“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü-ne,
âline ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen dualarımızı
işiten ve her şeyi hakkıyla bilensin.
74:"Bütün bunların arkasından sizin kalpleriniz
yine katılaştı, taş gibi kaskatı kesildi, hattâ taştan daha katı oldu. Nitekim
taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıranlar vardır; yarılıp içinden su
çıkanlar vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı
bilmez değildir. "
Evet bundan sonra da erimesi gereken
kalpleriniz taş gibi kaskatı kesiliverdi. Hattâ taştan daha kaskatı oldu buyuruluyor.
Burada Rabbimiz kâfirin kalbiyle taş
arasında çok hoş bir mukayese yaparak, kâfirin kalbinin taştan daha katı
olduğunu anlatacak. Ancak ona geçmeden önce Kur’an’ın diliyle kalp çeşitlerini şöyle kısaca bir
özetleyelim inşallah: İslâm literatüründe üç model kalp
görüyoruz:
1- Birisi marazlı, hasta, hastalıklı
bir kalp. Sûrenin baş tarafında bunu anlatmıştı Rabbimiz. Kimilerinde görüyoruz bunu, tuhaf insanlar bunlar, ne
yaptıkları belli olmaz. İstikrarları yoktur, hastalandıkça hastalıkları
artar.
“Onların kalplerinde hastalık vardır.
Allah’ta onların hastalıklarını artırmıştır”
(Bakara: 10)
Âyetinde anlatılanlar gibi olurlar
bunlar.
2- İkinci bir kalp türü daha vardır ki,
o da burada gördüğümüz gibi, kaskatı bir kalp. Taş gibi, hattâ taştan daha katı
bir kalp.
3- Bir üçüncü kalp daha vardır ki bu
mü'minin kalbidir. O da iki durumda
bulunur:
a- Ya
coşkundur. Hoplar zıplar yerinde duramaz.
"Mü'minler o
kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir, Allah’ın âyetleri
okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve onlar Rablerine
güvenirler...
"(Enfâl:
6)
Deniliyordu ya. Yâni yanlarında Allah zikredildikçe, âyetlerle karşı
karşıya geldikçe, âyetler onlara okundukça coşar, taşar, kabına sığmaz hale
gelir. Allah’ın metluv ve meşhûd âyetleriyle engin denizler kadar engin hale gelmiş,
sükûnete ermiş bir kalptir onların kalbi. İşte bu da mü'minin kalbidir.
Demek ki kalplerin itminana
kavuşmasının, kalplerin yatışıp doyuma ulaşmasının, şüphe ve tereddütlerden
arınıp kesin itminana kavuşmasının iki yolu varmış.
1- Birincisi Allah’ın metluv âyetleri dediğimiz elimdeki şu kitabın âyetleri. Bu
kitabı okudukça, bundaki âyetlerle tanıştıkça kalp kesin bilgiye ulaşacak ve
içinde kendisini rahatsız eden, sürekli kendisine elem veren tüm şüphe ve
tereddütlerinden uzaklaşacak ve sükûnete erecektir. Doyuma ulaşacaktır, tatmin
olacaktır.
2- İkincisi de Allah’ın meşhûd âyetleri dediğimiz kâinatta serpiştirilmiş görsel
âyetlerdir. Kişi Allah’ın yeryüzünde serpiştirdiği bu âyetleri de inceledikçe,
bunları da okudukça yine onun kalbi tatmin olacak ve oturaklaşacaktır. Hani
İbrahim âyetinde bu konu anlatılıyordu:
"Ey
Rabbim ölüleri nasıl diriltirsin görmek isterim! Demişti İbrahim de Allah;
yoksa inanmıyor musun ey İbrahim? deyince de, yok öyle değil, ancak kalbim
mutmain olsun için dedi."
(Bakara:
260)
Demek ki kalbin itminana kavuşmasının
ikinci yolu da Allah’ın bu şekilde göze hitap eden âyetleridir. Bu âyetler
insanın kalbini mut-main hale getirir
biliyoruz.
İşte buradaki âyet de bu tür âyetlerden
birisidir. Bakalım kalplerin yatışması, kalplerin itminana kavuşması adına
onlara gösterilen bu âyet karşısında onlar nasıl davranmışlar?
«
"Bundan sonra kalpleriniz yine taşlaştı,
taş gibi veya daha da kaskatı oldu."
Bakın orada kâfirin kalbi anlatılıyor.
Nasılmış kâfirin kalbi? Kaskatı taş gibi, hattâ taştan daha katıymış. Rabbimiz
kâfirin kalbiyle taşın bir mukayesesini yaparak şöyle
buyurur:
"Taşlardan niceleri vardır ki; ondan
pınarlar fışkırır nehirler fışkırır."
"Niceleri de vardır ki şak şak yarılıp içinden
sular akar."
Yâni kimi taşlar da vardır ki; pınarlar
fışkırtmasalar bile sızarlar, şak şak olmuştur
kayalar, taşlar da Allah’ın âyeti olan su, taşı etkilemiş, orada kendisine
sızma yeri bulmuştur. Yâni Allah’ın su âyeti taşın içine nüfuz
edebilmektedir.
"Kimi taşlar da vardır ki Allah korkusundan
aşağıya doğru yuvarlanırlar."
Şöyle anlıyoruz bunu: Hani demin
Allah’ın iki tür âyetinden bahsetmiştik. Birisi şu kitabın âyetleri, ötekisi de
Allah’ın tabiatta yarattığı âyetler diye. İşte soğuk, sıcak, gündüz, gece,
güneş, oksijen, hava su Allah’ın âyetleridir. Bakın taşlar bile bu âyetler
karşısında donuk kalamıyor, hissiz kalamıyor, nötr kalamıyor, bunlardan
etkileniyor da paramparça oluyor. Fiziksel bir parçalanmayla parçalanıp aşağıya
doğru yuvarlanıyor.
Veya taşlar Allah’ın su âyetinden
etkileniyor da suya yol ver-mek zorunda kalıyor. Ya da taşlar Allah’ın rüzgar âyetinin etkisiyle düşüyor,
paramparça oluyor. Yâni âyetlere boyun eğiyor taş, âyetler karşısında etkilenip
şekil alıyor taşlar. Bu kadar salâbet, güçlülük ve
metanet varken taşlar bile Allah’ın âyetleri karşısında böyle eriyor da,
Allah’ın âyetleri taşların bile kalbine nüfuz edebiliyorlar da; lâkin bu
kâfirlerin kalbi, taş gibi değil, ondan daha kaskatı olarak hiç bu âyetlerden
hiç mi hiç etkilenmiyor. Gerek Allah’ın şu kitabının âyetlerinden, gerekse
Allah’ın meşhûd âyetlerinden hiç etkilenmiyor.
Allah’ın âyetleri bunların kalplerine nüfuz edemiyor. Allah’ın bu âyetleri
karşısında erimeliydi, etkilenmeliydi, suyun yol bulması gibi rahmet yol
bulmalıydı bunların kalbinde de; ama olmuyor işte. Siz bilirsiniz diyor Allah
âyetin sonunda:
"Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."
Unutmayın ki Allah tüm yapıp
ettiklerinizi görüp gözetmektedir. Hep Allah kontrolünde bir hayat yaşıyorsunuz.
Yaşayın bakalım sonunda nasıl olsa Onun huzuruna gelecek ve O Allah tüm
yaptıklarınız konusunda sizi hesaba çekecektir buyurur..
75:"Ey müslümanlar!
Bu yahudilerin size inanacaklarını mı umuyorsunuz?
Halbuki onlardan bir grup Allah’ın kelâmını dinler, hakkı anladıktan sonra da
bile bile hakkı
değiştirirlerdi."
Medineli müslümanlara yönelik; ama âyet bize de hitap ediyor. Muhatap
herkesten önce biziz.
Medineli müslümanlar böyle bir ümit içinde bu yahudilerin müslüman olacaklarını
bekliyorlardı. Çünkü daha önceleri putperest olup sonradan müslüman olan Medineli müslümanlar, âhir zaman Nebisinin geleceğini bu yahudilerden duymuşlardı. Bunlar önceden puta tapan
insanlardı. Komşuları olan yahudiler tek Allah
inancında olduklarını iddia ediyorlar ve onlara şöyle diyorlardı: Bizler
kitabımız Tevrat’tan öğrendik ki yakında Ahmed isminde
bir ahir zaman peygamberi gelecek. Hele bu peygamber bir gelsin, onun arkasında
saf bağlayıp, size de, putlarınıza da, putçuluğunuza da bir son vereceğiz! diye
tehditte bulunuyorlardı. Bu peygamberin kendi peygamberleri olduğunu söyleyerek
onunla Araplara hava atmaya çalışıyorlardı.
İşte günün birinde Mekke’den gelen bir
kervandan yahudilerin yıllardır bahsettikleri bu
peygamberin Mekke’de zuhur ettiğini haber alan Medineli müşrikler, müşrik
Araplar hemen kulak kabartırlar. Bu yahudilerden önce
ona biz inanalım! Bu işi onlara kaptırmayalım! Bu şerefe onlardan önce biz sahip
çıkalım! diyerek hemen Mekke’ye bir heyet gönderdiler ve Akabe’de Rasûl-i Ekrem’le buluşarak müslüman oldular.
Onun için Medineli bu müslümanlar yahudilerin müslüman olmalarına kesin gözle bakıyorlardı. Yıllardır
bekleyip durdukları âhir zaman peygamberi işte Mekke’de zuhur etti. Bugün
olmazsa yarın, mutlaka bunlar müslüman olacaklar diye
bekliyorlardı. Peygamberimiz ve müslümanlar, bu yahudileri İslâm’a kazandırabilmek için ellerinden gelen
her şeyi yaparak ciddi bir çaba içine giriyorlardı. Çünkü zaman zaman onların ağzından ümit verici işaretler de
alıyorlardı. Düşünüyorlardı ki ellerinde büyük bir nüfuz bulunduran bu adamlar
eğer İslâm’a girerlerse, İslâm büyük adımlarla geniş kitlelere yayılma imkânı
bulacaktı.
Bu yüzden peygamber Efendimiz ve müslümanların böyle büyük bir umutla onlara yönelmeleri,
çabaların boşa gitmesine sebep oluyordu. Bu beklenti müslümanları ruhsal yönden de zayıflatacaktı. Onun için
Allah, onların bu ümitlerini yok etmek için bu âyetini gönderiyordu.
Müslümanlar dün kendilerine akıl
hocalığı yapmaya çalışan bu yahudilere diyorlardı ki:
Hani bir peygamber gelecek diye bekliyordu-nuz! Hani
ona tabi olup bizim putlarımızı kıracağınızdan söz ediyordunuz! İşte
beklediğiniz geldi! Hadi ne duruyorsunuz? Neden hemen ona iman etmiyorsunuz?
deyince, yahudiler hemen tavırlarını değiştiriverdiler. Bizim
beklediğimiz bu değildi! Bizim beklediğimiz yahudi
ırkından gelecekti! deyiverdiler. Tevrat öyle demiyorsa bile biz dedirtiriz!
demişler ve yazıvermişler elleriyle bunu Tevrat’a.
Biz de dedirtiyoruz bugün Kur’an’a istediğimiz şeyleri. Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad yoktur.
Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler değildir. Baş örtme de yoktur
efendim! Nereden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da
kesinlikle böyle bir emir yoktur. Kur’-an mahza bir
ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem
öneriyor efendim! Kur’an bundan başka bir şey demiyor
ki! diyerek kimileri de bugün demediğini dedirtmeye çalışıyorlar Kur’an’a..
Kimileri de efendim işte Kur’an’daki:
"Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler
kâfirlerin ta kendisidir"
(Mâide:
44)
Gibi âyetler bizi ilgilendirmez! Bunlar
yahudiler hakkında inmiştir. diyerek Kur’an’ı tahrif etmeye çalışıyorlar. Tıpkı yahudilerin keyiflerine geleni Tevrat’a dedirttikleri gibi.
Evet Medineli yeni İslâm’a giren müslümanlar; eskiden din konusunda kendilerinin hocaları
sayılan bu yahudiler, bu yeni dine girmeyince şüphe
içine düştüler. Eğer bu iş gerçek olsaydı o zaman kitabı bilen, dini bilen bu
âlim insanlar onu reddetmezdi gibi bir tereddüde düşünce, bu hatalı durumdan
onları kurtarmak için bu adamlardan, bundan daha başkasının beklenmemesi
gerektiğini anlatmak üzere, Allah yahudilerin
geçmişlerini gözler önüne seriverdi. Buyurdu ki: Yâni tarihleri böyle olan,
geçmişleri bu olan, karakterleri bu olan bu insanlardan daha ne bekliyorsunuz?
Bunların sizin dininize inanacaklarını mı bekliyorsunuz? Vazgeçin bundan! Bu
adamlar tarih boyunca hep böyle kitaplarını tahrif etmişler, dinlerini
bozmuşlar. Bunu sanat edinmişler, bunu huy edinmişler bu adamlar.
Yahudiler tarih boyunca hep böyle
olmuşlar. Bakın düne kadar putlara tapan insanların kalplerini eriten bu Kur’an âyetleri, bunların kalplerine etkili olamıyordu.
Bugün de olamıyor. Hani Buzağı hadîsesinden sonra Allah’ın buyurduğu âyet, bu
hususun doğruluğunu ne kadar da güzel ispat ediyor değil mi?
Kalpleri kaskatı taş gibi, hattâ taştan
daha katı kesiliverdi! deniyordu ya, bugün de öyle bu
hainler. Filistinli müslümanların kollarını,
bacaklarını kırdıkları taşlar utanıyor bu alçaklardan! Tarih boyunca hiç
değişmedi bunlar.
Kitaplarını tahrif
ediyorlardı.
"Onlardan bir grup Allah’ın kelâmını
işitiyorlar sonra da yuharrifune
yapıyorlardı."
Burada bir yahudi karakteriyle karşı karşıyayız. Hemen akle-der etmez, meseleyi kavrar kavramaz
değiştiriveriyorlardı. Ya da:
Hafriyat yapıyorlardı. Kelimenin
anlamı Türkçe’de de var. Hafriyat, böyle alt üst yapmak demektir. İşte bunlar
kelâmı anladıktan, kavradıktan, aklettikten sonra alt
üst ediyorlar, alabora ediyorlar, değiştiriyorlar. Hem de bu işi yaparken
anlayamadıklarından, bilemedik-lerinden
değil:
"Aklettikten,
akılları erdikten sonra, bile bile yapıyorlardı
bunu."
Bilerek, bile bile yapıyorlardı bunu. Hani bilmeyen cahil birinin yanlış
yapması ayrıdır, bilen birininki ayrıdır. Bilen birileriydi bunlar. Hainliğine
yapıyorlardı bunu. Meseleyi anlıyorlar, kavrıyorlar, ha! Bu bizim varlığımızı
ortadan kaldıracak! Biz buna iman edersek bu bizim statümüzü bitirecek! diyorlar
ve hemen değiştiriveriyorlar alçaklar.
Dün de, bugün de bu âyeti teyit
edercesine yahudiler bu dine karşı gelmişler, ilk defa
inanması gerekenler kendileri olması gerekirken; bunun aksine ilk düşman olma
özelliklerini sürdürmüşlerdir.
Hani başka bir yerde
de:
"Kelimeleri yerlerinden
değiştiriyorlar...
"(Nisâ: 46)
Deniyordu ya.
Yâni Allah o kelimeleri ne için vaz etmişse, onları
vaz olundukları mânânın dışına çıkarıyorlar, farklı
mânâlar yüklüyorlardı. Ya da âyetleri mevzilerinden,
yerlerinden koparıp farklı farklı yerlerde değişik
değişik kalıplara döküp farklı anlamlar
kazandırıyorlardı. Âyetleri Kur’an bütünlüğünden,
sûre bütünlüğünden koparıp cımbızla çekercesine başka yerlerde, başka kalıplara
dökerseniz; elbette onlara Allah’ın yüklemediği mânâları yüklemeniz mümkün
olacaktır. Meselâ:
"De ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?"
(Zümer
9 )
Âyetini cımbızla çıkarır gibi sûre
bütünlüğünden koparıp, âyetin siyak sibak ilişkisini bitirince bakın ki; müslümanlar ne mânâlar kazandırmışlar ona. Efendim
matematik bilenle bilmeyen bir olur mu? Fizik bilenle bilmeyen, botanik bilenle
bilmeyen, mühendislik bilenle bilmeyen bir olur mu? Halbuki âyetin kastı bu
değildir. Vaz olunduğu maksat bu değildir. Nîmetin
sahibi Allah’tır. Şu anda sahip olduğunuz her şeyinizi size Allah vermiştir.
İşte bu gerçeği bilen ve anlayan, bu nîmetlerin tümünü sahibi yolunda kullanan
kişiyle bunun bilmeyen bir olur mu? Sahibine kulluk bilincine erenle, kulluktan
habersiz yaşayan bir olur mu? diyordu Rabbimiz.
Maalesef yahudi’nin yaptığı bu kitabı tahrif işini müslümanlar da çok yapmışlar. Âyetleri yerlerinden söküp
başka başka yerlerde başka başka kalıplara dökerek başka başka anlamlar yükleme işini çok
yapmışlar.
Meselâ bakın Kur’an’da “şehid” diye bir kavram
vardı. Şehid, yaşadığı hayatla Allah’ın varlığına
şahitlik eden kişiydi. Şehid Allah adına hayatını
fedâ eden kişiydi. Şehid îlâ-i kelimetullah uğrunda ölümü oğul balı gibi yudumlayan insan
veya başkalarının dirilişi için kendini fedâ eden insandı. Ama müslümanlar bu kavramı mevzisinden kopardılar, vaz olunduğu yerden çıkardılar, farklı yerlerde, farklı
kalıplara döktüler ve karşımıza çok farklı şehid
anlayışları çıkıverdi. Devrim şehidi, demokrasi şehidi, vatan şehidi vs,
vs.
Kur’an’da
“veli” diye bir kavram vardı. Veli, müslümanlar adına
onlara danışmadan tek taraflı karar verme makamında olan kişi demektir. Vali
de, vilâyet de buradan gelir. O da müslümanlar adına
karar verme makamı veya o makamda oturan kişi demektir. Ve Allah diyor ki;
kâfirlerin müslümanlar üzerinde velâyet hakkı yoktur.
Yâni müslüman olmayanlar velilik makamına, velâyet
makamına oturtulmamalıdır. Müslüman olmayanlar müslümanlara danışmadan onlar adına karar verme makamına
getirilmemelidir. Galiba müslümanların gözünde bu
mânâyı kamufle ederek valilik ve vilâyet makamına birilerini oturtmak için mi
bilmiyorum, bu kavramı Kur’an bütünlüğünden cımbızla
söküp çıkardılar.
Farklı kitaplarda, farklı kalıplara
döktüler ve karşımıza farklı bir veli anlayışını çıkarıverdiler. Efendim veli
işte gökte alan, yerde yiyen, gaybı bilen, kalpten
geçenlere muttali olan, denizde yürüyen bir insan. Halbuki Kur’an’ın anlattığı veli ile bunun uzak ve yakından hiçbir
ilgisi yoktur.
Kur’an’daki
zikir kavramı değiştirilmiş, takva kavramı değiştirilmiş, kıraat kavramı,
ihsan kavramı, dua kavramı, lânet kavramı, iman kavramı, kabul ve ret
kavramları, cennet ve cehennem kavramları, hattâ namaz kavramı bile
değiştirilmiş. Bu kavramlara Allah’ın yüklediği anlamlar unutulmuş ve farklı
farklı anlamlar verilmiş. Evet:
Evet onlar Allah’ın âyetlerini,
Allah’ın kelimelerini tahrif ediyor-lardı. Yâni bu
yahudi ve hıristiyanlar veya
bugünün ehl-i kitabı olan müslümanlar, kitabı bilenler, eğer kitapla yaşamıyorlarsa
herhalde bu noktaya düşmüş olacaklardır. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Yâni eğer
adamın hem kitaptan haberi var, hem de kitaptan habersiz, kitabın içeriğinden
habersiz ve kitaba ilgisiz bir hayat yaşıyorsa, elbette kelâmı vaz olunduğu mânânın ötesine berisine taşıracak, elbette
tahrifat yapmak zorunda kalacaktır.
Yapmak mecburiyetinde kalacaktır. Yâni
Allah ondan, o âyet-ten ne kast ederse etsin o kendi kastını, kendi anlayışını o
kelâma yüklemeye çalışacak ve aynen yahudi’nin
yaptığını yapacaktır. Bugünün insanlarından kim bu konuya örnekse onların
hepsi buna girmektedir. Aklediyor mânâyı, anlıyor ama
düzenini bozmasın diye dön-dürüp dolaştırıp farklı mânâya çekebileceği bir yol
arıyor. Meselâ adamlar okuyorlar âyetleri: Efendim işte burada Tarikat
anlatılıyor, burada parti anlatılıyor, burada bilimsel çalışma, burada
örgütsel anlatım, burada zengin olmak, burada doktor olmak anlatılıyor. Ya da işte burada bizim şeyhimiz, burada bizim kavmimiz,
bizim ırkımız, bizim haberimiz, bizim liderimiz anlatılıyor. Burada bunlar
anlatılıyor. Kısaca bu âyetler beni, bizi anlatıyor ama kesinlikle hak
olduğumuzu, hakta olduğumuzu, yanılmadığımızı anlatıyor diye kendi düzenlerine
uyguluyorlar âyetleri ki işte bütün bunlar Rabbimizin bu âyetinde anlattığı
tahriftir.
Geçenlerde Konya’ya zındık bir adam
geldi. Ama gerçekten çok zındık bir adam. Çok güzel âyet biliyor. Meselâ yüz
tane âyet okuyor; ama işin garibi hepsini yanlış okuyor. Âyeti okuyor; ama
âyetin ne anlama geldiğini hemen değiştiriyor. Hele aklımda kalan bir tanesi
çok bariz:
"Kim tâğutu
küfreder ve Allah’a inanırsa böyle sapasağlam bir kulpa tutunmuştur ki, asla
kopması yoktur."
(Bakara: 256)
Bu sapasağlam kulp şeyhin eliymiş, öyle
diyor adam. Tarihte hiç denilmemiş yâni bu. Bu sapasağlam kulp Kur’an’dır diye herkes böyle söylüyor, ama adam böyle diyor.
Allah korusun kendi kendine mânâlandırıyor âyetleri.
İşte bu Allah korusun tıpkı yahudi’nin yaptığını
yapmak, yâni âyetleri tahrif etmektir.
Bazen bizim de şöyle oluyor:
Öğrendiğimiz âyetler hayatımızı mutlak değiştirmelidir. Yâni çizgimiz hep İslâm
İslâm gitmeli iken, öğrendiğimiz âyetlerdeki artma
oranı bizim hayatımızdaki değişiklikle aynı oranda değilse, hiç olmazsa at başı
değilse, o zaman biz de aynı durumdayız demektir. Âyeti okuyoruz, tamam!
diyoruz, anladık! diyoruz, inandık! diyoruz ama hayatımız değişmiyor. Tamam,
yeni bir şeyler öğrendikçe ve bu yeni öğrendiklerimiz eski İslâmımızla çatıştıkça eyvah! Diyoruz. Eyvah meğer önceki
yanlışmış diyoruz, bu güzeldir de, bu yetmeyecek ama. Bunu demekle beraber, bu
pişmanlığı iliklerimize kadar hissetmekle beraber, öncekini değiştirme çabamız
da ciddi olacaktır inşallah.
Öyle terslikler de vardır ama, şöyle de
bir iyi tarafımız vardır değil mi? Yâni adam Kur’an’ı öğreneceğim diye çabalıyor, müslüman-lık istiyor adam, bundan
başka hiçbir derdi yok. Yâni yanlış da olsa, eksik de olsa, müslümanlık istiyor. Devlet planında da, millet planında da
müslümanlık istiyorlar. Yiyeceğine, içeceğine,
karısına kızına dikkat ediyorlar güçleri yettiği kadar adamlar. Bir şeyler
yapmaya çalışıyorlar; ama galiba şu eksikliği yeniverseler yetecek, o zaman
güzel olacak bu çabaları: Biz bu kadarını becerebildik! Bundan daha güzeli de
vardır ama! diyemiyorlar. O hayatı en mükemmel hayat zannedip herkesi ona davet
ediyorlar. E ne yapsın adam, bir tek onu gördü. Öyle bir hayattan gelmiş ki
adamlar, onun yanında bu yeni hayat cen-net gibidir
tabii. Elbette ona çağıracaklar insanları.
Evet, buna azami dikkat etmek
zorundayız. Ehl-i kitabın düştüğüne düşmemek için
azami dikkat etmeliyiz. Demek ki onlar, Allah’ın âyetlerini okuyorlar,
anlıyorlar sonra da onu değiştiriveriyorlarmış.
Yapıveriyorlarmış.
Peki acaba bunun sebebi neydi? Yâni
kendilerince nasıl bir mantık kullanıyorlardı bu konuda? Bu işi yapma konusunda
kendilerindeki bu cesaret nereden geliyordu acaba? Anlayabildiğimiz kadarıyla
bunun en büyük sebebi; bunlar kendilerinin kesin doğruya sahip olduklarına
inanıyorlardı. Niye inansınlardı da İslâm’a? Çünkü
ellerinde kitapları vardı. Niye yönelsinlerdi de
Kur’an’a? Çünkü ellerinde başka kitapları vardı. Niye
ilgilensinler de Kur’an’la? Çünkü önderleri vardı,
efendileri vardı ve önderlerinin yazıp çizdikleri vardı. Cemaatleri vardı,
grupları vardı, âlimleri vardı. Onlar kesin doğruyu ulaştırıyordu kendilerine.
Niye okusunlardı da Kur’an’ı? Çünkü kesin cennetlikti bunlar. Önderleri,
üstatları, efendileri, liderleri halletmişlerdi bu işi. Çok rahattılar bu
konuda.
İşte onların bu mutmain hali
onların bu kitaba yanaşmalarına engel oluyordu. Bugün Allah korusun da müslüman kesimin arasında da, yâni şu anda müslümanız diyen, kendilerine müslüman gözüyle bakan bizim ehl-i
kitabın arasında da böyle mutmain olan insanlar görüyoruz. Bu konuda çok rahat
insanlar görüyoruz. Kendi efendilerine, kendi önderlerine, kendi gruplarına
mutmain bir şekilde bağlanıp, sohbetlerinde ellerinden ve dillerinden
düşürmedikleri kitaplarına mut-main bir şekilde
bağlanıp, böylece Kur’an’a veya başka hiç bir şeye
ihtiyaçları yokmuşçasına nasıl olsa bizim yolumuz kesin doğrudur! Nasıl olsa
biz kesin cennetliğiz! diyen insanların da bugün Kur’an’a yönelmeleri, kulluk kitaplarını ellerine almaları
gerçekten çok zor olacaktır. Sünnete yönelmeleri gerçekten çok zor olacaktır.
Bu mutmain halleriyle kitaba ve sünnete gereksinim duymaları çok zor olacaktır.
Çok zor oluyor da zaten.
Müslümanlar! Arkadaşlar! Kimseyi itham
etmiyorum! Ama Allah için durumlarımızı sorgulamak zorundayız! Durumlarımızı
bir daha sağlamaya almak zorundayız. Bakın yahudi’ye
seslenen; ama bizim kitabımızda olduğu için onlardan önce bize seslenen bu
âyetler karşısında durumumuzu sağlamaya almak zorundayız. Değilse şimdiki ehl-i kitap olan bizler, bugünün ehl-i kitabı olan bizler; -Allah korusun- dünkü ehl-i kitabın düştüğü konuma düşebiliriz. Hem bu dünyada,
hem de öbür tarafta kaybedenlerden oluruz. Bunu çok iyi düşünelim
inşallah.
Bakın bu yahudiler, üstelik bir de münâfıklık da ediyorlar. Tıpkı
münâfıklar gibi tavırlar da sergiliyorlar. Bakın bundan sonraki âyetinde
Rabbimiz o hususu şöylece ortaya koyuyor:
76:"Müslümanlarla karşılaştıklarında: "Biz de
sizin gibi inanıyoruz!” Derler. Birbirleriyle baş başa kaldıkları zaman da:
Allah’ın size açtığı bilgileri Rabbiniz huzurunda size karşı delil olarak
kullansınlar diye mi müs-lümanlara anlatıyorsunuz? Aklınız ermez mi sizin?” Di-yorlardı."
Biz de sizin gibi inanıyoruz
Kur’an’a. Biz de aynen sizin gibi okunup
anlaşılmasından yanayız Kur’an’ın! Biz de Resul
gerçeğini aynen sizin gibi kabul ediyoruz! Biz de peygamberi ve onun sünnetini
örnek almadan müslümanlık olmayacağına inanıyoruz!
Sünnetin hayatımızdaki önemine, fonksiyonuna biz de inanıyoruz! derler.
Ama:
"Birbirleriyle baş başa kaldıkları zaman
da: "Allah’ın size açtığı bilgileri Rabbiniz huzurunda size karşı delil olarak
kullansınlar diye mi müslümanlara anlatıyorsunuz?
Aklınız ermez mi sizin?” Diyorlardı."
Birbirleriyle baş başa kaldıkları zaman
da birbirlerine tan etmeye başlarlar ve derler ki: Ne yapıyorsunuz siz yahu? Ne
yapmaya çalışıyorsunuz siz böyle? Yahu Allah’ın size ulaştırdığı bu bilgileri,
Allah katında sizin aleyhinize belge olsun diye mi müslümanlara söylüyorsunuz? Aklınız yok mu sizin? Buna
aklınız ermiyor mu? Allah’ın Tevrat’ta size açtığı bilgileri bu beyinsizlere, bu
bilgisizlere, bu ümmîlere mi veriyorsunuz? diyerek birbirlerine çatıyorlar. Bu
bilgileri sizin aleyhinize belge olarak kullansınlar diye mi veriyorsunuz
onlara? Bak sizin kitapta da böyleymiş! Sizin dininizde de varmış bu! Niye
gizlediniz bunları? Niye dininizden çıktınız? Niye kitabınızı değiştirdiniz?
diye bu Müslümanların size delil getirmelerini mi istiyorsunuz? Böylece sizin
delillerinizle bu müslümanların sizi sığaya
çekmelerini mi istiyorsunuz? Bu adamların sizin delillerinizle sizi vurmalarını
mı bekliyor-sunuz? Yapmayın bunu! Vermeyin bu
bilgileri müslümanlara! Bu iş kesinlikle sizin
aleyhinize çıkar diyorlardı.
Aklınız ermez mi sizin? Hem dünyada,
hem de ukbada aleyhlerinde bir delil olmasından
korktukları için Tevrat ve İncil’deki hakikatleri müslümanlardan gizlemeleri noktasında birbirlerini
uyarıyor-lardı.
Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?
Aklınızı kullanmıyor musunuz? Kur’an-ı Kerîmde akıl
kelimesi hiçbir zaman kendi başına "el Aklu" olarak
kullanılmamıştır. Akıl kendi başına hiçbir işe yaramaz, kendi başına hiç bir şey
yapamaz da onun için böyle denilmiştir. Akıl kendi ba-şına hiç bir şey değildir. Ön
bilgi vereceksin, yan bilgi vereceksin, kulağı kullanacak, gözü kullanacaksın da
akıl ondan sonra bir şey yapacak.
Değilse akıl hiç bir şey yapamaz. Ondan dolayıdır ki "akletmez misiniz!" denmiş. Tıpkı “görmez misiniz”? Demek
gibi.
Gözün kendi başına haydi mutlak bir
görüşlülüğü olsun diyelim, ama gözün asıl özelliği nedir? Gören göz, gözdür
değil mi? Adamın gözünün zarı patladı mı, ya da
kulağın zarı patladı mı duymaz değil mi adam? Onun kulağı ha var, ha yok; fark
etmez. Meselâ ağız için daha münâsip anlaşılır bu. Ağız var, dil var, diş var,
dudak var, yutak var, nefes var, ciğer var; ama adam yine de konuşamıyorsa
o-nun ağzı ha var, ha yok diyecektik ya. İşte:
Da böyledir. Allah da onların aklını
erdirmek için söylüyordu. Onlara, onları anlatmak için söylüyordu.
Peki acaba hangi bilgilerdi bu, müslümanlardan gizlemeye çalıştıkları bilgiler? Yâni gerek
âhir zaman Nebisine ait Allah’ın size bil-dirdiği
bilgileri, âhir zaman Nebisine ait Tevrat’ta Allah’ın size bildirdiği
bilgileri, gerek İsrâil oğullarının geçmiş mecraları ile ilgili Allah’ın size
bildirdiklerini.
Kur’an’ın mutlak doğruluğuna dair
Tevrat’ın şehâdeti bilgisini, Rasulullah’ın ve onun getireceği mesajın doğruluğuna ait
Rasulul-lah’ın vasıflarıyla
ilgili Allah’ın size haber verdiği bu bilgileri, bu doğruları, bu müslümanlara niye söylüyorsunuz? Niye elinizdeki kozları
veriyorsunuz bu adamlara? Aleyhinizde delil olarak kullanmalarını mı
istiyorsunuz bunları müslümanların? Bu bilgileri siz
onlara bildirme-seniz nereden bilecekler onlar bunu diyorlardı. Halbuki bu
bilgileri onların anlatmasıyla değil, Tevrat’ın da, Kur’an’ın da sahibi olan Allah’ın bildirmesiyle biliyordu
müslümanlar. Ama zavallılar bunun farkında değiller.
Allah buyurur ki bakın:
77:"Onlar bilmiyorlar mı ki; Allah
gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir."
Halbuki onların açıkladıklarını
da gizlediklerini de bilen Allah-tır. Bunlar bilmiyorlar mı ki Allah onların
esrarını da bilir, îlanını da? Gizlediklerini de bilir, açıkladıklarını da.
Sırlarını, esrarlarını, hattâ en gizlinin gizlisi olduklarını da Allah
bilmektedir. İsterse gizli gizli kendi aralarında
fısıldaşarak konuşsunlar, isterlerse açık açık
konuşsunlar, fark etmez; Allah onların konuştuklarının hepsini bilmektedir.
Halbuki Tevrat’ı indiren de, İncil’i
indiren de, Kur’an’ı indiren de Allah’tı. Bu adamlar
nasıl bir hesap içine giriyorlardı? Kalplerinde ne tür fesatlar taşıyorlardı,
bunu da biliyordu Allah. Ve bu bilgileri de Resûlüne ve müslümanlara anında bildiriyordu
Rabbimiz.
Burada iki şey demeye
getiriyorlardı:
1- Tevrat’ta Allah’ın size açıkladığı
bu bilgileri, öyle ulu orta her yerde konuşup durmayın! Yoksa Allah bu işin
farkına varır da yarın kıyamet günü bizim işimizi bitirir! diyorlardı bir.
Sanki Allah bilmiyordu, hainler.
2- Bir de müslümanlar bu bilgileri duydukça ayaklarını sağlam
basarlar, dinleri konusunda şüpheye düşmezler ve onları yollarından çevirmemiz
güçleşir, bizim işimizi zorlaştırıyorsunuz! Yapmayın! Kendi aleyhinize delil
olacak bu bilgileri vermeyin onlara! Diyorlardı.
Bugün de yahudi dinli, yahudi karakterli
insanların aynı şeyleri yaptıklarına şahit oluyoruz. Müslüman yanında müslüman görünüp kendi başlarına kalınca da: Yahu bu
adamlara niye bu kadar imkânlar veriyorsunuz? Niye bu adamlara doktorluk,
doçentlik imkânları tanıyorsunuz? Niye bu adamları şu şu makamlara, şu şu mevkilere
getiriyorsunuz? Bu İlâhîyat mezunlarını niye müdür yapıyorsunuz? Bu İmam Hatip
mezunlarını neden üniversite imtihanlarına sokuyorsunuz?
Hattâ yahu bu adamları niye kendi
televizyonlarınızda konuş-turuyorsunuz? Bunlar sizden
değil! Kur’an da anlatsalar, sünnet de duyursalar
bunlar sizden değil, konuşturmayın bunları! İmkân vermeyin bu adamlara!
diyorlar. Aynen yahudi mantığı..
78: "Onlardan (o yahudilerden) kimileri de vardır ki ümmîdirler. Okuma
yazma bilmezler. Kitabı da anla-mazlar. Ancak ümniyelere tabi olurlar ve sadece zanne-derler."
Onlar kitabı da bilmezler. Bunların işi
gücü kuruntudur ve de sadece zannederler. Onlardan kitap konusunda ümmî olanlar
vardır. Kitabı tanımayan, kitabı anlamayan, kitapta ne var ne yok bu konuda hiç
bilgisi olmayan insanlardır ümmîler. Ümmî, kelime mânâsı olarak anadan doğma
demektir. Yâni kitap konusunda, okuma konusunda sanki anadan doğma. Tıpkı
anadan doğduğu günkü gibi bilgisizdirler. Gerçi şimdi bizim piyasada ümmî olup
da âlim olanlar pek çoktur. Adamın hiç kitaptan haberi yoktur, ama âlimdir. Hani
şairin biri şöyle diyordu:
Rahm-i maderden nasıl doğduysa hâlâ
öyledir,
Gezmeden seyyah-ı âlem, okumadan
allâmedir.
Gam mıdır? Mektepten olmazsa şehâdet namesi,
Eşref ağa! oğlun için, namın şehâdet namedir.
Yâni böyle kimileri var ki, ben kitabı
tanıyorum der ve yürür. Arkasından da kimse yetişemez ona. İşte burada
anlatılanlar; İslâm’ı, Kur’an’ı bildiğine kendilerini
inandırmış insanlardır. Kitap ehlidir bunlar. Kitabı biliyorlar. Meselâ
imamlar, hocalar, vaizler, tefsirciler, hadisçiler, doçentler, doktorlar,
profesörler o tür insanlar gibi geldi bana.
Evet, kitap konusunda ümmîdir bunlar.
Nitekim Rasulullah’ın sıfatlarından biri de ümmî idi.
Ankebût sûresinin 48. âyetinde Rabbi-miz şöyle buyurur:
"Peygamberim, sen daha önce bir
kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı bâtıl söze
uyanlar şüpheye düşerlerdi."
(Ankebût 48)
Buyurur.
İşte ehl-i
kitap içinde kitabı bilmeyen ümmîler vardı. Bunlar kitaptan haberleri olmadığı
için, kitabı tanımadıkları için:
Bunlar ancak ümniyelerin peşinde giden insanlardır.
Emaniy; Ümniyenin çoğuludur. Ümniye, şu
anlamlara gelir:
1- Ümniye,
kuruntu demektir. Veya öyle de olsa böyle de olsa anlamsız, boş şey demektir.
Hayatı pek ilgilendirmeyen şey demektir. Bir şeyin modeli şu veya bu olmuş,
rengi krem veya yeşil olmuş, ya da tesbihin ipini siyah veya
kırmızı yapmışsın gibi şeyler. Kuruntudur bunlar. Olmasa da olur, ne fark eder
ki? Adamın biri geldi, bedesten-de dükkan kumaş dolu. İndirdiler, bir çeşit
yeşil arıyor adam. O kadar kumaşın arasında bir türlü adamın aradığı yeşili
bulamadılar. Karşı dükkana gidip geldiler ve bir tane bulup getirdiler. Hah!
dedi adam aradığım yeşil buydu işte! Ötekisinden yaptırmış daha önce, bir defa
giymiş; ama sonradan giyememiş onun için farklı bir yeşil arıyormuş. Bu bulup
geldikleri yeşile tekrar tekrar dönüp baktım. Yahu
acaba ben mi anlamıyorum yoksa diye bir daha baktım, hiçbir farkı yok. Yâni öyle
keyfe keder verecek hiçbir fark göremedim. Ama adam kafayı takmış, hayatı
bu.
Buraya yönelik söyleyelim şimdi bu
ümniye’yi: Hayatın öyle ve-ya böyle olması veya olmaması ümniye’dir, kuruntudur yâni. Meselâ gelin o arabayla gelir
mi? Diyor adam. Murat 124’müş de, gelin o ara-bayla gelmezmiş. Niye? Sadece
kuruntu ya başka bir şey yok. Efendim Adem (a.s)
yeryüzüne indikten sonra Havva validemizle nasıl buluştu? Nerede buluştu? Veya
Mûsâ’nın (a.s) âsâsı hangi ağaçtandı? Asanın boyu ne kadardı? Veya Belkıs’ın
köşkünün altını, gümüşü, zebercetleri neydi, nasıldı? Bunlar da ümniye’dir. Yâni hayatı ilgilendirmeyen, öyle de böyle de
olsa kişiyi cennete götürmeyecek boş şeylerdir bunlar. İşte bunları biliyor
adamlar, ama din diye biliyorlar. Din zannedip bunların peşine
takılıyorlar.
2: Veya ümniye kişinin kendi içinde, kendi kafasında şekillen-dirip biçimlendirdiği, hayal ettiği şeydir. Yâni
kuruntudur, hayaldir, boş şeydir. Ya da insanın böyle
diline dolayıp durduğu şeylerdir. Efendim yapmak lâzım! Etmek lâzım! Kurmak
lâzım! Gibi diline dolayıp bir türlü amele dönüştürmediği ve de zaten amele
dönüştürülmesi de mümkün olmayan idealler, mefkureler, hayaller gibi saplanıp
kaldığı şeylerdir. Veya peşine takıldığı hiçbir delile dayanmayan ham hayaller,
boş kuruntulardır. İşte kitap ehlinden böyle kitaba dayanmayan, kitapla ilgisi
olmayan, boş şeyler peşinde koşanlar vardır. Bunlar yalnız zan ederler, zan
peşinde koşarlar, zan içinde dolanıp dururlar.
Amelleri, bilgileri kitabî değildir,
kitaba dayanmaz. Zannediyo-rum bu böyledir! derler ve böylece zan üzerine yürürler.
Zanla amel ederler. Bunların işleri sadece boş bir taklittir.
Ehl-i
kitap arasında böyle bilginler, bildikleriyle müslümanları sapıtmaya çalışanlar olduğu gibi, bir de hiç
bir şey bilmeyip de o bilenlerin, o din adamları sınıfının elinde oyuncak
olan, kalplerini, kafalarını, düşüncelerini o bilenlerin cebine sokmuş insanlar
da vardır. Bunların adı ümmîyyundu zaten. Gerek yahudilerde ve gerekse hıris-tiyanlarda din adamları diye oluşan bu sınıf, diğer
insanların bilgilen-melerini istemiyorlardı. Bildikleri dini bilgilerin diğer
insanlar tarafından da bilinmesini istemiyorlardı. Bunlar bildikleri bu
bilgiler sayesinde, yığınların kendilerine pervane olmalarını istiyorlardı.
Bilgi kendilerinde olduğu için cahil bıraktıkları yığınlara hükmetmek, onları
kul köle edinmek istiyorlardı. Bu yüzden kafalarındaki bilgileri insanlara
anlat-mıyorlardı. Bildikleri Allah bilgisini, kitap ve
peygamber bilgisini insanlardan gizliyorlardı.
Şu anda yeryüzünde yaşayan insanlar
içinde de dini kendi tekellerine alıp veya siyaseti kendi tekellerine alıp,
dünyayı kendi tekellerine alıp, bilgiyi kendi tekellerine alıp, diğer
yığınlara: Sizler hiç bir şey bilmezsiniz! Sizler bu işleri anlamazsınız. Bilmek
ve anlamak zorunda da değilsiniz zaten! Biz varız ya!
Bizler sizin için herşeyi biliriz! Sizin adınıza,
sizin hayrınız için herşeyi düşünürüz biz! Sizin
adınıza biz karar veririz! Siz yeter ki bize bağlı olun, bizi dinleyin, bizim
size sunduğumuz hayattan razı olun, artık gerisini siz düşünmeyin. Sizin için
herşeyi biz ayarlarız. Dünyanızı da biz ayarlarız,
cennetinizi de biz ayarlarız diyen bugün de pek çok insan görüyoruz. Bildikleri
halde hak bilgisini insanlara anlatmayan insanlar. Yığınları sömürebilmek için
onları cahil bırakan insanlar. Onlar üzerinde hegemonya kurabilmek için bu
yolu tercih edenler.
Ama bakın, öbür tarafta bunların
karşılıklı tartışmaları anlatılır Kur’an’da.
Yönlendirenler ve yönlendirilenler. Yönetenler ve yönetilenler. Veya bir başka
anlamıyla müstekbir ve mus’taz’aflar. Bunların yarın cehennemde karşılıklı
tartışacakları haber verilir Kur’an’da. İşte bu
akıllarını din adamlarının cebine koymuş olan, onlara teslim olmuş olan kesim,
ümmî denen bu grup:
Bunlar kitabı bilmezler, ancak ümniyelere, zanlara, hayallere dayanırlar. Kitapla değil
de zanlarla, bilgiye dayanmayan ümniyeler le amel ederler. Ancak zannediyorlar. Yâni başkalarından
duyduklarını, hacıdan-hocadan duyduklarını din zannediyorlar, din diye zanla
amel ediyorlar. Başkalarından aldıklarını hayat zannediyorlar. Gerçi bu tür
insanlar ekonomik hayatlarında, ticaret hayatlarında, sosyal hayatlarında,
mesleki hayatlarında herşeyi bilebilmekten yanalar.
Herşeyi bilebilme gayretindeler. Bu konularda kimseye
teslim olmuyorlar. Kimseyi dinlemiyorlar. Ne din adamlarını, ne de başkalarını,
hayatlarının bu bölümlerine karıştırmamadan yanalar. Hayatlarının bu
bölümlerini kendilerinin bildiklerine inanırlar, ama mesele dine gelince,
mesele dinden haberdar olmaya, kitabı tanımaya
peygamberden söz etmeye gelince: Biz bu işi bilmeyiz! Biz bu işi
anlamayız! Bunu biz din adamları sınıfına bıraktık. Artık bu konuda onlar ne
derlerse biz, ona uyarız. Onlar, bunu bilsinler, kitabı onlar okusunlar,
anlasınlar, peygam-beri onlar tanısınlar. Biz
ticaretimizi ilgilenir, dünyamızı yaşarız ve de yarın onların delâletiyle
kolayca cennete gideriz diyorlar..
Allah’ın kendilerine gönderdiği kitapla
ilgiyi, alâkayı kesmiş, gerçeği bilmeyen, bilemediği için de bilenlerin kulu
kölesi durumuna düşmüş olan bu insanların din adına bildikleri sadece zandan
ibarettir. Dinlerini zan üzerine bina edip geçerler. Tabi onların gözünde din o
kadar önemli olmadığı için, bu kadar ilgi idare edecektir. Kordon boyunda volta atar gibi dinle birazcık
ilgilenme yetecektir bu insanlar için. Çünkü kendilerince çok önemli olan
dünyalık programlarından ancak bu kadar zamanları kalmaktadır
dinlerine.
Acaba Allah’ın kullarına dini üzerine
bina etsinler diye gönderdiği bu kitabı gerçekten herkes bilemez mi? Herkesin
bu kitabı anlaması mümkün değil mi? Ya da bu dini
sadece din adamları mı bilir? Yâni herkes bilemez, herkes anlayamaz mı bunu?
Hayır hayır, herkes kitabı bilmek zorundadır. Herkes
bu kitaptan haberdar olmak zorundadır. Bu kitap sadece bilenlere gelmiş,
hocalara, alimlere gelmiş bir kitap değildir. Herkes gücü nisbetinde bu kitabı anlayıp amellerini bununla delillendirmek zorundadır. Hani Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde:
"Allah size gıyl'u gal'i haram kıldı!"
Buyuruyordu..
"Gıyle"
Denildi, "Gale" Dedi demektir. Dedi ve denildi. Yâni
Allah’ın rasulü kişinin dinini dedi ve denildilere bağlamasının haram olduğunu söylüyor. Bu ameli niye böyle
yapıyorsun? E filan öyle demişti! Galiba falandan duymuştum! Herhalde öyle
duymuştum! Kişinin amellerini bunlara bağlamasını Allah ona haram kılmıştır
diyor Allah Rasûlü. Ya neye
bağlayacağız? Allah böyle dedi, Rasulullah böyle
buyurdu diyerek amellerimizi kitap ve sünnetten delillendirmek zorundayız. Filanlar, falanlar böyle
demişler diyerek bir din yaşanamaz. Bu dinin kitabı, bu dinin örneği dipdiri
ayakta dururken onlardan habersiz bir din yaşanması mümkün
değildir.
Yine bakın o bilenler, din adamları,
bilgilerini halka anlatmaktan sakınan bu adamlar, yâni bilgilerini Allah’a
kullukta kullanmaları gerekirken onu Allah’la çatışmada, Allah’a kafa tutma
yolunda kullanan bu insanlar, bakın ne yapmışlar:
79:"Bu veyl’e gidesiceler kendi elleriyle kitap yazdılar, sonra da onu
az bir değere satmak için dediler ki; işte bu Allah’tandır! Elleriyle
yazdıklarına da veyl olsun, kazandıklarına da veyl olsun onların."
Bu cehennemin veyline gidecek olanlar, bu Allah’ın lânetine uğrayasıcalar kendi elleriyle bir kitap yazdılar. Kendileri
yazdılar, kendileri oluşturdular, ama sonra da:
Bu Allah’tandır! Bu Allah’tan gelendir!
Allah tarafındandır! Bunu Allah buyuruyor! Bunu Allah emrediyor! dediler. Veyl olsun bunların bu yaptıklarına! Yazıklar olsun onların
kendilerine de, bu yaptıklarına da.
Bu âyetlerin bir açıklayıcısı da Âl-i
İmrân 78. dedir.
"Bir gruptur
onlar."
"Dillerini eğer bükerler, kitabı dillerine
dolarlar."
Dillerini kitaba doğru böyle eğip
bükerler. Sanki kitabı ağızlarına almış gibi, sanki kitapla ilgi kurmuş gibi
görünmeye çalışırlar. Kitaptan
konuşuyormuş gibi davranmaya çalışırlar. Aslında başka şeyler söylerler de
arada bir bunu da ağızlarına alırlar. Meselâ adam miting alanına çıkıyor, bazen
bazen tanrı böyle buyuruyor, kitabımızda da bu böyledir diyor. Veya filan
âyette de bu böyledir diyor, bir şeyler ekliyor yâni. İşte bu kitabı diline
dolamak, eğip bükmektir. Peki neden böyle yapıyorlar?
"Siz onu kitaptan sanasınız
diye."
Yâni ortaya koyduğu konunun
kitaptan olduğu zannedilsin diye. Aslında kitapla filan ilgisi yok adamın.
Kitaptan filan konuşmuyor, ama istiyor ki konuştukları İslâm’dan zannedilsin.
Adam arka arkaya bir dizi fikir sıralıyor ve araya böyle âyetler de
serpiştiriyor. Âyetlerden de dem vuruyor, âyetleri de geveliyor. Veya işte arada
bir peygamber de böyle buyuruyor diyerek hadis filan okumaya
çalışıyor.
Meselâ İslâm’da aile, İslâm’da takva,
İslâm’da kahramanlık, İslâm’da
kazanmak, İslâm’da harcamak, İslâm’da kadın, İslâm’da erkek filan diyor.
Kuralını kendisi koyuyor, iskeletini kendisi belirliyor. Kendisi bir paragraf,
iki paragraf bilgi sunuyor ve araya bir âyet koyuyor ki sanki biraz önce
söylediklerini âyet söylemiş gibi! Onun aslında planı şu: Meselâ yüz cümlelik
bir konuşması var, bu konuşmanın paragraflarını, iskeletini kendisi
belirliyor, iki paragraftan sonra: Ya Rab-bi bunları destekleyecek bir âyet lütfeder misin buraya?
diyor, yâni ayıp olmasın böyle sözlerim sırıtıp kalmasın diyerek bir âyet
ekliyor. Bir paragraf sonra da: Ya Rasûlallah bunu destekleyecek bir hadis diyerek, bir hadis
okuyor, ondan sonra Volter'e, Monteskiye'ye, Puşkin’e müracaat ediyor. Böyle bir esperanto yapıyor yâni. Bunun da din olduğunu söylemeye
çalışıyor. Bakın ben bir şeyler söylüyorum, aman beni destekleyin, çünkü ben bu
söylediklerimin tümünü Allah’ın kitabından ve peygamberin sünnetinden alıyorum
demeye getiriyor. Benim dediklerim kitap ve sünnete uygundur demeye
çalışıyor.
İnsanlar, bunu dinleyenler, bu
kitaptandır zannetsinler diye böyle yapıyor adam, oysa:
"Halbuki o kitaptan
değildir."
Halbuki o konuştukları, o yazıp
çizdikleri kitaptan değil, kendilerindendir. Onların hiç birisinin kitapla
ilgisi yoktur.
Yansıması da değil, anlatılması da değil. Bu Allah’tan değil, bunu anlamalıdır
adam.
"Allah’a yalan iftira yapıyor da, bunu da
bile bile yapıyor."
Diyordu âyet-i kerîme. Burada da bunun
farklı bir açılımı ortaya konuyor. Bakalım Allah ne
diyecek:
Evet elleriyle kitap yazdılar, sonra da
dediler ki; bu Allah’tandır. Bu Allah katındandır. Bunu bize Allah
bildirmiştir. Allah böyle buyurmuştur! Din budur! İman budur! Kitap budur!
İslâm budur, başkası değildir dediler. Peki niye yaptılar bunu? Allah’tan
gelmeyen, Allahın söylemediği şeyleri niye İslâm
etiketiyle sundular insanlara? Kendi yazıp çizdiklerini, kendi söyleyip
konuştuklarını niye Allah’a izâfe ettiler? Niye bunu Allah buyuruyor
dediler?
"Bunu az bir pahaya
satıyorlar."
Az bir pahaya satmak için yapıyorlar
bunu. Ya da bununla az bir değer kazanmak, biraz
değerlenmek için yapıyorlar. Çünkü:
Az bir pahaya satmak değildir. Semen,
aslında eder demektir. Hani bir şeyin ederi denir ya. Meselâ bunun ederi ne? deriz ya. Eğer bunun karşılığında iş yaparsa bir günlük yevmiyedir
bunun değeri. Veya bir tamir karşılığıdır, ya da bunun
ederi yüz bin liradır, iki yüz bin liradır. Bir şeyin karşılığı demektir. İşte
az bir değer. Yâni adamlar bu Allah’tandır derken ne değer kazanıyorlar? Ne
kazansınlar? Azıcık bir şey tabii. Tümüyle dünyayı kazansalar da az, makam
mevki kazansalar da az, evbark bulsalar da az,
arabalar elde etseler de, dükkanlar tezgahlar elde etseler az, az,
az..
Çünkü âyetleri satıp da, yâni âyet
konumundan sıyrılıp, âyet atmosferinden uzaklaşıp, farklı bir hayat yaşayınca
elde edecekleri ne olabilir ki bunların? Ne bulabilecekler yâni? En fazla
bulsalar bulsalar, tüm dünyayı bulabilirler. Ne kadar süreyle sahip olabilirler
bu dünyaya? Ölünceye kadar değil mi? Ölünce herşey
bitecektir. Ama bunun karşılığında ne kaybedecekler? Allah’ın rızasını
kaybedecekler, cennet kaybedecekler değil mi? Halbuki cennete en son girecek
kişi bile olsa bunlar tam dokuz dünya kaybedecekler. Tüm dünyayı dünyada
kazansalar bile nihâyet on sene, elli sene, ölünceye kadar sahip olabilirler,
ama cennet öyle değildir değil mi? Kazandıkları, kazanacakları her neyse
kaybettikleri cennetle mukayese edilince çok azdır. Cennet yanında tüm dünyayı
kazansalar bile ne anlamı olabilir de?
Az bir paha karşılığında satmak için
yaptılar bunu. Az bir paha, dünya ile sınırlı olan, ölümle biten, âhirete intikal etmeyen demek-tir. Peki bunu yapıyorlar da
ne alıyorlar karşılığında? Ne alırsa alsın-lar, tüm
dünyayı alsalar bile ne kadar süreyle alabilirler bunu? Tabiki ölünceye kadar. Müdürlük, ölünce biter. Bakanlık,
dekanlık ölünce bitecektir. Şan, şöhret, diploma, doktora, para, mal, mülk hepsi
ölümle bitecek ve yarına intikal etmeyecek şeylerdir. Bu yaptıkları şey
kendilerine sağlayacak çok küçük dünya menfaatleri yanında ne büyük bir âhiret azabı doğuracak; bunu bir
bilebilseler.
Tevrat ve İncil’i bozup da, Tevrat ve
İncil’i tahrif edip de sonra da: İşte bu Allah kelâmıdır! diyenlere yazıklar
olsun! Kur’an’ı tahrif edip, Kur’an’ı gizleyip, Kur’an’ı
insanlara anlatmayıp, ya da Kur’anda olmayan bir şeyi ondanmış gibi insanlara sunanlara
yazıklar olsun! Veyl olsun onlara. Veyl olsun onlara da, bu yaptıklarına da. Veyl olsun bu yazdıklarına da, karşılığında kazandıklarına
da.
Tevrat bilgisine, İncil bilgisine, Kur’an
bilgisine sahip olan ve bu bilgiyi Allah’ın kullarına anlatmaları gerekirken, bu
bilgiyle yeryüzünde Allah’a kulluk yapmaları gerekirken, bu kitabın yeryüzünde
hâkimiyeti konusunda çırpınmaları gerekirken, dünya karşılığında satanlara yazıklar olsun! Makam
karşılığında, diploma doktora karşılığında, maaş karşılığında, sosyal statüler
karşılığında Allah kitabını, Allah bilgisini, peygamber bilgisini satanlara
yazıklar olsun.
"Elleriyle yazdıklarına da veyl olsun onların, bunun karşılığında kazandıklarına da
veyl olsun!"
Herşeylerine
veyl olsun onların! Veyl;
iki anlama gelir:
1- Birisi kâfirlere söylenendir.
Kâfirler için söylenmiş bir bedduadır. Kur’an-ı
Kerimde kâfirler için nerede böyle bir beddua kullanılmışsa biliyoruz ki bu
cehenneme gidesiceler anlamına gelir. Cehennemin
veyline gidesiceler demektir
ki, buradaki bu anlamadır. Kâfirlere denince bu, gidin cehenneme! demektir.
Cehennemin veyline yuvarlanasıcalar demektir. Cehennemin en aşağısını boylayasıcalar demektir.
2- Bir de bu ifade mü'mine söylenince mânâ ayrı olacaktır. O da yazıklar olsun!
Bunu yapmamalıydın! Yapmamanız gerekirdi böyle bir şeyi! Bir mü’min olarak böyle bir şey size yakışmıyor! Keşke
yapmasaydınız bunu! anlamına gelecektir. Çünkü Peygamberimiz sahabeye böyle
demiştir. Bir yolculukta sahabe önde gitti, bir su başında konakladı, abdest almaya başladılar ve Rasulullah arkalarından yetişti. Onlar topuklarını düzgün
yıkamamışlardı. Topuklarını kuru bırakmışlardı da bunun üzerine Allah’ın Rasûlü onlara buyurdu ki:
Vay
ateşten bu topukların haline! Yapmasaydınız bunu! Hiç yakışmıyor size!
Diyordu.
Bakın bunlar, buna da çare bulmuşlar.
Allah bilgisini insanlardan gizlemeye çalışan
din adamları sınıfının bu cüretlerinin sebebini de bundan sonraki âyet-i
kerîme şöyle anlatır:
80:"Bu yahudiler,
bize ateş sadece sayılı birkaç gün dokunacaktır dediler. Sor onlara peygamberim:
Allah’tan bu konuda bir söz mü aldınız?"Bir ahit mi aldınız? Allah asla sözünden
dönmez."
Diyorlar ki; ateş bize ancak
sayılı günler dokunacaktır. Bizler sadece sayılı birkaç gün cehenneme
uğrayacağız. Bu:
Konusunda müfessirler şunları da
rivâyet etmişler:
1- Demişler ki, bu yedi gündür. Biz
sadece cehenneme yedi günlüğüne şöyle bir uğrayacağız, hepsi bu kadar diyorlar.
Yedi gün kadar işte meraklarımızın izalesi için şöyle bir gezinti yapacağız
cehennemde, ondan sonra kesinlikle oradan çıkacağız, çıkarılacağız
diyorlar.
2- Veya kırk gün demişler. Hani Hz. Mûsâ onları bırakıp da Tur’a vahiy almaya gitmişti de,
onlar da Mûsâ gelinceye kadar Allah’ı bırakıp buzağıya tapınmışlardı ya, işte bu kadar bir süre, kırk gün kadar cehenneme şöyle
bir uğrayacağız, ondan sora cennete gideceğiz diyorlar.
Diyorlar ki; bizler cehenneme
gitmeyeceğiz. Bizler, biz âlimler, biz toplumun önderleri cennete gitmeyecek de
şu ümmî, şu cahil, şu hayrı-şerri bilmeyen insanlar mı gidecekler yâni? Şu halk
kesimi, şu bizim kendilerine yol gösterdiğimiz insanlar mı gidecekler cennete?
diyorlar. Eğer bugün dünya üzerinde onları biz yönlendiriyorsak, onlara biz
yol gösteriyorsak, hattâ cennetin pasaportunu, cennetin olurunu bile onlara şu
anda biz veriyorsak elbette öbür tarafta da biz önde olacağız diyorlar,
kendilerini garanti cennetlik görüyorlar.
Öyle ya,
hocalar, hacılar, din adamları, Papazlar, Keşişler, Kardinaller dururken
başkaları mı girecekti cennete? Hem Allah’ın bilgisine sahip ol, hem kitap
bilgisine sahip ol, hem onları bilmeyenlere anlatma, hem onları az bir pahaya
sat, hem de cenneti bekle! Olacak şey değildir bu. Ama adamlar böylece
kendilerini avutuyorlar, avunuyorlar kendi kendilerine.
Bizde de var böyleleri, hem de pek çok. Bizler filan grubun üyeleriyiz,
bizler falan zatın müridleriyiz, kabir suâlimize bile
filanlar cevap verecektir diyenler. Kendilerini mutmain görenler bizde de pek
çok Allah korusun. Biz girmeyeceğiz de cennete Allah sığırları mı koyacak?
Diyerek kendi kendilerini avutanlar. Kendilerini sığırlarla mukayese ederek
oraya herkesten daha lâyık olduklarını iddia edenler pek çoktur. Bakın Allah
buyuruyor ki:
"Sor onlara peygamberim: Allah’tan bu
konuda bir söz mü aldınız?"Bir ahit mi aldınız?
Bir ahid mi
verdi Allah sizlere? Sizler artık bu bilgiye sahip olduktan sonra, kitap
bilgisine sahip olduktan sonra, o grubun, o cemaatın
üyesi olduktan sonra, o zata biat ettikten sonra, ne yaparsanız yapın! Nasıl
bir hayat yaşarsanız yaşayın! Kesinlikle sizler cennete gireceksiniz!
Cehennemin yüzünü bile görmeyeceksiniz! Olsa olsa
belki sayılı birkaç gün orayı şöyle bir ziyaret ettikten sonra, meraklarınızı
izale ettikten sonra ben sizleri hemen cennetime koyacağım! diye Allah bir söz
mü verdi size? Eğer bunu Allah demişse, bu konuda Allah’tan bir ahit
almışsanız, Allah size bu konuda bir vaad da
bulunmuşsa :
"Allah asla sözünden
dönmez."
Allah ahdine sâdıktır. Kesinlikle
Allah vadinden dönmez. Ama Allah böyle bir şey demedi. Deseydi kitaplarının
birinde delili olurdu. Bakıyoruz gönderdiği kitaplarının hiçbirisinde herhangi
bir kimse sadece bu bilgiye sahip olduktan sonra, böyle bir mârifete sahip
olduktan sonra, hak bilgisine ulaştıktan sonra ne yaparsa yapsın, nasıl
yaşarsa yaşasın sahip olduğu bu bilgi sayesinde onu cennetime koyacağım diye
bir âyet göndermemiştir Allah.
Bilmek yeterli diyor değil mi adamlar?
Mârifete ulaşınca kulluğa da gerek kalmaz diyorlar.
Hattâ:
"Sana yakîn
gelinceye kadar da Rabbine ibâdet et!"
(Hicr 99)
Âyetini de böyle anlamaya
çalışıyorlar. Yakîne ulaşıncaya kadar kulluk yap!
Yakîn bilgisini elde ettin mi, kulluk biter diyorlar.
Yâni mârifete ulaştın mı, Nirvanaya ulaştın mı artık
namaz da, oruç da, kulluk da biter diyorlar. Önemli olan buna ulaşmaktır. Fena
fillah da budur galiba. Allah’la bütünleşme, Allah’la
ahbaplaşma. Bu gerçekleşti mi artık, balta sapını kesmez diyorlar. Artık Allah
kendisiyle bütün-leşen, kendisiyle dostlaşan, yani
Allahlaşan bir kimseye azap edemez diyorlar.
Hayır! Hayır! İş öyle değil, durum
sizin bildiğiniz gibi değildir.
81:"Kim bir günah işler ve günahı kendisini
çepeçevre kuşatırsa, işte onlar cehennem ashabıdır ve orada ebedîyen
kalıcıdırlar."
Tıpkı Nisâ sûresinde olduğu
gibi:
"Bu iş ne sizin kuruntularınıza,
ne de ehl-i kitabın kuruntularına göre değildir. Kim
bir günah işlerse mutlaka onunla cezalandırılır. Ve kendisine Allah’tan başka
ne bir dost bulabilir ne de bir yardımcı."
(Nisâ: 123)
Evet bu iş, ne sizin kuruntularınıza,
ne de ehl-i kitabın kuruntularına göre değildir.
Kim bir günah işlerse mutlaka cezasını görecektir. Kendisine Allah’tan başka ne
bir dost, ne de bir yardımcı bulunamaz. Dost bildiklerinizin işi bitmiştir,
yardım edecek dediklerinizle aranıza engeller konulmuştur
artık.
Kim bir günah işler ve bu günahı onu
çepeçevre sarar, çepe-çevre onu kuşatırsa. Acaba
buradaki günahının kendisini kuşatmasını nasıl anlayacağız? Günahının kişiyi
kuşatması ifadesini ulemâ şöyle anlamaya çalışmışlar:
1- İbni Abbas bunun şirk olduğunu söylemektedir. Şirk bir adamı
çepeçevre kuşattı mı artık o kişinin akıbeti kötüdür. Çaresiz o, kesin cehenneme
gidecektir.
2- Kimileri de günahın kişiyi böyle
çepeçevre kuşatmasını şöyle anlamışlar: Kişi günah işler de eğer tevbe etmeden günahları üzerine ölürse kesin cehenneme
gidecektir. Yâni adam günah işler fakat
tevbe etmeye zaman bulamadan günahları üzerine ölürse,
amelleri onu çepeçevre kuşatmış demektir.
3- Bazıları da bunu şöyle anlamaya
çalışmışlar: Onların amelleri, amelsizlikleri onları çepeçevre sarmıştır. Bu
böyle bir anlık gafletleri sonucu, bir anlık dikkatsizlikleri sonucu ortaya
çıkmış bir şey değildir. Sürekli bu durumu yaşamışlardı. Sürekli o günahlarla
beraber olmuşlardır. Öyle değil mi? Mü'minler de
bazen hata edebilirler. Bir anlık gaflet sonucu, bir anlık hata sonucu veya geçici bir duygu sonucu
günah işleyebilirler, emre karşı gelebilirler. Ama ilk uyanışla, ilk hatırlama
ile hemen bundan vazgeçerler mü'minler.
A’râf: 201 de bu husus
anlatılır:
"Allah’a karşı gelmekten sakınanlar,
şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, hemen Allah’ı anarlar ve gerçeği
görürler."
(A’râf 201)
İşte müminler bir anlık gaflet sonucu
işlenen günahlarından hemen dönerler. Burada anlatılan da, sürekli bu
günahlarla yaşayan, bu günahlar kendisini hiç terk etmemiş olanlardır. Hani
Allah’ın Ra-sûlü bir
hadislerinde bu hususu şöyle anlatıyordu: Adam bir günah işler, işlediği bu
günah onun kalbinde siyah bir leke oluşturur. Adam tevbe edip pişmanlık duyunca bu leke silinir. Ama adam tevbe etmez-se bu leke orada
kalır. Sonra ardından bir günah daha, bir günah daha, derken adamın kalbi
simsiyah bir kılıfla örülür ve artık onun kalbi mühürlenir ve duymaz,
duygulanmaz hale gelir diyordu ya; işte burada da
sanki o anlatılıyor.
"Hayır hayır
onların işledikleri günahlar yüzünden kalpleri paslandırılıp
körleştirilmiştir.
"(Mutaffifin: 14)
Âyetinin de anlattığı gibi bunlar
işlediği günahlar yüzünden kalpleri kuşatılmış ve Allah tarafından kalpleri
kapatılmış, mühür vurulmuş insanlardır. Yâni adam bir günah işler ve işlediği
bu günah onun içini, dışını, kalbini, dilini ve tüm azalarını sararsa. Yâni
artık kal-bi de bu günahı kabullenir hâle gelirse,
kalbide o günahtan rahatsızlık duymaz hale gelirse işte o zaman bu adamın sonu
kötüdür. Ama öyle değil de kalbi tamamen küfürle örtülmemiş ve hâlâ kalbinde
imana yer kalmış olanlar, yâni günahı, günah olarak bilip helâl demeyenler, cehennemde ebedî
kalmayacaklardır. Temelde bizim fazla önem ver-mediğimiz kimi günahlar bizi kuşattıkça, onların bizi
cehenneme doğru sürüklediğini anlıyoruz bundan. Meselâ adam küçük bir günah
işledi ve arkasından tevbe etmedi, pişmanlık duymadı,
onun arkasından sadaka vermedi veya hemen bir iyilikte bulunmadı. Ve o günahı da
onu kuşattı ise, artık o günah o kişiyi günahı kabule götürecek, gü-nahı inkâra götürecek, onu
iyilik yapmaktan alıkoyacak ve bu durum da onun cehenneme uğramasına sebep
olacaktır.
Aman ha! Hiç kimse, ne hocanız, ne
hacınız, ne âliminiz, ne cahiliniz, ne kadınınız ne erkeğiniz kendine
güvenmesin. Bir günah işleyince hemen arkasından tevbe
etsin, pişmanlık duysun, sadaka versin, bir iyilikte bulunup o günahın
silinmesine çabalasın. Değilse bu da
olsun bakalım, bu da olsun bakalım, deyip o günahı hesaba katmayarak yaşarsak;
bilelim ki, böyle bir hayatın sonu cehennemdir. Bunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmayalım inşallah.
82:"İman edip salih ameller işleyenler var ya;
onlar, cennetliktirler. Onlar, orada ebedîyen
kalacaklardır."
Ama beri tarafta iman edenler ve
imanlarını amele dönüştürenler, bilgilerini Allah’a kullukta kullananlar,
bilgilerini Allah’ın bilgileriyle destekleyerek kulluğun emrine verenler,
bilgilerinin yaşanması adına ortam oluşturmaya çalışanlar var ya işte onlar da cennet ashabıdır ve onlar da orada ebedî
kalıcıdırlar.
Bundan sonra yine İsrâil oğullarından
alınan bir mîsaktan söz edecek Rabbimiz. Ama bu âyet
bizim kitabımızda olduğu için, bu bizimle de ahit anlamına gelmektedir. Hani
daha önce söyemiştim, efendim bu âyet yahudilere hitap ediyor, binaenaleyh bu bizi ilgilendirmez,
demek kitabı tahrif anlamına geliyordu. Yâni bakın Allah İsrâil oğullarından bir
şeyler istiyor, şunları şunları yapın diyor. Peki bu
istenenleri biz yapmayacak mıyız? Elbette biz de yapacağız. O halde Allah,
Kur’an’a sahip olan, Kur’an’a inandığını iddia eden herkesten bu ahdi
alıyor.
83: “Biz İsrail oğullarından şöyle
mîsak almıştık: “Allah’tan başkalarına kulluk
etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik
edeceksiniz, insanlara güzel söz söyleyin, namazı ikame edin, zekatı verin”
Sonra sizler, pek azınız müstesna döndünüz; hâlâ da yüz çevirip
duruyorsunuz.”
“Evamir-i Aşara” olarak bilinen bir on emir
vardır. Türkçe’ye de on emir olarak tercüme edilir. Müfessirlerce Kur’an-ı Kerîmdeki bu bölümün, on emri anlattığı söylenir.
Gerçekten de bakıyoruz on emir vardır içinde ama, Hz.
Mûsâ’ya on emir olarak anlatılan bu muydu? Yoksa Hz.
Mûsâ’ya anlatılan emirlerden on tanesi mi buydu? Bunu bilmiyoruz. Yâni Cenab-ı Hakk’ın bizzat levhalara
yazdığı emirler bumuydu? Yoksa bunlar Tevrat’ın içindekiler miydi? Bunu tam
olarak bilemiyoruz. Yâni bu Cenab-ı Hakk’ın İsrâil oğullarına
Hz. Mûsâ aracılı-ğıyla
bildirdiği istekleri, arzuları, emir ve nehiylerinden
bir bölümdür. Ama Hz. Mûsâ’ya ilk gönderilenler mi?
Yoksa levhada yazılı gönde-rilenler mi? Turda Cenab-ı Hak’la karşı karşıya geldiklerinde verilenler mi?
Yoksa başkaları mı? Onları bilmiyoruz. Ama burada on emir vardır.
Şimdi bu on emire bakalım, tabi
İslâm mânâsına, Allah’ın gönderdiği emirler mânâsına bu on emir bizim de on
emrimizdir. Yâni bize de gönderilen on emirdir. Her ne kadar İsrâil
oğullarından alıntı gibi görüntülense de bizim için de aynı şey söz konusudur.
Çünkü bakın bizim kitabımızın bir âyetidir bu. Bakalım nelermiş
bunlar:
Biz İsrâil oğullarından mîsak almıştık. Mîsak; bağ
demektir. Anlaşma da insanı bağladığı için ona da mîsak denmiştir. Allah’la İsrâil oğulları arasında bir
ahit, bir söz alışverişi demektir bu. Yâni Allah söylemiş, onlar kabullenmiş.
Allah emretmiş, onlar da kabullenmeyi Allah’a arzeylemişler, Allah da bu kabullenmeleri karşılığında
onlara cennet vaâdetmiştir gibi. İşte böyle bir ahit,
bir söz alışverişi olmuştur, bir mîsak olmuştur
aralarında.
Hani Mîsak-ı
milli filan diye tarihe mal olmuş bir kelime var ya. Burada da anlatılan iki taraftan biri
Allah, diğeride İsrâil oğulları olarak gerçekleşen bir
mîsaktır. Peki acaba şartları neymiş bu mîsakın? Hangi konularda mîsak
almış onlardan? Ya da hangi konular üzerine itaat
edeceklerine, yerine getireceklerine dair söz vermişler bu adamlar
Allah’a?
"Allah’tan başkasına kul
olmayacaksınız!"
Allah’tan başkasının kulu kölesi
olmayacaksınız! Boynunuzdaki ipin ucunu Allah’tan başkasına vermeyeceksiniz.
Allah’tan başkalarını dinlemeyeceksiniz. Allah’tan başkalarının çektikleri yere
gitmeyeceksiniz. Allah’tan başkalarının arzularını yerine getirmeyeceksiniz.
Allah’tan başkalarının kulu-kölesi olmayacaksınız. Tabi Allah’a kulluk; mutlak
mânâda Allah’a kulluğu, mukayyet anlam da da
başkalarına itaati gerektirecektir. Yani Rabbimizin bu kitabın da sınırlarını
belirlediği yasal itaat mekanizmalarından söz ediyorum. Allah’a kulluk mutlak
mânâda O’nu kulluğu gerektirirken, mukayyet mânâda Allah’ın onlara da itaat
edin, onları da dinleyin buyurduğu itaat mekânizmalarını tamamen diskalifiye
anlamına gelmeyecektir. Veya bir başka deyişle onlara itaat Allah’a isyan,
yahut şirk anlamına gelmeyecektir.
Meselâ Allah ulül emre itaati isteyecek, anneye babaya itaati veya
kocaya itaati isteyecektir. Yerine göre bu itaatler de yine Allah adına olunca,
herşey Allah’a kulluk olacaktır. Yâni boynunuza Allah
ipini takın! Mutlak mânâda Onu dinleyin! Her hâlü
kârda Onun dediklerinin dışına çıkmayın! İtaatinizi Ona verin! Ama Allah
kendisinin dışında kime itaat emretmişse, bazen bazen
onlara da verin demektir bu. Yâni Allah’a itaat yanında onlara da itaat onları
Rab konumunda görme, ya da onlara da kulluk yapma
anlamına gelmeyecektir. Aksine kişinin Allah’ın onlara da itaat edin buyurduğu
kimseere itaati de Allah’a itaati anlamına
gelecektir. Çünkü bunu diyen de Allah’tır.
Meselâ şimdi saat 07.00 de ders için
buraya gelin! demekle ben sizin Rabbiniz olmadım aslında. Ama Allah bu konuda
bana böyle bir izin verdi ve sizin boynunuzdaki Allah ipini ben bu izinle
kullandım. Değilse bu konuda benim bu emrimi dinlemeniz bana kulluk mânâsına
gelmeyecektir. Veya kişinin peygambere itaati, halifeye itaati, babasına,
anasına, kocasına, hocasına itaati ona kulluk mânâsına gelmeyecektir.
Yâni:
Sadece Allah’a kul olun demek,
Allah’tan başkasının sözünü dinleyince kâfir olursunuz anlamına gelmez. Arkadaş
bir bardak su verir misin? dedi biri, ötekisi de Allah isterse veririm değilse
veremem! Öyle olmayacaktır tabii. Aslında âyetin bu bölümü diğer akdi mîsak bölümlerinin tümünü anlatır. Peki neymiş bu Allah’a
kulluk birimleri? Nelermiş bunlar? Şimdi onları anlatmaya başlıyor âyet-i
kerîme:
"Anaya babaya da ihsanda
bulunun."
Veya anaya-babaya muhsin davranmak. Yâni ana-baba karşısında da Allah
karşısında olma şuurunu taşımak. Yâni gerçekten çok orijinal bir
kavram.
İhsan neydi? İhsan, Allah’ın gördüğü
şuuru içinde olmak. Kişinin yaptığını Allah huzurunda, Allah kontrolünde yapma
şuuru içinde olmasıdır.
Yâni bakın burada anaya-babaya itaat
isteniyor bir anlamda; ama ana-babaya itaat ederken, itaat ortamında da Allah
karşısında olma şuurunu kaybetmeyeceğiz. Bu işi yaparken Allah kontrolünde
olduğumuzu hep hatırda canlı tutacağız. Yâni ya Rabbi!
sen bana, annene şöyle davran dedin diye yapıyorum bunu. Sen, bana böyle yap
dedin diye böyle yapıyorum diyerek hem Allah huzurunda olacağız, hem de onlara
itaat edeceğiz.
Ama onların bizden istedikleri Allah’ı
gücendirecek, kızdıracak veya azabını gerektirecek noktaya ulaşınca da o zaman
onlara itaat etmeyeceğiz. Hemen o anda vazgeçivereceğiz. Anamız-babamız da
olsalar dinlemeyeceğiz onları. Niye? Çünkü Allah huzurundayız ya. Allah kontrolündeyiz ya. Ne
yapacaksak, nasıl yapacaksak, onun rızasını aşmayacak şekilde yapmak zorunda
olduğumuzu asla unutmayacağız.
Dikkat ediyorsanız ana-babaya itaat
değil, ihsan isteniyor bizden. Âyet-i kerîmede anaya-babaya itaat edin denmiyor
da ihsanda bulunun deniyor. Yâni ana-baba karşısında Allah huzurunda
olduğunuzu, benim kontrolüm ve murakabem altında olduğunu bir an bile unutmayın
buyuruluyor. Öyleyse anaya-babaya itaatin birkaç
boyutu vardır tabii. Bugüne kadar anladınız, duydunuz, dinlediniz bu konuyu da
inşallah şöyle bir tekrar edelim özet olarak:
1: Anne-baba bir kere varlık sebebiyle
itaate lâyıktır. Bizim varlığımız
sebebiyle onlar itaate lâyıktırlar. Ve onların var olmaları se-bebiyle itaate lâyıktırlar.
Annemiz-babamız bizim sebeb-i vücudumuz-dur. Yâni
senin annen-baban senin varlığına sebep olduğu için ona itaat
edeceksin.
Tamam, itaat edeceğim; ama babam
huysuzluk yapıyor, anam namaz kılmıyor, abdest
almıyor! İslâm’ı yaşamıyorlar, dinle ilgileri yok. Ne olursa olsun onlar senin
annen-baban mı? Sen de ondan dolayı mı varsın? Tamam, sen onlara itaat
edeceksin, bir kere; mutlak ölçü budur. Çünkü onların itaate hak kazanmaları,
bizim anamız-babamız olmalarından dolayıdır. Bizim sebeb-i vücudumuz olmaları sebebiyledir. Bunun için iyi bir
müslüman olup olmamaları hiç de önemli
değildir.
2- İkincisi annen va baban eğer şirk konusunda, seni şirke düşürme konusunda,
yâni senin dinini egale etmek, İslâm’ını ekarte etmek üzere senden bir istekte bulunuyorlarsa, o
zaman sen kenara geç ve dinleme onları! Yâni onlara itaat etme! Ama hemen onları
öldür! İşlerini bitir demek değildir tabii bu. Fakat bu işte ısrar ediyorlar,
üstüne düşüyorlar ve senin dinini bozma boyutuna götürüyorlarsa bu isteklerini,
o zaman onları diskalifiye et! Yâni onları sıfır hale getir! Ya da sessiz hale getir? demektir bunun mânâsı. Hattâ
Bedir’de olduğu gibi, baban veya anan Allah’ın dinini engelleme adına varlığını
ortaya koyuyor ve seni engellemeye çalışıyorsa o zaman kafasını da kes!
Defterini de dür! ikinci boyut da böyle.
3- Üçüncü boyuta gelince, dünya
işlerinde de onlarla iyi geçin. Ama yanlış anlamayalım, dünya işlerinde onlarla
geçin demek, sözlerini dinle, dediklerinden dışarı çıkma manasına değildir.
Ya nedir? İşte geçinin demektir. Gönüllerini alın
demektir.
"Eğer anan bana seni körü körüne bana
şirk koşmaya zorlarlarsa onlara itaat etme. Ama dünya işlerinde de maruf
veçhile onlarla geçin."
(Lokman:
15)
...deniyordu ya, işte yâni tevhit ölçüsüne dayanarak, İslâm ölçüsü
içinde onlarla geçin. Peki bunun ölçüsü ne olacak? Bunun ölçüsü benim bildiğim;
onları gücendirme, onları küstürme demektir. Gönüllerini alarak, kandırarak
yine bildiğin şekilde Allah’ın senden istediklerini yapmaya devam et demektir
bunun mânâsı.
Ama mubahlardan biri de eğer onları
kandırabilirsen, gönüllerini edebilir, ikna edebilirsen sen istediğini yap.
Ama sen istemezsen mutlaka onların dediğini yap. Başka çaren yoktur
çünkü.
Meselâ babam bana burada otur mu dedi,
ya da oturma mı dedi. Orada oturmak da helâl, burada
oturmak da helâl iken, babam bu ikisinden birini isterken, neden bunu
istiyorsun? Senin zevkine mi uyacağım demeye hakkımız yoktur. Ama baba, bak
burası daha güzel. Burada oradan daha rahat ederim filan diyerek
kandırabilirsen tamam o zaman burada otur, değilse onun dediği yerde oturmak
zorundasın. Veya meselâ benim babam bugün buraya gelmeme engel olursa, eğer
size verilmiş bir sözüm yoksa gelmemeliyim. Ama onu kandırabilirsem o ayrıdır
tabii. Benim bildiğim anaya-babaya itaatin sınırı da işte bu olacaktır. Üç
kademede düşünebiliyorum.
Bir kere mutlak mânâda onlar itaate
lâyıktır. Onlar iyidir diye, müslümandır diye değil,
anne-baba olmaktan dolayı itaate lâyıktır. Ama itaat derken benden şirk
isterlerse o zaman ben yan çizeceğim, yok kabul edeceğim, dinlemeyeceğim,
duymayıvereceğim, anlamayıvereceğim, unutuvereceğim. Ama ısrar ederlerse engel
koyacağız, fakat dünya işlerinde de onlara hoş görünmeye çalışacağız. Yâni anne
ve babanın karşısında onlara itaat ederken de Allah huzurunda olduğumuzu asla
unutmayacağız. Onlar hatırına Rabbimizi darıltacak bir noktaya düşmemeye
çalışacağız inşallah.
Ama şu bizim mevcut uygulamada
ana-babaya itaat biraz da onların rubûbiyet makamına
geçmelerini sağlıyor ki, bu konuda daha titiz
davranmak zorunda kalacağız. Yâni adam diyor ki, illa da benim dediğim olacak.
Zevkini tatmin için değil; ama belki enaniyetini
putlaştırmak için diyorsa, onun bu zulmüne engel olmaya da çalışacağız. Çünkü
onun bu hareketi, kendini Rab makamında görmesinden ötürü bir zulümdür. Öyle
olunca da artık burada konu anneye-babaya itaat konusu değil, annenin babanın
kötülüğüne engel olma konusudur ki, o zaman ona da dikkat edeceğiz. Onların her
dediklerini yaparak onları putlaştırmamaya dikkat edeceğiz.
Tabi bunu da nasıl
ayarlayacağımız konusu da ayrı bir konudur. Tıpkı bıçak sırtı gibi bir şey. Bir
yana kaydı mı öbür yandan kaya-caktır, ikisinin
ortasında durmak çok zordur yâni.
Bir özet yapalım ve geçelim: Anaya babaya ihsan:
a- Onları hayra, hakka teşvik etmektir.
Babamız-anamız olarak sürekli onları hayra teşvik edeceğiz. Allah’ı hoşnut
edecek amellere teşvik edeceğiz. Onları hep cennet yolunda tutmaya, cehennem
yollarına barikatlar koymaya çabalayacağız.
b- Onlara karşı merhametli
davranmaktır. Onlara karşı hep merhamet edeceğiz. Onlar üzerine tıpkı onların
biz küçücükken bize karşı rahmet ve merhamet kanatlarını gerip bizi korudukları,
kolla-dıkları gibi biz de onların üzerine rahmet ve
merhamet kanatlarımızı gereceğiz. Onların cehenneme gidişlerine göz
yummayacağız.
c- Allah’ın size ulaştırdığını siz de
onlara ulaştırın demektir. Allah’ın bize ulaştırdığı gerek kitap bilgisini
onlara ulaştırmak şeklinde, gerekse Allah’ın bize lütfettiği rızıklardan onlara vererek onlarla paylaşmadan yana
olacağız.
d- Onları cennete götürmenin savaşını
verin demektir. Yâni onlara cennet yollarını açıp onların cehennem yollarına
barikatlar koyun demektir.
Evet işte böylece ana-babalarımıza
karşı muhsin davranacağız. Onlar karşısında hep Allah
huzurunda olduğumuzun, onlardan önce Allah’ı darıltmamamız gerektiğini
unutmayacağız. Onların Allah’ın emir ve arzularıyla çatışan arzu ve isteklerini
yerine getirerek, onları putlaştırarak Rabbimizi darıltma durumuna
düşmeyeceğimiz gibi, onların hiçbir isteklerini yerine getirmemek şeklinde de
Rabbi-mizin ihsan emrini çiğnemeyeceğiz. Hep Allah
huzurunda olduğumuz bilincinde olacağız. Başka kimlere karşı ihsan istiyormuş
Rabbimiz?
"Akrabaya da ihsanda
bulunun."
Akrabaya iyilikte bulunmak da aynı
mânâlara gelmektedir. Malla, lisa nla, bilgiyle onları cennete
götürmeye çalışın demektir. Akrabalarınızı kendi hallerine bırakmayın ve
sürekli onlarla görüşerek hak yolda olmalarını sağlayın demektir. Onlarla
ilişkilerinizi de yine Allah huzurunda olduğunuzu unutmadan ayarlayın. Onlara
karşı Allah’ın istediği şekilde davranın. Allah’ı küstürecek ilişkilere asla
girmeyin diyor Rabbimiz.
"Yetim ve miskinlere de ihsanda
bulunun."
Yetim ve miskin. Toplumda ortadan
kaldırılmaları mümkün olmayan bu iki gruba da iyilikte bulunun. Yâni bu iki
grubun ortadan kaldırılması mümkün değildir. Bunlar toplumda her zaman var
olacaktır. Çünkü ne yaparsanız yapın birilerinin anası ölecek, babası ölecek ve
yetim kalacaktır. Bu iki gruba da ihsan edin. Yetim ve miskinlerden kimisinin
kafası açtır, kimilerinin kalbi, kimilerinin de midesi açtır. Onların bu üç
bölgelerini doyurmayı ihmal etmeyin. Kafanın gıdası bilgidir, kalbin gıdası
iman, midenin gıdası da helâl rızıktır.
Öyleyse toplumda var olan bu
yetim ve miskinlerin sadece midelerini doyurmakla iş bitti zannetmeyin. Onların
kafalarını İslâm bilgisiyle, kulluk bilgisiyle doyurun, kalplerini de Allah’ın
istediği imanla doyurun. Yâni yetimlere, analı babalı olanlar gibi bir dünyada
yaşatılmaları konusunda ihsanda bulunun. Miskinlerin de paralı pullu olanlar
gibi yaşatılmasını sağlamak üzere ihsanda bulunun. Yediğinizden yedirip,
giydiğinizden giydirip, onların huzurunu sağlamaya ve onları kendi hayat
standartlarınıza çıkarmaya gayret edin.
"Bir de insanlara güzel söz söyleyin."
Güzel söz insanların hoşuna giden söz
demek değildir. Allah’ın hoşuna giden söz güzeldir. İnsanları hoşnut edecek
sözler güzel değildir, Allah’ı hoşnut edecek sözler güzeldir. Hani Allah’ın
Rasû-lü bir hadislerinde
bunu şöyle anlatıyordu:
"Gerçek müslüman müslümanların elinden ve
dilinden sâlim olduğu, selâmette kaldığı
kimsedir."
Müslümanların elinden ve dilinden
mutazarrır olmadığı kimse en faziletli mü'mindir,
buyurur Allah’ın Rasûlü. Ama bu demek değildir ki
emr-i bil’marûf yapmayan,
haddi uygulamayan, insanları cezalandırmayan kişidir. Halbuki bu yukarıda
sayılanlar insanları her zaman rahatsız edecektir. O halde insanları nelerin
rahatsız edeceğini bilmek zorundayız. Ya da insanları
rahat, veya rahatsız etmenin ne demek olduğunu bilmek zorundayız. Gerçek rahat
dünya rahatı değildir. İslâm, rahat ve saâdet kaynağıdır. İslâm, kişiye ebedî
saâdet kazandırmak, kişiyi daru’sselâm’a götürmek
için gelmiştir. Gerçek rahat ve gerçek saâdet de selâmet ve rahat yurdu olan
ahiretteki saâdettir.
Öyleyse kişinin elinden ve dilinden
sadır olan şeyler insanları daru’sselâma, saâdet
yurduna götürüyorsa, konuştuğu ve yaptığı şeyler müslümanları daru’s-selâma, yâni
cennete götürüyorsa; işte bu mü'min, en hayırlı mü'mindir. Yoksa burada anlatılan sadece insanların dünyadaki saâdetlerini
sağlamak değildir.
Allah’ın Rasûlü insanları recm ederken ve
savaş için onları Bedir’e götürürken, hırsızlık yapan kişinin elini keserken,
belki onları dünya açısından rahatsız ediyordu, ama daru’s selâm saâdetlerini ha-zırlıyordu onların. Yâni
cennete kazandırıyordu onları. Öyleyse insan-lara söz
söylerken hayırlı ve maslahata uygun söz söyleyeceğiz. Bulunduğumuz makam,
bulunduğumuz konum neyi gerektiriyorsa onu söylemek zorundayız.
Madem ki insanlar benim elimden
ve dilimden sâlim olacaklarsa, öyleyse ben de hiç konuşmayıvereyim, dilimi
tutuvereyim demenin de anlamı yoktur. Aksine bulunduğumuz makam neyi
gerektiriyorsa, Allah ve Rasûlü neyi konuşmamızı
istiyorsa onu konuşmak zorundayız. İşte o zaman müslümanlar bizim elimizden ve dilimizden sâlim olurlar.
Ama öyle değil, ağız değil de bizden açılacak olan, cehennem çukurlarında bir
çukur olacaksa işte o zaman susmak zorundayız.
Evet, insanlara güzel söz söyleyin
denmiş, sadece müminlere değil. Tüm insanlara güzel söz söylemek zorundayız.
İnsanları cennete götürücü söz söylemek zorundayız. Bu güzel söz
konusunda Fussilet sûresinin 33. âyetinde şöyle buyurulur:
"Doğrusu ben kendini Allah’a
verenlerdenim? Diyen ve salih ameller işleyen ve de
Allah’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim
vardır".
(Fussilet 33)
Tabii buradaki insanlara güzel söz
söylemeyi iyilikle emretmek ve kötülükten menetmek şeklinde anlamışlar. Bir de
biliyoruz ki:
"Sözlerin en güzeli kelâmullahtır."
Öyleyse en çok konuşacağımız şey
Allah’ın kelâmı olsun. İnsanlara en çok
duyuracağımız, en çok sözcülüğünü edeceğimiz vahiy olmalıdır. İnsanlara insan
sözü değil Allah sözü taşıyacağız. Zira sözlerin en güzeli Allah sözüdür.
Kelâmların en cennete götürücü olanı Allah’ın
âyetleridir.
"Bir de namazı ikâme edin ve zekâtı da
verin."
Yâni bütün bu yukarıda sayılanları
yapabilmek için de namazı ikâme edin, zekâtı da verin! Peki niye böyle bir bağ
kurduk? Yâni anaya babaya ihsanda bulunmak, insanlara iyi davranmak, yetimle,
miskinle iyi bir diyalog kurmak ve Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kul olmayı
becerebilmek için sizin Allah’a ihtiyacınız var, sakın ha Allah’la diyalogu
kesmeyin. Namaz sayesinde Allah’la diyalog imkânı bulun.
Ve zekâtı da verin, yâni bunu o
insanlara da ulaştırın. Namaz, Allah’tan mesaj alma işidir; zekât da Allah’tan
alınan bu mesajın insanlara ulaştırılma ameliyesidir. Veya namaz bireysel bir
kulluk, zekât da toplumsal bir kulluktur. Öyleyse gerek bireysel gerekse
toplumsal tüm hayatınızda Allah’a kul olun. Sadece Allah’ı dinleyin. Sadece
Onun hoşnutluğunu arayın.
Yâni ben gelip sana zekâtımı
verirken sana şunu demek zorudayım: Arkadaş, Allah
bana değişik yollarla mal göndermiş, Allah sayesinde, namaz sayesinde, namaz
vasıtasıyla Allah’la kurduğum diyalog sayesinde anladım ki bunların hepsi benim
değilmiş, Allah diyor ki senin de bunun içinde hakkın varmış. Al kardeşim bu
senindir demem gerekirdi ya, işte Allah’tan gelenin
bireysel planda kendi şahsımda uygulanmasına namaz veya Allah’tan mesaj alma
ameliyesine namaz, ama bunun topluma indirgenmesine de zekât diyoruz.
Zekât malî bir kulluktur, namaz ise
bedeni kulluktur. Zekât toplumsal bir kulluk, namaz ise bireysel bir kulluktur.
Ama namaz Allah’la diyalogdur, zekât da namazla aldığımız bu mesajın topluma
indirgen-mesidir.
Evet sizden böyle bir mîsak aldık. Size bunu böylece dedik; ama pek azınız
müstesna bu mîsakı bozdunuz. Çok azınız müstesna. Bu
müstesna azınlık zaten daha önce de bu anlaşma gereğince Tevrat’la amel eden,
yâni dinlerinin emirleri gereğince hayat süren insan-lardı ve şimdi de son peygambere iman edip yine aynı mîsakı en güzel şekilde yerine getiren
insanlardır.
Bu istenenler kişinin kişisel dünyasını
ilgilendiren kulluklardır. Yâni bir kişinin başka kimsenin yardımına ve
desteğine ihtiyaç duymadan, kendi başına yapabileceği kulluklardır. Zekât da
namaz da toplumsal bir yardımlaşma sonucu ifa edilecek kulluk değildir, kişinin kendi görevidir
bunlar. Yâni namaz kılan da zekât veren de kişidir. Toplum yapmaz onu.
Toplumsal bir görevle bireysel bir görevin
örneğini şöyle verelim: Bunu karıştırıyoruz gibi. Özellikle cemaat olalım
diyenler de karış-tırıyorlar galiba. Yemek yemekle,
yemek yapmak arasında fark vardır. Meselâ yemek yapmak bireysel bir faaliyet de
olabilir, toplumsal bir faaliyet de olabilir. Birisi tuzunu, birisi yağını
getirir, birisi domates doğrar, öbürü suyunu koyar, ötekisi ateş yakar gibi
hepimiz birden yemek yapabiliriz. Veya bir tek insan kendi başına da yemek
yapar. Ama yemek yeme konusu böyle değildir. Yemek yeme konusu toplumsal ve
bireysel olmaz. Beraber yesekte, kendi başımıza yesek
de bu bireysel bir harekettir. Yâni hepimiz otursak da, hepimiz kendimiz
yiyoruz demektir. Herkes kendine, kendi karnına yiyor olacaktır. Evet topluca
yiyoruz ama sonuçta herkes kendisi yiyor.
İşte aynen bunun gibi zekât da
iki kişi arasında bir ameliyedir, ama aslında bir kişidir veren, bir kişidir
alan. Adam bireysel iş yapıyor demektir.
Ama savaş öyle değildir. Esir olmak ve
esir kurtarmak öyle değildir. Yâni bunlar bir kişinin yapabileceği bir şey
değildir, bu toplumsal bir iştir. Veya devlet yönetimi bir kişinin işi
değildir, toplumsal bir iştir. Savaşı da, devlet yönetimini de bir tek kişinin
bireysel olarak gerçekleştşrmesi mümkün değildir. İşte
bundan sonra bakın toplumsal mîsak maddeleri
sayılmaya başlanacak.
84:"Hani sizden yine mîsak almıştık, söz
almıştık."
"Birbirinizin kanlarını dökmeyecek,
birbirinizi öldürmeyeceksiniz diye."
"Ve kendi nüfusunuzu diyarınızdan
yurdunuzdan çıkarmayacaksınız diye."
Yâni birbirinizi göçe
zorlamayacaksınız. Savaş konusunda, ya da devlet
konusunda, ya da diğer devletlerle toplumsal
ilişkilerinizde de bu kurallara uyacaksınız. Kan dökmek yok, kan dökmeye yönelik
hareket yok, kan dökmeye izin yok, bir de kan dökmenin de ötesinde birbirinizi
yurtlarınızdan çıkarmaya da izin yok.
"Sonra sizler buna ikrar da
verdiniz."
Bunlara riâyet edeceğiz diye söz de verdiniz.
Bu Allah yasalarına riayet edeceğiniz konusunda Rabbinize ahitte
bulundunuz.
"Üstelik hepiniz birbirinize şahit
bulunuyordunuz."
Yahut da bunun böyle olduğuna bugün de
şahitlik edecek kadar bilginiz vardı. Bu ahid sizden
alındı da. Peki ne zaman? Hz. Mûsâ döneminde. Ne
zaman? Hz. peygamber dönemine kadar her bir dönemde
bu ahdi siz verdiniz de.
85:"Sonra sizler birbirinizi
öldürüyorsunuz. İçi-nizden kimilerini vatanlarından
çıkarıp sürgün ediyorsunuz. Onların aleyhinde kötülük ve düşmanlık konusunda
birleşiyor ve yardımlaşıyorsunuz. Ve şâyet onlar düşman elinde esir olarak size
gelirlerse mal karşılığında esir mübadelesi yapıyorsunuz. Halbuki onları
sürgün etmek de size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir bölümüne inanıp
da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Böyle yapanların cezası ancak dünyada
rüsvalıktır. Dünyada rezil, rüsva olacaklardır bunlar. Kıyamet gününde ise
azabın en kötüsüne, en şiddetlisine itileceklerdir. Allah yaptıklarınızdan
asla gafil değildir."
Ya da sizler,
yâni şimdiki sizler öyle kimselersiniz ki kendilerinizi, kendinizden olanları
öldürüyorsunuz. Ya da toplum olarak sizler şu anda
yahudi milleti olarak intihar ediyorsunuz. Bu
yaptıklarınızla sonunuzu hazırlıyorsunuz. Allah’a verdiğiniz bu ahitlerin
aksine hareketle şu anda sonunuzu hazırlıyorsunuz demektir bunun
mânâsı.
"İçinizden kimilerini vatanlarından
çıkarıp sürgün ediyorsunuz."
"Onların aleyhinde kötülük ve düşmanlık
konusunda birleşiyor ve yardımlaşıyorsunuz."
Yâni kötülükte ve düşmanlıkta
birbirinize arka veriyor ve kötülükleri topluca
işliyorsunuz.
"Ve şâyet onlar düşman elinde esir
olarak size gelirlerse, mal karşılığında esir mübadelesi
yapıyorsunuz."
Yâni fidyelerini ödeyip onları
kurtarmaya da kalkışıyorsunuz. Veya onlar size esir olarak geldikleri zaman da
onlardan fidye almaya kalkışıyorsunuz.
"Halbuki onları sürgün etmek de size
haram kılınmıştı."
Rivâyetlere göre Beni Kureyza yahudileri, müşrik
Araplardan Evs kabilesinin müttefiki, Beni Nadır yahudileri de yine müşrik
Araplardan Hazrec kabilesinin müttefikiydi. Bu yahudiler müttefiki bulundukları kabileler birbirleriyle
savaşınca karşılıklı olarak onlara yardım ederler, birbirlerini öldürürler ve
vatanlarından sürgün ederlerdi. Birbirlerine yahudi
olanlardan esir düşenleri de fidye ile kurtarmaya
çalışırlardı.
Allah diyor ki; bu ne biçim iştir? Hem
onları, kendinizden olan yahudileri öldürmek için
savaşıyorsunuz, hem de fidye ile onları kurtarmaya çalışıyorsunuz. Bu nasıl
iştir? Bunlar bu tür bir yargılama ile karşılaştıkları zaman da diyorlar ki, bu
fidye kitabımızın emridir. Kitabımız kardeşlerimiz hakkında fidyeyi
emretmektedir. Böyle bir durumda fidye vererek yahudileri kurtarmak zorundayız bizler. Eğer onlar sizin
kardeşlerinizse niye vatanlarından çıkarıyorsunuz? Niye onları öldürmeye
çalışıyorsunuz? Değilse niye fidye vermeye çalışıyorsunuz? Sürgün ederken bu
adamalar sizin kardeşleriniz değilken, fidye vermeye gelince sanki kardeşleriniz
oluyorlar. Veya fidyeyi emre-derken sanki kitabı dinlediğini iddia eden
sizler, savaşırken, sürgün ederken sanki o kitap sizin kitabınız değil. Bu nasıl
iştir böyle? İşinize gelen yerde kitaba sığınıyorsunuz, ama işinize gelmeyen
yerde kitabı diskalifiye ediyorsunuz.
Sonra buyurur ki
Allah:
"Yoksa siz kitabın bir bölümüne inanıp
da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"
Kitabın bir kısmını gündemde
tutuyorsunuz da, bir kısmını örtmeye mi çalışıyorsunuz? Kitabın bir kısmının
mü'mini oldunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Bir kısmını gündeme getirip, onları eyleme dönüştürme çabası içine giriyorsunuz
da, bir kısmını görmez-likten gelmeye mi
çalışıyorsunuz? Ne bu haliniz? Denilmektedir.
Bu hemen hemen bugün bütün müslümanların
derdidir. Bugün de bakıyoruz bir bölüm âyetler gün yüzüne çıkarılırken, bir
kısım âyetler de kenara çekilmeye çalışılıyor. Bir kısım âyetler hep gündemde
tutulmaya çalışılırken, bir kısım âyetlerde duyulmasın diye âdeta ağıza bile alınmamaya çalışılıyor.
Kaplıcalara gitmiştim, bir adamın
pansiyonunda kaldım, böyle namazında, abdestinde hoş
bir adam. Bir gün bana dert yandı adam. Dedi ki vallahi arkadaş ben ne
yapacağımı şaşırdım, hacı efendi, hoca efendi bir yığın insan geliyor, namaz
kılan insanlar çoğu. Namazdan çıktık, baktım ki namaz kılan bu adamlar
şortla,tesettüre uygunsuz bir şekilde banyoya giriyorlar. Hiç tesettüre riayet
etmiyorlar. Birini çağırdım ve dedim ki: Ya hacı gel
bize gidelim de tavuğun biri şaşırmış yolunu, herhalde bizim bahçeye gelmiş,
ben de tuttum kestim, pişirdim ve hazırladım, gel beraber yiyelim, boş ver
kimseye haber vermeyelim dedim diyor. Adam bir irkildi şöyle diyor, yahu hacı
efendi olur mu? Haram filan demeye çalıştı diyor. Ya?
dedim, demek çalınmış tavuğu yemek haram da açık saçık hamama girmek helâl mı?
Dedim diyor.
Bakıyoruz müslümanların hayatına, Allah hayatının bir bölümüne
karışıyor, sanki öbür bölüme karışmıyor. Devlet bilmem ne parasını kesmiş, on
gün sonra vereyim ama yüzde şu kadar fazla vereyim diyor, adam başlıyor
araştırıp soruşturmaya, bu yüzdeyi ne yapacağım diye. Bu bölüme Allah karışıyor
da öteki bölüme sanki Allah karışmıyor. Yâni kazancının diğer bölümünü hiç
sormuyor, sanki Allah o bölüme hiç karışmıyor.
Veya işte fâizli, kredili
kooperatiflerde danışmanlık yapmak veya mimarlık, mühendislik yapmak işine
yanaşmıyor da müslüman, fâizli diyor, olmaz bu diyor,
ama sanki öbür kooperatifler caizmiş gibi hiç sormuyor
adam.
Veya gelininin gelinliğini düşünüyor da
adam, eşyasını hiç düşünmüyor. Veya evinin eşyasını düşünürken adam komşusunu
düşünmüyor. Ya da kazanırken düşünüyor adam da
harcarken düşün-müyor. Harcarken düşünüyor da
kazanırken düşünmüyor. Allah sanki hayatının bir bölüme karışıyor öbür bölüme
karışmıyor gibi çok tuhaf bir iş. Bakın Rabbimiz buyuruyor
ki:
"Kitabın bir kısmına inanırsınız da bir
kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"
Bizim esmer arkadaşlar, eskiden sepet
örerler ve satarlardı. Böyle büyüklü küçüklü. Sorarlardı kaç lira bu sepet?
İşte üç lira, beş lira o zamanın parası. Adam eline alıp, yahu pek de küçükmüş!
filan deyince, büyüğünü eline alıp birbirine vurarak, bunu görün de, hunu görmen mi? derdi. Yâni müslümanlar da sanki bunu görüyorlar ama bunu görmüyorlar.
Meselâ ekmek kırıntılarının yere
dökülmesine tahammülü ol-mayan, bu konuda çok hassas davranan kimi müslümanlar hanımla-rının,
kızlarının sokaklarda el âlemin ayaklarının altında sürünmesini hiç
göremiyorlar.
Veya annesini bir hafta görmeden
yaşamanın caiz olmadığını bilen ve buna tahammül edemeyen kimi müslümanlar aylar yıllar Allah’ın kitabıyla görüşmeden
yaşayabiliyorlar. Bunu görüyorlar da bunu görmüyorlar. Sanki Allah hayatının
bu bölümüne karışıyor da, şu bölümüne hiç karışmıyor.
Bakıyoruz müslümanlardan kimileri sadece zikir, fikir, tesbih, gece namazı âyetlerini gündeme getirirken öteki
âyetleri sanki gör-mezden geliyorlar. Tamam bunlar da
var, bunlar da bilinmeli, bunlar da anlaşılmalı, ama ötekiler de bilinmelidir.
Meselâ bakıyoruz bir başka müslüman grup da işte
vatan, devlet, nizam, intizam, Allah’ın indirdiği âyetlerle hükmeden,
hükmetmeyen filan, bir tek orayı okuyor; o da öteki bölümleri sanki atlamaya,
kapatmaya çalışıyorlar.
Bir başka grup müslüman da kıssa ile başlıyor, kıssa ile bitiriyor. Sanki
Kur’an’da kıssadan başka âyet yokmuş gibi sadece
bunları gündeme getiriyorlar. Tamam bunlar da var Kur’an’da, bunlar da okunmalı, bunlar da gündeme getirilmeli
de, ama bakıyoruz müslü-manlar bir bölümü alırken diğer bölümleri ihmal ediyorlar.
İşte bu iyi değil. Ama şöyle bir mâzeretten dolayıysa bu caizdir. Meselâ şu anda
Bakara’yı okuduğumuz için Âl-i İmrân’dan söz
edemiyorsak, okumaya, öğrenmeye devam ettiğimiz sürece bu caizdir. Ama hep
yerimizde sayıyorsak bu kötü işte.
Hocanın birinin hutbe kitabını
çaldılar. Adam kırk senedir aynı kitaptan hutbe okurdu. Önümüzdeki inci gününün
ın cı günü diye yazar
kitapta. Meselâ kadir gecesi veya miraç gecesi diyecek ya ve her yıl bunların tarihleri değişecektir ya, işte o ın cı dan önceye bunları yerleştirerek okurdu hutbelerini,
tuhaf bir adam. Bir gün çalmışlar
hutbe kitabını muzibin biri de cebine bakkal defterini yerleştirmiş. Eh komşular
gelelim bamyanın faziletine! demiş, öyle alıp, alıp da borcunu ödememek de
olmaz! Oradan okumaya başlamış. Yâni nedense böyle müslümanlar hep yıllar yılı aynı şeyleri söylüyorlar, bu çok
kötü bir şeydir. Hep aynı grup aynı şeyleri söylüyor bu da kötü. Ya ne yapacağız? Öğrenmeye devam edeceğiz. Öğrendiğimiz
bölümü öğrendikçe gündeme getireceğiz, bunu kendimize dert edineceğiz, din
edineceğiz. Öğrendiğimiz bölümün de her zaman eksik olacağını bileceğiz, bunun
şuurunda olacağız.
Kitabın bir kısmına inanır da bir kısmını
inkâr mı ediyorsunuz? Bunun sonucunun ne demek olduğunu bilir misiniz siz?
"Böyle yapanların cezası ancak dünyada
rüsvalıktır. Dünyada rezil, rüsva olacaklardır bunlar. Kıyamet gününde ise
azabın en kötüsüne, en şiddetlisine itilecek-lerdir.
Allah yaptıklarınızdan asla gafil değildir."
Dünyada rüsvalık. Bunu tattılar da
zaten dünyada. Bu âyetlerin gelmesinden kısa bir süre sonra Beni Kureyza yahudileri toptan
öldürülmekle, Beni Nadir yahudileri de yurtlarından
sürülüp çıkarılmakla bunu bizzat dünyada tatmışlardır.
Bu alçaklar, bu yahudiler sırf müşriklere, putlara, putçulara destek olmak
için kendi kardeşlerini hedef alıyorlardı. Yaptıkları iş, putların ve putçuların
işlerine yarıyordu. Birbirleriyle vuruşmaları putperestlerin işine yarıyordu.
Bugün de müslümanların kardeşleriyle vuruşmaları kâfirlerin işine
yaramaktadır. Onlar birbirleriyle vuruştukça putçular kazanıyor. Dün İsrâil
oğulları böyle yapmıştı, bu gün İsmail oğulları da aynı şeyleri yapıyorlar.
Kitabı parçalayıp onun bir kısmını
kabul edip bir kısmını reddediyorsunuz öyle mi? İşinize gelenleri kabul edip,
işinize gelmeyen-leri de reddediyorsunuz öyle mi?
Nereden aldınız bu yetkiyi? Kimden
aldınız bu izni?
Bakara’dakileri kabul ama Âl-i İmrân’dakileri red, bu nasıl bir
şeydir böyle? Kur’an’ın namazını kabul edip, hukukunu
reddetme biçiminde, Kur’an’daki ibâdet âyetlerine
evet, ama aynı Kur’an’ın ekonomik düzenlemelerine
gelince hayır demek biçiminde, Kur’an’ın orucunu
kabul ama aynı kitabın siyasal bakış açısına gelince, sosyal yapılanmalarına
gelince hayır biçiminde, kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını reddetme
yetkisini kimden aldınız?
İşte bugünkü İslâm dünyasının bu hale
düşmesinin yasası budur. Bu ümmet kitabıyla diyaloğunu kestiği için, kitabından işine gelenleri alıp
işine gelmeyenleri terk ettiği için bu hale gelmiştir.
Sizden kim bunu yaparsa, yâni
kitabın bir kısmını kabul eder de bir kısmını reddetmeye kalkışırsa, ya Rabbi sen bu işi bilememişsin! Halbuki bu kitabın bir
kısmını indirip, bir kısmını indirmemeliydin? Dercesine Allah’a akıl vermeye
kalkışırcasına böyle ikilemli bir hayatın peşinde olanlar, bir bölümü kitap
kaynaklı, ama geri kalan bölümü de başka şeyler kaynaklı bir hayata razı
olanlar, hayatlarının sadece bir bölümüne Allah’ı karıştırıp geri kalan
bölümlerde başka İlahlar, başka Rabler bulanlar, işte bunu yapanlar için dünya
hayatında rüsvalık vardır. Hepsi de rüsva olmuşlardır. İşte bizim halimiz, şu
anda bu ümmet de iliklerine kadar bu rüsvalığı yaşamaktadır.
Allah korusun işte vaziyetimiz. Herşeyimizle reziliz. Ekmeği-mize
sözümüz geçmiyor, yiyeceğimize sözümüz geçmiyor, şehrimize sözümüz geçmiyor, okulumuza sözümüz geçmiyor, kuralımıza, kaidemize sözümüz geçmiyor, evlenmemize-boşanmamıza sözümüz geçmiyor, alacağımıza-vereceğimize, düğünümüze-derneğimize
hiç bir şeyimize sözümüz geçmiyor. Tam rezillik işte.
Bundan daha büyük bir rezillik ve rüsvalık olur mu? Tam rezil ve rüsva bir
hayat. İnsan bu kadar şahsiyetini kaybetmez elbette ama Allah korusun işte bu
hale gelmişiz.
Ama iş bununla kalsaydı neyse. Yâni iş
sadece bu dünyada rezil ve rüsva olmakla kalsaydı. Hayır iş bununla da
bitmiyor. Ahirette de onlar için azapların en kötüsü
vardır diyor Rabbimiz. Kıyamet gününde onlar azabın en kötüsüne atılacaklar,
reddolunacaklar. En şiddetli azap, dayanılmaz bir
azabın ötesinde yine dayanılmaz bir azap. Bilmediğimiz ama korunmak zorunda
olduğumuz bir azap.
86:”İşte onlar âhirete karşılık dünya hayatını satın alanlardır. Onun için
bunlardan azap hafifletilmez, bunlara yardım da
edilmez."
Bunlar cenneti kaybetme pahasına
dünyayı tercih edenlerdir. Dünya ve dünyalıklar karşılığında cenneti satanlar,
bâkiyi verip de fâniye talip olanlar, değerliyi bırakıpta değersizin peşine düşenlerdir. Bundan dolayı
onların azapları hafifletilmeyecek ve onlara yardım da
edilmeyecektir.
İsrâil oğullarına hitap devam
ediyor:
87: “Muhakkak ki biz Mûsâ’ya kitabı
(Tevrat’ı) verdik. Ve ondan sonra da birbiri ardınca peygamberler gönderdik.
Ve Meryem oğlu İsa’ya da beyyinat (deliller) verdik.
Ve onu Ruhu’l-Kudüs’le de teyit ettik. Artık size bir
peygamber nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirirse her defasında bunu
kibrinize yediremeyerek bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da
öldürdünüz"
Hz. Mûsâ’ya
verilen kitap, insanlar için bir Furkân özelliğine
sahip olan, hakkı bâtılı birbirinden ayıran, hakkı
bâtılı fark ettiren Tevrat’tır.
Rabbimiz yeryüzündekileri hiçbir zaman
bu kitap ve hidâyet nîmetinden mahrum bırakmamıştır. İnsanlar, Allah’ın
kulları her ne zaman haktan sapmışlar, her ne zaman yollarını kaybedecek
duruma gelmişlerse, Allah hemen bir elçiyle beraber hidâyet göndermiş ve onlara
doğru yolu göstermiştir. Dönem geçip insanlık yeniden
sapmayla karşı karşıya geldiğinde, tekrar bir elçi daha göndermiştir.
Kitaplar, sahifeler, suhuflar, sözlü vahiyler yeryüzüne sürekli indirilmiştir.
İşte bir dönemin başında da Rabbimiz
Hz. Mûsâ’yı göndedi. Hz. Mûsâ’ya gönderilen bir kitap ve onun arkasından da peş
peşe gönderilen peygamberler ve kitaplar.
Hz. Mûsâ’dan
(a.s) sonra Hz. İsa’ya (a.s) kadar kimileri Kur’-an’da
isimleri zikredilen Dâvûd, Süleyman, İlyas, Elyesa, Zülkifl, Ze-keriyya, Yahya gibi ki bunlardan Zekeriyya ve Yahya (a.s) Hz.
İsa’nın (a.s) çağdaşıdır. Aynı dönemde yaşamış peygamberlerdir bunlar.
Ve bir de bunların dışında Kur’an’da isimleri zikredilmeyen yüzlerce elçiyi İsrâil
oğullarına göndermiştir Rabbimiz. Yuşa, İşmuil, Şem'un, Şaya, Armiya, Üzeyr, Hazkil gibi yüzlerce elçi.
Allah’ın kutlu peygamberlerinden kimileri öldürülmüş kimileride
reddedilmiştir.
Allah tüm bu elçileri bir zamanlar
İsrâil oğullarına gönderdi. Bunlar da aynen kendilerine kitap gönderilen
peygamberler gibi yolunu kaybeden insanlığa yol göstermişler, onları kulluğa
davet etmişler, Rab ve İlâh olarak yalnız Allah’ın bilinmesi konusunda
insanlığı uyarmaya devam etmişlerdir.
"Ve Meryem oğlu İsa’ya da beyyinat (deliller) verdik. Ve onu Ruhu’l-Kudüs’le de teyit ettik."
Âyet-i kerîmede anlatılan "Beyyinât" Beyyine, gün gibi açık
delil demektir. Apaçık, ayan beyan deliller demektir. Meryem oğlu İsa’ya
verilen bu Beyyinât konusunda şunlar
söylenmiş:
1- İncil’dir
demişler.
2- Hz. İsa’ya
verilen mûcizelerdir demişler. Ölüleri diriltmek, hastaları iyileştirmek,
çamurdan kuşa üfleyip canlandırmak, anadan doğma körleri ve deri hastalarını
iyileştirmek gibi Cenab-ı Hakkın Hz. İsa’ya verdiği mûcizelerdir
denmiş.
İşte kendisine Allah tarafından verilen
İncil ve diğer âyetlerle Hz. İsa (a.s)’da tıpkı Hz. Mûsâ (a.s)’ın
gerçekleştirdiğini gerçekleş-tirdi. Kendisinden önceki Dâvûd (a.s) gibi İbrahim (a.s) gibi peygamberlerin
davetlerini yeniledi, o da diğer tüm peygamberler gibi insanlığı Allah’a kulluğa
davet etti.
"Ve bir de onu, (Hz. İsa’yı) Ruh’ul Kudüs’le
destekledik, (teyit ettik)"
Ruhu’l-Kudüs’le
alâkalı da şunlar söylenmiş:
1- Tertemiz bir ruhtur demişler.
Yahudi’ye hitap eden bu âyetler sanki sizin tarih içinde kirletmek için
çırpındığınız Allah’ın peygamberi İsa, tertemiz bir ruha sahipti denilmek
isteniyor.
2- Bu Ruh’ul
Kudüs, Allah’ın sözüdür, yâni vahiydir, İncil’dir denmiş. Allah vahiyle Hz. İsa’yı desteklemiştir demişler. Nitekim Kur’-an-ı Kerim
için de Rabbimiz:
"Sana emrimizden bir ruh
indirdik."
(Şûra: 52)
Buyurur.
3- İbni Abbas; Bu Allah’ın İsm-i A’zamı’dır ki Hz. İsa bununla
ölüleri diriltirdi demiştir.
4- Bu Ruh’ul
Kudüs Cebrâil’dir demişler. Meryem sûresi: 17. âyetinde de anlatıldığı
gibi:
"Ona ruhumuzu gönderdik o ruh ona bir beşer
olarak temessül edip göründü."
(Meryem
17)
Buradaki "Ruhanâ" ifadesinden kasıt Cebrâil’dir
denmiştir.
Allah’ın Rasûlü Hassan İbni Sabit’e şöyle
buyurmuştu:
"Kureyş’e
hicvet ey Hassan! Zira Ruhu’l-Kudüs seninle
beraberdir."
(Müslim, fezail’üs Sahabe 157)
Öyleyse buradaki Ruh’ul-Kudüs "Ruh’ul-Emin" gibi Cebrâil’in isimlerinden biridir
ve Rabbimiz Hz. İsa’yı onunla desteklemiştir
diyoruz.
Peki o zaman hatırımıza şöyle bir soru
geliyor: Rabbimiz bütün peygamberlere Cebrâil’i gönderdiği halde niye özellikle
bunu Hz. İsa için buyurmuştur? Bu özelleştirmeyi şöyle
anlamaya çalışıyoruz: Hz. İsa’nın diğer peygamberlerden farklı
olarak:
1: Hz.
Meryem’e Onun doğumunu müjdeleyen Cebrâil’di.
2: Hz.
Meryem’e Onun ruhunu nefyeden
Cebrâil’di.
3: O Meryem oğlu İsa’ydı ve babası
yoktu. Allah onu fevkalade ve farklı bir yaratılışla Meryem annemizden dünyaya
getirmişti. Ve ona destek olarak Ruh’ul Kudüs
görevlendirilmiş; O da Ona destek olmuştur.
Böylece aslında bütün peygamberlere
destek olan Cebrâil (a.s)’ın ona farklı bir destek
oluşturduğunu haber veriyor Rabbimiz. Gerek Hz. İsa
(a.s)’ın doğumu, dünyaya gelişi konusundaki
Cebrâil’in rolünden dolayı, gerekse diğer peygamberlerde olmayan ölüleri
diriltme, insanların evlerinde sakladıklarını bilmesi gibi âyetlerdeki
rolünden ötürü Onun Ruh’ul Kudüs’le teyit edildiğini
tekrar tekrar vurguluyor Rabbimiz. Ve şimdi de israil oğulları Hz. İsa ile
karşılaşıyor.
"Artık size bir peygamber
nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirirse her defasında bunu kibrinize
yediremeyecek ve onlardan bir kısmını yalanlayacak, bir kısmını da öldürecek
misiniz?"
Her ne zaman ki size nefislerinizin
hoşlanmadığı emirlerle elçiler geldiğinde, içine gömüldüğünüz hayatın zıddını
söyleyen kurumlaştırdığınız yanlışlarınızdan sizi kurtarmak üzere emirlerle
geldiği zaman siz büyüklük taslayıp, bir kısmını yalanlayıp, bir kısmını
öldürecek misiniz?
Peygamberler, İsrâil oğullarını
alıştıkları bozuk düzen hayattan kurtarmaya, onları yeniden Allah’a kulluğa
çağırmaya, geleneklere kulluk etmekten vazgeçirip vahiy istikâmetinde yaşamaya
çağırınca, Mûsâ (a.s) ile İsa (a.s) arasındaki dönemde ne zamanki Allah’ın
elçileri onları İslâm’a çağırmışlarsa:
Kibirlendiniz. Alabildiğine müstekbir ve ihtiyaçsız davrandınız.
"Onların bir kısmını yalanladınız, bir
kısmını da öldürdünüz."
Gerçekten de peygamberlerden
yüzlercesini yalanlarken, yüzlercesini de öldürdüler. Hattâ şehid edilenler arasında Yahya (a.s) ve babası Zekeriyya (a.s) da vardı. Yahudiler müşrik Roma ile
işbirliği yaparak bu peygamberleri şehid ettiler. İki
büyük peygamber şehâdet şerbeti içiyorlar,
vazifelerini yapabilmenin heyecanıyla Allah’ın huzuruna gidiyorlardı, ama
peygamberin varlığına tahammül edemeyen bir toplum da peygamber katili olarak
ebedîyen Allah’ın gazabına maruz kalıyordu.
Peygamber sizin hoşunuza gitmeyen emirlerle
geldiği zaman. Sahi şimdi bizim şu topluma peygamber gelse bu insanlar ne
yaparlar? Kimileri hiç ilgilenmeyeceklerdir değil mi? Programları olanlar,
yollarını belirlemiş olanlar aynen kendi programlarına devam edecek-ler, peygamber mi gelmiş, haber mi getirmiş, hiç
tınmayacaklardır a-damlar. Zira ihtiyaçları yoktur peygambere. Yollarının,
programlarının kesin doğruluğuna inanan ve peygamberle bunun sağlamasına bile
gerek duymayan ve kendilerini kesin cennetlik gören, mutmain bir ha-yat yaşayan
bu insanların ne ihtiyaçları olacak da peygambere? Hiç tınmayacaklar ve aynen
yollarına devam edeceklerdir bunlar. Peygamber mi gelmiş? Allah’tan kendilerine
mesaj mı getirmiş? Hiç umursamadan yollarına, programlarına devam edeceklerdir
adamlar.
Kimileri de gelecekler
peygamberin yanına ve ona akıl verme-ye kalkışacaklardır. Peygamberi
şartlandırmaya, ona yol göstermeye çalışacaklar ve şöyle
diyeceklerdir:
Ya Rasûlallah, bak bu bizim cemaat cemaatların en iyisidir! Bizim hizip en haklı hiziptir! Gel
sen de bize katıl! Bu devirde bunun dışında bir çalışma kesinlikle mümkün
değildir! Bu programın dışında kesinlikle hiçbir program bizi sonuca
götürmeyecektir! Aklın varsa bizimle beraber olursun! Bizim cemaata üye olursun! Değilse hiçbir değer ifade etmezsin! diyerek onu
kendi gruplarına çağıranlar olacaktır.
Kimileri de: Niye geldin ya Rasûlallah? Huzurumuzu
kaçırdın! Keyfimizi bozdun! Şöyle keyfimize göre ne güzel yaşayıp gidiyorduk!
Sen geldin, şimdi bizler seni mi dinleyeceğiz? Yoksa efendilerimizi mi? Seni mi
dinleyeceğiz, yoksa siyasal tanrılarımızı mı? Sana mı uyacağız, yoksa hukuk
tanrılarımıza mı? Seni mi takip edeceğiz, yoksa ekonomi tanrılarımızı mı? İşleri
birbirine karıştırıp, huzurumuzu kaçırmaya mı geldin? diyenler de çıkabilecektir
değil mi?
Evet Hz. İsa
(a.s) karşısında diğer peygamberler karşısında böyle davranan bu insanlara
şimdi de Hz. Muhammed (a.s) geliyordu. Şimdi de
Resul-i Ekrem karşısındaydı bu Allah’ın lânetine uğramış toplum. İsrâil
oğulları bakın Rasulullah karşısında da dediler
ki:
88:"Ey Muhammed! Bizim kalplerimizde
kılıf vardır. Bilâkis. Küfürleri sebebiyle Allah onlara lânet etmiştir. Az bir
bölüm de mü'min oldu."
Kalplerimiz kılıflıdır. Kalplerimiz
örtülüdür bizim! Biz anlamıyo-ruz! Anlayamıyoruz senin ne dediğini! Bizi neye çağırdığını,
bize nasıl bir mesaj ulaştırdığını, bizi nasıl bir hayata çağırdığını bizler
anlamı-yoruz, anlayamıyoruz! Bizim kalplerimiz
örtülüdür, bizim kalplerimiz kılıflıdır diyorlar.
Dinlemek istemiyorlar, anlamak
istemiyorlar, duymak ve görmek istemiyorlardı alçaklar da, kalplerinin kılıflı
olduğunu söyleyerek hem peygamberle alay ediyorlar, hem de kendilerini çok
alçak bir hayata indirgemek istiyorlardı. Kalbimizde kılıf var, kalbimiz
örtülüdür bizim diyorlardı. Bunu şöyle anlamaya
çalışıyoruz:
1- Ellerinde kitapları olduğunu
söylemeye çalışıyorlardı hainler. Bizim amel edecek, okuyacak, bilgilenecek
elimizde kitabımız var. Bizler elimizdeki bu kitabımız sayesinde kesin bilgiye,
doğru bilgiye sahibiz. Bunun için başkasına ihtiyacımız yoktur, seninkine
ihtiyacımız yoktur demeye çalışıyorlardı.
2- Kalplerimiz kılıflıdır, kalplerimiz
kapalıdır. Yâni senin çağırdığın düşünceye, senin davet ettiğin ilkeleri
anlamaya, dinlemeye ihtiyacımız yoktur demek istiyorlardı. İbni Abbas’ın ifadesiyle zaten
bizim kalplerimiz bilgi ile doludur, kalplerimiz bilgi küpü haline gelmiştir.
Kalplerimiz bilgi ile dolmuştur. Ona yeni bir dava nüfuz edemez. Yeni bir davete
icâbet edemez kalplerimiz. Yâni o kadar bilgi ile dolu ki kalplerimiz, bir damla
bile bir şey alacak yer yoktur orada demek istiyorlar. Kendi bilgilerini, kendi
anlayışlarını, kendi düşüncelerini yeterli görüyorlar ve Kur’an’a ihtiyacımız yoktur
diyorlardı.
Tıpkı günümüzde kendi bilgilerini,
kendi düşüncelerini, kendi metotlarını, kendi kitaplarını yeterli görüp, bizim
Allah’ın Kur’an’ına ihtiyacımız yoktur! Bizim Kur’an’ı ve hadis kitaplarını okumaya ihtiyacımız yoktur
diyen kimi müslümanlar gibi. İşte şu anda görüyoruz ki
kimi müslümanlar meclislerinde sürekli okuyup
bilgilenmeye çalıştıkları kitapları vardır. Efendilerinin kitaplarını
ellerinden düşürmemeye çalışan bu insanlar âdeta Allah’ın kitabını ve Rasûlünün sünnetini ellerine almamaya yeminliler. Sanki
efendileri masummuş gibi, sanki o insanların yazıp çizdikleri mutlak doğruymuş
gibi onlara sarılıyorlar. Biz Allah’ın kitabını anlayamayız diyorlar. Sanki
Allah sözlerini, kelâmını efendileri kadar net ve açık anlatmaktan âcizmiş
gibi. Sanki o efendileri meramı Allah’tan daha güzel anlatma gücüne sahipmiş
gibi garip bir tavrı sürdürmeden yanalar Allah korusun.
Veya işte şu anda adı müslüman, nüfus cüzdanı müslüman
olup da bilerek yahut bilmeyerek bilimi putlaştıran, bilimi Allah bilgisi yerine
ikâme etmeye çırpınan nicelerinin: Efendim, bu devirde bilim herşeyi halletmiştir. Bilimin çözemediği bir şey
kalmamıştır. Binaen aleyh artık bu devirde vahye gerek kalmamıştır. Kitaba ve
sünnete gerek kalmamıştır. Bizim kalplerimiz bilimin verileriyle öylesine
mutmain ki onun dışında başka bir şeye asla kulak vermeyiz diyorlar. İşte dünün
yahudileri de Allah bilgisine, vahiy gerçeğine karşı
aynen bu tavrı takınıyorlardı.
3- Bir de bu yeni dinin
sorumluluklarından kendilerini kurtara-bilmek için belki de kendilerini aptal
yerine, ahmak yerine koyuyor-lardı hainler. Biz
gerçekten senin ne demek istediğini, bu Kur’an’ın ne
demek istediğini anlayamıyoruz ey peygamber diyorlar ve bunu anlayabilecek,
kavrayabilecek zekâya, anlayışa, kavrayışa sahip olmadıklarını
söylüyorlardı.
Böyle bir sorumluluktan kurtulabilmek
için kendilerini aptal yerine, geri zekâlı yerine koyuyorlardı. Şimdi de öyle
mi? Allah korusun da müslümanlardan kimileri: Ben ha!
Yâni bu kitabı anlayacak ve çocuklarıma anlatacağım ha! Biz kim, bu kitabı
anlamak kim! Biz kim, Rasulullah’ın hadislerini
anlamak kim! Onu ancak büyük zatlar anlar, diyerek Kitabı eline bile almaktan
çekinenler de
aynen:
“Bizim kalplerimiz kılıflıdır.”
diyen yahudiler gibi mi diyorlar? Allah korusun. Allah’a iftira
ediyorlar. Halbuki Allah sizin güç yetiremeyeceğiniz bir şey emretmedim, diyor.
Bunlarsa hâşâ: Ya Rabbi bizim anlayamayacağımız,
kavrayamayacağımız bir kitapla sorumlu tutmuşsun diyerek Allah’a iftira
ediyorlar. Veya çok parası olup da, kendisinden bir şey istemeye gelenlere
karşı kendilerini sorumluluktan kurtarabilmek için kendilerini fakir göstermeye
çalışanlar da öyle mi? Hadi şuraya yardım et? Denince ben ha! Nasıl yapalım
kardeşim? Elimizde avucumuzda bir şey yok ki yardım etsek? Diyerek kendilerini
sorumluluktan kurtarabilmek için fakir göstermeye çalışan insanlar da böyledir
sanki.
Veya kardeşim sen de çocuklarına bu
âyet ve hadisleri duyur-mak zorundasın denince
kendisini güya sorumluluktan kurtarabilmek için adam diyor ki: Ben ha! Yahu ben
ne biliyorum ki anlatayım? Benim bilgim ne ki anlatayım? diyerek kendilerinin
sanki ağızsız ve dilsiz olduklarını söylemeye çalışanlar da galiba bunun
gibidir. Ağzı var adamın ama sanki yok. Paradan söz etmeye gelince ağzı var,
ama Kur’an anlatmaya gelince sanki ağzı yok. Veya
peynirin küflüsünü, turşunun modelini bilmeye, balın güzelini tanımaya gelince
ağız var, ama çocuklarına hadis anlatmaya gelince sanki ağzı yok. Bunlar da
böyle diyorlardı, biz kim bunu anlamak kim!!
Veya bizim meclislerimizde okuduğumuz,
elimizden düşürme-diğimiz, gerekli bilgilenmeyi
sağlayabildiğimiz kendi kitaplarımız var, biz onları okur, onlardan
bilgileniriz, başkasına ihtiyacımız yoktur. Elimizdeki bu kitaplarımız varken
ayrıca Kur’an okumaya da, sünnet öğrenmeye de gerek
kalmamıştır diyenler de aynı şeyi mi söylüyorlar? Allah
korusun.
Evet yahudiler diyorlardı ki; kalplerimiz doludur, kalplerimiz
kılıflıdır, bizim buna ihtiyacımız yoktur. Biz imanımızda, yolumuzda,
davamızda, geleneklerimizde öylesine sabit bir inançtayız ki, hayatımızdan
öylesine memnunuz ki, bunun aksine söylenecek hiç bir şeyden etkilenmeyeceğiz
diyorlardı.
Tıpkı bugün de hayatlarından memnun
görünüp, bizim ne Kitaba, ne de Sünnete ihtiyacımız yoktur tavrını sürdüren,
hayatlarını sorgulamaktan kaçan kimi müslümanlar
gibi. Hattâ kimileri sakın bu adamların kitaplarını okumayın! Sakın şu şu kişilerin konuşmalarını dinlemeyin! Ne olur ne olmaz
belki dinlerler de kalplerinin kılıfları parçalanıverir de onlar da öyle
düşünmeye başlayıverirler diye kendi cemaatlarına
tembihte bulunuyorlar. Sakın o adamların derslerini dinlemeyin. Sakın bu
adamların kitaplarını okumayın diyorlar.
Evet vahiy karşısında nötr davranan,
peygamber karşısında bu tavrı sergileyen bu insanlara bakın ne tür bir ceza
geliyor:
"Bilâkis, küfürleri sebebiyle Allah
onlara lânet et-miştir. Az bir bölüm de mü'min oldu."
Hayır hayır
aksine onların kalpleri kılıflı filan değil, onlar kalplerini kendileri kılıflamışlar, kendileri kılıflatmışlar. Kitap karşısında, pey-gamber karşısında, peygamberin mesajı karşısında kendilerini
büyük gören, müstekbir gören, mallarına, makamlarına,
cemaatlarına, sosyal ve ekonomik güçlerine güvenerek
peygamberi güçsüz ve zayıf görüyorlardı. Güçsüz ve zayıf gördükleri
peygamberleri öldürmeye çalışan, kimilerini yalanlayan, hayatta peygambere ve
onun mesajına hayat hakkı tanımayan bu hainlere diyor ki Rabbimiz:
"Küfürleri sebebiyle Allah onlara lânet
etmiştir."
Allah’ın lâneti onların üzerine olsun.
Oldu da zaten. Çünkü bu insanlar Allah’ın davetiyle karşı karşıya oldukları
halde, Allah’ın kitabıyla karşı karşıya bulundukları halde, peygamberin
davetini ellerinin tersiyle itmişlerdir. Biz, bize yeteriz! Bizim okuyacak
kitaplarımız var! Bizim peşinden gideceğimiz önderlerimiz var! Bizim
uygulayacak hayat programlarımız var! Bizim kimseye ihtiyacımız yoktur! diyerek
kendi kendilerine böyle bir ikilem sergileyen bu insanlar Allah’ın lânetine
uğrarlarken,
"Az bir bölüm de mü'min oldu."
Ya da “Ne
kadar da az iman ediyorsunuz?” demektir bunun mânâsı. Ne kadar da az iman
ediyorsunuz? Ya da, pek azınız iman etti demektir. O
dönemde, her dönemde az olan sayısal yapıya dikkat çekiyor Rabbimiz. Rabbim bizi
bu azlardan kılsın inşallah.
89:"Yanlarındakini tasdik etmek üzere,
onlara Allah katından bir kitap gelince, önceden kâfirlere karşı istimdat edip
duruyorlardı. Ne zaman ki tanıdıkları o kitap gelince de onu inkâr ettiler
(onu reddediverdiler). Allah’ın lâneti (onların) kâfirlerin üzerine oldu."
Bu kitap Kur’andı. Onların yanındaki Tevrat ve İncil’i tasdik ederek
indirilen Kur’an. Allah’ın Rasûlü kendisine gelen bu kitabı sunuyordu onlara. Halbuki
onlar bunu bekliyorlardı. Yıllardır gelecek âhir zaman Nebisini ve ona
gönderilecek Furkân’ı, Kur’an’ı bekliyorlar-dı.
Bekliyorlardı, yolunu gözlüyorlardı, nerede kaldı? Geç kaldı? Di-yorlardı. Hattâ müşrik Araplara karşı onunla hava atmaya,
zafer ummaya çalışıyorlardı. Size karşı onunla galip geleceğiz
diyorlardı.
"Önceden kâfirlere karşı istimdat edip
duruyorlar-dı."
Kâfirlere karşı dua ediyorlardı. Onun,
âhir zaman Nebisinin gelme zamanı yaklaştı. Gölgesi üzerimizde dolaşıyor, biz
onunla bir olup o Nebiy-i Ekremin arkasında sizleri Âd ve İrem gibi katledece-ğiz? diye bekleşip
duruyorlardı. İşte nihâyet bekledikleri karşılarınday-dı. Elinde
Tevrat’ın haber verdiği kıyamete kadar insanlığı hidâyete ulaştıracak bir
kitapla birlikte Rasulullah karşılarında duruyordu. O
güne kadar tüm fırsatları kaçırmış, alınlarındaki zillet ve meskenet damgasını,
horluk ve hakirlik damgasını sildirip, tarihteki eski yerlerini almaları
konusunda son bir fırsatları kalmıştı.
İşte şimdi bu fırsat karşılarına
çıkmıştı. Bu son peygambere karşı öncekilere yaptıklarını yapmayacaklar, ona
farklı davranacaklar, ona inanacaklar, onu sahiplenecekler ve tüm düşmanlarına
galip geleceklerdi. Ve de tarih boyunca Allah tarafından işledikleri günahlara
karşılık alınlarına vurulmuş zillet ve meskenet damgası kaldırılacaktı.
Yıllardır bekledikleri kurtarıcı nihâyet şu anda karşılarındaydı. Mekke’den
hicret edip Medine’ye ayaklarının dibine kadar gelmişti. Ama ne yazıktır ki, bu
son gelen elçiye de hiç de iyi bir tavır sergilemediler. Heyhat ki, önceki
peygamberlere yaptıklarından farklı davranmadılar ona karşı da. Kitap onlara
gelince, bu kitabın özelliği, onlarla ilgili yönü şuydu
bakın:
Kendileriyle birlikte olanı, kendi
yanlarında olanı tasdik ediyor-du bu kitap. Yâni
Tevrat’ı, Zebur’u ve İncil’i tasdik ediyordu bu kitap. Onları reddetmiyordu,
kabul ediyordu. Evet bu kitaplar da Rabbim tarafından gönderilmiş hak
kitaplardır diyordu. Rabbim bir dönem Mûsâ’ya ve İsa’ya bu kitapları göndermiş
ve dönemlerinde o elçileri aracılığıyla kullarına yol göstermiştir
diyordu.
Mûsa’yı, Dâvûd’u ve İsa’yı (a.s) tasdik ediyor ve doğruluyordu. Yâni
türedi bir kitap, türedi bir peygamber değildi bu kitap ve bu peygamber. Bu
haliyle, bu özellikleriyle bu kitap ve bu peygamber onların hiç tereddüt
etmeden, hiç düşünüp beklemeden kabul etmeleri gereken bir nitelikte idi.
Çünkü:
Daha önce kâfirlere karşı istifta ediyorlardı. Kâfirlere karşı, müşriklere karşı
fetih umuyorlardı onunla. O peygamberin gelmesiyle zafere ulaşacaklardı. Ona
iman edecekler, Ona tabi olacaklar, onun komutasında yeni bir dünya kurup eski
kaybettikleri âlemlere tafdıyl olma özelliklerine
yeniden kavuşacaklardı. Yıllar yılı hep bunu düşlemişler, hep bunun beklentisi
içinde olmuşlardı. Bir an evvel gelse de müşrik Araplara karşı şu
yenilmişliğimiz, şu acziyetimiz bitse diyorlar-dı. Diyorlardı, ama:
"Ne zaman ki tanıdıkları o kitap
gelince de onu inkâr ettiler (onu
reddediverdiler)."
Bekledikleri gelmiş karşılarında
duruyordu. Üstelik biliyorlardı, tanıyorlardı da onu. Oğullarından daha yakın
tanıdıkları, bildikleri pey-gamberdi bu. Avuçlarının
içinden daha kesin bildikleri, tanıdıkları kitaptı bu. İleride gelecek, Rabbimiz
bu konuda şöyle buyuracaktır:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu
(Muhamme-d’i) oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar. Ama onlardan bir grup, bile bile hakkı gizlerler."
(Bakara:
146)
Avuçlarının içini bildikleri kadar
tanıdıkları, bildikleri bir peygamberdi Allah’ın Rasûlü ama:
"Küfrediverdiler
onu."
Reddediverdiler, yan çiziverdiler ona
ve ona gelen mesaja. Onu ve ona geleni reddettiler, inkâr ettiler, küfrettiler
de:
"Allah’ın lâneti (onların) kâfirlerin
üzerine oldu."
Kıyamete kadar sürecek bir lânet,
onların kaderi oluverdi.
Peki bize ne dedi bu âyetler? Bizler ne
anlayacağız bundan? Elbette yahudi’yi anlatmak için
gelmemiştir bu âyetler bize. Bunlar bize, bizi anlatmak için gelmiştir. Bize,
bizim kulluğumuzu anlatmak üzere gelmiş olan bu âyetlerden biz ne anlayacağız?
Allah korusun da biz müslümanlar, içinde yaşadıkları küfür ve şirk karışımı bir
dünyanın yanlış telkinlerinden, bozuk düzen işleyi-şinden bıkıp usanıp da
kendilerini mutlak doğruya sevk edecek, mutlak zafere ulaştıracak Allah
bilgisini, Allah’ın kitabını, Resûlü’nün sünnetini kendilerine sunacak
insanlar beklentisi içinde olurlar da, karmaşa bir hayat içinde Allah’ın
kitabını ve Rasülünün sünnetini arayış içinde olurlar
da ama kendi anlayışlarına, kendi geleneklerine, kendi fikirlerine, kendi
yaşayış ve inanışlarına tamamen ters düşen bir biçimde, kendi beklentilerine
ters düşecek ve hiç de hoşlarına gitmeyecek bir biçimde net ve açık olarak
kendilerine Allah’ın âyetleri ve Resûlü’nün sünneti sunulduğu zaman, hem
bekledikleri bir pozisyonda, hem de doğruluğundan şüphe edemeyecekleri bir
netlikte Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti kendilerine sunulunca, bunu
kabul etmezler ve derlerse ki: Bizim eski dünyamız var. Eski geleneklerimiz,
eski inanışlarımız, eski yaşantılarımız bize yeter! Bu da nereden çıktı şimdi?
diyerek Allah’ın kitabını ve Resûlü’nün sünnetini kabul etmezlerse, Allah
korusun da bekledikleri kitap, bekledikleri peygamber gelince onu kabul
etmeyen yahudilerin durumuna düşeriz ki; Allah’ın
lâneti bizim de üzerimize olur.
Bakın onlar da bu kurtarıcıyı
bekliyorlardı da, kurtarıcı karşı-larına çıkınca eski
inançlarından, eski hayatlarından vazgeçip o pey-gambere ve getirdiği mesajla ilgilenmediler. Kendilerini
hakta, doğruda gördüler de Allah’ın lânetini hak ettiler.
İşte bundan dolayı önce kendimizi,
sonra da topyekün
müs-lümanları uyarmak
zorundayız. Ey müslümanlar! Ey içinde bulunduk-ları küfür, şirk, inkâr ve ilhad
pisliklerinden bıkmış, usanmış, Allah’ın istediği hayata, kendinizce bir
dünyaya, kendinizin olan bir dünyaya susamış ve zafer bekleyen müslümanlar! Bunun için önder bekleyen, kurtarıcı arayan
müslümanlar! Beklediğiniz önder, beklediğiniz zafer,
beklediğiniz kurtuluş kitabınızın sahifeleri
arasındadır. İşte kitap önünüzde duruyor. İşte peygamberin sünneti yanınızda
duruyor. Açın kitabınızı! Açın peygamberinizin örnek hayat sayfalarını!
Kimseden me-det beklemeyin!
Kimseden yardım ummayın! Kendiniz bulacaksınız beklediğinizi! Kendiniz
ulaşacaksınız o doğruya! Arayıp da başka yerlerde bulamadığınız gerçeği kendi
kitabınızda bulacaksınız! Unuttuğunuz kitabınızda. Terk ettiğiniz, hicret
ettiğiniz kitabınızda. Hayatınızın tüm problemlerinin çözümünü kitabınızda ve
Rasulullah’ın sünnetinde bulacaksınız. Hadi öyleyse
kitabınıza yönelin! Yıllardır elinize almaya korktuğunuz, belki de yüzünüzün
kalmadığı kitabınıza yönelin! Sakın yahudiler
gibi:
Demeyin! Ona perde olan, onu okumanıza,
onu anlamanıza engel olan tüm perdeleri, tüm engelleri, tüm yanlış
düşüncelerinizi, tüm ön yargılarınızı bir tarafa iterek onu anlamaya, onunla
dirilmeye çalışın! Onunla silkinmeye çalışın! Aksi takdirde unutmayın ki
Allah’ın lâneti var. Şu anda beklenilen bir kitap gündemdedir. Beklenilen
peygamber, beklenilen kurtarıcı yine gündemdedir. Haydi sarılın kitabınıza!
Tutunun peygamberinize! Yolunuzu Allah ve peygamberiyle bulun! Hayatınızı kitap
ve sünnetle düzenleyin! Allah ve Rasûlü ne diyorsa,
nasıl bir hayat istiyorsa öylece yaşayın! Eğer bunu yapmazsanız, yapamazsanız
bilesiniz ki; yahudilerden bir farkınız
kalmayacaktır. Bilesiniz ki; onlara gelen lânet size de gelecektir. Bilesiniz
ki sizler de onların durumlarına düşecek, dünyanızı da, ahiretinizi de berbat etmiş olacaksınız. Dünyada da, âhirette de rezil, rüsva bir hayatın mahkumu olacaksınız.
Siz bilirsiniz diyor Rabbimiz biz müslümanlara.
90:"Allah’ın, kullarından dilediğine
kendi fazlından kitap indirmesini kıskanarak ve azgınlık yaparak Allah’ın
indirdiklerini inkâr etmekle kendilerini ne kötü bir şeye sattılar. Gazap üstüne
gazaba uğradılar. Ve kâfirlere alçaltıcı bir azap
vardır."
Bakın âyetin anlattığına göre bunların,
bu yahudilerin Kur’an’ı ve
peygamberi inkâr etmelerine tek yanılgıları engel oluyordu. O bizden değildir
dediler. Niye inanalım da, o bizim renkten değil! Niye kabullenelim de, o bizim
ırktan değil! İsrâil oğullarından değil o! Bizim cemaattan değil o, bizim gruptan değil o, bizim familyadan
değil o diyorlardı.
Dikkat ediyor musunuz, inkâr
etmelerinin sebebi çok basit. Bu peygamber, İsrâil oğullarından değil de bir
başka yerden çıktı. Bizim grubun içinden, bizim hizbimizin içinden değil de
Araplardan çıktı diye inkâr ediverdiler onu. Halbuki Kur’an’ın ifadesine göre oğullarından bile şüphe
edebilirlerdi bu adamlar, ama Rasulullah’tan asla.
Kur’an-dan asla şüphe etmeyecek biçimde bilgileri
vardı. Bütün bu kesin bilgilerine ve kitaplarının şehâdetine rağmen yine de kendilerinden çıkmadı diye
reddediverdiler onu. Halbuki:
Allah onu, peygamberliği dilediğine
lütfediyordu. Dün kendilerinden, İsrail oğullarından seçilen peygamberlere
gelen vahiy bu sefer de yine İbrahim’in (a.s) öteki oğlu İsmail’in (a.s)
torunlarından birine geldi diye reddedilmez ki. Kendilerinden birine gelmedi
diye bunu reddetme yetkisini nereden almışlar bunlar? Yo! Allah bunlara
soracaktı, ne dersiniz? Nasıl istersiniz? Kime göndereyim bu peygamberliği?
diye bunlara soracaktı Allah. Bunu bekliyormuş hainler. Allah’a yol
göstermeye, Allah’a akıl vermeye çalışıyor alçaklar. Şunu demeliydin ya Rabbi! Şuna göndermeliydin ya
Rabbi? Diyerek sanki Allah’a akıl vermeye çalışıyorlar..
Yahut bugünkü müslümanların hakikatle karşı karşıya geldikleri zaman,
birileri hakikati ortaya koyduğu zaman, kim bu adam? Bizden mi? Bizim takımda mı
oynuyor? Bizim kavimden mi bu? Diyerek, hattâ kendi gruplarından gelince ne
gelirse gelsin, ne olursa olsun fark etmez, ama kendi gruplarının
dışındakilerden gelen ne olursa olsun onu reddetme alışkanlıkları, yahudilere ne kadar da benziyor değil mi? Ve bu tavrın
kendilerinden öncekilere neler kaybettirdiğini bilmiyorlar mı, diye sorasım geliyor. Gerçekten bugünün müslüman-ları da kafalarını iki
ellerinin arasına alıp derin derin düşünmek
zorundadırlar.
Evet reddederlerken, inkâr ederlerken
hiçbir delilleri yoktu. İblis de böyle reddetmişti değil mi? Adem’in şahsında
Allah’ın secde emriyle karşı karşıya gelen İblis de hiçbir delili olmadan,
sadece kendi yaratılışını ön plana çıkararak, ırkını, kökenini gündeme
getirerek ben ondan üstünüm! Mümkün değil ben ona secde etmem! Dediği gibi.
İsrâil oğulları da kendi yaratılışlarını ön plana alarak biz üstünüz dediler!
Peygamberlik bizim hakkımızdı! Ama sen bunu bilemedin, diyerek Allah’a kafa
tutmaya kalktılar. Bu Muhammed de nereden çıktı? Dediler. Ama
sonunda:
"Gazap üstüne gazaba
uğradılar."
Gazap üstüne gazaba uğradılar,
Allah’tan bir gazaba uğradılar. Tabi kişinin hangi durumda gazaba uğradığını
da ancak Allah bilecektir. Yâni kişi o durumda cennete değil de cehenneme
doğru yol alıyorsa, işte bu onun için en büyük gazap, en büyük azap olacaktır
Allah korusun. Ve bir de bunlar:
"Onlara zillet ve meskenet
damgası vuruldu ve onlar Allah’tan bir gazaba
uğradılar."
(Bakara:
61)
Âyetinden de anlıyoruz ki bunlara bir
damga da vurulmuştur. Yâni zillet ve meskenet damgası. Tarihte hep böyle
olagelmiştir bu iş.
Yâni Allah onlara en son Hz. Muhammed (a.s) döneminde bir fırsat tanımış, tüm önceki
nanelerini silip, onları affetmek üzere onlara bir imkân tanımıştı. İşte son
elçim karşınızda, eğer inanırsanız kurtulacaksınız, değilse zillet ve
meskenetten kıyamete kadar kurtulamayacaksınız demişti Allah. Ama tabi bu söz
kıyamete kadar her dönemde bakidir, geçerlidir. Her bir yahudi şu anda da, yarın da yine inanma imkânına sahiptir,
inanırsa kurtulur, değilse bu zillet ve meskenete razı olmak
zorundadır.
Bu gazap ve azap işinin tarihte görülen
biçimleri sürgündür. Hayatları böyle bir sürgünle geçmiş bu hainlerin. Zillet
ve meskenet biçimleri de belki meşgaleleridir ya da
öyle bir ruh hali, öyle bir dünya anlayışı, öyle bir hayat anlayışıdır. Yâni
öyle bir kölelik zihniyeti verilmiştir ki onlara, hep böyle azap içinde
kahrolup gidiyorlar. Çünkü Allah, bugünden sonra onlar Mescid-i Haram’a hep korkarak gireceklerdir diyordu.
Bakıyoruz da şimdi ellerini
kollarını sallaya sallaya giremiyor adamlar. Meselâ
saray yaptırıyor adamlar, tabanını deliyor, dehlizler yapıyor, sığınaklar
kuruyor, herhangi bir saldırı anında kaçacakmış filan, hep korku içindedir
yâni. Orada elini kolunu sallaya sallaya geze-miyor.
Kral benim de dese, örtüsünü ben değiştiririm de dese, Kâbe-nin içine de girse gene de korku içindeler.
Evet bunlar, bu yahudiler gazap üstüne gazaba maruz kaldılar. Ve her gün
müslümanların namazlarında kırk defa lânet okuyup da
aman ya Rabbi bizi onlardan eyleme! Dedikleri duruma
geldiler. Acaba düşünüyorum da müslümanlar bunu
söylerlerken ne dediklerinin farkına varabiliyorlar mı? Müslümanlar da onların
durumuna düşmüşlerse diyorum, bu duanın ne anlamı olacak da? Veya kendi
kendilerine mi beddua ediyorlar ki? Neyse orası kalsın
şimdi.
"Ve kâfirlere alçaltıcı bir azap
vardır."
Kâfirlere, Allah’ın kitabı örtenlere,
vahiyden habersiz bir hayat yaşayanlara, Allah’ı, Allah’ın dinini, Allah’ın
âyetlerini kamufle edip bir hayat yaşayanlara, fıtratlarını örtenlere, kendi
kendilerine yabancılaşanlara alçaltıcı bir azap vardır. Bunlar Allah’ın gökler
ve yeryüzüne serpiştirdiği bunca görsel âyetlerini örtmüşler, o âyetlerin
fihristi mahiyetindeki şu kitabın âyetlerini örtmüşler, Allah’ın fıtratlarına
koyduğu tevhidi örtmüşler ve kendi kendilerine bir hayat yaşamaya
yönelmişlerdir. İşte bundan dolayı onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
91:Bir de onlara Allah’ın bütün
indirdiklerine iman edin, denilince, biz bize indirilene inanırız derler.
Halbuki hak odur ve üstelik yanlarındakini de doğrulamak ve tasdik etmek üzere
gelmişti o Kur’an. De ki, Eğer mü’min iseniz, daha önce Allah’ın elçilerini niye
öldürdünüz?"
Bir de onlara, bu tür insanlara deseniz
ki, hadi Allah’ın indirdiğine inanın! Hadi Allah’ın kitabına gelin! Ne gerek
var başka başka şeyler arıyorsunuz? İşte Allah sizin
için taptaze âyetler indirdi. Evet Mûsâ için Tevrat’ı indirdiyse bir zamanlar,
sizin için de Kur’an’ı indirdi. Dün o vardı, bugün de
bu var, hadi bakalım denildiği zaman, yâni Kur’an’a
iman edin dendiği zaman, kıyamete kadar geçerliliği korunacak ve hükmü baki
olacak, kıyamet günü de insanların kendisiyle yargılanacağı şu kitaba iman
edin, dendiği zaman derler ki:
Biz bize indirilene iman ederiz. Biz
ancak bize indirilene iman ederiz dediler ve ondan başkasına ihtiyacımız yoktur
diyerek arkasındakilere küfrettiler. Arkasındakilere iman
etmediler.
Tıpkı şu anda kimi müslümanların: Bize göre, bizim hocamızın dediğini kabul
ederiz? Dedikleri gibi. Meselâ piyasada bütün hocalar aslında her biri Kur’an’ı anlatsa, hiçbiri saptırmasa, değiştirmese, bir
grup ötekine düşman olur muydu? Mümkün değil. Gerçekten hepsi Kur’an kaynaklı olsa, hepsi Kur’an
kaynaklı anlatsa, tamam biri şöyle dedi, öbürü böyle dedi. Mutlaka farklılıklar
olacaktır. Mutlaka ahlâkî yönüyle, ideal yönüyle, ya
da eğitim yönüyle, eylem yönüyle farklılık olacaktır. Yâni meselâ kimisi
malının tümünü vermek, kimisi yarısını vermek gibi farklılıklar olabilecektir.
Kimisi hemen kılıca sarılmak, kimisi biraz mutedil olmak gibi farklılıklar
olabilecektir. Ebu Bekir gibi, Ömer gibi farklılık
olacak. Olsun da, ama böyle olmayacaktır müslü-manlar. Herkes diyor ki; biz, bize öğretilene inanıyoruz.
Herkes diyor ki; tamam, bizimki doğru, bizimki güzel, biz buna
inanıyoruz.
Aynı durum yahudi mantığı olarak bizim piyasada da yaygındır.
Babalarımız ne öğrettiyse, efendilerimiz, büyüklerimiz ne bellettiyse biz, ona
inanıyoruz diyorlar. Onun dışında bir doğrunun da olabileceğine ihtimal
vermiyoruz diyorlar.
"Halbuki hak odur ve üstelik
yanlarındakini de doğrulamak ve tasdik etmek üzere gelmişti o Kur’an"
O inkâr ettikleri şey. Halbuki gerçek
imanın hedefi haktır ve Allah’tan gelen hak nerede olursa olsun, nereye ve kime
inerse insin, hak haktır, hemen onu kabullenmeleri
gerekiyordu.
Biz sadece, bize indirilene iman ederiz
derken, sadece Tevrat’a iman ettiklerini söylüyorlardı. Veya sadece İncil’i
kabul ettiklerini söylüyorlardı. Tevrat’tan ve İncil’den sonra gelen, aynı
kaynaktan gelen bir kitabı reddediyorlardı. Halbuki o da Tevrat’ın ve İncil’in
sahibinden geliyordu. Bu Kur’an da Tevrat ve İncil’in
sahibinden geliyordu. Ve işte üstelik yanlarındaki bu iki kitabı da reddederek
değil, tasdik ederek geliyordu. Kendi kitaplarına Allah’ın istediği inanmayan,
kendi kitaplarının yol gösterisiyle bir hayat yaşamayan bu insanlar elbette bu
son kitaba da inanmayacaklardı. Kendi kitaplarına karşı bu kadar yamuk tavırlar
takınan bu insanlardan elbette bu son kitaba karşı da müslümanca bir tavır beklenemeyecekti. Tıpkı kendi
kitaplarını tahrif edip, arkalarına atıp, gündemden düşürüp keyiflerine göre bir
hayat yaşamaya yöneldikleri gibi bu son kitabı da arkalarına
atıverdiler.
Halbuki bu kitap öyle arkaya atılacak
bir özelliğe sahip değildi. Bilâkis bu adamların ellerinde kitap olarak kabul
ettikleri, bizim kitabımız diye bağırlarına bastıkları tüm kitapların içindeki
doğruların en doğrusunu içinde toplayan, sinesinde barındıran, hakikatin en
hakikatini kendisinde bulunduran bir kitaptı.
Yeryüzündeki tüm kitaplar, kitapçıklar,
ister daha önce Allah-tan gelmiş ama sonradan insanların tahrif ettikleri
kitaplar olsun, isterse insanların kendi elleriyle Allah’ın indirdiği
kitaplardan esinlenerek yazdıkları, oluşturdukları kitaplar olsun fark etmez,
beşerin elinin değdiği, kaleminin işlediği hiçbir kitap bu kitabın yerine geçemeyecektir. Hiçbir kitap bu kitaptan öne alınamayacak,
önde tutulamayacaktır. Ve yeryüzünde hiçbir lider, hiçbir önder de Hz. Muhammed’in (a.s) önüne geçemeyecektir.
Yarın mezara girilince de insanların
tümü bu kitaptan hesaba çekileceklerdir. Kitabın nedir? Sualiyle bu kitabı
tanıyıp tanımadığımızdan, bununla ilgilenip ilgilenmediğimizden, bunu diğer
beşer kitaplarının önüne geçirip geçirmediğimizden, buna en üstün payeyi
verip hayatımızı sadece buna sorup sormadığımızdan, yâni bununla amel edip
etmediğimizden hesaba çekileceğiz. Kesinlikle bilesiniz ki; insanların
yazdıkları kitaplardan hesaba çekilmeyecektir insanlar. Soru bu kitaptan
çıkacak, hesap bu kitaptan verilecektir. Hayatınızın hesabını bu kitaba göre
vermek zorunda kalacaksınız.
Ve yine kesinlikle bilesiniz ki lider
olarak, imam olarak, önder olarak insanlık Hz.
Muhammed (a.s) dan hesaba çekilecektir. Kime uymuştunuz? Kimi örnek almıştınız?
Kimin peşindeydiniz? Amellerinizi kimden almıştınız? Kimi gündemde tutmaya
çalışıyordunuz? Kimi tanıyıp onun gibi olma savaşı veriyordunuz? Kimin anma
törenlerini düzenleme savaşı veriyordunuz? Peygamber mi, yoksa başkaları mı?
Kimin sözlerini öğrenmeye, kimin sözlerini ısrarla öğretmeye çalışıyordunuz?
Kimin sünneti, kimin modeli kafalarınızda canlıydı? Peygamberinkiler mi? Yoksa
başkalarınınkiler mi? Bundan hesaba çekileceğiz yarın. Bakın Kasas sûresi şöyle sesleniyor:
"O gün Allah onlara seslenir:
"Peygamberlerime ne cevap verdiniz?" der."
(Kasas:
65)
Evet, ne dediniz? Nasıl
karşıladınız? Nasıl icâbet ettiniz? Allah’ın peygamberine ne muamele yaptınız?
Nasıl karşıladınız onu? Nasıl cevap verdiniz ona? Diye bizi onunla hesaba
çekecektir Allah. Eh biz de deriz ki: Ya Rabbi, işte
senin peygamberin namazdan bahsetmişti, oruçtan söz etmişti. İşte temiz olun
filan demişti, biz de bunlara aynen riâyet ettik, başka ne dediğini bilmiyorduk
ki? Başka bir şey demedi ki senin
peygamberin deriz olur biter. Yâni Allah için söyleyin, din diye ne anlattı
bize peygamber? İlmihal bilgileriydi galiba. Onu da Tavaslı mı anlattı bazen?
Ya da Ömer Nasuhi mi
anlattı? İşte namaz hocaları, mızraklı, kamalı, süngülü namaz hocaları öyle
dediler, biz de icâbet ettik onlara diyeceğiz herhalde. Çünkü başka ne dediğini
bilmiyoruz ki o peygamberin. Tanımıyoruz ki Allah’ın
elçisini.
E ama bizim ona ait bildiğimiz,
tanıdığımız üç beş söz söyleyen birisi değil ki Allah’ın Rasûlü. Hayatında altmış bin civarında söz söyleyendir,
amel edendir peygamberimiz. Onlardan ne kadarından haberdarsak bizde o kadar
vardır. Meselâ bir araba kaç parçadan oluşuyorsa ve sizde bu parçalardan ne
kadarı varsa o kadar arabanız var demektir. Herhalde bir direksiyon, dört de
teker varsa elinizde, arabam var diye sevinmiyorsunuzdur yâni. O zaman altmış
binde kaç hadisiniz varsa o kadar hadisiniz var demektir. Ve peygamberi ancak o
kadar tanıyorsunuz demektir.
Evet soruyorum şimdi: Kaç hadisiniz var
böyle üzerinde kafa yorduğunuz? Kaç peygamber uygulaması var kafanızda? Yâni
böyle anlamaya ve amel etmeye çalıştığınız, hayatınızı onunla düzenleme-ye
çalıştığınız kaç peygamber uygulaması varsa, kaç sünnet birimi varsa o kadar
müslümanlığınız var demektir. Allah korusun haberdar
olduğumuz filan yok da bir de üstelik bu konudaki Rabbinizin sorusuna
vereceğiniz cevabı düşünün. Bir
de kitaptan kaç ayet bilginiz var onu düşünün. Bildiğiniz, anladığınız ve
onunla hayatınızı düzenlediğiniz kaç ayetiniz var? Hayatınıza yön veren,
hayatta size yol gösteren kaç ayet biliyorsunuz? Eğer sadece namaz, oruç, hac
ve zekât âyetlerini bilmek yetiyorsa, eğer sadece bunlar insanı cennete
götürecekse, o zaman Kur’an’dan diğer bölümleri alıp
atalım, ya da Ra-sulullah’ın sünnetinden diğerlerini çıkarıp atalım, din
bozulmayacaktır o zaman. Bildiğimiz birkaç ayetin, birkaç hadisin dışında ki;
onları da amel etmek üzere değil, hocaları imtihan etmek ya da lâzım olduğun-da müslüman
olduğumuzu ispat için öğreniyoruz, bilmediğimiz, tanımadığımız diğer ayet ve
hadisler fazlalık olacak o zaman değil mi? Halbuki o âyetlerden ve o
hadislerden her biri bizim hayatımızın bir birimini düzenlemek için gelmişti.
Ve o âyeti, o hadisi bilmeyen bizler hayatımızın o birimini hep yanlış
düzenlemişiz demekti.
Evet bunların her birine ne dediğimizi,
nasıl bir tavır takındığımızı soracak Rabbimiz, bunu unutmayalım. Madem ki
bizi onunla hesaba çekecektir Allah. Öyleyse nasıl olur da bu kitap arkaya
atılabilir? Nasıl olur da başka başka kitaplar bunun
önüne geçirilebilir? Nasıl olur da başka başka
liderler, başka başka önderler Hz. Muhammed’in (a.s) önüne konulabilir? Nasıl olur da bu
son elçinin hayatı gözardı edilircesine başkalarının
yazıp çizdikleri öne alınabilir? Nasıl olur da kitabın ve peygamberin önüne
başka şeyler geçirilebilir? Bunun izahı asla mümkün
olmayacaktır.
Çünkü bu son kitap, bu son elçi, tüm
insanlardaki doğruların, gerçeklerin tümünü tasdik edici ve eksikliklerini
tamamlayıcı bir özel-liğe sahiptir. Bunların doğru
dediği doğrudur, eksik dediği eksiktir, yanlış dediği de yanlıştır. Kıstas
bunlardır, mihenk bunlardır, elek bunlardır. Hal böyleyken doğruların
kendileriyle ortaya çıkacağı bu kıstasların önüne ne geçirilebilir
ki?
Ama onlar dediler ki biz bize
indirilene iman ederiz. O Mu-hammed bizden değil ki!
Onun rengi bizim rengimizden değildir! Onun ırkı bizim ırkımızdan değildir! O
Arabın peygamberidir, bizim değil! dediler. Böyle
diyenlere buyurur ki Rabbimiz:
"De ki; eğer siz gerçekten inanmışsanız
imanınız ne kötü şeyler emrediyor size?"
Şâyet sizler mü'minlerseniz, şâyet siz size indirilene iman ediyorsanız,
hani biz ancak bize indirilene iman ederiz diyordunuz. Ya! Gerçekten mi? Ciddi misiniz bu konuda? Eğer sözünüzde
samimiy-seniz, gerçekten iman ettiğinizi iddia
ediyorsanız, e Allah’ın elçilerini niye öldürdünüz o zaman? Bu imanlarınızda
samimiyseniz niye öldürdünüz Allah’ın elçilerini? Peygamber öldürmek iman
mıdır, küfür müdür?
Biz, bize indirilene inanıyoruz
dediğiniz Tevrat mı emrediyordu bunu size? Zekeriya,
Yahya ve öldürdüğünüz diğerleri sizin peygam-berleriniz değil miydi? Niye bunları sabah öldürüp de
öğleden sonra hiç bir şey yokmuş gibi, hiç bir şey olmamış gibi işinize,
aşınıza gidiyordunuz? Söyleyin bunu neyle izah edeceksiniz? Sizin inancınız
size peygamber öldürmeyi mi emrediyor? Sizin inandık dediğiniz kitabınız size
peygamber öldürmeyi mi emrediyor? Kitabınızda böyle bir emir mi var?
Veya sizler, ey şu anda biz, bizim
kitaplarımızı okuruz! Biz bizim hocalarımızın kitaplarından bilgileniriz! Bize
bizim efendilerimizin, bizim şeyhlerimizin, bizim önderlerimizin, bizim
siyasilerimizin, bilim adamlarımızın kitapları yeterlidir! Bizim başka
kaynaklardan bilgilenmeye ihtiyacımız yoktur! Biz, bizimkilerden vazgeçmeyiz
tavrında direten bugünün müslümanları, şu anda sizin
de önce gündeme almanız gereken kitap bu kitaptı. Sizin de önce gündeme almanız gereken
önder, peygamber (a.s) ve onun sünnetiydi. Kitabı ve sünneti günde-me almanız gerekirken, niye başkalarını gündeme aldınız?
Niye başkalarını kitabın ve sünnetin önüne geçirme budalalığında bulundu-nuz?
Niye hep kendi oluşturduğunuz
konularla, kendi oluşturduğunuz kitaplarla, kendi oluşturduğunuz önderlerle,
liderlerle günlerinizi dolduruyorsunuz? Yoksa yahudiler gibi sizin imanlarınız, sizin Müslümanlığınız da
bu kitaba ve bu kitapla gönderilen peygambere hayat hakkı tanımamayı mı
emrediyor? Yoksa sizler de tıpkı onlar gibi mi inanıyorsunuz? Yoksa sizler de
imanlarınızdan kaynaklanan bir cesaretle mi yapıyorsunuz bunu? Hem müslüman olduğunuzu iddia ediyorsunuz, hem de müslümanı olduğunuz kitabınızdan ve o kitabın tebliğcisi ve
pratiği olan kulluk örneğinizden habersiz bir hayat yaşıyorsunuz. Bu nasıl bir
imandır böyle? Sizin imanlarınız da size böyle bir şey mi
emrediyor?
Bakıyoruz bugün müslümanlar iyilikleri, hayatları, takvaları, takva
anlayışları tartışılabilecek bir kısım insanları gündeme getiriyorlar. Onlar
için anma törenleri, yad etme günleri düzenliyorlar. Günlerce onları
konuşuyorlar. Günlerce onların sözlerini, hayatlarını tartışıyorlar, ama
peygamberleri tanımak ve tanıtmak için gündeme almıyorlar. Peygamberleri,
Allah’ın yasal kulluk örneklerini konuşmuyorlar. Onların hayatlarını,
programlarını, uygulamalarını gündeme almıyorlar.
Bu nasıl bir iman ki; doğrulukları
kesinlikle ortaya konmuş olan, doğrulukları Allah tarafından kesinlikle tescil
edilmiş olan peygamberler dururken, doğrulukları Allah tarafından kesin olarak
tescil edilmemiş olan insanları gündeme getirmeye çalışıyorlar? İbrahim (a.s),
Nuh (a.s), Mûsâ (a.s), İsa (a.s), Muhammed (a.s) lar
yerine kim geçebilir ki? Kimi geçirebileceğiz de
bunların önüne? Kim olursa olsun,
hiçbir insanı, hiçbir beşeri, peygamber yerine ikâme edercesine insanlara takdim
etmeye hakkımız yoktur. Heyhat ki bugün kimileri, kimilerini Allah’ın önüne
bile geçirmeye çalışıyorlar. Kimilerine Allah’ın sıfatlarını yükleyerek onları,
Allah makamına bile oturtmaya çalışıyorlar. Bu nasıl bir imandır anlayan
anlatsın da biz de bilelim.
Evet mutlak doğrulukları Allah
tarafından tasdik edilen peygamberlerden başka örnek şahsiyet aramaya gerek
yoktur. Esasen bugün çevrelerinde örnek şahsiyet arayanlar peygamberleri tanıma
zahmetinden kaçan insanlardır. Aman filan yerde bir zât-ı muhterem varmış. Gidip
onunla bir tanışalım, bilişelim diyerek yaşayan örnek arayanlara diyorum ki:
Gardaş, sen İbrahim Aleyhisselâmla
tanıştın mı? Mûsâ aleyhisselâmı tanıdın mı? Nuh
Aleyhisselâmı, Şuayb
Aley-hisselâmı, Yunus Aleyhisselâmı tanıdın mı? İşin ne, git onlarla tanış. Beni
tanımasan da olur. Ama Allah’ın hayatlarını onayladığı ve mutlak kulluk örneği
olarak sana takdim ettiği bu yasal örnekler dururken boşuna ne örneği
arıyorsun? Diyorum.
Sonra buyurur ki bakın Allah. Daha
gerilere gidelim:
92:"Hani bir de Mûsâ size apaçık
mûcizelerle gelmişti de o Tûr dağına gittikten sonra arkasından buzağıya
tutunup tapındınız. Ve böylece sizler zâlimlerden
oldunuz."
Mûsa size apaçık mûcizelerle gelmişti
de. Acaba hangi mûcizelerdi bunlar? Allahu alem
tufan gibi, çekirge, güve, kurbağa, kan, âsâ, yed-i beyza, denizin yarılması, bulutun gölgelemesi, men ve selva
gibi, su fışkıran taş gibi apaçık mûcizelerdi bunlar. Evet Allah’ın elçisi böyle
inkârı mümkün olmayan apaçık mûcizelerle size geldi, sonra da tutup onun
arkasından buzağıya tapanlar siz değil miydiniz? Bunu da mı mü'min olarak yaptınız siz? Bunu da mı imanlarınız
emrediyordu size? Bir de utanmadan inandığınızı iddia ediyorsunuz. Biz, bize
indirilene iman ederiz. Biz bizim kitabımıza inanırız diyorsunuz. Söyleyin
bakalım bunu da mı imanlarınız emretti sizin? Hani siz, size indirilene
inandığınızı iddia ediyordunuz, bu muydu sizin imanlarınızın salih ameli?
Yâni Tevrat veya Hz. Mûsâ size buzağıya tapın mı dedi ki, buzağıya taptınız?
Biz bize indirilene iman ediyoruz diyorsunuz, söyleyin bakalım hani size
indirilen nerede? Mûsâ var aranızda, Tevrat var elinizde, ama siz yine de
buzağıya tapıyorsunuz! Bu mu kitaba iman? Bu mu peygambere saygı? Buna mı iman
diyorsunuz siz? Yok yok, hainler aslında kitaplarına
da inanmıyorlar. Zaten ellerinde iman edilecek bir kitapları da yoktur.
Kitaplarını tahrif ederek işini bitirmişler de esasen şöyle demeye
çalışıyorlardı: Yahu önceki kitabımızı bozup da işimize gelmeyen, iştahımızı
kaçıran âyetlerinden kurtulup keyfimize göre bir hayat yaşamayı güç belâ
becermişken şimdi bu yeni kitap da nereden çıktı? Şimdi bir de bunu bozmaya mı
uğraşacağız? İşimiz yok da bir de bu Allah kitabını tahrifle mi uğraşacağız?
Demeye çalışıyorlardı.
Öyleyse bu da konuşmada farklı bir
metot kazandırıyor mü'-minlere. Karşıdakine böyle
bazen sağ sol vuracak, ama devirmeye-ceksin çünkü
devirdiğin zaman, adamın işini bitirdiğin zaman ona an-latamazsın artık. Yâni bir sağdan vuracak, bir soldan
vuracaksın, ama gene de ayakta dursun o, çünkü bir şey anlatılacak ona. Çünkü
biraz sonra şunları şunları hatırlayın diye tekrar
tekrar söylenecek.
Allah’a inanırım, peygambere de
inanırım; ama filanın yolundan kesinlikle ayrılmam diyen bugünün insanları da
böyledir. İnandım dediği Allah bir türlü söyler, o başka bir türlü yaşar.
İnandım dediği peygamberin hayatı bir vadide, onunki başka bir vadidedir. O
yolundan çıkmam dediği varlık hatırına inandım dediği Allah ve elçisiyle çok
rahat çatışma içine girdiği halde, adam hâlâ müslümanlık iddiasından da vazgeçmemektedir. Bu nasıl bir
imandır böyle? Bir türlü anlamak mümkün değildir.
Sonra bir sorgulama
daha.
93:"Bir zamanlar üzerinize Tûr dağını
dikerek sizden sağlam söz almıştık. Size verdiğimiz Tevrat’a kuvvetle sarılın?
Demiştik. Dediler ki işittik ve isyan ettik. Kâfirlikleri sebebiyle kalplerine
buzağı sevgisi içirilmişti. De ki onlara peygamberim: Eğer sizler mü'min iseniz sizin imanlarınız sizlere ne kötü şeyler
emrediyor?"
Hani o size verdiğimiz, şu anda da
inandığınızı iddia ettiğiniz kitabı kuvvetle tutunuz! Ciddiyetle ona
sarılınız! Onu dinleyiniz ve onun dedikleriyle amel ediniz? Diye Tûr dağını
başınızın üzerine kaldırıp sizden zorla mîsak
almıştık. Sizler böyle kolay kolay ahit verecek
insanlar da değildiniz. Tûr dağının başınıza düşme tehlikesiyle karşı karşıya
bulunduğunuz o anda, ciddi bir tehlikeyle, ciddi bir tehditle karşı karşıya
geldiğiniz o ortamda ne dediniz bu mûcizeyi göre göre? "İşittik ve isyan ettik" demiştiniz değil mi? Ne demek
bu? Bu, şu demektir: Evet dinlerim ama isyan ederim! Veya dinlerim ama isyan
ederek dinlerim! Tamam senin sözün neydi? Git mi demiştin? Tamam dinlerim ama
ben kalırım! Sen kal mı dedin? Ben otururum! Sen ver mi dedin? Ben alırım!
Demiştiniz. Demek ki o kötü şartlar altında bile sizler inanmış değildiniz.
Merhum Seyyid
Kutup der ki: Bunlar dilleriyle işittik diyorlardı, ama hayatlarıyla da isyan
ettik diyorlardı. Tıpkı günümüzün kimi müs-lümanları gibi. Dilleriyle inandıklarını iddia ediyorlar ama
maalesef hayatlarında bu imanın kokusunu bile görmek mümkün değildir.
Dilleriyle ikrar ettikleri imanı hayatlarıyla nakzediyorlar. Ağızlarından
gevelediklerini yaşantılarıyla yalanlıyorlar. Dilleri ayrı şey söylüyor,
hayatları, yaşantıları ayrı şey söylüyor. Buna iman denir mi? Bu Allah’ın
istediği bir iman değildir. Allah’ın istediği iman kalpte karar kılmış ve
amellerle görüntülenmiş bir imandır. Hayatın kendisiyle şekillendiği imana iman
diyor Allah. Sadece iddiadan ibaret olan, hayatta etkinliği olmayan bir iman boş
bir iddiadan ibarettir.
"Kâfirlikleri sebebiyle kalplerine
buzağı sevgisi içirilmişti."
Hainliklerinden dolayı da Allah onların
kalplerine buzağı sevgisi içirivermişti. Sanki bu üşribe süngerin suyu içmesi gibi. İnsanın su içmesi gibi
değil yâni. İnsan suyu içti mi iki saat sonra bütün vücuda yayılıyor o içilen
su. Ama süngerin içmesi biraz farklıdır. Yâni buzağı sevdası iliklerine kadar
işlemişti onların. Kalpleri onun sevgisiyle dopdoluydu. Buzağı sevgisi onların
kalplerinde Allah sevgisi yerine geçti, Allah sevgisinin yerini dolduruverdi.
Gözleriyle farklı bakıyorlar, kulaklarıyla farklı duymaya çalışıyorlar, çünkü
Kur’an’da anlatıldığına göre yâni böyle özel bir sesi
de vardı bu buzağının. Para sesi gibi böyle. Bakıyordular, seviyordular,
elleriyle dokunmaya çalışıyordular, ona ulaşmaya, ona sahip olmaya
çalışıyordular. Tıpkı vitrinlere bakanlar gibi, arabaya bir kere dokunabilsem
diye can atanlar gibi. Yâni bütün vücutlarıyla ona yöneliyorlardı, onun
karşısında ser mest oluyorlardı.
Allah sevgisi yerine hakim olan bu
buzağı sevgisine, dünya sevgisi diyenler olmuş. Dünya sevgisi, dünyalıklar
sevgisi kalplerine içirilmiştir onların. Öyle bir yöneliyorlar ki dünyaya, öyle
bir hedefliyor-lar ki dünyayı sanki içecekler, sanki
içlerine alacaklar. Dünyanın dışında hiçbir şey düşünmüyorlar. Aman diyorlar
mal! Aman diyorlar para! Aman diyorlar makam! Aman diyorlar koltuk! Aman
diyorlar alkış! Aman diyorlar şöhret! Bakın dediler ki:
"İşittik ve isyan ettik." Emirler, istekler karşısında toplum
ikiye ayrılıyor. Ya evet dinledik itaat ederiz! Diyen
mü'minler, ya da evet
dinledik ama isyan ederiz! Diyenler. Ama bir üçüncü sınıf oluştu son dönemlerde.
Onlar da:
“Semi’na ve nesiyna”
Diyorlar. Dinledik, duyduk ama unuttuk
diyenler. Dinledik ama buradan çıkmadan unuttuk, işi bitti! Diyenler. Evet böyle
bir grup oluştu günümüzde. Dinliyoruz ama hemen unutuyoruz. Hem öyle çabuk
unutuyoruz ki Allah korusun bir âyetten ötekine geçince bile unutuluyor, baş
tarafı unutuluyor. Buradan çıkmadan unutuluyor. Veya Kur’-an kapanınca
unutuyoruz. Ders biter bitmez başlıyoruz hemen eylemsel girişimlere,
İstanbul’daki yürüyüşlere, çek senet hesaplarına ve Kur’an orada kalıveriyor yâni kendi başına mahrum ama
mahcur olarak. Rabbim ne olur bize şuur ver! Ne olur bizi sana, kitabına ve
elçine karşı bu vurdumduymaz, bu saygısız, bu küstah tavırlarımız-dan kurtar.
Bize istediğin ve razı olduğun tavırları lütfet! Güzel tavırlar, güzel duruşlar
nasip buyur!
Arkadaşlar, Allah için burada çok
önemli gördüğüm bir konuya dikkat çekeyim inşallah. Haftada bir iki gün toplanıp
kitabımızı okumaya, dinlemeye çalışıyoruz. Her gün, her zaman yapamıyoruz bunu.
Hal böyleyken ancak haftada bir iki saatimizi bu işe ayırabildiğimiz halde, ders biter bitmez hemen âyetler
ortamından uzaklaşıp seçimden geçime, borçtan, çekten, senetten, kazanmaya,
harcamaya geçiveriyoruz ve Allah korusun okuduğumuz
âyetler orada kalıveriyor. Âyetlerin mesajı hemen buracıkta unutuluveriyor.
Allah korusun bu çok kötü bir durumdur. Allah rızası için burada ders öncesi ve
sonrası başka bir şey konuşmayalım. Okuduğumuz bu âyetler üzerinde
yoğunlaşalım. Dönelim bir daha konuşalım, dönelim bir daha soralım, iyice
öğrenmeye ve özümsemeye çalışalım. Buradan çıktıktan sonra da yine bu âyetleri
kafamızda canlı tutalım. Gittiğimiz her yerde bunları gündeme getirelim.
Böylece hem kendimizi diri tutalım bu âyetlerle, hem de çevremizin dirilişine
imkân hazırlayalım. Değilse Allah korusun lânete uğrayanlardan
oluruz.
Allah razı olsun farklı bakış açılarını okuyarak Kur an Anlayışımızı zenginleştirmeye çalışıyoruz.
YanıtlaSilAyetlerin metinleri de konulsa çok daha faydalı olurdu.
YanıtlaSil