Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
100., Nüzûl sıralamasına göre 14., Mufassal sûreler kısmının on dördüncü
grubunun birinci sûresi olan Âdiyât sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
11’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlü’ne, O’nun pâk aile halkına ve
ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her
şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1.
“Andolsun Allah yolunda koştukça koşanlara; 2. Andolsun kıvılcımlar saçanlara; 3. Sabah, sabah akına
çıkanlara; 4. Ve tozu dumana katanlara;
5. Düşman topluluğunun içine dalanlara ki: 6. İnsan gerçekten Rabbine
karşı pek nankördür. 7. Doğrusu kendi de bunların hepsine şâhittir. 8. Gerçekten
mala da pek düşkündür. 9-10. O insan, kabirlerde bulunanların çıkarılacağı ve
kalplerde olanların ortaya konulacağı bir zamanın geleceğini bilmez mi? 11.
Doğrusu Rableri o gün onların her şeyinden
haberdardır.”
Mekke’de
inmiş ama mücahidlerin cihad
için düşman üzerine hızla koşan atlarına, kutlu cihad
ortamında duyulan at kişnemelerine, at solumalarına, koşarken atların
ayaklarının altından çıkan kıvılcımlara, savaş ortamındaki toz dumana yeminle
söze başlayan bir sûreyle karşı karşıyayız. Cihadın kutsandığı, mücahidlerin ve onların atlarının övüldüğü bir sûre. Tüm
tefsir kitaplarının bu yeminleri cihadda kullanılan
atlara, ya da Hacda Arafat’la Mina arasındaki yolculukta kullanılan develere
yorumladıklarını görüyoruz.
Tabii
Mekke’de inen bir sûrenin böyle cihaddan,
mücahitlerden ve onların atlarıyla birlikte düşman saflarına dalışından söz
etmesi gerçekten insanı şaşkınlığa sevk ediyor. Çünkü henüz ortada ne cihad var, ne cihada izin var, ne de aktif mücahid ve muhariplerden oluşmuş bir İslâm ordusu var.
Mücâdele yok değil, ama azınlıklar hukuku çerçevesinde bir mücâdele söz
konusudur mü’minler için. Ama İslâm ve onun
müntesipleri yeryüzü ve içindekilerin tümünün mâliki olan, göklerin ve yerin
mülkünün sahibi olan Allah’ın dini ve dâvâsının sahipleri olmaları ve yeryüzünün
en güçlüleri olmaları hasebiyle her ortamda galip gelecek olanlar onlardır.
Nitekim Mekke’de Rasulullah efendimizin zâhiren en
zayıf döneminde gelen Müddessir sûresinin bir âyeti
Peygamberimizin kâfirlere mühlet tanımasını, onlara biraz izin vermesini
istiyordu.
Sûrede
peş peşe gelen beş yemin var. Bu yeminlerden sonra gerek bu yemin konularıyla
alâkalı konularda, gerekse onlarla sınırlı olmayarak her konuda insanın
nankörlüğü, dünyaya bağımlılığı, dünya malı ve mülküne düşkünlüğü sebebiyle
dünyayı âhirete tercih edişi gündeme getiriliyor.
Dünya malını çok sevmesi ve o mala tutkusu sebebiyle onu ona verenin yolunda
harcamayarak cimrilik yaptığı anlatılıyor. Ekonomik konulu bir nankörlük dile
getiriliyor. Daha sonra da kabirlerin deşilip içindekilerin dışarıya atılacağı,
tüm insanların yaşadıkları hayatın hesabını vermek üzere Rablerinin huzuruna
götürüleceği, orada sînelerin devşirileceği, kalplerin
içinde ne var ne yok hepsinin ortaya döküleceği, hayır şer hepsinin
ayrıştırılacağı ve Cenâb-ı Hak’ın her şeyden haberdar
olduğu anlatılmaktadır.
Andolsun Allah yolunda koştukça koşanlara. Andolsun kıvılcımlar saçanlara. Sabah sabah akına çıkanlara. Ve tozu dumana katanlara. Düşman
topluluğunun içine dalanlara.
Beş
konuya beş yemin var.
Bir
kere Allah nasıl söz söyleyeceğini, kitabını nasıl göndereceğini kimseye sormak
zorunda olmadığı, dilediği gibi dilediğini yapma gücüne sahip olduğu gerçeğinden
hareketle bu ortaya konan yeminlerle alâkalı acaba neler ortaya konulmuş, diye
bir hüküm çıkarabilirsek ancak anladığımızı ifâde etmiş olacağız. Değilse Allah
yemini şunun için yapar, Allah yemin ederken üzerine yemin ettiği konulara
dikkat çeker, ya da yeminlerin arkasından şunu şunu anlatır, bu yeminlerle yemin sonrası gelecek konuya,
ya da konulara dikkat çeker, Allah bununla şunu murad etmiştir, Allah peygamber kıssalarını şunun için
anlatmıştır derken unutmayalım ki bizler sadece anladığımızı ortaya koymuş
oluyoruz. Değilse Allah’ın muradını tümüyle bilmemiz asla mümkün
değildir.
İşte bu
çerçevede bakıyoruz ve anlıyoruz ki Rabbimiz Kur’an-ı
Kerîm’de yemin ederken sanki önce üzerine yemin ettiği konuya dikkat çekmek
istemektedir. Yani Rabbimizin üzerine yemin ettiği birimler bizim hayatımızda
önemli birimlerdir. Yine aynen bunun gibi yemin sonrası Rabbimizin gündeme
getirdiği konular da bizim için önemli konulardır. Rabbimiz kasemle o konuları
gündeme getirerek bizim için önemini vurgulamak istemekte ve bizim o konulara
dikkatimizi çekmektedir. Hani biz de yemin ederiz. Çok ciddi bir konuyu, çok
önemli bir hususu anlatacağımızda biz de yemin ederiz. En büyük, en ciddi bir
konuyu en büyük olan Allah üzerine yemin ederek anlatmaya başlarız. Vallahi,
billahi, tallahi diyerek. Fakat Allah’ın yeminlerinde bizimkilerden farklı
olarak Allah’ça bir yemin tipi görüyoruz. Bizimkilerden farkı şu: Biz Allah
üzerine yemin ederken, Allah bazen kendisi üzerine, bazen de mahlukâtına,
yaratıklarına yemin ediyor. İşte bu Allah kelâmının tecellisidir diyor ve öylece
iman ediyoruz.
Bakıyoruz
bazen bir yemin, bazen birden çok yemin, bazen bizzat bilinen isimlere yemin,
bazen sıfatlara yemin edildiğine şâhit oluyoruz. Eğer bizzat bildiğimiz isimlere
yemin edilmişse bunu an-lıyoruz. Meselâ Şems, Leyl, Fecr, Duhâ, yıldızlar, sema ve arz, Tûr, Tîn gibi. Ama burada
olduğu gibi bazen da sıfatlara yemin ediliyor. Bilmediğimiz şeylere yemin
ediliyor. Acaba bunlardan ne anlayacağız? Bunları nasıl yorumlayacağız? Meselâ
işte bu sûrede Rabbimiz koşanlara, yürüyenlere, ses çıkaranlara, ateş
çıkaranlara, kalabalığın ortasına dalanlara yemin ediyor. Acaba bunları nasıl
anlayacağız, nasıl özelleştireceğiz?
Bu konuda
iki görüş var:
Bunlardan
birincisi; ya üzerine yemin edilen bu sıfatlarla
ilgili gerek Kur’an’ın indiği o dönemde gerekse
kıyâmete kadar her bir dönemde bu kitabın muhatabı olan insanların
çağrıştırdığı, anlamaya çalıştığı her şeydir. Yani her bir dönem insanı için o
sıfat, o kelime ne-yi hatırlatıyor, neyi çağrıştırıyor, neye ait kılınabiliyorsa
o anlama gelecektir bu yeminler.
Ya da bu yeminlerden sonra bu yeminlerin cevabı olarak
karşımıza çıkan konular, yani bu yeminlerden sonra Rabbimizin gündeme getirdiği
konular bu yeminlerin şerhi konusunda karşımıza bir bakış açısı çıkaracak, bize
bir bakış açısı kazandıracak ve bu yeminleri o konularla şerh etmeye
çalışacağız. Meselâ burada olduğu gibi yemin edildi, yemin edildi, yemin edildi
sonra da insanın nankörlüğüne dikkat çekilmişse o zaman bu yeminleri o konuya
münhasır şerh etmeye çalışacağız. Veya meselâ yeminden sonra kıyâmete dikkat
çekilmişse o konuyla alâkalı, eğer Kur’an’a dikkat
çekilmişse o çerçevede anlamaya çalışacağız.
Eğer bu
yeminler konusunda Kur’an’ın başka bir yerinde bir
açıklık varsa veya Kur’an’ın en büyük müfessirinden ve
onun ashabından herhangi bir rivâyet varsa önce Rasulullah’ın sonra da sahâbenin anlayışına, tabiînin
anlayışına, sonraki selefin anlayışına elbette ittiba
etmek zorundayız. Değilse birinci anlayışı kabul edip bu sıfatlar bizim
hayatımızda neleri çağrıştırıyorsa onları ortaya koymak da câiz olacaktır.
Selef bu
yeminleri iki türlü yorumlamış. Bazıları savaşta mücahitlerin atlarına yemin
ederek Rabbimiz cihadı, mücahidleri ve onların
atlarını kutsamıştır derlerken, bazıları da hacda Arafat’la Mina arasında hacıları taşıyan develerle yorumlayarak
cihadın bir başka türü olan hacca dikkat çekilmiştir
demişler.
Ama
dikkat ederseniz burada bizzat ne at ne de deve ismi geçmemektedir. Âdiyât süratle
koşup giden anlamına âdiyetü kelimesinin çoğuludur.
Süratle koşanlara yemin olsun ki. Sonra kıvılcımlar saçanlar, sonra tozu dumana
katarak sabah sabah akına çıkanlar, sonra da
topluluğun içine dalanlara yemin ediliyor.
Bununla bugün ellerinde, gönüllerinde hidâyet meşalesi
Kur’-an olduğu halde zifiri karanlık gönüllerde kıvılcımlar oluşturmak üzere,
insanların dünyalarını aydınlatmak üzere sabah akşam, uzak yakın, toz toprak
demeyip Allah için koşturan tebliğcilerin kutsandığını da çok rahatlıkla
söyleyebiliriz. Gönüllerde fetihler meydana getirmek, insanları cennete
kazandırmak, insanların cehennem yollarına barikatlar koymak üzere Allah’ın
kendilerine verdiği tüm imkânlarını, mallarını, paralarını, zamanlarını,
bilgilerini Allah yolunda harcayan, hayatlarını Allah için yaşayan mü’minlerin övüldüklerini neden söylemeyeceğiz? Ya da bunun tam zıddını yaparak Allah’ın kendisine verdiği
imkânlarını hayır yolunda değil de kötülük ve şer yolunda harcayanların
kötülendiğini niçin söyleyemeyelim? Kaldı ki bu yeminlerden sonra insanın
nankörlüğünün de, Allah’ın kendisine verdiği imkânları Allah yolunda
kullanmayarak dünyaya ve dünyalıklara tutkusu sebebiyle cimrilik edişinin de
gündeme getirilişine bakılırsa bu anlayış çok daha münâsip düşmektedir.
Evet
bakın bu yeminlerden sonra Rabbimiz şunları gündeme
getiriyor:
“İnsan gerçekten Rabbine
karşı pek nankördür. Doğrusu kendisi de bunların hepsine şâhittir.”
İnsan Rabbine karşı çok kenûddur ve kendisi de kendisinin bu durumuna şâhittir.
Kenûd, Allah’ın nîmetlerine karşı nankör davranmak
demektir. İnsan Rabbinin kendisine sunduğu sayısız nîmetlere karşı Rabbine
nankör davranır. Aslında buna kendisi de şâhittir. Yani bilir tüm bu nîmetlerin
vericisini de. Ona teşekkür edip kullukta bulunması gerekirken başkalarına
teşekkür eder.
Yine kenûd,
haktan ve hayırdan hem kendisini, hem de başkalarını menetmek, engellemek
anlamınadır. Kendisi Rabbinin kendisinden istediği haktan, hayırdan kaçtığı gibi
insanları da bu konuda engellemeye çalışır insan.
Çorak araziye, hiçbir şey bitirmeyen
araziye de arz-ı kenûd denir. Allah bolca yağmur
nîmetini göndermesine rağmen bitki bitirmeyen bir arazi gibi Allah’ın kendisine
verdiği nîmetleri Allah yolunda kullanmayan kişi de kenûddur.
Tek başına yiyen, elindekileri, kendi
payını başkalarından esirgeyen, başkalarını düşünmeyen, Allah’ın kendisine
verdiği nîmetleri mü’min kardeşleriyle paylaşmaya
yanaşmayan hotfuruş, bencil ve cimriye de kenûd denir.
Allah’ın kendisine lütfettiği
nîmetleri, lütufları, iyilikleri unutan, ama imtihan gereği Allah tarafından
dünyada başına bir takım musîbetler gönderildiği zaman da bunları asla unutmayıp
sayıp dökerek Rabbine karşı nankörlük eden kişiye de kenûd denir. Fecr sûresinde de
anlatıldığı gibi:
“Rabbin denemek için bir insana iyilik edip, nîmet
verdiği zaman, o: “Rabbim beni şerefli kıldı” der. Ama onu sınamak için rızkını
daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman: “Rabbim bana hor baktı”
der.
(Fecr 15,16)
İşte
kenûd budur. Allah’ın kendisine imtihan vesilesi
olarak verdiğini imtihanı başardı da öyle verdi, iyi bir Müslüman olduğu için
verdi zanneder. Ya da bazıları Allah’ın kendilerine
ilim vermesinin imtihan gereği olduğunu unutur da imtihanı kazandığı için
verildiğini zannederek bu ilimle etrafına hava atmaya kalkışır. Halbuki ilim
verildiği anda imtihan yeni başlamaktadır. Yani talebeyle benim farkım, o benden
küçük, benden sonra gelmiş hepsi o kadar. Ne benim ona karşı ilim verildiğim
için bir üstünlüğüm, ne de onun bir alçaklığı söz konusu değildir. Onun imtihanı
ayrı, benim imtihanım da ayrıdır. Herkes kendisine verilenlerle imtihan
edilmektedir ve kimin kazanıp kimin kaybettiği yarın belli olacaktır. Ama kenûd olan insan böyle düşün-mez.
Kendisine iyilikler geldiği zaman imtihanı kazandı da onun için verildi,
kötülükler geldiği zaman da Allah bana ihanet etti diyerek nan-körlük etmeye, Rabbine kafa tutmaya kalkışır. Meselâ
erkek evlâdı olursa, Allah ona akıllı bir erkek evlâdı verirse: “Erkek adamın
erkek evlâdı olur” diyerek övünmeye başlar. Ama eğer Allah o verdiğini
alıvermişse, ya da öldürmüşse “başkasını bulamadın da
benimkini mi buldun?” diye isyan edip kafa tutmaya başlayıverir. Niye? Çünkü
düzeni bozuldu ya, düzeni hiç ölmemek üzereydi ya.
Halbuki
Allah’ın vermesi ayrı bir imtihan, alması ayrı bir imtihandır. Size
verdikleriyle sizi imtihan etmek için kiminizi zengin, kiminizi fakir, kiminizi
zayıf, kiminizi şişman, kiminizi daha güzel, kiminizi az güzel yaratmaktadır. Ne
olmuş? Yani şimdi uzun boylular mı üstün? Çok paralılar mı üstün? Güzel sesliler
mi üstün? Hayır hayır, ne onlar üstün, ne de berikiler
alçak. Allah verdikleriyle imtihan ediyor. Allah kime ne vermiş, kime ne
vermemişse bunların tamamı imtihan konusudur. Kimin üstün kimin alçak olduğu
yarın belli olacak. Allah’ın vermesi de imtihandır, alması da. Ama bunu
anlayamayan kenûd insan Allah kendisine vererek
imtihan ettiği zaman sevinir, Rabbim bana ikram etti der.
Yani Rabbi onu imtihan eder, ona değer verir, yahut
malını, evini, eşyasını değerlendirirse buna sevinir: Rabbim bana değer verdi,
ben buna lâyıktım zaten. Ben buna lâyık olduğum için bunlar bana verildi. Kafamı
çalıştırdım da zengin oldum filan diyerek gururlanır, ama bu sefer Allah onu
dener de imtihan gereği rızkını kesiverirse, alarak imtihan ederse bu defa da
isyanı basıverir. İşte kenûd
budur.
Bir de
kenûd, mahiyetinde çalıştırdıklarına, hizmetçilerine,
me-murlarına haklarını,
ücretlerini tam olarak vermeyen, onların haklarını yiyen kişi
demektir.
Bakın
İmâm Buhârî’nin naklettiği bir hadislerinde Allah’ın
Resûlü kenûd’u şöyle tarif
buyurur:
“Yâni
insan öyle nankör ki yalnız başına yer, hizmetçisini döver ve onun hakkını
ödemez.”
(Buhârî,
Edebü’l Müfret 160)
İşte insan böyle nankördür
ama:
Doğrusu kendisinin bu
durumuna kendisi de şâhittir. Yani kendi nankörlüğünü kendisi bilip durmaktadır.
İnsan kendisi bizzat kendi nankörlüğüne ve cimriliğine şâhittir. Bu hal onun
sözlerinde ve davranışlarında açıkça görülmektedir. Hiçbir şâhide, hiçbir delile
gerek duymadan insan kendisini bilmektedir. Bu biliş tıpkı Kıyâmet sûresinde
anlatılan gibidir.
“Özürlerini sayıp
dökse de, insanoğlu, artık kendi kendinin şâhididir.
(Kıyâmet
14,15)
Evet bir
takım mâzeretlerin arkasına saklansa da insan kendi kendini bilmektedir. Yok
yok, insan bu işi bilerek yapıyor. Bu bilgiyle
yaratıldı o. Bu bilgiye sahiptir o aslında.
Doğrusu
insan kendisine karşı basîrdir. Kendisine karşı
basîret vardır insanda. Yani insan kendi kendini bilen, ne yapacağını ne
yapmayacağını, neleri yapması gerektiğini, neleri de yapmaması gerektiğini bilen
olarak yaratılmıştır. Hani “Nefs-i Basîre” kendini bilen, kendini gözetleyen, basîretli insan
demekti ya, işte buradaki kendi kendisine şâhit olan
insan da kendi kendini gözetleyen, basîretli insan demektir.
O halde şöyle diyelim: İnsanda kendi kendini kontrol
edebilme, kendi kendini hesaba çekebilme özelliği vardır. Bir şey yapacağı
zaman, bir tavır sergileyeceği zaman yapmadan önce ne yapacağını biliyor.
Yaparken düşünüyor, yapmaması gerektiğini biliyor ve yaptıktan sonra ne
yaptığını düşünebilecek özellikte yaratılmıştır. Bu haliyle insan ne kendisini,
ne de Rabbini kandıramaz. Özürler beyan etse de. Ya da
perdeleri uzatsa da diye de okunmuş. Yani her ne kadar işi kılıfına uydursa da
demektir Türkçe’de. Yani yaptığı iş dışardan güzel görünse de. Veya çevreyi,
çerçeveyi kamufle etmeyi becerse de. Veya perdeleri, kapıları kapatıp onun
arkasında işleyeceğini işlese de. Veya birinci mânâsıyla özürler beyan etse de,
durumu Cenâb-ı Hakka anlatıp Ya Rabbi bilmiyordum dese de. Veya işte tevbe edecektim, yakında bırakacaktım, vaz geçecektim dese de, bu itirafı
onu kurtarmayacaktır.
Öyleyse
bu âyet-i kerimede şöyle deniyor: Ey insan bir kendine gel de ne yaptığının
farkında ol! deniliyor. Çünkü sen kendi kendini biliyorsun! Yaptıklarını da,
yapmadıklarını da biliyorsun! Yarın, “ya, ben öyle mi
yapmıştım meğer? Tuh ben bilmiyordum! Demek ben Rabbime ve Onun bana yağdırdığı
nimetlerine karşı nankör mü davranmışım? Bu nîmetleri onun yolunda değil de
başka şeyler peşinde mi kullanmışım? Nîmetlerin vericisine değil de başkalarına
mı teşekkür etmişim? Hayret, ben hiç de böyle yaptığımın farkında değildim!”
demenin anlamı yok, çünkü Ben seni ne yaptığını bilmeye, ne yapman gerektiğini
bilmeye, kendine basîr olmaya hazır yarattım! diyor
Rabbimiz.
Evet
aslında insan kendi kendine şâhittir. İnsanın vicdânında vardır bu duygu. Meselâ
insan kendi doyurup beslediklerinden birileri kendisine karşı nankörlük ettiği
zaman onun mutlaka cezalandırılması gerektiğini biliyor değil mi? Nankör adam,
sana yaptıklarım yüzüne gözüne dursun! Bunca ihsanlarıma karşılık bana yapılır
mıydı bu? diyen bu insan kendi kendisini bunca nîmetlerle perverde eden Rab-bine karşı nasıl davranması gerektiğini
bilmez olur mu?
Veya
buradaki insan kendi kendisine şâhittir âyetinin bir başka mânâsı da, insan
yarın kıyâmet günü kendi aleyhine şâhitlik edecek, günahlarını, nankörlüklerini
itiraf edecek demektir. İnsanın gözü kulağı, eli, ayağı, tuttuğu, oturduğu,
baktığı her şey kendisine şâhit olacaktır diye anlayanlar da olmuştur.
Yani elbette onun yaptıkları konusunda onu görüp
gözeten, ona şâhitlik eden birileri vardır. Bu ya
kendisidir, ya azaları ve çevresi-dir, ya da Allah’tır. Kendisi
şahittir, çevresi şahittir ve bütün bunların da üzerinde en büyük şahit olarak
Allah şahittir.
Taberî gibi kimileri buradaki “İnnehu”daki “hu” zamirini Arapça’daki zamirlerin en yakınına
ircâ edilmesi kaidesinden hareketle Rabbe irca etmişler ve bu şâhit olanın Allah
olduğunu söylemeye çalışmışlar. Yani insanın bu nankörlüğüne ve cimriliğine
Allah şâhittir, Allah her an onu görüp gözetmektedir şeklinde anlamışlarsa da,
âyetin bundan sonraki bölümüne bakılırsa bu zamirin insanın bizzat kendisine
gönderilmesi daha evlâ olacaktır. Çünkü bundan sonra bu zamir bir daha
kullanılacak ve onun mala düşkünlüğü anlatılacak.
“Gerçekten o insan mala da pek
düşkündür.”
Şüphesiz ki o mal ve menfaatine de pek düşkündür. İnsan,
malı, mülkü çok sevmekte ve bu mal sevgisinden ötürü cimrilik etmektedir. Onun
cimrilik ve nankörlüğü mal sevgisinden kaynaklanmaktadır. Mala, mülke karşı
şiddetli sevgisi vardır. Mal, mülk sevgisi Allah’a ibadet ve kulluk sevgisinden
çok daha fazla olduğundan bunları toplama derdi onu Allah’a kulluktan
alıkoymuştur. Dünyayı o kadar kıble edindi ki, mal, mülk tutkusu onu o kadar
sardı ki, durup düşünecek ve Allah’ı razı edecek ameller işlemeye zaman
bulamadı. Dünya peşinde koşacağım derken, dünyalık elde edeceğim derken, aman
şuyum da olsun, aman buyum da olsun derken dininin temel kaynaklarıyla tanışma
imkânı ve zamanı bulamadı.
Evet dünya sevgisi, mal, mülk derdi,
dünyalıklarda çokluk derdi onu o kadar sardı, o kadar oyaladı ki adam bu yüzden
dininin temel kaynaklarıyla tanışma imkânı bulamadı. Kitabı ve Sünneti tanıma
imkânı bulamadığı için de hevâ ve heveslerinin peşine
takıldı. Hevâ ve heveslerini putlaştırıp vahiy yerine
ikame etti. Allah’ın gönderdiği hayat programından gafil oluşu onu kendi hevâlarını putlaştırmaya götürdü. Dünya ve mal hırsı, mal
sevgisi onu vahyi tanımaktan alıkoydu da vahiy yerine gazete sayfalarından
takvim yapraklarından devşirdiği lehviyyatı, lağviyyatı din zannetti.
Buradaki
hayır, mal demektir. Nitekim Bakara sûresindeki vasiyet âyetinde de hayır
kelimesi mal mânâsına kullanılmaktadır:
“Sizden birine ölüm
gelip çattığında, eğer bir hayır (bir mal) bırakacaksa, babası, anası ve en
yakın akrabası için (kitaba) uygun bir şekilde vasiyet etmek muttakiler üzerine
bir hak olarak farz kılındı.”
(Bakara
180)
Yine
bakın Mearic sûresinde de aynı anlamda
kullanılmıştır:
“İnsan gerçekten pek huysuz yaratılmıştır; başına bir
fenalık gelince feryad eder, bir iyiliğe uğrarsa onu
herkesten men eder.”
(Mearic 19-21)
Burada da
insanın çok haris, her şeyin kendisine helâl olmasından yana olduğu anlatılır.
Adam ister ki her şey kendisinin olsun, her şey onun için olsun, her şey ona
hizmet etsin. Çok cimri, bencil, düşkün ve aç gözlüdür. Dünya ve mal, mülk
konusunda son derece canı sıkkın, rahatsız, sıkıntılı ve huzursuzdur,
doyumsuzdur. Bu yüzden onun başına bir şer, istemediği bir şey, bir fakirlik
veya bir hastalık, ya da beğenmediği bir soru gelse
pek sabırsızdır, feryadı basar, ne yaptığını bilmez, hesabı, kitabı şaşırır. Ama
Allah ona bir hayır ver-se, yani ona bolca bir mal
verse o zaman da men eder. Allah’ın hakkını da vermez, toplumun hakkını da
vermez, kendi hakkını da ver-mez, çoluk-çocuğunun
hakkını da vermeyerek men eder.
Fecr’de de Rabbimiz insanın mal, mülk sevgisine dikkat
çeker. Bunun bir fıtrat gereği olduğu, ama İslâm’a kanalize edilmedikçe insanın helâkine sebep olduğu
vurgulanır. Orada da der ki Rabbimiz: Bir de malı çok seviyorsunuz. Ama
toplamacasına, yığmacasına, biriktirmecesine seviyorsunuz onu. Allah adına,
Allah yolunda kullanmacasına, infak
etmecesine değil. Kazanıyor kazanıyor adam ama
harcamıyor. Aman oğlumun işini, aman kızımın işini bitireyim diyor. O bitince
torunlarına başlıyor adam. Bir türlü kazandıklarını Allah yolunda harcamaya sıra
gelmiyor.
“Nankör insan malı,
mülkü sevme konusunda çok şedittir.”
Mal-mülk
elde etme, mal-mülk toplama ve dünya peşinde koş-ma
konusunda son derece güçlü, hırslı, kuvvetli, istekli ama Allah’a kulluk
konusunda, Allah’ın emirlerini yerine getirme konusunda son derece zayıf, güçsüz
ve isteksizdir. Veya mal toplama konusunda, mal kazanma konusunda son derece
güçlü, becerikli, iştahlı ama o malı Allah yolunda harcama konusunda son derece
cimri, güçsüz ve isteksizdir. Toplama konusunda gösterdiği cesaret ve ataklığı
dağıtma konusunda gösterememektedir. Mal kazanırken son derece güçlü ama infaka
gelince son derece fakirdir adam. Yazık, elinde avucunda hiç bir şeyi yok
garibanın ne versin ki? Nasıl versin ki?
Ya da o insan
hayır konusunda hayır işleme konusunda çok serttir. Bir hayır işlemesi söz
konusu olduğu zaman canı sıkılır, ruhu daralır. Malı ve canına ilişkin
kendisinden bir hayır işlemesi teklif edildiği zaman sertleşir ve bundan
hoşlanmaz.
İşte
görüyoruz çok parası olup da kendisinden bir şey istemeye gelenlere karşı
kendilerini sorumluluktan kurtarabilmek için kendilerini fakir göstermeye
çalışanlar burada anlatılan kimselerdir. Haydi şuraya yardım et? Allah için
şuraya harcama yap denince “ben ha! Nasıl yapalım kardeşim, elimizde avucumuzda
bir şey yok ki yardım etsek?” diyerek kendilerini sorumluluktan kurtarabilmek
için fakir göstermeye çalışan insanlar da böyledir.
“Veya
kardeşim sen de çocuklarına bu âyet ve hadisleri duyurmak zorundasın, sen de
çevrene bunları anlatmak zorundasın, sen de bu hayırları işlemek zorundasın”
denince kendisini güya sorumluluktan kurtarabilmek için adam diyor ki, “ben ha!
Yahu ben ne biliyorum ki anlatayım? Benim bilgim ne ki anlatayım?” diyerek
kendilerinin sanki ağızsız ve dilsiz olduklarını söylemeye çalışanlar da galiba
bunun gibidir. Ağzı var adamın ama sanki yok. Paradan söz etmeye gelince ağzı
var, ama Kur'an anlatmaya gelince sanki ağzı yok. Veya
kazanırken malı var, hava atarken malı var, ama Allah yolunda harcamaya gelince
fakir adam. Meselâ peynirin küflüsünü, turşunun modelini bilmeye, balın güzelini
tanımaya gelince ağız var, ama çocuklarına hadis anlatmaya gelince sanki ağzı
yok. Veya altına en lüksünden araba almaya gelince, evine en lüksünden
yiyecekler götürmeye parası var, ama Allah adına birilerinin evine bir şeyler
götürmeye parası yok adamın. Pekiyi acaba böyle düşünen, böyle yaşayan bu adam
bilmiyor mu ki:
“Kabirler bir gün
deşilip, içindekiler sökülüp dışarıya çıkarılacak.”
Acaba bu nankör insan kabirlerde bulunanların
çıkarılacağı ve kalplerde olanların ortaya konulacağı bir zamanın geleceğini
bilmez mi? Bugün bu gerçeği anlamıyor, Rabbine karşı cimri ve nankör davranıyor
da bunu yarın kabirlerin deşildiği ve içindeki cesetlerin ortaya döküldüğü günde
de mi anlamayacak? Bu hayatının bozukluğunu, bu anlayışının bozukluğunu o günde
mi anlamayacak bu nankör adam? Gerçi zorunlu olarak anlayacağı o gündeki
anlayışının, bilişinin ne anlamı olacak?
Evet bir
gün gelecek ki kabirler deşilip içindekiler dışarıya atılacak. Ve
kalplerdekiler, sînelerdekiler de devşirilecek,
derlenip toparlanacak. Göğüslerdeki tüm niyetler, düşünceler, arzular, hedefler,
tutkular ortaya dökülecek. İnsanların yaşadıkları hayatta kalplerinde
besledikleri, içlerinde taşıdıkları, gönüllerinde gizledikleri her şey açığa
çıkacak, ortaya dökülecektir. İnsanın gizlediği, sakladığı tüm sırları deşifre
edilecek, tüm ayıpları ortaya dökülecektir. Yani kalplerin hâsılası devşirilecektir. Kim ne düşünmüş? Ne yapmış? Ne yapmayı
hedeflemiş? Yaptıklarını yaparken ne adına, kim adına yapmış? Kimi razı etmek
için yapmış? Yaptıklarının yaptırıcısı kimmiş? İşlediği ameli hangi niyetle
işlemiş? Allah için mi? Toplum için mi? Çevreyi memnun etmek için mi? Âdetler
böyle istiyor diye mi? Amir böyle emrediyor diye mi? Yönetmelikler bunu
emrediyor diye mi? Modayı memnun etmek için mi? Bunun açığa çıkarılması için
kalplerdekiler ortaya dökülecek. Çünkü yaşadığımız bu hayatta insanın kalbinde
taşıdığı niyetler çoğu kez dışa vurulanların aksi olmaktadır. Ama orada
gizlenenler açığa çıkarılacaktır. Hani Târık sûresinde de bu konu şöyle
anlatılıyordu:
“Şüphesiz ki o gün tüm gizliliklerin sır sır, düğüm düğüm çözüleceği bir
gündür. O gün, insanın gücü de, yardımcısı da yoktur.”
(Târık
9-10)
Veya amel defterleri açığa çıkarılıp o
defterlerde toplananlar ortaya döküldüğü zaman. Tıpkı Câsiye sûresinde anlatıldığı gibi:
“Bu kitabımız gerçekten sizin aleyhinize konuşur. Biz
yaptıklarınızı şüphesiz bir bir kaydediyorduk.
“
(Câsiye 29)
Câsiye sûresinin bu âyet-i kerimesinde ifâde edilen buradaki
kitaptan kasıt, şâyet amel defteriyse o zaman o da her şeyi sayıp dökecek. İşte
bu adam namaz kılmış, oruç tutmuş. Bu adam Allah’a baş eğmiş. Bu Allah’a ve
Allah’ın kanunlarına teslim olmuş. Ama bu adam da Allah’ı reddedip kendi hevâ ve heveslerini tanrılaştırmış. Bu tâ-ğutlara kulluk etmiş. Bu modanın kulu olmuş. Bu âdetlerin
kulu, bu çevrenin kulu olmuş gibi amel defterleri de sahibinin lehinde ve
aleyhinde her şeyi sayıp dökecektir. Herkesin ameli hangi isme sahipse, hayır
ya da şer hangi sınıfa dahilse o sınıfla damgalanmış
olarak kişinin karşısına çıkacaktır. Allah diyor ki:
“Biz dünyada sizin
işlediğiniz her ameli istinsah ediyorduk.”
İstinsah; bir kitaba bakılarak onu aynen başka bir kitap
haline getirmek anlamına gelir. Yani bir kitaptan aynen kopyalamak demektir.
Aslının aynına zarar getirmeden bir şeyi kopyalamak. Öyleyse anlıyoruz ki
kıyâmet günü insanın eline tutuşturulacak amel defteri de o insanın dünyada
işlediği amellerin tam bir kopyasıdır. O amellerin aslıdır, aynısıdır. Onda
yanlış kesinlikle yoktur. Onda zâyi kesinlikle söz konusu değildir. Zira Allah
hiç kimseye zulmetmez. Ne amellerini zâyi ederek, ne işlemediği amelleri onun
defterine yazarak, ne işlediği amelleri zâyi ederek, ne birisinin
işlediklerinden ötürü bir başkasını cezalandırarak kesinlikle Allah kimseye
zulmetmez. Allah âdildir. İnsan iyilik ya da kötülük,
hayır ya da şer dünyada ne yapmışsa, ne tür ameller
işlemişse orada onu hazır bulacaktır. Kimilerinin amelleri değerli bulunurken,
değerlendirilmeye alınırken, kimilerinin ki de boşa
çıkarılacaktır.
Bir ömür
boyu yaptıklarımızı bir düşünelim. Ne kadarı dolu, ne kadarı boş bir düşünelim.
Meselâ bir ilkokul diyoruz beş yıl harcıyo-ruz, dönüp bir bakıyoruz ki bomboş. Ondan sonra
yaptıklarımızı düşünelim. Hayatın tümünü düşünelim. Acaba bu yaptıklarımızın
yaptırıcısı kimdi de yaptık? Allah dedi diye mi yaptık? Yoksa toplum öyle istedi
diye mi? Çevremiz bundan razıdır diye mi? Ya da
âdetler veya Zerdüşt böyle buyurdu diye mi yaptık? Tüm yaptıklarımızı bir
düşünelim. Neyle geçti bizim ömrümüz? Oturamayacağımız evler yapmak,
yiyemeyeceğimiz paralar toplamakla mı geçti? Eğer böyleyse tüm ha-yatımız boşa
gitmiştir Allah korusun.
Neyle
geçirdik ömrümüzü? Müzik dinleyerek mi? Kaldırım çiğneyerek mi? Ekran başında,
akvaryum önünde mi? Aynanın önünde mi? Panayır veya piknikte mi? Oya için, boya
için mi? Para-pul peşinde mi? Yoksa kendisine kulluk yapmaya çalıştığımız
çevrenin alkış tufanları arasında mı? Veya kulluğa râci olmayarak, amele müstenit olmayarak gayri dinî
ilimlerde tefekkuh adına mı çırpındık? Öyleyse eyvaaah bize! Vaah bize! Yuh
bize!!!
Veya
kalbura, eleğe de “Mihsal” denir. Öyleyse insanın
hayatta işlediği tüm amelleri kalburdan elenip işe yarayanı yaramayanlardan
ayrıştırıldığı zaman. Kur’an’ın başka yerlerinden de
anlıyoruz ki Kur’an tüm ameller için elektir,
kıstastır. O halde tüm amellerinin Kur’-an kıstasına vurulup, Kur’an eleğinden geçirilip, salih-gayri salih diye ayırıma
tabi tutulduğu zaman.
Bir de
anlıyoruz ki o gün ameller zâhirlerine göre değerlendirilmeyecek, mücerret
amellere bakılmayacak da o ameli işlerken kişinin kalbinde taşıdığı niyetlerine
bakılıp ona göre değerlendirilecektir. Kalplerin ve işlediklerinin hâsılasından
kastın bu olduğunu anlıyoruz.
Rasulullah efendimizin hadislerinin ortaya koyduğuna göre
biliyoruz ki “Ameller niyetlere göredir.” Ameller ancak niyetle sahih olur.
Ameller ancak niyetle kabul görür. Yani ameller ancak niyetleriyle
değerlendirilir. Veya niyetsiz amellere itibar edilmez. Ameller, niyetsiz,
mücerret bir değer ifâde etmezler. Amellerin mihenk taşı, değerlendir-me kıstası onları işlerken taşınan niyetlerdir. Hattâ Rasulullah efendi-mizin başka bir
hadislerinden anladığımıza göre bu değerlendirmede amellerin sonuna, neticesine
itibar edilmektedir. Rasulullah efendimiz:
“Amellerin makbul ya da merdut oluşu onların sonuna göredir.”
buyurmaktadır.
Bunu
bilen, bundan haberdar olan da sadece Allah’tır. Allah’tan başka hiç kimsenin
insanların kalplerinden geçenleri bilmesi ve amelleri değerlendirmesi mümkün
değildir.
“Doğrusu Rableri o gün
onların her şeyinden haberdardır.”
Tüm niyetlerinden, kalplerinden geçirdiklerinden,
gönüllerinde beslediklerinden, tüm amellerinden, tüm eylemlerinden, bu eylemleri
işlerken taşıdıkları niyetlerinden her şeyden haberdardır Allah. Hiçbir
şeylerinin Allah’a gizli kalması mümkün değildir.
Peki her
zaman ve zeminde Allah her şeyden haberdarken acaba niçin burada o gün
haberdardır denmiş? Bugün de yarın da Allah her şeyden haberdardır ama Rabbimiz
insanlarla alâkalı hükmünü âhirete tehir buyurmuştur.
Hükmünü orada verip uygulamaya koyacağı için böyle buyurulmuştur.
Kur’an’ın başka âyetlerinden de öğreniyoruz ki, Allah,
kullarının işlediklerinin, yaptıklarının karşılığını ve bu konulardaki hükmünü
kıyâmet günü verecektir. Allah bu konudaki kesin hükmünü kıyâmet gününe
ertelemiştir. Bu konudaki son hükmü verecek olan ve verdiği bu hükmünü de
uygulamaya koyacak olan Allah’tır.
Yine insanların amellerine konu olan çözüm hükmü de bu
kitaptan verilecektir. Allah, hükmünü bu kitaptan verecektir. Hüküm mercii
kitaptır. Çünkü Allah yeryüzünde her topluma kitap göndermiş ve her konuda
hükmünü zaten vermiştir. İnsanlara o kitaplara sarılmalarını, o kitaba uygun
düşünmelerini, o kitaba uygun hareket etme-lerini,
amellerini o kitaba müstenit işlemelerini, hayatlarını o kitapla
düzenlemelerini, problemlerini o kitaba arzetmelerini,
ihtilâflarını o kitapla çözümlemelerini istemişti her toplumdan. Her topluma
peygamberler göndererek, peygamber modelinde bir hayat, peygamber modelinde bir
îman şeklinde hükmünü vermişti. Ona benzeyenler, ondan kaynaklananlar doğrudur
gerisi boştur demişti. Önceden her konuda hükmünü vermişti de şimdi de bu
hükmünü uygulamaya koyacaktır diyoruz.
Eğer
Rabbinden daha önceden verilmiş bir söz olmasaydı mutlaka aralarında hüküm
verilmiş olurdu. Yani eğer Allah onların ecellerini dolduracakları zamana kadar
onlar için dünyada yaşama izni vermeseydi bunların işleri çoktan bitirilmişti.
Ya da eğer Allah bu ihtilâf edenler hakkında kimin
doğru, kimin yanlış, kimin hak yolda, kimin bâtıl yolda oldukları konusundaki
son hükmünü kıyâmet gününe ertelememiş olsaydı onların işlerini çoktan
bitirirdi. Yani bu dünyada da haklıyı haksızı ortaya koyuverir ve ona göre
amellerinin karşılığını onlara tattırıverirdi.
Allah’la karşı karşıya gelmeyi ummayanlar, Allah’a
kavuşup onun sorgulamasıyla karşı karşıya geleceklerine inanmayanlar, dünya
hayatına razı olanlar, dünyayı tatminkar bulanlar, dünyanın ötesindeki bir
hayatın varlığına inanmayıp özlemini duymayanlar, varsa da yoksa da yaşadığımız
şu hayat vardır, burada kâm almaya bakalım diyenler, yaşadıkları hayatlarında
âhiret inancının kokusu bile olmayanlar işte hüsrana
mahkum olanlar bunlardır. İşte eli boşa çıkanlar, kaybedenler bunlardır. Hasret
çekenler bunlardır. Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar olsun bize! Yuh olsun bize! Vah
orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bizim
hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah yapmamamız gerekirken yaptıklarımıza!
Eyvah yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza! diyerek dövünecekler, kaybettikleri
fırsatlarından ötürü hasret çekecekler onlar.
Çünkü
dünya ile aldanmışlardır bunlar. Onu kendilerinin sandılar aldandılar. Onu ebedî
zannettiler aldandılar. Sanki dünyayı hiç bitmeyecek, tükenmeyecek zannettiler,
aldandılar. Dünyanın içindekilere meylederek aldandılar. Dünyayı kıble edinerek,
dünyalıkların peşine takılarak, mal mülk toplama sevdasına kapılarak aldandılar.
Dün-yanın konumu onları aldattı, aldandılar. Kuralları gereği dünyada Allah
dokunmuyordu onlara. Dünyada imtihan gereği içki içene de do-kunmuyordu Allah, namaz kılana da dokunmuyordu, zina edene
de dokunmuyordu, dünyanın yönetimine Allah’ı karıştırmayanlara da do-kunmuyordu, Allah’a kulluk yapana da âdetlerin, çevrenin,
modanın, şeytanın, tâğutların, nefislerinin kulu,
kölesi olanlara da dokunmu-yordu. İmtihan gereği
işledikleri suçlar yüzünden dünyada Allah’ı atlattıklarını zannediyorlardı.
Yaptıklarından Allah’ın habersiz olduğunu zannediyorlardı. Bir daha dirilme
olmayacak diyorlardı. Hesap-kitap olmayacak, sümen
altı edileceklerini zannediyorlardı. Halbuki Allah her şeyden haberdardı.
Onların nefes alış-verişleri bile Allah tarafından tesbit ediliyordu.
Bu
sûrenin de sonuna geldik. Rabbim razı olacağı bir imanla iman edip rızasına
uygun ameller işlemeyi bize nasip buyursun, kolay getirsin. Sübhanekallahümme ve bihamdik.
Eşhedü en la ilahe illa ente. Esrağfiru ku ve etûbü ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder