Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
99., Nüzûl sıralamasına göre 93., Mufassal sûreler kısmının on üçüncü grubunun
beşince ve son sûresi olan Zilzâl sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin
sayısı 8’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1-3. “Yer dehşetle sarsıldıkça
sarsıldığı, yeryüzü ağırlıklarını dışarıya çıkardığı ve insanın: “Buna ne
oluyor?” dediği zaman; 4-5. İşte o gün, yer, Rabbinin ona vahyetmesiyle kendi
haberlerini anlatır. 6. O gün insanlar işlerinin kendilerine gösterilmesi için
bölük bölük dönerler. 7. Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. 8. Kim de
zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.”
Mekkî diyenler olsa da Medine’de nâzil olduğu daha
kuvvetli olan Zelzele, Zilzâl, Câmia gibi isimleri olan, Rasulullah efendimizin
dilinde Kur’an’ın yarısına muadil sûre diye tavsif edilmiş bir sûreyle karşı
karşıyayız. Kur'an-ı Kerim'in doksan
dokuzuncu sûresidir. Nisâ sûresinden sonra nazil olmuştur. Sekiz âyettir.
Fasılası he, mim ve elif harfleridir. Sûrenin nüzûl yeri hakkındaki rivayetlerin
bazıları sûrenin Mekkî, bazıları da Medenî olduğunu belirtir. İfade ve üslûbu,
ele aldığı mevzûları hususunda Mekkî olduğuna nispet edilmiştir. Mus-haflar'da
ise Medenî olarak gösterilmiştir. Ebû Sâid el-Hudrî'den gelen bir hadis sûrenin
Medenî olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir:
Kıyametin
zuhuru esnasında ve kıyamet sonrası Mahşer ye-rinde zuhur edecek korkunç
olayları en veciz ve dehşetengiz ifadeler-le anlatan bir sûre. Daha sonra hayır
ya da şer zerre ağırlığınca da ol-sa tüm amellerin değerlendirileceğini ve
insanın mutlaka bu amelle-rinin karşılığını göreceğini anlatan bir sûre.
Allah’ın Resûlü bu sûreye “Fazzatü’l Câmia” ismini verir. Çünkü zerre
ağırlığınca da olsa şer ve hayır tüm amelleri, her şeyi sinesinde toplayan en
veciz sûredir bu sûre.
İbn Ebî Hâtim, Ebû Saîd
Hudrî'den nakletmiştir: "Her kim zerre miktarı hayır işlerse onu görecekler. Her
kim de zerre miktarı bir şer işlerse onu görecektir" (7-8) âyetleri ile ilgili
olarak Rasûlullah (s.a.s)'a şöyle demiştir: "Ya Rasûlullah, kendi amellerimi
görecek miyim?" Al-lah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Evet!" Ben şöyle dedim: "Ben
mahvoldum." Allah Rasûlü (s.a.s): "Sevin, ya Ebû Said. Çünkü Yaptığın her salih
amele on sevap verilecektir" buyurdu. Bu hadis sûrenin Medenî olduğuna delil
teşkil eder. Çünkü Ebû Said Hudrî Ensar'dandı. Ayrıca Uhud'dan sonra baliğ olmuş
olduğu için bu rivayet, bu âyetin, dolayısıyla sûrenin Medine'de nâzil olduğunu
te'yid etmektedir.
"Deprem, arka arkaya gelen
şiddetli sarsıntı" demek olan Zil-zâl, sûrenin ilk âyetinde geçer ve sûre adım
buradan alır. Sûrenin isimleri "Zelzele" ve "Zilzâl"dir. "Yer sarsıldıkça
sarsıldığı zaman." (1).
Sûre ilk âyetiyle birlikte
kıyametten sahneler sunuyor, selim akıl sa-hiplerine. İbn Abbas bu âyet hakkında
der ki: Yani "dibinden oynayıp hareket ettiğinde." Kur'an'ın bir başka yerinde
şöyle buyurulur o an için: "Ey insanlar, Rabbinizden korkun. Doğrusu kıyamet
saatinin sar-sıntısı büyük bir şeydir." (Hacc,1).
Kıyametin kopmasından,
insanların yeniden dirilip hesap ver-mesinden, herkesin -iyi ya da kötü-
ettiğini bulacağından bahseden sûrenin ikinci ayeti ise yine "yer"le ilgili ve
insanı bütün benliğiyle doğ-rudan etkileyen bir üsluba sahiptir: "Toprak
ağırlıklarını dışarı çıkar-dığı zaman" (2). Bir başka âyette de şöyle
buyurulmaktadır: "Yer dü-zeltildiği zaman. İçinde olanları dışarı atıp boşaldığı
an" (İnşikak, 3-4).
Yerin ağırlıklarını dışarı
çıkarması birkaç şekilde tefsir edilmiş-tir: 1) İçindeki hazineleri dışarı
çıkarır. İnsanların dünyada her yönüyle ihtiyaç duyduğu ve "hırs ekol"ünü
oluşturan altın, gümüş, mücevherat vb. şeyler dışarı çıkarlar ve şimdi bu şeyler
onların hiçbir işlerine ya-ramamaktadırlar. Tersine onların azabına sebep
olacaktır. 2) Kabirlerdeki ölüler dirilir. Bu anlamda "ba's" denilen dirilme
zamanı söz konusudur. Ölmüş olan insanları nerede ve hangi halde bulunurlarsa
bulunsunlar, hepsi yeraltından dışarıya atılacaklardır. Bir sonraki âyet,
onların o an cisimlerinin bütün parçalarının yeniden bir araya getirile-rek
dünyadaki ilk şekilleri gibi diriltileceklerine delâlet etmektedir. Çünkü eğer
böyle olmayacaksa onlar, "bu yeryüzüne ne oluyor?" sözünü nasıl söyleyecekler?
3) Ölü insanları dışarı atmakla yetinmeyecek, ayrıca insanın dünyada iken
işlediği ve kendisine şehadet edecek olan fiiller ve sözlerinde hepsini dışarıya
atacaktır. 4) Yeraltındaki ma-denler, gazlar, yanar durumda olan lavlar da
dışarı fırlar. Bu ise hakiki kıyameti sahneye koyar.
"İnsan "ne oluyor buna!"
dediği zaman." (3) Yeryüzünde rahat ve kararlı olarak sakin ve sabit yaşarken
sonra meydana gelen duru-mu, garip karşılayarak der ki: Durum değişmiş ve
yeryüzü harekete geçmiştir. Sonra yeryüzü karnında bulunan yenilerden ve
eskilerden ölüleri dışarı atar. O zaman insanlar onun durumunu garip
karşılarlar. Yerler, bir başka yerle, gökler, bir başka gökle değiştirilir.
Buradaki in-san herhangi bir insan olabilir, çünkü tekrar diriltildiğinde ilk
sözü, "ne oluyor?" olacak. Sonra anlayacak ki, "kıyamet günü"dür. İnsandan
kasıt, âhireti inkâr eden insan da olabilir. Çünkü onun imkansız zannettiği şey
önüne getirilecek, onu görecek ve hayret içinde kalacaktır. Ehl-i imanın bu olay
karşısındaki tavrı ise herhangi bir endişe taşıma-yacak mahiyette
olacaktır.
Başka bir âyette şöyle
buyurulmaktadır! "Kâfirler "Vah bize, bi-zi yattığımız yerden kim kaldırdı?"
diyecekler. Mü'minler ise "İşte Rah-man'ın va'dettiği şey budur. Peygamberler
gerçekte doğru söylemiş." (Yâsin,52) diyeceklerdir. Fakat bu fark ikinci üfürme
ile yeniden diril-melidir. "İşte o gün; o bütün haberlerini anlatacaktır" (4).
İmam Ah-med b. Hanbel, Ebû Hureyre'den şu hadisi nakleder: Rasûlullah (a.s) bu
âyeti okumuş sonra, "Yeryüzünün haberleri nedir?" demiştir. Orada bulunanlar,
"Allah ve Rasûlü en iyisini bilir" demişler de Rasûlullah (s.a.s) şöyle
buyurmuştur: "Yeryüzünün haberleri her kulun ve cari-yenin üzerinde yapmış
olduğu amele şehadet ederek, "şu ve şu amelleri, şu ve şu gün yaptı ",
demesidir. İşte onun haberleri bunlardır."
Evet, "Bu esnada yer küre
haberlerini insana anlatır. Lisa n-ı kal (konuşma dili) ile
değil de lisa n-ı hal ile başından
geçenleri anlatır. Yeryüzünde alışık olunmayan bu halin meydana gelmesi,
Rabbi'nin ona başından geçenleri anlatmasına dair emir vermesi sebebiyledir.
Cenab-ı Allah macerasını anlatması için yere tekvinî emir verir. Kâi-natta
meydana gelen her şey Allah'ın tekvinî emrine dayanacaklar-dır. Allah kimin ne
yaptığını şüphesiz bilir. Ama âhirette mahkeme ku-rulduğu zaman Allah eğer bir
kimseye ceza verecekse, adaletinin bü-tün şartlarının gereğini yerine getirir.
Rabbu'l-Âlemin'in mahkemesin-de her suçlunun itiraz edemeyeceği şekilde eksiksiz
şehadetler göre-ceği kesindir. Birincisi, "Kiramen Kâtibin" meleklerinin her
zaman, her ameli kaydettikleri defterdir. (Gâf,17-18; İnfitâr,10-12). Amel
defterleri ellerine verilecektir. Onlara şöyle denilecektir: "Hayatta
yaptıklarını oku. Hesabın için bu sana yeter" (İsrâ,14). "İnsan onu okuduğunda
kaydedilmemiş en ufak ve en büyük şey kalmadığına hayret edecek-tir"
(Kehf,19).
İkincisi ise, insanın
organlarının dile gelmeleridir: "Dilleri, elleri ve ayaklarının yapmış
olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik ede-ceği bir günde..." (Nur,24).
İnsanlar bu durum karşısında hayret içinde kalacak ve azalarına, "Sizler bana
karşı nasıl şahitlik yaparsınız?" diyeceklerdir. Azalarsa, Bu gün Allah'ın
emridir, her şey konuşmaktadır ve biz de O'nun emriyle konuşmaktayız"
diyeceklerdir (Fussilet, 20-22). O gün de o kadar kat'i, açık ve kesin ispatlar
yapılacak ki, insanın inkar etmesine ve mazeret ile sürmesine mahal
kalmayacaktır. "O, (kâfirlerin) konuşamayacağı bir gündür. Onlara izin bile
veril-mez ki (sözde) mazeretlerini beyan etsinler" (Mürselât,35-36). Bugünde her
şey konuşacaktır. "Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir" (5).
Rabbü'l-Âlemin, arza
söylemesini süratle emr-ü telkin etmiştir de o sebeple arz o haberleri anlatır.
Keşşâf'ta der ki: Arz'ın anlatması mecazdır. Yani Allah Teâlâ arz'da öyle yeni
haller, oluşlar meydana getirir ki, onlar lisa n ile anlatma makamına
çıkarlar. Hatta, "ne oluyor buna" diyenler o duruma bakarlar da onun ne için
zelzeleye tutuldu-ğunu ve ne için ölüleri dışarıya attığını bilir. Bu olayların
da peygam-berlerin korkuttukları ve sakındırdıkları olaylar olduğunu anlarlar.
Bu manaya göre vahiy "kûn feyekûn" (ol der oluverir) gibi yaratıcı olmuş
olur.
Bundan başka bir de
denilmiştir ki, Allah Teâlâ "arzı" o zaman gerçekten söyletecektir.
Rasûlullahtan da rivayet olunmuştur ki, her-kese karşı üzerinde ne amel
yaptığına şahitlik edecektir. Arz'a vahiy, onun hayatı mümkün olan cüzlerine,
parçalarına vahiy olarak mülaha-za edilirse bu söylemenin ve vahyin gerçekten
nutuk veya hitabet ha-linde haber vermesi ve bildirmesi manasına olarak
anlaşılması söz konusudur. Aslında onun ne olduğu o vakit hakikat göz önüne
dö-küldüğü zaman anlaşılacaktır. Bunu Allah arza böylece
vahyetmiştir.
Akabinde gelen âyet artık
hesap gününden bahseder: "O gün insanlar, ayrı ayrı gruplar halinde (İlahi
Divana) çıkarlar ki, yaptıkları kendilerine gösterilsin" (6). Yani varmış
oldukları yerden insanlar dö-nüp çıkacaklar, kabirlerden durulacak yere, mahşere
doğru muhtelif sûrette fırlayacaklar, kimisi yüz aklığıyla, kimisi yüz
karasıyla, kimisi selâmet, kimisi korkular, kimisi dehşetler içinde, kimisi
binitli, kimisi yayan, kimisi zincirlerle bağlı; hasılı kimisi bahtiyar, kimisi
bedbaht, yahut İbn Abbas'tan mervî olduğu üzere her din ve millet sahibi ayrı
ayrı olarak kendi önderleri arkasında, yahut her fert ilk yaratılışı gibi tek
başına olarak İlahi Divan'a çıkarlar. Kimisi mahşere geldikten son-ra kitabını
sağından almış "ashabı yemîn"den olarak Cennet'e gitmek üzere, kimisi de kitabı
solundan veya arkasından almış "Ashab-ı şi-mal"den olarak Cehennem'e gitmek
üzere mahşerden ayrılacaklar.
Amelleri kendilerine
gösterilmek için.
Âyette geçen "eştâtâ"
(fırka fırka) çeşitli âyetlerde ve izahında şöyle gösterilebilir: "O gün
görülecektir ki, ilk defa yarattığımızda ol-duğu gibi şimdi de sen yapayalnız
benim huzurumdasın" (En'âm, 94). "O bize yalnız olarak gelecek" (Meryem,80).
"Onların her biri kıyamet günü Allah'ın huzurunda yalnız olarak bulunacak"
(Meryem,95). Bir de "Sûr'a üflendiği zaman fevc fevc gelecekler" (Nebe, 18)
manasına kullanıldığını görüyoruz. Son olarak, Kur'an'da ne tür insan olursa
ol-sun, onlara muhakkak kendi amel defterlerinin verileceğinin açıklandığının
bilinmesi gerekir (Hâkka,19-25; İnşikâk,7-10). Bu aşamadan sonra Rabbül-Âlemin
şöyle buyuruyor: "Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim
zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür" (7-8).
Bu âyetlerin nüzûlüyle
ilgili olarak şöyle bir rivayet vardır: Said İbn Cübeyr (r.a)'den rivâyet
olunmuştur. O der ki, "Yoksula, yetime ve esire O'nun sevgisi için yemek
yedirirler" (İnsan,8) âyeti kerimesi nazil olduğu zaman, bazı müslümanlar az bir
şey verdikleri zaman bundan dolayı sevap kazanamayacaklarını; diğer bazıları
ise, "Allah, cehen-nem ateşini büyük günahlar için va'detmiştir", diyerek, yalan
söyle-mek, harama bakmak, gıybet etme vb. gibi küçük günahlardan ötürü
kınanmayacaklarını zannediyorlardı. Bunun üzerine Allah, Ârtık kim zerre
ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca Şer yapmışsa onu
görür" (7-8) âyetlerini inzal buyurdu.
Said b. Cübeyr (r.a) der
ki: Allah bu âyeti inzal buyurarak, bir yandan; "az, kısa zamanda çoğa vesile
olur" diye Müslümanları az demeden vermeğe teşvik ederken, diğer yandan da,
"küçük günahlar kısa zamanda çoğalır, dolayısıyla büyük günahlara dönüşür" diye
onları küçük günahları işlemekten sakındırmıştır. Zerre, görülür görül-mez
derecede bir şeydir. Güneşin ışığında sezilebilen ince toza da denilir. İbn
Abbas'tan mervidir ki, elini toprağa sokmuş, kaldırmış son-ra üflemiş de işte
bunlardan her biri bir zerre ölçüsü' demiştir. İkisi az-lıkta benzerdir. Gerçi
bizim bir zerre dediğimizin içinde bile bir âlem vardır. Fakat mes'ûliyetin
asgari derecesi beşeri hissin alaka kurabile-ceği en küçük ölçü ile ifade
edilmiştir. Asıl murat, en cüz'i bir hayır ve şerrin bile Allah'ın katında zayi
edilmeyeceğini beyandır.
Bu âyetin salt anlamı
şudur: İnsan zerre kadar iyilik veya zerre kadar kötülük yapmışsa, onun amel
defterinde kayıtlı olarak buluna-cağı ve insanın onu göreceği doğrudur. Yalnız
bu aşamada zerrece yapılan iyilik ve kötülüklerin somut karşılıkları
anlaşılmamalıdır. Şöyle ki, Cahiliye hayatı yaşamış olduğu halde iyilik yapan,
hayır ve hase-natta bulunan için düşünüldüğü zaman sonuç şu olur: Bu kişi
âhiretini kazanamamıştır. Ancak cehennem azabı şiddetli olmayıp hafif olabilir.
Kendisini Allah'a teslim etmediği için azaptan kurtulamaz.
Yine mü'mince bir hayat
yaşamış olduğu halde yaptığı en küçük bir kötülüğün ona (muttaki mü'mine)
uygulanacağı da beklene-mez. Katade, Enes yoluyla Rasûlullah (s.a.s)'tan şu
hadisi nakletmiştir: "Allah bir mü'mine zulmetmez. Bu dünyada iyiliklerinin
karşılığı olarak onu rızıklandırır. Ahirette de mükafat verir. Kafire
iyiliklerinin karşılığını bu dünyada verir. Kıyamet günü onun hesabından iyilik
kal-mayacaktır."
Kısacası, Kur'an-ı Kerim'in
çeşitli âyetlerinde geçtiği şekliyle kâfir, müşrik ve münafıkların iyi sayılan
amelleri zayi edilmiştir. Ahiret-te onlara mükâfattan hiçbir pay
verilmeyecektir. Kötülüğün cezası ya-pılan kötülük kadar verilecek, buna karşın
iyiliğin karşılığı, yaptığın-dan daha fazla verilecektir. Mü'min eğer büyük
günahlardan kaçınırsa küçük günahları affedilecektir. Salih mü'minden hafif
hesap sorula-caktır. O'nun kötülüklerine göz yumulacaktır. Yaptığı en iyi
amellere göre mükafat verilecektir.
Bu âyet insanı önemli bir
gerçek hakkında uyarmaktadır. O gerçek şudur: Her küçük iyiliğin bir ağırlığı ve
değeri vardır. Aynı şey kötülük için de geçerlidir. Küçük diye bir iyiliği terk
et-memeli, yine küçük diye bir kötülük irtikap etmemelidir. Çünkü her iki-si de
birikebilir. Bu konuda iki hadis şöyledir: Hiçbir iyiliği hakir gör-meyin, bir
kimseye bir kap su bile verseniz veya bir kardeşinizi güler yüze bile
karşılasanız."
Müsned-i Ahmed'te, Hz.
Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle bir riva-yet vardır: Rasûlullah (s.a.s) buyurdu:
"Dikkat edin! Küçük günahlar-dan da sakının, çünkü birikirlerse bir insanı helâk
ederler." İşte bu söylenen ve ona benzeyen ağırlıktaki hayır ve şerri o gün
sahibi hazır bulur ve cezasını görür. Ve o zaman insan yaptığı şeylerden
hiçbiri-sini küçümsemez. İyi veya kötü olsun, "bu önemsizdir, hesap ve tartı-ya
gelmez" demez. Vicdanın yaptığı her hareket karşısında ürperir. Bu zerrenin bile
o çok hassas terazinin kefelerinden birini ağır bastı-racağını bilerek vicdanen
titiz davranır. Bu ölçünün eşi ve benzeri mü'min gönüllerden başka hiçbir yerde
görülmüş değildir. Mü'min kalp zerre miktarı hayır ve şer için ürperir. Halbuki
dünyada dağlar kadar günah, isyan ve kötülük yaptığı halde hiç kımıldamayan
kalpler vardır. Önünde dağ zirvelerinin hiç kalacağı hayır tepelerini tepip de
müteessir olmayanlar vardır. Bu kalpler yeryüzünün çamuruna batmışlardır. Hesap
günü yaptıklarının ağırlığı altında ezileceklerdir.
Kıyametin kopmasından,
insanların yeniden dirilip amellerinin ortaya serilip hesaptan bahseden sûre
yukarıda geçtiği üzere herke-sin iyi ya da kötü ettiğini bulacağından bahisle
nihayete erer.
Genel olarak Zilzâl sûresi
şu mesajları taşır: 1) Sûrede kıya-met sahnelerinden bir kesit verilmiştir.
Gelecekten haber veren bu sû-rede, yer ve insan konu edilir. Yer içindekileri
çıkarır. Allah yere vah-yeder ve yer bütün haberlerini ortaya döker. Buna "gaybî
haber" ol-ması açısından "şüphesiz iman" gerekir. 2) Yer bütün haberlerini
orta-ya döktüğünde, o gün insanların amelleri kendilerine gösterilecektir.
Mü'minlerin bu günden Allah'a sığınmaları gereklidir. 3) Yapılan iyilik ve
kötülükler küçümsenemez. Çünkü her birinin değeri vardır. Mü'-minler, vicdanın
yaptığı her hareket karşısında ürperir, Allah'tan kor-karak titiz davranırlar.
Hiçbir hareket karşılıksız kalmayacaktır, Allahu â'lem.
Mukaddime biraz uzunca oldu. Bundan
sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
geçebiliriz.
Yer dehşetle sarsıldıkça sarsıldığı zaman. Kıyametin
kopuşu esnasında yeryüzünün birbiri ardınca kalpleri yerinden oynatan, yürekleri
hoplatan bir sarsıntıyla sallandığı zaman… Yeryüzü sallanıp çalkalandığı
zaman... Hani çuvalın içine bir şeyler korsunuz da yerleşsin diye şöyle bir
çalkalarsınız ya işte arz da böyle bir çalkalanmayla çalkalandığı zaman… Arzın
sallanmasıyla kıyamet gerçeğiyle karşı karşıya geldiğiniz zaman... Her şeyi
birbirine vuran, her şeyi mahveden o sarsıntıyla sarsıldığınız zaman... Ondan
habersiz, ondan gafil bir hayatın içine gömülmüş bir durumdayken ansızın o
sarsıntı beyinlerinizde patladığı zaman…
Bu konu
gerçekten çok mühimdir. Ahirete iman konusunu sürekli gündemde tutmak
zorundayız. Hem kendimizi hem de çevremizi ahiretle uyarmak zorundayız. Diyelim
ki tüm insanlara: “Ey insanlar! Bir gün gelecek şu üstünde yaşadığınız arz, çok
şedit bir sarsıntıyla sarsılacak. Şu anda sizi üzerinde barındıran şu yeryüzü
bir gün gelecek Rabbini dinleyecek ve bu uysallığını terk edecek. Bir gün
gelecek arzınız da, ayınız da, güneşiniz de, yıldızlarınız da, semanız da,
arzınız da, malınız mülkünüz de, gücünüz saltanatınız da, paranız servetiniz de
her şeyinizle birlikte yok olacaksınız! Yeryüzünün sallanmasıyla başlayan bir
süreç sonrası bir gün gelecek, hesap, kitap vermek üzere Allah’ın huzuruna
gideceksiniz! Bir gün gelecek bu hayatınız son bulacak!” Peygamberlerin
ellerindeki en büyük silahlardan birisi buydu. Onlar dönemlerinde Allah’ın
kullarını bununla uyarmışlardı. Biz de günümüz insanlarını ahiretle korkutmak
zorundayız, zelzeleyle uyarmak, hesap, kitapla inzar etmek zorundayız.
Bakın Rahmân olan Rabbimiz merhameti gereği yarın
olacakları bu günden haber veriyor. Bize acıdığı için ısrarla uyarıyor bizi.
Öyleyse bizler de bu âyetlerle hem kendimizi hem de başkalarını uyaralım.
“Yapmayın! Etmeyin! Ey insanlar! Gelin Zilzâl’a kulak verin! Gelin Allah’ın
dediği gibi yaşayın! Gelin kendi kendinizi cehenneme atacak bir hayatın adamı
olmayın!” diye insanları uyaralım.
Bir atom
bombası, bir hidrojen reaktörü, bir tank, bir füze karşısında bir çok devletler
savaştan el etek çekip teslim sancağını çekerken, aynı insanları ahiretle
uyardığımız zaman bir tek günâhı bile terk etmediklerini görüyoruz. Belki de biz
uyarıyı güzel yapmıyoruz da ondandır. Belki de Zilzâl’i anlatamadık bu
insanlara. Zilzâl’i tanımayanların Zilzâl’i tanıtmaları mümkün değildir. Öyleyse
önce biz kendimiz tanıyalım bu âyetleri. Biz kendimiz inanalım, biz kendimiz
uyarılalım bu âyetlerle, ondan sonra da insanları uyaralım
inşallah.
İnsanın
aklını başından alacak, yüreğini hoplatacak, dağları taşları her şeyi tuz buz
edecek o sarsıntıyla yeryüzü sallandığı zaman… Bilelim ki o kıyamet saati ona
hazırlıksız olan kimselere ansızın gelecektir. Zira kendileri kıyametin
geleceğinden gafil bir şekilde dünyaya dalmış, onu hatırlarından çıkarmış ve
böylece lüzumsuz şeylerin peşine takılmış insanlar için elbette kıyamet ansızın
gelecektir. Kıyamete inanmayan ve onun hazırlığı içinde Allah için bir hayat
yaşamayan insanlar onun kopmasına yakın bir dönemde alâmetler belirdiği zaman
bile uyanmayacaklar, o zaman bile oyun ve oynaşlarını sürdüreceklerdir. Onun
için şuurları yerinde değilken, haberleri yokken kıyamet gelip onların
tepelerinde patlayacaktır. Artık ondan sonra pişman olma ve geriye dönme imkânı
da kalmayacaktır.
Kıyametin
başlangıcını anlatan bu yeryüzünün sallanması Hac sûresinde de şöyle
anlatılır:
“Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının;
doğrusu kıyamet gününün sarsıntısı büyük şeydir. Kıyameti gören her emzikli
kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş
gibi görürsün, oysa sarhoş değillerdir, fakat bu sadece Allah’ın azabının çetin
olmasındandır.”
(Hac 1-2)
Vakıa
sûresinde de şöyle buyurulur:
“Ey İnsanlar! Yer sarsıldıkça
sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği
zaman.”
(Vakıa 46)
Arz ağırlıklarını dışarıya çıkarıp
attığı zaman. Esgal, erzak, ağırlık, karın yükü anlamlarına gelmektedir. Tıpkı
hamile bir kadının karnındakini dışarıya atması gibi yeryüzü de hamlini boşaltıp
sinesindekilerin tümünü dışarıya attığı zaman. İnşikâk sûresiyle söyleyecek
olursak arz içindekileri boşaltıp tahliye olduğu zaman.
Veya
esgal, esrar anlamına gelir. O gün yeryüzü esrarını keşfedecek, sırlarını
açacak, esrar perdesini kaldırıp lehte ve aleyhte şe-hadette
bulunacak.
Yeryüzü,
Hz. Adem (a.s)’dan bu yana sinesine gömülmüş ölüleri kabirlerinden fırlatıp
atacak. Sinesindeki tüm cesetleri dışarıya atacak. Bu âyeti duyan kimileri
çocuklarına vasiyet ediyorlarmış. Ben öldüğüm zaman beni 150-200 metre toprağın
derinliğine gömün diye. Neden? Yarın yeryüzü sallanıp da bağrındakileri dışarıya
attığında kendisinin yerin altında kalıp dışarıya atılmaktan, tekrar dirilip
hesap kitaptan kurtulmak, sümenaltı olmak için. Herhalde bizde de kimilerinin
mezarlarının üzerlerini beş on tonluk mermer yığınlarıyla kaplattırırken aynı
endişeyle bu işi yapıyorlar. Yarın yeryüzü sallandığında bu sarsıntıdan
kurtulmak ve toprağın altında kalmak için yapıyorlar. Ama kim ne yaparsa yapsın,
arz o gün bağrındakilerin tümünü dışarıya atacak ve bundan hiç kimse
kurtulamayacaktır. Bakın Nâziât sûresinde bunun hiç de zor olmadığını Rabbimiz
şöyle anlatır:
“Zor
değil bu olay, bir tek haykırmaya, bir anonsa bakmaktadırlar. Bir de bakmışsın
ki hemen uyanırlar.”
(Nâziât 13-14)
Bir de
yeryüzünün sinesinden atılacak olanlarla alâkalı yerin içindeki hazineleri,
defineleri, altınları, gümüşleri dışarıya atacağı da söylenmiş. İnsanların bir
ömür boyu uğrunda çırpındıkları, elde etmek için koşturdukları, bunsuz olmaz
diyerek kıbleleştirdikleri, tapındıkları şeylerin değersizliği ortaya
konulacaktır. O hengamede insanlar onlara yönünü dönüp bakmayacaklar ve bu
değersiz şeyler uğrunda ne kötü bir ömür tükettiklerini anlayacaklar. Müslim’de
bu hususu anlatan bir hadis var. Ebu Hureyre efendimizin rivâyet ettiği
hadislerinde Allah’ın Resûlü bakın şöyle buyurur:
“Yer
içindeki ciğerparelerini, altın ve gümüşlerini plaklar halinde dışarıya atar.
Sonra katil gelip: “Ben işte şunun için öldürmüştüm,” der. Akrabalarını terk
eden, sılayı rahmi kesen kişi gelip: “Ben işte bunun için akrabalarımı terk
etmiştim,” der. Hırsız gelip: “İşte şunun için benim elim kesilmişti,” der.
Sonra onları terk ederler ve hiçbir şey de
almazlar.”
İnsanlar o zaman anlayacaklar ki ne boş şeylerin
peşinde-lermiş. Para için kulluğu terk edenler, altın ve gümüş için birbirlerini
öldürenler, dünyalık elde edeceğim diye akrabalarını terk edenler, daha çok
kazanacağım diye çoluk-çocuklarının dini hayatıyla ilgilenecek zaman
bulamayanlar, para kazanacağım diye ilim öğrenmeye fırsat bulamayanlar, dükkan
tezgah peşinde koştururken Kitap ve Sünnetle tanışma imkânı bulamayanlar, bir
ömür boyu dünyanın kölesi olup yiyemeyeceği malları toplayanlar, oturamayacağı
evler yaptıranlar, uğrunda çırpındıkları malların, mülklerin, altınların,
gümüşlerin değersiz birer emtia olarak her yere atıldığını görünce anlayacaklar
bunların değersizliğini. Anlayacaklar ama anlamaz komaz olsunlar. Çünkü zorunlu
olarak anladıkları bu dönemin onlara en küçük bir faydası
olmayacaktır.
Arz tüm
şiddetiyle sarsıldığı ve sinesindekilerin tümünü dışarıya attığı
zaman:
Ve
insanın: “Buna ne oluyor?” dediği zaman.
İnsan bu manzaralar karşısında dehşete düşüp, korkuya kapılıp hayretle soracak.
Ne oluyor? Bu durum nedir? Nedir bu hal? Bana ne oluyor? Ya da bu sakin arza, bu
uslu yeryüzüne ne oluyor? der. Allah en iyisini bilir, ama bunu söyleyen
Kâfirdir. İnkâr ettiği, reddettiği, gelmez dediği, olmaz dediği bir gerçekle yüz
yüze gelince Kâfir hayretinden, dehşetinden böyle diyecek. Ölümünden sonra
diriltilirken insanın ilk söyleyeceği söz işte budur.
Yâsîn
sûresinde de Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Vay halimize! Yattığımız yerden bizi
kim kaldırdı?” derler. Onlara: “İşte Rahmân olan Allah’ın vaat ettiği budur,
peygamberler doğru söylemişlerdi” denir.
(Yâsîn 52)
Bu sözün
birinci bölümü kâfirlere, ikinci bölümü de mü’minlere aittir. Diriltildikleri
anda kâfirler, “Eyvah! Bizi kim kaldırdı? Bizi kim uyandırdı bu uykularımızdan?
Kim kaçırdı rahatlarımızı? Şöyle ne güzel rahatımız yerindeydi. Unutulup
gitmiştik, sümenaltı edilmiştik. Yuh olsun bizi kim kaldırdı böyle?” diyecekler,
mü’minler de, bu durumla karşı karşıya geleceklerini bilen, zaten buna iman edip
bekleyen mü’-minler de, “İşte Rahmân olan Allah'ın vaadettiği budur,
peygamberler doğru söylemişlerdi. Sadık olan Allah’ın elçilerinin haber
verdikleri gün işte bu gündür” diyecekler.
O gün, işte o gün, yeryüzü Rabbinin ona
vahyetmesiyle kendi haberlerini anlatır. Yeryüzü o gün havadislerini Rabbinin
emriyle anlatıp ortaya kor. Yeryüzü o gün kendi üzerinde gerçekleştirilmiş tüm
olayları anlatıverir. Çünkü Rabbi ona bunu emretmiştir, vahyetmiştir, izin
vermiştir.
Yeryüzü
üzerinde işlenen tüm amelleri, tüm konuşmaları anlatıverir o gün. Üzerinde
yapılan her bir işi, her bir sözü aynen ortaya koyuverir. Tüm yapılıp edilenlere
şahitlik edecek yeryüzü o gün. Yaptıklarıyla alâkalı kâfirler hakkında şikâyette
bulunarak, mü’minler hakkında da teşekkürde bulunarak o gün şahit olduğu her
şeyi sayıp dökecek yeryüzü.
İnşikâk’ta anlatıldığı gibi yeryüzü Rabbini dinleyecek:
“Ve yeryüzü Rabbine boyun eğdiği zaman
ki yeryüzü boyun eğecektir. Ona yakışan da budur.”
(İnşikâk 5)
Yeryüzü
Rabbine kulak verip dinleyecek. Zaten ona yaraşan da budur. Nitekim daha önce de
dinlemişti yeryüzü Rabbini. Önceden gökle yer bitişikti de insanın imtihanı
için, imtihan salonu oluşması için Allah onlara ayrılın dedi, onlar da Rablerini
dinleyerek ayrılıverdiler. Yine zimamları, gemleri elinde olan Rableri bir
zamanlar onlara isteyerek ya da istemeyerek bana kulluğa gelin buyurmuştu da,
her ikisi de, “isteyerek geldik Allah’ım” demişlerdi. İşte şimdi de yeryüzünde
insanların imtihanlarının bitip de imtihan sonuçlarının okunma dönemine
geçildiğinde bu imtihanda yeryüzü şehadette bulunarak Rabbini dinleyecek.
Rabbinin emriyle üzerindekilerin yaptıklarının tümünü
anlatacak.
Arz
şahitlerden sadece bir tanesidir. Bunun dışında da şahitlerden söz edilir
Kuran-ı Kerîm’de. Meselâ bakın Fussilet sûresinde bir âyet-i kerîmede şöyle
buyurulur:
“Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve
derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceklerinden gizlenmiyor, kötülükten
sakınmıyordunuz. Fakat yaptıklarınızdan bir çoğunu Allah’ın bilemeyeceğini
zannediyordunuz. İşte Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu zannınız sizi helâk etti
de zarara uğrayanlardan oldunuz.”
(Fussilet 22-23)
“Ey
insanlar sizler dünyada iken Rabbiniz hakkında kötü zan içindeydiniz. Bu yapıp
ettiklerinizden Allah’ın haberdar olmadığını zannediyordunuz. Kimsenin sizi
görmediğini zannediyordunuz. Yaptıklarınızın gizli kalacağına inanıyordunuz.
Âzâlarınızın aleyhinizde şahitlik etmeyeceğini düşünüyor ve cesurca günâhlar
işliyordunuz. Dünyada o çirkin işleri yaparken bu şahitleri hiç hesaba
katmıyordu-nuz. Bu yaptıklarınızı âzâlarınızdan gizleme gereği duymuyordunuz.
Çünkü bu âzâlarınızın aleyhinizde şahitlik yapacaklarını hiç
ummuyor-dunuz.
Sizler
dünyada günâhların peşine düşerken rezil oluruz korkusuyla köşe bucak kaçıyor,
insanlardan tenhâlârı tercih ediyordunuz. Ama kendi uzuvlarınızı hiç hesaba
katmıyordunuz. Bu yaptıklarınızı onlardan gizleme gereği duymuyordunuz. Bir de
esasen Rabbiniz konusunda da çok kötü bir zan taşıyordunuz. Sizi her an kontrol
eden, yaptığınız her şeyden her an haberdar olan Rabbinizin yaptıklarınızdan
gafil olduğunu zannediyordunuz. İşte Rabbiniz hakkındaki bu kötü zannınız sizi
helâke sürükledi de zarara uğrayanlardan oldunuz. Küfrün temeli işte buna
dayanmaktadır. Kâfir, Allah’ı tanımadığı için kâfir olmaktadır. Tabiat
dedikleri, toplum dedikleri hep Allah’tır aslında. Ama bir türlü adını
koyamıyorlar ve olmayan şeye inandıklarını iddia etmeye çalışıyorlar. Hem
âzâları, hem yeryüzü, onların yaptıklarına şahitlik
yapacaktır.
Bakın
Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu hususu anlatırken şöyle
buyurur:
“Ey
insanlar! Kendinizi yeryüzünden sakının! Çünkü o sizin ananızdır. Onun üzerinde
yaşayan hiçbir kimse yoktur ki hayır ya da şer ne yapmışsa yeryüzü onu mutlaka
haber verecektir.”
(İbni Kesir 4/576)
Yine
Tirmizi’nin Ebu Hureyre efendimizden rivâyet ettikleri başka bir hadislerinde,
Allah’ın Resûlü kendisine yerin vereceği haberler nelerdir ey Allah’ın Resûlü
diye soranlara şöyle buyurdu:
“Yerin vereceği haberler her erkek ve kadın
hakkın-da şurada şunu yapmıştı, burada bunu yapmıştı ya Rabbi diyerek onların
yaptıklarını haber vermesidir.”
(Tirmizi 5/416)
Veya yeryüzünde daha önce yapılanlar,
konuşulanlar, ameller, eylemler bir daha yaşanılarak gözler önüne getirilir.
Aynen bir daha yaşanılarak şahitlik ortaya konulur. Bunu önceleri anlamak
anlatmak gerçekten zordu, ama şu anda video, kamera vs. gibi araçlarla önceki
yaşanmışların bir daha görüntülenmesinin çok kolay olduğunu
anlayabiliyoruz.
Aslında
Rabbimiz bu tür aracıların şehadetine gerek duymadan da herkesin ne yapıp
ettiğini bilmektedir. Ama bu şahitleri konuşturarak Rabbimiz insanların kendi
kendilerine suçlarını ispatlamayı murad etmektedir. İnsanların itiraz hakları
kalmasın diye Rabbimiz bu şahitleri de konuşturmaktadır.
O gün insanlar işlerinin, amellerinin
kendilerine gösterilmesi için bölük bölük dönerler. Ya amellerini görmek için ya
da amellerinin sonucunun kendilerine gösterilmesi için insanlar grup grup
dönerler.
Fahrettin
Râzî buradaki “Eştaten” ifadesini dağınık olarak, farklı farklı gruplar halinde,
farklı farklı konumlarda insanların mahşer yerine gelecekleri şeklinde tefsir
etmiştir. Kimisi binitli, kimisi binitsiz, kimisinin yüzü ak, kimisinin kara,
kimisi yürüyerek, kimisi sürünerek, kimisinin ayakları çıplak, kimisi zincirlere
vurulmuş vaziyette amellerini görmek, amellerinin sonucuna muttali olmak üzere
mahşer yerine getirilecekler.
Veya
Nebe’ sûresinde de anlatıldığı gibi
“Sura üfürüldüğü gün hepiniz fevç fevç,
(bölük bölük) gelirsiniz.”
(Nebe’ 18)
İnsanlar
mahşer yerine fevç fevç dalga dalga gidecekler. Ya da inançlarına göre,
yaşadıkları hayatlarına ve amellerine göre gruplaştırılacaklar ve öyle
gidecekler. Bunlar biracılar, bunlar zinacılar, bunlar hırsızlar, bunlar
homoseksüeller, bunlar fâizciler, bunlar kumarcılar, bunlar Allah’a Allah’ın
istediği biçimde kulluk edenler, bunlar Allah’la savaşa tutuşanlar, bunlar
Allah’ı Rabb bilenler, bunlar tâğut-lara kulluk edenler, bunlar Adem yolunun
yolcuları, bunlar şeytan taraftarları, bunlar İbrahim taraftarları, bunlar
Nemrut yolunun yolcuları, bunlar Musâ’nın yoluna tabi olanlar, bunlar Firavun
yolundan gidenler, bunlar Muhammed (a.s)’e tabi olanlar, bunlar Ebu Cehillerin
izini takip edenler, bunlar Kur’an’a inanalar, bunlar Kur’an’ı reddeden
demokratlar, bunlar Müslümanlar, bunlar ateistler, bunlar Allah yasalarını
beğenmeyenler, bunlar kendi yasalarının hâkimiyeti adına Allah yasalarına geçit
vermeyenler, bunlar Allah dostları, bunlar Allah düşmanları diye insanlar
gruplaştırılacak. Tıpkı Vakıa sûresinin ifade ettiği gibi:
“O zaman siz de üç sınıf olursunuz. İyi
işler işlediklerini belirtmek için, amel defterleri sağdan verilenler; ne mutlu
o sağcılara!Kötülük işlediklerini belirtmek üzere, amel defterleri soldan
verilenler; ne yazık o solculara! İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını
almakta da önde olanlardır.”
(Vakıa
711)
İsrâ’da
da herkesin imamlarıyla, önderleriyle, liderleriyle, tabi olup yolundan
gittikleriyle birlikte çağrılacakları, kim kiminle beraberse, kimin yolu, kimin
ameli kime uygunsa, kim kimin yolundan gidiyorsa onlarla birlikte çağrılacakları
anlatılıyordu:
“O gün bütün insanları önderleriyle
beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitaplarını
okurlar. Onlara kıl kadar haksızlık edilmez.”
(İsrâ 71)
Burada
şöyle bir tespit yapalım ve bu gruplamaları şöyle düşleyelim: İnsanlar
yaşadıkları hayatlarına, imanlarına, düşüncelerine, amellerine göre gruplar
oluşturmuşlar. Mutlaka bu gruplardan birinde Peygamberimiz var. Tabi diğer
peygamberler de bir grup oluşturmuşlardır. Çünkü hadisler öyle anlatıyor.
Hadislerden anladığımıza göre her peygamber kendi inananlarıyla bir grup
oluşturup hesap yerine gidecek. Öyleyse bu gruplardan birinde Resûlü Ekrem
efendimiz varsa acaba gruplama kriteri nedir? Acaba biz nerdeyiz? Kendi
yerimizin neresi olduğunu düşünelim. Acaba bizim grubumuz bunlardan hangisi?
Çünkü eğer peygamber safında, peygamber sınıfında yer almamışsak, o zaman onun
gittiği yere gitme ihtimalimiz çok az, çok zor.
Meselâ
insanları saç tıraş modeline göre gruplandırsak, saç tıraş modeli
peygamberinkine benzeyenler şu tarafa, benzemeyenler bu tarafa dense. Veya
kılık-kıyafet modeli peygamberinkine benzeyenler şu tarafa, benzemeyenler bu
tarafa dense, mala bakışı, kazan-ma, harcama anlayışı, malla, mülkle ilişkisi
peygamberinkine benzeyenler şu tarafa, benzemeyenler bu tarafa, hanımıyla,
çocuklarıyla ilişkisi peygamberinkine benzeyenler şu tarafa, benzemeyenler bu
tarafa, gece hayatı, ikram anlayışı, ev tefrişi, sofrası, sabah kahvaltı
anlayışı peygamberinkine benzeyenler bu tarafa, benzemeyenler bu tarafa, namazı,
orucu, zikri, fikri, tesbihi, cihadı, tebliği peygamberinkine benzeyenler bu
tarafa, benzemeyenler şu tarafa diye insanların bir tasnife, bir gruplaşmaya
tabi tutulduğunu düşünüyor ve bunları kendi kendime sordukça kahroluyor,
imbikledikçe mahvoluyorum. Düşündükçe ümitlerim tükeniyor, iştahım kaçıyor.
Böyle bir sınıflandırmada peygamber safında yer alabileceğime güvenemiyorum.
Fakat ben bunları düşünürken, bunları kendime sorarak
kendi kendimi yargılamaya çalışırken, acaba peygamberin safında yer alabilir
miyim diye kendi kendimi sorgulamaya çalışırken şeytan bana şöyle bir can simidi
uzatıyor. Bana diyor ki: “Bırak bu işleri sen bunlar, amelî hayattır. Bunlar
amelin konusudur. Kahvaltının biçimiymiş, kılık-kıyafetmiş, yemek anlayışıymış,
saç modeliymiş, sakallı ya da sakalsızmış bırak sen bunları. O konularda
zaten serbestsin sen. Yani bu din onlara
da karışacak değil ya canım?” dedikten sonra, elbette o gün insanlar dinin
temelini teşkil eden namaza göre gruplandırılırlar diye bir can simidi uzatıyor
sanki.
Oysa ben şunu önceden bilmeli ve sevinmemeliymişim.
Allah kitabında buyurur ki, “Şeytan insanı böyle yarı yolda bırakıverir, rezil
ediverir, perişan ediverir. Bedir’de öyle yapmıştı alçak müşriklere. Onları
tahrik edip Bedir’e kadar gelmiş ve orada Rasulullah’ın ordusunun içinde
Cibril’i görünce: “Bu orduyla savaşılmaz! Bu ordunun karşısında dayanılmaz!”
diyerek kaçıp gitmiş ve müşrikleri yalnız bırakmıştı. İşte bunu bilmeden ben
sevinirken, insanlar namazlarına göre gruplaştırılacak diye avunurken, korkunç
bir kabus üzerime çöküyor ve: “Eyvah diyorum eyvah! Benim namazım nere,
peygamberin namazı nere? Benim namazım kim? Rasulullah’ın namazı kim? Benim
orucum kim, Rasulullah’ın orucu kim? “
Öyleyse ne yapacağız? Başka çaremiz yok peygamberin
gittiği yere gidebilmek için. Peygamberin safında yer almaya çalışacağız. Nasıl?
Birim birim, birer birer, tek tek peygambere benzemeye çalışacağız, peygambere
benzeyen taraflarımızı çoğaltmaya çalışacağız. Tabii peygambere benzeyen
yanlarımızı çoğaltabilmek için de önce peygamberi, onun hayatını tanımaya
çalışacağız. Değilse yarın: “Keş-ke peygamberle birlik bir yol tutabilseydim!
Keşke yolumu peygambere çıkarabilseydim! Keşke peygamberin Sünnetini tanıyıp
onun gibi olmaya çalışsaydım! Keşke böylece onun fevcine, onun dalgasına kapılıp
onun gittiği yere gidebilseydim” diyerek pişman olanlardan oluruz Allah
korusun.
Evet
âyet-i kerîmesinde Rabbimiz böyle gruplar halinde insanların amellerini görmek
üzere Mahşere geleceklerini anlatıyor. Ya da buradaki “Eştaten” ifadesi Kehf
sûresinde anlatıldığı gibi tek başına, yapayalnız ve yardımcısız olarak
gelecekler anlamınadır.
“Dizi dizi Rabbine sunulduklarında onlara:
“An-dolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi Bize geldiniz. Sizi bir yere
toplamak için söz vermediğimizi iddia etmiştiniz değil mi?”
denir.”
(Kehf 48)
Bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz buyuruyor ki, “Ey
kullarım, ilk yaratıldığınız gibi bize geldiniz. Sizi ilk yarattığımız biçimde
bizim huzurumuza geldiniz.” İnsanlar ilk yaratıldıkları gibi Allah huzuruna
geliyorlar. “Çırılçıplak, güçsüz, kuvvetsiz, malsız,mülksüz, akılsız, bilgisiz,
evsiz, barksız ilk yarattığım gündeki gibi huzuruma geldiniz. Ne malınız var, ne
mülkünüz, ne bilginiz var, ne aklınız, ne bağınız var, ne bahçeniz, ne atınız
var, ne arabanız, ne hocalığınız var, ne hacılığınız, ne diplomanız var, ne
doktoranız. Ne dostunuz var, ne yardımcınız. Tıpkı sizi dünyaya ilk getirdiğim
gibi huzuruma geldiniz” buyuruyor. Yine En’âm sûresinde de bu konu anlatılırken
şöyle buyurulur:
“Onlara: “Andolsun ki, siz ilk defa
yarattığımız gibi size verdiklerimizi ardınızda bırakarak bize birer birer
geldiniz; içinizde Allah’ın ortakları olduğunu sandığınız şefaatçilerinizi
beraber görmüyoruz. Andolsun ki aranızdaki bağlar kopmuş, ortak sandıklarınız
sizden ayrılmışlardır” denecek.”
(En’âm 94)
Daha önce
dünyaya ilk geldiğiniz zaman nasıl yalnızsanız, şu anda da bize yalnız
geliyorsunuz. Dünyaya geldiğiniz günü bir düşünün. Yalnızdınız, yapayalnızdınız.
Gücünüz yoktu, kuvvetiniz yoktu, imkânınız yoktu, saltanatınız yoktu, paranız,
pulunuz, bilginiz, çevreniz, krediniz, makamınız, mansıbınız hiçbir şeyiniz
yoktu. Aciz, güçsüz, kuvvetsiz bir bebek olarak dünyaya gelmiştiniz. Bütün bu
imkânları size veren Rabbinizi unuttunuz da ona karşı tanrılık iddiasına
kalkıştınız. Zannettiniz ki bütün bunları kendiniz kazandınız? Zannettiniz ki
hayatın sahibi sizlersiniz. Zannettiniz ki hayatın sahibi kendinizsiniz.
Zannettiniz ki size hiç ölüm gelmeyecek ve hesaba çekilmeyeceksiniz. Hayır
hayır! Aldandınız, hayatın da, ölümün de sahibi Allah’tı.
Bakın şimdi hayatınızı, gençliğinizi, güzelliğinizi,
gücünüzü, saltanatınızı, çevrenizi, paranızı, pulunuzu iktidarınızı arkanızda
bırakıyorsunuz. Hani nerede mallarınız? Nerede koltuklarınız? Nerede
saltanatınız? Nerede tanrılığınız? Nerede peygamberliğiniz? Hani nerede
vahiyleriniz? Nerede kullarınız? Nerede size alkış tutan ve sizin kanunlarınıza
itaat eden gönüllü kullarınız? Nerede sizin o gönderdiğiniz vahiylerinizi halka
uygulama kavgası veren gönüllü peygamberleriniz? Nerede güvendikleriniz,
dayandıklarınız? Nerede size sadâkat yemini yapan yardakçılarınız? Hani niye
terk etti onlar sizi? Hani şu sizin şefaatçilerinizi da göremiyoruz. Niye
gelmiyorlar sizi bu durumdan kurtarmaya? Hani koltuklarının altına girerek sizi
kurtaracaklarına inandığınız için kendilerinden talimatlar alarak uygulamaya
çalıştığınız ağabeyleriniz nerede? Hani karşılarında sığınma talebinde
bulunduklarınız? Kendilerine dua edip imdadınıza çağırdıklarınız nerede? Onları
da göremiyoruz denecek.
İnsanlar
öldükleri, gömüldükleri yeryüzünün her bir bölgesinden amellerini görmek üzere
gelecekler.
Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu
görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür. Zerre kadar küçük de olsa,
az da olsa Allah kimsenin amellerinden gafil değildir. Allah yapılan amellerin
tümünden haberdardır. Zerre kadar da olsa kimsenin amelini Allah zayi
etmeyecektir Rabbimiz. Çünkü o gün adalet günüdür. Adaletin ve hakkın ikâme
edildiği gündür. O gün hiç kimseye haksızlık yoktur. Ya-ni o gün hiç kimseye,
hiçbir varlığa en küçük bir adaletsizlik ve zulüm yapılmayacaktır. Ne dünyada
hesabını, kitabını bugün için yapıp da Allah’ın istediği kulluğu yaşamak için
çalışıp çabalayan birinin hakkını alamaması gibi, mükâfatını elde edememesi
biçiminde bir adaletsizlik, ne yaptıklarının karşılığını tam olarak alamama,
yani bir kısım hak larının zayi olması gibi bir adaletsizlik olmadığı gibi, ne de kişinin
hak etmediği halde haksız yere cezalandırılması biçiminde bir haksızlık da
olmayacaktır.
Yani ne
yapmadıklarından ötürü birinin mükâfatlandırılması, ne de hak etmediği halde
haksız yere cezalandırılması biçiminde bir adaletsizlik yoktur o gün.
Cezalandırılması gerekirken hak ettiği bu cezadan kurtulması cehenneme gitmesi
gerekirken yanlışlıkla cennete gitmesi, cennete gitmesi gereken birinin de
yapmadığı şeyler kendisine isnat edilerek haksız yere cehenneme gitmesi türünde
bir zulüm olmayacak. Ya da hiç kimseye hak ettiği cezadan daha fazlasını
yüklemek biçiminde veya yanlışlıkla birinin günâhının bir başkasına yüklenmesi,
yani birinin yerine başkasının cehenneme gitmesi gibi hiçbir adaletsizlik
olmayacaktır. O yüce mahkemede böyle bir adaletsizlik yoktur. Herkese
yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir.
Evet, kim zerre miktarı
hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı şer işlerse onun
karşılığını görecektir
İnsanın aklına şöyle bir
soru gelebilir. Allah, insanların şer ve kötülük yapmalarına izin vermeseydi,
onların hepsini kendisine inanan, taat ve iyilikte bulunan kimseler yapsaydı,
daha iyi olmaz mıydı? Allah, böyle yapsaydı, insanın arıdan veya herhangi bir
hayvandan farkı kalmazdı. Arı, Allah'ın nefsine (canına) koyduğu bir ilham
(güdü) ile baldan başkasını yapamaz. Onun ne aklı ne de hür bir iradesi vardır.
Fakat Allah, insana akıl, şuur, bilgi edinme ve irade özellikleri olan bir ruh
(nefs-i nâtıka) vererek onu hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzünde halifesi
yapmıştır. İyilik ve hayrın kıymeti zorlayarak değil, şuur ve serbest bir irade
ile yapılmasındadır. Şuursuz ve serbest bir ihtiyar ile yapılmayan iyiliğin
kıymeti yoktur. "Eğer Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan bütün insanların
hepsi iman ederlerdi" (Yûnus, 10/99). Allah böyle yapsaydı, insanların
akıllarını kullanarak, vicdanlarına tabi olarak serbest iradeleriyle hürriyet
içinde iman ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre karşı ne değeri olurdu; küfür ve
şer olmasaydı irade ve istekle iman ve hayır uğrunda çekilen meşakkatin ne
kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı olmasa idi iman ve kelimetullah nasıl bu
kadar yüce ve değerli olurdu. Her şeyin kıymeti zıddı ile bilinir:
Meselâ eğer Nuh (a.s)
kavminin küfrü olmasaydı elbette Tufân mucizesi, meydana gelmezdi ve diğer
peygamberlere iman etmeyen kavimlerde helâk âyetleri kendini göstermezdi. Helâk
mucizeleri ile helâk olan milletler apaçık delilleri gördükten sonra helâk
olmuştur. Hayatta kalan da apaçık beyyineyi gördükten sonra iman ettiği için
hayat bulmuştur. Ta ki helâk olan apaçık bir delili gördükten sonra helak olsun.
Hayat bulan da apaçık bir delili görüp anladıktan sonra hayatta kalsın" (Enfâl,
42). "De ki hak Rabbindendir. O halde isteyen inansın, isteyen küfretsin..."
(Kehf, 29).
Şerri yaratmak şer
değildir. Fakat şerri kazanıp şer ile vasıf-lanmak şerdir. İnsan aklını
kullanarak iradesini şerre yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da bunu
yaratır. Her şey, Allah'ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği için, kulun
iradesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de sırf husûle gelmesi ve
imtihanın tahakkuk etmesi için yaratır. Ancak biz kendi irademizle şerri
kazanırız; Allah da bizim irade ve seçimimize göre o şerri yaratır. Ancak
Allah'ın şerre yardımı ve rızası yoktur. Yaratıklardaki hayır ve şer yönünden
mümkün olan durum beştir.
1- Sırf hayır, 2- Hayır
tarafı galip ve fazla, 3- Hayır ve şer ta-rafları eşit, 4- Sırf şer, 5- Şerri
hayrından fazla ve çok olandır. Yüce Allah'ın yapın, diye emrettikleri ya sırf
hayır veya hayır tarafı fazla olandır. Allah'ın nehyettiği menhiyat (yasakladığı
şeyler) sırf şer veya şer tarafı fazla olan şeylerdir. İman sırf hayır; küfür
ise sırf şerdir.
Kulların ihtiyarî
işlerinden başka, mikrop, zararlı böcekler, yır-tıcı hayvanlar, deprem, sel gibi
bize şer gibi görünen eşya ve olaylara gelince; bunların hayırları şerlerinden
fazladır. Kulların işleri hariç, kendisinde hiçbir hayır bulunmayan sırf şer,
şerri hayrından fazla olan ve hayrı şerrine eşit olan şeylerin yaratılması
Allah'ın hikmetine aykı-rıdır. Melekler, "Biz seni hamdinle tesbih ve takdis
edip dururken ora-da (yeryüzünde) fesatlık çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi
yara-tacaksın?" (Bakara, 30) diyerek Allah'ın yeryüzünde insanı yaratmasına
-bundaki hayrı bilmedikleri ve şer olacağını zannettikleri için- itiraz
etmişlerdi. Allah bundaki hayrı bildiği için onlara, "Sizin bilmediklerinizi her
halde ben bilirim" (Bakara, 30) sözüyle cevap vermişti. Bazen insan bir şeyi
hayırlı bulmayıp şer zanneder. Fakat Allah kula terbiye olması, aklını başına
alması için musibet verir; günahlarının affedilmesi veya bir kısmından
vazgeçilmesi ve ecirler kazanması için hastalık verir: "Olur ki bu şey hoşunuza
gitmezken, o sizin için hayırlı olur. Bu şeyi de sevip istediğiniz halde o da
hakkınızda şer olur" (Bakara, 216). Allah çok defa bize şer suretinde görünen
sıkıntı ve musibetleri hayra vesile olması ve bir başlangıç olması için
yaratır.
Eşya ve olayların mahiyet
ve kıymetleri zıtları ile anlaşılır. Hastalık olmazsa sıhhatin, cehalet olmazsa
ilmin kıymeti anlaşılamaz-dı. Yağmur ve karın yağmasında, rüzgârların esmesinde,
insanlara zararlı mikrop ve hayvanların yaratılmasında görülen cüz'i şerler,
bun-ların hayır ve faydaları yanında yok gibidir. İnsan için dünyanın
lezzet-leri yemek, içmek, nikah, mal, mülk, makam ve mevkidir. İnsanların başına
gelen elem ve acıların pek çoğu bunlardan dolayıdır. Bunlar, sabredilerek meşru
yollardan elde edildiğinde ve hukuklarına riâyet olunduğunda şerleri hayra
tebeddül eder. Elem, acı ve meşakkatler olmasaydı, ilim, şecaat, zühd, takva,
iffet, cömertlik, sabır ve ihsan gi-bi imanî kemaller ele geçmezdi. Şer gibi
telakki ettiğimiz ve yaratılış-larındaki hikmeti anlayamadığımız pek çok
şeylerde ince hayırlar vardır. Ellerinde olmadan insanların başlarına gelen nice
belâ ve mu-sibetler, yaptıkları kötülüklerin bir kısmına, ahiretteki verilecek
tam karşılıklarından ayrı olarak bu dünyada da ceza ve azap terettüp ettiği için
yaratılırlar: "Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işleyip
kazandığınız günahlar yüzündendir. Bununla beraber, Allah bir çoğu-nu da
affeder” (Şurâ, 31)
Yüce Allah'ın âhirette
kâfirler ve günahkârlara vereceği ceza-lar da adalet ve hayırdır. Çünkü cezalar
lâyık olan ve hak eden ma-hallerine verir. Cezayı hak eden ve buna lâyık olan
kimselere verilen cezalar bu kimselere nispetle şerdir. Çünkü kendilerine acı ve
sıkıntı verir. Eski İran'da Mecusiler ve zındıklar "Alemdeki bütün hayırları
ya-ratan âlemin tanrısı Hürmüz (Ahura Mazda)dır. Kötülüklerin kaynağı ise
Ehrimen (Angra Mainyu) dır" derlerdi. Bunların iddialarına göre, dünyada bu iki
kuvvet mutlak hakimiyeti sağlamak için sürekli müca-dele halindedirler. Mutezile
ise, Allah kötülükleri ve şerleri dilemez. Ancak hayırları murad eder. Kul
işlerini gerek hayır olsun gerek şer olsun, kendisi diler kendisi yaratır
demişlerdir. Allah'ın irade ve meşiy-yetinin de rıza ve muhabbetiyle aynı
anlamda olduğu iddia etmişlerdir.
‘Şerr’ sözlükte, istenmeyen, arzu
edilmeyen, her açıdan kendi-sinden kaçınılan şey demektir. Bunun yanında fesat,
bozukluk, kötü-lük, kötü şey, zulüm, cezayı gerektiren iş anlamında da
kullanılmak-tadır. Bazen de sıkıntı, belâ ve musîbet mânâsına gelir. ‘Şerr’in çoğulu ‘şurûr’dur. Şer, her türlü
‘hayr’ın ve iyiliğin karşıtıdır. ‘Hayır ve şer’ ölçüleri, ya mutlak, ya da izâfî
(göreceli) olur. Meselâ, akıl, adâlet, iyilik duygusu her zaman mutlak olarak
‘hayr’dır. Zulüm, kötülük, adam öldürme gibi şeyler de mutlaka şerdirler. Bazı
şeyler bazıları için geçici olarak ‘hayr’ veya ‘şer’ olabilir. Meselâ, mal
sahibi olmak şer olmadığı halde, bazıları için şer olabilir. Birisi mal ile
kötülük veya zulüm yapıyorsa mal o insan için hayır
değildir.
Şer, istenmeyen, arzu
edilmeyen durumları anlattığı gibi, kötü olan
ve insana zararı dokunan şeyleri de ifade etmektedir. Kur’an, akıl
etmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkla-rın en
şerlisi saymaktadır (Enfâl, 22, 55). Çünkü onların yaptıkları ‘hayr’ olmaz,
tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer
olmaktadır. Şer, bir yerde insanın kendisine isâbet eden kötülüktür, yani
mutsuzluk veya talihsizlik halidir. İnsan sürekli kendine göre iyi şeyleri
ister; ancak kendisine bir şer (kötülük) doku-nunca ümitsizliğe düşer. Biraz
rahata kavuşunca da nimetin kimden geldiğini unutur, nankörlük yapar. (Fussilet,
49-50)
Hayır, Allah rızası
düşünülmüş ve takvâya uygun bütün dav-ranış ve işlerdir. Şer ise, Allah’ın
rızâsına uymayan bütün işlerdir. Bi-risi mü’minin halini ortaya koyarken, diğeri
de günâhı ve kâfirin amel-lerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm
gibi tavırların hepsi de şerdir. Bunun sonucu olarak kim zerre miktarı hayır
işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı şer işlerse onun karşılığını
görecektir
Cehenneme
gidecek olanlar, halk arasında en şerli kimselerdir
(Beyyine,
6)
Mü’minler,
şeytanın şerrinden, yaratıkların, gecenin, düğümlere üfleyenlerin, hasetçilerin,
vesvese verenlerin şerrinden Allah’a sığınırlar
(Felâk,
1-5)
Çevremizde olan olaylara ve
insanların işledikleri fillere hayır ve şer hükmünü verebilmemiz için elimizde
sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü de ancak Allah tarafından bütün insanlara gönderilen son
İlâhî din İslâm'dır. İnsanların aklı ve tarihsel tecrübeleri bu konuda kesin bir
ölçü olamaz. Ancak hayır ve şer
hükümleri akılla anlaşılır ve uygulanır.
Evet,
herkes dünyada yaptıklarının tümünün yazılıp kaydedildiği amel defterlerine
dâvet edilecek. Buyurun şu dünyada yaptıklarınıza bir bakın bakalım. Bunları siz
yaptınız, bu amelleri siz işlediniz, siz kokladınız, biz topladık. Siz yaptınız,
biz yazdık ve şimdi sizler bu amellere göre karşılık göreceksiniz, denilecektir.
Ama unutmamak lazımdır ki o amel defterleri de şu sürekli elimizin altında
bulunan, bulunması gereken, elimizden hiç düşürülmemesi gereken kitabımıza göre
doldurulmalıdır. Amellerimiz konusunda sürekli beslendiğimiz, sürekli diyalog
halinde bulunduğumuz kitabımıza göre bu amel defterlerini doldurmak zorundayız.
Tüm amellerimizde ölçü, kıstas bu kitap olmalıdır. Yaptığımız, söylediğimiz her
şeyi, verdiğimiz her kararı bu kitaba uygun olarak vermeliyiz. Yine unutmayalım
ki adamın kitabı neyse, hangi kitapla sürekli beraberse, hangi kitabı elinden
düşürme-meye çalışıyorsa, kafasında kimin kitabının bilgileri canlıysa, elbette
ki amelleri de o kitap kaynaklı olacaktır.
Yine Kehf
sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Amel defteri ortaya konunca,
suçluların, onda yazılı olanlardan korktuklarını görürüsün, “Vah bize, eyvah
bize! Bu defter nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış!”
derler. İşlediklerini hazır bulurlar. Rabbin kimseye haksızlık
etmez.”
(Kehf 49)
Kitap da ortaya konulmuştur. Dünya hayatındaki
dosyaları, sicilleri ortaya konunca, tıraşları gözlerinin önüne inince mücrimler
acele bir şekilde kitaplarına şöyle bir göz atarlar. Kitaplarının
içindekilerden, hesaplarının zorluğundan dolayı korkularından tir tir titremeye
başlarlar. Çünkü o zalimler Rablerini tanımamışlar, Rablerinin hayat programıyla
ilgilenmemişler, hattâ kendilerini Rabb bilmişler ve şimdi inkâr ettikleri o
Rabb onları hesaba çekecek. Derler ki, “Vah bize! Eyvah bize! Yazıklar olsun bu
kitap da nasıl bir kitapmış ki ne büyük günâhlarımızı koymuş, ne küçüklerini
koymuş hepsini sayıp tespit etmiş! Ne gizlide işlediklerimizi koymuş, ne açıkta
işlediklerimizi koymuş, hepsini yazmış! Halbuki biz şunları şunları hiç kimsenin
göremeyeceği ıssız bir ormanda işlemiştik! Şunları şunları önemsiz zannetmiştik!
Ne büyük koymuş, ne küçük koymuş, ne gizli demiş, ne aşikâr demiş hepsini tespit
etmiş. Halbuki dünya hayatında zalimlerin haberleri yoktu hiçbir şeyden.
Haram-helâl aramamışlardı hayatlarında. Zulmetmişler, haksızlık etmişler, inkâr
etmişler, duymazdan gelmişler, müstekbirce davranmışlardı. Ne yapmışlarsa tüm
amellerini karşılarında buluyorlar. Amellerinden dolayı değerlendirilecekler
şimdi.
Hani
dünyadayken bu zalimler amellerimizden dolayı bizi değerlendirmeye çalışmıyorlar
mıydı? Dosyalıyorlardı ya mü'minleri. Şimdi de onların dosyaları alabildiğine
kabarıktır. Zulmettikleri insan sayısınca dosyaları kabarık olacak. Bir milyon
kişiye zulmetmişse bir milyonluk bir dosya, beş milyona zulmedenlerin dosyaları
beş milyonluk, tüm yeryüzü insanlığına zulmedenlerin dosyaları o kadar
kabarık…Dünyada Müslümanları dosyalamaya çalışan, Müslümanlara dosyalar
hazırlayanlara orada dosyalar hazırlanmıştır. Dosyaladığı Müslüman sayısınca
orada onlara dosyalar açılmıştır. Dosyalar birer birer açılacaktır.
Zulmettikleri insanların dosyaları, haklarını yedikleri insanların dosyaları,
bombaladıkları insanların dosyaları, aç bıraktıkları, sömürdükleri insanların
dosyaları birer birer açılmaya başlamıştır.
Ya da kitap açılmıştır. Onların kendisiyle
yargılanacakları Allah’ın kitabı açılmış ve onunla yargılanma başlamıştır. Her
bir dosya açıldıkça zalimler amellerini ve amellerinin karşılığını orada hazır
bulacaklar. Allah hiç kimseye zulmetmemektedir. Bu amelleri kendileri
işlemiştir. Kendi amellerinin karşılığıdır bunlar. Değilse yapmadıkları
işlemedikleri suçlardan ötürü Allah hiç kimseyi cezalandırarak zulmet-mez. Ya da
başkalarının günâhlarını yanlışlıkla bir adamın defterine yazarak işlemediği
günâhlardan ötürü ona zulmetmez. Yaptıklarının bir kısmını zayi etmek sûretiyle
Allah kimseye zulmetmez. Hayır hayır, Allah hiçbir haksızlık yapmaz, bunlar bu
adamın bizzat dünyadayken kendi elleriyle işlediği amellerin
değerlendirilmesidir.
İnsanların hayatta işledikleri amelleri, her şeyi sayıp dökecek. İşte bu
adam namaz kılmış, oruç tutmuş, bu adam Allah’a baş eğmiş, bu Allah’a ve
Allah’ın kanunlarına teslim olmuş, ama bu adam da Allah’ı reddedip kendi hevâ ve
heveslerini tanrılaştırmış, tâğutlara kulluk etmiş, bu modanın kulu olmuş, bu
âdetlerin kulu, bu çevrenin kulu olmuş gibi amel defterleri de sahibinin lehinde
ve aleyhinde her şeyi sayıp dökecektir. Herkesin ameli hangi isme sahipse, hayır
ya da şer hangi sınıfa dahilse o sınıfla damgalanmış olarak kişinin karşısına
çıkacaktır.
Evet kim
ne yapmışsa, kim hayır ve şer ne tür bir amel işlemişse onu mutlaka görecektir.
Zerre kelimesi konusunda İbni Abbas efendimiz şöyle der: “İnsanın elini yere
koyup kaldırdığında eline yapışan her toprak bir zerredir. Maddenin en küçük
parçası olan atoma da zerre denir.” Hz. Ayşe annemiz bir dilenciye bir üzüm
tanesi verir. O verilenin azlığından ötürü kendisine gülenlere der ki: “Bu üzüm
tanesinin içinde ne kadar zerre var biliyor musunuz? Eğer bunu bilseydiniz onu
az görmezdiniz.” Evet o bir tek üzüm tanesinin içinde milyarlarca atom
vardır.
Öyleyse
Allah adına yaptıklarımızı, yapacaklarımızı asla küçük görmeyelim. Bunlar küçük,
bunlar değersiz demeyelim. Büyük küçük fark etmez Allah adına verelim. Allah’ın
rızasını kazanmak ve yarın defterimizde yazılı bulmak için en küçük amelleri
bile ihmal etmeyelim. Yarım hurmayla da olsa, güzel bir çift sözle de olsa
kendimizi cehennemden kurtarmaya çalışalım. Bakın Buhârî’de Rasulullah
efendimizin bu hususu anlatan şu hadisi rivâyet
edilmiştir:
“Sakın iyilikten hiçbir şeyi küçük görme.
Hattâ bu iyilik senin kovandan su almak isteyen birisinin kabına su döküvermen,
kardeşine güler yüz göstermek bile olsa.”
İyilikler
konusunda böyle olduğu gibi, günâhlar konusunda da aynı hassasiyeti gösterip,
küçük görülen günâhlardan da sakınmasını bilmek zorundayız. Bakın yine Allah’ın
Resûlünün Ahmed bin Han-bel’in Müsned’inde rivâyet edilen bir hadislerinde şöyle
buyurduğunu biliyoruz:
“Ey Ayşe! Küçük günâhlardan sakın.
Çünkü onları Allah katında izleyen vardır. Küçük günâhlar toplanır toplanır,
sonunda kişiyi helâk eder.”
Bu ifade insanların mü’min-kâfir farkı gözetilmeksizin
büyük küçük işlediği tüm amellerinin bizzat kendisini ve de karşılığını
göreceğini anlatmaktadır. Ama şurasını ifade edelim: Mü’min, zerre kadar da olsa
işlediği amelin karşılığını mükâfat olarak görürken, kâfir de işlediği zerre
kadar da olsa hayrın karşılığını mükâfat olarak görecektir şeklinde
anlaşılmamalıdır. Çünkü biz Kur’an’ın beyanlarından anlıyo-ruz ki kâfir, müşrik
ve münâfıkların tüm amelleri zayi olmuştur. Çünkü onlar dünyada sermayelerini
kaybetmişlerdir. Sermayelerini kaybeden insanların kâr etmeleri mümkün değildir.
Bu sermaye imandı. Bu ser-maye hidâyetti. Dünyada imanı, hidâyeti kaybeden
kişinin kâr etmesi, amellerinin kabul görmesi mümkün değildir. Eğer bu
kâfirlerden, müşrik ve münâfıklardan hayırlı bir amel sadır olmuşsa dünyadayken
zaten bunun mükâfatını almışlardır. Ayrıca ahirette onlara ödenecek bir şey
yoktur. Bakın Araf sûresi bunu şöyle anlatır:
“Âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı
yalan sayan kimselerin işleri boşa gitmiştir. Onlar işlediklerinin karşılığından
başka bir şeyle mi cezalanırlar?”
(A’râf 147)
İşte
böyle âyetlerimizi ve ahiretteki randevuyu, ahiretteki buluşmayı yalan
sayanların tüm amelleri boşa gitmiştir. Çünkü Allah’ın âyetlerini ve bu
âyetlerin haber verdiği ahiretteki hesabı, kitabı yok farz eden, yalan sayan
insanların elbette ki hayat programlarını ahiret inancına bina etmeleri mümkün
değildir. Onlar tüm hesaplarını dünya adına, dünyada bitecek bir anlayışa bina
ettikleri için zaten yaptıklarının hepsi boş ve dünyada kalıcı olacaktır.
Onların amellerinin hiçbirisi ahirete intikal edecek değildir. Elbette bu
insanlar da dünyada bir şeyler yapıyorlar, ter döküyorlar, binalar kuruyorlar,
yatırımlar gerçekleştiriyorlar, harcamalarda bulunuyorlar. Ama unutmayalım ki
Allah için ol-mayan, Allah adına sonunda mükâfat beklenmeden yapılanların tümü
boştur. Allah adına yapılmayan hiçbir amel değerlendirilmeye tabi
tutulmayacaktır. Allah böylelerinin amellerine değer vermeyecek ve onlar için
terazi, mizan vaz edilmeyecektir.
Ama
şurası da bir gerçektir ki onlara asla zulüm de edilmeyecektir. Onlara hiçbir
zaman haksızlık da yapılmayacaktır. Onlar kendi amelleriyle, kendi yaptıklarıyla
cezalandırılacaklardır. Bu adamlar dünyada kendi kendilerine, kendi hayatlarına,
kendi zamanlarına, kendi âzâlarına zulmettikleri, kendilerini Allah’a kulluk
ortamından çıkarıp ya kendi hevâ ve heveslerine ya da Allah’tan başkalarına
kulluk ortamında tuttukları için yani kendi kendilerine yazık ettikleri,
kendilerini boşa harcadıkları için yaptıklarının karşılığı kendilerine
gösterilecektir. İşte böyle kimseler için Rabbimizin adaleti böylece
gerçekleşiyor anlıyoruz.
Çünkü
adamlar dünyada Allah için, Allah’la bağlantılı olarak hiçbir şey yapmadılar.
Eğer başkaları için bir şeyler yapmışlarsa zaten bunun karşılığını dünyada
almışlardı. Alkış, makam, koltuk, şöhret, teveccüh, para, pul için yapmışlardı
yaptıklarını. Zaten dünyada aldılar bunun karşılığını. Ya da yaptıklarını
putları için tâğutları için, efendileri, ağaları, patronları, çevreleri,
yönetmelikleri, âdetleri, töreleri, modaları için yapmışlardı. Verebileceklerse
gitsinler, mükâfatlarını onlardan istesinler. Bizler dünyada sizlerin hatırınıza
çırpınmıştık, haydi bize cennet verin desinler onlara.
Bu
insanlar gösteriş için çırpındılar. Hayranlarını çoğaltmak için çırpındılar.
İnsanlar bizden söz etsinler, insanlar bize değer versinler, insanlar bizi
konuşsunlar ve bizi alkışlasınlar dediler. Zaten görüyoruz ki adamlar
milyarlarca hayran buldular kendilerine, salonlarca alkış buldular, insanlar
kendileri önünde saygıyla eğildiler. İnsanlar kendileri önünde kendilerinden
geçtiler, kendilerini takdir edip alkışladılar. Dünyada istemedikleri kadar
şanlara, şöhretlere ulaştılar. Para içindi yaptıkları, istemedikleri kadar
paralar aldılar, en zengin biz olalım, insanlar sofralarında bizi konuşsunlar
diye çırpınıyorlardı Allah onlara bu istediklerinin kapılarını açtı dünyada.
İstedikleri her şeyi elde ettiler. Dünyada tüm ecirlerini yiyip bitirdiler de,
ahirete bir şey bırakmadılar. Kehf sûresi de aynı konuyu şöyle gündeme
getirir:
“Ey Muhammed! “Size, amelce en çok
kayıpta bulunanları haber vereyim mi?” de. Dünya hayatında, çalışmaları boşa
gitmiştir, oysa onlar, güzel iş yaptıklarını
sanıyorlardı.”
(Kehf 103,104)
“Bunlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na
kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü Biz
onlara değer vermeyeceğiz.”
(Kehf 105)
İşte bunlar Rablerinin âyetlerini ve ona kavuşmayı inkâr
eden kimselerdir. Allah’ın kendilerine yol göstermek üzere gönderdiği kitabının
âyetlerini inkâr etmişler. Allah’ın âyetlerini örtmüşler, âyetleri
gündemlerinden düşürmüşler, âyetlerden habersiz bir hayat yaşamışlar. Ve de ona
kavuşacakları günü hesaplarına katmadan yaşamışlar. Yaşadıkları bu hayatın
sonunda kendilerinden hesap sorulmayacak zannederek yaşamışlar. Onun için tüm
amelleri boşa gitmiştir. Rabbi-miz buyurur ki biz onlar için kıyamet günü her
hangi bir tartı da tutma-yacağız. Onların amelleri asla değerlendirmeye tabi
tutulmayacaktır. Amellerinin hiçbir değeri olmayacaktır yani. Ne yaparlarsa
yapsınlar, isterse büyük büyük ameller işlesinler, fabrikalar, yollar, köprüler
kursunlar, açları doyurup çıplakları giydirsinler, değil mi ki tüm bu
amellerinin yaptırıcısı Allah değil, hepsi boştur
bunların.
Kâfirler,
müşrikler ve münâfıklar yaptıklarının karşılığını ahiret-te göremeyecekler.
Mü’minlere gelince onlar yaptıklarını en küçüğü de olsa defterlerinde yazılı
olarak görecekler. Ama yine biz biliyoruz ki kötülüğün cezası o kötülük
miktarınca sınırlı olmakla birlikte iyiliğin karşılığı, iyiliğin katsayısı
farklıdır. Bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen de bire sonsuz, kat kat,
ez’afen muzaafeh mükâfat vaadediyor Rabbimiz.
“Mallarını Allah yolunda harcayanların
durumu bir tanenin durumu gibidir ki yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz tane
var. Allah, dilediğine daha da katlar. Allah’ın rahmeti geniştir. O her şeyi
bilir.”
(Bakara
261)
“Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı
verilir; ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle cezalandırılır; onlara
haksızlık yapılmaz.”
(En’âm 160)
Kim bir
iyilik yaparsa, ona, yaptığı iyiliğin on katı mükâfat ve-rilir. İyiliğin kat
sayısı farklıdır.
Allah
yolunda çalışmalar yaparak hayatlarını, zamanlarını, fikirlerini, kalemlerini
Allah’a adayanların sevaplarının kat kat artırılacağı anlatılıyor. Hattâ bir
iyiliğin karşılığının yedi yüze kadar çıkartılacağına dair bir
misa l veriliyor. Daha sonra bir amel o ameli işleyenin o
ameli işlerken taşıdıkları ihlâs ve samimiyetlerine göre kat kat artırılacağı
anlatılıyor. Yani yapılan infakın yapılan çalışmanın değeri ya da karşılığında
takdir edilecek mükâfat o infakın, o çalışmanın, ferdin, toplumun ve ümmetin
problemlerine, sıkıntılarına ne ölçüde çözüm getirdiğiyle orantılıdır. Yani
infaka, yapılacak güzel amellere takdir edilecek sevap, giderilen ihtiyaçla
orantılıdır.
İnfak, infak edilen şeyin hacmi, azlığı, çokluğuyla
ilgili değildir. Yapılan amele takdir edilecek mükâfat o amelin çokluğu,
azlığıyla sınırlı değildir. Bir çuval hurması olup da bunun yüz tanesini Allah
yolunda infak eden kişiyle, bir tek hurması olup da ona ihtiyacı varken bölüp
yarısını bir kardeşine infak eden kişi elbette bir değildir. Burada mükâfatın
takdirinde azlık çokluk değil, niyet ve giderilen sıkıntının türü önemlidir.
Amelde niyet önemlidir. Niyeti en az olana yaptığının on katı ödenirken, niyeti
daha güzel olana niyetinin güzelliği nisbetinde bu mükâfat artırılmaktadır.
Öyleyse
mü'minler infak için bir taneyi bile küçük görmemeli ve onu Allah adına
harcamayarak Allah’tan kıskanmamalıdır. Allah için yapılabilecek hiçbir hayırla
amel küçük görülmemelidir. Elimde bir tanem var, onu da Allah yolunda harcarsam
o da yok olup gidecek dememelidir. Allah için yapılacak en küçük hayırları bile
küçük görerek onu Rabbinden esirgememeli, bir saniyesini bile boşa harcamamaya
dikkat etmelidir.
Allah
için yapılan iyiliklerin mükâfatı, kat sayısı farklıdır ama yapılan
kötülüklerin, işlenen günâhların karşılığında da bire bir ceza vardır, diyor
Rabbimiz. İyiliğin karşılığı bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen bire
sonsuz mükâfat iken, kötülüğün karşılığı ise sadece bire birdir. Rabbimiz ne
kadar da merhametlidir bizim için değil mi? Hattâ bakın bir adam bir günâh
işlemeye niyet edip azmetse ama sonrada Allah korkusundan, ahiret endişesinden
dolayı onu yapmaktan vaz geçse, onun karşılığında bir sevap verilecektir. Eğer
ihmalinden dolayı veya vakit imkân bulamadığı için bu kötülüğü yapmaktan
vazgeçse ona herhangi bir günâh da yazılmayacaktır.
Sonra
işlenen bir günâhın akabinde yapılabilecek hayırlı bir amelin o günâhı
sileceğine dair hadisler mevcuttur. Günâhın arkasından yapılacak bir tevbe,
duyulacak bir pişmanlık, günâhtan dönüş, yapılabilecek bir infak, kılınacak bir
namaz günâhların silinmesine sebeptir.
“Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş
işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah
bağışlar ve merhamet eder.
(Furkân 70)
Ebu Zerr
Cündüb bin Cünade ve Muaz ibni Cebel (r.a) demişlerdir ki, Rasulullah
(S.V.A.) şöyle buyuruyordu: “Her nerede olursan ol, Allah’tan ittika
üzere bulun (Yani Allah’ın hakkını gözet (ve hakkını gözetmemekten kork),
Seyyienin ardınca hemen haseneyi yetiştir ki o seyyieyi mahvetsin. Halka da
güzel muamele et."
(Tirmizi,
Kitabu’l Birr 4/355)
Yine
dünyada insanın başına gelen kimi sıkıntılar da hadislerin ifadesine göre
günâhların affedilmesine sebep olmaktadır. Bu yüzden âyet-i kerîmede tevbe ile
günâhların affedilmesi ayrı ayrı zikredilmiştir diyoruz. Bakın Şûrâ sûresinde
Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Başımıza gelen her hangi bir musîbet
ellerimizle işlediklerimizden ötürüdür. O, yine de çoğunu
affeder.”
(Şura 30)
Evet
anlıyoruz ki Rabbimiz bu âyet-i kerîmesinde herkesin işlediği hayır ya da şer
zerre kadar da olsa bunu yarın defterinde görecek buyuruyor. Burada da
silindiğinden söz ediliyor. Acaba bu ikisini nasıl telif edeceğiz? Bu konuda
İbni Mesud efendimizin bir izahı var: “Kıyamet günü kişiye amel defteri arz
edilecek ve adam yaptıklarının tümünü orada yazılmış bulacak. Sonra kula
denilecek ki, defterine bir daha bak. Adam defterine ikinci bakışında o
günâhlarının silinmiş olduğunu görecek ve çok sevinecek.”
Bu sûre
de bitti. Rabbim tarif ettiği biçimde iman eden, gösterdiği biçimde amele
dönüştüren kullarından eylesin. Vel hamdü lillahi
Rabbi’lâlemîn.
Rabbim razı olsun kardeşim hakkınızı helal edin inşaAllah bende görseli ve zilzal sûresini paylaşıcam.
YanıtlaSilAllah razı olsun mekanın cennet olsun Ali kucuk hoca
YanıtlaSil