Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
105., Nüzûl sıralamasına göre 19., Mufassal sûreler kısmının on beşinci grubunun
üçüncü sûresi olan Fil sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
5’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1. “Ey Muhammed! (Kâbe’yi yıkmaya
gelen) fil sahiplerine Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? 2. Onların düzenlerini
boşa çıkarmadı mı? 3-4. Onların üzerine, sert taşlar atan sürülerle kuşlar
gönderdi. 5. Sonunda onları, yenilmiş ekin gibi
yaptı.”
Adını sûrenin birinci âyetindeki fil kelimesinden almış,
Mekke’de nâzil olmuş ve kulluk kitabımızın 105. sırasına yerleştirilmiş bir
sûreyle karşı karşıyayız. Gelişinden takriben 40 yıl önce gerçekleşmiş bir olayı
gündeme getirerek, hem Allah’ın Resûlüne ve beraberindeki bir avuç müslümana,
hem de onları sahipsiz ve yalnız zannederek ezmeye çalışan Kureyş’e ve kıyâmete
kadar onların yolunun yolcularına büyük tehditler, mesajlar veren bir sûreyle
karşı karşıyayız. Mü’-minlere kıyâmete kadar Allah desteğini, kâfirlere de dünya
ve ukbâ azabını, helâkini gündeme getiren bir sûre.
Sûrede
özetle Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın yasaları ve sistemiyle savaşa
tutuşan, Allah’ın yeryüzünde en büyük âyetlerinden birisi olan Kâbe’yi yıkmak,
yok etmek böylece yeryüzünde Allah’a kulluk sembolünü silip süpürerek Allah’a
kulluğu bitirmek isteyen azgın bir insanın, şımarık bir tâğutun filler
desteğindeki güçlü ordusuna karşı, yaratıklarının en zayıfı olan kuşlarla
Rabbimizin gerçekleştirdiği bir operasyonun gündeme getirilerek Allah’ın
gücünün, kudretinin ortaya konulduğunu görüyoruz. Böylece kıyâmete kadar Allah
düşmanlarına, din düşmanlarına en büyük ders, yine Allah dostlarına da en büyük
destek söz konusu ediliyor.
Fil
sûresi sanki daha önce tanımaya çalıştığımız Rabbimizin âhiretteki azabının
gündeme getirildiği Hümeze sûresinin bir devamı ve uzantısı gibidir. Hümeze
sûresinin son âyetinde Rabbimiz: “Onlar için büyük bir azap vardır”
buyurarak kâfirlere hazırladığı
âhiret azabından söz etmişti. Burada da Allah, düşmanlarını dünyada nasıl helâk
ettiğini göstererek, anlatarak âhirette sözünü ettiği o azabın gerçekleşmesinin
mümkün olduğuna delil getiriyor.
Sûrenin
konusu Ebrehe, Fil ordusu, Kâbe ve Kureyş’tir. Ebre-he, Yunanca’da Abraham,
Habeş lisânında Ebrehe, Arap dilinde de İbrahim demektir. Şairin birisi öyle
der:
“Du
İbrahim amed bedeyri cihan,
Yeki put şiken şöd, yeki
putnişen”
“Bu cihana iki İbrahim gelmiştir. İki İbrahim gelip
geçmiştir bu dünyadan, birisi put yıkan İbrahim, ötekisi de put diken
İbrahim’dir.”
Bu
İbrahimlerden birisi tevhidî dinin nebisi, İbrahimî dinlerin nebisi, Hanif
dininin peygamberi, şirk dinlerinin temizleyicisi, bizim peygamberimizin atası
ve bizim atamız olan İbrahim’dir. Öteki İbrahim de tevhid dinini ortadan
kaldırmak için gelmiş ve kıyâmete kadar bunun için sa’yeden müşriklerin ve
kâfirlerin atası olan Ebrehe’dir. Hz. İbrahim Allah’a kulluk kavgası verirken,
ötekisi de Allah’la savaşın kavgasını veriyordu. Birisi Allah’a kulluk sembolü,
Allah kullarının kıblesi Kâbe’yi inşa ile, kulluk temellerini ihya ile
meşgulken, öbürüsü de onu yıkmaya sa’y ediyordu. Bir sonraki sûrede gelecek,
birisi bu Beytin Rabbine kulluk ederken, ötekisi de başka beytlerin Rabbine, ya
da kendi yaptırdığı binaya, yani kendi hevâ ve hevesine kulluk ediyordu. Ya da
paraya kulluk ediyordu.
Yemen’in
San’a bölgesinde bulunan Ebrehe, burada Bizans hükümdarını ve Habeş kralını
kandırarak bir krallık kurmak istiyordu. Bir numarayla ordu komutanı Aryat’ı
öldürerek sonunda Yemen’e hakim oldu. Zamanla Yemen’de müstakil bir kral olup
formalite icabı arkasında güç olarak Bizans’ın varlığından ötürü Habeş kralı
Necaşi’yi otorite olarak tanımaya ve ona itaatkâr görünmeye devam eden bir
yağcıdır. Bu sahtekârlığı ve yağcılığı Mağrip seddini tamir ettirip açılış
törenine çağırdığı protokol erbabına yaptığı hitabe ve oradaki kitâbeden de
anlaşılmaktadır. Kendilerinden çekindiği Bizans ve Habeş hükümdarının arzu ve
planları doğrultusunda:
a.
Arabistan yarımadasında Hıristiyanlığı yaymak,
b.
Arapların elinde bulunan Bizans’la doğu arasındaki ticareti, ticaret yollarını
eline geçirmek için planlı bir şekilde çalışmaya başlar. Bu iş için ilk defa
Sana’da Kuleys veya Kalis adında bir kilise inşa ettirir. Altınlarla süslediği
bu muhteşem binanın gerçek Kâbe olduğunu ilân ederek insanların ziyaret için
buraya gelmelerini emreder. Bu kiliseyi merkez yaparak ziyaret için buraya
gelmeyen bölgedeki Araplara düşmanlık ilân eder. Bunun sebebi de esas planına
zemin hazırlamaktı. Böylece Arapları tahrik etmek ve sonunda Kâbe’ye saldırısını
meşru hale getirmek istiyordu. Bu baskı sonucunda beklediği oldu. Ebrehe’ye
kızan Araplar gidip o kiliseye pislerler. Veya bir komployla Ebrehe bizzat
kendisi pislettirerek düşmanlığını icraya zemin hazırlar. Böylece 570 yılında 13
fil ve 60.000 kişilik güçlü bir ordu hazırlayarak Kureyş’i ezmeyi ve tüm
Araplara göz dağı vererek Kâbe’yi yıkmayı, kıbleyi değiştirmeyi ve Yemen’in
San’a şehrini merkez yaparak ekonomik güce ulaşmayı
hedefler.
Aslında
Ebrehe’nin planı farklıydı. Ebrehe’nin yapmak istediği, zâhirdeki gibi
Hıristiyanlığı yaymak değildi. Zira Hıristiyanlık böyle yayılmazdı.
Hıristiyanlık aslında bozulmadan önceki hak dönemi yayılış usulüyle
yayılmalıydı. Yani tıpkı Hz. Îsâ (a.s) ve onun kutlu yolunun izleyicileri gibi
insanları bu dine dâvet edecekti, sevdirecekti, anlatacaktı. Ya da daha sonra
insanların onu bozup da bâtıl bir din haline getirdikleri dönemin yayılma
politikasıyla yayılacaktı. Şu anda olduğu gibi misyonerler eliyle yayılmalıydı.
Gerçi şimdi de hainler o dini kâfir dünyaya, komünist ve ateist dünyaya
götürmüyorlar da hep İslâm dünyasına götürmeye çalışıyorlar. Samimi değiller.
Samimi olsalardı, dinlerini zaten Allah’a inanan müslüman ülkelere değil, ateist
ülkelere götürürlerdi.
Aslında
Ebrehe’nin niyeti bu değildi. Ebrehe’nin temel hedefi kıbleyi değiştirmekti.
Kıble insanların hayatlarının ana hedefi, yönelişlerinin odak noktasıdır. Kişi
kıblesine göre hareket eder. Kişi neyi kıble edinmişse ona doğru yönelir, ilgi
alanını ona doğru çevirir. Kişi kıblesine göre hareket eder. Hayat programını,
dinlenme ve çalışma za-manlarını, kabul ya da retlerini, sevgi ya da
nefretlerini, iyi, kötü damgalarını kıblesine göre ayarlar. Yani insanlar
kendilerine kabul ettirilen kıblelerine göre tüm hayatlarını ayarlamaya
çalışırlar. İnsanlar kendilerine neleri kıble edinmişlerse ona doğru yönelirler,
onunla ilgilenirler, ilgilerini ona doğru döndürürler. Meselâ bir toplumda
insanlar içkiyi kıble edinmişler, içkiyi ilgi alanlarına almışlar, içkiyi kabul
etmişler, kabullerini içkiden yana kullanmışlar, içki tüketimine yönelmişlerse,
sosyal hayatları da ona göre şekillenecek ve o ülkede yığınlarla maya fabrikası
kurulmak zorunda kalacaktır. Ama insanlar içkiyi ilgi alanlarından çıkarırlar,
içkiyi kıble olmaktan ve içkiye yönelmekten vazgeçerlerse o ülkede binlerce içki
fabrikası da olsa günün birinde hepsi kapanmak zorunda kalacaktır. Onun içindir
ki Katolik ülkelerde içki tüketimiyle ilgili gelişmenin Protestan ülkelere göre
daha az oluşu veya kâfir dünyaya nazaran İslâm dünyasında içki ve fuhuş
sektörünün beklenen seviyede gelişmemesinin sebebi işte budur. Bunların kıble
edinilip edinilmemesidir.
Kıble,
insanların hayatında gerçekten çok önemlidir. Çünkü kıble hayatın mihveridir.
Bir ara İstanbul’da Abdulhamid’in mezarını ziyarete giden gençleri gören bir
İslâm düşmanı bu memleketin kıblesini değiştirmeyi hedefleyen adama bu durumu
anlatarak şikâyette bulunur. “Ben hâlâ bu ülkede Abdulhamid’in mezarını ziyarete
gidenleri görüyorum. Buna bir tedbir düşünmüyor musunuz?” deyince ötekisi der
ki, “Üzülme ben yakında onların kıblelerini değiştireceğim. Yakında ben onların
yönelişlerini değiştireceğim ve artık onlardan hiç birisi Abdülhamit’in adını
bile hatırlamaz olacaklar.” Değiştirdiler kıblemizi...
Meselâ
kişi dünyayı kıble edinir, dünyaya bağımlılığı kıble haline getirirse, dünyada
ebedî kalacakmış gibi bir hayat anlayışına kapılır ve yönelişini dünyaya
çevirirse elbette böyle bir kıble, böyle bir yöneliş o kişiye muhkem binalar,
villalar, saraylar, köşkler yaptıracak ve bunları çoğaltmanın, dünyayı
kucaklamanın kavgasını verdirecektir. Ama âhireti kıble edinmiş insan, âhirete
yönelmiş ve her an öleceğini düşünen insan yani savaş insanı elbette kıblesi
gereği bunlarla uğraşacak zaman bulamayacaktır.
Veya eğer bir ülkede spor kıble haline gelmişse, yani
insanlar spora yönelmişler, onu ilgi alanına koymuşlarsa elbette o insanların
hayatları ona göre şekillenecek ve bu insanlar yüz binlik beşiklerde uyutulmak
zorunda kalacaklardır. Çarşambayı mutlaka spora ayırın! diyen, kavalı elinde
bulunduran adamın niyeti de her halde bu yüz binlik beşiklere gömülmedik bir tek
insan bırakmamak ve kendi işini kolaylaştırmaktır. Elbette spora yönelir ve onu
kıble edinirse insanlar, uyutulmayı da hak edeceklerdir. Ama onu kıble
edinmeyen, ona yönelmeyen bir insan için değil dünya çapında, evren çapında veya
galaksiler arası bir maç bile yapılsa, dönüp bakmayacaktır ve yüz binlik uyku
tulumları da kapanıp gidecektir. Kıbleye göre şekillenen hayatın aksesuarıdır
bunlar.
Ebrehe de
ta Sana’da o mabedi inşa ettirirken amacı, kıblesi Hıristiyanlık değildi. Esas
hedefi tüm hayatın kıblesini Kâbe’den Sana’ya döndürmekti. Böylece ekonomik ve
siyasal gücü eline geçirecekti. Öyleyse Ebrehe’nin kıblesi paraydı, dünyaydı,
dünyalık elde etmek ve karnını şişirmekti. Ebrehe insanların kıblelerini
değiştirmek istiyordu. Ama tabii insanların dinlerini tümüyle değiştirmek
değildi bu. Zira zaten o dönemde din hayatın tümüne karışmıyordu. İşte parayı
kıble edinen, dünyaya yönelip madde planında sapıtan Ebrehe, tüm plan ve
programını ona göre yapacak, her şeyi parada ve ekonomide görecekti. Bunun için
de insanlar artık ziyaret için Mekke’ye, Kâbe’ye gitmeyecekler ve Yemen’in Sana
şehrine gelecekler, insanların kıbleleri değişecek, kervanların yolu Sana’dan
geçecek ve tüm kabileler paralarını buraya akıtarak Ebrehe’nin karnını
şişirecekti. Ona ekonomik gücünü vereceklerdi. Gerçi o dönemde haktan ve
Hanif’likten sapan Kureyş’in de bundan başka bir derdi yoktu.
Ebrehe parayı kıble edinince, paraya ulaştıran her şey
meşru oldu onun için. Gerekirse Kâbe’yi bile yıkmalıydı bu kıblesine ulaşabilmek
için. Tıpkı Arz-ı Mev’ûd’u, o toprak parçasını kıble edinen Yahudi kızının, bu
kıblesine ulaşabilmek için, “Yeryüzünde bir tek Yahudi kalmasa bile o toprak
parçasını elinde tutabilmek için babamla bile evlenirim” diyerek her şeyi meşru
gördüğü gibi...
Veya günümüzde parayı kıble edinen kimi Müslümanların bu
kıbleye ulaşabilmek için her şeyi meşru görmeye başladıkları gibi. Öyle değil
mi? Adam dükkanı açık tutacağım diye namazını bile terk etmiyor mu bugün?
Ekonomik güce ulaşacağım diye ilim öğrenmeyi bile terk etmiyor mu bugün
müslümanlar? Elbette para kıble olunca bu kıbleye götürücü her şey onun gözünde
meşru olacaktır. Yani ne farkı var şimdi Ebrehe’nin yaptığıyla bu Müslümanların
yaptıkları arasında? Birisi para için Kâbe’yi yıkmayı düşünüyor, öbürü de
kıblesine ulaşabilmek için dinin direğini yıkıyor, yani namazı terk ediyor. Ne
farkı var onunla bunun?
Ebrehe kıblesine ulaşabilmek için bir ordu hazırlayıp
Mekke’ye doğru harekete geçer. Bu filler desteğindeki ordu gerçekten o günün
dünyasında güçlü, karşısında durulmaz bir orduydu. Çünkü bakın Ahzab savaşında
bile Kureyş’in ordu sayısı 12.000’i geçmiyordu. Böyle büyük bir orduyla harekete
geçti. Yemen’in reislerinden biri olan Zü Nefer Araplardan hazırladığı bir ordu
ile onu bu işten vazgeçirmek için savaştıysa da mağlup olup Ebrehe’nin eline
esir düştü. Yolda karşılarına çıkan kabileler ya onlarla savaşarak mağlup
oluyorlar, ya da savaşmadan onun ordusuna katılıyorlardı. Ordu Taif yakınlarına
geldiğinde, Taif halkı Beni Sakif adlı putlarını Ebrehe’nin şerrinden
koruyabilmek için içlerinden Ebu Rigal’i Ebrehe’ye rehberlik yapması için
gönderirler.
Kendi putlarının Ebrehe’ninkinden, Ebrehe’nin putundan
güçlü olduğuna inananlar putları uğrunda onunla savaşırken, Ebrehe’nin putunun
kendilerininkinden üstün olduğuna inananlar da savaşmadan ona iltihak eder. Ordu
yol boyunca büyüdükçe büyür. Kendi putlarından daha güçlü bir putla
karşılaştıklarını zannedenler kendi putlarından vazgeçerek Ebrehe’nin
hâkimiyetini kabul ederek onun himayesine giriyorlardı. Yani kendi putlarını
uğrunda savaşılmaya değer görenler o putları uğrunda savaşı göze alırken,
Ebrehe’nin putunu kendi putlarından üstün görenler de savaşmadan onun ordusuna
iltihak ediyordu.
Bir müslüman da eğer Rabbini en güçlü kabul etmişse
elbette O’nun uğrunda savaşacaktır. Zira O Rabb uğrunda savaşılmaya değer bir
Rabdir. Ama o müslümanın gözünde inandığı Allah, uğrunda savaşmaya değmeyen,
uğrunda mal ve can feda etmeye değmeyen bir Allah’sa, ya da onun gözünde başka
putlar büyümüşse, o zaman o putların hâkimiyetine boyun eğerek Allah uğrunda
savaşmaktan vazgeçecektir. İşte tarih içinde İsrail oğullarını görüyoruz.
Peygamberleri Hz. Mûsâ bir şehre girmelerini, bir şehri fethetmelerini isteyince
şöyle demişlerdi: “Ey Mûsâ, sen ve Rabbin gidip savaşın, biz burada
bekleyeceğiz.” İsrail oğullarının inandıkları Allah uğrunda bir savaşı göze
almaya değmeyen bir Allah’tı. İnandıklarını iddia ettikleri Allah uğrunda feda-i
mal ve cana değmeyen bir Allah’tı.
Eğer şu anda Müslümanların da inandıkları Allah, uğrunda
savaşmaya, uğrunda mal ve can feda etmeye değen bir Allah’sa o zaman putların,
putçuların egemenliğini savaşmadan asla kabul etmeyeceklerdir. Önce putçularla
savaşacaklar, eğer yenilmişlerse, köleleştirilmişlerse ancak bu duruma
düşebileceklerdir. Değilse savaşıp yenilmedikçe asla onların egemenliğini kabule
razı olmayacaktır. Ama eğer mü’minlerin inandıkları Allah ta tıpkı İsrail
oğullarının inandıkları Allah gibi uğrunda savaşmaya, uğrunda bir takım
fedakârlıkları göze almaya değmeyen bir Allah’sa, o zaman hiç savaşmadan
putçuların egemenliğini kabul edecektir. Bir bakalım durumumuza. Hangisine
yakınız? Nasıl bir Allah’a inanıyoruz? Bunu bir daha gözden
geçirelim.
Ebrehe’nin ordusu yolda büyüdükçe büyüdü. Nihâyet Mugam-mes denen
Mekke’ye 3-4 kilometre yakın bir bölgeye ulaşır. Ebrehe-nin öncü kuvvetleri
Mekkelilere ait 200 kadar deveyi gasp edip Eb-rehe’ye getirirler. Bu arada
Ebrehe Mekke’ye gönderdiği mesajında kendisine karşı koymadıkları takdirde
onlara dokunmayacağını ilân etti. Gelen elçiye Mekke’nin reisi durumunda bulunan
Rasulullah efendimizin dedesi Abdulmuttalib: “Bizim böyle bir ordunun karşısında
durabilecek gücümüz yoktur. Yıkmayı hedeflediği bu eve gelince o Allah’ın
beytidir, O’nun sahibi Allah’tır; dilerse onu korumasını bilir” dedi ve sonra
Mekke’nin reisi olarak develeri geri istemek için Ebrehe’nin yanına
gitti.
Ebrehe,
Abdulmuttalib’in kendisine doğru geldiğini haber alınca çok memnun oldu.
Zannetti ki Mekke’nin emiri tıpkı yolda kendisini kabul edip ordusuna katılanlar
gibi kendisine köleliği kabul etti de, efendisine ricaya geliyor. Bu düşünceyle
onu karşılayan Ebrehe tahtından inerek Abdulmuttalib’in yanına oturdu. Çünkü
efendiler kölelerini ikrama boğarlar. Yeter ki köleleri kendilerine itaat
etsinler. Yeter ki onun sözünden çıkmasınlar. Öyle değil mi? Çoban köpeğini iyi
doyurur. Neden? Çünkü kendisine hizmet ediyor da ondan. Veya adam çobanına iyi
bakar. Neden? Çünkü hizmet kendisine dönecek de ondan. Birileri de işte
memurluk, amirlikler vererek, doçentlik, doktorluk vererek insanları kendisine
hizmete zorluyor. Yeter ki ona kul ol sana yapamayacağı yoktur. Veya meselâ bir
grubun içinde olanlar, bir grubun elemanı olanlar o grubun üyesi olmayanlardan
daha bir nîmet içinde olmaktadırlar. Her grup kendi müntesiplerini nîmettar
ediyor.
Veya meselâ kendisinin Rabbil Â’lâ olduğunu iddia eden
Firavun da Mûsâ (a.s)’a galip gelmeleri, Allah’ın elçisi karşısında kendisini
savunup üstün getirmeleri, Allah’ın yasaları karşısında kendi yasalarını,
Allah’ın sistemi karşısında kendi sistemini galip getirmeleri karşılığında
kendilerini ikrama boğacağını, kendilerini mukarrabundan yapacağını söylüyordu
sihirbazlara. “Yeter ki siz beni peygamber karşısında galip getirip, peygamber
dâvâsını halkın gözünde düşürerek beni temize çıkarın, size yapamayacağım
yoktur” diyordu. Efendiler kölelerine ikram ederler. Şu anda kölesi durumunda
olduğumuz A.B.D’nin daha iyi süt sağabilmek için zaman zaman biz kölelerine
yardımda bulunup biz kölelerini başkalarına kaptırmamak için Avrupa’yla kavga
verdiği gibi. Ebrehe de Abdulmuttalib’in kendisine kölelik ihrazında bulunma
niyetiyle geldiğini zannederek tahtından inip onun yanına oturdu, onu ikrama
boğmak istedi.
İşte
Ebrehe de Rasulullah efendimizin dedesine böyle yaptı. O savaş ortamında bile
Abdulmuttalib’e izzet ve ikramda bulundu. Ama Rasulullah efendimizin dedesi
başkaları gibi kölelik psikozuyla değil de, bir görev şuuruyla hareket ederek
kendi görevi içindeki işe talip oldu. “Ey Ebrehe! Ben Mekke’nin reisiyim ve
adamlarının gasbettiği develeri senden geri istemeye geldim.” der. Bunu duyan
Ebrehe: “Se-ni görünce çok etkilenmiştim. Ama konuşmana şahit olunca gözümden
düştün. Biz atalarınızın kıblesini değiştirip Kâbe’yi yıkmaya geldik, sen neyin
derdindesin? Ben de benim efendiliğimi kabul edip Kâbe’yi yıkmaktan vazgeç diye
bana yalvarıp yakarmaya geldiğini sanmıştım” der.
Abdulmuttalib der ki: “Ey Ebrehe, ben sadece develerin
sahibiyim. Benim sorumluluk alanım budur. Ve senden kendi sorumluluk alanıma
giren bir şeyi istiyorum. Kâbe’ye gelince elbette O’nun sahibi onu korumasını
bilecektir. Bu seninle O’nun arasındaki
bir meseledir.” Yani Kâbe’nin sahibi kendi evini koruyacak güçtedir.
Benim yardımıma filan ihtiyacı yoktur O’nun dedi. Zira Abdulmuttalib’in inancına
göre kendisinde Kâbe’nin koruyuculuğu gibi bir sorumluluk yoktu.
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden
sorumlusunuz!”
hadisinden de biliyoruz ki herkesin sorumlu olduğu bir
sürüsü vardır. Herkes kendi sürüsünü doyurmak ve korumakla mükelleftir. Herkes
kendi sürüsünü, kendi görevini ve sorumluluk alanını bilmelidir. Kendi sürüsünü
ihmal ederek başkalarının sürüsüne gitmemeli veya başkalarının sürülerini
kendisine dert edinerek kendi kendisini zor duruma sokmamalıdır. Ama kendi
sürüsünü doyurmanın yanında arta kalan zamanı olanlar elbette çobansız kalmış
sürülerin imdadına da koşmalıdır.
Evet
Ebrehe diyor ki: “Ben bu Beytin ve bu Beyt sayesinde çevresindekilerin emniyet
içinde olduklarını duydum. İnsanların bu beyt sayesinde doyduklarını haber
aldım. Ben bu Beytin ve sakinlerinin emniyet ve güvenlerini bozduğumu tüm
dünyaya duyurmak için geldim” deyince, Abdulmuttalib diyordu ki: “Sen ne
haldesin? Ne yapıyorsun? Ne yapmak istiyorsun ben bunu bilmiyorum. Ama ben bana
düşeni yapmadan yanayım. Ben bu beldenin emiri olarak sürülerden sorumluyum.
Benim görev alanım budur. Ben onu korumak zorundayım. Elbette o Beytin sahibi de
kendi Beytini korumasını bilir. Bu konuda O’nun benim yardımıma ihtiyacı
yoktur.”
Hoş bir ifade, hoş bir anlayış değil mi? Öyleyse
unutmayalım ki biz bize düşeni yapmak zorundayız. Bizim sorumluluk alanımızdaki
şeyleri yapmak zorundayız. Bizler kendimizin ve ehlimizin müslüman-ca bir hayat
yaşamasından sorumluyuz. Bizler ehlimizin cennet yolun-da oluşundan sorumluyuz.
Ben, evdekilerden sorumluyum. Benim ev-dekilerin Müslümanlığından, onları İslâm
yolunda tutmaktan, onları müslümanca eğitmekten, onları meşru yerlerde otlatıp
doyurmaktan, Kur’an ve sünnet bilgisiyle doyurmaktan, onlara Allah’a Allah’ın
istediği biçimde kulluğu uygulatmaktan sorumluyum. İşte benim ilk planda sorumlu
olduğum alan budur. Onlara kendi ehlim olduğu için uygulatmaktan, ama
başkalarına da anlatmaktan sorumluyum. Ben evimde, benim sorumluluk alanımda
Allah’ın emirlerini uygulamak ve uygulatmaktan ama başkalarının evlerinde de
uygulamalarını anlatmaktan, duyurmaktan sorumluyum. Rasulullah efendimizin bu
hadisi bize bunu anlatıyor.
Ama benim evin dışındaki evlerin sahipleri de eğer beni
dinleyecek insanlarsa, yani onlara da uygulattıracak gücüm ve etkim varsa, yani
onlar da benim ehlim konumunda iseler, beni dinliyorlarsa, elbette onlara da
uygulattırmakla mükellefim. Yani ben önce beni dinleyen, benim ehlim olan
hanımım ve çocuklarımdan sorumluyum. Ama benim ailemin dışında da beni
dinleyecek, hayatına beni karıştıracak, benim dinime güvenip hayatında benim söz
sahipliğimi kabul edecek insanlar, aileler de varsa ben onlardan da sorumlu
oluyorum. Çünkü artık onlar da benim ehlim olmuşlardır. Dışardan beni dinleyecek
birileri nasıl ki benim ehlim oluyor ve ben onlardan da sorumlu oluyorsam, aynı
şekilde benim ehlimden, benim ailemden beni dinlemeyenler, beni hayatlarına
karıştırmayanlar çıkarsa onlar da benim ehlim olmaktan çıkmış ve ben artık
onlardan da sorumlu değilim demektir.
Nuh’un (a.s) kendisine iman etmeyen oğlunu biliyoruz.
Rab-bimiz buyurdu ki: “Ey Nuh o senin ehlin değildir. O senin oğlun değildir.
Çünkü o gayr-i salih bir amel işlemiştir.” Demek ki oğlu bile kendisini
dinlemeyince ehli olmaktan çıkıveriyor.
Öyleyse
kişi kendisine düşeni, kendi sorumluluk alanına giren şeyleri, tedbirleri de
elden bırakmamak şartıyla icra eder, yerine getirirse sünnetullah zaten cereyan
edecektir. Yani kul kendisine düşeni yaparsa, Allah da kendisine düşeni elbette
yapacaktır. İşte Abdulmut-talib ve Kureyş kendilerine düşeni yapmışlar, zaten
böyle güçlü bir ordu karşısında yapabilecekleri pek fazla bir şeyleri de yoktu.
Böyle ciddi bir tehlike karşısında Kâbe’nin avlusuna toplanıp Kâbe’nin
örtülerine yüz sürerek bu Beytin Rabbine dua ederler.
O anda Kâbe’nin içini doldurdukları tüm putları
gözlerinde sıfıra inmiştir. Yani bu putların kendilerine sağlayabilecekleri
hiçbir şeyin olmadığının şuuruyla, “Ey bu Kâbe’nin Rabbi! Bizler kesin biliyoruz
ki böyle ciddi bir tehlike karşısında şu putların bize sağlayabilecekleri hiçbir
şey yoktur. Bizi bu büyük tehlikeden korusan korusan sen korursun. Hem Kâbe’ni
hem de bizi bu belâdan kurtar” diye Allah’a yalvarıp yakarmışlar, sonra da
tedbirlerini alıp dağlara çekilmişler ve uzaktan seyretmeye başlamışlar. Hattâ
tarih kitapları bu konuda şiirler naklederler:
“Kul
kendi evini korur,
Sen de kendi Beytini
koru.
Eğer yarın onların haç’ı ve
tedbiri
Senin tedbirine galip
gelmesin.
Eğer onlara imkân verir ve
kıblemizi
Kendi haline bırakmak
istersen,
Bu senin bileceğin bir
iştir.”
Kul
kendisine düşeni yaparsa Allah’ta sünneti gereği kendisine düşeni yapacaktır.
Yani şu anda bizler bizim sorumluluk alanına giren görevlerimizi Allah’ın
istediği şekilde yerine getirirsek Allah da bize yardım edecektir. Bizim Kâbe’yi
koruma, Allah’ın dinini koruma gibi bir gücümüz de, sorumluluğumuz da yoktur.
Ama bizim kendimizi ve ehlimizi koruma, kendimizi ve ehlimizi Müslümanlaştırma
göreviyle so-rumluyuz. Yani biz kendi sürümüzle sorumluyuz. Biz kendi görev
alanımıza girenleri Allah’ın istediği gibi yerine getirirsek Allah ta hem dinini
koruyacaktır, hem bizi koruyacaktır.
Abdulmuttalib’in bu kararlı tavrı karşısında etkilenen Ebrehe ona
koyunlarını, develerini teslim eder. Ertesi günü Ebrehe gurur, güven içinde
müstekbirce Kâbe’ye doğru hareket eder. Ordusu vardı, filleri vardı, tankları
vardı, silahları vardı ve karşısında durabilecek hiçbir güç yoktu. Gururla
yürüyordu ama helâkinden habersizdi. Kiminle savaştığının farkında değildi. Kime
kafa tuttuğunun, kimin âyetini kaldırmaya teşebbüs ettiğinin, kime kulluğu
bitirme cinnetine kapıldığının, kimin sistemine savaş açtığının farkında
değildi. Sahipsiz sandığı Allah, Beytine yürüyordu. Güçsüz ve yalnız zannettiği
insanların mabedine saldırıyordu.
Halbuki o Beyt Allah’ın Beytiydi. O Beyt yeryüzünde
Allah’ın en büyük âyetlerinden bir âyetti. Bu dâvâ Allah’ın dâvâsıydı. Allah’la
savaşa tutuşmak, tanklarla savaşmaya benzemezdi. Allah’ın sistemiyle savaşa
tutuşanlar iflah olmazdı. Biraz sonra o güvendiği güçlü ordunun Allah’ın
yeryüzünde en küçük ve güçsüz varlıkları kuşlara mağlup olacağının farkında
değildi. Allah’ın emriyle en büyük varlığın en küçük varlık karşısında helâki
yudumlayacağının farkında değildi.
Olacaklardan
habersiz gurur ve kibir içinde Ebrehe ordusuyla birlikte Kâbe’ye doğru
yürüyordu. Kâbe karşıdan görünmüştü. Üstelik Ebrehe’nin karşısına çıkıp
savaşacak, Kâbe’yi müdafaa edecek bir tek insan bile yoktu. Hiçbir engel yoktu
karşısında. Bunu gören Ebre-he daha da gururlanarak yürüyordu. Zannediyordu ki
Kâbe yalnız. Zannediyordu ki Kâbe sahipsiz ve korumasız. Ezip geçecekti Allah’ın
beytini. Çiğneyip geçecekti insanlığın kıblesini. Bitirecekti yeryüzünde Allah’a
kulluğu. Son verecekti yeryüzünde Allah egemenliğine. Allah’a kulluk merkezini
yerle bir edip tüm dünyaya: “Bakın ey insanlar, ben Kâbe’yi yıktım. Ben Allah
beytini yerle bir ettim. Ben Allah’ı yendim. Ben yeryüzünde Allah’a kulluğu
bitirdim. Yeryüzünde en büyük, en güçlü benim. Yeryüzünde egemen benim. Bundan
böyle Allah’a değil bana kul olacaksınız. Allah’ı değil beni dinleyeceksiniz.
Allah’ın yasalarını değil benim yasalarımı uygulayacaksınız” diyecekti.
Ama
işte tarih boyunca kâfirlerin, zalimlerin, Allah ve diniyle savaşanların,
Müslümanları yok etmeye soyunanların, yeryüzünde Allah’a kulluğu bitirmeye
soyunanların yanıldıkları nokta burasıdır. Zannederler ki Kâbe yalnız.
Zannederler ki Allah evleri, Allah’a kulluk evleri mescitler, İmam-Hatipler,
Kur’an kursları, medreseler yalnız ve
korumasız. Zannederler ki müslümanlar korumasız ve güçsüz. Zannederler ki
hepsini bir anda yok edecekler. Zannederler ki tanklarıyla ezip geçiverecekler.
Zannederler ki yeryüzünde Allah’a kulluğu bitirecekler, kendi tanrılıklarını
ilân edecekler. Halbuki biraz sonra göreceğiz ki o Kâbe yalnız ve korumasız
değildir. O Kâbe’nin bir Rabbi var. O Allah evinin, Allah evlerinin, Allah’a
kulluk makamlarının ve Allah kullarının bir sahibi var. Onların arkasında onları
koruyacak bir Allah var. Bunun farkında değil bu kâfirler.
Allah’tan habersiz, başına geleceklerden habersiz gurur
ve kibir içinde ordu yürüyor. İşte bu noktadan itibaren Rabbimizin sûrede
anlattığı yeryüzünün en büyük olaylarından birisi zuhur ediyordu. Müzdelife ile
Mina arasındaki Muhassıp denen mevkie geldiklerinde tüm dünyanın bildiği olay
vukua gelir. Allah onların üzerlerine ordularını, kuşları gönderiverir ve topunu
helâk eder. Sonuç tarihin her döneminde olduğu gibi Allah galip Allah’la
savaşanlar mağlup olmuştur.
Olayın
meydana geldiği bölge, Mina ile Müzdelife arasındaki Muhassıp denen bölgedir.
Helâkin gerçekleştiği ve Allah’ın azabının indiği bir bölge olduğundan burada
durulmayıp süratlice geçilir. Müslim’deki bir rivâyete göre Rasulullah efendimiz
veda haccında bu bölgeden geçerken çok hızlı geçtiği ve ashabına “burada
konaklamayın, zira burası Allah düşmanlarının helâk olduğu bölgedir” buyurduğu
rivayet edilmektedir.
Allah’ın
azabının indiği yerde durulmamalıdır. Biz ne yapacağız? Nereye gideceğiz bilmem?
Şu anda bizim yaşadığımız şehirde Allah’ın gazabını celbedecek bu kadar çok
isyan mahallinin yakınından nereye gideceğiz bilemiyorum.
Bakın
Rabbimiz olayı şöylece anlatır:
1. “Ey Muhammed! (Kâbe’yi yıkmaya
gelen) fil sahiplerine Rabbinin ne yaptığını görmedin
mi?”
Görmedin mi peygamberim Rabbin nasıl yaptı onlara? Gözle
görmüş gibi olmadın mı? Duymadın mı? Bilmedin mi? Anlamadın mı ey peygamberim?
Ve sizler ey Kureyş, görmediniz mi? Duymadınız mı? Anlamadınız mı? Ve sizler ey
mü’miniyle, müşrikiyle, kâfiriyle, dinlisiyle, dinsiziyle, ateistiyle,
Budist’iyle, Şintoistiyle ey yeryüzü insanlığı, sizler de duymadınız mı?
Anlamadınız mı? Düşünüp kavramadınız mı? Rabbiniz, âlemlerin Rabbi kendisiyle
savaşa tutuşan, yeryüzündeki Allah âyetine tahammül edemeyen, yeryüzünde Allah
âyetini kaldırarak O’na kulluk eseri bırakmamaya yemin eden, kendi egemenliği,
kendi yasalarının hâkimiyeti adına Allah egemenliğine son vermek isteyen,
Allah’a Allah’ın arzında hayat hakkı tanımamaya sa’yeden, Allah yasasını
değiştirmeye soyunan fil sahiplerine Allah nasıl yaptı görmediniz mi?
Anlamadınız mı?
Anlıyoruz
ki buradaki hitap sadece Rasulullah efendimize değil, o dönem Kureyşine ve
kıyâmete kadar kendilerini Allah’ın hitabının muhatabı bilen, bu kitaba kendi
kitabı gözüyle bakan, bu sûre benin sûrem diyen herkesedir. Görmediniz mi?
Bilmediniz, anlamadınız mı bu dâvânın arkasında Allah olduğunu? Gerçek güç
sahibini anlamadınız mı ey müslümanlar? Güç kaynağını görmediniz mi? Ne
korkuyorsunuz Allah düşmanlarından? Niye çekiniyorsunuz kâfirlerden? Niye bu güç
kaynağıyla irtibata geçip Allah’ın size sunduğu bu silahı kuşanıp yeryüzünün en
güçlüsü olduğunuzun farkına varmıyorsunuz? Veya sizler ey her dönemin kâfirleri,
kiminle savaştığınızı niye anlamak istemiyorsunuz? diyor
Rabbimiz.
Görmedin
mi? Görmediniz mi? Tabii buradaki ru’yet, ru’yet-i kalbiyedir. Bizzat gözle
görmektir. Çünkü Rasulullah efendimizin doğumundan takriben 40 yıl önce
gerçekleşmiş bu olayı bizzat onun görmesi mümkün değildir. Ama bu hadiseyi
gözleriyle görenler hayattaydı. Hattâ Hz. Ayşe annemizden, “Fili çeken iki
kişinin âmâ ve kötürüm olarak Mekke’de kalıp dilendiklerini ben bizzat gördüm”
diye bir rivâyet bile vardır.
Görmedin
mi? Görmediniz mi diye hitap eden bu âyetin indiği dönem, olayın vukuundan
takriben 40 yıl sonralarıydı. Ama bu olay Kureyş’in hafızalarında canlılığını
muhafaza ediyordu. Ebrehe’nin ordusunu helâk eden kuşların attığı taşları hâlâ
evlerinde saklıyorlardı. Arabistan yarımadasında ve tüm dünyada Kureyş’in
itibarını ve saygınlığını artırdığı için Kâbe’nin hizmetçileri olarak, Ehlullah
olarak tüm çevrede onları dokunulmaz hale getirdiği için bu olay Kureyş için çok
önemli bir olaydı. İnsanlar bu olaydan sonra Kureyş’e ilişmekten kork-maya ve
onlara saygı duymaya başlamışlardı. Hattâ hayatlarındaki önemine binaen Kureyş
bu olayın gerçekleştiği günü takvim başlangıcı yapmışlardı. Bu yıl, “Fil senesi”
diye meşhur olmuştu.
Dikkat
ediyorsanız âyet-i kerîmede “Ma faale Rabbüke” Rabbin fil
ordusuna ne yaptı görmedin mi? denmemiş de “Keyfe fe-ale Rabbüke” Rabbin fil
ordusuna nasıl yaptı, denmiş. Bundan da anlıyoruz ki bu işin mahiyetini
anlamamız, bilmemiz gerekmiyor. Nasıl oldu? Bu iş nasıl gerçekleşti? Kuşlar taş
attı deniyor, acaba bu kuşlar hangi kuşlardı? Attıkları taş mıydı? Başka bir şey
miydi? Yoksa çiçek mikrobu muydu? Yoksa başka bir hastalık mıydı, bunun
mahiyetinin bilinemeyeceği anlatılıyor. Yani keyfiyetinin bilinemeyeceği,
keyfiyeti üzerinde durulmaması gerektiği ve sadece helâkin gerçekleştiğine iman
edilmesi gerektiği anlatılıyor. Kimilerinin gereksiz yere gereksiz yorumlara
kaçtığını ve kendi kendilerini lüzumsuz şeylerle yorduklarını gördüğüm için bunu
demek zorunda kaldım. Önemli olan bu olayın ne olduğunu bilmek değil, neticeyi
bilmektir. Ne oldu netice? Tüm orduların sahibi olan Allah, göklerde ve yerlerde
ne varsa hepsinin ordularının sahibi olan Allah kuşlardan bir ordu gönderdi ve
işlerini bitirdi kâfirlerin. Yani orduların sahibi olan Allah o günün en büyük
ordusunu, yaratıklarının en güçsüzüyle, kuşlarla yerle bir etti. Çünkü güç ve
kuvvet sahibi Allah’tır.
2.
“Onların tasarladıkları planlarını boşa çıkarmadı
mı?”
Onların
planlarını geçersiz kılmadı mı Allah? Onların hedeflerini kaybettirmedi mi?
Onların oyunlarını, Allah’a, Allah’ın âyetine, Allah’ın sistemine karşı onların
kurdukları düzenlerini, komplolarını bozup iptal etmedi mi? Onları kırıp
geçirmedi mi? Hangi planlarıydı bunlar? Birincisi kıble değişikliği planları.
Allah’a kulluğun sembolü olan Kâbe’nin kıblelikten çıkarılıp onların belirlediği
kıblenin yasallaştırılması planları. Allah yasalarının, Allah âyetlerinin
kaldırılıp kendi yasalarının hâkimiyeti planları. Allah’a kulluğu değiştirip
kendilerine kulluğu gerçekleştirme planları. İnsanların yönelişlerini Allah’ın
Beytinden değiştirip kendi evlerine çevirme ve böylece ekonomik ve siyasal güce
ulaşarak tanrılıklarını gerçekleştirme planları. Allah’ın Beytini yıkarak,
Allah’ın âyetini yok ederek kendilerinin O’ndan daha güçlü olduklarını ispat
ederek Allahlıklarını ortaya koyma ve insanlara hükmetme planları. Yeryüzünde en
güçlü biziz, egemenlik bizdedir, binaenaleyh bize itaat etmelisiniz diyebilme
planları.
Allah önce Sana’da yaptırdıkları kiliseye insanları
dâvet ederek Kâbe’yi kıblelikten çıkarma planlarını da, sonra Kâbe’yi yıkıp
Allah’ın âyetini silme planlarını da bozmadı mı? Allah’ın Beytini yıkamadıkları
gibi kendileri yıkıldılar. Allah’ın âyetini silmeye muvaffak olama-dıkları gibi
kendileri helâk olup silinip gittiler. Bu tarih boyunca hep böyle
olmuştur.
“Kâfirlerin tuzağı elbette boşa
çıkacaktır.”
(Mü’min 25)
Tarih
boyunca iman dâvâsı karşısında bâtılların planları hep boşa çıkmıştır. Tevhid
dâvâsı karşısında bâtıllar hep iflas etmiştir.
Dikkat
ederseniz burada “Keyd” kelimesi kullanılmaktadır.
Birisine zarar vermek için tedbir almak, plan program yapmak, tuzak kurmak
anlamına gelir. Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın âyetlerine ve Allah’ın
yasalarına karşı tuzak kurmaya çalışanlar mutlaka karşılarında Allah’ı
bulacaklardır. Onların bir hesabı varsa, elbette Allah’ın da bir hesabı vardır.
Onların tüm planlarını, tüm düzenlerini ve komplolarını boşa çıkaracaktır Allah.
Yusuf sûresinde de Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Hainlerin tuzaklarını Allah başarıya
erdirmeyecektir.”
(Yusuf 52)
Evet
onların kurdukları tuzaklarını boşa çıkardı da:
3. “Onların üzerlerine Ebabil (Sürü
sürü) kuşlarını gönderdi.”
Onların üzerine sürü sürü, bölük bölük bölükler halinde,
birbiri ardınca giden, çok fazla, şuradan buradan her taraftan gelen, katar
katar kuşlar gönderdi. Bu kuşlarla alâkalı işte kırlangıç türü denizden
çıkarılmış kuşlardı gibi sözler söylenmiş. Anladığımız o ki, kuşlar dünyası
ordularından bir ordu gönderdi onların üzerine Rabbimiz. Göklerde ve yerlerdeki
tüm orduların sahibi Allah’tır. İnsanlar da Allah’ın ordusudur, hayvanlar da.
Gururla sahipsiz sandığı Kâbe’ye doğru yürüyen ordunun üzerinde tıpkı bir bulut
gibi, bir hasır gibi kuşlar sürüsü görünüverdi. Birisi gagasında, diğer ikisi de
iki ayaklarında taşlar bulunan bir kuş ordusu beliriverdi
de:
“Onlara pişirilip sertleştirilmiş
balçık taşları atıyorlardı.”
İbni Abbas efendimiz bu kelimenin Farsça bir kelime
olduğunu ve çamurdan yapılmış ve pişirilerek serleştirilmiş taşlar olduğunu
rivâyet etmektedir. Kur’an’ın başka yerlerinde aynı kelimenin kullanıldığını
görüyoruz. Meselâ bakın Hud sûresinde Lût (a.s)’un kavminin helâki için de
siccil yağdırıldığı, sert taşlar atıldığı ve ülkenin altının üstüne getirildiği
anlatılmaktadır.
“Buyruğumuz gelince oraların altını
üstüne getirdik; üzerine de yığın yığın sert taş
yağdırdık.”
(Hud 82)
Hattâ bu
âyetin bir altındaki âyette de bu taşların şanlı, nişanlı olduğu, yani kimin
başına ineceğinin, kimin beynini parçalayacağının Allah tarafından belirlenmiş
olduğu anlatılır. Sanki uzaktan kumandalı, güdümlü füzeler ki hedefini asla
şaşmayacak. Kimin beyninde patlaması emredilmiş, yazılmışsa onun işini bitirecek
taşlar.
Sicîl; Farsça’da taş
anlamına gelen "seng" ile çamur ve toprak anlamına gelen "kil"den terkip olunmuş
seng-kil şeklinde mürekkep bir kelime. Arabçada "siccîl" şeklinde telaffuz
olunmuştur. Çok pişmiş sert kiremit gibi çamurdan taşlaşmış taş demektir. Veya
taş ve çamurdan yapılmış taş demektir. Bu kelime Kamus tercemesi Okyanusta şöyle
açıklanır: "Siccîl, kesek tarzında bir çeşit taşa denir. Ve bu "sen-gu kil" in
Arapçalaşmış olanıdır. Bundan murad, kumlu çamur ile, pişmiş olup sonra
taşlaşmış olan taştır. Allah Teâlâ'nın; "Onlara, sicîlden taşlar atıyorlardı”
sözünde geçen siccîl bundandır.
Arapça "s.c.l"den türemiş
olduğu düşünülünce, siccîl; üzerle-rinde inecekleri ve
isa bet edecekleri şahısların
isimleri yazılı olan taş-lardır. Ayrıca siccîl; kâfirlerin amel defterlerinin
ismi olduğu gibi siccîl de azaplarının yazıldığı kitabın ismi olduğu ifade
edilir. Sanki, yazıl-mış azap cümlesinden taşlarla azaplandırıldılar, demektir.
Taşlar ile azap olunacakları, yazılı olan mahfuz kitabın hükümlerindendir.
Çün-kü Allah bu kitapta azaplarını yazdı. Bu takdirde siccîl, irsal anlamına
gelen iscâldendir. Azap, irsal ile tavsif olunur. "Onların üzerine tufanı
gönderdik..." gibi.
(A'râf, 7/133)
"Yazılı olan azap
cümlesinden olarak onlara taşları atmak için sürü sürü kuşları gönderdi" demek
olur. Böylece siccîl kelimesinin manasında azabın kimin tarafından gönderilip
yapıldığı da belirtilmiş olur.
Bazı âlimler; siccîl
kelimesinin su ile dolu büyük kova anla-mı-na gelen "es-Secl” kelimesinden
türediğini, büyük kovadan dökülen su gibi birbiri ardınca şiddetle atılan taşlar
manasında bir istiâre ol-duğunu söylemişlerdir.
Siccîl, dünya semasına da
isim olarak verilmiştir. Ayrıca Ce-hennemde bir vadinin ismidir ve bu sebeple
Cehennemin taşlarına da siccîl denilir. Cenab-ı Allah, kiremitten daha sert
çamurdan pişmiş taşları (siccîl'i) kuşlara attırması neticesinde onların
bedenlerinin delik deşik edilerek kırılıp serilişlerini "asf-ı me'kül" (yenmiş
ekine) yani hayvanlar ve böcekler tarafından yenip çiğnenmiş, lime lime olup
özleri çekilmiş ekin ve yapraklara benzetmiştir.
Allah'ın fevkalâde ve ibret
dolu olan bu fiilini (işirü) bayağı bir hâdise olarak gösteren kuşların, sinek;
siccîli de cüderî (çiçek hastalığı) mikroplarıyla te'vil eden, Ebsbil kuşlarını
ve siccîl'i, karinesiz ve gerekçesiz bir şekilde te'vil edenler olmuştur
(Muhammed Abduh, Tefsirû cüz'i amme). Ama genelde bu izah İslâm alimleri
tarafından reddedilmiştir. Fil sûresi Mekke’de nazil olmuş ve Rasûlullah (s.a.s)
de, kendisine, "Allah'a iftira ediyor, Kur'an'ı kendi uydurdu, sahir, mecnûn,
şair; Kur'an evvelkilerin masallarıdır (esâtîrül-evvelîn)'' diyen düşmanları
karşısında okumuştur. Rasûlullah’ın karşısında bu vak'ayı müşahede etmiş pek çok
yaşlı kimse de hayatta bulunuyordu. Eğer bir takım sürü sürü kuşların Ebrehe
ordusu üzerine attıkları bu taşlar ve onların bu sebeple helâk olmaları, yalan
veya nakledilişi zayıf ol-saydı, bu hâdiseyi görmüş olan Hz. Peygamber'in
düşmanları; "Hayır, yalan söylüyorsun, böyle bir şey olmadı!" diye karşı
çıkarlardı. Asla böyle diyen ve karşı çıkan olmadı. Fil sûresinde anlatılan ve
tarihlerde Fil vak'ası diye anılan bu olay Peygamberimizin doğumundan 50 gün
önce vukû bulmuştur. O halde bu vak'a Peygamberimizin irhasların-dandır. O'nun
dünyaya geleceğine ve bi'setine bir hazırlık ve onun şeref ve büyüklüğüne bir
işaret idi.
Rivâyetlerde bu taşların
mercimek veya nohut kadar, merci-mekten büyük, nohuttan küçük veya fındık kadar
olduğu belirtilmiştir.
Ebrehe'nin ordusu üzerine
gönderilen kuşların bireri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere üçer taş
taşıdıkları ve kime isa bet ettiyse başından girip
ötesinden çıktığı ve o şahsı, yenik ekin gibi, delik deşik ettiği
nakledilmiştir.
Ebû Nuaym'ın Nevfel b. Ebî
Muaviye ed-Deylemî'den rivâyet ettiğine göre demiştir ki: "Ben ashab-ı file
atılan taşları gördüm. Nohut kadar ve mercimekten büyük, bir sırça kırığıyla
ayrılmış, sanki bir za-far boncuğu gibi idi" der. İbn Abbas ise fındık
büyüklüğünde olduğunu söyler. İbn Merdüye'nin rivâyetinde koyun gübresi kadar
olduğu söy-lenir. Keşşâf Tefsirinde, İbn Abbas'ın bu taşlardan birazını Ümmü
Hâ-nî'nin evinde bir ölçek kadar, zafar boncuğu gibi bir kırmızılıkta olarak
görmüş olduğunu bildirir.
Allah Teâlâ, Fîl
vak'asından yüzlerce sene önce Lût kavmini helâk ederken "siccîl"i onların
üzerine de attırmıştı. Allah Teâlâ, iman etmedikleri ve livata (homoseksüellik)
gibi çok kötü ahlaksızlık ve ha-yasızlığı terk etmedikleri için Lût (a.s)'ın
kavmini helâk edişini Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatır: "Azap emrimiz gelince
onların memleketinin altını üstüne çevirdik ve tepelerine çamurdan pişirilmiş,
istif edilmiş (siccîlin mendûd) yağdırdık ki, bunlar Rabbi'nin katında hep
damga-lanmışlardı (her taşın nereye ve kime isa bet edeceği takdir
olunmuş-tur. Onlar (o taşlar ve memleketler) zâlimlerden uzak değildir"
(Hûd, 11/82-83).
Böyle hâdiseler tabiatta
gelişigüzel meydana gelen ve rasgele tesadüf edilen olaylar değildir. Yüce
Allah'ın ahlaksız ve kötülere di-lediği vakit vereceği siccîl yağdırması gibi
çeşitli şekillerde vukua ge-len musîbet ve azapları vardır. Lût kavmine
gönderilen bu taş (siccîl) azabı Hicr sûresinde bazı açıklayıcı açılardan
tekrarlanarak bunda fikir ve feraseti bulunanlar ve aklı başında olanlar ve
müminler için ib-ret ve dersler olduğu zikredilmiştir
(Hicr,73-77).
“Rabbinin katından, işaretli olarak
taşlar yağdırdık onların üzerlerine. Ve bunlar zalimlerden asla uzak
değildir.”
(Hûd 83)
Her
birinin üzerlerinde kimin beynini dağıtacağı yazılmış taşlar sanki birer
mitralyöz gibi Ebrehe’nin ordusunun üzerine inmeye başlar. Çünkü ordunun sahibi
böyle emretmişti ordusuna. Atılan her bir taş bir askerin beyninde patlar ve
üzerlerinden girip altlarından çıkar. Ve çok geçmeden:
“Sonunda onları, yenilmiş ekin gibi
yaptı.”
Koskoca ordu, Allah’a savaşabileceğine inanan, Kâbe’yi
yerle bir edeceğine güvenen, bu gücü kendisinde gören koskoca ordu yenmiş ekin
yapraklarına dönüverir. Veya kelleleri soyulmuş ekin yapraklarına veya hayvanlar
tarafından yenip de dışarı atılan dışkıya, posaya, gübreye dönüverir. İçinde
hayvanların dolaştığı, ezip çiğnediği hurda huş olmuş bir ekin yaprağı haline
geliverdiler. Leşleri taaffün edip dağılmış bir duruma geliverirler. Mağrur
Ebrehe de, onun küfrüne, tuğyanına hizmet adına oraya kadar gelmiş askerleri de
hepsi helâk olur. 60.000 insan bir anda yok edilir. Çünkü Allah’la savaşmak
başkalarıyla savaşmaya benzemez.
Evet bir
operasyon düzenleniyor. Yeryüzünün en güçsüz orduları tarafından yeryüzünün en
güçlü ordusuna karşı bir operasyon düzenleniyor Allah tarafından ve yeryüzünün
en büyük ordusu yeryüzünün en küçük ordusuna mağlup. Kuşlar, ne güçleri var ki
onların? Ve işini bitirdikleri ordu da yeryüzünün en büyük ordusu. Allahu Ekber!
Allahu Ekber! Allahu Ekber!
Eğer şu
anda yirminci asrın kâfirleri, Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
yasalarıyla savaşa tutuşan çağımızın kâfirleri: “Efendim, onlar zayıf
toplumlardı, binaenaleyh Allah’la başedemediler. Ama bizler şu anda öyle
değiliz. Bizler Birleşmiş Milletlerimizi kurduk, Na-to’muzu, A.E.T’mizi kurduk.
Bizler güçlendik. Düzenli ordularımız var, toplarımız, tanklarımız var. Artık
Allah bizimle asla baş edemez” diyerek gururla şu anda Allah’ın evlerine,
Allah’ın mescitlerine, Allah’ın mü’min kullarının üzerlerine yürürler, yalnız
sandıkları, güçsüz ve korumasız zannettikleri Allah kullarının defterini dürmeyi
hedeflerlerse, bilsinler ki mü’minlere karşı giriştikleri bu savaşta
karşılarında önce Allah’ı bulacaklar ve helâk olmaktan
kurtulamayacaklardır.
Şu anda
kâfirler, yeryüzü Müslümanlarına ne kadar işkence yapmayı hedeflerlerse
hedeflesinler, ne kadar da tüm plan ve programları Müslümanları top yekun
yeryüzünden silmek olursa da olsun bilsinler ki tüm Hıristiyan ve Yahudiler, tüm
yerli ve yabancı zalimler karşılarındaki bu savaşta karşılarında ilk önce Allah
Teâlâ’yı bulacaklardır. Yani bu savaşta ilk önce Allah Teâlâ kendi zâtıyla ve
azametiyle vardır ve Müslümanları koruyacak, Müslümanlara yardım edecektir.
Allah ve tüm kâfirlerin kökünü de kazıyacak ve işlerini bitirecektir. İşte
bilsinler ki Allah Teâlâ’nın azabı ve ikabı çok şedittir, çok
çetindir.
İşte
Allah’la savaşa tutuşan fil ordusunun âkıbetini gördük. Yeryüzünde Allah’ı ve
Allah’ın yasalarını reddeden, hâkimiyeti, rubû-biyeti kendilerinde gören,
yeryüzünde tanrılık taslayan, Allah’ın arzında Allah’ın kullarının Allah’ın
âyetleri istikâmetinde bir hayat sürmelerine izin vermeyen, Allah’ın arzında
Allah’a hayat hakkı tanımayan, Allah’ın kullarını Allah’a ibadet ve itaatten
koparıp kendi kanunlarına tapınmaya zorlayan ve bu yüzden de onları bir kaosa
düşürmek için onlara Allah’ın âyetlerini duyurmamaya çalışan, Allah’ın
âyetlerini silmeye, yıkmaya, yok etmeye çalışan ve böylece Allah kullarının
Allah’a kulluk yollarını yok ederek kendilerine kul, köle edinmeye çalışan,
Allah’la boy ölçüşmeye kalkışan Firavunlar, Nemrutlar, Ebrehe-ler, Ebu Cehiller
hepsini, hepsini yakalayıverdi Rabbimiz.
Bazen bir
rüzgarla, bazen bulutla, bazen bir ses, bir sayha, bir çığlıkla, bazen suyla,
bazen bir sinekle, bazen bir denizle, bazen kuşlarıyla, bazen de birkaç tane
melekle yakalayıverir Allah. Tarih bunun şahitleriyle doludur. Bunlar hepsi de
sonunda mağlup oldular. Hepsi de ellerindeki güç ve kuvvetlerinin, imkân ve
saltanatlarının, ordularının hiçbir işe yaramadığını gördüler. Kendilerini
Allah’ın yakalamasından kurtaramadığını gördüler. Hiç birisi Allah’ın âyetlerini
yalanlamalarının ve onlarla savaşa tutuşmalarının karşılığı olarak Allah’ın
kendilerine takdir buyurduğu azaptan kurtulamadılar. Bir bakın ki tarih bunun
örnekleriyle doludur
Ama
dikkat ederseniz burada âyet-i kerîmede ne Ebrehe’den ne de onun tuğyanına
hizmet adına ordusuna katılan askerlerden söz edilmemektedir. Sadece Fil ashabı,
fil ordusu denilmektedir. Bundan anlıyoruz ki bu sünnetullah sadece o günkü
Ebrehe ve ona askerlik yapanlar hakkında değil, kıyâmete kadar Ebrehe rolünü
oynayarak Allah’la, Allah’ın âyetiyle ve Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşan tüm
Ebrehe taslakları için ve de onun küfrünü ikâme adına onlara askerlik yapanlar
için geçerlidir. Bir de Ashabu’l Fîl denilerek hem Ebrehe hem de ona askerlik
yapanlar hayvanların içine katılarak zikredilmiştir. Çünkü Allah’la savaşa
tutuşan Ebrehe’ler de, onların askerleri de hayvanlardan daha aşağıdırlar. Çünkü
ordunun önündeki Mahmut isimli filin ileri sürülmesine rağmen Kâbe’ye doğru
gitmediği ve sanki bu tavrıyla hayvan olduğu halde: “Hayır! Hayır! Ben buradan
öteye bir adım bile atmam! Çünkü Allah’a isyan konusunda, Allah’la savaşma
konusunda hiç bir beşere itaat yoktur! İtaat ancak haktadır!” diyordu. Bir
hayvan olduğu halde o böyle diyordu ama askerleri böyle diyemi-yordu. Sonunda
Rabbimiz bu hayvanları kurtarırken onlar kadar şuurları olmayan zalimlere,
kâfirlere askerlik yapanların tümünü helâk etti.
Böylece o
günkü dünyanın belki en süper ordusu, Mekke’ye kadar gelmiş, Kâbe’ye kadar
yaklaşmış ve de üstelik karşılarında kendilerine karşı koyabilecek hiçbir gücün
de bulunmadığı bir anda yok oluyor ve Allah galip geliyordu. Böylece Kâbe
korunup kurtuluyordu, Kureyş korunup kurtuluyordu. Kâbe de, Kureyş de tüm
dünyada saygınlık ve dokunulmazlık kazanıyordu. Ama Rabbimizin ifadelerinden
anlıyoruz ki, Kureyş sebebiyle Kâbe değil, Kâbe hatırına Ku-reyş korunuyordu.
Yani aslında Kureyş Ebrehe ve ordusundan daha iyi bir durumda değildi. Belki de
o günün Kureyş’i, Ebrehe ve ordusundan daha kötü bir durumdaydı. Çünkü Ebrehe ve
ordusu Hıris-tiyandı. Bozuk da olsa bir Allah inancı vardı, ama Mekkeli Kureyş
müşrikti. Birisi Kâbe’yi yıkmaya geliyordu, ama ötekiler de Kâbe’yi putlarla
doldurup onun fonksiyonunu değiştirerek Allah’a şirk koşma suçunu irtikap
ediyorlardı. Bu ikincisi birincisinden daha büyük bir suçtu. Peki acaba neden
Rabbimiz o Kâbe’sini puthaneye çevirerek kendisine şirk koşanlara değil de ona
saldıranları helâk etti, diye bir soru hatırımıza geliyor.
Bunun
birinci sebebi veya hikmeti, Kâbe’yi putlarla doldurmak hukukullaha karşı
işlenmiş bir suç, Kâbe’yi yıkmaya teşebbüs ise hukuk-i ibad’a müteallik bir
suçtu. Yani Kâbe’yi putlarla dolduranlar Allah’ın hukukunu çiğniyorlardı. Lâkin
beriki Kâbe’yi yıkmaya azmedenlerse kul hakkını çiğniyorlardı. Kâbe’yi yıkarak
oradaki insanların geçimlerini, hukuklarını ihlâl etmek istiyorlardı. Kendi
hukukuna tecavüz edeni dilerse Rabbimiz affeder ama hukuk-ı ibad’a yani kul
hakkına tecavüz eden değil kâfir, mü’min bile olsa affedilmemektedir. Öyle
de-ğil mi? Bir kâfir kâfirliğinde kalsa mü’minlerin ya da insanların hukukunu
ihlâl etmese, yani hiç kimseye zararı olmasa öldürülmemektedir. Veya namazı terk
ederek hukukullaha tecavüz eden birisine ölüm cezası verilmezken, adam öldürerek
insan hukukunu çiğneyen bir mü’-mine ölüm cezası
verilmektedir.
Bir de
Rabbimiz bu olaydan takriben kırk yıl sonra gelecek peygamberine göndereceği
dinin böyle bir ortamda neşv ü nema bul-masını murat etmiştir. Sûrede zuhuru
anlatılan bu olayın gerçekleşme şartlarından da anlaşılıyor ki, Mekkeli
Kureyş’in öyle çok fazla gücü, kuvveti yoktu. Böyle bir ortamda, böyle bir
toplumda İslâm’ın yayılması kolay olacaktı. Ama Ebrehe gibi güçlü birisinin
hâkimiyeti altında bulunan bir Mekke’de İslâm’ın yayılması belki de bu kadar
kolay olmayacaktı. Yeni gelen İslâm dini tıpkı daha önce Roma gibi güçlü bir
devletin bünyesinde yayılma imkânı bulamayan Hz. Îsâ (a.s)’nın dâveti gibi
zorlanabilirdi. Onun içindir ki Rabbimiz her iki taraf ta suçlu olduğu halde,
güçlüleri helâk ederek güçsüzleri hayatta bıraktı. Ku-reyş hatırına Kâbe değil,
Kâbe ve o Kâbe’nin Rabbine kulluk yapmak üzere gelecek Muhammed ve ümmeti
hatırına Allah bu korumayı gerçekleştiriyordu.
İşte
şimdi bu olaydan kırk yıl sonra Allah, Resûlü Muhammed (a.s)’i Mekke’de elçi
olarak seçmiş, insanların hayatına karışmak ve onlardan kendisine kulluk istemek
üzere ona vahyini göndermiş ve bu kutlu elçi ve ona gönderilen kitap onların
karşısında duruyordu. “Ey Mekkeliler! Ey Kureyş! Hatırlasanıza! Daha dün
Rabbiniz sizi ezmeye gelmiş Fil ordusuna nasıl yaptı? Onların tüm planlarını
boşa çıkarmadı mı? Üstelik de sizlerin dağlara kaçtığınız bir ortamda
yaratıklarının en güçsüzü olan kuşlarla onları nasıl helâk etti? Hani sizler
şerefli kimselerdiniz? Hani sizler bu Beytin bekçileriydiniz? Hani siz
koruyacaktınız onu? Ebrehe’nin ordusu karşısında size hiç bir şey
sağlayamayacaklarını bilerek putlarınızı terk edip bana dua ettiğinizi ne çabuk
unuttunuz? Ebrehe karşısında korkudan tir tir titreyerek canlarınızı
kurtarabilmek için dağlara kaçtığınızı ne çabuk unuttunuz?”
Sizler Rabbinizle, bu Beytin Rabbi ile ilginizi kesmiş,
O’na bir kısım putları ortak etmiş, şirke düşmüş şu halinizle hizmetçiliğiyle
övünüp durduğunuz, sayesinde saygınlık kazandığınız şu Kâbe’nin korunması
konusunda kuşlardan daha değersiz olduğunuzu anlamıyor musunuz? O kuşlara söz
geçiren, böylece sizi de, Beytini de böyle büyük bir tehlikeden ve açlıktan
koruyan Rabbinize hâlâ kulluğa yönelmeyecek misiniz? Hâlâ O’nun elçisine
düşmanlığı sürdürmeye devam mı edeceksiniz? Gözlerinizin önünde Ebrehe’nin
ordusunu helâk eden bu Rabbin aynı şekilde kendisiyle ve kendi elçisiyle savaşa
tutuşan sizi helâk edemeyeceğini mi zannediyorsunuz? Sizin onlardan ne farkınız
var? Düşünmüyor musunuz? buyurarak Rabbimiz bu sûresiyle onları kendisine
kulluğa ve elçisini kabule çağırıyordu.
Tabi bize
de aynı şeyleri söylüyor Rabbimiz bu sûresiyle. Şimdi sizler ey Rabbinizin fil
sûresiyle muhatap olan yirminci asrın insanları! Sizler görmediniz mi bu
gerçeği? Anlamadınız mı Rabbinizin fil ordusuna yaptığını? Veya okumuyor musunuz
kitabınızda Allah’ın kendisiyle savaşa tutuşan geçmiş toplumlara neler
yaptığını? Görmü-yor musunuz öncekileri? Görmüyor musunuz harabeleri? Görmüyor
musunuz mezarlıkları? Görmüyor musunuz Rablerine isyan ederek bir hayat
yaşayanların sonlarını? Halbuki diyor Allah, biz onları sizi yerleştirmediğimiz
biçimde yeryüzüne yerleştirmiş, onlara gökten bol bol yağmurlar yağdırmış,
altlarından da ırmaklar akıtmıştık. Size vermediğimiz malı, mülkü, serveti,
gücü, kuvveti onlara vermiştik. Onlara dünyada size vermediğimiz her türlü
üstünlük sebepleri vermiştik.
Ama onlar Rablerine isyan ettiler, Rablerinin âyetlerini
reddettiler, Rablerinin yasalarını reddettiler, günahlara daldılar. Rablerinin
kendilerine gönderdiği hayat programından habersiz bir hayat yaşamaya
başladılar. Rablerinin elçilerine ve o elçilerin Rablerinden kendilerine
getirdiği mesajlara ilgisiz yaşamaya başladılar. Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
elçileriyle mücâdeleye tutuştular, kitaba ve peygambere rağmen kendi kendilerine
hayat programı yapmaya kalkıştılar da biz onları yakalayıverdik ve topunu helâk
ediverdik. Kendilerine azabımız geldiği zaman da tüm bu imkânları, güçleri,
kuvvetleri, boyları, pos-ları, medeniyetleri, ekonomik güçleri onlara hiçbir
fayda sağlamadı. Onların topunu helâk ettik.
Öyleyse
ey şu anda bu Kur’an’ın muhatapları! Örneklerini sun-duğumuz toplumların
başlarına gelenlerin sizin de başınıza gelmesinden sakının! Sizin onlardan
farklı hiçbir yanınız, hiçbir ruçhaniyetiniz yoktur. Allah katında sizin
onlardan farklı, onlardan üstün hiçbir yanınız yoktur. Öyleyse bilesiniz ki
Allah yasalarında kesinlikle değişme olmaz. Üstelik sizin şu anda
yalanladığınız, değer vermediğiniz, ilgilenmediğiniz, sırt döndüğünüz peygamber
onlara gönderilenlerden daha kerîmdir. Öyleyse dikkat edin, sizin şu andaki
durumlarınız onlarınkinden daha kritiktir, daha tehlikelidir, diyor
Rabbimiz.
Evet, bu
sûre de bitti. Rabbim en güzel şekilde anlayıp iman eden, bu imanlarıyla
hayatlarını düzenlemesi gayreti içine giren kullarından eylesin inşallah.
Allah sana rahmet etsin değerli hocam...
YanıtlaSilÇok istifade ettim paylaşanlardab Allah razı olsun
YanıtlaSil