BAKARA SURESİ (153-193. AYETLER)


153:"Ey iman edenler sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraber­dir."
154:"Allah yolunda öldürülenlere (Şehidlere) de ölü­ler demeyin. Hayır onlar ölü değil diridirler, ama siz bunu hissedemezsiniz, sezemezsiniz."
Allah yolunda öldürülmüş şehidlere ölüler demek yasaklan­mış­tır. Çünkü onlar diridirler, ama siz onların hayatlarını hissede­mez-si­niz. Çünkü bu hayat zâhirî hislerle hissedilebilecek bir hayat değildir.
Allah yolunda öldürülenler, şehidler diridirler ve Rab­leri ka­tında en güzel rızıklarla rızıklandırılmaktadırlar.
Şüphesiz ki onların nasıl rızıklandırıldığını bizler bile­me­yece­ğiz. Ama şu kadarını biliyoruz ki; onlar bize sürekli mesajlar vermek­teler. Allah’ın dinini canlılıkla muhafaza ettirmede rollerinin olduğunu da bileceğiz. Bir şehidin sürekli bizim karşı­mızda, bizim dünyamızda yayın yaptığını ve yaptığı yayınlarla sü­rekli olarak bize şunu hatırlattı­ğını görüyoruz. Lâkin hayatta olan, canlı olan birilerinin, hattâ en bü­yük âlimlerin hocaların böyle bir mesaj veremediklerini de biliyoruz. Hiçbir kimsenin hiçbir mesaj vermediği bir ortamda, herkesin durgun, statik bir hayat yaşadığı bir ortamda, yıllar önce ölen ve de adı Yâsîn sûresinde ebedîleşen adsız bir şehidin sürekli olarak bize verdiği me­saj ise bakın şöyle :
"Keşke kavmim bir bilebilseydi Rabbimin bana mağfi­ret ettiğini ve de beni mükramundan, ikrama bo­ğu­lanlardan kıldığını."
(Yâsîn 27)
Bu büyük bir şeref, büyük bir ecir ve nîmettir. İşte şehidin, Al­lah yolunda ölen birinin canlılığını koruduğunun ve sürekli bize mesaj ulaştırdığının bir kanıtı ve ispatıdır. Kıyamete kadar Yâsîn sûresini okuyan herkese ulaştırılan bir mesaj. Görü­nüşte ölmüşler bunlar, toz toprak olmuşlardır, adları sanları kal­mamış, nerelerde oldukları da belli değildir. Ama dünyanın her bir yerinde canlarını Allah için fedâ etmiş olan, Allah’tan başka İlâh olmadığının şehâdetini canlarıyla is­pat eden, Allah’ın ölü demeyi yasakladığı bu insanlar, sürekli bize mesaj sunuyorlar. Bakın Âl-i İmrân sûresindeki âyetin devamında bu diri­liğin biraz daha açıklanmasını şöyle görüyoruz:
“Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilâ­kis Rableri katında diridirler.
(Âl-i İmrân 169)
“Allah'ın bol nîmetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşama­yan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendile­rinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler.”
(Âl-i İmrân 170)
“Onlar Allah'tan olan bir nîmeti, bolluğu ve Allah'ın, mü’minlerin ecrini zâyi etmeyeceğini müjdelemek ister­ler.”
(Âl-i İmrân 171)
Allahu Teâlâ onlara o kadar fazıl ve nîmet veriyor ki; onlar bun­larla sevinip coşuyorlar. Arkalarından henüz onlara kavuşmamış olanlara da müjdeler veriyorlar. Onlara korku da yok, mahzun olmak da yok, keder de yok sıkıntı da yok. Cehen­neme gitme korkusu da yok, ama cenneti kaybetme üzüntüsü de yok diyorlar. Yine Allah’tan bir nîmet, bir fazilet, bir üstünlüğü müj­deliyorlar. Ve Allahu Teâlânın mü'minlerin hiçbir zaman ecirlerini zayi etmeyeceğinin mesajını veri­yorlar sürekli. Sürekli şehâdetin yayınını, cennetin yayınını ve mesa­jını yine şahitler okuyorlar.
Gerek oradaki, Âl-i İmrân’daki âyetler, gerekse Bakara’daki bu âyetler ölümle hayatın bitmeyeceğini, ölümden sonra da haya­tın de­vam edeceğini anlatır.
Şehid davasına başını koyacak kadar şehâdet eden kişi de­mek­tir. Şehid davasının dirilişi için, başkalarının dirilişi için ca­nını fedâ eden kişi demektir. Onun içindir ki şehid, diridir. O yüz­den şehidler ölüler gibi yıkanmazlar. Yıkanmak, ölünün cesedini temizlemek de­mektir. Onlar zaten temiz oldukları için yıkanmazlar. Cenaze namaz­ları da kılınmaz onların, çünkü onlar ölmemişlerdir. Kefenleri şehidlik elbiseleridir. Yaşarken giydikleri elbiseleri ölürler­ken de giyerler. Zira onlar öldükten sonra da yaşarlar.
Diridirler onlar, zira onlar yakınlarını diriltirler. Onların ayrılık­ları, yakınlarını asla üzmez, ayrılıkları arkalarında kalanlara asla zor gelmez.
Bu kavram asrımızda çok çarpıtılmıştır. Sadece Allah için, Al­lah’ın dininin hâkimiyeti için öldürülenler şehiddir. Bunun dışındakile­rin kesinlikle şehidlikle ilgisi, alâkası yoktur.
Ebu Dâvûd'da Ebu Mûsâ El-Eşari’den rivâyet edildiğine göre adamın biri Rasulullah’a sordu: Ey Allah’ın Rasûlü adamın birisi şe­caat için, kahramanlık için savaşır. Bir başkası hamiyet için, ırkçılık için savaşır. Bir başkası da riya için, gösteriş için sa­vaşır. Bunlardan hangisi Allah yolundadır? Allah’ın Rasûlü buyur­du ki:
"Kim ki Allah’ın kelimesi ali olsun, Allah’ın dini ha­kim olsun diye savaşırsa, işte Allah yolunda olan bu­dur."
Şehidlik, peygamberlik mertebesinden sonra en yüce merte-be­dir. Allah’ın Rasûlü:
"Ne kadar isterdim bilemezsiniz! Allah yolunda şehid olayım! Sonra Allah beni diriltsin bir daha şehid olayım! Sonra Allah beni ihya etsin bir daha şehid ola­yım!"
Buyurarak kendisinin ihtiyacı olmadığı halde ümmetine bu ko­nuda bilgi veriyor.
Peki bu iş neye böyle oluyor? Neden böyle aramızdan biri­leri gidecek? Halbuki insanlar ölmeden hayatlarını devam ettirse­lerdi ol­maz mıydı? Yâni uzun ömürlü bir hayat veya ölümsüz bir hayat olmaz mıydı? Hayır bakıyoruz savaş yapan toplumlar da ölüyorlar, savaş yapmayan toplumlar da ölüyorlar.
Meselâ şu anda yetmiş seksen yıldır savaşı terk etmiş, yurtta sulh cihanda sulh demiş bir toplumun üyesiyiz, böyle bir toplumun içinde yaşıyoruz. Çevremizde savaşan toplumlar var, onları da müşa­hede ediyoruz, evet onlardan da bizden de onlarca binlerce kişi ölü­yor. Onlar bir savaş meydanında bir kurşun veya bir şarapnel parça­sıyla hayata veda ederlerken, bizler de yatakla­rımızda bir başka usulle yine hayata veda ediyoruz.
Yâni şurası kesin bir yasa ki ne sa­vaş içinde olanlar hemen ölecekler, ne de yatağında yatanlar hep ya­şayacaklardır. Savaş içinde olanlar ölümle diriliş arasındadır, barış içinde olanlar da ölümle diriliş ara­sında bulunmaktadırlar. Zaten ecel geldikten sonra ne bir saat öne ne de bir saat sona alınmayacaktır. Bu Allah’ın yeryüzünde işleyen kanunudur, kimse bunun dışına çıka­mayacaktır.
155:"Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltmekle behe­mehal imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele."
Korku ölüm korkusu, düşman korkusu, kıtlık ve açlık korkusu­dur. Eksiklik de mal ve can eksikliği, evlât ve kazanç eksikliğidir. Ce-nab-ı Hak iman edenlerin başına bu tür şeylerin geleceğini ön­ce­den haber veriyor. Düşman ve ölüm korkusu, kıtlık ve fakirlik, malların eksiltilmesi, canların, çocukların, akrabaların ve sevdikle­rin ölümle­riyle, hastalıkla ve ürünlerin eksiltilmesiyle imtihan ede­ceğini haber veriyor ve sonunda da buyuruyor ki; sabredenlere müjdeler olsun.
Zaten gerçek mânâda iman eden kişi, iman ettiği andan itiba-ren malını, canını, çoluk çocuk sahip olduğu herşeyini Allah yo­lunda fedâ etmeye hazır olduğunu ikrar etmiş kişidir. Allah bütün bunları cennet karşılığında mü'minden satın almıştır.
“Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarını ve mallarını cennete kar­şılık satın almıştır.
(Tevbe 111)
Evet, mü'minler mallarını ve canlarını cennet karşılığında Al­lah’a satmışlardır. Mal da can da zaten Allah’ındır. Nîmeti veren iste­diği zaman onu geri alabilir. Eğer bir şey Allah yolunda har­canmışsa, kesinlikle o doğru yolda harcanmıştır.
Yeryüzünde her türlü küfür, şirk ve azgınlık güçlerine karşı du­ran, tüm dünyada Allah’ın iradesini hakim kılmaya çalışan mü'minler-den Allah şunu istemektedir: Bu yolda mallarından, canla­rından, ürünlerinden, ticaretlerinden eksilmeler gibi bir kısım be­lâlarla, iptila­larla karşı karşıya geldikleri zaman bunu bir imtihan olarak karşılama­lılar ve sabretmelidirler. İşte Allah mü'minlerden bunu istemektedir.
Bilelim ki bütün bu belâlar insanın imanını, iradesini ve da­yanık­lılığını güçlendiren hayatın deneyimleridir. Bu imtihanlar sa­ye­sinde mü'min güç ve kuvvet sahibi yegâne varlığın Allah oldu­ğunu, insanın âciz olduğunu, kendisinin hadiselere müdahale edemeyecek kadar güçsüz olduğunu Allah’ın mülkü olduğunu anlayacaktır. İnsan, kendisi mülk olunca Mâlik’e karşı herhangi bir itiraz hakkına da sahip değildir.
E, efendim dünyada bunlar olmasın! Hastalık olmasın! Ölüm ol­masın! Sıkıntı, keder olmasın! Bunlar güzel temenniler, ama hayat hiç de böyle değildir. Bakıyorsunuz bir korku, bir kâfir korkusu, bir düşman korkusu, ya da başka korkular bizi sarıveri­yor. İşte bu bir im­tihandır. Acaba bu korkuyla karşı karşıya kalan insan ne yapacak? Gerçekten Rabbine güvenebilecek mi? Veya meselâ sürekli iyi doy­maya alışık olan bizler bir anda açlıkla karşı karşıya bırakılıveriyoruz. Veya bazen mallarda noksanlıkla karşı karşıya geliveriyoruz. Çok ka­zanıyor iken bir anda bitiveriyor. Güçte kuvvette noksanlık, çok güçlü­sünüz ama bir anda gücünüz kuvvetiniz bitiveriyor, ihtiyarlık hastalık gelip belinizi büküveriyor. Ve meyvelerde, ürünlerde noksanlıklar, kıt­lıklar, sıkıntılar ve yokluklar. İşte bütün bunlar karşısında:
Sabredenlere müjdele. İşte bütün bunları size biz verdik ve ver­diklerimizle sizleri imtihana tabi tutarız, diyor Rabbimiz. Sabre­denlere müjdele.
Bu konuda pek çok hadis vardır. Burada yeri gelmişken onlardan bazılarını okuyalım inşallah.
“Ebû Saîd Sa’d ibn Sinân el Hudrî (r.a)’den rivayet edildiğine göre ensardan bir kısmı Rasûlullah (s.a.v.)’ den bir şeyler istediler O da verdi, tekrar istediler yine verdi, sonunda yanındaki mal bitti. Elindeki olan her şeyi verdikten sonra onlara şöyle dedi:
“Yanımda mal olsaydı sizden esirgemezdim, kim istemekten çekinir iffetli davranırsa Allah onun iffetini artırır, kim tokgözlü olmak isterse Allah onu başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır, kim sabretmeye gayret ederse Allah ona sabır verir, hiçbir kimseye sabırdan daha geniş ve hayırlı bir şey verilmemiştir.”
(Buhârî, Zekat 50; Müslim, Zekat 126)
Mü’min için en sağlam siper sabırdır. Sabrı sayesinde mü’min fakir de olsa zengin de olsa rahat ve huzurludur. Sabretmeyi bilmeyen ve istemekten vazgeçmeyenler zengin de olsalar fakir de olsalar doyuma ulaşamazlar, asla doymazlar. Kişi zamanın her türlü bela ve sıkıntılarına karşı kendisini sabırla frenleyip hem dünya hem de ahiret kazançlarını elde edebilir.
Ebû Yahyâ Suheyb ibn Sinân (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Mü’minin durumuna gerçekten hayret edilir. Zira her durumu onun için hayır sebebidir, bu özellik sadece mü’minlerde bulunur. Çünkü sevinecek olsa şükreder bu onun için hayırdır, başına bir bela gelse sabreder bu da onun için bir hayırdır.”
(Müslim, Zühd 64)
Enes ibn Mâlik (r.a)’den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.v) çocuğunun mezarı başında bağırarak ağlamakta olan bir kadı-nın yanından geçmişti ve ona: “Allah’a karşı sorumlu olduğu-nu düşün ve sabret” buyurdu. Kadın: Geç git, çünkü benim başı-ma gelen senin başına gelmemiştir dedi. Peygamber (s.a.v.)’i tanı-yamamıştı. Kendisine O’nun Peygamber (s.a.v) olduğunu söylediler. Bunu duyar duymaz Peygamber (s.a.v.)’in kapısına geldi, kapıda ka-pıcılar bulunmadığını gördü ve: Ben sizi tanıyamamıştım dedi. Pey-gamber (s.a.v) de: “Asıl sabır felaketin ilk anında olanıdır” buyurdular.
(Buhârî, Cenâiz 32; Müslim, Cenâiz 14)
Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Allah: Mü’min kulumun dünyada sevdiği dostunu aldığım zaman, o kimse sabredip mükafatını benden bek-lerse karşılığı cennettir.”
buyurdu. (Buhârî, Rikak 6)
Ebû Saîd ve Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Ra-sûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Herhangi bir müslümanın başına gelen yorgunluk, hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan ayağına batan di-kene kadar her şeyi Allah müslümanın hata ve günahla-rının bağışlanmasına sebeb kılar.”
(Buhârî, Merda 1; Müslim, Birr 49)
Enes ibn Mâlik (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (a.v) şöyle buyurdu:
“Başına gelen bir musibetten dolayı hiçbir kimse ölmeyi istemesin. Mutlaka böyle bir şey temenni etmek zorunda kalırsa; Allah’ım benim için yaşamak hayırlıysa beni yaşat, ölmek hayırlıysa beni öldür desin.”
(Buhârî, Merda 19; Müslim, Zikir 10)
Enes ibn Mâlik (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (a.v) şöyle buyurdu:
“Allah iyiliğini istediği kulun cezasını dünyada verir, fenalığını istediği kulun cezasını da kıyamet günü güna-hını yüklenip gelsin diye dünyada vermez.” Peygamberi-miz (s.a.v) devamla buyurdu ki: “Mükafatın büyüklüğü bela ve musibetin büyüklüğüne göredir. Allah sevdiği top-luluğu belaya uğratır. Kim başına gelen bela ve musibet-lere razı olursa Allah ondan hoşnut olur. Bir kimse başına gelen bela ve musibetleri öfke ile karşılarsa o da Allah’ın gazabına uğrar.”
(Tirmîzî, Zühd 57)
Peki nasıl sabredeceğiz? Ölümle, korkuyla, aç­lıkla, mallarda ve ürünlerde noksanlıklarla imtihan edilen bir kimse, nasıl sabredecek? Veya nasıl övgüye lâyık olacak?
156:"Mü'mine eziyet veren herhangi bir şey başına geldiği zaman derler ki:"
"Biz Allah’ınız, Allah’tan geldik ve Allah’a döne­ce­ğiz."
Nasıl olsa Allah’tan geldik, bizi yoktan var eden Allah, nasıl is­terse öylece bizi imtihan eder derler ve başlarına gelen ne olursa ol­sun sabrederler. Bu gerçekten büyük bir iman ve büyük bir iştir.
Biz yoktuk. Bundan elli sene öncesine gidelim belki şuradaki-lerden hiç birimiz yoktuk. Ama bakıyoruz elli yıl sonra bizler varız. El­lerimiz var, ayaklarımız var, gözlerimiz, kulaklarımız var, mallarımız mülklerimiz var, kadınlarımız, çocuklarımız var, dükkanlarımız, tez­gahlarımız var, atlarımız arabalarımız var, talebeleri­miz, hocalarımız var. Ama elli yıl önce bunların hiçbirisi yoktu ve bir gün bunların hiçbi­risi olmayacak. Bir bakmışınız ki, bizler de sahip olduklarımız da hepsi hayal olmuş. Bir varmış bir yokmuş. Hattâ öyle bir zaman gele­cek ki; var mıydı, yok muydu, kimsenin hatırına bile gelmeyeceğiz.
Tıpkı şu anda bizlerin yüz-yüz elli sene önce yaşayanların üzerlerinde tepe tepe gezdiğimiz gibi, bizden önce yaşayanları şu anda hiç birimizin hatırlamadığı gibi. Acaba yahu bu toprağın al­tında şu zavallı garip biri vardı, kral vardı, prens, prenses vardı, ya da bu toplumun ağaları, beyleri vardı filan bile demeden basıyoruz tekmeyi geçip gidiyoruz. Yarın bizim üstümüze de basıp geçecek birileri. A! Bir zamanlar burada birileri varmış, hacılar, hocalar varmış, ders yapı­yorlar-mış, Kur’an sünnet okuyorlarmış filan diye kimsenin hatırına bile gelmeyecek. İşte madem ki hayat buysa, hayat böyleyse ve bu haya­tın sonunda biz mutlaka dirilecek ve bir hesap vereceksek, o zaman bunu çok rahat kabullenebilmeliyiz.
Yâni bu sözleri söylemek çok kolaydır, yâni bunu dille ifade et­mek kolaydır, ama biz gerçekten belâ ve musîbetlerle karşı kar­şıya kaldığımız zaman söylemek çok zordur. Zaten Rasulullah’ın hadisle­rinde:
"Gerçek sabır sadme-i ûlâdadır."
Musîbet haberi kişiye ilk verildiği anda, o sadmeyle ilk defa karşı karşıya kaldığı anda sabretmesi gerçek sabırdır. Yâni baban öldü haberi kişiye ilk verildiği zaman, o anda, o ilk sadmeyle karşı karşıya kaldığı zaman sabretmesi sabırdır. On gün sonra, bir yıl sonra ona sabret demenin anlamı kalmamıştır, zira artık alışmıştır. Hemen anında:
Diyebilmeliyiz yâni.
157:"Onlar için Rablerinden salavat vardır, mağfi­ret vardır ve gerçekten hidâyete erenler, kurtuluşa erenler bunlardır."
Bu âyetlerden sonra konu bir sembole geçiyor, bir şiar an-latıyor Rabbimiz bize:
158:"Muhakkak ki Safa ve Merve Allah’ın şeai-rindendir. Şimdi her kim Kâbe’yi hacceder veya umre ya­parsa onların ikisini de tavaf etmesinde bir günah yok­tur. Kim de tatavvu yaparsa (yâni kim nafile iş ya­parsa, kim gönlünden koparak bir hayır işlerse) bilsin ki Allah şükre­denleri bilir, Allah şakirdir ve herşeyi bi­lendir."
Yâni Safa ve Merve Allah’ın sembollerinden, Allah’ın alâ­met-lerindendir.
Şeair; alâmet demektir, sembol demektir. Mâide sûresinde başka şeairden de bahsediyor Rabbimiz. Mescid-i Haram, haram ay­lar, Kâbe’ye gönderilen kurbanlıklar gibi. Şeair, bazen biz­zat ibâdetin kendisi için, bazen de ibâdetin yerleri için kullanılır. Bu mânâda ezan, cemaatle namaz, cuma ve bayram namazları, hac, camiler, minareler, safa, merve bunların hepsi Allah’ın şeairindendir, dinin alâmetlerin­dendir, sembolleridir.
Safa ve Merve de bunlardan biridir. Her ikisi de birer tepe bili­yorsunuz. Ama bu iki dağ, bu iki sembol bize imamımızı hatırlatıyor. İbrahim’i (a.s), onun hanımı Hacer anamızı ve onun oğlu İs­mail’i (a.s) hatırlatıyor. Yâni Safa ile Merve’yi hatırlamak bir anda onlarla karşı karşıya gelmek demektir.
İbrahim (a.s) şu anda Kâbe’nin bulunduğu yere anamız Ha-cer’i bırakır. Yanlarında birazcık bir kırbada suyla birazcık da hurma vardır. İbrahim (a.s) karısı Hacer’le oğlu İsmail’i orada yal­nız bırakıp giderken arkasına dönmemek zorundadır. Hacer ana­mız ar­kasından koşarak bağırır, nereye gidiyorsun Ey İbrahim? Bunu sana Allah mı emretti? Yoksa kendin mi istedin? Allah em­retti buyurunca, haydi git öyleyse bunu emreden Rabbim bizi ko­ruyacaktır buyurur. Bu tevekkülün zirvesidir. Yapayalnız bir kadı­nın, ve şu anda da Kâbe’yi tavaf etmek için gelen bütün insanlığın Kâbe’yle birlikte tavaf ederek kendisini hatırlamak zorunda kaldığı bir kadının, rivâyetlere göre; bir zenci kadının Allah’a te­vekkülde bu kadar zirvede olması, işte bu ka­dın adına o iki dağı Allah’ın şiarı haline getirecektir. Ve kıyamete ka­dar bütün insanlık bunu hatırlayacaktır.
Öyleyse Allah bize yeter diyebilmeli müslüman. En kötü şartlar altında bile Allah var ya ne gam! O bize yeter diyebilmeyi becerebil­melidir müslüman. Yalnız da kalsak, zindanda da olsak, ıssız, kimse­siz, yiyeceksiz, içeceksiz bir yerde, bir ortamda kala­caksınız ve de bunu size Allah emredecek, siz de evet diyebilecek ve tevekkül ede­bileceksiniz Allah’a.
Ve bakın sabır âyetlerinden sonra hemen Safa ve Merve âyet­leri geliyor. Evet bir kadın buna sabredebilmişse, bu yokluğa, bu sı­kıntıya öyleyse biz de sabretmek zorunda kalacağız.
Yanlarındaki su ve yiyecek biter. Su ve yiyecek araştırmasına başlar. İşte hemen yakınında Safa ve Merve tepesi. Bir o te­peye bir bu tepeye koşmaya başlar. Acaba su var mı? Acaba ge­lip giden biri­leri var mı? Yedi defa gidip gelir, ama suyu bulamaz. Ama bir emirdir bu, koşacak ve Allah’ın emriyle suyu arayacaktır. Hayatı arayacaktır, direnç gösterecektir, Allah’ın emirlerine boyun eğecek, Allah’ın yasa­larını araştıracak ve hiçbir zaman sıkıntı duymayacaktır.
O, Safa ve Merve arasında su ararken, Rabbimiz bir başka yerde onun karşısına suyu çıkaracaktır. Daha sonraları onun to­runu olan Muhammed’e (a.s) dinin esası olarak onu insanlara tak­dim ede­cektir. Ve kıyamete kadar bütün mü'minlere bu şeair, bu sembol şunu hatırlatacaktır: Ey mü'minler, siz Allah’ın çizdiği yolda sa’y edin, Al­lah’ın bereketinin sizlere nerede ulaşacağına hiç bakmayın. O çizgide de ulaşabilirsiniz, başka çizgilerde de.
Siz, Allah’ın sizden istediği bir hareketi gerçekleştirmeye çalı­şın, meselâ çevrenizdeki insanlara Allah’ın dinini ulaştırmaya çalışın, bu insanlar hidâyete ererler ya da ermezler, siz bunu dert edinmeyin, sonunda mutlaka iş Allah’a kalmıştır ve o dilediğini ya­pacaktır.
Safa ile Merve arasında sa’y; ta İbrahim (a.s) döneminde tâlim edilmiş hac menâsikindendi. Ama yıllar sonra İbrahim’in, İsmail’in, Hacer’in Safa ve Merve’si putlarla işgal edilmişti. Müşrikler cahiliye döneminde Safa tepesine İsaf, Merve tepesine de Naile diye iki put yerleştirmişler, orada tavaf ediyorlar ve putlara ihtiram edip el sürü­yorlardı. Bu durum müslümanlara ağır geliyordu. İslâm ge­lip, bütün putları kırıp; onların hâkimiyetine son verdikten sonra, müslümanlar bundan çekinir oldular. Müslümanlar, bunun müşrik­ler tarafından son­radan ihdas edilmiş bir bid'at mı olduğu, yoksa bizzat Allah tarafından konulmuş bir şeair mi olduğu konusunda şüpheye düştüler. Yâni bu iki tepe arasında say yapılınca şirke düşüp düşmeme konusunda ciddi bir tereddüt geçirdiler. Gelip Allah’ın Resûlü’ne sordular: Ey Al­lah’ın Rasûlü, bu konuda ne ya­pacağız? Cenab-ı Hak da:
"Şimdi her kim Kâbe’yi hacceder veya umre ya­parsa, onların ikisini de tavaf etmesinde bir günah yok­tur."
Buyurarak, bunun Hz. İbrahim döneminden beri İslâm’ın şia­rın­dan olduğu haberini verir. Ey müslümanlar korkmayın bunda bir günah yoktur buyurur.
Allah’ın Rasûlü de Ebu Dâvûd Menâsik 57. de şöyle buyu­rur:
"Şüphesiz ki Safa ve Merve Allah’ın şiarlarından­dır ve sizler Allah’ın başladığı yerden başlayın."
Yâni Safa’dan tavafa başlayın buyurur. Ve hattâ başka bir ha­dislerinde de bunun vacip olduğunu vurgular.
Burada dikkatimizi çeken bir husus da şudur: Müslümanla­rın İs­lâm’la tanıştıktan sonra cahiliye âdetlerinin tümünden tiksinir bir du­ruma geldiklerini görüyoruz. Dün bu putları kendi elleriyle di­ken bu in­sanlar, İslâm’la tanıştıktan sonra herşeyi yargılama nok­tasına geliver­diler. Artık ne dünkü hayatları kendilerinindi ne de kendileri o hayatın malıydı. Sanki dünkü hayatı onlar yaşamamış­tı. Bir anda bu kadar değişmişlerdi.
Bizler de işte böyle olmalıyız. Kur’an ve sünnetle tanıştık­tan sonra cahiliyenin tüm pisliklerinden silkinmek zorundayız. Ye­niden bir hayatla doğmak zorundayız. Tüm hayatımızı Kur’an ve sünnet kılı­cıy-la yeniden gözden geçirmek zorundayız. Tarihin örümcek ağı gibi öre öre günümüz insanına taşıyıp getirdiği tüm yanlış ve çarpık din anlayışlarını, Kur’an ve Sünnet kılıcıyla ıslah olmamış tüm âdet ve gelenekleri, sayısız bâtıl inanışları, dinle il­gisi olmadığı halde dinmiş gibi hayatımızı işgal etmiş bütün bid'at ve hurafeleri Kur’an ve sünnet projektöründe yeniden gözden ge­çirmek ve ıslah etmek zorundayız. Tarih kadar ağır bu yükten kurtulabilmek için, bu iki kaynaktan başka çaremiz de yoktur.
İşte, acaba bu cahili bir anlayış mıdır, cahili bir âdet midir, bir töre midir, yoksa gerçekten Allah’ın istediği bir şiarmıdır, bu konuda ciddi bir korku geçiren müslümanlara diyordu ki Rabbimiz: Hayır bu Allah’ın bir şiarıdır, bu Allah’ın bir sembolüdür ve o ya­şamalıdır, ya­şatılmalıdır diyordu Rabbimiz.
Mâide sûresi şeairin yaşatılmasını emreder. Hac devam et-melidir, kimse hacca engel koymamalıdır deniyordu.
Bir gün müslümanları hacca koymamak için, Kâbe’ye sok-mamak için Hudeybiye’de yasak koydular. Sonra Mekke’yi fethe­dip, Kâbe’nin hâkimiyetini ellerine geçiren müslümanlar da bir ara Mekke’nin kuzeyindeki müşrik kabileleri Kâbe’yi ziyaretten menettiler. Ma-dem ki dün sizler bizleri Kâbe’ye koymadınız, şimdi de biz sizi koyma-yacağız dediler. Allah buyurdu ki bırakın onlar da gelsinler, bu bir şe-âirdir, bu bir semboldür, kıyamete kadar bu du­racaktır.
Öyleyse müslümanlar, Allahu Teâlâ’nın kıyamete kadar müs-lümanlara şeair olarak bildirdiği haccı, kurbanı, bayramı, camiyi, Mes-cid-i, cumayı sürekli ayakta tutmak ve onlara sahip çık­mak zo­runda-dırlar. Birileri bunları elimizden almak ve bunların fonksiyonlarını yok etmek savaşına girseler de müslümanlar bun­lardan vazgeçme­mek zorundadırlar. Bunlara var güçleriyle sahip çıkmak zorundadırlar.
Bunlara sahip çıkmak zorundayız. Yâni bir şeyin varlığı Al­lah’ı hatırlatıyorsa, bir şeyin varlığı İslâm’ı, dini çağrıştırıyorsa; o Allah’ın şiarıdır. Ve eğer birileri bugün Allah’ı hatırlatan bu şiarları yok etmeye çalışıyorlarsa bilinçli olarak, biz de onlara sahip çıkmalıyız. Biz de onları korumak zorundayız.
"Ey iman edenler, Allah’ın şeairini helâl sayma­yın!"
(Mâide 2)
...diyor Mâide sûresi. Yâni şeâiri helâllemeyin, hürmetine mü­da­hale etmeyin! Dokunulmazlığını bozmayın! Onu ortadan kal­dırma­dan yana olmayın, diyor Rabbimiz. Bu mânâda Cuma da Al­lah’ın şeairindendir, onu da kaldırmadan yana olmamalıyız diyo­rum.
"Kim de tatavvu yaparsa (yâni kim nafile iş ya­parsa, kim gönlünden koparak bir hayır işlerse) bilsin ki, Allah şükredenleri bilir, Allah şakirdir ve herşeyi bi­lendir."
İfade ne kadar güzel değil mi? Allah şakirdir. Kendisi zaten şük­redilmeye lâyık yegâne varlıktır ve de sonunda yaptıklarından ötürü sanki kullarına teşekkür edendir Allah. Allah kullarına teşek­kür edi­yor. Buna karşılık kulların Allah’a nasıl bir kulluk yapması gerekti­ğini artık siz düşünün.
159:"İndirdiğimiz açık hükümleri ve doğru yolu biz kitapta insanlara beyan ettikten sonra gizleyenler yok mu? İşte onlara Allah lânet eder ve lânet etmek şa­nından olanlar lânet eder."
Bir nişane, bir alâmet, bir sembol ve bunun gizlenme günahı ya da gizleme vebali. Muhakkak ki beyyinattan indirdiği­mizi gizleyen­ler, Tevrat, Zebur ve İncil’deki indirdiklerimizi gizle­yenler, Kur’an’da indirdiklerimizi gizleyenler, risâleti gizleyenler, peygamberin (a.s) pey­gamber olacağını, Kur’an’ın son kitap ola­cağını gizleyenler, kıblenin Kâbe olacağını gizleyenler, bütün bunları oğullarından daha fazla bil­dikleri, tanıdıkları halde tüm bu gerçekleri gizleyenler ehl-i kitabın bi­lenleri.
Denmiş ki; bu âyet hakkı bildikleri halde gizleyen ehl-i kita­bın bilginleri, özellikle de yahudi âlimleri hakkında inmiştir. Ama biliyoruz ki sebebin özel oluşu hükmün genel oluşuna engel değil­dir. Öyleyse âyet din konusunda bildiği herhangi bir bilgiyi, her­hangi bir gerçeği gizleyen, onu insanlara anlatmayan kimselerin hepsini içine almakta­dır. İhtiyaç anında onu söylemeyen veya yaymayan ya da yayılma­sına engel olmaya çalışan herkes için ge­çerlidir bu.
Belki dün bu işi yapan ehl-i kitap bilginleriydi; lâkin dö­nem geç­miş, müslümanlar yeryüzünde çoğalmış, ama bu sefer de Müslü­manlar bu kitabı gizlemeye başlamışlar. Bakara’yı gizleyen­ler, Âl-i İmrân’ı, Nisâ’yı, Mâide’yi gizleyenler. Kur’an’ı bilip de üm­mete anlat­mayanlar, gündeme getirmeyenler, işlerine gelen âyet­lerle vaziyeti idare edip, hoşlarına gitmeyecek âyetleri örtbas ede­rek kendi heva ve heveslerine göre bir dünya kuranlar.
Kitapta insanlara açıklandıktan sonra Beyyinâtı gizleyenler, âyetleri gizleyenler, kim bunu yapıyorsa:
"Allah’ın lâneti onların üzerinedir ve lânet etmek şa­nından olan tüm meleklerin ve tüm varlıkların lânet­leri de onların üzerinedir."
Sahabeden Ebu Hureyre’ye (r.a) çok fazla hadis rivâyet ettiği söylendiği zaman bu âyeti okuyarak der ki:
"Eğer Kur’an’da böyle bir âyet olamasaydı val­lahi bu kadar hadis rivâyet etmezdim. Ama ne yapayım Allah böyle buyuruyor."
(Buhârî ilim 42)
Allah’ın Rasûlü buyurur ki:
"Hakkı söylemekten susan kişi dilsiz şeytandır."
Başka bir hadislerinde :
"Kim ki yanında bulunan İslâm’dan bir bilgiyi giz­lerse; kıyamet günü Allah onun ağzına ateşten bir gem vu­racaktır."
Çünkü küfre rıza, küfürdür. İlmi gizlemek demek; ondan mah­rum olan insanların küfürde kalmalarına ve sapmalarına göz yummak, rıza göstermek demektir.
Gerçekten gizlemek büyük bir günahtır. Menfaatimiz var gizli-yorsak, hesabımız var gizliyorsak, rahatımız kaçmasın diye gizliyor-sak, para kazanacağız diye, zaman bulamadık diye anlamıyor ve an-latmıyorsak çocuklarımıza, cidden bilelim ki halimiz çok perişandır..
Düşünün öyle bir ortamdasınız ki, öyle bir meclistesiniz, bir ce­maattasınız, bir okuldasınız, bir konumdasınız ki; bir hakikatle karşı karşıyasınız. Ve orada o hakikatin sizin tarafınızdan ilanı isteniyor. Ve işte o anda hakikati gizlemeye, sıvışıp kaçmaya hak­kınız yoktur. Bu­lunduğunuz makam ve mevki hesaplarınız, para hesaplarınız, ya da hacılık, hocalık hesaplarınız, toplum ta­rafından beğenilmeme, toplum tarafından dışlanma hesaplarınız, hocalığınızın toplum tarafından sı­fıra indirilme korkularınız sizi ve bizi hiçbir zaman bildiğimiz hakikati gizlemeye sevk etmemelidir. Var çıksın tayininiz, var insin hocalığınız, var bitsin dekanlığınız, var bizi kimse hesaba da katmasın, var statü­müz de yok olsun, söylememiz gerekenleri mutlaka söyleyelim. Açığa çıkarmamız gereken şeyleri mutlaka açığa çıkaralım. Bilelim ki Allahu Teâlâ’nın açıklamamızı istediği hakikatleri gizlediğimiz sürece, Al­lah’ın lâneti bizim üzerimizedir, lânet etmek şanından olan tüm var­lıkların lânetleri bizim üzerimizedir.
Bu memlekette yıllarca Arapça okutulması yasaklan­mıştır. Se­bep nedir? Sebep Kur’an’ın gizlenmesi, Kur’an’ın bu in­sanlar tarafın­dan anlaşılmasını engellemektir. Başka bir sebebi yoktur bunun. Bu tür gizleyenler de Allah’ın lânetinden kurtulama­yacaklardır. İngilizce öğretimine izin var, Almanca’ya izin var ama Arapça’ya geçiş yok.
Bir de bu âyet bize şunu anlatır: Bilgi sahibinin bir üstün­lük, bir imtiyaz sahibi değil aksine büyük sorumluluk sahibi oldu­ğunu anlatır.
Peki bu hakikati gizlediği halde kendisine bir çıkış yolu bu­lan kimse yok mu? Evet var:
160:"Ancak tevbe edenler kurtuldular. Durumunu düzeltip Allah’la barıştı. Ve bir de o gizlediğini beyan ederse, işte onların tevbesini kabul ederim. Ben tevbeleri çok çok kabul eden ve merhamet edenim."
Tevbe edenler çıkış yolu buldular. Peki tevbe nasıl olacak? Al­lah’a yöneldi, yaptıklarından pişman oldu, hatanın hata oldu­ğunu ka­bul etti. Meğer ben ne kötü bir insanmışım be! Ne kadar berbatmış benim gidişatım dedi. Bu yetmez, hemen arkasından:
"Durumunu düzeltip Allah’la barıştı."
Yâni Allah’ın istediği gibi bir iman sahibi, Allah’ın istediği gibi bir kabul sahibi oldu. Bu tevbenin şartıdır, ancak tevbenin bir şartı da-ha var. Hakikati gizleme günahından tevbenin bir şartı daha var:
"Ve bir de o gizlediğini beyan ederse, işte onların tevbesini kabul ederim. Ben tevbeleri çok çok kabul eden ve merhamet edenim."
Bir de bunu amel haline getirirse, yâni artık gizlemek­ten vaz-ge­çip beyan etmeye, anlatmaya başlarsa. İşte o zaman tevbe ger-çekleşmiş olacaktır.
Allah korusun, diyelim ki biz burada bir şeyler gizledik. Bir ha­kikati gizledik, bir hakikati sunmadık size. Herhangi bir menfaa­timiz sebebiyle es geçtik. Sonra da buradan ayrılıp eve varınca, başladım göz yaşlarımla; “Ya Rabbi beni affet” diye tevbeler et­meye.
“Allah’ım beni affet, bu insanlara o hakikati gizledim” diye ağ-layıp sozlanmaya başladım. İşte bu tevbe değildir. Peki nasıl olacak? Ben aynen buraya gele­ceğim ve sizlerden gizlediğim şeyleri, işte ben size şunları şunları gizlemiştim, şunları şunları eksik söylemiştim, işin aslı faslı budur diyeceğim, o zaman benim tevbem gerçekleşmiş ola­caktır. Çünkü hırsızın tevbesi, çünkü katilin tevbesi kendi günahıyla doğru oran­tılıdır. Yâni her günahın tevbesi ayrıdır. Hakikati gizleme günahı­nın tevbesi de böylece gerçekleşmiş olacaktır.
161:"Âyetlerimi inkâr edenler ve üstelik de kâfirler olarak ölenler var ya; işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerinedir."
Evet yukarıdaki âyette anlatılan:
İfadesi burada açıklığa kavuşturuldu. Lânet edenler kimler­miş? Allah’mış, meleklermiş ve insanların tamamıymış. Hakikati giz­leyen, hakikati gizledikten sonra da onu reddeden, dünya menfaatleri sebebiyle dinini, imanını satan kimseler üzerinedir Al­lah’ın, melekle­rin, ve topyekun insanların lâneti. Ne korkunç bir akıbet değil mi?
162:"Onlar orada, o cehennemde ebedîyen kala­cak­lar. Azap onlara hafiflemez ve de yüzlerine bile ba­kılma­yacaktır."
Kimse hallerini hatırlarını sormayacak, yahu siz de burada mısı­nız? bile denilmeyecekleri bir ortam Allah korusun. Çünkü bu adamlar kendileri de tüm kendilerine yaklaştırılmış fırsatlara rağ­men imana yanaşmamışlar, kitap ve sünnetin hatırını sormamış­lardı. Yahu acaba bu dinin aslı, astarı nedir? Acaba ne anlatıyor bu kitap? Acaba Bakara neden söz ediyor? Âl-i İmrân ne anlatı­yor? Bir kere merak edip bir dinleyelim, bir kere bir okuyalım da müsbet ya da menfi bir karar verelim diyerek, Allah’ın gönderdiği mesajın hal ve hatırını sor­mamış-lardı. Şimdi onların da halleri ha­tırları sorulmayacak. Çünkü:
"Ceza amel cinsindendir."
Perişan bir vaziyette azabın içinde unutulacaklar; hattâ:
"Diyecekler ki; ya Mâlik Rabbin bizim hakkımızda hüküm versin artık."
Yâni ne olacaksa olsun! Buradan çıkmak, kurtulmak istiyo­ruz artık diyecekler. Yıllar sonra Mâlik de diyecek ki onlara:
"İnneküm makisün"
Hayır hayır, siz orada kalacaksı­nız. Sizin için bundan kurtuluş yoktur.
163:"İlâhınız, tek olan İlâhtır. O’ndan başka İlâh yoktur. Tek olan O’dur. O Allah, Rahmândır."
O Allah, merhamet sahibidir, rahmeti ve merhameti boldur, ama müslümanca yaşayanlara dünyada da, âhirette de rahmet ve be­reket vardır. Ama kâfirce yaşayanlara, kendisinden başka İlâh­lar edi­nip, onları razı etmeye çalışanlara dünyada da, âhirette de azap üs­tü-ne azap tattıracaktır. Peki bu tek olan İlâhımız, tek olan Rabbimiz acaba nasıl ta­nına­caktır? O’nun sıfatları, özellikleri, esması ya da O’-nun âyetleri, alâmetleri nelerdir acaba? Bakın, size O’nun tek İlâh ve Rab oluşuna birkaç âyet:
164:"Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılı­şın­da. Gündüzün ve gecenin birbirini takip etmesinde. İnsanlara menfaat vermek üzere denizlerde akıp giden gemilerde de Allah’ın âyetleri vardır. Allah’ın gökten su indirerek ölü araziyi onunla diriltmesinde âyetler vardır. Ve orada her nevi hayvanları dağıtmasında da âyetler vardır. Rüzgarları yeryüzünde her taraftan estirme­sinde, gök ile yer arasında Mûsahhar kılınmış bulutta, şüphesiz bunların hepsinde akıllı olan bir ümmet için elbette Allah’ın birliğine âyetler vardır”
Âyetin sonuyla bir bağlantı kuralım burada. Aman bu âyet­leri sü­rekli gündeme getirelim. Aman bu âyetleri hiçbir zaman hatı­rımız-dan çıkarmamaya çalışalım. Çünkü bu toplumun en büyük kâfir­likle-rinden birisi de –kâfirlik; âyetleri örtme anlamında kullanılan bir kelimeydi, bunu daha önceki âyetler demişti- işte budur. Bu toplum o kadar Allah’ın âyetlerini örtüyor ki, o kadar Allah’ın âyetlerini örtbas et­meye, kamufle etmeye çalışıyor ki, yâni atından, arabasından, bilgi-sayarından, buzdolabından, çamaşır makinesinden, evinden, eşya­sından, dükkânından, tezgâhından hiç mi hiç kurtulup da bu âyetlerle beraber olamıyor.
Yâni bu insanların elektriğe hamd ettikleri kadar, elektriği gün­deme getirdikleri kadar, Allah’ın eşsiz bir âyeti olan güneşi gündeme getirmediklerine şahit oluyoruz. Kullandığı bilgisayar aletine değer verdiği kadar, Allah’ın gece ve gündüz âyetlerine, Allah’ın akıl âyetine değer vermediklerini görüyoruz.
Atına arabasına değer verdiği kadar, bu atı ve arabayı ha­re­ket ettiren Allahu Teâlâ’nın o âyetini hiç gündeme getirmedikle­rine şahit oluyoruz. İşte bunun içindir ki, Allah’ın bu âyetlerini ıs­rarla gündeme getirmeliyiz.
"Göklerin ve yerin yaratılışında âyetler var."
Nasıl, yaratabilir miydik böyle bir âyeti? Gücümüz yeter miydi buna? Bakın gökyüzüne, direkler de yok, hiç bir şey yok. Bakın yer­yüzünü, ne kadar da güzel yaymış Allah. Üzerinde dağ­ları var, ovaları var, yaylaları da var. İşte bu mükemmel âyet Allah’ın âyetidir.
"Gündüzün ve gecenin birbirini takip etmesinde."
Gündüzün ve gecenin uzayıp kısalması, peş peşe gelmesi, bir­biri ardınca gelmesinde ve buna bağlı olarak idrak ettiğiniz za­ma­nın sırrında ve bunun size temin ettiği menfaatlerin ortaya çıkış tar­zında sizin için, insanlar için, akıl sahipleri için âyetler vardır. Gece ve gündüz, insan gücünün, insan egemenliğinin, insan krallarının, insan meliklerinin ulaşamadığı iki âyet. Haydi herşeyin hakimi biziz diyenler, egemenlik hakkı bizdedir diyenler, söz sahibi olarak kendilerini gö­renler müdahale etsinler geceye, müdahale etsinler, söz geçirsinler gündüze. Bazen geceyi, bazen gündüzü uzatsınlar bakalım. Yapabi­lirler mi bunu? Geceyi ya da gündüzü bir saniye bile oynatabilirler mi? Geceye ve gündüze söz geçirebi­lirler mi? İşte bu sürekli gözümüzün önünde bulundurmamız gere­ken bir âyettir.
"İnsanlara menfaat vermek üzere denizlerde akıp gi­den gemilerde de Allah’ın âyetleri vardır."
Şu anda insanlardan hiç birisi bu âyeti de görmek istemiyor. Bu âyet üzerinde de düşünen kimse kalmamış. İnsanlar gemilerden ha­berdardır, gemiler yapmışlardır, firkateynler yapmışlardır, füzeler icad etmişler, yeni yeni arabalar icad etmişlerdir. Ama şunu niye ka-bullenmek istemiyorlar? Niye gündeme getirmek istemiyorlar? Bun-ların suyun üzerinde durabilme imkânını, suyun üzerinde batmadan durabilme yasasını Rabbim takdir etmemiş midir? Suya kaldırma gü­cünü veren, bu yasayı koyan Allah değil midir? Niye düşünmek iste­miyorlar bu insanlar bunu? Eğer onların istifade ettikleri bu yasayı Rabbim tesbit et­mese, herşeyi alabora ediverse, bu kanunları tepe takla getiri­verse, artık su­yun üzerinde hiç bir şey durmayacak deyiverse, bu insanlar ne yapa­bileceklerdir? Bunu hiç düşünmüyorlar mı? O zaman bu yaptıkları gemilerle nasıl övünebileceklerdi? Nasıl hava atabileceklerdi? Üstelik bu gemileri yapma ameliyesinin ilki de Rabbi-mize aittir. Gemilerin ilk planı, ilk projesi de Rabbimize aitti.
“Bizim gözetimimizde yap bu işi” diyordu, Hz. Nuh’a Rabbi-miz. Evet, şu anda imal ettikleri füzeleriyle, arabalarıyla, uçakla­rıyla, füzeleriyle, gemileriyle öğünen insanlar, Rabbimiz bir emir verse, artık şu andan itibaren bütün yer altındaki petroller su haline gelmiştir. Ne hale gelir bu insanların yaptıkları şeyler? Bunu hiç düşünmüyorlar mı? Düşünmeyecekler mi? O zaman bu yaptıkları şeyler içinde tavukların bile yaşayamayacağı şeyler haline gele­cektir. Peki, o zaman insanlar niye Allah’ın bu âyetlerinin bilincine ermek istemiyorlar? Kendi yap­tıklarıyla övünen bu insanlar niye bütün bu yaptıklarını Allah’ın yasa­larına bağımlı olarak yaptıklarını anlamaya yanaşmıyorlar? Demir ol­masaydı, benzin olmasaydı, suya Allah tarafından bu kaldırma yasası verilmeseydi, havaya sesi iletme gücü verilmeseydi ne anlama gele­cekti bütün bu yap­tıkları? Suyun üzerinde gemilerin yürüme yasasını, bu konudaki âyetleri zikretmiyorlar, gündeme getirmiyorlar da kendi yapmış ol­dukları putların önünde secdeye kapanıp onlarla övünmeye çalı­şıyorlar.
Efendim, insanlık artık bilgisayar çağına geçmiştir, robot ça-ğına fırlamıştır, insanlar kendilerinden daha hızlı düşünebilecek çağa ulaşmıştır diyerek, kendi kendilerini, kendi yaptıklarını putlaş­tırmaya, en büyük benim! En büyük biziz! Benden başka, bizden başka büyük yoktur! diyerek kendi kendilerine secde etmeye başlamışlar, kendi kendilerinin tanrılıklarını ilan etmeye başlamış­lardır.
"Allah’ın gökten su indirerek ölü araziyi onunla di­riltmesinde âyetler vardır."
İşte yine büyük bir âyet. Haydi bu insanlar gökten su in­dirsin­ler. Gökten fazla değil, sadece bir tek damla indirsinler. Mümkün mü? İsterse bütün dünya birleşsin bir damla su bile indi­remeyeceklerdir. Bu âyetin alternatifi olarak haydi bir âyet çıkar­sınlar insanlar. İnsanlar barajlar yapıyorlar, barajlar başkalarının ismiyle anılıyor. Sulardan enerji alıyorlar, elektrikler çıkarıyorlar, onlar da yine başkalarının is­miyle anılıyor. Herkes gücü kendi­sinde görüyor, herkes kendisini putlaştırmaya çalışıyor. Herkes bir şeyleri parsellemeye çalışıyor. Halbuki sanki bunlar Allah’ın âyet­leri değil de kendilerinin âyetleriymiş gibi, kendilerini zikretmeye çalışıyorlar. Haydi güçleri yetiyorsa şu yağmuru indirsinler bakalım. Nasıl ormanların sahibi benim, benim ismim oraya konulacak di­yebilir bu insanlar? Nasıl barajlar kralı be­nim, diyebilir bu insanlar? Nasıl sulara egemen benim, diyebilir bu in­sanlar? Nasıl da Allahu Teâlâ’nın âyetlerini böylece örtme cesareti bulabiliyor bu insanlar? Nereden alabiliyorlar bu yetkiyi?
"Ve orada her nevi hayvanları dağıtmasında da âyet­ler vardır."
Yeryüzünde her bir hayvanı, her tür hayvanları sınıf sınıf, cins cins, çeşit çeşit yaymasında da büyük âyetler vardır. Çeşit çeşit var­lıklar, denizlerde ayrı, karalarda ayrı varlıklar yarattı Allah. Bilelim ki bütün bunlar âyettir. Tüm bu varlıklar Allah’ın âyetleridir. Hadi bakalım bu insanlar, bu varlıklardan bir tanesini yaratsınlar. Bu füze çağında, bilgisayar çağında olduklarını iddia eden insan­lar, kendi tanrılıklarını ilan etmeye çalışan bu insanlar, bir tek var­lık yaratsınlar da görelim. O zaman onların tanrılıklarını biz de kut­sayalım, o zaman biz de onların önünde secdeye kapanalım.
Ama bakıyoruz ki, tüm bu âyetleri kapatıyorlar, gündeme ge­tir­miyorlar, örtüyorlar, örtbas ediyorlar, kamufle ediyorlar ve kendi âyet­lerini gündeme getirmek için ellerinden gelen herşeyi yapmaya çalışı­yorlar. Korkunç bir gelişme, müthiş bir gelişme, müthiş bir buluş, gök­yüzüne çıkıyoruz, yeryüzüne iniyoruz, sihir­bazlık numaralarıyla insan­lığın gözlerini büyülemeye çalışıyorlar. Böylece gerçek âyetler gün­demden düşürülmüş, şeytan âyetleri her tarafı kaplamış ve sonunda da insanlar kendi kendilerine ibâdet eder olmuşlar. Kutsiyet insana ait olmuş, üstünlük insana izâfe edilir olmuş. Halbuki hiçbir konuda tek yetkileri bile yoktur bu in­sanların.
“Rüzgarları yeryüzünde her taraftan estirme­sinde, gök ile yer arasında musahhar kılınmış bulutta, şüphesiz bunların hepsinde akıllı olan bir ümmet için elbette Al­lah’ın birliğine âyetler vardır”
Rüzgarları yeryüzünde her taraftan estirme­sinde, rüzgarları bir taraftan başka bir tarafa, bir şekilden başka bir şekle çevirmesinde ve yerle gök arasında emre âmâde bekle­yen bulutlarda da akıl sahipleri için deliller vardır.
Bakıyorsunuz rüzgarlar bir o tarafa gidiyorlar, bir bu tarafa gidi­yorlar. Bir anda yerdeler, bir de bakmışınız ki gökyüzüne çık­mış­lar. Bütün bunlar kimin emriyle oluyor? Gök ve yer tanrıları onlara söz geçirebiliyorlar mı? Yoksa ekonomik, siyasal tanrılar, egemenlik bizim diyenler, ruhaniler mi bu işi yapıyorlar? Rüzgar­ları onlar mı hareket ettiriyorlar? Bulutları onlar mı hareket ettiri­yorlar? Bitkileri onlar mı çı­karıyorlar? Varlıkları onlar mı yaratıyor­lar? İnsanları onlar mı yaratı­yorlar? Dağları onlar mı yaratmış, gökleri onlar mı bina etmiş? Gemi­leri onlar mı hareket ettiriyorlar? Hayır hayır bunların hepsi Allah’ın âyetleridir. Ondan başka kim­senin de bu konuda en küçük bir yetkisi yoktur.
Bu âyet-i kerîme iman meselesinin bir akıl ve fikir meselesi oldu­ğunu anlatıyor. Günlük hayat müfredatını anlamada aklını ve fik­rini kullanabilen bir insanın, mutlaka sonunda iman etmesi ge­rektiğini anlatıyor. Yâni sizin Allah’ı tanıyıp ona iman etmeniz, sizin imkânları­nız dahilindedir. Allah’ı tanıyıp ona iman edebilmeniz için öyle çok bü­yük çabalar sarf etmeniz gerekmemektedir. Onu tanı­mak için yeryü­zünü baştan başa dolaşmayı kapsayan bir sefer düzenlemenize veya denizlerin derinliklerine inmenize, ya da uza­yın geniş ufuklarına çık­ma-nıza gerek yoktur.
Aksine, günlük hayatınız ile karşılıklı ciddi bir ilgi kurmanız ye­terli olacaktır. Allah’ın çevrenizdeki yerleştirdiği âyetlere bir göz atma­nız yeterli olacaktır. Allah’ın iki tür âyeti vardır. Metluv âyetler ve meş-hud âyetler. Kulağa hitap eden işitsel âyetlerdir ki; şu eli­mizdeki Kur’-an’ın âyetleri bu tür âyetlerdir. Bir de göze hitap eden, görsel de­diği-miz âyetler vardır ki; bunlar da tüm arzda, semada gördüğümüz âyetlerdir. Güneş, ay, yıldızlar, bulutlar, dağlar, de­niz­ler, ağaçlar, kuşlar, insanlar bunların hepsi Allah’ın meşhud âyetleridir. İşte çev­remizdeki Allah’ın yarattığı bu âyetleriyle eğer ciddi bir ilişki kurar, bunlar üzerinde birazcık düşünürsek mutlaka Allah’ın varlığını anla­yacak ve onu tanıma imkânı bulabileceğiz demektir. İş bu kadar açık­ken, iş bu kadar kolayken;
165:"İnsanlardan kimileri de vardır ki; Allah’a nid-ler (eşler, ortaklar) kabul ediyorlar. Ve onları Allah se­ver gibi severler. Müslümanların sevgileri ise Allah için­dir. O zâlimler azabı gördükleri zaman derler ki güç kuv­vet bütünüyle Allah’ındır. Bütünüyle azabın şiddetlisi de Allah’a aittir."
Allah’ın ortakları vardır diyorlar. Evet, bütün bunlar Allah’ın ya­rattığı varlıklardır; ama işte bu konuda bize yetkiler vermiş, ken­disinin işleri çok yoğun olduğundan dolayı bizim işlerimizi, siyasal işlerimizi, ekonomik işlerimizi, beşerî işlerimizi, sosyal işlerimizi bize bırakmıştır. İşte biz de bu işlerimizi kendi tanrılarımıza döndü­receğiz diyerek, Allahu Teâlâya ortaklar bulmaya çalışıyorlar.
Tamam göklerin, yerin yaratıcısı olarak, yağmurun yağdırı­cısı olarak, rüzgarların sahibi olarak Allah’ı kabul ediyoruz; ama Allah, işte böyle büyük işlerin yanında, ufak tefek işlere vakti olmadığı için bu işler bize bırakılmıştır diyorlar. Sonra da dönüp Allah’a diyorlar ki; ya Rabbi, bizim ilim adamlarımız var, ilmi işlerimizi biz onlarla hal­ledece­ğiz, senin de bilgin vardır ama, neyse işte devir değişti, şimdi bizim bilim adamlarımız bu işleri daha iyi hallediyorlar.
Ya Rabbi, tamam, sen de şifa verensin; ama asrımızda bizim hekimlerimiz gerçekten çok ilerlediler, şifa tanrıları­mız var, hayat tan­rılarımız var ve gerçekten bu işi çok iyi halledi­yorlar, anında işe mü­dahale ediyorlar, beceremediklerini de zaten birtakım sebeplere bağ­lıyorlar, artık sen bu işe karışma diyorlar. Ya Rabbi sen mâlikü’l-mülk-sün, biliyoruz; ama, şu anda bizim geçici mâliklerimiz var, lider­lerimiz var, ekonomistlerimiz var, bunlar ger­çekten bu işi iyi biliyorlar. Mallarımızı, mülklerimizi baş­kalarına peşkeş çekmeyi bunlar gâyet iyi beceriyorlar. Bundan dolayı bu işi de sen bırak, karışma bu pis işlere, biz keyfimize göre hare­ket edelim. Bizim deneyimli hukukçularımız var artık, biz hukuk konusunda âd dönemini, Medyen dönemini, Fira­vunlar dönemini geri getirdik ve bu hukuk konusunda da artık bu işin zirvesine var­dık, senin kitabına da ihtiyacımız kalmadı, zaten yıllar önce kitabı­nın hükmü de bitmiştir, şimdi yeni kitaplar edindik, bizim hukuk tanrılarımız da bu işi hallediyor diyerek Allah’a nidler, ortaklar bul­maya çalışan insanlar vardır.
Allahu Teâlâya nidler, ortaklar buluyorlar ve onları Allah’ı se­ver­miş gibi seviyorlar. Hem de öyle seviyorlar ki, sanki Allah’ı sever gibi seviyorlar. Onların emirlerine, yasaklarına itaat ediyorlar da Al­lah’a isyan ediyorlar. Bu şeriklerinin arzularını, Allah’ın arzularına ter­cih ediyorlar.
Bunların bir kısmı bu şirki açıktan yaparlar. Tıpkı Firavunlara, Nemrutlara insanların bir dönem yaptıkları gibi, onlara ilâh, mâbud ismi vermekten çekinmezler. Onlara açıktan açığa Rabbimiz! Tanrı­mız! Demekten çekinmezler. Onları güç kuvvet sahibi, nîmet sahibi bilirler. Allah’tan beklemeleri gereken şeyleri bunlardan beklerler. Al­lah’a sığınmaları gereken yerde bunlara sı­ğınırlar. Allah’ı çağırmaları gereken yerde bunları yardıma çağırıp, bunlara dua ederler. Allah’ın rızasını kazanıyorlarmış gibi bunların rızalarını kazanmaya çalışırlar.
Bilhassa oyun eğlence tanrılarında bunu çok net görmek müm­kündür. Adam bir futbolcuyu kalbinin ta derinliklerinde yaşa­tıyor. Bir artisti, ya da bir şarkıcıyı, ya da bir sanatçıyı kalbinin ta derinlikle­rinde saklıyor. Bir siyasî liderini, bir efendisini, bir hacı­sını, hocasını kalbinin en derinliklerinde saklıyor adam..
Veya işte Allah’ın varlıklarla birleşme teorisi de, veya vah­det-i vücutçuluk adıyla bilinen varlıkların Allah’tan kopma, parça­lanma an­layışı da insanları, bu varlıkları Allah sever gibi sevme küfrüne götü­recektir.
Zaten Hz. İsa’ya Allah’tı, Allah’ın oğluydu denmesi Mısır­’dan, Roma’dan, Hind’den, Yunan’dan gelen bu birleşme (Vahdet-i vücut) teorisinin bir tesiridir.
Allah bu konuda ne diyor hiç önemli değil, yeter ki efendisi gü­cenmesin, yeter ki lideri razı olsun, yeter ki futbolcu üzülmesin, yeter ki artist hanım mahzun olmasın, yeter ki şarkıcı kız sıkıntı içine düş­mesin, yeter ki hoca efendiyi üzmeyeyim. Gerisi önemli değil, Allahu Teâlâ zaten Ğafur’ur Rahîmdir, o gücenmez diyorlar.
Öyle bir seviyor, öyle bir bağlanıyor ki; adam, bakıyoruz haki­ka­ten sanki Allah sever gibi seviyorlar. Modaya ters düşmek­tense bin defa Allah’a ters düşmeye razı olacak kadar seviyorlar. Meselâ top­rak, sancak, bayrak, vatan, millet, lider, önder gibi nidler sanki Allah sever gibi seviliyor. Allah’a yapılması gerekenler bunlar adına yapıl­maya çalışılıyor. Mü'minler Allah adına, Allah uğ­runda ölmeyi göze alırken, kimi insanlar bunlar adına da ölebilmek­tedirler. Hattâ bunlar­dan kimileri Allah’tan daha fazla sevilmekte­dir. Meselâ Allah’ın emirle­rine zıt emirler veren, arzuları, kanunları Allah’ın arzularıyla çatışan li­derlere itaat eden kimselerin bu amelleri, liderlerini Allah’tan daha çok sevdiklerinin ispatıdır. Adam kendisi gibi âciz, kendisi gibi ölümlü, kendisi gibi güçsüz ve kuv­vetsiz olan bir adamın kanunlarının, koy­muş olduğu kurallarının insanlar üzerinde hâkim olması adına malını veriyor, canını veri­yor.
Bu âyet-i kerîmeye göre kâfirlerin kendi liderleri, kendi İlâh­ları, kendi kanun koyucuları yolunda verdikleri mücâdeleye denk bir mü­câdele değil, onlarınkinden daha üstün bir mücâdeleyi bizler de, bizim kanun koyucumuz, bizim Rabbimiz uğrunda verebilirsek o zaman bi­zim müslüman olduğumuz ortaya çıkacaktır. Yoksa onların verdikleri mücâdeleye denk bir mücâdele bile bizim için tehlikeli bir sonuçtur Allah korusun. Çünkü mü'minlerin sevgisi onlarınkinden fazladır diyor âyet-i kerîme.
Bırak onlar istedikleri kadar Allah seviyor gibi birilerini sev­sin­ler, Allah’tan başka edindikleri tanrılarla günlerini gecelerini doldur­sunlar, bir hafta boyu, bir ay boyu, bir yıl boyu tanrı kabul ettikleri o şahsiyetlerin hayaliyle avunsunlar, peki müslümanlar ne yapacaklar?
"Müslümanların sevgileri ise Allah içindir."
Müslümanlar hayatı Allah için yaşarlar, Allah’tan yana olur­lar. Evet müslümanların da sevdikleri vardır. Müslümanlar kar­deşlerini se-verler, birbirlerini severler, kocalar hanımlarını severler, kadınlar kocalarını severler, müslümanlar çocuklarını severler, müslümanlar hocalarını severler. Ama bütün bunların sevgisi Allah için olur, Allah sebebiyle olur ve Allah sever gibi değil, Allah için bir sevgi olur. Al­lah’a bağlanmak gibi değil, Allah için onları sevmek ve Allah için on­ları değerlendirmek olur müslümanın sevgisi. Allah için sevmekle, Al­lah’ı se-ver gibi sevmek elbette farklı olacaktır.
Mü'minler ise Allah’ı en çok severler. Mallarından, canların­dan, nefislerinden, çocuklarından, ailelerinden, vatanlarından, bay­rak-ların­dan, milletlerinden ve değer verdiği herşeylerinden daha fazla se-verler Allah’ı.
Tabii Allah sevgisi, itaati gerektirir. Sevginin ölçüsü itaattir. Sevgi­nin ispatı, tâbi olmaktır.
“Ey Muhammed, de ki; “Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Al­lah affeder ve merhamet eder.”
(Âl-i İmrân 31)
Demek ki Allah’ı sevmenin yolu peygambere itaatten ve onun yoluna tabi olmaktan geçer. Allah’ı sevmek demek; Allah’ın sevdikle­rini sevmek demektir. Allah’ı sevmek demek; Allah’ın sev­mediklerine düşman olmak demektir. Allah’ın dostlarını dost bil­mek, düşmanlarını düşman bilmek, Allah’ı sevmek demektir. Allah kâfirleri sevmez. Müslüman da sevemez kâfirleri. Allah’ın sevme­diği, Allah’ın buğz et­tiği varlıkları ve kişileri sevmek, Allah’ın sev­diği ve sevmemizi istediği kişileri ve varlıkları sevmemek küfür olan bir sevgidir.
Allah’ın haram kıldığı bir şeyi helâl görmemek, meşru tanı­ma­mak kayd u şartıyla sadece vereceği geçici bir lezzetten dolayı sev­mek ise; küfür değil, ama haram bir sevgidir.
Seven, sevdiğinin sevdiğini sever, sevgilisinin sevmedikle­rini sevmez. Sevgilisinin dostlarına dost olur, düşmanlarını düş­man bilir. Rızası sebebiyle razı olur, gazabı sebebiyle gazap eder. Emrettiklerini emreder, nehyettiklerinden nehyeder. Bu mü'minler öyle kimselerdir ki; Allah da onların razı olduklarından razı olur, gazap ettiklerine de gazap eder. Çünkü onlar da Allah’ın razı olduklarından razı olmuşlar, gazap ettiklerine de gazap et­mişlerdir.
Bakın Allah’ın Rasûlü, Süheyb-i Rumi ve Bilal-i Habeşi hak­kında Hz. Ebu Bekir’e şöyle buyurur: "Ey Ebu Bekir herhalde o ikisini öfkelendirdin! Vallahi eğer onları öfkelendirmişsen, Rabbini de öfke­lendirmişsindir!" Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir o iki sahabenin yanına gider ve; “Ey kardeşlerim! Ey Allah dostları, sizi öfkelendirdim mi? Eğer bana darılmışsanız Allah aşkına bana hakkınızı helâl edin” der. Onlar da; “Hayır Allah seni mağfiret bu­yursun ey Ebu Bekir, bizim sana bir dargınlığımız yoktur” derler.
Allah sevdiklerinin sevdiğini sever, sevmediklerini de sevmez. Meselâ kul ölümü sevmez, kulunun sevmediği ölümü Al­lah da sev-mez, ama onun daha güzel bir hayata intikali için bunda zaruret var­dır.
Allah’tan başkalarını Allah gibi sevenlerin durumlarını, bakın Al­lah şöyle anlatıyor:
"O zâlimler azabı gördükleri zaman derler ki; güç kuvvet bütünüyle Allah’ındır."
Anladılar ki artık yeryüzü tanrılarında güç kuvveti kalmamış. Ho­calarda, hacılarda, efendilerde, şarkıcılarda, futbolcularda güç kuv-vet kalmamış. Tüm varlıklarıyla alkışladığı kimselerde güç kuv­vet kal-mamış. Bütünüyle güç kuvvet Allah’ındır.
"Bütünüyle azabın şiddetlisi de Allah’a aittir."
Allah, azabı çok şedit olandır.
166:"O zaman küfür öncüleri azabı görerek ken­di-le­rine tabi olanlardan kurtulmaya çalışacaklardır. Ve aralarındaki bütün bağlar da kesiliverecek."
Bu dünyada kendilerine tabi olunanlar, hacılar, hocalar, beyler, ağalar, paşalar, liderler kendilerine tabi olup kendilerini ta­kip eden kimselerden kaçacaklar. Bakacaklar ki iş pek iyi değil, hesap kitap pahalıya mal olacak, hemen onlardan kaçacaklar, teberrî edecekler, biz sizden uzağız diyecekler. Ne zaman olacak bu iş? Azabı gördük­leri zaman.
"Ve aralarındaki bütün bağlar da kesiliverecek."
Aralarındaki bütün ipler de kopuverecek. Makam, mevki, para, pul, rüşvet, şan, şöhret, protokol gibi aralarındaki bütün bağlar kopu­verecek. Halbuki bu dünyada neler yapmamışlardı ki birbirlerine. Sen olmazsan biz olmayız! Demişlerdi, bütün hayatı­mızı size borçluyuz! demişlerdi, siz bizim kurtarıcımız, herşeyi­mizsiniz! demişlerdi. Başa­rımı karıma borçluyum! Diyordu adam; orada karısından kaçacak. Li­derime borçluyum demişti; orada lide­rinden kaçacak, hocasına borç­luydu, hocasından kaçacak, efendi­sine borçluydu, efendisinden ka­çacak. Baktı ki dün birbirlerinin salyalarını beraber içtikleri gibi dün birbirlerinin günahlarına yar­dımcı oldukları gibi bugün de günahlarını beraber yüklenecekler, iş kötü, en iyisi mi ben bundan kaçıp gizlene­yim diyecek ve in­sanları Allah’a kulluğa değil de başka şeylere kul­luğa çağıran ön­der takımı insanlardan kaçacak. Uyanlarla uyulanla­rın, sevenlerle sevilenlerin birbirlerinden kaçış manzaraları.
Ve bu sapık liderlere aldanıp onların peşlerine takılan za­vallı in­sanların pişmanlıkları, kin ve nefretleri açığa çıkıyor. Ve bu sefer de:
167:"Ve tabi olanlar: "Ah! keşke bizim için dün­ya­ya tekrar bir dönüş olsaydı da şu anda onların bizden kurtulup uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsay­dık!" diyeceklerdir. İşte böylece Allah onlara amellerini bir piş-man­lık olarak gösterecektir. Ve onlar hiçbir zaman da ateşten çıkamayacak­lardır."
Tabi olanlar, onların arkasından gidenler de diyecekler ki, bu dünyada birilerini bilinçsizce takip edip, şuursuzca onları taklid edip, onların götürdüğü bir hayata evet diyen zavallı insanlar da diyecekler ki: Şu anda sizin bizden kaçtığınız gibi ah biz de sizden kaçsak. Aah bir dünyaya dönebilseydik de sizin bizden kaçtığınız gibi biz de siz­den kaçabilseydik. İşte müslüman bu olayı burada yaşar ve burada aklını başına alır. Ben kime kul olacağım ve kimin yolunu takip ede­ceğim? Eğer yarın şu karşımdaki kimseden kaça­caksam, şimdiden kaçmalıyım der ve şimdiden kaçar ondan. Ama kiminle beraber cen­nete doğru gidecekse işte onun ortağı odur, onun dostu odur ve onunla beraber olmaya çalışır. Ama bilinç­sizce onu taklid ederek, heva ve hevesine tabi olarak değil. Hiçbir delili olmadan, birilerine tabi olup Allah severmiş gibi onları seven kişi, yarın korkunç bir durumla karşı karşıya kaldıkları zaman bir­birlerinden kaçacaklarsa, bu kaçışın hiçbir faydası olmayacaktır.
Evet, insanlar birbirlerinden kaçacaklar ama:
"İşte böylece Allah onlara amellerini bir pişman­lık olarak gösterecektir."
Eyvah diyecekler, keşke yaşamasaydım böyle bir hayatı. Niye ben böyle şuursuzca bir hayat yaşamışım? Kitap varken, ona ulaşma imkânım varken, Rasul varken, örnek varken niye ben, başka başka hayat yaşamışım diyecek.
"Ve onlar hiçbir zaman da ateşten çıkamayacak­lar­dır."
A’râf’ta bunların kavgaları da anlatılır. Ya Rabbi, bunlara, bi­zim kat kat azabımızı ver! Zira bizi bunlar saptırdı diyecekler. Onlar da diyecekler ki; zaten siz bize değil kendi heva ve hevesinize tabiy-diniz. Gerçekten de bakıyoruz, meselâ politik hayatta bunun ay­nısını görüyoruz. Ey anam, ey babam, kurtar bizi babam, anam! filan diyor-lar, e adamın işi bitti mi, veya parti bitti mi, zaten bu bilmem ne­yin nesi diyor. Bunun bilmem nesini ne yapa­yım diyor. Yâni basit menfaat hesapları işte. O hesapları bitince de atıveriyorlar birbirlerini bir kenara.
Bakanlık hesapları, dekanlık hesapları, müdürlük hesapla­rı, ekonomik hesaplar. Dün bu menfaat hesaplarıyla birbirlerine fevka­lade bağlanan, daha doğrusu bağlıymış gibi görünen adam­lar, bugün birbirlerinin baş düşmanı oluyorlar.
Yâni biz, sizi takip ettiğimiz için bu hale geldik diyenlere, öte­ki­ler de diyecekler ki zaten siz bizi takip etmiyordunuz, siz kendi men­faatlerinizi takip ediyordunuz diyecekler. Allah’ın dinini bırakıp da dün-yanın peşinde koşan insanlardan hangi biri menfaatlerini takip etmi-yorlar? Herkes keyfini, herkes menfaatini takip ediyor bugün. Ya­rın, ya Rabbi bunlar bizi saptırdılar demelerinin ne an­lamı olacaktır da? Halbuki ne şeytanın ne de kâfirlerin hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Yâni bir müslüman gerçekten Allah’a kulluğa yöneldiği zaman, hiçbir güç ve kuvvet onu bundan uzaklaştıramaz. Yeter ki müslüman sami­mi-yetle müslüman olmaya karar versin, ona kimsenin yapabileceği bir şey yoktur.
Bu âyet-i kerîme Allah’tan bir delil olmaksızın körü körüne baş­kalarını taklitten menediyor bizi.
Bir de Allah’a, Allah’tan başkalarını ortak tutup, onları Allah se­ver gibi sevmek, onları uyulacak varlıklar kabul ederek emirle­rine, ar­zularına itaat etmek ve sadece Allah’a ait olan rubûbiyet ve uluhiyet sıfatlarını Allah’tan alıp bunlara da dağıtmak, yâni Al­lah’a şirk koşmak yeryüzünde en büyük zulümdür.
"Şirk en büyük zulümdür."
(Lokman: 13)
İşte bu zâlimlerin sonu cehennemdir. Bundan sonra şirkin başka bir boyutuna dikkat çekerek Rabbimiz şöyle buyurur:
168:"Ey insanlar! Yerdeki şeylerden helâl ve te­miz olmak şartıyla yeyin! Şeytanın izinden gitmeyin. Çünkü o size apaçık bir düşmandır."
Ey insanlar! Sizler hepiniz Allah’ın kullarısınız! Uyanlarınız da, kendilerine uyulanlarınız da hepiniz yemeye içmeye mecbur­sunuz, muhtaçsınız! Allah’ın yarattıklarına muhtaçsınız. Öyleyse yeryüzün­deki nîmetlerin helâllerinden ve güzellerinden yiyin ve de şeytanın adımlarına uymayın. Şeytanın arkasından gitmeyin. İşte kendisine uyulanlardan birisi de şeytandır. Şeytan bize helâlleri haram gösterir, haramları helâl gösterir. Tereyağları size haram başkalarına helâldir der. Kadınlar size haram başkalarına helâldir der. Aman diyor Rabbimiz; Allah’ın haramlarını kimse helâl kılma­sın, Allah’ın helâlle­rini de kimse haram kılmasın. Bu toplumda belâ sadece haramların helâl kılınması değil, aynı zamanda he­lâllerin de haram kılınmasıdır. Zaten şirkin en önemli özelliklerin­den birisi de budur. Önünde bir sürü helâller var; ama yaklaşamı­yorsun. Haramdır sanki onlar. Ama nice helâl diye sunulan şeyler de aslında haramdır.
Sizler ey müslümanlar, kesinlikle haram ve helâlleri belir­leme konusunda şeytana tabi olmayın, kendinize göre haram ve helâl be­lirleme durumuna düşmeyin! Bu konuda kıstas vahiydir, Allah’ın ha­ram dedikleri haramdır, Allah’ın helâl dedikleri de helâl­dir. Bilesiniz ki şeytan, sizin için çok açık bir düşmandır.
169:"Muhakkak ki o şeytan, size kötülük ve fahşa em­reder. Size ahlâksızlığı emreder. Ve de Allah hak­kında, bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder."
Bana göre Allah böyle olmalı, bana göre Allah böyle de­meli, şöyle demeli diyerek sizin Allah hakkında düşüncelerinizi bozmaya çalışıyor. Allah kanunlarına muhalif kanunlar yapmaya yönlendirir sizi. Öyleyse kesinlikle şeytan vahiylerini dinlemeyece­ğiz, hep Allah’ın vahyini dinleyeceğiz, Allah’ın helâl dediği helâldir, Allah’ın haram de­diği de haramdır. Allah doğru söyler, Allah güzel söyler diyeceğiz ve şeytana uymayacağız.
Şeytanın vesveseleri ile fuhşa meyleden insanların sayısı az değildir. Fahişelerin ve fuhuşla geçinen insanların velisi şeytandır. Cahiliye döneminde fuhuş bir kazanç yoluydu. Araplardan bazıları genç kız ve cariyeleri bir eve oturtarak zina yaptırırlardı. O evde fuhuş yapıldığının herkes tarafından bilinmesi için, kapıların üzerine bir bayrak asarlardı. Bu evlere mevahir adı verilirdi. Şayet bu evlerdeki kadınlardan birisi, bu rezaleti işlemeye yanaşmazsa, efendisi onu zorlayarak yaptırırdı.
Hz. Cabir b. Abdullah (r.a) dan rivayet edildiğine göre, münafıkların reislerinden Abdullah İbn-i Selül'ün Museykete ve Umeymete isimli iki cariyesi vardı. Bunları para karşılığında fuhşa zorluyordu. Bunlar durumu gidip Resûl-i Ekrem (sav)'e bildirdiler ve şikayette bulundular. Taberi, Mücahid'den şöyle rivayet eder: Araplar cahiliye devrinde, genç cariyelerine zorla fuhuş yaptırırlardı. Kazandıkları parayı kendileri yerlerdi. Abdullah İbn-i Selül'ün de fuhuş yaptırdığı cariyeleri vardı.
Günümüzde beyaz kadın ticareti yapan çeteler ve genelevi patronları vardır. Tâgûtî iktidarlar "genelev sistemini" benimsemişlerdir. Fahşânın ve fuhşun yayılması, şeytanın velâyetini kabul eden ikti-darlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla kötülüklerin önlen-mesinin (nehy-i ani'l-münker) farz olduğuna inanan her insan, tâgûtî iktidarlara karşı mücadele vermek zorundadır. Fahşânın ve fuhşun başka türlü önlenmesi mümkün değildir. Her tâgûtî güç bir fahişedir. Bu hakikat asla unutulmamalıdır.
Şeytan size fahşayı emreder diyor Rabbimiz. Fahşa; fu­huş­tur, ama sadece fuhuş değildir tabii bunun mânâsı. Fahşa fa­hiş ve aşırı­lıklar demektir. Öyleyse maddî ve manevî tüm aşırılıklar demektir. Eş-ya talebinde aşırılıklar, mal talebinde aşırılıklar, rızık talebinde aşı­rı-lıklar, bilgi toplama talebindeki aşırılıklar, sevgi ve saygıda aşırılıklar, hedeflemelerdeki aşırılıklar, üç kişiyle devlet kurma aşırılıkları, yeme içmedeki aşırılıklar, ya da kadın erkek iliş­kilerindeki aşırılıklar. Kur’an-da pek çok yerde:
"Bunlar Allah’ın hudutlarıdır ve bunları asla aş­ma­yın! Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa onlar zâlimlerin ta kendileridir.”
(Bakara 229)
Yâni bunların hepsinde durulacak bir sınır vardır. Durula­cak bir nokta vardır. Meselâ çoğumuzun bugün yedi sülâlemizi besleye­cek kadar malımız, mülkümüz varken yine de durulacak bir nokta tesbit etmeden kimi insanlar dünyanın kulu kölesi ol­muşlar değil mi?
İşte şeytan insanlara bu tür fahşaları emreder.
170:"O müşriklere Allah’ın indirdiklerine tabi olun! Denildiği zaman: Hayır, biz atalarımızı neyin üze­rinde buldu isek ona tabi oluruz! Derler. Ya ataları bir şey an­lamaz ve doğruyu bilmez idiy­seler!"
Bu şekilde şeytanın adımlarına uymuş, ya da bir kısım lider-lerin peşine takılarak, onların Allah kanunlarına ters düşen arzularına uyan ve de şirke düşmüş insanlara: Gelin "Allah’ın indir­diğine tabi olun! Denildiği zaman, hayır bizler atalarımızı neyin üzerinde bulmuş isek ona tabi oluruz derler."
Bu düşünce de şeytanın planlarına, şeytanın adımlarına uy­ma­dır. Şeytanın yoluna uyan insanların sergiledikleri çok çirkin bir davranıştır bu. Bu insanlar sadece iz takip eden insanlardır. Uydukları şeylerde araştırma, inceleme, düşünme yapmazlar. Ataların ve de­de-lerin kutsal mîrası onlara yetmektedir. Atalarının mîrası, onlar naza­rında o kadar kutsal ki; onu araştırma gereği bile duymadan kabulle­nirler. Körü körüne bir taklid içindedir bu insan­lar.
Tarihen sabittir ki tüm peygamberler, bu tür statükocu insan­larla karşılaşmışlar, bu insanlarla var güçleriyle uğraşmışlar ve bu tarzı yıkmaya çalışmışlardır.
Kur’an, bu şekilde akıllarını kullanmayarak atalarını kutsa­yıp, kör bir taklidle onların yolunu takip etmeye çalışan insanları şöyle uyarır:
"Ya ataları bir şey anlamaz ve doğruyu bilmez idiy­se­ler!"
Bu durumda yine uyacaklar mı onlara? Bu âyetiyle Rabbimiz atalarını kutsayıp, kayıtsız şartsız onları takip eden kişileri, bu kutsâ­dıkları atalarının kişilik ve kimlikleri üzerinde, aklî düzeyleri ve fiili gidi­şatları üzerinde ciddi bir inceleme yapmaya çağırır.
Ataları doğruysa, doğru yoldaysa tamam onlara uymak caizdir. Ama ya onlar hiç bir şey bilmeyen, Kur’an ve sünnetten habersiz bir hayat yaşayan insanlarsa! İşte bunu Kitap ve sünnet ışığında değer­lendirmelerini istemektedir. Çünkü kıstas vahiydir. Vahye uyanlar doğ­rudur, vahye mutabakat etmeyenler kimden in­tikal ederse etsin bâtıl­dır.
Öyleyse Allah’ın hükmüne uygun olup olmadığına bakmak­sı­zın atalardan kalma âdetlerin, törelerin peşine takılmak caiz de­ğildir. Kur’an bu taklid yolunun hele hele inanç konusunda insanı hataya sü­rüklemesini mazur görmemektedir. Ama kişi gerçeği bulmak yolunda bütün çabasını harcadığı halde, kendi elinde ol­mayarak gerçeğe ula­şamamışsa İslâm onu mazur görmektedir.
Yâni bir şeye tabi olma konusunda eskilik, yenilik veya ata­lar yolu olup olmaması önemli değildir. Önemli olan onun Allah’ın hük­müne uygun olup olmamasıdır.
Bu konuda müslümanlar arasında biri ifrat, diğeri de tefrit ol­mak üzere iki yanlış gelenek vardır:
1- Bir grup müslüman, efendim Kur’an bir dönem anlaşılmış ve fıkha, fıkhî kalıplara dökülmüştür. Ecdat onu anlayıp fıkha dökmüştür. Bizim onlar gibi Kur’an’ı anlama imkânımız olmadığı için onların anla­yışına tabi olmak zorundayız. Binaenaleyh Kur’an’ı anlamaya çalış­mak yerine fıkıh okumak zorundayız. Kur’an’ı da anlamak ve uygula­mak üzere değil, ibâdet kastıyla okumalıyız diyorlar. Ve böylece ta­mamen geçmişe teslim olmamız gerektiğini iddia ediyorlar.
2- Bir ikinci grup müslüman da bunların tamamen zıddına, efen­dim geçmiştekilerin anlayışı bizi bağlamaz. Onlar bizim için ayak bağıdır. Geçmiştekilerin, Rasulullah’ın, sahabenin, tâbiînin ve müçte-hid imamların Kur’an’ı nasıl anladıkları, nasıl uyguladık­ları bizi hiç mi hiç ilgilendirmez. Onların anlayışları kendilerini ve kendi dö­nemlerini ilgilendirir. Bizler onlara hiç bakmaksızın Kur’an’ı anlamak ve hayatımıza aktarmak zorundayız diyorlar.
Bu anlayışların ikisi de bâtıldır. Birisi ifrat diğeri de tefrittir. Ne tümüyle geçmişe teslim, kayıtsız şartsız geçmişe teslim, ne de tü­müyle geçmişi silmek doğru değildir. Anladığım kadarıyla işin doğ­rusu, bugün bizler de Allah’ın kitabını anlamaya çalışmak zo­rundayız. Ama bu işi yaparken de geçmişi silerek değil, bilâkis Al­lah’ın Rasû-lünden bugüne kadar Kur’an’la alâkalı, o âyetle alâkalı kim ne demişse, nasıl anlamışsa onlara da müracaat ederek bu­gün biz de anlayabildiğimiz kadarıyla Kur’an’ı anlamak zorunda­yız. Çünkü bu kitap, sadece onlara değil, bize de gelmiştir. Onların bundan sorumlu olduğu kadar bizler de bundan sorumluyuz, bunu hiçbir zaman hatı­rımızdan çıkarmamalıyız.
Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiği zaman onlar derler ki; biz babalarımızı neyin üzerinde bulmuşsak ona uyarız. O dönem bunu diyenler yahudilerdi. Çünkü bizim babalarımız, de­delerimiz biz­den daha hayırlı ve daha bilgiliydiler demişlerdi Ya­hudiler. Âyet her ne kadar yahudilerle ilgiliyse de kıyamete kadar tüm insanları ilgilendir­mektedir.
Bu şekilde atalarını kutsayan ve onlardan intikal eden herşeyi doğru kabul eden insanların, bir dine bağlanmaları düşünce ve araş­tırma noktasından kaynaklanmaktadır. İnsanların pek çoğu babala­rından, dedelerinden intikal eden, mîras kalan dini inanç­lara bağlan­maktadırlar. İnandıkları bu dinin ayrıntılarına girip her­hangi bir araş­tırma yapma gereği duymayan bu insanlar nasıl bir dinin, nasıl bir mezhebin mensubu olduklarını da bilmemektedirler.
İşte âyet-i kerîme bunu reddediyor ve bu düşüncenin şeyta­nın adımlarına uyma olduğunu anlatıyor. Bakın, bu hususu biraz daha açıklamak üzere bundan sonraki âyet şöyle buyuruyor:
171:"Küfredenlerin durumu; çağırma ve bağırma­dan başka bir şey duymayan hayvanı çağıranın duru­muna benzer. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler ve bu yüzden akl edemezler."
Yâni bu insanlar çobanın nidasını, çağrısını duyan; ama onun kelimelerinin anlamını anlamaksızın onun nidasına doğru gi­den sığır sürüleri gibidirler. Onlara bir şeyler anlatmak, nasihat etmek, sığıra nasihat etmek gibidir.
Ya da burada bağıran bu adamların kendileridir. Kendileri­nin se­sini işitmeyen, işitse de anlamayan birilerine bağırıp çağır­makta­dırlar. Adam her gün bağırıyor işte Atam! Babam! Dedem! Anam! Ec­dadım! Senin yolundan gidiyoruz! Senin izini takip edi­yoruz! Senin yolundan, senin izinden ayrılmadığımızın ispatı ola­rak bak, şu anda huzurundayız! Huzurunu huzursuzlara bozdur­mayacağız! Filan diyorlar ya. Bağırıyorlar, çağırıyorlar; ama berikisi hiç duymuyor, işitmiyor.
Evet, birinci anlamıyla bu adamlar sözü duyarlar, çobanın se­sini duyarlar; ama onun demek istediğini anlamazlar, üzerinde dü­şünmezler, anlamaya çalışmazlar demektir. Söyleyenin sözünü anla­mak için akıllarını, kalplerini, gözlerini, kulaklarını kullanmak istemez­ler. Kör bir taklitten yanadır adamlar. Denilenin sebebini, hikmetini anlamaya yanaşmazlar.
Söyleyen kim olursa olsun, herhangi bir kişiden İslâm hak­kında bir söz duyulduğunda delil sormadan ona uyulmaması ge­rekir. Çünkü onun dediği şey yanlış olursa, ona uyan kişilerin Allah katında herhangi bir mâzeretleri olamaz.
172:"Ey İman edenler! Size verdiğim nîmetlerin he­lâl olanlarından yiyin! Eğer yalnız Allah’a kulluk ya­pıyor­sanız ona şükredin !"
Mü'min kesinlikle bilir ve öylece iman eder ki; haram ve he­lâl sı­nırlarını ancak Allah tayin eder. Allah berisinde ve bir de Re­sûlüne verdiği yetki dışında, bu konuda hiç kimse pay sahibi değil­dir. Bu ko­nuda kıstas vahiydir. Vahyin helâl dedikleri helâldir, tüm dünya bunun aksini söylese de. Vahyin haram dedikleri de ha­ramdır, tüm dünya zıddını ispat etmeye çalışsa da. Çünkü bu ko­nuda insanlar ölçü ola­mazlar. Zira insanlar hiçbir zaman yarını hesap edemezler.
Ve yine insanlar hiçbir zaman kâinat planında düşünce imkânına sahip değil­lerdir. Yâni insanların tamamı bir­leşse de bin yıl önce kötü görülen bir şeyin bin yıl sonra iyi olabi­leceğini bilemedikleri gibi, burada iyi bilinen bir şeyin dünyanın başka bir yerinde kötü görülebileceğini bilemezler. Kâinat pla­nında düşünebilmeye ve yarınların yarınını ihata edebil­meye sa­hip olan ancak Allah’tır. O halde haram helâl konusunda, iyi kötü konusunda, zararlı faydalı konusunda söz sahibi sadece Al­lah’tır. İnsanlar, helâl kılınan şeylerdeki hikmeti anlamasalar da Al­lah’ın helâl kıldığı şeyleri temiz ve faydalı bilirler ve öylece inanır­lar. Haram kıldığı şeyleri de pis ve zararlı bilirler. Bundan sonraki âyet-i kerîmede Rabbimiz haram kıldığı şeyler­den bir kısmını anlatarak şöyle buyurur:
173:"O, size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvan etini haram kıl­mıştır. Ama her kim de mecbur kalır ve yemediği tak­dir­de öleceği muhakkak olursa başkasının hakkına tecavüz et­mediği, taşkınlık yapmadığı sürece ona da bir günah yok­tur. Çünkü Allah bağışla­yandır, merhamet edendir."
Helâl olan şeyler çoktur. Onun için helâller tek tek sayıl­maz. Ama buna mukabil haramlar az olduğu için isimleri tek tek belirtilir. Yâni haramlar sayılır ve haram olduğu belirtilenlerin dı­şında kalanla­rın hepsinin helâl olduğunu anlarız.
Burada sayılan haramlar :
1- Meyte, yâni laşe, kendiliğinden ölmüş veya şer’i bir usulle ke­silmemiş hayvanlar laşe hükmündedir ve yenmez. Yâni müslüma-nın besmele çekerek veya ehl-i kitabın kestiklerinin dı­şındaki hay­vanlar haramdır.
2- Kan necistir ve yenilmesi haram kılınmıştır. Ancak bu âyette sadece kandan genel olarak söz edilmiştir. Fakat En’âm sûresinde:
"Akan kan size haram kılındı."
(En’âm: 145)
Buyurulmaktadır. Öyleyse haram olan akan kandır. Değilse et ve kemik içinde kalan kan haram değildir. Bir de Rasulullah’a izâfe edilen; ama kimilerince zayıf kabul edilmiş bir hadis-i şerifte:
"Benim için iki ölü ve iki kan helâl kılındı. İki ölü balık ve çekirge, iki kan ise dalak ve karaciğerdir."
3- Domuz eti haramdır. Domuzun sadece eti değil yağı, kılı herşeyi haramdır.
4- Allah’tan başkaları adına kesilen hayvan da haramdır. Me­selâ filan türbede filan kişi adı zikredilerek veya işte başkanı­mız için, bakanımız için, Reis-i Cumhur’umuz için diyerek, bunların adına ke­silen hayvanlar haramdır. Tabi haramlar bu kadar değildir. Ancak bu âyet ve En’âm sûre­sindeki 146. âyet ehl-i kitabın bu konuda çıkardıkları bir probleme cevap olarak geldiği için, bütün haramları sınırlayıp açıklamak bağla­mında değildir. Yâni bu âyetlerde sadece dört tane haramın zikredil­mesi, ehl-i kitabın konu etmedikleri diğer ha­ramların bulunmasına mâni değildir. Bir de aslında eşyada aslolan ibahadır yâ-ni helâlliktir; ama vahiyle bildirilenler müstesnadır diyo­ruz.
"Ama her kim de mecbur kalır ve yemediği tak­dir­de öleceği muhakkak olursa"
"Başkasının hakkına tecavüz etmediği sürece"
Yâni kendisi gibi zaruret içinde bulunan diğer birisinin ölü­münü önleyecek kadar elinde bulunana saldırmamak ve onun ölümüne se­bep olmamak kayd u şartıyla bir. Bir de:
"Taşkınlık yapmadığı sürece."
Yâni ölmeyecek kadar zaruret ölçüsünden fazlasına uzan­ma­dığı müddetçe.
"Ona da bir günah yoktur. Çünkü Allah bağışla­yan­dır, merhamet edendir."
Böyle darda kalmış, zaruret içinde bulunan kimse için bun­lar-dan hangisini bulursa zaruret miktarı, yâni diri kalacak kadar, ölmeye­cek kadar yemesinde bir beis yoktur. Tabi helâl kabul etmemek ve doyasıya yememek kaydu şartıyla. Hani fıkıhta bu hususu anlatan şöyle bir kural vardı:
"Zaruretler, haram olan şeyleri mubah kılar."
Zaruri durumlardaki haramların mubah oluşu hükmü işte bu âyetin mânâsını içerir.
174:"Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyler gizleyip de bununla biraz para alanlar yok mu?"
"İşte onlar karınlarına ateşten başka bir şey ye­mez­ler. Kıyamet gününde Allah onlarla ne konuşur, ne de onları temize çıkarır. Onlar için elem verici bir azap var­dır."
Daha önce bu konuda ehl-i kitaba seslenen âyetlerde bir şey­ler demeye çalışmıştık. Allah’ın dini adına bildiğini konuşma­yan, söy­lemeyen, içinde tutan, konuşması gereken yerde susan bu insanlar, bunun karşılığında ne kadar alsalar yine de azdır.
Meselâ böyle yaptıkları için tüm dünya kendilerine verilse bile yine de azdır.
"Dünya metaı gâyet azdır."
(Nisâ: 77)
Tüm dünyayı alsalar bile karşılığında ne veriyorlar? Cen­net. E bununla mukayese edildiği zaman herşey azdır değil mi?
Âyetteki sıralamaya bakılırsa önce gizlemeden söz ediliyor, sonra da az bir pahaya satmadan söz ediliyor. Bunda da anlıyo­ruz ki Allah’ın âyetlerini gizlemek, onları az bir paraya satmaktan daha bü­yük bir suçtur.
Demek ki bu Allah bilgisi adamların karınlarında kalırsa, in­san­lara ulaştırılmazsa sonunda bu bilgi ateşe dönüşüyor. Ya da bunun sonunda, bu gizlemenin karşılığında dünyalık alıyorlar ya, işte aldık­ları bu dünyalıklar ateşe dönüşüyor ve yedikleri de ateş oluyor.
Nisâ sûresinde yetim mallarını zulüm üzere yiyen kişiler de yine karınlarına ateş dolduruyorlar deniyordu ya, demek ki insan kendi ateşini kendisi götürüyor dünyadan.
Bu Allah’ın âyetlerini, Allah’ın dinini gizleme işini bazen resmi otorite yapar. Okumayı yasaklar, okutmayı yasaklar, ko­nuşmayı, an­latmayı yasaklar. Veya bazen öyle bir program yapar ki; on beş yıl onun programında okuyan insanlar bile kitabı anla­yamaz. İşte böyle ister bilenlerden gizleyenler olsun, ister resmi otorite olsun kim bildiği Allah bilgisini gizlerse, onların gideceği yer cehennemdir ve de Allah onlarla konuşmayacak, onların yüzüne bakılmayacak, onlar temize çıkarılmayacaklar ve çok elem verici bir azap onların olacaktır.
175:"Onlar hidâyet yerine sapıklığı, bağışlanma ye­rine azabı satın alanlardır. Bu halleriyle onlar ateşe karşı ne kadar da sabırlıdırlar."
"Böyleleri ateşe ne de sabırlıdırlar?"
Bunlar iyiliğe, hayra, hakkı insanlara duyurmaya, dünya zevkle­rinden birini terk edip müslümanların ayağına gitmeye asla ta­ham-mül gösteremeyen bu insanlar, ateşe götürecek amelere karşı ne kadar da tahammüllüler? Ateşe karşı ne kadar da cesur ve sabırlılar diyor Rabbimiz.
Onların bu tür elim bir azabı hak etmelerinin sebebi de şu­dur:
176:"Bu da Allah’ın kitabını hak olarak indirme­sin­dendir. Kitap konusunda ayrılığa düşenler, doğrusu de-rin bir çıkmazdadırlar."
Demek ki bu azabın sebebi şudur: Allah kitabını hakla, hak ola­rak indirmiştir. Onlarsa bu kitap konusunda ihtilâfa düşmüşler, bir kısmına iman ederek, bir kısmını gizleyerek inkâr etmişlerdir. Ama kitap hakkında ihtilâfa düşenler, elbette haktan çok uzak bir ayrılık ve anlaşmazlık içindedirler.
Bu kitaptan kasıt:
1- Tevrat’tır denmiş. Bu kitap konusunda ihtilâf edenler de ya-hudi ve hıristiyanlardır. İhtilâf ettikleri konu da bir görüşe göre; İsa (a.s)'ın, diğer bir görüşe göre de Hz. Muhammed (a.s)'ın sı­fatlarının ve haberinin Tevrat’ta geçip geçmediği konusudur.
2- İkinci bir görüşe göre; buradaki kitaptan kasıt Kur’an’dır. Ki­tap konusunda ihtilâfa düşenler de Kureyş müşrikleridir. Kimisi sihir demişler, kimisi eskilerin masallarıdır, üsturedir demişlerdi.
3- Bir üçüncü mânâya Cenab-ı Hak; tüm peygamberlerine ki­tap gönderirken hakkı hak olarak ikâme etmek, bâtılı da yok et­mek için göndermiştir. Bunu murad etmiştir Allah. Ama bu adamlar bu maksatla gelen Allah’ın âyetlerini oyuncak edindiler. Ne hakkı ikâme dertleri var, ne de bâtılı yok etme çabaları.
Kitap konusunda ihtilâfa düşenler, Allah’ın gönderdiği kitapla­rın tamamına inanmayıp da kimisi sadece Tevrat’a, kimisi sadece İn­cil’e inanıp ötekileri reddedenler. Veya kitabın bir kıs­mına inanıp da diğer bir kısmına inanmayarak, böylece kitap konu­sunda ihtilâfa dü­şen insanlardır.
Bugün de insanlar kitap konusunda ihtilâfa düşmektedirler. Ki­mileri bu kitabı inkâr ediyor, kimisi bir kısmına inandığı halde bir kıs­mını inkâr ediyor, kimisi bu kitabın fonksiyonu konusunda ihtilâf edi­yor, kimisi kitap damam da bir zamanlar uygulanmış, bugün işi bitmiş diyerek ihtilâf ediyor, kimisi onu sadece ibâdete hasredip, sosyal ha­yata karıştırmama konusunda ihtilâf ediyor.
Kimisi kitabın sadece belli âyetlerini bayraklaştırıp diğer bö­lümle­rini görmezden gelerek ihtilâf ediyor. Meselâ zikir âyetleri diyor adam, bunlara sarılıyor, bunları bayraklaştırıyor, sanki ki­tapta sadece bu âyetler varmış gibi diğerlerini görmezden geliyor. Kimisi dar’ul harp âyetlerine tutunuyor, kimisi cihad âyetlerine sa­rılıyor, kimisi sadece kıssa âyetlerine, kimisi devlet âyetlerine sarı­lıyor, sadece onları gün­deme getiriyor diğerlerini yok farz ediyor. Böylece bugün de müslü-manlar kitap konusunda ihtilâf içine düş­mektedirler.
Halbuki kitap aslında ayırıcı değil birleştiricidir. Kitap kendi­sine tümden sarılmayı becerebilen, Allah’ın istediği biçimde sarıl­mayı be­cerebilen insanları kesinlikle birleştirecektir. Ama bugün müslüman-ların aralarında böyle her biri onun bir parçasına değil de tümüne birden sarılıp amel edebilecekleri ve aralarında her­hangi bir ihtilâf söz konusu olduğu zaman hakem olarak kendisine gidebile­cekleri bir kitapları olmadığı sürece, tartışmalardan ve ihti­lâflara düş­mekten kesinlikle kurtulamayacaklardır. İnsanlar ara­sında böyle bir­leştirici bir hakem, bir bağ olmayınca da ihtilâflar ebedî olacaktır. İşte âyet-i kerîme bize bunu anlatıyor.
Ama insanlar, hüsnü niyetle bu kitabı anlamaya çalıştıkları hal-de, insan olmaları hasebiyle anlayışlarının, kavrayışlarının farklı oluşu, onların beraberliklerine zarar getirmeyecektir. İnsan olmaları sebebiyle meselâ birisi malının tamamını, bir başkası da yarısını ver­me-yi anlayabilecektir o ayrı.
Bir de kitaptan ayrılık ihtilâf sebebidir. Bundan sonra Rabbi-miz, birr’i anlatmaya başlayacak. Birr; iyi­lik demektir. Birr; takva demektir. Birr; gerçek iman demektir. Gerçek birrin, gerçek takvanın, gerçek imanın ne olduğunu bakın Rabbimiz şöyle anlatır:
177:"Yüzlerinizi doğuya ya da batı tarafına çevir­me­niz birr değildir. Lâkin gerçek birr sahibi (gerçek iman eden) kimse Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden kimsedir. Malı sevmekle be­raber yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esir­lere veren kişidir. Namazı ikâme eden ve zekâtı veren, söz verdik­leri zaman ahidlerini yerine getiren kimselerdir. Söz verdikleri zaman da sözlerini ye­rine getirirler. Sıkıntı ve hastalık hallerinde, şiddetli sa­vaşta sab­redenlerdir. İşte bunlar sâdıklardır (doğru söyle­yenlerdir) ve işte gerçek takva sahipleri de bunlardır."
Kıblenin değiştirilmesinden sonra yahudi ve hıristiyanların, her­kesin kendi kıblesine dönmesi gerekliliği hususundaki dedikoduları devam ettirmeleri üzerine gelen bu âyet-i kerîme, önce ya­hudi ve hı-ristiyanlara diyor ki: Bir kere doğunun da batının da kıble olması kaldırılmıştır. Doğuya va batıya dönme konusunda ıs­rar etmenizin bir anlamı yoktur diyerek yahudi ve hıristiyanlara hitap etmektedir.
Sonra da tüm insanlığa diyor ki âyet; ibâdetlerin dış formla­rına önem vermenizin fazla bir değeri yoktur. Namazda yüzünüzü şekil olarak doğuya ya da batıya döndürmeniz gerçek iman değil­dir, gerçek birr ve iyilik değildir. Yâni ruhsuz bir biçimde, sadece şekil olarak bazı dini formalite ve törenleri icra ederek dindarlık gösterisinde bulunma­nız gerçek iman ve gerçek takva değildir. Gerçek iman, birtakım ha­reketleri yapmak, şuraya ya da buraya dönmek, Kâbe’ye ya da Mes-cid-i Aksa’ya yönelmek, yatıp kalk­mak değildir.
"Lâkin gerçek birr sahibi (gerçek iman eden) kimse Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygam­berlere iman eden kimsedir."
Gerçek birr sahibi, gerçek iyilik ve takva sahibi kimse:
1- Allah’a Allah’ın istediği gibi iman eden kimsedir. Aristo’nun inandığı gibi değil, Ebu Cehil’in inandığı gibi değil, şeytanın inandığı gibi, ya da müşrik ehl-i kitap dünyanın inandığı gibi değil. Bunlar da Allah’a inandıklarını iddia ediyorlardı. Meselâ Aristo Allah’a inandığını iddia ediyor ve inandığı Allah’ı bakın bize şöyle tarif ediyor: Benim inandığım Allah, dünyayı yarattı. Sonra yarattığı dünyaya dönüp bir baktı ve beğenmedi onu. Dünyayı çok basit, çok bayağı buldu ve on­dan istinkaf etti, el etek çekti, onunla ilgilenmekten vazgeçti ve dünya işini bize bıraktı, ne haliniz varsa kendiniz görün dedi.
İşte demokrasi buradan çıkar. Demokratik ülkelerin Allah’ı, Aristo’nun Allah’ıdır. Dünyayı yaratan, ama onunla ilgilenmeyip dünya işlerini insanlara, insanların egemenliğine bırakan bir Allah. Hukuktan anlamayan, eğitim konusunda bilgi sahibi olmayan, kılık kıyafete ka­rışmayan, dünya işiyle ilgilenmeyen bir Allah.
Veya işte altı günde zar zor dünyayı yaratıp, yorulduktan sonra köşesine çekilip dünyanın idaresini insanlara bırakan bir Allah.
Veya Ebu Cehil’in inandığı gibi yeryüzünde birtakım put­lara, birtakım tâğutlara kulluğa da ses çıkaramayacak kadar uyu­şuk, güç­süz bir Allah. Ebu Cehil de böyle bir Allah’a inanıyordu. Tamam gök­lerin ve yerin yaratılışı konusunda söz sahibi olan; ama hayata karış­mayan, yerde birtakım varlıkların hâkimiyetine de rıza göstermek zo­runda olan bir Allah.
Veya şeytan da Allah’a inanıyordu. Bunu Kur’an’dan öğre­niyo­ruz. Peki şeytan nasıl bir Allah’a inanıyordu? Hayatının bazı bölümle­rine karışan; ama bazı bölümlerine karışmayan bir Allah’a inanıyordu şeytan. Kendisini tekliften âzâde sayıyor, bazı emirle­rini yok farz edi­yor, hayatının bazı bölümlerinde kendisini özgür zannediyordu.
Bugün müslümanlardan pek çoğu da sanki şeytanın inandığı gibi inanıyor Allah’a. Müslümanım diyen insanlardan pek çoğu, tıpkı şeytan gibi kendilerini tekliften âzâde sayıyorlar. Ha­yatlarının bazı bölümlerinde sanki o konuda Allah’ın bir teklifi yokmuş gibi davranı­yor-lar. Meselâ kimi müslümanların hayatında namaz hacdan sonra başlar. Sanki hacca gidip gelinceye kadar bu konuda kendisine Al­lah’ın bir teklifi yokmuş gibi.
Veya kimi müslümanların hayatında İslâm, kırk yaşından sonra başlar. Sanki o zamana kadar Allah’ın bir teklifi yokmuş gibi. Kimi müslümanlar Ebu Cehil gibi hayatlarının bazı bölümle­rine Allah’ı karıştırırlar; ama hayatlarının bazı bölümlerine kesinlikle Allah’ı karış­tırmamadan yanalar.
Kimileri öyle bir Allah’a inanıyor ki, cebindeki parasına karış­maz o Allah. Nereden kazanacağına, nerede harcayacağına karış­maz o Allah. Meslek seçimine karışmaz o Allah. Kimileri öyle bir Al­lah’a inanıyor ki; düğününe, derneğine karışmaz o Allah. Kılık kıyafe­tine karışmaz o Allah. Yemesine içmesine, okumasına yaz­masına, al-masına satmasına karışmaz o Allah.
Böyle bir iman değil de, Allah’a Allah’ın istediği biçimde ina­nır­sak, yâni kitabında bizden istediği biçimde hayatın tümüne karışan, hayatımızın tümünde bizden kulluk isteyen ve hayatımı­zın tümünde, yerken içerken, kazanırken harcarken, giyinirken soyunurken, alırken satarken, severken küserken hattâ tırnağımızı kesmemize varıncaya kadar tüm hayatımızda yalnız kendisini dinlememizi isteyen ve kendi­siyle birlikte başkalarını da dinleme­miz konusunda bizi soğanın dişi­sinden bile kıskanan bir Allah’a inanıyorsak; işte bu iman demektir.
Değilse Allah korusun Aristo’nun inandığı gibi dünya işle­rini bilmeyen, dünya işlerine karışmayan ve bize hadi ne haliniz varsa gö­rün! İstediğiniz gibi hukuk yapın! İstediğiniz gibi giyinip soyunun! Dile­diğiniz mesleği seçin, dilediğiniz yerden kazanın, dilediğiniz yerde harcayın, çalın, çırpın! Dilediğiniz kişilere ege­men­lik yetkilerinizi ve­rin! Dilediğiniz varlıklara kulluk yapıp, di­ledi­ğiniz kişileri dinleyin! Za­ten benim bu konularda gücüm kuvve­tim, yetkim yoktur! Diyen veya Ebu Cehil gibi yerde birtakım put­lara tapınmaya, birtakım tağutlara egemenlik hakkını vermeye ses çı­karmayacak kadar uyuşuk bir Al­lah’a inanıyorsak bilelim ki bu Al­lah’ın istediği bir iman değildir. Her­kes ken-di kafasından bir iman geliştirip, ya Rabbi biz böyle bir iman modelini münâsip gör­dük, herhalde sen de buna ses çıkarmazsın! Di­yerek Allah’a akıl ver­meye, yol göstermeye kimsenin hakkı yoktur.
Veya, ya Rabbi biz bunu münâsip gördük, sen de bunu ka­bul etmek zorundasın! Diyerek Allah’a kafa tutmaya kimsenin hakkı yok­tur. İsterseniz dilediğiniz gibi inanın, dilediğiniz gibi anla­yın ama bile­siniz ki, sonunda hesaba çekecek olan Allah’tır.
Gerçek iman sahipleri, gerçek birr ve takva sahipleri Al­lah’a Allah’ın istediği, Allah’ın razı olduğu biçimde iman edenler­dir.
2- Âhiret gününe iman eden kimselerdir onlar. Âhiret gü­nüne iman, hesap kitap konusuna iman demektir. Âhirete inanan kişi, he­sap kitap konusunda korku sahibi olan kişi demektir. İn­sanlar neden korkarlarsa ona karşı titiz davranırlar. İşte mü'min böyle bir korku du­yan kişidir. Her adım atışında, her duruşunda, yâni pozitif ve negatif her eyleminde korku içinde olan kişidir. Ya bu konuda hesaba çekilir­sem! Ya bu bakış yarın karşıma bir dosya olarak çıkarsa, ya bu hare­ket yarın hesaba çekilirken aley­hime çıkarsa, ya cehenneme sürük­lerse beni bu duruş diye sü­rekli bir hesap kitap içinde bulunur mü'min. Böyle bir korkunuz var mı, yok mu? Bir düşünün. Yâni aç kalma kor­kusu, borcumuzu ödeyememe korkusu, ele âleme rezil olma korkusu, evimizin eli­mizden alınma korkusu, polis korkusu, maliyeci korkusu, hapse girme korkusu, çek senet protesto korkusu, işten atılma, statü­müzü kaybetme korkuları. Bütün bu korkularımız yanında âhiret kor­kusu pek yok gibi değil mi?
Halbuki Allah kitabının başka bir âyetinde müttakıleri an­latır­ken:
"Onlar her ân Allah’la karşı karşıya geliverecek­le­rini ve Rablerine dönüyor olduklarına inanan kimseler­dir."
( Bakara 46)
Buyuruyordu. Her ân Allah’la karşı karşıya gelivereceğine ina­nan insanlar. Ha şu köşeyi döndüm dönmeden, ha şu lokmayı yuttum yutmadan, ha şu cümleyi bitirdim bitirmeden ölüverecek ve Rabbimle karşı karşıya gelivereceğim inancıyla yaşayan insanlar­dır onlar di-yordu. Çünkü âhiret inancı Allah’la beraber olmayı, her ân Allah’la karşı karşıya gelmeyi gündeme getirecektir. Böylece kişi sürekli Al­lah’la beraber, kendini kontrol edebilme imkânı bula­caktır. Çünkü âhirete iman bunu sadece söz planında söylemek değil hayat prog­ramını ona göre yapmak demektir.
Mü'min, hayat programını bu inanca bina eden kişidir. Yâni âhirete imanı sürekli iki kaşının arasında hisseden kişidir. Ama Allah korusun da bugün bizler, dilimizle âhirete imanı gündeme getiren bizler, hayat programlarımızla onu yalanlamaktayız. İşimiz, dükkanı­mız, ticaretimiz, maişet teminimiz, geleceğe ait planları­mız, kazanma hırsımız, ebedî kalacak gibi diktiğimiz villalarımız, evlerimiz, eşyaları­mız, hedeflerimiz ve bilfiil hayatımızla âhireti in­kâr ediyoruz. Dilleri­mizle ikrar ediyoruz; ama hayatlarımızla yalan­lıyoruz Allah korusun. Böyle değil de gerçekten hem diliyle hem de hayat programıyla âhirete inanan insanlardır birr ve takva sa­hipleri. İnşallah Allah bizi de onlardan eylesin..
Bu konu gerçekten çok mühimdir. Âhirete iman konusunu sü­rekli gündemde tutmak zorundayız. Hem kendimizi hem de çev­remizi âhiretle uyarmak zorundayız. Diyelim ki tüm insanlara: Ey insanlar! Bir gün gelecek ayınız da, güneşiniz de, yıldızlarınız da, semanız da, arzınız da, malınız mülkünüz de, gücünüz saltanatı­nız da, paranız servetiniz de herşeyinizle birlikte yok olacaksınız! Hesap kitap vermek üzere Allah’ın huzuruna gideceksiniz diye uyaralım insanlığı. Pey­gamberlerin ellerindeki en büyük silahlar­dan birisi buydu. Onlar dö­nemlerinde Allah’ın kullarını bununla uyarmışlardı. Biz de günümüz insanlarını âhiretle korkutmak zo­rundayız.
Bir atom bombası, bir hidrojen reaktörü, bir tank, bir füze karşı­sında bir çok devletler savaştan el etek çekip teslim sanca­ğını çekerken, aynı insanları âhiretle uyardığımız zaman bir tek günahı bile terk etmediklerini görüyoruz.
Bu insanlar A.B.D nin, Avrupa’nın sihirbazlıkları karşısında on­lardan tir tir titriyorlar da âhiret karşısında hiç irkilmiyorlar. Hal­buki A.B.D de, Çin de, İngiltere de çok basittir, güçsüzdür, herşeyleri ar­tistlik ve sihirbazlıktır.
İşte gördük Kamboçya’da, Afganistan’da, Somali’de bunla­rın ne düzenbaz olduklarını. Öyleyse biz de bu insanların karşı­sına tıpkı Peygamberlerin yaptıkları gibi Allah’ın âyetleriyle çıka­lım. Onlar iman etmeseler de, alay ediyor görünseler de onların karşılarına bu kitapla çıkalım. Çünkü nihaî noktada onları diriltecek olan yine bu kitap ola­caktır. Kadın, erkek, kâfir, mü'min, hür, köle kim olurlarsa olsunlar in­sanlar, ne olurlarsa olsunlar onları dirilte­cek bu kitaptan başka bir şey yoktur elimizde. Bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım inşal­lah.
3- Meleklere iman eden kimselerdir onlar. Meleklere iman de­mek; Allah’ın melekler vasıtasıyla bizimle diyalog kurduğuna iman demektir. Yâni Allah’ın kendi köşesine çekilmeyip her ân melekleri vasıtasıyla dünya işlerini idare ettiğine, her ân yanı­mızda olduğuna, bu melekleri vasıtasıyla yeryüzüne karıştığına, yeryüzünde seçtiği peygamberlerine bu melekleri vasıtasıyla bizim hayatımızı düzenle­mek üzere mesajlar gönderdiğine, vahiy gön­der­diğine ve bizi bununla sorumlu tuttuğuna iman demektir. Me­lekler vasıtasıyla bizim amelle­ri-mizi tesbit ettiğine, melekleri vası­tasıyla bizi bize isabet edecek be­lâlar ve musîbetlerden koru­du­ğuna, melekleri vasıtasıyla bizim karı­mızı, boramızı, yağmuru­muzu sağladığına iman demektir. Meleklere iman, bu demektir. Yoksa sadece meleklerin varlığına iman demek değildir bunun mânâsı.
4- Allah’ın kitaplarına iman eden kimselerdir o birr sahipleri. Ki­taba iman demek; hayatı onunla düzenlemek üzere kitaba iman de-mektir. Kitaba iman demek; içindekilere iman demektir. İçinde­kilerin doğruluğuna ve uygulanırlılığına, uygulanması gerektiğine iman de­mektir.
Kitaba iman demek; Allah kitabında böylece buyurdu, ben de bunu aynen anladım ve kabul ettim demektir. Yâni Allah kita­bında ne dedi? Bizzat Allah’la diyalog kurarak, Allah’ın kelâmıyla diyalog kura­rak, ama bunu Peygamber örnekliliğinde anlayarak onu amele dö­nüş-türmektir.
Hani hatırlayın, sûrenin başında kitaba iman konusunda iki gruptan söz etmişti Rabbimiz.
1- Kitapla yol bulan müttakıler. Yollarını kitaba sorarak bu­lan­lar, hayat programlarını kitaba bakarak yapanlar. Yaptıklarını kitap yap dedi diye yapanlar, yapmadıklarını da kitap yasakladı diye yap­mayanlar.
2- İkinci grup da:
“Kendilerini ha uyarmışsın, ha uyarmamışsın fark etmez bir tavır alıp iman etmeyenler”
(Bakara 6)
Böyle olanlar. Yâni fark etmez kitap kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış olanlar. Yâni yeryüzünde böyle bir kitap var mı, yok mu? Fark etmez olanlar. Kitaba karşı kayıtsız, ilgisiz ve nötr dav­rananlar. Kitabın varlığı ile yokluğu kendileri için müsavi olanlar. Veya kitap ne derse desin, Allah ne derse desin fark etmez, ben yine bildiğimi oku­rum! Diyenler.
Yâni kitap karşısında, peygamber karşısında Firavunluk ya­pan­lar. Hani öyle diyordu ya âyet-i kerîme: Allah’ın indirdiğini haya­tında görüntülemeyip de başkalarının indirdiğini hayatında gö­rüntüle­meye çalışan kimseyi görmedin mi? diyordu ya. Ben Fira­vun değilim, demek çok kolaydır; ama benim amelim, benim tav­rım Firavunun ameline benzemiyor demek gerçekten çok zordur.
Kitaba iman için, kitapla yol bulabilmek, kitabı hayat prog­ramı yapabilmek için kitabı tanımak zorundayız. Kitabı tanımayan bir ada­mın onunla amel etmesi ve onu hayat programı yapması mümkün değildir. Bilelim ki uygulayacak kadar kitaptan tanıdığı­mız âyetler, bi­zim âyetlerimizdir. Hani bizim külli bir imanımız vardı. İslâm’a ilk gi­rişteki imanımızdı bu. Ben bu kitabın tümüne inandım demiş ve böy­lece müslüman olmuştuk. Hani ya bu kitabın tümü­nün nesine inan­dık? Ya Rabbi şu anda onu tanıyamadığım için toptan inandım! Ama inşallah birim birim, tek tek, âyet âyet onu tanıyıp hayatıma uygulaya­cağım diye inanmıştık. Hani öyleyse? Toptan inandığımız bu kitabın tümünün imanı, birime dökülme­dikçe bilelim ki; o imanın bir anlamı kalmayacaktır. Kaldı ki inandık dedikten sonra da denenecektik değil mi?
Ama şöyle bir iman caizdir: Adam kitabın tamamına toptan ina­nır. Ya Rabbi senin kitabında dediklerinin tamamının doğrulu­ğuna baştan inanıyorum. Ama şu anda henüz tanıyamadığım bö­lümleri var kitabının. Meselâ şu anda Âl-i İmrân’ı öğrenemedim, Enfal’ı henüz ta­nıyamadım. Ama şu anda sanki onların görüntü­lenmesi gibi bir hayat yaşıyorum. Bu hayatımı ben müslüman ola­rak yaşıyorum. Lâkin sana söz veriyorum ya Rabbi, yarın öğrene­ceğim âyetler, bugün yaşadığım dinle, bugün yaşadığım hayatla çatışırsa ben şimdiden onların doğ­ruluğunu kabul ediyorum diye okumaya devam ederse, gayret ederse böyle bir iman inşallah o kişiyi kurtaracaktır diyoruz.
Unutmayalım ki hiçbir insan, hiçbir toplum kitapsız değildir. Her insanın, her toplumun hayatına uygulayabileceği, hayat prog­ramı adına baş vuracağı bir kitabı vardır. Kimileri toplum kitapla­rıyla, kimi­leri anane kitaplarıyla, kimileri moda kitaplarıyla, kimileri Marks’ın, ki­mileri Mao’nun, kimileri filanın kitaplarıyla amel etmek­tedir. İşte Ka­birde gelecek sorulardan birisi de bu şüphesiz "kita­bın neydi?" Yâni neyle amel ediyordun? Hayatına kimin emirleri egemendi? Denecek­tir.
5- Allah’ın Nebilerine iman eden kimselerdir onlar. Peygam­bere iman demek; onun örnekliliğine iman demektir. Pey­gambere iman demek; Allah’ın bizden istediği kulluğu icra ederken mutlak mâ­nâda kendisine uyulması gereken model insan oluşuna, nümune in­san oluşuna iman demektir. Peygambere iman, onun hayat progra­mına iman demektir. Peygambere iman, onun Al­lah’tan getirip haber verdiği şeylerin tamamının doğruluğuna iman demektir. Peygambere iman, Allah’ın onun vasıtasıyla insan haya­tına karıştığına iman de­mektir.
Peygamber, kişinin kendisini takip ettiği, kendisine uyup, onun gibi olamaya, onun gibi hareket etmeye çalıştığı kimsedir. Peygam­ber, kişinin hayatında amir ve nahiy olan varlık demektir. Kişinin ha­yatında emretme ve nehyetme hakkına sahip olan var­lık onun pey­gamberidir. Peygamberin peygamber oluşunun hik­meti de işte bura­dadır. Peygamber, kişinin hayatında emreden ve yasaklayandır.
Çocukluğumuzdan bu yana bize öğretilen (sıdk, ismet, ema­net, tebliğ, fetanet) sıfatları peygamberin kendisiyle ilgili yö­nüdür. Bunları zaten kabul etmek zorundayım ben. Yâni Rasulullah’ın doğru söylediğini, günahsız olduğunu, kendisine gelen âyetleri gizlemeden eksiksiz insanlara tebliğ ettiğini kabul ettim ve inandım ben. Ama be­nim birini peygamber kabul etmem demek, sadece bunları kabul et­mem demek değildir. Benim birini Peygamber kabul etmem demek, aynı zamanda onun benim ha­yatımda âmir ve nâhiy oluşunu kabul etmem demektir. Onun be­nim hayatımda emretme ve yasaklama yet­kisine sahip bir varlık olduğunu kabul etmem demektir.
Eğer ben peygamberi az evvel saydığım şahsi sıfatlarıyla ka­bul etsem; ama onun benim hayatımda âmir ve nâhiy oluşunu kabul etmesem, yâni onu hayatımda emredici ve yasaklayıcı ma­kamında görmesem; onu peygamber kabul etmiş sayılmam. Pey­gamberin, peygamber olabilmesi için hayata hakim olması gerekir. Bir şey red­dedilecekse, bir şey kabul edilecekse, bir şeye izin ve­rilecekse, bir şey yasaklanacaksa, bir şey yapılacaksa, bir şey ya­pılmayacaksa, bu konuda söz sahibi peygamber olmalıdır.
Bir şey denecekse o demelidir. Evet veya hayırı, red veya ka­bulü, emir veya yasağı Allah der; ama Allah’ın dediğini biz nere­den öğreniyoruz? Bunu biz sadece peygamberden öğreniyoruz, başka bir kaynağımız yoktur. Evet, işte peygamber budur. Kişinin hayatında bu derece hakim olan, bu derece kendisine uyulan var­lık demektir. Bizim böyle bir peygamberimiz var mı, yok mu? Ora­sını bilmiyorum. Çünkü hayatının her bir bölümü bizim için örnek olacak bir peygamberin, ha­yatının tamamının bilinmesi gerek­mektedir. Hayatı bilinmeyen bir pey-gamber nasıl örnek olacak da?
Evet, peygamberlere iman konumumuz, makamımız, toplu­mu­muz hangi peygamberin konumuna, hangi peygamberin top­lumuna benziyorsa; o toplum içinde o peygamberi örnek alarak, o peygambe­rin rolünü üstlenerek bir hayat yaşamaya çalışmak de­mektir.
Eğer toplumumuz Lût kavmi gibi cinsel ahlâksızlığı doruk noktaya çıkarmış bir toplumsa, o toplum içinde Lût’u (a.s) örnek ala­rak; toplumumuz Nuh kavmi gibi salih kişileri putlaştırmayı do­ruklaş­tırmış bir toplumsa, Hz. Nuh’un rolünü oynamaya çalışarak; toplumu­muz Âd kavmi gibi dünyayı cennetleştirme cinnetine ka­pılmış, cenneti dünyada aramaya başlamış bir toplumsa, o zaman da Hûd (a.s)’ı; Semûd kavmi gibi hayırdan, hayırlıdan hoşlanma­yan bir toplum içinde yaşıyorsak Salih’i (a.s); İsrâil oğulları gibiyse toplumumuz, o zaman Hz. Mûsâ gibi davranarak peygamberlere iman edeceğiz. Esasen bu­gün çevrelerinde örnek şahsiyet arayan kimseler, peygamberleri ta­nıma zahmetine katlanmaktan kaçan in­sanlardır.
Evet, Peygamberlere de inanırlar o ebrâr olanlar. Başka?
"Malı sevmekle beraber yakınlarına, yetimlere, yok­sullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esir­lere ve­ren kişidir."
Malı sevmekle beraber. Ya bu mala ihtiyaçları varken, sev­dik­leri halde onu verirler demektir bunun mânâsı. Ya da Allah sevgisin­den ötürü malı verirler, bu malı şunlara şunlara yedirirler demektir. Yahut da sevmedikleri, beğenmedikleri mallardan değil; en çok sev­dikleri, en kıymetli mallarından verirler demektir. Kime verirler bu mallarını?
1- Yakın akrabalara. İslâm, aileyi toplumun temel taşı kabul eder. Eğer birilerine bir iyilik yapılacaksa, bu öncelikle aileye ve yakın akrabalara yapılmalıdır. Çünkü Allah’ın Resûlü’nün bir ha­dislerine göre miskinlere yapılan sadaka bir sadakadır, ama akra­baya yapılan sadaka iki sadakadır. Bunlardan birisi sadaka, öte­kisi de sıla-i rahim­dir.
2- Yetimlere verenler. Yetim, toplumda babası ölen ve he­nüz kendi ihtiyaçlarını temin edebilecek durumda olmayan buluğa erme­miş küçük çocuklardır. Yetim, bir de toplumda siyasal ve eko­nomik dayanağı olmayan insanlar, garibanlar demektir. Bunlara da yedirmek ve vermek zorundayız.
3- Miskinlere yemek yedirenler.
4- Yolda kalmışlara yardım edenler. Evinden uzakta, yolda ka­lan, bulunduğu yerin yabancısı olan, üstelik de gittiği beldede hiçbir tanıdığı, sığınağı, barınağı olmayan ve de evine dönebile­cek kadar parası pulu, imkânı bulunmayan kimse demektir ki; bunlara da yardım edeceğiz.
5- Dilencilere. Dilenmemek için bütün imkânlarını kullandığı halde yine de ihtiyaçlarını temin edemeyen ve bu sebeple istemek zo­runda kalan kişilere de yardım elimizi uzatmak zorundayız. İs­lâm As­lında dilenmeyi meşru görmez. İslâm toplumunda çalışıp kazanabile­ceği halde dilenen bir ferdin varlığı asla düşünülemez. Hem dilenen açısından bu böyledir, hem de o toplumun zenginleri açısından buna imkân yoktur. Evet dilenenlere de verirler onlar mallarından.
6- Köle ve esirlere verirler.
"Namazı ikâme eden ve zekâtı veren, söz verdik­leri zaman ahidlerini yerine getiren kimselerdir.
1- Namazı ikâme demek; onu birtakım hareketler manzu­mesi olarak değil veya sadece şeklî olarak belli bir yöne yönel­mekten iba­ret olarak değil, dinlerinin direği olarak, sosyal hayatla­rının düzenleyi­cisi olarak namazı ikâme ederler. Yâni bedenle­rinde Allah’ı söz sahibi kabul ederler.
2- Zekâtı verirler. Mallarında Allah’ı söz sahibi kabul eder­ler. Mallarının sahibi olarak bildikleri ve iman ettikleri Allah’ın hakkı olarak mallarının zekâtını verirler.
3- Söz verdikleri zaman ahidlerini yerine getirenlerdir onlar. Al­lah’a verdikleri ahidlerini yerine getirirler. Allah’tan başka Rab kabul etmezler. Bir de kendi aralarında verdikleri ahidlerine riâyet ederler. Randevularına, sözlerine sâdık davranırlar. Bir de onlar:
"Sıkıntı ve hastalık hallerinde, şiddetli savaşta sab­re­denlerdir."
Sabır:
1- Fakirliğe sabrederler. Allah’ın taksimine razı olurlar. Şunu ke­sinlikle bilirler ki; Allah kendilerine bir şey ayırmışsa, yanlış­lıkla onu başkalarına vermeyecek kadar âdil, başkalarına ayırdı­ğını da ne ya­parlarsa yapsınlar kesinlikle kendilerine vermeyecek kadar ilim sahi­bidir. Bir ağız açmışsa, kesinlikle açtığı ağızdan gafil olmayan bir Al­lah’a inanırlar. Fakr u zaruret durumlarında sabre­derler. Allah’ın nasıl istemişse kendilerini öylece imtihan edeceğini bilirler ve telaşa kapıl­mazlar.
2- Hastalığa sabrederler. Allah bazen çeşitli hastalıklarla im­ti­han eder kullarını. Sosyal hastalıklar, ailevî hasalıklar, bedenî hasta­lıklar. Mü'minler kesinlikle bilirler ki; bunlar günahlara kefaret­tir. Has­talıklar anında mü'minler isyan etmezler, sapıtıp dağıt­mazlar. Çünkü isyan ne çekilen acılara derman olur, ne de gü­nahlardan arınmaya sebep olur.
3- Savaşta, cihatta sabrederler onlar. Allah adına yapıla­cak ci­hat nefse ağır gelir. Çünkü savaşta ölüm vardır, yaralanma vardır, maddî ve manevî kayıplar vardır. Çok sevdiği kişileri, yanı başındaki arkadaşını kaybetme vardır savaşta. Mü'minler bu du­rumda sabre­derler.
Allah bazen mü'minlere böyle acılar tattırabilir. Rabbimiz ba­zen zaferi geciktirebilir. Zaferin gecikmesinde de mü'minler için çok büyük faydalar vardır. Savaşın kendine has kuralları vardır. Ne sa­de-ce, ben müslümanım demek, savaşın kazanılması için yeter se­beptir, ne de sadece kâfir damgasını yemek savaşın kaybedil­mesi için kafi sebeptir. Mü'minler, gerçek mü'min olurlarsa savaşın şartla­rını yerine getirmenin, imanın şartlarından biri olduğunu bile­rek ted­birlerini alırsa; ancak o zaman savaşı kazanabilirler. Kur’an’da bazı âyetler görü-yoruz. Meselâ:
"Muhakkak ki Allah, iman edenleri savunur, zira hainleri ve nankörleri hiç sevmez."
(Hac: 38)
Buyurulur.
Çünkü mü'minler, bütün yeryüzü insanlığının inanç ve ibâdet hürriyetini teminat altına almak için hareket etmektedirler. Ay­rıca kar­şılarındaki azgınlar da tümüyle zulmün içindedirler, zâlim­dirler. Hem kendilerine karşı zâlimdirler hem de başkalarına karşı zâlimdirler. Bu durumda Cenab-ı Hak bu âyetiyle, açıkça mü'minleri savunduğunu garanti etmektedir. Burada aklımıza bir soru geliyor. Madem ki Allah mü'minleri savunacaktır, savunaca­ğını garanti ediyor, hal böyle olunca acaba neden onlara bu cihad emri gelmektedir? Neden sa­vaşa katılarak ölümle, yaralanma ile, çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya gelmeleri istenmektedir? Halbuki netice belli olduğuna göre, Rabbimiz onları hiç yormadan, üzme­den, acı çektirmeden, ölmeden, öldürme­den Allah neticeyi ger­çekleştiriverseydi olmaz mıydı? Bütün bunların hikmeti nedir acaba? Bütün bu sorulara verilebilecek bir tek cevap vardır, o da Cenab-ı Hakkın yüce hikmetidir. Bizimse o hikmetten kav­rayabil­diğimiz ancak çok az bir kısımdır.
Bir kere Rabbimiz bu İslâm davasını omuzlayan insanların uyu­şuklardan meydana gelmesini istemiyor. Şurada burada keyif ça­tarak yan gelip yatarak Allah’ın yardımını bekleyen insanlardan olma­sını istemiyor. Bununla beraber düşmanlarına karşı hazırlık­ları, plan­ları, programları, silahları, kılıçları olmasını istiyor.
Şurası hiçbir zaman unutulmamalıdır ki hiçbir zahmete gir­me­den, hiçbir sıkıntıya katlanmadan, dükkanlarından, büroların­dan, parklarından, plajlarından vazgeçmeden kişilere gelecek zaferlerin kaybedilmesi çok kolay olacaktır. Kolay elde edilen şeylerin kaybe­dilmesi de o nisbette kolay olacaktır. Ucuz kazanı­lan zaferler çok ça­buk kaybedilir. Bu ve bunun gibi bizim bileme­yip de Allah’ın bildiği pek çok hikmetlerden ötürü Allah, mü'minlerin savunmalarını yine mü'minlerin elleriyle gerçekleştirmek istemek­tedir.
Zaman gelir; mü'minler zulme uğrarlar, ezilirler, çiğnenirler, ha­pislere tıkılıp ağızları kapatılır, elleri bağlanır. Rabbimiz Allah’tır de-menin dışında hiç bir suçları olmayan bu mazlumların eline za­fer çok geç gelebilir. Ama bilesiniz ki, bu gecikme de Allah’ın hik­metiyle­dir. Şöyle birkaç madde olarak bunu özetlemeye çalışayım inşallah.
1- Zaferin gecikmesinin sebebi, belki de mü'minlerin imanları­nın henüz kökleşmemesinden kaynaklanabilir. Belki de imanlarının gereği olarak bu savaş konusunda imkânlarının ta­mamını seferber edecek duruma gelememiş olabilirler. Bu du­rumda zaferi elde etseler bile onu koruyacak durumda değillerdir. Zira ellerindekini, ceplerinde­kini, kasalarındakileri bu dava uğ­runda son damlasına kadar harca­yabilmiş değillerdir. Sevdiklerini, değer verdiklerini bu uğurda henüz tümüyle gözden çıkarabilmiş değillerdir.
2- Bir de mü'minler imkânlarını, kuvvetlerini son damlasına ka­dar kullanarak, artık Allah’ın yardımı olmadan hiçbir kuvvetin zaferi kendilerine zaferi temin edemeyeceğini anlayıncaya kadar, yâni bütün güçlerini kullanıp sonra da işi Allah’a havale edebile­cek duruma ge­linceye kadar Allah zaferi geciktirebilir.
3- Bazen de Allah zaferi şunun için geciktirebilir: Mü'minler kor­kunç işkencelere, sıkıntılara, ıstıraplara maruz kalarak Allah’a bağlantılarını, Allah’a sığınma melekelerini artırmak için Cenab-ı Hak zaferi geciktirebilir. Yıllar yılı alnı paslanmışlar, vicdanı pas­lanmışlar, namazı unutmuşlar, Allah’ı unutmuşların cephede, o zor durumda kanlarıyla abdest alıp unuttukları Allah’a dönecekleri güne kadar Allah zaferi geciktirebilir.
4- Bazen de şunun için gecikebilir zafer: İslâm ümmeti he­nüz bütün varlığıyla savaşa katılmamış olabilir. Birileri bir yerlerde öldü­rülürken, birileri bir yerlerde zevk ü sefa içinde bulunabilirler. Şu anda olduğu gibi. Yanı başlarında kardeşleri öldürülürken, ki­mileri Allah da­vası için bir kısım fedâkarlıkları göze alabilecek noktada olmayabilir­ler. Ya bir mevki elde etmek, ya ganîmet dev­şirmek, ya da bir şahsi menfaat için kardeşleriyle birlikte savaşmı­yor olabilirler.
İşin acısı bu savaşa katılmayan müslümanlar, savaşan müs-lümanların karşısındaki şer güçlerin içinde olabilirler. Yâni şer güçlerin içinde böyle şuursuz da olsa birtakım hayır güçler de buluna­bilir. Halbuki Allah, kesinlikle hayrın şerden bütünüyle ayrıl­masını is­te-mektedir. Zira hayrın desteğindeki şerrin yıkılması ger­çekten çok zordur. İşte Allah, şerrin içindeki hayır birimlerinin ayrı­lıp, şerrin tek başına desteksiz kalacağı ana kadar zaferi gecikti­rebilir. Şu anda tüm dünyada müslümanların yaşadıkları talihsiz durum bundan ibarettir.
Yâni şerrin tüm müslümanlar tarafından anlaşılmasını iste­mek­tedir. Zira müslümanlardan bir grup insan, şerle savaşa kal­kıştığı zaman bu şer güçler, diğer müslümanlardan destek bula­bilmektedir-ler. Bazı zavallı müslümanlar hâlâ bu bâtılların hak ol­duğunu zan­net-tikleri için, onların yıkılıp gitmesine razı olmamakta­dırlar. Halbuki Allah bâtılın bâtıl olarak herkesin gözleri önünde açığa çıkmasını, tüm müslümanların ondan desteğini çekmesini ve bu bâtıl yıkılıp giderken de kökten yıkılıp gitmesini, onun yok olup gidişine üzülecek bir tek müslümanın kalmamasını istemek­tedir. Bu yüzden bütün müslüman-ların topyekun bâtılı anlayabile­cek bir duruma gelecekleri ana kadar zafer gecikebilir diyoruz Allahu âlem.
İşte her ne sebeple olursa olsun mü'minler zaferin gecik­mesi karşısında sabredecekler ve yılgınlık göstermeyeceklerdir.
"İşte bunlar sâdıklardır (doğru söyleyenlerdir) ve işte gerçek takva sahipleri de bunlardır."
Dikkat ederseniz Rabbimiz en küçükten en büyüğe doğru sıra­lamış. Bunlara sabretmeden imanın tadını tatmak mümkün değildir. Zaten gerçek mü'min, böyle zor zamanlarda belli olacaktır.
İşte sâdıklar bunlardır. İşte iman iddiasında sâdık olanlar an­cak bunlardır. Bu sıfatları üzerinde bulunduran ve inandığı şeyleri pratiğe aktaran kişi birr sahibidir, takva sahibidir, Allah biz­leri bunlar­dan eylesin inşallah..
Bundan sonra İslâm toplumunda bu yasaları ve imanı koru­maya yönelik cezai müeyyideleri anlatmaya başlıyor Rabbimiz. Genel olarak Kur’an’ın ortaya koyduğu cezai müeyyi­deler iki kısımdır. Âhi-rette verilecek cezalar ve dünyada verilecek cezalar. Dünyada ve­ril-mesi gereken bir cezai müeyyide bakın şöyledir:
178:"Ey iman edenler öldürülenler hakkında size kı­sas yazıldı, (farz kılındı). Hür insana karşı hür insan, köleye karşı köle, ka­dına karşı kadın."
"Ama öldüren katil öldürülenin kardeşi (varisleri) ta­rafından affedilirse, öldüren kişiye örfe uyması ve af­fe­dene (diyetle) iyilikte bulunması gerekir."
"İşte bu size Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve rahmettir."
"Artık kim de bundan sonra haddi aşarsa ona elim bir azap vardır."
Âyet-i kerîmede insan hayatının taşıdığı değerin eşitliği il­kesi ortaya konmaktadır. Öldürme sonucu ortaya çıkan kan bedeli ne öldü­renin ne de öldürülenin ırkına, sınıfına bakılarak tesbit edilemez.
Âyetin iniş sebebi hakkında şunları biliyoruz: İslâm’ın zuhu­run­dan evvel yahudiler adam öldürenler konusunda katilin öldü­rülmesi gerektiğini, ama diyetin öldürmeden önde tutulması ge­rektiğini iddia ediyorlar, hıristiyanlar ise katil hakkında kesinlikle affın vacip oldu­ğu-nu söylüyorlardı. Kan bedeli konusunda farklı uygulamalarda bulu­nuyorlardı. İleri gelen insanların diyetlerini di­ğer insanların diyetlerinin birkaç misli tutuyorlar, bizden bir kadın karşılığında sizden bir erkek bir kadın, bizden bir köle karşılığında sizden bir köle, bir de hür öldü­receğiz diyorlardı. Kendi kabilelerine mensup olup öldürülen bir kişi­nin diyeti için çok yüksek bir paha biçiyorlar ve öldürenin kabilesinden yüzlerce adamı öldürmeye kalkışıyorlardı.
Bugün de aynı vahşeti görüyoruz. Kendilerini dünyanın en me­denî milleti sayan ülkeler, kendilerinden öldürülen bir kişinin karşılı-ğında öldüren kişinin ülkesinden yüz kişiyi öldürecekleri ko­nu­sunda yeminler ettiklerini ve tüm dünyanın gözü önünde bunu uygu­lamaya koyduklarını görüyoruz. İşte İsrâil, işte A.B.D, işte İn­giltere, işte Fransa. Bir İsrâil oğullunun karşılığında İsmail oğulla­rından, Filis­tinli yüz müslümanı öldüreceğiz diye yemin ediyor adamlar ve öldürü­yorlar da. Köle ülkelere mensup binlerce kişinin, efendi ülkelere men­sup bir kişi karşılığında öldürüldüğünü görüyo­ruz bugün. Bir İngiliz vatandaşının öldürülmesinin karşılığında İn­gilizlerin tüm Mısır halkın­dan intikam aldığını biliyoruz. Fransızların Cezayir ve Tunus’ta bir Fransız askerine karşılık binlerce müslümanın kanına girdiklerini bili­yoruz. A.B.D de en yetkili bir ağzın yeryüzünde bir tek müslüman kalmayıncaya kadar bizim savaşımız sürecektir! Sözünün de ne mâ­nâya geldiğini biliyoruz. Ama daha hesaplaşma başlamadı, hele bir hesaplaşma başlasın, yüz yılda akıttıkları kanların hesabını vermek çok zor gelecek on­lara.
Ama bunun aksi olduğunda, yâni köle ülkelerden bir vatan­daşı bunlardan birisi öldürdüğü zaman, bunların mahkemeleri ke­sinlikle ona ölüm cezası vermemektedir. Allah buyuruyor ki bu âyet-i kerî­me-de, sınıfları ne olursa olsun, ırkları ne olursa olsun, hangi statüye sahip olurlarsa olsunlar, öldürülen kişinin karşılı­ğında sadece öldüren öldürülür, başkaları kesinlikle öldürülemez.
"Ey iman edenler zulmedilerek, ölümü hak etme­diği halde, haksız yere öldürülenler hakkında size kısas yazıl­mıştır,( farz kılınmıştır.)"
Kısas; sözlükte aynıyla karşılık vermek demektir. Yâni yapı­lan amelin aynısını yapan kişiye uygulamak demektir. Her­hangi bir hakkı, o hakkın dengiyle değiştirmek demektir.
Hür hüre, köle köleye, dişi de dişiye karşılık olarak öldürüle­cek­tir.
Bu âyet-i kerîme Mâide sûresindeki 45. âyet-i kerî­meyle biraz daha açıklanmıştır. Orada da Rabbimiz şöyle buyurur:
"Orada (Tevrat’ta) biz İsrâil oğullarına şöyle yaz­dık (farz kıldık): Cana can, göze göz, buruna burun, dişe diş ve yaralar birbirine kısastır."
(Mâide 45)
Yâni buradan da anlıyoruz ki sadece öldüren öldürülür, sa­dece katil öldürülür, öldürenden başkası öldürülemez. Ama:
Kardeşi tarafından katile herhangi bir şey bağışlanmış olursa, kısas hemen düşecektir. Bakın burada "kardeşi" kelimesi­nin kullanıl-ması çok calib-i dikkattir. Allah diyor ki sanki burada, bakın öldü­ren katil size çok büyük zarar vermiş de olsa, sizi çok büyük üzüntü­lere sevk etmiş de olsa nihâyet o sizin kardeşinizdir. Sizin din karde­şiniz-dir. Bu sebeple yanılıp hata ederek sizden bi­rini öldüren o karde­şinize karşı içinizde taşıdığınız intikam arzu­nuzu yener de onu affede­rek ölüm cezasını kaldırırsanız bu Allah katında sizin derecenizi ve sevabınızı artıracaktır buyurulur.
Bakın bu âyet-i kerîme öldürülen kişinin ailesinin, katili ba­ğış-la­malarına izin veriyor. Bundan anlıyoruz ki kıtal da bağışlana­bile­cek bir suçtur. Bu durumda mahkeme illa da katili cezalan­dırma hu­susun-da diretemez. Hemen kısas düşer. Ama ölenin va­risleri diler­lerse katilden diyet alabilirler maruf ölçüler içinde. Öle­nin varislerin­den bir tanesinin bile affetmesi kısasın düşmesi için yeterlidir.
Allah’ın varislere tanıdığı bu hak, günümüzde varislere veril­mi­yor. İş adliyeye intikal etti mi, artık ölenin varisleri davadan vazgeçse bile kamu davası devam ediyor ve adam cezalandırılı­yor. Sonra da varislere vermedikleri bu hakkı, çıkardıkları bir af ya­sasıyla kendileri veriyorlar. Yetkiyi hak sahiplerine vermiyorlar, kendileri kullanıyorlar; sanki o katilin öldürdüğü kişi kendi babaları da onu affediyorlarmış gibi. Ondan sonra da kan davalarının önüne geçilemiyor tabi.
Böyle bir diyet üzerinde anlaşmışlarsa, o zaman katilin bunu gü­zellikle ölenin ailesine ödemesi gerekir.
Artık bundan sonra her kim de bu hüküm ve emirlere uyma­ya­rak haddi aşarsa, yâni katilin dışındakileri öldürmeye kal­karsa veya katili affettikten ve ondan diyet aldıktan sonra yine de katili öldürmeye kalkışırsa veya katil söz verdiği diyeti ödeme ko­nusunda yamukluk yaparsa, onun için elim bir azap vardır.
Allah, böylece Muhammed ümmetine kısası yazarken, bir ha­fif­letme ve rahmet olarak da af ve diyeti meşru kılmıştır. Sonra buyu­rur ki bakın Rabbimiz:
179:"Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat var­dır. Umulur ki sakınırsınız."
Ne kadar güzel bir ifade değil mi? Ama unutmayalım ki, akıl sa­hiplerine hitap ediyor Allah. Değilse kısası ağır bulup, insanlara Al­lah kanunlarından başka kanunlar uygulamaya çalışarak, güya Al­lah’tan daha merhametli davrandığını iddia etmeye kalkışan za­vallılar, zaten akıl sahibi olmadıkları için böyle davranmaktadırlar.
Bunlara değil de akıl sahiplerine diyor ki Allah; "Kısasta si­zin için hayat vardır." Peki kimin için hayat vardır?
1- Öldüren için hayat vardır. Öldüren müslüman kısasla te­mizle­nip hayat bulmaktadır. Katil kendisine Allah’ın takdir buyur­duğu kısas tatbik edilince, cezasını dünyada çektiği için cennete gidecek­tir. Eğer kısas uygulanmasaydı, o haliyle cehenneme gi­decekti; hal­buki İslâm cehenneme hayat demez.
"Orada ne yaşayabilecek, ne de ölebilecekler."
(A’lâ 13)
Buna yaşamak da denmez, ölmek de denmez. Ama hayat cen­nettir. Ve o kişi cezasını dünyada çektiği için hayat gidecek, cen­nete gidecektir. İşte hayat vardır kısasta öldüren için. Başka kimin için hayat vardır?
2- Ölenin ailesi için, yakınları için hayat vardır kısasta. Kı­sas uy­gulanarak katil cezasını çektiği için ölenin tüm ailesi sükû­nete er­miş, intikam duyguları sönmüştür. Yıllar yılı sürüp gidecek kan dava­larının da önü alınmış, böylece hem ölenin ailesi için, hem de öldüre­nin ailesi için hayat vardır. Ama öyle değil de şim­diki gibi olunca, bir­kaç sene yatan katil hapisten çıkıp da köye dö­nünce; ölenin yakınla­rından biri, bize yapana biz de böyle yaparız diyerek babasının yattığı yere onu gönderip kendisi de öldürdü­ğünün geldiği kodese gider, sonra işte bir iktidar değişikliği, bir yasa, bir af filan o da çıkar, bu defa öteki aileden biri, biz de adama böyle yaparız, derken bir ona çıka­caktır, bir yüze çıkacaktır ve bu kan davaları bitip tükenmek bilmeye­cektir.
3- Başka kimin için hayat vardır kısasta? Toplum için hayat var­dır kısasta. Öldüren kişiye kısas uygulandığı zaman toplumda in­san değer kazanacaktır. Ölüm oranları birden bire sıfıra inecek­tir. Ba­kıyoruz bugün tavuk kadar adamın değeri yoktur. Yüz bin lira karşılı­ğında adam öldürülüyor. Niye? E sonunda ölüm yok ya! Üç sene ya­tar, beş sene yatar çıkarım diyor adam ve hiç çekin­meden basit bir şey yüzünden adam öldürebiliyor. Türkiye’de sa­dece bir senede öldü­rülenlerin sayısı on binleri buluyor.
Halbuki eğer kısas uygulansaydı, o zaman eller öyle rahat ra­hat tetiğe gidemeyecektir. Adam durup bir düşünecek, yoo!! Eğer ben bunu öldürürsem benim kelle de gider. Ben bunun dişini kırarsam be­nim diş de kırılır diyecek ve eller öyle rahat rahat te­tiğe gitmeyecektir.
Eğer bir toplum kısası uygulamayarak insan hayatına gere­ken kutsiyeti vermezse, katili korumaya çalışırsa, bu suça pirim vermiş ve binlerce insanın hayatını tehlikeye atmış demektir. Ölüm cezasını ta­mamen kaldırarak cinâyetleri teşvik etmek insan haya­tına karşı iş­lenmiş en büyük insanlık suçlarından biridir. Ve yıllar­dır şu bizim top­lumda bu suç işlenmektedir.
(Kısasla ilgili sorular soruldu)
Bu dört soruya cevap olarak belki önceki söylediklerimi tekrar sadednce olacak ama şunları söyleyelim.
Bir kere, İslâm'a göre insan öldürmek, intihar etmek, kana, mala ve ırza (iffete) tecâvüz haramdır. Müslümanın canı, malı, ırzı ve şerefi koruma altındadır. Yine müslümanın müslümana, hakaret etmesi, onunla alay etmesi, ona karşı kibirlenmesi, ona eliyle ve diliyle zarar vermesi de helâl değildir. Bir kimse bir insanı öldürürse veya bedenine zarar verirse; İslâm bunun cezâsının verilmesini öngörür. Hem insan haklarının korunması, hem toplum huzurunun sağlanması, hem de kin ve nefret duygularının azalması için buna ihtiyaç vardır. Karşılığı verilmeyen suçlar, sahibini daha da azdırır.
İkinci soruya cevap olarak da şunu söyleyeyim: Arkadaşlar, biliyor ve kabul ediyoruz ki öldüren katilin yaşama hakkı, öleninkinden daha kutsal değildir. İslâm'da, bir yanağına vurana öbür yanağı da çevirmek yoktur. Ne zulmetmek vardır, ne de zulme uğrayınca sessiz kalmak. Kur’an-ı Kerim, haklının hakkını ortaya koyduktan sonra, hak sahibini affetmeye çağırır. Bu da tam bir denge, adâlet ve merhamettir. Kısas cezâsını uygun ve gerekli gören bizzat Allah'tır. Her şeyi bilen Rabbimiz insanlar hakkında şüphesiz en hayırlısını bilir. Kimin hak sahibi olduğunu en iyi o gösterir. Doğruyu ve yanlışı O’ndan daha iyi kim bilebilir? O’nun hükmüne karşı çıkanlar ya bilgisiz câhillerdir, ya da çok cüretli kibirlilerdir. Onlar Allah’ın Rabliğini yeterince bilemeyen ve kabul etmeyenlerdir.
Yine kısas cezasının uygulanması için birtakım şartlar aranır. Bu şartların önemlilerini, kısaca şöyle sayabiliriz: Kısas, cinâyeti (suçu) kim işlemişse ona uygulanır. Kısası ancak müslüman otorite sahipleri yerine getirir. Herhangi bir kişi veya topluluk bunu yapamaz. Bir cinâyeti birkaç kişi beraber işlemişse, kısas hepsine uygulanır. Cinâyetin işlendiği tam kesin olmazsa, yani şüphe halinde kısas uygu-lanmaz. Suçlulara bu cezâ uygulanırken makamlarına göre ayrım ya-pılmaz. Halk ile devlet başkanı arasında bile fark yoktur. Suçun, kasten yani bilerek işlenmesi gerekir. Hatalı öldürme ve yaralamalarda başka cezâlar uygulanır. Öldürülenin vârisleri veya yaralananın kendisi diyet isterse veya affederse, kısas uygulanmaz. Kısas, kendi den-gine göre uygulanır, aşırıya gidilmez.
Unutmayalım ki İslâm'ın bütün hükümlerinde ve ölçülerinde insanlar için hayırlar ve faydalar vardır. Kimi câhiller bunu görmese de bu böyledir. Çünkü o, yerin ve göklerin sahibi Allah’ın dinidir. Yarala-malara ve organlara verilecek zararlara karşı, onların dengi bir ceza, yani bir diyet uygulanır. "Göze göz, kulağa kulak" demenin, anlamı, gözün aynen çıkartılması, kulağın aynen kesilmesi değil, onların bedellerinin günün şartlarına uygun olarak diyet şeklinde verilmesidir. İnsanlar arasında adâlet, ancak Allah’ın koyduğu hükümlerin uygulanmasıyla sağlanır. İnsan, toplum, hayvan ve çevre haklarının garantisi İlâhî hükümlerdir. Bu hükümlere yüz çevirenler hem gerçek adâletten, hem de herkese âit hakları gereği gibi yerine getirmekten mahrum kalırlar. Adâletten mahrum kalmanın sonucu ise zulüm, baskı, ezilme, horlanma ve hakkını alamama gibi kötülükler ve İlâhî azaptır.
Dördüncü soru ile alâkalı da şunları söyleyelim: Kısas hükmü, bazılarına çok ağır bir ceza gibi gelse de ülü’l-el-bâb/akıl sahipleri kabul ederler ki, bu adaletin gereğidir, kangren olmuş bir uzvun kesilmesiyle vücudun kurtarılmasının sağlanması gibi, hayat sağlayan bir yaptırımdır. Çünkü kısas, dini veya nefsi müdafaa gibi meşrû bir sebep olmadan bir adamı zulmen öldürenlere uygulanır. Birisinin yaşama hakkını yok yere, kaba gücüne dayanarak elinden alan kimseye, kendisinden daha güçlünün var olduğunu bildirmek, onun da elinden hayat hakkını almak lâzımdır. İşte Rabbimiz öyle diyor:

“Kısasta Hayat Vardır!”

Bu ifadeden maksat, önce insana kısas hükmünü benimsetmektir. Çünkü kısas, nefislere ağır gelen bir cezâdır. Bu cümle, belâ-ğatın zirvesinde bir ifâdedir. Arap dilinde bu mânâya gelmek üzere en çok şöhret bulan atasözü; “El-katlu enfâ li’l-katl = Öldürme, öldürmeyi yok eder” ifâdesidir. Ne var ki, “Ölümü en iyi ölüm önler” anlamındaki bu sözden, “Sizin için kısasta hayat vardır” buyruğu her bakımdan da-ha belîğânedir. Bu ifadeyle yine kısas ile hayat arasında bir intibak sağlanmıştır. Aslında kısas hayatın yok edilmesi ve hayat ise kısasın mukabilinde yer alır. İfâdede istenen doğrudan doğruya hayattır. Ölümün önlenmesi ise yalnızca bunun için gereklidir. Yoksa, kendiliğinden gerekli değildir.
Bir arkadaşımız da kısas konusunda ne gibi hadisler var demişti. İnşallah o konuda da bildiğim hadisleri okuyayım.
“Kim haksız yere, amden (bile bile) öldürülürse, velîsi şu üç şeyden birini tercihte serbesttir: Ya kısas ister, ya affeder veya diyet alır. Eğer dördüncü bir şey istemeye kalkarsa elinden tutun (engel olun)!”
(Ebû Dâvud, Diyât 3, 4)
“Kim mü’min bir kimseyi (amden) öldürürse, katil bu sebeple kısas olunur. Kim bu kısasa engel olursa Allah’ın lânet ve gazabı onun üzerine olsun! Allah onun farz veya nâfile hiçbir hayrını kabul etmez.”
(Nesâî, Kasâme 29)
“Kim, aralarında taş atışması veya kamçı ya da sopa darbı gibi durumlarla müphem şekilde öldürülürse (bunun hükmü); hatâen öldürme hükmüne tâbidir, diyeti de hata diyetidir. Kim bu diyetin yerine getirilmesine mâni olursa Allah’ın lânet ve gazabı üzerine olsun” Onun hiçbir farz ve nâfile hayrı kabul edilmeyecektir.”
(Ebû Dâvud, Diyât 17, 18)
"Kölesini öldüreni öldürürüz; onun burnunu, kulağını kesenin burnunu, kulağını keseriz ve onu iğdiş edeni iğdiş ederiz."
(Buhârî, İlim 39)
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah zamanında bir adam birini öldürmüştü. Hâdise Peygamberimize geldi. (Meseleyi araştırdıktan sonra) katili, maktûlün velîsine teslim etti. Katil: “Ey Allah’ın Resûlü! Ben onu öldürmeyi kastetmemiştim (kazâen öldürdüm)” dedi. Allah Rasulü velîye: “Eğer bu sözünde sâdık ise, doğruyu söylüyorsa, bu durumda onu (kısas olarak) öldürdüğün takdirde ateşe gidersin!” buyurdu. Bunun üzerine maktûlün velîsi, adamı salıverdi. Adam bir kayışla bağlı idi, kayışını sürükleyerek uzaklaştı. Bundan sonra kendisine zu’n-nis’a (kayışlı) adı takıldı.”
(Tirmizî, Diyât 13)
Süraka İbn Mâlik (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın, oğlu sebebiyle babaya kısas uyguladığına, fakat oğluna, babası sebebiyle kısas uygulamadığına şâhit oldum.”
(Tirmizî, Diyât 9)
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Bir oğlan, hile (sûikast) sûretiyle öldürülmüştü. Hz. Ömer (r.a.): ‘Bunun öldürülmesine San’a ahâlisi iştirak etmiş olsaydı, bu tek kişi yüzünden bütün San’a halkını öldürürdüm!’ dedi.” Bir başka rivâyette: “Dört kişi bir çocuğu öldürmüştü Hz. Ömer dedi ki...” diye başlar ve yukarıdaki gibi devam eder.
(Buhârî, Diyât 21)
Ensardan mizahçı/şakacı bir zat vardı. (Bir gün yine) Konuşup yanındakileri güldürürken Rasûlullah (s.a.s.) elindeki çubuğu (şaka yollu) adamın böğrüne dürttü. Bunun üzerine adam: “Ey Allah’ın Ra-sûlü, (canımı yaktınız.) Müsâade edin kısas yapayım!” dedi. Allah Ra-sûlü de: “Haydi yap!” buyurdu. Adam: “Ama üzerinizde gömlek var, benim üzerimde yoktu (kısasın tam olması için çıkarmalısınız!” dedi. Adamın talebi üzerine, Peygamberimiz gömleğini kaldırıp böğrünü açtı. Adam, Rasulullah’ı kucaklayıp böğrünü saygıyla öpmeye başladı ve: “Ben bunu arzu etmiştim ey Allah’ın Rasûlü!” dedi.
(Ebû Dâvud, Edeb 160)
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’ı, kendisine her ne zaman kısas bulunan bir dâvâ getirildiğinde, mutlaka her seferinde affetmeyi emrediyor gördüm.”
(Ebû Dâvud, Diyât 3)
Bu konuda bu kadar söz yeter kanaatindeyim. Bundan sonra vasiyetle ilgili bir âyet geliyor.
180:"Sizden birine ölüm gelip çattığında, eğer bir ha­yır (bir mal) bırakacaksa, babası, anası ve en yakın ak­rabası için (kitaba) uygun bir şekilde vasiyet etmek müt-takıler üzerine bir hak olarak farz kılındı."
181:"Kim bunu işittikten sonra değiştirirse onun gü­nahı, onu değiştiren üzerinedir. Muhakkak ki Allah, işiten ve bilendir."
182:"Her kim de vasiyet edenin hata edeceğinden veya bir günaha gireceğinden korkar da tarafların ara­sını düzeltirse, ona bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir."
Herhangi birinize ölüm yaklaştığı zaman, ölüm işaret­leri belir­diği, hastalığı ve yaşlılığı kendisini ölüme çağırdığı zaman, eğer ölü­münden sonra arkasında bir mal bırakacaksa, anası, ba­bası ve en yakın akrabaları için meşru bir şekilde, yâni aşırılığa gitmeden, kırıp dökmeden, haksızlık yapmadan, âdil bir şekilde vasiyet yapmak onun üzerine farz kılındı. Vasiyet eden kişinin va­siyetini aynen yerine ge­tirmek müttakıler üzerine bir hak olarak vacip olmuştur.
Vasiyet; bir kişinin ölümle ortadan kaybolması halinde baş­kala­rından kendisi adına bir şeyler yapmasını istemektir. Veya va­si­yet; öldükten sonra malına birini mâlik kılmak veya öldükten sonra malında birilerine tasarruf yetkisini vermek, havale etmek demektir.
Âyet-i kerîmedeki ifadesindeki hayır mal mânâsına­dır. Zira: °âyetindeki hayır da mal de­mektir. Ancak buradaki mal çok bir mal mı? Az bir mal mı? Yoksa az da çok da buna dahil midir? Bu konuda ihtilâf edilmiştir. Kimileri az ol­sun çok olsun burada anlatılan mutlak maldır demiş­ler. Ama kimileri de bunu çok mal olarak tefsir etmişlerdir. Buna göre fakir birinin vasi­yeti yasaklanmıştır. İbni Abbas ve Hz. Ali Efendilerimiz az malı olan kimselerin vasiyetlerini yasaklamışlar­dır.
Buhârî ve Müslim’de Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir ha-dislerinde şöyle buyurulur: Sahabeden Hz. Sa’d Rasulullah’a ge­lerek: Ya Rasûlallah malımın üçte ikisini vasiyet edeyim mi? Bu­yurdu. Al­lah’ın Rasûlü: Hayır! Buyurdu. Bu defa Sa'd: O halde ya­rısını vasiyet edeyim mi? Deyince Rasulullah: Hayır! Buyurdu. Peki üçte birine ne dersin ey Allah’ın Rasûlü? Evet üçte birini, ama o da fazladır. Senin varislerini varlıklı bırakman, onları baş­kalarına avuç açar bırakman­dan daha hayırlıdır buyurdu.
Deniliyor ki, daha sonra Nisâ sûresinde gelecek mîras âye­tiyle Cenab-ı Hak, kişinin yapabileceği vasiyetin miktarını tayin bu­yur­muş-tur.
Bu vasiyet âyetiyle ilgili ve daha sonra gelen Nisâ sûresin­deki mîras âyetiyle ilgili söylenenleri şöyle kısaca bir özetleyelim:
1- Müfessirlerden kimileri diyorlar ki; bu âyette anlatılan vasi­yet konusu, Nisâ sûresinde daha sonra gelen mîras âyetinin nüzûlün­den önce geçerliydi. Mîras âyetinin gelmesinden önce ölen kişi ana, baba ve yakın akrabalarına bir şeyler vasiyet etme durumundaydı. Ama Nisâ sûresindeki mîras âyeti geldikten sonra bu âyet nesih ol­muştur. Artık ölenin, varislerine bir şeyler vasiyet etmesine gerek kal-mamıştır, çünkü mîras âyetiyle varislerden ki­min ne kadar alacağı belirtilmiştir. Öyleyse bu âyette anlatılan va­rislere, vasiyet konusu ne­sih edilmiştir. Bunun için Allah’ın Rasûlü Veda Hutbesinde şöyle bu­yur-muştur :
"Muhakkak biliniz ki! Cenab-ı Hak her bir hak sa­hi­bine hakkını vermiştir. Artık bundan sonra varise vasiyet yoktur."
(Tirmizî: Vesaya, 5)
Yine İbni Mace'de rivâyet edilen başka bir hadislerinde Al­lah’ın Rasûlü:
"Diğer varisler izin verip razı olmadıkça hiçbir va­ris için vasiyet caiz olmaz."
(İbni Mâce: Vesaya, 6)
Bu bakımdan varislere vasiyet, mîras âyeti ve bu hadislerin ifa­desiyle kaldırılmıştır.
2- Bazı müfessirlere göre ise, bu vasiyet sadece varis olan akra­balar hakkında nesih edilmiştir, ama bunun dışında kalan, yâni varis olamayan öteki akrabalar hakkında geçerlidir. Çünkü bakıyoruz Tüm kütüb-i sitte’de Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmakta­dır:
"Malı bulunan bir müslümanın, vasiyeti yazılmış ola­rak yanında bulunmadığı halde bir iki gece yatması caiz değildir."
Öyleyse âyet-i kerîmedeki vasiyetin vacip oluşu, mîras âye­tiyle tümden nesih edilmemiş, varis olmayan kimseler hakkında bu geçer­liğini korumaktadır. Yâni borçlu olan, birilerinde alacağı olan veya ma-lının üçte birini geçmemek kayd u şartıyla varislerinden başkala­rına bir şeyler vasiyet etmek isteyen, yahut da yanında başkalarına ait mal bulunup da onun sahibine ulaştırılmasını iste­yen kişi vasiyetini yazılı bulundurmalıdır.
Kim böyle bir vasiyette bulunmuşsa:
"Bu vasiyeti yerine getirmek müttakıler üzerine va­cip olan bir haktır."
Vasiyet edilenlerden, veya vasiyete şahid olanlardan veya ha­kimlerden kim de bu meşru vasiyeti işittikten sonra, buna mut­tali ol­duktan sora onu değiştirirse veya uygulamazsa artık onun günahı de­ğiştirenlerin üzerinedir. Çünkü Allah, herşeyi işitir ve bi­lir. O vasiyeti de işitmiştir onu değiştirenleri de işitip bilmiştir.
Öyleyse vasiyet edenin meşru vasiyeti mutlaka yerine geti­ril-me­lidir. Bu anlamda ecdadın vakfiyelerini değiştirenler, onları vasi­yet edenlerin vasiyet gâyelerinin dışında kullananlar, iptal edenler çok büyük günah içindedirler. Ama meşru olmayan vasi­yetleri yerine ge­tirmek vacip değildir. Bundan dolayı:
Herhangi bir velî veya vâsi, yâni kendisine vasiyet edilen kişi, vasiyet eden kişinin bile bile veya hata ile bir günaha girece­ğinden endişe duyarsa. Meselâ ne gibi? Meselâ adam malının bir kısmını meyhaneye vasiyet etmişse veya kumarhanenin yaşatıl­masına vasi­yet etmişse veya işte bunun benzeri meşru olmayan yerlere vasiyet etmişse veya meselâ yakın akrabalarını bırakıp uzak akrabalara, veya akrabalarını bırakıp akraba olmayanlara, varis olan akrabaların­dan bazılarına fazlaca vasiyet yapıp, diğer varislerinden mal kaçırmak gibi hakka uymayan bir vasiyet yaptı­ğını gördüğü zaman, böyle bir kötülüğünün zuhurundan korktuğu zaman:
"Kim de vasiyet edenin bir hatasından veya gü­naha girmesinden korkar da aralarını düzeltirse ona bir günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merha­met edici­dir."
Yâni ilgili varislerin aralarını düzeltip, ıslah edip zulmü adâ­lete çevirerek, bu kötülüğü kaldırırsa bunda bir vebal yoktur.
Kenzü’l-Ummal’da Allah’ın Resûlü’nün şöyle buyurduğu rivâ­yet edilir:
"Vasiyette zarar vermek kebairdendir. Yâni büyük günahlardandır."
(Kenzü’l-Ummal: 46069 No lu hadis)
Bundan sonra oruç âyetleri geliyor. Bakara sûresinin bu bö­lü­münde oruç âyetleri geliyor. Medine’de farz kılınan oruç, Me­dine’de inen sûrenin bu bölümünde.
183:"Ey iman edenler sizden öncekilere farz kılın­dığı gibi oruç size de farz kılındı, yazıldı. "Umulur ki takva erleri olasınız"
Yazılmak, önceki âyetlerde de geçti, vacip kılındı, farz kı­lındı anlamlarına gelen bir kelime.
Savm, lügat mânâsı insanın kendisini meylettiği şeylerden, is­terse bir söz olsun alıkoyması, tutması demektir. Şeriat dilindeki mâ­nâsı ise insanın en büyük istekleri olan yeme içme ve cinsel ilişkiden bütün gün kendisini alıkoyması, menetmesi demektir. Âyet-i kerîmede önceki toplumlara farz kılındığı gibi size de farz kılındı denirken, artık biz öğreniyoruz ki, bizden önceki toplumlara da oruç farzmış. Yâni orucun farziyeti sadece bize ait bir farziyyet değildir. Onlar orucun vaktini değiştirmişler, şeklini, şemalini de­ğiştirmişler, oruca farklı yak­laşımlarda bulunmuşlar ve so­nunda orucu kaybetmişlerdir. Ama müs-lümanlar şükürler olsun, orucun aslî ve fıtrî şeklini muhafaza edebilmişlerdir. Yâni şu anda müslümanlar orucu pratikte nasıl uygu­lanması gerekiyorsa öylece uygulama yolunda gitmektedirler.
Elham­dülillah ki bu konu­daki Kur’an âyetleri çok net ve de Peygamber Efendimizin oruçla ilgili belirlediği yasalar da açık ve net olarak eli­mizdedir. Ve böy­lece bu iş ayakta durmaktadır. Artık namaz da, oruç da, hac da ev­rensel bir boyuta ulaşmış, evrensel özelliklere sahiptir. İnsanlık ta­rihinin ilk dönemlerinden beri var olan bir emir ve bir ibâdet şekli.
Orucun hikmetleri çeşitli şekillerde sayılabilir. Ama bakın Rab-bimiz şöyle buyuruyor:
“Umulur ki takva erleri olasınız, müttakılerden ola­sınız.”
Yâni tüm hayatınızı Allah için yaşayıp, bu oruçla da hayatı Al­lah için yaşamanın bir boyutunu gerçekleştiresiniz. Şüphesiz oruçta başka faydalar da vardır, başka gerekçeler de vardır. Ama öncelikle bakıyoruz ki, Bakara sûresinin bundan sonraki âyetle­rinde değerlen­dirdiği bütün olaylarda savaş, barış, hac, infak, fâ­izden sakınma gibi konularda hep takva görüyoruz.
Takva, hayatı Allah için yaşamak, hayatı Allah için değerlen­dir­mek, hayatı tümüyle Allah’a verebilmenin, tüm hayatta Allah’ın ko­ruması altına girip onunla yol bulabilmenin adıdır. Bakı­yoruz âyet­lerde, şu işi yaparsanız takvalı olursunuz, bu işi yap­mazsanız takva sahibi olursunuz, savaşı şöyle değerlendirirseniz muttaki olursunuz, fâizden şöylece kaçınırsanız muttaki olursu­nuz, orucu böyle yaparsa­nız muttaki olursunuz, haccı, Arafat’ı, Müzdelife’yi şöylece değerlendi­rirseniz muttaki olursunuz gibi emirler bizim için aynı zamanda şöyle bir sistem oluşturmaktadır. Bu din sadece birtakım kuru emirler, bir kısım ölü kaideler ve şekli kurallar dini değildir. Bu din vicdana, imana ve dolayısıyla öte âlem imanına, Allah’a bağlılık imanına bağlı olan ve hayatı yal­nızca Allah için yaşamanın imanını gerektiren bir özelliğe sahiptir.
184:"Sayılı günlerde farz kılındı."
Sayılı günlerde tutulacak bu oruç.
"Sizden hasta veya yolculuk halinde olan tutama­dığı günler sayısınca diğer günlerde tutar."
"Ama oruca güç yetiremeyenler de bir miskini do­yu­racak kadar fidye verirler."
Bu âyetin açıklanmasında iki temel görüş vardır:
1- Bu ­y«9Y­T[¬O­< kelimesinden önce mukadder bir ž¸ vardır ve buna göre mânâsı, yâni sizden oruç tutamayacak kadar yaşlı olup da ölünceye kadar gittikçe gücü eksilmekte olanlar bir fakiri doyuracak kadar fidye verdi mi, artık oruç tutmasına gerek yoktur.
2- Sizden bir miskini doyuracak kadar fidye vermeye güç ye­ti­ren kişi de dilerse oruç tutar, dilerse tutmaz, tutmadığı her bir gün için bir fakiri doyuracak fidye verir, şeklinde anlaşılmıştır.
Hz. Muaz Bin Cebel’in ifadesine göre, ilk dönemler dileyen oruç tutar, dileyen de tutmayıp bir fakiri doyuracak kadar fidye ve­rirdi. Yâni ilk dönemler oruçla fidye arasında bir muhayyerlik izni tanımıştı Rabbimiz. Müslümanların kimisi oruç tutacaktı, ama fidye vermeye gücü yetenler de fidye verecekti ve oruç tutmayacaktı. Yâni böyle fidye verenler de orucu yerine getirmiş oluyorlar. Böyle bir anlayış var. Fakat bu âyetin gelişinden takriben bir yıl sonra gelen yine bu sûrenin 185. âyetiyle bu hüküm neshedilmiş, hükmü kaldırılmıştır.
"Şimdi artık sizden her kim ayı görürse oruç tut­sun."
(Bakara 185)
Âyetiyle bu önceki izin kaldırılmıştır. Artık herkes oruç tut­mak zorundadır. Hasta olmadığı sürece, bir mü’minin oruç tutmayarak fidye verme konusu kaldırılmıştır. Ancak oruç tutmaya takat getireme­yenler bir fakire fidye verirler deniyor. Fakat önceki anlatımın daha sonraki âyetle nesih edildiği, artık fidye vermeye gücü yetenin de yet-meyenin de oruç tutması gerektiği, ama beden sıhhati açısın­dan gücü yetmeyenlerin fidye vermesi gerektiği, daha sonra gücü ye­tecek hale gelenlerin, yani oruç tutmalarına engel olan durumları kalkanların da fidye vermiş olmalarına rağmen dilerlerse tutmalarının da kendileri için hayırlı olacağı anlatılacak.
"Kim gönülden bir hayır yaparsa, o iyilik kendisi-ne­dir. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha ha­yırlıdır."
Kim bir tatavvu yaparsa, yâni bir nâfile işlerse, o onun hayrı­na­dır. Yâni kim de hasta veya seferde olduğu halde oruç tu­tarsa, o da sizin için hayırlıdır, eğer bilirseniz. Yâni yukarıda anlatıldığı gibi se­ferde yahut hasta olduğu için Allah’ın kendilerine tanıdığı ruhsattan istifade etmeyi düşünmeyerek oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır, buyuruyor Rabbimiz.
Ya da buradaki tatavvu, kişinin oruç tutmadığı her bir gün için bir fakiri doyurması gerekirken, birden fazla fakiri doyurması biçi­min-de bir tatavvudur, bir fazlalıktır. Veya oruç tuttuğu halde yine de bir fakiri doyurması biçiminde bir tatavvudur.
Gerçekten orucun hastalıkla ilgisi vardır. Bu âyet bunu açıkça belirtiyor. Fakat müslüman bir toplumda, müslüman bir ha­yatın içinde insanlar oruca karşı çok alışkındırlar, dayanıklıdırlar. Bakıyorsunuz adam yetmiş, seksen yaşında ihtiyar bir adamın, ya da hasta bir insa­nın çok rahat bir şekilde orucu tuttuğunu görüyo­ruz. Ama orucu tuta­mayanlar veya oruç tutmamakta diretenler hastalık gibi veya başka şeyler gibi bahaneler bulmaya çalışıyor­lar. Bunların hepsi aslında hi­kâyedir. Yâni bir müslüman gerçekten niyet ettim acıkmamaya dedi mi, çok rahat orucu tutabilir, işte ba­kıyoruz, annelerimiz de ninelerimiz de gâyet rahat tutuyorlar.
Hasta olanlarımız bile tutturmadığınız zaman mahvoluyor­lar. Ama öbür tarafta, müslüman bir toplum içinde kınanmaktan dolayı bazen oruç tutmak zorunda kalan adamlar bakıyorsunuz küçük bir baş ağrısından dolayı hemen bozuyorlar, efendim oruç zor bir ibâdet­tir, herkes bunu yapamaz, biraz müsaade etmeli filan diye de propo-gandasını da sürdürmeye çalışıyorlar. Aslında bu sesler hayat­larında sınır tanımadan, haram helâl dinlemeden sü­rekli yemeye alışmış imansız boğazların geğirtisi veya Allah’ın emirlerinden midesi bozulmuş insanların barsak gürültülerinden başka bir şey değildir.
Tüm dünya müstekbirlerinin, dünya insanının haklarını ye­me-ye, kanlarını emmeye koştukları, bir türlü doyma bilmedikleri bir dünyada, müslümanlar ise, onların yemek için çırpındıkları şeyleri yememek için, kullandıkları şeyleri kullanmama için âdeta bir savaş vererek oruçla onlara büyük dersler vermektedirler. Oruçla müslümanlar helâl lokmaya bile uzanmamak eğitiminden geçirilerek haramlara karşı böylece sakınma alışkanlığı kazanıyorlar. Müslü­manlar oruçla helâliyle bile belirli saatlerde cinsel ilişkiye girmeme eğitiminden geçirilerek, zinaya karşı meyletmeme özelliği kazanıyor­lar. Açlık sayesinde açların durumunu anlama imkânı buluyorlar.
Oruçta o kadar çok hikmetler var ki, bunlar saymakla bit­mez.
"Oruç sabrın yarısıdır."
(Tirmizî)
Hadis-i şerifi gereği müslümanlar, eşine benzerine rastlan­ma-ya­cak bir sabır eğitiminden geçirilmektedirler. Oruç, malda ve bedende Allah’ı söz sahibi kabul etmenin ifa­de­sidir. Oruç tutan bir müslü-man, malda da canda da Allah’ı söz sa­hibi kabul ediyor demektir. Zaten kişinin hayatta iki şeyi vardır. Bun­lardan birisi canı, ötekisi de malıdır, sahip olduğu şeylerdir. Oruç tutan mü'min diyor ki; “Ya Rabbi, mal da senin, can da senin! Dün ye, dedin yiyordum, bugün yeme, dedin bak yemiyorum! Ama şu anda iftar vakti ye, dediğin için yiyo-rum!” diyerek, malda da canda Allah’ı söz sahibi kabul etmektedir. Oruç, kişinin hanımını Allah’ın emaneti bilmesinin ifadesidir. Ya Rabbi Ramazanda yasak dedin, ben bu yasağa uydum. Bu ko­nuda seni söz sahibi biliyorum, demesinin ifadesidir. Oruç baştan sona niyetten ibarettir ve sadece Allah’a aittir. Oruçla müslüman, Allah için niyet taşıma konusunda çok büyük bir deneyim kazanmaktadır. Bunu kişi, ancak Allah için yapabilir. Kimse bunu bir baş­kası için yapamaz. Bir başkası için yapsa, onun göremeyeceği bir yer buldu mu rahatlıkla yer içer. Kimse bu konuda onu zorlaya­maz. Şu anda dünyanın hiçbir gücü, dünyanın hiçbir kuruluşu mil­yarlarca insa­nın aynı anda çorbaya kaşık uzatmasını sağlayamaz. Hiçbir güç, bir saatliğine bile olsa bunu sağlayamaz. Onun içindir ki Rabbimiz:
"Oruç benim içindir ve onun mükâfatını ancak ben vereceğim."
(Buhârî, Savm: 9)
Buyurur. Oruç, sadece Allah için olunca elbette onun mükâfa­tını da ancak Allah takdir buyurur. Evet, birilerine zor gelebilir. Bi­rileri onu zor görebilir. Halbuki bu iş ibâdettir, kulluktur, taattır, tak­vadır ve buna gücü yetenin mutlaka yerine getirmesi gerekmekte­dir. Eğer in­sanın üstesinden gelemeyeceği bir şey olsaydı, zaten Allahu Teâlâ bize böyle bir yük yüklemezdi diyoruz.
185:"Ramazan ayı öyle bir aydır ki onda insan­lara yol gösteren, hakla bâtılı ayıran, hidâyet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur’an, o ayda indirildi. Şimdi artık siz­den kim bu aya erişirse, onun oru­cunu tutsun. Kim de hasta olur veya seferde bulunursa, tuta­ma­dığı günler sayı­sınca başka günlerde onu kaza et­sin. Allah size kolaylık diler, güçlük istemez. Bu kolaylığı sayıyı tamamlamanız ve size yol gös­terdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanımanız için meşru kılmıştır. Umulur ki şükredersiniz."
Deniliyor ki Ramazan; Rabbimizin isimlerinden biridir. Bundan dolayı; “Ramazan geldi,” “Ramazan gitti” filan dememek lâzımdır. “Ramazan ayı geldi,” “Ramazan ayı çıktı” demek lâzımdır.
Yahut da Ramazan; işte Muharrem, Safer, Rebiu’l evvel, Re-biu’l âhir, Cemaziy’el evvel, Cemazi el âhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce aylarından bir tanesidir. Evet bu aylardan bir tanesidir, ama farklı bir aydır. Çünkü bu ayda Kur’an indirilmiştir.
Ve yine bu ayın hangi gecesinde Kur’an indirildiğine dair Du-hân sûresinde:
“Apaçık olan Kitaba andolsun ki, Biz onu, kutlu bir gecede indirdik. Doğrusu Biz, insanları uyarmaktayız.”
(Duhân 2,3)
Âyetinde ve yine Kadir sûresinde:
“Doğrusu, Biz Onu, (Kur’an’ı) Kadir gecesinde in­dirmişizdir„
(Kadir 1)
Âyetini görüyoruz ki, bu Kur’an mübârek bir gecede indirilmiş­tir. Bu mübârek gecenin isminin Kadir gecesi olduğunu ve bu gecenin de Ramazanın içinde bir gece olduğunu biliyoruz.
Bu ayda Kur’an inmeye başlamıştır. Ya bu ayda Melekût se-masından dünya semasına toptan indirilmiş ve sonra peyderpey in­meye başlamıştır. Veyahut da Kur’an bizzat bu ayda inmeye başla­mıştır. Artık bu ayın şerefinden dolayı mı bu ayda Kur’an inmeye başlamıştır, yoksa Kur’an indiğinden dolayı mı bu ay şeref kazanmış­tır? Bunun tartışmasına girmenin anlamsızlığını kabul ediyoruz. Bu ayda Kur’an inmeye başlamıştır, bunun öte­sinde de elimizde başka bir delil yoktur. Öyle bir Kur’an ki:
Tüm insanlık için bir hidâyettir, yol göstericidir.
Hidâyetin beyanları vardır, açıklanması vardır onda. Ve de Furkân’dır o.
Furkân’dır bu kitap. Yâni hakla bâtılı ayırdetme özelli­ğine sa­hip olan bir kitaptır. Bir de hakkı bâtılı fark ettirme özelliğine sahip olan bir kitaptır o. Bu kitabı tanımadan, bu kitapla tanışmadan, bizim hak ve bâtılı tanıma imkânımız yoktur. Furkân’a ulaşmadan, bizim hakkı ve bâtılı tanıyıp, hakka tabi olup bâtıldan uzaklaşmış bir hayata ulaşmamız kesinlikle mümkün değildir. Bir de bu bize şunu hatırlatıyor ki, değer yargısı olarak bizim Allah’tan, Allah’ın kitabından başka biri­lerini kabul etme hakkımız yoktur. Yâni bir şeye iyi, ya da kötü de-me yetkimiz yoktur. Haram ya da helâl deme yetkimiz yoktur. Şu anda bi­rilerine sorsanız hepimiz ayrı ayrı bu iyi, şu kötü deriz. Öyle değil; Al­lah’a soracağız, Allah iyi demişse iyidir, kötü demişse kötüdür. Ya, bana göre bu iş böy­ledir! Olmaz, sana göre olmaz. Bana göre de ol­maz. Ya ne? Dik­kat ederseniz şu anda demokratik bir hava içinde in­sanlar her­kese herşeyi soruyorlar da Allah’a sormuyorlar. Problemleri Al­lah’a sormamanın sebebi de o probleme çözümü Allah’ça buldu­nuz mu artık diğer insanların hayat hakkı olamayacak da ondan. Çünkü hak ve bâtılı en iyi halleden Allah’tır, Furkân olan Allah’ın kitabıdır.
Tüm insanlar için hidâyettir bu kitap.
Halbuki biz Bakara sûresinin başındaki âyetlerde görmüş­tük ki bu kitap, muttakiler için hidâyet rehberidir. Yâni bu kitabın müttakıler için hidâyet kaynağı olduğunu görmüştük. Ama burada yine gördük ki imiş bu kitap. Yâni tüm insanlar için hi­dâyet kaynağıymış. Bunun anlamını şöylece ifade edebileceğiz: Evet bu kitap insanların tamamı için hidâyettir. Tüm insanlığı hidâ­yete ulaştırmak için gelmiş bir kitaptır bu. Bırakın beş altı milyar insanı, bunun karesini küpünü alın, altmış milyar olsun, yüz altmış milyar olsun veya ifade edileme­yecek kadar daha çok olsun is­terse, dünya nüfusu insanlığın tümünü hidâyet etme özelliğine sa­hiptir bu kitap. Yeter ki insanlık bu kitaba inansın ve problemlerini bu kitaba göre çözmeye karar versin. Yeter ki insanlık Allah’la ba­rışmaya karar verip; ya Rabbi! Bizi kendine yönelt, bu kitabınla bizi hidâyete ulaştır, biz senin kitabını temel çözüm kabul ettik diyebil­sinler.
O zaman bu kitap tüm dünya insanının problemleri ne cins olursa olsun hepsini birer birer çözecektir. Tüm insanlığı düze çıka-racaktır, bunda hiç şüphe yoktur. Çünkü Allah öyle diyor. Ama bu in­sanların hepsi bu işi gönül rızasıyla kabul etmediklerinden, etmeye­ceklerinden dolayı orada Rabbimiz:
Buyurmuş. Siz bilirsiniz! Müttakıler hidâyeti kabul ettiler ve on­lara hidâyet kaynağı oldu bu kitap. Yâni tüm insanlığa hidâyet kay­nağı olarak inen bu kitaptan; ancak hidâyete talip olanlar fay­dalana­caklar, talip olmayanlar da bundan mahrum olacaklar anlı­yoruz. Evet, bu kitap beyyinattır da aynı zamanda. Herşey delille­riyle belli, âyetler belli, yasalar belli, hukuk belli, ekonomi belli, si­yaset belli, dünya belli, âhiret belli, cennet belli, cehennem belli, herşey en küçük bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde belli­dir.
"Şimdi artık sizden kim bu aya erişirse, onun oru­cunu tutsun."
Yâni kim bu aya ulaşırsa, kim bu ayın hilalini görürse artık oru­cunu tutsun. Ramazan ayı İslâmî aylardandır. Kamerî ayların doku­zuncusudur.
Şehr; bir ayın doğup ışık verir hale geldikten sonra kaybo­lup tek­rar doğması sûretiyle böylece bir defa devrinden ibaret olan za­mana denir.
Mü'minlerden her kim ki bu mübârek aya şahid olursa, ha­zır ve mukîm olursa oruç tutsun diyor Rabbimiz.
Şahid, şuhûd; şu mânâlara gelmektedir:
1- Bu ayda bilfiil hazır olan, hayatta olan, ya da vatanında mu­kim olan kişi demektir.
2- Bir ikinci mânâsı da şehri (bu ayı) açık bir ilimle müşa­hede eden demektir. Yâni bu ayın girdiğini kesin bir bilgi ile bilen veya biz­zat müşahede eden, hilale şahid olan demektir. Öyleyse:
a- Her kim hilali görürse oruç tutsun.
b- Ya da sizden herhangi biriniz hilali görünce her biriniz oruç tutsun demektir. Böylece muteber bir şahidle de orucun tu­tulması caiz olur.
Ramazan orucunu tayin eden hilaldir. İlerde 189. âyette ge­le­cek, buyuracak ki Rabbimiz:
"Peygamberim! Sana hilalleri soruyorlar. De ki; o in­sanlar ve hac için vakitlerdir."
Âyet bize kesinlikle gösteriyor ki; şer'an Ramazanı tayin eden hilaldir. Bu konuda Rasulullah’ın pek çok hadisi vardır:
"Hilali görünceye kadar oruç tutmayın! Üzeriniz bu­lutlanır da hilali göremezseniz, o zaman otuz günü ölçü yapın!"
(Buhârî, Savm, 11 Müslim, Sıyâm 31)
Bu otuzun nasıl ölçü yapılması gerektiğini de şöyle anlatır:
"Şaban ayının sayısını otuza tamamlayınız."
(Ebu Dâvûd, Savm 7)
Öyleyse:
Âyetinde ortaya konulan aya şahid olmanın geçerli şer'i se-beplerini bu hadisleriyle Allah’ın Rasûlü beyan buyurmuştur.
Bu meselede içtihada yer yoktur. Yâni otuz tamam olunca başka hiçbir delile gerek kalmaz. Ama bazen İslâmî aylar yirmi dokuz çekebilir. İşte bu durumda bir delile ihtiyaç vardır, o da hilalin bizzat görülmesidir. Yâni bizzat hilali görerek bilmektir. Ama gö­reni duy­mak-la amel etmek de görmeye dayanan bilgiyle amel et­mek sayıl­mıştır. İşte bir kişi delildir, iki kişi delildir gibi bu konuda sözler söy­lenmiş.
Hilali araştırmak bütün müslümanlar üzerine vaciptir. Müslü­manlar arasında bugün olduğu gibi bu vazife ihmal edilir de araştırma her yerde tek tük birkaç müslüman üzerinde kalırsa, bu vazifeyi yerine getirmekten kaçanların, vazifeyi yerine getirenleri yalanlamaya hakları da yoktur.
Bugün ısrarla bu işi gök bilimine bağlamaya çalışanları görü­yo­ruz. Halbuki bu konuda gök bilimi hesaplarına itibar edil­mez. Zira:
1- Gök bilimi hesapları hilali görmeye dayanan bir ilim de­ğil, bu konuda delil getirmeye dayanan bir ilimdir. Bu açıdan âyet ve ha­dislerde anlatılan görme mevkiinde olamaz onlar.
2- Bu delile dayanan ilim, sadece bu konuda ileri gelen fen er­babına mahsustur. Ramazanın sübûtunu bu ilme bırakmak de­mek, tüm müslümanları bu ilme uymaya ve taklide zorlamak demektir. Böylece müslümanlar bir ibâdette aracılara mecbur bıra­kılmış ve hilali araştırma ibâdet ve zevkinden mahrum bırakılmış­lar demektir. Hal­buki ay, bizim Rabbimizin âyetlerinden biridir ve bizim sürekli Rabbimizin âyetleriyle karşı karşıya gelmemiz isten­mektedir. Gök âyetleriyle, yer âyetleriyle sürekli iç içe olmamızı istemektedir Rabbimiz bizden.
Ama maalesef diyeyim, hesaba göre bir hayat yaşamaya alışmış insanların ne gökteki âyetlerden ne de yerdeki âyetlerden ha­beri olmamaktadır. Zaten şu şehir hayatı bizim semayla ilgimizi kes­miştir. Ama hayatı böyle statik değil de dinamik olan ve sürekli Rab-bimizin âyetleriyle iç içe yaşamaya çalışan, hayatı sürekli Rabbimizin âyetlerinin egemenliğinde olan insanlar, göklerle ve yerle içi içe olur, sürekli âyetlerden mesaj alır gider.
3- Her ilmin kendine has metodu vardır. İlim belirlediği bu me­totla hareket etmek zorundadır. Bu metodu terk etmesi demek, ilmin kendi kendisini inkâr etmesi demektir. İslâm’ın da kendine mahsus metodu vardır.
Astronomi ilminin metoduna göre 0,1 0,2 0,3 0,4 0,5 ve 0,9 de­receye kadar ki hilal eksik bir hilaldir. Astronomi ilmi bu küçük­lükteki hilalleri eksik kabul ediyor. Ve 1 dereceye kadar büyüme­dikçe onu hilal kabul etmiyor. İslâm da diyor ki hangi büyüklükte olursa olsun hilali gördünüz mü oruca başlayın, ne kadar küçük­lükte olursa olsun hilali gördünüz mü bayram yapın diyor. Yâni bu hilalin büyüklüğü, kü­çüklüğü konusunda herhangi bir şartta bu­lunmuyor. İlim bu metodun­dan vazgeçmediği, bu metodundan ta­viz vermediği sürece İslâm-la uyuşması mümkün değildir. Ya İslâm taviz verecek ya da ilim bu me­todundan vazgeçecek, bunun başka ötesi yoktur.
Bir ara Almanya’da bulunduğum sırada hilali gözetlemek için Dortmund şehrinin ortasında şehri gözetlemek amacıyla yap­tıkları çok yüksek bir binaya çıkmıştık. Biz orada beklerken planataryum de-dik­leri gök araştırma kurumundan da bir kısım in­sanlar geldiler. Ellerinde semayı seyretmeye yarayan aletler vardı. Sorduk ne için geldiklerini? Dediler ki biz de sizin geldiğiniz se­beple geldik. Biz de hilali araştır­maya geldik dediler. Ve şunu ilave ettiler; bu akşam sizin hilal çı-ka­cak, ama bizim hilal çıkmayacak. Dedim ki; nasıl olur bizim hilal, sizin hilal?
Adam dedi ki; bugün size bu aletle hilali göstereceğim ama bi­zim metotlarımıza göre bu hilal eksik bir hilal olduğu için biz onu bu­günün hilali kabul etmiyoruz.
Adam elindeki aletlerin maharetini gösterebilmek için dört beş kilometre uzakta bir evin içine kadar bizi soktu. Gerçekten müthiş bir alet. Daha sonra adamlar bizim göremeyeceğimiz kadar küçük hilali elindeki aletle bize gösterdi ve o zaman bu konuda hiçbir şüphem kalmadı. Anladım ki bizim hilal görülmüştü; ama ilim, kendi metotla­rından taviz vermeyecek ve onu hilal kabul etmeye­cekti.
4- Bu ilmin verilerine itimat konusunda elimizde hiçbir nas yok­tur. Bununla şunu demek istiyorum: İlmin verileri mutlak doğru olsa bile usul yanlıştır. "Usulsüzlük vusulsüzlüğü gerektirir." Kıble meselesi de böyledir. Kıbleyi bilemediği bir ortamda bulunan, çev­rede sorabile­cek birileri varken sormadan veya kendisi de araş­tırmadan kıbleye dönen birisi, velev doğru dönmüş olsa bile yaptığı yanlıştır. Neden? Çünkü usulsüz iş yapmıştır da ondan.
Müslümanların hilali araştırmaları üzerlerine vaciptir. Müslü­manlardan bir tanesi bile hilali görürse hemen oruç tutmaları gerek­mektedir.
İbni Ömer der ki: Ramazan hilalini görmek için müslümanlar harekete geçtiler. Hiç kimse göremedi ve sa­dece ben gördüm ve Rasulullah’a gelip hilali gördü­ğü­mü haber verince, Allah’ın Rasûlü oruç tuttu ve müslüman-lara da oruç tutmalarını emretti.
(Ebu Dâvûd, İbni Hıbban, Hakim)
Yine Abdullah der ki:
Bir Arabi Rasûlullah’a gelerek: Ey Allah’ın Ra-sulü! Ben Ramazan hilalini gördüm! Dedi. Allah’ın Ra-sûlü ona: "La İlâhe illallah’a şehâdet ediyor mu­sun?" Dedi. Arabi: Evet! dedi. Rasulullah: "Muhammed’in Al­lah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet edi­yor musun?" dedi. Arabi: Evet! Deyince Allah’ın Rasûlü: "Ey Bilal kalk! Müslümanlara haber ver! Oruç tutsunlar!
Buyurdu.
(Ebu Dâvûd, Tirmizî, İbni Hıbban)
Âlimlerimizin beyanına göre, hilalin sadece bir yerde görül­mesi de yeterlidir. Dünyanın herhangi bir yerinde hilal görüldüğü zaman bütün müslümanların buna uyma mecburiyetleri vardır. Zira Rasulul-lah Efendimizin:
“Sizden her kim hilali görürse oruç tutsun, hilali gö­rünce de iftar etsin”
Hadisi bunun delilidir. Buradaki emir tüm müslümanlaradır. Bi­naenaleyh müslümanlardan bir kısmı hilali gördükleri zaman, hepsi görmüş gibi hareket etmek zorundadırlar. Hepsi aynı gün bayram et­mek zorundadırlar. Bu müslümanların birliği açısından da çok hoş bir netice olacaktır.
"Kim de hasta olur veya seferde bulunursa tuta­ma­dığı günler sayısınca başka günlerde onu kaza et­sin."
Tutamadığı günleri mutlaka tutmak zorundadır. Peki niye böyle hasta ve seferde olanlara oruç tutmama ruhsatı verilmiş?
"Allah size kolaylık diler, güçlük istemez."
Onun için hastalık ve sefer hallerinde orucu terk etmenizi size mubah kılmıştır. İslâm dini kolaylık dinidir, semahat dinidir. Bakıyoruz gerçekten Rasulullah Efendimizin ameli uygulamalarda o kadar ko­laylıklar görüyoruz ki, akla hayale gelmez. Aklıma gelen birini söyle­yeyim:
Adamcağızın biri dayanamayarak orucunu bozuyor. Geli­yor Rasulullah Efendimize: Ya Rasûlallah ben bir iş yaptım! Ne hayır? Ben orucu bozdum. Diyor ki Allah’ın Rasûlü: O zaman at­mış bir tut­man lâzım. Ya Rasûlallah ben birini tutamadım, altmış gün nasıl da­yanayım? Nasıl olduğunu da anlatıyor. Rasulullah di­yor ki; o zaman git altmış fakiri doyur! Adam diyor ki; vallahi ya Rasûlallah kimseye verebilecek bir şeyim yoktur. Rasûl-i Ekrem komşulardan bir şeyler getirtiyor ve diyor ki; git bunu mahallendeki fakirlere dağıt! Adam di-yor ki; vallahi bizim mahallede benden daha fakir birisi yoktur! E git ken­din ye o zaman diyor Allah’ın Rasûlü. Şu oruca bakın, hanımıyla be­raber olarak oruca dayana­mayan adama bakın ve sonucuna bakın. Kefarete bakın, affa ba­kın, müsamahaya bakın. Ama öteki ne kadar samimi değil mi? Bu samimiyete karşı samimi bir sonuç.
Boşuna cesaretlenme Hasan abi! Zaten bizim gündüz ha­nım-la­rımızla beraber olma şansımız hiç yok. Öyle değil mi? Onu almışlar elimizden. Çoğumuz akşam bile zor görüyor hanımını. Hoş, ha­yatı-mızın hangi bölümünü biz belirliyoruz da? İşte köle bir top­lumun köle bireyleri..
Evet, Allah size bu kolaylıkları sağlamıştır, şüphesiz ki Allah sizin için kolaylık murad etmektedir. Allah sizin için zorluktan yana değildir. Öyleyse sizler de zorlaştırmadan yana değil kolaylaştırmadan yana tavır alın. Bu konuda birkaç hadis okuyalım inşallah.
Aişe (r.a)’nın bildirdiğine göre, bir kadınla beraber otururken yanlarına peygamber (s.a.v.) girdi ve: “Bu kadın kimdir?”, diye sordu. Aişe validemiz: Bu filan kadındır deyip onun kıldığı namazları uzun uzadıya anlatmaya başladı. Bunun üzerine peygamber (s.a.v.) efendimiz:
“Bütün bunları sayıp dökmeyi bırak, gücünüz yettiği kadarıyla ibadet etmeniz size yeter. Vallahi siz amellerden usanmadıkça Allah’ta size sevap vermekten usanmaz.”
buyurdu. Aişe (r.a) devamla Rasulullah (s.a.v.)’in yanında “En sevimli ibadet az da olsa devamlı yapılanı idi.” dedi.
(Buhari İman 32, Müslim Müsafirin 215)
Abdullah İbn-i Mes’ud (r.a.)’den rivayet edildiğine göre peygam-ber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Her türlü işlerinde ve sözlerinde ileri gidip haddi aşanlar helak oldular.”
Rasulullah (s.a.v.) bu sözü üç sefer tekrarladı.
(Müslim, ilim 7)
Evet, Allah siz kolaylık diler, öyleyse sizler de:
"Bu kolaylığı sayıyı tamamlamanız ve size yol gös­ter­diğinden dolayı Allah’ı büyük tanımanız için meşru kılmıştır. Umulur ki şükredersiniz."
İnsan kolaylığı görünce hemen "Allahu Ekber" der değil mi? Rabbimin ne büyük lütufları vardır! diyecek ve bu hidâyetin­den dolayı Allah’ı büyükleyeceğiz. Ve Allahu Teâlâya kulluk yapa­cağız.
Oruç âyetlerinin bir bölümü burada bitiyor. Oruç âyetleri ara­sında bir âyet geliyor:
186:"Kullarım beni senden soruyorlarsa ben on­lara çok yakınım. Dua ettikleri zaman ben onlara icâbet ede­rim. Onlar da bana icâbet etsinler! Bana iman etsinler ki böylece doğru yolda olanlardan olsunlar."
Kullarım beni senden soruyorlarsa. Ne soruyorlar? Nasıl dua edelim? Bağıralım mı? Çağıralım mı? O bizi duyuyor mu? Bizi görü­yor mu? Bizden haberdar mı? Vesaire, vesaire.. Allah diyor ki; ben onlara yakınım.
"Dua ettikleri zaman (ben onlara icâbet ederim) dua edenin duasına icâbet ederim. Onlar da bana icâbet etsin­ler! (hep dua etsinler bana) Bana iman etsinler (hep be­nim yolumda yürüsünler ve böylece) doğru yolda olanlar­dan olsunlar."
Birdenbire bir dua âyetiyle karşı karşıya geliyoruz. Bir kişinin Allah’a en yakın olduğu zaman, sabırla birlikte olduğu za­mandır. Sa­bır oruçtur, dua da Allah’la beraber oluştur. Rabbimiz bizim için; "kul­larım" diyor. Bu ne büyük bir şereftir. Bu hitap üstelik oruç âyetlerinin arasında geliyor. Allah, “Kullarım!” buyurarak bizi kendisine izâfe edi­yor. Bu şerefin, bu yakınlığın, bu ünsiyetin ya­nında orucun meşakkati ne değer ifade eder de? Bunu duyan bir müslümanda yorgunluk, me­şakkat kalır mı? Şereflerin belki en yücesi. Kullarıma söyle Peygam­berim! diye bizi üçüncü şahıs za­miriyle de kullanmıyor üstelik, Rab-bimiz bizi kendisine muhatap kabul ediyor, bize yöneliyor ve biz­zat kendisi, bizim sorularımıza cevap verme lütfunda bulunuyor. Ya­kınım diyor, dualarınızı işitirim demiyor, siz bana dua edince ben anında icâbet ederim diyor. Bu âyet-i kerîmede anlayabildiğimiz kada­rıyla bize anlatılmak iste­nenleri şöyle bir özetleyelim inşallah:
1- Allah bize bizden, bize herşeyden daha yakındır. Bize şah damarımızdan daha yakındır Allah.
"Biz insana şah damarından daha yakınız."
(Kaf 16)
Âyeti bunu anlatır. Buna göre madem ki Allah bize bu ka­dar ya­kındır, o halde:
a- Allah’a dua ederken onu uzakta bilip, işitmez zannedip bağı­rıp çağırmanın, hoplayıp zıplamanın anlamı yoktur. Nitekim birile­rinin böyle yüksek sesle, bağırıp çağırarak dua ettiklerini gören Al­lah’ın Rasûlü:
"Sizler sağıra ve gaibe dua etmiyorsunuz. Her­halde işiten ve yakın olan birine dua ediyorsunuz."
Bu­yurmuştur.
b- Madem ki Allah bize bizden ve herkesten yakındır; o halde duada birilerinin aracılığına ne gerek var? Aracı kullanmaya da gerek yoktur. Bir kere Rabbime ben kendim bizzat dua edebil­meliyim. Birile­rinin gölgesinde, vasıtasında dua ederek şahsiyeti­min ezilmesine ge­rek yoktur. Bundan sonra kime boyun eğecek de mü'min? Kimden korkacak da? Kime sığınacak da? Allah ken­disine o kadar yakın ki; Ya Rab! Dediği anda telsizsiz, telefonsuz, aracısız anında duyan bir Allah’la karşı karşıyaysa mü'min, aracı­lara ne gerek var da? Hiç kimse, kişiye Allah kadar yakın olmadı­ğına göre; aracılar kullanarak şirke düşmesinin de anlamı kalma­mıştır.
2- Günahsız bir ağızla dua etmeye çalışmalıyız. Allah’ın Ra-sûlü Tirmizî’de:
"Kişi günah işleyip sılayı rahmi kesmedikçe, ve de acele etmedikçe Allahu Teâlâ onun duasını reddetmez."
Buyurur.
Helâl gıda çok önemlidir dua için.
Allah’ın Rasûlü bir adamdan söz eder. Adam Allah için yol­lara düşmüş. Cihada, sefere çıkmış, ilayı kelimetullah adına çık­mış, Al­lah’a dost kazandırmak, tebliğ yapmak, emri bil maruf yapmak için veya savaşarak Allah düşmanlarının işini bitirmek üzere yola çıkmış. Bu yolda büyük sıkıntılar çekmiş, büyük zor­luklara katlanmış, yüzü gözü toza toprağa batmış ve bu haldey­ken el kaldırıp: "Ya Rab! Ya Rab!” diyerek Allah’a dua ediyor, bir şeyler istiyor Allah’tan. Çocukları için istiyor, ülkesi için istiyor, memleketinde ittifaktan dem vurarak isti­yor, devlet istiyor, düzen dirlik istiyor Bosna’dakiler, Çeçenistanda-kiler için istiyor, istiyor. Ama Allah’ın Rasûlü buyuruyor ki; bu adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haram, özü haram, sözü haram. Ne­rede kaldı Allah bunun duasını kabul edecek?
3- Duada bir de acele etmeyeceğiz. Allah’ın Rasûlü:
"Sizden biriniz acele etmedikçe Allahu Teâlâ dua­nızı kabul buyurur."
Duada acele etmek, dua ettim de Allah kabul etmedi demek­tir.
(Buhârî, Müslim)
Dua ile istenen ihtiyacın karşılanması hemen de olabilir, bir müddet sonra da olabilir, bazen de istenen şey âhirete kalabilir. Ba­zen de bizim hakkımızda hayırlı olan şey, bizim istediğimizin dışında bir şey de olabilir. Öyleyse; “Olmadı! Dua ettim de kabul edil­medi!” diye acele etmeyelim. Çünkü Allah istediği zaman, istediği biçimde bi­zim duamızı kabul edecektir. Ve bazen bizim daha çok dua et­memizi istediği için Rabbimiz, istediğimiz şeyleri geç verebilir. Bu durumda kesinlikle ümitsizliğe düşmemeliyiz.
Değilse, yâni Allah’ın mülkü yanında bizim istediklerimiz ne kadar olabilir de? Bütün dünya insanlığı birleşse, herkes isteyebi­lece­ğinin en son sınırını istese, Allahu Teâlâ’nın mülkünden bir şey eksilir mi? Öyleyse bizim istediklerimizi geciktirmesinin sebebi, bi­zim biraz daha dua ederek kulluğumuzu artırmamızı istemesinden başka bir şey değildir.
4- Şurası da unutulmamalıdır ki:
"Dua bir ibâdettir."
(Ebu Dâvûd, Tirmizî, İbni Mace)
Dua dua edileni büyük tanımak, büyüklük mevkiine oturt­mak, büyüklüğünü, gücünü kuvvetini kabul etmektir. Dua acziyetin ifadesi­dir. Dua âcizin, güçsüzün güçlüye teslimiyetinin ifadesidir. Öyleyse dua eden mü’minin duası, onu Allah’ın her ân kendisinin Rabbi ve ko­ruyu­cusu olduğu düşüncesine ve her ân O’na muhtaç olduğu şuuruna götürecektir.
5- Dua ederken Allah’tan istenmesi gereken, istenmesi caiz olan şeyleri istemeliyiz. Harika, mûcize, nübüvvet ve haram­ları iste­mek gibi caiz olmayan şeyleri istemeyeceğiz.
6- Oruçlu dua etmeye çalışacağız. Hele hele iftar vakti ya­pılan duanın reddedilmeyeceğini söyler Allah’ın Rasûlü:
"Oruçlunun iftar vakti yapmış olduğu duası mut­laka kabul olur."
"İftar zamanı oruçlunun duası reddedilmez ."
Buyurur. Yine Ebu Hureyre’nin rivâyet ettikleri bir hadislerinde Al­lah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
Üç kimsenin duası asla reddedilmez.
1- Âdil devlet reisinin duası.
2- İftar edinceye kadar oruçlunun duası.
3- Zulme uğrayan mazlumun duası.
Bu üç kişinin duasının asla reddedilmeyeceğini anlatıyor Al­lah’ın Rasûlü. Allah bizden dua etmemizi istiyor. Duaya o kadar önem vere­lim ki, öyle bir dua hayatı uygulayalım ki, artık bizim ha­yatımız hep dua olsun. Yâni Allah’la ilişkimizi hiç kesmeyelim. Çünkü dua sürekli Allah’la ilişki içinde olmaktır. Her zaman ona dua edelim. Hem de is­teklerimiz meşru olduğu sürece utanmadan isteyelim ondan. Yahu bu da istenir mi, demeyelim. Çünkü istenilen kim? Al­lah. Yâni anamız değil, babamız değil, ağamız, patronumuz değil. Yâni başkaları gibi âciz, güçsüz, fakir birisi değil ki Rabbimiz. Üstelik biz yalvardıkça bizi seviyor. Kendisini istediklerimize sahip bildikçe, istediklerimize ehil gördükçe, istenilecek, başvurulacak tek kapı kabul ettikçe bizi sevi­yor.
Biz ona yöneldikçe o bizim kendisine yönelmemizden mem­nun oluyor. Öyleyse hemen yalvaralım, hemen yakaralım. Karnımız acıktı yalvaralım, susâdık yalvaralım, ayakkabımız kay­boldu yalvara­lım, ayakkabımız bulundu yalvaralım, sıkıntımız var yalvaralım cennet istiyoruz yalvaralım, cehennemden korkuyoruz yalvaralım, yalvaralım, yalvaralım.
Ve Kur’an’daki dua modellerini de iyi belleyelim. Kur’an’daki dua modelleri yanında bir de Rasûl-i Ekrem Efendimi­zin dua usulle­rini, ezkarını iyi belleyelim. Bizim toplumun en büyük hastalıklarından biri de duayı bilmemeleridir. Gerçi mekânik bir hayatımız var. İşte imam bize namazı kıldırırken duayı bile biz ona yaptırırız ve biz arka­sında amin deriz. Yâni şimdi duayı bir başka­sına ettirip ben de arka­sından amin dedikten sonra benim dua yeteneğim kayboluyor de­mektir. Hacca gidiyor müslümanlar, başlarında birileri var, duayı ona yaptırıyorlar. Kişi kendisi yapmalı aslında duayı.
Hani İsrâil oğullarının hastalığıdır, bunu daha önce deme­ye çalışmıştım. Ağzı kurumuş sanki insanların da kendileri dua edemi­yor, hep başkalarına dua ettirmeye çalışıyorlar. Aslında müslüman kendi duasını kendisi yapmalıdır. Ya Rabbi! Bana öz­gürlük ver! Ya Rabbi bana hürriyet ver! Ya Rabbi benim ülkeme dirlik, düzenlik ver! Ya Rabbi bana cennet ver! diyemez mi bunu müslümanlar? Elbette herkes söyleyebilir bunu, ama yine de alışmış insanlar, illa da birileri dua edecek, onlar da amin diyecekler, garip bir şey.
Allah korusun da hıristiyanlıkta olduğu gibi namazını birileri kılı­verecek, orucunu birileri tutuverecek, hatmini, Kur’an’ını birileri oku-yuverecek, duasını birileri yapıverecek, haccını birileri yapıve­re­cek tamam. Hıristiyan dünyada olduğu gibi birileri papaz olacak öte­kiler ümmî olacaklar, günahı oldu mu onun yerine para vere­cek, na­mazını kılamadı mı onun yerine para verecek, birileri halle­diverecek Allah ko-rusun da böylece din kaybolup gidecektir. Hal­buki dua, bizim Allah’la ilişkimizi sağlayan ve hiç bitmeyen, tüken­meyen bir ibâdettir. Dua et-meyi bilmeyen kişi kulluk da yapamaz. İşte namaz bir duadır, hac bir duadır. Evet duanız da olmasa Rabbiniz sizi ne yapsın?
187:"Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size he­lâl kılındı. Hanımlarınız sizin için örtüdür, siz de onlar için elbisesiniz. Allah sizin nefislerinize güvenemeyeceğinizi bildi de müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın sizler için (ço­cuk gibi, neslin devamı gibi) yazdığını isteyin. Fecrin siyah ipliği beyaz ipliğinde sizin için seçi­linceye kadar yiyin için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde itikaftayken hanımlarınızla cinsel ilişkide bulunmayın. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır, bunlara yaklaş­mayın. Allah’la yol bulasınız diye Allah âyetlerini işte böyle açıklar."
Geçmiş ümmetlerde oruç gecelerinde de hanımlarla münâ­se­bet yasaktı. Cenab-ı Hak Muhammed ümmetine kolaylık diledi­ğinden orucun vaktini kısaltmış, geceleri nesih etmiş ve kadınlara yaklaşmayı caiz kılmıştır.
"Hanımlarınız sizin için örtüdür, siz de onlar için el­bisesiniz."
1- Elbise, kişiyi örter ve onu dış etkenlerden korur. Kadınları­nız da sizi örtüp haramdan korumaktadırlar. Sizler de ka­dınlarınızı örtüp onları haramlara düşmekten korursunuz.
2- Kadınların kocaları, kocaların da kadınları için elbise olma­ları, temiz olmaları ve sahibine has olmaları anlamını da ihtiva et­mektedir. Elbise temiz olmalıdır. Kadın temiz olmalıdır, kadın afife, er-kek de iffet sahibi olmalıdır. Kadın sadece kocasına ait olmalıdır. Kocası da sadece karısına ait olmalıdır. Kadının başkalarına gitmesi de erkeğin başkalarına uzanması da mümkün değildir.
3- Elbisenin insan vücuduna yakınlığı neyse karı kocanın da bir­birlerine yakınlığı odur. Kadın kocasına, koca da karısına tıpkı elbi­senin vücuda yakınlığı gibidir. Aslında bu âyet-i kerîme oruç geceleri cinsel ilişkinin helâl kılınışının hikmetini anlatıyor. Yâni karı koca bir­birlerine bu kadar yakınken, o onun için elbise o da onun için elbise haline gelmişken, oruç geceleri birleşme yasa­ğında, birbirlerine uzak kalmalarında muhakkak ki bir zorluk ola­caktır. İşte Allah sizden bu zorluğu kaldırmayı dilemiştir.
Libas esasen onların bizi haramdan korumaları, bizim de on­ları haramdan korumamız demektir. Onların bizi Allah’a kulluğa yön­lendirmeleri, bizim de onları kulluğa yönlendirmemiz demektir. Müs­lümanlar dinlerini hanımlarıyla tamamlarlar. Hanımlar da ko­calarıyla tamamlarlar. Onlar onlara örtü, onlar da onlara örtü. Ha­yatı birlikte yaşarlar ve birlikte Allah’a kulluğa harcarlar.
Eğer kadınlarımız bizim için örtü olacaklarsa, o zaman on­ları çok iyi eğitmek zorundayız. Bizi örtecek, bizi koruyacak bi­çimde onları eğitmek zorundayız. Hem kendimizi eğitmeli hem de kadınlarımızı eğitmeliyiz. Yâni verdiğimiz kararlarda, uygulamala­rımızda, cennet yolunda ne onlar bize ayak bağı olmalılar, ne de biz onlara ayak bağı olmalıyız.
Eğer yaşadığımız hayatta onlar bize, biz onlara ayak bağı ol­maya başlamışsak, bu bizim onlara gerekli eğitimi vermememiz­den kaynaklanmaktadır. Ya da onlara gereken önemi vermediği­mizden kaynaklanır. Kadınlarına gereken ilgiyi göstermeyen in­sanlar, Allah’ın istediği biçimde İslâm’ı yaşayamazlar. Kadınlarını Allah’ın istediği şe­kilde eğitmeyen erkekler de, onların kadınları da kesinlikle cenneti bulamazlar. Birlikte eğitilmeyen nice aileler gö­rüyorum ki, bugün ka­dınlar kocalarının derdini anlayamadığı için kocalarını evlerine hap­setmekte ve onların İslâmî çalışmalarına engel olma kavgası ver­mek-tedirler. Halbuki birlikte eğitilselerdi, her ikisi de aynı endişeleri taşısalardı, bu kadınlar kocalarını bir saat bile evde boş durdurmaya­cak-lardı.
Birlikte eğitilerek onlar bizi cehennemden koruyacak, biz on­ları ateşe gitmekten koruyacağız. Bir insanın harama düş­mesi, dün­yanın yıkılması demektir. Bir kadının kendi helâlinden başkalarına uzanması, bir erkeğin helâlinden başkalarına gitmesi, tüm dünyanın batmasıyla eş anlamlıdır ve de toplumun helâki işte budur.
"Allah sizin nefislerinize güvenemeyeceğinizi bildi de müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı."
Cenab-ı Hak, Ramazan gecelerinde bu yasağın nefisleri­nize ağır geleceğini bildiği için bunu mü'minlere kolaylaştırdı.
"Şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın sizler için (ço­cuk gibi, neslin devamı gibi) yazdığını isteyin."
"Fecrin siyah ipliği beyaz ipliğinde sizin için seçi­lin­ceye kadar yiyin için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tamamlayın."
Bu beyaz iplik, siyah iplik meselesini önceleri yanlış anla­mış­lar. Adiy Bin Hatem Rasulullah’a gelerek: "Ya Rasûlallah! Ben gündü­zün geceden ayrılığını anlayabilmek için yastığımın altına biri beyaz, biri de siyah iki iplik koyuyorum. Geceleyin onlara ba­karak akını kara­sını ayırd ediyorum der. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü buyurur ki:
"Muhakkak senin yastığın çok geniştir, yahut uy­kun çok derindir. O fecr gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığıdır."
(Buhârî ve Müslim)
Demek ki buradaki beyazlık ve siyahlık fecri sâdıktan bir parça bulunan beyaz ipliktir. Bundan anlıyoruz ki ibâdetin zama­nını saat bi­rimleri değil de gökteki apaçık Allah’ın âyetleri, Allah’ın alâmetleri be­lirlemektedir. Bu her çağ insanının, her ülke insanının uyabileceği bir ölçüttür. Allah’ın zamanı tayin eden bu âyet ve alâmetleri kutuplarda da aynen işlemektedir. Orada gecenin anla­şılabilmesi için güneşin batmasına gerek kalmadan gündüzün bu alâmetler işlemektedir.
Sonra da oruçlarınızı ertesi günün akşamına kadar tamamla­yın ifadesi, orucun akşam olunca biteceğini anlatmakta­dır. Oruç, ak­şam güneş batınca biter. Ancak bu akşama kadar ta­mamlayın ifadesi de orucun bitimi konusunda dakika ve saniye gibi ölçülerin olmayaca­ğını anlatmaktadır. İki sınırda da geniş bir serbestlik vardır. Yâni oru­cun bitimini de Allah’ın güneş âyeti be­lirlemektedir. Güneş batınca if­tar edilmelidir.
Kişi zamanında uyanamamışsa, sabahın ilk şafağı görül­meye başladığı halde başlamış olduğu yemeğini yiyebilir. İftarda da güneş batar batmaz acele ediniz buyurulur. Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde:
"Ümmetim iftarı çabuklaştırıp sahuru da geciktir­dikçe hayır içinde kalmaya devam edecektir."
Buyurur.
"Mescidlerde itikaftayken hanımlarınızla cinsel iliş­kide bulunmayın."
İşte Allah’ın sınırı bunlardır. Bunlara yaklaşmayınız. İnsan­lar sa­kınsınlar diye Allah âyetlerini işte böylece açıklar.
İtikâf mescidlerde sırf Allah’a ibâdet için bir süre kalmaktır. Geçmiş peygamberler de yapmışlar. Allah’ın Rasûlü her yıl Ra­maza-nın son on gününde itikafa girmiştir. İslâm’da itikafın dışında ruhban­lık, inziva hayatı yoktur. Hattâ Allah’ın Rasûlü:
"İslâm’da ruhbanlık yoktur, İslâm’ın ruhbanlığı ci­hattır."
Buyurur. İtikaf anında kadınlara dokunmak yasaktır. En az bir gün olmak kayd u şartıyla demişler veya Ramazanın son on günü iti­kafa girilir denmiş.
Gerçi şimdi müslümanlar itikafın zamanını ve mekânını değiş-tirdiler. Şimdi müslümanlar Ramazanda değil de yazın sıcak günle­rin-de, mescidlerde değil de Akdeniz’de böyle denize nazır çadırların içinde giriyorlar itikafa. Böylesi daha makbulmüş galiba. Allah’ın Ra-sûlü Muvatta’daki bir hadislerinde:
"Oruçsuz itikaf olmaz."
Buyurur. Kadınlar evlerinde itikafa girebilirler.
(İtikaf ile ilgili bir soru soruldu)
İtikaf kelime anlamı olarak; bir yerde bekleme, durma ve kendini orada hapsetme anlamlarına gelen bir kelimedir. Akıl bâliğ veya temyiz kudretine sahip bir müslümanın beş vakit namaz kılınan bir mescitte ibadet niyetiyle bir süre durması anlamında bir ibadettir. Hz. Peygamber'in özellikle Ramazan içinde ve Ramazanın son on günün-de itikâf yaptığını bildiren çeşitli hadis-i şerifler vardır. Hz. Âîşe'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasulullah (s.a.s) Ramazan'ın son on gününde itikâf yaparlardı. Bu durum vefat zamanına kadar bu şekilde devam etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber'in zevceleri itikâfı sürdür-müşlerdir"
(Buhârî, İtikâf, 1-18)
Ebu Hanife'ye göre içinde beş vakit namaz kılman her mescid-de itikâfta bulunmak caizdir. Ebu Hanife ve İmam Mâlik'e göre itikâfın nâfile olarak en azı bir gündür. Ebû Yusuf en az süreyi, bir günün yarıdan çoğu olarak belirlerken İmam Muhammed itikâf için bir saati de yeterli bulur. Mesciddeki itikâf erkeklere mahsustur. Kadınlar, az evvel de ifade ettiğimiz gibi evde mescit edindikleri bir yerde itikâfta bulunabilir.
(Tecrîd-i Sarîh, Terc. Kamil Miras, Ankara 1984, VI, 323-326).
İtikaf üçe ayrılır:
a. Vacip olan itikâf: Adak olan itikâf vaciptir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir. Hz. Ömer, Rasulullah (s.a.s)'den, "Cahiliye devrinde Mescid-i Haram'da bir gece itikâfta bulunmayı ada-mıştım; ne yapayım" diye sormuş Rasulullah (s.a.s); "Adağını yerine getir" buyurmuştur
(Buhârı, itikâf, 16)
b- Sünnet olan itikâf: Ramazan'ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir. Hz. Âîşe'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (a.s) orucun farz kılınmasından ömrünün sonuna kadar Ramazan aylarının son on gününde itikâfa girmiştir. Bir yerleşim merkezinde bulunan müslümanlardan birisi bu sünneti yerine getirirse, diğerleri üzerinden bu görev düşer. Bu duruma göre, her yerleşim birimi için itikâf sün-net-i kifâye hükmündedir. Bir kişinin bunu yapması o beldedeki diğer müslümanları sorumluluktan kurtardığı gibi Cenâb-ı Hakk'ın, itikâf yapanın ecrini diğer belde müslümanlarına da vereceği umulur.
c- Müstehab (mendub) olan itikâf: Vacip ve sünnet olan itikâfların dışında itikâfa girmek müstehabdır. Bunun belirli bir vakti yoktur. Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar itikâfa niyet ederse orada kaldığı sürece itikâfta sayılır. Bu itikâf’da oruç şart değildir. Bazı müctehidlerin, itikâf süresinin bir saat bile olabileceği görüsünde bulunduklarını yukarıda zikretmiştik.
İtikâf için niyet, erkekler için Mescid, oruçlu olmak, kadınlar için hayız ve nifastan temizlik gibi şartlar vardır. Burada itikâfı bozan hususlardan da kısaca söz edelim. Cinsi ilişkide bulunmak. Kur'an-ı Kerimde; "Mescidlerde itikafa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın" buyuran işte bu âyet bunu anlatır. Öpmek ve kucaklamak gibi şeylerden dolay inzal vaki olursa yine itikâf bozulur. Yine herhangi bir ihtiyaç yokken mescidden dışarı çıkmak. Bir de bayılmak itikâfı bozar. İtikâfa giren kimse mescidden ancak şer'î, zaruri ve tabiî ihtiyaçları için çıkabilir. İtikâfa giren kimsenin bulunduğu mescidde cuma namazı kılınmıyorsa, cuma namazını kılmak üzere başka bir mescide gitmesi, küçük ve büyük abdest bozmak için mescidden dışarı çıkması tabiî bir ihtiyaçtır. Yani yemesi, içmesi, uyuması ve ihtiyacı olan şeyleri satın alması mescidde olur.
"İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır, bunlara yaklaş­ma­yın. Allah’la yol bulasınız diye Allah âyetlerini işte böyle açıklar."
Allah’ın Rasûlü bu hususu anlatırken, Buhârî ve Müs­lim’deki Numan İbni Beşir’in rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Helâl belli, haram da bellidir. Bu ikisi arasında da haram mı helâl mi olduğu belli olmayan birtakım şüpheli şeyler vardır ki; çok kimseler onları bilmezler. Her kim ki bu şüpheli şeylerden sakınırsa, dinini ve ır­zını korumuş­tur. Her kim de şüpheli şeylerin içine da­larsa, haramın da içine dalmış olur. Böylesi tıpkı içine girmek yasaklanan bir koruluk etrafında davarlarını otlatan çobana benzer ki; her ân sürüsünü o koruya dü­şürüp otlatmak tehlike­siyle karşı karşıya bulunur. Ha­beriniz olsun, her padişa­hın bir koruluğu vardır. Bilesi­niz ki Allah’ın koruluğu da haramlarıdır..."
Allah’ın sınırları konusunda çok dikkatli davranmak zorun­da­yız. Dikkat ederseniz çobanın koyunlarını otlattığı bölge yasak bölge değildir. Ama unutulmamalıdır ki otlatılan da koyundur. Ko­yun için yandaki yasak bölgedeki otlar cazip gelebilir ve hemen uzanıverebilirler. Çobana düşen; koyunlarını o yasak bölgenin uza­ğında, kendisi için helâl olan bölgede otlatmalıdır. İşte Allah’ın Rasûlü melikin bu kendisine tahsis ettiği alanı harama, o alana yakın olan bölgeyi şüphelilere, uzaktaki serbest bölgeyi de helâl­lere benzetiyor. Zira otlatılan koyundur, laf dinlemez söz anlamaz. Ya da meyli vardır kötülüğe. İnsan nefsi de bu davarlardan fak­sızdır. Laf anlamaz ve hep meyillidir haramlara. İstediğini verdin mi, hep ister. Ama istediğinden uzak tuttun mu, onu unutur gider.
Öyleyse Allah’ın haramlarının yakın semtinde dolaşmamalı­yız. Meselâ İslâm’dan, dinden, imandan bahsedilme­yen yerde bulunma­malıyız. İçki sofrasında oturmamalıyız. Fâiz kokusu olan bir alışverişe yaklaşmamalıyız. Karşımızda pejmürde giyinmiş bir kadın varsa orada durmamalıyız. Toplumda varlık se­bebini bilemediğimiz, tedavi adına mı? Yoksa toplumu ifsat adına mı? Belli olmayan ilaçları kul­lan-mamalıyız. Kadınlarımızla Rama­zanda veya itikaf anında mübaşe­ret konusunda haramlara düşe­bileceğimiz bir ilişkide bulunmamalıyız.
188:"Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyi­niz, in­sanların mallarından bir kısmını bile bile günah ile ye­mek için o malları hakimlere rüşvet olarak verme­yin."
Mallarınızı aranızda haram yollarla yemeyiniz. Haram yollar bel­lidir. Fâizinden rüşvetine, hırsızlığından aldatmacasına, borç alıp vermemekten borcunu tehire, ondan ihanete vermeye almaya dikkat etmemeye varıncaya kadar, haram yollarla birbirinizin malla­rını ye­meyin.
Adamın borcu var, ödemiyor. Kesinlikle borçlanmadan uzak du­ralım. Özellikle ve ısrarla bunu diyeyim. Bu iş bu toplumun en bü­yük belâsıdır. Ekonomik insan olma belâsı, bu toplumun en bü­yük belâsıdır. Yâni bizim hep borçlanmadan yana olmamız, borç­lanmaya karşı cesur olmamız, hepimizin sonunda ekonomik insan olmamız demektir. Ekonomik insan birilerinin hoşuna gidiyor, bu düzenin ho­şuna gidiyor. Yahu niye sadece para düşünen biri ola­yım ben? Benim böyle sadece para düşünen ekonomik insan ol­maya hakkım yoktur. Niye ekonominin egemenliği altında bir ha­yat süreyim ben? Benim sahibim, beni yaratan, benden böyle bir hayat istemiyor. Benim haya­tımda böyle paradan puldan başka düşünecek hiç bir şeyim yok mu yâni? Yok şunu alacağım, yok bunu alacağım, yok şu taksitti, yok bu ödemeydi! Hedef böyle para olunca da elbette birileri, birilerine hak­sızlık edecek, birileri bi­rilerine zulmedecektir.
Hani Şuayb (a.s) 'ın kavmi için:
"... İnsanların mallarını, eşyalarını eksiltmeyin!"
(A’râf: 85)
Diyor Rabbimiz. İnsanların eşyaları nasıl eksiltilir? Enflas­yon yoluyla bazen görünmeyen bir el insanların cebine uzanır ve bakarsı­nız ki bir anda adamın cebindeki eksilmiştir. Evet enflasyonla, çaktır­madan, böyle insanların ceplerindekiler eksiltilir. Allah, yapmayın bunu diyor. Böyle yollarla insanların mallarını eksiltmeyi haram kılıyor.
Veya reklâm yollarıyla, zorla insanlara mal satmak da onla­rın mallarını bâtıl yolla yemek demektir. Adam; “sigarayı bırak, halı al” di­yor. Veya; “yatağınızı değiştirin” diyor. Sana ne benim yata­ğımdan be adam? Eski de olsa beş yıl daha idare ederim onunla. Biz sizi düşü­nüyoruz diyorlar. Beni düşünmüyor adam aslında da kendi cebini dü­şünüyor. Beni düşünüyorsan bırak, el atma cebime! Sana ne benim yatağımdan, yorganımdan? İşte böyle reklâm yoluyla aslında ihtiyaç olmadığı halde, efendim her evin mübrem ihtiyacı­dır, herkes almalı­dır. Her kola bir saat, her duvara bir saat, her masaya, her eve bir sa-at, her eve bir araba, her koltuğa bir insan, herkese bir konu, her­kese bir koleksiyon, her kola bir nişane, her sokağa, her caddeye, her mutfağa, her yatak odasına, diyerek in­sanların malları haksızlıkla ye­nile-bilir, bundan da sakınmalıyız.
Efendim her yakaya lâzım, her geline, her damada lâzım, her parmağa lâzım. Düşünün Türkiye’de altmış beş milyon insanın par­mağındakiler bir anda sermayeye dönüşüverse, eminim ki pek çok fa­kirin hayatını kurtaracaktır. Meselâ talebe kesiminin veya okur yazar çizer kesiminin bir kere bile okumadan alıp kütüpha­nelerine attığı ki­tapları bir düşünün. Bunları bir anda sermayeye dönüştürüverseniz kaç fakirin geçimidir. Kaç fakirin, kaç yıllık ge­çimi değil mi? Ya da çay bahçelerinden çay tarlalarından, çay fab­rikalarından, çay demleme zamanlarından, demlenme zamanla­rına, çay bardaklarını yıkama za-manlarına kadar heba en mensu­ra gömülen zamanları, emekleri bir düşünün.
Bunlar lâzımdır, olmalıdır, yapılmalıdır diyerek insanların mal­ları haksız yere yenebilmektedir.
Özellikle borçlanmayı bırakın! Paranız varsa alın, yoksa ke­sin­likle borçlanmamaya dikkat edin. Bakın, bir gün Peygamber Efendi­mizi, birinin cenazesine çağırmışlar:
"Allah Rasûlü borçlunun namazını kıldırmamış ve arkadaşınızın namazını kılınız! Çünkü onun üzerinde borç vardır."
Buyurmuşlardır.
Peki hiç mi borçlanmayacağız? Hayır bir defasında Allah’ın Rasûlü, ailesini doyurabilmek için yanındaki zırhını rehin bırakarak, bir yahudiden ekmeklik un almış yâni borçlanmıştır. Evet biz de böyle bir durumdaysak, yâni ailemizi doyuramamışsak tamam, biz de birile­rinden borç alabiliriz. Yâni eğer gerek kendimi, gerek ailemizi doyu­ramayacak kadar bir sıkıntı içindeysek, o zaman yanı­mızdaki zırhı­mızı emanet vermek şartıyla birilerinden biz de borç alabili­riz. Yanı­mızdaki zırhımızı emanet vermek kayd u şartıyla ama. Peki Allah için söyleyin, bugün borçlananlar bunun için mi borçla­nıyorlar? Çoluk ço­cuğu aç kalmış, açıkta kalmış ve böyle bir hayati tehlike var da onun için mi borçlanıyorlar?
Hem de üstelik böyle hayati bir durumda, ancak arpa ek­meği alabilecek kadar borçlanabiliriz. Şimdi şu bizim yediğimiz ekmekler, kepeği alınmış ekmek değil, katıktır bunlar. Ekmek ye­rine pasta yiyo­ruz yâni. Yâni şu mevcut borçlanmaların İslâmî ol­madığını biliyoruz. Ama gerçekten adamın başka çaresi kalma­mışsa, namusunu kurta­rabilmek için meselâ evlenmek zorunda kalmışsa veya hanımını, ço­luk çocuğunu geçindiremeyecek bir durumdaysa tamam, o zaman borç alabilir. Ama bu durumlarda bile asgari bir düzey vardır tabi.
Öyleyse kesinlikle borçlanmadan uzak duracağız. Paramız varsa, paramız kadar iş yapmalıyız. Öbür türlüsü zaten şirkin em­po-zesidir. Yâni kapitalist ekonominin zorlatmasıdır. Çünkü kapita­list sistemde paranın mevcuttan fazlasının harcanması söz konu­sudur. Öyle istiyor sistem. Yarın kazanacağını bugünden harcama imkânı sağlıyor sana. Ne oluyor o zaman? Kişi yarın kazanacağını bugünden harcamaya başladı mı o zaman ister istemez borçlana­caktır. Yarın nasıl olsa kazanacağım diyor adam ve hiç çekinme­den borçlanıyor. Bu kesinlikle İslâmî olmayan bir anlayıştır.
Hakimleri kandırarak, yanlış beyanlarda bulunarak veya on­lara rüşvet vererek başkalarının mallarına sahip olmaya çalış­mayın. Ala­caklısının elinde aldığı borcunu ispat edecek bir delili olmadığı için borcunu inkâr eden kişi, haksız bir konumda ol­duğu sürece hakimin vereceği karar hiç bir şey değiştirmez. Yâni zahire bakarak hüküm ve­recek olan hükmedenin vereceği karar, kesinlikle o malı berikine helâl kılmaz. Allah’ın Rasûlü böyle kim­seleri şöyle uyarır:
"Herşeyin ötesinde ben de bir insanım. Benim önüme sunulan bir dâvâda, karşısındakinden daha iyi ko­nuşanın lehine hüküm verebilirim. Fakat bilin ki ben, onun lehine hüküm vermiş olsam bile bu şekilde bir şeyler kazanan kişi aslında kendisine cehennemden bir yer ka­zanmaktadır."
Ancak haklı olduğu halde hakkını alamayan kişinin, bu hak­kını alıverecek olana verdiği para, alan açısından rüşvettir; ama veren açısından rüşvet değildir. Ama haksız olduğu halde ve­rilen para hem veren açısından hem de alan açısından rüşvettir ve rüşvetçinin sonu da ateştir.
189:"Peygamberim, sana yeni doğan ayları soru­yor­lar. De ki; onlar insanlar ve hac için vakit cetvelleri­dir. Birr evlere arkalarından girmeniz değildir. Lâ­kin iyi kişi haramlardan sakınan kimsedir. Evlere kapı­larından girin. Ve Allah’tan korkun ki felâha erenler­den olasınız."
Hz. Adem (a.s) dan bu yana duvara astığımız takvim vazi­fesini icra eden bu hilaldir. Hilal; kelime olarak bağırmak, ünlemek demektir. Hilali gördüklerinde insanlar a!!! Hilal göründü! Diye ba­ğırmaları anla­tılır.
Hilalin bizim hayatımızdaki fonksiyonu bunlardır. Hilal, bizim için vakit cetvelidir. Ramazan ayı onunla bilinir, Zilhicce ayı, kurban onunla bilinir. İnsanlar nikâhlarını, talâklarını, alışverişlerini ölümlerini, kalımlarını borçlanmalarını onunla bilirler. Allah böyle diyor.
Halbuki soranlar, işin bu yönünü sormamışlardı. Hilal niye böyle büyüyüp küçülüyor? Niye böyle önce iplik gibi incecik görü­lüyor, sonra dolunay halini alana kadar artıp duruyor? Sonra ar­kasından yine ilk haline dönene kadar eksilip duruyor? Niye gü­neş gibi tek bir halde durmuyor da devamlı değişiyor? Diye hilalin astronomik yönünü soruyorlardı. Ama bakın, Rabbimiz onların sor­duklarına istedikleri ce­vabı vermiyor da onlara lâzım olacak yönü­nü anlatıyor. Size ne bun­dan? Siz, size lâzım olanı bilin dercesine.
Bakıyoruz, bugün de ay gündeme geldi mi başlıyor adam konuş­maya, yarım saat bana lâzım olmayacak şeyler anlatmaya. Hayır bunlara gerek yok, ay dendi mi bilinmesi gereken işte budur. Ayın bizim hayatımızdaki fonksiyonu işte budur.
Bakıyoruz Kur’an’ı Kerîmde anlatılan âyetler, herkesin anla­yabi­leceği türden âyetlerdir. İnsan, arz, insanın yaratılışı, sema, gök­yüzü, ağaç, bitki, hayvanlar. Kur’an’da anlatılan konular hiçbir zaman insandan uzak felsefi konular değildir. Aksine insana yakın ve herke­sin anlayabileceği konulardır. Bu kitabın anlattıklarını an­layamayacak bir tek insan yoktur yeryüzünde. Bundan dolayıdır ki bizler, kesinlikle anlatımı zorlaştıracak bir duruma getirmekten sa­kınmalıyız. İşte hilal budur. Bu Allah’ın âyetlerinden birisidir. Sen hilale iyi bak! Onu iyi tanı ki; şu sahte âyetler, Allah’ın âyetlerinin yerine geçmesin, diyor Rabbi-miz.
"Birr evlere arkalarından girmeniz değildir. Lâ­kin iyi kişi, haramlardan sakınan kimsedir. Evlere kapı­ların­dan girin. Ve Allah’tan korkun ki; felâha erenler­den ola­sınız."
Evlere arkalarından girmeniz de birr, yâni takva değildir. Hal­buki onlar bunu da sormamışlardı. Yâni Ya Rasûlallah evlere nereden girelim? Kapıdan mı, bacadan mı girelim? diye onların gündeme ge­tirmedikleri, hiç sormadıkları bir konuyu Allah gün­deme getiriyor.
Öyleyse biz de karşımızdaki muhatabımızın bize sorduğu so­ruya ek olarak onun hiç sormadığı, ama esas probleminin kay­nağı olan konuları da ona anlatmak zorundayız. Ailevi bir geçim­sizlikten soruyorsa adam, ona farkında olmadığı konuları da ha­tırlatmalıyız. Meselâ hanımının, çocuklarının itaatsizliğinden soru­yorsa adam, hu­zursuzluğunu böylece gündeme getirmeye çalışı­yorsa; ona bunu an­latmakla beraber, onun hiç farkında olmadığı probleminin kaynağını da anlatmalıyız. Arkadaş, senin asıl prob­lemin o evde hanımına İslâm terbiyesi vermemende yatıyor. Her akşam evinde çoluk çocuğunu eğitecek İslâmî bir eğitim yapma­mandan kaynaklanıyor diye, onun hiç de farkında olmadığı konu­ları ona anlatmak zorundayız. Senin esas derdin burada. Hanı­mından, çocuklarından itaat bekleyen sen, Rab-bine ne kadar itaat ediyorsun? Unutma ki sen, kendi Rabbine, kendi efendine ne ka­dar itaat ediyorsan; senin hanımın ve çocukların da sa-na ancak o kadar itaat edeceklerdir. Öyleyse hanımınla aranın düzel-mesini isteyen sen, önce Rabbinle aranı düzeltmek zorundasın. Rab-binin emirlerine itaate koşmalısın diyerek, ona farkında olmadığı prob­leminin kaynağını anlatmalıyız.
Bu âyet gelmeden önce bir uygulamaları vardı. Seferden gel­diklerinde veya hacdan döndüklerinde evlerine kapılardan gir­miyorlar arkadan bir delik delerek öyle giriyorlarmış, böyle bir âdet varmış. Şimdi bizde de hacdan dönenlerin kendi evlerine girmeye­rek önce kayınpederlerinin, kardeşlerinin, damatlarının evine giren insanlarınki de aynısı mı? değil mi? bilmiyorum.
Birr, yâni takva evlere filan kapıdan, filan bacadan girmek, fa­lan şekli, filan âdeti ve alışkanlığı icra etmek değil, Allah’ınkine teslim olmaktır. Takva, Allah neyi nasıl istemişse bunu Allah’ın kitabından öğrenip O’nun istediği biçimde uygulamaktır.
Bu âyetiyle Rabbimiz insanların atalarının yolunu ve onlar­dan intikal eden bâtıl gelenek ve inançları körü körüne taklit et­menin caiz olmadığını da anlatıyor.
Bundan sonra savaş âyetleri geliyor. İslâm’ın savaş huku­kunu beyan eden âyetlerle karşı karşıya getiriyor Rabbimiz bizi.
Cenab-ı Hak Peygamberimize ve onun şahsında bize sava­şın sebeplerini açıklar. Savaşın insani boyutlarda sürdürül­mesi ve sa­vaş-ta barbarca insanlık dışı metotlar kullanılmaması konusunda pek çok tâlimatlarda bulunur. Medine’de savaş konusunda ilk gelen âyet bakın şöyle:
190:"Sizinle harp edenlerle Allah yolunda sava­şın. Ama ileri gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez."
Bu âyetler Medine’de geliyordu. Mekke’de Allah’ın Rasûlü ve beraberindeki müslümanlar her türlü zulme ve işkencelere ma­ruz kal­dıkları halde Rabbimiz cihada izin vermiyordu. Sadece onlara: "Elle­rinizi çekiniz, namazı kılınız ve zekâtı veriniz!" deni­yordu.
Mekke’de savaşa izin verilmeyişinin sebeplerinden, hikmetle­rin­den birkaçını anlayabildiğimiz kadarıyla şöyle ifade et­miş olalım:
1- Mekke’de müslümanlar, ilerde omuzlarına yüklenecek olan İslâm davasının sorumluluklarını taşıyabilecek duruma gele­bilmeleri için bir deneyimden geçiriliyorlardı. Bunun için büyük kumandanın emrine itaat ve onun kararlarına boyun eğmeyi öğ­renmeleri ve bu ko­nuda ciddiyet kazanmaları gerekiyordu. Yâni itaat ve sabrı öğrenme­leri gerekiyordu. Bakıyoruz, aleyhlerine iş­leyen en büyük zulüm ve iş­kenceler altında bunalan yiğit müslümanlar, her şeye rağmen sabre­diyorlar, sinirlerine hakim oluyorlar, soğukkanlılıklarını muhafaza edi­yorlar ve büyük kuman­danın işaretini bekliyorlardı. Bu büyük ku­manda makamından kendilerine gelen emir ise "Ellerinizi tutun" şek­lindeydi.
2- Mekke’de müslümanların içinde kâfirlerden gelecek her hare­kete bire iki karşılık verebilecek yiğitler vardı aslında. Fakat müs-lümanların bu şekilde eziyetlere tahammül edip hiçbir zaman karşılık vermemeleri, el kaldıranlara el kaldırmamaları, mazlum konumunda olmaları cahiliye mensuplarının İslâm’a karşı sempatile­rini artırabilirdi. Nitekim öyle de olmuş, müslümanlara yapılan bu boykot ve zulümler karşısında cahiliyenin bu çirkin yüzünü gören birçok kişi İslâm’a gir­miştir.
3- Mekke İslâm’ın ilk tebliğ ortamıydı. Ve o günlerde henüz da­vet tam anlamıyla Mekke toplumuna ulaştırılamamıştı. Yâni in­san-lar açık ve net bir biçimde İslâm’la tanışma fırsatı bulamamıştı. Bu du­rumda verilecek bir savaş emri tebliğ ortamını yok edebilirdi. Zira kav-ga ortamında tebliğ biter. İnsanlar henüz İslâm’la tanışa­madan ona düşman kesilebilirlerdi. İnsanlar henüz tanışmadıkları dine karşı düşman kesilip onu baştan reddetmeye kalkışabilirlerdi.
4- Bir de Mekke’de henüz net bir biçimde saflar ayrılma­mıştı. Hemen hemen her evde ailenin birkaçı müslüman, ama birkaçı da müşrikti. Bu durumda verilecek bir savaş emri her evin kanlı bir savaş alanına çevrilmesi anlamına gelecekti.
İşte bu ve bunun gibi bizim bilemeyip de Rabbimizin bildiği pek çok hikmetler yüzünden Mekke’de savaş işi yoktu.
Müslümanlar Medine’ye hicret edip, orada müstakil bir dev­let kurduktan sonra Rabbimiz bu âyetiyle ilk defa onlara savaş izni gön­deriyordu.
"Allah yolunda savaşın!"
İslâm’ın savaşı, Allah yolunda ve Allah için bir savaştır. İs­lâm dini, tüm insanlığı eşyaya ve kullara kulluktan kurtarıp sadece Allah’a kulluğa ulaştırmak için kulların Rabbi tarafından gönderil­miş bir dindir. Binaenaleyh Allah bu evrensel davetin müslümanlar tarafından tüm insanlığa ulaştırılmasını tebliğ edilmesini istemek­tedir. İşte Allah’ın emri ile müslümanlar bu âlemşumül davayı in­sanlığa ulaştırırken, bu davanın tebliğinin karşısına çıkan tüm sultaların, tüm engellerin yıkıl­ması şarttır. Zira bunu, bu dinin sahibi istemektedir ki; bu davet, tüm insanlığa ulaşmalıdır. Ancak bu da­vet kendisine ulaşan kişi, bunu ka­bul edip etmemekte serbesttir. Bu daveti kabul etmeyen insanla he­men savaşılıp öldürülmez. Ancak bu daveti kabul etmeyen hiç kimse­nin de bunun önünü tı­kama hakkı yoktur. İşte kim, İslâm davetinin önüne engeller koy­maya çalışır, bu mesajın Allah’ın kullarına ulaşma­sını engeller veya kendi gönlüyle bu mesajı kabul etmiş mü'minleri eziyet ve fitnelerle yolundan çevirmeye çalışırsa, onunla savaşmak da mü'minler üzerine vacip olur.
Müslümanların bu mesajı insanlara tebliğ ederlerken önle­rine dikilen ve inanç hürriyetini tehdit eden bütün kuvvetleri yerle bir edip devirmeleri, üzerlerine vaciptir. İşte İslâm’ın savaşının mâ­nâsı budur.
İslâm’ın savaşı yeryüzünde sulta kurmak için değil, şan şeref sahibi olmak için değil, ganîmet ve kazanç elde etmek için, sömürge için, hammadde kaynakları, açık pazarlar, petrol yatak­ları elde etmek için değil veya kendi ırklarını başka ırklara üstün kılmak için değil. Yeryüzünde Allah kelâmını yüceltmek, yeryü­zünde Allah’ın hâkimiye­tini kurmak, yeryüzünde Allah’ın kulları üzerindeki zâlimlerin egemen­liklerini kırıp, insanları hür iradeleriyle Allah’a kulluk yapabilecekleri bir ortama ulaştırabilmek içindir.
Hal böyleyken kimi İslâm düşmanları bu tür emirlere baka­rak, İslâm’ın saldırgan ve kan dökücü bir din olduğunu etrafa yaya­rak in­sanlar üzerinde kendi egemenliklerini sürdürmek istemekte­dirler.
Kimileri de tamamen bu sözlerin aksine, İslâm’ın savaşa ce­vaz vermediğini, ancak müdafa halinde cihadın meşru kılındı­ğını söyleyerek müslümanları uyutup, ellerindeki silahları alarak, böylece onlar üzerindeki egemenliklerini sürdürme çabasına gir­mektedirler. Kur’-an’daki bütün cihad emirlerinin ancak müdafa sa­vaşına mahsus olduğunu, müslümanlıkta kesinlikle taarruzun caiz olamadığını söyle­yerek, yurtta sulh cihanda sulh teraneleriyle müslümanları uyutmak istemektedirler.
Her iki grubun da niyetleri aynıdır. İki taraf da müslümanların si­lahlarını bırakıp kendilerine kul köle olmalarını emretmektedirler. Hattâ bu ve benzeri âyetlerin mensuh olduğunu bile iddia eden kimi âlim geçinen zâlimler de bu müstekbirlerin işini kolaylaştırmaktadırlar.
Hayır! Bunların tamamı yutturmacadan ibarettir. İslâm hiç­bir za­man müdafa dini değildir. İslâm yeryüzünde fitne kalmayın­caya ka­dar ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar müslümanlara silahı bırak­mamaları gerektiğini emreden bir dindir. Evet, bakın Medine’de bu konuda ilk gelen âyet şöyle diyor:
"Size harp açanlarla siz de Allah yolunda harp edi­niz!"
Size savaş ilan edenlerle. Müslümanlara savaş açmak de-mek; sadece silahlarla savaş açmak demek değildir. İnsanların İs­lâ-m’a girmelerini engellemek, insanlara İslâm’ı duyurmamak, İn­san­lara İslâm eğitimini yasaklamak, her türlü şeytani yolları yay­gınlaştıra­rak insanlarla İslâm’ın arasına barikatlar koymak, insan­ların cehen­nem yollarını kolaylaştırıp, cennet yollarına barikatlar koymak, müslüman-ları eziyet ve işkencelerle dinlerinden döndür­meye çalış­mak. Bunların her biri müslümanlara ve İslâm’a savaş açmak demek­tir.
İşte böyle İslâm’a savaş açanlarla siz de sava­şın. Sizinle savaşanların belini kırıp işini bitirin! Ama:
"Haddi aşmayın! Şüphesiz Allah aşırı gidenleri sev­mez."
Yâni savaş esnasında aşırı gidip yapılmaması gereken şey­leri yapmayın. Savaşta düşmanın organlarını kesmek gibi, ka­dınları, yaş­lıları, çocukları öldürmek gibi, savaşa katılmayan kim­seleri öldürmek, tarlaları, ağaçları tahrip etmek, ekinleri yakmak gibi veya harp ilanı yapmadan ansızın düşmânâ saldırmak gibi aşırılıklar yapmayın!
Dikkat ediyor musunuz, savaş anında bile Allah bunları ya­sak­lamaktadır. Buhârî ve Müslim’de İbni Ömer’in şöyle dediği ri­vâyet edi­lir: Peygamber (a.s) 'ın savaşlarından birinde savaş ala­nında öldürül­müş bir kadın bulundu. Allah’ın Rasûlü buna çok içerledi ve "ka­dınları öldürmeyin!" buyurdu.
Evet, savaş es­nasında bile bu tür aşırılıklar yasaktır. İnsanlığın ve tüm kâinatın sahibinin yasası böyledir. Bu yasayı koyan mülkün sahibi olan Allah’tır ve kul olarak kimsenin buna karşı çıkma imkânı yoktur.
191:"Onları nerede bulursanız öldürün! Ve sizi onla­rın çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın! Çünkü fitne katilden beterdir. Onlar sizinle Mescid-i Haram ya­nında harp etme­dikçe siz de onlarla harp etmeyin. Eğer onlar harp ederlerse siz de onlarla harp edin. İşte kâfirle­rin cezası böyledir."
Gerçekten Rasûl-i Ekrem (a.s) 'ın ve beraberindeki bir avuç müslümanın on üç yıllık Mekke dönemini zindana çeviren, onlara et­mediğini bırakmayan ve nihâyet on üçüncü yılın sonunda vatanlarını terk etmeye zorlayan bu kâfirlere karşı ne yapılacağını anlatan bir âyet. Öz vatanlarını terk etmiş, Medine gibi bir yurda kavuşmuş Müs­lümanlar, yavaş yavaş savaşla karşı karşıya kaldı­lar. Ama müslü-manların bu savaş emriyle karşı karşıya kalmaları pek de kolay olmadı.
Gerçi bu müslümanlar savaş istiyorlardı. Ama tam rahat bir nefes alabilme imkânına kavuştukları bir anda birdenbire böyle bir sa­vaş emri verilince de şöyle bir durakladılar. Fakat durumları ne olursa olsun, müslümanlar üzerine sürekli hücumlarını sürdüren, Allah’ın otoritesini ve müslümanların yeryüzünde varlığını hazme­demeyen bu kâfirlerle de mutlaka savaşılması gerekiyordu. Savaş kaçınılmazdı.
Bazen bu savaş plan ve programları, kâfirlerin de kutsal kabul ettikleri bazı gün ve gecelere de rastlıyordu. Yahut onlar kendileri du­rurken müslümanların kendilerine taarruzlarına pek iyi gözle bakmı-yorlar ve aleyhte yaptıkları propagandalarla müslümanların savaşçı bir özelliğe sahip olduklarını, savaşın dı­şında bir şey düşünmedikle­rini, fırsat bulurlarsa kendilerinin hep­sinin hakkından gelip, tamamını keseceklerini söyleyerek yaygara koparıyorlardı. Allahu Teâlâ bunla­rın yaygaralarına bakmayın! Hiç kulak asmayın! Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desin­ler siz onları dinlemeyin! Ve onları nerede bulursanız öldürün! Ve onların sizi yurdunuzdan çıkardıkları gibi siz de onları yurtla­rından çıkarın ve dünyayı onlara zindan edin! Buyurdu. E bu, bu kadar sertleşmek birden bire neden oldu? Çünkü:
"Çünkü fitne katilden beterdir."
Çünkü bu adamlar yeryüzünde egemenliklerini devam ettir­dik­leri sürece, yeryüzünde "Rabbim Allah!" demeye dahi kimseye müsa­ade etmeyecekler. Suçları sadece Rabbim Allah! demek olan, bunun dışında hiçbir günahı olmayan insanlara hayat hakkı tanımayan bu adamlara karşı çok net bir tavırla müslümanlara, onlara hayır tanı­ma-malarını, aman vermemelerini ve buldukları yerde onları öldürme­lerini ve fırsat buldukları zaman da Mekke’yi fethedip onları oradan sürmelerini emrediyor Rabbimiz.
Fitne nedir öyleyse? Biraz önce dediğimize bir tanım getire­cek olursak fitne, yeryüzünde İslâm’ın duyurulmasına, İs­lâm’ın tebliğine engel olan bir tavırdır. Yeryüzünde, Allah’ın ar­zında, Allah’ın mül­kün-de, Allah’ın kullarına, Allah’ın dinini çok rahat bir şekilde götürül­meli-dir. Hal böyleyken Allah’ın mülkünde Allah’a hayat hakkı tanıma­yan, Allah’ın dininin Allah’ın kullarına götürül­mesine engel olan tüm tavırlar fitnedir.
Dünya üzerindeki bugünün tüm kâfirleri gerek bilgi pla­nında, ge­rek kültür planında, gerek ekonomik ve siyasal planda İslâm’ın, Kur’an’ın ve Peygamberin gündeme gelmemesi için en son güçlerine varıncaya kadar engel olmaya çalışıyorlarsa işte bu en büyük fitnedir.
Bunlara karşı müslümanların güç ve kuvvete sahip olduk­ları bir savaş başlatıp, onların boyunlarını kırmak zorundadırlar ki; müs-lümanlar güç ve kuvvete sahip olmadıkları sürece zaten onlar müs-lümanların boyunlarını kırıyorlar, eziyorlar ve müslümanlara hayat hakkı tanımıyorlar. Müslümanlara hakim oldukları zaman savaş hak­kında iyi kötü hiç bir şey söylemezler. Hattâ savaş ge­reklidir derler, savaşın kutsallığından ve kaçınılmazlığından bah­sederler. Kâfirlerin müslümanlar üzerindeki hâkimiyetleri devam ettiği sürece savaşın çok iyi bir yol olduğu propogandasını yayar­lar ama bir gün devran dö-ner, müslümanlara karşı tavırlarında gevşeme olur, kendilerinin yavaş ya­vaş çöküşleri başlar ve müslümanların onlara hücuma geçtiklerini gördükleri zaman da çığırtkanlık yapmaya başlarlar. Efendim! Müslü­manlar adam öldü­rüyorlar! Müslümanlar can alıyorlar! Müslümanlar teröristtirler! Müslümanlar hayata karşıdırlar! Müslümanlar şöyle, müslümanlar böyle! Başlıyorlar yaygara yapmaya.
Meselâ şu anda dünya üzerinde elli yıldır yüz üzerinden yüz kere katillik yapan Amerika, bugün dünyada barış havarisi ama buna karşılık mazlum Filistin halkı teröristtir. Bunun sebebi işte aynen bu­radaki anlayıştır.
Yıllardır yurtlarından çıkarılmış, ezilmiş, hor görülmüş, ne­rede bulunurlarsa öldürülmüş bu müslümanlar, birdenbire yavaş yavaş biz de bizi öldürenleri öldürürüz! Demeye başlayınca bu müslümanlar yeryüzünün en terörist, en bedbaht, en şaki en kötü insanları haline getirilivermiştir. Halbuki şu anda yeryüzündeki en büyük kıtal hadise­lerinin baş sorumlusu olan Amerika, ama yeryü­zünde barışın, insanlı­ğın, özgürlüğün, adâletin havarisi kesilen yine Amerika.
Biraz daha ileri gidip, müslümanlar biraz daha güçlenip dünya­nın her tarafındaki kâfirleri sıkıştırmaya başladıkları an artık kâ­firler başlayacaklar yaygaraya. Bu müslümanlar şöyledir, bu müslümanlar böyledir, haddi zatında İslâm savaş dinidir, savaştan başka bir şey bilmez bunlar gibi sözlerle müslümanları mahkum ede­rek daha kötü bir konuma sokmaya çalışacaklardır.
Ama bilin ki müslümanlar haram aylarda da öldürseler, Kâbe’-nin avlusunda da öldürseler, yahut dünyanın herhangi bir böl­gesinde kâfirler kendilerine saldırmadan bu müslümanlar on­lara hü­cum ederek onları öldürseler de bu konuda müslümanlar yerden göğe kadar haklıdırlar. Çünkü kâfirlerin yeryüzünde, Al­lah’ın mülkünde, Al­lah’ın arzında İslâm’ın yayılmasına, Allah’ın ar­zında Allah’ın dininin duyurulmasına, İslâm’ın yayılmasına, Allah mülkünde Allah dininin gündeme gelmesine engel olmaları kıtal­den daha beterdir, savaştan çok daha kötü bir şeydir diyor Rabbimiz.
Bu yüzden hiçbir zaman müslümanlar bu konuda komplekse kapılmamalıdır. Efendim İslâm savaş dini değilmiş, ba­rış diniymiş, esasında müslümanlar savaş filan yapmamışlar da işte kendilerine savaş açanlara karşı müdafa savaşı yapmıştırlar gibi komplekslere girip de İslâm’ı olduğundan farklı gör­melerine, göstermelerine gerek yoktur. Allah’ın Rasulü Medine’de kendisine savaş emri verildiği andan itibaren giydiği zırhını hayatının sonuna kadar bir daha üzerinden hiç çıkarmamıştır.
Hattâ vefatı esnasında bile ordu hazırdır, Suriye taraflarına gi­decektir ve ordunun kumandanı da Hz. Üsame’dir. Dikkat ediyor mu­sunuz vefat ederken bile cihadı ihmal etmeyen böyle bir pey­gambe­rin, böyle bir dirilik yasasının, böyle bir canlılık dininin arka­sından bu­gün kâfirlerin bizi pasifize etmek için zaten İslâm barış dinidir, savaş dini değildir gibi, bazen İslâm sulh taraftarıdır, siz neye savaş istiyor­sunuz diyerek, bazen İslâm barbarlık dinidir, siz bundan vazgeçin! gibi şeytani yollarla bizi can evimizden vurma eylemlerine karşı bizler bu konudaki tavrımızı iyi gösterip, Rabbimiz bizden ne istiyorsa onunla ortaya çıkmak zorundayız. Ve bilelim ki İslâm’ın duyurulma­sına engel olan her davranış katil­likten daha beterdir, müslümanların çekinmeden bunu bertaraf etmek için öldürmeleri gerekmektedir.
"Onlar sizinle Mescid-i Haram yanında harp etme­dikçe siz de onlarla harp etmeyin. Eğer onlar harp eder­lerse siz de onlarla harp edin."
Mescid-i Haram’da öldürmek yoktur, çünkü Rabbimiz ora­sını emniyet mahalli kılmıştır. Rabbimiz, -daha önce âyeti görmüş­tük- Hz. İbrahim’in duasını kabul buyurarak bu beldeyi emniyetli bir belde kıl­mıştı.
"Biz Kâbe’yi insanlar için sevap yeri ve her türlü düşman taarruzundan emin bir sığınak yapmıştık."
(Bakara: 125)
"Kim ona sığınırsa emniyettedir."
(Âl-i İmrân: 97)
Evet Mescid-i Haram bölgesinde savaşmak yasaktır. Al­lah’ın Rasûlü buyurur ki:
"Bu belde Allah gökleri ve yeri yarattığı günden beri haram kılınmıştır. Kıyamete kadar da haram olarak kalacaktır. Doğrusu orada savaşmak benden önce hiç kimseye helâl olmadı. Ancak Allah sadece günün belli bir bölümünde orada öldürmeyi bana helâl kılmıştır. Fakat artık orası kıyamete kadar haramdır. Ağacı ke­silmez, otu koparılmaz ve orada savaşmayanla da sava­şılmaz. Kim orada savaş açılabilir, insanlar öldürülebi­lir derse ve bana verilen ruhsatı delil getirirse, ona Al­lah sadece Rasu-lullah’a savaş izni verdi sana bu izni vermedi deyin."
(Buhârî ve Müslim)
Ama Allah buyuruyor ki eğer öncelikle onlar savaşı başlatır­larsa o takdirde siz de onlarla savaşır ve öldürürsünüz onları. Yâni Mescid-i Haram’ın yanında onlar sizi öldürmeye baş­lamışlarsa efen­dim burada savaş haramdır diyerek onların sizi öl­dürmelerini bekle­meyin hemen siz de onları öldürün diyor Rabbimiz.
"İşte kâfirlerin cezası böyledir."
Yâni küfrün ve kâfirliğin cezası ölümdür, öldürülmektir. De­mek ki bu âyetten anlıyoruz ki küfür bir suçtur. Ve kayıtsız şartsız suçların en büyüğüdür. Bu büyük suçu işleyenlerle savaşmak ca­izdir.
192: Evet vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah bağışla­yan­dır, merhamet edendir."
Eğer vazgeçerlerse. Neden vazgeçerlerse? Düşmanlıkların-dan vaz geçer­lerse veya savaştan vazgeçerlerse ya da tevbe ederek, müslüman olarak kâfirlikten vazgeçerlerse, bilsinler ki Allah, Ğafur ve Rahim­dir. Eğer tevbe ederler, iman ederler, yaptıkları şeylere son ve­rir­lerse Cenab-ı Hakk’ın tevbe kapısı asla kapalı değildir onlar için. Allah Ğafur ve Rahimdir. O yıllarca küfür içinde hayat süren bu in­sanla-rın, bu kâfirlerin müslümanlığını da Allah kabul eder. Çünkü Cenab-ı Hak şirkin dışında tüm günahları affedeceğini bize bildir­miş­tir.
Bu âyetinde Allah buyuruyor ki eğer onlar vazgeçerler, düş­manca bir tavırdan, zâlimce bir tutum içine girmekten vazge­çerler, si­zin hâkimiyetinize evet deyip, Allah’ın otoritesini kabul eder bir tutum ve tavır içine girerek sizin emanınızı tercih eder­lerse, o zaman siz de vazgeçip artık onları öldürmeyin! diyor Rabbimiz. Yâni sizler, ey müs-lümanlar, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlan­maya çalışın, bakın Allah bu tür insanlar için, o en azılı kâfirler için bile nasıl af kapısını kapatmı­yorsa, sizler de aynen Allah’ın yaptığı gibi yapın, affedin onları ve onlar savaşı bıraktıkları an siz de bı­rakın savaşı.
İslâm’a savaş açan birisi ne kadar da müslüman öldürmüş olursa olsun, ne kadar da müslümanlara eziyet vermiş olursa olsun, tevbe edip İslâm’a girdiği andan itibaren önceki işlediği suçların­dan asla sorumlu değildir. İşte Allah’ın Ğafur ve Rahim sıfatı öyle kimseler hakkında bu şekilde tecelli ediyor.
193:"Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın olun­caya kadar onlarla harp edin. Eğer harbe son ve­rir­lerse artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur."
Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın olun­caya kadar onlarla savaşın diyor Rabbimiz. Fitne konusunda bundan önceki âyette bir şeyler demeye çalışmıştım. Fitne, küfür ve şirk de­mektir. Yeryüzünde küfür ve şirkten eser kalmayıncaya kadar müslü-manların savaşı sürecektir öyleyse.
Önceki âyette ne demişti Rabbimiz? Fitne, kıtalden beterdir buyurmuştu. Fitne, adam öldür­mekten daha beterdir buyurmuştu. Çünkü öldürmenin acısı çabuk ge­çer; ama fitnenin tesiri çok uzun süre devam eder. Öl­dürmek insanı sadece dünyadan çıkarır, ama fitne ise insanı hem dinden hem dün­yadan eder. İnsanı dininden, insanı vatanından çıkarmak gibi fitneler, belâ ve sıkıntılar, gerçekten öldürmekten çok daha beterdir. Ölümü temenni ettiren şeyler ölümden daha beter şeylerdir. Gözünün önünde hanımına kötülük edildiğini görmek­tense oracıkta bin defa ölmeyi tercih eder bir müslüman.
Öyleyse yeryüzünde şirki, küfrü yaymaya çalışmak, Al­lah’ın di­nini ve yasaların çiğnemek, mü'minleri zorla dinlerinden döndürüp onları kâfirleştirmek için programlar yapmak; onların öl­dürülmelerin­den daha beter ve daha ağır bir suçtur. İslâm’a girmiş insanları dinle­rinden döndürebilmek için çeşitli yollar, çeşitli işken­celer deniyorlardı Mekke müşrikleri.
Bunun üzerine Allah buyuruyor ki; işte böyle fitnelerle mü'min-lerin dinlerinden dönmeye zorlanmaları, adam öldürmekten çok daha beterdir. Öyleyse ey müslümanlar, hiç çekinmeden siz de bunu ya­panlarla savaşın! Ta ki bu tür işkenceler ve fitnelerin kökü kazınsın di-yordu Rabbimiz.
Fitne şiddete başvurarak bir fikri, bir inancı ortadan kaldır­ma-ya çalışmak demektir. Kan dökmek çok kötü bir şey olmasına rağmen, insanları dinlerinden, inançlarından zorla vazgeçirip eze­rek, bellerini ve gururlarını kırarak onları kendi inançlarını benim­semeye zorlamak bundan çok daha kötü bir şeydir. İşte böyle tar­tışıp anlaşmak yerine veya herkesin inancına saygı göstermek ye­rine vahşi gücü seçen in­sanlarla savaşmak, mü'minlerin yeryü­zünde en büyük görevlerinden birisidir.
Allah düşmanları, müslümanlara eziyet vermek veya müslü-manlardaki İslâmî ruhu öldürmek maksadıyla yeryüzünün her yerinde çeşitli tuzaklar kurmaya başlayınca, bütün bu fitneleri kaldır­mak için tüm müslümanlar üzerine savaş vacip olacaktır. Kâfirlerin Allah’ı in­kârları, Allah’a şirk koşmaları, insanları Allah yolundan alıkoymaları, İslâm eğitiminden mahrum bırakarak insanları Ce­henneme doğru sevk etmeleri, gönlüyle ve kendi kıt kanaat im­kânlarıyla bulduğu İs­lâm’dan onları küfre çevirmeye çalışmaları, ölümden daha beter bir suçtur.
Fitne dine tecavüzdür, dinin tebliğini yasaklamak demektir. Din­sizlik öğretimini teşvik ederek din eğitimini, din hürriyetini ya­sak­lamak demektir fitne. İşte yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din yal­nız Allah’ın oluncaya kadar savaşın onlarla diyor âyet-i ke­rîme.
Din, takip edilen yol demektir. Din, hayat tarzı demektir. Din, toplumun uymak zorunda olduğu kurallar, kanunlar manzumesi ve hayat tarzı demektir. Bu mânâda dinsiz bir toplum düşünülemez. Ka­nunsuz, kuralsız, sistemsiz bir toplum düşünülemez. Her top­lumun mutlaka uymak zorunda olduğu bir dini, bir sistemi ve ka­nunları var­dır. Ancak dinler, sistemler iki türlüdür. Allah tarafından belirlenmiş hak dinler, hakka dayanan sistemler, bir de insanlar ta­rafından gelişti­rilmiş, ortaya atılmış bâtıl dinler, bâtıl sistemler. Bu mânâda komü­nizm bir dindir, Kapitalizm bir dindir, demokrasi de bir dindir. Çünkü bunlar da toplumun uyması gereken sistemler, kanunlar manzumesi­dir.
Ve tarih boyunca gelen tüm peygamberler, insanlar tarafın­dan ortaya atılmış bu bâtıl dinlerle, bu bâtıl sistemlerle mücâdele ederek onları kaldırıp, yerine Allah’ın sistemini ikâme etmeye ve böylece Al­lah’ın kullarını, kulların sistemlerine ve dinlerine uyarak onlara kulluk etmekten kurtarıp yalnız Allah’ın dinine, Allah’ın sis­temine kul olmaya çağırmışlardır. Değilse bu yüce din yeryüzünün her bir bölgesinde hüküm ferman olan devlet ve hükümetler için itaatli kullar ve köleler yetiştirip hazırlamak için gelmemiştir. Barış ve itaatten yana uysal vatandaşlar hazırlayacağına dair tüm yer­yüzü tâğutlarına söz veren bir din değildir İslâm dini. İslâm dininin görevi sadece itikadî ve ahlâkî bazı kurallara göre insanları yetişti­rip, yetiştirdiği bu insanları da içinde bulundukları sistemlere satan bir din değildir ki tüm bu bâtıl dinler, bâtıl sitemler kendilerine uyum sağlayan uysal müslümanlar bulsunlar karşılarında.
Eğer Mekke’de yaşayan bu müslümanlar, içinde bulunduk­ları düzene teslim olup, iyi bir vatandaş olmayı tercih etselerdi, vatanlarını terk etmek şöyle dursun burunları bile kanamazdı. Hz. Mûsâ, Fira­vun’un dinine ve sistemine karşı Allah’ın diniyle kıyam etmeseydi, kı­lına bile dokunulmazdı. Hz. İbrahim, Nemrutun siste­mine rıza göster­seydi, başına gelenlerin hiç birisi gelmeyecekti.
Kimileri din deyince sadece ibâdete yönelik birtakım kural­lar manzumesi anlarlar. Halbuki din, fert ve toplum hayatının tü­münü dü­zenleyen bir sistemdir.
Eskiler, İslâm biraz daha güzel anlaşılsın diye onu ibâdet ve muamelat diye ikiye ayırmışlar.
A: Dinin, insanların Al­lah’la ilgili münâsebetlerini düzenleyen bölümüne ibâdet,
B: İnsanların insanlarla ilişkilerini düzenleyen almak, satmak, evlenmek, boşan­mak, borçlanmak, gibi bölümüne de muamelat demişler.
Tarih bo­yunca ibâdet dediğimiz Allah’la kul arasındaki ilişkileri düzenleyen prensipler de Allah’ın kitabından, muamelat dediğimiz kulun kullarla ilgili ilişkilerini düzenleyen prensipler de Allah’ın kitabından alındığı için müslümanların hayatında tevhid vardı. Ama gün geldi ki ibâdet denen kulun Allah’la ilgili münâse­betlerini düzenleyen prensipler Al­lah’ın kitabından; ama kulun kul­larla ilgili muamelelerini içeren pren­sipler parlamentodan alınmaya başlayınca müslümanların hayatında şirk başlamıştır. İşte, Allah buyurur ki; hayatın tümünde din yalnız Allah’ın olun­caya ve yeryüzünde Allah’ın kullarının Allah’ın dinine ulaş­malarını engelleyen, din eğitimini engelleyen, Allah’ın dinini tercih etmiş kişileri dinlerinden döndürebilmek için yapılan tüm fitneler, tüm barikatlar ve tüm engeller kalkıncaya kadar savaşın. İslâm’ın savaşı, bunlar yeryüzünde gerçekleşene dek süre­cek­tir.
"Şâyet onlar buna son verirlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur."
Dinin önünde engel olmaktan, İslâm’ın tebliğine engel ol­mak­tan, İslâm’ın önüne barikatlar koymaktan, insanların din ve vicdan öz­gürlüklerini kısıtlamaktan ve dindarları dinlerinden dön­dürmek için onlara zulmetmekten vazgeçerler, Allah’ın otoritesini ve müslümanların varlığını kabul ederlerse, artık zâlimler müstesna, on­lara düşmanlık beslemeyin diyor Rabbimiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder