Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
101., Nüzûl sıralamasına göre 30., Mufassal sûreler kısmının on dördüncü
grubunun ikinci sûresi olan Kâria sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin
sayısı 11’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahman ve
Rahim olan Allah’ın adıyla”
1. “Gürültü koparacak olan, 2. Nedir o başa çarpıp gürültü koparacak
olan? 3. O gürültü koparacak olanın ne olduğunu sen bilir misin? 4. O gün
insanlar, ateş etrafında çırpınıp dökülen pervaneye dönecekler. 5. Dağlar,
atılmış renkli yüne benzeyecekler. 6-7. Ama tartıları ağır gelen kimse hoş bir
hayat içinde olacaktır. 8. Tartıları hafif gelenler ise, 9. Onların yeri bir çukurdur. 10. O çukurun
ne olduğunu sen bilir misin? 11. O,
kızgın bir ateştir.”
Mekke’de, Mekke döneminin ilk yıllarında Rasûlullah
efendimi-ze ve beraberindeki bir avuç müslümana karşı muhalefet fırtınalarının
şiddetlendiği bir dönemde mü’minlere bir teselli, kâfirlere de bir tehdit
oluşturmak üzere inmiş bir sûreyle karşı karşıyayız. Kur’an-ı Kerîm'in yüz
birinci sûresi. On bir âyetten meydana gelmiştir. Fâsılası; he, pel-tek se ve
şın harfleridir. Bu sûrenin Mekkî olduğu üzerinde hiç bir ihti-laf yoktur.
Ayrıca muhtevasından, Mekke döneminin başlangıcında nazil olduğu
anlaşılmaktadır. Sûre: adını, ilk âyetini teşkil eden ve kı-yamet isimlerinden
biri olan "el-Kâria" kelimesinden almıştır. Bu keli-me, yalnızca sûrenin ismi
değil aynı zamanda konusudur. Zira sûre-nin konusu tamamen kıyametle ilgilidir.
Burada kıyametin birinci saf-hasından, ceza ve mükâfatın sonuna kadar, âhiret
hayatının bir bütün olarak zikredilmiş olduğunu görüyoruz.
Adından da belli olduğu gibi insanların beyinlerinde
patlaya-cak, insanların kalplerine ve kulaklarına çarpacak, yürekleri yerinden
oynatıp kalpleri parça parça edecek, gökleri yarıp parça parça ede-cek, dağları
ufalayıp tuz buz edecek, yıldızları yerlerinden söküp sağa sola atacak, güneşin
ve ayın defterini dürecek, insanları hedefini şa-şırmış ne yapacaklarını, nereye
gideceklerini bilmez bir vaziyette ke-lebekler gibi sağa sola uçuran kıyâmetten,
kıyâmetin vukuundan, kı-yâmetin dehşetinden ve kıyâmetin kopuşuyla olacak
hadiselerden söz eden bir sûre.
Yarın mutlak sûrette olacakları bu günden haber vererek
in-sanları uyanıklılığa dâvet eden bir sûre. İnsanları önlerindeki kıyâmet
gerçeğiyle uyaran, insanları pişmanlığa, ama iyi ameller yapmağa teşvik eden
sonunda da çözümün Mîzanda ağır basacak, Allah katın-da değer ifade edecek
ameller işleyerek hayatın da ölümün de Mîza-nın da sahibi olan Allah’ı memnun
etmemiz gerektiğini ısrarla vurgula-yan bir sûre.
Sûrede
son derece veciz, son derece ürpertici bir biçimde kı-yâmet ve safhâlârı ortaya
konulduktan sonra kıyâmet sonrası gerçek-leşecek konu anlatılır. Hesap kitap
ortaya konulur. Amellerin tartılaca-ğı terazi Mîzan gündeme getirilir. Ve
insanlar Mîzanlarının ağırlığına ve hafifliğine göre mutlular mutsuzlar,
mutlular bedbahtlar diye ikiye ayrılır. Ve bu hesaba göre yerleşim merkezleri
ortaya konur. Mutlula-rın yerleşim merkezleri cennet, mutsuzların,
bedbahtlarınkiyse cehen-nem olarak tespit edilir. İnsanları yaptıkları ve
ettikleriyle yüz yüze ge-tirerek tekrar tekrar uyaran bir sûre.
"Kâria" sözü; haddi zatında
çarpan, bir şeyin bir şeye çarpma-sından çıkan sert ses. Korkunç olay, büyük
felaket (Ra'd,31) ve eziyet gibi manaları ifade eder. Ayrıca; "kâriatüddâr=evin
sahası", "kâriatüt-tarık= yolun üst tarafı" vb. misa ller de olduğu gibi, isim
tamlaması ha-linde kullanıldığı zaman çeşitli anlamlara gelebilir (el-Cevherî,
"es-Sihâh", Karaa mad.)
Bu sûredeki "el-Kâria" ise;
"el-Hâkka", "et-Tâmme" "es-Sâh-ha" "el-Gâşiye" vb. gibi kıyamet isimlerinden
birisidir. Kıyametin, "el-Kâria" diye isimlendirilmesinin nedeni hususunda
çeşitli görüşler vardır. Bunlar: 1-İnsanların aklını alacak, ödlerini patlatacak
olan ilk "say-ha"dır. "Sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna, göklerde
ve yer-de kim varsa düşüp ölmüş olacaktır" (Zümer,68). buyurulduğu üzere bu
olay, "sa'k" nefhasında olacaktır. "Yalnızca bir tek sayhayı bekli-yorlar "
(Yâsîn,49) buyurulması da bunu te'yîd ediyor. 2- Âlemin altüst olması esnasında,
gök cisimlerinin birbirleri ile şiddetle çarpışacakla-rından dolayıdır. 3-
"Kâria", insanları korkuyla ve şiddetli gürültülerle çarpan demektir. Bu ise;
gökte çatlama ve yarılma, güneş ve ayda katlanıp dürülme, dağlarda parçalanıp
ufalanma, arzda dürülme ve değişme iledir. 4- Hak düşmanlarını, rezil ve rüsva
ederek, azap ve büyük bir dehşetle çarpacağından
dolayıdır.
Sûre, "el-Kâria"(l)
diyerek, yalın bir kelime ile başlıyor. Bomba gibi bir tek kelime... Manası:
"Felaket kapısını çalacak olan"(1). Mak-sat, ifadesi ve tonuyla bu korkunç ve
devirici manayı vermek, böylece tüm dikkatleri kendine çekmek. Ardından gelen
soru dehşeti daha da arttırıyor: "Nedir o felâket kapısını çalacak olan?" (2) Bu
soru ile dinle-yenlerin merak ve korkusu büsbütün artıyor. Verilecek cevabı
sabır-sızlıkla fakat endişeyle bekliyorlar. Nihayet verilen cevap, meseleyi
yi-ne bilinmezliğe sürüklemekte: "Felâket kapısını çalacak olanın ne ol-duğunu
bilir misin?" (3)
Hadise o kadar büyük ki,
akıllar onu idrâk etmekten âciz, dü-şünceler onu tahayyül edemeyecek kadar
zayıftır. Bundan sonra ge-len âyet, bu muazzam olayın mahiyetini anlatmak
yerine, onun nasıl olacağını izah ediyor, Çünkü mahiyeti, idrak ve tasavvurun
çok üstün-de bir şey: "O gün insanlar, çırpınıp yayılan pervaneler gibi olacak.
Dağlar da atılmış renkli yünler gibi olacak" (4-5).
Buraya kadar olan bölümde,
kıyametin ilk merhalesi, yani dün-ya nizamının altüst olacağı, olayın dehşeti
karşısında insanların, ışık karşısındaki kelebeklerin her tarafa dağılışı gibi
sağa sola koşuşacak-ları, dağların hallaç pamuğu gibi atılacağı zikrediliyor.
Bundan sonraki bölümde, kıyametin ikinci safhasından, amellerine göre insanların
âhi-retteki akıbetinden söz edilmektedir: "Artık kimin tartıları ağır gelirse,
o, hoşnut olacağı bir hayat içersindedir " (6-7).
A'râf suresinde de "O gün
tartı tam doğrudur. Kimin tartıları ağır gelirse işte onlar kurtuluşa
erenlerdir" (A'râf,8) buyurulur. Sûre, âhirette bedbaht olacakların acıklı
sonunu şu şekilde dile getirmek-tedir: "Ama kimin de tartıları hafif gelirse,
artık onun anası hâviyedir" (8-9). 'Hâviye"; yüksek yerden aşağı düşmektir.
Derin çukur veya uçurum manasına da gelir. Âyette geçen "ümmühü hâviye=anası
hâviyedir" sözü iki şekilde anlaşılabilir. Biri, tartısı hafif gelenlerin
cehen-neme tepe taklak atılacakları manasına gelir. İkincisi; nasıl anne çocuk
için bir sığınaksa, aynı şekilde "hâviye", tartıları hafif gelenler için anne
kucağı gibi bir sığınaktır. Ne korkunç bir sığınak... "Hâviye" kapalı bir ifade.
Bundan sonra gelen iki âyet onun ne olduğunu net bir şekilde izah etmektedir:
"Onun ne olduğunu bilir misin sen? Kızgın bir ateştir " (10-11). Demek ki
"hâviye" yalnızca bir çukur değil, aynı za-manda kor ateş ile dolu bir çukurdur.
İşte, o tartısı hafif gelenlerin anası, varıp sığınacakları bir ana kucağıdır.
Sûre, bu acı gerçekleri, zihinlere canlı bir tablo gibi nakşederek son
bulmaktadır.
Evet özetle sûre kıyamet
gününün dehşetine vurgu yapar. Resûlullah Efendimize; “sen kârianın ne olduğunu
nereden bileceksin” ifadesi kıyametin şiddet ve dehşetinin bizzat yaşanmadıkça
peygamber efendimiz tarafından bile gerçek anlamıyla bilinemeyeceğine işaret
edilmektedir. Karia kelimesinin daha sonraki âyetlerde açıklanarak o gün
insanların sağanak halinde uçuşup ateşe düşen pervaneler gibi, dağların ise
atılmış renkli yün parçaları gibi olacağı belirtilir.
Sonra insanların dünya
hayatındaki davranışlarına göre âhiret-te karşılaşacakları ceza ve elde
edecekleri mükâfattan bahsedilir. Tartıları ağır gelenlerin memnun edici bir
hayata kavuşacakları, tartıları hafif gelenlerin ise kızgın bir ateş uçurumuna
yuvarlanacakları ha-ber verilir. 6. âyette geçen “mevazin” kelimesi, Arapça’da
hem tartı aleti olan “mizan”ın hem de tartılan şey anlamına gelen; “mevzun”
kelimesinin çoğuludur. Yâni hem insanların bizzat kendilerinin, hem de tüm
amellerinin tartılacağını ifade etmektedir. Sûrede çarpıcı ve etkileyici
ifadelerle yarınki hesap-kitap gündeme getirilirken, sorumluluk ilkesine dikkat
çekilmektedir. Bu dünya hayatında yapılan hiçbir amelin karşılıksız kalmayacağı
vurgulanmaktadır.
Bu kısa mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini
tek tek tanımaya çalışalım.
Kaaria,
Hakka, Tamme, Sahha gibi kıyâmetin isimlerinden birisidir. Kıyâmeti anlatan,
kıyâmetin dehşetini çağrıştıran bir kelimedir. Sûrenin böyle bir kelimeyle
başlaması aslında çok garip bir başlangıç. İnsan sözüne benzemeyen bir
başlangıç. Beşer sözüyle hiç ilgisi olmayan bir hitap tarzı. Bakın Rabbimiz
Kaaria dedi, sonra nedir bu Kaaria? dedi, sonra da bu Kaaria’nın ne demek
olduğunu sen nereden bileceksin? Sen nereden anlayacaksın onun ne demek
olduğunu? dedi. Biz insanlar böyle konuşmayız. Bizim konuşma stilimize
benzemiyor Rabbimizin hitap tarzı. Rabbimiz soruyu peygamberine soruyor. Tabii
bu soru cevap isteyen bir soru değil. Çünkü soruyu soran kim? Bilgi kendisinden
olan Allah. Sorulan kim? Allah bilgisi olmadan hiçbir şey bilmesi mümkün olmayan
bir insan. Öyleyse bu cevap bekleyen bir soru değildir. Allah vahyini dilediği
gibi gönderendir. “La yüs’elü amma yef’al” olan yani yaptıkları konusunda hiç
kimseye hesap vermek zorunda olmayan, dilediğini dilediği biçimde yapma
yetkisine sahip olan Rabbimiz işte burada da söze böyle başlıyor. Aslında bizim
söz dizimimize, söz dizaynımıza uymayan bir ifade. Meselâ soba. Nedir soba?
Bildiniz mi sobanın ne olduğunu? dedikten sonra: İşte kimileri soğukta donduktan
sonra sobanın kıymetini anlarlar filân gibi bir cümle kurulmaz.
Öyleyse
bu vahyin bir parçasıdır. Bunu insan sözü gibi anlamamalıyız. Allah böyle
başlamıştır sözüne diyoruz ve iman ederek teslim oluyoruz. Sanki daha sûresinin
başında Rabbimiz kendi sözüne, vahyine dikkat çekerek bize şunu öğütlüyor:
“Kullarım! Dikkat edin, bu Kur’an Benim sözümdür! Sakın ha Benim sözlerimi kendi
sözlerinize benzetmeyin! Sakın ha içinizden birisinin sözünü dinleyip te kulak ardı ettiğiniz veya çöpe attığınız
gibi Benim sözlerimi de kulak ardı etmeye kalkmayın! Sakın dinleyip dinleyip de
kenara almayın! Bunu Ben söylüyorum! Şu anda Ben konuşuyorum! Benim sözüm olarak
dinleyin ve hayatınızı böylece düzenleyin!” diyerek, bizim dikkatlerimizi
çekerek, intibaha dâvet ederek söze başlıyor Rabbimiz.
Çünkü bundan sonra ortaya konacak konu yeryüzünde en
büyük, en Azîm bir konudur. Yeryüzünde en büyük hakikat olan, en büyük olay
olan, gerçekleşmesi kesin olan tek olaydır, tek gerçektir, tek bilgidir. Tüm
insanları en çok ilgilendirmesi gereken bir olay. Herkesin her şeyi bırakıp
durup düşünmesi gereken bir gerçek. Kıyâmet gerçeği, ölüm ötesi hayat ve hesap,
kitap, cennet ve cehennem gerçeği. Yeryüzünde bundan daha büyük, bundan daha
önemli bir olay olamaz. İşte önemine binaen insanları uyanıklılığa dâvet eden
bir hitap tarzıyla Rabbimizin sözlerine başladığını
anlıyoruz.
Kaaria,
şiddetle çarpan anlamına bir kelimedir. Bir cismin, bir kütlenin başka bir
kütleye çarpması sonucunda çıkan dehşet verici sese Kaaria denir. Veya Kaaria en
büyük olay, en büyük felâket anlamına gelir. Kapıları çalan, akılları zayi eden,
kalpleri yerinden oynatıp yürekleri hoplatan felâket demektir. Korkunç
dehşetiyle insanların kalplerini ve kulaklarını çarptığı için, insanların
beyinlerinde patladığı için kıyâmete bu isim verilmiştir.
Nedir
Kaaria? Kaaria’nın ne olduğunu sana ne bildirdi? Kim bildirdi Kaaria’yı sana? O
müthiş hadise, o muazzam gerçek nedir sen bilir misin? Yani onun dehşetini,
azametini sana ne anlatır? Hangi olay anlatır? Hangi örnek anlatır? Kim
anlatabilir? Bunu sen kendi dirâyetinle anlayabilir misin? Kafanı çalıştırsan,
aklını yoklasan, binlerce yıl düşünsen, binlerce insanı yardımına çağırsan,
yerin dibine insen, gökyüzüne çıksan Kaaria’nın ne demek olduğunu anlayabilir
misin? Kimden bilgi alabileceksin? Kim anlatabilecek bunu sana? Sen nasıl
düşünürsen düşün, nasıl takdir edersen et senin takdirinden çok daha büyüktür bu
olay. Ey peygamberim, sen bunu nereden bileceksin? Bunu sana Benden başka
anlatabilecek birileri var mı? Dinle öyleyse onu sana Ben anlatayım demektir
bunun mânâsı. Kur’an’da bu kalıbın bu anlama geldiğini
biliyoruz.
Tabii
demin de ifade ettiğim gibi buradaki: Nedir o Kaaria sen bilir misin? ifadesi
soru değil, Kaaria’nın dehşetini ortaya koymadır. O ne dehşetli ne korkunç bir
Kaaria’dır bir bilsen gibi bir tekittir. Bundan sonraki âyette de Kaaria’nın
gerçekleşmesinden sonra olup biteceklerden söz ederek şöyle buyuruyor
Rabbimiz:
O gün insanlar ateş etrafında çırpınıp dökülen pervaneye
dönecekler. O gün insanların pervaneler gibi her bir yana dağıldıkları gündür.
Kıyâmetin, kıyamın vuku bulduğu o gün insanlar mantar bitiyormuş gibi korku
içinde kabirlerinden çıkarlar, onların durumları sanki oraya buraya dağılan
kelebeklerin durumu gibidir. Korkudan, dehşetten, şaşkınlıktan ne yapacaklarını
bilemedikleri için tıpkı uçuşan kelebekler gibi dalga dalga birbirlerine
girerler. Ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilemeyen her biri farklı yönde
uçuşan şaşkın kelebekler gibidir insanlar. Böyle bir ortamda insanların
âcizliklerinin, küçülüşlerinin ve çaresizliklerinin ortaya konduğu bir teşbihte
bulunuyor Rabbimiz. Hedefini bile tayin edemeyen, ne olduğunu, başına nelerin
geleceğini bile bilemeyen küçücük hayvanlar gibidir o gün insanlar. Bir sonraki
sûrede anlatılan mal-mülk çokluklarından, makam, mansıp, saltanat, evlâd u ıyal
ağırlıklarından soyutlanmış, tüm dünyalıklarını kaybetmiş küçücük ve basit
kelebekler gibi korkudan tir tir titremektedir. Ya da tıpkı ateşe uçuşan
kelebekler gibidir insanlar o gün. Kamer sûresinde de yayılmış çekirgeler olarak
anlatır Rabbimiz o gün insanları.
“Ey Muhammed! Öyleyse onlardan yüz
çevir; çağıran, görülmemiş ve tanınmamış bir şeye çağırdığı gün. Gözleri dalgın
dalgın, çekirgeler gibi yayılmış, o çağırana koşarak kabirlerden çıkarlar.
İnkârcılar: “Bu, zorlu bir gündür” derler.”
(Kamer 6,7,8)
Ve o gün dağlar da yerlerinden
sökülmüş, paramparça edilmiş renkli yünler gibi etrafa saçılmışlardır. Dağlar da
tıpkı kelebekler gibi havada sağa sola uçuşan insanlar gibi parça parça olmuş,
boşlukta uçuşmaya başlamıştır. Evet Kaaria’nın dehşetiyle dağlar bile böyle
paramparça olup sağa sola savrulurken, onun etkisiyle dağlar bile erirken insan
ne yapacak? İnsanın hali nice olur? diyor Rabbimiz.
Dağlar
atılmış yün, hallaç pamuğu gibi hem paramparça olacak, hem de kazıklığı bitmiş
olacak. Hani Nebe’ sûresinde yeri tesbit etmek üzere, yeryüzünün dengesini
sağlamak üzere dağları kazıklar olarak oraya çaktık diyordu ya Rabbimiz, işte o
kazıklar sökülecek, dağların kazıklığı bitecek. Yani o gün düzen bitmiş,
dünyanın düzeni bitmiş olacak. Yeni bir düzene, yeni bir konuma geçilecek o gün.
İnsanların imtihanı için kurulmuş olan bu dünyada imtihanın bitip te artık
imtihan sonuçlarının açıklanması dönemi her şey
bitecektir.
Dağlar
yürütülecek, yerinden oynatılacak. Veya kökünden sökülüp atılacak, dağıtılacak,
parça parça, tıpkı rengarenk yün parçaları gibi sağa sola uçuşmaya başlayacak.
Bir anlama göre heba olacak. Yani rüzgarın kaldırdığı toz toprak zerrecikleri
gibi olacak. Veya bir üçüncü anlamıyla serap gibi olacak dağlar. Yeryüzünde
yıkılmaz sanılan ve insanlar için sığınma mekânizması bilinen dağın dağlığı
bitecektir.
Buraya
kadar Kaaria’nın, kıyâmetin birinci safhasını anlattı Rabbimiz. Biz Rasûlullah
efendimizin hadisinden biliyoruz ki kıyâmetin üç safhası vardır: Nefha-i Ûlâ,
Nefha-i Sâika ve Nefha-i kıyam li Rabbil âlemin. Birinci nefhada, yani ilk surda
her şey donup kalacak. İkinci surun üfürülmesiyle her şey ölecek, üçüncü surla
da her şey, herkes dirilecektir. Kaaria’nın birinci safhasında insanların ve
dağların durumları anlatıldıktan sonra şimdi de diriliş ve sonrası anlatılacak.
Mîzanlarının ağırlık ve hafifliğine göre, amellerinin iyilik ve kötülüğüne göre
insanların mutlular ve mutsuzlar diye ikiye ayrılacağı anlatılacak. Bakın
Rabbimiz şöyle buyurur:
Kimin mîzanı ağır basarsa artık o
hoşnut olunan razı olunan bir hayatın içindedir. Ama kimin mîzanı da hafif
gelirse onun anası da haviyedir. Burada “mevazîn” kelimesi kullanılmış. Bu
kelime ya “mîzan” kelimesinin çoğuludur ya da “mevzun” kelimesinin çoğuludur.
Eğer mîzan kelimesinin çoğulu kabul edersek o zaman terazisinin ağır basması
yani terazisinin hayır kefesine konulanların ağır basması, ya da terazisinde iyi
amellerinin ağır basması anlamınadır. Yok eğer mevzun kelimesinin çoğulu kabul
edersek o zaman da Allah katında değer ifade eden, Allah katında ağırlığı olan
amellerinin ağır basması anlamınadır ki aslında her ikisi de sonuçta aynı kapıya
çıkmaktadır.
Birinci
mânâya düşündüğümüz zaman bu âyete göre yarın amelleri tartmak üzere bir mîzan
konulacak. Bir ölçü, bir tartı va’z edilecek ki yarın bizce meçhul, bizce malum
değil o. Ama bizler mahiyetini bilmesek de anlamasak da âhirete müteallik her
bir iman konusuna olduğu gibi inanıyoruz. İnanıyoruz ki yarın Rabbimiz bizim
amellerimizi tartmak, değerlendirmek için bir mîzan va’z edecektir. Yine
Kur’an-ı Kerîm’in başka yerlerinde Rabbimiz anlatır:
“Kıyâmet günü doğru teraziler kurarız;
hiçbir kimse haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı
ortaya koyarız. Hesap gören olarak Biz yeteriz.”
(Enbiyâ 47)
Yine
Mü’minun sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Tartıları ağır gelenler, işte onlar
kurtuluşa ermiş olanlardır Tartıları hafif gelenler, işte onlar, kendilerine
yazık edenlerdir, cehennemde temellidirler.”
(Mü’minûn
102,103)
Mü’minler
için böyle bir mîzan konulacağını anlatan Rabbimiz Kehf sûresinin 105. âyetinde
kâfirler için terazi konulmayacağını, onların amellerini değerlendirmeye bile
tabi tutmayacağını anlatır. Peygamber efendimiz de Buhârî’nin rivâyet ettiği bir
hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:
“Muhakkak ki
kıyâmet günü iri yarı şişman bir adam gelecek de Allah katında sineğin kanadı
kadar bir ağırlığı olmayacak” buyurduktan sonra da
“isterseniz Kehf sûresinin 105. âyetini okuyun”
buyurmuştur.
Kâfirler
için böyle bir mîzanın konulmayacağını, onların amellerinin ciddiye
alınmayacağını anlatan Allah’ın Resûlü, Abdullah ibni Mes’ud efendimizin incecik
bacaklarına gülüşen kimselere şöyle buyuruyordu:
“Onun
bacakları incedir diye gülmeyin, Allah’a ye-min ederim ki o bacaklar mîzanda
Uhut’tan daha ağır geleceklerdir.”
Bizce
malum olmayan hakikatler, misa llerle anlatılır. Meselâ Rabbimiz bizim görmediğimiz,
duyularımızla idrak edemediğimiz gay-bî bir konu olan cenneti anlatırken
ırmaklar hûriler, ğılmanlar, elmalar, incirler, üzümler, atlas elbiseler,
inciler, zebercetler vs. ile anlatır.
Kur’an ve
sünnette ortaya konduğuna göre öyle bir terazi düşüneceğiz ki bu terazide kul
kendisi tartılacak, sözleri, ameli, düşünceleri, kelimeleri, eceli, rızkı her
şeyi tartılacak. Tabii biz hep iki kefeli bir terazi düşünüyoruz. Onun içindir
ki tamam bu terazinin bir kefesine bizim amellerimiz konacaktır anladık da,
acaba bu terazinin öbür kefesinde ne olacak, diyoruz. Ama şimdi elektronik
teraziler çıktı. Artık iki kefeye gerek olmadığını, tek kefeli bir terazinin de
olabileceğini gördük. Bir de şöyle düşünüyoruz. Tamam maddî şeylerin
tartılabileceğini anlıyoruz da, acaba madde olmayan amel, cisim olmayan düşünce,
niyet nasıl tartılacak? Acaba bir söz, bir hareket nasıl ölçülecek? Bunu nasıl
anlayacağız?
Hani
yaşadığımız şu dünyada biz de tartarız değil mi? Bir şahsı, bir düşünceyi, bir
hareketi bir tavrı biz de ölçüp tartarız. Bir kooperatifte birine bir görev
verilecekse, hemen kendisine verilecek o görev nedeniyle o kimseyi şöyle bir
ölçüp tartarız ve “tamam bu işin ehli odur”, ya da “olmaz, bu iş onun işi
değildir” deriz. İşte Rabbimizin yarın koyacağı terazi, mîzan hem ameli, hem
imanı, hem düşünceyi, hem ameli, hem kişiyi o ameli işlemeye sevk eden niyeti,
yani adamın ciğerini, barsaklarını bile tartabilecek bir terazi. İşte anlıyoruz
ki yarın böyle bir terazide Allah amellerimizi
tartacaktır.
Kur’an’ın başka yerlerinde buyurulduğuna göre bu mizan
hak bir mîzan olacaktır. O gün mîzan hakla kurulacaktır. Hak bir mîzan
konulacak. Bu öyle bir terazidir ki, öyle bir mîzandır ki hiç kimseyi en küçük
bir haksızlığa maruz bırakmadan tüm yaptıklarını, tüm amellerini, o amelleri
işlerken taşıdığı niyetlerini tartıp değerlendirecektir. Kişinin amelleri mi
tartılacak, yoksa amel defterleri mi tartılacak? Yoksa o amelleri işleyen
kişinin kendisi mi tartılacak bunun münakaşasına girmeye gerek yoktur. Belki de
bunların hepsi birden tartılacak ve değerlendirmeye tabi tutulacaktır.
Mîzanın,
terazinin hak oluşu, hak olarak konuşu onda hakka istinad etmeyen, haktan başka
şeylere dayanarak yapılan hiçbir amelin ağırlığının olmayacağı, değerlendirmeye
tabi tutulmayacağı anlamına gelmektedir. Kimi ameller değer ifade ederken
kimilerinin hiçbir değeri olmayacak. Peki bunu nereden
bileceğiz?
Rabbimiz kendi katında değer ifade eden amelleri bu
dünyada kitabıyla bize haber vermiştir. Hangi ameller değerli, hangileri
değersiz, hangileri ağır, hangileri hafif, bunları Rabbimiz kitabında
anlatmıştır. Bu konuda vahiy kriterdir, kıstastır. Bakın Şûrâ sûresinde bir
âyet-i kerîmesinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Gerçekten Kitabı ve ölçüyü indiren
Allah’tır. Ne bilirsin, belki de kıyâmet saati
yakındır.”
(Şûrâ 17)
Allah, kitabını hak olarak,
hukuk olarak indiren ve mîzanı da hak olarak indirendir. Bu kitapla birlikte
ince bir adâlet terazisi de indirmiştir Allah ki, O her şeyi ölçer, her konuda
ölçüyü va’z eder, tüm hakları O belirler, tüm amel ve hareketleri O mizana
vurur, her şeyi O dengeye getirir. Evet kitap kıstastır ya da tasdik makamıdır.
İşte dünyada bu kitaba göre hareket edenler, amellerini bu kitabın âyetleri
doğrultusunda işleyenler, bu kitabı kendilerine hareket noktası kabul ederek
yaşayanların amelleri Allah katında değer ifade edecek, ağır basacak, bu
kitaptan habersiz yaşayanların amelleri de Allah katında hiçbir değer ifade
etmeyecektir.
Evet
kitap kıstastır, tüm amel ve kavillerde kitap mîzandır ya da bu kitap her amel
için tasdik makamıdır. Kendisine arzedilen şeylerin doğruluğunu, bâtıllığını
tasdik etme makamındadır Kur’an. Bu iyi ameldir, bu kötü ameldir, bu sâlihtir,
bu gayri sâlihtir, bu Allah’ın rızasına uygun ameldir, Allah’ın razı olduğu
eylemdir, bu Allah’ın istediği hayat tarzıdır, bu Allah’ın istediği sistemdir,
Allah’ın emrettiği eğitim sitemi budur, Allah’ın razı olduğu kıyafet budur,
Allah’ın istediği kazanma harcama budur diye önüne tasdik için sunulan şeyi
tasdik etmek veya reddetmek makamındadır Kur’an.
Kur’an,
hayatın mîzanıdır. Kur’an’ın böyle bir dinamizmi vardır. Tüm amellerin ölçüsüdür
Kur’an. Yani şöyle bir düğün modeli, şöyle bir kazanç modeli, şöyle bir terbiye
modeli, böyle bir çocuk eğitimi modeli, böyle bir namaz modeli, şöyle bir zikir
modeli veya şöyle bir tapınma modeli veya böyle bir ulviyet kutsiyet modeli,
böyle bir takva modelini Kur’an’a arz edersiniz. Ey Kur’an! Ey yüce Kur’an! Biz
düşündük taşındık bunu münâsip gördük! Biz bunu Tevrat’tan aldık! Biz bunu
İncil’den bulduk! Allah demişti bunu, Mûsâ demişti, Îsâ demişti bunu! Filânların
falanların hatırı içindi! Bakar ona, eğer tasdik ederse, tamamdır doğrudur,
münâsiptir derse tamam o doğrudur. Yok tasdik etmezse işi bitmiştir onun
diyoruz. Kitabın doğru demediği hiçbir amel, hiçbir düşünce, hiçbir eylem Allah
katında makbul değildir. İşte buradaki mîzandan kasıt kitabın bu kıstas oluşu,
terazi oluşu özelliğidir.
Veya bu
mîzan ile kast edilen şeyin bu kitabın sosyal hayatta uygulanan ve terazi gibi
her şeyi yerli yerine oturtan, her şeyi en güzel ve en doğru biçimde tartarak
hak ve bâtılın, doğru ve yanlışın, zulüm ve adâletin farkını ortaya koyan her
şeyi ortaya çıkaran şeriattır olduğu da belirtilmiştir. Yani bu kitabın pratiği
anlamına gelen şeriat hayata bir hakim oldu mu, her şey dengeye gelecek, her
inanç her düşünce, her anlayış, her amel tartılarak sonucunun ve değerinin ne
olduğu açıkça ortaya dökülecektir.
Demek ki
dünyada mîzan olan, kıstas olan, hakkı bâtılı ortaya koyan bu kitaba istinâd
ederek yapılan ameller değerlendirilmeye tabi tutulacak, buna dayanmayanlar ise
hiçbir değer ifade etmeyecek, değerlendirilmeye bile tabi tutulmayacaktır. Hattâ
bakın yine Kur’an-ı Kerîm’de kâfirler için mîzan konulmayacağı, tartı
tutulmayacağı, onların amellerinin değerlendirilmeye bile alınmayacağı
anlatılmaktadır:
“Bunlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na
kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir. Kıyâmet günü Biz
onlara değer vermeyeceğiz.
İşte bunlar Rablerinin âyetlerini ve ona kavuşmayı inkâr
eden kimselerdir. Allah’ın kendilerine yol göstermek üzere gönderdiği kitabının
âyetlerini inkâr etmişler. Allah’ın âyetlerini örtmüşler, âyetleri
gündemlerinden düşürmüşler, âyetlerden habersiz bir hayat yaşamışlar ve de O’na
kavuşacakları günü hesaplarına katmadan yaşamışlar. Yaşadıkları bu hayatın
sonunda kendilerinden hesap sorulmayacak zannederek yaşamışlar. Onun için tüm
amelleri boşa gitmiştir. Rab-imiz buyurur ki, “Biz onlar içim kıyâmet günü her
hangi bir tartı da tut-ayacağız.” Onların amelleri asla değerlendirmeye tabi
tutulmayacaklardır. Amellerinin hiçbir değeri olmayacaktır yani. Ne yaparlarsa
yapsınlar, isterse büyük büyük ameller işlesinler, fabrikalar, yollar, köprüler
kursunlar, açları doyurup çıplakları giydirsinler, değil mi ki tüm bu
amellerinin yaptırıcısı Allah değil, hepsi boştur bunların. Onların dünya
hayatında tüm sa’yleri, tüm mesaileri, tüm yaptıkları ve kazandıkları boşa
gitmiştir.
Ya da onlar tüm çabalarını, tüm plan ve programlarını
dünya adına harcamış kimselerdir. Yani bunlar dünyayı kıble dinmiş, tüm plan ve
programlarını dünyayı kazanmak adına yapmışlar, dünyalık elde etmek üzere,
dünyada zengin ve başarılı olmak üzere yapmış insanlardır. Tüm yatırımlarını
dünyada kalıcı ve âhirete intikal etmeyici şeylere yapmışlardır. Dünyada zengin
olmak ve dünyada başarmak onların tek amacıydı. Âhiret adına bir endişeleri
yoktu onların. Bu yüzden hayatlarında Allah’ı diskalifiye etmişler, peygamberi
unutmuşlar, kitabı yok farz etmişler, hesabı yok farz etmişlerdi. Hesabı yok
farz edince de kendilerini her türlü sorumluluktan âzâde saymışlar ve tıpkı
hayvanlar gibi, ipini koparmış danalar gibi sorumsuzca bir hayat yaşamışlardı.
Bunu yaparken de çok iyi bir şey yaptıklarını
zannetmişler. Böylece hayatlarını mahvetmişler. Tüm yaptıkları boşa gitmiş,
kendilerini de, kendilerine verilen imkânlarını da boşa harcamışlar. Çünkü
yaptıkları ve kazandıklarının tamamı dünyada kalmıştır. Zaten bu tür insanlar
sermayelerini bile kaybetmiş insanlardır. Sermayeyi kaybeden birinin kâr etmesi
de düşünülemez.
Evet o
gün hak bir mîzan kurulacak ve tartıları ağır gelenler, amelleri değerlendirmeye
tabi tutulanlar, iyilikleri kötülüklerine galip gelenler ebediyen kurtuluşa
erecektir.
Ama tartıları hafif gelenler, amelleri değerlendirilmeye
lâyık görülmeyenler, amelleri kitaba uymayanlar, amelleri vahye mutabakat
etmeyenler, kötülükleri iyiliklerine galip gelenler, yaptıkları, hayatları hakka
istinat etmeyenler vahiyden kaynaklanmayan amelleri hakka mutabık amellerinden
fazla olanlar Allah’ın âyetlerine, Allah’ın kitabına zulmettiklerinden ötürü,
Allah’ın âyetlerini, Allah’ın hayat programını yok farz edip yaşadıklarından,
kitaptan habersiz amel işlediklerinden, âyetlerin fonksiyonunu
değiştirdiklerinden ötürü hüsrana mahkum olacaklardır.
O halde
bütün bu âyetler karşısında şunu hiçbir zaman unutmayacağız ki cennete amellerle
girilecektir, cennet amellerle kazanılacaktır. Amele dönüştürülmemiş mücerret
bir iman, cenneti kazanmaya yetmeyecektir. Ama şunu da ifade edelim ki sadece
amelle de cennete girilmiyor, amelle beraber Rabbimizin rahmeti de olmalıdır.
Rabbimizin rahmeti de O’nun bizden istediği sâlih amellere koşmamız ve o
amelleri işlerken de O’nun rızasına uygun niyet taşımamızla, yani Allah için
muttakî olmakla, tüm hayatı Allah için yaşamakla mümkün olacaktır. Çünkü
Rabbimiz kitabının her bir bölümünde bizden bunu istemektedir. Kitabının her bir
bölümünde sürekli Rabbimiz Bana kul olun diyor. Benim istediğim şekilde yaşayın
diyor. Benim size gönderdiğim hayat programını yaşayın diyor. Allah’a, Allah’ın
istediği biçimde kulluk yapmadan, Allah’ın bizim adımıza gönderdiği hayat
programını uygulamadan, hayatı Allah adına yaşayan muttakî kullar olmadan
Allah’ın rahmetine ermek mümkün değildir. Allah’ın rahmetine lâyık olmadan da
cennete ulaşmak mümkün değildir.
Evet mîzanı ağır basanlar, hayırları
şerlerinden, iyilikleri kötülüklerinden, sevapları günahlarından ağır gelenler,
yahut amelleri, hayatları Allah katında değer ifade edenler, Allah katında
ağırlığı olanlar, yaptıklarını kitap kaynaklı, vahiy kaynaklı yapanlar, razı
olacakları bir hayatın içindedirler. Cennette hoşnutluk içindedirler. Razı
olacakları bir cennet hayatı içinde Rablerinin ağırlamasıyla ağırlanacaklardır.
Onlar için orada büyük bir ağırlanma vardır. Orada Allah’ın sonsuz lütfuna ve
ebedî ağırlamasına gidiyor o mü’minler. Orada mahrumiyet yoktur, orada sıkıntı
yoktur. Orada hoşlanılmayan hiçbir şey yoktur. Orada rıza vardır, orada
hoşnutluk ve mutluluk vardır.
Yani Allah’ın nimetlerinin insanın
yüzüne, içine, kalbine, benliğine sinmesi vardır orada. Orada Allah’ın
nimetlerinin eseri insanın yüzünde, gözünde ve tüm benliğinde hissedilecektir.
Sevinciniz yüzünüzde, gözünüzde, halinizde ve tavırlarınızda etrafa taşacaktır.
Yani onları görenler her taraflarından bu nimetlerin sevincinin aktığını
hissedecekler. Cennette Rabbinizin sizin için hazırladığı nimetlerin eseri her
halinizden görünür biçimde sevindirileceksiniz. Süslenip
ziynetlen-dirileceksiniz. İkram olunacaksınız. Cennet sizinle özdeş olacak,
içinize dışınıza sinecek ve tüm zerrelerinizde etkisini gösterecektir. Allah’ın
rahmeti sizi çepeçevre kuşatacak ve Allah’ın nimetleriyle iç içe olduğunuzu her
an hissedeceksiniz de bütün bunların Rabbinizden geldiği şuuru içinde Rabbinize
karşı sürekli bir hayranlık ve şükran duygusu içinde
olacaksınız.
Evet
orada razı olacakları bir hayatı yaşayacaklar mü’minler. Orada onlar için
canlarının çektiği, gözlerinin zevk alıp lezzet duyduğu şeyler vardır. Cennette
insanın zevkine keder verecek, gözünü ve be-diî zevkini yok edecek hiçbir şey
yoktur. Cennet nimetleri içinde insanın burun kıvırma, iştahsızlık veya
beğenmeme gibi herhangi bir şey yoktur. Beğenerek, arzu içinde onlardan istifade
edeceğiz inşallah. Hani damak zevki mi, başka zevkler mi her şey var orada. Ama
tabiî fıtraten kötü olan şeyler de istenmeyecektir.
İşte
cennetteki razı olacağımız, hoşnut olacağımız bütün bu nimetler içinde biz
sevdiğimiz Rabbimizin rızasını, Rabbimizin hoşnutluğunu birlikte yudumlayacağız.
Hem nimetin kendi güzelliği, hem de onu bize sunan Rabbimizin güzelliği, O’nun
bizden, bizim de O’ndan razı oluş güzelliğimiz o nimetlere kendilerine can atma
özelliği kazandıracaktır. Çünkü dünyadayken zaten mü’minler Allah’tan razı
olmuşlardı. Allah’tan ve O’ndan gelenlerden razı olmuşlardı. Din adına en
güzelini, hayat adına en güzelini, hayat programı ve sistem adına en güzelini,
hukuk adına, eğitim adına, kanun adına, kazanç adına, eşya adına, ev tefrişi
adına en güzelini Allah’ınkileri bilmişler, Allah’ınkin-den hoşlanıp razı
olmuşlardı. Hayatlarını hep Allah’a sorarak yaşamışlardı. Allah’ın razı
olmadığı, Allah’tan izin almadıkları şeylerden nefret etmişler, uzak
durmuşlardı. Hayat programlarını insanlardan veya toplumdan, Avrupa’dan,
Amerika’dan, İsviçre’den, Fransa’dan almaya kalkışmamışlardı. Sadece
Allah’ınkilerden razı olmuşlar, kulluklarını sadece Allah’a yapmaya
çalışmışlardı. Onlar böylece Allah’tan razı olunca Allah da onlardan razı
olmuştu. Ve işte razı olduğu kullarına razı olacakları bir hayatı sunuyordu
Allah.
Şimdi bu
durumda kendimizi bir sorgulayalım. Eğer İslâm’dan razı değilseniz, eğer Kur’an
sizi sıkıyorsa, eğer hadislerden zevk al-mıyorsanız, eğer kitap ve sünneti
öğrenmeye isteksizseniz, eğer namazdan, abdestten, tesettürden, hacdan, zekâttan
hoşlanmıyorsanız, eğer mü'minlerle beraberlik sizi sıkıyorsa, eğer dinden,
âyetten, peygamberden bahsetmekten sıkılıyorsanız, Cenâb-ı Hak’ı hatırlamak,
âhireti, hesabı, kitabı düşünmek size zevk vermiyorsa, yani eğer Allah’tan ve
O’nun size gönderdiği hayat programından razı değilseniz o zaman kesinlikle
söyleyebilirim ki siz bir pislik içindesiniz. Yani siz Allah’tan ve Allah’ın
hayat programından razı değil, necasetten razısınız veya pislikten
hoşlanıyorsunuz demektir ki, yaşadığınız bu hayatın sonunda razı olacağınız bir
hayatı bulamayacaksınız demektir. Öyleyse Allah için durumunuzu bir daha gözden
geçirin. Eğer sonunda razı olacağınız bir hayata gitmek istiyorsanız burada
Allah’tan ve Allah’ın hayat programından razı olarak yaşamak zorundasınız, bunu
hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
İşte
kıyâmet gününe ve o günün dehşetine iman eden mü'-minler o kıyâmet gününden
korku içinde tir tir titremekte, ondan korkup sakınmaktadırlar. Kıyâmet gününün
dehşetinden ve o günde rezil ve perişan bir duruma düşmekten Rablerine
sığınmaktadırlar. Çünkü onlar yakînen biliyorlar ki kıyâmet günü mutlaka
gelecektir. Kıyâmet mutlak bir haktır. Kıyâmet günü hak olan bir Allah’ın hak
olan kitabında bildirdiği, inkârı mümkün olmayan bir haktır. Mü'minler onun
geleceğine yakînen inanırlar ve o konuda korku içinde yaşarlar. Kıyâmet gününü
iki kaşlarının arasında bilirler ve hayat programlarını o günün inancına bina
ederler.
Bir adım atarken yarın ben bundan hesaba çekileceğim.
Bir söz söylerlerken, yarın bu konuda benim karşıma bir dosya çıkacak. Bir
eylemde bulunurken, birini severken, birisine küserken, alırken, verirken,
yatarken, kalkarken hep onun bilinci içinde yaşarlar. Tüm amellerinin, tüm
sözlerinin ve tüm tavırlarının üzerine âhiretin mührünü basarlar. Her an o gün
konusunda haşyet içindedirler. O gün amellerinin hafif gelmesinden korkarlar.
“Ya amellerim beğenilmezse, ya Rabbim bu amellerimi beğenmez de gazabına maruz
kalırsam, ya cenneti kaybedersem, ya cehenneme yuvarlanırsam” diye sürekli bir
korku içinde yaşarlar ve o gün için hazırlık yapmaya çalışırlar. İmanlarını ve
amellerini güzelleştirmeye çalışırlar. O gün gelmeden sâlih amellerini
çoğaltmaya çalışırlar. Razı olacağı sâlih amellerin peşinde koşarak Rablerini
kendilerinden razı etmeye ve O’nun razı olacağı bir hayatı yaşamaya çalışırlar.
Allah’tan razı olanlar, Allah’ı razı
edecek bir hayat yaşayanlar cennette razı olacakları, hoşnut olacakları bir
hayatın içindeyken, amelleri, mîzanları, iyilikleri hafif, kötülükleri ağır
basanlar, ya da Allah katında amelleri hafif gelenler, amelleri hakka istinad
etmeyenler, amelleri Allah tarafından değersiz görülüp değerlendirmeye
alınmayanların da anaları, sığınakları haviyedir. Onun anası haviye olacaktır.
Haviye de cehennemin isimlerinden birisidir. Cehennem çok derin bir çukur olduğu
için ona bu isim verilmiştir. Bunlar tepe üstü, tepe takla oraya atılacakları
için böyle denmiştir. Veya onun anası ağlamıştır an-lamına bir ifadedir
bu.
Çünkü
onlar dünyada Allah’tan razı olmamışlar, Allah’ın hayat programından razı
olmamışlar, pislikten razı olmuşlardı. En’âm sûresinde ifade edildiği
gibi:
İşte Allah böylece inanmayan kâfirlere
pisliği yazmıştır. Pislikten hoşlanma ve hayırdan hoşlanmama onların vazgeçilmez
özelliğidir. İşte böylece Allah inanmayanları bataklılar içinde, pislikler
içinde bocalar bir vaziyette bırakıveriyor. Allah kötülüğü yazıyor kâfirlere.
Çünkü onlar hep kötülükten yana olmuşlardır. Çünkü onlar oylarını hep kötülükten
yana kullanmışlardır, onlar hidâyetten nefret edip dalâleti tercih etmişlerdir.
Çünkü onlar bunu istemişler, iradelerini bu istikâmette kullanmışlar, kötülükten
razı olmuşlar, kötülüğün peşinde olmuşlar, Allah da onlara bunu yazıvermiş.
Kötülüğü onların vazgeçilmez özelliği yapıvermiş. Dünyada bunlara pislik
yazıldığı gibi, âhi-rette de pisliğe ve azabın içine
atılacaklardır.
Eğer
insanlar dünyada Allah’ın kendilerine belirlediği hayat programını bırakırlar da
başka programlara yöneliyorlarsa, kendilerini Allah’a kulluk ortamından çıkarıp
kendi kendilerine ya da Allah’tan başkalarına kulluğa yöneliyorlarsa, kendi
kendilerine yazık ediyorlar demektir. Şirke düşen insanlar, küfrü tercih eden
insanlar zalimlerin en büyükleridir. Haram-helâl konularında, hayat programı,
yeme-içme konusunda, kılık-kıyafet, hukuk, eğitim konusunda Allah’ın yasalarını
bozanlar, Allah’ın helâl-haram sınırlarını çiğneyenler, kendi keyiflerine ve
kafalarına göre bir hayat programı çizenler, bilelim ki kendi kendilerine yazık
ediyorlar demektir. Kendi kendilerini Hâviye’ye atıyorlar demektir. İnsanlar ne
yaparlarsa kendilerine yapmaktadırlar.
Yani Allah yasalarını çiğneyen insanlar hem zalim, hem
de mazlum durumuna düşmektedirler. Kendilerine zulmedenler de, zulmedilenler de
kendileridirler. Müslüman, hayat programını Allah’tan alan ve asla kendisinin
zalimi ve mazlumu konumuna düşmeyen insandır. Bu haliyle de müslüman hem
dünyada, hem de âhirette kendisini kurtaracaktır. Ama kendilerine zulmedenler,
çevrelerine zulmedenler, Allah’ın azabından kendilerini
kurtaramayacaklardır.
Aslında
cehenneme yuvarlanan bu insanlara Allah zulmetmi-yor, bunlar kendi kendilerine
zulmediyorlar. Çünkü o zalimler Rablerini tanımamışlar, Rablerinin hayat
programıyla ilgilenmemişler, hattâ kendilerini Rabb bilmişler ve şimdi elbette
inkâr ettikleri o Rabb onları kendi yaptıklarıyla hesaba çekecektir. Halbuki
dünya hayatında bu zalimlerin Allah’tan da, Allah’ın yasalarından da, Allah’ın
kitabından da haberleri yoktu. Haram-helâl aramamışlardı hayatlarında.
Zulmetmişler, haksızlık etmişler, inkâr etmişler, duymazdan gelmişler,
müs-tekbirce davranmışlardı. Ne yapmışlarsa tüm amellerini karşılarında
buluyorlar. Amellerinden dolayı değerlendirilecekler şimdi.
Hani dünyadayken bu zalimler amellerimizden dolayı bizi
değerlendirmeye çalışmıyorlar mıydı? Dosyalıyorlardı ya mü'minleri. Şimdi de
onların dosyaları alabildiğine kabarıktır. Zulmettikleri insan sayısınca
dosyaları kabarık olacak. Kimileri bir milyona zulmetmişse bir milyonluk bir
dosya, beş milyona zulmedenlerin dosyaları beş milyonluk, tüm yeryüzü
insanlığına zulmedenlerin dosyaları o kadar kabarık. Dünyada müslümanları
dosyalamaya çalışan, müslümanlara dosyalar hazırlayanlara orada dosyalar
hazırlanmıştır. Dosyaladığı müslüman sayısınca orada onlara dosyalar açılmıştır.
Dosyalar birer birer açılacaktır. Zulmettikleri insanların dosyaları, haklarını
yedikleri insanların dosyaları, bombaladıkları insanların dosyaları, aç
bıraktıkları, sömürdükleri insanların dosyaları birer birer açılmaya
başlamıştır.
Ya da kitap açılmıştır. Onların kendisiyle
yargılanacakları Allah’ın kitabı açılmış ve onunla yargılanma başlamıştır. Her
bir dosya açıldıkça zalimler amellerini ve amellerinin karşılığını orada hazır
bulacaklar. Allah hiç kimseye zulmetmemektedir. Bu amelleri kendileri
işlemiştir. Kendi amellerinin karşılığıdır bunlar. Değilse yapmadıkları,
işlemedikleri suçlardan ötürü Allah hiç kimseyi cezalandırarak zulmet-mez. Ya da
başkalarının günahlarını yanlışlıkla bir adamın defterine yazarak işlemediği
günahlardan ötürü ona zulmetmez. Yaptıklarının bir kısmını zayi etmek sûretiyle
Allah kimseye zulmetmez. Hayır hayır, Allah hiçbir haksızlık yapmaz, bunlar bu
adamın bizzat dünyadayken kendi elleriyle işlediği amellerin
değerlendirilmesidir.
Evet
onların sığınağı, ana kucağı Haviyedir. Hani çocuk korkunca veya ağlayınca
sığınmak için ana kucağını arar ya, işte bunlar da ana kucağı olarak cehenneme,
ateşe sığınacaklar.
Onun mahiyeti nedir bilir misin sen? O
Hamiye bir ateştir. Derinliği olan ve müşterilerinin baş aşağı atılacağı son
derece sıcak, son derece hararetli, kızgın, kızışgın, kızdırılmış ve korkunç bir
ateştir. Dayanılmaz bir ateştir. Zaten ateşe bir de Hamiye ifadesinin
kullanılması onun dünyada bizim bildiğimiz ateşlerden daha farklı olduğunu
anlatmaktadır.
Rabbimiz,
“onun mahiyeti nedir sen bilir misin?” şeklindeki sorusuyla onun insan
tasavvurunun ötesinde bir ateş olduğunu vurguluyor. İnsanların asla tasavvur
edemeyecekleri bir çılgınlıkla müşteri-lerini, yavrularını bekleyen ve uzaktan
onları gördükçe de kükreyen azgınlaşan bir anne kucağı olarak onları bekleyen
bir ateş.
Buhârî’nin Ebu Hureyre efendimizden rivâyet ettiği bir hadislerinde
Allah’ın Resûlü bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Sizin yakmakta olduğunuz Ademoğlunun ateşi
miktar olarak cehennem ateşinin yetmişte biridir.”
Oradakiler
dediler ki: “Ey Allah’ın Resûlü, insanlara azap etmek için herhalde Ademoğlunun
ateşi de yeterlidir.”
Bunun üzerine
Allah’ın Resûlü: “Cehennem ateşi Adem oğlunun ateşi üzerine
(Miktar olarak fazlalaştırıldığı gibi sıcaklığının derecesi olarak da) altmış
dokuz derece fazla kılındı”
buyurdu.
Yine
Tirmizî ve İbni Mâce’nin Ebu Hureyre efendimizden rivâyet ettikleri bir başka
hadislerinde Rasûlullah efendimiz şöyle buyurur:
“Cehennem ateşi bin yıl yakıldı nihâyet
kızardı. Sonra bin yıl daha yakıldı nihâyet beyazlaştı. Sonra bin yıl daha
yakıldı sonunda kapkara karardı. Bu yüzden o
simsiyahtır.”
Yine Ebu
Hureyre efendimizin rivâyet ettiği bir başka hadislerinde de Allah’ın Resûlü’nün
şöyle buyurduğunu biliyoruz:
“Cehennemliklerin azap yönünden en hafif
ceza göreni, ayağının altına ateşten bir pabuç giydirilecek ve bunun etkisiyle
beyni kaynayacak kimsedir.”
Evet, ateşin en hafifi işte buymuş. Adamın ayağının
altına konulacak ateşten bir pabucun etkisiyle beyni fokur fokur kaynayacak.
Beyni kaynayıncaya kadar, iş beyne gelinceye kadar diğer azalarının ne hale
geldiğini varın siz düşünün.
İşte
böyle Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın hayat programından habersiz bir
hayat yaşayan insanların sığınağı, barınağı, ana kucağı bu ateştir. Yarın
mü’minler hûrilerine, ğılmanlarına yaslanırken, envaî çeşit nimetlerle
kucaklaşırken, pınarlar başında, gölgeliklerde şaraplarını yudumlarken kâfirler
de analarına sığınacaklar. Ya da anaları ağlayacak onların. Allah cümlemizi
böyle bir sonuçtan korusun. Velhamdü lillahi Rabbi’l
âlemin.
Yazı bilmeli edep...
YanıtlaSil