Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
102., Nüzûl sıralamasına göre 16., Mufassal sûreler kısmının on dördüncü
grubunun üçüncü ve son sûresi olan Tekâsür sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur.
Âyetlerinin sayısı 8’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-2. “Çoğunluk olmak iddianız sizi o
kadar meşgul etti ki, mezarları ziyaretle oradakileri de sayacak kadar oldunuz.
3. Hayır; öyle olmayın; yakında bileceksiniz. 4. Hayır; gözünüzü açın; yakında
bileceksiniz. 5. Dikkat edin, şâyet yaptığınızın sonucunu kesin olarak bir
bilseniz! 6. Andolsun ki, cehennemi göreceksiniz. 7. Andolsun ki onu gözünüzle
kesin olarak göreceksiniz. 8. Sonra o gün, size verilmiş olan her nîmetten
sorguya çekileceksiniz.”
Mekke de nâzil olmuş, insanların dünya ile aldanışlarını
anla-tan bir sûreyle karşı karşıyayız. Malda evlâtta çokluk, ekonomik ve
si-yasal güç elde etmek sevdasıyla çırpınan, ulaştığı ekonomik ve siya-sal
gücüne mağrur olarak müstekbirce bir hayat sergileyen Allah’a da Allah’ın
Allah’tan gelen hayat programına da ihtiyacı yokmuş gibi davranan insanlardan
söz eden bir sûre. Dünyayı kıble edindikleri için cennetlerini dünyada arayan,
dünyayı cennetleştirme cinnetine kapı-lan, dünyada ebedî kalacaklarmış gibi plan
program yapan ve bu an-layışın tabii sonucu olarak âhireti, hesabı kitabı unutan
ve gaflet için-de yaşayan ve bu yaşayışları şarampole yuvarlanacakları, başları
sapma taşına vuracağı ana kadar süren ve en nihâyet sonunda ce-henneme
yuvarlanan insanları anlatan bir sûre.
Ölene
kadar bu gafletleri devam eden, dünyaya tapınan insan-lar. Öldükleri anda
gerçeği anlayacaklar. Artık O zamanda Ama anla-maz olsunlar. Ne kıymeti olacak
da bu anlamanın? Zorunlu olarak an-layacakları bir günde anlamalarının ve
günâhlarını itiraf etmelerinin ne kıymeti olacak da? Kur’an’ın başka yerlerinde
görüyoruz ki reddettik-leri gerçekle karşı karşıya geldikleri zaman anlayacaklar
ve itiraflarda bulunacaklar: Ya Rabbi! Biz günâhlarımızı itiraf ediyoruz! Yâni
bu ha-yatı yaşarken yeniden dirilmeyi inkâr ederken hayatımızı bu anlayışa bina
ederek, ahiret yoktur! öldükten sonra dirilme yoktur! Hesap kitap yoktur!
düşüncesine bina ederek günâhlar peşinde koştuğumuz için ne büyük hata
ettiğimizi anladık! diyecekler. Ama geçmiş olsun, bunu dünyada anlayacaklardı.
Bunu dünyada anlayıp hayatlarını bu inanca bina
edeceklerdi.
Sûrede
Rabbimiz yarın olacakları bugünden haber vererek gaflet içinde dünyayı kıble
edinen ve gözleri kapalı olarak ateşe doğru giden insanları uyarmaktadır.
Boyunlarına bir ğıl geçirilmiş, önlerini ve arkalarını göremeyecek kadar dünya
sarhoşu olmuş insanların yarın başlarına gelecekler bugünden ortaya konularak
akılları başlarına getirilmek isteniyor.
Sûre,
insanların, nimet olarak verilen dünyaya ait şeyleri ken-dilerine ilâhlar
edinip, onlara tapınmalarını şiddetli bir üslûpla tenkid ederek, böyle
davrananların ahirette uğrayacakları elim azabı haber vermektedir. İnsanoğlu,
haktan uzaklaşıp, cehaletin karanlığında kay-bolduğu zaman, dünyaya ait olan
maddî menfaatlere o derece değer verir ki, sanki ebediyen kaybetmeyecekmiş gibi
onlara hizmet etmeye, varlıklarıyla öğünmeye başlar. Resulullah (s.a.s) insanın
bu süflî yönünü; "Eğer insanoğlunun elinde iki vadi dolusu mal olsa, üçüncü
vadiyi ister. İnsanoğlunun gözünü ancak toprak doyurur" (Buharî, Rikak, 10)
ifadesiyle veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. Allah Teâ-lâ, malları ve
çocukları birer imtihan aracı kılmış, onların veriliş hikmetini kavrayanlara da
büyük ecirler vadetmiştir: "Bilin ki, sizin için mallarınız ve evlatlarınız
ancak bir imtihandır ve asıl büyük mükâfat elbette Allah nezdindendir"
(Enfal,28).
İşin hakikati
böyle olmakla birlikte cahilî toplumlar arasında mal, evlat ve soy gibi unsurlar
birer üstünlük sebebi ittihaz edilmiş, üs-tünlük iddiasında yarışma ve
çekişmelere kaynak olmuşlardır. Bu ko-nu da o kadar ileri gidilmişti ki, hayatta
olanların sayısı yetmediği için, mezarlıklara giderek oradaki ölülerin sayısını
bile işin içine katıp çok-luklarını iftihar vesilesi
yapıyorlardı.
Sûre, bu gibi
mal, evlat ve değişik dünyevî varlıklarla iştigal e-dip her şeyi unutarak,
ibadet edercesine onlara bağlanan ve bunu di-ğer insanlara üstünlük aracı olarak
kullanan toplulukların, yaptıkları bu mantık dışı hareketin onları ilâhî
gerçeklerden ne kadar uzaklaştır-dığını açıklamakta ve onları gelecekte ilâhî
azapla uyarmaktadır: "Çoklukla övünmek, sizi kabirlere varıncaya kadar meşgul
etti. Hayır! İleride bileceksiniz" (1-4).
Allah Teâlâ,
eğer insanlar iddia ettikleri gibi gerçekten bilgi sa-hibi olsalardı, cehennemin
varlığının hakikatini anlayacaklarını ve bu gibi sapık işler işlemekten
kaçınacaklarını bildirmektedir: "Hayır, kesin bilgi ile (gerçeği) bilseydiniz
mutlaka cehennemi görür (onun varlığını gözle görmüş gibi kabul ederdiniz)"
(5-6).
Dünya
hayatına dalıp, dünyada terk edip gidecekleri şeyleri çoğaltmak için,
yeryüzündeki varlık gayesini unutan, gaflet içerisin-deki insanlar, bu hayatı
bitirdikleri zaman, cehennem gözlerinin önüne getirilecek ve yeryüzünde verilen
nimetlerin hesabı kendilerinden sorulacaktır: "Sonra cehennemi bizzat gözünüzle
mutlaka göreceksiniz. Sonra o gün, verilen her nimetten sorguya çekileceksiniz”
(7-8) .
Bu kısa mukaddimeden sonra
inşallah sûrenin âyetlerini tek tek
tanımaya çalışalım inşallah.
Sizi oyaladı, sizi meşgul edip
alıkoydu. Mal, mülk, ev, bark, dükkan, tezgah, servet ve çocuklarda çoğalma
sevdası, ekonomik ve siyasal güce ulaşma derdi, şişme tutkusu sizi oyalayıp
sarhoş hale getirdi.
“İlha”,
önemsiz ve değersiz olan bir şeyi bırakıp onun yerine değersiz bir şeye talip
olmak anlamına gelir. “Lehv” de gaflet demektir. İnsanı Allah’a kulluktan
koparan her şey lehviyyattır.
“Tekasür”
de çokluk, çoğalmak, çoğaltmak demektir. Çoğaltmaya çalışmak, çokluk derdine
düşmek demektir. Veya çoklukla öğünmek, çokluk yarışına girmektir. Veya çokluk
sahibi olmakla böbürlenip insanlara tepeden bakmaktır. Malda, evlâtta, makamda,
koltukta çokluk derdine düşerek, bunlarla Allah’a kulluğu terk
etmektir.
Öyleyse
ey insanlar, dünyalıklar konusunda bu çoğalma derdi ve bu büyüme arzusu sizi o
kadar oyaladı ki, ekonomik güce ulaşma tutkusu gözlerinizi o kadar kör etti ki,
sizin için ondan çok değerli şeylerden elha yaptı, alıkoydu, gafil hale getirdi.
Bir ğıl gibi bu tekasür arzusu sizin boyunlarınıza öyle bir dolandı ki, Allah’a
kulluğa zamanınız kalmadı. Bu çoğalma derdi gecenize gündüzünüze öyle bir
musâllat oldu ki, bir an durup düşünecek, durumunuzu değerlendirip Allah yoluna
girecek zamanınız kalmadı. Tutkusu haline geldiğiniz, kıbleleştirdiğiniz
ekonomik çokluğa ulaşabilmek için Allah’ın haram-helâl yasalarını öğrenecek
zamanınız bile kalmadı. Çocuklarınızın dinî eğitimleriyle ilgilenecek
zamanlarınız kalmadı. Servet toplama derdi sizi öylesine gâyenizden uzaklaştırdı
ki, ahireti aramayı unuttunuz. Ahiret-teki hesabı, kitabı unuttunuz. Öyle bir
gaflet içine gömüldünüz ki, bu gafletiniz mezarları ziyaretinize kadar devam
etti. Yani ölünceye, kabre yuvarlanıncaya, üzerinize toprak atılıncaya kadar
devam etti.
Rabbimiz,
sûresiyle bizi uyardığı halde sanki bu uyarıları hiç duymamışçasına, sanki
burada anlatılan bizler değil de başkalarıymış gibi hep mal, mülk peşinde
koşturuyoruz. Hep dünyalıklar konusunda yarışıyoruz. Aman daha çok malım olsun,
aman daha çok markım, dolarım olsun. Daha çok dükkan, ev, araba, arsa, daha çok
şan, şöhret, alkış, koltuk, makam, daha iyi model, daha güzel sofra adına
yarışıyoruz. Ama Allah korusun da içimizde daha iyi Müslüman olalım, daha salih
kul olalım, daha iyi makam elde edelim diyen yok. Cennette daha âli makamları
elde edelim, daha güzel kulluk yapalım diye bunu dert edinen pek kalmadı.
Allah’a
karşı böyle bir iman zaafına uğramış günümüz insanını müthiş bir hırs, korkunç
bir doyumsuzluk duygusu bürüdüğü için bakıyoruz hep çokluk derdi, hep büyüme
endişesi sarmıştır. Veya küçülme korkusuyla, aç kalma korkusuyla insanlar yanıp
yakılmaktadır. Halbuki pek çoğumuzun normal şartlarda yedi sülalesine yetecek
kadar malı olduğu halde, torununun torunlarına bile yetecek kadar yiyeceği
olduğu halde, hâlâ dünya hırsı içinde boğulup gidiyorlar.
Bakara’da Rabbimizin Yahudilere dünya sevgisinin
içirildiğinden haber vermesi gibi, sanki bugün kimi Müslümanlara da mal, mülk
sevgisi içirilmiştir. Mal, mülk, çokluk peşinde koşarken Allah’a kulluğu
unuttukları için Yahudilere zillet ve meskenet damgası vurulduğu gibi, kimi
Müslümanlara da aç kalma korkusu, aç kalma damgası vurulmuştur. Tüm dünya
kendilerinin olsa bile doymaz hale getirilmişlerdir. Üçü bulamazlarken dörde
doymaz, ona doymaz hale gelmişlerdir.
Tıpkı deniz suyu içen insan gibi doyumları ve durak
noktaları yoktur. İnsanların ellerindekilerinin tamamını alsalar bile yine de
doymamaktadırlar, doymuyorlar. Ekonomik güçleri geçen yıla oranla bu yıl en az
iki-üç misli artmasına rağmen yine de kölelikleri devam ediyor. Malları arttıkça
aynı oranda kölelikleri de artıyor. Bir türlü doymu-yorlar, doyamayacaklar da bu
gidişle. Başka değil ancak gözlerini toprak doyuracak bu
insanların.
Bundan
yirmi-otuz yıl öncesine gidin, şuradaki insanlardan hiçbirisinin şu anda
ulaştıkları ekonomik güçleri yoktu. Ama görüyorum ki mal-mülk çoğaldıkça
meşguliyeti de o oranda artmaktadır. Dün Allah için bir şeyler yapacağım diye
koşturan pek çok Müslüman’ın, bugün malının, mülkünün başından ayrılacak zaman
bulamadıklarını görüyoruz. Hattâ okuyacak, namaz kılacak zamanlarının bile
kalmadığına şahit oluyoruz.
Bakıyoruz
sanki bugün Müslümanların derdi az evvel ifade ettiğim konulardır. Yani bugün
Müslümanlar sanki Kur’an’ın ve Rasulul-lah’ın ısrarla ashabını uyardığı dünyanın
peşine takılmadan yanalar. Hani bir hadiste anlatılır: Ashabın fakirlerinden bir
grup bir yanlışın içine düşerek gelip Rasulullah’a dert yanarlar. “Ey Allah’ın
Resûlü, zenginler tüm mükâfatları alıp götürdüler. Bize bir şey kalmadı. Bizim
kıldığımız namazı onlar da kılıyorlar, bizim tuttuğumuz orucu onlar da
tutuyorlar. Ama onlar bizden farklı olarak mallarının zekatını da veriyorlar.
Halbuki biz bundan mahrumuz. İlim peşinde, kulluk peşinde koşacağız diye bizim
mal, mülk toplayacak zamanımız olmadı. Dünyayla ilgilenecek zamanımız olmadı.
Şimdi o zengin kardeşlerimizi kıskanmıyoruz ama bize bir yol göster. Biz ne
yapalım? Biz de dünyalık peşine düşelim mi? Biz de işe, aşa atılalım mı? Biz de
mal, mülk sahibi olmaya çalışalım mı?” dediler. Ashabın bir dönem düştüğü ve
Rasulullah’ın ikazından sonra vazgeçtikleri servet toplama derdi Müslümanların
kıblesi haline gelmiştir. Herkes bunun derdinde. Herkes biraz daha büyüme
derdinde. Efendim acaba Vehbi Koç nasıl zengin oldu? Biz de onun gibi olabilmek
için ne yapmalıyız? Para kazanmanın yolları nedir? İnsanlar bugün bunun
derdindeler. Birisi geliyor şunu mu yapsam daha çok kazanırım? Yoksa bunu mu
yapsam? Ne yapıp etsem de bir zengin olsam? Ne yapsam da Allah’ın rızasını
kazanabilirim diyen yok. Sanki mal, mülk sahibi olmak toplumda, Allah katında
bir üstünlük sebebi kabul edilmektedir.
Maalesef
bugün Müslümanlar tüm bu âyetleri diskalifiye edercesine kâra, kazanma, daha
fazla büyüme, daha fazla şişme esasına dayalı bir hayat programı
gerçekleştirmenin hesabı içine düşmektedirler. Gerçekten hangi vahiy biriminin,
hangi âyet grubunun, hangi peygamber modelinin Müslümanlara bu hayat felsefesini
empoze ettiğini anlamak mümkün değildir.
Bakıyoruz bugün hemen hemen Müslümanların hepsi, hacısı,
hocası da dahil olmak üzere geceli gündüzlü daha fazla kazanmak, daha fazla
büyümek, daha büyük ekonomik güce erişmenin hesabı içinde çırpınmaktadırlar.
İşin garibi ve anlaşılmaz yönü de, Müslümanlar bunu din adına yaptıklarını
söyleyebilmektedirler. Efendim Müslüman zengin olmalıdır. Bugün bizlerin zengin
olma hedefimiz, büyüme isteğimiz, daha fazla ekonomik güce ulaşma programımız
daha iyi, daha faziletli Müslüman olmak içindir. Daha Müslümanca bir hayata
ulaşmak içindir. Zenginleşirsek daha iyi Müslüman olacağımıza inancımızdan ötürü
bunu yapıyoruz, diyerek Allah’a akıl vermeye, Allah’a yol göstermeye,
Rasulullah’ı şartlandırmaya çalışıyorlar. Ya Rabbi biz bunu münasip gördük iyi
bir Müslümanlık için, herhalde sen de bundan başka bir şey demezsin! Ya
Rasulullah herhalde sen de bizim keyfimize uygun olarak sözlerini bir daha
gözden geçirmek zorundasın, demeye çalışıyorlar.
Halbuki
Allah indirdiği âyetlerin hiçbirinde, kitabının hiçbir yerinde: “Ey Müslümanlar!
Aman ha! Ne yapın, yapın daha fazla zengin olmaya çalışın! Bütün gücünüzü, bütün
kafanızı, bütün kalbinizi, bütün imkânlarınızı, bütün mesainizi, bütün
zamanlarınızı mal, mülk toplamaya harcayın! Ne yapıp yapıp kendinizi zekat
verecek bir konuma getirin! Fark etmez ben zaten lüks olsun diye indirdim onu,
kitabımı tanımasanız da olur! Laf olsun diye gönderdim Peygamberi, onunla
diyalog kurmasanız da olur. Siz bırakın bunları da aman para kazanmaya bakın!
Zira zenginler benim katımda daha üstündür!” diye bir âyet indirmedi. Ben bugüne
kadar Kur’an’ın hiç bir yerinde böyle bir âyet görmedim. Rasulullah efendimizin
sözlerinin hiç birisinde böyle bir emir duymadım.
Evet
dünya, dünyalıklarda çokluk derdi sizi o kadar oyaladı ki, sizler dininizin
temel kaynaklarıyla tanışma imkânı bulamadınız. Kitabı ve sünneti tanıma imkânı
bulamadığınız için de hevâ ve heveslerinizin peşine takıldınız. Hevâ ve
heveslerinizi vahiy yerine ikâme ettiniz. Allah’ın gönderdiği hayat programından
gafil oluşunuz, sizi kendi hevâlarınızı putlaştırmaya götürdü. Dünya sizi vahyi
tanımaktan alıkoydu da, vahiy yerine gazete sayfalarından, takvim yapraklarından
devşirdiğiniz lehviyyatı, lağviyyatı din zannettiniz. Büyüme ve şişme derdinizin
bir hadiste anlatıldığı gibi iki aç kurdun bir koyun sürüsüne verebileceği
zarardan çok daha fazlasıyla dininize verdiği zararı fark edemediniz. Dininizi
parçalayıp dünyanıza yamadınız. Dünyanız için dininizi berbat ettiniz. Böylece
bozuk düzen bir hayatın içinde yuvarlanıp gittiniz, ta mezara varıncaya, oradaki
azapla burun buruna gelinceye kadar.
Veya bu
âyetin bir başka mânâsı da şöyledir: Dünyaya o kadar değer verdiniz ki, mal,
mülk sizin için o kadar hedef oldu ki, dünya sizi o kadar oyaladı ki,
mallarınıza ilişkin görevlerinizi unuttunuz. Mallarınız üzerinde Allah’ın söz
sahipliğini unuttunuz. O malların gerçek sahibinin o mallar konusunda
iktisa p ve sarf yasalarını unuttunuz. Yani kazanma ve harcama
yolları konusunda Rabbinizin emir ve yasaklarını unuttunuz. Haram-helâl
sınırları tanımadan kazanmaya ve harcamaya yöneldiniz. Ve de ihtiyarlayıp da bir
ayağınız çukura doğru meyledince, yani kabirleri ziyarete yaklaştığınız günlerde
de şu şuraya, bu buraya gibi taksimatlar yapmaya koyuldunuz. Ölüm döşeğinde işte
malımdan şunları şuraya, bunları da buraya verin gibi taksimlere koştunuz.
Halbuki o noktadan itibaren o mallarınız sizin değildir. Bakın Allah’ın Resûlü
bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Ademoğlu hep, “malım, mülküm, malım mülküm”
der. Halbuki senin malın; yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak
verip de onayladığından başkası değildir.”
(Müslim 2958 Numaralı hadis)
Yani
bunların dışında harcamayarak elinde kalan malın senin değildir, diyor Allah’ın
Resûlü. Ya da bu biriktirdiklerinin insana hiç bir faydası olmayacaktır. Çünkü
artık onlar varislere aittir. Kendi malı değildir artık onlar. Hayatında Allah
için harcamayan kişi başkaları için mal biriktiriveren kimsedir. Yani onu
tuttuğu sürece kişi onun esiri ama harcadığı sürece de mal onun
esiridir.
Veya
kabirleri de gördünüz. Hayattayken zaman zaman kabirleri de ziyaret edip
oradakileri gördüğünüz halde, yine de akıllarınızı başlarınıza almadınız
demektir mânâ. İşte görüyorsunuz kabirleri. Muttali oluyorsunuz oradakilere.
Mal, mülk sahibi mi? Orada da var. İki çocuklu, beş çocuklu mu? Orada da var.
Ağa, patron, kral, kraliçe mi? Orada da var. Üstelik orada peygamberler var ama
şu anda yeryüzünde peygamber yok. Yani yerin altı bu anlamda üstünden daha
değerlidir. Sizlerden çok daha zenginler, sizden çok daha güçlüler ve şerefliler
şimdi mezardadırlar. Siz mezarları da ziyaret ediyorsunuz ama yine de
akıllarınızı başlarınıza alıp bu gafletten
kurtulmuyorsu-nuz.
Veya mal,
mülk konusunda, evlâd-u ıyal konusunda, soy sop konusunda, kavim, kabile,
millet, devlet konusunda ırkçılık kokan öğünmeleriniz o dereceye vardı ki, sizi
kabirlerdekileri bile sayıp dökmeye götürdü.
Veya
kabirdekilere intisa p derdi sizi öyle bir noktaya götürdü ki, kabirdekilerle
övünmeye, onlara sığınmaya, onlardan istimdat etmeye, hayatınızı kabirlerden ve
kabirdekilerden düzenlemeye, oradakilere bel bağlamaya, Allah’ı unutarak
kabirdekilere dua edip yardımınıza çağırmaya kadar götürdünüz işi. Hiçbir şey
yapmaya güç yetiremeyen kabir ehlinden medetler ummaya ve onlarla övünmeye,
onlara intisa pla avunmaya başladınız ve bunun tabiî neticesi olarak
da kitap ve sünnetle ilgiyi kesip vahiyden gafil hale geldiniz. Bu durumlarınız
sizi vahiyden uzaklaştırdı. Bu intisa plarınızın sizleri kurtaracağı zehabına kapılarak vahye
karşı ilgisiz hale geldiniz.
Veya
grup, hizip, klik çokluğuyla övünmeniz, buna güvenmeniz sizi gurura ve itminana
sevk etti de sizi zikirden alıkoydu. Onlarla, onların kitaplarıyla, onların
bilgileriyle övünmeniz sizi vahye gitmekten alıkoydu. İşte görüyoruz şu anda
birileri hocalarıyla, üstatlarıyla, efendileriyle, berikiler cemaatlarıyla,
ötekiler şeyhleri, hacılarıyla kesin cennete gideceklerini iddia ediyorlar. Bu
yolla cennete gitmek varken başka hiçbir şeye ihtiyaçlarının olmadığını
söylüyorlar. İşte bilelim ki bizim bu mutmain halimiz değişimin önündeki en
büyük engeldir. Bizim değişimimizin önündeki en büyük engel budur.
Yahudi’nin değişiminin önündeki en büyük engel buydu
çünkü. Onlar bu inançlarından dolayı değişmeye gerek görmediler. Mutmaindiler
çünkü bu konuda. Ellerinde Tevrat vardı, onunla bilgileniyorlardı. Kur’an’a da,
peygambere de ihtiyaçları yoktu. Bu halleriyle cennete girecek olan bu insanlar,
İslâm’ı kabule gerek görmediler. İşte bakın bu mutmain ve değişime gerek
duymayan, değişime razı olmayan, statik ve durağan hayatlarını, geleneklerini
devam ettirmeden ya-na olan bu insanlara Rabbimiz sûrenin bu âyetiyle uyarılarda
bulunuyor. Bu tatmin oluşlarınız, bu öğünmeleriniz sizi Allah’ın zikri olan
kitaptan alıkoydu buyuruyor.
Veya
sizin o çoklukla, mal çokluğuyla ilişkiniz mezara kadar sürdü, övündüğünüz
mallarınız sizinle birlikte mezara kadar geldi ama çokluğuyla oyalanıp
durduğunuz mallarınız o andan itibaren sizi terk etti, size bir fayda sağlamadı
demek olacaktır mânâ. Bakın Bu-hârî’nin Enes bin Mâlik’ten rivâyet ettiği bir
hadislerinde Allah’ın Resûlü bu hususu şöyle anlatır:
“Ölen kimseyi üç şey izler. Bunlardan ikisi
geri döner, birisi onunla birlikte kalır. Ölüyü, ailesi (Çoluk çocuğu), malı,
mülkü ve ameli takip eder. Bunlardan ailesi ve malı mezardan geri döner, ameli
onunla beraber kalır.”
Hayır hayır ileride bileceksiniz. sonra
yine hayır, ileride, çok yakında bileceksiniz. Hayır hayır iş öyle değil, durum
sizin bildiğiniz gibi değil, vazgeçin bu anlayışlarınızdan, değiştirin bu
gidişlerinizi, yakında bileceksiniz, sonra yakında yine bilecek ve
anlayacaksınız. Yani mutlaka yakında bileceksiniz, andolsun yakında
anlayacaksınız. Bu dünyaya tapınmalarınızın, bu dünyayı putlaştırıp
klikleştirmelerinizin, bu fânîyi hedeflemelerinizin, bu çoklukla
aldanışlarınızın, bu fânîyi bâkîye tercih edişlerinizin ne anlama geldiğini
yakında bileceksiniz.
İşte bilesiniz ki bu haberi ben size sizin yarın zorunlu
haberdar olup reddetme imkânlarınızın olmayacağı bir dönemden önce haber
veriyorum. Rahmân olduğum için, Rahîm olduğum için, size sizden çok merhamet
ettiğim için şimdiden sizleri uyarıyorum, diyor Rabbi-miz. Gelin kulak verin
Kur’an’a. Gelin dinleyin beni. Gelin inat etmeyin. Değilse yarın mecburen
dinleyeceksiniz ama iş işten geçmiş olacak, diyor
Rabbimiz.
Yarın
anlayacaksınız bu çokluğuyla övündüğünüz ve uğrunda Allah’a kulluğu terk
ettiğiniz mallarınızın ve çocuklarınızın sizi kurtaramadıklarını. Rabbinizin
huzuruna yalnız, yapayalnız geleceksiniz. Yalnız olarak hesaba çekileceksiniz.
Ağalar yalnız, paşalar, müdürler, amirler, krallar, kraliçeler, zenginler,
servet sahipleri yalnız, herkes yalnız olarak Allah’ın huzuruna
gelecek.
“O gün, kişi kardeşinden, annesinden
babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün, herkesin kendine yeter
derdi vardır.”
(Abese
34)
“Onlara: “Andolsun ki, sizi ilk defa
yarattığımız gibi size verdiklerimizi ardınızda bırakarak bize birer birer
geldiniz; içinizde Allah’ın ortakları olduğunu sandığınız şefaatçilerinizi
beraber görmüyoruz. Andolsun ki aranızdaki bağlar kopmuş, ortak sandıklarınız
sizden ayrılmışlardır” denecek.”
(En’âm
94)
Evet daha
önce dünyaya ilk geldiğiniz zaman nasıl yalnızsanız, şu anda da bize yalnız
geliyorsunuz. Dünyaya geldiğiniz günü bir düşünün. Yalnızdınız, yapayalnızdınız.
Gücünüz, kuvvetiniz, imkânınız, saltanatınız, paranız, pulunuz, bilginiz,
çevreniz, krediniz, makamınız, mansıbınız, hiçbir şeyiniz yoktu. Aciz, güçsüz,
kuvvetsiz bir be-bek olarak dünyaya gelmiştiniz. Bütün bu imkânları size veren
Rab-binizi unuttunuz da ona karşı tanrılık iddiasına kalkıştınız. Zannettiniz ki
bütün bunları kendiniz kazandınız? Zannettiniz ki hayatın sahibi sizlersiniz.
Zannettiniz ki hayatın sahibi kendinizsiniz. Zannettiniz ki, size hiç ölüm
gelmeyecek ve hesaba çekilmeyeceksiniz.
Hayır hayır! Aldandınız, hayatın da, ölümün de sahibi
Allah’tı. Bakın şimdi hayatınızı, gençliğinizi, güzelliğinizi, gücünüzü,
saltanatınızı, çevrenizi, paranızı, pulunuzu, iktidarınızı arkanızda
bırakıyorsunuz. Hani nerede mallarınız? Nerede koltuklarınız? Nerede
saltanatınız? Nerede tanrılığınız? Nerede peygamberliğiniz? Hani nerede
vahiyleriniz? Nerede kullarınız? Nerede size alkış tutan ve sizin kanunlarınıza
itaat eden gönüllü kullarınız? Nerede sizin o gönderdiğiniz vahiylerinizi halka
uygulama kavgası veren gönüllü peygamberleriniz? Nerede güvendikleriniz,
dayandıklarınız? Nerede size sadâkat yemini yapan yardakçılarınız? Hani niye
terk etti onlar sizi? Hani şu sizin şefaatçilerinizi da göremiyoruz. Niye
gelmiyorlar sizi bu durumdan kurtarmaya? Hani koltuklarının altına girerek sizi
kurtaracaklarına inandığınız için kendilerinden talimatlar alarak uygulamaya
çalıştığınız ağabeyleriniz nerede? Hani karşılarında sığınma talebinde
bulunduklarınız? Kendilerine dua edip imdadınıza çağırdıklarınız nerede? Onları
da göremiyoruz, denecek.
Evet
yakında bilecek ve anlayacaksınız bunu. Sonra yakında yine anlayıp bileceksiniz.
Buradaki “Kella”lar tekit içindir. Yani ben size demedim mi? Ben sizi uyarmadım
mı? gibi bir anlam taşımaktadır. Veya birincisi: “Ey Kâfirler sizler yakında
neyle karşılaşacağınızı bileceksiniz” demektir, ikinci cümle de: “Ey mü’minler
sizler de yakında yaşadığınız bu hayatın size nasıl bir cennet sağladığını
bileceksiniz” demektir.
Ya da bu
cümlelerden birincisi kabir azabını, ikincisi de ahiret-teki cehennem azabını
anlatır. Hattâ bu âyetin kabir azabına delil olduğu söylenmiştir. Râzî’nin
tefsirinde anlattığına göre Ebu Zer efendimiz der ki: “Bunu bana Ali bin Ebu
Talib böylece tefsir edene kadar benim kabir azabı konusunda şüphem vardı, ama
şimdi bu konudaki şüphelerim izale oldu.”
Yakında
kabir azabıyla ve cehennem azabıyla bilecek ve anlayacaksınız. Ölümünüzden
itibaren her dönem gittikçe artan bir bilişle
bileceksiniz.
Hayır, eğer sizler kesin bir bilgiyle,
yakın bir bilgiyle bilseydiniz, andolsun o çılgın ateşi, cehennemi elbette
görecektiniz. Sonra onu hiç tartışmasız yakın gözüyle görmüş olacaksınız.
Âyetin
mânâsını iki türlü anlamaya çalışıyoruz: Ya buradaki “Lev” şart edatının
cevabını mahzuf olarak düşünüyoruz, ki o zaman mânâ şöyle olacaktır: Eğer yakın
bir bilgiyle bilseydiniz asla böyle yapmazdınız. Eğer bilseydiniz böyle çoklukla
oyalanıp dünyaya tapınmazdınız. Eğer bilseydiniz fânîyi alıp bâkîyi terk
etmezdiniz. Bilseydiniz böyle bir hayat yaşamazdınız anlamına
gelecektir.
Ya da
buradaki şart edatının cevabı:
Cümlesidir. Yani eğer yakın bir
bilgiyle, kesin bir bilgiyle bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz,
görecektiniz. Eğer yakın bir bilgiye sahip olsaydınız... Kur’an’ın başka
yerlerinde görüyoruz ki, gerçek bilgi vahiydir.
“Eğer sen sana gelen ilimden sonra hâlâ
onların hevâ ve heveslerine uyarsan Allah’tan sana hiçbir dost ve yardımcı
yoktur.”
(Bakara 121)
“Peygamberim, eğer sen sana gelen ilimden sonra onların isteklerine
arzularına uyarsan, sevgilerine nefretlerine, düşüncelerine, sosyal
sistemlerine, ekonomi anlayışlarına, eğitimlerine, ceza kanunlarına, ahiret
görüşlerine yahut ahlâk ve siyaset yapılarına uyarsan artık senin için Allah’tan
ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.”
Sana
gelen ilimden sonra, diyor Rabbimiz. Peki ne gelmişti Rasulullah’a? Vahiy
gelmişti. Öyleyse buradaki ilim Kur’an’dır, vahiydir. Çünkü peygamberimize gelen
vahiydi. Eğer sen, sana gelen bu vahyi bırakır da onların ilme dayanmayan hevâ
ve heveslerine uyacak olursan artık dostun da yoktur, yardımcın da diyor
Rabbimiz.
Öyleyse
eğer yakın bir bilgiyle bilseydiniz mutlaka cehennemi görürdünüz âyetiyle
anlatılan şey şudur: Eğer sizler vahiy bilgisine sahip olsaydınız, eğer
Kur’an’dan haberdar olsaydınız, eğer olaylara Kur’an’ın gözlüğüyle bakabilecek
bir duruma gelseydiniz, mutlaka cehennemi görürdünüz. Demek ki cehennemi
bilmenin yolu, vahyi tanımaktan geçmektedir, Kitap ve Sünnetten haberdar olmadan
geçmektedir. Cehennem de, cennette ancak vahiyle bilinir. Çünkü cehennem gaybî
bir konudur. Ve o konuda vahyin dışında başka hiçbir kaynaktan bilgilenmemiz
mümkün değildir. Öyleyse kitabı, sünneti tanımayan bir toplumun cenneti de,
cehennemi de tanıması mümkün değildir. İlme’l yakîne sahip olmayan birisinin
gözleriyle görmüş gibi cehennem konusunda bilgi sahibi olması mümkün
değildir.
Yakın
demek, yüzde yüzden de öte kesin bilgi demektir. Kur’-an-ı Kerîm kendisi için,
ahiret için yakın ifadesini kullanır. Çünkü yüzde yüzden de kesindir Kur’an’ın
ortaya koyduğu bilgiler. Tabi Allah böyle dediği için öyledir
diyoruz.
Bakın Ankebût sûresi, kişinin Allah’la
bildiği bilginin kendi kendine bildiği bilgiden her zaman üstün olduğunu haber
veriyor. Kişinin Allah’la öğrendiği bilgi, kendi kendine öğrendiği bilgiden her
zaman üstündür.
Öyleyse bakın burada diyor ki Rabbimiz: “Eğer sizler
yakın bilgisine sahip olsaydınız, yani Kur’an bilgisine sahip olsaydınız elbette
gözle görmüş gibi hattâ ondan daha yakın bir şekilde cehennemi görecektiniz,
bilecektiniz ve ondan korunacaktınız. Çünkü gerçek bilgi amele götürür. Ameli
gündeme getirmeyen, amelin konusu olmayan bilgi, bilgi değildir zandır. Gerçek
âlimler Allah’tan korkan, Allah’la yol bulan, Allah’a karşı kulluk görevlerini
ifa eden kimselerdir.”
Maalesef
bu toplum cenneti de, cehennemi de tanımıyor. Elbette vahyi tanımayan bir
toplumun cennet ve cehennemi tanıması mümkün değildir. Cenneti ve cehennemi
tanımayan bir toplumun birini hedef bilmesi, ötekisinden korunmaya çalışması da
mümkün olmayacaktır. Öyleyse cenneti de, cehennemi de tanımanın, gözle
görülmeden de öte kesin bir bilgiyle bilmek istiyorsak, bu bilgiyi amele
dönüştürüp cehennemden kurtulup cennete ulaşmak istiyorsak, başka çaremiz yok
sürekli vahiyle beraber olmak, vahiyle bakmak ve vahiyle hareket etmek
zorundayız. Bunun başka bir yolu ve çaresi yoktur.
Evet
böyle vahiyle hareket eder hale gelince, o cehennemi gözle görmüş gibi
olacaksınız, sonra da:
Yemin
olsun ki, o cehennemi yakın gözüyle de göreceksiniz. Ahiret günü yaptıklarınızın
hesabını ödemek üzere Rabbinize arz olunduğunuz zaman mutlaka onu dünya gözüyle,
baş gözüyle de göreceksiniz. Gerçek bir görüşle, şüphesi olmayan bir görüşle onu
göreceksiniz. Birinci görüş dünyada görüş, ikincisi de ahirette görüştür. Ya da
birinci görüş uzaktan görüş, ikincisi de bizzat o cehennemin içine girerek
şüphesiz görüştür.
Sonra o
gün muhakkak ki her bir nîmetten sorguya çekileceksiniz. Hasan Basri gibi kimi
selefin anlayışına göre burada nîmetlerden sorguya çekilecek olanlar
kâfirlerdir. Çünkü dünyada istifade ettikleri nîmetlere karşılık Allah’ın
istediği şekilde bir hayat yaşayan mü’minler bunun dışındadır. Ama Allah’ın tüm
bu nîmetlerinden istifade ettikleri halde nankörlük yaparak Allah’la savaşa
tutuşan kâfirler bu nîmetlerin hesabını ödeyeceklerdir
denmiş.
İkinci
bir anlayışa göre burada hesaba çekilecekler hem mü’-minler hem de kâfirlerdir.
Tirmizî’nin Ebu Hureyre efendimizden rivâyet ettiği bir hadislerinde Allah’ın
Resûlü şöyle buyurur:
“Kulun kıyamet günü hesaba çekileceği ilk
şey nîmetlerdir. Cenâb-ı Hak kuluna buyuracak ki: “Ben sana sıhhat vermedim mi?
Seni soğuk suya kandırmadık mı?”
(Tirmizi 5/448)
Yine İbni
Mâce’nin rivâyetinde şu hadise anlatılır: Bir gün Hz. Ömer, Rasulullah
efendimize: “Ey Allah’ın Resûlü, bizler malımızı mülkümüzü terk etmiş, dinimiz
için yerlerimizi yurtlarımızı terk etmiş kimseleriz. Daha hangi nîmetlerden
sorulacağız?” deyince Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu:
“Soğuk ve
sıcaktan sizi koruyan evler, ağaçlar, çadırlar ve sıcak bir günde size sunulan
soğuk sular.”
(İbni Mâce 21/1387)
Yine
Tirmizi’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde Allah’ın Resûlü:
“Kul şu dört
şeyin hesabını vermedikçe mahşer yerinde bir adım bile atamaz: Ömrü, malı,
gençliği ve ameli.”
(Tirmizi
4/812)
Hattâ
Nesâî’nin rivâyetinde bir defasında Allah’ın Resûlü kendisi gibi acıkan Ebu
Bekir ve Ömer efendilerimizle birlikte bir sahâbenin evine uğrarlar. O sahâbe
biraz kuru hurma ve tatlı su ikram eder. Allah’ın Resûlü beraberindekilerle
birlikte bunları yiyip içtikten sonra işte bu âyet-i kerîmeyi okur. O gün
istifade ettiğiniz tüm nîmetlerden sorulacaksınız der. Bunun üzerine oradakiler
derler ki: “Ey Allah’ın Resûlü, yediğimiz birkaç kuru hurma ve içtiğimiz de
sudur. Bunlardan da mı hesaba çekileceğiz?” Allah’ın Resûlü buyurur ki, “evet
bunlardan da hesaba çekileceğiz.”
Hattâ hayatta belinde avret yerini örten bir peştamalın
dışında hiç bir şeyi olmayan bir sahâbenin: “Ey Allah’ın Resûlü ben de hesaba
çekilecek miyim?” şeklindeki sorusuna Allah’ın Resûlünün: “Evet soğuk su ve
gölge” buyurduğu rivâyet edilir.
Evet şu
anda istifade ettiğimiz tüm nîmetler Allah’tandır. Allah’ın bize sunduğu
nîmetleri tek tek saymaya kalksanız bitiremezsiniz. Rabbimiz rahmeti ve
merhameti gereği cömertçe tüm bu nîmetleri bizim istifademize
sunmuştur.
Düşünün
eğer bu dünya ve içindeki nîmetler insanların elinde olsaydı, insanların
mülkünde olsaydı, acaba bu kadar cömertçe onu insanlara sunabilir miydi? Onu
onların ellerinden bu kadar rahat alıp kullanabilir miydiniz? Bir düşünün. Eğer
bütün bunların sahibi Allah değil de başkaları olsaydı, meselâ bunların sahibi
insanlar olsaydı ne olurdu bizim halimiz hiç düşündünüz mü? Ne yapardı bu
insanlar bize? Gece uyudun, ver parasını! Gündüzü idrak ettin, öde ücretini!
Güneş’ten ısındın, güneşten aydınlandın çıkar parayı! Su içtin, ateşi kullandın
sökül paraları! Hava yuttun, oksijen kullandın öde faturayı! Gölgede serinledin,
bulutu kullandın çıkar parayı! Elmayı yedin, armudu ısırdın ver ücretini!
derlerdi değil mi?
Evet eğer bütün bu nîmetler Allah’ın değil de
başkalarının olsaydı halimiz bitikti. Şu gökyüzü, şu semamızın simasını süsleyen
yıldızlar, şu gecemizin zülüflerini aydınlatan hilal, şu bize her saniye ısı ve
ışık gönderen güneş, şu her an teneffüs ettiğimiz hava, şu kıymetini bilmeden
tükettiğimiz sular bir insanın ya da insanların elinde olsaydı onu ondan bu
kadar rahat alabilir miydiniz? İşte sizin böyle cömert bir Rabbiniz var.
Öyleyse kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını
salladığınızı bir düşünün. Kimin nîmetlerinden istifade edip de kimlere kulluk
ettiğinizi bir düşünün. Kimin evinde oturduğunuzu, kimin döşeğinde yattığınızı,
kimin eşyalarını kullandığınızı bir düşünün! Düşünün de kime kul olmanız
gerektiğini iyi anlayın! Hayatınızı kime borçlusunuz ve kimleri dinleyip kulluk
ediyorsunuz? Bunun hesabını yapın. Siz bilirsiniz, isterseniz yapmayın ama
unutmayın ki yarın tek tek bu nîmetlerin hesabı sorulacaktır
sizden.
Bütün
bunları yaratan, bütün bu nîmetlerle sizi perverde eden Allah’tan başka bir İlâh
olmayacağını bilip dururken sizler ne kadar da az şükrediyorsunuz Rabbinize. Ne
kadar da az teşekkür ediyorsunuz ona, diyor Rabbimiz.
Şükür,
teşekkür verileni verenin yolunda kullanmaktır. Şükür, hayatı o hayatın
sahibinin yolunda kullanmaktır. Şükür, dünyayı, hayatı, canı, malı, zamanı,
imkânları, fırsatları onu verenin yolunda harcamaktır. Şükür nîmet cinsinden
olur. Allah bize hangi nîmeti vermişse o nîmet cinsinden infakta bulunarak
şükredilir. Hayatı onu bize veren Allah’ın istediği biçimde yaşamak, geceyi ve
gündüzü onu bize lütfeden Allah yolunda kullanmak, aklı onu verenin razı olduğu
yerde kullanmak, zamanı onu verenin razı olduğu yerde kullanmak Allah’ın
rızasını tahsilde harcamak şükürdür. Hayatı o hayatın sahibine sormadan yaşamak,
zamanı kendi bildiğimiz biçimde doldurmak, malı o malın sahibinin razı olmadığı
yerlerden kazanıp onun razı olmayacağı yerlerde harcamak, elimizi, ayağımızı,
gözümüzü kulağımızı onları bize verenin yolunda kullanmamak, varlığımızı onu
bize vermeyenler yolunda harcamak, geceyi ve gündüzü onu bize verenin razı
olmadığı şeyler yolunda itlaf etmek nankörlüktür. İşte Rabbimiz buyurur ki,
insanların pek çoğu bunun farkında değillerdir, pek çoğu şükretmemektedir.
Tabi
verdiği nimetlerden ötürü Allah’a şükretmesini bilmeyenler insanlara teşekkürü
de bilemezler. Rablerine karşı şükürsüz yaşayanlar kendilerine iyilikte bulunan
insanlara karşı da şükürsüzdürler. Bakın bu konuda size bir hadis okuyayım.
Hadisi Cabir
Bin Abdillah efendimiz rivayet ediyor.
“Kendisine bir
iyilik yapılan kimse eğer bu iyiliği gündeme alır, söyler, zikrederse yapana
şükretmiş olur. Ama yok eğer onu gizler, ortadan kaldırır, sanki yokmuş gibi
davranırsa yapana nankörlük etmiş olur.”
İnsanların insanlarla
beraberliğini anlatan sosyal bir kuraldan söz ediyor peygamberimiz.
Söyleyin, size hiçbir kimse
bir iyilik yaptı mı? Hayatınızda oldu mu böyle bir iyilik? Bana bugüne kadar hiç
kimse bir iyilik yapmadı. Ömrün billah ben kimseden bir iyilik görmedim diyen
birisi olur mu? Annesini atlasın, babasını unutsun, kardeşleri olmasın,
komşuları yok olsun. İnsanlarla hiç beraber olmasın. Kimse ona iyilik yapmamış
olsun. İyilik yapmasına zemin hazırlamamış olsunlar. Var mı böyle bir adam?
Halbuki birinin iyiliği
bazen yapılası gereken bir şeyi yapmak şeklinde olur, bazen de yapılmaması
gereken bir şeyi ortadan kaldırmak şeklinde olur. Öyle olunca mutlaka herkesin
herkese bir iyiliği vardır. İşte böyle bir iyiliği kim ki zikreder, gündemde
tutar, söyler, diline alırsa, filan bana şöyle bir iyilikte bulunursa onu yapana
şükretmiş, teşekkür etmiş olur. Dolayısıyla Allah’a da şükretmiş olur. Yani
böyle bir imkân verdiğinde dolayı Allah’a da şükretmiş olur. Ama gizlerse, ama
ağzına almaz, söylemezse, sanki ağzı eskir gibi gündeme almazsa, yokmuş gibi
davranırsa küfretmiş, küfranı nimette bulunmuş olur.
Beraber yaşayan insanların
bunu yapmaları zaten zorunludur. Eğer insanlar birbirlerine iyilikler
sunmuşlarsa karşı tarafın hemen bunu açığa çıkarması, yani teşekkür etmesi
gerekecektir. Mesela bir tehlikeden dolayı birisi uyardı sizi, gitmenizi,
gelmenizi kolaylaştırdı, anlamanızı, bilmenizi, görmenizi kolaylaştırdı. Yani
sizin işinizle sizi birleştirdi, size yardımcı oldu. Ona teşekkür edin, söyleyin
ona onu. Bir daha birbirinizi göremeyeceksiniz belki. Çünkü o adam bunun bir
iyilik olduğunu anlasın ve bunu herkese yapmaya devam etsin. Yol sordunuz, adres
sordunuz birilerine, o da size gösterdi teşekkür edin. Eğer size gidilmemesi
gereken bir yer, bir yol sorulmuşsa da ona bu konuda yardımcı olun. Onu
engelleyerek bir taşla iki kuş vurmuş olun. Ya doğruyu göstererek, ya
yanlışınızı hatırlatarak size yardım edenlere teşekkür edin. Çünkü Resul
aleyhisselam diyordu ki “insanlara teşekkür etmesini bilmeyen Allah’a
şükretmesini beceremez.”
Evet
diyor ki Rabbimiz, ey kullarım sizi ben yarattım. Hayatınızı bana borçlusunuz.
Sadece bana şükretmeniz bana teşekkür etmeniz gerekirken, hayatınızı benim
istediğim biçimde yaşamanız, bana teslim olup bana kulluk etmeniz gerekirken,
tam aksini yaparak bana nidler, eşler, ortaklar aramaya, bulmaya kalkmayın!
Rızasını kazanacağınız, kendilerine kulluk edeceğiniz, hayat programlarınızı
kendilerine soracağınız, sistemlerini sistem kabul edeceğiniz benden başka Rabler, benim dûnumda efendiler bulmaya
kalkmayın!
Veya beni sadece hayatın bazı bölümlerine karışan, ama
öbür bölümlerde yetkisiz kabul etmeyin! Namazınıza karışan ama
kılık-kı-yafetinize karışmayan, orucunuza karışan ama hukukunuza karışmayan,
mescidinize karışan ama kazanmanıza, harcamanıza, çocuklarınızın eğitimine,
sofranıza, ev tefrişlerinize, düğününüze, derneğinize, okumanıza, yazmanıza,
meslek seçiminize karışmayan bir Allah kabul etmeyin. Hayatınızın bazı
bölümlerine karışan, o bölümlerde söz sahibi olan varlıklar, efendiler, amirler
bulmayın! diyor Rabbimiz.
Tüm bu
uyarılara rağmen yine de bildiği gibi yaşamaya devam eden, Allah’ın hayat
programına müracaat etmeyen, hayatını Allah’a sormadan yaşayan kimseler yarın bu
nîmetlerin tamamından mahrum edilecektir. Nîmetin sahibi bilerek, nîmetin
sahibine şükrederek, nîmetlerin sahibinin istediği hayatı yaşayanlar bu
nîmetlerden çok daha güzellerinin içinde bir hayata, cennet hayatına kavuşurken,
kâfirler tüm bu nîmetlerden mahrum bırakıldıkları gibi, dayanılmaz azapların
içine atılacaklardır. Kur’an’ın değişik yerlerinde Rabbimiz bu hususu
anlatır.
Cehennemlikler cennetteki mü’minleri pınar başlarında, hûriler eşliğinde,
ellerinde şaraplarla, birbirlerine girmiş, girift olmuş muz bahçeleri arasında,
çağlayanların ortasında, baldan ırmakların, sütten nehirlerin kenarlarında zevk
ü sefa içinde birbirleriyle kadeh alış-ve-rişlerini görünce bakın diyecekler ki:
“Cehennemlikler cennetliklere, “Bize
biraz su veya Allah’ın size verdiği rızıktan gönderin” diye seslenirler, onlar
da, “Doğrusu Allah dinlerini alay ve eğlenceye alan, dünya hayatına aldanan
inkârcılara ikisini de haram etmiştir” derler.”
(A’râf 50)
Ey
mü’minler! Ey Allah’ın rahmetine ermişler! Ey yaşamaya hak kazanmışlar! Ne
olursunuz, Allah aşkına şu içtiğiniz sularınızdan, şaraplarınızdan, şu içine
gömüldüğünüz rızıklarınızdan, ballarınızdan, sütlerinizden, şaraplarınızdan,
şerbetlerinizden, meyvelerinizden, üzümlerinizden, incirlerinizden,
muzlarınızdan, elmalarınızdan, portakallarınızdan, bıldırcınlarınızdan,
helvalarınızdan biraz da bizim tarafa gönderseniz, biraz da bizim tarafa
dökseniz olmaz mı? Yandık, öldük, bittik, mahvolduk diye yalvaracaklar.
Mü’minler
diyecekler ki onlara:
Size
onlar haram kılındı. Allah bu yiyecekleri, bu içecekleri, bu rızıkları kâfirlere
haram kıldı. Dünyadayken sizler bu nîmetlerden mü’minleri mahrum etmiştiniz. Ele
geçirdiğiniz şeylerin hepsinin kendinize ait olduğunu zannediyordunuz. Bir türlü
doymak bilmeyen bir tavırla mü’minlerin ellerindekileri de midenize yuvarlama
çabası içindeydiniz. Kan emmeye bir türlü doymuyordunuz. Dünyanın nîmetlerini
sömürmek için savaşlar yapmıştınız. Emperyalist ve sömürgeci emeller peşinde
koşmuştunuz. İnsanların haklarına, insanların doğal servetlerine ipotekler
koymuştunuz. İnsanlara zulmetmiş, işkenceler yapmıştınız. Dünyada insanların
ölmesi, insanların aç kalması sizin için hiç önemli değildi. Yeter ki bizim
karınlarımız şişsin, yeter ki biz yiyelim yeter ki biz doyalım diyordunuz.
Dünyada insanları bu nîmetlerden mahrum bırakan sizlere Allah bu nîmetleri haram
kılmıştır. Bizim bu nîmetleri size verme hakkımız yoktur. Çünkü Rabbimiz bunu
bize yasaklamıştır diyecekler.
Evet işte
nîmetlere şükrederek yaşayanların sonu ve de işte bu nîmetlerden sınırsızca
istifade ederken nîmetlerin sahibini ve onun yasalarını unutarak bir hayat
yaşayanların sonu budur.
Âyet-i
kerîme bir de özellikle bize şunu anlatıyor ki, kendilerine yeryüzünde imkân
verilenler, mal, mülk verilenler, ekonomik güç verilenler, sosyal güç
verilenler, amirlik, müdürlük verilenler çok dikkat et-sinler. Allah bu
verdikleriyle onları denemek, imtihan etmek için onlara bunları vermiştir. Zira
mülkün sahibi Allah’tır. Kendilerine mülk verilenler ise o mülk üzerinde
halifelik makamına getirilmiş insanlardır. Onlar acaba kendilerini vekil bilip o
mülkün gerçek sahibinin arzularını mı yerine getirecekler? O mülkü, mülk
sahibinin istediği biçimde mi kullanacaklar? Yoksa mülkün gerçek sahibini unutup
kendilerini mülkün sahibi zannedip, kendilerinin vekil olduklarını unutup
kendilerini asil zannedip, ulûhiyet haklarına egemenlik haklarına sahip zannedip
o mülkte gerçek mülk sahibinin tasarrufu gibi mutlak bir tasarrufta mı
bulunacaklar?
İşte Allah insanları ve toplumları bu konuda
denemektedir, imtihan etmektedir. Dün bu nîmetler başkalarının elindeydi. Onlar
denendiler bu nîmetlerle. Ya kaybederek ya da kazanarak onlar gittiler, şimdi
biz varız hayatta. Şimdi bizler denenmekteyiz aynı nîmetlerle.
Öyleyse Allah için iyi düşünüp kulluğa yönelmek ve bu
nîmetlerin şükrünü eda edecek tavırlar sergilemek zorundayız. Nîmetleri artırıp
çoğaltmadan ve onlarla övünüp hava atmadan yana değil de, azaltabildiğimiz kadar
azaltmadan yana, infaktan yana ve hesabını kolaylaştırmadan yana bir çabanın
içine girelim. Rabbim kolay getirsin. Velhamdü lillahi Rabbi’l
âlemin.
hazırlayandan allah razı olsun:-)
YanıtlaSilhazırlayandan allah razı olsun:-)
YanıtlaSilAllah gani gani razi olsin kardesim.
YanıtlaSil