Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
82., Nüzûl sıralamasına göre 82., Mufassal sûreler kısmının dokuzuncu grubunun
dördüncü sûresi olan İnfi-târ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
19’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1. Gök yarıldığı zaman, 2.
Yıldızlar dağılıp döküldü-ğü zaman, 3. Denizler
kaynaştığı zaman, 4. Kabirlerin içi dışa çıktığı zaman, 5. İnsanoğlu, ne
yaptığını ve ne yapmadığını görür. 6-8. Ey İnsanoğlu! Seni yaratıp sonra şe-kil veren, düzenleyen, mütenasip kılan, istediği şekilde
se-ni terkip eden, çok
cömert olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?
9. Hayır hayır; doğrusu siz dini
yalanlıyorsunuz. 10-12. Oysa, yaptıklarınızı bilen, değerli yazıcılar sizi
gözetlemektedirler. 13. İyiler, şüphesiz, nîmet içindedirler. 14. Allah’ın
buyruğundan çıkanlar cehennemdedirler. 15. Ceza günü oraya girerler. 16. Oradan
bir daha ayrılamazlar. 17. Ceza gününün ne olduğunu sen nerden bilirsin? 18.
Evet ceza gününün ne olduğunu nereden bileceksin? 19. O gün, kimsenin kimseye
hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün buyruk yalnız
Allah’ındır.
İslâm’ın Mekke döneminin son günlerinde
gelen bir sûreyle karşı karşıyayız. Mekke’de en son gelen sûrenin Mutaffifîn sûresi ol-duğunu
söylemiştik. İşte ondan önce, Tekvîr’in önünde, yahut
sonun-da inen bir sûredir İnfitâr sûresi. Geçen hafta
tanımaya çalıştığımız Tekvir sûresiyle bu sûre konu
olarak bir bütünlük arzeder. Sanki bu-rada anlatılanlar orada anlatılanların bir şerhi veya
tekrarı mahiye-tindedir. Bu yüzden, bu muhteva bütünlüğünden dolayı bu iki
sûrenin birlikte nâzil olduklarını söyleyenler de olmuştur.
Bu sûre de tüm diğer sûreler gibi
kulluğumuzu anlatır. Yolumu-zu çizme adına, bize yol
gösterme adına Rabbimizin rahmetinin eseri olarak gönderdiği 19 âyetlik Mekkî bir sûreye misa fir olduk. Bakalım bu sûresiyle
Rabbimiz bize neler ikrâm edecek, elimizden tutup bu sûresiyle bizi hangi
hedeflere götürecek, ya da bizim yerimizi nasıl
belirleyecek? Bizi nereye oturtacak, konumumuzu, yerimizi, ağırlığı-mızı nasıl
tespit edecek?
İki kişi tartışır. Biri der ki:
Acaba Mevlâ yarın bizi nereye koya-cak ki? Acaba bizim
yerimiz neresi? der. Diğeri derki: Ne var ki bunda bilmeyecek? Arz et halini
Kur’an’a, arz et hayatını Allah’ın kitabına ya-rın Rabbinin seni nereye
koyacağını çok rahat anlarsın. Adam der ki: Peki neresinde Kur’an’ın bu? Yâni hangi âyetine arz etmeliyim kendimi?
Nasıl yapmalıyım bu arzı? Ötekisi der ki: Kendini İnfitâr’daki şu âyetlere arz et.
Evet,
sûre, kıyamet günü meydana gelecek olayları anlatmak-ta ve insana o güne
hazırlıklı olmasını öğütlemektedir. İyilerle kötüle-rin âkıbetini dile getiren sure, o gün kimsenin kimseye bir
faydasının olamayacağını; her şeyin Allah'ın elinde olduğunu bildirmektedir.
Kur'-an'da hangi olay veya mesele anlatılırsa anlatılsın, gaye insanı eğit-mektir. Anlatıları her şeyin hedefi budur. Meselâ bir tabiat
olayı anlatı-lırken gaye, sırf o tabiat olayını
anlatmak değil, insan eğitimi için ge-rekli unsurları yakalayarak ibret alınacak yönleri dile
getirmektir. İbn Ömer'den nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyur-maktadır: "Kıyamet günü
manzarasını kendi gözüyle görmek isteyen Tekvîr, İnfitâr ve İnşikak surelerini
okusun"
(Tirmizî, Tefsîr sure, 81; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, II/27,
36)
Sûrenin
âyetleri üzerinde çok kısa bir meâl gezintisi yapıp â-yetleri tek tek tanımaya
başlayalım inşallah. "1- Gök yarıldığı zaman, 2- Yıldızlar etrafa saçıldığı
zaman, 3- Denizler (kaynaşarak birbirleri-ne) akıtıldığı (aralarındaki engelleri
aşıp bir tek deniz olduğu) zaman, 4- Kabirlerin içi dışına getirilerek ölüler
çıkarıldığı zaman, 5- Her can ne yapıp öne sürdüğünü ve ne yapmayıp geride
bıraktığını bilir. 6- Ey insan, seni engin kerem sahibi Rabbine karşı aldatıp
isyana ne sürükledi? 7- O (Rab) ki seni yarattı, sana düzen verdi, ölçülü bir
biçim verdi. 8- Dilediği surette seni terkip etti. 9- Hayır (olmaz öyle şey) siz
dini yalanlıyorsunuz? 10- Oysa üzerinizde koruyucu (yaptıklarınızı zaptedici
melek)ler vardır; 11- Şerefli kâtipler, 12- Her
yaptığınızı bilirler. 13-İyiler mutlaka nimet içindedirler. 14-Kötüler de yakıcı
ateş içinde-dirler. 15-Ceza günü oraya girerler. 16-
Onlar ondan (hiçbir yere kaçıp) kaybolacak değillerdir. 17- Ceza gününün ne
olduğunu sen ne-reden bileceksin? 18- (O gün),
kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür! O gün emir, yalnız Allah'a
aittir."
“İyiler, şüphesiz, nîmet
içindedirler.”
“Allah’ın buyruğundan çıkanlar
cehennemdedirler.”
Bu âyetlerle bir tart kendini. Eğer
buna uyuyorsan, eğer Eb-râr’dan isen cennettesin, yok füccâr’dan isen, füccâr’ın içinde
isen ce-hennemdesin” der.
“Peki” demiş berikisi: “Ya Rabbimin Rahmeti ne o-lacak? Rabbim orada ve Kur’an’ın
değişik yerlerinde rahmetinin sonsuzluğundan söz etmiyor mu?” “Öyleyse muhsinlerden olmaya çalış, çünkü Rabbimizin rahmeti muhsinlere yakındır, muhsinlerle
beraberdir” demiş. Rabbimizin keremiyle birlikte O’na O’nun istediği kulluğu
anlatan bir sûreyle karşı karşıyayız.
Evet, sûre kıyâmeti, kıyâmetin zuhuru
anındaki hadiseleri ve kıyâmet sonrası olup bitecekleri anlatır. Allah’ın Resûlü
bir hadislerinde der ki:
“Kim
ki kıyâmeti gözleriyle görmek isterse, gözünü onunla sevindirmek isterse İnfitâr’ı ve Tekvîr’i okusun!
Çünkü kıyâmeti en güzel anlatan bu iki sûredir.”
Gözlerini kıyâmetle ziynetlendirmek, bereketlendirmek, bilgilendirmek isteyen
kimse bu iki sûreyi okusun. Çünkü bu iki sûreyi iyi tanıyarak, iyi anlayarak,
üzerinde kafa yorarak kıyâmeti gözleriyle gö-ren kişinin hayatı değişecektir. Hayat anlayışı, hayata
bakışı, hayattan beklentisi değişecektir. Kıyâmeti gözleriyle gören kişinin hata
yapması çok daha azalacaktır. Kaza gören kişinin kaza yapması daha az ol-duğu, hasta gören kişinin sağlığına dikkat ettiği gibi.
İnfitâr
sûresinde dört olay zikredilir. Bunlardan ikisi ulyâ
ile, yükseklerle ilgili, ikisi de süflâ ile ilgilidir.
Sûrenin birinci bölümünde semanın çatlayıp yarılmasından, yıldızların
yörüngelerinden koparılıp dağılmalarından, sağa sola atılmalarından, denizlerin
taşmasından, fışkırtılmalarından, kabirlerin deşilip içindekilerin dışarıya
atılmalarından ve bu hengamede, bu olaylar olup biterken insanın kafasının dank
edip, kendisi için önden ne yolladığını, geriye neleri bıraktığını
anlayacağından söz edilir.
İkinci bölümde Rabbimizin kullarına
karşı işleyen son derece kerîm rahmeti gündeme getirilir. Bu rahmetin gereği
olarak insanın yoktan var edilişi, son derece güzel bir biçimde yaratılıp, şekil
verilişi anlatılarak bu rahmete karşı teşekkür etmesi gereken insanın nankörlüğü
gündeme getirilir. Ve kendisine karşı işleyen bu sonsuz rahmete karşı teşekkür
ederek kulluğa yönelmeyenlere çok büyük
tehditler gündeme gelir.
Üçüncü bölümde insanın kerîm olan
Rabbine karşı nankörlüğünün, kafa tutuşunun sebebi anlatılır. Bunun da dinin
yalanlanması, hesabın kitabın ciddiye alınmaması olduğu vurgulanır. Her türlü
kötülüğün, her türlü inkâr ve nankörlüğün işte bu yalanlamadan kaynaklandığı
anlatılır.
Sûrenin son bölümünde ise o nankör
insanın yalanlamaya ça-lıştığı hesap, kitap, din gününün azameti, dehşeti ortaya
konur. O gün sadece Allah’ın söz sahibi olduğu, nefislerin o gün her türlü
güçten, her türlü yardımdan ve yardımcılardan soyutlanacağı, kimsenin kimseye
bir fayda sağlayamayacağı ortaya konur.
Bu
kısa mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım.
1. “Gök yarıldığı
zaman,”
Sema yarıldığı zaman. Semanın nasıl
yarılacağı konusunda bir bilgimiz yoktur. Ama bizim bildiğimiz bir yarılma değil
tabi bu. Kapı edinme adına bir yarılmadır bu. Biz kapı deyince alüminyum bir
kapı anlıyoruz, ya da işte ahşap bir kapı anlıyoruz.
Bir gün Hz. Ali efendimiz Rasulullah efendimizi yemeğe dâvet eder. Koyunlar kesilmiş,
develer kızartılmış, kebaplar, baklavalar, börekler hazırlanmış, etlisi,
tatlısı, sütlüsü, camız yoğurdu, anzer balı, panama
muzu, her şey ha-zırlanmış mı? Hayır. O biz geleceğimiz zaman yapılır. Allah’ın
Resûlü böyle şeyleri sevmezdi. O’nun bu konuda öyle özel zevkleri yoktu. Onun
sofrası sadeydi, külfeti sevmezdi peygamberimiz. Ya
birisi bir şeyler hediye etmişti, ya da Hz. Ali efendimiz bir şeyler almıştı Fatıma anamıza, O da yalnız yemeyelim, Rasulullah’ı da çağıralım diye Hz.
Ali’yi gönderir. Rasulullah kapının eşiğine gelir,
şöyle mübarek elleriyle kapının eşiğine dayanır ve içerde meleklerin girmesine
mâni olacak, peygamberi memnun etmeyecek bir şey görür. Allahu âlem perdede bir resim görür ve hemen dönüp gider.
Onun böyle üzgün olarak dönüp gittiğini gören Hz. Ali
ve Hz. Fatıma tutuşurlar.
Acaba Onu kızdıracak bir şey mi yaptık? diye. Hz. Ali
koşarak arkasından gider. “Ey Allah’ın Resûlü! Size ikramdan başka bir şey
düşünmedik. Soframızı ziynetlendirirsin diye düşündük.
Yoksa bilmeden bir hata mı işledik?” der. Rasulullah
buyurur ki: “İçerde meleklerin girmesine engel olan bir şey varken biz oraya
giremeyiz. Meleğin girmeyeceği yere bir peygamber giremez” buyurur.
Peki peygamberin girmediği yerde bizim
ne işimiz var? Ya da niçin evlerimize peygamberi
sokmuyoruz? Bir bakalım evlerimize. Peygamberi sokmayacak neler var evlerinizde?
Varsın peygamber girmezse girmesin, biz bu zevklerimizden, bu aletlerimizden
vazgeçemeyiz dediğiniz neler var orada bir düşünün.
Ama bu kapılar şu bizim
bildiğimiz kapılardan değil. Bakın Furkân sûresi bunu
şöyle anlatır:
“O gün, gök beyaz bulutlar halinde
parçalanacak ve melekler bölük bölük
indirilecektir.”
(Furkân
25)
Nebe’ sûresi
de bunu şöyle anlatıyordu:
“Gökler kapı kapı açılacaktır.”
(Nebe’19)
Evet sema açılacak, kapılar oluşacak,
kapı, kapı olacak. Sema yarılacak ve kapılar oluşacak. Ne olacak bu kapılar? Bu
kapılardan melekler gelecek. Kıyâmetin kopuşuyla, imtihan konumundaki bu dünya
hayatının hesap konumuna geçirilmesiyle, ya da imtihan
sonuçlarının ilânı dönemine geçişiyle, hesap, kitap
döneminin başlamasıyla ellerinde amel defterlerimiz olduğu halde melekler inecek
her bir kapıdan. Sema öyle bir yarılacak ki, kapılar oluşacak. Ya böyle arşa bir yol, kürsî’ye
bir yol açılacak, yollar açılacak, ya da meleklere
kapılar, yollar açılacak. Ellerinde kulların amel defterleri olduğu halde
Allah’ın melekleri bu kapılardan hesap yerine inmeye başlayacaklar. Yani
Mahkeme-i Kübra’da, o büyük mahkemede yaşadığımız bu
hayatın hesabı görülmeye başlanacak.
2.“Yıldızlar dağılıp döküldüğü
zaman,”
Sema paramparça olur da yıldızlar
yerinde durur mu? İpi kopmuş tesbih taneleri gibi
yıldızlar da sağa sola dağılmaya başladığı zaman. Dünyamızdan milyonlarca kere
büyük yıldız kütleleri yörüngelerinden çıkıp sağa sola dağılmaya, sağa sola
vurup düşmeye başladıkları zaman.
Düşünebiliyor musunuz?
Dünyamızdan milyonlarca kere daha büyük olan yıldızların gelip dünyamıza
toslamasının ne anlama geldiği hayal edebiliyor musunuz? Canlandırabiliyor
musunuz gözlerinizin önünde? Sanki 20-30 katlı bir apartmanı bir vinçle kaldırıp
şurada boşlukta duran bir karıncanın üzerine atmaya, bir karıncaya vurmaya
benzer bu. Gökyüzünde bunlar olup biterken yeryüzünde de bakın neler olacakmış?
Elbette yeryüzü de uslu uslu
durmayacaktır:
3. “Denizler kaynaştığı
zaman,”
Denizlerin tefciri anlayabildiğimiz kadarıyla yarılıp akıtılması,
aralarındaki berzahların kaybolup tek deniz haline gelmeleridir. Araları açılıp
denizlerin birleştirildiği, tek deniz haline geldikleri, getirildikleri zaman.
Veya denizler taşıp tüm karaları
kapladıkları zaman. Tüm yeryüzü sularla dolup taştığı zaman. Nuh tufanı gibi tüm
yeryüzünün bir tufana maruz kalması anlatılıyor.
Ya da denizler yanmaya başladıkları
zaman. Denizlerin yanmasını bugün anlamakta güçlük çekiyoruz. Çünkü bu sadece
kıyâmet günü olacak bir hadisedir. Önceden bunun örneğini göremedi-ğimiz için anlamakta da güçlük çekiyoruz. Ancak bu işin şu
iki şekilde olabileceğini anlamaya çalışıyoruz:
1. Yerin merkezinde mağma tabakası, maden eriyiği var ya, işte denizler tabanından delinecek ve oradan mağma fışkırmaya başlayacak ve böylece denizler alev alev yanmaya başlayıverecek. Şurada, yanı başınızda böyle
bir alev patlamasının gerçekleştiğini bir düşünün. Düşünün ki tüm denizler, tüm
sular alev kesilmiş. Ne yapacaksınız? Nereye kaçacaksınız?
2. Ya
da denizler şöyle yanacaktır: Suyun terkibi iki molekül hidrojen ve bir molekül
oksijendir. Oksijen ve hidrojenin bileşimidir su. Oksijen de, hidrojen de yanıcı
gazdır. İkisi böyle bir oranla birleşince su olmuşlardı. İşte bu oksijenle
hidrojen ters bir ayrışımla ayrışıp da denizler alev, alev yanmaya başladıkları
zaman.
Veya bunu bir de şöyle anlamaya
çalışıyoruz: Suyu çekilip te denizler kupkuru
kurudukları zaman. Ateş çölüne döndükleri zaman.
Buraya kadarki ilk üç âyette kıyâmetin
ilk safhası anlatıldı. Kı-yâmetin kopuşu esnasında ulyâ ve
süflâ’da olacaklar gündeme getirildi. Bundan sonraki
âyetlerde de kıyâmet sonrası olacaklar anlatılacak. Bakın Allah şöyle
buyuruyor:
4. “Kabirlerin içi dışa çıktığı
zaman,”
Kabirlerin deşilip içindekiler dışarıya
atıldığı zaman. Yer alabora olup altı üstüne getirildiği zaman. Yer
bağrındakileri kusup dışarıya attığı zaman. Tıpkı hâmile bir kadının
karnındakini dışarıya atması gi-bi yeryüzü de hamlini boşaltıp sinesindekilerin tümünü
dışarıya atacak. Veya o gün yeryüzü esrarını keşfedecek, sırlarını açacak, esrar
perdesini kaldırıp lehte ve aleyhte şehadette
bulunacak. Bildiklerini gördüklerini anlatacak.
Birinci anlamıyla bu arz Hz. Adem (a.s)’dan bu yana sinesine gömülmüş ölüleri
kabirlerinden fırlatıp atacak. Sinesindeki tüm cesetleri dışarıya atacak
yeryüzü. Kimse benim burada rahatım iyiydi. Şöyle ne güzel unutulup gitmiştik.
Ne güzel toprak olup gitmiştik. Ne oldu? Kim kaldırıyor bizi? Kim diriltiyor
bizi? Niye kaldırılıyoruz? Ben kalkmak istemiyorum. Ben hesaba çekilmek
istemiyorum. Ben yaptıklarımın yanıma kâr kalmasını istiyorum. Dokunmayın bana.
Rahat bı-rakın beni demeye kimsenin hakkı
olmayacaktır. Herkes dışarıya atılacak, kimse kaçıp
kurtulamayacaktır.
Bir de yeryüzü sinesinde
gizlediği tüm sırlarını, tüm esrarını açığa vuracaktır. Yani Hz. Adem (a.s)’dan bu yana sinesinde işlenenlerin tamamını
ortaya döküp şehadette bulunacaktır. Falan şurada,
benim üzerimde şunları işledi. Filan bunları yapıp konuştu diye şahit olduğu her
şeyi sayıp dökecek.
5. “İnsanoğlu, ne yaptığını ve ne
yapmadığını görür.”
İşte o zaman anlayacaktır insan.
Anlayacaktır kişi. Neyi? Takdim ettiklerini, tehir ettiklerini. Neleri yapmış?
Neleri ihmal etmiş? Bunu anlayacaktır insan. Şerden takdim ettiklerini, hayırdan
tehir ettiklerini anlar. Farzlardan yaptıklarını, farzlardan terk ettiklerini
anlar. Veya amellerinin evvelini ve ahirini anlar kişi. Yani yapması gerekirken
yap-madıklarını, yapmaması gerekirken yaptıklarını.
Konuşması gerekirken konuşmadıklarını, susması gerekirken konuştuklarını anlar.
Sev-mesi gerekirken sevmediklerini, küsmesi gerekirken
küsmediklerini. Bakması gerekirken bakmadıklarını, bakmaması gerekirken
baktıklarını. Vermesi gerekirken vermeyip tuttuklarını, vermemesi gerekirken
verip israf ettiklerini anlar ve bilir.
Malından Allah yolunda infak edip
verdiklerini, vermeyip varislerine bıraktıklarını anlar. Çünkü peygamberimiz bir
hadislerinde “kişinin malından dünyada yediği, giydiği ve infak ettiği kendisine
aittir. Geriye bıraktıklarıyla onun bir ilgisi yoktur” buyuruyor. Yani geriye
bı-rakılan mal o mala sahip
olan vereseye aittir. İnfak ederlerse sevabı onlarındır. Malı bırakanın bundan
bir istifadesi yoktur.
Veya kişi o gün kendi yaptıklarını ve
arkasına bıraktıklarını bilir demektir bunun manası. Hem bizzat kendi elleriyle
yaptıklarını hem de yol olarak, sünnet olarak, metot olarak arkasına
bıraktıklarını da bilir ve anlar. Hani iyi ve kötü çığır açma hadisi vardı ya, işte insan ar-kasında bıraktığı kötü çığırın kendisinden
sonra nelere mal olduğunu, insanların o yoldan giderek nasıl saptıklarını,
yazdığı ve arkasına bıraktığı o zararlı kitaptan insanların nasıl
zehirlendiklerini, yıllar yılı o mikrobun kaç kişiyi zehirlediğini de anlar.
Açtığı bu kötü çığırın günahı ve de kıyâmete kadar bu çığırdan giden insanların
günahlarının bir mislinin de kendi defterine yazıldığını bilir ve anlar.
Veya açtığı, arkasına bıraktığı
güzel çığırdan giden insanların nasıl hidâyeti bulduklarını, bu insanların
sevaplarının bir mislinin kendi defterine yazıldığını anlar
kişi.
O gün insan hem kendi yaptıklarını hem
de arkasına bıraktıklarını anlayacaktır. Meselâ birisi zinanın, zina evinin ilk
baniliğini yapmıştır. Yani zina adına ilk çığırı açmış, genelevleri kurmuştur.
Veya a-dam ilk defa futbol sahâlârının yollarını, sinemanın, fâizin, içkinin,
ku-marın yollarını
göstermiş, bu konuda ilk çığırı açmışsa kıyâmete kadar o yoldan gidecek tüm
zinacıların, tüm fâizcilerin, içkicilerin günahları, onlarınkiler eksilmeksizin
bu ilk çığır açan kişiye yüklenecektir. Fâizin, içkinin tanıtımını yapanlar da
aynen bunun gibidir. Ya da barı, pavyonu evin içine
taşıma adına video ve televizyon teminine yardımcı olanlar da onu seyredenlerin
günahlarının bir mislini yükleneceklerdir. Hattâ yeryüzünde ilk adam öldürme
çığırını açtığı için Hz. Adem’in oğlu Kabil kıyâmete
kadar adam öldürenlerin günahlarının bir mislini sırtına yüklenecektir.
Ama kim de iyi bir çığır açmışsa
kıyâmete kadar o yoldan giden insanların sevaplarının bir misli onun defterine
yazılacaktır. Defterinde yazılmış bulacaktır yarın kişi bunu. İnsanların
Müslümanlaşması, insanların İslâm, Kur’an ve sünnete
yönelmeleri adına kim bir çığır açarsa, kim bir adım atarsa bilelim ki onlarda
meydana gelen değişimlerin sevaplarının bir misli o kişinin defterine
yazılacaktır.
İnsanlar hangi yolda çığır açmışlarsa o
çığırdan gidenlerin se-vap
ya da günahları onları ilgilendirmektedir. Yarın kişi
bunları defterinde bulacak ve bilecektir.
Demek ki insanın yaptıkları sadece
kendisiyle sınırlı kalmamaktadır. Anlıyoruz ki insan sadece kendi yapıp
ettiklerini değil, arkasına bıraktıklarını da bilecek ve anlayacaktır. Kafasında
ve vücudunda taşıdığı virüsü kendisinden başka çocuklarına ve daha sonraki
nesillere de aktarmaktadır. Dolayısıyla bu eyleme adâlet gereği ceza ya da mükafatın takdiri de ancak gelecek nesillere intikali
ve yaptığı tesirlerle ancak hükme bağlanabilecektir. Meselâ bir savaş başlatıp
döneminde milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş bir adam düşünün. Hattâ
bununla da sınırlı kalmayıp arkasından asırlarca milyonların hayatını kötü yönde
etkileyen miras bırakmış bir kişi düşünün. Bu dünyada böyle birisini kim
cezalandırabilir? Bu adamın cezalandırılabilmesi için, bu adama verilebilecek
cezanın takdir edilebilmesi için elbette onun bu mirasından kıyâmete kadar
etkilenmiş tüm insanların toplanmaları gerekmektedir.
Demek ki insan dirildikten sonra ne
yaptı? Ne etti? Ne işledi? Ne adına yaptı? Kim adına yaptı? Arkasına nasıl bir
yol bıraktı? Bu yoldan kaç kişi gitti? Kaç kişi kurtuldu? Kaç kişi zehirlendi?
Kabirler deşilince, neşr-i suhufla, amel defterlerinin dağılmasıyla bunu bilecektir
kişi.
Öyleyse yarınımız için iyi şeyler
takdim edelim. Geleceğimizi garanti altına alma adına önceden güzel ameller
gönderelim, onlar Rabbimizin yanında emanette kalsın, yarın ona en çok muhtaç
olduğumuzda onu ondan alırız. Arkamızda da güzel şeyler, güzel çığırlar, güzel
yollar bırakalım. Öyle bir miras, öyle bir yol bırakalım ki çocuklarımıza, onlar
o yoldan gittikleri takdirde doğruca cenneti bulsunlar.
Yarın arkamıza bıraktıklarımızdan da
sorumlu olacağımıza göre Allah için kendimizi bir sorgulayalım. Nasıl bir miras
bırakıyoruz çocuklarımıza? Bizler şu anda bizden sonra yaşayacak çocuklarımıza
nasıl bir yol bırakıyoruz? Arkamıza bıraktığımız yol, çoluk çocuğumuza
bıraktığımız usul, onlara gösterdiğimiz din, onlara örneklediğimiz kulluk,
çevremize ulaştırdığımız teklifler acaba yarın karşımıza nasıl bir sonuç
çıkaracak? Acaba bizim arkamızdan gelenler de, “ya
Rabbi bizi bunlar saptırdı. Bize öyle bir yol, öyle bir din bıraktılar ki biz de
onu gerçek yol zannettik. Onu gerçek din zannettik. Bize öyle bir hayat
anlayışı, öyle bir mal anlayışı, öyle bir kazanma harcama anlayışı, öyle bir
gece hayatı, öyle bir gündüz hayatı örneklediler ki biz de onu gerçek bir hayat
zannettik. Bizi başkası değil bunar saptırdı ya Rabbi”
demeyecekler mi acaba? Çocuklarımızdan, torunlarımızdan bu şikâyetlerle, bu
lânetlerle karşılaşmayacak mıyız acaba? Bu âyetler ışığında Allah için kendimizi
sorgulamak zorundayız.
6-8. “Ey İnsanoğlu! Seni yaratıp sonra
şekil veren, düzenleyen, mütenasip kılan, istediği şekilde seni terkip eden, çok
cömert olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?”
Genellikle bu insan kâfirdir. Kulluk
yapmayan, kulluk dışında başka şeylerle meşgul olan kimsedir.
Rabbimiz buyurur ki: “Ey yarın bunlar
başına gelecek olan insan! Ey bütün bunlar kendisini bekleyen insan! Bütün
bunları anladığın halde, bütün bunları gözlerinle görür gibi kavradığın halde
seni Rabbine karşı mağrur eden ne? Rabbine karşı bu isyan cesaretini ne-reden alıyorsun? Bu konuda sana cüret veren ne? Üstelik
senin Rab-bin kerîmdir. Sana karşı son derece merhamet ve keremi işleyendir.
Nasıl oluyor da böyle kerîm bir Rabbe karşı nankör davranabiliyorsun? Nasıl
oluyor da böyle kerîm bir Rabbin hakkını verme konusunda, hukukunu eda konusunda
kusur edebiliyorsun? Nasıl oluyor da ihsana karşı isyanla mukabele
edebiliyorsun? Nasıl oluyor da ikrama karşı tuğyanla karşılık verebiliyorsun?
Nasıl oluyor da O’na lâyık olmayan bir mukabelede bulunabiliyorsun. Halbuki
nîmete karşı şükür gerekirdi. Sana karşı bu kadar kerem sahibi olan, sana
nîmetlerini yağdıran bir Rabbe karşı bu nankörlük yapılır
mıydı?
Seni kerîm olan Rabbine karşı ne mağrur
etti? Kim aldattı? Halbuki senin Rabbin kerîmdi, lütuf sahibiydi, yapmamalıydın
ona karşı bunu.
Dikkat ederseniz burada mağrur olan
insana karşı Rabbimizin Celâl sıfatlarından birisi zikredilmemiş de, kerîm
sıfatıyla hitap olunmuştur. Birileri buradan şu manayı çıkarmış: Yarın Rabbim:
“Ey kulum! Bana niye kulluk yapmadın? Beni niye memnun etmedin? Benim istediğim
hayatı yaşayarak niçin Benim rızama kazanmadın?” diye bana sorarsa, ben de derim
ki: “Ya Rabbi! Bunun sebebi Sensin. Eğer sen bu kadar
kerîm olmasaydın, dünyada benim işlediğim günahlarımı örtmeseydin, bana fırsat
vermeseydin, bana lütuf ve kereminle muamele etmeseydin ben de böyle yapmazdım.
Ne yapayım? Senin keremin beni buna sevk etti. Dünyada işlediğim bir günah
karşısında halim davranıp hemen cezamı vermedin, onun için ben de böyle yaptım,”
derim der.
Birisi de der ki: “Yahu sizin
ferasetiniz yok mu? Allah bu âyetinde bize bizim kendisine vereceğimiz cevabı
hatırlatıyor. Yarın Allah bana böyle bir soru sorarsa, ben de cevap olarak böyle
diyeceğim: Kerîm’in keremi beni aldattı. Senin keremin beni aldattı ya Rabbi!” diyeceğim diyor. Yani sanki Allah bu âyetiyle
yarın kendisine nasıl ce-vap
verip kurtulacaklarını günahkârlara gösteriyor, onlara kopya veriyormuş. Bunun
ikisi de bâtıldır, ikisi de sapıklıktır.
Evet, Allah kerîmdir. Allah kerem
sahibidir. Allah affı, mağfireti, lütfu, keremi bol
olandır. Ama bilelim ki hakim olmayan, hikmet sa-hibi olmayan, yani keremini yerinde kullanmayan varlık ta
müsriftir. Sırf affeden ama cezalandırması olmayan varlık âdil değildir.
Böyle-lerini aslında aldatan Allah değil, Allah’ın
keremi değil de şeytandır. Bakın Rabbimiz Hadîd sûresinde onu şöyle
anlatıyor:
“Şeytanlar sizi Allah’a karşı da
ayarttı.”
(Hadîd 14)
Aldatıcılar sizi Allah’la aldattılar.
Nasıl? Allah Kerîm dediler. Allah bağışlar dediler. Allah bekler dediler. Allah
kusura bakmaz dediler. Allah kızmaz dediler. Allah Ğafûr ve Rahîmdir dediler. Allah cenneti olandır dediler.
Allah’ın kitabı böyle okunur dediler. Anlamadan da okusan olur dediler. Allah
bundan da razı olur dediler. Allah bu kadarına da karışmaz dediler. Allah hayata
karışmaz dediler. Canım Allah buna da karışacak değil ya dediler. İşi gücü yok da Allah bununla mı ilgilenecek?
dediler. Öyle bir Allah tanıttılar ki, Kur’an’ın
hiçbir yerinde tanıtılmayan bir Allah. Kılık-kıyafete karışmayan bir Allah.
Meslek seçimine karışmayan, kazanmamıza harcamamıza karışmayan bir Allah.
İnsanlar aldanıyorlar bu konuda.
Aldanmalarının sebebi de anlıyoruz ki birincisi şeytanlardır. Şeytanlar, gerek
cinlerden olan, ba-baları İblis olan şeytanlar,
gerekse yeryüzünde şeytan misyonu üstlenmiş, babaları Adem olan iki ayaklı insan
şeytanlar, insanları Allah konusunda aldatıyorlar. İnsanlara Kur’an’dan farklı bir Allah tanıtarak insanları
aldatıyorlar. Sonra cehaletleri sebebiyle insanlar Allah konusunda aldanıyorlar.
Fâtır sûresindeki şu âyet-i kerîme bunu
anlatır:
“Allah’ın kulları arasında O’ndan
korkan, ancak bilginlerdir.”
(Fâtır
28)
Demek ki bu bir cehalet eseridir. Allah
konusunda aldanıp O’na karşı mağrur olmak cehaletin eseridir. Allah’ı, Allah’ın
kitabını, Resûlünün sünnetini bilmemenin neticesidir. Zira Rabbimizin keremine,
hilmine, günahları setredişine, yani onlara karşılık hemen bir anda ceza
verilmemesine güvenmek cehalet eseridir. Buna güvenmeyip Allah’tan korkanlar,
Allah’a Allah’ın istediği kulluğu işleme konusunda, Allah’ın emirlerine karşı
gelme konusunda haşyet içinde olanlar bilgi sahipleridir. Yani bu âyet cehaletin
zıddını anlatır.
Evet ey kulum! Kerîm olan Rabbine karşı
seni aldatan nedir? Peki acaba insanın aldanışının gündeme geldiği burada Kerîm
sıfatı niye gelmiş?
Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz: Farz
edin ki bir öğretmeniniz var. Öyle dürüst, öyle imanlı, öyle efendi birisi ki,
kendisinden çok bizi düşünüyor. Bizi düşünen, bizi seven, kafasında bilgi olarak
ne varsa hepsini bize anlatmak için çırpınan, bilgisini bizden kıskanmayan, notu
bol olan, ehl-i insaf birisi. Bilgisini bizden
esirgeyip kıskanmadığı gibi, imtihanda da notu kıskanıp problem etmeyen birisi.
Hattâ not defterini elimize veriyor ve buyurun istediğiniz notu kendiniz yazın
diyen birisi. Şimdi böyle cömert, böyle ikram sahibi bir hocanın imtihanında bir
arkadaşımız kopya çekmeye kalksa ne deriz buna? Şu yaptığını beğendin mi? Bu
adama da yapılır mı bu? Hani cimri, notu kıskanan, bilgisini kıskanan birisi
olsa neyse. Bu adama yapılır mı bu? Şu yaptığın şeye bak. Başkasına olsa neyse,
ama bu adama kar-şı yapılır mı bu! deriz ya.
Veya bir adam düşünün ki çok
cömert, çok infak ehli birisi. Adam o kadar iyilik ve cömertlik sahibi ki, kendi
yemiyor eline geçeni bize yediriyor. Evini açmış bize ve buyurun ne isterseniz
alın, yiyin, için diyor. Şimdi içimizden birisi onun evinden bir şeyini, bir
eşyasını çalmaya kalksa ne denir buna? Allah’tan kork! Bu adama yapılır mı bu?
Yahu zaten evini ardına kadar açmış adam. Ne isterseniz istediğiniz kadar
alabilirsiniz diyen bir adama karşı şu yaptığını beğendin mi? deriz ya.
İşte bu âyet-i kerîmede de böyle
deniliyor. Ey insan, kerîm olan, sana karşı son derece kerem sahibi, ikram
sahibi olan, seni yaratan, seni yoktan var eden, şu anda elinde ne varsa hepsini
sana lütfeden, bu kadar cömert bir Rabbe karşı bu yapılır mıydı? Hani başkasına
olsa neyse ama böyle bir Allah’a karşı şu nankörlüğünü beğendin mi? Bu kadar
kerîm olan bir Rabbe karşı teşekkür edip O’na kulluk yapman gerekirken nasıl
düşman kesiliyorsun böyle? Nasıl böyle bir Rabbe kulluğu bırakıp ta hiçbir şey
yaratmayan, senin yaratılışınla hiçbir ilgisi olmayan, sana hiçbir şey
sağlamayan başkalarına kulluk ediyorsun? Nasıl oluyor da Rabbinin hatırını
bırakıyor da başkalarının hatırını kazanmaya çalışıyorsun? Böyle bir Allah’a
karşı yapılacak şey miydi bu? deme adına, Rabbimizin Kerîm oluşu gündeme
getirilmiş anlıyoruz.
Ne oluyor ey insan? Ne yapmaya
çalışıyorsun? Allah’tan, O’-nun kitabından, O’nun
elçisinden, O’nun senin adına gönderdiği dininden, hayat programından habersiz
bir hayat yaşıyorsun. Kerim o-lan, ikramı bol olan,
hayatını, varlığını ve sahip olduğun her şeyini kendisine borçlu olduğun Rabbine
karşı şu yaptığını beğeniyor musun? Yani böyle son derece cömert bir Rabbe karşı
olacak şey mi bu yaptığın? Hiç aklın yok mu senin? gibi bir ifade kullanarak,
Rabbimiz kullarının akıllarını başlarına getirmeyi
hedefliyor.
Öyle kerem sahibi bir Allah ki, o
kereminin gereği olarak seni yarattı. Seni yoktan yarattı, var kıldı. Seni
yokluktan çıkarıp var etti. Yokken, hiçbir şey değilken seni varların içine
kattı. Ve sonra da sana bir îtidal, bir uyum verdi. Uzuvlarını düzgün yarattı.
Seni yarattı ve tes-viye
etti Allah. Vücudunu, organlarını yerli yerince, uyum içinde kıldı. Her şeyini
derinin içine koydu. Azalarının bir kısmı dışarıda olsaydı ne yapardın? Sonra
seni hayvanlar gibi beli bükük yapmadı, belini doğrultabilecek bir özellikte
kıldı.
Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, sonra tesviye eden, seni insan kılığına
koyan Biziz diyor Allah. Hal böyleyken nasıl oluyor da Rabbine isyan ediyorsun?
Nasıl oluyor da Allah’ı ve Allah’tan gelen âhiret
gerçeğini inkâr ediyorsun? Nasıl oluyor da bu mülkün Allah’a ait oluşunu inkâr
ediyorsun? Nasıl oluyor da sahip olduğun şeylerin tamamının Allah’ın sana bir
lütfu olarak değil de kendi planlarının, kendi
becerilerinin bir meyvesi olarak görüyorsun? Nasıl oluyor da bütün bunların
ebedîyen kendinde kalacağına, hiç kimsenin onları kendinden alamayacağına, bu
imkânlarını keyfinin istediği biçimde kullanabileceğine, bu konuda kimseye hesap
vermek zorunda olmadığına inanıyorsun?
Seni topraktan yaratan, seni adam
eden Rabbini inkâr mı ediyorsun? Sen kendi kendini yarattığını, kendi kendini
adam ettiğini mi zannediyorsun? Ana rahmine düştüğün zamanı bir hatırlasana.
Adam olacak hiçbir tarafın yoktu. Gücün, kuvvetin yoktu. Bilgin, görüşün yoktu.
Elin, ayağın yoktu. Çevren, fırsatın, imkânın yoktu. Evin, barkın, paran, pulun
yoktu. Bağın, bahçen yoktu. Hiçbir şeyin yoktu. Şu anda sen adamsan ve bütün bu
imkânlara sahipsen unutma ki bütün bunları sana Allah verdi ve seni adam eden de
Allah’tır.
Şu anda aklım, fikrim var
diyorsan, onu sana veren Allah’tır. Şu anda malım var diyorsan, onu sana veren
O’dur. Ekonomik gücüm var, siyasal gücüm var diyorsan bunları da sana veren
O’dur. Sahip olduğun, benim dediğin neyin varsa hepsini sana veren O’dur. Sen
bütün bunları sana veren ve seni yoktan var eden Rabbini nasıl inkâr ediyorsun?
Nasıl oluyor da her şeyini kendisine borçlu olduğun Rabbini diskalifiye ederek
kendi tanrılığını iddia ediyorsun? Utanmadan nasıl oluyor da kıyâmetin
kopacağını da zannetmiyorum. Bu saltanatımın biteceğini de ummuyorum diyerek
Allah’ın haberlerini inkâr ediyorsun? Bunu nasıl yapabiliyorsun? Allah’ın yoktan
var ettiği, Allah’ın topraktan çıkarıp adam ettiği bir varlık olarak nasıl ona
isyan edebiliyorsun? Kendini bir şey mi zannediyorsun? Unutma
ki:
Allah dileseydi seni farklı şekilde de
yaratabilirdi. Bir kedi, bir köpek, bir hınzır veya üzüm şeklinde, karpuz
şeklinde de yaratabilirdi. Allah’a asla itiraz hakkın da olmazdı. Hani şimdi şu
anda bu varlıklar itiraz edebiliyorlar mı Allah’a? Veya dileseydi hiç yaratmazdı
Allah se-ni. Olmayan bir
varlığın itiraz hakkı olur muydu?
Allah seni en güzel bir biçimde
yarattı. İstediği, seçtiği bir güzellik içinde yarattı. Hz. Adem’den bu yana ceddinden herhangi birisinin sûretinde
yarattı seni. Şimdi söyle bakalım: Bunu beceren Allah, seni yoktan var eden
Allah hesap sormayı beceremez mi? Yaratan ceza vermekten aciz olur mu? Yaratan
yarattığını hesaba çekemez mi? Veya yaratıcıya karşı bu senin yaptığın yapılır
mı? Yaratıcıya nankörlük yapılır mı? Yaratıcı olan Allah dururken başkalarına
kulluk yapılır mı? Başkalarına minnet duyulur mu?
9. “Hayır hayır; doğrusu siz dini
yalanlıyorsunuz.”
Hayır hayır,
bütün bunlara rağmen sizler dini yalanlıyorsunuz. Dini yalan sayıyorsunuz. Dini
yok farz ediyorsunuz. Allah’ın hayat programını yalanlamaya kalkışıyorsunuz.
Din, kişinin hayat programıdır, yaşam biçimidir. Din, Allah’ın kulları adına
gönderdiği yasalardır. Evet sizler Allah’ın dinini, Allah’ın hayat programını
yalanlıyorsunuz. Dini yok farz ediyorsunuz. Dinlerinizi oyun ve eğlence
ediniyorsunuz. Dünya hayatına verdiğiniz değeri dinlerinize vermiyor, dünya
hayatını dinlerinize tercih ediyor, dünyayı hedef bilip, dünyayı kıble edinip
bütün plan ve programlarınızı dünyayı kazanma adına yapıyorsunuz. Bu yüzden de
dinlerinizle ilgilenme imkânı bulamıyor, kitabınızla, Peygamberinizle tanışma
imkânı bulamıyorsunuz. Dünyayı kıble edinip âhireti
unutuyorsunuz.
Veya sizler din gününü yalanlıyorsunuz.
Öldükten sonra dirilmeyi, hesabı, kitabı yalan sayıyorsunuz. Öyle bir hayat
yaşıyorsunuz ki, sanki ölmeyeceksiniz. Sanki bir daha dirilip hesap kitap
yaşamayacaksınız. İşte aldanmanızın sebebi budur. Din gününü hatırınızdan
çıkarıp yaşadığınız için aldanıyorsunuz. Âhiret gününü
hesaba katmadığınız için kerîm olan Rabbinize karşı nankör davranabiliyorsunuz.
Halbuki düşünmez misiniz siz? Bilmez misiniz?
10-12. “Oysa, yaptıklarınızı bilen,
değerli yazıcılar sizi gözetlemektedirler.”
Halbuki sizler kendi halinize
terkedilmiş değilsiniz. Her an üzerinizde Allah’ın koruyucuları ve
gözetleyicileri vardır. Her an Allah’ın koruyucularının koruması ve
gözetleyicilerinin kontrolü altındasınız. Sizin üzerinizde muhafızlar var. Bir
an bile sizden ayrılmazlar, bir an bile gaflet etmezler, Allah’ın Kirâmen Katibin melekleri vardır. Allah’ın şerefli
yazıcıları vardır. Onlar rüşvet almazlar. Onlar suiistimalde bulunmazlar. Hak
yazıcılar, âdil yazıcılardır onlar. Zuhruf sûresinde
Rabbimiz buyurur ki:
“Ve bizim elçilerimiz asla kusur
etmezler.” Hangi konuda? Ne sizin yaptıklarınızı tespit etme konusunda, ne sizin
gizli planlarınızı yazma konusunda, ne sizi belâlardan koruma, ne sizin
amellerinizi tespit etme, ne sizi kontrol etme, ne sizin ölüm zamanınızı unutup
ih-mal etme konusunda zerre kadar kusur etmezler. Sizi
yerin dibine ba-tırma, sizi
helâk etme, sizlerden intikam alma noktasında kendilerine verdiğimiz
emirlerimizi anında yerine getirme konusunda onlar asla gevşeklik ve ihmal
göstermezler. Rabbiniz onlara ne emretmişse, na-sıl emretmişse aynen onu uygularlar. Ne kendileri geç
kalırlar, ne de gebertilmesi gereken kişiyi geç bırakırlar.
Yaratıcınız sürekli sizinle beraberdir. Sürekli
üzerinizde hakim ve gözetleyicidir. Bir an bile yalnız değilsiniz. Bir lahza bile başıboş bırakılmış değildir
insan ve yaratıcısından uzak kesinlikle bir hayat ya-şayamaz. İnsan kesinlikle bir
an bile kendisini meleklerden soyutla-yamaz. Etrafında
sürekli melekler vardır onun; kendisini koruyan, amellerini yazan, ölür ölmez
kendisini hesaba çekecek olan melekler vardır. Ona onun hayatını düzenleyecek
vahiy getiren melekler var, yağmurunu yağdıran, rüzgarını estiren ve tüm
çevresini şekillendiren melekler var.
İşte bütün bunlar Allah’ın sizin
üzerinizde hâkimiyetini, Kahhar oluşunu, sizi kendi
halinize bırakmayıp sürekli sizinle diyalog halinde oluşunu, sizin hayatınıza
karıştığını, size din gönderdiğini ve sizin her anınızı kontrol ettiğini
gösterir. Hiç kimse bir tek saniye bile kendi başına değildir. O’nun her
hareketini kontrol eden, her nefesini sayan melekler vardır yanında. Zaten
İslâm’daki melek inancının odak noktası da budur işte. Yani öyle bir Allah’a
inanacağız ki, melekleri vasıtasıyla sürekli bizimle diyalog halinde olan bir
Allah’tır O.
Böyle kimilerinin iddia ettikleri
gibi dünyayı yaratmış, yorulmuş, köşesine çekilmiş, dünyayla ilgilenmeyen ve ne
haliniz varsa görün, bildiğiniz gibi yaşayın diyen bir Allah değil. Böyle bir
Allah’a inanacağız. Değilse nasıl yaşarsanız yaşayın beni ilgilendirmez!
Hukukunuz, ticaretiniz, kılık-kıyafetiniz, eğitiminiz, siyasal yapılanmanız,
kazanmanız, harcamanız nasıl bilirseniz öyle yapın beni ilgilendirmez diyen bir
Allah değil. Melekleri olan ve bu melekleri vasıtasıyla yeryüzünde aranızdan
seçtiği kullarına vahiy gönderen, bununla bizi sorumu tutan, ne yapacağımızı,
nasıl yaşayacağımızı, nasıl bir hayat programı takip edeceğimizi bize ulaştıran
bir Allah’a iman edeceğiz. İşte İslâm-daki melek
inancının önemi buradadır.
13-16. “İyiler, şüphesiz, nîmet
içindedirler. Allah’ın buyruğundan çıkanlar cehennemdedirler. Ceza günü oraya
girerler. Oradan bir daha ayrılamazlar.”
Ebrâr olanlar cennette nîmet
içindedirler. Ebrâr Allah’a Allah’ın istediği gibi
iman eden kimselerdir. Aristo’nun, Ebu Cehil’in,
şeytanın inandığı gibi, ya da müşrik ehl-i kitap dünyanın inandığı gibi değil. Al-lah’a Allah’ın istediği biçimde inanan, yani kitabında
bizden istediği bi-çimde hayatın tümüne karışan,
hayatımızın tümünde bizden kulluk is-teyen ve
hayatımızın tümünde bizimle birlikte olan bir Allah’a inanan kişilerdir ebrâr olanlar. Yerken, içerken, kazanırken, harcarken,
giyinirken, soyunurken, alırken, satarken, severken, küserken hattâ tırna-ğımızı kesmemize varıncaya
kadar tüm hayatımızda yalnız kendisini dinlememizi isteyen ve kendisiyle
birlikte başkalarını da dinlememiz konusunda bizi soğanın dişisinden bile
kıskanan bir Allah’a inanıyorsak işte biz ebrâr’danız.
Başka?
Âhiret gününe
iman eden kimselerdir onlar. Âhiret gününe i-man, hesap-kitap konusuna iman demektir. Âhirete inanan kişi hesap-kitap konusunda korku sahibi olan
kişi demektir. İnsanlar neden korkarlarsa, ona karşı titiz davranırlar. İşte
ebrâr’dan olan mü’min böyle
bir korku duyan kişidir. Her adım atışında, her duruşunda, yani pozitif ve
negatif her eyleminde korku içinde olan kişidir. Ya bu
konuda hesaba çekilirsem! Ya bu bakış yarın karşıma
bir dosya olarak çı-karsa! Ya bu hareket yarın hesaba çekilirken aleyhime çıkarsa!
Ya cehenneme sürüklerse beni bu duruş! diye sürekli
bir korku içinde bulunur ebrâr olanlar. Bakara’nın
ifadesiyle her an Allah’la karşı karşıya gelivereceğine inanan insanlar. Ha şu
köşeyi döndüm dönmeden, ha şu lokmayı yuttum yutmadan, ha şu cümleyi bitirdim
bitirmeden ölüverecek ve Rabbimle karşı karşıya gelivereceğim inancıyla,
heyecanıyla yaşayan kişidir.
Sonra meleklere iman eden kimselerdir
onlar. Meleklere iman demek, Allah’ın melekler vasıtasıyla bizimle diyalog
kurduğuna iman demektir. Yani Allah’ın kendi köşesine çekilmeyip her an
melekleri vasıtasıyla dünya işlerini idare ettiğine, her an yanımızda olduğuna,
bu melekleri vasıtasıyla yeryüzüne karıştığına, yeryüzünde seçtiği
peygamberlerine bu melekleri vasıtasıyla bizim hayatımızı düzenlemek üzere
mesajlar gönderdiğine, vahiy gönderdiğine ve bizi bununla sorumlu tuttuğuna iman
demektir. Melekler vasıtasıyla bizim amellerimizi tespit ettiğine, melekleri
vasıtasıyla bizi bize isâbet edecek belâlar ve musîbetlerden koruduğuna,
melekleri vasıtasıyla bizim karımızı, boramızı, yağmurumuzu sağladığına iman
demektir.
Sonra Allah’ın kitaplarına iman eden
kimselerdir o birr sahipleri. Kitaba iman demek,
hayatı onunla düzenlemek üzere kitaba iman demektir. Kitaba iman demek,
içindekilere iman demektir. İçindekilerin doğruluğuna ve uygulanırlılığına,
uygulanması gerektiğine iman demektir.
Sonra Allah’ın Nebilerine iman eden
kimselerdir onlar. Peygambere iman demek, onun örnekliliğine iman demektir.
Peygambere iman demek, Allah’ın bizden istediği kulluğu icra ederken mutlak
manada kendisine uyulması gereken model insan oluşuna, numune insan oluşuna iman
demektir. Peygambere iman, onun hayat programına iman demektir. Peygambere iman,
onun Allah’tan getirip haber verdiği şeylerin tamamının doğruluğuna iman
demektir. Peygambere iman, Allah’ın onun vasıtasıyla insan hayatına karıştığına
iman demektir. İşte böylece peygambere inananlar ebrâr’dırlar.
Sonra malı sevmekle beraber, ya da mala ihtiyaçları varken, sevdikleri halde onu yakın
akrabaya, yetimlere, miskinlere, yolda
kal-mışlara, dilencilere, köle ve esirlere verenlerdir
onlar. Sonra namazı Allah’ın istediği
biçimde ikâme edenler. Yani onu bir takım hareketler manzumesi olarak değil veya
sadece şekli olarak belli bir yöne yönelmekten ibaret olarak değil, dinlerinin
direği olarak, sosyal hayatlarının düzenleyicisi olarak namazı ikâme
edenler.
Zekâtı verenler. Mallarında
Allah’ı söz sahibi kabul ederler. Söz verdikleri zaman ahitlerini yerine
getirenlerdir onlar. Hem Allah’a verdileri ahitlerini, hem de kendi aralarında
birbirlerine verdikleri sözlerini yerine getiren kimselerdir
onlar.
Sonra fakirliğe sabrederler, Allah’ın
taksimine razı olurlar, hastalığa sabredenler, savaşta, cihadda döneklik göstermeyip dişlerini sıkanlar,
sabredenlerdir onlar.
Önceki
sûrelerde Rabbimizin kendisi için kullandığı bu ifade-nin; “berr'in” Kur'an'da bu sûrenin bu
âyetinde aynı zamanda insan-lar, daha doğrusu
peygamberler hakkında da kullanıldığını görüyoruz.
Resûl-i
Ekrem'e "birr" nedir diye sorulduğunda şu âyet-i keri-meyi okumuşlardır:
"Birr,
yüzünüzü doğu ve batı yönüne çevirmeniz değildir fakat birr Allah'a, ahiret gününe,
meleklere, kitaplara ve nebilere iman eden, sevdiği halde malı yakınlara,
yetimlere, miskinlere, yolda kalmışa, dilenenlere ve bo-yunduruk altındakilere infak
eden, namazı kılan ve zekâtı veren, ahitleştiklerinde ahdini yerine getirenler,
zorluk hali, zarar anları ve güçlük zamanında sabredenlerdir. Onlardır sâdık
olanlar; ve onlardır muttaki olanlar"
(Bakara,
2/177)
Âyette
açık olduğu üzere, "birr" hem imanı, hem de aşağı
yu-karı bütün amelleri (nafilelere varıncaya değin)
içine almaktadır. Bir diğer husus "birr"in
şahıslaştırılmasıdır; yani âyet "birr"i amel olarak
değil, bir kişi olarak sunmaktadır. Zaman zaman
belirttiğimiz gibi, in-san maddi gaflet örtüsünden sıyrıldığı zaman ameliyle
özdeşleşir. Ar-tık ona mümin yerine iman; muhsin
yerine husn ve berr yerine
birr diyebiliriz. Aynı zamanda o, âlim olmaktan ilm olmaya da geçer. İra-desini Allah'ın iradesinde eriten ve ilâhî irade karşısında
adeta bütü-nüyle edilgen duruma geçen insan, Allah'ın
her yarattığı gibi güzel olur ve hayatıyla, kimliğiyle şahsiyetiyle bol bir
hayr ve iyilik (birr) halini
alır. Âyetten anlaşılan bir diğer husus birr'in "sıdk ve takva"yı da içine almasıdır. Birr konusunda gelen diğer âyetler, yukarıdaki kap-samlı
âyetin bazı yönlerini açıklayıcı niteliktedir. Sözgelimi, malın ze-kâtını vermek farzdır; infak, farzı içine aldığı gibi
fazlasını da kapsar. Kur'an duruma göre ihtiyaçtan
arta kalanın infak edilmesini emreder.
"Birr", infak ederken kişinin sevdiği şeyden vermesini içine
alır.
"Sevdiğinizden infak etmedikçe
birr'e erişemezsiniz.."
(Âli İmrân,
3/92).
Yine Kur’an
‘birr’i şöyle tanıtıyor: ‘Birr’, bol bol iyilik etmek,
ha-yır işlerinde geniş olmak anlamına geldiği gibi, aynı zamanda fail (öz-ne)
ismidir ve iyilikte bulunan demektir.
Mü’minler, çok iyilikte bulu-narak, takvada çok geniş olarak ‘birr’in bizzat kendisi haline gelirler. Tıpkı salih amel
işleyerek imanıyla özdeşleşen müslümana ‘iman’
de-nilmesi gibi. İyilik ve takvada ileri geçen bol
bol ihsanda bulunan, ak-rabalarına ve diğer insanlara bol bol iyilik eden, iyi davranan kimseler artık ‘birr’in bizzat kendisi olurlar. Böyle kimselere Kur’an ‘ebrâr’ de-mektedir.
Bakara eksenli tanımını yapmaya
çalıştığımız bu ebrâr olanlar, yarın cennette nîmet
içinde olacaklardır. Buna mukabil füccâr olanların,
Rablerine karşı gelenlerin, günah yolunda yürüyen, çirkinlikler işleyenlerin de
bunların tamamen aksine cehennem azabı içinde olacaklarını ve bir an bile
cehennemden gaip olmayacaklarını, yani bir an bile oradan kurtulamayacaklarını,
ya da bir lahza bile azaplarının hafifletilmeyeceğini
anlatıyor Rabbimiz.
17-18. “Ceza gününün ne olduğunu sen
nerden bilirsin? Evet ceza gününün ne olduğunu nereden
bileceksin?”
Sen din gününün ne olduğunu
bilebilir misin? Nereden bileceksin sen bunu? Din gününün azametini, dehşetini
ortaya koymak için tekrar tekrar soruyor
Rabbimiz.
19. “O gün, kimsenin kimseye hiçbir
fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün buyruk yalnız
Allah’ındır.”
O gün kimsenin kimseye bir
faydası olmayacaktır. Yani o gün onlara sıcak bir kucak yoktur. Kimse onlara
yardımcı olamayacak, kimse onlara sıcak bir kucak açamayacak, onlarla ilgilenen
kimseleri olmayacak, hiç kimse onların hallerini hatırlarını bile soramayacak.
Yahu ne âlemdesiniz? Başınızda bir sıkıntı mı var? Bir derdiniz mi var?
Yapabileceğimiz bir şey var mı? diye onlara sıcak bir kucak açacak kimseleri
olmayacaktır. Herkes tek başına amelleriyle Allah’ın huzuruna çıkacaktır.
Krallar yalnız, sultanlar yalnız, devlet başkanları yalnız, zenginler yalnız,
hocalar, hacılar yalnız, herkes yalnızdır o gün. Hiç kimsenin sözü dinlenecek
bir şefaatçisi de yoktur o gün. Tüm yakınları, dostları, tüm yardakçıları, tüm
alkışçıları, tüm arkadaşları kendi dertlerine düşmüşler, kimse kimsenin halini
hatırını soramayacaktır. O gün emir sadece Allah’a aittir. Söz ve hüküm O’na
ait-tir, herkes O’nun hükmüne boyun eğmek zorunda kalacaktır.
Bu sûreyi de burada bitirelim inşallah.
Rabbim gereğiyle amel etmeyi hepimize nasip etsin. Rabbim bu âyetler
rehberliğinde bir hayat yaşamayı kolay getirsin. Sübhanekallahümme ve bihamdik, la
ilahe illa ente, estağfiruke
ve etûbü ileyk.
Allah razı olsun
YanıtlaSilAllah razı olsun
YanıtlaSil