Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
98., Nüzûl sıralamasına göre 100., Mufassal sûreler kısmının on üçüncü grubunun
dördüncü sûresi olan Beyyine sûresi, Mekke’de nâzil
olmuştur. Âyetlerinin sayısı 8’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlü’ne, O’nun pâk aile halkına ve
ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her
şeyi bilensin.
“Rahmân
ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-3. “Kitap ehlinden ve
putperestlerden olan inkarcılar, kendilerine apaçık bir belge, içinde kesin ve
en doğru hükümlerin bulunduğu arınmış sahifeleri
okuyan, Allah katından bir peygamber gelene kadar dinlerinden vazgeçecek
değillerdi. 4. Ama, kendilerine kitap verilenler, onlara apaçık belge geldikten
sonra ayrılığa düştüler. 5. Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah’a
has kılarak O’na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur. 6. Kitap
ehlinden ve puta tapanlardan inkar edenler, şüphesiz içinde temelli kalacakları
cehennem ateşindedirler. İşte bunlar, yaratıkların en kötüsüdürler. 7. Fakat,
inanıp yararlı iş işleyenler, işte onlar da, yaratıkların en iyileridirler. 8.
Onların Rableri katında mükafatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları,
içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah
onlardan razıdır. Onlar da Allah’tan razıdır. Bu, Rabbinden korkan
kimseyedir.”
Ekseriyetin ifâdesiyle Mekke’de nâzil olmuş Beyyine, Kayyime, Münfekkîn, Beriyye gibi isimlerle
isimlendirilmiş bir sûreyle karşı karşıyayız. Beyyine,
Resul göndermenin sebebini anlatan bir sûredir. Beyyine nedir? Kimdir? Resûlün görevi nedir? Resul
göndermedeki temel hedef nedir? Bunu en güzel biçimde anlatan bir
sûredir.
Bu sûrede
bir toplumun değişmesinden haber verilir. Toplumun değişim yasası anlatılır.
Aynı zamanda bu sûrede bu değişimin ölçüleri de verilir. Bununla beraber değişen
toplumun sonucu da anlatılır. Yani değişen bir toplumun kazanacağı ve
kaybedeceği şeyler de bildirilir.
Bu sûrede
her ne kadar bulundukları durumu terk etmeleri, yaşayışlarını, inanışlarını ve
hayat programlarını değiştirmeleri ehl-i kitap ve
müşriklerden isteniyorsa da aynı zamanda bu bizden de istenmektedir. Çünkü Kur'an’da anlatılan her şey bize hitaptır. Kime ne
söylenmişse bu aynı zamanda bize bir hitaptır. Müslümanlara ve Müslümanız dedikleri halde İslâm’dan ve Müslümanlıklarından
şüphe içinde olanlara da hitap eder bu âyetler.
Kendi
durumlarınızı değiştirmek, düzeltmek mi istiyorsunuz? İnsanların durumlarını,
çevrenizdekilerin, çocuklarınızın, hanımlarınızın, arkadaşlarınızın,
dostlarınızın, toplumunuzun mevcut hayatlarını beğenmediniz de değiştirmek mi
istiyorsunuz? Veya bu insanların hayatlarını bir kademe daha ileriye götürmek,
bir kademe daha güzelleştirmek, Müslümanlaştırmak mı istiyorsunuz? Onlara
yanlışlarını, nasıl bir hayat yaşadıklarını göstermek mi istiyorsunuz? İşte bu
işin anahtarını, yasasını anlatan bir sûredir bu sûre.
Mala
bakışı bozuk olan, dünyayla ilişkisini Allah’ın istediği biçimde ayarlayamayan,
bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal hayatını Allah’ın istediği biçimde
dengede tutamayan, evinde karısını ve çocuklarını Allah’ın istediği biçimde
eğitemeyen, evinde Allah’ın, Peygamberin, Kitabın, Sünnetin isminin dahi geçmediği bir aileyi Müslümanlaştırmak mı istiyorsunuz? Bu
insanları alıştıkları İslâm dışı yerleşik hayatlarından rahatsız edip, mevcut
hayatlarından farklı Allah ve Resûlü’nün istediği bir hayat programına geçirmek
mi istiyorsunuz? Yani ne yapalım ki biz değişelim? Ne edelim ki bu insanları
değiştirelim? Ne yapalım ki hem kendimizi hem de bu toplumu Müslümanlaştıralım
diyorsanız, bunun sancısını çekiyorsanız işte bu sûre bunun yolunu ve usûlünü
gösterir.
Bu işin
yattığımız yerden olmayacağını, olamayacağını, bu işin Beyyine ile gerçekleşeceğini anlatır. Yani eğer kendi
kendimizi değiştirmek, toplumumuzu değiştirmek, çevremizi değiştirmek ve
Müslümanlaştırmak istiyorsak kendimize ve çevremize Beyyine götürmek, Beyyine
ulaştırmak zorundayız. Kendimizi ve çevremizi Beyyine
ile tanıştırmak zorundayız. İşte Rabbimizin bu sûrede bize anlattığı değişim
yasası budur. İnsanların gözüne, kulağına, ağzına, burnuna, kafasına, kalbine
Beyyine sokmak zorundayız. İşte İslâmî değişimin yasası budur. Küfrün ve şirkin de değişim
anlayışları vardır. Bakın insanlara, hep değişim istiyorlar, değişmeden yanalar
değil mi? Yeterli bulmuyorlar, tatmin olmuyorlar, hep değişmeden ve
değiştirmeden yanalar da onun için moda denen şeyi icad ediyorlar. Arabasını değiştiriyor adam, evini
değiştiriyor, modelini değiştiriyor, evindeki eşyasını değiştiriyor.... Bu da
küfrün değişim modelidir.
İslâm’ın
değişim yasasını anlatan sûrenin ilk âyeti bakın şöyle
başlıyor:
Kitab
ehlinden ve müşriklerden, putperestlerden olan kâfirler, kendilerine apaçık bir
belge, bir Beyyine gelinceye kadar bulundukları
durumdan kopacak, ayrılacak değillerdir. Ehl-i
Kitaptan küfredenler ve müşrikler kendilerine Beyyine
gelinceye kadar durumlarını, yaşantılarını, dinlerini, âdetlerini terk edecek
değillerdir. Veya kendilerine Beyyine gelene kadar
onlar mevcut küfürlerinden, şirklerinden, sapıklıklarından vazgeçecek
değillerdir.
Peki
neymiş bu Beyyine?
Allah’tan gönderilmiş, Allah’ın
gönderdiği bir elçi ki içinde dosdoğru yazılı hükümlerin bulunduğu tertemiz
sahifeleri okumaktadır. Evet o Beyyine Allah’ın gönderdiği bir elçidir ki elinde tertemiz
sayfaları okumaktadır ve o sayfaların içinde insanları dosdoğru yola, hakka,
hidâyete ulaştırmaktadır. İşte Beyyine budur. Elinde
kitap olan bir peygamber… Peygambersiz bir kitap ve kitapsız bir peygamber
değil. Elinde kitabı olan ve insanlara onu okuyan bir peygamber. Elindeki
kitapta her türlü bâtıldan, her türlü sapıklıktan arındırılmış, içinde eğri
büğrü bir şey olmayan, hakkı bâtıldan ayıran, dosdoğru
hükümleri ihtiva etmektedir. Aynı zamanda kayyimen
olan bir kitaptır.
Eğri
büğrülüğü olmayan bir kitaptır o. Yani bu kitapta
herhangi bir tenâkuz, herhangi bir çelişki, bir uyumsuzluk, bir münâsebetsizlik
yoktur. Onda insanların anlayamayacağı, şaşkınlığa düşerek bocalayacakları bir
karışıklık, bir bulanıklık, bir tutarsızlık yoktur. Bu kitap her sınıf ve her
dönem insanlığının anlayabileceği doğrulukta, netlikte ve berraklıkta bir
kitaptır. Sadece belli sayıda ve belli sınıf insanların anlayabilecekleri,
diğerlerinin anlayamayarak bocalayacakları, içinden çıkamayarak sapıtacakları
bir kitap değildir bu kitap. Tüm diğer kitaplardan üstün, arınmış, insan eli
değmemiş bir kitaptır bu.
Bir de "Kayyimen"dir bu kitap.
Kitabın ikinci bir özelliği de "Kayyimen" oluşudur.
Yani başka hiçbir şeye muhtaç olmayan bir kitaptır bu kitap. Dosdoğru, ama kendi
kendine kaim bir kitap. Bir başkasının kitabına ihtiyacı olmayan, bir başkasının
desteğine ihtiyacı olmadan kendi kendine var olan ve varlığını sürdüren bir
kitaptır bu. Bir başka kitabın sağlamasına, bir başkasının desteğine ihtiyacı
yoktur bu kitabın. Yardımcıya ihtiyacı yok, yardımcısız ve ihtiyaçsız bir kitap.
Kendi kendine yeterli olan, kendi kendine kaim olan Hayyu Kay-yum olan bir Allah’ın bu ismi şerîfi gereği yine
başka hiçbir şeye muhtaç olmadan ayakta durabilmek üzere kuluna indirdiği bir
kitaptır bu. Nasıl ki bu kitabın göndericisi kendi kendine kaimse, yani varlığı
konusunda ve varlığını sürdürmesi konusunda hiç kimseye muhtaç değilse, hiç
kimsenin yardımına muhtaç olmadan varlığını sürdürebiliyorsa ve varların tümünü
var eden o ise, böyle bir kaynaktan gelen bu kitap da hiçbir yardımcı kitaba,
hiçbir yardımcı kanuna ihtiyacı olmadan kıyâmete kadar tüm insanlığın, tüm
toplumların hayatlarını düzenleme ve problemlerini çözümleme konusunda tek kitap
olacaktır.
Eğer yeryüzünde Allah’tan başka böyle kendi kendine var
olan ve varlığını sürdürmesi konusunda başkalarına muhtaç olmayan birileri
varsa, tamam onlara da hamd edelim, onları da övelim,
onların hayat programlarını da uygulayalım, onların kitaplarını da uygulamaya
alalım. Var mı böyle birileri? Yoksa, hiç kimsenin kitabı bu kitapla mukayese
edilemez. Hiç kimsenin kitabı bu kitabın önüne geçirile-mez. Hiç kimsenin talimatları ve yasaları bu kitaba tercih
edilemediği gibi, bu kitabın onların desteğine de ihtiyacı yoktur.
Veya
buradaki }«W±¬[«5 °`B6 _Z«[¬4 ifâdesini şöyle de anlıyoruz: Önceki toplumlara
gönderilmiş tüm kıymetli kitaplar ondadır. Tüm önceki kitapların bozulmaz,
değiştirilmez yazgıları, hak yazgıları ondadır.
Şimdi önceki âyetle birlikte
söyleyelim: İşte Rabbimizin sûrede kendisine Beyyine
dediği elinde böyle bir kitapla son elçi Hz. Muhammed
(a.s.) kendilerine gelinceye kadar onlar küfürlerinden, şirklerinden,
sapıklıklarından, İslâm dışı hayatlarından, hayat programlarından vazgeçecek
değillerdir. Veya Allah’ın Resûlü gelinceye kadar onlar küfürlerini, şirklerini
sürdürdüler demektir bunun mânâsı. Allah’ın Beyyine’si
geldikten sonra kimisi îman ederek, Müslüman olarak, Allah’ın Beyyine’sine teslim olarak küfürden, şirkten vaz geçtiler, kimisi de eski küfürlerini devam ettirdi.
Veya bunun bir başka
mânâsı kâfirlerin, müşriklerin tarih boyunca Allah’ın kendilerine bir Beyyine, bir peygamber gönderdiği dönemler hariç daima
küfürlerini, şirklerini devam ettirdikleri, ancak yeryüzünde küfür ve şirkin
kitap sahibi bir peygamberin gelişiyle terk edildiği gerçeği anlatılmaktadır.
Veya âyetin bir başka
mânâsı da şöyledir: Onlar Rabbimizin Beyyine dediği
son elçisi gelinceye kadar o peygambere îman iddiasından, onun üstünlüklerini
sayıp dökmekten vazgeçecek, ayrılacak değillerdi. Allah’ın Beyyine’si ahir zaman Nebisi Hz.
Muhammed (a.s.) gelmeden önce yıllar yılı kendilerine gelecek ahir zaman
Nebisini ve ona gönderilecek Furkân’ı, Kur'an’ı bekliyorlardı. Bu son elçinin yolunu gözlüyorlardı.
Nerede kaldı, geç kaldı, diyorlardı. Hattâ müşrik Araplara karşı onunla hava
atmaya çalışıyorlardı. Bakara sûresi bunu şöyle
anlatıyordu:
“Önceden kâfirlere
karşı istimdat edip duruyorlardı.”
(Bakara
189)
Kâfirlere
karşı dua ediyorlardı. “Onun, ahir zaman Nebisinin gelme zamanı yaklaştı.
Gölgesi üzerimizde dolaşıyor. Ayak sesleri kulağımıza geliyor. Hele bir gelsin,
bizler ona iman edip, onunla bir olup, o Nebiyy-i
Ekremin arkasında bir saf, bir ordu oluşturup sizleri
Âd ve İrem gibi katledeceğiz! Onun safında kıyam edip sizin de, putlarınızın da,
putçuluk anlayışlarınızın da kökünü kazıyacağız” diye bekleşip duruyorlardı.
İşte nihâyet bekledikleri karşılarındaydı. Elinde Tevrat’ın haber verdiği,
kıyâmete kadar insanlığı hidâyete ulaştıracak bir kitapla birlikte Rasulullah karşılarında duruyordu. Elinde tertemiz bir
kitapla bu Beyyine Medine’ye, ayaklarının ucuna kadar
gelmişti.
Daha önce
kâfirlere karşı istiftah ediyorlardı. Kâfirlere karşı,
müşriklere karşı onunla fetih umuyorlardı. O peygamberin gelmesiyle zafere
ulaşacaklardı. Ona tabi olacaklar, onun komutasında yeni bir dünya kurup eski
kaybettikleri âlemlere üstün olma özelliklerine yeniden kavuşacaklar, bunu
düşlüyorlardı. Ama:
“Tanıdıkları o kitap
gelince de onu inkar ettiler.”
(Bakara
189)
Kendilerine Beyyine gelinceye kadar onu inkar
etmiyorlar, ona îman iddiasından ayrılmıyorlardı. Veya onlar kendilerine Beyyine gelinceye kadar bu bozuk düzen hayatlarına devam
konusunda mazur sayılıyorlardı. Ama böyle kendilerine hakkı, doğruyu, tevhidi,
hidâyeti son derece açık ve net bir biçimde anlatan bu delil, bu Beyyine geldikten sonra durumlarını değiştirmemekte ısrar
edenlerin hiçbir mâzeret hakları kalmamıştır.
Ya da bunun
bir başka mânâsı da şudur: Onlar kendilerine Beyyine
gelinceye kadar küfürlerinden, şirklerinden, küfür ve şirkten kaynaklanan
hayatlarından, yollarından, gidişatlarından, dinlerinden, hayat programlarından
mutmaindiler, memnundular. Bu konuda herhangi bir tereddütleri yoktu.
Yaşadıkları hayatlarından razıydılar.
Ama, kendilerine kitap verilenler, onlara apaçık belge
geldikten sonra ayrılığa düştüler. Önceden de ayrılık içindeydi bu adamlar ama
hepsi kâfir olduğundan bu önceki ayrılıklarının bir önemi yoktu. Beyyine geldikten sonra onlar ayrılığa düştüler. Peygamberin
gelişiyle insanlar ikiye ayrıldılar: Nasıl? Kimileri eyvah, meğer bizim
yaptığımız yanlışmış, meğer bizim dinimiz, bizim hayat programımız, bizim
yolumuz, bizim gidişimiz, bizim anlayışlarımız yanlışmış, bu peygamberin dediği
doğrudur diyerek, önceki anlayışlarını, önceki dinlerini terk ederek, değişerek
Müslüman oldular. Kimileri de yok ya, bunun dediği
yanlış, bizimki doğrudur diyerek eski dinlerini, eski hayat programlarını devam
ettirdiler. Böylece onlar ihtilaf edip ikiye ayrılıverdiler.
Bugün
için de insanların dünyasına Beyyine geldiği zaman,
insanlar Beyyine ile tanıştırıldıkları zaman, yani
âyet ve hadis ortaya konulduğu zaman, Beyyine açık ve
net bir biçimde ortaya konulduğu zaman, kimileri, “Yahu ben de Müslümanım, biz de Müslümanız ama
bu kadarı olmaz yani. Tamam biz de Müslüman’ız da, ama bu kadar da katı
istemiyoruz. Biz de Müslümanız ama bu devirde bu
kadarı da olmaz. Tamam anladık İslâm da, hayatın tümüne de karışacak değil ya bu din. Hayatın tamamında söz sahibi olacak değil ya bu Allah!” diyorlar, diyecekler. “Biz ecdadımızdan böyle
görmedik. Bizim hayatımız, bizim anlayışlarımız, bizim geleneklerimiz böyle
değildi. Nereden çıktı bu âyet? Nereden çıktı bu hadis?” diyecekler.
Kimileri de, “Eyvah ben Müslüman’dım, ama Müslümanlığın
böyle olduğunu bilmiyordum. Ben Müslüman’dım, ama Müslümanlığın bunu
gerektirdiğini bilmiyormuşum. Meğer ben yanlışmışım. Meğer ben yanlış anlamışım.
Meğer ben Beyyine’yi tanımıyormuşum. Meğer ben Kitap
ve Sünnete göre Müslüman değilmişim de kendi bildiğime göre Müslüman’mışım.
Meğer ben Allah’ın dininde değil de kendi kuruntularımın peşindeymişim. Meğer
ben hevâ ve heveslerimi din zannetmişim. Çok şükür ki
Beyyine’yi tanıdım ve cehenneme gitmekten kurtuldum”
diyerek kendini değiştirmeye çalışacak ve Beyyine’nin
istediği Müslümanlık yoluna girecek. İşte böylece insanlar ihtilaf edip
ayrılacaklar, ayrışacaklar. Yani saflar ayrışıp belirginleşecek.
Beyyine açık ve net bir biçimde ortaya konunca, Kitap ve
Sün-net olduğu gibi insanların gündemlerine getirilince bu kaçınılmaz olacaktır.
Kimileri reddedecek, kimileri de kabullenecektir. Ama bu iş için mutlak sûrette
Beyyine’nin ortaya konulması gerekmektedir. Din açık
ve net olarak ortaya konulmalı ki kim neye inandığını, kim neyi reddettiğini
bilsin.
İşte
bugün de insanların hayatlarını değiştirecek tek yol, tek usul budur. İnsanların
düşüncelerini, dinlerini, hayatlarını, yaşayışlarını değiştirmenin başka bir
yolu yoktur. Bu değişimi, bu ayrışımı sağlayacak tek yol Beyyine’nin açık ve net olarak ortaya konulmasıdır.
İn-sanların dinlemelerini de, reddetmelerini de, inanmalarını da küfretmelerini
de sağlayacak tek yol işte budur, bunun dışında başka çare yoktur. İnsanlara
Beyyine’yi ulaştıracağız, insanlara Beyyine’yi götüreceğiz, insanları Beyyine ile tanıştıracağız ve sonunda insanlar şu iki
gruptan birisi olacaklar: Ya îman edecekler Beyyine’ye, teslim olacaklar, ne güzel diyecekler, onun gibi
olacaklar, onun gibi yapacaklar, onun gibi yaşayacaklar, ya da reddedecekler. Olmaz arkadaş, bu devirde bunlar
yaşanmaz, böyle yaşanmaz diyecekler.
Demek ki
kendilerine Beyyine gelmeden evvel gerek Yahudi ve
Hıristiyan, gerekse putperest müşrikler hayatlarından, dinlerinden,
yaşantılarından memnundular. Yahudi ve Hıristiyanlar bu dönemde şöyle
diyorlardı: “Vallahi biz üzerinde bulunduğumuz dinimizden, yolumuzdan,
hayatımızdan memnunuz. Dinimizden, yolumuzdan asla vazgeçmeyiz. Ta ki Tevrat ve
İncil’de bize vaadedilen ahir zaman Ne-bisi gelinceye kadar. Çünkü bizim Rabbimiz bize gönderdiği
elçileri ve kitapları vasıtasıyla bu konuda bizden ahid almıştır.”
Hanif olduklarını, Hz. İbrahim’in
yolunda olduklarını iddia eden, ama Hz. İbrahim’in
yolunu kaybedip şirke düşmüş, Ka’be’nin içini ve
hayatlarını putlarla doldurmuş, sahte tanrıların egemenliği altında bir hayat
süren müşrikler de: “Vallahi biz doğru yoldayız, biz İbrahim’in (a.s.)
izindeyiz,” diyerek kendi yollarından, hayatlarından mutmain olmuşlardı.
Rahatları keyifleri yerindeydi, hayatlarından memnundular.
Beyyine gelmeden evvel kâfir küfründen, Yahudi
Yahudiliğinden, Hıristiyan Hıristiyanlığından, müşrikler de müşrikliklerinden
memnundular. Herkesin tıkırı yerinde ve kimse bu durumdan vazgeç-meye
yanaşmıyordu. Onların hiçbirisi bu hayatlarından vazgeçecek değillerdi. Çünkü
kendilerine hakkı beyan edecek o Beyyine henüz
gelmemişti. Fetret zamanında bulunuyorlardı. Ne zaman ki onlara Beyyine geldi, o zaman durumlarını, hallerini değiştirip
fırkalaştılar. Kimisi kâfir, kimisi de Müslüman oldular. Eski dinleri, eski
hayatları, eski alışılmış yaşantıları, gelenekleri, töreleri birden bire mütelzelzil olup, kanaatleri, düşünceleri perişan oldu. Her
biri kendi dininde, ken-di mezhebinde, kendi dâvâsında
sarsıldılar. Razı oldukları hayatlarını bir daha gözden geçirip, ya îman veya küfrü tercih ettiler.
Neydi bu
onların alışılmış hayatlarını, dinlerini, hayat programlarını altüst eden Beyyine? Neydi onların o dinlerini, beğendikleri, razı
oldukları yaşantılarını dinamitleyen Beyyine? İkinci
âyette söyledi Allah: İçinde doğru ve kesin hükümlerin bulunduğu, insanları en
doğru, en güzel yola ulaştıracak tertemiz sahifeleri
okuyan Allah’ın Resûlü. Evet Beyyine, belge, hüccet
Rasulullah’tı ve Rasulullah’ın okuduğu tertemiz Kur'an sahifeleriydi ki, onda
sağlam esaslar ve hükümler var-dır. Onda model vardır. Onda uyulacak, taklit
edilecek hususlar vardır. O üsve-i hasenedir.
İşte bu
Beyyine’nin
gelmesini bekleyen ehl-i kitap ve kendilerini
İbrahim’in yolunda gören müşrikler bekleyip durdukları, yolunu gözledikleri
Resul elinde Allah’ın kitabıyla ortaya çıkıp: “Ey insanlar! İşte! İşte bekleyip
durduğunuz kitap! İşte yolunu gözlediğiniz ahir zaman Nebisi! İşte ben ve
kitabım karşınızda! Hadi ne bekliyorsunuz?” deyince ehl-i kitap ve müşrikler şaşırıp kaldılar. Apışıp kaldılar.
Neden? Zira onlar o ana kadar hep papazlarını, rahiplerini, keşişlerini,
kardinallerini, putlarını, reislerini, liderlerini, âlimlerini, üstatlarını
dinlemişlerdi. Onlardan bilgilenmişler, onlarla şartlanmışlardı bir, bir de o
Peygamber kendi içlerinden, kendi ailelerinden, kendi ırklarından çıkmamıştı. Bu
yüzden avuçlarının içi kadar bildikleri, öz evlâtlarından daha yakın tanıdıkları
o Beyyine’yi reddettiler.
Tıpkı şu
anda ağabeylerini, reislerini, şeflerini, efendilerini, şeyhlerini,
cemaatlerini, tâğutlarını, çevrelerini, düzenlerini
dinleyip te Kur’an’la, Beyyine ile karşı karşıya gelince şaşırıp kalan asrımızın
Müslümanları gibi. Bugün aynen onlar gibi kimi Müslümanlar da Kur’-an ve Sünnete
aynı tavrı sergiliyorlar. Kendilerine sunulan Beyyineye karşı aynı tutumu reva görüyorlar. Kitap ve
sünnete gitmek istemi-yorlar. Kitap ve Sünnetle
tanışmak, kendilerini onunla yargılamak is-temiyorlar.
Neden? Çünkü şu ana kadar onların kulak verdikleriyle Rasulullah’ın hayatı benzer özellikte değildi. Şu ana kadar
onlar kendi önderlerine, kendi efendilerine, siyasi liderlerine, tâğutlarına: “Bize şöyle şöyle
emredin, biz de yapalım! Bizden şunları şunları
isteyin, biz de yerine getirelim! Biz sizi seçiyoruz, siz de bize bizim
istediğimiz ya-saları çıkarmak zorundasınız!” demeye
alışmışlar, tanrılarını hep ken-dileri seçmişler,
kendileri belirlemişlerdi.
İki taraf
ta yanlıştaydı. İtaat edenler de edilenler de, seçenler de seçilenler de,
yönetenler de yönetilenler de, tabi olanlar da olunanlar da, tanrılar da kullar
da… Her iki taraf da yanılgı içindeydi. Ama Rasul öyle
değildi. O, insanlar tarafından seçilmemişti. İnsanlardan beslenmediği için
onların onu istedikleri gibi yönlendirmeleri, şartlandırabilmeleri mümkün
değildi. O öyle bir Beyyine idi ki, onu Allah
görevlendirmişti. O Allah adına ve Allah’tan aldıklarını konuşurdu. Onun elinde
Allah’ın tertemiz sahifeleri vardı. Onda yalan ve
yanlış yoktu. Onda kapalı bir şey yoktu. O bir şey söyleyecekse onu önce kendine
söylüyor, sonra insanlara söylüyordu. İnsanlardan istediğini önce kendisi
yaşıyordu. O kendi keyfine göre hareket etmiyordu ki insanlar keyiflerine göre
onu şartlandırıp istedikleri noktaya çekebilsinler. İşte böyle bir Beyyine ile karşı karşıya kalınca insanlar şaşırdılar ve iki
grup oldular. Mü'min, kâfir.
Beyyine karşısında îmana yanaşmayanlar, durumlarından,
yaşantılarından memnun olan, dinleri konusunda itminan içinde bulunanlardı.
“Bizler bu halimizle, bu anlayışlarımızla, bu yaşayışlarımızla, bu
önderlerimizle, bu kitaplarımızla, bu cemaatlarımızla,
bu yapılanmalarımızla kesin cennetliğiz. Bu iş kesin. Bu iş garantidir. Bizler
garanti cennetliğiz, siz kendinize bakın” diyorlardı. Hıristiyanlar böyle
di-yordu, Yahudiler böyle diyordu. Allah’ın oğlu dedikleri Hz. Îsâ’yı ve Hz. Üzeyir’i, işledikleri suçlara karşı kalkan yaparak, Allah’a
veliaht ta-yin ederek, Allah’a güya Allah’ın sözünden
çıkamayacağı bu oğulları vasıtasıyla torpil yaptıracaklarına inanıyorlardı.
Hıristiyanlar da Yahudiler de aynı şeyi söylüyorlardı.
Bakıyoruz
bugün kendilerine Müslümanız diyen toplumun durumu da
onların o günkü durumuna benziyor. Hayatlarında aynı durgunluk, aynı doyumluluk
ve pasiflik var. Onlar da kendilerinin doğru yolda, hak yolda olduklarını
zannediyorlar. Allah’ın razı olacağı bir hayatı yaşadıklarını zannediyorlar.
Israrla bir îman derecesinde hayatlarını kabul var. Yaşantılarından memnun
görünüyorlar. Kendilerini kesin cennetlik görüyorlar. İşte bu korkunç durum
değişmeye en büyük engeldir. “Ne var bizim hayatımızda? Biz Müslüman değil miyiz
yani? Cennete biz girmeyeceğiz de ayyaşlar, Hıristiyanlar mı girecek?”
deyişleri, kendi hallerinden, hayatlarından memnun oluş halleri tıpkı
kendilerine Kur'an gelmeden önceki ehl-i kitap ve müşriklerin vaziyetine benziyor.
Şunu
kesinlikle kabul etmek zorundayız ki hiç birimiz kendi durumumuzdan mutmain
olmamalıyız. Hiç birimiz statükodan yana olmamalıyız. Çünkü bu, değişimin önüne
dikilmiş en büyük engeldir. “Ben iyiyim! Biz iyiyiz,” putu bilelim ki değişmenin
önüne dikilmiş en büyük engeldir. Çünkü bugün hiçbirimizin, hiçbir grubun,
hiçbir ailenin, hiçbir cemaatın elinde cennetlik
olduklarına dair bir senet, bir garanti yoktur. İşte âyetler bunu anlatıyor.
Hiçbir kimsenin ölünceye kadar da nasıl bir çizgi takip edeceğine dair elinde
bir garanti olmadığına göre öyleyse kendimizi garanti cennetlik görmeyelim.
Halimize mutmain olmayarak sürekli Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün Sünneti
ışığında hayatımızı sağlama alalım.
İşte şu
anda kendilerinden mutmain olmuş bu toplum da ancak kendilerine Beyyine götürüldüğü zaman, Kur'an
ve Sünnet anlatıldığı zaman, Beyyine ile
tanıştırıldıkları zaman, Kur'an duvarlardan inip
ellerine alındığı zaman, hayatlarına Kur’an ve Sünnet
projektörü tutulduğu, Beyyine ile hayatlarını
sorgulama imkânı buldukları zaman elbette bulundukları durumu bir eleştiriye
tabi tutup değiştireceklerdir. İnsan bir hakikatle karşı karşıya gelmedikçe hep
kendini iyi ve doğru zanneder. Ama ne zaman dışa açılır, daha iyisini görürse,
Beyyine ile tanışır ve kendini onunla yargılama imkânı
bulursa, yani Allah’ın istediklerine muttali olursa o zaman eyvah! diyor. Eyvah
ki yanılmışım! Eyvah ki yanılmışım! Eyvah ki yanlış yoldaymışım! Demeye
başlıyor. Eyvah! İçinde bulunduğumuz hayat, hayat değilmiş! Din budur diye
yaşadığımız, din değil kendi kuruntularımızmış diyerek değişmeye karar
verecektir. Ama ne yazık ki bu toplum henüz Kur’an’la
buluşmadı. Bu toplum tüm hayatını sağlama alabileceği Beyyine ile tanışmadı. Hayatını yargılayıp sorgulayabileceği
Kitap ve Sünnetle tanışmadı. Bu toplum henüz peygamberle
tanışmadı.
Âyetin
anlattığına göre Beyyine, elinde Kuran olduğu halde
Allah’ın elçisi kendilerine gelince, Beyyine ile
tanışınca, Beyyine kendilerine arz edilince, Beyyine ile yüz yüze gelince, hayatlarına Beyyine projektörü tutulunca onlar hemen önceki
hayatlarından ayrıldılar. Tüm alışkanlıklarından, İslâm dışı hayatlarından
ayrıldılar. Efendilerinin, üstatlarının, siyasi liderlerinin, tâğutlarının yolundan, talimatlarından ayrılıverdiler ve
kimisi mü’min, kimisi kâfir olarak ayrıldılar.
Çünkü
karşı karşıya geldikleri o Beyyine, tanıştıkları o
Kitap ve Peygamber onlardan onların o ana kadar dinlediklerinin istediklerini
istemiyordu. O Beyyine onlardan sadece Allah’a kulluk
istiyordu. Binlerce İlâh önünde eğilmekten belleri kamburlaşmış bu insanları bu
zilletlerden kurtarıp özgürlüğe çağırıyordu. Makama, mevkie, modaya, çevreye,
âdetlere, yönetmeliklere, şöhrete, paraya, tâğutlara,
zenginlere, siyasilere, ağaya, patrona, güçlülere, sayıca fazla olanlara,
şeytana, nefsine, babaya, anaya, kocaya, hanıma değil sadece Allah’a kulluğa
çağırıyordu. Yüzlerce İlâhın gönlünü alacağım diye perişan olmuş insanları
izzete ve şerefe çağırıyordu. İşte bunu anlayan, izzet ve şerefi tercih eden,
kendisi gibi acizlerin boyunduruğu altında bir hayat yaşamanın pisliğini
kavrayanlar hemen bu çağrıyı kabul ederken, birden çok efendinin köleliği
altında zillet içinde yaşamadan yana olanlar da reddediyorlardı. Yani
ayrışıyordu insanlar. Yollar ayrışıyor, saflar
ayrışıyordu.
Şu anda
da Müslümanlar arasında bu fırkalaşmanın ucu görülmüştür elhamdülillah. En
azından ucu görünmeye başlamıştır. Bunun sebebi de elbette topluma Kur’an geliyor! Toplumun gündemine Beyyine geliyor. Uzun bir fâsıladan sonra yine Kur'an geliyor! Kur'an hayata
yansımaya başlamıştır. Kur’an ve Sünnet insanların
ağızlarına, insanların kulaklarına, kalplerine, beyinlerine, insanların
evlerine, hayatlarına inmeye başladı. Kur’an ve Sünnet
toplumun gündemine girmeye başladı. Elhamdülillah İnsanlar evlerinde,
bürolarında Kitap ve Sünnet konuşmaya başladılar. Bu yüzden de insanlar
fırkalaşıyor bu toplumda. Fırkalaşma başlıyor. Nasıl bir fırkalaşma? Kimileri
kabul ediyor, kimileriyse reddediyor. Kimileri tereddüt içinde. Kimisi bazısını
kabul ediyor bazısını reddediyor.
Ama bilelim ki Kur'an
geldikçe, Kur’an hayata indikçe, Kur’an konuşulup anlaşıldıkça bu çatışma daha da
şiddetlenecek. Razı olduğumuz hayatlarımız, İslâmî
sandığımız düşünce ve yaşantılarımız altüst olacak, mü'min gerçek mü'min, kâfir de
gerçek kâfir olacak. Saflar belirginleşecek. Kim neye inandığını, kim neyi
reddettiğini bilecek. Tıpkı o gün olduğu gibi vahiy nûrunun, Beyyine’nin, Furkân’ın karşısında
her şey eriyip kül olacaktır Allah’ın yardımıyla. Ne mutlu bu ayrışmanın, bu
saflaşmanın hızlandırılması adına insanlara Beyyine
götürme kavgası içine girenlere! Ne mutlu bu değişimin hızlandırılması adına
insanları vahiyle tanıştırmaya çırpınanlara! Ne mutlu bu uğurda zamanından,
imkânlarından fedâkârlıkta bulunan Allah dostlarına!
Câsiye sûresinde de Rabbimiz Beyyine ile karşı karşıya gelen ehl-i kitabın tutumlarını şöyle
anlatır:
“Din konusunda, onlara
belgeler verdik; ancak, kendilerine ilim geldikten sonra birbirini çekemezlikten
ayrılığa düştüler. Ey Muhammed! Rabbin Kıyâmet günü, ayrılığa düştükleri şeyler
hakkında şüphesiz aralarında hükmedecektir.”
(Câsiye 17)
Allah’ın dini, Allah’ın yasaları, Allah’ın yolu
konusunda apaçık Beyyine’ler verdik onlara. Kitap
Beyyine’dir, kitabın âyetleri Beyine-’dir, Resul Beyyine’dir, Resullerin
gösterdikleri mûcizeler Beyyine’dir. Onlar akıllarını
başlarına alıp da Allah’a kulluğa yönelsinler, Rablerinin yasalarına teslim olup
hayatlarında onu uygulamaya koysunlar diye peş peşe onlara Beyyine’ler sunduk, diyor Rabbimiz.
Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra birbirlerini
çeke-mezlikten dolayı ihtilâflara, tefrikalara
düştüler. Kendilerine kitap geldikten, elçiler geldikten sonra kitap ve
peygamber bilgisine sahip olduktan sonra birbirlerine hasetlerinden,
düşmanlıklarından ötürü ihtilâfların içine düştüler.
Âyet-i
kerîmeden anlıyoruz ki Müslüman toplumların, Beyyine
ile tanışanların, Beyyine’ye muhatap olanların bir
hastalığı var. O da kendilerine Rablerinden ilim geldikten sonra ayrılığa
düşmek. Kendilerine Allah tarafından vahiy geldikten sonra birbirlerine
düşmanlıklarından ve hasetlerinden ötürü ihtilâflara düşmek. Her biri ayrı ayrı gruplar oluşturarak her grup kitabın ayrı bir bölümünü
bayraklaştırarak ihtilâfların içine yuvarlanmak, kardeşliği, dostluğu
unutmaları, üm-met olduklarını unutmaları, tek bir
Rabbin kulu olduklarını unutmalarıdır. Bunun bir tek sebebinden söz ediyor
Rabbimiz. Neymiş o?
Aralarındaki
rekâbet duygusu, kendi aralarındaki kıskançlık ve çekemezlik duygusu, bencillik,
hodfuruşluk, hizipçilik ve grupçuluk duygusu. Herkesin
kendi düşüncesini, kendi yöntemini, kendi yolunu, kendi metodunu, kendi cemaatını, kendi liderini en üstün, en doğru görüp
karşısındakileri kötü ve yanlışta görme yanılgısı. Gruplar birbirlerini ayıran ufak tefek anlayış farklılıklarını, metot
farklılıklarını sanki temelde ayrılıklarmış gibi görerek birbirlerini tekfir
noktasına gidiyorlar.
Biz İsrail oğullarına kitap ve Beyyine’ler göndermiştik de onlar ihtilâfa düştüler. Kitap
konusunda ihtilâf; kimileri ona îman ederek kimileri de onu inkar ederek ihtilâf
ettiler. Kimileri onunla yol bularak, yollarını Allah’ın kitabına sorarak,
kimileri de onunla ilgiyi keserek ihtilaf
ettiler. Kimileri onu arkalarına atarak, kimileri onun yerine başka
kitaplar ihdas ederek, kimileri o kitabı gerçekten kendileri için hayat programı
bilerek, hayatlarını o kitaba bina ederek ihtilaf ettiler. Kimileri tamam ben de
kitap ehliyim, benim de bir kitabım var, ama ben onu anlayamam, ben onu
anlamaktan acizim, uzağım diyerek. Ben kim, onu anlamak kim? diyerek, kimileri
kitaplarının fonksiyonunu reddederek; “Tamam mukaddes bir kitaptır bu ama hayata
karışmamalı, o sadece âhiret işlerini düzenlemeli,
işte zaman zaman mübarek gecelerde sevap kastıyla
okunmalı” diyerek insanlar o kitap konusunda ihtilâfa düştüler.
İşte
Beyyine karşısında insanlar böyle davranmışlar.
Halbuki o Beyyine onlardan şunu
istiyordu:
“Onlar doğruya
yönelerek, dini yalnız Allah’a ait kılarak, yalnız ona kulluk etmekle emrolunuyorlardı.”
Sadece Allah’a kulluk etmekle, tüm hayatlarında sadece
Allah’ı dinlemek ve sadece Allah’ın çektiği yere gitmekle emrolunmuş-lardı. Makama, mevkie,
şöhrete, paraya, insana, zengine, güçlüye, sayıca çok olana, tâğutlara değil yalnız O’na yönelmekle. Şeytana, nefsine,
tâğutlara, âdetlere, çevreye, babaya, anaya, hanıma,
modaya değil yalnız Allah’a kulluk yapmakla emrolunmuşlardır. Hayatın belli bir bölümünde değil, tümünde
vahyî bir yaşantının içine girmekle, peygamberî bir hayatı bulmakla emrolunmuşlardı.
Sakın hayatınızda kulluk edeceğiniz,
sözünü dinleyeceğiniz, yasalarını uygulayıp arzularını gerçekleştireceğiniz
Allah’tan başka İlâhlar edinmeyin diyordu Allah. Sizin kendisine kulluk
edeceğiniz, boyunlarınızdaki ipin ucu elinde olacak, çektiği yere gideceğiniz,
hayat programını kendisinden alacağınız bir tek İlâhınız var. Sadece O’na kulluk
edin, sadece O’nu dinleyin, sadece O’nu razı etmeye çalışın di-yordu. Kendisine
itaat edeceğiniz, sözünü dinleyeceğiniz, hayatınıza karışacak Allah’tan başka
İlâhlarınız olmasın. Camide ayrı bir İlâhınız, caddede ayrı bir İlâhınız
olmasın. Namaz konusunda sözünü dinleyeceğiniz ayrı bir İlâhınız, hukukunuz
konusunda ayrı bir İlâhınız olmasın. Oruç konusunda ayrı bir İlâhınız,
kılık-kıyafetiniz konusunda ayrı bir İlâhınız olmasın. Âhiret konusunda etkili ayrı bir İlâhınız, dünya yasaları
konusunda söz sahibi ayrı bir İlâhınız olmasın.
Dinde muhlisler olarak,
dinde ihlaslılar olarak, dini Allah’a halis kılarak,
halis ve katışıksız din sahipleri olarak Allah’a kulluk edin. Evet dinde
muhlisler olarak sadece kulluğumuzu O’na yapacağız. Halis bir din sahibi,
katışıksız bir din sahibi olacağız. Din, kişinin hayat programıdır. Din, kişinin
yaşam biçimidir. Öyle bir din yaşayacağız ki, öyle bir hayat programımız olacak
ki o hayatın tümünde sadece Allah’ı dinleyecek ve başka şeyleri katıp
karıştırmayacağız. Yani hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı bazı bölümlerinde
de başkalarını dinleyerek, hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ın yasalarını,
bazı bölümlerinde de başkalarının yasalarını uygulayarak katışıklı bir din,
şirket içinde bir hayat yaşamayacağız. Şirke düşmeyeceğiz. Yirmi dört saatimizin
tümünü Allah’a ait kılacak, sadece O’nu dinleyecek ve sadece O’na kulluk
yapacağız.
Yeryüzünün neresinde olursak olalım,
nerede ve hangi konumda olursak olalım, hayatımızın her bir konumunda,
hayatımızın her bir biriminde Allah’ın emirlerini icra ederek sadece O’na kulluk
edeceğiz. Rabbimizin her bir emrine secde edeceğiz. Her yerde, her konumda
sadece Allah’ı dinleyeceğiz. Hayatımızın her bir birimini Allah’ın istediği
şekilde düzenleyeceğiz. Hayatımızın her anında yüzümüzü, aklımızı, fikrimizi,
düşüncemizi, benliğimizi sadece Allah’a dön-düreceğiz. Giyinirken Allah’ın
emirlerini uygulayarak, kazanırken harcarken Allah’ın istediklerine riâyet
ederek, severken küserken sadece O’nu dinleyerek secdemizi, kulluğumuzu sadece
Allah’a yapacağız. Tüm hayatımızda yönümüzü, yüzümüzü Allah’a doğru çevirecek,
O’nun istediklerini ön plana alacak, O’nun rızasını tercih edecek, O’nu hesaba
katacak ve O’nun istediği gibi inanıp O’nun istediği gibi hareket edeceğiz. Her
an O’nun huzurunda olduğumuzu ve her an O’na hesap vermek durumunda olduğumuzu
unutmayacağız.
Hanif’in mânâsı da budur zaten. Hanif, her şeyden ve herkesten yüz çevirerek Allah’a
yönelmek demektir. Hanif, gece ve gündüz emre âmâde
bekleyen, el pençe divan durup gönül huzuruyla Allah’a kulluk eden demektir.
Hanif olmak Allah’a öyle bir teslimiyet ki tıpkı
İbrahim’in (a.s.) teslimiyeti gibi tereddütsüz, şeksiz şüphesiz, aklı işin içine
karıştırmadan bir teslimiyettir. Acaba yapsam mı yapmasam mı? Acaba bir kısmını
yapıp bir kısmından sarf-ı nazar mı etsem gibi bir tereddüdü olmadan tümüyle
Allah’ın emirlerine teslimiyet. Öyle bir yöneliş ki başka yönelecek hiçbir
kıblesi yoktur. Öyle bir itaat ki, öyle bir kölelik ki sözünü dinleyeceği,
arzularını yerine getireceği, hatırını kazanacağı başka efendileri yoktur. Şirke
düşmeden kulluk. Hayatının tümünde Allah’ı görmediği halde onu görüyormuşçasına,
Allah’ın huzurunda olduğunun şuurunda bulunarak her anının Allah’ın kontrolü
altında olduğunu bilerek, yaptıklarını Allah için yapmaları ve Allah’a lâyık
olarak yapmaları, Allah kontrolünde bir hayat
yaşamalarıdır.
İşte böyle bir kulluğun gereği olarak
da:
“Namazı ikame etsinler, zekâtı da versinler diye
em-rolunmuşlardı.”
Namazı ayağa kaldırsınlar, zekâtı da versinler
diye emredilmişti onlara.
Namazı ikame etmek demek, namazı ayağa
kaldırmak demektir. Namazı ikame etmek, namaz ortamı hazırlamak demektir. Na-mazın önündeki engelleri kaldırmak için mücâdele vermek,
namaz için emr-i bi’l-maruf
yapmak, insanlara namaz eğitimi vermek ve namazı hayat programının odak noktası
haline getirmek demektir. Hayat programının içine sıkıştırılmış bir namaz değil,
ya da namaza yer bırakmayacak bir hayat programı
değil, namaza göre ayarlanmış bir hayat programını gerçekleştirmenin uğraşı
içine girmek demektir.
Öyleyse
ikame edeceğimiz bir namazla dinimizin direğini dikmemiz emrediliyor. Yani öyle
bir namaz kılacağız ki kıldığımız bu namaz hayatımıza hakim olan bir namaz
olacak. Tüm hayatımızı düzenleyen bir namaz olacak. Değilse başka âyetlerden ve
hadislerden öğreniyoruz ki hayata etkili olmayan, hayatı düzenleme konusunda
varlığından söz edilemeyen bir namaz Allah’ın istediği bir namaz değildir. Yani
öyle bir namaz ki, hayata hakim ve öyle bir hayat ki, namaza özdeş. Hayatla
namaz özdeşleşmiş. Hayat namazdan ayrı değil, namaz hayattan kopuk değil, böyle
hayatla namaz iç içe olacak. Allah’tan mesaj alınan ve hayatın kendisiyle
düzenlendiği bir namaz. Veya yaşanan hayatın tekmilini vermek üzere Allah’ın
huzuruna çıkılan bir namaz. İşte Allah böyle bir namaz
istiyor.
Zekâtı da
vermelerini istiyordu Allah. Birisi bedenî, ötekisi de malî bir ibadet. Yani
namazla Allah’ın bedenlerine karıştığını ortaya koysunlar, zekâtla da mallarında
Allah’ın söz sahibi olduğunu ortaya koysunlar istiyordu Allah. Namazla Allah’tan
mesaj alsınlar zekâtla da bunu Allah kullarıyla paylaşmanın, Allah kullarına
ulaştırmanın kavgasını versinler istiyordu. Veya namazla bireysel kulluklarını,
zekâtla da toplumsal kulluklarını sadece Allah’a yapsınlar istiyordu. Öyle değil
mi? İnsan yaptıklarını ya bedeniyle ya da malıyla yapar. Öyleyse bedenen ve malen, bireysel ve toplumsal planda Allah’ın seçtiğini
yapmak dindir. Din, malen ve bedenen, bireysel ve
toplumsal tüm tavırlarımızı, tüm eylemlerimizi Allah için
yapmaktır.
“İşte kayyimen din
budur.”
İşte kaim olan,
hayata hakim olan, hayata hakim kılınması gereken, tüm dünyada hakim olacak,
tarihler boyu payidar olacak, sabit kalacak, değişmeyecek, kalpte ve kabulde
olan fıtrat dini budur. Önceki bozulmaz kitapların açıkladığı, ortaya koyduğu
din budur. Tarih boyunca hak dinlerin değişmeyen yasaları bunlardır. Allah
önceki kitaplarda da onlardan bunu istemişti. Onlar önceki dönemlerde de
bunlarla emrolunmuşlardı.
Kitabın, dinin bir özelliği de kayyimen oluşudur. Yani başka hiç bir şeye muhtaç olmayan
bir din, bir kitap. Dosdoğru ama kendi kendine kaim bir din. Bir başkasının
dinine, bir başkasının kitabına ihtiyacı olmayan, bir başkasının desteğine
ihtiyacı olmadan kendi kendine var olan ve varlığını sürdüren bir din, bir
kitaptır bu. Bir başka kitabın sağlamasına bir başkasının desteğine ihtiyacı
yoktur bu kitabın. Yardımcıya ihtiyacı yok, yardımcısız ve ihtiyaçsız bir kitap.
Kendi kendine yeterli olan, kendi kendine kaim olan, Hayy u Kayyum olan bir Allah’ın bu
ism-i şerifi gereği yine başka hiçbir şeye muhtaç
olmadan ayakta durabilmek üzere kuluna indirdiği bir kitaptır, bir dindir bu.
Nasıl ki bu dinin göndericisi, bu hayat programının, bu sistemin göndericisi
kendi kendine kaimse, yani varlığı konusunda ve varlığını sürdürmesi konusunda
hiç kimseye muhtaç değilse, hiç kimsenin yardımına muhtaç olmadan varlığını
sürdürebiliyorsa ve varların tümünü var eden O ise, böyle bir kaynaktan gelen bu
din de hiçbir yardımcı sisteme, hiçbir yardımcı kanuna ihtiyacı olmadan kıyâmete
kadar tüm insanlığın, tüm toplumların hayatlarını düzenleme ve problemlerini
çözümleme konusunda tek dindir, kayyimen bir
dindir.
Eğer
yeryüzünde Allah’tan başka böyle kendi kendine var olan ve varlığını sürdürmesi
konusunda başkalarına muhtaç olmayan birileri varsa tamam onlara da hamd edelim, onları da övelim, onların hayat programlarını
da uygulayalım, onların dinlerini, onların yasalarını da sahiplenelim, onların
kitaplarını da uygulamaya alalım. Var mı böyle birileri? Yoksa hiç kimsenin
kitabı bu kitapla mukayese edile-mez. Hiç kimsenin
kitabı bu kitabın önüne geçirilemez. Hiç kimsenin dini yani hayat programı, hiç
kimsenin talimatları ve yasaları bu dine tercih edilemediği gibi, bu dinin
onların desteğine de ihtiyacı yoktur. İşte kayyimen bu
anlamlara gelmektedir.
“Kitap ehlinden ve
puta tapanlardan inkar edenler, şüphesiz içinde temelli kalacakları cehennem
ateşindedirler. İşte bunlar, yaratıkların en kötüsüdürler.”
Gerek
kitap ehlinin kâfirleri, kitap ehli kâfirler, gerekse müşrikler şerru’l beriyye’dirler.
Varlıkların, mahlukâtın en şerlisidir bunlar. Çünkü bunlar Allah’ın kendilerine
verdiği tüm nîmetleri örtmüşler, fıtratlarını örtmüşler, Allah’ın âyetlerini
örtmüşler ve mü’minlerin aksine yukarıda anlatılan
bedenen ve malen, bireysel ve toplumsal kulluğun
tarifi adına Allah’ın istediği, Allah’ın gönderdiği dini örtmüşler, Allah’ın
Kitabının konuşulmasını, öğrenilmesini yasaklamışlar, duyulmasını, duyurulmasını
istememişler ve örtücü mânâsına kâfirliği tercih etmişlerdir. Bunlar tüm
mahlukâtın en şerlisidirler. Kur’an’ın başka
âyetlerinden öğrendiğimize göre hattâ hayvanlardan daha aşağı mahluklardır
bunlar.
Gerçi dış
görünüşleri itibariyle dünyayı hedefledikleri için dünyada gerçekten
erişemedikleri bir şey yok gibi, ama nihâyet kâfirlikleri sebebiyle kendi
elleriyle dünyalarını da bozmuşlar, mekânik bir hayata gelmişler,
robotlaşmışlar. Duyguları bitmiştir, hisleri, hareketleri kaybolmuştur. Sevmek,
sevilmek, ağlamak, gülmek gibi tüm insanî duyguları bitmiştir. Fedâkârlık,
cefakârlık duyguları bitmiştir. Yedirme, içirme, infak ve akrabalık bağları
bitmiştir. Karılık, kocalık bağları bitmiştir. Babalık, oğulluk bağları
bitmiştir. Her şeyleri bitmiştir. Böyle bir hayatın içinde tüm dünya onların
olsa ne olacak yani? Şu anda aslında bu kâfirler cehennemi yaşıyorlar. Ama
gariptir böyle bir hayat da onlara süslü geliyor. Bunu hayat zannediyorlar
zavallılar. Yani çok rahat altlarından kaçırdıkları kadınlar, üstlerinden
kaçırdıkları kocalar onların iç dünyalarında büyük ıstıraplar oluşturuyor, derin
yaralar açıyor ama bunu sanki fevkalade güzel bir şeymiş gibi süslü görmeye
çalışıyorlar ve her biri de bunu ortaya koymaktan hiç de sıkıntı duy-muyorlar. Çok rahat bir şekilde birbirlerini aşağıya
indirebiliyorlar. Çok rahat bir şekilde birbirlerini atlatabiliyorlar, rezil
rüsva bir hayatı birlikte yaşıyorlar.
Bunlar
aslında yaratıkların en adisi, en şerefsizidirler. Ama dışardan böyle süslü
görünen bir dünya hayatları var. İşte böyle tüm gördükleri, oldum olası bir
dünya hayatları var, yaşasınlar bakalım, zaten bu adamlar geberir gebermez hepsi
de cehenneme gidecekler. Hakikaten acımak gerekiyor bu adamlara, ama acımaya da
hakkımız yok. Tümüyle sefaleti yaşıyorlar, ölür ölmez de cehenneme gidecekler,
büyük bir azabın içinde bulacaklar kendilerini. Dünyada ne görmüşlerse, zevkleri
de, sefaları da, eğlenceleri de hepsi bu kadar olacak. Lâkin işin garibi bu
halleriyle bile Müslümanlara hep tepeden bakıyorlar, alay ediyorlar. Dünyada da
âhirette de biz çok iyi bir konumda olacağız,
diyorlar. Ama sakın ha sakın siz Müslümanlar onların alaylarından etkilenmeyin.
Onlara acınacak bir zavallı gözüyle bakalım. Gerçekten ağlanacak durumda
olanların kendilerinin olduğunu söyleyelim onlara ve hiçbir zaman en ufak bir
şekilde bile olsa kalbimizden benzemek duygusu geçirmeyelim. Hiçbir zaman
onların yaşadığı hayatın özlemini çekmek gibi bir duruma düşmeyelim. Çünkü ilim
bizde, hikmet bizde, izzet ve şeref bizde, akıl ve feraset bizde, kitap bizde,
hidâyet bizdedir. Dünyada mutluluk bizde, âhirette
saadet ve cennet bizdedir. Onlarsa ebediyen cehenneme yuvarlanacak mahlukâtın en
şerlisidirler, bunu hiç bir zaman unutmayalım.
“Ama inanan, îman eden
ve inancını yaşayanlara gelince bunlar mahlukâtın en
hayırlısıdırlar.”
Allah’a îman
edenler, Allah’tan gelen hayat programına îman edenler ve bu îmanlarını söz
planında bırakmayarak amele dönüştürenler, hayatlarını îmanlarıyla
düzenleyenler, îmanlarını hayatlarında görüntüleyenler varlıkların en hayırlısı
ve en şereflisidirler.
Varsın
fakir olsunlar, varsın gariban olsunlar unutmayalım ki bir tek mü’min tüm dünyaya bedeldir Allah katında. İman taşıyan bir
mü’min tüm dünyadan üstündür Allah katında. Çünkü
mü’min kâfirler gibi dünyaya meyletmeyen, dünyayı
kıble edinmeyen, dünyanın geçici emtialarına çakılıp kalmayan insandır. Dünya
hayatını Allah’ın istediği biçimde değerlendirip dünyanın ötesinde âhiretin varlığına inanan ve tüm yatırımlarını ebedî
hayatları için yapan ve bu yüzden de kâfirler kadar mal, mülk sahibi olmayabilir
mü’min. Kâfirler dünyada kendileri kadar mal, mülk
toplayamamış mü'minleri, birinci planda âhireti ve Rablerinin rızasını kazanmaya çalıştıkları için
dünyada fakir kalmış mü’minleri küçümserler. Çünkü
kâfirlerin üstünlük, alçaklık kıstasları da dünyadır, dünyanın süsü ve
ziynetidir. Dünyalık sahibi olanlar bunlara göre üstün insanlardır. Tüm plan ve
programları dünya içindir. Hayatın, dünyanın, dünyalık şeylerin, paranın, pulun,
makamın, mansıbın kulu, kölesi olarak değil de efendisi olarak kalmayı tercih
edenler, dünyada çok yüce idealleri gerçekleştirmek için çırpınanlar Allah
katında üstün iken bunlar nazarında düşük insanlardır. Ama bunların kıstasları
ne olursa olsun Allah katında üstün olanlar, şerefli olanlar mü’minlerdir. Kâfirlerin ebedî cehenneme yuvarlanmalarına
karşılık bakın bu mü’minlerin âkıbetleri de şöyleymiş:
“Onların Rableri
katında mükafatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan
Adn cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da
Allah’tan razıdır. Bu, Rabbinden korkan kimseyedir.”
Onların
mükafatları Rableri katındadır. Mü’minlerin
mükafatları Allah katındadır. Toplumdan değil, çevreden değil, devletten,
ağadan, patrondan değil. Çünkü onlar bunlar için değil Allah için îman etmişler
ve Allah için bir hayat yaşamışlardır. Toplum onları yadırgayabilir. Toplum,
çevre onları reddedebilir. İnsanlar onları dışlayabilirler. Ne gam onların
mükafatlarını Allah verecek ve Allah yanında mahfuzdur.
Peki
neymiş bu Allah katındaki mükafat? Altlarından, zeminlerinden ırmaklar akan,
içinde ebediyen kalacakları, her türlü nîmete erdirilecekleri, gözlerin
görmediği, kulakların duymadığı, akıl ve hayallerin bile ihata edemeyeceği
güzellikte Adn cennetleri. Allah onlardan razı, onlar
da Rablerinden razı olmuşlardır. Allah onlardan memnun, onlar da Allah’ın
ihsanlarından memnun. Onlar dünyada Allah’tan, Allah’tan gelenlerden, Allah’ın
dininden, Allah’ın yasalarından, Allah’ın hayat programından razı olmuşlar,
Allah için bir hayat yaşamışlar ve böylece Rablerini kendilerinden razı
etmişlerdi, işte şimdi de kendilerini Allah razı ediyordu cennetiyle ve
ikramıyla. İşte bu Rabbinden haşyet duyanlar, Rablerini darıltmaktan korkanlar,
Rablerini razı etmek için çırpınanlar içindir.
Rıza kabul gösterme, memnun
etme, kendisi hakkındaki Allah’ın takdirini hoş görüp itiraz ve muhalefet
etmeyerek kabul etmek demektir. Mukabili ret, muhalefet ve itiraz
etmektir.
Arapça bir kelime olan
rızâ, öncelikle Cenâb-ı Hak'ın takdir ettiğine karşı
olmamaktır. Bu bir kulluk vazifesi olarak tanımlanır. Hak'tan gelen ve hak olan
bir şeye razı olmamak, rıza göstermemek ahmaklık alâmetlerinden sayılmıştır.
Buna mukabil bâtıl bir şeye rıza göstermek de bir tuğyan, bir isyan eseri olarak
kabul edilir ki, zaten küfre de rıza gösterilmez; çünkü küfre rıza küfürdür'
(Buhâri, Meğazî,
46).
Rızâ, kaza'nın hükümlerine
kalbin güzel bir surette bakması ve teslimidir. Her durum ve her işte Cenab-ı Hakk'a itimattan, kulluk
vazifelerini yerine getirmekten ibarettir. Hakikatte, sır ve özü belli ol-mayan,
akla aykırı ve nefse zahmetli görünen, ilâhi kazanın hükmüne karşı kulun
pozisyonu teslim ve rıza' olarak meydana gelir. Çünkü o hükmün sonunda hayır mı,
şer mi' olduğu bilinemez. Ve onun öyle ol-ması Allah
katında kesinleşmiş ve takdir edilmiş şeyler arasındadır. Allah'tan gelene razı
olmak vacip iken; itiraz ederek hilâfında bulun-mak
Yüce Allah'ın hoşnutsuzluğuna sebep olmakla fazl-u
kereminden mahrumiyeti gerektirir.
Şu kadar var ki, günah olan
şeylerden, tehlikelerden kaçmak rızaya zıt olmaz. Belki rıza, kendisinden
kaçınılması gerekli olan şey-lerden kaçmaktır,
şeklinde de tarif edilmiştir.
Alimler, rıza'nın müstehap olduğu konusunda ittifak halindedir-ler. Şeyhül-İslâm İbn Teymiye rıza için, "Rıza,
sabrın emrolunduğu şekilde emrolunmamış, ancak razı olanlar övülmüş ve metholunmuş-tur," der.
Rıza hakkında çeşitli
görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları rızayı makamlar olarak anlamıştır. Bunlara
göre rıza, tevekkülün sonudur. Kulun çalışıp çabalamakla ona ulaşması mümkündür.
Kazanmakla elde edilir, anlayışı hakimdir. Bu görüş sahipleri, Allah'ın razı
olanları methedip övdüğünü, kendilerini rızaya davet ettiğini, bunun da güç
yetecek bir şey olduğunu söylerler. Allah Resûlü (s.a.s), Rab olarak Allah'tan,
din olarak İslâm'dan, Resûl olarak Muhammed (s.a.s)'den razı olan imanın tadını
tatmıştır" buyurur
(Sahih-i Müslim, No:
56).
Rıza Makamı Yahya İbn Muaz'a "Kul ne zaman rıza
makamına ulaşır?" diye sorulduğunda o; "kendinde, "Allah Resûlü’nün Rab olarak
Allah'tan, din olarak İslâm'dan, Resûl olarak Muhammed'den razı olma" prensibini
uyguladığı zaman ve "Bana verirsen kabul ederim; vermezsen razı olurum; beni
terk edersen sana ibadet ederim; beni çağırırsan icabet ederim" diye cevap
verir.
Kur'anî bakış açısıyla rıza,
yönelmenin şartlarından sayılmış-tır: Allah "Ey itminâne ermiş ruh! Dön rabbine, sen O'ndan razı, O senden
razı olarak, haydi gir kullarımın içine, gir Cennetime" (Fecr, 27-30) buyurur.
Rabbine güvenen, yoluna
güvenen, Allah'ın takdirine güve-nen, varlıkta ve bollukta, gizli ve açıkta,
verdiğinde ve vermediğinde O'na güvenen bir kimlikle kulluk rıza'ya ulaşır.
Allah da onları rah-metine ve himayesine
alır.
Yukarıdaki âyette Rabbül-Âlemin rıza sıfatıyla nefsin kendine dönüşünü bir
hale bağlamıştır. Bu durumda "Nefsin Rabbine dönüşü için şart olan rızaya'
girmektir."
Rıza üç derecedir:
1) Şirk'ten temizlenip Rab
olarak Allah'tan razı olmaktır. Kur'-ân-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor: "De ki: O, her şeyin Rabbi iken ben O'ndan
başka bir Rab mi arayacağım?"
(En'âm,164).
"De ki: Gökleri ve yeri
yoktan var eden Allah'tan başkasını mı dost edinecekmişim?"
(En'âm,14).
Yine aynı sûrede geçen bir
âyette: "O size o kitabı açıklanmış bir halde indirmişken Allah'tan başka bir
hakem mi arayacakmışım?"
(En'âm, 6/114).
Kul için yegâne ilah,
ibadete lâyık tek varlık, mabudu mutlak olan Allah olursa, bu noktada Rab olarak
Allah'tan razı olma derecesi meydana gelir.
2) Allah'tan razı olmaktır.
Bu, O'nun sıfatları, fiilleri, isimleri ve hükümlerine razı olmayı gerektirir. O
da tamamıyla kaza ve takdir bu-yurduklarına rıza
göstermektir. Kulluğun aslı, kulun Allah'ın rızasında ve hoşlanmadığı şeylerde
O'na uygun davranması, razı olduğu şey-lerden razı
olması, gazab ettiği şeylerden hoşlanmamasıdır. Bu
dere-ce ilk dereceyi içine alır mahiyette
düzenlenmiştir.
3) Allah'ın rızasına rıza
göstermektir. Kul, nefsi için ne hoşnut-suzluk, ne de
hoşnutluk görmez. Bu halde kendini, tahakkümünü terk etmeye, ateşe bile atılsa
temyizi yok etmeye sevk eder. Bu derece di-ğer
derecelerden en yüksek olanıdır. Bu makamda kişi, Rabbinden gelenlere yine
Rabbinin yardımı ile razıdır.
Kur'ân-ı Kerim'de Âlemlerin Rabbi
olan Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz" (Tekvîr,
81/30) buyuruluyor. Rıza'nın şartına gelince; Allah'ın
kula en sevimli şey olmasıdır. Bu hal şunlarla bilinir:
1) Kalbine doğru Allah
sevgisi bütün sevgilerin önüne geçme-lidir.
2) Ma'bud-u Mutlak'a duyulan sevgi, bütün muhabbetlere üs-tün
gelmeli ve Allah'ın sevgisi kalbe doğru önde ve üstün olmalıdır. Allah'tan
başkasının sevgisi geride, mağlup ve dürülüp bükülmüş va-ziyette olmalıdır.
3) O'ndan başkasının
sevgisi O'nun sevgisine tâbi olmandır. O, bizatihi sevgili ve ilk kasdolunan olur. Bu üçü O'nun itaate ve ta'zi-me en lâyık olmasındandır.
Rıza konusunda gerekli olan ilmî şart ise, Allah'ın hükmüne razı olmak, Allah'ın
takdirine itiraz etmemektir.
İşte böyle yaşayanlar
Rablerini razı etmişler, Rableri de onları razı edecek ve onları zeminlerinden
ırmakların akıp gittiği, ya da kendi taht-ı
tasarruflarında ırmakların çağlayıp durduğu cennetlerine koyacaktır. Rabbim bizi
onlardan eylesin. Velhamdü lillahi Rabbil ’âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder