Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
103., Nüzûl sıralamasına göre 13., Mufassal sûreler kısmının on beşinci grubunun
ilk sûresi olan Asr sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
3’dür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân
ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-3. “Asra andolsun ki,
insan hiç şüphesiz hüsran içindedir.
Ancak inanıp salih amel işleyenler, birbirlerine gerçeği tavsiye edenler
ve sabırlı olmayı tavsiye edenler bunun dışındadır.”
Muhtevasından da anlaşılacağı gibi Mekke’de, Mekke
döne-minin ilk yıllarında nâzil olmuş, kulluk kitabımızın 103. sırasına
yerleş-tirilmiş, ilk âyetinde geçen “Asr” kelimesini isim olarak almış bir
sûrey-le karşı karşıyayız. Rabbim izin verirse bu sûrede bize ulaştırdığı
me-sajlarını îman etmek ve hayatımızı bu îmanla düzenlemek üzere oku-yup
anlamaya çalışacağız.
İslâm adı
altında yaratıcı olan Rabbimizin biz kullarına sundu-ğu hayat programını en
kısa, en özlü, duyanın asla unutması müm-kün olmayan en güzel biçimde üç âyetle
sunduğu bir sûre. Yeryüzü-nün halîfesi olarak yaratılan insanın hayatını, dünya
ve ukba sade-tini, mutluluğunu, kurtuluşunu, hüsranını, kaybını en özlü bir
biçimde anlatan bir sûre. Çok kısa ama hayatın tümünü kapsayan bir sûre. İmam
Şâfiî efendimizin deyimiyle Kur’an’da Rabbimiz başka hiçbir sû-re göndermeseydi
biz kullarına yetecek bir sûre. Taberâni’nin rivâye-tinde Ashab-ı Kirâm
efendilerimizin sürekli birbirlerine hatırlattıkları, karşılaşan iki Sahâbenin
birbirlerine okuyup tavsiye etmeden ayrılma-dıkları, sürekli muhtevası hatırda
canlı tutulması gereken bir sûre. İnsan hayatının mihverini teşkil eden bir
sûre.
Sûrenin
başında Rabbimiz asra yemin eder. İnsanın en büyük sermayesi olan ömrüne dikkat
çekilir. Sonra tüm insanların, insan cin-sinin ziyânda olduğu, kayıp içinde
olduğu vurgulanır. Sonra dört sıfat, dört özellik sayılır ve bu özellik
sahiplerinin bu kaybedenlerden müs-tesna oldukları anlatılır. Bir önceki sûrede
Tekasür sûresinde anlatılan malda çokluk derdinin Allah’a kulluktan alıkoyan
insanın kaybını, hüsranını bu sûrede daha bir perçinler Rabbimiz. Ama bu
kaybedenlerin istisnasını da ortaya koyar.
İnşallah sûrenin âyetleri üzerinde kısa bir gezinti
yaptıktan sonra âyetleri tek tek tanımaya çalışalım. Kur'an-ı Kerîm'in kısa bir
sûresi olmasına karşılık en anlamlı ve özlü sûrelerinden biridir. Bu sûrede,
İslâm'ın insanlık için getirdiği sistemle, İslâm ümmetinin bütün özellikleri ve
vazifeleri anlatılmaktadır. Üç kısa ayetten ibaret olan sûre, içinde insanlığın
kurtuluşunu müjdeleyen fevkalâde üstün pren-sipler ihtiva
etmektedir.
Allah, Asr'a yemin ederek
insanların ziyanda olduğunu bildir-mektedir. İnsan, ömrünün her anında ya sevap
veya bir günah işle-mektedir. Eğer günah işliyorsa bu açık bir ziyandır. Eğer
sevap işli-yorsa, belki kaçırdığı sevap daha büyük olabileceğinden bu da bir
çeşit ziyândır. Sonra insanın mutluluğu âhireti aramasında ve âhireti sevip
dünyaya fazla rağbet etmemesindedir. Halbuki ahiret sevgisine götürecek sebepler
gizli, dünya sevgisine götürecek sebepler açık olduğu için, insanların çoğu
dünya zevkine dalmış, böylece de âhireti kaybetmişlerdir. Sûrede "Asr"a yemin
edilmesi, insanın hüsranda olduğuna ve bu hüsrandan dört özellik taşıyan
kimselerin kurtulacağına dikkat çekmek içindir. 1-İman, 2-Salih amel,
3-Birbirine hakkı tavsiye etmek, 4-Birbirine sabrı telkin
etmek.
Asr yani "zaman", kelime
olarak, geçmiş zaman ve pek uzun olmayıp her an geçmişe dahil olan şimdiki zaman
için de kullanılır. Çünkü her an, gelecek zaman şimdiki zamana, şimdiki zaman da
geçmiş zamana dahil olmaktadır. Burada mutlak olarak zamana ye-min edilmiştir. O
hâlde burada iki tip zaman kastedilmiş olabilir. Yani geçmiş zamana yemin
edilmesinin anlamı, insanlık tarihinin yukarıda adı geçen dört özellikten uzak
olan kişilerin hüsrana uğradıklarına şahit olmasıdır. Geçmekte olan zamana
edilen yemini anlamak için, geçmekte olan zamanın her bir insana, her bir
millete bu dünyada çalışmak için fırsat verildiği zaman olduğunu bilmek
gerekir.
"Buz satan birisi pazarda
şöyle bağırıyordu; sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin!... Onun bu sözünü
işitince, bu söz Asr sû-resinin anlamıdır' dedim. İnsana verilen ömür bir buz
gibi hızla eri-mektedir. Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa insanın
hüsranına neden olur." Onun için geçen zamana yemin edilmesinin anlamı, hızla
geçen zamanın, söz konusu dört özellikten yoksun in-sanın dünyada ne işle meşgul
olursa olsun hayatını harcadığına ve hüsranda olduğuna şehadet etmesidir. Kârlı
çıkanlar ancak bu dört özelliği taşıyanlar ve bu dünyada hayatlarını ona göre
düzenleyenler olacaktır.
Surede "insan" kelimesi
tekil olarak kullanılmıştır. Ama sonraki cümlede, insanlar arasında bu dört
özelliği taşıyanlar istisna edilmiş-tir. Onun için burada "insan" kelimesi cins
isim olarak kullanılmıştır. Bu durumda "insan" kelimesinin kapsamına, şahıslar,
güruhlar, mil-letler ve bütün insanoğlu girer. Yani zikredilen dört sıfattan
yoksun olanlar kimler olursa olsunlar hüsrandadırlar. Örneğin zehirin öldürücü
özelliği vardır. Fert, toplum veya bütün insanlık zehir içmeye kalkı-şırsa sonuç
değişmez. Zehir her ne olursa olsun öldürücüdür. Tıpkı bunun gibi, insanlar bu
dört özellikten yoksunlarsa, küfür üzere ve kötü işler içinde bulunuyorlarsa,
birbirlerini batıla teşvik ediyorlar ve nefislerine tapmayı telkin etme üzerinde
birleşiyorlarsa hüsran içinde-dirler.
"Hüsrân" kelimesine
gelince, "kâr"ın zıddıdır. Ticarette bu keli-me genel olarak bir işte zarara
uğramayı veya iş hayatında sürekli za-rar etmeyi ifade etmek için
kullanılmıştır. Kur'an-ı Kerîm "hüsran" keli-mesini özel bir ıstılah olarak,
"felah", yani kurtuluş kelimesinin zıddı olarak da kullanmıştır. Kur'an-ı Kerîm
gerçek imanın ne olduğunu aşağıdaki ayetlerde açıklamıştır: "Müminler onlardır
ki Allah'a ve Ra-sulüne inandılar; sonra şüphe etmediler." (Hucurât,15),
"Rabbimiz Al-lah'tır deyip sonra doğru yolda sebat edenler." (Fussilet,30),
"Mü-minler o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir..." (Enfâl,
2), "İnananlar en çok Allah'ı severler." (Bakara,165), "Hayır, Rabbin hakkı
için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin
verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim
olmadıkça inanmış olmazlar." (Nisâ,65) İman et-mekten maksat, Allah'a iman
etmektir.
Ancak, sadece varlığına
değil, aynı zamanda tek ilâh olduğuna, ortağı bulunmadığına, insanların ibadet
ve itaat edeceği yegane varlık olduğuna, insanların kısmetini düzenleyip bozanın
ancak Allah olduğuna, dua ve tevekkül edilecek varlığın yalnız O olduğuna, ancak
O'nun emirlerine uyulup, ancak O'nun yasaklarından kaçınılacağına, O'nun
farzlarının yerine getirilip O'nun yasaklarından uzak durulacağına, her şeyi
işiten ve görenin ancak O olduğuna, insanın sadece fiillerini değil, fiillerini
harekete geçiren gizli niyetlerini de bildiğine inanmaktır.
İmanın ikinci bölümü ise,
Rasulullah (s.a.s.)'a inanmaktır. O'-nun Allah tarafından tayin edilmiş en büyük
rehber ve lider olduğuna, getirdiği hükümlerin Allah tarafından ve Hakk
olduğuna, O'na itaat et-menin zorunlu olduğuna inanmaktır. Risâlete iman etmek
aynı za-manda meleklere, kitaplara, peygamberlere ve Kur'an'a iman etmeyi
kapsamaktadır. Çünkü bunlar, Allah Resulünün getirdiği talimatın unsurlarıdır.
Üçüncüsü âhirete inanmaktır. İnsanın bu dünya hayatı ilk ve son değildir. İnsan
ölümden sonra tekrar diriltilecektir. Bu dünyada yaptıklarının hesabını Allah'a
verecek ve bunun sonunda salih amel işleyenler mükâfatlandırılacak; kötü olanlar
ise cezaya çarptırılacak-lardır.
İnsanın hüsrandan
kurtulması için gerekli olan; imandan sonra salih ameldir. "Salih" kelimesinin
anlamı bütün iyiliği kapsar. Küçük ve büyük iyilik de buna dahildir. Ama
Kur'an'a göre kökü imana dayan-mayan hiçbir amel salih amel sayılmaz. Herhangi
bir amel Allah ve Resulü’nün bildirdiği hidâyete uygun işlense de, iman
olmaksızın salih amel sayılmaz. Onun için Kur'an-ı Kerîm'de nerede amelden söz
edil-mişse, orada iman da zikredilmiş ve salih amel imandan sonra anıl-mıştır.
Çünkü insan, iman iddiasına rağmen Allah ve Resulü’nün gös-terdiği yoldan başka
yol takip edebilmektedir. Onun için Kur'an'da ve-rilen müjdeler, iman etmenin
yanında salih amel işleyenler için geçer-lidir. Bu surede de, insanın hüsrandan
kurtulması için, imandan son-ra, salih amel işlemesi gerektiği bildirilmiştir.
Diğer bir ifadeyle, salih
amel olmadan sadece iman ile bir in-san hüsrandan kurtulamaz. Bu surede daha
sonra, hüsrandan kurtul-mak için gerekli iki sıfat daha açıklanmıştır. Bunlar,
iman ettikten ve salih amel işledikten sonra, birbirine Hakk'ı telkin ve sabrı
tavsiye et-mektir. Bunun anlamı, birincisi; iman edenler ve salih amel
işleyenler bunu ferdî olarak yapmakla kalmamalı, aynı zamanda mümin ve salih bir
toplum meydana getirmelidirler. İkincisi; bu toplumu bozulmaktan koruyabilmek
için her fert kendi sorumluluğunu idrak etmelidir. Onun için toplumun bütün
üyelerinin, birbirlerine hakkı ve sabrı telkin etme-leri farzdır. İslâm'ı ve
bütün hükümlerini kabul edip, yeryüzünde ya-şanıp uygulanmasını tavsiye etmenin
yanı sıra; ehl-i iman ve onların toplumunun hüsrandan kurtulabilmesi için toplum
üyelerinin birbirine sabrı telkin etmesi de şart koşulmuştur. Yani İslâm'ı,
hakim kılmanın uğrunda karşılaştıkları bütün zorluk, musibet, meşakkat, zarar ve
mahrumiyetler karşısında birbirlerine, sebat göstermeyi telkin etmeli-dirler.
Her fert, bu şartlara karşı sebat göstermesi için diğerine cesaret
vermelidir.
1. “Asra yemin olsun ki muhakkak insan oğlu
ziyândadır.”
Evet asra yemin olsun ki, kadın, erkek, genç, ihtiyar,
fakir, zengin, fert, toplum, aile, millet, devlet fark etmez insan cinsinin
tamamı ziyândadır.
İnsanın
ziyânını, kaybını anlatırken Rabbimiz asra yemin ediyor. Biz biliyoruz ki
Rabbimiz bizler için kendisinden başkaları adına yemini yasaklar. En yüce, en
büyük varlık olarak bizim sadece kendisi üzerine yemin etmemizi ister. Allah’tan
başka, Allah dûnunda üzerine yemin edilecek bu varlık ister insan olsun, isterse
başka bir varlık olsun fark etmeyecektir. Yemin sadece Allah üzerine yapılır.
Ama bakıyoruz ki Rabbimiz kitabında kendi zâtı dışında bir kısım varlıkları,
yaratıkları, mevcudatı üzerine yemin ediyor. Şimdi acaba Rabbimiz ken-disinden
daha büyük ve üstün hiçbir varlık olmadığı halde, yani mahlukâtından hiçbir
çekincemesi ve beklentisi olmadığı halde ve üstelik böyle bir yemini biz kulları
için yasakladığı halde niçin mahlukâtı üzerine yemin ediyor? Acaba Rabbimiz
sözlerinin doğruluğunu, hükümlerinin, yasalarının hak oluşunu ispat sadedinde
böyle kullarından, yaratıklarından kimileri üzerine yeminle teyid buyurmak
istemesinin hikmetini nasıl anlayacağız?
1.
Rabbimizin üzerine yemin ettiği varlıklar ya insanlar tarafından inkâr edilmiş,
reddedilmiş, önemleri hafife alınmış varlıklardır ki, Rabbimiz böylece onlar
üzerine yeminle onların varlığını pekiştirmek istemiştir.
2. Veya
insanlar o varlıkların varlık sebeplerini, fonksiyonlarını, kendilerine
sundukları fayda ve menfaatleri bilmemektedirler. Yani insanlar Allah’ın
yarattığı o varlıkların kendileri, kendi yaşamları için ne kadar önemli
olduklarından gafildirler de, Rabbimiz onlar üzerine yemin ederek onların
önemine işaret buyurmaktadır.
3.
Veyahut da insanlar o varlıklar hakkında yanlış değerlendirmelere düşmüşlerdir.
Allah’ın yaratıklarını Allah’la karıştırmışlar, onları kulluktan çıkarıp
tanrılaştırmışlar, onlara Allah sıfatlarını, Allah yetkilerini vermişlerdir de
Rabbimiz onlar üzerine yaptığı bu yeminleriyle onların sahibi olduğunu, onların
birer kul olduklarını, kendi ulû-hiyet ve rubûbiyet sıfatlarına sahip
olmadıklarını ortaya koymayı mu-rad etmiştir. İşte bunlar ve şu anda benim
aklıma gelmeyen pek çok hikmetlerle Rabbimiz mevcudatından bazıları üzerine
yemin ediyor.
İşte
bunlardan birisi de asırdır. Rabbimizin üzerine yemin ettiği asrı şöyle anlamaya
çalışıyoruz:
1. Asr,
zamandır. Rabbimiz, insanın içinde yaşadığı, tüm amellerini içinde
gerçekleştirdiği, ömür tükettiği zamana yemin ediyor. Onu değerlendirme, onu
Allah’a kulluğa tahsis etme konusunda insanların ziyânda olduğuna yemin ederek
zamanın önemine dikkat çekmektedir. Yemin, yeminden sonra çok önemli bir konunun
anlatılacağına dikkat çekme anlamına geldiği gibi, üzerine yemin edilen konunun
büyüklüğü anlamına da gelmektedir. Rabbimizin zaman üzerine yemini onun kulluk
noktasında çok büyük bir öneme haiz olduğunu anlatır. İnsanın hüsran ya da
kurtuluşunun zamanla alâkası vurgulanıyor. İnsan mutlak sûrette ziyândadır,
çünkü zamanın kıymetini bilmemektedir. İmtihanında, kulluğunda en büyük
sermayesi olan zamanı iyi değerlendiremeyerek, onu kendisine verenin yolunda
harcamayarak, boş şeylerin peşinde kullanarak kaybetmektedir.
Bir de insanın elinde olmadan durmadan akıp giden
zamanın her bir birimi insanı ölüme yaklaştırmaktadır. Bu açıdan insan hep
zararda ve ziyândadır, çünkü insanın zaman içinde en büyük sermayesi ömrüdür. Bu
ömür de her nefes, her lahza, her saniye tüketilmektedir. Ve bu tüketilme işi
insanın kendi elinde de değildir. Yani bu zamanın da, bu nefeslerin de sahibi
insan değil Allah’tır. İnsanın sermayesi Allah’a aittir. Hayatın sahibi, zamanın
sahibi Allah’tır. Eğer bu hayat, bu ömür, bu nefesler insanın kendisine ait
olsaydı, o ömür hiçbir zaman tükenmeyecek ve onu insan dilediği yerlerde harcasa
da ziyânda olmayacaktı. Halbuki şu anda zamana mâlik olamıyoruz. Biz istesek de
istemesek de bu zaman geçip gidiyor. Hiçbir zaman bugün dün değildir. Ve hiçbir
zaman yarın da yarın olarak bize kalmayacaktır. Çünkü zamanın da, mekânın da
sahibi biz değil Allah’tır. Tüm mülk Allah’ındır. Sahip olduğunuz her şeyi size
O vermiştir.
İyi bir
düşünün. Acaba bu hayat sizin midir? Nereden buldunuz bu hayatı? Babalarınızdan
mı aldınız? Analarınız mı verdi? Yoksa laboratuarlarda mı buldunuz? Yoksa şu
hayatlarınızı, emeklerinizi gömdüğünüz sanayi çukurlarında mı buldunuz onu? Eğer
bu hayat sizinse tek bir saniyesine bile söz geçiremiyorsunuz. Ağarmaya yüz
tutmuş tek bir kılınızın rengini bile değiştirmeye gücünüz yetmiyor. Sizi gün be
gün yaşlılığa ve ölüme sürükleyen şu zamanı bir saniye bile durduramıyorsunuz.
Acıkmanızı engelleyemiyor, susamanızın önüne geçemiyorsunuz. Öyleyse Allah’ın
verdiği bu hayatı, bu zamanı Allah’a kulluğun dışında kullanan herkes
ziyândadır. Herkes zarardadır. Kim verdi bu hayatı ve nerelerde kullanıyoruz?
Kim verdi bu zamanı ve onu nerelerde harcıyoruz? Bunu çok iyi düşünmek
zorundayız.
Eğer
göklerde ve yerde hayata etkin, zamana etkin Allah’tan başka melikler, söz
sahipleri varsa o zaman onların sınırlarına girdiğimiz zaman onlara da kulluk
yapalım. Değil mi? Farz edin ki bir yere girdik. Soralım: Burası kimin diye?
Veya gökyüzüne çıktığımız zaman burası kimin diyelim. Eğer varsa Allah’tan başka
bir sahip, ona da kulluk yapalım. Yahut zamana beş dakikalığına söz geçirebilen
birisi varsa ona da kulluk edelim. Meselâ güneşe beş dakikalığına sahip olabilen
birisi varsa, o beş dakikalığına biz de ona kulluk edelim. Diyelim ki ey bu beş
dakikayı bize veren tanrılar tanrısı! Kulluk sizin hakkınızdır! Ubûdiyet sizin
hakkınızdır! diyelim. Var mı böyle yeryüzünde birileri? Değilse, zamanı ve
hayatı onun sahibine vermek, onun sahibinin arzuları istikâmetinde harcamak
zorundayız. İşte Rabbimiz sûrenin ilk âyetinde buna dikkat
çekiyor.
Rabbimiz
bir kere zamanın bizim için önemine dikkat çekiyor. Sonra onu yanlış
algılayanları da uyarıyor bu yeminiyle. Nasıl? İşte insanlar içinde bulundukları
zamandan, asırdan şikayet ederler. Zamana sövüp sayarlar. Beğenmedikleri her
şeyi, her kötülüğü içinde yaşadıkları zamana, asra yüklerler. “Zaman kötü! Kötü
zamana kaldık! Ne kötü günlere kaldık! Zaman bozuldu! Devir değişti!” diyerek
iyilikleri, faziletleri, cömertlikleri, yiğitlikleri hep kendilerinden önceki
zamana, aksi olanları da hep kendi zaman ve asırlarına
yüklerler.
Halbuki
zaman aynı zamandır. Önceki zamanla şimdiki zaman arasında hiçbir fark yoktur.
İşte zaman üzerine yemin ederek Rabbi-miz insanları bu yanılgıları konusunda
uyarmaktadır. Ey kullarım! Yanılıyorsunuz! Yanlış değerlendiriyorsunuz! Zamanda
bir kötülük, bir şer yoktur. Ne eşyada, ne zamanda bir uğursuzluk, bir kötülük
yoktur. Asıl şer, asıl kötülük bizzat o zaman içinde yaşayan insanların
kendilerindedir. Anlamıyor musunuz? Kuddüs olarak benim bizzat üzerine yemin
ettiğim bir şeyde kötülük, şer olabilir mi? Nasıl diyebiliyorsunuz, filan gün,
filan zaman uğursuzdur, falan saat bu işler için iyi değildir diye? buyurarak
yanılgı içinde olan insanları uyarmaktadır.
Burada Rabbimizin üzerine yemin ettiği
Asr’dan kastın Asr-ı Saadet olduğu da söylenmiştir. Rabbimiz insanın hüsranını
gündeme getirirken bu hüsrandan kurtulma yollarından birisi olan saadet asrına
yemin ederek ona dikkat çekmiştir. Çünkü asr-ı saadet ve o asırda yaşayan
Rasulullah efendimizin güzide ashabı dinin yaşandığı, anlaşıldığı ve en güzel
bir biçimde uygulandığı mübarek bir dönemin insanlarıdır. Yeryüzünde o toplumdan
daha mübarek bir toplum yaşamamıştır. Asr-ı saadet, kıyâmete kadar din, kulluk
adına tüm problemlerin çözüldüğü örnek ve maket bir hayattır. Doğruya, güzele,
hak-ka ulaşmak isteyen kişi mutlaka asr-ı saadete gitmek ve asr-ı saadetteki
uygulamaya ulaşmak ve asr-ı saadeti örnek almak zorundadır. İşte Rabbimiz bu
âyetinde asr-ı saadete yemin ederek dinimiz konusunda asr-ı saadetin önemine,
asr-ı saadette gerek ferdî planda peygamber efendimizin anlayışına, sünnetine,
uygulamalarına ve gerekse sahâbe-i kirâm efendilerimizin sünnetlerine dikkat
çekmektedir. Kur’an’ın başka yerlerinde de kurtuluşa erenlerden söz edilirken
sahâbe toplumuna ve asr-ı saadete dikkat çekilmektedir.
“İyilik yarışında önceliği kazanan muhacirler ve Ensâr
ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan
hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedî kalacakları, içlerinden
ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş
budur.”
(Tevbe 100)
İyilik, takva yarışında, Allah’a kulluk
ve Rasulullah’a ittiba konusunda en önde giden bu ümmetin en bereketli dönemini,
kuşluk vaktini idrak eden sahâbe-i kirâm efendilerimizden ve güzellikle onların
yolunu takip edip, onların yollarına, sünnetlerine uyanlardan razı olduğunu ve
onların kurtulduklarını haber veriyor Rabbimiz.
Rasulullah Efendimiz yine başka bir
hadislerinde pırlanta ashabını şöyle tezkiye eder:
“Ümmetimin en hayırlıları benim aralarında
peygamber olarak gönderildiğim bu nesildir. Sonra onlardan sonra gelecek
olanlar, sonra onlardan sonra gelecek olanlardır.”
Râvi diyor ki, “üçüncü nesil zikredildi mi,
edilmedi mi bunu en iyi bilen Allah’tır.” Sonra şöyle buyurdu:
“Sonra onların
yerine şişmanlığı seven ve şâhitlik etmeleri istenmeden önce şâhitliğe koşan bir
topluluk gelecektir.”
(Müslim, Fezailü’s-Sahâbe
214)
Abdullah bin Ömer efendimiz de Allah
onlardan razı olsun der ki:
“Her kim
birilerine uymak isterse Muhammed’in (a.s.) ashabına uymaya baksın. Çünkü onlar
bu ümmetin en hayırlıları idi. Kalpleri en iyi, ilimleri en derin, buna karşılık
kendilerini gereksiz külfete sokmaktan en uzak kimselerdi. Rabbimizin
peygamberinin sohbetine seçtiği bir topluluktu onlar. Kâbe’nin Rabbi olan Allah
hakkı için onlar dosdoğru bir hidâyet üzere
yürüyorlardı.”
Kur’an-ı
Kerîm insanlığın ilk atası Hz. Adem’den bu yana insanlığın üç dönem yaşadığını
haber vermektedir. Hz. Mûsâ’ya (a.s.) Tevrat’ın indirilmesinden önceki döneme
ilk dönem, “Kurûnü’l Ûlâ”, denizin yarılıp da İsrail oğullarının Firavunun
zulmünden kurtulup Firavun ve hempalarının helâkinden sonra Hz. Mûsâ’ya
Tevrat’ın verilmesiyle başlayan ve tüm peygamberlerinin hükümlerinin toplandığı
Rasulullah efendimizin dönemine kadar ki zamana da “Kurûnü’l Vus-ta”, orta
dönem, Rasulullah efendimizin zuhurundan yahut da hicretten sonraki döneme de
“Ahir Zaman” denmiştir. İşte Rabbimizin üzerine yemin ettiği asr, asr-ı
saadettir.
Buradaki
asr, ikindi vaktidir. İkindi vaktine ve ikindi namazının önemine dikkat
çekilmiş. Günün son dönemleri hâlâ kâra geçememiş, günün son fırsatını da
değerlendiremeyip evine eli boş dönen bir insanın kaybı anlatılmaktadır. Veya
insanın ömrünün ikindi dönemine dikkat çekiliyor. Ömrün son dönemlerine ve kayıp
ya da kazanç açısından bu dönemin değerlendirilmesi gerektiğine işaret ediliyor.
Ahir zaman dediğimiz Rasulullah efendimizin dönemi ikindi vaktine misâl
getirilmiştir. Hz. Adem’le başlayan dünyanın tüm ömrünü bir gün kabul edecek
olursak Rasulullah efendimiz ve ondan sonraki dönem ikindi vakti
gibidir.
Buhârî’de
Rasulullah efendimizin şöyle bir rivâyeti vardır:
“Sizden evvel geçmiş ümmetlere nisbetle
sizin ömrünüz ikindi namazıyla güneşin gurubu arasıdır. Sizin misâliniz sizden
öncekilere nisbetle bir adamın misâline benzer ki bir ücret tayin etmiş:
Sabahtan öğleye kadar kim çalışırsa bir kırat demiş. Yahudi çalışmış ve bu ecri
almış. Sonra öğleden ikindiye kadar kim çalışırsa bir kırat demiş. Hıristiyan
çalışmış ve bu ecri almış. Sonra da ikindiden akşama kadar kim çalışırsa iki
kırat demiş. Siz çalışmış ve bu ücreti
almışsınız.”
Evet, asr
ile bütün bunlara dikkat çekilmiş. Öyleyse Allah’ın bize lütfettiği zamanı nasıl
kullandığımıza dikkat edeceğiz. İmtihanımız için Rabbimizin bize lütfettiği bu
sermayemizi nerelerde kullandığımızı çok iyi düşüneceğiz. Hani pazarda kar satan
birisi ağlıyormuş. Hava ısınıp ta güneşin altında buzları erimeye başlayınca:
“Ey insanlar! Ne olur, Allah aşkına sermayesi erimekte olan kardeşinize yardım
edin! Alın da bir an evvel sermayemin eriyip gitmesinden beni kurtarın”
di-yormuş. İşte şu anda aynen bizim durumumuz da budur. Rabbimizin imtihan için
bize tanıdığı bu süre gelip geçmektedir. Her an sermayemiz eriyip gitmektedir.
Bizim de sermayemiz olan ömrümüz, nefeslerimiz eriyip tükenmektedir. Unutmayalım
ki ömrümüzden sarf ettiğimiz her bir nefes ya bize imtihanı kazandıracak,
Rabbimizi razı edecek bir kulluğa harcanmaktadır, ya da boşa gitmektedir. Eğer
boşa harcanmışsa elbette bu bir ziyândır.
Selefimiz
gerçekten vaktin kıymetini çok iyi bilmişler ve onun nasıl değerlendirilmesi
gerektiği konusunda bize örnekler vermişlerdir.
Tâbiînden
Amr ibni Abdi’l Kays kendisine çok lüzumsuz sorular soran ve kendisiyle uzunca
bir süre ilgilenmesini isteyen birisine diyor ki: “Arkadaş, güneşi tut da
seninle öyle konuşayım. Güneşin zimâmını tutup zamanı durdurabilirsen seninle
böyle boş şeyleri konuşabilirim.”
Yine
bakın Buhârî’nin şeyhi Muhammed ibni Selâm bir gün hocasının önünde not tutarken
kalemi kırılır. Hemen bağırarak: “Arkadaşlar! Bir dinara bir kalem alıyorum! Yok
mu bana bir dinara kalem satacak?” deyince bunu duyanlar kendisine kalem
yağdırırlar. O anda bu Müslümanın gerçekleştirdiği bu cömertçe harcama vaktin
kıymetini bilmekten ve hocasının anlattıklarını kaçırma korkusundan
kaynaklanıyordu.
Yine
büyük müfessir, muhaddis ve tarihçi İbni Cerir et-Taberî vaktin kıymetini çok
iyi bilenlerdendi. Bir gün arkadaşlarına der ki: “Dünya tarihini yazmak için
yeterli güce sahip misiniz?” Onlar: “Bu iş ne kadar tutar?” diye sorarlar. İbni
Cerir: “Takriben üç bin sayfa civarında” deyince arkadaşları: “Buna ömür yetmez”
derler. İbni Cerir etrafındakilerin bu gayretsizliğini görünce üç bin sayfa
yazdırabilmiştir. Bu zâtın buluğ çağıyla vefatı arasında yazdığı eserlerinin
sayfası tam üç yüz elli dokuz bin sayfadır. Tarihi 11 cilt, tefsiri de 30
cilttir.
Allah’ın
bize lütfettiği vaktin kıymetini bilmek ve onu boş şeylere harcamamak
zorundayız. Aklı başında bir Müslümanın kesinlikle lüzumsuz şeylere harcayacak
vakti yoktur. Bakın Allah’ın Resûlü İbni Abbas’ın (r.a.) rivâyet ettikleri bir
hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:
“İki
nîmet vardır ki insanların pek çoğu onların kadrini kıymetini bilme noktasında
aldanıyorlar. Bunlardan birisi sağlık, ötekisi de boş
vakittir.”
(Buhârî, Rikak: 1) (R. Salihin 99 No.
hadis)
Öyleyse
bir günlük hayatımızı bir düşünelim. Veya bir ömür boyu yaptıklarımızı bir
düşünelim. Ne kadarını kulluğa harcayıp değerlendirebildik? Ne kadarı dolu, ne
kadarı boş bir düşünelim. Meselâ bir ilkokul diyoruz, beş yıl harcıyoruz, dönüp
bir bakıyoruz ki bomboş. Yani mübâlağa yapmıyorum, inanın orada öğrendiklerimiz
beş haftaya sığabilecek şeyler. Ondan sonra yaptıklarımızı düşünelim. Hayatın
tümünü düşünelim. Günlük ve gecelik yaptıklarımızı düşünelim. Acaba bu
yaptıklarımızın yaptırıcısı kimdi de yaptık? Allah dedi diye mi yaptık? Yoksa
toplum öyle istedi diye mi? Çevremiz bundan razıdır diye mi? Ya da âdetler veya
Zerdüşt böyle buyurdu diye mi yaptık? Tüm yaptıklarımızı bir düşünelim. Neyle
geçti bizim ömrümüz? Oturamayacağımız evler, yiyemeyeceğimiz paralar toplamakla
mı geçti? Eğer böyleyse tüm hayatımız boşa gitmiştir Allah korusun. Unutmayalım
ki zamanın bizim amellerimizle ilişkisi tarlanın ekinle, ürünle ilişkisinden
farksızdır. Ürün elde etmek için nasıl tarlaya ihtiyaç varsa, Cennet kazanacak
ameller işleyebilmek için de zamana ihtiyaç vardır.
Neyle
geçirdik ömrümüzü? Müzik dinleyerek mi? Kaldırım çiğneyerek mi? Ekran başında,
akvaryum önünde mi? Aynanın önünde mi? Panayır veya piknikte mi? Oya için, boya
için mi? Para, pul peşinde mi? Yoksa kendisine kulluk yapmaya çalıştığımız
çevrenin alkış tufanları arasında mı? Veya kulluğa râci olmayarak, amele
müstenit olmayarak gayri dini ilimlerde tefekkuh adına mı çırpındık? Öyleyse
eyvaaah bize! Vaah bize! Yuh bize! Hüsran bize! Kayıp
bize!
Allah’ın imtihan adına kendilerine
verdiği zamanı, fırsatları değerlendiremeyenler, Allah’la karşı karşıya
geleceklerini hesap etmeyenler, yaşadıkları bu hayatın sonunda hesaba
çekileceklerini ummayanlar, Allah’a kavuşup onun sorgulamasıyla karşı karşıya
geleceklerine inanmayanlar, dünya hayatına razı olanlar, dünyayı tatminkar
bulanlar, dünyanın ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini
duymayanlar, varsa da yoksa da yaşadığımız şu hayat vardır, burada kam almaya
bakalım diyenler, yaşadıkları hayatlarında âhiret inancının kokusu bile
olmayanlar, işte hüsrana mahkum olanlar bunlardır. İşte eli boşa çıkanlar,
kaybedenler bunlardır. Hasret çekenler bunlardır. Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar
olsun bize! Yuh olsun bize! Vah orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim
anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bi-zim hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah
yapmamamız gerekirken yaptıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken
yapmadıklarımıza! Eyvah öldürdüğümüz fırsatlarımıza! Eyvah boşa harcadığımız
zamanlarımıza! diyerek dövünecekler, kaybettikleri fırsatlarından ötürü hasret
çekecekler.
Öyleyse
zamanın kıymetini bilelim. Kimi kâfirlerin yaptıkları gibi zamanın sahibini
diskalifiye ederek, zamanı putlaştırıp Allah yerine ikame ederek veya zaman
içinde başımıza gelenler konusunda zamana küfrederek ya da ibnu’z zaman
kesilerek, yani zaman içinde kâm alarak, gününü gün ederek kendi kendimizi
hüsrana mahkum etmeyelim. Kimi kâfirlerin zamanı Allah yerine ikame ederek
Allah’ı diskalifiye edişleri şöyle anlatılır:
“Hayat ancak bu
dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zamanın geçişi yokluğa
sürükler” derler. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece böyle
sanırlar.”
(Câsiye 24)
“Yaşadığımız hayat budur. Yeryüzünde belli bir süre
yaşayacak, sonra da tıpkı diğer varlıklar gibi ölüp, yok olup gideceğiz. Ve bizi
ancak zaman helâk ediyor. Bizi yenen, bizi yıkan, bizi yere vuran zamandır. Biz
zamanla başedemiyoruz. Zaman bizim defterimizi dürüyor. Bizi ihtiyarlatan
zamandır. Zaman bizim gücümüzü zayıflatıyor. Zaman bizi mahvediyor. Eğer bizim
belimizi büken bu zaman olmasaydı, eğer bu alçak zaman bizi yiyip bitirmeseydi
bu dünya hayatında ebediyen yaşayıp gidecektik. Hiç kimse bizim karşımıza
çıkamayacak, hiç kimse bizim hakkımızdan gelemeyecekti,”
diyorlar.
Bizi
yaratan ve öldüren Allah’ı diskalifiye ederek işi zamana yüklemeye çalışıyorlar
alçaklar. Çünkü hayat ve ölümde etkili olarak Allah’ı kabul ettikleri zaman
hayatları değişecek. O zaman âhiret, hesap, kitap gündeme gelecek, düşünceleri,
hayatları değişecek, zevkleri kaçacak, iştahları gırtlaklarında düğümlenecek. O
zaman şu anda işledikleri suçların hiçbirisini işleyemeyecekler. O zaman şu anda
yaşadıkları hayat programlarını gözden geçirmek zorunda kalacaklar. O zaman
zulmedemeyecekler, o zaman öldüremeyecekler, o zaman kan
içemeyecekler.
Bir de
yine zamana küfredenlerle alâkalı Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde şöyle bir
hadis biliyorum:
“Dehire (zamana) küfretmeyin, çünkü dehir
Allah-tır.”
(Ahmed ibni Hanbel 5/299)
Hayatı
böyle değerlendiremeyenler kaybetmişlerdir. Ama elbette bunun istisnası da
vardır. Herkes ziyânda değildir.
Burada
tüm insan cinsinin ziyanda olduğu, zararda olduğu anlatılıyor. Bu ziyan ısrarla,
yeminle de pekiştiriliyor. Bunun sebebi nedir acaba? Niye bir yeminle gündeme
getiriliyor bu konu? Bunun sebebi dün de, bugün de insanlardan pek çoğu maalesef
bundan sonraki bölümde istisna edilen dört özellikten, dört sıfattan
gafildirler. İman, salih amel, hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye diye Rabbimizin
tarif buyurduğu vasıflardan uzaktırlar. Hattâ insanların büyük bir çoğunluğu şu
anda ısrarla dünya mutluluğunu, dünya saadetini bu dört özelliği terkte,
bunlardan uzak bir hayat yaşamakta görüyorlar. Dinden, imandan, Allah’a kulluk
kayıtlarından kurtulup özgürce bir hayat yaşayarak, diledikleri her şeyi yaparak
bu dünyada mutlu olacaklarına inanmaktadırlar. Onun içindir ki kullarını
kullarından daha iyi tanıyan Rabbimiz böyle bir yeminle, böyle genel bir
ifadeyle meselenin ciddiyetine vurgu yapıyor.
Evet tüm
insanlar hüsrandadır, tüm insanlar helâkte ve kayıptadır. Hüsran, hasret,
haserât aynı köktendir. İyi bir hayat yaşadığını, iyi şeyler yaptığını, kârda ve
kazançta olduğunu zannederken yarın bu yaptıklarının tümünün boşa gittiğini,
sonunda eline hiçbir şeyin geçmediğini gören insanın hasreti, yıkılışı, kaybı,
ziyanı, iflası anlatılıyor.
Peki
acaba bu kayıp, bu ziyan sadece âhiretle mi ilgilidir? Yok-sa sadece dünyayla mı
sınırlıdır? Hayır, bildiğimiz o ki, bu hüsran ne sadece dünyayla sınırlıdır, ne
de sadece âhiretle. Her ikisiyle de alâkalı bir kayıp, bir ziyandır bu Allah
korusun. İnsan, hangi coğrafyada, hangi zaman diliminde ve hangi konumda olursa
olsun şu aşağıda sayılacak özelliklere sahip değilse kesinlikle hem dünyasını,
hem âhi-retini kaybetmiştir. Dünyada da, âhirette de ziyana uğramıştır. Neymiş o
özellikler?
Bu
bedbahtlık ve hüsrandan istisnalar da vardır. Şu dört vasfın sahipleri bundan
müstesnadır. Onlar dünyada da ukbâda da hüsrana uğramayacaklar, kaybedenlerden
olmayacaklardır. Nedir bu özellikler? Kimdir bu hüsrandan kurtulanlar?
1. Îman
edenler,
2. Bu
îmanlarını amele dönüştürüp hayatlarında görüntülemek üzere îmanlarının gereği
olan salih amel işleyenler.
3.
Birbirlerine hayrı vasiyet edenler, hayırla vasiyetleşenler, hayrı tavsiye
edenler.
4.
Birbirlerine sabrı tavsiye edenler. İşte kurtulanlar, işte kazananlar, işte
hüsrandan, kaybetmekten kurtulanlar bunlardır.
Dört
sıfat sayıyor Rabbimiz. Bunlardan ilk ikisi mü’min olabilmenin şartıdır, son
ikisi de mü’min kalabilmenin şartıdır. Mü’min olabilmek için Allah’a, Allah’tan
gelenlere Allah’ın istediği biçimde inanmak ve bu îmanlarımızı amele dönüştürmek
zorundayız. Mü’min kalabilmek için de hakkı ve sabrı tavsiye etmek, yani emr-i
bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yapmak zorundayız. Bu son iki vazife ihmal
edildiği zaman bizim Müslüman kalmamız mümkün değildir. Âl-i İmrân sûresinde de
Rabbimiz Müslümanları anlatırken bizim ilk vasfımız olarak bunu
zikretmektedir.
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden,
fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir
ümmetsiniz.”
(Âl-i İmrân 110)
Dikkat ediyor musunuz? Rabbimiz bizim
özelliklerimizi sayarken insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olduğumuzu
haber verdikten sonra bu üstünlüğümüzün birinci sebebi olarak önce iyiliği
emreder, kötülükten men edersiniz, buyuruyor. Sonra da Allah’a îman edersiniz
buyuruyor. Demek ki ilk şart budur. İlk şart, iyiliği emredip kötülüklerden
menetmektir. Zira bu görev ihmal edilirse, toplum bozulursa, İslâm’ın yaşanacağı
ortam oluşmazsa, Müslümanca bir toplum oluşturulmazsa İslâm yaşanmaz, îman
yaşanmaz. Demek ki İslâm’ı yaşamanın ilk şartı budur. Bu vazife ihmal edilir de
toplum İslâm’ı yaşamaya müsait olmaktan çıkarsa, o zaman belki biz fert olarak
inanabiliriz ama eğer inanmayanları veya az inananları düzeltemezsek, biz de
İslâm’ı yaşayamayız. Kaldı ki bizim îmanlarımızı, inançlarımızı yaşamamız demek,
namaz kılın emrine imtisâl, oruç tutun buyruğunu icra ve emr-i bi’l maruf yapın,
münkerden nehy edin emrine imtisâldır. Buna imtisâl edip yerine getirirsek biz
İslâm’ı yaşıyoruz demektir.
Bu dört sıfatın sahipleri kurtuluşa
erenlerdir:
1. İman: Allah’a ve Allah’tan
gelenlere Allah’ın istediği biçimde îman edenler
kurtulmuştur.
İman edenler, Allah’a ve Allah’tan
gelen hayat programına Allah’ın istediği biçimde îman edenler. Dikkat ederseniz
ilk kriter îmandır. Değilse zenginler demiyor Allah. Profesörler, fabrikatörler,
krallar, beyler, paşalar, devlet başkanları, erkekler, kadınlar, uzun boylular,
kısalar, filan millete mensup olanlar, falan aileden, filan soydan gelenler,
köle olanlar, efendi olanlar, işçi olanlar, patron olanlar değil. Peki ne ya?
Îman edenler… Allah’a, Allah’ın istediği şekilde îman edenler. Allah’tan gelen
hayat programı olan kitaplara onlarla hayatlarını düzenleme adına îman edenler.
Allah’ın elçilerine onları örnek almak, onları adım adım takip etmek ve hayatın
her bir biriminde onlar gibi yaşamak üzere îman edenler. Peygamberlerin
örnekliliklerine îman edenler. Allah’ın elçileri vasıtasıyla hayatlarına
karıştığına ve Allah’ın elçilerinin getirdikleri istikâmetinde bir hayat yaşamak
zorunda olduklarına îman edenler.
Allah’a,
Allah’ın istediği biçimde îman edeceğiz. Allah’tan gelenlerin tümüne îman
edeceğiz. Allah’a îman, Allah’tan gelenlerin tümüne îman demektir. Allah’a îman,
Allah’ın hayata karışacağına îman demektir. Allah’a îman, onun Rab, Melik ve
İlâh oluşuna îman demektir. Allah’a îman, Allah’ın emir ve yasakları
çerçevesinde bir hayat yaşamaya îman demektir. Allah’a îman, Allah’ın hayata
karışacağına îmandır. Allah’a îman, Allah’ın hayatı düzenlemek üzere hayat
programı gönderdiğine îmandır. Allah’a îman, Allah’ın belirlediği hayat
programına îman demektir. Allah’a îman, kişinin boynundaki kulluk ipini yalnız
Allah’ın eline vermeye îmandır.
Öyle bir Allah’a inanacağız ki
melekleri, Peygamberleri, Kitapları olan bir Allah. Melekleri vasıtasıyla
sürekli bizimle diyalog halinde olan, yaptığımız her şeyi gören, bilen, kontrol
eden bir Allah. Peygamberleri vasıtasıyla bize bizden istediği kulluğu
örnekleyen, kitapları vasıtasıyla bize hayat programı gönderen bir Allah. Bize
gönderdiği kitaplarında kendisini bize nasıl tanıttıysa öyle bir Allah’a
inanacağız. Yeryüzünde ortağı, benzeri olmayan, hayatın tümünde mutlak hâkimiyet
ve otorite sahibi bir Allah’tır bu. İşte böyle kitabında kendisini bize nasıl
tanıtmışsa, öyle bir Allah’a îman edeceğiz. İlk şart işte budur.
2. Salih amel.
Yani bu îmanın hayata aktarılması, îmanın görüntülenmesi, îmanın yaşanması adına
salih amel işlenecek. Bunu, bu îmanı söz planında bırakmayarak eyleme
dönüştürenler, imanlarını pratiğe dökenler. Fıtratlarına ve yaratılışlarına
uygun, Allah’ın razı olduğu ve emrettiği ameller işleyenler. İşte böyle olanlar
kurtulacaklardır, diyor Rabbimiz. İşte böyle olanları Allah rahmetine katacak ve
hüsrandan kurtaracaktır. Rabbimizin rahmeti hem dünyada, hem de âhirette onları
çepeçevre kuşatacaktır. Biz biliyoruz ki Rabbimiz herkesin Rabbidir aslında. Ama
bu mü’minler yeryüzünde yaşadıkları sürece Rablerine, Rablerinin istediği
biçimde inanmışlar, Rablerini Rabb bilmişler, O’nun hayat programını
uygulamışlar, yaptıklarını O’nun hatırına yapmışlar, yapmadıklarını O’nun
hatırına terk etmişlerdir.
Kim îman eder ve salih amel işlerse,
kim yarayışlı amellere koşarsa o mutlaka kurtulacaktır. Salih amel, fıtrata
uygun amel demektir. Salih amel, Allah’ın razı olduğu, sevdiği ve emrettiği
ameldir. Salih amel, Rasulullah Efendimizin hayatında var olan, yani sünnete
uygun olan ve kesinlikle Allah için yapılmış amel demektir. Salih amel, salih
bir îmandan kaynaklanan ameldir. Gayri salih amel de îmandan kaynaklanmayan ya
da gayri salih bir îmandan kaynaklanan ameldir. Salih amel, yaptırıcısı Allah
olan amel, gayri salih ameller de yaptırıcısı Allah’tan başkaları olan
amellerdir.
Eğer yapılan bir amel Allah ve
Resûlü’ne itaat adına değilse, Allah ve Resûlü’ne itaatten kaynaklanmıyorsa o
amel boştur. Yani ya-pılan bir amelin yaptırıcısı Allah ve Resûlü değilse o amel
boştur.
Öyleyse Müslüman yaptığı
her bir ameli Allah ve Resûlü’ne dayandırmak zorundadır. “Bunu bana Allah
emretti. Bunu benden Rasulullah istedi. Ben bunu Allah’ın kitabından aldım, ben
bunu Rasulullah’ın sünnetinde gördüm. Ben bu amelin şeklini, biçimini, zamanını,
miktarını ve usulünü Rasulullah’ın hayatında gördüm, bunu benim örneğim bana
böylece örnekledi” diyerek, amellerini dedikoduya, filan veya falanlara
dayandırarak değil, Allah ve Resûlüne, Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine
dayandırarak işleyen kişinin ameli salih bir ameldir.
Demek ki
bir amelin Allah katında makbul salih bir amel olabilmesi için iki şart vardır.
Bir o amel Allah için, Allah’a ve Resûlü’ne itaat için yapılacak, yani niyet
sahih olacak, amelin yaptırıcısı Allah ve Resûlü olacak, ikincisi de o amelin
Kitap ve sünnette yeri olacak. Bu iki şart yoksa, yani amel Kitap ve sünnette
yoksa veya Kitap ve sünnette var ama Allah ve Resûlü’ne itaat adına
yapılmamışsa, o amel salih bir amel değildir. Allah ve Resûlü’nün istediği,
Allah ve Resûlü-nün belirlediği bir amel de olsa, yapılan amel Allah ve
Resûlü’ne itaat adına değil de başka sebeplerle işleniyorsa, bu amel de boştur.
Meselâ çıkar adına, menfaat adına yapılan ameller,
toplum, çevreyi memnun etme adına yapılan ameller, moda böyle istiyor diye,
âdetlere karşı gelmeyelim diye, amirim, müdürüm, devletim bundan razıdır diye,
tâğutlar böyle istiyorlar diye yapılan ameller boştur. Hattâ Allah’ın Resûlü
kişinin kendisiyle Allah’ın rızasını kazanabileceği bir ilmi Allah rızasından
başka, kulluk düşüncesinden başka bir sebeple, meselâ dünyalık adına, doktora,
diploma, kitap yazma, bilir desinler adına, sosyal statü kazanma adına öğrenmeye
çalışırsa bu kişinin cenneti
kaybedeceğini anlatır.
Evet,
îmanla birlikte amel işleyenler, îmanlarını amele dönüştürenler kurtulacaktır.
Değilse sadece îman yetmeyecektir. Mücerret bir îmanı Allah asla kabul
etmeyecektir. Çünkü îman; kalbin, lisânın ve fiilin tasdikidir. Yani bir hükmün
icabını fiilen icra etmekle olur bu tasdik. Eğer bilmekle îman aynı şey olsaydı,
o zaman tüm ehl-i kitap mü'min olurdu.
“Kendilerine kitap
verilenler, hakkı, avuçlarının içini bildikleri gibi bilirler.”
(Bakara: 146)
Eğer sadece dil ile ikrar îman olsaydı, o
zaman tüm münâfıklar da mü'min sayılırdı. Çünkü onlar da dilleriyle
inandıklarını söyleyerek kalplerinde olmayanı ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
Öyleyse îmanla birlikte amel de gündeme gelecek, o zaman kurtuluş söz konusu
olacaktır.
İman
etmeyenler, hayatlarını îman kaynaklı yaşamayanlar, hayatlarını îmanlarıyla
düzenlemeyenler, îmanlarını hayatlarında görüntülemeyenler hüsrana mahkum
olanlardır. Nefislerini ziyân edenler, kendilerini harcayanlar, sermayelerini
kötüye kullananlar, iradelerini, akıllarını, istidat ve kabiliyetlerini sui
istimal edenler, zamanlarını, imkânlarını, fırsatlarını kötüye kullananlar var
ya, işte bunlar kendilerini kaybetmişlerdir. Kendisini kaybeden bir insan bir
şey kazanabilir mi? Bunlar sermayelerini kaybetmiş insanlardır. Sermayeyi
kaybeden birinin kâr etmesi düşünülebilir mi? Fıtrî olarak Allah’ın kendilerine
verdiği verici ve alıcı cihazları bozulmuş insanlardır bunlar. Hâsılı bozuk para
gibi kendilerini harcamış insanlardır bunlar. Kendilerini İlâhî rahmetten
uzaklaştıranlar ve böylece kendilerine yazık ederek vücutlarını cehenneme
ipotekleyenler kaybetmişlerdir.
Şurasını
hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız ki kâr ya da zarar dünya hesabına göre
yapılmaz. Kâr ve zarar, âhiret hesabına göre yapılmalı, cennet ve cehennem
hesabına göre yapılmalıdır. Öyleyse ey Müslümanlar! Ey insanlar! Kârınızı,
zararınızı dünya hesabına göre yapmayın. Dünyada mal-mülk sahibi olunca, dünyada
filan ya da falan makama gelince kazandık zannetmeyin. Çok paraya sahip olunca
kazandık zannetmeyin. Şunu kesinlikle bilin ki, kişi dünyada neye sahip olursa
olsun, hangi mülke, hangi makama, hangi saltanata sahip olursa olsun îman
etmemişse kesinlikle kaybetmiştir.
Bu
kayıptan kurtulanlar inanan ve inancını bizzat yaşayanlar, sonra
da:
Birbirlerine
hakkı vasiyetleşirler, hakkı tavsiye ederler ve sabrı tavsiye ederler.
Kendilerini Müslümanlaştırıp cennet yolunda tuttukları gibi en yakınlarından
başlamak şartıyla çevrelerini de Müslümanlaştırıp onları da cennete götürmenin
kavgasını verirler. Öyle güzel bir ha-yat yaşarlar ki, arkalarında kendilerini
takip edecek, nesillere hakkı ve hak yolu miras bırakırlar. Kendi
teslimiyetlerini başkalarına da vasiyet ederler. Lokman’ın (a.s.) ve İbrahim’in
(a.s.) kendi teslimiyetlerini çevrelerinden istedikleri
gibi:
“Ey Oğulcuğum! Namaz
kıl, uygun olanı buyurup fenalığı önle, başına gelene sabret; doğrusu bunlar,
azmedilmeğe değer işlerdir.”
(Lokman 17)
Bu
kurtulan mü’minler, çevrelerindeki kardeşlerine hakkı tavsiye ederler. Peki hak
nedir? Hak, Allah’tan gelendir, Allah’ın
gönderdikleridir. Hak, babamın bildiği, efendimin tasdik ettiği, toplumun
öngördüğü, insanların benimsediği, hocaların yazdıkları, Avrupa’dan gelen,
A.B.D.’nin dediği değil, Allah’tan gelendir. Hukuk Allah’ın hukukudur, yasa
Allah’ın yasasıdır. Hak, Allah’tan gelen yani vahye mutâbık olan gerçektir.
“Hak Rabbindendir. O
halde sakın şüphe edenlerden olma!”
(Bakara:
147)
Hak
kelimesi kitabımızda çok geçer. Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi hak,
yasaları hak, sistemi hak, yolu hak, cennet hak, cehennem hak, sırat hak, terazi
hak, Mizan hak, kısacası hepsi haktır.
“Haktan başka sadece
dalalet vardır.”
(Yunus: 32)
Eğer
hakkı Allah’ın gönderdiklerinin dışında görürseniz, Allah’ın vahyinin ötesinde
hak peşine düşerseniz, problemlerinizin çözümünü bu kitabın dışında ararsanız,
başka yerlerde ararsanız, mutlaka bâtıla düşmek zorunda kalacaksınız.
Yalnız Allah’ın indirdiği haktır. Ona
muhalefet eden her şey bâtıldır ve sapıklıktır. Tüm insanlık bir şey üzerinde
toplanıp bu haktır deseler de şâyet, o Allah’ın indirdiğine ters düşüyorsa
bâtıldır. Allah’ın indirdiğinin dışında hak yoktur, Allah’ın indirdiğinin
dışında hüküm de yoktur. Bu hak hüküm ortaya konulmadıkça da insanlar arasındaki
ihtilâfların bitmesine de imkân ve ihtimal yoktur. Allah’ın hak olarak
indirdikleriyle hükmetmedikçe de yeryüzünde asla salah olmayacaktır. Yeryüzünde
sulh ve sükûn asla gerçekleşmeyecektir. İhtilâfları çözecek bir tek yol, bir tek
kaynak vardır. O da Allah’ın yeryüzünde ihtilâfları çözmek üzere indirdiği
kitaptır.
O
mü’minler ki hakkı sadece Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetine görüp insanları
buna çağırırlar. Kendileri Kitap ve sünnetin ortaya koyduğu hakka inandıkları
gibi, başkalarını da bu hakka çağırırlar. İnsanlara Kitabı ve sünneti tavsiye
ederler. Kurtuluş buradadır, başka her şeyi bırakın buna sarılın diyerek hakkı
vasiyetleşirler.
Hak,
Allah’tan gelendir. Namaz haktır, oruç, hac, tesettür, infak, cihad haktır.
Müslümanca bir hayat, haktır. Kitap ve sünnete dayalı bir hayat haktır. İşte
kurtuluşa erenler insanları buna çağırırlar, insanlara bunu tavsiye
ederler.
Bir de
onlar insanlara sabrı tavsiye ederler. Allah’a kulluk yolunda hem kendileri
sabrederler, direnirler, dayanırlar hem de kardeşlerine bu konuda sabır tavsiye
ederler, sabırda vasiyetleşirler.
Beled’de
Akabe’yi ikdiham edip göğüsleyenlerin de bu özelliklere sahip kimseler oldukları
anlatılıyordu. İslâm’da, kullukta insanların genellikle yan çizdiği, aşamadığı o
en zor geçidi aşanlardan söz ederken, inananlar ve inananlarla beraber olanlar,
mü’minlerin safında hareket edenler, sabredenler, sabrı tavsiye edenler ve
sabredenlerle beraber olanlar diyordu ya, işte burada da hemen hemen aynı şeyler
söyleniyor.
İnsan,
sûrenin evvelinde anlatılan ilk iki şartı yerine getirip de Allah’a, Allah’tan
gelenlere, Allah’ın istediği biçimde îman edip bu îmanını yaşamaya başladı mı,
yani îmanının gereği olan salih amelleri işlemeye başladı mı, gerek şeytandan,
şeytan dostlarından, gerek ailesinden, akrabalarından, gerekse toplumundan onun
başına bir şeyler gelecektir. İşte böyle bir durumda kişinin yapması gereken
sabırla dayanmak, direnmek ve kulluğundan vazgeçmemektir.
Rabbimiz
sanki burada diyor ki, “Kulum! İman edip îman kaynaklı bir hayat yaşamaya
başladığın anda senin yardıma ihtiyacın olacak, yardıma muhtaç olacaksın. Yani
benim senden istediğim îmanı ve bu îmana dayalı bir hayatı yaşama konusunda,
gerek bunu başkalarına deme ve gerekse kendin yapma konusunda yardıma muhtaç
olacaksın. Bu durumda sabırla benden yardım istemelisin, sabretmelisin ve
sabredenlerle beraber hareket etmelisin. Kendin sabrettiğin gibi, bu durumdaki
kardeşlerine de sabrı tavsiye etmeli ve onların yanında olmalısın. Çünkü
Allah’ın yardım kapılarının anahtarı sabır ve namazdır.”
Sabır, direnç veya dayanmak demektir. Sabırlı olmak
demek bıkmamak, usanmamak demektir. İbadetten bıkmamaya, günahtan kaçınmaya
devam etmek sabırdır. Allah’ın nasıl isterse bizi öylece imtihan ettiğine,
edeceğine, gönderilen sorular istikâmetinde Allah’a kulluk etme şuurunun
devamına da sabır diyoruz. Bazen yangınla, bazen hastalıkla, bazen zenginlik,
bazen fakirlikle, nasıl isterse öylece imtihan edeceğine îman etmek sabırdır.
Bazen Müslümanların zafiyetleriyle, bazen kâfirlerin gücüyle, bazen zaferle,
bazen yenilgiyle, bazen Bedir’le, bazen Uhut’la imtihan eder Allah. Biz de o
konuda sabredeceğiz. Yani o konuda nasıl kulluk etmemizi istiyorsa, öylece
kulluk edeceğiz. Sabır, insanın vücudundaki baş mesabesindedir. Başı olmayan bir
bedenden nasıl ki hayır beklenmezse, sabrın kontrolünde olmayan bir îmanda da
bilelim ki hayır yoktur. Sabır çok önemlidir İslâm’da:
Allah
düşmanlarıyla, İslâm düşmanlarıyla mücâdele konusunda sabır, itaate devamda
sabır, namaz, abdest, infak, ilim, cemaate devam, emr-i bi’l marufa devamda
sabır, masiyetlerden içtinaba sabır, zina içki vs.’den kaçınmaya sabır…
Hikmetini bilmediğimiz belâ ve musîbetlere, olaylara sabır… Çünkü yaşadığımız
hayatta insanın başına bir şeyler gelebilir. Bunlara belâ diyoruz. Belâ, imtihan
vesilesi olan şeydir.
İşte
böyle durumlarda sabreden, döneklik yapmayan, yılmadan yoluna devam eden ve
sürekli çevresindeki Müslüman kardeşlerine de sabrı tavsiye eden, “dünya bu,
olacak bunlar kardeşim, dayan kardeşim, bugünler geçer kardeşim, Allah’ın
yardımı yakındır, Allah’ın rızası ve cenneti sizi bekliyor kardeşim” diyerek
Allah kullarına dayanmayı, direnmeyi tavsiye edenler kurtuldu, diyor
Rabbimiz.
Öyleyse,
Rabbimizin uyardığı hüsrandan kurtulmak istiyorsak, dünya ve ukbâda eli boşa
çıkıp kaybedenlerden ve sonunda cehenneme yuvarlananlardan olmak istemiyorsak,
bu mübarek sûrede hayatın tümünü özetleyen bu dört hususa çok dikkat
edeceğiz.
Zamanın
imtihan için verilmiş bir sermaye olduğunu bir an bile hatırımızdan
çıkarmayacağız. Alıp verdiğimiz her nefesimizi, yaşadığımız her saniyemizi
kulluğa çevirip kazanmaya çalışacağız. Değilse bunun şuurunda olmadan
geçirdiğimiz her bir saniyemizin bizim için kayıp olduğunu unutmayacağız. Bunun
için de Allah’a, Allah’tan gelen hayat programına, Allah’ın istediği ve razı
olduğu biçimde îman edecek ve bu îmanlarımızı söz planında, iddia planında,
gösteri planında bırakmayarak amele dönüştüreceğiz. İnandık dediğimiz her
konunun amelini de gündeme getirecek ve hayatımızı onunla düzenleyeceğiz. Sonra
kendimizi Müslümanlaştırıp kurtardığımız gibi, çevremizdeki Allah kullarını da
Müslümanlaştırıp hüsrandan, kayıptan ve cehennemden kurtarmanın kavgasını
vereceğiz. Onlara hakkı, hayrı, sabrı tavsiye edeceğiz.
Ama tabi sadece dille söylemek değil, irşad ederek, yol
göstererek, sevdirerek, öğreterek, teşvik ederek, hediye vererek, evine giderek,
işini görerek, borcunu ödeyerek, para vererek, cesaret vererek, yanında olarak,
yardımında olarak ve onu yalnız bırakmayarak bu işi sürdürmek zorundayız. Eğer
böyle bir hayat yaşarsak, Allah müjdesiyle mutlaka kurtulanlardan olacağız.
Değilse ebediyen kaybedenlerden olmaktan kurtulamayacağız. Rabbim hepimizi böyle
bir âkıbetten korusun. Velhamdü lillahi Rabbi’l âlemin.
allah razı olsun hocamdan ve site sahiplerinden
YanıtlaSilallah razı olsun
YanıtlaSilMükemmel bir yorum sebep olandan Rabbim sonsuza kadar razı olsun.
YanıtlaSilAllah razı olsun mekanı cennet olsun Allah rahmet eylesin
YanıtlaSilAllah razı olsun hocam bu imkanı sağladığınız için
YanıtlaSilAllah razı olsun
YanıtlaSil