Nasıl oluyor da bütün bu
gerçekler ortadayken Allah’ı inkâr
ediyorlar? Nasıl yapabiliyorsunuz bunu? Nasıl örtebiliyorsunuz Allah’ı? Nasıl
gündemlerinizden düşürebiliyorsunuz Allah’ı? Nasıl yokmuş gibi bir hayat
yaşayabiliyorsunuz Allah’ı? Nasıl örtbas edebiliyorsunuz Allah’ın dinini? Allah
hayret çağrıştıran bir ifadeyle söze başlıyor. Gerçekten de küfür hayret
edilecek bir durumdur.
İnsanın kendi kendisinin dünyaya
gelişini, yaratılışını düşünüvermesi, sonra ölümünü hatırlayıvermesi bunu
anlamak için yeterlidir. Bu gerçeği anlamak için illa da felsefe yapmaya, uzun
uzun araştırmalara girmeye de gerek yoktur aslında. Nasıl oluyor? Sizler
ölüydünüz de sizi Allah var etti! Yoktunuz da Allah sizi var etti. Varlığınızı
O’na muhtaçsınız. O var etmeseydi yoktunuz. Şimdi nasıl olur da bir insan
kendisini yokken var eden Allah’ı inkâr etsin? Üstelik O’nu inkar eden dilini,
O’nu örtbas eden elinin veren de Allah iken. Gerçekten çok hayret edilecek bir
durumdur bu. Kâfirlere bu gerçek hatırlatılınca derler ki: E bize mi sordu?
Yaratmasaydı! Madem ki diriltmiş, biz de istediğimizi yaparız! Dilediğimiz
gibi bir yaşarız diyorlar. Sonra şöyle denince: Tamam ama bu dünyada ebediyen
yaşamayacaksınız. Sizi buraya getiren Allah sonra öldürecek! Gelişiniz elinde
olmadığı gibi kalışınız da elinizde değil denince de şöyle diyorlar: Eh madem
ki öleceğiz, o zaman biz de ölene kadar
bildiğimiz gibi yaşarız! Ölene ka-dar gam alırız dünyadan
diyorlarmış.
Sonra âyetin
ifadesiyle onlara kendilerine şöyle denince de: Ölüm bir son değildir. Ölümle
kurtulacak, sümenaltı edilecek, unutulup gidecek değilsiniz. Unutmayın ki
ölümlerinizden sonra yeniden dirileceksiniz! Hayatınızın, yapıp ettiklerinizin
hesabını vermek, faturasını ödemek üzere tekrar diriltileceksiniz. Ne
yapacaksınız o zaman ya? Denilince de şöyle diyorlarmış: Eh madem ki bir daha
dirileceğiz o zaman bir daha kam alırız dünyadan! Kaldığımız yerden devam ederiz
hayatımıza! diyorlarmış. Ama bu diriliş önceki diriliş cinsinden olmayacak.
Dünyaya dirilmeyeceksiniz, hesap vermek üzere öbür tarafa dirileceksiniz. Yâni
sonra yine ona döndürüleceksiniz! denince pilleri bitiyor tabii. Öyleyse Allah
karşısında kaçış ve kurtuluş kesinlikle yoktur. Yâni tüm bu olup bitenler sizin
dışınızdayken, yâni gelişiniz de gidişiniz de elinizde değilken, neyinize
güveniyor da Allah’a kafa tutuyorsunuz? İslâm’ı kapatmaya, kamufle etmeye
nereden güç buluyorsunuz? Ölüydünüz! Yoktunuz! Hiçtiniz! Bu varlığınızı, bu
hayatınızı, bu gücünüzü biz verdik size! Bu gücünüzü alacağız da! Diyor
Rabbimiz. Bakın bunu da anlatıyoruz size. Ölmekle de kurtuluş yok. Hesap kitap
için sizi huzurumuza getireceğiz. Öyleyse gelin inat etmeyin!
denilmektedir.
29:"Yerde olan şeylerin hepsini sizin için
yaratan O’dur. Sonra o gökyüzüne yönelerek gökleri de yedi kat halinde nizama
koydu. O, her şeyi iyi bilendir."
Kul olacağınız Allah, yeryüzünü
sizin için yaratmıştır. Dağları taşları, tüm arzı size vermiştir, sizler onunla
cennet kazanasınız diye. Tüm mülk Allah’ındır. Sahip olduğunuz her şeyi size o
vermiştir. İyi bir düşünün. Acaba bu hayat sizin midir? Nereden buldunuz bu
hayatı? Babalarınızdan mı aldınız? Analarınız mı verdi? Yoksa laboratuarlarda
mı buldunuz? Yoksa şu hayatlarınızı, emeklerinizi gömdüğünüz sanayi
çukurlarında mı buldunuz onu? Eğer bu hayat sizinse tek bir saniyesine bile söz
geçiremiyorsunuz. Ağarmaya yüz tutmuş tek bir kılınızın rengini bile
değiştirmeye gücünüz yetmiyor. Sizi gün be gün yaşlılığa ve ölüme sürükleyen
şu zamanı bir saniye bile durduramıyorsunuz. Acıkmanızı engelleyemiyor,
susamanızın önüne geçemiyorsunuz.
"Sonra o gökyüzüne yönelerek
gökleri de yedi kat halinde nizama koydu."
Sonra semaya yönelmiştir Allah.
Semaya dönmüş veya se-mayı ele almış ve onu yedi kat olarak düzenlemiştir. Veya
çok sema vardı da onun yedisini bizim için düzenlemiştir Allah. Kıyametin
kopuşuyla işte bu yedi semanın düzeni bozulacaktır, diğerlerini
bilmiyoruz.
"O her şeyi iyi
bilendir."
Buraya kadar anlatılan âyetlerde
insanın Allah’a itaati isteniyordu. Çünkü o Allah tek yaratıcıdır. Hikmet,
hüküm ve hâkimiyet sahibidir. İlmiyle, hikmetiyle bütün bu kâinatı yaratan
sonra da her şeyi hâkimiyeti altına alan Allah’tır. Ölüm ve hayatı belirleyen
O’dur. Dünyanın da, İnsanın da ve insanın sahip olduğu şeylerin de sahibi O’dur
anlatıldı.
Bundan sonraki âyetlerle de
insanın yeryüzünde Allah’ın halîfesi olduğu, insanın Allah’ın hidâyetine tabi
olması gerektiği ve sürekli kendisine düşman olan, onu saptırabilmek için
sürekli fırsat kollayan şeytana uymaması konusunda uyarılıyor
insan.
Kur’an bu bölümde başka hiçbir
kaynaktan bilgilenme imkânımız olmayan, başka türlü ispatlanması mümkün
olmayan bir konuyu anlatır bize. İnsanın yaratılış konusunu anlatır. Rabbimizin
bu bölüm-de bize sunacağı bu bilgi, insanı zavallı bir evrim yaratığı
seviyesin-den kurtarıp, Allah’ın en şerefli yaratığı olan meleklerin bile
kendisine secde etmesine lâyık olan bir varlık seviyesine
çıkarmaktadır.
Evet Rabbimiz kitabının bu
bölümünde insanla ilgili, insanın yaratılışıyla ilgili başka hiçbir kaynaktan
öğrenme imkânımızın olmadığı bilgi sunacak. Her şeyi bilen Allah eğer varlığın
başlangıcıyla alâkalı bu bilgiyi bize ulaştırmasaydı, bizler kendi başımıza
nereden bilebilirdik bunu?
Eğer insanlık; insanla ilgili,
kendisiyle ilgili tüm problemlerini çözmek istiyorsa, içinde yaşadığı şu dünyayı
kendi hayrına çevirmek istiyorsa, o zaman kendisiyle ilgili Rabbimizin anlattığı
bu yaratılış, bu başlangıç bilgilerini çok iyi tanımak ve değerlendirmek
zorundadır. Yâni kendisini kendisine tanıtan Rabbinin bu vahiy birimlerini çok
iyi tanımak zorundadır. Eğer insanlık insanı tanımak istiyorsa, insanın
problemlerini çözümlemek istiyorsa vahyin bu anlattıklarına çok ciddi kulak
vermek zorundadır. Zira şunu kesin ifade edelim ki; insanla ilgili en kesin, en
doğru, en yanılmaz bilgi Allah’ın bilgisidir. Çünkü onu, onu yaratandan daha iyi
kimse bilemez. Ve yaratılış kendi elinde olmayan insan, kendisini aşan
konularda susmak zorundadır. Bilmediği, bilemediği bir konuda sadece Allah’ın
vereceği bilgi konusunda susmak ve bilgi sahibinin verdiği bilgiye inanmak
zorundadır. Bundan başka çaresi de yoktur.
30:"Hatırla ki, Rabbin meleklere
şöyle demişti. “Muhakkak ki ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım." Melekler
dediler ki: Ya Rab! Sen orada demek kan dökecek, bozgunculuk yapacak bir varlık
mı yaratacaksın? Halbuki biz seni hamdinle tesbih ve noksan sıfatlardan tenzih
edip duruyoruz. Hayır! Öyle değil mesele! İş sizin bildiğiniz gibi değil! Siz
bilmiyorsunuz! Ben biliyorum!"
Hatırlayalım, bilelim ve bu
konuda bilgi sahibi olalım diye Rab-bimiz bu konuyu gündeme getiriyor. Burada
bir insan problemi çözülecek. Burada bir insan problemine muttali kılınacağız.
Ama dikkat ederseniz bu problemin çözümü Rab'le başlıyor. İnsan ve yaratılışı
Rable gündeme geliyor. İnsan ve yaratılışı konusunda Rabbi devreden
çıkaramayız. İnsanı Rable birlik tanımak, Rable birlik düşünmek
mecburiyetindeyiz. Yâni eğer insanı tanımak istiyorsanız, insanla ilgili
problemleri çözmek istiyorsanız, insan denen bu varlığı mutlu etmek
istiyorsanız Rabsiz yapamazsınız bunu. Çünkü eğer bu işin başlangıcında Rab
varsa, hayatın başlangıcında ve de hayatın devamında Rab varsa, ölümünde Rab
varsa, ölüm ötesinde de Rab varsa bu insanı tanımada ve bu insanla alâkalı
problemlerin çözümünde mutlaka bu Rabbin varlığı da gündeme gelecektir. Evet
insanı var eden bir Rab var, sonra bir de melekler var. Bu iki varlığın ikisi de
bizim dışımızdadır.
Bakın insanı var eden Rabbimiz
der ki meleklere:
“Muhakkak ki ben, yeryüzünde bir
halîfe yaratacağım."
Kur’an’ı okurken, Kur’an’ı
anlarken bunun Allah sözü olduğunu asla unutmamalıyız. Kur’an’ı kesinlikle
insan sözü gibi anlamaya çalışmamalıyız. Bu konudaki orijinal örneklerden
birisi işte buradadır. Önce bu bölümle alâkalı bir özet sunalım
inşallah.
Sanki biz gibi, beşer sözü gibi
-hâşâ- Allah melekleri karşısına alıyor: E! Meleklerim ne dersiniz? Ben bir
halîfe yaratmak isterim! Ne yaparsınız? Ne dersiniz? Fikriniz nedir bu konuda?
Onlar da: A!! Ne o ya Rabbi? Halîfe filan dedin. Bugüne kadar böyle bir şey
duymamıştık! Ne o? Nasıl bir şey? Meleklerim! İşte kan dökecek, fesat
çıkaracak özellikleri yanında, yâni esfel-i safilin özellikleri yanında,
ahsen-i takvim özellikleri de olan bir varlık. Yâni iman edecek, sabredecek,
ci-had edecek, canını verecek, oruç tutacak, kulluk yapacak bir varlık. Eh tamam
Ya Rabbi bu ikinci özelliklerini anladık da, ama bu birinci özellikleri de ne
olacak? Ne olacak bu? Böyle bir şey sana yakışmaz! Ne lüzum vardı buna? Demişler
gibi anlatılıyor. Sanki böyle anlaşılıyor gibi.
Ama hani Allah sözünü insan sözü
gibi anlamaya çalışmayacağız demiştik ya. Sözü Allah söylediğine göre şöyle de
anlaşılır diyo-rum:
Şu anda birisi zile bassa ve ben
o anda sizlere dönüp: "Hasan geldi!" desem. Ama bunu size haber veren ben,öyle
güçlü birisi olsam ki; bu güç yeryüzünde hiç kimsede bulunmasa. Hasan geldi
sözünü söylerken hemen otomatikman Hasan’ın kimliğini de size aktarabilecek
biri olsam. Yâni Hasan geldi sözüyle Hasan’ın kim olduğunu? Ba-basını,
sülalesini, yedi ceddini, künhünü, barsağını, ciğerini, nereli olduğunu, niye
geldiğini, nereden geldiğini size anlatabilsem ve hemen siz bütün bunları
bilebilseniz. Ama bende bu güç yoktur. Bunu yapabilen ancak
Allah’tır.
Bakın burada bu sözü söyleyen
Allah’tır. Allah meleklerine: Ben yeryüzünde halîfe yaratacağım! Buyurduğu anda
melekler kimin geldiğini? Kimin geleceğini? Bu gelenin ne yapacağını? Ne
olacağını? Ve ne gibi özelliklere sahip olacağını hemen bilebilirler. Çünkü
Allah’ın böyle bir cümleyle onlara her şeyi anlatabileceğini biliyoruz. Yâ-ni
böyle Allah’ça bir söz, olmayan bir şeyi oldurucu biçimde söz söylemek ancak Allah’a aittir.
Bunun bir tane örneğini yaşadık yeryüzün-de: Rasulullah Efendimiz okur yazar
değildi de: "Oku!" Dedi Allah, O oku deyince hemen Allah’ın Rasûlü okur
oluverdi. Tekvînî irade diyo-ruz buna. Olmayan şeyin var edilmesi biçiminde,
olmayan şeyin var kılınması biçiminde bir harekettir veya bir
sözdür.
Ol! Dedi mi Allah, hemen anında
oluverecektir. İşte böyle Ce-nab-ı Hak: "Ben halîfe yaratacağım!" Dedi mi melekler onun baştan sona ne olduğunu? İnsan
olduğunu ve halîfe olarak yaratılacak bu insanın hangi özellikler sahibi
olduğunu hemen anlayabilirler.
Peki acaba birinci şekilde
anlamak caiz mi? Bu konuda diyo-ruz ki, Kur’an’ın anlatım modeline göre bu
caizdir, ama Allah’a caiz değildir. Bu yöntem Cenab-ı Hakkın meseleyi bir
diyalog yoluyla anlatma yöntemidir. Bu tür anlatım daha kolay, daha kestirme
yoldan kavratmayı sağlayan bir anlatımdır. Bu yöntemi Kur’an’ın başka
yerlerinde de görüyoruz: Meselâ cansız varlıklarla tıpkı buna benzer bir
diyalogdan bahseder Fussilet sûresi:
"Sonra duman halinde bulunan
semaya yöneldi Allah ona ve yeryüzüne: İsteyerek veya istemeyerek gelin! Dedi.
Onlar da: İsteyerek geldik! dediler."
(Fussilet:
11)
Burada da böyle meleklerle bir
diyalogdan söz ediliyor. Şimdi acaba bu diyalogu nasıl anlayacağız? Acaba
gerçekten Allah bu halîfe yaratma konusunda meleklerle istişare mi ediyordu?
Bu konuyu onlara danışıyor muydu? Yoksa bu halîfe yaratma konusunu onlara haber
vermek miydi bu diyalogun mânâsı? Sorunun birinci şıkkını reddetmek gerektiğine
inanıyoruz. Çünkü istişare, danışmak bilgi eksikliğinden kaynaklanır. Allah
için böyle bir şey caiz değildir. Yok eğer bu diyalogun maksadı Adem’i yaratmak
istediğini meleklere haber vermekse o zaman meleklerin buna itirazını nasıl
anlayacağız? Çün-kü biz meleklerin Allah’a itiraz haklarının olmadığını
Kur’an’dan öğre-niyoruz:
"Allah kendilerine ne emrettiyse
O’na isyan etmezler. Emredildikleri şeyi
yaparlar."
(Tahrîm: 6)
Öyleyse mesele verilen bir haber
karşısında sadece bir soru sormakla sınırlıdır. Meleklerin, mahiyetini
anlayamadıkları bir haber karşısında sordukları bu soruyu illa da itiraz
şeklinde anlamamak lâzımdır. Haberin yapısından kaynaklanan, hikmetin sırrını
öğrenmek kastıyla sorulmuş bir soruydu bu. Bunlar halîfe denince yaratılacak bu
varlığa Allah tarafından bazı güçler verileceğini, bu varlığın bazı
özelliklerle donatılacağını anladılar. Fakat böyle iradeli bir varlığın
evrenin zorunlu kanunlarla yönetilen düzenine nasıl uyum sağlayacağını
anlayamadılar. Kâinatta her şey itirazsız kulluk ilkesine dayanıyordu. Tüm
varlıklar iradesizdi. Meleklerin kendileri de. Ama anlayamıyorlardı, yeni bir
varlık geliyordu ve bu varlık tüm diğer varlıklara göre iradeli, itiraz
edebilme, reddedebilme, karşı gelebilme, kafa tutabilme özelliğinde yaratılacak
bir varlıktı.
İşte nasıl
olacaktı bu iş? İradesiz binlerce varlık içinde iradeli bir varlık. Allah
yeryüzünde kendi istediği şekilde hayat sürecek bir varlık yaratmayı murad
ediyor, ama halîfe olma özelliğinde yaratılan bu insanın bu özelliğinin yanı
başında bir başka özelliği daha vardı. Bu insan ya halîfeliği seçecekti, ya da
kan dökücülüğü ve bozgunculuğu. Yâni bu insan hem Allah’ın istediği bir hayat
tarzını tercih edebilecek, hem de kendi
isteyip de Allah’ın istemediği bir yaşam biçimini de tercih edebilecek ve
yeryüzünde kan döküp bozgunculuk yapabilecekti. Bu halîfe tabirinin içinde hem
Allah’ın istediği biçimde bir hayat sürebilen, hem de kan dökebilen, yan
çizebilen anlamları vardı. İşte görüyoruz bugün Allah’ın istediği imanı
yaşayanlar da, Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayan kâfirler de
mevcuttur.
Melekler hem bunu anlamak için,
hem de bu görev için kendilerinin daha müsait olduklarını gündeme getirmek
için diyorlardı ki: "Ya Rabbi biz seni tesbih edip duruyoruz. Ya Rab! Biz
senin emirlerini boyun eğerek, itaat ederek ve isteyerek yerine getiriyoruz.
Bütün evreni temiz ve düzgün bir biçimde muhafaza ediyoruz. Seni hamd ile
tesbih ve takdis ediyoruz. Bu nedenle niçin böyle bir halîfeye gerek duyduğunu
anlayamıyoruz! Diyorlardı. Meleklerin ilimleri kıttı. Onlar hilafet görevi
denince bunun altında yatan maksadın sadece tesbih ve takdis olduğunu, sadece
ibâdet olduğunu anlıyorlardı. Halbuki Allah’ın kendilerine haber verdiği bu
hilafetin fonksiyonu sadece tesbih ve takdisle sınırlı değildi. Hilafet; tesbih
ve takdisle beraber Allah’ın yasalarından ve nizamından kaynaklanan ustaca
idare esasına göre evreni idare etmek demekti.
Yâni idareye,
korunmaya ve tedbire muhtaç olan yeryüzündeki sosyal hayatı Allah’ın belirlediği
sistemin ilkelerine göre idare etmekti hilafet. İşte halîfe olarak yaratılan
insan Allah’ın kendisine bahşettiği bu güçle, bu bilgiyle etrafını kuşatan
varlıkları tanıyabilecek ve yine Allah’ın kendisine verdiği akıl gücüyle iyilik
ve kötülüğü, salah ve fesadı kavrayabilecek, karşılaştığı olayları
birbirleriyle kıyas ederek hayatın problemlerine çözümler getirebilecekti.
İşte melekler bunu anlayamadıklarından bu işin hikmetinden sual
ediyorlardı.
Burada bu diyalogla şunu da
anlıyoruz ki; insana Allah tarafından verilen bu özellikler övünme vesilesi
yapılacak, diğer varlıklara karşı üstünlük taslanacak şeyler değil; aksine
insana insanın sorumluluklarını hatırlatan şeylerdir. Verilen şeylerin
büyüklüğü, görevin de o nispette büyüklüğünü gösterir. İnsana verilen bu irade,
bu güç, bu bilgi, bu akıl ve enerji mahza emanettir. Allah’ın emanetidir bunlar.
İnsan Allah tarafından kendisine emaneten verilen bu gücü, bu enerjiyi, bu aklı
dondurmak, dumura uğratmak, kullanmamak hakkına sahip değildir. Bunları hayata
hiç bir şey kazandırmayacak ve hayatı bir adım daha ileri götürmeyecek boş
şeylerde kullanamaz. Bu düşünce insanı bencillik ve bireysellikten kurtaracak,
artık o yalnız kendini düşünen, kendi hayatını yaşayan birisi olmadığını,
başkalarını da düşünmek zorunda olduğunu anlayacaktır. İşte bu diyalogdan
bunları anlıyoruz. Allah bu çok önemli konu daha kolay anlaşılsın diye meseleyi
bize böyle bir diyalogla anlatmıştır diyoruz. Yâni hayatın, varlığın esas
gâyesini teşkil eden bu çok önemli konunun zihinlere kazınması ve hiçbir zaman
unutulmaması için böyle bir diyalog anlatım tercih edilmiş
anlıyoruz.
Meselâ Hz. Yusuf’un Aleyhisselâm
zindandaki hayatının sona ermesi dönemini içeren Yusuf sûresinin son bölümü
buna en güzel örnektir. Hani rüya görüyordu ya kral, yedi başak, yedi inek filan
rüyasını bildiniz. Adam dedi ki, o zindan arkadaşı Yusuf’u ve onun durumunu
hatırladı da dedi ki: "Beni gönderin de ben bunun cevabını bulup getireyim
size!" Hayrola! Dediler kimden bulup getireceksin bunun cevabını? Kimden
öğreneceksin? Nereden bulacaksın? Dediler. Ama bu bölüm yoktur Kur’an’da. Bu
bölüm atlanmıştır. Adam burada zindanı anlattı, Yusuf’u anlattı, başından
geçen rüya ile ilgili Yusuf’un tabirinin aynen çıktığını anlattı. Yusuf’un bu
konudaki durumunu anlattı, konuştular, istişare ettiler, onu zindana
gönderdiler, zindana gitti adam, Yusuf’u orada buldu ve onunla konuşarak durumu
ona anlattı. Ama dikkat ederseniz bu bölümler yoktur Kur’an’da tabii. Bu
Kur’an’ın bir anlatım özelliğidir diyoruz.
İşte aynen bunun gibi Allah
burada da meleklerle böyle bir teatide bulunuyor dersek, Allah için bu olmuyor,
yakışmıyor yâni. Allah için böyle melekleriyle bir istişarede bulunma, böyle bir
düşünce bize gerçekten yavan geliyor, olmuyor, hiç yakışık almıyor yâni. Peki
neden yakışmıyor? Allah dediyse demiştir. Bak dediğini söylüyor âyette.
Denirse, ha! Buradan şunu anlıyoruz: Allah burada bize en bildiğiniz konularda
bile istişareden kaçınmamamızı öğretiyor. Yâni di-yor ki: Kullarım! En
bildiğiniz konu bile olsa istişare edin. Bakın Ben en bilenim. Melekler
bilemediler, şaşırdılar, ama Ben, yine Ben bilirim! Dedim. Öyleyse sizler
istişare edin! Diyor bize. Öyleyse biz de istişare edeceğiz. Anlayabildiğimiz
kadarıyla böyle bir yol gösteriş var burada.
Meselâ Kur’an’ın başka bir
yerinde bize kitabı göndermesinin sebebini şöyle anlatıyor
Allah:
"(Onu size indirmemiz) Doğrusu
bizden önceki iki taifeye kitap indirildi de biz onun dirasetinden gafildik
demeyesiniz içindir."
(En’âm 156)
Dikkat ediyor musunuz? Allah bize
bu elimdeki kitabı indirişinin sebebini anlatıyor. Yarın sizden şöyle bir
itiraz gelmesin diye: Ya Rabbi sen bizden önceki iki taifeye, yâni yahudi ve
hıristiyanlara kitap indirdin, ama bize indirmedin. Eğer bize de bir kitap
gönderseydin biz de sana kulluk yapardık diye sizden yarın bir itiraz gelmesin
diye bu kitabı size indiriyorum diyor. Yâni dilim varmıyor demeye ama tabiri
caizse Allah kendini garantiye alıyor. Kendisini töhmet makamında bulundurmuyor.
Halbuki kimse buna cesaret edemezken, hiç kimse bu konuda onu töhmet altında
tutamazken, hiç kimse bu konuda ona itiraz etme imkânına sahip değilken böyle
diyor Rabbimiz. Tabi bu bize bir yol gösteriştir diyoruz. Yâni ben bile bu
kitap konusunda böyle yaparken sizin bu haliniz nedir? Yarın çocuklarınızdan,
hanımlarınızdan, komşularınızdan:
Ya Rabbi babamızdı! Ya Rabbi
kocamızdı! Ya Rabbi komşumuzdu! Kendisi biliyordu kitabı, okuyordu; ama biz
onun dirasetinden gafildik, bize duyurmadı, bize anlatmadı diye gelebilecek
itirazlar karşısında ne yapacaksınız? Bakın ben bile kimse beni hesaba
çekemeyecek iken yarın insanlardan böyle bir itiraz gelmesin diye kendimi
garantiye alıp size kitap gönderiyorum. İnsanlara karşı sorumluluğunuzu yerine
getirmez, onlara bu kitabın âyetlerini ulaştırmazsanız yarın siz ne
yapacaksınız diyor sanki Rabbimiz. İşte burada da durum aynen böyledir. Burada
da ben bile istişare konusunda böyle iken siz ne yapıyorsunuz? Diyerek bize bu
konuda yol gösteriyor Allah.
Şimdi burada, bu diyalogda
üzerinde durulan bir mesele var: Efendim melekler nereden bildiler ya bu işi?
Diye, dönüp dönüp bu konuda sorular yoğunlaştırılıyor. Deniliyor ki; efendim,
Allah meleklerle arasında geçen bu diyalogu bize özet olarak anlatmıştır.
Olayın detaylarına girmemiştir. Belki de “Ben halîfe yaratacağım!” Buyurunca
melekler sormuşlardır: “Ya Rabbi nedir bu halîfe dediğin? Bize biraz
özelliklerinden bahseder misin?” Onların bu taleplerine karşılık Allah da bu
özellikleri onlara bildirmiş, ama Kur’an’ın bir özelliği olarak bu bölüm de
bize anlatılmamıştır, işte melekler de böylece bunu bilmişlerdir
deniyor.
Sonra işte yeryüzünde insana
benzeyen başka varlıklar vardı daha önce de bunlar Allah’a isyan edince bunların
kökü kesilmiş ve bunların yerine insanı getirmeye Allah karar verince onlardan
bildikleri tecrübeye dayanarak melekler bunu bildiler filan denmiş. Oysa biraz
sabretsek iki üç âyet sonra denilecek ki:
"Aman ya Rabbi! Seni tesbih ve
tenzih ederiz, ne mükemmelsin sen! Ne noksansızsın sen ya Rabbi! Bizim
bilgimiz yoktur, ancak senin bildirdiğin vardır!"
(Bakara 32)
Melekler böyle diyorlar. O zaman
melekler nereden bilmişler bunu? Allah bildirmiş işte. Peki nerede, ne zaman ve
nasıl bildirmiş Allah onlara bunu? Nerede ve nasıl bildirdiğini benim bilmem
gerekmez ki! Ama Allah’ın bildirdiğini biliyorum, çünkü işte
âyet:
"Biz ancak senin bildirdiğini
biliriz ya Rabbi!"
Diyorlar. Öyleyse onlara
halîfenin bir insan olduğunu ve bu insanın ahsen-i takvim ile, esfel-i safilin
arasında bir özellik taşıdığını Allah bildirdi diyoruz.
Meselâ Allah’ın eli olduğunu
tartışmışlar yıllarca. Allah’ın arşı istivâ ettiği konusunu tartışmışlar
yıllarca. Oysa âyeti biraz daha devam etselerdi hemen arkasından anlatacaktı
Allah. Meselâ Rabbi-mizin arşı istivâ ettiğini anlatan âyetin hemen sonunda
deniliyor ki:
"Dikkat edin yaratmak da emretmek
de yalnız ve yalnız Allah’a mahsustur."
(A’râf: 54)
Yaratan Allah’tır, emir de ona
aittir! Yaratan, yarattığını idare etmesini de bilir. Yaratan, yarattıklarının
hayatını tanzim için emirlerde de bulunur. Yaratan, yarattığını unutmuş
değildir, onu başı boş salıvermiş değildir. Bunu böylece bilin! İşte
istivânın anlamı budur. Başka bir yerde de yine bu istivâ âyetinden hemen sonra
deniliyor ki:
"Siz neredeyseniz O sizinle
beraberdir."
(Hadîd: 4)
Yâni, “O ho! Allah ta arşın
üstündedir. Dünyanın dibindeki benden, benim yaptıklarımdan, benim hayatımdan,
benim hayat programımdan nereden haberdar olacaktır? Nasıl görecek? Nasıl
bilecektir?” Filan diye sakın ha onu kendinizden habersiz filan zannetmeyin! O
Allah’ı atlatabileceğiniz zehabına
kapılmayın! Siz neredeyseniz o Allah
sizinle beraberdir! Deniliyordu.
Yâni eğer Kur’an’ı Kur’an olarak
düşünür, Kur’an’ı Kur’an bütünlüğü içinde düşünür ve gelecek açıklamalarla
bütünleştirmeye çalışırsak, yâni biraz sabırlı davranırsak, o zaman herhalde
mânâ biraz daha kolay anlaşılacaktır diyoruz.
Bir de burada ihtilâflı bir konu
var, onu da söyleyelim inşallah: Âyette meleklere secde ile emrediyor Allah da
acaba cinlere de şeytana da secde ile emretmiş miydi? Yoksa şeytana emretmedi
mi? Peki nereden çıktı bu iş? Var. Oysa A’râf sûresinde bu konu anlatıldıktan
hemen sonra:
"Ben sana secdeyle emrettiğim
halde secde etmene mâni neydi ey İblis?"
(A’râf:
12)
Buyurulur.
Yâni biz emrettiğimiz halde hani
ne oldu? Sen niye secde etmedin? denilmektedir. Ama bu ilk âyette secde
olmayınca bu nereden çıktı? diyorlar. Biraz sabretseler gelecek, ama sabır yok
adamlarda, ya da devam yok okumaya.
"Hatırla ki, Rabbin meleklere
şöyle demişti."
Kur’an’da hatırlayabildiğim
kadarıyla yedi tane sûrede Adem iblis olayı anlatılır. Ama bu olaylar tekrar
değildir. Sanki her birinde olayın bir başka veçhesine dikkat çekiliyor.
Buralardan sadece ikisini yakînen bildiğim için söyleyeceğim: Bir Bakara
sûresinde var, bir de A’râf sûresinde var. Bakara sûresinde benim halîfe olma
özelliğim anlatılırken, ben Hz. Adem şahsında anlatılıyorum. Yâni ey insan!
Senin aslın ve esasın olan Hz. Adem halîfe olma özelliğiyle yeryüzünde göreve
başlarken bak böyle başladı bu iş. İblis de vardı karşısında. İşte bu yönü
anlatılır.
Ama A’râf sûresinde ise, benim
sırat-ı müstakimde yürüyebil-me özelliğim bana tanıtılırken: Bak senin baban
olan Adem de bu sıratta yürürken şeytan ona, şöyle şöyle yapmıştı, aman ha, sen
bu konuda titiz davran! Şeytanın hilelerine karşı dikkat et!
deniliyor.
"Rabbin meleklere demişti ki: Ben
yeryüzünde bir halîfe yaratacağım!"
Kimileri halîfeyi şu bizim bugüne
kadar bildiğimiz insan fonksiyonunun dışında anlamaya
çalışmış.
1- Yâni demişler ki halîfe; halef
selef mânâsına, birbiri peşi sıra gelen demektir. Yâni halef olan, birinin
yerine gelen demektir. Böyle anlamaya çalışanlar olmuş. Yâni nesilden sonra
nesil, asırdan sonra asır halinde birbiri peşi sıra gelen demektir. Yâni böyle
biri diğerine halef olan, birinin yerine diğeri gelen, birbiri ardınca gelen
insanlar, kavimler yaratacağım şeklinde anlamışlar.
2- Veya halîfe; bir şeyin
arkasından gelen değil de, bir şeyin nam-ı hesabına bir yerde bir şeyler yapan
demektir halîfe. Çünkü "Halîfe-i arz" Bu demektir. Yâni arzın
halîfesi.
Eh arz öldü bitti de yerine
birileri mi geldi? Tamam: "Nuh kavminden sonra Allah sizi yeryüzünün
halîfeleri yaptı". Âyetini hadi öyle anlayalım, Nuh kavmi gitti de
yerine Âd kavmi geldi diyelim. Oysa yeryüzünün halîfeleri deyince, bu biri gitti
de öbürü onun yerine geldi anlamına gelmeyecektir. Ya ne anlama gelecektir? Bir
yerde ve bir dönemde birileri nam-ı hesabına bir şeyler yapmakla görevli varlık
anlamına gelecektir halîfe.
Öyleyse halîfe; yeryüzünde
Allah’ın hesabına, Allah’ın ismine, Allah’ın adına bir şeyler yapmakla mükellef
olan insanlar demektir. Halîfe temsil etmek, vekalet etmek demektir. Halîfe;
kendisine otorite tarafından verilen görevleri onun yerine kullanan kişidir.
Yâni kendisi mâlik olmayıp, sadece Allah’ın temsilcisidir. Kendisine gerçek
mâlik tarafından verilenler dışında hiçbir güce sahip olmayan varlık demektir.
Onun görevi sadece temsil ettiği otoritenin isteklerini yerine getirmektir.
Halîfe; bu hususta asıl olmayan, vekil olan ve Allah adına yeryüzünde Allah’ın
hükümlerini icra eden varlık demektir. Allah adına yapacaklar ama. Yâni adâleti
ikâme edecekler Allah adına, zulmü kal-dıracaklar Allah adına, düzeni temin
edecekler Allah adına gibi. Zaten meleklerin bu konudaki endişeleri de buradan
kaynaklanıyordu. Aca-ba insanlar kendilerine verilen bu vekaleti asalet
zannedip, hükümleri kendi keyiflerine, kendi çıkarlarına kullanmaya
kalkışırlarsa yeryüzünü fesada verirler mi acaba? diye endişe taşıyorlardı. Evet
yeryüzünde olacaktı bu iş. Arzda. Arzın, şu bilinen yeryüzü olduğu bir
gerçektir. O zaman insanoğlu hep yeryüzünde yaşamıştır. Onun dışında birilerini
aramanın anlamı yoktur.
"Melekler dediler ki: Ya Rab! Sen
orada demek kan dökecek, bozgunculuk yapacak bir varlık mı
yaratacaksın?"
Yâni bu özelliklere sahip olan
bir varlık mı yaratıyorsun? Yâni insan dediğin bu varlığın neticesini biz böyle
anlıyoruz. Allah bildirmiş ve melekler de öyle anlamıştır,
tamam.
Birileri Allah meleklere şöyle de
bildirebilirdi demişler: Efendim cinler yaşıyordular daha önce ve onlar bunu
becerebiliyordular. Kan dökme işini, fesat çıkarma işini becerebiliyordu cinler
de, melekler onlar gibi yaratılacak insanın da bu işleri yapacağını anladılar
filan demeye çalışmışlar.
Kimileri de melekler, halîfe
kelimesinin anlamından bunu çıkarmışlardır demişler. Halîfe; hükmetme, hüküm
verme konusunda Allah’a vekil olduğundan, hâkime, kadıya ancak bir niza söz
konusu olduğu zaman, birbirlerine zulmettikleri zaman ihtiyaç duyulacaktı ya
işte kelimenin muhtevasından bunu çıkarmışlardır demişler. Ama Allah bunu
onlara nasıl bildirdiğini anlatmadığına göre, bize de bunu bilmek gerekmez
diyoruz. Allah nasıl bildirmişse öylece bilmişlerdir.
Bu özellikler hoşlarına gitmemiş,
ama Allah’a itiraz da etmemişler, çünkü Allah melekleri bize tanıtırken yukarıda dediğim gibi, âyeti okuduğum
gibi:
"Yâni Allah’a kesinlikle isyan
etmezler ve kendilerine emredileni yaparlar."
(Tahrîm 6)
Meleğin karakteridir bu. Onun
için “Hârût ve Mârût" isimli iki melek Allah’a isyan ettiler de sonra adam
oldular değildir yâni. Çünkü Melek isyan etmez, edemez, gücü yoktur buna. Meselâ
taş insana kafa tutabilir mi? Bugüne kadar hiç taşın size kafa tuttuğunu
gördünüz mü? Bu nasıl olmazsa veya güneş doğmamazlık yapamıyorsa, Meleğin de
Allah’a isyan etme özelliği yoktur, Allah izin vermemiştir buna. Doğuştan
bunların boyunlarındaki ipin ucu Allah’ın elindedir
diyoruz.
Peki madem ki melekler böyle
isyan etmezler, edemezler de neden dediler ya bunu? Nasıl diyebildiler ya bunu?
E Allah bu konuda izin vermişse, yâni onları kendine muhatap kabul edip de
sormuşsa, elbette melekler de cevap vereceklerdi diyoruz. Yâni kafalarına
takılan, anlayamadıkları bölümün hikmetini sorabileceklerdi
diyoruz.
Süddî gibi kimileri bu diyalogla,
Allah meleklere danıştı, bu konuda onlarla istişare etti filan demeye
çalışmışlar. Ama daha önce de dediğimiz gibi istişare, bir konuda sıhhatli bilgi
eksikliğinden kaynaklandığından, böyle bir nâkısayı Allah’a izâfe
edemeyeceğimizden, Allah meleklere danıştı demek yerine, onlara haber verdi
demeyi daha münâsip görüyoruz.
Ama Allah’ın meleklere böyle
buyurmasının nedenini bilmiyoruz. Yâni Allan niçin gerek duydu buna? Neden bunu
meleklere haber verdi? Bunu bilmiyoruz. Belki de ya böyle bir haber
verişte:
1- Hem meleklerin, hem de insanın
konumu, görevleri ve sorumlulukları belirleniyordur.
2- Veya böylece meleklere meydan
okunmak istenmiştir.
3- Onların bilgilerinin de
sınırlı olduğu anlatılmak istenmiştir.
4- Veya âcizlikleri ortaya
konmuştur.
5- Veya mahza hilafetin boyutları
ortaya konularak, buna gücü yetecek varlığın melek değil de bu işe hazır
yaratılan insan olduğu vurgulanmak istenmiştir.
6- Veya insana verilen şeref,
üstünlükler ve buna oranla da sorumlulukları anlatılmak istenmiştir diyoruz
Allahu âlem.
Melekler diyorlar ki: Ya Rabbi
sen böyle birini mi yaratacaksın? Halbuki:
"Halbuki biz seni hamdinle tesbih
ve noksan sıfatlardan tenzih edip duruyoruz."
Tesbih; Allah’ı, Allah’ın
kendisini tanıttığı gibi tanımak ve öylece inanmak demektir. Melekler diyorlar
ki: “Ya Rabbi sen kendini bize nasıl tanıtmışsan, kendini bize hangi sıfatlarla
muttasıf ve hangi sıfatlardan münezzeh tanıtmışsan, seni öylece tanıyor ve sana
öylece iman ediyoruz. Sen kendini nasıl takdis edip kutsamamızı istemişsen seni
öylece takdis ediyoruz.”
Bir de onlar bu işin illetini
bununla da anlamış olabilirler. Yâni dediler ki: “Ya Rabbi! Sen hamde lâyıksın!
Hiç kimse seni hamd etmese de sen kendi kendine "Hamîdsin"! Kendi kendini hamd
edensin. Hamde, övgüye lâyık olansın! Yâni sen kendi kendini översin ya Rab-bi!
Fakat biz de seni hamd ile tesbih edip duruyoruz. Mukaddes biliyoruz seni.
Bunun için miydi ki yoksa? Yoksa ya Rabbi, yoksa biz bu hamd işini, tesbih işini
beceremedik de ondan mı bu insanı yaratıyorsun?” diye mahcup olup bel
büküyorlar, utanıyorlar ve böylece af dileme ve dilenme pozisyonuna giriyorlar
dersek, o zaman mânâ biraz daha hoş oluyor yâni. Gerçi buna hiç dikkat
çekilmemiş, ama (Allah affetsin yanılıyorsam) bu mânâ meleklerin kulluğuna da
ha münâsip geliyor gibi.
Yâni sanki melekler bu
ifadeleriyle arz-ı kulluk eyliyorlar. Arz-ı ubûdiyette de bulunuyorlar. “Ya
Rabbi ne dersin? Nasıl istersin? Yok-sa beceremedik mi bu işi? Yoksa bu hamd ve
tesbih işinde bir kusur mu işledik ki insan denen bir varlığı yaratıyorsun?”
diyerek özür diliyorlar, affedilmelerini beyan ediyorlar. Bu aynı zamanda bizim
için de çok uygun ve örnek almamız gereken bir mânâdır. Cenab-ı Hak da onların
bu cevapları karşısında:
"Hayır! Öyle değil mesele! İş
sizin bildiğiniz gibi değil! Siz bilmiyorsunuz! Ben
biliyorum!"
Buyurdu. Yâni yanlış anladınız!
Ben bu insanı onun için yaratmıyorum! Siz bilmediniz, bilemediniz! İşin aslı o
değildi! Ondan do-layı değildi, mesele o değildi, ama sizin bunu bilmeniz de
mümkün değil zaten! buyuracaktır..
Peki o zaman hatırımıza şöyle bir
soru geliyor: Allah önceden bunu biliyordu. Yâni meleklerin bilgilerinin
sınırlı olduğunu, bunu bilmediklerini, bilemediklerini Allah önceden biliyordu
da, madem melekler bilmeyecek, bilemeyeceklerdi de o zaman neye haber edildi bu
meleklere acaba? Bunun sebebini bilmiyoruz da, bu konuda bilebildiğimiz bir şey
var:
Allahu âlem insan, meleklerle
doğrudan ilgili bir varlık da ondan meleklerle diyalog kuruluyor, diyoruz.
Belki bu insan denen varlığın yaratılışı, Rahmân olan Allah’ın rahmetinin,
Rahmâniyetinin bir tecellisiydi. Yâni bakıyoruz sonunda insan denen bu
varlığa, meleklerin secde etmesi de emredilecekti. Belki de şeytanın yarın
yaptığını, yapacağını yapmasınlar diye şimdiden meleklerini ruhen bu işe
hazırlıyordu Rabbimiz. Evet Allah biliyor ki böyle bir şey olacak. Allah
meleklerine o insana secde ile emredecek, zaten buna itiraz edemeyecekler,
ama böyle rahat rahat secde etsinler diye Allah, onları şimdiden bu işe
hazırlıyordu, anlamı çıkar buradan Allahu âlem.
Peki biz ne anlayacağız bundan?
Bize ne diyor bu âyetler? Bu âyetler bize şunu diyor: Biz de Rabbimizin bize
haber verdiği şeylere, onların hikmetini anlamasak da, bilmesek de inanalım.
Rabbimizin bize haber verdiği şeylere gönül huzuruyla katlanalım. Kulluk yolunda
başımıza şunlar şunlar gelebilecek, şöyle bir derdimiz olabilecek, şunlar
şunlarla imtihan olabileceğiz. Secde istenecek, namaz istenecek, tesettür
istenecek, savaşla, kıtlıkla, açlıkla, toklukla imtihan olunacağız. Bütün
bunlarla karşı karşıya gelince tamam ya Rabbi, kabul ya Rabbi! diye biz de
secde edelim.
Rabbimizin tüm emir ve yasakları
karşısında hikmeti anlaya-masak da O mutlak doğrudur diyerek hemen biz de boyun
büküp emre inkıyatta bulunalım inşallah. İşte anlayabildiğimiz kadarıyla bu
âyetler bize de bunları söylüyor. Daha sonra Allah halîfe olarak yarattığı bu
insanla melekleri kaşı karşıya getirir. Ancak Adem’in nasıl yaratıl-dığını ve
onu hangi evrelerden geçirdiğini burada anlatmıyor Rab-bimiz. Bunu Kur’an’ın
başka bölümlerinden öğreniyoruz. Adem’i ya-rattı ve sonra da onu meleklerle
karşı karşıya getirerek şöyle buyurdu Rabbimiz:
31:“Ve Allah Adem’e bütün
isimleri öğretti."
Allah Adem’e esmanın tümünü
öğretti. Acaba Cenab-ı Hakkın Adem’e öğrettiği bu isimler neydi? Bu konuda çok
farklı rivâyetler var:
1- İğne iplik, taş toprak gibi
kâinattaki canlı cansız, akıllı-akılsız tüm varlıkların ismidir burada
kastedilenler denmiş. Allah Adem’e tüm bu varlıkların isimlerini öğretti. Zira
halîfe olarak, onlara hükmedici olarak, tüm bu varlıkların idaresinden sorumlu
olan insanın elbette onları tanıması lâzımdı. İsimlerini, cisimlerini,
durumlarını, ihtiyaçlarını, fıtratlarını bilmesi, tanıması lâzımdı. İşte Allah
Adem’e bunu öğretti. Yâni Adem’in bu hilafete liyakatinin tescili için Allah
ona, onun egemenliği altına girecek tüm varlıkların isimlerini öğretti. Bu
özellik diğer varlıklardan hiçbirisine verilmemiştir.
2- Taberî buradaki Allah’ın ona
öğrettiği isimlerden kasıt, meleklerin
isimleridir demiş. Yâni Allah, Adem’e tüm meleklerin isimlerini
öğretmiştir.
3- Veya kimileri bu isimlerden
kasıt, Adem’in gelecek neslinin, zürriyetlerinin isimleridir demişler. Yâni
kıyamete kadar Adem’in sulbünden gelecek tüm evlâtlarının, tüm torunlarının
isimlerini Allah Adem’e öğretmiştir deniyor.
4- Bazıları da bundan kastın
konuşma, hitap edebilmeyi Allah Adem’e öğretti demişler. Yâni bu öğretilen
lisa ndır demişler. İnsanın dışındaki
mahlukâtın tamamı bu lisa ndan mahrumdur. Konuşabilen,
meramını anlatabilen, beyan gücüne sahip olan varlık ancak
insandır.
5- Veya kimileri de varlıklara
isim verme yetkisini Allah ona öğretti şeklinde anlamışlardır. Yâni ad koyma
özelliğini vermiştir Allah Adem’e. Buradan anlıyoruz ki, dillerin çıkışı
konusunda bilgi kaynağı vahiydir. Vahiy kaçkınları derler ki; işte efendim ilk
insanlar hiç bir şey bilmiyorlardı. İlk insanların konuşup anlaşma yetenekleri
de yoktu filan. Halbuki Kitabımızdan öğreniyoruz ki, varlığın daha ilk
başlangıcında Rabbimiz, Hz. Adem’e konuşma yeteneği vermiş, varlıklara isim
koyma özelliğiyle birlikte eşyayı ona tanıtmıştır.
Tabii dil teorisinin saçmalığı da
ortaya çıkıveriyor buradan. Te-orinin saçmalığına bakın hele: İşte efendim
diller şöyle gelişmiştir, eşyanın isimleri şöyle verilmiştir: Meselâ ağaç
etrafında toplanan insanlar tartışmaya başlamışlardır: Acaba buna ne desek?
diye. Acaba pencere mi desek, tuğla mı desek, yoksa Adana mı desek, bülbül
yuvası veya keçi tiftiği mi desek? Böyle bir hafta on gün tartışma sürerken
biri demiş ki "Ağaç" Ha! Tamam bulundu! Bulundu! Bunun adı ağaçtır yazın!
demişler ve ağacın adını tespit etmişlerdir ki, bu mümkün
değildir.
Sonra işte aslanın inine
girmişler. Onlar onun başında ona isim koyabilmek için tartışırlarken zavallı
iki saat kadar başında yapılan tartışmayı sabırla dinlemiş. Acaba buna tüfek mi
desek, börek mi desek, yoksa at çulu mu desek? diye tartışma sürerken en
sonunda aslanın sabrı tükenir, dayanamayarak: Kesin ulan gürültüyü! Benim adım
aslandır demiş ve hah demişler bulundu! Ve onun adını da böyle koymuşlar, bu da
mümkün değil. Ya ne? Bakın madde planında ben sizlere bunun ağaç olduğunu
söyleyebilirim, anlatabilirim. Bu ağaçtır! derim tamam siz ağacı anlarsınız,
kolaydır bu. Ama öyle kavramlar var ki onları göstermek ve düşünmek çok zordur
aslında. Meselâ sevgi, nefret, kabul, ret, aşk, dargınlık, arzu, namus, iffet
vs. Ben söyleyince anlıyorsunuz bakın ne dediğimi? Anlıyorsunuz değil mi? Peki
nereden anlıyoruz bunları? Şu anda benden size ne gitti? Bu dediklerimi, bu
mânâyı, bu meramı nasıl anlıyorsunuz? Gerçekten de bu Allah’ın bize en büyük
lütuflarından birisidir. Şu anda ben kafamdan geçirdiklerimi karşımdaki
sizlere anında empoze edebilme imkânına, gücüne sahibim. Ben anlatabiliyorum,
karşımdaki de anlayabiliyor. İşte buna mânâ nakli veya beyan gücü diyoruz. Ve
işte Adem’e bunu öğretti Allah.
Değilse Allah bize bu beyan
gücünü vermeseydi meselâ sizlere dağı anlatabilmek için dağı kucaklayıp buraya
getirmem ve size göstermem gerekecekti, işte ben bundan söz ediyorum diye ki, bu
çok zor bir şeydir. Bakın Allah bu hususu Rahmân sûresinde şöyle
anlatır:
"Rahmân olan Allah insanı yarattı
ve ona beyanı öğretti."
(Rahmân:
1,2)
Beyan, mânâ nakli demektir. Yâni
insanın karşısındakine duyurmak istediklerinin nakline beyan diyoruz. İnsanın
karşısındakine bu beyan imkânı verilmiştir ki, bu yeryüzünde Allah’ın
varlığına en büyük delildir. Bakın şu anda ben konuşuyorum, siz de
anlıyorsunuz. Bundan daha büyük bir mûcize olamaz. Zaman ve mekân birlikteliği
içinde bizim karşımızdakine mânâ nakletme imkânımız vardır. Yâni burada olan
Hasan’a ve bugün hayatta olan Hasan’a benim bunları dille anlatmam, nakletmem
mümkündür. Ama zaman ve mekân aşılınca, yâni burada olmayan Hasan’a, bin mil
uzakta olan Hasan’a ve bugün olmayan, bin yıl sonra gelecek olan Hasan’a bunu
benim dille aktarmam mümkün değildir. O zaman da ben bunu Hasan’a kâlemle
aktarmam mümkün olacaktır. İşte bakın ikinci bir ihsan olarak da Rabbimiz
kâlemle yazmayı öğrettiğini anlatır:
"Oku! Ki senin Rabbin sonsuz
kerem sahibidir. O kâlemle yazmayı öğretmiştir."
(Alâk 3)
Kâlemle bu mânânın intikalinin
zaman ve mekân ötesine taşırılmasını öğretti Allah. Yeryüzünde bunu
becerebilen ikinci bir varlık yoktur. Ne büyük bir lütuf, ne büyük bir şeref
değil mi? Ama o nispette de sorumluluğu büyük bir şeref
tabii.
"Allah Adem’e isimleri
öğretti"
Bu esmanın öğretilmesi, eşyaya
isim verme özelliğinin verilmesidir denmiş. Bu mânâsı ile yeryüzündeki bütün
kelimelerin orijinali aynıdır. Yâni biraz biraz tereddüt etsek de Arapça,
Farsça, Sanskritçe, Hintçe, Çince, bizce, sizce, hangi dili söylerseniz
söyleyin kelimeye veya kavrama yüklediği anlam hemen hemen her dilde aynıdır.
Lâkin bunu sonradan insanlar farklılaştırmışlardır. Meselâ: “kete-be” yazdı
demektir. Aslında yazgıda da bir yaymak vardır. Hani şu yaymak, sofrayı yaymak,
sofrayı yazmak gibi. Ketebe’de de aynen öyle bir yaymak vardır. Harfleri yaymak,
harfleri böyle yan yana dizmek vardır. Aslında o dizdi demektir. Harfleri
dizdi. Ama biz ona yazdı diyoruz. Öyle olunca böyle diller arasında bu tür bir
ortaklık söz konusudur.
Esmanın hepsini öğretmiş ama.
Peki Allah Adem’e isimlerin tamamını öğrettiğine göre Hz. Adem televizyonu da
biliyor muydu? Yoo! Bilmesi gerekmiyordu zaten. Peki o zaman bu hepsini
sözünden ne anlayacağız? Bir insanın hayat programı için, hayat planı için ona
lâzım olacak kelimelerin, isimlerin hepsini o insanın kullanabilmesidir benim
anladığım. Değilse Adem’in hayat programında televizyonun yeri yoksa neden
öğrensin de bunu? Adaptörmüş, aküymüş, elektrikmiş ne olacak bilip de bunları?
Peki o zaman Kur’an’da her şey var mı? Var. Peki otoban da var mı Kur’an’da?
Kur’an’da kulluğumuz adı-na bize lâzım olan her şey vardır, ötesi zaten lâzım
değildir diyoruz.
Adem’e her şeyin ismini öğretti,
eşyanın varlık bilgisini öğretti de Allah, sonra da onun bu sanatını, bu
bilgisini meleklere arz etti. Yâni eşyanın varlık bilgisini meleklere
soruverdi.
"Sonra o isimleri meleklere arz
etti."
O isimleri veya Adem’in bu
gücünü, bilgisini, bu sanatını me-leklere arz etti. Ve dedi
ki:
"Eğer sözünüzde sâdıksanız haydi
bana şunların adlarını söyleyin! "
Haydi! Hani az evvel diyordunuz,
siz gerçek tespitte bulunan, tahkikte bulunandınız! Haydi öyleyse şu isimleri
sayın bakalım! Söyleyin! Haber verin bunlar konusunda! Neymiş? Nelermiş
bunlar? Kendinizi, bilginizi bir ortaya koyun bakalım! Onlar diyorlar ki:
32:"Ya Rabbi! Seni tesbih ve
tenzih ederiz! Sen mükemmelsin! Eksiğin yoktur senin! Bizim bilgimiz yok,
ancak senin öğrettiğin vardır."
"Muhakkak ki her şeyi bilen,
hâkim ancak sensin!"
Muhakkak ki sen en iyi bilen, en
yerli yerince bilensin! Tam bilensin! Bilgisi tam olansın! Bilgisi
değişmeyensin! A!! Bunu ben mi yaptım? Eyvah halbuki ben bunu şöyle yapacaktım!
demeyensin, yaptığından pişman olmayan, yaptığından geri
dönmeyensin.
Bu cümle temelde bizim de dememiz
gereken bir sözdür. Bizde ilim yok ya Rabbi! Bizim ilmimiz kıttır. Ancak senin
bildirdiğin kadarını biliriz! Senin bildirmediklerini bilmemiz mümkün değildir.
melekler vasıtasıyla Rabbimizin bize sunduğu bu kulluk bilincini, Rabbimiz
karşısında bu acziyet şuurunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalı-yız. Her
yerde ve her zaman biz bilmeyiz, sen bilirsin ya Rabbi! demeyi unutmamalıyız.
Öyle değil mi yâni? Allah bu bilgileri bize öğretmeseydi biz nereden
bilebilirdik? Allah kitap ve peygamberler göndermeseydi, o kitap ve
peygamberler vasıtasıyla bize kendi bilgisinden aktarmasaydı, nereden
bilebilirdik bu bilgileri.
Melekler bu bilgisizliklerini
itiraf edip pişmanlıklarını izhâr edince de Rabbimiz Hz.
Adem’e:
33:"Allah ey Adem! Onlara eşyanın
isimlerini haber ver! Buyurdu."
Allah sanki döndü Adem'e ve
buyurdu ki ya Adem! Haber ver bunları isimleriyle! Ne bunlar? Az önceki gibi
bilmiyoruz, ama bir şeyler var ortada. Ve Allah buyuruyor ki: Ey Adem sen
bunları onlara haber ver!
"Adem eşyanın adlarını onlara
haber verince."
O da onları sayıp dökünce, tek
tek onlar hakkında haber verince. Yâni Hz. Adem Allah’ın bildirmesiyle
bilebildiklerini ortaya ko-yunca. Deniliyor ki bu, eşyanın isimlerinin ortaya
konulmasıdır. Veya yine deniliyor ki bu, eşyanın tabiatını bilmektir. Yâni
eşyanın varlığının sebebini bilmektir. Hangi şey ne için yaratılmış? Hangi şeyin
varlık sebebi nedir? İşte bunun bilinmesidir. Allah Adem’e işte bunu
öğretmiştir. Peygamberlere hikmet verilmiştir de ondan peygamber olmuştur
onlar. Nübüvvet, kitap ve hikmet verilir peygamberlere.
Yâni:
1- Allah’tan haber verilir
peygamberlere ki, bunun adı nübüvvettir.
2- Kitap verilir peygamberlere
ki, bu da Allah’ın toplumuna ulaştırmasını istediği bilgileri,
arzularıdır.
3- Bir de hikmet verilir
peygamberlere. Bu da neyi nerede ve nasıl gerçekleştireceğinin bilgisidir. Yâni
hikmet gereği hareket etmesinin bilgisidir. Allah âyetleriyle hadîselerin
birleştirilmesi, âyetlerin ha-yatla birleştirilmesidir. İşte bu hikmet burada
anlatılan bilgidir de den-miş.
Yâni Allah Hz. Adem’e eşyanın
hakikatini öğretiyordu. Bu, kullukta şu anlama gelir, şu da şu anlama gelir
diye eşyanın hakikati öğretiliyor. Bunu şurada kullanman lâzım. Ben bunu şunun
için yarattım. Bunun görevi şudur. Şunun varlık sebebi şudur. Sakın bunu burada
kullanmayasın. Bu burada olmasın gibi eşyanın varlık sebebi bilgisi
öğretiliyordu. Meselâ bıçağı ben ekmek kesmek için yarattım, sakın bunu insan
kesmekte kullanmayasın. Taşın varlık sebebi şudur, sakın ha onu meyhane
yapımında kullanmayasın. Üzümün varlık sebebi şarap değildir. Domuzun varlık
sebebi yemek değildir. Ağzın varlık sebebi onu sadece yemek yemede, çay içmede
kullanmak değil vahyin sözcülüğünde kullanmaktır, gibi eşyanın varlık bilgisi ve
hikmeti, hakikati öğretiliyor. Buğday bunun içindir, ateş şunun içindir, erkek
bunun içindir, kadın şunun içindir, elbise bunun içindir, insan bunun içindir,
hayvan bunun içindir, melek şunun içindir, yağmur bunun içindir, kar bunun
içindir, sema bunun içindir, arz bunun içindir gibi eşyanın hakikati
anlatılıyor. İşte Allah’ın kendisine öğrettiği bu bilgileri Hz. Adem birer birer
sayıverdi..
Melekler anlamazlar bunu,
bilmezler onlar. Bilmeleri de ge-rekmez zaten. Çünkü Allah onları öyle
yaratmıştır. Onların böyle yeryüzünü idare edecek, yeryüzünde Allah adına
Allah’ın yasalarıyla adâleti gerçekleştirecek bir hilafet görevleri yoktur.
Onlar sadece Allah yap! der ve hemen yaparlar. Neden yapılacak? Niçin
yapılacak? Nasıl yapılacak? bunu düşünmez onlar. Yağmuru yağdırın! der Allah,
yağdırırlar. Şunu öldür! der Allah, öldürürler. Veya şunun amellerini yazın! der
Allah, yazarlar, bunu silin! der Allah silerler, tamam başkasını an-lamaz
onlar. Anlamaları da gerekmez zaten.
İnsan öyle değildir ama. Hele bu
insan Peygamberse veya peygamber yolunun yolcusuysa elbette onun bir şeyler
anlaması gerekecektir. Madem ki tüm varlıklara egemen olarak yaratılıyor,
madem ki tüm varlıklara hükmedecek, o halde hâkimiyeti altındaki varlık-ların
tabiatlarını, karakterlerini, özelliklerini ve varlık sebeplerini de bilecekti
bu insan. Çünkü idaresi altındaki varlıkları tanımayan birisinin onları mutlu
edecek bir düzen kurması mümkün değildir. İşte anla-ması gerekenleri öğretti
Allah Adem’e.
Ve sonra meleklere buyurdu
ki:
"Ben size demedim mi ki göklerin
ve yerin gaybını ben bilirim! Açıkladığınız ve gizlediğiniz her şeyi de ben
bilirim! Buyurdu."
Sonra Allah meleklere dönüp
buyurdu ki: "Ben size dememiş miydim?" İşte şimdi Allah sözünün mahiyetini
biraz daha güzel anladık. Bakın az evvel demeye çalışmıştık ki, Allah
meleklerine soru soruyor. Düşünüyoruz, soruyu soran kim? Allah. Allah ki gaybın
da şe-hâdetin de Âlimi. Allah ki her şeyi bilen, Alîm olan, Habîr olan,
Allâ-m’ul Guyûb olandır. Yâni bilgi kendisinden olan, her şeyi tam bilen bir
Allah soruyor. Peki kendisine sorulan kim? Kime soruluyor bu soru? İnsan veya
melek. E ne bilsin ki bunlar? Kur’an’ın tarifiyle cahilin cahili denen bu insan
nereden bilsin ki bu sorunun cevabını? Ha! Öyleyse anlıyoruz ki, soru değil
bunlar. Soru olarak sormuyor Allah bunları. Ya da cevap isteyen sorular değildir
bunlar. İstişare de değildir bunun mahiyeti. Peki nedir ya bunlar? Bunlar birer
ihbardır, haber vermedir, haberdar etmedir. Bakın bu iş, işte böylece olmuştur
diye haber veriyor Allah.
Bir vakitler melekler vardı,
sonra ben babanızı var etmek istedim. Ben istedim, ben istediğim için oldu bu.
Babanı da, seni de var eden benim. Ben var ediyorum sizleri. Sizler varlığınız
konusunda başka hiç kimseye değil bana borçlusunuz. Bana muhtaçsınız demek
adına anlatıyor Rabbimiz bütün bunları. Öyleyse kime minnet duyacağınızı, kime
kulluk yapacağınızı anlayın! demektir bunun mânâsı.
Evet ben sizin açığa
çıkardıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim. Acaba burada açığa çıkarılan
ve gizlenen neydi? diye bir soru sorulursa bu konuda şunları diyebiliriz:
Melekler açıktan açığa dediler ki: “Ya Rabbi yeryüzünde kan dökecek ve
bozgunculuk yapacak bir insan mı yaratacaksın?” Meleklerin bu sözü açıklanan,
açığa çıkan bir sözdü. Ama melekler arasında farklı bir yapıda bulunan İblis de
içten içe bir hesap içine girmişti. Eğer bu Adem yaratılırsa ben buna karşı
mutlaka bir tavır alırım diyordu. İşte gizlenen de buydu denmiş Allahu âlem.
Bundan dolayı ben sizin açığa çıkardığınızı da gizlediğinizi de bilirim buyurdu
Rabbimiz. Yâni Rabbimiz açıkladıklarını biliyordu meleklerin, gizlediğini
biliyordu İblisin.
Melekler ne
dediler?:
Ya Rabbi seni tesbih ve tenzih
ederiz! Ya Rabbi bizim bilgimiz yok, ancak senin öğrettiğin kadar var. Ancak
senin öğrettiğin kadar biliyoruz, başka bilmiyoruz ya Rabbi
dediler.
Bu gerçekleşince, yâni Adem’in
bilgilenmesi gerçekleşince, bu sefer sıra onun büyüklüğünü kabule geliyor. Sonra
Allah buyurdu ki meleklere:
34. Meleklere “Adem'e secde edin”
demiştik, İblis müstesna hepsi secde ettiler, O ise kaçındı, büyüklük tasladı
ve inkâr edenlerden oldu.”
"Secde edin
Adem’e!"
Onlar da:
"Hemen secde ettiler, ama İblis;
o secde etmedi."
Âyet böyle anlatıyor. Tüm
melekler secde ettiler, ama İblis secde etmedi. Peki acaba o da secdeyle
emredilmiş miydi? Yâni İblise de secde emri verilmiş miydi? Hani burada sadece:
"Meleklere secde edin!" dedik deniyor. Bu secde emrinin içinde İblis yoktur.
Acaba bu emir ona da şamil miydi? Filan deniyor. Evet A’râf öyle diyordu. Allah
ona da secdeyle emretmişti. Peki o bir melek miydi? Hayır o melek değil bir
cindi.
"O cinlerdendi ve Rabbinin
emrinin dışına çıktı."
(Kehf: 50) Âyeti bunu
anlatır.
Bu âyet onun bir cin olduğunu
anlatır. İblis, nass ile sabittir ki; cinlerdendir. Çünkü bakın secde etmemeyi
becerebilmiştir İblis. Eğer bir melek olsaydı bunu becermesi mümkün değildi.
Çünkü melek, kesinlikle Allah’a isyan edemez. Sonra yine Kur’an-ı Kerîm’de
İblisin soyundan söz edilir. İnsanların ilk atası nasıl Hz. Adem Aleyhisselâm
ise, cinlerin aslı ve ilk atası da İblistir. Bu da onun bir Melek olmadığını
gösterir. Zira meleğin zürriyeti yoktur. Onlarda erkeklik dişilik söz konusu
değildir. İblis meleklerden olmadığı halde bu secde emrinin ona da tahsisi
konusunda şöyle denmiş: İblis melek olmadığı halde kendisini meleklere
benzetmiş, onlar gibi Allah’a kulluk yapmaya çalışan bir cin idi de Allah’ın bu
emrine onun için muhatap olmuştur demişler.
Peki bu secde nasıl bir secdeydi?
Bu konuda uzun uzun söz edilmiş, ama diyoruz ki: Vallahi nasıl olursa olsun bu
bir görevdi, Allah emretmişti, onlar da yapmışlardı ve caizdi
bu.
1- Cumhura göre bu secde, yüzün
yere konulması şeklinde olmuştur.
2- Kimileri bunun Adem’e doğru
oluş mânâsına bir secde olduğunu demeye çalışmışlar.
3- Kimileri bu selâm anlamında
bir secdedir demişler. Nitekim daha önceleri selâmlama anlamına secde caizdi de
sonradan bizim şeriatımızda kaldırılmıştır demişler.
4- Kimileri bunun kesinlikle şu
bildiğimiz mânâda Allah’a secde mânâsına gelemeyeceğini, çünkü eğer böyle
olsaydı şeytanın kesinlikle bu secdeyi reddetmeyeceğini, zira daha önceden
zaten Allah’a secde edip durduğunu filan demeye
çalışmışlar.
Ama diyoruz ki bu secdenin şekli,
biçimi ne olursa olsun, nasıl olursa olsun Allah emretti onlar da yaptılar o
kadar. Velev bu secde şu bildiğimiz Allah’a yapılan secde bile olsa. Zira bunu
emreden Allah’sa caiz mi, değil mi? diye düşünmenin anlamı da yoktur yâni.
Allah emretmişse yapılır bu. İşte emretmiş ve yapılmış. Bu
secde:
1- Bizzat kişinin önüne, ayağına
kapanmak biçiminde de olabilir, hiçbir mahzuru yoktur, olabilir Allah dedikten
sonra. Hani kardeşlerin birbirleriyle evlenmeleri de yasaktır ama Allah
evlenin! deyince Hz. Adem’in çocukları evlenivermişlerdi birbirleriyle ve hiç
bir mahzur yoktu bunda. Veya Yusuf Aleyhisselâm'ın kardeşlerinin de Hz. Yusuf’a
böyle secde ettiklerini anlatır Kur’an.
2- İkinci bir anlamıyla bu secde;
şeytanın yapmadığı, Meleğin yaptığı şeydir. Yâni boyun eğmektir. Kabul
demektir. Tamam ya Rab-bi! Kabul ya Rabbi! deyip ondan intikal eden her bir emri
uygulamaya koymak demektir. Namaz secdesi değildir tabii bu. Allah’tan intikal
eden her bir emir karşısında yapılacak secde. Tamam Ya Rabbi! Anladım ya Rabbi!
İnandım ya Rabbi! Kabul ya Rabbi! diyerek kişinin boyun bükmesinin, teslim
olmasının ve uygulamaya koymasının adına secde denir. Hangi emri aldık
Allah’tan? İlmin farziyeti emri mi? Tamam ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! Amenna ya
Rabbi! Hemen uygulamaya koyuyorum ya Rabbi! diyerek hemen ilim öğrenmeye
başlıyorsak bilelim ki biz tıpkı melekler gibi Allah’a secdeyi
gerçekleştiriyoruz demektir. Ama Allah’tan
bize intikal eden her bir emir karşısında ukalalık eder, duymazdan gelir,
savsaklar ve hemen uygulamaya koy-mazsak, o zaman da biz şeytanın safında yer
alıyoruz demektir. Namaz emri böyledir, tesettür emri böyledir, zekât emri
böyledir ve tüm emirler böyledir. Hani:
"Mü'minler de "sücceden ve
kıyama" Gecelerler."
(Furkân:
64)
Diyordu ya Furkân sûresi. Meselâ
namazı tamam kabul ettim ya Rabbi! Derler. Orucu kabul ya Rabbi! Tamam ya Rabbi!
Derler, ama bunu sadece sözde bırakmazlar, hemen uygulamaya koyarlar
diyordu.
3- Secde bir de yöneliş demektir.
Adem kıbledir ama Allah’a secde ediliyor demektir. Hani biz şu anda Kâbe’ye
değil de Kâbe’ye doğru secde ediyoruz ya, işte buradaki secde de Adem’e doğru
oluştur da denmiş. Yâni ey benim meleklerim bu andan itibaren hareketleriniz,
yaşayışlarınız Adem’e doğru olacaktır demektir bunun mânâsı. O ana kadar
Meleklerin bir görev alanları vardı. O da sadece Allah’ı tesbih ve takdis. Ama
sanki insanın yaratılmasından sonra Rab-bimiz Meleklere ikinci bir görev
mahalli daha belirliyor ki o da Adem’e, insana doğru oluş, insanın hizmetine
giriştir tabiri caizse.
E bakıyoruz
Cebrâil’in işi Adem’e doğru, yâni vahiy getirmek. Azrail’in işi de insana
yönelik, bizim canlarımızı almaya yönelik. Mîkâ-il’in işi de bizim karımızı,
boramızı, rüzgarımızı ayarlamaya görevli. İsrâfil bizim surumuzu üfürmekle
vazifeli. Sağımızdaki, solumuzdaki Melekler bizim hesabımızı tutmakla görevli.
Hafaza melekleri bizi korumakla görevli. Sanki Kur’an’da bize tanıtılan bütün
meleklerin görevi Adem’e, insana doğru yöneliktir. Hattâ kıyametin kopmasıyla
ilgili âyetlerde deniliyor ki:
"Sura üfürülecek gökyüzü ve
yeryüzündeki bütün canlılar ölecek, ama Allah’ın dilediği
müstesna."
(Zümer 68)
Deniyor. Âyetten anlıyoruz ki;
demek ölmeyen de olacakmış, yâni kıyametin dışında kalan da varmış. Elbette
eğer kıyamet insan için idiyse, yâni kıyamet bu âlem için idiyse bu da
mümkündür. Meselâ arşı taşıyan meleklerin ölmeyeceklerine dair bu mânâda
rivâyetler vardır.
4- Bu secdenin tıpkı şu bizim
toprağa secde etmemiz gibi olması da mümkündür. Yâni biz şu anda toprağa secde
ediyoruz; ama hiçbir zaman toprağa tapınmıyoruz. Allah toprağa secde edin dediği
için secde ediyoruz. İşte tıpkı bunun gibi Allah secde edin dediği için secde
ettiler diyoruz..
İblis onun şeytanlıktan önceki
adıdır. Gerçi "İblis" karıştırmaktan gelir biraz da. Karıştıran demektir.
Şeytan ise iblisin yaptığı işi yapmaktır. Yâni secde etmeme işine, secdeden
kaçınma eylemine de şeytanlık denir.
"İşte böylece Biz, her bir
peygambere insan ve cin şeytanları düşman kıldık"
(En’âm 112)
Deniyor ya. Öyleyse insanlardan
her kim ki; Allah’tan kendisine intikal eden her bir emir karşısında boyun
bükmez, tamam ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! İnandım ya Rabbi! Kabullendim ya
Rabbi! hemen uygulamaya koyuyorum, söz ya Rabbi! Bak bunun ameline başladım ya
Rabbi! demiyorsa, emri savsaklıyorsa, geciktiriyorsa, tehir ediyorsa, duymazdan
geliyorsa, o kişi şeytanlık yapıyor demektir. Giyim kuşam konusu, yeme içme
konusu, sosyal konular, ekonomik kaygılar, ya da siyasal yapılanma konusu, hangi
konu olursa olsun; kim ki Allah’ın isteğinin ötesinde hareket ediyor, yâni
Allah’a boyun eğmiyor, secde etmiyorsa, işte bu adam şeytanlık yapıyor
demektir.
Yan çizdi ve müstekbir davrandı,
(ihtiyacım yok tavrına girdi) ve kâfirlerden oldu."
Müstekbir davrandı şeytan. Burada
istikbar kavramıyla alâkalı biraz bilgi vermemiz
gerekiyor.
Allah'a
istiğna ve isyan, Allah’ı kale almama, hayatını, hayat programını Allah’a sorma
gereği duymama, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı aldırış etmeme gibi anlamları
ihtiva eden büyüklenme. Bu niteliklere sahip olan kişiye de müstekbir denir.
Kelime olarak istikbar, büyük olma anlamındaki "ke-bü-ra" kökünden gelir ve
büyüklenme anlamını dile getirir. Aynı kökten gelen tüm kelimeler de büyüklük ve
büyüklenmeyle ilgili anlamlar taşır. Meselâ kebir, büyük; kebire, büyük şey;
ekber, daha büyük, en büyük; kibriya, büyüklük, yücelik, ululuk; ikbar, büyük
görme; tekbir, büyükleme, yüceltme, ululama; tekebbür, büyüklenme; mütekebbir,
büyüklenen demektir.
Büyüklük
Allah'a özgü bir niteliktir. Bu nedenle "ke-bü-ra" kökünün tüm türevleri
genellikle Allah'ı nitelemek, adlandırmak, yüceltmek için kullanılır. Sözgelimi
büyüklük anlamındaki Kibriya, Allah'ın sıfatlarındandır. Mütekebbir de Allah'ın
güzel adlarından (esmau'l-hüsna) birisidir. Bu nedenle müslümanlar her fırsatta
Allah'ın büyüklüğünü, yüceliğini dile getirmekle
yükümlüdürler.
Meselâ,
kulluğun en büyük işareti olan namaza, "Allahu ekber" denilip (tekbir) Allah'ın
ismi yüceltilerek başlanır. Namaz sonunda Allah Tealâ, yine "Allahu ekber"
(Allah en büyüktür) denilerek tesbih edilir. Kurban ve Hac ibadetleri sırasında,
Şeytan taslanırken, Kâbe tavaf edilirken, büyüklüğün Allah'a özgü olduğu "Allahu
ekber" denilerek, tekbirle ilan edilir. Şaşırtıcı her durumda da tekbirle,
"Allahu ekber" denilerek Allah'ın ismi yüceltilir, yaratılmışlara özgü
niteliklerden soyutlanır, tenzih edilir.
Ke-bü-ra
kökünden gelen kibir, tekebbür ve mütekebbir kelimeleri gibi, istikbâr ve
müstekbir kelimeleri de insan için ancak olumsuz bir durumu belirtmek ya da
adlandırmak için kullanılır. Bu bağlamda istikbar kelimesi büyüklenme, büyüklük
isteğinde olma, bu istekle yeryüzünde bozgunculuk çıkarma, başkaları üzerinde
rableşme ve kendinde kibir içinde bir büyüklük vehmetme anlamlarını dile
getirir. Bütün bu nitelikler müslüman tanımının dışına, kâfir insan tipine özgü
niteliklerdir. Çünkü müslüman olan, tevazu ile Allah'a teslimiyet demektir.
Dolayısıyla müslümanın temel nitelikleri tevazu (alçak gönüllülük) ve hilm
(yumuşak başlılık) dir. İstikbar ise, hepsi de küfürle eşanlamlı ya küfrün
nedeni veya sonucu olan isyan, zulüm, azgınlık ve sapkınlık gibi niteliklerle
ilişkilidir.
Kur'an'a
göre istikbar, insanlara tepeden bakma, onları küçük görme gibi kâfirin en tipik
özelliklerinden birisini temsil eder. Bunu kelimenin kullanıldığı çok sayıdaki
ayette açıklıkla görmek mümkündür. Semud kavminin istikbarı ve bunun neden
olduğu küfür şöyle dile getirilir: "Sonra (Salih'in) kavminin kibirli
(istikbâru) önde gelenleri, hakir görülen insanlara dediler ki; "Siz Salih'in
Rabbi tarafından gönderilen biri olduğunu kesin olarak biliyor musunuz?" Onlar
da;"Biz onunla gelene iman ediyoruz" dediler. Ama kibirlenenler (istikbâru)
dediler ki: "Biz ise sizin iman ettiğiniz şeye iman etmiyoruz" (A'raf,75-76).
Aşağıdaki örnekler de kâfirlerin istikbârını ve bunun sonuçlarını ortaya
koymaktadır: "Ayetlerimizi yalanlayıp onların karşısında istikbâra kapılanlar,
işte onlar ateş halkıdır" (A'raf,36); "Firavun'a ve adamlarına; onlar istikbarda
bulundular ve böbürlenen bir topluluk oldular" (Mü'minun, 46); "Sana ayetlerim
vasıl oldu da sen onlara iftira ettin ve istikbarda bulundun, iman etmeyenlerden
biri oldun" (Zümer,59).
"Teğa"
ve türevi olan "tuğyan" da İstikbarın başka bir yönüne ışık tutar. "Tuğyan",
engellere bakmaksızın ve özellikle de ahlâkî ve dini kuralları çiğneyerek yola
devam etme, kendi gücüne sınırsız biçimde güvenme, yaratıcıyı hiçe sayma ve
inkâr etme anlamlarını dile getirir. "Sana indirilenin onların birçoğundaki
tuğyan ve küfrü artıracağı muhakkaktır" (Mâide,64) ayeti, istikbarın küfürle
özdeş azgınlığını dile getirir. İstikbârla anlam ilişkisi içindeki kelimelerden
biri de "is-tiğna"dır. "İstiğna", insanın kendini zengin, Allah'tan ve
başkalarından müstağni sayması ve sonuç olarak kendi gücüne sınırsız bir güven
duymasıdır: "Yo, doğrusu insan küstahlığını ortaya koydu. Kendini ihtiyaçsız
görüyor (Alak,6-7).
Örnek
olarak ayetlerde görüldüğü gibi istikbar İblis, Firavun ve Karun gibi tipik
kâfirlerin; peygamberlerin davetine karşı çıkarak Allah'ın ayetlerini
yalanlayan, peygamber ve mü'minleri aşağı gören, büyük bir şımarıklık ve
küstahlıkla yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, insanlar üzerinde egemenlik kurarak
onlara zulmeden, sömüren küfür toplumunun ileri gelenlerinin değişmez
niteliğidir. Bu yönüyle istikbâr küfrün en temelli ve evrensel öğelerinden
birini temsil eder. İstikbar içindeki müstekbirler, her peygamberin tebliği
sırasında yaptıkları gibi Hz. Muhammed'in tebliği sırasında da onun karşısına
dikilmiş; Allah'ın ayetlerini yalanlamış, mü'minleri küçük ve aşağı görmüş,
zulüm ve sömürü üzerine kurulu düzenlerini, saltanatlarını korumak için her
türlü işkence ve cinayete başvurmuşlardır. İstikbârın bu evrensel niteliği,
günümüzde de kâfir düzenlerin müslümanlara karşı tutum ve davranışlarında açık
bir biçimde kendini göstermektedir.
Evet,
anlıyoruz ki kibir, büyüklenmek, büyüklük taslamak, ululuk iddia etmek şeytan'a
ait bir özelliktir. Yine anlıyoruz ki küfür ve inkârın en önemli sebebi
kibirdir. Bunu Hz. Adem (a.s)'ın kıssasında görmek mümkündür. Nitekim şeytan'ın
kibrinden dolayı isyanından sonra, inkâr ve isyan edenlerin çoğu kibir nedeniyle
isyan etmişlerdir. Hz. Musa'nın apaçık delilleri karşısında Firavun inkâr
etmişti.
"Sonra da Musa'yı ve Harun'u, firavun ve
topluluğuna mucizelerimizle gönderdik. fakat onlar, kibirlendiler ve suçlu bir
kavim oldular" (Yûnus,75).
Hz.
Peygamber (s.a.s) döneminde inkâr eden zengin ve ileri gelen insanlar kibir
neticesinde inkar etmişlerdir. Bu durum Kur'an-ı Kerim'de şöyle
anlatılmaktadır:
"En sonunda da sırt çevirdi. Büyüklük
tasladı ve şöyle dedi: "Bu eskilerden kalan bir sihirden başka bir şey
değildir"
(Müddessir,23-24)
Zenginlik,
ululuk ve makam sahibi olmakla kibrin yakın alaka-sı, Allah Teâlâ'nın şeytan'a
şu hitabında görülmektedir:
"Kibirlendin mi, yoksa kendini yüce mi
zannettin?"
(Sâd,75)
Kibir
inkârda önemli bir rol oynadığından Allah Teâlâ Kur'an'da kibirden ve bu
kelimenin türevleri olan istikbâr, müstekbir ve kibriya'-dan sık sık
bahsetmektedir,
Hz,
Nuh (a.s) oğluna vasiyet ederken
"İki şeyden seni men ederim, biri şirk
diğeri kibirdir" buyurmuştur
(Ahmed b. Hanbel,I,170)
Ebu
Reyhâne (r,a) Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle rivayet etmiştir: "Cennete
kibirden hiçbir şey giremez". Orada bulunanlardan biri şöyle dedi: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Ben, kamçımın şaklaması ve ayakkabımın sağlamlığı ile güzel görünmekten
hoşlanırım, bu kibir midir?" Hz, Peygamber (s.a.s) "Hayır bu kibir değildir.
Allah güzeldir güzeli sever Kibir hakkı küçük görmek ve başı gözü ile insanlarla
alay etmektir" (Müslim, İman, 47; Ahmed b Hanbel, lV, 133-134) buyurdu. Bu
hadis-i şerif hakk karşısındaki alaycılık ve inkârın kibir olduğunu anlatmakla
birlikte insanlarla alay etmenin kibirden kaynaklandığına işaret etmektedir. Hz.
Peygamber yanında sol eli ile yemek yiyen bir adama "sağınla ye" demiştir. Adam
"sağımla yiyemiyorum" deyince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yiyemez ol; Bu
adamın sağıyla yemek yiyemiyorum demesi yalnızca kibrindendir" (Müslim, Eşribe,
107)
Hz.
Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Kalbinde hardal tanesi kadar iman olan hiç
bir kimse cehenneme girmez; kalbinde hardal tanesi kadar tekebbür bulunan hiç
bir kimse de cennete gire-mez" (Müslim, İman,147,148,149; Ebû Dâvud, Libâs, 26;
Tirmizi, Birr, 610; İbn Mâce Mukaddime, 9; Zühd,16), Bu hadis-i şerifin
Müslim'in Sahih'indeki bab başlığı, "kibrin haram olması ve bunun açıklanması"
şeklindedir. Buradan da anlaşılacağı gibi kibir haram olan kötü huylardan
birisidir. Hadisteki ifade kibirli insanın cennete giremeyeceğini anlatmaktadır.
Ancak buradaki kibir, Allah'a ve Peygamber (s.a.s)'e karşı olan kibirdir. Ahlâkî
bir özellik olarak kibir, başkalarını küçük görmek ve onlarla alay etmek
anlamıyla düşünülürse bu özellik insanı dinden çıkaran bir özellik değildir.
Ancak haramdır, insanı dinden çıkarabilecek fiiller işlenmesine sebep olabilir.
Böyle bir özellik sahibi de cehennemde kibrinin cezasını çektikten sonra
Allah'ın afv ve mağfiretiyle cennete girecektir, Nitekim bir âyet-i kerime'de
Allah Teâlâ: "Biz onların kalplerindeki kin ve hasedi çıkaracağız" (Hicr,47)
buyurarak, cennete giren insanların kalbinden dünyadaki ahlâkî kusurlarının
temizleneceğini anlatmaktadır.
Bu
konudaki bir başka hadis-i şerif şöyledir: "Kendini büyük gören yahut kibirli
kibirli yürüyen kimse Allah'ın huzuruna, Allah kendisine gazaplanmış olarak
çıkar" (Ahmed b. Hanbel, II, 118). Bu hadis kibirlinin âhiretteki durumunu
gözler önüne sermektedir. Bu tür bir ga-zab-ı ilâhiye sebep olarak Hz. Peygamber
insanın elbisesini sürüyerek çalım satmasını ve kibirlenmesini de göstermiş ve:
"Elbisesini kibirle yerde sürüyen kimseye Allah merhamet nazarı ile bakmaz"
(Müslim, Libâs, 42) buyurmuştur. Bu hadis-i şerifler ahlâkı bir kusur olan
kibrin Allah nezdinde ne derece kötü kabul edildiğini anlatmaktadır. Bir başka
kibir şekli olan hakka karşı büyüklenmek ise kâfirlikle bir kabul edilmiş ve
lanetlenmiştir. Hz, Peygamber şöyle buyurur: "Mütekebbirler kıyamet gününde,
insan yeklinde küçük karıncalar gibi hasredilir. Bütün her taraflarından zillet
onları kuşatır..." (Tirmizî, Kı-yâme, 47)
Hz,
Peygamber, kibirlilerin cehenneme gireceğini şöyle anlatmıştır: "Cennet ile
cehennem münakaşa ettiler. Cehennem şöyle dedi: "Bana zâlimlerle kibirliler
girecek" Cennet onu şöyle cevapladı. "Bana zayıflarla yoksullar girecek" Bunun
üzerine Allah (c.c) berikine "Sen benim azabımsın seninle dilediğime azap
ederim" buyurdu. Ötekine de "Sen benim rahmetimsin, Seninle dilediğime rahmet
ederim Sizin her biriniz için dolu dolu insanlar var" (Müslim, Cenne,34,35,36)
buyurdu. Bu konudaki kudsi bir hadis-i şerifte Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Kibriyâ ridam, azâmet izârımdır. Kim bu ikisinden herhangi birinde benimle
çekişirse onu cehenneme atarım" (Ebû Dâvud, Libâs,25; İbn Mâce, Zühd,16). Hz.
Peygamber (s.aş) kibri zemmettiği gibi, kibrin müspet karşıtı olan tevâzuyu da
övmüştür. Bir hutbelerinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah azze ve celle
bana şöyle vahyetti: Mutevâzî olun, öyle mütevâzî olun ki, biriniz diğerine
karşı övünmede bile bulunmasın" (ibn Mâce, Zühd, 16)
İslâm
bir ahlâkî kusur olan kibri yasaklamıştır. Böyle bir kibir haramdır, Allah'ın
rahmetinden kovulma sebebidir. Ancak bir kibir daha vardır ki Kur'an bunu
"Müstekbir" ifadesiyle ifade etmiştir. Müstek-birler Allah'ın arzında bizzat
kendi güzelliklerini tesis etmek için gayret gösteren azgınlar ve zorbalardır.
Bunlar Allah'ın kullarını kendi köleleri yapmak için Allah'ın dinine karşı
büyüklenirler. Allah Teâlâ bu çeşit insanlar için şöyle buyurmaktadır: "İşte
âhiret yurdu; Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve bozgunculuk çıkarmayı
istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) sonuç muttakilerindir"
(Kasas,83).
Evet, İblis bu olayla birlikte
kâfir oldu, küfrü açığa çıktı veya:
"Ve o kâfirlerden
oldu."
Bölümünü Elmalı merhum ve
bazıları: "O kâfirlerdendi" şeklinde anlamışlar. Yâni o zaten önceden de
kâfirlerdendi. Şeytanın kâfirlerden olduğunu Allah ezelî ve ebedî ilmiyle
biliyordu. Veya sonucun böyle olacağını Allah biliyordu. Kaderde İblis
kâfirler defterinde kayıtlıydı da bu emirle küfrü ortaya çıkıverdi
demişler.
Halbuki Allah ona imkân tanıdı.
A’râf’ta anlatılır:
"Ey İblis sana secdeyle
emrettiğim halde seni secde etmekten engelleyen
neydi?"
(A’râf: 12)
Yâni tabiri caizse bir mâzeretin
mi vardı? Duyamadın mı? Emre intikal mı edemedin? Kulağında bir rahatsızlığın mı
vardı? Belinde secdeye engel bir ağrın mı vardı? Niye secde etmedin? diyerek
Rab-imiz aslında ona fırsat tanıyordu. Tevbe ve geriye dönüş imkânı veriyordu.
Aslında Allah, onun herhangi bir mâzeretinin olup olmadığını biliyordu. Ama
yine de ona bir imkân tanıyordu.
Garip ki şeytan Allah’ı tanıyor,
Allah’ın gücünü kuvvetini biliyor. Peki niye böyle yaptı? Niye secde etmedi?
Veya şeytan denen varlık niye var? Niye varlığına izin verdi Allah? Veya isyan
edip kulluktan çıktığı halde neden defterini dürmedi? Vallahi işin o yanını ben
bilemem, bilmem de gerekmez zaten. Peki ben neyi bileceğim? Yâni nesini
bileceğim şeytanın? Ben onu düşman bileceğim, ondan kaçacağım, onu dost
bilmeyeceğim, benim şu anda üzerinde yürümeye çalıştığım sıratı müstakimin
üstünde bu şeytan var bileceğim, beni kandırıp bu yoldan alıkoyabilmek için
izinleri kaldırdığını, her ân fırsat kolladığını bileceğim, ona karşı dikkatli
davranmam gerektiğini bileceğim. İşte onunla alâkalı kul olarak benim bilmem
gerekenler bunlardır.
"Kâfirlerden
oldu."
Yâni örtenlerden oldu.. Allah
hakikati ortaya çıkarttı, ama o örttü. Peki hangi hakikatti bu, Allah’ın ortaya
çıkardığı halde şeytanın örttüğü?
1- Allah’ın "Adem’e secde edin!"
Emri açığa çıkmıştı, ama şeytan secde etmedi, bu emri uygulamaya
koymadı.
2- Adem’in halîfelik özellikleri
açığa çıkmıştı. Ayan beyan gözleri önünde Allah bunu ispat etmişti, ama şeytan
bu hakikatin üstünü örtüvermişti.
Zaten:
"Kim, bile bile hiçbir özrü
yokken namazı terk ederse o kâfirdir."
Hadis-i
şerifin mânâsı da
budur işte. Yâni insan namaza olan imanını eylem olarak göstermezse küfrediyor
demektir bu adam. Yâni namaza inandım dedi de kılmadı mı, inandım demesine
inanmamak lâzım gelecektir.
Şunu da söyleyelim burada: Şeytan
Allah’ı inkâr ettiği için kâfir olmadı da Allah’ın emrine itaat etmemesi
sebebiyle kâfir olmuştur. Secdeyi terk etti, üstelik secdesizliği savunmaya
kalkıştı. Bir kimse meselâ tesettür konusunda secde etmese, yâni hemen
uygulamaya koymasa, bu ameli küfürdür. Ama bir de bu tesettürsüzlüğü savunma
boyutunda bir tavır sergilerse o kesin kâfir olacaktır.
Evet bir imtihan gerçekleştirdi
Rabbimiz. Adem, melekler ve İblisin konu edildiği bir imtihan gerçekleştirildi.
Bu imtihanın sonunda melekler kazanan, şeytan da kaybeden
olmuştu.
İşte bu noktadan itibaren insan
için bir yol, bir hayat başlıyordu yeryüzünde. Ama unutulmamalıdır ki, bu
hayatı başlatan Allah’tır. Yeryüzünde başlayan bu yeni hayat, Allah’la
başlıyordu. Hayatı başlatan Allah’tı. Başlangıçta Allah var. Melekler var yanı
başında ve de şeytan var.
Öyleyse şunu
kesinlikle bir saniye bile hatırımızdan çıkarmamalıyız ki, hayatımızda hep
Allah olacak, hayatımızda hep melekler olacak ve de İblis olacaktır. Bunu peşin
peşin kabul etmek zorunda olacağız. Zira bu hayatta tüm problemlerimizi buna
bina etmek ve bu açıdan çözümlemek zorunda kalacağız. Eğer Allah’ı diskalifiye
ederek bir insan tanımı yaparsanız, melekleri yok farz ederek bir insan
portresi çizmeye kalkarsanız, İblissiz bir insan modeli düşünmeye kalkarsanız
şunu kesinlikle bilesiniz ki, bu insanla alâkalı hiçbir sıhhatli sonuca
varamazsınız. Bir defa elde bir diyeceksiniz ki, yaratıcısı sürekli onunla
beraberdir. Sürekli onun üzerinde hâkim ve gözetleyicidir. Yalnız değildir o.
Başıboş değildir insan ve yaratıcısından uzak kesinlikle bir hayat
yaşayamaz.
Yine
meleklerden de bu insan kesinlikle kendisini soyutlayamaz. Etrafında sürekli
melekler vardır onun, kendisini koruyan, amellerini yazan, ölür ölmez kendisini
hesaba çekecek olan. Onun dünyasında melekler vardır. Ona, onun hayatını
düzenleyecek vahiy getiren melekler var, yağmurunu yağdıran, rüzgarını estiren
ve tüm çevresini şekillendiren melekler var. Ve bir de hemen yanı başında da
kanında, damarlarında dolaşan ve sürekli onun kulluğunu bitirmek için fırsat
kollayıp onun gafil bir zamanını yakalamaya çalışan İblis var. Onu kendi
cehennemine gönderip orada yalnızlıktan kurtulma planları yapan şeytan
var.
Evet şimdi, siz insanı tanımak,
insanı tanımlamak mı istiyor-sunuz? İnsanı tanımak ve onu mutlu etmek mi
istiyorsunuz? İnsan için ona en uygun bir sistem, bir hayat tarzı geliştirmek mi
istiyorsunuz? Eğer bu insanı, onun yaratıcısı olan Allah’ın onunla alâkalı
bildirdiği vahiy birimlerinden habersiz olarak onu sadece maddeden, sadece
bedeninden ibaret zannedip bu maddesinden başka ne Allah, ne melek, ne iblis,
ne de ölüm ötesiyle ve ne de yaratılış berisiyle ilgisi olmayan bir insan kabul
eder ve tüm sisteminizi böyle bir insan üzerine bina etmeye kalkışırsanız, bu
insanı zinhar mutlu edemezsiniz. Zinhar bu insanı bunalımlardan
kurtaramazsınız. Ne kendinizi, ne de toplumu kesinlikle intiharlardan
kurtaramazsınız. Ama insanı Allah’ın tanıttığı gibi böylece tanır ve ona
yaratıcısının çizdiği hayat programını uygularsanız işte o zaman insanla alâkalı
en sıhhatliyi bulmuş olursunuz. İşte o zaman insanı mutlu etmiş ve tüm
bunalımlardan kurtarmış olursunuz. Bunun başka hiçbir çaresi
yoktur.
Bu hadîseden sonra Hz. Adem ve
Havva cennete yerleştirilir. Bu Cennet ulemânın çoğunluğuna göre Cennet’ül
Me’vâ dır. İsfahanî gibi kimileri de bu cennetin yeryüzünde bir bahçe olduğunu
demeye çalışmışlardır.
35:"Adem’e dedik ki ey Adem! Sen
ve eşin birlikte cennete yerleşin. Orada olanlardan dilediğiniz yerde
dilediğiniz kadar bol bol yiyin. Ama şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden
olursunuz."
Burada hemen Adem’e bir eşten söz
edilir. Adem’e bir Havva’dan söz edilir. Yâni yaratılan bu Adem’in yanı başında
bir de Havva var. Bir kadın var. Çünkü Adem için Havva’sız bir hayat, hayat
değildir. Havva Adem’i, Adem de Havva’yı tamamlar. Ne Ademsiz Havva, ne de
Havva’sız Adem düşünülemez. Bunun içindir ki, kesinlikle İslâm, kadınla erkeği
karşı karşıya getirmez. İslâm kadınla erkeği böyle karşı karşıya getirmediği
gibi asla kadın erkek eşitliği, kadın erkek eşitsizliği gibi zırvaları da
gündeme getirmez. Hiçbir zaman konu etmez bunu. İslâm’a göre böyle bir problem
yoktur. Yâni kadın erkeğe eşit midir? Değil midir? Nasıl eşit olur? Nasıl olmaz?
Zerre kadar bunu problem etmez İslâm. Zira bu iki varlığı ayrı düşünmez İslâm.
Bu ikisi bir varlıktır. Bu iki varlığı ayrı ayrı düşündüğünüz zaman ayrı ayrı
hiçbirisi bir değer ifade etmez yâni. Meselâ yüz tane Adem insan değildir
Havva’sız. Veya yüz tane Havva da insan değildir Ademsiz. Bu ikisini karşı
karşıya getirmek yerine bu ikisini birlikte düşünmek
zorundayız.
Hadîselere Kitap ve sünnetin
gözlüğüyle bakmak zorunda olan bizler, kesinlikle küfrün kendi içinde yaşadığı
çelişkilerini İslâm’a taşımamalıyız. Bu konuyla alâkalı kâfir dünyanın
çıkmazlarını, İslâm-ın meselesiymiş gibi İslâm’a sokmamalıyız. İslâm’a göre
kadın ve erkek ayrı ayrı varlıklardır, ama ikisi birden insandır. Yalnız başına
ne erkek insandır, ne de kadın insandır. İkisi birlikte insandır. İşte problemi
böylece çözümlemek zorundayız. Erkek ve kadını karşı karşıya getirmek, İslâm’ın
ve müslümanların problemi değildir.
Meselâ bakın bir şehre yüz bin
tane erkek yerleştirin, eğer orada kadın yoksa onlar öldükten sonra hayat
bitecektir. Öyleyse orada insan yoktur, demek zorunda kalacağız. Aksi de
böyledir tabii. Yâni sanki kadınla erkek bir bütünün parçaları gibidir. Bir
bütünün ikiye parçalanmış ve sonra da fonksiyonel olarak birleşmesi gibidir.
Allah’ın da zaten erkeğin yanı başında hemen kadını da yaratmasının hikmeti de
buradadır. Başka bir âyetinde Rabbimiz:
"Onda sükûnete eresiniz diye
içinizden eşler yaratması da onun
âyetlerindendir."
(Rum:
21)
Onunla hayat bulasınız diye
buyururken bu iki parçanın birbirinin tamamlayıcısı olduğunu anlatır. Hayat
bulmak. Yâni bin erkekten bir insan dünyaya getirebilir misiniz? Veya bin
kadından bir canlı çıkarabilir misiniz? İşte meseleye böyle bakmak zorundayız
ve küfür dünyasının, şirk dünyasının, Allah’ı tanımadan, vahye müracaat
etmeden problemlere çözüm getirmeye kalkışan kâfirlerin ürettiklerini İslâm’a
taşımanın hiç mi hiç anlamı yoktur, bunu böylece bilelim
inşallah.
Hz. Adem’in o gün girdirildiği
cennetle, inşallah yarın bizim gir-dirileceğimiz cennet farklıdır. O cennetle
bizim girdirileceğimiz cenne-tin üç farkı var:
1- Hz. Adem’in o günkü
girdirildiği cennette yasak var. Biraz sonra söyleyeceğiz inşallah. Şu ağaca
dokunmayın! dedi Allah. Bir yasak var. Ama bizim girdirileceğimiz cennette
yasak yok. Her şey serbesttir.
2- Hz. Adem girdirildiği cennette
ebedî kalmadı. O ağaçtan yedikten sonra oradan çıkarıldı. Ama bizim
girdirileceğimiz cennette ebedîlik vardır. Ebedîyen o cennette kalacak ve bir
daha çıkarılmayacağız inşallah.
3- Hz. Adem o gün girdirildiği
cennete bir imtihan sonucu girdirilmedi. Yâni dışarıda imtihana çekildi de bu
imtihanı kazanarak girdirilmedi Hz. Adem. Meccanen, lütfen o cennete
girdirildi. Ama biz dışarıda, dünyada imtihan ediliyoruz. Kazandığımız
takdirde o cennete girme imkânımız olacaktır.
Evet bir cennete konuldu Hz. Adem
ve karısı anamız Havva. Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki kadın, mesken konusunda
kocasına bağımlıdır. Allah diyor ki: "Ey Adem sen o cennette otur, zevcen de."
Demek ki mesken konusunda, ev konusunda kadın kocasına bağımlıdır. Kocası nasıl
bir ev kurma imkânına sahipse kadın buna razı olmak zorundadır. Ben bu evde
oturamam! Ben bu mahallede oturamam! Böyle bir evde oturmak benim kılasımı
sarsar! Benim şanıma yakışmaz! deme hakkına sahip değildir kadın. Ama yine
âyetin ifade tarzından öğreniyoruz ki, yeme içme konusunda kadın kocasına
bağımlı değildir. Allah diyor ki: "İkiniz de dilediğinizden yiyin için!"
Öyleyse bu konuda kadın illa da kocasına uymak zorunda değildir. Meselâ koca
patlıcan seviyor diye illa da patlıcan pişirmek zorunda değildir, bazen de
patates pişirebilecektir. Ama kadın, olmayan bir şeyi, ya da kocasının gücünün
yetmeyeceği bir yiyeceği isteyerek kocasına ve kendisine zulmetmemelidir
tabii.
Bunları anlatırken, bir ara koca
karısını dövebilir mi diye sordular. Dedim ki eşşekle evli olanlar
dövebilirler tabii dedim. Çünkü eş-şek yâni, başka yolu yoktur bunun. Laf
anlamaz, söz dinlemez. Ya da içinizden kim bir eşşekle evli olduğunu kabul
ediyorsa hadi döverse dövsün dedim. Bir kadınlara vurduk bir erkeklere vurduk.
Ama insandır da yine de dövmek gerekiyorsa, Kur’an çok nezih bir örnek
veriyor, biliyor musunuz dedim? Efendim işte nâşizeye, itaat etmeyen kadına
filan dediler ve yine öncekine gittiler. Yok dedim öyle değildir iş. Ya ne?
Hani Eyyub’a Aleyhisselâm deniyordu ya, üç tane sap al, çöp al onunla karına
vur da yeminin yerine gelsin! deniyordu ya işte o kadar olur bu
iş.
Hani dostlar başına, evlendiği
gece adam soruyormuş hanımına: Hanımım adın ne? Bilmem diyormuş, sen ne
istersen, sen ne seversen o olsun! Tamam kadından bunu bekliyoruz güzel ama,
çevir bandı bize, ya bizler öyle miyiz? Hanımlarımızın efendileri konumun-da
olan bizlere karşı böyle davranmalarını isteyen bizler kendi efendimize karşı
aynı tavrı gösterebiliyor muyuz? Ya Rabbi sen ne istersen! Ya Rabbi sen ne
dersen! diyebiliyor muyuz? Hani kadın bize itaat edecek, biz de Allah’a itaat
edecektik ya. Biz Allah’a öyle değilken, tutmuşuz bize itaat etmesi gerekenden
böyle bir itaat bekliyoruz, olmaz bu! Biraz dengeli gitsek güzel olacak
yâni.
Meselâ adam
bir saymaya başlıyor evleneceği kızda aradığı vasıfları, sanki yeryüzünde
bulmak mümkün değil. Sanki henüz fabrikası yapılmamış, temeli atılmamış, henüz
yok yeryüzünde öyle birileri. Gençlerden birini dinledim, mümkün değil arkadaş
bu dedim, şu vasıflar bunda bulunmaz, bu vasıflar da onda bulunmaz. Yâni şu
vasıfları bu yapmaz, bu vasıfları da o yapmaz. Ömründe arama böyle bir kızı,
kesinlikle bulamazsın! dedim. Yâni Vahhabî’nin Şiî, Şiî’nin de Vahhabî
olamayacağı gibi. Kırk yıl bir kazanda ikisini kaynatsanız mümkün değil bir
Vahhabî’yi Şiî, bir Şiî’yi de Vahhabî yapamazsınız. Öyle değil mi? Delikanlı
öyle bir kızcağız arıyor ki hem tahsilli olacak, hem de saçının bir telini
kimseye göstermemiş olacak diyor. Bu mümkün değil arkadaş dedim. Hem o, hem bu.
Mümkün değil. Ama sayıyor delikanlı kendi kendine.
Bir de şöyle düşünsene arkadaş
dedim ona: Sen kimsin? Nesin sen? Yâni sen nesin ya? Halbuki sen aradığını
kendine göre arayacaktın. Bana öyle geliyor ki dedim galiba sen bu aradığını
kendine değil de bir sahâbeye arıyorsun! İyi yâni aradığın kızda bu kadar şart
sayıyorsun da sen sahâbe değilsin ki! Ya da bu şartlardan hangisi var sende? Bir
de onu düşünsene! Yoo sanki kendisi sahâbe de sahabeye lâyık birini arıyor
beyefendi.
Adamın biri, işte hısım
akrabaları dünürlüğe gidiyorlarmış, onları kapıda durdurmuş, durun bir dakika!
demiş ve oğlunu çağırmış ve demiş ki onlara: Bakın siz buna arayacaksınız
demiş, işte oğlan bu! Yâni sakın dünyada eşi, benzeri bulunmaz birine kız
istemeye gidiyormuşsunuz gibi pazarlığa tutuşmayın! İşte oğlan bu! demiş. Eh
akıllı adammış yâni değil mi? Hoş demiş..
"Oturun beraber
cennette!."
Ama şimdi durum değişti galiba,
kadınlar nerede oturuyorsa erkekler de orada oturur. Ev olarak demedim bunu.
Bakıyorum adam evleniyor, evlendikten sonra hep hanım irtibatlı yaşıyor.
Kimlerle arkadaşsa, kimlerle beraberse, kimlerle oturup kalkıyorsa onlarla dost
olmaya, onlarla akraba ve arkadaş olmaya çalışıyor. Hele, hele Allah korusun
yabancı olur da Konya’dan evlenmeye filan kalkarsa hepten Konya’lı olmuştur o
artık.
"Ve sakın ha! Bir de şu ağaca
yaklaşmayın zâlimlerden olursunuz!"
Bir ağaca yaklaşılmayacak. Bu
yasak Adem ile Havva’nın iradeleridir. Bu yasak iradeyi anlatır. Yâni Adem ile
Havva’nın seçebilme özellikleri vardır. İyi, ya da kötü, haram, ya da helâl,
hayır ya da şerden, iman, ya da küfürden birini seçebilme, tercih edebilme
özellik-lerinin varlığını anlatır bu yasak. Esasen irade yasakla yeşerebilir.
Eğer varlıkların hayatında yasak yoksa, onların şahsiyetlerinin gelişmesi de
mümkün değildir. Şahsiyetlerin gelişmesi için yasak lâzımdır. Meselâ her
istediğini yapabilen bir çocuk düşünün, şahsiyeti gelişmez bu çocuğun. Bunların
da şahsiyetlerinin gelişip yeşermesi için bir yasak var hayatlarında. Allah
buyurdu ki bir ağaca yaklaşmayacaksınız.
Peki neydi bu ağaç? Ne’liğini
bilmiyoruz, ama tadılan bir şey olduğunu, bir ağaç, yenen bir ağaç olduğunu
biliyoruz. Ağaç yenmez de meyvesi yenir tabii. Mihnet ağacı demişler, buğday
ağacı demişler, buğdaydan ağaç olur mu? Efendim işte cennette böyle büyük filan,
dert ağacı demişler, yiyenler dert bulur filan. Mârifet ağacıdır denmiş,
yerseniz kendinizi anlarsınız filan mârifetçiler var ya. Anlamış zaten Adem
kendini yahu! Yâni Adem’e eşyanın ne anlama geldiğini anlatarak onu
bilgilendirdi dedi ya Allah. Öyleyse Adem zaten anladı bu işi. Bir de ayrıca
bundan yemesine gerek yok. Yâni sanki vahiy yetmiyormuş gibi bir de şu şu
yollarla kişinin mârifete ulaşabileceğini iddia edenlerin uydurmasından başka
değildir bu.
Evet
cennetteler ve bir yasak var hayatlarında. Her şeyden dilediğiniz kadar yiyin
için, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlim-lerden olursunuz. Şimdi de öyle
değil mi? Bütün meşrubatlar serbest ama içki yasak gibi. Bütün hayvanlar
serbest ama domuz yasak gibi.
36:"Derken Şeytan oradan ikisinin
de ayaklarını kaydırdı ve onları bulundukları yerden
çıkardı."
Şeytan da vesvese verip onların
ayaklarını kaydırdı. Şeytanın onlara nasıl vesvese verdiği A’râf sûresinde
anlatılır. Şeytan bu konuda Allah’tan izin almıştı. Allah’tan aldığı bu
müsaadeyle o ikisine vesvese vererek onları aldattı. Nasıl vesvese verdiğini de
uzun uzun anlatırlar. İşte efendim büyük bir bahçe, geniş bir bahçe, bıkmışlar,
usanmışlar karı koca, ne yapsınlar çoluk çocuk da yok, eş dost yok, hısım akraba
yok. Gel demişler şöyle bir dolaşalım. İşte kapının yanına yaklaşırlarken
şeytan başlamış fitlemeye, tam çocuk mantığı yâni..
Adamın birisi öyle diyormuş: İçki
eğer tuvalette içilirse hiç bir şey olmaz! Niye? demişler. Adam demiş ki e canım
tuvalette melek olmaz ya! Nereden bilecek melek de yazacak bunu! İşte vücudunun
bir yerleri açılınca melek durmaz orada ve insanın o andaki günahları da
yazılmaz yâni filan.. Tam bir çocuk mantığı yâni.
Şeytan içeri, cennete giremiyor
ya, tam onlar kapının yanın-dayken şeytan kapıcıların, meleklerin gafletine
denk getirmiş, yılan şeklinde bir kıvrılmış, kapıcıları atlatıp içeri girmiş..
Tuhaf şeyler bunlar...
E mescid Allah’ın ibâdethanesi
iken, namaz da Allah’la buluş-manın en özel makamı iken, buna rağmen
mesciddeyken ve namazın içindeyken Allah’ın Resûlü diyor ki: “Şeytan kişinin iki
göğsünün arasına girer, göğsü ile kalbinin arasına girer de başlar vesvese
vermeye.” O zaman ne öyle yâni eğri büğrü yollar arıyoruz da? Şeytan girmiş ve
vesvese vermiştir o kadar. Bulundukları konumdan onları çıkarmıştır, soymuştur
diyoruz. Neydi bu soyuldukları, çıkarıldıkları şey? Galiba orada olma
haklarıydı bu. Cennette bulunma haklarıydı bu. Sanki böyle üzerlerinde bir
üniforma vardı, şeytan soydurdu bunu onlara. Bu üniformayı kendilerinin bizzat
çıkarmalarının, ya da çıkarmayız! diye diretmelerinin anlamı da yoktu, çünkü bu
üniformayı veren Allah: Artık o geçersizdir! dedi mi anında işi bitmiştir değil
mi? Öy-leyse cennette kalabilme haklarını, cennette olabilme özelliklerini Allah
onlardan almıştır.
Burada yine başka bir konuyu da
ifade edelim: Hıristiyanlar diyorlar ki, şeytan cennette önce Hz. Havva’yı
kandırdı, Havva’yı baştan çıkardı, daha sonra da onun vasıtasıyla Adem’i
kandırdı diyorlar. Yâni kadın şeytanla işbirliği eden, böylece erkeği baştan
çıkaran ve onun için de yeryüzünde kendisinden zinhar uzak durulması gereken
alçak bir varlıktır diyorlar. Adem’in ve dolayısıyla onun sulbünden kıyamete
kadar gelecek bizlerin cennetten çıkarılmamıza sebep olan işte bu kadındır
diyorlar.
Kadın, Adem’in ve soyunun başına
türlü türlü dertler açmış, şeytandan daha âdî, daha tehlikeli bir varlıktır.
Bedeni insan bedeni ama ruhu şeytan ruhu olan bu âdî varlıktan sakınmak
gerekmektedir. Ruhunu arındırmak ve böylece Allah’ın rızasını kazanmak isteyen
kişinin kesinlikle kadınlardan uzak durması ve onlarla asla evlenmemeleri
gerektiğini savunmuşlardır. Neoplatonizm felsefesi. Kadını insanlıktan ve
toplumdan dışlayıp onu kendi başına yalnızlığa itme felsefesi. Hattâ batıda
yıllarca kadın, kiliseye giremez denmiş, kadın İncil’e dokunamaz, kadın dine
giremez, o pis vücuduyla bu nezih müesseseleri kirletemez denmiştir. Bunların
tamamı yanlış ve insanlık dışı anlayışlardır. Bakın Kur’an-ı Kerîmde öyle bir
şey denmiyor. Yâni şeytan önce Havva’yı, sonra da Adem’i kandırmıştır diye bir
şey yoktur. İfade aynen şöyledir:
"Şeytan o ikisini
kaydırdı."
Gerisi düzmeceden başka bir şey
değildir.
Ve dedi ki Allah Adem’e ve
çocuklarına, yâni yeryüzüne in-dirilecek olan insanlığa buyurdu
ki:
"Haydi birbirinize düşman olarak
inin!"
Birbirinize düşman olarak inin
dünyaya. “Yurtta sulh, cihanda sulh” teranelerine aldanıp kapılmadan bu
düşmanlığın fakında olarak yeryüzünde yaşayın! dedi..
Bu söz, tüm insanlar içindir.
Sadece Adem’le Havva için de-ğildir. O ikisi ve şeytan için de değildir sadece.
Nitekim bundan kısa bir süre sonra hemen Adem’in oğulları birbirlerine düşman
oluverdiler. Kabil Habil’i öldürüverdi ve yeryüzünde ilk kan akıtılıverdi.
Öyleyse kıyamete kadar bu iki insanın sulbünden gelecek insanlık içindir bu
söz. Peki yâni acaba Adem’le Havva hiç birbirlerine düşman olmuşlar mı?
Kesinlikle hayır. Ama kimileri kadın erkeğin, erkek de kadının düşmanıdır
filan demeye çalışmışlarsa da bunun mânâsı öyle değildir. Eğer kimi hıristiyan
bilginlerinin iddia ettikleri gibi bu söz sadece Adem’le Havva hakkında olsaydı
o zaman: “İhbita” Derdi Allah. Nitekim bakın yukarıda az önce geçti: “Küla”
Denmişti. İkiniz yiyin için denmişti. Burada da ikiniz inin denebilirdi, ama
öyle değil. Hepiniz toptan inin ey Adem’in ve Havva’nın
çocukları.
İşte bu andan itibaren yeryüzünde
Allah’a isyanın temsilcisi olan iblisle, Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olan
insan arasında kıyamete kadar sürecek düşmanlık başlıyordu. Bu savaş imanla
küfür, hak ile bâtıl, hidâyetle dalâlet arasında devam edecek bir savaştır. Ve
anlıyoruz ki artık, hiçbir zaman İblis bizimle barış masasına oturmayacaktır.
Hiçbir zaman bizimle sulha yanaşmayacak ve sürekli bizi yoklayacak, bizim
kulluğumuzu bitirebilmek için zayıf anımızı bulmaya
çalışacaktır.
Kitabımızdaki Felak ve Nâs
sûrelerinin son sûreler oluşu bize şunu hatırlatır: Ey müslüman! Kur’an’ı baştan
sona okuyup uygulamaya koysan da, kitabın tümünü anlayıp yaşamaya çalışsan da
unutmayasın ki İblis, sürekli seninle karşı karşıyadır. Sürekli izinleri de
kaldırmış olarak peşindedir. Bir gafil anını yakalayıp senin kulluğunu
bitirmenin planlarını yapmaktadır. Aman bunu unutmadan yaşayasın, bu konuda çok
dikkatli olasın emrini vermektedir.
Burada üzerinde kısaca durmamız
gereken birkaç husus var:
1- Hz. Adem ilk andan itibaren
zaten dünyada yaşamak üzere yaratılmıştı:
Âyeti bunu gösteriyordu. Ben
yeryüzünde bir halîfe yaratacağım diyordu Allah. Peki acaba yeryüzünde
yaratılan, yeryüzü için var edilen Adem Aleyhisselâm neden direk yeryüzünde
değil de başka bir yerde imtihan ediliyordu? Veya neden böyle bir ağaçla
imtihan ediliyordu? Bir de onun o imtihanı başarıp başarmayacağını, o ağaçtan
yiyip yemeyeceğini ezelî ve ebedî ilmiyle zaten bilmiyor muydu Allah? Bunu
bildiği halde Allah neden böyle bir imtihana konu kıldı
onu?
a- Bunun bilebildiğimiz kadarıyla
birinci sebebi: Hz. Adem’i yetiştirmek içindi.Yeryüzünde ileride halîfe olacak
varlığın içinde gizlenmiş olan kuvvetleri uyarmak, onu şeytanla savaşa
hazırlamak, bilemek, acıları tattırmak, pişmanlığı yudumlatmak, düşmanını
tanıtmak ve düşman karşısında sığınağını bildirmek
içindi.
Böylece Hz. Adem deneyim sahibi
oluyordu. Benliğindeki zayıflıkların farkına varıyor, düşmanın aldatma
yöntemlerini tanıyor ve öğreniyordu ki, bundan sonra onunla daha etkili bir
mücâdele verebilsin. Onun iğvalarından korunabilsin.
b- İkinci olarak yanlıştan,
hatadan dönmesi gerektiğini, hatadan nasıl dönmesi, nasıl tevbe etmesi
gerektiğini öğretiyordu böylece Rabbimiz ona. Tabi onun şahsında biz kullarına
da.
c- Üçüncü olarak da aynı zamanda nesli için de
bir örneklik söz konusuydu bu. Kıyamete kadar Adem neslinden gelecek insanlara
bu konuda ders veriyordu, düşmanlarını tanıtıyordu
Rabbimiz.
d: Dördüncü olarak da Rabbimiz
böylece, atamız Adem’e ve tüm soyuna bir hedef göstermiş oldu. Ey Adem! İşte
cennet budur! Dünyadaki tüm uğraşınızda hedefiniz burası olsun! Burasını
kazanmak için çalışıp çırpının! dercesine onlara cennetini gösteriverdi
diyoruz Allahu âlem.
Allah sonucun böyle olacağını,
onun o ağaçtan yiyeceğini bildiği halde niye böyle bir emirle karşı karşıya
bıraktı onu? Filan diyorlar. Bunun şöyle bir izahını yapabiliriz: Birine
herhangi bir emir veren kişi bu emri şu sebeplerle
verebilir:
1- Ya o emrin bizzat yapılmasını
ister. Emri vermesindeki sebep bizzat o işin
yapılmasıdır.
2- Ya da mesele o işin yapılması
değil de, emredilen varlığın o konudaki samimiyet ve itaatini sınamak için
böyle bir emir verilmiştir. O konudaki samimiyet ve imanının gücünü ortaya
çıkarmak için emir vermiştir.
Nitekim Cenab-ı Hakkın Hz.
İbrahim’e "Oğlunu kurban et!" Emri bu türden bir emirdi. Bu sebeple de eylem
gerçekleşmeden de Cenab-ı Hak bu emri geri aldı. Baba ile oğulun
teslimiyetlerini ortaya çıkarmak istiyordu. Veya bu konuda onların bu
teslimiyetlerini insanlığa örnek sunmak istiyordu. Veya onları böylece eğitmek
istiyordu Rabbimiz.
Bir de hıristiyanların iddia
ettikleri gibi Hz. Adem Aleyhisselâm işlediği bu suçun cezasını çekmek üzere
yeryüzüne indirilmemiştir. Daha sonra gelecek âyette Rabbimiz onun yeryüzüne
halîfe olarak indirildiğini anlatır. Hz. Adem yeryüzüne halîfe olarak
indirilmiştir. Yeryüzünü idare etmek üzere. Yeryüzünde Allah’ın yasasıyla
bütün varlıklara efendilik yapmak ve yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini
gerçekleştirmek üzere indirilmiştir.
İşte Hz. Adem’in imtihanı da
böyleydi. "İnin birbirinize düşman olarak."
"Sizin orada belli bir döneme
kadar yaşama ve faydalanma hakkınız vardır."
Orada belli bir vakte kadar
yaşayacak ve geçimlik temin edeceksiniz. İşte yaşıyoruz bu hayatı, herkes için
ayrı mesken var, herkes için ayrı mülkler var, herkesin ayrı ayrı yerleri,
yurtları vardır. Bir de herkesin ayrı ayrı ömürleri, zamanları vardır.
Yeryüzüne indikleri dönem birinin bir yerde, ötekisinin bir başka bir yerde bir
süre kaldıklarına ve daha sonra birleştiklerine dair Hay Bin Yakza’nın verdiği
bazı bilgiler var, bunu net olarak ben bilmiyorum.
"Orada yaşayacaksınız, orada
öldürülecek ve oradan tekrar diriltileceksiniz."
(A’râf 25)
Bu ifade tüm insanlar içindir. Bu
söz sadece Hz. Adem’e değil, bize de deniyor aynı zamanda. Peki bunu bana ne
için anlattı Allah? Benim imtihanım için anlattı elbette. Bak şu anda sen,
senin atan şeytanın fısıltılarına kulak verdiği için buradasın! Adem böyle böyle
yaptığı için sen şu anda dünyadasın! Bunu unutma! Eğer sen de şeytanın
fısıltılarına kulak verir, onun iğvalarına kapılırsan sen de cennete
giremezsin! deniliyor bana. Yâni böylece bana benim kulluğum
anlatılıyor.
Bakın inin demiş Allah, ama
indikleri dünyada onları başıboş bırakmamış.
37:"Nihâyet Adem Rabbinden
birtakım kelimeler belleyip aldı ve bunlarla tevbe etti, O da tevbesini kabul
buyurdu. Şüphesiz ki Allah tevbeleri kabul
edendir"
Bundan sonra İslâm’ın hata ve
tevbe mefkûresi geliyor. Atamız Adem Allah’a karşı nasıl tevbe edecek?
Hatasını nasıl affettirecek? Bu konuda Rabbimizden birtakım kelimeler aldı.
Adem Aley-isselâm Rabbinden birtakım kelimeler belleyerek aldı da: "Beni, seni,
af ya Rabbi! Bağışla Allah’ım!" Gibi birtakım kelimeler öğretti Allah ona da, o
da bunu söyledi ve Rabbi onu bağışladı. Şüphesiz tevbeleri kabul eden ve
bağışlayan O’dur. Bu âyet Adem’in başına gelenlerin terbiye ve eğitim amacı
taşıdığını çok güzel göstermektedir. Allah, böylece Hz. Adem’in yanlıştan nasıl
döneceğini, nasıl tevbe edeceğini ve hatada ısrarlı olmaması gerektiğini ona
öğretmiştir. Onun Rab-binden aldığı bu kelimeler Allahu âlem A’râf sûresindeki
şu âyetin be-an buyurduğu kelimelerdi:
"Ey Rabbimiz biz kendimize
zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden
oluruz!"
(A’râf:
23)
Şeklindeki dua ettikleri
kelimelerdir.
Adem hatasını anladı ve hemen
pişman oldu, Allah da onu affetti. Demek ki tevbe, kişinin Allah’la ilişkisini düzeltmenin adıdır. Bir insan için
Allah’la yakın ilgiden mahrum oluştan
daha büyük bir hüsran olamaz. Günah psikozu içinde yaşayıp, Allah’la diyalogunun kesilmesi kadar insanı kahreden
başka bir şey düşünmek mümkün değildir.
Bir de hemen şunu söyleyelim ki hata ferdîdir, tevbe de ferdîdir.
hıristiyanların iddia ettikleri gibi insan doğmadan önce günahkâr değildir yâni.
Hıristiyan yazarlar burada diyorlar ki efendim atamız Adem’le anamız Havva bir
suç işlediler. Cennette yenmemesi gereken meyveden yiyip Allah’a isyan ettiler.
Böylece onların sulbünden dünyaya gelen her çocuk doğuştan günahkârdır. Her
doğan kişi babamız Adem’le anamız Havva’nın günah lekeleriyle dünyaya
gelmektedir. Eh ne olacak? İşte Kilisedeki mukaddes suyla yıkanacak ve böylece
temizlenecektir. Tabi kiliseye gelir sağlama cambazlığından başka bir şey
değildir bu. Çünkü Rabbimiz buyurur ki:
"Herkesin kazandığı ancak kendi
boynunadır. Hiç kimse kendi vebalinden başkasını
yüklenemez."
(En’âm:
164)
Allah herkesi kendi günahından
sorumlu tutmaktadır. Kimse kimsenin günahını yüklenemez. Hiç kimse kimsenin
günahından dolayı sorumlu tutulamaz. Kimse kimsenin günah lekesini taşıyamaz.
Kaldı ki az evvel okudum âyeti; Allah Hz. Adem’i de Havva’yı da affetmiştir.
Onlar bu günahla malul değil ki çocukları günahla dünyaya gelsinler. Bu düpedüz
kilisede vaftiz yaparak para sızdırmadan başka bir şey
değildir.
Hz. İsa hadîsesi de böyledir.
Diyorlar ki; efendim bizim pey-gamberimiz İsa burada çarmıha gerilerek, kendini
fedâ ederek tüm hıristiyanların günahlarına kefaret olmuştur. Bundan böyle
istediğiniz kadar günah işleseniz de korkmayın! Çünkü tüm günahlarınızı
Peygamberiniz sırtında alıp götürmüştür. İnsanları ferdiyetçi anlayıştan
uzaklaştırıp günaha teşvik etme tuzaklarından biri. Hoş bizde de kimileri
kimilerinin günahlarını yüklenmekten sırtları kamburlaşmıştır. Yok efendi
hazretleri sizin vazifelerinizi yaparken uykusuz kalıyorlarmış, yok kabir
suallerinize bile onlar cevap vereceklermiş, falan filan. Bunların hepsi
zırvadan başka bir şey değildir.
38:"Oradan hep beraber inin! Eğer
benden size bir yol gösteren gelirse bilin ki; benim yol göstericime uyanlar
için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmaya-caklardır,
dedik."
Sizden kim, benden bir hidâyet
rehberiyle karşı karşıya gelirse veya size benden bir hidâyet rehberi ulaşırsa,
size yol gösterici olarak, hüden olarak, benim emirlerimi, arzularımı size
ulaştıran bir peygamber veya Peygamberin mesajı, kitabı veya sünneti size
ulaşırsa. Kime? Adem’e veya Havva’ya mı? Hayır bu iş bütün insanlığa deniyor.
Kıyamete kadar gelecek bütün insanlara..
"Benden size bir hidâyet, bir
mesaj ulaşınca"
Sizin durumunuz şu ikiden biri olacaktır;
Ya:
“Benim
hidâyetime tabi olanlar için ne korku vardır, ne mahzun
olmak.”
Ya böyle cehenneme gitme korkusu
da, cenneti kaybetme üzüntüsü de duymayanlardan olacaktır.
Veya:
"Âyetlerimizi küfrederek
yalanlayanlar da cehen-nemliklerdir. Onlar orada ebedîyen
kalacaklardır."
(Bakara
39)
Böyle olacaktır. Türkçeleştirelim
bu bölümü: Allah’ın istekleri, yâni vahiy kendilerine ulaşınca insanlar iki grup
oluyorlarmış. Kitap karşısında veya peygamber karşısında iki grup insan
varmış:
1- Ya kimileri bu hidâyete tabi
oluyorlar, o yol göstericinin yol gösterisine uyuyorlar, yollarını yol bilene
soruyorlar, yol göstericinin elinden tutuyorlar, o nasıl yol gösteriyorsa onun
peşinde olmaya çalışıyorlar, o zaman:
"Onlar için korku da yoktur,
mahzun da olmayacaklardır."
Hükmü geçerlidir. Yâni onlar
kesinlikle cennete gideceklerdir. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da
olmayacaklardır. Yâni ne ce-enneme gitme korkusu, ne de cenneti kaybetme hüznü
olmayacaktır onlar için. A’râf sûresinde deniyor ki
bakın:
"Girin cennete; sizin üzerinize
korku da yoktur mahzun olma da."
(A’raf:
49)
Buna göre kesinlikle cennete
gireceklerdir bunlar, diyoruz. Yâ-ni insanlar şöyle anlamamalılar: Dünyada
mü'min olunca, Kur’an’la, sünnetle tanışınca yine de korkuyoruz, yine de mahzun
oluyoruz, neden böyle oluyor öyleyse? Neden tüm korkulardan ve hüzünlerden
kurtulmuyoruz filan demesinler, çünkü dünyada olabilecektir bunlar. Üzüntüsüz,
gamsız, tasasız bir hayat ancak cennette olabilecektir, bunu unutmayalım
hiçbir zaman.
2- Ama ikinci bir grup da olacak
insanlardan. Benden bir hidâyet rehberi, benden bir yol gösterici, benden bir
vahiy ve peygamberle karşı karşıya geldiklerinde ikinci bir grup insan da şöyle
davranacaktır:
39:"Âyetlerimizi küfrederek
yalanlayanlar da cehennemliklerdir. Onlar orada ebedîyen
kalacaklardır."
Âyetlerimizi yalanlayanlar da
olacak, küfredenler de olacaktır. Küfür; örtmek, örtbas etmek demektir. Kelime
olarak küfür; bir şeyi kapatmak, kamufle etmek anlamına geliyor. Eşyayı örttüğü
için geceye kâfir denir. Aslında geceleyin de eşya aynen yerinde durmaktadır
ama gece onu örttüğü için geceye kâfir denir. Tohumu örttüğü için çiftçiye de
kâfir denir. Yâni mutlak mânâda kâfir dendi mi
örten demektir. Buradaki küfür kelimesinde de böyle bir örtbas etme işi
söz konusudur. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun birkaç derecesi olur. Allah’ın
âyetlerini örtmenin, kamufle etmenin birkaç derecesi
vardır:
1- Meselâ âyetlerde; Allah’ın
muradını açığa çıkarmayan, onu örtbas etmeye çalışan kişi kâfirdir. Âyeti inkâr
ediyorum demiyor da adam, meselâ namaz vardır, namazı kabul ediyorum, inkâr
etmiyorum, ama işte insanlar eli boşmuş bir zamanlar, işleri güçleri yokmuş,
günde beş vakit kılabiliyorlarmış. Ama şu anda zaman değişmiştir, insanların
ona zaman ayırmaları imkânsızdır demek küfürdür. Çünkü Allah’ın namaz diye
emrettiği bu ibâdet emrindeki gâyesini kamufle ediyorlar.
Veya başı kapatmak vardır
İslâm’da ama yemeğin temiz olma-sı için vardır. Baştaki kılların yemeğin içine
düşmemesi içindir başı örtmek diyorsa adam, bu da küfürdür. Bu birinci şekil
Allah’ın muradını kamufle etmek türünde bir küfürdür.
2- İkinci bir küfür çeşidi (tabii
kimi küfürler insanı dinden çıkarırken kimileri de dinden çıkarmaz küfürler
olacaktır): Meselâ, Allah’ın Resûlü
"Geniş bir ev insanın saâdet alâmetidir." Buyurur. Ama insan-lar bu genişliği
kendilerine göre kamufle edip, kendilerine göre bir genişlik mantığı
uyduruyorlar ki, bu örtme, bu kamuflaj insanı dinden çıkarmayan bir örtmedir
diyoruz.
3- üçüncü bir küfür çeşidi daha
var: İnsanlar kimi âyetleri gün yüzüne çıkarıp, kimilerini örtmeye
çalışıyorlarsa, aman bu âyetler toplumda duyulmasın. Aman bu âyetler insanların
gündemine girmesin. O zaman bizim saltanatımız sarsılabilir. O zaman insanlar
bizim elimizi, eteğimizi öpmekten vazgeçebilirler. Aman bu âyetler duyulma-sın,
o zaman bizim evde huzurumuz kalmaz düşüncesiyle kimi âyetleri gündeme getirip,
kimi âyetleri kamufle etmeye, örtmeye, örtbas etmeye çalışıyorlarsa bu da
örtmedir ve küfürdür. Ama bu şöyle değil bakın: Şu anda biz bir yerleri örttük,
duruyor oralar. Meselâ şu anda bizler Âl-i İmrân’ı örttük, Nisâyı örttük. Niye?
Mecburen Bakara öğreniyoruz da ondan. Ama ben Âl-i İmrân’ı duymayasınız diye
bunu yapıyorsam, Nisâ’dan haberdar olmayasınız diye Bakara’yı gündeme
getiriyorsam bu da küfür olur Allah
korusun.
4- Dördüncü bir küfür
çeşidi: Hani biliyoruz ki âyetler mânâ
ve lafız olarak âyettir. Yâni Kur’an hem metin hem de mânâdır. Kim ki Kur’an’ın
lafzını gün yüzüne çıkarır da muhtevasını gizlerse bu da örtmedir yâni.
Bakıyoruz mescidde, mektepte, televizyonda âyetlerin metni sürekli gündeme
getirilir, ama aynı âyetlerin mânâları, muhtevaları ısrarla gizlenir. Halbuki
Kur’an’ı sadece metinden ibaret saymak da küfürdür, onu sadece meâlden ibaret
saymak da küfürdür. Bunun ikisi de küfürdür. Bakın meselâ
adam:
“De ki, O Allah tekdir”
Âyetinin metnini okuyarak dese
ki, ben bu âyete inanmıyorum diyerek âyetin metnini inkâr etse, bu küfürdür ve
bu adam kâfirdir. Böyle değil de hayır ben yanlış söyledim!
Ben:
Âyetinin metnine inanıyorum da
Allah’ın bir olduğuna inan-mıyorum! dese bu adam da kâfirdir. Neden? Çünkü bu
defa da adam Kur’an’ın mânâsını, muhtevasını inkâr etmiştir. Öyleyse ha
Kur’an’ın lafzını inkâr etmiş, ha onun mânâsını reddetmiş fark etmeyecektir.
Kur’an hem metin hem de mânâdan ibarettir. Hal böyleyken, Kur’an okuma
yarışmaları düzenleniyor, metin gündeme getiriliyor ama okunan yerlerin hiç olmazsa meâl olarak
bari gündeme getirilmesi engelleniyorsa bu da küfürdür.
5- Beşinci bir küfür de Kur’an’ın
fonksiyonunu örtmek, varlık sebebini ortadan kaldırmaktır. Adam Kur’an’ı
okuyor, ama onun kulluk kitabı olduğunu söylemiyor. Sanki felsefi bir doktrin
gibi, bir sistem kitabı gibi, şiir kitabı gibi inceleniyor, ama amele konu
edilmiyorsa, sanki bu âyetler güzel yazı yazmaya numûne olsun diye gelmiş gibi
hep orada kullanıyorsa, veya adam
konferansını, makalesini, vaazını süslemek için bu âyetleri kullanıyorsa, yada
kendisinin haklılığını, kendi sistematiğinin düzgünlüğünü ispatlamak için
kullanıyorsa bunlar da Kur’an’ı örtmenin bir başka
şeklidir.
Böylece âyetlerimizi küfredenler
veya amelen onları küfredenler, yalan sayanlar var ya. Meselâ biliyor adam,
anlıyor âyetlerin ne dediğini, ama imanını eyleme dönüştürmüyorsa, inandığı
âyetleri amele dönüştürmüyorsa işte bu
da ayrı bir küfür çeşididir.
Yalan saymak, küfürden biraz
farklıdır. İnkâr etmek, âyetleri tümüyle reddetmek ve inanmamak demektir. Ama
yalan saymak, âyetlere inanmakla beraber gereğini yerine getirmemek demektir.
Meselâ adam namazın farz olduğuna inanıyor ama yine de kılmıyor. Tesettürün
farziyetine inanıyor ama yine de örtünmüyor. Ahiretin varlığına inanıyor ama
öyle bir hayat yaşıyor ki; hayatında bu inancın zerresini bile görmek mümkün
değildir. İşte bu da âyetleri yalan saymak demektir.
İşte bu şekilde Allah’ın
âyetlerini küfredenler, kamufle etmeye çalışanlar, toplumun gündeminden
düşürmeye çalışanlar ve de âyetleri kaale almayarak, âyetlerin imanını gündeme
getirmeyerek onları yalan sayanlar:
"İşte bunlar cehennem ashabıdır.
Ve onlar orada ebedîyen kalacaklardır."
Bunlar cehennemle, ateşle sohbet
edeceklerdir. Ateşin arkadaşlarıdır, orada sohbet edecekler, orada oturup
kalkacaklar.
"Onlar ebedîyen orada
kalacaklardır."
Üstelik hiç çıkmamacasına. Kimi
âyetler cennetle ilgilidir. Cennetle ilgili olanlar öyledir, ama acaba
cehennemden çıkış var mıdır? diye kimileri cehennemlikleri zorla oradan
çıkarmaya çalışsa da, Kur’-an’ın genel mânâsına göre ebedîyen cehennemde
kalanlar olacaktır. Bu konuda benim anladığım budur..
Muhyiddin İbni Arabi’nin bu
konuda bir mantığı, bir sistematiği vardır. Bu mantığa göre herhalde insanlar
ebedîyen cehennemde kalmamalıdırlar. Galiba bundan dolaydır ki Hz. Ebu Bekir
Efendimize o malum sözü söyletmişler: "Ya Rabbi! Beni Cehenneme at! Vücudumu
öyle büyüt, öyle büyüt ki cehennemi yalnız benim vücudumla doldur! Ta ki orada
benden başkası yanmasın!” Yâni ille de yakacaksan, ille de tatmin olacaksan,
ille de boşa gitmeyecekse cehennemin, kimseyi yakma da beni yak! dedirtiyorlar
Allah korusun. Kitabı ve sün-neti benden çok daha iyi bilen bir efendimin böyle
İslâm dışı sözler söylemesi mümkün değildir. Cehennemi yaratan Allah’ın abesle
iştigal ettiğini, kendisinin Allah’tan daha merhametli olduğunu iddia etmesi
mümkün değildir.
Diye bir bölüme geldik. Buraya
kadar ki bu 39 âyetlik bölüm sanki Kur’an’ın, dinin, Peygamberin gelme
sistematiğinin genel mantığını anlattı. Cenab-ı Hak buraya kadar vahyi anlattı, kitap
karşısın-da insanların durumunu anlattı, sonra da bunu Cenab-ı Hakkın gücünü
kuvvetini anlatan âyetlerle destekledi. Allah tek Rab’tır! Allah tek İlâhtır!
denildi. Sonra da bizim dünyada var oluş gâyemiz anlatıldı. Bakın sizi bunun
için yarattım! Sizi dünyaya bunun için getirdim!
Denildi.
Ama dikkat edin Şeytan da vardır!
O mel'un babanızı nasıl cennetten çıkardıysa, dikkat edin sizi de böyle bir
tuzağa düşürmesin! Denildi, sonra da bakın tarihte bunun yaşanmış örnekleri de
vardır! Denilerek bu işin örneklerine
dönülecek. Yâni bu istenen kulluk acaba nasıl yaşanmış, neler yapılmış, tarihte
kimler neler yapmış, nasıl yaşamış? Hangi tavırları takınmış ve başlarına neler
gelmiş bu konu-da örneklere
dönülecek.
Bir de burada özellikle İsrâil
oğullarının anlatılmasında şöyle bir hikmet sezinliyoruz: Bu dosdoğru yoldan,
sırat-ı müstakimden, şeytan insanı nasıl saptırmış konusu, yâni sırat-ı
müstakimden sapma konusu, Bakara sûresinde ağırlıklı olarak yahudilerin dünyaya
meyletmeleri sebebiyle olduğu vurgulanır. Ben Kur’an’ı bu mantıkla okumadan
önce bana yahudi lazım mı, değil mi diye düşünürdüm. Bana göre bana yahudi lâzım
değildi. Çünkü çevremde hiç yahudi komşum yoktu. Onlarla hiçbir alışverişim
yoktu. Kız vermeyecek, oğlan evermeyecektim. Yahudi tanıdığım bile yoktu.
Öyleyse bana neydi ki bu yahudilerden diyordum. Ama bakıyorum ki yahudiler
diye, Beni İsrâil diye anlatılan bu insanlar bir tiplemeymiş, bir insan
tiplemesiymiş ki o yahudi tavrını sergileyenler bazen annem babam, bazen hocam,
bazen kardeşim, eşim dostum arkadaşım, Allah korusun da bazen benmişim meğer.
Yâni bu tavırları kim yapıyor idiyse işte onu anlatıyormuş Allah. Değilse işte
bu âyetler tarihte şunları şunları anlatıyormuş veya işte bir zamanlar yaşamış
olan İsrâil oğullarını anlatıyormuş diyemiyoruz. Buna Kur’an’dan iki delilimiz
var:
1- Meselâ Cenab-ı Hak En’âm
sûresinde Peygamberleri anlatırken buyurur ki:
"Onlar (o peygamberler) Allah’ın
hidâyetine eriştirdiği kimselerdir. Öyleyse sen de onların gittiği yoldan
yürü!"
(En’âm:
90)
Demek ki bu Peygamberler Allah’ın
yol gösterdiği insanlardır. Öyleyse sen de onların yoluna ittiba et! Sen de
onlar gibi ol! diyor Allah Peygamberine. Ama bu aynı zamanda bizim için de bir
emirdir. Demek ki Hz. Mûsâ’nın bu örnek hayatı benim için de örnektir. Bir
de:
40:"Ey İsrâil oğulları! Size
verdiğim nîmetimi hatırlayın! Siz benim ahdime vefalı davranın ki ben de
sizinle ahdime vefalı davranayım! Ve sadece benden
korkun!"
Bu âyetler Resûl-i Ekrem
döneminin yahudilerine hitap ediyor. Lâkin bu ahid Rasûlullah döneminin
yahudilerinden alınmamıştı. Çok önceki dedelerinden alınmıştı bu ahid. İşte bu
hitabın öncekilere olmasının yanında aynı zamanda peygamber dönemi yahudilerine
de olması, bunun bizi de ilgilendirmesi anlamına gelecektir
diyoruz.
3. Bu âyetin bizzat bizi
anlattığına dair bir delil daha vardır: Mâide sûresinde 12. 13. ve 14. âyetleri
Allah’ın yahudi ve Hıristiyan-lardan ahid aldığını, onlarla anlaşma yaptığını
anlatır. Ve sonunda eğer yahudi ve hıristiyanlar Allah’la yaptıkları bu
anlaşmaya uygun hareket ederlerse rahat ve huzur içinde yaşayacaklarını,
işlerinin düzenli gideceğini beyan eden bu âyetlerin hemen arkasından şöyle
buyurulur: Eğer bu yahudi ve hıristiyanlar Allah’la aralarındaki bu anlaşmayı
nakzederlerse, o zaman da fitne, fesat, boğuşma, kavga içine düşecekleri ve
kıyamete kadar bunun devam edeceği anlatılıyordu.
Öyleyse bize
de kitap gönderilmesi bizim Allah’la anlaşmamız anlamına gelmektedir. Ve bu
kitaba bizim evet dememiz, bu kitap doğrultusunda hareket etmemiz, sonunda
işlerimizin düzeleceği ve cennet kazanacağımız anlamına gelir. Kitaptan ayrı
hareket etmemiz, kitapla diyalogu kesmemiz de kin, gayz ve düşmanlıkla
kıyamete kadar birbirimizi yememiz anlamına gelecektir.
"Ey İsrâil
oğulları!"
İsrâil; Yakup Aleyhisselâm'ın
Kur’an’da da kullanılmış adıdır. Bizzat kendisinin adı. Abdurrahmân, Abdullah
gibi Allah’ın kulu anlamına geliyor. Yakup Aleyhisselâm da İbrahim
Aleyhisselâm'ın oğlu İshak Aleyhisselâm'ın oğludur. İsrâil oğulları ise işte bu
Yakup oğlu, İshak oğlu, İbrahim oğlu sülalenin adıdır. Yakup Aleyhisselâm'ın on
iki oğlundan meydana gelen sülalenin adına Yakup çocukları veya peygamber
çocukları anlamına İsrâil oğulları denir. Bu Yakup’un çocuklarının ilk
vatanları Kudüs civarıdır. Hani Hz. İbrahim kavmiyle, ba-bası ve idarecilerle
verdiği çetin bir mücâdeleden sonra ülkesini terk etmek zorunda kalır. Ur
bölgesinden Harran’a, sonra oradan Şam’a, oradan da Kudüs bölgesine gelip
yerleşir. Hz. İbrahim’in Mısır’a da bir seferinin olduğunu biliyoruz. Allah’ın
emriyle Oğlu İsmail ile birlikte hanımı Hacer’i Mekke bölgesine bırakıp gelir.
Hz. İbrahim’in kendisinin yaşadığı bölge Kudüs civarındaki Halilu’rrahmân
denilen bölgedir.
İbrahim
(a.s)’ın vefatından sonra bu bölgede İbrahim (a.s)’ ın öteki hanımından dünyaya
gelen oğlu Hz. İshak peygamber olarak görevlendirildi. Demek ki iki oğlundan Hz.
İsmail Mekke bölgesinde, Hz. İshak da Kudüs bölgesinde görevlendirildi. Kudüs
bölgesinde İs-hak (as.)'ın vefatından sonra onun oğlu Yakup (a.s) peygamber
olarak görevlendirildi. Yakup (a.s)’ın
on iki oğlu vardı. Bu oğullarından birinin adı da Yusuf’tu. Yusuf sûresinde uzun
uzun Rabbimiz onu ve hayatını anlatır.
Baba Yakup
(a.s)'ın, diğer oğullarından fazla Yusuf’a meyli vardır. Babalarının bu meylini
kıskanan öteki çocukları kardeşleri Yusuf’u kuyuya atarlar. Kervan, Mısır,
pazar, Azîz, zindan filan derken Hz. Yusuf Mısır’da yönetime getirilir. Bundan
sonra baba Yakup (a.s) ve onun diğer oğulları Mısır’a gelip yerleşirler.
Görülen ve bilinen o ki Yakup (a.s)’ın çocukları uzun bir süre Mısır’ın
yönetimini ellerinde tutarlar. Peygamber çocuklarının yönetiminde bulunan Mısır
halkı uzun bir süre mutlu bir hayat yaşar. Ve nihâyet her toplum gibi
sünnetullah gereği Mısır’da da peygamber çocukları denen bu İsrâil oğullarının
egemenlikleri son bulur. Mısır yönetimine Firavun oğulları denen azgın bir
sülale hâkim olur.
Firavun
oğulları, yönetimi ellerine geçirir geçirmez Mısır’da yıllardır yönetimi
ellerinde bulundurmuş olan bu İsrâil oğullarını köle durumuna düşürür. Zâlim
Firavun oğullarının elinde gerçekten İsrâil oğulları acımasız bir azap yaşamaya
başlarlar. Son döneme yaklaşıldığında köle durumuna düşürülmüş bulunan ve en
kötü bir hayatı yaşamaya mahkûm edilmiş olan bu İsrâil oğullarının arasından
bir kurtarıcının çıkması ve İsrâil oğullarını bu Firavun sisteminin acımasız
zul-münden kurtarması fikri yaygın hale gelir. Allah’ın sünneti gereği ezilen
toplumlara, mus’taz’aflara böyle kendi içlerinden bir kurtarıcı gönderilmesi söz
konusudur.
İşte bunu hisseden Firavun
yönetimi İsrâil oğullarının arasın-dan böyle bir kurtarıcının gelip kendi
yönetimlerine son vermesinden korktuğu için bu toplumun doğan bütün erkek
çocuklarını öldürüp kız çocuklarını da hayasızlaştırmayı planlar. Böylece hem
belki bu Mûsâ’dır diye doğan bütün erkek çocukları öldürürken, hem de belki
ileride Mûsâ’yı doğuracak kadın bu olabilir diye kız çocuklarını da Mûsâ’yı
doğuracak özelliği kalmayacak biçimde hayasızlaştırmayı
planlar.
Ama görüyoruz ki onun bir hesabı
varsa Allah’ın da bir hesabı vardır. Bu kadar büyük bir tedbir almasına rağmen
Firavun, Mûsâ’nın doğuşunu engelleyemez. Mûsâ doğar. Kardeşi Harun’la beraber
Hz. Mûsâ yıllar yılı köleliği yudumlamış toplumuna yollarını gösterir ve onları
Firavun’un zulmünden kurtarır. Çölde onların hürleşmeleri için uzun bir süre
çalışır. Onlar adam olurlar, olmazlar, Mûsâ’yı uğraştırırlar ve aradan bir
dönem geçtikten sonra Hz. Mûsâ’nın vefatından sonra yine bu toplum yoldan
çıkar.
Daha sonra,
Tâlût’un Câlût’u öldürmesiyle İsrâil oğulları Dâ-vûd Aleyhisselâm döneminde
tarihteki en büyük güce ulaşırlar. En güçlü dönemlerini yaşarlar. İsrâil
oğullarının tarihlerinde en zirvedeki dönemleri işte bu Dâvûd Aleyhisselâm ve
Süleyman Aleyhisselâm dönemleridir. Ama bu dönem de fazla sürmez. Süleyman
Aleyhisselâ-m'ın vefatından sonra İsrâil oğulları, şeytanın yollarına kapılarak
he-men yine yoldan çıkarlar. Peygamber öğretisini bırakarak şeytanların
uydurduğu sihir veya beşerî sistemlerin peşine takılırlar ve sapıklık içine
düşerler. Allah’ın sistemini bırakıp beşerî sitemlere teslim oldukları bu
dönemlerinde Allah’ın kendilerine gönderdiği peygamberlerden pek çoğunu
yalanlarlar, pek çoğunu da öldürürler.
Hattâ bu
derbederlik dönemlerinde Allah’ın peygamberlerinden Yahya’yı Aleyhisselâm ve
Zekeriya’yı Aleyhisselâm şehid ederler. Daha sonra da kendilerine Allah
tarafından gönderilen İsa’yı Aleyhis-selâm da öldürmek için onun peşine
takılırlar. İsa’ya Aleyhisselâm benzetilen bir Havariyi İsa diye öldürürler ve
nihâyet yeryüzündeki bu keşmekeşlikleri devam ederken Hz. Muhammed Aleyhisselâm
döne-mine gelinir. Resul-i Ekrem dönemine gelindiğinde bu İsrâil oğulların-dan
belli bir kesim Medine ve civarında
yaşamaktadır. Medine’de Be-ni Kureyza, Beni Nadir, Beni Kaynuka ve Hayber’de de
Hayber yahu-dileri Rasulullah’ın Medine kentine hicret buyurmasıyla tarihte
pey-gamber karşısında yerlerini alırlar.
İşte tarihin
bu son dönemlerinde yaşadıkları bu derbeder hayattan kendilerini kurtaracak bir
kurtarıcı olarak bekledikleri ve Tevrat’ta özelliklerini ezberledikleri
peygamber gelmiş yanı başlarında duruyordu. İşte Medine’de inmeye başlayan
Bakara sûresiyle Rabbimiz, onlardan söz eder ve onları bekledikleri bu
kurtarıcıya imana çağırır. Rabbimiz, o günkü bu İsrâil oğullarının artığı olan
yahudileri son peygamberine ve ona gönderdiği son kitabına imana davet
eder.
Allah’ın son peygamberinin
Medine’yi şereflendirdiği o dönemde yahudilerin durumu şöyleydi: O güne kadar
tarihte kendilerine pek çok peygamberler gönderilmiş, pek çok kitaplar
gönderilmişti. Allah’ın hak kitapları Tevrat, Zebur ve İncil hep bu topluma
gönderilmiş-ti. Allah, ısrarla o güne kadar bunları sürekli uyarmıştı. Ama bu
toplum peygamber bilgisine, vahiy bilgisine, kitap bilgisine sahip oldukları
halde kendilerine gönderilmiş kitapları hep arkalarına atmış, Allah’ı unutmuş
ve Allah’ın gönderdiği peygamberleri yalanlamış veya şehid etmiş, hep böyle bir
karakter sergilemişlerdi. Ellerinde kitapları olmasına rağmen kitapla ilgisiz
bir hayat yaşamayı yeğlediklerinden dolayı, karakterlerinin bozukluğundan ötürü,
bilhassa kölelik psikozuna düşmeleri sebebiyle hayatları boyunca böyle rezil,
zelil ve köle bir hayat yaşamak bunların vazgeçilmez kaderleri
olmuştu.
Burada hemen bu sünnetullahtan
hareketle şunu söylemek isterim: Hemen hemen bugün tıpkı İsrâil oğullarının
karakterini sergileyen İslâm ümmeti de ellerinde Allah’ın kendilerine
gönderdiği Kuran olduğu halde, önlerinde şanlı bir Nebînin hayat düsturları
durduğu halde kitabı ve peygamberlerini bir tarafa bırakıp şeytanların
uydurduğu sihirlere, demokrasi gibi beşerî sitemlere bel bağlayıp onunla
uyuşturabilmek için de kitaplarını kendilerine göre yorumlama bedbahtlığına
düşen, peygamberin yolunu, sünnetini öldürerek, onun günlük hayattaki
örnekliliğini bitirerek, onunla ilgilenmeyerek, ilgisizlikleri sebebiyle
peygamberlerini öldüren bugünkü İslâm ümmetinin de aynen onların durumuna
düşeceğini, düştüğünü anlatıyor Rab-bimiz bu âyetlerinde. İşte İsrâil oğulları
ve işte İsmail oğulları.
Ne farkımız kalmış bunlardan?
Onlar kitaplarını arkalarına atmışlar, onlar peygamberle ilgilenmemişler, hayat
programlarını kitaba ve peygambere sormamışlar, kitaba ve peygambere rağmen
farklı bir hayat yaşamışlar ve sonunda rezil bir hayatın adamı olmuşlar.
Kitabım Kur’an, peygamberim Hz. Muhammed Aleyhisselâm diyen İslâm ümmeti de
kitabı ve peygamberi tanımadan bir hayat yaşamaya devam ederse onların da aynı
akıbete düşmeleri kaçınılmazdır, diyor Rabbimiz. Hem onlara, hem de bize hitap
ederek buyurur ki:
Burada şöyle bir şey dikkatimizi
çekiyor: Ey peygamber ço-cukları! Diye hitap ediyor Allah. Yâni onları önce bir
onore ediyor, bir taltif ediyor. Yâni onlara hem sorumluluklarını, hem de
konumlarını hatırlatarak diyor ki; gelin inat etmeyin! Bakın bir vakitler
peygamber çocuğu idiniz! Siz onların torunları, onların çocuklarısınız! Diye
onları hakka davet ediyor. Allah Rahmândır, Rahimdir. Bizi mat etmek, bize galip
gelmek, bizi pes ettirmek için din göndermez Allah. Bize merhamet ettiği için,
bize yol göstermek istediği için din göndermiştir Rabbimiz. Ondan dolayı da sözü
hep döndürüyor, dolaştırıyor, bizi hep cennet yolunda tutmaya, ya da
arzularını gerçekleştirme ortamında bulunmaya teşvik ediyor. İşte İsrâil sözü
de bunu gerektiriyor.
Sanki, Ey Peygamber çocukları! Ey
peygamber torunları! Buna göre sanki: Ey imam hatipliler! Ey medrese mezunları!
Ey İlâhîyat mezunları! Ey imamlar! Ey vaizler! Ey müftüler! Veya ey bir
vakitler imamın arkasından hiç ayrılmayan, camiye beraber gittiğimiz! Ya da ey
bir vakitler çevresindekilere hakkı ve hakikati anlatmasından dolayı başına
şunlar şunlar gelenler! Ey bunun için hapislere düşenler diye adamın bir
vakitler ki, İslâm’ına tutunup onu yeniden İslâm’a davet imkânımız olacak.
Yâni karşımızdaki şahsa hem konumunu, hem de sorumluluğunu hatırlatarak onu
istenilen konuma çekmeye çalışmalıyız. Bu âyet bize bunu
anlatır.
Yâni muhataplarımızın hem
konumlarını, hem de sorumluluklarını hatırlatacak bir ifadeyle söze
başlamamız, böylece bizi dinlemelerini temin etmemiz isteniyor Âyet-i kerîmede.
Ey cömert oğlu! Ey mücahit torunları! Ey âlimin oğlu! Ey Allah’a itaat eden
salih kulun çocukları! Siz de Hakka teslim olmada babanız gibi olun! Diyor sanki
Rabbimiz..
"Size verdiğim nîmetimi
hatırlayın!"
Allah’ın sizin üzerinizdeki
nîmetlerini hatırlayın. Peki hangi nî-metlerdi bunlar? Bu nîmetler henüz yok
ortada. Ama sayılacak biraz sonra. (ve iz..ve..ve iz.) diye biraz sonra tek tek
ele alınacak.
Mısır’da Yusuf Aleyhisselâm
dönemi Allah’ın onlara verdiği nîmetler, sonra Mûsâ döneminde, Mûsâ ve Harun
Aleyhimesselâm reh-berliğinde yıllardır ezilmişliği yaşadıkları Firavun
sisteminden kurta-rılmaları nîmeti, arkasından Kudüs’ün fethi, arkasından Dâvûd
Aley-hisselâm döneminde ve Süleyman Aleyhisselâm döneminde Allah’ın kendilerine
lütfettiği nîmetler, Tâlût’un Câlût’u öldürmesi gibi inşallah âyetler geldikçe
demeye çalışacağız; ama burada birkaç tanesini şöyle özetle ifade
edersek:
1- Bu nîmet, Allah’ın onları
üzerinde kıldığı din demektir.
2- Nîmet Rabbimizin onları
üzerinde kıldığı sırat-ı müstakimdir.
3- Bu nîmet kitaptır, Allah’ın
onlara gönderdiği Tevrat’tır.
4- Bu nîmet Peygamberlik ve
risa lettir. Allah İsrâil oğullarına
pek çok Peygamberler göndermiştir.
5- Bu nîmet üzerlerine kayanın
kaldırılması, Men ve Selva’nın indirilmesi, onlar için denizin yarılması,
Firavun’un zulmünden kurtulmaları, bulutun onları gölgelendirmesi, taştan su
çıkarılması, bıldırcın ve kudret helvası ile Rabbimizin çölde onları
doyurmasıdır.
6- Allah’ın lütfuyla dönemlerinde
İsrâil oğullarının diğer milletlere üstün kılınmaları gibi tarih boyunca
Allah’ın onlara lütfettiği nîmetlerdir.
Ey İsrâil oğulları! Size verdiğim
nîmetlerimi hatırlayın da:
"Siz benim ahdime vefalı davranın
ki, ben de sizinle ahdime vefalı davranayım! Ve sadece benden
korkun!"
Sizler bana verdiğiniz
sözlerinizi yerine getirin ki; ben de size olan vaadimi îfâ edeyim. Ve sadece
benden korkun! Sadece benden çekinin!! Ürküntünüz bana olsun!! Benden
olsun!!
Cenab-ı Hak burada İsrâil
oğullarıyla kendi arasında gerçek-leşmiş bir anlaşmadan söz ediyor. Acaba bu
anlaşma sadece Rabbi-mizle onlar arasında gerçekleşen bir anlaşma mıydı? Yâni
acaba bu anlaşma onları diğer insanlar yanında farklı bir konuma getiren
özellikleriyle ilgili ve sadece bunlarla alâkalı bir anlaşma mıydı? Yoksa
herkesle yapılan bir anlaşma mıydı bu? Bunu bilmiyoruz. Ama bildiğimiz o ki;
Cenab-ı Hak her yer ve zamanda kullarından söz almıştır. Her zaman ve zeminde
kullarıyla anlaşma yapmıştır. Bu:
1- Ya fıtrattır. Yâni bu ahit
alma işi fıtratla olmuştur. Allah insanı öyle bir fıtrat üzere yaratmıştır ki;
insan fıtraten yol bulabilecek, Allah’a yönelebilecek özellikte, kapasitede
yaratılmıştır. İşte yaratılış gereği Allah kulluğa müsait olan, kulluğa
elverişli yaratılan bu mayasıyla, kendisini sürekli Rabbine kulluğa çağıran bu
fıtratıyla, peygamberleri vasıtasıyla insanlardan söz almıştır
diyordur.
2- Veya ikinci bir mânâsıyla bu
ahid, Cenab-ı Hakkın Hz. Adem’e verdiği o ilk ahittir denmiş. Yâni atamızdan
aldığı o ilk ahidle onun şahsında, insanların tümünden alınan ahiddir bu ahid
denmiştir.
Hani Cenab-ı Hak, Hz. Adem
Aleyhisselâm'a sûrenin biraz evvelinde şöyle buyurmuştu: “Ey Adem ve ey Havva!
İnin yeryüzüne! Ve şunu asla unutmayın k; Sizden kim benden bir hidâyetle, bir
hidâyet rehberiyle karşı karşıya gelirse. Veya her ne zaman size benden bir
hidâyet rehberi Peygamber ulaşırsa, size yol gösterici olarak, hüden olarak,
benim emirlerimi, arzularımı size ulaştıran bir Peygamber veya Peygamberin
mesajı, kitabı veya sünneti ulaşırsa.” Kime? Sadece Adem’e ve Havva’ya değil
tabii. Bunu daha önce demeye çalışmıştım bütün insanlara, kıyamete kadar
gelecek tüm insanlığa. “İşte kim de bu mesaja uyarsa, bu mesaja ilgi gösterip
hayatını bu mesaja göre düzenlemeye çalışırsa, kim bu ahdimi yerine getirir ve
gönderdiğim elçime teslim olursa, ben de vaadimi yerine getirecek ve onları tüm
korkulardan ve mahzun olmaktan koruyacak ve kurtaracağım!” buyurmuştu ya, işte
o ahid, bu ahittir denmiş..
3- Veya buradaki ahid; Cenab-ı
Hakkın Tûr dağını onların üzerlerine kaldırıp kitaplarının içindekilere
kuvvetle tutunmaları, kitaplarıyla ilgilerini, alâkalarını kesmemeleri,
kitaplarındaki âyetleri sürekli hatırda tutarak hayatlarını onunla
düzenlemeleri, kitabı kendilerinden, kendilerini de kitaplarından
ayırmamaları konusundaki aldığı
ahittir, denmiş.
4- Veya son elçim, Ahmed
ismindeki peygamberim geldiği zaman ona iman edeceğinize, onu
destekleyeceğinize ve herkesten ön-ce ona sahip çıkacağınıza dair bana söz
veriyor musunuz? diye Allah onlardan her bir dönemde söz almıştı da onlar: Evet
ya Rabbi! Son elçine herkesten önce biz iman edeceğiz ve ona biz sahip
çıkacağız diye söz vermişlerdi. Belki de burada haydi öyleyse bana verdiğiniz
sözünüze sahip çıkın! İşte bu son elçim karşınızda duruyor! Ona iman edin!
denilmektedir. Allah hatırlatıyor. Haydi, hani bana söz vermiştiniz. İşte o
şimdi gerçekleşiyor. Elçim yanı başınızda! Hem de ayağınıza kadar gelmiş.
Mekke’den sizin yurdunuza hicret etmiş. Bildiğiniz bir insandı, tanıdığınız bir
insandı. Tevrat’ta, İncil’de vasıflarını âdeta ezberlediğiniz ve düne kadar
çevrenizdeki putperestlere karşı da kendisiyle istifta ettiğiniz, nerede kaldı?
Gelmesi gecikti diyerek kurtarıcı olarak bekleyip durduğunuz bir peygamberdi.
Haydi öyleyse ona iman ederek, ona sahip çıkarak ahdinizi yerine getirin
denilmektedir.
Ama en doğrusu insanlığın Hz.
Adem’le başlayan ilk döneminden beri Allah’ın kendilerine göndermiş olduğu
İlâhî risa letlerle karşı kendilerinden
alınan ahittir. Her bir zaman dilimi içinde kitaplar ve peygamberler göndererek
Rabbimizin her bir dönem insanından aldığı ahittir bu ahid. Şimdi anlıyoruz ki;
Allah’la bir anlaşma yapmışız. Ne
anlaşması bu? Adem Aleyhisselâm dönemindeki bir anlaşma veya cennetten
çıkarken ki bir anlaşma, bir affetme anlaşması, ya da bir Rab olma, bir kul olma
anlaşması. İşte Kur’an burada bize onu bildiriyor. Yâsîn sûresindeki âyet de
bize bunu anlatır:
"Ey Ademoğulları ben size:
Şeytana kulluk etmeyin! Çünkü o size apaçık bir düşmandır diye bir anlaşma
yapmadım mı?"
(Yâsîn: 60)
Ey ademoğulları! Allah sizinle
bir anlaşma yapmadı mı? Şeytana kulluk etmeyin! Ve sadece bana kulluk yapın
diye!! Bakın Allah bizimle bu konuda bir anlaşma yaptığını bize haber veriyor.
Peki ne zaman yaptı bizimle bu anlaşmayı? Peygamber gönderince yaptı. Kitabını
indirince yaptı. Bize akıl, fikir, feraset verince yaptı. Bizi bunu
anlayabilecek fıtratta yaratınca yaptı, Peygamberin sesini duyurunca yaptı. Ya
da bizi diniyle karşı karşıya getirince yaptı. Öyle değil mi? Dinle insanlar
karşı karşıya gelince, Peygamberle karşı karşıya gelince veya akıl bâliğ olunca
kimileri kabul ettiler, bu anlaşmaya sâdık kalacağız diye, kimileri de
reddettiler. Mü'minim! diyenler, müslüma-nım! diyenler bu anlaşmayı kabul
ettiler. Değilim diyenler de bu an-laşmayı reddettiler.
İşte ey İsrâil
oğulları! Sizler, hani Allah’la
anlaşmayı kabul etmiştiniz, tamam demiştiniz, Tevrat’taki hükümleri
kabul etmiştiniz. O zaman siz bu anlaşmanıza sâdık kalın ki, ben de size
cennet vereyim! Siz bana kul olun ki, ben de size cennet vereyim. Ve sadece
benden korkun. Ürküntünüz sadece benden olsun. Yâni hep endişeniz bu olsun. Ya
Rabbimi üzersem, ya Rabbimin gazabını üzerime çekersem, ya Rabbim rahmetiyle
muamele etmezse, ya Rabbim bana cennet vermezse, ya Rabbim gazabıyla beni
Cehennemine yuvarlarsa... Hep endişeniz bu olsun. Derdiniz bu
olsun.
"Sizler bana olan ahdinizi yerine
getirin ki, ben de size olan vaadimi yerine
getireyim."
Benim son Peygamberim Hz.
Muhammed geldiği vakit ona inanmak ve ona yardım etmek konusunda bana verdiğiniz
sözünüzü yerine getirin ki, ben de size olan vaadimi yerine getireyim. Sizler
şu anda karşınızda duran, daha önce ona ilk inanan ve ilk sahip çıkıp destek
verecek olanlardan olacağız diyerek bana söz verdiğiniz son elçime inanarak
sözünüzü yerine getirin ki, ben de size olan vaadimi yerine getireyim. Yâni
sizin işlediğiniz günahlar yüzünden boyunlarınıza vurduğum zincirleri kaldırıp
atayım. Alınlarınızdaki daha önce işlediğiniz günahlara karşılık vurduğum ve
yıllar boyunca taşıdığınız zillet ve meskenet damgasını silivereyim ve sizi
affedeyim. Sizi tekrar yeryüzünün hâkim gücü haline getireyim. Sizi Yusuf
Aleyhisselâm dö-nemindeki Mısır’ların hâkimiyetine, Dâvûd ve Süleyman
Aleyhisselâm lar dönemindeki saltanatlara kavuşturayım. Haydi ne duruyorsunuz
bana verdiğiniz sözü yerine getirin! Ben de size verdiğim ahdimi yeri-ne
getireyim! diyor Rabbimiz.
Bakın bu âyet bize de şöyle
diyor: Ey İsmail oğulları! Ey üm-met-i Muhammed! Ey Muhammed Aleyhisselâm
yolunun takipçileri! Hatırlayın size olan nîmetlerimi! Bir gün Mekke’deydiniz.
Tek başına, yapayalnız ortaya çıkmıştınız. Öyle bir durumdaydınız ki, hiç bir
şey bilmiyordunuz. Sonra aranızdan birini elçi seçti Rabbimiz ve o elçiye kitap
gönderdi. Ve o elçiyle, o elçiye gönderilen kitapla bizler yolumu-zu bulduk.
Yolsuzduk, yolumuzu bulduk. Bilgisizdik, Allah bilgisiyle bilgilendik. Allah
sayesinde hidâyete ulaştık. Karanlık bir dünyadan aydınlık bir hayata
gözlerimizi açtık.
Bu Allah
elçisinin Mekke’den Medine’ye hicretiyle ufuklar ge-nişledi. Sonra bu mübârek
elçinin bu dünyadan öbür âleme hicret etmesinden hemen kısa bir süre sonra
dünyanın en büyük, en güçlü devletleri bile lokmalar halinde müslümanların
ağzına sunuldu. Müslümanların önünde yeryüzünün en büyük devletleri bile birer
birer diz çöker oldu. Yeryüzünün en büyük saltanatları ve mülkleri
müslüman-ların ellerine sunuldu. Peygamberin zuhurundan sonra henüz yüzyıla
varmadan Çin sınırlarından Atlas Okyanusu sınırlarına, Kafkasya iç-lerinden
Sibirya’ya doğru, Asya ve Afrika içlerine doğru geniş bir böl-gede İslâm hâkim
oluyordu. Öyleyse ey müslümanlar! Hatırlayın o günleri! O günlerde lütuflar
Allah’tandı. Bütün bunları size o günlerde lütfeden Rabbinizdi. O günlerinizi
size Allah nasip etmişti. Hatırlayın o günlerinizi de haydi bana verdiğiniz
sözlerinizi yerine getirin ki, ben de size verdiğim ahdimi yerine getireyim.
Sizler her şeye rağmen bana döneceğinize, benim istediğim hayatı
yaşayacağınıza, kitabımla ve peygamberimle diyaloglarınızı kesmeyeceğinize dair
bana söz vermiştiniz. Rabbimiz Allah diyeceğinize, hayatınızı benim
kurallarımla düzenleyeceğinize, benim kitabımı arkanıza atıp şeytanların
uydurdu-ğu sistemlerin peşine gitmeyeceğinize dair bana söz vermiştiniz. Hadi
bana ezelde verdiğiniz bu sözlerinizi yerine getirin! Yeniden kitabıma dönün!
Yeniden peygamberimin sünnetine sarılın ki, ben de sizi tarihte yaşadığınız ve
hasretini çektiğiniz o günlere tekrar kavuşturayım. Yeniden sizleri yeryüzünün
efendisi yapayım! diyor Rabbimiz. Eğer biz bunu gerçekleştirebilirsek bilelim
ki, Allah da bize olan vaadini gerçekleştirecek ve bizi tekrar yeryüzünde izzet
ve şerefe kavuşturacaktır. Âyet bize de bunları söylüyor.
Buradaki ahid İslâm’a ve İslâm
Peygamberi Hz. Muhammed’e Aleyhisselâm tabi olma, ona sahip çıkıp herkesten önce
ona destek verme konusunda daha önce yahudilerin Allah’a verdikleri ahiddir.
Buna karşılık Rabbimizin onlara söz verdiği ve yerine getireyim buyurduğu vaad
de :
1-
Cennettir.
2- Zilletten ve meskenetten
kurtuluştur.
3- Rabbimizin onlara hayatın
yollarını kolaylaştırma hususunda verdiği sözdür.
4- Veya Rabbimizin onları ve tüm
insanları korumaya, kollamaya, onlara destek vermeye dair verdiği
sözdür:
"Siz Allah’ın dinine yardım
ederseniz, Allah da size yardım eder."
(Muhammed 7)
gibi.
5- Veya hayattaki nîmetleri,
güçleri ve imkânları onların emrine verme gibi Allah yardım
etmesidir.
6- Veya onları Adn cennetlerine
gönderme gibi, onları cehen-nem azabında âzâd etme gibi Allah ta onlara vaadini
yerine getirecektir. Ama unutmayalım ki bu söz, bu ilkelerle sınırlıdır.
İnsanlar ne kadar bu ilkelere sâdık kalırlar, ne kadar Allah’a Allah’ın
istediği biçimde kulluk yapmaya koyulurlarsa Allah da o kadar onlara yardım
edecektir. Ama şurası da bir gerçektir ki insanlar, Allah’a karşı hiçbir zaman
herhangi bir hak iddiasında bulunamazlar. Yâni ya Rabbi bak biz sana karşı
şunları şunları yaptık, artık sen de bunlara karşılık şöyle şöyle yapmalısın
gibi hiçbir hak iddiasında bulunamaz insanlar. Çünkü insanları Allah
yaratmıştır. Yâni tüm insanlar Allah’ın malı, mülkü durumundadırlar. Mülk
olanın mâlik olanı minnet altında tutması da düşünülemez. Öyleyse başka değil,
sadece Allah’ın lütfu ve rahmeti sonucunda bu kadar mükâfatlara nail
olabilirler.
"Ve bir de yalnız benden
korkun!"
Peygamberime inanma, dinime
sarılma konusunda, bana kulluk konusunda yalnız benden korkun! Benden başka hiç
kimseden korkunuz olmasın. Hani bana bir söz vermiştiniz:
"Yemin olsun ki Allah İsrâil
oğullarından sağlam söz almıştı. Onlardan on iki mutemet göndermiştik de Allah
buyurmuştu ki:"Ben sizinle beraberim! Andolsun ki eğer namazı kılar, zekâtı
verir, peygamberlerime iman eder ve onlara kuvvetle yardımda bulunur ve böylece
Allah’a güzel bir borç sunacak olursanız elbette ben de sizin günahlarınızı
örter ve sizi mutlaka zeminlerinden ırmaklar akan cennetlerime korum. Ama
bundan sonra sizden her kim de küfrederse muhakkak ki o, dosdoğru yoldan sapıp
gitmiştir"
(Mâide
12 )
İşte bana verdiğiniz bu sözünüzü
yerine getirme konusunda sadece benden korkun. Eğer sizler insanlardan
gelebilecek tehlikelerden korktuğunuz için yamukluk yapıyorsanız veya elde
ettiğiniz mal mülk, makam mevki gibi imtiyazların elinizden gideceği korkusuyla
yan çiziyorsanız bilesiniz ki, Allah’ın izni olmadan hiç kimse size zarar
veremez. Öyleyse hem dünya konusunda, hem de âhiret konusunda yalnız Allah’tan
korkun! Çünkü dünyanın da, âhiretin de sahibi Allah’-tır. Allah’tan korkun ki, Allah korktuklarınızdan emin
kılsın. Allahtan korkun ki, zimamı Allah’ın elinde olan tüm korktuklarınızın
şerrinden Allah sizi korusun.
Âhirete ve Allah’ın azabına
inanan mü'min devamlı bir korku içinde olur. Bu korku:
1- Öncelikle Allah’tan, Allah’ın
makamından ve büyük günün azabından dolayı gerekli bir
korkudur.
"Kulları içinde Allah’tan sadece
âlimler korkar. Allah azizdir, bağışlayandır"
(Fâtır:
28)
Âyeti bunu anlatır.
Allah’tan ancak âlimler korkar.
Allah’ı bilenler, Allah’ı tanıyanlar
elbette Allah’tan korkacaklardır. O zaman âlimin kim olduğu konusu da aydınlığa
kavuşmuş oluyor buradan. Âlim kimmiş? Allah’tan korkan ve onun emirlerine koşan
kişiymiş âlim. Ezan okununca hemen fırlayıp mescide koşan amele âlim, yerinde
çakılıp kalan profesör de cahilmiş demek ki.
2- Allah’ın hadlerini ikâme
edememekten korkar mü'minler. Allah için adâlet "kısd" yapamamaktan korkarlar,
kâfirlerin ve din düşmanlarının kendilerini fitneye düşürmelerinden,
kendilerinin de onların fitnelerine konu olmaktan korkarlar. Kendilerinden sonra
gelenlerin, çoluk çocuklarının Allah yolunda lâyıkıyla yürüyemeyeceklerinden
korkarlar. Yerlerine geleceklerin İslâm’a bağlı kalamayacaklarından korkarlar.
Bu korku onları, çocuklarını müslümanca eğitme çabasına sevk eder. Onları,
Allah’ın istediği biçimde eğitmeye âzami gayret gösterirler ve onların
üzerlerine âdeta titreyip dururlar.
Yine bir kısım imtihanlar
vasıtasıyla Allah kullarını dener. İşte bu imtihanlar esnasında şeytan insanlara
korku vermek ister. Onları bir kısım kaygılarla korkutmaya çalışır. Halbuki o,
ancak velilerini korkutur. Şeytan ancak kendisini veli edinenleri, kendisini
dost bilip onun fısıltılarına kulak verenleri korkutur. Allah’ı veli bilip O’na
kulluğa yönelenleri asla korkutamaz şeytan.
"İşte o şeytan sadece kendi
dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın. Eğer mü'minlerdenseniz sadece
benden korkun."
(Âl-i İmrân:
175)
Evet o şeytanlar sadece kendi
dostlarını korkutabilir. Mü'min-ler ise:
"Onlar öyle kimselerdir ki, halk
kendilerine: "Düşmanlarınız sizin için ordu topladı. Onlardan korkun!"
Dediklerinde, bu onların imanlarını artırdı ve dediler ki; Allah bize yeter!
Hem o ne güzel vekildir!”
(Âl-i İmrân
173)
Evet,
kendilerine; ey müslümanlar, korkun, ürkün, çekinin, çünkü Mekkeli düşmanlarınız
sizin için ordular topladılar. Sizin için insanlar toplanıyorlar, toplandıkça
toplanıyorlar, büyük büyük ordular hazırlıyorlar dediler. Amansız bir savaş
kapınızda dediler, işiniz bitik dediler. Geldiler, geliyorlar diyerek
müslümanları korkutmak istediler. Ama ne derlerse desinler, hiç fark
etmez.
Bilâkis Allah
düşmanlarının bu sözleri, bu tehditleri müslü-manların imanlarını artırdı. Bu
lakırdılar karşısında korkup sinmek yerine imanları, teslimiyetleri,
tevekkülleri, cesaretleri bir kat daha arttı müslümanların. Allah’a inanan,
Allah’a güvenen, hayatlarını Allah için yaşayan kimseler için ne fark edecek de?
Kim gelirse gelsin, ne gelirse gelsin, isterse tüm dünya üzerlerine gelsin, ne
fark eder de? Eğer Allah safındalarsa, eğer Allah’ın desteğindelerse, eğer Allah
kendileriyle beraberse, eğer Allah’ın melekleri kendileriyle beraberse, eğer
Uhut’taki bir mağlubiyetten sonra Allah kendilerine yeni bir galibiyet
tattıracaksa, eğer galibiyet de mağlubiyet de Allah’ın elindeyse ne fark eder
ki? Şu kadar insan geliyormuş, bu kadar ordu geliyormuş, tüm dünya üzerlerine
geliyormuş hiçbir şey fark etmeyecek, yine Allah yolunda
savaşacaklar.
Çünkü gelen o
düşman kendilerinin değil Allah’ın düşmanıdır ve onlar ilk önce karşılarında
Allah’ı bulacaklardır. İşte müslümanlar bu hak bâtıl savaşlarında sadece Allah’a
güvenecekler, Allah yolunda savaşacaklar, tüm dünya üzerlerine gelse bile asla
geri dönmeyecekler ve şunu söyleyeceklerdi:
“Hasbunallah ve niğmel vekil
niğmel Mevlâ ve niğ-men nasir”
Tıpkı yıllar
önce ataları İbrâhim (a.s)’ın kralın, toplumun putunu kırdıktan ve tüm toplumu
karşısına aldıktan sonra ateşe atılırken söylediğini söyleyeceklerdi. Biz
Rabbimize teslim olduk, Allah bize yeter, O ne güzel vekildir diyecekler. Veya
tüm dünya üzerimize gelse bile ne gam:
Allah’ın izniyle nice
azlar, nice az gruplar nice çoklara galip gelmiştir. Nice azlar nice çokları
yenmiştir derler. Evet işte Uhut’ta kâfirlerle karşı karşıya gelen müslümanlar
da Allah’a aynı iman, aynı güven, aynı tevekkülü
taşıyorlardı.
Evet başka
hiçbir şeyden korkmayın, sadece Allah’tan
korkun da:
üüçö
41: Ve yanınızdaki (Tevrat) ni
tasdikçi olarak in-dirdiğim kitaba iman edin. Ve sakın onun ilk kâfirleri siz
olmayın. Zinhar benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın.Ve sadece benden korkun
!"
İşte bu âyet; bu
mesajın, bu anlaşmanın sadece yahudilerle Allah arasında bir anlaşma değil,
aynı zamanda bizimle Allah arasın-da bir anlaşma olduğunu daha bir güzel ispat
ediyor.
Benim tasdikçi olarak
gönderdiğime inanın! Sizin yanınızdakini tasdikçi olarak gönderdiğime
inanın!
"Yanınızdakini tasdikçi
olarak."
Biliyoruz ki kitaplar ve
peygamberler aynı kaynaktan geldiği için birbirini asla nakzetmezler. Aksine
bütün kitaplar ve tüm peygam-berler birbirini destekler. Nasıl tekzip edip
reddebililecekler de birbirlerini? Çünkü aynı Rab tarafından seçilip gönderilmiş
Allah elçileridir onlar. Allah’ın izin vermediği bir şeyi yapmaları asla mümkün
değildir. İşte bakın Hz. İsa da bakın şöyle demişti:
"Hani Meryem oğlu İsa: Ey İsrâil
oğulları ben size Allah’ın peygamberiyim. Benden önceki Tevrat’ı tasdik edici ve
benden sonra gelecek Ahmed isimli bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim,
demişti."
(Saff: 6)
Yâni ben yeni, garip, türedi
birisi değilim! Size duymadığınız, bilmediğiniz bir din de getirmiş değilim! Bu
dini daha önce Mûsâ da getirmişti! O halde ben, benden önceki Tevrat’ı
yalanlamaya değil, tasdik etmeye geldim! Bunun mânâsı
şudur:
1- Benden önce Tevrat’ta benim
geleceğime dair verilen müjde işte şimdi gerçekleşiyor. Tevrat’taki kayıtları
ispatlamak için Rab-bim beni size gönderdi.
2-
Bunun bir ikinci mânâsı da: Ben Allah’ın Resûlü olan Ah-med’in geleceğine dair
Tevrat’ın verdiği müjdeyi tasdik etmek üzere dünyaya geldim! Bakın şimdi ben de
onun geleceğini size müjdeliyor ve haber veriyorum demektir bunun
mânâsı.
Yâni bu âyet açıkça Resul-i
Ekrem’in bizzat adı da verilerek Hz. İsa’nın ağzıyla dünyaya geleceğine dair
müjdeyi ihtiva etmektedir.
Burada da öyle deniyor
bakın:
"Sizin yanınızda olanı tasdikçi
olarak"
Bundan şunu anlayamayız: Tasdik
edici Kur’an, tasdik ettikleri de Tevrat, Zebur ve İncil’dir. Ama bu tasdiki
şöyle anlayamayız: Yâni Kur’an-ı Kerîm kendisi önüne sürülen her şeyi tasdikçi
değildir. Hani şimdi kimi muhtarların fonksiyonu sırf budur değil mi?
Götürürsünüz imzalar, başka itiraz hakkı yoktur.
Kur’an böyle değildir. Ya ne?
Hani Kur’an’ların üzerinde "Mushafları tetkik cemiyeti imzalamıştır" diye
mühür, imza filan var ya, sanki öyle. O imza olmadan bu Kur’an olmazsa sanki bu
da öyle. Kur’an diye arz edileni bu tasdik edecek, o zaman bu Kur’an olacak.
Tevrat diye, İncil diye, Allah’ın gönderdiği kitaptır diye, Allah’ın rızasına
uygun ameldir diye, Allah’ın razı olduğu sistemdir, Allah’ın emrettiği eğitim
sistemi budur diye, Allah’ın razı olduğu kıyafet budur diye, Allah’ın istediği
kazanma harcama budur diye önüne tasdik için sunulan şeyi tasdik etmek veya
reddetmek makamındadır Kur’an. Kur’an’ın böyle bir dinamizmi var
yâni.
Yâni arz
edersiniz kitaba, şöyle bir düğün modeli, şöyle bir kazanç modeli, şöyle bir
terbiye modeli, böyle bir çocuk eğitimi modeli veya şöyle bir tapınma modeli
veya böyle bir ulviyet, kutsiyet modeli, böyle bir zikir modeli, takva modeli.
Bunu Kur’an’a arzedersiniz, Ey Kur’an! Ey yüce Kur’an! Biz düşündük, taşındık,
bunu münâsip gördük! Biz bunu Tevrat’tan aldık! İncil’den bulduk! Allah demişti
bunu! Mûsâ demişti! İsa demişti bunu! Filanların, falanların hatırı içindi!
Vallahi hiç ırgalamaz yâni onu tabiri caiz ise. Bakar ona, eğer tasdik ederse,
tamamdır, doğrudur, münâsiptir derse, tamam o doğrudur. Yok tasdik etmezse, o
zaman da onun işi bitmiştir diyoruz. Kur’an’ın tasdik ettiklerini kabul ederiz,
onun tasdik edip doğrulamadıklarını, onaylamadıklarını da hiç tereddüt etmeden
reddederiz.
Değilse Kur’an, Tevrat ve İncil’i
hep tasdik edici, tasdik etmek zorunda olucu değildir yâni. Eğer Kur’an, Tevrat
ve İncil’in orijinalini tasdik edecekse, hani yok ki, zaten bunların
orijinalleri ortada. Bunların orijinalleri Kur’an’ın gelişinden kıyamete kadar
ki dönemde tasdik edilmiş değildir. Zaten Kur’an, Tevrat ve İncil’de insanlara
sunulacak mesajın orijinalini insanlara sunmuş bir kitaptır. Onlardaki
doğruların tamamı Kur’an’la sunulmuştur. Bu kitap onların içindeki tüm evrensel
doğruları sinesinde barındıran bir kitaptır. Bu yüzden onların orijinallerini
aramaya, bulmaya da gerek kalmamıştır diyoruz.
Yanınızdakini tasdikçi olarak
indirdiğimiz bu kitaba inanın! Sakın ha sizler sizden başkalarının yanında
olmayan bir bilgiye sahipken, Allah bilgisine, peygamber bilgisine, kitap
bilgisine sahipken zinhar bu kitaba inanmazlık yapmayın! Ya da bu mesajın
yeryüzündeki insanların hayatını düzenleme konusunda en doğru yol olduğunu bile
bile, bu bilgiye sahipken onu ilk inkâr edenler sizler olmayın! Yâni sizler ey
yahudiler, kitap ehli iken, kitabı tanıyor iken, peygamberliği biliyor iken,
Allah’ın vahiy göndererek insan hayatını karışıcı olduğunu bilip dururken sakın
bu son kitabın ilk kâfirleri siz olmayın diyor Rab-bimiz.
Halbuki bu kitap, kendi
yanlarındakini kabul ediyor ve reddet-miyordu. Bu kitap ellerindeki Tevrat’ı
tasdik ediyordu. Tevrat Allah’tan gelme hak bir kitaptır diyordu. İşte Rabbimiz
bundan dolayı elinizdekini tasdik edici ve ondaki bozulmuşları düzeltici,
eksikleri tamamlayıcı ve kıyamete kadar değişmeyecek bir özelliğe sahip
kılınmış olan Kur’an-ı Kerim’i kabul edin! Ona inanın! diyordu. Ona iman edin!
Ve:
"Sakın sizler onu inkâr edenlerin
ilki olmayın."
Yâni onun ilk kâfirleri siz
olmayın! Sakın ha onu ilk küfredenler sizler olmayın! Yâni bırakın küfretmeyi,
siz herkesten önce inanın ona! Müslümanların ilki olun! Kâfirlerin ilki olmayın!
diyordu. Şu sizin düne kadar kendilerine din konusunda hocalık yaptığınız ve
kendileri hiçbir şeyden haberdar olmayan müşrik dünyanın duyar duymaz ona
koştukları ve hemen iman ettikleri gibi siz de iman edin! diyordu Rab-bimiz, ama
onlar böyle yapmadılar. Herkesten önce ona iman etmesi gereken bu hainler
herkesten önce onun kâfiri kesiliverdiler.
Acaba bu
yahudileri, bu kitaba ve bu peygambere iman konusunda engelleyen sebep neydi?
Üç beş kuruşluk dünya menfaati. Başka değil, sadece üç beş kuruşluk bir menfaat.
Kendi dünyalarını devam ettirme düşünceleri, insanların kendilerine kul köle
olmalarını sağlıyordu. İnsanların akılları onların cebindeydi. Çünkü, bilgi
kendi-lerindeydi. Bilen onlar oldukları için, bilgi kendilerinde olduğu için
toplumda statü sahibiydi adamlar. El üstünde tutuluyorlardı. İzzet ü ikrama
boğuluyorlardı. Şimdi bu yeni dine girdikleri zaman bu yaptıklarını
yapamayacaklar, insanları kullanamayacaklardı. İşte bundan korkuları onlara
engel oluyordu. Halbuki satın alacakları şey hidâyetti, cennetti, Allah’ın
hoşnutluğuydu.
Ama tüm
bunları tepip dünyayı tercih ettiler. Ölümle bitecek olan ve yarına intikal
etmeyecek olan dünyanın geçici şeylerini. Tıpkı şu anda İslâm ümmeti içinde,
kendi dünyalarında Allah bilgisini, peygamber bilgisini bir kenara alarak
çeşitli kitapların, çeşitli önder insanların egemenliği altında bir hayat
sürmeyi kendilerine din kabul eden zavallı müslümanlar
gibi.
Bu müslümanlara da âyetin
çağrısıyla: Gelin ey müslümanlar! Her grubun, her liderin, her kitabın, her
efendinin mutlak doğru kaynağı olan ve örnek alınacak kişilerin yegâne örneği
ve yegâne nümu-ne-i imtisâli olan Kur’an’a yönelelim! Peygambere yönelelim!
Çünkü bu kitap, sizin doğru kabul ettiğiniz ve ellerinizden düşürmemeye gay-ret
ettiğiniz tüm kitapların en güzelini, en doğrusunu size haber veri-yor. Bu
peygamber, sizin önder kabul ettiğiniz tüm şahsiyetlerde bu-lunmayan en
mükemmel örneği şahsında taşımaktadır. Hiçbir kişide bulunmayan en güzel örneği
Hz. Muhammed’de Aleyhisselâm
bula-bilirsiniz! Bunu bilen insanlar olarak gelin herkesten önce siz
kabul edin! Gelin bunun bilgisine sahip olarak onu ilk reddedenler sizler
olmayın! Grup bilinciyle hareket etmeyin! Birilerinin sizi yargılayıp
dış-layacağını veya dünyevî bir kısım statüler kaybedeceğinizden korka-rak
eğer buna yanaşmazsanız, bu kitabın davetine kulak tıkarsanız o zaman bilesiniz
ki sizin de bu yahudilerden farkınız kalmayacak! diyor
Rabbimiz.
Ama siz tam tersini yapıyorsunuz!
Bari inkâr etmeyin! Ama ilk defa siz inkâr ediyorsunuz! İlk defa siz karşı
geliyorsunuz! Halbuki siz biliyordunuz. Allah’ın hayata karışacağını siz
biliyordunuz. Allah’ın insanlara din göndereceğini, Peygamberler göndererek
kullarının hayatına karışacağını, karıştığını, ya da bu mesajın yeryüzündeki
insanların hayatını düzenleme konusunda en doğru yol olduğunu biliyordunuz.
Biliyordunuz, ama tuttunuz ilk inkâr edenler sizler
oldunuz!!!
Sizler Mûsâ’yı tanıyorken,
Tevrat’ı biliyorken, bu kitabı doğrulayan belgeler, bilgiler elinizdeyken,
yanınızdayken tuttunuz, ilk inkâr edenler sizler oldunuz!
Burada bir soru geliyor
hatırımıza: Kureyş müşrikleri onu ilk inkâr edenler olduğu halde acaba neden
yahudilere böyle deniyor? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun birkaç sebebi
var:
1- Müşriklerin İslâm’ı ve
Rasûlullah’ı inkâr ederken etkili bir fonksiyonları veya etkili bir düşünceleri
yoktu. Yâni bu konuda, din ko-nusunda, vahiy konusunda,
risa let konusunda müşriklerin
öncelikli bir bilgileri yoktu. Kitap ehli değildi onlar. Bu konularda
müşriklerden çok ehl-i kitap söz sahibiydi. Yâni din konusunda nüfuz onların
elindeydi. Bunun içindir ki kendilerinden önce bu müşriklerin inkârı fazla
önemli değildi. Onun için yahudilere denildi ki, onu ilk inkâr edenler siz
olmayın!!! Ondan sonra:
"Âyetlerimi de az bir pahaya
satmayın!"
Az bir değere. Aslında hitabın
siyakı değer demektir. Yâni neye değer? Değeri nedir bunun? filan denir ya. Veya
yazma arkadaş değmez! filan diyoruz ya. Karşılığında ne alacaksın? filan
diyoruz ya, işte öyle bir şey. Yâni adam bin ton toprağı elemeye çalışıyor,
karşılığında ne alacak? 3 gram, 5 gram altın. Onu beş günde eleyecek, on günde
bitirecek, ne kadar kazanacak? Diyelim üç yüz bin, beş yüz bin. Değmez bu kadar
paraya bu iş gibi. Değmezi biliyoruz. Az bir değere olunca, yâni değeri az
olan bir şey diyoruz. Değeri az olan bir şey karşılığında satıyorlarmış. Meselâ
âyetleri satıyorlar, karşılığında ne alıyorlar? Dünya saltanatı. Değmez yâni
buna. Sen neyi veriyorsun bununla? Cenneti veriyorsun tabii. Değilse yâni bir
milyara veriyorlar. Aslında üç beş milyar olsaydı, bu iş değerdi değil mânâ.
Değmez, karşılığında ne alırlarsa alsınlar yine de değmez demektir bu. Nasıl
değmez? Cennet ve o. Allah ve o. Allah’ın rızası ve o. Allah’ın hoşnutluğu ve o.
Böyle mukayese edilince hepsi az zaten. İnsana cennet kaybettiren bir dünyalık
ne kadar olabilir de? Çünkü cennete en son girecek olan kişinin oradaki makamı,
dünyanın bir on misli filan olunca. Şimdi on dünyayı at bir kenara ve tut
dünyadan küçük bir parça al, yapılacak şey mi bu? Veya isterseniz cennet
birimleriyle mu-kayese edelim: Sen cennet kadını denen o kadını gözünün önüne
getir, öyle bir kadın ki tertemiz, aklına ve hayaline getiremeyeceğin
güzelliğin de ötesinde bir güzellik. Ama dünya kadınının pespayeliğini de bir
düşün. Hani adam diyormuş: Oğlum illa da kadında gözün varsa, gece saat üçten
sonra bak veya yaş yetmişten sonra bak diyor-muş. Onu kaybetmek pahasına
berikini değerli görmek nasıl anlamsızsa, âyetleri öylece satmak ta aynıdır.
Yâni değiştirmek.. Hani âyet öyle diyordu değil mi?
"İşte bunlar hidâyet yerine
dalâleti satın aldılar."
(Bakara:
16)
Hidâyeti elleriyle itip de
sapıklığı onun yerine tercih ettiler deniyordu ya. Yâni bir alışveriş
yapıyorlar, dalâleti alıp hidâyeti
vermek gibi. İşte Allah buyurur ki:
"Âyetlerimi az bir pahaya
satmayın!"
Yâni âyetlerimi alışveriş konusu
yapmayın!! "Bey" satmak, "iştira" da satın almak demektir. Lokman sûresindeki
şîra sözü de böyledir:
"İnsanlardan öylesi de vardır ki;
hiçbir delile dayanmadan insanları Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence
yerine tutman için lehvel hadisi satın alırlar"
(Lokman:
6)
İnsanları çaktırmadan Allah
yolundan alıkoymak için lehvel hadisi satın alanlar. Yâni şarkı, türkü, roman,
film, eğlence gibi şeylerle insanları meşgul edip onları Kur’an ve sünnete
gitmekten alıkoymaya çalışanlar âyetindeki şira, satın almak sözü de aynı
mânâya gelmek-tedir.
1- Dünya nîmetleri ve arzuları
sebebiyle Allah’ın âyetlerini değiştirmeyin..
2- Buradaki az bir paha dünyadır,
dünyalıktır..
3- Âyetlerden ücret
almayın..
4- Maddî ve manevî imtiyazlar
sebebiyle, menfaatleriniz sebebiyle Allah’ın âyetlerini gizlemeyin. Onları
kamufle etmeyin, insanların gündeminden düşürmeye
çalışmayın.
5- Yahudi âlimleri liderlik ve
reislik mekânizmalarının ellerinden gitmemesi, makamları gereği insanlardan
gelebilecek menfaatlerden mahrum olmamak için Tevrat’taki bilgileri
insanlardan gizliyorlardı da Allah buyurdu ki; âyetlerimi
satmayın!
6- Âyetler satılmıyor,
değiştirilemiyor bugün ama, muhtevaları gizleniyor. Okunur Allah’ın âyetleri,
ama muhtevası gizlenir. Veya anlatılır ama bu âyet müşrikleri anlatır, bu âyet
yahudilere hitap ediyor, bu âyet bizi ilgilendirmiyor gibi birileri de bugün
onu satmaya çalışıyor.
"Sadece benimle
yol bulun!"
Benden yol bulun! Yolunuzu bana
sorarak bulun! Bana sığının! Benim korumama tabi olun! Takvayı benden öğrenin!
Ya da ben konusunda takvalı olun! Bana kulluğunuzun bilincine erin!
Yaptıklarınızı bana lâyık yapın! Hep benim kontrolüm altında olduğunuz şuuru
içinde bir hayat yaşayın! Tüm hayatınızı benim beğenime sunun ve de sadece
benden korkun. Hesabınızda hep ben olayım.
42:"Hakla bâtılı karıştırıp da bile
bile hakkı gizlemeyin!"
Bunlar aslında saatlerce
anlatılacak konular. Neden mi? Çün-kü Kur’an baştan sona bu konuları anlatır.
Meselâ az evvelki âyet. Satmayın âyetlerimi diyordu Rabbimiz. İşte satmışlar
Kuran’ı, satmış-lar hep âyetleri. Meselâ:
"Kelimenin konumunu
değiştiriyorlardı."
(Mâide
13)
Ne için gelmiş idiyse o kelâm,
onu farklı konumda anlamaya, farklı atmosferde algılamaya çalışmışlar. Farklı
yerlerde kullanmaya çalışmışlar. Fonksiyonunu değiştirmişler kitabın. Ekmeğin,
elmanın, suyun, kadının, erkeğin fonksiyonlarını hiç unutmayan insanlar ne
yazık ki kitabın fonksiyonunu unutmuşlar. Allah korusun işte bizim durumumuz.
Sanki Allah’ın âyetleri Allah’a kulluk için değil de başka gâyeler için
gelmiş. Neredeyse Kuran’ı bir parçacık namaz sûreleri, cenaze âyetleri, nişan,
nikâh merasimlerinin âyetleri, para toplamayı gerektirecek dönemlerin
âyetleri, bir evin veya bir dükkanın mübârek-lenmesi için yeri gelince
konuşulacak konunun âyetleri veya celî, dî-vanî, nesih, sülüs ya da kûfî yazı
modellerinin sergilenmesinde kul-lanılan âyetler.
Veya işte
tamam ben bu sûreden doçent olurum diyen kişinin doktorasının konusu olan
âyetler. Maalesef medreselerde bugün Kur’an, Arapça’nın alıştırma kitabıdır.
Hani mensup mudur? Maz-mum mudur? Müpteda mıdır? Haber midir? Fiil midir? Fail
midir? Bu-nun alıştırma kitabıdır Kur’an. Adamlar sanki Kur’an bunun için gelmiş
gibi, onun mânâsı ve muhtevası üzerinde tek kelime bile söylemeden hep i’rabı
üzerinde yoğunlaşıyorlar.
Bizim gibi kimilerinin elinde de
Kur’an, Allah korusun boş vakitlerimizin, boşlukta geçen vakitlerimizin
kamuflajında kullanılan bir kitap. Veya işte konuşmalarımızı, biraz biraz âyet
ve hadislerle süsleyince, biraz dolgun gibi gözüküyoruz ve belki de böylece
tatmin oluyoruz bununla. Adam balık satıyor aslında, ama maydanozla süslüyor
onu. O süs maddesidir, değilse maydanoz filan sattığı yok adamın. Öyle değil mi?
Adam İslâm’da aile diyor, İslâm’da takva diyor, İslâm’-da kazanç diyor ve araya
bir iki âyet hadis sıkıştırıyor. Böylece âyet anlatmıyor, hadis anlatmıyor da,
sattığı, pazarladığı başka şey de, âyetle, hadisle de pazarladığını süslüyor
Allah korusun.
Veya hakla bâtılı bulaştırmayın
birbirine! Hakla bâtılı birbirine karıştırmak. Bu:
a- Hakla bâtılı birlikte
yaşamayın! demektir. Yâni biraz hakkı, biraz bâtılı yaşamayın! demektir. Hakla
bâtılı sarmaş dolaş yapmayın! demektir. Meselâ ekonomik hayatta yahudileri,
sosyal hayatta hıris-tiyanları, geriye kalan dinsel hayatınızda da müslümanlığı,
böyle çor-ba edip karıştırmayın! demektir.
b- Hak mı, bâtıl mı yaşıyorsunuz?
Bunu bilmiyorsunuz! Allah-tan mı aldınız? Başkalarından mı aldınız?
bilmiyorsunuz? Allah mı bu-yurdu? Yoksa Zerdüşt mü buyurdu? bilmiyorsanız. İşte
bu hakkı bâtıla karıştırmak demektir.
Ya da rahmetlik hoca efendinin
tabiri miydi? Ne idi? Bilmiyorsanız, işte bunları birbirine karıştırmayın!
Hakkı hak olarak bilin, bâtılı da bâtıl olarak bilin! Hakkı bâtıla
karıştırmayın! Yâni ha hak olmuş, ha bâtıl olmuş, üzerinde durmaya gerek yok
demeyin sakın! diyor Allah.
İnsanlar hakkı bâtıla dosdoğru
karıştırmıyorlar gördüğümüz kadarıyla. Müslüman kesim için söylüyorum: Bu kesim
hakkı hak biliyorlar, bâtılı da bâtıl biliyorlar da, hakkın ve bâtılın
bilgisine sahipler de, ama öyle bir hayat yaşıyorlar, öyle bir hayat programı
yapıyorlar ki, ya da öyle bir ameli program düzenliyorlar ki, sanki o program
hakkı yaşamaya elverişli değil. Program, hakkı yaşamaya elverişli olmadığından
bâtılı mecburen böyle destek çıkıveriyorlar veya sanki her şeylerini Allah’a
soracaklarken tutup Allah’a sormaktan sakınıyorlar. İki sebepten bunu
yapıyorlar:
1- Ya soracakları o konuda
Allah’ın ne diyeceğini az buçuk önceden kestiriyorlar. Yâni o konuda Allah’ın
diyecekleri hoşlarına gitmeyeceği için, huzurlarını kaçıracağı için, iyisi mi
hiç sormayalım diyorlar. Sorduğumuz zaman Allah’ın ne diyeceği belli, dinlesek
olmaz, dinlemesek olmaz; iyisi mi hiç sormayalım, deyip Allah’a sormuyorlar.
Meselâ bazı akrabalarım kimi konuları bana hiç sormazlar. Çoğu zaman o işi
yaparlar bitirirler, ondan sonra duyarım ben. Bana hiç haber etmezler. Niye? E,
o konuda benim ne diyeceğimi önceden bildikleri için onu bana hiç sormazlar.
Şimdi sorarsak; dinlesek olmaz, dinlemesek hiç olmaz, iyisi mi onun haberi
olmadan yapalım bunu diyorlar. Galiba kimi insanların yapacakları işleri
Allah’a sormamasının altında yatan birinci sebep de budur. Yâni kitap ve
sünnete sormadan iş yap-malarının sebebi budur. Sordukları zaman hoşlarına
gitmeyecek cevaplar alacaklarını önceden kestirdikleri için iştahları kaçmasın
diye sormuyorlar Allah ve Rasûlüne.
2- İkincisi de, yahu bu da
Allah’a sorulur mu? diyorlar ve onun da Allah’a sorulacağının farkında
olmadıkları için Allah’a sormuyorlar. O konunun da İslâm’da ve Kur’an’da
sergilendiğinin farkında olmadıkları için Allah’a sormuyorlar. Meselâ tamam,
namazın kaç rekat olduğunu Allah’a soralım. Veya abdestin farzlarını Allah’a
soralım da, yâni nereden kazanıp nerede harcayacağımı da Allah’a soracak
değilim ya! Veya hangi mesleği seçmemiz gerektiğini de Allah’a soracak değiliz
ya! Veya nasıl giyineceğimi? Nerde okuyacağımı? Neleri okuyacağımı? Sabahleyin
saat kaçta kalkacağımı? Misa firlerime ne ikram edeceğimi?
Çocuklarımı nasıl eğiteceğimi de Allah’a soracak de-ğilim ya! Diyorlar ve
hayatlarının o bölümlerini Allah’a sormuyorlar, hayatlarının o bölümlerine
Allah’ı karıştırmamaya çalışıyorlar.
Ya da kimisini Allah’a,
kimilerini de başkalarına soruyorlar. Böylece hayatlarının bazı bölümlerine
Allah’ı, bazı bölümlerine de başkalarını karıştırdıkları için hakkı bâtılı
birbirine karıştırıyorlar. Namazı Allah’tan, ama mîrası başkalarından aldıkları
için hakkı bâtıla karıştırıveriyorlar. Orucu Allah’tan, ama hukuku
başkalarından, Haccı Allah’tan, ama ekonomik yapıyı başkalarından
aldıklarından, kılık kıyafeti başkalarından aldıklarından hakla bâtılı
karıştırıveriyorlar.
Bir de bizim müslümanlığımızın
zarûri bir neticesi olarak hayatımızda hakla bâtıl birbirine karışmaktadır. O
da şudur: Altı bin âyetlik bir Kur’an’ımız var. Peki bunlardan kaç tanesini
biliyoruz? İşte 30, 40, 50, 100, 200 tane. Geriye kalan o bilmediğimiz
âyetlerin bizden istediği hayat programında, bizler mecburen başka şeyler
uygulayacağız demektir. Çünkü bir şeyler yapıyoruz, yapmak zorundayız elbette,
durmuyor ki hayat. Yâni farz edelim ki insan hayatı 100 birim ve Kur’an âyetleri
bu 100 birimi düzenlemek için gelmiştir. Bakara şu birimi, Âl-i İmrân bu birimi,
Nisâ bu birimi, Tebbet burayı, İhlâs şurayı düzenlemek için gelmiştir. Yâni
hayatın tümünü düzenlemek üzere Allah bize bir kitap göndermiştir. O kitapta
hayatımızın bir bölümünü düzenlemek için gelmiş bulunan âyet birimlerini
bilmiyorsak, hayatımızın o bölümü hep bozuk olacak ve biz sürekli bâtılla
birlikte hakkı yaşayacağız; yâni hakla bâtılı birbirine karıştıracağız demektir.
Dahası:
"Bile bile hakkı da
gizlemeyin!"
Bir de bile bile hakkı
gizlemeyin! Çünkü siz, hakkı
biliyorsunuz. Hakkı biliyorsunuz siz! Siz Tevrat ehlisiniz! Siz Kur’an
ehlisiniz! Siz bu işi biliyorsunuz! Öyleyse siz bu karıştırma işini, bu gizleme
işini yapmayın! Her amelde, her eylemde, her fikirde ama. Bu kitap Fur-kân’dır.
Bu kitapta hak da bellidir, bâtıl da bellidir. Sizler bu kitabın, size
bildirdiği hak bilgisine sahip ola ola, hakkı bile bile dünya men-faatleri
sebebiyle bu kitabın hak ve bâtıllarını insanlara açıklamamak durumunda
olmayın. Ketmetmek, gizlemek, örtmek, örtbas etmek ko-numunda
olmayın.
Anlaşılmadı mı? Bir daha
söyleyeyim düzgünce inşallah: Ar-kadaşlar, hakla bâtılın birbirine
karıştırılmasını şöyle anlamaya çalı-şıyoruz: Hayatın değişik veçhelerini
Kur’an’ın tümü düzenlemek için gelmiştir. Meselâ diyelim ki Kur’an’dan Mâide
sûresini çekip çıkartsak, eğer hayatı düzenlemede bir boşluk olmayacaksa, o
zaman Mâide sûresi fazlalık olacaktır hâşâ. Öyle de olmadığına göre, biz bu
hayatı zaten yaşıyoruz. Kitapla beraber olsak da yaşıyoruz, kitapsız olsak da
yaşıyoruz..
Yâni kitaptan haberdar olsak da
hayat devam ediyor, olmasak da. Çünkü işte şu anda kâfirler de yaşıyor bu
hayatı. Şinktoist, Budist, ateist, hıristiyan, yahudi herkes yaşıyor bu hayatı.
Yâni bu hayat yaşanıyor. Ama yaşayın da nasıl yaşarsanız yaşayın! Her tür
hayattan razıyım demiyor Allah. Yâni bu hayatı biz Kur’an’la düzenlemekle
sorumluyduk. Kur’an’dan haberdar olmadığımız bölümü, biz Kur’an’dan habersiz
yaşadığımızdan dolayı, Kur’an’dan habersiz doldurduğu-muzdan dolayı, mutlaka
hayatımızda bir bâtıl bölüm olacaktır. Çünkü hayatımızın o bölümünü de Kur’an
düzenleyecekti, ama biz Kur’an’ın o bölümünü henüz tanımadığımız için mecburen o
bölümü başka türlü dolduracağız. Ve o zaman hayatımızda hakla bâtıl birbirine
karışacaktır. Yâni hayatımızda bildiğimiz kadarıyla Kur’an’ın düzenlemesi olduğu
gibi, bilemediğimiz kadarıyla da bâtıllar olacaktır. İşte böylece bizim
hayatımızda hakla bâtıl karışmış olacaktır.
Arkadaşın biri
öyle diyordu: Meselâ yeryüzünde ne kadar Kur’-an varsa tümünden bir anda on
cüzü siliverse Allah. Yâni Kur’an’ı bir açtınız ki, ilk baştan veya ortadan veya
sondan bir on cüz silinmiş! Ne yaparsınız? Veya şöyle sorayım: Haberiniz olur mu
bundan? Hiç haberimiz olmaz değil mi? E zaten yoktu ya! Birileri zaten bozuk
para gi-bi harcıyor müslümanların kitaplarının âyetlerini de hani kimin haberi
oluyor da? Belki tamam ya! Çok münâsip olmuş! Zaten okumakta güçlük çekiyorduk!
Azaldığı çok iyi olmuş, zaten lâzım değildi bize! İşte hatimlerde kullanacağımız
kadar, cenazede okuyacağımız kadar olsun yeter mi diyeceğiz? bir
düşünelim.
Allah korusun da Şeytan hem
Kur’an’ı elimizden almış, hem de Kur’an’ı elimizden aldığını kamufle etmek için
birazını bırakmış. Bizim hayatımızda azıcık bir Kuran var. Kimini de bazı
yerlerde kullandırıyor ki, hepsi var zannettirebilsin! İşte kırkıncı gece, elli
ikinci ge-ce, Ramazan’ın gecesi, Kadir gecesi filan derken, güya Kur’an
duru-yor! Halbuki ne Kur’an vardır ortada, ne de ona sahip çıkan! İşte hak ile
bâtılın birbirine karışmasını böyle anlıyoruz. Yâni hak ile bâtıl hayatımızda
karışıyor.
Meselâ bir makinede, bir
mekânizmada on tane ayar yeri olsa, bu ayar birimlerinden biz üç tanesinin
ayarını biliyor olsak. Elbette onların sadece üçünü ancak ayarlayabiliriz.
Ötekiler? Ötekiler ya ayarsız olacak ya da ayar yapamayacağız onları.
Böyle olunca da yâni ötekiler bozuk
olunca da, ayarlılar da bozuk olacaktır. Yâni bozuklar zaten bozuktur, ama hak
olduğu halde, doğru olduğu halde berikiler de bozuk olacaktır. Böyle bir
ayarsızlık, böyle bir düzensizlik var bizde, bizim hayatımızda. Meselâ adam
dinsel hayatını düzenleyen âyetleri bulmuş, hayatının o bölümünü onlarla
düzenliyor, ama hayatının geri kalan bölümünü de başka şeylerle düzenliyorsa, o
zaman hakla bâtılı birbirine karıştırıyor demektir. Meselâ namazdan sonra
tesbih çekmi-yor adam. Ama bunun günahlığını biliyor. Ya da öğle namazının ilk
sünnetini kılmıyor adam. Ama bunun günahlığını da biliyor. Yâni pek âlâ adam
dininin eksikliğinin farkındadır.
Yapmayın bunu! Karıştırmayın
hakkı bâtıla! Ya da: "Elbese" bir de örtmek, giydirmek demektir ya, o zaman
şöyle diyeceğiz: Bile bile, bâtılı hakkın üzerine örtüp de hakkı bakışlardan
gizlemeyin! İnsanların gözünden hakkı saklamayın! Hakkı kamufle
etmeyin!
1- Bâtıla hak elbisesi giydirip
onu insanlara hakmış gibi sunmayın. Bâtılı hakmış gibi insanlara yutturmaya
çalışmayın. Bâtıla hak hüviyeti kazandırmaya kalkışmayın.
2- Hakkı bâtılla örterek
insanların bakışlarından gizlemeyin.
3- Veya kendinizi, kendi
fikirlerinizi, kendi yazdıklarınızı hakmış gibi, Allah öyle diyormuş gibi
insanlara sunup hakla bâtılı anlaşılmaz hale getirmeyin! İleride gelecek,
Bakara sûresinde şöyle buyuracak Rabbimiz:
"Vay o kitabı elleriyle yazıp,
sonra da onu az bir değere satmak için işte bu Allah katındandır!
Diyenlere."
(Bakara:
79)
Vay elleriyle yazdıklarına! Vay
onların kazandıklarına! Adam kendisi bir düşünce ortaya koyuyor, sonra da
insanlar bunu Allah’tan zannetsinler diye arada bir âyet hadis okuyarak vahiyle
desteklemeye çalışıyor. Tanrı da böyle buyuruyor! İslâm da bunu emrediyor
diyerek hakkı bâtıla karıştırıyor.
Bir de hakkı gizlemeyin! İleride
gelecek: Kur’an’da mükerreren ehl-i kitaba, özellikle de yahudilere bu
hatırlatılır. Onların bu halleriyle müşriklerden herhangi bir farklarının
olmadığı ısrarla vurgulanır. Onlar Rasûlullah’ı tanıyorlardı, onlar hakkı
biliyorlardı. Onlar hak bilgisine sahiptiler:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu
(Muhammed’i) oğullarını tanıdıkları gibi
tanırlar."
(Bakara:
146)
Onlar hakkı öz oğulları gibi, ya
da avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Hani adım gibi biliyorum! Avucumun içi
gibi veya oğlum gibi biliyorum denir ya, işte bunlar, çocuklarını
tanıdıklarından da öte Allah’ın Resûlü’nü biliyorlardı.
Yahudiler tanıyorlardı; o havuza
girdikçe sırtındaki mührü işaret ediyordular birbirlerine. Bakın bakın işte bu
onun âhir zaman Nebi’si olduğunun belirgin alâmetidir
diyorlardı.
Rahip Busayra tanıyordu; amcasına
sakın onu Şam’a götür-me! Ona bir zarar vermelerinden korkuyorum diyordu. Onun
alâmet-lerinden haberdar olan ehl-i kitabın kıskançlıklarından dolayı ona bir
zarar vermelerinden endişe ediyorum diyordu.
Annesi Amine tanıyordu; çünkü
doğumu fevkalade olmuştu.
Peygamberlik özelliklerinin
tamamı açık bir şekilde ortaya çıkmıştı.
Süt Annesi Halime tanıyordu; O
evlerine geldikten sonra evlerine bereket gelmişti. Hayatlarına fevkalade bir
huzur ve sükun gelmişti.
Süt kardeşi Şeyma tanıyordu;
gözlerinin önünde melekler eliyle karnı yarılmıştı. Harikulade bir ameliyat
gerçekleşmişti. Buna tanık olmuştu.
Necaşi tanıyordu; ve Ebu Süfyan
anlattıkça tamam! diyordu, beklenen Nebî’nin ta kendisi diyordu. Saydığın
özelliklerin tamamı beklediğimiz âhir zaman Nebi’sinin özellikleridir
diyordu.
Varaka tanıyordu; Hatice anamız
ona durumu açtığında: Vallahi ona gelen, Mûsâ’ya gelen Namus-ı Ekberdir
diyordu. Keşke kavmi onu Mekke’den hicrete zorladığında hayatta olup ona destek
verebilseydim diyordu. Önceki peygamberlerin ve kitaplarının delâletiyle kesin
biliyordu ki kavmi ona hüsnü kabul göstermeyecek, vatanını terk etmeye
zorlayacaktı onu.
Pek çok âyetleri değiştirildiği
halde Tevrat ve İncil'e az biraz muttali
olan herkes tanıyordu Allah’ın Resûlü’nü.
Demek ki kitap ehli olanlar,
kitaptan nasibi olanlar, mürekkep yalayanlar, İslâm’ı, imanı, dini tanıyanlar,
Kur’an kursunda okuyanlar, imam Hatipliler İlâhîyatlılar, medrese görmüşler,
hoca çocukları, hacı çocukları, babası müftü olanlar, Allah ve Peygamberi adına
birazcık bilgisi olanlar var ya, onlar da Rasulullah’ı avuçlarının içi gibi
bilirler, tanırlar. Rasulullah’ın hak Peygamber olduğunu, onun peşinden
gidilmesi gerektiğini, Kuran ve sünnetsiz kurtuluşun olamayacağını bugünün
biz ehl-i kitapları da bilirler. Adım gibi, avucumuzun içi gibi biliyoruz, ama
zevklerimiz ağır bastığı için, menfaatlerimiz galip geldiği için, evimize engel
olur, işimizi etkiler, doktoramız yarıda kalır, doçentliğimiz iptal edilir,
tayinimiz çıkarılır, müşterilerimizi kaybederiz, okuldan atılırız korkusuyla
bugün bizler de gizlemeye çalışıyoruz hakkı. Sonra:
43:"Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû
edenlerle birlikte rükû edin!"
Burada İsrâil oğullarına
Peygamber Aleyhisselâm ve onun ashabının kıldıkları bir namaz hatırlatılıyor.
Kendilerinin ezip bozdukları bir ibâdet türü değil. Rasulullah’ın Allah’tan
aldığı ve pratik hayatta uyguladığı rükûlu ve secdeli bir namaz isteniyor
onlardan.
Namazı ikâme edin, zekâtı verin,
bir de rükû edenlerle beraber rükû edin! Burada olduğu gibi namazla secde,
namazla rükû aynı anda zikredilmişlerse o zaman bu secde ve rükû namazdakinden
ayrı anlama gelecektir. Çünkü bakın Allah namaz kılın! dedi, namazda zaten rükû
var ama ayrıca bir de rükû edenlerle beraber rükû edin! buyurdu. O zaman
buradaki rükû, namazdaki rükû demek değildir. Namazdakinden farklı bir anlama
gelecektir.
Buradaki rükû: Allah karşısında
bel bükün! Boyun eğin! demektir. Allah’ı dinleyin! Allah’a kulak verin!
Allah’ın istediğini yaşayın! demektir. Rükû edin; yâni Allah karşısında
ukalalık etmeyin! Allah’a kafa tutmaya, Allah’a akıl vermeye kalkışmayın
demektir.
Meselâ örtünün! denilmişse hemen
bu konuda rükûyu gerçekleştirin! Namaz kılın! Çocuklarınızı eğitin! Kitapla
tanışın! Hayatınıza Allah’ın istediği biçimde program yapın! denilmişse hemen
uygulamaya koymak üzere rükû edin! demektir bunun
mânâsı.
Namazı ikâme edin demek;, namazı
kılın! demek değildir. Bunu daha önce de demeye çalışmıştık. Namazı ikâme edin
demek;
1- Namazınız hayatınızın direği
olsun demektir.
2- Namaz, bedeninizin kulluğunun
ifadesi olsun demektir.
3- Namazla Allah’tan mesaj alın
ve hayatınızı bu mesajla düzenleyin demektir. Yâni iki namaz arasını Allah’a
verdiğiniz söze göre ayarlayın demektir.
4- Öyle bir namaz ikâme edin ki;
bu namaz, sizin ferdi ve içtimai hayatınızı dengede tutsun. Zekâtı da verin ki,
toplumsal prob-lemlerinizin tamamını bu zekât çözümlesin.
5- Bir de sadece kendi başınıza
bu işi yapmayın! Sizden önce de bu işi yapanlar varsa, onlarla beraber olun!
Onlarla beraber cemaat olarak ikâme edin! demektir. Onlarla bütünleşin
anlamına gelecektir. Varsa rükû edenler, Allah’ın emrine boyun bükenler, siz
de hemen onlarla bütünleşin! Anlamına gelecektir.
Yâni bu ağacı kucaklayın! demek
yâni sen kendi görevini yap ta, ama senden başka birileri onu kucaklamakla
meşgulse sen de onunla birlikte yardımlaş demektir. Yâni bu yemeği yiyin! demek
illa da birlikte yiyin! demek değildir bu. Sen ye de, birileri de yiyecekse sen
de onunla yemeye devam et!
Yâni.
Bu, yahudilere bir emirdir.
Buradaki namaz emri yahudilere yapılmaktadır. Öyleyse anlıyoruz ki, biliyoruz
ki namaz önce de var. İşte önceden beri, çok önceden beri var olan namazın
yahudilerde de aynen devam ettiğini anlıyoruz.
Namazın ikâmesinden söz edilir.
Kur’an’da "ikâme-i salât" sözü çok geçer. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde:
“Ben nasıl namaz kılıyor idiysem,
öylece namaz kılın!”
Buyurur. Ama o zaten peygamber
örnekliliğinde bir namaz kılıyor olduğuna göre, namazın ikâmesi zaten
peygamberin örnekliliğin-de vardır ve tamam, biz de aynı namazı kılmak
zorundayız. Allah "sallâ" yapın! demiyor ama bakın. Yâni bizim yaptığımız gibi
sallayın! değil. Ya ne?
"Salâtı ikâme
edin!"
"Veyl olsun o namaz
kılanlara!"
(Mâûn: 4)
Âyetinde ise namazı sallayanlar
anlatılır. Namaz kılmaktan gafil adamlar da, kıldık zannediyorlar veya namazı
bir hareket zannediyorlar. Veya namazı kılınca tamam zannediyorlar. Namaz
bitti, nama-zı kıldık, müslümanlık tamam zannediyorlar. Namazla din kurtarma
çabasına giriyorlar. Halbuki Kur’an’da, dinde, İslâm’da böyle hiç bir şeye
karışmayan, mücerret kendi başına bir namaz yok. Hiç bir şeye karışmayan, hiçbir
fonksiyonu olmayan bir namazdan söz edilmez İslâm’da. Hayata etkili olmayan,
hayatı düzenleme misyonu olmayan bir namaza namaz demez İslâm. Şimdi bize
dönüyorum. Şu kıldığımız namazların, görünüşte hiçbir fonksiyonu yok gibi değil
mi? Yâni bu kıldığımız namazların hayatımıza hiç etkisi yok gibi değil mi? Sanki
bi-zim hayatımızda namaz öncemizle, namaz sonramız hiç değişmiyor. Mektubu
atıp o dertten kurtulma işi var ya, aynen onun gibi. Ama bu kadar kötülemek
yanında şunu da diyelim, tabii insafsızlık olmasın: Bu hiç gibi olan, hiç
fonksiyonu yok gibi olan namazımızın görüyoruz nelere mal olduğunu. Yâni bu
kadarı bile bize bir şeyler yaptırıyor aslında. Bazı arkadaşlar anlatıyor,
onu, namazı terk ettiğim dönem sanki dinimi terk etmiş gibi oluyorum! diyor.
Allah kimseyi o duruma düşürmesin! İnşallah..
O zaman ikâmeyi şöyle bir
Türkçeleştirelim: İkâme; İki namaz arasındaki hayata karışan bir namazın
kılınışına ikâme diyoruz. İki namaz arasını düzeltme fonksiyonu olacak namazın.
Bu, tabi bedenî kulluğun ifadesi olacak. Bireysel kulluğun ifadesi olacak.
Zekât da toplumsal kulluğun ifadesi olacaktır tabii. Yâni namaz bireysel bir
kulluktur. Ben namazımı tek başıma da kılabilirim, ama zekâtı tek başı-ma,
kendi kendime veremem. Onun için zekâtı verebilecek birilerine muhtacım. Öyleyse
zekât toplumsal bir kulluktur diyoruz.
Bu âyette bizden öyle bir namaz
isteniyor ki, bu namaz:
1. Allah’tan mesaj alma özelliği
sağlayacak. Yâni o namazımızda ne dediğimizin, ne okuduğumuzun, hangi
taahhütlerin altına imza attığımızın, Rabbimize hangi sözleri verdiğimizin
farkına varacak ve namaz sonrası hayatımızda buna uygun davranacağız. Namaz
sonrası hayatımızı namazda aldığımız bu mesajla düzenleyeceğiz. İşte namazı
ikâme, namazı ayağa kaldırma bu anlama gelmektedir. İşte namaz bize bunu
sağlayacak bir,
2. Allah’a tekmil verme
özelliğini sağlayacak. Sanki emir kaynağı, emir makamı olan Allah’tır. Sanki
seccadede, onun huzuruna gidiyoruz, ama huzuruna gitmenin şartları var. Böyle
isli paslı gidilmez! Temizlik yapılacak, hadesten ve necasetten taharet. Açık
saçık gidilmez onun huzuruna, Setr’ul avret yapılacak. Zaman iyi ayarlanacak.
Öyle dambadak gidilmez, hedef iyi belirlenecek, yâni ne anlama gidiyorsun? Ne
için gidiyorsun huzura? Şöhret için mi? Para için mi? Makam için mi? Yoksa Allah
dedi diye mi? Ne için gittiğini belirleyeceksin. Sonra Allah’ı en büyükleme
ile, tekbir ile işe başlayacaksın. Allah’ı en büyük kabul edeceksin. Bundan
sonra da: Elhamdülillah diyecek ve sadece Allah’ı hamde lâyık görecek,
Allah’tan başkalarını hamde lâyık görmeyeceksin. Allah’ı Rab bileceksin. Onu
hayata karışır bileceksin. Hayatın programını yapmaya tek yetkili bileceksin ve
ondan mesaj alacaksın.
Kabul ya Rabbi, sen en büyüksün!
Kabul ya Rabbi, senden başkalarının önünde eğilmeyeceğim! Kabul ya Rabbi,
senden başkalarını övmeyeceğim! Kabul ya Rabbi, senden başkalarının dediği yere
gitmeyeceğim! Senden başkalarını dinlemeyeceğim! Senden başkalarının kulu
kölesi olmayacağım. İrademi senden başkalarına teslim etmeyeceğim. Namazla
senden aldığım bu mesajı namaz sonrası hayatımda bir an bile unutmayacağım.
Namaz sonrası hayatımı bu mesajla düzenleyeceğim. Sen nasıl istiyorsan ben
öylece yaşayacağım diye bir ondan mesaj alma vardır.
Bir de namazın
tekmil verme anlamı vardır. Sanki Cenab-ı Hak bizi yarattıktan sonra bize emir
vermiş. Beş saatte bir gelin ve bana tekmil verin! Beş saatte bir gelin! Ve bana
hayatınız hakkında bilgi verin! Göreviniz hakkında, yaptığınız işler hakkında
bana tekmil verin! diye. Hani işveren öyle yapar ya. Gel bana tekmil ver diye
adamlarını yanına çağırır ya. Ama öyle bir işveren ki, her şeyi aslında
biliyor. Kimin ne yaptığını da biliyor, ne yapmadığını da biliyor.
Gizlediklerini de biliyor, açığa vurduklarını da. Kalpten geçeni de biliyor,
niyetleri de biliyor. Ama buna rağmen bizden de tekmil istiyor. Her gün ne
yaptığımızı kendisine bildirmemizi istiyor. Hayatımızın raporunu vermemizi
istiyor.
İşte biz
namazla Allah’ın huzuruna çıkıyor ve o namaz öncesi yaptıklarımızın raporunu
sunuyoruz. Diyoruz ki: Ya Rabbi ben senden başkasının önünde eğilmedim! Hamdi
sana has kıldım! Senden başkasını övmedim! Sadece sana muhtaç olduğumu bildim!
İsteyeceğimi senden başkasından istemedim! Sadece sana dua ettim! Sadece sana
sığındım! Rızkı sadece senden bildim! Alîm olarak, bilgisi tam olarak sadece
seni bildim! Sadece senin bilgine müracaat ettim! Sadece senin için bir hayat
yaşadım! Diyerek tekmil veririz Rabbimize.
Tabi hayatı
düzgünse bunları söyleyebiliyor adam. Ama hayatı bozuksa bunları söylemekte
güçlük çekiyor. Namazın sonunda dua bile edemiyor adam. Niye? Ya yüzüne vurursa
Allah! Ya bu ne biçim hayat? Ya bu söylediklerinin tamamı yalandan ibarettir
deyiverirse diye korkusundan yakarışta bile bulunamıyor
adam.
İşte böyle tekmil verilen, mesaj
alınan bir namaz olursa bizim namazımız, o zaman o namaz dinin direği olan bir
namaz olmuştur. Ama Allah korusun şu anda pek çoğumuzun yaptığı gibi, sadece
çadırın ortadaki direği gibi olunca namazımız, direk tek başına bir anlam
taşımayacaktı ya. Sapıyla, ipiyle ve tüm müştemilatıyla o direk çadırı ayağa
kaldıracaktı. Yâni namazda tüm hayatı ayağa kaldıracaktı ya, işte böyle bir
namaz olmalı bizim namazlarımız. Ama öyle değil de yatıp kalkmak biçiminde bir
namaz kılarsak, o zaman sadece direk dikiyoruz demektir. Her yere direkler
dikiyoruz ama gün olur bu direkleri muhafaza bile dert olur. Kendi kendine
duramaz ki onlar! Gün olur zorlanırız. Zorluk çekeriz. Ve bugün namazın kimi
müslümanların hayatında yük olduğunu ben görüyorum zaman zaman. Zorlaşıyor, yük
oluyor, zorlanıyor, ama ne yapsın. Evde kılacak, vapurda kılacak, dükkanda
kılacak, derste, teneffüste kılacak, eğitim anında kılacak,
kılacak.
Ama böyle hayattan kopuk, hayata
etkili olamayan ve duvarsız, müştemilatsız sadece direk dikme türünde bir
namaz değil de na-mazın istediği hayatı yaşayarak bir namaz kılabilirsek, o
zaman namazın dediği hayatı yaşarken namaza yer vardır o hayatta. O zaman bu
hayat onu doldurucu, destekleyici olur ve namaz zevk verir. Böyle bir hayatta namaz hiç de
zor gelmez mü'mine. Yâni o hayat benim olunca, yâni çadırım benim olunca, o
zaman çok kolay olacaktır bu iş.
O zaman direk hoş oluyor değil
mi? Öteki türlü hayattan ayrı namaz olmuyor, işte görüyoruz. Adam namaza bir
durayım da ayağımdaki oku öyle çıkarın filan, olmuyor. Sanki namazın dışında
Allah-tan ayrıymış da namazda Allah’la beraber. İşte durun da Allah’la bir
beraber olayım! demiş de ve de oku çekmişler ayağından da, haberi bile olmamış
da, bu da fıtrata aykırıdır diyoruz. İnsanın haberi olur yâ-ni. Hattâ aman
çalınma ihtimali filan olursa ayakkabını önüne koy da haberin olsun! diye
emirler görürsünüz orada.
Veya meselâ balgam gibi bir
şeyler tükürecekseniz, karşınıza tükürmeyin, onu ayağınızın altına alın!
deniyor. Böyle olunca haberin olacak yâni bunlardan. Zaten Allah bizden böyle
bir namaz da iste-miyor..
Evet işin aslı, bizim namazların
pek tadı yok. Hani nasıl desem, mercedesin önünde işte yıldız gibi bir putu var
ya, yuvarlak yıldız mı diyorlar ne? Onu çok seviyoruz, ama bizim arabada onu
takacak yer yok. Arabamız mercedes değil, murat yâni. Ama olsun diyoruz! Ve
murada onu takmaya kalkıyoruz. Bizim namaz biraz öyle gibi
yâni.
Aslında namaz hayatın yapı
taşlarıdır. Hayatı Allah namazla doldurmuş; yâni hayatı namazla belirlemiş
Allah. Namazla belirlenen hayat içinde uykuya zaman ayırın! Yemeğe zaman
ayırın! Okumaya, yazmaya zaman ayırın! Şuna şuna zaman ayırın! demiş tamam.
Bunlar namaza göre ayarlanacak. Yâni önce namaz sonra namazdan arta kalan zamanda da bunlar
yapılacak. Çünkü bunlar hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Biz hayatta yaşamak zorunda
olduğumuz bu işlerin aralarını namazla dolduracağız, namazdan aldığımız mesajla
dolduracağız. Ama biz şu anda öyle yapmıyoruz da hayatımızın vazgeçilmez
birimleri var, biz onları yaşarken namazı araya sıkıştırıveriyoruz. Yâni
aslında bizim hayatta namaza yer yok! Ama biz yine de onu bir yerlere
takıveriyoruz.
Meselâ bugün bir fabrikaya
gittim. Öğlen ezanı saat birde okundu. Niye orada öyle okunur diye sordum. Dediler ki: İşte vardiye, yemek zamanı öyle
denk geliyor ne yapalım! Hem böyle bir saat geç okutturuyor adam, hem de resmen
hoparlörle ezan okutturuyor. Böyle garip bir şey. Böylece hem işimizin düzeni
bozulmayacak hem de araya bunu sıkıştırıvereceğiz. Namaz değil de aslında bu
hayatın aksesuarı.
Evet namazı ikâme edin! Başka?
Bir de:
"Zekâtı da
verin!"
Böylece kişi zekât ile maldan
vazgeçebilmeyi öğrenecektir. Yâni malın sahibinin Allah olduğunu
öğrenebilecektir. Değilse kişi malının bir kısmını def edecek de gerisinde tam
söz sahibi olacaktır değildir mânâ tabii. Ne demekti zekât? Ya Rabbi! Bu malı
sen izin verdiğin için kazandım! Senin izin verdiğin yerden kazandım! Senin
izin verdiğin yerde harcayacak ve senin izin verdiğin gibi sarf edeceğim! Bunun
şiarı olarak da, ispatı olarak da senin namı hesabına işte birilerine
veriyorum! diyecektir. Yâni ya Rabbi! Bu mal mülk senindir! Ben karışmıyorum
buna! Malımın hepsi senindir! Mânâsına gelecektir bu. Ama hal böyleyken
bakıyoruz bugün adam malının içinden zekât miktarını ayırdıktan sonra gerisine
karıştırmıyor Allah’ı. Sanki al senin hakkın bu! Gerisine karışma! diyor!
Zekat sanki Allah için sus payı gibi değerlendiriliyor. Olmaz ki
böyle.
Çünkü İslâm, zekâtı emretmenin
yanında, aynı zamanda mal kazanmaya bu kadar hırslı olmamayı da emreder. Adam
mal kazan-maya o kadar hırslı ki, zekât verse de o onu temizlemez. Meselâ
nasıl hırslı? İlim öğrenmeye vakit bırakmayacak kadar hırslı! Kur’an öğrenmeye
vakit bırakmayacak kadar hırslı! Çoluk çocuğunun eğitimiyle ilgilenemeyecek
kadar hırslı! Akşam ezanında camiye, yatsı namazında mescide, sabah namazında
müslümanlarla beraber olmaya gidemeyecek kadar hırslı. Sonra da kazandığından
zekât veriyor. Al şunu da ağzını tut diyor sanki. Ben böyle zekâtları almıyorum.
Meselâ birisi çağırmıştı, işte zekâtı verelim filan diye, hesaplatmak için
çağırmış Ramazan’da.
Olmaz arkadaş! dedim, senin
malına zekât düşmez! Yahu doğru söyle! filan dedi. Dedim ki, gerçekten olmaz!
Senin malına zekât düşmez! Sen bunları sadece kendine harcamaya devam et
başkasını da sorma dedim. Israr edince yanında biri vardı. Mecburen izah ettim.
Değilse o gün demezdim ona, biraz da o uğraşsın, işi ne? derdim de, ama yanında
birisi olduğu için mecburen izah etmek zorunda kaldım. Dedim ki arkadaş! Senin
literatürde, senin işte, senin meslekte birtakım ne demektir? Birtakım eşya?
Meselâ yemek odası, yatak odası, oturma odası, kalkma odası, amuda kalkma odası,
diz çökme, bağdaş kurma odası işte hepsi. Şimdi bir eve bundan kırk takımın olsa dedim hangi
birini bir fakire vereceksin? Kırkta birini bir fakire
vereceksin.
Peki kim o fakir dedim? Var mı
öyle biri? Yâni hangi fakire verilir bu? Bulunur mu böyle bir fakir? Bunu alsın
da ne yapsın o fakir ya? Nerede kullanacak fakir bunları? Bu senin kullandığın
eşyayı nerede kullanacak fakir? Öyle değil mi ama? Bugün müslümanlar müs-lümana
lâzım olmayan şeyin ticaretini yapıyorlar. Meselâ adam içki satıyor idiyse
zaten veremez onu fakire de, çünkü haramdır bunu bi-liyoruz da, aynı zamanda
ihtiyaç olmayan şey de haramdır müslüma-nın hayatında, bunu bilmiyoruz. İhtiyaç
olan şey: Meselâ yatak lâzım değil mi? Evet lâzımdır ama on beşinci yatak
haram! Elli beşinci hep-ten haram yahu! Meselâ kadının süslenmeye ihtiyacı var.
Ama erkeği de, yok dediyse, işte iyi kötü giyinecektir. Yahu olur mu, ihtiyacım
var-dı benim! demesinin anlamı yoktur. Meselâ tokken yemek, Rama-zanda yemek
haramdır. Meselâ bir adamın yıllık öğle yemeği ihtiyacı mümkün değil üç yüz
altmış gün olamaz. Çünkü İslâm belirlemiştir onu. Muhakkak bir kere, bir ay
yemeyecektir Ramazanda.
Bakın Allah Resûlü der
ki:
“Allahu Teâlâ birtakım şeyleri
farz kılmıştır. Onları zayi etmeyiniz. Bazı mâsiyetler için de birtakım hadler
koymuştur, onları da asla tecavüz etmeyin. Birtakım şeyleri haram kılmıştır,
onlara el uzatmayınız. Birtakım şeylerden de unutkanlık eseri değil, size mahza
merhametinden dolayı sükut etmiştir. Onları da
soruşturmayın.”
Allah farzlar kılmış, sakın
onları zayii etmeyin. Bunlarsız cennet olmaz! demiş. Bir çizgi, bir hat çizmiş
ve sakın bunları aşmayın! demiş. Bir de haramlar kılmış, sakın oraya da
düşmeyin! demiş. Peki nedir bu mobilyacılık? Nedir bu askıcılık? Allah Resûlü;
“yatarken elbisenizi dürüp besmeleyle bir yere koyun ki Şeytan ondan istifade
etmesin!” buyurur. Biz de askılara takıp, ey şeytan bak sana hazır burada
bekletiyoruz! Rahatlıkla bunu kullanabilirsin! diyoruz sanki. Peki olur mu
İslâm toplumunda bu meslekler? Bunları çoğaltabilirsiniz. Şu kadarını
söyleyeyim: Yaptırıcısı İslâm olmayan her şey İslâm’da bâtıldır. Öyle olsaydı
İslâm yaptırırdı zaten onu! Bugün bu mesleklerin yaptırıcısının İslâm olduğunu
hiç düşünemiyoruz. Baklavacılık, sebzecilik, pastacılık ta öyle. Ama
unutmayalım ki yarın sorulacak adama. Her yaptığımız iş konusunda: Bu konuda
Rabbiniz kimdi? denilecek. Bunu yaptıran kimdi sana? Neden aldın bunu? Neden
sattın? Neden yaptın bu işi? Kim dedi de yaptın? Ya Allah dedi de öyle yaptım!
diyecek adam ya da işte bilmiyorum, Zerdüşt buyurdu da onun için yaptım!
diyecek. İşte ihtiyacımdı ya Rabbi! Güzel görmüştüm ya Rabbi! Uygun bulmuştum ya
Rabbi diyecek ve mâzeretini sunacak Allah’a. Allah da tamam, benim istediğim de
buydu, iyi yapmışsın demişse ne âlâ, değilse Allah
korusun.
Meselâ bakın namaz, namaza kimse
laf edemez değil mi? Bunun bile yaptırıcısı Allah değilse, bu bile bâtıldır.
Diz kireçlenmelerini önlemek için, jimnastik hareketi için kılınan namaz, yâni
yaptırıcısı Allah olmayan namaz da bâtıldır. Öyleyse yaptırıcısı İslâm olmayan
bütün eylemler bâtıldır.
"İnanan ve inancının gereği olan
amelleri işleyenler."
Bunların bu konudaki imanları
vahiyden kaynaklanıyorsa bu güzeldir. Ama değilse salih amel değildir o. Bir
amelin yaptırıcısı İslâm değilse o amel salih amel değildir. Bazı ameller
İslâm’da suç olmasa da eğer onların yaptırıcısı İslâm değilse yine salih
değildir onlar. Meselâ evin bazen geniş olması suç mu? Hayır. Meselâ fethettin
bir bölgeyi, Japonya’yı aldın ve orada karşına beş yüz metrekarelik bir ev
çıktı. Ne yapacağız? Yıkacak mıyız bunun bir kısmını? Yıkmak da bâtıl zaten. Ama
benim demek istediğim o ki: Bu hem hedef belirtmeyecek bizim için, yâni
hedefimiz olmayacak böyle bir ev, hem de orada oturuşumuzun modelini İslâm
belirleyecek.
Meselâ öyle
bir zekât sistemi ki infakı ortadan kaldırmış. İnfakı ortadan kaldırıcı olan
zekât anlayışı da bâtıldır. Çünkü Allah zekâtla infakı ayrı ayrı zikretmiştir.
Hem "infak ederler" der, arkasından da hem de "zekât verirler" ifadesini
kullanır Bakara sûresi 177. âyette. Sonra buyurur ki
Rabbimiz:
"Rükû edenlerle beraber de rükû
edin!"
Bakın burada rükû namazdan ayrı
zikredilmiştir. Namazdan daha şümullü bir kelimedir bu. Eğer Kur’an-ı Kerîmde
namazla birlik secde, namazla birlik rükû zikredilmişse o zaman namazdan farklı
bir rükû ve secde anlamına gelecektir bu. Rükû edenlerle birlikte rükû edin!
demenin anlamı: Bu konuda sizden önce birileri yoksa yine yapın! Ama sizden
önce birileri varsa, o zaman siz de onlarla birlik olun! demektir. Yâni onlarla
beraber yapacağınız görevler vardır, onu da onlarla beraber yapın! demektir.
Topyekün müslümanlarla birlikte hareket edin, kendinize ait oluşturduğunuz
küçük küçük gruplarla hareket etmeyin. Yâni İslâm’ın sorumluluk anlayışı,
kişiyi sorumluluktan kurtarmak değil onun sorumluluğunu düzenleme
çabasıdır.
Şimdi cemaate dahil oluyor adam,
İslâm’ın yüz biriminin on tanesi kendine yükleniyor, onun da onda altısını
yaptı mı, yâni altısını yaptı mı ben yüzde atmışı yaptım sevincinde oluyor.
Oysa yüzde altısını yapıyor. İslâm’da bu yok! Ya ne var? İslâm’da kişinin,
bireysel planda görevleri yanında, toplumsal planda görevleri hatırlatılır. Sen
birimsin, ama toplumun da bireyisin. Yâni sen kendin yiyorsun, kimse olmasa da
onu yine yiyeceksin. Ama birileriyle yerken de dikkat et! Hem ona örnek olma
açısından, hem de onunkini yememe açısından. Eh bunu anladınız, şimdi söyleyin
bakalım:
44: "İnsanlara birr’i emredersiniz de, kendinizi
unutursunuz öyle mi? Üstelik kitabı da okuyorsunuz. (Aklınız yok mu sizin?)
Aklınızı kullanmayacak mısınız?"
"Bir de üstelik kitabı da
okuyorsunuz. Aklınız yok mu sizin? Aklınızı kullanmayacak
mısınız?"
İnsanlara birr’i emredersiniz de
kendinizi unutursunuz öyle mi? Birr ne? Bakara 177 de gelecek. Birr; imancı
olmak, infakçı olmak, namazcı olmak, zekâtçı olmak, takvacı olmak, sabırcı
olmak ve tasdikçi olmak demektir. Öyleyse siz insanların böyle olmalarını
emredersiniz, sonra da kendinizi unutursunuz öyle mi? Meselâ Mutaffifin sûresinin hemen başında
birr anlatılır:
"Vay o eksik tartıp ölçen
hilecilerin haline! Ki başkalarından aldıkları vakit tam ölçüp alırlar, ama
başkalarına ölçtükleri vakit de eksik verirler."
(Mutaffifin:
1,2,3)
Yâni birilerine farklı
ölçersiniz, kendinize farklı ölçersiniz! denilir. İstemeye gelince tam
istersiniz, tamı istersiniz, ama ödemeye gelince hep eksikten yana olursunuz.
Meselâ çocuklarınızdan, hanımlarınızdan itaat beklerken tam, ya da tama yakın
bir itaat beklersiniz, ama kendinizin onlara karşı sorumluluklarınız söz konusu
olunca da, meselâ onlara din duyurma, onları müslümanca eğitme sorumluluğunuz
söz konusu olunca da eksik ölçersiniz. Veya hanımlarınızdan, çocuklarınızdan tam
itaat bekleyen sizler, kendinizin Allah’a itaati söz konusu oldu mu da hep
eksikten yana, eksiltmeden yana olursunuz. Veya hani başkalarının hanımı şöyle şöyle
davransın, ama senin hanımın yapmasın. Başkalarının çocuğu şöyle yapsın, ama
senin çocuğun yapmasın. Başkalarının kadınlarına anlat, ama kendi hanımına
anlatma gibi mi yapıyorsunuz? Başkalarını düşünüyorsunuz ama ken-dinizi
unutuyor musunuz? Başkalarına duyurduğunuzlar konusunda kendiniz nötr mü
davranıyorsunuz? Başkalarının hesabını yapıyorsu-nuz da kendi hesabınızı
unutuyor musunuz? Başkalarının müslüman-lığı konusunda titiz davranıyorsunuz da
kendinizi unutuyor musunuz? Veya:
Âyetiyle de birleştirmiş kimi
tefsirler burayı: Yâni:
"Ey mü'minler yapmadığınız şeyin
niye sözcülüğü-nü yapıp duruyorsunuz?"
(Saff:
2)
Yâni konuştuğunuz şey konusunda
niye kendinizi unutuyorsunuz? Bir şeyin sözcülüğünü yapıyorsanız, onu eyleme
geçirin! Ya da birilerinin yapmasını emrediyorsanız, siz de bizzat onu yapın!
Anlamına gelir. İnsanlara bir şeyler söyler de kendinizi unutur musunuz? Veya
kendinizin yapmadığı, yapmayacağı şeyleri niye söylüyorsunuz? Bunun birkaç
anlamı var, inşallah onları demeye çalışalım:
1- Yapmanın konusu olmayan
şeyleri niye konuşuyorsunuz? demektir bunun mânâsı. Yâni amelin konusu olmayan
şeyleri, yarın amele dökülemeyecek konuları, sizi amele sevk etmeyecek
konuları niye konuşup duruyorsunuz? Meselâ ne gibi? A.B.D’ yi konuşuyoruz,
Çin’i, Maçin’i, Mançurya’yı konuşuyoruz. İnkaların Amerikan kültürüne etkilerini
konuşuyoruz. Sumatra dosyasını konuşuyoruz, devlet kurmadan, devlet yıkmadan
konuşuyoruz. Başkalarının çocuklarının eğitim problemini konuşuyoruz. Yâni
bütün bunlar bizden amel istemiyor ki! Lüks şeyler bunlar! Yarın amele
dökülemeyecek fantezik konuları niye konuşuyorsunuz? diyor
Allah..
2- Bir ikinci mânâsı da: Yâni
sizler hep söz müslümanı mı olacaksınız? Hep söz planında mı müslüman
olacaksınız? Amel planında müslüman olmayacak mısınız? Hep sözlü mü
olacaksınız? Hep böyle sözlü mü kalacaksınız? Nişanlanıp evlenmeyi hiç
düşünmüyor musunuz? Namazını kılmayacağınız yere niye abdest alıyorsunuz?
Abdest, bir daha abdest, bir daha abdest! Yeter ya bir de namaz kılmayı
öğrensenize! Halbuki konuşma yerine iş yapmayı sever
Allah:
"Muhakkak ki Allah kendi yolunda
birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf olarak çarpışanları
sever."
(Saff:
4)
Yâni konuşma yerine iş yapmayı
sever Allah. Saf saf savaş toplumu olarak Allah yolunda savaşanları sever
Allah. Bu işin edebiyatını yapanları değil! Efendim yapmak lâzım, kurmak lâzım,
kırmak lâzım gibi laf ebeliğiyle meşgul olanları değil.
3- Bir de bu tür âyetlerden bizim
anlayacağımız: Mü'min söylediği şeyi mutlaka kendisi bizzat yapmalıdır,
yaşamalıdır. Sanki Allah korusun sözleri bir vadide, kendisi başka bir vadide
olmamalıdır. Sûrenin başında:
(Bakara:
17)
De anlatılan münâfıklar gibi
olmayacak yâni. Başkalarını ay-dınlatırken kendisi karanlıkta kalanlar gibi
olmayacak. Yâni kişi söy-lediğini kendisi de yaşayacak. Ama yaşamadığını
söylemeyecek değildir mânâ. Bunu bir daha söyleyelim: Kişi başkalarına yapın
diye tavsiye ettiği şeyleri kendisi bizzat yaşamak zorundadır. Ama bunun
mefhum-ı muhalifi caiz değildir. Yâni yaşamadığı şeyleri söylemeyecek demek
doğru değildir. Öyle olursa yâni meselâ ben sadece kendi yaşadıklarımın dışında
insanlara bir şey anlatamazsam, bir şey söyleyemezsem o zaman din eksik
anlatılır. Meselâ ben sadece kendi yaşayabildiğimi anlatırsam, ötekisi de kendi
yaşadıklarını anlatırsa o zaman din güdükleşir. Ben bildiğim dini tümüyle
anlatmak zorundayım. Benden daha güzel bu dini yaşayan birileri çıkabilecektir
zira.
Nitekim Allah’ın Rasûlü veda
hutbesinin bir bölümünde kendisini dinleyen ashabına şöyle buyurmuştur: Burada
olanlar bu duyduklarını duymayanlara aktarsın! Umulur ki sizden daha iyi
anlayıp yaşayanlar çıkabilir! Öyleyse meselâ ben gece namazı kılmıyorsam, eh ben
bunu yapamıyorum, öyleyse kimseye anlatmamalıyım! diyemem, zira benden daha
güzel bu işi beceren birileri çıkacaktır, o halde gece namazını da anlatmalıyım.
Veya ben zengin değilim, zekât veremiyorsam da onu birilerine anlatmak
zorundayım. Veya çocuğum yok, çocuk eğitimi konusunda herhangi bir şey
yapmıyorum, ama çocuğu olanların bilmeleri için bu konudaki hükümleri de
anlatmak zorundayım.
Hani İmamı Azam Efendimize izâfe
edilen bir yalan var: Şeker hikâyesi. Adamın biri şeker yiyen şeker hastası
çocuğunu, İmam Ebu Hanife’ye getirir ve der ki: Ey imam bu çocuğa bir nasihatte
bulunsanız da şeker yemese! İmam Ebu Hanife Efendimiz der ki; “Al bu çocuğu
götür, kırk gün sonra getir.” Adam götürür çocuğu ve kırk gün sonra getirir.
İmam Ebu Hanife Efendimiz çocuğu karşısına alır ve üç kere; “Oğlum şeker
yemeyeceksin!” Buyurur ve artık çocuk ta bir daha şeker yemez. Babası der ki;
“Ya imam, söylediğin üç cümle, bunu kırk gün önce söyleseydin de oğlum kırk gün
bu azabı çekmeseydi olmaz mıydı?” İmam Azam der ki; “Ben o anda kendim şeker
yiyordum, o durumdayken çocuğa şeker yeme deseydim tesirli olmaya-caktı. Ama bu
kırk gün zarfında ben sabredip şeker yemedim, kendimde tatbik ettiğim için,
kendim yaşadığım için tesirli oldu!” der. Hikâye tabii.
O zaman şunu
sormamız gerekecek: Peygamberimiz Ebu Cehil’e tesirli olamadı. Acaba Allah’ın
Resûlü yaşamadığı için mi tesirli olamadı? Bu yanlıştır, çünkü tesir bizden
değil Allah’tandır. Bir de birilerine şekeri yasaklamak için illa da biz şeker
yemeyeceğiz diye bir şey yoktur. Şu anda benim anamda tansiyon var ve ben onun
önünden tuzu çekiyorum, ama bana yasak olmadığı için ben kendim yiyorum tuzu.
O da şekeri benim önümden kaldırıyor tabii. Evet:
İyiliği, birri, hayrı, İslâm’ı,
imanı insanlara emredersiniz de ken-dinizi unutur musunuz? İnsanları imana
davet ettiği halde kendi dün-yasında kendince bir hayat süren insanlara
söyleniyor bu söz. Yâni pratikteki hayatlarıyla teorideki hayatları farklı olan
müslümanlara deniyor. Çünkü bakın sonra da deniyor ki, üstelik sizler kitabı da
bili-yorsunuz. Siz kitabı da okuyorsunuz. Kitaptan da haberdarsınız. Ger-çi
İslâm toplumunda bir grubun âlim, diğer bir grubun da bu âlimlere tabi olan bir
grup olması gibi mutlak mânâda bir ayırım söz konusu değildir. Her müslüman
kendi çapında âlim olmak zorundadır. Yâni kendilerinden daha çok âlim
olanlardan bilgi, kendilerinden daha az âlim olanlardan da yine bilgi
alışverişi kurmak zorundadırlar. Yâni her bilen bildiği kadarının âlimidir.
Bundan dolayıdır ki, her bilenin kendi bildikleri kadarını birilerine
ulaştırabilme sıkıntısını yaşaması gerek-mektedir.
İşte bu âyet
mü'minlerin bu sıkıntılarına çözüm getirir. Yâni siz insanlara iyiliği emreder
de kendinizi ihmal mi edersiniz? Üstelik siz biliyorsunuz da bunu? Aklınızı
kullanmıyor musunuz? Buyurulur.
45:"Sabır ve namazla Allah’tan
yardım isteyin. Gerçi bu nefislere ağır gelirse de haşiîn olanlara ağır
gelmez."
Onun için yardıma ihtiyacın
olacak, yardıma muhtaç olacaksın. Bunu başkalarına deme ve bunu kendin yapma
konusunda yardıma muhtaç olacaksın. Bu durumda da biri sabırla, diğeri de
namazla Allah’tan yardım iste! Allah’ın yardım kapılarının anahtarı sabır ve
namazdır. Bazen nefsin egemenliği, bazen dışındaki ve içindeki şeytanlar, bazen
mal mülk derdi, seni baş aşağı getirecek noktaya gelebilir. Bazen bir şeylerden
dolayı güçsüz düşebilirsin. İşte o zaman da sabır ve namazla Allah’tan yardım
iste! Sabır; direnç demektir. Ve-ya dayanmak demektir, süreklilik veya
devamlılık demektir. Kâfirlerin de hareketlerinde bir sabır veya müslümanların
da hareketlerinde bir sabır söz konusudur.
Meselâ
kâfirler peygamberimiz karşısında dayanabilmek için birbirlerine yürüyün!
dediler. Aman bu peygamber karşısında pes etmeyin! dayanın, dişinizi sıkın ve
sabredin! dediler. Sâd sûresinde bu husus şöyle
anlatılır:
"İlâhlarınıza sarılarak yürüyün!
Dayanın! Sabredin! Zaten sizden istenen de
budur."
(Sâd:
6)
Diyorlardı. Eğer siz İlâhlarınıza
sabreder, İlâhlarınıza sıkı tutunursanız bu peygamberin size yapabileceği bir
şey yoktur, diyorlardı. Ve gerçekten de "Ben dedemi şu putun önünde secde
ederken buldum. Ey Muhammed, ne yaparsan yap, beni dedemin yolundan
çeviremezsin!" diyerek putuna sabredip sıkı tutunan Ebu Cehil’e Allah’ın Rasûlü
hiç bir şey yapamıyordu.
Bugün de aman İlâhlarınıza sahip
çıkın! Aman demokrasiye sahip olun! Aman laiklik elden gidiyor! teraneleri
atanların niyetleri de galiba budur. Hocalarının yolunu takip ediyor adamlar.
Onların İlâhlarına sarılıp sabrettikleri kadar keşke bugün müslümanlar da kendi
İlâhlarına, İlâhlarının kitabına sarılmayı bir becerebilselerdi, tüm dünya
düşman olsa bile kimsenin yapabileceği bir şey kalmayacaktı onlara. Dünya
üstlerine gelse imanlarında sarsamayacaktı onları.
Zaten sizden istenen de budur!
Siz ilahlarınıza iyi tutunur ve yolunuza devam ederseniz bu peygamberin size
yapabileceği hiç bir şey yoktur diyorlardı. Sabırlı olmak demek bıkmamak,
usanmamak demektir. On yıldır namaz kılıyorum! Yeter artık dememek sabırdır. On
yıldır içki içmiyorum! Yeter artık bu kadar dememek sabırdır. İbâdetten
bıkmamaya, günahtan kaçınmaya devam etmek sabırdır. Allah’ın nasıl isterse
bizi öylece imtihan ettiğine, edeceğine, gönderilen sorular istikâmetinde
Allah’a kulluk etme şuurunun devamına da sabır diyoruz. Bazen yangınla, bazen
hastalıkla, bazen zenginlik, bazen fakirlikle, Rabbimizin bizi nasıl isterse
öylece imtihan edeceğine iman etmek, sabırdır. Bazen müslümanların
zafiyetleriyle, bazen kâfirlerin gücüyle, bazen zaferle, bazen yenilgiyle,
bazen Bedir’le, bazen Uhud-la imtihan eder Allah. Biz de o konuda sabredeceğiz.
Yâni o konuda nasıl kulluk etmemizi istiyorsa öylece kulluk edeceğiz. Sabır,
insanın vücudundaki baş mesabesindedir. Başı olmayan bir bedenden nasıl ki
hayır beklenmezse, sabrın kontrolünde olmayan bir imanda da bilelim ki, hayır
yoktur. Sabır çok önemlidir İslâm’da:
“İnnallahe
mea’ssabirin” denirken
“İnnallahe meal-musallin”
Denmediğini
görüyoruz. Yâni Allah namaz kılanlarla beraberdir denmezken, Allah
sabredenlerle beraberdir dendiğini görüyoruz. Çünkü sabır, namazdan da
şümullüdür. Zira namaz kılabilmenin, bunları yapabilmenin yolu da sabırdan
geçer. Namaza sabredecek ki kişi, namazı kılabilsin. Zekâta sabredecek ki,
verebilsin. Sabır önemlidir. Kulluğa sabır, her şart altında kulluğu sürdürmeye
sabır, şeytana ve şeytan taraftarlarına uymamaya sabır. Günahlara düşmemeye,
nefsin arzularına kanmamaya sabır gibi.
Evet namazla ve sabırla Allah’tan
sürekli yardım isteyeceğiz. Çünkü her ân şeytanla karşı karşıya bir hayat
yaşıyoruz. Üstelik şeytanın tüm yardımcıları da bizi çepeçevre
kuşatmışlardır.
Şeytanın sıkıntıları, şeytan
dostlarının ürettiği sıkıntılar, dünyanın tabîi sıkıntıları, bir de
müslümanlıklarının farkında olmadan yaşayan müslümanlardan gelecek sıkıntılar
bizi bunaltacak noktaya geldiği zaman başka da çaremiz yoktur. Tüm bu aleyhte
şartlara rağmen yine de müslüman kalabilme bilinciyle Rabbimizden yardım
isteyeceğiz. Sabır ve namazla Allah’tan yardım
isteyeceğiz.
Namazla ve sabırla Allah’tan
yardım dileyin, ama:
"Gerçi bu namaz nefislere pek ağır gelir.
Ancak haşiûn olanlar bunun dışındadır"
Ama bu sizin Allah’tan yardım
isteyeceğiniz namaz, gerçekten çok ağır ve zor bir konudur. Allah’a bağlanmanın
özünü kavrayama-mış, Allah’ın ulûhiyeti ve rubûbiyeti karşısında tam
teslimiyet gösterememiş insanlara namaz ağır gelir, zor gelir. Lâkin huşû
erbabı için zor değildir namaz. Yâni kalpleri Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini
anmakla yumuşamış, Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini hatırlamaktan zevk alan huşû
sahipleri için zor gelmez.
Namaz demek ki, Allah’tan yardım
isteme konusuymuş. Ebu Dâvûd’un rivâyetinde şöyle
buyurulur:
"Allah’ın Resûlü ne zaman bir
şeye üzülürse hemen namaza dururdu."
Bir başka rivâyette de hadîseler
onu üzüp, bitkin hale getirince:
"Bizi serinlet ey
Bilal!"
Yâni bir ezan oku ey Bilal! Bir namaza duralım
da rahatlayalım buyururdu. İbni Cerir rivâyet eder: Allah’ın Resûlü karnı
ağrıyan bir adam gördü de ona şöyle buyurdu: "Kalk namaz kıl! Çünkü onun şifası
namazdır" Buyurdu. Yine rivâyet edilir ki İbni Ab-bas’a kardeşinin
vefat haberi verilince önce istirca etti, sonra da hemen bir kenara çekilip iki
rekat namaz kıldı. Böyle bir durumda Allah’tan yadım dilemeyi ihmâl etmedi.
Namazla Allah’tan yardım dilemek.
Öyleyse biz de öyle bir namaz
kılalım ki, Allah bize yardım etsin anlamına gelecektir bu. Yâni Allah’ın
yardımını celp edecek bir namaz kılmalıyız. Eh ben namaz kıldım. Ya Rabbi hani
bana beş bin lira verecektin! Olmayacağına göre, namazın bizzat kendisi
yardımın gereğidir. Yardımın anahtarıdır yâni. Bir de peygamberimiz diyor ki;
namazla Allah’tan şifa isteyin! Demek ki şifa konusunda da yardım namazla
olabilecek, namazla istenebilecektir. Artık ne tür bir şifadır bu? Sosyal
dertlere mi? Bedenî dertlere mi? Ailevî dertlere mi? Bunları erbab-ı namaz
bilir diyoruz.
Herhalde Allah’ın istediği
biçimde bir hayat süren adam, acıları da pek o kadar duymayacaktır. Meselâ şu
anda Bosna’dakiler veya Çeçenistan’dakiler eminim bizden daha rahatlar. Bazen
kolu gidiyor, bazen ayağı kopuyor, bazen arkadaşı ölüyor gözünün önünde ama adam
hiç tınmıyor bile. Niye? Belki de o ortamı daha bir yakın görüyor ve yaşıyor da
ondan. E şimdi namaz demek kişinin Allah’la beraberliği demek olunca, elbette
Allah’tan yardım dilemesi de, şifa dilemesi de mümkün
olacaktır.
Bir de bildiğimiz namaz "Ta’lim-i mesele" olan Fâtiha ile
Allah’tan yardım dileme makamıdır. Hani günde kırk defa:
"Ya Rabbi sadece sana kulluk eder ve sadece
senden yardım isteriz!"
(Fâtiha: 5)
Ya Rabbi tüm hayatımda sadece
senin kulun olacağım! Sadece seni dinleyecek ve sadece senin git dediğin yere
gideceğim! Boynumdaki ipin ucunu sadece senin eline vereceğim! Ama bu
gerçekten çok zor bir şeydir. Beni senden koparıp kendilerine kulluğa ça-ğıran
binlerce sahte Rabler var. Bu konuda da yardımı senden bek-liyorum! Bana yardım
et Allah’ım! diye Allah’tan yardım isteme maka-mıdır namaz. Namaz kılmayan bir
adam, yâni bu duayla günde en az kırk defa Allah’a iltica etmeyen bir adamın tüm
hayatı bozuk demektir. Neden? Çünkü Allah ona yardım etmeyecek demektir.
Allah’tan yardım istemediği için Allah’ın kendisine yardım etmediği kişi zekâtı
da veremeyecektir, orucu da tutamayacaktır, müslümanca bir hayata da muvaffak
olamayacaktır.
Sabırla ve namazla Allah’tan
yardım isteyin! Ama bilesiniz ki bu
namaz, gerçekten zordur, ama haşyet duyanlar müstesna. Haşiun olanlar müstesna.
Peki kimmiş bu haşiûn? Bundan sonra Cenab-ı Hak haşiûnun kim olduğunu
anlatacak:
46: "Onlar öyle kimselerdir ki, her
ân Rablerine kavuşacaklarını ve ona döneceklerini
bilirler."
Bu kişi her ân Allah’la karşı
karşıya gelivereceğine inanan kişidir. Hani bir şehre gidersiniz de orada çok
sevdiğiniz bir arkadaşınız olur. Yıllardır görüşmediğiniz, ama görüşebilmek
için can attığınız bir arkadaşınız var o şehirde. Günün birinde o şehre
gittiğiniz zaman her köşeyi dönüşünüzde onunla karşılaşıverecek gibi olursunuz
değil mi? Ha şu köşeyi dönerken, ha bu sokaktan geçerken karşınıza çıktı
çıkacak gibi beklersiniz değil mi onu? İşte burada anlatılan haşiûn mü'-minler
de Allah’la ha karşılaştılar, ha karşılaşıverecekler. Allah’la her ân karşı
karşıya gelivereceklerine inanan insanlarmış bunlar. Her ân Rablerinin huzuruna
çıkacaklarının bilincinde olan insanlarmış bunlar.
Buradaki zan, iman mânâsına gelen
bir zandır. Halbuki Türk-çe’deki zan biraz bundan farklı. Zannederim şöyle,
zannederim böyle, şeklindeki ihtimal zannı değildir bu. Yâni kişinin kesin
olduğuna inan-dığı bir şey. Meselâ kapıdan çıkarken zannederim babamla
karşıla-şacağım gibi bir zan düşünün. İşte Allah’la karşı karşıya gelivereceği
zannı taşıyan insan. Allah’la ha karşılaştım! Ha karşılaşacağım! Zannı içinde,
ümidi içinde bulunan insan. Nasıl yâni? Adam kapıdan çıkar-ken Allah’la karşı
karşıya gelivereceği zannında, müşteriyle beraber olunca, kadın elini
uzatınca, ya da yemek yerken, ya da yatarken, ya da kalkarken, yerken,
içerken. Yâni hayatının her bir biriminde, za-man ve mekân diliminin her
kesiştiği noktada, her halükârda Allah’la karşı karşıya gelivereceği zannında
yaşayan insanlar. Yaşadığı hayatın her bir saniyesinde Allah kontrolü altında
olduğunun, yaptıklarının tümünü Allah’ın gördüğünün şuurunda olan insanlar. Her
ân ölüvereceği ve Rabbinin huzuruna çıkıvereceğinin bilincinde bir hayat
yaşayanlar.
İşte bunlara, böyle yaşayan
insanlara namaz kolay gelirmiş. Peki ne anlıyoruz bundan? Yâni ne demektir bu?
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu ölüm demektir. Yâni bu insanlar şöyle
yaşarlarmış: Ha şim-di ölüyorum, ha biraz sonra ölüyorum! Ha şu köşeyi
dönerken, ha bu lokmayı yutarken, ha bu sözü bitirmeden öleceğim! Zannıyla
yaşa-maktır bu. Kesin bilgi değildir bu. Hem kesin, hem de öyle değil, bir
zandır yâni. Hâkka sûresinde de var bu zan, ama orada da iman mânâsına
kullanılmış: Kıyamet günü, hesap kitap dönemi, kitabını eline alan mü'min şöyle
diyecektir:
"Ben zaten böyle bir hesap ve
kitapla karşı karşıya geleceğimi zannediyordum!"
(Hâkka: 20)
Diyecek. Yâni kesinlikle böyle
bir günle karşı karşıya geleceğimi biliyordum! Ben bugünün bilinci içinde
yaşıyordum. Bugün ha geldi ha gelecek, bunun bekleyişi ve şuuru içindeydim.
Bunun zannı içindeydim. Nasıl bir zan yâni? Halbuki Türkçe’deki şüphe anlamına
gelen bir zan, insanı cennete götürmez.
Buradaki zan, şüphe anlamına
gelmez. Efendim hadisler zan ifade eder. Öyleyse zanla da amel edilmez. Haber-i
vahid zan ifade eder, binaenaleyh onunla amel edilmez! O kadar boş bir laf ki,
bakın Allah zannı böyle kullanıyor. Kraldan fazla kralcı kesilmenin anlamı
yoktur.
Veya bunu gerçekten bir zan
anlamına anlarsak o zaman şöyle diyeceğiz: Âhirete hazırlık yapmak, âhiret
konusunda dikkatli davranmak için sadece bir zan bile yeterlidir. Zira bugün
insanlar bir zan ile de olsa gelebilecek ciddi bir zararı önleyebilmek için,
zanla bile olsa gelebilecek bir tehlikenin önüne geçebilmek için nasıl harekete
geçiyor, nasıl tedbirler almaya çalışıyor değil mi? Halbuki kesin bir bil-gisi
yok adamın, sadece bir tehlikenin yaklaştığını zannediyor, o kadar. İşte âhiret
konusunda da hazırlık yapıp bu konuda tedbirler almanız için bir zan bile
yeterlidir deniyor.
Bundan sonra yine İsrâil
oğullarına hitap ederek şöyle buyurur Rabbimiz:
Anladınız mı ey Beni İsrâil? Ey
Yakup çocukları! Ey Yakup’un çocuğu olma şerefine erenler!
47:"Sizin üzerinizdeki nîmetlerimi
hatırlayın ki, sizi âlemler üzerine tafdıyl etmiştik."
Yâni bütün âlemlerden daha
faziletli kılmıştık sizi! Peki nasıl olmuştu bu? İsrâil oğullarının bütün
insanlardan üstün kılınmaları, sınıfsal bir üstünlük değildir. Kişisel bir
değer kazanmaları anlamına değildir bunun mânâsı. Bu üstünlük onların nîmetler
yönünden üstün kılınmalarıydı. Allah onları nîmetlere boğmuştu. Ama nîmet,
nîmet verilenler açısından bir üstünlük sebebi değil ki!
Meselâ şimdi farz edin ki birine
el verilmiş, ötekisine verilme-miş, çolak yaratılmış. Hangisi üstün bunun?
Allah’ın kendisine el verip öyle imtihan ettiği insan mı üstün? Yoksa Allah’ın
el vermeyip çolak imtihan ettiği insan mı üstün? Veya Allah’ın kendisine bolca
mal verip imtihan ettiği insan mı üstün, yoksa Allah’ın mal vermeyip fakirlikle
imtihan ettiği insan mı üstün? Aslında ne o üstün, ne de beriki alçaktır.
Bunların hepsi imtihan konusudur. Allah birini malla imtihan ediyor, ötekisini
de malsız imtihan ediyor. Kimin üstün, kimin alçak olduğu yarın belli
olacak.
Allah, İsrâil oğullarını
nîmetlere gark ediyordu. Neden? Herkesten daha çok şükretsinler, herkesten
daha fazla itaat etsinler, herkesten daha çok takvalı olsunlar diye bütün bu
nîmetleri veriyordu Allah onlara. Herkesten daha çok peygamber gönderiyordu
bunlara Allah. Peş peşe bir peygamberler silsilesi gönderdi Allah bunlara:
İshak, Yakup, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Harun, Dâvûd, Süleyman, İlyas, Mûsâ, İsa
aleyhimusselâm hepsi bunlara geldi. Böylece İsrâil oğulları kendi dönemlerinde
çağdaşları içinde en faziletliydiler denmiş.
Demek ki
kitap, Peygamberlik ve hükümranlık vererek üstün kılmıştı Allan onları. Köle
iken devlet kurmak, Firavun’un esaretinden ve zulmünden kurtulmak türünde
nîmetlerde bulunmuştu Allah onlara. Veya çölde bıldırcın eti ve kudret
helvasıyla beslemek türünden, bulutla gölgelendirmek türünden nimetler sunmuştu
Rabbimiz onlara.
Ama şurası hiçbir zaman
unutulmamalıdır ki; onların bu üstün kılınıp âlemlere tafdıyl edilişleri,
Allah’ın onlara lütfettiği hilafet vasfını korumaları ile kayıtlıdır. Yâni böyle
ilelebet üstün olacak değillerdi bunlar. Bu hilafete sahip oldukları müddetçe bu
geçerliydi. Allah’a Allah’ın istediği gibi kulluktan uzaklaşıp, Allah’ın
kendilerinden istediği bu Hilafet vasıflarını kaybettikleri andan itibaren
Rabbimiz bu nîmetlerin tamamını ellerinden alıverecekti.
Halbuki bunlar sonradan İlâhî
emirleri çiğnemeleri, Peygamberlerine isyan etmeleri, Peygamberlerini
öldürmeleri, Allah’a verdik-leri ahitlerini bozmaları, hilafete sırt dönmeleri
neticesinde bu üstün-lükleri de tarihe karışıp gitmiştir. Üstelik Cenab-ı Hak
artık onlara karşı hükmünün lânet olduğunu, gazaba, zillet ve meskenete müstehak
olduklarını ilan etmiştir..
Sanki bu âyet: Ey yahudiler! Bir
zamanlar atalarınıza verilen bu imkânları, bu nîmetleri yeniden elde etmek
istiyorsanız şunu çok iyi bilmek zorundasınız: Liyakatsizliğiniz sebebiyle, bana
kulluktan uzaklaşmanız sebebiyle bu nîmet elinizden alınmıştır. Âlemlere karşı
üstünlüğünüz bitmiştir. Bir zamanlar ona ehil iken size verdiğim bu nî-met şimdi
de İslâm’da ve İslâm ümmetindedir. Eğer İslâm’a sahip çıkarsanız ona yeniden
kavuşabilirsiniz! Eğer müslüman olursanız yeniden sizi bu nîmetlerime
eriştireceğim çağrısında bulunur tüm yahu-dilere Rabbimiz.
Bir zamanlar sizler böyleydiniz.
Hani o nîmeti ne yaptınız? Neden elden çıkardınız onu? Ne idiniz? Ne oldunuz?
Bir düşünün! diyor sanki Rabbimiz. Peygamberliğin İsrâil oğullarından İsmail
oğullarına intikali de onların bu şereflerinin ve liderliklerinin bittiğinin
beyanıdır.
Kıble Kudüs’teki Mescid-i
Aksa’dan Mekke’deki Mescid-i Haram’a dönünce anladılar ki, artık Kudüs’ün işi
bitmiştir. Yâni Kudüs merkezli dinler artık yerini Mekke merkezli, Kâbe
merkezli dine bırak-mıştır. Artık öyle anlayacağız. İslâm ümmeti için liderlik,
hilafet, İsrâil oğulları için de kıyamete kadar horluk, hakirlik, zillet ve meskenet
ya-zılmıştır.
Demek ki onların, İsrâil
oğullarının âlemlere tafdıyl edilişi, kıyamete kadar ki âlemlere değil, sadece
o döneme kadar ki âlemlere bir tafdıyl olmuş, sadece o döneme kadar ki
insanlara karşı bir üstünlükmüş, anlıyoruz.
Tabi bizim için de geçerlidir bu.
Eğer biz de o ahde vefalı davranmaz, o hilafete sadâkat göstermezsek; elbette
Allah ona lâyık birilerini getirir ve bizim de defterimizi dürmeye her zaman
kadirdir.
Öyleyse ey bunu anlayan
yahudiler! Böyle geçmişe ait, atalarınıza verilen nîmetler sebebiyle üstün
millet, üstün ırk yutturmacala-rıyla kendi kendinizi aldatmayın! Haksız yere
iftihar edip durmayın! Bir zamanlar bizler âlemlere tafdıyl edilmiştik.
Yeryüzünün en üstün toplumu kılınmıştık. İmamet bizdeydi, hilâfet bizdeydi,
liderlik bizdeydi, kitap bizdeydi, ilim ve hikmet bizdeydi diye avunup
durmayın. O bitti artık diyor Rabbimiz.
48:"Öyle bir günden sakının ve
korunun ki; o gün kimse kimseye hiç bir şey veremeyecek! Kimseden şefaat kabul
edilmeyecek, kimseden bedel alınmayacak, kimseye yardım da
olunmayacaktır."
Kimsenin kimseye bir faydası
olamayacak o gün! O gün ne fidye kabul edilecek, ne de kimseye yardım edilecek.
Ne zorla, zorbayla kimse kimseye yardım edebilecek, ne de bir bedel
ödeyerek.
Eğer bu yahudiler, şu ehl-i kitap
şu andaki durumlarını değiştirip Allah’ın son kitabı Kur’an’a ve son
Peygamberi Hz. Muhammed’e Aleyhisselâm tabi olmazlarsa tarihe mal olmuş bu
üstünlükleri onlara hiç bir şey sağlamayacak! denilmektedir bu âyet-i
kerîmede.
Mesuliyet ferdidir. Hesaplar
şahsidir. O gün hiç kimse kimseyi kurtaramayacaktır. Esasen bu âyet İsrâil
oğullarının bozulmalarına sebep olan, onların âhiret hakkındaki yanlış
inanışlarını, bozuk itikatlarını anlatır. Onlar üstün ırka mensup oldukları
için, büyük Peygamberlerin torunları oldukları için, ebedî kurtuluşa
erdiklerine inanıyorlardı. İşte bu cesaret onları sorumluluk duygusundan
uzaklaştırmış, Allah’ın emirlerine karşı duyarsız ve saygısız hale getirmiştir.
Günahlara karşı onları daha da cesur hale getirmiştir.
Halbuki Allah bu konuyu çok güzel
açıklamıştır:
"Hiç kimse diğerinin yükünü
yüklenemez!"
(Fâtır: 18)
"O gün herkes kendi derdine
düşmüştür!"
(Abese: 37)
"Babanın oğluna, oğulun da babaya
hiç bir şey ödeyemeyeceği günden çok korkun!"
(Lokman:
33)
Ne zorla, zorbayla ne de
kolaylıkla hiç kimse kimsenin başına gelecek olanları defedemez. Zorla
defedemez; çünkü yardım yoktur o gün. Kolaylıkla da defedemez; çünkü şefaat da
yok o gün. Ne karşılığını aynen vermek sûretiyle bir kurtuluş var, çünkü
verecek karşılık yok; ne de başka bir şeyle ödemek mümkün, çünkü fidye de yoktur
o gün..
Bundan sonra yine yahudileri,
İslâm’a girmeleri konusunda tekrar tekrar tahrik eden nîmetlerin sayılmasına
devam ediliyor. Bakın Rabbimiz buyurur. Bu uyarıdan sonra da hatırlayın
nîmetlerimi diye nîmetlerin sayımına geçilecek. Ve iz, ve iz, diye nîmetler
sayılmaya başlanacak.
49: "(Ey İsrâil oğulları) Hatırlayın ki sizi;
Firavun hanedanından kurtarmıştık ki onlar, size azapların en kötüsünü reva
görüyorlardı. Erkek çocuklarınızı öldürüyor, kız çocuklarınızı da diri
bırakıyorlardı (Hayasızlaştırıyor-lardı). İşte bu Rabbinizin büyük bir imtihanı
idi."
İsrâil oğulları, Firavun’lar
sisteminin egemenliğinde bir hayat yaşarlarken; Firavun oğulları, Firavun
sistemi bu mus’taz’aflar takımının, bu köle takımının günün birinde güçlenip
de kendilerinden hesap sorabilecek bir noktaya gelmelerinden korktuklarından
dolayı onların doğan erkek çocuklarını öldürüyorlardı. Ama onlardan doğan bütün
erkekleri öldürünce, bu defa işlerinde çalıştıracak insan kalmayınca da bazen
bir yıl öldürüyorlarsa, bir yıl da canlı bırakıyorlardı. Canlı bıraktıklarını
da köleleştiriyorlardı. Onları en ağır işlerde çalışmaya mecbur bırakıyorlardı.
Ehram yapımı, inşaat işleri, tarla tapan işlerinde, hizmetçilik işlerinde
çalıştırıyorlardı. Varlıklarının tek sebebi de işte buydu. Erkeklerinin
kimileri öldürülüp kimileri de böyle ezilmeye mahkûm edilince de bu İsrâil
oğullarının kadınları Firavun oğullarının elinde oyuncak durumuna düşüyordu.
Onlara karşı ahlaksızlığın en çirkinlerini yapıyorlardı.
Acaba niye yapıyorlardı bunu?
İsrâil oğullarının arasında uzun zamandan beri, ta İbrahim’den Aleyhisselâm bu
yana bir söz dolaşıyordu. İsrâil oğullarının içinden bir Mûsâ çıkacak; bu Mûsâ
onları kölelikten kurtaracak, Firavun’unun mülkünü, saltanatını yerle bir
edecek. Zulüm üzerine bina edilen o sistemin defterini dürecek. İşte İsrâil
oğullarının arasında yaygın olan bu söz zâlim Firavun’ların uykusunu kaçırıyor,
akıllarını başlarından alıyor, ödlerini koparıyordu. Bunun gerçekleşmemesi,
Mûsâ’nın gelmemesi ve sistemlerinin yıkılmaması için tedbir alıyorlardı. Bunun
için de İsrâil oğullarından doğan bütün erkek çocuklarını öldürüyorlardı.
Bunlardan birisi mutlaka Mûsâ’dır diye. Onların içinden bir Mûsâ gelmesin diye
binlerce Mûsâ can veriyordu.
Burada sosyolojik bir tahlille
diyoruz ki; tüm egemen güçler, yeryüzündeki tüm hâkim güçler, tüm müstekbirler,
tüm sömürgeci ve zâlim güçler, yâni dünya üzerinde küfrü, şirki ayakta tutmaya
devam eden tüm tâğutî güçler ezdikleri, sömürdükleri, kanını emdikleri
toplulukların bir gün akıllarını başlarına alıp, tüm kelepçeleri ve prangaları
çözüp kendilerinden hesap sormak üzere karşılarına dikileceklerini
biliyorlardı. Biliyorlardı ki bir gün bu köleleştirdikleri insanlar uyanıp
kendilerinden hesap soracaklar. Biliyorlardı ki bu yaptıkları zulümler, bu
döktükleri kanlar yerde kalmayacaktır.
İşte bunu
kesin bilen bu zalimler bu kaçınılmaz sünnetullah tan korkarak hafakanlı geceler
ve korkulu rüyalarla bir ömür sürerler. Ha uyandılar, ha uyanacaklar. Zincirleri
ha kırdılar ha kıracaklar. Silahlarına ha davrandılar ha davranacaklar diye
ödleri kopmaktadır. Kesin bilirler ki bu köleler, bir gün uyanacak ve kendileri
için hayat hakkı kalmayacaktır. Bir gün tüm bu zulümlerinin hesabını vermekle
karşı karşıya geleceklerdir. Bu sosyolojik kuralı bildikleri için aman bu
İsrâil oğulları bize kafa tutacak sayısal güce ulaşmasınlar, bu nüfuza
ulaşmasınlar diye onların doğan erkek çocuklarını
öldürüyorlardı.
Ama bunu yaparken de şunu
unutuyorlardı zâlim Firavun oğulları. Bu yasa Allah’ın yasasıydı. Yasayı koyan
Allah’tı. Onların bu akıllara durgunluk veren tedbirleri takdiri bozamayacaktı.
Onların bir hesapları varsa Allah’ın da bir hesabı vardı. Zulüm ilelebet
yaşamaya-caktı. Ve daima mazlumlar, ezilenler, zulme uğrayanlar bir gün
Allah’ın yardımıyla zâlimlerin hakkından geleceklerdi. Ve nitekim bakın Mûsâ
gelmesin diye binlerce Mûsâ’nın kanına giren Firavun, bir gün Mûsâ’yı kendi
kucağında, kendi sarayında buluverecekti.
Ve bu Mûsâ, kendisinin gelmemesi
adına öldürülmüş Mûsâ-ların kanları kendi vücudunda timsalleşmiş olarak bir gün
Firavun’un karşısına çıkıp hesap soracaktı. Ve sonunda yeryüzünün en güçlü
devleti yerle bir olacaktı. Çünkü Allah desteğindeki bir mü'min, karşısında
duran tüm dünya bile olsa ne ifade edebildi ki? İşte bunu hatırlatır Rabbimiz
Mekke’nin bir avuç garibanlarına. Bunu hatırlatır Rab-bimiz yirminci asrın biz
mus’taz’aflarına. Ey müslümanlar! En kötü şartlar altında bile olsanız
üzülmeyin! İşte bu Allah sizinle beraberdir! Siz ona lâyık kullar olduktan sonra
korkmayın, Allah size yardım edecektir! Müjdesini
veriyordu.
Hem de bugün
siyah dünyasıyla, Afrika ve Asya dünyasıyla müslümanların bulunduğu bölgelerde
aynen dünkü Firavun oğullarının, İsrâil oğulları üzerinde uyguladıkları bir
yöntemle Müslümanların çocuklarının öldürüldüğü, yeryüzünde oluk oluk müslüman
kanının akıtıldığı, müslümanların köleleştirilip efendilerinin ülkelerinde en
kötü şartlar altında çalıştırıldığı, müslüman ülkelerin servetlerinin efendi
ülkelere aktarıldığı bir dönemde bu âyetiyle Allah, müslümanlara bu mesajı
veriyordu. Ey müslümanlar! Üzülmeyin! Ümitlerini kaybetmeyin! Rabbinize
güvenlerinizi yitirmeyin! Bakın İsrâil oğulları içinden çıkan bir Mûsâ tek
başına Allah’ın yardımıyla Firavun’lar sistemini yerle bir edip toplumunu
kölelikten kurtarmışsa, sizin içinizden çıkacak bir kurtarıcı da size izzet ve
şerefinizi yeniden iade edecektir. Çünkü mülkün sahibi sadece Allah’tır. Onu
kime vereceğini çok iyi bilmektedir. Elverir ki Rabbinizi, Rab olarak tanıyın;
Rabbinizin kitabını yegâne çözüm bilip ona yönelin,
diyordu.
Âyet aynı zamanda bugünün
yahudilerine de şunu diyordu. Ey yahudiler! Hatırlasanıza bir zamanlar Rabbiniz
size ne büyük lütuflarda bulundu. Sizi size zulmeden Firavu’nun elinden
kurtardı. Firavun’un zulmü altında her şeyinizi kaybetmiş kölelerken sizi efendi
yatı. Size sunduğu nîmetleriyle sizi âlemlere üstün getirdi. Bütün bunları size
lütfeden Allah, bugün de Hayy dır, bugün de hayattadır. Ve şimdi de son
elçisiyle size sesleniyor. Gelin küfrü ve inadı bırakın! O gün Mûsâ’yı sizin
imdadınıza gönderen Allah, bugün de son elçisi Hz. Muhammed’i Aleyhisselâm
göndermiştir. Gelin bu son elçiye de iman edin. Bu son elçiye gönderdiğim
kitabıma da iman edin.
Bugün dünkü
Mûsâ yerinde olan, Mûsâ konumunda olan Mu-hammed’e Aleyhisselâma karşı dünkü
Firavun oğullarının Mûsâ’ya karşı takındıkları tavırlarını takınmayın! Peygamber
karşısında düşmanlarınız gibi davranmayın!
Muhammed’e Aleyhisselâma karşı Firavun rolünü oynamaktan vazgeçin! Bir
yanlışlık içindesiniz! Sanki dün Mısır’da sizi öldürenler İsmail oğullarıymış
gibi şimdi müslüman-lardan intikam almaya çalışıyorsunuz! Ha bire müslüman kanı
dökmeye, müslüman kemiği kırmaya çalışıyorsunuz! Hayrola dünkü Firavun’ların
torunu mu zannediyorsunuz yoksa bu müslümanları? Halbuki o günkü Firavun’ların
torunları, bugünkü müşrik batılılardır. Eğer bir intikam alacaksanız neden
kâfirlerle hesaplaşmıyorsunuz da müslü-man kanı döküyorsunuz? diyordu
Rabbimiz.
Evet, tüm
yeryüzü kâfirlerine de diyor ki bu âyetiyle Rabbimiz: Ey tüm yeryüzü kâfirleri!
Mûsâ’lar gelmesin diye istediğiniz kadar tedbirler alın! İstediğiniz kadar aman
Mûsâ’ları doğuracak müslüman kadınları aman bunların Mûsâ’lar doğuracak
özelliklerini, namuslarını, iffetlerini bozalım da onlar Mûsâ’ları
doğuramasınlar diye onları hayasızlaştırmaya çalışın. Aman bu tesettürlü
kızları okullarımıza sokmayalım, aman bu İmam hatiplileri üniversite
imtihanlarına almayalım, aman okullarımızın kapılarını sıkı kontrol edelim diye
istediğiniz kadar tedbirler alın. Sizin bu tedbirleriniz asla Allah’ın
takdirini değiştiremeyecektir. Firavun’u yıkacak Mûsâ, nasıl Firavun’un
kucağında büyümüşse, kendisini yıkacak Mûsâ nasıl ki kendi sarayında, kendi
imkân-ları içinde büyümüşse, aldığı tedbir Allah’ın takdirini bozamamışsa,
sizleri de sizlerin açtığınız mekteplerden çıkanlar, sizin imkânlarınız
altında yetişenler yıkacaktır. Bu Allah’ın yeryüzünde değişmez yasasıdır. Gelin
inat etmeyin. Gelin Allah’a savaş açmayın. Gelin Allah kullarına zulmetmeyin.
Değilse siz bilirsiniz, bu halinizle sonunuzu hazırlıyorsunuz, diyor
Rabbimiz.
Hatırlasanıza sizi Firavun
ailesinin, Firavun sisteminin zulmün-den kurtarmıştık! Kim bu siz? Yâni burada
sizi, sizi derken Rabbimiz kime hitap ediyor yâni? Peygamber dönemi
yahudileriydi tabii bunlar. Yâni Rabbimizin Firavun zulmünden kurtardıkları,
yıllar öncesinin İsrâil oğullarıydı; ama şu andaki hitap Peygamber dönemi
yahudile-rineydi. Öyleyse bundan şunu anlıyoruz: Demek ki bir milletin ecda-dına
yapılanlar, aynen kedilerine yapılmış gibidir. Ama şurası da unutulmamalıdır:
Demek ki dün peygamber dönemi yahudilerine söylenen bu sözler nasıl onları
ilgilendiriyorsa, bugün de bize
söyleniyor, bizi ilgilendiriyor demektir. Öyleyse bu âyet bugün de bizi
ilgilendiri-yor. Peki nasıl ilgilendiriyor bizi? Eğer biz de kurtulursak, biz
de kurtulmuşsak bir şeylerden, bileceğiz ki; bilelim ki; bizi de Allah
kurtardı olacaktır.
Sizi Firavun oğullarından
kurtarmıştık ki; onlar azabın en kötüsünü sizin hissenize ayırıyordular.
Oğullarınızı boğazlıyor, kızlarınızı hayasızlaştırıyordular. Veya oğullarınızı
öldürüyorlar ama kızlarınıza hayat veriyordular. Yâni diri bırakıyorlardı
onları. Birkaç anlamı var bunun:
1- Birinci anlamı: Onları
hayasızlaştırıyorlardı. Kızlarınızı hayasızlaştırıyorlardı. Bakıyoruz bugün de
Firavun karakterli sistemler mü'minlerin kızlarını hayasızlaştırmak için
çırpınıyorlar. Dertleri bu adamların. Hayalıların bu toplumda kökünü kazıyalım
ki, hayasızların hayasızlıkları anlaşılmasın! Örtülüleri yok edelim ki,
örtüsüzlerin örtüsüzlüğü açığa çıkmasın! Dertleri bu adamların. Bunun içindir
ki bin kişilik koskoca bir okulda iki tane örtülü kızcağızın örtüsüne tahammül
edemiyor adamlar.
2- Ya da onları, sizin kızlarınızı, Firavun oğullarıyla karıştırıp
evlendirmek sûretiyle onların nesillerini de Firavun oğullarının nesline
katıyorlardı demek olacaktır.
3- Bir üçüncü anlamı da soy
kırımın değişik bir uygulamasıdır bu. Kadınların, İsrâil oğullarının
kadınlarının Rahimlerini yokluyorlardı. O günkü Firavun sitemi bunu yapıyordu.
Çocuk alıyorlardı yâni çoğalmasınlar diye. Bugünküler de aynı şeyi yapıyorlar
mü'minlerin kadınlarına. Aman bu müslümanlar çoğalmasınlar, güçlenip bize kafa
tutacak duruma gelmesinler diye ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlar.
Doğum kontrolü bilgilerini mü’minlerin yatak odalarına ka-dar ulaştırıp onların
ne ekeceklerine, ne kadar ekeceklerine bile kendileri karar vermeye
çalışıyorlar. Tüm dertleri aman bu köleler sayısal çoğunluğa ulaşıp ta biz
efendilerinden döktükleri kanların hesabını soracak, bize kafa tutacak duruma
gelmesinler.
4- Bunun bir dördüncü mânâsı da:
Sizin kadınlarınıza utanılacak, haya edilecek şeyler yapıyorlardı.
Kadınlarınıza çok çirkin şeyler yapıyorlardı anlamına gelecektir. Kadınlarınız
Mûsâ’yı doğuracak özelliklerini kaybetsinler, namuslarını, iffetlerini
yitirsinler diye onlara utanılacak şeyler yapıyordular. Haya damarlarını
çatlatacak şeyler yapmaya zorluyordular onları. İnançlarına ters düşecek şeyler
yapmaya zorluyorlardı.
5- Bilebildiğimiz bir beşinci
mânâsı da: Erkeklerinizi öldürüyor kadınlarınızı diri bırakıyorlardı. Ekonomik
yönden erkeklerinizi öldürüyorlar, kadınlarınıza ekonomik imkânlar sağlamak
sûretiyle ailelerin dengesini bozuyorlardı. Erkeklerinizi alçaltıp kadınlarınızı
yükseltme-ye çalışarak ailelerin dengesini bozmaya çalışıyorlardı. Bugün de
öyledir. Bugün de kadını ön plana çıkarıp erkekleri öldürmek istiyorlar. İşe
alma konusu, kadın hakları gibi usullerle kadını toplumda ön plana çıkarıp,
kadını ekonomik yönden ve siyasal yönden tahrik edip ailenin dengesini bozmaya
çalışıyorlar.
6- Altıncı mânâsı da az evvel
demeye çalışmıştım. Deniyor ki işte kâhinleri Firavun’a bunu anlatır veya işte
Firavun bir rüya görür ve İsrâil oğullarından doğacak bir erkek çocuğun kendi
zulmüne ve saltanatına son vereceği kararına varır. Ya da aslında rüya falan
yoktur da zaten her zâlimin korkulu rüyasıdır bu. Her zâlim aslında bu işin
farkındadır. Günün birinde zulmettiği bu mus’tazaf’ların uyanıp kendisinden
hesap soracağının farkındadır her zâlim. Kesin bilmektedirler ki kanlarını
emdiği, namuslarını kirlettiği, alın terlerini istismar ettiği bu insanlar,
günün birinde dirilecek ve mutlaka kendisinden hesap soracaktır. Bunu
anlayabilmek için rüya görmeye filan da gerek yoktur, müneccim olmaya da. Şu
anda tüm dünya müstekbirlerinin korkulu rüyasıdır bu. Ha bugün uyandılar, ha
yarın uyanacaklar, tüm müstekbirler bunu bekliyorlar. İşte Firavun da bu uyanışı
geciktirebilmek için tedbirler alıyor, çareler düşünüyordu. Bunun için insan
öldürüyordu.
Bildiğimiz kadarıyla bu iş
tarihte iki kere olmuş. Biri Hz. Mûsâ henüz doğmadan önce olmuş, ikincisi de Hz.
Mûsâ’nın doğumundan sonra olmuş. Birinde A’râf’ta:
Ötekisinde de burada olduğu
gibi:
İfadesi kullanılıyor. Biri
gatele, diğeri ise zebeha yapmak. Öldürmek; ikisi de öldürmek ama biri kurşunla
öldürmek, ötekisi de e-ğitimle öldürmek. Biri bizzat öldürmek ki, bu konuda
900,000 kişi öldürdüklerine dair rivâyetler var. Bilmiyorum, doğrusunu ancak
Allah bilir. Yâni bu kadar çocuk öldürtmüş alçak.
Ama ötekisi de eğitim vasıtasıyla
öldürmektir. Öldürebildikleri-ni öldürmüş, ikna edebildiklerini doğum kontrolü
yutturmacaları ile da-ha doğmadan Rahimlerdeyken öldürtmüş, ama önünü alamayıp,
her şeye rağmen doğanları da eğitimle öldürmüş. Uyguladığı vahiy kaçkını
materyalist eğitimle öldürmüştür. İşte şu anda da çağdaş Firavun’lar aynısını
yapıyorlar. Müslüman ülkelere karşı yoğunlaştırdıkları propagandalarla etkileri
altına aldıkları nice müslümanlara çocuklarını daha dünyaya getirmeden ana
rahimlerinde öldürtmekte, kaçırdıklarını da doğduktan sonra verdikleri İslâm
dışı eğitimlerle yaşarken öldürmektedirler. Zira İslâm’ı, kitabı, peygamberi
tanımadan bir hayat yaşayanlara ölü diyor Rabbimiz. İşte şehirlerimiz böyle
ölülerle doludur.
İşte düşünün ey yahudiler! Sizi
onun zulmünden kurtarmamız, İşte tüm bunlar, sizin için çok büyük bir
imtihandı, çok büyük bir belâydı. Belâ; iptilâ, imtihan demektir, sınamak
denemek demektir. Denemek iyilikle de olur, kötülükle de olur. Hatırlayın hele
bir kim kurtardı sizi? Kim kaldırdı bu durumu sizden? Bir de şunu da
hatırlayın:
50: "Hani hatırlasanıza! Sizi denizden karşıya
geçirmiştik de Firavun oğullarını boğmuştuk. Üstelik siz bakıp
duruyordunuz."
Bir olaydan başka bir konuya
geçiverdi Rabbimiz. Şimdi de İsrâil oğullarına bir başka nîmetini, denizin
yarılması nîmetini anlatacak. Ancak bu iki âyet arasında, bu iki olay arasında
daha pek çok olaylar gelişmiş. Bu olaylar Kur’an’ın değişik yerlerinde
anlatılır. Mûsâ Aley-hisselâm uğraşmış, didinmiş, İsrâil oğullarını ikna etmek
için çalışıp çırpınmış, uzun bir uğraş sonunda onları Mısır’ı terk edip
Firavun’un zulmünden kaçmaya ikna etmiş, özetle söylüyorum onları Mısır’dan
çıkarmış. Bir gece beraberlerinde Allah’ın peygamberi Mûsâ olduğu halde İsrâil
oğulları Mısır’ı terk ederler. Ertesi sabah onların kaçtığını haber alan
Firavun, hemen kentlerine haber salar ve çok büyük bir ordu hazırlar. Bu
kölelerin gücü yoktur, biz ise düzenli ve kuvvetli bir orduyuz gururuyla hemen
arkalarından harekete geçer.
Çünkü
efendiler kölelerini asla kaybetmek istemezler. Bu a-damlar giderlerse bizim
işlerimizi kim görecek? Onlarsız biz ne yaparız? Nasıl yaşarız? diyerek onları
yakalamayı hedefler. Bir de onlar bi-zim kontrolümüzden çıkarlarsa, kendi
başlarına kalırlarsa ne olur ne olmaz belki hürleşiverirler, belki özgürlüğü
anlayıverirler diye onları takibe karar verir. Bir de Firavun’un korkusu şuydu:
Bu adamlar kaçarlarken tekrar dönerler de Firavun’un zaten çökmekte olan
sistemine hücum ederlerse Mûsâ ile beraber işimizi bitirirler, diye
korkuyordu. Çünkü Firavun hayatı seven birisiydi, ölümü göze alamayacak kadar
da korkaktı. İsrâil oğulları kendi kontrolü altında oldukları sürece ona hizmet
edecekler ve ona karşı gelme cesaretini kesinlikle kendilerinde
bulamayacaklardı. Zira Firavun’un sistemi, onları bu şekilde eğitiyordu. Ne
olur ne olmaz, bu köleler Mûsâ ile bir süre baş başa kalırlar, vahyi tanırlar ve
bilinçlenirlerse, geriye dönüp kendisinin işini
bitirebilirlerdi.
İşte bu yüzden onları yakın
takibe alması gerekiyordu. Bir hesabı vardı Firavun’un; ama Allah’ın da bir
hesabı vardı ve o bunun farkında değildi. Tıpkı bugün dünya üzerindeki tüm
Firavunî güçlerin müslümanları yakın takibe aldıkları gibi. Müslümanlar bugün
tüm dün-yada kendilerine en yakın Firavunların yakın takibi altında bir hayat
sürmektedirler. Müslümanlara egemen olan güçler müslümanları sürekli
kontrolleri altında tutup, onların birlikte hareket ederek kendilerine karşı
bir çıkış eyleminde bulunmamaları için, birleşmemeleri için tüm imkânlarını
kullanmaktadırlar. Aynen o gün İsrâil oğullarının, Firavun oğulları tarafından
yakın takibe alındıkları gibi.
Ama Allah’ın
da bir hesabı vardı. İsrâil oğulları kaçıyordu. Bıktıkları, usandıkları
kölelikten kaçıyorlardı. Özgürlük aramak için kaçıyorlardı. Mısır’da kölelik
içinde bir hayat yaşamaktansa, çölde seve seve açlığı ve ölümü yudumlamak için
kaçıyorlardı. Kölelerini kaybet-menin çılgınlığı içinde gözü dönmüş Firavun da
onları takip ediyordu.
Yeryüzünün en büyük olayı cereyan
ediyordu. Öyle bir an geldi ki akıllara durgunluk veren bir olay yaşandı.
Firavun arkalarından yetişmişti. Önlerinde alabildiğine haşin bir deniz,
arkalarında da azgın Firavun’un orduları. İsrâil oğulları işte böyle bir kaos
içindeydiler. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Ama Allah vardı. Mûsâ
Aleyhisselâm onları teskin etmeye çalışıyordu. Korkmayın, Allah bizimle
beraberdir! Diyordu. Allah buyurdu: Ey Mûsâ âsânı denize vur! Vurdu âsâsını
denize ve o âsâ denizde kupkuru yollar oluşturuverdi. Ya bir yol, ya da on iki
yol açıverdi. İsrâil oğulları karşıya geçtiler sağ sâlim. Arkalarından
yeryüzünün en büyük gücü, yeryüzünün en büyük devleti komutanlarıyla,
askerleriyle onlar da arkalarından o yola girdiler. Tam denizin ortalarına
geldiklerinde denizin gemini, zimamını salıverdi Allah. Deniz eski haline geldi
ve Firavun oğulları tümüyle denizin altına gömülüp hayata veda ettiler.
Yeryüzünün en güçlü adamı, en müstekbir insanı Firavun,suda boğulurken şu sözü
söylemekten kendini alamıyordu:
"İnandım ki İsrâil oğullarının
iman ettiği Allah’tan başka İlâh yokmuş. Ben de
müslümanlardanım!"
(Yunus:
90)
Gerçekten bugün, bu sözü tüm
dünya müstekbirlerine duyur-mamız gerekmektedir. Tüm dünya Firavunlarına
duyurmalıyız bu sözü. Ey müstekbirler! Ey kendilerinde güç kuvvet olduğunu
zanneden zâlimler! Firavun’un söylediği bu sözü sizler ne zaman
söyleyecek-siniz? Size hiç bir şey hatırlatmıyor mu bu söz? Ölürken mi
söyleye-ceksiniz bunu? Ama Firavun’a fayda vermediği gibi, o zaman
söyleyeceğiniz bu sözün size de hiçbir faydası
olmayacaktır.
Diyor ki Firavun; “Ben inandım ki
İsrâil oğullarının inandığı İlâhtan başka İlâh yoktur.” Ama bunu ölürken
söylüyordu hain. Halbuki şimdi inandım dediği İlâhın gönderdiği Mûsâ’yı dün
öldürmeye çalışıyordu. Yıllarca o İlâhın dinini reddetmiş, o İlâhın gönderdiği
peygam-beri reddetmiş, o İlâha inanan İsrâil oğullarına kan kusturmuş; kendini
ülkesinin yegâne ilâhı olduğunu ilan etmişti. İşte kıyamete kadar gelecek
nesiller içinde kendisine özenen, kendi yoluna imrenen, yeryüzünde Rabliğini
iddia ederek Allah’a ve Allah’ın dinine savaş açan tüm Firavun taslaklarına bu
sözleriyle şu mesajı veriyordu: Gelin ey beni taklit edenler! Benim düştüğüm
yanlışa düşmeyin! Ben imanı son dönemime tehir etmiştim. Ama gördünüz ki o iman
benden kabul edilmedi. Siz bunu önceden anlayın da benim durumuma düşmeyin.
Şimdiden hatalarınızdan dönüp müslümanlığınızı ilan edin
diyordu.
Evet İsrâil oğullarına diyor ki
Rabbimiz: Siz bakıp duruyordunuz da yapacağınız bir şey yoktu. Gücünüz de
yetmiyordu bu işe. Sizin hesabınıza göre eğer onlar yetişseydi işinizi
bitirecektiler. Korku içinde büzüşüp kalmıştınız. Ama bakın bu nîmetimi de
hatırlayın! diyor Rabbimiz.
Peki bize ne diyor bu âyetler?
Benim anlayabildiğim kadarıyla bu âyetler bize de şunu söylüyor: Yâni bugün
bizim çocuklarımız da Firavun’un zulmüne rağmen karşıya geçebilmişlerse,
firavunların kontrolüne rağmen dünyaya gelebilmişler ve sağ kalabilmişlerse,
bu doğum kontrolü yutturmacalarına rağmen analarınız sizi doğurabilmişse,
doğumla sizlerin arasına koydukları engeller denizini yarıp karşıya
geçebilmişseniz yâni doğabilmişseniz bunca Firavuni eğitim barikatlarına,
eğitim çukurlarına rağmen bunca küfür ağlarına rağmen sizler ve çocuklarınız
müslüman kalabilmişler ve şu anda kurtulabilmişlerse, bilelim ki bunu da
Allah’tan başkası yapmış değildir.
Firavunların, Firavun
sitemlerinin sizin önünüze koydukları bu engelleri, birer birer yarıp da sağ
sâlim sizi karşı tarafa geçiren Allah’tır. Öyleyse bu âyet bize de diyor ki: Ey
müslümanlar, sizi de Firavunların elinden kurtaran Benim. Sizi de bu Firavunî
sistemlerin elinden kurtaran Rabbinize siz de hamd edin! Siz de, size olan
nîmetlerimi hatırlayıp bana şükredin!
Size sunduğum bu nîmetlerime
karşılık bana kulluk yapın! Siz de, size olan Rabbinizin nîmetlerini unutmayın!
Ona, onun istediği şekilde teşekkür edin! Kul olun
Rabbinize!
“Denizi yarıp sizi kurtarmış ve
gözlerinizin önünde Firavun ailesini batırmıştık.”
Sizi Firavun’dan kurtardık.
Onunla sizin aranıza engel koyduk. Sizin için denizi yardık, sizi sağ sâlim
karşıya geçirirken Firavun ve adamlarını orada helâk ettik. Maksat bununla
sizin gönlünüze şifa ve cesaret vermekti. Size yardım eden, böylece sizi açıkça
destekleyen Allah’ınıza dostça bakıp düşmanlarınıza karşı hor bakmanızı
sağlamak içindi.
Denizin yarılıp İsrâil
oğullarının kurtulduğu, Firavun ve adam-larının gözlerinin önünde boğuldukları
o gün Aşure günüymüş. Bugün Hz. Mûsâ’nın ve İsrâil oğullarının Mısır’ı terk
ettikleri ve denizin ya-rılarak Allah’ın onları kurtardığı gündür. Tarihi
bilgilere göre Hz. Yusuf’un Mısır’a ilk girmesiyle, Hz. Mûsâ’nın Mısır’dan
çıkışı arasında 400 yıl geçmiştir.
Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’inde
İbni Abbas’tan rivâyet edilir ki: Allah’ın Resûlü Medine’ye geldiğinde yahudiler
o gün oruç tutuyorlardı, Allah’ın Resûlü de ben Mûsâ’yı sizden daha çok severim
buyurarak oruç tutmuştur.
51:"Hani bir zamanlar Mûsâ ile kırk
gece (Turda vahiy için) sözleşmiştik. Sonra onun arkasından siz buzağıyı İlâh
edindiniz. Ve bu halinizle zâlimlerden oldunuz."
İsrâil oğulları denizi geçtikten
sonra Sina çölünde dolaşmaya başladılar. Cenab-ı Hak Mûsâ Aleyhisselâm'ı Tûr’a
davet etti. Rabbi-miz Mûsâ Aleyhisselâm'la görüşmek ve ona vahiy göndermek
istedi. Oradaki hayatlarını düzenleyecek kitap indirmek istedi. Daha önce de
bildiğimiz gibi Mûsâ Aleyhisselâm'ın Medyen dönemi bitip ailesiyle birlikte
Mısır’a dönerken Rabbimiz ona suhuf vermişti, şimdi de Tevrat verilecekti.
Düşünebiliyor musunuz? Çölün ortasında bir dağın kenarında, Allah seçtiği
kullarından birini huzuruna çağırıyor ve ona kendi bilgisini, Tevrat’ı
indiriyor. Rabbimiz kullarından birini muhatap kabul ediyor ve onunla konuşmayı
diliyor. Bundan daha büyük bir şeref olur mu? Peki siz de ister misiniz
Rabbinizle konuşmayı? Siz de ister misiniz aynı şerefe yükselmeyi? Eğer bugün
bizler de Kuran’ı okurken aynı duyguyla, aynı ruhla okursak inşallah bugün biz
de Hz. Mûsâ’nın yükseldiği o mertebede olabiliriz. Çünkü Allah’ın kitabıyla,
Allah’ın vahyiyle beraber olmak demek; Allah’la bizzat konuşmak demektir. Yâni
bugün Allah’ın bizimle konuşması da elimizdeki bu kitapla gerçekleşecektir. Bu
da bizim için en büyük bir şeref olacaktır. Tüm dünya sizin olsa bile bu
şerefin yanında çok az kalacaktır. Bakın Allah buyurur ki:
Hani bir nîmetim daha vardı size
ey yahudiler, onu da hatırla-yın! Mûsâ Aleyhisselâm, Allah’la kırk güne
anlaşmıştı da Tur'a gitmiş-ti. Allah onu oraya çağırmıştı. O, oradayken;
yanınızdan kısa bir süre ayrılıverdi diye siz, Mûsâ’yı tanıya tanıya, Rabbi bile
bile, Mûsâ’nın neye gittiğini, niçin gittiğini, nereye gittiğini bile bile
tuttunuz da ıcle taptınız, buzağıya taptınız. Evet, Mûsâ kısa bir dönem
yanlarından ayrılır ayrılmaz, Firavun oğullarının zulmünden daha dün kurtulan
bu adamlar hemen eski şirklerine dönüverdiler. Firavun oğullarının
tanrılarından birisi de öküzdü. Hem Firavun’un kendisi tanrıydı, hem öküz
tanrıydı; böyle karmaşa bir hayat yaşıyorlardı o dönemin
insanlığı.
Evet sizler ey İsrâil oğulları, o
zaman sizler sizi lütuflarına boğan Rabbinizi bırakıp hemen buzağıya tapınmaya
başlamıştınız da:
"Zâlimlerden
oldunuz!"
Veya zulmediyordunuz! Yâni
farkındaydınız bu işin, ama yine de bile bile zulmettiniz! Olmaması gereken şeyi
yaptınız! Olunmaması gereken konumda oldunuz. Kendinizi Rabbinize kulluk
ortamından çıkardınız da puta tapınmaya başladınız.
52: "Sonra arkasından biz, sizi affettik de
belki şükredersiniz diye size imkânlar
vermiştik."
Hatırlasanıza! Niye unutuyorsunuz
bunları! Yâni sizi kendi kendinize bırakmadık, sizi sürekli hak yola davet
ettik.
Denizi geçtikten kısa bir süre
sonra kitap vermek için Cenab-ı Hak Hz. Mûsâ’yı Tûr dağına çağırdı. Bu zaman
Zilkade ayının başından Zilhicce ayının onuna kadar gündüzü ve gecesiyle
beraber devam eden bir müddettir. İslâmî aylar gece ile başladığı için 40 gece
denmiştir. Bu olaylar Mekkî sûrelerde detayı ile anlatıldığı için burada sadece
hatırlatılmaktadır.
Bakın, bu adamlar Allah’ı
biliyorlardı, Allah’ın gücünü görmüş-lerdi, Firavun’un zulmünü görmüşler,
Allah’ın kendilerini onun zulmünden nasıl kurtardığını görmüşler, denizin
yarılıp kendilerinin sağ sâlim karşıya geçerlerken düşmanlarının nasıl
boğulduklarını gözleriyle görmüşler.
Peygamberi tanımışlar,
peygamberin ne için ve nereye gittiğini bilmişlerdi; ama yine de zâlimliklerini
ortaya koyuyorlardı. Dediler ki; yahu nereye gitti bu Mûsâ? Eğer bir Allah
aramaya gitmişse birlikte arasaydık! Bizler onun yokluğuna dayanamayız! Onsuz
biz kime sığınacağız? Onsuz hayatımızı neyle dolduracağız? Olmaz, biz onsuz
yapamayız, edemeyiz! Dediler ve yanlarındaki mücevherlerini eriterek buzağı
şeklinde bir put yapıp Peygamberden boşalan hayatlarını onunla doldurmaya
kalktılar. Allah, onları ineğe tapınmaktan kısa bir süre önce kurtardığı halde,
onlar tekrar buzağıya dönerek zâlimlerden oldular.
Bir de üstelik bunlar ineğe de
tapamıyorlardı. Çünkü Mısırdaki efendileri ineğe tapıyorlardı. Bunlar hâlâ
köleliği içlerinde taşıdıkla-rından efendilerinin taptıklarına tapamıyorlar da
ineğin küçüğüne yâni buzağıya tapınmaya çalışıyorlardı. Çünkü inek egemen
güçlerin, efendilerinin tanrısıydı. Köleler ise daha küçüğüne tapabileceklerdi.
Efendileri onları öyle eğitmişlerdi. Firavun’un eğitim sistemi bunu
gerektiriyordu. Sizler kölesiniz denmişti kendilerine. Sizler az
gelişmişsiniz, sizler güçsüzsünüz denmişti kendilerine yıllar yılı. Firavun’un
eğitiminde yetişen bu insanlar hiçbir zaman efendilerine kafa tutma
cesaretini kendilerinde bulamazlardı. Onların yaptıklarını yapma cesaretini
de kendilerinde bulamazlardı. Onlar için hayat daima efendilerini taklit ve
efendilerinin yolunda olmaktı. Efendilerinin yaşadıkları bir hayata yüz yıl
sonra ulaşmak bile onlar için bir şerefti. Efendilerini yüz yıl geriden takip
etmek bile şerefti onlar için.
İşte bundan dolayıdır ki
efendilerinin kendilerini göremeyecekleri kadar onlardan uzaklaşmış olmalarına
rağmen yine de aldıkları bu eğitimin etkisiyle, eh ne yapalım büyükler büyüğe
tapar, biz küçükler de ancak ineğin küçüğüne tapabiliriz,
diyorlardı.
Bir de dikkat ederseniz buzağı
ziynet eşyasından yapılıyor. Bugün de bakıyoruz ziynet eşyalarının, altının,
gümüşün, paranın putlaştırıldığını görüyoruz. İnsanlar bugün de bunlara
tapınıyorlar âdeta. Ziynet esasen süs demektir. Dünyanın süsü ve ziyneti. Bugün
de insanlar âdeta bunlara tapınıyorlar. Öyleyse biz de buna çok dikkat
etmeliyiz. Dünya ve dünyanın süsü ve ziyneti olan şeyler hayatımızda putlaşmasın
inşallah.
Peygamber kısa bir dönem
aralarından ayrılınca hemen putlarına, putçuluklarına dönüverdiler. Elbette
peygamberi yok farz eden bir toplumun bundan başka yapabileceği bir şey de
yoktu. Meselâ bakın hıristiyanlarda Allah’ın peygamberi Hz. İsa’yı
hayatlarından kovup o hale getirince rahat bir nefes alabildiler. İsa için Allah
dediler, Allah’ın oğlu dediler, yarı Allah, yarı insan, Allah’la insan karışımı bir varlık dediler ve sonunda rahat
bir nefes alma imkânını elde ettiler. Allah, insan, yarı Allah yarı insan
karışımı bir varlık, bu bize örnek olamaz! Biz onun gibi olamayız! dediler ve
ondan kurtuluverdiler.
53: "Bir de yine şunu da hatırlayın ki, biz
Mûsâ’ya kitap (Tevrat) ve Furkân’ı verdik."
Tevrat’ı ve Furkân’ı verdik.
Hakkı bâtılı birbirinden ayırdeden, hakla bâtılı fark ettiren Furkân’ı verdik.
Buradaki kitaptan maksat Tevrat’tır. Ama bir de Furkân verdik diyor Rabbimiz.
Bu, ya Kur’an’ın olduğu gibi Tevrat’ın da sıfatıdır. Tevrat gibi Kur’an’ın bir
özelliği de budur. Kur’an hakla bâtılı fark ettirir. Tevrat da öyleymiş.
Kitapla bakıverdi mi insanlar hemen hakkı, bâtılı fark ediverirler. Hak ve
bâtıl ayan beyan gözlerinin önünde belirir,
belirginleşiverir.
Ya da buradaki Furkân Yed-i Beyza
ve âsâ gibi mûcizeleridir. Veya Mûsâ Aleyhisselâm'a verilen bir zaferdir,
anlamına gelebilecektir.
Bir de Hz. Mûsâ’ya ayrıca suhuf
verildiğini biliyoruz. Furkân: 1- Fark eden, ayıran anlamınadır. Kur’an’ın bir
adı da Furkân’dır. Yâni hakkı bâtıldan, bâtılı haktan ayıran
demektir.
2- Bir de fark ettiren
anlamınadır. Kitap kişiye yolunu fark ettirir, hayatını fark ettirir. Kitapla
beraber olan kişi hayatındaki tüm bozuklukları, tüm şirkleri, tüm bozuk
düzenlikleri fark ediverir. Kitabın böyle fark ettirici ve ayırıcı bir özelliği
vardır.
"Ta ki böylece hidâyet
bulursunuz."
Yol bulursunuz, Allah’ın dediği
yerde olursunuz, diye yapmıştık bunu. Hani hatırlayın, siz zulmetmiştiniz de
kendinize, bu buzağıya tapmaktan dolayı da onun affı için Mûsâ demişti ki
size:
54:"O zaman Mûsâ kavmine şöyle
demişti: "Ey kavmim, siz buzağıyı İlâh edinmekle gerçekten kendinize
zulmettiniz. Hemen yaratanınıza tevbe edin ve birbirinizi öldürün işte bu
yaratanınız katında sizin için daha hayırlıdır."
Ey kavmim! Haydi Allah’a tevbe
edin! Yaratıcınıza dönün! Allah’ın dediğini dinleyin! O size diyor ki:
Birbirinizi öldürün! Birbirinizi öldürün!
Bununla ilgili tefsirlerde şu
bilgiler verilmiştir:
1- Herkes kendi kendisini
öldürsün. Yâni herkes intihar etsin. Herkes kendi kendisini
öldürsün.
2- Herkes kendi nefsini öldürsün.
Öyle bir öldürün ki nefislerinizi, bir daha böyle gurura, kibre kapılmasın
nefisleriniz. Nefislerin öldürülmesi isteniyor burada denmiş. Yâni bu tür
isyanları emreden nefislerin ıslahı isteniyor denmiş. Islah-ı nefs edin
buyuruluyor denmiş.
3- Birbirinizi öldürün!
demektir bunun mânâsı demişler. Gü-nahsızlar günah işleyenleri öldürsün.
İçinizdeki puta tapınmayan mu-vahhidler putçuları öldürerek temizlesinler
şeklinde anlayanlar olmuş. Acaba Rabbimizin bu âyetini nasıl
anlayacağız?
Meselâ şimdi şu arkadaş geldi ve
bize ne yapıyorsunuz? dedi. Biz de dedik ki işte okuyoruz, çalışıyoruz dedik. Bu
arkadaş bize: İyi iyi, çok iyi böylece birbirinizi yetiştirin! dese. Ya da
kendinizi yetiştirin! dese. Ne demek bu? Yâni sen kendini yetiştir, sen de
kendini demek değildir bu. Ya ne demektir? Bu söz birbirinizi yetiştirin! demektir. Bu-na âyetten de örnek var: Bakın
bir âyetinde Allah buyurur ki:
"Evlerinize girdiğiniz vakit
nefislerinize selâm veriniz."
(Nur: 61)
Buradaki "Alâ enfüsi küm" den
kasıt kendinize selâm verin demektir. Kendi kendinize değil tabii. Birbirinize
selâm verin demektir bu. Öyle olunca, bu:
Kendi kendinizi öldürün! demek
değildir. Yâni intihar edin! demek değildir. Zira bakıyoruz bu hadîseden sonra
kimse intihar etmemiş. Bunu biliyoruz.
Nefsinizi öldürün! Yâni
nefislerinizi öldürün! demek de pek hoş gelmiyor. Yâni böyle insanda bir nefis
var, bir de işte insanın kendisi var. Nefsini öldüreceksin; ama kendin
yaşayacaksın demek de olmaz. Çünkü İslâm’da böyle bir şey yoktur. İslâm’da
nefis, insanın bizzat kendisi demektir. Şu bedenle ruhun bileşkesi olan insanın
bizzat kendisine İslâm’da nefis denir. Çünkü:
"Her nefis ölecektir, ölümü
tadacaktır ve sonunda bize döneceksiniz."
(Ankebût:
57)
Âyeti de bunu anlatır. Yâni
insanda bir nefis var, bir de onun kendisi var, insanın kendisi ölmeyecek de
onun nefsi ölecektir diyemeyeceğimize göre, mânâ öyle de değildir. Peki nedir?
Nefis insanın bizzat kendisi demektir. Kişinin kendisi demektir. Arapça şekliyle
söylersek:
“Gultü li
nefsi”
Ben nefsime dedim değil de, ben
kendime dedim; yâni kendim kendime dedim ki demektir. Nefis insanın bizzat
kendisi demektir. Yâ-ni nefis kişi demektir, şahıs demektir. Buna
göre:
Birbirinizi öldürün! anlamına
gelecektir bu. Bundan biliyoruz ki, her günahın tevbesi kendi cinsindendir. Her
günahın tevbesi, o günahla doğru orantılıdır. Allah’ı bırakıp ta buzağıya
tapınmanın cezası veya tevbesi de bunu yapan insanların öldürülmesidir. Bu
insanların ölümle karşı karşıya gelerek şirk pisliğinden temizlenip Allah’ın
rızasına ulaşmasıdır. Meselâ bile bile oruç yiyen bir adamın cezası, o cinsten
altmış gün oruç tutmaktır. Ama hastalıktan dolayı oruç yiyen kişinin cezası da
bir gündür.
İşte bu ceza da şirke düşmenin
cezasıdır ki, eğer o kişi tevbe edecekse, o kişinin cezası ölümdür. Peki nasıl
oldu bu iş? O Icle, buzağıya tapanları tapmayanlar öldürdüler olmuştur. Öyle
rivâyetler var. Allah’ın lütfuna bakın ki, o buzağıya tapanları tapmayanlar
öldürecek, şirke düşenleri şirke düşmeyenler öldürecek ve onların öldürülmesiyle
birlikte hem toplum temizlenecek, hem toplumdaki yamuklar temizlenecek, hem
onları engellemek konusunda zaaf gösterenler öldürme azabıyla karşı karşıya
kalarak temizlenecekler. Yâni hem bu öldürülenler kâfir olarak ölmeyecekler, bu
öldürülme işi onların tevbeleri olacak, hem de böyle günah işleyen akrabalarını
öldürmek zorunda kalan müslümanlar onları engelleme görevlerindeki ihmâllerinin
bedelini ödeyerek tevbe etmiş olacaktır. Böylece her iki tarafın da,
günahkarların da, onları bu işten engellemeleri gerekirken bu görevlerini
yapmayanların da cennete gitmeleri
mümkün olacaktı.
Bilebildiğimiz kadarıyla Hz. Mûsâ
buzağıya tapmayanlara; bu puta tapanları öldürün! diye emir verir. İbni Abbas
der ki: Buzağıya tapınmayanlar ellerine kılıçlarını alıp ayağa kalktılar.
Üzerlerine şiddetli bir karanlık çöktü. Onların aralarına dalmışlar ve
önlerine gelen herkesi öldürüyorlardı. Babaları, anaları, kardeşleri, çocukları
kim olursa olsun önlerine gelen herkesi öldürüyorlardı. Sonra Hz. Mûsâ işaret
etti ve bıraktılar. Bu hadîsede ölenlerin sayısı yetmiş bini bulmuştu. Böylece
ölenlerin de öldürenlerin de tevbeleri kabul ediliyordu.
Bir gruba ölüm cezası, öbür gruba
da kardeşlerini öldürme azabı tattırılmıştı. Çünkü berikiler de onları bu işten
vazgeçirme konusunda zaaf göstermişlerdi. Ölmek kadar öldürmek de zordur. Her
iki grup da böylece cezalarını çekmiş oldular.
Birileri ölümü tadıyordu, ama
berikiler de kendi kardeşlerini, kendi babalarını öldürme azabıyla karşı karşıya
kalıyorlardı. Böylece her iki gruba da bu azap tattırılarak affa mazhar olma
imkânı lütfedilmiştir.
Üstelik bunların arasında bulunan
Hz. Harun’un ısrarla bu işten vazgeçmeleri konusundaki uyarılarına aldırış
etmeyen bu isyankârların elbette böyle ciddi bir biçimde cezalandırılmaları
gerekiyordu, Cenab-ı Hak da öyle yaptı. Öldürdükçe öldürmüşler. Allah’ın
emriyle Hz Mûsâ: Tamam yeter buyuruncaya kadar.
"Bu sizin için daha hayırlıdır
Allah katında."
Bu sizin hakkınızda daha hayırlı
da Allah onun için bu cezayı size verdi. Toplumda suçlular, suçsuzları da
saptırıp kendileri gibi yapmasınlar diye Allah bu cezayı veriyordu. Dönün
Allah’a, O Allah Tevvab’dır ve Rahim’dir. Demek ki Allah’la çatışma noktasına
gelecek kadar yoldan çıkmış bir toplumun bile temizlenme ve arınma yolları daima
açıktır. Toplumlar bu noktaya düşebilirler. Allah’ı unutup başka şeylere
tapınacak kadar alçalabilirler. Allah’la harbe tutuşurcasına bir kısım tâğutları
ona eş ve ortak koşacak bir duruma gelebilirler.
Veya Allah
kanunlarını bir tarafa atarak kendilerine egemen olan toplumların kanunlarını
uygulama noktasına düşebilirler. Kendilerine egemen olan toplumların
tanrılarından daha düşük tanrılara tapınacak hale gelebilirler. Ama bilelim ki
ne yaparlarsa yapsınlar tevbe kapısı her zaman için açıktır onlar için. Yeniden
Allah’a dönebilme, yeniden Allah’ın kitabına dönebilme imkânları her zaman
mevcuttur. Böylece yeniden Allah’ın affına, Allah’ın merhametine ve nîmetlerine
ulaşma imkânları olabilecektir.
Ayrıca Mûsâ’ya siz demiştiniz
ki:
55:"Ey Mûsâ, biz Allah’ı açık açık
görmedikçe sa-na asla inanmayız! Demiştiniz."
"Bunun üzerine siz bakıp
dururken, sizi bir yıldırım çarpıvermişti."
56:"Böylece ölmüştünüz de bu
ölümünüzden sonra sizi tekrar dirilttik."
"Belki siz şükredersiniz diye."
Bu adamların özellikleri aynen şu
andaki bizim özelliklerimiz. Şu anda meselâ bakın adamın çocuğu elinden alınır,
ses çıkarmaz. Kızı öldürülür, ses çıkarmaz. Oğlu mahvedilir, gene ses
çıkarmaz. Ve bundan kendisini kurtaracak pozisyona adımını bile atmaz.
Peygamberle bir an diyalogu kesilince, yâni peygamberi Tûr’a gidince kendisi
kalır, yine putuna tapmaya başlar. Bakın Peygamberleri Mûsâ aley-hisselâm kısa
bir dönem yanlarından ayrılıp Tura gidince kavmi şöyle
demişlerdi:
"Mûsa bize dönünceye kadar biz bu
buzağıya tapmakta devam etmekten asla ayrılmayacağız!
Demişlerdi."
(Tâhâ: 91)
Peygamber azıcık yanlarından
ayrıldı diye bunu yapmaya başlayıverdiler. Şimdiki insanlara da eğer peygamber
modeli tanıtmaz-sak, onlar da kendi putlarına tapmaya devam edeceklerdir.
Peygam-bersiz hayatlarını bir şeylerle doldurmaya devam edeceklerdir. Meselâ
yemek yemede sünnet modelini öğrenmezse adam, elbette bir başkasının yemek yeme
modelini onun yerine ikâme edecektir. Meselâ giyim kuşamda peygamber modelini
bilmiyorsa, onun yerine bir başkasının giyim modelini benimseyecektir.
Peygamberimizin böyle bir hadisini hatırlıyorum:
"Her sünnet ortadan kalkınca
yerine bir bidat yerleşir."
Mecburdur adam çünkü. Yâni
eşyanın tabiatı bunu gerektirir. Eğer bir konuda sünnet bilinmiyorsa,
bilinmediği için de tabii olarak uygulamaya konulamıyorsa, elbette başka bir şey
uygulamaya ko-nulacaktır. Kaçınılmazdır bu. Çünkü o hayatın vazgeçilmez bir
unsurudur. O yoksa başka bir şey gündeme gelecektir. Çünkü öyle de olsa, böyle
de olsa hayat devam etmektedir. O hayatı bir şeylerle doldurmak zorundayız.
Hayatın o bölümünü dolduracak, düzenleyecek sünnet yoksa onun yerini bir
başkasının sünneti, bir başkasının uygulaması dolduracak ve
düzenleyecektir.
Sonra Allah; kitap vermiş, Furkân
vermiş yolumuzu bulalım diye, hayatımızı onunla düzenleyelim diye, ama biz yine
de yolumuzu buna değil de başkalarına soruyorsak. Ve de Allah korusun tevbe,
suçluları ortadan kaldırmak için varken, buna razı olup hattâ suçlularla kol
kola gezmeye kalkarsak o zaman işimiz bitiktir..
Çünkü bakın, yahudilerle alâkalı
tarihte böyle bir husus anlatılıyor. Allah’ın Rasûlü diyor ki: İsrâil
oğullarından din bilenler çarşı pazar dolaşırlar, insanlara Allah’ın emirlerini
emrederler, münkerden de nehyederlerdi. Ama bu yanlış yapan, günah işleyen
insanlarla da ertesi günü kol kola pikniğe giderlerdi de Allah da onların
kalbini, günahkârların kalbine benzetiverdi, diyor. Eh
şimdi:
İsteniyor. Yâni onları
öldüreceksin! Onların varlığını ortadan kaldıracaksın deniyor. Yâni yahu adam
tevbe edecek, vazgeçecek belki! Öldürmeye ne gerek var? Hayır bu bizim şeriata
göredir. Onlarınkinde öldürmeydi ceza. Bizimkinde de ya onu sürdürmeyecek,
piş-man olacak, vazgeçecek veya onu ortadan kaldıracaksın. Başka türlü de İslâm
yaşanmaz yâni..
Meselâ adam zina ediyor, yine
yapıyor. Adam öldürüyor, yine yapıyor. Bunlar ortadan kaldırılmalı ki, biz
Allah’ın istediğine göre yaşayalım. Toplumda bu insanlar, ellerini kollarını
sallaya sallaya dolaştıkları ve aynı suçu tekrar tekrar işledikleri sürece, o
toplumda günah işlemeyen insan kalmaz. Bu adamlar günün birinde suçsuzları da
suç işler hale getireceklerdir. Bu kaçınılmazdır.
Bir de görmeden inanmayız sözü
sanki pozitivizm denen bilimciliğin yaygınlaştırılması. Deneye girip çıkmayana
inanmaz adam. Günümüzde pozitivist kâfirlerin de aynı şeyleri söylediklerine
şahit oluyoruz. Laboratuar deneylerine konu olmayan şeylere inanmayız!
diyorlar. Ve bugün bunu söyleyenler de zirvede bir düşünceye sahip olduklarını
iddia ederler. Halbuki bu âyetle birlikte bu zavallıların ne kadar basit bir
akıl yürütmeden bile mahrum olduklarını görüyoruz. Bundan dört bin yıl önce de
İsrâil oğullarının seçkinlerinin dediklerinin aynısını söylüyorlar. Yâni bir
şey değil bu.
Demek ki, yeni
bir şey değil bu materyalist felsefenin insanlığa sunduğu mesaj. Bunlar
maddeden başka bir şey tanımayan, gözlerine batmayan bir şeye inanmayan, gayba
inanamayan insanlardır. Bunlar tıpkı sopasız yürüyemeyen körlere benzerler.
Tapacakları Mâ-budlarını elleriyle tutmak, dokunmak, yoklamak isterler. Yâni
tapmak için cisim ararlar, putlar ararlar. Bulamazlarsa yaparlar, ondan imdat
beklerler. Çünkü insanlarda ibâdet hissi doğuştan vardır, tapacak-lardır bir
şeylere. Hiç olmazsa bir öküz veya öküzün altındaki bir bu-zağıyı
ararlar.
Allah’ın dediğine inanmaz, gayba
inanmaz, ayın yarılmasına inanmaz. Sanki İsrâil oğullarının kavgası tam da bizi
buluyor anlamı-na gelecek.
Aynen onlar gibiyiz, işte bizim
piyasa, işte İsrâil oğullarının durumu:
Bunlar bu defa da, biz Allah’ı
açık açık görmedikçe kesinlikle inanmayacağız ey Mûsâ! diye tutturunca
rivâyetler gösteriyor ki, Hz. Mûsâ bunlardan, kendi içlerinden yetmiş kişiyi
seçip kendisiyle birlikte Tûr’a göndermelerini istedi. A’râf sûresi bunu şöyle
anlatır:
"Mûsa tayin ettiğimiz vakit için
(Buzağıya tapmayanlardan Allah’ın emri ile) yetmiş kişi
seçti."
(A’râf:
155)
A’râf sûresi bunların sayısının
yetmiş kişi olduklarını anlatır. Hz. Mûsâ kavminin seçtiği bu yetmiş kişiyle
beraber Tur’a gitti. Bunlar buzağıya tapan arkadaşları namına özür
dileyeceklerdi. Ya da Hz. Mûsâ’nın Allah’la konuşmasına şahit olacaklardı.
Gözlerimizle görme-dikçe ne Rabbine ne de sana inanmayacağız diyenler adına bu
görme işine şahit olacaklardı. Göreceklerdi Allah’ı ve dönüp müvekkille-rine:
Evet inanın bu peygamberin dediklerine! Çünkü gerçekten biz Onun Rabbini
gözlerimizle gördük diyeceklerdi. Gittiler Mûsâ aleyhis-selâm ile birlikte Tura.
Orada Rabbimizin elçisi Hz. Mûsâ aleyhisse-lâm ile konuşmasına şahit
oldular.
Burada Cenab-ı Hakkın Hz. Mûsâ
ile konuşmasına şahit oldukları halde dediler ki: Ey Mûsâ, bizim için bu
yetmez! Sadece senin Rabbinin sesini işitmemiz bize yetmez ey Mûsâ! Bizler
senin Rabbini açık açık gözlerimizle görmedikçe, ellerimizle Ona dokunmadıkça,
duyularımızla Onu algılamadıkça asla Ona da, sana da inanmayacağız! dediler.
Sonra:
Gözleriniz göre göre, siz bakıp
dururken yıldırım çarpmıştı. Saika; yıldırım, veya bir ateş, veya "Geberin!"
diye bir sesti. Her şey olup bitmişti. Hepsi ölmüşlerdi. Sanki alın öyleyse,
Allah’ı ancak böyle görebilirsiniz! dercesine Allah onların tamamını
öldürüverdi. Hz. Mûsâ ağlamaya başlamıştı: Ya Rabbi sen kavmimin seçkinlerini
öldürdün! Şimdi ben onların yanına varınca ne diyeceğim? diye yalvarıp
yakarınca Allah onları tekrar diriltti. Ya da:
"Siz o zaman bakıp
duruyordunuz!"
İfadesinden bunlar ölmemişlerdi
de kımıldayamıyorlardı, ölüm haline gelmişlerdi diyenler de olmuş. Nitekim
A’râf: 155 de:
"Onları bir titreme
alınca"
Buyurulur. Bir saika, bir
titreme, bir ürperti onları yakalayıverdi deniyor.
Ama dikkat
ederseniz bunu yapanlar, hayır ey Mûsâ bizler biz-zat senin Allah’ını
gözlerimizle görüp ellerimizle dokunmadıkça iman etmeyeceğiz diyenler, bu suçu
işleyenler yetmiş kişi olduğu halde tüm kavme teşmil olunuyor. Yâni sadece suç
işlemiş olan bu adamları değil de Rabbimiz tüm kavmi cezalandırıyor. Bundan şunu
anlıyoruz ki:
1- Bir toplumun içinde yetmiş
kişinin işledikleri suçtan dolayı tüm toplum fertlerinin cezalandırılacağı
haberi veriliyor.
2- Bir de seçenler seçtiklerine
dikkat etmelidirler. Zira bundan anlıyoruz ki müvekkillerinin suçları onları da
ilgilendirmektedir. Çünkü seçenler seçtiklerinin yaptıklarından
sorumludur.
Evet, Allah’ı gözleriyle görmek
cinnetine kapılan bu insanlar, Allah’ı görememişlerdi; ama diğer mabutların,
meselâ buzağının yapamayacağı şeyi Allah’ın yaptığını görmüşler ve bunun
sonunda biraz biraz akıllanmışlar ve tüm kavim affedilmiş, yeniden
dirilmiştir.
Bu âyetiyle Rabbimiz, tüm
insanlığa şu mesajı veriyordu. Ey insanlar! Vazgeçin bu materyalist felsefeden!
Vazgeçin bu bilimsel putçuluktan! Vazgeçin bu maddeci ve dünyacı
tavırlarınızdan! Görmediğimize inanmayız değil, Allah’a ve Allah’tan
gelenlere inandık deyin! Aksi takdirde bu tutumlarınızı sürdürürseniz geberir
ve tekrar dirildikten sonra da başka bir âleme gözlerinizi açar ve
pişmanlıklarınızın fayda vermeyeceği bir gerçekle karşı karşıya gelebilirsiniz,
diyordu. Bundan sonra: Cenab-ı Hakkın
İsrâil oğullarına verdiği nîmetlerden biri de şu:
57:"(Tih sahrasında) Bulutla sizi
gölgelendirdik ve size kudret helvası ve bıldırcın
indirdik."
Çöl ortamında ihtiyaçlar biraz
daha net belli. Şehirde de öyle de, şehirde karıştıranlar çoktur. Şeytan ve
uşakları şehirde saklanma yeri buluyorlar. Şehirde saklanma yerleri çoktur.
Çölde saklanma yerleri yoktur. Adam geldi mi biliyorsun, nereden geldiğini
bilebiliyorsun yâni. Orada neye ihtiyacı var insanın apaçık ortaya çıkıyor.
Çölde, çöl ortamında üç zaruri ihtiyaç maddesi vardır:
1- Yemek
ihtiyacı,
2- İçmek
ihtiyacı,
3- Bir de barınma ihtiyacı
vardır.
Cenab-ı Hak onların, bu
ihtiyaçlarının tamamını gidermiş, hepsini temin etmiş. Allahu Teâlâ yemeği de
şekillendirmiş, biçimlendirmiş. Hattâ tatlı, tuzlu, yağlı, ballı oluşunu da
hazırlamış. İhtiyaç mı diyorsunuz? Alın size! diyor sanki çöl ortamında. Bütün
ihtiyaçlarını bedavadan giderivermiş Allah. Yok korunmaydı, yok ısınmaydı, öyle
odun lâzımdı, kömür lâzımdı, kaloriferdi, orada böyle bir dert yok. Her
şeylerini temin etti Allah. Ama sadece bana kul olacaksınız! Sadece beni
dinleyeceksiniz! Başka yok! diyor. Tabi bunlar bütün bunlara rağ-men soğan
sarımsak derdine düşünce de mahvolup gitmişler. Hiç bir şey yapamamışlar. Geri
kalanlar, işte onlar yapabildikleri kadar bir şeyler
yapacaklar..
Üzerlerini biz bulutla
gölgeleyiverdik. Onlar için hazırlanan ve onların barınmalarını sağlayan bir
bulut. Zaten orada korunmaydı, öyle odun lâzım, kömür lâzım, kalorifer mi?
Orada öyle bir dert yok. Sadece sıkıntı; hava şartlarından kişinin barınmasıydı,
onu da Allah bulutla sağlamıştı tamam. Mücahidin ifadesine göre bu bulut, şu
bizim bildiğimiz bulut değil. Cenab-ı Hakkın kıyamet günü müminler için
getireceği çok özel, çok güzel, böyle serinlik veren bir bulut olduğunu
söyler.
İbni Abbas da bu bulutun Bedir
günü müslümanların üzerlerine getirilen bulutun aynısı olduğunu
söyler.
Üzerlerine de kudret helvası ve
bıldırcın eti indirdik. Bu inmek, tepeden inmek olabileceği gibi, yaratmak
anlamına da olabilir. Meselâ Allah Hadîd sûresinde demiri de indirdik diyor.
Enzele indirmek anlamınadır ama yaratmak anlamına da geliyor. Meselâ yine Allah
Mîzanı indirdik diyor, demiri indirdik diyor. O da öyle. Yine kıyamette Mîzan
indiriliyor.
Ama indiriliyor değil aslında,
onu yaratıyor veya ortaya çıkarıyor demektir. Nasıl indirildiğini bilmiyoruz
ama Allah bir tür indirişle kudret helvası ve bıldırcın eti indiriyor. Çölde
İsrail oğullarını bu nîmetleriyle perverde ediyor.
Men ve Selva Cenab-ı Hakkın
onları doyurmak için verdiği iki ayrı nîmetti. Satın almak için paraya gerek
yoktu, elde etmek için zah-mete ihtiyaç yoktu. Rabbimiz bedavadan sunuyordu
nimetlerini o kullarına. Eğer mü’min rızık endişesiyle kulluğu terk etmez,
birinci planda Allah’a kulluğa koşarsa, bilelim ki Allah kesinlikle onu
doyuracak, aç ve açıkta bırakmayacaktır. Her yerde, her ortamda rızık zaten
Allah’tandır.
Nitekim, köle olarak Nemrut’un
mahiyetinde yaşamaktansa çölde aç kalsa da Allah’ın kulu olarak hür yaşamayı
tercih eden İbrahim Aleyhisselâm'a çölün ortasında Zemzem’i lütfeden de
Allah’tı.
Veya Firavun’un sarayında yağlı
ballı köle hayatı yaşamak-tansa, çölde hür bir şekilde Allah’a kul olmayı tercih
eden Hz. Mûsâ’yı da elbette aç ve açıkta bırakmayacaktı Rabbimiz. Onlara kudret
helvası ve bıldırcın gönderdi. Men, yâni kudret helvası sütten daha beyaz,
baldan daha tatlı imiş ve fecir vaktinden güneşin doğuşuna kadar ki zamanda
böyle onların üzerlerine kar gibi yağıyormuş.
Rivâyetlere göre de yarına
saklama endişesi taşımamaları ge-rekiyordu. Eğer saklayıp yarın yiyelim
derlerse kokuyormuş. İşe yara-mıyormuş, bozuluyormuş. Mantarın bu kudret
helvasından arta kalan bir yiyecek olduğu söylenir. Veya Rasûlullah’ın
hadislerinden anladığımıza göre böyle özel bir yiyecektir mantar. Göz
hastalıklarına da şifa olduğu anlatılır. Bir de Şırnak taraflarında bilmem hangi
dağın arasında demişlerdi de şu anda bilmiyorum, temmuz ya da ağustos aylarında
iki veya üç gece, böyle kar gibi helva yağdığı anlatıldı. Bizzat bunu yiyen
adam anlattı. Hükümetin oradan İsmet Paşa mektebine kadar yürüyemezdim, kalp
vardı diyor. Siirt’te memurmuş adam, gitmişler oradan yemiş, şu anda gördüğünüz
gibi hiç bir rahatsızlığım yok diyordu adam. Eh Cenab-ı Hak verebiliyor yâni,
aslında şu inen kar da ayrı bir şifadır ciğerlere.
Aslında biz eşyanın tabiatını
ifsat etme girişimini bitiriversek şifa kolay, her şeyde şifa var da biz
bozuyoruz eşyayı. Havanın düzenini bozuyoruz, toprağın düzenini, yiyeceklerin
düzenini bozuyoruz, gıdanın düzenini bozuyoruz, elmanın elli çeşidini, kirazın
kırk çeşidini, hurmanın seksen çeşidini icad etmek için peygambere rağmen
aşılama yapıyoruz. Peygamber de bakıyor bu yaptığımız kişinin dinini, imanını
bozacak niteliğe ulaşmamışsa: "hadi bakalım neyse siz bilirsiniz" diye
salıveriyor, bu dünya işidir diye.
Sonra da müslümanlar
zannediyorlar ki Peygamber Aleyhis-selâmın bilmediği bir de dünya işi vardır
diyorlar, bu sözün mânâsını böyle anlıyorlar ve Peygamberin bilmediği bu dünya
konularını biz kendi kendimize hallederiz, filan diyorlar. Diyorlar ama
sağlıkları adına neleri kaybettiklerinin farkına bile varamazlar. Halbuki tüm
bunlar ifsada götürüyor insanları. Resul-i Ekrem’in hani o hurma aşılama
ko-nusundaki sözü var ya, onu kimi sahâbeler şöyle anlamışlar ki bu anlayış;
benim daha çok hoşuma gitti. Yâni insanlar Peygambere rağmen, yâni ona sormadan
yaptıkları işlerde dinden çıkıyor idiyse, Allah’ın Rasûlü o konularda asla
müsamahalı davranmıyor. Israrla onu yaptırmaya çalışır.
Ama bir iş, bir şey ki, onu
yapınca insanlar dinden çıkacak değillerse o zaman: Hadi bakalım neyse!
diyebiliyor. Onlara bu konuda müsaade edebiliyor. Meselâ birisi hanımını zina
ihtimaliyle yargılıyor, sonra da dönüp Rasulullah’a diyor ki: Ama ya Rasûlallah!
Ben onu çok seviyorum! Ve ona dayanabileceğimi sanmıyorum! deyince Allah’ın
Rasûlü: İyi hadi öyleyse nikâhında tut! Ama dikkatli ol diyor. Yâni bazen din
bozulmuyorsa, karşısındakinin fikrine müsaade ediverdiği oluyor. Değilse
zinaya evet demiyor bakın gene de. Bunu böyle anlayamayız.
Bıldırcın eti ve kudret helvası
da böyle iniyor imiş. Daha sonraki âyetlerde gelecek, su isteyecekler, Hz. Mûsâ
aleyhisselâm vuracak asını taşa ve oradan da su fışkıracak. Çölde başka da bir
ihtiyaç yoktur zaten. Çöl ayrı bir şeydir. O ortamda yasakları Allah belirler.
Allah’ın âyetleri belirler. Gündüzü güneş belirler, geceyi güneş
belirler.
İstediğin yere dosdoğru gitmek
hakkın vardır. Ama dağ varsa aşmak zorundasın tabii. Yâni bir başkasının yasağı
yoktur orada. Herkes alabildiğine özgür, alabildiğine hür, Allah’ın âyetleriyle
köle ama. Sonra çöl ortamı insanın Allah’ı daha bir güzel anlama ortamıdır.
İnsanın tabiata etkinliğinin sıfıra indiği, insanın hem Allah’ı hem de kendini
daha bir güzel tanıma ortamıdır. Bir de çöl ortamı sanki karakterin öze
dönüşmesinin ortamıdır. Yâni insanlar neye müsaitlerse, kendilerinde ne varsa
onu ortaya koyabiliyorlar. Güçleri, korkuları, gayretleri, cesaretleri,
dayanıklılıkları, açlıkları, susuzlukları, ne varsa, ne yapabiliyorsa işte çölde
bu rahat ortaya çıkıyor. İşte Allah sanki onların her birinin müdahalesini
sanki sıfıra çıkarmış, ortaya koymalarına izin vermemiştir. Yâni biraz daha
düzgün söylersek, dünyada insanların birbirlerine hava atmaları, çöl ortamının
dışında olmalarından kaynaklanıyor.
Biri benim arabam diyor, öbürü benim atım diyor,
ötekisi ben şöyle kazanırım, berikisi ben şöyle ev yaptırırım diyor, biri benim
diplomam, öbürü doktoram diyor. İşte bu işleri dengeye getirdi mi Allah, yâni
tek düze haline koydu mu, karşındaki insan da senin hakkına sa-hip oluveriyor.
Yâni kimsenin kimseye muhtaç olması söz konusu değil. Herkesin ihtiyaçları aynı
seviyede giderilmiş durumda.
Ama bakın ki İsrâil oğulları bu
durumdayken bile isyan edecekler, ukalalık edecekler, Allah’a kafa tutacaklar,
Hz. Mûsâ’yı üzecekler, yoracaklar.
Onları, örnek bir toplum olarak Cenab-ı Hak
bize anlatacak.
"Rabbinizin size verdiği
rızıkların iyi ve güzelinden yiyin için."
Peki Allah ne vermişti onlara
tertemiz? Bıldırcın eti vermişti ve kudret helvası vermişti. Peki niye Allah’ın
verdiği rızıklardan yiyin dedi? Niye bunlardan yiyin demedi? Ha bu âyetler
aslında bizim âyetlerimiz de ondan. Bize anlatılan âyetlerdir. Meselâ Allah
diyor ki; biz sizi Firavun’dan kurtardık! Kimi kurtardı? Hz. Mûsâ dönemindeki
yahudi-leri kurtardı. Ama bu hitap peygamberimiz dönemindeki yahudileriydi.
Yâni bize değil gibiydi. Hayır halbuki bizi anlatıyordu bu âyetler. Burada da
Allah’ın verdiğinden yiyin için! Yâni çölde apaçık belli Allah verdi diye. Peki
sizinki belli değil mi? diyor sanki âyet? Sizinkini kim veriyor ya Allah değil
de? Allah vermiyor da siz mi kazanıyorsunuz? Siz mi muhafaza ediyorsunuz? Gibi
meselenin yine Allah’a ircaını görüyoruz âyette.
"Ama onlar itaat etmemekle bize
zulmetmiş olmadılar, ancak kendilerine zulmettiler."
Yâni onlar bütün bu nîmetlerimiz
karşısında serkeşlik edince, bize mi eziyet edebilecektiler? Hayır! Bize hiç bir
şey yapamazlar! Kendilerine yazık ediyor onlar.
Aynı şeyi bizim için de
düşünüyoruz şimdi. Biz size bu kadar nîmet verdiğimiz halde, siz bütün bu
nîmetler karşılığında bana kulluk etmezseniz, etmeyecekseniz, bu asla bize
eziyet olmaz, siz ancak kendi kendinize eziyet ediyorsunuz! Olacaktır mânâ.
Israrla Kur’an-daki mantığı böyle yakalamaya çalışıyoruz tabii. Yâni her bir
âyeti, ya ben! Ya ben! Ya ben! diye dinlememiz gerekiyor. O ortamda ben! O
ortamda ben! Ona denen bana, onlara verilen banadır demek Allah’ın âyetlerini
böyle dinlemek, böyle okumak, böyle değerlendirmek zorundayız. Değilse şu anda
ne Mûsâ aleyhisselâm var, ne de İsrail oğulları. Bütün bu hitaplar bizedir.
Bütün bu anlatılanlar bize bizim kulluğumuzu anlatmak içindir
unutmayalım.
Meselâ Mûsâ, Firavun, Harun,
Karun, Hâmân anlatılan bir ortam düşünün. Sihirbazlar ve halk var o ortamda. Bu
bölümü okuyan, dinleyen biz o ortamda kendi yerimizi bulmaya, kendi rolümüzü
anlamaya çalışacağız. Ya orada ben halktan birisiysem! Ya da sihirbazların
durumundaysam bu olayda! Ya da Firavun gibiysem! Veya Hâmân gibiysem! Karun
gibiysem! Yâni bunlardan birinin rolünü oynuyor, fonksiyonunu icra ediyorsam! O
olayda ben buysam diye düşüneceğiz. Ve kendimizi yargılayacağız. Ha!! Ben
meğer firavun gibiymişim! diyecek ve kendimi düzeltmeye çalışacağım. Veya çok
şükür o ortamda ben Mûsâ gibiymişim diyecek ve devam edeceğim. Veya ben halk
gibiymişim! diyecek ve Mûsâ’yı desteklemek ve Firavun’u kösteklemek durumunda
olacağım. Ya da sihirbazlar gibiymişim! diyecek ve hemen Firavun’un hizmetinden
ayrılmalıyım! diyeceğiz ve ayrılacağız hemen. Ya ben! Ya ben! diyeceğiz hep,
bize söyleyecek Kur’an hep. İşte o zaman bu kitap bizim kitabımız olur. İşte o
zaman bu kitap bize yol gösterir. İşte o zaman bizim de bir kitabımız var demeye
hak sahibi olmuş oluruz. Kitapsızlıktan kurtulmuş oluruz Allah’ın
izniyle.
58: "Hani hatırlayın, şu karyeye girin demiştik
biz size."
İsrâil oğulları Sina çölünde.
Kendilerine Allah tarafından bir emir veriliyor. Bu emir çöl ortamından farklı
bir ortama girmeyle ilgili bir emirdi. Ya ısrarla kendileri bunu istedikleri
için ya da Rabbimiz bunları böyle bir imtihana tabi tutmak için istiyordu bunu
onlardan.
Tih sahrasından çıktıktan sonra
bir şehre girmelerini istemişti Allah onlardan. Hangi karye bu? Burada adı
verilmemiş. Allahu âlem Filistin’e doğru giderlerken bir karye. Filistin yolu
üzerinde bir karye. Arz-ı mev’ud’a gitmelerini sağlayacak bir şehrin girişi.
İşte bir şehir ki, o şehre girmeleri istenmiş. Diyor ki Rabbimiz; şu kente
girin!
"Ve orada ne bulduysanız,
istediğiniz gibi serbestçe yiyin için."
"Ve kapısından secde ederek
girin!"
O şehrin kapısından girerken de,
şehre giriş eylemini gerçekleştirirken de secde ederek girin. Yâni bu
nîmetleri ve zaferi size nasip ettiğimden dolayı sücceden girin! Secdeyi
biliyoruz. Meleklerin Hz. Adem’e secdeleri niteliğinde bir secde. Boyun eğmek
anlamında, tamam ya Rabbi! Senin istediğin gibi ya Rabbi! Bu şehirde biz ancak
senin istediklerini ister, senin istemediklerinden de biz nefret ederiz!
Şeklindeki bir gerçeği kabul ediyoruz biçiminde bir secdeydi
bu..
"Ve de hıtta
deyin!"
Türkçe’si: Allah’ım bağışla!
Allah’ım affet! Rabbim mağfiret et! demektir. Yâni Arapça’daki estağfirullah
anlamına bir kelime.
"Biz de sizin hatalarınızı
siliverelim, mağfiret edelim."
"Bilin ki biz ihsan edenlere
artırırız."
İhsan edip muhsince davrananlara
artıracağız. Yâni daha çok nîmet vereceğiz! Veya affedeceğiz. Af ile mağfiret
kelimelerinin anlamları
farklıdır.
Cenab-ı Hakkın bunlara böyle bir
yol gösterisi var. Yâni gelin hıtta deyin ki sizi affedelim, mağfiret edelim!
diyordu Rabbimiz. Yâni biz sizi affedeceğiz, yeter ki siz Allah’a yönelin! Allah
karşısında ta-kınmanız gereken tavrı takının. Kul olduğunuzu
unutmayın.
Birisi öyle diyordu: Meselâ daha
yeni doğmuş bir bebek düşünün. Bu bebek acziyetinin, küçüklüğünün doruk
noktasındayken, yâni kimseye kafa tutamayacak bir dönemi yaşarken, gücünün,
iktidarının olmadığının farkında olan bu bebek daima el üstünde tutulur. Annesi,
babası, kim alıyorsa kucağına, aman aman diye üzerine titrer. Ama çocuk biraz
büyüyüp de ben de varım! Ben de yürüyebilirim! Ben de alabilir, ben de
satabilirim! demeye başladı mı, artık burnu bilmem neden kurtulmamaya başlar
ya.
İşte aynen bunun gibi insan da
Allah karşısında böyle bebek gibi bir sekînet, bir teslimiyet gösterirse. Ya
Rabbi senin karşında ben bir hiçim! Ancak senin izninle yaparım! Senin yap
dediğini yaparım! Senin bildirdiğini bilirim! diyerek Allah yolunda olursa,
Allah da onu öylece koruma altına alıverir. Ama ben de bilirim! Ben de
beceririm! demeye başlarsa ki tâğutlukdur bu. Firavun’un yaptığı da buydu zaten.
O ortama kendini düşürüverdi mi Allah korusun, hepten helâk olup gitmiştir.
Bunlardan da bu isteniyor: Gelin inat etmeyin! İsyan etmeyin! deniyor. Ya Rabbi
ben beceremedim! Ben bu kadarını yapabildim! Ötesinde beni affet! dememizi
istiyor.
Affet Allah’ım! Sen büyüksün!
dememizi istiyor. Ama bunda da samimi olmamızı istiyor.
59: "Ama o zâlimler kendilerine
denilen sözü denilmeyene çevirdiler de."
Kendilerine denileni denilmeyenle
değiştirdiler. Yıllarca Firavun siteminin zulmü altında kalmış, Firavun
eğitiminin etkisi altında her şeylerini kaybetmiş, ezilmiş, şahsiyetleri
silinmiş bir toplum olarak Allah’ın emrini değiştiriverdiler. Yâni Allah’ın
kendileri için çizdiği programın dışına çıkıverdiler.
Bunun bize şu mânâyı
hatırlattığını unutmamalıyız: Allah bizden hangi lafızlarla, hangi stilde,
hangi usulde bir kulluk istemişse aynen o şekilde uygulamak zorundayız. Bunu
asla değiştirme hakkına sahip değiliz. Diyelim ki Allah bizden iki rek'at sabah
namazı istiyor. Yahu iki rekat ne olur ki kılmışken dört kılalım, beş kılalım
diyerek bunu fazlalaştırmaya kimsenin hakkı yoktur. Allah bizden otuz Ramazan
oruç istemiş. Bunu sayısal olarak değiştirmeye veya fazlalaştırıp azaltmaya
kimsenin hakkı yoktur. İbâdetlerdeki, namazlardaki lafızları bir başka şekilde
değiştirmeye kimsenin hakkı yoktur. Tesettür öyle, mîras öyle, zekât öyle,
kadın erkek ilişkileri öyledir. Yâni Allah bizden ne tür bir kulluk istemiş ve
onu ne tür uygulamamızı istemişse onu aynen Allah’ın istediği biçimde uygulamak
zorundayız. Bunları değiştirmeye, ya da yeni yeni tapınış biçimleri ihdas
etmeye hakkımız yoktur.
Ama bunlar değiştirdiler bakın.
"Hıtta" yerine "hınta" demek gibi, ya da secde yerine arka kapıdan girmek gibi
Allah’ın emirlerini değiştirdiler. Allah’ın istemediği bir eylemi
gerçekleştirdiler. İnsanlar ne yaparlarsa yapsınlar. İsterlerse gökte
yürüsünler Allah’ın kendilerinden istemediği bir kulluk türüyse bu yaptıkları,
boştur. Bakın Allah diyor ki:
"Biz de bu zâlimlere yaptıkları
sapıklığın karşılığı olarak gökten murdar bir azap
indirdik."
Onların bu fısk u fücurlarından
ötürü, fâsıklıklarından, emre muhalefetlerinden dolayı, kendilerinden
istenilenin dışında hareketlerinden, emri değiştirmelerinden ve kendilerine
göre yorumlamalarından dolayı gökten onlara azap indirildi. E denileni
denilmeyene çevirdiler de. Ne demektir bu? Bunun anlamı yahudi ve
hıristiyanların kendilerine gönderilen emirlerdeki kelimeleri konuluş amacının
dışına çıkardıkları haberi var Kur’an-ı Kerim’de.
“Ama zulmedenler, kendilerine
söylenmiş olan sözü başka sözle değiştirdiler”
Deniliyor. Yâni kelâm ne
için konulmuş idiyse ortaya, onu onun dışında anlamaya çalışmışlar. O anlamın
ötesinde, berisinde mâ-nâlandırmaya çalışmışlar. Meselâ nasıl bugün için
söylersek; Pey-gamber demiş ki, insanın
saâdeti için saliha bir kadın ve geniş bir ev gerekir. Birde iyi bir binit var
değil mi? Birincisi için müslümanlar
adının saliha olması yeterlidir diyorlar. Ya da işte iyi, otoriter bir kadın.
Veya işte dediğini yaptıran cinsten filan birisiyse, Osmanlıdır, sali-hadır
tamam. Ama ikinci biraz daha bariz. Nasıl? Allah’ın Rasûlü geniş ev demiş. Peki
ne için demiş? Ne anlamda demiş bunu? Yâni bu sözün mânâsı ne? Vaz edildiği
mânâsı ne bu sözün? Ha! Onu Peygambere sormak yok! Ya Rasûlallah sağ olasın bu
kadar dedin, yeter! Gerisini biz anlarız! Gerisini biz tamamlarız! diyoruz ve
genişlik modelini kendimize göre ortaya koyuyoruz. Peki nedir bu şimdi? Tahrif
değil mi bu?
Veya kardeşlik deniliyor, kendi
kendimize tamamlıyoruz. Veya “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu!”
Âyetini ele alıyorlar ve herkes kendine göre yorumlamaya çalışıyor: Efendim
işte hiç matematiği bilenle bilmeyen bir olur mu? Kurbağanın bağırsağını,
Fujiyama yanardağını, Everest tepesinin yüksekliğini bilenle bilmeyen bir olur
mu?
Yâni insanlar önce inanıyorlar
bir şeylere. Sonra da bu inanışlarını desteklemeye çalışıyorlar Kur’an’la.
İşte bu Kur’an’ın kelâmının tahrifi ve de değişik yerlerde kullanımı anlamına
geliyor. Allah öyle diye koymamıştı halbuki kelâmını. O mânâya gelsin diye, öyle
anlasınlar diye göndermemişti bu âyetlerini.
Bu âyetle ilgili olarak bir de
şunu hatırlatayım size: Kur’an, ya-hudileri bize ne için tanıtıyor? Sakın ha
sizler de Onlar gibi olmayın! diye tanıtıyor değil mi? Hattâ bazı yerlerde de
şunu söylüyor Kur’an: Ama onlarda, onların içinde mü'minler de var! Bak şöyle
şöyle inananlar da var diyecektir. Onlar gibi olmayın! dan mânâ onların bozuk
düzenlilikleri kastedilmişse artık iğneyle kuyu kazmanın da anlamı kalmamıştır
diyoruz. Meselâ denilmiş ki; Acaba onlara şöyle yapın! denilip de onların
değiştirdikleri kelime neydi?
Efendim işte hıtta denilmişti de
hınta’ya çevirmişler, yâni buğdaya çevirdiler demişler. Yâni illa da bunun
denmesinin bir anlamı var mıdır bilmiyorum? Ama onlar Allah’ın kendilerine
dediklerini tersine çevirmişler.
Meselâ Allah dedi ki onlara:
Cumartesi balık avlamak yasaktır! Onlar bundan cumartesi günü balığı tutup eve
götürmenin yasaklığını anladılar ve değiştirdiler kelâmı. Kanal kazdılar, kuyu
ettiler bir dalga ile balığı oraya düşürdüler ve cumartesi günü de gidip
avladılar onu, pazar günü de gidip aldılar. İşte kelâmı değiştirmenin anlamı
budur. Meselâ bizim hayatımızda zikir, vecd, istiğrak, veli, velâyet, takva,
teslimiyet gibi kelimeler hep değişmiş.
Ya da vatan, millet gibi
kelimeler değişmiş. Özgürlük, müsa-vaat, kardeşlik gibi kelimeler hep
değiştirilmiş. Ya da Kur’an okuma kelimesi değiştirilmiş. Okuma nedir? Kişinin
gözü ile ilgi kurduğu gerçeği emir veya nehiy olarak aksettirmesidir. Yâni
gördün ki bir kız açık saçıksa bakmaman gerektiği emrini kendine alacaksın veya
ona yardım etmen gerçeğini anlayacaksın filan. Yâni o gördüğün kişiyle bir ilgi
kuracaksın. İşte okumak budur.
Vitrinler okunur, tabelâlar
okunur, eşyalar okunur, yiyecekler, içecekler okunur, insanlar okunur bu
anlamda. Ama öyle olmamış. Nasıl olmuş? Kur’an okumak denilmiş, tamam birisi
mücerret tilavet etmiş, yâni teyipcilik yapmış ki, peygamberin kesin nehyine
rağmen şuradan aşağıya hiç intikal etmemiş; ama buradan yukarısında adam mest
olmuş, ayakkabı olmuş, güzel de okumuşlar kendilerince; ama bu Kur’an okuma
olmamış. Kur’an okumak bu değildir. Kur’an okumak dilin telaffuzu, aklın
tercümesi ve kalbin tavır almasıdır. Sadece dilin telâffuzuna İslâm okumak
demiyor.
Âyetlerde arka arkaya birkaç defa
zulüm kavramı geçtiğini biliyorsunuz. Zulüm bir şeyin olmaması gereken yerde
olması, ya da olması gereken yerde olmamasıdır. Kazılmaması gereken bir yeri
kazmışsan bu zulümdür. Elli lokmayla doyacakken elli birinci lokmayı ye-mişsen
zulmettin demektir. Kime? Hem lokmaya, hem midene, hem de onu yiyecek olan diğer
kardeşlerine. Ya da lüzumsuz lakırdı ve gürültü ettiğin zaman zulmettin
demektir. Kime? Hem kulağa, hem nefese, hem gırtlağa hem de
çevrendekilere.
Veya bir insan
kendisini olması gereken yerde tutmamışsa, ya da olmaması gereken yerde tutmuşsa
bu onun kendi kendine zulmetmesidir. En büyük zulüm şirktir, o da kişinin
kendisini Allah’a kulluk ortamında tutması gerekirken orada tutmaması, ayrıca
Allah’ı yegâne kulluk makamında tutması gerekirken, tutmaması, işte bu en büyük
zulümdür ki, buna şirk diyoruz işte. Yâni Allah’a baştan sona tüm İlâhlık
haklarının verilmesi gerekirken birazının alınıp Allah’tan başkalarına verilmesi
şirktir ve büyük zulümdür. Buna göre biz de zul-mediyoruz kendimize, elimize,
ayağımıza, başımıza. Meselâ nice nehir isimleri, nice şehir isimleri,
matematik problemleri, geometri formülleri öğreniyoruz ki, hepsi zulümdür
bize. Kafaya da zulüm, öğre-nene de zulüm, öğretene de
zulüm.
Meselâ hayatımızdaki bu kadar
eşyanın bir araya getirilmesi, vallahi hem paraya zulüm, hem emeğe zulüm, hem
harcanan zamânâ zulüm, hem kafaya, ilgiye, hem de belleğe
zulümdür..
Ama bakıyoruz öncekilere, adam
yirmi yıl önce Ukaz’da dinlediği bir metni, bir hitabeyi yazılı da değil
üstelik, konuşan Allah’ın Ra-sûlü de irticai konuşuyor zaten, yirmi yıl sonra
Peygamberi kendisini hatırladı diye oracıkta okuyuverecek çok kapasiteli ve
zeki insanlar oluyormuş. Peki bu adamlar çok zeki olduklarından mı
böyleydiler? Belki hayır! Ama şimdi bizimki gibi zekâlarını alt üst edecek eşya
kar-maşaları yoktu hayatlarında onların. Bilmem başınıza hiç geldi mi de, şöyle
bir gezmek için bazen dolaşırım da pazarı inanın başım döner. Başımın
döndüğünün farkına varırım ve fazla dolaşamam. Hele hele öyle vitrinlere ciddi
bakarak dolaşırsam, hepten mahvolduğumu hissederim. Niye? Eşyanın bu kadar
çokluğu ve bir de karmaşası insanı mahvediyor. Ya bakmayacaksın, ya değilse
kahroluyor insan.
Meselâ
omuzlarıma şöyle iki çubuk assam, üstüne bir tabelâ ve üzerine de: "Elektrikler
sönünce" yazısını yazsam. Yâni biraz da devamı istenen bir cümle olsa.
“Elektrikler sönünce!” Veya "Mumu ya-kınca" filan gibi. Bu durumda hem beni
dinlersiniz, hem de onu okumaya çalışırsınız ve yorulursunuz değil mi? Peki o
yazıyı okursunuz da bu eşyaları okumuyor musunuz yâni? Bunun sertliğini, şunun
yumuşaklığını, berikisinin yeşilliğini, ötekisinin tazeliğini, bayatlığını
oku-muyor musunuz? İşte bu da zulümdür benim anladığım.
Peki ne yapacağız öyleyse? Nedir
mesele? Mesele Allah’ın izin verdiği aksesuarlarıyla ancak bir hayat
programımız olacak. Yâni Allah’ın şu olsun mutlaka hayatınızda! Şu da olsa iyi
olur! Ama Şunu siz bilirsiniz! İsterseniz olsun! İsterseniz olmasın! dediği
sınıra kadar bir hayat programımız olacak. Ama şunlara benim rızam yok! Bunlar
kesinlikle olmasın! dediklerini de kenara alırsak, o zaman güzel yaşarız işte.
Her şey güzel olur o zaman.
Meselâ zina eden öldürülür! der
İslâm. Ama hem zinaya giden bütün yollar kapalıdır, hem kişinin evlenme
yollarının tümü açıktır. Hattâ ikinci, üçüncü evlenme yolları hem de boşanma
yolları kolaydır. Hem tüm bu imkânlar olacak, hem de böyle bir toplumda kişi
zina edecek o zaman işte bu adam öldürülür. Şimdi bu toplumda bu şartlarda kimi
öldürüyorsunuz da?
Bir de muhsin kavramı vardı, o da
Allah’ı görürcesine ona kulluk. Yâni ibâdet anlayışında temel kriter Allah dedi
diye o amelin yapılmasıdır. Müslümanlar bunu bir kazansa inanın her şey
bitecek! Yaptıklarının tümünü Allah dedi diye, Allah istedi diye yapacaklar.
Pozitif ve negatif tüm eylemleri kitap kaynaklı olacak. Hepsinin vahiyden
delilini bilerek yapacaklar veya yapmayıp terk edecekler. Ne güzel olur o zaman
hayat değil mi? Bunun iki faydası var:
1- Böyle hep vahiy kaynaklı bir
hayat yaşayınca bu asla yanlışa düşürmez insanı. Neden öyle yaptın? Allah dedi
diye! Peki gerçekten mi dedi Allah? Adam şöyle bir duracak. Eh tabi! Mâide’de,
Nisâ’da, En’âm’da, Allah şöyle dedi! diyecek veya peygamberim Buhâ-rî’de,
Müslim’de şöyle şöyle dedi! diyecek gönlü rahat adamın. Ve Allah dedi olunca hiç
kimse onu değiştiremeyecek. Hiç kimse onu ezip bozamayacaktır. Hiçbir şeytani
güç o müslümanı o davranıştan alıkoyamayacaktır. Eh bizimkiler Allah dedi diye
olmayınca, rahmetlik hocam böyle demişti olunca, yaşayan hoca da rahmetlininkini
değiştiriveriyor tabii.
2- Bir de hikmet arayıcılığından
kurtuluruz o zaman. Acaba ne dendi ki? Acaba hangi sebepleydi ki? Acaba hikmet-i
mucibesi neydi ki? demenin anlamı da kalmayacaktır o zaman. Allah dedi diye
canım! Başka nedeni yok bunun. Acaba niçin otuz gün oruç tutuyoruz ki? Ne
faydası var ki bu orucun? Ne faydası var ki bu teyemmümün? Allah’a kulluk
faydası var, başka bilmemiz gereken bir şey yoktur diyeceğiz ve çok rahat amel
edeceğiz.
Evet Allah onlardan bir şehre
girmelerini istemişti ve girerken de kendi zatına secde ederek girmelerini
istemişti. Bu Allah’ın kullarına gösterdiği bir usuldür. Allah’ın Rasûlü
Mekke’nin fetih günü devesinin üzerinde iki büklüm bir vaziyette şehre giriyor
ve Allah’a şükrediyordu. Fetih sûresinde bu konu anlatılır. Bir de Allah
onlardan "Hıttah" demelerini istiyordu. Yâni estağfirullah demelerini,
Allah’tan af dilemelerini, Affet Allah’ım! demelerini istiyordu. Veya
fethettikleri ülkenin insanlarına iyi davranmalarını, af ilan etmelerini
istiyordu. Allah’ın Ra-sûlü Mekke’ye girerken yine umumî af ilan
etmişti.
Şu anda kimsenin müslümanlardan
korkmasına gerek yoktur. Müslümanlar en amansız düşmanlarına bile aftan
yanadır. Çünkü müslümanların Rabbi onlardan böyle davranmalarını
istemektedir.
Bu İsrâil oğullarının Rabbimizin
bu emir karşısındaki tavırlarını Mâide sûresi biraz daha açık
anlatır:
"Dediler ki; ey Mûsâ muhakkak ki
orada zorba bir toplum vardır. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya
girmeyeceğiz."
(Mâide: 22)
Demişlerdi.
"Sen ve Rabbin gidin savaşın!
Doğrusu biz burada oturacağız!"
(Mâide
23) Demişlerdi.
60:"Bir zamanlar Mûsâ kavmi için su
dilemişti de biz ona; âsânla taşa vur! Demiştik. Bunun üzerine o taştan on iki
pınar fışkırdı, her insan içeceği yeri bildi."
Evet çöl ve su. Çöl ve içecek.
Çölde en büyük problemdir bu. Evet Mûsâ kavmi için su istemişti, istiska
yapmıştı da biz dedik ki ona: Ey Mûsâ asanla taşa vur. Şu bir zamanlar vurunca
denizi yaran ve İsrâil oğullarının sağ sâlim karşı tarafa geçmelerini sağlayan
âsâ. Şu evvelki gün Firavun ve sihirbazlar karşısında yılan haline gelip tüm
sihirbazların iplerini ve değneklerini yutuveren âsâ. İşte bu asayı vurdu Mûsâ
Aleyhisselâm ve ondan on iki pınar fışkırıverdi. Ve onlardan her grup, her
kabîle her fâsile içeceklerini tanıdılar, bildiler. Şu nîmete bakın çöl, âsâ,
taş ve su.
"Yiyin için Allah’ın rızkından ve
de yeryüzünde bozguncular olarak hareket etmeyin!"
Deniliyor. Şu bilgi kırıntı ve
sızıntılarıyla zafere tırmanmak için köprüde bekleyen arkadaşlar var ya,
bunların bu âyet hakkında bir yorumları var: Efendim bu âyet artezyen
kuyularına işarettir, işte taşa vuruyorsunuz su çıkıyor filan diyorlar. Kuran
bu âyetleriyle yol gösteriyormuş bize. Meselâ Salih’in Aleyhisselâm devesiyle
de şöyle bir kabîleyi doyurabilecek ineklere işaret vardır filan diyorlar.
Öyleyse çalışıp çabalayıp, o tür inekleri bulmak, yetiştirmek zorundaymışız
filan. Bunları bilmem de buradan anlayabildiğim birkaç şey var; onları şöyle
kısaca bir özetleyelim inşallah:
1- Allah bu işi, bu su işini
birisi manevî, diğeri de maddî olmak üzere iki sebebe mebnî olarak ihsan
ediyor. Bunlardan manevî olanı dua, maddî olanı da fiili bir teşebbüstür.
Âyet-i kerîme bu konuda yapılacak duanın hemen arkasından fiili bir teşebbüsün
de gerekli olduğunu anlatıyor. Bu fiili teşebbüs de âsânın taşa vurulmasıdır.
Yâni du-yla birlikte sebeplere imtisa lın gereğini de anlıyoruz
buradan. Anlıyo-uz ki evlenmeden, sebebini işlemeden çocuk istenmez. Tarlaya
tohum ekmeden mahsul beklenmez. Tüm sebeplerini işledikten sonra sonucu
Allah’tan beklemek üzere dua etmeliyiz. Dua budur zaten.
Yâni dua elle
ve dille yapılır. Sadece dille yapılan dua eksik bir duadır. Yattığımız yerden
zafer beklemek yerine ellerimiz kılıçlara gittikten sonra Allah’tan zafer
istemek ve beklemek zorundayız. Âyetten ben bunları anladım. İşte Mûsâ
aleyhisselâm diliyle istiska yapıyor, Allah’tan su istiyor, ama Rabbimiz sadece
onun diliyle istemesini yeterli görmüyor, bunun yanında bir de eliyle fiilî bir
teşebbüste bulunmasını, asasını bir taşa vurmasını
emrediyor.
Evet bir taşa vurmasını istemiş
Allah. Bu taşı Mevdûdî görmüş. Allah rahmet etsin Tûr dağının eteklerindeymiş
bu on iki pınar fışkıran taş. Hattâ bu taş İsrâil oğullarının gittikleri her
yere onlarla birlikte taşınır ve onların su ihtiyaçlarını
giderirmiş.
Şimdi birleştiriyoruz âyetleri.
Bıldırcın eti hazır, kudret helvası hazır, gölge de hazır, su da tamam. Fakat
adamlar bu kadar nîmet içinde bile yine huysuzluğu elden bırakmıyorlar. Aslında
İslâm, insan fıtratını hiç göz ardı etmeyen bir dindir: İnsan kavgacıdır,
insan bencildir, insan hotfuruştur, insan haset eder, insan küser gibi
özellikleri var ya bunları yok farz etmiyor İslâm. Ama dengeye getiriyor.
Meselâ gazaplanma! diyor ama her şeye rağmen onun gazaplanacağını hesap ederek
o durumda kişiye yol da tarif ediyor. Öfkelendiğiniz zaman ayaktaysanız oturun,
oturuyorsanız yatın buyuruyor. Neden? Çünkü ayakta duran bir öfkelinin
karşısındakine verebileceği zararla oturan birinin verebileceği zarar elbette
farklıdır. Oturanınki daha da azalacaktır. Burada da hele hele İsrâil oğulları
tipi insanların o özelliklerinden dolayı dövüşüp, kavga etmesinler diye on iki
kaynak fışkırtıveriyor Rabbimiz.
Taş, âsâ ve su. E peki ne ilgisi
var bunların suyla? Deseydi Hz. Mûsâ bizim gibi. Yâni Hz. Mûsâ akıl yürütseydi,
problemi fizikle, fizik kanunlarıyla değerlendirseydi kesinlikle su çıkmazdı,
çıkmayacaktı. Ama Allah demişse tamam ilgisi vardır. Mûsâ Aleyhisselâmın vahiy
karşısındaki tavrı kesin teslimiyetti. Vahiy ne emrediyorsa hemen kabul edip
teslim olmak zorundayız. Hemen onu uygulamaya koymayarak akıl süzgecinden
geçirip yoruma tabi tuttuğumuz zaman da kaybedeceğimizi hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmamalıyız. İşte bu âyetle kıyamete kadar bu mesajı veriyordu
Hz. Mûsâ bize. Kıyamete kadar Rab’den gelen emirlerin hikmeti konusunda kesin
bir bilgi sahibi olamayabiliriz. Ama unutmayalım ki bizler hikmetini
anlayamasak da Allah’ın emrettiği şeyler serapa hikmettir, hikmetlidir. Ve şunu
asla unutmayalım ki; hikmetini anlayamasak da merhametli olan Allah, kulunun
faydasına olmayan hiç bir şey emretmez. Bize düşen sa-dece Allah’ın emrine
boyun eğmektir. İşte o zaman Rab’den gelen nî-met bize
ulaşacaktır.
Bu olaydan sonra artık Allah bize
diyor ki: Kullarım! Yiyin için Allah’ın size verdiği rızıktan; ama yeryüzünde
haddi aşan bozgunculardan olmayın! İşte İslâm’ın kuralı bu. Allah verecektir
verdiğini, yeter ki siz Safa ve Merve’yi iyi belirleyin. Eğer Safa’nızı ve Merve’nizi İslâm
belirlerse, Kur’an belirlerse, yâni eğer sizler benim dediğimi tutar, benim
dediğim yerde sa’y ederseniz, bilesiniz ki; sonunda mutlaka Zemzem’i size
ulaştıracak olan benim diyor, Allah. Benimbildiğim kadarıyla, bu on iki boy’un
teşkili şöyle: Yusuf’un Aleyhisselâm bir öz kardeşi var, bir on kardeşi daha
var, etti on iki. Zaten İsrâil oğulları demek Yakup oğulları demektir. Bunlar on
iki çocuktan dolayı, on iki boydur biliyoruz. Ama şöyle de biraz daha münâsip
anlaşılabilir di-yoruz: Yusuf’un Aleyhisselâm da iki çocuğu varmış ve o iki
çocuktan da iki boy, geriye kalan on bir çocuktan da on bir boy, böylece etti on
üç boy. Bunlardan bir tanesi Peygamber boyu, yâni Mûsâ’nın Aleyhis-selâm boyu ki
o özel bir boydur. Ötekiler de on iki boy oluyor. Yâni Mûsâ Aleyhisselâm
onlardan farklı bir boydaymış. Kavga etmemelerinin sebebi de biraz bundandır
denmiş. Bundan dolayı biraz makul geldi bana. Fakat konunun Dâvûd, Süleyman,
Zekeriya ve İsa aley-hisselâm efendilerimiz zamanlarındaki boyutunu ve çözümünü
bilmi-yoruz.
61:"Hani ey Mûsâ! Biz bir tek yemeğe
asla katlanamayız! Bizim için Rabbine dua et de yerin yetiştirdiğin-den;
sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercime-ğinden, soğanından çıkarsın!
Demiştiniz."
Evet ey Mûsâ biz böyle bir tek
yiyecek üzerine sabredemiyoruz! diyordular. Yeter artık! Bizler böyle tek
yemeğe dayanamayaca-ğız! Sabrımız kalmadı arkadaş! Bıktık usandık
artık!!
Köle ruhlu insanlar bakın dün
Mısır’da yedikleri yemekleri, ürünleri, portakalları, limonları arzulamaya
başlamışlardı. Evleriyle, barklarıyla, atlarıyla, arabalarıyla, çayları ve
kahveleriyle böyle bir hayat yaşamaya alışmış insanlar o hayata karşı, şehir
hayatına karşı içlerinde bir hasret yatıyordu. Halbuki bütün ihtiyaçları temin
edilmesine ve peygamber aralarında olmasına rağmen yine de huysuzluk
edebiliyorlar adamlar. Öyle ya alışmıştı adamlar o hayata, ne yapsınlar yâni?
Alıştığınız şeylerden ayrılmaya dayanabiliyor musunuz?
Öyleyse
alışkanlıklarımızı, bağımlılıklarımızı, zevklerimizi as-gariye indirmeden yana
olalım. Çünkü yarın onları bulamayacağımız bir zindan hayatı veya bir savaş
ortamında bulunduğumuzda çok zorlanırız. Çay, kahve, sigara gibi alışkınlarımızı
atmadan, bunlarsız bir hayata alışmadan yana olalım
inşallah.
Meselâ
hiçbirimiz arabanın içinde doğmadık; ama bir anda arabasız kalıverseniz ne
yaparsınız? Arabasız, telefonsuz, televizyon-suz nasıl yaşanır değil mi?
Bunlarsız olmaz değil mi? Her şeyine karış adamın, ama bunlarına dokunma. Şimdi
de öyle demiyor mu biz köleler? Görüyoruz işte hiçbir sıkıntıları yok, dertleri
yok, ekmek Allah’tan, su Allah’tan, ev, bark, bulut, bıldırcın da Allah’tan.
Üstelik her şey o kadar çok, o kadar bol ve o kadar rahat ki paylaşım için
birbirleriyle çekişme ortamı da yok. Senin olacaktı, benim olacaktı, senin şu
kadardı, benim bu kadardı, bunun için kavgaya da gerek yok. Herkese yetecek
kadar gönderiveriyor Allah.
Buna rağmen adamlar dünyaya
çakılı kalma ıstırabından, dünyaya meyillerinden ötürü öyle bir huysuzluğun
içine giriyorlar. Demek ki hayatı soğan sarımsakla geçmiş, bu tür şeylere
alışmış bir toplumun böyle bıldırcın eti ve kudret helvasından memnun olması da
pek kolay olmuyor işte. Çünkü geçmişte alışkanlıkları var adamların. Dünya
kavgasının içine düşüyorlar.
Peygamberimiz
şöyle diyordu bir hadis-i şeriflerinde: Bir oğlak ölüsü bulmuştu da Medine
pazarının yanında, buyurdu ki; kim benden bunu bir dirheme satın almak ister?
Hiç kimseden cevap yok. Peki dedi, kime hediye vereyim? Kim benim bunu kendisine
hediye vermemi ister? Diyorlar ki ya Rasûlallah! Bunun dirisi bile para etmez,
değil ki ölüsü! Ölüsünü ne yapalım biz? Bunun üzerine Allah’ın Ra-sûlü buyurdu
ki:
“İşte
Allah katında dünyanın değeri sizin katınızdaki bu oğlak ölüsü kadardır. Eğer
Allah katında sineğin kanadı kadar dünyanın bir değeri bulunsaydı; o dünyadan
Allah kâfirlere bir yudum su bile vermezdi!”
Diyordu.
İşte Allah
katında dünyanın değeri budur. Kâfirlere de ondan bolca verildiğine göre varın
dünyanın değerini, ya da değersizliğini siz anlayın. Ve sizler düşünün ki ey
müslümanlar! Şu anda bu oğlağın parçalanmasının, paylaşımının kavgasını
veriyorsunuz! Yok ben budunu alacaktım! Yok sen bağırsağını kapmıştın! işinin
savaşını veriyorsunuz. Bir bakın insanların kavgalarına: Aman atım! Aman
arabam! Aman işim! Eşim! Eşyam! Dükkanım! Tezgahım! Geçimim! Seçimim hep onun
kavgası..
Ama dünyada yoluna devam ederken
yorulup kendisine din-lenmek için bir ağaç gölgesi arayan, orada birkaç saat
serinledikten sonra tekrar yoluna revan olan adamın durumuna bir gelsek, o
zaman işler kolaylaşıverecek, ama ne yazık ki bizler bunu anlayamadık. Ne yapar
adam orada? En fazla şöyle oturacağı yerde sert taşlar falan varsa onları eliyle
düzeltir ve hemen oturuverir değil mi? Han hamam filan yaptırmaz değil mi adam?
Ya zaten ne kadar kalacak da orada? Birkaç saat dinlenip sonra yoluna devam
edecek. Dinlenmek üzere uğradığımız dünyada daha fazla kalacağız sanki. Sanki
dünyaya kazık çakacağız. Şu koşturmalarımız, şu hedeflerimiz, şu hiç
öl-meyecekmiş gibi yaptığımız plan ve programlarımız bunun en güzel
göstergesidir.
Özellikle geçim derdi üzerinde
duruyoruz. Ya geçinemezsek? Ya anlaşamazsam? Ya karakterim uyuşmazsa? Hani
bizde öyle bir hastalık aşılanır ya. Ne olacak? Niye geçinilmeyecek? Bak hiç
tanımadığımız biri ile üç gün, beş gün, bir ay, bir yıl geçinebiliyoruz. Eh
hocam dert orada ya! Onlarla geçinebiliyoruz. Üç günlük, beş günlük, bir aylık,
bir yıllık, geçici olarak geçiniyoruz. Ama berikiyle? Eh onunla da geçici değil
miyiz be kardeşim? Kaç yıl kalacağız da beraber? Sonsuza dek beraber olacak
değiliz ya! Onunla da geçici değil de ebedîyen olsa tamam anladık. Ama onunla da
geçiciyiz. Ölüme kadar nihâyet. Kaldı ki ölüm insanın başına gelecek şeylerin en
yakınıdır. Göz açıp yummadan daha yakındır ölüm bize.
İşte bu âyet, bize bu tür bir
ahvali sergileyen yahudi karakterini tanıtıyor. Arzla bütünleşme, arza çakılı
kalma, arzın içine dalma ve orada ebedîyen yaşama eğiliminde olan insanları
anlatıyor. Böyle olan insanlar için hayat hep ıstıraptır. Bunlar hep bıldırcın
etiyle beslenseler bile hep ıstırap içindedirler. Çünkü onların kafalarının
takılı kaldığı hayat programları vardır. Onsuz olmazları vardır. Yaşadıkları
hayattan daha güzel, daha müreffeh hayatların da olduğuna inanan, bunun
beklentisi içinde olan kimselerin bulundukları ortamdan, içinde yüzdükleri
nîmetlerden memnun olmaları asla mümkün değildir. Hep bir yukarıya çıkabilmek
için bir ömür çırpınır dururlar zavallılar.
Çünkü onsuz olmazları vardır
adamların. Bunsuz yapamayız ları vardır. Meselâ telefondur, telgraftır,
televizyondur, sinemadır, arabadır, romandır, plajdır, parktır, garajdır,
gezmedir, seyahattir. Meselâ bazen Konya’ya gezmeye gelen kimi insanlar
neredeyse sıkıntıdan patlıyorlar. Neden? E ya adamın şöyle gezip dolaşacak bir
yer bile yoktur Konya’da. Şöyle rahat koltuğuna yaslanıp üç beş kadeh
atabileceği bir yer yok. Adam öyle alışmıştır. Ne yapsın şimdi bu adam? Deniz
yok, su yok, gazino yok, pavyon yok, hiç bir şey yok ya! Ne yapsın adam ya!?
Çıldırsın mı? Delirsin mi yâni? Evet bakın Mısırda böyle bir hayata alışmış,
böyle kokuşkan bir hayatın mahkûmu olmuş İsrail oğulları da kendilerine
bedavadan sunulmuş bütün bu nîmetlerin arkasından dediler
ki:
Mûsa!! Böyle adamların tabirleri
de farklı, hitapları da değişik, ukala adamlar. Hey Mûsâ! Baksana! Bir tek
yiyecek "Taam-ı vahid" olmaz böyle şey! Biz buna nasıl dayanalım? Artık biz buna
dayanamayacağız! Sıfırı tükettik, dayanma gücümüz kalmadı! Türkçe’ye böyle
nakil ediyoruz mecburen. "len" Ebedîyen, hiç mümkün değil artık, biz buna
dayanamayacağız diyorlar. Peki ne olacak?
"Bizim için Rabbine şöyle bir dua
ediver."
Bizim için Rabbine bir
yalvarıver. Rabbine bir yalvarıver. Bizim adımıza Rabbine bir dilekçe
gönderiver. Ukalaların ukalalığına bakın: Rabbine bir dua ediversen! Rabbimize
değil, Rabbine. Sanki O Rab Mûsâ’nın Rabbi, onların değil ki! Alçaklar şöyle
demiyorlar: Ey Mûsâ haydi Rabbimize bir dua edelim demiyorlar. Bir de birlikte
dua edelim değil, sen dua et! Tam ukala adamlar. Yâni ağızları kurumuş
adamların, kendileri duaya yanaşmıyorlar da duayı Mûsâ aleyhisselâmdan
bekliyorlar. Haydi ey Mûsâ Rabbine bizim için bir dua ediver. Bizde de çok değil
mi böyle yahudi karakterliler. Kendileri dua etmiyorlar adamlar da hep
başkalarından bekliyorlar. Duamızı birileri yapıversin, hatimlerimizi birileri
okuyuversin, ölülerimizi birileri defnediversin, çocuklarımızı birileri
okutuversin biz de işimize gücümüze bakalım diyenler bizde de pek
çok.
Evet işte
böyle diyorlar Allah’ın elçisine. Çünkü öyle garip bir ortam ki puta taptılar,
buzağıya taptılar, eskiyi hatırladılar, eskiye dön-mek istediler, işte böyle hep
ukalalıkları devam etti.
Görmeden inanmayız dediler, şehre
girmeyiz dediler filan ve o ortamda bir de karşımıza çıkan bu var. Böyle
dediler. Ne olacak Rab-bine dua edip te?
"Rabbin bizim için yeryüzünün
bitirdiği sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden soğanından
burada da bitirsin! Dediniz"
Dua ediver bizim için Rabbine de
işte soğan, sarımsak, marul, elma, portakal, fındık, fıstık bitirsin burada. Bu
çölde bizim bunlara da ihtiyacımız vardır dediler. Bunları istediler. Huysuzdu
adamlar, ukalaydı; ama Allah’ın Peygamberi bıkıp usanmadı da yine bunu sabırla
anlattı onlara.
İnşallah biz
de böyle ne yaptıklarının, ne istediklerinin farkında olmayan muhataplarımıza
karşı Mûsâ gibi sabırlı olalım. Bizim peygamberimiz de imreniyor çünkü onun
sabrına, inşallah biz de öyle olalım, öyle olmaya çalışalım. İnsanlar
anlamadılar, densizlik ettiler, ukala davrandılar diye hemen kırıp dökmeyelim
onları. Sabırla bir daha anlatalım, bir daha uyaralım. Anlamadınız galiba kalın
kafalılar de-meyelim. Ben anlatamadım galiba. Bir daha düzgünce anlatayım
diyelim. Sabırla, şefkatle, merhametle onları Allah’ın dinine abone yap-maya,
cennete üye yapmaya çalışalım inşallah, Allah yardımcımız
olsun.
Onların bu tavırları karşısında
Hz. Mûsâ o kadar şaşırdı ki, yâni tam böyle merhametli bir insanın edasıyla,
onlara acıyan bir tavırla bakın onlara şöyle diyor: Değilse bu isyanları
karşısında:
Ya Rabbi bu adam olmadıkları
kahret! diyecekti ve bitecekti onların işleri. Çünkü kesinlikle mümkün değildi
bu! İstenmemeliydi böyle bir şey! Yâni böyle Rabbimizin bedavadan kendilerini
böyle bir çöl ortamında olmadık nîmetlere boğmasına karşılık yapılacak şey
değildi bu yaptıkları. Akla hayale gelmeyecek derecede cömertlik sahibi, kerem
sahibi bir Allah’ın elçisine karşı böyle bir tavır mümkün değildi. Olacak şey
değildi. Ama yaptılar işte.
Bakın dedi ki
Hz. Mûsâ:
"Daha hayırlı bir şeyle, daha
edna, daha dun bir şeyi mi değiştirmek
istiyorsunuz?"
Yâni şu istediğiniz şeylere bir
bakın! Bıldırcın eti, kudret helvası, bulut ve de gölge olmayacak! Allah’tan
bedava gelen bu nîmetler olmayacak, siz kendiniz sarımsak ekeceksiniz, soğan
dikeceksiniz ve onların ürününden yemeye, kokmaya, tütmeye çalışacaksınız öyle
mi? diyordu. Allah’tan gelen bu hayırlı nîmetleri onlardan daha ednâ, daha
değersiz şeylerle değiştirmek istiyorsunuz öyle mi? Hiç aklınız yok mu sizin?
Hiç düşünmez misiniz?
Arkadaşlar, burada bu hayırlı
hayırsız ifadeleriyle alâkalı belki aklınıza bir şey takılmış olabilir.
Allah’ın nîmetlerinin hepsi hayırlıdır. Ama burada özellikle bu çöldekilerle
ilgili daha hayırlı ifadesinin kullanılmasını şöyle anlamaya çalışıyoruz. Bu
nîmetlerin hayırlı oluşu herhalde insan emeği olmadan direk Allah’ın lütfu
olduğu için bir. Bir de insan çölde bunlara ulaşmak için say etse de ulaşma
imkânı olmayan nîmetlerdir bunlar iki. Yâni kıyamete kadar hiç kimsenin böyle
bir çöl ortamında ulaşamayacağı nîmetler olduğu için daha hayırlı ifadesi
kullanılmıştır diyoruz. Değilse Allah’ın kullarına sunduğu tüm helâl nîmetler
hayırlıdır, bunda şüphemiz yoktur.
Ecdat; Allah razı olsun onlardan,
bize çok güzel bir mîras bırakmışlar. Hemen burada acaba mı ki diye bir
parantez bırakmışlar. Demişler ki: Yâni insan fıtratına uygun gelmeyebilir tek
tip yemek. Hani bıkabilirler, usanabilirlerdi elbette demeye çalışmışlar. Yâni
bilemiyorum ama şöyle olayın biraz dışında olsak. İsrâil oğulları var, Firavun
hanedanının, Firavun sisteminin o eski zulmünden kurtulmuşlar Allah’ın
yardımıyla. Akla gelen, gelmeyen her şeyi yaptılar onlara. Kızlarının
namuslarına dokunmaktan, kadınlarının Rahimlerini yoklamaktan tutun da,
erkeklerini boğazlamaya kadar her şeyi yapmışlardı onlara. Yâni onlar firavunî
bir toplumun köleleriydi. Firavunî bir eğitimden geçmişlerdi. Firavunî bir
sistemin ürünleriydiler onlar. Her şeyi reva gördüler onlara. Sonunda bunlardan,
tüm bu pisliklerden ve zulümlerden Allah’ın izniyle kurtuldular. Göz göre göre
Allah’ın mûcizeleri de geldi onlara. Kan geldi, ama bunlara değil; kurbağa
yağdı, bunlara değil; tufan oldu, bunlara değil; denizde boğulma geldi, bunlar
kurtuldu. Mûcizelerle Allah onları kurtardı. Gözlerinin önünce cereyan etti
bütün bu Allah mucizeleri.
Deniz yarıldı, bunlar kaşıya
geçtiler; ama yine de ukalalıklarına devam ettiler. Sonra Allah bunların tüm
ihtiyaçlarını en güzel biçimde karşılamak üzere yiyecek ve içecek indirdi. Her
türlü ihtiyaçlarını temin buyurdu Allah. Sonra da dediler ki: Ya biz bıkarız
bu işten. Biz buna dayanamayız. Dua et Rabbine de bize şöyle şöyle
yapsın.
Yâni bu teklif fıtratı bozulmamış
normal bir insanın teklifi değildi. Hani evet bal yiyen baldan usanır. Tamam bu
fıtrattır da, ama ekmek yiyen ekmekten asla usanmaz. Zira ekmek usanılacak bir
yiyecek değildir. İnsan fıtratına en uygun ve bıkılmayacak bir yiyecektir
ekmek. Bundan dolayı zayıflamak isteyenler sadece ekmeğe dönerler. Sadece
ekmek yerler. Aslolan ekmektir çünkü, ötekiler olmasa da onsuz olmaz denmiştir.
Burada da bu adamların dertleri tek yemeğe sabırsızlık değil. Mesele bu
değildi.
Mesele Allah onların burada
kalmalarını murad ediyor ve böyle bir yiyecek yemelerini istiyorsa ve de bu
sabırsızlıklarından ötürü cezayı da hak ettikleri söyleniyorsa, o zaman
anlıyoruz ki bu yemekten bıkılmaz arkadaş. Allah bıkılmaz diyorsa bıkılmaz!
Bunun başka bir izah tarzı da yoktur yâni. Bu işin doğrusu budur. Evirip
çevirip onların bu konuda haklılıklarına deliller bulmaya çalışmanın anlamı
yoktur bana göre. Bal gibi huysuz adamlar. Çünkü bakın Rabbimiz Bakara sûresinde
bu işin esasını bize anlatırken şöyle buyuruyordu:
"Allah hiç kimseye güç
yetiremeyeceği yükü yüklemez."
(Bakara:
285)
Allah onların altından
kalkamayacakları bir şeyi de onlardan istemez. Ama yine de onların bu cevabına
da hak verelim ve diyelim ki; bu ceza onların tek yemeğe dayanamamalarından
değil de bu durumlarını, yâni bıkkınlıklarını çok çirkin ve ukalaca dile
getirmelerindendi. Yâni hiç olmazsa böyle diyerek ecdadımızın bu konudaki
gayretkeşliklerini hepten boşa çıkararak ukalalık etmemeyi uygun buldum. Yâni
gerçekten bu adamları masum görmek, suçsuz göstermek mümkün değil. Bakın şu
adamların hitap tarzlarına:
Hey! Hadi be Mûsâ! Rabbine bir
dua ediver! Şu ukalalığa bir bskın. Şu edepsizliğe bir bakın. Kime diyorlardı
bunu? Gözlerinin önünde kendilerine bu kadar mucize göstermiş, denizin yarılıp
sağ salim karşı geçmelerini sağlamış, kendilerini o rezil hayattan kurtarmış
bir peygambere bu hitap yakışır mı bir müslümana? Ama haydi biz yine en iyimser
bir mantıkla diyelim ki onların cezalandırılmaları tek yemeğe
dayanamadıklarından değil de işte böyle demelerindendi. Bu hitap tarzlarının
bozukluğundandı. O Rab sanki onların Rabbi değil. Ağızları kurumuş sanki
kendileri dua edemiyorlardı. Sanki serapa ukalalık sergiliyordu
adamlar.
Bu hastalık onların dünkü
Mısır’dan getirdikleri bir hastalıktı. Firavun oğulları da aynı dua modelini
kullanıyordu dün. Allah’a isyanları sonucu Mısır’a kan geldi, kan gönderdi
Allah. Sanki suya el attılar kan, ekmeğe el attılar kan, neye el attılarsa kan
oldu her şey. Pişman olarak geldiler Hz. Mûsâ’ya ve dediler ki: Ey Mûsâ bunlar
bize isyanlarımızdan dolayı geldi, Rabbine bir dua ediver de bu belâyı
üzerimizden kaldırsın! Sonra Mûsâ aleyhisselâm dua etti de Allah kaldırdı onu
onlardan.
Sonra yine azdılar, çekirge
geldi, ey Mûsâ dua ediver! Kurbağa geldi, bit geldi, her gelişte ne geldiyse:
Ey Mûsâ Rabbine dua ediver dediler. İşte efendileri olan Firavun oğullarının bu
hitap tarzını bu defa müslümanların kullanması hiç de hoş değildi. Berikiler
kâfirdiler, diyebilirdiler böyle sözleri.
Bakın A’râf
sûresinde Firavun oğullarının şöyle dedikleri anlatılır:
"Dediler ki; ey Mûsâ! Seninle
Rabbinin arasındaki anlaşma hatırına hadi sen Rabbine bir dua ediver de Rab-bin
bunları kaldırsın üzerimizden. Biz de sana iman edelim ve İsrâil oğullarını sana
verelim"
(A’râf:
134)
Demişlerdi.
Sen bunu yap, biz de istediğini
yapalım. Yâni seninle beraber İsrâil oğullarını gönderelim; Mısır’dan gitmenize
izin verelim demişlerdi. İşte bunlarda da böyle bir çelişki vardı sanki. Bize
soğan sarımsak filan. Yâni bunun altında yatan şehir özlemi, Mısır’ın özlemi
var adamların içinde de bunu böylece ifade etmeye çalışıyorlardı. Ama mesele
sadece şehir de değil. Yâni herhangi bir şehir de değil mesele. Çünkü bakıyoruz
aynı bu topluma, şu şehre girin de denmiş. Ama buna da cesaret edememişler
ve:
"Sen ve Rabbin, ikiniz gidip
savaşın! Biz burada oturacağız!"
(Mâide:
37)
Demişlerdi.
Üstelik orada, çölde sürekli
kalmak için de gelmemiştiler onlar. Allahu âlem kısa bir dönem onlara hürriyetin
mânâsını tattırmak, özgürlüğün bilincine erdirmek için çöle çekmişti Allah
onları. Çünkü böyle yıllar yılı Firavun oğullarının zulmü ve işkencesi altında
köleleştiril-miş, her şeylerini kaybetmiş, kimliklerini bile yitirmiş bir
toplum ancak böyle bir ortamda özgürlüğün ne demek olduğunu anlayabilirlerdi.
Çöl hayatı kölelerin hürriyeti anlayabilecekleri en güzel ortamdır. Orada
ihtiyaçlar sınırlı olduğu için, öyle şehir hayatında, yerleşik hayatta olduğu
gibi kimsenin kimseye hükmetmesi, kimsenin kimseye ege-menlik iddia etmesi
mümkün değildir. İşte gördük, ekmek Allah’tan, su Allah’tan. Bulut Allah’tan,
bıldırcın Allah’tan. Kimsenin kimseye bir eyvallah’ı yoktur yâni. Şehirde öyle
mi? Hayır, işte görüyoruz kimi kimine hükmediyor, kimi kiminin işinde çalışıyor,
kimi kiminin kapısında köledir. Böyle karmaşa bir hayat vardır şehirsel
hayatta.
Evet Rabbimiz
Mısırdan kurtardıktan sonra onları özgürlüğü daha güzel anlayabilecekleri bir
çöl hayatına çekiverdi. Yâni Yakup aleyhisselâm döneminde oğlu Yusuf’un Mısır’a
sultan olması sebebiy-le Filistin’den Mısır’a giden İsrâil oğulları, Yakup
oğulları, müslüman-lar şimdi de Mısır’dan geldikleri ülkeye, yâni Filistin’e
doğru gidiyor-lardı. Yusuf aleyhisselâm döneminde Mısır’a egemen olmuşlar, uzun
bir süre Mısır’ın egemenliğini ellerinde tutmuşlar, Mısır’a en güzel günleri
yaşatmışlar, ama daha sonra Firavun oğullarının Mısır’da egemenliği ellerine
geçirmeleriyle birlikte yine uzun bir süre orada köle hayatı yaşadıktan sonra
şimdi de Yakup’un torunlarından Hz Mûsâ eşliğinde Yakup’un diyarına
gidiyorlar.
Lâkin bu gidişte ve kalışta
Allah’ın dediklerine rıza isteniyordu onlardan. Madem böyle mi yiyecek
gönderildi, buna razı olun! deniyordu. Teslimiyet isteniyordu. Bunlar bir tür
şehir hayatı istiyorlardı, ama Mısır’daki gibi bir şehir hayatı istiyorlardı.
Çünkü onu biliyorlardı ancak.
İşte buzağı yapmaları da ondandı
ya. Firavun oğulları ineğe taparlarsa biz de ancak onun küçüğüne tapabiliriz
diye küçüklüğün ifadesi olarak buzağıya tapınmışlardı. Bugün de öyle
efendilerinin yaptığına cesaret edemeyen binlerce uşak görüyoruz. O büyük
yapar, biz onu beceremeyiz diyor ve küçüğünü yapıyor bizimkiler. Amerika
büyüğünü yapar, biz ancak bu kadar yapabiliriz diyorlar. Efendilerini yüz yıl
geriden takip etmeyi bile şeref sayıyorlar köleler. Evet bunların içinde
Mısır’ın özlemi vardı ve bu cinsliklerinin altında yatan da işte
buydu.
Arkadaşlar yeri gelmişken
inşallah burada bir tespitte buluna-lım. Sözü epey uzattık ama, önemli gördüğüm
için bunu da söyleyip bu akşamki dersimizi burada kapatalım inşallah. Kur’an’ın
tabiriyle iki tür hayat vardır. Ya da iki hayat modeli
vardır:
1- Birincisi göçebe hayat. Yâni
savaş hayatı veya akıcı hayat, durağan olmayan hayat.
2- Bir de şehir hayatı, yerleşik
hayat vardır. Yâni yahudi’nin hayat tarzı. A’râf 176. anlatıldığı gibi ¬ türünde arza çakılı, durağan, yerleşik,
ya da şehirsel hayat vardır. İsrâil oğullarının önce Mısırda yaşadıkları hayat
işte bu yerleşik hayattı. Çöle gidip de neredeyse Hz. Mûsâ’nın burnundan
getirmeye çalıştıkları ikinci hayat da göçebe hayattı.
Yerleşik hayat yahudi toplumunun
sürekli özledikleri, can attıkları, orada kişilerin ebedî kalacaklarmış gibi
plan program yaptıkları, ev bark kurdukları hayattır. Hiç ölmeyeceklermiş gibi
plan program yaptıkları hayattır.
Ama göçebe hayat savaş
toplumlarının hayatıdır. Yâni hareketli hayat. Durağan olmayan, kokuşmaya
müsait olmayan hayattır. Tabi bu iki hayat insanının yapılanması birbirinden
çok farklıdır. Savaş insanının evi, savaş insanının eşyası, şehir insanının
evinden ve eşyasından çok farklıdır. Onun tüm eşyası bir merkebin, bir atın
sırtının alacağı kadardır. Savaş insanı yâni yarın öleceğine inanan ve ölümü
hep yakınında hisseden insan bu evlerle bu eşyalarla uğraşmaz, uğraşamaz. Çünkü
onun ne böyle bir evde oturacak, ne de böyle eşyaları kullanacak vakti yoktur.
Onun tüm eşyası bir atın sırtının alabileceği kadardır. Çünkü yarın ya düşman
gelecek bu ev ve eşyalar ona kalacak, ya da kendisi bir yerlere gidecek onlarla
ilgileneme-yecektir. Onun içindir ki savaş toplumunun insanı, göçebe toplumun
insanı şu bizim tür evlerle, eşyalarla ilgilenmez. Çünkü savaşı kaybedince
düşmana kalacak bu evler ve eşyalar, ya da kendisi savaş için başka
coğrafyalara gidince boş kalacak bu evler ve eşyalar onun için çok anlamsızdır.
Çünkü onun hayatı böyle durağan ve kokuşkan bir hayat değildir. Onun hayatı
hareketli, akıcı, diri ve canlı bir hayattır.
Bunu Muhammed Esed şöyle
özelleştiriyordu: Su akarsa tazeliğini korur, durgunsa kokuşmaya mahkûmdur
diyordu. İslâm da hayat programı olarak akıcılıktan yanadır. Durağan ve
kokuşmaya müsait bir hayatı istemez İslâm.
Meral Marufun “Hicret Günleri”
isimli kitabını okudunuz mu bilmem? Orada şöyle bir hadîse anlatılır: Düşman
geliyor haberini alınca hemen alelacele kasabayı terk etmek üzere eşyamızı bir
merkebin üzerine sardık diyor. Meral Maruf’un böyle çok kıymetli, nâdide, baba
yâdigarı bir fincan takımı varmış, onu çok merak eder. Bunları illa da ölürüm de
yanımda götüreceğim der. Anası der ki; kızım yapma, etme, götüremezsin. Dağ taş,
dere tepe gideceğiz, ağırlık yapar, taşıyamazsın! dedilerse de dinlemez Meral
ve onları alır yanına. Yola çıkarlar, gittikçe ağırlaşır, gittikçe zorlaşır ve
nihâyet kaza süsü vererek birini atar. Eyvah düştü! Kaza oldu! Kırıldı filan
der. Olsun kızım bir şey olmaz filan derler, zaten bekliyorlardı onu. Az sonra
birini daha, birini daha derken hepsini atıverir ve o yükten kurtuluverir. İşte
savaş insanının hayatı, işte diğer tarafta da yahudi anlayışındaki şehir
insanının yerleşik hayatı. İşte savaş insanın evi ve eşyası ve işte yerleşik
hayat insanının evi ve eşyaları.
Evet,
kendisinden yerleşik hayat isteyen İsrail oğullarına karşı Bakın diyor ki Hz.
Mûsâ:
"Öyleyse haydi inin Mısır’a!
Orada istediğiniz her şey var."
Haydi inin Mısır’a! Dönün
gerinize! Alıştığınız, tutkunu oldu-ğunuz o alçak hayata dönün! Orada
istediğiniz her şey var! Telefon, telgraf, radyo, televizyon, elma, armut,
limon, portakal, koltuk, kanepe hepsi var. Ama orada Allah’tan başkalarına
kulluk da var. Firavunlara kulluk da var. Çocuklarınızın öldürülmesi de var.
Kızlarınızın hayasız-laştırılması da var. Siz bilirsiniz, sonucuna kendiniz
katlanmak kaydıyla hadi dönün Allah’ın sizi kurtardığı o pis hayata.
Nefislerinin arzuları yüzünden kendilerini satmaya karar vermişlerdi bunlar.
İşte kıyamete kadar özgürlüğü bir tarafa bırakıp soğan sarımsak derdine düşen
tüm toplumlara uygulanacak bir yasadır bu.
Öyleyse hadi inin bir şehre. Ama
"İhbitu" Adem’le Havva’ya ve bir de İblis’e cennette kalabilme ortamından
dünyaya, ednaya, aşağılık bir ortama iniş olarak tabir edilmişti ya, aynı
tabiri, bakın burada da görüyoruz. Hadi bu ulvi yaşayıştan, bu yüce yaşayıştan
inin bir şehir hayatına! Kendi kendinize kazandığınız, kendi kendinize
çalıştığınız, kendi kendinize ekip diktiğiniz, ya da yorulduğunuz, usandığınız,
köleleştiğiniz, köleleştirdiğiniz, ezdiğiniz, ezildiğiniz sadece fesada imkân
verecek bir şehir hayatına hadi denecek.
Madem siz oradan alındınızsa, o
pislik içerisinden çıkarılıp kurtarıldınızsa artık dönmek istememeliydiniz bir
daha oraya. Artık böyle pis bir hayatı özlememeliydiniz. Derdiniz ne sizin? Neyi
hatırlıyorsunuz siz? Neyi özlüyorsunuz? Ne demek istiyorsunuz? Eski
hayatınıza geri dönmek mi istiyorsunuz? Ya da yerleşik bir hayat mı
istiyorsunuz? Durağan, kokuşkan bir yerleşik hayat özlemi mi duyuyorsunuz? Bu
isteğinizin size nelere mal olacağını bilmiyor musunuz? Dünkü rezilliğinizi ne
çabuk unuttunuz?
Orada sizin istedikleriniz hep
var. İstediğiniz, nefislerinizin arzu ettiği, tutkunu olduğu her şey var orada.
Ama benim görevim o değil! diyor sanki Hz. Mûsâ Aleyhisselâm. Yâni ben sizleri
şehir hayatına ulaştırmak için ortaya çıkmış değilim! Benim planım, benim
programım, benim tüzüğüm, benim yasam size müreffeh bir hayat sağlamak
değildir. Sizi kalkındırmak için de gelmedim ben! Benim geliş amacım, varlık
sebebim bunlar değildir. Ben size Allah’ın sizden istediği kulluğu göstermek,
sizi dünyada hidâyete, dünyada mutlu ve dengeli bir hayata, âhirette de cennete
ulaştırmaya geldim. Benim varlık sebebim işte budur.
Çünkü bakıyoruz bugün
müslümanlara vaadedilen şeylere, hep bunlardan söz ediyorlar. Kimileri müreffeh
bir hayat vaadediyor müslümanlara, kimileri aman eğer biz başa geçersek,
camiler, fabrikalar, plajlar, parklar televizyon yayınları, her evin önüne
arabalar diye böyle bir şehir hayatı öneriyorlar. Oysa inanan ve inancını
yaşayanlara cennet hayatı vardır.
Gidin! İnin bir şehre! Alçalın!
Alçak herifler! Sizin için orada istediklerinizin hepsi var. Soğan var,
sarımsak da var, pırasa da var. Ama onun dışında işte şehir hayatında olanlar da
var. Yâni iyi öyleyse hadi ekin dikin denmiyor. Siz bilirsiniz ama orada
parkınız, pavyonunuz da var, köleliğiniz, esaretiniz de var, ezikliğiniz,
horluğunuz, hakirliğiniz de var deniliyor...
"Böylece onların üzerine bir
zillet ve meskenet damgası vuruldu. Ve Allah’ın gazabına
uğradılar."
Bunun üzerine onlara Allah’tan
bir azap ve gazap geldi; bir de onların üzerine zillet ve meskenet damgası
vuruldu. Veya duribet, böyle duvarın üzerine çamurun yapışıp oradan bir daha
ayrılmaması gibi zillet onlara yapıştırılmıştır. Zilletle özdeş oldular onlar.
Zillet ve meskenet onların alınyazısı, vazgeçilmez özellikleri
olmuş.
Zillet eşittir yahudiler, o hale
geldiler yâni. Peki ne demektir bu zillet ve meskenet? Yahudi’yle özdeş olan ve
yahudi’nin ayrılmaz vasfı olan bu zillet ve meskeneti nasıl anlayacağız? Ne
anlayacağız bundan?
Zillet; eziklik demektir, kahır
demektir, kişinin kendi kendine güven duygusunu yitirmesi demektir. Veya
zillet; İnsanın alçaklığını veya aşağılık olduğunu kendisine sindirmesi
demektir. Bunu kabullenmesi demektir. Ben ki aşağılık, ben ki âdi, ben ki
alçak, ben ki süflî biriyim! İnancını, düşüncesini kişinin kendi kendine kabul
ettirmesi demektir zillet.
İşte yahudilere böyle bir zillet
damgası vurulmuştur ve kıyamete kadar da sürecektir bu damga. Siyaktan
anlıyoruz bunu.
Şu anda veya bundan önce bu
damganın onlar üzerinden kaldırıldığına dair bir delil yoktur.
Kaldırılmamıştır. Kıyamete kadar bunu üzerlerinde taşıyacaklardır. İşte bu
âyetten sonra da onlar, bakıyoruz hep zelil
yaşamışlardır.
Ama İslâm’ın zillet anlayışına
göre düşünüyoruz tabii. Burası çok iyi bilinmelidir ve gözden kaçırılmamalıdır.
Bakıyoruz İslâm’ın zillet anlayışına göre yahudiler her zaman zelildirler.
Meselâ anlatılır 67 yahudi Arap savaşında, yahudi’nin biri siperden kafayı
çıkarıp bağırıyormuş: Abd’üs Selâm! Bir kafa çıkıyor Arap istihkamlarından onu
vuruyor yahudi. Sonra Abdurrahmân! Bir kafa daha çıkıyor, onu da vuruyor.
Hasan! Bir kafa daha, onu da vuruyor. Müslümanlar, ulan ne yapıyoruz biz hep
avlanıyoruz be! diyorlar, nihâyet müslümanlardan birinin kafası çalışmış ve
hazır olun! demiş, mermiler hazır olsun bunun yolunu buldum. Hepimiz birden
ateş edeceğiz, bakın kaç tanesinin işini bitireceğiz. Çıkarmış cebinden bir
demir para ve bu para kimin başına düşerse onundur! diye bağırarak parayı
yahudi istihkamlarının üzerine atmış, parayı görünce hepsi birden üşüşünce
hepsinin işini bitirmişler. Zillet budur işte.
Yâni izzet ve şeref İslâm ise,
onlar her zaman zelildirler, zelil olacaklardır. Hem öyle bir zillet ki;
âlemlerin Rabbi olan Allah’ı sadece kendilerine münhasır bir Allah yapmışlar,
millî bir ilâh yapmışlar, bundan sonra bunun cezası ve sonucu olarak da sadece
kendi toplumlarıyla münhasır bir dünya yaşamak zorunda bırakılmışlar. Onlar
herkesten üstün bir sevdaya kapılmışlar, ama bu aslında onların kendi
kendilerini yemesi anlamına gelmektedir. Neden? Çünkü Yahova onların
tanrısıdır. Onları üstün tutmak için hep vardır. Bunu pratize etmek için de hep
zillet içine düşmüşlerdir. Birbirlerini birbirleri ezmiş, milleti ezmek için
hep planlar kurmuşlar, dünyaya yönelik bir plan kurmuşlar, sonunda ölüp
giderken hep rezil, hep rezil olmuşlardır...
Yâni Allah’tan bir gazaba, azaba
uğramış bunlar. Dünya açısından bir azap, kalpteki bir azap, onu
anlatamıyorum; ancak yahudi olan bilir diyorum. Zira Allah’ın dediğine göre,
öyle bir azap vardır onlarda. Doğarken azap, ölürken azap, yaşarken azap, azap,
azap.
Meselâ
yahudilerin bir evlenme törenini anlattı bir arkadaş,
lisa ns tezi olarak hazırlanmış:
Yahudilerden bir adam ölünce onun karısı ile o adamın en büyük kardeşi evlenmek
zorundaymış. Evlenmek istemezse bunu ifade etme cesareti olmazmış zaten de,
mecbur evlenecekmiş onunla da, ama her şeye rağmen gemi azıya alır da yine de
evlenmem! demişse kıyamet koparmış. Dayak atılırmış, dövülürmüş, üzerine kara
sürülürmüş, dışlanırmış, aforoz edilirmiş. Her şeye rağmen yine de diretirse
adam, iş mahkemeye intikal edermiş. Orada o kadın ona ağzına geleni söylermiş.
Adam eğer her şeyi sineye çekerse ancak o zaman evlenmeyebiliyor ve bu işten
kurtulabiliyormuş. Zillete bakın zillete. Bundan daha büyük, bundan daha korkunç
zillet olur mu?
Tersi, eğer mecburen evlenmişse
tamam ondan bir çocuk doğuncaya kadar beklenir, oğul oluncaya kadar bu evlilik
sürdürülür, çocuk doğunca da o ölen adamın adı bu çocuğa verilir ve adamın
kaydı silinmezmiş listeden. Zillet değil de nedir bu?
Meselâ Katolik kilisesindeki
zillet de aslında aynı zillet değil mi? Onlarda da adam bir kere evlendi mi
tamam artık bir daha boşanamıyor. İstesen de istemesen de tamam artık onunla
yaşayacaksın! Başka çaren yoktur. Yahu ben istemiyorum! Anlaşamıyorum! Hayır,
o zaman başkalarıyla idare et durumu, ama onunla evli görüneceksin. Nerede
bulalım bir daha! Bir enayi bulmuşuz, hiç olmazsa bir çocuk filan olursa böylece
ana baba belli olsun gibi görünelim diyorlar ve böyle yürütüyorlar işi. Evet
onlarınki de zillet, bunlarınki de zillettir. Eğer izzet:
"Onlar mü'minleri bırakıp da
kâfirleri veli ediniyorlar. İzzet ve şerefi onların yanında mı arıyorlar?
Şüphe yok ki izzetin tümü Allah’tadır."
(Nisâ:
139)
Âyetine göre
izzet tümüyle Allah’ınsa, yine:
"İzzet ve şeref Allah’ın,
peygamberinin ve mü'min-lerindir. Lâkin münâfıklar
bilmezler."
(Münâfikûn:
8)
Âyetine göre izzet Allah’a,
Resûlüne ve mü'minlere ait ise, münâfıklar da bunu bilmiyorsa; onlarda ne izzet
vardır, ne şeref vardır, zelil insanlardır ve miskin insanlardır onlar
diyeceğiz.
Peki meskenet ne demektir?
Meskenet; Fakirlik, şiddetli ihtiyaç hali demektir. Galiba yahudi mantığının
yaşantısına meskenet diyeceğiz. Yahudi’ce bir hayat tarzı. Ne o? İşte adam
kazanacak, uğraşacak, aldatacak, atlatacak, çalacak, çırpacak. Meselâ yahudi
mantığına göre karşıdaki adama yapılabilecek en büyük kötülük onun
kesesindeki, kasasındaki parayı kendi kasasına aktarmaktır. Böyle birini
tanırım, tam o tıynette biri. Adam, düşmanıma yapacağım en büyük kötülük onun
parasını almaktır diyor. Hani anasına küfret, babasına söv istersen, ama
dükkanına git herkesten fazla hürmet eder sana. Niye? Seni kandıracak ve paranı
alacak ta ondan. Herhalde meskenet de budur, başka bilmiyorum. İşte görüyoruz
adamları bir ömür boyu paranın, dünyanın, malın mülkün kölesi olarak bir hayat
sürüp geberip gidiyorlar.
Evet, onlara zillet ve meskenet
damgası vuruldu. Bugünkü müslümanların da zillet ve meskenete düşmelerinin
sebebini de bu âyetle izah etmek mümkün olacaktır. Zira sosyal yasalar asla
değiş-mez. Bu yasalar önceki toplumlar için neyse, sonrakiler için de öyledir.
Allah’ın toplum yasalarında, sosyal yasalarında bir değişiklik
bulamazsınız.
"Allah’ın sünnetinde değişiklik
yoktur."
Dikkat ederseniz ısrarla her
namazımızda Fâtiha sûresiyle:
"Ya Rabbi bizi kendilerine nîmet
verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayan ve dalâlette kalanların yoluna
değil."
Diyoruz. Rasulullah’ın ifadesine
göre bu gazaba uğrayanlar yahudilerdir. Zillet ve meskenet alınlarının
vazgeçilmez damgası ol-muş yahudiler. Eğer şu anda bizler de zelilsek, Allah’ın
gazabı eğer şu anda bizim de üzerimize yağıyorsa; o zaman biz de derin derin
bu âyetler üzerinde düşünüp kendimize çeki düzen vermek
zorundayız.
Bir de bunlar Allah’tan bir
gazaba uğradılar. Peki kimdi bunlar? Yâni Allah’ın kendilerine gazap ettiği bu
insanlar kimdi acaba? Bunlar Allah’ın kendilerine her türlü imkânı hazırladığı
halde yine de Allah’a değil de başkalarına kulluk yapmaya kalkışan ve ulemânın
ifadesiyle: Kocasından çok başkalarını sevmeye çalışan fahişe bir kadın
karakteri sergileyen yahudilerdi. Peki nasıl bir imkân? Yâni Allah’ın bunlara
hazırladığı imkân, nasıl bir imkândı? Yâni insanın hayatına yeterli, zarurî
ihtiyaç dediğimiz, fizikî ihtiyaç dediğimiz şeyler konusunda Allah mutlaka
insana yeterli ihtiyaç maddelerini temin etmiştir.
Yâni doğan her insanın hayatını
sürdürme dönemindeki rızkını ona ait kılmıştır Allah. Mutlaka o ayrılan rızık
ona gökten inecektir. İşte Allah’ın böylece kendisini düşündüğü, yaşaması için
her türlü ihtiyaçlarını temin ettiği halde Rabbine değil de ondan başkalarına
kulluk yapmaya, başkalarını razı etmeye çalışan herkes aynı noktada
demektir.
"Sizin rızkınız ve
vaadolunduğunuz göktedir!"
(Zâriyât:
22)
Diyordu âyet-i kerîme. Yâni sizin
rızkınız göktedir, Allah onu size takdir etmiştir ve o kesinlikle sizi
bulacaktır deniyordu. Bu iş bu kadar kesinken, yâni bana ayrılmış olan mutlaka
beni bulacakken ben tutup onunla yetinmeyeyim de dünyada sanki farklı
kalacakmışım gibi, veya ebedî kalacakmışım gibi, veya illa da şehirde
kalacakmışım, ya da illa da falan makamda ,filan mekânda olacakmışım gibi kendi
ihtiyaçlarımı kendim belirleme çabası içine girersem; o zaman ben de aynen
bunlar gibi olmuşum demektir Allah korusun. Yâni o zaman ben de tıpkı onlar gibi
soğan sarımsak derdine düşerim, doktora, diploma, makam, koltuk derdine
düşerim. Yâni yahudi durumuna düşerim Allah korusun. Yâni öyleyse burada
reddedilen, zemmedilen, kötülenen onların bu tavrı oluyor
işte..
Çünkü İsrâil oğullarına
belirlenen nîmetler (Bıldırcın eti, kudret helvası ve gölge) gibi nîmetler
bugün aynen benim için de geçerlidir. O gün onların hayatlarını sürdürebilmeleri
için zaruri olan şeyler nasıl ki onlara Allah tarafından tahsis edilmişse, bugün
benim de hayatımı sürdürebilmem için bana zaruri olan fiziki ihtiyaçlarım,
biyolojik ihtiyaçlarım aynen bana da Rabbim tarafından tahsis edilmiştir.
İhtiyaçlarının temin edildiği o ortamda onlara düşen neydi? Bu ihtiyaçları
bedava onlara temin ediveren Allah, o konumda onlardan ne istiyordu? Allah’ın
ve O’nun Peygamberleri olan Hz. Mûsâ’nın dediklerini dinlemekti değil mi?
Öyleyse tüm bu ihtiyaçlarımın temin edildiği bu ortamda bana düşen ne? Yâni
benden ne ister Rabbim? Bana düşen de Peygamberim Muhammed’in Aleyhisselâmın
dediklerini aynen dinlemek ve bu konuda azami gayret
etmek..
Peygamberim bana diyor ki,
helâlinden rızık arama çabasında ol! Yâni yatma ve sa'y et buna! Hepsi bu kadar.
Yâni Safa’ya git! Mer-ve’ye gel! İşte o kadar. Sen bunu yaptıktan sonra sana
lâzım olan artık bıldırcın eti mi? Kudret helvası mı? Merak etme onu bulacaksın
elbette. Ötekilerin peşine takılmam gereksiz olacak böylece. Yâni illa da et
arayacağım, süt arayacağım, ot arayacağım bu gereksiz oluyor. E, bunları hep
kâfirler mi yiyecek? Yo Allah bana onu da ayırmışsa, ondan da ayırmışsa elbette
o beni bulacaktır. Dert etmemin anlamı yoktur. Evet:
Âyetini şöyle tercüme ediyoruz
öyleyse. Ya Rabbi şu başlarında Peygamberin olduğu halde seni dinlemeyen, senin
vahyinle ilgilenmeyen, senin kendilerine mahza kullukta örnek olarak gönderdiğin
peygamberini takmayan, tanımayan, onunla diyalog gereği duymayan, senden gelen
hayata razı olmayan, kendi hayat programını kendisi seçme çabasında olan toplum
gibi eyleme bizi.
Çünkü onlar gazaba uğrayanlardır.
Onlar bu halleriyle senin gazabını hak edenlerdir. Ve Rahmetinden mahrum
kalanlardır. Peki nedenmiş o? Niye gazaba uğramışlar bu adamlar? Neden zillet ve
meskenet damgası vurulmuş bu adamların alınlarına? Çünkü:
"Çünkü onlar Allah’ın âyetlerini
küfrediyorlar (örtüyorlar)dı."
Nedenmiş o? Çünkü onlar Allah’ın
âyetlerini küfrediyorlardı, örtüyorlardı, örtbas ediyorlardı, kendilerinin ve
toplumlarının gündemlerinden düşürmeye çalışıyorlardı. Allah’ın âyetlerini
açığa çıkarmıyorlardı. Aman bu insanlar Allah âyetlerini duymasınlar,
görmesinler diye ısrarla âyetleri kamufle ediyorlar, gündemi değiştiriyorlar,
kendi suni ve yapay gündemlerle insanları meşgul
ediyorlardı.
Allah’ın iki tür âyeti vardı.
Biri metluv âyetler, ötekisi de meş-hûd âyetler. Farklı ifade edersek, birisi
kulağa hitap eden işitsel âyetler dediğimiz şu elimdeki Kur’an’ın âyetleri.
Ötekisi de göze hitap eden görsel dediğimiz şu kâinatta Allah’ın serpiştirdiği
kendi varlığına alâmet ve nişane kıldığı ay gibi, güneş gibi, gece ve gündüz
gibi, bulut ve rüzgar gibi, insan, hayvan, ağaçlar, bitkiler gibi âyetler.
İşte bu adamlar bunları küfrediyor, örtüyor, örtbas ediyorlardı, kamufle
ediyorlardı, halkın gözünden, kulağından saklıyorlardı. Yâni gündeme
getirmiyor, gündemlerinden kaldırıp onlarsız bir hayat programı yapmaya
çalışıyorlardı.
Allah için 8
yıllık bir temel eğitimden geçen şu müslümanların çocukları kaç âyet duyuyorlar?
Hayatlarını düzenleyecek kadar kaç âyet öğretiliyor bu çocuklara? Bu yaptıkları
Allah’ın âyetlerini örtme, kamufle etme değil de nedir? Veya sizler şu ana
kadar evdeki bu çocuklarınıza kaç âyet öğrettiniz? Kaç âyet açtınız,
açımladınız onlara? Yoksa sizler de âyetleri örtenlerden misiniz? Ama unutmayın
ki gerek evlerinde, gerek okullarında Allah’ın âyetlerini örten onun yerine
başka şeyleri açanlar zilletten, meskenetten, horluktan, hakirlikten asla
kurtulamayacaklardır.
Evet onlar âyetleri örtüyorlar,
örtbas ediyorlardı. Başka? Başka ne yapıyorlarmış bu
adamlar?
"Ve de Peygamberleri haksız yere
öldürüyorlardı."
Peygamberleri haksız yere
öldürmek. Peki acaba haklı yere Peygamber öldürülür mü ki, Rabbimiz burada
haksız yere Peygamberleri öldürüyorlardı buyurmuş? Anlayabildiğim kadarıyla
bunu şöylece özetleyelim inşallah:
1- Bazen bâtıl işleyen, bâtıl iş
yapan birisi, onu hak zannıyla yapabilir. Onun yapılması gereken bir hak
olduğunu zannettiği için veya o konuda bilgisiz olduğu için doğru zannıyla, hak
zannıyla o işi yapabilir. Ama bu iş, bu Peygamber öldürme işi onların kendi
inançlarına ve zanlarına göre de hak olmayan, haklı olmayan bir işti. Bunu
biliyorlardı, bunun çirkinliğini biliyorlar, yapmamaları gerektiğini
biliyorlar; ama yine de yapıyorlardı bu işi. Bir böyle anlıyoruz. Bir de
Mü’-minûn 117 de anlatıldığı gibi:
"Kim ki Allah’la beraber başka
birine bu konuda hiçbir delili olmadığı halde dua eder, ibâdette
bulunursa."
(Mü’minûn
117)
Âyetinde olduğu gibi te'kid
içindir bu. Çünkü Allah’tan başka ikinci bir İlâh edinen kimsenin buna herhangi
bir delil bulması kesinlikle mümkün değildir. Ancak tekid içindir diyoruz.
Burada da "Haksız yere" ifadesi te’kid için kullanılmıştır
diyoruz.
3- Eğer Cenab-ı Hak burada haksız
yere sözünü kullanmayıp da sadece Peygamber öldürdükleri için onları zemmetmiş
olsaydı, o zaman: "O peygamberleri gerçekten öldüren Allah değil mi?" diyerek
itiraz edebilirlerdi. Yâni öldüren sen değil misin ya Rabbi? diye bir mantık
oyununa girebilirlerdi. İşte Cenab-ı Hak burada kendi öldürmesinin hak
olduğunu, bunlarınkinin ise haksız olduğunu vurgulamak istemiştir diyoruz Allahu
âlem.
4- Öyleyse hak öldürme, haklı
öldürme, öldürmeyi gerekli kılan bir öldürmedir. Bakın Rasulullah Efendimizin şu
hadisi bunu anlatır:
"Şu üç durumun dışında bir
müslümanın kanı helâl değildir. İman ettikten sonra tekrar küfre dönen kişi,
muhsan iken (evli iken) zina eden kişi ve haksız yere adam öldüren
kişi."
İşte bunların dışında müslümanı
öldürmek haramdır. Ya da bu kimselerin öldürülmesi haklı bir öldürmedir. Yâni bu
adamlar kendi mantıklarına göre de haksız olduklarını biliyorlarmış da onu
anlatıyor âyet-i kerîme. Yâni Peygamberlerin onlara göre de suçu yok, ama bu-na
rağmen haksız olduklarını bile bile peygamber öldürüyorlar. Hem öyle
öldürüyorlar ki; sabah öldürüyorlar akşam hiç bir şey yokmuş gibi ellerini
kollarını sallaya sallaya hayatlarına devam ediyorlar. E, şimdi de aynen öyle
değil mi? Şimdi de öldürmüyorlar mı insanlar peygamberi? Tamam fizikî anlamda
bizzat peygamber öldürme yoktur bugün ama fikrî anlamda öldürmeler bugün de
aynen devam etmektedir. Bu-gün de insanlar peygamber öldürüyorlar. Bugün de
insanlar, insan öldürüyorlar.
Meselâ kürtaj yoluyla her gün
binlercesi öldürülüyor; ama herkes her gün elini kolunu sallaya sallaya hiç bir
şey yokmuş gibi hayatına devam ediyor. Yâni bugün de her gün binlerce insan
öldürülüyor, ama insanlar hiç bir şey olmamış gibi yine de işlerine, aşlarına
rahat gidip gelebiliyorlar.
Bununla birlikte şunu da
diyeceğiz: Peygamberi öldürmek iki türlüdür tabii:
1- Peygamberi kendi başına
bırakmak biçiminde öldürmek. Hani onu destekleyecekleri hususunda Allah
öncekilerden söz almıştı.
"...Allah şüphesiz ki ben sizinle beraberim.
Namazınızı kılarsanız, zekâtı verirseniz, peygamberlerime inanır ve onlara
yardım ederseniz, Allah’a güzel bir karzda bulunursanız andolsun ki sizin
kötülüklerinizi örterim." Evet, peygamberlerime inanır ve onlara kuvvetle
yardımda bulunursanız."
(Mâide:
12)
Evet, peygamberlerime inanır ve
onlara kuvvetle yardımda bulunursanız. Ama bir tek Peygambere değil
Peygamberlerime inanır-sanız. Nasıl? Yâni nasıl inanılacak peygamberlere?
Konumunuz veya toplumunuz Lût’un Aleyhisselâm kavmi gibi cinsel ahlâksızlığı
doruklaştıran bir toplum mu? O durumda Hz. Lût’u Aleyhisselâm örnek almaya
çalışarak peygamberime inanırsanız. Eğer toplumunuz Hz. Nuh kavmi gibi salih
kişileri putlaştıran, salihleri putlaştırmayı doruklaştırmış bir toplumsa o
zaman da Hz. Nuh’u örnek alarak, toplumunuz Âd kavmi gibi dünyayı
putlaştırmış, dünyayı kıble edinmiş bir toplumsa o zaman Hûd’u Aleyhisselâm
örnek almaya çalışarak Peygamberlerime iman ederseniz. Peygamberlere iman
demek budur işte. Değilse işte bir zamanlar tarihte Peygamberler de yaşamış, eh
ne olacak yaşamışsa yaşamıştır? İsimlerini de tek tek atlamadan bilsek ne çıkar
da onları örnek almadıktan sonra?
Evet Peygamberlerime inanırsanız
bir, bir de Peygamberlerimi destekler, onlara yardımcı olursanız. Peki acaba
Peygamberlere yardımı nasıl anlayacağız? Acaba ne kastediyor Cenab-ı Hak
bununla? Meselâ bir düşman grubu var elli altmış kişilik ve farz edin ki onlarla
ben kesin dövüşeceğim. Şimdi böyle bir durumda sizlerin bana yardım etmeniz ne
demek? Onlardan birkaçını da sizin haklamanız değil mi? İşte benim böyle bir
durumdayken sizin bana bu şekildeki yardımınız ne demekse, Peygambere yardım da
o demektir. Peygambere yardım da o şekilde yapılacaktır. Nasıl yâni? Hani
Peygamberler küfür karşısında küfre dimdik kalkan olmuşlar, küfre asla geçit
vermemişlerdir ya; işte biz de aynısını yapıvereceğiz, biz de öyle
oluvereceğiz, biz de aynı rolü üstlenivereceğiz, böylece Peygamberlere yardım
etmiş olacağız demektir bu.
Meselâ bakın, bir mü'min kişi
vardı Firavun hanedanından, Firavun’un sarayında bir süre imanını gizlemiş.
Nihâyet Firavun ve adamları Hz. Mûsâ’yı öldürme kararı alınca artık bu durumda
imanını gizlemenin anlamı kalmamıştı; hemen harekete geçer, kendisini onların
önüne atar ve vücudunu Hz. Mûsâ’nın önüne kalkan yaparak: Sizi, sizden hiçbir
ücret istemeden Allah’a çağıran salih bir Peygamberi öldürmeye mi
kalkışıyorsunuz? Bunu asla yapamazsınız! Yapamayacaksınız! diye haykırarak
Peygamber mesajını savunuyordu. İşte böylece kendini fedâ ediyor; ama
peygambere de destek veriyordu.
Yine Yâsîn sûresinde şehrin çok
uzaklarından koşup gelen bir mü'min de, Peygamberin yalanlandığı bir ortamda
peygamberlerle beraber onların sözünün bittiği yerde cesurca tevhidi ortaya
koyuyor ve Peygamber fonksiyonuna sahip çıkıyordu, kendisini bu uğurda fedâ
edecek biçimde. İşte peygambere yardım budur.
Hz. Fatıma anamız, Hz. Ömer’in
karşısında haykırırken kendini savunmaktan çok Resul-i Ekrem’e yardımcı
oluyordu. Resul-i Ekrem’in geliş gâyesine yardımcı olamaya çalışıyordu. Demek ki
Peygamberlere yardım, onların görevlerine yardım şeklinde olur. Yâni Peygamber
Aleyhisselâm dünyada Allah’ın istediği adâleti gerçekleştirmek, insanların
dünyada Allah’ın istediği hayat programını yaşamalarını sağlamak, insanların
cennet yollarını açmak, cehennem yollarına barikatlar koymak için gelmişlerdir.
İnsanların yeryüzünde Rab olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, kitap olarak
Kuran’ı ve bu konuda örnek olarak da Hz. Peygamberi tanımaları için gelmiş olan
Peygamberin bu görevini, bu fonksiyonunu kendimize görev edinir, dert edinir,
iş edinir, din edinirsek biz de onlara yardımcı olmuş oluruz. Onların inandığına
inanır, yaptıklarını yapar, sevdiklerini sever, reddettiklerini de
reddedebilirsek, varlıklarını ve programlarını kendimize program kabul
edebilirsek, isteklerine köstek değil, destek olabilirsek; o zaman biz de
onlara yardımcı oluyoruz demektir. Değilse ona ve onun getirdiği mesaja karşı
kör ve sağır kesilirsek; o zaman biz de peygamberi öldürüyoruz demektir.
Peygamber, bizim ilgisizliğimiz yüzünden öldürülüyor
demektir.
Birileri eğitim programlarıyla,
birileri kılık kıyafet kanunlarıyla, birileri hayat programlarıyla onun yolunu,
onun sünnetini, onun anlayışını yok etmek, toplumdan silmek isterken biz de
beri tarafta buna seyirci kalıp onların işlerini kolaylaştırmak yerine onun
sünnetini öğrenip, yaşayıp, müdafaa durumuna gelirsek o zaman biz de ona
yardım ediyoruz demektir.
"Muhammed başka değil ancak bir
peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberler de gelip geçmiştir. (Şimdi) O ölür
ya da öldürülürse siz hemen gerisin geriye mi döneceksiniz?" Yâni kâfir mi
olacaksınız?”
(Âl-i İmrân:
144)
Âyeti bunu anlatır. Tamam o gün
peygamberin ölmesi de öldürülmesi de mümkündü, bunu anladık da, lâkin zaten
ölmüş bir peygamberin bugün ölmesini, ya da öldürülmesini nasıl
anlayacağız?
Bakın bunu şöyle anlamaya
çalışıyoruz: İslâm’da öldürme iki anlamdadır:
1- Tesebbüben
öldürme,
2- Amden
öldürme.
Yâni ya bizzat kasten
öldürüyorsun. Ya da bir de ölmesine, öldürülmesine sebep oluyorsun. Peygamberi
ya böyle kasten öldürü-yorlar, ya sebep olarak öldürüyorlar. Eh şimdi de toplum
aynen ya peygamberi kasten öldürüyor ya da ölümüne sebep oluyor veya
öldürülmesine göz yumuyor, öldürülmesi için uğraşanlara yardımcı oluyor
demektir.
Allah’ın âyetlerini küfretmek
konusunda daha önce sanırım birkaç laf etmiştik. Âyetlerin mânâsını, lafzını,
muhtevasını örtmek, örtbas etmek, gizlemek, duyurmamak, fonksiyonunu öldürmek,
kullanılmaması gereken yerlerde kullanmaya kalkmak, işine gelenleri gündeme
getirip, işine gelmeyenlerin üzerinde hiç durmayarak, hiç gündeme getirmeyerek
gizlemek gibi mânâlara geldiğini söylemiştim. Evet bunlar, işte bunları
yaptıkları için Allah’ın gazabına maruz kalmışlar. Başka?
"Evet bu isyan ederek aşırı
gitmelerindendi."
Burada ikinci bir hikmet
anlatıyor Rabbimiz. Yâni bu hale gelmelerinde iki sebep
anlatıyor.
1- İsyan
etmeleri.
2- İkincisi de haddi
aşmalarıdır.
Peygamberlere karşı isyan
ediyorlar ve de haddi aşıyorlardı bunlar.
Peygambere karşı isyan etmek;
peygamberle diyalog kurmak-la beraber, Peygamberi ve Peygamberin mesajını
tanımakla, onlarla ilgi kurmakla beraber onun dediklerinin tersini yapmak
demektir. Yâni hem tanıyor, hem biliyor adam; ama yine de tersini yapıyor, işte
bu peygambere isyan demektir.
Haddi aşmak ta; Peygamberi
tanımadan, Peygamberin mesajıyla hiç ilgilenmeden, yâni Peygamberle hiç diyalog
kurmadan kendi kendine o çizginin dışında yürümektir. Benim anladığım
budur.
Yâni adam hem İslâm’dan haberdar,
hem Peygamberi tanıyor, hem Peygamberin kendisinden istediklerini biliyor, hem
de denilenin, kendisinden istenilenin aksine hareket ediyorsa işte bu adam
Peygambere isyan ediyor, Peygambere kafa tutuyor demektir. Peygamber böyle
dese de ben bildiğimi yaparım! Diyorsa, bu adam isyan ediyor demektir.
Peygambere rağmen iş yapıyor demektir. Peygamber öyle dese de o böyle
yapmaktadır. Birincisi böyle ki; bu isyandır.
Ama ötekisi Peygamberle hiç
diyalog kurmamış, Peygamberi ve onun getirdiklerini hiç tanıma gereği duymamış,
böyle bir adamın kendisi de çizgiyi zaten bulması mümkün
değil..
Veya buradaki isyan ve haddi
aşmayı şöyle de anlayabiliriz: Peygambere karşı birisi pozitif, diğeri de
negatif olmak üzere iki tavır almaktır bu. Birisi negatif olur. Yâni adam
Peygambere karşı negatif bir tavır alıyor. Nasıl? Meselâ Peygamber kıl diyor!
Ama adam kılmıyor. Peygamber ver diyor, vermiyor. Yap diyor, yapmıyor. Tut
diyor, tutmuyor gibi negatif bir tavır, aksine bir
hareket,
O da Peygambere karşı pozitif bir
hareket demektir. Yâni isyan türünde denilenin ötesinde bir hareket. Yâni içki
içiyor, adam öldürüyor gibi. Evet: Bunların bu cezaya çarptırılmalarının
sebeplerini Rabbimiz büyükten küçüğe doğru sıralamış:
1- Evvela Allah’a karşı
işledikleri suçlar,
2- Sonra peygamberlere karşı
işlenen suçlar,
3- Daha sonra da haddi aşmak,
zulmetmek gibi insanlara karşı verdikleri zararlar
anlatılmış.
Şimdi bize gelelim. Acaba bugünkü
müslümanların Allah’ın âyetlerine karşı tavırları nedir? Ne kadar örtüyorlar
âyetleri? Acaba bugünkü müslümanların Allah elçilerine karşı tavırları
nasıldır? Onları diriltmeye mi çalışıyorlar? Yoksa öldürmek için mi
soyunmuşlar? Onlara karşı isyan mı ediyorlar? Yoksa hadlerini mi
aşıyorlar?
Allahu Teâlâ’nın Kur’an-ı
Kerim’indeki âyetlerinin sayısı altı bin küsurdur. Peki sorayım şimdi: Acaba
sizin bilincinizdeki âyet sayısı ne kadar? Yâni siz bu âyetlerden ne kadarını
açıyor, gündeme getiriyor? Ne kadarını örtüyorsunuz? Yâni sizin hayatta
uygulayacak kadar, hayatta size yön verecek kadar bildiğiniz âyet sayısı ne
kadar? Kaç âyet yol gösteriyor size? On tane, yirmi taneyse o zaman siz beş bin
dokuz yüz doksan dokuzunu örtüyorsunuz demektir. Yâni sizin imanınızda,
İslâm’ınızda, ekonominizde, siyasetinizde, beyninizde, dünyanızda size yol
gösterecek kaç âyetiniz var? Şu peygamber böyle yap-mıştı, öyleyse bu konuda ben
de öyle yapıyorum! diyebileceğiniz kaç peygamber uygulamasını biliyorsunuz?
Örnek alacak kadar peygamberleri tanıyor musunuz?
Yoksa peygamberlerle tanışma
zahmetinden kaçtık da bu lânetlik yahudilerin yaptığı gibi dini önderleri,
siyasal önderleri, ekono-mik önderleri mi tanımaya koşuyoruz? Gündeme almamız
gereken mutlak olarak doğrulukları ve örneklilikleri Allah tarafında tescil
edilmiş peygamberler dururken, biz onları bir tarafa bırakıp da kendi
kendimize örnek şahsiyetler mi oluşturuyoruz? Acaba gündemimizde peygamberler
mi var, yoksa başka şahsiyetler mi? Bizim peygamber-lere ulaşma imkânımız
yoktur. Biz onları ancak bize örneklenen şahsiyetlerde tanıyabiliriz diyenler de
çıkabilir. Ya da bizim için örnek olarak sadece Allah’ın Resûlü vardır. Ondan
başka peygamberlere ihtiyacımız yoktur diyenler de çıkabilir. Ama zaten
Rasûlullah’ın örnekli-liğini kabul demek otomatikman diğer peygamberlerin
örnekliliğini de kabul demektir. Zira Kuran-ı Kerîmde Resul-i Ekrem’e:
Peygamberim! İşte örnek elçilerim! Sen de onlar gibi ol! Sen de onların yoluna
tabi ol! Buyurulmuş. Allah’ın Resûlü de onların tümünün hayatını bize
örnekleyivermiştir diyoruz.
Evet başka çaremiz yoktur. Zillet
ve meskenetten kurtulmak istiyorsak Allah’ın kitabıyla ve Peygamberle barışmak
zorundayız. Allah’ın kitabına ilgisiz kalmak, Allah’ın Resûlüyle tanışmamak
ve böylece Allah’ın istemediği bir hayatı yaşamak, Allah’la savaşmak
demektir. Allah’ın dediklerinin aksini yapmak, ya da: Ya Rabbi! Senin
gönderdiğin kitap, senin gönderdiğin peygamber bin dört yüz yıl öncesinin
hayatını düzenlemiş! Aradan bin dört yüz yıl geçmiş! Devir değişmiş! Zaman
değişmiş! Şimdi bizim bilimlerimiz var! Bizim pozitif bilimlerimiz gelişti!
Laboratuarlarımız var! Teknik bilimlerimiz var! Bilimsel çalışmalarımız var!
Binaenaleyh artık senin modası geçmiş kitabına ve peygamberine ihtiyacımız
kalmadı! diyerek onun arzu ettiği hayatın dışında yaşamaya çalışmak Allah’a
harp ilan etmek demektir ki; Allah’la savaşa tutuşan bir toplumun zillet ve
meskenetten kurtulması da asla mümkün değildir. İşte yahudilere seslenen bu
âyetler bize de bunları söylüyor.
Sonra da bunun hemen ardından bir
ara cümle geliyor. Peygamberlerin geliş sebeplerini anlatan bir cümle. Veya
sadece İsrâil oğulları değil mesele, bütün insanlığa gelen Kur’an’ın anlatım
mesajını bize söyleyen bir cümle ile karşı karşıyayız. Çünkü bu âyet olmasaydı
sanki hep İsrâil oğulları anlatılıyor gibi oluyordu. Ama bakın burada İsrâil
oğullarını anlatan âyetlerin arasına konulmuş bir âyet: San-ki sakın ha! Bunları
tarihi olaylar olarak anlamayın! Bunlar işte bir za-manlar olmuş, geçmiş, tarihe
karışıp gitmiş, tarihi vakalar olarak görmeyin bunları! Bunlar sizi
ilgilendiren âyetlerdir! gibi Cenâb-ı Hak bizi bize söylüyor şimdi. Yâni
Kur’an’ın muhataplarına bu âyetleri neden anlattığını söylüyor bu âyetler şimdi
de.
62:"İman edenler, Mûsâ dinini kabul
eden Yahu-diler, Sabiin olanlar. Şimdi bunlardan her kim Allah’a ve âhiret
gününe iman eder ve salih amel işlerse bunların ecirleri Rableri yanındadır.
Onlara korku da yoktur ve onlar mahzun da
olmayacaklardır."
Düşünün iman edenler. İnandığını
iddia edenler, ben de mü'-minim diyenler, inandım
diyenler.
"Mûsa dinini kabul eden
yahudiler."
Bir de hadu yapanlar, yol budur
diyerek yahudilik iddiasında olanlar. Hz. Mûsâ’dan sonra bu isimle anılmaya
çalışanlar. Hz. Mûsâ’dan sonra kendilerini bu isme izâfe edenler. Çünkü
yahudilik Hz. Mûsâ’dan sonra böyle bir anlam kazanmıştır.
"Bir de
Nasraniler."
Nasaralar, hıristiyanlar. Yâni
Hz. İsa’nın dinini din kabul ettik-lerini iddia edenler.
"Bir de Sabiin
olanlar."
Yâni tüm bu dinlerin dışında olup
ateşe, aya ve yıldıza tapanlar. Yâni dinin dışında olanlar. Sabiin, İslâm’ın
dışındaki tüm din ve inanç mensuplarını kapsamaktadır. Bunu şöyle anladım
ben:
İnandığını iddia edenler, yâni
mü'min olduklarını kabul edenler. Allah’tan gelen dine ben de inanıyorum
diyenler. Çünkü az sonra bu kimselere, yâni inanan bu insanlara yeniden iman
edin denecekse, o zaman bu iman sadece iddiadan ibaret bir iman
olacaktır.
"Ey iman edenler, iman
edin!"
(Nisâ: 136)
Âyetlerinde de aynı mânâyı
görüyoruz. Yâni başta ey iman edenler! denilmiş ve daha sonra da iman edin!
denilmişse bunun anlamı şudur: Ey iman iddiasında bulunanlar demektir bunun
mânâsı. Eğer sizler ben de inandım diyorsanız, o zaman bu sözler size de
söyleniyor demektir. Meselâ "Ey siyah sarıklı arkadaş!" desem, tüm siyah
sarıklılar bu sözün muhatabıdır. Bir böyle ey inandığını zannedenler,
inandığını iddia edenler demektir.
Bir de ey buraya kadar
anlatılanlara inananlar! demektir bunun mânâsı. Buraya kadar bir şeyler
anlatıldı anlatıldı ve sonra da ey buraya kadar anlatılanlara inananlar
demektir ve o zaman ne anlatılmışsa ona inananlar anlamına gelecektir. Yâni
buraya kadar anlatılanlara inandın, bundan sonraki anlatılacak olanlara da
inanın! demek olacaktır mânâ.
İnananlar, inandığını iddia
edenler, Allah’ın gönderdiği dine inandığını iddia edip de yahudi’ce sapıp
sapıtan, dünyacı ve maddeci olan insanlar. Allah’ın gönderdiği dine inanıyorum!
Benim de kitabım var! Ben de kitap sahibiyim! Ben de kitap ehliyim! Benim de
Peygamberim var! dediği halde ruhçu görüşe saplanarak yahudi’nin zıddına
hıristiyan gibi sapıp sapıtanlar. Ve de ey bütün bunlara rağmen Allah’ın
gönderdiği dine ben de inanmıyorum diyenler. Demek ki iman karşısında insanlar
dörde ayrılıyor:
1. İnandığını iddia edenler ve
yaşayabildikleri kadar imanlarını yaşamaya çalışanlar.
2. İnandığını iddia edip de
maddeye tapıp sapıtanlar, yahudi gibiler.
3. inandığını iddia edip de
ruhtan yana meyledip öylece sa-pıtanlar. Yâni hıristiyanlar gibi olanlar.
İmanla, İslâm’la hiç ilgisi olma-yanlar.
"Şimdi bunlardan her kim; Allah’a
ve âhiret günü-ne iman eder ve salih amel işlerse, bunların ecirleri Rableri
yanındadır. Onlara korku da yoktur ve onlar mahzun da
olmayacaklardır."
Evet bu dört
grup insandan kim ki; iman eder ve inancını da amele dönüştürürse, yâni salih
amel işlerse, yâni imanından kaynak-lanan ameller işlerse işte o zaman o,
cennete girecektir.
Ama adam, böyle kendi kendine ben
müslümanım dedi, müs-lümanlıkla ilgi kurdu, tamam bitti değil. Gerçek mânâda
Allah’ın istediği gibi:
Yapacak. Allah’ın istediği
şekilde Allah’a iman edecek. Allah’ın istediği şekilde Allah’tan gelenlere iman
edecek. Allah’ın model kul, örnek kul olarak seçip gönderdiği peygamber
örnekliğinde Allah’a ve O’ndan gelenlere iman edecek. Ama sadece bu da yetmez,
bir de:
Yapacak. Yâni salih amel de
işleyecek. İman kaynaklı ameller işleyecek. Bu imanını hayatında görüntüleyecek.
İmanını dışa yansıtacak. İmanıyla hayatını düzenleyecek. İmanı hayatında
görülecek. İmanının eserini gösterecek. Yoksa kitaba dayalı olmayan, hayatta
eseri görülmeyen, sadece dışarıdan söyleniveren mücerret bir müs-lümanlık
istemiyor Allah. Sadece iddiadan ibaret bir müslümanlık is-temiyor. İşte
görüyoruz bizde, bizim toplumda diliyle müslümanlık iddiasında bulunup da Allah
korusun yahudi’ce dünyaya, maddeye tapanlar var; hem de pek çok. Nadir de olsa
hıristiyanlar gibi dünyadan el etek çekmiş, ruhbanca yaşamaya çalışanlar da
var. Aynen Hıristiyanların ve yahudilerin bozuk dinlerine sarıldıkları gibi,
İslâm’a bozuk düzen sarılan müslümanlar var. Yâni Allah korusun, adam
kitabından habersiz. İşte Allah Muhammed’e de bir kitap göndermiş, der gibi
inananlar. Bunu zaten Allah Bakara’nın başında anlattı.
Yâni kitapla ilgisiz müslümanlar,
kitaplarının bozukluğunun farkında olmayan hıristiyanlar, kitaplarını tahrif
etmiş yahudiler ya da Allah’ın kitabından başka dinin müntesibi olan insanlar.
Eğer kurtulmak istiyorlarsa, Allah’a ve âhiret gününe inanır ve salih ameller
işlerler. Başka çaresi yoktur bunun.
Kimileri Bakara sûresindeki bu
âyeti temel kabul ederek Ehl-i kitabı cennete postalama gayretine
kapılmışlardır. Efendim madem ki Allah bu âyetinde, bu dört grup insanlardan kim
ki Allah’a ve âhiret gününe inanır ve de salih amel işlerse, onlar cennete
gidecektir buyurmuştur. Eh bu yahudiler de, bu hıristiyanlar da Allah’a
inanmaktadırlar, bunlar da Havralarına, Kiliselerine girip amel
işlemektedirler; öyleyse neden bu adamlar da cennete gitmesinler derdine
düşmüş-lerdir.
Halbuki tek bir âyet, hem de
yalın olarak temel kabul edilip onun üzerine hüküm bina edilemez. Bu hâricî
mantığıdır. Top yekun âyetler, topyekün Kur’an, topyekün sûreler ve
peygamberimizin top-yekün sünneti birlikte düşünülerek, değerlendirilerek bir
sonuca gidilmek zorundadır. Değilse yalın olarak tek bir âyetle, bir konuda
sonuca gitmek harici mantığıdır ve dinden sapmadır. Çünkü ehl-i kitabın
Kur’an’da açıkça kâfir olduklarını anlatan âyetleri imdadımıza çağırdığımız
zaman ve de az önceki âyetlerde bunların İslâm’a çağrılmaları-nı, müslüman
olmalarını emreden âyetleri de göz önüne getirdiğimiz zaman bu sonuca gitmenin
kesinlikle mümkün olmadığını göreceğiz. Yâni bu ehl-i kitabın kendilerince
oluşturdukları bir hayat, kendilerince oluşturdukları bir iman ve salih amel
anlayışlarıyla cennete gidebileceklerini söyleyebilmek kesinlikle mümkün
olmayacaktır.
Bundan yüzyıl önceye gidersek o
dönemde kesinlikle hiçbir İslâm âliminin ağzından böyle bir sözü duymak mümkün
değildir. Bu moda yeni çıktı. Selef ulemâsından -Allah onlardan razı olsun- bu
konuda tek cümle bile bulmak mümkün değildir. Yeni çıktı bu ehl-i kitabın
cennete gidecekleri iddiası. Peki bunun sebebi nedir? Niye bu devirde çıktı bu
moda?
1- Bunun birinci sebebi
müslümanların ehl-i kitap karşısında aşağılık kompleksine kapılmaya
başladıkları bir dönem olduğu için ortaya atılmıştır.
2- İkincisi de, müslümanlar yavaş
yavaş kendilerine vurulan morfinin tesirinden kurtulup yahudi ve hıristiyanlar
karşısında bir izzet ve şeref kavgası vermeye başlayınca, müslümanların onlara
karşı bu dirençlerini kırmak için ortaya atılan düşünceden ibarettir. Yâni
müslü-manlar onlara karşı bu mücâdeleden vazgeçsinler, kendileriyle birlikte
cennete gidecek olan bu has kardeşlerine karşı ılımlı davransınlar diye ortaya
atılmış bir yutturmacadan başka bir şey değildir bu.
Şimdi birinci şart neydi? Allah’a
ve Allah’tan gelenlere inanacaklardı. Peki acaba bu adamlar gerçekten Allah’a
inanıyorlar mı? Allah’a iman ne demektir? Allah’a iman demek Allah’ın istediği
biçimde iman demektir. Allah kitabında kendisini nasıl tanıtmışsa, hangi
sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse o şekilde iman, Allah’a iman demektir.
Yâni Allah’a iman aynı zamanda Allah’tan gelenlere de imandır. Öyleyse bu
insanlar Allah’a inanacaklar, Allah’ın istediği biçimde. Âhirete inanacaklar,
Allah’ın istediği biçimde. İman budur işte. E efendim onlar da inanıyorlar.
Peki nasıl bir Allah’a inanıyor onlar?
Muhammed’i Aleyhisselâm peygamber
olarak gönderen bir Allah’a mı inanıyorlar? Yoksa Mûsâ’dan sonra, İsa’dan sonra
kesinlikle Peygamber göndermeyen bir Allah’a mı inanıyorlar? Son kitap olarak
katından Kur’an’ı indiren bir Allah’a mı inanıyorlar? Yoksa sadece İncil’i,
sadece Tevrat’ı gönderen bir Allah’a mı inanıyorlar? Allah’a iman demek;
Allah’ın gönderdiklerine iman demektir. Allah’a iman demek, Allah’ın bunlara da
inanın dediklerine iman demektir.
Şimdi Allah’a, Allah’ın istediği
biçimde inanmayan, Allah’ın gönderdiklerine inanmayan bu adamlar için nasıl
mü'min diyeceğiz? Bir müslüman bile Allah’a inansa; ama Allah’tan gelenlerden
herhangi birine inanmasa, buna bile kâfir denir. Meselâ ben Allah’a inanıyorum;
ama tesettüre inanmıyorum. Veya zekâta inanmıyorum diyen bir adam kâfirdir. Bu
iman, Allah’ın istediği bir iman olacak.
Değilse, yâni işte biz
müslümanız, kurtulduk! Biz hıristiyanız, kurtulduk! Biz yahudiyiz, kurtulduk!
Yok. Allah ve Rasûlü nasıl inanın demişse öylece inanın denilmektedir. Sadece
iman da yetmez; arkasından bu imanın hayatında görüntülenmesi adına salih amel
şartı geliyor. Peki nedir salih amel? Salih amel; mahza Allah için yapılan ve
sünnette yeri olan ameldir. Bir amelin salih amel olabilmesi için iki şart
vardır:
1- Birincisi o amel, mahza Allah
için yapılmış olmalıdır. Yâni niyet sadece Allah için
olmalıdır.
2- Bir de bu amelin sünnette yeri
olması gerekmektedir. Yâni Allah’ın Resûlü’nün hayatında yeri olan bir amel
olması lâzımdır. Yâni salih amel, peygambere uymak demektir. Muhammed’e
Aleyhisselâm uymak, Muhammed’e Aleyhisselâm tabi olmak, onun dediklerini,
dedikleri biçimde yapmaktır salih amel. Bu iki şarttan biri eksikse, o amele
salih amel denmez. Meselâ nasıl?
Meselâ farz edin ki bir adam
dışarıda şu karın buzun altında başını yere koyup ayaklarını yukarıya getirse,
amuda kalksa ve iki üç saat bu şekilde kendisine işkence etse. Oradan geçen
birisi de: Hayrola arkadaş bu vaziyet ne? dese. Adam dese ki vallahi ben
ibâdet yapıyorum! Ben bu halimle Allah’ı kendimden razı etmeye çalışıyorum!
dese. Ve bunu söylerken de gerçekten ciddi ciddi Allah için niyet taşır olsa.
Yâni gerçekten bunu Allah için ibâdet niyetiyle yapsa. Şimdi bu amele salih amel
diyebilir miyiz? Diyemeyiz değil mi? Niyet var, ama bu amelin sünnette yeri
yoktur. Yâni Allah’ın Resûlü’nün haya-tında böyle bir kulluk türü yoktur ve boş
bir iştir bu. İkinciye de bir örnek verelim.
Meselâ bir Alman düşünün,
dükkanına gelen bir fakire yardım ediyor. Veya yaptığınız bir alışveriş sonunda
size eksik ödediğini fark edince arkanızdan iki ay sonra da olsa paranızı
adresinize postalıyor. Amel aslında güzel ve salih bir ameldir. Peygamberin
Aleyhisselâm hayatında yeri olan bir ameldir. Ama acaba bu Alman, bu ameli niye
yapıyor? Allah için mi? Allah’ı razı etmek için mi? Âhirette bunun mükâfatını
bulmak için mi yapıyor bunu? Kesinlikle hayır! Bu amel, onun imanından
kaynaklanan bir amel değildir. Çünkü Âhirete inanmıyor ki adam, onun için amel
işlesin. İyi adam desinler diye, cömert desinler diye, daha çok müşteri celp
edeyim diye, daha çok alkış, daha çok teveccüh diye yapıyor bunu. Bu da salih
bir amel değildir. Çünkü sünnette yeri olan bir amel; ama bu defa da niyet
Allah için değil.
Şimdi madem ki salih amel
peygambere uymak, peygambere tabi olmaktır, o halde peygambere inanmayan bu
adamların salih amel işlediklerini nasıl söyleyebiliriz, bunu bir türlü aklım
almıyor. Ben size İslâm’a göre ve İslâm’ın salih amelini tarif ettim. Bu
İslâm’ın salih amel anlayışıdır. Acaba bir yahudi’ye göre salih amel nedir?
Onlar ne diyorlar acaba bu salih amel konusunda? Kraldan fazla kralcı kesilip
onlar adına ahkâm kesmekten vazgeçelim de bu konuda onlar ne diyor, ona bir
bakalım: Ellerindeki tahrif ettikleri Tevrat’ın kendileri tarafından yazılmış
bir âyetinde salih amel, bakın şöyle tarif edilir: "Allah’ın rızasını kazanmak
istiyorsanız, İsmail oğullarından yâni Müslümanlardan birinin kemiklerini
kırmalısınız. En salih amel işte budur!"
Yahudiler, muharref Tevrat’ta
kendilerinden istenen bu salih ameli gerçekleştirip Allah’ın rızasını
kazanabilmek için yıllardır tüm dünyanın gözleri önünde Filistinli İsmail
Oğulları’nın kemiklerini kırma eylemini gerçekleştirmişlerdir. Yıllardır salih
amel işleyeceğiz diye kolunu bacağını kırmadık müslüman bırakmadılar orada. İşte
yahudi’nin salih ameli budur.
Yine başka bir âyette de: Salih
amel şöyle tarif edilir muharref Tevrat’ta: “Bir müslümanı iğneli bir fıçıya
yerleştireceksiniz, kanını son damlasına kadar akıtıp onunla hamur yoğurup ekmek
yapacaksınız ve bir mukaddes günde şarapla birlikte bu ekmeği yiyeceksiniz.”
İşte yahudi’nin salih ameli. Şimdi varın siz bu adamlar salih amel de
işliyorlar diye bunları cennete postalama kavgası verin.
Peki acaba hıristiyana göre salih
amel nedir? Hıristiyan Amerika’ya ve hıristiyan bâtılıya göre de salih amel;
körfezde beş yüz bin ton bomba atarak dört yüz bin Irak’lı müslümanın kanını
akıtmaktır. Onlara göre de salih amelin tarifi budur işte. Adamlar resmen ilan
ettiler bunu. Tüm dünyada bir tek İsmail oğullu müslüman kalmayıncaya kadar
İsrâil oğullarının savaşı devam edecektir dediler. Bu savaş iyilerle kötülerin
savaşıdır. Bu savaşta iyiler, yâni biz hıristiyanlar kötüler olan Müslümanların
kökünü kazıyıncaya kadar sürecektir diye yeminler ediyorlar. İşte onların salih
amelleri de budur.
Ve şu anda tüm dünyada bütün
şiddetiyle bu savaş sürmek-tedir. Tüm dünyada İsrâil oğullarıyla İsmail
oğullarının savaşı sürmek-tedir. Ama ne gariptir ki bizim idarecilerin
savunacak bir dinleri olmadığı için bunun adını koyamıyorlar. Israrla bunun bir
din savaşı olmadığını vurgulama çabası içine giriyorlar. Halbuki yeryüzünde tek
müs-lüman kalmayıncaya dek bu savaşımız sürecek diyor adamlar. Biz onlar gibi
cani değiliz. Biz de diyoruz ki yeryüzünde fitne kalmayınca-ya kadar savaşımız
sürecektir. Aramızdaki fark budur. Onlar tek müs-lüman kalmayıncaya kadar
diyorlar. Biz öyle demiyoruz. Yeryüzünde tek kâfir kalmayıncaya kadar
demiyoruz. Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar diyoruz. Yâni yeryüzünde Allah’ın
kullarının özgürce Allah’a ibâdetine imkân vermeyen tüm engeller
kaldırılıncaya kadar savaşımız sürecektir diyoruz. Yoksa İslâm’a savaş açıp
Allah’ın hâkimiyetinin önüne dikilmedikçe bizim dinimiz durup dururken hiçbir
kâfirin öldürülmesine cevaz vermez.
Evet bu halleriyle bu ehl-i
kitabın cennete gitmeleri hayalden başka bir şey değildir. Nitekim Müslim’in
rivâyet ettiği bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Allah’a yemin ederim ki, yahudi
olsun, hıristiyan olsun bu ümmetten herhangi bir kimse benim
risa letimi işitip sonra da kendisiyle
gönderildiğim şeye iman etmez-se, o mutlaka
cehennemliklerdendir."
Çünkü zaten Kur’an, hemen sûrenin
ilk başında bunu ortaya koymuştu:
"Sana ve senden öncekilere
gönderdiğimiz kitaplara inanırlar o mü'minler
diye."
Şart budur işte. Mü'min olmanın
şartı budur, cennete gitmenin şartı budur yâni. Ve yine biliyoruz ki kitap;
Yahudi ve hıristiyanları kendisine imana çağırmıştı:
"Yanınızdakini tasdikçi olarak
indirdiğim son kitaba iman edin!"
(Bakara:
40)
Demişti. Yâni eğer bu adamlar bu
halleriyle kendi şekillendirdikleri dinlerini yaşayarak cennete gidebilecek
olsalardı herhalde Kur’an onları ayrıca kendisine imana çağırmazdı. Siz
bildiğiniz gibi yaşayın ve cennete gidin der ve onları bu konuda serbest
bırakırdı. Halbuki öyle yapmamış Rabbimiz. Kitabının her bir sayfasında sürekli
onları bu son kitaba ve bu son elçiye imana çağırmıştır. İleride âyetler
geldikçe okuyup bunu göreceğiz inşallah.
Bir de şunu biliyoruz ki, bu
konuda Rasulullah Efendimizin gel-mesinden önce Allah’a ve âhiret gününe iman
eden ve de salih ameller işleyen kimseler bile Tevrat ve İncil’in hükmünce
geleceğin büyük Peygamberi olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm 'a inanmakla mükellef
idiler. Yâni o gün Hz. Mûsâ ve Hz. İsa Aleyhimesselâm dönemle-rinde yaşayan
yahudi ve hıristiyanlar, o dönemde bile daha gelmemiş Peygambere, âhir zaman
nebisine iman etmedikçe iman etmiş sayıl-mıyorlar, mü'min sayılmıyorlardı. İşte
buna işaret olarak ta Rabbimiz şöyle buyurmuştu:
"Sizler bana verdiğiniz ahdinizi
yerine getirin! Ben de size olan sözümü yerine getireyim! Sadece benden
korkun"
Yâni son elçime iman ettiğinize
ve edeceğinize dair dün bana verdiğiniz o sözünüzü yerine getirin ki, ben de
size karşı vadimi yerine getireyim. Her bir elçim döneminde sizden bu konuda
ahid almıştı. Son elçime iman edeceğinize dair söz vermiştiniz. Haydi siz
sözünüzü yerine getirin ki ben de size verdiğim sizi yeryüzünde izzet ve şerefe
ulaştırma, âhirette de cennetime koyma vaadimi yerine
getireyim.
Hal böyleyken, o dönemde bile son
elçiye iman etmedikçe mü'min sayılmayan bu insanlar arasında Resul-i Ekrem’in
zuhurundan sonra onun Peygamberliğini reddettikleri halde, nerede kaldı hâlâ
iman ehli bulunduğu varsayımına imkân kalsın.
Buna göre bu âyetin şöyle bir
izahını da yapabiliriz:
Burada bu âyet-i kerîmede
anlatılan yahudiler, Hz. Mûsâ’ya ve ona gönderilen Tevrat’a iman edip, Hz.
İsa’dan önce yaşayıp ta masi-yete iştirak etmeyen ve iman üzere yaşayıp, iman
üzere ölüp giden kimselerdir diyebiliriz. Çünkü Hz. İsa’nın Peygamber olarak
gönderilmesinden sonra artık ona iman etmeyen yahudilerse helâk olmuşlardır
diyoruz.
Âyet-i kerîmedeki
hıristiyanlardan kasıt da Hz. İsa’ya ve ona gönderilen İncil’e inanıp Muhammed
Aleyhisselâmdan önce yaşayıp, salih iman ve salih amel üzere devam edip bu
imanla ölen kimselerdir. Ama Muhammed Aleyhisselâm'ın zuhurundan sonra ona
iman etmeyen hıristiyan ve yahudilerin tamamı helâk olmuşlardır
diyeceğiz.
Sabiîlerin durumları da aynen
bunlar gibidir. Onlar Rasulul-lah’ın gönderilmesine kadar şâyet kavimlerinden
ayrılmaları isteniyor idiyse, kavimlerinden ayrı kaldıkları için kurtulmuş
olurlar. Ama Rasu-lullah’ın Peygamber olarak gönderilmesinden sonra ona iman
etmemişlerse, onlar da kesin helâktedirler olacaktır mânâ.
Peki biz bunlardan hangisindeniz?
Biz bunlardan inandığını iddia edenlerdeniz. Ama bu
inancımız:
Olmadıkça bilelim ki; bize de
cennet yoktur. Yâni tamam biz müslümanız, öyleyse kurtulduk! Yok. Zira iddiadan
ibaret bir iman is-temiyor Allah. İnanacağız; ama bu imanlarımız Allah’ın
istediği gibi olacak. İnanacağız, ama bu imanımızı mutlaka amele dönüştürme
sa-vaşı içine gireceğiz. Başka çaremiz yoktur. Evet işte bu sayılanlardan her
kim Allah’a, Allah’tan gelenlerin tümüne Allah’ın istediği biçimde inanır ve bu
imanını da salih amellerle görüntülerse:
Onlara Allah katında ecirler
vardır. Toplumdan bir ecir, veya dünyada bir ecir değil, veya kendi kendilerine
bekledikleri, buldukları bir ecir değil, Allah’tan bir ecir. Allah onlara güzel
bir ecir hazırlamıştır. Onlar mahzun ve mükedder de olmayacaklardır. Bu, onlar
cennete girecekler demektir. Yâni onlar için ne cehenneme yuvarlanma korkusu,
ne de Cenneti kaybetme üzüntüsü olmayacaktır. Çünkü A’râf’ta idi
galiba:
"Girin cennete! Sizin için korku da yoktur,
mahzun olma da!"
(A’râf:
49)
Deniliyordu.
Bakın bu konuda şöyle bir özet
yapıp bu konuyu kapatalım inşallah: Bir adam Tevrat’a inanıyorsa, Mûsâ ile
beraberse, onun için onunla beraber savaşmışsa, on iki naipten birisiyse,
Peygamberin de-diği gibi yaşamış ve bu uğurda ölmüşse, bu adam garanti
cennettedir.
Ya da bir kişi Hz. İsa Peygambere
ilk inananlardansa, 12 Havariden birisiyse, sadâkatini sürdürmüş
ve:
Demişse.
Allah’ın dinini, Allah’ın kitabı olan İncil’i okuma, anla-ma, yaşama, insanlara
tebliğ etme ve hayata egemen kılma konu-sunda ben Ensarullah’ım demişse.
Allah’ın kitabı İncil’e inanıp sahip çıkmış, Allah’ın elçisi Hz İsa
aleyhisselâma sadâkatini ortaya koymuş ve bu imanıyla ölmüşse bu adam da garanti
cennettedir. Tabii burada dediklerim o dönem yahudi ve
hıristiyanlarıdır.
Ya da sonradan dünyaya gelip de
şu tahrif olmuş Tevrat’ı tanımışsa, Allah bana kitap göndermiş diye onunla
beraber olmuş, onunla amel etmeye çalışmış, anlamadığı yerde susmuş, yenisini,
doğrusunu, orijinalini aramaya çalışmış, ama bulamamışsa, hakka ulaşamamışsa,
orijinalini bulamamışsa, Kur’an’ı da duymamışsa, Kur’an’a ulaşamamışsa bu adamın
cennete gitmesini bilmem; ama cehenneme gidiyorsa bütün müslümanlar sorumludur
bu adamdan. Onlar da herhalde şöyle bir uğrarlar o cehenneme. O tarafını hiç
söylemi-yorlar değil mi? Meselâ Kutuptaki insanlar nasıl namaz kılacaklarmış?
Ben gideceğim oraya da oradakiler namaz kılacaklar. Orada kendi kendine niye
namaz kılsın da adam? O tarafını hiç düşünmez
müslü-manlar.
Evet günümüzde üzerinde çok
spekülasyonlar yapılan bu âyetle alâkalı benim diyebileceğim bunlardır. Bu âyeti
de böylece tanıdıktan sonra bundan sonraki âyetinde bakın Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
63:"Hatırlayın, hani bir zamanlar
biz sizden sağlam söz almıştık. Tûr dağını da başınızın üzerine kaldırmıştık.
Ve demiştik ki; size verdiğimiz kitaba kuvvetlice sarılın! İçindekileri
hatırlayın! Umulur ki takvalı olursunuz."
Hatırlayın hani mîsak alma
konusunda size zor da kullanmıştık. Bu olayın İsrâil oğullarının tarihinde çok
meşhur bir vakıa olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Kur’an’ın muhtelif yerlerinde bu
olayın anlatıldığını görüyoruz.
Allah, Tur’u üzerlerine
kaldırarak onlardan bir ahit almıştı. Kendilerine gönderilen vahyin
sorumluluğunu üstlenmelerini ve o vah-ye sımsıkı sarılmalarını istemişti Allah.
Şartlar ne olursa olsun bunu unutmamalarını, onu hep hatırlarında canlı
tutmalarını istemişti. Hayatlarını onunla düzenlemelerini
istemişti.
Bu Tur'un kaldırılması meselesi
anlatıldığı kadarıyla sanki böyle Tûr dağı İsrâil oğullarının üzerine
kaldırılmış, ha bırakıldı ha bıra-kılacak; tabi Allah onu neyle kaldırdı
bilemiyoruz. Yatmışlar adamlar başlarını, alınlarını kaldırıp bakıyorlar, acaba
dalga mı geçiyor Allah bizimle? diye. Ama bu beklentileri de fayda vermeyince
tamam diyorlar! Ya Rabbi dinleyeceğiz seni!!
Tehlikeyi görünce "İşittik ve
itaat ettik" demişler, ama tehlikenin kaldırılmasından hemen kısa bir müddet
sonra da bunu unutup "İşittik ve isyan ettik" deyiverdiler. "İşittik ama isyan
ettik" deyiverdiler. Yâni Allah’a verdikleri bu sözlerini unutuverdiler, yan
çiziverdiler. Peki bunu niye anlatıyor Allah bize? Tarihi bir olay olsun diye
mi? Hayır.
Bakın Allah bize de böyle bazen
imtihanlar gönderiyor. Bizim de başımızın üzerine böyle kârlı dağları
kaldırıveriyor bazen. Çocuğumuz ölüm döşeğinde oluyor bazen, alacaklılar
kapımıza dayanıyor bazen, ciddi bir hastalık altında ecel terleri döküyoruz
bazen. Yâni bir sıkıntı, bir dert başımızın üzerine kaldırılıyor böylece bizden
de ahit alıyor Allah. Belâ ve musîbet anında tamam ya Rabbi! Dinleyeceğim ya
Rabbi! Sözünden çıkmayacağım ya Rabbi! der de, yolumuz selâmete çıkınca da,
başımızın üzerine kaldırılan bu dağ kalkınca da yan çizmeye kalkarsak,
unutuverirsek, bizim de onlardan farkımız kalmamış
demektir.
Meselâ adamın babası ölür, çocuğu
ölür de bazen, onun heyecanıyla üç gün, beş gün namaza koşar, ama bu olayın
tesiri geçince de yan çizmeye başlayıverir. İşte böyle yaparsak bizim de bu
lânetlik yahudi’den bir farkımız kalmayacak demektir Allah
korusun.
Evet bu yahudiler öyle cins bir
toplum ki; öyle kolay kolay Allah’a söz vermeye de yanaşmayan bir toplum.
Başlarına dağı kaldı-rarak ancak ahid veren bir toplum. Zor karşısında kulluğa
yanaşan bir toplum.
64:"Bundan sonra yine yüz
çevirdiniz. Eğer Allah’ın size nîmeti ve rahmeti olmasaydı muhakkak hüsrana
uğrayanlardan olurdunuz."
Allah’ın rahmeti ve fazlı
olmasaydı muhakkak ebediyen kaybedenlerdendiniz. Neydi bunlara Allah’ın
rahmeti? Yâni eğer Allah sizi affetmeseydi, tekrar tekrar size Peygamberler
göndermeseydi,işiniz bitikti.
Aslında herhangi bir ümmete
kitabın gönderilişi onlarla sözleşme anlamına gelmektedir. Kitabın gelişiyle
Allah, o ümmetten ahit alıyor demektir. Sanki o ümmet bu kitapla Allah’a söz
vermişlerdir. Bize de elimizdeki bu kitabın gelişiyle Allah bizden de ahid almış
demektir. Hangi konuda? Kitaba sımsıkı sarılmamız, onu kendimizden, kendimizi
de ondan bir an bile ayırmamamız konusunda, kitabın içindekileri sürekli
zikretmemiz, yâni hayatımızı onunla düzenlemek için onu sürekli hafızalarımızda
canlı tutmamız konusunda Allah bizden de ahid almıştır.
Peki acaba Allah’ın bizden aldığı
bu ahdi bozmak ne demektir? Kitabın hükümlerinden birini çiğnemek, bu anlaşmayı
bozmak de-mektir. Kuvvetlice tutunmamız, sarılmamız gereken bu kitaba karşı
ilgisiz ve kayıtsız kalmamız, bu ahdi bozmamız demektir. Hayatımızı bu kitabın
hükümlerine göre değil de başka İlâhların, başka Rablerin kanunlarına göre
düzenlemeye kalkmamız, bu ahdi bozmamız demektir. Bakın bundan sonraki bölümde,
böyle bir hükmün nasıl çiğnendiğini anlatacak Rabbimiz. Bu ahdin nasıl
bozulduğuna dair bize bir örnek verecek:
65, 66: "Yemin olsun ki, içinizden cumartesi günü
azgınlık edenleri elbette biliyorsunuz. Onlara aşağılık birer maymun olun!
Dedik. Bunu önlerindekilere ve arkalarındakilere bir örnek ve bir de Allah’a
karşı gelmekten sakınanlara bir öğüt olsun diye
yaptık.”
Bu konu A’râf’ta etraflıca
anlatılmıştır. Kısa bir özet yapalım inşallah: İsrâil oğulları deniz kenarında
bir kasabada, bir karyede oturmaktadırlar. Peygamberlerine gelirler, Allah’a
dua etmesini ve Cenab-ı Hakkın haftanın bir gününü kendilerine bayram olarak
tahsis buyurmasını isterler. Peygamberleri Cenab-ı Hakka dua eder ve Rabbimiz
de onlara cuma gününü bayram olarak tahsis buyurur. Ama hayatları hep tahrif
olan bu yahudiler cumayı cumartesine değiştirirler. Allah’a verdikleri söz
gereği o gün hiçbir iş yapmayacaklar ve sadece ibâdet ve taatte bulunacaklardı.
Bir süre buna riâyet ederler. Sonra Rabbi-miz bunları denemek için cumartesi
günü deniz kenarına bolca balık gönderir. Bunların yasağa karşı sabırlarını
denemek ister. Yahudiler, Allah’a verdikleri sözlerini unutarak oltasını, ağını
kapan balık tutmaya koşar. Allah bir
dönem böyle bir denemeyle müslümanları da dene-mişti:
"Ey mü'minler! Allah gıyabında
kendisinden korkanları açığa çıkarmak için sizi av gibi bir şeyle imtihan
edecektir. (Bir av bolluğu ki isteyince) elleriniz de mızraklarınız da
yetişebilecek. Ondan sonra kim de haddini aşarsa ona acıklı bir azap
vardır."
(Mâide: 94)
Hudeybiye günü Allah Sahabe-i
Kiramı da böyle bir imtihana tabi tutmuştu. Sahabe ihramlıydı. Bu durumda
avlanma yasaktı ken-dilerine ve Allah bu esnada bolca av hayvanı göndermişti.
Elleriyle yakalayabilecekleri, mızraklarıyla vurabilecekleri kadar av hayvanları
onlara yaklaştırılmış; hattâ aralarında, ayaklarının altında dolaşmaya
başlamışlardı. Niye yapmıştı Allah bunu?
Gıyabında kim Allah’tan korkuyor,
kim korkmuyor? bunu de-nemek istemişti Rabbimiz. Bolca bir av hayvanı gelmişti,
ama mü'-minler ihramlıydı. O durumda av avlamak şöyle dursun kişinin üzerindeki
pireyi bile öldürmesi yasaktı. Yasağa karşı ne kadar dayanacaklardı? Bunu
denemek istemişti Rabbimiz. İçki necistir, bellidir. Kişinin ona karşı
sabretmesi kolaydır; ama tab'an necis olmayan pis olmayan, av hayvanı gibi
şer'an yenmesi helâl olan bir şeyi Allah geçici bir süre yasak kılıyordu. İşte
böyle aslı helâl olan bir şey karşısında dayanabilmek gerçekten zordur.
Müslümanlar hırslarını gıdıklayan, arzularını kamçılayan bir helâl
karşısında, bir dünya nîmeti karşısında ne derece saygı göstereceklerdi? İşte
Allah’ın temizle pisi, korkanla korkmayanı ayırt edeceği bir imtihandı bu. Allah
için mütedeyyin olanla, dünya ve nefisleri için dindar olanların açığa
çıkarılması için bir imtihandı bu.
Bir de şunu söyleyelim burada:
Elde olmayan bir nîmetten sar-f-ı nazar etmekle, nîmetin karşısındayken ondan
sarf-ı nazar etmek çok farklıdır. Birincisi çok kolaydır. İkincisi ise
gerçekten zordur. Meselâ dağ başında kalmış bir adamın açlığa sabrederek
Allah’a ibâdet etmesiyle, kurulmuş bir sofranın başında sabrederek Allah’a
kulluk yapması farklıdır. Birinci durumda muvaffak olan insanların pek çoğu
ikincisinde muvaffak olamamışlardır. Ruhbaniyet terbiyesiyle İslâmiyet
terbiyesinin farkı işte burada anlaşılacaktır. Birisi toplumdan kaçarak, mağara
ve mânâstırlara kapanarak Allah’a yönelme yollarını ara-ma, öbürüyse toplumun
içinde kalarak toplumun yanlışlarını düzeltme ve de toplumdan etkilenmeme
şartıyla Allah’a yönelme usulü. Birinciye nazaran ikinci daha zordur ve
Rasulullah Efendimizin bir hadis-lerinin beyanıyla Rabbimizin bizden istediği
de ikincisidir.
Evet Allah bir dönem müslümanları
da böyle bir imtihana tabi tuttu. Av hayvanlarını yakınlaştırdı onlara, ama
müslümanlar başardılar bu imtihanı. Bugün de aynı imtihanlarla Rabbimiz bizi de
imtihan eder. Meselâ bir para kasasının başına getiriverir bazen Rabbimiz bizi,
elimizi uzatıverince alıverecek kadar paraların başına getirir ve dener Allah
bizi. Bazen bizi öyle bir konuma, öyle bir makama getirir ki Rabbimiz, orada
binlerce insanın namusu bizim elimizin altındadır. İfta makamındasınız farz
edin, öğretici konumundasınız farz edin, siz-den din öğrenmeye gelen pek çok
kadını, kızı size yaklaştırıverir Allah
da, böylece sizin o konudaki ağırlığınızı, takvanızı ölçüverir. Gıyabında
kendisinden korkup korkmadığınızı ortaya çıkarıverir.
Veya bazen
size küçük küçük imkânlar verir. Meselâ belediyeler verir, muhtarlıklar verir ve
sizi dener Allah. Buradaki ciddiyetinize, samimiyetinize bakar da daha sonra
size devlet idaresini teslim eder. Oralarda başaramamışsanız daha büyüklerini
nasip etmez size. İşte oralarda başarılı olamayanlardan alıveriyor tüm bu
imkânlarını.
Evet biraz uzattık galiba. Allah
İsrâil oğullarına cumartesi günü bolca balık göndererek onları imtihana tabi
tutar. Bu manzara karşısında kasaba halkı iki gruba ayrılırlar. Bunlardan bir
grup Allah’a daha önce verdikleri sözlerini unutup, yasağı çiğneyerek balık
tutmaya koşar. İkinci grup da kollarını makas gibi açarak: Yahu ne yapıyorsunuz
siz? Hani cumartesi günü iş yapmayacağınıza dair Allah’a söz vermiştiniz!
Yapmayın! Etmeyin! Bu yaptığınız yanlıştır! Üzerinize azap yağacak, gazap
gelecek! diyerek günaha giden insanları uyarmaya
çalışanlar.
Evet
başlangıçta kasaba halkı böyle iki gruba ayrılıverdi. Bir süre bu iki grup
arasında çatışma devam etti. Ama zaman uzayınca ve günaha gidenler uyaranları
dinlemez hale gelince, bu uyaranlar da kendi aralarında ikiye ayrılıverdiler.
Bir grup diyordu ki: Bizim vazifemiz bitmiştir artık! Elli kere uyardık! Yüz
kere uyardık! Bunların adam olmaları geçmiştir artık! Allah bunların
kalplerine mührünü basmıştır! Artık bunlar kesinlikle adam olmayacaklar! Adam
olma istidatlarını yitirmiştir bunlar! diyerek evlerine çekiliverenler. Öteki
grup ta baştaki heyecanlarından hiç bir şey kaybetmeden günaha gidenleri
uyarmaya devam edenler. Böylece kaç grup oldu? Üç grup
oldular.
1- Günah işleyenler. Allah’a
verdikleri sözü bozup yasağı çiğneyenler.
2- Kendileri günah işlemeyen, ama
başkalarını da uyarmaktan vazgeçip bizim vazifemiz bitmiştir artık diyerek
evlerine çekiliverenler. Allah’ın emrettiği emri bil’ma’rufu terk
edenler.
3- Ne pahasına olursa olsun
günahkârlara engel olmaya, onları uyarmaya devam edenler. Yapmayın! Etmeyin!
Haramdır! Günah-tır! diye çırpınmaya devam edenler. Hattâ bakın bu bizim
vazifemiz bitmiştir, peygamber miyiz ki ümmet kayıracağız? diyerek evlerine
çe-kiliveren grup o günahkârları uyarmaya devam edenlere şöyle
diyor-lar:
"Allah’ın kendilerini helâk
edeceği ve şiddetle azaba uğratacağı bu insanlara niçin nasihat ediyorsunuz?
Demişlerdi."
(A’râf:
164)
Yâni bu Allah’ın kalplerini
mühürlediği, Allah’ın kendilerine azap edeceği bu insanları neden uyarıyorsunuz?
Adam olmayacakları kesin belli olan bu adamları uyaracağız diye niye ömür
tüketiyorsunuz? Niye yoruyorsunuz kendinizi? Bunlar adam olmaz! Bunlar yola
gelmez! Boşuna niye uğraşıyorsunuz? Demişlerdi de, bakın öteki müslümanlar şöyle
diyorlardı:
"Rabbinize karşı bir mâzeretimiz
olsun diye, bir de belki sakınırlar diye biz onlara nasihat ediyoruz
dediler."
(A’râf:
164)
Evet yarın Rabbimize karşı bir
mâzeretimiz olsun diye bunu yapmaya devam ediyoruz! Yarın soracak Rabbimiz: Ey
kullarım! Yanı başınızda günah işleyen insanları görüyordunuz da ne yaptınız?
Onları uyardınız mı? Onlara hakkı duyurdunuz mu? diye sorduğu zaman: Evet ya
Rabbi sen şahitsin ki, biz vazifelerimizi yaptık! diyebilelim diye bunu
yapıyoruz bir; bir de bilmiyoruz ki, belki bugün olmazsa yarın adam olurlar!
Bugün dinlemezse yarın dinlerler diye bunu yapıyoruz! diyorlar. Evet elimizde
bir liste yok ki! Kimler adam olacak, kimler olmayacak? Kimlerin kalbi
mühürlenmiş? Kimler asla yola gelmeyecek? Kimler de yarın dönecek? Bunu
bilmiyoruz ki! Onun için belki adam olurlar diye bu görevi yapmaya devam
ediyoruz dediler.
Öyleyse şunu hiç bir zaman
hatırımızdan çıkarmayalım: Karşımızdaki muhataplarımıza yapacağımız uyarının
bitmesinin iki şartı vardır: Ya geberecek o muhatabımız Ebu Cehil gibi, bizim
vazifemiz bitecek. Ya da müslüman olacak Ebu Sufyan gibi, bizim görevimiz
bitecek. Değilse gebermedikçe ve müslüman olmadıkça bizim ona yapacağımız
tebliğ bitmeyecektir. Efendim ben namaz kılmayan komşuma yüz kere anlattım, iki
yüz kere anlattım, artık benim görevim bitti, yok. Rasulullah’ın bir hadisinden
öğreniyoruz ki; adamın biri diğerinden hakkını isteyecek Allah huzurunda. Ya
Rabbi benim bu adamda hakkım vardır. Ben ondan bunu istiyorum diyecek. Berikisi
diyecek ki; Ya Rabbi bunun ne hakkı varmış bende? Ben bu adamı ta-nımıyorum
bile. Bu sefer diyecek ki adam; Ya Rabbi bu benim komşumdu, kendisi biliyordu
İslâm’ı, biliyordu Kur’an’ı ama bana anlatmadı! Bize duyurmadı! Berikisi
diyecek ki: Ya Rabbi sen şahitsin ki ben buna yüz kere anlattım! Adam diyecek ki
yüz kere anlatan yüz birinciyi anlatmaz mıydı? Ha yüz birinciyi de gelip
anlatsaydın! Belki o zaman anlayacaktım! Yüz bir kere anlattım demişse, bu
defada yüz ikinciye niye gelmedin? diyecektir. Öyleyse yüz kere, bin kere
anlatmış olmak yetmez, muhatabımız ölünceye veya müslüman oluncaya kadar
anlatmak zorundayız.
Bir de şunu diyelim burada:
Meselâ kayınpederinize on yıl İslâm’ı anlattınız. Ama bu sizin anlattığınız on
yıl içinde hiç çocuğu ölmemişti. On birinci yılın içinde çocuğu ölmüşse, veya
yeni bir eve taşınmışsa, veya dükkanı yanmışsa, veya evlenmişse, veya
hayatında değişik bir dönemi olmuşsa belki o dönem sizi dinleyecek bir noktaya
gelmiş olabilir; gidip bir daha anlatmak zorundasınız. Evet, bakın o kasaba
halkının sonu ne olmuş? Allah buyurur ki:
"O günaha gidenler, artık
uyaranların uyarılarına aldırış etmez hale gelince biz de uyarıcıları kurtardık
ve günahkârları da fısklarından ötürü şiddetli bir azapla
yakalayıverdik."
(A’râf:
165)
Yine A’râf’ta bundan sonraki
âyette şöyle buyuruluyordu:
"Kendilerine belirlenen yasakları
aşınca da onlara alçalmış maymunlar olun!
Dedik."
(A’râf:
166)
Buyuruluyor. Bakın burada
uyaranları kurtardık diyor Rabbi-miz. Günahkârları da maymunlar yaptık diyor. Bu
iki grubun akıbetini anlatıyor âyet ama üçüncü grup hakkında herhangi bir bilgi
vermemiş Rabbimiz. Yâni o kendileri günah işlemeyen, ama evlerine çekiliverip de
günah işleyenlerle mücâdeleyi bırakıveren, pes eden, ya da günaha rıza gösteren
bu üçüncü grubun akıbeti meçhuldür. Bilemiyoruz, belki de bunların zikriyle
Rabbimiz kitabını kirletmek istememiştir. Aslında bu insanlar zikre bile
değmeyen insanlardır demek en münâsibi olacak diyoruz. Haramı bildikleri halde,
günahı günah olarak bildikleri halde günah işleyenleri uyarmayanlar, onların
varlığından rahatsız olmayanlar zikre bile değmeyen insanlardır. Bunlar ya
dünyada o günahkârlarla birlikte helâk edildiler, yahut da bunların azapları
âhirete intikal etmiştir.
Evet, aslında her toplumda bu üç sınıf her zaman
mevcuttur. Günahkârlar, haram bilmezler, yasak tanımazlar. Günahkârları sürekli
uyarmaya çalışan, çevrelerine Allah’ın kitabını ve peygamberinin sün-netini
duyurmak için çırpınanlar. Yapmayın müslümanlar! Etmeyin insanlar! Haramdır,
günahtır diye bir ömür koşturanlar. Allah için sevenler, Allah için
gazaplananlar. Sevdiklerini Allah için sevip, küstüklerine Allah için küsenler.
Allah adına tavır belirleyenler. Bir de kendileri günah işlemeseler de günah
işleyenlerden rahatsız olmadan onlarla sarmaş dolaş yaşayanlar. İşte bu
âyetler çerçevesinde bizler kendi yerimizi bulmak zorundayız. Eğer günah
işleyenlerdensek may-munlar olmadan hemen dönmeye çalışalım. Uyaranlardansak
buna daha bir ciddi devam edelim ve kurtulanlardan olalım. Öteki gruptansak
hemen vazgeçelim inşallah.
"İşte biz bunu onlarla beraber
bulunanlara, onlardan sonra gelecek olanlara bir ibret ve muttakilere de bir
nasihat olsun diye verdik."
Bundan sonra Rabbimiz İsrâil
oğullarının hayatında çok meşhur olan bir kıssayı anlatmaya başlayacak. Bu
kıssa Bakara sûresine adını veren kıssadır. Biliyoruz ki sûrelerin isimleri
Peygamber döneminde kazandırılmış. Ya bizzat peygamberimiz vermiş, ya da
sahabeden bize intikal etmiştir.
Ama bu iş sahabenin böyle
kendiliğinden bilebileceği bir iş de değildir tabii. Bunu peygamberden
duymuşlardır diyoruz. Hani duymamış bile olsalar, onların bu konuda bir
üstünlükleri vardır. Yâni sahabe-i kiram her ân Peygamberle beraberler, sûreyi
tanıyorlar, ne za-man geldiğini, hangi hadîse üzerine geldiğini,
isimlendirmenin ne demek olduğunu, neden öyle isimlendirildiğini biliyorlarsa,
bu sûreye de öylece isim verildiğini biliyorlardır,
diyoruz.
Tabi Bakara gibi kimi sûrelerin
Peygamberimiz tarafından isimlendirilmesinin yanında, kimi sûrelerin de
Peygamberimiz tarafından şöyle şöyle isimlendirildi gibi rivâyetler olmayınca,
onların isimlerinin sahabe döneminden intikal ettiğini
biliyoruz.
Eğer bizler sadece sûrede
anlatılan konuları göz önüne alarak bu sûreleri isimlendirmeye kalksaydık
eminim başka başka isimler bulacaktık. Meselâ bu sûrenin adı belki de "Beni
İsrâil sûresi” olacak-tı. Veya "Muamelât sûresi” olacaktı. Ya da dünya sûresi
olacaktı veya hayat sûresi olacaktı. Bu sûreyi pek o kadar bilmesem de Meselâ
Âl-i İmrân sûresi herhalde "Şehâdet" Sûresi olacaktı. Sanki eğer konudan isim
olacaksa o zaman şehâdet anlatılan sûre demek yerinde olacaktı. Çünkü Allah’ın
şehâdeti, meleklerin şehâdeti, ilim adamlarının şe-hadeti, Havarilerin şehâdeti,
mü'minlerin şehâdeti anlatılır bu sûrede. Bizzat savaştaki şehâdetten söz
edilir bu sûrede, ondan sonra yine sürekli şehâdetten söz edilir. Buna göre, o
sûre sanki bize kalsaydı şehâdet sûresi olurdu, ama öyle değil
tabii.
Bir sûrenin birden fazla ismi
olduğu gibi, bazen birden fazla sûrenin bir ismi de olmuş. Meselâ Bakara ile
başlayan ve sekiz, ya da dokuzuncu sûreye kadar olan bölüme "Seb'uttıval"
denilir. Yâni yedi uzun sûre demektir. Ondan
sonra "Miun" denilen yüz âyetli sûreler, ondan sonra "Mufassal" denilen
besmeleyle daha yakın ayrılmış sûreler gelir. Böyle bir çok sûreye tek isim
verilmiş. Meselâ Bakara ile ve Âl-i İmrân’a "Zehravan" denilmiş. Felak ile
Nas’a "Muavezeteyn" denilmiş. İhlas ile Kâfirun’a "Mugaşgışateyn" denmiş. Veya
kimi sûreler arada besmele olduğu halde bir kabul edilmiş. Meselâ Duhâ ile
İnşirah gibi. Bunlar teknik terimler olduğu için onu
geçiyoruz.
Sûrelerin isimlendirilmesini
Sahabeye intikal ettirdiğimize göre bir de onlardan
misa l verelim: Meselâ İsrâ sûresine
"Beni İsrâil" de denilmiş. O zamandan kalma bir isim olarak Ğâfir sûresi
"Mü'min" diye de anılmış, ya da Fâtır sûresine "Melaike" denilmiş, Dehir
sûresine "İnsan" denilmiş gibi..
Bakara sûresi demek yerine içinde
Bakara’dan söz edilen sûre diyelim diye daha bir edepli davranmaya çalışanlar da
bulunmuş. Yâni davar, sığır, inek sûresi demek yerine, içinde davardan,
sığırdan, inekten söz edilen sûre demek daha bir edepli kabul edilmiş. Ecdadın
böyle güzel nükteleri olmuş ki; benim çok hoşuma gider. Ama bize çaksan geçmez
değil, kaynatsan tutmaz geliyor. Yâni böyle çok tuhaf bir edepsizliğimiz var
bizim. Tamam, İslâm’ın yasaklamadığı şeyde serbest olalım, ama şöyle yapsak
meselâ: Ben ayaklarımı da uzatarak anlatırken siz kınamazsanız, ama ben bunu
yapmasam. Yâni karşımızdaki insandan İslâm’ın izin verdiği şeyin dışında bir
hareket bek-lemeyelim, ama biz de karşımızdakini hiç incitmeyecek bir durumda
olalım. İfademizde, tavrımızda, örneğimizde, yaptığımız ve yapmadığımız şeylerde
karşımızdakini hiç incitmeyelim. Ayrıca incitmemek bir yana onu ne kadar memnun
edebileceksek o kadar memnun etmeye çalışalım. Anlatabildim mi? Bilmem
anlatabildim mi? diyordu dünün adabı. Ama bugün diyor ki adam: Anlamadın ki!
Zaten anlayamazsın ki! Kalın kafalı! diyor adam.
Bir de Kur’an-ı Kerîmde 114
sûrenin (sadece ikisi müstesna olmak üzere) içinde sûrenin ismi vardır, ya
doğrudan ya da dolaylı olarak. Yâni meselâ ya fiil
şeklindedir:
“Muhakkak ki Allah, kocası
konusunda seninle mücadele eden kadını
işitmiştir.”
(Mücâdele
1)
Gibi âyetin içinde geçen
«t7¬(@«D# “Tücadiluke” fiilinden ötürü sûrenin adı mücâdele
olmuştur:
Sadece iki sûrede, o sûrelerin
ismi, en yaygın ve tanınmış olan ismi uzaktan ve yakından hiç yoktur. Bunlardan
biri Fâtiha, diğeri de İhlâs sûresidir. Bu sûrelerde ihlâs kelimesi de, Fâtiha
kelimesi de hiç geçmez.
Bakalım içinde Bakara’dan söz
edilen bu sûrenin Bakara bölümü bize neler anlatacak: Önce genel bir muhteva
tanıtımı yapalım: Kur’an-ı Kerîmde kimi zaman olaylar detaylı verilir, olayın
teferruatı anlatılır, sonra hükme geçilir. Bazen de önce baştan bir hüküm beyan
edilir, daha sonra da onun detayına geçilir. Burada birinci model gözümüzün
önünde. Önce olay anlatılıyor, sonra da bu olayın ne olduğu
anlatılıyor.
Ama meselâ En’âm sûresinde Âyet
74. İbrahim kıssasında de-niliyor ki, önce İbrahim’e melekûtu öğrettik. Yâni
semayı, arzı, mülkü, ayı, yıldızı, bunların ne olduğunu, kimin olduğunu öğrettik
deniyor, sonra da bunu öğrenen İbrahim’in nasıl davrandığını devamında
anlatıyor. Benzer üslûpta bir örnek sûrenin baş tarafında yer almıştı: Ey Yakup
oğullar! Nîmetlerimi hatırlayın da şöyle şöyle olun! denildikten sonra
nîmetlerin tanıtımına geçiliyordu; (Ve iz ve iz) diyerek bu nîmetlerin neler
olduğu sıralanıyordu.
Ayrıca bir
güzel örnek de Sâd sûresinde karşımıza çıkmaktadır: Dâvûd’a Aleyhisselâm
"Faslel-Hitap" verildiği beyanından sonra örneklemeye geçiliyor. Burada ise önce
bir Bakara kesmeleri isteniyor. Niye? Ne olacak kesilince? Neye yarayacak bu?
Önce söylenmi-yor bu da, sonra denilecek. Sonra denilecek ki hani siz bir adam
öldürmüştünüz ya, ve onun katili konusunda eğri büğrü davranışa geç-miştiniz
ya, işte onun katillerini ortaya çıkaralım diye bir Bakara kesmenizi istedik
diye meselenin öncesine dönülüyor..
İşte bu Kur’an’ın bir anlatım
modelidir ve Kuran’da değişik yerlerde böyle anlatımlar görüyoruz. Şimdi
inşallah Bakara sûresindeki bu Bakara kıssasını okumaya
başlayalım:
67:"Mûsa kavmine dedi
ki:"
"Allah size emreder ki bir Bakara
zebh edin."
Allah size emrediyor ki; bir
bakara kesin. Bir bakara zebh edin. Zebh; nahr'den ayrı bir şeydir. Zebh;
Bakaranın kesiminde kullanılan bir ifadedir ve boğazlamak demektir. Nahr ise
boyunlamak demektir. Deve şu çukur yerden bıçak sokularak kesilir, bu da
nahrdır. İşte, Allah size bir Bakara kesmenizi emrediyor. Yâni yatıracaklar ve
bir inek kesecekler, istenen bu. Onlar diyorlar ki bunun
üzerine:
"Bizimle alay mı ediyorsun ey
Mûsâ!"
Bir alaya mı konu ettin? Bizi
alay konusu mu edindin? Yâni bizimle dalga mı geçiyorsun? Bizi makaraya mı
sarıyorsun? Böyle bir ihtiyacın mı var Ey Mûsâ? Ne oluyor bizimle gırgır mı
geçiyorsun? Diyorlar.
Peki niye böyle diyorlar Allah’ın
Peygamberine? Anlayabildiği-miz kadarıyla bunun iki sebebi
var:
1- Birincisi bu ölüm sebebiyle
ineğin ne ilgisi var? diyorlardı. Bir adam ölmüş, öldürülmüş ve bunun için bize
bir inek kesmemizi emrediyorsun. Anlayamadık bununla onun ilgisini? Adam
ölüsüyle, maktulün katillerinin bulunmasıyla bunun ne ilgisi var? demeye
çalışıyorlar.
2- İkinci olarak ta inek ha! O
kesilecek! Bizden bunu istiyorsun ha! Bizden bir tanrı kesmemizi istiyorsun ha!
Nasıl olabilir bu iş? Nasıl yapabiliriz biz bunu? Olacak şey mi bu? demeye
çalışıyorlardı. İnek gibi kutsal bir varlığın kesimine yeltenmek, böyle bir
şeye cüret etmek bizim için çok zor bir iş demeye
getiriyorlardı.
Bakaraya inek demeyi münâsip
bulmadık, çünkü Bakara de-mek daha güzel diyor Elmalı merhum ve bunu uzun uzun
anlatmaya çalışıyor tefsirinde. İşte biraz genç olacak, biraz dinç olacak,
biraz sarı, biraz beyaz olacak, böyle bir sığır cinsi. Ama öküz değil, inek de
değil, düve de değil, tosun da değil. Ne ya? İşte onların ortalaması bir şey
olacak.
Sizin bir Bakara kesmenizi
emrediyor Allah diyor Mûsâ Aley-hisselâm; onlar da diyorlar ki: Mûsâ, bizimle
dalga geçme! İki sebeple böyle dediklerini anladık. Peki kime diyorlardı bunu?
Yeryüzünde zâlimlerin en büyüğü olan Firavun karşısında en onurlu mücâdeleyi
gözlerinin önünde vermiş bir Peygambere diyorlardı bunu. Öyle ki bu peygamber
karşısında dünyanın en zâlim adamı dize gelmiş ve pili bitmişti. Bu iş de
üstelik kendi gözleri önünde cereyan etmiş, onlar buna bizzat şahit
olmuşlardı.
Bu sözü iki sebeple
söylediklerini anladık:
Birincisi ki en haklı bölümleri
öyle. Ne oluyor ey Mûsâ? Ne ilgisi var bununla bu işin? Bir adam öldürülüyor,
sen de tuttun Allah böyle istiyor dedin. Yâni nereden çıkarttın bu işi?
diyorlar. Aslında Allah’ın böyle bir şey emretmemesi, böyle bir şey istememesi
gerektiğine kanaatlerinden dolayı değil benim anladığım. Yâni onlar
şaşırıyorlar bunun ne ilgisi var diye. Ve de şaşkınlıklarından böyle feveran
ediyorlar.
Çok hain bir toplum. Allah’ın ne
dediğini biliyorlar, anlıyorlar aslında. Yâni bunu Allah dediğini biliyorlar
başta, ama yine de böyle kıvırtmaya çalışıyorlar. İçlerindeki o inek sevgisini o
tür açığa çıkart-mıyorlar da: Ne? Ne? İnek mi dedin? Bir inek mi keseceğiz? O
kutsal bir varlıktır, biz nasıl keselim onu?
diyemiyorlar. O ineği araya araya kırk sene sonra buluyorlar. Ama şöyle
değil tabi mesele. Efendim işte bir alana, bir meydana toplandılar. Allah bir
inek, bir bakara kesmemizi istiyor, Allah böyle diyor, hadi bakalım diye bu
ineği aramaya koyulmuyorlar yâni. Allah’tan peygamberi aracılığıyla gelen bu
emri duyduktan sonra yan çiziyorlar, ilgilenmiyorlar, duymazdan geliyorlar,
işlerine güçlerine gidiyorlar, aradan bir beş on yıl geçtikten sonra tekrar
geliyorlar ve ey Mûsâ Rabbine bir dua ediver de biraz açıklasın filan diyorlar.
Allah’tan biraz biraz açıklama geliyor, yine dinlemiyorlar, yine anlamıyorlar,
aradan bir beş on yıl geçtikten sonra bir daha geliyorlar filan. Yâni böylece
bir kırk yıl geçiyor aradan da bu ineği öyle
kesebiliyorlar.
Hz. Mûsâ onlara bunu tek tek
anlatıyor, toplu anlatıyor, alenî anlatıyor, sırrî anlatıyor, düğünde anlatıyor,
bayramda anlatıyor, tekrar ediyor, bakın dinleyin diyor, gelin inat etmeyin
kesin bu ineği diyor. Uğraşıyor, çabalıyor, çırpınıyor ama hiç tınmıyorlar,
dinlemiyorlar, bana mısın demiyorlar, böylece bir kırk yıl
geçiyor.
Mesele hangi inek kesilecek
meselesi değil de aslında bunlar inek kesmeye yanaşmıyorlar. İşte asıl mesele
budur. Zaten bu âyetlerin bana vermek istediği nedir diye bir soru sorulursa
burada, ben ancak şu cümleyi söyleyebiliyorum: Rabbin ne dediyse, ne
emrettiyse bunu akıl süzgecinden geçirip de kendi mantığına uydurmaya çalışma!
Hemen teslim ol! Ve yapabildiğini, yapabildiğin kadar yap! demektir bu. Yâni
meselâ Rabbin anlat mı dedi Kur’an’ı? Hemen anlat! Efendim ben ne biliyorum ki,
ne kadar biliyorum ki, nasıl anlatabilirim ki diyerek savsaklama, hemen
becerebildiğin kadarıyla anlatmaya başla. İnfak et mi dedi Rabbin, hemen yarım
hurma da olsa infak et. Efendim benim neyim var ki vereyim? Ben neyi infak
edeyim? deme, gücün neye yetiyorsa yarım hurma da olsa hemen yap bunu. Yap mı
dedi, hemen yap! Kıl mı dedi, hemen kıl! Kes mi dedi, hemen kes! Küs mü dedi,
hemen küs! Vur mu dedi, vur! Dur mu dedi, dur! İşte bunu anlatıyor bu âyetler.
Zaten eğer inşallah dememiş olsalardı kesemeyeceklerdi demiş kimileri, ona
bağlamaya çalışmışlar meseleyi.
Bir de sordukça işin
zorlaştırılması meselesi başka âyetlerle de sabittir. Cenab-ı Hak buyurur
ki:
"Ey iman edenler açıklandığı
zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sorup durmayın! Halbuki onları Kur’an
indirilirken sorarsanız size açıklanır."
(Mâide: 101)
Yâni böyle olur olmaz her şeyi
sorup durmayın! Açıklanınca bıkıp usanacağınız şeyleri sormayın diyor âyet-i
kerîme. Meselâ âyetin sebeb-i nüzulüyle alâkalı anlatılır ki; Allah’ın Rasûlü
size hac farz kılındı buyurunca: Sahabeden birisi: Her yıl mı haccedeceğiz ey
Allah’ın Rasûlü? Hac her yıl mı ya
Rasûlallah? diye ısrar etmeye başlamış. Allah’ın Rasûlü: Evet deyiversem her
yıl haccetmeniz üzerinize farz olacak ve bunun üstesinden gelemeyeceksiniz, o
halde size açıklanandan fazlasını sormayın! buyurur.
Aynen bunun gibi bakın önce
zorlaştırmıyordu Allah. Kesin! diyor. Ne keserseniz kesin! diyor. Zaten
biliyoruz ki Allah, sözünü bu tür sorulara ihtiyaç kalmayacak biçimde
ulaştırır, dinin mantığı bunu gerektirir. Adamlar, aslında nasıl olacaktı bu?
Diye sorular sorarak kendilerine yük getiriyorlar. Zorlaştırıyorlar
işi.
Halbuki yük getirmemeliydiler.
Soru sormamalıydılar. İşi için-den çıkılmayacak biçimde ağırlaştırmamalı ve
hemen ne denmişse yapmalıydılar.
Dediler ki, bizimle dalga mı
geçiyorsun ey Mûsâ!
Buraya geçmeden önce şunu da
söyleyelim: Mevdûdî Rahi-mehullah der ki: Hindu dininde olan bir adam,
Hindu’larda sonradan uydurma inek kutsallığı vardır, asıl Hinduizmde yoktu bu.
Hindistan’da İngilizlerin sömürgesinden sonra ortaya çıktı bu iş. İngilizler
Hindistan halkı et yemesin de böylece İngiltere’ye bolca et gitsin diye
sömürgesi altında bulunan Hindistan halkına ineği kutsallaştırıvermişler.
Demişler ki inek çok kutsal bir varlıktır, ona dokunmak günahtır. Böylece bu
yutturmaca sonunda inek eti yemeyen Hindistan halkının tüm etleri İngiltere’ye
gitmektedir.
Bizde de bazen bazen meselâ
tereyağının zararlarından filan bahsederler. Efendim tereyağı hayvansal bir
yağdır, binaenaleyh damar sertliği yapmaktadır, kalbe giden damarları
tıkamaktadır filan. Niye diyorlar bunu? Herhalde vatandaş tereyağı yemesin de
elit tabakaya bolca tereyağı çıksın diye bunu yapıyorlar. Veya kimilerinin sık
sık çocuk için ana sütünün zararlı olduğundan bahsettiklerine şahit oluyoruz.
Niye diyorlar bunu? Ürettikleri çocuk mamalarının satılması için diyorlar. Her
kadın kendi çocuğunu kendisi emzirse bu defa ürettikleri mamalar satılmayacak.
İmal ettikleri çocuk mamalarının satılmasını hedefledikleri için uyduruyorlar
bunu. Evet efendiler kölelerine bazen empoze ederler böyle şeyleri ve köleler de
aynen kabul ederler bunu.
Mevdûdî diyor ki: Hindu dininde
olan bir adam müslüman olursa kurban keseceğinde koyun ve keçi kesemez diyor, o
mutlaka bir inek kesmek zorundadır diyor. Niye? Kalbindeki o sevgiyi, o inek
sevgisini tümüyle bitirsin diye. İnek kesmeli ki kalbinde en küçük de olsa bir
inek sevgisi kalmasın. İneğin tanrılığı ve kutsallığı inancı bitsin
diye.
Arkadaşın biri de diyor ki, Türk
olan bir adam da eğer müslü-man olduğunu iddia ediyorsa ilk önce onun iki
evlenmesi gerekiyor. Neden? Çünkü o put var ya kalbinde, ilk önce o da onu
bitirmelidir diyor. Neyse şimdi bunlara girmeyelim.
İnsanların kalbinde
öldürmedikçe canlılığını sürdüren, sürekli yaşayıp giden böyle kimi putlar,
kimi inançlar vardır. Onların da kalbinde, İsrâil oğullarının da gönlünde bu
inek sevgisi vardı Mısır’dan kalma, firavunlardan kalma, Firavun düzeninden
kalma. Böyle Apis öküzlerinin tanrılığı vardı kalplerinde, sevgisi, saygısı
vardı.
Hattâ çölde Samiri’nin yaptığı
put da onun için buzağıdır demişler kimileri. İnek değil, ama ineğin küçüğü.
Neden inek değil de küçüğü? Çünkü kölelik ruhu adamların içine işlemiş.
Diyorlardı ki büyüğe büyükler tapar, biz ancak küçükleriz ve küçüğe taparız,
küçüklere tapabiliriz. Şimdi bizde de öyle değil mi sanki? Büyük işleri
büyükler yapar. Biz küçükler ancak bunları yapabiliriz, büyüklerin
yaptıklarını yapamayız diyorlar. Meselâ büyük eğlence merkezlerine ancak
büyükler gidiyor şimdi de. Yâni meselâ şu anda Türkiye’de Amerika gibi bir
yapılanmaya gidecek cesaret olur mu? Olur mu canım? Onu büyükler yapar sadece.
Biz küçüğüz ancak kendi çapımızda işler yaparız.
Cevdet Sunay bir gün Konya’ya
gelmiş, yolu köyden de geçiyor, çocuğun biri at pislikleriyle oynuyormuş.
Cevdet Sunay kocaman, böyle dev gibi bir adam çocuğa göre, zaten kalıbı da
yerinde, evlâdım ne yapıyorsun, ne uğraşıyorsun? Demiş. Amca işte filanın
kafasını yapıyordum demiş. Hani o sarı, bu da sarı sarıyı sarıya benzetmiş
ço-cuk, bir de Cevdet Sunay sevecek ya bunu. Oğlum demiş, rica etsem benim
heykelimi de yapar mısın? Demiş. Çocuk şöyle başını kaldırıp bir bakmış ve şöyle
demiş: Senin kadar pisliği nereden bulayım amca! Demiş.
İşte asıl mesele buydu. Dün
efendileri olan Firavun oğullarının tapındıkları, kutsadıkları bir şeydi inek.
Efendilerinin kutsadıklarını onlar da kutsamaya çalışıyorlardı. Hani nasıl şimdi
köleler efendilerinin, yâni kendilerine egemen olan ülkelerin kendilerine
empoze ettikleri, kutsadıkları şeylere nasıl karşı gelemiyorlar. Öyle değil
mi? Meselâ demokrasi kutsaldır dediler efendilerimiz, efendilerimizin
kutsadığı bu demokrasiyi biz de kutsuyoruz şimdi. Laiklik kutsaldır diyorlar,
berikiler de, köleler de onların kutsadıkları şeyleri kutsal bilip
dokunamıyor-lar, karşı gelemiyorlar ya.
İşte aynen bunun gibi. Kutsanan
bir varlık, yâni bir tanrı kurban edilecekti gözlerinin önünde. Böylece
kalplerinde put sevgisi kal-mayacaktı. Bir de onlara şu anlatılacaktı: Herhangi
bir kutsallık varsa, bu sadece Allah’tandır. Çünkü kutsama hakkı sadece Allah’a
aittir. İn-sanların kutsama hakkı kesinlikle yoktur. Kutsama hakkı sadece
Kutsalın hakkıdır. Kutsal olmayanların, Kuddüs olmayanların asla kutsal
belirleme yetkileri yoktur. İşte bunu anlatacaktı Allah onlara, bu inek kesme
işiyle.
Şimdi bu adamlar kendilerine göre
put yapıyorlar ve kendileri çapında tapınıyorlardı. Hiç olmazsa en azından bunu
kalplerinde taşıyorlardı. İşte bunun açığa çıkması lâzımdı. Onun için Rabbimiz
onlara bir inek kesmelerini emrediyordu.
Bizler de İslâm’la tanıştığımız
sürece, İslâm’a toptan inandık, müslümanız da, bundan sonra birim birim, âyet
âyet İslâm’la tanıştığımız sürece, o birim birim tanıştığımız İslâm birimlerine
karşı bizde önceden var olan putçu görüş vardı ya, varmış ya, anlıyoruz bunu
ya, inanç olarak hemen değiştirdiğimizi ve yanlış olduğunu ifade ediyoruz ya.
Ama bunu amel haline dökelim inşallah. Yâni hiç olmazsa bunun sözcülüğünü
yapalım inşallah. Şöyle yanlış inanıyormuşum, böyle yanlış yapıyormuşum, meğer
öyle değilmiş iş! Diyelim inşallah. Ve hiç çekinmeden, bunu rahat rahat ortaya
koyalım. Böyle bir şey söyledi bu âyet bana bilmiyorum. Çünkü meğer bunların
içlerinde daha varmış bu inek sevgisi ya. Peygamber Efendimiz de Kâbe’deki
putları, onları dikenlere kırdırmıştır bu yüzden. Usuldür bu; put, dikene
kırdırılır. Onları dikenler kırarsa kalplerinde az da olsa bir sevgi varsa, o
da bitirilecektir.
Bir tanrı bitirildi gözlerinin
önünde. Bir İlâh öldürüldü güpegün-düz. Bir inek kesildi. Ama bakın görün ki o
tanrı kendisini öldürenlere karşı hiç bir şey yapamadı. Öldürülmesine bile engel
olamadı. Hem de bizzat kendi elleriyle öldürdüler onu. Şu dün onu dikebilmek
için kullandıkları elleriyle.
Put, onu dikene kırdırılır dedim.
Peygamberimizin Kâbe’deki putları, onları dikenlere kırdırmasının benim kafamda
yansıması olarak şunu da ifade etmiş olayım: İnsanların kafalarındaki,
içlerindeki putları açığa çıkarıp onları kendilerine kırdırmak için, din ancak
sözlü anlatılır, yazılı anlatılmaz diyorum. Çünkü bir adamla karşılıklı
konuşacaksın, adam içindekileri mecburen dökecek, açığa çıkaracak. O
konuştukça, o açığa çıkardıkça da siz onun müşahhas hale getirdiği putunu ona
kırdıracaksınız. Yâni kendisi bizzat onu kabullenecek, on-dan sonra da
değiştirecek bu işi. Yazmanın hiç faydası olmaz anla-mına değil tabi bu. İşte
benim şu konuştuklarım da belki bir gün yazı-ya dökülüp Müslümanlara
ulaştırılmış olacaktır. Ama nihaî hedef, hani savaşta sonuç piyadenin olduğu
gibi, bu iş de ancak muhatapla karşılıklı konuşmakla olacaktır
diyorum.
Ey müslüman! Sana da uygulanan
yöntemler, verilen yanlış eğitimler sonucunda eğer kalbinde bazı putlar, bazı
yanlış değer yargıları varsa, sen de onu kendi ellerinle kırar, kesersen Allah
sana da yücelikler nasip edecektir, bundan hiç mi hiç şüphen
olmasın!
Onlar, bizimle
dalga mı geçiyorsun ey Mûsâ? Deyince Hz. Mû-sâ buyurdu ki:
"Ben cahillerden olmaktan Allah’a
sığınırım dedi."
Yâni ben böyle nasıl yaparım!
Nasıl dalga geçerim sizinle? demek değil tabi mesele. Rabbim istemediği halde
size Allah’ın istemediğini nasıl söylerim! demektir. Değilse Allah’ın istediği
dalga geçmek olsaydı geçerdi tabii. Toplumla da dalga geçerdi, fertle de dalga
geçerdi. Ama onlar ne diyorlar? Ey Mûsâ! Bu iş Allah’ın işi değil, sen herhalde
dalga geçmek için söylüyorsun bunu diyorlardı ya. Öyle şey mi olur? Bunu size Allah söyledi! Ben Allah’ın
peygamberi olarak Allah’a yalan mı isnat edeceğim? Bu nasıl mümkün olabilir?
diyordu Hz. Mûsâ. Böylece peygamber kendisinin elçi olduğunu ortaya koyuyor-du.
İşi Allah’a raci anlatıyordu. Bir peygamber olarak benim size söylediklerimin
tümü Allah’tandır. Emrettiklerimin ve yasakladıklarımın tü-mü Allah’tandır. Ben
kendi hevamdan size bir şey demem, yapmam. Benim söylediğim ve yaptığım,
yapmanızı istediğim her şey vahiydir, vahiy kaynaklıdır. Çünkü ben yeryüzünde
Allah’ın sözcüsüyüm. Ben yeryüzünde Allah’ın konuşan kısmıyım. Ve kesinlikle
bilesiniz ki bana itaat Allah’a itaattir, bana isyan ise kesinlikle Allah’a
isyandır.
Evet Hz Mûsâ böyle diyerek onları
uyardı. Onlar duydular duymadılar, anladılar anlamadılar, yanaştılar
yanaşmadılar. Aradan zaman geçti, dönem geçti, geldiler Peygambere ve dediler
ki:
68:"Dediler ki; ey Mûsâ! Rabbine bir
dua ediver de bu ineğin mahiyetini bize biraz
açıklasın."
Bizim için Rabbine bir davetiye
gönderiver. Hainlere bakın, kimin Rabb’iydi bu Rab? Mûsâ’nın Rabbi sadece,
onların Rabbi değil sanki. Rabbimize bir dua ediver filan da demiyorlar yâni.
Sanki o Rab kendilerinin Rabbi değil de sadece Mûsâ’nın Rabbi. Bir de bakın;
Rabbimize birlikte dua edelim de demiyorlar. Sanki ağızları kurumuş hainlerin,
kendileri dua etmek istemiyorlar da, ey Mûsâ hadi sen bir dua ediver diyorlar.
Bizdeki hani şu malum felsefe de herhalde bunlardan geçme mi ne? Hani diyorlar
ya herkes Rabbe dua edemez, herkes Rabbe ulaşamaz, ulaşabileceklere dua ettirmek
lâzım filan. Bakın bu adamlar da en azından müslümansalar bile, Rablerini Rab
biliyorsalar bile yine de duayı, davetiyeyi Mûsâ gönderecekti. Elbette bu iş
peygamber aracılığıyla olmalı değil mi? Tamam belki, ama ifade bozuk. Evet,
yine peygamber dua etsin, ama Rabbimize dua edelim desinler. Veya gel birlikte
dua edelim desinler.
Yâni biz bu işi beceremeyeceğiz,
bize biraz yardım et, hadi seninle birlikte dua edelim falan deseler bu
kulluğun ifadesi olacak, ama buradaki ukalalığın ifadesi
oluyor.
Rabbine dua etsen de o ineğin
mahiyetini bize biraz beyan ediverse. Yâni nedir bu inek? Nasıl bir şey? Bu
konuda bize bir beyanda bulunsun Rabbin diyorlar.
"Dedi ki; Mûsâ
Aleyhisselâm: İşte o şanı yüce Allah" (zamirle anlatılınca daha bir
yücelik ifadesi var)"Der ki, Diyor ki": "O
size emredilen inek bir Bakara’dır ki"
Dikkat ediyorsanız tekrar tekrar
üstüne basa basa, ben de-miyorum! Allah size diyor ki! Ben Allah’ın dediğini
size diyorum ki! Ben Allah’ın emrini size tebliğ edip duyuruyorum ki şeklinde
meseleyi Allah’a irca ediyor ve de iş
karışık kuruşuk bir duruma gelmesin diye bizzat tekitli olarak söylüyor Hz Mûsâ
aleyhisselâm. Benim aracılığımla Allah size diyor ki: Size emredilen o bakara,
"Bakara tün" bir bakaradır ki. Öyle bir bakaradır ki:
"Ne farımış, ne de
taptaze."
Yâni ne farımış, ne yorulmuş, ne
amelden kesilmiş, ne de böyle taptaze. Bakire, yâni henüz analık fonksiyonlarını
icraya başlama-mış demektir.
"Bu ikisi arasında bir inek
düşünün."
Yâni olgun, dolgun, gücü kuvveti
yerinde, yaşı başı yerinde, tam bir inek.
"Hadi öyleyse emrolunduğunuzu
hemen yapın!"
Fa, fa-i ta'kıbiyyedir. Hadi,
beklemeyin artık emrolunduğunuz şeyi hemen icra ediverin! Beklemeyin artık! Ne
bekliyorsunuz? Bu işin mahiyetini istediniz, onu da anlattı Allah. Ama onlar
dinlemediler, yanaşmadılar, ilgilenmediler, duymazdan geldiler. Tam İsrâil
oğulları karakterini, yahudi karakterini bize
gösterdiler.
Rabbimiz bunu bize niye
anlatıyor? Rabbimiz bize bunu, şu-nun için anlatıyor: Bakın sizin toplumda da
böyle insanlar pek çoktur diye anlatıyor. Bizim toplumda da pek çoktur
böyleleri. Söylersiniz adama, anlatırsınız, didinirsiniz, uğraşırsınız: İyi ama!
diye bir şey daha bulur adam. Sizi dinlemez, anlamaz, itiraz eder. Siz bir daha
söylersiniz, döner bir daha itiraz eder. Tamam onu anladık da, ama! Şu nasıl
olacaktı? diye bir daha sorar. Söylenenden kaçmak için anla-mamış gibi
davranır. Söylediğinizle hiç mi hiç ilgisi olmayan başka ko-nularda sürekli
sorular üreterek sizi oyalamaya çalışır.
Meselâ kıyafet konusunda çok
görüyoruz bunu. Meselâ kızın birine ısrar ediyorsunuz, kızım, tamam, piyasa
böyle, okulun böyle anladık, ama hiç olmazsa cazip bir renk olmasın giydiğin!
diyorsunuz. Ama bir eşarp takıyor ki başına, üç kilometre öteden görebilirsiniz.
Anlamıyor o bunu, dinlemiyor zaten de, gene de diyorsunuz. Sonra da diyor ki; eh
ne yapayım, ben bunu bulabildim! Böyle
bir mantık. Şimdi bizim piyasada da çok bu mantık. Burada da böyle bir mantık
var.
Aradan bir beş on yıl geçtikten
sonra tekrar geliyorlar; ve di-yorlar ki:
69:"Ey Mûsâ Rabbine dua et de bize
bu ineğin rengini açıklasın."
Diyorlar ki, tamam, yapalım da,
ama bunun rengi ne olacaktı? Bu ineğin rengi nasıl olacaktı? Tamam anladık
keseceğiz de, biz onu sormayı unutmuştuk! Tam serkeşlik. İyi iyi, kes dedin,
tamam, keselim de rengini söylemedin
ama! diye sanki suçlarcasına Mûsâ Aley-hisselâm’a döndüler. Yine aynı model
cevap; o Rabbine iltica etti de Rabbi
dedi ki:
"Mûsa Aleyhisselâm dedi ki; Allah
diyor ki, o size emredilen Bakara, bir Bakaradır ki sapsarı, onun rengi de pas
parlaktır."
Böyle
sanki bakanları sevindirecek bir tarzda.
Tabi böyle bir ineğe baktıkça
sevinilir elbette. Yâni ne ihtiyar, ne genç, zayıf da değil, etine dolgun bir
inek. Onlar yine hemen yanaşmıyorlar, yapmak istemiyorlar, kesmeye
yanaşmıyorlar veya uzatmak istiyorlar işi. Belki de rivâyetlerde yok diye demeye cesaret edemedim ama desek mi? Belki
de bu işin başlarına neler açacağını biraz biraz seziyorlar da sonunda, onun
için yanaşmıyorlar. Yâni bu kadar ısrarla söylenince sonunda başlarına nelerin
gelebileceğini sez-meye başlıyorlar ve biraz uzatmayı istiyorlar, zaman kazanmak
isti-yorlar. Çünkü bu ineği kestikleri zaman ölen kişinin katilleri de ortaya
çıkacaktı. Bunu sezdikleri için bu işi uzatıp zaman kazanmak istiyorlar.
Aradan bir beş on yıl geçtikten sonra tekrar geliyorlar ve diyorlar
ki:
70: “Dediler ki; ey Mûsâ! Dua etsen de Rabbine,
bu işin mahiyetini biraz daha açıklasa bize."
Çünkü:
"Biz biliyoruz ki, bütün
Bakaralar birbirlerine benzerler."
Yâni böyle aklımız karıştı.
Bilemiyoruz, ayırt edemiyoruz. Bu kadarcık bilgi yetmez ki bize! Çünkü sen de
biliyorsun ki, bütün inekler birbirlerine benzemektedir. Biraz daha açıklansın
da neyi keseceğimizi biz de bilelim. Yâni bu, tam böyle şeytanca bir tavır. Tam
İsrâil oğulları tavrı. Tam yahudi tavrı. Hani diyorum ki toplumu tanımasak,
Mûsâ’yı Aleyhisselâm bilmesek, Mûsâ’nın Aleyhisselâm onlara karşı şefkatini,
merhametini bilmesek neredeyse doğru ya! Adamlar haklı diyecektik. Ne yapsın
adamlar, gerçekten hangi ineği keseceklerini bilemediler diyecektik. Adamlar,
bayağı bayağı adam gibi laf ediyorlar. Tamam inek, keselim de ama bu inek nasıl
bir inek yâni? Bu ayan beyan açıklansın diyorlar, diyesimiz geliyor. Açıklanıyor
biraz: E rengi ne olacaktı? O da açıklanıyor. İşte biraz sarımtırak, biraz genç,
biraz dinç deniyor. Olanlar yine de birbirlerine benzer efendim! Biraz daha
açıklık olmaz mı? diye kendi kendilerine bir şeyler
üretiyorlar.
Şimdi bizde de öyle değil mi?
Meselâ zekât hesabında böyle davrananlar biliyoruz. Ev bark konusunda böyle
davrananlar, ihtiyaç felsefesinin tespitinde böyle davrananlar biliyoruz.
Sosyal ilişkilerde veya siyasal bakış açısı konularında böyle davrananlar
biliyoruz. Halbuki adam kafaya dolduruyor; meselâ partisiz olmazı, parasız
olmazı, kadın erkek beraberliğini. Adam tüm bu konularda bir hüküm koyuyor
ortaya, ondan sonra da buna nice deliller, nice yan ürünler, yan destekler
bulmaya çalışıyor. Aynen bunların mantığı. Allah dedi ya tamam ondan da
çıkmıyor. Tamam onu zaten yapacağım da diyor, ama geri kalanını hep kendine göre
ayarlayıp gidiyor.
Ey Mûsâ Rabbine dua et de hele
biraz daha açıklasın:
"İnşallah, kesinlikle biz buna
bir yol bulacağız."
Yâni böyle bir inek bulacağız,
hele biraz daha tarif eder misin ey Mûsâ diyorlar. Biz bu işi becereceğiz, ama
bilgi eksikliğimiz var. Sen onu bizim için tamamlayıver
diyorlar.
71:"Öyle bir inek ki, ne yeryüzünü
sulamada kullanılmış, ne de ekmede ve dikmede."
Ne ekin ekmede, ne çift sürmede,
ne de tarla sulamada kullanılmış bir inek.
"Boyunduruk da
vurulmamış."
Yâni başıboş, ya da başına
buyruk, müsellem, yâni kendi başına sâlim bir inek. Hiç boyunduruk vurulmamış,
çifte kullanılmamış bir inek.
"Yâni böyle alacası da
yok."
Alasız, alacasız bir
inek.
"Dediler ki işte şimdi hak
söyledin!"
Hah! Şimdi doğru söyledin ey
Mûsâ! Şimdi tamam! Şimdi oldu bu iş. Ötekiler? Ötekiler olmamıştı sanki. Hz.
Mûsâ’nın önceki dedikleri yalandı sanki. Hayır ötekiler de haktı, ötekiler de
doğruydu; ama yapmadıklarını kamufle ediyorlardı, kamufle edeceklerdi
alçaklar.
Bu zamana kadar niye
yapmamışlardı? Niye böyle bir ineği bulup hemen kesmemişlerdi? E
anlayamamışlardı canım, ne yapsındı adamlar? Ya da o zaman henüz hakikat beyan
edilmemişti de ne yapacağımızı şaşırmıştık. Veya işte, ey Mûsâ, o zamanlar sen
bizimle alay ediyor, dalga geçiyordun. Hah! Şimdi hakkı söyledin! Şimdi oldu!
diyorlar. Ondan sonra da onu boğazladılar, o ineği
kesebildiler.
"Onu boğazladılar, ama neredeyse
yapamayacaklardı bu işi."
Neredeyse kesemeyecektiler. Çünkü
bu iş kendilerinin Peygambere kafa tutma işiydi. Bayağı bayağı da ileri
gitmişler, ukalalık etmişler, karşı gelmişler, laf dinlememişler. Ama biraz
daha ileri gider-lerse helâk ta olabileceklerdi. Bu kadardan sonra da hâlâ
yapmazlar-sa işleri bitirilecekti. Nitekim yine de yapmayacaklardı da. Çünkü
yapamamak değildi mesele, yapmamaktı. Böyle bir ineği bulamamak değildi
mesele, bulmamaktı. Kesememek değil, kesmemekti.
Ama sonunda
ağızlarından bir inşallah sözü de çıkıvermişti. Bu işi Allah’a izafe etmeyi
becerivermişlerdi. Ulemânın ifadesine göre ağızlarından böyle biz söz çıkmasaydı
neredeyse kesemeyeceklerdi ineği. İnşallah dedikleri için, meşieti Allah’a
bıraktıkları için, Allah’ı her işe etkin ve yetkin bildikleri, bunu
hatırladıkları için Allah onları bu işte muvaffak kıldı.
"İnşallah buna bir yol
bulacağız!"
diyebildikleri
için o ineği kesmeye, Allah’ın emrini yerine ge-tirmeye muvaffak
oldular.
Bu âyet
inşallah sözünün etkisini anlatan âyetlerden biridir diye gündeme getirilmiş.
Bunlar da inşallah diyorlar ve sonunda ancak bu kadar beceriyorlar. Hani
Peygamberimiz de bir seferinde, yarınki bir iş için inşallah dememişti de Allah
uyarıda bulunmuş ve o da pişman olmuştu.
"Herhangi bir şey için Allah’ın
dilemesi dışında: "Ben onu yarın yapacağım" deme, unuttuğun zaman Rabbini an ve
şöyle de: "Umulur ki Rabbim doğruya daha
yakın olana eriştirir."
(Kehf: 23)
Denilmişti. Buna biz de alışalım
tabi. Ama bazen fıkralar uydurulur, dalga geçilir. Hani adamın birisi ava
gidiyormuş ta, işte inşallah demiyormuş da filan. Burada inşallahı bir tanıyalım
inşallah.
İnşallah; meşietin Allah’a ait
olduğunu anlamak, kavramak ve bu idrakle iman etmek demektir. Meşiet; dilemek
demektir. Allah dilerse, Allah isterse, Allah izin verirse, bu elde bir
diyeceğiz bir kere. Ama “Allah dilerse” den sonra kişi kendinin dilemesini
mutlak ortaya koyarsa, bu Allah’la dalga geçmek demektir. Yâni yapacağı herhangi
bir iş konusunda inşallah der de bir adam, yâni Allah dilerse, Allah izin
verirse der de, ama bu işe kendini mutlak etkin ve yetkin zanneder ve öyle
davranırsa bu inşallahla dalga geçmek demektir. Meselâ birine kafayı taktı bir
delikanlı, onunla evlenecek, tamam inşallah. Ama öyle ısrar ediyorsa ki, her
çareye baş vuracak, illa da evlenecek onunla. Yer yerinden oynasa da onu
başkasına yâr etmem diyorsa işte bu inşallahla dalga geçmek demektir. Veya bir
yerden dükkan tutacak adam veya bir işin başına geçecek, biriyle beraber olacak
veya birine engel olacak, inşallah demiyor mu? Diyor ama kafaya öyle bir takıyor
ki bu işi, mutlaka yapacak onu. Sanki bu konuda Allah -hâşâ- istese de yapacak
istemese de. İşte bu Allah korusun da inşallahla dalga geçmek
demektir.
Meselâ arkadaşın biri evlenme
çabasındaydı, tamam inşallah da diyordu, maşallah da diyordu. Ama konuşmasına
bir bakın ki; her şeye rağmen, yer yerinden oynasa da onu alacaktı. Mümkün
değil onu kimseye yar etmem diyordu. E, hani inşallah diyordun? Hani Allah
isterse, Allah dilerse diyordun? Nerede kaldı inşallah? Belki de onunla
evlenmeni istemiyordu Allah. Belki o makama gelmene razı değildi Allah. Hayır
öyle değil. Adam hem inşallah diyor; hem de o makama gelebilmek için Allah
istese de istemese de her şeyini, namusunu, iffetini fedâ ediyor. İşte bu
inşallahla dalga geçmek demektir.
Allah korusun da bugün müslümanın
yalanı olmuş inşallah. Bükra inşallah, yarın inşallah diyor adam, e yine yarın
da bükra. Müslümanlar inşallah dedi mi, neredeyse bir sene sonraya söz
veriyorlar. Oysa diyecekler ki yarın öğle namazında buluşalım inşallah. Bu ne
demek? İslâm’ın mâzeret kabul ettiği şeyler dışında orada olacağım demektir.
Çok acil bir vaka olmadıkça hastalık gibi, ölüm gibi, evlenmek gibi mutlaka
orada olacağım demektir bu. Öyleyse sözlerimize dikkat edelim, de durup
dururken kendi kendimizi münâfık yapmaya-lım inşallah. Kırk yıl bu emir ile
ineği kesme arasında geçti deniyor. Kitabımızdaki kırk günle alâkalı iki konu,
iki yorum biliyorum: Birisi sûrenin 51. âyetinde
geçmişti:
“Kırk gece için Mûsa ile
vaadleştiğimiz zaman..”
Hani Hz. Mûsâ Aleyhisselâm ile
Rabbimiz kırk güne vaadleş-mişlerdi. Böyle bir kırk gün konusu var.
İkincisi:
"Allah dedi ki: "Orası onlara
kırk yıl haram kılındı; Yeryüzünde şaşkın şaşkın
dolaşacaklardır."
(Mâide:
26)
O Tih çölünde kırk yıl gezdiler,
dolaştılar diye bir kırk yıldan söz edilir. Bir de bu inek kesme işi böyle kırk
yıl sürdü deniyor. Zaten kırk yıl, o kırk yıl dolacak da o nesil bitecek,
tükenecekti. Köleler, köle ruhlular ölecekler ve onların çocukları, babalarının
yaşadığı şehir hayatını görmeyen, Mısır’ı tanımayan ve çölde doğup büyüyen,
özgürce büyüyen, babaları gibi Mısır’ı görmeden büyüyen o özgür insanlar
kalacak; onlar zamanında Filistin’e gidilecek ve artık orada devlet
kurulacaktı.
İnşallah konusunda şunları
bileceğiz :
1- Adam inşallah diyor; ama
kendisinde mutlak bir güç var zannediyor, bu yanlıştır. Bunu az evvel demeye
çalıştım. Hani Kâlem sûresinde de anlatılıyordu. Adamlar yarın biz bağımızı
bozacağız diyorlardı, bu işe kendilerini etkin ve yetkin zannediyorlardı.
Allah’ı hesaba katmıyorlar, Allah’ı diskalifiye ederek inşallah demiyorlardı da
sabahleyin Allah da onların bağını bozuvermişti ya. İşte kişi hem inşallah
diyor hem de o iş konusunda işi Allah’a bırakmayarak kendisini mutlak güçlü
görmeyecek. Birinciyi herhalde anladınız. Hem inşallah diyor, Allah isterse
diyor, hem de kendi bildiğince yapacağını zannediyor.
2- Bir de inşallah diyerek
kişinin yapmak istediği şey aslında, zaten Allah’ın kendisinden istediği şeydir
de, o inşallah diyerek Allah isterse diyerek Allah’tan yeni bir davetiye
bekliyordur. Yâni inşallah dedikten sonra sanki Allah o işi yapması gerektiğini
bir daha beyan edecekmiş gibi yeniden davetiye bekliyor adam. İşte bu da
inşallahla dalga geçmek demektir. Meselâ soruyorsunuz adama: Arkadaş namaza
başlayacak mısın? İnşallah diyor adam. Yâni inşallah, Allah isterse, Allah
dilerse yakında başlayacağım! diyor. E, Allah zaten istiyor! Namaz kılmanı
zaten istiyor Allah ne duruyorsun?
Veya meselâ
soruyorsunuz adama: Arkadaş hacca ne zaman gideceksin? İnşallah gideriz diyor.
Ya Hacca gitmeni zaten istiyor Allah senden. Hattâ kimileri yeniden bir
davetiye filan bekliyorlar. Efendim henüz rüyamızda çağrılmadık, herhalde
yakında çağrılacağız filan. Ya iki bin yıl önce İbrahim Aleyhisselâm çağırmış,
bin dört yüz yıl önce Allah’ın Rasûlü çağırmış, şu anda da Kur’an çağırıyor,
sünnet çağırıyor; adam hâlâ rüyasında çağrılmayı bekliyor. Ne demek Allah
isterse sakal bırakacağım? Allah isterse örtüneceğim, Allah isterse in-şallah
hacca gideceğim! Allah baştan istemiş zaten, bir daha ne bekli-yorsun
da?
3- İnşallahla üçüncü dalga geçme
de şöyledir bakın. Aslında Allah onu kendisinden istemezken, bu inşallah
diyerek sanki Allah’ı zorlayacak zannediyordur.
Yâni kişinin inşallah dediği
konu, Allah’ın istemeyeceği bir konudur. Allah’ın kendisinden yapmasını
istemediği bir konudur da o yapacağı iş; ama yine de bu adam inşallah diyerek
sanki Allah’a yol gösteriyor veya Allah’a akıl veriyor demektir. Meselâ nasıl?
Adam meyhane açmaya çalışıyor ve inşallah, Allah izin verirse yakında açacağız
diyor. Bütün hazırlıkları tamamladık, inşallah yakında meyhaneyi hizmete
sokacağız diyor. Yahu Allah izin vermez ona! Allah istemez onu! Sen nereden
çıkardın bunu? Sen şeytandan izin alıp açıyorsun! diyeceğiz ona da. İşte bu da
inşallahla dalga geçmek demektir.
Evet inşallah dedikleri için bu
ineği kesmeye muvaffak oldular. İnek kesildi. Gözlerinin önünde kutsadıkları
bir tanrının işi bitirildi. Öyle bir tanrı ki kesildi; ama kendisini kesenlere
karşı hiç bir şey yapamadı. Öyle bir tanrı ki kendisinin öldürülmesine bile
engel olamadı. İnekten tanrı olursa bu kadar olur işte.
Bundan sonra hüküm gelecek. Yâni
ne içindi bu iş? Niye emredilmişti bu? Bunun sebebi konusunda hüküm geliyor.
Buyurur ki Rabbimiz:
72:"Hani sizler bir adam öldürmüş de
suçu başkalarının üzerine atmıştınız ya. Halbuki Allah gizlediğinizi açığa
çıkaracaktı."
İşte mesele buymuş. Hani siz bir
nefis öldürmüştünüz de o konuda böyle çelişkiye düşmüştünüz, yamuk yumuk
davranışlar içine girmiştiniz. Onu saklıyor ve birbirinizin üstüne atıyordunuz.
İşte Allah bunun açığa çıkarılması için bu ineği kesmenizi size
emretmiştir.
Hani bir nefis öldürmüştünüz de.
Nefis; kişi demektir, insan demektir. İnsanın bizzat kendisi demektir. Efendim
işte insanda bir ruh vardır, bir de beden vardır filan diyorlar bunun aslı
yoktur. Nefis insanın kendisi demektir. Yâni kişinin çamurdan meydana gelmiş
bedeni ile Allah’tan gelmiş ruhunun bileşkesine insan denir veya kişi
denir.
Değilse işte insanda bir beden
vardır, bir ruh, bir de nefis vardır. Sen bunlardan sadece nefsi öldürmeye bak
demek enayiliktir; çünkü her nefis zaten ölümü tadacaktır. Zaten o diri
kalmayacak ki. Sen ölecek olanı niye öldürmeye çalışıyorsun da? Bedenini diri
tutacaksın, ruhunu diri tutacaksın, canını diri tutacaksın, ama nefsini
öldüreceksin olmaz bu! Yoktur İslâm’da. Ya ne? Nefis denilen şey bizzat
insanın kendisidir. İnsan olma özelliğidir. Meselâ insanın sevmesi, nefret
etmesi, kabul etmesi, reddetmesi, iman etmesi, küfretmesi gibi olaylar nefsin
işidir. Yâni iman etme, reddetme insanın işidir. Ne sadece ruh yapar bu işi,
ne de beden yapar. İkisi birleşince, o mükellef varlıktır ve o insanın kendisi
yapar bunu. İşte nefis bu anlama gelir ve bu nefsin de derecesi olmaz o zaman.
Ancak vasıfları olur.
Siz bir insan öldürmüştünüz de,
böyle onun katili konusunda alavere dalavere düşünüyordunuz. Bunun kim olduğunu
saklayıp, suçu birbirinizin üstüne atmaya çalışıyordunuz.
Allah da onun kim olduğunu açığa
çıkaracak, yâni sizin gizlediğinizi açığa çıkaracak.
73:"Biz bunun üzerine dedik ki; o
ineğin bir parçasıyla o ölüye vurun!"
Bu bir hüküm cümlesi. Neden bunu
emrettiğini söyledi Allah. Onun bazısıyla ona vurun! O öldürdüğünüze, bu
kestiğinizin bir kısmıyla vurun! Neresiyle vurdularsa.
"İşte Allah böylece ölüleri
diriltir."
Müfessirlerin Allah kulaklarını
çınlatsın, böyle âyet buldular mı tamam, alır yürürler. Efendim acaba bu ineğin
neresiyle vurdular ki ölüye! Acaba diliyle mi vurdular ki! Kuyruğuyla da
olabilir mi ki? Kulağıyla mı? Yoksa neresiyle vurdular ki? Zırvanın tevili
olmaz. Allah de-memişse, bunun üzerinde uzun uzun münakaşa yapmanın anlamı
yoktur. Eğer bu bilinmeyince bizim dinimiz eksik olacak olsaydı ve mutlaka
bilmemiz gereken bir konu olsaydı elbette Allah onu bize bildirirdi diyor ve
geçiyoruz.
Evet vurdular ineğin bir
parçasıyla o cesede; ceset dirildi ve katillerinin kim olduğunu
söyleyiverdi.
"İşte Allah böylece ölüleri
diriltir. Âyetlerini de ak-ledesiniz diye size böylece
gösterir."
Akledesiniz, aklınızı bunları
anlamada kullanasınız diye böylece Allah size âyetlerini gösterir. Demek ki
âyetlerden kimileri göze yöneliktir. Ölünün böyle diriltilmesi gibi, inek âyeti
gibi. Kimileri de kulağa yöneliktir, şu elimdeki Kur’an’ın âyetleri gibi. Yâni
Allah’ın iki tür âyeti vardır. Bunlardan birisi göze yönelik olanlar, birisi de
kulağa yönelik olanlar. İşte Allah bu İsrâil oğullarına bir görsel âyet
gösterdi. Ölünün dirilip katillerini gözlerinin önünde söylemesi âyetini
gösterdi onlara. Niye göstermişti Allah bunu onlara? Bu âyetle onların kalpleri
mutmain olsun, kalpleri Allah’a imana yatışsın, bu konuda herhangi bir
tereddütleri, şüpheleri kalmasın diye. Ama gelin görün ki bu hainler gözlerinin
önünde cereyan eden bütün bu âyetler konusunda bile kalpleriyle mutmain olmak
yerine, tatmin olup inanmak yerine yine de kaybettiler. Yine de imana ve itaate
yanaşmadılar. Allah’a kulluğa yanaşmadılar. Bundan sonraki âyet bunu
anlatacak.
Sûrenin öteki âyetlerini tanımak
için 2. ciltte buluşmak üzere vel ham-dü lillahi Rabbil’
âlemîn.
Evet ise bugüne kadar sizinle nasil iletisim kuracagimiz konusunda her hangi bir nedenle bir krediye ihtiyaciniz var mi? ericfinancee@gmail.com vaya ericfinancee@outlook.com
YanıtlaSilAcil kredi ? temas ericfinancee@gmail.com
YanıtlaSilSelamlar sana.
YanıtlaSilDirect Access Online Finans Hizmetleri,% 2 çok düşük bir faiz oranı ile teminatlı ve teminatsız kredi imkanı sunuyoruz. Kişisel Krediler, Borç Konsolidasyon Kredisi, Girişim Sermayesi, İşletme Kredisi, Eğitim Kredisi, Ev Kredisi veya "Herhangi bir nedenle Krediniz! Kötü Krediniz Var mı? Hâlâ başvurabilirsiniz: jamesmooreloanfirm@gmail.com
Uygulamalarınız için bugün bizimle iletişime geçiniz! + 18457315643
Saygılarımla,
Müşteri servisi
Doğrudan Erişim Online Finans Servisleri
Selamlar sana.
YanıtlaSilDirect Access Online Finans Hizmetleri,% 2 çok düşük bir faiz oranı ile teminatlı ve teminatsız kredi imkanı sunuyoruz. Kişisel Krediler, Borç Konsolidasyon Kredisi, Girişim Sermayesi, İşletme Kredisi, Eğitim Kredisi, Ev Kredisi veya "Herhangi bir nedenle Krediniz! Kötü Krediniz Var mı? Hâlâ başvurabilirsiniz: jamesmooreloanfirm@gmail.com
Uygulamalarınız için bugün bizimle iletişime geçiniz! + 18457315643
Saygılarımla,
Müşteri servisi
Doğrudan Erişim Online Finans Servisleri
Hepinizi iyi günler, bunu sadece arkadaşlarınızla paylaşmak istiyorum, çünkü şimdi çok mutluyum, nihayetinde herhangi bir krediye ihtiyacınız varsa, o zaman bu e-postayla kendisiyle irtibat kurabilirsiniz: creditkredi@hotmail.com
YanıtlaSilGÜVENLİ FİNANSALI KAZANMAYA HOŞGELDINIZ
YanıtlaSilBireysel Krediler ve İşletme Kredileri için uygun faiz oranı ile yıllık sadece% 2'lik bir oran sunuyoruz ancak aylık bazda bileşik. Yerli ve uluslararası çalışıyoruz, finansman kaynakları, genişleme ve büyüme için ihtiyaçlarınızı karşılamak için yaratıcı çözümler konusunda uzmanım. Bize daha fazla bilgi için bizimle iletişime geçin.
E-posta :: dporterwintrustmortgage@outlook.com
Dinlemek için sabırsızlanıyoruz
GÜVEN MİNDERİ ALIN
Benim adım Irrua Uzman Hastanesi Dr Wilson Jones, organ cerrahisi uzmanıyım ve satmak isteyen insandan organ alımı ile uğraşıyoruz, Böbrekinizi satmak ilginizi çekiyorsa, lütfen geri dönmekten çekinmeyin. Bizi daha ileriye taşıyabiliriz. Ve böbrekinizi satmaya hazırsanız, bu bizim E-postamız.
YanıtlaSilirruaspecialisthospital@gmail.com
Ben Iowa City, ABD'de bulunan Iowa Lutheran Hastanesi'nden bir temsilciyim, hastanede yönetimin internette nasıl çalıştığını ve bu yıl insan organlarını alıp satması için tekrar başladığımızı ilan etme fırsatını verdim. Böbrek, Bu teklifle ilgileniyorsanız, lütfen aşağıdaki e-postadan bizimle iletişime geçmekten çekinmeyin: Bağışçılarımızı iyi bir miktarda parayla ödüllendiriyoruz ve Organlarda uzmanız. Cerrahide ve donör olarak risk yoktur. o.
YanıtlaSilVe bu bizim e-postamız:
iowalutheranhospital@gmail.com
Ayrıca whatsapp +1 929 281 1248 numaralı telefondan bizi arayabilir veya bizimle iletişime geçebilirsiniz.