154:"Allah yolunda öldürülenlere
(Şehidlere) de ölüler demeyin. Hayır onlar ölü değil diridirler, ama siz bunu
hissedemezsiniz, sezemezsiniz."
Allah yolunda öldürülmüş şehidlere
ölüler demek yasaklanmıştır. Çünkü onlar diridirler, ama siz onların
hayatlarını hissedemez-siniz. Çünkü bu hayat zâhirî hislerle hissedilebilecek
bir hayat değildir.
Allah yolunda öldürülenler, şehidler
diridirler ve Rableri katında en güzel rızıklarla rızıklandırılmaktadırlar.
Şüphesiz ki onların nasıl rızıklandırıldığını
bizler bilemeyeceğiz. Ama şu kadarını biliyoruz ki; onlar bize sürekli
mesajlar vermekteler. Allah’ın dinini canlılıkla muhafaza ettirmede rollerinin
olduğunu da bileceğiz. Bir şehidin sürekli bizim karşımızda, bizim dünyamızda
yayın yaptığını ve yaptığı yayınlarla sürekli olarak bize şunu hatırlattığını
görüyoruz. Lâkin hayatta olan, canlı olan birilerinin, hattâ en büyük âlimlerin
hocaların böyle bir mesaj veremediklerini de biliyoruz. Hiçbir kimsenin hiçbir
mesaj vermediği bir ortamda, herkesin durgun, statik bir hayat yaşadığı bir
ortamda, yıllar önce ölen ve de adı Yâsîn sûresinde ebedîleşen adsız bir şehidin
sürekli olarak bize verdiği mesaj ise bakın şöyle :
"Keşke kavmim bir bilebilseydi Rabbimin
bana mağfiret ettiğini ve de beni mükramundan, ikrama boğulanlardan
kıldığını."
(Yâsîn 27)
Bu büyük bir şeref, büyük bir ecir ve
nîmettir. İşte şehidin, Allah yolunda ölen birinin canlılığını koruduğunun ve
sürekli bize mesaj ulaştırdığının bir kanıtı ve ispatıdır. Kıyamete kadar Yâsîn
sûresini okuyan herkese ulaştırılan bir mesaj. Görünüşte ölmüşler bunlar, toz
toprak olmuşlardır, adları sanları kalmamış, nerelerde oldukları da belli
değildir. Ama dünyanın her bir yerinde canlarını Allah için fedâ etmiş olan,
Allah’tan başka İlâh olmadığının şehâdetini canlarıyla ispat eden, Allah’ın ölü
demeyi yasakladığı bu insanlar, sürekli bize mesaj sunuyorlar. Bakın Âl-i İmrân
sûresindeki âyetin devamında bu diriliğin biraz daha açıklanmasını şöyle
görüyoruz:
“Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın,
bilâkis Rableri katında diridirler.
“(Âl-i İmrân
169)
“Allah'ın bol nîmetinden onlara verdiği
şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşamayan
kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde
etmek isterler.”
(Âl-i İmrân
170)
“Onlar Allah'tan olan bir nîmeti, bolluğu ve
Allah'ın, mü’minlerin ecrini zâyi etmeyeceğini müjdelemek
isterler.”
(Âl-i İmrân
171)
Allahu Teâlâ onlara o kadar fazıl ve nîmet
veriyor ki; onlar bunlarla sevinip coşuyorlar. Arkalarından henüz onlara
kavuşmamış olanlara da müjdeler veriyorlar. Onlara korku da yok, mahzun olmak da
yok, keder de yok sıkıntı da yok. Cehenneme gitme korkusu da yok, ama cenneti
kaybetme üzüntüsü de yok diyorlar. Yine Allah’tan bir nîmet, bir fazilet, bir
üstünlüğü müjdeliyorlar. Ve Allahu Teâlânın mü'minlerin hiçbir zaman ecirlerini
zayi etmeyeceğinin mesajını veriyorlar sürekli. Sürekli şehâdetin yayınını,
cennetin yayınını ve mesajını yine şahitler okuyorlar.
Gerek oradaki, Âl-i İmrân’daki âyetler,
gerekse Bakara’daki bu âyetler ölümle hayatın bitmeyeceğini, ölümden sonra da
hayatın devam edeceğini anlatır.
Şehid davasına başını koyacak kadar
şehâdet eden kişi demektir. Şehid davasının dirilişi için, başkalarının
dirilişi için canını fedâ eden kişi demektir. Onun içindir ki şehid, diridir. O
yüzden şehidler ölüler gibi yıkanmazlar. Yıkanmak, ölünün cesedini temizlemek
demektir. Onlar zaten temiz oldukları için yıkanmazlar. Cenaze namazları da
kılınmaz onların, çünkü onlar ölmemişlerdir. Kefenleri şehidlik elbiseleridir.
Yaşarken giydikleri elbiseleri ölürlerken de giyerler. Zira onlar öldükten
sonra da yaşarlar.
Diridirler onlar, zira onlar
yakınlarını diriltirler. Onların ayrılıkları, yakınlarını asla üzmez,
ayrılıkları arkalarında kalanlara asla zor gelmez.
Bu kavram asrımızda çok çarpıtılmıştır.
Sadece Allah için, Allah’ın dininin hâkimiyeti için öldürülenler şehiddir.
Bunun dışındakilerin kesinlikle şehidlikle ilgisi, alâkası
yoktur.
Ebu Dâvûd'da Ebu Mûsâ El-Eşari’den
rivâyet edildiğine göre adamın biri Rasulullah’a sordu: Ey Allah’ın Rasûlü
adamın birisi şecaat için, kahramanlık için savaşır. Bir başkası hamiyet için,
ırkçılık için savaşır. Bir başkası da riya için, gösteriş için savaşır.
Bunlardan hangisi Allah yolundadır? Allah’ın Rasûlü buyurdu
ki:
"Kim ki Allah’ın kelimesi ali olsun,
Allah’ın dini hakim olsun diye savaşırsa, işte Allah yolunda olan
budur."
Şehidlik, peygamberlik mertebesinden
sonra en yüce merte-bedir. Allah’ın Rasûlü:
"Ne kadar isterdim bilemezsiniz! Allah
yolunda şehid olayım! Sonra Allah beni diriltsin bir daha şehid olayım! Sonra
Allah beni ihya etsin bir daha şehid olayım!"
Buyurarak kendisinin ihtiyacı
olmadığı halde ümmetine bu konuda bilgi veriyor.
Peki bu iş neye böyle oluyor? Neden
böyle aramızdan birileri gidecek? Halbuki insanlar ölmeden hayatlarını devam
ettirselerdi olmaz mıydı? Yâni uzun ömürlü bir hayat veya ölümsüz bir hayat
olmaz mıydı? Hayır bakıyoruz savaş yapan toplumlar da ölüyorlar, savaş yapmayan
toplumlar da ölüyorlar.
Meselâ şu anda yetmiş seksen yıldır
savaşı terk etmiş, yurtta sulh cihanda sulh demiş bir toplumun üyesiyiz, böyle
bir toplumun içinde yaşıyoruz. Çevremizde savaşan toplumlar var, onları da
müşahede ediyoruz, evet onlardan da bizden de onlarca binlerce kişi ölüyor.
Onlar bir savaş meydanında bir kurşun veya bir şarapnel parçasıyla hayata veda
ederlerken, bizler de yataklarımızda bir başka usulle yine hayata veda
ediyoruz.
Yâni şurası kesin bir yasa ki ne
savaş içinde olanlar hemen ölecekler, ne de yatağında yatanlar hep
yaşayacaklardır. Savaş içinde olanlar ölümle diriliş arasındadır, barış içinde
olanlar da ölümle diriliş arasında bulunmaktadırlar. Zaten ecel geldikten sonra
ne bir saat öne ne de bir saat sona alınmayacaktır. Bu Allah’ın yeryüzünde
işleyen kanunudur, kimse bunun dışına çıkamayacaktır.
155:"Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık,
biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltmekle behemehal imtihan
edeceğiz. Sabredenleri müjdele."
Korku ölüm korkusu, düşman korkusu,
kıtlık ve açlık korkusudur. Eksiklik de mal ve can eksikliği, evlât ve kazanç
eksikliğidir. Ce-nab-ı Hak iman edenlerin başına bu tür şeylerin geleceğini
önceden haber veriyor. Düşman ve ölüm korkusu, kıtlık ve fakirlik, malların
eksiltilmesi, canların, çocukların, akrabaların ve sevdiklerin ölümleriyle,
hastalıkla ve ürünlerin eksiltilmesiyle imtihan edeceğini haber veriyor ve
sonunda da buyuruyor ki; sabredenlere müjdeler olsun.
Zaten gerçek mânâda iman eden kişi,
iman ettiği andan itiba-ren malını, canını, çoluk çocuk sahip olduğu herşeyini
Allah yolunda fedâ etmeye hazır olduğunu ikrar etmiş kişidir. Allah bütün
bunları cennet karşılığında mü'minden satın almıştır.
“Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp,
öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarını ve mallarını cennete karşılık satın
almıştır.
(Tevbe 111)
Evet, mü'minler mallarını ve canlarını
cennet karşılığında Allah’a satmışlardır. Mal da can da zaten Allah’ındır.
Nîmeti veren istediği zaman onu geri alabilir. Eğer bir şey Allah yolunda
harcanmışsa, kesinlikle o doğru yolda harcanmıştır.
Yeryüzünde her türlü küfür, şirk ve
azgınlık güçlerine karşı duran, tüm dünyada Allah’ın iradesini hakim kılmaya
çalışan mü'minler-den Allah şunu istemektedir: Bu yolda mallarından,
canlarından, ürünlerinden, ticaretlerinden eksilmeler gibi bir kısım
belâlarla, iptilalarla karşı karşıya geldikleri zaman bunu bir imtihan olarak
karşılamalılar ve sabretmelidirler. İşte Allah mü'minlerden bunu
istemektedir.
Bilelim ki bütün bu belâlar insanın
imanını, iradesini ve dayanıklılığını güçlendiren hayatın deneyimleridir. Bu
imtihanlar sayesinde mü'min güç ve kuvvet sahibi yegâne varlığın Allah
olduğunu, insanın âciz olduğunu, kendisinin hadiselere müdahale edemeyecek
kadar güçsüz olduğunu Allah’ın mülkü olduğunu anlayacaktır. İnsan, kendisi mülk
olunca Mâlik’e karşı herhangi bir itiraz hakkına da sahip
değildir.
E, efendim dünyada bunlar olmasın!
Hastalık olmasın! Ölüm olmasın! Sıkıntı, keder olmasın! Bunlar güzel
temenniler, ama hayat hiç de böyle değildir. Bakıyorsunuz bir korku, bir kâfir
korkusu, bir düşman korkusu, ya da başka korkular bizi sarıveriyor. İşte bu bir
imtihandır. Acaba bu korkuyla karşı karşıya kalan insan ne yapacak? Gerçekten
Rabbine güvenebilecek mi? Veya meselâ sürekli iyi doymaya alışık olan bizler
bir anda açlıkla karşı karşıya bırakılıveriyoruz. Veya bazen mallarda
noksanlıkla karşı karşıya geliveriyoruz. Çok kazanıyor iken bir anda
bitiveriyor. Güçte kuvvette noksanlık, çok güçlüsünüz ama bir anda gücünüz
kuvvetiniz bitiveriyor, ihtiyarlık hastalık gelip belinizi büküveriyor. Ve
meyvelerde, ürünlerde noksanlıklar, kıtlıklar, sıkıntılar ve yokluklar. İşte
bütün bunlar karşısında:
Sabredenlere müjdele. İşte bütün
bunları size biz verdik ve verdiklerimizle sizleri imtihana tabi tutarız, diyor
Rabbimiz. Sabredenlere müjdele.
Bu konuda pek çok hadis vardır.
Burada yeri gelmişken onlardan bazılarını okuyalım
inşallah.
“Ebû
Saîd Sa’d ibn Sinân el Hudrî (r.a)’den rivayet edildiğine göre ensardan bir
kısmı Rasûlullah (s.a.v.)’ den bir şeyler istediler O da verdi, tekrar istediler
yine verdi, sonunda yanındaki mal bitti. Elindeki olan her şeyi verdikten sonra
onlara şöyle dedi:
“Yanımda mal olsaydı
sizden esirgemezdim, kim istemekten çekinir iffetli davranırsa Allah onun
iffetini artırır, kim tokgözlü olmak isterse Allah onu başkalarına muhtaç
olmaktan kurtarır, kim sabretmeye gayret ederse Allah ona sabır verir, hiçbir
kimseye sabırdan daha geniş ve hayırlı bir şey
verilmemiştir.”
(Buhârî,
Zekat 50; Müslim, Zekat 126)
Mü’min
için en sağlam siper sabırdır. Sabrı sayesinde mü’min fakir de olsa zengin de
olsa rahat ve huzurludur. Sabretmeyi bilmeyen ve istemekten vazgeçmeyenler
zengin de olsalar fakir de olsalar doyuma ulaşamazlar, asla doymazlar. Kişi
zamanın her türlü bela ve sıkıntılarına karşı kendisini sabırla frenleyip hem
dünya hem de ahiret kazançlarını elde edebilir.
Ebû
Yahyâ Suheyb ibn Sinân (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v)
şöyle buyurdu:
“Mü’minin durumuna
gerçekten hayret edilir. Zira her durumu onun için hayır sebebidir, bu özellik
sadece mü’minlerde bulunur. Çünkü sevinecek olsa şükreder bu onun için hayırdır,
başına bir bela gelse sabreder bu da onun için bir
hayırdır.”
(Müslim,
Zühd 64)
Enes
ibn Mâlik (r.a)’den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.v) çocuğunun
mezarı başında bağırarak ağlamakta olan bir kadı-nın yanından geçmişti ve ona:
“Allah’a karşı sorumlu
olduğu-nu düşün ve sabret” buyurdu.
Kadın: Geç git, çünkü benim başı-ma gelen senin başına gelmemiştir dedi.
Peygamber (s.a.v.)’i tanı-yamamıştı. Kendisine O’nun Peygamber (s.a.v) olduğunu
söylediler. Bunu duyar duymaz Peygamber (s.a.v.)’in kapısına geldi, kapıda
ka-pıcılar bulunmadığını gördü ve: Ben sizi tanıyamamıştım dedi. Pey-gamber
(s.a.v) de: “Asıl sabır felaketin
ilk anında olanıdır” buyurdular.
(Buhârî,
Cenâiz 32; Müslim, Cenâiz 14)
Ebû
Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Allah: Mü’min kulumun
dünyada sevdiği dostunu aldığım zaman, o kimse sabredip mükafatını benden
bek-lerse karşılığı cennettir.”
buyurdu. (Buhârî,
Rikak 6)
Ebû
Saîd ve Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Ra-sûlullah (s.a.v) şöyle
buyurdu:
“Herhangi bir müslümanın
başına gelen yorgunluk, hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan ayağına batan
di-kene kadar her şeyi Allah müslümanın hata ve günahla-rının bağışlanmasına
sebeb kılar.”
(Buhârî, Merda 1;
Müslim, Birr 49)
Enes
ibn Mâlik (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (a.v) şöyle buyurdu:
“Başına gelen bir
musibetten dolayı hiçbir kimse ölmeyi istemesin. Mutlaka böyle bir şey temenni
etmek zorunda kalırsa; Allah’ım benim için yaşamak hayırlıysa beni yaşat, ölmek
hayırlıysa beni öldür desin.”
(Buhârî, Merda 19; Müslim, Zikir 10)
Enes
ibn Mâlik (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (a.v) şöyle buyurdu:
“Allah iyiliğini
istediği kulun cezasını dünyada verir, fenalığını istediği kulun cezasını da
kıyamet günü güna-hını yüklenip gelsin diye dünyada vermez.” Peygamberi-miz (s.a.v)
devamla buyurdu ki: “Mükafatın
büyüklüğü bela ve musibetin büyüklüğüne göredir. Allah sevdiği top-luluğu belaya
uğratır. Kim başına gelen bela ve musibet-lere razı olursa Allah ondan hoşnut
olur. Bir kimse başına gelen bela ve musibetleri öfke ile karşılarsa o da
Allah’ın gazabına uğrar.”
(Tirmîzî,
Zühd 57)
Peki nasıl sabredeceğiz? Ölümle,
korkuyla, açlıkla, mallarda ve ürünlerde noksanlıklarla imtihan edilen bir
kimse, nasıl sabredecek? Veya nasıl övgüye lâyık olacak?
156:"Mü'mine eziyet veren herhangi
bir şey başına geldiği zaman derler ki:"
"Biz Allah’ınız, Allah’tan geldik ve
Allah’a döneceğiz."
Nasıl olsa Allah’tan geldik, bizi
yoktan var eden Allah, nasıl isterse öylece bizi imtihan eder derler ve
başlarına gelen ne olursa olsun sabrederler. Bu gerçekten büyük bir iman ve
büyük bir iştir.
Biz yoktuk. Bundan elli sene öncesine
gidelim belki şuradaki-lerden hiç birimiz yoktuk. Ama bakıyoruz elli yıl sonra
bizler varız. Ellerimiz var, ayaklarımız var, gözlerimiz, kulaklarımız var,
mallarımız mülklerimiz var, kadınlarımız, çocuklarımız var, dükkanlarımız,
tezgahlarımız var, atlarımız arabalarımız var, talebelerimiz, hocalarımız var.
Ama elli yıl önce bunların hiçbirisi yoktu ve bir gün bunların hiçbirisi
olmayacak. Bir bakmışınız ki, bizler de sahip olduklarımız da hepsi hayal olmuş.
Bir varmış bir yokmuş. Hattâ öyle bir zaman gelecek ki; var mıydı, yok muydu,
kimsenin hatırına bile gelmeyeceğiz.
Tıpkı şu anda bizlerin yüz-yüz
elli sene önce yaşayanların üzerlerinde tepe tepe gezdiğimiz gibi, bizden önce
yaşayanları şu anda hiç birimizin hatırlamadığı gibi. Acaba yahu bu toprağın
altında şu zavallı garip biri vardı, kral vardı, prens, prenses vardı, ya da bu
toplumun ağaları, beyleri vardı filan bile demeden basıyoruz tekmeyi geçip
gidiyoruz. Yarın bizim üstümüze de basıp geçecek birileri. A! Bir zamanlar
burada birileri varmış, hacılar, hocalar varmış, ders yapıyorlar-mış, Kur’an
sünnet okuyorlarmış filan diye kimsenin hatırına bile gelmeyecek. İşte madem ki
hayat buysa, hayat böyleyse ve bu hayatın sonunda biz mutlaka dirilecek ve bir
hesap vereceksek, o zaman bunu çok rahat
kabullenebilmeliyiz.
Yâni bu sözleri söylemek çok kolaydır,
yâni bunu dille ifade etmek kolaydır, ama biz gerçekten belâ ve musîbetlerle
karşı karşıya kaldığımız zaman söylemek çok zordur. Zaten Rasulullah’ın
hadislerinde:
"Gerçek sabır sadme-i
ûlâdadır."
Musîbet haberi kişiye ilk verildiği
anda, o sadmeyle ilk defa karşı karşıya kaldığı anda sabretmesi gerçek sabırdır.
Yâni baban öldü haberi kişiye ilk verildiği zaman, o anda, o ilk sadmeyle karşı
karşıya kaldığı zaman sabretmesi sabırdır. On gün sonra, bir yıl sonra ona
sabret demenin anlamı kalmamıştır, zira artık alışmıştır. Hemen
anında:
Diyebilmeliyiz yâni.
157:"Onlar için Rablerinden salavat vardır,
mağfiret vardır ve gerçekten hidâyete erenler, kurtuluşa erenler
bunlardır."
Bu âyetlerden sonra konu bir sembole
geçiyor, bir şiar an-latıyor Rabbimiz bize:
158:"Muhakkak ki Safa ve Merve
Allah’ın şeai-rindendir. Şimdi her kim Kâbe’yi hacceder veya umre yaparsa
onların ikisini de tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim de tatavvu yaparsa
(yâni kim nafile iş yaparsa, kim gönlünden koparak bir hayır işlerse) bilsin ki
Allah şükredenleri bilir, Allah şakirdir ve herşeyi bilendir."
Yâni Safa ve Merve Allah’ın
sembollerinden, Allah’ın alâmet-lerindendir.
Şeair; alâmet demektir, sembol
demektir. Mâide sûresinde başka şeairden de bahsediyor Rabbimiz. Mescid-i Haram,
haram aylar, Kâbe’ye gönderilen kurbanlıklar gibi. Şeair, bazen bizzat
ibâdetin kendisi için, bazen de ibâdetin yerleri için kullanılır. Bu mânâda
ezan, cemaatle namaz, cuma ve bayram namazları, hac, camiler, minareler, safa,
merve bunların hepsi Allah’ın şeairindendir, dinin alâmetlerindendir,
sembolleridir.
Safa ve Merve de bunlardan biridir. Her
ikisi de birer tepe biliyorsunuz. Ama bu iki dağ, bu iki sembol bize imamımızı
hatırlatıyor. İbrahim’i (a.s), onun hanımı Hacer anamızı ve onun oğlu İsmail’i
(a.s) hatırlatıyor. Yâni Safa ile Merve’yi hatırlamak bir anda onlarla karşı
karşıya gelmek demektir.
İbrahim (a.s) şu anda Kâbe’nin
bulunduğu yere anamız Ha-cer’i bırakır. Yanlarında birazcık bir kırbada suyla
birazcık da hurma vardır. İbrahim (a.s) karısı Hacer’le oğlu İsmail’i orada
yalnız bırakıp giderken arkasına dönmemek zorundadır. Hacer anamız arkasından
koşarak bağırır, nereye gidiyorsun Ey İbrahim? Bunu sana Allah mı emretti? Yoksa
kendin mi istedin? Allah emretti buyurunca, haydi git öyleyse bunu emreden
Rabbim bizi koruyacaktır buyurur. Bu tevekkülün zirvesidir. Yapayalnız bir
kadının, ve şu anda da Kâbe’yi tavaf etmek için gelen bütün insanlığın Kâbe’yle
birlikte tavaf ederek kendisini hatırlamak zorunda kaldığı bir kadının,
rivâyetlere göre; bir zenci kadının Allah’a tevekkülde bu kadar zirvede olması,
işte bu kadın adına o iki dağı Allah’ın şiarı haline getirecektir. Ve kıyamete
kadar bütün insanlık bunu hatırlayacaktır.
Öyleyse Allah bize yeter
diyebilmeli müslüman. En kötü şartlar altında bile Allah var ya ne gam! O bize
yeter diyebilmeyi becerebilmelidir müslüman. Yalnız da kalsak, zindanda da
olsak, ıssız, kimsesiz, yiyeceksiz, içeceksiz bir yerde, bir ortamda
kalacaksınız ve de bunu size Allah emredecek, siz de evet diyebilecek ve
tevekkül edebileceksiniz Allah’a.
Ve bakın sabır âyetlerinden sonra hemen
Safa ve Merve âyetleri geliyor. Evet bir kadın buna sabredebilmişse, bu
yokluğa, bu sıkıntıya öyleyse biz de sabretmek zorunda kalacağız.
Yanlarındaki su ve yiyecek biter. Su ve
yiyecek araştırmasına başlar. İşte hemen yakınında Safa ve Merve tepesi. Bir o
tepeye bir bu tepeye koşmaya başlar. Acaba su var mı? Acaba gelip giden
birileri var mı? Yedi defa gidip gelir, ama suyu bulamaz. Ama bir emirdir bu,
koşacak ve Allah’ın emriyle suyu arayacaktır. Hayatı arayacaktır, direnç
gösterecektir, Allah’ın emirlerine boyun eğecek, Allah’ın yasalarını
araştıracak ve hiçbir zaman sıkıntı duymayacaktır.
O, Safa ve Merve arasında su ararken,
Rabbimiz bir başka yerde onun karşısına suyu çıkaracaktır. Daha sonraları onun
torunu olan Muhammed’e (a.s) dinin esası olarak onu insanlara takdim
edecektir. Ve kıyamete kadar bütün mü'minlere bu şeair, bu sembol şunu
hatırlatacaktır: Ey mü'minler, siz Allah’ın çizdiği yolda sa’y edin, Allah’ın
bereketinin sizlere nerede ulaşacağına hiç bakmayın. O çizgide de
ulaşabilirsiniz, başka çizgilerde de.
Siz, Allah’ın sizden istediği bir
hareketi gerçekleştirmeye çalışın, meselâ çevrenizdeki insanlara Allah’ın
dinini ulaştırmaya çalışın, bu insanlar hidâyete ererler ya da ermezler, siz
bunu dert edinmeyin, sonunda mutlaka iş Allah’a kalmıştır ve o dilediğini
yapacaktır.
Safa ile Merve arasında sa’y; ta
İbrahim (a.s) döneminde tâlim edilmiş hac menâsikindendi. Ama yıllar sonra
İbrahim’in, İsmail’in, Hacer’in Safa ve Merve’si putlarla işgal edilmişti.
Müşrikler cahiliye döneminde Safa tepesine İsaf, Merve tepesine de Naile diye
iki put yerleştirmişler, orada tavaf ediyorlar ve putlara ihtiram edip el
sürüyorlardı. Bu durum müslümanlara ağır geliyordu. İslâm gelip, bütün putları
kırıp; onların hâkimiyetine son verdikten sonra, müslümanlar bundan çekinir
oldular. Müslümanlar, bunun müşrikler tarafından sonradan ihdas edilmiş bir
bid'at mı olduğu, yoksa bizzat Allah tarafından konulmuş bir şeair mi olduğu
konusunda şüpheye düştüler. Yâni bu iki tepe arasında say yapılınca şirke düşüp
düşmeme konusunda ciddi bir tereddüt geçirdiler. Gelip Allah’ın Resûlü’ne
sordular: Ey Allah’ın Rasûlü, bu konuda ne yapacağız? Cenab-ı Hak da:
"Şimdi her kim Kâbe’yi hacceder veya
umre yaparsa, onların ikisini de tavaf etmesinde bir günah yoktur."
Buyurarak, bunun Hz. İbrahim döneminden
beri İslâm’ın şiarından olduğu haberini verir. Ey müslümanlar korkmayın bunda
bir günah yoktur buyurur.
Allah’ın Rasûlü de Ebu Dâvûd Menâsik
57. de şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki Safa ve Merve Allah’ın
şiarlarındandır ve sizler Allah’ın başladığı yerden
başlayın."
Yâni Safa’dan tavafa başlayın buyurur.
Ve hattâ başka bir hadislerinde de bunun vacip olduğunu
vurgular.
Burada dikkatimizi çeken bir husus da
şudur: Müslümanların İslâm’la tanıştıktan sonra cahiliye âdetlerinin tümünden
tiksinir bir duruma geldiklerini görüyoruz. Dün bu putları kendi elleriyle
diken bu insanlar, İslâm’la tanıştıktan sonra herşeyi yargılama noktasına
geliverdiler. Artık ne dünkü hayatları kendilerinindi ne de kendileri o hayatın
malıydı. Sanki dünkü hayatı onlar yaşamamıştı. Bir anda bu kadar değişmişlerdi.
Bizler de işte böyle olmalıyız. Kur’an
ve sünnetle tanıştıktan sonra cahiliyenin tüm pisliklerinden silkinmek
zorundayız. Yeniden bir hayatla doğmak zorundayız. Tüm hayatımızı Kur’an ve
sünnet kılıcıy-la yeniden gözden geçirmek zorundayız. Tarihin örümcek ağı gibi
öre öre günümüz insanına taşıyıp getirdiği tüm yanlış ve çarpık din
anlayışlarını, Kur’an ve Sünnet kılıcıyla ıslah olmamış tüm âdet ve gelenekleri,
sayısız bâtıl inanışları, dinle ilgisi olmadığı halde dinmiş gibi hayatımızı
işgal etmiş bütün bid'at ve hurafeleri Kur’an ve sünnet projektöründe yeniden
gözden geçirmek ve ıslah etmek zorundayız. Tarih kadar ağır bu yükten
kurtulabilmek için, bu iki kaynaktan başka çaremiz de
yoktur.
İşte, acaba bu cahili bir anlayış
mıdır, cahili bir âdet midir, bir töre midir, yoksa gerçekten Allah’ın istediği
bir şiarmıdır, bu konuda ciddi bir korku geçiren müslümanlara diyordu ki
Rabbimiz: Hayır bu Allah’ın bir şiarıdır, bu Allah’ın bir sembolüdür ve o
yaşamalıdır, yaşatılmalıdır diyordu Rabbimiz.
Mâide sûresi şeairin yaşatılmasını
emreder. Hac devam et-melidir, kimse hacca engel koymamalıdır
deniyordu.
Bir gün müslümanları hacca koymamak
için, Kâbe’ye sok-mamak için Hudeybiye’de yasak koydular. Sonra Mekke’yi
fethedip, Kâbe’nin hâkimiyetini ellerine geçiren müslümanlar da bir ara
Mekke’nin kuzeyindeki müşrik kabileleri Kâbe’yi ziyaretten menettiler. Ma-dem ki
dün sizler bizleri Kâbe’ye koymadınız, şimdi de biz sizi koyma-yacağız dediler.
Allah buyurdu ki bırakın onlar da gelsinler, bu bir şe-âirdir, bu bir semboldür,
kıyamete kadar bu duracaktır.
Öyleyse müslümanlar, Allahu Teâlâ’nın
kıyamete kadar müs-lümanlara şeair olarak bildirdiği haccı, kurbanı, bayramı,
camiyi, Mes-cid-i, cumayı sürekli ayakta tutmak ve onlara sahip çıkmak
zorunda-dırlar. Birileri bunları elimizden almak ve bunların fonksiyonlarını
yok etmek savaşına girseler de müslümanlar bunlardan vazgeçmemek
zorundadırlar. Bunlara var güçleriyle sahip çıkmak zorundadırlar.
Bunlara sahip çıkmak zorundayız. Yâni
bir şeyin varlığı Allah’ı hatırlatıyorsa, bir şeyin varlığı İslâm’ı, dini
çağrıştırıyorsa; o Allah’ın şiarıdır. Ve eğer birileri bugün Allah’ı hatırlatan
bu şiarları yok etmeye çalışıyorlarsa bilinçli olarak, biz de onlara sahip
çıkmalıyız. Biz de onları korumak zorundayız.
"Ey iman edenler, Allah’ın şeairini
helâl saymayın!"
(Mâide 2)
...diyor Mâide sûresi. Yâni şeâiri
helâllemeyin, hürmetine müdahale etmeyin! Dokunulmazlığını bozmayın! Onu
ortadan kaldırmadan yana olmayın, diyor Rabbimiz. Bu mânâda Cuma da Allah’ın
şeairindendir, onu da kaldırmadan yana olmamalıyız diyorum.
"Kim de tatavvu yaparsa (yâni kim
nafile iş yaparsa, kim gönlünden koparak bir hayır işlerse) bilsin ki, Allah
şükredenleri bilir, Allah şakirdir ve herşeyi bilendir."
İfade ne kadar güzel değil mi? Allah
şakirdir. Kendisi zaten şükredilmeye lâyık yegâne varlıktır ve de sonunda
yaptıklarından ötürü sanki kullarına teşekkür edendir Allah. Allah kullarına
teşekkür ediyor. Buna karşılık kulların Allah’a nasıl bir kulluk yapması
gerektiğini artık siz düşünün.
159:"İndirdiğimiz açık hükümleri ve doğru yolu
biz kitapta insanlara beyan ettikten sonra gizleyenler yok mu? İşte onlara Allah
lânet eder ve lânet etmek şanından olanlar lânet
eder."
Bir nişane, bir alâmet, bir
sembol ve bunun gizlenme günahı ya da gizleme vebali. Muhakkak ki beyyinattan
indirdiğimizi gizleyenler, Tevrat, Zebur ve İncil’deki indirdiklerimizi
gizleyenler, Kur’an’da indirdiklerimizi gizleyenler, risâleti gizleyenler,
peygamberin (a.s) peygamber olacağını, Kur’an’ın son kitap olacağını
gizleyenler, kıblenin Kâbe olacağını gizleyenler, bütün bunları oğullarından
daha fazla bildikleri, tanıdıkları halde tüm bu gerçekleri gizleyenler ehl-i
kitabın bilenleri.
Denmiş ki; bu âyet hakkı bildikleri
halde gizleyen ehl-i kitabın bilginleri, özellikle de yahudi âlimleri hakkında
inmiştir. Ama biliyoruz ki sebebin özel oluşu hükmün genel oluşuna engel
değildir. Öyleyse âyet din konusunda bildiği herhangi bir bilgiyi, herhangi
bir gerçeği gizleyen, onu insanlara anlatmayan kimselerin hepsini içine
almaktadır. İhtiyaç anında onu söylemeyen veya yaymayan ya da yayılmasına
engel olmaya çalışan herkes için geçerlidir bu.
Belki dün bu işi yapan ehl-i kitap
bilginleriydi; lâkin dönem geçmiş, müslümanlar yeryüzünde çoğalmış, ama bu
sefer de Müslümanlar bu kitabı gizlemeye başlamışlar. Bakara’yı gizleyenler,
Âl-i İmrân’ı, Nisâ’yı, Mâide’yi gizleyenler. Kur’an’ı bilip de ümmete
anlatmayanlar, gündeme getirmeyenler, işlerine gelen âyetlerle vaziyeti idare
edip, hoşlarına gitmeyecek âyetleri örtbas ederek kendi heva ve heveslerine
göre bir dünya kuranlar.
Kitapta insanlara açıklandıktan sonra
Beyyinâtı gizleyenler, âyetleri gizleyenler, kim bunu
yapıyorsa:
"Allah’ın lâneti onların üzerinedir ve
lânet etmek şanından olan tüm meleklerin ve tüm varlıkların lânetleri de
onların üzerinedir."
Sahabeden Ebu Hureyre’ye (r.a) çok
fazla hadis rivâyet ettiği söylendiği zaman bu âyeti okuyarak der ki:
"Eğer Kur’an’da böyle bir âyet
olamasaydı vallahi bu kadar hadis rivâyet etmezdim. Ama ne yapayım Allah böyle
buyuruyor."
(Buhârî ilim 42)
Allah’ın Rasûlü buyurur
ki:
"Hakkı söylemekten susan kişi dilsiz
şeytandır."
Başka bir hadislerinde
:
"Kim ki yanında bulunan İslâm’dan bir
bilgiyi gizlerse; kıyamet günü Allah onun ağzına ateşten bir gem vuracaktır."
Çünkü küfre rıza, küfürdür. İlmi
gizlemek demek; ondan mahrum olan insanların küfürde kalmalarına ve sapmalarına
göz yummak, rıza göstermek demektir.
Gerçekten gizlemek büyük bir günahtır.
Menfaatimiz var gizli-yorsak, hesabımız var gizliyorsak, rahatımız kaçmasın diye
gizliyor-sak, para kazanacağız diye, zaman bulamadık diye anlamıyor ve
an-latmıyorsak çocuklarımıza, cidden bilelim ki halimiz çok
perişandır..
Düşünün öyle bir ortamdasınız ki, öyle
bir meclistesiniz, bir cemaattasınız, bir okuldasınız, bir konumdasınız ki; bir
hakikatle karşı karşıyasınız. Ve orada o hakikatin sizin tarafınızdan ilanı
isteniyor. Ve işte o anda hakikati gizlemeye, sıvışıp kaçmaya hakkınız yoktur.
Bulunduğunuz makam ve mevki hesaplarınız, para hesaplarınız, ya da hacılık,
hocalık hesaplarınız, toplum tarafından beğenilmeme, toplum tarafından dışlanma
hesaplarınız, hocalığınızın toplum tarafından sıfıra indirilme korkularınız
sizi ve bizi hiçbir zaman bildiğimiz hakikati gizlemeye sevk etmemelidir. Var
çıksın tayininiz, var insin hocalığınız, var bitsin dekanlığınız, var bizi kimse
hesaba da katmasın, var statümüz de yok olsun, söylememiz gerekenleri mutlaka
söyleyelim. Açığa çıkarmamız gereken şeyleri mutlaka açığa çıkaralım. Bilelim ki
Allahu Teâlâ’nın açıklamamızı istediği hakikatleri gizlediğimiz sürece,
Allah’ın lâneti bizim üzerimizedir, lânet etmek şanından olan tüm varlıkların
lânetleri bizim üzerimizedir.
Bu memlekette yıllarca Arapça
okutulması yasaklanmıştır. Sebep nedir? Sebep Kur’an’ın gizlenmesi, Kur’an’ın
bu insanlar tarafından anlaşılmasını engellemektir. Başka bir sebebi yoktur
bunun. Bu tür gizleyenler de Allah’ın lânetinden kurtulamayacaklardır.
İngilizce öğretimine izin var, Almanca’ya izin var ama Arapça’ya geçiş yok.
Bir de bu âyet bize şunu anlatır: Bilgi
sahibinin bir üstünlük, bir imtiyaz sahibi değil aksine büyük sorumluluk sahibi
olduğunu anlatır.
Peki bu hakikati gizlediği halde
kendisine bir çıkış yolu bulan kimse yok mu? Evet var:
160:"Ancak tevbe edenler kurtuldular.
Durumunu düzeltip Allah’la barıştı. Ve bir de o gizlediğini beyan ederse, işte
onların tevbesini kabul ederim. Ben tevbeleri çok çok kabul eden ve merhamet
edenim."
Tevbe edenler çıkış yolu buldular. Peki
tevbe nasıl olacak? Allah’a yöneldi, yaptıklarından pişman oldu, hatanın hata
olduğunu kabul etti. Meğer ben ne kötü bir insanmışım be! Ne kadar berbatmış
benim gidişatım dedi. Bu yetmez, hemen arkasından:
"Durumunu düzeltip Allah’la barıştı."
Yâni Allah’ın istediği gibi bir iman
sahibi, Allah’ın istediği gibi bir kabul sahibi oldu. Bu tevbenin şartıdır,
ancak tevbenin bir şartı da-ha var. Hakikati gizleme günahından tevbenin bir
şartı daha var:
"Ve bir de o gizlediğini beyan ederse,
işte onların tevbesini kabul ederim. Ben tevbeleri çok çok kabul eden ve
merhamet edenim."
Bir de bunu amel haline getirirse, yâni
artık gizlemekten vaz-geçip beyan etmeye, anlatmaya başlarsa. İşte o zaman
tevbe ger-çekleşmiş olacaktır.
Allah korusun, diyelim ki biz burada
bir şeyler gizledik. Bir hakikati gizledik, bir hakikati sunmadık size.
Herhangi bir menfaatimiz sebebiyle es geçtik. Sonra da buradan ayrılıp eve
varınca, başladım göz yaşlarımla; “Ya Rabbi beni affet” diye tevbeler
etmeye.
“Allah’ım beni affet, bu insanlara o
hakikati gizledim” diye ağ-layıp sozlanmaya başladım. İşte bu tevbe değildir.
Peki nasıl olacak? Ben aynen buraya geleceğim ve sizlerden gizlediğim şeyleri,
işte ben size şunları şunları gizlemiştim, şunları şunları eksik söylemiştim,
işin aslı faslı budur diyeceğim, o zaman benim tevbem gerçekleşmiş olacaktır.
Çünkü hırsızın tevbesi, çünkü katilin tevbesi kendi günahıyla doğru
orantılıdır. Yâni her günahın tevbesi ayrıdır. Hakikati gizleme günahının
tevbesi de böylece gerçekleşmiş olacaktır.
161:"Âyetlerimi inkâr edenler ve üstelik de
kâfirler olarak ölenler var ya; işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların
lâneti onların üzerinedir."
Evet yukarıdaki âyette
anlatılan:
İfadesi burada açıklığa kavuşturuldu.
Lânet edenler kimlermiş? Allah’mış, meleklermiş ve insanların tamamıymış.
Hakikati gizleyen, hakikati gizledikten sonra da onu reddeden, dünya
menfaatleri sebebiyle dinini, imanını satan kimseler üzerinedir Allah’ın,
meleklerin, ve topyekun insanların lâneti. Ne korkunç bir akıbet değil mi?
162:"Onlar orada, o cehennemde ebedîyen
kalacaklar. Azap onlara hafiflemez ve de yüzlerine bile
bakılmayacaktır."
Kimse hallerini hatırlarını sormayacak,
yahu siz de burada mısınız? bile denilmeyecekleri bir ortam Allah korusun.
Çünkü bu adamlar kendileri de tüm kendilerine yaklaştırılmış fırsatlara rağmen
imana yanaşmamışlar, kitap ve sünnetin hatırını sormamışlardı. Yahu acaba bu
dinin aslı, astarı nedir? Acaba ne anlatıyor bu kitap? Acaba Bakara neden söz
ediyor? Âl-i İmrân ne anlatıyor? Bir kere merak edip bir dinleyelim, bir kere
bir okuyalım da müsbet ya da menfi bir karar verelim diyerek, Allah’ın
gönderdiği mesajın hal ve hatırını sormamış-lardı. Şimdi onların da halleri
hatırları sorulmayacak. Çünkü:
"Ceza amel
cinsindendir."
Perişan bir vaziyette azabın içinde
unutulacaklar; hattâ:
"Diyecekler ki; ya Mâlik Rabbin bizim
hakkımızda hüküm versin artık."
Yâni ne olacaksa olsun! Buradan çıkmak,
kurtulmak istiyoruz artık diyecekler. Yıllar sonra Mâlik de diyecek ki
onlara:
"İnneküm makisün"
Hayır hayır, siz orada
kalacaksınız. Sizin için bundan kurtuluş yoktur.
163:"İlâhınız, tek olan İlâhtır. O’ndan
başka İlâh yoktur. Tek olan O’dur. O Allah,
Rahmândır."
O Allah, merhamet sahibidir, rahmeti ve
merhameti boldur, ama müslümanca yaşayanlara dünyada da, âhirette de rahmet ve
bereket vardır. Ama kâfirce yaşayanlara, kendisinden başka İlâhlar edinip,
onları razı etmeye çalışanlara dünyada da, âhirette de azap üstü-ne azap
tattıracaktır. Peki bu tek olan İlâhımız, tek olan Rabbimiz acaba nasıl
tanınacaktır? O’nun sıfatları, özellikleri, esması ya da O’-nun âyetleri,
alâmetleri nelerdir acaba? Bakın, size O’nun tek İlâh ve Rab oluşuna birkaç
âyet:
164:"Muhakkak ki göklerin ve yerin
yaratılışında. Gündüzün ve gecenin birbirini takip etmesinde. İnsanlara
menfaat vermek üzere denizlerde akıp giden gemilerde de Allah’ın âyetleri
vardır. Allah’ın gökten su indirerek ölü araziyi onunla diriltmesinde âyetler
vardır. Ve orada her nevi hayvanları dağıtmasında da âyetler vardır. Rüzgarları
yeryüzünde her taraftan estirmesinde, gök ile yer arasında Mûsahhar kılınmış
bulutta, şüphesiz bunların hepsinde akıllı olan bir ümmet için elbette Allah’ın
birliğine âyetler vardır”
Âyetin sonuyla bir bağlantı kuralım
burada. Aman bu âyetleri sürekli gündeme getirelim. Aman bu âyetleri hiçbir
zaman hatırımız-dan çıkarmamaya çalışalım. Çünkü bu toplumun en büyük
kâfirlikle-rinden birisi de –kâfirlik; âyetleri örtme anlamında kullanılan bir
kelimeydi, bunu daha önceki âyetler demişti- işte budur. Bu toplum o kadar
Allah’ın âyetlerini örtüyor ki, o kadar Allah’ın âyetlerini örtbas etmeye,
kamufle etmeye çalışıyor ki, yâni atından, arabasından, bilgi-sayarından,
buzdolabından, çamaşır makinesinden, evinden, eşyasından, dükkânından,
tezgâhından hiç mi hiç kurtulup da bu âyetlerle beraber olamıyor.
Yâni bu insanların elektriğe hamd
ettikleri kadar, elektriği gündeme getirdikleri kadar, Allah’ın eşsiz bir âyeti
olan güneşi gündeme getirmediklerine şahit oluyoruz. Kullandığı
bilgisa yar aletine değer verdiği kadar,
Allah’ın gece ve gündüz âyetlerine, Allah’ın akıl âyetine değer vermediklerini
görüyoruz.
Atına arabasına değer verdiği kadar, bu
atı ve arabayı hareket ettiren Allahu Teâlâ’nın o âyetini hiç gündeme
getirmediklerine şahit oluyoruz. İşte bunun içindir ki, Allah’ın bu âyetlerini
ısrarla gündeme getirmeliyiz.
"Göklerin ve yerin yaratılışında
âyetler var."
Nasıl, yaratabilir miydik böyle bir
âyeti? Gücümüz yeter miydi buna? Bakın gökyüzüne, direkler de yok, hiç bir şey
yok. Bakın yeryüzünü, ne kadar da güzel yaymış Allah. Üzerinde dağları var,
ovaları var, yaylaları da var. İşte bu mükemmel âyet Allah’ın âyetidir.
"Gündüzün ve gecenin birbirini takip
etmesinde."
Gündüzün ve gecenin uzayıp kısalması,
peş peşe gelmesi, birbiri ardınca gelmesinde ve buna bağlı olarak idrak
ettiğiniz zamanın sırrında ve bunun size temin ettiği menfaatlerin ortaya
çıkış tarzında sizin için, insanlar için, akıl sahipleri için âyetler vardır.
Gece ve gündüz, insan gücünün, insan egemenliğinin, insan krallarının, insan
meliklerinin ulaşamadığı iki âyet. Haydi herşeyin hakimi biziz diyenler,
egemenlik hakkı bizdedir diyenler, söz sahibi olarak kendilerini görenler
müdahale etsinler geceye, müdahale etsinler, söz geçirsinler gündüze. Bazen
geceyi, bazen gündüzü uzatsınlar bakalım. Yapabilirler mi bunu? Geceyi ya da
gündüzü bir saniye bile oynatabilirler mi? Geceye ve gündüze söz geçirebilirler
mi? İşte bu sürekli gözümüzün önünde bulundurmamız gereken bir âyettir.
"İnsanlara menfaat vermek üzere
denizlerde akıp giden gemilerde de Allah’ın âyetleri
vardır."
Şu anda insanlardan hiç birisi bu âyeti
de görmek istemiyor. Bu âyet üzerinde de
düşünen kimse kalmamış. İnsanlar gemilerden haberdardır, gemiler yapmışlardır,
firkateynler yapmışlardır, füzeler icad etmişler, yeni yeni arabalar icad
etmişlerdir. Ama şunu niye ka-bullenmek istemiyorlar? Niye gündeme getirmek
istemiyorlar? Bun-ların suyun üzerinde durabilme imkânını, suyun üzerinde
batmadan durabilme yasasını Rabbim takdir etmemiş midir? Suya kaldırma gücünü
veren, bu yasayı koyan Allah değil midir? Niye düşünmek istemiyorlar bu
insanlar bunu? Eğer onların istifade ettikleri bu yasayı Rabbim tesbit etmese,
herşeyi alabora ediverse, bu kanunları tepe takla getiriverse, artık suyun
üzerinde hiç bir şey durmayacak deyiverse, bu insanlar ne yapabileceklerdir?
Bunu hiç düşünmüyorlar mı? O zaman bu yaptıkları gemilerle nasıl
övünebileceklerdi? Nasıl hava atabileceklerdi? Üstelik bu gemileri yapma
ameliyesinin ilki de Rabbi-mize aittir. Gemilerin ilk planı, ilk projesi de
Rabbimize aitti.
“Bizim gözetimimizde yap bu işi”
diyordu, Hz. Nuh’a Rabbi-miz. Evet, şu anda imal ettikleri füzeleriyle,
arabalarıyla, uçaklarıyla, füzeleriyle,
gemileriyle öğünen insanlar, Rabbimiz bir emir verse, artık şu andan itibaren
bütün yer altındaki petroller su haline gelmiştir. Ne hale gelir bu insanların
yaptıkları şeyler? Bunu hiç düşünmüyorlar mı? Düşünmeyecekler mi? O zaman bu
yaptıkları şeyler içinde tavukların bile yaşayamayacağı şeyler haline
gelecektir. Peki, o zaman insanlar niye Allah’ın bu âyetlerinin bilincine ermek
istemiyorlar? Kendi yaptıklarıyla övünen bu insanlar niye bütün bu yaptıklarını
Allah’ın yasalarına bağımlı olarak yaptıklarını anlamaya yanaşmıyorlar? Demir
olmasaydı, benzin olmasaydı, suya Allah tarafından bu kaldırma yasası
verilmeseydi, havaya sesi iletme gücü verilmeseydi ne anlama gelecekti bütün bu
yaptıkları? Suyun üzerinde gemilerin yürüme yasasını, bu konudaki âyetleri
zikretmiyorlar, gündeme getirmiyorlar da kendi yapmış oldukları putların önünde
secdeye kapanıp onlarla övünmeye çalışıyorlar.
Efendim, insanlık artık
bilgisa yar çağına geçmiştir, robot
ça-ğına fırlamıştır, insanlar kendilerinden daha hızlı düşünebilecek çağa
ulaşmıştır diyerek, kendi kendilerini, kendi yaptıklarını putlaştırmaya, en
büyük benim! En büyük biziz! Benden başka, bizden başka büyük yoktur! diyerek
kendi kendilerine secde etmeye başlamışlar, kendi kendilerinin tanrılıklarını
ilan etmeye başlamışlardır.
"Allah’ın gökten su indirerek ölü araziyi
onunla diriltmesinde âyetler vardır."
İşte yine büyük bir âyet. Haydi bu insanlar
gökten su indirsinler. Gökten fazla değil, sadece bir tek damla indirsinler.
Mümkün mü? İsterse bütün dünya birleşsin bir damla su bile indiremeyeceklerdir.
Bu âyetin alternatifi olarak haydi bir âyet çıkarsınlar insanlar. İnsanlar
barajlar yapıyorlar, barajlar başkalarının ismiyle anılıyor. Sulardan enerji
alıyorlar, elektrikler çıkarıyorlar, onlar da yine başkalarının ismiyle
anılıyor. Herkes gücü kendisinde görüyor, herkes kendisini putlaştırmaya
çalışıyor. Herkes bir şeyleri parsellemeye çalışıyor. Halbuki sanki bunlar
Allah’ın âyetleri değil de kendilerinin âyetleriymiş gibi, kendilerini
zikretmeye çalışıyorlar. Haydi güçleri yetiyorsa şu yağmuru indirsinler bakalım.
Nasıl ormanların sahibi benim, benim ismim oraya konulacak diyebilir bu
insanlar? Nasıl barajlar kralı benim, diyebilir bu insanlar? Nasıl sulara
egemen benim, diyebilir bu insanlar? Nasıl da Allahu Teâlâ’nın âyetlerini
böylece örtme cesareti bulabiliyor bu insanlar? Nereden alabiliyorlar bu
yetkiyi?
"Ve orada her nevi hayvanları
dağıtmasında da âyetler vardır."
Yeryüzünde her bir hayvanı, her tür
hayvanları sınıf sınıf, cins cins, çeşit çeşit yaymasında da büyük âyetler
vardır. Çeşit çeşit varlıklar, denizlerde ayrı, karalarda ayrı varlıklar
yarattı Allah. Bilelim ki bütün bunlar âyettir. Tüm bu varlıklar Allah’ın
âyetleridir. Hadi bakalım bu insanlar, bu varlıklardan bir tanesini yaratsınlar.
Bu füze çağında, bilgisa yar çağında olduklarını iddia
eden insanlar, kendi tanrılıklarını ilan etmeye çalışan bu insanlar, bir tek
varlık yaratsınlar da görelim. O zaman onların tanrılıklarını biz de
kutsayalım, o zaman biz de onların önünde secdeye kapanalım.
Ama bakıyoruz ki, tüm bu âyetleri
kapatıyorlar, gündeme getirmiyorlar, örtüyorlar, örtbas ediyorlar, kamufle
ediyorlar ve kendi âyetlerini gündeme getirmek için ellerinden gelen herşeyi
yapmaya çalışıyorlar. Korkunç bir gelişme, müthiş bir gelişme, müthiş bir
buluş, gökyüzüne çıkıyoruz, yeryüzüne iniyoruz, sihirbazlık numaralarıyla
insanlığın gözlerini büyülemeye çalışıyorlar. Böylece gerçek âyetler gündemden
düşürülmüş, şeytan âyetleri her tarafı kaplamış ve sonunda da insanlar kendi
kendilerine ibâdet eder olmuşlar. Kutsiyet insana ait olmuş, üstünlük insana
izâfe edilir olmuş. Halbuki hiçbir konuda tek yetkileri bile yoktur bu
insanların.
“Rüzgarları yeryüzünde her taraftan
estirmesinde, gök ile yer arasında musahhar kılınmış bulutta, şüphesiz bunların
hepsinde akıllı olan bir ümmet için elbette Allah’ın birliğine âyetler
vardır”
Rüzgarları yeryüzünde her taraftan
estirmesinde, rüzgarları bir taraftan başka bir
tarafa, bir şekilden başka bir şekle çevirmesinde ve yerle gök arasında emre
âmâde bekleyen bulutlarda da akıl sahipleri için deliller
vardır.
Bakıyorsunuz rüzgarlar bir o tarafa
gidiyorlar, bir bu tarafa gidiyorlar. Bir anda yerdeler, bir de bakmışınız ki
gökyüzüne çıkmışlar. Bütün bunlar kimin emriyle oluyor? Gök ve yer tanrıları
onlara söz geçirebiliyorlar mı? Yoksa ekonomik, siyasal tanrılar, egemenlik
bizim diyenler, ruhaniler mi bu işi yapıyorlar? Rüzgarları onlar mı hareket
ettiriyorlar? Bulutları onlar mı hareket ettiriyorlar? Bitkileri onlar mı
çıkarıyorlar? Varlıkları onlar mı yaratıyorlar? İnsanları onlar mı yaratıyorlar? Dağları
onlar mı yaratmış, gökleri onlar mı bina etmiş? Gemileri onlar mı hareket
ettiriyorlar? Hayır hayır bunların hepsi Allah’ın âyetleridir. Ondan başka
kimsenin de bu konuda en küçük bir yetkisi yoktur.
Bu âyet-i kerîme iman meselesinin bir
akıl ve fikir meselesi olduğunu anlatıyor. Günlük hayat müfredatını anlamada
aklını ve fikrini kullanabilen bir insanın, mutlaka sonunda iman etmesi
gerektiğini anlatıyor. Yâni sizin Allah’ı tanıyıp ona iman etmeniz, sizin
imkânlarınız dahilindedir. Allah’ı tanıyıp ona iman edebilmeniz için öyle çok
büyük çabalar sarf etmeniz gerekmemektedir. Onu tanımak için yeryüzünü baştan
başa dolaşmayı kapsayan bir sefer düzenlemenize veya denizlerin derinliklerine
inmenize, ya da uzayın geniş ufuklarına çıkma-nıza gerek yoktur.
Aksine, günlük hayatınız ile karşılıklı
ciddi bir ilgi kurmanız yeterli olacaktır. Allah’ın çevrenizdeki yerleştirdiği
âyetlere bir göz atmanız yeterli olacaktır. Allah’ın iki tür âyeti vardır.
Metluv âyetler ve meş-hud âyetler. Kulağa hitap eden işitsel âyetlerdir ki; şu
elimizdeki Kur’-an’ın âyetleri bu tür âyetlerdir. Bir de göze hitap eden,
görsel dediği-miz âyetler vardır ki; bunlar da tüm arzda, semada gördüğümüz
âyetlerdir. Güneş, ay, yıldızlar, bulutlar, dağlar, denizler, ağaçlar, kuşlar,
insanlar bunların hepsi Allah’ın meşhud âyetleridir. İşte çevremizdeki Allah’ın
yarattığı bu âyetleriyle eğer ciddi bir ilişki kurar, bunlar üzerinde birazcık
düşünürsek mutlaka Allah’ın varlığını anlayacak ve onu tanıma imkânı
bulabileceğiz demektir. İş bu kadar açıkken, iş bu kadar
kolayken;
165:"İnsanlardan kimileri de vardır ki; Allah’a
nid-ler (eşler, ortaklar) kabul ediyorlar. Ve onları Allah sever gibi severler.
Müslümanların sevgileri ise Allah içindir. O zâlimler azabı gördükleri zaman
derler ki güç kuvvet bütünüyle Allah’ındır. Bütünüyle azabın şiddetlisi de
Allah’a aittir."
Allah’ın ortakları vardır diyorlar.
Evet, bütün bunlar Allah’ın yarattığı varlıklardır; ama işte bu konuda bize
yetkiler vermiş, kendisinin işleri çok yoğun olduğundan dolayı bizim
işlerimizi, siyasal işlerimizi, ekonomik işlerimizi, beşerî işlerimizi, sosyal
işlerimizi bize bırakmıştır. İşte biz de bu işlerimizi kendi tanrılarımıza
döndüreceğiz diyerek, Allahu Teâlâya ortaklar bulmaya çalışıyorlar.
Tamam göklerin, yerin yaratıcısı
olarak, yağmurun yağdırıcısı olarak, rüzgarların sahibi olarak Allah’ı kabul
ediyoruz; ama Allah, işte böyle büyük işlerin yanında, ufak tefek işlere vakti
olmadığı için bu işler bize bırakılmıştır diyorlar. Sonra da dönüp Allah’a diyorlar ki; ya Rabbi, bizim ilim adamlarımız
var, ilmi işlerimizi biz onlarla halledeceğiz, senin de bilgin vardır ama,
neyse işte devir değişti, şimdi bizim bilim adamlarımız bu işleri daha iyi
hallediyorlar.
Ya Rabbi, tamam, sen de şifa verensin;
ama asrımızda bizim hekimlerimiz gerçekten çok ilerlediler, şifa tanrılarımız
var, hayat tanrılarımız var ve gerçekten bu işi çok iyi hallediyorlar, anında
işe müdahale ediyorlar, beceremediklerini de zaten birtakım sebeplere
bağlıyorlar, artık sen bu işe karışma diyorlar. Ya Rabbi sen mâlikü’l-mülk-sün,
biliyoruz; ama, şu anda bizim geçici mâliklerimiz var, liderlerimiz var,
ekonomistlerimiz var, bunlar gerçekten bu işi iyi biliyorlar. Mallarımızı,
mülklerimizi başkalarına peşkeş çekmeyi bunlar gâyet iyi beceriyorlar. Bundan
dolayı bu işi de sen bırak, karışma bu pis işlere, biz keyfimize göre hareket
edelim. Bizim deneyimli hukukçularımız var artık, biz hukuk konusunda âd
dönemini, Medyen dönemini, Firavunlar dönemini geri getirdik ve bu hukuk
konusunda da artık bu işin zirvesine vardık, senin kitabına da ihtiyacımız
kalmadı, zaten yıllar önce kitabının hükmü de bitmiştir, şimdi yeni kitaplar
edindik, bizim hukuk tanrılarımız da bu işi hallediyor diyerek Allah’a nidler,
ortaklar bulmaya çalışan insanlar vardır.
Allahu Teâlâya nidler, ortaklar
buluyorlar ve onları Allah’ı severmiş gibi seviyorlar. Hem de öyle seviyorlar
ki, sanki Allah’ı sever gibi seviyorlar. Onların emirlerine, yasaklarına itaat
ediyorlar da Allah’a isyan ediyorlar. Bu şeriklerinin arzularını, Allah’ın
arzularına tercih ediyorlar.
Bunların bir kısmı bu şirki açıktan
yaparlar. Tıpkı Firavunlara, Nemrutlara insanların bir dönem yaptıkları gibi,
onlara ilâh, mâbud ismi vermekten çekinmezler. Onlara açıktan açığa Rabbimiz!
Tanrımız! Demekten çekinmezler. Onları güç kuvvet sahibi, nîmet sahibi
bilirler. Allah’tan beklemeleri gereken şeyleri bunlardan beklerler. Allah’a
sığınmaları gereken yerde bunlara sığınırlar. Allah’ı çağırmaları gereken yerde
bunları yardıma çağırıp, bunlara dua ederler. Allah’ın rızasını kazanıyorlarmış
gibi bunların rızalarını kazanmaya çalışırlar.
Bilhassa oyun eğlence tanrılarında bunu
çok net görmek mümkündür. Adam bir futbolcuyu kalbinin ta derinliklerinde
yaşatıyor. Bir artisti, ya da bir şarkıcıyı, ya da bir sanatçıyı kalbinin ta
derinliklerinde saklıyor. Bir siyasî liderini, bir efendisini, bir hacısını,
hocasını kalbinin en derinliklerinde saklıyor adam..
Veya işte Allah’ın varlıklarla birleşme
teorisi de, veya vahdet-i vücutçuluk adıyla bilinen varlıkların Allah’tan
kopma, parçalanma anlayışı da insanları, bu varlıkları Allah sever gibi sevme
küfrüne götürecektir.
Zaten Hz. İsa’ya Allah’tı, Allah’ın
oğluydu denmesi Mısır’dan, Roma’dan, Hind’den, Yunan’dan gelen bu birleşme
(Vahdet-i vücut) teorisinin bir tesiridir.
Allah bu konuda ne diyor hiç önemli
değil, yeter ki efendisi gücenmesin, yeter ki lideri razı olsun, yeter ki
futbolcu üzülmesin, yeter ki artist hanım mahzun olmasın, yeter ki şarkıcı kız
sıkıntı içine düşmesin, yeter ki hoca efendiyi üzmeyeyim. Gerisi önemli değil,
Allahu Teâlâ zaten Ğafur’ur Rahîmdir, o gücenmez diyorlar.
Öyle bir seviyor, öyle bir bağlanıyor
ki; adam, bakıyoruz hakikaten sanki Allah sever gibi seviyorlar. Modaya ters
düşmektense bin defa Allah’a ters düşmeye razı olacak kadar seviyorlar. Meselâ
toprak, sancak, bayrak, vatan, millet, lider, önder gibi nidler sanki Allah
sever gibi seviliyor. Allah’a yapılması gerekenler bunlar adına yapılmaya
çalışılıyor. Mü'minler Allah adına, Allah uğrunda ölmeyi göze alırken, kimi
insanlar bunlar adına da ölebilmektedirler. Hattâ bunlardan kimileri Allah’tan
daha fazla sevilmektedir. Meselâ Allah’ın emirlerine zıt emirler veren,
arzuları, kanunları Allah’ın arzularıyla çatışan liderlere itaat eden
kimselerin bu amelleri, liderlerini Allah’tan daha çok sevdiklerinin ispatıdır.
Adam kendisi gibi âciz, kendisi gibi ölümlü, kendisi gibi güçsüz ve kuvvetsiz
olan bir adamın kanunlarının, koymuş olduğu kurallarının insanlar üzerinde
hâkim olması adına malını veriyor, canını veriyor.
Bu âyet-i kerîmeye göre kâfirlerin
kendi liderleri, kendi İlâhları, kendi kanun koyucuları yolunda verdikleri
mücâdeleye denk bir mücâdele değil, onlarınkinden daha üstün bir mücâdeleyi
bizler de, bizim kanun koyucumuz, bizim Rabbimiz uğrunda verebilirsek o zaman
bizim müslüman olduğumuz ortaya çıkacaktır. Yoksa onların verdikleri mücâdeleye
denk bir mücâdele bile bizim için tehlikeli bir sonuçtur Allah korusun. Çünkü
mü'minlerin sevgisi onlarınkinden fazladır diyor âyet-i
kerîme.
Bırak onlar istedikleri kadar Allah
seviyor gibi birilerini sevsinler, Allah’tan başka edindikleri tanrılarla
günlerini gecelerini doldursunlar, bir hafta boyu, bir ay boyu, bir yıl boyu
tanrı kabul ettikleri o şahsiyetlerin hayaliyle avunsunlar, peki müslümanlar ne
yapacaklar?
"Müslümanların sevgileri ise Allah
içindir."
Müslümanlar hayatı Allah için yaşarlar,
Allah’tan yana olurlar. Evet müslümanların da sevdikleri vardır. Müslümanlar
kardeşlerini se-verler, birbirlerini severler, kocalar hanımlarını severler,
kadınlar kocalarını severler, müslümanlar çocuklarını severler, müslümanlar
hocalarını severler. Ama bütün bunların sevgisi Allah için olur, Allah sebebiyle
olur ve Allah sever gibi değil, Allah için bir sevgi olur. Allah’a bağlanmak
gibi değil, Allah için onları sevmek ve Allah için onları değerlendirmek olur
müslümanın sevgisi. Allah için sevmekle, Allah’ı se-ver gibi sevmek elbette
farklı olacaktır.
Mü'minler ise Allah’ı en çok severler.
Mallarından, canlarından, nefislerinden, çocuklarından, ailelerinden,
vatanlarından, bayrak-larından, milletlerinden ve değer verdiği herşeylerinden
daha fazla se-verler Allah’ı.
Tabii Allah sevgisi, itaati gerektirir.
Sevginin ölçüsü itaattir. Sevginin ispatı, tâbi olmaktır.
“Ey Muhammed, de ki; “Allah'ı
seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah
affeder ve merhamet eder.”
(Âl-i
İmrân 31)
Demek ki Allah’ı sevmenin yolu
peygambere itaatten ve onun yoluna tabi olmaktan geçer. Allah’ı sevmek demek;
Allah’ın sevdiklerini sevmek demektir. Allah’ı sevmek demek; Allah’ın
sevmediklerine düşman olmak demektir. Allah’ın dostlarını dost bilmek,
düşmanlarını düşman bilmek, Allah’ı sevmek demektir. Allah kâfirleri sevmez.
Müslüman da sevemez kâfirleri. Allah’ın sevmediği, Allah’ın buğz ettiği
varlıkları ve kişileri sevmek, Allah’ın sevdiği ve sevmemizi istediği kişileri
ve varlıkları sevmemek küfür olan bir sevgidir.
Allah’ın haram kıldığı bir şeyi helâl
görmemek, meşru tanımamak kayd u
şartıyla sadece vereceği geçici bir lezzetten dolayı sevmek ise; küfür değil,
ama haram bir sevgidir.
Seven, sevdiğinin sevdiğini sever,
sevgilisinin sevmediklerini sevmez. Sevgilisinin dostlarına dost olur,
düşmanlarını düşman bilir. Rızası sebebiyle razı olur, gazabı sebebiyle gazap
eder. Emrettiklerini emreder, nehyettiklerinden nehyeder. Bu mü'minler öyle
kimselerdir ki; Allah da onların razı olduklarından razı olur, gazap ettiklerine
de gazap eder. Çünkü onlar da Allah’ın razı olduklarından razı olmuşlar, gazap
ettiklerine de gazap etmişlerdir.
Bakın Allah’ın Rasûlü, Süheyb-i Rumi ve
Bilal-i Habeşi hakkında Hz. Ebu Bekir’e şöyle buyurur: "Ey Ebu Bekir herhalde o
ikisini öfkelendirdin! Vallahi eğer onları öfkelendirmişsen, Rabbini de
öfkelendirmişsindir!" Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir o iki sahabenin yanına gider
ve; “Ey kardeşlerim! Ey Allah dostları, sizi öfkelendirdim mi? Eğer bana
darılmışsanız Allah aşkına bana hakkınızı helâl edin” der. Onlar da; “Hayır
Allah seni mağfiret buyursun ey Ebu Bekir, bizim sana bir dargınlığımız yoktur”
derler.
Allah sevdiklerinin sevdiğini sever,
sevmediklerini de sevmez. Meselâ kul ölümü sevmez, kulunun sevmediği ölümü
Allah da sev-mez, ama onun daha güzel bir hayata intikali için bunda zaruret
vardır.
Allah’tan başkalarını Allah gibi
sevenlerin durumlarını, bakın Allah şöyle anlatıyor:
"O zâlimler azabı gördükleri zaman
derler ki; güç kuvvet bütünüyle Allah’ındır."
Anladılar ki artık yeryüzü tanrılarında
güç kuvveti kalmamış. Hocalarda, hacılarda, efendilerde, şarkıcılarda,
futbolcularda güç kuv-vet kalmamış. Tüm varlıklarıyla alkışladığı kimselerde güç
kuvvet kal-mamış. Bütünüyle güç kuvvet Allah’ındır.
"Bütünüyle azabın şiddetlisi de Allah’a
aittir."
Allah, azabı çok şedit olandır.
166:"O zaman küfür öncüleri azabı görerek
kendi-lerine tabi olanlardan kurtulmaya çalışacaklardır. Ve aralarındaki bütün
bağlar da kesiliverecek."
Bu dünyada kendilerine tabi olunanlar,
hacılar, hocalar, beyler, ağalar, paşalar, liderler kendilerine tabi olup
kendilerini takip eden kimselerden kaçacaklar. Bakacaklar ki iş pek iyi değil,
hesap kitap pahalıya mal olacak, hemen onlardan kaçacaklar, teberrî edecekler,
biz sizden uzağız diyecekler. Ne zaman olacak bu iş? Azabı gördükleri
zaman.
"Ve aralarındaki bütün bağlar da
kesiliverecek."
Aralarındaki bütün ipler de
kopuverecek. Makam, mevki, para, pul, rüşvet, şan, şöhret, protokol gibi
aralarındaki bütün bağlar kopuverecek. Halbuki bu dünyada neler yapmamışlardı
ki birbirlerine. Sen olmazsan biz olmayız! Demişlerdi, bütün hayatımızı size
borçluyuz! demişlerdi, siz bizim kurtarıcımız, herşeyimizsiniz! demişlerdi.
Başarımı karıma borçluyum! Diyordu adam; orada karısından kaçacak. Liderime
borçluyum demişti; orada liderinden kaçacak, hocasına borçluydu, hocasından
kaçacak, efendisine borçluydu, efendisinden kaçacak. Baktı ki dün
birbirlerinin salyalarını beraber içtikleri gibi dün birbirlerinin günahlarına
yardımcı oldukları gibi bugün de günahlarını beraber yüklenecekler, iş kötü, en
iyisi mi ben bundan kaçıp gizleneyim diyecek ve insanları Allah’a kulluğa
değil de başka şeylere kulluğa çağıran önder takımı insanlardan kaçacak.
Uyanlarla uyulanların, sevenlerle sevilenlerin birbirlerinden kaçış
manzaraları.
Ve bu sapık liderlere aldanıp onların
peşlerine takılan zavallı insanların pişmanlıkları, kin ve nefretleri açığa
çıkıyor. Ve bu sefer de:
167:"Ve tabi olanlar: "Ah! keşke bizim için
dünyaya tekrar bir dönüş olsaydı da şu anda onların bizden kurtulup
uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!" diyeceklerdir. İşte böylece
Allah onlara amellerini bir piş-manlık olarak gösterecektir. Ve onlar hiçbir
zaman da ateşten çıkamayacaklardır."
Tabi olanlar, onların arkasından
gidenler de diyecekler ki, bu dünyada birilerini bilinçsizce takip edip,
şuursuzca onları taklid edip, onların götürdüğü bir hayata evet diyen zavallı
insanlar da diyecekler ki: Şu anda sizin bizden kaçtığınız gibi ah biz de sizden
kaçsak. Aah bir dünyaya dönebilseydik de sizin bizden kaçtığınız gibi biz de
sizden kaçabilseydik. İşte müslüman bu olayı burada yaşar ve burada aklını
başına alır. Ben kime kul olacağım ve kimin yolunu takip edeceğim? Eğer yarın
şu karşımdaki kimseden kaçacaksam, şimdiden kaçmalıyım der ve şimdiden kaçar
ondan. Ama kiminle beraber cennete doğru gidecekse işte onun ortağı odur, onun
dostu odur ve onunla beraber olmaya çalışır. Ama bilinçsizce onu taklid ederek,
heva ve hevesine tabi olarak değil. Hiçbir delili olmadan, birilerine tabi olup
Allah severmiş gibi onları seven kişi, yarın korkunç bir durumla karşı karşıya
kaldıkları zaman birbirlerinden kaçacaklarsa, bu kaçışın hiçbir faydası
olmayacaktır.
Evet, insanlar birbirlerinden
kaçacaklar ama:
"İşte böylece Allah onlara amellerini
bir pişmanlık olarak gösterecektir."
Eyvah diyecekler, keşke yaşamasaydım
böyle bir hayatı. Niye ben böyle şuursuzca bir hayat yaşamışım? Kitap varken,
ona ulaşma imkânım varken, Rasul varken, örnek varken niye ben, başka başka
hayat yaşamışım diyecek.
"Ve onlar hiçbir zaman da ateşten
çıkamayacaklardır."
A’râf’ta bunların kavgaları da
anlatılır. Ya Rabbi, bunlara, bizim kat kat azabımızı ver! Zira bizi bunlar
saptırdı diyecekler. Onlar da diyecekler ki; zaten siz bize değil kendi heva ve
hevesinize tabiy-diniz. Gerçekten de bakıyoruz, meselâ politik hayatta bunun
aynısını görüyoruz. Ey anam, ey babam, kurtar bizi babam, anam! filan
diyor-lar, e adamın işi bitti mi, veya parti bitti mi, zaten bu bilmem neyin
nesi diyor. Bunun bilmem nesini ne yapayım diyor. Yâni basit menfaat hesapları
işte. O hesapları bitince de atıveriyorlar birbirlerini bir
kenara.
Bakanlık hesapları, dekanlık hesapları,
müdürlük hesapları, ekonomik hesaplar. Dün bu menfaat hesaplarıyla birbirlerine
fevkalade bağlanan, daha doğrusu bağlıymış gibi görünen adamlar, bugün
birbirlerinin baş düşmanı oluyorlar.
Yâni biz, sizi takip ettiğimiz için bu
hale geldik diyenlere, ötekiler de diyecekler ki zaten siz bizi takip
etmiyordunuz, siz kendi menfaatlerinizi takip ediyordunuz diyecekler. Allah’ın
dinini bırakıp da dün-yanın peşinde koşan insanlardan hangi biri menfaatlerini
takip etmi-yorlar? Herkes keyfini, herkes menfaatini takip ediyor bugün. Yarın,
ya Rabbi bunlar bizi saptırdılar demelerinin ne anlamı olacaktır da? Halbuki ne
şeytanın ne de kâfirlerin hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Yâni bir müslüman
gerçekten Allah’a kulluğa yöneldiği zaman, hiçbir güç ve kuvvet onu bundan
uzaklaştıramaz. Yeter ki müslüman samimi-yetle müslüman olmaya karar versin,
ona kimsenin yapabileceği bir şey yoktur.
Bu âyet-i kerîme Allah’tan bir delil
olmaksızın körü körüne başkalarını taklitten menediyor bizi.
Bir de Allah’a, Allah’tan başkalarını
ortak tutup, onları Allah sever gibi sevmek, onları uyulacak varlıklar kabul
ederek emirlerine, arzularına itaat etmek ve sadece Allah’a ait olan rubûbiyet
ve uluhiyet sıfatlarını Allah’tan alıp bunlara da dağıtmak, yâni Allah’a şirk
koşmak yeryüzünde en büyük zulümdür.
"Şirk en büyük zulümdür."
(Lokman: 13)
İşte bu zâlimlerin sonu cehennemdir.
Bundan sonra şirkin başka bir boyutuna dikkat çekerek Rabbimiz şöyle
buyurur:
168:"Ey insanlar! Yerdeki şeylerden helâl ve
temiz olmak şartıyla yeyin! Şeytanın izinden gitmeyin. Çünkü o size apaçık bir
düşmandır."
Ey insanlar! Sizler hepiniz
Allah’ın kullarısınız! Uyanlarınız da, kendilerine uyulanlarınız da hepiniz
yemeye içmeye mecbursunuz, muhtaçsınız! Allah’ın yarattıklarına muhtaçsınız.
Öyleyse yeryüzündeki nîmetlerin helâllerinden ve güzellerinden yiyin ve de
şeytanın adımlarına uymayın. Şeytanın arkasından gitmeyin. İşte kendisine
uyulanlardan birisi de şeytandır. Şeytan bize helâlleri haram gösterir,
haramları helâl gösterir. Tereyağları size haram başkalarına helâldir der.
Kadınlar size haram başkalarına helâldir der. Aman diyor Rabbimiz; Allah’ın
haramlarını kimse helâl kılmasın, Allah’ın helâllerini de kimse haram
kılmasın. Bu toplumda belâ sadece haramların helâl kılınması değil, aynı zamanda
helâllerin de haram kılınmasıdır. Zaten şirkin en önemli özelliklerinden
birisi de budur. Önünde bir sürü helâller var; ama yaklaşamıyorsun. Haramdır
sanki onlar. Ama nice helâl diye sunulan şeyler de aslında
haramdır.
Sizler ey müslümanlar, kesinlikle haram
ve helâlleri belirleme konusunda şeytana tabi olmayın, kendinize göre haram ve
helâl belirleme durumuna düşmeyin! Bu konuda kıstas vahiydir, Allah’ın haram
dedikleri haramdır, Allah’ın helâl dedikleri de helâldir. Bilesiniz ki şeytan,
sizin için çok açık bir düşmandır.
169:"Muhakkak ki o şeytan, size kötülük ve
fahşa emreder. Size ahlâksızlığı emreder. Ve de Allah hakkında, bilmediğiniz
şeyleri söylemenizi emreder."
Bana göre Allah böyle olmalı, bana göre
Allah böyle demeli, şöyle demeli diyerek sizin Allah hakkında düşüncelerinizi
bozmaya çalışıyor. Allah kanunlarına muhalif kanunlar yapmaya yönlendirir sizi.
Öyleyse kesinlikle şeytan vahiylerini dinlemeyeceğiz, hep Allah’ın vahyini
dinleyeceğiz, Allah’ın helâl dediği helâldir, Allah’ın haram dediği de
haramdır. Allah doğru söyler, Allah güzel söyler diyeceğiz ve şeytana
uymayacağız.
Şeytanın
vesveseleri ile fuhşa meyleden insanların sayısı az değildir. Fahişelerin ve
fuhuşla geçinen insanların velisi şeytandır. Cahiliye döneminde fuhuş bir kazanç
yoluydu. Araplardan bazıları genç kız ve cariyeleri bir eve oturtarak zina
yaptırırlardı. O evde fuhuş yapıldığının herkes tarafından bilinmesi için,
kapıların üzerine bir bayrak asarlardı. Bu evlere mevahir adı verilirdi. Şayet
bu evlerdeki kadınlardan birisi, bu rezaleti işlemeye yanaşmazsa, efendisi onu
zorlayarak yaptırırdı.
Hz.
Cabir b. Abdullah (r.a) dan rivayet edildiğine göre, münafıkların reislerinden
Abdullah İbn-i Selül'ün Museykete ve Umeymete isimli iki cariyesi vardı. Bunları
para karşılığında fuhşa zorluyordu. Bunlar durumu gidip Resûl-i Ekrem (sav)'e
bildirdiler ve şikayette bulundular. Taberi, Mücahid'den şöyle rivayet eder:
Araplar cahiliye devrinde, genç cariyelerine zorla fuhuş yaptırırlardı.
Kazandıkları parayı kendileri yerlerdi. Abdullah İbn-i Selül'ün de fuhuş
yaptırdığı cariyeleri vardı.
Günümüzde
beyaz kadın ticareti yapan çeteler ve genelevi patronları vardır. Tâgûtî
iktidarlar "genelev sistemini" benimsemişlerdir. Fahşânın ve fuhşun yayılması,
şeytanın velâyetini kabul eden ikti-darlar tarafından gerçekleştirilmektedir.
Dolayısıyla kötülüklerin önlen-mesinin (nehy-i ani'l-münker) farz olduğuna
inanan her insan, tâgûtî iktidarlara karşı mücadele vermek zorundadır. Fahşânın
ve fuhşun başka türlü önlenmesi mümkün değildir. Her tâgûtî güç bir fahişedir.
Bu hakikat asla unutulmamalıdır.
Şeytan size fahşayı emreder diyor
Rabbimiz. Fahşa; fuhuştur, ama sadece fuhuş değildir tabii bunun mânâsı. Fahşa
fahiş ve aşırılıklar demektir. Öyleyse maddî ve manevî tüm aşırılıklar
demektir. Eş-ya talebinde aşırılıklar, mal talebinde aşırılıklar, rızık
talebinde aşırı-lıklar, bilgi toplama talebindeki aşırılıklar, sevgi ve saygıda
aşırılıklar, hedeflemelerdeki aşırılıklar, üç kişiyle devlet kurma aşırılıkları,
yeme içmedeki aşırılıklar, ya da kadın erkek ilişkilerindeki aşırılıklar.
Kur’an-da pek çok yerde:
"Bunlar Allah’ın hudutlarıdır ve
bunları asla aşmayın! Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa onlar zâlimlerin ta
kendileridir.”
(Bakara
229)
Yâni bunların hepsinde durulacak bir
sınır vardır. Durulacak bir nokta vardır. Meselâ çoğumuzun bugün yedi
sülâlemizi besleyecek kadar malımız, mülkümüz varken yine de durulacak bir
nokta tesbit etmeden kimi insanlar dünyanın kulu kölesi olmuşlar değil
mi?
İşte şeytan insanlara bu tür fahşaları
emreder.
170:"O müşriklere Allah’ın indirdiklerine
tabi olun! Denildiği zaman: Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde buldu isek
ona tabi oluruz! Derler. Ya ataları bir şey anlamaz ve doğruyu bilmez
idiyseler!"
Bu şekilde şeytanın adımlarına
uymuş, ya da bir kısım lider-lerin peşine takılarak, onların Allah kanunlarına
ters düşen arzularına uyan ve de şirke düşmüş insanlara: Gelin "Allah’ın
indirdiğine tabi olun! Denildiği zaman, hayır bizler atalarımızı neyin üzerinde
bulmuş isek ona tabi oluruz derler."
Bu düşünce de şeytanın planlarına,
şeytanın adımlarına uymadır. Şeytanın yoluna uyan insanların sergiledikleri
çok çirkin bir davranıştır bu. Bu insanlar sadece iz takip eden insanlardır.
Uydukları şeylerde araştırma, inceleme, düşünme yapmazlar. Ataların ve
dede-lerin kutsal mîrası onlara yetmektedir. Atalarının mîrası, onlar
nazarında o kadar kutsal ki; onu araştırma gereği bile duymadan kabullenirler.
Körü körüne bir taklid içindedir bu insanlar.
Tarihen sabittir ki tüm peygamberler,
bu tür statükocu insanlarla karşılaşmışlar, bu insanlarla var güçleriyle
uğraşmışlar ve bu tarzı yıkmaya çalışmışlardır.
Kur’an, bu şekilde akıllarını
kullanmayarak atalarını kutsayıp, kör bir taklidle onların yolunu takip etmeye
çalışan insanları şöyle uyarır:
"Ya ataları bir şey anlamaz ve doğruyu
bilmez idiyseler!"
Bu durumda yine uyacaklar mı onlara? Bu
âyetiyle Rabbimiz atalarını kutsayıp, kayıtsız şartsız onları takip eden
kişileri, bu kutsâdıkları atalarının kişilik ve kimlikleri üzerinde, aklî
düzeyleri ve fiili gidişatları üzerinde ciddi bir inceleme yapmaya çağırır.
Ataları doğruysa, doğru yoldaysa tamam
onlara uymak caizdir. Ama ya onlar hiç bir şey bilmeyen, Kur’an ve sünnetten
habersiz bir hayat yaşayan insanlarsa! İşte bunu Kitap ve sünnet ışığında
değerlendirmelerini istemektedir. Çünkü kıstas vahiydir. Vahye uyanlar
doğrudur, vahye mutabakat etmeyenler kimden intikal ederse etsin
bâtıldır.
Öyleyse Allah’ın hükmüne uygun olup
olmadığına bakmaksızın atalardan kalma âdetlerin, törelerin peşine takılmak
caiz değildir. Kur’an bu taklid yolunun hele hele inanç konusunda insanı hataya
sürüklemesini mazur görmemektedir. Ama kişi gerçeği bulmak yolunda bütün
çabasını harcadığı halde, kendi elinde olmayarak gerçeğe ulaşamamışsa İslâm
onu mazur görmektedir.
Yâni bir şeye tabi olma konusunda
eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması önemli değildir. Önemli olan
onun Allah’ın hükmüne uygun olup olmamasıdır.
Bu konuda müslümanlar arasında biri
ifrat, diğeri de tefrit olmak üzere iki yanlış gelenek
vardır:
1- Bir grup müslüman, efendim Kur’an
bir dönem anlaşılmış ve fıkha, fıkhî kalıplara dökülmüştür. Ecdat onu anlayıp
fıkha dökmüştür. Bizim onlar gibi Kur’an’ı anlama imkânımız olmadığı için
onların anlayışına tabi olmak zorundayız. Binaenaleyh Kur’an’ı anlamaya
çalışmak yerine fıkıh okumak zorundayız. Kur’an’ı da anlamak ve uygulamak
üzere değil, ibâdet kastıyla okumalıyız diyorlar. Ve böylece tamamen geçmişe
teslim olmamız gerektiğini iddia ediyorlar.
2- Bir ikinci grup müslüman da bunların
tamamen zıddına, efendim geçmiştekilerin anlayışı bizi bağlamaz. Onlar bizim
için ayak bağıdır. Geçmiştekilerin, Rasulullah’ın, sahabenin, tâbiînin ve
müçte-hid imamların Kur’an’ı nasıl anladıkları, nasıl uyguladıkları bizi hiç mi
hiç ilgilendirmez. Onların anlayışları kendilerini ve kendi dönemlerini
ilgilendirir. Bizler onlara hiç bakmaksızın Kur’an’ı anlamak ve hayatımıza
aktarmak zorundayız diyorlar.
Bu anlayışların ikisi de bâtıldır.
Birisi ifrat diğeri de tefrittir. Ne tümüyle geçmişe teslim, kayıtsız şartsız
geçmişe teslim, ne de tümüyle geçmişi silmek doğru değildir. Anladığım
kadarıyla işin doğrusu, bugün bizler de Allah’ın kitabını anlamaya çalışmak
zorundayız. Ama bu işi yaparken de geçmişi silerek değil, bilâkis Allah’ın
Rasû-lünden bugüne kadar Kur’an’la alâkalı, o âyetle alâkalı kim ne demişse,
nasıl anlamışsa onlara da müracaat ederek bugün biz de anlayabildiğimiz
kadarıyla Kur’an’ı anlamak zorundayız. Çünkü bu kitap, sadece onlara değil,
bize de gelmiştir. Onların bundan sorumlu olduğu kadar bizler de bundan
sorumluyuz, bunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız.
Onlara Allah’ın indirdiğine uyun
denildiği zaman onlar derler ki; biz babalarımızı neyin üzerinde bulmuşsak ona
uyarız. O dönem bunu diyenler yahudilerdi. Çünkü bizim babalarımız, dedelerimiz
bizden daha hayırlı ve daha bilgiliydiler demişlerdi Yahudiler. Âyet her ne
kadar yahudilerle ilgiliyse de kıyamete kadar tüm insanları ilgilendirmektedir.
Bu şekilde atalarını kutsayan ve
onlardan intikal eden herşeyi doğru kabul eden insanların, bir dine bağlanmaları
düşünce ve araştırma noktasından kaynaklanmaktadır. İnsanların pek çoğu
babalarından, dedelerinden intikal eden, mîras kalan dini inançlara
bağlanmaktadırlar. İnandıkları bu dinin ayrıntılarına girip herhangi bir
araştırma yapma gereği duymayan bu insanlar nasıl bir dinin, nasıl bir mezhebin
mensubu olduklarını da bilmemektedirler.
İşte âyet-i kerîme bunu reddediyor ve
bu düşüncenin şeytanın adımlarına uyma olduğunu anlatıyor. Bakın, bu hususu
biraz daha açıklamak üzere bundan sonraki âyet şöyle
buyuruyor:
171:"Küfredenlerin durumu; çağırma ve
bağırmadan başka bir şey duymayan hayvanı çağıranın durumuna benzer.
Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler ve bu yüzden akl
edemezler."
Yâni bu insanlar çobanın nidasını,
çağrısını duyan; ama onun kelimelerinin anlamını anlamaksızın onun nidasına
doğru giden sığır sürüleri gibidirler. Onlara bir şeyler anlatmak, nasihat
etmek, sığıra nasihat etmek gibidir.
Ya da burada bağıran bu adamların
kendileridir. Kendilerinin sesini işitmeyen, işitse de anlamayan birilerine
bağırıp çağırmaktadırlar. Adam her gün bağırıyor işte Atam! Babam! Dedem!
Anam! Ecdadım! Senin yolundan gidiyoruz! Senin izini takip ediyoruz! Senin
yolundan, senin izinden ayrılmadığımızın ispatı olarak bak, şu anda
huzurundayız! Huzurunu huzursuzlara bozdurmayacağız! Filan diyorlar ya.
Bağırıyorlar, çağırıyorlar; ama berikisi hiç duymuyor,
işitmiyor.
Evet, birinci anlamıyla bu adamlar sözü
duyarlar, çobanın sesini duyarlar; ama onun demek istediğini anlamazlar,
üzerinde düşünmezler, anlamaya çalışmazlar demektir. Söyleyenin sözünü anlamak
için akıllarını, kalplerini, gözlerini, kulaklarını kullanmak istemezler. Kör
bir taklitten yanadır adamlar. Denilenin sebebini, hikmetini anlamaya
yanaşmazlar.
Söyleyen kim olursa olsun, herhangi bir
kişiden İslâm hakkında bir söz duyulduğunda delil sormadan ona uyulmaması
gerekir. Çünkü onun dediği şey yanlış olursa, ona uyan kişilerin Allah katında
herhangi bir mâzeretleri olamaz.
172:"Ey İman edenler! Size verdiğim
nîmetlerin helâl olanlarından yiyin! Eğer yalnız Allah’a kulluk yapıyorsanız
ona şükredin !"
Mü'min kesinlikle bilir ve öylece iman
eder ki; haram ve helâl sınırlarını ancak Allah tayin eder. Allah berisinde ve
bir de Resûlüne verdiği yetki dışında, bu konuda hiç kimse pay sahibi
değildir. Bu konuda kıstas vahiydir. Vahyin helâl dedikleri helâldir, tüm
dünya bunun aksini söylese de. Vahyin haram dedikleri de haramdır, tüm dünya
zıddını ispat etmeye çalışsa da. Çünkü bu konuda insanlar ölçü olamazlar. Zira
insanlar hiçbir zaman yarını hesap edemezler.
Ve yine insanlar hiçbir zaman
kâinat planında düşünce imkânına sahip değillerdir. Yâni insanların tamamı
birleşse de bin yıl önce kötü görülen bir şeyin bin yıl sonra iyi
olabileceğini bilemedikleri gibi, burada iyi bilinen bir şeyin dünyanın başka
bir yerinde kötü görülebileceğini bilemezler. Kâinat planında düşünebilmeye ve
yarınların yarınını ihata edebilmeye sahip olan ancak Allah’tır. O halde haram
helâl konusunda, iyi kötü konusunda, zararlı faydalı konusunda söz sahibi sadece
Allah’tır. İnsanlar, helâl kılınan
şeylerdeki hikmeti anlamasalar da Allah’ın helâl kıldığı şeyleri temiz ve
faydalı bilirler ve öylece inanırlar. Haram kıldığı şeyleri de pis ve zararlı
bilirler. Bundan sonraki âyet-i kerîmede Rabbimiz haram kıldığı şeylerden bir
kısmını anlatarak şöyle buyurur:
173:"O, size ölü hayvan etini, kanı, domuz
etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvan etini haram kılmıştır. Ama her
kim de mecbur kalır ve yemediği takdirde öleceği muhakkak olursa başkasının
hakkına tecavüz etmediği, taşkınlık yapmadığı sürece ona da bir günah yoktur.
Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir."
Helâl olan şeyler çoktur. Onun için
helâller tek tek sayılmaz. Ama buna mukabil haramlar az olduğu için isimleri
tek tek belirtilir. Yâni haramlar sayılır ve haram olduğu belirtilenlerin
dışında kalanların hepsinin helâl olduğunu anlarız.
Burada sayılan haramlar
:
1- Meyte, yâni laşe, kendiliğinden
ölmüş veya şer’i bir usulle kesilmemiş hayvanlar laşe hükmündedir ve yenmez.
Yâni müslüma-nın besmele çekerek veya ehl-i kitabın kestiklerinin dışındaki
hayvanlar haramdır.
2- Kan necistir ve yenilmesi haram
kılınmıştır. Ancak bu âyette sadece kandan genel olarak söz edilmiştir. Fakat
En’âm sûresinde:
"Akan kan size haram kılındı."
(En’âm:
145)
Buyurulmaktadır. Öyleyse haram olan
akan kandır. Değilse et ve kemik içinde kalan kan haram değildir. Bir de
Rasulullah’a izâfe edilen; ama kimilerince zayıf kabul edilmiş bir hadis-i
şerifte:
"Benim için iki ölü ve iki kan
helâl kılındı. İki ölü balık ve çekirge, iki kan ise dalak ve karaciğerdir."
3- Domuz eti haramdır. Domuzun sadece
eti değil yağı, kılı herşeyi haramdır.
4- Allah’tan başkaları adına kesilen
hayvan da haramdır. Meselâ filan türbede filan kişi adı zikredilerek veya işte
başkanımız için, bakanımız için, Reis-i Cumhur’umuz için diyerek, bunların
adına kesilen hayvanlar haramdır. Tabi haramlar bu kadar değildir. Ancak bu
âyet ve En’âm sûresindeki 146. âyet ehl-i kitabın bu konuda çıkardıkları bir
probleme cevap olarak geldiği için, bütün haramları sınırlayıp açıklamak
bağlamında değildir. Yâni bu âyetlerde sadece dört tane haramın zikredilmesi,
ehl-i kitabın konu etmedikleri diğer haramların bulunmasına mâni değildir. Bir
de aslında eşyada aslolan ibahadır yâ-ni helâlliktir; ama vahiyle bildirilenler
müstesnadır diyoruz.
"Ama her kim de mecbur kalır ve
yemediği takdirde öleceği muhakkak olursa"
"Başkasının hakkına tecavüz etmediği
sürece"
Yâni kendisi gibi zaruret içinde
bulunan diğer birisinin ölümünü önleyecek kadar elinde bulunana saldırmamak ve
onun ölümüne sebep olmamak kayd u şartıyla bir. Bir de:
"Taşkınlık yapmadığı
sürece."
Yâni ölmeyecek kadar zaruret ölçüsünden
fazlasına uzanmadığı müddetçe.
"Ona da bir günah yoktur. Çünkü Allah
bağışlayandır, merhamet edendir."
Böyle darda kalmış, zaruret
içinde bulunan kimse için bunlar-dan hangisini bulursa zaruret miktarı, yâni
diri kalacak kadar, ölmeyecek kadar yemesinde bir beis yoktur. Tabi helâl kabul
etmemek ve doyasıya yememek kaydu şartıyla. Hani fıkıhta bu hususu anlatan şöyle
bir kural vardı:
"Zaruretler, haram olan şeyleri mubah
kılar."
Zaruri durumlardaki haramların mubah
oluşu hükmü işte bu âyetin mânâsını içerir.
174:"Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyler
gizleyip de bununla biraz para alanlar yok mu?"
"İşte onlar karınlarına ateşten başka
bir şey yemezler. Kıyamet gününde Allah onlarla ne konuşur, ne de onları
temize çıkarır. Onlar için elem verici bir azap
vardır."
Daha önce bu konuda ehl-i kitaba
seslenen âyetlerde bir şeyler demeye çalışmıştık. Allah’ın dini adına bildiğini
konuşmayan, söylemeyen, içinde tutan, konuşması gereken yerde susan bu
insanlar, bunun karşılığında ne kadar alsalar yine de
azdır.
Meselâ böyle yaptıkları için tüm dünya
kendilerine verilse bile yine de azdır.
"Dünya metaı gâyet
azdır."
(Nisâ: 77)
Tüm dünyayı alsalar bile karşılığında
ne veriyorlar? Cennet. E bununla mukayese edildiği zaman herşey azdır değil mi?
Âyetteki sıralamaya bakılırsa önce
gizlemeden söz ediliyor, sonra da az bir pahaya satmadan söz ediliyor. Bunda da
anlıyoruz ki Allah’ın âyetlerini gizlemek, onları az bir paraya satmaktan daha
büyük bir suçtur.
Demek ki bu Allah bilgisi adamların
karınlarında kalırsa, insanlara ulaştırılmazsa sonunda bu bilgi ateşe
dönüşüyor. Ya da bunun sonunda, bu gizlemenin karşılığında dünyalık alıyorlar
ya, işte aldıkları bu dünyalıklar ateşe dönüşüyor ve yedikleri de ateş oluyor.
Nisâ sûresinde yetim mallarını zulüm
üzere yiyen kişiler de yine karınlarına ateş dolduruyorlar deniyordu ya, demek
ki insan kendi ateşini kendisi götürüyor dünyadan.
Bu Allah’ın âyetlerini, Allah’ın dinini
gizleme işini bazen resmi otorite yapar. Okumayı yasaklar, okutmayı yasaklar,
konuşmayı, anlatmayı yasaklar. Veya bazen öyle bir program yapar ki; on beş
yıl onun programında okuyan insanlar bile kitabı anlayamaz. İşte böyle ister
bilenlerden gizleyenler olsun, ister resmi otorite olsun kim bildiği Allah
bilgisini gizlerse, onların gideceği yer cehennemdir ve de Allah onlarla
konuşmayacak, onların yüzüne bakılmayacak, onlar temize çıkarılmayacaklar ve çok
elem verici bir azap onların olacaktır.
175:"Onlar hidâyet yerine sapıklığı,
bağışlanma yerine azabı satın alanlardır. Bu halleriyle onlar ateşe karşı ne
kadar da sabırlıdırlar."
"Böyleleri ateşe ne de
sabırlıdırlar?"
Bunlar iyiliğe, hayra, hakkı
insanlara duyurmaya, dünya zevklerinden birini terk edip müslümanların ayağına
gitmeye asla taham-mül gösteremeyen bu insanlar, ateşe götürecek amelere karşı
ne kadar da tahammüllüler? Ateşe karşı ne kadar da cesur ve sabırlılar diyor
Rabbimiz.
Onların bu tür elim bir azabı hak
etmelerinin sebebi de şudur:
176:"Bu da Allah’ın kitabını hak olarak
indirmesindendir. Kitap konusunda ayrılığa düşenler, doğrusu de-rin bir
çıkmazdadırlar."
Demek ki bu azabın sebebi şudur: Allah
kitabını hakla, hak olarak indirmiştir. Onlarsa bu kitap konusunda ihtilâfa
düşmüşler, bir kısmına iman ederek, bir kısmını gizleyerek inkâr etmişlerdir.
Ama kitap hakkında ihtilâfa düşenler, elbette haktan çok uzak bir ayrılık ve
anlaşmazlık içindedirler.
Bu kitaptan kasıt:
1- Tevrat’tır denmiş. Bu kitap
konusunda ihtilâf edenler de ya-hudi ve hıristiyanlardır. İhtilâf ettikleri konu
da bir görüşe göre; İsa (a.s)'ın, diğer bir görüşe göre de Hz. Muhammed (a.s)'ın
sıfatlarının ve haberinin Tevrat’ta geçip geçmediği konusudur.
2- İkinci bir görüşe göre; buradaki
kitaptan kasıt Kur’an’dır. Kitap konusunda ihtilâfa düşenler de Kureyş
müşrikleridir. Kimisi sihir demişler, kimisi eskilerin masallarıdır, üsturedir
demişlerdi.
3- Bir üçüncü mânâya Cenab-ı Hak; tüm
peygamberlerine kitap gönderirken hakkı hak olarak ikâme etmek, bâtılı da yok
etmek için göndermiştir. Bunu murad etmiştir Allah. Ama bu adamlar bu maksatla
gelen Allah’ın âyetlerini oyuncak edindiler. Ne hakkı ikâme dertleri var, ne de
bâtılı yok etme çabaları.
Kitap konusunda ihtilâfa düşenler,
Allah’ın gönderdiği kitapların tamamına inanmayıp da kimisi sadece Tevrat’a,
kimisi sadece İncil’e inanıp ötekileri reddedenler. Veya kitabın bir kısmına
inanıp da diğer bir kısmına inanmayarak, böylece kitap konusunda ihtilâfa
düşen insanlardır.
Bugün de insanlar kitap konusunda
ihtilâfa düşmektedirler. Kimileri bu kitabı inkâr ediyor, kimisi bir kısmına
inandığı halde bir kısmını inkâr ediyor, kimisi bu kitabın fonksiyonu konusunda
ihtilâf ediyor, kimisi kitap damam da bir zamanlar uygulanmış, bugün işi bitmiş
diyerek ihtilâf ediyor, kimisi onu sadece ibâdete hasredip, sosyal hayata
karıştırmama konusunda ihtilâf ediyor.
Kimisi kitabın sadece belli âyetlerini
bayraklaştırıp diğer bölümlerini görmezden gelerek ihtilâf ediyor. Meselâ
zikir âyetleri diyor adam, bunlara sarılıyor, bunları bayraklaştırıyor, sanki
kitapta sadece bu âyetler varmış gibi diğerlerini görmezden geliyor. Kimisi
dar’ul harp âyetlerine tutunuyor, kimisi cihad âyetlerine sarılıyor, kimisi
sadece kıssa âyetlerine, kimisi devlet âyetlerine sarılıyor, sadece onları
gündeme getiriyor diğerlerini yok farz ediyor. Böylece bugün de müslü-manlar
kitap konusunda ihtilâf içine düşmektedirler.
Halbuki kitap aslında ayırıcı değil
birleştiricidir. Kitap kendisine tümden sarılmayı becerebilen, Allah’ın
istediği biçimde sarılmayı becerebilen insanları kesinlikle birleştirecektir.
Ama bugün müslüman-ların aralarında böyle her biri onun bir parçasına değil de
tümüne birden sarılıp amel edebilecekleri ve aralarında herhangi bir ihtilâf
söz konusu olduğu zaman hakem olarak kendisine gidebilecekleri bir kitapları
olmadığı sürece, tartışmalardan ve ihtilâflara düşmekten kesinlikle
kurtulamayacaklardır. İnsanlar arasında böyle birleştirici bir hakem, bir bağ
olmayınca da ihtilâflar ebedî olacaktır. İşte âyet-i kerîme bize bunu
anlatıyor.
Ama insanlar, hüsnü niyetle bu kitabı
anlamaya çalıştıkları hal-de, insan olmaları hasebiyle anlayışlarının,
kavrayışlarının farklı oluşu, onların beraberliklerine zarar getirmeyecektir.
İnsan olmaları sebebiyle meselâ birisi malının tamamını, bir başkası da yarısını
verme-yi anlayabilecektir o ayrı.
Bir de kitaptan ayrılık ihtilâf
sebebidir. Bundan sonra Rabbi-miz, birr’i anlatmaya başlayacak. Birr; iyilik
demektir. Birr; takva demektir. Birr; gerçek iman demektir. Gerçek birrin,
gerçek takvanın, gerçek imanın ne olduğunu bakın Rabbimiz şöyle
anlatır:
177:"Yüzlerinizi doğuya ya da batı
tarafına çevirmeniz birr değildir. Lâkin gerçek birr sahibi (gerçek iman eden)
kimse Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden
kimsedir. Malı sevmekle beraber yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda
kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren kişidir. Namazı ikâme eden ve
zekâtı veren, söz verdikleri zaman ahidlerini yerine getiren kimselerdir. Söz verdikleri zaman da
sözlerini yerine getirirler. Sıkıntı ve hastalık hallerinde, şiddetli savaşta
sabredenlerdir. İşte bunlar sâdıklardır (doğru söyleyenlerdir) ve işte gerçek
takva sahipleri de bunlardır."
Kıblenin değiştirilmesinden sonra
yahudi ve hıristiyanların, herkesin kendi kıblesine dönmesi gerekliliği
hususundaki dedikoduları devam ettirmeleri üzerine gelen bu âyet-i kerîme, önce
yahudi ve hı-ristiyanlara diyor ki: Bir kere doğunun da batının da kıble olması
kaldırılmıştır. Doğuya va batıya dönme konusunda ısrar etmenizin bir anlamı
yoktur diyerek yahudi ve hıristiyanlara hitap etmektedir.
Sonra da tüm insanlığa diyor ki âyet;
ibâdetlerin dış formlarına önem vermenizin fazla bir değeri yoktur. Namazda
yüzünüzü şekil olarak doğuya ya da batıya döndürmeniz gerçek iman değildir,
gerçek birr ve iyilik değildir. Yâni ruhsuz bir biçimde, sadece şekil olarak
bazı dini formalite ve törenleri icra ederek dindarlık gösterisinde bulunmanız
gerçek iman ve gerçek takva değildir. Gerçek iman, birtakım hareketleri yapmak,
şuraya ya da buraya dönmek, Kâbe’ye ya da Mes-cid-i Aksa’ya yönelmek, yatıp
kalkmak değildir.
"Lâkin gerçek birr sahibi (gerçek iman
eden) kimse Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman
eden kimsedir."
Gerçek birr sahibi, gerçek iyilik ve
takva sahibi kimse:
1- Allah’a Allah’ın istediği gibi iman
eden kimsedir. Aristo’nun inandığı gibi değil, Ebu Cehil’in inandığı gibi değil,
şeytanın inandığı gibi, ya da müşrik ehl-i kitap dünyanın inandığı gibi değil.
Bunlar da Allah’a inandıklarını iddia ediyorlardı. Meselâ Aristo Allah’a
inandığını iddia ediyor ve inandığı Allah’ı bakın bize şöyle tarif ediyor: Benim
inandığım Allah, dünyayı yarattı. Sonra yarattığı dünyaya dönüp bir baktı ve
beğenmedi onu. Dünyayı çok basit, çok bayağı buldu ve ondan istinkaf etti, el
etek çekti, onunla ilgilenmekten vazgeçti ve dünya işini bize bıraktı, ne
haliniz varsa kendiniz görün dedi.
İşte demokrasi buradan çıkar.
Demokratik ülkelerin Allah’ı, Aristo’nun Allah’ıdır. Dünyayı yaratan, ama onunla
ilgilenmeyip dünya işlerini insanlara, insanların egemenliğine bırakan bir
Allah. Hukuktan anlamayan, eğitim konusunda bilgi sahibi olmayan, kılık kıyafete
karışmayan, dünya işiyle ilgilenmeyen bir Allah.
Veya işte altı günde zar zor dünyayı
yaratıp, yorulduktan sonra köşesine çekilip dünyanın idaresini insanlara bırakan
bir Allah.
Veya Ebu Cehil’in inandığı gibi
yeryüzünde birtakım putlara, birtakım tâğutlara kulluğa da ses çıkaramayacak
kadar uyuşuk, güçsüz bir Allah. Ebu Cehil de böyle bir Allah’a inanıyordu.
Tamam göklerin ve yerin yaratılışı konusunda söz sahibi olan; ama hayata
karışmayan, yerde birtakım varlıkların hâkimiyetine de rıza göstermek zorunda
olan bir Allah.
Veya şeytan da Allah’a
inanıyordu. Bunu Kur’an’dan öğreniyoruz. Peki şeytan nasıl bir Allah’a
inanıyordu? Hayatının bazı bölümlerine karışan; ama bazı bölümlerine karışmayan
bir Allah’a inanıyordu şeytan. Kendisini tekliften âzâde sayıyor, bazı
emirlerini yok farz ediyor, hayatının bazı bölümlerinde kendisini özgür
zannediyordu.
Bugün müslümanlardan pek çoğu da
sanki şeytanın inandığı gibi inanıyor Allah’a. Müslümanım diyen insanlardan pek
çoğu, tıpkı şeytan gibi kendilerini tekliften âzâde sayıyorlar. Hayatlarının
bazı bölümlerinde sanki o konuda Allah’ın bir teklifi yokmuş gibi
davranıyor-lar. Meselâ kimi müslümanların hayatında namaz hacdan sonra başlar.
Sanki hacca gidip gelinceye kadar bu konuda kendisine Allah’ın bir teklifi
yokmuş gibi.
Veya kimi müslümanların hayatında
İslâm, kırk yaşından sonra başlar. Sanki o zamana kadar Allah’ın bir teklifi
yokmuş gibi. Kimi müslümanlar Ebu Cehil gibi hayatlarının bazı bölümlerine
Allah’ı karıştırırlar; ama hayatlarının bazı bölümlerine kesinlikle Allah’ı
karıştırmamadan yanalar.
Kimileri öyle bir Allah’a inanıyor ki,
cebindeki parasına karışmaz o Allah. Nereden kazanacağına, nerede harcayacağına
karışmaz o Allah. Meslek seçimine karışmaz o Allah. Kimileri öyle bir Allah’a
inanıyor ki; düğününe, derneğine karışmaz o Allah. Kılık kıyafetine karışmaz o
Allah. Yemesine içmesine, okumasına yazmasına, al-masına satmasına karışmaz o
Allah.
Böyle bir iman değil de, Allah’a
Allah’ın istediği biçimde inanırsak, yâni kitabında bizden istediği biçimde
hayatın tümüne karışan, hayatımızın tümünde bizden kulluk isteyen ve
hayatımızın tümünde, yerken içerken, kazanırken harcarken, giyinirken
soyunurken, alırken satarken, severken küserken hattâ tırnağımızı kesmemize
varıncaya kadar tüm hayatımızda yalnız kendisini dinlememizi isteyen ve
kendisiyle birlikte başkalarını da dinlememiz konusunda bizi soğanın
dişisinden bile kıskanan bir Allah’a inanıyorsak; işte bu iman demektir.
Değilse Allah korusun Aristo’nun
inandığı gibi dünya işlerini bilmeyen, dünya işlerine karışmayan ve bize hadi
ne haliniz varsa görün! İstediğiniz gibi hukuk yapın! İstediğiniz gibi giyinip
soyunun! Dilediğiniz mesleği seçin, dilediğiniz yerden kazanın, dilediğiniz
yerde harcayın, çalın, çırpın!
Dilediğiniz kişilere egemenlik yetkilerinizi verin! Dilediğiniz
varlıklara kulluk yapıp, dilediğiniz kişileri dinleyin! Zaten benim bu
konularda gücüm kuvvetim, yetkim yoktur! Diyen veya Ebu Cehil gibi yerde
birtakım putlara tapınmaya, birtakım tağutlara egemenlik hakkını vermeye ses
çıkarmayacak kadar uyuşuk bir Allah’a inanıyorsak bilelim ki bu Allah’ın
istediği bir iman değildir. Herkes ken-di kafasından bir iman geliştirip, ya
Rabbi biz böyle bir iman modelini münâsip gördük, herhalde sen de buna ses
çıkarmazsın! Diyerek Allah’a akıl vermeye, yol göstermeye kimsenin hakkı
yoktur.
Veya, ya Rabbi biz bunu münâsip
gördük, sen de bunu kabul etmek zorundasın! Diyerek Allah’a kafa tutmaya
kimsenin hakkı yoktur. İsterseniz dilediğiniz gibi inanın, dilediğiniz gibi
anlayın ama bilesiniz ki, sonunda hesaba çekecek olan
Allah’tır.
Gerçek iman sahipleri, gerçek birr
ve takva sahipleri Allah’a Allah’ın istediği, Allah’ın razı olduğu biçimde iman
edenlerdir.
2- Âhiret gününe iman eden kimselerdir
onlar. Âhiret gününe iman, hesap kitap konusuna iman demektir. Âhirete inanan
kişi, hesap kitap konusunda korku sahibi olan kişi demektir. İnsanlar neden
korkarlarsa ona karşı titiz davranırlar. İşte mü'min böyle bir korku duyan
kişidir. Her adım atışında, her duruşunda, yâni pozitif ve negatif her eyleminde
korku içinde olan kişidir. Ya bu konuda hesaba çekilirsem! Ya bu bakış yarın
karşıma bir dosya olarak çıkarsa, ya bu hareket yarın hesaba çekilirken
aleyhime çıkarsa, ya cehenneme sürüklerse beni bu duruş diye sürekli bir
hesap kitap içinde bulunur mü'min. Böyle bir korkunuz var mı, yok mu? Bir
düşünün. Yâni aç kalma korkusu, borcumuzu ödeyememe korkusu, ele âleme rezil
olma korkusu, evimizin elimizden alınma korkusu, polis korkusu, maliyeci
korkusu, hapse girme korkusu, çek senet protesto korkusu, işten atılma,
statümüzü kaybetme korkuları. Bütün bu korkularımız yanında âhiret korkusu pek
yok gibi değil mi?
Halbuki Allah kitabının başka bir
âyetinde müttakıleri anlatırken:
"Onlar her ân Allah’la karşı karşıya
gelivereceklerini ve Rablerine dönüyor olduklarına inanan kimselerdir."
(
Bakara 46)
Buyuruyordu. Her ân Allah’la karşı
karşıya gelivereceğine inanan insanlar. Ha şu köşeyi döndüm dönmeden, ha şu
lokmayı yuttum yutmadan, ha şu cümleyi bitirdim bitirmeden ölüverecek ve
Rabbimle karşı karşıya gelivereceğim inancıyla yaşayan insanlardır onlar
di-yordu. Çünkü âhiret inancı Allah’la beraber olmayı, her ân Allah’la karşı
karşıya gelmeyi gündeme getirecektir. Böylece kişi sürekli Allah’la beraber,
kendini kontrol edebilme imkânı bulacaktır. Çünkü âhirete iman bunu sadece söz planında
söylemek değil hayat programını ona göre yapmak demektir.
Mü'min, hayat programını bu inanca bina
eden kişidir. Yâni âhirete imanı sürekli iki kaşının arasında hisseden kişidir.
Ama Allah korusun da bugün bizler, dilimizle âhirete imanı gündeme getiren
bizler, hayat programlarımızla onu yalanlamaktayız. İşimiz, dükkanımız,
ticaretimiz, maişet teminimiz, geleceğe ait planlarımız, kazanma hırsımız,
ebedî kalacak gibi diktiğimiz villalarımız, evlerimiz, eşyalarımız,
hedeflerimiz ve bilfiil hayatımızla âhireti inkâr ediyoruz. Dillerimizle ikrar
ediyoruz; ama hayatlarımızla yalanlıyoruz Allah korusun. Böyle değil de
gerçekten hem diliyle hem de hayat programıyla âhirete inanan insanlardır birr
ve takva sahipleri. İnşallah Allah bizi de onlardan
eylesin..
Bu konu gerçekten çok mühimdir. Âhirete
iman konusunu sürekli gündemde tutmak zorundayız. Hem kendimizi hem de
çevremizi âhiretle uyarmak zorundayız. Diyelim ki tüm insanlara: Ey insanlar!
Bir gün gelecek ayınız da, güneşiniz de, yıldızlarınız da, semanız da, arzınız
da, malınız mülkünüz de, gücünüz saltanatınız da, paranız servetiniz de
herşeyinizle birlikte yok olacaksınız! Hesap kitap vermek üzere Allah’ın
huzuruna gideceksiniz diye uyaralım insanlığı. Peygamberlerin ellerindeki en
büyük silahlardan birisi buydu. Onlar dönemlerinde Allah’ın kullarını bununla
uyarmışlardı. Biz de günümüz insanlarını âhiretle korkutmak zorundayız.
Bir atom bombası, bir hidrojen
reaktörü, bir tank, bir füze karşısında bir çok devletler savaştan el etek
çekip teslim sancağını çekerken, aynı insanları âhiretle uyardığımız zaman bir
tek günahı bile terk etmediklerini görüyoruz.
Bu insanlar A.B.D nin, Avrupa’nın
sihirbazlıkları karşısında onlardan tir tir titriyorlar da âhiret karşısında
hiç irkilmiyorlar. Halbuki A.B.D de, Çin de, İngiltere de çok basittir,
güçsüzdür, herşeyleri artistlik ve sihirbazlıktır.
İşte gördük Kamboçya’da, Afganistan’da,
Somali’de bunların ne düzenbaz olduklarını. Öyleyse biz de bu insanların
karşısına tıpkı Peygamberlerin yaptıkları gibi Allah’ın âyetleriyle çıkalım.
Onlar iman etmeseler de, alay ediyor görünseler de onların karşılarına bu
kitapla çıkalım. Çünkü nihaî noktada onları diriltecek olan yine bu kitap
olacaktır. Kadın, erkek, kâfir, mü'min, hür, köle kim olurlarsa olsunlar
insanlar, ne olurlarsa olsunlar onları diriltecek bu kitaptan başka bir şey
yoktur elimizde. Bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım
inşallah.
3- Meleklere iman eden kimselerdir
onlar. Meleklere iman demek; Allah’ın melekler vasıtasıyla bizimle diyalog
kurduğuna iman demektir. Yâni Allah’ın kendi köşesine çekilmeyip her ân
melekleri vasıtasıyla dünya işlerini idare ettiğine, her ân yanımızda olduğuna,
bu melekleri vasıtasıyla yeryüzüne karıştığına, yeryüzünde seçtiği
peygamberlerine bu melekleri vasıtasıyla bizim hayatımızı düzenlemek üzere
mesajlar gönderdiğine, vahiy gönderdiğine ve bizi bununla sorumlu tuttuğuna
iman demektir. Melekler vasıtasıyla bizim amelleri-mizi tesbit ettiğine,
melekleri vasıtasıyla bizi bize isa bet edecek belâlar ve
musîbetlerden koruduğuna, melekleri vasıtasıyla bizim karımızı, boramızı,
yağmurumuzu sağladığına iman demektir. Meleklere iman, bu demektir. Yoksa
sadece meleklerin varlığına iman demek değildir bunun
mânâsı.
4- Allah’ın kitaplarına iman eden
kimselerdir o birr sahipleri. Kitaba iman demek; hayatı onunla düzenlemek üzere
kitaba iman de-mektir. Kitaba iman demek; içindekilere iman demektir.
İçindekilerin doğruluğuna ve uygulanırlılığına, uygulanması gerektiğine iman
demektir.
Kitaba iman demek; Allah kitabında
böylece buyurdu, ben de bunu aynen anladım ve kabul ettim demektir. Yâni Allah
kitabında ne dedi? Bizzat Allah’la diyalog kurarak, Allah’ın kelâmıyla diyalog
kurarak, ama bunu Peygamber örnekliliğinde anlayarak onu amele
dönüş-türmektir.
Hani hatırlayın, sûrenin başında kitaba
iman konusunda iki gruptan söz etmişti Rabbimiz.
1- Kitapla yol bulan müttakıler.
Yollarını kitaba sorarak bulanlar, hayat programlarını kitaba bakarak
yapanlar. Yaptıklarını kitap yap dedi diye yapanlar, yapmadıklarını da kitap
yasakladı diye yapmayanlar.
2- İkinci grup da:
“Kendilerini ha uyarmışsın, ha
uyarmamışsın fark etmez bir tavır alıp iman etmeyenler”
(Bakara 6)
Böyle olanlar. Yâni fark etmez
kitap kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış olanlar. Yâni yeryüzünde böyle bir
kitap var mı, yok mu? Fark etmez olanlar. Kitaba karşı kayıtsız, ilgisiz ve nötr
davrananlar. Kitabın varlığı ile yokluğu kendileri için müsavi olanlar. Veya
kitap ne derse desin, Allah ne derse desin fark etmez, ben yine bildiğimi
okurum! Diyenler.
Yâni kitap karşısında, peygamber
karşısında Firavunluk yapanlar. Hani öyle diyordu ya âyet-i kerîme: Allah’ın
indirdiğini hayatında görüntülemeyip de başkalarının indirdiğini hayatında
görüntülemeye çalışan kimseyi görmedin mi? diyordu ya. Ben Firavun değilim,
demek çok kolaydır; ama benim amelim, benim tavrım Firavunun ameline benzemiyor
demek gerçekten çok zordur.
Kitaba iman için, kitapla yol
bulabilmek, kitabı hayat programı yapabilmek için kitabı tanımak zorundayız.
Kitabı tanımayan bir adamın onunla amel etmesi ve onu hayat programı yapması
mümkün değildir. Bilelim ki uygulayacak kadar kitaptan tanıdığımız âyetler,
bizim âyetlerimizdir. Hani bizim külli bir imanımız vardı. İslâm’a ilk
girişteki imanımızdı bu. Ben bu kitabın tümüne inandım demiş ve böylece
müslüman olmuştuk. Hani ya bu kitabın tümünün nesine inandık? Ya Rabbi şu anda
onu tanıyamadığım için toptan inandım! Ama inşallah birim birim, tek tek, âyet
âyet onu tanıyıp hayatıma uygulayacağım diye inanmıştık. Hani öyleyse? Toptan
inandığımız bu kitabın tümünün imanı, birime dökülmedikçe bilelim ki; o imanın
bir anlamı kalmayacaktır. Kaldı ki inandık dedikten sonra da denenecektik değil
mi?
Ama şöyle bir iman caizdir: Adam
kitabın tamamına toptan inanır. Ya Rabbi senin kitabında dediklerinin tamamının
doğruluğuna baştan inanıyorum. Ama şu anda henüz tanıyamadığım bölümleri var
kitabının. Meselâ şu anda Âl-i İmrân’ı öğrenemedim, Enfal’ı henüz tanıyamadım.
Ama şu anda sanki onların görüntülenmesi gibi bir hayat yaşıyorum. Bu hayatımı
ben müslüman olarak yaşıyorum. Lâkin sana söz veriyorum ya Rabbi, yarın
öğreneceğim âyetler, bugün yaşadığım dinle, bugün yaşadığım hayatla çatışırsa
ben şimdiden onların doğruluğunu kabul ediyorum diye okumaya devam ederse,
gayret ederse böyle bir iman inşallah o kişiyi kurtaracaktır
diyoruz.
Unutmayalım ki hiçbir insan, hiçbir
toplum kitapsız değildir. Her insanın, her toplumun hayatına uygulayabileceği,
hayat programı adına baş vuracağı bir kitabı vardır. Kimileri toplum
kitaplarıyla, kimileri anane kitaplarıyla, kimileri moda kitaplarıyla,
kimileri Marks’ın, kimileri Mao’nun, kimileri filanın kitaplarıyla amel
etmektedir. İşte Kabirde gelecek sorulardan birisi de bu şüphesiz "kitabın
neydi?" Yâni neyle amel ediyordun? Hayatına kimin emirleri egemendi?
Denecektir.
5- Allah’ın Nebilerine iman eden
kimselerdir onlar. Peygambere iman demek; onun örnekliliğine iman demektir.
Peygambere iman demek; Allah’ın bizden istediği kulluğu icra ederken mutlak
mânâda kendisine uyulması gereken model insan oluşuna, nümune insan oluşuna
iman demektir. Peygambere iman, onun hayat programına iman demektir. Peygambere
iman, onun Allah’tan getirip haber verdiği şeylerin tamamının doğruluğuna iman
demektir. Peygambere iman, Allah’ın onun vasıtasıyla insan hayatına karıştığına
iman demektir.
Peygamber, kişinin kendisini takip
ettiği, kendisine uyup, onun gibi olamaya, onun gibi hareket etmeye çalıştığı
kimsedir. Peygamber, kişinin hayatında amir ve nahiy olan varlık demektir.
Kişinin hayatında emretme ve nehyetme hakkına sahip olan varlık onun
peygamberidir. Peygamberin peygamber oluşunun hikmeti de işte buradadır.
Peygamber, kişinin hayatında emreden ve yasaklayandır.
Çocukluğumuzdan bu yana bize öğretilen
(sıdk, ismet, emanet, tebliğ, fetanet) sıfatları peygamberin kendisiyle ilgili
yönüdür. Bunları zaten kabul etmek zorundayım ben. Yâni Rasulullah’ın doğru
söylediğini, günahsız olduğunu, kendisine gelen âyetleri gizlemeden eksiksiz
insanlara tebliğ ettiğini kabul ettim ve inandım ben. Ama benim birini
peygamber kabul etmem demek, sadece bunları kabul etmem demek değildir. Benim
birini Peygamber kabul etmem demek, aynı zamanda onun benim hayatımda âmir ve
nâhiy oluşunu kabul etmem demektir. Onun benim hayatımda emretme ve yasaklama
yetkisine sahip bir varlık olduğunu kabul etmem demektir.
Eğer ben peygamberi az evvel
saydığım şahsi sıfatlarıyla kabul etsem; ama onun benim hayatımda âmir ve nâhiy
oluşunu kabul etmesem, yâni onu hayatımda emredici ve yasaklayıcı makamında
görmesem; onu peygamber kabul etmiş sayılmam. Peygamberin, peygamber olabilmesi
için hayata hakim olması gerekir. Bir şey reddedilecekse, bir şey kabul
edilecekse, bir şeye izin verilecekse, bir şey yasaklanacaksa, bir şey
yapılacaksa, bir şey yapılmayacaksa, bu konuda söz sahibi peygamber olmalıdır.
Bir şey denecekse o demelidir. Evet
veya hayırı, red veya kabulü, emir veya yasağı Allah der; ama Allah’ın dediğini
biz nereden öğreniyoruz? Bunu biz sadece peygamberden öğreniyoruz, başka bir
kaynağımız yoktur. Evet, işte peygamber budur. Kişinin hayatında bu derece hakim
olan, bu derece kendisine uyulan varlık demektir. Bizim böyle bir peygamberimiz
var mı, yok mu? Orasını bilmiyorum. Çünkü hayatının her bir bölümü bizim için
örnek olacak bir peygamberin, hayatının tamamının bilinmesi gerekmektedir.
Hayatı bilinmeyen bir pey-gamber nasıl örnek olacak da?
Evet, peygamberlere iman konumumuz,
makamımız, toplumumuz hangi peygamberin konumuna, hangi peygamberin toplumuna
benziyorsa; o toplum içinde o peygamberi örnek alarak, o peygamberin rolünü
üstlenerek bir hayat yaşamaya çalışmak demektir.
Eğer toplumumuz Lût kavmi gibi
cinsel ahlâksızlığı doruk noktaya çıkarmış bir toplumsa, o toplum içinde Lût’u
(a.s) örnek alarak; toplumumuz Nuh kavmi gibi salih kişileri putlaştırmayı
doruklaştırmış bir toplumsa, Hz. Nuh’un rolünü oynamaya çalışarak; toplumumuz
Âd kavmi gibi dünyayı cennetleştirme cinnetine kapılmış, cenneti dünyada
aramaya başlamış bir toplumsa, o zaman da Hûd
(a.s)’ı; Semûd kavmi gibi hayırdan, hayırlıdan hoşlanmayan bir toplum
içinde yaşıyorsak Salih’i (a.s); İsrâil oğulları gibiyse toplumumuz, o zaman Hz.
Mûsâ gibi davranarak peygamberlere iman edeceğiz. Esasen bugün çevrelerinde
örnek şahsiyet arayan kimseler, peygamberleri tanıma zahmetine katlanmaktan
kaçan insanlardır.
Evet, Peygamberlere de inanırlar o
ebrâr olanlar. Başka?
"Malı sevmekle beraber yakınlarına,
yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren
kişidir."
Malı sevmekle beraber. Ya bu mala
ihtiyaçları varken, sevdikleri halde onu verirler demektir bunun mânâsı. Ya da
Allah sevgisinden ötürü malı verirler, bu malı şunlara şunlara yedirirler
demektir. Yahut da sevmedikleri, beğenmedikleri mallardan değil; en çok
sevdikleri, en kıymetli mallarından verirler demektir. Kime verirler bu
mallarını?
1- Yakın akrabalara. İslâm, aileyi
toplumun temel taşı kabul eder. Eğer birilerine bir iyilik yapılacaksa, bu
öncelikle aileye ve yakın akrabalara yapılmalıdır. Çünkü Allah’ın Resûlü’nün bir
hadislerine göre miskinlere yapılan sadaka bir sadakadır, ama akrabaya yapılan
sadaka iki sadakadır. Bunlardan birisi sadaka, ötekisi de sıla-i
rahimdir.
2- Yetimlere verenler. Yetim, toplumda
babası ölen ve henüz kendi ihtiyaçlarını temin edebilecek durumda olmayan
buluğa ermemiş küçük çocuklardır. Yetim, bir de toplumda siyasal ve ekonomik
dayanağı olmayan insanlar, garibanlar demektir. Bunlara da yedirmek ve vermek
zorundayız.
3- Miskinlere yemek yedirenler.
4- Yolda kalmışlara yardım edenler.
Evinden uzakta, yolda kalan, bulunduğu yerin yabancısı olan, üstelik de gittiği
beldede hiçbir tanıdığı, sığınağı, barınağı olmayan ve de evine dönebilecek
kadar parası pulu, imkânı bulunmayan kimse demektir ki; bunlara da yardım
edeceğiz.
5- Dilencilere. Dilenmemek için bütün
imkânlarını kullandığı halde yine de ihtiyaçlarını temin edemeyen ve bu sebeple
istemek zorunda kalan kişilere de yardım elimizi uzatmak zorundayız. İslâm
Aslında dilenmeyi meşru görmez. İslâm toplumunda çalışıp kazanabileceği halde
dilenen bir ferdin varlığı asla düşünülemez. Hem dilenen açısından bu böyledir,
hem de o toplumun zenginleri açısından buna imkân yoktur. Evet dilenenlere de
verirler onlar mallarından.
6- Köle ve esirlere
verirler.
"Namazı ikâme eden ve zekâtı veren, söz
verdikleri zaman ahidlerini yerine getiren
kimselerdir.
1- Namazı ikâme demek; onu birtakım
hareketler manzumesi olarak değil veya sadece şeklî olarak belli bir yöne
yönelmekten ibaret olarak değil, dinlerinin direği olarak, sosyal
hayatlarının düzenleyicisi olarak namazı ikâme ederler. Yâni bedenlerinde
Allah’ı söz sahibi kabul ederler.
2- Zekâtı verirler. Mallarında Allah’ı
söz sahibi kabul ederler. Mallarının sahibi olarak bildikleri ve iman ettikleri
Allah’ın hakkı olarak mallarının zekâtını verirler.
3- Söz verdikleri zaman ahidlerini
yerine getirenlerdir onlar. Allah’a verdikleri ahidlerini yerine getirirler.
Allah’tan başka Rab kabul etmezler. Bir de kendi aralarında verdikleri
ahidlerine riâyet ederler. Randevularına, sözlerine sâdık davranırlar. Bir de
onlar:
"Sıkıntı ve hastalık hallerinde,
şiddetli savaşta sabredenlerdir."
Sabır:
1- Fakirliğe sabrederler. Allah’ın
taksimine razı olurlar. Şunu kesinlikle bilirler ki; Allah kendilerine bir şey
ayırmışsa, yanlışlıkla onu başkalarına vermeyecek kadar âdil, başkalarına
ayırdığını da ne yaparlarsa yapsınlar kesinlikle kendilerine vermeyecek kadar
ilim sahibidir. Bir ağız açmışsa, kesinlikle açtığı ağızdan gafil olmayan bir
Allah’a inanırlar. Fakr u zaruret durumlarında sabrederler. Allah’ın nasıl
istemişse kendilerini öylece imtihan edeceğini bilirler ve telaşa
kapılmazlar.
2- Hastalığa sabrederler. Allah bazen
çeşitli hastalıklarla imtihan eder kullarını. Sosyal hastalıklar, ailevî
hasalıklar, bedenî hastalıklar. Mü'minler kesinlikle bilirler ki; bunlar
günahlara kefarettir. Hastalıklar anında mü'minler isyan etmezler, sapıtıp
dağıtmazlar. Çünkü isyan ne çekilen acılara derman olur, ne de günahlardan
arınmaya sebep olur.
3- Savaşta, cihatta sabrederler onlar.
Allah adına yapılacak cihat nefse ağır gelir. Çünkü savaşta ölüm vardır,
yaralanma vardır, maddî ve manevî kayıplar vardır. Çok sevdiği kişileri, yanı
başındaki arkadaşını kaybetme vardır savaşta. Mü'minler bu durumda
sabrederler.
Allah bazen mü'minlere böyle acılar
tattırabilir. Rabbimiz bazen zaferi geciktirebilir. Zaferin gecikmesinde de
mü'minler için çok büyük faydalar vardır. Savaşın kendine has kuralları vardır.
Ne sade-ce, ben müslümanım demek, savaşın kazanılması için yeter sebeptir, ne
de sadece kâfir damgasını yemek savaşın kaybedilmesi için kafi sebeptir.
Mü'minler, gerçek mü'min olurlarsa savaşın şartlarını yerine getirmenin, imanın
şartlarından biri olduğunu bilerek tedbirlerini alırsa; ancak o zaman savaşı
kazanabilirler. Kur’an’da bazı âyetler görü-yoruz. Meselâ:
"Muhakkak ki Allah, iman edenleri
savunur, zira hainleri ve nankörleri hiç sevmez."
(Hac: 38)
Buyurulur.
Çünkü mü'minler, bütün yeryüzü
insanlığının inanç ve ibâdet hürriyetini teminat altına almak için hareket
etmektedirler. Ayrıca karşılarındaki azgınlar da tümüyle zulmün içindedirler,
zâlimdirler. Hem kendilerine karşı zâlimdirler hem de başkalarına karşı
zâlimdirler. Bu durumda Cenab-ı Hak bu âyetiyle, açıkça mü'minleri savunduğunu
garanti etmektedir. Burada aklımıza bir soru geliyor. Madem ki Allah mü'minleri
savunacaktır, savunacağını garanti ediyor, hal böyle olunca acaba neden onlara
bu cihad emri gelmektedir? Neden savaşa katılarak ölümle, yaralanma ile,
çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya gelmeleri istenmektedir? Halbuki netice belli
olduğuna göre, Rabbimiz onları hiç yormadan, üzmeden, acı çektirmeden, ölmeden,
öldürmeden Allah neticeyi gerçekleştiriverseydi olmaz mıydı? Bütün bunların
hikmeti nedir acaba? Bütün bu sorulara verilebilecek bir tek cevap vardır, o da
Cenab-ı Hakkın yüce hikmetidir. Bizimse o hikmetten kavrayabildiğimiz ancak
çok az bir kısımdır.
Bir kere Rabbimiz bu İslâm davasını
omuzlayan insanların uyuşuklardan meydana gelmesini istemiyor. Şurada burada
keyif çatarak yan gelip yatarak Allah’ın yardımını bekleyen insanlardan
olmasını istemiyor. Bununla beraber düşmanlarına karşı hazırlıkları,
planları, programları, silahları, kılıçları olmasını istiyor.
Şurası hiçbir zaman unutulmamalıdır ki
hiçbir zahmete girmeden, hiçbir sıkıntıya katlanmadan, dükkanlarından,
bürolarından, parklarından, plajlarından vazgeçmeden kişilere gelecek
zaferlerin kaybedilmesi çok kolay olacaktır. Kolay elde edilen şeylerin
kaybedilmesi de o nisbette kolay olacaktır. Ucuz kazanılan zaferler çok çabuk
kaybedilir. Bu ve bunun gibi bizim bilemeyip de Allah’ın bildiği pek çok
hikmetlerden ötürü Allah, mü'minlerin savunmalarını yine mü'minlerin elleriyle
gerçekleştirmek istemektedir.
Zaman gelir; mü'minler zulme uğrarlar,
ezilirler, çiğnenirler, hapislere tıkılıp ağızları kapatılır, elleri bağlanır.
Rabbimiz Allah’tır de-menin dışında hiç bir suçları olmayan bu mazlumların eline
zafer çok geç gelebilir. Ama bilesiniz ki, bu gecikme de Allah’ın
hikmetiyledir. Şöyle birkaç madde olarak bunu özetlemeye çalışayım
inşallah.
1- Zaferin gecikmesinin sebebi, belki
de mü'minlerin imanlarının henüz kökleşmemesinden kaynaklanabilir. Belki de
imanlarının gereği olarak bu savaş konusunda imkânlarının tamamını seferber
edecek duruma gelememiş olabilirler. Bu durumda zaferi elde etseler bile onu
koruyacak durumda değillerdir. Zira ellerindekini, ceplerindekini,
kasalarındakileri bu dava uğrunda son damlasına kadar harcayabilmiş
değillerdir. Sevdiklerini, değer verdiklerini bu uğurda henüz tümüyle gözden
çıkarabilmiş değillerdir.
2- Bir de mü'minler imkânlarını,
kuvvetlerini son damlasına kadar kullanarak, artık Allah’ın yardımı olmadan
hiçbir kuvvetin zaferi kendilerine zaferi temin edemeyeceğini anlayıncaya kadar,
yâni bütün güçlerini kullanıp sonra da işi Allah’a havale edebilecek duruma
gelinceye kadar Allah zaferi geciktirebilir.
3- Bazen de Allah zaferi şunun için
geciktirebilir: Mü'minler korkunç işkencelere, sıkıntılara, ıstıraplara maruz
kalarak Allah’a bağlantılarını, Allah’a sığınma melekelerini artırmak için
Cenab-ı Hak zaferi geciktirebilir. Yıllar yılı alnı paslanmışlar, vicdanı
paslanmışlar, namazı unutmuşlar, Allah’ı unutmuşların cephede, o zor durumda
kanlarıyla abdest alıp unuttukları Allah’a dönecekleri güne kadar Allah zaferi
geciktirebilir.
4- Bazen de şunun için gecikebilir
zafer: İslâm ümmeti henüz bütün varlığıyla savaşa katılmamış olabilir. Birileri
bir yerlerde öldürülürken, birileri bir yerlerde zevk ü sefa içinde
bulunabilirler. Şu anda olduğu gibi. Yanı başlarında kardeşleri öldürülürken,
kimileri Allah davası için bir kısım fedâkarlıkları göze alabilecek noktada
olmayabilirler. Ya bir mevki elde etmek, ya ganîmet devşirmek, ya da bir şahsi
menfaat için kardeşleriyle birlikte savaşmıyor olabilirler.
İşin acısı bu savaşa katılmayan
müslümanlar, savaşan müs-lümanların karşısındaki şer güçlerin içinde
olabilirler. Yâni şer güçlerin içinde böyle şuursuz da olsa birtakım hayır
güçler de bulunabilir. Halbuki Allah, kesinlikle hayrın şerden bütünüyle
ayrılmasını iste-mektedir. Zira hayrın desteğindeki şerrin yıkılması
gerçekten çok zordur. İşte Allah, şerrin içindeki hayır birimlerinin ayrılıp,
şerrin tek başına desteksiz kalacağı ana kadar zaferi geciktirebilir. Şu anda
tüm dünyada müslümanların yaşadıkları talihsiz durum bundan ibarettir.
Yâni şerrin tüm müslümanlar tarafından
anlaşılmasını istemektedir. Zira müslümanlardan bir grup insan, şerle savaşa
kalkıştığı zaman bu şer güçler, diğer müslümanlardan destek
bulabilmektedir-ler. Bazı zavallı müslümanlar hâlâ bu bâtılların hak olduğunu
zannet-tikleri için, onların yıkılıp gitmesine razı olmamaktadırlar. Halbuki
Allah bâtılın bâtıl olarak herkesin gözleri önünde açığa çıkmasını, tüm
müslümanların ondan desteğini çekmesini ve bu bâtıl yıkılıp giderken de kökten
yıkılıp gitmesini, onun yok olup gidişine üzülecek bir tek müslümanın
kalmamasını istemektedir. Bu yüzden bütün müslüman-ların topyekun bâtılı
anlayabilecek bir duruma gelecekleri ana kadar zafer gecikebilir diyoruz Allahu
âlem.
İşte her ne sebeple olursa olsun
mü'minler zaferin gecikmesi karşısında sabredecekler ve yılgınlık
göstermeyeceklerdir.
"İşte bunlar sâdıklardır (doğru
söyleyenlerdir) ve işte gerçek takva sahipleri de bunlardır."
Dikkat ederseniz Rabbimiz en küçükten
en büyüğe doğru sıralamış. Bunlara sabretmeden imanın tadını tatmak mümkün
değildir. Zaten gerçek mü'min, böyle zor zamanlarda belli
olacaktır.
İşte sâdıklar bunlardır. İşte iman
iddiasında sâdık olanlar ancak bunlardır. Bu sıfatları üzerinde bulunduran ve
inandığı şeyleri pratiğe aktaran kişi birr sahibidir, takva sahibidir, Allah
bizleri bunlardan eylesin inşallah..
Bundan sonra İslâm toplumunda bu
yasaları ve imanı korumaya yönelik cezai müeyyideleri anlatmaya başlıyor
Rabbimiz. Genel olarak Kur’an’ın ortaya koyduğu cezai müeyyideler iki kısımdır.
Âhi-rette verilecek cezalar ve dünyada verilecek cezalar. Dünyada veril-mesi
gereken bir cezai müeyyide bakın şöyledir:
178:"Ey iman edenler öldürülenler
hakkında size kısas yazıldı, (farz kılındı). Hür insana karşı hür insan, köleye
karşı köle, kadına karşı kadın."
"Ama öldüren katil öldürülenin kardeşi
(varisleri) tarafından affedilirse, öldüren kişiye örfe uyması ve affedene
(diyetle) iyilikte bulunması gerekir."
"İşte bu size Rabbiniz tarafından bir
hafifletme ve rahmettir."
"Artık kim de bundan sonra haddi aşarsa
ona elim bir azap vardır."
Âyet-i kerîmede insan hayatının
taşıdığı değerin eşitliği ilkesi ortaya konmaktadır. Öldürme sonucu ortaya
çıkan kan bedeli ne öldürenin ne de öldürülenin ırkına, sınıfına bakılarak
tesbit edilemez.
Âyetin iniş sebebi hakkında şunları
biliyoruz: İslâm’ın zuhurundan evvel yahudiler adam öldürenler konusunda
katilin öldürülmesi gerektiğini, ama diyetin öldürmeden önde tutulması
gerektiğini iddia ediyorlar, hıristiyanlar ise katil hakkında kesinlikle affın
vacip olduğu-nu söylüyorlardı. Kan bedeli konusunda farklı uygulamalarda
bulunuyorlardı. İleri gelen insanların diyetlerini diğer insanların
diyetlerinin birkaç misli tutuyorlar, bizden bir kadın karşılığında sizden bir
erkek bir kadın, bizden bir köle karşılığında sizden bir köle, bir de hür
öldüreceğiz diyorlardı. Kendi kabilelerine mensup olup öldürülen bir kişinin
diyeti için çok yüksek bir paha biçiyorlar ve öldürenin kabilesinden yüzlerce
adamı öldürmeye kalkışıyorlardı.
Bugün de aynı vahşeti görüyoruz.
Kendilerini dünyanın en medenî milleti sayan ülkeler, kendilerinden öldürülen
bir kişinin karşılı-ğında öldüren kişinin ülkesinden yüz kişiyi öldürecekleri
konusunda yeminler ettiklerini ve tüm dünyanın gözü önünde bunu uygulamaya
koyduklarını görüyoruz. İşte İsrâil, işte A.B.D, işte İngiltere, işte Fransa.
Bir İsrâil oğullunun karşılığında İsmail oğullarından, Filistinli yüz
müslümanı öldüreceğiz diye yemin ediyor adamlar ve öldürüyorlar da. Köle
ülkelere mensup binlerce kişinin, efendi ülkelere mensup bir kişi karşılığında
öldürüldüğünü görüyoruz bugün. Bir İngiliz vatandaşının öldürülmesinin
karşılığında İngilizlerin tüm Mısır halkından intikam aldığını biliyoruz.
Fransızların Cezayir ve Tunus’ta bir Fransız askerine karşılık binlerce
müslümanın kanına girdiklerini biliyoruz. A.B.D de en yetkili bir ağzın
yeryüzünde bir tek müslüman kalmayıncaya kadar bizim savaşımız sürecektir!
Sözünün de ne mânâya geldiğini biliyoruz. Ama daha hesaplaşma başlamadı, hele
bir hesaplaşma başlasın, yüz yılda akıttıkları kanların hesabını vermek çok zor
gelecek onlara.
Ama bunun aksi olduğunda, yâni köle
ülkelerden bir vatandaşı bunlardan birisi öldürdüğü zaman, bunların mahkemeleri
kesinlikle ona ölüm cezası vermemektedir. Allah buyuruyor ki bu âyet-i
kerîme-de, sınıfları ne olursa olsun, ırkları ne olursa olsun, hangi statüye
sahip olurlarsa olsunlar, öldürülen kişinin karşılığında sadece öldüren
öldürülür, başkaları kesinlikle öldürülemez.
"Ey iman edenler zulmedilerek, ölümü
hak etmediği halde, haksız yere öldürülenler hakkında size kısas yazılmıştır,(
farz kılınmıştır.)"
Kısas; sözlükte aynıyla karşılık vermek
demektir. Yâni yapılan amelin aynısını yapan kişiye uygulamak demektir.
Herhangi bir hakkı, o hakkın dengiyle değiştirmek demektir.
Hür hüre, köle köleye, dişi de dişiye
karşılık olarak öldürülecektir.
Bu âyet-i kerîme Mâide
sûresindeki 45. âyet-i kerîmeyle biraz daha açıklanmıştır. Orada da Rabbimiz
şöyle buyurur:
"Orada (Tevrat’ta) biz İsrâil
oğullarına şöyle yazdık (farz kıldık): Cana can, göze göz, buruna burun, dişe
diş ve yaralar birbirine kısastır."
(Mâide 45)
Yâni buradan da anlıyoruz ki sadece
öldüren öldürülür, sadece katil öldürülür, öldürenden başkası öldürülemez.
Ama:
Kardeşi tarafından katile herhangi bir
şey bağışlanmış olursa, kısas hemen düşecektir. Bakın burada "kardeşi"
kelimesinin kullanıl-ması çok calib-i dikkattir. Allah diyor ki sanki burada,
bakın öldüren katil size çok büyük zarar vermiş de olsa, sizi çok büyük
üzüntülere sevk etmiş de olsa nihâyet o sizin kardeşinizdir. Sizin din
kardeşiniz-dir. Bu sebeple yanılıp hata ederek sizden birini öldüren o
kardeşinize karşı içinizde taşıdığınız intikam arzunuzu yener de onu
affederek ölüm cezasını kaldırırsanız bu Allah katında sizin derecenizi ve
sevabınızı artıracaktır buyurulur.
Bakın bu âyet-i kerîme öldürülen
kişinin ailesinin, katili bağış-lamalarına izin veriyor. Bundan anlıyoruz ki
kıtal da bağışlanabilecek bir suçtur. Bu durumda mahkeme illa da katili
cezalandırma hususun-da diretemez. Hemen kısas düşer. Ama ölenin varisleri
dilerlerse katilden diyet alabilirler maruf ölçüler içinde. Ölenin
varislerinden bir tanesinin bile affetmesi kısasın düşmesi için yeterlidir.
Allah’ın varislere tanıdığı bu hak,
günümüzde varislere verilmiyor. İş adliyeye intikal etti mi, artık ölenin
varisleri davadan vazgeçse bile kamu davası devam ediyor ve adam
cezalandırılıyor. Sonra da varislere vermedikleri bu hakkı, çıkardıkları bir af
yasasıyla kendileri veriyorlar. Yetkiyi hak sahiplerine vermiyorlar, kendileri
kullanıyorlar; sanki o katilin öldürdüğü kişi kendi babaları da onu
affediyorlarmış gibi. Ondan sonra da kan davalarının önüne geçilemiyor tabi.
Böyle bir diyet üzerinde anlaşmışlarsa,
o zaman katilin bunu güzellikle ölenin ailesine ödemesi
gerekir.
Artık bundan sonra her kim de bu hüküm
ve emirlere uymayarak haddi aşarsa, yâni katilin dışındakileri öldürmeye
kalkarsa veya katili affettikten ve ondan diyet aldıktan sonra yine de katili
öldürmeye kalkışırsa veya katil söz verdiği diyeti ödeme konusunda yamukluk
yaparsa, onun için elim bir azap vardır.
Allah, böylece Muhammed ümmetine kısası
yazarken, bir hafifletme ve rahmet olarak da af ve diyeti meşru kılmıştır.
Sonra buyurur ki bakın Rabbimiz:
179:"Ey akıl sahipleri, kısasta sizin
için hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız."
Ne kadar güzel bir ifade değil mi? Ama
unutmayalım ki, akıl sahiplerine hitap ediyor Allah. Değilse kısası ağır bulup,
insanlara Allah kanunlarından başka kanunlar uygulamaya çalışarak, güya
Allah’tan daha merhametli davrandığını iddia etmeye kalkışan zavallılar, zaten
akıl sahibi olmadıkları için böyle davranmaktadırlar.
Bunlara değil de akıl sahiplerine diyor
ki Allah; "Kısasta sizin için hayat vardır." Peki kimin için hayat
vardır?
1- Öldüren için hayat vardır. Öldüren
müslüman kısasla temizlenip hayat bulmaktadır. Katil kendisine Allah’ın takdir
buyurduğu kısas tatbik edilince, cezasını dünyada çektiği için cennete gidecektir. Eğer kısas
uygulanmasaydı, o haliyle cehenneme gidecekti; halbuki İslâm cehenneme hayat
demez.
"Orada ne yaşayabilecek, ne de
ölebilecekler."
(A’lâ 13)
Buna yaşamak da denmez, ölmek de
denmez. Ama hayat cennettir. Ve o kişi cezasını dünyada çektiği için hayat
gidecek, cennete gidecektir. İşte hayat vardır kısasta öldüren için. Başka
kimin için hayat vardır?
2- Ölenin ailesi için, yakınları için
hayat vardır kısasta. Kısas uygulanarak katil cezasını çektiği için ölenin tüm
ailesi sükûnete ermiş, intikam duyguları sönmüştür. Yıllar yılı sürüp gidecek
kan davalarının da önü alınmış, böylece hem ölenin ailesi için, hem de
öldürenin ailesi için hayat vardır. Ama öyle değil de şimdiki gibi olunca,
birkaç sene yatan katil hapisten çıkıp da köye dönünce; ölenin yakınlarından
biri, bize yapana biz de böyle yaparız diyerek babasının yattığı yere onu
gönderip kendisi de öldürdüğünün geldiği kodese gider, sonra işte bir iktidar
değişikliği, bir yasa, bir af filan o da çıkar, bu defa öteki aileden biri, biz
de adama böyle yaparız, derken bir ona çıkacaktır, bir yüze çıkacaktır ve bu
kan davaları bitip tükenmek bilmeyecektir.
3- Başka kimin için hayat vardır
kısasta? Toplum için hayat vardır kısasta. Öldüren kişiye kısas uygulandığı
zaman toplumda insan değer kazanacaktır. Ölüm oranları birden bire sıfıra
inecektir. Bakıyoruz bugün tavuk kadar adamın değeri yoktur. Yüz bin lira
karşılığında adam öldürülüyor. Niye? E sonunda ölüm yok ya! Üç sene yatar, beş
sene yatar çıkarım diyor adam ve hiç çekinmeden basit bir şey yüzünden adam
öldürebiliyor. Türkiye’de sadece bir senede öldürülenlerin sayısı on binleri
buluyor.
Halbuki eğer kısas uygulansaydı, o
zaman eller öyle rahat rahat tetiğe gidemeyecektir. Adam durup bir düşünecek,
yoo!! Eğer ben bunu öldürürsem benim kelle de gider. Ben bunun dişini kırarsam
benim diş de kırılır diyecek ve eller öyle rahat rahat tetiğe
gitmeyecektir.
Eğer bir toplum kısası uygulamayarak
insan hayatına gereken kutsiyeti vermezse, katili korumaya çalışırsa, bu suça
pirim vermiş ve binlerce insanın hayatını tehlikeye atmış demektir. Ölüm
cezasını tamamen kaldırarak cinâyetleri teşvik etmek insan hayatına karşı
işlenmiş en büyük insanlık suçlarından biridir. Ve yıllardır şu bizim
toplumda bu suç işlenmektedir.
(Kısasla ilgili sorular
soruldu)
Bu dört soruya cevap olarak belki
önceki söylediklerimi tekrar sadednce olacak ama şunları
söyleyelim.
Bir kere, İslâm'a
göre insan öldürmek, intihar etmek, kana, mala ve ırza (iffete) tecâvüz
haramdır. Müslümanın canı, malı, ırzı ve şerefi koruma altındadır. Yine
müslümanın müslümana, hakaret etmesi, onunla alay etmesi, ona karşı
kibirlenmesi, ona eliyle ve diliyle zarar vermesi de helâl değildir. Bir kimse
bir insanı öldürürse veya bedenine zarar verirse; İslâm bunun cezâsının
verilmesini öngörür. Hem insan haklarının korunması, hem toplum huzurunun
sağlanması, hem de kin ve nefret duygularının azalması için buna ihtiyaç vardır.
Karşılığı verilmeyen suçlar, sahibini daha da azdırır.
İkinci
soruya cevap olarak da şunu söyleyeyim: Arkadaşlar, biliyor ve kabul ediyoruz ki
öldüren katilin yaşama hakkı, öleninkinden daha kutsal değildir. İslâm'da, bir
yanağına vurana öbür yanağı da çevirmek yoktur. Ne zulmetmek vardır, ne de zulme
uğrayınca sessiz kalmak. Kur’an-ı Kerim, haklının hakkını ortaya koyduktan
sonra, hak sahibini affetmeye çağırır. Bu da tam bir denge, adâlet ve
merhamettir. Kısas cezâsını uygun ve gerekli gören bizzat Allah'tır. Her şeyi
bilen Rabbimiz insanlar hakkında şüphesiz en hayırlısını bilir. Kimin hak sahibi
olduğunu en iyi o gösterir. Doğruyu ve yanlışı O’ndan daha iyi kim bilebilir?
O’nun hükmüne karşı çıkanlar ya bilgisiz câhillerdir, ya da çok cüretli
kibirlilerdir. Onlar Allah’ın Rabliğini yeterince bilemeyen ve kabul
etmeyenlerdir.
Yine
kısas cezasının uygulanması için birtakım şartlar aranır. Bu şartların
önemlilerini, kısaca şöyle sayabiliriz: Kısas, cinâyeti (suçu) kim işlemişse ona
uygulanır. Kısası ancak müslüman otorite sahipleri yerine getirir. Herhangi bir
kişi veya topluluk bunu yapamaz. Bir cinâyeti birkaç kişi beraber işlemişse,
kısas hepsine uygulanır. Cinâyetin işlendiği tam kesin olmazsa, yani şüphe
halinde kısas uygu-lanmaz. Suçlulara bu cezâ uygulanırken makamlarına göre ayrım
ya-pılmaz. Halk ile devlet başkanı arasında bile fark yoktur. Suçun, kasten yani
bilerek işlenmesi gerekir. Hatalı öldürme ve yaralamalarda başka cezâlar
uygulanır. Öldürülenin vârisleri veya yaralananın kendisi diyet isterse veya
affederse, kısas uygulanmaz. Kısas, kendi den-gine göre uygulanır, aşırıya
gidilmez.
Unutmayalım
ki İslâm'ın bütün hükümlerinde ve ölçülerinde insanlar için hayırlar ve faydalar
vardır. Kimi câhiller bunu görmese de bu böyledir. Çünkü o, yerin ve göklerin
sahibi Allah’ın dinidir. Yarala-malara ve organlara verilecek zararlara karşı,
onların dengi bir ceza, yani bir diyet uygulanır. "Göze göz, kulağa kulak"
demenin, anlamı, gözün aynen çıkartılması, kulağın aynen kesilmesi değil,
onların bedellerinin günün şartlarına uygun olarak diyet şeklinde verilmesidir.
İnsanlar arasında adâlet, ancak Allah’ın koyduğu hükümlerin uygulanmasıyla
sağlanır. İnsan, toplum, hayvan ve çevre haklarının garantisi İlâhî hükümlerdir.
Bu hükümlere yüz çevirenler hem gerçek adâletten, hem de herkese âit hakları
gereği gibi yerine getirmekten mahrum kalırlar. Adâletten mahrum kalmanın sonucu
ise zulüm, baskı, ezilme, horlanma ve hakkını alamama gibi kötülükler ve İlâhî
azaptır.
Dördüncü
soru ile alâkalı da şunları söyleyelim: Kısas hükmü, bazılarına çok ağır bir
ceza gibi gelse de ülü’l-el-bâb/akıl sahipleri kabul ederler ki, bu adaletin
gereğidir, kangren olmuş bir uzvun kesilmesiyle vücudun kurtarılmasının
sağlanması gibi, hayat sağlayan bir yaptırımdır. Çünkü kısas, dini veya nefsi
müdafaa gibi meşrû bir sebep olmadan bir adamı zulmen öldürenlere uygulanır.
Birisinin yaşama hakkını yok yere, kaba gücüne dayanarak elinden alan kimseye,
kendisinden daha güçlünün var olduğunu bildirmek, onun da elinden hayat hakkını
almak lâzımdır. İşte Rabbimiz öyle diyor:
“Kısasta Hayat Vardır!”
Bu
ifadeden maksat, önce insana kısas hükmünü benimsetmektir. Çünkü kısas,
nefislere ağır gelen bir cezâdır. Bu cümle, belâ-ğatın zirvesinde bir ifâdedir.
Arap dilinde bu mânâya gelmek üzere en çok şöhret bulan atasözü; “El-katlu enfâ
li’l-katl = Öldürme, öldürmeyi yok eder” ifâdesidir. Ne var ki, “Ölümü en iyi
ölüm önler” anlamındaki bu sözden, “Sizin
için kısasta hayat vardır” buyruğu her bakımdan da-ha belîğânedir. Bu
ifadeyle yine kısas ile hayat arasında bir intibak sağlanmıştır. Aslında kısas
hayatın yok edilmesi ve hayat ise kısasın mukabilinde yer alır. İfâdede istenen
doğrudan doğruya hayattır. Ölümün önlenmesi ise yalnızca bunun için gereklidir.
Yoksa, kendiliğinden gerekli değildir.
Bir arkadaşımız da kısas konusunda ne
gibi hadisler var demişti. İnşallah o konuda da bildiğim hadisleri
okuyayım.
“Kim haksız yere, amden (bile
bile) öldürülürse, velîsi şu üç şeyden birini tercihte serbesttir: Ya kısas
ister, ya affeder veya diyet alır. Eğer dördüncü bir şey istemeye kalkarsa
elinden tutun (engel olun)!”
(Ebû
Dâvud, Diyât 3, 4)
“Kim mü’min bir kimseyi (amden)
öldürürse, katil bu sebeple kısas olunur. Kim bu kısasa engel olursa Allah’ın
lânet ve gazabı onun üzerine olsun! Allah onun farz veya nâfile hiçbir hayrını
kabul etmez.”
(Nesâî,
Kasâme 29)
“Kim, aralarında taş atışması
veya kamçı ya da sopa darbı gibi durumlarla müphem şekilde öldürülürse (bunun
hükmü); hatâen öldürme hükmüne tâbidir, diyeti de hata diyetidir. Kim bu diyetin
yerine getirilmesine mâni olursa Allah’ın lânet ve gazabı üzerine olsun” Onun
hiçbir farz ve nâfile hayrı kabul edilmeyecektir.”
(Ebû
Dâvud, Diyât 17, 18)
"Kölesini öldüreni öldürürüz;
onun burnunu, kulağını kesenin burnunu, kulağını keseriz ve onu iğdiş edeni
iğdiş ederiz."
(Buhârî,
İlim 39)
Ebû
Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah zamanında bir adam birini öldürmüştü.
Hâdise Peygamberimize geldi. (Meseleyi araştırdıktan sonra) katili, maktûlün
velîsine teslim etti. Katil: “Ey Allah’ın Resûlü! Ben onu öldürmeyi
kastetmemiştim (kazâen öldürdüm)” dedi. Allah Rasulü velîye: “Eğer bu sözünde sâdık ise, doğruyu
söylüyorsa, bu durumda onu (kısas olarak) öldürdüğün takdirde ateşe gidersin!”
buyurdu. Bunun üzerine maktûlün velîsi, adamı salıverdi. Adam bir kayışla
bağlı idi, kayışını sürükleyerek uzaklaştı. Bundan sonra kendisine zu’n-nis’a
(kayışlı) adı takıldı.”
(Tirmizî,
Diyât 13)
Süraka
İbn Mâlik (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın, oğlu sebebiyle babaya kısas
uyguladığına, fakat oğluna, babası sebebiyle kısas uygulamadığına şâhit oldum.”
(Tirmizî,
Diyât 9)
İbn
Ömer (r.a.) anlatıyor: “Bir oğlan, hile (sûikast) sûretiyle öldürülmüştü. Hz.
Ömer (r.a.): ‘Bunun öldürülmesine San’a ahâlisi iştirak etmiş olsaydı, bu tek
kişi yüzünden bütün San’a halkını öldürürdüm!’ dedi.” Bir başka rivâyette: “Dört
kişi bir çocuğu öldürmüştü Hz. Ömer dedi ki...” diye başlar ve yukarıdaki gibi
devam eder.
(Buhârî,
Diyât 21)
Ensardan
mizahçı/şakacı bir zat vardı. (Bir gün yine) Konuşup yanındakileri güldürürken
Rasûlullah (s.a.s.) elindeki çubuğu (şaka yollu) adamın böğrüne dürttü. Bunun
üzerine adam: “Ey Allah’ın Ra-sûlü, (canımı yaktınız.) Müsâade edin kısas
yapayım!” dedi. Allah Ra-sûlü de: “Haydi
yap!” buyurdu. Adam: “Ama üzerinizde gömlek var, benim üzerimde yoktu
(kısasın tam olması için çıkarmalısınız!” dedi. Adamın talebi üzerine,
Peygamberimiz gömleğini kaldırıp böğrünü açtı. Adam, Rasulullah’ı kucaklayıp
böğrünü saygıyla öpmeye başladı ve: “Ben bunu arzu etmiştim ey Allah’ın Rasûlü!”
dedi.
(Ebû
Dâvud, Edeb 160)
Enes
(r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’ı, kendisine her ne zaman kısas bulunan
bir dâvâ getirildiğinde, mutlaka her seferinde affetmeyi emrediyor gördüm.”
(Ebû
Dâvud, Diyât 3)
Bu konuda bu kadar söz yeter
kanaatindeyim. Bundan sonra vasiyetle ilgili bir âyet
geliyor.
180:"Sizden birine ölüm gelip çattığında,
eğer bir hayır (bir mal) bırakacaksa, babası, anası ve en yakın akrabası için
(kitaba) uygun bir şekilde vasiyet etmek müt-takıler üzerine bir hak olarak farz
kılındı."
181:"Kim bunu işittikten sonra değiştirirse
onun günahı, onu değiştiren üzerinedir. Muhakkak ki Allah, işiten ve
bilendir."
182:"Her kim de vasiyet edenin hata
edeceğinden veya bir günaha gireceğinden korkar da tarafların arasını
düzeltirse, ona bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcı ve çok
merhamet edicidir."
Herhangi birinize ölüm yaklaştığı zaman, ölüm
işaretleri belirdiği, hastalığı ve yaşlılığı kendisini ölüme çağırdığı zaman,
eğer ölümünden sonra arkasında bir mal bırakacaksa, anası, babası ve en yakın
akrabaları için meşru bir şekilde, yâni aşırılığa gitmeden, kırıp dökmeden,
haksızlık yapmadan, âdil bir şekilde vasiyet yapmak onun üzerine farz kılındı.
Vasiyet eden kişinin vasiyetini aynen yerine getirmek müttakıler üzerine bir
hak olarak vacip olmuştur.
Vasiyet; bir kişinin ölümle ortadan
kaybolması halinde başkalarından kendisi adına bir şeyler yapmasını
istemektir. Veya vasiyet; öldükten sonra malına birini mâlik kılmak veya
öldükten sonra malında birilerine tasarruf yetkisini vermek, havale etmek
demektir.
Âyet-i kerîmedeki ifadesindeki hayır
mal mânâsınadır. Zira: °âyetindeki hayır da mal demektir. Ancak buradaki mal
çok bir mal mı? Az bir mal mı? Yoksa az da çok da buna dahil midir? Bu konuda
ihtilâf edilmiştir. Kimileri az olsun çok olsun burada anlatılan mutlak maldır
demişler. Ama kimileri de bunu çok mal olarak tefsir etmişlerdir. Buna göre
fakir birinin vasiyeti yasaklanmıştır.
İbni Abbas ve Hz. Ali Efendilerimiz az malı olan kimselerin vasiyetlerini
yasaklamışlardır.
Buhârî ve Müslim’de Ebu Hureyre’den
rivâyet edilen bir ha-dislerinde şöyle buyurulur: Sahabeden Hz. Sa’d
Rasulullah’a gelerek: Ya Rasûlallah malımın üçte ikisini vasiyet edeyim mi?
Buyurdu. Allah’ın Rasûlü: Hayır! Buyurdu. Bu defa Sa'd: O halde yarısını
vasiyet edeyim mi? Deyince Rasulullah: Hayır! Buyurdu. Peki üçte birine ne
dersin ey Allah’ın Rasûlü? Evet üçte birini, ama o da fazladır. Senin
varislerini varlıklı bırakman, onları başkalarına avuç açar bırakmandan daha
hayırlıdır buyurdu.
Deniliyor ki, daha sonra Nisâ sûresinde
gelecek mîras âyetiyle Cenab-ı Hak, kişinin yapabileceği vasiyetin miktarını
tayin buyurmuş-tur.
Bu vasiyet âyetiyle ilgili ve daha
sonra gelen Nisâ sûresindeki mîras âyetiyle ilgili söylenenleri şöyle kısaca
bir özetleyelim:
1- Müfessirlerden kimileri diyorlar ki;
bu âyette anlatılan vasiyet konusu, Nisâ sûresinde daha sonra gelen mîras
âyetinin nüzûlünden önce geçerliydi. Mîras âyetinin gelmesinden önce ölen kişi
ana, baba ve yakın akrabalarına bir şeyler vasiyet etme durumundaydı. Ama Nisâ
sûresindeki mîras âyeti geldikten sonra bu âyet nesih olmuştur. Artık ölenin,
varislerine bir şeyler vasiyet etmesine gerek kal-mamıştır, çünkü mîras âyetiyle
varislerden kimin ne kadar alacağı belirtilmiştir. Öyleyse bu âyette anlatılan
varislere, vasiyet konusu nesih edilmiştir. Bunun için Allah’ın Rasûlü Veda
Hutbesinde şöyle buyur-muştur :
"Muhakkak biliniz ki! Cenab-ı Hak her
bir hak sahibine hakkını vermiştir. Artık bundan sonra varise vasiyet yoktur."
(Tirmizî: Vesaya,
5)
Yine İbni Mace'de rivâyet edilen başka
bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü:
"Diğer varisler izin verip razı
olmadıkça hiçbir varis için vasiyet caiz olmaz."
(İbni Mâce: Vesaya,
6)
Bu bakımdan varislere vasiyet, mîras
âyeti ve bu hadislerin ifadesiyle kaldırılmıştır.
2- Bazı müfessirlere göre ise, bu
vasiyet sadece varis olan akrabalar hakkında nesih edilmiştir, ama bunun
dışında kalan, yâni varis olamayan öteki akrabalar hakkında geçerlidir. Çünkü
bakıyoruz Tüm kütüb-i sitte’de Allah’ın Rasûlü şöyle
buyurmaktadır:
"Malı bulunan bir müslümanın, vasiyeti
yazılmış olarak yanında bulunmadığı halde bir iki gece yatması caiz değildir."
Öyleyse âyet-i kerîmedeki vasiyetin
vacip oluşu, mîras âyetiyle tümden nesih edilmemiş, varis olmayan kimseler
hakkında bu geçerliğini korumaktadır. Yâni borçlu olan, birilerinde alacağı
olan veya ma-lının üçte birini geçmemek kayd u şartıyla varislerinden
başkalarına bir şeyler vasiyet etmek isteyen, yahut da yanında başkalarına ait
mal bulunup da onun sahibine ulaştırılmasını isteyen kişi vasiyetini yazılı
bulundurmalıdır.
Kim böyle bir vasiyette
bulunmuşsa:
"Bu vasiyeti yerine getirmek müttakıler
üzerine vacip olan bir haktır."
Vasiyet edilenlerden, veya
vasiyete şahid olanlardan veya hakimlerden kim de bu meşru vasiyeti işittikten
sonra, buna muttali olduktan sora onu değiştirirse veya uygulamazsa artık onun
günahı değiştirenlerin üzerinedir. Çünkü Allah, herşeyi işitir ve bilir. O
vasiyeti de işitmiştir onu değiştirenleri de işitip
bilmiştir.
Öyleyse vasiyet edenin meşru vasiyeti
mutlaka yerine getiril-melidir. Bu anlamda ecdadın vakfiyelerini
değiştirenler, onları vasiyet edenlerin vasiyet gâyelerinin dışında
kullananlar, iptal edenler çok büyük günah içindedirler. Ama meşru olmayan
vasiyetleri yerine getirmek vacip değildir. Bundan
dolayı:
Herhangi bir velî veya vâsi, yâni
kendisine vasiyet edilen kişi, vasiyet eden kişinin bile bile veya hata ile bir
günaha gireceğinden endişe duyarsa. Meselâ ne gibi? Meselâ adam malının bir
kısmını meyhaneye vasiyet etmişse veya kumarhanenin yaşatılmasına vasiyet
etmişse veya işte bunun benzeri meşru olmayan yerlere vasiyet etmişse veya
meselâ yakın akrabalarını bırakıp uzak akrabalara, veya akrabalarını bırakıp
akraba olmayanlara, varis olan akrabalarından bazılarına fazlaca vasiyet yapıp,
diğer varislerinden mal kaçırmak gibi hakka uymayan bir vasiyet yaptığını
gördüğü zaman, böyle bir kötülüğünün zuhurundan korktuğu
zaman:
"Kim de vasiyet edenin bir hatasından
veya günaha girmesinden korkar da aralarını düzeltirse ona bir günah yoktur.
Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhamet
edicidir."
Yâni ilgili varislerin aralarını
düzeltip, ıslah edip zulmü adâlete çevirerek, bu kötülüğü kaldırırsa bunda bir
vebal yoktur.
Kenzü’l-Ummal’da Allah’ın Resûlü’nün
şöyle buyurduğu rivâyet edilir:
"Vasiyette zarar vermek kebairdendir.
Yâni büyük günahlardandır."
(Kenzü’l-Ummal: 46069 No lu
hadis)
Bundan sonra oruç âyetleri geliyor.
Bakara sûresinin bu bölümünde oruç âyetleri geliyor. Medine’de farz kılınan
oruç, Medine’de inen sûrenin bu bölümünde.
183:"Ey iman edenler sizden öncekilere farz
kılındığı gibi oruç size de farz kılındı, yazıldı. "Umulur ki takva erleri
olasınız"
Yazılmak, önceki âyetlerde de geçti,
vacip kılındı, farz kılındı anlamlarına gelen bir kelime.
Savm, lügat mânâsı insanın kendisini
meylettiği şeylerden, isterse bir söz olsun alıkoyması, tutması demektir.
Şeriat dilindeki mânâsı ise insanın en büyük istekleri olan yeme içme ve cinsel
ilişkiden bütün gün kendisini alıkoyması, menetmesi demektir. Âyet-i kerîmede
önceki toplumlara farz kılındığı gibi size de farz kılındı denirken, artık biz
öğreniyoruz ki, bizden önceki toplumlara da oruç farzmış. Yâni orucun farziyeti
sadece bize ait bir farziyyet değildir. Onlar orucun vaktini değiştirmişler,
şeklini, şemalini değiştirmişler, oruca farklı yaklaşımlarda bulunmuşlar ve
sonunda orucu kaybetmişlerdir. Ama müs-lümanlar şükürler olsun, orucun aslî ve
fıtrî şeklini muhafaza edebilmişlerdir. Yâni şu anda müslümanlar orucu pratikte
nasıl uygulanması gerekiyorsa öylece uygulama yolunda gitmektedirler.
Elhamdülillah ki bu konudaki
Kur’an âyetleri çok net ve de Peygamber Efendimizin oruçla ilgili belirlediği
yasalar da açık ve net olarak elimizdedir. Ve böylece bu iş ayakta
durmaktadır. Artık namaz da, oruç da, hac da evrensel bir boyuta ulaşmış,
evrensel özelliklere sahiptir. İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden beri var
olan bir emir ve bir ibâdet şekli.
Orucun hikmetleri çeşitli şekillerde
sayılabilir. Ama bakın Rab-bimiz şöyle buyuruyor:
“Umulur ki takva erleri olasınız,
müttakılerden olasınız.”
Yâni tüm hayatınızı Allah için yaşayıp,
bu oruçla da hayatı Allah için yaşamanın bir boyutunu gerçekleştiresiniz.
Şüphesiz oruçta başka faydalar da vardır, başka gerekçeler de vardır. Ama
öncelikle bakıyoruz ki, Bakara sûresinin bundan sonraki âyetlerinde
değerlendirdiği bütün olaylarda savaş, barış, hac, infak, fâizden sakınma gibi
konularda hep takva görüyoruz.
Takva, hayatı Allah için yaşamak,
hayatı Allah için değerlendirmek, hayatı tümüyle Allah’a verebilmenin, tüm
hayatta Allah’ın koruması altına girip onunla yol bulabilmenin adıdır.
Bakıyoruz âyetlerde, şu işi yaparsanız takvalı olursunuz, bu işi yapmazsanız
takva sahibi olursunuz, savaşı şöyle değerlendirirseniz muttaki olursunuz,
fâizden şöylece kaçınırsanız muttaki olursunuz, orucu böyle yaparsanız muttaki
olursunuz, haccı, Arafat’ı, Müzdelife’yi şöylece değerlendirirseniz muttaki
olursunuz gibi emirler bizim için aynı zamanda
şöyle bir sistem oluşturmaktadır. Bu din sadece birtakım kuru emirler,
bir kısım ölü kaideler ve şekli kurallar dini değildir. Bu din vicdana, imana ve
dolayısıyla öte âlem imanına, Allah’a bağlılık imanına bağlı olan ve hayatı
yalnızca Allah için yaşamanın imanını gerektiren bir özelliğe
sahiptir.
184:"Sayılı günlerde farz kılındı."
Sayılı günlerde tutulacak bu oruç.
"Sizden hasta veya yolculuk halinde
olan tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutar."
"Ama oruca güç yetiremeyenler de bir
miskini doyuracak kadar fidye verirler."
Bu âyetin açıklanmasında iki temel
görüş vardır:
1- Bu
y«9YT[¬O< kelimesinden önce
mukadder bir ¸ vardır ve buna göre mânâsı,
yâni sizden oruç tutamayacak kadar yaşlı olup da ölünceye kadar gittikçe gücü
eksilmekte olanlar bir fakiri doyuracak kadar fidye verdi mi, artık oruç
tutmasına gerek yoktur.
2- Sizden bir miskini doyuracak kadar
fidye vermeye güç yetiren kişi de dilerse
oruç tutar, dilerse tutmaz, tutmadığı her bir gün için bir fakiri
doyuracak fidye verir, şeklinde anlaşılmıştır.
Hz. Muaz Bin Cebel’in ifadesine göre,
ilk dönemler dileyen oruç tutar, dileyen de tutmayıp bir fakiri doyuracak kadar
fidye verirdi. Yâni ilk dönemler oruçla fidye arasında bir muhayyerlik izni
tanımıştı Rabbimiz. Müslümanların kimisi oruç tutacaktı, ama fidye vermeye gücü
yetenler de fidye verecekti ve oruç tutmayacaktı. Yâni böyle fidye verenler de
orucu yerine getirmiş oluyorlar. Böyle bir anlayış var. Fakat bu âyetin
gelişinden takriben bir yıl sonra gelen yine bu sûrenin 185. âyetiyle bu hüküm
neshedilmiş, hükmü
kaldırılmıştır.
"Şimdi artık sizden her kim ayı görürse
oruç tutsun."
(Bakara
185)
Âyetiyle bu önceki izin kaldırılmıştır.
Artık herkes oruç tutmak zorundadır. Hasta olmadığı sürece, bir mü’minin oruç
tutmayarak fidye verme konusu kaldırılmıştır. Ancak oruç tutmaya takat
getiremeyenler bir fakire fidye verirler deniyor. Fakat önceki anlatımın daha
sonraki âyetle nesih edildiği, artık fidye vermeye gücü yetenin de yet-meyenin
de oruç tutması gerektiği, ama beden sıhhati açısından gücü yetmeyenlerin fidye
vermesi gerektiği, daha sonra gücü yetecek hale gelenlerin, yani oruç
tutmalarına engel olan durumları kalkanların da fidye vermiş olmalarına rağmen
dilerlerse tutmalarının da kendileri için hayırlı olacağı
anlatılacak.
"Kim gönülden bir hayır yaparsa, o
iyilik kendisi-nedir. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha
hayırlıdır."
Kim bir tatavvu yaparsa, yâni bir
nâfile işlerse, o onun hayrınadır. Yâni kim de hasta veya seferde olduğu halde
oruç tutarsa, o da sizin için hayırlıdır, eğer bilirseniz. Yâni yukarıda
anlatıldığı gibi seferde yahut hasta olduğu için Allah’ın kendilerine tanıdığı
ruhsattan istifade etmeyi düşünmeyerek oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır,
buyuruyor Rabbimiz.
Ya da buradaki tatavvu, kişinin oruç
tutmadığı her bir gün için bir fakiri doyurması gerekirken, birden fazla fakiri
doyurması biçimin-de bir tatavvudur, bir fazlalıktır. Veya oruç tuttuğu halde
yine de bir fakiri doyurması biçiminde bir tatavvudur.
Gerçekten orucun hastalıkla ilgisi
vardır. Bu âyet bunu açıkça belirtiyor. Fakat müslüman bir toplumda, müslüman
bir hayatın içinde insanlar oruca karşı çok alışkındırlar, dayanıklıdırlar.
Bakıyorsunuz adam yetmiş, seksen yaşında ihtiyar bir adamın, ya da hasta bir
insanın çok rahat bir şekilde orucu tuttuğunu görüyoruz. Ama orucu
tutamayanlar veya oruç tutmamakta diretenler hastalık gibi veya başka şeyler
gibi bahaneler bulmaya çalışıyorlar. Bunların hepsi aslında hikâyedir. Yâni
bir müslüman gerçekten niyet ettim acıkmamaya dedi mi, çok rahat orucu
tutabilir, işte bakıyoruz, annelerimiz de ninelerimiz de gâyet rahat
tutuyorlar.
Hasta olanlarımız bile tutturmadığınız
zaman mahvoluyorlar. Ama öbür tarafta, müslüman bir toplum içinde kınanmaktan
dolayı bazen oruç tutmak zorunda kalan adamlar bakıyorsunuz küçük bir baş
ağrısından dolayı hemen bozuyorlar, efendim oruç zor bir ibâdettir, herkes bunu
yapamaz, biraz müsaade etmeli filan diye de propo-gandasını da sürdürmeye
çalışıyorlar. Aslında bu sesler hayatlarında sınır tanımadan, haram helâl
dinlemeden sürekli yemeye alışmış imansız boğazların geğirtisi veya Allah’ın
emirlerinden midesi bozulmuş insanların barsak gürültülerinden başka bir şey
değildir.
Tüm dünya müstekbirlerinin, dünya
insanının haklarını yeme-ye, kanlarını emmeye koştukları, bir türlü doyma
bilmedikleri bir dünyada, müslümanlar ise, onların yemek için çırpındıkları
şeyleri yememek için, kullandıkları şeyleri kullanmama için âdeta bir savaş
vererek oruçla onlara büyük dersler vermektedirler. Oruçla müslümanlar helâl
lokmaya bile uzanmamak eğitiminden geçirilerek haramlara karşı böylece sakınma
alışkanlığı kazanıyorlar. Müslümanlar oruçla helâliyle bile belirli saatlerde
cinsel ilişkiye girmeme eğitiminden geçirilerek, zinaya karşı meyletmeme
özelliği kazanıyorlar. Açlık sayesinde açların durumunu anlama imkânı
buluyorlar.
Oruçta o kadar çok hikmetler var ki,
bunlar saymakla bitmez.
"Oruç sabrın
yarısıdır."
(Tirmizî)
Hadis-i şerifi gereği müslümanlar,
eşine benzerine rastlanma-yacak bir sabır eğitiminden geçirilmektedirler.
Oruç, malda ve bedende Allah’ı söz sahibi kabul etmenin ifadesidir. Oruç tutan
bir müslü-man, malda da canda da Allah’ı söz sahibi kabul ediyor demektir.
Zaten kişinin hayatta iki şeyi vardır. Bunlardan birisi canı, ötekisi de
malıdır, sahip olduğu şeylerdir. Oruç tutan mü'min diyor ki; “Ya Rabbi, mal da
senin, can da senin! Dün ye, dedin yiyordum, bugün yeme, dedin bak yemiyorum!
Ama şu anda iftar vakti ye, dediğin için yiyo-rum!” diyerek, malda da canda
Allah’ı söz sahibi kabul etmektedir. Oruç, kişinin hanımını Allah’ın emaneti
bilmesinin ifadesidir. Ya Rabbi Ramazanda yasak dedin, ben bu yasağa uydum. Bu
konuda seni söz sahibi biliyorum, demesinin ifadesidir. Oruç baştan sona
niyetten ibarettir ve sadece Allah’a aittir. Oruçla müslüman, Allah için niyet
taşıma konusunda çok büyük bir deneyim kazanmaktadır. Bunu kişi, ancak Allah için yapabilir. Kimse
bunu bir başkası için yapamaz. Bir başkası için yapsa, onun göremeyeceği bir
yer buldu mu rahatlıkla yer içer. Kimse bu konuda onu zorlayamaz. Şu anda
dünyanın hiçbir gücü, dünyanın hiçbir kuruluşu milyarlarca insanın aynı anda
çorbaya kaşık uzatmasını sağlayamaz. Hiçbir güç, bir saatliğine bile olsa bunu
sağlayamaz. Onun içindir ki Rabbimiz:
"Oruç benim içindir ve onun mükâfatını
ancak ben vereceğim."
(Buhârî, Savm: 9)
Buyurur. Oruç, sadece Allah için olunca
elbette onun mükâfatını da ancak Allah takdir buyurur. Evet, birilerine zor
gelebilir. Birileri onu zor görebilir. Halbuki bu iş ibâdettir, kulluktur,
taattır, takvadır ve buna gücü yetenin mutlaka yerine getirmesi gerekmektedir.
Eğer insanın üstesinden gelemeyeceği bir şey olsaydı, zaten Allahu Teâlâ bize
böyle bir yük yüklemezdi diyoruz.
185:"Ramazan ayı öyle bir aydır ki onda
insanlara yol gösteren, hakla bâtılı ayıran, hidâyet rehberi ve deliller
halinde bulunan Kur’an, o ayda indirildi. Şimdi artık sizden kim bu aya
erişirse, onun orucunu tutsun. Kim de hasta olur veya seferde bulunursa,
tutamadığı günler sayısınca başka günlerde onu kaza etsin. Allah size
kolaylık diler, güçlük istemez. Bu kolaylığı sayıyı tamamlamanız ve size yol
gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanımanız için meşru kılmıştır. Umulur ki
şükredersiniz."
Deniliyor ki Ramazan; Rabbimizin
isimlerinden biridir. Bundan dolayı; “Ramazan geldi,” “Ramazan gitti” filan
dememek lâzımdır. “Ramazan ayı geldi,” “Ramazan ayı çıktı” demek lâzımdır.
Yahut da Ramazan; işte Muharrem, Safer,
Rebiu’l evvel, Re-biu’l âhir, Cemaziy’el evvel, Cemazi el âhir, Recep, Şaban,
Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce aylarından bir tanesidir. Evet bu aylardan
bir tanesidir, ama farklı bir aydır. Çünkü bu ayda Kur’an
indirilmiştir.
Ve yine bu ayın hangi gecesinde Kur’an
indirildiğine dair Du-hân sûresinde:
“Apaçık olan Kitaba andolsun ki, Biz onu,
kutlu bir gecede indirdik. Doğrusu Biz, insanları
uyarmaktayız.”
(Duhân
2,3)
Âyetinde ve yine Kadir
sûresinde:
“Doğrusu, Biz Onu, (Kur’an’ı) Kadir
gecesinde indirmişizdir„
(Kadir 1)
Âyetini görüyoruz ki, bu Kur’an mübârek
bir gecede indirilmiştir. Bu mübârek gecenin isminin Kadir gecesi olduğunu ve
bu gecenin de Ramazanın içinde bir gece olduğunu biliyoruz.
Bu ayda Kur’an inmeye başlamıştır. Ya bu ayda
Melekût se-masından dünya semasına toptan indirilmiş ve sonra peyderpey inmeye
başlamıştır. Veyahut da Kur’an bizzat bu ayda inmeye başlamıştır. Artık bu ayın
şerefinden dolayı mı bu ayda Kur’an inmeye başlamıştır, yoksa Kur’an indiğinden
dolayı mı bu ay şeref kazanmıştır? Bunun tartışmasına girmenin anlamsızlığını
kabul ediyoruz. Bu ayda Kur’an inmeye başlamıştır, bunun ötesinde de elimizde
başka bir delil yoktur. Öyle bir Kur’an ki:
Tüm insanlık için bir hidâyettir, yol
göstericidir.
Hidâyetin beyanları vardır, açıklanması
vardır onda. Ve de Furkân’dır o.
Furkân’dır bu kitap. Yâni hakla bâtılı
ayırdetme özelliğine sahip olan bir kitaptır. Bir de hakkı bâtılı fark ettirme
özelliğine sahip olan bir kitaptır o. Bu kitabı tanımadan, bu kitapla tanışmadan, bizim hak ve bâtılı
tanıma imkânımız yoktur. Furkân’a ulaşmadan, bizim hakkı ve bâtılı tanıyıp,
hakka tabi olup bâtıldan uzaklaşmış bir hayata ulaşmamız kesinlikle mümkün
değildir. Bir de bu bize şunu hatırlatıyor ki, değer yargısı olarak bizim
Allah’tan, Allah’ın kitabından başka birilerini kabul etme hakkımız yoktur.
Yâni bir şeye iyi, ya da kötü de-me yetkimiz yoktur. Haram ya da helâl deme
yetkimiz yoktur. Şu anda birilerine sorsanız hepimiz ayrı ayrı bu iyi, şu kötü
deriz. Öyle değil; Allah’a soracağız, Allah iyi demişse iyidir, kötü demişse
kötüdür. Ya, bana göre bu iş böyledir! Olmaz, sana göre olmaz. Bana göre de
olmaz. Ya ne? Dikkat ederseniz şu anda demokratik bir hava içinde insanlar
herkese herşeyi soruyorlar da Allah’a sormuyorlar. Problemleri Allah’a
sormamanın sebebi de o probleme çözümü Allah’ça buldunuz mu artık diğer
insanların hayat hakkı olamayacak da ondan. Çünkü hak ve bâtılı en iyi halleden
Allah’tır, Furkân olan Allah’ın kitabıdır.
Tüm insanlar için hidâyettir bu
kitap.
Halbuki biz Bakara sûresinin başındaki
âyetlerde görmüştük ki bu kitap, muttakiler için hidâyet rehberidir. Yâni bu
kitabın müttakıler için hidâyet kaynağı olduğunu görmüştük. Ama burada yine
gördük ki imiş bu kitap. Yâni tüm insanlar için hidâyet kaynağıymış. Bunun
anlamını şöylece ifade edebileceğiz: Evet bu kitap insanların tamamı için
hidâyettir. Tüm insanlığı hidâyete ulaştırmak için gelmiş bir kitaptır bu.
Bırakın beş altı milyar insanı, bunun karesini küpünü alın, altmış milyar olsun,
yüz altmış milyar olsun veya ifade edilemeyecek kadar daha çok olsun isterse,
dünya nüfusu insanlığın tümünü hidâyet etme özelliğine sahiptir bu kitap. Yeter
ki insanlık bu kitaba inansın ve problemlerini bu kitaba göre çözmeye karar
versin. Yeter ki insanlık Allah’la barışmaya karar verip; ya Rabbi! Bizi
kendine yönelt, bu kitabınla bizi hidâyete ulaştır, biz senin kitabını temel
çözüm kabul ettik diyebilsinler.
O zaman bu kitap tüm dünya insanının
problemleri ne cins olursa olsun hepsini birer birer çözecektir. Tüm insanlığı
düze çıka-racaktır, bunda hiç şüphe yoktur. Çünkü Allah öyle diyor. Ama bu
insanların hepsi bu işi gönül rızasıyla kabul etmediklerinden,
etmeyeceklerinden dolayı orada Rabbimiz:
Buyurmuş. Siz bilirsiniz! Müttakıler
hidâyeti kabul ettiler ve onlara hidâyet kaynağı oldu bu kitap. Yâni tüm
insanlığa hidâyet kaynağı olarak inen bu kitaptan; ancak hidâyete talip olanlar
faydalanacaklar, talip olmayanlar da bundan mahrum olacaklar anlıyoruz. Evet,
bu kitap beyyinattır da aynı zamanda. Herşey delilleriyle belli, âyetler belli,
yasalar belli, hukuk belli, ekonomi belli, siyaset belli, dünya belli, âhiret
belli, cennet belli, cehennem belli, herşey en küçük bir şüpheye mahal
bırakmayacak şekilde bellidir.
"Şimdi artık sizden kim bu aya
erişirse, onun orucunu tutsun."
Yâni kim bu aya ulaşırsa, kim bu ayın
hilalini görürse artık orucunu tutsun. Ramazan ayı İslâmî aylardandır. Kamerî
ayların dokuzuncusudur.
Şehr; bir ayın doğup ışık verir hale
geldikten sonra kaybolup tekrar doğması sûretiyle böylece bir defa devrinden
ibaret olan zamana denir.
Mü'minlerden her kim ki bu mübârek aya
şahid olursa, hazır ve mukîm olursa oruç tutsun diyor
Rabbimiz.
Şahid, şuhûd; şu mânâlara
gelmektedir:
1- Bu ayda bilfiil hazır olan, hayatta
olan, ya da vatanında mukim olan kişi demektir.
2- Bir ikinci mânâsı da şehri (bu ayı)
açık bir ilimle müşahede eden demektir. Yâni bu ayın girdiğini kesin bir bilgi
ile bilen veya bizzat müşahede eden, hilale şahid olan demektir.
Öyleyse:
a- Her kim hilali görürse oruç tutsun.
b- Ya da sizden herhangi biriniz hilali
görünce her biriniz oruç tutsun demektir. Böylece muteber bir şahidle de orucun
tutulması caiz olur.
Ramazan orucunu tayin eden hilaldir.
İlerde 189. âyette gelecek, buyuracak ki Rabbimiz:
"Peygamberim! Sana hilalleri
soruyorlar. De ki; o insanlar ve hac için vakitlerdir."
Âyet bize kesinlikle gösteriyor ki;
şer'an Ramazanı tayin eden hilaldir. Bu konuda Rasulullah’ın pek çok hadisi
vardır:
"Hilali görünceye kadar oruç tutmayın!
Üzeriniz bulutlanır da hilali göremezseniz, o zaman otuz günü ölçü
yapın!"
(Buhârî, Savm, 11 Müslim, Sıyâm
31)
Bu otuzun nasıl ölçü yapılması
gerektiğini de şöyle anlatır:
"Şaban ayının sayısını otuza
tamamlayınız."
(Ebu Dâvûd, Savm
7)
Öyleyse:
Âyetinde ortaya konulan aya şahid
olmanın geçerli şer'i se-beplerini bu hadisleriyle Allah’ın Rasûlü beyan
buyurmuştur.
Bu meselede içtihada yer yoktur. Yâni
otuz tamam olunca başka hiçbir delile gerek kalmaz. Ama bazen İslâmî aylar yirmi
dokuz çekebilir. İşte bu durumda bir delile ihtiyaç vardır, o da hilalin bizzat
görülmesidir. Yâni bizzat hilali görerek bilmektir. Ama göreni duymak-la amel
etmek de görmeye dayanan bilgiyle amel etmek sayılmıştır. İşte bir kişi
delildir, iki kişi delildir gibi bu konuda sözler söylenmiş.
Hilali araştırmak bütün müslümanlar
üzerine vaciptir. Müslümanlar arasında bugün olduğu gibi bu vazife ihmal edilir
de araştırma her yerde tek tük birkaç müslüman üzerinde kalırsa, bu vazifeyi
yerine getirmekten kaçanların, vazifeyi yerine getirenleri yalanlamaya hakları
da yoktur.
Bugün ısrarla bu işi gök bilimine
bağlamaya çalışanları görüyoruz. Halbuki bu konuda gök bilimi hesaplarına
itibar edilmez. Zira:
1- Gök bilimi hesapları hilali görmeye
dayanan bir ilim değil, bu konuda delil getirmeye dayanan bir ilimdir. Bu
açıdan âyet ve hadislerde anlatılan görme mevkiinde olamaz
onlar.
2- Bu delile dayanan ilim, sadece bu
konuda ileri gelen fen erbabına mahsustur. Ramazanın sübûtunu bu ilme bırakmak
demek, tüm müslümanları bu ilme uymaya ve taklide zorlamak demektir. Böylece
müslümanlar bir ibâdette aracılara mecbur bırakılmış ve hilali araştırma ibâdet
ve zevkinden mahrum bırakılmışlar demektir. Halbuki ay, bizim Rabbimizin
âyetlerinden biridir ve bizim sürekli Rabbimizin âyetleriyle karşı karşıya
gelmemiz istenmektedir. Gök âyetleriyle, yer âyetleriyle sürekli iç içe
olmamızı istemektedir Rabbimiz bizden.
Ama maalesef diyeyim, hesaba göre
bir hayat yaşamaya alışmış insanların ne gökteki âyetlerden ne de yerdeki
âyetlerden haberi olmamaktadır. Zaten şu şehir hayatı bizim semayla ilgimizi
kesmiştir. Ama hayatı böyle statik değil de dinamik olan ve sürekli Rab-bimizin
âyetleriyle iç içe yaşamaya çalışan, hayatı sürekli Rabbimizin âyetlerinin
egemenliğinde olan insanlar, göklerle ve yerle içi içe olur, sürekli âyetlerden
mesaj alır gider.
3- Her ilmin kendine has metodu vardır.
İlim belirlediği bu metotla hareket etmek zorundadır. Bu metodu terk etmesi
demek, ilmin kendi kendisini inkâr etmesi demektir. İslâm’ın da kendine mahsus
metodu vardır.
Astronomi ilminin metoduna göre 0,1 0,2
0,3 0,4 0,5 ve 0,9 dereceye kadar ki hilal eksik bir hilaldir. Astronomi ilmi
bu küçüklükteki hilalleri eksik kabul ediyor. Ve 1 dereceye kadar büyümedikçe
onu hilal kabul etmiyor. İslâm da diyor ki hangi büyüklükte olursa olsun hilali
gördünüz mü oruca başlayın, ne kadar küçüklükte olursa olsun hilali gördünüz mü
bayram yapın diyor. Yâni bu hilalin büyüklüğü, küçüklüğü konusunda herhangi bir
şartta bulunmuyor. İlim bu metodundan vazgeçmediği, bu metodundan taviz
vermediği sürece İslâm-la uyuşması mümkün değildir. Ya İslâm taviz verecek ya da
ilim bu metodundan vazgeçecek, bunun başka ötesi yoktur.
Bir ara Almanya’da bulunduğum sırada
hilali gözetlemek için Dortmund şehrinin ortasında şehri gözetlemek amacıyla
yaptıkları çok yüksek bir binaya çıkmıştık. Biz orada beklerken planataryum
de-dikleri gök araştırma kurumundan da bir kısım insanlar geldiler. Ellerinde
semayı seyretmeye yarayan aletler vardı. Sorduk ne için geldiklerini? Dediler ki
biz de sizin geldiğiniz sebeple geldik. Biz de hilali araştırmaya geldik
dediler. Ve şunu ilave ettiler; bu akşam sizin hilal çı-kacak, ama bizim hilal
çıkmayacak. Dedim ki; nasıl olur bizim hilal, sizin hilal?
Adam dedi ki; bugün size bu aletle
hilali göstereceğim ama bizim metotlarımıza göre bu hilal eksik bir hilal
olduğu için biz onu bugünün hilali kabul etmiyoruz.
Adam elindeki aletlerin maharetini
gösterebilmek için dört beş kilometre uzakta bir evin içine kadar bizi soktu.
Gerçekten müthiş bir alet. Daha sonra adamlar bizim göremeyeceğimiz kadar küçük
hilali elindeki aletle bize gösterdi ve o zaman bu konuda hiçbir şüphem kalmadı.
Anladım ki bizim hilal görülmüştü; ama ilim, kendi metotlarından taviz
vermeyecek ve onu hilal kabul etmeyecekti.
4- Bu ilmin verilerine itimat konusunda
elimizde hiçbir nas yoktur. Bununla şunu demek istiyorum: İlmin verileri mutlak
doğru olsa bile usul yanlıştır. "Usulsüzlük vusulsüzlüğü gerektirir." Kıble
meselesi de böyledir. Kıbleyi bilemediği bir ortamda bulunan, çevrede
sorabilecek birileri varken sormadan veya kendisi de araştırmadan kıbleye
dönen birisi, velev doğru dönmüş olsa bile yaptığı yanlıştır. Neden? Çünkü
usulsüz iş yapmıştır da ondan.
Müslümanların hilali araştırmaları
üzerlerine vaciptir. Müslümanlardan bir tanesi bile hilali görürse hemen oruç
tutmaları gerekmektedir.
İbni
Ömer der ki: Ramazan hilalini görmek için müslümanlar harekete geçtiler. Hiç
kimse göremedi ve sadece ben gördüm ve Rasulullah’a gelip hilali gördüğümü
haber verince, Allah’ın Rasûlü oruç tuttu ve müslüman-lara da oruç tutmalarını
emretti.
(Ebu Dâvûd, İbni Hıbban,
Hakim)
Yine Abdullah der ki:
Bir Arabi Rasûlullah’a gelerek:
Ey Allah’ın Ra-sulü! Ben Ramazan hilalini gördüm! Dedi. Allah’ın Ra-sûlü ona:
"La İlâhe illallah’a şehâdet ediyor musun?" Dedi. Arabi: Evet! dedi.
Rasulullah: "Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyor musun?" dedi.
Arabi: Evet! Deyince Allah’ın Rasûlü: "Ey Bilal kalk! Müslümanlara haber ver!
Oruç tutsunlar!
Buyurdu.
(Ebu Dâvûd, Tirmizî, İbni
Hıbban)
Âlimlerimizin beyanına göre, hilalin
sadece bir yerde görülmesi de yeterlidir. Dünyanın herhangi bir yerinde hilal
görüldüğü zaman bütün müslümanların buna uyma mecburiyetleri vardır. Zira
Rasulul-lah Efendimizin:
“Sizden her kim hilali görürse oruç tutsun,
hilali görünce de iftar etsin”
Hadisi bunun delilidir. Buradaki emir
tüm müslümanlaradır. Binaenaleyh müslümanlardan bir kısmı hilali gördükleri
zaman, hepsi görmüş gibi hareket etmek zorundadırlar. Hepsi aynı gün bayram
etmek zorundadırlar. Bu müslümanların birliği açısından da çok hoş bir netice
olacaktır.
"Kim de hasta olur veya seferde
bulunursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde onu kaza etsin."
Tutamadığı günleri mutlaka tutmak
zorundadır. Peki niye böyle hasta ve seferde olanlara oruç tutmama ruhsatı
verilmiş?
"Allah size kolaylık diler, güçlük
istemez."
Onun için hastalık ve sefer hallerinde
orucu terk etmenizi size mubah kılmıştır. İslâm dini kolaylık dinidir, semahat
dinidir. Bakıyoruz gerçekten Rasulullah Efendimizin ameli uygulamalarda o kadar
kolaylıklar görüyoruz ki, akla hayale gelmez. Aklıma gelen birini
söyleyeyim:
Adamcağızın biri dayanamayarak orucunu
bozuyor. Geliyor Rasulullah Efendimize: Ya Rasûlallah ben bir iş yaptım! Ne
hayır? Ben orucu bozdum. Diyor ki Allah’ın Rasûlü: O zaman atmış bir tutman
lâzım. Ya Rasûlallah ben birini tutamadım, altmış gün nasıl dayanayım? Nasıl
olduğunu da anlatıyor. Rasulullah diyor ki; o zaman git altmış fakiri doyur!
Adam diyor ki; vallahi ya Rasûlallah kimseye verebilecek bir şeyim yoktur.
Rasûl-i Ekrem komşulardan bir şeyler getirtiyor ve diyor ki; git bunu
mahallendeki fakirlere dağıt! Adam di-yor ki; vallahi bizim mahallede benden
daha fakir birisi yoktur! E git kendin ye o zaman diyor Allah’ın Rasûlü. Şu
oruca bakın, hanımıyla beraber olarak oruca dayanamayan adama bakın ve
sonucuna bakın. Kefarete bakın, affa bakın, müsamahaya bakın. Ama öteki ne
kadar samimi değil mi? Bu samimiyete karşı samimi bir
sonuç.
Boşuna cesaretlenme Hasan abi! Zaten
bizim gündüz hanım-larımızla beraber olma şansımız hiç yok. Öyle değil mi? Onu
almışlar elimizden. Çoğumuz akşam bile zor görüyor hanımını. Hoş, hayatı-mızın
hangi bölümünü biz belirliyoruz da? İşte köle bir toplumun köle
bireyleri..
Evet, Allah size bu kolaylıkları
sağlamıştır, şüphesiz ki Allah sizin için kolaylık murad etmektedir. Allah sizin
için zorluktan yana değildir. Öyleyse sizler de zorlaştırmadan yana değil
kolaylaştırmadan yana tavır alın. Bu konuda birkaç hadis okuyalım inşallah.
Aişe (r.a)’nın bildirdiğine göre,
bir kadınla beraber otururken yanlarına peygamber (s.a.v.) girdi ve: “Bu
kadın kimdir?”, diye sordu. Aişe validemiz: Bu filan kadındır deyip onun
kıldığı namazları uzun uzadıya anlatmaya başladı. Bunun üzerine peygamber (s.a.v.) efendimiz:
“Bütün bunları sayıp dökmeyi bırak, gücünüz yettiği kadarıyla ibadet
etmeniz size yeter. Vallahi siz amellerden usanmadıkça Allah’ta size sevap
vermekten usanmaz.”
buyurdu. Aişe (r.a) devamla Rasulullah
(s.a.v.)’in yanında “En sevimli ibadet az da olsa devamlı
yapılanı idi.” dedi.
(Buhari İman 32,
Müslim Müsafirin 215)
Abdullah İbn-i Mes’ud (r.a.)’den rivayet
edildiğine göre peygam-ber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Her türlü işlerinde ve sözlerinde ileri gidip haddi aşanlar helak
oldular.”
Rasulullah (s.a.v.) bu sözü üç sefer
tekrarladı.
(Müslim, ilim 7)
Evet, Allah siz kolaylık diler,
öyleyse sizler de:
"Bu kolaylığı sayıyı tamamlamanız ve
size yol gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanımanız için meşru kılmıştır.
Umulur ki şükredersiniz."
İnsan kolaylığı görünce hemen "Allahu
Ekber" der değil mi? Rabbimin ne büyük lütufları vardır! diyecek ve bu
hidâyetinden dolayı Allah’ı büyükleyeceğiz. Ve Allahu Teâlâya kulluk
yapacağız.
Oruç âyetlerinin bir bölümü burada
bitiyor. Oruç âyetleri arasında bir âyet geliyor:
186:"Kullarım beni senden soruyorlarsa
ben onlara çok yakınım. Dua ettikleri zaman ben onlara icâbet ederim. Onlar da
bana icâbet etsinler! Bana iman etsinler ki böylece doğru yolda olanlardan
olsunlar."
Kullarım beni senden soruyorlarsa. Ne
soruyorlar? Nasıl dua edelim? Bağıralım mı? Çağıralım mı? O bizi duyuyor mu?
Bizi görüyor mu? Bizden haberdar mı? Vesaire, vesaire.. Allah diyor ki; ben
onlara yakınım.
"Dua ettikleri zaman (ben onlara icâbet
ederim) dua edenin duasına icâbet ederim. Onlar da bana icâbet etsinler! (hep
dua etsinler bana) Bana iman etsinler (hep benim yolumda yürüsünler ve böylece)
doğru yolda olanlardan olsunlar."
Birdenbire bir dua âyetiyle karşı karşıya
geliyoruz. Bir kişinin Allah’a en yakın olduğu zaman, sabırla birlikte olduğu
zamandır. Sabır oruçtur, dua da Allah’la beraber oluştur. Rabbimiz bizim için;
"kullarım" diyor. Bu ne büyük bir şereftir. Bu hitap üstelik oruç âyetlerinin
arasında geliyor. Allah, “Kullarım!” buyurarak bizi kendisine izâfe ediyor. Bu
şerefin, bu yakınlığın, bu ünsiyetin yanında orucun meşakkati ne değer ifade
eder de? Bunu duyan bir müslümanda yorgunluk, meşakkat kalır mı? Şereflerin
belki en yücesi. Kullarıma söyle Peygamberim! diye bizi üçüncü şahıs zamiriyle
de kullanmıyor üstelik, Rab-bimiz bizi kendisine muhatap kabul ediyor, bize
yöneliyor ve bizzat kendisi, bizim sorularımıza cevap verme lütfunda bulunuyor.
Yakınım diyor, dualarınızı işitirim demiyor, siz bana dua edince ben anında
icâbet ederim diyor. Bu âyet-i kerîmede anlayabildiğimiz kadarıyla bize
anlatılmak istenenleri şöyle bir özetleyelim inşallah:
1- Allah bize bizden, bize herşeyden
daha yakındır. Bize şah damarımızdan daha yakındır Allah.
"Biz insana şah damarından daha
yakınız."
(Kaf 16)
Âyeti bunu anlatır. Buna göre madem ki
Allah bize bu kadar yakındır, o halde:
a- Allah’a dua ederken onu uzakta
bilip, işitmez zannedip bağırıp çağırmanın, hoplayıp zıplamanın anlamı yoktur.
Nitekim birilerinin böyle yüksek sesle, bağırıp çağırarak dua ettiklerini gören
Allah’ın Rasûlü:
"Sizler sağıra ve gaibe dua etmiyorsunuz.
Herhalde işiten ve yakın olan birine dua ediyorsunuz."
Buyurmuştur.
b- Madem ki Allah bize bizden ve
herkesten yakındır; o halde duada birilerinin aracılığına ne gerek var? Aracı
kullanmaya da gerek yoktur. Bir kere Rabbime ben kendim bizzat dua
edebilmeliyim. Birilerinin gölgesinde, vasıtasında dua ederek şahsiyetimin
ezilmesine gerek yoktur. Bundan sonra kime boyun eğecek de mü'min? Kimden
korkacak da? Kime sığınacak da? Allah kendisine o kadar yakın ki; Ya Rab!
Dediği anda telsizsiz, telefonsuz, aracısız anında duyan bir Allah’la karşı
karşıyaysa mü'min, aracılara ne gerek var da? Hiç kimse, kişiye Allah kadar
yakın olmadığına göre; aracılar kullanarak şirke düşmesinin de anlamı
kalmamıştır.
2- Günahsız bir ağızla dua etmeye
çalışmalıyız. Allah’ın Ra-sûlü Tirmizî’de:
"Kişi günah işleyip sılayı rahmi
kesmedikçe, ve de acele etmedikçe Allahu Teâlâ onun duasını reddetmez."
Buyurur.
Helâl gıda çok önemlidir dua
için.
Allah’ın Rasûlü bir adamdan söz eder.
Adam Allah için yollara düşmüş. Cihada, sefere çıkmış, ilayı kelimetullah adına
çıkmış, Allah’a dost kazandırmak, tebliğ yapmak, emri bil maruf yapmak için
veya savaşarak Allah düşmanlarının işini bitirmek üzere yola çıkmış. Bu yolda
büyük sıkıntılar çekmiş, büyük zorluklara katlanmış, yüzü gözü toza toprağa
batmış ve bu haldeyken el kaldırıp: "Ya Rab! Ya Rab!” diyerek Allah’a dua
ediyor, bir şeyler istiyor Allah’tan. Çocukları için istiyor, ülkesi için
istiyor, memleketinde ittifaktan dem vurarak istiyor, devlet istiyor, düzen
dirlik istiyor Bosna’dakiler, Çeçenistanda-kiler için istiyor, istiyor. Ama
Allah’ın Rasûlü buyuruyor ki; bu adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği
haram, gıdası haram, özü haram, sözü haram. Nerede kaldı Allah bunun duasını
kabul edecek?
3- Duada bir de acele etmeyeceğiz.
Allah’ın Rasûlü:
"Sizden biriniz acele etmedikçe Allahu
Teâlâ duanızı kabul buyurur."
Duada acele etmek, dua ettim de Allah
kabul etmedi demektir.
(Buhârî,
Müslim)
Dua ile istenen ihtiyacın karşılanması
hemen de olabilir, bir müddet sonra da olabilir, bazen de istenen şey âhirete
kalabilir. Bazen de bizim hakkımızda hayırlı olan şey, bizim istediğimizin
dışında bir şey de olabilir. Öyleyse; “Olmadı! Dua ettim de kabul edilmedi!”
diye acele etmeyelim. Çünkü Allah istediği zaman, istediği biçimde bizim
duamızı kabul edecektir. Ve bazen bizim daha çok dua etmemizi istediği için
Rabbimiz, istediğimiz şeyleri geç verebilir. Bu durumda kesinlikle ümitsizliğe
düşmemeliyiz.
Değilse, yâni Allah’ın mülkü
yanında bizim istediklerimiz ne kadar olabilir de? Bütün dünya insanlığı
birleşse, herkes isteyebileceğinin en son sınırını istese, Allahu Teâlâ’nın
mülkünden bir şey eksilir mi? Öyleyse bizim istediklerimizi geciktirmesinin
sebebi, bizim biraz daha dua ederek kulluğumuzu artırmamızı istemesinden başka
bir şey değildir.
4- Şurası da unutulmamalıdır
ki:
"Dua bir ibâdettir."
(Ebu Dâvûd, Tirmizî, İbni
Mace)
Dua dua edileni büyük tanımak, büyüklük
mevkiine oturtmak, büyüklüğünü, gücünü kuvvetini kabul etmektir. Dua acziyetin
ifadesidir. Dua âcizin, güçsüzün güçlüye teslimiyetinin ifadesidir. Öyleyse dua
eden mü’minin duası, onu Allah’ın her ân kendisinin Rabbi ve koruyucusu olduğu
düşüncesine ve her ân O’na muhtaç olduğu şuuruna götürecektir.
5- Dua ederken Allah’tan istenmesi
gereken, istenmesi caiz olan şeyleri istemeliyiz. Harika, mûcize, nübüvvet ve
haramları istemek gibi caiz olmayan şeyleri istemeyeceğiz.
6- Oruçlu dua etmeye çalışacağız. Hele
hele iftar vakti yapılan duanın reddedilmeyeceğini söyler Allah’ın
Rasûlü:
"Oruçlunun iftar vakti yapmış olduğu
duası mutlaka kabul olur."
"İftar zamanı oruçlunun duası
reddedilmez ."
Buyurur. Yine Ebu Hureyre’nin
rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
Üç kimsenin duası asla
reddedilmez.
1- Âdil devlet reisinin duası.
2- İftar edinceye kadar oruçlunun
duası.
3- Zulme uğrayan mazlumun duası.
Bu üç kişinin duasının asla
reddedilmeyeceğini anlatıyor Allah’ın Rasûlü. Allah bizden dua etmemizi istiyor. Duaya o kadar
önem verelim ki, öyle bir dua hayatı uygulayalım ki, artık bizim hayatımız hep
dua olsun. Yâni Allah’la ilişkimizi hiç kesmeyelim. Çünkü dua sürekli Allah’la
ilişki içinde olmaktır. Her zaman ona dua edelim. Hem de isteklerimiz meşru
olduğu sürece utanmadan isteyelim ondan. Yahu bu da istenir mi, demeyelim. Çünkü
istenilen kim? Allah. Yâni anamız değil, babamız değil, ağamız, patronumuz
değil. Yâni başkaları gibi âciz, güçsüz, fakir birisi değil ki Rabbimiz. Üstelik
biz yalvardıkça bizi seviyor. Kendisini istediklerimize sahip bildikçe,
istediklerimize ehil gördükçe, istenilecek, başvurulacak tek kapı kabul ettikçe
bizi seviyor.
Biz ona yöneldikçe o bizim kendisine
yönelmemizden memnun oluyor. Öyleyse hemen yalvaralım, hemen yakaralım.
Karnımız acıktı yalvaralım, susâdık yalvaralım, ayakkabımız kayboldu
yalvaralım, ayakkabımız bulundu yalvaralım, sıkıntımız var yalvaralım cennet
istiyoruz yalvaralım, cehennemden korkuyoruz yalvaralım, yalvaralım,
yalvaralım.
Ve Kur’an’daki dua modellerini de iyi
belleyelim. Kur’an’daki dua modelleri yanında bir de Rasûl-i Ekrem Efendimizin
dua usullerini, ezkarını iyi belleyelim. Bizim toplumun en büyük
hastalıklarından biri de duayı bilmemeleridir. Gerçi mekânik bir hayatımız var.
İşte imam bize namazı kıldırırken duayı bile biz ona yaptırırız ve biz
arkasında amin deriz. Yâni şimdi duayı bir başkasına ettirip ben de
arkasından amin dedikten sonra benim dua yeteneğim kayboluyor demektir. Hacca
gidiyor müslümanlar, başlarında birileri var, duayı ona yaptırıyorlar. Kişi
kendisi yapmalı aslında duayı.
Hani İsrâil oğullarının
hastalığıdır, bunu daha önce demeye çalışmıştım. Ağzı kurumuş sanki insanların
da kendileri dua edemiyor, hep başkalarına dua ettirmeye çalışıyorlar. Aslında
müslüman kendi duasını kendisi yapmalıdır. Ya Rabbi! Bana özgürlük ver! Ya
Rabbi bana hürriyet ver! Ya Rabbi benim ülkeme dirlik, düzenlik ver! Ya Rabbi
bana cennet ver! diyemez mi bunu müslümanlar? Elbette herkes söyleyebilir bunu,
ama yine de alışmış insanlar, illa da birileri dua edecek, onlar da amin
diyecekler, garip bir şey.
Allah korusun da hıristiyanlıkta olduğu
gibi namazını birileri kılıverecek, orucunu birileri tutuverecek, hatmini,
Kur’an’ını birileri oku-yuverecek, duasını birileri yapıverecek, haccını
birileri yapıverecek tamam. Hıristiyan dünyada olduğu gibi birileri papaz
olacak ötekiler ümmî olacaklar, günahı oldu mu onun yerine para verecek,
namazını kılamadı mı onun yerine para verecek, birileri hallediverecek Allah
ko-rusun da böylece din kaybolup gidecektir. Halbuki dua, bizim Allah’la
ilişkimizi sağlayan ve hiç bitmeyen, tükenmeyen bir ibâdettir. Dua et-meyi
bilmeyen kişi kulluk da yapamaz. İşte namaz bir duadır, hac bir duadır. Evet
duanız da olmasa Rabbiniz sizi ne yapsın?
187:"Oruç gecesi kadınlarınıza
yaklaşmak size helâl kılındı. Hanımlarınız sizin için örtüdür, siz de onlar
için elbisesiniz. Allah sizin nefislerinize güvenemeyeceğinizi bildi de
müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın
sizler için (çocuk gibi, neslin devamı gibi) yazdığını isteyin. Fecrin siyah
ipliği beyaz ipliğinde sizin için seçilinceye kadar yiyin için. Sonra da ertesi
geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde itikaftayken hanımlarınızla cinsel
ilişkide bulunmayın. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır, bunlara yaklaşmayın.
Allah’la yol bulasınız diye Allah âyetlerini işte böyle açıklar."
Geçmiş ümmetlerde oruç gecelerinde de
hanımlarla münâsebet yasaktı. Cenab-ı Hak Muhammed ümmetine kolaylık
dilediğinden orucun vaktini kısaltmış, geceleri nesih etmiş ve kadınlara
yaklaşmayı caiz kılmıştır.
"Hanımlarınız sizin için örtüdür, siz
de onlar için elbisesiniz."
1- Elbise, kişiyi örter ve onu dış
etkenlerden korur. Kadınlarınız da sizi örtüp haramdan korumaktadırlar. Sizler
de kadınlarınızı örtüp onları haramlara düşmekten
korursunuz.
2- Kadınların kocaları, kocaların da
kadınları için elbise olmaları, temiz olmaları ve sahibine has olmaları
anlamını da ihtiva etmektedir. Elbise temiz olmalıdır. Kadın temiz olmalıdır,
kadın afife, er-kek de iffet sahibi olmalıdır. Kadın sadece kocasına ait
olmalıdır. Kocası da sadece karısına ait olmalıdır. Kadının başkalarına gitmesi
de erkeğin başkalarına uzanması da mümkün değildir.
3- Elbisenin insan vücuduna yakınlığı
neyse karı kocanın da birbirlerine yakınlığı odur. Kadın kocasına, koca da
karısına tıpkı elbisenin vücuda yakınlığı gibidir. Aslında bu âyet-i kerîme
oruç geceleri cinsel ilişkinin helâl kılınışının hikmetini anlatıyor. Yâni karı
koca birbirlerine bu kadar yakınken, o onun için elbise o da onun için elbise
haline gelmişken, oruç geceleri birleşme yasağında, birbirlerine uzak
kalmalarında muhakkak ki bir zorluk olacaktır. İşte Allah sizden bu zorluğu
kaldırmayı dilemiştir.
Libas esasen onların bizi haramdan
korumaları, bizim de onları haramdan korumamız demektir. Onların bizi Allah’a
kulluğa yönlendirmeleri, bizim de onları kulluğa yönlendirmemiz demektir.
Müslümanlar dinlerini hanımlarıyla tamamlarlar. Hanımlar da kocalarıyla
tamamlarlar. Onlar onlara örtü, onlar da onlara örtü. Hayatı birlikte yaşarlar
ve birlikte Allah’a kulluğa harcarlar.
Eğer kadınlarımız bizim için örtü
olacaklarsa, o zaman onları çok iyi eğitmek zorundayız. Bizi örtecek, bizi
koruyacak biçimde onları eğitmek zorundayız. Hem kendimizi eğitmeli hem de
kadınlarımızı eğitmeliyiz. Yâni verdiğimiz kararlarda, uygulamalarımızda,
cennet yolunda ne onlar bize ayak bağı olmalılar, ne de biz onlara ayak bağı
olmalıyız.
Eğer yaşadığımız hayatta onlar bize,
biz onlara ayak bağı olmaya başlamışsak, bu bizim onlara gerekli eğitimi
vermememizden kaynaklanmaktadır. Ya da onlara gereken önemi vermediğimizden
kaynaklanır. Kadınlarına gereken ilgiyi göstermeyen insanlar, Allah’ın istediği
biçimde İslâm’ı yaşayamazlar. Kadınlarını Allah’ın istediği şekilde eğitmeyen
erkekler de, onların kadınları da kesinlikle cenneti bulamazlar. Birlikte
eğitilmeyen nice aileler görüyorum ki, bugün kadınlar kocalarının derdini
anlayamadığı için kocalarını evlerine hapsetmekte ve onların İslâmî
çalışmalarına engel olma kavgası vermek-tedirler. Halbuki birlikte
eğitilselerdi, her ikisi de aynı endişeleri taşısalardı, bu kadınlar kocalarını
bir saat bile evde boş durdurmayacak-lardı.
Birlikte eğitilerek onlar bizi cehennemden
koruyacak, biz onları ateşe gitmekten koruyacağız. Bir insanın harama düşmesi,
dünyanın yıkılması demektir. Bir kadının kendi helâlinden başkalarına uzanması,
bir erkeğin helâlinden başkalarına gitmesi, tüm dünyanın batmasıyla eş
anlamlıdır ve de toplumun helâki işte budur.
"Allah sizin nefislerinize
güvenemeyeceğinizi bildi de müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi
bağışladı."
Cenab-ı Hak, Ramazan gecelerinde bu
yasağın nefislerinize ağır geleceğini bildiği için bunu mü'minlere
kolaylaştırdı.
"Şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın
sizler için (çocuk gibi, neslin devamı gibi) yazdığını
isteyin."
"Fecrin siyah ipliği beyaz ipliğinde
sizin için seçilinceye kadar yiyin için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu
tamamlayın."
Bu beyaz iplik, siyah iplik meselesini
önceleri yanlış anlamışlar. Adiy Bin Hatem Rasulullah’a gelerek: "Ya
Rasûlallah! Ben gündüzün geceden ayrılığını anlayabilmek için yastığımın altına
biri beyaz, biri de siyah iki iplik koyuyorum. Geceleyin onlara bakarak akını
karasını ayırd ediyorum der. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü buyurur
ki:
"Muhakkak senin yastığın çok geniştir, yahut
uykun çok derindir. O fecr gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığıdır."
(Buhârî ve Müslim)
Demek ki buradaki beyazlık ve siyahlık
fecri sâdıktan bir parça bulunan beyaz ipliktir. Bundan anlıyoruz ki ibâdetin
zamanını saat birimleri değil de gökteki apaçık Allah’ın âyetleri, Allah’ın
alâmetleri belirlemektedir. Bu her çağ insanının, her ülke insanının
uyabileceği bir ölçüttür. Allah’ın zamanı tayin eden bu âyet ve alâmetleri
kutuplarda da aynen işlemektedir. Orada gecenin anlaşılabilmesi için güneşin
batmasına gerek kalmadan gündüzün bu alâmetler
işlemektedir.
Sonra da oruçlarınızı ertesi günün
akşamına kadar tamamlayın ifadesi, orucun akşam olunca biteceğini
anlatmaktadır. Oruç, akşam güneş batınca biter. Ancak bu akşama kadar
tamamlayın ifadesi de orucun bitimi konusunda dakika ve saniye gibi ölçülerin
olmayacağını anlatmaktadır. İki sınırda da geniş bir serbestlik vardır. Yâni
orucun bitimini de Allah’ın güneş âyeti belirlemektedir. Güneş batınca iftar
edilmelidir.
Kişi zamanında uyanamamışsa, sabahın
ilk şafağı görülmeye başladığı halde başlamış olduğu yemeğini yiyebilir.
İftarda da güneş batar batmaz acele ediniz buyurulur. Allah’ın Rasûlü bir
hadislerinde:
"Ümmetim iftarı çabuklaştırıp sahuru da
geciktirdikçe hayır içinde kalmaya devam edecektir."
Buyurur.
"Mescidlerde itikaftayken
hanımlarınızla cinsel ilişkide bulunmayın."
İşte Allah’ın sınırı bunlardır. Bunlara
yaklaşmayınız. İnsanlar sakınsınlar diye Allah âyetlerini işte böylece
açıklar.
İtikâf mescidlerde sırf Allah’a ibâdet
için bir süre kalmaktır. Geçmiş peygamberler de yapmışlar. Allah’ın Rasûlü her
yıl Ramaza-nın son on gününde itikafa girmiştir. İslâm’da itikafın dışında
ruhbanlık, inziva hayatı yoktur. Hattâ Allah’ın Rasûlü:
"İslâm’da ruhbanlık yoktur, İslâm’ın
ruhbanlığı cihattır."
Buyurur. İtikaf anında kadınlara
dokunmak yasaktır. En az bir gün olmak kayd u şartıyla demişler veya Ramazanın
son on günü itikafa girilir denmiş.
Gerçi şimdi müslümanlar itikafın
zamanını ve mekânını değiş-tirdiler. Şimdi müslümanlar Ramazanda değil de yazın
sıcak günlerin-de, mescidlerde değil de Akdeniz’de böyle denize nazır
çadırların içinde giriyorlar itikafa. Böylesi daha makbulmüş galiba. Allah’ın
Ra-sûlü Muvatta’daki bir hadislerinde:
"Oruçsuz itikaf olmaz."
Buyurur. Kadınlar evlerinde
itikafa girebilirler.
(İtikaf ile ilgili bir soru
soruldu)
İtikaf
kelime anlamı olarak; bir yerde bekleme, durma ve kendini orada hapsetme
anlamlarına gelen bir kelimedir. Akıl bâliğ veya temyiz kudretine sahip bir
müslümanın beş vakit namaz kılınan bir mescitte ibadet niyetiyle bir süre
durması anlamında bir ibadettir. Hz. Peygamber'in özellikle Ramazan içinde ve
Ramazanın son on günün-de itikâf yaptığını bildiren çeşitli hadis-i şerifler
vardır. Hz. Âîşe'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasulullah (s.a.s) Ramazan'ın
son on gününde itikâf yaparlardı. Bu durum vefat zamanına kadar bu şekilde devam
etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber'in zevceleri itikâfı sürdür-müşlerdir"
(Buhârî,
İtikâf, 1-18)
Ebu
Hanife'ye göre içinde beş vakit namaz kılman her mescid-de itikâfta bulunmak
caizdir. Ebu Hanife ve İmam Mâlik'e göre itikâfın nâfile olarak en azı bir
gündür. Ebû Yusuf en az süreyi, bir günün yarıdan çoğu olarak belirlerken İmam
Muhammed itikâf için bir saati de yeterli bulur. Mesciddeki itikâf erkeklere
mahsustur. Kadınlar, az evvel de ifade ettiğimiz gibi evde mescit edindikleri
bir yerde itikâfta bulunabilir.
(Tecrîd-i
Sarîh, Terc. Kamil Miras, Ankara 1984, VI, 323-326).
İtikaf
üçe ayrılır:
a.
Vacip olan itikâf:
Adak olan itikâf vaciptir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir.
Hz. Ömer, Rasulullah (s.a.s)'den, "Cahiliye devrinde Mescid-i Haram'da bir gece
itikâfta bulunmayı ada-mıştım; ne yapayım" diye sormuş Rasulullah (s.a.s);
"Adağını yerine getir" buyurmuştur
(Buhârı,
itikâf, 16)
b-
Sünnet olan itikâf:
Ramazan'ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir. Hz. Âîşe'nin rivayet
ettiğine göre Hz. Peygamber (a.s) orucun farz kılınmasından ömrünün sonuna kadar
Ramazan aylarının son on gününde itikâfa girmiştir. Bir yerleşim merkezinde
bulunan müslümanlardan birisi bu sünneti yerine getirirse, diğerleri üzerinden
bu görev düşer. Bu duruma göre, her yerleşim birimi için itikâf sün-net-i kifâye
hükmündedir. Bir kişinin bunu yapması o beldedeki diğer müslümanları
sorumluluktan kurtardığı gibi Cenâb-ı Hakk'ın, itikâf yapanın ecrini diğer belde
müslümanlarına da vereceği umulur.
c-
Müstehab (mendub) olan itikâf:
Vacip ve sünnet olan itikâfların dışında itikâfa girmek müstehabdır. Bunun
belirli bir vakti yoktur. Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar itikâfa
niyet ederse orada kaldığı sürece itikâfta sayılır. Bu itikâf’da oruç şart
değildir. Bazı müctehidlerin, itikâf süresinin bir saat bile olabileceği
görüsünde bulunduklarını yukarıda zikretmiştik.
İtikâf için niyet, erkekler için
Mescid, oruçlu olmak, kadınlar için hayız ve nifastan temizlik gibi şartlar
vardır. Burada itikâfı bozan hususlardan da kısaca söz edelim. Cinsi ilişkide
bulunmak. Kur'an-ı Kerimde; "Mescidlerde itikafa çekildiğinizde kadınlarınıza
yaklaşmayın" buyuran işte bu âyet bunu anlatır. Öpmek ve kucaklamak gibi
şeylerden dolay inzal vaki olursa yine itikâf bozulur. Yine herhangi bir ihtiyaç
yokken mescidden dışarı çıkmak. Bir de bayılmak itikâfı bozar. İtikâfa giren
kimse mescidden ancak şer'î, zaruri ve tabiî ihtiyaçları için çıkabilir. İtikâfa
giren kimsenin bulunduğu mescidde cuma namazı kılınmıyorsa, cuma namazını kılmak
üzere başka bir mescide gitmesi, küçük ve büyük abdest bozmak için mescidden
dışarı çıkması tabiî bir ihtiyaçtır. Yani yemesi, içmesi, uyuması ve ihtiyacı
olan şeyleri satın alması mescidde olur.
"İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır,
bunlara yaklaşmayın. Allah’la yol bulasınız diye Allah âyetlerini işte böyle
açıklar."
Allah’ın Rasûlü bu hususu anlatırken,
Buhârî ve Müslim’deki Numan İbni Beşir’in rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle
buyurur:
"Helâl belli, haram da bellidir. Bu
ikisi arasında da haram mı helâl mi olduğu belli olmayan birtakım şüpheli şeyler
vardır ki; çok kimseler onları bilmezler. Her kim ki bu şüpheli şeylerden
sakınırsa, dinini ve ırzını korumuştur. Her kim de şüpheli şeylerin içine
dalarsa, haramın da içine dalmış olur. Böylesi tıpkı içine girmek yasaklanan
bir koruluk etrafında davarlarını otlatan çobana benzer ki; her ân sürüsünü o
koruya düşürüp otlatmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunur. Haberiniz olsun,
her padişahın bir koruluğu vardır. Bilesiniz ki Allah’ın koruluğu da
haramlarıdır..."
Allah’ın sınırları konusunda çok
dikkatli davranmak zorundayız. Dikkat ederseniz çobanın koyunlarını otlattığı
bölge yasak bölge değildir. Ama unutulmamalıdır ki otlatılan da koyundur. Koyun
için yandaki yasak bölgedeki otlar cazip gelebilir ve hemen uzanıverebilirler.
Çobana düşen; koyunlarını o yasak bölgenin uzağında, kendisi için helâl olan
bölgede otlatmalıdır. İşte Allah’ın Rasûlü melikin bu kendisine tahsis ettiği
alanı harama, o alana yakın olan bölgeyi şüphelilere, uzaktaki serbest bölgeyi
de helâllere benzetiyor. Zira otlatılan koyundur, laf dinlemez söz anlamaz. Ya
da meyli vardır kötülüğe. İnsan nefsi de bu davarlardan faksızdır. Laf anlamaz
ve hep meyillidir haramlara. İstediğini verdin mi, hep ister. Ama istediğinden
uzak tuttun mu, onu unutur gider.
Öyleyse Allah’ın haramlarının yakın
semtinde dolaşmamalıyız. Meselâ İslâm’dan, dinden, imandan bahsedilmeyen yerde
bulunmamalıyız. İçki sofrasında oturmamalıyız. Fâiz kokusu olan bir alışverişe
yaklaşmamalıyız. Karşımızda pejmürde giyinmiş bir kadın varsa orada
durmamalıyız. Toplumda varlık sebebini bilemediğimiz, tedavi adına mı? Yoksa
toplumu ifsat adına mı? Belli olmayan ilaçları kullan-mamalıyız. Kadınlarımızla
Ramazanda veya itikaf anında mübaşeret konusunda haramlara düşebileceğimiz
bir ilişkide bulunmamalıyız.
188:"Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla
yemeyiniz, insanların mallarından bir kısmını bile bile günah ile yemek için
o malları hakimlere rüşvet olarak vermeyin."
Mallarınızı aranızda haram yollarla
yemeyiniz. Haram yollar bellidir. Fâizinden rüşvetine, hırsızlığından
aldatmacasına, borç alıp vermemekten borcunu tehire, ondan ihanete vermeye
almaya dikkat etmemeye varıncaya kadar, haram yollarla birbirinizin mallarını
yemeyin.
Adamın borcu var, ödemiyor. Kesinlikle
borçlanmadan uzak duralım. Özellikle ve ısrarla bunu diyeyim. Bu iş bu toplumun
en büyük belâsıdır. Ekonomik insan olma belâsı, bu toplumun en büyük
belâsıdır. Yâni bizim hep borçlanmadan yana olmamız, borçlanmaya karşı cesur
olmamız, hepimizin sonunda ekonomik insan olmamız demektir. Ekonomik insan
birilerinin hoşuna gidiyor, bu düzenin hoşuna gidiyor. Yahu niye sadece para
düşünen biri olayım ben? Benim böyle sadece para düşünen ekonomik insan olmaya
hakkım yoktur. Niye ekonominin egemenliği altında bir hayat süreyim ben? Benim
sahibim, beni yaratan, benden böyle bir hayat istemiyor. Benim hayatımda böyle
paradan puldan başka düşünecek hiç bir şeyim yok mu yâni? Yok şunu alacağım, yok
bunu alacağım, yok şu taksitti, yok bu ödemeydi! Hedef böyle para olunca da
elbette birileri, birilerine haksızlık edecek, birileri birilerine
zulmedecektir.
Hani Şuayb (a.s) 'ın kavmi
için:
"... İnsanların mallarını, eşyalarını
eksiltmeyin!"
(A’râf: 85)
Diyor Rabbimiz. İnsanların eşyaları
nasıl eksiltilir? Enflasyon yoluyla
bazen görünmeyen bir el insanların cebine uzanır ve bakarsınız ki bir anda
adamın cebindeki eksilmiştir. Evet enflasyonla, çaktırmadan, böyle insanların
ceplerindekiler eksiltilir. Allah, yapmayın bunu diyor. Böyle yollarla
insanların mallarını eksiltmeyi haram kılıyor.
Veya reklâm yollarıyla, zorla insanlara
mal satmak da onların mallarını bâtıl yolla yemek demektir. Adam; “sigarayı
bırak, halı al” diyor. Veya; “yatağınızı değiştirin” diyor. Sana ne benim
yatağımdan be adam? Eski de olsa beş yıl daha idare ederim onunla. Biz sizi
düşünüyoruz diyorlar. Beni düşünmüyor adam aslında da kendi cebini düşünüyor.
Beni düşünüyorsan bırak, el atma cebime! Sana ne benim yatağımdan, yorganımdan?
İşte böyle reklâm yoluyla aslında ihtiyaç olmadığı halde, efendim her evin
mübrem ihtiyacıdır, herkes almalıdır. Her kola bir saat, her duvara bir saat,
her masaya, her eve bir sa-at, her eve bir araba, her koltuğa bir insan, herkese
bir konu, herkese bir koleksiyon, her kola bir nişane, her sokağa, her caddeye,
her mutfağa, her yatak odasına, diyerek insanların malları haksızlıkla
yenile-bilir, bundan da sakınmalıyız.
Efendim her yakaya lâzım, her
geline, her damada lâzım, her parmağa lâzım. Düşünün Türkiye’de altmış beş
milyon insanın parmağındakiler bir anda sermayeye dönüşüverse, eminim ki pek
çok fakirin hayatını kurtaracaktır. Meselâ talebe kesiminin veya okur yazar
çizer kesiminin bir kere bile okumadan alıp kütüphanelerine attığı kitapları
bir düşünün. Bunları bir anda sermayeye dönüştürüverseniz kaç fakirin geçimidir.
Kaç fakirin, kaç yıllık geçimi değil mi? Ya da çay bahçelerinden çay
tarlalarından, çay fabrikalarından, çay demleme zamanlarından, demlenme
zamanlarına, çay bardaklarını yıkama za-manlarına kadar heba en mensura
gömülen zamanları, emekleri bir düşünün.
Bunlar lâzımdır, olmalıdır,
yapılmalıdır diyerek insanların malları haksız yere
yenebilmektedir.
Özellikle borçlanmayı bırakın! Paranız
varsa alın, yoksa kesinlikle borçlanmamaya dikkat edin. Bakın, bir gün
Peygamber Efendimizi, birinin cenazesine çağırmışlar:
"Allah Rasûlü borçlunun namazını
kıldırmamış ve arkadaşınızın namazını kılınız! Çünkü onun üzerinde borç
vardır."
Buyurmuşlardır.
Peki hiç mi borçlanmayacağız? Hayır bir
defasında Allah’ın Rasûlü, ailesini doyurabilmek için yanındaki zırhını rehin
bırakarak, bir yahudiden ekmeklik un almış yâni borçlanmıştır. Evet biz de böyle
bir durumdaysak, yâni ailemizi doyuramamışsak tamam, biz de birilerinden borç
alabiliriz. Yâni eğer gerek kendimi, gerek ailemizi doyuramayacak kadar bir sıkıntı içindeysek,
o zaman yanımızdaki zırhımızı emanet vermek şartıyla birilerinden biz de borç
alabiliriz. Yanımızdaki zırhımızı emanet vermek kayd u şartıyla ama. Peki
Allah için söyleyin, bugün borçlananlar bunun için mi borçlanıyorlar? Çoluk
çocuğu aç kalmış, açıkta kalmış ve böyle bir hayati tehlike var da onun için mi
borçlanıyorlar?
Hem de üstelik böyle hayati bir
durumda, ancak arpa ekmeği alabilecek kadar borçlanabiliriz. Şimdi şu bizim
yediğimiz ekmekler, kepeği alınmış ekmek değil, katıktır bunlar. Ekmek yerine
pasta yiyoruz yâni. Yâni şu mevcut borçlanmaların İslâmî olmadığını biliyoruz.
Ama gerçekten adamın başka çaresi kalmamışsa, namusunu kurtarabilmek için
meselâ evlenmek zorunda kalmışsa veya hanımını, çoluk çocuğunu geçindiremeyecek
bir durumdaysa tamam, o zaman borç alabilir. Ama bu durumlarda bile asgari bir
düzey vardır tabi.
Öyleyse kesinlikle borçlanmadan uzak
duracağız. Paramız varsa, paramız kadar iş yapmalıyız. Öbür türlüsü zaten şirkin
empo-zesidir. Yâni kapitalist ekonominin zorlatmasıdır. Çünkü kapitalist
sistemde paranın mevcuttan fazlasının harcanması söz konusudur. Öyle istiyor
sistem. Yarın kazanacağını bugünden harcama imkânı sağlıyor sana. Ne oluyor o
zaman? Kişi yarın kazanacağını bugünden harcamaya başladı mı o zaman ister
istemez borçlanacaktır. Yarın nasıl olsa kazanacağım diyor adam ve hiç
çekinmeden borçlanıyor. Bu kesinlikle İslâmî olmayan bir
anlayıştır.
Hakimleri kandırarak, yanlış beyanlarda
bulunarak veya onlara rüşvet vererek başkalarının mallarına sahip olmaya
çalışmayın. Alacaklısının elinde aldığı borcunu ispat edecek bir delili
olmadığı için borcunu inkâr eden kişi, haksız bir konumda olduğu sürece hakimin
vereceği karar hiç bir şey değiştirmez. Yâni zahire bakarak hüküm verecek olan
hükmedenin vereceği karar, kesinlikle o malı berikine helâl kılmaz. Allah’ın
Rasûlü böyle kimseleri şöyle uyarır:
"Herşeyin ötesinde ben de bir insanım.
Benim önüme sunulan bir dâvâda, karşısındakinden daha iyi konuşanın lehine
hüküm verebilirim. Fakat bilin ki ben, onun lehine hüküm vermiş olsam bile bu
şekilde bir şeyler kazanan kişi aslında kendisine cehennemden bir yer
kazanmaktadır."
Ancak haklı olduğu halde hakkını
alamayan kişinin, bu hakkını alıverecek olana verdiği para, alan açısından
rüşvettir; ama veren açısından rüşvet değildir. Ama haksız olduğu halde verilen
para hem veren açısından hem de alan açısından rüşvettir ve rüşvetçinin sonu da
ateştir.
189:"Peygamberim, sana yeni doğan
ayları soruyorlar. De ki; onlar insanlar ve hac için vakit cetvelleridir.
Birr evlere arkalarından girmeniz değildir. Lâkin iyi kişi haramlardan sakınan
kimsedir. Evlere kapılarından girin. Ve Allah’tan korkun ki felâha erenlerden
olasınız."
Hz. Adem (a.s) dan bu yana duvara
astığımız takvim vazifesini icra eden bu hilaldir. Hilal; kelime olarak
bağırmak, ünlemek demektir. Hilali gördüklerinde insanlar a!!! Hilal göründü!
Diye bağırmaları anlatılır.
Hilalin bizim hayatımızdaki fonksiyonu
bunlardır. Hilal, bizim için vakit cetvelidir. Ramazan ayı onunla bilinir,
Zilhicce ayı, kurban onunla bilinir. İnsanlar nikâhlarını, talâklarını,
alışverişlerini ölümlerini, kalımlarını borçlanmalarını onunla bilirler. Allah
böyle diyor.
Halbuki soranlar, işin bu yönünü
sormamışlardı. Hilal niye böyle büyüyüp küçülüyor? Niye böyle önce iplik gibi
incecik görülüyor, sonra dolunay halini alana kadar artıp duruyor? Sonra
arkasından yine ilk haline dönene kadar eksilip duruyor? Niye güneş gibi tek
bir halde durmuyor da devamlı değişiyor? Diye hilalin astronomik yönünü
soruyorlardı. Ama bakın, Rabbimiz onların sorduklarına istedikleri cevabı
vermiyor da onlara lâzım olacak yönünü anlatıyor. Size ne bundan? Siz, size
lâzım olanı bilin dercesine.
Bakıyoruz, bugün de ay gündeme
geldi mi başlıyor adam konuşmaya, yarım saat bana lâzım olmayacak şeyler
anlatmaya. Hayır bunlara gerek yok, ay dendi mi bilinmesi gereken işte budur.
Ayın bizim hayatımızdaki fonksiyonu işte budur.
Bakıyoruz Kur’an’ı Kerîmde anlatılan
âyetler, herkesin anlayabileceği türden âyetlerdir. İnsan, arz, insanın
yaratılışı, sema, gökyüzü, ağaç, bitki, hayvanlar. Kur’an’da anlatılan konular
hiçbir zaman insandan uzak felsefi konular değildir. Aksine insana yakın ve
herkesin anlayabileceği konulardır. Bu kitabın anlattıklarını anlayamayacak
bir tek insan yoktur yeryüzünde. Bundan dolayıdır ki bizler, kesinlikle anlatımı
zorlaştıracak bir duruma getirmekten sakınmalıyız. İşte hilal budur. Bu
Allah’ın âyetlerinden birisidir. Sen hilale iyi bak! Onu iyi tanı ki; şu sahte
âyetler, Allah’ın âyetlerinin yerine geçmesin, diyor Rabbi-miz.
"Birr evlere arkalarından girmeniz
değildir. Lâkin iyi kişi, haramlardan sakınan kimsedir. Evlere kapılarından
girin. Ve Allah’tan korkun ki; felâha erenlerden olasınız."
Evlere arkalarından girmeniz de birr,
yâni takva değildir. Halbuki onlar bunu
da sormamışlardı. Yâni Ya Rasûlallah evlere nereden girelim? Kapıdan mı, bacadan
mı girelim? diye onların gündeme getirmedikleri, hiç sormadıkları bir konuyu
Allah gündeme getiriyor.
Öyleyse biz de karşımızdaki
muhatabımızın bize sorduğu soruya ek olarak onun hiç sormadığı, ama esas
probleminin kaynağı olan konuları da ona anlatmak zorundayız. Ailevi bir
geçimsizlikten soruyorsa adam, ona farkında olmadığı konuları da
hatırlatmalıyız. Meselâ hanımının, çocuklarının itaatsizliğinden soruyorsa
adam, huzursuzluğunu böylece gündeme getirmeye çalışıyorsa; ona bunu
anlatmakla beraber, onun hiç farkında olmadığı probleminin kaynağını da
anlatmalıyız. Arkadaş, senin asıl problemin o evde hanımına İslâm terbiyesi
vermemende yatıyor. Her akşam evinde çoluk çocuğunu eğitecek İslâmî bir eğitim
yapmamandan kaynaklanıyor diye, onun hiç de farkında olmadığı konuları ona
anlatmak zorundayız. Senin esas derdin burada. Hanımından, çocuklarından itaat
bekleyen sen, Rab-bine ne kadar itaat ediyorsun? Unutma ki sen, kendi Rabbine,
kendi efendine ne kadar itaat ediyorsan; senin hanımın ve çocukların da sa-na
ancak o kadar itaat edeceklerdir. Öyleyse hanımınla aranın düzel-mesini isteyen
sen, önce Rabbinle aranı düzeltmek zorundasın. Rab-binin emirlerine itaate
koşmalısın diyerek, ona farkında olmadığı probleminin kaynağını
anlatmalıyız.
Bu âyet gelmeden önce bir uygulamaları
vardı. Seferden geldiklerinde veya hacdan döndüklerinde evlerine kapılardan
girmiyorlar arkadan bir delik delerek öyle giriyorlarmış, böyle bir âdet
varmış. Şimdi bizde de hacdan dönenlerin kendi evlerine girmeyerek önce
kayınpederlerinin, kardeşlerinin, damatlarının evine giren insanlarınki de
aynısı mı? değil mi? bilmiyorum.
Birr, yâni takva evlere filan kapıdan,
filan bacadan girmek, falan şekli, filan âdeti ve alışkanlığı icra etmek değil,
Allah’ınkine teslim olmaktır. Takva, Allah neyi nasıl istemişse bunu Allah’ın
kitabından öğrenip O’nun istediği biçimde uygulamaktır.
Bu âyetiyle Rabbimiz insanların
atalarının yolunu ve onlardan intikal eden bâtıl gelenek ve inançları körü
körüne taklit etmenin caiz olmadığını da anlatıyor.
Bundan sonra savaş âyetleri geliyor.
İslâm’ın savaş hukukunu beyan eden âyetlerle karşı karşıya getiriyor Rabbimiz
bizi.
Cenab-ı Hak Peygamberimize ve onun
şahsında bize savaşın sebeplerini açıklar. Savaşın insani boyutlarda
sürdürülmesi ve savaş-ta barbarca insanlık dışı metotlar kullanılmaması
konusunda pek çok tâlimatlarda bulunur.
Medine’de savaş konusunda ilk gelen âyet bakın şöyle:
190:"Sizinle harp edenlerle Allah yolunda
savaşın. Ama ileri gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri
sevmez."
Bu âyetler Medine’de geliyordu.
Mekke’de Allah’ın Rasûlü ve beraberindeki müslümanlar her türlü zulme ve
işkencelere maruz kaldıkları halde Rabbimiz cihada izin vermiyordu.
Sadece onlara: "Ellerinizi çekiniz,
namazı kılınız ve zekâtı veriniz!" deniyordu.
Mekke’de savaşa izin verilmeyişinin
sebeplerinden, hikmetlerinden birkaçını anlayabildiğimiz kadarıyla şöyle ifade
etmiş olalım:
1- Mekke’de müslümanlar, ilerde
omuzlarına yüklenecek olan İslâm davasının sorumluluklarını taşıyabilecek duruma
gelebilmeleri için bir deneyimden geçiriliyorlardı. Bunun için büyük kumandanın
emrine itaat ve onun kararlarına boyun eğmeyi öğrenmeleri ve bu konuda
ciddiyet kazanmaları gerekiyordu. Yâni itaat ve sabrı öğrenmeleri gerekiyordu.
Bakıyoruz, aleyhlerine işleyen en büyük zulüm ve işkenceler altında bunalan
yiğit müslümanlar, her şeye rağmen sabrediyorlar, sinirlerine hakim oluyorlar,
soğukkanlılıklarını muhafaza ediyorlar ve büyük kumandanın işaretini
bekliyorlardı. Bu büyük kumanda makamından kendilerine gelen emir ise
"Ellerinizi tutun" şeklindeydi.
2- Mekke’de müslümanların içinde
kâfirlerden gelecek her harekete bire iki karşılık verebilecek yiğitler vardı
aslında. Fakat müs-lümanların bu şekilde eziyetlere tahammül edip hiçbir zaman
karşılık vermemeleri, el kaldıranlara el kaldırmamaları, mazlum konumunda
olmaları cahiliye mensuplarının İslâm’a karşı sempatilerini artırabilirdi.
Nitekim öyle de olmuş, müslümanlara yapılan bu boykot ve zulümler karşısında
cahiliyenin bu çirkin yüzünü gören birçok kişi İslâm’a
girmiştir.
3- Mekke İslâm’ın ilk tebliğ ortamıydı.
Ve o günlerde henüz davet tam anlamıyla Mekke toplumuna ulaştırılamamıştı. Yâni
insan-lar açık ve net bir biçimde İslâm’la tanışma fırsatı bulamamıştı. Bu
durumda verilecek bir savaş emri tebliğ ortamını yok edebilirdi. Zira kav-ga
ortamında tebliğ biter. İnsanlar henüz İslâm’la tanışamadan ona düşman
kesilebilirlerdi. İnsanlar henüz tanışmadıkları dine karşı düşman kesilip onu
baştan reddetmeye kalkışabilirlerdi.
4- Bir de Mekke’de henüz net bir
biçimde saflar ayrılmamıştı. Hemen hemen her evde ailenin birkaçı müslüman, ama
birkaçı da müşrikti. Bu durumda verilecek bir savaş emri her evin kanlı bir
savaş alanına çevrilmesi anlamına gelecekti.
İşte bu ve bunun gibi bizim bilemeyip
de Rabbimizin bildiği pek çok hikmetler yüzünden Mekke’de savaş işi
yoktu.
Müslümanlar Medine’ye hicret edip,
orada müstakil bir devlet kurduktan sonra Rabbimiz bu âyetiyle ilk defa onlara
savaş izni gönderiyordu.
"Allah yolunda
savaşın!"
İslâm’ın savaşı, Allah yolunda ve Allah
için bir savaştır. İslâm dini, tüm insanlığı eşyaya ve kullara kulluktan
kurtarıp sadece Allah’a kulluğa ulaştırmak için kulların Rabbi tarafından
gönderilmiş bir dindir. Binaenaleyh Allah bu evrensel davetin müslümanlar
tarafından tüm insanlığa ulaştırılmasını tebliğ edilmesini istemektedir. İşte
Allah’ın emri ile müslümanlar bu âlemşumül davayı insanlığa ulaştırırken, bu
davanın tebliğinin karşısına çıkan tüm sultaların, tüm engellerin yıkılması
şarttır. Zira bunu, bu dinin sahibi istemektedir ki; bu davet, tüm insanlığa
ulaşmalıdır. Ancak bu davet kendisine ulaşan kişi, bunu kabul edip etmemekte
serbesttir. Bu daveti kabul etmeyen insanla hemen savaşılıp öldürülmez. Ancak
bu daveti kabul etmeyen hiç kimsenin de bunun önünü tıkama hakkı yoktur. İşte
kim, İslâm davetinin önüne engeller koymaya çalışır, bu mesajın Allah’ın
kullarına ulaşmasını engeller veya kendi gönlüyle bu mesajı kabul etmiş
mü'minleri eziyet ve fitnelerle yolundan çevirmeye çalışırsa, onunla savaşmak da
mü'minler üzerine vacip olur.
Müslümanların bu mesajı insanlara
tebliğ ederlerken önlerine dikilen ve inanç hürriyetini tehdit eden bütün
kuvvetleri yerle bir edip devirmeleri, üzerlerine vaciptir. İşte İslâm’ın
savaşının mânâsı budur.
İslâm’ın savaşı yeryüzünde sulta kurmak
için değil, şan şeref sahibi olmak için değil, ganîmet ve kazanç elde etmek
için, sömürge için, hammadde kaynakları, açık pazarlar, petrol yatakları elde
etmek için değil veya kendi ırklarını başka ırklara üstün kılmak için değil.
Yeryüzünde Allah kelâmını yüceltmek, yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini kurmak,
yeryüzünde Allah’ın kulları üzerindeki zâlimlerin egemenliklerini kırıp,
insanları hür iradeleriyle Allah’a kulluk yapabilecekleri bir ortama
ulaştırabilmek içindir.
Hal böyleyken kimi İslâm düşmanları bu
tür emirlere bakarak, İslâm’ın saldırgan ve kan dökücü bir din olduğunu etrafa
yayarak insanlar üzerinde kendi egemenliklerini sürdürmek
istemektedirler.
Kimileri de tamamen bu sözlerin aksine,
İslâm’ın savaşa cevaz vermediğini, ancak müdafa halinde cihadın meşru
kılındığını söyleyerek müslümanları uyutup, ellerindeki silahları alarak,
böylece onlar üzerindeki egemenliklerini sürdürme çabasına girmektedirler.
Kur’-an’daki bütün cihad emirlerinin ancak müdafa savaşına mahsus olduğunu,
müslümanlıkta kesinlikle taarruzun caiz olamadığını söyleyerek, yurtta sulh
cihanda sulh teraneleriyle müslümanları uyutmak
istemektedirler.
Her iki grubun da niyetleri aynıdır.
İki taraf da müslümanların silahlarını bırakıp kendilerine kul köle olmalarını
emretmektedirler. Hattâ bu ve benzeri âyetlerin mensuh olduğunu bile iddia eden
kimi âlim geçinen zâlimler de bu müstekbirlerin işini
kolaylaştırmaktadırlar.
Hayır! Bunların tamamı yutturmacadan
ibarettir. İslâm hiçbir zaman müdafa dini değildir. İslâm yeryüzünde fitne
kalmayıncaya kadar ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar müslümanlara silahı
bırakmamaları gerektiğini emreden bir dindir. Evet, bakın Medine’de bu konuda
ilk gelen âyet şöyle diyor:
"Size harp açanlarla siz de Allah
yolunda harp ediniz!"
Size savaş ilan edenlerle. Müslümanlara
savaş açmak de-mek; sadece silahlarla savaş açmak demek değildir. İnsanların
İslâ-m’a girmelerini engellemek, insanlara İslâm’ı duyurmamak, İnsanlara
İslâm eğitimini yasaklamak, her türlü şeytani yolları yaygınlaştırarak
insanlarla İslâm’ın arasına barikatlar koymak, insanların cehennem yollarını
kolaylaştırıp, cennet yollarına barikatlar koymak, müslüman-ları eziyet ve
işkencelerle dinlerinden döndürmeye çalışmak. Bunların her biri müslümanlara
ve İslâm’a savaş açmak demektir.
İşte böyle İslâm’a savaş
açanlarla siz de savaşın. Sizinle savaşanların belini kırıp işini bitirin!
Ama:
"Haddi aşmayın! Şüphesiz Allah aşırı
gidenleri sevmez."
Yâni savaş esnasında aşırı gidip
yapılmaması gereken şeyleri yapmayın. Savaşta düşmanın organlarını kesmek gibi,
kadınları, yaşlıları, çocukları öldürmek gibi, savaşa katılmayan kimseleri
öldürmek, tarlaları, ağaçları tahrip etmek, ekinleri yakmak gibi veya harp ilanı
yapmadan ansızın düşmânâ saldırmak gibi aşırılıklar
yapmayın!
Dikkat ediyor musunuz, savaş anında
bile Allah bunları yasaklamaktadır. Buhârî ve Müslim’de İbni Ömer’in şöyle
dediği rivâyet edilir: Peygamber (a.s) 'ın savaşlarından birinde savaş
alanında öldürülmüş bir kadın bulundu. Allah’ın Rasûlü buna çok içerledi ve
"kadınları öldürmeyin!" buyurdu.
Evet, savaş esnasında bile bu
tür aşırılıklar yasaktır. İnsanlığın ve tüm kâinatın sahibinin yasası böyledir.
Bu yasayı koyan mülkün sahibi olan Allah’tır ve kul olarak kimsenin buna karşı
çıkma imkânı yoktur.
191:"Onları nerede bulursanız öldürün! Ve
sizi onların çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın! Çünkü fitne katilden
beterdir. Onlar sizinle Mescid-i Haram yanında harp etmedikçe siz de onlarla
harp etmeyin. Eğer onlar harp ederlerse siz de onlarla harp edin. İşte
kâfirlerin cezası böyledir."
Gerçekten Rasûl-i Ekrem (a.s) 'ın ve
beraberindeki bir avuç müslümanın on üç yıllık Mekke dönemini zindana çeviren,
onlara etmediğini bırakmayan ve nihâyet on üçüncü yılın sonunda vatanlarını
terk etmeye zorlayan bu kâfirlere karşı ne yapılacağını anlatan bir âyet. Öz
vatanlarını terk etmiş, Medine gibi bir yurda kavuşmuş Müslümanlar, yavaş yavaş
savaşla karşı karşıya kaldılar. Ama müslü-manların bu savaş emriyle karşı
karşıya kalmaları pek de kolay olmadı.
Gerçi bu müslümanlar savaş
istiyorlardı. Ama tam rahat bir nefes alabilme imkânına kavuştukları bir anda
birdenbire böyle bir savaş emri verilince de şöyle bir durakladılar. Fakat
durumları ne olursa olsun, müslümanlar üzerine sürekli hücumlarını sürdüren,
Allah’ın otoritesini ve müslümanların yeryüzünde varlığını hazmedemeyen bu
kâfirlerle de mutlaka savaşılması gerekiyordu. Savaş kaçınılmazdı.
Bazen bu savaş plan ve
programları, kâfirlerin de kutsal kabul ettikleri bazı gün ve gecelere de
rastlıyordu. Yahut onlar kendileri dururken müslümanların kendilerine
taarruzlarına pek iyi gözle bakmı-yorlar ve aleyhte yaptıkları propagandalarla
müslümanların savaşçı bir özelliğe sahip olduklarını, savaşın dışında bir şey
düşünmediklerini, fırsat bulurlarsa kendilerinin hepsinin hakkından gelip,
tamamını keseceklerini söyleyerek yaygara koparıyorlardı. Allahu Teâlâ bunların
yaygaralarına bakmayın! Hiç kulak asmayın! Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, ne
derlerse desinler siz onları dinlemeyin! Ve onları nerede bulursanız öldürün!
Ve onların sizi yurdunuzdan çıkardıkları gibi siz de onları yurtlarından
çıkarın ve dünyayı onlara zindan edin! Buyurdu. E bu, bu kadar sertleşmek birden
bire neden oldu? Çünkü:
"Çünkü fitne katilden
beterdir."
Çünkü bu adamlar yeryüzünde
egemenliklerini devam ettirdikleri sürece, yeryüzünde "Rabbim Allah!" demeye
dahi kimseye müsaade etmeyecekler. Suçları sadece Rabbim Allah! demek olan,
bunun dışında hiçbir günahı olmayan insanlara hayat hakkı tanımayan bu adamlara
karşı çok net bir tavırla müslümanlara, onlara hayır tanıma-malarını, aman
vermemelerini ve buldukları yerde onları öldürmelerini ve fırsat buldukları
zaman da Mekke’yi fethedip onları oradan sürmelerini emrediyor Rabbimiz.
Fitne nedir öyleyse? Biraz önce
dediğimize bir tanım getirecek olursak fitne, yeryüzünde İslâm’ın
duyurulmasına, İslâm’ın tebliğine engel olan bir tavırdır. Yeryüzünde, Allah’ın
arzında, Allah’ın mülkün-de, Allah’ın kullarına, Allah’ın dinini çok rahat bir
şekilde götürülmeli-dir. Hal böyleyken Allah’ın mülkünde Allah’a hayat hakkı
tanımayan, Allah’ın dininin Allah’ın kullarına götürülmesine engel olan tüm
tavırlar fitnedir.
Dünya üzerindeki bugünün tüm kâfirleri
gerek bilgi planında, gerek kültür planında, gerek ekonomik ve siyasal planda
İslâm’ın, Kur’an’ın ve Peygamberin gündeme gelmemesi için en son güçlerine
varıncaya kadar engel olmaya çalışıyorlarsa işte bu en büyük
fitnedir.
Bunlara karşı müslümanların güç ve
kuvvete sahip oldukları bir savaş başlatıp, onların boyunlarını kırmak
zorundadırlar ki; müs-lümanlar güç ve
kuvvete sahip olmadıkları sürece zaten onlar müs-lümanların boyunlarını
kırıyorlar, eziyorlar ve müslümanlara hayat hakkı tanımıyorlar. Müslümanlara
hakim oldukları zaman savaş hakkında iyi kötü hiç bir şey söylemezler. Hattâ
savaş gereklidir derler, savaşın kutsallığından ve kaçınılmazlığından
bahsederler. Kâfirlerin müslümanlar üzerindeki hâkimiyetleri devam ettiği
sürece savaşın çok iyi bir yol olduğu propogandasını yayarlar ama bir gün
devran dö-ner, müslümanlara karşı tavırlarında gevşeme olur, kendilerinin yavaş
yavaş çöküşleri başlar ve müslümanların onlara hücuma geçtiklerini gördükleri
zaman da çığırtkanlık yapmaya başlarlar. Efendim! Müslümanlar adam
öldürüyorlar! Müslümanlar can alıyorlar! Müslümanlar teröristtirler!
Müslümanlar hayata karşıdırlar! Müslümanlar şöyle, müslümanlar böyle!
Başlıyorlar yaygara yapmaya.
Meselâ şu anda dünya üzerinde elli
yıldır yüz üzerinden yüz kere katillik yapan Amerika, bugün dünyada barış
havarisi ama buna karşılık mazlum Filistin halkı teröristtir. Bunun sebebi işte
aynen buradaki anlayıştır.
Yıllardır yurtlarından çıkarılmış,
ezilmiş, hor görülmüş, nerede bulunurlarsa öldürülmüş bu müslümanlar,
birdenbire yavaş yavaş biz de bizi öldürenleri öldürürüz! Demeye başlayınca bu
müslümanlar yeryüzünün en terörist, en bedbaht, en şaki en kötü insanları haline
getirilivermiştir. Halbuki şu anda yeryüzündeki en büyük kıtal hadiselerinin
baş sorumlusu olan Amerika, ama yeryüzünde barışın, insanlığın, özgürlüğün,
adâletin havarisi kesilen yine Amerika.
Biraz daha ileri gidip, müslümanlar biraz daha
güçlenip dünyanın her tarafındaki kâfirleri sıkıştırmaya başladıkları an artık
kâfirler başlayacaklar yaygaraya. Bu müslümanlar şöyledir, bu müslümanlar
böyledir, haddi zatında İslâm savaş dinidir, savaştan başka bir şey bilmez
bunlar gibi sözlerle müslümanları mahkum ederek daha kötü bir konuma sokmaya
çalışacaklardır.
Ama bilin ki müslümanlar haram aylarda
da öldürseler, Kâbe’-nin avlusunda da öldürseler, yahut dünyanın herhangi bir
bölgesinde kâfirler kendilerine saldırmadan bu müslümanlar onlara hücum
ederek onları öldürseler de bu konuda müslümanlar yerden göğe kadar haklıdırlar.
Çünkü kâfirlerin yeryüzünde, Allah’ın mülkünde, Allah’ın arzında İslâm’ın
yayılmasına, Allah’ın arzında Allah’ın dininin duyurulmasına, İslâm’ın
yayılmasına, Allah mülkünde Allah dininin gündeme gelmesine engel olmaları
kıtalden daha beterdir, savaştan çok daha kötü bir şeydir diyor Rabbimiz.
Bu yüzden hiçbir zaman
müslümanlar bu konuda komplekse kapılmamalıdır. Efendim İslâm savaş dini
değilmiş, barış diniymiş, esasında müslümanlar savaş filan yapmamışlar da işte
kendilerine savaş açanlara karşı müdafa savaşı yapmıştırlar gibi komplekslere
girip de İslâm’ı olduğundan farklı görmelerine, göstermelerine gerek yoktur.
Allah’ın Rasulü Medine’de kendisine savaş emri verildiği andan itibaren giydiği
zırhını hayatının sonuna kadar bir daha üzerinden hiç çıkarmamıştır.
Hattâ vefatı esnasında bile ordu
hazırdır, Suriye taraflarına gidecektir ve ordunun kumandanı da Hz. Üsame’dir.
Dikkat ediyor musunuz vefat ederken bile cihadı ihmal etmeyen böyle bir
peygamberin, böyle bir dirilik yasasının, böyle bir canlılık dininin
arkasından bugün kâfirlerin bizi pasifize etmek için zaten İslâm barış
dinidir, savaş dini değildir gibi, bazen İslâm sulh taraftarıdır, siz neye savaş
istiyorsunuz diyerek, bazen İslâm barbarlık dinidir, siz bundan vazgeçin! gibi
şeytani yollarla bizi can evimizden vurma eylemlerine karşı bizler bu konudaki
tavrımızı iyi gösterip, Rabbimiz bizden ne istiyorsa onunla ortaya çıkmak
zorundayız. Ve bilelim ki İslâm’ın duyurulmasına engel olan her davranış
katillikten daha beterdir, müslümanların çekinmeden bunu bertaraf etmek için
öldürmeleri gerekmektedir.
"Onlar sizinle Mescid-i Haram yanında
harp etmedikçe siz de onlarla harp etmeyin. Eğer onlar harp ederlerse siz de
onlarla harp edin."
Mescid-i Haram’da öldürmek yoktur,
çünkü Rabbimiz orasını emniyet mahalli kılmıştır. Rabbimiz, -daha önce âyeti
görmüştük- Hz. İbrahim’in duasını kabul buyurarak bu beldeyi emniyetli bir
belde kılmıştı.
"Biz Kâbe’yi insanlar için sevap yeri
ve her türlü düşman taarruzundan emin bir sığınak
yapmıştık."
(Bakara: 125)
"Kim ona sığınırsa emniyettedir."
(Âl-i İmrân:
97)
Evet Mescid-i Haram bölgesinde savaşmak
yasaktır. Allah’ın Rasûlü buyurur ki:
"Bu belde Allah gökleri ve yeri yarattığı
günden beri haram kılınmıştır. Kıyamete kadar da haram olarak kalacaktır.
Doğrusu orada savaşmak benden önce hiç kimseye helâl olmadı. Ancak Allah sadece
günün belli bir bölümünde orada öldürmeyi bana helâl kılmıştır. Fakat artık
orası kıyamete kadar haramdır. Ağacı kesilmez, otu koparılmaz ve orada
savaşmayanla da savaşılmaz. Kim orada savaş açılabilir, insanlar öldürülebilir
derse ve bana verilen ruhsatı delil getirirse, ona Allah sadece Rasu-lullah’a
savaş izni verdi sana bu izni vermedi deyin."
(Buhârî ve
Müslim)
Ama Allah buyuruyor ki eğer öncelikle
onlar savaşı başlatırlarsa o takdirde siz de onlarla savaşır ve öldürürsünüz
onları. Yâni Mescid-i Haram’ın yanında onlar sizi öldürmeye başlamışlarsa
efendim burada savaş haramdır diyerek onların sizi öldürmelerini beklemeyin
hemen siz de onları öldürün diyor Rabbimiz.
"İşte kâfirlerin cezası
böyledir."
Yâni küfrün ve kâfirliğin cezası
ölümdür, öldürülmektir. Demek ki bu âyetten anlıyoruz ki küfür bir suçtur. Ve
kayıtsız şartsız suçların en büyüğüdür. Bu büyük suçu işleyenlerle savaşmak
caizdir.
192: Evet vazgeçerlerse şüphesiz ki
Allah bağışlayandır, merhamet edendir."
Eğer vazgeçerlerse. Neden
vazgeçerlerse? Düşmanlıkların-dan vaz geçerlerse veya savaştan vazgeçerlerse ya
da tevbe ederek, müslüman olarak kâfirlikten vazgeçerlerse, bilsinler ki Allah,
Ğafur ve Rahimdir. Eğer tevbe ederler, iman ederler, yaptıkları şeylere son
verirlerse Cenab-ı Hakk’ın tevbe kapısı asla kapalı değildir onlar için. Allah
Ğafur ve Rahimdir. O yıllarca küfür içinde hayat süren bu insanla-rın, bu
kâfirlerin müslümanlığını da Allah kabul eder. Çünkü Cenab-ı Hak şirkin dışında
tüm günahları affedeceğini bize bildirmiştir.
Bu âyetinde Allah buyuruyor ki eğer
onlar vazgeçerler, düşmanca bir tavırdan, zâlimce bir tutum içine girmekten
vazgeçerler, sizin hâkimiyetinize evet deyip, Allah’ın otoritesini kabul eder
bir tutum ve tavır içine girerek sizin emanınızı tercih ederlerse, o zaman siz
de vazgeçip artık onları öldürmeyin! diyor Rabbimiz. Yâni sizler, ey
müs-lümanlar, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmaya çalışın, bakın Allah bu tür
insanlar için, o en azılı kâfirler için bile nasıl af kapısını kapatmıyorsa,
sizler de aynen Allah’ın yaptığı gibi yapın, affedin onları ve onlar savaşı
bıraktıkları an siz de bırakın savaşı.
İslâm’a savaş açan birisi ne kadar da
müslüman öldürmüş olursa olsun, ne kadar da müslümanlara eziyet vermiş olursa
olsun, tevbe edip İslâm’a girdiği andan itibaren önceki işlediği suçlarından
asla sorumlu değildir. İşte Allah’ın Ğafur ve Rahim sıfatı öyle kimseler
hakkında bu şekilde tecelli ediyor.
193:"Fitne kalmayıncaya ve din yalnız
Allah’ın oluncaya kadar onlarla harp edin. Eğer harbe son verirlerse artık
zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur."
Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din yalnız
Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın diyor Rabbimiz. Fitne konusunda bundan
önceki âyette bir şeyler demeye çalışmıştım. Fitne, küfür ve şirk demektir.
Yeryüzünde küfür ve şirkten eser kalmayıncaya kadar müslü-manların savaşı
sürecektir öyleyse.
Önceki âyette ne demişti
Rabbimiz? Fitne, kıtalden beterdir buyurmuştu. Fitne, adam öldürmekten daha
beterdir buyurmuştu. Çünkü öldürmenin acısı çabuk geçer; ama fitnenin tesiri
çok uzun süre devam eder. Öldürmek insanı sadece dünyadan çıkarır, ama fitne
ise insanı hem dinden hem dünyadan eder. İnsanı dininden, insanı vatanından
çıkarmak gibi fitneler, belâ ve sıkıntılar, gerçekten öldürmekten çok daha
beterdir. Ölümü temenni ettiren şeyler ölümden daha beter şeylerdir. Gözünün
önünde hanımına kötülük edildiğini görmektense oracıkta bin defa ölmeyi tercih
eder bir müslüman.
Öyleyse yeryüzünde şirki, küfrü yaymaya
çalışmak, Allah’ın dinini ve yasaların çiğnemek, mü'minleri zorla dinlerinden
döndürüp onları kâfirleştirmek için programlar yapmak; onların
öldürülmelerinden daha beter ve daha ağır bir suçtur. İslâm’a girmiş insanları
dinlerinden döndürebilmek için çeşitli yollar, çeşitli işkenceler deniyorlardı
Mekke müşrikleri.
Bunun üzerine Allah buyuruyor ki; işte
böyle fitnelerle mü'min-lerin dinlerinden dönmeye zorlanmaları, adam öldürmekten
çok daha beterdir. Öyleyse ey müslümanlar, hiç çekinmeden siz de bunu
yapanlarla savaşın! Ta ki bu tür işkenceler ve fitnelerin kökü kazınsın
di-yordu Rabbimiz.
Fitne şiddete başvurarak bir fikri, bir
inancı ortadan kaldırma-ya çalışmak demektir. Kan dökmek çok kötü bir şey
olmasına rağmen, insanları dinlerinden, inançlarından zorla vazgeçirip ezerek,
bellerini ve gururlarını kırarak onları kendi inançlarını benimsemeye zorlamak
bundan çok daha kötü bir şeydir. İşte böyle tartışıp anlaşmak yerine veya
herkesin inancına saygı göstermek yerine vahşi gücü seçen insanlarla savaşmak,
mü'minlerin yeryüzünde en büyük görevlerinden birisidir.
Allah düşmanları, müslümanlara eziyet
vermek veya müslü-manlardaki İslâmî ruhu öldürmek maksadıyla yeryüzünün her
yerinde çeşitli tuzaklar kurmaya başlayınca, bütün bu fitneleri kaldırmak için
tüm müslümanlar üzerine savaş vacip olacaktır. Kâfirlerin Allah’ı inkârları,
Allah’a şirk koşmaları, insanları Allah yolundan alıkoymaları, İslâm eğitiminden
mahrum bırakarak insanları Cehenneme doğru sevk etmeleri, gönlüyle ve kendi kıt
kanaat imkânlarıyla bulduğu İslâm’dan onları küfre çevirmeye çalışmaları,
ölümden daha beter bir suçtur.
Fitne dine tecavüzdür, dinin tebliğini
yasaklamak demektir. Dinsizlik öğretimini teşvik ederek din eğitimini, din
hürriyetini yasaklamak demektir fitne. İşte yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve
din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşın onlarla diyor âyet-i
kerîme.
Din, takip edilen yol demektir. Din,
hayat tarzı demektir. Din, toplumun uymak zorunda olduğu kurallar, kanunlar
manzumesi ve hayat tarzı demektir. Bu mânâda dinsiz bir toplum düşünülemez.
Kanunsuz, kuralsız, sistemsiz bir toplum düşünülemez. Her toplumun mutlaka
uymak zorunda olduğu bir dini, bir sistemi ve kanunları vardır. Ancak dinler,
sistemler iki türlüdür. Allah tarafından belirlenmiş hak dinler, hakka dayanan
sistemler, bir de insanlar tarafından geliştirilmiş, ortaya atılmış bâtıl
dinler, bâtıl sistemler. Bu mânâda komünizm bir dindir, Kapitalizm bir dindir,
demokrasi de bir dindir. Çünkü bunlar da toplumun uyması gereken sistemler,
kanunlar manzumesidir.
Ve tarih boyunca gelen tüm
peygamberler, insanlar tarafından ortaya atılmış bu bâtıl dinlerle, bu bâtıl
sistemlerle mücâdele ederek onları kaldırıp, yerine Allah’ın sistemini ikâme
etmeye ve böylece Allah’ın kullarını, kulların sistemlerine ve dinlerine uyarak
onlara kulluk etmekten kurtarıp yalnız Allah’ın dinine, Allah’ın sistemine kul
olmaya çağırmışlardır. Değilse bu yüce din yeryüzünün her bir bölgesinde hüküm
ferman olan devlet ve hükümetler için itaatli kullar ve köleler yetiştirip
hazırlamak için gelmemiştir. Barış ve itaatten yana uysal vatandaşlar
hazırlayacağına dair tüm yeryüzü tâğutlarına söz veren bir din değildir İslâm
dini. İslâm dininin görevi sadece itikadî ve ahlâkî bazı kurallara göre
insanları yetiştirip, yetiştirdiği bu insanları da içinde bulundukları
sistemlere satan bir din değildir ki tüm bu bâtıl dinler, bâtıl sitemler
kendilerine uyum sağlayan uysal müslümanlar bulsunlar
karşılarında.
Eğer Mekke’de yaşayan bu müslümanlar,
içinde bulundukları düzene teslim olup, iyi bir vatandaş olmayı tercih
etselerdi, vatanlarını terk etmek şöyle dursun burunları bile kanamazdı. Hz.
Mûsâ, Firavun’un dinine ve sistemine karşı Allah’ın diniyle kıyam etmeseydi,
kılına bile dokunulmazdı. Hz. İbrahim, Nemrutun sistemine rıza gösterseydi,
başına gelenlerin hiç birisi gelmeyecekti.
Kimileri din deyince sadece ibâdete
yönelik birtakım kurallar manzumesi anlarlar. Halbuki din, fert ve toplum
hayatının tümünü düzenleyen bir sistemdir.
Eskiler, İslâm biraz daha güzel
anlaşılsın diye onu ibâdet ve muamelat diye ikiye ayırmışlar.
A: Dinin, insanların Allah’la
ilgili münâsebetlerini düzenleyen bölümüne ibâdet,
B: İnsanların insanlarla
ilişkilerini düzenleyen almak, satmak, evlenmek, boşanmak, borçlanmak, gibi
bölümüne de muamelat demişler.
Tarih boyunca ibâdet dediğimiz
Allah’la kul arasındaki ilişkileri düzenleyen prensipler de Allah’ın kitabından,
muamelat dediğimiz kulun kullarla ilgili ilişkilerini düzenleyen prensipler de
Allah’ın kitabından alındığı için müslümanların hayatında tevhid vardı. Ama gün
geldi ki ibâdet denen kulun Allah’la ilgili münâsebetlerini düzenleyen
prensipler Allah’ın kitabından; ama kulun kullarla ilgili muamelelerini içeren
prensipler parlamentodan alınmaya başlayınca müslümanların hayatında şirk
başlamıştır. İşte, Allah buyurur ki; hayatın tümünde din yalnız Allah’ın
oluncaya ve yeryüzünde Allah’ın kullarının Allah’ın dinine ulaşmalarını
engelleyen, din eğitimini engelleyen, Allah’ın dinini tercih etmiş kişileri
dinlerinden döndürebilmek için yapılan tüm fitneler, tüm barikatlar ve tüm
engeller kalkıncaya kadar savaşın. İslâm’ın savaşı, bunlar yeryüzünde
gerçekleşene dek sürecektir.
"Şâyet onlar buna son verirlerse, artık
zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur."
Dinin önünde engel olmaktan, İslâm’ın
tebliğine engel olmaktan, İslâm’ın önüne barikatlar koymaktan, insanların din
ve vicdan özgürlüklerini kısıtlamaktan ve dindarları dinlerinden döndürmek
için onlara zulmetmekten vazgeçerler, Allah’ın otoritesini ve müslümanların
varlığını kabul ederlerse, artık zâlimler müstesna, onlara düşmanlık beslemeyin
diyor Rabbimiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder