BESÂİRU’L
-KUR’AN
²
“DOĞRUSU SİZE RABBİNİZDEN APAÇIK
BASİRETLER GELMİŞTİR; KİM (ON-LARLA) GÖRÜRSE KENDİ LEHİNE VE KİM DE KÖRLÜK
EDERSE KENDİ ALEY-HİNEDİR. BEN SİZİN BEKÇİNİZ
DEĞİLİM”
(EN’ÂM
104)
Hamd
bizi insan olarak yaratan, bizi muhatap kabul ederek kitabını gönderen, bizi
vahyiyle, mutlak bilgisiyle şereflendiren âlemlerin Rabbine aittir. Salât u
selâm kulluk örneğimiz, pîşdârımız, sevgili efendimiz Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.v) efendimize ve onun pak ashabına aittir.
İmam
Hatip yıllarında direk ve en direk Kur’an’ı anlatan Arap-ça ve Türkçe kitaplara
yöneldim. Kulluk kitabımızı ve onun pratiği olan Resûlullah efendimizin
sünnetini tanımadan Allah’ın istediği kulluğu yaşayabilmemin imkânsızlığına
olan kesin inancım, beni yoğun bir şekilde vahye yönlendirdi. Kur’an’la alâkalı
bir altyapımın oluşması için önce çeşitli meâllerden sayısını şu anda
hatırlayamayacağım kadar hatim indim. Her hatmimde Besâir olan kitabımız bana
derin ufuklar ve bakış açıları kazandırdı. Bu arada Kur’an’la beraber başta
kü-tüb-i sitte olmak üzere hadis kitaplarını okudum. Sünnetin, Kur’an’ın ikinci
derecede müfessiri ve beyân edicisi olduğuna inancım, beni yoğun bir şekilde
sünnetle meşguliyete yönlendirdi. Sünnetle beraberliğim Kur’an’ı daha güzel
anlamama yardımcı oldu. Daha sonra Arapça Türkçe bugüne kadar yazılmış tefsir
kitaplarını okumaya çalıştım. Bende kitabımızla alâkalı bir alt yapının böylece
oluştuğunu hisseder etmez, hemen çevremden gruplar kurup anlatmaya başladım.
Öğren-diğim bölümleri ders gruplarıma anlatmaya başladıktan sonra kitabımıza
vukufiyetim daha da derinleşmeye başladı. Anlatarak daha güzel öğrenme
imkânına ulaşmayı bizzat tecrübe ettim.
Bunun
için her yıl anlattığım grupları artırdım. Kitabımızı bölümlere ayırarak 40-45
civarındaki gruplarıma anlatmayı yoğunlaştırdım. Bu arada ders gruplarından
bazı arkadaşlar bu dersleri kasetlere alarak daha geniş kitlelere ulaştırmayı
denediler. İlk planda 40 kadar kaset piyasaya yayıldı. Dinleyenlerden memnuniyet
beyanları gelmeye başlayınca, bir 40 kaset daha yapıldı. Daha sonra baştan sona
Bakara sûresi çıktı. Bu kasetler pek çok müslümanın evine girdi, bir çok radyo
bu kasetleri yayınladı. Allah’ın yardımıyla pek çok müslü-man Kur’an ve sünnete
yöneldi. Okuyanlar, araştırmaya yönelenler çoğaldı.
Daha
sonra pek çok müslümandan bu derslerin kitap haline getirilmesi ve bilhassa
ders yapan müslümanların istifadesine sunulması konusunda yoğun talepler
geldi. Hattâ bizzat ya da telefonla bana ulaşan bir çok kardeşimiz çevrelerine
Kur’an anlatmaya başladıklarını, bu kasetleri yazıya aktarıp istifade etmek
için uğraştıklarını, kasetlere alınan bu sohbetlerin yazıya dökülmesinin
kendileri için çok yardımcı olacağını söylediler. Bunu ciddi ciddi düşündüm.
Zaman za-man vahiy öğrenip, onunla kendilerini diriltip, etraflarının
dirilişini de kendilerine dert edinmiş samimi Müslümanlara teşvik olsun diye
çalışma notlarımdan fotokopiler gönderdim. Ama çok uzaktaki Müslümanların bu
bilgilerin kitap haline dönüşmesi talebi ısrarla devam etti. Oturup bir kenarda
donuk bir kitap yazmayı sevmediğim için kitabın bu derslerden oluşmasını uygun
gördüm. Çünkü erkeğiyle-kadınıyla, genciyle-yaşlısıyla, talebesiyle-esnafıyla
her sınıf insanın arasında, onların hayatlarına indirgeyerek, örnekleyerek
oluşacak bir kitabın da-ha güncel, daha canlı ve kalıcı olabileceğini
düşündüm.
Ders
grubu arkadaşlarımın arasında en az beş kere anlattığım ve her anlatışımda
biraz daha olgunlaştırdığım her bir Kur’an bölümünü altıncı veya yedinci
anlatışımda cebimde taşıdığım teyibe kaydettim. Bu kasetleri yine burada
şükranla yad ettiğim bir grup talebe kardeşim büyük bir gayret ve samimiyetle
çözüp kâğıda aktardılar. Rabbim hepsinden razı olsun. Yazıya aktarılan bu
metinler üzerinde bilgisa yarda
çok az bir tashih çalışması yaptıktan sonra Rabbime sonsuz şükürler olsun ki,
siz değerli Kur’an dostlarına bir kitap halinde sunmaya bizleri muvaffak kıldı.
Sadece bir tek Müslüman’ın bile bu çalışmam vesîlesiyle hidâyete ulaşması, benim
için dünya ve içindekilerin tamamına sahip olmaktan daha büyük mutluluk sebebi
ola-caktır.
Bizden
önce bu kitabı anlamaya çalışmış, anladıklarını bizimle paylaşarak bizim
dirilişimize sebep olmuş selefimizden Allah razı olsun. Bizler sadece onların
kitaplarını okuyarak kitabımızı öğrenmeye, öğrendiklerimizle kendimizin ve
çevremizin dirilişine vesile olmaya ça-lıştık. Her Müslüman’ın görevi budur. Her
Müslüman vahyi okumak, öğrenmek, kendinin ve ulaşabildiği çevresinin dirilişine
vesile olmakla mükelleftir. Ben sadece kitabımızla alâkalı söz söyleme yetkisine
sahip olan selefimizin yazdığı kitaplar aracılığıyla, kitabımızın bana
söylediklerini sesli düşünerek çevremdekilerle paylaşmaya çalıştım. Pek
tabiidir ki bunlar benim kitabımın bana söyledikleridir. Bunlar benim
kitabımdan anladıklarımdır. İnşallah sizler de okuyun, sizler de başvurun
kitabınıza, sizin kitabınız da size benim anladıklarımdan çok daha mükemmel
anlayışlar kazandıracaktır. Değilse yirmi yıldır Kur’an anlatmaya çalıştığım
hiçbir Müslüman’ı kendi anlayışıma çağırmadım. Hiç kimseye; “Benim gibi
düşünün, benim gibi anlayın, benim gibi yaşayın, beni örnek alın, beni takip
edin” demedim. Ömrüm boyunca Allah kullarını vahye çağırdım. Ben bu kitabı ve bu
kitabın pratiği olan Resûlullah efendimizin sünnetini okuyup öğrenmeye
çalışıyorum. Gelin siz de mutlak doğru olan Allah kitabına ve yasal örneğimiz
olan peygambere yönelin. Bizi ve bizim gibileri örnek alırsanız, biz de çakılır
kalırsınız. Ancak bizim kadar Müslüman olabilir, bizi bir adım öteye
geçemezsiniz dedim.
Yıllardır
Müslümanların arasında yaptığım Kur’an sohbetlerimden oluşan bu kitabım
elbette temel değildir, eksiksiz, kusursuz değildir. Elbette benim anlayışımın
dışında da çok güzel anlayışlar vardır. Müslümanların dinine zarar verecek bir
yanlışımı tespit eden kardeşlerimin Allah için kardeşini uyarmaları bir
kardeşlik görevidir.
Bu
sohbetlerimle, bu çalışmamla ilkokul seviyesinde eğitim görmüş, Arapça bilmeyen
Müslüman kardeşlerimi hedefledim. Her meslekten, her seviyeden halk tabakasından
oluşan insanlarla ders yaptım. Bu yüzden ilim ehlini ilgilendiren bir çok
tartışma konularına girmemeye özen gösterdim. Çünkü bu tartışmaların pek çoğu
onların dünyasını pek fazla ilgilendirmiyor. Gramer üzerinde fazla durmadım.
Harfî mânâ ve i’rap üzerinde de fazla yoğunlaşmadım. Selefimiz Allah
kendilerinden razı olsun bu konular üzerinde uzun uzun bilgiler vermişler. Ben
sohbetlerimde daha ziyade; “Rabbim burada bana ne dedi? Rabbim bu âyetinde
benden ne istedi? Ben bu bölümü nasıl anlayacağım? Bununla hayatımı nasıl
düzenleyeceğim?“ Daha çok bu ko-nu üzerinde yoğunlaştım. Âyetlerin daha güzel
anlaşılabilmesi için sosyal hayatımızdan örneklemeye
çalıştım.
Pek
tabiidir ki yazı diliyle konuşma dili arasında çok farklılıklar vardır. Yazı
dilinin cümle kuruluşlarıyla, konuşma dilininkiler çok farklıdır. Yazı dilinde
özne, yüklem, tümleç uyumu vardır. Ama konuşma dilinde bunların düzgünlüğüne
riâyet zordur. Onun için konuşma dilinden oluşan elinizdeki bu kitabımı okurken
çok zorlanacağınızı biliyorum. Konuşma dilindeki yüklem tekrarlarının,
dinleyenlerin anlayışına yardımcı olmasına karşılık, yazıya aktarılışı
sebebiyle bunun tamamen aksine sizi sıkacağını da biliyorum. Bir de üstelik ilk
okul seviyesinde eğitim görmüş insanları hedeflediğim için, konuşmalarımda
ısrarla kitabî cümlelere yer vermemeye çalıştım. Vasat tahsil seviyesindeki
insanların anlamakta güçlük çekecekleri kitabî cümlelerden ısrarla kaçındım.
Çünkü bugüne kadar pek çok insana kulluk kitabını anlayabilmeleri ve Allah’ın
istediği gibi kul olabilmeleri için okumalarını tavsiye ettiğimizde,
genellikle Müslümanların şu mevcut yazılmış kitapları anlamakta zorluk
çektiklerini, bu konudan şikâyet ettiklerini çok duymuşumdur. Onun için halkın
anlayabileceği bir dil kullanmaya çalıştım. Tabii burada bu konuşmalarımı
kasetlerden yazıya aktaran kardeşlerimin Türkçe dilbilgisi kapasiteleri de
etkili olmuştur. Konuşmanın neresinde virgül, neresinde ünlem, neresinde nokta
konacağı, nerede paragraf yapılacağı pek tabiidir ki onların dilbilgisi
bilgisiyle sınırlı olmuştur. Ezcümle bugüne kadar çokça kitap okumuş, kitabî
cümlelere alışmış kardeşlerimden bu kitapta karşılaşacakları yazı diline ters
gelebilecek cümle kuruluşlarından ötürü bağışlamalarını
dilerim.
Yine
elinizdeki bu kitap, takriben yirmi yıl içinde sadece bir grup içinde değil,
yüzlerce grup içinde yapılan sohbetlerden oluştuğu için tekrarlar olabilecektir.
Bir gruba anlattığım bir örneği, bir başka gruba tekrar anlatma gereği
duymuşumdur. Bir grupla tanımaya çalıştığımız bir âyetin yorumuyla ilgili söylediklerimi bir başka grupla
tanımaya çalıştığımız benzer başka bir âyetin yorumunda da söylemişimdir.
Üstelik bu sohbetleri yaptığımız ilk yıllarda bunların bir kitaba dönüşeceği
fikrimin de olmayışından ötürü, okuyucu için bu tür tekrarların sıkıcı
olabileceği endişesini de taşıyorum. Bütün bu olumsuzlukların yanında bilhassa
Kur’an’ı çevrelerine anlatma gayreti içinde olan kardeşlerimizin istifade
edebileceklerine inancım sonsuzdur. Müslümanların istifade etmeleri,
başkalarına da duyurmaları, duadan eksik etmemeleri
dileğiyle.
ALİ
KÜÇÜK
30 MAYIS 2003
KONYA
MUKADDİME
---------------
Kur’an’ı
anlamanın yolu:
-----------------------------------------------
A-
Kur’an’ı anlamanın birinci yolu yine Kur’-an’dır. Kur’an’ın ilk müfessiri
yine Kur’andır.
“Elif, Lâm, Ra. Bu kitap, hakim
ve haberdar olan Allah tarafından, Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye
âyetleri tahkim edilmiş (Sağlamlaştırılıp kesin kılınmış), sonra da uzun
uzadıya açıklanmış bir Kitaptır.
(Hûd
1,2)
Tüm zamanları, tüm mekânları, tüm
insanlığı kapsayan bu kitabın âyetleri bir yasa, bir ferman, bir yazgı ve hayat
programı olarak tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmıştır. Hiçbir gücün bu kitabın
âyetlerini nakzetmesi, kaldırması, ilga edip değiştirmesi mümkün değildir.
Kıyamete kadar hiçbir gücün, hiçbir varlığın bu kitabın âyetlerinden daha
güzelini ortaya koyması mümkün değildir. Tıpkı Allah’ın şu öteki âyetleri olan
semâvat gibi, yıldızlar gibi tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmış, bozulmaktan,
tahrifattan korunmuştur. Kalpte olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuz’dan dünyaya
yansıyan bir kitabın âyetleridir bunlar. Hayata hakim olan, hayata hükmeden,
hayatın tümünde söz sahibi olan bir kitabın âyetleridir. Zira Kur’an hangi
konuda ne diyorsa, o değişmeyen bir yasadır. İyi kötü, hayır şer, hak bâtıl,
adâlet zulüm, iman küfür, cennet cehennem, hayat ölüm konusunda tek hâkim, tek
kıstas bu kitaptır.
Âyetin beyanıyla C. Hak kitabının
âyetlerini tahkim buyurduktan sonra da onları tafsîl ettiğini, açıkladığını,
herkesin anlayabileceği, herkesin uygulayabileceği, herkesin kendisiyle yol
bulabileceği, herkesin kendisiyle hayatını düzenleyebileceği açık bir hale
getirdiğini haber veriyor. Veya fâsılalı
fâsılalı, bölüm bölüm, sûre sûre, âyet âyet hükümlerini beyan etmiştir.
Kitabındaki bir âyetin kapalılığını daha sonra gelen başka bir âyetiyle tafsîl
buyurmuş, açıklığa kavuşturmuştur. Bakara’nın evvelindeki bir âyeti, ileriki
bölümlerde gelecek bir âyetle veya Âl-i İmrân’da gelecek başka bir âyetle
açıklayıp tefsir etmiştir.
“Ey Muhammed! Cebrâil sana
Kur’an’ı okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız
dinle. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize
düşer. Biz onu Cebrâil'e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu
açıklamak Bize düşer.”
(İnsân
16,19)
Vahyin
inişi esnasında Allah’ın Resûlü kendisine gelen âyetleri unutmamak, bir an
evvel bellemek, ezberlemek ve onu insanlara ulaştırmak için nötr halini bozup,
dilini hareket ettirmeye başlayınca Rabbimiz onu uyarıverdi: Yo! Yo!
Peygamberim! Öyle yapma! Dilini depredip durma! Dilini oynatıp durma! Yâni sana
gelen, sana okunan bu âyetleri öğreneceğim, unutmayacağım, ezberleyeceğim diye
dilini hareket ettirip, alelaceleye getirip durma işi! Niçin acele etmeye
çalışıyorsun? Ne endişen var? Değil mi ki onu biz toplamışız. Onu bir araya biz
getirmişiz. Onu biz cem etmişiz. Yâni o harfleri, o kelimeleri, o âyetleri bir
araya biz getirmişiz. Onu sana biz okuyoruz. Yâni onun Kur’an’ını da, onun
okunuşunu da, onun okunaklığını da biz ortaya koymuşuz. Bu durumda sana düşen,
biz onu okuyunca sen onun okunuşuna uyuver. Ya da onun peşinde ol. Yâni onu
okumaya, izlemeye devam et, biz hemen arkasından onu sana beyan
edeceğiz.
Âyet-i Kerimenin ifadesinden
anlaşılıyor ki, Rabbimiz pey-gamberine indirdiği bir âyetini daha sonra
indireceği bir âyetle beyan edip açıklayacağını, tefsir edeceğini müjdeliyor.
Peygamberim, sen sana indirdiğimiz âyetlerimizi izlemeye devam et, eğer
anlayamadığın bir husus olmuşsa, bu vahyettiğimizi bir başka sûre, bir sonraki
sûre beyan edecektir. Eğer bir karışıklık olursa, eğer anlayamadığın bir husus
olursa sen üzülme, daha sonra gelen âyetlerle elbette biz onu sana
açıklayacağız. Yâni Kur’an’da bir âyeti anlayamadığımız zaman Kur’an orada
bitmedi ki, devam ederiz daha sonraki âyetler onu bize beyan edecek ve
açıklayacaktır anlıyoruz buradan. İşte bu ve benzeri âyetlerden anlıyoruz ki
Kur’an’daki bir âyetin ilk müfessiri yine Kur’-an’dır. Anlamı kapalı gibi bir
âyet geldiği zaman, okumaya devam edelim, bir başka âyetiyle Rabbimiz onu bize
açıklayacaktır.
B- Kur’an’ı anlamanın ikinci yolu
sünnettir. Kur’-an’ın ikinci derecedeki müfessiri Resûlullah efendimizin
beyanlarıdır.
“Sana da, insanlara gönderileni
açıklayasın diye Kur'an'ı indirdik. Belki
düşünürler.”
(Nahl
44)
Âyet-i
Kerimeden çok açık anlaşılıyor ki Rabbimiz tarafından Resûlullah efendimize
kitabını beyân görev ve yetkisi veriliyor. Beyân; açmak, açıklamak, bir şeyin
üzerindeki kapalılığı ortadan kaldırmak demektir. Demek ki Rabbimizin bu
ifadesinden anlıyoruz ki bu kitapta insanların anlayamayacağı, açıklanmaya,
şerhe muhtaç şeyler vardır. Ve bunların açıklayıcısı, beyân edicisi de
peygamberimizdir. Rabbi-miz ona böyle bir görev ve yetki
vermiştir.
Aynı
sûrenin bir başka âyeti de bu konuyu şöyle anlatır:
“Peygamberim, sana Kitabı,
insanların ihtilâf edip ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için,
inanan kimselere de doğru yol rehberi ve rahmet olarak
indirdik.”
(Nahl
64)
Eğer
anlayamadıkları, kavrayamadıkları için bu kitap üzerinde insanlar ihtilafa
düşerlerse, kitabın yorumlarını anlayamamışlarsa, sen onlara bunu açıklayıp
beyan edesin diye biz bu kitabı sana indirdik buyuruyor Rabbimiz. Demek ki bu
kitabın âyetlerinin beyânı Re-sûlullah efendimize aittir. Demek ki peygambersiz
bu kitabın anlaşıl-ması mümkün değildir. Bu kitabın mübeyyini olan
peygambersiz Al-lah’ın muradının anlaşılması mümkün değildir. Hangi konuyu
günde-me getirirseniz getirin, onu peygamber örnekliliğinde anlamak
zorun-dayız. Peygamberin dinde temel oluşunun mânâsı da işte buradadır.
Resûlullah efendimiz tarafından açıklanıp beyan edilmezse, insanlar bu kitabın
yol gösterisinden istifade edemeyecekler demektir. İşte âyet bunu
anlatıyor.
İnşirâh
sûresindeki âyeti de böyle anlıyoruz:
“Peygamberim, senin adını, senin
şânını yükseltmedik mi?
(İnşirâh
4)
Peygamberim
senin şânını yüceltmedik mi? Yani seni dinde odak nokta kılmadık mı? Sensiz
müslümanlık olmaz kılmadık mı? Yani bu dini senle birlik bir din kılmadık mı
diyor Rabbimiz. Yani öyle bir din ki, peygambersiz kabul edilemez, peygambersiz
anlaşılamaz, peygambersiz yaşanamaz. Yani Peygambersiz müslüman olunamaz. Hangi
konuyu gündeme getirirseniz getirin, hangi hükümle amel etmek isterseniz
isteyin, mutlaka o konuyu peygamberle birlik gündeme getirmek, peygamberle
birlik anlamak ve yaşamak zorundasınız. İman, itikat, namaz, oruç, hac, zikir,
fikir hangi konu olursa olsun pey-gamberle birlik anlamak zorundasınız.
Peygamber planında anlamak zorundasınız. Peygambersiz hiçbir konuyu anlamak
mümkün değildir. Rasulullah onu nasıl anladı? Rasulullah o konuda ne dedi? Nasıl
amel etti? Nasıl uyguladı? Mutlak surette bunu bilmek zorundayız. Çünkü
Allah’ın Rasulü dinde temeldir. Onu diskalifiye ederek, onu ve onun anlayışını
görmezden gelerek ne iman mümkündür, ne de müs-lümanlık. Bu dinin hangi konusu
olursa olsun mutlaka ona müracaat etmek zorundayız. İşte Rasulullah efendimizin
adının, şanının yücel-tilmesini böyle anlıyoruz.
Demek
ki Allah’a göre, Allah’ın kitabına göre Rasulullah Efen-dimiz Kur’an’ın beyân
edicisi, açıklayıcısıdır. Öyleyse pek tabiidir ki onun hükümlerinin,
beyânlarının da aynen kitabın hükümleri gibi ol-ması gerekecektir. Yani
Rasulullah efendimizin hükümleri de aynen kitabın hükümleri gibi din olacak, ya
da dinde insanlar için bağlayıcı olacaktır. Eğer açıklayıcının hükümleri,
beyânları, açıklamaları insan-lar için bağlayıcı değilse, eğer onun da bir
başka açıklayıcıya ihtiyacı varsa, o zaman her birerimize ayrı ayrı beyân
vazifesinin verildiğini kabul etmek zorunda kalacağız ki, buna da Kur’an’dan
delil istemek zorundayız. Öyle değil mi? Kur’an’ın şehâdetiyle kendisine
kitabın âyetleri konusunda beyân görevi ve yetkisi verilmiş bir peygamberin
beyânlarını kabul etmeyenler ne hakla insanları bu konudaki kendi beyânlarını
kabul etmeye çağırıyorlar? Yoksa bu adamlar kendilerinin peygamberden daha
üstün olduklarını mı iddia etmeye çalışıyorlar? Peygambere verilmemiş bir
yetkinin kendilerine verildiğini mi demeye çalışıyorlar? Öyle değil mi? Bu
konuda, Kur’an’ın âyetlerini açıklama konusunda bugün bizim peygambere
ihtiyacımız yoktur, biz kendimiz açıklarız diyorsak, o zaman bu âyet peygambere
değil, bize hitap etmeliydi. Bu görevi ben peygambere değil, size verdim,
demeliydi Allah. Kitabın beyân edicileri sizlersiniz, bırakın peygamberin
açıklama-larını, siz kendiniz açıklayın, kendiniz beyân edin demeliydi.
Bakma-yın sizler peygamberin anlayışlarına, siz kendiniz salt akıllarınızla ne
anladıysanız, nasıl anladıysanız öylece yaşayın demeliydi Rabbimiz. Ama bakın
âyetler hiç de öyle demiyor. Bu görev size değil, peygam-bere verildi deniyor.
Bırakın sizler nasıl anladığınızı da, sürekli benim kontrolümde, benim
bilgilendirmem altında bulunan peygamberinizin nasıl anladığına bakın
deniyor.
Günümüzde
insanlardan kimilerinin; bize Kur’an yeter, dinimizi yaşamak için bizim
Allah’ın kitabından başka bir şeye ihtiyacımız yoktur. Kur’an’ı da salt
aklımızla anlayabiliriz. Kur’an’ı anlayabilmek için ne sünnete, ne de başka bir
kaynağa ihtiyacımız yoktur diyerek, Ra-sulullah’ı ve sünnetini silerek,
kendilerince bir din icat etmeye çalışı-yorlar. Rasulullah’ın Kur’an
konusundaki anlayışını ve uygulamalarını, yeryüzünün en hayırlı nesli olan
onun pırlanta ashabının, onlardan sonra gelen tabiinin, tebeu tabiinin,
müctehid imamlarımızın ve değerli seleflerimizin Kur’anla ilgili anlayışlarının
tümünü yok farz ederek, onarın tümünün üzerine bir çizgi çekerek kendilerince
bir din, bir kitap ihdas etmeye çalıştıklarına şahit oluyoruz. Tarihin önceki
dönemle-rinde de aynı iddiayı ortaya atanlar olmuştur. Kur’anla alâkalı keyfî
yorumlarına izin vermediği için ısrarla sünneti silmeye çalışanlar eksik
olmamıştır. Çünkü, bu adamlar kesinlikle biliyorlar ki, İslam toplu-munda
sünnet dediğimiz Rasulullah efendimizin sözleri, fiilleri ve takrirleri üzerine
kurulan bu son derece sağlam yapı var olduğu sürece din konusunda, Kur’an
konusunda ortaya atılabilecek hiçbir düşünce, hiçbir yorum, hiçbir akım, hiçbir
felsefe müslümanlar tarafından kabul görmeyecek, hiçbir fitne başarıya
ulaşamayacaktır.
Esasen
bu iddiaların altında akılcılık, rasyonalizm yatmaktadır. Yani Kur'an’ı anlamak
için yalnızca akıl yeter, bunun dışında ne sünnete, ne de başka bir kaynağa
ihtiyaç yoktur iddiası yatmaktadır. Aklı peygamberin anlayışının önüne geçirmek
istiyorlar. Kur’an’la alâkalı peygamberin anlayışını, yorumunu diskalifiye
ederek, onu kendi akılları ve keyiflerince yorumlayarak arzularına teslim bir
din yaşamak istiyorlar. Yani Kur'an’ı, peygamberin kitabı, peygambere gelen
kitap, peygamberin anlayıp yaşadığı, peygamberin uygulayıp örneklediği bir kitap olmaktan çıkarıp
kendilerince anlamak istiyorlar. Çünkü Kur’-an’ı peygamberin kitabı, peygamberin
anlayıp yorumladığı bir kitap olarak kabul edip peygambere bağımlı anlamaya
çalıştıkları zaman düşüncelerine, anlayışlarına peygamberî bir sınır
gelecektir. O zaman hayatlarına yasaklar gelecek, onun anlayışının dışına
çıkamayacaklar ve daha bir müslümanca yaşamak zorunda kalacaklar. Ama
peygam-beri ve peygamberin sünnetini, peygamberin anlayışını, peygamberin
uygulamalarını diskalifiye ederek Kur'an’ı peygambere bağımlı olma-dan anlamaya
çalıştılar mı, kendi istedikleri gibi âyetleri yorumlama imkanları olacak,
kendi arzularına göre onu anlamaya yol bulmuş olacaklar. İşte peygamberi ve
onun sünnetini silmek isteyenlerin tek derdi budur. İstiyorlar ki ben benim
kitabımdan bunu anladım. Benim kitapta bunlar var. Ben böyle anladım, beni
başkası bağlamaz, diyecekler ve keyiflerine uygun bir hayat yaşama imkânı
bulabilecekler.
Yani
kendilerine ait kitapları olsun istiyorlar adamlar. Kendi nanelerine izin
verecek, kendi keyiflerine ruhsat çıkaracak, kendilerine tâbi, kendilerine özgü
kitapları olsun istiyorlar. Müddessir sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle
anlatır:
“Hayır; onlardan her biri
kendilerine önüne açı-lıvermiş sahifeler verilmesini
isterler.”
(Müddessir
52)
Hayır
hayır, bunların derdi her birerinin önüne açılmış sahi-feleri, kitapları olsun
isterler. Hepsinin kendilerine mahsus kitapları ol-sun isterler. Yâni bunlar
hepsi peygamber olsun isterler. Hepsine ayrı ayrı birer kitap verilsin,
hepsinin kendilerine mahsus kitapları olsun isterler. Hepsi kendilerinin özel
kitapları olsun ve hepsi de kendi ki-taplarına bakarak Allah’ın istediği budur!
Allah’ın muradı budur! Benim kitapta böyle deniyor! Ben bunu kitabımdan böyle
anladım! demek isterler. Dolayısıyla benim anlayışım doğrudur! Benim düşüncem,
benim metodum, benim dinim, benim yaşadığım hayat doğrudur! Kesin doğrudur!
diyecekler, hiç kimseye bağımlı olmayacaklar, Allah’ın kitabını istedikleri gibi
yorumlayacaklar ve keyiflerine geldiği gibi bir din
yaşayacaklar.
Halbuki
bu kitap önce Resûlullah Efendimize gelmiştir. Bu kitabın ilk muhatabı odur. Bu
kitabı ilk anlayan ve pratik hayatında uygulayan peygamber ve onun ashâbıdır.
Şimdi onun bir âyetle alâkalı anlayışı, uygulaması bilinmeden salt aklımızla
anlayabileceğimizi nasıl iddia edebiliriz? Değil Kur’an, insanların sözleri
için bile bu geçerlidir. böyledir. Faraza bir şairin yazdığı bir şiir var.
Adamın şiirini on kişi yorumluyor, o kendine yorumluyor, öbürü kendine göre,
beriki kendine göre yorumluyor ve hepsi de iddia ediyor ki bu şiirinde şair
bunu demek istemiştir. Üstelik de hepsinin yorumu farklı, ama hepsi de iddia
ediyor ki şair burada şunu demek istemiştir. Halbuki şairin farklı bir demek
istediği vardır elbette. Belki onlardan, o yorumlardan birine uygundur, belki
onlardan birine uygunluğu yüzde şu kadardır da, ama şairin demek istediği daha
farklıdır.
Hani adamın biri evine soba kurmuş ve
altını şöyle yarım metre kadar yerden tuğlayla yükseltmiş. Adamın evine gelen
bir grup misa fir
tartışıyorlarmış, yahu niye böyle bu soba diye. Acaba neden tuğlayla sobanın
altı yarım metre yukarıya kaldırılmış? Bunun sebebi n’ola ki acaba? Biri
diyormuş ki, herhalde süs olsun diye böyle yapmış. Öbürü diyormuş, yok ya
tehlikeden dolayı, zeminde yangın filan olmasın diye yükseltmiş. Bir diğeri,
galiba tuğla ısınınca daha fazla ısı versin diye. Sonunda demişler ki, bırakalım
şu tartışmayı da en iyisi ev sahibine soruverelim. Sormuşlar, adam der ki;
pazar günü kurmuştum sobayı, aceleye denk geldi de bir yarım boru eksik olunca
altını böyle yükseltiverdim mecburen. Bakın hiçbirinin dediği değil. İşte
Kur'an’a vukûfiyet de böyledir.
Öyleyse
bilelim ki, sünnet ve onun bir parçası olan hadisler, Kur'an’ın anlaşılmasında
temel kriterdir, ölçüdür, bilirkişidir. Onsuz Kur'an’ı anlamamız mümkün
değildir. Mesela salât sünnetsiz biline-mez. Sünnetsiz bir salât sadece mücerret
duadan ibarettir. Rasulullah efendimizin sünnetine müracaat edince tekbirle
başlayan, rükûsu, sücûdu olan, kıyamı kıraati olan ve sonunda selamla biten bir
manzume olarak anlama imkanını buluruz namazı. Demek ki sünnetsiz,
Rasu-lullahın anlayışına baş vurmadan anlaşılan Kur’an bizim kendi key-fimize
göre bir Kur’an anlayışıdır ki Rasulullah Efendimizin bir hadislerinin
beyanıyla: “Kur’an kişinin lehinde ve aleyhinde
hüccettir” ifadesiyle o zaman bu anlayış bizim aleyhimizde bir
delildir. Eğer öyle salt aklımızla, kendi hevâ ve heveslerimizle değil de
Kur'an’ı sünnetle beraber anlarsak, sünnet önderliğinde anlamaya çalışırsak o
zaman da Kur’an bizim lehimize bir delil olacaktır. Sünnetli Kur’an lehimize
delilken, sünnetsiz Kur’an da aleyhimize delildir.
"Rasûlullah, Allah’ın kitabından
Cibril’in kendisine öğrettiği miktarda tefsir ederdi."
(Tefsir-i
İbni Kesir)
Bunun
mânâsı, gerekli olanların bizzat Allah’ın dilemesi ve öğretmesi ile peygamber
(as) tarafından açıklanmasıdır. Zaten bunun için Rasûlullah’ın açıklamalarına
müracaat etmek zorundayız. Aksini iddia Allah’ın muradının aksidir. Mütearrif
bin Şihhir şöyle der:
"Vallahi biz Kur'an-ı Kerîm’in
bir mukabili oldu-ğunu söylemiyoruz ama, Kur’an’ı her bakımdan bizden daha iyi
bilen Peygamberin olduğun söylüyoruz.”
Tabii
bu konuda yetki devri, bizzat bu yetkiyi devreden Rabbi-mizin kitabında mevcutsa
o zaman bu konuda başka söz söylemenin anlamı yoktur. İşte size Nahl
sûresindeki âyetleri okudum. Daha geniş bilgi almak istiyorsanız; (Bakara:
127,129,151, Âl-i İmrân: 31,32,-164, Cum’a: 2, Ahzâb: 21,36 A’râf: 157 Haşr: 7
Nisâ: 59, 61,64,65,-80,105 Şûrâ: 15 Nûr: 51 Fetih: 10 Muhammed: 33) âyetlerine
bakabilirsiniz.
C-
Kur’an’ı anlamak için müracaat edilecek üçüncü kaynak sahâbe-i kirâm
efendilerimizdir.
Kur’an’ı
anlayabilmek için Rasulullah efendimizin mübarek ashabının sünnetine,
anlayışına, yorumuna, uygulamalarına başvurmak zorundayız. Çünkü Rasulullah
efendimizin muhterem ashabı bizzat Allah tarafından tezkiye
edilmiştir.
«
“İyilik yarışında önceliği
kazanan Muhacirler ve Ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut
olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve
ebedî kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük
kurtuluş budur.”
(Tevbe
100)
İyilik
yarışında, takva yarışında, Allah’a kulluk ve Rasulullah’a ittiba konusunda en
önde giden, bu ümmetin en bereketli dönemini, kuşluk vaktini idrak eden sahâbe-i
kirâm efendilerimizden ve güzellikle onların yolunu tâkip edip, onların
yollarına, sünnetlerine, anlayışlarına uyanlardan razı olduğunu ve onların
kurtulduklarını haber veriyor Rabbimiz.
Rasûlullah
efendimiz de bir hadislerinde pırlanta ashabını şöyle tezkiye
eder:
“Ümmetimin en hayırlıları benim
aralarında pey-amber olarak gönderildiğim bu nesildir. Sonra onlardan sonra
gelecek olanlar, sonra onlardan sonra gelecek
olanlar..
Râvî
diyor ki, üçüncü nesil zikredildi mi, edilmedi mi? bunu en iyi bilen Allah’tır.
Sonra şöyle buyurdu:
“Sonra onların yerine şişmanlığı
seven ve şahitlik etmeleri istenmeden önce şahitliğe koşan bir topluluk
gelecektir.”
Müslim,
Fezâilüs -Sahâbe 214)
Abdullah
Bin Ömer efendimiz de -Allah onlardan razı olsun- der ki:
“Her kim birilerine uymak isterse
Muhammed (as)-ın ashabına uymaya baksın. Çünkü onlar bu ümmetin en hayırlıları
idi. Kalpleri en iyi, ilimleri en derin, buna karşılık kendilerini gereksiz
külfete sokmaktan en uzak kimselerdi. Rabbimizin peygamberinin sohbetine seçtiği
bir topluluktu onlar. Kâbe’nin Rabbi olan Allah hakkı için onlar dosdoğru bir
hidâyet üzere yürüyorlardı.”
Kur’an’ı
anlama, yorumlama ve pratik hayatta yaşama noktasında sahabenin sünneti,
sahabenin anlayışı ve uygulamaları da bizim için başvurulacak örnektir. Çünkü
sahâbe-i kirâm efendilerimiz peygamberle birlik düşünülmesi gereken bir
gerçektir. Biz biliyoruz ki sahâbesiz bir peygamber düşünülemez. Zira bu din tek
başına yaşanılacak bir din değildir. Sünnetullah gereği Allah bu dini ferde
göndermemiştir. Bu Hz. Adem’den bu yana hep böyle olagelmiştir. Peygamber
vasıtasıyla topluma gönderilen din, toplumun içinden odak nokta olarak seçilen
peygamber tarafından topluma ulaştırılmış, peygamberle beraber o toplum
tarafından anlaşılmış ve yaşanmıştır. Allah’ın Resulü din olarak kendisine
gönderilen mesajı fert olarak kendisine yansıyan yönüyle aynen uygulamış ve
aynen ashabına da uygulatmıştır. Böylece sürekli Allah kontrolünde bir beşer
olarak peygamberin uyguladığı ve uygulattığı dinin, sahâbe neslinde kıyamete
kadar tüm insanlığa örnek olacak bir biçimde tezâhür ettiğini, yaşanır,
yapılabilir hale geldiğini görüyoruz.
Öyleyse
sahâbe dinde bizim için en büyük örnektir. Zira sahâbe dönemi sorularına
binaen, problemlerine binaen vahiy gelen bir topluluktur. Kur’an onların
arasında indi ve tamamlandı. Din onların hayatında tekemmül etti. Dinin
anlaşılması, âyetlerin anlaşılması ve din adına ortaya çıkan ihtilâfların
çözüme ulaştırılması o dönemin sosyal hayatının bilinmesini gerektirir. Bu
bilinmeden âyetin tamamen anlaşılması mümkün değildir. Çünkü o âyet kim hakkında
geldi? Ne yaptı da geldi? Sonunda ne oldu? Bunlar bilinmeden âyetin anlaşılması
mümkün değildir. İşte sahâbenin bizim hayatımızdaki, bizim dinimizdeki önemi
burada ortaya çıkmaktadır. Zira sahâbe rey ve ic-ihadın temel unsuru olan
lügatin esasını, vâzıını, Arap âdetlerini, Kur’-n’ın indiği dönemdeki yahudi ve
hıristiyanların sosyal durumlarını, nü-ûl sebeplerini çok iyi biliyordu. Onun
içindir ki sahâbenin âlimlerinden Abdullah İbni Mes’ud efendimiz der
ki:
“Vallahi Kur’an’da inen herhangi
bir âyetin nerede, ne zaman, kimin hakkında ve hangi konuda indiğini ben
biliyorum.”
Eğer
varsa içinizde ben bunu ondan daha iyi bilirim diyen bir babayiğit o zaman ona
bir sözüm yoktur. O halde sahâbe din konusunda, dinin anlaşılması, Kur’an’ın
anlaşılması konusunda kendilerine müracaat edilmesi gerek ikinci kaynaktır.
İhtilâf konularında da sahâbenin sünnetine müracaat etmek
zorundayız.
Sonra
tâbiîn, tebe-i tâbiîn döneminden günümüze gelinceye kadar Kur’an konusunda söz
söyleme yetkisinde olan tüm selef âlimlerimizin anlayışlarına müracaat ederek
Kur’an’ı anlamaya çalışacağız.
Acaba
Kur’an-ı Kerîm’i herkes anlayabilir mi? Yoksa onu sadece birtakım büyük zâtlar
mı anlar?
Hamd olsun O Allah’a ki kulu
Muhammed'e eğri bir taraf bırakmadığı dosdoğru kitabı
indirmiştir.
(Kehf
1)
Rabbimizin elçisine indirdiği bu
kitap eğri büğrülüğü olmayan bir kitaptır. Bu kitapta her hangi bir tenâkuz,
bir çelişki, bir uyumsuzluk, bir münâsebetsizlik yoktur. Onda insanların
anlayamayacağı, şaşkınlığa düşerek bocalayacakları bir karışıklık, bir
bulanıklık, bir tutarsızlık yoktur. Ne dediği, ne istediği belli olmayan bir
kitap değildir. Bu kitap her sınıf ve her dönem insanlığının anlayabileceği
doğruluk-ta, netlikte ve berraklıkta bir kitaptır. Sadece belli sayıda ve belli
sınıf insanların anlayabilecekleri, diğerlerinin anlayamayarak
bocalaya-cakları, içinden çıkamayarak sapıtacakları bir kitap değildir bu
kitap. Bir açıdan doğru, bir başka açıdan eğri büğrü değildir. Birilerine göre
doğru, bir başkalarına göre ise eğri büğrü değildir. Âyetlerinde, ya-salarında,
hükümlerinde hiç bir tenakuz yoktur. Tüm diğer kitaplardan üstün, arınmış,
insan eli değmemiş bir kitaptır bu. Bu
konuda birkaç yanlış anlayıştan da söz etmek isterim:
Müslümanlardan
büyük bir çoğunluk şöyle inanıyorlar: Efendim, Kur’an gibi yüce bir kitabı
bizim anlamamız mümkün değildir. Biz kim, bu Allah kelâmını anlamak kim? Bu
kitabı ancak büyük zâtlar anlar. Bizler bu Allah kitabını elimize almaya bile
lâyık insanlar değiliz diyerek Allah’ın kitabına karşı bir ürkeklik
taşımaktadırlar.
Bakara
sûresinin 104. âyetinde yahudilerin “Râinâ ya Resû-lallah” dedikleri
anlatılmıştı. Yahudiler bu kelimeyi
kullanırlarken; Ey peygamber, biz senin ne dediğini anlayamıyoruz. Biz senin
okuduğun bu kitabın âyetlerini anlamaktan uzağız demeye getiriyorlardı. Biz
sürüleriz demeye getiriyorlardı da Allah buyurdu ki; Ey müslümanlar! Sakın
sizler bu yahudiler gibi olmayın! Sizler Peygamber karşısında sürüler
kesilmeyin! Dinleyin! Söze iyice kulak verin! Peygamberin sözleri, peygamberin
benden getirip sizlere duyurduğu bu mesaj anlaşılmayacak bir mesaj değildir. O
mesaj karşısında sürüler kesilmeyip iyice dinlerseniz, kulak verirseniz mutlaka
onu anlayacaksınız bu-yurulmaktadır. Sakın sizler o yahudiler gibi olmayın ve
onların kullan-dıkları bu başka mânâlara çekilebilecek kelimeleri kullanmayın!
Buyu-ruyordu Rabbimiz.
Rabbimiz kitabındaki bu ve
benzeri âyetleriyle biz Müslüman-ların kitap ve peygamber karşısında bu alçak
yahudiler gibi sürüler kesilmememizi, bu kitabın âyetlerini ve bu peygamberin
hadislerini anlayamayız diyerek peşin bir aptallığa düşmememizi emrediyor.
Kitap ve peygamber karşısında sürüler kesilerek: Efendim biz kim bu kitabın
âyetlerini anlamak kim? Biz nerede bu peygamberin hadislerini anlamak nerede?
Onu ancak büyük zatlar anlar. Bizler onu okuyup anlamak şöyle dursun, hâşâ
elimize almaya bile lâyık değiliz tavrında olanların alçak yahudiler olduğunu
haber veriyor. Ey Müslümanlar, sizler böyle yapmayın! Kitap ve peygamber
karşısında sürüler kesilmeyin! Dinleyin! Söze kulak verin! Kesinlikle bilesiniz
ki ben kitabımı sizin anlayabileceğiniz ve yaşayabileceğiniz bir özellikte
gönderdim. Ben peygamberimi sizin anlayabileceğiniz ve uygulayabileceğiniz,
örnek alabileceğiniz bir özellikte gönderdim. Sakın bu konuda yahudiler gibi
davranarak bana iftira etmeye kalkışmayın buyurmaktadır.
Tıpkı lânetlik Yahudiler gibi
bugün kimi Müslümanlar, kendilerini bu kitabın sorumluluğundan kurtarabilmek
için kendilerini aptal yerine, ahmak yerine koyuyorlar. Biz gerçekten senin ne
demek istediğini, bu Kur’an’ın ne demek istediğini anlayamıyoruz ey peygamber
diyorlar. Bunu anlayabilecek, kavrayabilecek zekâya, anlayışa, kavrayışa sahip
olmadıklarını söylüyorlar. Allah korusun, bunu söyleyenler Allah’a iftira
ediyorlar. Halbuki Allah sizin güç yetiremeyeceğiniz bir şey emretmedim, diyor.
Bunlarsa hâşâ: Ya Rabbi bizim
anlayamayacağımız, kavrayamayacağımız bir kitapla bizi sorumlu tutmuşsun
diyerek Allah’a iftira ediyorlar.
Çünkü
Allah’ın kitabı apaçıktır. Mübîndir Kur’an. Çünkü bu Kur’an insanlar için indirilmiş bir
kitaptır ve elbette onu anlayacak olanlar da insanlardır.
“Apaçık Kitaba andolsun
ki, akledesiniz diye Kur’-an'ı Arapça okunan bir Kitap
kılmışızdır.”
(Zuhruf
2,3)
Kitap
apaçıktır. İmanı,
hidâyeti, Allah yolunu, sırat-ı müstakimi apaçık ve net bir biçimde, herkesin
anlayabileceği bir açıklık ve netlik için anlatan, ortaya koyan bir kitaptır bu
kitap. İçinde insanla alâkalı, insan hayatıyla alâkalı apaçık âyetler bulunan ve
insan hayatıyla alâkalı her şeyi açık açık beyan eden bir kitap. Herkesin
anlayabileceği açıklıkta bir kitap. Hem de apaçık bir Arapça ile, insanların konuştukları bir dil ile indirdi
Allah onu. Kimse bu kitabın anlaşılmazlığını iddia edemez. Hiç kimse bu kitabın
sorumluluğundan kendisini kurtaramaz. Hiç kimse; ben bu kitabı anlayamıyorum,
ben bunu anlayamam deme hakkına sahip değildir. Allah, bu kitabı insanların
konuştukları, bildikleri bir dille, Arapça olarak göndermiştir. Kuş diliyle,
melek diliyle yahut da insanların anlayamayacakları bir dille değil, yeryüzünde
konuşulan bir dille göndermiştir.
Öyleyse hiç
kimsenin bu konuda Allah’a iftira etmeye
hakkı yoktur. Çünkü indiği dönemde herkes anladı onu. Bir kadın olarak Hatice
anamız anladı, mü’min oldu, küçük bir çocuk olan Hz. Ali efen-dimiz anladı,
mü’min oldu, bir köle olan Hz. Zeyd anladı, mü’min oldu, Bilal anladı, mü’min
oldu, orta yaşta bir insan olan Ebu Bekir efendimiz anladı, mü’min oldu. Velid
Bin Muğıre, Ebu Cehil anladı, kâfir oldu. Toplumda bu Kur’an’ı anlamayan bir tek
insan yoktu.
Onun içindir ki Mekkeliler Ebu
Bekir’in okuduğu Kur’an’a engel olmaya çalışıyorlardı. Ey Ebu Bekir, buna asla
izin veremeyiz, çünkü senin okuduğun Kur’an bizim çocuklarımızın kalplerine
tesir ediyor diyorlardı. Abdullah Bin Mesu’d Rahmân sûresini Kâbe’nin avlusunda
okuyunca, tüm müşrikler üzerine çullandılar ve öldüresiye dövdüler
onu.
Evet nasıl ki o gün bu Kur’an’ı
anlamayan yoksa bugün de herkes bunu anlamak zorundadır. Herkes bu kitabı
anlayabileceği cinsten okumak zorundadır. Yâni bu kitaba iman eden anlaya anlaya
iman edecek, inkâr eden de anlaya anlaya inkâr edecektir. Bunun başka bir yolu
yoktur. Ve de kim bu kitabın anlaşılamayacağını iddia ederse Allah’a en büyük
iftirayı yapmış olur.
Öyleyse bu
kitap okunacaktır, ama anlayarak okunacaktır. Çünkü anlaşılacak bir açıklıktadır
bu kitap. Kimse bu kitabın anlaşılmazlığını iddia edemez, hiç kimse bu kitabın
sorumluluğundan kendisini kurtaramaz. Hiç kimse ben bu kitabı anlayamıyorum,
ben bunu anlayamam deme hakkına sahip değildir. Çünkü Rabbimiz anlayasınız
diye, hayatınızı bu kitapla düzenleyesiniz diye bu kitabı insanların
konuştukları, bildikleri bir dille, Arapça olarak göndermiştir.
Değilse
anlamadan okunan bir Kur’an’da, anlamadan iman edilen bir Kur’an’da hayır
yoktur. Üzerinde düşünülmeden, ne dediği bilinmeden okunan bir Kur’an’a nasıl
Kur’an diyebileceğiz de? Böyle reddedenler neyi reddettiklerini
söyleyebilecekler de? Hayata karışmayan, kalbe etki etmeyen bir kitaba nasıl
Kur’an denebilecek de? Bana konuşmayan, bana bir şeyler söylemeyen, bana ümitler
vermeyen, bana korkular sunmayan, bana şunu yap, bunu yapma demeyen bir Kur’an,
Kur’an değildir. Bizler de bugün tıpkı o gün Rasûlullah’ı dinleyip de iman
edenler gibi iman etmek zorundayız.
Bir grup müslüman,
efendim Kur’an bir dönem anlaşılmış ve fıkha, fıkhî kalıplara dökülmüştür. Ecdat
onu anlayıp fıkha dökmüştür. Bizim onlar gibi Kur’an’ı anlama imkânımız olmadığı
gibi, anlama sorumluluğumuz da yoktur. Onun için biz, başka değil onların
anlayışına tâbi olmak zorundayız. Binaenaleyh bugün Kur’an’ı yeniden anlamaya
çalışmak yerine fıkıh okuyalım. Kur’an’ı da anlamak ve uygulamak üzere değil,
ibâdet kastıyla okumalıyız diyorlar. Ve böylece tamamen geçmişe teslim olmamız
gerektiğini iddia ediyorlar.
Bir başka grup müslüman da,
bunların tamamen zıddına, efendim geçmiştekilerin anlayışı bizi bağlamaz. Onlar
bizim için ayak bağıdır. Geçmiştekilerin, Rasulullah’ın, sahâbenin, tâbiînin ve
mücte-hid imamların Kur’an’ı nasıl anladıkları, nasıl uyguladıkları bizi hiç mi
hiç ilgilendirmez. Onların anlayışları kendilerini ve kendi dönemlerini
ilgilendirir. Bizler onlara hiç bakmaksızın salt aklımızla Kur’an’ı anla-ak ve
hayatımıza aktarmak zorundayız diyorlar.
Bu
anlayışların ikisi de bâtıldır. Birisi ifrat, diğeri de tefrittir. Ne tümüyle
kayıtsız şartsız geçmişe teslim, ne de tümüyle geçmişi silmek doğrudur. İşin
doğrusu, bugün bizler de Allah’ın kitabını anlamaya çalışmak zorundayız. Ama
bu işi yaparken de geçmişi silerek değil, bilâkis Allah’ın Resûlünden bugüne
kadar Kur’an’la alâkalı, o âyetle alâkalı kim ne demişse, nasıl anlamışsa
onlara da müracaat ederek bugün biz de anlayabildiğimiz kadarıyla Kur’an’ı
anlamak zorundayız. Çünkü bu kitap, sadece onlara değil, bize de gelmiştir.
Onların Müslümanlık adına bu kitaptan sorumlu oldukları kadar, bizler de so-rumluyuz. Onlardan
kulluk isteyen Allah biz den de istemektedir.
Öyleyse bugün biz de okuyup
anlamaya çalışacağız bu kitabı ama, bizden öncekileri silmeden. Vallahi
eğer şu kitap sadece bana gelmiş olsaydı, ilk defa bana gelmiş olsaydı, Rabbim
direk bunu bana göndermiş olsaydı o zaman kimseyi takmaz sadece onu kendim
anlar ve anladığım gibi uygulardım. Ama bu kitap ilk defa bana gelmemiş. Benden
önce de Rasulullah efendimizden bu yana her dönem bunu anlayanlar ve yaşayanlar
olmuş. Öyleyse elbette ben ukalâlık etmeyerek benden öncekilerin anlayışlarına
da müracaat etmeliyim.
Kur’an’ı
anlayabilmek için Arapça bil-mek şart mıdır? Arapça bilmeyenler bu kita-bı
anlayamazlar mı?
Bugün
bazı Müslümanlar şöyle diyerek kendilerini bu kitabı okuma ve anlama
sorumluluğundan kurtarmaya çalışıyorlar: Efendim, ben Arapça bilmiyorum. Böyle
bir eğitim almadım, alamadım. Çok istedim ama İmam-Hatip ve İlâhiyatta
okuyamadım. Bu durumda benim bu Kur’an’ı anlama, kavrama imkânım yoktur. Siz
ısrarla diyorsunuz ki ben müslümanım diyen herkesin bu kitabı okuma, anlama ve
pratik hayatına aktarma mecburiyeti vardır. Peki şimdi anlayamayacağım bir şeyle
beni nasıl sorumlu tutarsınız?
Bir
kere bunu ben değil, Allah söylüyor. Allah, ben de müslü-manım, benim de bir
kitabım var diyen herkese bu kitabını göndermiş ve herkesi bu kitabıyla sorumlu
tutmuştur. Binaenaleyh eğer bir itirazınız varsa bunu bana değil, Allah’a
yaparsınız. Allah’a mazeretinizi sunun ve deyin ki; ya Rabbi, bu nasıl bir
iştir? Beni hem Arap bir anadan babadan dünyaya getirmedin, hem de böyle Arapça
bir kitabı anlamakla sorumlu tuttun. Hem bu kitabı anlayacak kapasitede
yaratmadın, hem de bu kitabın sorumluluğunu bana yükledin deyin. Ama bilesiniz
ki sizi yaratan, sizi bu kitapla sorumlu kılan Allah sizin gücünüzü,
kapasitenizi sizden daha iyi bilendir. Ben kullarıma onların takatlerinin
yetmeyeceği bir yük yüklemedim diyendir.
Arap
olmadığımız için, Arapça bilmediğimiz için ona asla ulaşamayız, onu asla
anlayamayız diyorsunuz öyle mi? Peki Allah katında bu Arapların torpili nerden
geliyor? Hayır hayır, Kur’an ve sünnet bilmeyi, Kur’an ve sünnet bilgisine
ulaşmayı Arapça bilmeye bağlamaya gerek yoktur. Okuma yazma bilmemeye bağlamaya
da gerek yoktur. Ona ulaşma, onu öğrenme çabasına niye bağlamıyoruz bunu? Yani
sen kendi köşene çekilmişsin, Kur’an öğrenmeye hiç say’et-miyorsun ve
birilerinin getirip sana Kur’an öğretmesini bekliyorsun. Sonra birileri zorla
sana Kur’an getiriyor, sen bunu da reddediyor, yoo! İstemem! Bana Kur’an’ı
getirmeyin! Benim ona ihtiyacım yok di-yorsun. Yâni benim elime Kur’an’ı
vermeyin! Beni ona ulaştırmayın! Onu bana getirmeyin! Onun okumasını bana
öğretmeyin! diyorsun. Yâni Kur’an’ı sana getirecek, okutacak, öğretecek,
tanıtacak kimse-lerle de ilgi kurmuyorsun, sonra da bana soruyorsun, ben bu
halimle bu kitabı öğrenebilir miyim? Ben Kur’an’ı anlayabilir miyim? Mümkün
değil kardeş, sen kıyamete kadar bu kitabı öğrenemezsin! Kıyamete kadar bu
kitabı anlayamazsın!
Öyle
değil mi ama? Yani sen bu kitapla ilgi kurmaya yanaşma, bu kitabı öğrenmeye
yönelme, ondan sonra da de ki; ben Arap olmadığım için, Arapça bilmediğim için
bu kitabı anlayamıyorum, benim suçum ne? Eğer Allah sana hayat programı olarak
bu kitabı göndermiş, bu kitabın istediği biçimde bir hayat yaşaman gerekir
demiş, ama beri tarafta senin dediğin gibi senin için bu kitabı öğrenme
yollarını da kapatmışsa o zaman -hâşâ- zalim olan O’dur, bana ne bundan? Yani bu
durumda, Allah ya sana bu kitabı anlayacaksın, bu kitabın tarif ettiği bir
hayatı yaşayacaksın dememiştir, ya da senin bu kitaba ulaşma yollarını
kapatmamıştır. Bunun ikisi birden mümkün değildir kardeş. Eğer sen diyorsan ki
bu kitaba ulaşma yolları bana kapalıdır, o zaman ben derim ki, bu senin ve
Allah’ın bileceği bir iştir, bana sormana gerek yoktur. Şikâyetini arz edeceğin
makam Allah’tır.
Böylece
kolay yoldan kendilerini sorumluluktan kurtarma çabası içine giren bu insanlar
şunu demek istiyorlar: Allah, bu kitabı Arapça bir kitap olarak göndermekle
hâşâ Araplara torpil geçmiştir. Öyleyse bu kitabı Araplar kadar anlama imkânına
sahip olan ben de torpilliyim bunu diyenlere göre. Öyle değil mi? Bunu diyenlere
göre ben bu kitabı biraz biraz biliyor
muyum? Öyleyse onlara göre ben de torpilliyim. Peki ben Arap değilim, benim
torpilim nerden geliyor ya?
Yok
yok, öyle değil mesele. Mesele şudur: Çalışan, gayret eden torpillidir. Eğer
Allah bu kitabı anlama konusunda sana çalışma ve gayret etme imkanı vermedi de
sadece bana verdiyse, sonra da ikimizi de aynı şeyle sorumlu tuttuysa, o zaman
-hâşâ- bunu diyenler Allah zalimdir
demeye getiriyorlar işi ki, bunu demeye bir müslüman olarak hiç kimsenin hakkı
yoktur. Çünkü ben hiç böyle görmedim. Önemli olan fırsatta eşitliktir. Allah
herkese bu konuda fırsat tanımıştır. Ama kimileri Allah’ın kendisine tanıdığı
bu fırsatı değerlendirirken, kimileri de değerlendiremez. O zaman bu durumda
suçlu kim? Allah mı? Hâşâ, sümme hâşâ. Kaldı ki işte örneklerini görüyoruz ki
adam Arap oluvermekle de hemen Kur’an’ı anlar olmuyor. Öyle değil mi? Peygamberi görüvermekle insan
müslüman oluvermiyordu. Bir Ebu Cehil’i, bir Ebu Leheb’i ne çabuk unuttun?
Yemenden gelirdi, Sudandan, Anadolu’dan gelirdi müslüman olurdu da adam, ama
burnunun dibinde bulunanlar iman etmezlerdi.
Öyleyse
benim bildiğim Kur’an’ı anlamak için Arapça bilmek şart değildir. Kur’an’ı
bilmek şarttır. Hattâ bunu Kur’an dışında da öğrenmek mümkündür. Mesela deveye
bakarak, kuşlara nazar ederek, semaya, arza bakarak, dağlara, derelere giderek,
başkalarına sorarak da öğrenebiliriz.Yeter ki biz öğrenmeye niyet
edelim.
Kur’an’ı
nasıl okumalıyız?
Okumak
nedir, önce bu konuda bir açıklama yapalım. İslâm’ın okuma dediği eylem, dört
âzanın işlev gördüğü eylemdir. Bir okuma eyleminde, göz görür, dil telâffuz
eder, akıl tercüme eder, kalp de tavır alır. Göz görecek, dil harfleri
mahrecinden çıkarıp telâffuz edecek, akıl okunan bölümü anlayıp, tercüme edip
kalbe aktaracak, kalpte ona göre tavır alacak. Eğer bir okuma eyleminde bu dört
âzadan birisi devre dışı kalmışsa İslâm buna okuma demiyor. Meselâ göz görür,
dil telâffuz eder, ama okunan bölümüm anlaşılmadığı için akıl tercüme etmez ve
kalbe aktarmazsa buna okuma denmez. Akıl okunan bölümü anlayıp, tercüme edip
kalbe aktarmalı, kalpte ona göre bir tavır almalı ki buna okuma densin. Peki
kalp nasıl tavır alır? Okunan âyetlerde eğer cehennem, azap, vaîd konuları
gündeme gelmişse kalp korkar, titrer, ürperir. Eğer cennet, rahmet, nimet
konuları zikredilmiş-se kalp sevinir, coşar, taşar ve heyecandan kabına sığmaz
bir hal alır. Eğer kâfirlerin, müşriklerin, ehl-i kitabın Allah’a iftiralarının
günde-me geldiği âyetler okunuyorsa kalp saygıdan boyun büker, onlar adına
Allah’tan özürler dileme makamında olur. Estağfirullah, ya Rabbi senin hakkında
nasıl diyebildiler bunu? Nasıl cesaret edebildiler sana karşı bu iftiralara? Ya
Rabbi ben o ahmaklar adına senden özür diliyorum, deme konumunda olur kalp.
Tabii okunan âyetlerin mânâsı anlaşılmayınca kalbin bu tür tavırlar alması
mümkün olmayacaktır.
Öyleyse
okunan bölümün mânâsı mutlaka anlaşılmalıdır. Oku-nan bölümün mânâsını
anlamadan mücerret okumak, Allah’ın istediği bir okumak değildir. Allah’ın
istediği okuma kişinin gözü ile ilgi kur-duğu gerçeği, emir veya nehiy olarak
aksettirmesidir. Yâni gördün ki bir kız açık saçıksa ona bakmaman gerektiği
emrini kendine alacak-sın veya ona yardım etmen gerçeğini anlayacaksın. Yâni o
gördüğün kişiyle bir ilgi kuracaksın. Yâni o gördüğün şeyle, gözünle okuduğun
bölümle, âyetle bir ilgi kuracaksın. İşte okumak budur. Okumak oku-nan şeyle
ilgi kurmaktır.
Ama öyle olmamış.
İnsanlar Kur’an okumayı böyle anlamamışlar. Nasıl olmuş? Kur’an okumak
denilmiş, tamam birisi mücerret tilâvet etmiş, yâni teyipcilik yapmış, okunan
şeyle ilgi kurulmamış, ne olduğu, ne dendiği, ne istendiği anlaşılmaya ve gereği
yerine getirilmeye çalışılmamış. Peygamberin kesin nehyine rağmen bu okuma
şuradan aşağıya hiç intikal etmemiş, gırtlaktan aşağıya inmemiş, ama buradan
yukarısında mest olunmuş, ayakkabı olunmuş, kendinden geçilmiş, güzel de
okumuşlar kendilerince, ama bu Kur'an okuma ol-mamış. Halbuki Kur’an okumak, yâni meselâ okuduğun âyet
senden namaz mı istedi veya senden şöyle bir hayat programına geçmeni mi
öğütledi, hemen onunla ilgi kurarsan bu okumadır, değilse onun adına okuma
denmeyecektir.
Bakın gerçek okumayı anlatırken
bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Bir topluluk Allah’ın evlerinden
birinde toplanır ve Allah’ın kitabını okurlarsa ve de okuduklarını kendi
aralarında ders haline getirirlerse onların üzerine Allah’ın rahmet ve
sekîneti iner.”
Demek ki
bizden istenen sadece mücerret okumak değil, okunanları ders haline getirip,
aramızda müzakere edip okunan bölümü anlama ve yaşama kavgası içine girmektir.
Eğer insanlar Kur’an’ı sadece okur, ama
onu kendi aralarında ders haline getirmezler, okudukları âyetlerin ne anlama
geldiğini, kendilerinden nasıl bir
hayat is-tediğini anlamaya yanaşmazlarsa, okudukları âyetlerle hayatlarını
dü-zenleme kavgası içine girmiyorlarsa kesinlikle bilelim ki buna okuma
denmeyecektir.
Öyleyse zinhar
anlamadan okumayacağız kitabı. Unutmayalım ki Allah’ın ne buyurduğunu, ne
istediğini anlayarak okunacak bir tek âyet, anlamadan okunacak bin hatimden
daha hayırlıdır. Unutmayalım ki okunan âyetlerin anlamını kavramaya
çalışmıyor, kalp de okunan âyetlerin ortaya koyduğu mânâlar istikâmetinde bir
tavır alıp etkilenmiyorsa, sadece dilin hareket etmesinin hiçbir mânâsı
yoktur.
Çünkü
Kur’an’ın okunmasından maksat tedebbürdür. Yâni düşünerek onun ne dediğini
anlamaya çalışmak ve hayatı onunla düzenlemektir. Hz. Ali efendimiz buyurur
ki:
“Anlamayarak yapılan ibâdette ve
düşünülmeden gerçekleştirilen kıraatte hayır
yoktur.”
Zaten Allah’ın
Resûlü bir hadislerinde kişinin okuduğu şeyle kalbinin irtibatının kesildiği ve
okuduğu âyetlerden başka şeyler düşünmeye ve dikkati başka taraflara dağılmaya
başladığı andan itibaren onun okumaya devamını menetmektedir. Çünkü bu bir
roman, bir hikâye, alelâde bir insan sözü değil ki böyle bir durumda insan
onunla ilişkisini sürdürebilsin.
Selef âlimlerimizin hepsi böyle
düşünür, böyle inanırdı. Bakın Süleyman Ed -Dârâni:
“Anlamadığım ve kalp huzuruyla
okumadığım âyetlerden sevap alacağımı ummuyorum. Ben bir âyeti okurum, sonra
dört beş gece onunla meşgul olurum ve onu iyice anlamadan başka bir âyete
geçmem.” der.
Yine selef âlimlerimiz meselâ bir
Bakara sûresini anlayabilmek için yıllarca üzerinde düşünmüşlerdir. Meselâ bir
hatmi otuz senede bitirenler vardır.
Mâlik Bin Dinar der
ki:
“Ey Kur’an okuyucuları! Ey ehli
Kur’an olanlar! Okuduğunuz Kur’an sizin kalplerinize ne ekti ona bir bakın.
Nasıl ki yağmur arzın baharı ise okuduğunuz Kur’an da mü’minin kalbinin
baharıdır.”
Katâde de der
ki:
“Kur’an ile oturup kalkan ya kâr
eder, ya da zarar eder.”
Öyleyse Okuma
= Anlama + başkasına anlatma + uygulama, yâni okunanı yaşama, okunanla hayatı
düzenleme + samimiyettir diyebiliriz. Nitekim Allah’ın Resûlü kendisine gelen
bir vahyi önce kendisi okur, kendisi öğrenir, eksiksiz olarak onu hayatında
uygular, son-ra da hiç beklemeden ve en küçük bir parçasını bile gizlemeden onu
insanlara aktarırdı. Ve bu konuda da hasbî davranırdı. Onun kutlu yolunun
yolcuları olarak bizler de böyle olacağız inşallah.
Unutmamalıyız
ki, Kur’an “Karae” kökünden gelen bir kelimedir. Okunak anlamına. Demek ki bir
şeyin, bir metnin, bir mesajın Kur’an olabilmesi için okunması gerekmektedir.
Okunmayan şeye Kur’an denmez. Bir kitap ki eğer o okunmuyorsa, okunmak için
değilse ona Kur’an denmeyecektir. Elimizdeki şu kitabı okumanın dışında nerede
ve nasıl kullanırsak kullanalım buna Kur’an denmeyecektir. Okumak ise
duyularla algılanan bir mesajın kişiye onu amele sevk etmek üzere bir şeyler
söylemesi, görevler yüklemesi anlamına gelmektedir.
Kur’an’da ondan hakkıyla istifade
edebilecek biçimde okumak konusunda şunlara dikkat
çekilir:
1:
Kur’an’ı ağır ağır okumalıyız.
Allah
kelâmı üzerinde düşünmek ve murad-ı ilâhiyi iyice kavrayabilmek için ağır ağır
okumak zorundayız. Kitabımızın Müzzemmil sûresinin beyânıyla “Tertîlâ”
okumalıyız. Yâni yavaş yavaş, tertîl ile, mânâya nüfuz ederek, düşüne düşüne,
tedebbürle, tefekkürle okumalıyız. Okuduğumuz, ilgi kurduğumuz âyetlerinde
Rabbimiz tarafından bize neler dendiğini anlamak, kavramak, denenleri yaşamak
üze-re, yapmak üzere okumalıyız. Allah diyor olarak ve Allah’ın dediklerini
hayata hakim kılmak, hayatı onlarla düzenlemek üzere okumalıyız. Hayatımı
düzenlemek için ben bu kitaba muhtacım, ben sadece buna muhtacım, bundan
başkasına asla muhtaç değilim diye okumalıyız. Başka çarem yok, ben bu kitapsız
yaşayamam. Bu kitap olmadan ha-yatıma program yapamam. Bu kitabı tanımadan
Allah’ın istediği kul-luğu yaşayamam. Bu kitap olmadan cennet yolunu bulamam.
Yâni ben bunsuz çare bulamıyorum diyerek, çaresizlikten kıvranarak, çare-yi
sadece bunda görerek okumalıyız. Çare bu kitaptadır diyerek
oku-malıyız.
İşte
tertîl’in mânâları bunlardır. Rabbimiz işte böyle okudu-ğunuz âyetlerin
mânâlarını düşüne düşüne, âyetlerin bilincine ere ere, ne
dediğimizin ne okuduğumuzun, Allah’tan hangi mesajları aldığımı-zın ve Allah’a
hangi sözleri verdiğimizin farkına vara vara okumalıyız.
Yâni Allah’ın
Resûlü bu kitabı nasıl okuduysa, hangi gayeyle, hangi niyetle okuduysa o şekilde
okuyacak, okumanın şeklini, biçimini, zamanını, miktarını, sayısını, oranını,
hedefini onun tayin buyurduğu biçimde tayin edeceğiz. Biz biliyoruz ki
Allah’ın Resûlü bu kitabı anlamadan sadece mücerret okumak için asla okumadı.
Sadece bilgi olsun diye okumadı, okuduğu âyetler kalbine, hayatında indi Resû-lullah
efendimizin.
Eğer okuma
konusunda bir sayı vermemiz gerekirse, tıpkı sahâbe-i kirâm efendilerimizin
yaptığı gibi bir okuyuşta on âyet okuyacağız, o on âyeti anlayıp uygulamadıkça
öteki on âyete geçmeyeceğiz. Veyâ bir bölüm okuyacağız, o bölümü anlayıp, iman
edip, amele dönüştürdükten sonra bir başka bölümü okumaya yöneleceğiz. Yine
Resûlullah efendimiz Kur’an’ı baştan sona hatmetme konusunda en az yedi güne
izin vermiştir. Yedi günden daha kısa sürede hatme izin vermemiştir. Eğer bir
okuma zamanı belirlememiz gerekirse, tıpkı Re-sûlullah efendimizin yaptığı gibi
gece yalnızken okuyacağız, Müddes-sir ve Müzzemmil’de anlatıldığı gibi gündüz
de okuduğumuz bu âyet-lerin gündemini yaşayacak ve onu çevremize ilân
edeceğiz.
2: Kur’an’ı başka bir maksatla
değil, sadece Allah’a kulluk adına okumalıyız.
Kitabımızın ilk inen Alâk sûresi
“oku” emriyle başladıktan son-ra, neyin okunacağı, ne adına okunacağı konusunda
bilgi verir.
“Yaratan Rabbinin adıyla
oku”
(Alâk 1)
Oku!
Ama Rabbinin adıyla, Rabbin adına, Rabbin namına oku. Demek ki Rabbin adıyla, başında besmele
çekilerek okunacak, Rab adına okunacak,
Rab namına okunacak. Yâni her okuma, okuma sayılmayacaktır. Sadece Rabbin
adıyla, Rab adına, Rab namına okunanlar okunma sayılacaktır. Rab adına, Rab
namına olmayanlar Rabbin istediği bir okunma sayılmayacaktır. Hemen arkasından
da; “Yaratıcı Rab” ifadesinin gelmesinden anlaşılıyor ki, sadece yaratıcı Rabten
gelen, yaratıcı Rab adına okunacaktır. Yâni yaratıcı Rabtan gelen yaratıcı
Rabbin rızasına götürücü olarak okunacaktır.
Böylece
Rabbimiz kendisini öteki sahte rablerden ayırıverdi. Demek ki yaratıcı Rabten
gelmeyenleri, sahte rablerden gelenleri okumak, okumak sayılmayacak, onlardan
bilgilenmek, bilgilenmek kabul edilmeyecektir. Yaratıcı Rabten gelen de sadece
Rab adına, Rab hatırına, Rabbe kulluk için, Rabbin rızasına götürücü olarak
okunacaktır. İşte gerçek
okuma buymuş. Bunun dışındaki okumalara okumak denmeyecekmiş.
Hele hele
temeli materyalizme dayalı olan, okuyucularını Allahsızlığa götüren okumalar
hiç okuma değildir tabii.
Allah’tan gelmeyen, vahye
dayanmayan, hayata intibak imkânı olmayan, hayatta bir işe yaramayan, hayatta
uygulanma imkânı, uygulanma alanı olmayan, yâni okuyandan amel istemeyen,
okuyucusunu amele sevk etmeyen bir okuma, okuma değildir. Allah’ın rızasına
götürücü olarak yarın mîzana konulacak cinsten olmayan bilgileri okumak
Allah’ın istediği bir okumak değildir. Vahye dayanmayan, sadece zanna dayanan
bilgilere yönelmek nasıl boşsa, Allah’tan gelen bilgileri Allah adına, Allah
namına, Allah’a götürücü bir niyetle değil de, başka maksatlarla okumak da
boştur. Meselâ adam âyet okuyor, doktora adına. Hadis okuyor, diploma adına.
Kur’an öğreniyor, sosyal bir statü adına. Tefsir okuyor, bilir desinler adına.
Ferâiz öğreniyor paylaşım konusunda bana müracaat etsinler adına. Onunla
yeryüzünde Allah’ın ferâiz yasalarını hakim kılmak adına değil, okuduklarını
amele dönüştürmek adına değilse, bu da Allah’ın istediği bir okumak değildir.
Yâni Allah’tan gelmeyen şeyleri okumak da okumak değildir, Allah’tan gelenleri
Allah adına, Allah’a kulluk kastıyla, daha iyi bir Müslümanlık kastıyla değil de
başka maksatlarla okumak da okumak değildir.
İmam Hatip okuluna ya da Kur’an
kursuna okumaya giden gence soruyorum: Evlâdım niçin okuyorsun? Bu okula niye
gidiyorsun? Çocuk diyor ki, amca adam olmak için okuyorum. O zaman diyorum ki
ona: Peki yavrum baban o okulda okumuş mu? Hayır, diyor. O zaman baban o okulda
okumamış diye adam olmamış mı? Yâni şimdi baban adam değil mi? deyince yavrucak
başını eğiyor. Demek ki o okulda okuyan adam olmuyor. Demek ki adam olmak için
değil, Müslüman olmak için okunur. Okumadaki temel hedef iyi bir Müslümanlık
olmalıdır. Bu niyetle okuyan kişinin bu ameli, salih bir ameldir ve Allah
tarafından değerlendirilmeye tâbi tutulacak bir ameldir. Ötekilerin tümü
boştur.
Soruyorum delikanlıya: Kardeş,
neden tıpta okuyorsun? Neden bir başka okul değil de tıp? Bu okulu tercih
edişinde temel niyetin nedir? İyi bir Müslümanlık mı? Allah’ın dinine hizmet
mi? Allah’ın dinini daha güzel öğrenip, daha güzel Müslümanlık sergileyebilmek
mi? Yâni yaratıcı Rab adına, yaratıcı Rab namına mı? Yaratıcı Rabbin rızasını
kazanmak için mi? Yoksa para için, sosyal bir statü elde etmek veya sağlık için
mi? Delikanlı diyor ki, hem Allah için, hem de sağlığa hizmet için, insanlığa
hizmet için. O zaman diyorum ki ona, kardeşim gerçekten niyetin Allah içinse,
Allah adına sağlığa hizmet içinse, o zaman çöpçü olman daha evlâ değil mi? Eğer
derdin Allah adına sağlığa hizmetse, belki çöpçü olman doktor olmandan daha
evlâdır. Çünkü birisi hastaları iyileştirmeye çalışırken, ötekisi iyileri
hastalıktan korumak için çırpınır. Sence hangisi daha önceliklidir diyorum, o
da başını aşağıya eğiyor. Öyleyse okumadaki temel hedef sadece Allah için
olmalıdır, kesinlikle başka şeyler araya
karıştırılmamalıdır.
3: Kur’an’ı gece okuyacağız. Gece
Kur’-an’la beraberlik kuracağız.
Kitabımızın Müzzemmil sûresinin
beyânıyla Kur’an’ın anlaşılabileceği en uygun okuma zamanı
gecedir.
“Şüphesiz, gece kalkışı daha
tesirli ve o zaman okumak daha elverişlidir.”
(Müzzemmil
6)
Rabbimiz
elçisine buyuruyor ki; ey peygamberim, sana ağır bir söz nakledeceğiz; o halde
sen de bu ağır sözü,
bu ağırlığı olan, değeri olan sözü, hazmedebileceğin, kavrayabileceğin,
özümseyebileceğin bir ortamda onunla ilgilen. Bir gece ortamında onunla ilgi
kur, onu o ortamda okuyup öğrenmeye çalış. Çünkü gece kalkış, gece ayakta oluş,
gece neşesi, gece neşatı, ya da gece uyanıklılığı hem kişinin oturumu,
uykusuzluğu, uyanıklılığı, dikkati, hem de sözün kıyamı, sözün kıvamı için çok
daha hoş, çok daha elverişli bir ortamdır.
Demek ki
Kur’an’ı anlayabilmek için yapılacak iş, gece kalkıp Kur’an’la beraberlik
kurmak, vahiyle ilgi kurmak, Allah’la diyalog kurmaktır. Yatsı namazını
kıldıktan sonra hemen yatacağız, bir süre uyuduktan sonra kalkacağız, Kur’an’ı
elimize alıp anlamak üzere ağır ağır, düşüne düşüne okuyacak, tüm benliğimizle,
tüm himmet ve dikkatimizle mânâya nüfuz
etmeye, murad-ı İlâhiyi kavramaya çalışacağız. Her gece yapamazsak bile hiç
olmazsa bari kendimizin olduğu geceler erken yatmalıyız. Ama birilerine
kiralanmışsak, birileri hayatımıza müdahil olmuşsa, birileri dünyamızı
parsellemişse veya sayım var da içtimaa zorlamışlarsa bizi, o zaman da ne
yapalım gardiyanlardan izin falan demediğimiz gecelerde birer ikişer kalkalım
inşallah. Kalkalım ve Rabbimizin kitabıyla diyalog kuralım. Çünkü gece, anlamak
için, kavramak için, uyanıklık için en hoş ortamdır.
Eğer
Kur’an’ı anlamayı, Kur’an’ın esrarının bize de açılmasını, Kur’an’dan mesaj
almayı, Rabbimizle konuşmayı ve Rabbimizin bize yol göstermesini istiyorsak,
eğer neşem yerinde olsun, neşatım açık olsun, anlayışım, kavrayışım açılsın
istiyorsak, eğer Allah’la beraberliğimizden zevk almak istiyorsak, çaresiz gece
kalkacak ve Kur’an okuyacağız. Kesinlikle söyleyebilirim ki, şu
kanalizasyonlardan kurtulup da, şu şeytan vahiylerinden yakamızı kurtarıp da
biraz erken yatıp, gece kalkabilseydik, kalkıp Rabbimizin vahyiyle irtibata
geçmeyi becerebilseydik, inanın hayatımız çok daha bereketli, işlerimiz çok daha
verimli olacaktı. Kitabımızı çok daha güzel anlayacak ve onun istediği hayata
yönelme imkânını bulmuş olacaktık.
Kitabımızın bu
beyânlarından anlıyoruz ki gecenin bizim için çok büyük bir önemi vardır. Gece
çok sakin bir ortamdır. Issız bir çöl-de gündüzün sükûneti yanında, gecenin
sükûneti daha fazladır. Veya meselâ bir ormanda yazın bunaltıcı sıcağının
altında, sesin soluğun kesildiği bir atmosferde, hayvanların bile
kımıldanamadığı bir ortam-daki sessizlik bile, gecenin sükûneti yanında çok daha
az kalır. Yani güneş varken insan hayatının devinimi, organizmanın
algılaması, hücrelerin, sinirlerinin etkileşimi geceden daha
farklıdır.
Öyleyse gece kalkacak ve ağır
ağır, mânâya nüfuz ederek, tertîl ile Kur’an okuyacağız. Peki bu işi gündüze
aktarma imkânı yok mu? Gündüz okusak olmaz mı bu kitabı? Hayır, çünkü gündüz
işimiz var. Kooperatiflerimiz, dükkanlarımız, tezgahlarımız, araba işlerimiz,
senet çek işlerimiz var. Gündüz bizi meşgul edenler, bizi zorlayanlar vardır.
Dinimizi bozmak, hayatımızı bozmak, programı bozmak üzere zorlayanlar var.
Gündüz farklı dertlerimiz, birilerinin bizim dünyamıza girmesi, bizi meşgul
etmesi var.
Ama gece öyle değildir. Gece
Rabbimizle daha bir baş başa olabiliyoruz. Aceleye gerek yoktur gece. Çünkü
bizi bekleyen birileri yoktur, telefon yoktur, randevu yoktur, beklediğimiz
yoktur, bekleyenlerimiz yoktur. Meselâ gündüz kişi namaz kılarken, zil
çalacaktır, ders başlayacaktır, müşteri girecektir, tören vardır, iş vardır, aş
vardır, yemek vardır diye hemen alelacele işi bitirivermeden yanadır ya insan.
Ama gece öyle değildir, acele etmesine gerek yoktur. Telefon yok, trafik yok,
karmaşa yok, randevu yok, sadece Allah’la beraberlik var. İşte gündüzün bozuk
düzen programlarını hayra, hakka çevirebilmek için gece kalkacak ve vahiyle
beraber olacağız. Yani gündüzümüz iyi olunca gecemizi Allah’a ayıralım değil,
gündüzümüzün iyi olması için gecemizi Allah’a ayırmak zorundayız. Gece kalkıp
vahiyle beraber olabilirsek bilelim ki gündüzümüz programsızlıktan
kurtulacaktır.
Allah’ın
Resulü Allah’tan kendisine gönderilen vahyi gece ken-disi okuyor, ona tabi
oluyor ve kendi kendine bu vahyi tekrar ediyordu. Yâni Allah’ın Resulü her
gece vahyi kendisine indirgiyordu. Şimdi ona emredilenin aynısıyla sorumlu olan
bizlere soruyorum. Acaba her gece bize de vahiy geliyor mu? Her gündüz bize de
vahiy geliyor mu? Biz de tıpkı Allah’ın Resulü gibi her gece ve her gündüz
vahiyle beraber miyiz? Vahyin gözetiminde ve Kur’an’ın kontrolünde bir hayat
yaşayabiliyor muyuz? Ya da isterseniz biraz farklı sorayım; Sizler şu anda,
gecenizde, gündüzünüzde kimin vahyine tabisiniz? Kimden vahiy alıyor ve
hayatınızı onunla düzenlemeye çalışıyorsunuz?
Diyeceksiniz
ki Allah vahyinden başka vahiyler mi var ki onlardan beslenelim? Evet
kitabımızın beyânıyla bir Rahmânın vahyi, bir de şeytanın vahyi vardır. Öyleyse
bizler kimin vahyine teslim oluyoruz? Yoksa, gecemiz gündüzümüz hep
başkalarının vahyine mi teslim olmuş? Yoksa biz başkalarının vahiylerinin
kontrolünde bir hayat yaşıyoruz da, Müslümanız diye bir de kendi kendimizi mi
aldatıyoruz? Yoksa Allah’tan başka şeytan vahiyleriyle meşgul olup da hayatımızı
onlarla mı düzenlemeye kalkışıyoruz? Yoksa A.B.D den, Avrupa’dan, yahudi
dünyadan, hıristiyan âlemden, Zerdüştlerden gelen vahiylere mi tâbi oluyoruz? Bu
vahiyleri dinliyor da hayatımızı onlar kaynaklı düzenlemeye mi çalışıyoruz? Bunu
çok iyi düşünmek ve anlamak zorundayız.
Başka çaremiz yok, her gün bize
vahiy gelmelidir. Her gece, her gündüz biz Allah’ın vahyiyle beraber olmalıyız.
Her gece ve gündüz bize Bakara, bize Âl-i İmrân, bize Nisâ, bize En’âm
inmelidir. Her gece ve gündüz bu Allah vahyiyle beraber olmak zorundayız.
Beraber olmak zorundayız ki, bu vahye uyabilelim. Bize her gece ve her gündüz
vahiy gelmeli ki, hayatımızı onunla düzenleyebilelim. Allah vahyini
tanımalıyız ki, gecemizi, gündüzümüzü, işimizi, aşımızı, hayatımızı onunla
düzenleyebilelim. Değilse Allah vahyiyle ilgimizi kesersek Allah korusun o zaman
şeytan vahiyleri gündeme gelir ki, onlarla hayatımızı düzenlemek zorunda
kalırız.
Eğer
hayatımızı düzenlemek üzere Allah’tan gelen vahiyler hayatımıza hakim olmazsa,
eğer bu vahiyler bize inmeye devam et-mezse o zaman onlar bizim hayatımıza
egemen olamaz ve biz onların egemenliği altında bir hayat yaşayamayız. Başka
vahiyler bizim hayatımıza hakim olur ve biz başkalarının kulu kölesi olmaktan
kendimizi hiç bir zaman kurtaramayız Allah korusun.
Haber peşinde olanlar bilsinler
ki en büyük haber Kur’an’dır.
“De ki; o azîm bir
haberdir”
(Sâd 67)
Önünde saygıyla eğilinmesi, durup
dinlenilmesi gereken, insanların tümünü, zamanın tümünü, mekânın tümünü
ilgilendiren bir haberdir Kur’an. Bizi ilgilendiren, hem bugünümüzü, hem
yarınımızı, hem dünyamızı, hem de âhiretimizi ilgilendiren Kur’an’dan başka bir
haber yoktur. Söyleyin Allah aşkına, kıyametten daha büyük, daha önemli bir
haber olabilir mi? Olmaz değil mi? Yâni en büyük haber, azamet sahibi, önünde
saygıyla eğilinmesi gereken, dehşeti, büyüklüğü kabul edilmesi gereken bir
haber ancak Kur’andır, Kur’an haberleridir.
Bugün her hangi bir haber
programı değil, dünyanın bütün haber şebekelerini meşgul edecek bir haber
yayınlansa kaç gün sürer? Ya da kaç kişiyi ciddi ilgilendirir bu haber? En büyük
haberler kaç kişiyi ilgilendirir? Veya ilgilenseler bile ne kadar süreyle
ilgilendirir insanları? Kaç gün? Kaç ay? Kaç yıl ilgilendirir insanları? Bir
yıl, elli yıl, yüz yıl. Öyle olmuş da
nitekim sonunda unutulup gitmiş.
Ama bakıyoruz, Kur’an kıyamete
kadar bütün insanları, bütün zamanları, bütün mekânları kapsayacak gerçekten
azamet sahibi bir haber. Kur’an’ın bize verdiği haberler öyle azîm, öyle büyük
ve önemli haberlerdir ki tüm insanları, tüm zamanları ilgilendiren haberlerdir.
Ah! Keşke insanlar kendilerine lâzım olmayan haberler peşinde koşacaklarına
gerçekten kendilerine lâzım olan haberlere yönelebilselerdi. İnsanlar keşke şu
şeytan vahiyleriyle, şeytan vahiylerinin haber programlarıyla ilgilendikleri
kadar, Rab’lerinin haberleriyle ilgilenebilselerdi. Hacınızı da, hocanızı da bu
şeytan vahiylerinden engelleyemiyoruz. Herkesin evinde şeytan vahiylerini alma
aygıtları vardır. Ama şunu söyleyeyim: Kur’an’ın dışındaki haberlere ne kadar
zaman ayırırsanız ayırın. Ama mutlaka Kur’an’a zaman ayırın! Beş saat
Televizyon okuyor, üç saat gazete okuyor, bir saat tabelâları, levhaları,
dükkan reklamlarını okuyoruz da Allah için biraz da Kur’an levhalarını, Kur’an
tabelâlarını okumalı değil miyiz?
4: Okuduğumuz
bu kitabın, ilgi kurduğumuz âyetlerin alelâde sözler değil, Allah sözü
olduğunu, “Kavlen sagîlâ” ağır bir söz, ağırlığı olan, azameti olan bir vahiy
olduğu-nu unutmayacağız.
Okuduğumuz
bu kitabın alelâde bir insan sözü, peygamber sözü ya da melek sözü değil Allah
sözü olduğunu unutmamalıyız. Kitabımızın bir âyetinin beyânıyla “Kavlen sagîlâ”
“Ağır bir söz, ağırlığı olan bir sözdür bu Kur’an. Değer sözdür, değeri olan sözdür.
Allah’ın sözü ağır sözdür, ağırlığı olan sözdür. Yani etkinliği olan sözdür
Allah’ın sözü. Etkili olan, dinlenen, dinlenmesi gereken, herkesin durup
dinlemesi gereken sözdür. Rabbimizin; “Yapın! Yapmayın! Kılın! Tutun! Sakının!
İcra edin! dediği sözlerinin tamamı ağırlıklı sözlerdir. Dünyada böyle olduğu
gibi, yarın âhirette de ağırlığı karşımıza sunulacak, çıkarılacak bir sözdür
bu kitap. Öyle bir söz ki, karşılığı ağır. Öyle bir söz ki, mîzana konulunca
ağır. Öyle bir söz ki, tartıya gelmez ağır. Öyle bir söz ki, tüm ölçüleri, tüm
ağırlıkları Allah buna göre yapmıştır. Bu söze uygun olan ameller, eylemler
ağırdır, bu söze uygun yapılan şeyler ağırdır ve değerlidir. Yani yarın mîzana
konulanlar ağır mı, değil mi? Bununla ölçülecektir. Tüm amellerin, tüm
kavillerin ölçümünde kriter olan söz budur.
Dünyada bir şeyler yaptınız, bir
şeyler konuşup, bir şeyler ortaya koydunuz. Bunların ne değer ifade ettiği? Ne
kadar bir ağırlık taşıdığı? Makbul mü, değil mi? olduğu konusunda kıstas
olacak, kriter olacak söz Allah sözü olan kitaptır. Yarın tıpkı granit bir levha
olarak bu kitap ikâme edilip ayağa kaldırılacak ve tüm ameller bununla
ölçülecektir. Bu kitaba uygun olanlar değerli, ağır, ağırlıklı görülürken,
uymayanlar da değersiz, ağırlıksız kabul edilecektir. Yani bu söz, bu kitap
ağırlık ölçüm birimidir.
Öyleyse Kur’an’ı okurken Allah’la
karşı karşıya olduğumuzu, Allah’la konuştuğumuzu unutmamalıyız. Çünkü Allah’a en
yakın olan şey elbette O’nun kelâmıdır. Kelâmın sahibinin yüceliğini, yâni
mütekellimin azametini bilerek Kur’an’ı okumalıyız. Yine okumak üzere Kur’an’ı
elimize aldığımız zaman, onun mübelliği Hz. Muhammed aleyhisselâm ile beraber
olduğumuzu da unutmayacağız. Kim ki Kur’-an okuyor, bilsin ki o, Rasulullah
ile karşı karşıyadır. İbni Cerir der ki;
“Kendisine Kur’an’ın ulaştığı kimse bizzat Muhammed (a.s)'ı görmüş gibidir.”
Meselâ bir elçi hükümdarın emrini bir valiye ulaştırıyor. Bu emir o elçinin
değil, hükümdarın emridir. Bizler de elçinin ulaştırdığı bu kitapla ilişkiye
geçtiğimiz anda Rabbimizle muhatap olduğumuzun bilincinde olacak,
sorumluluğumuzu fark edecek ve ona göre tavır alacağız. Haşr sûresi bu hususu
şöyle anlatır:
“Ey Muhammed! Eğer biz
Kur’an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun Allah korkusuyla baş eğerek parça
parça olduğunu görürdün. Bu misâlleri, insanlar düşünsünler diye
veriyoruz.”
(Haşr
21)
Eğer bize indirilen bu kitap bir
dağın üzerine indirilmiş olsaydı, o dağın, kitabın mütekellimi olan Allah’tan
korkuyla paramparça olacağı, kitap
karşısında böyle bir durum, böyle bir konum, böyle bir vaziyet alacağı
anlatılıyor. Rabbinin kitabıyla, Rabbinin hitabıyla, Rab-binin emir ve
nehiyleriyle karşı karşıya kalan o dağın Rabbine divan durarak, boyun bükerek;
“buyur ya Rabbi! Emret ya Rabbi!” deme po-zisyonu içinde olacağı haber
veriliyor. Göklerin ve yerin sahibini, tüm varlıkların yaratıcısının tanıyarak,
kendisini var eden ve ayakta tutanı bilerek, O’nun huzurunda böyle bir
teslimiyet göstereceği vurgula-nıyor. Yani dağın Rabbinin âyetlerini
algılayarak böyle bir tepki vere-ceği haber veriliyor.
Aslında bir
şeyin böyle paramparça olması için onun tüm hücrelerine etki edecek bir darbenin
vurulması icap eder. Ve parçalanan şeyin de bu darbeyi algılayacak bir şuurda
olması gerekir. Yani şuurlu bir etkileniş, algılanan bir şey karşısında tepki
gösteriş söz konusu olmalıdır.
Dikkat
ederseniz âyet-i kerimede bir inmeden söz ediyor Rab-bimiz. Eğer biz bu kitabı
bir dağın üzerine indirmiş olsaydık. O zaman inmeyi bir tanımak zorundayız.
Meselâ şimdi alalım şu Kur’an’ı, şu ya-kınımızdaki dağa götürelim ve dağın
üzerine koyalım. Çok götürdük dağlara bu kitabı, ama hiçbir dağın böyle
parçalandığını filan görmedik değil mi? Neden? Çünkü ona inme denmez. Bize de
böyle inmediği için, biz de kitapla böyle bir diyaloga girmediğimiz için bize
de etkili olamıyor kitap. Hayatımıza inmeli kitap. Mutfağımıza inmeli.
Kazanmamıza harcamamıza inmeli. Gecemize gündüzümüze inmeli. Evimize
dükkanımıza inmeli. Hayatımızın tümüne indirgemeliyiz bu kitabı. Adım atarken
bile bu kitabın sorumluğu altında olduğumuzun bilincine ermeliyiz ki kitap bizim
üzerimizde de etkili olabilsin. Değilse işte okuyoruz, tanıyoruz, ama ondan
bağımsız bir hayat yaşadığımız, hayatımıza onu indirgemediğimiz, hayatımızı
onunla düzenleme kavgası içine girmediğimiz sürece aynı etki bizde
olmamaktadır.
İşte bu misâlleri insanlar için
örnek veririz, belki onlar bunun üzerinde düşünürler, kafa yorarlar, anlarlar,
değerlendirirler de bir netice çıkarırlar diye. Öyleyse Rabbimizin bize sunduğu
bu misâl üzerinde ciddi ciddi düşünmemiz, anlamamız ve ders çıkarmamız
gerekecektir. Bileceğiz ki bu kitap bir dağ üzerine inmemiştir. Bu kitabın
muhatabı bir dağ değildir. Bu emaneti, bu kulluk mükellefiyetini insan kabul
etmiş, bu Kur’an insana indirilmiştir. Rasulullah efendimizin göğsüne
indirilmiştir. İnsanlığa hidâyet rehberi olarak indirilmiştir. Öyleyse dağlara
değil de bize indirilmiş olduğuna göre, bizim de tıpkı dağlar gibi bu kitap
karşısında hâşyet duymamız gerekecektir. Çünkü rasgele birisinden gelmiş bir
kitap, bir söz, bir yasa değildir bu Kur’-an. Bizi yoktan var eden, bu hayatı
var eden, bizim sahibimiz, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın kitabıdır bu
kitap.
Öyleyse
Rabbimizin bu emirnamesi karşısında derhal el pençe divan durarak; “Emret ya
Rabbi! Buyur ya Rabbi! Sen ne istiyorsan! Sen ne buyuruyorsan! Sen nasıl
istiyorsan ben aynen yerine getireceğim! Yap dediklerini yapacak, yasak
dediklerinden kaçınacağım! Huzurunda bunun için varım! Emir ve nehiylerin
karşısında boynum kıldan incedir!” pozisyonu içinde bulunmak zorundayız.
Rabbimize ve kitabına karşı bir dağın takındığı, takınacağı tavrı takınmak
zorundayız. Allah’ın âyetlerini okumak, öğrenmek, anlamak, duymak, hissetmek,
sarsılmak, tavır almak zorundayız. Bütün azalarımızla mütesad-dî olmak
zorundayız. Yani tüm azalarımız Allah’ın kitabından, Allah’ın buyruklarından
etkilenmeli, şekillenmeli ve harekete geçmelidir. Allah’a saygımızdan, Allah’a
haşyetimizden ötürü bu kitabı aracılığıyla O’ndan gelecek emir ve nehiylere
mutlak bir teslimiyet içine girmeliyiz.
Çünkü Rabbimizin kitabı
bu kadar azametli, bu kadar ağırlığı olan bir kitaptır. Mahlukât üzerinde bu
kadar ağırlığı, bu kadar dehşeti olan, dağların bile azameti karşısında tahammül
edemeyeceği, tuz buz olacağı bu kitap, tarih içinde insanlar üzerinde de
öylesine inkılâplar, öylesine değişimler gerçekleştirmiştir ki, dağlar gibi
toplumlar, dağlar gibi milletler bu kitap karşısında erimek zorunda kalmıştır.
Bu kitap nice insanların, nice toplumların kayalar gibi katı kalplerini
eritmiş, düşüncelerini değiştirmiş, alışılmış hayatlarını sarsmıştır. Cehalet
içinde kıvranan nice nesilleri meleklerin üstüne çıkarmış, nice insanların ölü
kalplerini diriltmiş, nicelerini hayata kavuşturmuş, nicelerini fıtratlarına
döndürmüştür bu kitap.
Eğer Rabbimiz kelâmının
azametini, seçtiği şu harfler, kelimeler ve seslerin kisvesi altına gizleyip
öylece indirmemiş olsaydı, yerler, gökler, arş, kürsi O’nun kelâmının azametine
asla tahammül edemez ve her şey helâk olurdu. Kendisinden çok daha büyük
varlıkların bile tahammül edemeyecekleri Allah kelâmına insanın tahammül etmesi
nasıl mümkün olabilir? Elhamdülillah ki Rabbimiz kelâmını ona tahammül
edebileceğimiz bir kısım harf ve kelimelerin arkasına gizleyerek göndermiştir.
O halde bu kitaptan istifade edebilmek için bu kelâmın azametini iyi anlayacak,
gerek kelâmı, gerekse o kelâmın mütekellimini ta’zim ederek okumaya
başlayacağız.
Unutmayacağız ki bu
sözler, herhangi bir insan sözü değildir. Bu sözler gökleri, yeri, göktekileri
ve yerdekileri yaratan, canlı cansız her şeyin sahibi ve maliki olan, her şeye
egemen olan şânı yüce Allah’ın sözleridir. Bu kitabı okumak için eline alan kişi
hem bedenini, hem de kalbini bu sözlerin sahibinin azametine hazırlamak
zorundadır.
Rivâyet edilir ki,
İkrime (r.a) efendimiz okumak için Kur’an’ı her eline alışında üç defa; “Hâzâ kitabu Rabbî” “Bu benim
Rab-bimin kitabıdır” der ve Allah kelâmına muhatap olmanın heyecanıyla
bayılırdı. İşte bu, kelâmı ve kelâmın sahibini ta’zimdir ve böyle yapanlar
ancak bu kitaptan istifade edebileceklerdir.
5:Kitabın önüne hiçbir şeyi
geçirmemeliyiz.
Ey iman edenler, Allah ve
peygamberinin önüne geçmeyin. Allah’a karşı muttaki davranın; doğrusu Allah
işitir ve bilir.
(Hucurât 1,2)
İman edenler, iman şerefiyle
şereflenenler, kendilerini Allah güvencesinde hissedenler, Allah diniyle,
Allah âyetleriyle emniyeti yaşayanlar, Allah’a kullukta güven bulanlar,
Allah’la kendilerini emniyette bilenler, Allah ve Resûlünün en doğru, en
güzel yolu gösterdiğine güvenenler Allah ve Resûlünün önüne geçmemelidirler.
Allah ve Resûlünün önünde yürümemelidirler. Allah ve Resûlünün peşi sıra
gitmelidirler. Allah ve Resûlüne sormadan, Allah ve Resûlünden izin almadan
hiçbir şey yapmamalı, hiçbir karar vermemelidirler. Rabbimiz biz mü’minlerden
bunu istiyor. Ukalâlık etmeyeceğiz. Kendi düşüncelerimizi, önyargılarımızı,
başkalarının düşüncelerini Kitabın ve sünnetin önüne geçirmeyeceğiz.
Gündemlerimizi kendimiz belirlemeye kalkışmayacağız. Hayatımızı Allah’ın kitabı
ve Resûlünün sünneti belirle-yecek. Eğer gerçekten inanmışsak, gerçekten bu
sözümüzde sami-miysek o zaman zinhar Allah ve Resûlünün önüne geçmemeliyiz.
Allah ve resûlünün koyduğu kuralların, buyrukların, yasaların, kanunların,
dinin, bizden istediği hayat programının önüne alternatif bir din, alternatif
bir kanun, alternatif bir yol, alternatif bir değer yargısı koyarak onun önüne
geçmemeliyiz.
Allah’ın
kitabı ve resûlünün sünnetinin önüne geçmemek zorundayız. Allah ve Resûlü ne
diyorsa öylece kabul etmek, öylece inanmak, öylece hayat sürmek zorundayız. Bu
âyetin emriyle kendi hayatlarımızı bir sorgulayalım. Acaba bizler Müslüman’ız
dediğimiz halde, Allah ve Resûlüne iman ediyoruz dediğimiz halde kendi
bilgilerimizi, kendi anlayışlarımızı, kendi önyargılarımızı, kendi hevâ ve
heveslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlünün sünnetinin önüne mi
geçiriyoruz? Kitabın ve peygamberin önünde mi gidiyoruz? Kitaba ve pey-gambere
danışmadan mı hayat yaşıyoruz? Acaba bizler şu anda ken-dimizi hayata etkin mi
zannediyoruz? Acaba Allah’ın kitabına, Allah’ın peygamberine sormadan kendi
kendimize hayat programı yapmaya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl
yaşayacağımızı, nasıl giyineceğimizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede
eğiteceğimizi, nerelerden kazanıp nerelerde harcayacağımızı, hangi meslekleri
seçeceğimizi Allah ve Resûlüne sormadan kendi kendimize belirlemeye mi
kalkışıyoruz? Yâni bizim hayat programlarımızı kim belirliyor? Çocuklarımızın
mektebine, evimize, malımıza, dükkânımıza, tezgahımıza, düğünümüze, derneğimize,
hukukumuza, eğitimimize, sosyal ve siyasal yapılanmalarımıza, gündüzümüze
gecemize ilişkin programlarımızı kim yapıyor? Tüm bu programlarımızı Allah ve
Resûlü mü belirliyor? Yoksa biz mi? Kitap sünnet mi belirliyor, yoksa bizim
heveslerimiz mi? Hayatımızın kaçta kaçına kitap ve sünnet karışıyor, kaçta
kaçına biz kendimiz, yahut da Zerdüşt karışıyor? Eğer nefislerimiz,
arzularımız, heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, arzu ve hevâlarımız istiyor,
biz yapıyor-sak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz yapıyorsak, nefislerimizin ve
Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri bölümü de Allah ve Resûlünün
arzularıyla dolduruyorsak o zaman bilelim ki biz de Allah ve Resûlünün önüne
geçiyoruz demektir, Allah korusun.
Ne kendimiz bu kitabın ve
peygamberin önüne geçeceğiz, ne de başkalarını, başka şeyleri, başka kitapları,
başka sistemleri, baş-ka yasaları
geçireceğiz. Ne bir oyun ve eğlenceyi, ne bir felsefi hare-keti, ne bir mal mülk
hesabını, ne bir makam mansıp hedefini bu kitabın önüne geçireceğiz. Kitabın ve
sünnetin önüne hiçbir şeyi geçir-meyeceğiz. Hayat felsefemizi, cemaat
felsefemizi, hizipçiliğimizi, grupçuluğumuzu bir kenara bırakacağız, sadece
Rabbim bana ne de-di? Resûlüm benden nasıl bir hayat istedi? Rabbimin istediği
hayatı resûlüm bana nasıl örnekledi? diye Allah ve Resûlüne kulak vereceğiz.
Şimdiye kadar elimizden düşürmediğimiz kitapları elimizden bir
atacağız.
İşte gördük bu
kitaplar bizi adam etmedi. Bizi bir noktaya götürmedi. Peygamberin önüne
geçirdiğimiz şu kutsal şahsiyetleri de bir kenara bırakacağız. Bu kitabı ve
peygamberin sünnetini elimize alacağız. Tüm varlığımızı, kalbimizi, gözümüzü,
kulağımızı, düşüncemi-zi, amelimizi bu kitaba ve peygambere çevireceğiz. Tüm
varlığımızla Allah’a ve Resûlüne yöneleceğiz. Her şeyimizi kitaba ve
peygambere endeksli yapacağız. Kitapla düşüneceğiz, peygamberle yürüyeceğiz,
tüm hayat problemlerimizi vahiyle çözümleyeceğiz. Vahiy kaynaklı bir hayat
yaşayacağız. Hayat felsefemizi bir yerlerde oluşturup sonra da bunu vahye
onaylattırmaktan vazgeçeceğiz. Kitabı ve sünneti merkep değil, rehber kabul
edeceğiz.
İnsanı hedefe
merkep de götürür, rehber de. Ama birisine teslim olunur öyle götürür, ötekisi
teslim alınır öyle götürür. Bizler kitap ve sünneti merkep değil rehber kabul
edecek, teslim almaya, akıl ver-meye, yol göstermeye kalkışmayacağız. Yâni
düşüncemizi, inancımızı kitap ve sünnet dışı kaynaklardan oluşturup onu vahye
onaylattırmaya kalkışmayacağız. Tüm öncelikli bilgilerimizi atıp vahye
yönele-ceğiz. O ne dediyse, nasıl dediyse öylece kabul edip bir hayat
yaşayacağız inşallah.
Çünkü yeryüzündeki tüm kitaplar,
kitapçıklar, ister daha önce Allah’tan gelmiş, ama sonradan insanların tahrif
ettikleri kitaplar olsun, isterse insanların kendi elleriyle Allah’ın indirdiği
kitaplardan esinlenerek yazdıkları, oluşturdukları kitaplar olsun fark etmez,
beşerin elinin değdiği, kaleminin işlediği hiçbir kitap bu kitabın yerine
geçemeyecektir. Hiçbir kitap bu kitaptan öne alınamayacak, önde
tutulamayacaktır. Ve yeryüzünde hiçbir lider, hiçbir önder de Hz. Muham-med’in
(a.s) önüne geçemeyecektir. Hiçbir meşgale, hiçbir program, hiçbir uğraşı
vahiyden öncelikli olamaz. Hele şu şu işlerimizi bir biti-relim, hele bir emekli
olalım, hele ekonomik problemlerimizi bir hal-ledelim, hele şu okulu bir
bitirelim, hele bir evlenelim de vahyi tanı-maya ondan sonra başlayalım
diyemeyiz. Ne mesleğimizi, ne meşre-bimizi, ne partimizi, ne siyasal
anlayışımızı vahyin önüne geçiremeyiz. Vahiy her şeyin önünde olmalıdır.
Müslümanlığımız her şeyin önünde olmalıdır. Vahye dayalı Müslümanlığımız
babalığımızın, kocalığımızın, evlâtlığımızın, siyasetçiliğimizin,
tüccarlığımızın önünde olmalıdır.
Biz
önce müslümanız, sonra babayız, önce müslümanız, son-ra kocayız, önce
müslümanız, sonra tüccarız demeliyiz. Değilse ba-balığımızı Müslümanlığımızın
önüne geçirirsek, çocuklarımızdan vahyin istemediği şeyleri isteyen tâgut bir
baba olarak açığa çıkabiliriz Allah korusun. Evlâtlığımızı Müslümanlığımızın
önüne geçirirsek, ebe-veynimizin her istediğini yaparak onları tanrılaştıran
veya onların hiç bir dediğini yapmayarak onlara isyan bayrağını çeken bir evlât
olarak açığa çıkabiliriz. Veya eğer siyasetçiliğimizi Müslümanlığımızın önüne
geçirirsek, Allah’ın istemediği yasaların
altına imza atan bir tâgut siya-setçi olarak açığa çıkabiliriz. Onun içindir ki
vahyi, vahye dayalı Müslümanlığımızı ön plana alacak, her şeyimizi vahiy
kaynaklı, vahiy endeksli yapacağız. Eğer gerçek hikmete, gerçek bilgiye ulaşmak
isti-yorsak, eğer
nîmet ehli olmak, hakîm olmak istiyorsak, yeryüzünde hiç bir varlığın
ulaşamayacağı yaratılış bilgisine, Allah bilgisine, kulluk bilgisine ulaşmak
istiyorsak, sürekli Hakîm olan Rabbimizden gelen bu kitapla beraber olmak
zorundayız. Hikmetin, bilginin kaynağından gelen bu kitabı tanımak zorundayız.
Hakîm olan Allah’ın hikmet dolu âyetlerine kulak vermek zorundayız. Tüm
hayatımızda bu kitabı hareket noktası kabul etmek zorundayız. Değilse Allah’ın
kitabından haberdar olmayan insanların cehaletten kurtulmaları kesinlikle
mümkün değildir.
Dün de, bugün
de, yarın da yeryüzünün en âlim insanları Müslümanlardır. Bu kitabı bilenler
âlimdir, bu kitapla beraber olanlar bilgindir. Bu kitaptan haberdar olanlar
hikmet sahibidirler. Kâfirler ve müşrikler yeryüzünün en cahil, en akılsız
insanlarıdırlar. Çünkü gerçek bilgi vahiydir. Gerçek bilgi Allah’ın bildirdiği
bilgidir. Öyleyse ilim Müslüman’a aittir. Kur’an’ı ve sünneti tanıyan kişi,
vahiyden haberdar olan kişi dünyanın en âlim kişisidir. Vahiyden habersiz
yaşayan insanlar, hem dünyalarını, hem de âhiretlerini berbat etmiş cahil
insanlardır.
Tüm dünya şahittir ki Kur’an’ın
yeryüzünü şereflendirdiği ilk dönemde yeryüzünün en cahil toplumu Kur’an
sayesinde yeryüzünün en âlimleri olmuştur. Dünyanın en bedevî insanlarını bu
kitap dünyanın âlimleri, en hakimleri, en âdil yöneticileri, en örnek
insanları yaptı. Sadece dünyanın değil âhiretin de en âlimi yaptı bu kitap
onları. Öyleyse bunu, bu değişmez gerçeği tüm insanlığa ilân ederek diyorum ki;
ey insanlar! Ey Allah kulları! Durumunuz, konumunuz, makamınız, koltuğunuz,
renginiz, cinsiyetiniz, diplomanız, kariyeriniz, tahsiliniz, ne olursa olsun,
gelin, Hakîm olan Allah’ın Hakîm olan kitabına yönelelim. Hikmete ulaşma
yolumuz her zaman açıktır. Rabbimiz tüm kullarının önüne böyle bir rahmet kapısı
açmıştır. Rabbimizin açtığı bu rahmet kapısından istifade etmesini bilelim ve
yeryüzünde hiç bir kay-nağın sunamayacağı, hiç bir üniversitenin
sağlayamayacağı, hiç bir müessesenin veremeyeceği en üstün bilgilerle, hikmet
ve kulluk bilinciyle donanıp dünyanın ve âhiretin en âlimleri olma imkânını
elde edelim.
Gelin Allah
aşkına vahyin önüne başka şeyleri geçirmekten vazgeçelim. Şu
kutsallaştırdığımız önderlerimizi, şu kendi oluşturduğumuz kitaplarımızı bir
kenara bırakalım. Gelin göğsümüzü eğip bük-meden, bir şeylerin arkasına
saklanmadan, tüm varlığımızla, kalbimi-zi, gözümüzü, kulağımızı, düşüncemizi,
amelimizi kitaba ve peygam-bere çevirelim. Tüm varlığımızla Allah’a ve Resûlüne
yönelelim. Her şeyimizi kitaba ve peygambere endeksli yapalım. Kitapla
düşünelim, peygamberle yürüyelim. Tüm hayat problemlerimizi vahiyle
çözüm-leyelim. Vahiy kaynaklı bir hayat yaşayalım. Hayat felsefemizi bir
yer-lerde oluşturup sonra da bunu vahye onaylattırmaktan vazgeçelim. Tüm
öncelikli bilgilerimizden, önyargılarımızdan sıyrılıp vahye yönelelim. Hayat
felsefelerimizi bir kenara bırakalım. Cemaat felsefemizi bir tarafa bırakalım.
Hiçbir şeyi kitabın ve sünnetin önüne geçirmeyelim. Tertemiz bir bakış, berrak
bir gönülle vahye yönelebilirsek kesinlikle bilelim ki kitap bize esrarını
açacak, bize doğruyu, hakkı, sırat-ı müstakimi
gösterecektir.
6:
Kitaba kuvvetlice sarılacak, bütün ciddiyetimizle
tutunacağız.
Kur’an’dan
istifade edebilmenin bir başka şartı da, okumak için kitabı elimize aldığımızda
kalp, kafa ve gönül huzuru içinde bütün dikkatimizi, ciddiyetimizi,
himmetimizi, gayretimizi kelâma teksif etmek zorundayız. Bütün varlığımızla
kelâmı anlamaya yönelmek zorundayız. Kitabımızın diliyle söylersek; kuvvetlice
kitaba tutunmak, sarılmak zorundayız.
“Ey Yahya! Kitaba
kuvvetle sarıl” deyip daha çocukken ona hikmet, katımızdan kalp yumuşaklığı ve
safiyet verdik. O, Allah'tan sakınan ve anasına babasına karşı iyi davranan
bir kimse idi, baş kaldıran bir zorba değildi.”
(Meryem
12-14)
Yahya
(a.s)’ın şahsında bizden kitaba kuvvetlice sarılmamız istenmektedir. Kitaba
kuvvetle sarılmak, kitaba sımsıkı sarılmak; kitabın şu cismine sarılıp, onu
bağıra basmak, onunla yatıp kalkmak değildir. Kitabı öpüp alına koymak da
değildir. Kitaba sarılmak demek; kitabın âyetlerini ve o âyetlerin ortaya
koyduğu mânâyı hiç kaybetmeden hayatta uygulamaya çalışarak onu muhafaza etmek
demektir. Ben bunsuz yaşayamam. Ben bunsuz hayatıma çeki düzen veremem. Ben
bunsuz dünyamı da, âhiretimi de kazanamam. Ben bunsuz Rabbimin rahmetine
ulaşamam, diyerek kitabın âyetlerine sarılıp, kitabın âyetlerini anlayıp
sürekli onlar kılavuzluğunda yol bulmak, yolunu onlara sormak ve onlarla bir
hayat yaşamak demektir. Kitaba sımsıkı, kuvvetlice sarılmak demek; tüm
ciddiyetle, tüm himmet ve dikkatle kitaba sarılıp, onu kendimizden, kendimizi de
ondan ayırmamak, kitabı her şeyin önüne geçirmek, her şeyden önce onu tanıyıp,
onunla amel etmek demektir. Kitaba tüm kuvvetimizle, tüm himmet ve gayretimizle
tutunup onu asla elimizden bırakmamak, kitabın sürekli elimizde ve önümüzde
olması ve her konuda ona müracaat etmemiz, tüm hayatı onunla düzenlememiz
demektir.
Kitaba
sarılmak; sürekli kitabın âyetlerini konuşmak, sürekli onu gündeme getirmek,
sürekli onu zikretmek, yâni hayatımızı onunla düzenlemek için onu sürekli
hafızalarımızda canlı tutmamız demektir. Kitaba sarılmak demek; onu insanlara
duyurmak, onu insanların gündemine indirmek ve hayatın her alanında onun
uygulanmasını sağlamak demektir. Allah’ın emriyle kitaba sarılan Yahya (a.s)
kitapla dirilik kazanıyordu. Kitapla canlılık kazanıyordu ve Yahya oluyordu.
Çünkü kitabın bir adı da ruhtur, hayattır. Kitabın olmadığı yerde, kitabın
olmadığı gönüllerde, kitabın olmadığı toplumlarda iman yoktur, inanç yoktur ve
bunun için de orada hayat yoktur. Çünkü vahiyden uzak olan bir yerde hayat da
yoktur. Kur’an ve sünnetin olmadığı bir yerde, vahyin bulunmadığı bir ortamda,
bir evde, bir ülkede kesinlikle hayat da yoktur. Vahiyle irtibatları olmadığı
için ölüdür onlar.
Kitaba
kuvvetlice sarılmanın bir ikinci boyutu da, kuvvetli müminler olarak kitaba
tutunmak demektir. Kuvvetli, ciddi mü’minler olarak, kavî müminler olarak,
imanı bütün müminler olarak kitaba sarılın diyor Rabbimiz. Yâni iman kuvvetini,
amel kuvvetini, ahlâk kuvvetini gündeme getirerek bu kitaba sarılın. Çünkü
imanla, amelle, ahlâkla desteklenmeyen bir tutuş, kuvvetli bir tutuş değildir.
Hayatta kitabın içindekileri, kitabın âyetlerini tatbik gerçeğiyle
desteklenmeyen bir tutuş, ciddi bir tutuş değildir. Yâni sadece okunan, sadece
ezberlenen, sadece konuşulan, ama hayatta tatbik edilmeyen, hayatta yaşanmayan
bir kitap, kitap olarak korunma özelliğini kaybedecektir. Bireysel hayatla, aile
hayatıyla, toplum hayatıyla, ekonomik hayatla, siyasal hayatla, hukukla ve tüm
hayat programlarıyla görüntülenerek, tatbik edilerek desteklenmeyen bir tutuş
gerçek bir tutuş değildir.
Meselâ
düşünün ki şu anda toplum olarak, Müslümanlar olarak kitapla diyalog kursak,
gece gündüz kitabın âyetlerini okuyup anlasak, okunup anlaşılması adına
paneller, konferanslar düzenlesek, ama anladığımız, bildiğimiz bu âyetleri
bireysel hayatımızda, aile hayatımızda, toplum hayatımızda, hukuk hayatımızda,
ekonomik hayatımızda, toplum hayatımızda uygulamıyorsak, bu âyetlerin istediği
bir hayatı yaşamıyor ve hayatımızı onlarla düzenlemiyorsak o zaman biz ne o
kitaba Allah’ın istediği gibi inanmış, ne de o kitaba kuvvetlice tutunmuş
sayılırız.
Yâni
inandığımız, okuduğumuz, anladığımız kitabın âyetleri hayatımızda
görüntülenmiyorsa, hukukumuzda bu kitabın etkisi gö-rünmüyorsa, kılık kıyafet
konusunda bu kitap kendini hissettirmiyorsa, ekonomide etkili değilse, kılık
kıyafet bu kitabın âyetlerine göre şe-killenmiyorsa, kazanmamız harcamamız bu
kitabın istediği biçimde şekillenmiyorsa, evimiz, eğitimimiz, amellerimiz bu
kitaba göre şekillenmiyorsa, yâni ortada kitaba dayalı görünür bir hayat, bir
görüntü, bir eylem, bir amel bir aksiyon yoksa bu iman Allah’ın istediği bir
kitap îmanı olmadığı gibi, bu tutuş da Allah’ın istediği bir tutuş değildir.
Çünkü Allah’ın istediği tutuş kuvvetle, iman kuvvetiyle, amel kuvvetiyle,
uygulama kuvvetiyle bir tutuştur.
Âl-i
İmrân sûresinde de bu tutuşun bir başka boyutuna dikkat
çekilir:
“Cemîan Allah'ın ipine sarılın,
tefrikalaşmayın.
(Âl-i İmrân
103)
Allah’ın ipine sarılın, ama
cem’an, cemisine, tümüne birden
sarılın. Allah'ın ipinin hepsine birden sarılın. Bakara’ya sarılın, ama
Âl-i İmrân’ı atın. Namaz âyetlerine sarılın, ama şimdilik cihad âyetlerini bir
kenara alın. Helâl kazanç âyetlerine sarılın, ama şimdilik infak âyetlerinin
üzerinde durmayın. Fikir âyetlerini alın, ama zikir âyetleri sizde yok olsun,
öyle değil. Ya nasıl? Kitabın, Allah’tan gelen ipin hepsine, tümüne, baştan sona
sımsıkı sarılın. Kitabın tümüne öyle bir sarılın ki, ne Tebbet dışında kalsın,
ne de İhlâs. Ne namaz dışında kalsın, ne de hukuk. Ne hac dışında kalsın, ne de
ekonomi. Ne oruç dışında kalsın, ne de eğitim âyetleri. Hepsine birden
sarılacağız kitabın.
Yâni kitabı
parçalamadan, Allah’ın ipine, Allah’ın dinine toptan sarılın. Nedir Allah’ın
dini? Fâtiha’dan Nâs’a kadar tüm âyetler Allah’ın dinidir. Baştan sona Kur’an
âyetleriyle beraber, Rasûlullah efendimizin Allah tarafından onaylanmış hayatı
dindir. Namazıyla, orucuyla, haccıyla, zekâtıyla, cihadıyla, ekonomisiyle,
hukukuyla, nikâ-hıyla, mîrasıyla, kılık kıyafetiyle, savaşıyla, barışıyla her
şeyiyle Allah’ın ipine, Allah’ın dinine sımsıkı sarılın. Yâni kitabın ibâdet
âyetlerine evet, ama aynı Kur’an’ın ekonomik düzenlemelerine gelince hayır
demek biçiminde veya Kur’an’ın orucunu kabul, ama aynı kitabın siyasal bakış
açısına, sosyal yapılanmalarına gelince hayır biçiminde, kitabın bir kısmına
inanıp da bir kısmını reddetmek biçiminde bir anlayıştan yana
olmayın.
İkinci emir de tefrikalaşmayın.
“Velâteferragû” Allah’ın ipinin tü-müne birden sımsıkı sarılın ve
tefrikalaşmayın. Allah’ın kitabıyla tefrikalaşmayın. Allah’ın kitabından
ayrılmayın. Kitapla tefrikalaşmayın, ki-apla ayrışmayın. Kitabı kendinizden,
kendinizi kitaptan ayırmayın. Sürekli kitapla beraber olun. Değilse birbirinize
sımsıkı sarılın ve birbirinizden ayrılmayın, birbirinizle tefrikalaşmayın
değildir mânâ. Bu kitaba sımsıkı sarılın ve bu kitaptan ayrılmayın
deniyor.
Ama yıllar yılı hep öyle
anlatılmış, hep öyle anlamadan yana bir tavır sergilenmiş. Aman ey Müslümanlar,
birbirinize sımsıkı sarılın ve sakın tefrikalaşıp birbirinizden ayrılmayın
şeklinde anlaşılmış. Halbuki benim bu kitaptan ayrılığım reddediliyor. Fırka
olmak demek, Kur’an’la fırkalaşmak demektir. Yani hayatta Kur’an bir yan, ben
bir yan olmam demektir. Kur’an bir vadide, ben başka bir vadide yaşıyorum
demektir. Kur’an’dan kopuk bir hayat yaşıyorum demektir ki, men edilen
budur.
Değilse birbirimizle fırka zaten
olacağız. Hani Beyine sûresinde; insanlara beyine ulaşınca, kitap ve sünnet
ulaşınca, onlar ikiye ayrılacaklar, ya “şerru’l beriye” veya “hayru’l beriye”
olacaklar deniyordu. Zaten Kur’an insanları ayırmak için gelmiştir. Kur’an’la
insanlar ayrılacaklar. Kur’an’la kimileri saparken, kimileri de yol bulacaklar.
Kur’a-n’ın ayırdığı insanla ben mecburen ayrılacağım, ama asla kitapla
ayrılmayacağım? Kur’an’ın ayrıl dediği insanla benim beraberliğimin ne anlamı
var? Önemli olan Kur’an’la tefrikalaşmamaktır.
7:
Okuduğumuz âyetler üzerinde uzun uzun düşünmeli, tefekkür ve tedebbür
etmeliyiz.
“Bunlar Kur’an’ı hiç düşünmezler
mi? Yoksa kalpleri kilitli midir?
(Muhammed
24)
Bunlar Allah’ın kitabını hiç
düşünmezler mi? Kur’an’ı hiç düşünmeyecekler mi? Allah’ın kitabı üzerinde hiç
kafa yormayacaklar mı? Kitapla hiç ilgilenmeyecekler mi? Kitabı izlemeden yana
olmayacaklar mı? Allah bu kitabında ne anlatıyor? Nasıl bir hayat programı
istiyor? Bakara bizi nereye götürmek istiyor? Âl-i İmrân bize ne anlatıyor?
Merak edip de bir kerecik Allah’ın kitabına yönelmeyecekler mi? Allah’ın
kitabını izlemeye yanaşmayacaklar mı? Kitabın peşine takılmayacaklar mı?
Tedebbür; hem düşünmek, üzerinde akıl yormak an-amına, hem de arkasına düşmek
anlamına gelmektedir. Yâni onlar onu hep anlamadan okumadan yana mı olacaklar?
Ya da onlar o kitabı önlerine alıp kitabın arkasına düşerek bir hayat yaşamaya
yanaşmayacaklar mı? Tüm hayatlarında kitabı rehber edinmeyecekler mi? Kur’an
rehberliğinde bir hayata yönelmeyecekler mi?
Âyetin sonunda
diyor ki Rabbimiz; “Yoksa bu adamların kalpleri üzerinde onu anlamalarına
engel kilitleri mi var?” Yoksa onların kalpleri üzerinde kilitleri mi var
ifadesinden anlıyoruz ki kalplerin bizzat kendi kendilerini kilitleme özelliği
vardır. Yâni kalbin sahibi, kendi kilidini bizzat kendisi vuruyor kalbine.
Kalbini Allah’ın âyetlerine açan ve kapatan bizzat o kalbin sahibi olan
insandır.
Peki soralım o zaman kendimize:
Acaba bizim kalplerimiz Allah’ın kitabına karşı açık mıdır, yoksa kapalı mıdır?
Sürekli Allah’ın âyetlerini okuyup öğrenmeye, sürekli Allah’ın âyetleriyle
düşünüp tefekkür ve tedebbür etmeye açık mı kalplerimiz? Kalplerimiz her an
Allah’ın âyetlerinin girmesine müsait mi? Âyetler elbette kendiliğinden durup
dururken kalbe girmez. Öyleyse acaba sizler, bizler Allah’ın âyetleriyle
ilgilenebiliyor muyuz? Allah’ın kitabıyla sürekli bir diyaloga girip onlar
üzerinde düşünebiliyor muyuz? Günlük hayatımızın ne kadarını kitabı anlamaya
ve düşünmeye ayırıyoruz? Allah’ın âyetlerini okuyup öğrenmeye, onlar üzerinde
derin derin düşünüp onlarla yol bulmaya bir sa’yimiz, bir çabamız var
mı?
Eğer bütün bu
sorulara cevabınız müspet değilse, o zaman Allah korusun kendi kalplerinize
kendi kilitlerinizi kendiniz vuruyorsunuz demektir. Allah’ın âyetlerini
kapattığınız için, Allah’ın kitabının defterini dürdüğünüz için kendi kendinizi
kör, sağır ve duygusuz hale getiriyorsunuz demektir. Kendi kendinizi rahmetten
uzaklaştırıyor ve cehenneme sürüklüyorsunuz demektir.
Bu ve benzeri Kur’an âyetlerinden
ve hadislerden anladığıma göre, Allah herkese bir kalp vermiş ve bir de her
insan kalbi için bir kilit yaratmış,
bir kilit vermiştir. Bu kalbin kilitleyicisi, mühürleyicisi veya açıcısı olan
anahtar Allah’tandır. Ama bu kilidin, bu mühürün Allah’tan oluşu, bir cebir
anlamına gelmemektedir. İnsanlar kendi öz iradeleriyle, hür iradeleriyle ya bu
kilidin kapatılmasını Allah’a
arzederler, Allah da kapatır onu, ya da açılmasını isterler Allah’tan, Allah da
açıverir. O halde isteyen kuldur, ama açan ve kapatan din sahibi olan
Allah’tır her zaman. Demek ki Allah bu açma ve kapatma işinde yine de insana
irade vermiştir. Yâni tekrar müracaat hakkınız vardır, demiştir. Yâni insan
kâfirken, kalbi mühürlüyken, kilidi kapalıyken, Allah’a tekrar müracaat edip
kalbini açtırabilir ve Müslüman olabilir. Müslümanken de müracaat edip
kapattırabilir, mürted olabilir.
O halde bu ve
benzeri âyetleriyle Rabbimiz istiyor ki, bizler gözümüzle, gönlümüzle,
kulağımızla, aklımızla, fikrimizle, düşüncemizle kitabını önümüzde kabul edip,
onun arkasına düşüp, onun gös-terdiği bir hayatı yaşamak zorundayız. Gözümüzü,
kulağımızı, aklı- mızı, fikrimizi, gecemizi, gündüzümüzü ona adayacak, ona
tâbi kılacak, onunla görecek, onunla duyacak, onunla düşünecek ve onunla
yürüyeceğiz. Tıpkı yol bilmeyen birinin yol bileni önünde bilip ona tâbi olduğu
gibi. Tüm hayatımızda, tüm davranışlarımızda, tüm amellerimizde, tüm
konuşmalarımızda onu mihmandar kabul edeceğiz.
Unutmayacağız
ki, bu kitabın âyetleri üzerinde tedebbür edilmeli, düşünülmeli, akıl
yorulmalı, anlaşılmaya çalışılmalıdır. Unutmayacağız ki, bu kitap yattığınız
yerden anlaşılmaz. Yattığınız yerden mânâlarını, esrarını, bereketlerini açmaz
size. Anlamak üzere okumazsanız, tedebbür etmezseniz, üzerinde derin derin
düşünüp kafa yormazsanız asla
anlaşılmaz, size bereketlerini açmaz, bereket kaynağı olmaz bu kitap. Aklınızı
bu kitaba takacaksınız. Gönlünüzü buna açacaksınız. Kafanıza bunu koyacaksınız.
En büyük dert, en öncelikli iş olarak bunu kabul edeceksiniz. Üzerinde
düşünecek, tefekkür edecek, zikredecek, aklınızın en üst köşesine koyacaksınız.
İşte ancak o zaman bu kitap mübârek olacak, bununla berekete, cennete ulaşmış
olacaksınız.
“Ey Muhammed! Biz, öğüt alırlar
diye, Kur’an'ı senin dilinde indirerek kolayca anlaşılmasını sağladık. Sen
bekle, onlar da beklemektedirler.”
(Duhân
58)
İnsanlar öğüt alsınlar, onunla
yol bulsunlar, hayat programlarını ona sorsunlar ve hayatlarının tüm
problemlerini onunla çözümlesinler ve sonunda cennete, Allah’ın lütfuna
ulaşsınlar diye biz bu Kur’-an’ı senin lisânında kolaylaştırdık diyor Rabbimiz.
Çok açık ki, bu ki-tap Rasulullah
efendimizin dilinde kolaylaştırılmıştır. Okunması kolay, öğrenilmesi kolay,
anlaşılması kolay, ezberlenmesi kolay, uygulan-ması kolay, yaşanması kolay,
istediği hayat kolay, her şeyi çok kolay-dır. Allah onu bizim için
kolaylaştırmıştır. Belki onu zikrederler, zikir haline getirirler, hatırlarlar,
kafalarında, kalplerinde canlı tutarlar da hayatlarını onunla düzenlerler diye.
Belki onu tezkira yaparlar, pusulu yaparlar, harita kabul ederler, kafalarına
kalplerine kazırlar da, haf-talık ders programı gibi, günlük, aylık, haftalık
sürekli bakılacak bir konuma getirirler diye Allah onu kolaylaştırmıştır. Çünkü
ona bakılma-dan, ona sorulmadan hayat yaşanmamalıdır. Çünkü o hayatımızın her
bir saniyesinde bize yol gösterecek bir kitaptır. Ama unutmayalım ki bu kitap,
kendisine yönelenlere kolaydır. Onunla ilgilenenlere kolaydır. Ona başvuranlar
için kolaydır ve sadece onların
hayatlarını kolaylaştıracaktır.
8: Tüm öncelikli bilgilerimizi
bir kenara atmış, tüm önyargılarımızdan sıyrılmış olarak Kur’an’a
başvurmalıyız.
Tüm
öncelikli bilgilerimizden arınmış olarak, önyargılarımızı bir kenara atmış
olarak bu kitaba baş vurmak zorundayız. Yâni öncelikli bilgilerimizi
onaylattırmak için baş vurmayacağız kitaba. Bakara sûresinin beyânına göre;
Kur’an’la kimileri sapıtırken kimileri de hidâyet bulur. Bu, bize Kur’an’a iki
türlü yaklaşım metodunun olduğunu anlatır. Yâni Kur’an’la beraberlikte iki
türlü yöntem vardır. Bunlardan birincisi şudur: İnsanlar, önce kendilerini,
Allah bana önce şunu şunu anlatmalıdır diye şartlandırırlar ve onun cevabını
aramak üzere Kur’an’a başvururlar. Yâni şartlı, sınırlı, tahditli, özel bir
yaklaşım modelidir ki, bunu ikiye ayırabiliriz:
a- Ya kendi dünya görüşünü
desteklemek için Kur’an’a başvururlar.
b- Veya aradıkları sorunun
cevabını o tahditte bulmaya çalışırlar.
Meselâ adam
demokratiktir, ama Müslümanlığı da elden bırakmamak çabasındadır. Veya
feministtir, ırkçıdır, pragmatisttir, faydacıdır, hümanisttir, insancıldır.
Aman insan hakları, insan sevgisi filan diyordur. Bunu temel kabul etmiştir.
Ama bunu Kur’an’ın da desteklemesi gerekmektedir. “Öyle ya, elbette Tanrı da
bundan başkasını emredecek değildir” diyordur ve Kur’an’a işte bu duyguyla
müracaat etmektedir. Bu sapıklıktır tabii.
Bir de sorduğu
soruya, sadece sorduğu kadarıyla Allah’ın cevap vermesini istemektedir. Meselâ;
“Ya Rabbi, babam öldü, şunum şunum var, mîrastan ne kadar alacağız?” Allah’tan
sadece o bölümü ister, sadece o bölümü sorar. Halbuki Allah ona bunu anlatırken
ondan sonra bir şeyler daha söyler, ama o bölüme hiç bakmaz adam. Ya da abdest
alacaktır; “Acaba yüzümü mü önce yıkayacağım, yoksa elimi mi?” Sadece o bölümü
sorar. “Şimdi sen başkasını karıştırma! Başka konulara geçme!” dercesine. Oysa
serbest bıraksa İslâm’ı, bakalım ona cevap verirken başka neler diyecekti? O
bölümleri karıştırmıyor adam da, sadece sorduğu bölüme cevap istiyor.
“İslâm’da hükümet” diyor adam, sadece o bölümü sorar. “İslâm’da cemaat” der,
“İslâm’da kadın” der, “İslâm’da kazanma, harcama” der. Ne deneceğini, ne
sorulacağını, ne kadar sorulacağını, ne cevap verileceğini de kendisi belirler.
Yâni Allah’ın âyetlerine kendi fikrini söyletir, âyetleri kendi hevâ ve
hevesine göre yorumlar. Bu da sapıklıktır.
Halbuki İslâm
öyle bir mekânizma ki, hepsi birbiriyle ilgilidir. Arabanın şaftı da,
defransiyeli de, tekerlekleri de, direksiyonu da, vitesi de, fireni de nasıl
aynı uyum içindeyse, Kur’an’ı da aynı uyum içinde öğrenmek zorundayız. Yâni
Kur’an’ı, Kur’an bütünlüğünde öğrenmek zorundayız. Öğreneceğimiz bölümleri
ona önceden empoze ederek kitabı şartlandırmanın anlamı yoktur. Ona müracaat
ederken ön yargılı hareket etmeyeceğiz. Yâni önce inanıp, sonra da bu
inancımıza delil bulmak için yönelmeyeceğiz. Kitap ve sünnet ne dedi, ne
gösterdiyse öylece alıp inanacağız. Eğer öyle değil de kendi inancımıza delil
bulmak için onlara müracaat edersek, o zaman Allah korusun inancımıza ters
düşen âyet ve hadisleri inkâr edeceğiz veya tevil edeceğiz demektir. Veya; Ey
kitap! Bizi bir zahmet şuna götür! Bize şunlardan söz et! Biz filan filan
kitaplardan inancımızı, itikadımızı, düşüncemizi belirledik, sen de bir zahmet
onları onaylayıver diye müracaat etmeyeceğiz.
9: Allah’ın indirdiği Kur’an’ı
kaldırmaya ça-lışarak ona saygı gösterdiklerini zannedenler, bilmelidirler ki
bu kitaba karşı büyük bir yanılgı ve edepsizlik
içindedirler.”
Bakın Rabbimiz kitabının pek çok
yerinde; “Biz bu kitabı indirdik, inzâl ettik” buyurur. Enzele, inzal, tenzil,
tenzil-i rütbe biliyorsunuz ki yüksekten indirmek anlamına geliyor. Rabbimiz biz
onunla yol bulalım diye, yolumuzu ona sorarak bulalım diye onu mele-i a’lâdan
dünyaya indiriyor. Öyleyse bizler de Rabbimizin yaptığının tam tersini yapmaya
kalkmayalım. O indirirken, biz kaldırmadan yana olmayalım. O indirirken biz
raflara, yüksek yerlere kaldırmadan yana olmayalım. Rabbimizin yaptığının
tersini yapmayalım. Kur’an’a hürmet; onu kimsenin el değemeyeceği yüksek
yerlere kaldırmak değil, sürekli onu el altında bulundurup, elden düşürmemeye
ve onunla bilgilenmeye çalışmaktır. Mademki Rabbimiz indirmiş, öyleyse biz de
indirelim onu hayatımıza. Biz de alalım onu elimize ve en çok bu kitapla
beraber olalım ki, onunla hayatımız bereketlensin, hayatımız şeref kazansın
inşallah.
Yıllardır
bu toplumda Kur'an'a karşı Osman Gaziye izâfe edilen mâlum tavır anlatıldı.
Osman Gazinin içinde Kur'an'ın bulunduğu bir odada ayaklarını uzatarak
yatmadığı bir üstünlük ve şeref sebebi olarak, Kur'an'a karşı bir saygı
gösterisi olarak dile getirildi. Böylece sanki müslümanlara evlerindeki,
odalarındaki Kur'an'ları dışarıya çıkarıp yatmaları öğütlendi. Kur'an'dan uzak
kalmaları tavsiye edildi. Kur'an’lar dışarı, sizler içeri dendi. Halbuki
Kur'an'a saygı bu değildir. Kur'an dışlanarak, Kur'an'ı kendimizden, kendimizi
Kur’an’dan uzak tutarak Kur'an'a değer verilmiş olamaz. Halbuki Kur’an’ın
yanında yatmak emniyettir.
Bakın
bu ümmetin Kur'an'ı en güzel okuyucusu, kurrası, âlimi, müfessiri ve Kur'an'ı
en iyi anlayanı olan Abdullah İbni Mes'ud efendimiz buyurur
ki:
"Kur'an'ı her zaman açıp
okuyabileceğiniz, her an onunla ilgi kurabileceğiniz bir konumda
bulundurun"
Yani
bu kitap hep elinizin altında olsun. Her an uzanabileceğiniz şekilde
yakınınızda bulunsun. Maalesef İbni Mes'ud efendimizin bu sözü bizim toplumda
hiç bilinmez, ama Osman Gaziye izafe edilen o tavır hep gündemde
tutulur.
10- Bu kitap Allah bilgisidir.
Allah, bilgi kendisinden olan, bilgisi tam ve eksiksiz
olandır.
Okumak,
bilgilenmek üzere bu kitabı eline alan kişi eğer; “Benim bu kitaba ihtiyacım
var, ben Allah bilgisine muhtacım, bu bilgi olmadan ben asla hayatımı
düzenleyemem, hayrımı şerrimi, menfaatimi zararımı bilemem” diyerek bu imanla,
bu teslimiyetle kitaba müracaat ederse ancak o zaman bu kitaptan istifade
edebilecektir. Değilse, bilgilenme konusunda Allah’ı ve kitabını tek kaynak
olarak görmeyen, vahyin dışında başka bilgilenme kaynakları arayan insanların
bu kitaptan istifade etmeleri mümkün değildir. Bir bakın insanlara,
bilgilenmek üzere bu kitaba mı başvuruyorlar, yoksa başka şeylerin peşine mi
düşüyorlar?
Tıpkı dünkü kâfirler gibi,
bugünün kâfirleri yahudi’si ile, hıristi-yan’ı ile, Mecusi’si ile, ateisti ile,
lâik’i ile tüm kâfirler, tüm kâfir dünya bilgilenmek için bir yol, bir sistem
kabul etmişler. Bu sistemin temel felsefesi Allah’sızlık ilkesine
dayanmaktadır. Allah’ı, kitabını, vahyini yok farz eden, Allah’ı devre dışı
bırakan, ismine bazen pozitivizm, bazen
materyalizm, bazen idealizm, bazen realizm dedikleri küfür ve şirk yöntemlerle
insanları bilgilendirmeyi hedeflemektedirler. Bilimi putlaştırıp onu Allah
bilgisi yerine oturtmaya çalışıyorlar. Günümüzde artık bilimin çözemediği
hiçbir şey kalmamıştır. Binaenaleyh ne Allah kitabına, ne de Allah bilgisine
ihtiyacımız kalmamıştır gururu ve çılgınlığı içinde bilgilenme noktasında vahyi
devre dışı bırakmaya çalışıyorlar. Şu anda dünya üzerinde kâfir ve şirk
egemenliğinde bir hayat yaşamaya mahkum edilmiş tüm dünya ülkelerindeki eğitim
sistemlerinin temelini oluşturan anlayış budur. Gerek kâfir ülkelerinde,
gerekse onların düşüncelerinin egemen olduğu İslâm dünyasında uygulanan
bilgilenme, bilgilendirme yönteminde aynen Mekke dönemindeki Allah’ı, vahyi
devre dışı bırakma çarpıklığını görmek mümkündür. Gerek küfür dünyanın, gerekse
onların kölesi durumunda bulunan İslâm ülkelerinde ekonomik ve siyasal
yapılanmalarında, sosyal ve hukukî düzenlemelerinde Allah’ı devre dışı
bıraktıklarını, vahyi bir kenara bıraktıklarını, başka kaynaklardan bilgilenme
esasına teslim olduklarını görüyoruz.
Yeryüzü kâfirlerinin gerek kendi
dünyalarında, gerekse egemen olup köleleştirdikleri İslâm dünyasında bilgilenme
noktasında temel felsefeleri Allah’ı devre dışı bırakmaktır. Allah vahyini
reddeden kâfirler ne siyasî hayatta, ne ekonomik hayatta Allah’a hayat hakkı,
söz hakkı tanımamaya çalışıyorlar. Temel felsefeleri şudur kâfirlerin: Kitap
gündeme geldiği zaman, vahiy söz konusu
olduğu zaman, onun modası geçmiştir, miadı dolmuştur, bilimsel özelliği
kalmamıştır. Peygamber gündeme geldiği zaman, peygamber anlayışı gündeme geldiği
zaman da hemen yaftaları hazırdır: Peygamber deli, peygamber şair, peygamber
sihirbaz, peygamber aklı hayra şerre ermeyen bir kişidir. Allah gündeme geldiği
zaman, O hayata karışmayan bir varlıktır.
Bu insanlara
bir Müslüman olarak bizim teklifimiz şudur: Ey kâfirler, mademki sizler hayatta
Allah’ı devre dışı bırakmak, peygamberi reddetmek, Allah ve Resûlüne hayat hakkı
tanımamak gibi bir anlayışın içindesiniz. Ve yeri geldiği zaman Allah’ın ve
peygamberinin hiçbir şey bilmediğini ortaya koymaya çalışıyorsunuz. Bin dört yüz
yıl önce bir insanın ortaya koyduğu bu kitaptan, şu anda sizin bilim
adamlarınızın, siyasetçilerinizin, ekonomi uzmanlarınızın, hukukçularınızın
daha bilgili olduğunu iddia ediyorsunuz. Bunların Allah’tan daha iyi
bildiklerini demeye çalışıyorsunuz. Eğer bu sözlerinizde samimi, kendinizden,
bilgilerinizden eminseniz, o zaman soruyorum size, niye bu insanların rahat bir
şekilde Allah’la, peygamberle, Kur’an ile karşı karşıya gelmelerine engeller
koyuyorsunuz? Niye yasaklıyorsunuz din eğitimini? Niye korkuyorsunuz bu kadar?
Niye bu Kur’an’la bilgilenen insanların imanları istikâmetinde kendi
siyasetlerini, kendi hukuklarını, kendi imanlarını, kendi ahlâklarını, kendi
düşüncelerini ortaya koymalarına engel oluyorsunuz? Bu korkunuz ne böyle? Eğer
cesaretiniz varsa bırakın Müslümanlar da ortaya koysunlar imanlarının
gereğini.
Sosyal,
siyasal, ekonomik, hukukî tüm hayat problemlerinin çözümü konusunda herkese söz
hakkı veriyorsunuz, herkesin çözüm önerisini dinliyorsunuz, herkesin teklifine
kulak veriyorsunuz da niye tüm bu konularda Allah’a ve peygambere hayat hakkı,
söz hakkı tanı-mıyorsunuz? Bir homoseksüel kadar, bir genel evi kadını kadar
Allah’ın söz söyleme hakkı yok mu? Allah bilmez mi hukuku? Allah bilmez mi
sosyal ve siyasal yasaları? Neden Allah bilgisine müracaat etmiyorsunuz? Ey
kâfirler, sizin hiç aklınız yok mu? Yıllardır hayatta Allah’ı dışladınız,
peygamberi dışladınız, Allah bilgisini, peygamber anlayışını devre dışı
bıraktınız. Ama işte görüyoruz ki hiçbir şeyi halledemediniz. Hiçbir problemi
çözemediniz. Bu gidişle battıkça batacak, helâk olup gideceksiniz. Gelin bir
adım önünü bile görmekten âciz insanları tanrılaştırıp vahyi devre dışı
bırakmaktan vazgeçin. Gelin kendi bilgilerinizi, kendi hevâ ve heveslerinizi
putlaştırıp Allah’ı cahillikle itham etmekten vazgeçin.
Çünkü
pozitivizm, rasyonalizm, materyalizm Allah hakkında bilgi vermez. Sistematiğini
Allah’ı, dini, peygamberi, vahyi ortadan kaldırmak üzere koyan şu materyalist
bilgilenme kaynaklarının hangisi Allah hakkında bilgi verebilecek de? Hangisi
ne diyebilecek de bu konuda? Fizik mi bir şeyler söyleyecek Allah hakkında?
Matematik mi? Sosyoloji mi? Tarih mi? Elimizin dokunduğu, gözümüzün
gördüğünden başkasına inanmayız demiyor mu bu bilim dalları? Başta bunu diyerek
işe başlayan bu bilim dallarından bunun dışında başka ne bekleyeceğiz? Peki
Allah hakkında nasıl konuşabilirsin sen? Gördün mü Allah’ı? Yo! Dokundun mu
elinle? Yo! İşittin mi Allah’ın konuş-masını? Yo! Eh o zaman ne biliyorsun ki
Allah hakkında konuşuyorsun? Hani senin felsefenin temeli bu değil miydi? Hani
sen görmediğin, dokunmadığın şeye inanmazdın? Peki o zaman Allah hakkında, din
hakkında, peygamber hakkında, vahiy hakkında; “bu doğrudur, bu yanlıştır”
derken; “bu böyle olmalıdır, şu şöyle olmalıdır” derken neye dayanıyorsun? Hayır
hayır, sen bu konularda hiç konuşmayarak, susarak felsefenin gereğini yerine
getirmek zorundasın. Hiç olmazsa bu konuda namuslu olmalısın. Çünkü Allah’ı,
kitabı, vahyi, peygamberi reddeden bir adam hiçbir şey bilemez bu konularda.
Bilmediğine göre de bu konularda hiçbir şey konuşamaz.
Öyleyse
susarak hiç olmazsa kendi felsefene, kendi inancına saygılı ol. İslâm’a, benim
inancıma saygılı ol filân demiyorum sana. Çünkü benim dinimin, benim inancımın,
İslâm’ın kimsenin saygısına filân ihtiyacı yoktur. İslâm azizdir. Müslüman
azizdir. İzzet ve şeref sa-hibidir. Yeryüzünde hiç kimse müslüman olmasa da
İslâm yine izzet ve şeref sahibidir. Öyleyse kendi inancına saygılı ol da
bilmediğin şey özerinde konuşma. Sen Allah’ı bilmezsin. Sen kitabı bilmezsin.
Sen vahyi bilmezsin. Sen din konusunda cahilsin. Sen peygamber konusunda söz
söyleme hakkına sahip değilsin. Sen bildiğin konularda konuş. Sen dünyayı
bilirsin, konuşacaksan o konuda konuş. Sen kazanmayı bilirsin. Sen kan emmeyi
bilirsin. Sen sömürmeyi bilirsin. Sen kan dökmeyi bilirsin. Sen savaşı
bilirsin. Sen teknolojiyi bilirsin. Sen elmayı, armudu bilirsin. Sen kadını,
kızı bilirsin. Konuşacaksan onlar hakkında konuş. Zaten dünyan bu kadar
basittir senin. Onun için bilmediğin yüce şeylerle alâkalı susman, tek kelime
bile konuş-mandan daha hayırlıdır.
11:
Selefimizden Kur’an’ı okuma yöntemlerine dair örnek
anlayışlar.
Eğer
bir kişi okuduğunu tekrarlayarak düşünebiliyor ve anla-yabiliyorsa, okuduğu
âyetleri ya da bölümü tekrar tekrar okumalıdır. Sahabe-i Kirâm efendilerimiz
Resûlullah efendimizin Fâtiha’yı yirmi defa tekrarladığını rivâyet
etmektedirler. Meselâ İmam Buhârî efendimiz, Mekke’nin fetih günü
peygamberimizin Fetih sûresini defalarca tekrar ede ede Mekke’ye girdiğini
rivâyet eder.
(Buhârî
6/ 112)
Yine
İbni Mâce’nin rivâyetine göre sevgili örneğimiz Mâide sûresinin 18. âyetini
hıçkırığa boğulmuş bir vaziyette sabaha kadar okumuştur.
(İbn-i
Mâce 1/ 429)
Sevgiliyi
adım adım takip eden sahabe-i kirâm efendilerimiz de aynen onun gibi
yaparlardı. Said Bin Cübeyr efendimiz:
“Ey suçlular! Bugün siz
müminlerden ayrılın.”
(Yâsîn
59)
Siz ey suçlular, ey günâhkârlar
bugün şöyle, şu tarafa ayrılın bakalım. Size cennet yok, size rahmet yok. Siz
şöyle geçin bakalım. Siz ayrılın şu tarafa. Cennet sizin değildir. O
mü’minlerindir. Zaten dünyada siz kendinizi ayırıyordunuz mü’minlerden.
Kendinizi seçmeye çalışıyordunuz. Seçkin kimseler olduğunuzu iddia ediyordunuz.
Ayrıydınız, ayrıcalıklıydınız dünyada. Müslümanlara karşı böbürleniyor, onlara
tepeden bakıp, entellik taslıyordunuz. Kendilerinizi hacet kapısı olarak lanse
ediyordunuz. Şimdi ayrılın bakalım mü’minlerden. Geçin bakalım şu cehennem
tarafına meâlindeki âyetini
gece boyu tekrar ederek sabahlamıştır.
Bir
âyette Rabbimizin muradını anlayabilmek için gerekirse tekrar tekrar
okumalıyız. Çünkü okunan bölümü anlamak esastır. Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz,
mübârek selefimiz; “Anlamadığımız ve kalp huzuru ile okumadığımız bir âyetten
sevap alabileceğimizi ummayız” buyurmaktadırlar.
Onlardan
Süleyman Dârânî der ki; “Ben kitabımızdan bir âyet okurum, mânâyı iyice
kavrayabilmek için dört beş gece onunla meşgul olurum, onu iyice anlamadan
başka bir âyete geçmem” Yine selefimizden çoğu Hûd sûresinin mânâsını
anlayabilmek için altı ay, bir sene sürekli tekrar ederlerdi. Bir hatmi otuz
senede ancak bitirebilenler pek çoktur.
Kur’an
okuyan kişi ondaki Rabbimizin emirlerini, nehiylerini, vaadlerini, vaîdlerini,
geçmiş toplumların kıssalarını, Allah ve elçileriyle çatışmaya giren
toplumların helâk yasalarını iyice anlayabilmek için bunlar üzerinde uzun uzun
düşünmelidir.
Kur’an
okuyan kişi onda Rabbimizin muradını anlamaya engel olan hallerden sıyrılıp
uzaklaşmaya çalışmalıdır. Bir mü’minin Kur’an’ı anlamasına engel olan halleri
kısaca şöyle özetleyebiliriz:
a-
Şeytanın insan kalbinin üzerine çektiği perde. Bu perde insanlardan pek
çoğunun Kur’an’daki mânâları anlamasına engel olmaktadır. Allah’ın Resûlü bir
hadislerinde bu hususu şöyle anlatır: “Eğer şeytanlar adem oğullarının
kalplerine girip dolaşmamış olsalardı, elbette onlar melekût âlemini
görebilirlerdi.”
(Ahmed
Bin Hanbel Müsned 2/353
Şeytanın
vesveseleri sonucunda kimi insanlar bütün güçlerini, dikkatlerini, himmet ve
gayretlerini harflerin mahreçlerine teksif ederler. Harfleri mahreçlerinden
çıkaracağız diye var güçleriyle uğraşırlarken mânâyı, muhtevayı göz ardı
ederler. Tüm dikkatleri makama, melodiye ve harflerin mahrecine takılı kaldığı
için âyetlerdeki Allah muradını örtüp kamufle ediverirler. Bütün Kur’an
okuyucularına musallat olmuş, onların okudukları âyetleri anlamalarına engel
olmak için çırpınan şeytanlar vardır. Bu şeytanlar onları daima harfleri tekrar
etme-ye yöneltip teşvik ederler. Olmadı, derler. Olmadı. Harf mahrecinden
çıkmadı diye vesveseler verirler. Böylece sonuçta okuyucunun tüm himmet ve
dikkati harflerin mahrecine takılı kalır ve sonuçta o kişinin mâna ve muhteva
üzerinde derinleşmesi engellenmiş olur. Şeytanın vesvesesine mağlup olan kişi
elbette sonunda onun oyuncağı durumuna düşer. Allah bizi böyle bir duruma
düşmekten korusun inşallah. Tabii bu sözlerimden Kur’an’ı tecvit ile okumayı,
harfleri mahrecinden çıkarmayı küçük gördüğüm anlamı çıkarılmamalıdır. Onlar da
lâzımdır elbette, ama Kur’an sadece güzel okunmak için değil, anlamak, kavramak
ve kendisiyle hayatı düzenlemek için indirilmiştir.
Günah
işlemekte ısrar kişinin Kur’an’ı anlamasına engeldir.
Sürekli
günah işleyen ve günahlara dalmaktan çekinmeyen kişi kesinlikle bu kitabın mânâ
ve hikmetlerinden mahrum olacaktır. Kitabımızın Mutaffifîn sûresi bu hususu
şöyle anlatır:
“Hayır hayır; onların
kazandıkları kalplerini pas-landırıp
körletmiştir.”
(Mutaffifîn
14)
İşledikleri suçlar sebebiyle
kalpleri paslanmıştır onların. Söz anlamaya yanaşmadıkları, istifade etmek
üzere, iman etmek ve amel etmek üzere dinlemedikleri için Allah onların
kalplerini mühürleyivermiştir. Yâni dinlemek ve anlamak için kendilerine
verilen duyularını kullanmadan yana olmadıkları için, Allah da bunu onlardan
alıvermiştir. Kalplerine mühür vurmuştur Allah. Çünkü bu adamlar Allah’ın
kendilerine verdiği kalplerini kullanmak istememişlerdir. Allah böyle
davranan kimselerin kalplerini mühürleyiverir de, duymaz duygulanmaz hale
getiriverir.
b- Kibir Allah’ın kitabının
anlaşılmasına engeldir. Kur’an’a karşı müstekbirce bir tavır takınan, benim bu
kitaba ihtiyacım yoktur, ben bu kitap olmadan da hayatımı düzenleyebilirim
mantığında olan bir kişinin de bu kitabı anlaması mümkün değildir.
c-
Dünyaya bağımlılık, dünyaperestlik de kitabın anlaşılmasına engeldir.
Resûlullah efendimiz bu hususu anlatan bir hadislerinde şöyle buyurur: “Ümmetim
dinar ve dirheme çok fazla önem verdikleri zaman onlardan imanın heybeti
kalkar, emr-i bil’maruf ve nehy-i anil’-münkeri terk ettikleri zaman da vahyin
bereketinden mahrum kalırlar”
d-
Hevâ ve heveslerine tabi olmak, arzularını, bilgisini putlaş-tırmak, kendi
anlayışını kitabın önüne geçirmek de bu kitaptan istifade etmeye engeldir.
Bütün bunlar kalbi paslandırır. İnsanın anlama ve kavrama kabiliyetini öldürür.
Öyleyse bu tür özelliklerden arınmış ola-rak Allah’ın kitabını okumaya
yöneleceğiz.
e-
Şehevî arzular şiddetlenince, Kur’an’ın mânâları da o derece insanlar için
kapalı kalır. Şehevî arzularına teslim olmuş kimseler bu kitabı
anlayamazlar.
Kur’an
okuyan kişinin kendisini onun tüm hitaplarının muhatabı kabul etmesi gerekir.
Rabbimizin âyetlerindeki tüm hitapların muhatabı benim, burada bana
sesleniliyor, burada ben anlatılıyorum, burada Rabbim beni kastediyor demeli,
öyle okumalı, öyle algılamalıyız ki Kur’an’ı anlamamız kolaylaşsın. Bir emir,
bir nehiy, bir uyarı, bir va-ad, bir vaîd, bir tehdit gördüğümüz zaman
herkesten önce onun mu-hatabının kendimiz olduğuna inanmalıyız. Kitabımızı
okurken bilme-liyiz ki o anda Allah bizimle konuşuyor. O anda Allah bize
emirler ve-riyor, nehiylerde bulunuyor. O anda Kur’an bizim kalplerimize bir
şey-ler ekiyor. İmamlarımızdan Katâde der ki; “Kur’an ile oturup kalkan ya kâr
eder, ya da zarar eder.”
Kur’an
okuyan kişinin kalbi âyetlerin değişmesiyle değişmeli, âyetlerden etkilenmeli,
müteessir olmalıdır. Âyetlerinin konusunun de-ğişikliğine göre okuyucunun kalbi
tavır almalıdır. Bazen ümit, bazen korku, bazen saygı, bazen hüzün dolmalı
kalbe. Kişinin Kur’an bilgisi mükemmelleştikçe kalbindeki korku da o nispette
çoğalır.
Hasan
Basrî der ki; “Allah’a yemin ederim ki, Kur’an’ı inanarak okuyan bir kulun
korkusu artar, hüznü çoğalır, gülmesi ve ferahlanması azalır, meşguliyet ve
yorgunluğu artar, istirahat ve tembelliği de azalır.” Okunan Kur’an’ın insan
kalbi üzerinde etkili olması gerekir. Azap, vaîd ve cehennem âyetleri geldiği
zaman mü’minin kalbi sanki korkudan yok olacakmış gibi küçülüp, kaçacak yer
aramalıdır. Vaad âyetleri, cennet âyetleri geldiği zaman da sevincinden
coşmalı, taşmalı, kabına sığmaz hale gelmeli ve sanki uçacakmış gibi bir hal
almalıdır. Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinin; rubûbiyet ve azametinin gündeme
getirildiği âyetler geldiği zaman saygıdan başını eğmeli, kâfirlerin,
müşriklerin, ehl-i kitabın Allah’ın şanına yakışmayan iftiralarının gündem
yapıldığı âyetler geldiği zaman da sesini kısmalı, müteessir olmalı ve tıpkı
meleklerin yaptıkları gibi onlar adına Allah’tan özür dileme makamında
bulunmalıdır. Ya Rabbi, ben onlar adına senden özür diliyorum. Nasıl
diyebildiler bu hainler bunu sana? Nasıl izâfe edebildiler bunları sana? Diye
onlar adına O’ndan özür dileme makamında olurlar.
Sahâbeden
İbni Mes’ud efendimiz diyor ki; Resûlullah efendimiz bir gün bana; “Ey İbni
Mes’ud biraz Kur’an oku da dinleyeyim” buyurdu. Ben dedim ki, ey Allah’ın Resûlü
Kur’an size nâzil olurken ben mi okuyayım? Buyurdu ki; “Ben dinlemeyi de
severim.” Bunun üzerine ben Kur’an okumaya başladım, Nisâ sûresinin 41. âyetine
geldiğimde, baktım ki Resûlullah efendimizin gözleri yaşlarla dolmuş, kalbini
müşâhede, korku ve hüzün kaplamıştı.
Buhârî
6/113)
Selefimiz
arasında Kur’an okunurken vaîd âyetleri, cehennem ve azap âyetleri geldikçe
korkudan bayılan, hattâ ölenler oluyordu. Meselâ eğer En’âm sûresinin 15.
âyetini okuduğu halde veya okuyan birini dinlediği halde içinde bir korku,
kalbinde bir ürperme duymuyorsa, kesinlikle söyleyebilirim ki o kişi Kur’an
okumuyor, olsa olsa hikâye okuyor demektir. Keza bir kimse Mümtahine sûresinin
4. âyetini okuduğu veya dinlediği halde hâlâ Allah’a yönelişi, O’na tevekkülü,
sevgisi, saygısı, kulluğu artmıyorsa, o zaman -Allah korusun- bu kişi Hûd 18,
Saff 3 ve Enbiyâ 5 âyetlerindeki tehditlerin muhatabı
olmuştur:
Öyleyse
kalbimizin okunan Kur’an’la irtibat halinde olmasına çok dikkat edeceğiz.
Kalbimizin okunan âyetlerle ilgisini sürdürdüğü sürece okumaya devam edecek,
okunanla kalbimizin ilgisi kesilir ke-silmez yâni okunan âyetlerin mânâsına
karşı ilgimiz, dikkatimiz azalır azalmaz hemen okumaya son vereceğiz. Çünkü
hikâye değildir bu ki-tap, roman da değildir, Allah sözüdür. Resûlullah
efendimiz imam Bu-hârî’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyuruyor;
“Kur’an kıraatine Kur’an’la okuyucu arasında uyuşma mevcut olduğu müddetçe
devam edilmelidir. Bu bağın ortadan kalkmasıyla hemen Kur’an okumaya son
verilmelidir.”
(Buhârî
6/114)
Enfâl
sûresinin 12. âyetinin de beyanıyla Kur’an okurken sadece dili hareket
ettirmenin bir kıymeti yoktur. Eğer okunan Allah âyetlerinden kalp bir şeyler
duymuyorsa, onlardan etkilenip onların istediği tavrı sergilemiyorsa kesinlikle
bilelim ki İslâm bu okumaya okuma demiyor. Kurralarımızdan biri bu hususu
vurgulayarak der ki; “Ben bir gün hocama Kur’an okudum, sonra ikinci defa okumak
üzere ona dönünce beni azarladı ve; “Neredeyse Kur’an okumayı iş edindin. Git
Allah’a oku da sana neleri emrettiğini, neleri yasakladığını gör”
dedi.
Yine
Ebû Dâvûd’un rivâyet ettiği bir hadislerinde Resûlullah efendimizin şöyle
buyurduğu anlatılır: “Sahâbeden bir zât Resûllullah efendimize gelerek; “Ey
Allah’ın Resûlü bana Kur’an okut” dedi. Re-sûlullah ona baştan sona Zilzâl
sûresini okuttu. Adam başka bir sûreyi daha okutmasını isteyince Resûlullah
ona; “Bu kadarı yetişir, dön git” dedi, adam dönüp gitti.
Kur’an
okuyan kişi o anda Allah’la karşı karşıya olduğunu, bir başka ifadeyle Allah’la
konuşmakta olduğunu bilmelidir. Yâni Kur’an okuyan kişi okuduğu bu âyetlerin
kendisinden değil, Allahu Teâlâdan olduğunu bilmeli ve Allah’tan dinliyormuş
gibi yükselerek okumalıdır. Allah’ın Resûlü mümin için bir
derece, bir yükseliş tarif ederek buyurur ki: “Oku ve yüksel!” Oku ve
derecelerini artır! Rasûlullah’ın bu ifadesine göre okuyan yükselecektir.
Okuyan derecelerini artıracaktır. Mümin okuduğu Kur’an’a göre derecelerini
artıracak ve yükselecektir. Kur’an’ı okudukça mümin derecelerini artırmaya devam
edecektir.
Kur’an
okumanın dereceleri üçtür.
a-
Ednâ (En aşağı) okuyuş. Bu okuyuş, Kur’an okuyan kişinin kendisini Allah
huzurunda farz edip, kendi okuyuşunu Allah’ın dinlediğini düşünerek
okumasıdır. Bu durumdaki kişinin durumu; Allah’tan istemek, Allah’a yalvarıp
yakarmak, Allah’a boyun eğmektir.
b-
İkinci derece; okuyan kişinin kalbiyle Allah’ın kendisini gördüğüne,
lütuflarıyla kendisine hitap ettiğine, nimetleriyle kendisine nida ettiğine
şâhit olmasıdır. Bu durumdaki kişinin durumu da, haya, ta’zim, dikkat ve
anlayıştır.
c-
Üçüncü derece; Kur’an okuyan kişi okuduğu kelâmda mütekellimi, yâni konuşanı,
kelimelerde mütekellimin isim ve sıfatlarını gör-mesidir. Bu durumda olan kişi
ne kendisine, ne kıraatine, ne de kendisine verilmiş olan nimetlere bakar. Onun
gözü hiçbir şeyi görmez, sadece mütekellimle haşır neşir
olur.
Son
olarak değerli seleflerimizden Ahmed İb Hanbel’in Kita-bu’z
Zühd isimli eserinde birinci cilt 890’da kâri-i Kur’an’da, hamil-i Kur’an’da
bulunması gereken sıfatlarla ilgili Abdullah bin Abbas’ın, Kur’an’ın en büyük
âliminin bize sunduğu bir haber var. İnşallah o haberi de nakledip bu bölüme son
vereceğiz.
“Yenbeğî lihamilil Kur’ani en
ya’rife bileylihî izen-nasi naimûn ve bineharihi izennas muhdırûn, ve bihuzni-hi
izennas yefrahûn, ve bi bükâihi izennas yezhakûn, ve
bisa mtihi izennas yuhdıûn ve bi
huşuihi izennas ve yenbe-ğî lihamilil Kur’an en yekûne bâkiyen, mahzûnen,
halî-men, sekînen. Velâ yenbeğî lihamilil Kur’an câfiyen vela ğâfilen vela
zâhiken hadîden.
Hamil-i
Kur’an’a şunlar gerekir. Hamil-i Kur’an’da şu özellikler olmalıdır. Şu
özelliklerin sahibine hamil-i Kur’an denir diyerek söze başlıyor İbni Abbas
efendimiz. Acaba buna göre bizler hamil-i Kur’an mıyız, değil miyiz, iyi kulak
verelim anlamaya çalışalım inşallah.
Önce
bu “Hamili’l Kur’an” kavramı üzerinde biraz düşünelim. Acaba bu tabiri nasıl
anlayacağız? Meselâ aynı kökten dilimize nakledilmiş hamal kelimesini
bilirsiniz. Yani bir başkasının yükünü taşı-yan anlamına bir kelime. Taşıdığı o
yükle, taşımasının dışında bir il-gisi yoktur onun aslında. Yüklenir sırtına ve
yükleyenin amacı doğrultusunda belirlenen hedefe doğru götürür, hamallık yapar.
O zaman Kur’an’ın hamalı mı desek diye düşündüm. Kur’an’ın hamalı. Yani bu
manada yük kendisinin olmayacak, Kur’an kendisinin olmayacak, yüklenecek
Kur’an’ı, Kur’an’ın sahibinin dediği doğrultuda gidecek, öyle mi
ki?
İkinci
bir kelime geldi aklıma yine aynı kökten. Hamile. O da kendi yükünü kendisi
taşıyan insan demektir. Karnında kendi çocuğunu taşıyan kadın. O da taşıma
süresi ve miktarına müdahale edemese de, yük kendisinindir. Yani yük
sahiplendiği, benimdir dediği, benimsediği yükünü taşımaya devam
eder.
Şimdi
acaba Kur’an’ın hamili denilince, Kur’an’ın hamalı gibi mi, Kur’an’ın hamilesi
gibi mi, yoksa nasıl anlasak? Yani Bu Kur’an kendimizin yükü mü olacak, yoksa
başkasının yükü gibi mi olacak? Nasıl yükleneceğiz, nasıl taşıyacağız ki diye
düşünüyoruz. Ama bitmedi, belki bununla ilgili başka kelimeler de aklımıza
gelecek. Mesela bir hastalığı kendisinde, kendi üzerinde taşıyan ama hastalığı
icra e-den, ortaya koyan mikropları taşıdığı halde kendisi hastalanmayan
in-sanlardan söz edilir tıp dünyasında. Portör, yani taşıyıcı denir onlara. Onda
varmış o mikrop, birisi onunla ilgi kurarsa ona nakleder ama kendisine zararı
olmazmış.
Yoksa
Kur’an taşıyıcılarının bir de böyle özelliği mi var dersiniz? O taşır efendim,
birinden almıştır birine götürür, kendisiyle ilgisi yoktur onun. Siz bunları
kendi dünyanızda kendinize göre ayarlayın, yerleştirin. Ama ben Kur’an’dan aynı
kaynaktan, aynı kelimeden türemiş iki kelime, iki örnek daha söyleyeyim. Belki
hemen siz de hatırladınız zaten. Meselâ Cuma sûresinde beşinci âyete müracaat
ediyoruz.
“Kendilerine Tevrat
öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş
merkebin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne
kötüdür! Allah zalimleri doğru yola eriştirmez.” (Cum’a
5)
Evet,
şu Tevrat benim yükümdür diyenler var ya, ama onlar onun yükümlülüğünden
kaçıyorlar. İşte onlar tıpkı yükü kitap olan eşek gibidirler. Demek ki bir de
böyle yükümlülük, bir de böyle hamallık varmış. Bir de bu hamil kelimesinin
geçtiği A’râf’ta bir âyet var, onu da okuyalım inşallah:
“Dileseydik, onu âyetlerimizle
üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne
varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu
gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu
kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.”
(A’râf
176)
Evet,
Allah’ın âyetleriyle tanışmış, sanki onları kuşanmış birisi, sonra
soyunuvermişse, bırakıvermişse âyetlerle beraberliği ve tutup şeytanın peşi sıra
gidiyor, şeytan da onun peşinden gidiyor azgın ve sapkınlardan olmuşsa. İşte
dünyayı içmeye, yutmaya, nefes nefese kalmaya yönelen bu kişinin örneği de tıpkı
bir köpeğin örneği gibidir. Yüklenseniz, yük yükleseniz de solumaya devam eder,
bırakın salıverin yine solumaya devam eder. Eh köpek bu, yorulsa da dili bir
karış dışarıdadır, kenarda beklese de dili dışarıda solur. Havaya, nefese doymaz
bir varlık.
Evet
demek ki Kur’an’ın hamiline, Kur’an benimdir, Kur’an benim yükümdür diyen
kişiye, ben Kur’an’la yükümlüyüm diyen kişiye, benim yükümlülüğümü Kur’an
belirler diyen kişiye gereken şu ki. Kur’an bana aittir, ben onu sorumluluğum
kabul ediyorum, benim görevimi, sorumluluğumu, yapacaklarımı, yapmayacaklarımı,
günümü ve gecemi, zaman ve mekanımı, tüm hayat programımı Kur’an ayarlar, benim
Kur’an’ım ayarlar şeklinde bir imanın sahibi olan her insana gereken şu ki.
Hamil-i Kur’an olan kişiye gereken şunlardır diye söze başlıyor İbni Mes’ud
efendimiz.
Ne
dersiniz? Acaba siz de hamil-i Kur’an mısınız? Kitabınızla aranız nasıl? Yoksa
çoktandır görüşmüyor muydunuz? Aylardır hatırını sormuyor muydunuz? Tabi program
gereği böyle değil mi? Anneniz ölünce okuyacaktınız. Ramazanda okuyacak,
bayramda elinize alacaktınız. Program gereği henüz zamanı gelmedi değil mi? Yok,
burada anlatılan öyle bir kitap değil. Burada anlatılan hayata hakim bir
Kur’an’dır. Tüm hayat kendisiyle yaşanılıp kendisiyle ölünecek bir Kur’an’dır.
İşte şu anda böyle bir Kur’an merkezli düşünerek böyle bir Kur’an’ı olan iyi bir
müslümanın hangi özelliklere sahip olduğunu öğreneceğiz İbni Mes’ud
efendimizden.
1:
Bu kişinin birinci özelliği şuymuş: Bilmesi, irfan sahibi olması gerekirmiş.
Marifet sahibi olması gerekirmiş. Meseleyi anlayıp kavraması gerekirmiş. Yani
işin idrakinde olması gerekirmiş. Peki neyi bi-lecekmiş o kişi? Gecesini,
gecesinin kadr u kıymetini bilecek, gecesinin değerini bilecek, hem ki insanlar
uykudalarken. Yani gafiller, Kur’-an ve sünnetle beraber olmaktan gafil olan
insanlar uykuda, kendilerini ölüme terk etmişlerken bu insan gecenin kıymetini
bilirmiş. Yani yatsıdan sonradan başlayıp sabahın ilk ışık belirtileri ortaya
çıkana kadar geçen zaman dilimine gece diyoruz. İşte bu geceyi en azından üçe
bölün. Ama ikiye bölenler elbette daha da kârlı olacaklardır. Son üçte birini
özellikle uyanık geçirmeye çalışın. Seher vakti dediğimiz daha bir bereketli
zamandır o zaman. İşleyen saat aynı saat, idrak e-dilen zaman aynı zamandır ama
bereketi daha bir farklıdır. Çünkü o zaman kitabımızın başka bir âyetinin
beyanıyla farklı anlama imkânı buluyor insan.
2:
Hamil-i Kur’an’ın ikinci özelliği; insanlar yeme içme peşinde koşarlarken o
gündüzünün kıymetini de bilir. Yani onun ağzını hep yeme ve içmede kullanma
özelliği yoktur. Hemen hemen bir şeyler atıştırması gerekmiyordur. Ağzı, midesi
böyle arada bir buruşturulup kağıtların içine atıldığı bir çöp sepeti değildir.
Bir şeyler atıştırıp durması gerektiğine inanmaz o müslüman. Neden meşgul etsin
ki kendisini hep yeme ve içmeyle? O ağzını başka şeylerde kullanmasını
bilmektedir.
Ama
bakın şu insanlara ki akşama kadar yemek konuşanlar, sabaha kadar onunla meşgul
olanlar, gecesini buna ayıranlar, gündüzünü bununla bitirenler. Allah eğer
onlara hamil-i Kur’an olmalarını nasip ederse bu insanların bundan ancak o zaman
kurtulabileceklerini biliyoruz. Öyle olunca, o tür bir hayatı tenkit yerine bu
tür bir hayatı teşvik etmemiz gerektiğine inanıyorum.
3:
Kur’an hamilinin üçüncü özelliği; insanlar coşkun, kendilerinden geçmiş, ne
yaptıklarını bilmez bir pozisyonda yaşarlarken, bu kişi dertli olabilmenin,
hayatla ilgili olabilmenin, insanlarla beraber o-lup onları hayra, hakka davet
etmenin derdini, hüznünü taşır. Bunun kadr u kıymetini bilir. Yani sıkıntılı,
üzüntülü, bedbin, bedbaht, karamsar, ümitsiz değil. Elbette müslüman bu anlamda
asla ümitsiz olmaz ama, bir şeylerin derdini, sancısını çeker olabilmek farklı
bir durumdur. Meselâ oğlunun ve kızının daha bir müslüman olmalarının derdini
taşımak, buna kafa yormak, düşünmek. Komşularımı acaba Kur’an’la nasıl
tanıştırırımın derdini çekmek. Acaba bu insanların hidayeti için ne yapabilirim?
Acaba süratle cehenneme, ateşe doğru giden bu insanların cehennem yollarını
kapatıp cennet yollarını açma konusunda benim katkım ne olabilir? Ben bu konuda
ne yapabilirim diye dert taşımak. Ama beri tarafta sanki cennet muştusu almış
gibi birileri coşkun, hangır şangır ne yaptıklarını bilmez, dertsiz ve
sıkıntısız yaşarlarken. Yani insanlar endişesizken endişelidir o kişi.
İnsanların dirilişinin plan ve projesini sürekli kafasında canlı tutar. İşte
Kur’an’ın hamili böyle yaparmış.
4:
Dördüncü özelliği; insanlar gülüp oynarlarken, sanki kahkahaları basarlarken, bu
Kur’an’ın sahibi olan müslüman ağlamanın, ağlayabilmenin kadr u kıymetini bilir.
Ağlamak, ağlayabilmek onun için bir nimettir. Tabii kahkahalı gülmenin yasaklığı
adına söylüyorum. Yani kişiye kendini, kendi hayatını, konumunu, çevresini
unutturan bir gülüş yasaktır. Değilse elbette bazen güler müslüman. Gülünecek
bir bölüm de olur müslümanın hayatında. Ama ağlamanın kadr u kıyme-tini
bilebilmelidir müslüman. Halbuki bizler ağlamayı önce çocukluk dünyasında
biliriz. Haydi bir de kadınlar ağlar. Aa! Erkek adam ağlar mı diye de bir
yaftaya sarılırız. Halbuki çocukta gördüğümüz o ağlama mantığını bir müslüman
olarak biz kendimizde görsek ne güzel olmaz mı? Bence buna çok ihtiyacımız var.
Gerçi niceleri ne kadar dolu, salıversen durduramayacak kadar ağlayacaktır
bugün. Bir dokunsan bin ah çekecek nice insanlar var piyasada da ağlayamıyorlar.
Galiba ağlatan yok diye herhalde.
Dönün
şimdi çocukların dünyasına ve onların neden ağladıklarını bir düşünün. Benim
anladığım çocuklar ağlamayla üç boyutlu bir konuşmayı gündemde tutuyorlar.
Birincisi; ağlamak istek bildiriyor. Acıktım, susadım ya da altımı kirlettim
diye ağlamıyor mu çocuklar? İsteklerini böylece beyan etmiyorlar mı? İkincisi;
ağlamakla özlemlerini bildirirler çocuklar. Annesinden iki saat ayrı kalan bir
yavru, annesini görür görmez kimin kucağında olursa olsun başlamıyor mu
ağlamaya? Özledim diye ağlıyor değil mi? Vah yavrularını bırakıp başka yerlere
giden anneler, unutmayın ki o yavrularınız sizden çok fazla yanıyor.
Ağlamalarının üçüncü boyutu da korku ve suç bildirmesidir. Suçu vardır,
bakıverin başlar ağlamaya suçluluğunu beyan manasına.
Peki
şimdi bizler de aynı şeyleri Allah karşısında o çocuk mantığıyla ortaya koysak
nasıl olur? İsteklerimizi ağlayarak bildirsek Rab-bimize. Gözyaşlarıyla yalvarıp
yakarsak. Öyle olunca Rabbimizin bize karşı tavrı farklı olacaksa niye
yapmayalım bunu? Peki ya özlemimizi ağlayarak beyan etmeyelim mi Allah’a? Ya
Rabbi, ayrı kaldım senden. Seni bırakıp başkalarına gitmişim. Sana soracaklarımı
ben başkalarına sormuşum. Senin mesajına karşı eyvallahsız yaşamış, başka
yerlerden mesaj aramaya kalkışmışım. Eyvah ben senden, senin kitabından çok uzak
kalmışım ya Rabbi diye ağlamayalım mı? Yine suçlarımızı, korkularımızı ağlayarak
Rabbimize beyan etmeyelim mi? Affet ya Rabbi diye ağlamayalım
mı?
Resûl-i
Ekrem Efendimiz Kenzul Ummal isimli hadis kitabında 43357 numaralı hadislerinde
ağlama konusunda şu özel bilgiyi verir bize: “Küllü aynin bâkiyetün illa aynun
beket min haşyetillah.”
Kıyamet
gününde bütün gözler ağlayacak. Ancak şu özellikleri taşıyan gözler
ağlamayacaktır. Allah haşyetinden ağlayan göz. Sinek başı kadar yaş döken göz.
Ama her ağlayanın ağlamasına da kanma-yacağız. Hani Yakup aleyhisselâmın
çocukları da ağlamışlardı. Kardeşleri Yusuf’u kuyuya atıp akşamleyin gözlerinden
yaş yerine kan dökerek gelmişlerdi. Öyle değil ama günahların affı için elbette
ağlayacağız. Ya yanlış yaparsam, ya Rabbimi darıltırsam endişesiyle ağlayacağız.
İşte böyle bir göz kıyamet günü ağlamayacaktır. İkinci göz de Allah için açık
olan gözdür. “Seherat fi sebiylillah” Seherlerde uyanık olan göz. Veya gündüz ve
gece Allah’ın bak dediğine bakan göz. Üçüncüsü Allah için kapalı olan göz.
“ğazzat an meharimillah” Haramlardan sakınan göz. Ama bunu sadece kadın için
erkekten, erkek için de kadından sakınan göz şeklinde anlamayın. Çünkü Allah’ın
haramlarına bakmayan göz demek, o gözle haramları işlemeyen göz demektir. Meselâ
Allah’ın istemediği bir hayatın plan ve programı üzerinde düşünmeyen göz
anlamına gelmez mi? Demek ki Allah için hem açık olmalıymış göz, hem de kapalı
olmalıymış. Dördüncü göz de Al-lah yolunda çıkarılan gözdür. Gözünü Allah
yolunda bir kavgada kay-beden kişinin gözü de yarın
ağlamayacaktır.
5:
Hamil-i Kur’an’ın beşinci özelliği; insanlar hata peşinde koşarken, hata üstüne
hata işlerlerken susmanın, susabilmenin kadr u kıymetini bilen kişidir o.
Susabilmek… Ama Allah korusun da bugün sanki Kur’an’la beraber olduğunu iddia
edenler, sanki Kur’an’ın hamili görünenler, yani biraz daha fazla bilenler,
biraz daha fazla okuyanlar susmayı unutuyorlar, susmayı beceremiyorlar. Bu sözü
tabii önce kendime söyledim. Ama çevremdekiler de buna zemin hazırlıyorlar diye
dert yanasım geliyor. Evime misa fir
geliyor, ben konuşuyorum, misa firliğe
gidiyorum, ben konuşuyorum. Hep beni konuşturuyorlar. Peki ben ne zaman
dinleyeceğim? Yani ben de bazen dinlemeye muhtaç değil miyim? Susmayı
bilelim.
Ama
elbette konuşma makamında susmak değildir bu. Burayı yanlış anlamayalım. Resûl-i
Ekrem Efendimiz bu konuyu anlatan bir hadislerinde buyurur ki; “Allah’a ve
âhiret gününe iman eden kişi hayır söylesin, değilse sussun.” Bu hadisi hep
şöyle tercüme ettiler değil mi: Allah’a ve âhiret gününe inanan kişi ya hayır
söylesin, yahut da sussun. Bu hadisi böyle anlayınca elbette başımıza büyük
belalar açıyor. Söz gümüşse sükut altındır diyor adamlar ve bir hak söz söyleme
makamında susmayı tercih ediyorlar. Allah korusun bu durumdaki kişiye dilsiz
şeytandır diyor peygamberimiz. Çünkü biz susarsak, hak bilenler susarsa şeytan
ve dostları hep konuşur ama Allah ve dostları gündemden
düşer.
Hayır
öyle değil, Allah’ın Resûlü hayır söyleyin diyor önce. Evvel emirde hayır
söyleyin, hayır biliyorsanız söyleyin ama hayır yoksa, ya da senden önce
birileri hayır söylemeye başlamışlarsa işte o zaman da sen susmak zorundasın.
Öyleyse susmanın kadr u kıymetini bilelim. Ben bu kadar biliyorum. Ben haddimi
biliyorum diyebilmenin kadr u kıymetini bilelim inşallah. Zaten Kur’an’la
beraber olan kişiye elbette Kur’an neyi ne kadar bildiğini öğretecektir. O da
haddini bilecek ve durması gereken yerde duracaktır.
6:
“İnsanlar aldanırlarken, ne yayıp ne ettiklerini bilmezlerken, aldanma peşinde
koşarlarken o kimse huşu sahibi olmanın, yani Allah’a gönülden bağlanabilme,
O’nu memnun etme ruh halinde olabilmenin kıymetini bilir.
7:
Yine hamili’l Kur’an olan kişide bulunması gereken yedinci özellik; onun ağlayan
biri olması gerekir. 8: Dertli, endişeli, mahzun olması gerekir. 9: Halim olan,
acele etmeyen, beklentisi olmayan, kendisine düşeni yaparken başkalarını ne
yapayım, ben bu yaptıklarımı Allah için yapıyorum diyen birisi olması gerekir.
10: Bir de seki-nen, oturaklı, kendinden emin, sakin ve en doğruda olduğunun
bilincinde olan bir kimse olması gerekirmiş.
Evet
ağlayan bir kişidir o. Az evvel ağlamakla ilgili bir şeyler demeye çalıştım.
Kur’an’la beraberlik ağlamayı gerektirecektir. Çünkü Kur’an’ın ilk okuyucusu
Allah Resûlü öyle yapıyordu. Bir rivayette ge-ce namazında Mâide sûresinin son
bölümünü okurken, İsa aleyhis-selâmın kavmiyle ilgili bölümü okurken ağlamaya
başlıyordu.
“Onlara azap edersen, doğrusu
onlar senin kullarındır; onları bağışlarsan, güçlü olan, hakim olan şüphesiz
ancak sensin.”
(Mâide
118)
Ya
Rabbi, eğer bu insanlara sen azap edeceksen, bunlar senin kulların. Onlar sana
benden daha yakındır. Ama eğer rahmet eder, merhamet edersen sen aziz ve
hakimsin. Sen mutlak galip yenil-mez, her yaptığı yerinde yanılmazsın. Senin
yaptığına kim karşı gelebilir? Sen nasıl istersen öylece yapansın âyetini
okudukça kendinden geçercesine ağlar, ağladıkça okurdu. Öyleyse ehl-i Kur’an’ın
böyle okudukça ağlaması gerekir.
Mahzunen
olmalıdır ehl-i Kur’an. Yani sıkıntılı, ama karşısındakine sıkıntı veren değil,
daha iyi müslüman olma sıkıntısı taşıyandır. Hem kendi planında, hem de
başkaları planında. Yani ben iyi bir müslüman olabilmem için hem dini kendi
şahsımda uygulayıcı, hem de başkaları planında duyurucu olmalıyım. İşte
insanlara bu dini duyurma adına dertli olacağım. Ama dertli olurken de şunu
unutmayacağım: Rasûlullah Efendimizin karşısında dört baba vardı. Birisi
Be-kirin babası ki o, hiç beklemeden iman etti Ebu Bekir. Birisi Süfyan’ın
babasıydı ki o, tam yirmi sene bekledi Mekke’nin fetih günü ancak müslüman oldu
Ebu Süfyan. Üçüncüsü Talib’in babasıydı ki o, Ebu Talip, biliyordu, yakından
tanıyordu, sahipleniyor, korumaya çalışıyordu, ama evet kabul ettim diyemedi ve
öylece ölüp gitti. Bir de cehaletin babası olan Ebu Cehil vardı ki o da
biliyordu da düşmanlık yaparak geberip gitti.
İşte
ben bu kitapla insanların tanıştırılmasını derdini çekeceğim, en büyük iş
olarak, en büyük dert olarak bunu yaşayacağım ama bileceğim ki benim kendilerine
din duyurduklarım bu dörtten biri olurmuş, o benim problemim değildir. Çünkü
Kur’an’ın hamili olan müslü-man halim olmalıdır. Aceleci olmayan, karşıdakinin
üç günde, beş günde değişmesini beklemeyen kimsedir o. Karşıdakinden acele bir
şeyler bekleme, beklediğini bulamayınca da hemen geriye dönme onun şiarı
değildir. Ölünceye kadar zaten onun görevi devam edecektir. Efendim çok uğraştım
ama adam olmadı diyenleri bir hatırlayın. Çok gitmiş de artık adam olmazmış,
bırakıvermiş. Peki ne kadar çok gitti? Peki Nuh aleyhisselâmın 950 yılı kadar
gitti mi? Efendim zaten bizin 950 yıl ömrümüz yok ki diyenlere bir ömür gittin
mi diye soralım. Yani bütün peygamberler bir ömür boyu gitmediler mi insanlara?
Biz neden üç gün beş günle acele ediyoruz?
Ayrıca
Kur’an’ın müslümanı sekînen olmalıdır. Yani sakin, en doğruda, en hakta
olduğundan emin bir kişi. Yani sağdan soldan esen rüzgarlarla düşüncelerini,
inancını yeniden şekillendiren değil. Çünkü o yaptığını Allah dedi diye yapan,
Allah dediyse tamam deneceğini bilen birisidir. Dahasını niye arasın, en
doğrudadır o çünkü. Onun için oturaklı bir hayat programı vardır. Acabalarla
dolu değildir hayatı. Çünkü Kur’an kaynaklıdır aldığı kararlar. Ne yapacaksa
Kur’-an rehberliğinde yapacaktır.
Ama
Kur’an’ın hamili olan müslüman şu özellikleri de
taşımamalıdır:
1:
Cafiyen kaba ve zalim olmamalıdır. Cefakâr olmalıdır. 2: Gafil, ilgisiz
olmamalıdır. 3: Gülüp oynayan bir kişi olmamalıdır. 4: Bir de sert ve haşin
olmamalıdır.
Evet,
ahlâkı, yapısı, karakteri, benliği Kur’an’la oluşan müslü-man asla kaba ve zalim
olamaz. Çünkü beraber olduğu Kur’an ona bunu öğretmiştir. Sonra gafil, ilgisiz
olmamalıdır. Fark etmez diyen birisi olmaz müslüman. Yani çocukları şöyle veya
böyle olmuş, komşu şöyle veya böyle olmuş, insanlar şöyle veya böyle olmuş fark
etmez diyen bir kişi değildir Kur’an’ın hamili. Bulunduğu ortamda maruf varmış,
münker varmış, maruf emredilecekmiş, münker nehy edilecekmiş fark etmez diyen
birisi değildir o müslüman. Kur’an’la beraber o-lan bir müslüman kesinlikle
böyle hayata ilgisiz davranamaz. Çünkü Allah’ın Resûlü: “İnsanların içine
karışıp onların dertleriyle dertlenen, onların hidayeti için çırpınan müslüman,
onların içine karışmayıp ayrı duran müslümandan her zaman hayırlıdır”
buyuruyordu.
Gülüp
oynayan da olamaz müslüman. Her şeyi unutmuş kendi dünyasında zevk peşinde.
Olacak şey değildir bu. Bir de sert ve haşin de olmamalıdır. Çünkü böyle bir
müslüman dışındaki insanlara vurunca o sendeliyor belki, hoşuna gidiyor belki
ama sonunda kaçıyorsa , hattâ bir tanesi bile kaçmışsa bilsin ki o kaçan
Kur’an’dan kaçmıştır. Yani o kişinin şahsında Kur’an’la beraberlikten kaçıyorsa,
öyle de ol-masın müslüman. Peki hiç mi set davranmasın? Hiç mi vurmasın
karşıdakinin alnına? Öyle değil elbette. Yani değilse şahsiyetsiz olsun, silik
bir müslüman olsun, her ortamda boynunu büksün, önüne gelen sırtına binsin, öyle
değil. Yani müslümanlara karşı merhametli olsun. Ama bazen merhamet karşıdakinin
elinden tutmak, bazen eline vurmaksa, bazen ateşe gitmesine engel olmaksa, bazen
onun sobaya değmesine bigane kalmamaksa, bazen azarlamak, bazen bağırmak, bazen
gülmekse bunlar olmalıdır elbette. Çünkü bunlar merhametin gereği olarak
yapılması gereken şeylerdir. Meselâ çocuğunun her de-iğini yapan bir anne ona
karşı merhametli mi? Meselâ merhametinden dolayı namaza kaldırmayan bir anne
çocuğuna merhametli midir? Öyle değil. Ya ne? Herhalde karşıdakinin insanlığını
unutarak hareket etmektir sertlik galiba. O da bir insandır. Onun da bir gönlü
var, onun da bir kafası var. İşte bunları unutarak hareket etmek sertliktir,
kabalıktır.
Rabbim
kendisinin istediği biçimde kitabıyla ilgi kurmayı, razı olduğu biçimde
okumayı, okuduğumuz âyetler üzerinde kafa yorup anlamaya çalışmayı,
anladıklarımızla amel etmeyi, anladıklarımızı başkalarına da duyurarak
kendimizi dirilttiğimiz bu kitapla Allah kullarının dirilişlerine de vesile
olmayı, bunu bu dünyada en büyük dert, en şerefli sorumluluk bilmeyi bize nasip
buyursun, kolay kılsın inşallah.
bu tefsirin pdfini indiremiyomuyuz. illa satın mı alacağız.
YanıtlaSilAllah emeği geçenlerden razı olsun.
YanıtlaSil