Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
81., Nüzûl sıralamasına göre 7., Mufassal sûreler kısmının dokuzuncu grubunun
üçüncü sûresi olan Tekvîr sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
29’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1. Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman;
2. Yıldızlar düşüp, söndüğü zaman; 3. Dağlar yürütüldüğü zaman; 4. Doğurması
yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman; 5. Yabanî hayvanlar bir araya
toplatıldığı zaman; 6. Denizler kaynaştırıldığı zaman; 7. Canlar bedenlerle
birleştirildiği zaman; 8-9. Kız çocuğunun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü
kendisine sorulduğu zaman; 10. Amel defterleri açıldığı zaman; 11. Gök yerinden
oynatıldığı za-man; 12. Cehennem alevlendirildiği zaman; 13. Cennet
yaklaştırıldığı zaman; 14. İnsanoğlu önceden ne hazırladığını görecektir. 15-16.
Gündüz sinip geceleri gözüken gezegenlere andolsun; 17. Kararmaya başlayan
geceye andolsun; 18. Ağarmaya başlayan sabaha andolsun ki; 19-21. Bu Kur’an,
arşın sahibi katında değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bir
elçinin getirdiği sözdür. 22. Arkadaşınız Muhammed asla deli değildir. 23.
Andolsun ki, o, Cebrâil’i apaçık ufukta görmüştür. 24. Peygamber, görülmeyenler
hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz. 25. Bu Kur’an,
kovulmuş şeytanın sözü olamaz. 26. Ey İnsanlar! Nereye gidiyorsunuz? 27-28.
Kur’an ancak aranızda doğru yola girmeyi dileyene ve âlemlere bir öğüttür. 29.
Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe sizler bir şey
dileyemezsiniz.
Rasulullah efendimizin, “Kıyamet gününü
gözleriyle görmek isteyenler İnfitar, İnşikâk ve Tekvîr’i okusun” buyurduğu,
kıyameti en güzel bir şekilde anlatan üç sûreden birisi.
Mekkî bir sûredir. Sûrenin başında
kıyametten, kıyametin kopuşu esnasında vukua gelecek hadiselerden söz edilir.
Güneşin dürüleceği, yıldızların yerinden sökülüp atılacağı, dağların
yürütüleceği, on aylık gebe develerin terk edileceği, vahşilerin toplanacağı,
denizlerin kaynatılacağı anlatılır. Bütün bu manzaralar, bu olup bitenler
karşısın-da: “Eyvah! Ben bu durumda ne yapayım? Nereye gideyim? Acaba ne yapsam?
Ne etsem? Acaba bu hengamede ben nasıl kurtulurum?” diyenlere karşı da, Cenâb-ı
Hak yeminlerle bu işin Cebrâil vasıtasıyla Peygambere getirilen Kur’an’la
düzenleneceğini, Kur’an’la çare aranacağını anlatır. Çarenin, çözümün Kur’an’da
olduğu ortaya konulur.
Kur’an Allah’tan, manevîyattan,
ahlâktan, sosyolojiden, tıptan, fizikten, biyolojiden bahseder. Ama Kur’an
hiçbir zaman bir ahlâk kitabı değildir. Kur’an bir tıp kitabı değildir. Kur’an
kendi mantığı içinde bunları anlatır. Kur’an semadan bahseder, aydan,
yıldızlardan, güneşten bahseder. Ama Kur’an asla bunları anlatmak için gelmiş
bir kitap değildir. Kur’an kulluk kitabıdır. Kur’an bize bizim kulluğumuzu
anlatmak için gelmiştir. Birileri her şeyde Allah’ı bulmaya çalışır. Balda,
ciğerde, avuç içinde, hurma çekirdeğinde, karpuz kabuğunda. Ta-mam bunlar güzel.
Ama sonunda şunu diyeceksek, şunu dedirteceksek güzeldir:
“İşte Rabbiniz, Allah budur. O’ndan başka
tanrı yoktur, her şeyin yaratanıdır. Öyleyse O’na kulluk edin; O her şeye de
vekildir.”
(En’âm 102)
İşte bu Allah sizin Rabbinizdir.
İşte bu karpuz kabuğunun ortaya koyduğu, bu bal peteğinin işaret ettiği, bu el
ayasının tanıklık ettiği, Kur’an’ın tümünün anlattığı, tarih boyunca tüm
peygamberlerin ortaya koyduğu Allah sizin Rabbinizdir. Rab makamında, ulûhiyet
makamında, hayatınızın kanunlarını düzenleme konusunda Rabbiniz O’dur. Ve bu
Rabbiniz olan Allah kendisinden başka İlâh olmayandır. O her şe-yin
yaratıcısıdır. Varlığımızın sebebi O’dur. Hayatın kaynağı O’dur. Göklerin,
yerin, gecenin, gündüzün, meyvelerin sebzelerin sahibi O’-dur. Malımızı,
evimizi, ailemizi, çocuklarımızı, makamımızı, paramızı, pulumuzu, aklımızı,
zekamızı, bilgimizi her şeyimizi yaratan O’dur. Al-lah haliktır. O halde sadece
O’na kulluk edin. Sadece O’nu dinleyin. Madem ki her şeyinizi yaratan O’dur,
madem ki her şeyinizi veren O’-dur, o halde sadece onun çektiği yere gidin.
Sadece O’nun hayat programını uygulayın.
Zaten problem işte buradadır. Yaratıcı
olarak herkes Allah’ı kabul ediyor da, Rabb olarak, hayata karışıcı olarak
Allah’ı kabule ya-naşmıyorlar. Meselâ müşrikler yaratıcı olarak, her şeyin var
edicisi o-larak, göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ediyorlardı
ama Rab olarak, hayata karışıcı ve kanun koyucu olarak Allah’ı kabul
et-miyorlardı. Rızık verici olarak, yaratıklarının tümünü doyurucu olarak
Allah’ı biliyorlar, inanıyorlardı ama hayatı düzenleyici olarak Allah’a
inanmıyorlardı.
Günümüz insanları da Allah korusun aynı
noktaya düştüğü için, yaratıcı olarak var olan, ama hayata karışıcı olarak sanki
yok o-lan bir Allah inancını, yani şirki yaygınlaştırma eğilimine girdikleri
için aynı duruma düşmüşlerdir.
Allah her şeyin yaratıcısıdır ve
kendisinden başka İlâh, Rab, otorite, egemen, yetkili olmayandır. Çünkü İlâh
olanın, Rab olanın ya-ratıcı olması gerekir. O’ndan başka yaratıcı da olmadığına
göre Rab sadece O’dur. Öyleyse sadece O’na kulluk edin. Sadece O’nu dinleyin.
Sadece O’nun emirlerini dinleyin ve sadece O’nu razı etmeye ça-lışın. Rab
olarak, İlâh olarak O’na inandığınızı ortaya koymak üzere hayatınızı O’nun adına
yaşayın. Yirmi dört saatinizi O’nun belirlediği yasalar istikâmetinde yaşayın.
Allah’tan başka toplum, moda, baba, ana, amir, müdür, âdetler, yönetmelikler
gibi putları Allah makamına oturtup onların istedikleri bir hayatı yaşayıp
Allah’a şirk koşmaya kalkışmayın. Yaşadığınız bu hayatın sonunda O’nun huzuruna
gideceğinizi ve hayatınızın hesabını sonunda O’na ödeyeceğinizi asla unutmayın.
İşte Kur’an’ın bu bölümünde de Allah
kâinatı anlatıyor. Kâinatta yarattığı varlıklarına söz geçirişini, onlar
üzerindeki egemenliğini ve emriyle gerçekleşecek kıyametin vukuu esnasında
olacakları anlatıyor. O halde derinlemesine düşüneceğiz bu konular
üzerinde.
Sûrenin âyetleri üzerinde kısa bir
gezinti yaptıktan sonra inşal-lah âyetlerini tek tek tanımaya geçelim inşallah.
Sûrede kıyamet ve risalet olmak üzere iki konu
işlenmektedir. Birinci bölüm kıyamet ger-çeğini ele almakta, onun dehşet verici
tablolarını gözler önüne ser-mektedir. İlk altı ayet, kıyametin ilk safhasını
açıklamaktadır. Bu ayet-lerde kıyametin gerçekleşme şeklinin ne kadar canlı bir
şekilde tasvir edilmiş olduğunu Resulullah (s.a.s)'in şu hadis-i şerifi ortaya
koymak-tadır: "Kıyamet gününü gözle görmüş gibi görmek kimi sevindirirse Tekvîr,
İnfitar ve İnşikak surelerini okusun"
(İbn
Hanbel, II, 100)
Allah
Teâlâ, kıyamette gerçekleşecek olayların o korkunç hal-lerini ayetleriyle tek
tek açıklayarak, inkâr eden veya gaflet içerisinde bulunan kimseleri
uyarmaktadır. Muhkem, sarsılmaz bir intizam içe-risinde akıp giden, dünyanın
içinde bulunduğu sistem de dahil, gök yüzündeki bütün gezegen ve yıldızlar, yine
O'nun emriyle darmadağın olacak ve insanoğlu için sonsuz ikinci hayat
başlayacaktır. Kıyamet günü kainatta meydana gelecek büyük olaylar şöyle dile
getirilmek-tedir: "Güneş dürülüp söndürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp düştüğü
zaman, dağlar yerinden sökülüp yürütüldüğü zaman, on aylık hamile develer dahi
terk edildiği zaman, yabanî hayvanların, korkudan bir araya toplandıkları zaman,
denizler birbirine karışıp kaynadığı zaman" (1-6)
Gerçekleşecek
olan bu olaylar, bilinen her şeyi tamamıyla de-ğiştirecek, başka bir şekle
sokacak olan, kainat çapında bir inkılaptır. Allah Teâlâ, kıyamet anında olacak
hadiseleri tasvir ederek bir tablo halinde ibret almaları için insanlara
sunmaktadır. Peşinden kıyametin ikinci safhası, öldükten sonra yeniden
dirilmeyle başlayacak olaylar zikredilmektedir. Ruhlar tekrar yaratılan
bedenleriyle birleştiği zaman, insanoğlunun dünya hayatında işlediği her şeyin
hesabı ondan soru-lacaktır.
Allah
Teâlâ'nın en çok gazaplandığı şeylerden biri zulümdür. İslâm öncesi Arap
cahiliye toplumunda alışkanlık haline getirilmiş za-limliklerden biri de kız
çocuklarının canlı olarak toprağa gömülmesiy-di. Araplar, fakirlik korkusu veya
bir kız çocuğuna sahip olduğundan dolayı ayıplanılacağı duygusu ile doğan
çocukları kız ise kurtulmak için onu gömerek yok etme yoluna gidiyorlardı. Allah
Teâla bu vahşi, akıl almaz davranışlarını ve onları bu davranışa sürükleyen ruh
hal-lerini bir âyet-i kerimede şöyle ifade etmektedir: "Onlardan biri, kız
ço-cuğu ile müjdelendiği zaman, içi öfkeyle dolar, yüzü simsiyah kesilir. Kız
çocuğunun kendisine müjdelenmesinden utanarak halktan gizlen-meye çalışır ve
şöyle düşünür. Kız çocuğunu zillet ve ar pahasına ko-rusun mu, yoksa diri diri
toprağa gömüp öldürsün mü? Dikkat edin; verdikleri hüküm ne kötüdür?" (Nahl,
58-59).
İşte
bu sapkın ruh hali içerisinde işlenen caniliklerin hesabı bir bir sorulacak ve
suçlular korkunç bir şekilde cezalandırılacaklardır. O gün herkesin işlediği
amellerin en ince teferruatına kadar kayıtlı bu-lunduğu amel defterleri
dağıtılacak, cehennem tutuşturulup alevlendi-rilecek, cennet ise insanlara
yaklaştırılacaktır. Herkes işlediklerinin karşılığı olarak kendisi için
hazırlanan yeri görecektir. "Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun, hangi
suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman, amel defterleri dağıtıldığı zaman, cehennem
alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman herkes önceden
hazırladığını görecektir." (8-14).
Daha
sonra, gezegenlere, geceye ve sabaha kasem edilerek, Kur'an-ı Kerîm'in şeref
sahibi bir elçi tarafından getirilmiş, Allah Teâ-lâ'nın kelamı olduğu ortaya
konulmaktadır. Kur'an, şerefli, güvenilir, güçlü ve Rabbi indinde itibar sahibi
bir elçi olan Cebrail (a.s) tarafın-dan getirilmiş bir kitaptır. Onu getiren
elçi o kadar güvenilirdir ki, onun sözü her yerde dinlenir. Dolayısıyla, böyle
bir elçinin, Resulullah (a.s) e getirdiği vahiy hakkında şüphe duymak büyük bir
sapıklıktır.
Peşinden
gelen ayetler, Resulullah (s.a.s)'in davetini tesirsiz bırakmak ve insanların
kafalarını karıştırmak için onun hakkında çe-şitli iftira ve karalama
kampanyalarına girişen müşriklere cevaplar vermekte, ayrıca onlar uyarılarak
Kur'an'ın doğru yolu bulmak isteyenler için bir öğüt ve kurtuluş aracı olduğu
vurgulanmaktadır. "Kur'-an, Allah'ın huzurundan kovulan Şeytanın sözü değildir.
O halde nereye gidiyorsunuz? Kur'an âlemlere ancak bir öğüt ve uyarıdır.
Bilhassa içinizden doğru yolu bulmak isteyenler için"
(25-28).
Sûre,
kainatta cereyan eden her şeyin Allah Teâlâ'nın iradesi çerçevesinde ortaya
çıktığı, başka hiç bir varlığın O'nun dilemesi dı-şında bir şeyi
gerçekleştirmeye asla güç yetiremeyeceği dile getirile-rek son bulmaktadır:
"Âlemlerin Rabbi dilemedikçe siz bir şey dileye-mezsiniz"
(29).
Bu
mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayabiliriz.
1. “Güneş dürülüp ışığı kalmadığı
zaman;”
Güneş dürüldüğü zaman. Güneşin defteri
dürüldüğü, işi bittiği zaman. Güneşin güneşliği bitirildiği, fonksiyonu ve
varlığı yok edildiği zaman. Hani doğsun da işe başlayalım. Az yükselsin de
dükkanı açalım, işimize aşımıza başlayalım. Tepede olsun da namazımızı kılalım.
Yemeğimizi yiyelim. Batsın da yatalım. Yaksın da denize gidelim. Çok bekledim.
İki ay sonra vereceğim. Üç gün sonra kavuşacağım dediğiniz, işlerinizi,
zamanlarınızı kendisine göre ayarladığınız gün, güneş var ya, bir gün gelecek,
yok olacak işte o. Bir gün gelecek defteri dürülecek o güneşin. O halde yarın
yok olacak bir şeye hayatın tümünü vermeye ne gerek var? Dürülecek, işi bitecek
bir gün onun.
Tekvîr-i şems hem sarık sarar gibi veya
bohça dürer gibi dürme anlamına, hem de Türkçe’mizdeki kürümek anlamına gelir.
Bir gün gelecek, Rabbimiz güneşi dürüverecek. Artık ışık göndermez, ısı yollamaz
olacak güneş. Ya da tümüyle onun cirmini, fiziğini kürüyüp ortadan kaldıracak
Allah. Zaten güneş bizim dünyadaki kulluğumuz, imtihanımız adına vardı ve bizim
dünyadaki imtihanımızın bitip de imtihan sonuçlarının okunma döneminde
gelindiğinde var ettiği güneşini yok ediverecek Rabbimiz.
Kâinatın kalbi mahiyetindeki güneşi
kâinattan çekip alınca da tıpkı kalbi durmuş bir insan bedeninin organlarının
patır patır döküldüğü gibi güneş sistemine bağlı tüm gezegenler de çekimlerini
kaybederek, imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi patır, patır dökülecekler.
Neptün, Plüton, Merkür, Venüs gibi tüm gezegenlerin de dengesi
bozulacak.
2. “Yıldızlar düşüp, söndüğü
zaman;”
Yıldızların da dengesi bozulacak.
Yıldızlar da düşüp sönecekler. Elbette kâinatın güneşini aldınız mı, kalbini
söküp çıkardınız mı zaten yıldızlar da yok olacaklardır. Tıpkı kalbi, ruhu
alınan uzuvların patır patır dökülüp insicamlarını kaybettikleri
gibi.
Kıyametin vukuu esnasında semâvâtta
olup bitecekleri anlatıyor Rabbimiz. Şu anda bizler farkında olmasak da semâvât
bizim hayatımızı düzenleyendir. Gece olacak, gündüz olacak ve bizler işlerimizi
ona göre ayarlayacağız. Güneş batacak biz akşam namazı kılacağız. Gece olacak,
gece namazı kılacağız. Gündüz olacak maişet temini için çıkacağız. İşte bizim
hayatımızı düzenleyen semanın değişimi anlatılıyor burada.
Yıldızlar yerinden kopup düşmeye
başladığı zaman. Peki acaba dünyamız kâinatın neresindedir? Ne tarafa daha
yakındır acaba? Bunu bilmiyoruz. Acaba hangi tarafta yıldız daha çoktur?
Bildiğimiz kadarıyla yıldızların dünyamıza uzaklığı ışık yılıyla milyonlarca
yıldır. Uçsuz bucaksız, alabildiğine engin bir kâinat ve bu düzen içinde
dünyamız bulunuyor. Düşünün, dünyamızın çevresindeki dünyamızdan milyonlarca
daha büyük yıldızlar yörüngelerinden koparılıp sağa sola düşmeye başlıyor. Peki
acaba bu yıldızlar ne tarafa doğru dönecekler? Dünyamızdan milyon kere daha
büyük bir yıldız kütlesinin gelip
dünyamıza tosladığını bir anlamaya çalışın. Düşünün ki 30 katlı çok büyük
bir apartmanı vinçle kaldırıyorsunuz şuradaki boşlukta duran bir karıncanın
üzerine atıyorsunuz. Bu aynen buna benzer.
Ne önemi var artık? Güneş sönmüş,
yıldızlar dökülmüş, kütleler dünyaya çarpmış, dünya yıkılmış, evler harap olmuş.
Ne önemi var bütün bunların? Çünkü artık imtihan, hayat bitmiştir, imtihan
salonu kapanmıştır. İmtihan bitmiş ve imtihan sonuçlarının okunma dönemi ve bu
sonuçlara göre insanların neticelerini alma, yerleşim merkezlerine gönderilme
dönemi başlamıştır. Artık imtihandan sonraki kâinat, mahlukât çok farklı olacak.
Yeniden bir durum, bir konum çıkacak. Cennetliklerin yeri ve konumu,
cehennemliklerin yeri ve konu-mu. Hesap, kitap yeri.
Göklerde olup bitenlerden sonra şimdi
de yeryüzünde olacaklara dikkat çekecek Rabbimiz:
3. “Dağlar yürütüldüğü
zaman;”
Kıyametin kopuşu esnasında yerçekimi
kuvveti kaldırılarak dağlar da yürütülecek. Yeryüzünü dengede tutmak için
Rabbimizin kazıklar olarak arza çaktığı, onlarla yerin dengesini sağladığı
dağlar yerinden sökülüp yürümeye başlayacaklar. Denge unsuru oluşları bi-tecek,
kazıklıkları sona erecek dağların.
Dağlar yürüyecekler. Dosdoğru
yürütülseler neyse bineriz, ineriz. Denizde geminin dalgaya binip inmesi gibi
biz de dağların sırtına biner ve karşı tarafa geçeriz, ama öyle uslu uslu
yürümeyecekler. Önüne gelen her şeyi ezerek, tuz buz ederek yürütülecekler.
Zannediyoruz ki bütün bu olup bitenlerle düzen bozulacak. Kâinatta düzen, denge
bozulacak. Halbuki hak düzen kurulacak, yeni bir düzen ihdas
edilecek.
Hani evler kuruyoruz ya denize nazır.
Villalar yaptırıyoruz dağa dayalı. Meskenlerimizi buna bina ediyoruz ya, işte bu
dağlar bitecek. Büyüklük ve küçüklük, yükseklik ve alçaklık konusunda dağla
ölçülen bu dünya da bitecek, dağ da bitecek. Yüksekliği neye göre öl-çeceksiniz?
Dağa göre. Dağ yok ki artık!
Eğer bu sûreyi daha bir canlı
öğrenebilirsek, bu sûrede Rab-bimizin bize ulaştırmak istediklerini iyi bir
anlayabilirsek eminim hayatı daha bir güzel değerlendirip, ahirete çok daha bir
güzel bakma imkânı elde edeceğiz. Düşünün, dünya ve dünyalıklar peşinde
koştururken, mal, mülk, iş, aş, çek, senet peşinde pür telaş koşuşurken, aman
şunu alayım! Şunu satayım! Şunu kazanayım! Aman şu borcu bir kapatayım! Aman
otobüsü kaçırmayayım! Aman karnımı bir doyurayım! Aman şu işi bir bitireyim!
Hesap, kitap, borç, dert derken bir anda bakmışsınız ki güneşin işi bitiyor.
Güneşin defteri dürülüyor ve her taraf kapkaranlık oluveriyor. Yıldızlar
yerinden sökülüp korkunç gürültüler içinde sağa sola düşmeye başlıyor. Dağlar
yerlerinden sökülüp paldır küldür önüne gelen her şeyi tuz buz edercesine
yürütülmeye başlıyor. Bu durumda halinizi bir düşünün.
4. “Doğurması yaklaşmış develer başıboş
bırakıldığı zaman;”
On aylık doğurması yaklaşmış gebe
develer terk edildiği zaman. Araplarda en kıymetli varlık çöl tankları olan
develerdir. İlk planda onlara seslenen sûrenin bu âyetinde Rabbimiz o gün en
kıymetli mallarınızı, develerinizi terk edeceksiniz, buyuruyor. Ne anlatıyor
Allah burada? Deveyi mi anlatıyor? Hayır, kulluğu anlatıyor. Diyor ki Rabbimiz,
o gün en çok sevdiklerinizi, gözünüzü üzerinden ayırmadıklarınızı, ben bunsuz
olmam, ben bunsuz yapamam dediklerinizi terk edeceksiniz.
On aylık, doğumu yaklaşmış gebe
develeri terk edeceksiniz. On aylık doğumu yaklaşmış gebe deve, Arabın gözünde
sanki iki deve, bir buçuk devedir. O anda çok kıymetlidir onun gözünde. Gözü-nü
ayırmaz Arap onun üzerinden. İşte kişi o gün canı gibi sevdiği, bu gözbebeği
dişi devesini salıverecek. Terk ediverecek, ilgilenemeyecek onunla. Niye? Çünkü
işi var da ondan. Onun ondan daha büyük derdi var da ondan. Kıyametin dehşetiyle
meşguldür o. Abese sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“O gün, kişi kardeşinden, annesinden
babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün, herkesin kendine yeter
derdi vardır.”
(Abese
34-37)
O gün herkesin başını aşkın derdi
olacak. O gün hiçbir sıcak dost, hiçbir sıcak dosta sıcak bir kucak açamayacak.
Kimse kimsenin halini hatırını, soramayacak veya kimse kimsenin durumunu
muhasebe edemeyecek. Karısı, oğlu, kızı, kardeşi, anası, babası bile olsa herkes
kendi başının derdiyle meşguldür. Birbirlerini görüp geçecek, veya görmezden
gelecek. Hiç kimse yakınıyla yakınlığını bile inceleyip düşünemeyecek. Yani
insanın kendisiyle uğraşmaktan başka hali kalmayacak. Herkesin başından aşkın
işi ve derdi olacak.
İşte böyle bir ortamda çok kıymetli
gördüğünüz, terk edemediğiniz, aman ha dediğiniz, üzerine titrediğiniz, gözünüzü
üstünden ayırmadığınız neyiniz varsa hepsini terk edeceksiniz. Hayatta değer
verip başınıza, bağrınıza bastığınız, bunsuz olmaz dediğiniz, ben bundan uzak
duramam! Bunsuz ben yapamam! yaşayamam! dediğiniz her şeyinizi terk edeceksiniz.
Terk edilecek altınlar, terk
edilecek gümüşler, dolarlar, develer, atlar, fiyatlar, muratlar, makamlar,
koltuklar, kanepeler, kanaryalar, akvaryumlar, bürolar, kasalar, keseler,
mağazalar. Aman ha dedi-ğiniz, üstüne titrediğiniz, onsuz olamaz dediğiniz her
şey terk edilecek. Arabın gözünde en kıymetli malı on aylık gebe deveydi. Sizin
gö-zünüzde de en kıymetli neyiniz varsa hepsini terk edeceksiniz. Bugün uğruna
saptığınız, uğruna kulluğu terk ettiğiniz, uğruna ilme zaman bulamadığınız,
uğruna çoluk çocuğunuza zaman ayıramadığınız, gece gündüz toplamak üzere
çırpındığınız en canım mallarınızı yarın terk edeceksiniz. Yarın onların yüzüne
bile bakmayacaksınız.
Meselâ birileri size, “bak senin canına
okuyacağım! Ya bu ge-ce sabah olmadan şehri terk edeceksin, yahut da seni
öldüreceğim!” dese. Ve kesinlikle bilseniz, anlasanız ki adam dediğini mutlak
sûrette gerçekleştirecek. Ne yaparsınız? Canınızı kurtarma adına her şeyinizi
bırakıp giderken bir şeyler almak istersiniz. Götürebileceğiniz kadar, yükte
hafif pahada ağır bir şeyler alırsınız. Meselâ tek elbise, tek saat, tek ceket,
tek gömlek gibi neyse işte o hengamede onu da terk edeceksiniz. Veya meselâ şu
sırtınızdaki dağ lav püskürecek ve bu dağın lavları 3 dakika sonra şehri
basacak, evlerinizi basacak deseler, ne alırsınız? Üç dakikada nelerinizi alıp
kaçarsınız? Belki en fazla karınızı, çocuklarınızı kaptığınız gibi kaçarsınız
değil mi? Yarın kıyametin kopuşu hengamesinde onları da alamayacak, onları da
kurtaramayacaksınız.
Adam vitrin yaptırmış evine 900
milyona, camlarını beğenmemiş, dördüncü defa değiştiriyor. Gözbebeği akvaryumu,
koltuğu, kanepesi, avizesi ve daha nesi, nesi var. Dünyada rahatını temin edecek
her şeyi var. Şimdi böyle bir adam gece saat 3’te mışıl, mışıl uykudayken çok
sevdiği, samimi bir dostu, yalan söyleme ihtimali milyarda bir olan güvendiği
bir dostu telefon etse ve “Kardeş, evine bom-ba yerleştirdiler! Seni sevdiğim
için uyarıyorum! 2 dakika sonra evinde bomba patlayacak! Başının çaresine bak!”
dese. Ne yapar bu adam? Hemen fırlar en fazla ne alabilir evinden? Hangi
eşyalarını kapıp kurtarabilir bu durumda? Belki can havliyle çocuklarını
kucaklayıp, hanımını uyandırıp dışarı atar kendini değil mi? Tam kapının ağzında
kendini dışarı atarken hemen kucaklayıp sormak lazım bu adama: Nereye? Canımı
kurtarmaya diyecek. Tam o esnada demek lazım bu adama: Be birader Mevlâ sana
kulluk yapsın diye hayat vermiş, sende bu hayatı bu rahatın içine gömmüşsün.
Hakkın var mıydı buna? demek lazım.
Bu gece telefon eden arkadaşınız ne
kadar doğru söylüyor? Onun söylediğinin gerçekleşme şansı ne kadar? Ya da o
arkadaşınız sizi ne kadar seviyor? Sizi ne kadar koruyabiliyor? Vallahi de
billahi de Rabbiniz ondan daha kesin ifadelerle bakın size haber veriyor. Sizi
çok yakın, göz açıp yumacak kadar yakın bir kıyametle uyarıyor. Vallahi o an
gelip çattığı zaman çocuklarınızı, hanımlarınızı bile haberdar edemeyeceksiniz.
Ansızın sizi yakalayacak bir kıyametle uyarıyor Al-lah sizi. Gelin Rabbinizin
uyarısına kulak verin. Gelin o gün kendinizi kurtaracak amellere yönelin. Yarın
terk edeceğiniz, yüzüne bile bakmayacağınız şeylerin peşinde ömür tüketmekten
vazgeçin de Rab-binizi razı edecek amellere koşun.
Peşinde koştuğunuz, elde etmek için
çırpındığınız, aman bunsuz olmaz dediğiniz her şeyi terk edeceksiniz o gün.
İnsanlar en kıymetli mallarını terk ettikleri zaman.
Başka?
5. “Yabani hayvanlar bir araya
toplatıldığı zaman;”
Vahşiler toplandığı zaman. Yalnız
yaşayan, birbirine düşman, birbirinden kaçan vahşi hayvanlar o günün
korkusundan, dehşetinden aralarındaki düşmanlığı unutup bir araya toplandıkları
zaman. Kurttan kaçan kuzunun, şahinden korkan serçenin, tilkiden kaçan tavuğun
korkudan bir araya toplanması, birbirlerinin kucaklarına geçivermesi
anlatılıyor. Unutacaklar aralarındaki düşmanlığı da hepsi korkularından bir
araya toplanacaklar. Veya vahşiler korkudan sinip büzüştükleri
zaman.
Veya bir de insan vahşileri, insan
azmanları var ya. İnsanlardan kaçan, insanların arasına karışmaktan çekinen,
“ben bana yeterim! Ben beni kurtarırım! Benim param var! Benim malım var! Benim
çevrem, benim kredim var! Benim kimseye ihtiyacım yoktur! Benim kimseye
eyvallahım yoktur!” diyerek insanlardan kaçanlar, fildişi kulelerine çekilip
insanlara tepeden bakanlar var ya. Veya omuzundaki rütbesi berikilerinkinden
farklı olduğu için kendisinden aşağı gördüğü insanların arasında bulunmaya,
onlarla oturup kalkmaya tenezzül etmeyen insan azmanları var ya. Veya ben
ormanlar kralıyım! Kimseye eyvallahım yoktur. Ben denizler kralıyım kimseye
müdanem, ihtiyacım yoktur! diyenler var ya. Tek başına olanlar, tek başına
yaşayanlar var ya.
Nitekim kimileri vahşi
olduklarını iddia ediyorlar. Benim polisten tanıdığım var! Müdürden tanıdığım
var! Ricali devletten tanıdığım var! Kredim var! Param, evim, arabam var! Benim
kimseye ihtiyacım yoktur! Niye insanlarla beraber olayım ki? Kendi kendine
yeteceğine inananlar, insanlarla ilgiyi kesenler, villalarına çekilenler,
akrabasıyla ilgiyi kesen vahşiler, sılayı rahmi kat eden vahşiler, mahalleyle
alâkayı kesen vahşiler, gün olacak kıyametin dehşetinden, korkusundan insanların
arasına girecek, insanlarla beraber olmak zorunda kalacaklar. Durun! Beni de
içinize alın! Beni de koruyun! Beni de kurtarın! diyerek kalabalığın içine
karışmaya koşacaklar.
Aslanlar, kaplanlar, balinalar,
kurtlar, kuzular tüm varlıklar koşarak gelecek. Durun! Ne olur bizi de beraber
kurtarın! diyecekler. Yalnız yaşayabilenler yalnız yaşamayacaklarını
anlayacaklar. Kendi kendilerine yeteceklerine inananlar kendi kendilerine
yetmeyeceklerini anlayacaklar. Aslında güçsüzdürler, zayıftırlar acizdirler
bunlar. Vahşi hayvanların bir kanunları var, yalnızlık. Yıldızların da böyle bir
kanunları var. İnsanlarda da böyle bir anlayış var şimdilerde, ama anlıyoruz ki
bu düzen bozulacak.
6. “Denizler kaynaştırıldığı
zaman;”
Denizler kaynadığı, kaynatıldığı zaman.
Denizler de kaynayacakmış o gün, ama nasıl kaynayacak, bunu bilmiyoruz. Aslında
tüm bunlar bir kere olacak, o da o zaman olacak. Onun için bilemiyoruz, ne
olacak, nasıl olacak? Ya alttan, denizlerin altından ateş verilecek, ateş
yakılacak böyle bir kaynama gerçekleştirilecek. Veya denizler alttan delinip
yerin merkezindeki mağma yukarı fışkırarak ateş çıkacak, denizler yanmaya
başlayacak. Veya suyun terkibinde bir değişiklik olacak. Su oksijenle hidrojen
atomlarının birleşmesiyle meydana gelmiştir. Bunlar birbirlerinden ayrıştıkları
zaman her ikisi de yanıcı gazdır, yanmaya başlayacaktır. Her taraftan ateşler
patlayacak, ateşler yayılacak.
Hz. Ali efendimiz der ki, “ben bu
insanlara şaşıyorum! altlarında ateş, üstlerinde ateş, önlerinde ateş, hâlâ
günâh işleyebiliyorlar.” Altlarında mağma tabakası ateş, üstlerinde güneş ateş,
önlerinde cehennem var, bu ateş çemberinin ortasında bulunmalarına rağmen hâlâ
Rablerine kafa tutup isyan edebiliyorlar. Ben buna şaşmaktayım diyor.
Denizler de kaynatıldığa zaman. Suyun
molekülünü teşkil eden hidrojen ve oksijen ayrışıp aksi vaziyete gelerek her
yerde bombalar patladığı zaman. Ne önüne geçilebilir, ne de durdurulabilir bir
yangınla denizler yanmaya başladığı zaman.
Dikkat ederseniz buraya kadar kıyametle
birlikte, kıyamet öncesi olup bitecekler anlatıldı. Bundan sonra da kıyamet
sonrası hadiselerini anlatmaya başlayacak Rabbimiz.
7. “Canlar bedenlerle birleştirildiği
zaman”
Nefisler izdivaç ettirildikleri zaman.
Nefisler çiftleştirilip gruplaştırıldığı zaman. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun
iki mânâsı vardır:
1. Nefisler çiftleştirildiği, bedenler
ruhlarla, ruhlar da bedenlerle buluştukları zaman. Binlerce yıl önce ölmüş
ruhlar bedenleriyle bu-luşup insanlar diriltildikleri zaman. Ruhlarla
bedenlerin, organlarla be-denlerin böyle bir izdivacı gerçekleştirildiği zaman.
Kemik ete, et kemiğe büründüğü zaman. Yani insanlar tekrar dirildikleri
zaman.
2. Nefisler gruplaştırıldıkları,
insanlar grup grup gruplandırıl-dıkları zaman. Küfürde, isyanda, günâhta
birbirlerine benzer olanlar toplanıp bir araya getirildikleri zaman. Yani
inançlarına, yaşadıkları hayatlarına ve amellerine göre gruplaştırılacaklar ve
öyle gidecekler mahşer yerine. Bunlar biracılar, bunlar zinacılar, bunlar
hırsızlar, bunlar homoseksüeller, bunlar fâizciler, bunlar kumarcılar, bunlar
Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk edenler, bunlar Allah’la savaşa
tutuşanlar, bunlar Allah’ı Rabb bilenler, bunlar tâğutlara kulluk edenler,
bunlar Adem yolunun yolcuları, bunlar şeytan taraftarları, bunlar İbrahim
taraftarları, bunlar Nemrut yolunun yolcuları, bunlar Musâ’nın yo-luna tabi
olanlar, bunlar Firavun yolundan gidenler, bunlar Muhammed (a.s)’a tabi olanlar,
bunlar Ebu Cehillerin izini takip edenler, bunlar Kur’an’a inanalar, bunlar
Kur’an’ı reddeden demokratlar, bunlar Müslümanlar, bunlar ateistler, bunlar
Allah yasalarını beğenmeyenler, bunlar kendi yasalarının hâkimiyeti adına Allah
yasalarına geçit vermeyenler, bunlar Allah dostları, bunlar Allah düşmanları
diye insanlar gruplaştırılacak.
Tıpkı Vakıa sûresinin ifade
ettiği gibi:
“O zaman siz de üç sınıf olursunuz. İyi
işler işlediklerini belirtmek için, amel defterleri sağdan verilenler; ne mutlu
o sağcılara! Kötülük işlediklerini belirtmek üzere, amel defterleri soldan
verilenler; ne yazık o solculara! İyi-lik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını
almakta da önde olanlardır.”
(Vakıa 7-11)
İsrâ’da da herkesin imamlarıyla,
önderleriyle, liderleriyle, tabi olup yolundan gittikleriyle birlikte
çağrılacakları, kim kiminle beraberse, kimin yolu, kimin ameli kime uygunsa, kim
kimin yolundan gidiyorsa onlarla birlikte çağrılacakları
anlatılır:
“O gün bütün insanları önderleriyle
beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitaplarını
okurlar. Onlara kıl kadar haksızlık edilmez.”
(İsrâ 71)
Burada şöyle bir tespit yapalım ve bu
gruplamaları şöyle düşleyelim: İnsanlar yaşadıkları hayatlarına göre,
imanlarına, düşüncelerine, amellerine göre gruplar oluşturmuşlar. Mutlaka bu
gruplardan birinde Peygamberimiz var. Tabi diğer peygamberler de bir grup
oluşturmuşlardır. Çünkü hadisler öyle anlatıyor. Hadislerden anladığımıza göre
her peygamber kendi inananlarıyla bir grup oluşturup hesap yerine gidecekler.
Öyleyse bu gruplardan birinde Resûlü Ekrem efendimiz varsa acaba gruplama
kriteri ne olacak? Acaba ben neredeyim? Kendi yerimin neresi olduğunu
düşünüyorum, zorlanıyorum. Acaba benim grubum bunlardan hangisi? Çünkü eğer
peygamber safında, peygamber sınıfında yer almamışsam, o zaman onun gittiği yere
gitme ihtimalim çok az, çok zor.
Meselâ insanları saç tıraş modeline
göre gruplandırsak, saç tıraş modeli peygamberinkine benzeyenler şu tarafa,
benzemeyenler bu tarafa dense. Veya kılık-kıyafet modeli peygamberinkine
benzeyenler şu tarafa, benzemeyenler bu tarafa dense. Mala bakışı, kazanma
harcama anlayışı, malla, mülkle ilişkisi peygamberinkine benzeyenler şu tarafa,
benzemeyenler bu tarafa. Hanımıyla çocuklarıyla ilişkisi peygamberinkine
benzeyenler şu tarafa, benzemeyenler bu tarafa. Gece hayatı, ikram anlayışı, ev
tefrişi, sofrası, sabah kahvaltı anlayışı peygamberinkine benzeyenler bu tarafa,
benzemeyenler bu tarafa. Namazı, orucu, zikri, fikri, tesbihi, cihadı, tebliği
peygamberinkine benzeyenler bu tarafa, benzemeyenler şu tarafa diye insanların
bir tasnife, bir gruplaşmaya tabi tutulduğunu düşünüyor ve bunları kendi kendime
sordukça kahroluyorum. Düşündükçe ümitlerim tükeniyor, iştahım kaçıyor. Böyle
bir sınıflandırmada peygamber safında yer alabileceğime güvenemiyorum.
Öyleyse Allah için kimin
peşindeyiz? Hayatımızı kime göre, neye göre ayarlıyoruz bir düşünelim. İmanımız
kimin imanına ben-ziyor? Amelimiz kimin ameline benziyor? Allah için düşünüp
taşınıp çaresine bakalım.
8-9. “Kız çocuğun hangi suçtan ötürü
öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman;”
Diri diri toprağa gömülen kız
çocuklarına hangi suçtan öldürüldükleri sorulduğu zaman. Küçükler sıralanmış,
diri diri topraklara gömülerek öldürülmüş yavrular sıralanmış ve Mevlâ soruyor
onlara: “Yavrularım! Ne suçunuz vardı da öldürüldünüz? Sizi öldürenler, sizi
gömenler ne için gömdüler?”
Dikkat ediyor musunuz? Babalar var
orada, çocuklar var ve Allah çocukları muhatap kabul buyurup onlara soruyor.
Babaları muhatap bile kabul etmiyor da çocuklara soruyor. Gerçekten bu onların
Allah’ı ne kadar çok gazaplandırdığının delilidir.
Çocuk öldürme, çocuk gömme deyince önce
bu âyetlerin geldiği dönem müşriklerinin yaptığını hatırlıyoruz. Müşrikler kız
çocuklarını sevmezlerdi. Savaşamazlar, kazanamazlar diye, soframıza bir ka-şık
daha uzanacak diye ekonomik kaygılarından ötürü veya başka bir erkeğe gidecek
diye ar duygusundan veya babanın malının bir kısmını alıp yabancı bir erkeğin
evine götürecek diye veya onlar Allah’ın kızlarıdır binaenaleyh onları sahibinin
yanına gönderelim diye kız çocuklarını kumlara
gömüyorlardı.
Doğumu yaklaşan kadını çölde önceden
kazıp hazırladıkları bir çukurun kenarına kadar götürüp orada doğurmasını
sağlarlardı. Eğer erkek dünyaya gelmişse güle oynaya eve dönerler, yok eğer kız
çocuğu dünyaya gelmişse oracıkta açılan çukura atıverirlerdi. Bazen de deve,
koyun güttürelim diye ekonomik bir sebeple üç yaşına beş yaşına kadar onları
öldürmezler, bu çağa gelinceye kadar onlardan istifade ederler, sonra akraba
ziyareti bahanesiyle yavruları önceden çölde hazırladıkları çukurlara götürürler
ve bir kaza süsüyle içine atarlar, yavruların çığlıkları arasında üzerlerini
kumla doldururlardı. Gerçekten tüyler ürpertici çok vahşi bir şey değil mi?
Ama vallahi de billahi de şu anda
bizim yaptıklarımız onların-kinden çok daha kötü, çok daha vahşidir. Çünkü o
çocuklar âkıl-bâliğ olmadan gömüldükleri için mâsumdurlar ve cennete
gitmiştirler. Ya bizim çocuklarımız? Yirmi yaşına gelmiş, otuz yaşına gelmiş ama
din-le tanıştırmadığımız, Kitap ve sünnetle tanıştırmadığımız, materyalist
eğitim çukurlarına, televizyon ekranlarına, stadyum çukurlarına, kumarhane
yuvalarına, eğlence yuvalarına, zevk çukurlarına gömdüğü-müz, istikbalini
düşünerek paraya yatırım yaptığımız çocuklarımız ce-henneme gidecek.
Sorayım şimdi. Bunlardan hangisi
daha korkunç? Hangisi daha vahşi? Allah için bir düşünelim. Nereye gömüyoruz
çocuklarımızı? Bakara’ya mı gömüyoruz? Âl-i İmrân’ın sinesine mi? Nisâ’nın
kucağına mı, yoksa televizyonun sinesine, toplumun cifesine mi? Rasulul-lah’ın
kucağına mı? Nereye gömüyoruz onları?
Yoksa aynı endişelerle
çocuklarınızı ruhsuz mu bırakıyoruz? Aman mühendis olsun da gerisi fark etmez!
Aman bilgisayarı öğrensin de gerisi önemli değil! Aman diplomayı alsında gerisi
önemli değil! diyerek ekonomik kaygılarla bizler de çocuklarımızı öldürmeyelim,
gömmeyelim onları. Çocuklarımızı Allah’ın istemediği tarzda mı büyütüyoruz?
Allah’ın istemediği biçimde mi eğitiyoruz? Onlara ne yediriyoruz? Neyle
besliyoruz onları? Fikir, inanç dünyalarını neyle besliyo-ruz? Kimlere teslim
ediyoruz kalplerini, kafalarını? Kimlere teslim ediyoruz eğitsinler diye?
Duymaya başlıyorlar, ne
duyuruyoruz onlara? Öğrenmeye başlıyorlar, ne öğretiyoruz? Allah için bir
düşünün. Değilse yarın kesinlikle Rabbinizin bu sorgulamasıyla karşı karşıya
geleceğinizi unutmayın. Üstelik bu sorgulamada sizlere sorulmayacak, sizler adam
ye-rine bile konulmayacaksınız da öldürdüğünüz çocuklara sorulacak: “Yavrularım!
Ne suçunuz vardı da babalarınız sizleri dinsiz bırakarak öldürdüler? Ne suçunuz
vardı da babalarınız, analarınız sizi Kur’an ve sünnetle tanıştırmadılar? Ne
suçunuz vardı da babalarınız size cenneti, cehennemi
tanıtmadılar?”
Ey Müslümanlar! Bu konuda, her konuda
sadece Rabbinizi dinleyin! Sadece Rabbinizin sözlerine kulak verin! Sadece
Rabbinizin vahyine yönelin! Sakın ha sakın şeytan vahiylerine kulak vermeyin!
E-ğer gerek cin şeytanlarını, gerekse şeytanlarla işbirliği yapan iki ayaklı
şeytanları dinler, onların vahiylerine teslim olursanız, onlar sizin mallarınızı
da, hayatlarınızı da, çocuklarınızı da telef eder, mahvederler. Bakın En’âm
sûresi bunu şöyle anlatır:
“Böylece, putlara hizmet edenler, puta
tapanların çoğunu helâke sürüklemek, dinlerini karma karışık etmek için
çocuklarını öldürmelerini onlara iyi
göstermişlerdir.”
(En’âm 137)
İşte böylece müşriklere onların
Allah berisinde söz sahibi kabul ettikleri ve hayatlarında hâkimiyet hakkı
verdikleri tanrıları, İlâhları, İlâheleri, çocuklarını öldürmelerini de güzel
gösterdiler. İlâhları onlara öz evlâtlarını öldürmelerini süslü ve mantıklı
gösterdiler, onlar da öz evlâtlarını öldürmeye başladılar. Şeytanlar, tâğutlar,
egemen güçler bu zavallı kullarının dinlerini ve hayatlarını bozmak için
çocuklarını öl-dürmelerini öğütlediler de bu zavallılar da bu tanrılarının
telkinleriyle çocuklarını öldürmeye koyuldular.
Zavallı insanlar Rabblerinin
âyetlerini terk ettiler, Rabblerinin hayat programını reddettiler de kendilerini
helâk etmek isteyen şeytanî güçlere teslim oldular. Onlar da istedikleri gibi
kulandılar onları. Mallarını aldılar yetmedi, evlâtlarına da göz diktiler. Allah
berisinde topluma egemen olan bu tanrı taslakları kullarının dünyada sıfırı
tüketmeleri için, dünyada acı bir hayat yaşamaları için, kendi kendilerini yiyip
bitirip mahvetmeleri, öbür tarafta da cehenneme yuvarlanmaları için onlara kendi
öz evlâtlarını bile öldürmelerini tavsiye ediyorlar.
Ne kadar acı değil mi? İnsanlar
Allah’ı bırakacaklar, Allah’ın sistemini bırakacaklar, sonra Allah berisinde
birilerini tanrı kabul edecekler, onların kanunlarını uygulamaya çalışacaklar,
onlar da onların mallarını, mülklerini ellerinden alacak, çoluk çocuklarına göz
dikecek ve diyecekler ki: “Ey benim gönüllü kullarım! Ey gerçek Rablerini terk
ettikleri için benim kucağıma düşmek zorunda kalan akıllı kullarım! Ben sizleri
düşünürüm! Siz beni dinleyin, gerisine karışmayın! Sizin fazla mala, mülke
ihtiyacınız yoktur! Sizin fazla çocuğa da ihtiyacınız yoktur! Sakın ha fazla
çocuk sahibi olarak, bana vermeniz gereken-leri, bana yedirmeniz gerekenleri
onlara yedirmeye kalkışmayasınız! Sizler akıllı insanlarsınız! Akıllı oluşunuz
Rabbinizi terk etmenizden bellidir. Böyle akıllı, kültürlü, aydın insanlar
olarak sizler her şeyden önce beni düşünmek, bizleri düşünmek zorundasınız. Onun
için de çok fazla çocuk yapmamalısınız. Bazen ana rahminde onları henüz dünyaya
getirmeden öldürmelisiniz. Bazen ana rahmine düştüğü andan itibaren
öldürmelisiniz. Bazen de dünyaya geldikten sonra defterlerini dürmelisiniz
onların. Hem sizler merak etmeyin ben bunların tümünü sizin için
düşünüveriyorum. Öldürme usullerinin tümünü sizin ayağınıza kadar getiririm ben,
siz hiç merak etmeyin. Bu benim işimdir. Aksi takdirde sizler çok çocuk sahibi
olduğunuz zaman benim ha-yatım daralacak” diyerek tanrılar emir veriyorlar
kullarına ve zavallı kullar da onların telkinlerine boyun bükerek çocuklarını
öldürüyorlar. Halbuki hepsi yalan. Hepsi yutturmaca.
Eğer bu sahte tanrılar, bu egemen
güçler, toplumun kanını emmeye çalışan bu bir avuç tâğutî ve şeytanî güçler bu
ülkenin ekonomisini bozmasalar, vallahi de billahi de bu ülke şu andaki
nüfusunun üç misli nüfusu bile besleyecek imkânlara sahiptir. Yalan söy-lüyor
hainler. Yalan söylüyor insanlık katilleri. Çünkü rızkı ayarlayanlar, rızkı
taksim edenler, rızkı yaratanlar onlar değil Allah’tır. Allah ya-rattıklarını
asla ihmal etmez. Yeryüzünde ne kadar insan varsa ona göre rızık yaratan
Allah’tır. Yeryüzünde Allahlığa soyunan bu doymazlar yalan söylüyorlar.
Çocuklarını öldüren bu müşrikleri buna
iten bir başka temel felsefe de bencillik duygusudur. Hayatını yaşama, hayatını
bir başkasıyla paylaşmama mantığıdır. Batıdaki kâfirler buna inandıkları için
orada ayrıca devlet baskısına gerek kalmamıştır. Ama halkı Müslüman olan
ülkelerde bu iş devlet baskısıyla gerçekleştirilmektedir.
Peki dertleri ne bu adamların? Birinci
dertlerini söyledim, kendi karınlarını şişirmek ve insanları daha çok sömürmek
istiyorlar. İkinci dertlerine gelince o da aman İsmailoğulları çoğalıp da bize
kafa tutacak duruma gelmesinler. Köleler palazlanıp da bize isyan edecek konuma
gelmesinler diye efendilerimiz tedbirler düşünüyorlar. Kölelere efendileri
bunları empoze ediyorlar.
Demek ki insanlar vahyi tanımazlar,
Allah’tan başkalarını da dinlerler, Allah’tan başkalarına da kul, köle
olurlarsa, işlerini onlara havale ederlerse, onlar da onların işlerini,
dinlerini karma karışık hale getirirler ve bu tip İslâm dışı anlayışları onlara
güzel göstermeye devam ederler.
Madem ki yarın tüm babalara sorulacak,
öyleyse Allah aşkına çocuklarımızı öldürmeyelim. Kendi çocuklarımızın imdadına
gittiğimiz gibi kurtulması gereken şu sokaktakiler var ya, onları da kurtarmaya
çalışalım. Evimizin üstündekilere, altındakilere gidelim. Gittik mi diyor-sunuz?
Anlattık mı diyorsunuz? Çalıştık mı çabaladık mı diyorsunuz? Vallahi Allah’ı
aldatamazsınız. İşte amel defterleri. Her şey yazılı orada. Ne yaptıysanız, ne
yapmadıysanız yazılı orada.
10. “Amel defterleri açıldığı
zaman;”
Defterler neşredilecek. Hesap, kitap
için, ceza ve mükâfat için amel defterleri açılacak, neşredilecek. Hani adam
yazar yazar da ben ölünce bu yazdıklarımı neşredin diye yazıp çizdiklerini bir
yerlere verir ya. İşte aynen onun gibi, dünyada kendi doldurduğumuz, kendi
yazdığımız defterlerimiz neşredilecek. Yaptık mı, yapmadık mı? İşledik mi,
işlemedik mi? Çocuklarımızı gömdük mü, gömmedik mi? Onları dinsiz bırakarak
öldürdük mü, öldürmedik mi? Çevremizdeki ölüleri diriltmeye gittik mi gitmedik
mi? Bu uğurda hem kendimizi hem çevremizi, çoluk çocuğumuzu, hem çevremizi
dirilmek için kaç kere gittik? Ne kadar bunu dert edindik? Ne kadar zaman
ayırdık? Başka ye-re gitmeye gerek yok. Çok lafa da gerek yok. İşte defterde
hepsi yazılı. Amel defterleri açılmış ve her şey ortaya
dökülmüştür.
11. “Gök yerinden oynatıldığı
zaman;”
Sonra semâ yarıldığında. Gök yerinden
oynadığında. İmtihan döneminin bitmesi ve hesap, kitap döneminin başlamasıyla
semânın defteri de dürüldüğünde. Kıyametin konu edildiği her bölümde semânın
yarılması, şak şak olması, semâlığının bitirilmesi söz konusu edilir. Pek
bilemiyoruz. Semâ nasıl yarılacak? Bu sadece o gün olacağı için bugünden
bilemiyoruz. Semâ yerinden oynatıldığında, semânın yarılması söz konusu. Bugünkü
bilgimizle bunu anlamak mümkün değil. Zira bir şey ona tümüyle ihata
edilemiyorsa bilinemez. Semânın eni boyu belli değil. Semâyı tümüyle ihata
edecek bir bilgimiz yok.
Meselâ dünyanın hiçbir yerini
bilmeyen, sadece küçük bir köyünde doğup büyüyen bir adam evinin damının
sallanmasından kâinatın sallandığını nereden bilecek? Bilemez bunu değil mi?
İşte aynen bunun gibi deniyor ki dünya yarılacak. Nasıl yarılacak? Neresinden
yarılacak? Atmosferle birlikte mi yarılacak? Dünyaya yakın bölümü mü yarılacak?
Veya madde olduğuna inanılmayan, yani madde kabul edilmeyen bir kâinat ayla
güneş arasında, dünya ile güneş arasında bir boşluk var da orası mı yarılacak?
Yani aradaki bu boşluklar mı yarılacak?
Nasıl olduğunu, nasıl olacağını bilmiyoruz ama Rabbi-miz haber verdiği için
aynen inanıyoruz. Evet sema yarılacak, sonra:
12-13. “Cehennem alevlendirildiği
zaman; Cennet de yaklaştırıldığı zaman;”
Cehennem kızıştırıldığı, daha bir
alevlendirilip tutuşturulduğu, cennet de yaklaştırıldığı zaman. Cehennemin insan
ve taşla tutuşturacağını biliyoruz. Cehennemin tutturağı insan ve taşlardır.
Atıldıkça biraz daha tutuşturulacaktır. Cehennemin binlerce yıllık boşluk
olduğunu sünnetten biliyoruz. Orada irin insanlara içirileceğini, gözlerin
oyulacağını, beyinlerin patlatılacağını, karınların deşileceğini, insanların
insanlıktan çıkarılacağını, derilerin soyulup eritileceğini biliyoruz. Ama fırın
yakılır da daha bir odun atılarak kızdırılır ya. Veya soba ya-kılır, yakılır da
üşüdük deyince kömür ya da odun atılarak daha bir ya-kılır ya. İşte anlıyoruz ki
cehennem de yeni misafirlerini, yeni konuklarını bekleme, karşılama adına daha
bir kızıştırılacakmış. Hani Nebe’ sûresi:
Diyordu ya. Cehennem pusu kurmuş,
müşterilerini bekliyor. Kütüklerini bekliyor diyordu ya. İşte müşterilerini
görünce biraz daha kızıştırılıp tutuşturulacaktır
cehennem.
Cennet de yaklaştırılacakmış. Cennetin
yaklaştırılması elbette onu hak edenler için mükâfattır. Ama ötekiler için de
azaptır. Bazıları derler ki, şu hocalar hep cehennemi anlatırlar, hiç cenneti
gündeme getirmezler. Sanki Allah’ın sadece cehennemi var da cenneti yokmuş gibi
sürekli azabı, ateşi gündeme getirerek insanları korkuturlar, ama Allah’ın
rahmetini, Allah’ın cennetini insanlardan kıskanırlar diyorlar. Ne olacak? Sanki
hak edecekler mi ki gündeme getirelim? Hak ettiler mi ki anlatalım cenneti?
Meselâ cebinde on bin lirası olan cennete gi-recek desem. Ya da şu anda cebinde
on bin lirası olmayan cennete giremeyecek desem ne olur? Dolayısıyla İslâm’ın
anlatılmasında sürekli cenneti, yahut cehennemi gündeme getirmek
gerekmez.
Kimi insanlar cehennemi duymak
istemezlerken, kimileri de cennetin gündeme getirilmesinden rahatsız olurlar.
Neden? Çünkü gidecekleri, yuvarlanacakları cehennemin, yahut kaybettikleri
cennetin gündeme getirilmesi karşısında mahvoluyor adamlar. Cenneti duy-dukça da
kahroluyorlar, cehennemi duydukça da. Meselâ farz edin ki bir imtihan yaptık. Bu
imtihana katılanlara yüz soru sorduk. İmtihan sonucunda acaba doğru mu yaptık?
Yanlış mı yaptık diye adamlar soruların çözümünü, doğru cevap anahtarını
istiyorlar. Ve soruların doğru cevaplarını okumaya başlıyoruz. Yani gözlerinin
önünde soruların cevaplarını çözüyoruz. Birinci soru, cevabı şu, iki cevap şu,
üç şu, beş şu, on şu, 20, 30, 40, 50, 60. Bir adam düşünün ki buraya ka-dar
açıklanan cevapların hepsi yanlış. Altmışıncı soru yanlış, bu adam artık altmış
birinciyi, altmış beşinciyi dinler mi? Dinlemez değil mi? Kahrolur değil mi
dinlerken? Neden? Çünkü altmışıncıya kadar yanlış, hepsi yanlış. Belli ki adam
kaybetti. Artık altmış birinciyi duymak bile istemez. Dur! Yeter artık be adam!
Duymak istemiyorum! diye ba-ğırır değil mi? Zira onu da duysa hepten kaybetmenin
üzüntüsüyle kahrolacak.
Burada cennetin yaklaştırılacağı
anlatılırken Şuarâ ve Nâziât-ta da cehennemin yaklaştırılacağı
anlatılıyor.
“Cehennem her bakanın göreceği şekilde
gösterilir.”
(Nâziât 36)
Görenler için de cehennem
yaklaştırılmış ve sergilenmiştir. Cehennem bütün çıplaklığıyla ortaya
çıkarılmıştır. Cennet de, cehennem de insanların gözlerinin önüne kadar
getirilmiştir. Allah korusun da cennet gözümüzün önüne kadar, ayağımızın ucuna
kadar getirilir de tam oraya girmek için adımımızı atmak istediğimiz bir anda
geriye itilirsek? Dur bakalım! Sen burayı hak etmedin! Sen burayı kazanmak için
sa’y etmedin! Buraya giremezsin! diyerek omuzumuzdan tutulup geriye itilirsek?
Cennetten men edilirsek?
Meselâ 30, 40 yıl sizi sevdiklerinizden
ayırsalar, hiç görüştürmeseler. 40 yıl sevdiklerinizin hasretiyle yanıp
yakılsanız. Altı aylık oğlunuz 40 yaşına gelmiş ama size hiç göstermemişler.
Onlarla görüşüp koklaşma ümidiyle tüm bu acılara katlanmış, kendi kendinizi
avutmuş olsanız. Ve nihâyet 40 yılın sonunda bir gün deseler ki yarın
sevdiklerine kavuşacaksın. Ne kadar sevinir insan buna değil mi? Çünkü artık
çilesi dolmuş ve mektubunu aldıklarına, mendilini kokladıklarına kavuşma günü
gelmiştir. Ertesi günü sizi sonunda çoluk ço-cuğunuzun bulunduğu bir koridora
getirseler. Karşınızda, koridorun sonunda sevdikleriniz, hasretiyle yanıp
tutuştuklarınız karşınızda duruyor. Onlara kavuşmak için hızla koridorda
koşarken şöyle elli altmış metre kala bir tel örgüyle yolunuz kesilse. İnsan
kahrolur değil mi? Sevdiklerinizi görüp de onlara ulaşamama insanı kahreder. Hem
yakın hem uzak. Arada bir zalim tel örgü var ki, koyuvermiyor. Ey Müslümanlar!
Gelin yarın böyle pişman olmak istemiyorsak, birinci barikattan geri çevrilmek
istemiyorsak aklımızı başımıza alalım.
İşte o gün de böyle olacak. Görecekler
cenneti. Yakınlarına kadar getirilecek cennet. Yıllarca ümidiyle, hasretiyle
yaşadıkları cennet ayaklarının önüne kadar getirilecek, ama kimileri ondan
uzaklaştırılacak. Oraya girmeleri men edilecek. Gerçekten çok korkunç bir
manzara. Adam kendisini cennet yolunda zannediyordu, cennete lâ-yık ameller
işlediğini ve oraya gireceğini ümit ediyordu. Şartlandırmıştı buna kendisini.
Ama gördüğü cenneti kaybettiği söylenecek kendisine. İşte yitirdiğimiz cennet
diyecekler. İşte kaybettiğimiz cennet burasıdır diyecekler. Burası sizindi,
sizin için yaratılmıştı, ama siz buraya lâyık ameller işleyemediniz, buraya
lâyık olamadınız denecek.
Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
“İşlediklerinize karşılık, varis olduğunuz
işte bu cennettir.”
(Zuhruf 72)
İşte bu cennet sizi ona varis
kıldığımız cennettir. Bunu anladık da cennete varis olmayı acaba nasıl
anlayacağız. Peki cennette kim ölmüş de biz onların malına, makamına varis
olmuşuz? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı şudur. Bir hadisten anlıyoruz
ki Hz. Adem atamızdan bu yana dünyaya gelen her bir insan için ister mü’-min
ister kâfir olsun, biri cennette ötekisi de cehennemde olmak üzere iki yer, iki
makam yaratılmaktadır. Yeryüzüne gelen bu insanlardan her kim ki küfrü tercih
eder ve Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayarak sonunda cehenneme giderse, onun
cennetteki makamı boş kalmaktadır. Cennete gidenlerin de cehennemdeki makamları
boş kalmaktadır. İşte cehenneme giden kâfirlerin cennetteki boş kalan yerleri,
makamları mü’minlere verilecek, mü’minlerin cehennemde boş kalan yerleri de
kâfirlere verilecektir. İşte biz böylece kâfirlerin cennetteki makamlarının
tümüne varis olacağız.
İşte kâfirlere, cehennemliklere bu
kaybettikleri cennetleri, makamları gösterilecek onlara ve denecek ki, işte
burası sizindi, burayı kendiniz kaybettiniz. Böylece anlıyoruz ki mü’minler iki
kere sevinecekler, kâfirler de iki kere kahrolacaklardır. Mü’minler girecekleri
cenneti görünce bir sevinecekler, kurtuldukları, azat oldukları cehennemi
görünce bir daha sevinecekler. Çünkü cenneti kazanmış olmak ayrı bir nîmet,
cehennemden kurtulmuş olmak ayrı bir nîmettir. Kâfirler de iki kere
kahrolacaklar. Çünkü cehennemi boylamak ayrı bir azap, cenneti kaybetmiş olmak
ayrı bir yıkılıştır. Adam cennetteki kaybettiği yerini, makamını gördükçe: “Tüh
be! Yuh olsun bana! Demek burası benimdi ha! Demek burayı ben kaybettim ha!
Demek bu makamı ben yitirdim ha!” diyerek kahrolacak ve sürekli azap içinde
olacaktır.
Evet, cehennem alevlendirildiği zaman;
cennet de yaklaştırıldığı zaman. Burada aklıma bir hadis geldi, konuyla alâkalı
gördüğüm için onu da okuyayım inşallah:
“Cehennem şehevâtla, cennet de
mekârihle çepe çevre kuşatılmıştır.”
Cehennem,
kişinin çok istediği, pek sevdiği, kendi kendine bırakılıverse hoşlanıp arzu
ettiği, onlarla beraber olmak istediği şeylerle, cennet ise sevmediği,
istemediği, serbest bırakılmış olsa memnun olmayacağı, yakın semtine
uğramayacağı şeylerle kuşatılmıştır. Tabi insan serbest bırakılınca şeytan daha
bir hakim olacak ona da ondan. Demek ki bu açıdan değerlendirince, cehennem
şeytanın sevip sevdirdiği, hoşlanıp hoş gösterdiği şeylerle, cennet de şeytanın
sevmeyip sevdirmediği, hoşlanıp hoş göstermediği şeylerle kuşatılmıştır.
Felsefî
düşünce akımlarından biri, çocukları, ya da insanları eğitirken onları serbest
bırakın diyorlar. Onların kafalarına bir şeyler yerleştirmeyin, şartlandırmayın.
Ön fikirlerle hayata atmayın onları. Yasaklar koymayın onların hayatlarına.
Güzeller çizmeyin. Onlar kendileri nasıl bilirlerse öylece yaşarken anlasınlar.
Şartsız olsunlar, ön yargısız olsunlar diyorlar. Güzel, kendilerinin bir
tarifiyle ‘hâliüz zihin’ denilen kafa boş olarak yaklaşılsın bu işe. Ne kadar
hoş, ne kadar güzel değil mi dış görünüşüyle? Kafamızı boşalttık, kimseden her
hangi bir bilgi almadan, kimsenin güdümüne girmeden, kimsenin elinden tutmadan,
kimse elimizden tutmadan kendi kendimize öğreniyoruz. Yani nasıl? Meselâ
hırsızlığın kötülüğünü, soysuzluğun çirkinliğini, içkinin anlamsızlığını, ya da
bir takım iyi şeylerin iyiliğini yeri ge-lince kendimize mal edilecek biçimde
kendi kendimize öğrensek. Dış görünüşüyle güzel. Anneler çocuklarını hiç
zorlamasa, babalar şartlandırmasa, annenin sokakta olduğunu, babanın dükkanda
olduğunu birileri aşılmasa, hatırlatmasa baştan. Çocukların itaat etmek zorunda
olduğu, anne babanın hakim pozisyonunda olduğu insanlara baştan empoze edilmese.
Güzel gibi geliyor bunlar. Yani salıverilse çocuklar. Cennet arzusu verilmese,
cehennem korkusu anlatılmasa. Bak dikkat et, Allah’ın azabı ikabı var. Ama şöyle
yaparsan Allah sevecek ve mü-kâfatlandıracaktır denilmese. Salıversek herkes
kendi öğrense. Çok güzel, fevkalade.
Ama
düşündünüz mü, bana bunları öğretenleri tuttuğunuz kadar şeytanı da tutabilecek
misiniz, tutabilir misiniz? Yani evet, insanlar beni cennetle uyarmasınlar,
cehennemle korkutmasınlar. Cennetle korkutmasınlar kaybedersin diye, cehennemle
korkutmasınlar oraya gidersin diye. Yani cennet arzusu ve cehennem korkusu
sarmasın benim her bir tarafımı. Ateş sanki üzerime geliyormuş gibi olmasın.
Salıversinler beni. Allah’ın bana mesajını ulaştıracak tüm dilleri bağlasınlar,
ağızlara bant yapıştırsınlar çok hoş, lâkin şeytanı da bağlasınlar ya. Yani
şeytanları da bağlayıp beni benim fıtratımla baş başa bıraksalar ya. Ben kendi
başıma kalsam, kendin ne biliyorsam onları anlamaya, öğrenmeye çalışsam. Öz
benliğimde olanları yaşamaya çalışsam. Ben yine de o zaman kimi doğruları, kimi
yanlışları öğrenebileceğimi, anlayabileceğimi zannetsem de din olarak Allah’ın
benden istediklerini anlayabileceğimi zannetmiyorum.
Yani
eğer ben bir çocuk olarak mağarada büyüseydim, bir koyun ya da inek gelip beni
emzirseydi, ben orada büyüse ay ve yıldızlar görseydim. Ben orada soğuk ve
sıcakla tanışsaydım. İnsanların birden fazla tanrılar edindiklerinin
yanlışlığını belki anlayabilseydim, ama bir tek Allah’ı anlamamın ötesinde
Allah’ın benden neler istediğini nasıl öğrenebilirdim? Nikâh istediğini, yalanın
yanlışlığını, içkinin kötülüğünü, cennet ve cehennemi, haşır, neşir, hesap ve
kitabı nasıl bilebilirdim? Adem atamı, onun topraktan yaratıldığını, tıpkı onun
örneği gibi İsa aleyhisselâmı nasıl bilebilirdim? Şirk nedir? Küfür nedir? İman,
İslâm, ihsan nedir? Nasıl bilebilirdim bütün bunları? Bilebilecek olsaydım,
şeytanı Allah bağlayıverseydi, yanlışlar bana iletilmeseydi ve ben peygamberlere
muhtaç olmadan yaratılıştan taşıdığım özelliklerle rahat ve huzur içinde Allah’a
kulluğun ortamını bulabilseydim. Mümkün değildir bu.
Öyleyse
ben peygamberlere muhtaçtım, kitaplara muhtaçtım. Bu hakkı, bu doğruyu, bu
yanlışı, bu isyanı, bu itaati bana anlatan bi-rileri olmalıydı. İşte bu minval
üzere düşününce; cehennem iştihalarla kuşatılmıştır. Bakın isterseniz, ama sizin
ona iştahınız yok diye, yani içkiye, kumara, zinaya, fuhşa, harama, yalana,
dolana, isyana, kötülüğe sizin böyle bir iştahınız, şehvetiniz yoktur diye kural
olarak düşünmeyin. Çünkü şeytan bunlara bir iştiha, bir arzu veriyor her zaman.
Ayrıca fıtrat olarak insanda onlara bir meyil vardır. Al-i İmrân sûresi
14,15,16,17 âyetleriyle bu konuyu çok hoş anlatır. Bir zahmet oraya müracaat
edin.
İşte
bütün bunlar şeytanın kullandığı süslerdir. Şeytan bunları kullanır. Bir iştiha,
bir iştah söz konusudur bunlara. Eğer dalıverirseniz, eğer hedef yapıverirseniz,
eğer kıble ediniverirseniz. Hedef kadın ya da koca oluverirse, hedef oğul ya da
kızlar oluverirse, hedef ev bark oluverirse, hedef at ya da araba olursa, hedef
davar ya da sığır oluverirse, hedef tarla tapan oluverirse, işte bunlar insanı
cehenneme doğru sürükleyecek, ya da bunlar bizi çepeçevre kuşatacak da biz
kendimizi cehenneme doğru gidiş ortamında bulcağız.
Evet,
ateş insanın istememesi gereken şeylerle kuşatılmıştır. Aslında istememesi
gereken, din böyle dediği için. Değilse insan başıboş kalırsa, şeytan onu
dürterse, iştihalarla donatılmıştır diyeceğiz. Şehvetlerle, güzel duygularla,
süsler ve ziynetlerle kuşatılmıştır diyeceğiz.
Ama
cennet de kerih görülen, sevilmeyen şeylerle kuşatılmıştır. Mü’min gözünde
değildir tabi bunlar. Yani mü’min asla onları kerih görmez. Sabah kalkıp abdest
alıp namaz kılmayı, istese yaz gününün sıcağında, istese kış gününün soğuğunda
olsun mü’min namaz kılmayı asla kerih görmez. Aç kalmak değildir onun gözünde
oruç. Kerih görmez müslüman orucu. Rabbin rızası bildiği için kerih görmez
mü’-min zekâtı. Bir kadın sonunda cennet vardır diye kocasının meşru ar-zularına
itaat ederken, bunu kerih görmez elbette. İştiha ile yaparlar elbette bu işleri
mü’minler. Ama meseleyi eğer şeytan bağlantılı düşü-necek olursak o zaman cennet
şeytanın sevmediği, kerih gördüğü ve insanlara da öyle göstermeye çalıştığı
şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem de hoşlandığı, sevdiği ve sevdirmeye çalıştığı
iştihalı şeylerle ku-şatılmıştır.
Peki
biz neler peşindeyiz? Biz hangilerinin peşindeyiz? Allah için sevdikleriniz
şeylerden bir on tanesini söyleyin. Sevmedikleriniz-lerden de bir on tanesini
yazın bir kâğıda. Şimdi, birinci sevdiğin, ya da sevdim diye birinci sıraya
koyduğun şeyi iyi bir düşünsene. Acaba onu şeytan da seviyor ve sevdiriyor mu?
Yoksa onu Allah sev dedi di-ye mi sevdin? Sevginin kaynağı ne? Elbise miydi?
Araba mı? Filan marka, falan model mi? Sürat yapmak mı? Hava atmak mı? Para mı?
Dükkan mı? Nedir sevdiğin şeyler? Şarkı mı? Müzik mi? Kaset mi? Televizyon mu?
Sevdiğini en iyi bilen sensin. Ya sevmediklerin. Hem ki hiç sevmediklerin.
Meselâ insanlar çocukluklarından itibaren kazan-dıkları sevgi ve nefret
programlarını sanki ölünceye kadar taşımak zo-rundalar mış gibi; ama ben
alışmamışım, yıllar yılı benimki böyle gi-di-yor diyebiliyorlar. İyi de senin
öyle yapman gerektiğini vahiy değil de toplum öğretti, annen baban öğrettiyse,
Allah memnun olmayacaksa ondan ne zaman vaz geçecektin?
Sen
o listeyi on madde yerine bir gün, bir gün yerine bir hafta, bir ay, bir yıl,
bir ömür olarak belirle, dikkat et sevdiklerin, istediklerin, iştiha ile sarılıp
iştahlandıkların eğer seni cehenneme götürücü şeytan merkezli sevgilerse, acele
et, çabuk ol ve vaz geç. Ne olur ne ol-maz, belki o atmosferde iken ölüverirsen
kendine çok yazık etmiş olursun. Ama öyle değil, sevdiğin, sevdiklerin, kabul
ettiklerin şeyler cennet merkezli ise devam et, gayret et.
Sûrenin geriye kalan âyetlerini tanımak
için 19. ciltte buluşmak üzere Allah’a emanet olun. Velhamdü lillahi
Rabbil’âlemîn.
14. “İnsanoğlu önceden ne hazırladığını
görecektir.”
O gün kişi kendisi için neyin
hazırlandığını bilip anlayacaktır. Yaşadığı bir dünya hayatının sonunda,
işlediği amellerinin karşılığı olarak kendisine neresinin hazırlandığını
anlayacaktır.
O gün insan neye sa’y ettiğini? Ne
adına ve nerede sa’y ettiğini anlayacaktır. Dünyadayken nereye yönelmiş? Nereye
gidiyormuş? Yaşadığı hayat kendisini nereye götürüyormuş? Amelleri hayat
programı kendisine neresini hazırlamış, bunu anlayacak o gün. Ama anlamaz komaz
olsun. Ne kıymeti var artık bunu anlamanın. Geçmiş olsun. Dünyada anlayacaktı
bunu. Dünyada aklını başına alacak ve geleceği için hazırlık yapacaktı.
Kişi o hengamede bilecek ve anlayacak.
Yaşadığı dünya hayatı kaç paralık bir hayatmış? Amellerinin gramı neymiş? Ciğeri
kaç paralıkmış? Barsağının değeri neymiş? Hayatının değeri neymiş? A-mellerine
karşılık neresi kendisine verilmiş? Kaç puan almış? Yaşadı-ğı bir dünya
hayatının sonunda kendisine ne hazırlanmış? Cehennem mi, cennet mi? Köşk mü,
azap mı, bunu anlayacak.
Meselâ dünyada bir yere adam alınacak,
beş bin kişi imtihana giriyor, beş kişi kazanıyor. Kazananların listesi
okunuyor. Bir falan, iki falan, üç filan, dört ve beş bitti. Diyelim ki
kazananların içinde bizim ismimiz çıkmadı. Nihâyet kazanmadık yani sonunda ceza
filan yok, sadece kazanamadık. Ama bir olay düşünün ki, meselâ bir cinâyet
iş-lenmiş, bin tane zanlı var, bunlardan beş kişi işlemiş suçu. Deniyor ki, şu
anda suçluları okuyoruz. Düşünün o anda ismi okunanların durumunu. Ama bu da
öyle insanın ödünü patlatacak bir şey değil. Nihâyet dünyada biten bir ceza ile
sonuçlanacak. Ama öbür taraftaki anlamayı bir düşünün. Adam anlamış ki ebedîyen
cehennemlik. Ebedîyen ateşin ve azabın içinde. Bunun yıkılışını bir düşünün.
Artık dünya dolusu mal da verse işi bitiktir.
Peki ne yapalım? Acaba ne yapsak? Nasıl
etsek de böyle bir duruma düşenlerden olmasak? İslâm insanı böyle çaresiz ortada
bı-rakmaz. Eğer gerçekten çare arıyor, akıl yoruyorsanız, gerçekten bu-nu dert
ediniyorsanız işte cevap. Hayır hayır! Bu anlayışınızı değiştirin. Bu malla
mülkle, evle arabayla, arsayla, bu karıyla, kızla, makamla mansıpla aldanmayı bırakın.
15-16. “Gündüz sinip geceleri gözüken
gezegenlere andolsun;”
17. “Kararmaya başlayan geceye
andolsun;”
18. “Ağarmaya başlayan sabaha andolsun
ki;”
Saklanıp saklanıp çıkan, sinip sinip
gelen yıldızlara, gezegenlere, dolananlara, dolaşanlara yemin olsun ki.
Hayatımız, bizim hayatımız tüm yaşantımız anlatılıyor. Fecir oluyor namaz
kılıyoruz, güneş doğuyor, yükseliyor işe koyuluyoruz, ay çıkıyor, yıldızlar
görünüyor yatıyoruz. Kararmaya başlayan gece, ağarmaya başlayan sabah. İşte
hayatımız, bugünümüz, yarınımız, dünümüz. İşte hayatımız. Dün, bu-gün, yarın.
Muharrem, Safer, Recep, Şaban, Ramazan.
İşte bütün bunlara yemin olsun ki sorup
soruşturduğunuz çare işte şudur:
19-21. “Bu Kur’an, arşın sahibi katında
değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bir elçinin getirdiği
sözdür.”
Kerîm olan bir elçinin sözüdür bu
Kur’an. Sizin için tek çare, tek mürşit, tek yol gösterici, tek kurtarıcı olan
bu kitap Cebrâil’in sözüdür. Yemin olsun ki bu kitap vahiy yoluyla, Cebrâil
aracılığıyla size indirilmiş Allah kelâmıdır. Dikkat ederseniz yukarıdaki
yeminlere ek olarak burada da te’kidlerle bu kitabın kendisinden olduğunu
anlatıyor Rabbimiz. “İnne” bir te’kid, “lam” da ikinci te’kiddir. Yemin üstüne
yeminle, te’kid üstüne te’kidle diyor ki Rabbimiz, “Bu kitap gökyüzünün emini
vasıtasıyla yeryüzünün eminine benim tarafımdan indirilmiş bir kitaptır.” Kitap
Allah’tandır, peygamberin kendi sözü değildir. Ama Rabbimiz vahyini Cebrâil
aracılığıyla peygamberine gönderdiği için O’na izafe edilmiştir. Buradaki Kerîm
elçiden maksat Cebrâil’dir. Zira bundan sonraki âyetlerde Cebrâil’in sıfatları
anlatılmaktadır.
Güç sahibidir O. Emniyet sahibidir.
Hıyanet etmez, ezmez, bozmaz, koparmaz, unutmaz. Tam yapar elçiliğini. Allah’tan
aldığını tam getirir peygambere.
Hani alçaklar, “Efendim melek
peygambere gelinceye kadar vahyi çoktan unutur, tastamam vahyi değil de
muhtevayı anlatır” di-yorlar ya. Halbuki O emindir, O güçlüdür, O Kerîmdir. O
Rabbinin ya-nında, arşın yanında büyük bir güç ve kuvvete, yüksek bir mevkie
sa-hiptir. Orada, mele-i a’lâda kendisine itaat edilir. Melekler kendisine itaat
ederler. O emindir. O gökyüzünün eminidir. Rabbinden aldığı vahyi peygambere
ulaştırma konusunda güvenilirdir.
Burada Rabbimiz peygamberimize vahiy
getiren meleğin beş sıfatını zikretmiştir: Güç kuvvet, yüce bir mevkie sahip
olmak, reislik, güvenirlilik ve meleklerin kendisine itaati. O halde ey
insanlar! Böyle bir meleğin peygambere getirdiği vahiyden nasıl
şüphelenebilirsiniz? Nasıl oluyor da az evvelki badirelerden sizi atlatacak,
sizi cehennemden kurtarıp, umduğunuz cennete ulaştıracak olan bu kitaba karşı
böyle kayıtsız kalırsınız? Hani çare araştırıyordunuz? Hani ne yapsak acaba?
diye sağa sola baş vuruyordunuz? Üstelik:
22-23. “Arkadaşınız Muhammed asla deli
değildir. Andolsun ki, o, Cebrâil’i apaçık ufukta
görmüştür.”
Düne kadar aralarında büyüyen ve
kendisine Muhammedü’l Emin dedikleri peygambere mecnun diyorlardı. Bildikleri,
tanıdıkları, birlikte yaşadıkları, içlerinde büyüyen, çocukluğuna, gençliğine
şahit oldukları, doğruluğuna, dürüstlüğüne şahit oldukları peygambere deli
diyorlardı. Allah diyor ki, “arkadaşınız deli değildir.” “Arkadaşınız”
ifadesiyle Rabbimiz onları bu konuda düşünmeye çağırıyor. O yabancı birisi değil
sizin arkadaşınızdır. Sizin içinizde doğup büyüyen, bildiğiniz tanıdığınız bir
kimsedir. Daha önce ona Muhammedü’l Emin diyen sizler değil miydiniz? Hiç
düşünmüyor musunuz? Bir adam belli bir zaman dilimi içinde hem akıllı hem deli,
hem güvenilir hem hain olabilir mi?
Ne zaman mecnun demişlerdi ona? Ve ne
için mecnun demişlerdi? Peygamberliğini ortaya koyduktan, Kur’an okumaya,
Allah’tan aldığı mesajı insanlara ulaştırmaya ve insanların hayatlarına
karışmaya başladıktan sonra demişlerdi bunu. Kur’an’da Allah’ın kendisine
indirdiklerini insanlara dediği, duyurduğu için, insanların hayatlarının
bozukluklarını eleştirip onları Allah’ın istediği kulluğa çağırdığı için,
böylece insanların rahatlarını, keyiflerini kaçırmaya başladığı andan itibaren
bunu demişlerdi. Yani Kur’an okuduğu, Kur’an’la amel ettiği, hayatını Allah için
yaşamaya başladığı için demişlerdi ona bunu. Bugün de öyle. İnsanların hayatına
karışmadığınız müddetçe, onların bozukluklarına ilişmediğiniz sürece, onlara
hakkı duyurup bâtıllarını tenkit etmediğiniz sürece sizden iyisi yoktur. Ama
insanların hayatlarına karıştığınız zaman diyemeyecekleri yoktur
size.
Kur’an okumaya başladı, Kur’an
duyurmaya başladı diye mec-nun diyorlardı. Halbuki bakın Rabbimiz Kalem
sûresinde bunun tamamen zıddını anlatır:
“Ey Muhammed! Sen Rabbinin nîmeti ile
deli değilsin.”
(Kalem 2)
Allah diyor ki, “ey peygamberim! Sen
Rabbinin nîmeti ile, Rab-binin nîmeti sayesinde asla deli değilsin, mecnun
değilsin.”
İşte anlıyoruz ki bu, kişinin deli
olmamasının delilidir, tescilidir. Öyleyse mecnunluktan kurtulmanın yolu
Kur’an’la beraber olmamızdadır. Cinlerin tasallutundan kurtulmanın yolu da
budur. Eğer Allah’ın nîmetiyle berabersek, eğer Kur’an’la berabersek, eğer
hareket noktamız Kur’an’sa, o zaman kesinlikle bilelim ki biz deli değiliz,
mecnun değiliz. Ama eğer Kur’an’la beraber değilsek, Kur’an’ı tanımıyorsak,
istinat noktamız Kur’an değilse, o zaman kendimizden şüphe edebiliriz. Deli
olduğumuza hükmedebiliriz. Birine “Kur’an oku ve anlat,” dediğinizde, adam,
“yahu deli derler. Ben bunu yapmaya başlarsam çevrem deli der bana” diyor.
Halbuki Allah öyle demiyor. İnsanlar arasında deli olmaktan kurtulmanın yolu da,
iki ayaklı cinlerin tasallutundan kurtulmanın yolu da, öteki cinlerin
şerlerinden korunmanın yolu da bu kitapla tanışmaktan geçer bunu asla
unutmayalım.
Arkadaşınız asla deli değildir
ve:
O arkadaşınız, o Resul andolsun ki
Cebrâil’i apaçık bir ufukta görmüştür. Kitabımızın başka yerlerinde de
anlatıldığına göre Rasu-lullah efendimiz kendisinden önce hiçbir peygambere
nasip olmadığı halde Cebrâil’i, vahiy meleğini aslî şekliyle görmüştür. Doğu
taraftan, yüksek, apaçık ufuk cihetinden görmüştür. Bu konuda hadis kitaplarında
epey bilgi var.
O peygamberimiz Cebrâil’i görmüştür. O
sizin görmediklerinizi görmüştür, onun içindir ki:
24. “Peygamber, görülmeyenler hakkında
söyledik-lerinden ötürü töhmet altında tutulamaz.”
Gaybla alâkalı söylediklerinden ötürü o
asla kınanamaz. Gayb karşısında asla kınanmaz. “Yok ya, sen öyle görmüşsün”
denmez. Bu konuda töhmet altında tutulamaz. Neden? Çünkü gaybî haberler
ken-disinden değildir ki onun için töhmet edilsin?
Veya peygamber kendisine bu melek
tarafından bildirilen vahyin neşri konusunda töhmet altında tutulamaz. Çünkü
peygamber Allah’tan gelen vahyin duyurulması konusunda asla cimrilik yapmaz.
Vahiy konusunda emindir o peygamber.
25. “Bu Kur’an, kovulmuş şeytanın sözü
olamaz.”
Şeytan sözü değil ki bu! Allah sözü. Bu
kitabı şeytanlar indirmedi, bu şeytanların vahyi değildir. Aynı konuyu Şuarâ
sûresi şöyle anlatır:
“Kur’an’ı şeytanlar indirmemiştir. Bu
onlara düş-mez, zaten güçleri de yetmez.”
Şuarâ
210,211)
Elinizde böyle bir kitap varken, böyle
Azîz olan, Hakîm olan bir Allah’tan gelme Azîz ve Hakîm bir kitabınız varken ey
insanlar:
26. “Ey İnsanlar! Nereye
gidiyorsunuz?”
Nereye gidiyorsunuz o halde?
Rabbinizden gelen bu kitabı ya-lanlayarak, Rabbinizden gelen bu hayat programını
reddederek, Allah’ın bu hak kitabına şiir diyerek, sihir diyerek, kehanet
diyerek, şeytan sözü diyerek nereye gidiyorsunuz? Bu tavırlarınızla sizler hangi
akla kulluk ediyorsunuz? Bunu yalanlayıp ta kime gidiyorsunuz? Bundan sarfı
nazar ediyorsunuz da kime baş vuruyorsunuz?
Ne bu telaşın? Nereye yetişeceksin?
Aman şurada arkadaşlar konken oynuyorlardı da onlara yetişecektim! Aman maçın
ikinci devresine bari yetişeyim diye koşuyorum! Yahu İzmir’e İslâm anlatmaya
gidiyordum! Buradakiler bitti sanki. Nereye gidiyorsun yahu hızlı hızlı? Kelle
mi götürüyorsun? Can kurtarmaya mı gidiyorsun? Nereye gidiyorsunuz? Allah’a mı
gidiyorsunuz? Allah’tan mı kaçıyorsunuz? Kur’a-n’a mı gidiyorsunuz? Kitaptan mı
kaçıyorsunuz? Siz bilirsiniz, isterseniz kaçın şimdilik. Ama unutmayın
ki:
27-28. “Kur’an ancak aranızda doğru
yola girmeyi dileyene ve âlemlere bir öğüttür.”
Bu Kur’an ancak âlemlere bir öğüttür.
Bu Kur’an tüm insanlık için gelmiştir. Tüm insanlığı uyarmak için gelmiş bir
kitaptır bu. Düşünün İslâm’ın ilk günlerini. Kur’an’ı çevresine duyurmaya
çalışan bir Nebî ve çevresinde 35 Müslüman var. Hepsi bu kadar. Alay
ediyorlar-dı Kur’an’la, alay ediyorlardı onun mübelliğiyle, alay ediyorlardı ona
gönül veren garibanlarla. Peygamber ve Müslümanlar da bu kitaba inanmadılar
diye, bu kitabın kadr u kıymetini bilemediler diye üzülüyorlardı. Rabbimiz da
buyuruyor ki, “bu kitap tüm âlemler için zikra-dır.”
“Öyleyse ey peygamberim! Ey kulum hiç
korkma sen! Hiç üzülme! Hiç mükedder olma! Dert etme sen bunu kendine! Bu
inandığın, bu yolunda olduğun, bu bayraklaştırdığın dâvâ öyle ulvî öyle yüce bir
dâvâ ki, sadece Kureyş’e, Mekke’ye, Bizans’a ve Roma’ya, Osmanlı’ya Selçukluya,
Türkiye’ye değil, tüm âlemlere bir zikradır. Unut-ma ki bu kitap benim
kitabımdır. Bu dâvâ benim dâvâmdır. Bu dâvânın arkasında ben varım. Sen hiç
üzülme, bu dini, bu dâvâyı insanlara ben duyuracağım. Bu kitabı insanların
gönüllerine ben yerleştireceğim.” İşte âyet-i kerîmesinde Rabbimiz bu yolun
yolcularına bu müjdeyi veriyordu.
Öyleyse bir Müslüman olarak, bu dâvâya
gönül vermiş bir Allah eri olarak ben babam da yol vermese, ailem de dinlemese,
çevrem de alaya alsa, tâğutlar ve onların kanunları da beni kuşatsa, çevrem de
beni kıskaca alsa ne gam, âyetle anlıyorum ki ben Rabbimin safındayım. Ben
Rabbimle aynı saftayım. Rabbime dayanmış biri ola-rak melekle te’yid edilmiş
biri olarak kimden ve neden korkacağım? Çevremdekiler, çağımdakiler anlamak
dinlemek istemediler diye niye üzüleceğim? Buradakiler anlamak istemedilerse
oradakiler anlayacaktır. Bugünküler dinlemek istemedilerse bile yarınkiler
dinleyeceklerdir. Çünkü bu kitap, bu mesaj sadece burası ile sınırlı değildir,
bugünle sınırlı değildir. Tüm âlemler, tüm zamanlar için bir uyarıdır.
Hayatımızın her bir bölümünde, her bir konumunda bizim Allah’a karşı
kulluğumuzu, sorumluluğumuzu hatırlatan bir kitaptır bu. Hayatımızın her bir
bölümünde Rabbimizin bizden ne tür bir kulluk istediğini ortaya koyandır bu
kitap.
Ama bilesiniz ki bu kitap istikâmete
ulaşmayı isteyenlere, hidâyete kavuşmayı murad edenlere, dosdoğru olmayı
dileyenlere bir zikirdir. Bu kitabın kadrini kıymetini bunlar bilecekler ve
bunlar sahipleneceklerdir. Öbürlerine gelince onlar dinleyemeyecekler,
ilgilenmeyecekler, kulak vermeyecekler.
29. “Âlemlerin Rabbi olan Allah
dilemedikçe sizler bir şey dileyemezsiniz.”
Kâfirler “biz de dosdoğru olabiliriz.
Biz de hidâyeti bulabiliriz. Bu bizim kendi elimizdedir. Eğer şu anda istesek
biz de İslâm’ı, Kur’-an’ı kabul edebiliriz. Bu bizim irademiz dahilindedir.
İstesek biz de i-man ederiz. Yâni bu bizim elimizdedir, biz istesek inanırız
istemezsek de inanmayız” diyorlar. Allah da buyuruyor ki bakın: “Hayır,
âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe sizler hiçbir şey dileyemezsiniz. Allah
izin vermedikçe sizin yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur.” İmanı da, in-kârı da
Allah diler ve yapar, öyleyse bize düşen teslim olmaktır. Biz sadece O’nun
takdirine, O’nun meşietine teslim olacağız o kadar.
Selamun aleykum
YanıtlaSil“Yavrularım! Ne suçunuz vardı da öldürüldünüz? Sizi öldürenler, sizi gömenler ne için gömdüler?”
Buradaki yavrularım kelimesi yerine kullarım yazmalıydınız Allaha çocuk yakıştırmaktır bu. Farkında olmadan yazmışsanız hemen düzeltin.
ALLAH RAZI OLSUN İNŞALLAH
YanıtlaSil