Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
83., Nüzûl sıralamasına göre 86., Mufassal sûreler kısmının onuncu grubunun
birinci sûresi olan Mutaffifîn sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin
sayısı 36’dır.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
1-3. İnsanlardan, kendileri bir şeyi
ölçerek aldıkları zaman tam alan; ama onlara bir şeyi ölçüp tartarak
verdiklerinde eksik tutan, kimselerin, vay haline! 4-5. Bunlar, büyük bir günde
tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? 6. O gün insanlar alemlerin Rabbinin
huzurunda dururlar. 7. Sakının; Allah'ın buyruğundan dışarı çıkanlar, muhakkak
“Siccîn” adlı defterde yazılıdır. 8. “Siccîn”in ne olduğunu sen nereden
bilirsin? 9. O, yazılmış bir kitaptır. 10. Yalanlayanların o gün vay haline! 11.
Onlar, kıyamet gününü yalanlamış olanlardır. 12. Oysa onu mütecaviz günahkardan
başka kimse yalanlamaz. 13. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman “Öncekilerin
masalları” der. 14. Hayır hayır; onların kazandıkları kalplerini paslandırıp
körletmiştir. 15. Hayır; doğrusu onlar o gün, Rablerinden yoksun
kalacaklardır. 16. Sonra onlar,
şüphesiz, cehenneme gireceklerdir. 17. Sonra da: “Yalanlayıp durduğunuz işte
budur” denecektir. 18. Ama iyilerin
defteri yüksek katlardadır. 19. O yüksek katların ne olduğunu sen bilir misin?
20-21. O, gözde meleklerin gördüğü, yazılı bir kitaptır. 22-23. İyiler,
şüphesiz, nimet içinde ve tahtlar üzerinde etrafı seyrederler. 24. Onları,
yüzlerindeki nimet pırıltısından tanırsın. 25-26. Sonunda misk kokusu bırakan,
ağzı kapalı saf bir içecekten içerler. İyi şeyler için yarışanlar, bunun için
yarışsınlar. 27-28. Onun katkısı gözdelerin içtiği yüce kaynaktandır. 29.
Suçlular, şüphesiz, inanmış olanlara gülerlerdi. 30. Yanlarından geçtikleri
zaman da birbirlerine göz kırparlardı. 31. Taraftarlarına vardıklarında bununla
eğlenirlerdi. 32. İnananları gördükleri zaman: “Doğrusu bunlar sapık olanlardır”
derlerdi. 33. Oysa kendileri, inananlara gözcü olarak gön-derilmemişlerdi. 34.
Bugün de, inananlar inkârcılara gülerler. 35-36. Tahtlar üzerinde, inkârcıların
yaptıkları şeylerin karşılığının nasıl verildiğini
seyrederler.”
Mekke’de son dönemlerde nâzil olmuş,
Müslümanları Medi-ne’ye hazırlamayı hedefleyen Mutaffifin diye isimlendiren bir
sûreyle karşı karşıyayız. Bazıları demiştir ki Allah’ın Resûlü Medine’ye gelince
orada ölçünün, tartının, ticaretin bozukluğunu gördü de bu sûre indi
demişlerdir. Ama Allahu âlem bu sûre Mekke’de en son inen sûredir. Mekkî
sûrelerin de en sonuncusu budur. Sanki Cenâb-ı Hak mü'min-leri Medine dönemine
hazırlıyordu. Mekke’de Müslümanım diyenler işkence altındaydı. Müslüman olmak
sanki işkenceye adaylığını koy-maktı. Bu dönemin sona erip Medine’ye hicretin
yaklaştığı günlerde bu sûreyi gönderen Rabbimiz Müslümanlara şöyle sesleniyordu:
Kul-larım! Medine’ye hicret edecek, orada yeni bir toplum oluşturacaksı-nız!
Orada devlet kuracak, kendi sisteminizi oluşturacaksınız. Orada inancınızı
yaşama, imanınızı pratize etme imkânı bulacaksınız! Orada hürriyetinizi
kazanacak ve malla, mülkle ilginiz olacak. Özel mallarınız mülkleriniz olacak.
Aman dikkat edin ki mal mülk sizi yolunuzdan ayır-masın. Dünyalıklar sizi
hedefinizden saptırmasın deme adına, Rabbi-miz bu sûreyi gönderiyordu.
Evet Müslümanların, İslâm
toplumunun mala bakışını düzen-lemek, ahiret inançlarını düzenlemek üzere gelmiş
sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlamadan önce sûrenin âyetleri üzerinde
kısa ve süratli bir gezinti yapalım inşallah.
Bu
sûre bize, İslâm’a davetin ilk günlerinde Mekke'de medya-na gelen pratik bir
olayı aksettirmekte; kalpleri uyarmakta, duygulan harekete geçirmekte; yeni yeni
hükümler, nizamlar getiren bu semavi risa letin
yeryüzünde gerek Arap toplumu ve gerekse bütün insanlığın hayatında yerleşmesini
hedef almaktadır.
Sûre
dört bölümden oluşmuştur. Birinci bölüm, alışverişte dü-rüst davranmayanlara
savaş açmakla başlamaktadır: "İnsanlardan bir şey ölçüp alırken, tam alan,
onlara bir şeyi ölçüp veya tartarken de eksik veren hilekarların vay haline!
Yoksa onlar, büyük bu gün için di-riltileceklerini sanmıyorlar mı? O gün,
insanlar, Alemlerin Rabbi olan Allah'ın huzurunda dururlar"
(1-6).
İslam'ın
çıkışı sırasında Mekke'de yasayan müşrik toplumu, ticaret hayatını ellerinde
tutuyordu. Bunların içinde güçlü ve nüfuzlu bir kesim, halka istediği gibi baskı
yapmakta, alırken fazlasıyla almak-ta, satarken eksik vermekteydiler. Bunlar
kervanlarıyla kışın Yemen'e, yazın Şam'a giderek Hicaz'a mal sevk ediyor ve
büyük servetlere sa-hip bulunuyorlardı. Aslında Mekke'de inen sureler, daha çok
akideye ait genel prensiplere yer verirken, bu surede muamelatı ilgilendiren
ticaret konusuna el atılması, bu yeni dinin sosyal ve ekonomik alanda Medine
döneminde gerçekleştireceği reformlara bir başlangıçtır. Diğer yandan ticaret
hileleri bir yönüyle ahlak konusuna girer.
Medine'ye
hicret edilince, orada da Yahudi tüccarları ticaret hilelerinde becerikli
idiler. Ashab-i kiram ticaret konularına İslâmî bir yaklaşımla el atınca, dürüst
bir ticaret başladı. Piyasada güven sağ-ladılar. Ekonomi ve para gücü giderek
onların eline geçti. Artık ayet ve hadislerle yapılan yeni ekonomik
düzenlemelerde, hilekarların güç kazanmasına imkan bırakılmıştı. Ayetlerde söyle
buyurulur: "Ölçüyü ve tartıyı adâletle yapın" (En'âm,152). "Bir şeyi ölçerken
tam ölçün, tartarken de doğru teraziyle tartın" (İsrâ,35). Cenâb-ı Hak, ölçü ve
tar-tıda hile yapmaları sebebiyle Şuayb peygamberin kavmini helak et-mistir.
Âhirette karşılaşılabilecek sıkıntı için de; "Yoksa onlar, büyük bir gün için
diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" buyurulur.
Ebû
Hureyre'den rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden
geçerken, elini bir zahire yığının içine sokmuş, alt kısmının ıslak olduğunu
görünce sebebini sormuştur. Satıcının; yağan yağmurun ıslattığını söylemesi
üzerine söyle buyurmuştur: "Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zahirenin üzerine
çıkarman gerekmez miydi? Hile yapan benden değildir"
(Müslim,
İman,164; Ebu Davud, Buyu,50)
Sûrenin
ikinci bölümünde inkarcıların ve azgınların durumuna yer verilir. Allah'ın
emrinden dışarı çıkanların "siccin" adlı kitapta yazılı olduğu, bunların
Kur'an-ı Kerim ayetlerine "öncekilerin masalları" de-dikleri ve ahirette
Cehennem'e girecekleri belirtilir. Üçüncü bölümde, kötülere karşılık iyilerin
durumu, yüksek makamları kendileri için ha-zırlanan nimetler, kıyamet gününde
koltuklara oturarak içecekleri gü-zel şerbetler tasvir
edilir.
Son
bölümde ise, iyilerin bu aldatıcı ve batıl azgın ve sapıklar-dan gördükleri kötü
muameleler anlatılır: "Suçlular, şüphesiz, inanan-lara gülerlerdi. Yanlarından
geçerken birbirlerine göz kırparlardı. Evle-rine neşe içinde dönerlerdi
Mü'minleri gördükleri zaman, "doğrusu bunlar sapık kimselerdir" derlerdi.
Halbuki kendileri, inananlara gözcü olarak gönderilmemişlerdi. Kıyamet gününde
de inananlar inkarcılara gülerler." Sure su ayetle sona erer: "Mü'minler,
kıyamet günü tahtlar üzerinde, inkarcıların yaptıkları şeylerin karşılığının
nasıl verildiğini seyredecekler" (36).
Bu
mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
başlayabiliriz.
1-3. “İnsanlardan, kendileri bir şeyi
ölçerek aldıkları zaman tam alan; ama onlara bir şeyi ölçüp tartarak
verdiklerinde eksik tutan kimselerin, vay haline!”
Kur’an-ı Kerîm’de bu şekilde başlayan
iki sûre vardır. Birisi Hümeze sûresidir ki şöyle başlar:
Mal mülk toplayan, malla mülkle çevre
edinen, etraf bulan, malına, servetine ve konumuna güvenerek mü’minlerle alay
eden, in-sanlara tepeden bakan, insanları ayıplayan, insanların iffet ve
namuslarına dil uzatan, istihza ve alaylarla mü’minleri çekiştirip küçük düşüren
bir insandan söz edilmektedir. Her şeyi malla mülkle, makamla mevki ile
değerlendiren müstekbir, şımarık bir insan tipi. Tüm gücüyle mal mülk toplamaya,
servet yığmaya yönelen, topladıklarıyla
övünüp böbürlenen bir insan tipi. Sahip olduklarıyla dünyada ebedî kalacakmış
gibi plan, program yapmaya çalışan, bu yüzden de ahiretle ilgilenecek zamanı
kalmayan kişinin kötülüğü anlatılır. Malının kendisini ebedî kılacağını
zanneden, malıyla ebedîleşmeyi hesap eden ve malı sayesinde ahiretteki hesabının
hafifletileceğini uman kişinin cehenne-me gideceği, veyli hak ettiği anlatılır.
Zanneder ki, malı, mülkü, çevresi kendisini kurtaracaktır. Ama Rabbimiz buyurur
ki, “Hayır öyle değil, veyl olsun ona.” Yani cehennemin veylini boylayacaktır bu
adam.
Bakıyoruz burada da öyledir. Bu sûrenin
başında da Rabbimiz aynı ifadeyi kullanarak söze başlıyor. Veyl kelimesiyle söze
başlıyor.
Kur’an’da bir âyetin veya bir sûrenin,
veyahut da bir âyet grubunun anlaşılabilmesi onun konumunun bilinmesine
bağlıdır. Sûrenin zaman ve mekân boyutu bilindi mi? Yani sûre ne zaman gelmiş ve
nereye konmuştur? Bunun bilinmesi sûrenin anlaşılması noktasında çok önemlidir.
Sûrenin ne zaman geldiğini söyledik. Konulduğu yer de İnfitar ile İnşikâk
arasıdır. İnfitar sûresinden sonraya, İnşikâk sûresinden de önceye
yerleştirilmiştir. İşte sûrenin Kur’an içindeki konumu da budur. Bu iki sûre
kıyameti en güzel biçimde anlatan, en çarpıcı ifadelerle insanları kıyametle,
hesap kitapla uyaran, insanları âdeta yarın olacaklarla burun buruna getiren
sûrelerdir.
Bu iki sûre kıyameti gözleriyle
bizzat görmek isteyenlerin görebileceği iki sûre olarak anlatılıyordu hadiste. O
halde kıyameti, hesabı kitabı gözler önüne seren bu iki sûre arasına
yerleştirilen bu sûrede Rabbimiz şöyle buyurur: “Ey kullarım! Ey Müslümanlar!
Malla münasebetinize dikkat edin! Bu konuda çok dikkatli davranın! Yoksa
İnfitar’da anlattığım, İnşikâk’ta ortaya koyduğum kıyametle karşı karşıya
geleceksiniz! Orada hesabınız çok çetin olacak! Orada Rabbi-nizin yargılaması
pek çetin olacak! Akıllarınızı başlarınıza alın! Bakın dikkat edin ha kıyametin
ortasında zikrediyorum bu konuyu! İnfitar’la İnşikâk arasında anlatıyorum.
Öyleyse para kazanırken, yahut harcar-ken, dükkan açarken yahut kapatırken,
paraya sahip olurken, onu el-den çıkarırken, malla ilişkilerinizi ayarlarken,
okul bitirirken, diploma alırken, yerken içerken, giyinirken, soyunurken
kıyametle ilginizi keserseniz Allah korusun sonunuz kötü
olacaktır!”
İslâm’da “Veyl” ifadesi iki yerde, iki mânâda
kullanılır. Bir Müslüman hakkında, bir de kâfir hakkında kullanılır. Müslüman
hakkında kullanıldığında, “Vah! Tuh!
Yazık! Eyvah! Keşke şöyle olsaydı! Keşke böyle olmasaydı! Keşke böyle
yapmasaydı!” gibi anlamlarda kullanılır. Kâfir için kullanıldığında da
cehennemin veyl deresine, cehennemin en aşağısına, ateşin en şiddetlisine
gidesiceler anlamına kullanılmaktadır. Evet bu veyl kelimesi mü'mine
kullanıldığında ayrı bir mânâ, kâfir için kullanıldığında ayrı bir mânâ ifade
eder. Nitekim Allah’ın Resûlü topuklarını kuru bırakan mü'minleri görünce “Veylün li’l a’kabi minen nar”
buyurdu. “Vay bu abdest alırken kuru bıraktığınız topuklarınızdan
çekeceğinize!” Yapmayın böyle! Yazık! Niye böyle yaptınız? Neden topuklarınızı
kuru bıraktınız? gibi bir mânâ ifade ederken, kâfirler için de cehenneme
gidesiceler, veyli boylayası-calar gibi bir lânet ve beddua ifade etmektedir.
Mü’mine bir tahzir, bir kınama ifade ederken, kâfire bir talep yahut beddua
oluşturmaktadır. Bakın burada da İslâm’ın temel rükünlerini bozan veya kıyameti
hesaba katmayanlara veyl isteniyor.
Mutafifîne veyl olsun. Mutaffifîn
cehennemin veyline gitsin. Ve-ya Mutaffifîn olanlar cehennemin veyl derekesine
yuvarlanacaktır. Kimmiş Mutaffifîn?
“İnsanlardan, kendileri bir şeyi
ölçerek aldıkları za-man tam alan; ama onlara bir şeyi ölçüp tartarak
verdiklerinde eksik tutan kimseler veyl’e
gideceklerdir.”
Kendi lehlerine ölçüp biçtiklerinde
farklı, başkalarına ölçüp biçtiklerinde farklı ölçüp biçerler onlar. Alırlarken
farklı, satarlarken farklı davrananlar, farklı ölçüp biçenler. Borçlu iken
farklı, alacaklı ko-numundayken farklı tavırlar sergileyenler. Alacaklı iken
karşısındakine nefes aldırmazken, borçlu konumunda borcunu ödemeyerek
karşısındakine zulmedenler. Birisinden mal alacakları zaman onu kötüleyip, aynı
malı kendileri satarlarken onu överek farklı bir tutum içine gi-renler. Veya bir
konuda fikir beyan ederken kendilerine yönelikse farklı, başkalarına yönelikse
farklı beyanlarda bulunurlar.
Evinin yıkılması söz konusuysa
imar arayan, ama yapılması söz konusu olduğu zaman imar aramayanlar. Kendi
hakları söz konusu olduğu zaman farklı, sorumlulukları söz konusu olduğu zaman
da farklı davrananlar. Kadınlarından, çocuklarından itaat isterken tam itaat
isteyen, ama onlara karşı kendi sorumlulukları söz konusu olduğu zaman da eksik
olmasını isteyenler.
Hanımlarından, çocuklarından
gerek kendisine, gerekse Allah’a karşı tam itaat bekleyen ama aynı Allah’a
kendisinin itaati söz konusu olunca hep eksikten yana davrananlar.
Veya Allah’ın dinini başkalarına
anlatırken farklı, kendisine uygularken farklı davrananlar. Hani hoca cemaata
vaaz ediyormuş. Di-yormuş ki: “Ey cemaat! Aman kadınlarınızı, kızlarınızı sokağa
şöyle şöyle çıkarmayın! Aman onların namuslarını, iffetlerini el âlemin
ayaklarının altına dökmeyin!” Kendi karısı için: “Onun vaziyeti ne öyle hocam?
Hocam! İyi diyorsun da seninkileri çok berbat görüyoruz” denince, hoca diyormuş
ki: “Eh haspaya da yakışmıyor değil
hani!” İşte bu Mutaffifliktir, hainliktir, Allah korusun.
Öyle değil mi? Senin haspaya
yakışıyorsa bizim haspaya da yakışır! Başkasına geldi mi şöyle, kendine geldi mi
böyle olmaz bu. Veya aman çocuklarınızı Allah’ın istediği biçimde Müslüman’ca
eğitin! diyerek çevresine doğru ölçüp biçtiği halde kendi çocuklarının eğitimine
dikkat etmeyen kimse gibi. İşte bu mutaffifliktir ve Allah korusun veyl onlar
içindir diyor Rabbimiz.
Bakara’nın 17-19. âyetlerinde bir insan
tipi anlatılır: Adam ateş yaktı, sonra Allah onun gözünün görme özelliğini
alıverdi. Önünü gö-remiyor adam. Ama yaktığı ateş etrafını aydınlatıyor,
başkaları onun ışığından istifade ediyor, başkaları onun ışığıyla yol buluyor
ama kendisi faydalanamıyor. Yani adam hep başkalarına din anlatıyor ama
kendisinin faydalanması yok. Başkalarını eğitmeye çalışıyor ama evini ihmal
ediyor. Başkalarına farklı, kendisine farklı davranıyor. Başkalarına farklı,
kendisine farklı ölçüyor. Başkalarına ölçerken, başkalarından isterken tamam ama
iş kendisine yüklendiğinde, evine Sünnet girmeyen, mutfağına Kur’an girmeyen,
yemesine içmesine, kazanma-sına harcamasına Kur’an girmeyen kişi de mutaffiftir,
onun yaptığı da mutaffifinliktir.
İşte meselâ şu anda ben ateş yakıyorum
ve çevremi aydınlatıyorum. Benim yaktığım bu ateşle sizler aydınlanıyorsunuz.
Gönlünüz aydınlanıyor, ruhunuz ve düşünceniz aydınlanıyor. Bir şeyler anlıyor,
bir şeyler öğreniyorsunuz. Sizin öğrenmenize, sizin aydınlanmanıza sebep olan bu
ateşi şu anda ben tutuşturmaya çalışıyorum. Ama yaktığım bu ateşe karşı ben
kendim nötr davranırsam, kendi gayretsizliğim sebebiyle veya kendim konusunda
negatif isteğim sebebiyle bu yaktığım ateşten kendim istifade etmek istemezsem
ve bu yüzden de benim gözümün nûru alınır ve kalbim mühürlenirse, ben de aynen o
adam gibi olurum, Allah
korusun.
Başkalarına ölçüp biçerken farklı
kendime ölçüp biçerken farklı davranan, çevresini aydınlatan, ama kendisi bu
ateşten mahrum ka-lan, çevresine ışık dağıtıp kendisi karanlıkta kalan, ekmek
fabrikası kurup imal ettiği on binlerce ekmekle çevresini doyuran ama akşam
evdeki çoluk çocuğuna koltuğunun altında iki tane ekmek götürmeyen adam gibi
olurum ki, işte bu mutaffifliktir. Veya başkalarına dağıttığı ekmekten kendi
ağzına götürmeyen adam mutaffiftir.
Bakıyoruz, adam hem Kur’an anlatıyor,
hem Sünnet yazıyor, hem kitap yazıyor hem talebe yetiştiriyor, ama kendine karşı
o kadar kör ve sağır ki adam. Başkalarına duyurduklarını kendine karşı uygulama
noktasında o kadar kayıtsız, o kadar vurdum duymaz ki! Karısına, çocuklarına
karşı o kadar kör ve sağır ki, o kadar sağır ve vurdum duymaz ki! Bu tür
insanları gördükçe Mutaffifini daha bir net anlama imkânı
buluyoruz.
“İnsanları Allah’a dâvet ve
kendisi de iyi amel ve hareket eden ve ‘Ben şüphesiz müslümanlardanım’ diyen
kimseden daha güzel sözlü kimdir?”
(Fussilet:
41/33)
Peygamberlerin
tamamının özleri sözlerine, amelleri kavillerine, kalpleri dillerine uygun idi.
Ne
söylemişlerse kalplerinde o vardı. Nasıl inanmışlarsa öyle bir hayat
yaşamışlardır.
Beşer
tarihinin uzun devreleri boyunca pek çok siyâsî, felsefî ve fikrî doktrin, hayat
sahnesinde yer almıştır. Bunlarda hep görülen husus; dâvâ ile hakikat, söz ile
fiiller, iddia ile vâkıa, teori ile pratik a-rasında önemli farklılıkların
bulunduğudur. Hep iddia, söz ve dâvâ, vâkıadan, fiillerden ve olaylardan üstün
olagelmiştir. Ancak peygam-berler tarihinde bunun aksine peygamberlerin
yaşayışları, sözleri ve dâvet ettikleri şeylere mutâbık olmuş, onların hattâ
üstünde bulun-muştur. Onları gören, onlara muhatap olan insanlar, henüz onların
peygamberliğini bilmeden doğruluk ve dürüstlüklerini teslim etmiş-lerdir. Hz.
Yusuf zindanda iken hapis arkadaşları ona: “Şüphesiz biz seni iyilik ve
ihsan sahiplerinden görüyoruz.”
(Yusuf:36)
diye müracaat ediyorlardı.
İslâm'a
dâvet eden, başkalarına iyiliği emreden kişi, güzel ah-lâk sahibi olmalıdır.
Şüphesiz insanın sahip olduğu şeyler içinde en değerli olanı, güzel ahlâktır.
Güzel ahlâkın timsali de Peygamberi-mizdir. Onun gibi olmaya çalışmak, onun gibi
yaşamak, yani yaşayan Kur'an olmaya gayret etmek, sünnet üzere bir hayat sürmek,
güzel ahlâk üzere olmak demektir.
"Andolsun ki sizin için, Allah'ı
ve âhiret gününü arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için, Allah'ın elçisi en
güzel örnektir."
(Ahzâb:21)
İşte
o, Allah'ın seçtiği bir rehber olarak, hem sözleriyle ve hem de yaşayışıyla
müslümanlara örnek olmuştur: İnsanlardan bir şeyi yapmalarını isteyince, önce
kendisi bunun kat kat fazlasını yapmıştır. Herkesten fazla namaz kılmış,
herkesten fazla oruç tutmuş ve herkesten fazla sadaka vermiştir.
Yasakladıklarından da daima uzak dur-muş, hiçbir günaha bulaşmamıştır. Her türlü
aşırılıktan kaçınmış, dai-ma orta yolu izlemiştir. Meselâ o çok merhametliydi,
ama merhameti zaafa varmıyor, adaletten hiç bir şekilde ayrılmıyordu. Çok
cömertti fakat müsrif ve savurgan değildi. İbadete çok önem veriyordu ama
dünyayı da ihmal etmiyordu. Çok bağışlayıcıydı fakat tâvizkâr değildi. Şefkatli
ve yumuşak huyluydu ama gerektiğinde cephede tek başına bile direnebiliyordu...
İşte dâvetçi de, onun hayatını iyi öğrenip, onun gibi yaşamaya,
Muhammedcik/Küçük Muhammed olmaya
çalışmalı-dır ki, insanlara etkili olup söz geçirebilsin.
Peygamber
Efendimizin nübüvvet öncesi ve sonrası hali ve yaşayışı, Mekkelilerce gâyet
güzel biliniyor, peygamberliğinde O’nun temel fikrine karşı koyarak tevhidi
kabul etmemek, yayılmasını engel-lemek için türlü yollara başvuruyorlar, fakat
şahsî yaşayışı hakkında en küçük bir ithamda dahi bulunamıyor, O’nun
“el-Emîn”liğini ikrar et-mek zorunda kalıyorlardı. O, insanlara teklif ettiği
hususları herkesten önce kendi nefsinde, herkesin yapabileceğinden fazlasıyla
tatbik edi-yordu. Şüphesiz bu, dâvet olunanlara tesir eden önemli bir faktör
ola-caktı. Umman kralı el-Culendî’ye Rasulullah’ın İslâm’a dâvet mektubu
ulaştığı zaman Hz. Peygamber’in hayatı hakkında bilgiler edinen meli-kin sözleri
şöyle oluyordu: Allah beni bu ümmî peygambere delâlet/ rehberlik etmiştir. O
peygamber, hiçbir iyiliği kendisi ilk tatbik eden ol-maksızın emretmiyor, hiçbir
kötülüğü de kendisi ilk terk eden olmak-sızın nehyetmiyor. O, mutlaka galip
gelecektir, engellenemeyecektir. O, ahde vefâ gösterir, sözünü yerine getirir.
Ben kesinlikle kabul edi-yorum ki o, bir peygamberdir.”
Cenâb-ı
Hak, sözle yapılan dâvete fiilen örnek olmayı emre-der:
“İnsanları Allah’a dâvet ve
kendisi de sâlih amel/iyi davranış ve hareket eden ve ‘Ben şüphesiz
müslümanlar-danım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?”
(Fussilet:
41/33)
Bu
âyette, iyiliği emreden dâvetçide ve hatipte aranacak vasıf-ların en önemlileri
bir araya getirilmiştir. Burada iyiliğe dâvet eden tebliğci veya hatip için
sâlih amel, işinin sözüne uygun olmasıdır. "Ben şüphesiz müslümanlardanım" demesi
ise, dâvetçi veya hatibin kendini dinleyicilerden üstün ve ayrı görmemesi,
onlarla kaynaşmış, kibir ve gurur gibi duygulara kapılmamış olmasıdır. İnsanlar,
örnek görmek isterler. Psikoloji ve pedagojide,
örnek almanın doğurduğu “taklit fonksiyonu”nun büyük değeri
vardır. Her taklit olayı, önce insanların ruhlarında arzu, ihtiyaç, itikad ve
fikir şeklinde doğar. Daha sonra bunlar, hareket ve davranışlar, âdet ve
alışkanlıklar şeklinde yaşayışa intikal eder. Bu konuda toplumun her sınıfında
ve her türlü eğitim dalında istifade edilir.
Meselâ
çocuğuna dinî eğitim vermek isteyen bir âile, ona her vesile ile “taklit
edilecek iyi numûneler” göstermek zorundadır. Yeme-ğe başlarken besmele,
kalkarken hamd, Kur’an okumak, namaz, o-ruç, fakirlere yardım, küfür etmemek,
içki içmemek, yalan söyleme-mek gibi İslâm’ın emrettiği esasları, ciddî ve
samimi olarak önce aile büyükleri yapacak, çocuklar şuursuz olarak bunları
taklit edeceklerdir. Bu taklit devam ettikçe, nihâyet kuvvetli bir
itiyat/alışkanlık haline ge-lir. Çocuklukta kazanılan iyi itiyatlar, bütün hayat
süresince devam eder. Toplumun her yönünde halk toplulukları ve kitleler
arasında ay-nı kanun hükümleri geçerlidir. Öğretmen okulda, dâvetçi muhatapları
karşısında hal ve tavırları, fikirleri ve sözleriyle daima örnek olmalıdır.
Bunlar yapılmadıkça dâvet ve
tebliğ için, eğitim
ve öğretim için
ne kadar
gayret sarf edilse tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Genel ku-ral olarak
diyebiliriz ki tebliğ, beşikten mezara kadar devam eden bir alıştırma ve iyi
örnek olma işidir.[1]
Rasulullah,
yirmi üç sene süren peygamberlik hayatı boyunca hiç kimse, onun karşısına
çıkarak, veya arkasından konuşarak: "Ne-den bize söylediklerini kendin de
yapmıyorsun?" diyememiştir. Rasu-lullah'ın bu üstün vasfı, O'nun her yönüyle
sözü dinlenir bir peygam-ber olarak tanınmasına sebep olmuştur. Hayatı boyunca
ona sarsıl-maz bir imanla bağlananlar, her şeyden çok, sözünün işe uygun ol-ması
yönü ile ona bağlanmışlardır. Rasulullah'a beslenen güvenin, iti-madın aslı bu
esasa dayanıyordu. Yaşayışla güzel örnek verme ku-ralının etkisini gâyet iyi
bilen Peygamber Efendimiz, kendisi hayatıyla örnek teşkil ettiği gibi, İslâm'a
dâvet ettiği insanların İslâmî yaşayışı görerek fikir ve kanaatlerini ona göre
tayin ve tespit etmelerine imkân ve vesileler hazırlıyordu. Bedir Gazvesinde ele
geçirilen esirlerin top-luca bir yerde hapis tutulmaları yerine birer birer
ashâb-ı kirâma dağı-tılarak misa fir
edilmeleri, başka birtakım fayda mülâhazaları yanında büyük ölçüde, esirler
sahabenin İslâm'ı yaşayışına vâkıf olsunlar diye olsa gerektir.
İslâm
düşmanı Benû Hanife reisi Sümâme'nin müslüman ol-masına, Hz. Peygamber'in hüsn-i
muâmelesi, karşılıksız affı yanında mescidde bir direğe bağlı kaldığı müddet
zarfında İslâmî tatbikatı gö-rerek hakikati idrak etmesi de etkili olmuştur,
diyebiliriz. Tâif heyeti geldiği zaman, müslümanların Kur'an okuyuşları, namaz
kılışları, hu-şû ve huzû içinde ibadetleri ve İslâm'ı yaşayışları kalplerini
rikkate ge-tirsin diye Hz. Peygamber'in onları mescidin hemen yanında
misa fir
ettiğini biliyoruz. Bazı heyet mensuplarının, ashâbın evlerine dağıtıla-rak
misa fir
edilmelerinde de, yine bu husus mutlaka göz önünde bulundurulmuştur.
Görülüyor
ki İslâmî dâvetin neticeye ulaşabilmesi için dâvetçi-nin tebliğ ettiği esasları
çok iyi bilerek hayatında yaşaması, güzel bir örnek teşkil etmesi, mutlak bir
zarurettir. Asr-ı Saadet'ten sonra İslâ-m'a muhatap olan millet ve ümmetlerin
İslâm'ı öğrenme ve kabul et-mede tamamen uzak ve yabancı kalmalarına sebep,
-esefle kaydedelim ki- İslâm'ı hiç duymadıkları veya yanlış anladıklarından
ziyade, müslümanlardan gördükleri kötü yaşayış ve davranışlar olmuştur. İs-lâm'ı
kabul edenleri incelediğimiz zaman bunların iki ana grup teşek-kül ettirdiğini
görürüz:
1-
Allah'a ve İslâm'a samimiyetle bağlı müslümanların örnek yaşayışlarından
etkilenerek müslüman olanlar,
2- Hür
düşünce ve tarafsız bir araştırmayla İslâm'ın hakikatini anlayarak diğer
dinlerin yanlışlıklarından İslâm'a sığınanlar.
Şüphesiz
birinci grup, ikinciden kat kat fazladır. Müslümanlar ve dâvetçiler,
bilmelidirler ki şâyet kendileri yaşayışlarını İslâm'a uy-durarak güzel bir
örnek halinde İslâm'ı sunabilseler Avrupa'sıyla, Amerika'sıyla bütün bir cihan
kapıları sonuna kadar İslâm'a açacaktır.
Yapmadıklarını
söyleyen, başkasına öğüt verip kendileri ver-dikleri öğütlere uymayan ve
başkalarına doğru yolu gösterip kendileri o yoldan gitmeyenler, ancak kulların
alayını ve Rablerinin gazabını üzerlerine çekerler. Dâvetçi, kendi kendisini
sıkı sıkıya kontrol etmeli ve verdiği kararlara uymakta öncelikle kendisini
sorumlu tutmalıdır. İlim, başkalarına aktarmak için değil;
öncelikle yaşamak için
öğre-nilmelidir. Allah diyor ki, veyl olsun o
Mutaffiflere. Her konuda ölçüyü kaybedenlere veyl olsun. Kazanma harcama
konusundaki ölçüden tu-tun da, çocuğa verilecek eğitimin ölçüsüne, kadınların
haklarını verme konusundaki ölçüye, komşularımızın haklarına verme konusundaki
ölçüye kadar her konuda ölçüyü kaybedenlere veyl olsun.
Özellikle burada mal, mülk konusunda
ölçüyü kaybedenler an-latılıyor. İnsanların mala bakışlarının bozulması, malla
ilişkilerini Allah’ın istediği gibi ayarlamamaları anlatılıyor. Mal konusunda
ölçüye, tartıya riâyet etmeyişleri anlatılıyor. Kur’an-ı Kerîm’de pek çok yerde
ölçüye tartıya riâyet etmeyen toplumların helâk oldukları vurgulanmaktadır.
Bakın Araf sûresinde Şuayb’ın (a.s) toplumunun durumu anlatılır. Şuayb’ın (a.s)
toplumunun en büyük hastalığı muamelat konusuna Allah’ı karıştırmamak ve ölçü,
tartıya riâyet etmemekti. Ölçü ve tartıda kapitalist bir hayatın ortaya konması,
maddeci ve materyalist bir anlayışın doruklaştırılması. Ahiret inancının,
hesap-kitap duygusunun diskalifiye edilip dünyanın birinci plana alınması ve
bunun sonucu olarak da putlaştırılan dünya ve dünyalıklara ulaşabilmek için her
şeyin meşru sayıldığı bir toplum. Bakın bu topluma elçi olarak ge-len Hz. Şuayb
der ki:
“Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı
gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey milletim! Allah'a kulluk edin, O’-ndan başka
İlâhınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Ölçü ve tartıyı tam yapın,
insanların eşyasını eksik vermeyin, düzelttikten sonra yeryüzünde bozgunculuk
etmeyin; inanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için
hayırlıdır.”
(A’râf 85)
Meyden halkına da kendilerinden, kendi
içlerinden, tanıdıkları, bildikleri kardeşleri Şuayb’ı gönderdik diyor Rabbimiz.
Kavmine elçi olarak, örnek kul olarak gönderilen Hz. Şuayb kavmine dedi ki: Ey
kavmim, ey benden olanlar, ey sahiplendiklerim, Allah’a kul olun. Allah’ı
dinleyin. Allah için bir hayat yaşayın. Almanızda vermenizde, sevmenizde
küsmenizde, evlenmenizde boşanmanızda, yemenizde içmenizde, giyinmenizde
kuşanmanızda, düğününüzde derneğinizde, kocalığınızda babalığınızda, hukukunuzda
eğitiminizde, hasılı tüm bi-reysel ve toplumsal hayatınızda sadece Allah’ı
dinleyin. Sadece Allah’ın çektiği yere gidin. Çünkü sizin O’ndan başka sözünü
dinleyeceğiniz, yasalarını uygulayacağınız, hatırını kazanacağınız ilahınız
yoktur. Allah’tan başka hayata karışacak tanrınız yoktur. Allah’tan başka hayata
program yapacak yoktur. Rabbinizden size apaçık Beyyine’ler gelmiştir. Öyleyse
Rabbinizin emrettiği biçimde ölçü ve tartıya riâyet edin ve insanların mallarını
eksiltmeyin. Allah’ın meşru kılmadığı, Allah’ın izin vermediği batıl yollarla,
haram yollarla birbirinizin mallarını yemeyin, birbirinize
zulmetmeyin.
Allah’ın peygamberi evvela toplumunu
tevhide dâvet ettikten sonra ölçü ve tartı konusunu, ticarette dürüst
davranmaları konusunu gündeme getiriyor. Elbette tevhidi kavrayamamış, Allah’a
Allah’ın is-tediği biçimde inanamamış bir insanın, içine iman ve akide
yerleşme-miş bir toplumun ameli hayatının düzelmesi de mümkün olmayacaktır.
Allah’ı, Allah’ın kendisini tarif ettiği biçimde tanımayan ve inanmayan bir
adama bir kısım amellerden söz etmenin anlamı yoktur. Çünkü ne adına yapacak ki
adam bunları? İnsanlara önce Allah, cennet, cehennem, hesap-kitap anlatılacak,
yani cenneti ve cehennemi olan, sonunda hesaba çekecek olan bir Allah
anlatılacak ve ondan sonra da işte bu Allah hatırına şunları şunları yapman
lâzım denilecektir. İş-te Allah’ın elçisi de işe buradan başladıktan sonra
onların hayatlarındaki bir bozukluğa dikkat çekiyor. Ölçü ve tartıya riâyet edin
ve insanların eşyalarını eksiltmeyin, eksik vermeyin. Bu emir, ticaretin her
çe-şidini içine alan bir emirdir. İhtiyaç olmayan şeyleri reklâmlar vasıtasıyla
ihtiyaçmış gibi göstermekten tutun da, insanların şartlandırılmasına,
satılmaması gereken malın satılmasına, enflasyon yoluyla çaktırmadan sadeyağdan
kıl çeker gibi insanların ceplerine uzanmaya kadar her türlü mal eksiltmeyi
içine almaktadır ve bunların her türlüsü yasaktır.
Evet orada da burada da Rabbimiz diyor
ki, “Ölçü ve tartıya iyi riâyet edin. İnsanların mallarını eksiltmeyin.
İnsanların haklarını yemek sûretiyle onlara zulmetmeyin.” Eğer bir toplumun
hayatı Allah’a iman esasına dayanmıyorsa, ekonomik hayatı Allah’a iman ve
teslimiyet esasına dayanmıyor, kapitalist yahut materyalist bir anlayışa, küfre
ve şirke dayanıyorsa, o toplumda mutlaka zulüm olacak, insanlar her şeyi kendi
menfaatlerine göre yontacak ve mutlaka o toplumda ezenler ve ezilenler
olacaktır. Böyle bir toplumda bu kaçınılmazdır. Çünkü hayatları Allah’a iman
esasına dayanmayan, hayat programlarını Allah’tan almayan, Allah’ın âyetlerine
kulak vermeyen bir toplumun fertleri bencildir, hodbindir. Sadece kendilerini
düşünen, kendilerinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, tüm dünya kendilerine
verilse bile bir türlü doymayan insanlardır. Bundan dolayıdır ki daha çok
kazanabilmek için insanlara ölçüp tartarken hep eksik ölçüp tartacaklar ve
insanlara zulmedeceklerdir.
İşte Medyen ahalisi de böyleydi.
Rivâyetlere göre ticarette kul-landıkları altın ve gümüş paralardan insanlara
verirken bir kısmını ke-serek, eksilterek veriyorlardı. İşte şu anda bizim
toplumda enflasyon da aynı şeyi gerçekleştirmektedir. Allah’a iman ve teslimiyet
esasına dayanmayan bu sistem, her gün insanların cebindekini biraz daha
eksiltmektedir. Ama bizler de buna yardımcı oluyoruz tabii. Allah diyor ki
bakın:
4-6. “Bunlar, büyük bir günde tekrar
dirileceklerini sanmıyorlar mı? O gün insanlar alemlerin Rabbinin huzurunda
durur.”
Yani onlar zanda mı etmiyorlar? Bu
adamlar, bu başkalarına farklı, kendilerine farklı ölçenler, ölçü ve tartıyı
bozarak haksız yere insanların mallarını yiyenler, anlaşıldı inanmıyorlar da,
zan da mı et-miyorlar? İmanları yok belli de, en ufak bir zan da mı
taşımıyorlar? Bir şüphe de mi taşımıyorlar bunlar! Hangi konuda? Tekrar
dirilecekleri konusunda. Azîm bir günün hesabı, kitabı konusunda. Alemlerin
Rab-binin huzurunda hesap-kitap için toplanıp yaptıklarının sorgulamasının
yapılacağı konusunda. Haydi imanları yok diyelim, ama ufacık bir ihtimal de mi
vermiyorlar buna?
Kur’an’da zan bazen iman mânâsına
da gelir. Kur’an’da zannın iman mânâsına geldiği yerler de vardır. Öyleyse bu
adamlar o güne inanmıyorlar mı? demek de doğru olacaktır.
7-9. “Sakının; Allah’ın buyruğundan
dışarı çıkanlar, muhakkak “Siccîn” adlı defterde yazılıdır. “Siccîn”in ne
olduğunu sen nereden bilirsin? O, yazılmış bir kitaptır.”
Ne bu yaptığınız? Kendinize gelin!
Vazgeçin bu anlayışlarınızdan! Düzeltin durumlarınızı! Bilesiniz ki füccarın,
facirlerin, sapanların, Allah’ın istediğine göre hayatı düzenlemeyenlerin, mala
bakışlarını, malla münasebetlerini Allah’ın kitabına göre ayarlamayanların
kitabı “Siccîn”dedir.
Siccîn’in ne olduğunu sen nereden
bilirsin? Sen bilir misin peygamberim onun ne olduğunu? Ya da o ne Siccîn’dir?
Ne Siccîn? Siccîn, hapishane demektir. Aşağıların aşağısı, en pis, en kötü yer
demektir.
O, Kitab-ı Merkûm’dur, yazılmış bir
kitaptır. O, cehennemliklerin yazılmış, derlenmiş hesap defterleri, sicil
dosyaları, yazılmış, rak-kamlanmış kütükleridir. Açıkça, sağlamca yazılmış,
mühürlenmiş, ka-yıt altına alınmış, bunlar cehennemliktir diye mimlenmiş,
tescilli, mühürlü dosyalardır onlar. Öyle pis dosyalar ki bunlar, her görenin
rahatlıkla anlayabileceği açıklıkta defterlerdir.
Nitekim bir sonraki sûrede kâfirler,
zâlimler Allah’ın melekleri tarafından kendilerine bu defterleri sol
taraflarından sunulunca bu defterlerin pisliğini bildikleri için almak
istemeyecekleri, almamak için ellerini arkalarına atacakları, ama zorla
arkalarından defterleri verilecekleri anlatılır.
Bu zâlimlerin dosyaları işte böyle
tutuluyor. Şimdi onlar da Müslümanları dosyalamaya, fişlemeye çalışıyorlar,
değil mi? Unutmasınlar ki Allah da onları fişlemektedir. Yakında nasıl bir
devrilişle devrildiklerini göreceğiz bu kimselerin.
10-11. “Yalanlayanların o gün vay
haline! Onlar, kıyamet gününü yalanlamış
olanlardır.”
Yalanlayanların, yalan sayanların vay
haline. Neyi yalanlıyorlar? Hayatı ilgilendiren her konuda yalan söyleyenler,
dini, Allah’ın ha-yat programını, Allah’ı yalanlayanlar, Allah’a karşı yalan
iftiralarda bu-lunanlar. “Bana göre Allah şöyle olmalıdır! Bana göre Allah böyle
bu-yurmaktadır! Bana göre Allah’ın dini böyledir! Bana göre Allah’ın ki-tabı
böyle olmalıdır. Allah’ın kitabı da böyle buyurmaktadır, Allah da demokrasiden
yanadır. Din de bu tür bir kıyafetten yanadır. Bana gö-re Allah hayata
karışmamalıdır. Bana göre kılık-kıyafetin bu kadarını da Allah istememektedir”
diyerek Allah’a iftirada bulunanlar.
Allah’tan habersiz oldukları halde
Allah hakkında konuşanlar... Dinden, Kur’an’dan habersiz oldukları halde din,
Kur’an hakkında ko-nuşanlar, peygamberi tanımadıkları halde peygamber hakkında
fikir yürütenler, ahkâm kesenler…Kendi fikirlerini, kendi görüşlerini ve
he-vâlarını Kur’an’la, peygamberle ve dinle özdeşleştirmeye çalışanlar. Allah
öyle olmadığı halde Allah’a yol göstermeye, akıl vermeye çalışanlar. Böyle
olmalısın ya Rabbi! Biz senin böyle olmanı istiyoruz! Sen bizim istediğimiz gibi
olmak zorundasın diyerek Allah’ı yönlendirmeye çalışanlar. Demediğini dedi,
dediğini de demedi diyerek zorla kitaba kendi hevâlarını söyletmeye çalışanlar.
Peygamber de böyleydi, peygamber de bizim düşüncemizin üyesiydi diyerek
peygamberi şartlandırmaya çalışanlar…
Evet onlar hakkı yalanlayan, dini
reddeden, kendilerini putlaştıran, rubûbiyet ve ulûhiyet iddiasında bulunan
kimselerdir. “Ya Rabbi her ne kadar da sen eğitiminiz şöyle olsun, hukukunuz
böyle olsun, ekonominiz şöyle olsun, ticaretiniz, aile hayatınız, sosyal
düzeniniz, siyasal yapılanmanız şöyle olsun diyorsan da biz böyle de yaparız”
diyenlerdir bunlar. Allah öyle dediği halde demedi diyerek, ya da Allah öyle
demediği halde, Allah öyle buyurmadığı halde Allah öyle dedi diyerek dediğini
demedi demediğini dedi diyerek yalan söyleyenler…
“Allah dünyayı yarattı ve işi
bitti diyerek, yani artık Allah hayata karışmıyor, Allah hayata karışmaz”
diyerek yalan söyleyenler… “Allah dünyanın idaresini bize bıraktı” diyerek yalan
söyleyenler. “İnsanlık için en ideal sistem, insanların tespit ettikleri
sistemdir. Allah sistem konusunda bilgisizdir. Allah asla bize hayat programı
göndermemiştir” diye yalan söyleyenler…
Bir de din gününü, kıyamet gününü ve o
günün hesabını, kitabını yalanlayanlar. Hayatlarını ahiretin yokluğuna bina
edenler... Sümenaltı edileceklerine, bir daha diriltilmeyeceklerine inananlar...
Veyl olsun onlara, yazıklar olsun onlara. Müddessir’de de din gününü
yalanlayanların cehenneme gidecekleri
anlatılıyordu. Din gününü ya-lan sayıyor oldukları anlatılıyordu orada.
İnkâr değil yalan sayıyorlardı onlar. Yani adam diliyle kabul ediyor ama
hayatıyla, hayat programıyla yalan sayıyor. Soruyorsunuz: Ölüm var mı? Var.
Kabir var mı? Var. Hesap kitap var mı? Var diyor, inanıyor adam, ama öyle bir
hayat ya-şıyor ki dünyaya dalmış. Hayatında bu var dediklerinin kokusunu bile
görmek mümkün değil. Dünyaya ayırdığı zamanı Allah’a ve ahirete ayırmıyor.
Akvaryumun başında beklediği kadar Kur’an’ın başında beklemiyor. Dükkanıyla
ilgilendiği kadar çocuklarıyla ilgilenmiyor. Arabasına ayırdığı zamanı hanımının
İslâmî hayatına ayırmıyor. TV’ye ayırdığı zamanı komşularına ayırmıyor. İşte
bunlar din gününü yalanlayan, yalan sayan, yok farz eden
kimselerdir.
12. “Oysa onu mütecaviz günahkardan
başka kimse yalanlamaz.”
Ahireti, din gününü ancak günaha
düşkün, günah yükünden hoşlanan haddi aşmışlar yalanlar. Vebal yüklenen, suç
yüklenen, so-rumluluk yüklenen insanlar… Kitaptan habersiz söyledikleri
sözleriyle, vahye istinat etmeyen hükümleriyle, hikmete dayanmayan, Kitap ve
Sünnete dayanmayan davranışlarıyla, Allah’tan kaynaklanmayan hayat
programlarıyla hem kendi veballerini hem de Allah yasalarından koparıp kendi
yasalarına kul, köle yaptıkları Allah kullarının veballerini yüklenen
insanlardır bunlar. Kendileri Allah’ın âyetlerinden habersiz bir hayat
yaşadıkları gibi, çevrelerindeki insanları da Allah’ın âyetlerinden koparan,
Allah’ın âyetlerini gündemden düşüren, âyetlerin eğitimine yasaklar koyan ve
böylece Allah’ın âyetlerini örtüp çevresindekileri de bu âyetlere karşı örtülü
hale getirdikleri için sürekli vebal yükü yüklenmeden yana olan insanlardır
bunlar.
Yani aslında bu adamlar da biliyorlar
ahiretin varlığını ama ha-yatlarının değişeceğinden korktukları için inanmak
istemiyorlar. Aslında Allah’ı, Allah’ın âyetlerini, kıyamet gerçeğini
biliyorlar. Bile bile, pe-şin peşin reddediyorlar. Neden? Çünkü o zaman şu
andaki yaşadıkları hayatlarını, yaşantılarını, beklentilerini reddetmeleri
gerekecekti. Çünkü ahirete inandıkları zaman kesinlikle biliyorlardı ki
hayatları değişecekti. Allah’a, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın hayat programına
yönel-dikleri zaman huzurları kaçacaktı. O zaman keyiflerine geldiği gibi
ya-şayamayacaklardı. O zaman insanlara zulmedemeyecekler, kan içemeyecekler,
tanrılıkları bitecek ve sömürü düzenleri sona erecekti. O zaman zulümleri
bitecekti. Saltanatları, çıkarları sona erecekti. Onun için biliyorlar ama bile
bile inkâr ediyorlar hainler.
13. “Ona âyetlerimiz okunduğu zaman
“Öncekilerin masalları” der.
Bu kitap esatıyr’ul evvelindir. Bu
eskilerin yazdıkları satırlar, bu eski kitaplardaki sayfalardır. Bunlar çok eski
şeyler. Eski şeyler, eski-miş şeyler bunlar. Bize göre daha çağdaş, daha biz
ifadeli, daha bizim hayatımızı içeren, işte şehrimizle, kentimizle, belediyemiz,
parlamentomuzla, atımız, arabamızla, parkımız, plajımızla, radyomuz,
televizyonumuzla ilgilenen bize yönelik, yeni kitaplar olmalı. Yani daha çağdaş,
daha özgün, daha yeni kitaplar olmalı diyorlar. Yeni satırlar arıyorlar
adamlar.
Veya, “Efendim işte bunlar on üç asır
öncesine ait şeyler. Ya da işte imamlar dönemine, mezhepler dönemine ait şeyler.
İmamlar döneminde, mezhepler döneminde ayarlanmış uyarlanmış şeyler” de-meye
çalışıyorlar. Garip ama bu alçakların dediklerini şimdi Müslümanlar
söylüyor.
Bu mitoloji, yani efsane diyorlar.
Kur’an’ın istediği hayatı mitoloji, efsane görmeye çalışıyorlar. Müslümanlar
yapıyor bunu. “Efendim o peygamberdi, elbette kitabı o anlayacaktı. Biz
peygamber değiliz ki! Biz onun gibi değiliz ki bu kitabı anlayabilelim!”
diyorlar. “Efendim onlar Sahâbeydi, elbette bu kitabı onlar anlar ve yaşarlardı”
di-yorlar. “Yani şimdi bizler Sahâbe miyiz ki bu kitabın âyetlerini anlamak ve
yaşamakla sorumlu tutulalım? Mümkün değil arkadaş, bugün bunu yapmak!” diyorlar.
“Kardeşim eğer Müslümansan, Müslüman ol-duğunu iddia ediyorsan o zaman kızını
böyle giydireceksin, hanımını böyle eğiteceksin, şuradan kazanacak, şurada
harcamayacaksın, bu devirde kesinlikle bunları yapmak mümkün değildir” diyorlar.
“Belki o devirde, eski zamanlarda bunları yapmak mümkündü, ama bu devirde
kesinlikle olmaz bu diyorlar. Namazsız, abdestsiz olmaz diyeceksin, çaysız bir
hayat düşüneceksin, televizyonsuz bir hayat düşüneceksin vallahi bu devirde
imkanı yok, olmaz bunlar!” diyorlar.
Allah korusun, ama dünkü namussuzların
ahlâksızların, kâfirlerin söylediklerini bugün Müslümanlar söylüyorlar.
Kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman kendilerine Allah’ın emirleri
duyurulduğu zaman bunlar esatıyr’ul evvelîn diyorlar. Yani bunlar bir zamanlar
insanların uyguladıkları ama bu zamanda uygulama imkânı olmayan şeylerdir
diyorlar.
14. “Hayır hayır; onların kazandıkları
kalplerini paslandırıp körletmiştir.”
İşledikleri suçlar sebebiyle kalpleri
paslanmıştır onların. Söz anlamaya yanaşmadıkları için, istifade etmek üzere,
iman etmek ve amel etmek üzere dinlemedikleri için de Allah onların kalplerini
mühürleyivermiştir. Dinlemek ve anlamak için kendilerine verdiği hassalarını
kullanmadan yana olmadıkları için, Allah da bu hassalarını onlardan
alıvermiştir. Kalplerine mühür vurmuştur Allah, çünkü bu adamlar Allah’ın
kendilerine verdiği kalplerini kullanmak istememişlerdir. Allah, böyle davranan
kimselerin kalplerini mühürleyiverir de duy-maz duygulanmaz hale getiriverir.
Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu hususu anlatırken şöyle
buyurur:
“İnsan bir günah işler ve kalpte bir
leke meydana getirir. Sonra bir günah daha, bir günah daha derken günahlar insan
kalbini bir kılıf gibi öyle bir sarar ki sonunda o kişi artık bir şey duymaz
oluverir.”
Zira kalp Allah’ı anma yeri, Allah’la
beraber olma yeridir. Kalp, kabul ve ret makamıdır. Kalp, iyi ya da kötü olmanın
merkezidir. İşte böyle kalp günahlarla, işledikleri suçlarla örtülünce, Allah da
onun üzerine mührünü basıverir. Bir kabın üzerine mühür vurulmuşsa artık o kabın
içine ulaşmak ancak o mührü, o damgayı çıkarmaya, kırmaya bağlıdır. Bu kalbe
iman ancak o zaman girebilir.
Resûlullah Efendimiz bir hadislerinde
buyurur ki; “kalpler ameller yönünden ayın üstündeki bulut gibidir. Ay bulutun
içine girdi mi simsiyahtır, görünmez olur. Kalpte aynen bunun gibidir.
Günahların içine battı mı artık simsiyah olur.”
Kalbin temizliği iman ve amel iledir.
Kalbin temiz olması için amellerin temiz olması gerekir. Zira ameller kalbin
dışa yansıyan bölümüdür. Değilse bir kalbin iman sahibi mi, değil mi olduğunu
bilmemiz mümkün değildir. Yâni iman kalbe yerleşip kalan bir hadise değildir.
Bir başka deyişle iman kalbe hapsedilmiş bir vicdan işi değildir. Aslında kalpte
hapsedilip amellerle dışa taşmayan bir iman varlığını asla muhafaza edemez, yok
olmaya mahkum olur. Neden? Çünkü aslında kalp bütün vücuda, bütün organlara kan
pompalayan, tüm hücreleri canlı tutan, canlılık kazandıran, hayatiyet sağlayan
bir merkezdir. Kalp bu işlevini ihmal ettiği anda bütün organlarda hayat biter.
Aynen bunun gibi kalpte karar kılan iman, kalp tarafından bütün organlara
ulaştırılır. El kalpten aldığı iman sinyaliyle yapması gerekeni yapar, yapmaması
gerekeni yapmaz. Göz, kulak, burun, mide, barsak hepsi öyledir.
Şimdi düşünün ki, tertemiz bir kalbe
tertemiz bir kan konup orada hapsedilse, kalp harekete geçip o kanı vücudun
organlarına taşımasa, kesin biliyoruz ki bu tertemiz kan kısa bir süre sonra bu
kal-bin içinde donmaya, çürümeye ve kokmaya mahkum olur. İşte iman da aynen
bunun gibidir. Bir kalpteki iman ne kadar güçlü olursa olsun, eğer kalp
tarafından diğer azalara iletilemiyorsa, yâni amel olarak bu iman azalarda
kendini gösteremiyorsa, kesinlikle bilelim ki kalpte hap-sedilen ve amele
dönüştürülemeyen bu iman da çürümeye, kokuşmaya ve yok olmaya mahkum
olacaktır.
Kimi zavallılar derler ki; efendim sen
kalbe bak kalbe. Her ne kadar da bizler namaz kılmıyor, oruç tutmuyor,
örtünmüyor, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşamıyorsak da bizim kalbimiz
tertemizdir. Kalplerimiz puro sabunuyla yıkanmış, zemzemle temizlenmiştir.
Bizler de müslümanız. Boş şeyler bunlar. Eğer sizin kalbinizde iman varsa -ki
bunu biz bilemeyiz- çünkü sizin kalplerinizi açıp bakma imkânımız yoktur.
15. “Hayır; doğrusu onlar o gün,
Rablerinden yok-sun kalacaklardır.”
Onlar Allah’tan hicaplaşacaklar, ru’yet
nimetinden, Allah’ı gör-me, Allah’ın cemaline bakma nimetinden ve tüm
nimetlerden mahrum olacaklar. Cennete giremedikleri gibi, orada Rablerinin
cemaline ba-kabilmekten de mahrum olacaklardır.
17. “Sonra da: “Yalanlayıp durduğunuz
işte budur” denecektir. Sonra onlar, şüphesiz, cehenneme
gireceklerdir.”
Cehenneme yaslanacaklar, cehenneme
sallanıverecekler. Ve denecek ki kendilerine: “İşte yalanladığınız, yalan
saydığınız buydu. Haydi girin bakalım reddettiğiniz ateşin içine.” Keşke
akıllarımızı başlarımıza alsaydık diyecekler ama bu pişmanlık kendilerine hiçbir
şey sağlamayacak.
18-21. “Ama iyilerin defteri yüksek
katlardadır. O yüksek katların ne olduğunu sen bilir misin? O, gözde meleklerin
gördüğü, yazılı bir kitaptır.”
Kötülerin, kâfirlerin, zâlimlerin
kütüklerinden, defterlerinden, si-cillerinden söz etmişti Rabbimiz. Burada da
Ebrâr’ın, iyilerin, muttakilerin, hayatlarını Allah adına yaşayan mü’minlerin
defterlerinden söz ediliyor. Onların defterlerinin aşağıların aşağısında
olmasına mukabil mü’minlerin defterlerinin kendileri gibi yücelerin yücesinde
olduğunu, Mukarrabûn meleklerin bunlara şahit olduklarını, onların okuyup
gördüklerini, veya yazılışına şahit olduklarını anlatıyor Rabbimiz. Mü’-minlerin
defterleri de yazılmış, işaretlenmiş, tescil edilmiştir. Onların yaptıkları da
asla zayi edilmemektedir.
Onların
amelleri değerli olduğu için, Allah (cc) onların kitapları nı da yükseltmiş,
onları değerli kılmıştır. Peygamberimiz (sav)
buyu-ruyor ki:
“Sıdk (doğruluk) insanı birr’e
(Allah’ın razı edecek iyiliğe) götürür., birr de mü’mini Cennete götürür. Kişi,
doğruyu söyler ve doğruyu arar da Allah (cc) katında doğ-ru sözlü diye
kaydedilir. Yalan da kişiyi sınırı aşmaya gö-türür. Haddi aşmak ta (kişiyi)
ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah katında
yalancı diye kaydedilir”
Kur’an
bize şöyle dua etmemizi tavsiye ediyor:
“Rabbimiz! Biz, ‘Rabbimize iman
edin’ diye imana davet eden bir davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Rab-bimiz!
Bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerinizi ört ve bizi de ‘ebrar (Allah’ı razı
edecek iyilik sahipleriyle)’ ile birlikte öldür.”
(Âli
İmran: 3/193)
22-24. “İyiler, şüphesiz, nimet içinde
ve tahtlar üzerinde etrafı seyrederler. Onları, yüzlerindeki nimet pırıltısından
tanırsın.”
Ebrâr olanlar, birr sahipleri
nimet içindedirler. Çünkü onlar orada Allah tarafından ağırlanmaktadırlar. Onlar
için orada büyük bir ağırlanma vardır. Allah’ın zatına lâyık bir ağırlanma. Onun
için orada mahrumiyet yoktur. Orada üzüntü verici herhangi bir şey yoktur.
Kur’-an’ın başka bir yerinde Rabbimiz o mü’minler için "Tuhberûn" ifadesini
kullanır. Yani Allah’ın nimetlerinin insanın yüzüne, gözüne, içine, kalbine,
benliğine sinmesi anlamına geliyor. Allah’ın nimetlerinin eseri insanın yüzünde,
gözünde ve tüm benliğinde hissedilecektir. Sevinçleri, memnuniyetleri,
yüzlerinde, gözlerinde, hallerinde ve tavırlarında etrafa taşacaktır. Onları
görenler her taraflarından bu nimetlerin sevincinin aktığını hissedecek.
Cennette Rabbinizin onlar için hazırladığı nimetlerin eseri her hallerinden
görünür biçimde sevindirileceklerdir. Dünyada işledikleri salih amelleri,
yaşadıkları vahiy kaynaklı hayatları şükre değer görüldüğü için cennette
süslenip ziynetlendirilecekler, ikram olunacaklar. Cennet onlarla özdeş olacak,
içlerine, dışlarına si-necek ve tüm zerrelerinde etkisini gösterecektir. Cenneti
kuşanacaklar, sevinci giyinecekler, hep neşeli, hep canlı olacaklar. Allah’ın
rahmeti onları çepeçevre kuşatacak ve Allah’ın nimetleriyle iç içe olduklarını
her an hissedecekler.
Koltuklarının üzerlerine oturmuş,
nimet, rahat ve huzur içinde, gamdan, tasadan uzak olarak etraflarını
seyredecekler. Ya da kâfirlerin azap içindeki durumlarını seyredecekler.
Koltuklara orada oturulur zaten. Ama bakıyoruz insanlar koltuklara, makamlara
burada oturma kavgası veriyorlar. Mübâlağa etmiyorum şu anda Müslümanların
evlerindeki koltuklar dünkü kralların, sultanların bile oturamadıkları cinsten
koltuklardır. Resmî dairelerdeki müdürlerin, genel müdürlerin oturdukları
koltuklara oturamadıklarının acısını çıkarmak üzere Müslümanlar evlerini ya da
bürolarını onlarınkinden daha lüks koltuklarla doldurmaktadırlar. Bu tür
koltuklarla dünya nimetlerini tatmayı hedef bilip tadanlar, acaba öbür taraftaki
koltuklardan mahrum edilecekler desek yanlış mı olur? Dünya nimetlerinin peşinde
koşanlar, meselâ soğuk suyun peşinde koşanlar, “hanım bir gün buzdolabına soğuk
su koymadı” diye kavga edenler, acaba bunu hedef yaptı diye yarın ondan mahrum
olmayacaklar mı? Veya dünyada Allah’ın
yasağını çiğneyerek bir bardak şarap içen kişi yarın oradaki şaraplardan mahrum
olmayacak mı? Düşünsek iyi olacak herhalde. Çünkü kitabımızın baş-ka yerlerinde,
kimilerinin tüm mükafatlarını dünyada yiyip bitirdikleri anlatılır Allah
korusun.
Bakın Resûlullah Efendimiz Hz.
Ali (r.a) Efendimizin bize naklettiği bir hadislerinde bu hususu
anlatırken şöyle buyurur:
“Cenneti özleyen hayırlara koşar,
cehennemden korkan gayri meşru lezzetlerden kaçar. Ölümü bekleyene lezzetler
önemsiz gelir. Dünyaya soğuk bakana musibetler hafif gelir”
(İmam Beyhaki’nin “Şuabu’l
İman)
Yâni
sanki bize özel bir ölçü göndermiş peygamberimiz; bakın kendinize ve durumunuzu
değerlendirin diye. Yarın zaten değerlendirecek melekler. Allah’ın huzurunda
elbette bir durum değerlendirilmesi yapılacak, sonunda mükâfat ya da cezayla baş
başa kalacağız bunu biliyoruz, ama Rahmân olan, Rahîm olan Allah’ın rahmeten lil
âlemîn olan peygamberi bize bunu önceden haber veriyor. Gelin durumunuzu
şimdiden değerlendirin de eğer gidişat kötüyse, azaba, ika-ba, cehenneme
doğruysa şimdiden vaz geçin dercesine.
Cenneti
özleyen hayırlara koşarmış. Nereye doğru koşuyorsu-nuz? Cenneti özleyip
özlemediğinizi anlıyorsunuz bununla. Ne kadar güzel ve net bir ölçü değil mi?
Peki hayır ne? Senin kafandaki değil, Allah ve Resûlünün belirlediğidir elbette.
Yâni cennet özlemiyle dolup taşan bir gönül düşünün, o hayırlara koşar sadece.
Çünkü ancak o zaman cennet kazanacağını bilir. Cehennemden korkan da gayri meşru
lezzetlerden kaçarmış. Yâni İslâm’ın hayır dediği, bunu isteme, bunu bekleme,
bundan lezzet alma dediği şeylerden de mü’min kaçmak zorundadır. Yâni İslâm’ın
haram kıldığı şeyler aslında insana lez-zet vermeyen acı şeyler değildir
elbette. İman sebebiyle acıdır onlar, Allah sebebiyle acıdır onlar, Allah
sebebiyle kaçmak zorundayız onlardan. İçki gibi, kumar gibi, zina gibi, fuhuş
gibi nice şeyler eğer Allah yasak dedi diye olmamış olsaydı, onlar da ayrıca
lezzet olacaklardı tabi. Bunun en net örneği belki de kadın ve erkeğin
birbirinden lezzet almaları, zevk almalarıdır. Nikâhlı olunca, aynı durum
cennete götüre-cek, değilse cehenneme sürükleyecektir.
Ölümü
bekleyene lezzetler önemsiz gelirmiş. Bir insan ölümü far edebilmişse,
öleceğinin bilincindeyse, yâni ölüme hazırlanıyor, ölü-mü bekliyorsa, ölümü iki
kaşının arasında hissediyorsa, ölüm bilincin-deyse, ölümlü bir hayat, ölüme
dayalı bir hayat yaşıyorsa, ölüm elde bir, ben yakında öleceğim diyerek
yaşıyorsa onun için lezzetlerin ne önemi olacak da? Dünya ve içindeki
lezzetlerin ne anlamı olacak da?
Dünyaya
soğuk bakan, dünyanın soğuk olduğunu bilen bir kimse, bir gün soğuk yüzüyle
dünyada kalacağının bilincinde olan bir kimse, onun için de musibetler çok
hafiftir. Yakınlarınızdan birisi vefat etti mi? Değilse ilk duyduğunuz cenazede
gidin, tabi kadın ve erkek ayrımını düşünerek onun şöyle alnının ortasından
öpmeye çalışın. Ne kadar soğuk bir yüz olduğunu anlarsınız. Oysa siz insanları
ne kadar sıcacık bilirdiniz her zaman. Dünya işte öyle, anlayın.
25-26. “Sonunda misk kokusu bırakan,
ağzı kapalı saf bir içecekten içerler. İyi şeyler için yarışanlar, bunun için
yarışsınlar.”
Evet o mü’minlerin cennette yüzleri
gülüyor, çünkü onlar orada Râhik’la sulanacaklar. Râhik isimli şarap sunulacak
onlara ki onun hi-tamı misktir. Hitam, mühür anlamınadır, yani o içkilerin
sunulduğu kapların mühürü misktendir. Veya hitam sonu, ahiri anlamınadır, yani
içenlerin ağzında misk kokusuna benzer bir koku kalacaktır. İçeceğiz ve sonunda
ağzımızda misk tadı kalacak. Ya da bu içkinin sunulduğu kaplar üzerinde isme
yazılı, filana mahsus, kişiye özel diye mühürler, işaretler vardır. Ne müthiş
bir zevk, ne müthiş bir nimet değil mi? Öy-leyse:
Öyleyse yarışanlar bunun için
yarışsınlar. Yarışmaya değer bu. Yarışacaksanız işte bunun için yarışın, diyor
Rabbimiz. Bir apartman, bir arsa, bir milyar, bir derece daha adına değil. Veya
bir kademe, bir araba, bir model daha adına değil. Bir makam, bir koltuk, bir
rütbe, bir fakülte, bir doktora daha değil. Dünyada kalacaklar, ölürken terk
edilecekler, öbür tarafa intikal etmeyecekler adına değil. Yarışacaksanız,
koşturacaksanız, işte bu cennet ve nimetleri adına koşturun. Birbirinizle
yarışacaksanız bunun adına yarışın. İnsanlar tam tersini yapıyorlar değil mi şu
anda? Hacısı da, hocası da dünya ve dünyalıklar adına yarışıyorlar Allah
korusun. Öyleyse gelin ey Müslümanlar, aklımızı başımıza alalım da mallarımızı
cennet adına yarıştıralım, çocuklarımızı bunun adına yarıştıralım, ilmimizi,
aklımızı, kalemimizi, gecemizi, gündüzümüzü, fırsatımızı, imkânımızı hep cennet
adına seferber edip yarıştıralım. Bu konuda, cennet konusunda ben herkesten öne
geçeceğim! Ben herkesten öne geçmeliyim! diyelim, öyle yaşayalım, öyle yarışalım
çünkü buna değer, diyor Rabbimiz.
27-28. “Onun katkısı gözdelerin içtiği
yüce kaynak-tandır.”
Karışımı, mizacı, terkibi Tesnîm’dir.
Müminlere sunulacak o iç-kinin bir de karışımı, katkısı varmış. Karışımının adı
da Tesnîm’miş. Aynen öyledir bu, hiç şüpheniz olmasın. Veya o bir pınar ki,
ondan ancak Mukarrabûn içecektir. Yukarıdan aşağıya doğru akıyormuş. Mü’minler
ayakta oldukları zaman etraflarında boyları hizasında, oturdukları zaman da
onlara zahmet vermesin diye onların boyları hizasına inen, etraflarında, yanı
başlarında akıp giden bir pınar. Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki bu Tesnîm’den
saf bir biçimde ancak Mukar-rabûn olanlar içecektir. Mü'minler de Rahîk’in içine
karıştırılmış olarak ondan içecektir. Halbuki:
29-30.“Suçlular, şüphesiz, inanmış
olanlara güler-lerdi. Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz
kırparlardı.”
Mücrimler mü’minlere gülüyorlar,
mü’minlerle alay ediyorlardı.
Mücrim;
suçlu, günahkâr, günah işleyen, haddi aşan kimse, "Ec.re.-me" fiilinin ism-i
fâili. Anlam itibariyle kapsamlı bir kelimedir. Yerine göre bir kişi, bir grup,
bir kavim, hattâ bir millet hakkında kullanılmıştır. "Cereme", "Cürm" kelimeleri
de aynı şeyi ifade etmek için kullanılır. Cürm: Günah işlemek, haddi aşmak
demektir.
Bu
anlamda Kur’an-ı Kerim'de işte böyle buyurulmuştur: "Suç-lular şüphesiz inanmış
olanlara gülerlerdi" Yine bir başka sûrede; "Ey Muhammed! Sana, "Kur’an'ı
kendiliğinden uydurdu" derler. De ki: Uy-durdumsa suçu bana âittir..." (Hûd,35);
Yine bir başka sûrede; "Ey in-kârcılar! Yiyiniz, biraz zevkleniniz bakalım,
doğrusu sizler suçlularsı-nız" (Mürselât,46); "Doğrusu suçlular (mücrimin)
temelli kalacakları Cehennem'in azâbı içindedirler" (Zuhruf,74); "Doğrusu
suçlular (mücrimin) sapıklık ve çılgınlık içindedirler"
(Kamer,47).
Cürm
veya mücrim kelimeleri hadislerde de "günahkâr (suçlu)" karşılığında
kullanılmıştır (Buharî, Ahkâm, 53; Diyât, 30; İ'tisâm, 3; Müslim, Fedâil, 132;
133; Ebu Dâvud, Sünne; 6; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 176, 179; VI,
57).
Zeccâc'a
göre mücrimlerden maksat, kâfirlerdir (İbn Manzur, Lisa nü'l-Arab,
XII, 90-92). Buna delil olarak şu âyeti gösterir: "Doğru-su âyetlerimizi yalan
sayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin
deliğinden geçmedikçe Cennet'e de giremezler. Suçluları (mücrimîn) böyle
cezalandırırız" (A'râf,40).
Mücrimlerin
özellikleri, dünya ve âhirette karşılaşacakları belâ, musibet ve azâb âyetlerde
şöyle bildirilmiştir: Mücrimler: İnkârcıdırlar (Mürselât,46). Kendilerine
Allah'ın âyetleri okunmuş fakat inkâr etmişlerdir (Câsiye,31). Allah'tan
mağfiret dilemezler, tevbe de etmezler; Allah'tan yüz çevirirler (Hûd,52). Bir
kısmı da inandıktan sonra inkâr etmişlerdir (Tevbe,66). Kitab'a da inanmazlar
"Suçluların kalplerine böylece Kur'an'ı sokarız da, can yakıcı azabı görmedikçe
ona inanmazlar..." (Şuarâ,200-202). Kendilerine Peygamber gönderilmiştir: fakat
Peygamber düşmanıdırlar (Furkan,31). Bu yüzden, geçmiş milletlerden bazıları
helâk edilmişlerdir (Yunus,3). Peygamberimize de deli, şâir gibi sözler
sarfetmişlerdir (Saffât,33-39). Âhirete ve âhirette hesâba çekileceklerine de
inanmazlar (Müddessir,46). Allah'a karşı kulluk vazifesini de gereği gibi yerine
getirmezler. İbâdet yapmazlar. Bunun için, kendilerine âhirette, "Sizi bu yakıcı
azâba sürükleyen ne-dir? diye sorulduğunda şöyle cevap vereceklerdir: "Namaz
kılanlardan değildik. Düşkün kimseyi doyurmuyorduk. Bâtıla dalanlarla biz de
dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Ölüm bize o haldeyken geldi" (Müddessir,
74/38-47).
Evet, o kâfirler mü'minlerle alay
ediyorlardı. Mü’minleri küçük görüyorlar, onlara tepeden bakıyorlardı. Tabi
Kur’an’ın indiği o dönem anlaşılmalı ki sûre anlaşılabilsin. Gerçi bugün de öyle
değil mi? Kâfirler bugün de alay ediyorlar Müslümanlarla. Bugün de küçük
görüyorlar mü’minleri. Kapalı bir kadın, sakallı, sarıklı bir Müslüman görünce
alay ediyorlar. Dünyaya değer vermeyen, dünyaya tapınmayan, dünyayı kıble
edinmeyen bu yüzden de fakir kalmış bir Müslüman gördükleri zaman alay
ediyorlar. Mala bakışı Müslümanca olan, malını korkmadan Allah yolunda bolca
harcayan bir Müslümanı gördükleri zaman onunla alay ediyorlar. “Bu adam olmaz,
bu ebterdir, bunun so-nu güdüktür, bunun sonu iflastır” diyerek bıyık altından
gülüyorlar.
Veya ahiret endişesinden dolayı
filan, ya da falan makama gelmek için el-etek öpmeyen, tabasbus içine girmeyen,
inancından taviz vermeyen Müslümanları gördükleri zaman bu adam olmaz, bu müdür
olamaz, bu bakan olamaz, bu dekan olamaz diyerek alay ediyorlar.
Allah’ın taksimine göre bu bana
helâl değildir diyerek düzenin kendisine verdiği beş milyarlık mirası elinin
tersiyle itiverenleri, veya haramdır diye elinin altındaki kadınlardan kızlardan
Allah korkusuyla istifade etmeyenleri gördükçe gülüyorlar. “Enayi bu be! Bu adam
ağzının tadını bilmiyor” diyerek gülüyorlar. Elleriyle, dilleriyle, kaş-göz
işaretiyle alay ediyorlar.
31. “Taraftarlarına vardıklarında
bununla eğlenirlerdi.”
Evlerine, ehillerine, dostlarına,
birlik olduklarına, birlikte hareket edip inanç birliği içinde olduklarına
gidince de bu alayı gündeme getiriyorlar ve seviniyorlardı. Meselâ dostları olan
Amerika’ya, Avrupa’ya, veya İsrail’e gittikleri zaman Müslümanlara karşı
alaylarını birlikte gündeme getiriyorlar.
32. “İnananları gördükleri zaman:
“Doğrusu bunlar sapık olanlardır” derlerdi.”
İşte gericiler, işte örümcek kafalılar
bunlardır. İşte sosyal hayatı bilmeyenler, sosyalleşemeyenler, intibaksızlar,
topluma intibak edemeyenler, yemeyi içmeyi bilmeyenler bunlardır. Denizin,
plajın, karının, kızın, içkinin tadını bilmeyenler bunlardır. Bunlar hayatın
tadını bilmezler. Bunlar yaşamanın zevkini bilmezler. Bunlar, bu örümcek
kafalılar bir cennet tutturmuşlar onun hatırına enayice bir hayat yaşıyorlar.
Dünya zevklerinden kendilerini mahrum ediyorlar. Hayatlarını zindan ediyorlar.
Oruç tutacağız diye yemeyi, içmeyi terk ediyorlar. Zekât vereceğiz diye canım
mallarını telef ediyorlar. Cenneti kazanacağız, şehadete ereceğiz diye
canlarını, gençliklerini tohum gibi yere seriyorlar. İslâm’ı yaşayacağız,
namuslarımıza sahip çıkacağız diye okullarını, diplomalarını, geleceklerini
ayaklarının altına alıyorlar. Tüm bunları sadece bir ümit için yapıyorlar. Var
mı, yok mu, belli olmayan bir ahiret hatırına, bir cennet hatırına her şeylerini
feda ediyorlar. Ken-dileri böyle olduğu gibi bizim de zevkimizi kaçırıyorlar.
Bizim de görüntümüzü bozuyorlar diyorlar.
33. “Oysa kendileri, inananlara gözcü
olarak gön-derilmemişlerdi.”
Sanki onların hayatını düzenleme adına
görevlendirilmişler gibi Müslümanlar adına ahkâm kesmeye, Müslümanlara hayatı
öğretmeye soyunuyor alçaklar. Halbuki onlar üzerine muhafız değillerdir bunlar.
Bu kâfirler Müslümanlar üzerine muhafız değillerdir. Ama alçaklar sanki bu
konuda Müslümanların hocalarıymış gibi onlara akıl vermeye, onlara yol
göstermeye çalışıyorlar. Size ne bundan be alçaklar! Farz edelim ki bizler
hayatı bilmiyoruz. Ağzımızın tadını bilmi-yoruz, yaşamasını bilmiyoruz. Bir
cennet hatırına hayatımızı zindan ediyoruz. Bu bizim problemimiz, size ne
bundan? Ne karışıyorsunuz bizim hayatımıza? Sizler bizim üzerimize bekçi
misiniz? Bizler sizden mi sorulacağız? Biz sizin pis hayatınıza karışmazken, siz
niye bizim hayatımıza karışmaya çalışıyorsunuz? Niye bizim hayatımızı da
bozmaya, bizi de kendi cehenneminize ortak etmeye çalışıyorsunuz? Di-lediğiniz
gibi yaşayın şimdilik, cehenneme kadar yolunuz var, ama bi-zi serbest bırakın.
Karışmayın bizim hayatımıza.
Duramıyor adamlar.
Müstahdemlerine emrediyorlar, şöyle yapmalısın, şöyle hareket etmelisin diye.
Öğrencilerine emrediyorlar başınızı açmalısınız diye.
34. “Bugün de, inananlar inkârcılara
gülerler.”
Evet dün hayatta iken, dünyada
iken kâfirler mü’minlere gülüyorlardı, bugün de artık mü’minler onlara gülecek.
Artık ebediyen gül-me sırası mü’minlere gelmiştir. Dünyada kâfirler mü’minlere
eziyet e-derek, baskı yaparak sevaba girdiklerini, iyi bir şey yaptıklarını
zanne-derek gülüp seviniyorlardı, şimdi de gülme sırası mü’minlerde. Kendileri
cennette koltuklarına yaslanmış, hûrilerinin arasında, gözlerin gör-mediği,
kulakların duymadığı zevklerin içinde, pınar başlarında, ağaç gölgeliklerinde
zevkten kendilerinden geçerlerken, kâfirleri cehennem ateşinin içinde gördükçe
onların perişan hallerine bakıp bakıp gülecekler, sevinecekler. Bu gülmeleri hem
kâfirlerin kendilerine dünyada gülmelerine mukabil alay adına bir gülme olacak,
hem de kendilerinin kurtuluşlarına gülecekler. Cennete girince mü’minler iki
kere sevinip gülecekler. Birincisi cehennemden kurtuldukları için, ikincisi de
cenneti kazandıkları içindir. Çünkü Cehennemden kurtulmak ayrı bir zevk, cenneti
elde etmek ayrı bir nimettir. Kâfirler de iki kere üzülecekler, iki kere
kahrolacaklar. Birincisi Cehennemi boyladıklarından, ikincisi de cenneti
kaybettiklerindendir.
35-36. “Tahtlar üzerinde, inkârcıların
yaptıkları şeylerin karşılığının nasıl verildiğini
seyrederler.”
Koltuklarına yaslanmış olarak. Nasıl
kâfirler amellerinin, hayat programlarının, yaşadıkları İslâm dışı hayatın
korkunç karşılığını gördüler mi? Buldular mı sonunda aradıklarını? Nasıl? Yapar
mıymış Al-lah? Hak mıymış Allah’ın vaadleri? Var mıymış cehennem? Hikaye miymiş
cennet? Yalan mıymış azap? Haklı mıymış mü’minler? El hak doğrudur Rabbimizin
sözleri. İşte şu anda mü’minler yaşadıkları hayatın karşılığını, kâfirler de
yaptıklarının karşılığını buldular. Her iki ta-raf da emeline ulaştı. Yaşasın
kâfirler için cehennem ve yaşasın mü’-minler için cennet. Çünkü Allah dünyada
böyle demişti, böyle anlatmıştı, böyle haber vermişti. Kim benim istediğim
şekilde yaşarsa sonunda cennet var, kim de benim gösterdiğim yolun dışında
hareket ederse ona da cehennem var demişti. İşte aynen Rabbimizin verdiği haber
gerçekleşti. Dünyada ben cennete gitmek istiyorum diyerek ya-şayanlar
cennetlerini buldular, ben de cehenneme gitmek istiyorum diyenler de
cehennemlerini, azaplarını, ateşlerini buldular. Herkes lâ-yık olduğu yeri
buldu.
Evet, bu sûreyi de burada bitirdik.
Rabbim gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Vel hamdü lillahi Rabbil’
âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder