Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
79., Nüzûl sıralamasına göre 81., Mufassal sûreler kısmının dokuzuncu grubunun
ilk sûresi olan Nâziât sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
46’dır.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1. “Canları boğarcasına şiddetle
çekip alanlara an-dolsun, 2. Canları kolaylıkla alanlara andolsun, 3. Yüzüp
yüzüp gidenlere andolsun, 4-5. Yarıştıkça yarışan ve işleri yöneten meleklere
andolsun (ki kıyamet kopacaktır.) 6. O gün bir sarsıntı sarsar. 7. Peşinden bir
diğeri gelir. 8. O gün kalpler titrer. 9. İnsanların gözleri yere döner. 10. Derler ki: “Biz eski halimize mi
döndürüleceğiz?” 11. “Ufalanmış kemik olduğumuz zaman mı?” 12. Derler ki: “O
taktirde bu zararına bir dönüştür.” 13. Doğrusu bir tek çığlık yetecektir. 14. Hepsi hemen bir düzlüğe dökülecektir. 15.
Ey Muhammed! Mûsâ’nın başından geçen olay sa-na geldi mi? 16. Tuva’da, kutsal
bir vadide, Rabbi ona şöyle hitap etmişti: 17. “Firavun’a git; doğrusu o
azmıştır.” 18. “Ona de ki: Arınmağa niyetin var mı?” 19. “Rab-bine giden yolu
göstereyim ki O’na saygı duyup korkasın.” 20. Bunun üzerine ona en büyük
mucizeyi gösterdi. 21. Ama Firavun yalanladı ve başkaldırdı. 22. Geri dönüp
yürüdü. 23. Adamlarını toplayıp
seslendi: 24. “Sizin en yüce rabbiniz benim” dedi. 25. Allah bunun üzerine onu
dünya ve âhiret azabına uğrattı. 26. Doğrusu bunda Allah’tan korkan kimseye ders
vardır. 27-28. Ey İnkarcılar! Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak
mı, ki onu Allah bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. 29. Gecesini
karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır. 30. Ardından yeri düzenlemiştir. 31.
Suyunu ondan çıkar-mış ve otlak yer meydana getirmiştir. 32. Dağları
yerleştir-miştir. 33. Bunları sizin ve hayvanlarınızın geçinmesi için
yapmıştır. 34. Güç yetirilemeyen en
büyük baskın geldiği zaman, o gün, insan ne uğurda çalıştığını anlar. 35-36. Cehennem her bakanın göreceği şekilde
gösterilir. 37-39. İşte azıp da dünya hayatını tercih edenin varacağı yer
şüphesiz cehennemdir. 40-41. Ama kim
Rabbinin azametinden korkup da kendini kötülükten alıkoymuşsa varacağı yer
şüphesiz cennettir. 42. Ey Muhammed! Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını
sorarlar. 43. Nerde senden onu anlatması? 44. Onun bilgisi Rabbine aittir. 45.
Sen sadece kıyametten korkanı uyaransın. 46. Kıyameti gördükleri gün dünyada
ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını
sanırlar.”
Sûreyi baştan sona niye okudum? Sûrenin
muhtevası kafam-da daha bir güzel canlansın diye okudum. Bir de sûreyi baştan
sona okuyuşumun sebebi bu sûre bu şekilde Arapça olarak inmiştir de onun için.
Sûre budur yani. Şu okuduğum şekilde bir siyak sibak, bir in-sicam içinde
indirilmiş Rabbimizden. İşte bana da, dinleyenlere de te-sir etsin, beni de
dinleyenleri de etkisi altına alsın diye okudum. Bu haliyle de Kur’an zikirdir.
Yani hiç mânâyı, muhtevayı gündeme getir-meden de Kur’an’ın bir sûresini okumak
da zikirdir. Ama hani hadis-i şerifte onu aramızda ders haline getirmemiz, onu
anlayıp hayatımızı onunla düzenleme kavgası vermemiz isteniyordu bizden. Onu
aranız-da ders yapın deniyordu. Okuduğumuz âyetlerin muhtevasını da an-lamamız
isteniyordu, inşallah onu da gerçekleştirmeye çalışacağız.
Arkadaşlar bu hafta evine
misa fir olduğumuz Nâziât sûresi
Mekke’de nazil olan en son sûrelerden birisidir. O dönemi şöyle bir gözünüzün
önüne getirin. Müslümanlar gizli gizli Müslüman olmuşlar, Gizli gizli Allah’ın
Resûlüyle buluşup getirdiği hidâyet hediyesini ka-bullenmişler, gizli gizli onu
öğrenip yaşamanın kavgasını vermekteler. Müslümanlıkları açığa çıktığı zaman
enva-ı çeşit hakaretlere, işkence-lere maruz kalmışlar. Evlerinden, yurtlarından
kovulmuşlar, dışlanmış-lar, hakaretlere maruz kalmışlar. Ve nihâyet Mekke’nin,
kendi şehirle-rinin Müslümanlar için
yaşanmaz olduğu, bunaldıkları bir dönemde gelmiş bu sûre.
Hayatlarından bezdirilmiş, dünyaları
zindan edilmiş, Müslü-manlıklarından dolayı çekmedikleri kalmamış bu
garibanlara, bu şe-refli Müslümanlara çok bunaldıkları bir dönemde gelen bu
sûresiyle Rabbimiz şöyle sesleniyordu: Ey Müslümanlar! Ey Müslümanlıkları en
büyük suç sayılmış müslümanlar! Ey suçları sadece Müslümanlaş-mak olan, bunun
dışında hiçbir suçları olmayan yiğit kullarım! Endişe etmeyin! Üzülmeyin! Sizin
safınızda ben varım! Kendinizi yalnız ve korumasız sanmayın! Ben sizi mutlaka
galip getireceğim! Sizin yüzü-nüzü güldürecek, makus kaderinizi değiştireceğim!
Sonra unutmayın ki nasıl olsa önünüzde mükafat göreceğiniz bir âhiret var.
Sizleri hem dünyada, hem de âhirette memnun edeceğim! Müjdesini vererek on-lara
bir destek oluştururken kâfirlere de şöyle sesleniyordu:
Ey kâfirler! Ey benimle, benim
âyetlerimle, benim peygambe-rimle, benim inanmış kullarımla savaşa tutuşan
kâfirler! Benim ar-zımda benim kullarıma hayat hakkı tanımamaya çalışan, benim
elçimi susturmaya çalışan kâfirler! Ne Yaparsanız yapın, önünüzde sizi bek-leyen
bir azap var. Hem dünyada hem de âhirette dayanılmaz yenil-giler ve azaplar sizi
beklemektedir! Ne yaparsanız yapın asla ondan kaçıp kurtulamayacaksınız! diyerek
onlara da bir tehdit oluşturmak adına gelmiş bir sûreyle karşı
karşıyayız.
Daha önceki derslerimizde de ifade
ettiğimiz gibi Mekkî sûre-lerde genellikle münâfıklara rastlanmaz. Münâfıklardan
söz edilmez. Zira Mekke’de Münâfık yoktur. Mekke toplumunda münâfık olmaz.
Neden? Eh zaten kefirlerin güçlü, Müslümanların zayıf olduğu bir dö-nemde, bir
toplumda münâfıklığa gerek de yoktur. Böyle bir durumda birinin münâfık olması
ona hiçbir avantaj sağlamadığı gibi pek çok menfaatlerini de kaybettirir. Çünkü
küfrün ve kâfirlerin güçlü, müslü-manların da zayıf olduğu, Müslümanların
Müslümanlıklarından dolayı suçlandığı, hakaretlere maruz kaldığı, ben Müslümanım
diyen herke-sin âdeta işkenceye adaylığını koyduğu bir dönemde, bir ortamda
müslüman olmayan birinin müslümanmış gibi davranması onun da suçlanması, onun da
horlanması ve işkenceye aday olması anlamına gelecekti ki buna hiç de gerek
yoktu. Korkacakları bir şey olmadığı için kâfir olan herkes çok rahatlıkla
küfrünü ilân edip açıklayabilirdi o toplumda. Onun içindir ki münâfık
Müslümanların güçsüz olduğu Mekke toplumun değil, Müslümanların güçlü olduğu
Medine toplumunun insanıdır.
İşte Mekke’nin son dönemlerinde gelen
bu sûre Müslümanları Medine toplumuna hazırlıyordu. Rabbimiz bu sûresiyle
Müslümanları Medine hayatına hazırlıyordu.
Sûrenin anlaşılabilmesi için Nebe’
sûresinin anlaşılması gere-kecektir. Geçen hafta burada olup Nebe’ sûresini
dinleyen kardeşle-rimiz bu sûreyi daha bir güzel anlayacaklardır. Hele hele
geçen hafta-dan bu güne kadar Nebe’ sûresini üç beş yerde anlatarak kendisine
mal etmeye çalışanlar daha güzel anlama imkânı bulacaklardır in-şallah. Çünkü
muhteva yönünden bu iki sûre birbirlerine çok benze-mektedirler.
Sûrenin
âyetleri üzerinde süratli bir gezinti yaptıktan sonra in-şallah tek tek âyetleri
tanımaya geçelim inşallah. Sure, ahiret hayatını inkâr edenlerin bu inançlarında
ne kadar dayanıksız olduklarını izah eden, özellikle kıyamet ve ahiret hayatını
konu alan ve müşrikleri uya-ran tehditkâr ayetlerden oluşmaktadır. İnkârda
direnenlere, Hz. Musa-nın getirdiklerine inanmayıp düşmanlık yapan Firavunun acı
sonu ha-tırlatılarak, onun akıbetinden ders almaları
hedeflenmektedir.
Sûrenin
ilk beş ayetinde, vücudun en uç noktalarından kâfirle-rin canım "söküp çıkaran",
müminlerin canım ise "yavaşça çeken”
Al-lah’ın emirlerini süratle yerine getirmek için "yüzüp yüzüp giden"
bunu yerine getirirken birbiriyle adeta "yarışıp geçen"; "derken (Allah'ın
iz-niyle kâinatı idare etme) işi(ni) düzenleyen" meleklere yemin edilerek,
ardından gelen ayetlerde kıyamet, tüm şiddetiyle gözler önüne seril-mektedir: "O
gün bir sarsıntı sarsar, ardından başka bir sarsıntı gelir. O gün kalpler
korkudan titrer. Gözler donakalır" (6-9).
O
gün yalnızca kâfirlerin, fâsıkların, günahkârların ve münâfıkların kalpleri
oynar. Çünkü Allah; "O an büyük korku onları asla tasa-landırmaz. Melekler
onları şöyle karşılar: İşte bu size vaadedilen gündür" (el-Enbiyâ, 21/-103)
buyurarak müminlerin o günün korkusundan emin olacakları müjdesini vermektedir.
Allah kıyamet gününün şiddetini açıklıyor ki; Biz çukura girip çürümüş kemikler
olduktan sonra ye-niden mi diriltileceğiz. (Eğer öbür taraf Muhammed'in dediği
gibiyse bizim) bu dönüşümüz zararlı bir dönüştür" (10-12) diye alay edenler,
belki düşünürler. Çünkü, o anın gelmesi öyle pek uzak ve zor değildir; "Tek bir
haykırmaya bakmaktadır, onlar (uykularından uyanır gibi) hemen uyanır-lar" (13,
14).
Müşrikleri,
kıyamet gününün dehşetiyle korkutan Allah Teâlâ, küfürlerinde direnenlere, bu
kez tarihten örnek veriyor; onların da iyi bildikleri Hz. Musa-Firavun kıssasını
anlatıyor ki, belki bundan ibret alıp yola gelirler. Kur'an, olayı ayrıntısıyla
açıklıyor. Çünkü durumları, hakka düşmanlığın cezasını suda boğulmakla ödeyen
Firavuna çok benzemektedir. Üstelik, Firavun onlardan daha güçlüydü, emrinde
hazineler ve ordular vardı. O bile, kendisini Allah'ın azabından kurtaramadı.
Toplumun başında iyice azan Firavun, belki yaptıklarından arınır diye Allah,
kendisine Mûsâ'yı gönderdi. Allah Teâlâ, Mûsâ'nın getirdiği mucizeler karşısında
bile etkilenmeyen, üstelik ona düşman kesilen Firavun'u, adamlarını toplayıp:
"Sizin büyük tanrınızım" diye meydan okuduğu için dünya ve âhiret azabıyla
yakaladı" (15-25).
Sûre
boyunca Allah, müşrikler belki inatlarından vazgeçerler diye her şeyi
kullanıyor, anlamaları için ibret alınacak her şeyi kendi-lerine hatırlatıyor.
Onların gözleri, yirmi yedi ila otuz üçüncü ayetler arasında sürekli gördükleri
tabiat olaylarına çevrilmek isteniyor: "Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz,
yoksa gök mü? Onu Allah yaptı. Yükseklik miktarını yükseltti, onu düzenledi.
Gecesini örtüp kararttı, kuşluğunu (güneşin ışığını) açığa çıkardı. Bundan sonra
da yeri döşedi. Ondan suyunu ve otlağını çıkardı. Dağları sapasağlam çaktı (ki),
sizin ve hayvanlarınızın geçimi için" (27-33). Buradaki; Bundan sonra da
yeryüzünü serip döşedi" ifadesi, yeryüzünün gökyüzünden sonra yaratıldığı
anlamına gelmez. "Sonra" kelimesi iki cümlenin arasında sa-dece bir bağlaçtır.
Çünkü, Kur'an-ı Kerim'in başka bazı ayetlerinde yeryüzünün yaratılışı
gökyüzünden önce zikredilmiştir.
Tüm
bu hatırlatmalardan sonra, küfredenlere son uyarı yapılı-yor: Her şeyi bastıran
o büyük felaket (kıyamet) geldiği zaman, o gün insan neyin peşinde koşmuş
olduğunu hatırlar. Gören kimseler için Cehennem ortaya çıkarılmıştır (o gün)
Artık kim azar ve dünya haya-tını tercih ederse (onun için) gidilecek yer
Cehennemdir. Ama kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden vaz
geçirirse (onun için) gidilecek yer Cennettir" (34-41).
Sûrenin
son ayetlerinde hitap, Resulullah'a döndürülerek bu kadar uyandan sonra hâlâ
yola gelmeyip kıyametin ne zaman kopa-cağım sorarak alay eden müşriklere, onun
gayptan haber veren bir kâhin değil anlayan ve korkan kimseler için bir uyarıcı
olduğu bildiril-mekte ve son kez yapılan bir uyarıyla sûre sona ermektedir:
"Onlar onu gördükleri zaman sanki bir akşam veya kuşluk vaktinden fazla kalmamış
gibi olurlar" (46).
Şimdi bu kadar sözden sonra, bu
kısa mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım.
Sûrenin başında beş âyet yemin eder. Cenâb-ı Hak beş yeminle söze başlar. Peş
peşe gelen yeminler şöyle:
1-5. “Canları boğarcasına şiddetle
çekip alanlara andolun, canları kolaylıkla alanlara andolsun, yüzüp yüzüp
gidenlere andolsun, yarıştıkça yarışan
ve işleri yönetenlere andolsun (ki kıyamet
kopacaktır.)”
Şiddetle söküp çıkaranlara, daldırıp
derinden çekenlere yemin olsun ki. Yani anlıyoruz ki elinde güç var ve
karşısındakinin göğüs ka-fesinden daldırıp kalbini, ruhunu, canını, midesini,
bağırsaklarını söküp çıkaranlara yemin ediliyor. Meleklere, yahut savaş
meydanındaki mücahitlere yemin ediyor Rabbimiz.
Allah dâvâsının, Allah iradesinin
hâkimiyeti adına kâfir saflarına dalan mücahitler ve melekler kâfirin canını
böyle alırmış. İbni Ab-bas efendimizin ifadesiyle melekler kâfirlerin canını,
ruhunu onları boğa boğa, pençelerini göğüs kafeslerinden içeriye daldıra daldıra
alırlar. Bedenlerini dipten tırnağa, ta derinlerinden çeke çeke, söke söke can
alan meleklerdir bunlar.
Bir de yavaşça, kolayca, yumuşak bir
şekilde, üzmeden, incitmeden, sade yağdan kıl çeker gibi çıkarıp alanlara yemin
olsun ki. Melekler mü’minlerin ruhlarını da bedenlerinden böyle yavaşça, gönül
hoşluğu içinde, gönül neşatı içinde alırlarmış. Ancak Allah Kur’an’ında bir şeyi
özelleştirmemiş, yani sınırlarını çizmemişse biz de bunu özelleştiremeyiz. Bu
yeminlerin mânâsı şudur, Allah burada şunu murad etmiş diyerek bu yeminleri
özelleştirme hakkına sahip değiliz.
Meselâ Rabbimiz A’râf sûresinde
İsrailoğullarının sergüzeşt-i hayatıyla ilgili deniz kenarında bir karyeden,
kasabadan söz eder:
“Ey Muhammed! Onlara deniz kıyısındaki
kasabanın durumunu sor.”
(A’râf 163)
Peki neresidir bu karye? Hangi denizin
kenarıdır burası?
Yine meselâ Yâsin sûresinde de bir
karye ashabından söz edilir:
“Peygamberim, insanlara, halkına
elçiler gelen kasabaları anlat.”
(Yâsîn 13)
Rabbimiz burada da bir karyeden söz
eder. Peki neresi bu karye? Hangi köy? Hangi kasabadır bu karye? Antakya mı? Şam
mı? Bağdat mı? Konya mı? Kayseri mi? Hayır! Allah bunu özelleştirmediğine göre
biz de özelleştiremeyiz. Peki ne diyeceğiz bu konuda? Sûrede anlatılan bu sıfatı
üzerinde taşıyan her karye, her şehirdir burada anlatılan
diyeceğiz.
Öyleyse bu yeminler üzerinde şöyle
teknik bir bilgi vereyim. Bu konuda selef âlimlerimizin iki görüşü
vardır:
1. Ya üzerine yemin edilen bu
sıfatlarla ilgili gerek Kur’an’ın indiği o dönemde, gerekse kıyamete kadar her
bir dönemde bu kitabın muhatabı olan insanların çağrıştırdığı, anlamaya
çalıştığı her şeydir. Yani her bir dönem insanı için o sıfat, o kelime neyi
hatırlatıyor, neyi çağrıştırıyor, neye ait kılınabiliyorsa o anlama gelecektir
bu yeminler.
2. Ya da bu yeminlerden sonra bu
yeminlerin cevabı olarak karşımıza çıkan konular, yani bu yeminlerden sonra
Rabbimizin gündeme getirdiği konular, bu yeminlerin şerhi konusunda karşımıza
bir bakış açısı çıkaracaktır. Yani bize bir bakış açısı kazandıracak ve bu
yeminleri o konularla şerh etmeye çalışacağız. Meselâ burada olduğu gibi yemin
edildi, yemin edildi, yemin edildi sonra da kıyamete, insanın öldükten sonra
tekrar dirilişine dikkat çekilmişse o zaman bu yeminleri o konuya münhasır şerh
etmeye çalışacağız. Veya meselâ ye-minden sonra eğer Kur’an’a dikkat çekilmişse
o çerçevede anlamaya çalışacağız.
Eğer bu yeminler konusunda Kur’an’ın
başka bir yerinde bir açıklık varsa veya Kur’an’ın en büyük müfessirinden ve
onun ashabından herhangi bir rivâyet varsa önce Rasulullah’ın sonra da sahâbenin
anlayışına, tâbiînin anlayışına, sonraki selefin anlayışına ittiba etmek
zorundayız. Değilse birinci anlayışı kabul edip bu sıfatlar bizim hayatımızda
neleri çağrıştırıyorsa, onları ortaya koymak da caiz
olacaktır.
Selef bu yeminleri iki türlü
yorumlamış. Bazıları düşman saflarına dalarak kâfirlerin canlarını söke söke
alan mücahitlere yemin ediliyor, demişler. Bazıları böyle Rabbimiz cihadı,
mücahitleri kutsamaktadır derlerken bazıları da burada meleklere yemin
edilmektedir, demişlerdir. Ama burada Rabbimiz bunu özelleştirmediğine göre
konuyla alâkalı zihnimizde neleri çağrıştırıyorsa, Kur’an bütünlüğüne ters
düşmemek kayd u şartıyla onları söyleyebileceğiz.
Meselâ bakın burada zorla söken, söküp
çıkaran, daldırıp, el atıp söküp, koparıp alanlara yemin ediliyor. Neleri söküp
çıkarırlar? Neleri zorla, zorbayla söküp alırlar? Çocuklarınızı zorla söküp
çıkarırlar evlerinizden. Zerdüşt boyalı, materyalist bir eğitim çukuruna atmak
için zorla çocuklarınızı evlerinizden söküp çıkaranlara yemin olsun ki. Sizin
istediğiniz eğitim kurumlarını, İmam-Hatipleri kapatarak kendi istedikleri
çukurlara onları atmak için zorbayla onları evlerinizden, medreselerinizden
söküp alanlara yemin olsun ki.
Veya vergi diye zorla insanların
ceplerindekini söküp çıkaranlara yemin olsun ki. İnsanların ceplerine zorla,
zorbayla el atanlara yemin olsun ki. Veya zorla, zorbayla başörtülere el atıp
soyanlara ye-min olsun ki. Namuslara el atıp zorla onu soyup çıkaranlara yemin
ol-sun ki.
Bir de yavaşça, kolayca, böyle
çaktırmadan, sade yağdan kıl çeker gibi alanlara yemin olsun ki. Öncekinde zorla
bir alış var, burada ise böyle çaktırmadan, hissettirmeden yavaşça bir alış söz
konusu.
Birinde cebinizdeki paralar zorla
alınırken, bu ikincisinde böyle çaktırmadan, hissettirmeyen, görünmeyen bir
elle, yani enflasyonla söküp alırlar. Bir el çabukluğuyla hissettirmeden bir de
bakmışınız ki cebinizdekiler, kasanızdakiler, kesenizdekiler eksilivermiş. Veya
bu ikincisinde zorla çekip almazlar, başörtülerini de verdikleri materyalist bir
eğitim sonucunda sindire sindire, razı ede ede, sade yağdan kıl çeker gibi
kendilerine soydururlar onu.
İşte zorla bu işi yapanlara ve
münâfıkça bu işi halledenlere Allah yemin ediyor. Onların tümünün belâsını
vereceğini anlatıyor. Üçüncü yemin de şöyle:
Bir de yüzenlere, yüzdükçe yüzenlere,
yüzüp yüzüp gidenlere yemin olsun ki. Allah’ın emri ile kâinatı idare eden ve
Allah’ın emirlerini, buyruklarını süratle yerine getiren, bu uğurda yüzüp giden
meleklere Allah yemin ediyor. Başka neler yüzer? Denizde yüzenlere, Ay, güneş,
yıldızlar gibi ecram-ı semâviyenin yüzücülerine, karada yüzenlere, amirlikten,
müdürlükten yüzüp gidenlere, yapıştıkları koltuklarından yüzüp gidenlere veya bu
dünyada ömürlerini tamamlayıp mezara doğru yüzüp gidenlere yemin olsun
ki.
Bir de yarışanlara, yarışıp
birbirlerini geçenlere yemin olsun ki. Kâfirlerin habis ruhlarını cehenneme
götüren, mü’minlerin âlî ruhlarını da cennete götürmek için yarışıp giden
meleklere yemin ediyor Allah. Mü’minlerin ruhlarını ebediyet diyarı olan cennete
ulaştırmak için acele edip birbirleriyle yarışan meleklere yemin olsun ki. Veya
daha iyi Müslüman olma konusunda yarışanlara, cennete daha âlî makamları elde
etme adına yarışanlara veya hayatın çeşitli kademelerinde yarışanlara, daha çok
malım olsun, daha çok dolarım, evim, arsam, rütbem, alkışım olsun diye
yarışanlara yemin olsun ki. Daha iyi diploma, daha iyi not, daha çok şan, daha
çok şöhret, daha çok alkış adına yarışanlara yemin olsun
ki.
Bir de müdebbirat-ı emre, işi
düzenleyenlere, düzen için iş ya-panlara, tedbir-i emr edenlere, yemin olsun ki.
Cenab-ı Hakk’ın âlemin düzeni konusunda emir altına verdiği, yani memur kıldığı,
işi yöneltip idare eden meleklere yemin olsun ki. Allah’ın emriyle rüzgarları,
yağmurları, rızıkları, ömürleri, zelzeleleri, dünyanın düzeniyle ilgili di-ğer
işleri idare eden, icra eden meleklere yemin olsun ki. Veya üzerine sorumluluk
alanlara, müdürlük yapanlara, idarecilere, yön verenlere, iş başına gelenlere,
çevreye düzen vermeye çalışanlara, evdekilere düzen vermeye çalışan baba ve
analara yemin olsun ki. Yani Allah’ın düzeninden habersiz çevresine düzen
vermeye çalışan zavallılara yemin olsun ki.
Yemin olsun, yemin olsun, yemin olsun,
yemin olsun ki kıyamet kopacak, sizler yeniden diriltilecek ve Rabbinizin
huzurunda yaşadığınız hayatın hesabını vereceksiniz. İşte bunu ifade eden şu
aşağıdaki âyetler yeminlerin cevabıdır.
6-7. “O gün bir sarsıntı sarsar.
Peşinden bir diğeri gelir.”
O gün bir râcife, bir sarsıntı
sarsıverir. Dünyayı yerinden oynatan bir râcife, bir deprem sarsıverir o gün.
Sonra ardından da râdife gelir. Yani onu râdife izleyecektir. İbni Abbas
efendimizin beyanıyla bu râcifeyle birinci sur, râdifeyle de ikinci sur
kastedilmektedir. Birinci ve ikinci surların üfürülmesi anlatılır. Bakın Zümer
sûresi de konuyu şöyle anlatır:
“Sur’a üflenince, Allah’ın dilediği bir
yana, göklerde olanlar, yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra Sur’a bir daha
üflenince hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar.”
(Zümer 68)
Birinci surla kıyametin kopuşu,
dünyanın altüst oluşu anlatılırken, ikinci sarsıntı ile ölülerin ayağa kalkması,
yani yeniden diriliş kastediliyor.
Sonra bu korkunç manzaralar karşısında
insanın durumu anlatılır:
8. “O gün kalpler titrer. Korkudan
insanların gözleri yere düşer.”
“Vâcife” hem korkuyla titreme mânâsına
hem de boş olma mânâsınadır. O gün kalpler korkak, ürkek ve bomboş ve gözler de
donuktur, dona kalmıştır.
Kalpler eylemsizdir o gün. Veya kalpler
fonksiyonunu yitirmiştir. Meselâ dünyada kalp taşıyan insan, gördüğü hadiseler
karşısında etkilenir ve tavır alır. Meselâ kalp taşıyan insan düşene üzülür. Bir
ço-cuk düşerken, düşmeye doğru giderken üzülür insan. Veya yanan bi-risini
gördüğü zaman üzülür insan. Ama o gün kalpler bomboştur. Kalpler bitmiştir.
Kalplerin fonksiyonu bitmiştir. Hiçbir tavrı, hiçbir kararı yoktur o gün
kalplerin. Dursam mı, yürüsem mi? Gitsem mi, gelsem mi? Ağlasam mı, gülsem mi?
Bu konuda bir kararı kalmamıştır kalplerin. Neden? Çünkü vâcifedir, bomboştur o
gün kalpler.
Halbuki dünyada fonksiyon sahibidir
kalpler. Fonksiyon sahibiydi dünyada. Meselâ İstanbul’un Beyoğlu semtinde
dolaşan, Hz. Fatıma anamız kadar kapalı, tepeden tırnağa örtülü bir kadın
görsek. Nasıl bir fonksiyon icra eder kalplerimiz? Nasıl tavır alır bu manzara
karşısında kalpler? Bu durumda üç insan kalbi çıkar karşımıza:
1. Bu kadıncağızın kıyafetini
hazmedemeyerek, “Hâlâ bunların kökünü kesemedik! Hâlâ caddelerimizi bu örümcek
kafalılardan temizleyemedik!” diye kinle, gayzla köpürüp, salyalarıyla onu
öldürmeye, yok etmeye çalışan bir insan kalbi. Bir kâfir
kalbi.
2. Veya o kadıncağızı çok beğenip,
kalbi coşup, kızına karısına: “İşte siz de böyle olun!” diye tavsiye edecek
kadar onun bu halinden memnun olan ikinci bir insan tipi. Böylelerinin çoğalması
için Allah’a dua eden insan kalbi.
3. Bir de “eyvah! Ne işi vardı acaba bu
müslimenin sokakta? Keşke çıkmasaydı! Keşke vakarla evinde otursaydı! Keşke el
âlemin bakışlarına kendisini arzetmeseydi de ağırlığıyla evinde otursaydı!” diye
ona acıyan ve üzülen üçüncü bir insan kalbi.
Yani dünyada kalbin fonksiyonu vardır.
Hadiselerden etkilenip tavır alması vardır. Sevinir, üzülür, etkilenir, küser,
barışır, tavır alır. Ama o gün kalpler bomboştur. Tüm fonksiyonları bitmiş,
işlevini kaybetmiştir. Kendisiyle, birileriyle ilgilenecek, sevinecek, üzülecek
bir fonksiyonu kalmamıştır artık. Ama tabi kâfirin kalbi böyle olacaktır. Enbiya
sûresinde anlatıldığı gibi mü’minler bundan etkilenmeyeceklerdir. Mü’minler
korunacaktır o gün.
“En büyük korku bile onları üzmez;
kendilerini melekler: “Size söz verilen gün işte bugündür” diye
karşılarlar.”
(Enbiyâ
103)
Kâfirlerin kalpleri böyledir. Ve gözler
de zillet içinde donup kalmıştır, donakalmıştır. Korkuyla, inkârlarının hayal
kırıklığıyla, sarsıntı ve yıkılmışlığıyla önüne düşmüştür. Çünkü onlar
dünyadayken, hayattayken şöyle diyorlardı:
10-12. “Derler ki: “Biz eski halimize
mi döndürüleceğiz? Ufalanmış kemik olduğumuz zaman mı?” Derler ki: “O taktirde
bu zararına bir dönüştür.”
Rabbimiz burada sözü âhireti inkâr
edenlere getirir. “Ne yani öldükten sonra, yok olduktan, tüm hücrelerimiz toprak
olduktan sonra tekrar dirileceğiz öyle mi?” derler. Alayın, istihzanın doruğu.
Dalga geçmenin zirvesi.
“Hayat bu hayattan ibarettir. Hayat
ancak bu dünya hayatıdır. Varsa da yoksa da işte yaşadığımız bu hayat vardır.
Bunun ötesinde başka bir hayat yoktur” dediler. “Bizler bir daha diriltilecek
değiliz” di-yerek âhiret hayatını inkâr ettiler. Bazıları hem dilleriyle inkâr
ettiler, hem de hayatlarıyla inkâr ettiler. Hem sözle, hem de hayat
programlarıyla inkâr ettiler. Bazıları da dilleriyle âhireti inkâr etmemekle
beraber, âhireti kabul ettiklerini söylemekle beraber hayatlarıyla âhireti inkâr
ettiler. Hayat programlarıyla âhireti inkâr ettiler.
Şimdi buna göre biz kendimizi,
çevremizi, en yakın akrabalarımızı bir değerlendirelim. Yirmi dört saatin kaçta
kaçını âhiret hesabına harcıyoruz? Bir günümüzün kaçta kaçını Kur’an’ın
talimine, dinin tedrisine harcıyoruz? Kaçta kaçını dinin tebliğine, emr-i bi’l
ma’rufa harcıyoruz? Kaçta kaçını işimize, aşımıza, dükkanımıza, tezgahımıza,
ticaretimize, maişet teminine harcıyoruz? Öyleyse bizler Allah korusun da bugün
dilimizle âhirete inandığımızı söylüyoruz ama bilfiil hayatımızla, hayat
programımızla âhireti inkâr ediyoruz. Geleceğe ait planlarımızla, kazanma ve
yığma hırsımızla, evlerimizin yapısıyla, ha-yat programımızla sanki hiç
ölmeyecekmiş gibi bir program yapıyor ve âhireti inkâr
ediyoruz.
Ama unutmayalım ki o gün reddettikleri,
inkâr ettikleri, ciddiye almadıkları bu gerçekle karşı karşıya gelince insanlar
perişan olacaklar. Bakın bu alaya alanların alaylarını zirve noktasına çıkarmak
üzere şöyle dediklerini anlatıyor Rabbimiz:
“Öyleyse, eğer dediğiniz doğru ve
kıyamet varsa, yeniden diri-leceksek biz yeniden kahrolduk. O zaman biz bir daha
mahvolduk. Yandığımız bir gündür” diye gülüşüp alay ediyorlar. “Desenize bizim
işimiz bitik” diyerek alay ediyorlar. Hani Bakara sûresinde
de:
“Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki siz
ölüler idiniz de sizi diriltti. Sonra sizi yine o öldürecek, sonra yine
diriltecek. Sonra ona döndürüleceksiniz.”
(Bakara 28)
Nasıl oluyor da bütün bu gerçekler
ortadayken Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Allah hayret çağrıştıran bir ifadeyle
soruyor. Gerçekten de küfür, hayret edilecek bir durumdur. Soruyor Allah: “Nasıl
oluyor da Rabbinize karşı böyle nankörlük yaparsınız! Ki O Allah siz yoktunuz da
sizi var etti. Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltip size hesap
soracak.”
İnsanın kendi kendisinin dünyaya
gelişini, yaratılışını düşünüvermesi, sonra ölümünü hatırlayıvermesi bunu
anlamak için yeterlidir. Bu gerçeği anlamak için illa da felsefe yapmaya, uzun
uzun araştırmalara girmeye de gerek yoktur aslında. Nasıl oluyor? Sizler
ölüydünüz de sizi Allah var etti, deyince şöyle diyorlarmış: “E bize mi sordu?
Yaratmasaydı! Madem ki diriltmiş biz de istediğimizi yaparız! Dilediğimiz gibi
yaşarız!” “Tamam ama sizi öldürecek!” denince de: “Biz de ölene kadar bildiğimiz
gibi yaşarız! Ölene kadar kam alırız dünyadan” diyorlarmış. “Ama sonra yeniden
dirileceksiniz! Ne yapacaksınız o za-man?” denilince de: “Eh madem ki
dirileceğiz bir daha kam alırız dünyadan! Kaldığımız yerden devam ederiz
hayatımıza!” diyorlarmış. Ama bu diriliş önceki diriliş cinsinden olmayacak.
Dünyaya dirilmeyeceksiniz, hesap vermek üzere öbür tarafa dirileceksiniz.
Öyleyse Allah karşısında kaçış ve
kurtuluş kesinlikle yoktur. Yani tüm bu olup bitenler sizin dışınızdayken,
gelişiniz de gidişiniz de elinizde değilken, neyinize güveniyor da Allah’a kafa
tutuyorsunuz? İslâm’ı kapatmaya, kamufle etmeye nereden güç buluyorsunuz?
Ölüydünüz! Yoktunuz! Hiçtiniz! Bu gücünüzü biz verdik size! Bu gücünüzü alacağız
da! diyor Rabbimiz.
Siz bilirsiniz. Ama bakın Allah kısa ve
özlü olarak buyuruyor ki:
13-14. “Doğrusu bir tek çığlık
yetecektir. Hepsi hemen bir düzlüğe dökülecektir.”
Yani bu iş zor değil ki bize. Sizin
diriltilmeniz, tekrar yaratılmanız Allah’a asla zor değildir. Bir tek ses, bir
tek sayha, bir haykırma, bir anons, tek bir sarsıntı. “Dirilin! Kalkın! Haydin
bakalım!” denecek o kadar. Bir de
bakmışsın ki onlar yerin üstündedirler. Bir de bakmışsınız ki hepiniz dirilmiş
ve Allah’ın huzurundasınız. Üfürülecek bir sur’un akabinde bir de bakmışsınız ki
sâhirasınız. Sâhira, parlak ve düzlük bir arazi demektir. İnsanların yaşadıkları
hayatın, yapıp ettiklerinin hesabını vermek üzere toplandıkları mahşer yeridir.
Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü
bu hususu şöyle anlatır:
“Kıyamet günü insanlar üzerinde hiç kimseye
ait bir işaretin bulunmadığı, tertemiz bir yufka ekmeğine benzeyen, ayak
basılmamış beyaz bir arazide toplanacaklardır.”
(Buhârî, Rikak, Müslim, Münâfıkîn
2790)
Buraya kadar hem Mü’minler için, hem de
kâfirler için bir konum tespiti, bir durum değerlendirmesi yaptı Allah. Bundan
sonra bunu bir pratiğe dökme örneği verecek Rabbimiz. İşte şekilde görüldüğü
gibi diye tarihten bir örnekle bir Müslümanın nasıl olması gerektiğini
anlatacak. Bakın tarihte şöyle şöyle yapanlar da oldu da sonunda şu neticeyi
kucakladı diye bunu bir örnekle sunacak.
15-19. “Ey Muhammed! Mûsâ’nın
başından geçen olay sana geldi mi? Tuva’da, kutsal bir vadide, Rabbi ona şöyle
hitap etmişti: “Firavun’a git; doğrusu o azmıştır. Ona de ki: “Arınmağa niyetin
var mı? Rabbine giden yolu göstereyim ki O’na saygı duyup
korkasın.”
Peygamberim sana Mûsâ’nın haberi geldi
mi? Tabii bu soru, cevap isteyen bir soru değildir. Allah sözü insan sözü gibi
anlaşılmamalıdır. Dinle bak onu sana ben anlatayım! demektir bunun mânâsı. Bu
vahyin bir parçasıdır. Kur’an okurken bunun Allah sözü olduğunu unutmadan okumak
zorundayız.
Öyle değil mi? Soran kim? Allah. Yani
ilim kendisinden olan, ilmin kaynağı olan, ezelin ve ebedin bilgisini bilen
Allah. Sorulan kim? Yine Kur’an’ın beyanıyla cahilin cahili olan insan. Öyleyse
bu bir soru değildir. Cevap isteyen bir soru değildir. Peki nedir bu? Bu şu
demektir: Bak dinle onu sana ben söyleyeceğim! Allah’ın Resûlü önceleri bunu
bilememişti de Allah’ın uyarısına sebep olacak bir takım tavırlarda bulunmuştu.
Burada Rabbimiz Hz. Mûsâ ve Firavunla
alâkalı, İsrail oğullarıyla alâkalı tarihten bir örnek verecek. Allah’a Allah’ın
istediği biçimde kulluk yapan bir Allah elçisinden, bir de tamamen zıddını
örnekleyen Firavun’dan örnek verecek.
Kur’an ne Hz. Mûsâ’yı ne de Firavun’u
anlatmak için gelmemiştir. Kur’an bize kulluğu anlatmak için gelmiştir. Kur’an
bu tarihî ör-nekleri gündeme getirirken benim kulluğuma örnek olsun diye gündeme
getirir. Eğer çok kısa bir özetleme yapacak olursak, Kur’an bize üç şey
anlatır:
1. Kur’an bize kulluğu anlatır. Âbid ve
Mâbudu tanıtır. Yani ki-me kul olacağız? Kimin kulu olacağız? Kur’an önce bunu
anlatır. Allah’a kul olacağız, tamam anladık da bu Allah kim? Nasıl bir
Allah’tır bu kendisine kulluk yapacağımız Allah? Sıfatları, esmâsı, özellikleri
nedir? İşte Kur’an bize bunu anlatır. Çünkü esmâsıyla, sıfatlarıyla bi-linmeyen
bir Allah’a kulluk yapılamaz.
2. Buna kabulüm diyen, böyle bir
Allah’a inandım diyen kişiye mü’min denir. Peki şimdi bu mü’min böylece
kabullenip inandığı Allah’a kulluk yapacak. Acaba bu Allah kendisine nasıl bir
kulluk ister? Nelerden razıdır? Nelerden razı değildir? İşte Kur’an ubûdiyet
dediği-miz bu konuyu anlatır.
Bu ubûdiyet konusunu da Rabbimiz iki
merhalede anlatır:
a. Kur’an’da bizzat kulluk emirlerini,
kulluk icaplarını anlatarak.
b. Kur’an’da örnek kullar
sergileyerek, şekilde görüldüğü gibi buyurarak.
Kur’an’da direk kulluk icapları ortaya
konulmuş. Meselâ namaz kılın! Oruç tutun! Zekât verin! Haccedin! İçki içmeyin!
Zina etmeyin! Cihad edin! gibi bizzat kulluk icapları anlatıldığı gibi bir de
kulluk örnekleri anlatılmış. Meselâ İblisle mücadelede, tevbede, dönüşte Adem
(a.s) gibi olun, Tâğutla mücadelede Hz. Mûsâ gibi davranın, kadın karşısında
Yusuf (a.s) gibi, cinsel sapıklık karşısında Lût (a.s) gibi, ekonomik
bozukluklar karşısında Salih (a.s) gibi, salihlerin putlaştırılması karşısında
Nuh (a.s) gibi davranın diye bize kulluk örnekleri
sunulmuştur.
3. Kur’an bize âhireti anlatır.
Rabbimiz bize hem birinci konuyu hem de ikinci konuyu anlatırken tabiri caizse
dekor olarak âhireti, âhiretteki hesap ve kitabı kullanır. Kendisine kulluk
yapmamız gereken Allah anlatılırken eğer böyle bir Allah’a kulluk yaparsanız
sonunda size cennet var, değilse cehennem sizi beklemektedir diye cennet ve
cehennem arz edilir. Eğer örnek kullar, kullukta örnekler olarak si-ze arz
edilen peygamberleri örnek olarak kabullenir ve onlar gibi olmaya, onlar gibi
yaşamaya çalışırsanız karşılığında size cennet var, aksini yaparsanız cehennem
sizi beklemektedir buyurularak sürekli dekor değiştirilmektedir.
Zaten âhiret gündeme
getirilmedikçe, cennet ve cehennem dekor olarak gündeme getirilmedikçe namaz,
oruç anlatılamaz, kulluk anlatılamaz, din anlatılamaz. Meselâ bir adamın elinde
bir kağıt olsa ve adam bunu yırtmaya teşebbüs ederken: “Dur! Yapma! Sakın yırtma
onu! Eğer yırtarsan beş milyar kaybedeceksin!” dense ne yapar adam? Beş milyarı
duyunca şöyle bir irkilir değil mi adam? İşte bir ameli icra ederken, ya da bir
amelden geri dururken adam sonunda neyi kazandığını, neyi kaybettiğini bilmeli
ki onu icra edebilsin.
Bakın işte burada da bir tâğutluk
örneği ve onun karşısında bir mücadele ve kulluk örneği anlatılacak. Bir örnek
kul gündeme getirilecek:
“Hatırlayın, hani Rabbin mukaddes
Tuva’da Hz. Mûsâ’ya şöyle demişti:”
“Ey Peygamberim Mûsâ Firavun’a git!
Zira o tuğyan içindedir, Tâğutluk yapmaktadır.” Ey Peygamberim Firavun’a git!
Çünkü o azmıştır, tağâ yapmıştır. Tağâ, tuğyan, tâğutluk Firavunluktur.
Firavu-n’un özelliğidir. Allah karşısında varlık iddiasında bulunmaktır. Sen
varsan ben de varım! demektir. Veya Allah karşısında bilgi iddiasında
bulunmaktır. Ne yani! Sen bilirsen ben de bilirim! Benim de aklım var! Benim de
bilgim ve keyfim var! Sen bir hayat programı göndermişsen de benim de bir
programım var! Hayatımı nasıl düzenleyeceğimi ben de bilirim! Nasıl
giyineceğimi, nerelerden kazanıp nerelerde harcayacağımı, çocuklarımı nasıl
eğiteceğimi, nasıl bir hukuk yapacağımı, na-sıl bir hayat yaşayacağımı, ne yiyip
ne içeceğimi ben de bilirim! Benim senin hayat programına ihtiyacım yoktur!
Senin kitabına ve peygamberine ihtiyacım yoktur! tavrına tâğutluk, ya da
Firavunluk denir. Hayat programını Allah’a danışmadan, peygamberine sormadan
yaşamak. Allah’ın kitabına ve peygamberin Sünnetine karşı ilgisiz, ey-vallahsız
yaşamak. İşte Firavun böyle bir tâğuttu.
Firavun’a git ey Mûsâ, çünkü o
tâğutlaşmıştır. Kur’an-ı Kerîm-de en çok ismi geçen peygamber Hz. Mûsâ’dır.
Toplum da, onun top-lumu olan İsrailoğullarıdır. Şu anda içinde bulunduğumuz
topluma çok benzediği için bu konuyu çok iyi tanımak zorundayız.
Rabbimiz peygamberini Firavun ve
toplumuna gönderiyor. Peki Hz. Mûsâ ne yaptı bu emir karşısında? Allah’ın
peygamberi itiraz edecek değildi tabii bu emir karşısında. “Ya Rabbi iyi ama pek
erken oldu! Şu anda hazırlıksızım! Vaktim yok! İmkânlarım el vermiyor! Şöyle
biraz bir derlenip toparlansam! Bir hazırlık filan yapsam!” diyecek değildi
bizim gibi. Veya “ya Rabbi! Bu nasıl iş böyle? Benim gibi şerefli birini onun
gibi şerefsiz birinin ayağına mı gönderiyorsun? O kaç paralık adam ki böyle bir
şerefsizin ayağına beni gönderiyorsun? O benim ayağıma gelmeli değil mi?” filan
diyecek değildi bizim gibi elbette. Zira bunu ona emreden Rabbi Azîz ve Rahîm
olandı. Karşı ge-linmez, itiraz edilmez bir Rabb idi O.
Veya şimdi bizim dediğimiz gibi “tamam!
Gidelim! Anladık da ama Ya Rabbi o bir haindir! O bir sarhoştur! Dinsizin,
imansızın tekidir o! Kesin biliyorum ki dinlemez beni! Beni dinlemeyeceği kesin
olan bir hainin ayağına neden gideyim?” demiyor. Allah git diyorsa gidecekti.
Başka çaresi yoktu.
Firavun’a gitmek, Firavun gibilere
gitmek... Firavun gerçekten güçlüydü. Yani o günün toplumuna göre çok güçlü idi.
Ayağının birini Karun’a, diğerini de Belâm’ın omuzuna basmış, böylece gücünü
pekiştirmiş biriydi. Düzenli orduları vardı. Allah’ı inkâr ettiği gibi bunun da
ötesinde kendi Rabliğini, kendi tanrılığını iddia edip insanları ken-disine
kulluğa zorlayarak onlara zulmeden bir tâğuttu. Halkını gruplara ayırarak onları
köleleştirmiş bir zalim tâğuttu.
Bu tâğutluk tavırlarıyla Firavun
kavmini, toplumunu, çevresindekileri küçümsemiş ve onların düşüncelerine,
inanışlarına ve değer yargılarına ipotekler koymuştu. Siz de böyle
inanacaksınız! Siz de böyle benim gibi düşüneceksiniz! diyerek onları kendisi
gibi düşünmeye, kendisi gibi inanmaya zorlayarak, kendi anlayışını zorla onlara
empoze ederek onları küçümsemişti. Sizler beni dinlemek zorundasınız! Benim
dediklerimin dışına çıkmamak zorundasınız! Sizin nasıl düşüneceğinizi, nasıl
inanacağınızı ben bilirim! Nasıl giyineceğinizi ben belirlerim! Nasıl
yaşayacağınızı ben bilirim! Siz bilmezsiniz! Siz anlamazsınız! diyerek kavmini
küçümsedi. Onları aptal yerine koydu.
Şimdi de öyle değil mi? Sizler
anlamazsınız! Sizler bilmezsiniz! Sizler bizi dinlemek zorundasınız! Eğer okulu
bitirmek istiyorsanız, eğer diploma almak istiyorsanız, eğer dükkan açmak
istiyorsanız, e-ğer bakan olmak, dekan olmak istiyorsanız, müdür olmak, doçent
ol-mak istiyorsanız, sanayici olmak istiyorsanız benim dediğimi yapacak ve benim
sözümden çıkmayacaksınız. Şöyle şöyle davranmadan, şunları şunları yapmadan
bunları yapamazsınız diyerek şu anda bu Müslümanlarla alay eden, tüm
vatandaşlarla alay eden onların her tür özgürlüklerine ipotekler koyanlar da
aynı şeyi yapmıyorlar mı? İşte günümüz tâğutlarının belki seleflerinin, akıl
hocalarının, hem de belki tarihte en güçlülerinin, en zalimlerinin ayağına
gönderiyordu Rabbimiz şerefli elçisini.
Tamam Firavun güçlüydü, azgındı, önüne
geleni ezecek bir saltanata ve orduya sahipti ama ona giden de peygamberdi. O da
gerçek güç kaynağından güç alan bir güçlüydü. Şunu demek isti-yoruz: Biz de
gideceğiz Firavunlara. Biz de gideceğiz çağdaş Firavunlara. Ama bizim
zamanımızda ne Firavun gibi güçlüler var, ne de biz Mûsâ’yız. Öyleyse biz de,
bize denk Firavunlara gideceğiz, gitmek zo-rundayız. “Şerefsizin teki ya bu
adam! O dinsizin ayağına mı gideceğiz?” demeyelim! Şu anda bizim gitmek zorunda
olduklarımızdan çok daha şerefsiz birine, bizden çok daha şerefli birini
göndermişse Allah, öyleyse biz de gideceğiz, başka çaremiz yoktur.
Gideceğiz ve diyeceğiz ki, “ben
Allah’ın elçisiyim! Ben sana bunları Allah’ın elçisi, Allah’ın sözcüsü olarak
söylüyorum. Âlemlerin Rabbi olan, âlemlere hakim olan Allah beni sana gönderdi.”
Dediğimizi Allah sözüyle destekleyerek konuşalım. “Bunlar benden değil, bu benim
planım programım değil, bu benim tüzüğüm, benim programım değil, bunlar benim
fikrim değil, bunlar Allah’tandır” diyerek gidelim. Yani Allah’ın âyetleriyle
gidelim. Allah’ın kitabıyla gidelim. Allah’ın sözcüsü olarak gidelim ve
isteyelim ki İsrailoğullarını bize bıraksın Firavunlar. Yani Allah’ın kulları
Allah’tan başkalarına kul-köle durumu-na düşürülmüşlerse, onları özgürlüğe
çağıralım. Köleleştirilmiş insanları özgürlüğe, Allah’a kulluğa çağırırken,
köleleştirenleri de hakka, hakikate çağıralım.
Çünkü biz biliyoruz ki Hz. Mûsâ’ya
karşı gelen sadece Firavun ve Firavun oğulları değildi. Hatta Firavun
oğullarından daha çok peygamberi uğraştıranlar İsrailoğullarıydı. Firavun
sisteminin köleleştirdiği Müslümanlardı. Halbuki Hz. Mûsâ onları kurtarmak için
gelmişti. “Yahu siz köle değilsiniz! Siz parya değilsiniz! Siz Firavunların
değil Allah’ın kullarısınız! Sizin alın terlerinizi Firavun oğulları istismar
ediyor! Eğitmek üzere evlerinizden kopardığı çocuklarınızı öldürüyor!
Ka-dınlarınızın Rahîmlerini yoklatıp onları hayasızlaştırıyor bu Firavun! Gelin
beni dinleyin! Sizi bu çirkef hayattan kurtarmak üzere Allah beni size
gönderdi!” diyen peygambere karşı: “Var git başımızdan ey Mûsâ! Biz hayatımızdan
memnunuz! Bizler köle olarak yaratılmışız! Bizler Allah’ın ayaklarından, Firavun
oğulları da Allah’ın gövdesinden ya-ratılmışlardır. Ayak elbette gövdeyi
üzerinde taşımak zorundadır. Köleler elbette efendilerini omuzlarında taşımak
zorundadırlar!” diyerek kendilerini kurtarmak için çırpınan peygamberi çok
uğraştırdılar, çok yordular. Şimdi de kendilerini uyarmaya çalışan Müslümanları
kâfirlerden çok Müslümanlığının farkında olmayan köle ruhlu Müslümanların
uğraştırdığını görüyoruz.
Dün Firavunoğulları İsrailoğullarına
zulmediyordu. Bugün İsrail oğulları Firavunoğullarının yerini almış
İsmailoğullarına zulmediyor. Müslümanlara zulmediyorlar. Sanki bu günkü
İsmailoğulları, yani yeryüzündeki Müslümanlar dünkü kendilerine zulmeden Firavun
oğullarının torunuymuş da dedelerinin intikamını alıyorlarmış gibi.
Müslümanlardan intikam alıyorlar Yahudiler. Halbuki dün kendilerine zulme-den
Firavunoğullarının torunu bugünkü batıdır. Yahudiler eğer bugün birilerinden
intikam alacaklarsa Hıristiyan batıdan intikam almalılar. Çünkü günün
Firavunoğullarının torunları bâtılılardır. Hal böyleyken gariptir ki
Müslümanlardan intikam almaya çalışıyorlar. Kâfir mantığı böyledir işte. Devamlı
ters çalışır.
Hz. Mûsâ (a.s) Allah’tan emir alır
almaz hemen Firavuna gitti ve bakın şöyle diyordu
Firavun’a:
“Ey Firavun! İster misin gel
temizleyeyim seni!! Tezkiye edeyim seni!! İster misin temizlenmeye giden yolu,
Rabbe giden, kulluğa giden yolu göstereyim mi sana!”
Şu anda Hz. Mûsâ Firavun’un karşısında
ve direk konuya giriyor Allah’ın peygamberi. Yani böyle lafı dolandırmıyor. “Bak
ey Firavun! Biraz düşünsen! Bak hanımın var, Hâmân’ın var, Karun’un var,
Belâm’ın var. Bak ağaçlar, bağlar, bahçeler. Bak Nil nehri, Fırat nehri. Gel
şöyle bir köprü yapalım! Bir baraj kuralım! Sanayileşelim! Ülkenin her bir
yerinde fabrika bacaları yükselsin! dedikten sonra gel iman et! Ey Firavun” diye
dolambaçlı yollardan gitmiyor da direk imandan, te-zekkiden, tezkiyeden
başlıyor.
“Var mısın gel seni tezkiye edelim! Gel
seni küfürden, şirkten, tâğutluk’tan kurtaralım! Firavunluğunu, Firavunlaşmanı
bitirelim senin! Gel senin Firavunluğuna bir son verelim!”
Tezkiye, Firavunluğa son verip Allah’a
kulluğu gerçekleştirmenin adıdır. Hayat programını Allah’a danışmadan, hayatı
Allah’a sormadan yaşamaktan vazgeçip, vahiyle diyalog kurmanın adıdır tezkiye.
Kitap ve sünnet rehberliğinde bir hayat yaşamaya yönelmektir
tez-kiye.
Ey Firavun istersen temizleyeyim seni!
Temizlenelim gel! Seni tezkiyeye, temizlenip arınmaya götüreyim mi? Sana tezkiye
yolunu göstereyim mi? İstersen gel senin yolunu Rabbine çıkarayım! Sana Rabbe,
temizlenmeye giden yolu göstereyim! demişti. İşte tezekkî bu-dur. İşte tezkiye,
arınma budur. Rabbe giden yola girmek, Rabbe kul-luk yoluna girmek, Rabbin
koruması altına girmek ve Rabbin istediği hayata talip olmak. İşte tezkiye
budur.
Değilse işte nefis tezkiyesi için bir
kenara çekileceksin, eline tesbihi alacaksın, şunları şunları yapacaksın vs, vs.
Hayır, tezkiye bu değildir. Allah’ın dediklerini yapacaktır kişi, ancak o zaman
tezkiye olur. Allah’ın dediği gibi vahiyle tanışacak, tanıştıkça hem
niyetlerini, hem düşüncelerini, hem bakışlarını hem de amellerini bu tanıştığı
vahiy doğrultusunda temizleyecektir. İşte o zaman tüm hayatı vahiyle yıkanmış ve
temizlenmiş olacaktır.
Seni Rabbine ileteyim. Seni Rabbini
bilmeye ileteyim. Sana Rabbini tanıtayım da ondan korkasın, haşyet duyasın.
Rabbi bildiren peygamberdir. Rabbi tanıtan peygamberdir. Rabb, Rabbin kitabı ve
peygamberiyle bilinir. Ve unutmayalım ki Rabbi bilmeyen O’na karşı saygı
duymasını da bilemez. Rabbi tanımayan, O’na O’nun istediği kulluğu da yapamaz.
Rabbi tanımayan bir insanın arınması, temizlenmesi de mümkün değildir. Yani
Kitap ve sünnet bilgisinden mahrum olan birisinin arınması, temizlenmesi,
tezkiyesi mümkün değildir. O halde tezkiye, Rabbi bilmeye bağlıdır. Rabbi
bilmenin yolu da Kitap ve sünnetten geçer. O halde tezkiye Kitap ve sünneti
tanımak demektir. Kitap ve sünneti tanımayan birinin nefsini tezkiye iddiası da
boştur. Kim ki Kitap ve peygamberin ortaya koyduğu tezkiye yolunun dışında bir
tezkiye öneriyor, kesinlikle bilelim ki, o, onun hevâ ve hevesinden başka bir
şey değildir.
Hz. Mûsâ Firavun’u Rabbi bilmeye ve
böylece arınmaya, temizlenmeye çağırdı. Sonra da işte bunu gerçekleştirmek üzere
ona Allah’ın âyetlerini gösterdi:
20. “Bunun üzerine ona en büyük mucizeyi
gösterdi.”
Ona büyük büyük mucizeler, büyük büyük
âyetler gösterdi Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ. Yani ona Allah’ın yüce âyetlerini
gösterdi.
Öyleyse bizler de gittiğimiz
insanlara Allah’ın âyetlerini götüreceğiz, onlara Allah’ın ayetlerini
göstereceğiz, Allah’ın âyetlerini okuyacağız. Yani biz de gideceğiz Firavunlara,
biz de gideceğiz çağdaş Firavunlara, Firavun gibilere, ama Allah’ın âyetleriyle
gideceğiz. Biz kimiz ki kibirleniyoruz! Kendimizi bir şey mi zannediyoruz ki
gitmiyo-ruz? Biz de gideceğiz. Gittiklerimize âyetlerle gideceğiz. Elimizde
Kur’an’la gideceğiz. Ve onlara gel Rabbine! diyeceğiz. Allah’ın kitabına gel!
Rabbinin dinine gel! Rabbine kulluğa gel! diyeceğiz. Bize gel! Bizim yolumuza,
bizim metodumuza, bizim hizbimize, bizim cemaatimize değil, gel Rabbine!
diyeceğiz. Gel İslâm’a! diyeceğiz.
Zira bizimki temel değildir.
Bizimki asıl değildir. Asıl olan, temel
olan, mutlak doğru olan Allah’ınkidir. Zira Allah bizim metodumuzun dışında da
farklı yollar tarif ediyor. Öyleyse kesinlikle insanlara kendi fikirlerimizle,
kendi düşüncelerimizle, kendi projelerimizle, kendi tüzüklerimizle, kendi
programlarımızla gitmeyeceğiz. İnsanları kendimize, cemaatimize, partimize,
grubumuza, kliğimize çağırmayacağız. Allah’ın âyetlerini göstereceğiz. Beş
âyetlik bir mûcize, üç âyetlik bir mûcize göstereceğiz onlara. İşte Allah budur
diyeceğiz. İşte bunlar Allah âyetleridir diyeceğiz. İşte Allah bundan yanadır,
işte Allah böyle bir hayattan yanadır, işte Allah böyle bir kulluktan, böyle bir
tezkiyeden yanadır diyeceğiz.
Keşke Müslümanlar bunu bir
anlayabilseler. Keşke din tebliğ ediyoruz, insanlara din duyuruyoruz diyenler
gittikleri kimselere âyetlerle gitmeyi bir becerebilseler, kesin inanıyorum ki
işleri kolaylaşacak, kolay olacak. Allah yardım edecek, Allah desteğini bizimle
beraber kılacak, karşımızdakine tesir halk edecek. Allah için buna çok dik-kat
edelim. Gidilen yer neresi olursa olsun, kim olursa olsun âyetlerle gidilecek.
Makamla değil, parayla değil, mevki ile değil, saltanatla, statüyle, güzel
konuşma hastalığıyla değil, örnekleme, renklendirmeyle değil, âyetlerle
gideceğiz. Gidilen Firavun da olsa şunu kesinlikle bileceğiz ki Allah da orada
bizi dinlemektedir.
Yani oraya hakimdir Allah. Konuya
hakimdir Allah. Allah, sadece elçi gönderen bir kral konumunda değildir. Kral
elçiyi gönderir ve biter işi. Elçiyi gönderdiği ortama müdahale imkânı yoktur.
Gönderdiği elçide ne kadar güç, ne kadar kabiliyet varsa, ne kadar güzel konuşup
ikna etme kabiliyeti varsa her şey o elçide düğümlenir. Söz sahibi odur. Kralın
çok uzaktan o ortama müdahale etme imkânı, elçisine yardımcı olma imkânı
yoktur.
Ama Allah öyle değildir. Eğer biz
Allah adına, Allah elçisi olarak, Allah dinini, Allah âyetlerini Allah
kullarından birine duyurmaya gidersek bilelim ki gittiğimiz yerde Allah bizimle
beraberdir. Orada ko-nuşturacak olan, aklımıza getirecek olan, içimize inşirah
verecek olan, karşımızdakinin kafasını dağıttıracak olan, gönlünü açacak olan,
tesir halk edecek olan yine Allah’tır. Allah için konuştuğumuz zaman, Allah’ın
âyetleriyle bir yerlere gittiğimiz zaman bunu çok hoş görüyoruz. Hiç aklımıza
gelmeyen yolları, yüzyıl düşünsek hiç aklımıza gelmeyen örnekleri, hiç
bilmediğimiz şekilleri bulduruyor Allah. Düzgünce meramımızı ortaya koyma imkânı
lütfediyor. Yani hiç aklımıza gel-meyen delilleri aklımıza getiriveriyor o anda.
Allah için gidersek, Allah’ın âyetleriyle gidersek olacaktır
bu.
21-24. “Ama Firavun yalanladı ve
başkaldırdı. Geri dönüp yürüdü. Adamlarını toplayıp seslendi: “Sizin en yüce
Rabbiniz benim!” dedi.”
Mûsâ (a.s) ona Allah’ın âyetlerini
gösterdi de Firavun yalanladı, karşı geldi. Sonra sırtını, ensesini, arkasını
döndü, peygamberle ve peygamberin getirdiği mesajla ilgilenmedi. Sırtını döndü
ve sa’ye başladı. Hz. Mûsâ’nın getirdiklerini iptal edebilmek, durdurabilmek,
yok edebilmek için var gücüyle, yoğun bir çalışma içine girdi.
Sonra tüm avenesini, tüm adamlarını,
danışmanlarını, müdürlerini, genel müdürlerini, basın mensuplarını topladı ve
onlara şöyle bağırdı: “Sizin en yüce Rabbiniz benim!”
Firavun, “ben sizin Rabbinizim!”
derken, Rablik iddiasında bulunurken Allahlık iddiasında bulunmuyordu. “Ben
Allah’ım!” de-miyordu. “Allah’a inanmıyorum!” demiyordu. “Kâinatın yaratıcısı
benim! Sizleri yaratan benim!” demiyordu. Yani âlemlerin Rabbi olduğunu iddia
etmiyordu. Allahlık iddiasında değil Rablik iddiasındaydı. “Sizin Rabbiniz
benim” diyordu. Göklerin ve yerlerin Rabbiyim da de-miyordu. “Sizin Rabbiniz
benim!” diyordu.
Yani bu beldede, bu ülkede söz
sahibi benim! Hâkimiyet hakkı benimdir! Kanun koyma hakkı bana aittir! Emir ve
yasak koyma yetkisi bendedir! demek istiyordu. Sizin hayat programınızı, yaşam
biçiminizi, kılık-kıyafetinizi, hukukunuzu, eğitiminizi ben belirlerim diyordu.
Ne yapacağınıza, nasıl yaşayacağınıza, nasıl giyineceğinize, neleri
o-kuyacağınıza, nasıl bir ekonomik ve siyasal yapılanmadan yana olacağınıza ben
karar veririm, diyordu.
Çünkü Rabb, kişinin hayat programını
belirleyen varlık demektir. Bir insanın hayat programını belirleyen kimse, onun
Rabbi de odur. İnsan kimin arzularını gerçekleştiriyorsa, kimin dediği gibi
yaşamaya çalışıyorsa onun Rabbi odur. Rabb, insanın yaptıklarını yaptıran,
yapmadıklarını da yaptırmayan güçtür. Rabb, kişinin hayatında etkili ve yetkili
olan varlıktır. Şöyle giyiniyor veya böyle giyinmemeye çalışıyoruz. Kim dedi
bunu? Kimi razı etmek için böyle yapıyoruz? Ya-ni öyle, ya da böyle giyinirken
bunun yaptırıcısı kimse o konuda Rab-bimiz odur. Moda mı? Toplum mu? Çevre mi?
Âdetler mi? Töreler mi? Müdür mü? Amir mi? Yönetmelikler mi? Yasalar mı?
Firavunlar mı? Zerdüştler mi? Tâğutlar mı? Yoksa Allah mı? Kim dedi böyle
giyi-nin diye? Kimdir bize bunu yaptıran? Kimse işte, kişinin Rabbi
odur.
Birine küsüyoruz yaptırıcısı kim? Allah
mı? Yoksa para mı? Menfaat mı? Birini seviyoruz. Kim dedi diye? Birileriyle
beraber olmaya çalışıyoruz. Kimi memnun etmek için? Filan mektepte okuyoruz. Kim
dedi bunu? Evimizi şöyle şöyle tefriş ediyoruz. Kim dedi diye? Şu şu meslekleri
seçiyoruz kim dedi? Evet yaptıklarımızın yaptırıcısı kimse bizim Rabbimiz odur.
Öyleyse Allah için bir düşünün: Geçen ay neler yaptınız ve kim yaptırdı
bunları size? Veya dün neler yaptınız? Bugün neler yaptınız ve kim yaptırdı?
Hayatımıza kim karışıyor? Hayatımızda etkili olan kim? Allah mı, yoksa Zerdüşt
mü? Bunu iyi düşünmek zorundayız.
Yaşadığımız şu dünya hayatında neleri
yapacağımızı, neleri yapmayacağımızı, bu hayatımızı nasıl yaşayacağımızı
belirleyen Allah mı, yoksa başkaları mı? Bizim günlük hayat programımızı tespit
eden kim? Kimin çektiği yere gidiyoruz? Gece hayatımızın, gündüz hayatımızın,
aile hayatımızın nasıl olacağını, sabah kaçta kalkacağımızı, soframızda nelerin
bulunacağını, nelerin asla bulunmayacağını, neleri yiyip, neleri yemeyeceğimizi,
nerelerden kazanıp, nerelerde harcayacağımızı, çocuklarımızı nasıl
eğiteceğimizi, hanımlarımızla nasıl bir münasebet kuracağımızı, onları nasıl
giydireceğimizi, kılık-kıyafetimi-zin, hukukumuzun nasıl olacağını, nasıl bir
siyasal yapılanmadan yana olacağımızı belirleyen kim? Kimse işte, bizim Rabbimiz
odur. Eğer hayatımızın bütün bu alanlarında hakim varlık, söz sahibi varlık
Allah’sa, tüm bu konularda biz Allah’ı dinliyor, onun yasalarını uygulu-yorsak
bizim Rabbimiz Allah’tır, yok başkalarıysa, bizim Rabbimiz
on-lardır.
Firavun, Rablik iddiasında bulundu.
Sizin en büyük Rabbiniz benim dedi de:
25-26. “Allah bunun üzerine onu dünya
ve âhiret azabıyla yakalayıp ağzının payını veriverdi. Doğrusu bunda Allah’tan
korkan kimseye ders vardır.”
Allah da onu muaheze ediverdi, ağzının
payını veriverdi. Hem sonrakilere ve öncekilere ibret olacak biçimde dünya ve
âhiret azabıyla yakalayıverdi. Denizle, suyla yakalayıverdi Rabbimiz onu. Allah
ya-kaladı mı tam yakalar. Allah’ın düşmanlarını neyle yakalayacağı, nasıl
yakalayacağı hiç belli olmaz. Bakın suda boğuverdi Allah Firavun’u. Aslında su
da Rabbimizin rahmetlerinden birisidir. Rahmet olan su, kendisine Allah’ın
yüklediği yasa değişince böyle azap oluveriyor. Ha-yat için yaratılan su, bir
anda helâk sebebi oluveriyor. Allah onların tü-münü suda boğdu da Allah’tan
korkmak isteyenlere bir ibret nişanesi kılıverdi Rabbimiz. Zuhruf’ta da şöyle
buyrulur:
“Onları, sonradan gelecek inkârcılara
ibret alınacak bir geçmiş kıldık.”
(Zuhruf 50)
Rabbimiz, “onları sonradan
gelecekler için bir selef ve mesel kıldık, ibret yaptık” buyuruyor. Yani onları
sonradan gelenlerin piri, üs-tadı, muallimi kıldık, diyor Rabbimiz. Kâfirlerin
de selefleri yani üstat-ları vardır, bizim de seleflerimiz ve muallimlerimiz
vardır. Bizim seleflerimiz Mûsâ (a.s), İbrahim (a.s) ve Adem (a.s)’dan bu yana
Allah sa-fında yer almış imamlarımız ve önderlerimizdir. Kâfirlerin selefleri ve
örnekleri de Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar ve tarihte tüm Allah dâvâsının,
Allah elçilerinin önünü kesmek için çırpınırlarken kimisi su-da boğularak kimisi
yerin dibine batırılarak Allah tarafından kendilerinden intikam alınmış
kimselerdir. Bakın Firavun boğulup giderken tüm haleflerine şu mesajı veriyordu:
“İnandım ki İsrailoğullarının iman
ettiği Allah’tan başka İlâh yokmuş. Ben de
Müslümanlardanım!”
(Yunus: 90)
Gerçekten bugün bu sözü tüm dünya
müstekbirlerine duyurmamız gerekmektedir. Tüm dünya Firavunlarına duyurmalıyız
bu sözü. “Ey zalimler! Ey çağdaş Firavunlar! Ey müstekbirler! Ey kendilerinde
güç, kuvvet olduğunu zanneden zalimler! Firavun’un söylediği bu sözü sizler ne
zaman söyleyeceksiniz? Size hiçbir şey hatırlat-mıyor mu bu söz? Size bir şey
demiyor mu Firavun’un ölürken söyledikleri? Ölürken mi söyleyeceksiniz bunu? Ama
Firavun’a fayda vermediği gibi, o zaman söyleyeceğiniz bu sözün size de hiç bir
faydası olmayacaktır.”
Diyor ki bakın Firavun: “Ben inandım ki
İsrailoğullarının inandığı İlâhtan başka İlâh yoktur.” Ama bunu ölürken
söylüyordu hain. Halbuki şimdi inandım dediği İlâhın gönderdiği Mûsâ’yı dün
öldürmeye çalışıyordu. Yıllarca o İlâhın dinini reddetmiş, o İlâhın gönderdiği
peygamberi reddetmiş, o İlâha inanan İsrailoğullarına kan kusturmuş, kendinin
ülkesinin yegâne Rabbi ve İlâhı olduğunu ilân etmişti. İşte kıyamete kadar
gelecek nesiller içinde kendisine özenen, kendi yoluna imrenen, yeryüzünde
Rabliğini iddia ederek Allah’a ve Allah’ın dinine savaş açan tüm Firavun
taslaklarına bu sözleriyle şu mesajı veriyordu:
“Gelin ey beni taklit edenler,
benim düştüğüm yanlışa düşmeyin! Ey benim yolumdan gidenler! Ey benim gibi
Allah’la ve elçisiyle savaşa tutuşanlar! Ey Rablerinin elçileri vasıtasıyla
kendilerine gönderdiği mesajla, hayat programıyla ilgilenmeyerek kendi
hayatlarına kendileri program yapmaya çalışanlar! Bana bakın da ibret alın. Ben
imanı son dönemime tehir etmiştim. Ama gördünüz ki o iman benden kabul edilmedi.
Bir işe yaramadı. Siz bunu önceden anlayın da benim durumuma düşmeyin. Şimdiden
hatalarınızdan dönüp Müslümanlığınızı ilân edin.”
Gerçekten bunda içi titreyerek korkacak
kimseler için elbette bir ibret, bir ders vardır, buyurduktan sonra Allah
yaratışa dikkat çekerek şöyle buyuruyor:
27-33. “Ey kâfirler! Sizi
yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina edip
yükselt-miş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü
aydınlatmıştır. Ardından yeri
düzenlemiştir. Suyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir. Dağları
yerleştirmiştir. Bunları sizin ve hayvanlarınızın geçinmesi için
yapmıştır.”
Rabbimiz soruyor: “Söyleyin bakalım!
Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz? Yoksa gök mü? Halbuki onu Allah bina
etti. Allah yarattı o gökyüzünü. Hiç düşünmüyor musunuz? Akıllarınızı
kullanmıyor musunuz? Tüm yıldızları, saman yolunu, güneş sistemini, bu muazzam
kâinatı yaratmaya gücü yeten Allah’ın sizi yeniden yaratmaya gücü yetmez mi?”
Aslında Allah’ın azameti yanında daha
büyük ve daha küçük diye bir şey olmaz. Allah’a daha kolay, daha zor diye bir
şey söz konusu değildir. Allah için zor diye bir şey düşünülemez. O “ol!” der,
her şey oluverir. Aslında bu âyet insanı düşünmeye dâvet ediyor. Şu kendini bir
şey zannedip Rabbine karşı, Rabbinin âyetlerine karşı mücadeleye girişen insanı
derin derin düşünmeye sevk ediyor.
Ey insan! Bir düşün hele! Sen
nerde, şu büyük kâinat nerede? Şu koskoca kâinatı yaratmak nerde? Seni yaratmak
nerede? diyerek kibirlilerin kibrini kırmayı hedefleyen bir âyet-i kerîme.
İnsanın bu yaratıklara karşı bile kibirlenme gücü yokken nerde kaldı tüm bu
yaratıkların yaratıcısına karşı kibirlensin? Tüm bu varlıkları yaratan, gökleri
ve yeri yaratan Allah, sizi ilk defa yaratan Allah, sizi ikinci defa yarata-maz
mı? Bütün bunlara güç yetiren, sizi ikinci defa yaratmaya güç ye-tiremez mi?
Semâyı yarattı da sonra ona bir
yükseklik takdir etti ve düzenledi Allah. Sonra gecesini örttü ve duhasını,
kuşluğunu, gündüzünü de açığa çıkardı. Sonra da arzı yuvarladı, elips yaptı,
uhdiye, yumurta gibi yaptı onu ki, mevsimler oluşsun. Sonra ondan da suyunu ve
otlağını çıkardı Rabbiniz. Sonra dağları da denge unsuru olarak sapasağlam yere
çaktı ve yeryüzünü onlarla tespit etti. Sizleri düşmekten, ala-bora olmaktan
kurtardı. Bütün bunları, sizin de, hayvanlarınızın da geçimi, geçimliği için
yaptı Rabbiniz. Hiç düşünüp bunlar üzerinde ka-fa yormuyor musunuz? buyurduktan
sonra da tekrar kıyamet sahnesine dikkat çekecek Rabbimiz. Bakın buyurur ki:
34-36. “Güç yetirilemeyen en büyük
baskın geldiği zaman, o gün, insan ne uğurda çalıştığını anlar. Cehennem her
bakanın göreceği şekilde gösterilir.”
Her şeyi bastıran o büyük ses, o büyük
felaket geldiği zaman. Kulakları sağır eden, gözleri önüne düşüren, boyunları
büken, güneşin defterini düren, yıldızları yerinden söken, dağları yürütüp,
denizleri kaynatan, arzı çalkalayıp semayı şak şak eden o Tammetü’l Kübra geldi
mi. İşte o zaman:
O gün insan neye sa’y ettiğini? Ne
adına ve nerede say ettiğini anlayacaktır. Nereye yönelmiş? Nereye gidiyormuş?
Kıblesi neymiş? Neyi bulma adına koşturuyormuş? Neyin peşindeymiş? Sa’yi,
koşturması, planı, programı kendisini nereye götürüyormuş? Sa’yi kendisine
nereyi kazandırmış? Neresini kaybettirmiş bunu anlayacak o
gün.
Ve o gün görenler için, bakanlar için
de cehennem yaklaştırılmış, yakınlaştırılmış ve sergilenmiştir. Cehennem bütün
çıplaklığıyla ortaya çıkarılmıştır. İşte bundan sonra:
37-39. “İşte, azıp da dünya hayatını
tercih edenin varacağı yer şüphesiz cehennemdir.”
40-41.“Ama kim Rabbinin azametinden
korkup da kendini kötülükten alıkoymuşsa varacağı yer şüphesiz
cennettir.”
Buyurularak iki insan tipi ortaya
konuyor: Birincisi tâğutluk e-dip, azgınlaşıp, Allah karşısında güç ve bilgi
iddiasında bulunup, dünyayı, dünya hayatını tercih eden bir insan tipi. İkincisi
de Rabbinin makamından korkup, nefsini hevâsından arındıran insan
tipi.
Evet:
“Evimi ben de düzenleyebilirim! Ev
tefrişinin nasıl olması gerektiğini ben de bilirim! Hanımımı nasıl giydireceğimi
ben de bilirim! Çocuklarımı nasıl eğiteceğimi ben de bilirim! Nereden kazanıp
nerelerde harcayacağımı, nasıl düğün yapacağımı, misa firlerime neleri ik-ram
edeceğimi, nerede okuyacağımı, neleri okumam gerektiğini, nerede görev alacağımı
ben de bilirim! Allah’ın tüm bu konularda bilgisi varsa, benim de bilgim var!
Benim de aklım, benim de keyfim var! Ey Allah’ım! Her ne kadar da zahmet edip
bir kitap göndererek bütün ha-yatım konusunda bana bir program belirlemişsen de
ben bu aklımla, bu bilgimle seninkine muhtaç olmadan, senin kitabına hiç de
müracaat etmeden ben de hayatımı düzenleyebilirim!” diyerek kim tâğutluk ederse,
haddi aşarsa, hayatını Allah’a sormadan yaşarsa, Kitabı yok farz ederek,
peygamberi gelmemiş sayarak bir hayat yaşamaya kalkarsa,
Ve de dünya hayatını tercih ederse.
Yani dünyayı kıble bilerek, dünyayı hedef bilerek tüm planını ve programını
dünyaya göre, dünya adına ve dünyada bitecek şekilde yaparsa. Ölüm ve ölüm ötesi
hayat için bir derdi, bir yatırımı yoksa:
Onların varacakları yer, me’vâları,
barınakları cehennemdir. Soluğu cehennemde alacaklardır onlar.
Ama:
Ama kim de Rabbinin makamından
korkarsa. Kim de Allah karşısında kötü bir konuma düşmekten korkarsa. Yani
toplum karşısında değil, baba ana karşısın da değil, âdetler, konu komşu,
amir-müdür, moda, yönetmelikler karşısında kötü bir konuma düşmekten değil,
Allah karşısında kötü bir konuma düşmekten korkarsa, yani el âlem ne der acaba?
İnsanlar benim hakkımda ne düşünürler acaba? Müdürüm, amirim ne der acaba? değil
de Rabbim ne der acaba? diye korkarsa, Rabbi karşısında kötü bir duruma
düşmekten, Allah’ın hoşnutluğunu, Allah’ın rızasını kaybetmekten, Allah’ı
üzmekten ve darıltmaktan tir tir titrerse, yaptığı her işinde, her eyleminde
sadece Allah’ı düşünür ve O’nu hesap ederse. Ve bir de:
Nefsini hevâdan korursa, havadan,
havalanmaktan kendini korursa. Hevâ nedir? Hevâ boş şey demektir. Yani yarın
kişinin mîzanına konunca onu cennete götürmeyecek olan her şey hevâdır. İsterse
cehenneme götürmesin, o boş şeydir. Kişi kendisini boş şeylerden korusa,
Hayatını vahiy kaynaklı, Beyyine kaynaklı yaşarsa:
İşte onun da varacağı yer, gideceği yer
de cennettir.
Hevâsını terk eden, hevâ ve hevesiyle
hareket etmekten kurtulup vahiyle, Beyyine ile hayatını düzenleyen kişinin
gideceği yer cennetmiş. Rabbimiz öyle diyor. Öyleyse bizler kesinlikle
hevâları-mızı, heveslerimizi terk edip, onlarla hareket etmekten vazgeçip
cenneti kazanmak zorundayız. Ama unutmayalım ki bunun yolu da Bey-yine ile
tanışmaktan geçmektedir. Peki Beyyine nedir?
Beyine, Allah’tan gelendir. Beyine,
Allah’ın kullarının hayatına karışmak üzere gönderdiği hayat programıdır.
Vahiydir, kitaptır, Allah bilgisidir. Kitaba sahip olan, kitapla hareket eden
Allah’ın Resûlüdür. Elinde Kitapla insanları hakka çağıran peygamberdir. Beyyine
ile, Kitap ve sünnetle hareket eden bir Müslüman, Kitap ve sünneti tüm hayatında
tüm hareketlerinde istinat kabul eden bir mü’min, Beyyine üzere demektir.
Beyyine’den habersiz, Kitap ve sünnetten uzak, delilsizce kendi hevâ ve
heveslerine uyanlar da kâfirlerdir. İşte mü’minle kâfiri birbirinden ayıran
belirgin nokta budur. Mü’min her adım atışında beyyine ile hareket ederken,
kâfir ise kendi aklını, kendi heveslerini ve keyfini ölçü
almaktadır.
Eğer bizler de bugün hevâ ve
heveslerimizi bırakıp Beyyineyle hareket edeceksek o zaman biz de vahyi bilmek
zorundayız. Ben ki-taba dayanıyorum, benim istinatgahım, benim hareket noktam
vahiydir diyeceksek, vahyi tanımak zorundayız. Kur’an ve sünneti tanımamız
lâzım. Aksi takdirde bugün pek çoğunun biz kitaba dayanıyoruz iddiasında bulunup
da kitaptan habersiz bir hayat yaşadıkları gibi yapmaya kalkışırsak Allah
korusun sonumuz cehennemdir.
Şunu da asla unutmayalım ki,
Beyyine’nin olmadığı yerde he-vâ ve hevesler geçerlidir. İnsanlar eğer amel
edecek kadar, hayatlarını düzenleyecek kadar Beyyine ile tanışmamışlarsa
hayatlarını mutlaka başka şeylerle doldurmak zorunda kalacaklardır. Öyleyse
Allah’ınızın aşkına Beyyine ile tanışmaya çalışalım. Yaptığımız her işte,
verdiğimiz her kararda, attığımız her adımda Beyyine’ye dayanmaya, Beyyine’ye
sarılmaya çalışalım. İşte o zaman biz Allah’ın bu âyetinde anlattığı cennetlik
Müslümanlardan olma imkânı elde etmiş olacağız inşallah.
Değilse Allah korusun Kitap ve sünneti
tanımadan, beyyineyle tanışmadan bir hayat yaşayacak olursak o zaman ya kendi
hevâ ve heveslerimizi putlaştıracak ya da günümüz müşriklerinin yaptığı gibi bir
kısım Allah düşmanı tâğutların hevâ ve heveslerine uymak zorunda kalacağız. Eğer
bu tür zavallıların hevâ ve heveslerine tabi olursak o zaman kesinlikle bilelim
ki Rabbimizi ve O’nun âyetlerini terk etmek zorunda kalırız. Allah korusun o
zaman hayatımızda Rabbimizin âyetlerine gündemimizde yer kalmaz. Onlara tabi
olduğumuz zaman onların gündemlerine tabi olmak zorunda kalırız.
İşte görüyoruz her gün yeni bir
gündemle insanları meşgul ediyorlar. Ne zaman bunların vahiylerinden vakit bulup
da insanlar vahye dönebilecekler bilmiyorum? Bugün şu konu, öbür gün bu konu
der-ken gündemi tamamen dolduruyorlar ve insanların vahiyle meşgul olmasına
fırsat vermiyorlar. Allah korusun öyle olunca da âhiret gün-demlerimizden
düşüverir. O zaman yine Rabbim muhafaza buyursun tıpkı onlar gibi sırf dünya ve
dünyalık düşünen birer materyalist olup çıkıveririz. Tıpkı bu müşrik kafalar
gibi Allah yetkilerini alıp birilerine veren birer demokratik olur çıkarız. Ve
korkuyorum farkında olmadan hızla Müslümanlar buna doğru gidiyorlar. Hayır
hayır! Bizim aklımız başımızdadır elhamdülillah. Bizler kesinlikle bu adamların
hevâ ve he-veslerine tabi olmayacağız. Bizler vahyi tanıyıp onun dedikleri
istikâ-metinde bir hayat yaşayacağız ve şirke düşmemeye azami gayret
göstereceğiz inşallah. Allah bu konuda bize şuur versin, basiret versin
inşallah.
42-43. “Ey Muhammed! Senden kıyametin
ne zaman gelip çatacağını sorarlar. Nerde senden onu
anlatması?”
44. “Onun bilgisi Rabbine
aittir.”
45. “Sen sadece kıyametten korkanı
uyaransın.”
46. “Kıyameti gördükleri gün dünyada
ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını
sanırlar.”
Bu son bölümde de buyuruyor ki
Rabbimiz: Peygamberim, o ne zaman demir atacak? diye sana kıyamet vaktini
soruyorlar. Kıyametin ne zaman gelip beyinlerinde patlayacağını soruyorlar sana.
Müşrikler zaman zaman gelip Rasulullah efendimizden bunu soruyorlardı. Ama
hainler bilgilenmek maksadıyla, bu bilgilerini amele dönüştürmek ve hazırlık
yapmak maksadıyla değil, o kıyametten korunmak maksadıyla değil de alay etmek
için, alay konusu yapmak için soruyorlardı. Âyetin ifadesinden de anlıyoruz
bunu. Allah diyor ki bakın:
Sen nerden bileceksin bunu peygamberim?
Seni ilgilendirmez ki bu konu! Senin bilebileceğin, senin elinde olan bir konu
değil ki bu sana soruyorlar!
Onun müntehası Allah’tır. Yani
kıyametin müntehası Allah’tır. Bu sorunun müntehası Allah’tır. Yani Allah’ta
biter bu konunun bilgisi. Ya da bırak peygamberim, bu alçaklar sorabildikleri
kadar sorsunlar! Sen bu beyinsizlerin yaptıklarına üzülme! Ne yaparlarsa
yapsınlar sonunda benim huzuruma gelecekler ve ben onlara ne yapacağımı
biliyorum! demektir bunun mânâsı.
Peygamberim
sen ancak haşyet duyanlar için, içi titreyerek korkanlar için bir uyarıcı ve bir
korkutucusundur. Senin bunun ötesinde herhangi bir görevin, bir sorumluluğun
yoktur. Unutma ki onlar:
Kendileri onu gördükleri gün, sanki
onlar bir akşam veya bir kuşluk vaktinden başkasını yaşamamış gibidirler. Sanki
işte bu kadar-cık bir süre dünyada yaşamış, ya da kabirlerinde beklemiş gibi
olacaklar. Alçaklar şimdi hani nerde kaldı bu kıyamet? Niye gelmiyor bu ya?
Madem var diyorsunuz da hani nerede kaldı ya? diye alay eden bu insanlar, uzun
zannettikleri bu dünya ömrü o kadar çabuk geçer ki sanki onlar bir akşam veya
bir kuşluk kadar yaşamış gibi olurlar.
Öyleyse akıllarımızı başımıza alalım da
yarın cehennemi boylayanlardan olmayalım inşallah. Bu sûrenin de sonuna geldik.
Rabbim gereği gibi anlayıp, iman edip, amel işleyenlerden eylesin. Vel hamdü
lillahi Rabbi’l âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder