Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
104., Nüzûl sıralamasına göre 32., Mufassal sûreler kısmının grubunun ikinci
sûresi olan Hümeze sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Â
olup âyetlerinin sayısı 9’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlü’ne, O’nun pâk aile halkına ve
ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her
şeyi bilensin.
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-2. “Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan, diliyle çekiştirip alay eden kimsenin vay
haline! 3. Malının kendisini ölümsüz kılacağını sanır. 4. Hayır; o, andolsun ki, Hutame’ye
atılacaktır. 5. Hutame’nin ne olduğunu sen bilir
misin? 6-7. O, yüreklere çökecek olan, Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir. 8-9.
Onlar, uzun sütunlar arasında, her yönden o ateşle
kapatılmışlardır.”
Muhterem arkadaşlar bu haftaki dersimizde inşallah
kulluk kitabımızın 104. sırasında yer almış Mekke’de nazil olmuş Hümeze sûresiyle karşı karşıyayız. Allah izin verirse bu
sûrede Rabbimizin bi-ze
ulaştırmayı murad buyurduğu mesajlarını anlamaya
çalışacağız.
Sûrede
malına, servetine ve konumuna güvenerek müminlerle alay eden, insanlara tepeden
bakan, insanları ayıplayan, insanların if-fet ve namuslarına dil uzatan, istihza ve alaylarla mü’minleri çekiştirip küçük düşüren bir insan tiplemesinden
söz edilmektedir. Her şeyi malla, mülkle, makamla, mevki ile değerlendiren müstekbir bir insan tipi. Tüm gücüyle mal mülk toplamaya,
servet yığmaya yönelen, topladıklarıyla övünüp böbürlenen ve dünyada ebedî
kalacakmış gibi plan program yapmaya çalışan bu yüzden de âhiretle ilgilenecek zamanı kalmayan kişinin kötülüğü
anlatılır.
Malının kendisini ebedî kılacağını zanneden, malıyla
ebedîleş-meyi hesap eden ve malı sayesinde âhiretteki
hesabının hafifletilece-ğini
uman kişinin cehenneme gideceği anlatılır.
Asr sûresinde insanların ziyanda oldukları anlatılmıştı.
Ondan sonra gelen bu sûrede de ziyanda olanların özelliklerinden bazıları
anlatılmaktadır. Bu özelliklerin sahiplerinin ateşe atılacakları anlatılır.
Kimmiş bu cehenneme atılacak olanlar?
Evet, adını birinci
âyetteki "hûmeze" kelimesinden almış olup, fasılası
"he" harfidir. "Hümeze",
başkalarını çekiştiren anlamında kul-lanılmaktadır.
Buradaki "hûmezetün lümeze"
kelimeleri, Arapça'da birbirine çok yakın anlamlı iki kelimedir, birbirinin
yerine de kullanılabilir. O kadar az fark vardır ki, dile son derece vakıf olan
Araplar bile hûmeze'nin anlamı olarak lümeze'yi gösterirler. Bu durumda anlam şöyle olur.
Başkalarını hakir ve zelîl etmeyi âdet haline getiren o kişi bazılarını parmakla
gösterir, bazılarını da söz ile işaret eder. Bazıla-rına nasipleri dolayısıyla
ta'n eder. Bazı şahısları da kötülüğe bağlar.
Bazılarını yüzüne karşı aşağılar, bazılarını da gıybet eder. Laf taşıya-rak dostlar arasında kavga ve huzursuzluk çıkarır,
kardeşlerin arasını bozar. Başkalarını kötü isimle çağırır, onlarla alay eder ve
eksiklikleri-ni ortaya çıkarır.
Bu sûre, İslâm dâvasının
ilk dönemlerindeki gerçek hayat tas-virlerinden
birisini aksettirmektedir. Ayrıca her toplum ve çağda görü-lebilen bir örneği tasvir etmektedir. Sûrede, basit ruhlu,
aşağılık bir ki-şi canlandırılarak böyle insanların
hâl ve tavırları anlatılmakta ne ka-dar zavallı
oldukları vurgulanmaktadır. Kendisine mal verilen ve malın esiri olup dünyada
tek değerin maldan ibaret olduğunu sanan, mad-diyat karşısında bütün değerlerin küçüklüğüne inanan
aşağılık ruhlu insanlardan birisidir. Ayrıca o, elde ettiği bu malın her şeye
gücü ye-ten ve hiçbir şeyi yapmaktan geri kalmayan bir tanrı olduğunu
san-maktadır. Böylece ölümün gelmeyeceğini ve ebediyen mal dolayısıyla hayatta
kalacağını zannetmektedir. Eğer öbür dünyada bir hesap ve-ya ceza olacaksa bunu malıyla devralacağını sanmaktadır.
Malı, pa-rası artık onun
tanrısı olmuştur. Artık o, maddiyat ve dünyaya
tap-maktadır.
Bu vesileyle o âdî tip (ve
onun gibileri) mallarını saymakta ve saydıkça zevk almaktadırlar. İçinden kötü
bir duygu onu insan şeref ve haysiyetini çiğnemeye, diliyle insanları çekiştirip
alay etmeye it-mektedir. Bu tasvir şahsiyetten yoksun
ve imandan mahrum olan be-şer ruhunun iğrenç, çirkin ve âdî bir tasviridir.
İslâm, ahlâkî yüceliğe değer verdiği için bu derece düşük ve âd; ruhları
nefretle karşılar. Bu-nun için alay ve istihzayı
yasaklar. Çeşitli yerlerde onu bunu kınamayı reddeder. Burada bu derece çirkin
ve iğrenç olarak zikredilip bunun yanısıra tehditlerin
yer alması demek oluyor ki, o devirde bir takım müşrikler Rasûlullah aleyhine ve mü'minlere
karşı böyle davranmak-taydılar. Bu gerçek dün onlara karşı uygulanmış, günümüzde
de yine müşrikleri arattırmayacak derecede müslümanlara karşı uygulanırlığı devam etmektedir
.
l) "(insanları) arkadan
çekiştiren, yüze karşı (onlarla) alay e-den her kişinin vay haline. 2) Ki o, (dünya) malı(nı) toplayıp tekrar tek-rar
sayanlar. 3) "Malının gerçekten
kendisine (dünyada) ebedî hayat verdiğini sanır." 4) "Hayır (sandığı gibi malı kendisine
ebedî hayat vermeyecek ve) o elbette Hutameye (her
şeyi yakıp bitiren demek olup, cehennemin isimlerindendir) atılacaktır." 5) "O Hutamenin mahi-yetini sana ne
bildirdi?" 6) "(Hutame, sönmesi imkansız) Allah'ın tu-tuşturmuş ateşidir. 7) "Ki o (derilerini, etlerini yiyip
bitirecek ve) kalp-lerin üstüne çıkacaktır". 8-9) "Muhakkak ki bu (ateşin kapıları)
onların üzerine uzatılmış direklerle kapatılmış (olacak) tır." Yüce Allah'ın bu
şekli reddedişindeki itinasında iki büyük mâna görülmektedir. Biri; ahlâk
düşüklüğünün takbih edilip bu çeşit düşük ruhları kötülemek. İkincisi; Mü'min ruhları destekleyerek onlara aşağılıkların sızmasını
önlemek, Allah'ın yaptıkları her şeyi gördüğünü onlardan hoşlanma-yacağını ve cezasını vereceğine işaret etmektir. Bu
işaretler mü'min-lerin ruhen
yüceltilmelerini sağlamak ve çirkin hile ve oyunlardan u-zaklaşmasını sağlamak içindir.
1. “Arkadan çekiştirip duran, kaş göz
hareketleriyle alay eden her kişiye veyl
olsun!”
Her bir Hümeze ve Lümeze’ye veyl olsun. Her bir
Hemmaz ve Lemmaz, cehennemin
Veyl’ine gitsin. Hümeze ve
Lümeze, Hemmaz ve Lemmaz mânâ itibariyle birbirlerine yakın kelimelerdir.
Hümeze’nin dille, Lümeze’nin
de fiille, davranışla insanları incitmek olduğu söylenmiştir. Veya Hümeze insanları arkadan çekiştirmek, gıyaplarında
insanların şeref ve haysiyetlerini yaralamak, Lümeze
de yüzlerine karşı kaş-göz hareketleriyle insanları alaya almayı, küçük
düşürmeyi, rahatsız etmeyi alışkanlık haline getirmektir. Her iki kelime de bu
işi çokça yapmayı, âdet haline getirmeyi anlatır.
Gerek insanların arkalarından, gerekse yüzlerine karşı
onların namus ve şerefleriyle oynayan, onları incitip rahatsız eden, gıybet
eden, kovuculuk yapan, insanların etini yiyen, şeref ve haysiyetlerini kemiren,
insanlara onların hoşuna gitmeyecek ve onurlarını kıracak lâkaplar takan,
insanlarda kusur arayan, onların avretlerini açmaya çalışan, insanlar arasında
zevzeklik ve maskaralıklar yaparak hem kendisi gülen, hem de insanları
güldürmeye çalışan ve bu özellikleri alışkanlık haline getiren her bir Hemmaz ve Lemmaz cehenneme gitsin.
Onlara veyl olsun, diyor
Rabbimiz.
Müslümanlara tepeden bakan, gurur ve kibir abidesi bir müs-tekbirden söz ediyor Rabbimiz. Malına, servetine
güvenerek insanları horlayan, onları küçük görerek alaya alan bir insan tipi...
Böyle mal ve servetine güvenerek, makam ve konumuna mağrur olarak, sahip olduğu
şeylerin bir üstünlük sebebi olduğuna inanarak bunlara sahip olamayan mü’minlere tepeden bakan, bu tavrından ötürü Allah’ın
cehennemini hak eden tüm müstekbirler aslında dünyada
da cehennemi yaşamaktadırlar. Bunlar, bu tipler her ne kadar da müstekbirane bir tavır içinde olurlarsa olsunlar, asında
övünebilecek ve sevinebilecek hiçbir şeyleri yoktur. Ama yine de bu hayat
kendilerine süslü gösteriliyor. İşte böyle tüm gördükleri, oldum olası bir dünya
hayatları var. Yaşasınlar bakalım. Zaten bu adamlar geberir gebermez hepsi de
ce-henneme gidecekler.
Hakikaten acımak gerekiyor bu adamlara, ama acımaya da hakkımız yok. Tümüyle
sefaleti yaşıyorlar, ölür ölmez de cehenneme gidecekler, büyük bir azabın içinde
bulacaklar kendilerini.
Dünyada ne görmüşlerse, zevkleri de sefaları da,
eğlenceleri de hepsi bu kadar olacak. Lâkin işin garibi bu halleriyle bile
Müslümanlara hep tepeden bakıyorlar, alay ediyorlar. Ama sakın ha sakın biz
müslümanlar onların alaylarından etkilenmeyelim. Sakın
ha sakın onlara zerre kadar imrenmeyelim. Onlara acınacak bir zavallı gözüyle
bakalım. Ve gerçekten ağlanacak durumda olanların kendilerinin olduğunu
söyleyelim onlara ve hiçbir zaman en ufak bir şekilde bile olsa kalbimizden
onlara benzemek duygusu geçirmeyelim. Hiçbir zaman onların yaşadığı hayatın
özlemini çekmek gibi bir duruma düşmeyelim. Çünkü ilim bizde, hikmet, izzet ve
şeref, akıl ve feraset, kitap, hidayet bizdedir. Bütün bunlara rağmen bunların,
bu zavallıların bizim üzerimizde uyguladıkları propagandalar sonucu hemen hemen çoğumuzun da etkisinde kaldığı konular vardır. Bunları
bitirmek ve bu müstekbirler karşısında aşağılık
duygusundan kendimizi kurtarmak zorundayız.
Bakıyoruz, bunlar dünyaya meyletmeyen, dünyayı kıble edinmeyen, dünyanın
geçici metalarına çakılıp kalmayarak dünyanın ötesinde âhiretin varlığına inanan ve tüm yatırımlarını ebedî
hayatları için yapan ve bu yüzden de kendileri kadar mal-mülk toplayamamış
mü'-minleri küçük görürler. Birinci planda âhireti ve Rablerinin rızasını kazanmaya çalıştıkları için
dünyada fakir kalmış, onlar gibi mal-mülk toplayamamış fakirleri küçümserler.
Çünkü bu adamların üstünlük-alçaklık kıstasları da dünyadır, dünyanın süsü ve
ziynetidir. Dünyalık sahibi olanlar bunlara göre üstün insanlardır. Tüm plan ve
programları dünya içindir. Hayatın, dünyanın, dünyalık şeylerin, paranın, pulun,
makamın, mansıbın kulu, kölesi olarak değil de efendisi olarak kalmayı tercih
edenler… Dünyada çok yüce idealleri gerçekleştirmek için çırpınanlar Allah
katında üstün iken, bunlar nazarında düşük insanlardır. Böyle insanlarla alay
ederler. Varsın kendilerini üstün görsünler ve bununla avunsunlar ama bakın
Allah diyor ki:
“Mahlukâtın en şerlileridir
onlar.”
(Mâide
60)
Dünyanın
en değersiz, en adi insanlarıdır bunlar. Ama buna rağmen işte kendi hayatları
kendilerine süslü gösterildiği gibi, etkileri altına aldıkları biz zavallıları
da kendi pis dünyalarının kutsallığı hegemonyasına çekmeye çalışıyorlar. “Gelin
ey müslümanlar, bu içinde bulunduğunuz kötü durumdan
kurtulmak istiyorsanız siz de bizim gibi olun. Siz de bizim gibi düşünün. Siz de
bizim gibi yaşayın” diyerek bizi de kendi cehennemlerine çekmeye çalışıyorlar.
Ama inşallah biz onların bu zavallılıklarına, bu oyunlarına gelmeyeceğiz. Çünkü
istedikleri kadar serveti, samanı kıstas alarak bizi küçük görsünler, bakın
Bakara’da Allah buyurur ki:
“Çünkü sakınanlar, takva erleri kıyâmet
günü onların üzerindedirler. Allah dilediğini hesapsız rızıklandıran-dır.”
(Bakara 212)
Sadece
öbür tarafta üstte değildir müslümanlar. Dünyada da
üstündür müslümanlar. Müslümanlar hem dünyada, hem de
ahirette kâfirlerden üstündürler.
2. “Ki o mal yığıp biriktiren ve onu
saydıkça sayandır.”
Bu adam
mal toplayıp biriktiren ve onu saydıkça sayan bir kimsedir. Evet bu adam
varlıklı bir adamdır, servet sahibi bir kimsedir. Zaten bu istikbarının sebebi de buradan kaynaklanmaktadır. Mal ve
servet çokluğunun üstünlük sebebi olduğuna inanmaktadır. Halbuki mal çokluğunun
iman yönünden hiçbir üstünlüğü yoktur. Mal ve servet çokluğunun Allah katında
hiçbir değeri yoktur. Ama Allah kıstasına değer vermeyen bu tip insanlar,
kendilerince malın, mülkün üstünlük sebebi olduğuna inandıkları için mal
toplarlar ve sayarlar.
Buradaki
sayma işini şöyle anlamaya çalışıyoruz: Adam toplama, yığma adına mal toplamış,
onu saymış ve Allah yolunda harcamamıştır. Veya işi gücü mal toplamak olduğu
için, gece-gündüz toplamayı düşündüğü için, bu mal toplama düşüncesi onu meşgul
ettiği için, Allah’ın kendisinden istediği diğer kulluk birimlerini düşünecek
zamanı kalmamıştır. Malı-mülkü, mal toplama işini zikir haline getirdiği için
başka şeyler yapmaya imkânı kalmamıştır. Yani mal toplamak, yığmak ve saymak
onun zikri, fikri ve virdi olmuştur. Aklını, fikrini bu işe öyle bir takmış ki,
ölümü, âhireti, hesabı, kitabı onun kadar düşünemez
hale gelmiştir.
Veya gündüz mal toplamış gece de onu saymıştır. Gecesini
de gündüzünü de bu işe tahsis etmiştir.
Veya gelecek için, istikbal endişesiyle sürekli mal
peşinde koş-muş, ama istikbalini garanti altına alma adına Allah için onu Allah
yolunda harcamayıp tutmuştur. Yani malın hakkı ve hukuku ile değil de adediyle
meşgul olmuştur. Malının sayısını, miktarını muhafaza etmiştir ama, ona ilişkin
Allah’ın emirlerini zayi etmiştir.
Veya malıyla insanların gündemlerine girmeyi
planlamıştır. Veya malıyla sayılmak istemiştir. Malı sebebiyle saygınlık
kazanmayı hedeflemiştir. Yani ölümünden sonra da malıyla mülküyle namının,
şöhretinin sürmesini istemiştir.
Bazı
kıraatlerde bu “Cemea” kelimesi “Cemmea” şeklinde okunmuştur. O zaman da mânâ şöyle
olacaktır: Malını oradan buradan toplamıştır. Yani o malın iktisâp yerlerini
Allah’a sormamıştır. Allah’ın helal-haram sınırlarına riayet etmeden mal
toplamış, bu konuda Allah yasalarına riayet etmemiştir.
Allah
korusun işte şu anda Müslümanların içine düştükleri durum.
3. “Gerçekten o, malının kendisini
ebedî kılacağını sanmaktadır.”
Adam malının kendisini ebedîleştireceğine, ebedîyen
kendisini yaşatacağına inanmaktadır. Bu malın ve mülkün sahibi olarak ebedîyen
yaşayacağını ve hiç ölmeyeceğini zanneder. Malıyla bu dünyada ölümsüzlüğü
garantilediğini zanneder. Allah’ın kendisine bolca servet verdiği ve kendisine
verilen bu servetin kendisini şımarıklaştırdığı, elindeki nimetlerin ebedî
olduğunu, hiç bitmeyeceğini zanneden ve hayatını bu düşünceye bina eden bir
adam. Sahip olduğu malını, mülkü-nü, servetini, samanını, makamını, mevkiini,
gücünü, kuvvetini, gençliğini, zindeliğini hiç yitirmeyeceğine inanan bir adam.
İzzet ve şerefi bunlarda gören, bunlarda arayan bir adam.
“Ben
gerçek güç ve kuvvet sahibiyim! Bütün bunların sahibi benim! Bu malımın, bu
mülkümün, bu gücümün, bu saltanatımın, bu çevremin, bu kredimin, bu hayatımın
sahibi benim ve artık ben bu mülkün batacağına da inanmıyorum! Yok olmaz mallar!
Tükenmez bu servet! Bu iş yerlerim, bu fabrikalarım kesinlikle yıkılmaz! Yok
olmaz bu fabrikalar! Bitmez bu saltanat! Son bulmaz bu hayat! Gelmez ölüm bana!
Ben ebedîyen yaşarım bu saltanatımın içinde! Bütün bunlara sahipken artık ben
öleceğime de kıyâmetin kopacağına da ihtimal vermiyorum! Bu saltanatın, bu gücün
ve bu imkânın sahibi olan birinin üzerine kesinlikle kıyâmet kopmaz! Benim
üzerime kıyâmet kopmaz! Kimse benim önüme geçemez!
Kimse benimle başedemez! Allah’ın da beni öldüreceğini
sanmıyorum!”
Gerçi eğer bu zavallı fakirlerin, şu ayak takımının
dedikleri doğru da kıyâmet kopacaksa bile ne önemi var? Eğer bunların dedikleri
gibi ölecek ve yeniden dirileceksek elbette yine bize orada ayrıcalık tanınacak
ve ayrı muamele yapılacaktır. Zat-ı âlileri orada da korunacaktır elbette. Çünkü
dünyada bu kadar servetin, bu kadar saltanatın sahibi değil miydik bizler?
Öyleyse sayın cenapları elbette âhi-rette de düşünülecek, elbette orada da
protokol bozulmayacak, orada da saygınlığını koruyacaktı. Böyle düşünüyor adam.
Böyle hesap ediyor, böyle bekliyor. Malıyla, mülküyle kendisini ebedîleştirmeye
çalışıyor. Hayat programını hiç ölmeme inancına bina etmeye
çalışıyor.
Ahledeh, huld, hulûd; ilelebet devam etmek,
kalmak, uzun süre kalmak. Bir isim olarak huld;
bilezik, küpe, ebedîlik ve cennet gibi anlamlara gelir. Bu yüzden "dâru'l-huld" veya "dâru'l-hulûd"; cennet yurdu
demektir. Huld kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde da-ha çok "ebedîlik"
anlamında kullanılmıştır:
“Haksızlık edenlere de: “Sonsuz azabı tadın,
ancak yaptığınıza karşılık ceza çekiyorsunuz”
denir.”
(Yunus 52)
"Sonunda
Şeytan onu fitneye düşürerek, söyle dedi: Ey Ãdem, seni ebedilik ağacına, son
bulmayacak olan devlete götüreyim mi?"
(Tâhâ,120).
Halbuki evrende hiçbir
varlığa sonsuza dek yaşama yeteneği verilmemiştir:
“Ey Muhammed! Senden önce de hiçbir insanı
ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar bâkî kalır
mı?”
(Enbiyâ,34).
Ebedîlik, âhiret hayatı ile ilgili bir kavramdır. Cennet ve cehen-nemin sonsuzluğu bunu gösterir. Cennetin ebedî oluşu
şöyle bildirilir:
"De ki; bu mu
hayırlı, yoksa takvâ sahiplerine va'd olunan ebedilik
(huld) cenneti mi?"
(Furkân,15).
Görüldüğü gibi bu âyetlerde
geçen "huld" kelimesi hep son-suzluk anlamını ifade etmektedir. Cennetin bir vasfı da
"cennetü'l-huld" dur. Yani
bozulmadan ve sonu gelmeden devam eden cennet demektir. Bazen işte burada olduğu
gibi "dâru'l huld" cehennem
anla-mında kullanılır: "İşte O, Allah düşmanlarının
cezası, ancak ateştir. Onlar için orada sonsuza kalma yeri (dâru'l-huld) vardır. Bu,
âyetle-rimizi inkâr etmelerinin bir cezasıdır."
Kur'ân-ı Kerîm'in açıkça
bildirdiğine göre, dünya hayatında sonsuzluk söz konusu değildir (Enbiyâ,34).
İnsan hayatı, âhiretle bütünleşince sonsuzluğa doğru
uzanmış olur. Çünkü yüce Allah önce, doğacak tüm insanların ruhlarını yaratmış,
zamanı geldikçe, dünyada bedenle ruh bütünleşmiştir. Ölümle, ruh bedenden
ayrılır ve kabir ha-yatı başlar. Kıyamet koptuktan sonra, âhiret âleminde, sonsuzluğa uzanan, cennet veya cehennem
hayatı başlar. Böylece, insanoğlu sonsuzluğa elverişli bir varlık olduğunu,
yaşayışında göstermiş bulu-nur.
Evet,
diyor ki adam ben ölmeyeceğim. Zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Makam
sahipleri, saltanat sahipleri ölmez! Karun bir gün karşısına geçip sevinçten mest olup ayakkabıya döndüğü paracıklarını
sayarken, hizmetçisi de uzaktan gülerek onu seyrediyormuş. Hizmetçisini böyle
garip bir tavır içinde gören Karun onun paracıklarına göz koyduğunu ve onları
çalmayı planladığını zannederek onu ayaklarının altına alıp ezmeye başlar. “Niye
gülüyordun söyle bakalım?” diye onu ezmeye çalışırken, bir ara fırsat bulan
hizmetçi bağırır: “Efendim! Vallahi onları çalmayı filan düşünmedim! Düşündüm ki
siz ölünce..” filan demeye çalışırken daha onun sözünü boğazında kesen Karun:
“Sus! Ben ölmem! Zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Saltanat sahipleri ölmez!”
diye onu daha bir beter dövmeye koyulur.
Evet zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Saltanat
sahipleri ölmez!!! Bu Ehramlar, bu anıt kabirler de onun için var ya. Ölmediklerini ortaya koymak için, ölümsüzlüklerini ispat
için, ya da öldükten sonra da hegemonyalarını
sürdürebilmek için yaptırıyorlar bunları adamlar.
Mal
çokluğu, nüfuz çokluğu ve fizikî güç. Bakıyoruz tarih boyunca ve şu anda da tüm
çağdaş müşrik sistemler bunların topluma yansıyan temelleri üzerine kurulmuştur.
Tüm müşrik sistemler bu üç şeyin çokluğu esasına dayanmaktadır.
1. Ya mal, mülk, servet çokluğuna, ekonomik güce dayanır ki
bunun adı kapitalizmdir.
2. Ya çoluk, çocuk, sülale, ırk çokluğuna dayanır ki bunun adı
faşizmdir.
3. Ya da güçlü olmaya dayanır ki, bunun adı da despotizm veya
krallıktır.
Halbuki
bunların hiçbirisi üstünlük sebebi değildir. Bunların tamamını veren Allah’tır.
Malı, mülkü veren Allah, çoluk, çocuğu veren Allah, fizikî gücü veren de
Allah’tır.
Öyleyse
sakın ha sakın hiç kimse şu anda sahip olduklarının sahibini kendisi
zannetmesin. Hiç kimse bunların sahibi benim zannetmesin. Malın, mülkün, bağın,
bahçenin, evin, barkın, dükkanın, tezgahın, paranın, pulun, çoluğun, çocuğun sahibi benim zannetmeyin. Hocalığımızın,
bilgimizin, tecrübemizin, çevremizin kredimizin sahibi biziz zannetmeyelim.
Bunların tümünü bize veren Allah’tır bunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmayalım. Bunlara sahip olduk diye bunlardan mahrum imtihan edilenlere
tepeden bakmayalım. Onları küçük görmeyelim. “Benim gücüm kuvvetim var, param
pulum var, oğlum kızım var, çevrem kredim var. Halbuki sende bunların hiç birisi
yok. Hem ekonomik yönden senden çok üstünüm, hem de siyasal gücümle seni
ayağımın altına alabilirim. Hem cüzdanım kabarık, hem de güçlüyüm. Yani benim
karnımdaki senin karnındakinden daha çoktur” diyerek karın hesabında olmayalım.
İnsanları barsak hesabına göre değerlendirmeyelim. İzzeti, şerefi malda, mülkte,
makamda, mansıpta aramayalım.
Mesela
şimdi farz edin ki birine el verilmiş, ötekisine verilmemiş, çolak yaratılmış.
Hangisi üstün bunun? Allah’ın kendisine el verip öyle imtihan ettiği insan mı
üstün yoksa Allah’ın el vermeyip çolak imtihan ettiği insan mı üstün? Veya
Allah’ın kendisine bolca mal verip imtihan ettiği insan mı üstün yoksa Allah’ın
mal vermeyip fakirlikle imtihan ettiği insan mı üstün? Aslında ne o üstün, ne de
beriki alçaktır. Buların hepsi imtihan konusudur. Allah birini malla imtihan
ediyor, ötekisini de malsız imtihan ediyor. Bunların her ikisi de ayrı birer
imtihan sorusudur. Bu imtihanı henüz kimin kazanıp kimin kaybettiği belli
olmadığı için de kimin üstün, kimin alçak olduğu şu anda belli değildir. Bu,
yarın belli olacaktır.
Bakın
böyle mal toplayıp biriktirmeye çalışan, malıyla, mülküyle kendisini üstün görüp
insanlara tepeden bakan ve de bu malıyla kendisini ebedîleştirmeye çalışan
kişinin cehenneme gideceğini anlatıyor Rabbimiz.
4.
“Hayır, andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır.”
Böyle yapan kişi Hutame’ye
atılacaktır. Andolsun ki o Huta-me’ye atılacaktır, diyor
Rabbimiz. Hutame, Kur’an’da
cehennemin isimlerinden birisidir. İçine atılan her şeyi kırıp geçiren, ufalayıp
yok eden manasına cehennemin isimlerinden birisidir.
Rabbimiz
“Kella” diyerek söze başlıyor. Hayır hayır! İş sizin bil-diğiniz gibi
değildir. Vazgeçin bu anlayışlarınızdan! Değiştirin bu düşüncelerinizi! Andolsun ki mal toplayan, mal biriktiren ve onunla
ebedîleşeceğini zanneden kişi, hayat programını bu inanca bina eden kişi mutlaka
Hutame’ye atılacaktır. Böyle düşünenler, böyle
yaşayanlar her şeyi yalayıp yutan, insanı insanlıktan çıkaran Hutame’ye atılacaktır.
Dikkat
ederseniz ayet-i kerîmede “Nebeze” kelimesi
kullanılmaktadır. “Nebeze”, değerli görülen bir şeyi
atmak anlamına gelmektedir. Mal-mülk sahibi olmalarından ötürü kendilerini
değerli gören bu insanlar da, kendisiyle değer bulmaya çalıştıkları malları,
mülkleri de değersiz bir biçimde cehenneme atılacaktır. Mal, mülk sebebiyle
insanları küçük gören, onları kırıp dökenler bu tavırlarına mütenasip olarak
kendileri de kendilerini kırıp geçirecek bir ateşe atılacaklardır. Dünyada
insanların etlerini yiyenler, onların ırzlarına, namuslarına, şereflerine
haysiyetlerine dil uzatanlar etlerini, kemiklerini yiyecek bir Hutame’ye atılacaklardır. İnsanları kırıp dökenler de orada
kırılacaklardır.
Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde Hutame’yi anlatırken şöyle buyurmaktadır:
“Melek bir
kâfiri yakalayacak ve tıpkı odunun diz üstüne konulup kırıldığı gibi, onu
belinden kıracak ve cehenneme atılacaktır.”
5. “Hutame’nin ne olduğunu sana bildiren
nedir?”
Hutame’nin
ne demek olduğunu sen nerden bileceksin peygamberim? Dinle onu sana ben
anlatayım anlamına bir ifade. Cehennemin dehşetini anlatan bir ifade. İnsanın
mahiyetini bilemeyeceği Hutame, “Hümeze” ve “Lümeze”ye verilecek
cezadır. Hemmaz ve Lemmaz
için Rabbimizin takdir ettiği bir cezadır bu. Mal-mülk sahibi oluşunu insanlara
tepeden bakma ve onları hakir görme sebebi bilen kimselerin cezaları da onları
küçük düşürecek bir atılma cezasıdır. Melekler, kırıp büküp baş aşağı değersiz
bir biçimde ateşe atıverecek onları. Hani sobaya sığmadı diye odunu kırar,
birkaç parçaya bölersiniz ya, işte melekler de
dizlerinin üzerinde birkaç parçaya kırıp bükerek onları değersiz bir biçimde
cehenneme atıverecekler.
6. “Allah’ın tutuşturulmuş bir
ateşidir.”
O Hutame, Allah’ın
tutuşturulmuş bir ateşidir. Ateşin Allah’a izafesi onun insanların dünyada
bildikleri, tanıdıkları ateşlere benzemediğini ortaya koymak içindir. Çünkü
aslında tüm ateşler Allah’a ait iken, burada bu ateşe özellikle Allah’ın ateşi
denilmesinin sebebi budur. Bu ateş dünyadaki ateşlere benzemez. Sönmesi,
hafiflemesi olmayan bir ateştir. Veya Allah’ın ateşi ifadesi Allah’ın belâsı
anlamına gelmektedir. Allah’ın emriyle yakılan ve sadece dünyadaki ateşler gibi
maddî şeyleri yakmakla kalmayıp manevîyatı da yakan, her şeyi saran, gönüllere
kadar uzanan, yürek yakan, yürek hoplatan bir ateştir. Nitekim Tirmizî’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettiği bir hadislerinde Allah’ın Resûlü
bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Cehennem ateşi kızarıncaya kadar bin sene
yakılır. Sonra beyazlaşıncaya kadar bin yıl daha yakılır. Sonra siyahlaşıncaya
kadar bin yıl daha yakılır. O artık simsiyahtır.”
(Tirmizî
2594)
7. “Ki o, yüreklerin üzerine tırmanıp
çıkmaktadır.”
Kalplerin üzerine kadar çıkan, yüreklerin içine kadar
işleyen, kalplere nüfuz eden bir ateştir o. Kalpleri örten, acısı kalplere kadar
ulaşan bir ateş. Yani anlıyoruz ki ateş, insan gibi şuurlu bir varlıktır. Ne
yapacağını, ne edeceğini, müşterisinin neresine el atacağını da bilen bir
ateştir. Bakıyoruz Kur’an-ı Kerîm’de cehennem
anlatımları hep böyle. Mesela uzaktan müşterilerini gördüğü zaman kükreyen,
homurdanan ve hortumlarını çok uzaktan göndererek müşterilerini içine alıveren,
yalayıp yutuveren bir varlık. Gâf sûresinde anlatıldığına göre müşterileri içine
dolduktan sonra Cenâb-ı Hak soracakmış: “Doldun mu ey
cehennem? Doydun mu? Daha ister misin bu sığır sürülerinden?” Cehennem de
diyecekmiş ki: “Daha yok mu ya Rabbi? O kadar kükreyip
coştum ki bugün bir türlü doymak bilmiyorum. Daha varsa gönder ya Rabbi!” Veya: “Daha mı var ya
Rabbi? Daha bitmedi mi Allah’ım? Bu kütüklerin sonu gelmedi mi?” diye
şaşkınlığını ifade edecektir. Yani o kadar çok insan atılacakmış ki cehenneme, o
bile bu çokluğa şaşacak, hayret edecek ve daha bunların arkası gelmedi mi ya Rabbi? Bitmedi mi ya Rabbi?
diyecekmiş.
Bakın
burada da bu şuurlu varlığın müşterilerinin kalbine el atacağı, insanın kalbine
uzanacağı anlatılıyor. Cehennem, müşterilerinin kalbine atacak pençesini. Onlara
azaba oradan başlayacak. Neden? Çünkü kalp insanlarda kabul ve ret makamıdır.
Kalp, iman ve küür makamıdır. İnsanlarda düşünce,
idrak, heves, niyet ve irade makamıdır. İman ve küfür konusunda kişide en
sorumlu yer onun kalbidir. Onun içindir ki bakın bu ayet-i kerîmesinde Rabbimiz
cehennem ateşinin kalbe uzanacağını anlatmaktadır.
Ateş
insanın kalbine kadar uzanacaktır. Aman Allah’ım! Bu ne müthiş bir ifade!
Rabbim, sen bizi bundan koru! Dünyada acı kalbe ulaşınca artık insan dayanamaz
ve ölür. Ama orada ölemeyecekler de.
“Orada ne ölebilecekler ne de
yaşayabilecekler.”
(Tâhâ
74)
Buna
yaşamak da denmez, ölmek de denmez. Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu
hususu şöyle anlatır:
“O
ateş ehlini yer, nihayet gönüllere gelince son bulur. Sonra Cenâb-ı Hak etlerini, kemiklerini diğer bir oluşla yeniden
iade eder.”
Nisâ sûresinde de bu konu
anlatılır:
“Onlardan ona inananlar ve yüz
çevirenler vardı. Çılgın bir alev olarak cehennem yeter. Doğrusu, ayetlerimizi
inkâr edenleri ateşe sokacağız; derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için
onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah Güçlüdür,
Hakimdir.
(Nisâ: 56)
Zuhruf sûresinde de azabın dehşetinden ötürü ölüm
isteyecekleri ama ölemeyecekleri anlatılır:
“Cehennemde şöyle seslenirler: “Ey Nöbetçi!
Rab-bin hiç değilse canımızı alsın.” Nöbetçi: “Siz böyle kalacaksınız”
der.”
(Zuhruf: 77)
“Ey Mâlik! Ey cehennemin bekçisi! Ne olur dua et de
Rabbin bize hükmedip bizim işimizi bitiriversin! Ne olur Rabbin bizi öldürsün de
şu durumdan kurtulalım!” diyecekler. Mâlik diyecek ki onlara: “Hayır, sizler
burada ebedîyen kalacaksınız. Sizler için burada ebedî bir kalış söz konusu.”
Evet onlar orada ölemeyecekler. Ölümü temenni edecekler, ama ölemeyecekler. Ölüm
acısını her yandan hissedecekler ama ölemeyecekler. Hep ölümü yaşayacaklar ama
bir türlü ölmeyecekler. “Siz ebedîyen burada kalacaksınız çünkü biz size hakkı
getirdik de siz ondan tiksiniyordunuz. Allah’tan gelen hakka tepki gösteriyor,
reddediyordunuz.”
Dikkat
ediyor musunuz? Zalimler ölüm istiyorlar. İstedikleri şey yok olmak, helâk olup
gitmek. Kendilerini bir an olsun içine gömüldükleri bu dayanılmaz cehennem
azabından kurtaracak bir ölüm istiyorlar. Dayanılmaz azap çukurlarından yükselen
ölüm feryatları. Ama görüyoruz ki cevap bunların zaten bitmiş ümitlerini biraza
daha öldürecek, ümitsizliklerini biraz daha artıracak, kahroluşlarını biraz daha
artıracak bir cevap. Nasıl bir cevap geliyor bakın
kendilerine:
Hayır hayır!
Siz böyle kalacaksınız! Siz burada kalacaksınız! Aman Allah’ım, ne tüyler
ürpertici bir manzara. Sizin için ölmek te yoktur.
Ölümü temenni ettiren bir azabın içinde ebedîyen kalmak ve unutulmak. Sizin için
sizi bu azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni ettirecek bu
azabın içinde kalacaksınız. Tabi cehennemin görevli meleğinin onların bu
isteğine verdiği bu kahredici cevap, bunların feryatlarından bin yıl sonra
gelecek.
8. “O, onların üzerlerine
kilitlenecektir.”
Mu’sadeh,
kapatılmış, kilitlenmiş, sürgüleri çekilmiş demektir. Ebedî azap mahallinde
kapılar kapatılmış, sürgüler çekilmiştir. Artık kimse kendisiyle konuşmayacak,
derdi dinlenmeyecek, hatırı sorulmayacak ve azabın içinde unutulacaktır. Bakın
Ârâf sûresinde de Allah’ı, Allah’ın kitabını, Allah’ın hayat programını unutarak
bir hayat ya-şayanların öbür tarafta azabın içinde
unutulacakları anlatılmaktadır.
“Bugünle karşılaşacaklarını
unuttukları, ayetlerimizi bile bile inkar ettikleri
gibi biz de onları unutuyoruz.”
(A’râf
51)
Allah’ı
unutanlar unutulacaklardır. Allah’ın dinini unutanlar, unutulacaklardır. Dünyada
mal-mülk peşinde koşarken Allah’ın diniyle ilgilenecek zaman bulamayanlar ateşin
içinde unutulacaklardır. Dinlerini oyun ve eğlence edinen, dinlerini oyun ve
oyuncak tutan, dünya hayatına verdikleri değeri dinlerine vermeyen, dünya
hayatını, dünya malını, mülkünü dinlerine tercih eden, dünyayı hedef bilip,
dünyayı kıble edinip bütün plan ve programlarını dünyayı kazanma adına yapan, bu
yüzden de dinleriyle ilgilenme, kitaplarıyla, Peygamberleriyle tanışma imkânı
bulamayan kimselerdir bunlar. Dünyayı kıble edinen, dünyayı alıp da âhireti unutanlar, dinlerini dünyalarına alet edenler,
dinlerini dünyalarına yamayanlar, dünyayı kazanmak için dinlerini malzeme olarak
kullanan kimselerdir bunlar.
Dünyayı
ebedî zannediyorlardı. Bugün, bu güneş hiç bitmeyecek, ölüm hiç gelmeyecek
zannediyorlardı. Dünyanın içindekilere meylederek aldanıyorlardı. Dünyanın
konumu ve kuralları onları aldatıyor. Konumu gereği dünyada hiç kimseye
dokunmuyor Allah ya, işte böyle işledikleri suçlar
yüzünden kendilerine dokunulmayınca dünyada Allah’ı atlattık zannediyorlar ve
aldanıyorlardı.
İşte
böyle dünyanın kendilerini aldatıp köleleştirdiği için dünya peşinde koşarken,
dünyalıklar peşinde koşarken Allah’ı unutan, Allah’ın kendilerinden istediği
kulluğu unutan, dinlerinin temel kaynakları olan Kitap ve sünnetle tanışma
imkânı bulamayan, dinleriyle yakından tanışma zahmetinde bulunmayan ve böylece
oradan buradan devşirdiklerini kendilerine din kabul eden ve böylece oyunu ve
oyuncağı din zanneden kimselerdir bunlar. Dünyaya ve dünyalık işlere o kadar
önem verirler ki, dinleriyle ilgilenecek vakitleri
kalmamıştır.
Onların
bu günü unuttukları gibi biz de onları unuttuk. Onlar dünyada âhireti hesaba katmadan bir hayat yaşamışlardı, biz de bugün
onları unutuyoruz diyor Rabbimiz. Ne müthiş bir şey değil mi? Unutulmak, yüzüne
bakılmamak, sözü dinlenmemek ve ebedîyen azaba mahkum edilmek. Ne korkunç bir
akıbet. İşte bundan dolayı unutuluyorlar, bundan dolayı nimetlerden mahrum
ediliyorlar ve azaba lâyık görülüyorlar.
Cehennem
onların üzerine kapatılacak ve bir daha oradan çıkıp kurtulma imkânı
bulamayacaklardır. Böyleleri için rahmet kapıları
açılmayacaktır. Rahmânın kullarıyla irtibat kapıları açılmayacaktır. Mü’minlerin ruhları için açılan semanın kapıları bunlar için
kapalı kalacak ve melekler bunları ebedîyen unutulmak üzere azabın içinde
bırakacaklardır. Çünkü onlar dünyadayken Rablerini unutmuşlardı. Ya da bu adamlara Rabbimizin rahmet kapıları açılmayacaktır.
Neden? Çünkü bunlar dünyada iken kendilerine açılan rahmet kapılarıyla
ilgilenmemişlerdi. Rabbimizin dünyada kendilerine açtığı rahmet kapılarından
istifade etmek istememişlerdi.
Rabbimizin bu dünyada kullarına açtığı rahmet kapıları Kitaptır,
peygamberleridir. Kitap, rehberdir. Kitap kendisine uyanları, kendisini takip
edenleri hedefe götürecek bir imâm ve rehberdir. Kitap, en büyük rahmettir.
Allah kullarına gönderdiği kitapları vasıtasıyla onlara yeryüzünde en büyük
rahmet kapılarını açmıştır. Kitapları sayesinde hem dünyada hem de âhirette kullarına en büyük rahmet kapılarını açmıştır
Rabbimiz. Dün Allah’ın kullarına gönderdiği bir kitap ve o kitap sayesinde
açtığı bir rahmet kapısı ile çölde ona iman eden Allah’ın kulları, onun
rehberliğinde saadete ulaşmışlardır. Kölelikten yeryüzünün efendiliğine
ulaşmışlardır. Ama kimileri de Allah’ın kendileri için açtığı bu rahmet
kapılarıyla ilgilenmemişler, bu rahmetten istifade etmeyi istememişlerdir. İşte
böyleleri de o gün cehennemin içinde rahmetten mahrum
bırakılacaklardır.
Hem öyle
bir cehennem ki, şöyle bir uğrayacakları, görüp geçecekleri bir ateş değil, içinde hiç çıkmamacasına, hiç
kurtulmamacasına kalacakları bir ateştir. Orası onların yeri ve
yurdudur.
9. “(Kendileri de) Dikilip yükseltilmiş
sütunlarda bağlanacaklardır.”
Kendileri de direklere bağlanmış oldukları halde. Zaten
kapılar kapanmış, sürgüler çekilmiş de bir de ebedîyen kurtulma ümitleri
kalmasın diye hem cehennemin kapılarına direkler dikilmiş, hem de elleri
ayakları dikilmiş direklere prangalanmıştır. Veya
onların yüreklerine kadar işleyecek ateşin alevleri direkler gibi yükselecektir.
Allah korusun gerçekten tüyler ürpertici, dayanılmaz bir
manzara…
Öyleyse
dünyada Allah’ın istediği biçimde bir hayat yaşamak zorundayız. Dünyada mal-mülk
peşine takılarak, dünyayı kucaklama sevdasına kapılarak, dünyaya kazık çakma
cinnetine tutularak Allah’ın kitabından habersiz bir hayatın içine düşmeyelim.
Malımıza, servetimize güvenerek insanlara tepeden bakmaya, insanları hor
gör-meye, insanları bunlarla değerlendirmeye kalkışmayalım. Müstekbir-leşmeyelim. Allah’ın
kitabına ve Resûlü’nün sünnetine karşı eyval-lahsız davranmayalım. Burada Allah’ın istediği kullukları
ifa ederek imtihanı kazanıp kendimizi bu ateşten kurtarmaya bakalım.
Bu sûreyi
de bitirdik. Rabbim istediği gibi anlayıp, gereği gibi iman edip amele
dönüştürmeyi hepimize nasip buyursun. Sübhane-kallahümme ve bihamdik. Eşhedü en la ilahe illa ente.
Estağfiruke ve etûbü ileyk.
Allah razı olsun bu güzel yorumunuz için
YanıtlaSil