BAKARA SURESİ (94-152. AYETLER)


"Deki onlara peygamberim: Eğer sizler mü'min ise­niz, sizin imanlarınız sizlere ne kötü şeyler emrediyor?"
Yâni bu kadar kötü şeyler emreder mi iman? Siz mü'min oldu-ğunuzu iddia ediyordunuz? İşittik, isyan ettik! Diyorsunuz, arka­sından peygamberleri öldürüp, kitabınızı tahrif ediyorsunuz. Pey­gamber ara­nızda olduğu halde buzağıya tapınmaya kalkıyorsu­nuz. Sizin nasıl bir imanınız var ki, bu imanlarınız sizi Allah’la ça­tıştırıyor? Nasıl bir ima­nınız var ki, Resûlleri gündemden uzaklaştırtıyor size de, hep başka­larını gündeme almanızı emredi­yor?
Nasıl bir imanınız var ki, Resûllerin örnek hayatları yerine başka başka insanların hayatlarını örnek almaya zorluyor sizi? Böyle iman olmaz yahu. Sizin bu imanınız nasıl bir iman ki, size bunları em­rediyor? Böyle bir iman başka değil, olsa olsa şeytana iman olur deni­yor.
Peki bu adamları bu yanılgıya iten sebep neydi acaba? Acaba hangi sebepten ötürü bu cesareti buluyorlardı bu adamlar kendile­rinde? Bunların hayatında bir yanılgı var. Belki de şeytanın en fazla insanları yakaladığı nokta burasıdır. Nasıl yakalıyor şey­tan? Veya bu insanlar nasıl mutmain oluyorlar böyle? Bakın bu in­sanlar diyorlar ki, âhiret yurdu bizimdir. Cennet bizimdir, cennet bize aittir. Yeryüzünde Allah’ın en çok sevdiği insanlar biziz. Ve kesinlikle bizler cennete lâ­yık insanlarız, cennete gideceğiz..
"Yahudi ve hıristiyanlar dediler ki: Biz yeryüzünde Allah’ın dostları ve sevgilileri­yiz."
(Mâide 18)
Bizler bu halimizle, bu anlayışlarımız, bu yaşayışlarımızla, bu önderlerimizle ve bu kitaplarımızla, bu cemaatlarımızla, bu yapılan-malarımızla kesin cennetliğiz. Bu iş kesin. Bu iş garantidir. Bizler ga-ranti cennetliğiz, siz kendinize bakın dediler. Hıristiyan­lar böyle di­yordu, yahudiler böyle diyordu. Allah’ın oğlu dedikleri Hz. İsa’yı ve Hz. Üzeyir’i, işledikleri günahlara karşı kalkan yapa­rak, Allah’a veliaht ta­yin ederek, Allah’a, Allah’ın bu sözünden çı­kamayacağı oğulları va­sıtasıyla torpil yaptıracaklarına inanıyor­lardı. Evet hıristiyanlar da, yahudiler de aynı şeyi söylüyorlardı.
Ve bugün maalesef aynen onlar gibi sapmalar içine giren müslümanlardan pek çoğu da aynı şeyleri söylemeye çalışıyorlar. Aynen onlar gibi Allah’a birtakım veliahtlar, Allah karşısında birtakım şefaat­çiler bulmaya ve onlara sığınmaya çalışıyorlar ve işin kötüsü böylece kendilerinin kesin cennetlik olduklarını savun­maya çalışıyorlar.
Şimdi madem bu kadar kendimize güveniyoruz, ben şu yap­tı-ğım konuşmalarımla, sizler haftada bir kere gelip beni dinle­meleri-nizle veya infaklarınızla, ikramlarınızla, berikiler cemaatla­rıyla, öte­kiler hocalarıyla, hacılarıyla kesin cennete gideceğimizi iddia ediyo­ruz. İşte bilelim ki; bizim bu mutmain halimiz değişimin önündeki en büyük engeldir. Bizim değişimimizin önündeki en bü­yük engel budur. İnsanların değişimlerinin önüne dikilmiş en bü­yük put budur. yahudi’nin değişiminin önündeki en büyük engel buydu çünkü. Onlar bu inançlarından dolayı değişmeye gerek görmediler. Mutmaindiler çünkü bu konuda. O halleriyle cennete girecek olan bu insanlar, İs­lâm’ı kabule gerek görmediler.
İşte ba­kın bu mutmain ve değişime ge­rek duymayan, değişime razı ol­mayan, statik ve durağan hayatlarını, geleneklerini devam ettir­meden yana olan bu insanlara Allah buyurdu ki:
94:"De ki; eğer âhiret yurdu Allah indinde başkala­rına değil de sadece size ayrılmış ise, o halde sâ­dık­sanız hadi ölümü temenni edin!"
Onlara şunu söyle ey peygamberim: Eğer Allah yanında ahiret yurdu başkalarının değil sadece sizinse, sadece siz gide­cekseniz o cennete, diğer insanlar cehenneme gidecekse, o cennet sadece size aitse, ahir yurt, yâni işin sonu hep size kala­caksa, siz sonunda hüküm ferman olacak, söz sahibi olacaksanız, öyleyse hadi bakalım:
Eğer iddianızda sâdıksanız hadi hemen ölümü temenni edin ba­kalım. Hadi he­men ölüme, ne duruyorsunuz? Madem cennet var ve o cennet sadece sizindir, size aittir, öyleyse ne duruyorsunuz? Niye hemen ölmek istemiyorsunuz? Niye bir an evvel o cennete ulaşmak is­temiyorsunuz? Bu dünya hâlâ sizi niye bağlıyor böyle? Niye çakı­lıp kaldınız dünyaya? Bu programlarınız ne böyle? Bin yıl yaşasa­nız da bitmeyecek bu hedefleriniz ne böyle? Bu evler, bu barklar, bu araba­lar, bu marklar, bu dolarlar, bu makamlar, bu diplomalar, bu şanlar, bu şöhretler, bu alkışlar sizi niye hâlâ hayata bağlıyor? Madem ki Cennet sizi bekliyor, o halde ne duruyorsunuz? Deni­lince:
95:"Hayır hayır, ellerinin kazandıkları yüzünden, onu hiç bir zaman temenni edemeyeceklerdir. Allah zâ­limleri çok iyi bilir."
Elleriyle yedikleri naneler yüzünden, onlar onu hiç bir za­man te­menni edemeyecekler. Elleriyle işledikleri günahlar yüzün­den onlar asla ölmeyi isteyemeyeceklerdir. Biz de isteyemiyoruz o yüzden. Niye? E işimiz var, aşımız var canım. Değil mi? Planları­mız var, prog­ramlarımız var, dükkanımız var, tezgahımız var. Amir olacağız, müdür olacağız, baş olacağız, ayak olacağız, gideceğiz, geleceğiz. Veya da-ha kutsal görevlerimiz var efendim, bu ümmete daha Kur’an anla­taca-ğız, sünnet anlatacağız, teşkilatımızı büyü­teceğiz, cihan şümul hale getireceğiz, devlet kuracağız, biz ölme­yeceğiz yâni. Daha çok işlerimiz var bizim diye böyle kendi ken­dimize ölümden öte bir hayat istiyoruz.
Yâni cennetteki kadar ra­hat, ama ölmemek üzere dünyada böyle bir cennet istiyoruz. Sanki bugün müslümanlar İslâm’ın ön gör­düğü hayatı sadece ra­hatlık anlıyorlar. Yâni sanki peygamber Taif’te hiç taşlanmamış, Bedir’de hiç işkence görmemiş, Uhut’ta yara alma­mış ve hiç aç kalmamış, açıkta kalmamış, perişan olmamış, hiç bir şey olmamış. Yâni böyle müslüman oluverdin mi, oh tamam senden iyisi yok.
Her evde İslâmî yayınlar yapan televizyonlar. Kapının ağ­zında hizmete âmâde bekleyen, otomatiğin otomatiği arabalar, yazın yaz­lıklar, kışın kışlıklar, kaplıcalar, ılıcalar filan olacak, biz böyle müslü-manca yaşayacağız ve yine de ölüm olmayacak. Hele tıp dün­yası da ölüme bir çare buluverse tamam biz yaşayıp gideceğiz böyle, hiç başımız ağrı­madan. Oysa bu dünyada bunlar olacaktı. Allah koru­sun da böyle düşünen adam insanlardan küçük bir azap görünce de korkusun­dan ne yapacağını şaşırıp kalıveriyor tabii. Hani Ankebût sû­re­sinde bu husus şöyle anlatılıyordu:
"İnsanlardan kimileri de vardır ki, Allah’a inan­dık der, fakat Allah yolunda bir eziyete uğratıldığı za­man da insanların işkencesini Allah’ın azabına denk tutuverir."
(Ankebut 10)
Böyle oluveriyor bu sefer de. Yâni insanlardan gelen küçük bir azabı Allah’tan gelen azap gibi kabul ediveriyor ve korkmaya başlayı­veriyor. Geri adım atmaya kalkıyor yâni. Öy­leyse bizler imanlarımızla amellerimizi dengeye getiremezsek, dengede tutmayı beceremezsek, bilelim ki; bu ikilemi sürekli yaşa­yacağız demektir. Yâni bunun için, bundan kurtulabilmek için çare şu: İman ettikçe amel edeceğiz, iman ettiğimizi hep amele dö­nüştüreceğiz, amelimiz hep imandan kaynak­lanacak, o zaman hiç korkmayız, başımıza ne gelirse gelsin hiç etki-lemez bizi. Sahâbe onun için dayanıklıydı. Yâni biz imandan kaynak­lanma­yan ameller peşinde koşarsak veya iman ettiğimiz halde o konu­nun amelini gündeme getirmezsek, o zaman işte böyle bozuk düzen bir hayat yaşarız. Metanetimiz, dayanıklılığımız da olmaz. Sahâbe öyle değildi. İnanıyor yaşıyordu, inanıyor yapıyordu, yap­tığı inancıydı, inandığını yapıyordu, işte böyle devam edince de güçlü oluyordu sa­habe. Fark etmiyordu ki onun için, hesabı her gün denkleştiriyor, kasa hesabı her gün sıfırlanıyor, aldığı belli, verdiği belli tamam, o kadar rahat ki; ölecekmiş, neden korksun da? Hesabı tamam, biliyordu ki zaten ölecek.
Düşünün, düşünelim hemen ölümle karşılaşmayı ister misi­niz? Hiç düşündünüz mü? Hiç hesap yaptınız mı? Hemen bir anda ölümü kabullenmek kolay değil değil mi? Bu işin muhasebesine bile kendi­mizi inandıramıyoruz. Düşünmek bile ürpertiyor insanı. Kolay mı? Ya­şadığımız hayat belli, ellerimizin kazandıkları da belli, bu hayatın bizi nereye götüreceği de belli. Onun için korkuyoruz ölümden. Evet ya-hudi ve hıristiyanların ölüm konusunda böyle davrandıklarını anlatıyor Rabbimiz. Ölümden bu denli korkmalarını, hayata bu kadar yapışkan olmalarını anlatıyor. Yaşadıkları hayatın kendilerini nereye doğru götürdüğün farkında oldukları için böyle olduklarını or­taya koyuyor. Ama tabi bu insanlar­dan da derece derece farklı olanlar vardır:
96:"Yemin olsun ki sen, onları yaşamaya karşı in­sanların en hırslısı bulacaksın. Müşriklerden bin yıl ya­şasa isteyenler de elbette vardır ama bunlar müşriklerden daha hırslıdır. Ama bilmiyorlar ki onlar uzun ömürlü ol­salar da azaptan kurtulamayacaklar. Allah şüphesiz ki yaptıklarını, ettiklerini gören, gözetendir."
Bu yahudileri ve yahudi tıynetli adamları; insanlar arasında, ha­yat sevgisi açısından daha haris, daha hırslı bulursun. En hırslı, en haris onları bulursun. Evet cennetliğiz diyerek kitabı bir tarafa bırakan, sünneti bir tarafa bırakan ve kendilerince, akıllarına estiği gibi bir ha­yat yaşamaya çalışan bu insanlara bir bakın ki, hem âhiret bizimdir diyorlar, hem de dünyayı kucaklama sevdasına ka­pılıyorlar. Dünyaya ve dünyalıklara karşı çok haris davranıyorlar, doyumsuz davranıyor­lar. Hesapları çok adamların. Torunu, toru­nunun torunu, yeni dük­kanlar, yeni tezgahlar, yeni hedefler, yeni hesapları var adamların. Bunlar bitecek de ondan sonra sıra gelecek kitaba, sünnete dön­meye. Bunlar bitecek de ondan sonra sıra ge­lecek Allah’a kulluğa. Başka türlü zaman bulmaları mümkün değildir.
"Müşriklerden bin yıl yaşasa isteyenler de elbette var­dır, ama bunlar müşriklerden daha hırslıdır."
Yâni buradaki zamir ya yahudilere gider, ya da müşriklere gi­der. Buradan anlıyoruz ki; yahudilere daha büyük bir azap var­dır. Çünkü müşrikler öldükten sonra dirilmeye iman etmeyen in­sanlardır. Yâni bunlar öldükten sonra hiçbir âkıbete inanmazlar. Dünya hayatın­dan başkasını bilmez onlar. Dolayısıyla onların dünya tutkusu kendi­lerinden beklenmeyen bir şey değildir. Çünkü varsa da yoksa da onla­rın cennetleri dünyadır. Dünyadan başka bir hayata inanmazlar. Ölüm ötesi hayat inancı yoktur onlarda. Ama Allah’a ve âhiret gününe inandığını iddia edip de bu müş­riklerden daha fazla dünyaya tutkun olan adamlara ne demek lâzım? Hem inandık diyorlar Allah’a, kitaba, peygambere, âhirete, hem de hayatlarında bu inandık dedikleri şeylerin kokusuna bile rastlanmadan var güçleriyle dünyayı kucaklamaya çalışıyorlar. Buna ne demek lâ­zım? Bu nasıl bir iman ki kâfirlerden daha fazla dünyaya bağlanmayı emrediyor? Bu nasıl bir iman ki âhiretle alâkalı bir programa yer bı­rakmıyor?
"Ama bilmiyorlar ki onlar, uzun ömürlü olsalar da azaptan kurtulamayacaklar."
Bin sene de yaşasalar onlar başlarına gelecek azaptan kur­tula­mayacaklardır. Uzunca yaşamış olmaları onları Allah’ın azabın­dan kurtaramayacaktır. Eninde sonunda onlar kendilerini o azabın içinde bulacaklardır.
"Allah şüphesiz ki yaptıklarını, ettiklerini gören, gö­zetendir."
Evet böyle Allah’a, âhirete, hesaba, kitaba inandık dedik­leri halde inanmayanlardan daha çok dünyaya bağımlı olanların bu boş iman iddialarını da, bu boş hayatlarını da Allah görmekte ve bilmekte­dir. Böyle boş bir iman iddiasıyla kurtulacaklarını san­masınlar bu adamlar.
97:"Bir de onlara de ki peygamberim; kim Cib­ril’e düşman ise. Çünkü senin kalbine kendisinden öncekileri tas­dik eden bir kitap indirdi diye Cebrâil’e düşman oluyor­lardı. Üstelik inananlar için hidâyet ve müjde olarak ge­li­yordu bu kitap."
Kim Cibril’e düşman olursa. Kim Cebrâil’e düşman kesi­lirse. Rabbimizin bu âyetinden anlaşıldığına göre yahudiler, Al­lah’ın peygamberlere vahiy getiren elçisi Cibril’e de düşman ke­silmeye çalı­şıyorlardı. O bizim düşmanımızdır, o rahmet meleği değil, azap mele­ğidir diyorlardı.
Bu düşmanlığı şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1- Diyorlardı ki: Ne oluyor ey Cebrâil? Hani bir zamanlar biz dosttuk, bize vahiy getiriyordun! Bu işin sahibi, bu işin ehli biz­dik! Bu işin toptancılığını, bayiliğini, baş bayiliğini biz yapıyorduk! Bu işin ta­nıtımı bize aitti! Hani bakıyoruz da bizi bırakıverdin! Bu Muhammed de nereden çıktı böyle? Niye vahiy getiriyorsun ona? Niye terk ettin bizi! Adam eski dostlarını unutur mu? Ayıp değil mi bu yaptığın? Bizi, İsrâil oğullarını bu işten mahrum bıraktın? Vahyi, risâleti ümmîlerden birine, bizden olmayan birine getirdin! Diyerek Cebrâil’e düşman olu­yorlardı.
Yâni tabiri caiz ise Peygamberlik işine toptancılık, bayi­lik gözüyle bakıyorlar hainler. Bu iş bize aitti, ne oldu da bizden bunu alıp başkalarına ver­din? Demeye çalışıyorlar ve bu yüzden de Allah’a da, Onun kutlu el­çisi Cebrâil’e de hikmetsizlik, adalet­sizlik izâfe ederek düşman kesili­yorlardı alçaklar
2 : Bir ikincisi de âyetin devamında işaret buyurulduğu gibi:
"Çünkü senin kalbine kendisinden öncekileri tas­dik eden bir kitap indirdi diye Cebrâil’e düşman oluyor­lardı."
Yâni getirdiği bu yeni kitapla kendi kitaplarını tashih ettirdi diye, kendilerinin yanılgı noktalarını, tarih boyunca sapma noktala­rını belirleyip ortaya koyuverdi diye, tarih boyunca işledikleri tüm pislikleri ortaya döküverdi diye düşman oluyorlardı Cebrâil’e. Tıpkı şimdi kimi insanların açık ve net bir biçimde Kur’an’ın ortaya kon­masından çe­kindikleri gibi. Çünkü Kur’an, insanlar tarafından anla­şıldıkça sapık insanların sapıklık noktaları anlaşılacak da ondan. Bu tür insanlar Kur’an’ın açık ve net bir biçimde ortaya konmasın­dan hep rahatsız olurlar. İnsanların Allah vahyiyle, Allah bilgisiyle tanışmaları bunları korkutur. Çünkü o zaman kendi anlayışlarının, kendi inançlarının, kendi hayat programlarının boşluğu ve batıllığı açığa çıkacaktır.
Bunlar bunun için düşman kesiliyorlardı Cebrâil’e. Getirdiğin bu son kitapla bizi deşifre ettin diye. Bizim tarihî sapıklıklarımızı or­taya döküverdin diye. Peygamberleri öldürdüğümüzü, kitaplarımızı tahrif ettiğimizi, aramızda peygamber varken onu bırakıp buzağıya tapındığımızı, bedavadan üzerimize yağan Allah nimetlerine karşı nankörler kesildiğimizi, Allah’a kulluktan çıkıp keyfimize göre bir ha­yata yöneldiğimizi, tüm kirli çamaşırlarımızı ortaya döküverdi diye Cebrâil’e ve onun getirdiği son kitaba ve son elçiye düşman kesiliver­diler.
Aksine bu yahudilerin sevinmeleri gerekirdi. Teşekkür etmeleri gereki­yordu Cebrâil’e. Ey Cebrâil ne iyi ettin ki böyle bir kitap getire­rek, bizi böyle bir Allah bilgisiyle karşı karşıya getirerek bizim bozuk ta­raflarımızı ortaya koydun! Bizim sapak noktalarımızı ortaya dök­tün! Meğer bizler bu halimizle cehenneme gidiyormuşuz! Bize bizi tanıttın! Biz senin bu getirdiğinle kendimizi sağlama imkânı bulduk diye se­vinmeleri gerekirken, teşekkür etmeleri gerekirken düşman kesiliyordu ona hainler.
Günümüzde kendi yollarının, kendi anlayışlarının, kendi ki­taplarının sağlamasını yapacağından korkup da Kur’an’ın açık ve net bir biçimde ortaya konmasından rahatsız olanların da bu tavırlarından vazgeçip aksine büyük bir memnuniyet duymaları gerekmektedir. Çünkü bu kitap onların sapak noktalarını ortaya koyduğu için sevin­meleri gerekmektedir.
"Üstelik inananlar için hidâyet ve müjde olarak ge­li­yordu bu kitap."
Halbuki Allah’ın yolu birdir. Halbuki Allah’a iman demek, Al­lah’ın gönderdiklerine, bildirdiklerine iman demektir. Allah’ı sev­mek demek, Allah’ın sevdiklerini sevmek demektir. Allah’ı seven melekle­rini de sever. Allah’a inanan meleklerine de inanır. Allah’a inanan peygamberlerinin tümüne inanır. Halbuki bunlar Allah’ın peygamber­lerinden kimine dostluk iddiasında bulunurken, kimile­rine de düşman oluyorlar. Bir meleğe dost olup ötekilere düşman oluyorlar. Halbuki herhangi bir Rasûlü inkâr eden, bütün Resûlleri inkâr etmiş demektir. Meleği ve peygamberi inkâr eden onları gönderen Allah’ı da inkâr ediyor demektir. Ve şunu da bilin ki:
98:"Her kim ki Allah’a, Meleklerine, peygamberle­rine, Cibril’e ve Mîkâil’e düşman olursa artık Allah da o kâfirlerin düşmanıdır."
Çünkü elçiye düşmanlık, o elçiyi gönderene düşmanlıktır. Bizde de böyle bazen bazen getirdiklerinden dolayı Allah’ın me­lekle­rine düşmanlık yapmaya çalışanlar eksik değildir. Melek çok sevdiği birilerinin canını alıverince veya deprem gibi, yangın ve kıtlık gibi bir iptila getiriverince, bunu yapanın işte Allah be­lâsını versin! Olacak şey miy-di bu! Gibi yahudi’yi aratmayacak bi­çimde meleğe düşmanlık ya­pan-lar az değildir.
99:"Peygamberim, biz sana apaçık âyetler gönder­dik, bunları da fâsık olanlardan başkası inkâr etmeye­cek­tir."
Biraz başa dönüyoruz şimdi. Az ilerde ne demişti Rabbimiz?
"Hani bundan önce Mûsâ apaçık Beyyine’lerle size gelmişti de siz, bunları gözlerinizle göre göre inkâr edip buzağıya tapmış ve zâlimlerden olmuştunuz"
(Bakara: 92)
Denmişti. Burada da deniyor ki: Andolsun ki biz sana apa­çık âyetler indirdik, onları fâsıklardan başkası inkâr etmez deniyor. Yâni dün Mûsâ’ya gelenleri reddeden bu alçakların şimdi de se­ninkilere iman etmelerini beklemeyin! denilerek böylece bu adamların iman da­vaları sıfıra indiriliyor. Ve böylece ey müslümanlar, sizler hâlâ bu adamların size inanmalarını mı bekli­yorsunuz? Diye başlayan bölüm bitirilmiş oluyor.
100:"Onlar (o fâsıklar sadece şimdi değil) her ne za­man bir ahde girişir, bir söz verirlerse içlerinden bir grup onu atıp bozuvermedi mi? Hayır hayır onların pek çoğu iman etmemişlerdir."
Âyet-i kerîmede sanki bu bozma işini yapanların bir grup ol­du­ğuna dikkat çekiliyor. Ama arkasından da;
Bilâkis onların çoğu iman etmemiştir deniliyor. Çünkü bir grup bozuyordu, ama ötekiler de bu bozma işine razı olmakla, bunu des­teklemekle, kabul etmekle onlarla aynı noktaya geliyor­lardı. Öyleyse bir toplum içinde Allah’ın dinini bozan, Allah’ın âyetlerini tahrif eden, Allah’a düşmanca tavırlar sergileyen bir grup var da, ötekiler bunların yaptıklarına engel olma kavgası vermezler, sessiz kalırlarsa bilelim ki bunların hepsi o suçun ortağıdırlar. Allah onların hepsini birden ce­zalandıracaktır.
101:"Onlara ne zaman yanlarındakini tasdik et­mek üzere Allah katından bir peygamber gelse ehl-i ki­taptan bir grup sanki hiç bilmiyorlarmış gibi Allah’ın kitabını ar­kalarına attılar."
Yâni onlar kitapla ilgiyi, alâkayı kestiler.
Onu arkalarına attılar. Ellerindeki kitabı bir kenara bıraktı­lar. Ki­tabın arkaya atılması, kitabın önüne başka şeylerin geçiril­mesi de­mektir. Kitabın önüne başkalarının kitaplarını veya kendi düşüncele­rini, şahsi kanaatlerini, kendi değer yargılarını, kendileri gibilerin de­ğer yargılarını onun önüne almak anlamına gelmekte­dir. Ya da kitap­tan yüz çevirmek, kitapla ilgiyi, alâkayı kesmek, ha­yat programını ki­taba danışmadan hazırlamak, böyle bir kitap var mı, yok mu bundan habersiz yaşamak anlamına gelmektedir. Kita­bın emirlerine ve ya­saklarına karşı kayıtsız, vurdum duymaz bir hava içine girmek, kitabı ona ihtiyaç duyulmadığı için arkaya al­mak ve onu kendisine az bakı­lacak bir konuma getirmek demektir. Veya kitaba, onu sonra okuruz! Hele önce şunları şunları bir oku­yalım da ondan sonra ona sıra gelsin diyerek onu ikinci, üçüncü plana atmak demektir. Evet bunlar kitabı arkaya attılar ve:
102: “Ve Süleyman mülkü aleyhine şeytanların uy­durdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Sadece şey­tanlar kâfir oldular. Onlar (yâni şeytanlar) insanlara sihir öğretiyor­lardı. Babil’deki iki meleğe hiç bir şey indirilmemiş­tir. Biz ancak imtihan için gönderildik sakın küf­retme? Demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Onlardan karı ile kocasının ara­sını ayıracak şey­ler öğreniyorlardı. Halbuki bunlar Al­lah’ın izni olmadıkça bu si­hirle hiç kimseye zarar verebi­lecek değillerdi. Onlarsa kendilerine ne bir fayda ne de bir zarar verecek şeyler öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar, bu sihri satın alan kimseler için âhirette hiçbir nasibin olma­dığını da biliyorlardı. Nefisleri karşılığında satın aldıkları şeyin ne ka­dar kötü olduğunu keşke bir bilebilselerdi."
Allah’ın vahyi, Allah’ın kitabı bırakılınca, kitap arkaya atı­lınca, kitap kenara alınınca, elbette başka şeyler gündeme gele­cekti. El­bette şeytan vahiyleri devreye girecek, şeytan vahiyleri gündeme ge­lecekti.
Tıpkı şimdi gece, Allah’ın kitabını bir kenara attıkları için müs-lümanız diyen insanların dünyasında şeytan vahyi olan televizyo­nun gündeme geldiği gibi. Bu kaçınılmaz olacaktır. Çünkü insanlar mutlaka hayatlarını bir şeylerle doldurmak zorun­dadırlar. Eğer Allah vahyi gündemde yoksa mutlaka başka vahiy­ler gündeme gelecektir.
Bunlar Allah’ın vahyini bir tarafa bıraktılar. Allah kitabıyla ilgilerini kestiler. Kitapları ve o kitaplarının pratik uygulaması olan peygam-berlerinin sünnetiyle ilgilerini keserek bir hayat yaşamaya başladıklar ve şeytanların uy­dur­muş oldukları sihir kitaplarına, göz boyacılık işlerine uymaya baş­ladılar.
"Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Sadece şey­tanlar kâfir oldular."
Bu âyette Süleyman’ın (a.s) asla ne sihirle, ne de küfürle ilgi-sinin olduğu anlatılır. Ve sihir yaptıkları ve bunu başkalarına öğret-tikleri için şeytanların kâfir oldukları anlatılır. Süleyman (a.s)’ın si­hirler de, küfürle de bir ilgisi yoktu. Küfür ve sihirle ilgilenenler şey­tanlardı deniliyor.
"Onlar, (yâni şeytanlar) insanlara sihir öğretiyor­lardı."
Şeytanın aslı küfür olduğundan, küfür başa alınmıştır. Şeytanın aslı küfürdür. Şeytan kâfirdir. Şeytan örtücüdür. Fıtratını örten, Allah’ı örten, Allah’ın emrini örten, Allah’ın kendisinden istediği kulluğu örten, kendisini kulluktan, tekliften âzde sayandır. Onun içindir ki onların yap­tıkları bu sihir, küfürle beraber olan bir sihirdir. Aslı küfür olan bir sihirdir. Sihrin aslı küfürdür. Allah’ın yasalarını, Allah’ın arzu ve e-mirlerini örtmektir, reddetmektir, inkâr etmektir.
“Babil’deki iki meleğe hiç bir şey indirilmemiş­tir.”
Bu ifadeyi birkaç şekilde anlamaya çalışacağız.
Buradaki ya nafiyedir, o zaman mânâ az önce dediğimiz gibi olacak­tır: Babil’deki iki meleğe hiç bir şey indirilmemiş­tir. Biz Babildeki iki meleğe hiçbir şey indirmedik.
Ya da bu İsm-i mevsuldür, o zaman da mânâ şöyle ola­caktır:
"Şeytanlar insanlara sihri öğretiyorlar ve Babil’de iki Meleğe indirilen şeyi öğretiyorlardı."
Halbuki bu iki melek:
"Biz ancak imtihan için gönderildik sakın küf­retme! Demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı."
"Onlardan karı ile kocasının arasını ayıracak şey­ler öğreniyorlardı."
Yâni bu öğrendikleri şeyler arasında bunlar da vardı. Karıyla ko­canın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı.
"Halbuki bunlar, Allah’ın izni olmadıkça bu si­hirle hiç kimseye zarar verebilecek değillerdi."
Allah’ın bilgisi, Allah’ın izni ve iradesi olmadıkça bunların ya­pa­bilecekleri hiç bir şey yoktu yâni.
"Onlarsa kendilerine ne bir fayda ne de bir zarar ve­recek şeyler öğreniyorlardı."
Ya da sadece zarar verecek ve asla faydası olmayan şey­ler öğ­reniyorlardı. Bundan anlaşılıyor ki sihir öğrenmek safi zarar­dır. Sih­rin hiç faydası yoktur. Sırf zarardır o. Tıpkı felsefe, mantık, sosyoloji öğrenmek gibi sırf zaradır sihir öğrenmek.
"Andolsun ki onlar, bu sihri satın alan kimseler için âhirette hiçbir nasibin olmadığını da biliyorlardı."
Yâni bu sihirle ilgilenen insanlar, ilgilendikleri bu sihrin ken­di­leri için âhirette hiçbir sevap sebebi olmadığını da biliyorlardı.
"Nefisleri karşılığında satın aldıkları şeyin ne ka­dar kötü olduğunu keşke bir bilebilselerdi."
Kitaplarını arkaya atarak sihirle uğraşmalarının onlara ne­lere mal olacağını keşke bir anlayabilselerdi. Kendilerine verilen kitabın ne kadar değerli olduğunu, onu bir kenara bırakarak onun yerine ilgilen­dikleri, yöneldikleri bu sihrin ne kadar değersiz ve boş bir uğraşı oldu­ğunu keşke bir anlayabilmiş olsalardı. Hayatlarını düzenlemek, ken­dilerine dünya ve âhiret mutluluğu kazandırmak üzere Allah’ın gön­derdiği kitabın, vahyin, Allah bilgisinin kıymetini bilemediler de tutup sihrin peşinde koştular. Bunlar bu kadar bilgi­siz kimselerdir.
Yâni eğer onların kendisiyle amel edebilecekleri kitap sün­net bilgileri olsaydı; onunla amel ederlerdi demektir bunun mânâsı. Ama heyhat ki, onların amel edebilecek kadar kitap sünnet bilgileri olma­dığı için sihirle amele yöneldiler. Az evvel söylediğim gibi bu durum kaçınılmazdır. İnsanların hayatlarını düzenleyecek kadar kitap ve sünnet bilgileri yoksa, yâni kitaplarından ve peygamberle­rinin uygu­lamalarından habersiz bir hayatın mahkumu olmuşlarsa, çaresiz başka şeylerin peşine takılmak zorunda kalacaklardır. Başka vahiy­lerle, başka bilgilerle, başka kitaplarla, başka yasa­larla hayatlarını düzenlemek zorunda kalacaklardır.
Bir başka de­yişle Allah’a kulluktan kaçanlar, başkalarının ku-cağına düşmek, başkalarına kulluk etmek zorunda kalacaklardır.
Rivâyetlere bakılırsa kâhinler bir dönem cinlerden ve şey­tan­lar­dan öğrendikleri bilgileri kitap haline getirmişler, büyü kitap­ları oluşturmuşlar. Bunu insanların arasında yaymaya çalışmışlar. Nihâ­yet Süleyman (a.s) peygamber olarak gelince tüm bu kâhin­leri etkisiz hale getirmiş ve onların yazdıkları bu kitapları toplatarak bir yere gömdürmüştür. Ama Süleyman’ın (a.s) vefatından kısa bir süre sonra şeytan, insan sûretinde toplumun arasında görülür. Topluma der ki: Süleyman’ın yeryüzündeki kuşa, kurda hâkimiyeti­nin sebebini sizlere söyleyeyim mi? İşin aslı şu ki, Süleyman zan­nettiğiniz gibi bir pey­gamber değil, o büyük bir sihirbazdır. Çünkü şeytanları, cinleri, rüz­garları, kuşları, hayvanları hepsini sihirle bü­yüleyip teslim almıştır. Tüm bu varlıklara hükmetmesinin altında onun bu büyük sihirbaz oluşu yatmaktadır. Yâni o ne yapmışsa bu büyük sihirle yapmıştır. Eğer bu söylediklerimin ispatını isterseniz benden, o zaman onun ki­tapları işte şurada onun kürsüsünün al­tında gizlidir, kazın onu bula­caksınız der. Açtılar kürsünün altın­dan gerçekten bir kısım büyü ki­tapları çıkardılar.
İşte insanlar Süleyman’ın (a.s) mülkü üzerine şeytanların uy­dur­dukları, ortaya çıkardıkları bâtıl şeylerin ardına düştüler. Hz. Sü­leyman’ın bir sihirbaz olduğunu, onun bir peygamber olmadı­ğını söy­lüyordu yahudiler. Ama Allah bu âyetiyle bunun böyle ol­madığını, Süleyman’ın (a.s) ne sihirle, ne de küfürle ilgisinin bu­lunduğunu haber veriyor. Aslında bu haliyle sihir bir küfür olup, Süleyman (a.s) sihir ya­parak asla küfretmemiştir ama ona sihirbaz diyen şeytanlar kâfir ol­muştur, denilmektedir. Çünkü bu şeytanlar, insanları peygamber yo­lundan uzaklaştırıp sihir öğreterek yoldan çıkarıyorlardı. Peygamber yolunu bıraktırarak onları sihirlerin peşine takıyorlardı.
Böylece İsrâil oğulları sihirbazlığa yöneldiler. Zira Mısır’dan beri İsrâil oğullarının arasında sihir biliniyordu. Bilhassa eski dev­letle­rini kaybedip de diğer milletlerin kölesi durumuna geldikten sonra on­ların bu tür şeylere sarıldıklarını görüyoruz.
Kitaplarını arkalarına atınca yapacakları bir şey kalmamıştı za­ten. Ama utanmadan bunu Süleyman’a (a.s) izâfe ederek buna meş­ruiyet kazandırmaya çalışıyorlardı. Uydurdukları bu şeyin bir kökü, bir dayanağı olmadığı için de bunu Süleyman’a (a.s) dayan­dırmaya çalı­şıyorlardı. Din de böyle diyor efendim! Kitap da böyle buyuruyor efen­dim! Peygamber de böyle demiştir! Peygamber de böyle yapmıştır efendim! Diyerek bu işe meşruiyet kazandırmayı amaçlıyorlardı.
Günümüzde de şeytan yapımı demokrasi gibi, karıyla koca­nın arasını ayıran, babayı evlâda, evlâdı babaya düşman ya­pan, kardeşle kardeşin arasını açıp onları fırkalaştıran sistemleri ortaya çıkarıp, bunları kitabın yerine ikâme ettikten sonra, buna bir de halkın gözünü boyayabilmek için, din de böyle diyor efendim, Kur’an da demokrasi­den yanadır, Kur’an da aynen demokratik bir sistem önermektedir di­yerek ona meşruiyet kazandırmaya çalışan insanlar gibi. Kitap ve sünneti arkasına atan müslümanlar bu tür şeylerin peşine takılıverdi­ler. Başka çareleri de yoktu zaten. Amel edebilecek ortada kitap ve sünnet olmayınca elbette bu tür şeyle­rin peşine takılacaklardı.
Zira hiçbir toplum kitapsız, kuralsız, prog­ramsız, yasasız ya-şayamaz. Kitaplarını terk eden, kitaplarını arka­sına atan bir toplum elbette başka kitaplar bulmak zorunda kala­caktır. Peygamberlerini, yasal örneklerini terk eden insanlar el­bette kendilerine başka kulluk örnekleri bulmak zorunda kalacak­lardır.
Tabi onlar böyle bir arayışın içine girince de birileri onlara onların bu tür ihtiyaçlarını karşılayıvere­ceklerdir. Kitap mı arıyorsu­nuz? Alın size kitap. Peygamber mi istiyor­sunuz? Alın size pey­gamber. Ya-sa mı arıyorsunuz? Alın size yasa deyiverirler. Bu tarih boyunca hep böyle olagelmiştir.
Buradaki “Onlarsa kendilerine hiçbir fayda ver­meyecek şeyler öğreniyorlardı” ifadesi bir de bende şöyle bir mana çağrıştırıyor: Yani kitaba yönelmedeki temel hedef, kitapla diyalogdaki temel mantık İs-lâmî olmayınca, kulluk endişesi taşı­mayınca sonuç elbette böyle ola­caktır. Bakıyoruz bugün de Kur’an sünnet öğrenmeye çalışan nice koca ve karılar hep kendi­le­rine, kendi haklılıklarına delil bulabiliyorlar ve kadınsa kocasına itaat etmemeye, kocaysa karşısındakini ezmeye yol bulabiliyorlar. Elbette Allah’ın kitabına bu mantıkla yaklaşılırsa herkes kendi haklılığına delil bulabilecektir.
İşte şu anda da görüyoruz ki Kur’an sünnet okuyan, onlarla bilgilenmeye çalışan nice kadınlar okudukla­rından buna delil bulduklarını zannederek kocalarına itaatsizliği savu­nabilecek bir noktaya geliyorlar. Yine aynen onlar gibi Kur’an sünnet okuduklarını iddia eden nice erkekler de okuduklarıyla hanımlarını ezmeye, onlara insanlık dışı keyfi davranışlarda bulunmaya yol bula­biliyorlar. Bunun sebebi vahye yaklaşış biçiminin bozukluğudur.
Veya yine bakıyoruz bugün insanlar kitap sünnet öğrendikçe eskiden titiz davrandıkları nafile namaz­lara karşı gevşek davranmaya başlayabiliyorlar. Hatta daha da ileri giderek kimilerinin dinin ikinci temel kaynağı olan sünneti eleştirmeye bile kalkıştıklarını görüyoruz. İşte Allahu âlem burada bir de vahye yaklaşma mantıklarının tersliği anlatılıyor anlıyoruz.
Yine “Onlar bu sihirle karıyla kocanın arasını ayırıyorlardı” ger­çeğinin bugün de aynen cârî olduğunu görüyoruz. İşte şu anda kitabı bırakıp onun yerine ikame etmeye çalıştıkları tüm bilim dal­larıyla, tüm sihir araçlarıyla bu işi gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Öyle bir ekonomik anlayışı yerleştirmeye çalışıyorlar ki bu anlayış tamamen kadını ko­casından, kocayı karısından ayırmaya, aileyi yıkmaya yöneliktir. Ka­dına diyorlar ki sen özgürsün, kocana itaat etmemelisin, ona bağımlı olmamalısın, sen de çalışıp kazanmalı­sın diyorlar. Sosyal bilimciler kadın erkeğe eşittir diyorlar.
Oyun eğlence tanrıları da karı-kocanın yatak odalarına kadar uzandık­ları yayınlarıyla, ekranlarıyla onların gözleri önüne çok güzel ka­dınlar, çok yakışıklı erkekler sunarak onları birbirinden ayırmaya çalışıyorlar. Gece-gündüz bu programların mah­kumu olmuş kadı­nın hayalinde başka erkekler, erkeğin kafasında başka kadınlar oluşuyor. Sanki aynı yatakta yatan karı-koca hayalen başkalarıyla yatıp kalkmaktadır da ama birbirlerini de idare etmekte­dirler Allah korusun. Bu ne korkunç bir yıkımdır anlıyor musunuz? El­bette ki­tabı terk eden, kitabın kendilerinden istediği kulluktan kaçan in­sanların âkıbeti işte böyle olacaktır.
103:"Eğer onlar (yahudiler) iman edip muttaki olabil­selerdi, Allah katındaki sevap daha hayırlı olurdu. Ama keşke bunu bir bilebilselerdi."
Evet şayet onlar Rablerine kulluklarının bilincinde olsalardı, Al­lah bilgisinin, Allah programının kıymetinin bilincine ererek yolla­rını Allah bilgisiyle bulmaya yönelmiş olsalardı hem dünyaları gü­zel olurdu, hem âhiretleri. Ama bunu anlayamadılar hainler. Allah bilgisi dururken başka programların peşine takıldılar da hem dün­yalarını kaybettiler, hem de âhiretlerini mahvettiler.
104:"Ey mü'minler! Peygambere "Raina" deme­yin "Unzurna" deyin ve dinleyin, inkâr edenlere elem verici bir azap vardır."
Dikkat edersek Cenab-ı Hak daha önce Bakara sûresinde şöyle buyurmuştu:
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rab-binize kulluk ediniz. Umulur ki böylece korunmuş olursu-nuz."
(Bakara: 21)
Demişti. Ey insanlar Rabbinize kul olun! Rabbinize kulluk edin! Buyurmuştu. Bütün insanlığı kendisine kulluğa çağırmıştı. Daha sonra:
Ey İsrail oğulları! Buyurarak ehl-i kitabı bu kitaba imana çağır­mıştı. Şimdi de:
Buyurarak "Ey müslümanlar!" Diyerek müslümanlara bir edep anlatmaya başlayacak.
"Ey mü'minler "RAİNA" demeyin! "UN­ZURNA" deyin ve dinleyin."
Kulak verin! Dinleyin! Buyuruyor.
Raiy, riâyet; bir kimsenin başkalarının işlerini çekip çevir­mesi, yönetmesi demektir. Onun lehine olan şeyleri tedarik edip, ona fayda sağlaması, onu gözetmesi demektir. Bu kelime hay­vanlar için kulla­nıldığı zaman onları gütmek anlamına gelmektedir.
Başlangıçta Allah’ın Rasûlü, müslümanlara herhangi bir emir verdiği zaman müslümanlar, sahabe: “Raina ya Rasûlallah!” derlerdi. Yâni bize riâyet et ey Allah’ın Rasûlü! Bizi gözet! Bize mühlet tanı! Acele etme! Bize zaman ver ki, biz bunu anlayalım! Derlerdi. Sonra­dan yahudilerin çok değişik mânâlarda kullandık­ları bu tabiri kullan­mamalarını emrederek buyurdu ki Rabbimiz:
Böyle demeyin! "RAİNA" demeyin ey müslümanlar "UN­ZUR-NA" deyin. Ve söze de iyi kulak verin, dikkatlice dinleyin. Bu­nun sebebini şöyle izah etmişler:
1- "RAİNA" kelimesi yahudilerin kendi aralarında bir tür sövme anlamına kullandıkları bir kelimeydi. Bu kelimeyle, bu şifreyle Allah’ın Rasûlüne sövmeye çalışıyorlardı.
2- Veya ey bizim çoban! Ey bizim çobanımız! Ey bizim gü-dücümüz anlamına kullanıyorlardı bunu. Peygamberi bir çoban, bir hayvan güdücüsü konumuna düşürmeye ve böylece onunla alay et­meye, onu alay konusu yapmaya çalışıyorlardı.
3- Veya İbrani’ce de: Duy duymaz olası! Dinle dinlenmez olası! Dinle sözü dinlenmez adam! Gibi hakaret ifade eden bir ke­li­medir. Yahudiler hem karşısındakine sövmek, hem de ha­karet etmek kastıyla bu kelimeyi kullanmaya başlayınca Cenab-ı Hak müslümanların bu kelimeyi kullanmalarını yasakladı.
4- Bir de bu kelime: Sen bize riâyet et, sözümüze kulak ver ki biz de sana riâyet edelim, biz de senin sözünü dinleyelim şek­linde pazarlıklı bir ifade anlamına geliyor. Yâni böyle Pey­gamberin konu­munu rencide edici, anlaşmalı eşit bir riâyet talep ediyorlar. Halbuki Rasulullah’ın ümmeti arasındaki ilişkisi, öğret­men öğrenci, usta çırak ilişkisine asla benzemez. Bu konuda bunu anlatan başka âyetler de var Kur’an’da:
"Sakın ha! O Rasûlü kendi aranızda birbirinizi ça­ğır­dığınız gibi çağırmayın!"
(Nur: 63)
Gibi âyetler vardır. İçinizden birinize hitap ettiğiniz gibi pey­gambere hitap etmeye kalkışmayın. Bilesiniz ki O Allah’ın sevgilisidir. Onu üzerseniz Allah’ı üzmüş olursunuz gibi âyetler görüyoruz.
Ray; bir de hayvanlarla ilgili bir sözdür. Yahudiler bu keli­meyi kullanırlarken, biz senin ne dediğini anlayamıyoruz, biz bunu anla­maktan uzağız demeye getiriyorlardı. Biz sürüleriz demeye getiriyor­lardı da Allah buyurdu ki Ey müslümanlar! Sizler Peygam­ber karşı­sında sürüler kesilmeyin! Dinleyin! Söze iyice kulak verin! Peygambe­rin sözleri, peygamberin benden getirip sizlere duyurduğu bu mesaj anlaşılmayacak bir mesaj değildir. O mesaj karşısında sürüler kesil­meyip iyice dinlerseniz, kulak verirseniz mutlaka onu anlayacaksınız buyurulmaktadır. Sakın sizler o yahudiler gibi olmayın ve onların kul­landıkları bu başka mânâlara çekilebilecek kelime­leri kullanmayın! Buyuruyordu Rabbimiz.
Rabbimiz kitabındaki bu ve benzeri âyetleriyle biz müslüman-ların kitap ve peygamber karşısında bu alçak yahudiler gibi sürüler kesilmememizi, bu kitabın âyetlerini ve bu peygamberin hadislerini anlayamayız diyerek peşin bir aptallığa düşmememizi emrediyor. Ki­tap ve peygamber karşısında sürüler kesilerek: Efendim biz kim bu kitabın âyetlerini anlamak kim? Biz nerede bu peygamberin hadisle­rini anlamak nerede? Onu ancak büyük zatlar anlar. Bizler onu oku­yup anlamak şöyle dursun, hâşâ elimize almaya bile lâyık değiliz tav­rında olanların alçak yahudiler olduğunu haber veriyor. Ey müslümanlar sizler böyle yapmayın! Kitap ve peygamber karşısında sürüler kesilme­yin! Dinleyin! Söze kulak verin! Kesinlikle bilesiniz ki ben kitabımı si­zin anlayabileceğiniz ve yaşayabileceğiniz bir özellikte gönderdim. Ben peygamberimi sizin anlayabileceğiniz ve uygulaya­bileceğiniz, ör­nek alabileceğiniz bir özellikte gönderdim. Sakın bu ko­nuda yahudiler gibi davranarak bana iftira etmeye kalkışmayın bu­yurmaktadır.
Allah düşmanı yahudiler Rasulullah Efendimize böyle bir hitap tarzında bulundular. Öyleyse bugün bizler de bir konunun anlatımında kullandı­ğımız kelimelere çok dikkat etmek zorundayız. Zira insanlar onunla kendi nanelerine kılıf bulmasınlar. Meselâ Mevlâna aşk-ı İlâ­hîyi şarapla anlatmış diye bugün insanlar onun ihtifallerine ka­fayı çe­kerek geliyorlar. Keşke bu konunun anlatımında böyle bir şarap keli­mesini kullanmasaydı da insanlar kendi nanelerine böyle kılıflar bu­lamasalardı. Bilhassa İslâm düşmanlarının değişik mânâlara kullandık­ları, farklı anlamlar yükleyerek kullandıkları kavramları kullanırken çok dik­kat etmek zorundayız. Meselâ hürriyet kavramı. Bugün bu kavramı kullanan insanlar, insanın sözleri, fiilleri ve düşüncelerinin tamamen bağımsız olduğunu kast etmektedirler. Kapitalist dün­yaya göre insan bütün işlerinde sınırsız bir hürriyete sahiptir. Cin­sel, ekonomik, siyasal bütün ilişkilerini belirlerken hiçbir ilke tanı­mamakta-dırlar. Ne din, ne iman, ne Allah tanımaz bir hürriyet kast etmektedirler. Öyleyse bu kavramı kullanırken kullandığımız yerlere çok dikkat etmek zorunda­yız. Onların yükledikleri bu mânâyı çağrıştıracak şekilde bu kavram­ları kullanmaktan uzak durmalıyız.
Meselâ demokrasi kelimesi de böyledir. Buna insanların yükle­dikleri İslâm dışı mânâları görmeyerek kimi müslümanların sadece İslâm’ın şura ve seçim ilkelerinden hareketle efendim İs­lâm da de­mok-rasidir! İslâm da demokrasiyi önermektedir! Gerçek demokrasi İslâm-dadır! gibi lafları, onları dinin dışına çıkardığının farkına varma­lıdırlar.
İşte bu âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki bizler bu tür kavram­ları kullanırken çok dikkatli davranmak zorundayız. Bizim inandı­ğımız muhtevaya sahip olmayan kavramları kullanmamaya âzami gayret göstermeliyiz, yoksa müslümanların zihinlerini idlal veba­linden kurtu­lamayız. Kullandığımız kelimeleri, kavramları kullanır­ken çok dikkat etmek zorundayız, aksi takdirde insanlar bizim kullandığımız bu keli­meler ve kavramlar üzerinde kendi nanelerine kılıf bulmasınlar, kendi nanelerine delil bulmasınlar, bulamasınlar.
105:"Kitap ehlinden olan kâfirler ve müşrikler Rab-binizden sizin üzerinize bir hayır indirilmesini asla is­te-mezler. Ama Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Al­lah büyük ihsan sahibidir."
Yâni size ne din gelmesini, ne kitap indirilmesini, ne de Pey­gamber gönderilmesini isterler. Veya sizin bir harbi kazanma­nızı, sizin bir nîmete ulaşmanızı asla istemezler. Sizin devlet kur­manıza, sizin yeryüzüne hakim olmanıza onların asla rızası yok­tur. Yâni bunlar ke­sinlikle size bir hayrın indirilmesine, sizin bir hayra ulaşmanıza razı olmazlar. Sizin bir başarıya ulaşmanız onların asla hoşuna gitmez. Onun için bunlardan size hayır geleceğini, hakkınızda ha­yır dü­şüne-ceklerini sakın ummayın. Hayatınızı bu umut üzerine bina et­meyin. Bu Amerika’dan, bu Avrupa’dan, bu ehl-i kitap dün­yadan hiçbir beklentiniz olmasın. Sakın güvenmeyin onlara denil­mektedir. Ama varsın onlar istemesinler, hayır onların elinde de­ğildir. Hayır Allah’ın elindedir buyurulmaktadır.
"Ama Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Al­lah büyük ihsan sahibidir."
O Allah ki rahmetini dilediğine verendir. Ve Allah büyük fa­zıl sa­hibidir buyurduktan sonra devam eden ayetlerinde onların kitabın tamamına itiraz etmek için fer'i hükümlere itiraz ettiğini anlatır Rab-bimiz. Ehl-i kitabın, Kur’an’ın tümünü reddedebilmek için fer'i hüküm­leri reddettiklerini anlatır. Kitabın bildirdiği nesih konusuna itiraz ettik­lerini gündeme getirir.
Bakın Kur’an-ı Kerîmde nasih ve mensuh da var. Bir za­manlar bu Allah’ın emridir denilen bir hüküm, bir âyet diğer bir zaman nesih olunuyor. Onun yerine bir başka hüküm, bir başka âyet konuluyor. Yahudiler ve hıristiyanlar Kur’an’ın bu hükmünü reddetmeye kalkışı­yorlar. Bu ne biçim iştir? Allah’ın hükmünde, Allah’ın sözlerinde deği­şiklik olur mu? Eğer bu Kur’an gerçekten Allah kelâmı olsaydı böyle bir değişikliğin olmaması gerekirdi. Al­lah kendi yaptığını hiç bozar mı? Sözünü geri almak yakışır mı Allah’a? Kur’an hem önceki kitapların, Tevrat ve İncil’in Allah’tan geldiğini söylüyor, hem de bizzat tasdik et­tiği bu kitaplardan farklı şeyler söylüyor. Kur’an Tevrat’ta ve İncil’de olmayan şeyleri söylü­yor. Kur’an Tevrat’ın ve İncil’in hükümlerinin kal-dırıldığını, nesih olduğunu söylüyor. Kur’an Tevrat ve İncil’in hü­küm-lerinin kaldırıl­dığını söylüyor. Olacak şey midir bu? Allah daha önce indirdiğini kaldırır mı? Nasıl olur da Allah farklı zamanlarda farklı şeyler söy­lüyor? Dün başka şeyler söylüyordu bugün başka şeyler söy-lüyor Allah. Olacak şey midir bu? Diyorlardı. Yâni kitaplarının Kur’an ta­rafından nesih edilmesini kabullenemiyorlar, hazmedemi­yorlardı. Bu mânâda nesih, önceki kitaplardakilerin hükümlerinin kal­dırıl­ması anlamına gelecektir.
Bir de Kur’an, yahudi ve hıristiyanların kendilerine kitapları va­sıtasıyla indirilen emirlerin bir kısmını unuttuklarını söylüyor. Al­lah’ın âyetlerinin, Allah’ın emirlerinin hafızalardan silinmesi nasıl mümkün olabilir? Böyle bir şey mümkün değil diyorlardı. Kur’an’ın nesih adı al­tında gündeme getirdiği bu hafızalardan kimi hükümle­rin, kimi âyetle­rin silinmesi konusunu reddediyorlardı. Aslında on­ların bu soruları hakka ulaşmak için, hakkı bulabilmek için değil, mü'minlerin zihinlerini idlal içindi. İstiyorlardı ki Mü'minler de bu tür şeyleri problem yapsınlar ve kavminin bu tür sorularla Hz. Mûsâ’yı uğraştırdıkları gibi onlar da peygamberlerini uğraştırsınlar ve yo­luna barikatlar koysunlar.
Bunu ilk söyleyenler yahudilerdi. Kur’an’ın haber ver­diği neshi ilk reddedenler, inkâr edenler yahudilerdi. Hâşâ Allah’ın önce bilme­diğini sonradan öğrenmiş olması düşünülemez. Allah’ın önce deme­diğini sonradan demesi de düşünülemez. Ve buna göre Allah’ın hü­küm değiştirmesi de söz konusu olamaz diyorlardı. Nesih mümkün değildir diyorlardı.
Böylece Tevrat’ın hiçbir âyeti, Mûsâ dininin hiçbir hükmü de­ğiş­mezmiş, Tevrat’ın hiçbir âyeti değiştirilemezmiş, nesih edi­lemez­miş. Bunun için İncil de, Kur’an da Allah’ın kitabı değil­miş. Zira Kur’-an’dan önce gelen İncil de aynı şeyi yaptığı için onu da reddedi­yordu yahudiler. Daha önce gelen, Kur’an’dan önce gelen İncil de ge­lişiyle kendisinden önceki meriyette olan Tevrat’ın nesih edilmiş oldu­ğunu ilan etmişti. Bu yüzden yahudiler kendi kitaplarını nesih etti diye İncil için de aynı şeyi söylemişlerdi. Dün aynı sebeple İncil’i reddeden bu yahudiler, bugün de aynı sebeple Kur’an’ı reddediyorlardı.
Hıristiyanlara gelince, onlar eskiden yahudilere karşı neshi sa­vunuyorlar ve bunu inkâr etmiyorlardı. Çünkü kendi kitapları olan İncil, Tevrat’ın bazı hükümlerini nesih etmişti. Meselâ İncil’de, Tevrat’ın cu-martesi günü iş yapmayı yasaklayan hükmünü değişti­rip bunu pa­zar gününe alan âyetlerin varlığını iddia ediyorlardı. Yine Hz. İsa’nın yiyecek ve içecekler konusunda eski yasakları kaldırdığına inanıyor­lardı.
Ama sonradan Kur’an gelip de ikisini de nesih eden âyetler or­taya konulunca bu defa yahudilere karşı bu neshi savunan hı­risti-yanlar:
"Allah’ın kelimelerinde değişme olmaz."
(Yunus: 64)
Âyetine dayanarak neshi inkâr edip bu konuda Kur’an’ın âye­tiyle müslümanlara delil getirmeye bile kalkıştılar. Allah’ın ke­limele­rinde, Allah’ın âyetlerinde, Allah’ın hükümlerinde değişiklik olmaz. Yâni Allah’ın İncil’deki âyetleri kesinlikle değişemez, değiş­tirilemez di­yorlar. İncil’in kendisinden önceki Tevrat’ı değiştirdiğine inanan bu hı-ristiyanlar aynı şeyin Kur’an için geçerliliğini reddetti­ler. Avus­turya’da bu konuda tartıştığımız bir papaz bana bu âyeti okumaya kalktı. Ben dedim ki eğer hıristiyanlık böyle bir âyete dayanarak İs­lâm’a itiraz edecek olursa, o zaman hıristiyanlık kendi kendini inkâr etmiş olur. Çünkü hıristiyanlığın yahudiliğe muhalif olan pek çok hü­kümleri vardır. Yâni hıristiyanlığın yahudi­liği nesih eden pek çok hükmü vardır. Zaten böyle olmasaydı da hıristiyanlığın mânâsı kal­mazdı. Aynı şey yahudiler için de geçer­lidir. Onların kitabı olan Tevrat da kendinden önceki kitaplarda ol­mayan, veya onları nesih eden hü­kümlerle doludur.
Ehl-i kitabın bu itirazlarına karşı buyurur ki Rabbimiz.
106:"Eğer biz; bir âyetin hükmünü kaldırır, değiş­ti­rir veya unutturursak, ondan daha hayırlısını, yahut ben­zerini getiririz. Bilmez misiniz ki Allah herşeye ka­dirdir."
Allah buyuruyor ki; ben kadirim, ben herhangi bir emrimi de­ğişti­rebilirim. Veya onun unutulmasına izin verebilirim. Fakat onun ye­rine aynı amacı sağlayacak ondan daha iyisini veya ona denk olanını koymaya kadirim.
Ehl-i kitap, Kur’an’ın öteki kitapların hükmünü kaldırdığını ka­bul edemiyorlardı. Bunun Cenab-ı Hakka hikmetsizlik izâfesi oldu­ğunu söylüyorlardı. Oysa bakıyoruz ki, Cenab-ı Hak bu âyet-i kerîme­sinde hem bunu söyleyenlere cevap veriyordu, hem de müslüman-lara, hükümlerini belli aşamalar halinde belirlediğini beyan ediyordu. Yâni Cenab-ı Hak geçici bir zaman maslahatını esas alarak bir hüküm belirleyebilir. Fakat insanlara bunun geçici bir maslahat ol­du-ğunu bildirmeyebilir. Yâni o hükmü ilerde değiştire­ceğini bildirme­ye-bilir. O hükümle muhatap olan insanlar da onun sürekli bir hüküm olduğunu düşünebilirler. Ama sonradan önceki maslahat dönemi bitip yeni bir maslahat dönemi başlayabilir ki, yeni bir hükmün gelmesine zemin hazırlanmış olsun.
"Allah herşeye kadirdir."
Allah herşeye güç yetirendir. Veya Allah herşeyi kadir olandır. Herşeyi takdir edendir. Herşeyin ölçüsünü koyandır. Her konuda ölçü belirleme yetkisi elinde olandır. Böyle bir Allah neye güç yetiremez ki? Yaptıkları konusunda Ona kim hesap sorabilir ki?
107:"Bilmez misiniz ki, göklerin ve yerin mülkü­nün sahibi Allah’tır. Ve size Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır."
Bir bakın ki bu koskoca âlemde her gün, her gece, her saat, her dakika, neler yapılıyor, neler yıkılıyor? Neler icad edili­yor? Ne im­hâlâr yapılıyor? Ne hikmetler ortaya konuluyor? Yıkı­lanların yerine peyderpey yenilerin geldiğini, eskiyenlerin yerini yenilerin doldurdu­ğunu görmüyor musunuz? Bir bahar mevsiminden sonra onun yerini bir kışla değiştirmesine kim engel olabiliyor? Bir hayattan sonra takdir buyurduğu bir ölüme kim müdahale edebiliyor? Bir sonraki takdiriyle bir önceki takdirini değiştirmesine kim karşı gelebiliyor? İşte şu anda Rabbimizin sürekli yaptığı bu nesihle karşı karşıyayız. Birini kaldırıp birini koyuyor. Birini öldürüp birini dünyaya getiriyor. Birini soldurup bi­rini yeşertiyor.
Bu nesih konusunu böyle anlıyoruz. Bir önceki kitapta olanla­rın bir sonraki kitapla kaldırılması, onun yerine onun fonksi­yonunu icra edecek, ondan daha güzel veya onun gibi başka hü­kümlerin ko­nulması gibi..
Bir de bizzat Kur’an’ın kendisinde nesih vardır diyenler var, ne­sih yoktur diyenler vardır. Bunun münakaşasına burada girmek is­temi­yorum. Çünkü biz burada neshi anlatmak için değil Bakara’yı an­latmak için varız. Bence zorlandığımız bu konu, amele yönelik bir konu olmaktan çok lüks bir tartışmadan başka bir şey değildir.
Ga­riptir hiç olmayan bir Bakara sûresinin olmamasını yadırga-mayan müslümanlar var olanın kaybolmasını yadırgıyorlar. Çocukları yokken aman bir çocuk filan derken, nûr topu gibi bir çocuk veri­yor Allah. Bu çocuk bir an kayboluyor, ölüveriyor yâni. Alıveriyor Allah onu geriye. O zaman da feryadı, çığlığı basıyorlar aman ne oldu? Şimdi bura­daydı? Diye. Öyle değil miydi yâni? Allah varı yok eder, yo-ku da var ederdi ya zaten.
İşte böyle zihinlerdekini de alıveriyor Allah. Olur mu bu? Olur elbette! Zihinlerdekini var eden Allah zihinlerdekini yok edebi­lir de el­bette. Bu bize göre ters geliyor belki. Sana göre tersse fark etmez, ama eğer bu iş Allah’a göre ters ise o zaman deriz ki; Ya Rabbi sen burada böyle demiştin, burada da böyle dedin, bu dediğine göre bu dediğin olmadı? Diyelim tamam kabul, o zaman. Ama bu iş Allah’a göre ters değil de sana göre tersse, o zaman sen kendin düzelecek ve tersliği terk edeceksin o kadar.
Adam diyor ki; efendim kimi nesih edilen âyetler amele yö­nelik âyetlerdir. Şimdi bu âyetler nesih edilince nasıl amel ede­ceğiz yâni? Peki kim dedi bunların amele yönelik olduğunu? Eğer Allah demişse ki “i’melu bi hazel âyeti” Bu âyetler amele yönelik âyetlerdir ve sizler bu âyetlerle amel ediniz? diye bunu bizzat Allah söyle mişse, o za­man bizde soralım Allah’a: Ya Rabbi bu nasıl iştir? Hem bununla amel edin dedin, hem de bunu kaldırıp nesih et­tin! Biz ne yapalım şimdi? Nasıl amel edelim? diyelim. O zaman da Allah bize başka bir yol gösterecektir. Ama bunların amele yö­nelik âyetler olduğunu Allah demiyor da biz öyle zannediyoruz.
Bir dönem sahabe de öyle zannetmişti. Peygambere gelen me­sajın Kur’an bölümü mü? Yâni namazda okunacak bölüm mü? Yoksa Kur’an’a geçmeyecek ama o andaki ve kıyamete kadar ki ha­yatın problemlerini çözecek, ama Kur’an’a intikal etmeyecek bölüm mü olduğunu sahabe de bilmiyordu. Üstelik bunu Peygam­berimiz de bilmiyordu. Gelen vahyin tamamını Kur’an zannıyla ya­zıyorlardı ve ez-berliyorlardı. Sonradan her yıl Cebrâil gelip o ana kadar gelenleri bir daha tekrar okuyup Kur’an’a geçecek, okumaya tahsis edilecek bölüm onun aracılığıyla tescil edilince de anlıyor­lardı. Yâni bu Kuran’a geçmeyen vahiy bölümünün Kur’an’dan çıkması demek, İslâm’dan çıkması anlamına gelmeyecektir. Yine o vahiy bölümü ameli hayatı düzenleyen, peygamber ve müslümanlara yol gösteren ama Kur’an’a geçmeyen bölüm olarak devam edecekti.
Bunu biraz daha düzgünce şöyle ifade edeyim inşallah: Ce-nab-ı Hak kullarının hayatlarına karışmayı murad etmiş ve bu konuda da peygamberi odak noktası seçmiştir. Ben insanların ha­yatlarına ka­rışacağım ve bu konuda seni sözcü seçtim buyur­muştur. Allah bu peygamberine peygamber olduğu andan iti­baren din diye, vahiy diye âyetler göndermiştir. İşte Allah tarafın­dan Peygamberimize gelen vahyin tamamını ikiye ayırıyoruz.
1: Lafzan Allah tarafından korunma altına alınan bölüm. Sı­rala­ması bizzat Allah tarafından vaz'i olarak belirlenip, bu sıra­lama modeli ile Allah tarafından korunma altına alınan bölüm. Yâni okun­ması din kabul edilip, emredilen, namaza tahsis edilen, okunan bö­lüm, yâni Kur’an bölümü.
2: Vahyin geri kalan bölümü. Yâni muhtevası korunma al­tına alınmış, ama lafzı korunma altına alınmamış, Kur’an bölümüne geç-memiş, okumaya tahsis edilmemiş bölüm. Hayatı düzenlemiş, o gü­nün problemlerini halletmiş ama Kur’an-ı Kerim’e geçmemiş vahiy bölümü. Yâni vahy-i gayri metluv dediğimiz vahiy bölümü. Peki bu ayırımı nasıl yaptık? Yâni delilimiz nedir bu konuda? Buna delilimiz şudur:
Allah’ın Rasûlü peygamber olarak görevlendirildiği andan itiba­ren, her yıl ya bizzat Cebrâil (a.s) gelerek, veya rüya halinde, yâni Rasulullah uykudayken Allah, peygamberine mesaj gönderi­yordu, âyetler gönderiyordu, vahiy gönderiyordu, din gönderi­yor­du.
Allah’ın Rasûlü bu gönderilenlerin hangisinin Kuran bö­lümü, yâni okunacak bölüm olduğunu, Kur’an’a geçecek ve na­maza tahsis edilecek bölüm olduğunu, hangilerinin de Kur’an’a geçmeyecek, laf-zan korunma altına alınmayacak, ama hayatta yaşayacak bölüm olduğunu bilmiyordu. Kendisine bildirilmediği için bilmeside mümkün de­ğildi zaten. İşte bunu bilmediği için Allah’ın Rasûlü, Allah’tan kendi­sine gelen vahiy birimlerinin tama­mını ashabına haber veriyor, yazdı­rıyor, ezberliyor ve ezberlettiri­yordu. Onun bir sonraki döneme intikal edecek mi, etmeyecek mi? Yâni korunacak mı, korunmayacak mı? Ya da Kur’an olacak bö­lüm mü, değil mi? Onu bilmiyordu.
İşte vahiyle peygamberimize bildirilen ve peygamberimizin de ashabına bildirdiği bu vahiy birimlerinin tamamı tesbit edilmiştir. Ama her Ramazanda Allah Cebrâil’i gönderiyor, Cebrâil o güne kadar gel­miş âyetlerden bir sonraki döneme intikal edecek, yâni lafzan ko­run-ma altına alınıp, Kur’an olacak, namaza ve okumaya tahsis edile­cek bölümü baştan sona bir daha okuya­rak tescil ediliyordu. Karşılıklı okuyorlardı bu âyetleri. Allah’ın Rasulü Cebrâil’in okuduğu bölümün Kur’an bölümü olduğunu, onun dışında kalan vahiy bölümlerinin ise mânâ olarak muhafaza edile­cek, ama Kur’an’a geçmeyecek bölüm olduğunu anlıyordu. Bu tescil işi son Ramazanda Cebrâil ile üç defa tekrar edildi. Cebrâil son Ramazanda o ana kadar inen vahiy birimle­rinden bir bö­lü­münü üç defa okudu ve böylece Kur’an ortaya çıkmış oldu.
İşte vah­yin bu bölümü kıyamete kadar okumaya, namaza tahsis edi­len, Kur’an olarak kıyamete kadar lafzan ve manen Allah tarafın­dan korunma altına alınmış bölüm oldu. Geri kalan bölüm ise o güne ka­dar peygamber ve müslümanların problemlerini çözümle­miş, onlara yol göstermiş ve kıyamete kadar müslümanlara yol göste­re-cek, okunmayan, Kur’an’a geçmeyen, namaza tahsis edil­meyen vah-y-i gayri metluv bölüm olarak yerini almış oluyordu.
İşte neshi bir de böyle anlıyoruz. Bakıyoruz Kur’an’da bu­lun-ma­yan vahiy birimleri var. Yâni peygambere (a.s) vahy edilen vahiyle­rin bir kısmının Kur’an’da olmadığı kesindir. Meselâ bir dö­nem Al­lah’ın Rasûlü ve müslümanlar namazlarında kıble olarak Mekke’deki Kâbe’ye dönüyorlardı. Ama onların Kâbe’ye dönmele­rini emreden âyet yok Kur’an’da. Peki acaba Allah’ın Rasûlü ve müslümanlar kendi kafalarından mı dönüyorlardı Kâbe’ye. Sonra Kâbe’yi bırakıp Ku­düs-teki Mescid-i Aksa’ya döndüler. Peki bakı­yoruz bu değişiklik emri de yok Kur’an’da. Acaba müslümanlar Kâbe’yi bırakıp Mescid-i Aksa’ya dönerken kim demişti onlara bunu? Elbette kendi kafaların­dan yapmamışlardı bunu. Allah em­retmişti, ama bu vahiy birimi Kur’an’a geç-memiştir. Müslümanların Allah’ın Resûlü’ne bağlılıklarını pekiştirmek için Rabbimiz pey­gamberle yapmıştı bu işi. Sizin Pey­gambere itaatinizi denemek için böyle yaptık diyor Rabbimiz. Bu iki âyet Kur’an’da yoktur. Ni­hâyet müslümanları Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Kâbe’ye dön­düren âyetin geldiğini görüyoruz. İşte Kur’an’da sadece bu âyet vardır. Kıbleyle alâkalı üç uygulama var, ama sadece bir âyet var Kur’an’da. Demek ki öteki iki vahiy birimi Kur’an’a geçmemiştir.
Yine bakıyoruz Mekke’nin fethiyle ilgili rüyada gelen vahiy bi­rimi de Kur’an’da yoktur. Allah, rüyasında herşeyi Resûlü’ne göster­miş. Müşriklerin kendilerini Hudeybiye denen yerde durdu­racaklarını, o yıl hac için Mekke’ye sokmayacaklarını, aralarında bir anlaşma ya­pılacağını, daha sonra bu müslümanlar adına ağır şartlar taşıdığı zan-nedilen bu anlaşmayı kendilerinin bozacağı ve nihâyet Mekke’nin fethedileceğini tümüyle rüyasında, Rabbimiz peygamberine göster­mişti. Hattâ bunu bilmeyen sahabe, Allah’ın Resûlü’ne itiraz edecek noktaya gelirken Allah’ın Rasûlü son de­rece rahattı. Rabbimiz de bu konuda sadece:
"Yemin olsun ki Allah, peygamberine o rüyayı doğru gösterdi. (Allah’ın gösterdiği rüya doğru çıktı) Ye­min olsun ki, inşallah Mescid-i Haram’a mutlaka emniyet içinde gireceksiniz."
(Fetih 27)
Bakın, burada Allah diyor ki: Allah’ın, peygamberine göster­diği rüya doğru çıktı. Hudeybiye anlaşması öncesi Rabbimiz olup bite-cekler konusunda daha bu yolculuğa çıkmadan peygamberine bir rüya göstermiş ve rüyası aynen çıkmıştır. Biliyo­ruz ki rüya da vahiydir. Allah’ın Resûlüne gelen vahiylerden pek çoğu rüya halinde gelmiştir. Ama bakıyoruz ki, Rabbimizin sözünü ettiği bu vahiy birimi Kur’an’da yoktur. Nasıl bir rüya gösterdiği yok kitabımızda. Sadece buyuruyor ki Rabbimiz işte sana gösterdiğimiz o rüya aynen gerçekleşmiştir. Peki şimdi ne diyeceğiz buna? Kur’an’da olmadığına göre bunun aslı yok mu diyeceğiz? Allah peygamberine Hudeybiye seferi öncesinde böyle bir vahiy gönderisinde bulunmamıştır mı diyeceğiz? Bu mümkün de­ğildir. Çünkü işte Rabbimiz bizzat kendisi haber veriyor ki Rasûlüne gösterdiği o rüya, o vahiy aynen gerçekleşmiştir.
Yine meselâ, Allah’ın Rasûlü hanımlarından birine gizlice bir şeyler söyler. Zevcesi de onu öteki hanımlarından birilerine anlatır. Allah’ın Rasûlü o hanımını sığaya çeker. Hanımı der ki ey Allah’ın Ra-sûlü bunu nereden öğrendin? Allah’ın Rasûlü buyurur ki: Bunu bana herşeyi bilen Rabbim haber verdi. Âyet Tahrim sûresindeydi:
"Hani peygamber zevcelerinden birine gizli bir söz söyle mişti vakta ki o bunu haber verdi. Allah da onu pey­gambere açıkladı. Peygamber de bir kısmını bil­dirmiş; Bir kısmından bahsetmemişti. Bu şekilde anla­tınca: "Bunu sana kim haber verdi?" dedi. O da: "Bunu bana herşeyi bilen haberci haber verdi." Dedi.
(Tahrîm: 3)
Neydi bu haber verilen şey? Yâni Rabbimizin peygamberine haber verdiği bu vahiy birimi neydi? Hani nerede bu vahiy? Kur’an’da yok böyle bir vahiy. Bu vahiy birimlerinin adı nedir yâni? Bu vahiy bi­rimleri Allah tarafından Rasûlullah’a bildirilmiş, hayatta pek çok prob­lemleri çözmüş, peygambere ve mü’minlere yol göstermiş ama Kur’a-n’a geçmemiş, yâni okunan vahiy birimi olmamış, lafzan Allah tarafından korunma al­tına alınmamış vahiy birimleridir. Bir başka ifa­deyle bunun adı sünnettir ve ben bu iki vahiy biriminin ikisinin de öğ­renilme-sinden yanayım. Okunan vahiy, okunur olmayan vahiy, hem Kur’an’ın hem de sünnetin öğrenilmesinin, anlaşılmasının mutlaka ge­reklili­ğine inanıyorum. Her iki vahiy birimine de ulaşabileceğimize ina­nıyorum. Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesei, İbni Mace, Ebu Dâvûd ve di­ğerleriyle birine, İbni Abbas, Taberî, Kurtubî, Râzî, İbni Kesîr, Tefhim, Elmalı, Seyyid Kutup’la da okunan vahiy birimine ulaşa­bileceğimize inanıyorum. İstedikten sonra her ikisine de ulaşabile­ceğimize ve mutlaka ulaşmak zorunda olduğumuza inanıyorum. Çünkü bu iki bö­lümün ikisi de vahiydir, ikisi de dindir ve müslümanlar olarak bizim için bağlayıcıdır. İşte neshi böyle de an­lıyoruz.
Bir de bizzat şu elimizdeki Kur’an’ın kendisinde nesih var­dır di­yenler ve yoktur diyenler var. Kur’an’da neshin yokluğunu iddia eden tarihte bir adam var. Ebu İshak El-İsfahani. Mutezilî bir adamdır. Nes­hin kesinlikle olmadığını, olamayacağını iddia etmiş­tir. Sonrakiler de bu konudaki dayanaklarını hep ondan almışlar. Ama aslına bakılırsa bu zatın nesih yoktur dediği konuya zaten İslâm âlimlerinin hiçbirisi de vardır demiyor. İslâm âlimlerinin nesih vardır dedikleri konuya da o adam yok demiyor. Burada bir kav­ram kargaşası vardır. Yâni Ebu İs-hak El-İsfahani hâşâ Allah’ın ya­nılması, şaşırması, cayması, önceki dediklerinden vazgeçmesi mânâsına alıyor neshi ki orada her­kes yok diyor zaten. Peki nesih vardır diyenler hangi mânâya var­dır diyorlar? Allah’ın değiştirme yetkisi vardır diyorlar. Değişti­rebilir Allah diyorlar, unutturabilir diyorlar, tedriç uygulayabilir, ki­milerinin uygulamasını öne, kimilerinin uygulamasını da sonraya alabilir diyorlar. Meselâ:
“Yüzünü (yönünü) Mescid-i Haram tarafına çevir”
(Bakara 144)
Âyeti Kur’an’da varken:
"Doğu da Allah’ındır, batı da Allah’ındır. Şimdi na­maz için ne tarafa yönelirseniz Allah’ın vechi oradadır. Doğrusu Allah’ın rahmeti herşeyi kaplamıştır ve o herşeyi bilmektedir."
(Bakara 115)
Âyetiyle de amel edelim mi? Yâni yüzünü ne tarafa döner­sen Allah’ı orada bulacaksın. Âyetiyle de amel edelim mi? Diyor­lar, o ne­sih olmuştur demek zorunda kalmışlar. Kelâm bitmiştir çünkü, bu ko­nuda uygulama böyledir. Öyle değil mi? İkisi de var­dır Kur’an’da, ikisi de âyettir, peki bu ikinciyle nasıl amel edece­ğiz? Öbürü bunu nesih etmiştir diyeceğiz, başka da çaremiz yok­tur.
Meselâ bir zamanlar ilerde gelecek, Mescid-i Aksa’ya doğru yö­neliyordu insanlar, bu da nesih olmuştur diyoruz. Öyle değil mi? Mü’minlerin bir dönem Mescid-i Aksaya yöneldikleri ke­sindir. Biliyoruz ki müslümanlar önce Kâbe’ye doğru, sonra Mescid-i Aksa’ya doğru, daha sonra da tekrar Kâbe’ye doğru dönmüşlerdir. Şimdi yâni insan­lar önce Kâbe’ye doğru namaz kı­larlarken, sonra Mescid-i Aksa’ya dönmeleri kendi kendilerine ka­rar vererek olmamıştır. Kendi kendile­rine dönmediler bu insanlar, Allah döndürmüştür onları. Allah bu dön­dürmesini çevirdi ve tekrar kabeye yaptı. Çünkü Kudüs tarafına dö­nenler için on­ların ki de doğruydu diyor Allah. Ben onların imanlarını zayi et­medim diyor.
Peki madem ki Allah Mescid-i Aksa’ya dönenlerinkine de doğru­dur diyor, öyleyse şimdi biz de dönebilecek miyiz Mescid-i Aksa’ya? Hayır. Niye? Mensuhtur artık o hüküm. Nesih olunmuştur artık o hüküm. Bunu istediği kadar reddetsin adam. İstediği kadar ne­sih yoktur desin fark etmeyecektir.
Ama şöyle denirse; ben de nesih yoktur diyenlerdenim. Me­selâ içkili iken namaza yaklaşmayın âyeti var mıdır Kur’an’da? Vardır. Peki bu âyet mensuh mudur? Evet mensuhtur. Peki amel etmeyecek miyiz bununla? Elbette amel edeceğiz. E hani mensuh demiştik, nasıl amel edeceğiz bununla? Adamın biri camiye geldi, baktık ki ağzında içki kokuyor. Hemen camiden çıkaracak mıyız onu? Hayır. Öyleyse mensuh değildir bu âyet. Evet mensuh değil. Bakın adını biz koyuyo­ruz bunun. İster mensuh deyin, ister mensuh değil deyin fark etmez, o âyet vardır Kur’an’da ve o âyetin izin verdiği kadar amel edelim de­meye hakkımız yoktur.
Çünkü; meselâ içki yasaktır, içkiliyken namaz da yasaktır, içki içmek de yasaktır, hangi âyete göre? Mâide’ye göre. E bu âyete göre hani yasak filan değil ya? Hani burada içki içmeyin denmiyor, içkiliy­ken namaza yaklaşmayın deniyor. Böyle bir izin veriyor. Namazın dı­şında içilebileceğini anlatıyor diyemeyiz, çünkü Mâide yasaklamıştır içkiyi.
108:"Yoksa siz daha önce toplumunun Mûsâ’yı sor­guya çektiği gibi peygamberinizi sorguya mı çekmek isti­yorsunuz? Bu küfürdür imandan sonra, bunu yaparsanız gerçekten yolunuzu sapıtmış olursunuz."
Yoksa sizler peygamberinizden daha önce kavminin Mûsâ’dan istediğini mi istiyorsunuz? Ve onların Mûsâ’ya sorduğu gibi mi sormak istiyorsunuz Peygamberinize? Öyle yapıyorsanız bile­siniz ki, bu kü­fürdür.
Aslında sorular üç türlüdür:
a: Yapma adına sorulan sorular. Uygulama derdiyle, yaşama endişesiyle öğrenme arzusuyla sorulan sorular. İyi anlayalım da ha­yatımızı onunla düzenleyelim niyetiyle sorulan sorular.
b: Anlama adına, öğrenme adına ve de yaşama, amel etme adına sorulan sorular.
c: Yapmama adına, kaçma adına sorulan sorular. Bakara sûre­sinin önceki âyetlerinde görmüştük; bakara hadisesinde, kaçma adına İsrâil oğulları Hz. Mûsa’ya çok fazla soru sormuşlardı.
Aslında seele, istemek demektir. Onlar peygamberle­rinden çok şey istemişlerdi, yoksa sizler de peygamberinizden onların yaptığı gibi çok şey isteyip onu bunaltmak mı istiyorsunuz? Diyor Rabbimiz.
"Bu küfürdür imandan sonra, bunu yaparsanız ger­çekten yolunuzu sapıtmış olursunuz."
Peki şimdi bu âyetin üsttekiyle ilgisi nasıl oldu? Önce bir ne­sih­ten söz etti Rabbimiz, sonra da denildi ki; hayrola, Mûsâ’nın kavmi gibi mi yapacaksınız? Demek ki insanlardan Peygambere ve Pey­gamberin getirdiği mesaja teslimiyetleri isteniyor burada. Yâni Allah diler öyle yapar, Rasul diler böyle, yapar buna sizler ka­rışamazsınız. Sizler, Allah’ın nasıl isterse öylece yapacağına ina­nın! Allah’a akıl ver-meye kalkmayın. Şöyle yapmalıydın ya Rabbi! Şunları öne alma­lıydın! Önceki kitapları nesih etmemeliydin! Ön­ceki uygulamaları kal­dırma-malıydın! Bizler alışmıştık onlara! De­meye kalkışmayın! Allah nasıl yapmışsa ona öylece inanın. Pey­gamberin getirdiği mesajı ken­dinize göre anlamaya, kendinize göre ayarlamaya, uyarlamaya çalış­mayın deniliyor burada.
Hani bir zamanlar Hz. Mûsâ’ya da toplumu öyle yapmıştı. Biz görmeden inanmayız demişlerdi. Biz savaşmayız, biz bu şehre gir­meyiz demişlerdi. İşte onların Hz. Mûsâ’ya yaptıklarını, şimdi sizler de Peygamberinize yapmayın deniliyor. Bir de Peygambere sorular sora­rak onu yolundan engellemeye çalışmayın demektir bunun mânâsı.
109:"Ehl-i kitaptan pek çoğu; gerçek, kendilerine açıklandıktan sonra nefislerindeki haset sebebiyle sizi imandan sonra küfre çevirmek isterler. Allah’ın emri ge­linceye kadar onları affedip ba­ğışlayıverin. Şüphesiz ki Allah herşeye kadirdir."
Yâni bu ehl-i kitap bir taraftan kendi kitaplarının hükmünün kaldı­rıldığı ha­beri, kendilerine ulaştırıldığı için bunun üzüntüsünü ya­şıyorlar, öbür taraftan da müslümanlara yeni bir kitap gönderilmesinin hasediyle yanıp tutuşuyorlar. Size olan hasetlerinden deliye dönen bu adamlar, imandan sonra sizin de kendileri gibi küfre düşmenizi is­ter­ler. Zira adamların kendi dinlerine güvenleri, itimatları kalma­mıştır. Ve şu anda Avrupalının yüzde doksanı ateisttir. Dine ina­nan insan bul­mak gerçekten zordur. İbâdet kastıyla Kiliseye giden insan bulmak çok zordur.
Bazı insanların çıkıp da hıristiyanlar dinlerine şöyle bağlı, böyle bağlı demelerinin hiç aslı yoktur. Bu adamlar aslında dinleri­nin bozukluğunu, çürüklüğünü bildikleri için size haset ederler ve sizin de kendileri gibi küfretmenizi isterler diyor âyet.
Bakıyoruz tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Kâfirler hep Hakkın varlığından rahatsız olmuşlardır. Hakkın varlığına ta­hammül edememiş, hakkı yok etmek için ellerinden geleni yap­mışlardır. Bakın Şuarâ sûresinde bir peygamberin varlığına taham­mül edemeyenler anlatılır:
"Dediler ki; ey Nuh! (bu davadan) Vazgeçmezsen, iyi bil ki taşlanmışlardan olacaksın."
(Şuarâ: 116)
Diyorlar ki Allah’ın elçisine: Eğer vazgeçmezsen, eğer bu işe bir son vermezsen senin canına okuyacağız. Kime diyor­lardı bunu? Peygambere diyorlardı. Yâni teklifsiz bir davet­çiye, hatasız bir insana, günahsız bir insana diyorlardı bunu. Ha­tasızlığın doruk noktasında olan bir örneğe, bir peygambere di­yorlardı bunu. Vazgeç bu işten! Bı­rak bu yolu. Peki neden diyor­lardı bunu? Dertleri neydi bu adamların? Çünkü peygamber onla­rın aralarında var olduğu sürece, Peygamber onların arasında gö­revini sürdürdükçe onlar bundan rahatsız oluyor­lardı. Onun varlı­ğından, onun mesajından rahatsız oluyorlardı. Onun varlığından, onun konumundan, durumundan ötürü onların program­ları, onla­rın anlayışları bozuluyordu. Çünkü Hz. Nuh vardı ortada. Nuh (a.s) oldukça, Nuh (a.s) var oldukça, Hz. Nuh mesajını etrafa yay­dık-ça, Hz. Nuh varlığını sürdürdükçe yanlışlıklar fark edilecek, herkes kendi yanlışını fark edecekti. Hak ortada olunca tüm bâtıllar fark edi­lecekti. Hz. Nuh kriter olarak, kıstas olarak bulunacak ve onun varlı­ğıyla tüm bozukluklar kendini gösterecek ve sırıtacaktı. İşte bunun için onun varlığına tahammül edemiyorlar ve onu yok et­mek için elle­rinden gelen herşeyi yapmaya çalışıyorlardı.
Bugün de aynen böyledir. Yeryüzünde müslümanlar yaşa­dık­ları sürece, misyonlarını icra ettikleri sürece kesin biliyorlar ki bâtılla­rın yaşamasına imkân kalmayacak. Onun içindir ki müslümanın varlı­ğını, hakkın varlığını ortadan kaldırabilmek için bu kâfirler de ellerin­den geleni arkalarına koymayacaktır. Kriteri, kıstası yok etmek için ne gerekiyorsa yapmaya çalışacaklardır. Meselâ koskoca bir okulda iki tane kız çocuğunun başını örtmesine bile tahammül edemiyorlar. Niye? Ne olacak iki bin kişi açık­ken ha iki tanesi de kapanıversin. Ne olur bundan? Yo! O zaman o okulda açıkların varlığı anlaşılacak da onun için buna ta­hammül ede­miyorlar. Evet kriter olarak, kıstas olarak müslümanın varlığına ta­hammülleri yoktur bunların.
Hani “alâ rivâyetin fi elsinetinnas” anlatılır. Köyün birinde bir su çıkmış. Alışılan bir şey olmadığı için ne olur ne olmaz diye hiç kimse içmeye cesaret edememiş ilk zamanlar bu sudan. Sonra dayanama­yıp birisi içmiş ve iyiden iyiye kafayı yemiş adam. Aman delirdi! Kafayı oynattı! İçmeyin! Yaklaşmayın! Filan derken merak saikiyle birisi daha içmiş, arkasından meraktan ölmek üzere olan birisi daha, birisi daha derken köyde deliler çoğalmış. En son köyde bir karı ile koca kalmış bu sudan içmeyen. İlk önceleri üç beş kişi delirince aman deli geliyor! Çekilin! Kaçın! Dikkat edin! Filan derken nihâyet köyde delirmeyen iki kişi kalınca, bir karı koca, bu sefer herkes bu ikisine deli demeye başlamışlar. A! Deli! Deli geliyor! Kaçın! Çekilin! Filan demeye başla­mış-lar. Bu ikisi di­ğerlerinden farklılar ya. Deli bu adamlar be! Bunlar ötekilerinden değişikler ya. Tavırları değişik, yürüyüşleri değişik, ko­nuş-maları değişik olunca herkes bunlara deli demeye başlamışlar.
Bu karıyla koca günlerce sabretmişler bu hakaretlere, sonra ni­hâyet bir gün dayanamamış adam ve karısını çağırmış. Gel hatun demiş, gel biz de içeceğiz bu sudan. Bıktım usandım ben bu adamla­rın hakaretlerinden demiş ve nihâyet onlar da iç­mişler o sudan ve onlar da bu akıllıların arasında kaybolup git­mişler. Peygamber bu ko­numa kesinlikle düşmez. Yâni bu insan­ların tamamı böyle düşünüyor, bunların hepsi beni reddediyor, bunların tamamı bana deli diyor öy­leyse bunların hakaretlerinden kurtulabilmek için ben de bunlar gibi olayım demez kesinlikle. İşte bunun için yok etmeye çalışıyorlardı onu. En azından gel ey pey­gamber! Hiç olmazsa bir yıl sen bizim gibi ol, bir yıl da biz senin­kine inanalım. Ya da hiç olmazsa arada bir şöyle bizimkine bir uğ­rayıversen. Arada bir bizimkine şöyle bir el sürüver­sen, önünden bir geçiversen diyorlardı. Niye? Çünkü o zaman onların putları da halkın gözünde meşru olacaktı. Putlarına meşruiyet kazan­dırmak için istiyorlardı bunu.
Ya da hiç olmazsa bizimkine dokunmayıversen olmaz mı? İlişmeyiversen. Bizimkinin aleyhine konuşmayıversen, sen kendi­nin­kini yaşasan, ama biz de kendimizinkini yaşasak. Böylece ken­dileri­ninki hepten ortadan kaybolmayacak, ya da kendilerininki de normal görülecek. İşte bu kâfirler kendilerininki de normal görüle­cek noktaya gelene kadar müslümanları yoldan çıkarmak için elle­rinden geleni ar­kalarına koymayacaklar, bunu bilmek zorundayız. Bunun şuuruna va­rarak, o karı koca durumuna düşmemek zorun­dayız. Herkes delirmiş diye biz de delirmeyi sineye çekmek zo­runda değiliz. Evet bu yahudi ve hıristiyanların derdi budur. Müs­lümanları kendileri gibi kâfir yapana kadar uğraşmak.
Şunu her zaman tekrar eder bu adamlar. Müslümanları Yahudi veya hıristiyan yapmak kesinlikle mümkün değildir. Binaen aleyh İs­lâm ülkelerinde kesinlikle yahudi ve hıristiyanlık propagan dası yap­mayınız, orada küfür propagandası yapınız diyorlar. Çünkü sağlam bir yerden çürük bir yere geçilmez. Sağlam bir ya­pıdan çürük bir yapı-ya geçmek gerçekten zordur. Bu adamları sa­kın yahudilik veya hıristi-yanlığa çağırmayın! Çünkü her ikisi de dindir. Yâni terk etmeye çağırdığınız İslâm da dindir, kabule çağır­dığınız yahudilik ve hıristiyanlık da dindir. Hak bir dinden bâtıl bir dine çağırmayın! Bu ko­nuda kesinlikle muvaffak olamazsınız! Bunları dinsizliğe, küfre çağı­rırsanız o zaman muvaffak olabilirsi­niz diyorlar. Bunu çok iyi biliyor adamlar.
"Allah’ın emri gelinceye kadar onları affedip ba­ğışla­yıverin. Şüphesiz ki Allah herşeye kadirdir."
Onlardan vazgeçin, yüz çevirin, yâni onlarla didişmeyi, çe­kiş-meyi bırakın, onlarla uğraşmayın. Peki Allah’ın hangi emri ge­linceye kadar? Çünkü biz onları bırakacağız kendi hallerine, ama onlar İslâm dünyasını küfre sürüklemek için ellerinden geleni yapmaya devam edecekler, olur mu böyle şey? Yâni az evvel ifade etti Rabbimiz. Bunlar ellerinden gelse sizleri imandan sonra küfre düşürmek isterler. Bütün dertleri sizi kâfir yapmak dedi Rabbimiz.
Yâni bunlar her türlü naneyi yiyerek, her türlü dalave­reyi yaparak bizi dinden çıkarmaya çalışacaklar, biz de beri tarafta eli kolu bağlı seyredeceğiz. Bırakıve­receğiz bu adamları ve hiç bir şey yapmayacağız, olacak şey midir bu? Ha, buradaki emir cihat emri­dir. İşte o emir gelinceye kadar bıra­kıverin onları diyor Rabbimiz. Yâni bu âyet, kıtal âyeti gelmeden önce nazil olmuş bir âyettir denmiş. Kıtal âyeti geldikten sonra onunla bu nesih edil­miştir diyo­ruz. Bakın işte burada taze taze neshe bir örnek veriverdi Rabbimiz.
110: Namazı ikâme edin, zekâtı verin. Kendiniz için önceden ne takdim ederseniz sonunda onu Allah katında hazır bulacaksınız. Şüphesiz ki Allah yaptıkla­rınızı gör­mektedir."
Namazı ikâme edin. Namazın misyonunu, fonksiyonunu ger­çekleştirin. Namazı ayağa kaldırın. Namazı Allah’ın istediği bi­çimde ifa edin. Allah’la diyalog gerçekleştirecek biçimde ifa edin onu. Hayatı düzenleyecek biçimde namazı ikâme edin. Ve de ze­kâtı verin.
Yâni zekâtlarınızı vererek Allah’ın mallarınıza da ka­rışma yetkisinde oldu­ğunu kabullenin. Yâni Allah’la münâsebeti­nizi namazla, toplumla mü­nâsebetinizi de zekâtla icra edin. Dilenci ifadesiyle söylersek ne verir­seniz elinizle o gider sizinle. Yarınınız için bugünden ne takdim et­mişseniz onu Allah’ın yanında hazır bulacaksınız.
Namaz gibi, oruç gibi, hac gibi, cihat gibi, infak gibi, zaman gibi bugün ne takdim etmişseniz yarın Allah katında onu hazır bula­caksınız. Hem de onlara en muhtaç olduğunuz bir anda kat kat fazla­sıyla Allah’ın yanında hazır bulacaksınız onları. Rabbimiz böylece bana güzel borçlar sunun ki; o bende kalsın, yarın size en lâzım ol­duğu günde benden alırsınız buyuruyor.
111:"Yahudi ve hıristiyanlar kendilerinden baş­ka­ları cennete giremeyecek dediler. Bu onların kuruntula­rından başka bir şey değil­dir. Onlara de ki Peygamberim eğer doğru söylüyor­sanız delilinizi getirin."
Her toplum, her din mensubu kendi inancıyla mutmain ol­muş. Herkes kendilerinin cennetlik olduğunu zannediyor. Herkes kendi yollarının doğruluğuna inanıyor. Hiç kimse kendisinin yanlış olduğunu, haksız olduğunu düşünemiyor. Herkes biz en doğru­yuz! Biz en iyiyiz! Biz en haklı yolda olanız! Diyorlar. Herhalde bu özellik Cenab-ı Hak­kın insanlara verdiği, ama yanlışa gittikleri za­man değiştirilmesi gere­ken bir özelliktir. İnsanlar Beyyine’yle, va­hiyle karşı karşıya geldikleri zaman, kitaplarıyla tanıştıkları zaman kendi hatalarını anlayacaklar, kendi yollarını değerlendirebilecek­lerdir. Bunun yolu Beyyine’yle tanı­şıp doğru ya da yanlışı onunla sağlamadan geçmektedir.
Ama Beyyine’yle tanışma imkânı bulamayanlar, kitap ve pey-gamber ile tanışma imkânı bulamayanlar, yâni kendileri doğ­ruda mıdır yanlışta mıdır? Bu konuda kendilerine kıstaslık yapa­cak, kendilerine kesin ve doğru bilgiyi ulaştıracak bir bilgiyle, bir vahiyle karşı karşıya gelemeyenler, elbette kendilerinin hak yolda olduğunu savunmada ıs­rarlı olacaklardır.
İşte bu konuda en büyük yanılgı içine düşmüş iki topluluk. Ya-hudi ve hıristiyanlık dünyası. Her iki grup da kendilerinin hak yolda ol­duklarını, cennetlik olduklarını iddia ediyorlar. Ama iler­deki âyetlerde gelecek bunlar, aynı zamanda birbirlerinden farklı olduklarını da iddia edecekler. Birbirlerini reddettiklerini, birbirlerini sapık yolda olmakla it­ham ettiklerini göreceğiz. Her bir grup diğe­rinin yanlış yolda olduğunu, sapık yolda olduğunu ve müslümanları da o yanlış grubun içine kata­rak, sadece kendilerinin hak yolda ve cennete lâyık olduklarını iddia edecekler.
Yahudi ve hıristiyanlar diyorlar ki; yahudi ve hıristi­yandan baş­kaları kesinlikle cennete giremeyecektir. İki grup bir­likte demiyorlar da, yahudiler diyorlar ki, cennete ancak yahudi olanlar gireceklerdir. Hıristiyanlar da diyorlar ki, hayır cennete an­cak hıristiyanlar girecektir, başkaları kesinlikle giremeyecektir, di­yorlar. Cennete girebilmek için yahudi ve hıristiyan olmak gerekir, başka türlü mümkün değildir di­yorlar. Bu konuda ellerinde hiçbir delilleri olmadığı halde böyle bir id­diada bulunuyorlar. Acaba bu konuda ellerinde gerçekten bir delil var mı, yok mu? Bakın bu ko­nuda delil kendisinden olan Allah buyurur ki:
"Bu onların kuruntularından başka bir şey değil­dir."
Kuru ve boş bir hayaldir bu. Bu onların kendi hülyaları ve te­mennileridir. Yâni kendi kendilerine, kendilerini tatmin etmek için uy­durdukları boş bir ümniyeden başka bir şey değildir. Kim demiş onlara bunu? Onların cennetlik olduklarını ve onlardan başkaları­nın cennete gidemeyecek olduğunu kim dedi onlara? Kim böyle bir taahhütte bu­lunmuş, kim böyle bir garanti vermiş onlara? Ama bu sadece temen­niyle olacak bir şey değil ki. Herhangi bir aki­deye, bir inanca, bir dü­şünceye sahip olabilmek için vahiy ölçüdür. Vahyi baz almak gerekir. Öyleyse;
"Onlara de ki; Peygamberim, eğer doğru söylüyor­sa­nız delilinizi getirin."
De ki onlara ey peygamberim ve sizler de deyin ki ey pey­gam­ber yolunun yolcusu olan müslümanlar: Hanginiz bu dava­nızda sâ­dıksanız delilinizi getirin bakalım! Böyle bir iddia ispat is­ter. Hadi iddi­anıza bir delil getirin, ispat edin bakalım. Neye daya­nıyorsunuz bunu derken? İstinat noktalarınız neyse hadi getirin onları bakalım. Var mı bir deliliniz bu konuda?
Bu konuda delil ancak cennetin sahibi olan Allah’tan gel­me­li­dir. Bu konuda delil vahiydir. Hadi kitapların bir tanesinde Al­lah’tan gelmiş bir tek delil, bir tek vahiy gösterin. Eğer bunu size Allah de­miş-se, o zaman mutlaka kitapların birinde bir şey indirmesi gerekirdi Allah’ın. Değilse sizinle direk konuşması da mümkün de­ğildir. Ama bakıyoruz kitapların hiçbirisinde bu yahudiler bu hıris­tiyanlar kesinlikle cennete gidecekler diye bir âyet yoktur.
Bakın bu konuda hakkın sahibi olan Allah, cennetin sahibi olan Allah, kim doğru yoldadır? Kim eğri yoldadır? Kim cennetlik­tir? Kim cehennemliktir? Yahudiler mi? Hıristiyanlar mı? Yoksa bugün bu konuda onlardan farksız duruma düşmüş müslümanlar mı? Bunu Al­lah anlatıyor. Bugün gerçekten çok karmaşa haline gelmiş bu konu­nun çok iyi anlaşılabilmesi için bu konuyu en güzel biçimde anlatan bu âyetleri çok iyi tanımak zorundayız. Çok iyi ve dikkatli dinlemek zo­rundayız.
Zira bugün herkes bu iddiadadır. Her aile, her grup, her hizip, her cemaat, her grup, her millet bugün bu iddianın içindedir. Doğru yolda olan bizleriz! Bizim grup en haklı gruptur! Bizim ce­maat cennete gidecek cemaattır! Biz en doğru yoldayız! Biz cen­netin da ortasına lâ­yık insanlarız!!!
Öyleyse âyetin ifadesiyle söyleyelim, bugün de herkesten de­lil istemek durumundayız. Eğer bizler kendimizi kesin cennetlik olarak sunmak durumundaysak, o zaman diğer insanların da biz­den bu ko­nuda delil isteme hakları vardır. Cennetlik olanlar bizle­riz! Bizden başkası cennete gidemez! İddiasında bulunan tüm dünya insanlarına sormamız lâzım: Eğer iddianızda samimiyseniz, eğer doğru söylüyor­sanız hadi delillerinizi getirin bu konuda. Kim Rabbinden bir delil geti­rebilir ki bu konuda! Peki o zaman bu ko­nuda delil nedir? Yâni Allah ne diyor acaba bu konuda? Kimin cennetlik olduğunu söylüyor acaba Rabbimiz? Kimin haklı oldu­ğunu, kimin haksız olduğunu söylüyor acaba Rabbimiz? Bakın onu dinliyoruz:
Hayır hayır! Mesele ne öyledir, ne de böyledir. Yâni ne ya­hu-di­lerin dediği gibidir mesele, ne de hıristiyanların iddia ettiği gibi. Cen-net ne onların, ne de bunlarındır. Yâni cennet böyle özel bir gru­bun, özel bir milletin değildir. Ya da sırf hıristiyan olanların hıristiyan olmalarından ötürü, sırf yahudilerin sadece yahudi ol­malarından ötürü veya sadece müslümanların sırf müslümanız demelerinden ötürü Rabbi-miz onlara cenneti garanti etmiyor. Ha­kikat şu ki:
112:"Her kim bir iyilik yapar da kendini Allah’a tes­lim ederse. Onun mükâfatı Rabbı katındadır. Onun mükâfatı olan cennet Allah katında garantidir. Ve bunun kaybolması konusunda kesinlikle onun için ne bir korku, ne de mahzun olma söz konusu değildir."
Her kim ki Allah için yüzünü lekeden sâlim tutar, nefsini şirk­ten temizleyerek ihlâs ve samimiyetle Allah’a yönelirse. Yüz aklığı ve alın temizliği içinde Allah’a yönelirse. Peki yüz aklığı ve alın temizliği ne demek? Yüz aklığı ve alın temizliği, kişinin içinin ve dışının, niyetinin ve amelinin temizliği demektir. Niyet temiz olacak, amel de temiz ola­cak. Bunlardan birisinin bozukluğu neti­cenin bozukluğu anlamına ge­lecektir. Meselâ amel güzel bir amel ama niyet Allah için değilse, ya da niyet Allah için ama amel sün­nette yeri olmayan bir amelse yine netice bozuk olacaktır.
Yâni her kim ki içiyle dışıyla Allah’a yönelir, yâni tüm hayatını Allah’a teslim ederse, Allah için hayat yaşamayı kendisine temel prensip bilir, hayatının tümünde Allah’ın kulu olmaya karar verirse, irade­sini Allah’a teslim ederek, Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul eder, yâni hayatının tümünde müslüman olursa.
"Ve de bu halinde muhsin olursa."
Yâni hayatının tümünde Allah’ı görmediği halde onu görü­yor-muşçasına, Allah’ın huzurunda olduğunun şuurunda bulu­nursa, her ânının Allah’ın kontrolü altında olduğunu bilir ve böy­lece yaptıklarını Allah için yapar, Allah’a lâyık olarak yaparsa, böyle bir hayat yaşarsa, Allah kontrolünde olduğunun bilincine ererse:
"Onun mükâfatı Rabbı katındadır. Onun mükâ­fatı olan cennet Allah katında garantidir. Ve bunun kaybol­ması konusunda kesinlikle onun için ne bir korku, ne de mahzun olma söz konusu değildir."
İşte delil budur, işte ispat budur. İşte bunlara müslüman de­nir ve bu dine de İslâm denir. Ve işte cennete kesinlikle girecek olanlar da bunlardır, bunlardan başkaları asla değildir.
Demek ki cennete gidecek olanların, Allah’a tümüyle teslim ol­maları, yâni müslüman olmaları ve de Allah Resûlü’nün pratikte gös­terdiği bir salih ameli gerçekleştirmeleri gerekecektir. Bunun başka yolu yoktur. Kitap ve sünnete teslim olup sürekli bunlarla kendisini kontrol eden kişiler ancak cennete gideceklerdir.
Allah diyor ki; cennete müslüman olanlar girecektir. Müslüman olmayanlar kesinlikle cennete giremeyecektir. Biz ina­nıyo­ruz ki, Hz. Mûsâ aleyhisselâm dönemindeki yahudiler de müslümandı ve onlar da gireceklerdir bu cennete. Ve yine inanıyoruz ki Hz. İsa aleyhis-selâm dönemin­deki Hz. İsa’ya ve ona gönderilen İncil’e inanan hıristi­yanlar da müslümandı ve onlar da cennete gireceklerdir.
Ve yine Hz. Muhammed’e (a.s) ve onun şahsında tüm insan­lığı kıyamete kadar hidâyete ulaştırmak üzere inen Kur’an’a inanan ve onunla amel eden, onun istediği şekilde bir hayat yaşa­yan ve onun gösterdiği yoldan giden müslümanlar da cennete gi­receklerdir. Ama bu kitabı tahrif eden, bozan veya bu kitaptan habersiz yaşayan, ona karşı nötr davranan, böyle bir kitap yeryü­züne ha gelmiş ha gelme­miş, fark etmez yaşayan veya bu âyetle­rin gösterdiği yolun dışında hareket edenler de cehenneme gide­ceklerdir diyoruz. Rabbimizin bu konudaki yasası böyledir. Cennete sadece müslüman olanlar girecektir buyuruyor Rabbimiz.
Bakın bu âyette; cennete ancak yahudi ve hıristiyanlar gide-cektir, diyerek müslümanlara karşı güya birlikte hareket eden bu in­sanlar bakıyoruz ki, kendi aralarında da ihtilâfa düşmektedirler. Kendi aralarında da böyle bir beraberliğin olmadığını görüyoruz. Sanki az evvelki sözlerini kendileri dememiş gibi, bu sözlerinin tamamen hilafına burada da şöyle diyorlar bakın:
113:"Yahudiler, hıristiyanların dayandığı hiç bir şey yoktur dediler. Hıristiyanlar da yahudiler temelsiz­dir-ler dediler. Halbuki kendileri kitabı da okuyorlardı. Bilmeyen bilgisizler, cahiller de onların söyle­dik­lerinin benzerini söylemektedirler. Allah, aralarında ihtilâf ettikleri konu­lardaki hükmünü kıyamet günü verecektir"
Onların dayandıkları hiç bir şey yoktur dediler. Böylece her iki grup da birbirlerinin dinlerini kökünden çürütüp birbirlerini sa­pıklık, yolsuzluk ve dinsizlikle, küfürle itham ettiler. Birbirlerini iraptan mahalli olmamakla itham ettiler.
Rivâyetlere göre yahudi ve hıristiyanlar Rasulullah’ın huzu­runda tartışırlar. Yahudiler Hz. İsa’ya da İncil’e de küfrederler. Buna karşılık hıristiyanlar da Hz. Mûsâ’yı ve ona gönderilen Tev­rat’ı redde­derler. Bunun üzerine bu âyet iner. Ama âyet-i kerîme bu konunun böyle ferdi bir konu olmayıp, hıristiyanlarla yahudiler arasında cere­yan eden yaygın bir mesele olduğunu anlatır. Her bir grup diğerini reddeder bir tavır sergilemektedirler. Halbuki:
"Halbuki kendileri kitabı da okuyorlardı."
Kitabı da okuyor bunlar. Kitaplarını da okuyup durdukları halde, Tevrat’ı her iki taraf da okuyup durdukları halde bunu ya­pabil­mek-tedirler. Bazı anlayışlarda bazı konularda ihtilâf etmek ayrı şeydir, ama toptan birbirlerini reddetmek ayrı şeydir. Aslında kitap böyle bir çelişkiye engeldir. Kitap aslında bu tip ihtilâfları or­tadan kaldırmak için vardır. Öyleyse kitaba rağmen her iki taraf da yalan söylemektedir.
Allah bunu niçin anlatıyor bize? Ey müslümanlar bakın, bun­la­rın durumu budur, sakın ha sizler, bunlar gibi olmayın! Bunla­rın du­rumuna düşmeyin diye bunları anlatır Rabbimiz bize.
Halbuki bunlar kitabı da okuyorlar. Ama sadece okuyorlar bun­lar. Anlamıyorlar, anlamadan okuyorlar, anlamaya yanaşma­dan okuyorlar. Okuduklarıyla hayatlarını değiştirmiyorlar. Oku­duklarını amele dönüştürüp hayatlarında görüntülemeye yanaş­mıyorlar. Kitap kay­naklı bir hayata yönelmiyorlar. İşte sadece oku­yorlar. Halbuki kitap anlamadan okunmak için gelmemiştir. Kitap anlaşılmak ve amel edil­mek için gelmiştir. Allah’ın Rasûlü Müs­lim’deki bir hadislerinde bu hu­susu anlatırken şöyle buyurur:
"Bir topluluk Allah’ın evlerinden birinde toplanır ve Allah’ın kitabını okurlarsa, ve de o okuduklarını kendi aralarında ders haline getirirlerse..."
Yâni okudukları Kur’an âyetlerini anlama ve yaşama sa­vaşı ve­rirlerse onlar üzerine sekînet inecek ve onlar huzura kavu­şacaklar­dır buyurur. Evet kitabı okumak budur işte. Ama bakın bunlar böyle yapmıyorlar da sadece okuyorlarmış. Anlamadan okuyorlarmış. Amele dönüştürme niyetinde olmadan okuyorlarmış.
Tıpkı şimdi hepsi de kitabı okudukları halde, hepsi de kitap­tan yana oldukları halde, her biri kitabın belli bir bölümünü bayraklaştırıp, her biri bir bölüme sarılıp, kitabın bütününe teslim ol­mayı becereme­yen, hepsi de birbirlerinin aleyhinde olan, hep kendilerini haklı, hep kendilerini hak yolda görüp karşılarındaki grupları yanlış yolda, bâtıl yolda gören müslüman gruplar gibi.
Öyle değil mi? Müslümanlar da aynen onların durumuna düş­memişler mi bugün? Maalesef bugün kitabı okudukları halde taassup, hizipçilik ve komplekslerle birbirlerini tekfir noktasına ulaşan müslü-manlar aynen dünkü ehl-i kitabın yerini almışlardır. Bu halleriyle ehl-i kitabın konumuyla müslümanların konumu aynı­dır. Onlar da aynen ehl-i kitap gibi kendi gruplarına pay çıkar­makta, grupçuluk bilinciyle hareket etmektedirler. Kendilerini başka müslüman gruplardan ayıran çok basit ve cüz'i farklılıkları sanki köklü ayrılıklarmış gibi ele almakta ve Allah korusun nere­deyse birbirlerini tekfir noktasına bile vardır­maktadırlar. Onlar böyle yapınca da:
"Bilmeyen bilgisizler, cahiller de onların söyle­dik­leri­nin benzerini söylemektedirler."
O günkü Arap müşrikleri, putperest insanlar da tıpkı bunla­rın de­diğini demeye başladılar. Yahudiliğin de, hıristiyanlığın da tüm se-mavî dinlerin de hiç birisinin aslı astarı yoktur dediler. Din bilenler böyle yaparsa ötekiler de elbette böyle diyeceklerdi. Dine inandıkla­rını iddia edenler, kendilerini bir dine izâfe edenler böyle yaparsa ca­hillerden de elbette beklenen buydu.
Veya bugünkü ateistler de toptan tüm dinleri reddediverdi­ler. Din, insanları uyutmak ve uyuşturmak için uydurulmuş bir af­yondan farklı bir şey değildir deyiverdiler. Elbette bilenler böyle yapınca bil­meyenler de toptan onu reddedecekti. Ama unutmaya­lım ki, bunun sebebi müslümanlardır. Bunun asıl suçluları bu dini bildikleri halde bildikleriyle amel etmeyen, bildikleri kitap bilgisini insanlara anlatma­yan ve bildiklerini sır küpü gibi toprağın altına taşıma gayretinde olanlar, kitabı saptıranlar, kitabı kendi fikirlerine, kendi hiziplerine alet edenler, âyetleri hep kendi görüşleri istikâ­metinde yorumlama çabası içine girenler ve kitabı okudukları halde birbirleriyle uğraşarak insan­ları bu dinden soğutan müslüman gruplardır.
Peki bizim onlara benzemememizi emreden bu âyet, ne de-memizi istiyor acaba? Biz şunu diyoruz: Mûsâ (a.s) Allah’ın hak pey­gamberidir. O da aynen bizim peygamberimiz gibi Allah tara­fından gönderilmiş bir elçidir. Ona gönderilen Tevrat da Allah’tan gelişi açı­sından bizim elimizdeki Kur’an’dan farklı bir şey değildir. İsa (a.s) da Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir, ona verilen İn­cil de hak kitap­tır. Allah’tan geldiği şekliyle biz Tevrat’ı da İncil’i de kabul ediyoruz. Ama sonradan insanların onları bozduklarını, tah­rif ettiklerini ve bun­ları kendileriyle amel edilemeyecek duruma getirdiklerini de biliyoruz. Öyle olmasaydı bile zaten son kitap Kur’an’ın gelişiyle bunların hükmü kaldırılacak, nesih edilecekti ve nesih edilmiştir. Bizim müslüman-lar olarak bunları dememizi istiyor Rabbimiz. Yine müslümanlar olarak bizden şunu da dememizi isti­yor Allah:
Biz, kesinlikle peygamberlerin arasını ayırmayız. Peygam­ber­ler arasında böyle bir tefrik yapmayız. Birisine inanıp ötekilerini asla reddetmeyiz, dememiz gerekiyor.
Bu âyet bir de müslümanlara, karşılarındaki grupları tanıt­mak-ta­dır. Ey müslümanlar! Sakın onların çokluğuna aldanıp korkma­yın! Aslında onlar dağınıktırlar, parça parçadırlar. Bunlar kendi arala­rında da bir birlik değildirler. Birbirlerinden nefret et­mekte­dirler bunlar. Her grup kendilerinin haklılığını, karşısında­ki­nin bâtıllığını ispatla meşguldürler. Her biri diğerinin saygı duy­duğu, kutsadığı şeyleri ayaklarının altına almaktadır buyurarak, müslümanlara onların öyle korkulacak bir güce sahip olmadıklarını anlatmaktadır.
Bilmeyenler de onlar gibi deyiverdiler. Kendilerinin ne kitapları ne de peygamberleri olmayan, kitap bilgisinden de pey­gamber bilgi­sinden de mahrum olan Mekke’li müşrikler de aynı şeyi söylediler. Yâni ancak bu işe bizler layığız! Cennete ancak bizler gireceğiz! Biz­den başkaları giremez dediler.
Daha önce Hz. İbrahim’in yolunu izlediklerinden dolayı on­lar da kendilerini o peygambere izâfe ederek böyle diyorlardı. Halbuki o peygamberin üzerinden yıllar geçmişti. Hz. İbrahim’le uzaktan ve ya­kından hiçbir ilgileri kalmamış, hayatlarında o pey­gamber bilgisinin eseri bile kalmamış, şirke düşmüşler, Kâbe’yi putlarla doldurmuşlar, hayatlarından Allah’ı kovup, putların ege­menliği altına girmişlerdi. Ama İbrahim’in dinindeydi ya bunlar, Kâbe’nin komşusuydu ya, Mekke’nin sahibiydiler ya, Haniflerdi ya bunlar, öyleyse cennete bun­lardan daha lâyık kimse olamazdı. Cennete sadece kendileri gidecekti.
Dün insanlar böyleydi, toplumlar böyleydi. Bugün Al­lah koru­sun da müslümanlar da aynen onların durumuna düş­müşler. Bazen ikili, bazen üçlü gruplar halinde hareket eden, ba­zen kendilerinden başka cennetlik olmadığını, ancak kendilerinin cennete gideceklerini iddia eden topluluklar görüyoruz bugün de. Dün birlikte hareket eder­lerken, birlikte hareket ettikleri insanların kendilerini cennete götüre­ceğini iddia ederlerken, bugün onlardan ayrılınca da onların yanlış yolda olduklarını iddia etmeleri ne kadar da garip değil mi? Yâni yahudi ve hıristiyanların bazen birlikte cennetlik olduklarını iddia edip, bazen de birbirlerini sapıklıkla it­ham etmeleri gibi.
Öyleyse bırakalım bu dışımızdakileri de müslümanlar bu âyet­ler ışığında kendilerini yeniden kontrol etmek, yeniden hesaba çek­mek zorundadırlar. Şunu kesinlikle kabul etmek zorundayız ki; hiçbi­rimiz kendi durumumuzdan mutmain olmamalıyız. Hiçbirimiz statüko­dan yana olmamalıyız. Çünkü bu değişimin önüne dikilmiş en büyük engeldir.
Ben iyiyim! Biz iyiyiz! putu bilelim ki değişme­nin önüne di­kilmiş en büyük engeldir. Çünkü bugün hiç birimizin, hiçbir grubun, hiçbir ailenin, hiçbir cemaatın elinde cennetlik ol­duklarına dair bir se­net, bir garanti yoktur. İşte âyetler bunu anla­tıyor. Hiçbir kimsenin ölünceye kadar da nasıl bir çizgi takip ede­ceğine dair elinde bir ga­ranti olmadığına göre öyleyse kendimizi garanti cennetlik görmeyelim, halimize mutmain olmayarak sürekli Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti ışığında hayatımızı sağla­maya alalım inşallah.
114:"Allah’ın mescidlerinde, O’nun adının anılma­sını engelleyen ve bu mescidlerin yıkılmasına sa'yeden, çaba harcayanlardan daha zâlim kim vardır? Böyleleri o mescidlere ancak korka, korka girebi­lirler. Dünyada onlar için rüsvalık var, âhirette de elim bir azap beklemektedir onları."
Yeryüzünde zulümlerin en çirkini Allah’ın arzında, Allah’ın mescidlerinde, Allah’ın adının anılmasını engellemektir. Mescidlerde Allah’ın adının anılmasını engellemek; öncelikle Al­lah’ın hukukuna müdahale, sonra da müslümanların ibâdet öz­gürlüklerine kısıtlama anlamına gelir ki, bundan daha büyük bir zulüm düşünmek mümkün değildir. Evet Mescid-i Aksa’yı, Mescid-i Haram’ı ve topyekün dünya mescidlerini bu hale getirenlerden daha zâlim kim olabilir? Yeryüzü­nün en büyük zâlimleri bunlardır.
Bu adamlar ki, kendilerini hâlâ cennetlik zannediyorlar. Ken­dile­rinden başka kimseye de cenneti vermek istemiyorlar. Ama bakın ki beri tarafta, Allah’ın bu mescidlerini ve yeryüzünün her mekânı olan mescidlerinde, Rabbim Allah diyenlere hayat hakkı tanımıyorlar. Alla-hu Ekber demelerine tahammül edemiyor­lar. Namaz kılmalarına tahammül edemiyorlar. Allah’tan başka herkesin büyütülmesine, Al­lah’-tan başka herkesin hamd edilme­sine razı oluyor adamlar da Al­lah’ın hamd edilmesine razı olmu­yorlar. Allah’tan başka herkesin dü­şünce-lerini sergilemesine izin veriyorlar da Allah’ın ahkâmının uygu­lanma-sına tahammül edemi­yorlar.
Allah’ın kitabının okunmasına, Allah’ın âyetlerinin anlatıl­ma­sına izin vermiyorlar. Allah kullarına, Allah’ın mülkünde, Allah’ın iste­diği hayatı yaşamalarına izin vermiyorlar. Allah’ın kullarının şu yer­yü-zü mescidinde, şu arzda, Allah’ı hamd etmelerine yâni Al­lah’ın iste­diği biçimde giyinmelerine, Allah’ın istediği biçimde bir hayat sürmele­rine izin vermiyorlar. Öylece Allah’ı övmelerine, Al­lah’a hamd etmele­rine izin vermiyorlar. Şimdi acaba bundan daha büyük zulüm olur mu? Onun mülkünde ona hayat hakkı tanımı­yorlar. Bu halleriyle nasıl olu­yor da bu adamlar, hâlâ cennetlik ol­duklarını söyleyebiliyorlar? Hal­buki Allah, onlar için zâlimlerin en kötüsü ifadesini kullanıyor.
Yâni şu Mescid-i Aksa’yı kan gölüne çevirenler, orada Al­lah’ı zikretmeye çalışan Yahya (a.s) ları, Zekeriya (a.s) ları sırf bu yüzden şehid eden ve şu anda da müslümanları namaz kılmak için o mescide sokmayan, müslümanların sırf Rabbimiz Allah de­dikleri için kollarını, kemiklerini kırmaya çalışan bu yahudiler mi cennetlik? Nereden çıka­rıyorlar bunu? Veya o gün putlarını bü­yütüp, putlara hamd edip, yal­nız bunlar büyüktür, ancak Lat ve Menat büyüktür diyerek Allah’ın mescidini, Mescid-i Haram’ı put­larla doldurup Allah’ın Rasûlü’nü ve Rabbim Allah diyen müslümanları oraya sokmamaya çalışan bu müş­rikler mi cennet­lik?
Şu anda da tüm yeryüzü mescidlerinde Allah’ın âyetlerinin açık açık gündeme getirilmesine, dünya müslümanlarına rahat rahat Allah’ın âyetlerinin duyurulmasına ve tüm dünya müslümanlarının bu âyetlerle eğitilmesine imkân vermeyerek, sa­dece kendilerinin izin ver­diği kadar âyetlerin duyurulmasına ve bunun dışındaki âyetlerin ya­saklanmasına çalışanlar, bunlar mı cennetliktir? Ya da bunlardan daha zâlim kim olabilir? Bu adamla­rın da kendilerini cennetlik görme­lerine hayret etmemek mümkün değildir.
Nereden alıyorlar bu adamlar bu garantiyi? Nereden alıyor­lar bu müjdeyi? Hem Allah’ın arzında Allah’ın adının anılmasına müsa­ade etmiyorlar, Allah’ın ve onun sisteminin gündeme getirile­rek yücel­tilmesine tahammül edemiyorlar, mescidlerde Allah’ın âyetlerinin açık açık okunmasına, anlatılmasına tahammül ede­miyorlar, böylece mes-cidleri harap ediyorlar, mescidleri aslî fonk­siyonlarının dışına çı­karı-yorlar, hem de kendilerini cennetlik görü­yorlar. Gerçekten tuhaf bir şey.
Peki acaba mescidlerde Allah’ın adının anılması ne demek­tir? Mescidlerde Allah’ın adının anılması demek; gündem maddesi olarak Allah’ın ve Allah’ın âyetlerinin açık açık konuşul­ması, gündeme geti­rilmesi demektir. Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın kitabının mücerret okunmasına ses çıkarmayanlar, bu âyetlerin muhtevalarının gündeme getirilmesine, âyetlerin açıklanmasına tahammül edemiyorlar. Âyetle­rin mânâlarının net bir biçimde or­taya konulmasına tahammül edemi­yorlar. Kendi kanunlarıyla, kendi arzularıyla Allah’ınkiler çatışınca Al­lah’ınkilere izin verme­meye çalışıyorlar. En iyisi mi Allah’ın arzularını duyurmayalım. Eğer insanlar Allah’ın âyetlerini, Allah’ın arzularını du­yarlarsa o zaman onunkilerle bizimkiler çatışacak, insanlar bizimkileri mi dinleyecekler, Allah’ınkileri mi? Bu kaostan kurtulmak için ne pa­hasına olursa olsun Allah’ınkilere geçit vermeyelim diyorlar.
Kâbe’de, Allah’ın arzında, Allah’ın mescidinde, Mescid-i Aksa’-da yine Allah’ın mescidinde, Allah’tan başka ne kadar tan­rıça, tanrı taslağı varsa bunların hepsinin adının anılmasına mü­saade etti­ler, ama Allahu Teâlâ’nın adının zikredilmesine müsaade etmediler. Oralarda herkesin arzularının, isteklerinin, emir ve ya­salarının duyurul­ma-sına izin verdiler de Allah’ın yasalarının açıkça ilânına ya­saklar koydular. Müslümanları oraya sokmamaya, orada namaz kıl­malarına engel olmaya çalıştılar.
Şu anda da dünyada herkesin adının zikredilmesine evet, ama Allah’ın adının zikredilmesine hayır dedikleri gibi. Gündem maddesi olarak herşeyin alınmasına evet ama Allah’ın adının anılmasına hayır dedikleri gibi. Halbuki Allah’ın adının anılmasına engel koymaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Tüm dünya günde­minde zikredilecek tek isim, tek sistem Allah’ın ismidir, Allah’ın sistemidir. Ve Rabbimizin gündemi olan bu kitap, bize neleri gün­deme alın diyorsa, onları gündeme al­mak zorundayız. Başkalarının gündem maddelerini konuşmak zo­runda değiliz. Bunu yapınca gündem maddesi olarak sadece Allah’ın âyetlerini kabul edince, o zaman mescidleri harap olmaktan kurtarmış oluruz.
Esasen mescidleri imar etmek demek, o mescidlerin fonksi­yo­nunu ve misyonunu imar etmek demektir. Mescidleri yık­mak da sa­dece onların yapılarını, duvarlarını yıkmak değil, mescidlerin fonksi­yonlarını yıkmak demektir. Mescidleri aslî fonk­siyonlarından çıkarıp, başka maksatlar için kullanmaya başlamak demektir. Mescidleri ha­rap etmek demek, onları asr-ı saâdet’teki işlevlerinden uzaklaştırmak mescidleri cemaatsız bırakmak, mescidlerle insan­lar arasına barikat­lar koyarak, insanların mescidlere gitmesine im­kân bırakmamak de­mektir. Mescidleri ha­rap etmek; demek mescidlerin hayatı düzenleme fonksiyonunu öl­dürmek demektir. Mescidleri harap etmek demek; orada Allah’ın sesinin üzerinde baş­kalarının seslerini yükseltmek de­mektir. Zira mescidlerde en gür seda Allah’ın sedası olmalıdır.
Mescidlerde Allah’ın sedası kesilmiş, Rasûlullah’ın sedası kı­sıl­mış ve onların yerine birilerinin sesi, sedası, talimatları yüksel­til­me-ye başlanmışsa bilelim ki, o mescidler harap olmuş demektir. Mes-cidlerde birilerinin arzuları ve tâlimatları Allah’ın arzularının ve tâ­li-matlarının önüne geçirilmişse, işte o zaman mescidler harap olmuş demektir. Zahiren süslü ve görkemli olsalar da onlar yıkıl­mış demek­tir.
Müfessirler demişler ki; bir dönem müşrikler Allah’ın Rasûlünü ve beraberindeki müslümanları Hudeybiye denen yerde tutup Kâbe’ye, Allah’ın mescidine sokmamışlardı da bunun üze­rine bu âyet nazil olmuştur. Gerçi bugün de müslümanlar Kâbeden engelleniyorlar.
Kâbe ile, o mescitle müslümanların arasına barikatlar koy­ma-ya ve Allah’ın kulları hacdan engellenmeye çalışılıyor. Müslü­man­lar da bu engeller karşısında boyun büküyorlar, çaresizliklerini ortaya koyuyorlar. Eh ne yapalım izin yok, gidemiyoruz diyerek bo­yun bükü­yorlar. Meselâ bizim işyerimizle evimizin arasına engeller koyup, kendi evimize gitmemizi engelleseler ne yaparız? Eh ne ya­palım engel var, biz de evimize gitmeyiverelim der misiniz? De­meyiz değil mi? Ya-hu bu ev bizim evimiz, ne yapıp yapıp bu en­gelleri kaldırıp mutlaka evimize ulaşmalıyız deriz değil mi? Her türlü engelin bertaraf edilmesi için bu uğurda savaş veririz değil mi? Neden? Çünkü orası bizim evi­miz. Orayı da kendi evimiz bile­bilsek, Kâbe’nin de kendi evimiz oldu­ğunu bir anlayabilsek, eminim bunun çaresini de düşüneceğiz. Bizi bi­rilerinin kendi evimizden menetmesi, engellemesi karşısında boyun büküp teslim olmaya­cağız, bunun çarelerini araştıracağız demektir. Ama galiba orasını kendi evimiz bilmediğimizden engel varmış diye boyun büküyor ve bunu kabulleniveriyoruz.
Ama burada anlatılan sadece Kâbe değil, tüm arz mesci­dinde Allah’ın adının anılmasının, Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın sis­teminin gündeme getirilmesinin yasaklanması söz konusudur. Hani Allah’ın Rasûlü buyurur ya:
"Tüm arz benim için mescid kılındı."
Öyleyse tüm arzda Allah’ın adının anılmasını engelleyen­den daha zâlim kim vardır? Her yerde, mektepte, adliyede, iş ye­rinde, dükkanda, okulda, pazarda, panayırda, evde, sokakta, Al­lah’a sec­deyi engellemek istiyorlar. Arzın her bir makamında Allah kullarının Rablerine secdesine izin verememeye çalışıyorlar. Peki secde neydi? Secde, o konumda, her bir konumda Allah’ın emirle­rini yerine getir­mektir. Her yerde Allah’ı ve Allah’ın emirlerini gün­deme getirmek, her bir makamda Allah’a kulluğu gerçekleştirmek zorundayız. Kimse bizi bundan engelleyemez. Kimsenin buna hakkı yoktur. Bunu engellemek şöyle dursun, Allah düşmanları, Allah’ın adının zikrine ve Allah’ın âyetlerinin gündeme getirilme­sine tahammülü olmayanlar:
"Böyleleri o mescidlere ancak korka korka girebi­lir­ler."
Tüm arz mescidinde ancak korkarak dolaşmaya mahkum­dur­lar. Bunlar, bu zâlimler pek kısa bir zaman sonra bu mescidlere ancak korka korka girebileceklerdir. Yakında bunların tüm arz mescidin-de güvenleri kalmayacak, tüm yeryüzünde ancak korka korka dolaşabi­leceklerdir. Bu âyetlerin gelişinden hemen üç beş yıl sonra Mekke putlardan temizleniyor, Kâbe’de, Allah’ın mesci­dinde Allah’ın büyük­lüğü ilan ediliyor, tekbir getiriliyor. Kısa bir süre sonra da Kudüs fet­hediliyor Mescid-i Aksa’da da Allah’ın hâ­kimiyeti gerçekleştiriliyordu.
Bununla Rabbimiz müslümanlara şunu anlatıyor: Ey müslü-manlar, düşünün ki o gün müslümanlar bir avuçtu. Allah’ın mescidi olan Kâbe ve Mescid-i Aksa güçlü kuvvetli kâfirlerin elin­deydi. Bu âyetler geldiği dönemde tüm dünya bunun hayal oldu­ğunu, bu âyetle­rin gerçekleşip Kâbe’nin ve Kudüs’ün müslümanların hâkimiyetine geçmesinin mümkün olmadığını zan­nediyordu. Ama bakın ki, çok kısa bir zaman içinde oldu bu iş.
Ey müslümanlar! Şu anda da Kudüs ve tüm arz mescidlerinde güçlü kâfirler var. A.B.D' si var, A.E.T' si var, Siyonistleri var, bunların uşakları var, güçleri var, orduları var, imkânları var. Ama ne gam, beri tarafta da Allah var. Bilesiniz ki çok yakın bir gelecekte tüm arzda Al­lah’ın âyetlerinin pratik uygulanması hayal gibi görülebilir. Mümkün değil gibi görülebilir. Ama bilesiniz ki, çok yakın bir zamanda Allah’ın yardımıyla tüm yeryüzünde, tüm yer­yüzü mescidlerinde yine Allah’ın adı yükselecek, yine Allahu Ekber diyenler yeryüzüne hakim olacak, buna yine bu ihtiyar dünya şahit olacaktır Allah’ın izniyle. Çok yakın bir gelecekte müslümanlar yine Azîz ve şerefli olacaktır Allah’ın iz­niyle. Evet bu âyet bugünün müslümanlarına bu müjdeyi veriyor.
Rabbimiz bu âyetiyle bu zulme ve zâlimlere karşı mü'minlerin sağlam durmalarını ve onlarla savaşılarak toplumda, onların güçleri­nin kırılmasını emretmektedir.
Bu zâlimler topluma hakim konumda olmamalıdırlar buyur-mak­tadır. Çünkü çok kısa bir dönem sonra İslâm’ın egemenliği söz konusu olacak, müslümanlar hayata egemen olacaklar, Al­lah’ın yer-yüzüne müslümanlar hakim olacak, bu sefer de onlar tüm arz mes-cidinde korka korka dolaşmak zorunda kalacaklar. Çok kısa bir süre sonra. Çünkü bakıyoruz bu âyetler hicretten bir yıl sonra filan nazil olmuş ve hicretten bir altı yıl sonra Mekke fet­hedilmiş, Kâbe Rabbi-mizin adının anılması üzerine tekrar dü­zenlenmiş ve Mekke’nin fethinden bir sekiz on sene sonra da Kudüs fethedilmiş ve artık yer­yüzünde sadece Allah’ın adının yü­celtilmesine zemin hazırlanmıştır. Bu âyetlerin gelişinden beş on yıl sonra o bölgelerde bir tek müşrik, bir tek kâfir kalmamış, kimisi müslüman olmuş, kimileri de dış dün­ya-da cizye vermek zorunda kalmışlar, müslümanların varlığına Al­lah’ın adının anılmasına korka korka razı olmak zorunda kalmışlardır.
Eğer gerçekten bu âyetler bizlere de nazil olmaya devam ederse, sahabeyi dirilten bu âyetler bize de konuşmaya devam eder­lerse, biz de bu âyetlerle amel edip cennete gidebilmenin yolunu bu­labilirsek, hiç şüpheniz olmasın ki, kısa bir dönem sonra yeryüzünün kâfirleri acaba bizim bunlara yaptığımız gibi bu müslümanlar da bize mukabelede bulunarak yaptıklarımızın he­sabını soracaklar mı diye korku içine düşecekler. Zaten şu anda tüm yeryüzü kâfirlerinin kor­kulu rüyası da budur. Hafakanlar geçi­riyorlar, uykularını kaybediyorlar acaba hesaplaşma zamanı geldi mi diye adamlar. Halbuki korkma­ları da gereksizdir. Çünkü biz müslümanız. Bizim onlar gibi zulmet­memiz mümkün değildir. Biz­ler onlar gibi asla zalimler olamayız. Biz­ler asla onların bize yap­tıklarını onlara yapamayız. Aksine bizim on­lara davetiyemiz şöyle olacaktır: Gelin ey kâfirler siz de müslüman olun. Müslüman olun da dünyanın da âhiretin de nîmetleri sizin olsun. Gelin müslüman olun da sizin de bizim de Rabbimizin arzuları yeryü­zünde hakim olsun, kulun kullara kulluğu bitsin bu dünyada, diyece­ğiz. Gelin bi­rinin diğerine zulmü bitsin diyeceğiz. Gelin birimizin diğe­rine üs­tün-lüğü, alçaklığı söz konusu olmadan, birimizin diğerine hük­met­mesi, itaat etmesi söz konusu olmadan hepimiz eşit kullar olarak Rabbimize boyun bükelim. Hepimiz Rabbimize kul olalım. Hepimi­zin üzerinde Allah egemen olsun. Aksi takdirde siz bilirsiniz:
"Dünyada onlar için rüsvalık var, âhirette de elim bir azap beklemektedir onları."
Dünyada rüsva olacaktır bunlar. Yahudiler için, hıristiyan­lar için ve de Allah’ın arzularına geçit vermeyen, kendi sistemleri­nin uy­gulanabilmesi için Allah’ın sistemine geçit vermeyen tüm müşrikler için dünyada rezillik ve rüsvalık vardır. Dünyada rezil ve perişan ola­caklardır onlar.
Bu âyetlerin gelmesinden hemen kısa bir süre sonra Mekke’nin fethiyle müşrikler, Yermük’te hıristiyanlar, Kadisiye’de mecu-siler, Kureyza savaşlarıyla veya Kudüs’ün fethiyle yahudiler, Mı­sır’ın fethiyle Kıptiler, Ermeniler, Anadolu’nun fethiyle Rumlar, Hıristi­yanlar, hepsi dünyada rezil ve perişan oldular. Unutmayın ki pek ya­kında yine aynısı olacaktır. İman edenler kurtulacak, iman etmeyenler de rezil ve perişan olacaklardır. Bu dünyada rezil ol­malarının yanında, öbür tarafta da onları elim bir azap beklemek­tedir.
Öyleyse tüm dünya zâlimlerine haber veriyoruz bunu. Hazır­lan­sınlar dünyadaki rüsvalıklarına. Hazırlansınlar âhiretteki en büyük azaplara. Geçen her saniye, attıkları her adım, aldıkları her nefes onları bu korkunç sona, rüsvalığa ve de âhiretteki korkunç azaba gö­türüyor.
115:"Doğu da Allah’ındır, batı da Allah’ındır. Şimdi namaz için ne tarafa yönelirseniz Allah’ın vechi oradadır. Doğrusu Allah’ın rahmeti herşeyi kaplamış ve o herşeyi bilmektedir."
Doğunun da Rabbi Allah’tır, batının da Rabbi Allah’tır. Artık Allahu Teâlâ dilediği şekilde mü'minleri o tarafa da bu tarafa da dön­dürebilir, kimsenin bu konuda Allah’a hesap sorma imkânı ve hakkı yoktur. Bu âyetler müslümanlara yeni bir ufkun açılmasının müjdesini veren âyetlerdir. Kıblenin Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a çevri­leceğinin müjdesini veren âyetlerdir.
Müslümanlar o günlerde yine Allah’ın emriyle Kudüs’teki Mes-cid-i Aksa’ya yöneliyorlar ve namazlarını o tarafa doğru kılı­yorlardı, ama müslümanların kalplerinde İbrahim’in mescidi, yer­yüzünde ilk inşa edilen ve kıyamete kadar da kıble olarak Allah’ın ilan edeceği Mekke’deki Kâbe vardı. Gözleri, gönülleri Kâbe’deydi müslümanların. Ama Rablerinin arzusu Kudüs’teki Mescid-i Aksa olunca buna da iti­raz edecek değillerdi elbette. Onun için müslümanlar Kudüs’e doğru dönüyorlardı. Ama Allah o mü'minlerin arzu ettikleri yönde onlara bir nîmet sunacaktı. Bu nî­met onların kıble olarak arzu ettikleri Kâbe’ye yönelme nîmetiydi. İşte bu âyet, bunun müjdecisi bir âyetti. Madem ki doğu da Allah’ın batı da Allah’ındır, madem ki zaman da Allah’ın, me­kân da Al­lah’ındır, o halde sizi dilediği tarafa döndürebilir o Allah.
Namazınızı bazen böyle kılın der, bazen böyle. Bazen bu ta­rafa, bazen şu tarafa dönün der. O nasıl derse, nasıl emrederse bizim buna teslim olmamız gerekir. İşte bir dönem Kudüs’e dönün demişti, o tarafa dönmüştü müslümanlar, sonra da Mekke’ye, Kâbe’ye dönün dedi Allah, müslümanlar da dönüverdiler o tarafa. Ama yahudiler bunu problem ettiler, fitne çıkarmaya çalıştılar. Cenab-ı Hak da bu­yurdu ki:
Doğu da Allah’ın, batı da Allah’ındır. Nereye yönelirseniz Al­lah’ın zatı oradadır. Yeter ki siz Allah’ın istediğine yönelin. Yeter ki siz Allah’ın emrine boyun bükün. Şuraya ya da buraya dönmek mesele değil, esas mesele Allah’ın emrine boyun eğmektir.
Allah bu âyetinde tevhidi anlatıyor. Allah bir cisim değildir. O zaman ve mekânla sınırlı değildir. Allah’ın belli bir yeri, yurdu yoktur. Yüzünü ne tarafa dönersen onu karşında bulursun. Her yerde, her ta­rafta Allah’ın yarattığı eserleriyle karşı karşıya gelir­sin, Cenab-ı Hak­kın gücünü, kudretini müşahede edersin.
Acaba bu âyet kıbleyi belirlemek için mi inmiştir? Anlayabil-diğimiz kadarıyla bu âyet kıbleyi tesbit için değil de kıblenin değiş­tiril­mesine itiraz eden yahudilere cevap olarak gelmiştir. Allah belli bir zaman maslahatı gereği belli bir yöne yönelmemizi isteyebilir. Daha sonra da başka bir zaman, başka bir maslahat gereği, başka bir ta­rafa yönelmemizi isteyebilir. Bu konuda hiç kimsenin Allah’a hesap sorma hakkı yoktur. Kaldı ki önceki kıble, Allah orada ol­duğu için em­redilmemiştir ki değiştirilmesi mümkün olmasın.
Binek hayvanları üzerinde namaz kılanlar hakkında bu âyet in­miştir diyenler de vardır. Bu durumda insanlar istediği ta­rafa dönebi­lirler.
Ya da bu âyet Cabir (r.a) hazretleri hakkında inmiştir den­miş. Kıbleyi tespit edemeyen bir adam istediği tarafa dönebilir denmiştir. Adam sorabileceği birileri varsa soracak, yoksa kendine göre bir içti­hat yapıp o tarafa doğru dönecektir.
Bir başka yaklaşımla bu âyetinde Rabbimiz, kişinin kıb­lesini an­latmaktadır. Yâni kim, kimin kıblesine yönelirse ona kulluk etmek­tedir. Kim, kimin yönetimini kabul ederse onun kölesi olmuştur. Kim, kimin arzularını gerçekleştirmek adına hareket ederse; kim, kimin rı­zasını kazanmak üzere çırpınırsa, onun kulu olmuş demektir. Yâni bi­zim hareket tarzımızı, hareketlerimizin kıblesini, rotasını kim tayin et­mişse, hayat programımızı kim belir­lemişse -Allah korusun- biz, onun kulu kölesi olmuşuz demektir.
Eğer Allah, sizin için Mescid-i Aksa’ya yönelin demişse, siz de Allah emretti diye o tarafa yöneliyorsanız, bu yönelişiniz doğru­dur. Yönünüz Allah’a yönelik, kulluğunuz Allah’a müteveccihtir. Namazınız kabuldür, ibâdetiniz makbuldür. Ama Allah, sizi önceki kıblenizden alıp bu defa da Mekke’deki Mescid-i Haram’a döndü­rüyorsa bu sefer de kıbleniz orası olacaktır. Çünkü size bu emri veren Allah’tır. Bir amelin yaptırıcısı kimse, kişi o ameli işlerken ona kulluk yapıyor de­mektir.
Meselâ bir tür giyiniyorsunuz, bunu size yaptıran kimse siz, ona kulluk ediyorsunuz demektir. Düğünde şunlar şunlar yapılma­lıdır diyorsunuz. Şuradan kazanılmalı, şuralarda harcanmalıdır di­yorsu­nuz. Şu makamlara gelinmeli, şu okullarda okunmalı diyor­sunuz. Bü­tün bunların yaptırıcısı kimse kişi, ona kulluk ediyor de­mektir. Yâni ki­şiyi yönlendiren kimse, kimin için bir yerlere yöneli­yorsanız kulluğunuz onadır. Sizin kıblenizi tayin eden Allah’tan başkalarıysa, Allah’tan başkalarının yönlendirmesine tabi olmuş­sanız, o zaman sizin Al­lah-tan başka program yapıcı tanrılarınız var demektir. Ve siz, size hayat tarzı belirleyen bu tanrılara kulluk yapıyorsunuz demektir. Me­selâ şöyle giyineceksiniz diye size kıble tayin eden, program belirle­yen, Allah dışında moda gibi tan­rılarınız var da siz onların, size gös­terdikleri kıblelerine yöneliyor­sanız bilesiniz ki, siz onlara kulluk yapı­yorsunuz demektir.
116: “Dediler ki; Allah çocuk edindi. Sübhanallah! Allah bu tür noksanlıklardan münezzeh­tir. Bilâkis gök­lerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Herşey O’na bo­yun büküp teslim olmuştur."
Üzeyr Allah’ın oğludur dediler. İsa Allah’ın oğludur dediler. Me­lekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Fe sübhanallah! Nasıl diyebilir­ler bunu Allah’a? Halbuki göklerdekiler ve yerdekilerin hepsi O’nundur. Hepsi O’nun kuludur, hepsi O’na boyun büküp itaat et­mektedir. Oğullar O’nundur, babalar O’nundur, analar O’nundur, kızlar O’nundur, gökler O’nundur, yerler O’nundur, denizler O’nundur, yıldızlar O’nundur, herşey O’nundur. Herşey Allah’ın kuludur. Tüm varlıklar O’nun iken, tüm yaratıklar onun kulu iken bunlardan birini veya birkaçını kendisine oğul edinmesine ne ge­rek var da? Tevbe sûresinin 30. Âyetinde anlatıldığına göre yahudiler Üzeyr Allah’ın oğludur dediler. Hıristiyanlar da İsa Allah’ın oğludur dediler. Müşrikler de Melekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Bunlar bu ya­ratıkların sıfatları konusunda hataya düştüler. Bunlara Allah’ın sıfatla­rını vermeye kalktılar. Bunları kutsamaya kalkıştılar. Oldu­ğundan farklı bir konuma getirdiler bu zatları. Bunların yaptıkları işlerin baş­kaları tarafından asla yapılamayacağını, başkalarının yaptıklarını da bu zatların yapmayacaklarını iddia ettiler. Diğer varlıklardan ayırdılar bu zatları. Bu zatların diğer varlıklardan daha fazla Allah’a yakın ol­duklarını, ya da Allah’ın bu zatlarla daha fazla ilgilendiğini iddia ettiler. Peygamberimiz için de aynı şeyleri demeye çalışmışlardı.
"Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşı pa-zarda ge­zip dolaşır dediler"
(Furkân: 7)
Bu ne biçim peygamber? Bizim gibi yiyip içiyor, bizim gibi çarşı pazarda gezip dolaşıyor, baba oluyor, koca oluyor, olacak şey mi bu? Diyorlardı.
Kur’an söze, Allah’ı bu tür noksan sıfatlardan tenzih ederek baş­lıyor.
Fe sübhanallah! O bu tür ilişkilerden uzaktır. Zira bu tür şey­ler Allah’a eksiklik ve ihtiyaç izâfesidir. Halbuki Allah’ın varlıkla­rıyla ilişkisi birbirinden farklı değildir. Yâni Cenab-ı Hakkın varlıkla­rından bazısına daha yakın, bazısına daha uzak olduğu asla dü­şünülemez. Allah göktekilerin ve yerdekilerin sahibi iken neden bir çocuğa ihtiyaç duy­sun da? Zira eninde sonunda o da Allah’ın kulu değil mi yâni?
Aslında bunların derdi şuydu. Üzeyr Allah’ın oğludur, İsa Al­lah’ın oğludur derken bu adamlar esasen Allah’a karşı torpilli varlıklar bularak işledikleri günahlara kılıflar bulmaya çalışıyorlardı. Allah’a ve­liahtlar bulmaya çalışıyorlardı ki, böylece Allah’a yakla­şabilme, ona torpil yaptırabilme yolunu bulabilsinler. Böyle bir ça­baları vardı. Öyle ya bir insana çocuğundan daha yakın birisi ol­mayacağına göre, ya da adam çocuğunun hatırından çıkamaya­cağına göre, bunlar da sanki Allah’ı insan gibi, kendisine çocuğu vasıtasıyla yaklaşılabilecek bir varlık bildiklerinden ötürü torpil yaptırma derdiyle bu herzelere yöneli­yorlardı. Oğlu ve kızı saye­sinde kendimizi O Allah’a affettireceğiz di­yorlardı.
Bu halleriyle nasıl cennete girecekler de bunlar? Hem bi­rile­rini Allah yerine koysunlar, hem Allah’ın yeryüzünde temsilcileri var de­sinler, hem Allah’ın yetkilerini Allah’tan başkalarına vermeye çalış­sınlar, hacılara, hocalara, hükümdarlara, meliklere, meleklere verme­ye çalışsınlar, yeryüzü tanrılarına vermeye çalışsınlar ve ondan sonra da cennet beklesinler, olmaz bu. Cennete ancak Allah’ı Allah’ça tanı­yanlar, Allah’a Allah’ça inananlar gidecektir. Cennete ancak Allahu Teâlâ kendisini nasıl tanıtmışsa öylece Allah’ı tanıyanlar, öylece O’na inanalar ancak gideceklerdir. Allahu Teâlâ’yı Allah’ın burada kendisini tanıttığı gibi tanımayanların cennete girme hakkı yoktur.
Tesbihin mânâsı da budur zaten. Sübhanallah demenin mâ­nâsı budur. Tesbih; Allah’ı, Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah kendisini Bakara’da, Al-i İmran’da, Nisâ’da nasıl an­lat-mışsa, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse, işte öylece Al­lah’a inanmak tesbihtir.
Öyle bir Allah’a inanacağız ki, O mükemmeldir. O’nda zaaf yok­tur, O’nda unutma yoktur, O’nda hata yoktur, O’nda cehalet yok­tur. İşte Allah’a böylece Allah’ın istediği biçimde iman tesbih de­mektir. O’nu mükemmel tanırken, tüm noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. Onu bu şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça da sübhanallah diyeceğiz.
Burada pek çoğumuzun içine düştüğü bir yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı, kitabında kendisini bize tanıttığı şekilde tanımadan, onda olanlarla tanımadan veya onda olmayanları onda bilerek her da-kika yüz bin de sübhanallah desek bunun hiçbir fay­dası yoktur. Bunu bir daha söyleyelim. Allah kitabını nasıl tanıt­mışsa, Allah pey­gambe-rini nasıl tanıtmışsa, Allah hukukunu nasıl tanıtmışsa, Allah ekonomiyi nasıl tanıtmışsa, Allah’ın tanıttığı gibi Allah’ı ve Allah’ın ta­nıttığı gibi tanıttıklarını bileceğiz, sonra da bunları bildikçe sübhanallah diyeceğiz. Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne mükerremsin diyeceğiz.
Yoksa bunları tanımadan sübhanallah demenin bir kıymeti yok­tur. Meselâ bakın, rızık konusunda Allah’a tümüyle güvenmeyip de ikinci üçüncü derecedeki rezzaklarının korkusundan ötürü bir kısım görevlerini yapmaktan çekinen kişinin günde yüz bin defa da ya Rezzâk demesinin hiçbir kıymeti yoktur. Veya ilimde Allah’a tam ola­rak güvenmeyip, yerde onun eksikliğini tamamlamak üzere birtakım gayb biliciler aramaya kalkışan bir adamın, milyon kere ya Alîm de­mesinin bir kıymeti yoktur.
Rubûbiyette Allah’a güvenmeyip, yerde Allah’ın bu eksiğini ta­mamlamak üzere bir kısım kanun koyucular arayan, bir kısım prog­ram yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da kanun bilen bir insan, günde milyon kere de ya Rab diye zikretse boştur bu. Şifa konusunda Allah’a güvenmeyip, Allah’ı şafi bilmeyip, yerde bir kısım şifa dağıtı­cılar arayan kişinin ya Şafi diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürmede, diriltmede, ruh vermede Allah’a güvenmeyen birinin ya Muhyî, ya Mü-mît diyerek zikretmesi boştur.
Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de malda, mülkte, makamda, mansıpta arayan birinin ya Azîz demesi boştur.
Mağfirette, afta, tevbede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım ara­cılara sığınmaya çalışan birinin ya Tevvab demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol etmede murakabe etmede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen birisinin ya Hafız de­me-si, ya Müheymin demesi boştur.
Öyleyse Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da sübhanallah diyeceğiz. İşte bu yahudiler, bu hıristi­yanlar kendilerince bir Allah’a inanıyorlar, ondan sonra da cennete girmeyi umuyorlar, olacak şey midir bu?
İşte böyle bildiğimiz, tanıdığımız bir Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı yoktur. Yeryüzünde temsilcileri yoktur. Yeryü­zünde yetkilileri yoktur. Kimseye de böyle bir yetki vermemiştir, buna da ihti­yacı yoktur.
"Hükmünde, mülkünde ortağa da ihtiyacı yoktur onun."
(Kehf: 26)
"Bilâkis göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun-dur. Herşey O’na boyun büküp teslim olmuştur."
Melekler, cinler, insanlar hepsi O’nun kullarıdır. Hiçbir var­lık O’nun ulûhiyetine ve rubûbiyetine ortaklık iddia edemez. Eğer gök­lerde ve yerde Allah’tan başka melikler, söz sahipleri varsa, o zaman onların sınırlarına girdiğimiz zaman, onlara da kulluk yapa­lım. Değil mi? Farz edin ki bir yere girdik. Soralım, burası kimin diye? Veya gök­yüzüne çıktığımız zaman burası kimin diyelim, varsa Allah’tan başka bir sahip, ona kulluk yapalım. Yahut zamana beş dakikalığına söz ge­çirebilen birisi varsa ona kulluk edelim. Meselâ güneşe beş dakikalı­ğına sahip olabilen birisi varsa, o beş dakikalığına biz de ona kulluk edelim. Diyelim ki, ey bu beş daki­kayı bize veren tanrılar tanrısı! Kul­luk sizin hakkınızdır! Ubûdiyet sizin hakkınızdır? diyelim. Var mı böyle yeryüzünde birileri? Yoksa, o zaman hiçbir kimseyi rubûbiyet maka­mına geçirmeye hakkımız yoktur. O Allah ki:
117:"Gökleri ve yeri yoktan var eden O’dur. O bir şeye hükmetti mi, onun için yalnızca ol! Der, o da oluve­rir."
İşte bir hayat, işte bir var oluş, işte varları var eden bir Rab. Varsa başka böyle Rabler, varsa böyle ol dediği zaman oldura­caklar, tamam onlara da kulluk edelim. Meselâ benim ağaran saçımı bana iade edecek birileri, benim gençliğimi bana iade edecek birileri, be­nim ölümle karşı karşıya kaldığım bir zamanda bana iki saatli­ğine öm­rümü iade edebilecek birileri varsa, tamam iki saatliğine da onlara kulluk edelim yâni.
Ya da bizim için gökten bir damla yağmur indirebilecek biri­leri varsa, veya yerden bir tane buğday bitirebilecek varsa ona da kulluk edelim yâni. Ama yok. Benim yaratılışım Allah’tansa, benim rızkım Allah’tansa, benim ölümüm Allah’tansa o zaman başkaları­nın benden kulluk beklemelerinin ne mânâsı kalacak da? Öyleyse yetki Allah’ındır ve O’ndan başka kimsede yetki hakkı yoktur.
118: “Bilgisi olmayanlar Allah bizimle konuşsa ya, yahut bize bir mûcize gelse ya? Dediler. Bu sözler yeni de­ğil, öncekiler de aynı şeyi söyle­mişlerdi. Nasıl da kalpleri birbirine benziyor! Eğer gerçekten âyet istiyorsanız biz ke­sin bir bil­giyle inanmak isteyenlere âyetlerimizi apaçık göstermi­şizdir."
Bilgisizler, cahiller dediler ki; şu az evvel kendilerini cennet­lik gören insanlar utanmadan dediler ki; Allah bizimle konuşmalı veya bize de bir âyet gelmeli değil miydi? Yâni Allah bizim karşı­mıza geçip: Bu benim elçimdir! Bu peygamberi ben görevlendir­dim! Bu elinizdeki kitap benim kitabımdır! Bu benim kelâmımdır! Onu size ben gönder­dim deseydi ya! Veya bize bir âyet getir­seydi! Öncekilere yaptığı gibi bize gözümüzle görebileceğimiz bir mûcize gönderseydi ya? diyorlar. Cahiller böyle diyorlar. Bunlar, bunu söyleyenler cahillerdir diyor Al­lah.
Bu bilmeyen cahiller konusunda müfessirler: Hıristiyanlar­dır de­mişler, yahudilerdir demişler, cahilin cahili müşriklerdir de­mişler. Ama herhalde en uygunu da bu son grup olsa gerek. Allah bu­yurur ki; bu yeni değil, bu sözler yeni değildir. Yâni Hz. Adem’den bu yana müslümanlar hep böyle değişmeyen bir inancı yaşıyorlar, kâfirler de İblisin yolsuzlaşmasından bu yana hep böyle aynı yanıl­gıyı devam et­tiriyorlar. Yeni bir şey değildir bu. Tarihte hep ola­gelmiş bir felsefedir. Madem ki Allah var, o halde bizimle konuşsa ya bu Allah. Sesini bir duysak, gözümüzle bir görüp elimizle bir dokunsak ya. Gözleriyle gör-medikleri, elleriyle dokunmadıkları, duyularıyla algılamadıklarına, laboratuarın konusu olmayan şeylere inanmıyorlar hainler. Mü’minlere açık olan gayb pencereleri bu kâfirler için kapalıdır. Yâni sanki bir ba­kıma Peygamberlik bekliyorlar inanmak için. İstiyorlar ki Allah bize de konuşsun, bizimle de konuşsun, bize de vahiy göndersin. Allah diyor ki bakın:
"Bu sözler yeni değil, öncekiler de aynı şeyi söyle­miş­lerdi."
Bakın kitabımız öncekilerin de aynı şeyleri söylediklerini şöyle anlatıyor:
"Ey Mûsâ Allah’ı apaçık görmedikçe sana asla inan­mayacağız demişlerdi."
(Bakara: 55)
Bakın, işte Mûsâ aleyhisselâmın toplumu da Mûsâ aleyhisse-lâma aynı şeyleri söylüyorlardı. Onlar da aynı materyalist mantığı kullanıyorlar, apaçık görmediğimiz bir Allah’a asla inanmayız diyorlardı.
Yine meselâ İsra sûresindeki bir âyet-i kerime de aynı konuyu anlatarak şöyle buyuruyordu:
"Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inan­ma­yacağız! Veya senin bağların, hurmalıkların olup, aralarından ırmaklar akıtmadıkça sana inanmayacağız! Yahut da iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça dü­şürmeli, ya da Allah’ı ve Melekleri karşımıza getir­melisin ki sana inanalım? Demişlerdi."
(İsrâ: 90)
Yine bakın kitabımızın Mâide sûresinin bir âyeti hıristiyanların da Hz. İsa’ya aleyhisselâm şöyle dedikleri anlatıyordu:
"Havariler; Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gök­ten bir sofra indirebilir mi? Demişlerdi. Bunu becerebi­lir mi Rabbin? Demişlerdi." (Mâide: 112)
Allah diyor ki; bunlar, bu sözler yeni değil, öncekiler de aynı şeyleri söylemişlerdi. Bugünkü bilimsel, pozitivist, modernist kâfirler de aynı şeyleri söylüyorlar. Görmediğimiz bir Allah’a kesin­likle inan­mayız, diyorlar. Laboratuarın konusu olmayan, gözleri­mizle görüp du­yularımızla algılamadığımız bir Allah’a kesinlikle inanmayız diyorlar. Ve akıllarınca bilgiçlik ortaya koyduklarını zan­nediyorlar. Bu konuda peygambere ve onun yolunun yolcusu müslümanlara delil getirdikle­rini zannediyorlar. Yeni bir şey ortaya koyduklarını zannediyorlar. Hal-buki asırlar boyu cahillerin dediğinden başkasını da demiyorlar.
"Nasıl da kalpleri birbirine benziyor!"
Nasıl da aynı şeyleri söylüyorlar! Nasıl da ağızları ve kalpleri bir­birine benziyor. Allah diyor ki bunlar hiç bir şey bilmeyen cahillerdir. Bunların asıl gâyeleri hakkı öğrenmek, hakkı bulmak ve kabul etmek değildir. Dertleri bu değildir adamların. Bunların tüm dertleri hakkı kendilerine açık ve net bir biçimde sunan kişi­leri oyalamak ve güya zor durumda bırakmaktır.
Bunların iman etmeyişlerinin sebebi bu konudaki delillerin azlı­ğından değildir. Ve bunlar esasen peygamberin fonksiyonunu da bi­lemeyen zır cahillerdir. Peygamber evrendeki yasaları değiş­tirmek için gelmemiştir. Bu sizin bilgisizce kendisinden istediğiniz şeylere ancak yeryüzündeki Allah’ın koyduğu ve kendisinden başka hiç kim­seye müdahale izni vermediği kanunları değiştir­meye güç yetiren bir peygamber ancak cevap verebilir. Halbuki peygamberin böyle bir yet­kisi yoktur. Peygamber bir beşerdir, bir kuldur. Bu iş ancak Allah’ın elindedir. Peygamberin sizin gibi bir insan olarak görevi sadece Al­lah’tan geleni size duyurmaktır. Sadece size doğru yolu, Allah yolunu göstermektir. Hal böyleyken siz ondan onun gücünün yetmeyeceği şeyler isteyerek cahilliğinizi ortaya koyuyorsunuz. Kaldı ki:
"Eğer gerçekten âyet istiyorsanız biz kesin bir bil­giyle inanmak isteyenlere âyetlerimizi apaçık göstermi­şiz­dir."
Âyet mi istiyorsunuz? İman etmek için âyet mi bekliyorsunuz? Elinizdeki Allah’ın şu âyetleri yetmi­yor mu size? Elinizdeki şu kitabın âyetleri yetmiyor mu? Şu kitabın işitsel âyetleri yetmiyor mu size? Şu kâinatta Allah’ın serpiştirdiği meşhut âyetler yet­miyor mu? Allah’tan âyet istiyorlar, halbuki Allah’ın âyetlerinden habersizler. Allah’ın ken­dileriyle konuşmasını istiyorlar, halbuki şu âyetlerle Allah’ın kendile­riyle konuştuğunun farkında değiller. An­lıyorlar aslında da yamukluk yapıyorlar.
Mûsa’nın toplumu konuşmaya şahit oldular, bu defa da biz­zat Allah’ı görelim dediler. Bunlar da Allah’ın konuşmasına şa­hit oldular. İşte elimdeki şu kitabın âyetleriyle Allah’ın kendilerini muhatap kabul ederek konuşmasına şahit oldular, bu defa da ne diyeceklerdi, Allah’ı bizzat görmemiz lâ­zım. Onun konuşmasına muttali olmamız yetmez, O’nu bizzat gözlerimizle görmedikçe, ellerimizle dokunmadıkça asla iman etmeyeceğiz diyorlar.
Allah’tan yeryüzüne bir sofra indirmesini mi bekliyorsunuz? Al­lah’ın yeryüzünde sizlere sunduğu şu nîmet sofrasını görmüyor mu­sunuz? Elmasıyla, armuduyla, buğdayıyla, yağlısıyla, tuzlu­suyla, tatlı­sıyla, ekşisiyle Allah’ın size sunduğu şu sofrayı görmü­yor musunuz? Kim verdi bütün bunları size? Allah’tan beklemeniz, Allah’tan isteme­niz gereken şeyleri sizin gibi bir beşer olandan mı istiyorsunuz? Al­lah’la Onun kulunu mu karıştırıyorsunuz? Peygamberin görevi bu değildir. Ve insanların bu tür ca­hilce is­teklerini yerine getiremeyen bir peygamber başarısız bir peygamber değildir. Öyleyse ey peygamberim! Sen onların de­diklerine aldırış et­meden yoluna devam et!
119:"Şüphesiz ki biz seni müjdeci ve uyarıcı ola­rak gönderdik. Seni hak bir kitap ile gönderdik ve sen cehen­nem halkından sorumlu olmayacaksın."
İşte peygamberin konumu ve işte peygamberin görevi. Sen bı­rak bu densizleri peygamberim. Uğraşma onlarla. Bu beyinsizler için zorlama kendini. Sen sadece müjdeci ve uyarıcısın. Biz seni hak bir kitapla gönderdik. Senin görevin sadece bu kitabı insanlara duyur­mandır. Sen bu kitapla uyar onları ve gerisine karışma. Sen seni din­lemeyip cehenneme doğru giden insanlardan sorumlu değilsin. İllâ da cehenneme gitmek isteyenlerin hesabını senden sormayacağız. Bu iş senin sorumluluğunda değildir. Sen sadece sana gönderdiğimiz bu kitabın âyetleriyle insanları uyarıp uyarmadığından, benim mesajımı kullarıma duyurup duyurmadığından sorumlu tutulacaksın.
Rasulullah Efendimizin bu konudaki sorumluğunun sınırlarını anlatan başka âyetler vardır:
"Ey Peygamberim artık onlara üzülerek kendini ha­rap etme! Allah onların yaptıklarının tamamından haber­dardır."
(Fâtır: 8)
"Peygamberim! Onların yola gelmesi senin üze­rine borç değildir. Lâkin Allah dilediğine hidâyet eder..."
(Bakara: 272)
Peygamberim, onların hidâyeti seni ilgilendirmez. Onların doğru yola gelmeleri sana düşmez. Dilediğini hidâyete ulaştıran Al­lah’tır. Senin görevin budur. Sen sadece beşir ve nezirsin. Se­nin gö­revin, zorla insanların kalbine imanı sokmak değildir. Gü­cünü aşan konulara gelince, bunlar senin sorumluluk alanına gir­mez.
Kimileri bu âyeti “Vela tes’el” diye okumuşlar. O zaman mânâ şöyle olacaktır: Ey Peygamberim! Artık o kâfirler hakkında ben­den bir şey isteme, benden bir şey sorma! Sakın bu tür kâfirleri affı konusunda benden bir talepte bulunma. Zira onlara ne yapacağımı ben bilirim, şeklinde anlayanlar da olmuştur.
Allah’ın Resûlü’nün şahsında bize de hitap eden bu âyetler kar­şısında biz de diyeceğiz ki, eğer bizler de beşir ve nezir olarak in­sanlara karşı görevimizi yapmışsak, onları Allah’ın âyetleriyle karşı karşıya getirmiş, Allah’ın cennetiyle müjdeleyip cehenne­miyle, ate­şiyle uyarabilmişsek o zaman hiç korkmayalım onların akıbetlerinden biz de sorumlu değiliz demektir. İşte bize düşen gö­rev budur. Elimize bu kitabı alacağız ve gece gündüz insanları bununla uyaracağız. İşi­miz gücümüz bu olacak. Bunu yaptığımız takdirde onların yola gelip gelmediklerini kendimize dert edinmeyeceğiz. Kendimizi onların hidâ­yetiyle sorumlu kılmayacağız
Ama şunu da hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız ki Al­lah izin vermedikçe, Allah dilemedikçe hiç kimseyi de hidâyete ulaş­tırma imkânımız yoktur. Şurada üç yaşında bir çocuk olsa, yarılsak, yırtılsak Allah istemedikçe yine de onu hidâyet edemeyiz. Kalplerin sahibi Allah’tır ve peygamberin bile bu konuda yetkisi yoktur. Peki ne özelliği var peygamberin? Beşir ve nezirdir o. E ne yapsın Allah’ın Ra-sûlü? Bakıyor ki insanlar cehenneme doğru gi­diyorlar, ama elinden gelen bir şey yok, eli kolu bağlı, Allah dile­medikçe yapabileceği bir şey yok, sadece uyarıyor. Öyleyse biz de böyle olmaya çalışalım in­şallah. Sonra diyor ki Rabbimiz:
Yahudi ve hıristiyanlarla ilgili bölümün sonuna doğru geliyo­ruz, burada Allah peygamberini ve onun şahsında bizleri bir daha uyara­cak onlar konusunda.
Ehl-i kitap yahudi ve hıristiyanlar daima kendilerinin haklılığını iddia eden bir sistem oturtmuşlar, bunu savunarak son elçiye inan­mama konusunda direniyorlardı. Allah kendilerinden bu ko­nuda sıkı sıkı ahid aldığı halde yine de müslümanlığa girmeme konusunda ayak diremişlerdi. Müslümanların onlar hakkında iyi düşünceleri vardı. Kendilerine iyi davranılırsa, onların hoşlarına gidecek davranışlarda bulunurlarsa, onların belki müslüman olabi­lecekleri zannı vardı Müs­lümanlarda. Öyle ya bu adamlarda müş­riklerde bulunmayan bazı özellikler vardı.
Müşrikler âhirete inanmıyorlar, ölüm ötesi hayatı inkâr ediyor-lardı. Ama bunlar âhirete inanan insanlardı. Müşrikler putlara tapı­yor-lar, ama bunlar tek tanrılı dinin sahibiydiler, müşriklerin ki­tapları yoktu, ama bunlar kitap ehli olduklarını iddia ediyorlardı. Müşrikler peygambere de inanmıyorlardı ama bunlar Kur’an’ın da haber verdiği peygamberlere inandıklarını iddia ediyorlardı.
Üstelik inandıkları bu peygamberler ve sahiplendikleri bu ki­tap­lar bu son elçinin geleceğini onların kafasında daima canlı tutmaya çalışıyorlardı. Ve bu son peygamber geldiği zaman ona iman ede­cekleri ve onu koruyacakları konusunda onlardan mîsak alındığını hatırlatıyordu.
Üstelik şu ana kadar da çevrelerindeki müşriklere: Hele bir gel­sin, biz ahir zaman nebisinin arkasında sizin de putlarınızın da işini bitireceğiz diye hava atıyorlar, gelişi yaklaşan son elçiyi bekliyorlardı. İşte bu özelliklerinden ötürü müslümanlar onlara sıcak bakıyorlardı. Ve bunların ha bugün, ha yarın mutlaka İslâm’ı kabul edeceklerini bekliyorlardı. Ama bu adamlar müslümanların kendi­leri hakkındaki bu sıcak alâkalarını ters tepiyorlar ve kalplerindeki kini hep açığa çıkarı­yorlardı ve işte bundan dolayıdır ki Rabbimiz bu adamların karakterle­rini Müslümanların gözleri önüne seriyor ve bu konuda sürekli müs-lümanları uyarmayı hedefliyordu.
Bu cümleden olarak mü'minlerin velilerinin, mü'minlerin, dostla­rının ancak Allah, Rasûlü ve müslümanlar olduğunu, namaz kı­lan, rükû eden ve müslümanlarla birlikte hareket eden kimseler oldu­ğunu vurguluyordu. Ve hiç bir zaman da yahudi ve hıristiyanların ken­dile-rinin dostu olamayacağını ısrarla anlatıyordu müslümanlara. İşte bakın burada da şöyle buyurur Rabbimiz:
120:"Peygamberim! Sen onların milletine girin­ceye kadar yahudi ve hıristiyanlar asla senden razı ola­cak de­ğillerdir. Gerçek hidâyet Allah’ın hidâyetidir, yol Allah’ın yoludur. Eğer sen sana gelen ilimden sonra hâlâ onların heva ve heveslerine uyarsan Allah’tan sana hiçbir dost ve yardımcı yoktur."
Sen onların milletine girinceye kadar. Hiçbir zaman bir Yahudi, bir hıristiyan müslümandan razı olmaz, müslümanı dost ka­bul etmez ve etmeyecek de. Ama ne zaman ki müslüman tevhidi, İslâm’ı, imanı, Kur’an’ı, Rasûlü, Allah’ı, kitabı bir tarafa bırakır da yahudi ve hıristiyan inancına girerse, bunu kesinkes ispatlar ve onlar gibi bir hayata, onlar gibi bir imana, onlar gibi bir düşünceye boyun eğerse, işte o zaman onlar kendilerinden razı olabilirler. Yâni o dinini terk eden Müslüman-dan ancak razı olurlar. Aksi tak­dirde tarihin hiç bir devrinde, hiç bir toplumunda gerçekleşmeyen bir şeydir bu. Yahudi ve hıristiyanların müslümanlardan razı ol­ması.
Zaten tarihteki tüm kavgalar, tüm vuruşmalar din adına ger­çek­leşmiş kavgalardır. Tarihin başlangıcından şu ana kadar ve şu an-da da yapılan tüm savaşları inceleyin, tahlil edin, savaşların alt se­beplerine inin, kavgaların, dostlukların, barışların, birliktelikle­rin alt ya-pısını araştırmaya çalışın, göreceksiniz ki karşınıza din ve inanç çı­ka-caktır. Aynı dinde, aynı inançta olanların birbirlerini sev­diklerine şa­hit olacaksınız. Aynı inançta olanların birbirlerine karşı fedâkarlıkta bulunduklarına şahit olacaksınız. Ama ters inançta, farklı dinde olan­ların birbirlerine hep düşman olduklarını görecek­siniz.
Bugünlerde eğer böyle farklı inançta olan insanlar arasında bir muhabbet görecek olursanız bilin ki, bunlardan biri mutlaka ya diğerinin egemenliğini ka­bul etmiştir, ya da kendi inancını onlarınkisine doğru eğip bükme eği­limi içine girmiştir. Yâni ismen kendi di­ninde olsa bile karşı tarafın ha­yat felsefesine boyun bükmüş de­mektir. Aksi takdirde böyle bir şey asla mümkün değildir.
Tüm kavgaların temeli inançtır. Şu anda da yapılan savaşların altında yatan dindir, inançtır. Ama bizimkilerin sahiple­necekleri kadar bir inançları olmadığı için, inandıkları bir dinleri olmadığı için, bunun adını koymaya cesaretleri yoktur. Israrla bu savaşların dinle ilgisinin olmadığını söylemeye çalışıyorlar. Hem müslümanların uyanacağın­dan korkuyorlar, hem de kendilerinin savunacak bir dinleri olmadığı için böyle yapıyorlar. Düşmanları­mız açık açık İsmail oğullarının kö­künü kesene kadar bu savaşı­mız sürecektir, dedikleri halde bizimkiler başka türlü bakmaya zorluyorlar kendilerini.
Peygamberim, hiçbir zaman hıristiyanlar ve yahudiler senden razı olmayacaklar, ta ki sen onların milletine girinceye ka­dar.
Millet; tutulup gidilen yol demektir. Millet; din ve şeriat de­mek­tir. İşte bu mânâda yahudilik ve hıristiyanlık birer millettir. İs­lâm da bir millettir. Yâni sen kendi milletini bırakıp, kendi dininden çıkıp onların milletine, onların dinine girmedikçe onlar senden razı olmazlar. Sen yahudi ve hıristiyan olmadıkça asla senden razı olmayacaklar onlar.
Evet müslümanlar bugün ne kadar onlara benzemeye çalı­şır­larsa çalışsınlar, onların amellerini ne kadar taklit ederlerse et­sinler, onların düşüncelerinin yapısal özelliklerine ne kadar evet de deseler, açıktan açığa kendi dinlerinden çıkıp, biz de yahudiyiz, biz de hıristi-yanız demedikleri sürece, kiliselerine, hav­ralarına girip onlar gibi ibâdet etmedikleri sürece onlar sizden asla razı ol­mayacaklar. Sizi ebediyen sevmeyecekler. Sizin hakkınızda ebediyen hayır düşünme­ye-cekler.
Meselâ hakikaten şu anda İslâm dünyasının pek çoğu, baş­ların­daki ne idiğü belirsiz idarecileri vasıtasıyla yahudi ve hı­ristiyan-lara peşkeş çekildiği bir konumdadır. Ama şurası da bir ger­çektir ki, ne Amerika ne de yahudiler bu ülkelerden hiç birisine gü­venmemek-tedir. İşte Türkiye, Mısır, Suriye, Pakistan, Cezayir, Tunus her şeyiyle bunlara teslim edildiği halde, bunlardan hiç biri­sine gü­venmemek-tedirler. İsrâil de güvenmiyor. Tamam belki dostluk anlaş­maları imza-lıyorlar, belki ortak hareket etmeye çalışı­yorlar, ama ne Amerika, ne de İsrâil bunların hiçbirisine güvenmi­yor. Niye? Çünkü şöyle bakıyorlar hadiseye: Bugün bunlar her ne kadar bize bağlı iseler de, kanunlarıyla, eğitimleriyle, herşeyleriyle bizim dediklerimizi yapı­yorlarsa da bunların ne zaman kendilerine gelecekleri, ne zaman uyanıp da müs-lümanlıklarının farkına vara­cakları belli olmaz diye ge­rek bu ülkelerin müslüman halklarına, gerekse kendilerine sadâkat ye­minleri eden yöneticilerine güvenmiyorlar.
Ve fırsat buldukları zaman ilk kesecekleri, ilk öldürecekleri kimseler olarak da bu kendilerine hizmet eden kimseler olduklarını da zaman zaman söylemekten geri durmuyorlar. Bundan sekiz-on yıl ön­ceki bir A.B.D. başkanının sözü: Yeryüzünde son İsmail oğlu kalma­yıncaya kadar bizim savaşımız devam edecektir. Müm­kün değil ki bu Amerika, bu hıristiyanlar ve yahudiler karşılarında dokuz takla atan bu müslüman ülkelerinin, müslüman ismi taşıyan idarecilerinden bile razı olmayacaklardır.
Ama bilelim ki, bu da Allah’ın bize bir lütfudur. Böyle olmasay-dı, bu insanların bu kadar bağlılıklarından ötürü onlar bu ida­recilere değer verselerdi, bunlar onlara daha çok bağlanacaklardı. Ve belki de ülkelerimizi gözlerini kırpmadan onlara satmaya bile kalkacaklardı. Ama Allah’a şükür ki bu insanlar ara ara gittikleri, katıldıkları toplantı­larda bu gâvurların gâvurluklarını, kendilerine düşmanca tavırlarını görüyorlar da tamamen bizi onlara satmaya cesaret edemiyorlar, gözlerini açıyorlar. Bu da Allah’ın bu gariban müslümanlara en büyük lütuflarından biridir.
Allah diyor ki: Ey Peygamberim! Boşuna onları Al­lah’ın dinine kazandıracağım diye uğraşma! Kesinlikle sen onların dinine girinceye kadar onlar senden razı olmayacaklardır. Öyleyse onları razı etmeyi bırak peygamberim.
Rabbimizin peygamberine hitap tarzının sertliğine bakılırsa bu meselenin gerçekten çok ciddi, gerçekten çok önemli bir me­sele ol­duğunu anlıyoruz. Anlıyoruz ki bu konuda peygamber bile olsa gözü­nün yaşına bakılmayacaktır. Zira şahısların büyüklüğü, Allah’ın emir­lerine teslimden geçer. Allah’ın emirlerine teslim ol­mayanlar kim olur­larsa olsunlar, Allah onların işini bitirir.
"Ey Peygamberim! Andolsun ki sana da senden ön­ceki peygamberlere de vahy olunmuştur ki, eğer Al­lah’a ortak koşmaya kalkarsan tüm amellerin boşa gi­der ve sen hüsrana uğrayanlardan olmaktan asla kur­tulamazsın!"
(Zümer: 65)
Ve yine bakın Hâkka sûresinde 44-47. âyetleri:
"Eğer Peygamber bize karşı bu kitaba kendisin­den bir şeyler ilave etmiş olsaydı, biz onu kuvvetle ya­kalar ve onun şah damarını koparırdık!"
(Hâkka 44,47)
Buyurulur. Görüyor musunuz tehdidi? Peygamber bile olsa bu çok önemli konuda kimsenin gözünün yaşına bakılmaz. Kimse mazur görülemez.
Bu âyetler, Allah yolunun yolcularının kâfirler, müşrikler ve mü­nâfıklarla ilişkilerini belirleyen âyetlerdir. Mü'minler kâfirlerin İslâm’a gelmesini isteyebilirler, bu tabii bir şeydir. Ama onların zik­zaklı sözleri, cıvık tavırlarına bakarak, onları razı etmek adına on­lara tavizler ver­meye mü'minler asla mezun değillerdir.
Zira onların yola gelmeyişlerinin sebebi, bu konudaki delillerin azlığından veya senin onlara İslâm’ı açıkça anlatmayı bece­rememen değildir. Aksine hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şe­kilde senin açıkça İslâm’ı ortaya koyman ve onlara kendi istek ve arzularına göre dini değiştirebilmeleri için boşluk bırakmamandır. Onun için onlara ta­viz vermek çok tehlikelidir.
Eğer müslümanlar, onlara tavizler vermeye başlarlarsa bu onla­rın kendi dinlerinde, kendi bâtıl akideleri üzerinde sebat etmele­rine vesile olacaktır. Çünkü tavizkâr bir tutum, kesinlikle on­lara destek vermek anlamına gelecektir. Müslümanlar onlara ta­vizler verip onların davranış ve inanışlarını tasvip edercesine bir tavır takınmaları, onları kendi dinlerinde kemikleşmelerini sağlaya­caktır. Bunlar bize böyle baktıklarına göre demek ki bizim yolumuz da doğruymuş diyecekler ve yanlış dinlerine, bozuk inanışlarına daha bir sağlam sarılmaya başlayacaklardır.
Her bir tavizi gördükçe cesaretlenip, yeni yeni tavizler isteme-ye kalkışacaklardır. Böyle böyle seni, son tavize kadar götürecek-lerdir. En son isteyecekleri taviz de senin onların dinlerine girmendir.
"Gerçek hidâyet Allah’ın hidâyetidir, yol Allah’ın yoludur."
Artık hak bellidir, hidâyet bellidir, yol bellidir, hayat programı bel­lidir. Doğrusu İslâm yoludur, doğrusu Allah yoludur, başkalarına ihti­yacınız yoktur. E peki bizim birtakım problemlerimiz var. Sıkıntıla­rımız var. Yeryüzünde yalnız yaşayamayız. Biz birilerine muhta­cız. Ekonomik, siyasî, askerî problemlerimiz var. Bizim yol gös­termeye ih­tiyacımız var, bizim bir hidâyete ihtiyacımız var. E şu andaki yahudiler ve hıristiyanlar da dünyanın en büyük dev güçleridir, ülkelerinin prob­lemlerini halletmişler, sanayilerini kurmuşlar, insanlarını mutlu etmiş­ler. Hikâye bunlar aslında, eh biz ne yapalım? dersek bakın müslü-manlara diyor ki Rabbimiz:
Hidâyet istiyorsanız, hidâyet Allah’ın hidâyeti, yol Allah’ın yolu­dur. Probleminiz varsa Allah’a havale edin, Allah’a yalvarın, Allah’a yakarın, Allah’ın âyetlerinin tarif ettiği bir hayata yöneliver­diniz mi, ba­kacaksınız ki problemleriniz kendiliğinden çözülmüştür. Tüm prob­lem-leriniz ama. Ekonomik, siyasî, içtimaî, askerî, eğitim, hukuk, se­çim, geçim tüm dertleriniz bitecektir. Çünkü o zaman siz yenilmez ve ya-nılmaz bir Allah’la berabersiniz demektir. Ama öyle değil de:
"Eğer sen, sana gelen ilimden sonra hâlâ onların heva ve heveslerine uyarsan Allah’tan sana hiçbir dost ve yardımcı yoktur."
Onların isteklerine, arzularına, sevgilerine nefretle­rine düşün-celerine, sosyal sistemlerine, ekonomi anlayış­larına, eğitimlerine, ceza kanunlarına, âhiret görüşlerine yahut ahlâk, siyaset yapılarına, her şeylerine uyarsan, artık senin için Allah’tan ne bir dostun vardır, ne de bir yardımcın. Sana gelen ilimden sonra. Hangi ilim gelmişti Rasulul-lah Efen­dimize? Buradaki ilim Kur’an’dır. İlim vahiydir. Çünkü peygamberimize gelen vahiydi. Eğer sen, sana gelen bu vahyi bırakır da onla­rın ilme dayanmayan heva ve heveslerine uyacak olursan artık dostun da yoktur, yardımcın da. Allah’ın velâyetini, Allah’ın dostlu­ğu-nu kaybet­tikten sonra artık mü'minler için dünyada ne rahat yüzü, ne saâdet, ne bereket, ne de âhirette cennet ve devlet ol­ması mümkün müdür? Öyle olmamış mı diyesim geliyor?
Yıllardır bizler vahyi bıraktık, Allah’tan gelen ilme sırt çevir­dik ve bu kâfirlerin heva ve heveslerine uyduk. Ey yahudi ve hı­ristiyanlar! Ey bizim efendilerimiz! Ey bizim hocalarımız! Bak biz de sizin gibi ol­duk! Sizin gibi giyiniyor, sizin gibi soyunuyoruz! Es­kiden tepeden tır­nağa giyinirdik, ama şimdi bak sizin hatırınıza kı­lık-kıyafetimizi değiş­tirdik! Sizin yazınızı kullanıyor, sizin eğitimi­nize sahip çıkıyoruz! Sizin kanunlarınızı, sizin tatillerinizi, sizin tak­vimlerinizi kullanıyoruz! Sizin hatırınıza Nato ya girdik! Birleşmiş Milletlere üye olduk! AT’ la nikâh­landık, İMF ile nişanlandık, bu­güne kadar bir dediğinizi iki etmedik, di-ye yalvarıp yakardığımız halde yine de kendimizi sevdiremedik. Ama beri tarafta Allah’ın yardımı kesildiği için de gittikçe batağa battık ve bir türlü belimizi doğrultamadık. Elbette öyle olacaktık. Ne diyor bakın Allah:
Eğer size gelen vahyi bırakır da onların heva ve hevesle­rine uyarsanız, dostunuz ve yardımcınız olarak yokum diyor Al­lah. Allah’ın desteğini üzerlerinden çektiği bir toplumun akıbeti budur işte. Ya bu kitaba evet deriz, ya bu kitapla birlikte oluruz, o zaman dostumuz yardımcımız Allah olur. Allah desteğini hak ederiz. Ya da bu kitabı bıraktıktan sonra, Allah desteğini kaybettikten sonra yeryü­zünün tüm kâfirleriyle beraber olsak da cehenneme kadar yolumuz var demektir. O zaman hiç kimse de bizi bu cehennemden kurtara­maz. Zaten kâfirlerin bütün derdi bizi kendi cehennemle­rine ortak et­mek. Müslümanlar var oldukları ve İslâm’ı yaşadıkları müddetçe bu kâfirlerin aleyhinde delil vardır ve bu kâfirler bu delili yok etmek, bizi de cehenneme sürüklemek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklar­dır. Çünkü bunlar başka değil sadece heva ve heveslerine uymakta­dırlar. Yâni bunlar bu halleriyle din diye sa­dece heva ve heveslerine uyduklarından, tahrif ve bid'at ehli ol­duklarından artık ehl-i kitap da değillerdir. Çünkü:
121:"Ehl-i kitabın içinde bir grup da vardır ki bun­lar kendilerine verdiğimiz kitabı gereği gibi okurlar, işte ona iman edenler bunlardır. Ama kim de Kur an’ı küfre­der, örterse işte böyleleri zarar edenlerin ta kendileridir."
Tevrat’ı hakkıyla okuyanlar, İncil’i hakkıyla okuyanlar, Kur’an’ı hakkıyla okuyanlar. İşte onların kitapları kendileri için bir de­ğer ifade ediyordur. Dün bunlar Tevrat’ı da güzel okudular, İncil’i de güzel oku­dular, amel etmek üzere kitaplarına başvurdular ve şimdi de Allah’tan gelen son kitaba tabi oldular bunlar. Yâni Kur’an’ı da güzel okuyan­lardır bunlar.
İşte ona iman edenlerdir bunlar. Okudukları kitaba inanan ve inandıkları kitabı okuyan insanlardır bunlar. Okudukları, bilgilendikleri, inandıkları kitaplarıyla hayatlarını düzenleyenler, kitap kaynaklı bir ha-yat yaşayanlardır onlar. Kitaplarıyla hayatlarını özdeşleştirenlerdir onlar. Kitapsız bir hayatla tamamen ilgilerini kesen insanlardır onlar.
Bu âyetinde Rabbimiz kitabı hakkıyla okuyanlardır onlar buyuru­yor. Peki acaba kitabı gerçekten okumak hakkıyla okumak ne demektir? Nasıl anlayacağız bunu? Arkadaşlar, kitabı hakkıyla oku­mak demek kitaba hakkını vererek okumak demektir. Bunu şöyle kı­saca bir maddeleştirerek söyleyelim inşallah:
1- Kitabı hakkıyla okumak, onu devamlı okumaktır. Kitapla di-yalogu hiçbir zaman kesmemektir. Hayatın her bir alanının düzenle­mesi konusunda o alanı düzenleyen âyetler kafamızda canlı olacak biçimde sürekli onunla ilişkiyi kesmemek demektir. O kadar yoğun bir şekilde gece-gündüz kitapla beraber olacağız ki, kitabın âyetleri hafı­zamızda o kadar canlı olacak ki, belirleyeceğimiz her bir tavırı kitap eşliğinde gerçekleştireceğiz. Kitapla yürüyecek, kitapla duracak, ki­tapla düşünecek, kitapla yatıp kalkacağız.
2- Kitabı bir roman, bir hikâye okur gibi değil de gerçekten onu anlamak, onunla yol bulmak, onunla amel etmek, hayatımızı onunla şekillendirmek üzere okumaktır.
3- Rasûl-i Ekrem Efendimizin hadislerinde buyurduğu gibi oku­dukları âyetleri kendi aralarında ders haline getirerek, düşünerek, tar­tışarak, muhasebe ederek, mânâsını anlamaya, kavra­maya çalışarak okuyanlar, işte böyle yapanlar o kitaba iman edi­yorlar demektir. İşte kitap sahibi olanlar, kitap ehli olanlar bunlar­dır. Yoksa onun içindeki­lerden habersizce bir hayat yaşayanların ben kitap ehliyim demeleri­nin bir anlamı olmayacaktır.
"Ama kim de Kur’an’ı küfreder, örterse işte böy-leleri zarar edenlerin ta kendileridir."
Kim de o Kur’an’ı örterse, örtbas ederse, onunla ilgi kur­maz, onunla hayatını düzenlemeye yanaşmazsa işte onlar zarar­dadır, dünya ve âhiretlerini kaybeden insanlardır. Ehl-i kitap içinde gerçek­ten müslümanlara dost olanlar, kendi kitaplarına gerçekten iman edenlerdir. Kendi kitaplarına samimiyetle iman eden bu insanlar kendi kitaplarının haber verdiği son elçiye de iman etmişler ve hemen kendi kitaplarını gönderen Allah’ın bu son mesajını da kabullen­mişlerdir. Ama daha önceden de kendi kitaplarıyla ilgisiz bir hayat yaşayanlar şimdi bu son kitaba da aynı tavrı takınmışlardır.
122:"Ey İsrâil oğulları! Size olan nîmetlerimi hatırla­yın! Bir vakitler sizi bütün âlemlere tafdıyl etmiş­tim."
"Size olan nîmetlerimi hatırlayın! Bir vakitler sizi bütün âlemlere tafdıyl etmiştim."
Vaktiyle size lütfettiğim nîmetlerimi bir hatırlayın! Sizi döne-minizdeki tüm akıl sahiplerine üstün kılmıştım. Kitaplar ve pey­gam-berler göndererek size şan şeref bahşetmiştim. Dünyanın en üstün toplumu oldunuz. Yusuf (a.s) döneminde Mısır’da, Dâvûd ve Süley-man (a.s) dönemlerinde Kudüs’te, Mûsâ (a.s) döneminde Sina’da Al­lah’ın kitabına bağlı olduğunuz dönemlerde sizler yer­yüzünün en şe­refli toplumu haline geldiniz.
Kitap sizdeydi, risâlet sizdeydi, güç kuvvet sizdeydi, ilim siz­deydi, izzet ve şeref sizdeydi. Şimdi bu nîmetlerime liyakatinizi kay­bettiğiniz için bu nîmetler elinizden alındı. Kaybettiniz bunları. Bana karşı, kitabınıza ve peygamberinize karşı takındığınız bozukdüzen ta­vırlarınızdan ötürü alınlarınıza zillet ve meskenet damgası vuruldu. Ve işte tekrar eski konumunuza dönebilmeniz için bu nîmet­lerimi hatırla­yıp şükretmeniz gerekmektedir. İşte şimdi bu fırsat karşınızda dur­maktadır. En büyük nîmet kitap ortada. En büyük nîmet peygamber ortada. Gelin bu kitaba, bu peygambere iman edin. Gelin hayatınızı bunlar belirlesin. Gelin benim istediğim gibi kullar olun. Gelin benimle yeniden barışın ve yeniden yeryüzünün en şerefli toplumu haline ge­lin, diyor Rabbimiz.
İsrail oğullarına böylece seslenen Rabbimiz, bize de diyor ki bu âyetleriyle: Ey müslümanlar! Ey yeryüzünün perişan, derbeder in­sanları, sizler de size bir zamanlar lütfettiğim nîmetlerimi bir hatırlayın hele. O Allah ki; bir zamanlar sizi, âlemler üzerine tafdıyl etmişti. Ra-sulullah dönemindeki durumunuzu bir düşünün. Dört halîfe döne­min-deki durumunuzu, daha sonraki dönemleri, Çin Seddinden Atlas Okyanusu’na, Si­birya içlerinden Afrika ortalarına kadar ve Hint Okya­nusu’na kadar yeryüzünün yegâne hakimi, yegâne galibi siz olmuştu­nuz. Os­manlılar zamanını, Selçuklular dönemini düşünün. Allah’a ciddi ciddi kullar olmanız, Allah’ın size gönderdiği kitabına sahip çık­ma­nız sebebiyle Allah bütün bunları size lütfetmişti. Ama sonradan Allah’a isyanınız, kitabına sırt çevirmeniz, kitabınızı arkanıza at­manız ve peygamberinizi pratikten kaldırmanız sebebiyle yeryü­zünde zelil ve hakir bir duruma düştünüz. Tıpkı İsrail oğulları gibi zirveden aşağıların aşağısına düştünüz. Rezil, rüsva bir hayatın mahkumu oldunuz. Öy­leyse gelin ey müslümanlar, yeniden eski durumunuzu elde etmek isterseniz, yeryüzünün mülkünün sahibi olarak şerefli bir hayat yaşa­mak istiyorsanız, gelin tekrar Allah’ın nîmetine, Allah’ın kitabına ve Rasulullah’ın sözlerine, davetlerine kulak verin. Sizler de asla unut­mayın ki sizi eski halinize getirecek olan işte bunlar olacaktır.
Kitap ehliyiz diye tutturmuş gidiyorsunuz. Ben size kitap ehli ne demekmiş, kitap ehli nasıl olurmuş bunu da anlattım. Artık anla­malısınız bunu. Artık insaf edip aklınızı başınıza alın? Değilse öyle bir zaman gelecek ki:
123:"O gün hiçbir kimse hiçbir kimse adına ödeme yapamayacaktır. Hiçbir kimseden fidye kabul edilmeyecek. Hiçbir şefaat fayda vermeyecek, kimseye de yardım edil­meyecektir."
Böyle bir günün heyecanıyla tir tir titreyin ki, o gün oğul ba-badan, baba oğuldan kaçacak. Kadın kocadan, koca karısından ka­çacaktır. Hiçbir kimseden fidye kabul edilmeyecek. Dünya ka­dar ma­lınız-mülkünüz olsa bile beş para etmeyecek. Hiçbir kimse­den de fidye kabul edilmeyecek. Hiçbir kimse de kimseye şefaat edemeye­cek. Herkes Rabbinin huzurunda bir hesabın beklentisi içinde olacak­tır. Ve hiç kimseye de yardım olunmayacaktır. Öy­leyse gelin ey in­sanlar o günün heyecanıyla, o günün sıkıntısıyla Allah’ın size verdiği nîmetleri hatırlayın ve hazırlıklı olun.
Sakın ha filanların Allah’la arası iyidir, benim de onlarla aram iyidir, o halde onlar beni kurtaracak ümitleriniz olmasın. O gün ne ba­banın evlâdına, ne evlâdın babasına, ne kocanın karısına, ne amirin memuruna sağlayabileceği bir şey yoktur. Herkes yar­dımcısız ve yal­nız olarak Allah’ın huzuruna gidecektir. Melikler yalnız, mâlikler yal­nız, hükümdarlar, krallar yalnız, hacılar, hocalar yalnız ve hattâ pey­gamberler bile yalnız. Hepsi de çaresiz Allah’ın kendilerine vereceği hükme razı olacaklardır.
İsrâil oğullarına seslenen âyetler bölümü burada biti­yor. Ba­kara sûresinde 40. âyetten itibaren 123. âyete kadar ki bö­lüm hep İs­râil oğullarına hitap ediyordu, ama esasında bu âyetler hep bize hitap ediyordu. Eğer bu bölüm İsrâil oğullarını anlatıyor, bunların bizimle il­gisi yok deyip kitabımızın bu bölümünü geçsey­dik, bu âyetler bize hiçbir mesaj vermeyecekti. Ama bu âyetler bizi anlatıyor.
Efendim bu âyetler yahudiler hakkında inmiştir, şunlar hı­ris­tiyanlar için gelmiştir, bunlar müşriklere hitap ediyor, bu şunları, bu bunları anlatır diyerek hiç bir âyeti elimizin tersiyle itmeye hak­kımız yoktur. Bileceğiz ki bu kitap bize gelmiştir ve her bir âyeti bizi anlatı­yor, bize hitap ediyor demektir.
Her bir âyet, şu anda bize yeniden nazil oluyormuşçasına, bun­lar sayesinde Allah’la konuştuğumuzu hiçbir zaman hatırımız­dan çıkarmamalıyız. Bakın bu 80 kadar âyet bize şu ana kadar pek çok mesajlar sundu. Bu 80 kadar âyetin bize şu ana kadar sunduğu bu mesajları biz nereden ve hangi kaynaktan öğrenebi­lirdik? Hangi kay­naktan, hangi üniversiteden bu kadar bilgi alabi­lirdik? Bu 80 âyetin bize kazandırdığı, imanı, izzeti, şerefi kim ve­rebilirdi bize?
Öyleyse bizim de yapacağımız iş, belki en birinci işimiz, bize bu kadar iman ve şeref kazandıran bu âyetleri gün­deme alıp, sanki şu anda bize yeni nazil oluyormuş gibi toplumun gündemine indirmek zorundayız. Bu toplumu bu âyetlerden başka bir şeyin dirilteceğine ben inanmıyorum. Kaldı ki toplumun nasıl di­rileceğini de biz düşünmek zorunda değiliz. Zira bu toplumu diril­tecek olan Allah’tır. Biz beşir ve nezir olarak bize düşeni yapalım, gerisini Allah’a bırakalım, o kendine düşeni elbette yapacaktır. Allah yardımcımız olsun. Bundan sonra bir bölüme geldik.
Bu bölümde Hz. İbrahim’den (a.s) söz ediliyor. Bakara sûresi-nin buraya kadar olan bölümlerinde yahudilerin, kısmen de hıristiyan-ların Hz. Mûsâ (a.s) dönemindeki ve o Hz. Mûsâ dönemin­den Rasu-lullah dönemine kadar geçen zaman içinde peygam­berlerine verdik­leri ahidlerinden, onların tavırlarından, tutumların­dan söz edildi. Bu arada zaman zaman müşriklerden ve müşrikle­rin ehl-i kitapla pek çok hususlarda birlikte hareket ettiklerinden söz edildi.
Bundan sonra Rabbimiz bu bölümde, Hz. Mûsâ’dan çok ön­ceki dönemlere, Hz. İbrahim (a.s) dönemine dönecek ve böy­lece ken-dilerini Hz. İbrahim’e izâfe eden, Hz. İbrahim’in kendileri­nin ataları olduğunu, onun yolunda olduklarını iddia eden hem yahudileri hem de Mekke müşriklerini bir de böyle yargılayacak. Yahudilerin ve müşrikle­rin iddia ettikleri Hz. İbrahim’le alâkalı bü­tün hakikatleri gözler önüne sermeye başlayacak Rabbimiz. Hz. İbrahim’in dininin gerçek çehre­sini ortaya koyarak onun yolunda olduklarını iddia edenlerin bozuk ve tahrif edilmiş itikatlarıyla bu ikisi arasındaki çok uzak mesafeleri an­latacak.
Aynı zamanda İbrahim’in (a.s), onun oğulları olan İshak ve İs­mail’in (a.s) ve son olarak da Yakub’un (a.s) takip buyurdukları dinle, inanışla son peygamber Hz. Muhammed’in (a.s) dini arasın­daki ben­zerlikler vurgulanacak. Ve böylece ehl-i kitabın ve müş­riklerin tüm id­diaları çürütülecek, yahudi ve müşriklerin yıllardır id­dia ede geldikleri İbrahim’in torunu olmalarından ötürü üstün olma ve Hz. İbrahim’in va­risi olma meseleleri tamamen suya düşmüş olacak. Bunların İbrahim yolundan inhiraf ettikleri andan itibaren veraset hakkını kaybettikleri ve bu yüzden de İlahî imamet ve hi­lafete İbrahim (a.s)'ın tüm torunları değil, sadece âdil olan bir kıs­mının lâyık olduğu ortaya konulacak.
İbrahim (a.s) kendi başına zirvede bir peygamber. Etra­fında yar­dımcısı yok, destekleyicisi yok, kimsesi yok, yalnız başına bir in­san. Bu kelimeler: Önce babasıyla bir imtihan veriyordu. Çünkü ba­bası müşrikti, puta tapan bir insandı. Babasıyla ciddi bir savaş ver­mişti İbrahim (a.s). Bu imtihanı başarıyla geçti ve ka­zandı.
Sonra kavmiyle çatıştı. Çünkü kavmi aya, yıldızlara ve gü­neşe tapınıyordu, bunu da kazandı İbrahim (a.s) . Bunların hiçbiri­sinin Rab olamayacağını onlara ilan etti. Yine kavmi putlara tapı­yordu, İbrahim (a.s) onları kırarak, onların da ilâh olamayacağını ilan etti. Hattâ put kırma savaşıyla çok büyük bir imtihanla karşı karşıya gelmişti onu da başardı.
Ve yine İbrahim (a.s) kavminin kralıyla da bir çatışma içine gir­mişti, çünkü kavmin kralı Nemrut kendisini toplumuna İlâh ola­rak ka­bul ettirmişti. İbrahim (a.s) burada da başarılı bir savaş verdi ve nihâ­yet doğup büyüdüğü bölgede son imtihanı ateşe atılma idi. Ateşe atıldı İbrahim (a.s). Ateşe atılırken bile o, Rabbine tevekkül­den, bağlı­lıktan bir an vazgeçmedi. Bu imtihanı da başarıyla verdi İbrahim (a.s). Ateş Allah’ın izniyle onu yakmadı. İbrahim’e Allah’ın emriyle soğuk ve selâmet oldu ateş.
Ve yine İbrahim (a.s) doğup büyüdüğü yurdunu terk etmek zo­runda kaldı. Hicrete mahkum oldu. Mezepotomya’daki Ur şeh­rini terk etti. Çünkü ülkesinde kimse kendisine inanmamıştı, sa­dece hanımı Sare annemiz ve yeğeni Lût (a.s) vardı. Buradan Harran bölgesine gitti. Sonra oradan Şam’a gitti, sonra oradan da Kudüs diyarına, ora­dan Mısır ve tekrar Şam bölgesine gelmişti. Bir ara da İbrahim (a.s) Mekke’ye kadar bir ziyareti olmuştu. Rabbinden sonradan evlendiği Hacer anamızı ve oğlu İsmail’i (a.s) burada bırakma emrini almıştı. Mekke’de bırakma emrini al­mıştı. Bütün bunlar Allah’ın imtihanıydı. Bütün bu imtihanlara ek olarak oğlunu kurban etme imtihanıyla da karşı karşıya geldi ve bunu da başardı. Allah’ın istediği bu emri de ye­rine getirmek için hareket etti, ama Allah bu emrini geri alıp bu işten onu muaf tut­muştu, fakat o bunu da başarmıştı.
Bütün bunları yaparken o tek başınaydı. Tek başına ortaya çıkı­yor. Tüm dünya kendisine düşman, babası bile kendisine düşman. Babil kralı kendisini ilâh olarak ilan etmiş, toplum yıldız­ları, ayı, güneşi kendisine tanrı edinmiş, ortamda çeşit çeşit putla­rın hâkimiyeti söz konusu. Halk, devlet, millet herkes birleşmişler, İbrahim’e karşı birlikte hareket ediyorlar. Ama bir İbrahim çıkıyor ortaya, önce babasıyla, sonra kavmiyle, toplumuyla, sonra devle­tiyle, sonra putlarla, sonra yıldızla, ayla, güneşle çetin ve onurlu bir kavga vermiş. Toplumuyla, devletiyle arası açılmış, ateşe atıl­mış, ölümle tehdit edilmiş, sonra hic­rete mahkum edilmiş, yurdunu terk etmek zorunda bırakılmış.
Ve ni­hâyet bütün bu denemelerden geçirildikten ve her birinden alın akıyla çıktıktan sonra, bütün bu çileler ve ıstı­raplarla yaşı uzunca yaşayan bir insanın yaşına ulaşmış ve Rabbimiz buyurur ki:
124:"Hatırlayın hani İbrahim’i, Rabbi birtakım ke­limelerle imtihan etmişti. O da bunları tam olarak yerine getirmişti. Ey İbrahim! Ben de seni tüm insanlara imam ya­pacağım! İbrahim ya Rabbi zürriyetimden de dedi. Zâ­limler benim ahdime ulaşamaz."
"O da bunları tam olarak yerine getirmişti."
Bütün hayatı başarılıydı, bütün imtihanlardan alın akıyla çık­mıştı. Hep kendi başınaydı, hiç yardımcısı ve destekleyicisi yoktu. Ur şehrinde tek başına, babasıyla karşı karşıya gelirken kendi başına, ateşe atılırken kendi başına, putları kırarken kendi başına, yıldızları, ayı, güneşi doğrarken kendi başına, hicrete çı­karken kendi başına, kralın karşısına çıkıp ona meydan okurken hep kendi başına, hiç yar­dımcısı ve hamisi yoktur. Bütün bunları becerdikten sonra Rabbimiz buyuruyor ki:
"Ey İbrahim! Ben de seni tüm insanlara imam ya­pa­cağım!"
İbrahim başarılı olunca, yüz akıyla bu denemelerden ge­çince elbette Rabbi ona bir mükâfat vermeli, onu ödüllendirmeliydi. Rab-bimiz buyurdu ki: Ey İbrahim! Sen bu imtihanlardan başarıyla çıktın, kelimeleri tastamam tamamladın ben de seni tüm insanlara reis ya­pacağım! Tüm insanlığa lider yapacağım. Ben de seni imam yapaca-ğım. Aslında peygamberlerin hepsi imamdır. Hattâ bakıyoruz Kur’an-ı Kerîmde küfrün önderlerine, kâfirlerin kendile­rine uyduğu insanlara da imam kelimesi kullanılmış. İmam; buradaki imam, namazdaki imam demek değildir sadece. Buna imamet-i suğra denilir. Bununla beraber onun dinde örnek olarak imam kılınmasıdır. İmam önde olan, öne geçen, ken­disine uyulan, iktida edilen, muktedabih demektir.
İmam bir de devlet başkanlığı demektir. Seni devlet baş­kanı ya­pacağım. İmam, kıyamete kadar tüm insanlığın kendisini örnek al­ması gereken önder demektir. Seni imam kılacağım, seni öne geçirip herkesi sana tabi kılacağım, seni önder yapacağım. Evet, seni tüm insanlığa imam yapacağım. Halîfe Adem’di (a.s). Âyeti daha önce okuduk:
(Hatırlayın, hani Rabbin meleklere: Ben yeryüzün-de bir halife yaratyacağım buyurmuştu”
(Bakara: 30)
Âyetinden anlıyoruz ki halîfe Hz. Adem atamızdı, onun prati­ğini Hz. Dâvûd gerçekleştirmişti yeryüzünde. Yâni hiçbir pey­gamber bu döneme kadar bu halîfelik rolünü üstlenemedi. Yıllar sonra Cenab-ı Hak Dâvûd’a (a.s) diyecekti:
"Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde halîfe kıldık, sen de insanlar arasında adâletle hükmet!"
(Sâd: 26)
İşte hilafetin olmadığı dönemde de insanlığa imam olarak Hz. İbrahim’in görevlendirildiğini görüyoruz. Hilafetin olmadığı dö­nemler-de bile kendisine uyulacak bir imam. Kendisine imamlık verilince İbrahim (a.s) buyurdu ki:
"İbrahim, ya Rabbi zürriyetimden de dedi."
Ya Rabbi beni imam seçtin, bu nîmet sadece bana ait bir nî­met olmasın. Bana vereceğin bu nîmeti zürriyetime de ver ya Rabbi. Soyumdan da, neslimden de! Zürriyetimden de imamlar getir ya Rab-bi! Soyuma da bu imamlığı nasip et ya Rabbi! Bu şe­refi benim zürriyetime de lütfet ya Rabbi! Öyle ya insanlar için imam olmak, in­sanlar için rehber olmak, insanlar için peygamber olmak, belki sıkıntılı bir meslek, ama en büyük bir nîmetti ve kendi çocukları için de bunu is-tiyordu İbrahim (a.s). Mal istemiyordu, mülk istemiyordu, saltanat is-temiyordu çocukları için. Aman ya Rabbi onlara servetler ver, evler, arabalar, dükkanlar, mallar mülkler ver, onları el âleme muhtaç etme demiyordu. Sadece imamet, sadece rehberlik, sadece risâlet istiyordu kendisi için de çocukları için de. Onun bu talebine karşılık Cenab-ı Hak buyurdu ki:
"Zâlimler benim ahdime ulaşamaz."
Zâlimlere kesinlikle bu imamlığı, bu reisliği vermeyeceğim. Zâ­limler kesinlikle bu ahdime ulaşamayacaklar. Zâlimler kesinlikle imam olamaz. Zâlimler kesinlikle peygamber olamaz. Zâlimler ke­sinlikle müslümanların reisi olamazlar, idareci olamazlar, müslümanların ba­şına geçemezler. Hz. İbrahim’in oğlu da olsa zâlimlere idarecilik yok. Kâbe’nin Hâcibi de olsan, Kâbe’nin anahtarlarına da sahip olsan, Kâbe halkının idarecisi de olsan, yahudilerin reisi de olsan, haham da olsan, papaz da olsan, âlim de olsan, hacı da, hoca da olsan eğer sen zâlimsen senin imamlık, önderlik hakkın yoktur, idarecilik hakkın yoktur.
Demek ki insanların imam olabilmeleri, önder olabilmeleri, muktedabih olabilmeleri, izinden gidilen kişiler olabilmeleri için, idareci olabilmeleri ve de devlet nîmetine ulaşabilmeleri için, bu yasaya uy­maları gerekmektedir. Yâni âyetin ifade ettiği gibi âdil ol­maları, zâlim olmamaları ve de Cenab-ı Hakkın kelimelerini ta­mamlamaları gerek­mektedir. Yâni tıpkı Hz. İbrahim (a.s) gibi Al­lah’ın emir ve yasakları konusunda başarılı olmaları gerekmekte­dir.
Zâlimler idareci olamazlar, zâlimler devlet başkanlı­ğına asla geti­rilmemelidirler. Âyet-i kerîme bize bunu anlatmakta­dır. Hattâ baş­langıçta zâlim olmayıp da sonradan zâlim olanların bu görevden alınmalarının vacip olduğunu anlatır bu âyet-i ke­rîme.
Realite budur, ama bugün nice zâlimler şu anda idareci olabil­mişler diyorsanız, şunu söyleyelim. Şurası bir gerçektir ki, âdil bir toplumun başına zâlim bir idareci kesinlikle geçmemiştir, ge­çememiş­tir. Tarih böyle bir hadise kaydetmiyor. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Müslümanlar kendileri bizzat toplum olarak âdil oldukları hiçbir dönemde onların başına zâlim birisi iktidar et­memiştir.
Ama, müslümanlar müslümanlıklarını kaybettikten sonra, müs-lümanlar bu adâlet özelliklerini kaybettikten sonra zâlimler an­cak müslümanların başına geçebilmiştir. Başka türlü kesinlikle müslü-manların başına zâlimler geçememişlerdir. Toplum zâlim olunca onların başına zâlim idareciler geçebilmiştir. Bakın, bu hu­susu anla­tırken Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Siz nasılsanız öylece idare edilirsiniz."
Siz nasılsanız, nasıl birine lâyıksanız öylece idare olunursu­nuz.
Keşfü’l-Hafa’daki başka bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
“Sizin idarecileriniz sizin devlet başkanlarınız, si­zin amellerinizdir. Amelleriniz bir adam şeklinde temes­sül et­miş ve sizin başınıza idareci olmuştur. Amelleriniz neyse, idarecileriniz odur.”
Rabbimiz de Kur’an-ı Keriminde:
"Bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah kesin­likle o toplumu değiştirmez."
(Ra’d: 11)
Toplumların yasasıdır bu. Bir toplum değişmeye karar ve­rip, dü­zelmeyi düşünmedikçe Allah asla o toplumları değiştirecek değildir.
Rabbimiz buyuruyor ki; zâlimler imamete lâyık değiller­dir. Zâ­limlerden idareci edinilmemesi ve başlangıçta zâlim değil­ken idareci olmuş birisi, eğer sonradan zâlim olursa hemen bunun o makamdan alınmasının vacip olduğunu anlatıyor âyet-i kerîme.
İmamlık âdillerin işidir. İşte Hz. İbrahim’in (a.s) iki hanımı var. Birisi Hacer, diğeri Sare annelerimiz. Hacer’den İsmail (a.s), Sare’den İshak, İshak’tan Yakub, Yakub’dan Yusuf, Yusuf’tan ileriki dönem­ler-de Mûsâ, Harun, onlardan sonra Dâvûd, Süleyman, Zekeriyya, Yahya, İsa ve İsmail’den (a.s) Hz. Muhammed (a.s). İşte bizim için en mükemmel imamlar. Hayatlarında kesinlikle falso olmayan ve bizim kendilerini örnek alıp hayatlarını yaşadığımız zaman kendilerini taklit ettiğimiz zaman, kesinlikle hata etmeyece­ğimiz mükemmel örnekler. Hayatları Allah tarafından kesinlikle onaylanmış insanlar.
Ama biz onları bırakıp da birbirimizi ya da içimizden birile­rini ör­nek aldığımız zaman, Allah’ın onaylamadığı bir hayat bizim için ör­nek olamaz. Bundan dolayıdır ki, toplumun kendilerini örnek kabul et­tikleri, önder kabul ettikleri insanlar, hacılar, hocalar, mür­şitler, şeyh­ler daima kendilerine bir görev olarak şunu çok iyi bil­meliler: İnsan­lara, gelin peygamberlerle beraber olalım. Gelin, ha­yatları Allah tara­fından onaylanmış elçilere benzeyelim, gelin kita­bın dediği gibi olalım demeliyiz. Kesinlikle insanları kendimize veya kendimiz gibilere ça­ğırmayalım. Gelin bizim gibi olun, gelin bizim gibi yaşayın, bizi örnek alın, biz nasıl yaşıyorsak siz de öyle yaşayın demeyelim.
Eğer insanlar bizi örnek alır, bizim gibi olmaya çalışırlarsa bizde çakılır kalırlar ve bizi aşamazlar, ancak bizim kadar olabilir­ler. Daha öteye geçemez bu insanlar.
Bir de bu âyet-i kerîme liderliğin ve imametin yahudilerden alı­nıp müslüman toplumun eline geçtiğini anlatır. Sanki bu âyetiyle ya-hudilere diyor ki Rabbimiz: Ey İsrâil oğulları! Bir zamanlar sizler âdildiniz! Kitaba ve Peygambere sahip çıktığınız o dönemler size yı­ğın-larla nîmet ulaştırmış, sizi uzun bir süre nübüvvet ve İma­mete nail kıl-mıştım. Kitap sizdeydi, risâlet sizdeydi, bilgi sizdeydi, şan ve şeref siz-deydi. O dönemlerde sizi bütün âlemlere üstün kılmıştım. Ama sonradan kitapla, peygamberle ilginizi kestiniz ve zâlimlerden oldu­nuz. Hal-buki zâlimler benim ahdime ulaşamazlar. Ben zâlimleri imam yapmam. İşte şimdi bu imamet, bu liderlik siz­den alındı; bu imamet İsmail oğullarına intikal etti diyordu. Biraz sonra yine onların bu lider­liklerinin sona erdiğini anlatmak üzere gelecek âyetlerle de kıblenin onlardan alınıp liderliklerinin son bulduğu bir daha vurgulanacak.
125:"Biz beyti (Kâbe’yi) insanlar için toplanma, se­vap kazanma yeri ve emniyet kıldık. İbrahim’in maka­mında da namaz kılacak yer edi­nin. İbrahim’le İsmail’e de beytimi tavaf edenler, bey­time misafir olanlar, oraya ge­lenler ve orada ibâdet kastıyla itikafa girenler için, ve de rükû ve secde edenler için tertemiz tutun diye emir vermiş­tik."
İbrahim (a.s) gündeme gelince elbette Kâbe de gündeme gele­cektir. Çünkü Kâbe’yi bina eden oydu. Kâbe’yi ilk bina eden Adem’di (a.s). Ama ikinci olarak o beytin İbrahim (a.s) tarafından bina edildiğini biliyoruz. Evet beyt istikrar yeridir, beyt emniyet ye­ridir, beyt eman yeridir. O beyte sığınan, o beytle beraber yaşayan kişi istikrara kavuşmuş demektir. O beyte sığınan kişi, emniyette olmuş demektir. Evet emniyet, huzur ve istikrar mahalli.
Bakıyoruz, şu anda tüm dünyada insanlar istikrar ve huzur arayışı içindedirler. Yeryüzünün hiçbir yerinde, hiçbir bölgesinde hu­zur ve sükun kalmamış. Öyleyse biz de huzurunu kaybetmiş, sükûnet arayan, huzur ve sükuna susamış tüm bu yeryüzü insan­lığa diyeceğiz ki; gelin ey insanlar Allah’ın istikrar, huzur ve saâdet mahalli kıldığı evini temel kıble kabul edelim ve hayatımızı o kıb­leye yönelik olarak düzenleyelim. O kıblenin Rabbine göre bir ha­yat yaşayalım. O kıble­nin Rabbinin kitabına ve o kitapta bize ha­ber verilen yasalara göre bir hayat yaşayalım. O kıblenin Rabbinin koruması altına girelim. Rab olarak, İlâh olarak sadece onu bilelim ve sadece onun programını ha­yat programı olarak kabul edelim. Eğer bunu yaparsak kesinlikle bile­lim ki, o bizi istediğimiz istikrara ve huzura kavuşturacaktır.
Öyleyse kıblemizi değiştirmek zorundayız. Washington’dan veya Paris’ten veya Pekin’den kıble edindiğimiz sürece bizim istik­rara kavuşmamız mümkün değildir. Allah’tan başkalarının kıblelerine tabi olmaktan vazgeçersek, Allah’tan başkalarının rotasına girmeyi terk edersek, hareket tarzımızı Allah’tan başkalarının belirlemesini bırakır­sak, Allah’tan başkalarının kanunlarına itaat­ten vazgeçerek kıblemiz sadece Kâbe olursa, kesinlikle bilelim ki; tüm problemlerimiz bitecek­tir. Tüm hayatımızda huzur ve sükun hakim olacaktır. Çünkü orası güvenlik yurdudur, emniyet mahalli­dir.
"İbrahim’in makamında da namaz kılacak yer edi­nin."
Makam-ı İbrahim’de Mûsâlla edinin. Makam-ı İbrahim’de na­maz kılın. Makam-ı İbrahim’de dua edin, yâni duanız İbrahim’in duası gibi olsun. Yâni namazınız İbrahim’in namazı gibi olsun. İb­rahim gibi namaz kılın. İbrahim gibi hayatınıza hakim olacak bir namaz kılın. Ha-yata hakim olan bir namaz, namaza endeksli olan bir hayat yaşa­yın, tıpkı İbrahim (a.s) gibi olun, yâni herşeyinizle İb­rahim gibi olun. Maka-m-ı İbrahim’de olmak, İbrahim makamında, İbrahim konumunda olmak demektir, İbrahim (a.s) gibi olmak de­mektir. İbrahim maka­mın-da olmak, İbrahim’in rolünü üstlenmek demektir. İbrahim maka­mında olmak, İbrahim’in yaptıklarını yap­mak demektir. İbrahim’in mis­yonunu üstlenmek demektir.
İbrahim’in (a.s) ilk başlangıç mücâdelesinden itibaren yâni baba­sıyla, kavmiyle, kralıyla, puta tapan toplumuyla nasıl bir mü­câ­dele yapmışsa, vatanından sürülmesi pahasına da olsa Allah’a kul­luktan nasıl vaz geçmemişse, bu imtihanlardan sonra imamet hak­kına, önderlik ve idarecilik hakkına nasıl ulaşmışsa, siz de tıpkı onun gibi onun makamında olun ve onun ulaştığı makama ulaşın. Onun gibi ibâdet edin, onun gibi tavır koyun, babanıza tavrınız onun gibi, toplumunuza tavrınız onun gibi, zâlim idarecilere, onla­rın putlarına, put sistemlerine karşı tavrınız onun gibi olsun. Ateşe atılma, zindana tıkılma, sürgüne maruz kalma ile karşı karşıya kaldığınızda tavrınız onun gibi olsun. Adım adım onun hayatını örnek alın emrini veriyor Allahu Te-âlâ..
"İbrahim’le İsmail’e de beytimi tavaf edenler, bey­time misafir olanlar, oraya gelenler ve orada ibâdet kas­tıyla itikafa girenler, rükû ve secde edenler için tertemiz tutun diye emir vermiştik."
Namaz kılanlar için temizleyin, temiz tutun diye emir vermiş­tik, ahid almıştık onlardan. Allah ahid alıyordu o ikisinden.
Çünkü Kâbe’yi onlar bina etmişlerdi. Elbette bu beytte ilk gö­revliler onlar olacaktı. Beytin ilk hizmetçileri de onlar olacaktı. Çünkü bu beyt Allah’ın eviydi, bu beyte gelenler de Allah misafi­riydi. Allah kullarına, Allah misafirlerine de elbette hizmeti Allah peygamberleri yapardı. Çünkü peygamberler insanlardan ücret almak için, insanların sırtına binmek için değil insanlık için var olan insanlardı. Çevresindeki insanlara en fazla fedâkarlık yapan, bir ihtiyar kadının bile, bir küçük çocuğun bile hizmetinde olan in­sanlardı. Ve işte İbrahim (a.s), İsmail (a.s) Allah’a bu konuda ahid veriyorlardı. Beyti Allah’ın kulları için ha­zırlayacaklar, temizleye­ceklerdi.
Allah’ın beyti temiz olacaktı. Beytin temizlenmesi, te­miz tutul­ması demek; sadece maddî pisliklerden temizlenmesi de­mek değildi. Bununla beraber putlar gibi, putların egemenliği gibi, şirk gibi her tür pisliklerden temizlenmesi gerekiyordu. Orada şirk olmayacaktı, orada putlara yer olmayacaktı, orada krallara yer ol­mayacaktı, orada tâğut-ların hâkimiyeti olmayacaktı. orada Al­lah’tan başkalarının sözü geç­meyecek, orada sadece Allah yücel­tilecekti, sadece Allah’ın emirleri konuşulacaktı, Allah’tan başkala­rının tâlimatlarına yer olmayacaktı. Allah’tan başkalarının sistem­leri uygulanmayacaktı. Hayat program­ları uygulanarak Allah’tan başkalarına hamd edilmeyecekti. Allah’tan başkalarının arzuları, programları, emir yasakları uygulanmayacaktı. Hayat sadece Allah için yaşanacaktı.
Evet, Al­lah’ın evi tüm bu pislik­lerden temizlenecekti. Ya da yıllardır biz Hz. İb­rahim’in yolundayız, biz onun torunlarıyız diyerek Kâbe’ye sahiplik id­diasında bulunan ve o güne kadar Allah’ın beytinde olmadık pislikler gerçekleştiren müşrikler oradan çıkarılacak, egemenliklerine son verilecek, etkinlikleri bitirilecek ve böylece Kâbe temizlene­cekti.
O gün bu konuda onlar Allah’a söz veriyorlardı, ama onlar­dan sonra bu emaneti kıyamete kadar üzerine alan müslümanlar da bu vazifeyi gerçekleştirmek üzere Allah’a söz veriyorlardı. Öyleyse Allah evlerini şirklerden, mescidleri Allah dışındaki egemen güç­lerden ne kadar temizlediğinizi, Allah’a verdiğiniz bu sözü ne ka­dar gerçekleş­tirdiğinizi bir düşünün.
Rükû ve secdeli namazın sadece Muhammed’in (a.s) üm­me­tine mahsus bir namaz olduğu düşünülürse, Cenab-ı Hak as­lında bu ahidle Hz. İbrahim ve İsmail’den böyle bir ümmetin, Muhammed üm­metinin geleceği konusunda ahid almıştı da diye­biliriz. Gelecek şerefli ümmet için, Muhammed ümmeti için bu evimi temizleyin, temiz tutun diye Allah, İbrahim ve İsmail’den (a.s) söz alıyordu.
Müşrikler Kâbe bizimdir, Kâbe’nin sahipleri bizleriz diyor­lardı. Ama hani İbrahim’den ve İsmail’den alınan bu sözün pratiği yok. Al­lah, onlara orayı Allah’ın kulları için, Allah’a kulluk yapacak olanlar için temizleyin buyurduğu halde bu müşrikler Allah’ın bu sözünü unutmuşlar ve orasını putlarla doldurmuşlar, putların egemenliğinde bir Kâbe haline getirmişler.
Peki bu mu Kâbe’ye sahip olmak? Bu mu Kâbe’ye ehil ol­mak? Biz İbrahim’in yolundayız diyorlar. Bu mu İbrahim’in yolunda olmak? Böyle mi yapmıştı İbrahim? Bir ömür boyu putlarla sava­şan bir İbra­him’in yolunda olmak bu olmamalıydı elbette. Hem putları yüceltecek­siniz, hem Kâbe’de putlara egemenlik tanıyıp Allah’ı unutacaksınız hem de İbrahim’in yolunda olduğunuzu iddia edeceksiniz, olacak şey midir bu? Hem Allah’ı farklı tanıyacaksınız, Allah’ın kulu ve Rasûlü olan bir insanı, Hz. İsa’yı Allah yerine ko­yacaksınız, hem de biz İsa’nın yolundayız diyeceksiniz, olacak şey mi bu? Hem Muhammedin (a.s) yolundan ayrılacaksınız, onun sünnetini, yolunu terk edeceksiniz, hayatınızda ona ve sünnetine yer vermeyeceksiniz hem de onun ümmeti olduğunuzu iddia ede­ceksiniz, olacak şey midir bu?
Evet, Kâbe budur ve oraya yönelerek kılınacak namaz da bu­dur. Öyle bir namaz ki; hayata hakim, öyle bir hayat ki; na­maza öz­deş. Hayatla namaz özdeşleşmiş. Hayat namazdan ayrı değil, namaz hayattan kopuk değil, böyle hayatla namaz iç içe olacak. Yani namaz hayata egemen olacak. Hayatın tüm programını namaz belirleyecek. Hayata etkin olmayan, hayat programının boşluklarına sıkıştırılmış bir namaz, yani şu anda biz müslümanız diyen insanların kıldığı namaz Allah’ın istediği bir namaz değildir.
Yâni bir kimsenin namazıyla hayatı doğru orantılıysa o kimse namazı ikâme ediyor demektir, o kimse namazı ayağa kal­dırmış, ya da o kimse dininin direğini dikmiş demektir. O kimsenin namazı na­maz demektir. Yâni onun namazı rükûlu ve secdeli bir namaz demek­tir.
Namazın rükûlu ve secdeli olması demek, yâni namazı onun eko­nomisine, ticaretine, kılık kıyafetine, alışverişine, işine, aşına, karı­sına, kızına, mesleğine, meşrebine karışabili­yorsa, yâni kişinin tüm hayatına namazı imzasını atıyorsa bir adamın, işte o kimse rükûlu ve secdeli bir namaz kılıyor demektir. Değilse hayatına karışmayan bir namaz, rükûsuz ve secdesiz, işte ehl-i kitabın namazı gibi bir namaz olacaktır Allah korusun.
126:"Hatırlayın, İbrahim demişti ki Rabbim bura­sını emin bir belde kıl! Ahalisinden Allah’a ve ahiret gü­nüne iman edenleri çeşitli meyvelerle rızıklandır diye dua etmişti. Allahu Teâlâ da hayır (kâfirlerin rızık hakkı var­dır) küfredenleri az bir zaman faydalandıracağım, sonra da onları ateşin azabına uğramak zorunda bırakacağım. Ve o ateş ne kötü bir varış yeridir."
Bu belde emin olsun! Emniyette olsun. Yerden ve gökten gele­bilecek her türlü belâ ve musîbetlerden emin olsun. İnsanların bir-irle­rini yediği, zulümlerle, haksızlıklarla birbirlerini yok etmeye çalıştığı, birinin diğerine hak tanımadığı bir dünyada yaşadıkları dönemlerde bile bu belde emin olsun, emniyetin sembolü olsun. Bu beldede in­sanlar huzur içinde yaşasın ya Rabbi.
Ve burada oturanlardan Allah’a ve âhiret gününe inanan­ları çe­şitli rızıklarla rızıklandır ya Rabbi.
Niye böyle dedi Hz İbrahim? Yâni niye Allah’a ve âhiret gü­nü-ne iman edenleri rızıklandır dedi? Bunun sebebi şudur: Hani Rab-bimiz; Ey İbrahim ben seni imam yapacağım, seni önder yapa­ca­ğım buyurunca İbrahim (a.s) ya Rabbi benim zürriyetimden de imam­lar kıl demişti de buna karşılık Rabbimiz buyurmuştu ki:
Ya İbrahim, ben onu, imamlığı, idareciliği, zâlimlere nasip et­me­yeceğim buyurmuştu ya, işte ondan ders alarak böyle di­yordu İb­rahim (a.s). Rabbinden kendisine gelen uyarıya hemen kulak veri­yor-du. Bu uyarıyı hayatı boyunca hiç unutmuyordu. Çünkü Rabbinden daha önce bir istek de bulunmuştu. O dersi unutmadığı için böyle demişti.
Ya Rabbi zâlim olanlara değil, sadece Allah’a ve âhiret gü­nü-ne inananları rızıklandır deyiverdi. Peki biz ne anlayacağız bun­dan? Biz de tıpkı atamız İbrahim (a.s) gibi Kur’an’ın âyetle­riyle, Kur’an’ın uyarılarıyla karşı karşıya kaldık mı hemen onu al­gılayalım. Bilelim ve ikinci defa aynı konuda hataya düşmemeye çalışalım in­şallah.
Bakın, dedi ki İbrahim (a.s): Ya Rabbi benim zürriyetimden olanlar da, yâni oğlum, kızım da imamlar olsun. Allah da buyurdu ki; ben idareciliği zâlimlere vermem. İmamet konusunda, idarecilik konu­sunda böyle olursa, herhalde rızık konusunda da bu böyledir, her­halde rızık konusunda da bunlar ayrılacak zannetti ve dedi ki, ya Rab-bi madem ki sen zâlimlere idarecilik vermiyorsun, zâlimlere idare­ciliği lâyık görmedin, öyleyse bu zâlimlere rızık da vermeye­ceksin, o halde onlara rızık da verme deyiverdi. Sadece onlardan Allah’a ve âhiret gününe inananları çeşitli rızıklarla rızıklandır de­yiverdi. O zan­netti ki rızık konusunda da onların hakkı olmayacak, imametten menedilen bu zâlimler rızıktan da menedilecek. Allah buyurdu ki:
"Allahu Teâlâ da hayır (kâfirlerin rızık hakkı var­dır) küfredenleri az bir zaman faydalandıracağım, sonra da onları ateşin azabına uğramak zorunda bırakacağım. Ve o ateş ne kötü bir varış yeridir."
Demek ki kâfirler rızıktan mahrum bırakılmıyorlar. Demek ki bu ikisi arasında çok büyük fark vardır. Demek ki imamet, önder­lik, ida­recilik sadece mü'minlere verilirken; dünya malı, mülkü hem mü'-minlere hem de kâfirlere verilmektedir. Demek ki dünya meta­sının Allah katında hiçbir değeri yoktur. Şu peşine takıldığımız, şu onsuz olmaz dediğimiz dünya metası var ya eğer Allah katında si­neğin ka­nadı kadar onun bir değeri olsaydı kesinlikle Allah kâfir­lere ondan bir damla bile tattırmazdı. Ama dünya işte, Allah onu kâfirlere de veriyor, mü'-minlere de.
Âyet-i kerîme bize bir de şunu anlatır: Bir adamın dünya ma­lın­dan, mülkünden pek çok şeye sahip olması Allah’ın kendi­sinden razı olduğu anlamına gelmemektedir. Eğer öyle olsaydı yeryüzünde mü'minlerden çok daha fazla rızıklandırılan kâfirlerin Allah’ın en sev­gili kulları olmaları gerekeceklerdi. Zira bakıyoruz ki dünya malı mü'-minlerden çok kâfirlere verilmiş. Âyetin ifadesine bakıyoruz:
Onlara azıcık bir şeyler vereceğim. Allah azıcık bir şeyler ve­re­ceğim diyor, ama bizim de gördüğümüz gibi, görüyoruz ki çok şey ve­riliyor bu kâfirlere. Şu anda müslümanlara verilenlerden çok daha fazlası verilmiş kâfirlere. Saltanatları, imkânları, evleri, bark­ları bize verilenlerden çok fazla. Bizler baygın baygın onların bu saltanatlarını seyrediyoruz. Kâfirlere bu kadar dünya mülkü veril­miş, bu nasıl bir iş dersek:
Bütün dünyayı kâfire verse, hattâ her kâfire ayrı ayrı bir dünya verilse yine de azdır. Bize de hiç bir şey verilmese, yarım ekmek bile bulamasak yine de onlarınkinden çoktur. Bunu böyle biliyor ve böyle inanıyoruz. Ama bu rıza asla şu anlama gelmeme­lidir. Kâfirlerin zul­müne razı olmak, kâfirlerin egemenliğine ses çı­karmamak, onların zorla zulümle bizim elimizdekileri almalarına razı oluş değil, bu Al­lah’ın vermesine razı olup, hedefi cennetleş­tirmektir.
Ne verilirse verilsin, ne kadar verilirse verilsin, değil mi ki ha­yat bir gün bitecektir. Biten bir dünyanın nîmetlerine meyletmektense ya­rım ekmek de olsa bitmeyecek bir hayatın nîmetlerine ulaşmayı he­defleyelim, onun peşinde olalım. Cennet var mı? Devlet var mı? Mü­kâfat var mı? Hasene var mı? Benim de hiç bir şeyim olmasın, yarım ekmekle huzur var mı? Elhamdülillah. İşte mülk, işte saltanat. Beni cennete götürecek bir hayat yaşıyorsam elhamdülillah..
Çünkü bu kâfirler neye sahip olurlarsa olsunlar, yarın bu mülk­leri onları cehennem ateşinden kurtaramayacaktır. Âyetlerde görüyo­ruz, yarın bu kâfirler dünya kendilerinin olsa, hattâ dünya­nın bir misli daha ellerinde olsa, bunu fidye olarak verecekler; ama bu fidyeleri kabul edilmeyecektir. Demek ki bugün onlara verilen tüm saltanatlar, tüm güçler, tüm mallar, tüm ekonomik, askerî ve siyasal güçler yarın hiçbir işe yaramayacaktır. Öyleyse onların şu anda sahip oldukları kesinlikle sizi üzmesin, sizi imrendirmesin. Siz hesabınızı bu anlayışa bina etmişseniz, bilesiniz ki üstün siz­siniz, kazanan sizsiniz. Bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarma­yın.
Ama planınızı, programınızı buna göre yapmamışsanız, he­sabı­nızı sadece dünyaya göre yapmışsanız, Konya’nın bir nu­maralı adamı olacağım diye yapmışsanız, Türkiye’nin bir numaralı adamı olacağım diye plan program yapmışsanız, dünyada adımı yüceltece­ğim, herkes sofrasında beni konuşsunlar, herkes beni alkışlasınlar diye düşünüyorsanız onu mutlaka bulursunuz, ama öbür tarafta eliniz boş kalabilir Allah korusun..
127:"Hani İbrahim (a.s) ve İsmail (a.s) Beytin (Kâbe’nin) temellerini yükseltirken şöyle dua etmişlerdi: Rab-bimiz bizden kabul buyur, şüphesiz ki sen işiten ve bi­len-sin."
Ya Rabbi biz bunu senin için yapıyoruz, bunu bizden kabul bu­yur! diyorlardı. Şüphesiz ki sen, işiten ve bilensin ya Rabbi! di­yorlardı. Çünkü amel, çünkü hareket, çünkü niyet Allah içindi.
Bakın İbrahim (a.s) ve oğlu İsmail (a.s) Kâbe’nin, yeryüzün­de-ki Allah’a kulluk evinin unutulmuş, terk edilmiş temelle­rini yükselti­yorlardı. Öyleyse bize düşen de hayatımızda bu tür kulluk temellerini açığa çıkarmak ve yükseltmektir.
Meselâ evlilik hayatımızda, nişan, nikâh ve düğün merasim­le-ri­mizde, kazanma ve harcama yollarında, ticaret hayatı­mızda, aile ha-yatımızda, ev tefrişlerimizde, çocuklarımızın eğitimi anlayışları­mızda, büyük, küçük, sevgi, saygı anlayışlarımızda, unutulmuş, terk edilmiş, belki izleri bile toplumdan silinmiş kulluk temellerini açığa çı­karmak, yükseltmek, yüceltmek zorundayız. Kaldı ki namaz, oruç, hac, zekât gibi yıkılmış, ciddi bir tamire muhtaç olan İslâm binalarını bile zaten yenilemekle, tamir etmekle mükellefiz. Eğer adım başına bir binayı ayağa kaldırma derdiyle hem dert olursak, o zaman bilelim ki bizim de İbrahim gibi Allah’a dua etmeye hakkımız olacaktır. Allah’a el açmaya yüzümüz ola­caktır.
Ey Rabbimiz, bizden bunu kabul buyur! Sen her yapılanı du­yan ve görensin demeye hakkımız olacaktır. Öyle değil mi? Hz. İbra­him bir şeyleri kaldırdı, bir şeyleri yükseltti. Sonra da haklı olarak Al­lah’a el kaldırıp dua etme şerefine erdi.
Peki ey müslüman! Sen ne yaptın ki; ey Rabbim, bunu bizden ka­bul buyur diyeceksin? Hangi temelleri yükselttin? Eğer yıkmadıy­san tabii. Hangi unutulmuş kulluk temellerini yükselttin ki; onun gibi el kal­dırıp dua etme hakkını elde edesin.
Evet, o makamın sahibi olan Hz. İbrahim’e Kur’an (HANİF) di­yor. Allah’a tam teslim. Aklı işin içine karıştırmadan Allah’a tes­lim olan bir peygamber. Ya da tüm şirkleri reddetmiş, tüm tâğutlara savaş aç­mış bir peygamber. Sen de öyle misin? Devam edi­yor duaları:
128:"Ya Rabbi, bizi yalnız sana itaat eden kulla­rın­dan kıl! Ve neslimizden de yalnız sana itaat eden müs-lüman bir ümmet getir! Ya Rabbi, bize ibâdet yerleri­mizi de göster. Bizim tevbelerimizi de kabul buyur. Sen tev-vabsın, sen tevbeleri kabul edensin."
Bizim zürriyetimizden de herşeyiyle sana teslim olmuş ve se­nin istediğin hayat tarzından başka hayat tarzlarına razı olma­yan, sana imandan başka imanları olmayan, sana kulluktan başka başka­larına kulluk yapmayan bir ümmet çıkar ya Rabbi, diyorlar.
Gerçekten aradan uzun zamanlar geçiyor. Bu duanın üze­rin­den asırlar geçiyor, asırlar sonra Rabbimiz İbrahim (a.s) ve İsmail’in (a.s) sulbünden bir ümmet çıkarıyordu. Bu ümmet, Mekkede bu beyti yapan İbrahim ve İsmail (a.s) ların ilk kurdukları kentte gerçekleşi­yordu. Böylece bu iki peygamberin duaları da gerçekleşmiş oluyordu.
"Ya Rabbi bize ibâdet yerlerimizi de göster. Bizim tevbelerimizi de kabul buyur."
Ya Rabbi, biz burada nasıl hac yapacağız? Sana nasıl kul­luk yapacağız? Sana nasıl ibâdet edeceğiz? Bize bunu da göster. Ve bi­zim tevbelerimizi kabul buyur. Bütün varlıklardan soyutlana­rak sana yöneliyoruz. Kendimizden, çevremizden, toplumdan, in­sanlardan, herkesten ve herşeyden arınarak sana döndük, seni memnun etmek istiyoruz, senden başka da güvenebileceğimiz birileri de yoktur ya Rabbi, bizi kabul buyur diyorlardı.
"Sen tevvabsın, sen tevbeleri kabul edensin."
Sen dönüşleri kabul edensin. Sen günaha doğru giderken kıblesini, programını değiştirip sana dönenleri seversin. Sen hatalardan vaz geçip sana yönelen kullarının günahları ne olursa olsun hiç bakmadan affeden­sin.
129:"Ey Rabbimiz, onlara içlerinden bir peygam­ber gönder ki; o senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hik­meti öğretsin ve onları iyice temizlesin. Muhakkak ki sen azîz ve hakîmsin"
Onlara bir elçi gönder ki; o, müslüman ümmeti toparlasın. Ve o Rasul onlara önder ve örnek olsun. Ve bu peygamber senin âyetlerini okusun, hikmeti öğretsin ve böylece tertemiz hale getirsin onları. Böyle bir peygam­ber gönder ya Rabbi diye dua ediyorlar.
Peygamberin görevleri sayılıyor bu âyet-i kerîmede:
1- Ümmetine Allah’ın âyetlerini okumak, kendisine Allah’tan ge­len âyetleri okumak.
2- Kitabı öğretmek.
3- Hikmeti öğretmek.
Hikmet amel-i salihtir.
Hikmet, kavilde ve fiilde isabettir. Hikmet, kişinin sözüyle a-melinin birleştirilmesidir. Yalnız sözde isabet hikmet olmadığı gibi, sa­dece fiilde isabet de hikmet değildir.
Hikmet, fıkıh demektir. Yâni dindeki emir ve nehiylerin mak­sa-dını kavramak demektir. Kişinin lehinde ve aleyhinde olan şey­leri bil­mesi demektir.
"Allah kimin için hayır murad buyurursa onu dinde fakih kılar."
Hadisi bunu anlatır.
Hikmet, sünnet demektir. Yâni kitabın pratiği olan sünnet de­mektir. İşte bu peygamber onlara Kur’an’ın pratikte uygulanışını gös­termektedir.
4- Bir de Peygamber (a.s)'ın görevi, ümmetini tezkiye et­mek, in­sanları tertemiz hale getirmektir. Küfürden, şirkten, nifak­tan cahili-yeden insanları arındırmak; vicdanlarını, kalplerini, dü­şüncelerini, ni­yet ve amellerini, aile hayatlarını, içtimaî yaşantıla­rını temizlemektir. Tezkiye, bir müslüman yirmi dört saatlik haya­tını Allah’ın şu kitabına göre yaşaması demektir. Bir müslüman hayatını bu kitabın istediği şekilde yaşarsa, o kişi hayatını temizlemiş demektir. Bir toplum da hayatını bu kitaba göre yaşarsa, o toplum da temizlenmiş demektir. Öyleyse tezkiye bu kitaba göre bir hayat yaşamaktır. Kitaptan haber­siz yaşayan bir kişinin tezkiyeden, temizlikten söz etmesi mümkün değildir.
İşte peygamberin görevleri bunlardır. Öyleyse bizim de görevle­rimiz bunlardır. Biz de topluma Al­lah’ın âyetlerini okuyacağız, toplumda bu âyetleri öğrenmek iste­yenlere öğreteceğiz. Okumak her­kese, kadın erkek, genç, ihtiyar herkese. E peki zaten bu insanlar Kur’an’a iman ediyorlar, onlara niye okuyacağız? demeyeceğiz. Çünkü Kur’an müslümana da uyarıdır, kâfire de uyarıdır. Bilelim ki Kur’an müslümana hatırlat­madır, kâfire de uyarıdır.
Bunu mutlaka biz de gerçekleştireceğiz. Bu okuduğumuz in­san­lar arasından öğrenmek isteyenlere öğreteceğiz, Kur’an’ı pratikte yaşamak isteyenlere de işte kitabın pratiği budur diye onun pratiğini de göstereceğiz ve böylece o insanların temizlen­mesini de sağlaya­cağız. Ve işte Peygamber (a.s) insanları her türlü bâtıl düşünceler­den, efsanelerden temizleyerek onları apaçık imana ve hidâyete ulaştırıyor. İşte İbrahim’in (a.s) duası böylece yerini bulmuş oluyordu.
Gerçekten çok güzel bir duaydı ve bu dua kabul ediliyordu. Yıl­lar sonra dünyanın en kutsal bir şehrinde bir ümmet ve bu üm­met içinde bir peygamber ve o peygamber onlara Rabbinden ge­len âyet­leri okuyor, kitabı öğretiyor ve bu kitabın pratikteki uygu­lamasını, yâni sünneti sunuyor, hikmeti sunuyor ve bu peygamber dünyanın en vahşi bir toplumunu, dünyanın en medeni toplumu haline getiriyordu. Gerçekten o sırtlanları sırtlanlıkta geride bıra­kacak kadar ileri gitmiş insanları her türlü pisliklerden temizliyor, zâlim olanları âdil hale getiri­yordu. Belki dünyanın en cahilleri olan bir toplumu dünyanın en âlim­leri, haline getiriyor, dünyanın hocası haline getiriyor. Ve onları terte­miz hale getiriyordu.
"Şüphesiz ki, azîz ve hikmet sahibi ancak sensin."
Ya Rabbi sen azîzsin; izzet ve şeref sana aittir. Sen güçlü­sün; senden başka güçlü, senden başka izzet ve şeref sahibi yoktur. Sen­den başka güveneceğimiz, senden başka dayanaca­ğımız yoktur. Sen hakîmsin, hikmet sahibisin, hâkimiyet sahibisin; senden başkalarına hâkimiyet hakkı tanımayız, sen hayatımıza yegâne hakim olansın, ha-yatımıza hükmedensin, hayat progra­mımızı tesbit edensin diye du­a-ları devam ediyor.
130:"İbrahim (a.s) 'ın dininden (yolundan) ancak se­fihler (kendini bilmeyenler) yüz çevirir. Çünkü biz onu dünyada seçtik o âhirette de ger­çek salihlerdendir."
İslâm literatüründe sefih, hayrını şerrini, kârını zararını ayırt edemeyen kimse demektir. Öyle değil mi? Hangi akıl sahibi bu saâ­detten mahrum olmak ister? Hangi akıl sahibi İbrahim’in yolundan yüz çevirir? Olsa olsa akılsız, beyinsiz, menfaatini, kâ­rını, zararını, hayrını şerrini hesap edemeyen ve bu yüzden de kendini hakir bir du­ruma düşürmek isteyen beyinsizler bundan yüz çevirir.
İbrahim (a.s), kendi zürriyetlerinin içinden bir toplum çıkarıl­ması ve onların içinden bir peygamber çıkıp onlara kitabı öğret­mesi, hikmeti öğretmesi ve onları tertemiz hale getirmesi konu­sunda dua etmişti. Allah da bu duayı kabul etmişti. Mekke’de onun soyundan bir toplum çıkmış, onların içinden bir nebi çıkmış ve bütün insanlığı hakka davet ediyordu. Bu Peygamberin daveti Adem’e (a.s), İbra­him’e (a.s), Mûsâ ve İsa’ya (a.s) kadar uzanı­yordu.
Bu elçi İbrahim neslinden, İbrahim milletindendi. Bu pey­gam-be­rin daveti de İbrahim’in davetinin aynısıydı. Zira Hz. İbra­him’in in­sanlığa sunduğu din İslâm’dı. Onun oğulları olan İsmail’in ve İshak’ın dinleri de İslâm’dı. İslâm tüm peygamberlerin ortak di­niydi.
Öyleyse önceleri müslüman olup da sonradan İslâm’dan çı­kan, kendilerine yahudi ve hıristiyan adını takan bu insanların kabul ettikleri İsa ve Mûsâ (a.s) lar da birer müslümandı. Kendilerini bu pey-gamberlere izâfe eden bu yahudi ve hıristiyanlar tarih içinde bu peygamberlerin yolundan ayrıldıktan sonra, bu peygamberleri de kendilerine alet etmeye çalıştılar. Kendileri saptıkları, sa­pıttıkları gibi bu peygamberleri de saptırmaya çalışmışlardır. Ken­dileri müslümanlıktan çıktıkları gibi bu peygamberleri de müslümanlıktan çıkarmaya çalışmışlardır.
Hattâ İbrahim’in (a.s) müslüman olmadığını bile ortaya koy­maya çalıştılar. Halbuki Kur’an sık sık onların bu sapıklıklarını redde­derek İbrahim’in ne müşrik, ne de onların yolunda olmadığını anlata­rak İbrahim’in gerçek müslüman olduğunu vurgular. Yine hatırlaya­caksanız sûrenin önceki bölümlerinde gördük; bu adamlar, Hz. Sü­leyman’ın da bir peygamber olmadığını, onun bir sihirbaz olduğunu da iddia etmişlerdi.
İşte şu anda da Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammed (a.s) insanlığı aynı İslâm’a davet ediyordu. Üstelik onların inan­dıkları pey­gamberlerin hiçbirisini reddetmeden, onlarla arayı aç­madan. Şöyle di­yordu Hz. Muhammed (a.s) ben yeni bir din ge­tirmiş değilim! Ben benden önceki peygamberlerden farklı, onları reddeden yepyeni bir din getirmiş değilim. Benim bu getirdiğim din ta Hz. Adem’e kadar da­yanan köklü bir dindir. Benim getirdiğim bu dine girenler aynı za­man-da Hz. Adem’den bu yana Hz. İbrahim’in, Hz. Yakub’un, Hz. Mûsâ’nın ve Hz. İsa’nın dinine de girmiş, onla­rın davetine de icâbet etmiş olurlar diyordu.
İşte Bakara sûresinin bu âyeti bunu söylüyordu.
İbrahim’in milletinden, İbrahim’in dininden, İbrahim’in yolun­dan ve İbrahim’in getirdiği İslâm’dan kim yüz çevirir? Ki o din, o millet, aynı zamanda İsmail’in diniydi, aynı zamanda İshak’ın di­niydi, Yakub’un, Yusuf’un, Mûsâ’nın, İsa’nın ve Hz. Muhammed’in (a.s) di­niydi. İşte böyle bir dinden, böyle bir milletten ancak kendini bileme­yen, hayrını şerrini bilemeyip, kendini boşa harcayan kimseden baş­kası asla yüz çeviremez. Öyle değil mi? Bakın Allah diyor ki şöyle ya­parsanız temizlenirsiniz, şöyle yapar­sanız cennete gidersiniz. Eh adam bundan yana değilse, temiz­likten yana, temizlenmeden yana değilse, pis kalmak istiyorsa, cennetten yana değil de cehenneme hevesliyse, işte o kişi sefih­tir, akılsızdır, beyinsizdir.
Evet biz İbrahim milletindeniz. Bunu her zaman söylemek ve ilan etmek zorundayız. Bakın Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde bu hu­susu şöyle anlatır:
Biz İslâm fıtratı üzerine sabahladık, ihlâs üzere, Muhammed’in (a.s) dini ve İbrahim’in (a.s) milleti üzere hanif ve müslüman olarak sabahladık. Her sabah, her akşam, her ân bunun bilinci içinde olma­mız isteniyor bizden. Yâni biz tüm hayata bakışımızda ve tüm haya­tımızın problemlerini çözüşümüzde ya Hz. İbrahim (a.s) örnekliği, ya Hz. Muhammed’in (a.s), ya Mûsâ’nın (a.s), ya İsa’nın (a.s) örnekli­ğiy-le çözmek zorunda kalacağız. Bizim örnek­lerimiz bunlardır. Ve işte bi-zim hayatımızda peygambere imanın mânâsı budur yâni peygam­ber-ler bizim için örnektir. Onlara iman demek de pratikte onların bize örnek olmalarını da zorunlu kıla­caktır.
İbrahim milleti. Peki nedir İbrahim milleti? Kimdir İbrahim mil­leti olan? İbrahim’in milleti, onun ırkı veya nesli değildir. İbrahim mil­leti, İbrahim’in bağlı bulunduğu İslâm dinidir. Çünkü millet, din demek­tir. İşte bu dine, bu İslâm dinine bağlı olan insanların mey­dana getir­dikleri topluluğa da İbrahim milleti denir. Hz. İbrahim’in İslâm’ı kabul etmeyen babasını ve kavmini terk ederek, onları kendi milletinden saymaması gösteriyor ki; bu millet öyle kan ba­ğına dayanmayan bir millettir. Din bağına, akide bağına bağlı olan bir millettir. İslâm milleti tek millettir. Küfür de tek millettir. Bir kimse kanı, rengi, dili, ırkı ne olursa olsun, İslâm dinine girdiği andan iti­baren o İslâm milletinin, İb­rahim milletinin üyesidir. Kendi milletini İslâm milletinden üstün tut­maya çalışan kişi de İslâm milletine gir­memiştir.
"Çünkü biz onu dünyada seçtik, o âhirette de ger­çek salihlerdendir."
İbrahim’i dünyada seçtik. Onu seçkinlerden kıldık. Onu eği­tip güzel huylarla donattık. İbrahim ailesi mükemmel ve seçilmiş bir aile­dir. Bizim kendilerini örnek almamız gereken bir ailedir. Her zaman "Allahümme salli ala seyyidina Muhammed" derken dikkat ederseniz ısrarlar gündeme getirilen ailelerden birisi de İbrahim ailesidir. "Ve alâ âli İbrahim diyoruz" Çünkü Kur’an-ı Kerim bütün peygamberlerin bize örnek olduğunu bildirirken, ayrıca İbrahim’in (a.s) bize örnek oldu­ğunu bildirmektedir.
Yeryüzünde İbrahim gibi ve onun kardeşleri Salih, Nuh, Hûd, Mûsâ, İsa ve Muhammed (a.s) gibi başka birilerini bulabilir misiniz? Bunların hepsi de dünya üzerinde Allah’ın seçip yetiştir­diği kullarıdır. Örnek şahsiyetler bunlardır. Allah bunları Kur’an’ıyla insanların gözleri önüne çıkarmış ve buyurmuş ki; işte siz de bun­lar gibi olun! Örnek alacağınız, peşinden gideceğiniz insanlar bunlar olsun! Gerçekten de tüm dünya şahittir ki, onlardan daha iyi bize örnek olabilecek başka insan yoktur. Onlardan daha güzel, bizi hidâyete ulaştırabilecek başka insan görülmemiştir yeryü­zünde. Çünkü bu seçimi yapan Al­lah’tır. Bu seçimi Allah yaptı. Onları Allah seçti ve Allah eğitip yetiş­tirdi.
Onları seçip eğiten ve bize örnek yapan Allah’tır. Allah’ın se­çi­minin üzerine kim seçim yapabilir? Allah’ın eğittiğinden daha iyi kim eğitebilir? İnsanlar bugün olduğu gibi Allah’ın seçimini red­dederek, Allah’ın seçtiği bu insanlardan başkalarını da kendilerine örnek kabul edebilirler, başkalarına uyabilirler, ama bilsinler ki bu seçim onlar için hayırlı olmayacaktır. Nitekim seçenler de olmuştu.
Meselâ Adem’i (a.s) değil de İblis’i, İbrahim’i değil de Nemrutu, Mûsâ’yı değil de Firavunu, Muhammed’i (a.s) değil de Ebu Cehil’leri kendilerine örnek seçenler ve onlara uymaya çalışanlar olmuş tarihte. Ama gördük ki Peygambere uyanlar hep cennete giderken bunlara uyanların hepsi de cehenneme gitmiştir. Tarih bunun en canlı şahidi­dir. Bugün de öyle, serbesttir insanlar. Dile­yen Peygamberleri, dileyen de peygamber karşıtı güçlerin örnekli­ğini seçsin. İsteyen cennete git­sin, dileyen de cehenneme gitsin.
İbrahim (a.s) dünyada seçilmişlerden olmasının yanında, ahi-rette de o yine salihlerden olacaktır. Ama müslümanlara bah­şedilen bu büyük şerefe bakın ki, müslümanlar hem dünyada, hem de ahiret-te bu Peygamberlerle beraber olma imkânına sahiptirler. Eğer müs-lüman, dünyada onların örnekliliğini kabul edip onlar gibi yaşaya­bi-lirse hem dünyada aynen peygamberler gibi seçilmişler­den olurken hem de âhirette tıpkı onlar gibi salihlerden olma im­kânına sahiptirler. O da onlarla beraber olacaktır.
131:"Hani ona Rabbi (benim emrime) teslim ol! bu­yurmuş, o da âlemlerin Rabbine teslim oldum! de­mişti."
Rabbi İbrahim’e (a.s) dedi ki; Ey İbrahim teslim ol! Müslüman ol! İbrahim (a.s) dedi ki; ben müslüman oldum, ben âlemlerin Rabbine teslim oldum. Ben kendimi, içimi dışı mı, irade mi, boynumdaki ipin ucunu âlemlerin Rabbine teslim ettim. Benim ondan başka bağlana­cağım, ondan başka kendimi teslim edeceğim kimsem yoktur? Diyor-du. Zira müslüman olmayan, Allah’a teslim olmayan kişi mutlaka bir başkasına teslim olmuş demektir. Çünkü insan mutlaka boynunda bir iple dünyaya gelmektedir. Kulluğa müsait yaratılmaktadır ve mutlaka bir şeylere kulluk yapacaktır. Boynundaki doğuştan getirdiği kulluk ipini mutlaka birilerine teslim edecektir. Ama nefsine, ama şeytana, ama topluma, ama tâğutlara, ama âdetlere, törelere, ama modaya, ama ağasına, patronuna bir şeylere kulluk yapacaktır.
Rabbine teslim olmaktan kaçanlar; Rabbin kullarına, Rabbin ya­ratıklarına teslim olmak zorundadır. Başka çaresi yok, o mutlaka bi­rilerine kulluk yapmak zorundadır.
İşte görüyoruz yağmurdan kaçarken insanlar doluya tutul-muş­lardır. Allah’a kulluktan kaçan bu insanlardan kimileri, top­lumun kulu, kimileri modanın kulu, kimileri âdetlerin, törelerin kulu olmuşlar ve bunları razı edebilmek için bir ömür boyu çırpınıp durmaktadırlar.
Evet, teslim ol dedi Rabbi Hz. İbrahim’e, o da âlemlerin Rab-bine teslim oldum, dedi. Bu teslimiyet kişinin ruhuyla, bede­niyle, içiyle dışıyla, gecesiyle gündüzüyle, ailesiyle, toplumuyla, herşeyiyle bir teslimiyetti. Ruhu onun emrinde olmalıydı, içi ve dışı onun emrinde olmalıydı. Gecesinde ve gündüzünde söz sa­hibi o olmalıydı. Bede­ninde o söz sahibi olmalıydı. Malı onun em­rinde olmalıydı, çocukları konusunda onun sözü geçmeliydi, ha­nımı konusunda onun dediklerini dinlemeliydi. Teslimiyet budur işte.
Öyle bir teslimiyetti ki bu, ateşe atılırken bile Rabbinden başka birine teslim olmayıp güvenmemeliydi. Rabbinden başka sığınacak bir kucak aramamalıydı. Oğlunu kurban emrini alsa bile Rabbinden, yine ona teslim olmalıydı. Rabbi ondan hanımını, ku­cağında küçücük ço­ğuyla beraber susuz, yiyeceksiz çorak bir ara­zide terk etmesini istese bile, başkalarına değil, Rabbinin emrine teslim olması gerekiyordu.
Ve öylece yapmıştı İbrahim (a.s). Öyle bir teslimiyet ki, onun teslimiyeti, hanımına da etkili oluyordu. Ondan bu teslimiyeti gören hanımı da onun gibi Allah’a teslim oluyordu; “Var git ya İbra­him! Değil mi ki bu emri sana veren Rabbimizdir, bizi hiç dü­şünme! O Rab, beni ve oğlumu koruyacaktır” diyordu. İbrahim’in teslimiyeti, hanımını da teslim olmaya götürüyordu. Onun bu tesli­miyeti oğlu İsmail’e de tesir ediyordu. Babasının Allah’a bu tesli­miyetini gören İsmail de tıpkı onun gibi ona ve Allah’a teslimiyet gösteriyordu. İbrahim, Rabbinin emrini yerine getirmek üzere kes­mek için onu yere yatırınca: Babacığım em-rolunduğun şeyi çe­kinmeden yerine getir, inşallah beni sana ve Allah’ın emirlerine teslim olanlardan bulacaksın diyordu. İbrahim’in teslimiyetini gören oğlu da aynen onun gibi Allah’a teslim oluyordu. Öy-leyse hanımlarından kendilerine teslimiyet isteyen insan­lar, hanımlarından Allah’a teslimiyet isteyen insanlar buna çok dikkat et­mek zorundasınız. Şunu hiçbir zaman unutmayın ki, siz Rabbinize ne kadar teslim iseniz, siz Rabbinizin emirlerine ne kadar teslimseniz bi­lesiniz ki, hanımlarınız da size o kadar teslim olacaklardır. Bilesiniz ki hanımlarınız da Allah’ın emirlerine o kadar teslim olacaklardır. Bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın. Çocuklarından kendilerine ve Allah’a teslimiyet isteyen insanlar şunu kesinlikle bilmelidirler ki; ken­dileri Allah’a ne kadar teslimlerse, onlar da o kadar teslim olacaklar­dır. Kendileri Allah’ın emirlerine teslim olmayanların hanımlarından, çocuklarından ve çevrelerinden teslimiyet istemeye hakları yoktur. İbrahim (a.s) herşeyiyle Allah’a teslim olmuş ve bu teslimi­ye­tini, bu bağlılığını bakın oğullarına da tavsiye ediyordu.
132:"İbrahim ve Yakup bunu oğullarına vasiyet etti. Oğullarım! Şüphesiz ki Allah size bu dini seçti. O halde siz de zinhar müslümanlar olarak can verin."
Yakub, İbrahim’in (a.s) torunudur. İbrahim’in (a.s) oğlu olan İshak’ın (a.s) oğludur. Yeğeni Lût’un (a.s) kavmini helâk için gi­der-lerken meleklerin müjdeledikleri oğuldu İshak. Hz. İshak’ı ha­yatının son günlerinde vermişti Rabbimiz İbrahim’e. İbrahim (a.s) yaşlanmış Sare annemiz de yaşlanmıştı. İbra­him’in (a.s) yeğeni Hz. Lût’un (a.s) kavmini helâk emrini alan me­lek­ler, o kavmi helâke giderken İbrahim (a.s) 'ın evine geldiler. İşte bu gelişlerinde telaşa kaplan Hz. İbrahim’e ve Sare annemize bir oğul müjdelediler. Çok yaşlanmış durumda olan Hz. İbrahim ve karısı Sare annemiz: Bizim nasıl oğlumuz olacak, biz ikimiz de çok yaşlanmış bulunuyoruz dediler. Bu yaştan sonra hiç bu olur mu? diyorlar. Ama bu Allah’a göre çok kolaydı. Allah takdir etmişse bu iş olacaktır. Adem’in (a.s) olduğu gibi, İsa’nın (a.s) olduğu gibi Allah dileyince bu da olacaktır. Evet onlardan hem İshak’ın doğa-cağını hem de üstelik onun da oğlu Yakub’un da müjdesini veriyordu melekler. Hem bir ev­lât hem de bir torun müjdeliyorlardı.
İşte İbrahim (a.s) da onun torunu olan Yakub (a.s) da çocuk-larına bakın şunu vasiyet ediyorlardı:
"Oğullarım! Şüphesiz ki Allah size bu dini seçti. O halde siz de zinhar müslümanlar olarak can verin."
Her iki peygamber de kendi teslimiyetlerini oğullarına da tav­siye ediyorlar ve diyorlardı ki; oğullarım biz teslim olduk, Allah’a siz de teslim olun. İbrahim’in (a.s) oğulları kimdi? Birisi İshak (a.s), o Sare anne­mizden dünyaya gelmişti, ötekisi de İsmail, o da Hacer anne­miz-den doğmuştu. İki oğlu vardı Hz. İbrahim’in. Bu iki oğlu kendi­sinden son­raki dönemlerde iki kol olarak peygamberlerin geldiği kol oldular. İs­mail (a.s) Mekke bölgesine yerleşti. O bölgede pey­gamber oldu. Ama bu bölgede ondan sonra peygamber geldi mi gelmedi mi, bunu bilmi­yoruz. Onun soyundan son peygamber Hz. Muhammed (a.s) gele­cekti. Ve risâlet onunla tamamlanacaktı. İbrahim (a.s) 'ın öteki oğlu Hz. İshak (a.s) ise Halil’ur Rahmân kentine yerleşmişti, Kudüs yakınlarında bir şehir. Yakub (a.s) son dö­nemlerinde oğlu Yusuf sebebiyle Mısır’a göç ediyordu. On oğluyla bir­likte Mısır’a gitmişti tüm aile efradıyla birlikte. Burada uzun süre ya­şadı Yakub (a.s). Yakub’un (a.s) Kur’an’da geçen bir adı da İsrâil’dir, böylece onun oğulları olan İsrâil oğulları tarih sah­nesinde yer alır. Ve yeryüzünde hiçbir kimseye verilmemiş nîmet­ler İsrâil oğullarına veril­miştir.
İşte burada Yakub’un (a.s) oğullarına tavsiyesini anlatıyor Rabbimiz. On iki oğluna diyordu ki: Allah size din olarak bu dini seçti. İslâm dinini seçti. Öyleyse sizler de ancak müslümanlar ola­rak can verin. Allah’ın İbrahim için seçtiği din İslâm’dı, İbrahim (a.s) müslü-mandı, Yakup (a.s) müslümandı ve Allah’ın gönderdiği din de İslâm-dı. Ve Yakub’un (a.s) oğullarına tavsiyesi ise İslâm’dı. Şimdi, biz İsrâil oğullarıyız diyen ve İslâm’ı bırakıp sapıklık içine düşen bu yahudi ve hıristiyanlara ne demek lâzım? Bu adamlar nasıl olur da biz haklıyız deme hakkına sahip oluyorlar? Nasıl olur da biz Yakub’un oğullarıyız dedikleri halde ki, Yakup (a.s) bizim atamızdır ve Yakup (a.s) müslü-mandı. Bunlar İslâm’dan, haktan ayrılıp, sa­pık yollara gire­rek bu peygamberlerin yolunu terk ettikleri halde nasıl olur da Yakub’un (a.s) ve İbrahim’in (a.s) yolunda olduklarını iddia edebili­yorlar? Buna hiçbir zaman hakları olamaz, çünkü İb­rahim (a.s) müslümandı, çünkü Yakup (a.s) müslümandı ve oğul­larını İslâm’a da­vet ediyordu.
Evet, İbrahim ve Yakup (a.s) oğullarına İslâm’ı vasiyet edi­yor-lardı. Allah’ın bu yüce peygamberleri kendileri müslüman ol­makla ye­tinmeyip, cennete tek başına gitmeye razı olmayıp, Al­lah’ın kendile­rine lütfettiği bu dini, teslimiyet dinini çocuklarına da vasiyet edip, on­ların da müslüman olmalarını istiyorlardı. Mısırlıla­rın türlü türlü putlara tapındıklarını gören Hz. Yakup son nefe­sinde oğullarına İslâm’a tes­lim olmalarını bir daha tavsiye edi­yordu.
133:"Yoksa ey yahudiler! (o dönemde) ölüm Yaku-b’a geldiği zaman siz orada mıydınız? Dedi ki oğulla­rına: Benden sonra neye ibâdet edersiniz? Onlar dediler ki bizler senin İlâhına ve senin ata­ların olan İbrahim’in, İs­mail’in ve İshak’ın İlâhı olan tek İlâha ibâdet edeceğiz. Ve biz O’na teslim olduk, müslüman olduk demişlerdi."
Ölüm esnasında siz yanında mıydınız Yakub’un? Bu âyette Cenab-ı Hak kendilerini Yakub’un oğlu sayan Medine’deki yahudilere ve hıristiyanlara sesleniyor. Bir olay ki bu olayı tarihler tesbit etmemiş. Bir olay ki, başka hiç bir kaynaktan öğrenme im­kânı yoktur insanlığın. Bir olay ki, Yakub (a.s) ölüm döşeğinde. Bi­raz sonra ayrılacak dünya­dan. Ve oğulları etrafında toplanmış. Bu konuşmaya Rabbimiz bizi şahit tutuyor. Ve bu şehâdet bizim aynı zamanda Yakub’un yoluna, İbrahim’in yoluna, İsmail’in yoluna da gittiğimizin ifadesidir, tescilidir. Ve artık tüm insanlık bilmelidir ki; Adem’in, İbrahim’in, İsmail’in, İs-hak’ın, Yakub’un, Mûsâ’nın, İsa’nın getirdiği din İslâm’dır.
Bu peygamber silsilesinin son halkasını da Allah’ın son Pey­gamberi Hz. Muhammed (a.s) teşkil etmektedir. Öyleyse bu dine uy­mayan, bu dine inanmayan, bu son peygambere tabi ol­mayan kim olursa olsun, onun doğru yolda olduğunu iddia etmesi bâtıldır, asıl­sızdır. Bakın ne diyordu çocuklarına: Bakın ey yahu­diler, ey hıristi-yanlar bizim peygamberimiz dediğiniz, biz onun yo­lundayız de­diğiniz atanız, ölüm döşeğindeyken oğullarına ne di­yordu:
"Dedi ki oğullarına: Benden sonra neye ibâdet eder­siniz?"
Ey oğullarım, ben hayatta iken Allah ibâdet ediyordunuz. Ben öldükten sonra sizler kime ibâdet edeceksiniz? Kimin arzula­rına uya­caksınız? Kimin kanunlarını din kabul edeceksiniz? Ve kendi çocukla­rınıza kimi vasiyet edeceksiniz? Kendi çocuklarınızı kime ibâdet etti­receksiniz? Ben sizinle beraberken Allah’a ibâdet ediyordunuz, şimdi ben sizden ayrıldıktan sonra kulluğunuz kime olacak? Oğulları derler ki:
"Onlar dediler ki; bizler, senin İlâhına ve senin ata­ların olan İbrahim’in, İsmail’in ve İshak’ın İlâhı olan tek İlâha ibâdet edeceğiz. Ve biz O’na teslim olduk, müslü-man olduk demişlerdi."
İşin enteresan tarafı bu sıralama dır. Bir defa ilk olarak senin İlâ­hın diyorlar, yâni Yakub (a.s)’ın İlâhı olan Al­lah. Yanında yardım­cıya ihtiyacı olmayan bir tek İlâh. Ve sonra atalarının İlâhı diyorlar. Zaten tüm peygamberlerin İlâhı tek İlâhtır. İbrahim (a.s)’ın İlâhı. Bü­yük atanın İlâhı. Adem atamız, bizim nesep atamızdır; ama İbrahim (a.s) bizim din atamız­dır. Bunu Rabbimiz söylemiştir.
Atanız İbrahim’in milleti diyor Allah. Evet ilk önce ataları İbra­him’i söylediler. Ve sonra İsmail’in İlâhı diyerek, ikinci olarak İsmail (a.s)’ı zikrettiler. İshak (a.s)’ı ondan sonra zikrettiler. Halbuki Yakub (a.s)’ın babası İshak (a.s) dır. İsmail Yakub (a.s)’ın am­casıdır. Ama bakın Yakub (a.s)’ın oğulları İsmail (a.s)’a hürmeten İshak (a.s) dan önce onun ismini zikrediyorlar. Zira son elçi Muhammed (a.s), Hz. İs­mail’in soyundan gelecekti. İşte buna hür­meten ve buna dikkat çek­mek üzere İsmail (a.s)’ı öne almışlardır.
Sanki burada bütün peygamberlerden alınan mîsaka, İsmail (a.s) vasıtasıyla işaret ediliyor. Allahu Teâlâ bütün elçilerden son pey-gamber konusunda ahid alıyordu. Bu ahitte elbette Hz. Yakub’un oğulları da vardı ve bakın burada sanki bu ahdi tekrarlama adına İs­mail (a.s) öne alınıyordu. Sanki bu ifadeleriyle haktan sapan yahudi ve hıristiyanlara ta o günden bir mesajda bulunuyorlardı. Son elçiye iman etmeleri konusunda yahudi ve hıristiyanlara bir mesaj sunulu­yordu. Bakın ne diyordu Yakub’un çocukları:
Biz müslümanız diyorlar. Ataları biz müslümanız derken, şimdi bir yahudi diyebilir mi ki biz, yahudiyiz? Hayır hayır, kesinlikle bunu demeye hakları yok­tur. İsrâil’in çocukları, biz müslümanız der­lerken şimdi bir hıristiyan diyebilir mi ki, biz hıristiyanız. Kesinlikle on­ların da bunu demeye hakları yoktur. Diyeceğiz ki onlara; ey yahudiler ve Ey hıristiyanlar! Sizin asıl dininiz İslâm’dır, bak ecdadınız biz müslümanız dediler.
İşte büyük dedeniz İbrahim; ben müslümanım demişti, Yakub; ben müslümanım demişti ve onun oğulları, İsrâil oğulları, sizin ataları­nızın hepsi de biz müslümanız demişlerdi. Şimdi siz nasıl olur da atalarınızın dinini terk edip, başka bir dine girersiniz? Nasıl olur da İslâm’ı terk edip, müslümanlığı terk edip de başka bir isimle anılır­sı­nız? Nasıl olur da biz müslüman değiliz, biz hıristiyanız, biz yahudiyiz diyebilirsiniz? Nasıl olur da siz müslüman olmadığınızı söyleyebilirsi­niz? Diyeceğiz onlara.
Şimdi ataları biz müslümanız dedikleri halde bu yahudi ve hı-ristiyanlar, İslâm’a karşı çıkarak, İslâm’ı reddederek nasıl olur da bu­nun haklılığını savunabilirler? Bunun mantığı da yoktur, sa­vunulabile­cek bir yanı da yoktur. Yâni sormak lâzım bu konuda delilleri nedir acaba? İşte bizim delilimiz. Yakub (a.s) oğullarını toplamış, İsrâil oğullarını toplamış ve onlara İslâm’ı vasiyet etmiş­tir. Ve onlar da biz­ler müslümanız demişlerdir.
Öyleyse tek din İslâm’dır, başka hiçbir di­nin yasallığı yoktur. Ya yeryüzü insanlığı, özellikle yahudi ve hıristiyanlar ya bu dine teslim olur öncekiler gibi cennete giderler ya da cehenneme gitmeyi göze alır cehen­neme giderler, başka çaresi yoktur bunun.
Hani daha önce yahudi olursanız cennete gidersiniz! Hıristi­yan olursanız cennete gidersiniz! Cennete gidebilmek için mutlaka yahudi ve hıristiyan olmak zorundasınız, bunun başka çaresi yoktur diyorlardı ya; işte biz de onlara bunu diyeceğiz.
Müslümanlara da aynı şeyi söyleyeceğiz. İşte kitabın aslı da bu dinin aslı da budur. Hal böyleyken ey müslümanlar, nasıl olur da sizler tıpkı yahudi ve hıristiyanlar gibi kitabı ve peygam­beri bırakıp da kendinize yeni yeni önderler bulmaya, önderler aramaya kalkışırsı­nız? Nasıl olur da kitabı ve peygamberleri tanı­mak ve tanıtmak durur­ken, başka önderleri anlatıp onları tanıt­maya çalışıyorsunuz? Bu ümmet kitabı tanıdı, kitabı gündeme ge­tirdi, Kur’an’ı tanıdı da başka­larının kitaplarına mı geldi sıra? Bu üm­met peygamberleri tanıdı, pey­gamberlerin sîretlerini tanıdı, öğ­rendi de peygamberleri gündeme ge­tirdi de artık sıra başkalarına mı kaldı? Nasıl oluyor da Allah’ın kita­bını henüz tanımadan başka kitapları tanımaya yöneliyorsunuz? Başka kitapları tanıtmayı gün­deme getirmeye çalışıyorsunuz?
Ve nasıl oluyor da Peygamberleri tanımadan başkalarını tanı­maya yöneliyorsunuz? Yoksa sizler de bu İsrâil oğulları gibi sözde kitap, peygamber deyip de, kendinizi sözde kitaba ve pey­gambere izâfe edip de başka şeylerin peşine mi takılıyorsunuz? Tıpkı İsrâil oğulları gibi biz peygamberlerin yolundayız deyip de peygamberlerin örnekliliğini bırakıp, başkalarının örnekliğini mi gündeme getirmeye çalışıyorsunuz?
Öyleyse gelin ey müslümanlar! Birilerini gündeme mi getir­mek istiyorsunuz? Hafta mı kutlamak istiyorsunuz? Yahut birileri­nin anma gecesini mi yapacaksınız? Birini gündeme mi getirmek istiyorsunuz? Size örnek ve önderler olarak Allahu Teâlâ’nın kita­bında peygamber­ler var. Gündeme getirecekseniz onları gün­deme getirin, tanıtacaksa­nız onları tanıtın, gece yapacaksanız onların gecelerini yapın. Pey­gamberler ve bir de Kur’an-ı Kerîmde tanıtılan kahramanlar var. As-hab-ı Kehf, mü'min insan, Yâsîn sû­resinde anlatılan kahraman. İşte gündeme getirmek zorunda ol­duğunuz ve yasal olarak önder kabul edeceğiniz, bunlardan başka hiçbir kimse yoktur.
Yâni sizler, sözlerinizi ve fiillerinizi birilerinin sözleriyle, birileri­nin hareketleriyle desteklemek mi istiyorsunuz? Amellerinizi bazı in­sanlara benzetmek mi istiyorsunuz? Gelin bu örneklere benzetin. Zira bunlardan başkası Allah katında yasal değildir diye­lim. Öyleyse ke­sinlikle insanları, insanlara çağırmayalım. İnsanları kendimize çağır­mayalım. Gelin ey insanlar bizim gibi olun, bize benzeyin, bizi örnek alın demeyelim. Çünkü eğer insanlar bizi ör­nek alırlar ve bize benze­meye çalışacak olurlarsa, bizde çakılıp kalacaklar, bizi bir adım öteye aşamayacaklardır. Olsa olsa ancak bizim kadar olabileceklerdir. Biz de hiçbir zaman dinde temel de­ğiliz, örnek değiliz. Gerçek örnekler, yasal örnekler Allah’ın seçtiği ve kitabında bizim için örnek olarak sunduğu peygamberler ve kahramanlardır.
Yakub (a.s) çocuklarına bunu tavsiye ediyordu. Biz de böyle yapmalıyız. Ama bakıyoruz, pek çok müslüman, çocukla­rını Allah’ın dinine hizmete yatırım yapmaktan ziyâde dünyaya ya­tırım yapmakta­dırlar. Kendi çocuklarıyla, başkalarının çocukları arasında ayırım yap-maktadırlar. Allah’ın dinine hizmet noktasında tehlikeli bir durum söz konusu olduğu zaman kendi çocuklarını emniyete almaya çalışı­yorlar. Onu başkalarının çocuğu yapsın, benimki emniyette olsun di­yorlar. Halbuki peygamberler böyle yapmıyorlardı.
134:"Onlar bir ümmetti geldi geçti. Onların ka­zan­dıkları kendilerinedir. Sizin kazandıklarınız da size­dir ve sizler onların yaptıklarından sorumlu tutulmaya­caksınız."
Yâni onların yaptıklarından sizler hesaba çekilecek değilsi­niz, yâni biz Peygamberin yolundayız diyerek, onun yolunun dışında bir hayat sürmek, biz Muhammed (a.s) 'ın yolundayız di­yerek onun yolu­nun dışında bir hayat sürmek hiçbir mânâ ifade etmeyecektir. Biz İb­rahim’in yolundayız, biz Yakub’un yolundayız, biz İsrâil oğullarıyız, biz Mûsâ’nın, biz İsa’nın yolundayız diyerek, onların yolunun dışında bir yol izlemek hiçbir mânâ ifade etmeye­cektir.
Sizler ey yahudiler ve ey hıristiyanlar, onların torunları ol­ma­nıza rağmen onlarla aranızda gerçek bir bağ yoktur, kalma­mıştır. Onların yolundan saptıktan, onların dini olan İslâm’ı terket­tikten sonra onlarla aranızda bir bağ iddia etmeye hakkınız yoktur. Biz filan pey­gamberin torunlarıyız, biz falan peygamberin yolun­dayız diye öğün­meye hakkınız yoktur. Zira Allah size atalarınızın ne yaptığını değil, sizin ne yaptığınızı soracaktır. Onlar başka, siz başkasınız. Siz hiçbir zaman onlar değilsiniz, onlar da sizden değildir. Sizler, onların evlât­larıyız diye kuru bir nesep iddiasında­sınız. Bu iddia sizi asla kurtar­mayacaktır. Atalarınızın tarihiyle öğünmeyi bırakın da siz nesiniz ona bakın. Sizler, kendiniz iyi ameller işlemezseniz tarihinizle öğünmeniz size hiç bir şey sağla­mayacaktır.
Yine aynen bunun gibi sizden öncekiler kötü şeyler yapmış­larsa, ama sizler onların bu kötülüklerine uymamışsanız, onların gü­nahları da sizden sorulmayacaktır.
"İnanan, soyları da imanda kendilerine uyan kim­se­lere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiç bir şey eksiltilmez. Herkes kazancına bağlıdır."
(Tûr: 21)
Yâni herkes kendi yaptıklarıyla rehin tutulur. Herkes kendi yap­tıklarından hesaba çekilir. Öncekilerin ne iyilikleri, ne de kötülükleri sizi ilgilendirmeyecektir.
"İnsan için ancak sa’y ettiği şey vardır ve insan so­nunda onu bulacaktır."
(Necm: 39)
"Sur’a üfürülünce artık aralarında ne soy sop ka­lır, ne de hal hatır soracak halleri kalır."
(Mü’minûn: 101)
Biz de öyleyiz. Eğer bugün bizler de bu peygamberlerin yo­lun­dayız, iddiasında bulunur da amelimizle, imanımızla, hayatı­mızla, ai­lemizle, toplumumuzla onların yolundan ayrılır ve bunu sadece dili­mizle söyler; ama hayatımızla yalanlarsak, biz de onların gittiği yere gitme hakkını kaybedenlerden oluruz Allah korusun.
Onların gerçekleştirdiği bir imanı, onların gerçekleştirdiği bir ha­yatı, onların gerçekleştirdiği bir teslimiyeti bizim de gerçek­leştir­memiz şarttır. Bunu yaparsak biz de onlarla beraber oluruz, ama aksi takdirde atalarıyla öğünen insanlardan oluruz ki; bu asla bizi kurtar­mayacaktır.
135:"Yahudi ve hıristiyanlar diyorlar ki; yahudi ve hıristiyan olunuz, kurtulursunuz. De ki; hayır biz hak yol üzere bulunan İbrahim’in di­nindeyiz. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı."
Bin dört yüz sene önce Medine’deki yahudi ve hıristiyanlar di­yordu ki; “Yahudi ve hıristiyan olursanız, kurtulursunuz.” Günümüzde yahudi ve hıristiyanlar da diyorlar ki; yahudi ve hıristiyan olursa­nız, kurtulursunuz. Sizin ekonominiz bozuk, ticaretiniz bozuk, eği­timiniz iflas etmiş durumda, siyasal yapınız bozuk, aile düzeniniz bozuk. Her-şeyiniz tefessüh etmiş durumdadır. Tabi önce kendileri bir bozdu­lar, kendi düzenlerini önce bir bozdular, sonra bi­zimkini de bozdular, bizi böyle bir boşlukta bıraktılar, sonra da di­yorlar ki bu durumdan kurtulmak için yahudi ve hıristiyan olmak zorundasınız, başka çareniz yoktur. Ya yahudi olacaksı­nız, yahut da hıristiyan olacaksınız başka çareniz yoktur. Eğer yahudi veya hıristiyan olursanız, tüm bu bozuk düzen haya­tınız düzelecek diyorlar.
Önce kendileri bir bozdular, yâni kendileri önce İslâm’dan uzak­laştılar, yahudi ve hıristiyan oldular. Sonra bize yöneldiler, bizi de bozdular, bizi de İslâm’dan uzaklaştırdılar. Bizi de aynen kendileri gibi yaptılar. Hemen hemen herşeyimizi bozdu­lar, herşeyimizi felç ettiler. Yâni önce bizi ortada bıraktılar ve sonra da şimdi diyorlar ki: Bakın herşeyiniz bozuldu. Hukukunuz, aile düzeniniz, eğiti­miniz, sanayiiniz herşeyiniz iflas etti. Şu anda çıkmazdasınız. Başka ça­reniz yok; bu durumdan kurtulabilmek için yahudi veya hıristiyan ol­mak zorundasınız. Bizim gibi olmak zorundasınız.
Aslında bizi olduğumuzdan çok fazla bozuk göstermeye çalışı­yorlar. Kendilerinin işleri yolunda da bizler çok kötü durum­daymışız gibi gösteriyorlar. Mübâlağa yapıyorlar, halbuki İslâm dünyası onlar kadar bozulmadı elhamdülillah. Onların hayatı biz­den çok daha bozuk aslında. Tüm hayatları bozuk. Aile hayatları kalmamış, sosyal hayat­ları bozuk, insanî ilişkileri bozuk, ahlâkları bozuk, her şeyleri bozuk. Kokuşmayan bir tek şeyleri kalmamış, ama şimdi tam yol ayırımına geldiğimiz bir dönemde, kendileri gibi bizi de bozup sap gibi ortada bıraktıkları bir dönemde diyorlar ki: Eğer yahudi veya hıristiyan olur­sanız her şeyiniz düzelecek, başka da çareniz yoktur. Ortak pazara gireceksiniz, başka çareniz yoktur. A.E.T. ye üye olacaksınız, İ.M.F. nin denetimine gi­receksiniz, gümrük birliğine gireceksiniz, herşeyinizi değiştirecek­siniz, herşeyinizle bize teslim olacaksınız, başka çareniz yoktur diyorlar.
Bunu denedik biz. Bu dediğinizi yıllardır denedik biz. Yıllar­dır herşeyimizi değiştirdik bunlar hatırına. Yazımızı değiştir­dik, hukuku­muzu değiştirdik, cumamızı, tatilimizi değiştirdik, tari­himizi, kültürü­müzü değiştirdik, âdetlerimizi, kılık kıyafetimizi de­ğiştirdik, kanunları­mızı değiştirdik, herşeyimizi değiştirdik bunlar hatırına. Ama bakıyo­ruz ki düzelmek, iyiye gitmek şöyle dursun battıkça battık, gömül­dükçe gömüldük. Öyleyse şimdi de sıra bizdedir. Artık söz söyleme sırası bize gelmiştir. Ümmet aklını başına aldı elhamdülillah. Biz de onlara diye­ceğiz ki, yok yok, yok artık sizi dinlemeyeceğiz. Artık sizin dediklerinize kulak vermeyeceğiz. Artık sizin akıntınıza, sizin kıble­nize gitme­yeceğiz. Sizi kıble edinmeyeceğiz. Sizin yörüngenize gi­rip sizin gitti­ğiniz yere gitmeyeceğiz. Sizi dinleyip sizin gibi pisliğe batmayacağız. Hayır hayır:
"Hayır, biz hak yol üzere bulunan İbrahim’in di­nin­deyiz. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı."
Bizler tek olan Allah’a inanan İbrahim’in milletine, İbrahim’in fıt­rat di­nine, dosdoğru dinine tabi oluyoruz ki; o İbrahim sizler gibi müş­riklerden de değildir, diyeceğiz. Peki niye böyle dememizi istedi Rabbimiz. Yâni neden bizler Muhammed (a.s)’ın getirdiği İslâm dini üzere olacağız denmedi de İbrahim’in dini, İbrahim’in milleti üzeri­ne­yiz dendi? Neden onlara böyle dememizi istedi Rabbimiz? Bu­nun se­bebi şudur Allahu âlem: Çünkü yahudiler de, hıristiyanlar da Hz. İbra­him’i biliyorlar, onlar da Hz. İbrahim’i seviyorlar, onlar da ona inan­dıklarını iddia ediyorlar ya, işte onun için böyle ortak bir paydada bir­leşme teklifi için böyle dememiz isteniyor. Onlara cevap verir­ken bile onları hakka davet etmemizi istiyor Rabbimiz. Onlara acımamızı, mer-hamet etmemizi istiyor. Bizim onlar gibi yapmama­mızı, onlara benzememizi, onların bize yaptıkları gibi büyüklük taslamamızı iste­miyor Rabbimiz.
Yâni biz, onların bize yaptığı gibi onlara hava atmamalıyız. Onların yaptığını yapmamalıyız. Zira müslüman, birilerine rağmen, bi­rilerine binaen tavır belirlemez. Onlar bize böyle yaptı, o halde biz de onlara bunu yapalım mantığı yanlıştır. Evet, biz onlara bunu derken, onların bize yaptığı gibi onların hayatını bozmak, onları sap gibi or­tada bırakmak için değil, ya da onlara biz doğru yoldayız di­yerek hava atmak için değil, gerçekten onları hayra, hakka davet etmek için diye­ceğiz. Onlarla ortak bir payda bulabilmek için böyle diyeceğiz. Hani Âl-i İmrân’da da aynı teklifi görüyoruz:
"De ki: Ey kitap ehli! Gelin hep beraber aramızda ortak bir kelimede bir araya gelelim. O da Allah’a kul­luk etmek, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamak, Allah’ı bı­rakıp birbirimizi Rab olarak benimsememektir. Eğer yüz çevi­rirlerse "Bizim müslüman olduğumuza şahit olun" de­yin."
(Âl-i İmrân: 64)
Gelin ey yahudi ve hıristiyanlar, Allah’tan başka İlâh kabul et­me­yerek asgari bir müşterekte birleşelim deniyordu. Burada da aynı­sını görüyoruz. Gelin ey yahudiler! Ey hıristiyanlar! İbrahim’in mille­tinde, İbrahim’in dininde birleşelim. Zira İbrahim sizin de bizim de ka­bul ettiğimiz bir peygamberdir. İsrâil oğullarının da İsmail oğullarının da atasıdır İbrahim. Sizin de bizim de atamız olan Hz. İbrahim’in di­ninde, Hz. İbrahim’in milletinde birleşelim. Çünkü İbra­him’in (a.s) kim­liğini Rabbimiz şöyle anlatıyordu:
"İbrahim (a.s) ne yahudi ne de hıristiyan’dı, lâ­kin o hanif ve müslümandı."
(Âl-i İmrân: 67)
Âyetiyle İbrahim’in (a.s) kimliği de anlatılıyordu.
Şu anda bir teklifte bulunalım müslümanlara. Ülkenin gele­ceği konusunda söz sahibi olan, düşünen, bu konuda kafa yoran herkese. Allah’ın kitabını bir kenara bırakıp, peygamberin sünne­tini bir kenara bırakıp, şu veya bu vadide çözüm arayanlara, ya­zarlara, çizerlere, düşünürlere, idarecilere, yöneticilere, tüm ülke insanına diyelim ki: Gelin ey insanlar! İnsanlığın çözüm aradığı, çare aradığı, huzur ve sü-kun aradığı, güven aradığı şu ortamda unuttuğunuz, nazar-ı itibara al-madığınız bir gerçeği söyleyelim. Hidâyet Allah’ın hidâyetidir, yol Allah’ın yoludur, çö­züm Allah’ın çözümüdür, çözüm İslâm’dır. Gelin yıllar yılı başka yerlerde çözüm aradık, ama bulamadık. Gelin bir de Allah’a müracaat edelim. Şu ana kadar hep ondan başkalarına gittik, ondan baş­kalarına müracaat ettik, hep başkalarının kapısını çaldık. Şimdi de Allah’ın istediği bir hayata talip olalım, Allah bizi sahil-i se­lâmete çıkaracaktır. Gelin şöyle diyelim:
"Biz Allah’a, Allah’tan bize indirilene, İbrahim, İs­mail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Mûsâ ve İsa’ya verilenlere, peygamberlere Rablerinden verilen­lere iman ettik. Biz, onlar arasında herhangi bir ayırım yap­mayız, ve biz Allah’a teslim olmuşuz deyin."
Yâni sizler gibi din konusunda, peygamberler konusunda ırk­çı­lar değiliz biz. Zira yahudiler sadece Hz. Mûsâ’ya ve ona indirilen Tevrat’a inandıklarını iddia ediyorlar ve diğerlerini reddedi­yorlardı. Hı­ristiyanlar da sadece Hz. İsa’ya ve ona indirilen İncil’e inanıyorlar ve başkalarını reddediyorlardı. İsa’dan başka peygam­ber, İncil’den başka kitap yoktur diyorlardı. Böylece dinde ırkçılık yapıyorlardı. Biz diyo-ruz ki; biz onlara da iman ediyoruz. Mûsâ’ya da iman ediyoruz, Mûsâ’ya gönderilen Tevrat’a da iman ediyoruz. İsa’ya da iman ediyo­ruz, İsa’ya gönderilen İncil’e de iman ediyo­ruz. Muhammed’e (a.s) da iman ediyoruz, ona gönderilen son ki­tap Kuran’a da.
Böylelikle bizler dinde ırkçılık yapmıyoruz. Peygamberler ara­sında da böyle bir ayırım yapmıyoruz. Hz. İsa bizim peygambe­rimiz­dir, Hz. Mûsâ bizim peygamberimizdir. Hz. Mûsâ, Hz. İbrahim, Hz. İs-mail, İshak, Yahya, Zekeriyya, Harun, Dâvûd hepsi de bizim pey­gam-berimizdir. Biz hepsine inanıyoruz. Bunların hepsi de aynı kay­naktan gelen peygamberlerdir. Bunların hepsi de aynı ağacın dalları ve meyveleridir. Tarihin değişik zamanlarında insanlığa Al­lah tarafın­dan sunulmuş meyvelerdir bunlar.
Ama şunu söyleyelim burada: Kur’an’a iman etmekle; Tev­rat’a ve İncil’e iman etmek ayrıdır. Bunu Bakara’nın başında de­meye ça­lışmıştım. Bizler Kur’an’a iman ederken, onu pratikte uy­gulamak üzere iman ediyoruz. Amel etmek üzere, hayatımızda uy­gulamak üzere iman ediyoruz. Yine öteki peygamberlere gönderi­lip de Kur’an’da zikredilenlere de, onları da hayatımızda uygulamak üzere iman ediyoruz. Onlarla da sorumlu olduğumuza iman ediyo­ruz. Ama önceki kitaplarda indirilip de bizim kitabımızda zikredil­meyenlerin de gerçekliliğini kabul ediyoruz. Yâni Allahu Teâlâ böyle bir kitap gön­dermiştir; böyle bir kitap gelmiştir diye buna da inam ediyoruz. İşte bi­zim bu imanımız Hz. Adem’le başlayan, Hz. Muhammedle son bulan köklü ve mükem-mel bir imandır. Böyle köklü bir din, böyle köklü bir iman başka dinde yoktur. Böyle bir iman ne hıristiyanlarda, ne yahudilerde, ne de başka birilerinde vardır.
137:"Eğer onlar, sizin inandığınız gibi iman eder­lerse, onlar da doğru yolu bulurlar, hidâyete ererler. Eğer size karşı yüz çevirip küfredecek olurlarsa onlar mutlaka bir şikakın, ayrılığın, parçalanmanın içinde olacaklardır."
Onlar bize diyorlar ki; gelin, yahudi ve hıristiyan olun, kurtu­lun. Biz de onlara diyeceğiz ki; hayır öyle değil, sizler eğer müslüman olursanız kurtulursunuz, başka çareniz yoktur. Âyet-i kerîmenin ifade tarzından anlıyoruz ki; Müslüman hiçbir zaman sa­vunmada kalamaz. Dikkat ederseniz bugün müslümanlar hep sa­vunmada kalmaktadırlar. Hep savunmada ve suskunlukta kal­maktadırlar. Çoğunlukla Müslü­manlarda hâlâ bu kompleksi ata­mamak vardır.
Yâni adam müslüman, ama hâlâ gavurun karşısında komp­leks içinde. Adam hem müslüman hem de aşağılık duygusu içinde; me­selâ gâvura sen cehennemliksin diyemiyor adam. Sen yanlış yoldasın diyemiyor. Halbuki gâvura sen yanlış yoldasın, bu halinle cehennem­liksin, cehenneme gideceksin demek ona en büyük merhamettir aynı zamanda. Yâni ona yanlışını söyleyelim ki adam hiç olmazsa yanlışını anlasın ve cennete gitmenin yollarını arasın. Diyemi-yor adam ona bunu. Hiç bir şeyine dokunmuyor. İşte gel beraber yaşayalım, gül gibi geçinip gidelim diyor, adam onun yan­lışını gündeme getirmiyor. Ta­mam o zaman cehenneme kadar yaşarsın beraber.
Madem ona acıyorsun, aynı mahallede yaşıyorsun, aynı şe­hirde yaşıyorsun, aynı iş yerinde bulunuyorsun, aynı apart­manda otu­ruyorsun, hattâ o gavurun işinde, işyerinde çalışıyorsun, o zaman adama; arkadaş, sen yanlış yoldasın, bozuk yolda­sın, bu halinle sen cehenneme gidiyorsun, sana acıdığım için söylüyorum, gel müslüman ol da bu azaptan, cehenneme gidişten kendini kurtar, demelisin. Bu ona kötülük değil ki. Bu onu üzmek ve kırmak da değildir. Aslında onun hayatını sorgulamamak ona kötülüktür. Onu bu gittiği yolda uyarmamak, ona acımamak onun ateşe gidişine göz yummak ona kötülüktür. Aynı zamanda onun hayatını sorgu­lamamak bize de kötülüktür. Çünkü o zaman müslüman hep sa­vunmada kalıyor demektir. Biz savunmada kaldığımız sürece hep kaybeden oluruz. Meselâ soruluyor müslümana: Niye namaz kılıyorsun? E, ku­sura bakma işte kılıyoruz. Niye örtünüyorsun? Kusura bakma alış­kanlık işte ne yapalım. Niye oruç tutuyorsun? E, kusura bakma filan. Böyle böyle sonunda da kusura bakma sen nasıl istersen öyle yapa­yım demek zorunda kalacaktır müslüman. Sen nasıl is­tersen öyle ya­şayayım demek zorunda kalacaktır müslüman. Kar­şısındaki gavuru uyarmayan, kendi kimliğini net bir biçimde ortaya koyamayan müslüman, sonunda susmaya ve savunmada kalmaya mahkum ola­caktır. Halbuki müslüman tek başına da olsa hep hü­cumdadır, kesin­likle o savunmada olamaz. Olur mu bu? Bakın ilk gelen âyetlerde Al­lah buyurur ki:
"Sen onlara birazcık mühlet ver peygamberim."
(Müzzemmil: 11)
Sen mühlet ver onlara. Kim mühlet verir aslında? Güçlü kuv­vetli olanlar mühlet verir değil mi? Ama bakın bu âyetler geldiği za­man peygamberimizin yanında üç beş müslüman ya var, ya yok. Za­hiren hiçbir gücü kuvveti yokken, tek başınayken bile Allah’ın Rasûlü hep hücumdadır. Hiçbir zaman savunmada ve suskun­lukta değildir. Öyleyse biz de insanları sürekli uyaracağız, bakın sizin bu haya­tınız çıkmazdadır, gelin aklınızı başınıza alın da hayatınızı dü­zeltin, size acıdığım için bu uyarıda bulunuyorum, yarın bu gidi­şin sonu perişanlıktır diyelim inşallah. Hasbel kader dar’ul harpte gâvurla­rın işinde çalışıyor olsak bile kesinlikle savunmada ve sus­kunlukta olmayalım, onları açık ve net bir biçimde uyarmaya de­vam edelim. Evet, yahudi ve hıristiyanlara diyelim ki; gelin müslüman olun, kurtulacaksınız.
"Eğer size karşı yüz çevirip küfredecek olurlarsa; on­lar mutlaka bir şikakın, ayrılığın, parçalanmanın içinde olacaklardır."
Yâni asıl olan İslâm’dır. Demin anlattı Rabbimiz; Hz. Ademden ve Hz. İbrahim’den bu yana kök İslâm’dır dedi. Kim on­dan ay­rılırsa, onlar ayrılığın içine düşmüş olacaklardır. İslâm asıl olunca, nerede olursa olsun İslâm’dan yana olan, İslâm’dan söz eden kişi, birlikten ve beraberlikten söz ediyor demektir. Ama ne gariptir ki, bugün birileri bir yerlerde İslâm’dan bahsedince, dinden bahse­dince hemen birileri onun ayrılıkçı olduğunu, ayrılık tohum­ları ek­meye çalıştığını söylü­yor-lar. Dinden, İslâm’dan bahseden­lere fitne çıkarıyorsunuz, ayrılık yap-maya çalışıyorsunuz diyorlar. Allah di­yor ki; bakmayın siz onlara asıl ayrılıkçı olanlar, asıl fitne çıkaran­lar, asıl bölücü olanlar kendileri­dir. İslâm, asıl olduğuna göre İs­lâm’dan kopanlar, İslâmdan ayrılanlar ayrılık tohumları ekenlerin ta kendileridirler.
Meselâ bu milletin yüzde doksan sekizi bir araya gelip, biz İs­lâm’ı istiyoruz, biz Allah’ın dinini istiyoruz, biz Allah’ın sistemini yaşa­mak istiyoruz deseler, yine de bu hak onlara verilmez. Niye? Çünkü onlar ayrılıkçıdır. Ötekiler toplumun yüzde ikisini teşkil et­seler bile bu yüzde ikiyi teşkil edenler ayrılıkçı değil, ama yüzde doksan sekiz ayrı­lıkçıdır. Yüzde ikiyi teşkil edenler birlikten yana­dır, ama bu yüzde doksan sekizi teşkil edenler bölmeden yanadır, bölücülükten yanadır. Halbuki ayrılıkçının kim olduğunu Allah söylüyor. İslâm’dan ayrılan kişi ayrılıkçıdır. İslâm köktür, İslâm asıldır kim ondan ayrılmışsa, kim onu terk etmiş başka şeylerin peşine takılmışsa işte o ayrılığa düş­müş demektir. Öyleyse peygamberin ve ey peygamber yolunun yolcuları, gözü­nüzü açıp iyi dinleyin:
"Varsın ayrılsınlar Peygamberim sen üzülme, on­lara karşı sana Allah yeter."
Ayrılırlarsa ayrılsınlar. Ne olurlarsa olsunlar, ne kadar çok olur­larsa olsunlar, güçleri kuvvetleri medeniyetleri ne kadar olursa olsun hiç fark etmez, onlara karşı sana Allah yetecektir. Yetmiş de. Bakıyo­ruz; Mekke’deki Allah’ın Rasûlü’nü ve müslümanları bir dü­şünün. Kimleri vardı onlara yardım edecek? Kimleri vardı onları koruyacak? Ama bakıyoruz ki; çok kısa bir süre sonra Medine’de devlet kurmuş­lar, Bedir’de 313 kişiyle müşriklere galip gelmişler, üç beş yıl sonra on bin kişilik bir orduyla Mekke’yi fethetmişlerdir. Allah onlara yardım et­miş ve tüm düşmanlarına karşı Allah onlara yetmiştir. Allah onlara karşı sana yeter demişti Rabbimiz, yetti de ger­çek­ten. Bu âyetler aynı zamanda bize de hitap ediyor. Eğer bu­gün bizler de Allah çizgisinde, peygamber çizgisinde bir hayat ya­şayacak olursak hiç kimseden korkmayalım, çünkü Allah bize de yetecektir. Ama şunu da hiçbir zaman unutmayalım ki Allah’ın dinin­den yüz çevirmenin sonucu, parça parça olmaktır, ayrılık içine düşmektir. Bakın bu yahudiler, bu hıristi-yanlar asıldan, İslâm’dan koptukları için ayrılık içine düşmüşlerdir. İşte şu anda yeryüzü müslümanları bu du­rumu yaşamaktadır. Allah’ın kitabını terk et­melerinin sonucu olarak parçalanmanın, ayrılığa düşmenin en ta­lihsiz derecesini yaşamakta­dır. Müslüman ülkeler sun'i sınırlarla birbirlerinden ayrılmışlar, hattâ kendi ülkelerinde bile kendi sınırları içinde bile ne kadar paramparça olmuşlardır. Bilelim ki tekrar asıl olan dinlerine tekrar kitaplarına dö­necekleri güne kadar da bu du­rumdan kurtulmaları mümkün olmaya­caktır.
138:"Allah’ın boyasıyla boyanın. Allah’tan daha gü­zel boyası olan kim var? Biz ancak ona ibâdet edenle­riz."
Allah’ın boyası İslâm’dır. Şekil olarak kişiye Allah’ın boyası vu­rulmadı mı, onun yüzü simsiyahtır. En güzel boyayı, en güzel boya ile birleştirmeliyiz. Allah’ın boyasıyla boyanmalıyız. Yâni Allah dinine girmek, sadece ben de müslümanım diye dille söylenecek bir iddiadan ibaret değildir. Allah’ın boyasına, İs­lâm’ın boyasına boyanmak lâzımdır. Boya nasıl ki onunla boyanan şeyi değiştiriyor ve kendi rengine büründürüyorsa İslâm da böyle­dir. Kim İslâm’a girdiğini, Allah’ın boyasıyla boyandığını iddia edi­yorsa, bu boyanın eseri onda görülmelidir. Bu boyanın eseri onun tüm haya­tında kendini göstermelidir. İslâm’a giren kişi de bu dine bağlı oldu­ğunu her hareketinde göstermelidir. Çünkü hem Allah’ın boyasında hem de başkalarının boyasında olmak Allah korusun şirktir. İslâm boyası tek bir boyadır tek renk boyadır ve damla ka­dar da olsa başka hiçbir boyayı kabul etmez. Bu boya yalnız Al­lah’a ibâ­det edip ona hiçbir otoriteyi, hiçbir gücü ortak koşmamayı gerektirir. İslâm ona boyanan kişinin şahsında açıkça görülmelidir. Ben müslümanım dedikleri halde, ben İslâm boyasına, ben Allah boyasına boyandım dedikleri halde üzerlerinde bu boyanın eserini bile göster­meyenler kesinlikle o boyada değiller demektir. Evet, boya Allah’ın boyasıdır. En güzel boyayı Allah vurur. Yahudilerin boyası mı, yoksa hıristiyanların vaftiz boyası mı, yoksa Allah’ın İslâm boyası mı? Hayır Allah’ın boyası en güzel bo­yadır.
Biz ancak O’na ibâdet ederiz. Biz sadece Allah’ın boya­sıyla bo­yanırız. Biz Allah boyasının yanında başka boyalarla da boyanarak Allah’tan başkalarına da kulluk etmeyiz. Böylece şirke düşmeyiz. Biz sadece O’na kulluk ederiz.
39:"De ki; Allah konusunda bizimle tartışıyor mu­sunuz? Allah konusunda bizimle tartışmaya mı giri­yorsu­nuz? Halbuki o Allah, bizim de sizin de Rabbinizdir. O zaman bizim amellerimiz bize ait sizinkiler de sizin olsun. Biz ancak O’na muhlis kullarız”
O Allah sizin de bizim de Rabbimiz olduğu halde bu konuda tartışmak mı istiyorsunuz? Ey yahudiler ve ey hıristiyanlar Allah konusunda bizimle tar­tış­maya mı giriyorsunuz? Allah öyle demediği halde, biz öyle inanmadı­ğımız halde sizler Allah’a oğullar mı izâfe etmeye kalkışı­yorsunuz. Halbuki bizim inandığımız Allah, bize indirdiği kita-bında bize anlattı ki; bunun gibi tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. Onun ne oğlu var, ne kızı ne de karısı. Ne yardımcıları var, ne de yetkilileri.
Buna yetkiniz olmadığı halde, Allah’ın yetkileri konusunda, Al­lah’ın sınırları konusunda, Allah’ın hayata karışması konusunda hâlâ bizimle tartışmaya mı giriyorsunuz? Allah’ın rubûbiyeti konu­sunda, Allah’tan başkalarının da rubûbiyet hakkına sahip olduğu konusunda, Allah’tan başkalarının da kanun koyma yetkisine sa­hip oldukları ko­nusunda bizimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Allah’ın İlâhlığı ko­nusunda, yâni Allah’tan başkalarına da kulluk edilmesi konusunda bi­zimle tartışmaya mı giriyorsunuz? Allah’ın hayata karışması konu­sun-da bizimle tartışmak mı istiyorsunuz? Allah hayata karışmaz mı demeye çalışıyorsunuz? Ya da Allah hayatın sadece bazı bölümlerine karışır, öteki bölümlerine karışa­cak başka İlâhlarımız var demeye mi çalışıyorsunuz?
Eğer böyle yaparsanız, gökleri ve yerleri yaratması konu­sun-da, sizleri var etmesi konusunda Allah’ı kabul eder, Allah’ı yet­kili kabul eder; ama yeryüzündekileri yönetmesi konusunda, emir­ler ve kanunlar göndererek hayatımıza karışması konusunda, hâ­kimiyeti konusunda Allah’ı kabul etmemeye mi çalışıyorsunuz? Vazgeçin bu sevdadan. Bizimle bu konuda tartışmaya girmeyin. Çünkü O Allah, hepimizin Rabbidir. Ve hepimiz O’na teslim olmak zorundayız. Biz Allah’a inanırken, onun sadece bizim Rabbimiz ol­duğunu iddia etmi­yoruz. Bizim Rabbimiz olan Allah’ın aynı za­manda sizin de Rabbiniz olduğuna inanıyoruz.
Bizimle Allah konusunda tartışmak mı istiyorsunuz? Eğer bi­zim size tanıdığımız düşünce özgürlüğünü, fikir özgürlüğünü, ibâdet özgürlüğünü siz de bize tanısanız, bu tartışma kolayca çö­zülecektir. Çünkü biz din ve vicdan hürriyetine, düşünce hürriye­tine inanıyoruz. Başka din sahiplerinin inanışlarına, düşüncelerine, ibâdetlerine ka­rışmıyoruz. Çünkü bakın bundan sonra gelecek âyet-i kerîmede zaten bu anlatılacak. Ey yahudi ve hıristiyanlar! Eğer bu şekildeki tavırları­nıza devam edecek olursanız: Tamam göklerin ve yerlerin yaratıcılığı onun olsun, gökler ve yerler onun olsun, ama bizim hayatımıza ka­rışmasın. Bizim kılık kıyafetimize, bizim hukukumuza, bizim eğitimi­mize, bizim kazanmamıza, har­camamamıza, bizim hayatımıza karış­masın demeye devam ede­cek olursanız, o zaman biz de size deriz ki:
"O zaman bizim amellerimiz bize ait, sizinkiler de si­zin olsun."
Sizin dininiz, sizin inanışınız, sizin hayat programınız, sizin kul­luk anlayışınız sizin olsun, bizimki de bizim olsun. Sizin amelle­riniz sizin, bizim amellerimiz de bizim olsun. Öldüğünüz zaman siz kendi amellerinizle, biz de bizim amellerimizle karşılaşalım. Siz, sizinkiler-den sorumlu olun, biz de bizimkilerden. Siz sizin amelleri­nizin karşılığı olan cehennemden, biz de bizim amellerimizin so­nucu olan cennetten razı olalım. Kâfirun sûresinde müşriklere ne demişti Rabbimiz?
"Sizin dininiz sizin olsun, bizim dinimiz de bizim ol­sun"
(Kâfirun:6)
Yâni sizler hem Allah’a, hem de putlara; hem Allah’a, hem de Allah’tan başkalarına kulluk yaparak bir din, bir yol, bir hayat tarzı sergileyebilirsiniz. Yâni yaşadığınız Hayatınızın bazı bölümle­rine Al­lah’ı, bazı bölümlerine de başkalarını karıştırabilirsiniz. Ha­yatınızın bazı bölümlerinde Allah’ı dinleyip, bazı bölümlerinde ise Allah’tan baş-kalarının kanunlarını uygulayarak müşrikçe bir yol tutabilirsiniz. Hem Allah’ı, hem de başkalarını razı etmeye çalışabi­lirsiniz. Hem Al­lah’a, hem de başkalarına kulluk edebilirsiniz. Ama bize gelince biz:
Ama bizler taviz vermeden, ihlâsla, katışıksız bir şekilde Al-lah’a ibâdet edicileriz. Biz sadece Allah’ı Rab bilip, sadece onu dinler ve sadece ona kulluk ederiz. Yâni böyle hem Allah’a kulluk edip, hem de binde bir de olsa başkalarını da dinlemeden yana olmayız, başka­larına da kulluktan yana olmayız. Bin gramlık bir temiz suya bir gramlık da zehir katarak onu iç­meden yana olmayız. Biz şirk koşmadan, hayatı parçalamadan Al­lah’a ibâdet ederiz. Sizler gibi hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de başkalarını memnun etme-den yana olmayız.
140:"Yoksa sizler (İbrahim milletine tabi olma­mak ve bu konuda bizimle mücâdele etmek için) İbra­him, İs­mail, İshak, Yakub ve torunlarının, bunların hepsinin yahudi ve hıristiyan olduklarını mı iddia edi­yorsunuz?De ki. Söyleyin bakalım, siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı? Allah hakkındaki, (Allah yanındaki) şehâdeti, (yâni Allah tarafından bildirilmiş bir bilgiyi) gizleyenden daha zâlim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."
Bu soru, bu büyük peygamberlerin yahudi ve hıristiyan ol­duk-larını iddia eden kendileri saptığı gibi bu peygamberleri de kendi sa­pıklıklarına alet etmeye çalışanlara yöneltiliyor. Bu yahudi ve hıristi-yanlar Allah’ın kitabında müslüman olarak haber verdiği bu pey­gam-berlerin yahudi ve hıristiyan olduklarını söylüyorlar. Halbuki bun­dan önceki âyetlerde son derece açık bir şekilde bu peygamberlerin, hepsinin birer müslüman olduklarını anlattı Rabbimiz. Bunlar, bu pey­gamberlerin müslüman olduklarını resmen söyleyemiyorlar. Neden? Çünkü o zaman otomatikman kendi kendile­rini reddetmiş olacaklar da ondan.
"De ki."
Bakın yine hücum var. Kur’an hiçbir zaman savunmada de­ğil­dir.
"Söyleyin bakalım, siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Al­lah mı?"
Allah biliyor ve şahitlik ediyor ki; o peygamberler ne ya­hudi’ydi ne de hıristiyan’dı. Bunu bize Allah bildiriyor. İnsanların bilgisi Al­lah’tandır. Bunu bize bildiren Allah’tır. Eğer bunu bize Al­lah bildirme­seydi biz de bilemezdik. Yâni bu kitaba dayalı olma­yan, peygambere dayalı olmayan hiçbir bilgi, gerçek bilgi değildir. Öyleyse gaybi konu­larda, gaybi meseleler konusunda Allah’ın bil­dirdiklerinin dışında söz söylenmemelidir. Yâni bu konularda söz söyleme hakkı sadece Al­lah’a aittir. Allah’tan başka hiç kimsenin söz söyleme hakkı yoktur. Evet, Allah bu konudaki bilgiyi kitapları ve Peygamberleri vasıtasıyla onlara da bildirmişti ama yoldan çı­kan bu yahudi ve Hıristiyanlar bu bilgiyi gizlediler. Bakın Allah bu­yurur ki:
"Allah hakkındaki, (Allah yanındaki) şehâdeti, (yâni Allah tarafından bildirilmiş bir bilgiyi) gizleyenden daha zâlim kim vardır?"
Allah’ın peygamber göndereceğini, bu peygamberin Kureyşten çıkacağını, bu peygamberin Mekke’de dünyaya gelece­ğini, doğma­dan babasını kaybedeceğini, kendisine Kur’an isimli bir kitap inece­ğini ve bu kitabın kıyamete kadar tüm insanlığa hi­dâyet rehberi ola­cağını, kıyamete kadar hüküm fermanı olacağını, kıyamet sonrası da insanlığın bu kitapla yargılanacağını gizleyen­den, saklayandan daha zâlim kim vardır?
Bildiği bir konuda şehâdeti, şahitliği gizleyen kişiden daha zâ­lim birisi olamaz. Bunlar bildikleri halde hak konusunda şahitliği giz­lemişlerdi, böylece zâlimlerden olmuşlardı. Ve böylece:
"Zâlimler benim ahdime ulaşamazlar!"
Evet, bildiğiniz bu gerçeği, bildiğiniz bu hakkı gizleyerek zâ­lim olan sizler, ey yahudiler ve ey hıristiyanlar kendilerine uyula­cak, ar­dından gidilecek ümmet olma vasfınızı kaybettiniz. Sizler bu duruma düşmüşken, size uyanlar nasıl olur da hidâyete ulaşa­bilirler? Sizin gibi olanlar nasıl kurtulabilirler? Evet, Rabbimizin bu âyeti gereğince bu yahudiler ve bu hıristiyanlar kendilerine uyula­cak, arkalarından gi­di-lecek lider ümmet olma vasıflarını kaybet­mişlerdi. Onlara uyanlar, onlarla beraber olanlar, onlar kaynaklı bir hayat yaşayanlar kesinlikle sapmak zorunda kalacaklardır. Onlarla ortak pazarlara, ortak eylemlere girmeye çalışanlar kesinlikle onların gittikleri cehenneme gitmekten kendilerini asla kurtaramayacaklardır.
Peki onların bu bozukluğunu anlatan bu âyet bize ne di­yor? Biz de okulda, çarşıda, pazarda, evde her yerde bildiğimiz hakkı giz­lemeyelim. Hakka şahitlik görevimizi hakkıyla yerine geti­relim ki; biz­ler de onların durumuna düşmeyelim inşallah. Bildiğimiz kitap bilgisini, peygamber bilgisini insanlardan saklamayalım, ka­famızdaki Kur’an bilgisini, peygamber bilgisini kafamızda sır küpü gibi toprağın altına götürme durumunda olmayalım ki bu yahudi ve hıristiyanların konu­muna düşmeyelim. Ne biliyorsak anlatalım hanımlarımıza, anlatalım çocuklarımıza, anlatalım herkese ve şehâdeti gizleyenlerden olmaya­lım inşallah. Kıyamet gününde ağ­zına ateşten gem vurulanlardan ol­mayalım.
"Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."
Yoksa sizler, ey yahudiler ve ey hıristiyanlar, bu bile bile ya­nı­nızdaki hakkı gizlemenizden Allah gafil mi zannediyorsunuz? Halbuki Allah gizlediklerinizden de haberdardır, açığa vurdukları­nızdan da ha-berdardır.
141:"Onlar bir ümmetti geldi geçti, onların yaptık­ları onlara, sizin kazandıklarınız da sizedir."
Yâni bunlar, bu hıristiyan’dı, yahudi’ydi dediğiniz peygam­berler sizden önce yaşamış kimselerdir. Ve onların yaşadıkları dönemlerde ne yahudilik vardı ne de hıristiyanlık. Demek ki, siz yalan söylüyorsu-nuz. Bu saydığınız peygamberlerin bir tek dinleri vardı; o da İs­lâm’dı ve hepsi de birer müslümandı. Sizler bildiğiniz bütün bu ger­çekleri gizleyerek, insanlara duyurmayarak saklaya­bileceğinizi sandı­nız. Biz gizlersek insanlar bunu bilemezler, anla­yamazlar sandınız. Halbuki Allah, sizin yaptıklarınızın tamamından haberdardır.
142: İnsanların içinden beyinsiz takımı, müslü-manları öteden beri döndükleri kıbleden Kâbe’ye çeviren nedir? diyecekler. De ki; doğu da Allah’ındır, batı da. Al­lah dilediğini doğru yola hidâyet eder, doğru yola iletir."
Âyet-i kerîme bu zâlimlerden liderlik alındıktan sonra kıble­nin Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilme­sini anlatır. İşte bu kıblenin değişikliğinin asıl önemini an­layamayan bazı beyinsizlerin müslümanların zihinlerini idlâl için, müslümanların kalplerinde şüphe uyandırabilmek için söyledikleri sözleri anlatır. İn­sanlardan bir kısım beyinsizler, sefihler, kârını, zararını bilemeyen in­sanlar, onları bu üzerinde bulundukları kıble­den çeviren nedir? Diye­cekler. De ki; doğu da, batı da Allah’ındır. Allah dilediğini doğru yola iletir.
Kıblenin değişmesiyle bu sefihlerin ne diyeceklerini Allah bili­yordu. Bunlar aynen Allah’ın buyurduğu gibi sözler söylemişlerdir. Bu beyinsizler Allah’ın böyle belli bir yönle, belli bir nokta ile sınırlı oldu­ğunu, bu şekilde kıble değişince de sanki bunun Al­lah’tan yüz çe­virme anlamına geldiğini düşünüyorlardı.
Halbuki doğu da Allah’ındır, batı da. Diler do­ğu­ya döndürür sizi, dilerse batıya döndürür. Allah’ın emriyle sizin do­ğuya, ya da ba­tıya dönmeniz, Allah’ın orada olduğu anlamına gel­mez. Kendilerine hidâyet edilenler, hidâyete ulaştırılanlar asla bu tür sapıklıklarla meş­gul olmazlar. Rabbimiz bu konuda hazırlıklı olması bakımından önce­den peygamberimizi uyarıyor, bu işe ha­zırlıyordu. Peygamberim, bu adamlar bir şeyler söyleyecekler, bu işin dedikodusunu yapacaklar, sen hiç üzülme, ne derlerse de­sinler, sen hiç aldırış etme, diyor sanki Rabbimiz.
Yâni, sanki bu müslümanlar kıble olarak Mescid-i Aksâ’ya dön­dükleri zaman Allah’ın emrinden başka bir şeye mi uymuş­lardı? Müslümanlar bu işi yaparlarken kendi heva ve heveslerine göre bir kıble oluşturmamışlardı.
Mescid-i Aksa’dan sonra Mescid-i Haram’a dönerlerken de yine Allah’ın emrine boyun eğiyorlardı. Allah onlardan nasıl bir ha­yat tarzı istiyorsa, öylece pratikte uyguluyorlardı. Şimdi birilerinin şöyle demeye hakkı yoktur: Sen niye Mescid-i Aksa’ya döndün? Eh Allah dedi ben de döndüm. Şimdi niye Mescid-i Haram’a dönü­yorsun? Eh, yine Allah dedi onun için dönüyorum. Kıbleyi belir­leme hakkı Al­lah’ındır, yönelişi belirleme hakkı Allah’a aittir. Öy­leyse müslümanları bu konuda sorgulamaya da kimsenin hakkı yoktur.
Görüyoruz ki kıblenin değişikliği problemi, Medine’de müslü-manları gerçekten uzun süre uğraştırmıştır. Medine’de yeni oluşan müslüman toplumu sarsmaya çalışan dış güçler vardı. Bu prob­lem, kıble meselesi, ehl-i kitabın da, müslümanların da bekleme­dikleri bir hadise olmuştur. Zira müslümanlar o güne kadar hep Kudüs’e, Mes-cid-i Aksa’ya doğru dönüp namaz kılmışlardı. Üstelik bu durum ehl-i kitabı ayağa kaldırmıştı. Zira o güne kadar müslümanlar kendi kıblele­rine doğru döndükleri için liderliğin kendile­rinde olduğunu iddia ede­rek gururlanıyorlardı. Müslümanlar ise alışık oldukları bir uygulama­dan, farklı bir uygulamaya geçince, ehl-i ki­tabın da saldırılarıyla bu olayın gerçeğini kavrayıncaya ka­dar, bu işin doğru yoldan bir sapma olduğunu zannettiler.
Hiçbir müslümanın da bu konuda savunmaya geçmesine ge­rek yoktur. Aman efendim şöyleydi de böyleydi de demesinin anlamı yoktur. Allah böyle diyor, ben de böyle yapıyorum, o kadar.
Yâni di­nimi ben kendi kafama göre oluşturmuyorum ki; birilerine bu konuda savunmada bulunayım. Hayatımı ben belirlemedim ki birileri bu konuda bana hesap sorsun. Yâni namazımı, orucumu, hac­cımı, zekâtımı, hayatımı, kılık kıyafetimi, soframı, ekonomimi ben değil, Allah belirle­miştir. Ben bir müslüman olarak, Rabbime teslim olmuş bir mü’min olarak tüm hayatımı, tüm pozitif ve negatif eylemlerimi Rabbimden alıyorum. Ben irademi ona teslim etmişim. Onun seçi-mini seçim kabul ediyorum. Ben sadece Onun çektiği yere gidiyorum. Öyleyse benim dinimi, benim hayat programımı sorgulayanlara karşı benim diyeceğim: bunu Allah is­tedi ben de yapıyorum o kadar.
Eğer insanlar sorgulayacaklarsa, Allahu Teâlâ’yı sorgulasın­lar. Hiç kimsenin Allah’ı sorgulamaya hakkı da, yet­kisi de yoktur, dolayı-sıyla kimsenin de bizi dinimiz konusunda sor­gula­maya hakkı yoktur.
Evet doğu da Allah’ın, batı da Allah’ındır. Allah diler bu ta­rafa döndürür, diler öbür tarafa döndürür; o onun bileceği bir iştir. İşte müslümanlar 13-15 aya yakın bir zaman Mescid-i Aksa’ya dönerek namaz kılmışlar ve nihâyet hicretin ikinci senesine doğru Mekke’ye, Kâbe’ye döndürüverdi Rabbimiz.
"Allah dilediğini doğru yola hidâyet eder, doğru yola iletir."
Yâni Allah hidâyet olunmak isteyen kişiyi dilediği şekilde hi­dâ­yete ulaştırır. Hidâyeti isteyeni hidâyete ulaştırır, dalâleti iste­yeni de dalâlette bırakır Allah.
Buradan anlıyoruz ki kıblenin değişikliğiyle Cenab-ı Hak önderliği, liderliği İsrâil oğul­larından alıp İsmail oğullarına devrediyordu. Bundan sonra artık müslümanlar bu işe hazırlanmalıydı. Üzerlerine kıyamete ka­dar şeriat yükü yüklenen bu ümmet, kıyamete kadar tüm insanlığa örnek ve ön­der olacak bu ümmet, Muhammed ümmeti, artık şahit bir ümmet ola­caktı. Kıyamete kadar tüm insanlık için vasat, denge unsuru bir ümmet olacaktı. İnsanlık kulluğu, teslimiyeti, adâleti, tevhidi bu ümmet şahsında görecek, sapak noktalarını onlardan öğrenecekti. Tüm yeryüzü insanlığı bu ümmete bakarak hayatını sağlamaya alacaktı.
Bakın Rabbimiz buyurur ki:
143:"Böylece sizi, insanlara şahitler olasınız diye va­sat bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahit ve ör­nek­tir. Vaktiyle dönmekte olduğun ciheti şimdi sana kıble yapmamız ancak peygambere uyanlarla ona uy­mayıp geri dönenlerin arasını ayırt etmek içindir. Bu zor bir iştir, (bu büyük bir iştir). Ancak Al­lah’ın kendilerine doğru yolu gösterdiği kişilere zor de­ğil. Allahu Teâlâ sizin imanları­nızı zayi edecek değil­dir. Muhakkak ki Allah insanlara karşı çok Rauf ve çok merhametlidir."
İslâm ümmeti vasat bir ümmettir. Bir de şahit bir üm­mettir. Sizi dünya üzerinde vasat ve şahit bir ümmet yaptık.
Evet, böylece kıblenin değiştirilmesiyle liderlik ve önderlik İs­râil oğullarından alınmış; İsmail oğullarına, yâni müslümanlara verilmiştir. Size verilmiştir. Demek ki bu kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan alınıp Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilmesi, bazı beyinsizlerin an­ladığı gibi sadece bir yön değişikliği değil, aynı zamanda liderliğin, ön-derliğin İsrâil oğullarından alınıp Muhammed ümmetine, müslüman-lara verilmesinin ifadesidir. Al­lah diyor ki; böylece sizi diğer insanlara şahitler olasınız diye vasat bir ümmet yaptık.
Peki bu vasat ve şahit kavramlarından ne anlıyoruz?
Vasat; adl, adâlet, doğruluk demektir. Öyleyse ey müslüman-lar, sizi adâlet sahibi, doğruluk sahibi bir ümmet yaptık.
Vasat; denge unsuru demektir. Ruh ve madde konusunda, dünya ve âhiret konusunda, toplumcu ve bireyci görüşün arasında if­rat ve tefritin arası demektir. Ey müslümanlar sizi bu konularda orta yolu takip edecek vasat bir ümmet yaptık. Komünizm gibi toplumcu, toplumu putlaştıran, toplumun menfaatlerini ön plana çıkaran, toplum adına ferdi ve ferdin haklarını öldüren, kapitalizm gibi bireyi putlaştı­ran, bireye her türlü davranışlarında özgürlük ta­nıyan, kapitali putlaş­tıran ve bu konuda hiçbir sınır tanımayan bir ümmet değildir İslâm ümmeti.
Madde ve ruh arasında da dengeyi sağlayan bir ümmettir İs­lâm ümmeti. Hani Fâtiha sûresinde öyle dememiz isteniyordu:

“ Ya Rabbi, bizi doğru yola ilet. Kendilerine nîmet verdiklerinin yoluna. Kendilerine gazap ettiklerinin ve dalâlette bıraktıklarının yoluna değil”

(Fâtiha 6-7)
Ya Rabbi bizi sırat-ı müstakime hidâyet buyur. O sırat-ı müs­ta­kim ki, kendilerine nîmet verdiklerinin yoludur. Kendilerine gazap et­tiklerinin ve dalâlette bıraktıklarının yolu değil ya Rabbi diye burada iki istisnadan söz ediliyor. Sıratı müstakimden iki belirgin sapma olmuş­tur. Bunlardan birisi yahudi’nin sapması, ötekisi de hıristiyanların sap-ması. Birisi maddeye ağırlık vererek, mânâyı görmezden gelerek, maddeyi putlaştırıp ruhu diskalifiye ederek materyalistçe bir sapmadır ki, bu yahudi’nin sapmasıdır. Hıristiyanlar da madde aleyhine ve ruh lehine dengeyi bozdular. Hıristiyanlar maddeyi yok farz ederek ruhu ve mânâyı putlaştırdılar. İşte bunun ikisi de sapmadır, ikisi de denge­sizliktir. İslâm ümmeti maddeyi de, mânâyı da kabul ederek bu ikisi arasında denge un­suru olmuştur.
Ayrıca bir de yahudilerin sapması bildikleriyle amel etme­meleri biçiminde bir sapmaydı. Hıristiyanların sapması da bilgi­sizce amel etmeleri türünde bir sapmaydı. Yâni birinde bilgi var amel yok, bunlar yahudiler, ötekilerde de amel var ama bilgi yok bu da hıristiyanlardır. Bu ümmetten bildikleriyle amel işlemeyenler yahudilere, bilgisizce amel işleyenler de hıristiyanlara benze­mektedir. Allah bu konuda da bu ümmeti denge unsuru yapmıştır. Bu ümmet bilgiyle ameli, düşün­ceyle hayatı birleştiren bir ümmet­tir.
Vasat ümmet; bir de hükmüne tüm insanlığın boyun eğmesi ge­reken ümmet demektir. Ey müslümanlar, sizi hükmüne tüm insanlı­ğın boyun eğeceği, tüm insanlığın size bakıp hizaya geleceği, sapık­ların sapıklık noktalarını sizde anlayacağı, hakkı bul­mak isteyenlerin size bakarak hakkı bulabilecekleri denge unsuru bir ümmet yaptık.
Ancak bu özelliklere sahip olan bir ümmet, tüm insanlık üze­rinde şahitler olabilir. Zira bu ümmet, herkesin kendisine dönmek zo­runda olduğu denge unsuru bir ümmettir. Dünya üzerindeki toplum-ların dengesi sizin vasıtanızla kurulacaktır. Yeryüzü in­sanına, insan­lık, adâlet, özgürlük, müsavat sizin vasıtanızla ulaşacaktır. Eğer sizler yeryüzüne hakim duruma gelirseniz, yeryüzünde Allah’ın istediği bir hayat yaşarsanız dünyanın dengesi düzelecektir. Ama sizler dünya­nın yönetimi konusunda egemen olamazsanız dünyanın egemenliğini başkalarına kaptırır da başka güçler dünyanın dengesine egemen olursa, bilesiniz ki o başka güçler de dünyanın anasını ağlatır. İşte gö­rüyoruz dünya siyasetinden müslümanların çekildikleri günden bu yana kan gölüne çevirdiler dünyayı. Hem ülkemizde bu böyledir hem de tüm dünyada.
Bir de insanlara şahitler olasınız diye sizi vasat bir ümmet yap­tık diyor Allah. Bunun için sizi önder ve lider yaptık diyor. Önderlik, li­derlik çok şerefli bir konum olmakla birlikte ya­nında bu şerefle orantılı olarak çok büyük ve şerefli sorumlulukları da olan bir görevdir. Bu gö­rev tıpkı peygamberin ashabına ve di­ğer insanlara kendisine vahy olunan dini anlatma ve yaşama ko­nusunda şahitlik etmesi gibi bir gö­revdir. Çok şerefli ama o nisbette de sorumluluğu olan bir görevdir. Ümmeti içinde peygamberin görevi, sorumluluğu ve şerefi neyse, di­ğer toplumlara karşı bizim de sorumluluğumuz ve şerefimiz odur.
Bizler, müslümanlar olarak şu anda tıpkı peygamber gibi tüm insanlık önünde İslâm’ın yaşanırlılığını, pratiğini göstermek zorunda­yız. Bu konuda peygamberin ümmetine karşı şahit olduğu gibi biz de tüm insanlara şahitler olmak zorundayız. Şimdi biz, in­sanlara şahitler olmak zorundayız. Peki nasıl şahit olunur insan­lara? Bunun yolu, bü­tün insanlara bu dini götürür, Kur’an âyetlerini bütün insanlara ulaştı­rır, dünya üzerinde Allah’tan ve onun yeryü­zünü düzenlemek üzere gönderdiği âyetlerinden, cennetten, ce­hennemden haberdar edilme­dik bir tek insan kalmayacak biçimde herkesi haberdar ederiz, işte o zaman biz insanlara şahitlik göre­vimizi yapmışız demektir. Tıpkı Ra-sulullah’ın bu ümmet üzerine şahitlik yaptığı gibi.
Evet, bu öyle bir şeref ki Allah bunu bize nasip etmiştir. Ama öyle büyük sorumlulukları da vardır ki; bu ümmet kendi döneminde işlenen bütün suçlardan da sorumludur. Yâni şu anda tüm dünyada işlenenlerden sorumluyuz. Meselâ şu anda dünyanın en ücra bir kö­şesinde, en kuytu bir köyünde bir adam bir günah işliyorsa, bilelim ki biz müslümanlar yarın ondan sorumlu tutu­lacağız. Neden? Çünkü ona İslâm’ı götüremedik, ona hakkı duyu­ramadık, ona Allah’ı anlata­madık. Nasıl ki Allah’ın Rasûlü gerek kendisine Allah’tan gelen âyet­leri tebliğ etme konusunda, onun bir harfini bile gizlemeden onu in­sanlara, ashabına tebliğ etmişse, biz de bu kitaptan haberdar olma­yan bir tek insan kalmayacak biçimde bunu onlara duyurmak zorun­dayız. Nasıl ki Allah’ın Rasûlü, Allah’ın insanlardan istediği kulluğu bizzat yaşaya­rak ashabına tam ve mükemmel bir örnek olmuşsa, biz de Allah’ın insanlardan istediği kulluğu tüm dünya insanlığının gözleri önünde yaşayıp pratikte onu göstermek zorundayız.
Soralım şimdi müslümanlara, ey müslümanlar Allah size bir pey­gamber göndermiş ve o peygamberin şehâdetiyle sizi bu kitap ko­nusunda bilgilendirmiş, peki şimdi siz de bu bilgilendiğiniz kitapla bü­tün insanları bilgilendirebildiniz mi? Peygamberin (a.s) size yaptığı görevi sizler de insanlara yaptınız mı? Diğer insanları bunun sorum­luluğuyla karşı karşıya getirebildiniz mi? Bütün dünya insanlığına Kur’an’ı ve peygamberi duyurabildiniz mi? Böyle bir soru gelecek ya­rın bize. Allah peygamberine diyecek ki, ey peygamberim sen, sana gönderdiğim bu mesajı toplumuna duyurdun mu? Duyurmak da yet­mez, onlara şahit olarak bu dinin pratikte nasıl uygulanması gerekti­ğini gösterdin mi? Bize de Allah diyecek ki; ey müslümanlar siz de peygamberinizden devraldığınız bu mesajı döneminizdeki tüm insan­lığa duyurabildiniz mi? Bu dinin pratikte nasıl uygulanması gerektiğini hayatınızla onlara gösterebildiniz mi?
Biz diyeceğiz ki; ya Rabbi biz duyurduk. Bütün insanlığa ilan et­tik bunu. Savaşımızla, kavgamızla, düşüncemizle, imanı­mızla, sö­zümüzle, davranışlarımızla evet ya Rabbi, biz seni ve se­nin dinini bu insanlara duyurduk diyeceğiz. Ya da aksini söyleye­ceğiz tabii.
Bugün sağındakine solundakine, bugün evindekilere, bu­gün emmisine dayısına bile bu kitabı duyurmayan, duyuramayan insanla­rın ne kadar sorumlu olduklarını varın siz düşünün. Karşı­mızdakiler ister kabul etsin, ister reddetsin bundan biz sorumlu değiliz ama on­lara mutlaka bunu duyurmak zorundayız Allah bize böyle bir yük yük­lemiş. Bu yük, bu görev aynı zamanda bizim dünya üzerinde söz sa­hibi olmamızı da beraberinde getirecektir. Bu güce sahip olmak zo­rundayız, çünkü bizler insanlığa mesaj sunacağız. Yasal yönden böyle bir güce sahip olmasak bile bütün dünya insanlığına bu kitabın kavgasını vermekle mükellefiz bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkar­mamalıyız. Dünyanın en uzak böl­gesine veya Konya’nın en ücra kö­şesine kadar bunu götürmek zorundayız. Biz götüreceğiz, götürülen ister kabul eder, ister kabul etmez bu bizim sorumluluğumuz değildir. İnsanlar ya müslüman olurlar ya da olmazlar, bu bizim sorumluluğu­muz değildir. Bizim so­rumluluğumuz bununla insanları karşı karşıya getirmektir.
Tıpkı Rasulullah’ın size şahit olduğu gibi. Rasulullah bunu bize nasıl duyurmuştu? Ya Rabbi senin peygamberin bize bir şey duyur-madı diyebilir miyiz? Hakkımız var mı buna? Hayır o ger­çekten vazi­fesini yaptı. Evet, müslümanlar lider ümmettir, müslümanlar önder üm­mettir. Müslüman şunun bunun arkasından gidemez. Müslüman şunun bunun uyuntusu olamaz. Müslüman tüm dünya insanlığına nü-mune-i imtisal olacak insandır bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Bu müslümanların şahit olmaları konusunu, yine Rasulullah’ın bir hadisine dayanarak şöyle de anlayabiliriz: Kıyamet günü tüm üm­metler, tüm toplumlar Allah huzurunda toplanacaklar başlarında pey­gamberleri olduğu halde. Allah her peygamberin toplumuna soracak. Söyleyin bakalım bu peygamber size benim âyet­lerimi tebliğ etti mi? Bu peygamberim size karşı görevlerini yaptı mı? diye soracak. Me­selâ Nuh’un (a.s) toplumuna soracak Allah. Bu peygamber size benim mesajımı ulaştırdı mı? Nuh’un (a.s) toplumu Allah karşısında kötü bir konuma düşmemek için diye­cekler ki hayır ya Rabbi, biz böyle birini tanımıyoruz. Nuh diye bir peygamber bize ne geldi ne de senin me­sajını sundu. Eğer böyle bir şey olsaydı elbette biz ona icâbet ederdik diyecekler. Sonra Allah Nuh’a (a.s) dönecek: Ey Nuh bak bunlar senin kendilerini uyarmadığını, kendilerine karşı benim mesajımı iletmedi­ğini söylü­yorlar. Ne dersin? Sen bunlara karşı benim görevimi ifa ettin mi? Hakkı bunlara anlattın mı? Nuh (a.s) buyuracak ki ya Rabbi sen şahitsin ki ben bunlara dokuz yüz küsur yıl hakkı anlattım. Söv­düler anlattım, dövdüler anlattım. Peki ey Nuh bu konuda şahidin var mı? Buyuracak Rabbimiz. Hz. Nuh şahit için etrafına bakı­nınca Muhammed ve ümmeti ileri atılıp biz şahidiz ya Rabbi! Biz Hz. Nuh’un toplumuna senin mesajını sunduğuna, senin emirlerini duyurduğuna şahidiz ya Rabbi diyecekler. Siz bunu nereden bili­yorsunuz? denince de ya Rabbi sen bize bir kitap gönderdin ve kitabında Nuh’un çektiği sıkıntıları, toplumunun ona karşı tavırla­rını anlattın. Biz bunu senin son kitabın olan Kur’an’dan öğrendik diyecekler ve Hz. Nuh’a şahitlik yapacaklar. Tüm peygamberlere şahitlik yapacağız inşallah. İşte bu şahitliği bir de böyle anlıyoruz.
"Vaktiyle dönmekte olduğun ciheti şimdi sana kıble yapmamız, ancak peygambere uyanlarla ona uy­mayıp geri dönenlerin arasını ayırt etmek içindir."
Biz senin üzerinde olduğun kıbleyi şunun için yaptık. Ökçe­leri üzerinde dönüp dinden uzaklaşan kimseleri, peygambere tabi olan­lardan ayırdedelim diye biz kıbleyi Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Ha­ra-m’a çevirdik.
Demek ki bunun sebebi şuymuş: Acaba bu insanlar kıblele­rini gerçekten değiştirecekler mi, değiştirmeyecekler mi? Acaba bu ko­nuda peygambere itaat edecekler mi, etmeyecekler mi? Acaba pey­gamberin dinde temel odak nokta olduğunu ka­bullenecekler mi, et­meyecekler mi? Allah ve peygambere güven­leri devam edecek mi et-meyecek mi? Ya bu nasıl iş böyle? Bu nasıl Allah? Bu nasıl pey­gam-ber? Bizi dün bu tarafa döndürü­yordu, bugün de bu tarafa döndü­rü-yor, olacak şey midir bu? Mu diyecekler yoksa Allah ve peygam­bere tam teslim mi olacaklar, bunu ayırmak için böyle yaptık diyor Al­lah.
Demek ki onların, peygamberin fonksiyonunu kabul edip et­me­yeceklerini denemek için bunu yapmış Allah. Yâni peygambere imanlarını, peygambere teslimiyetlerini peygambere güvenlerini de­nemek için bu kıble işini peygamber eliyle yaptırmış Allah.
Evet bu, peygamberin dinde temel olduğunu gösterir. Pey-gamber bizim haya­tımızda âmir ve nâhiydir. Peygamberin bizim haya-tımızda evet veya hayır deme, emretme ve yasaklama yetkisi vardır. Hakkı vardır. Zaten peygamberin, peygamber oluşunun hikmeti de buradadır. Bakın ço­cukluğumuzdan bu yana bize bir peygamber öğ-rettiler.
İşte sıdk sahibi, ismet sahibi, emanet, fetanet ve tebliğ sı­fatla-rının sahibi bir peygamber anlattılar. Bu sıfatlar onun kendi­siyle ilgili yönüdür. Bunları zaten kabul etmek zorundayım ve ka­bul etmişim ben. Yâni peygamberin doğru sözlü olduğunu, doğru söylediğini, gü­nahsız olduğunu, emin olduğunu, zeki olduğunu, kendisine gelen âyetleri gizlemeden eksiksiz olarak insanlara teb­liğ ettiğini kabul ettim ve inandım ben. Bunu kabullenivermem be­nim birini peygamber ola­rak kabullenmen mânâsına gelmeyecek­tir.
Benim birini peygamber kabul etmem demek, bunları kabul­len­mekle beraber, onu bu sıfatların sahibi bilmek ve inanmakla bera­ber aynı zamanda onun benim hayatımda amir ve nahiy olu­şunu da kabul etmem demektir. Eğer ben peygamberi bu sıfatla­rın sahibi ola­rak kabul eder; ama onu hayatımda amir ve nahiy ola­rak kabul et­mezsem, yâni hayatımda emredici ve nehyedici biri olarak bilmezsem onu peygamber olarak kabul etmiş sayılmaya­cağım demektir.
Zira peygamberin peygamber olarak kabul edilmesi demek; onun hayata hakim olması demektir. Benim hayatımda bir şey ka­bul edilecekse, bir şey reddedilecekse evet veya hayır dene­cek­se, bu ol-malı, bu olmamalı; bu yapılmalı, bu yapılmamalı dene­cekse, bunu o demelidir ve ben yapmalıyım. Yâni benim birini pey­gamber kabul et­mem demek; herşeyimle adım adım onu takıp etmem demektir. İzin­den gitmem demektir. Herşeyimle kendisine benzemem ve kendisine her konuda teslim olmam demektir. De­ğilse işte bir zamanlar böyle bir peygamber yaşamış, adı şuymuş, babası şuymuş, doğum tarihi şuy­muş, şurada doğmuş, şurada vefat etmiş bunları bilmek değildir pey­gambere iman.
İşte hakiki müslüman Allah’a ve Resûlü’ne tam teslim olan­dır. Bu nasıl olur demenin anlamı yok. Şimdi İslâm’ın sahibi sen ve ben değilim ki, keyfime göre imtihan olsam. Dinin sahibi, imtihanın sahibi olan Allah böyle imtihan ediyor. Kabul edecek misin, etme­yecek mi­sin? Mescid-i Aksa’ya evet de Mescid-i Haram’a hayır mı? Mescid-i Haram’a evet de eskisine hayır mı? Bakın aynı za­manda bu işin zor olduğunu da haber veriyor Rabbimiz:
"Bu zor bir iştir, (bu büyük bir iştir). Ancak Al­lah’ın kendilerine doğru yolu gösterdiği kişilere zor de­ğil."
Bu gerçekten zordur diyor Rabbimiz. Ama bu konuda, her ko­nuda Allah’ın hidâyet ettiği, Allah’ın yollarını açtığı kimselere bu iş gâ­yet kolaydır. Namaz için de aynı şeyi söylemişti Rabbimiz.
“İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur mu­su­nuz? Üstelik kitabı da okuduğunuz halde. Aklınız yok mu sizin?
(Bakara: 44)
Ama bu sizin Allah’tan yardım isteyeceğiniz namaz gerçek­ten çok ağır ve zor bir konudur. Allah’a bağlanmanın özünü kavrayama-mış, Allah’ın ulûhiyeti ve rubûbiyeti karşısında tam teslimi­yet göste­rememiş insanlara namaz ağır gelir, zor gelir. Lâ­kin huşu erbabı için zor değildir namaz. Yâni kalpleri Allah’ı ve Al­lah’ın âyetlerini anmakla yumuşamış, Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini hatır­lamaktan zevk alan huşu sahipleri için zor gelmez deniyordu. Ba­kın burada da öyle deniyor peygamberin kıbleyle alâkalı bu uy­gu­lamasını bir anda kabul etmek ve alışkanlıklarından bir anda vaz­geçmek zordur, ama Allah’ın ken­dilerine hidâyet ettikleri için gâyet kolaydır buyuruluyor.
Yâni böyle günde bin defa da peygamber farklı bir emirle karşı­mıza çıksa; gerçekten mü'min olan bir kimse, gerçekten Allah’a teslim olan bir kimse, Allah’ın emir ve yasaklarına boyun eğdi mi, ta­mam artık bu ona zor gelmeyecektir.
Bu arada müslümanlar üzerinde büyük bir spekülasyon da vardı. Kendi kıbleleri terk edilip, liderlikleri ellerinden alınan yahu­diler de feryadı basmışlardı. Birinci olarak şöyle dediler; Eğer bu yeni dön­düğünüz kıble doğ­ruysa, sizlerin daha önce kıldığınız namazlar ne olacak? Şimdiye kadar Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılan insanla­rın durumları ne olacak. İkinci olarakta; Bundan sonra hadi siz Mescid-i Haram’a döndünüz, bundan önce ölüp gidenlerin durumu ne olacak dediler. Böyle problem­ler oluşturup müslümanların akıllarını karıştırmaya çalıştılar.
Bu münâsebetle iki grup denenmiş oldu.
1- Önce ırkçılar denendi. Daha önce Mekke’de müslümanlar Kâbe’ye dönerek namaz kılarlarken bir anda kendi kıblelerini, kendi Kâbe’lerini bırakıp Mescid-i Aksa’ya dönme emri ile karşı karşıya ge­lince henüz buna hazır olmayan ırkçı Araplar denendi. Bunların için­den samimi müslümanlar imtihanı kazanıp karşıya geçerken, kavmi­yetçilik putuna tapanlar, biz geleneklerimizden vazgeçmeyiz, biz ata­larımızın kabul ettikleri, atalarımızın kutsâdıkları Kâbe’den vazgeç­meyiz diyenler döküldü.
2- Şimdi de Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a dönülür­ken de müslümanlar ve Allah’a inandıklarını iddia eden yahudi ve hıris-tiyanlar deneniyorlardı. Bu defa da statükocular, âdetlerine bağlı olanlar, alışkanlıklarının esiri olanlar imtihanı kaybederken, Allah ve Resûlüne gerçekten bağlı olanlar kazanıyordu bu imti­hanı.
Allahu Teâlâ buyurdu ki:
"Allahu Teâlâ sizin imanlarınızı zayi edecek değil­dir."
Demek ki âyet-i kerîmeden anlaşılan o ki; iman namazmış. De­mek ki iman, amelmiş, amel de imanmış. Halbuki burada bu adamların zayi oldu, boşa gitti dedikleri şey namazdı. Halbuki Allahu Teâlâ Allah sizin namazlarınızı zayi edecek değildir demi­yor da Allah sizin imanlarınızı zayi edecek değildir buyuruyor. Öyleyse Rabbimiz, Allah sizin imanlarınızı zayi edecek değildir derken, sizin namazlarınızı zayi edecek değildir buyurdu.
Öyleyse anlıyoruz ki amel imandır, iman da ameldir. Efen­dim iman amel midir değil midir? Amel imandan bir cüz müdür, de­ğil mi­dir? Tartışmasını da bitiriveriyor burada Rabbimiz. O halde İmanla amel birbirinden ayrılmayan bir bütündür. İmanla amel bir kişide karar kılmış iki ikiz kardeş gibidir. Birinin yokluğu halinde ötekisini Allah’ın kabul etmeyeceği bir bütün olarak anlamak en iyisidir Allahu âlem. Yâni amellerimiz iyi oldukça imanlarımız da iyi olacaktır, imanlarımı­zın güzelliği, amellerimizin de iyiliği anlamına gelecektir. İmanımızın dışa yansıyan bölümü amelimiz olacaktır.
Siz benim amelime bakmayın, benim imanım çok güçlüdür, di­yen adama diyeceğiz ki; amel imanın dışa yansıyan bölümüdür, sende iman olsaydı mutlaka bu dıştan görünecekti diyeceğiz. Daha iyi amel işleyenlerin imanları daha iyi demektir diyeceğiz.
"Muhakkak ki Allah insanlara karşı çok Rauf ve çok merhametlidir."
Bundan sonra Rabbimiz kıblenin değişme olayının nasıl ger­çekleştiğini anlatmaya başlıyor.
144:"Biz görüyoruz ki Peygamberim, sen yüzünü se­maya doğru çeviriyorsun. İşte şimdi seni razı olacağın bir kıbleye çevirece­ğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. Ve sizler de artık nerede olursanız olun yüzü­nüzü Mescid-i Haram’a doğru çevirin. Kendilerine kitap veri­lenler bilirler ki bu Rable­rinden kendilerine verilen bir haktır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."
Bundan anlıyoruz ki; Allah’ın Rasûlü bu kıble değişikliğini bek-liyordu. Ve bu yüzden de dua dua Allah’a yalvardığını anlıyo­ruz. Dua ediyordu Allah’ın Rasûlü. Çünkü Allah’ın Rasûlü liderliğin İsrâil oğulla­rından alındığını ve liderliğin İslâm ümmetine verildiğini biliyordu. Bu yüzden de kıble değişikliğinin gerçekleşeceğini de biliyordu. Doğup büyüdüğü, yakînen tanıdığı, İbrahim (a.s)’ın bina ettiği Kâbe’yi bili­yor-du Allah’ın Rasûlü. Yahudilerin de Rasulullah’a karşı psikolojik baskıları vardı. Allah’ın Rasûlü bunu âdeta bekli­yordu. Bekliyordu ki, kıyamete kadar insanlığın Kâbe’si olacak Mekke’deki Mescid-i Ha­ram’a çevirsin Allah. Bunu âdeta bekliyor ve bu konuda Allah dua edi­yordu. Böylece yahudilerin kıblesine dönmekten de kurtulacaktı Al­lah’ın Rasûlü. Allah buyurur ki; biz bunu biliyoruz peygamberim.
"İşte şimdi seni, razı olacağın bir kıbleye çevirece­ğiz."
Sen razı olacağın bir kıbleyle, yâni Kâbe’yle karşı karşıya gele­ceksin.
"Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür."
Şatr’al Mescid’il Haram. Kâbe’ye döndür değil, Kâbe şatrına, yâni Kâbe tarafına döndür denmiş. Çünkü uzakta olanlar için tam Kâbe’yi isabet ettirmek mümkün olmayabilir. Onun için Kâbeye den­me-yip, Kâbe tarafına denmiştir. Yâni mümkün olduğunca Kâbe tara­fına döndür demek olacaktır bunun mânâsı.
Ayet-i kerîmenin ifadesinden anlıyoruz ki; dünyanın her tarafın­daki mü'minlerin tam olarak Kâbe’ye yönelmeleri müm­kün de­ğildir. Onun içindir ki Rabbimiz, noktası noktasına Kâbe’ye dönmemizi değil, gücümüz yettiğince Kâbe’ye doğru dönmemizi istiyor.
Bera bin Azib (r.a) Hazretlerinin rivâyet ettiğine göre bu olay, namaz esnasında olmuştur. Allah’ın Rasûlü Beni Seleme Mescidinde ashabıyla birlikte öğle namazını kılarlarken bu âyet geldi. İlk iki reka­tını Mescid-i Aksa’ya doğru kılmışlardı, âyet gelince hemen Allah’ın Rasûlü Mescid-i Haram’a doğru döndü ve geriye kalan iki rekatı da Mescid-i Haram’a doğru tamamladı. Bundan dolayıdır ki bu mescide “Mescid-i Kıbleteyn” denmiştir. Derhal etrafa haberler gitmiş, Kuba Mescidinde müslümanlar namazda iken biri gelip ha­ber verince, ben peygamberin yanından geliyorum, onunla birlikte Mescid-i Haram’a doğru namaz kıldık deyince; onlar da hemen Mescid-i Haram’a doğru dönüver­diler.
Sahabenin peygambere itaatine bakın, peygamberin sahabesi­nin birbirlerine güvenine bakın. Kıble gibi çok önemli bir me­selede bir müslüman, ben Rasulullah’ın arkasında namaz kıl­dım, o Kâbe’ye doğru namaz kıldı dediği an hepsi de namazla­rında olduğu gibi dönüyorlar ve Kâbe’ye doğru namazlarını devam ettiriyorlar. Aynı zamanda bu âyet-i kerîme bize bir tek müslüma­nın verdiği habere de güveneceğimizi anlatıyor. Yâni işte haber-i vahid dir, acaba delil olur mu olmaz mı? Filan diye tartışı­yorlar ya bugün müslümanlar, akıllı güvenilir bir müslümanın ver­diği habere göre bakın müslümanlar kıb­lesini değiştiriyorlar.
İşte bu âyetle müslümanların kıblesi meselesi kesinlik ka­zan­mıştır. Bundan önce okuduğumuz âyet, yâni kıble meselesinin ilk konu edildiği âyet:
"Doğu da Allah’ındır, batı da Allah’ındır. Nereye dö­nerseniz Allah’ın zatını, yüzünü orada bulacaksınız."
(Bakara: 115)
Âyetiyle başlayan kıble meselesi bu son âyetle kesinlik ka­zan­mıştır. Yâni artık namazda Kâbe’ye yönelmek farz olarak ke­sinlik ka­zanmıştır. Bu son âyetle bu önceki âyet de nesih edilmiştir deniyor.
"Artık bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tara­fına çevir!"
Âyetiyle nesih olmuştur diyoruz.
"Ve sizler de artık nerede olursanız olun yüzü­nüzü Mescid-i Haram’a doğru çevirin."
Öncekinde, sen nerede olursan ol yüzünü Mescid-i Haram tara­fına çevir denmişti, burada da deniliyor ki; sizler nerede olur­sanız olun yüzünüzü kıbleye doğru çevirin deniyor.
"Kendilerine kitap verilenler bilirler ki bu Rable­rin­den kendilerine verilen bir haktır."
Yâni müslümanların kıblelerinin Kâbe olması konusunda ne yahudilerin, nede hıristiyanların kesinlikle en ufak bir şüpheleri yoktur. Bildikleri halde, bunu anladıkları halde bile bile Rasûl-i Ek­rem (a.s) 'a ve müslümanlara düşmanlık yapıyorlar. Aslında bu âyetler Rasulul-lah’ın ve müslümanların kendilerine güvenlerini de arttırıyordu. Ve bu âyetler yahudi ve hıristiyanların yalancılıklarını da ortaya koyuyordu. Çünkü; zaman zaman, müslümanlar acaba biz sorumlu muyuz? Biz şu ana kadar bu yahudi ve hıristiyanlara bu İslâm mesajını ulaştırabil­dik mi, ulaştıramadık mı? Biz ne yapa­cağız? Acaba bu konuda bize düşen bir şey var mı? Veya acaba bu adamlar sorumluluktan kurtulur mu? Filan diye kimi müslümanlar kendilerini sorumlu tutmaya çalışı­yorlar.
Ama bakın âyetlerinde Allah diyor ki; eymüslümanlar bunu asla kendinize dert etmeyin. Böyle bir problemle kendi kendinizi meş­gul etmeyin. Çünkü onlar bunu biliyorlar, bu konuda onlara yeterli bilgi ulaştırılmıştır diyor.
Bırakalım bu mesajı onlara ulaştırıp ulaştıramadığımızı da. Yu­karıda gördük biz mü'minler olarak insanlara şahit olacağız, bu bi­zim problemimiz, bu bizim sorumluluğumuzdur.
Ama biz bu ehl-i kitaba şahitler olmasak bile, bu insanlar bu bil­ginin sahibidirler. Onlar kesinlikle biliyorlar ki, Kâbe’yi ataları İbra­him bina etti. Onlar kesin biliyorlar ki; İbrahim oraya yönelmişti, İsmail oraya yöneldi, İshak (a.s) oraya yöneldi, ataları Yakub oraya yöneldi. Bir de bildikleri, tanıdıkları son peygamber de oraya yönelmişti. Bil­dikleri peygamber onlara geldiği zaman iman etmeliydiler onlar.
Bekledikleri peygamber gelmişti, biliyorlardı. Bu peygambe­rin adı Ahmet’ti, biliyorlardı; bekledikleri peygamberin kitabı Kur’an ola­caktı, bunu biliyorlardı; kıblesi Kâbe olacaktı, Mekke’de zuhur ede­cekti, bunlarıda biliyorlardı; kavmi onu zorlayacak ve so­nunda Me­dine’ye göç edecekti bunu da biliyorlardı. Oğullarından şüpheleri vardı; ama bu peygamberden şüpheleri yoktu, şimdi bu adamlara müs-lümanların kitabı götürüp götürmemesi müslümanların problemi, bizim kendi problemimiz.
Bu adamlara; kusura bakmayın, madem ki size kitap duyurul­madı, madem ki din size duyurulmadı, öyleyse buyurun cen­nete de­nilmeyecek kesinlikle. Bu konuda bir endişeniz olma­sın. Kaldı ki bir yahudi’nin, İsa (a.s) 'la karşı karşıya kaldığı andan itiba­ren İsa (a.s)’ı kabul edip ona inanması gerekecekti. Bir hıristiyanın Hz. Muhammed (a.s) la karşı karşıya geldiği andan itiba­ren Muhammed (a.s)’a iman etmesi gerekecekti. Onların sorumlu­luk­tan kurtulma problemi ayrı, ama bizim problemimiz ayrıdır tabii, bu ikisini ayrı düşünmek zorun­dayız. Biz sadece onlara değil, tüm dünya insanına bu mesajı götür­mek zorundayız. Ama biz gerçek­ten yahudi ve hıristiyanlarla bir kav­ganın içine giremedik. Yâni onları bu âyetlerle karşı karşıya getireme­dik, onları bu âyet­lerle uyarıp, bu âyetlerle İslâm’a davet edemedik, bu doğru. Biz kendi kendimizi yemekten, kendi kendimizle didişmek­ten bi­raz başımızı alabilirsek, belki bunu onlara götürmeye zaman bula­bileceğiz. Ama ne zaman ki kâfirlerle, yahudi ve hıristiyan­larla karşı karşıya gelip Bakara’yı ve Al-i İmran’ı onların üzerine bir uyarıcı ve hattâ bir silah olarak döndürebilirsek; bakınız o zaman bizim imanla­rımız ne kadar güçlenecektir. Ama şimdi kime okuyo­ruz bu âyetleri? Sen bir âyet okuyorsun, karşındaki on âyet oku­yor. Sen hadis oku­yorsun, karşındaki hadis okuyor ve kavga müslümanların kendi arala­rında sürüp gittiği için de müslümanlar ne­gatif kalıyor ve hiç bir şey yapamıyorlar. Ne yapacaksın da za­ten karşındaki müslüman.
"Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."
Ne yaptığınızı ne ettiğinizi Allah apaçık bilmektedir. Allah si­zin kıblelerinizin ne yöne olduğunu, nasıl bir hedefinizin oldu­ğunu ve na­sıl bir hayat yaşadığınızı biliyor. Mekke’ye döndüğü­nüzü de biliyor, Mekke’nin dışında bir dünyaya döndüğünüzü de biliyor.
145:"Celâlim hakkı için sen, o ehl-i kitaba her türlü mûcize ve delili getirsen de yine senin kıblene tabi olmaz­lar. Sen de onların kıblesine tabi olacak değilsin. Zaten onlarda birbirlerinin kıblesine tabi değiller. Eğer sen, sana gelen ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyarsan işte o zaman sen de zâlimlerden olursun."
Bu adamların bütün bunları bilmelerine rağmen, kendilerine ki­tap verilenlere bir sürü âyet de getirsen onlar senin kıblene tabi ola­cak değillerdir. Kur’an âyetleri, gök âyetleri, yer âyetleri ne tür âyet getirirsen getir, onlar asla buna iman etmeyeceklerdir.
Gerçeği ispat etmek için bütün delilleri, bütün belgeleri on­ların önüne de sersen yine de onlar senin kıblene tabi olacak de­ğillerdir. Aslında sen onlara aklî, naklî en açık âyetleri, en açık de­lilleri göster­din. Kâbe’nin tarihini anlattın, Kâbe’nin ilk inşasını an­lattın, İbrahim’i İsmail’i anlattın. Aslında bu adamların iman etme­yişlerinin sebebi de­lillerin azlığı değil, anlamak istemiyorlar, iman­dan yana değil bu adamlar.
Senin ortaya koyduklarını nazarı itibara almıyorlar. Aslında bu adamlar şu anda döndükleri kıblelerine âdet olduğu için dönü­yorlar. Baba ve ecdatlarından kendilerine intikal eden bir mîras ol­duğu için dönüyorlar, Allah’ın emri olduğu için değil. Dolayısıyla sen onlara Al­lah’tan ne getirirsen getir, onlar yine uymayacaklar. Onlar için önemli olan âdetlerdir. Öyleyse ey peygamberim, sen boşuna uğraşma. On­ların gönlünü edeceğim diye sakın sen de onlara hoş görünmeye kalkma. Sen ne yaparsan yap, onlar asla senden razı olmayacaklar­dır.
Peki madem ki bu insanlar ebedîyen müslümanların kıble­sine gelmeyecekler, peki biz ne yapacağız? Bize düşen nedir bu­rada? Bize düşen bir iş var: Biz elimizdeki bu kitapla peygamberin örnek ha­yatını insanlara duyuracağız. Buna rağmen gerek eski ehl-i kitaptan, gerekse bizim ehl-i kitaptan kimileri bunu kabul et­mezlerse diyeceğiz ki; Rabbim selâmet versin.
Bu konuda gevşekliğe düşmeyeceğiz, ümitsizliğe düşmeye­ce­ğiz. O kabul etmezse berikisi kabul edecektir, biz bu işe devam ede­ceğiz. Kabul ederler etmezler, bu onların problemi­dir, bizim proble­mimiz değildir, bunu hiçbir zaman hatırımızdan çı­karmaya­cağız.
"Sen de onların kıblesine tabi olacak değilsin."
Farz edin ki yeryüzünde tek başına kaldık, bizden başka hiç­bir müslüman kalmadı, yahudi ve hıristiyanların kıblesine tabi olur musu­nuz? Eğer bu hidâyetten sonra kişi onların kıblelerine tabi olursa; o zaman tabi cehenneme kadar yolu var demektir.
Ekonomimiz bozukmuş, dünyamız bozukmuş, gideriz dağ ba­şında mağara kovuklarında bir hayat yaşar yine de onlara tabi olma­yız değil mi? İsterse bu kâfirlerin evleri altın olsun, kapıları gümüş ol­sun, teknikleri, sanayileri dünyayı değil arşı da kuşatsın, yine de onla­rın kıblelerine tabi olamayız. Onların hiçbir yollarına tabi olamayız, onlar gibi yaşayamayız, onlar gibi giyinemeyiz, on­lar gibi ticaret ya­pa-mayız, onlar gibi düşünüp, onlar gibi iman da edemeyiz. Benim iz­ze-tim, benim şerefim herşeyim bu dinimdedir. Hayır burada, yücelik burada, üstünlük buradadır. Hem de zaten:
"zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tabi değiller."
Yahudiler sahraya, hıristiyanlar da gün doğusuna dönmek­te-dirler. Onların kendi aralarında bir birlik sağlamaları da mümkün de­ğildir zaten. Yahudiler hıristiyanlara tabi değiller, hıristiyanlar da Ya­hudilere tabi değiller. Hıristiyanların Ortodoksları Katoliklere, Katolik­ler Protestanlara tabi değiller. Şu anda beraber gibiler görünüyorlar; ama bir bakarsın bir anda birbirlerini yemeye başlamışlardır. Tarih bo-yunca hep birbirlerini yemişlerdir zaten. Hıristiyanların mezhep kavgaları, hıristiyanların yahudileri kes­meleri, fırınlara doldurup yak­maları, tarih bununla doludur ve Allah, bunların arasına düşmanlık ve bağza atmıştır, bunu çok iyi biliyo­ruz.
Bunlar da zaten birbirlerinin kıblelerine tabi değildir, sen niye onların kıblesine tabi olacaksın? Şu anda müslümanlar bo­yuna kıble tartışması içindeler. Kime dönelim, nereye gidelim? Hep bunun tar­tışması içindeler. A.B.D' yi mi seçsek? A.E.T' yi mi kabul etsek? Av­ru-pa’yı mı seçsek? Kimin kıblesine tabi olsak acaba? Allah tarafını mı seçsek? Yoksa başkalarını mı seçsek? Allah buyurur ki bakın:
"Eğer sen, sana gelen ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyarsan, işte o zaman sen de zâlimlerden olur­sun."
Sana gelen ilimden sonra. İlim nedir? İlim Allah tarafından Re­sûlü’ne gönderilen şu Kur’an’dır, ilim vahiydir.
Eğer siz, size gelen bu kitaptan sonra, elinizdeki bu vahiy­den sonra, bunu bırakır da onların heva ve heveslerine uyarsanız, kendi hukukunuzu bırakır onların hukuklarına uyarsanız, kendi kı­lık kıyafeti­nizi bırakır onların kılık kıyafetlerini benimserseniz, kendi yazılarınızı bırakıp onların yazılarını kullanırsanız, onların icad et­tikleri sistemlere uyarsanız, yâni her halinizle onların kıblelerine tabi olursanız, o za­man siz de onlar gibi olursunuz.
Siz de onlar gibi parça parça olursunuz. Hizip hizip, grup grup olursunuz, tıpkı onlar gibi birbirini yiyen parçalar, birbirini tüketen gruplar olursunuz. Ümmet olma özelliği­nizi kaybedersiniz. Ve de en kötüsü sizler zâlimlerden olursunuz. Hani:
Zâlimler ahdime ulaşamazlar, zâlimler idareci olamazlar, zâ­lim­ler iktidara gelemezler deniyordu ya, o zaman sizler ebedî­yen buna ulaşamazsınız, iktidar mevkiine gelemezsiniz diyor Rabbimiz.
146:"Kendilerine kitap verilenler, o peygamberi ta­nı­yorlardı oğullarını tanıdıkları gibi. Ama onlardan bir grup bilir oldukları halde hakkı gizlerler."
Bildikleri halde hakkı gizliyorlardı. Meselâ Abdullah İbni Selam, yahudi âlimlerindendir. Hz. Ömer kendisine bu âyetin mânâ­sını so­runca der ki; “vallahi ben onu kendi evlâtlarımdan daha kesin bilirim. Çünkü onu Rabbim haber verdi. Ama kendi çocuklarıma gelince; ne bileyim, onlar benim çocuklarım da olabilir, onların anası beni kan­dırmış da olabilir!” deyince Hz. Ömer, onun alnından öper ve çok gü­zel söyledin, çünkü Allah da böyle buyuruyor der.
Yâni bizim ehl-i kitabın, bizim hoca takımının en büyük tehli­kesi buradadır. Hani oğlumuzu bildiğimiz gibi bileceğiz, ama dünya­mız, menfaatlerimiz dinimizi pratikte ortaya koymamıza en­gel olacak. Bu çok tehlikeli bir durumdur Allah korusun. Bugün en kalitelimizin al­dığı maaş, bir arabanın yıllık fâizi kadar bir şey tutu­yor. Yahudi âlimleri hakkı gizledikleri zaman kendileri­nin gazaba uğrayacaklarını da biliyorlardı. Bunu da bil­dikleri halde yine de gizle­meye devam ettiler.
Bir de bu âyetten şunu anlıyoruz ki hakkı bilmekle, hakka iman etmek; ayrı ayrı şeylerdir. Hakkı bilmek, hakka iman etmek demek değildir. Bakın bunlar biliyorlardı, ama iman etmiyorlardı. Bilgi ve iman pratiğe dökülmedikçe hiç bir şey ifade etmez.
Efendim işte mârifet yeterlidir, onlar bunun mârifetine er­miş­ler­dir filan diye birtakım sözlerin de hiç bir kıymeti yoktur.
147:"Hak Rabbindendir. (Hak Rabbinden gelen­dir.) Sakın ha, sakın bu konuda şüpheye düşenlerden olma Peygamberim!"
Hak kelimesi kitabımızda çok geçer. Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi hak, cennet hak, cehennem hak, sırat hak, mi­zan hak, hepsi haktır. Ama bakıyorsunuz, müslümanlar hak prob­lemini gün­deme getiriyorlar; lâkin problemi bu hakka göre çözme konusunda kimse doğru dürüst iki kelime bile söylemiyor. Meselâ insan haklarını gündeme getiren müslümanlar, öncelikle Allah’ın haklarını gündeme getirmek zorundadırlar. Allah’ın hakkını gün­deme getiremeyen müslü-manlar, kesinlikle hiçbir zaman kullarının hakkını gündeme geti­reme-yeceklerdir.
Kaldı ki kulların hakkını da değerlendirebilmek için hak bir ki­taba, hak bir mizana muhtaç olacaklardır, hak bir peygambere kulak vermek zorunda olacaklardır. İşte tüm problemlerin çözümü burada­dır. Yâni bu kitaba göre bizim hakkımız nedir? Bunu bilmek zorunda­yız. Bulunduğunuz her bir ortamda hangi hak gündeme gelirse gelsin, kadın hakkı mı? Erkek hakkı mı? İşçi hakkı mı? İş veren hakkı mı? Ana hakkı, baba hakkı mı? Allah hakkı mı, kulların hakkı mı? Bunu ancak bu kitap çözecektir. Bunun dışında bunları çözeceğine inandı­ğımız başka bir kaynak bilmiyoruz.
"Haktan başka sadece dalâlet vardır."
(Yunus: 32)
Problemlerinizin çözümünü bu kitabın dışında ararsanız, başka yerlerde ararsanız mutlaka bâtıla düşmek zorunda kala­caksı­nız.
Hak, Rabbinden gelendir. Kâbe konusu da olsa, kıble ko­nusu da olsa hangi konu olursa olsun hak; Rabbinden gelendir. Sakın ha, sen şüpheye düşenlerden olma. Rasûl-i Ekrem Efendimizin zaten bu konuda bir şüphesi yoktu.
Eğer sen, sana indirdiklerimiz konusunda şüphede isen hadi senden önceki kitap ehlinden soruver. Kitap ehli olan, zikir ehli olan yahudi ve hıristiyanlarla bu işin sağlamasını bir yapıver, buyurmuştu da Rabbimiz, Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştu.
"Ne şüphe ederim, ne de bu konuda onlara bir şey so­rarım."
Halbuki biz, bugün herşeyimizi onlara soruyoruz. Herşeyi­mizi onlara danışıyoruz. Onlara danışmadan en küçük bir karar bile vere-miyoruz. Tarihimizi onlardan öğreniyoruz, geçmişimizin sîretlerini on­ların etütlerinden öğreniyoruz, gençlerimiz onların üniversitelerinde okuyup akılları ve vicdanları karışmış olarak dö­nüyorlar ülkemize ve Avrupa’da tahsil görmüş aydınlar olarak yapmadıklarını bırakmıyorlar bize. Hak Avrupa’dan gelen değil, hak A.B.D nin dediği değil, hak ba­bamın dediği değil, hak hocamın dediği değil, hak bizim cemaatın de­diği değil, hak Allah’tan gelendir. Hukuk Allah’ın hukukudur, yasa Al­lah’ın yasasıdır.
(Hakk kavramıyla ilgili bir soru soruldu)
Hakk kavramıyla alâkalı bu dersimizde de, önceki derslerimizde de epey söz ettik zannederim. Ama madem ki anlaşılmadı biraz daha söz edelim.
Arkadaşlar, Kur’an bu kelimeyi bir kaç anlamda kullanmaktadır:
1- Bir şeyi hikmetin gereğine göre (nasıl gerekiyorsa ona göre) yapan anlamında. Bu anlamda ‘hakk’ Allah’ın bir sıfatıdır.
2- Hikmetin gereği olarak var edilen şeyler. Allah (c.c) fiilleri bu anlamda ‘hakk’tır. Güneşin ve ayın yaratılması hakkında
‘…Allah, bunları ancak hakk ile yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için âyetlerini böyle birer birer açıklamaktadır.”
(Yunus, 5)
3- Bir şey hakkında aslına uygun olarak inanç taşıma anlamında. Bir kimse hakkında ‘onun yeniden diriliş ve cennet konusundaki inancı hakk’tır’ dememiz gibi.
“….Allah iman edenleri, ayrılığa düştükleri hakk’a, kendi izniyle eriştirdi.”
(Bakara, 213)
âyetinde insanların inanç ilkeleri ve ibadetler konusunda ihtilaf ettikleri gerçek anlamında geçmektedir.
4- Gereğine göre, gerektiği kadarıyla ve gerektiği zamanda meydana gelen söz veya iş anlamında. Bir kimse için ‘senin sözün hakk’tır’ dememiz gibi.
“Eğer hakk, onların hevâ (istek ve tutku)larına u-yacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey fesada (bozulmaya) uğrardı…”
(Mü’minûn, 71)
5- Borç anlamında kullanılmıştır
(Bakara, 282).
6- Hisse, pay anlamında kullanılmıştır.
“Ve onların mallarında belirli bir hakk vardır; isteyenler ve yoksul olanlar için.”
(Meâric, 24)
7- Adalet anlamında kullanılmıştır.
“Allah hakk ile hükmeder. Oysa O’nu bırakıp ta tapmakta oldukları ise, hiç bir şeye hükmedemezler. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.”
(Ğâfir, 20).
Yine ‘el-Hakk’, Rabbimizin güzel isimlerinden biridir. Allah’ın bir adı olarak Hakk, inkârı mümkün olmayan, varlığı kabul edilmesi gereken, gerçek var olan, varlığı ve ilâhlığı kesin olan, hikmetinin gereğine göre eşyayı yaratan, hakkı ortaya koyan, sözünde doğru olan, her hakkın kendisinden alındığı gerçek var olan Mevcut manalarına gelir. Kur’an bu ismi bazen sıfat şeklinde (Kehf, 44; Tâhâ, 114), bazen haber (Allah (c.c) hakk’tır) şeklinde (Hacc, 6; Lokman, 30) kullanmaktadır.
Evet Rabbimiz hakk’tır. Her şeyi yerli yerince yaratandır. Her şeyin hakimi O’dur. O’nun dışındaki her şey, O’nun yaratmasıyla ‘ta-hakkuk’ eder. Allah, her bir varlığa belli bir şekil, ecel ve görev vermiştir. Bunların hepsi de yerli yerindedir. Her bir varlığın âlemde ‘Allah’a bağlı olarak’ bir hakikati (gerçekliği), bir sınırı ve birbirlerinin kar-şı hukukları vardır. Allah (c.c) ‘bizâtihi vücut’tur. Yani O’nun varlığı, kendi Mevcut oluşunun gereğidir, hiç kimseye muhtaç değildir. Diğer varlıklar ise ‘hakk’ oluşlarını Mutlak Varlık ve Gerçek (el-Hakk) olan Cenab-ı Hakk’a borçludur. Onların varlığı Allah’a bağlı olarak ‘liğayrihi vücut’tur, hak oluşları başkasına bağlıdır. ‘Hakk’ aslında sabit ve aklın inkar edemeyeceği derecede gerçek olan şey demektir. O aynı zamanda doğrudur, isabetlidir, maksada uygundur, arzu edilene denk düşen şeydir. Bu bakımdan her an ve yerde sabit olan (mevcut olan) Allah (c.c) gerçek Hakk’tır. O, yarattıklarını hakk üzere yarattığı için, onlar da Allah’a göre hakk’tırlar. Hakk’tan gelen, O’ndan kaynaklanan her şey de tıpkı O’nun zatı gibi hakk’tır. O’ndan gelen vahiy de hak-k’tır. O’nun gönderdiği din de hakk’tır. O’nun peygamberi hak, yasaları haktır.
Hakk’ın tam karşıtı ‘batıl’dır. Batıl hakk’a göre temelsiz, boş, gerçek olmayan, uymayan ve geçersizdir. Hakk, suyun kendisi, batıl ise onun üzerinde biriken köpüktür. Köpük kaybolur gider, su kalır. (Ra’d, 17) Hakk, her zaman kalıcıdır, yerindedir, uygundur, üstündür. Hakk gelince zaten batıl yok olup gider. Batıl hakk’ın karşısında tutu-namaz. Zaten yok olmak (tıpkı köpük gibi) onun doğasında vardır. Çünkü onun bir gerçekliği ve geçerliliği yoktur (İsrâ, 81).
148:"Her ümmetin bir kıblesi vardır, ona yönelir. Sizler hayırda yarışın. Ve nerede olursanız olun Allah (Kı­yamet gü­nünde) sizi bir araya getirir. Allah herşeye kadir­dir."
Herkesin bir yönü vardır. Her milletin kendine mahsus yönel­diği bir yönü, bir kıblesi vardır. Dünyanın yuvarlaklığını düşünürsek Avustralya’dan, Çin’e, Alaska’ya kadar, Japonya’dan Atlas Okya­nu-suna kadar bakıyoruz ki bütün müslümanlar Kâbe’yi merkez kabul etmiş ve hepsi de o tarafa doğru yöneliyorlar. Kâbe’nin doğusundaki­ler batısın­dakiler, kuzey ve güneyindekiler hepsi de o tarafa doğru yöneli­yorlar. Her ülkenin kıblesi farklıdır, ama hepsi de Kâbe’ye yönel­mektedirler.
Veya herkesin kıblesi, yönelişi farklıdır. Herkesin hayatının he­defi, programı farklı farklıdır. Kıble, kişinin yöneldiği yön de­mektir. Ki­minin kıblesi kadındır, kiminin kıblesi paradır, kimininki makamdır, ki­mininki dünyadır. Peki şimdi biz, bizim kıblemize yö­neliyoruz, acaba bizim kıblemize yönelmeyenlerin de kendilerine mahsus kıbleleri var mıdır? Allah diyor ki herkesin bir kıblesi var­dır. Bakıyoruz inadına Kâbe’ye yönelmeyen insanlardan kimileri Moskova’ya yöneliyor, ki­mileri Washington’a yöneliyor, kimileri Pa­ris’e, kimileri başka yerlere yöneliyorlar. Yâni insanlar mutlaka bir yerlere yöneleceklerdir, zira bu bir ihtiyaçtır. Peygamberi inkâr edenler mutlaka kendilerine bir pey­gam­ber buluyorlar, kitaplarını reddedenler mutlaka kendilerine bir ki­tap buluyorlar. Marks’ın ki­tabı veya falanın kitabı gibi.
Asıl mesele yüzünü o tarafa, ya da bu tarafa döndürmek değil, namazla elde edilecek güzel bir sonuçtur. Yâni asıl mesele namazın ruhunu ve sağlayacağı amacı yakalayabil­mektir.
Bâtıl ehli; bâtıl sembol ve işaretlere yönelir, hak ehli de hak­kın sembol ve işaretlerine yönelir. İyilik ehli; iyilikte yarışır, kötülük ehli de kötülük yolunda yarışır. İyilik ve kötülükte kıstas, Allah’ın vahyidir. Zira sonunda hesabı görecek olan Allah’tır. Mükâfat veya ceza verecek olan Allah’tır.
"Ve nerede olursanız olun, Allah (Kıyamet gü­nün-de) sizi bir araya getirir."
Kâbe’de bizi bir araya getirdiğini biliyoruz. Şimdi de bir araya ge­tirir değil mi Allah bizi? Yâni şu anda yeryüzündeki müslümanların tamamı bir yere taş atsalar yâni:
Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım bekleriz, biz kesinlikle senden başkasını dinlemeyiz, kesinlikle senin dedik­lerinden başkalarının gösterdikleri yola gitmeyiz, sözünü gerçek­ten bilerek ve inanarak söyleseler, inanın onların birleşmeleri bir an meselesi bile değildir.
Diyelim ki tüm dünya müslümanları bir saat ayakta dursa­lar, bir gün yürüseler, bir saat bir yerlere doğru yürüseler, hep bir­den elle­rinde taşlarla oyuncak oynasalar, yâni aynı hareketi yap­salar; tüm dünya yerinden oynayacaktır. Ama gelecek inşallah o günler.
"Muhakkak ki Allah herşeye kadirdir."
Yâni olur mu bu ya? Biri dağda, biri bayırda olacak şey mi bu? Bu müslümanlar dirilecek ha! Bu müslümanlar zincirleri kırıp birleşe­cekler ha! Aralarına konmuş bu barikatları aşıp bir gün bir araya gele­cekler ha! Üzülmeyin Allah herşeye güç yetirendir, ol­mazı oldurandır. Bu müslümanların kalplerini bir anda birleş­tirmek Allah’a aittir. Ve bu Allah’a hiçte zor bir şey değildir.
149:"Her nereden (yola) çıkarsan çık yüzünü Mes-cid-i Haram tarafına çevir. Bu emir Rabbinden ge­len bir gerçektir. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil de­ğildir."
Bu emir, bu kıble meselesi önemine binaen tekrar tekrar bir daha bir daha gelecek. Birincisi 144. âyetteki hüküm, Mescid-i Aksa’-ya yönelmeyi nesih etmek için gelmiştir. İkincisi bu 149. âyetteki hüküm, bu Kâbe’ye yönelme hükmünün ar­tık bir daha kıyamete kadar nesih olmayacağını belirtmek için gelmiş. Artık bu Rabbinden gelen bir hak olmuştur ve kıyamete kadar baki olacaktır. Üçüncüsü 150. âyetteki hüküm de gerek yahudilerin, gerekse hıristiyanların ve müş­riklerin, müslümanların aleyhine ellerinde bir delil kalmasın diye indi­rilmiştir. Bir başka görüşe göre de;
1- Birinci âyet, Mekke’de oturanlar için kıbleye dönme emri­dir.
2- İkinci emir, Mekke dışında diğer şehirlerde oturanlar için bir emirdir.
3- Üçüncü âyetteki emir de seferde, yolculukta olanlar için­dir denmiş.
150:"Her nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Ha­ram tarafına çevir. Ve sizler de nerede olursanız olun, yüzünüzü Mescid-i Haram’a doğru çevirin ki in­sanların sizin aleyhinize bir delilleri olmasın, (bir delil­leri kalma­sın.) Ancak onlardan zulmedenler müstesna. Onlardan korkmayın benden korkun. Ta ki size olan nîmetimi ta­mamlayayım, umulur ki hidâyete erer­siniz."
Bu âyet, peygamber (a.s) 'ın Kâbe’ye yönelerek namaz kıla­ca­ğına dair bilgi önceki kitaplarda haber verilmiştir. Yahudiler de, hı-ristiyanlar da bunun böyle olacağını biliyorlardı. Biliyorlardı ki, Allah’ın son elçisi Kâbe’ye yönelerek namaz kılacaktı. Bu sefer peygamber Kâbe’ye yönelerek namaz kılmayınca da şüpheye düşeceklerdi. Şimdi bu iş gerçekleşince, artık onların hiçbir şüp­heleri, hiç bir aleyhte delilleri kalmamıştı.
Ama onlardan zâlimler, zaten yola gelmeyecek. Zâlimler de bu sefer şöyle diyeceklerdi: Peki şimdi o zaman, şimdiye kadar Mescid-i Haram’a niye dönmediniz? Madem bu işin doğrusu buydu da peki niye şimdiye kadar Kudüs’e doğru namaz kıldınız? Niye yahudilerin kıblesine doğru döndünüz bugüne kadar? Yahu­diler ve hıristiyanlar di-yorlar ki; bak şimdiye kadar aramız iyiydi, bi­zim kıblemize dönüyor­du-nuz, Mekke’li müşrikler diyorlar ki; şimdiye kadar madem Mescid-i Haram doğruydu da niye dönmediniz? Se­vinecekleri yerde bunlar da böyle diyorlardı. İnsanların biri böyle diyor, öbürüsü farklı söylüyor, halbuki Allahu Teâlâ’nın değer yar­gısına göre durum bunların hepsi­nin dediklerinden farklıdır ve Allah bunlardan hiç birisinin arzularına uyacak da değildir.
"Onlardan korkmayın, benden korkun. Ta ki size olan nîmetimi tamamlayayım, umulur ki hidâyete erer­si­niz."
Mü'min hiç kimseden değil, Allah’tan korkacak. Çünkü rızık Al­lah’tan, ölüm Allah’tan, hayat Allah’tan. Onlardan korkmayın, çünkü onların size yapabilecekleri hiç bir şey yoktur. Korkmak bir ibâdettir ve bu ibâdet yalnızca Allah’a yapılmalıdır. Eğer bir mümin, Allah’ın izni olmaksızın birilerinin kendisine zarar verebileceğine inanarak, ondan korkarsa; Allah korusun, Allah’a şirk koşmuş ola­caktır.
151:"Nitekim size, sizin aranızdan âyetlerimizi oku­yacak, sizleri arıtacak, size kitap ve hikmeti öğretecek ve size bilmediklerinizi öğretecek bir peygamber gönder­dik."
Elçinin ilk görevi âyetleri okumak. Daha pratik uygulamaya geç­meden ilk önce bu âyetleri okuyacağız. Kitap ve sünneti öğret­mek. İnşallah biz de şimdi bizim gibi olun demeyece­ğiz, bizi pratikte uygulayın, biz nasılsak öyle olun, bizim ev düzenimiz nasılsa siz de öyle yapın demeye­ceğiz, bizim hayat anlayışımız, bizim ekonomi an­layışımız nasılsa siz de öyle olun, öyle yapın demeyeceğiz. Peki ne diyeceğiz? İşte bu Rasul gibi olun diyeceğiz. İşte örnek budur. Bu pey­gamber gibi olun, bu kitabın istediği gibi olun diyeceğiz. Çünkü biz gibi olun desek; insanlar bizi aşamayacaklar, bizde takılıp kala­caklar­dır. Bizi aşamayan müslümanların da yamuk bir Müslümanlıktan kur­tulmaları asla mümkün olmayacaktır. Biz, bize değil, kitap ve sünnete çağıralım ki; doğru dürüst müslümanlar çık­sın içimizden. Beni aşa­mazsınız, beni geçemezsiniz; ancak pey­gamberi bende göreceksiniz, ben nasıl yaşıyorsam öylece yaşa­yacaksınız dedi mi insanlar, ötekiler de onda çakılıp kalacaklardır Allah korusun.
"Size bilmediklerinizi de öğretiyor (o peygamber)."
Peygamber bilmediklerini Kur’an’dan öğrenmedi mi? Biz de bil­mediklerimizi bu kitaptan öğrenmedik mi? Öyleyse biz de insanlara Kuran’ı tavsiye etmek zorundayız.
152:"Beni zikredin, ben de sizi zikredeyim. Bana şük­redin, küfretmeyin."
Bana kulluk edin, benim için yaşayın. Allah’ı zikretmenin, Al­lah’a şükretmenin en güzel yollarından biri de Allah için hayatı fedâ etmektir. Canı verenin yolunda canı fedâ etmek, malı verenin yolunda malı fedâ etmek, hayatı verenin yolunda kişinin hayatını fedâ etmesi­nin adına şükür diyoruz.
1- Zikir Kur’andır.
"Andolsun Biz Kur’an’ı zikir için düşünüp öğüt al­sınlar diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?"
(Kamer: 22)
"(Resûlüm) Sana bu mukaddes kitabı âyetlerini dü­şünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar (zikretsinler) diye indirdik."
(Sâd: 29)
"Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, muhakkak ki onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşr edeceğiz. O: Rabbim! Beni niçin kör ola­rak haşr ettin? Oysa ben hakikaten görür idim! Der. Allah da buyurur ki: "İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi de sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutulu­yorsun!"
(Taha: 124)
Bunun gibi pek çok âyette zikir, Kur’an olarak anlatılır.
2- Zikir namazdır. Çünkü namazda da kıraat vardır.
3- Zikir hutbedir. Çünkü Rabbimiz:
"Ey iman edenler! Namaza çağrıldığınız (Ezan okun­duğu) zaman, hemen zikre koşun ve alışverişi bıra­kın."
(Cum’a: 9)
Âyet-i kerîmede geçen zikrullahtan kasıt Cuma hutbesidir.
Öyleyse zikir, Allah’la beraber olmaktır. Zaten her ân Allah bi­zimle beraber de, bizim tarafımızdan bunun zihinde canlı tutul­masının adına zikir diyoruz. İşte bu zikrin anlaşılabilmesi adına onu şöyle gruplandıracağız:
1- Lisanın zikri.
2- Kalbin zikri.
3- Bedenin, eczamın zikri.
Aslında genel mânâda zikir ikiye ayrılır. İnsanın zikri ve canlı cansız diğer varlıkların zikri. Biz burada zikri üçe ayırırken, bu ayırımı insanın zikri açısından yaptık.
1- Lisanın zikri, Bu da üç çeşit muteala edilebilir.
a: Birincisi mahza zikir olan Kur’an’ın tilavetidir, Kur’an’ın kı­raati­dir.
Meselâ ben:
Kur’an’dan bir bölüm okumaya başladık mı, işte bu zikirdir. Zira Kur’an mahza zikirdir. Efendim işte şunu beş kere oku­yacaksın, bunu on kere okuyacaksın, bunu yüz kere söyleyecek­sin demek de­ğildir zikir. Kur’an okumaya başladınız mı, işte bu zikirdir. Hangi âyet, hangi bölüm olursa olsun fark etmez.
b: Lisanın ikinci zikri, Allah’ın esmasını telaffuz etmektir. Al­lah’ın esmasını tekellüm de zikirdir.
“Allahu ekber” “La İlâhe illallah
Gibi. Bu da dilin zikridir.
c: Dilin üçüncü zikri de vahyin sözcülüğünü yapmak adına söy­lediği herşey zikirdir.
Yâni kişinin din adına konuşması, vahyin sözcülüğü adına söz söylemesi, Kur’an ve sünnetin anlatımı adına dilin hareket etmesi de zikirdir. Din adına konuşmak, Allah’ın istediğini Allah’ın istediği yerde söylemek, emr-i bil’marûf ve nehy-i ani’l münker yapmak, öğretmek, anlatmak, emretmek, nehyetmek, duyurmak, sevdirmek, tanıtmak gibi meşru sebeplerle dili hareket ettirmek de zikirdir.
Meselâ şu anda benim konuşmam zikirdir. Sizin çocukları­nıza nanazı öğretmeniz zikirdir. Hattâ kişinin hanımıyla yatağında şaka­laşması da zikirdir. Bunların hepsi dilin zikridir ki; müslüman asla bun-dan fariğ olmamalıdır. Çünkü Allah’ın Rasülünün bir hadisine göre bu zikirden fariğ olan adamın kalbi kaskatı kesilecektir.
Zâlim bir hükümdar karşısında hakkı söyleyen mü'minin dili bi-le­lim ki; o anda zikrediyor demektir. Mü'minlere Kur’an öğreten, ha­dis öğreten kişinin, çocuğunu terbiye eden kişinin dili o anda zikredi­yor demektir.
2- Kalbin zikrine gelince, kalbin zikri, kalbin fonksiyonu, kal­bin eylemi olan niyetin Allah’a ait kılınmasıdır. Niyetin Allah’a ait kılın­ma-sı, yâni bir hayat boyu kalbin Allah’ı hatırlayarak niyet sa­hibi ol­ması demektir. Zira kalp iman ve küfür, kabul ve red maka­mıdır. Kalp niyet makamıdır. Kalp hadiseler karşısında kişinin meylinin değerlen­dirilme merkezidir. Yâni kişi diliyle ne söylerse söylesin, kalpten ne geçirdiği önem­lidir. Çünkü kalp fesat ve salah olabilme özelliğine sahiptir. İşte bu iki özelliğe de sahip olabilen kalp, eğer Allah’ın istediği gibi bir özelliğe sahipse, yâni Allah için niyet taşıyorsa; o zaman işte bu kalp, zikir halindedir diyoruz.
3- Üçüncüsü de bedenin zikri. Bedenin zikri de bütün ecsa­mıyla, tüm cevarıhıyla bedenin Allah’ın kulluğunda istihdam edilmesi­dir. Yâni göz hakkı görür, kulak hakkı işitir, dil hakkı konu­şur, mide helâl yer, kafa meşru bilgiler öğrenir, ayak meşru yerlere gider, el meşru şeylere uzanırsa, tüm azalar Allah’a kulluk işinde istihdam edi­lirse, işte bu da bedenin zikridir; yâni tüm azaların ya­ratılış gâyeleri istikâmetinde kullanılması. Allah azaları ne için ya­ratmışsa; onu, ona tahsis etmek bu azaların zikridir. Eğer bu azaları yaratılış gâyelerinin dışında kullanmaya kalkışırsak, Allah korusun o zaman zâlim duru­muna düşeriz. Allah buyurur ki:
Sizler beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim. Beni, bana itaatle zikredin ki; ben de sizi rahmetimle zikrede­yim. Beni dualarınızla zikredin ki; ben de sizin dualarınızı kabul ede­yim. Beni dünyada zikredin ki; ben de sizi âhirette zor zamanınızda zikredeyim. Beni sıhhatteyken zikredin ki; ben de sizi zor günlerinizde zik­redeyim. Beni benim yolumda cihadla zikredin ki; ben de sizi zaferle zikredeyim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder