Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
80., Nüzûl sıralamasına göre 24., Mufassal sûreler kısmının dokuzuncu grubunun
ikinci sûresi olan Abese sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
42’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1-2. “Yanına ama bir
kimse geldi diye Peygamber yüzünü asıp çevirdi. 3. Ey Muhammed! Ne bilirsin,
belki de o arınacak; 4. Yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda
verecekti. 5-6. Ama sen, kendisini öğütten müstağni gören kimseyi karşına alıp
ilgileniyorsun. 7. Arınmak istememesinden sana ne? 8-10. Sen, Allah’tan korkup
sana koşarak gelen kimseye aldırmıyorsun. 11. Dikkat et; bu Kur’an bir öğüttür. 12. Dileyen onu öğüt kabul eder. 13-14.
O, Kutsal kılınmış, yüceltilmiş, arınmış sahi-feler
üzerinedir. 15-16. İyi kimseler, saygıdeğer elçilerin eliyle yazılmıştır. 17.
Canı çıksın o insanın, o ne nankördür!
18. Allah onu hangi şeyden yaratmış? 19. Onu meniden yaratıp
merhalelerden geçirerek ona şekil vermiş; 20. Sonra, yolu ona
kolaylaştırmıştır. 21. Sonra onu öldürür
ve kabre koyar. 22. Sonra, dilediği zaman onu tekrar diriltir. 23. Hayır;
Allah’ın kendisine buyurduğunu hâlâ yerine getirmemiştir. 24. İnsan, yiyeceğine
bir baksın. 25. Doğrusu suyu bol bol indirmekteyiz.
26,31. Sonra yeryüzünü iyice yarmakta ve orada taneli ekinler, üzümler,
sebzeler, zeytin, hurma ağaçları ve bahçelerde koca koca ağaçlı meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz. 32. Bunlar
sizin ve hayvanlarınız için geçimliktir. 33. O muazzam gü-rültü, kıyâmet kopup geldiği
zaman; 34-36. O gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve
oğullarından kaçar. 37. O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır. 38-39. O gün
birtakım yüzler aydınlıktır, gülmekte ve sevinmektedir. 40-41. O gün birtakım
yüzler de tozlanmış ve onları karanlık bürümüştür. 42. İşte bunlar inkarcı
olanlar, Allah’ın buyruğundan çıkanlardır.”
Mekke’de nazil olmuş, ismini ilk
âyetinde geçen Abese kelimesinden almış bir sûreyle karşı karşıyayız.
Mekke’de iki dönem var.
Müslümanlar iki dönem yaşamışlardır Mekke’de. Birinci dönem Müslümanların
Müslümanlıklarını gizledikleri, gizli gizli Allah’ın
Resûlü’nün insanlarla buluşup İslâm’ı tebliğ ettiği dönem. İkinci dönem de
Rabbimizin Şuarâ sûresinin 214. âyetini gön-dermesiyle
başlayan, “Peygamberim, en yakın akrabalarını uyar”
emriyle başlayan İslâm’a dâvetin
açığa çıkarıldığı dönemdir.
Kınama, tehdit, engelleme, dışlama ve
işkence mekânizmalarının işlediği dönem ikinci dönemdir. Başlarında Allah’ın
Resûlü olduğu halde bir avuç Müslümanın akla hayale
gelmedik işkencelere maruz kaldıkları, âdeta ben Müslümanın demenin işkenceye adaylık koy-ma sayıldığı bir dönem. İşte bu sûre ikinci dönemde,
Müslümanların işkenceye, hakarete adaylıklarını koydukları bir dönemde gelen
sûrelerdendir. Kitabımızın kıyâmeti en dehşetli bir şekilde anlatan Tekvîr sûresinin evveline Nâziât
sûresinin de arkasına yerleştirilmiştir.
Sûrenin nüzul sebebiyle alâkalı din konusunda söz söyleme hakkına sahip
olan seleflerimizden müfessir ve muhaddisler bu
sûrenin bir hadise üzerine geldiğini söyleyerek bize şu olayı naklederler:
Bir defasında Allah’ın Resûlü Mekke’nin
kalburüstü insanlarını, eşrafı, Mekke’de büyük kabul edilenleri büyük kabul
ederek onları huzuruna almış din anlatıyor, tebliğde bulunuyordu. Kureyş’in aristokratlarını ikna edip Allah’ın dinine
kazandırabilmek için olağanüstü çaba sarf ediyor, deliller getirmeye
çalışıyordu. Onların dine kazandırılmasıyla toplumda dinin yayılmasının
hızlanacağı, onların inanmalarının İslâm’a izzet kazandıracağı ümidiyle Allah’ın
Resûlü tüm dikkatini, tüm himmetini teksif etmiş, bütün gücüyle onlara yönelmiş,
onlara din anlatırken birdenbire iki gözü âmâ olan, gözleri görmediği için de
düşe kalka, güçlükle oraya kadar ulaşan İbni Ümmü Mektum çıkagelir ve: “Ey
Allah’ın Resûlü! Bana hidâyet yolunu göster! Ben Müslüman olmak istiyorum!” der.
Bu konuda farklı rivâyetler var. Kimileri de bu zatın daha önceden Müslüman
olduğunu ve anlayamadığı bir âyetin mânâsını sorduğunu veya “ey Allah’ın Resûlü!
Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğretir misin?” diyerek geldiğini
söylerler.
Ya Müslüman olmak için, yahut da
Müslümanlığını güzelleştirmek için gelip Rasulullah’tan bilgi ister. Âma olup çevresini göremediği
için, yani o ortamda Rasulullah efendimizin
kendilerini Allah’ın dinine kazandırmak üzere uğraşıp dil döktüğü Mekke
aristokrat grubun farkında olmadığı için veya Rasulullah’ın o andaki meşguliyetinden dolayı bu talebini
birkaç kez tekrarlar. O anda kendince bu müdürdür, bu genel müdürdür, bu
amirdir, bu büyüktür, bu reistir, bu li-derdir, bu
elit tabakadır, bu aristokrattır diye müşriklerin ele başlarını ikna derdiyle
kalbi ve kafası dopdolu olan ve onun bu tavrından dolayı çevresindekilerin
ürkmesinden endişelenen Allah’ın Resûlü: “Şimdi bunun sırası mıydı ey Ümmü Mektum?” dercesine onun bu
davranışı-nı münasebetsizlik kabul ederek, onun
talebini cevapsız bırakarak ıs-rarla ötekilere
yönelişini sürdürür. Zira reislerin, güçlülerin, kalburüstü insanların dine
girmesi için çırpınıyordu o anda. İşte Allah’ın Resûlü bu âma kişiyi cevapsız
bırakıp ötekilere din anlatmaya devam edince bu sûre nazil olur.
Bir tarafta reisler var, öbür tarafta
kör bir adam. Bir tarafta top-lumun üstün kabul
ettiği, toplumun değer verdiği aristokratlar, beri ta-rafta toplumda hiçbir
değeri olmayan, hiçbir statüsü bulunmayan bir âmâ. Gerçi Rasulullah efendimizin mâzeretleri vardı. Bir kere Allah’ın
Resûlü bilmiyordu. Onların bu âmâya tercih edilip edilmeyeceğini bil-miyordu. Daha önce bu konuda kendisine bir uyarı gelmemişti.
Nitekim bu uyarıdan sonra Allah’ın Resûlü asla böyle bir davranışta bulunmadı.
Hayatının sonuna kadar bu uyarıdan sonra Rasulullah
efendimiz hiçbir fakirin yüzüne surat asmadı, hiçbir kimseye zenginliğinden
ötürü özel alâka göstermedi.
Bir de şöyle bir mâzereti vardı
Rasulullah’ın. Ümmü Mektum Rasulullah’ın akrabasıydı.
Her an onun görüşüp konuşma imkânına sahipti. Yani daha sonra da gelip
görüşebilirdi Rasulullah’la. Başka zaman da
sorabilirdi soracaklarını.
Ama yine de Allah Resûlü’nün bu
davranışında cahiliyenin değer yargıları vardı. Bunu,
Rabbimizin bu sûresindeki tavrından, peygamberini bundan dolayı kınamasından
anlıyoruz. Bir yanda kör haliyle zor gelmiş, düşe kalka gelmiş bir âmâ. Hem de o
zor günlerde iş-kenceye adaylığını koyarak gelmiş,
ölümü göze alarak gelmiş bir âmâ. Öbür tarafta, “bizim bu dine ihtiyacımız
yoktur. Bizim sana da, getirdiğin dine de eyvallahımız
yoktur” diyen müstağniler, müstekbir-ler. Bir yanda kendisini dinlemeye gelmiş çok samimi bir
gariban Müslüman, öbür tarafta “anlat bakalım, eğer aklımız yatar, işimize ge-lirse belki iman ederiz” diyen Ebu Cehil’ler, Utbe’ler, Şeybe’ler, Ümey-ye bin Halef gibi
müstekbirler. Allah’ın Resûlü âmayı bırakıp ta onlara
yönelince derhal vahiy işe el koyuyor. Herkesin gözleri önünde, oracıkta
Rabbimiz Cebrâil’ini göndererek bu sûreyi indiriveriyor. Böyle uygunsuz bir
tavır karşısında Rabbimiz hemen vahyini indiriverdi. Karşısında Cebrâil’i gören
Rasulullah neye uğradığını anlayamamış ve donmuş
kalmıştı. Zaten nötrdür o anda Allah’ın elçisi. Ümmü
Mek-tum şaşkın, kâfirler de
donakalmıştı. Çünkü reddettikleri şey karşılarındaydı. İnkar ettikleri vahiy
gerçeğiyle yüz yüze gelmişlerdi. Allah o anda, o ortamda âyetlerini göndermiş ve
Peygamberini düşmanlarının gözü önünde uyarıvermişti. “Bir daha bunu yapma
Peygamberim!” buyurmuştu. Evet düşmanlarının gözleri önünde peygamberin
azarlandığı ifadelerle söze başlamıştı Rabbimiz. Peygamberimiz şaşkın, kâfirler
şaşkın, Ümmü Mektum şaşkın,
herkes şaşkındı.
İşte sûre böyle bir hadise üzerine
nazil olmuştur. Bakın Sûrenin ilk âyeti şöyle başlıyor:
1,2. “Yanına âmâ bir kimse geldi
diye Peygamber yüzünü asıp çevirdi.”
Yanına bir âmâ geldi diye peygamber yüz
astı, abus bir çehre ile karşıladı onu.
3. “Ey Muhammed! Ne bilirsin,
belki de o arınacak;”
Ne biliyorsun ey peygamberim?
Belki de senin bu ilgilenmeyip surat astığın âmâ kişi samimidir. Senden alacağı
bilgiyle arınıp temizlenecektir.
4. “Yahut öğüt alacaktı
da bu öğüt kendisine fayda verecekti.”
Veya senin vereceğin öğüt ona
fayda verecekti. Faydalanmak istiyordu senden.
5-6. “Ama sen, kendisini öğütten
müstağni gören kimseyi karşına alıp
ilgileniyorsun.”
Ama sen onu bırakıp da senin
öğüdüne karşı müstağni davranan, eyvallahsız davranan
kimseyle ilgilenmeye çalışıyorsun. O malı, mülkü, ekonomik gücü, siyasal konumu
sebebiyle sana ve senin mesajına karşı ihtiyaçsız davranan, haktan, İslâm’dan
yüz çeviren kimseye gelince sen ona yöneliyor, onunla ilgileniyor, ona ihtimâm
gösteriyor ve değer veriyorsun. Samimi olanı ona fedâ
ediyorsun.
7. “Arınmak
istememesinden sana ne?”
Onun tezkiyesinden, temizlenip
arınmasından sana ne? Onun adam olup olmamasından sana ne? Böyle birinin İslâm’ı
kabul edip etmemesinden sana bir vebâl, bir sorumluluk yoktur. Onun necaset
içinde kalmasının sana herhangi bir zararı yoktur.
8-10. “Sen, Allah’tan
korkup sana koşarak gelen kimseye aldırmıyorsun.”
Beri tarafta şu Allah’tan
korkarak sendeki bilgiye, vahiy bilgisine ulaşmak, onunla temizlenmek
iştiyakıyla koşa koşa sana gelene, düşe kalka gelene
gelince, ötekilerle ilgileneceğim diye sen ona karşı sırt dönüp kulak
vermiyorsun.
İşte böylece Rasulullah efendimizi fazla üzmemek için üçüncü şahıs
sığasıyla Rabbimiz uyarıverdi onu. Kıyâmete kadar onun yolunun yolcusu olan
bizlere de, bu konuda uyarıda bulunarak ders verdi Rabbimiz. O halde insanlar
hiçbir konuda hüküm verirken cahiliyeden
etkilenmeyecekler. Hangi konuda hüküm verirsek verelim, o konuda mutlaka vahiy
etkili olmalıdır. Vahiy yol gösterici olmalıdır. Kim iyi, kim kötü? Kim büyük,
kim küçük? Kim üstün, kim alçak? Kim öncelikli? Kim önde, kim arkada? Bunu vahiy
demelidir. Kime önce anlatalım? Kime değer verelim? Bunu vahiy demelidir. Câhilî
değer yargılarına asla iltifat etmemeliyiz. “Efendim falanlar ekonomik ve
siyasal yönden güçlüdürler, binaenaleyh onlarla beraber olalım. Önce onlara
anlatalım, önce onları kazanalım, hayır!” Bunlar câhili güç anlayışlarıdır ve bu
sûrede bunun reddedilmesi gerektiğini anlatıyor Rabbimiz. Kim bereketli, kim
bereketsiz? Bunu vahiy belirlemelidir. Bunu kendi kendimize belirlemeye
kalkışmamalıyız. Müslüman ne kadar da fakir olursa olsun, ne kadar da sosyal
yönden zayıf olursa olsun her zaman kâfire tercih edilmelidir. Her zaman
kâfirden üstün görülmeli ve değer verilmelidir.
Burada Rasulullah efendimizin birkaç mâzereti vardı. Birincisi daha
önceden bu konuda Rabbimizden bir uyarı gelmemişti. Kendisine bu uyarı gelinceye
kadar bunun böyle olması gerektiğini bilmiyor-du.
İkincisi, Ümmü Mektum Rasulullah efendimizin akrabasıydı. Hz. Hatice annemizin halasının oğluydu. Yani başka zaman da
gelip Ra-sulullah’a
sorabilirdi. Başka zaman da Allah’ın Resûlü kendisiyle ilgilenebilirdi. Sonra
bir başka mâzereti de Abdullah İbni Ümmü Mektum bir rivâyete göre
Müslüman’dı, o anda ölseydi cennete gidecekti, ama berikiler kâfirdi, o anda
onlar ölselerdi onlar cehenneme gideceklerdi. Onun için Allah’ın Resûlü
felâketin ciddiyetine binaen berikilere yöneliyordu. Abdullah Ümmü Mektum âmâydı, zor gelmişti
oraya kadar. Düşe kalka gelmişti, samimi olarak gelmişti, amel etmek üzere
gelmişti, işkenceye adaylığını koyarak gelmişti. Rabbimizin arzusu, müşriklerin
ona tercih edilmemesiydi.
Bu âyetlerden anlıyoruz ki tebliğ
edeceğimiz insanların sıralamasını biz kendi kendimize yapmayacağız. Bunlar
garibanlar, bunlar işçiler, bunlar anlamazlar, bunlar işe yaramazlar, bunları
bırakalım da şunlara yönelelim demeyeceğiz. Önce müdürlere anlatalım, önce elit
tabakaya gidelim, önce idarecilere ulaşalım, önce öğretmenlere, önce talebelere,
önce erkeklere, önce filanlara, falanlara anlatmalıyız demeyeceğiz. Câhilî güç
anlayışlarına kapılmayacağız. Karşımızdaki kim olursa olsun, ne olursa olsun
bizden İslâm konusunda bir talebi söz konusu olduğu zaman, “Yok ya! Bunun niyeti öğrenmek değil! Bunun niyeti dalga geçmek! Bunun niyeti beni oyalamak!” demeyeceğiz. Allah
diyor ki bakın: Sana ne bundan? Seni ne ilgilendirir bu? Onun hesabı senden
sorulmayacak, senin hesabın da ondan sorulmayacak. Ne bilirsin? Belki samimi
olarak dinleyip amel edecektir o.
Öyleyse karşımızdaki insanları şu
şekilde gruplamamız güzel olacaktır: Karşımızdaki insan ya Müslümanlığının farkında olmayan birisidir, ona İslâm’ı
ulaştıralım, belki bizim uyarımız ona fayda verecek ve adam olacaktır. Ya da mü’mindir, bizim anlatmamız
sonucunda hayatına biraz daha çeki düzen verecektir. Öyleyse biz neticeyi
düşünmeyeceğiz. Çünkü bakın Allah âyet-i kerimesinde şöyle diyor: Belki yola
gelirler, belki adam olurlar. Öyleyse çevremizdeki insanları inzar edeceğiz ama kovmayacağız. Uyaracağız ama
azarlamayacağız. İnzarımız onları kovma ve azarlama
mânâsına gelmeyecek, aksine onlara acıma mânâsına gelecektir. İnsanların her
zaman bize ulaşabilmeleri için imkân hazırlayacağız. İnsanlardan uzaklaşıp,
fildişi kulelerimize çekilmeyeceğiz. Sürekli insanların içinde, onların bize
ulaşabilecekleri bir konumda olacağız. Allah korusun da bugün kimi hocaların
evine insanlar gündüz saat 10’dan önce, gece de saat 10’dan sonra
girememektedirler. Neden? Efendim zat-ı âlileri istirahat buyuracaklarmış. Bu
gerçekten çok ayıp bir şeydir. Allah’ın Resûlü’-nün hayatında böyle bir şey
kesinlikle yoktur. İnsanlar her an ona u-laşma
imkânına sahiptiler. Gerçekten mü’minlerin ihtiyaçları
varsa ge-lebilmeliler,
girebilmeliler, bulabilmeliler bizi.
Kâfirler kim olurlarsa olsunlar, ne
olurlarsa olsunlar, makamları, konumları, servetleri, zenginlikleri ne olursa
olsun kesinlikle mü’-minlere tercih edilmemelidir.
Makamı, konumu, kültürü, seviyesi ne o-lursa olsun
Müslüman her zaman kâfire tercih edilecektir. Müslüman her zaman kâfirden
üstündür, bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Çünkü toplumda
zenginlerin, makam sahiplerinin, mansıp sahiplerinin üstün tutulması,
garibanların, fakirlerinse alçak tutulması cahiliye
âdetidir ve İslâm’ın kesinlikle reddettiği bir anlayıştır. Bakıyoruz bugün
kimileri zenginler için fakirleri, müstekbirler için
mustaz’af-ları, makam mansıp
sahipleri için sıradan Müslümanları fedâ etmekte-dirler. Hep yüksek tabakadan insanlarla düşüp kalkmaya
çalışıyorlar. Allah korusun bu nifak alâmetidir ve İslâm’ın kesinlikle
reddettiği bir anlayıştır.
İslâm’ın ilk maya tuttuğu Mekke
toplumunda Rasulullah’ın çev-resinde onun dâvetine kucak
açanlar toplumun en gariban insanlarıydı. Mekke’nin ileri gelen zenginleri,
kendini beğenmiş müstekbirler, toplumun kalburüstü
insanları Resûl-i Ekrem’in yanına geldikleri zaman bu gariban insanlarla onun
meclisinde birlikte yan yana oturmak şöyle dursun, tükürüklerini bile bu
adamlara reva görmüyorlardı. Ra-sulullah’ın yanına geldiklerinde Bilal, Habbab bin Eret, Ammar bin Ya-sir, Süheyb-i Rûmi gibi garibanları, kendi ifadeleriyle baldırı
çıplakları orada, onun yanında gördükleri zaman kahroluyorlar, mahvoluyorlar ve:
“Ey Muhammed! Eğer bizim senin yanına gelmemizi istiyorsan kov bu adamları. Bu
baldırı çıplaklar senin meclisinde bulundukları sürece kesinlikle biz senin
yanına gelmeyiz, gelemeyiz. Biz bu adamlarla birlikte asla oturamayız”
diyorlardı. “Biz azîz, bunlarsa zelil” di-yorlardı.
Malda, makamda, elbisede, servette, samanda izzet görüyorlardı.
“Bunlara sahip olanlar azîz,
bunlardan mahrum olanlar da zelildir” diyorlardı. “Ey Muhammed! Kavminden
bunlara mı razı oldun? Bu kadar insanın içinden bunları mı seçip beğendin? Yani
sence aramızda Allah’ın nîmet verip üstün kıldıkları bunlar mıdır? Biz bunlara
mı tabi olacağız? Bunlara mı uyacağız? Senin bu anlayışından vazgeçip bize bu
adamlardan ayrı bir meclis yapmanı istiyoruz. Dışarıdan gelen Arap elçilerinin
bizleri bu düşük insanların yanında görmelerini istemiyoruz, buna tahammül
edemiyoruz. Biz senin yanından ayrıldıktan sonra onları yanına alabilirsin. Biz
çıktıktan sonra istediğin kadar onlarla otur ama biz varken onları çıkar”
diyorlardı.
Bunların, bu müstekbirlerin İslâm’a girmeleri konusunda, küfürden,
şirkten, cehenneme doğru gitmekten kurtulup imanla, İslâm’la, cennetle
tanışmaları konusunda çok haris davranan, bunların cehenneme gitmelerine vicdanı
asla dayanmayan Allah’ın Resûlü sırf onları kaybetmemek için onların bu
tekliflerine karşılık: “Bunu bir
düşüneyim,” buyurunca hemen arkasından Rabbimiz En’âm
sûresindeki şu âyetini gönderiyordu:
“Peygamberim,
Sırf Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rabblerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından
sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu değildirler. Onları
huzurundan kovduğun takdirde zalimlerden
olursun.”
(En’âm
51,52)
“Peygamberim, söz dinleyecek olanlar
mü’minlerdir. Sana ve senin dâvetine değer verecek
olanlar bunlardır. Sakın inanmayanları inananlara tercih etme! Sakın kâfirleri
mü’minlere tercih etme! Allah’a iman edip sırf
Allah’ın rızasını kazanmak derdiyle sabah akşam Rablerine dua eden, Rabblerine kulluk eden ve bu dâvânın temel taşları, yani bu
dâvânın bereketi durumunda olan bu garibanları sakın berikilerin hatırına
huzurundan kovma! Çünkü ne sen onların hesabından sorumlusun, ne de onlar senin
hesabından sorumludur. Senin hesabın sana, onların hesabı da kendilerine aittir.
Bu gariban Müslümanların gariban olmaları ya da
onların fakir olmaları benim Rabbleri olarak onlara
takdir ettiğim rızkın neticesidir. Bu benim takdirimdir, senin bu-nunla bir ilgin, alâkan yoktur. Sonra bu gibi şeylerin,
fakir fukara olmak gibi ölçülerin iman yönünden hiçbir değeri yoktur. Ne
zenginler daha iyi Müslüman’dır, ne de fakir olanlar daha az Müslüman’dır. Bunun
imanla bir ilgisi yoktur. Öyleyse ey Peygamberim sakın bu insanlar fakirdir diye
huzurundan kovmaya ve ötekileri bunlara tercih etmeye kalkışma.”
Görüyor musunuz Rabbimizin uyarısını?
Gerek En’âm’daki bu uyarısı, gerekse bu sûredeki
Rabbimizin uyarısının gelişinden sonra Allah’ın Resûlü çok korkmuştur. Hatta
sahâbe-i kirâm efendilerimizin ifadelerinden anlıyoruz ki, bu âyetin gelişinden
sonra Allah’ın Resûlü biz kendisinin yanından ayrılmadıkça bizim yanımızdan
ayrılamıyordu diyorlar. Kılıçlarına kendi kılıçları, paralarına kendi paraları,
evlerine kendi evleri gözüyle bakabilme özellikleri onları öyle bir kardeş
yapmıştı ki, aralarında ne sosyal sınıf farkları, ne de üstünlük-alçaklık
an-layışları kalmıştı. Hepsi yıkılıp
gitmişti.
Burada Rabbimiz Resûl-i Ekrem’in dâvetine ilk önce koşan, İs-lâm dâvâsına
gönül veren garibanların gönüllerini almayı murad
ediyor. Şu cahiliyenin değer yargılarıyla, şu şirk
âdetleriyle, şirk anlayışlarıyla kendilerini üstün görüp çirkin ifadeleriyle
üzdüğü gariban Müslümanların kendi katında değerli olduklarını ortaya koyuyor.
Bu ifadeler bir yandan kendilerini üstün gören müstekbirlere bir tehdit unsuru oluştururken, öbür taraftan
da bu garibanlara şu mesajı veriyordu: “Ey benim katımda değerli kullarım! Sakın
sizler bu değersizlerin ifadelerinden üzülmeyin! İt ürür, kervan yürür.”
Yirmi dört saatimizin herhangi
bir bölümünde bizden İslâm is-teyen bir talep olursa
bunu derhal yerine getirmek zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız. Bizden
İslâm’ı, Kuran ve sünneti öğrenme hususunda bir istek, bir talep vâki olmuşsa
bunu asla reddetme hakkımız yoktur. Derhal bu talebe koşmalıyız. Ya da insanlardan böyle bir talep olmadığı halde
kendiliğinden bir fırsat oluşmuşsa yine hemen onu yerine getirmek zorunda
olduğumuzu da unutmamalıyız. Hele hele insanlardan
bize dini anlat diye bir talep vâki olmuşsa kesinlikle reddetmeyelim, duymazdan
gelmeyelim, savsaklamayalım, gevşek davranmayalım. Âyet bir de bizden bunu
istiyor. Bize bunu anlatıyor. Allah aşkına Rabbimizin bu uyarısına kulak verip
bu konuya çok dikkat edelim. Talep varsa reddetmeyelim, ama talep olmadan da bir
fırsat çıkmışsa karşımıza onu da değerlendirmeden yana olalım inşallah.
Yani karşımızdaki insanların,
hanımlarımızın, çocuklarımızın, komşularımızın, dükkanımızda
çalıştırdıklarımızın, arkadaşlarımızın illâ da dilleriyle bizden İslâm’ı
sormalarını, istemelerini beklememeliyiz. Halleriyle, vaziyetleriyle
sorduklarının ve istediklerinin hemen farkına vararak onlara onların muhtaç
oldukları İslâm’ı hemen anlatmaya başlayıverelim. Ne biliyorsunuz belki şu ana
kadar çocuklarımız hal diliyle bize Bakara’yı, Âl-i İmrân’ı, En’âm’ı sordular. Veya
sordukları konular buralarda anlatılıyordu da biz onlara bunu anlatamadık.
Öyleyse bizler öğrenelim bunları da, hem kendimizi, hem de çevremizi bunlarla
diriltmeye çalışalım. Bunu yaparken de fakir-zengin ayırımı yapmayalım. Gören,
görmeyen ayırımı yapmayalım. Üstün-alçak ayırımı yapmayalım. Çünkü İslâm’a göre,
gören, âmâdan üstün değildir. Malı olan, malı olmayandan üstün değildir. Malla
imtihan olan, malsız imtihan olandan üstün değildir. Eli olan, çolak
yaratılandan üstün değildir. Dili olan, dilsiz imtihan edilenden üstün değildir.
İlimle imtihan olunan, ilimsiz imtihan olunandan üstün değildir. Ekonomik ve
siyasal güce sahip olan, bunlardan mahrum olandan üstün değildir. Bunlar birer
imtihan konusudur. Birisi öyle, diğeri böyle imtihan edilmektedir. Onun imtihan
sorusu böyle, berikisinin ki de öyledir. Kimin kazandığı sonra belli olacaktır.
Öyleyse zinhar Allah’ın sizi
neyle imtihan edeceğine karışmayın! “Ya Rabbi beni
şunlar şunlarla imtihan et! Ya Rabbi beni üç çuval
parayla, beni beş villayla, beni şöyle bir makamla, şöyle bir imkânla imtihan
et! Ya Rabbi bana çevre ver! Bana müdürlük ver! Bana
şu ko-nuda fırsat ver! Bana
erkek evladı ver! Beni şununla bununla imtihan et!”
diyerek O’na yol göstermeye, akıl vermeye kalkışmayın. O sizin neye lâyık
olduğunuzu, neyle ve nasıl imtihan edilmeniz gerektiğini en iyi bilen ve size
lâyık sorular gönderendir. Bunu hiçbir zaman aklınızdan
çıkarmayın.
Çünkü bu konular sizin bileceğiniz
şeyler değildir. Bakın peygamberiniz kendi içtihadıyla ufak bir yanılgıda
bulundu da hemen Rabbimizin uyarısıyla karşı karşıya geliverdi. Câhilî bir değer
yargısıyla kendisinden İslâm talep eden bir garibanı terk edip o müstağnî
olanlara yöneldi. Hazır karşısında İslâm isteyen varken berikilere anlatmaya
kalkıştı da Rabbimiz hemen uyarıverdi. “Sana ne onun temizlenmesinden? Sen senin
karşında samimi olarak gelene yönelmeliydin” buyuruverdi.
Yok! Yok! Olmaz bu! Bu davranış sana
yakışmaz peygamberim! Ben bu davranışını tasvip etmiyorum! Ben bunu
onaylamıyorum! Ben bunu düzeltiyorum! Bu davranışın ümmete yansıması olmayacak!
Ben bunu ümmetine böylece yansıtmayacağım! Çünkü senin tüm hayatın, tüm kavil ve
fiillerin ümmetin için örnektir, bağlayıcıdır. Senin tüm yaptıkların dindir.
Onun içindir ki ben bu davranışının din olarak ümmetine intikalini istemiyorum.
Doğrusu o ki ancak senin ya-pacağın hatırlatmaydı. Ama evvelemirde Müslüman’a.
Evvelemirde isteyene olmalıydı bu hatırlatma. Çünkü:
11-12. “Dikkat et; bu
Kur’an bir öğüttür. Dileyen onu öğüt kabul
eder.”
Hayır hayır,
çünkü bu Kur’an bir öğüttür, bir tezkiradır. Buradaki “Kellâ”nın
şöyle bir mânâsı olmalıdır: “Hayır hayır, sen o
gariban Müslümanı bırakıp ta müstekbirlere yönelme peygamberim! Onları garibanlara tercih
etme! Çünkü sen gariban Müslümanları bırakıp ta onlara meyledersen onlar
kendilerinde izzet ve şeref olduğunu zannedip İslâm’ın kendilerine muhtaç olduğu
zehabına kapılabilirler. Ken-dilerini bir şey zannedip
İslâm’dan müstağni davranmaya kalkabilirler. Halbuki onlar İslâm’dan değil,
İslâm onlardan müstağnidir. İslâm’ın onlara herhangi bir ihtiyacı yoktur aksine
onların İslâm’a ihtiyaçları vardır. Bu sana ve kıyâmete kadar senin yolunun
yolcularına bir uyarıdır. Sakın bir daha böyle yapma. Dileyen Kur’an’la öğüt alır, Kur’a-n’ın
uyarılarıyla kendi kendisini uyarır ve doğru yolu bulur.”
Bu âyetlerde Rabbimiz şöyle
buyuruyor: “Ey Peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, şunu da
hatırınızdan çıkarmayın ki risâlete karşı insanlar iki
gruptur. Kur’an, peygamber, İslâm karşısında iki grup
insan tavrı vardır. Bunlardan birinci grup fıtrî alıcı cihazları açık olanlar,
fıtratları ölmemiş olanlar. İkinci grup da fıtratları bozulmuş, alıcı cihazları
ölmüş insanlardır. Öyleyse ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları,
bunu asla unutmayın. Size ancak söz dinleyenler, söze kulak verenler, sözü
işiten ve onu anlayan kimseler icabet edeceklerdir. Alıcı cihazları çalışan,
fıtratları diri ve faal olan kimseler ancak icabet edecektir. Fıtratları
bozulmuş olanlar, yaratılış melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez hale gelmiş,
doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş ölü olanlara gelince, bilesiniz ki
onları ancak Allah diriltecektir. Bu duruma gelmiş insanlar için ne
peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur.
Zira Allah’ın duyurmadığına kimse
bir şey duyuramaz. Allah’ın söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allah’ın
göstermediğine kimse bir şey gösteremez. Allah’ın şaşırttığını kimse yola
getiremez. Bunlar kabirdekiler gibi değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını,
pencerelerini kapamış, duymayan, duygulanmayan, düşünmeyen, idrak etmeyen,
hayattayken ölmüş insanlardır. Bunlar ölülerdir ve bunları Allah’tan başka
diriltecek de yoktur. Siz bunlarla, bu çorak arazilerle uğraşmayı bırakın da
mümbit arazilerle uğraşın.
13-16. “O, Kutsal
kılınmış, yüceltilmiş, arınmış sa-hifeler üzerindedir. İyi kimseler, saygıdeğer elçilerin
eliyle yazılmıştır.”
Bu bölümde de Rabbimiz tezkirasını tanıtıyor. Yani kitabını ta-nıtıyor. Tezkira, meleklerin
elindeki Kur’andır. Öyleyse eğer sizin elinizde de
Kur’an varsa, sizin gönlünüzde de Kur’an varsa, siz de Kur’-an’la beraberseniz, siz de Kur’an’ı yazıyor, Kur’an’ı okuyor,
Kur’an-dan bilgileniyorsanız, o zaman kesinlikle
bilesiniz ki sizler de tıpkı me-lekler gibi olacaksınız. Hatta bazılarına göre onlardan daha
üstün o-lacaksınız diyor bu âyetiyle
Rabbimiz.
Bu kitap Allah’ın yüce melekleri
tarafından yazılıyor. Allah’ın son derece şerefli, Rabblerinin emirlerine asla ihanet etmeyen, emin meleklerdir
onlar. Gerek bu kitabın âyetlerini yazma konusunda, gerekse onu peygambere
ulaştırma konusunda onlar asla hata yapmazlar, yanlışlık yapmazlar ve hıyanette
bulunmazlar. İşte böyle yüce me-lekler tarafından yazılıp elçimize getirilen çok yüce bir
kitaptır bu. Bu yüce kitabın sizlere hiçbir zaman ihtiyacı yoktur. Bu kitap Azîz
ve Hakîm olan Allah’tan gelme Azîz ve Hakîm bir kitaptır. Bu kitabın öğütleri
İzzet ve Celâl sahibi Rabbin katında kıymetli sahifelerde yazılıdır. Kimse onu bozamaz. Kimse onu ilga
edemez. Kimse ondan daha gü-zelini meydana getiremez. Çünkü o kalpte ve kabuldedir.
Kimse ondan daha güzelini veya onun bir benzerini meydana getiremez. Çünkü o
merfuadır. Mekânı, makamı ve değeri çok yücedir onun.
Korunmuştur şeytan parazitlerinden. Korunmuştur pislerin el değmesinden.
Bu kitap Allah bilgisidir ve bu bilgiye
ancak çok şerefli ve yüce vasıflara sahip olan Allah’ın elçileri
ulaşabilmektedirler. Allah’ın tertemiz elçilerine ulaşan bu bilgilerden de
elbette tertemiz ve şerefli insanlar istifade edebileceklerdir. Ama şurasını
unutmamak lâzımdır ki, Allah’ın şerefli elçilerinin dışındakiler ne kadar da
temiz ve şerefli olurlarsa olsunlar, Allah elçilerinin ulaştırıldıkları bilgi
zirvesine ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır. Bizler ancak Allah’ın şerefli
elçilerine müracaat ederek onların bizim seviyemize indirdikleri bilgilere
muhtacız ve ancak o kadarına ulaşabiliriz. Bu da ancak Kitap ve sünnete
yakın-lığımızla orantılı olacaktır. Bizler her konuda Allah ve Resûlünün bize
sunduğu bilgiye muhtacız. Gerek yaşadığımız bu hayatın bilgisini, ge-rek yaratılış, ölüm, ölüm ötesi
bilgisini ve tüm bilgileri ancak bu iki kaynaktan elde edebiliriz. Ama hal
böyleyken:
17-22. “Canı çıksın o insanın, o
ne nankördür! Allah onu hangi şeyden yaratmış? Onu meniden yaratıp merhalelerden
geçirerek ona şekil vermiş; sonra, yolu ona kolaylaştırmıştır. Sonra onu öldürür
ve kabre koyar. Sonra, dilediği zaman onu tekrar
diriltir.”
Bir âma olduğu halde düşe kalka
Allah bilgisine koşan kimseye karşılık şu kendilerini bir şey zannederek Allah
bilgisine karşı müs-tekbir davrananları Allah
kahretsin. Ne nankör insanlar bunlar? En büyük inkâr, en büyük nankörlük Allah
bilgisine karşı kayıtsız davran-maktır. Düşünebiliyor
musunuz? Allah insanları muhatap kabul ediyor, kendi bilgisinden onlara
aktarıyor, o bilgiye ulaşabilecek yeteneklerle donatıyor insanları, ama bu
nankör insan bu bilgiye karşı istidat-larını
kullanmıyor. Allah bilgisiyle ilgilenmiyor, vahye değer vermiyor. Vahiyden
habersiz, Allah bilgisinden uzak bir hayat yaşamaya çalışıyor. Allah kahretsin
böyle nankörleri. Bundan daha büyük bir nankörlük olur mu?
Nankörlük,
şükrün zıddıdır. Nankör; kendisine yapılan iyiliği in-kâr eden, gördüğü iyiliğin
ve yardımların değerini bilmeyen, iyilik ve nimet verene karşı inkârcı bir tavır
takınan kimse demektir. İyiliklere ve nimet verene karşı takınılan bu olumsuz
tavra, nankörlük denir. Eskiler bu kötü ahlaka ‘küfrân-ı nimet’ derlerdi. Yani
nimeti yalan say-ma, nimeti inkâr etme, nimeti ve
sahibini görmezlikten gelme. Küfrân-ı nimet, nimet bulunduğunda haddi aşmak ve
şükrünü yerine getir-memektir.
(Lisânu’l-Arab 5/125)
Râgıb,
Müfredâtında şöyle der: Nimetin küfrü veya küfrânı, şükrünü edâ etmemek
suretiyle nimeti örtmek demektir. “Küfrân” (nankörlük), nimetin inkârında
kullanılırken, “küfür”, dinde inkâr anla-mında
kullanılmaktadır. “Küfür” kelimesi ise, her iki anlamda da kulla-nılır.
(Râgıb, el-Müfredât, s. 439).
Allah’ın
nimetlerine karşı gösterilen olumlu tavır, şükür iken, şükretmemenin Kur’an’daki adı küfürdür. Şükrün ve küfrün zıt anlam-lar içermesi, bazı âyetlerde açıkça gözükür:
‘Nankör’
kelimesi, Farsça’dan dilimize geçmiş bir sözcüktür. Gördüğü iyilikleri,
kavuştuğu maddî ve manevi nimetleri inkâr eden, iyilik edeni ve nimet vereni
bilmeyen, teşekkür veya şükretmeyen kimseye de nankör anlamında ‘kâfir-i nimet’
denmiştir. Kâfir, Allah’tan gelen gerçeğin üzerine örten, gizleyen, tanımayan ve
inkâr edendir. Nankör de, iyilikleri, nimetleri ve bunları yapanları görmez,
inkâr eder, bilmezlikten gelir. İnsan kendine yapılan iyilik ve yardımların,
verilen nimet ve rızıkların kadrini (değerini)
bilmeli. Bu iyilikler ister insandan gelsin, isterse Allah’tan gelsin; kişi
bunun şuurunda olmalıdır. İyilik yapanlar genellikle karşılık beklemezler. Ancak
iyilik yapanlar teşekkürü hak ederler. Bu teşekkür, hem yapılan iyiliğin
derecesini artırır, hem nimetin devamını sağlar, hem de iyilik yapan ile yapılan
arasında sevgi bağı kurar.
Nankörlük
ya insanlara karşı, ya da
âlemlerin Rabbine karşı yapılır. Kişi, başkasından gördüğü bir iyiliği, bir
yardımı, bir destek ol-mayı, görmezlikten gelse, bu
bir nankörlüktür. İyilik yapanı unutarak nankörce davranmadır. İnsanlar ölünceye
kadar birbirlerine muhtaçtırlar. Başkaları olmadan hayatlarını sürdüremezler.
Maddi gücün her şeyi çözmediği tecrübelerle ispatlanmıştır. Kişiye ana-babasının
iyiliğinden tutun da, hasta olunca tedavi eden doktora, ilim öğreten hocaya, yol
gösteren bir büyüğe kadar, pek çok kimsenin iyiliği dokunur. Bir insana
ana-babasının yaptığı iyilikleri saymak mümkün mü? Bu karşılıksız iyiliklere
teşekkür etmek, insanlık ve yardım etme duygusunun yüceliğinin
gereğidir.
Türkçe’deki
‘bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır’ atasözü çok şey ifade etmektedir.
Maddeyi bütün ilişkilerin temeline yerleşti-ren,
çıkarından başka bir kutsal tanımayan, bu yüzden de derin bir egoizme saplanan
günümüz insanına bunu nasıl anlatmalı? İnsan, diğer insanlardan gördüğü iyilik
ve yardımlara teşekkür etmeli. Fakat iyilik edene kul köle olmak, onun
karşısında ezilip büzülmek, zelil ol-mak doğru
değildir. İyilik eden böyle bir şey beklerse, bu iyilik değil sömürü niyetidir.
İyiliklere ve yapılan yardımlara, nankörlük etmek bir kötü ahlâktır, kınanması
gereken kötü bir davranıştır. Kendisine
iyilik yapılanın teşekkür etmesi, nasıl ahlâkî bir görev ise, yapılacak iyiliğin
bir teşekkür ve minnettarlık beklentisine bağlı olmaması da aynı şe-kilde bir ahlak ilkesidir.
Bu
konuda ölçü şu olmalıdır: Birisinden iyilik gören, bunu unut-mamalı; birisine
iyilik yapan, bunu hatırlamamalıdır. Esas nankörlük, Allah'a karşı yapılandır.
Nimeti haramlarda kullanmak, o nimete nan-körlüktür.
Gözü haramda kullanmak, göz nimetine; kulağı haramda kullanmak kulak nimetine
nankörlüktür. Dolayısıyla insandan sâdır olan her amel/eylem, ya şükürdür veya küfür (nankörlük). Kişinin için-de yüzdüğü
bunca nimeti görmezlikten gelip başına gelen bazı mu-sibetleri anması, nankörlük karakterini uyandıran
durumlardandır. Yi-ne İnsana ulaşan sıkıntıların ve korkuların ortadan kalkması
da nan-körlüğün ortaya çıktığı durumlardandır: “Denizde size bir sıkıntı do-kunduğu zaman O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur.
Fakat O sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan
nankördür.” (17/İsrâ, 67)
Nankör
kimse, ortada olduğu halde Allah’ın nimetlerini gör-mezlikten, kendisine verilen nimetleri, kendisinden uzak
tutulan çeşitli belâları ve kötülükleri bilmezlikten gelir. Nankör insan,
Allah’ın nimet-lerine karşı duyarsız, kendisine
bahşedilen nimetlerin kadrini bileme-yen kimsedir. Nankörlük, her insanın
fıtratında olmakla birlikte, ka-rakterleri iman esaslarına göre şekillenmeyenlerde iyice
belirginleşir.
“Kahrolası
insan, ne de nankördür!”
(Abese,
17)
İnsan,
nankörlükten kurtulup minnettarlığa, şükreden bir kul olmaya yönelmelidir.
Hoşuna gitmeyen olaylar karşısında da sabırla direniş göstermelidir. Kur’an’ın ifadesine göre inkârcıların nankörlük-leri, onların ‘küfr’ etmelerinden
kaynaklanır. Küfr ile nankörlük farklı gibi görünse de
aralarında yakınlık vardır. Nankörlük kelimesinin anlam sahası içerisinde tıpkı
küfr gibi, Allah’ı yaratıcı, bütün evrenin sa-hibi ve canlılara ait geçim
kaynaklarının var edicisi olduğunu; insanın sahip olduğu hayat, can, kalp, eşya
gibi şeylerin O’nun tarafından ve-rildiğini inkâr
etmek vardır. Bu tutum da elbette tıpkı küfr’e düşmek
gi-bidir.
Söyleyin bakalım, Allah bilgisi olmadan
şu konuları bilebilecek misiniz? Allah onu neden, hangi şeyden yarattı? Vahye
müracaat et-meden bunu bilebilecek misiniz?
Yaratılışın sırrını çözebilecek misiniz? Niye varsınız bu dünyada? Kim var etti
sizi? Var olmadan önce neydiniz? Neredeydiniz? Ölüm nedir? Öldükten sonra nereye
gideceksiniz? Bu hayatın mânâsı nedir? Bütün bu konularda sıhhatli bir bilgiye
ulaşmak mı istiyorsunuz? Yani insanı tanımak, insanı tanımla-mak mı istiyorsunuz? İnsanı tanımak ve onu mutlu etmek mi
istiyor-sunuz? İnsan için ona en uygun bir sistem, bir
hayat tarzı geliştirmek mi istiyorsunuz? Eğer bu insanı bu insanın yaratıcısı
olan Allah’ın bu insanla alâkalı bildirdiği vahiy birimlerinden habersiz olarak
onu sadece maddeden, sadece bedeninden ibaret zannedip bu maddesinden başka ne
Allah, ne melek, ne hayat, ne ölüm, ne ölüm ötesiyle, ne de yaratılış berisiyle
ilgisi olmayan bir insan kabul eder ve tüm sisteminizi böyle bir insan üzerine
bina etmeye kalkışırsanız, bu insanı zinhar mutlu edemezsiniz. Zinhar bu insanı
bunalımlardan kurtaramazsınız. Ne kendinizi, ne de toplumu kesinlikle
intiharlardan kurtaramazsınız. Ama insanı Allah’ın tanıttığı gibi böylece tanır
ve ona yaratıcısının çizdiği hayat programını uygularsanız, işte o zaman insanla
alâkalı en sıhhatliyi bulmuş olursunuz. İşte o zaman insanı mutlu etmiş ve tüm
bunalımlardan kurtarmış olursunuz. Bunun başka hiçbir çaresi yoktur.
Kendilerini, toplumlarını bu vahiy
bilgisinden müstağni görenler, bu nankörler ne zannediyorlar kendilerini? Neye
güveniyorlar bu Allah bilgisini reddederlerken? Nasıl da nankör davranıyorlar
Allah bil-gisine karşı? Neden meydana geldiklerini hiç
düşünmüyorlar mı? Allah onları bir nutfeden yaratmadı
mı?
İnsan neden yaratıldığına bir bakmıyor
mu? Hor hakir bir damla sudan yaratıldığını hiç düşünmüyor mu bu nankör insan.
Nasıl da unutuyor bunu. Atılmış bir damla sudan yaratıldığını, eline değdiği
za-man, elbisesine bulaştığı
zaman yıkama lüzumu duyacağı hor hakir bir damla meniden meydana gelmedi mi?
Ananın ve babanın malum yerlerinden çıkan bir damla nutfeden, bir damla meniden yaratıldığını ne çabuk unutuyor
bu insan? Nasıl yapabiliyor bunu? Neden yaratıldığını, nasıl ve kim tarafından
yaratıldığını unutup kendisini bir şey zannedip Rabbine karşı kafa tutmaya nasıl
cüret edebiliyor? Neyine güveniyor? Baba ihlilindeyken, ana rahmindeyken onu kim korudu? Ana rahmini
kim emin bir istikrar mahalli kıldı? Atılıp gitmekten, telef olup gitmekten kim
korudu onu? Veya aklı başında değilken, bebekken, acizken, güçsüzken, bilgiden
yosunken, kendini bile korumaktan acizken şimdi biz ona gücünü bilgisine
verirken bize karşı gelsin diye mi veriyoruz bütün bunları ona? Bizim kendisine
verdiklerimizi nankörce bize düşmanlıkta mı kullanıyor?
Onu böyle iki pislik mahallinden çıkan
bir meniden yarattıktan sonra da onu takdir edip insan haline çevirmişiz.
Gözünü, kulağını, elini, ayağını aklını, fikrini, ferasetini vermişiz ona. Sonra
da onun için yolunu kolaylaştırmışız. Ana rahminden çıkma yolunu
kolaylaştırmışız ve de hayat yolunu kolaylaştırmışız ona. Sonra da onu öldürür
kabre koyarız. Kabri nerede olacak? Nerede vadesi yetip ölecek? Tüm bunları biz
takdir etmişiz. İnsanın hayatı da kendi elinde değil, ölümü de. Gelişimiz de
elimizde değil, gidişimiz de. Sonra dilediği zaman da sizi tekrar diriltecektir
Allah. Kalkın dediği anda kalkmamak da elinizde değildir. Yaratırken, öldürürken
kimseye sormadığı gibi yarın diriltirken, mezarlarınızdan kaldırırken de kimseye
sormayacak Allah.
Öyleyse ey Allah karşısında bilgi
iddiasında bulunanlar! Ey kendilerini bir şey zannedip Allah karşısında güç
iddiasında bulunarak Allah’a kafa tutmaya kalkışanlar! Ey neden
yaratıldıklarını, kim tarafından var edildiklerini unutarak yaratıcılarının
yasalarını görmezden gelenler! Ey Rabblerinin kitabına
karşı müstekbir davrananlar! Ey va-hiy bilgisine karşı ihtiyaçsız
davrananlar! Ey Rabblerinin istediği hayatı
yaşamayanlar! Rabblerinin kitabına karşı kayıtsız
kalanlar şu gerçeği hiçbir zaman unutmamalısınız. Sen ki basit bir varlıktın!
Sen ki hiçbir şey bilmiyordun! Sen ki akılsız, idraksiz, elsiz ayaksız bir damla
su idin! Ana rahmine atılmış bir damla kan idin. Bu durumdayken seni orada
koruyan, seni yaratan, sana seni tanıtan, sana çevreni tanıtan, sana şuur ve
bilgi veren, sana kendini, varlığını, Allah’ı tanıma imkânı veren, seni adam
eden Rabbini nasıl unutuyorsun? Nasıl oluyor da O Rabden gelen bilgilerle
bilgilenmeyi bırakıp ta başkalarının bilgilerini bilgi kabul ediyorsun? O Rabbe
karşı nasıl nankör davranabiliyorsun? Onun kitabına karşı nasıl ilgisiz
kalabiliyorsun?
Düşünsene, basit bir kan
pıhtısının gücü ne? Bir damla basit kan parçasının gücü, değeri ne olabilir ki?
Anlama gücü yok, düşünme gücü yok, söz söyleme gücü yok. Böyle bir varlığa Allah
kendi bilgisini nasip ediyor. Onu muhatap kabul ediyor ve vahyini gönderiyor.
Bundan daha büyük bir şeref olur mu? Seni böyle bir damla sudan yaratan, seni
adam edeni inkar mı ediyorsun? Sen kendi kendini yarattığını, kendi kendini adam
ettiğini mi zannediyorsun? Babanın sulbünden ana rahmine düştüğün, atıldığın
zamanı bir hatırlasana. Adam olacak hiçbir tarafın yoktu. Gücün kuvvetin yoktu,
bilgin, görüşün yoktu. Elin, ayağın yoktu. Çevren, fırsatın, imkanın yoktu.
Evin, barkın, paran, pulun yoktu. Bağın, bahçen yoktu. Hiçbir şeyin yoktu. Şu
anda sen adamsan ve bütün bu imkânlara sahipsen unutma ki bütün bunları sana
Allah verdi ve seni adam eden de Allah’tır. Şu an-da aklım var diyorsan onu sana
veren Allah’tır. Şu anda malım var di-yorsan, onu sana veren O’dur. Ekonomik
gücüm var, siyasal gücüm var, diyorsan
bunları da sana veren O’dur. Sahip olduğun, benim de-diğin neyin varsa hepsini sana veren O’dur. Sen bütün
bunları sana veren ve seni yoktan var eden Rabbini nasıl inkar ediyorsun? Nasıl
oluyor da her şeyini kendisine borçlu olduğun Rabbini diskalifiye ederek kendi
tanrılığını iddia ediyorsun?
23. “Hayır; Allah’ın
kendisine buyurduğunu hâlâ yerine getirmemiştir.”
Bu nankör insan Rabbinin
emirlerini yerine getirmemiştir. Allah her dönem kendisine kitaplar ve elçiler
göndermek sûretiyle bir hayat programı göndermiştir, ama bu nankör insan
Rabbinden gelen bu ha-yat programına aldırış etmemektedir. Bu kitap ve elçiler
göndermesinin yanında bir de onun fıtratına tevhidi ve kendisine kulluk
duygusunu yerleştirdiği halde bu nankör insan Rabbine kulluğa yanaşmamaktadır.
Rabbine itaat edip O’nun emirlerini yerine getirmesi gerekirken tamamen aksine
kendisine kulluğu tercih etmektedir. Mükellefiyetlerini yerine
getirmemektedir.
24-31. “İnsan, yiyeceğine bir
baksın. Doğrusu suyu bol bol indirmekteyiz. Sonra
yeryüzünü iyice yarmakta ve orada taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin,
hurma ağaçları ve bahçelerde koca koca ağaçlı meyveler
ve çayırlar bitirmekteyiz.”
Yiyeceklerine, yediklerine bir
bakmaz mı bu nankör? Kim yarattı onları? Kim var etti? Gökten su indirerek
bunları kim oluşturdu? Yeryüzünü yararak bu yediğiniz üzümleri, sebzeleri,
zeytini, hurmayı ve diğer yediğiniz meyveleri kim yarattı?
Allah gökten suyu indirerek
yediğiniz şeylerin tümünü yaratandır. Gökten indirdiği suyla yeryüzünde
insanların muhtaç oldukları tüm nebatatları, tüm yiyecekleri çıkaran, bitirendir
Yeryüzünde hayatın kaynağı olan suyu indiren O’dur. Bu suyla yaşadığımız hayatın
en tabii unsurlarını yaratan Allah’tır. Yemyeşil hayatı, yemyeşil bitkileri,
yemyeşil otları bitiren Allah’tır.
Gönderdiği suyla salkım salkım üzümleri, hurmaları ve her tür-lü meyveleri çıkarmıştır Allah. Yeryüzünde her cinsten
bağlar, bahçeler var etti Allah. Şöyle Rabbinizin gökten indirdiği hayat kaynağı
suyla bitirdiği meyvelere, bitkilere bir göz atın, bir düşünün onlar üzerinde.
Bunlara ne kadar muhtaçsınız değil mi? Bunlarsız
yaşayamazsınız değil mi? Hayatınızın devamı bunların varlığına bağlı değil mi?
Şu insanların yaptıkları ve gururla insanlığa takdim ettikleri bu teknolojik
şeylerin hiçbirisi bunların yerini tutup karın doyurmuyor değil mi? Acaba
bunlardan bir tanesini siz kendiniz yaratabilir misiniz? Veya sizlerin şu anda
güçlü gördükleriniz, hâkimiyeti kendilerine verip yasalarına tabi olduğunuz
insanlar yapabilirler mi, yaratabilirler mi bunlardan bir tanesini? Güçleri
yeter mi buna onların?
Bir de meselenin bir başka
boyutuna dikkatlerinizi çekerek şöyle sorayım: Acaba sizlerin şu anda bedava
yiyip içtiğiniz tüm bu nîmetler Allah’tan değil de insanlardan olsaydı, tüm bu
nîmetlerin sahibi insanlar olsaydı, acaba bu kadar rahat bu nîmetlerden istifade
imkânı bulabilir miydiniz? Onları bu kadar rahat alabilir miydiniz insanların
ellerinden? Eğer bu dünya, bu nîmetler insanların elinde olsaydı, insanların
mülkünde olsaydı, bu kadar cömertçe onu insanlara sunabilirler miydi? Şu bize
her saniye ısı ve ışık gönderen güneş, şu her an teneffüs ettiğimiz hava, şu
kıymetini bilmeden tükettiğimiz sular, meyveler, üzümler, hurmalar bir insanın
ya da insanların elinde olsay-dı, onu ondan bu kadar rahat
alabilir miydiniz? İşte sizin böyle cömert bir Rabbiniz var. Öyleyse kimin
ekmeğini yiyip kimin kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin nîmetlerinden
istifade edip de kimlere kulluk ettiğinizi bir düşünün.
Demek ki bizi yaratan ama yarattığı
gibi öyle başı boş bırakmayan, kendi halimize terk etmeyen ve hayatımızın devamı
için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir Rable karşı karşıyayız. Ha-yat,
ama en az onun kadar önemli olan bu hayatın devamı. Dünyayı bizim için yaşam
yeri olarak hazırlamış Rabbimiz.
Bütün bunları hiç düşünmüyor musunuz?
diyor Rabbimiz. Bütün bunları düşünmeyen, tüm bunların kim tarafından ve ne için
verildiği üzerinde ciddi ciddi kafa yormaya yanaşmayan
insana insan demek mümkün müdür, siz söyleyin. Şu kupkuru üzüm çubuğunun içini
şeker usaresiyle dolduran kimdir? Şu gördüğümüz her bir ağacın her bir dalında
bir çok fabrika kurup, yediğimiz ayrı ayrı renklerde,
ayrı ayrı tatlarda bu meyveleri yaratan kimdir? Bütün
bunları, düşünen, anlayan bir kavim, bir toplum için açıklıyoruz anlatıyoruz,
diyor Rab-bimiz. Ama tüm bunları kendi güçlerine,
kendi becerilerine ya da işte kör tabiat güçlerine
veren kimseler için bu âyetler hiçbir mânâ ifade
etmeyecektir.
32. “Bunlar sizin ve hayvanlarınız için
geçimliktir.”
Hem sizin, hem de hayvanlarınızın
yiyeceklerini biz yaratıyoruz. İsterseniz reddedin bütün bunları. İsterseniz her
şeyinizi kendisine borçlu olduğunuz Rabbinizi diskalifiye ederek bir hayat
yaşayın. İsterseniz karşı gelin O’na. Ama unutmayın ki:
33-37. “Kulakları sağır
eden gürültü duyulduğu zaman, o gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından,
karısından ve oğullarından kaçar. O gün, herkesin kendine yeter derdi
vardır.”
Sahha, kıyâmetin isimlerinden
birisidir. Sahha geldiği zaman. Sahha gerçekleştiği zaman. Yani dünyada en büyük
olay, en büyük felâket anlamına kıyâmet gelip çattığı zaman. Kulakları sağır
eden, kapıları çalan, akılları zâyi eden, kalpleri yerinden oynatıp yürekleri
hoplatan felâket, o felâket geldiği zaman. Kıyâmet korkunç dehşetiyle insanların
kalplerini ve kulaklarını çarptığı, insanların beyinlerinde patladığı zaman.
Adından da belli olduğu gibi insanların
beyinlerinde patlayacak, insanların kalplerine ve kulaklarına çarpacak,
yürekleri yerinden oynatıp kalpleri, gökleri yarıp parça parça edecek, dağları ufalayıp tuz buz edecek, yıldızları
yerlerinden söküp sağa sola atacak, güneşin ve ayın defterini dürecek, insanları
hedefini şaşırmış ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilmez bir vaziyette
kelebekler gibi sağa sola uçuran kıyâmetin o müthiş gürültüsü geldiği zaman. O
gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, karısından, oğlundan, kızından
kaçacak. Neden? Çünkü o gün herkesin başını aşkın derdi vardır, herkesin kendine
yetecek meşguliyeti vardır. Herkes kendi başının derdine düşmüştür. Kimsenin
kimseyi düşünecek mecali de yoktur, zamanı da yoktur. O gün kimse kimsenin
hatırını soramayacak, kimse kimseyle ilgilenemeyecektir. Herkes kendi başının
derdine düşecektir.
Hattâ Rasulullah efendimizin, “O gün herkes üryan haşr olacak” beyanına karşılık Ayşe annemizin: “Anam babam
sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! Öyle de biz o gün vücutlarımızı yabancı
er-keklerden nasıl koruyacağız?” şeklindeki sorusuna Allah Resûlü’nün verdiği
cevap gerçekten çok enteresandır: “Üzülme ey Hatice, o gün herkesin başını aşkın
bir derdi olacak ve kimse kimsenin vücuduyla ilgilenemeyecektir.” O gün kimse
kimseyi göremeyecek. İnsanın sev-dikleri bile ona yabancı olmuştur o gün. Bu
bölüm surun üfürülüp de kıyâmetin koptuğu dönemi anlatır. Bundan sonraki bölüm
de kıyâmet sonrası olacakları gündeme getirir.
38-41.“O gün birtakım yüzler
aydınlıktır, gülmekte ve sevinmektedir. O gün birtakım yüzler de tozlanmış ve
onları karanlık bürümüştür.”
O gün kimi yüzler vardır ki
aydınlık, pırıl pırıldır. O gün kimi yüzler de vardır ki başarı neticesinde,
sürur içinde ışıldar, parlar dururlar. Yani karşılaştıkları güzel âkıbetler
karşısında memnun, neşeli, sürurlu, sevinçli, pırıl pırıl böyle parlak yüzler vardır. Tıpkı Mutaffifin sûresinin anlattığı gibi:
“İyiler, şüphesiz, nîmet içinde ve tahtlar
üzerinde etrafı seyrederler. Onları, yüzlerindeki nîmet pırıltısından
tanırsın.”
(Mutaffifin 22-24)
Orada mü’minler yüzlerinin pırıltısından tanınacaklar. Çünkü onlar
orada Allah tarafından ağırlanacaklardır. Onlar için orada büyük bir ağırlanma
vardır. Orada Allah’ın sonsuz lütfuna ve ebedî
ağırlamasına gidiyor o mü’minler. Orada mahrumiyet
yoktur. Orada üzüntü verici herhangi bir şey yoktur. Kur’an’ın başka bir yerinde Rabbimiz o mü’minler için "Tuhberun"
ifadesini kullanır. Yani Allah’ın nîmetlerinin insanın yüzüne, içine, kalbine,
benliğine sinmesi anlamına geliyor. Al-lah’ın
nîmetlerinin eseri insanın yüzünde, gözünde ve tüm benliğinde hissedilecektir.
Sevinçleri, memnuniyetleri, yüzlerinde, gözlerinde, hallerinde ve tavırlarında
etrafa taşacaktır. Onları görenler her taraflarından bu nîmetlerin sevincinin
aktığını hissedecek. Cennette Rabbi-nizin onlar için
hazırladığı nîmetlerin eseri her hallerinden görünür bi-çimde sevindirileceklerdir.
Dünyada işledikleri salih ameller, yaşadıkları vahiy kaynaklı hayatları şükre
değer görüldüğü için cennette süslenip ziynetlendirile-cekler. İkram
olunacaklar. Cennet onlarla özdeş olacak, içlerine dışlarına sinecek ve tüm
zerrelerinde etkisini gösterecektir. Cenneti kuşanacaklar, sevinci giyinecekler,
hep neşeli, hep canlı olacaklar. Allah’ın rahmeti onları çepeçevre kuşatacak ve
Allah’ın nîmetleriyle iç içe olduklarını her an hissedecekler de bütün bunların
Rabblerinden geldiği şuuru içinde Rabblerine karşı sürekli bir hayranlık ve şükran duygusu
içinde olacaklar.
Allah bizi onlardan eylesin
inşallah. Dünyada yaşadıkları güzel bir hayatın sonunda, Rabblerinin rızasını kazanmanın, Rabblerinin rıza ve hoşnutluğunu görmenin sevinci içindedir
kimi yüzler. Yunus sûresi de bunu şöyle anlatır:
“Muhsinlere (İyi davrananlara);
daima daha iyisi ve üstünü verilir. Onların yüzlerine ne bir karanlık, ne de
zillet bulaşır. İşte onlar cennetliklerdir, orada temelli
kalırlar.”
(Yunus 26)
“Bir takım yüzlerin ağaracağı ve
bir takım yüzlerin kararacağı günde büyük azap onlaradır. Yüzleri kararanlara:
“İmanınızdan sonra inkar eder misiniz? İnkar etmenizden dolayı tadın azabı”
denecektir. Yüzleri ağaranlar ise Allah’ın rahmetindedirler. Onlar orada
temellidirler.”
(Âl-i İmrân 106,107)
Kimi yüzler, kimi yüzlerin sahipleri
işte böyledir ama o gün kimi yüzler de vardır ki zelil, hor, hakir, önlerine
düşmüş, suspus olmuşlardır. Kimi yüzler var ki o gün perişandır. Vücûh, yüzler anlamına gelir. İnsanlar anlamına da gelir.
İşte o gün nice yüzler vardır ki, nice yüz sahipleri vardır ki, kayıplarından,
ıstıraplarından, hüsranlarından ötürü kapkara kesilmiştir. Abus bir çehre olarak
pusarır, asılıp kalır. Adam suçundan, kaybından, ayıbından, ıstırabından,
üzüntüsünden dolayı suspus olmuş, yıkılmış, bitmiş,
tükenmiştir.
Dünyada yaşadıkları hayattan ötürü,
yaptıklarından ötürü kapkara kesilmiştir yüzleri. Cehennem alevlerinin tozları,
külleri vardır yüzlerinde. Hasret tozlarına batmıştır yüzleri. Bedbahtlık
yüzlerinden okunur bir haldedirler.
Şûrâ sûresinde de şöyle buyurulur:
“Aşağılıktan başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli gizli etrafa bakarken, ateşe sunulduklarını
görürsün.”
(Şûrâ 45)
Rabbim böyle bir âkıbetten korusun
inşallah müminleri. Çünkü bunlar:
42. “İşte bunlar
inkarcı olanlar, Allah’ın buyruğun-dan çıkanlardır.”
Bunlar kefere ve feceredirler. Bunlar küfretmiş ve Allah’a kulluktan çıkarak
fısk ve fücur içine düşmüş insanlardır. Bunlar örtmüş
insanlardır. Neyi örtmüşler? Allah’ı örtmüşler, Allah’ı gündemlerinden
düşürmüşler, Allah’ın kitabını örtmüşler, Allah’ın âyetlerini örtmüşler,
Allah’ın âyetlerini, Allah’ın hayat programını yok farz etmişler, fıtratlarını
örtmüşler, Allah’ın kendilerine verdiği akıllarını, gözlerini, kulaklarını,
kalplerini kullanmak istememişler, her şeyi örtmüşler. Bu kâfirler kendilerini
olmamaları gereken yerde, bulunmamaları gereken yerde tutmuşlar. Kendilerini
Allah’a kulluk ortamından çıkarmışlar, ya kendi hevâ ve heveslerine ya da
başkalarına kulluk ortamında tutmuşlar. Bunlar kendilerini yaratıcılarına kulluk
ortamından çıkardıkları için en büyük zalimdirler.
Ya da kendilerini ateşe götürenler,
kendilerini cehennem yolunda tutanlar, aslında kendi kendilerine bunlar kadar
zulmeden başka birileri olamaz. Kâfirler inkar ettikleri için önce hakka
zulmetmişlerdir. Kendilerini uçuruma, yani cehenneme sevk ettikleri için kendi
nefislerine zulmetmişlerdir. Sonra insanları Allah yolundan uzaklaştırmaya
çalıştıkları için de insanlara zulmetmişlerdir bunlar.
Bu müstekbirler dünyada Allah’ın âyetlerini örtüp yalan
sayıyorlar, Allah’ın âyetlerini yok farz ediyorlar, Allah’ın âyetlerine karşı
al-dırış etmiyorlar, Allah’ın âyetlerini uygulamaya
yanaşmıyorlar da başkalarının âyetlerini uygulamaya çalışıyorlardı. Hayatı
düzenlemek üzere Allah’ın gönderdiği âyetlerini görmezden geliyorlar da
hayatlarını başka şeylerle düzenlemeye çalışıyorlardı.
Bir de onlar âhirete küfrediyorlardı. Âhireti
örtüyorlar, âhireti, hesabı, kitabı gündemlerinden
düşürüyorlardı. Yaptıkları işlerin bir gün karşılığını göreceklerini hiç
düşünmüyorlar. Cürümlerinin, şirklerinin, küfürlerinin sümenaltı edileceğine inanıyorlardı. Bundan dolayıdır ki
alabildiğine cesurca günahların üstüne, üstüne gidiyorlar, kendilerini
isyanlardan engelleyecek hiçbir kayıt tanımıyorlardı. Zaten âhi-rete, hesaba, kitaba inanmayan, âhireti gündemlerinden düşürmüş in-sanların yapamayacakları
yoktur yeryüzünde. İpini koparmış danalar gibi sorumsuzca hareket ederek
Allah’ın dininden Allah’ın rahmetinden kopmuş insanlardır bunlar. İşte bu kefere
ve fecere cehenneme yuvarlanacak ve cennet
nîmetlerinden mahrum olacaklardır.
Bu sûrenin de sonuna geldik. Rabbim
razı olduğu gibi iman edip, istediği amele dönüştüren kullarından eylesin. Sübhanekalla-hümme ve bihamdik. Eşhedü en la ilahe illa
ente. Estağfiruke ve e-tûbü ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder