Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
106., Nüzûl sıralamasına göre 29., Mufassal sûreler kısmının on beşinci grubunun
dördüncü sûresi olan Kureyş sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
4’tür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla
1-2. “Kureyş kabilesinin yaz ve kış
yolculuklarında uzlaşması ve anlaşması sağlanmıştır. 3-4. Öyleyse kendilerini
açken doyuran ve korku içindeyken güven veren bu Kâbe’nin Rabbine kulluk
etsinler.”
İnşallah bu haftaki dersimizde Kureyş sûresini tanımaya
çalı-şacağız. Birinci âyetinde geçen Kureyş kelimesini isim alan sûre
âlim-lerimizin ittifakıyla Mekke’de nâzil olmuştur. Fil sûresinin hemen
arka-sından gelen sûre muhteva olarak sanki Fil sûresinin uzantısı gibidir.
Sanki ikisi bir sûre gibi aynı konuları ihtiva etmektedirler. Onun içindir ki
selef âlimlerimizden kimileri bu iki sûrenin tek sûre olduğunu dü-şünmüşlerdir.
Zaten Übey Bin Kâb’ın mushafında bu iki sûre fâsılasız tek sûre olarak
yazılmıştır. Ayrıca Hz. Ömer efendimizin de bir nama-zında bu iki sûreyi
birleştirerek arada besmeleyi okumadığı rivâyet e-dilmektedir. Ama Sahâbenin
ekseriyeti bu iki sûrenin aralarında muh-teva benzerliği olsa da ayrı ayrı
sûreler olduğunu kabul etmişlerdir. Hz. Osman efendimizin resmi hattında da
bunlar iki ayrı sûre olarak kabul edilip tüm dünyaya
yayılmıştır.
Evet
Mekke’de Mekke halkı Kureyş’e Allah tarafından lütfedi-len sayısız nîmetleri
gündeme getirerek bir taraftan onları Allah’a kul-luğa dâvet ederken diğer
taraftan da herkesten önce inanmaları gere-ken, kendilerine lütfedilen bunca
nîmete rağmen daha bir Müslüman-laşmaları gereken bu insanların inanmayışları
karşısında Rasulullah efendimizi teselli eden bir sûre.
Burada
kendilerine hitap edilen Kureyş ta İbrahim (a.s) döne-minden beri tanıyorlardı
hakkı. Kendilerini Rablerine kulluğa çağıran bu sûrenin gelişinden takriben kırk
yıl önce Allah’ın kendilerine lütfet-tiği en büyük nîmeti, Kâbe’nin korunması
nîmetini göstermişti. Kâbe’-nin onun Rabbi Allah tarafından nasıl korunduğunu
bizzat gözleriyle görmüşlerdi. Onu bir önceki sûrede tanımaya çalışmıştık.
Bundan sonra bu sûrede başka nîmetlerini de anlatıyor Rabbimiz. Size
lütfetti-ğim başka nîmetlerim de vardır. Ama bu nîmetlerim asla başkalarına
izafe edilemeyecek nîmetlerdir buyurarak bu nîmetlerin sahibini tanı-malarını ve
O’na kulluk etmelerini istemektedir. Yılar yılı Kureyş’e ta-nınan özel imkânlar
ve Kureyş’i bu imtiyazlara sahip kılanın kendileri değil, başkaları da değil
sadece Allah olduğu vurgulanarak işte böyle bir Allah’a nankörlük değil teşekkür
borçlarının olduğu ortaya konur.
Ancak
burada sanki muhatap sadece Kureyş gibi. Sadece Ku-reyş’e hitap ediliyor gibi
görünüyor. Yâni Cenâb-ı Hak bizzat Kureyş’in adını anarak, onlara ulaştırdığı
nîmetlerini hatırlatarak onlardan Bey-tin Rabbine kulluk etmelerini istiyor.
Lâkin şu anda ne cahiliye dönemi Kureyş’i, nede Rasulullah dönemi Kureyş’i
olmadığına göre öyleyse kıyamete kadar Rabbimizin bu hitabını kendilerine hitap
kabul eden, bu kitabı kendilerine kitap kabul eden, bu sûreyi kendilerine sûre
ka-bul eden insanlar da benzer konumlarda aynı emrin, aynı hitabın
mu-hatabıdırlar diyoruz. Çünkü onlara gönderilen nîmetler şu anda da bi-ze de
gönderilmekte, bize de lütfedilmektedir. Bakın bu sûrede onlara tanınan
imkânları Rabbimiz şöyle anlatıyor:
Evet, bu sûre muhteva
olarak Fil sûresinin bir devamı mahiye-tindedir. Allah (c.c.)'in Kureyşlilere
Fil olayındaki ihsânı hatırlatıldığı gibi, bu sûrede de kışın ve yazın
yaptıkları seyahat nimeti ve elde et-tikleri bol kazançları hatırlatılmaktadır.
Kureyşlilerin yaşadıkları yerler çorak ve verimsiz arazilerdir. Ama Kâbe'nin
kutsiyeti Kureyşliler için bir özellik taşımaktaydı. Bu yüzden önlerine geniş
rızık kapıları açıldı-ğı, huzur ve emniyet içerisinde rızıklarını elde ettikleri
ima edilmekte-dir. Kış ve yaz yapılan bu ticarî seyahatlere alıştıkları ve âdeta
bir ge-lenek haline getirdikleri vurgulanmaktadır. İlk âyette geçen "îlâf",
sev-mek, dağıldıktan sonra bir araya gelmek, bir şeyi âdet haline getirmek
manâsını taşır. Ticarî ilişkilerinden dolayı, çevredeki kabileler ve devletler,
Kureyşlilere "ashâb-ı îlâf" (ülfet ilişkisi olanlar)
demekteydiler.
Bu hâdîse sûrede şöyle
anlatılmaktadır. "(Eğer Allah'ın başka nimetlerinden dolayı kulluk etmiyorlarsa
hiç değilse) Kureyş'in (güve-nini sağlayıp) onları kış ve yaz yolculuğuna
alıştırdığı için (ibadet et-sinler)" (1, 2). Sûrede Allah'ın bu lütfu
hatırlatıldıktan sonra, onların bu nimete şükretmeleri gerektiği belirtilerek
şöyle devam edilmektedir: "Bu evin Rabbine ibadet etsinler. Ki O, kendilerini
açlıktan kurtarmış ve korkudan da emin kılmıştır" (3, 4).
O evin sahibi ve Rabbi,
onları açlıktan kurtarıp doyurmuş ve korkudan da emin kılmıştır. Allah onlara
emniyet ve ruhsat nimetini verdiğinden dolayı yalnız O'na ibadet etmeleri ve
ondan başka ilahları O'na ortak ve denk kabul etmemeleri gerektiği
anlatılmaktadır. Anke-bût sûresinin altmış yedinci âyetinde o zamanki asâyişi ve
Kureyş'in durumu şöyle belirtilmektedir: "Çevrelerinde insanların zorla kapılıp
götürülmesine rağmen orayı harem yaptığımızı onlar görmediler mi?" Cahiliye
döneminde hiç bir kabilenin korkudan emin olmadığı bir or-tamda, Kureyş kabilesi
her türlü tehlikeden korunmuş bir şekilde ya-şamlarını sürdürdüklerini kendileri
de biliyorlardı. Kureyş'in taşıdığı "Kâbe'nin hizmetçileri" sıfatından dolayı,
hiç kimse onlara dokunmaz-dı. Herhangi bir saldırı esnasında; Kureyşlilerin "Biz
Haremliyiz" veya "Biz Allah'ın haremindeniz" demeleri saldırganı durduruyordu.
Tüm bu nimetlerden dolayı Kâbe'nin Rabbine ibadet etmeleri
istenmektedir.
Kureyş sûresinin
faziletiyle ilgili bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ Kureyşlileri yedi özellikle üs-tün kılmıştır? Ben onlardanım;
nübüvvet onlardadır; Mekke'nin hâcib-liği onlardadır; Mekke'nin su dağıtma
işlemi (sikâye) onlardadır; Allah, fil ordusuna karşı onları muzaffer kılmıştır;
onlar, kendilerinden başkası Allah'a ibadet etmezken, sürekli Allah'a ibadet
etmişlerdir; Allah onlar hakkında Kur'an'da bir sure indirmiştir" Rasûlullah
sonra Kureyş sûresini okumuştur.
Böylece Kureyş Sûresi'nde;
Rasûlullah (s.a.s) gönderildiği za-man herkes tarafından bu olaylar bilindiği
için ayrıca açıklamaya ge-rek duyulmamıştır. Onun için dört kısa âyetle bu
beytin (Kâbe) putlara değil, sadece Allah'a ait olduğuna inandıklarına, Allah'ın
bu Beyt'e, dolayısıyla kendilerine emân bağışlayıp ticarette ilerleme
lütfettiğine ve açlıktan kurtararak refah nasip ettiğine göre; Kureyş'in sadece
bu Beyt'in Rabbine ibadet etmeleri gerektiği beyan
edilmiştir.
Bu
mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım
inşallah.
“Kureyş’i bir araya getirip
anlaştırdığı, yaz ve kış yolculuğunda onları (Güvenliğe kavuşturduğu, ya da
başkalarıyla) onları ısındırıp yakınlaştırdığı
için”
“İlâf” kelimesi “Elefe”den türemiş olup sevmek,
sevilmek, sevdirmek, dağıldıktan sonra parçaları bir araya getirip toplamak
anlamlarına gelmektedir. Türkçe’deki ülfet de bu
anlamdadır.
Buradaki
îlâf kelimesinin başındaki “lam”ın taaccüp ifadesi olduğu söylenmiştir. Şu
Kureyş’in yaptığına bir bakın hele. Allah onları darmadağınıkken bir araya
getirmiş, hem kendi aralarında birbirlerine ülfet ettirmiş, hem de
çevrelerindeki toplumlar arasında onların ülfetini sağlamışken, herkesi
kendilerine saygı duyar hale getirmişken, onlara güvenlik ve istikrar nîmeti
vermişken, yaz ve kış yolculuklarında onları güvenliğe kavuşturmuşken ve de
böylece zenginlik ve refaha kolayca ulaşmalarını sağlamışken onlar nasıl oluyor
da hâlâ Allah’a kulluğa yanaşmıyorlar, anlamına bir
taaccüptür.
Veya bir
önceki sûrede Fil sûresindeki Ebrehe ve fil ordusunun yok edilişlerinin sebebini
anlatan bir bağlama ifadesidir. O zaman şöyle takdir
edeceğiz:
Kureyş’in selâmeti ve emniyeti için, o Ebrehe’nin
ordusunu yenmiş ekin yapraklarına çevirdik. Yani böylece bu âyet fil ordusunun
helâkinin sebebini anlatıyor. Ya da bu “lam” kendisinden sonraki cümleye
bağlanacaktır: Kureyş’i birbirlerine ülfet ettirip bir araya getirdik ve yaz-kış
seyahatlerinde çevrelerindeki toplumlarla ülfetlerini sağladık,
anlamınadır.
Rabbimiz
Kureyş’e lütfettiği nîmetlerini hatırlatıyor. Kureyş kabilesi önceleri çok
dağınık bir durumdaydı. Resul-i Ekrem efendimizin dedelerinden Kusay dönemine
kadar böyle derbeder bir hayat süren bu insanlar nihâyet Kusay tarafından
Mekke’de toplanarak Beytul-lah’ın hizmetine âmâde oldular. Civardan Kâbe’yi
ziyaret maksadıyla gelenlere hizmeti üstlendiler. Böylece tüm civardaki Arap
kabileler tarafından kendilerine ülfet edilen, saygı duyulan ve güvenle bakılan
bir toplum haline geldiler. Allah onlara böyle bir şeref kazandırmıştı.
Kusay’ın oğullarından Abdümenaf zamanında bu şerefleri
daha da artmış, tüm civar ülkelerle ticarî anlaşmalar yapılmış ve böylece tüm
kabileler nezdinde değerli bir imtiyaza sahip olmuştu. Abdüme-naf’ın
oğullarından Haşim, Şam ve Gassan bölgeleriyle, Abduşşems Habeşistan’la,
Muttalip Yemen’le, Nevfel de İran ve Irak’la ticarî münasebetleri
ayarlıyorlardı. Hattâ Abdümenaf’ın bu dört oğluna “Ashab-ı İlâf” denir. Böylece
Mekke hem bir ticaret merkezi haline geliyor, hem kapitülasyonlar sağlanıyor,
hem bu ticarî ilişkiler sayesinde zenginlik artıyor, hem de kültürel açıdan
büyük gelişmeler meydana geliyordu. Hattâ bu ilişkiler sebebiyle Mekke’de Kureyş
arasında diğer kabilelere oranla okuma-yazma oranı çok yükselmişti. Daha sonra
içlerinden çıkacak Allah Resûlüne gelen vahyi yazarken kullandıkları yazıyı bu
kültürel etkileşimle Irak’tan öğrenip getirdikleri bilinmektedir. Bu yüzden de
Allah’ın Resûlü’nün Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’in-de: “Kureyş insanların önderidir”
buyurduğu rivâyet edilmektedir.
İşte zaten Kureyş’in bu girişimleri sonucu son derece
cazip hale geldiği için Ebrehe o güçlü ordusuyla bu bölgeyi istila etmeye
kalkışıyordu. Eğer o güçlü ordusuyla Ebrehe hedefine ulaşıp Allah’ın Beytine
ilişebilseydi, hem Kâbe’nin hem de onun hizmetçileri olan Kureyş’in
güvenirlilikleri bitecekti. Ordusuyla birlikte Ebrehe’nin bizzat Kâbe’nin Rabbi
tarafından helâk edilmesi tüm Araplar nezdinde hem Kâbe’nin hem de onun
hizmetçilerinin saygınlığını, dokunulmazlığını daha da artırmıştı. Herkes anladı
ki bu Beyt Allah’ın Beytidir ve bu Kureyş Allah’ın kendilerine bu beytine
hizmetlerinden ötürü nîmetlerini yağdırdığı bir toplumdur.
Böylece
Allah, gözlerinin önünde Kâbe’sini koruduğunu Kurey-ş’e bizzat göstererek o
Beytin Rabbine kulluğa Kureyş’i de alıştırmış oluyordu. Kureyş’i kendisine
kulluğa alıştırıp âşina hâle getiriyordu. Aslında bu âyetlerin geldiği dönemde
Kureyş Allah’ın Beytini yıkmak üzere gelen Ebrehe’nin ordusuyla birlikte helâke
maruz kalışını hafızalarında yaşıyorlardı. Fil ordusunu helâk etmek üzere
gönderilen kuşların attıkları taşlar hâlâ evlerinde mevcuttu. Bu olayın
üzerinden çok fazla bir zaman geçmemişti. Kâbe’yi ve onun sebebiyle kendilerini
Rablerinin nasıl koruduğunu çok iyi biliyorlardı. Çünkü Beyti ve kendilerini
korumak üzere kendileri hiçbir şey yapmamışlardı. Sadece dağlara çekilip
Allah’ın Fil ordusunu yok edişini seyretmişlerdi o kadar.
Rabbimiz
böylece Kureyş’e çok büyük imtiyazlar vermişti. Kureyş’e lütfedilen bu nîmetler,
insanların kendilerine ülfet ettirilmesi, yaz-kış îlâfı civar kabilelerin hiç
birisinde olmayan bir imtiyazdı ve her-kes bu imtiyazın farkındaydı. Mekke’deki
Kureyş’in elinde bulunan bu sosyal ve ekonomik nüfuz tüm Arabistan’da kendisini
hissettiriyor, etkisini sürdürüyordu. Eğer bir adam Kureyş’tense hattâ
Kureyş’ten birisinin himayesindeyse kimse ona dokunma cesaretini kendisinde
bulamıyordu. Çünkü Allah’ın Beytinin hizmetçisi olmalarından ötürü tüm kabileler
yaptıkları bu hizmetten dolayı onlara saygı duyuyorlardı. Kâbe’yi ziyaret için
çevreden gelenlere cömertçe davranmaları onların saygınlığını ve
dokunulmazlıklarını artırıyordu. Kimse onların kervanlarına dokunmuyordu.
Halbuki çevrelerinde soygun, vurgun, talan kol geziyordu. Kervanlar soyuluyor,
adamlar öldürülüyor ama kimse onlara dokunmaya cesaret edemiyordu. Bakın Ankebût
bu hususu şöyle anlatır:
“Çevrelerinde insanlar kapılıp
götürülürken Bizim Mekke’yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldığımızı
görmediler mi? Bâtıla inanıp Allah’ın nîmetini inkâr mı
ediyorlar?”
(Ankebût
67)
İşte
Allah bütün bu nîmetlerini gündeme getirerek, gözler önüne sererek bu nîmetlere
karşılık kulluğu sadece bu Beytin Rabbine yapmaları gerektiğini hatırlatarak
buyuruyor ki:
“Öyleyse kendilerini açken doyuran ve
korku içindeyken güven veren bu Kâbe’nin Rabbine kulluk
etsinler.”
Kureyş kendilerine lütfedilen bunca nîmetlerle Rablerine
kulluğa alıştıran, kendilerini kendilerine sevdirerek bir araya toplayıp güç
olmalarını sağlayan, tüm civar kabilelere kendilerini sevdirip saydıran, yaz-kış
seyahatlerinde kendilerine dokunulmazlık nîmetini lütfeden ve de kendilerini
açlıktan doyuran, korkudan emin kılan bu Kâbe’nin Rabbine kul olmak
zorundadırlar. Kâbe’nin Rabbine ibadet etmek zorundadırlar. Öteki nîmetler neyse
de, hiç olmazsa Allah’tan başkalarına asla izafe edilemeyecek bu nîmetlerden
ötürü bu Beytin Rabbini dinlemek zorundadırlar.
Allah
onları açlıktan doyurmuştu. Çünkü bu bölgenin insanları ekin bitmez, susuz,
ziraatsız çöl insanlarıydı. Bu bölgeye gelmeden önce zaten aç insanlardı. Bu
bölge, onları doyuracak bir yapısal özelliğe sahip değildi. Sadece ticaretle
uğraşıyorlardı. Rabbimiz de bu konuda tüm civar Arap ve Arap olmayan kabileleri
onlara ülfet ettirip zenginleşmelerini sağlayıvermişti. Bir de yıllar önce Hz.
İbrahim de bu konuda Allah’a dua etmişti.
“Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini,
namaz kılabilmeleri için senin kutsal evinin yanında, ziraata elverişsiz bir
vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! İnsanların gönüllerini onlara meylettir,
şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır.”
(İbrahim 37)
Yine
Bakara sûresinde de:
“Hatırlayın İbrahim demişti ki: “Rabbim
burasını emin bir belde kıl! Ahalisinden Allah’a ve âhiret gününe îman edenleri
çeşitli meyvelerle rızıklandır” diye dua etmişti.”
(Bakara 126)
Bu belde
emin olsun! Emniyette olsun. Yerden ve gökten gelebilecek her türlü belâ ve
musîbetlerden emin olsun. İnsanların birbirlerini yediği, zulümlerle,
haksızlıklarla birbirlerini yok etmeye çalıştığı, birinin diğerine hak
tanımadığı bir dünyada yaşadıkları dönemlerde bile bu belde emin olsun,
emniyetin sembolü olsun. Bu beldede insanlar huzur içinde yaşasın ya Rabbi diye
dua etmişti atamız, Allah da onun bu duasını kabul ederek ilerde Rasulullah
efendimizin dâvâsına sahiplenecek toplumun nüvesini teşkil eden Kureyş’i, daha
önceden bu işe alıştırmak üzere katından sonsuz rızıklarla doyuruyordu. Çok özel
nîmetlerdi bunlar. Elbette başkalarına verilmeyip kendilerine verilenlerin
herkesten önce Rablerine kulluk yapmaları gerekecekti. Nitekim aynı şeyin
kendilerine yığınlarla nîmetler verilen İsrâil oğulları için de geçerli olduğunu
anlatıyordu Rabbimiz:
“Ey İsrâil
oğulları! Size inam ettiğim nîmetlerimi hatırlayın da bana olan ahitlerinizi
yerine getirin ki ben de size olan vaadimi yerine getireyim. Ve sadece benden
korkun. Ve yanınızdaki (Tevrat’ı) tasdikçi olarak indirdiğim kitabıma îman edin.
Ve onun ilk kâfirleri sizler olmayın.”
(Bakara
40)
Onlara da
aynısını söylüyordu Rabbimiz. Tıpkı şu anda Kurey-ş’e olduğu gibi yıllar önce
onlara da bizzat isimleriyle seslenerek diyordu ki Rabbimiz: “Ey İsrâil
oğulları! Allah’ın nîmetlerini, sizin üzerinizdeki nîmetlerini hatırlayın ki.”
Peki hangi nîmetlerdi bunlar?
Mısır’da
Yusuf (a.s) dönemi Allah’ın onlara verdiği nîmetler, sonra Mûsâ döneminde Mûsâ
ve Harun (a.s) rehberliğinde yıllardır ezilmişliği yaşadıkları Firavun
sisteminden kurtarılmaları nîmeti, arkasından Kudüs’ün fethi, arkasından Dâvûd
(a.s) döneminde ve Süleyman (a.s) döneminde Allah’ın kendilerine lütfettiği
nîmetler, Talut’un Câlut’u öldürmesi nîmeti gibi nîmetler…
Veya bu
nîmet Allah’ın onları üzerinde kıldığı din demektir. Rabbimizin onları üzerinde
kıldığı Sırat-ı Müstakîmdir. Bu nîmet kitaptır, Allah’ın onlara gönderdiği
Tevrat’tır, peygamberlik ve risâlettir. Allah İsrâil oğullarına pek çok
peygamberler göndermiştir. Veya üzerlerine kayanın kaldırılması, Men ve Selvanın
indirilmesi, onlar için denizin yarılması, Firavunun zulmünden kurtulmaları,
bulutun onları gölgelendirmesi, taştan su çıkarılmasıdır. Veya Allah’ın lütfuyla
dönemlerinde İsrâil oğullarının diğer milletlere üstün kılınmaları gibi tarih
boyunca Allah’ın onlara lütfettiği nîmetlerdir. Her nîmet bir külfet
karşılığıdır. Öyleyse ey İsrâil oğulları! Size verdiğim nîmetlerimi hatırlayın
da bana kulluğa yönelin, diyordu Rabbimiz. İşte şimdi de aynı nîmetler Kureyş
için söz konusu edilerek kendilerinden bu Beytin Rabbine kulluk
isteniyordu.
Bu Beytin
Rabbine kulluk edin. Özellikle bu beytin Rabbi denmesini şöyle anlamaya
çalışıyoruz: Rabbimizin bu Beyte işaret etmesinin sebebi, Kureyş’in bu Beyt
sebebiyle bu nîmetlere ulaştırılmasıdır. Kureyş bu Beyti de, bu Beytin Rabbini
da tanıyordu. Bu Beyt sayesinde doyurulduklarını bu Beyt sayesinde
korunduklarını ve bu Beyt sayesinde tüm bu nîmetlere ulaştırıldıklarını
biliyorlardı. Kureyş kesinlikle biliyordu ki bu Beyt istikrar, emniyet yeridir.
O beyte sığınan, o Beyt’le beraber yaşayan kişi istikrara kavuşmuş demektir. O
Beyte sığınan kişi emniyette olmuş demektir.
Kureyş bu Beytin emniyet, huzur ve istikrar mahalli
olduğunun farkındaydı. Ama Kur’an’ın çeşitli yerlerinde görüyoruz ki göklerin ve
yerin yaratıcısı olarak, Kâbe’nin sahibi ve Rabbi olarak inandıkları bu Allah’a
kulluğu terk edip şirke düşmüşlerdi. Daha önce Hz. İbrahim’in yolunu
izlediklerinden dolayı kendilerini o peygambere izafe ederek Hanif’ler
olduklarını, İbrahim’in yolunda olduklarını iddia ediyorlardı. Halbuki o
peygamberin üzerinden yıllar geçmişti. Hz. İbrahim’le uzaktan ve yakından hiçbir
ilgileri kalmamış, hayatlarında o peygamber bilgisinin eseri bile kalmamış,
şirke düşmüşler, Kâbe’yi putlarla doldurmuşlar, hayatlarından Allah’ı kovup,
putların egemenliği altına gir-mişlerdi. Hem Allah’a, hem de putlara kulluk
yapıyorlardı. “Allah’la direk irtibat imkânlarımız olmadığı için bir kısım
aracılara da tapınmak zorundayız” diyorlardı.
“Allah’ı bırakıp da onun berisinde
velîler edinenler: “Bunlar bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz”
derler...”
(Zümer
3)
İbrahim’in dininde olduklarını iddia eden bu insanlar hayatlarında pek
çok şeyi putlaştırmışlar, Allah’la birlikte bunları da hayatlarında söz sahibi
kabul etmişlerdi. Mahiyetini anlayamadıkları, iç yüzünü tam değerlendirip
kavrayamadıkları bazı şeylerin tehlikesinden korkmaları sebebiyle veya bazı
varlıklara aşırı sevgileri sebebiyle, ya da bazı varlıkları kendileri için Allah
katında şefaatçi kabul etmeleri, kendilerini Allah’a yaklaştıracakları ümidiyle
veya bazı varlıklara aşırı sevgileri sebebiyle onlara tapınma, onlara saygı
duyma ve onları kutsallaştırma süreci içine girmişlerdi. Aya, güneşe,
yıldızlara, ağaca, taşa, siyasîlerine, servet sahiplerine, makam sahiplerine de
tapınıyorlar, onların da hayatlarında söz sahibi olduklarına inanıyorlardı.
Onları güç, kuvvet, nîmet sahibi biliyorlar, Allah’tan beklemeleri gereken
şeyleri bunlardan bekliyorlar, Allah’a sığınmaları gereken yerde bunlara
sığınıyorlar, Allah’ı çağırmaları gereken yerde bunları yardıma çağırıp, bunlara
dua ediyorlardı. Allah’ın rızasını kazanıyorlarmış gibi bunların rızalarını
kazanmaya çalışıyorlardı.
Yine
toplumlarında ölmüş insanları ve ataları putlaştırma yaygın hale gelmişti.
Peygamberlerin kendilerine sunduğu tevhid karşısında bu insanlar atalarını ve
atalarının yaşadıkları hareket tarzlarını, atalarının yaşadıkları hayat
modellerini, geleneklerini, âdetlerini, mevcut yasalarını putlaştırarak bunlarla
peygamberin karşısına çıkmaya çalışıyorlardı. “Ey Muhammed, biz atalarımızı bu
yolda bulduk, bu nedenle sen ne yaparsan yap kesinlikle bizi âdetlerimizden,
bizi atalarımızın yolundan ayıramazsın” diyerek atalarının anlayışlarını
savunuyorlardı.
İşte
Rabbimiz onları bu tür şirklerden uzaklaştırıp sadece kendisine kulluğa
çağırarak buyurdu ki:
Bu şirklerinizi bırakıp sadece bu
Beytin Rabbine kulluk edin. Sadece bu Beytin Rabbini dinleyin. Sadece bu Beytin
Rabbinin hayat programını uygulayın.
İbadet
genelde insan hayatını, insanlığın hayatını kapsayan, özelde bir insanın
hayatının en küçük birimi olan bir gününü ve bir gecesini kapsayan zaman dilimi
içinde kişinin Allah’ın istediği biçimde hayat sürmesinin adıdır. Hayat sahibi
olan insan mutlaka o bir gün ve geceyi yaşayacaktır. Ama bu yaşayış biçimini
Allah belirleyecek, yani yaratıcıyı memnun etmek adına yaşayacak, bu bir gece ve
gündüz ibadet olacaktır. Yaratıcı tarafından belirlenmemiş ve yaratıcıyı değil
de başkalarını memnun etmek adına geçirilen zaman da boşa geçirilen zaman
demektir. Demek ki ibadet tüm hayatın Allah için yaşanmasının adıdır. Kişi o
zamanı kimin adına ve kimi memnun etmek için yaşamışsa ona ibadet etmiş
demektir.
Rab;
terbiye eden, efendi, mürebbi, mâlik gibi anlamlara geldiği gibi, yaratıcılık
özelliği de söz konusudur. Rabb, top yekun varlıklar âleminin var edicisi ve var
ettiklerinin hayat programını da tanzim edicisidir. Rabb, kula nasıl bir hayat
yaşayacağını belirleme makamında olan varlıktır. Bundan dolayıdır ki Allah
Resûlünün: Onlar Allah’ı bırakıp ta Allah’ın kanunlarını, Allah’ın belirlediği
helâl haram yasalarını bir kenara bırakıp ta din adamlarının, idarecilerinin
helâl-ha-ram yasalarını kabul eden Hıristiyan ve Yahudiler için, “Allah’ı
bıraktılar da din adamlarını Rabler edindiler” hadisi bunu
anlatır.
Demek ki
Rabb, varlıklar dünyasının, melekler, cinler ve insanlar âleminin yaratıcısı ve
yaratma yasasının koyucusudur.
Rab demek
hayata program çizen varlık demektir. Rab demek günlük hayat programını tespit
eden demektir. Rab demek, yap! ve yapma! deme yetkisine sahip olan varlık
demektir. Sizi yaratan, sizi koruyan, sizi doyuran, sizin nasıl bir hayat
yaşayacağınızı bilen bu Beytin Rabbine kulluk edin. Sadece O’na kulluk edin.
Sadece O’nu dinleyin. Sadece O’nun programını uygulayın. Hayatınızda O’nunla
birlikte başka yetkililer kabul etmeyin. Hayatınızın bazı bölümlerinde O’nu,
öteki bölümlerinde de başka Rableri, başka efendileri dinleyerek şirke düşmeyin.
Yirmi dört saatinizin tümünde sadece Rabbinizin çektiği
yere gidin. Sadece Rabbinizin istediklerini yapın. Bazen yaratıcı olan
Rab-binizi, bazen de başkalarını razı etmeye çalışarak müşrikçe bir hayat
yaşamayın. Bazen Rabbinizin yasalarını, bazen de başkalarının yasalarını
uygulayarak, şirket içinde bir kulluktan yana olmayın. Sadece bu Beytin Rabbine
kulluk edin. Namaz konusunda bu Beytin Rabbini, ama ticaret konularında adını
söyleyemeyeceğim başka evlerin Rablerini dinlemeye kalkışarak şirke düşmeyin.
Veya oruç konusunda bu Beytin Rabbini, ama hukuk
konusunda başka evlerin, başka dairelerin Rablerini dinleyerek şirke düşmeyin.
Veya zekât konusunda bu Beytin Rabbini, ama
kılık-kıyafet konusunda, evlenme boşanma konularında başka evlerin, başka
dairelerin, başka kurumların, meselâ moda evlerinin Rablerinin vahiylerini
dinleyerek şirke düşmeyin.
Veya hac konusunda bu Beytin Rabbine kulluk edip ev
tefrişi konusunda başka evlerin Rablerini, ya da Beyaz saray’ın, Kremlinin
Rablerini dinleyerek müşrik olmayın.
Yani bazen Allah’ı, bazen de parlamentodan gelenleri
dinleyip uygulayarak müşrik olmayın. Bazen Allah’ı, bazen de Lions kulüplerini,
Rotary evlerini veya meselâ cinsel yönelişlerinizde genelevlerin patronlarını
dinleyerek kulluğunuzu berbat etmeyin, diyor Rabbimiz.
Dün de,
bugün de insanlardan kimileri böyle kendilerinde bir şey görüp dua ettiklerinin,
sığındıklarının kuludurlar. Allah’a yapılması gereken kulluğu bunlara yaparak
ibadet etmektedirler. Allah’ı dinlemeleri gereken yerde bunları
dinlemektedirler. Kimileri yasalarını uygulamaya çalıştıkları tâğutların
kuludur, kimileri fısıltılarına, vesveselerine kulak verdikleri, gösterdiği
yoldan gittikleri şeytanın kuludur. Ki-mileri aşırı derecede sevip saydıkları
dehâlârın, liderlerin kuludur, kimileri Allah yerine oturtup putlaştırdıkları
nefislerinin, hevâ ve heveslerinin kuludur. Kimileri Allah yasaları yerine ikame
ettikleri modanın kulu, kimileri Allah’ı darıltma pahasına da olsa uymaya
çalıştıkları âdetlerin kulu, törelerin kulu, modanın kuludur. Kimileri asla
karşı gelin-mez zannettikleri toplumun, çevrenin kulu, kimileri yönetmeliklerin
kuludur. Gerek itikadî anlamdaki kulluk olsun, yani gerek teşrî anlamındaki
kanun koyma konusundaki kulluk olsun, gerekse bilinen manadaki ibadet şeklindeki
kulluk olsun hepsi de birdir. Bunların tamamı kulluktur ve tamamı sadece Allah’a
yapılmalıdır.
İşte
sûrenin bu bölümünde Rabbimiz kendilerine lütfettiği yığınlarla nîmetlerden
bazılarını hatırlatarak dün Kureyş’e, bugün de bize diyor ki: “Ey kullarım! Ey
benim yarattığım kullarım! Ey şu anda sa-hip olduklarının tümünü bana borçlu
olan kullarım! Bu haliniz nedir böyle? Kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını
salladığınızı bir düşünün. Kimin nîmetlerinden istifade edip de kimlere kulluk
ettiğinizi bir düşünün.”
Sûrenin
muhatabı dün Kureyş’ti ama şu anda bizleriz. Kurey-ş’in sahip olduğu nîmetleri
Allah verdi de şu anda bizimkileri biz kendimiz mi bulduk? Onlarınkileri veren
Allah da, bizimkileri veren başkası mı? Onlar açlıktan doyuruluyor ve
tehlikelerden korunuyorlardı da biz doyurulup korunmuyor muyuz şu anda? Onlara
ticaret imkânları verildi de bize verilmedi mi? Şu anda bizler de kazanıp
yaşamıyor muyuz? Bütün bunları bize sağlayan Allah değil mi? Şu kullandığınız
dünyayı yaratan, sizi yoktan var eden Allah değil mi? Orada sizin için,
yaşamınız için, imtihanınız için geçimlikler yaratan O değil mi? Sizin için
orada her şeyi hazırlayan O değil mi? Her şeyiniz Allah’tan olduğu halde siz ne
kadar da az şükrediyorsunuz?
Sizin
Rabbiniz, sizin kendisine kul olmanız, sizin hayat programlarınızı kendisinden
almanız gereken Rabbiniz Allah öyle lütuf sahibi bir Allah ki, sizi yaratmış,
ama yarattığı gibi öyle başı boş bırakmamış, kendi halinize terk etmemiştir.
Hayatınızın devamı için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlamış bir Rable karşı
karşıyayız.
Eğer bu dünya insanların elinde olsaydı, insanların
mülkünde olsaydı acaba bu kadar cömertçe onu insanlara sunabilir miydi? Şu
gökyüzü, şu semamızın simasını süsleyen yıldızlar, şu gecemizin zülüflerini
aydınlatan hilal, şu bize her saniye ısı ve ışık gönderen güneş, şu her an
teneffüs ettiğimiz hava, şu kıymetini bilmeden tükettiğimiz sular bir insanın ya
da insanların elinde olsaydı onu ondan bu kadar rahat alabilir miydiniz? İşte
sizin böyle cömert bir Rabbiniz var.
Öyleyse kimin ekmeğini yiyip, kimin kılıcını
salladığınızı bir düşünün. Kimin nîmetlerinden istifade edip de kimlere kulluk
ettiğinizi bir düşünün. Kimin evinde oturduğunuzu, kimin döşeğinde yattığınızı,
kimin eşyalarını kullandığınızı bir düşünün! Düşünün de kime kul olmanız
gerektiğini iyi anlayın! diyor Rabbimiz. Bütün bunları yaratan, bütün bu
nîmetlerle sizi perverde eden Allah’tan başka bir İlâh olmayacağını bilip
dururken sizler ne kadar da az şükrediyorsunuz Rabbi-nize? Ne kadar da az
teşekkür ediyorsunuz ona, diyor Rabbimiz.
Şükür,
teşekkür, verileni verenin yolunda kullanmaktır. Şükür, hayatı o hayatın
sahibinin yolunda kullanmaktır. Şükür, dünyayı, hayatı, canı, malı, zamanı,
imkânları, fırsatları onu verenin yolunda harcamaktır. Şükür, nîmet cinsinden
olur. Allah bize hangi nîmeti vermişse o nîmet cinsinden infakta bulunarak
şükredilir. Hayatı onu bize veren Allah’ın istediği biçimde yaşamak, geceyi ve
gündüzü onu bize lütfeden Allah yolunda kullanmak, aklı onu verenin razı olduğu
yerde kullanmak, zamanı onu verenin razı olduğu yerde kullanmak, Allah’ın
rızasını tahsilde harcamak şükürdür. Hayatı o hayatın sahibine sormadan yaşamak,
zamanı kendi bildiğimiz biçimde doldurmak, malı o malın sahibinin razı olmadığı
yerlerden kazanıp, O’nun razı olmayacağı yerlerde harcamak, elimizi, ayağımızı,
gözümüzü, kulağımızı onları bize verenin yolunda kullanmamak, varlığımızı onu
bize vermeyenler yolunda harcamak, geceyi ve gündüzü onu bize verenin razı
olmadığı şeyler yolunda itlaf etmek nankörlüktür Allah
korusun.
Rabbimiz
diyor ki: “Ey kullarım! Sizi ben yarattım! Hayatınızı bana borçlusunuz. Sadece
bana şükretmeniz, bana teşekkür etmeniz gerekirken, hayatınızı benim istediğim
biçimde yaşamanız, bana teslim olup bana kulluk etmeniz gerekirken, tam aksini
yaparak bana nidler, eşler, ortaklar aramaya, bulmaya kalkmayın! Rızasını
kazanacağınız, kendilerine kulluk edeceğiniz, hayat programlarınızı kendilerine
soracağınız, sistemlerini sistem kabul edeceğiniz benden başka Rabler, benim
dûnumda efendiler bulmaya kalkmayın!
Veya beni sadece hayatın bazı bölümlerine karışan, ama
öbür bölümlerde yetkisiz kabul etmeyin! Namazınıza karışan, ama
kılık-kı-yafetinize karışmayan, orucunuza karışan ama hukukunuza karışmayan,
mescidinize karışan ama kazanmanıza, harcamanıza, çocuklarınızın eğitimine,
sofranıza, ev tefrişlerinize, düğününüze, derneğinize, okumanıza-yaz-manıza,
meslek seçiminize karışmayan bir Allah kabul etmeyin. Hayatınızın bazı
bölümlerine karışan, o bölümlerde söz sahibi olan varlıklar, efendiler, amirler
bulmayın!” diyor Rabbimiz.
Âyetin
ifadesiyle söyleyecek olursak özellikle kendilerine nîmet verilenlerin çok ciddi
düşünmeleri gerekiyor bunu. Kendilerine yeryüzünde imkân verilenler, mal, mülk,
ekonomik, sosyal güç, amirlik, mü-dürlük verilenler çok dikkat etsinler. Allah
bu verdikleriyle onları denemek, imtihan etmek için vermiştir. Zira mülkün
sahibi Allah’tır. Kendilerine mülk verilenler ise o mülk üzerinde halifelik
makamına getiril-miş insanlardır. Onlar acaba kendilerini vekil bilip o mülkün
gerçek sahibinin arzularını mı yerine getirecekler? Kendilerine verilen o mülkü,
mülk sahibinin istediği biçimde mi kullanacaklar? Yoksa mülkün gerçek sahibini
unutup kendilerini mülkün sahibi zannedip, kendilerinin vekil olduklarını
unutup, kendilerini asil zannedip, kendilerini ulû-hiyet haklarına, egemenlik
haklarına sahip zannedip o mülkte gerçek mülk sahibinin tasarrufu gibi mutlak
bir tasarrufta mı bulunacaklar? İşte Allah insanları ve toplumları bu konuda
denemektedir, imtihan et-mektedir.
Rabbimiz,
Halil’inin duaları sebebiyle onun torunları içinden gelecek sevgili elçisi
Muhammed’in (as) dinine sahip çıkacak bu insanları doyuruyordu.
Kelimeleri nekredir. Yani Cenâb-ı Hak o Kureyş’i sınırları, bo-yutları
belli olmayan bir korku ve açlıktan korumuştur. Ama Şurası da unutulmamalıdır ki
bu kadar doyurulmalarına rağmen bazen onların aç kalmaları, onlar üzerinde bu
nîmetin yokluğu anlamına da gelmeyecektir. Bizim de şu anda kimi nîmetler
elimizden alınabilir. Yani Rabbimiz bazen yoklukla da imtihan edebilir,
kendisine yalvarıp yakarsınlar diye. Bu, nîmetin yokluğu anlamına
gelmemelidir.
Yani
imtihan adına bazen bize verdiği nîmetleri aldığı zaman nîmetler alındı, öyleyse
kulluğumuz da biter demenin anlamı yoktur. Çünkü bakın Kureyş de meselâ Ebrehe
gelirken bir süre korkulu anlar yaşadı ama hemen arkasından Rablerinin bunu
kaldırıp kendilerini koruması altına aldığını gördüler. Öyleyse nîmet varsa
kulluk yaparız, değilse nîmet yok, kulluk da yok demek
küfürdür.
Bu
sûresiyle Rabbimiz bir de bize şunu anlatıyor: Allah’ın birilerini açlıktan
doyurduğu kimseler kendileri de birilerini doyurmakla mükelleftirler. Allah’ın
kendilerini kimi korkulardan emin kıldığı kimseler, kendileri de birilerinin
emniyetlerini sağlamak zorundadırlar. Allah’ın kendilerine hidâyet ettiği
kimseler başkalarının hidâyetini sağlamakla, Allah’ın kendilerine farklı
nîmetler verdiği kimseler bu nîmetten başkalarını da istifade ettirmekle
mükelleftirler. Meselâ Allah’ın kendilerine başkalarına vermediği ilim nîmeti
verdiği kimseler, bu ilimlerini insanlara ulaştırmakla mükelleftirler.
“Allah size güven ve huzur içinde olan
kasabayı misâl verir: Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın
nîmetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden Allah onlara yaptıklarına karşılık
açlık ve korku belâsını tattırdı.”
(Nahl
112)
Demek ki
nîmetlere karşı nankörlük eden, o nîmetleri nîmetlerin vericisinin istediği
yerde kullanmayarak nankörlük eden, Allah’a kulluktan yan çizen, insanlardan
alıverip de onların önceki durumlarından farklı olarak açlık ve korku elbisesini
giydiriverdiğini anlatıyor Rabbimiz.
Evet şu
anda bizler de istikrar mahalli olan bu Beytin Rabbine kulluk etmek zorundayız.
Sadece bu Beytin Rabbinin kulluk programını uygulamak zorundayız. Eğer bizler de
şu anda açlıklardan doyurulmak, tüm korkulardan emin olmak ve Rabbimiz
tarafından korunmak, Rabbimizin nîmetlerine ulaşmak istiyorsak bu Beytin Rabbine
kulluk etmek zorundayız.
Bakıyoruz
şu anda tüm dünyada insanlar istikrar, huzur arayışı içindedirler. Yeryüzünün
hiçbir yerinde hiçbir bölgesinde huzur ve sükun kalmamış. Öyleyse biz de
huzurunu kaybetmiş, sükûnet arayan, huzur ve sükuna susamış tüm bu yeryüzü
insanlığına diyeceğiz ki, “Gelin ey insanlar, Allah’ın istikrar mahalli kıldığı,
huzur ve saadet mahalli kıldığı evini temel kıble kabul edelim ve hayatımızı o
kıbleye yönelik olarak düzenleyelim. O kıblenin Rabbine göre bir hayat
yaşayalım. O kıblenin Rabbinin kitabına ve o kitapta bize haber verilen yasalara
göre bir hayat yaşayalım. O kıblenin Rabbinin koruması altına girelim. Rabb
olarak, İlâh olarak sadece O’nu bilelim ve sadece O’-nun programını hayat
programı olarak kabul edelim. Eğer bunu yaparsak kesinlikle bilelim ki O bizi
istediğimiz istikrara ulaştıracaktır, istediğimiz huzura
kavuşturacaktır.”
Öyleyse kıblemizi değiştirmek zorundayız. Washington’dan
veya Paris’ten veya Pekin’den kıble edindiğimiz sürece bizim istikrara
kavuşmamız mümkün değildir. Allah’tan başkalarının kıblelerine tabi olmaktan
vazgeçersek, Allah’tan başkalarının rotasına girmeyi terk edersek, hareket
tarzımızı Allah’tan başkalarının belirlemesini bırakırsak, Allah’tan
başkalarının kanunlarına itaatten vazgeçerek, kıblemiz sadece Kâbe olursa
kesinlikle bilelim ki tüm problemlerimiz bitecektir. Tüm hayatımızda huzur ve
sükun hakim olacaktır. Çünkü orası güvenlik yurdudur, emniyet mahallidir.
Bu sûre
de bitti. Rabbim istediği ve razı olduğu biçimde anlayıp iman eden ve bu
iamnıyla da hayatını düzenleyen, imanını hayatında görüntüleyen kullarından
eylesin.
allah razı olsun
YanıtlaSil