle iletişime geçin.
hastamıza böbrek bağışında bulunup bulunmadığınızı onaylayabiliriz ve
her bağışçıyı büyük ödüller bekliyor.
E-postamızda bize ulaşın: jupitermedicalcentreinc@gmail.com
veya whatsapp konusunda bizimle iletişime geçin:
+ 1 (515) 293-5520