Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
78., Nüzûl sıralamasına göre 80., Mufassal sûreler kısmının sekizinci grubunun
ikinci ve son sûresi olan Ne-be’ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin
sayısı 40’tır.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1. Neyi soruşturuyorlar? 2-3. Üzerinde
anlaşmazlığa düştükleri, büyük bir olay olan tekrar dirilme haberini mi? 4.
Hayır; şüphesiz görüp bileceklerdir. 5. Yine hayır; elbette görüp bileceklerdir.
6-7. Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da onun için birer direk kılmadık mı? 8.
Sizi çift çift yarattık; 9. Uykunuzu dinlenme vakti kıldık; 10. Geceyi bir örtü
yaptık; 11. Gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık; 12. Üstünüze yedi kat sağlam
gök bina ettik; 13. Parlak ışık veren güneşi var ettik; 14-16. Taneler,
bitkiler, ağaçları sarmaş dolaş bahçeler yetiştirmek için, yoğunlaşmış
bulutlardan bol yağmur yağdırdık. 17. Doğrusu hüküm gününün vakti elbette tespit
edilmiştir. 18. Sur’a üfürüldüğü gün hepiniz bölük bölük gelirsiniz. 19. Gökler
kapı kapı açılacaktır. 20. Dağlar yürütülüp serap olacaktır. 21-22. Cehennem,
yalnız azgınları bekleyen yerdir. Dönecekleri yer orasıdır. 23. Orada sonsuz
kalacaklardır. 24-26. Orada serinlik bulamayacaklar, işlediklerine uygun olan
kaynar su ve irin dışında bir içecek tadamaya-caklardır. 27. Çünkü onlar, hesaba
çekileceklerini um-mazlardı. 28. Âyetlerimizi hep yalan sayıp dururlardı. 29.
Biz de her şeyi yazıp saymışızdır. 30. Şöyle deriz: “Artık tadınız, bundan böyle
size azaptan başka bir şey artırmayız.” 31-34. Doğrusu, Allah’a karşı gelmekten
sakınanlara kurtuluş, bahçeler, bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve
dolu kadehler vardır. 35. Orada boş ve yalan söz işitmezler. 36. Bunlar Rabbinin
katından, hesapları karşılığı verilenlerdir. 37. O, göklerin, yerlerin ve ikisi
arasında olanların Rabbidir. O, önünde kimsenin konuşmayacağı Rahmân olan
Allah’tır. 38. Cebrâil ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahmân olan
Allah’ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu
söyleyecektir. 39. İşte gerçek gün budur. Dileyen kimse, Rabbine götürecek bir
yol benimser. 40. Sizi, yakın gelecekteki bir azapla uyardık; o gün kişi
elleriyle sunduğuna bakar ve inkârcı da: “Keşke toprak olaydım”
der.”
Muhterem arkadaşlar, bu haftaki
dersimizde kulluk kitabımızın 78. sırasında yer almış Nebe’ sûresi diye bilinen
bir sûre ile karşı kar-şıyayız. Nebe’ sûresi, ya da Amme sûresi de denilmiş.
Mekke’de ge-len sûrelerden biri. İnşallah bu sûreyi tanımaya
çalışacağız.
Bu sûre hakkında Teberî’nin, Celalettin
Suyuti’nin tefsirlerinde zikrettikleri bir nüzûl sebebi rivâyet edilir. Bu
rivâyete göre Rasulullah Efendimizin bi'setinden sonra, Peygamber olarak ortaya
çıkmasından sonra, müşrikler birbirlerine sorup soruşturmaya başlıyorlar. Acaba
nedir bu? Acaba ne getirdi bu adam? Neden söz ediyor? Ne yapmak istiyor? Hedefi
ne ki? Ne ki bunun hali? Diye birbirlerine sorup soruş-turmaya, hakkında bilgi
toplamaya başladılar. Ondan sonra da bu sûre nâzil oldu
deniliyor.
Fakat Hz. Osman efendimizin tespitine
göre, bu sûre nüzûl sırasında Mekke’de gelen sûrelerin sondan altıncısı gibi
görünüyor. Yâni Nebe’ sonra Nâziât, sonra İnfitar, sonra İnşikâk, sonra Ankebût
ve sonra daha sonra da Mutaffifin sûreleri nâzil olmuş. Buna göre an-lıyoruz ki
bu sûre pek öyle ilk dönemlerde gelen bir sûre değil. Galiba Müslümanların işi
sabitleşince, yâni bu iş toplumda oturup kâfirlerin alay etmeleri bitince, kaale
almama dönemi atlatılınca, İslâm kale alı-nacak, ciddiye alınacak bir döneme
gelince belki o zaman onlar: Acaba bu peygamber ne yapacak ki? Beraberindeki
inananlarla birlikte bu toplumu nereye götürecek ki? Acaba ne yapsak etsek ki?
diye so-rup soruşturuyorlardı da onun üzerine bu sûre indiyse
bilmiyoruz.
Fakat hani böyle nüzûl sebepleriyle
ilgili rivâyetler konusunda bir bilgimiz vardı. Konuya münasip görülen hadiseler
sanki o konunun nüzûl sebebi gibi kabul ediliyordu ya. İşte burada rivâyet
edilen nüzûl sebebini de böyle anlıyoruz. Demek ki sûrenin merkez konusu, ana
konusu Nebe’, Peygamberlik, peygamberimiz veya vahyin insanlara gelişindeki
nihaî hedef olan cennet ve cehennem konularıdır. Bütün bu konuları birbirlerine
sorup soruşturuyorlardı. Ne olup ne olmadı-ğını, aslını esasını öğrenmeye
çalışıyorlardı.
Evet,
Mekke döneminde inen bütün surelerde olduğu gibi, bu surede de ahiret hayatından
ve kıyametten şüphe içerisinde olan Mekkeli müşriklere, başlarına mutlaka
gelecek olan o günün dehşetli anları tablolar halinde sunularak "ah keşke."
dememeleri için şimdi-den hakka dönüp Muhammed (s.a.s)'in getirdiği ilkelere
uymaya çağ-rılmaktadırlar.
Resûlullah'ın
tebliğinde üç ana ilke vardı: Allah'tan başka ilahlara tapmamak, Muhammed
(s.a.s)'in O'nun kulu ve elçisi olduğunu kabul etmek, bu geçici dünya hayatının
ardından ebedî bir ahiret yurdunun var olduğu ve insanların bu dünyada
yaptıklarının karşılığını orada ceza veya mükâfat olarak görecekleri gerçeğine
iman etmek. Mekkeliler bu üç ilkeye de karşı çıkıyorlardı. Onlar, Allah'ı
yaratıcı, rı-zık verici, gören, bilen, gözeten olarak kabul etmelerine rağmen,
dünyadaki hayatlarına yön vermesine tahammül edemiyorlar, bu konuda atalarının
ve önde gelenlerin, tağutların yolunu izliyorlardı. Muham-med'in peygamberliğini
de bir türlü anlamlandıramıyorlardı. Onların inancına göre bir peygamber ya
melek olmalı ya hiç değilse toplu-mun ileri gelen zenginlerinden seçilmeliydi.
Muhammed (s.a.s) onlar için iyi, ahlâklı dürüst biriydi ama, peygamber olacak
kadar zengin de-ğildi. Onlar, ölümün yokluk olduğuna inanıyor, ikinci bir
hayatın varlı-ğına akıl erdiremiyor, akılları bunu kavrayamıyor ve "Çürüyen
vücu-dumuz toz-toprak olduktan sonra tekrar mı dirilecek" (Vâkıa,97) diye peşin
hükümler veriyorlardı.
İşte
sure, onların bu inançlarını değiştirmek için örnek üzerine örnek veriyor;
onların gözlerini göğe, yeryüzüne, dağlara, geceye, gündüze, güneşe, yıldızlara,
bulutlara, yağmurlara, kuru topraktan çı-kan rengarenk bağ-bahçeye, çift çift
canlılara çeviriyor; belki bunlar-dan kıyasla Allah'ın, ölümden sonra tekrar
diriltmesinin, zannettikleri kadar zor olmadığını anlatmak istiyor: "Yapmadık mı
biz, yeryüzünü bir beşik; dağları birer kazık? Ve çift çift yarattık sizi.
Uykunuzu din-lenme, geceyi bir elbise, gündüzü ise çalışıp geçiminizi kazanma
za-manı yaptık. Üstünüze yedi sağlam gök bina ettik. Parıl parıl parlayan bir
lamba astık. Sıkışan bulutlardan şarıl şarıl su indirdik, ki onunla ta-neler,
bitkiler ve bir birine sarmaş dolaş bahçeler çıkaralım"
(6-16).
Bunun
peşinden dünya gözüyle görebilecekleri çeşitli ibretli manzaralar gösterildikten
sonra, o inkâr edip durdukları, kıyamet gü-nünün şiddetli olaylarının ayrıntılı
bir tasviri yapılmaktadır: Muhakkak ki hüküm günü belirlenmiş vakittir. O gün
sura üflenir de bölük bölük gelirsiniz. Gök açılmış, kapı kapı olmuştur. Dağlar
yürütülmüş, bir se-rap olmuştur. Cehennem de durmadan gözetlemektedir.
Azgınların varacağı yerdir. Orada çağlar boyu kalacaklardır; orada ne bir
serinlik ne de içilerek bir şey tatmazlar. Yalnız kaynar su ve irin içerler"
(17-25).
Bütün bu cezaların nedeni ise, onların dünyada
iken böyle bir hesap görüleceğini yalanlamalarıdır. Onlar, kendilerine sunulan
Al-lah'ın ayetlerini de tamamen yalanlamışlardı. Buna karşın Allah Tea-lâ da her
şeyi sayıp, yazdırmıştı. Madem ki böyle bir günün varlığım inkâr etmiştiniz, o
halde kesin bir bilgiyle inanasınız diye "Tadın artık. Size azaptan başka bir
şey arttırmayacağız" (30) denilecektir. Ama o gün henüz gelip çatmış değilken,
bu gerçeğe uyar, Allah'tan gereği gibi korkarsanız, siz de ahirette azap yerine,
"takva sahipleri için olan kurtuluş"tan (31) faydalanırsınız. Eğer bunu
yaparsanız, sizin için ora-da; "bahçeler bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt
kızlar, dolu dolu kadehler vardır" (32-34). Oraya gidenler; "ne boş saz ne de
yalan işit-mezler" (35) Bütün bu nimetler ise yaptıklarınızın karşılığı olarak
Rab-binizin size vereceği bir lütuf ve bağıştır. Yoksa sizler bu kadar nimeti,
Allah'ın lütfu olmasa elde edemezsiniz.
Ahiretteki
acı ve mutlu son ve bunun yolu açıklandıktan sonra süre, uyarının
tekrarlanmasıyla sona eriyor: O gün ruh ve melekler sı-ra sıra dururlar.
Rahmanın izin verdiğinden başka kimse konuşamaz. Rahmanın konuşmasına izin
verdiği de ancak doğruyu söyler. İşte bu hak gündür. Artık dileyen Rabbine varan
bir yol tutar. Biz sizi yakın bir azap ile uyardık. O gün kişi ellerinin yapıp
öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir, keşke ben daha önce toprak olsaydım der”
(38-40).
Bu
mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayabiliriz.
1. “Neyi
soruşturuyorlar?”
Birbirlerine sorup soruşturup
duruyorlar, veya aslında “Se-ele” istemektir, istemek
demektir. Öyleyse birbirlerinden bir şeyler is-tiyorlar. Bilgilenmek,
aydınlanmak istiyorlar, kurtulmak istiyorlar, bunalımlarına çözüm istiyorlar
birbirlerinden. Hangi konuda?
2-3. “Üzerinde anlaşmazlığa düştükleri,
büyük bir olay olan tekrar dirilme haberini mi?”
Şu Nebe-i Azîm konusunda. Veya Nebe-i
Azîm’den ne diye sorup duruyorlar? “An ma” Neden? Öyle de denilmiş ki
gerçekten onların durumunu çok hoş yorumlayan yorumlardan birisidir.
Peki nedir bu müşriklerin sorup
soruşturmaya çalıştıkları “Nebeü’l Azîm”?
1.
Kur’an,
2.
Vahiy,
3.
Kıyamet günü demektir.
Yani bir başka deyişle “Ba’s ba’del’mevt” demektir.
4.
Veya
“Emru’n Nebi” demektir.
Yani peygamberin geliş sebebi olan iş. Peygamber
efendimizin geliş gâyesini teşkil eden kendisine çağırdığı dâvet demektir. Ba’s
veya kıyamet işte o işin açıklanmasıdır.
Buna göre onlar bu konularda
soruşturuyorlarmış. Ne bu? Ne oluyor? Ne yapacağız? Nedir bu hal? Ne diyeceğiz
bu işe? Nasıl bir tavır alacağız? Kabullenecek miyiz? Yoksa ret mi edeceğiz?
İlk baştakine göre açıklarsak; bu
adamlar Kur’an’dan niye soruyorlar? Kur’an konusunda ne diye sorup
soruşturuyorlar? Ne yapacaklar Kur’an hakkındaki konuşmayı? Yani Kur’an hakkında
nedir bu? diye niye gündeme getiriyorlar? Çünkü:
Onlar bu iş konusunda itilaf
ediyorlardı. Yani istikrarlı değiller bu konuda. Kur’an konusunda ihtilâf
halindeler. Müşrikler tasdik ve tekzipte ihtilâf ediyorlar. Kimileri tasdik
ederken, kimileri tekzip ediyor. Ya da üçüncü bir ihtimal, ihtilâf Kur’an’da
olmuş, Kur’an konusunda ihtilâf ediyorlar. Nasıl? Kur’an’a şiir diyorlar, sihir
diyorlar, kehanet di-yorlar, yok efendim esâtıru’l evvelin diyorlar. Yani Kur’an
konusunda ihtilâf içindeler, böyle bir istikrarı da yok. Ne diyeceklerini
şaşırmışlar, ihtilâf ediyorlar. Sorup
soruşturuyorlar, haberdar olmaya çalışıyorlar.
İnsanların haber alma, haberdar olma
merakı vardır. Bakıyoruz hep haber peşinde koşuyorlar. Kim ölmüş? Kim öldürmüş?
Nasıl öldürmüş? Neyle öldürmüş? Kim nereye gitmiş? Kim nereden gelmiş? Kim
seçmiş? Kim seçilmiş? Kim kazanmış? Kim kaybetmiş? Bu-günkü trafik kazaları kaç
can almış? Kimin nesi doğmuş? İnsanlar merakla bilmek, duymak öğrenmek
istemektedirler. Hattâ semadan, yıldızlardan, yarından, yarından sonrasından da
haberdar olmak istemektedirler.
Belki de hakları vardır. Çünkü Allah
onlara beş duyu vermiştir. Koklamak, tatmak, dokunmak, duymak isterler, haberdar
olmak isterler. İnsan fıtraten öğrenmeye hazır yaratılmıştır. İslâm insanın bu
fıtrî özelliğini hayra kanalize eder. Ama bakıyoruz da bugün insanların
ha-berdar olma merakları çoğunlukla İslâm’ın hakim olmadığı konulara yöneliktir.
Yani insanların merak konularında İslâm söz sahibi değil.
Birisi bir ev yaptırıyordur, merak
ederiz. Acaba kaça mal oluyor? Hattâ adamın evini ölçüp adımlamaya bile
kalkarız. Önümüzdeki arkamızdaki tüccarın ticaretini, kazancını, sanatını merak
edip öğren-meye çalışırız. Filan artistin kocasını, falan sanatçının karısını,
falan siyasînin oğlunu, kızını, karısını, damadını merak edip haberdar olmaya
çalışırız. Acaba bugün Avrupa kupalarında kaç gol atıldı? Hangi takımlar düştü?
Hangi yayınevi hangi yayınları çıkarmış? Amerika’-daki tren kazasında kaç kişi
ölmüş? Borneo’daki yangın neleri götürmüş? Hep merak içinde öğrenmeye çalışırız.
Şu evlerimize aldığımız aygıtlara bakılırsa, basın ve yayın mensuplarının
yıldırım süratiyle koşturmalarına bakılırsa bunu çok daha iyi anlayabiliyoruz.
Hep haber peşindeyiz. Hattâ sabahleyin gazetem evime gelmedikçe tuvalete bile
gitmem diyor adam. Haberdar olacak ya! Allah korusun da Pavlos’un köpeğinin
şartlanmasından daha beter bir şartlandırılmayla karşı
karşıyayız.
Sözlerin en güzeli, en doğrusu Kur’an
olduğuna göre gelin bir de Kur’an’ı dinleyelim bu konuda. Bakın Rabbimiz
yarattığı bu insanın yaratılış özelliklerini, yani fıtratını göz ardı etmeden
onun haberdar ol-ma ihtiyacını gidermek için haberler göndermiş kitabında. Bu
mânâda Kur’an’ın tümüne haberler de diyebiliriz. Sâd sûresinde Cenab-ı Hak-k’ın
Kur’an için bu ifadeyi kullandığını biliyoruz.
“De ki, o azim bir
haberdir.”
(Sâd 67)
Bu Kur’an Azîm bir haberdir. Kur’an en
büyük haberdir. Önünde saygıyla eğilinmesi, durup dinlenilmesi gereken,
insanların tümünü, zamanın tümünü, mekânın tümünü ilgilendiren bir haberdir
Kur’-an. Bizi ilgilendiren, hem bugünümüzü, hem yarınımızı, hem dünyamızı hem de
âhiretimizi ilgilendiren Kur’an’dan başka bir haber yoktur. Söyleyin Allah
aşkına, kıyametten daha büyük, daha önemli bir haber olabilir mi? Bundan daha
önemli, bundan daha büyük bir haber olur mu? Olmaz değil mi? Yani en büyük
haber, azamet sahibi, önünde saygıyla eğilinmesi gereken, dehşeti, büyüklüğü
kabul edilmesi gereken bir haber ancak Kur’an’dır, Kur’an
haberleridir.
Bugün herhangi bir haber programı
değil, dünyanın bütün haber şebekelerini meşgul edecek bir haber yayınlansa kaç
gün sürer? Ya da kaç kişiyi ciddi ilgilendirir bu haber? Meselâ bir dünya
savaşından söz edin. Kimi ülkelerdeki, kimi şehirlerdeki, kimi köylerdeki
insanlar gerçekten hiç tanınmayacaktır değil mi? Hiç ilgilenmeyeceklerdir değil
mi? İsterseniz takip edin dünya çapındaki haber şebekelerini, CNN’i, BBC’yi,
gazetelerini tarayın, size lâzım olanları ayırarak tarayın, on milyon insanı
ilgilendirir. Yüz milyona lâzımdır diye yeniden bir ayırım daha yapın, bakın ki
ne kadar az habercik kalacaktır. Evet en büyük haberler kaç kişiyi ilgilendirir?
Veya ilgilenseler bile ne kadar süreyle ilgilendirir insanları? Kaç gün? Kaç ay?
Kaç yıl süreyle ilgilendirir insanları? Bir yıl, elli yıl, yüz yıl... Öyle
olmuştu nitekim sonunda.
Ama bakıyoruz, Kur’an kıyamete kadar
bütün insanları, bütün zamanları, bütün mekânları kapsayacak gerçekten azamet
sahibi bir haber. Kur’an’ın bize verdiği haberler öyle azîm, öyle büyük ve
önemli haberlerdir ki tüm insanları, tüm zamanları ilgilendiren haberlerdir.
İş-te bundan haberdar olun! diyor Allah. Ne soruyorsunuz? Ne öğrenmeye
çalışıyorsunuz? Ne oluyor? Hindistan’daki yangını öğrenmeseniz ne çıkar? Ne
oluyor size? Nelerin peşindesiniz? Sorup soruşturmanız sizi neye dâvet ediyor?
Üstelik ciddi de değilsiniz, ihtilâf üzeresiniz bu konuda. Eğer bundan haberdar
olmazsanız, bunun haberine muttali olmaz, bununla ilgilemezseniz, kabul
etmezseniz, tamam demezseniz, onu anlamaya, onu algılamaya, onunla amel etmeye
çalışmazsanız işiniz bitiktir diyor Rabbimiz.
Allah diyor ki ne oluyor size? Neyin
peşindesiniz? Neleri öğrenmeye? Nelerden haberdar olmaya çalışıyorsunuz? Haber
mi arı-yorsunuz? Alın size azametli bir haber: Kıyamet! Eğer etkisinden
kurtulabilecekseniz, altından kalkabilecekseniz alın size bir diriliş ve hesap
kitap haberi. Ne olmuş? Babam mı ölmüş? Sevdiğim birisi mi bo-ğulmuş? Dükkan mı
yanmış? Trafik kazasında elli kişi mi ölmüş? Bunlar da haber mi sanki? Zaten
günün birinde ölecekti ve ölmüş iş-te. İkiz çocuk doğmuş ta birisi ölmüş, birisi
yaşıyormuş. haber mi bu? Alın size azîm haberler. Büyük kelimesinin bile cılız
kalacağı, azamet sahibi haberler. Alın dayanabilirseniz haşr, kabir, mahşer,
sırat, mizan, cennet, cehennem, azap, ateş, ikab, âhiret, hayat, ölüm, İslâm,
Kur’an.
Bundan daha büyük haber olur mu?
Yer yerinden oynarken, yıldızlar yerinden sökülüp sağa sola düşerken, denizler
alev alev kaynarken, dağlar yerinden sökülüp yürütülürken, ana kucağındaki
çocuğunu atarken, altı aylık çocuğun sıkıntıdan başı ağarıp yetmişlik bir
ihtiyara dönerken, kişi en çok sevdiklerini terk edip onlardan kaçarken
ayakkabının boyasının rengi, peynirin küflüsü haber olur mu hiç? Allah için
söyleyin.
Kur’an azîm bir haberdir. Kur’an’ın
bize öğrettikleri en büyük haberdir. Ben gazetenin yazdığını, televizyonun
ulaştırdığını onlar ulaştırmasalar da öğrenebilirim. Bir saat sonra, bir gün
sonra, bir ay, bir yıl sonra da öğrenebilirim. Ama bu kitap öyle bir haber
kaynağıdır ki onun verdiği haberleri ondan başka hiçbir kaynaktan öğrenme
imkânına sahip değilim.
Ah! Keşke insanlar kendilerine lâzım
olmayan haberler peşinde koşacaklarına, gerçekten kendilerine lâzım olan
haberlere yönelebilselerdi. Allah insana beş duyu vermiştir. Haberdar olmak
zorundadır insan. Ama bunları yönlendirecek, hayra kanalize edecek, kontrol
edecek akıl da vermiştir Rabbimiz. Keşke insanlar hayvanlar gibi bunları
kontrolsüz kullanacaklarına insan gibi kullanmayı becerebilmiş
ol-salardı.
Hacımızı da hocamızı da bu şeytan
vahiylerinden engelleye-miyoruz. Ama şunu söyleyelim: Kur’an’ın dışındaki
haberlere ne kadar zaman ayırırsanız ayırın. Ama mutlaka Kur’an’a zaman ayırın!
Beş saat televizyon, üç saat gazete, bir saat tabelâları, levhâlârı, dük-kan
reklamlarını okuyoruz da Allah için biraz da Kur’an levhâlârını, Kur’an
tabelâlarını okumalı değil miyiz?
Allah diyor ki bakın: Neyin haberini
soruyor bu adamlar? Şu üzerinde karasız kaldıkları, ihtilâf ettikleri çok büyük
bir haber olan tekrar dirilme haberini mi?
4-5. “Hayır; şüphesiz görüp
bileceklerdir. Yine hayır; elbette görüp
bileceklerdir.”
Kellâ: Reddun! Hayır hayır
reddediyorum! Veya Kellâ nefyün! Olmaz! Çünkü iş öyle değil! Durum onların
dediği gibi değil! Hayır hayır, iş sizin bildiğiniz gibi değil! Durum sizin
bildiğiniz gibi değil! Sizin bildiğiniz yanlış! Bu gidişiniz yanlış ve bozuk!
Bunu yakında bilecekler! Sonra yakında bilecekler!
Kâfirlere tehdit üstüne tehdit. Onlar
kıyamet günü azaba uğrayacaklar, cehennemde azabı boylayacaklardır demektir
bunun mânâsı. Veya ikinci bir anlamıyla kâfirlere tehdit Müslümanlara teselli
oluşturulmaktadır. Kâfirler azaba, mü’minler sevaba uğrayacaklar, bunu yakında
anlayacaklar, mutlaka anlayacaksınız! demektir. Yakında bi-lecek ve
anlayacaksınız! Sonra yakında bileceksiniz, buyurulduğuna göre anlıyoruz ki
tekrar tekrar anlayacağımız anlatılmaktadır. Öyleyse tekrar tekrar olunca şöyle
de diyebileceğiz:
Ölmeden önce anlayacaksınız, ama
ölürken bir daha anlayacaksınız. Ölürken anlayacaksınız, ama öldükten sonra
mezarda bir daha anlayacaksınız. Mezarda anlayacaksınız, ama yeniden dirilince
bir daha anlayacaksınız. Dirilince anlayacaksınız, ama hesap kitap döneminde,
mizanın başında bir daha anlayacaksınız. Mizanın başında anlayacaksınız, ama
cehennemi boylayınca bir daha anlayacaksınız. Cehenneme girince anlayacaksınız
ama cehennemde sürekli kalınca bir daha anlayacaksınız. Veya aynı şeyleri
cennete gidecek mü’minler için de söyleyebiliriz. Zira onlar da bu merhalelerde
anlayacaklar ve bilecekler.
Dikkat ederseniz Rahmeti bol olan
Rabbimiz burada biz kullarına şöyle sesleniyor: “Kullarım! Bu haberi size, sizin
yarın zorunlu haberdar olma döneminizden önce Rahmân olduğum için şimdiden haber
veriyorum! Gelin haberime kulak verin! Gelin vahye kulak verin! Gelin
akıllarınızı başlarınıza alın da Kur’an’ın haber verdiği haberlere kulak verin!
Gelin inat etmeyin! Gelin başka haberler peşinde koşacağız diye benim
haberlerimi kulak ardı etmeyin! Değilse siz bilirsiniz! Yarın mecburen
dinleyeceksiniz! Yarın mecburen bunlardan haberdar olacaksınız başka yolu yok
bunun!” Uyarı üstüne uyarılarla bize merhamet ettiği için uyarıyor
bizi.
Birbirlerine neyi soruyorlar? O büyük
haberden ki, o konuda ayrılığa düşmektedirler. Hayır, ileride bilecekler. Hayır
hayır, ileride kesin bilecekler. Bakın, yani bugün bilmemeniz mâzeret sahibi
olduğunuzu göstermez ki! Bizim bu kitabın haberlerinden haberimiz yoktu demeniz
sizin mazur sayılmanıza sebep olmayacaktır ki! Üstelik benim âyetlerim sadece bu
kitabın içindekilerle de sınırlı değildir. Kulaklarınıza hitap eden bu Kur’an
âyetleri yanında sizlerin gözlerinize hitap eden görsel âyetlerim de vardır.
Onlara bakmaz mısınız? Görmez misiniz ki:
6-7. “Biz yeryüzünü bir beşik, dağları
da onun için birer direk kılmadık mı?”
Biz yeryüzünü bir beşik, bir döşek
yapmadık mı? Dağları da bir kazık
kılmadık mı? Etmedik mi? Yapmadık mı? Bunlar daha önce de ifade ettiğimiz gibi
cevap isteyen sorular değil. Bunlar bizim aklımızı başımıza dâvet eden
sorulardır. Bu tür gündüzden, geceden, se-madan ve arzdan, çevreden ve insandan,
yaratılıştan söz eden, yani bizim duyu organlarımızla ulaşabildiğimiz bilgi
alanlarından söz eden âyetler, Cenab-ı Hakk’ın tek Rabb olmasını ve tek İlâh
oluşunu anlatan âyetlerdir. Bakın Allah’ın ilmi ve kudreti işte budur! Bunları
yapan, yaratan Allah’tır diyen âyetlerdir. Cenab-ı Hakk’ın rubûbiyetini ortaya
koyan âyetlerdir. Eğer bütün bunları yaratan Allah’sa, Allah’ın bütün bunlara
gücü yetiyorsa, elbette sizi de yeniden öldürmeye, diriltmeye gücü yeter, diyen
âyetlerdir bunlar. Eğer bu konuları idareye bilgisi yetiyorsa sizin de
hayatınızı düzenlemeye bilgisi yeter mânâsına gelen
âyetlerdir.
Yeryüzünü bir beşik, bir döşek yapmadık
mı? Bakara’da diyor-du ki “Firaşa” kılmadık mı? Bir başka
yerde “Kifata” kılmadık mı? Burada da “Mihada” deniyor. Öyleyse yeryüzünün
böyle bir özelliği var. Ölülerin ve dirilerin içinde sallana sallana büyüdüğü,
oturduğu ya da dinlendiği bir yerdir
8. “Sizi çift çift
yarattık;”
Bir de sizi çift çift yaratmadık mı?
Erkek ve kadın olarak çift mi? Evet. Ama zengin ve fakir olarak da çift. Başka?
Uzun ve kısa o-larak da çift, beyaz ve siyah olarak, kapasiteli ve akıllı
olarak, ama aptal ve ahmak olarak da çift yaratmıştır Allah. İşte sizi çift
yarattık ve bir de:
9. “Uykunuzu dinlenme vakti
kıldık;”
Sizin uykunuzu dinlence kıldık. Sübata
kıldık. Hani Ashabu’s Sebt vardı ya, cumartesi ashabı, cumartesi günü onlar için
dinlenme günüydü ya. Hiç bir şey yapmayacaklar o gün sadece Allah’a kulluk
yapacaklardı ya işte buradaki de aynı mânâyadır.
10. “Geceyi bir örtü
yaptık;”
Geceyi de sizin için bir örtü kıldık.
Siz altında dinlenesiniz diye geceyi sizin üzerinize örtüverdik. Örtü kıldık
onu.
11. “Gündüzü geçimi sağlama vakti
kıldık;”
Gündüzü de siz yaşayasınız, çalışasınız
diye Maaşa yaptık. Maaşa kıldık onu sizin için.
Uykumuzun sübata kılınışından şu beş
yorum karşımıza çıkar:
1. Uykunuzu uyuklama kıldık. “Sübata” aslında uykuda kişinin
ölümü söz konusu, ama bazen kişi uyur uyanık oluyor
uykuda.
2. Veya sekine kıldık onu sizin için.
Uykuyu sizin için biz sekine yaptık.
3. Rahat ve istirahat konusu yaptık
onu. Uykuyu sizin Rahat ve istirahat etmenize sebep
kıldık.
4. Veya kesim yaptık onu. Yani
amellerin kesimi yaptık. Kelime anlamından çıkıyor bu. Ameller kesiliyor orda,
uykuda. Her şey bitiyor. Adamın görme ameli, işletme ameli her şey bitiyor. Bu
mânâda şöyle de diyebiliriz: Uyku, hissin bitmesi ve duyuların yok olması
anlamına da gelir.
Gecenin libas oluşunu da şöyle anlamaya
çalışıyoruz:
1. Gecenin sükûnet
olmasıdır.
2. Bir de örtü olmasıdır. Yani
gecenin karanlığının elbise olmasıdır.
Geceyi karanlığıyla bir örtü olarak örtüverdik üzerinize diyor
Rabbimiz.
Maaşa ise:
1. Kazanç zamanı
demektir.
2. Bir de yaşam zamanı, yaşam demektir.
Yaşama ve lezzet zamanı mânâsına gelir.
Bunlarla ilgili zorunlu bir seyahatimiz
olacak. Nisâ sûresi 119. âyete kadar gidelim:
Allah Lânet olası şeytanın şöyle
dediğini anlatır bize:
“Onlar Allah’ı bırakıp tanrıçalara
taparlar ve: “Elbette senin kullarından belli bir takımı alıp onları
saptıracağım, onlara kuruntu kurduracağım, develerin kulaklarını yarmalarını
emredeceğim, Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim” diyen, Allah’ın
lânet ettiği azgın şeytana taparlar. Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinen
şüphesiz açıktan açığa kayba uğramıştır.
(Nisâ 118,119)
Allah düşmanı şeytan diyor ki, “onları
kesinlikle saptıracağım. Yoldan çıkaracak, Kitap ve sünnetten uzaklaştıracağım.
Onları olmadık ümniyelerin, kuruntuların peşine takacağım. Hedefler göstereceğim
onlara. Bir hedefe ulaşınca, başka bir hedef, bir tepeyi aşınca başka bir tepe
çıkaracağım onların karşısına. Davarların kulaklarını kestireceğim. Putlarına
adamalarını emredeceğim. Onlara fıtratı, yaratılışı değiştirteceğim. Her şeyin
fonksiyonunu bozdurup değiştirteceğim. Ananın, babanın, hanımın, üzümün,
gecenin, gündüzün fonksiyonunu değiştirteceğim.” Evet Allah düşmanı şeytan bizi
Allah yolundan saptırmaya çalışacak, ama biz de ona alet olmayacağız. O gayret
edecek şeytanlığına, biz de Müslümanlığımıza gayret
edeceğiz.
Çünkü Sâd sûresinde Cenâb-ı Hak
şeytanın şöyle de dediğini bize duyurur:
“Ben onların hepsini
saptıracağım, ama halis Mü’-minler müstesna.”
“Eğer halis mü’minseler ben
onlara hiçbir şey yapamayacağım.” Öyleyse biz şeytanın iğvalarına, hilelerine
karşı halis mü’min olmaya, yani katışıksız vahiy mü’mini ve Kur’an ve sünnet
mü’mini ol-maya çalışacağız. Babamızdan böyle gördük diye değil, hocamızdan
böyle duyduk diye değil. Allah ve Resûlü böyle dedi, Kitap ve sünnet böyle
istedi diye. O zaman şeytan bize bir şey yapamayacak.
İşte bu âyetten anlıyoruz ki şeytan
bize etkili oluyor da biz gecenin, gündüzün, Kur’an’ın, sünnetin, annenin,
babanın fonksiyonunu değiştiriyoruz. Paranın, altının, gümüşün, taşın
fonksiyonunu değiştiriyoruz, meyhane yapımında kullanıyoruz. Bunlar hep
şeytandandır ve yaratılış gâyesinin dışına çıkmadır.
12. “Üstünüze yedi kat sağlam gök bina
ettik;”
Beni böyle de tanıyın diyor Allah.
Sizin üzerinize sapasağlam yedi kat sema bina etmişiz. Şu üzerimizdeki yedi
şedit, yani muhkem, yıkılmaz, değişmez, alt edilmez semayı da Allah yaratmıştır.
Üzerinizdeki yedi kat semayı bina etti Allah. Yarattı, üstelik bina da etti.
13. “Parlak ışık veren güneşi var
ettik;”
Ve ondan bir de vehhac sirac ortaya
koyduk. Yani böyle ışık saçan bir kandil ortaya koyduk. Vehhac; parlak ve nûrlu
demektir. Yani hem ısı, hem de ışık kaynağı olan demektir. Veya tutuşturulmuş
anlamına geliyor.
Şimdi, acaba güneşin ısısı, ısıtması
kendinden mi? Yoksa ışı-ğı mı ısıtıyor? Yani bizi ısıtan güneşin bizzat kendisi
mi? Yoksa ışığı mı? Bu münakaşa edilmiş, ediliyor. Halbuki Müslümanlar bunu
yıllar yılı öncesinden ortaya koyuvermişler. Güneşin kendisi ısıtmıyor bizi.
Güneşe 1000 metre yaklaşınca daha ısındık, 5000 metre daha uzaklaşınca daha
soğuduk olmuyor. Ya ne? Aynı mesafede olan güneşin ışığı ne kadar geliyorsa biz
o kadar ısınıyoruz. Hattâ mercekle güneşin ışığını bir noktada topladınız mı
yakıveriyor filan. Demek ki mesele güneşe yakınlık uzaklık değil, ışığın
temerküzüdür. Yani güneşten, güneşin ışınlarından gölgelenip gölgelenmeme
meselesidir.
14-16. “Taneler, bitkiler, ağaçları
sarmaş dolaş bahçeler yetiştirmek için, yoğunlaşmış bulutlardan bol yağmur
yağdırdık.”
Ve size bulutlardan şırıl şırıl, sicim
gibi su indiriyoruz. Mu’sı-relerden, yoğunlaşmış bulutlardan size su
indiriyoruz.
Evet Rabbimiz mu’sırelerden yâni
yoğunlaşmış bulutlardan yağmur da gönderenmiş. Sonra:
Onunla habb ve nebat bitiriyoruz.
Onları bitirmek, çıkarmak için indiriyoruz bu yağmuru.
1. Habb, biçilen ekin taneleri, nebat
da ot, yani hayvan yiyeceğidir.
2. Veya habb, Ademoğlunun ekip diktiği,
insanın saçtığı, nebat da Adem oğlunun saçmadığı, kendiliğinden bitenlerdir.
Yani Ademoğlunun bizzat ekip, dikip, biçtiği şeyler habb’dır, nebat da
kendiliğinden büyüyenlerdir.
3. Veya habb, insan yiyeceği, nebat da
hayvan yiyeceğidir. İş-te yağmurla görüyorsunuz ki biz onları bitiriyoruz diyor
Allah.
4. Ya da bir başka mânâsıyla habb, inci
demektir, nebat da ot demektir. Yağmur ot bitirirken, denizde de inci bitirir.
İşte böyle indirdiğimiz sellice yağmurlarla arzda ot, denizde de inci
bitirmekteyiz buyuruyor Rabbimiz.
Bir de girift girift ekinler, meyveleri
girift ağaçlar, ya da renkli renkli bağlar, bahçeler veya altta ekin, üstte
ağaçlar birbirine karışmış bağlar, bahçeler çıkarmak, bitirmek için.
Buraya kadar anlatılanlar Cenab-ı
Hakk’ın bilgisini ve kudretini anlattı. Ve arkasından:
17. “Doğrusu hüküm gününün vakti
elbette tespit edilmiştir.”
Kuşkusuz o hüküm günü, fasıl günü
kararlaştırılmış bir vakit olmuştur diye söz, hemen âhirete döndürüldü. Zaten
Allah bu önce anlattıklarını, bize bizim dünyamızı tanıtmak, bize tabiat bilgisi
dersi vermek için, botanik konusunda bizi bilgilendirmek için anlatmadı. “Arzı
böyle sizin için bir beşik kılan ben! Üstünde yaşadığınız arzın dengesini
sağlamak için dağları kazıklar olarak çakıveren ben! Sizi erkek ve dişi olarak
çift çift yaratan ben! Uykunuzu dinlence yapan, sizi bedenlerinizi yoran güneşin
ışınlarından, gündüzün streslerinden, yorgunluklarından kurtarmak için geceyi
bir örtü olarak sizin üzerinize örtüveren ben! Geceyi böyle yapan ben! Böyle
olan ben! Sizi fasıl gününde bekliyorum! Sizi randevu gününde bekliyorum ey
insanlar!”
Evet önce kendini anlattı anlattı
sonra diyor ki: “Ey insanlar! Ne diye sizler bu benim size sunduğum delillerden
hareketle yeniden dirileceğinize ve benim sizi hesaba çekeceğime bir sonuç
çıkartmadınız? Nasıl oluyor da bu anlattıklarımdan öyle bir neticeye varmadınız?
Öyleyse hemen ben hatırlatayım size” diyerek şöyle diyor
Allah:
Fasıl günü vakti belirlenmemiş mutlak
gerçekleşecek bir gündür. Nedir o fasıl günü? Mürselât’ta öğrenmiştik ki Fasl
günü hall ü fasıl günüdür. Her şeyin tafsilatla açığa çıkacağı gün demektir.
Fâsılalı, fâsılalı her şeyin, hepsinin gündemde tutulacağı, her şeyin hükme
bağlanacağı gün demektir. Bugün:
Randevulaşılmış, vakti kararlaştırılmış
gündür o gün. Peki ne olacak? Nasıl olacak o gün?
18. “Sur’a üfürüldüğü gün hepiniz bölük
bölük gelirsiniz.”
O gün Sur üfürülecek, Sur’a üfürülecek
ve insanlar fevç fevç gelecekler. Üç sur biliyoruz:
1. Birincisi “Nefha-i Feza”dır. Korku nefhası,
korkudan in-sanların yüreklerinin hoplayacağı ve herkesin donup kalacağı
nefha-dır. Kur’an-ı Kerîm’de bu birinci sûru anlatan âyetler pek çoktur. Birinci
sûr üfürülünce her şey ve herkes korkudan donup kalacak. Hattâ ekmeği ağzına
götürürken adam eli ağzına yakın mesafede donup kalacaktır, diyor Allah’ın
Resûlü. Veya adam konuşurken ağzı açık donup kalacaktır. Birinci sûrla her şey
donakalacak ve sonra arkasından ikinci sûr üfürülecek.
2. İkinci surun adı da “Nefha-i sa’ika”dır. Bununla da her
şey ve herkes ölecektir. İkinci surun üfürülmesi için Rabbimiz İsrafil’e
emredecek.
“Sura üflenince Allah’ın diledikleri
müstesna göklerde ve yerde olanlar hepsi düşüp ölürler. Sonra sura bir daha
üflenince hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar.”
(Zümer 68)
3. Üçüncü sur da: “Nefha-i kıyam li Rabbil âlemin”dir.
Yani hesap kitap günü tüm varlıkların Rabblerinin huzurunda dirilip
toplanacakları nefhadır. Bu sur üfürülünce bir de bakarsın ki insanlar mantar
bitiyormuş gibi kabirlerinden kalkmış, değiştirilmiş bir arzın üzerindedirler.
“O gün yer başka bir yer, gökler de
başka göklere tebdil olunacaktır.”
(İbrahim 48)
Anlıyoruz ki birinci sûrda insanlar
ölmediler. Birinci sûrda donup kaldılar, ikinci sûrla öldüler, üçüncü sûrla
yeniden diriliş başladı. Yani sanki videoyu koydun ve görüntüyü ekrana getirdin.
Sonra bastın tuşa görüntü durdu. Adam ekmeği ağzına götürürken öylece kalıyor.
İşte bu Nefha-i Fezada, ilk sûrda olacaktır. Ondan sonra bir tuşa daha bastın ve
görüntüyü kapattın. İşte ikinci surla, yat! suruyla her şey bitti, her şey öldü
ve her yer dümdüz oldu. Sonra tekrar videoyu açıp görüntüyü getiriyorsun. Yani
yeni bir sur, üçüncü bir sur, kalk! Suruyla da insanlar tekrar dirilecekler ve
fevç fevç gidecekler. Peki nereye gidecekler? Zilzâl sûresinde bu konu şöyle
anlatılıyordu:
“O gün insanlar işlerinin kendilerine
gösterilmesi için bölük bölük dönerler.”
(Zilzâl 5)
O gün insanlar işlerinin, amellerinin
neticelerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük dönerler. Ya amellerini
görmek için, ya da amellerinin sonucunun kendilerine gösterilmesi için insanlar
grup grup dönerler.
Fahrettin Râzî buradaki “Eştaten” ifadesini dağınık olarak,
farklı farklı gruplar halinde, farklı farklı konumlarda insanların mahşer yerine
gelecekleri şeklinde tefsir etmiştir. Kimisi binitli, kimisi binitsiz, kimisinin
yüzü ak, kimisinin kara, kimisi yürüyerek, kimisi sürünerek, kimisinin ayakları
çıplak, kimisi zincirlere vurulmuş vaziyette amellerini görmek, amellerinin
sonucuna muttali olmak üzere mahşer yerine getirilecekler.
İnsanlar mahşer yerine fevç fevç, dalga
dalga gidecekler. Ya da inançlarına göre, yaşadıkları hayatlarına ve amellerine
göre gruplaştırılacaklar ve öyle gidecekler. Bunlar biracılar, bunlar zinacılar,
bunlar hırsızlar, bunlar homoseksüeller, bunlar fâizciler, bunlar kumarcılar,
bunlar Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk edenler, bunlar Allah’la savaşa
tutuşanlar, bunlar Allah’ı Rabb bilenler, bunlar tâğut-lara kulluk edenler,
bunlar Adem yolunun yolcuları, bunlar şeytan ta-raftarları, bunlar İbrahim
taraftarları, bunlar Nemrut yolunun yolcuları, bunlar Mûsâ’nın yoluna tabi
olanlar, bunlar Firavun yolundan gidenler, bunlar Muhammed (a.s)’e tabi olanlar,
bunlar Ebu Cehillerin izini takip edenler, bunlar Kur’an’a inanalar, bunlar
Kur’an’ı reddeden demokratlar, bunlar Müslümanlar, bunlar ateistler, bunlar
Allah yasalarını beğenmeyenler, bunlar kendi yasalarının hâkimiyeti adına Allah
yasalarına geçit vermeyenler, bunlar Allah dostları, bunlar Allah düşmanları
diye insanlar gruplaştırılacak.
Bu grupların içinde elbette Hz.
Muhammed (a.s) da olacak ve acaba onun grubunun içinde yer alıp alamayacağımızı,
onun dalgasına kapılıp onunla birlikte onun gittiği yere gidip gidemeyeceğimizi
çok iyi düşünmek zorundayız. Unutmayalım ki onun fevcine, onun dalgasına
katılabilmenin yolu, onunla birlikte onun gittiği yere gidebilmenin yolu her
sahada onu tanımaya ve örnek almaya bağlıdır. Onun gibi olmaya, onun gibi
yaşamaya bağlıdır. Çünkü: İsrâ sûresinde de herkesin imamlarıyla, önderleriyle,
liderleriyle, tabi olup yolundan gittikleriyle birlikte çağrılacakları, kim
kiminle beraberse, kimin yolu, kimin ameli kime uygunsa, kim kimin yolundan
gidiyorsa onlarla birlikte çağrılacakları anlatılıyordu:
“O gün bütün insanları önderleriyle
beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitaplarını
okurlar. Onlara kıl kadar haksızlık edilmez.”
(İsrâ 71)
Öyleyse Rasulullah efendimizi, onun
sünnetini, onun hayatını çok iyi tanımak ve adım adım ona tabi olmak zorundayız.
Amellerimizi, fiillerimizi, kavillerimizi ve tüm hayatımızı ona dayandırmak
zorundayız. Hayatımızı ona çıkarmak zorundayız. Onu imam ve önder bilmek
zorundayız. Başka çaremiz de yoktur.
19. “Gökler kapı kapı
açılacaktır.”
Sema açılacak, kapılar oluşacak! Sema
yarılacak ve kapılar oluşacak. Niye yarılacak sema ve ne olacak bu kapılar?
Anlayabildiğimiz kadarıyla açılan, oluşan bu kapılardan melekler gelecek.
Meleklerin inmesi için semada kapılar oluşacak. Ellerinde amel defterlerimiz
olduğu halde melekler inecek her bir kapıdan. Veya işte düzen, nizam, intizam
için bir şeyler getirecekler Allah’ın melekleri.
“Melekler sıra sıra dizilip, Rabbinin
buyruğu gelince,”
(Fecr 22)
Hayatınızın, yaptıklarınızın hesabını
vermek üzere, sorgulanmanız yapılmak üzere kendi huzurunda toplanmamız için
meleklerin sıra sıra dizilip Rabbinin emri geldiği zaman, işte o zaman Allah da
gelecek ama nasıl gelecek? Bilmiyoruz. Nereye gelecek? Bilmiyoruz. Ama Kur’an
öyle diyor, bizde öylece inanıyoruz. Sonra:
20. “Dağlar yürütülüp serap
olacaktır.”
Dağlar yürütülecek, dağlar yerlerinden
sökülecek, oynatılacak. Veya dağlar kökünden sökülüp atılacak, dağıtılacak. Bir
anlama göre dağlar heba olacak. Yani rüzgarın kaldırdığı toz toprak zerrecikleri
gi-bi olacak dağlar. Veya bir üçüncü anlamı da serap gibi olacak dağlar. Sanki
dağ var, sanki dağ yok olacak. Bir varmış, bir yokmuş olacak. Dağların dağlığı
bitecek. Gerçekten çok garip bir şey. Dağlar yürü-yünce hani dalga gibi düzgünce
yürüseler o zaman tıpkı geminin dalgaların üzerine binip karşı tarafa geçtikleri
gibi biz de üzerlerine biner ve karşı tarafa geçeriz, ama öyle uslu uslu
yürümeyecekler. Önlerine gelen her şeyi ezip, çiğneyip, tuz buz ederek
yürüyecekler.
Böylece anlıyoruz ki düzen değişecek.
Ama düzen bozulacak değil, düzen değişecek. Hani az evvelki âyet: ~®(@«#²:Ï!
«”@«A¬D²7!«: denmişti. Yeryüzünün dengesini sağlamak için, onun alabora olmasını
engellemek için biz dağları kazıklar olarak oraya çaktık demişti. Burada da
diyor ki, dağlar yürütülecek. Eh işte bir varmış bir yokmuş. Dünya da böyledir
zaten. O da bir varmış, bir yokmuş. Yani bağlanmaya değ- mez, yapışmaya, kıbleleştirmeye
değmez, aman onsuz olmaz demeye değmez bir dünya. Allah onun kulu-kölesi
olmaktan sakındırsın inşallah bizi. Sadece kendine kul köle etsin! Bu konuda
yardımcınız olsun!
21-22. “Cehennem, yalnız azgınları
bekleyen yerdir. Dönecekleri yer orasıdır.”
Cehennemse, o gözetleyici olarak hazır
beklemektedir. Gözetleyici, mirsad, rasathane olarak pusu kurmuş müşterilerini
beklemektedir cehennem. Bunun birkaç mânâsı vardır:
1. Ceza vermek için, müşterilerine hak
ettikleri töreni göstermek üzere gözetleyici olarak beklemektedir cehennem.
Anlıyoruz ki cehennemin böyle gözetleyici olması bizzat kendisinin kimi ve neyi
beklediğini bilmiş olması, Kur’an’ın anlatımına göre cehennemin sanki şuurlu,
akıllı, mantıklı bir varlık olduğunu gösteriyor. Meselâ Furkân sûresinde
cehennemin sanki insan gibi şuurlu bir varlık olduğu ve müşterilerini tanıdığı
anlatılmaktadır:
“Bu ateş, onlara uzak bir yerden
gözükünce, onun kaynamasını, öfkesini ve uğultusunu
işitirler.”
(Furkân 12)
Sanki müşterilerini tanıyor ve uzaktan
onları görünce de kükremeye, homurdanmaya başlıyor. Sanki uzaktan hortumlarını,
alevlerini gönderiyor onları yakalamak, tutmak ve yutmak istiyor. Veya Hü-meze
sûresinin beyanıyla cehennem nereye gideceğini, insanların, müşterilerinin
neresine el atacağını, onların defterlerini dürmeye nerelerinden başlayacağını
biliyor.
“O, kalplere uzanan, Allah’ın
tutuşturulmuş ateşidir.”
(Hümeze 6,7)
Burada da bu şuurlu varlığın
müşterilerinin kalbine el atacağı, insanın kalbine uzanacağı anlatılıyor. Neden?
Çünkü kalp insanlarda kabul ve ret, iman ve küfür makamıdır. Kalp insanlarda
düşünce, idrak, heves, niyet ve irade makamıdır. İman ve küfür konusunda kişide
en sorumlu yer onun kalbidir. Onun içindir ki bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz
cehennem ateşinin kalbe uzanacağını anlatmaktadır.
Kaf sûresinde anlatıldığına göre
müşterileri içine dolduktan sonra Cenâb-ı Hak şöyle soracakmış: “Doldun mu ey
cehennem? Daha ister misin bu sığır sürülerinden? Bu kâfirlerden daha ister
misin?” Cehennem de diyecekmiş ki: “Daha yok mu ya Rabbi? Daha yok mu ya Rabbi!
O kadar kükreyip coştum ki bugün bir türlü doymak bilmiyorum! Bu sığır sürüsü
tiplilerden, bu kütüklerden daha varsa gönder ya Rabbi!” Veya bunun bir ikinci
anlamı da: “Daha mı var ya Rabbi? Hayret, daha bitmedi mi Allah’ım? Bu
kütüklerin sonu gelmedi mi?” diye şaşkınlığını ifade
edecektir.
İşte cehennem sanki şuurlu bir varlık
olarak böyle korkunç bir bekleyicidir. Tabi Allah’ın kanunları, sünnetullahın
tezahürü olarak bi-ze intikal eden bu kanunlara karşı gelmenin anlamı yoktur.
Peki kimleri bekliyormuş cehennem? Yani
müşterileri kimmiş cehennemin? Kimler gideceklermiş oraya? Bakın bunu da
Rabbimiz şöyle anlatır:
Tuğyan eden, tâğutluk yapanlar, haddi
aşanlar için, Allah karşısında güç, bilgi iddiasında bulunarak, Allah’la ve
Allah yasalarıyla savaşa tutuşarak, Allah’ın kitabına, Allah’ın hayat programına
sırt dö-nerek hayatlarını kendi kendilerine düzenlemeye kalkışanlar için bir
sığınak, bir barınak olarak cehennem bekleyip durmaktadır.
Meab birkaç mânâya gelir:
1. Dönüş demektir. Dönüş yeri demektir.
2. İnkılap yeri demektir. Cehennem
inkılap yeridir.
3: Sığınak, barınak
demektir.
Tâğîn de tuğyankârlar, tuğyan edenler
demektir. Allah karşısında hadlerini aşanlar, kul olduklarını unutup tanrılık
iddiasına kalkışanlar demektir. Yaratıcılarının rubûbiyetini reddedip,
yaratıcılarının kendileri adına belirlediği yaşam biçimini reddedip kendi
kendilerine hayat programı yapmaya çalışanlar, Firavunluk yapanlar demektir.
Kalem sûresinde görmüştük. Bahçenin ürünü üzerinde başkalarının hakkına
inanmayanlar. Malında başkalarının da hakkı olduğuna inan-mayanlar demektir.
Hayatta kendilerini etkin ve yetkin zanneden kimseler demektir. Hayatlarında
Allah’ı diskalifiye ederek yaşayanlar demektir. İşte cehenneme gidecek olanlar
bunlardır. Cehennemin müşterileri bunlardır.
O zaman bizde şöyle dönüp kendimize bir
bakalım. Acaba bizler de Tâğîn miyiz? Acaba bizler de cehennemin beklediği
müşterilerinden miyiz? Sosyal ilişkilerimizi, ekonomik dünyamızı, ya da siyasal
yapılanmalarımızı, bireysel planda, toplumsal planda problemlerimizi tespitini
ve çözümünü kiminle ayarlıyor, kiminle belirliyoruz? Veya teşhis ve tedavi
konusunda kime müracaat ediyoruz? Sorgulayalım kendimizi. Bakın âyet tâğutların
cehenneme gideceğini söylüyor. Hayatlarını Allah’a sormadan, Allah’ın kitabıyla
düzenlemeden yaşayanların cehenneme gideceklerini anlatıyor.
Ya biz? Bizim hayat programımızı
kim belirliyor? Çocuğumuzun mektebine, evimizin eğitimine, malımıza,
mesleğimize, dükkanımıza, gündüzümüze, gecemize ilişkin programları kim çiziyor?
Allah mı çiziyor? Hayatımızın kaçta kaçına Allah, kaçta kaçına Zerdüşt
karışıyor? Zerdüşt buyuruyor, biz yapıyoruz. Onun gaflet edip hayatımızda
bıraktığı boşluğu da biz dolduruyoruz. Dinle dolduruyoruz. Peki buna göre biz
neredeyiz? Bizim yerimiz neresi? Allah için bir düşünün.
Eğer bütün bu konularda kendimize ve
enfüsümüz anlamına kendimizden, içimizden birilerine müracaat ediyor, ama Allah
ve Resûlüne müracaat etmiyorsak, o zaman biz de tâğîndeniz Allah korusun.
Böyleleri için cehennem bir sığınak, bir barınak, bir dönüş yeridir, bir inkılap
yeridir unutmayın.
23-26. “Orada sonsuz kalacaklardır.
Orada serinlik bulamayacaklar, işlediklerine uygun olan kaynar su ve irin
dışında bir içecek tadamayacaklardır.”
Onlar orada çağlar boyu kalacaklar. “Ahkaba” Çağlar ve çağlar demektir.
Bir çağ, arkasından başka bir çağ, arkasından başka bir çağ orada kalacaklar
demektir. İlelebet, ebede dek, böyle çağlar boyunca hep kalıp gidecekler.
Peki cehennemde kalış ebedî değil
miydi? Kur’an’ın başka yerlerinde “Onlar orada ebediyen kalacaklar” denmiyor
muydu? Niye burada böyle dendi? Neden burada çağlar boyu dendi? Neden öyle? Buna
şöyle bir cevap verilebilir: Buradaki Ahkaba’dan gâye, bir son değildir. Yani bu
işin sonunun filan çağ olduğunu beyan değil. Öyle olsaydı süreli olurdu. Ama
çağlar boyu devam edeceğini anlatıyor âyet-i kerime. Çağlar boyu sürecek sürekli
bir azaptan söz ediyor.
Belki bir çağ hamim içirilerek, bir
başka çağ irin için, kan için, bir başka çağ gözün patlatılması, bir başka ahkap
karnın deşilmesi, beynin dağıtılması şeklinde çağ çağ azapların süreceği
şeklinde de anlaşılabilir.
Tabii ebedî bir hayat için çağ nedir?
Onu bilmiyoruz. Bilmemiz de gerekmiyor zaten. Bilelim diye değil, iman edelim
diye anlatılıyor bütün bunlar.
Orada ne bir serinlik, serinletici bir
şey veya bugünkü ifadeyle ne de bir soğukluk yani içecek bir şey tatmayacaklar.
Berd, su, hava, rahat, uyku, içecek şeyin soğukluğu imiş. Orada onlara bunlar
tattırılmayacak. Peki hiçbir şey mi tattırılmayacak? Hayır. İçecekleri bir
şeyler var onu söyleyecek Rabbimiz:
Ancak kaynar su ve irim içirilecek
onlara. Hamim şu mânâlara gelmektedir:
1. Yakıcı bir hararet
demektir.
2. Cehennemliklerin göz yaşları bir
havuzda toplanacakmış, bunun adına hamim denir ve onlara bundan
içirilecektir.
3. Ya da cehennemliklerin içeceği bir
içkiymiş. On bin derecede erimiş bir madenin eriyiğiymiş ki bundan içtikçe
karınları, bağırsakları patlayıverecekmiş Allah korusun.
Gassak da ya dondurucu soğuk demektir,
ya da irin demektir. İşte cehennemliklerin içecekleri bunlardır.
Muvafık bir ceza diyor Rabbimiz. Yani
tam onlara muvafık bir ceza. Tamı tamına onlara uygun bir ceza. Tam onlara göre,
tam onlara muvafık bir ceza deniliyor.
Sanki aklıma şöyle geliyor: Dünyada çok
susuz kaldığı günlerde köpek su bulamazsa toprağı yalarmış, neminden filan
istifade edeyim de susuzluğumu gidereyim diye. Allah korusun da sanki orada da
böyle yapacaklar cehennemlikler. Susuzluktan yanan kâfirler birbirlerinin
vücutlarına sarılıp yaralarından akan irinleri, kanları yalamaya, emmeye
çalışacaklar.
Şimdi böyle bir adama, yani cehennemde
irin içmek zorunda kalan bir adama denilse ki: “Şu elli varil veya on tanker
irini iç! Eğer bunu içip bitirirsen cehennemden çıkacaksın!” Adam bin varile de
razı olur, yüz bin varile de razı olur değil mi? Neden? Çünkü bin varil de olsa hepten bir
kurtuluşun müjdesi mânâsına gelecektir bu. Yani ne kadar çok da olsa bitici olan
bir şeydir. Ama orada nehirlerle, barajlarla irin vardır onlar için ve çağlar
boyu, ebediyen oradan çıkmamacasına ondan içmek zorunda kalacaklardır
onlar.
Gerçekten çok korkunç bir şey değil mi?
Çok ürpertici ve tiksindirici bir şey değil mi? Peki Allah orada böyle sonsuza
dek irin içmek zorunda kalmış birine dese ki: “Peki ey kulum benim dünyada
senden istediğim emirlerin hangisi bu kadar irindi? Hangisi bu kadar iğrençti?
Dünyada senden istediğim emirlerimden hangisi bu irini içmek kadar zor ve
tiksindiriciydi de onları yapmadın da buraya geldin? Hangisi zordu bu irin içmek
kadar? Namaz mı zordu? Oruç mu tiksindiriciydi? Tesettür mü iğrençti de onları
tertemiz uygulayıp ta tertemiz cenneti hak etmedin?” dese ne diyebilecektir bu
adam?
Yani ne mâzereti olabilecektir?
Üstelik o, dünyadayken birilerinin irinlerini, salyalarını aynı aşkla, aynı
şevkle, sanki aynı ihtiyaç duygusuyla böyle yalayıp yutmaya çalışıyordu.
Ağasının, patronunun, müdürünün, efendisinin, şeyhinin ağzından, müridinin,
babasının ya da falanının, filanın ağzından çıkan veya tavrında çıkan salyaları,
salya gibi İslâm dışı sözleri, irin gibi sözleri, irin gibi tavırları, irin gibi
amelleri “evet efendim! Tamam efendim! Hayhay efendim! İsâbet buyurdunuz, hikmet
yoğurdunuz efendim!” edasıyla yalayıp yutuyordu. Onları uyarmıyordu. Onlara
karşı Müslümanca bir tavır takınmıyordu. Onlardan sadır olan İslâm dışı tüm
hareketleri, tüm tavırları sineye çekiyordu. İşte böyle onları yalayıp
yutmasının karşılığı olarak cehennemde irin yutturulacak bu adamlara.
O zaman cehennemi insanların kafasında
daha bir canlı tutabilirsek belki insanlar oraya gitmekten sakınma planları
kurabilirler. Mesela, insanın önüne irin getirelim, onunla karşı karşıya
koyalım. Öyle bir manzara çizelim. Meselâ bir büyük tencerede, veya bir kazanda
irin getirelim sofraya, adamların masalarına yerleştirelim. Her birisinin önüne
kristal camdan taslar koyalım. İçine de sapsarı irini yerleştirelim. Hattâ belki
rengi bozuk gibi geliyor diye, biraz da renklendirelim filan deniyorsa, yağ veya
biber anlamına üzerine biraz da kan dökelim. Onu artık kaşıkla mı yerler? Yoksa
ekmeklerini mi batırırlar? Yoksa tası kafaları na mı dikerler? Ne yapacaklarsa
öylece canlandıralım. O zaman belki korkarlar, belki tiksinirler de cehenneme
gitmeme planları geliştirebilir insanlar.
İşte cehennem bu. Allah korusun da
dayanılacak gibi filan de-ğil. Allah diyor ki, tam onlara uygun bir ceza, tam
onlara muvafık bir ceza. Üstelik Kur’an’ın ve sünnetin bize anlattığına göre
bire birlik bir ceza. Yani yaptıklarının fazlası da yoktur. Sadece dünyada
işlediklerine karşılık bir cezadır bu. Ama cennetliklerin karşılığı öyle
değildir. Onlarınki bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen bire otuz bin,
hattâ, hattâ bazen sınırsız bir mükâfat vardır onlar için Cennette. Ama burada
bire bir tam karşılık bir ceza diyor Rabbimiz.
Meselâ onlar için yardımcı yoktur
denilmişse, onlar için azap var denilmişse, onlar zaten bunu yalan sayıyordular,
hadi bakalım ya-lan saydığınıza! denilecek. Ama cehennem vardır diye şimdiden
Allah haber veriyorsa, insanlar bunu sinelerine çekiyorlar ve yutuyorlarsa,
dünyada irin içmeye, kan içmeye devam ediyorlarsa o zaman canları isterse. Hattâ
belki zaten dünyada adamların yediği içtiği cifeyse, pislikse, necisse, necesse,
içkiyse, kumarsa, fâizse, kansa, domuzsa veya benzer pis, temiz, haram, helâl ne
olduğuna bakmadan bir hayat sürüyorlarsa elbette yarın böyle bir ceza onları
bekliyor olacaktır. Ve tam muvafık bir ceza olacaktır bu onlar
için.
Peki nedenmiş o? Niye bunlara böyle bir
ceza veriliyormuş? Çünkü onlar hesabı ummuyordular. Hesap, kitap beklentileri
yoktu onların.
27. “Çünkü onlar, hesaba
çekileceklerini ummaz-lardı.”
Yaşadıkları dünya hayatında sevap
ummazlardı, ikabtan da korkmazlardı. Hesap ve ceza konusunda Allah’ın
tehdidinden kork-mazlardı. Cennet arzusu cehennem endişesi taşımadan
yaşıyorlardı. Mayın tarlasında geziyormuş gibi haramların üstüne, üstüne
gidiyorlardı. Onun için onlara böyle bir ceza muvafıkmış. Hesabı kitabı ummayan,
dirilişe inanmayan insanların mantıkları da işte böyle değişik oluyordu dünyada.
Meselâ Furkân sûresinin ifadesiyle şöyle diyor-lardı:
“Bizimle karşılaşmayı ummayanlar: “Bize
ya melekler indirilmeli, ya da Rabbimizi görmeliyiz” derler. An-dolsun ki kendi
kendilerine büyüklenmiş, azgınlıkta pek ileri
gitmişlerdir.”
İşte görüyorsunuz, âhirete
inanmayanların, dirilişi, hesabı, ki-tabı reddedenlerin mantıkları da böyle.
Veya değişik yerlerde âhirete inanmayan bu insanların farklı şeyler
istediklerini, farklı hesapların içine girdikleri anlatır:
28. “Âyetlerimizi hep yalan sayıp
dururlardı.”
Âyetlerimizi yalan üstüne yalan
saymakla, âyetlerimizle dalga geçiyorlar, yalan sayıyorlarsa elbette bu ceza
onlara tam lâyık bir ceza olacaktır.
Yalan saymak küfürden biraz farklıdır.
İnkâr etmek, âyetleri tü-müyle reddetmek ve inanmamak demektir. Ama yalan
saymak, âyetlere inanmakla beraber gereğini yerine getirmemek demektir. Meselâ
adam inanıyor namazın farz olduğuna ama yine de kılmıyor. İnanıyor tesettürün
farziyyetine ama yine de örtünmüyor. İnanıyor ilmin farz olduğuna, ama yine de
ilim yoluna girmiyor. İnanıyor ahiretin varlığına ama öyle bir hayat yaşıyor ki,
hayatında bu inancın kokusunu bile görmek mümkün değildir. İşte bu da âyetleri
yalan saymak demektir.
Buhârî’deki yalan sayma hadisini daha
önce demiştim. Bu ha-dise göre de âyete inanan ama gereğini yapmaya yanaşmayan
insanlar yalan sayanlar demektir. Meselâ bir çocuğa: "Gel buraya! Yoksa kafanı
kırarım!" diyorsa anası. Çocuk da: "Eh canım anam işte!" di-yorsa, anasının
sözünü ciddiye almıyorsa bu yalan saymadır işte. Ya-ni çocuk gelmek nedir,
gelmemek nedir, kafanın kırılması nedir, ananın yapacağı nedir, bunu biliyor,
buna inanıyor ama bunu kendi hayatına indirmiyorsa bu da yalan saymadır diyoruz.
İşte bu şekilde Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar, yalan sayanlar, yok farz
edenler, kamufle etmeye çalışanlar, kendi gündemlerinden, günlük hayatlarından,
toplumun gündeminden düşürmeye çalışanlar ve de âyetleri cid-diye almayarak,
âyetlerin imanını gündeme getirmeyerek onları yalan sayanlardır
bunlar.
29. “Biz de her şeyi yazıp
saymışızdır.”
Oysa biz her şeyi, her bir şeyi, bir
kitapta yazıp çizip toplamışız. Yani biz her şeyi kitapta yazmışız, hiç bir şeyi
atlamadan yazmışız. Öyle ise haydin bakalım:
30. “Şöyle deriz: Artık tadınız, bundan
böyle size azaptan başka bir şey artırmayız.”
Haydi bakalım tadın yaptıklarınızın
tadını! Artık size azaptan başka bir şey artırmayacağız! Artık tattıkça azabı
tadın! Yedikçe azabı yiyin! İçtikçe azabı için! Bundan böyle hep kan için, irin
için! Ve böylece azabın içinde, azaptan kurtulmamacasına kahrolun! Mahvolun!
Helâk olun hainler! Ama ölmeyin! Gebermeyin! Çünkü sizin azabınız sona ermemeli,
sizin azabınız bitmemeli denilecek. Çünkü ölüm bir kurtuluştur, onun için ölüm
olmayacaktır orada.
Bizim mesânî bir kitabımız var. Rahmân
olan Allah, Rahmetinin tecellisi gereği bizi kahredecek, mahvedecek, sıkboğaz
edecek değildir. Öyle çıkmaz bir pozisyonda tutmuyor Rabbimiz bizi. Yani bizi
sevdiğinden, bize merhamet ettiğinden dolayı bize bu azap ve ikâb sahnelerini
göstermektedir. Değilse herkes öyle değildir. Herkes cehennemi boylayacak
değildir. Bakın kimileri için de şöyle tablolar var, şöyle ortamlar, şöyle
nîmetler vardır dercesine bundan sonra bakın Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
31-34. “Doğrusu, Allah’a karşı
gelmekten sakınanlara kurtuluş, bahçeler, bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt
kızlar ve dolu kadehler vardır.”
Muhakkak ki muttakiler için mefâz vardır. Peki mefâz nedir? Mefaz,
kurtuluş demektir. Mefâz, korunmak demektir. Yani onun şerrinden kurtuluş
demektir. Az önce anlatılan cehennem ateşinin şerrinden kurtuluş vardır
muttakiler için. Demek ki takvalılar kurtuldular cehennemden, kurtuldular
azaptan, ikaptan, kurtuldular kandan, irinden. Kurtuldular tüm bunlardan ve de
cenneti hakkettiler, cennet buldular.
Bu kurtuluş fevzü’l kebirdir. Yani tam
bir kurtuluş, büyük bir kurtuluş, gerçek bir kurtuluş, mübîn, açık, ayan beyan
bir kurtuluştur Kur’an’ın ifadesiyle. Hani dünyadaki kurtuluşlara seviniyoruz.
Üç yıl, beş yıl, on yıl, seviniyoruz, sonra anlamını yitiriyor tabi o
kurtuluşlar. Ama âhiretteki bu kurtuluş hiçbir zaman anlamını yitirmeyecek,
sürekli bir kurtuluştan söz ediliyor ki, bu hem cehennem azabından kurtuluştur,
hem de cenneti kaybetmekten kurtuluştur. Başka ne varmış onlar
için?
Bağlar, bahçeler, üzümler, hurmalar,
narlar, muzlar, ekinler, bitkiler, yiyecekler, içecekler, pınarlar, şaraplar,
süt ırmakları, bal ırmakları. İşte Kur’an anlatıyor, biz de saydık.
Bir de etrap olan, yani aynı yaşta,
birbirinin yaşıtında olan “Kevaib” vardır onlar için.
Tomurcuklanmış memeler ve bir de bekarlar, bâkîreler anlamına geliyormuş kevaib.
Anlaşıldığı gibi hûrilerden söz ediyor Rabbimiz. Böyle bir manzara işte. Cennet
kadını Kur’-an’ın başka yerlerinde anlatıldığına göre şeffaf olacak, içinden
dışı, dışından içi görünecek. Tertemiz olacak onlar. Kan, irin, hayız, nifas,
idrar, koku, tütü gibi maddî pisliklerden arındırıldıkları gibi, yalan, dolan,
gıybet, çekememezlik, dedikodu gibi manevî pisliklerden de temizlenmiştir onlar.
Sadece gözlerini eşlerine dikmiş, gönüllerini sadece eşlerine vermiş tertemiz
kadınlardır onlar.
Hattâ Allah’ın Resûlü der ki:
“Bir kadın dünyada kocasına eziyet ederse, onun cennette bekleyen hûrileri şöyle
der: “Yapma kadın! Etme kadın! Aptallık etme kadın! Huysuzluk etme kadın! Senin
yanında kalacağı günler az kaldı! Yakında bizim yanımıza gelecek, Efendimizi
incitme! Efendimizin kıymetini bil! Yarın o bizim yanımıza gelecek, bak o zaman
çok pişman olursun!”
İşte orada böyle orijinal, hiçbir gözün
görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir insanın hatır ve hayalinden bile
geçiremeyeceği gü-zellikte, değişik model kadınlar vardır. Rahmân sûresinin
beyanıyla ne bir insan eli, ne de bir cin eli değmemiş bâkîre, tertemiz kadınlar
vardır orada.
Ondan sonra da sen tut dünyanın
pespayelerine, dünyanın şıllıklarına gönül ver. Olacak şey mi bu? Cennette
Rabbimizin bizim için hazırladığı ve şu anda bile her gün biraz daha
güzelleşerek bizi bekleyen o güneşten, aydan daha güzel hûrileri kaybetme
pahasına dünyada bir şıllıkla üç beş dakika zevk yap. Değer mi oradaki
milyarlarca dilberi kaybetmeye? Çünkü Rasulullah da öyle diyordu değil mi?
“Mü’min, mü’min iken zina etmez.” Yani böyle bir adam mü’min olduğu halde
kesinlikle zina edemez.
Düşünün ki bir adam mü’min
olacak, iman edecek, Allah’ı bilecek, cenneti bilecek, cehennemi tanıyacak,
böyle bir cehennem azabından haberdar olacak, böyle bir cennet nîmetlerini,
cennet kadınlarını bilecek, tanıyacak, gözünde canlandıracak, yakîn kesb edecek,
sonra da onu kaybetme pahasına dünyanın bir pespayesine gönül verip zina edecek.
Bu mümkün değildir diyordu Allah’ın Resûlü.
Başka ne varmış cennette onlar
için?
Bir de dolu dolu, dopdolu kadehler,
keseler, kaplar vardır orada onlar için. Dolu dolu kadehler. Peki neyle dolu
bunlar? Kâfûr ile dolu, Tesnîm ile, Rahîk ile ya da benzer cennet içkileriyle
dolu kadehler vardır orada. Dopdolu, birbiri ardınca gelen, hiç arkası
kesilmeden ikram edilen, ya da böyle saf safiye, böyle katışıksız, düzgün, güzel
kadehlerde sunulacak içkiler vardır.
Dehr sûresi onun hem cam, hem de
gümüşten olduğunu anlatıyordu:
“Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur
kaseler dolaştırılır. Billurları gümüş gibi parlaktır, onları ölçüp ölçüp
dağıtırlar. Orada, zencefil karışık bir tasla
içirilirler.”
(Dehr
15,16,17)
Gümüş ve üstelik de camdan kaplar. Hem
gümüş, hem cam, garip bir şey tabii. Sırçadan cam gibi gümüşler diye de şerh
etmişler. Veya gümüş gibi camlar, sırçalar demişler. Biliyoruz ki yeryüzü
toprağı sırça olur, cennet toprağı da gümüş olur. İşte böyle bir karışım
an-lıyoruz.
İşte bu kadar hoş, böyle güzel
billurlar, kaplar, camlar, kadehler içinde dolu dolu içkiler sunulacak orada
muttakilere. Öyle hoş içkiler sunulacak ki onlara, onu hoş ölçecekler,
kendilerine göre ölçecekler, ölçtüklerine göre gelecek içkiler. Kendisine
sunulanın arzusuna göre ölçüp getirecekler. Yani cennetlik muttaki bir kul nasıl
isterse öy-le sunulacak, kalbinden ne kadar geçiyorsa o kadar sunulacak, ne tür
bir şey istemişlerse o verilecek onlara. O kadar güzel bir ölçü ki, kişiye göre,
kişinin ellerine göre, alacaklarına göre ölçecekler ve öylece getirecekler. Yani
böyle kocaman bir ton değil, küçücük değil, upuzun değil, kısa değil,
yusyuvarlak değil, ya ne? Tam sana göre, orada se-ni rahat ettirici biçimde
sunulacak.
35. “Orada boş ve yalan söz
işitmezler.”
Orada ne lağv, ne de kizzab
duymayacaklar o mü’minler. Lağv da yok, kizzab da.
Lağv kelimesinin birkaç mânâsı
vardır:
1. Lağv, bâtıl demektir. Orada,
cennette mü’minler bâtıl bir söz, boş bir ses duymayacaklar. Kimse orada bâtıl
ve boş söz konuş-mayacak. Dünyada da zaten o mü’minler bâtıl ve boş sözlerin
arkasına düşmüyorlardı.
2. Lağv, yemin demektir. Orada
mü’minler yemin söz de işitmeyecekler. Kimse bu tür sözleri ağzına
almayacak.
3. Ya da lağv sataşmak, kavga etmek
demektir. Öyleyse orada kimse kimseye sataşmayacak, kimse kimseyle kavga
etmeyecek. Orada mü’minlerin kalplerinde dünyadan getirdikleri birbirleri
hakkında uygunsuz düşüncelerin üzerini örtüverecek
Rabbimiz.
4. Ya da mânâsı isyan demektir. Allah’a
karşı işlenen günah demektir. Orada kimse günah da, isyan da işitmeyecek, hiçbir
insanın isyanına şahit olmayacak.
Kizzaba ise;
1. Bir kısmı bir kısmını yalanlamaz
demektir.
2. Azgınlık ve düşmanlık
demektir.
3. Günah
demektir.
da ki (_«Z[¬4) ya cennette
anlamına gelir, cennette bunlar olmayacaktır anlamına veya o içki içim ortamında
demektir. Orada içki içilecek ya, dolu kadehler var ya, işte o içki içim
sahnelerinde, içki meclislerinde, o kadehlerin kullanım sahnelerinde böyle ne
hazımsızlık, ne lüzumsuzluk, ne kötü söz, ne günah, ne bâtıl, ne yemin, ne
sataşma, ne isyan hiçbir şey duyulmayacak. Sakın ha bunu dünyadakiler gibi
tasavvur etmeyin! Dünyada hep içki âlemleri böyle olur, ama oradakiler böyle
değildir deniliyor sanki.
Bu sûrenin ilerisinde, Ğâşiye sûresinde
cennet modeli daha bir farklı anlatılıyor. Ama maalesef Müslümanlar onu dünyaya
taşımaya çalışıyorlar. Yani dünyada cennet bulmaya, cennet görmeye, cennet
kucaklamaya çalışıyorlar. Cennetlerini dünyada aramaya, bulmaya veya dünyalarını
cennet etmeye çalışıyorlar.
Meselâ orada “Üst
üste, iç içe odalar vardır” deniyor, Kur’an’daki bu cennet anlatım
modellerini duyan adam cenneti dünyaya taşıma adına, ya da dünyasını
cennetleştirme adına hemen dubleks mi tribleks mi daireler peşine düşüyor. Veya
meselâ Kur’an’-da akıp giden ırmaklardan söz edildiğini duyuyor, adam hep pınar
başlarında olmayı hedefliyor. Evinin altından, üstünden pınarlar akıtmayı
hedefliyor. Veya meselâ işte bu âyette olduğu gibi cennetin mutena bir yer
olduğunu, lağv ve kizzab olmayan, gürültü patırtı olmayan, sövme, sayma,
sataşma, dövüş, kavga olmayan çok mutena bir yer olduğunu duyuyorlar ve
evlerini, yatırımlarını böyle yerlere yapmaya çalışıyorlar. Aman böyle mutena
bir semt olsun. Çoluk çocuk olmasın, vasıta sesi, kavga, gürültü olmasın
diyorlar.
36. “Bunlar Rabbinin katından,
hesapları karşılığı verilenlerdir.”
İşte muttakilere hazırlanan bu cennet
ve oradaki hayat Allah’tan bir karşılık ve Atâen Hisâba bir neticedir. Atâen
hisâba:
1. Kâfî bir
atiye;
2. Kesin bir
atiye;
3. Kesir anlamına, bir de çok çok
mükafat,
4. Veya ameller adedince, amellere göre
hesaplanmış bir atiye, bir ihsan anlamlarına gelmektedir.
Burada daha önceki âyetlerde kâfirler,
cehennemlikler hakkında kullanılmış olan(_®5@«4¬: _®š³!«J«% )yı tekrar
hatırlayalım. Bir de mü’minler için kullanılan bu ifadeyi hatırlayalım. Birinde
muvafık bir ceza, yani günahlarına muvafık, yaşadıkları hayata muvafık bir ceza,
küfürlerine uygun bir ceza, öbüründe de böyle hesapsız, kat kat mükâfattan söz
ediliyor. Birinde kan içirilecek, irin içirilecek bir azap, öbüründe güzelin
güzeli bir manzara.
O zaman aklımıza şu gelir:
İnsanlar kime kul olduklarını, ve kul oldukları, kulluk yapıp arzularını
gerçekleştirdikleri varlıktan ne beklediklerini bir düşünsünler! Ya da kendisine
kulluk yaptıkları varlıkların yarın kendilerine neler sunabileceklerini? Neler
ikram edip nasıl bir ceza verebileceklerini düşünmeli insanlar. Düşünün, yarın
ne verebilecekler size bu kendilerine kulluk ettiğiniz varlıklar? Ne var
ellerinde? Neye gücü yeter onların?
Meselâ çevrenin, modanın, âdetlerin,
toplumun, modanın, ba-banın, ananın, amirin, müdürün, ağanın, patronun,
yönetmeliklerin, yasaların kulu olan, bunlara kulluk yapmaya çalışan insanlar
bunlardan ceza ya da mükafat olarak ne beklediklerini, ne umduklarını bir
düşünsünler. Meselâ kayınpederinin, ağasının, patronunun, amirinin, müdürünün
kulu olan insanlar olsa olsa kayınpederinin tüm varlığına sahip olabilirler,
onun tüm statüsünü elde edebilirler değil mi? Başka ne yapabilirler ki?
Birilerine kul köle olanlar, onun sözünden çıkmayanlar olsa olsa ancak onun
sahip olduklarına sahip olabilirler değil mi? Daha başka bir şey veremezler.
Haydi bunu biraz daha büyütelim
ve diyelim ki o kul olduğumuz kişi bize tüm dünyayı verebilecek güçte birisi
olsa ve tüm dünyayı kendisine kulluk edene verse, peki düşünelim şimdi ne kadar
süreyle verebilir onu bize? Ölünceye kadar değil mi? Tüm dünyayı verse bile biz
ölünce biter değil mi bu saltanat? Peki aksini yapıp onu dinlemezse insan, ona
kul-köle olmazsa da diyelim ki ceza verecektir. Peki ne kadar ceza verilebilir?
En fazla ölümdür dünyada onun verebileceği ceza. Ölünce bu ceza bitecektir değil
mi? İşte Allah’tan başkalarının kendilerine kulluk yapanlara verebilecekleri
mükafat da, ceza da budur.
Peki ya Allah’ın kendisine kulluk
edenlere vereceği mükafat ve ceza nedir? İşte şu anda üstünde gezip dolaştığınız
on dünya büyüklüğünde bir cennet, üstelik ölümle de son bulmayacak ve ebediyen
kaybedilmeyecek bir devlet. İşte ölümle de kurtuluşu olmayan ebediyen içinde
kalınacak bir cehennem. Varın ikisini siz mukayese edin. Mukayese edin de kime
kulluk yaptığınızı ve kulluk yaptığınız varlıktan ne beklediğinizi iyice
anlayın. Öyle değil mi?
Meselâ; ben çevremden birisinin
dediğini iki etmesem, her de-diğinin peşinde koşsam, kulu-kölesi olsam,
ayaklarına kapansam, eşiğinde yatsam kalksam. Beni bu vaziyette gören birisi
bana dese ki: “Hayrola ya! Nedir bu senin yaptığın?” Ben desem ki: “Ya bu adamın
İstanbul’da 10 tane villası var, bu kulluğumun karşılığı olarak üçünü bana
verecektir her halde. Sekiz helikopteri var, herhalde ikisini bana ayıracaktır.
Almanya’da on beş eyalet onun, herhalde üçünü bana verecektir.” Tamam
Almanya’daki eyaletlerin hepsini de bana verebilir. Ama kaç yıllığına verebilir?
Ne kadar süreyle verebilir? Ben onun verdiklerine ne kadar süreyle sahip
olabilirim? Ölüme kadar değil mi? Rabbim ki, ben ona kul-köle olursam, kullukta
en son sırada yer alsam bile on dünya kadar bana mülk lütfunda
bulunacaktır.
Unutmayalım ki birilerine kul-köle
olanlar, ancak onların ikramlarına ulaşabilirler, çünkü kural budur dünyada,
herkes kölesini besler. Güçlü, kuvvetli, dinç bir köle, iyi bir hizmetçi, iyi
bir koruyucu anlamına gelecektir. Ya da bu bir kanundur, çünkü Allah da
kullarını, kö-lelerini destekleyip onları izzet ve ikrama boğuyor. Öyle ise biz
kimin kölesi olduğumuzu, kimin arzularına boyun büküp, hatırını kazanmaya
çalıştığımızı, kimden ne beklediğimizi iyi bir düşünelim. Allah’ın kendisine
kulluk yapan kullarına ödeyeceği ücret işte böyledir.
Dünyanın on katı bir cennet, ama
dünyadakilerle mukayese edilmez nîmetlerle dolu bir cennet. Ölümle sınırlı da
değil. Ebediyen içinde kalabileceğim bir cennet.
Öyle olacaktı tabii, herkes kölelerine
ikram eder, herkes kölelerini mükafatlandırır. Ebrehe, kendisine itaat adına
geldiğini zannettiği peygamberimizin dedesini ikrama boğmaya çalışıyordu. Çünkü
kendi zannınca kendisine itaat ve hizmete dönecekti bu ikramları. Ço-ban
köpeğine yal çalar, köpeğinin karnını iyice doyurmak ister. Çünkü doyurduğu o
köpek kendisini koruyacaktır. Adam işçisine iyi bakar, çünkü hizmeti kendisine
dönecektir. Adam koyunlarını iyi doyurur niye? Süt verecek de ondan. ABD de
bazen kölelerine, koyunlarına ikramda bulunur. Neden? Çünkü sonunda sütlerini
sağacak da ondan. Yani sen onların köleliğini kabul et yeter ki, onlar sana
neler yap-mazlar neler!
37. “O, göklerin, yerlerin ve ikisi
arasında olanların Rabbidir. O, önünde kimsenin konuşmayacağı Rahmân olan
Allah’tır.”
Semâvât ve arzın Rabbi, bir de bu ikisi
arasındakilerin de Rabbi. Aklınıza gelen ve gelmeyen her şeyin Rabbidir Allah.
Rahmândır da o Allah. Bizi bizden daha çok düşünen, bize bizden daha fazla
merhamet eden, merhamet sahibi ve de:
Hiç kimse onun karşısında konuşmaya
cesaret edemez, ya da hiç kimse onu karşısında konuşmaya mâlik olamaz, güç
yetiremez. Kimin haddine orada konuşmak?
Ya da Allah’ın izniyle insan ancak
orada konuşma hakkına sahiptir, sahip olacaktır mânâsına bir ifade. Hangi konuda
bir konuşmadır bu? İster mâzeret beyanı olsun, ister şefaat konusu olsun bu
ancak Allah’ın iznine tabidir, tabi olacaktır.
Hiç kimse hiçbir söz söylemeye kadir
olamaz. Kimse kendisinde bu cesareti bulamaz. Nebilerin bile korkudan
ayaklarının altındaki tozun uçuştuğu, ağızları bıçağın açmadığı bir ortamda
kimin haddine konuşmak. Kimse konuşamayacak, kimsenin ağzını bıçak açmayacak
ancak:
38. “Cebrâil ve meleklerin dizi dizi
durdukları gün, Rahmân olan Allah’ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır.
Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.”
O gün, o kıyamet günü Ruh kıyam eder,
Ruh kıyam ettirilip ayağa kaldırılır ve melekler de saf saf kaim olurlar. Yani
Ruh ve meleklerin saf saf kalktıkları gün o insanlar konuşamaz
olur.
Demek ki Ruh ayağa kaldırılıp ikâme
edilecekmiş o gün. Peki Ruh nedir acaba? Nedir bu Ruh ki yarın ayağa
kaldırılacak? Bu Ruh hakkında sekiz görüş serdedilmiş:
1. Allah’ın bir ordusudur bunlar ki,
yarın kıyamet günü hesap kitap ortamında ikâme edilecekler. Anlaşılan o ki
bunlar melek değil, insan sûretinde ama insan da değil, böyle Allah’ın
yarattıklarından birileri, bir ordu. Kıyamet günü saf saf ayağa kalkıp divan
duracaklar.
2. Bunlar meleklerin en şereflileri, en
büyükleri demektir. Kıyamet günü hesap kitap dönemi ikâme
edilecekler.
3. Meleklerdir.
4. Meleklere muhafız görevlilerdir.
Yani meleklerin de muhafızı varlıklar vardır ve o gün onlar kıyam
edecekler.
5. Veya yaratılışça meleklerin en
azametlileridir. Sema, dağlar, arz ve meleklerden daha büyük Allah’ın
melekleridir. Tek başına bir tanesi bir saf
oluşturacakmış.
6. Veya Cebrâil (a.s)’dir. Kur’an-ı
Kerîm’de Ruhun Cebrâil anlamına kullanıldığı pek çok âyet var. Yarın hesap kitap
dönemi Ruh, yani Cebrâil (a.s) ayağa kalkacak.
7. Veya buradaki Ruhtan kasıt,
insanların ruhlarıdır. İki nefha arasında henüz cesetlerine girmeden insanların
ve meleklerin ruhları böyle iki saf oluşturacaktır denmiş. Veya bu Ruh için beni
Adem denilmiş. O gün hesap kitap için tüm insanlar ayağa kaldırılacak, ikâme
edilecek.
8. Ya da başka bir anlamla ayağa
kaldırılacak olan bu ruh, Kur’an-ı Kerîm’dir. Çünkü biz biliyoruz ki Kur’an’ın
bir adı da Ruhtur.
Buna göre bu sayılanlar ve melekler saf
saf ayağa kalkacaklar, her biri bir saf oluşturup bekleyecekler. Allah’ın izin
verdiğinin ötesinde hiç kimse konuşamayacak, konuşan da doğru söyleyecek, doğru
konuşacak. Bunu da şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1. O gün orada, Rahmânın huzurunda
kimse konuşamayacak, kimsenin konuşmaya cesareti olamayacak, ancak Allah’ın
konuşmasına izin verdikleri de sadece hak konuşacak, hakkı konuşacak, hak olarak
konuşacak, doğruyu konuşacak, doğruyu söyleyecek.
Konuşanlar sevap söz söyleyeceklerdir.
Yani doğru söyleyecekler. Ancak şefaate lâyık olan kişilere şefaat
edebileceklerdir. Allah’ın şefaate izin verdiği kimselere şefaat edebilecekler,
Allah’ın ken-dilerinden razı olduğu insanları kurtarmaya kalkışacaklardır.
Allah’ın şefaate izin vermediği kimselere, yakınlarına, akrabalarına,
arkadaşlarına, kendi istediklerine şefaat etmeye kalkışmayacaklardır.
Öyleyse şunu diyebiliriz: Konuşacak
olanları, yani şefaatte bu-lunacak olanları da yarın Allah belirleyecek,
hakkında şefaat edilecek olanları da yine O belirleyecek. Konuşan, şefaatte
bulunan hak konuşacak, haklı konuşacak ve hak sahiplerine şefaatte
bulunacaklardır. Şefaat edecekleri de şefaat edilecekleri de yarın Allah
belirleyeceğine göre, öyleyse bugünden birilerini şefaat edecek makama oturtup
da bunların eteğine yapışmak, bunların önlerinde eğilmek, bunlara hediyeler
götürmek, ellerine, eteklerine sarılmak, bunlardan yardım beklemek, bunların
hatırını kazanmak gibi Allah’a yapılması gereken kulluk vazifelerinden bir
kısmının bunlara yapılmasına gerek yoktur. Bu kişiler gerçekten yarın şefaat
etme makamında olsalar bile, hakkın dı-şına çıkıp ta şefaat edilecekler
listesinde ismi olmayan kimselere şefaatte bulunamayacaklardır. Hakkın dışında
bir şey konuşamayacak, hakkın dışında bir şey
yapamayacaklardır.
2. Buradaki konuşan ancak hakkı
söyleyecek, hakkı konuşacak ifadesini bir de “La
İlâhe illallah” sözü olarak anlamışlar. Yani konuşan herkes bunu
söyleyecek, bunu konuşacaktır. Çünkü en sevap söz, en doğru söz budur.
3. Veya ayağa kaldırılıp ikâme edilen
Ruh kıyamet günü şöyle diyecek: “Cennete ancak Rahmet ile cehenneme de ancak
amel ile girilir!” İşte bu sevap bir sözmüş ve bunu o gün Ruh
söyleyecekmiş.
4. Veya bunun bir başka mânâsı da
isteyenin suali, istenenin cevabı dosdoğru olacakmış. Her ikisi de savaba
olacakmış.
Bu anlatılanlara göre melekler denmiş,
Muhafız melekler den-miş, ben-i Adem denmiş, ben-i Ademin ruhları denmiş. Buna
göre her halde ikisinin yoğunlaşması gerekecek dünyamızda.
39. “İşte gerçek gün budur. Dileyen
kimse, Rabbine götürecek bir yol benimser.”
Bugün hak gündür. Dinimiz hak dindir,
Rabbimiz Haktır, Peygamberi haktır, hakla gönderdi, semâvât ve arzı hakla
yaratmıştır, ki-tabı hak ile indirmiştir, Mizan haktır, terazi haktır, kıyamet
gününde hesap, kitap haktır ve bugün de hak bir gündür, oyun, eğlence günü
değildir, gerçek gündür bugün.
Öyleyse dileyen Rabbine bir Meab
edinsin. Yani bu işi anladıktan sonra artık Rabbinize doğru bir Meab edinin, bir
yol, bir sebil kazanın, ya da bir dönüş yeri elde edin Rabbinize
doğru.
40. “Sizi, yakın gelecekteki bir azapla
uyardık; o gün kişi elleriyle sunduğuna bakar ve inkârcı da: “Keşke toprak olaydım” der.”
Çünkü biz sizi yakın bir azap ile
uyarıyoruz. Yakın bir azapla. Dünya azabıyla yakın, ya da âhiret azabıyla yakın.
Çünkü o da gelecek olduğu için yakındır.
Ama siz bilirsiniz! İsterseniz anlayın,
isterseniz anlamayın! İsterseniz ilgilenin, isterseniz ne yaparsanız yapın! Ama
bilesiniz ki o gün insanoğlu elleriyle yaptıklarına şöyle bir bakacak. Ne etti?
Neydi ortaya çıkan? Ona şöyle bir bakacak. Amellerine, yapıp, yapmadıklarına
bakacak. O ortamda tabi mü’minler sevinecekler, coşacaklar. Hâkka sûresinde
anlatıldığı gibi, “Ben zaten bunu ümit ediyordum! Ben zaten bunu bekliyordum!
Ben zaten hayatımı buna bina ediyor ve bugünün heyecanıyla yaşıyordum!”
diyecekler. Ama kâfir de diyecek ki:
Eyvah! Nolaydı keşke toprak olsaydım!
diyecektir. Keşke toprak olsaydım! diyecekler. Anlayabildiğimiz
kadarıyla:
1. Hesabın, kitabın korkunçluğunu
görünce, amellerinin, hayatlarının, hayat programlarının kitaba uygunsuzluğunu
görünce kâfirler diyecekler ki, bugün ne cennet, ne de cehennem görmeden
hayvanlar gibi keşke toprak olsaydım! diyecekler. Çünkü o gün hayvanlar da
dirilecek ve onların hesabı, kitabı kolay bitecek. Çünkü onlara: Sizi insanlar
için yaratmıştım! diyecek Allah, onlar da toprak olacaklar. Onların böyle kolay
bir hesapla işlerinin bittiğini gören kâfir de böyle diyecek. Keşke bizler de
hayvan olsaydık da hesabımız böyle kolayca görülseydi,
diyecekler.
2. Veya “keşke dünyada hayvan olsaydım
da, mesul olmadan yaşasaydım ve bugün şu hayvanlar gibi toprak olsaydım!”
diyecekler.
3. Veya bu sözü söyleyen kâfirler şöyle
söylüyorlar: “Keşke Adem gibi olsaydım! Keşke topraktan yaratılan Adem’in
yerinde olsaydım, Adem’in yolunda olsaydım da kurtulsaydım! Keşke ateşten
yaratılan şeytanın safında değil de topraktan yaratılan Adem’in safında
olmasaydım” diyecekler. Çünkü onlar ateşten yaratılan İblis peşinde koşarken
sonunda soluğu ateşte aldıklarını anlayınca, “eyvah!” diyecekler, “biz ateş
üstündür zannediyorduk!” Meğer ne korkunç bir şeymiş bu!
diyecekler.
4. Veya bu sözü söyleyen kâfir
şeytandır da denmiş. “Keşke toprak olsaydım! Keşke topraktan yaratılan Adem’e
karşı ateş özelliğimle karşı gelmeseydim! Keşke topraktan olan Adem şahsında
Rab-bimin emrine asi gelmeseydim!” diyecek şeytan.
Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gerektiği gi-bi iman edip amele dönüştüren kullarından eylesin.
Sübhanekalla-hümme ve bihamdik. Eşhedü en la ilahe illa ente. Estağfiruke ve
etû-bü ileyk.
Allah razı olsun çok güzel bir anlatım olmuş..Emeğinize sağlık çokça istifade ettim.
YanıtlaSilHattâ Allah’ın Resûlü der ki: “Bir kadın dünyada kocasına eziyet ederse, onun cennette bekleyen hûrileri şöyle der: “Yapma kadın! Etme kadın! Aptallık etme kadın! Huysuzluk etme kadın! Senin yanında kalacağı günler az kaldı! Yakında bizim yanımıza gelecek, Efendimizi incitme! Efendimizin kıymetini bil! Yarın o bizim yanımıza gelecek, bak o zaman çok pişman olursun!”
YanıtlaSilBu hadisin kaynagi ney?????