Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
84., Nüzûl sıralamasına göre 83., Mufassal sûreler kısmının onuncu grubunun
ikinci ve son sûresi olan İnşi-kâk sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin
sayısı 25’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1-2. Gök yarılıp Rabbine boyun eğdiği
zaman ki gök boyun eğecektir. 3-5. Yer düzeltilip, içinde olanları dışarı atarak
boşaldığı zaman ve yer Rabbine boyun eğdiği zaman ki yer boyun eğecektir (herkes
yaptığının karşılığını görecektir). 6. Ey İnsanoğlu! Sen Rabbine kavuşuncaya
kadar çalışıp çabalarsın, sonunda O’na kavuşacaksın. 7-9. Amel defteri kendisine
sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının
yanına sevinçle döner. 10-12. Ama amel defteri kendisine arkasından verilen
kimse: “Mahvoldum” diye bağırır ve
çılgın alevli cehenneme girer. 13. Çünkü o, dünyada, adamlarının yanın-da iken
zevk içindeydi. 14. Zira; o, bir daha dirilip dönmeyeceğini sanmıştı. 15. Bilin
ki, Rabbi onu şüphesiz görmekteydi. 16. Akşamın alaca karanlığına andolsun; 17.
Geceye ve gecenin içinde olan şeylere andolsun; 18. Dolunay halindeki Ay’a
andolsun ki: 19. Ey İnsanlar! Şüphesiz siz bir durumdan diğerine
uğratılacaksınız. 20. Onlara ne oluyor da inanmıyorlar? 21. Onlara Kur’an
okunduğu za-man neden secde etmiyorlar? 22. Aksine, inkarcılar ya-lanlıyorlar.
23. Oysa, Allah, onların sakladıklarını çok iyi bilir. 24. Ey Muhammed! Onlara
can yakıcı azabı müjde et. 25. Yalnız
inanıp yararlı işler işleyenlere, onlara, kesintisiz ecir vardır.
Bir secde borcunuz var. Secdede aslolan
hemen duyar duy-maz, o durumla karşı karşıya gelir gelmez yerine getirmektir.
Hattâ abdestli olup olmadığına bakmadan, hattâ yerin temizliğine bakma-dan,
hattâ kıbleye dönüp dönmediğine bakmadan hemen secde et-mek, secdeyi
gerçekleştirmektir. Namazdaki secde değil tabii bu. Çünkü bakıyoruz Kur’an’da
namazla secde ayrı ayrı zikredilir.
Evet kıyametten, ahiretten, hesaptan,
kitaptan bahseden bir sûreyle karşı karşıyayız. Mekke’nin son günlerinde inen
bir sûre. Kı-yamet öncesi ve kıyamet sonrası olacakları gündeme getiren ve
in-sanları bu konuda hazırlığa dâvet eden bir sûre. Sûrede Allah’la bu-luşma,
Allah’ın sorgulamasıyla karşı karşıya gelme, amel defterleri ve bu defterlere
göre tespit edilecek yerleşim merkezleri son derece keskin ifadelerle anlatılır.
Mekke’de müslümanlar son günlerinde
imanları sebebiyle, yal-nızca müslüman olmaları sebebiyle horlanıyorlar,
dışlanıyorlar, işken-ce ve hakaretlere maruz kalıyorlar, evleri, malları
yağmalanıyordu. Evlerinden, yurtlarından ayrılmaya zorlandıkları bir anda bu
âyetler geliyordu. Tek suçları vardı Müslümanların. O da kâfirler gibi olma-mak,
onlar gibi düşünmemek, onlar gibi inanmamak, onlar yaşama-mak. İşte kâfirlerin
gözünde en büyük suç budur. Bu tür suçlulara kâ-firlerin tahammül etmeleri
mümkün değildir. Bakıyoruz şu anda da en büyük suç budur. İşte şu anda meselâ
koskoca bir okulda bin kızdan bir tanesi başını örtüyor, kızıyorlar ona.
Tahammül edemiyorlar bu kızcağıza. Niye? Onlar gibi de değil de ondan. Tarih
boyunca kâfir hiç değişmemiştir. Bugün eğer bizden rahatsız oluyorlarsa
kesinlikle bile-lim ki bu, onların değiştiklerinden değil, biz Allah’ın istediği
gibi müslü-manlar değiliz de ondan. Yâni değişen onlar değil biz
Müslümanlar-dır.
Allah’ın Resûlü kendileri gibi değil
diye kendisini suçlayanlara bu sûreyi okuyarak cevap veriyordu. Bizler de bugün
onlar bize ga-zaplanıp üzerimize çullandıkları zaman biz de onlara diyeceğiz ve
okuyacağız bunu. Ey kâfirler! Ey zâlimler! Ey müstekbirler! Elbette siz de bir
gün gelecek bu gücünüzü kaybedeceksiniz! Bu gücünüz de, bu iktidarınız da, bu
saltanatınız da, bu gününüz de yok olacak! Öyleyse gelin şimdiden aklınızı
başınıza alın! Eğer şimdiden akıllanır, kendi is-teğinizle Allah’a kulluğa
gidersiniz kazanırsınız diyeceğiz. Değilse siz bilirsiniz yarın öyle bir zaman
gelecek ki pişman olmanızın size hiçbir faydası
dokunmayacaktır.
İnşallah sûrenin âyetlerini tek tek
tanımaya başlamadan önce sûreye genel bir bakış yapalım. Sûre kıyametin
kopmasını anlatmak-tadır. İlk beş ayette kıyametin nasıl kopacağı dile
getirilir. İlk ayette göğün yarılıp parçalanışı "inşekka" kelimesi ile
anlatıldığı için sure el-İnşikâk (yarılama, parçalama) suresi adını almıştır.
6-19. ayetlerinde ise, insanların iki gruba ayrılacağı ve gruplardan birinin
amel defterle-rini sağ taraflarından alırken diğerlerinin arka taraflarından
alacakları anlatılır. Amel defterlerini arka taraftan alanlar, o anda tekrar
ölmeyi arzu edecekler ama bu istekleri gerçekleşmeyecek ve Cehenneme
sürüleceklerdir.
Sûre,
kâfirleri acıklı bir azabın beklediğini, müminlerin ise son-suz mükâfatlarla
mükâfatlandırılacaklarını haber vererek bitmektedir.
Sûrenin
meali şöyledir: "Gök yarıldığı, kendisine yaraştığı üzere Rab-bine kulak verip
boyun eğdiği zaman! Yer uzatılıp dümdüz yapıldığı, içinde olanları (dışarı) atıp
tamamen boşaldığı ve kendisine yarıştığı üzere Rabbine kulak verip boyun eğdiği
zaman! Ey insan, muhakkak sen Rabbine doğru (varan bir yol üzerinde) çabalayıp
durmaktasın, nihayet O'na varacaksın. (O zaman) kimin kitabı sağından verilirse,
o, kolay bir hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir. Ki-min
kitabı arkasından verilirse, o, ölümü çağıracak ve alevli ateşe gi-recektir.
Çünkü o, (dünyada) ailesi arasında (şımarık ve) sevinçli idi. O, hiç (Rabbine)
dönmeyeceğini sanmıştı. Hayır, muhakkak Rabbi o-nu görmekte idi. Hayır, yemin
olsun ki akşamın alaca karanlığına, ge-ceye ve (gecenin bağrında) toplayıp
ürettiği şeylere, dolunay şeklini alan aya ki, siz mutlaka tabakadan tabakaya
bineceksiniz. Onlara ne oluyor ki inanmıyorlar? Kendilerine Kur'an okunduğu
zaman secde etmiyorlar? Aksine o inkâr edenler (Hakk'ı) yalanlıyorlar. Allah
onların, içlerinde gizledikleri (küfür ve düşmanlığı) biliyor. Onlara acı bir
azabı müjdele. Ancak inanıp faydalı işler yapan kimseler için ardı arkası
ke-silmez bir mükâfat vardır"
Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.s)
İnşikâk ve Alâk surelerinde secde etti"
(Müslim
Kitâbu'l Mesâcid, 109).
Evet,
İnşikâk sûresinde; "Onlara Kur'an okunduğunda neden secde etmiyorlar" (21)
âyetinde tilavet secdesi yapılır. Bu kısa mukad-dimeden sonra inşallah sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya geçebiliriz.
1-2. “Gök yarılıp Rabbine boyun eğdiği
zaman ki gök boyun eğecektir.”
Sema yarıldığı, gök şaklandığı, gökyüzü
şak şak yarılıp parçalandığı zaman... Gün olacak, dönem gelecek, devran dönecek
ve gökyüzü şakk olacak. Semanın semalığı bitecek, fonksiyonu sona e-recek. Sahi
şu anda var mıydı semâ? Haberiniz var mı semânın var-lığından? Veya
fonksiyonundan? Şu şehir hayatı gerçekten semâmızı alıp götürmüş. Bizim semâyla
ilişkimizi kesmiş. Halbuki semâ sinesindeki binlerce Allah âyetiyle elimizden
tutup bizi Rabbimizin gücünü, kudretini anlamaya, tanımaya götürecekti. Ama
maalesef bugün ne semâyla, ne de ondaki Allah âyetleriyle ilişkimiz kalmadı.
Bugün ayın kaçı? Ya da gökyüzünde ay
var mı, yok mu? Hiç haberimiz yok değil mi? Ay’la da ilgimiz alâkamız yok,
semâyla da. Yani ay olmalı mı, olmamalı mı? Onu dahi bilemiyoruz belki. Öyle ya,
ay olsa ne olur, olmasa ne olur? Bize ne bundan? Halbuki Rasulullah ay için,
güneş için, sema için Allah’a götürücü âyetler olarak söz eder. Bunlar Allah’ın
âyetleridir. Bakın Rabbimiz bir âyetinde şöyle buyuruyor:
“Gece ile gündüz ve güneş ile ay
Allah’ın kudretinin delillerinden,
âyetlerindendir.”
(Fussilet
37)
Gece, gündüz, ay, güneş bunlar Allah’ın
âyetleridir. Bunlar Al-lah’ın varlığına şahadet eden yaratıklarıdır. Bunlar
Allah’ın varlığına, ulûhiyet ve rubûbiyetine deliller, alâmetler, işaretler,
âyetler ve nişanelerdir.
Semâ, ay ve güneş Allah’ın
âyetlerindendirler. Allah’ın âyetlerinden bu üç âyet, semâ, ay ve güneştir.
Bakara’daki iki âyeti, Al-i İm-rân’daki üç âyeti öğrenmesek olur mu? Bakara’yı
ve Al-i İmran’ı öğrenmesek olur mu? Bakara ha varmış ha yokmuş? Fussilet ha
varmış ha yokmuş? Yani ne fark eder ki? diye bir hayat yaşarsak sonuçta öy-le
olacaktır tabii. Cenâb-ı Hakk yarın: “Kullarım! Kur’an’larınızı alacağım artık!
Yeter artık bugüne kadar aranızdaydı, öğrendiyseniz öğren-diniz, tanıdıysanız
tanıdınız. Artık onu geri alıyorum. Geri çekiyorum artık!” dese. Bir de
bakmışınız ki Kur’an artık ortalıktan kaybolmuş. Yeryüzünden Kur’an kaldırılmış.
Sadece hayatınıza uygulayabileceğiniz, kendisiyle yol bulabileceğiniz kafanızda
kalan âyetlerden başkası yok. Ne yaparsınız? Yani artık ortada kitap kalmamış,
ne yaparsınız? Ne fark eder ki, zaten önceden de yoktu bizim için Kur’an
diyorsanız. Zaten önceden de bizim dinimiz üç Kulhü bir Elhamdı diyorsanız, o
zaman fark etmeyecektir. Gökteki âyetler var mı, yok mu, fark etmeyecektir. Veya
şu elimdeki kitabın âyetleri var mı, yok mu, fark
etmeyecektir.
Bugünkü gökyüzü de böyle. Meğer
parçalanacak bir gökyüzü varmış! Bizi ne ilgilendirirmiş ki bu? Bizim ne ilgimiz
varmış ki bununla, diyoruz sanki. Ne semâyla, ne semâdaki âyetlerle ilgimiz yok.
Eskiden adam bahçesine çıkınca, bahçesinde yatınca, veya hiç değilse gece abdest
almak için sokağına, bahçesine çıkınca semâyı, bulutları, rüzgarı, ayı,
yıldızları veya gündüz güneşi görebiliyormuş. Ama şimdi öyle bir iş mantığı,
öyle bir çarşı mantığı, öyle bir yeraltı kazanç merkezleri mantığı geliştirilmiş
ki, Allah’ın bu meşhut âyetleriyle ilgimizi alâkamızı
koparıvermiş.
Yaşadığımız hayatımızla, hayat
programımızla Allah’a da, Allah’ın yasalarına da kafa tutuyoruz âdeta. Ya Rabbi!
Sen akşam dinlence için güneşini batırıyorsan, paydos diyorsan da, bizim de
güneşlerimiz var! Biz de yakarız onları! Biz de yakarız ampullerimizi ve yine de
hayatımıza devam ederiz! diyoruz sanki. Sen bildiğini yap! Biz de bildiğimizi
yaparız! diyerek Allah’la yarışmaya kalkıyoruz âdeta. İstersek batırırız da onu!
diyoruz. Yeraltlarına inip batırıveriyoruz güneşi. Yani hayatta, hayatı Allah’a
kafa tutmaya vardıran bir anlayışımız var bizim Allah affetsin.
Bilmem o taraflarını ama şunu iyi
dinleyin: Gün olacakmış, dö-nem gelecekmiş, devran dönecekmiş ve gökyüzü şak şak
olacakmış. Kıyamet kopacak yani.
Gökyüzü Allah’a boyun eğecek, Allah’ı
dinleyecek, zaten ona yakışan da bu değil miydi? Yani gökyüzüne yakışan neydi
ki? Şu insan gibi Allah’a kafa tutmak mı? Ben de bilirim! demek mi? Asla, Allah
yarıl demişse yarılacak, birleş demişse birleşecek, dur demişse duracak, yürü
demişse yürüyecek. Ay da, yıldızlar da, güneş de, semâ da, arz da ve şu
çevremizdeki varlıkların tümü de Allah’ın dediğini dinleyecek. Zaten şu anda da
bu varlıkların tamamı Allah’ı dinlemektedirler. İnsanın dışındaki varlıkların
tamamının boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu Allah’ın elindedir. Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi de Allah’a boyun büküp teslim olmuşlardır. Bir an bile
Rablerine karşı gel-mezler onlar.
Öyle bir gün gelecek ki, semâ Allah’ı
dinleyecek ve yarılacak. Enbiyâ sûresinin haber verdiğine göre eskiden gökle yer
bitişikti ve bizim imtihanımız için onların ayrıldıkları
anlatılıyordu.
“İnkar edenler görmüyorlar mı ki gökler
ve yer bitişikti de biz onları ayırdık.”
(Enbiya 30)
İşte dünyadaki bizim imtihanımız için,
bizim imtihan salonumuzun oluşması için bir komutla bu ikisini ayıran, bu
ikisini imtihan konumuna getiren Allah, şimdi de imtihanın sona ermesiyle,
imtihan so-nuçlarının okunma döneminin gelmesiyle artık gökle yeri eski haline
döndürüveriyor. Yani daha önce bir komutla imtihan konumuna getirilen semâ ve
arz, bu defa da ikinci bir komutla hesap konumuna getiriliyor. Hesap-kitap
konumu alın! diyecek Rabbimiz ve semâ da, arz da eski hallerine
getirilecek.
Semâvât ve arz yeni bir şekil daha
alacak. Yani şu yıkılmaz görülen, kimseyi dinlemez görülen semâ var ya, muhkem
ve sarsıl-maz görülen semâ, gökyüzü var ya, Allah’ın emriyle yarılacak,
yıkılacak yarın. Rabbine boyun eğecek, dinleyecek, ona itaat edecek. Zira onun
zimamı Allah’ın elindedir.
“Sonra duman halinde bulunan gökyüzüne
yöneldi. Ona ve yeryüzüne: “İsteyerek veya istemeyerek buyuru-ğuma gelin!” Dedi.
Her ikisi de: “İsteyerek geldik!” dediler.”
(Fussilet 11)
Allah ilgisini göğe yöneltti, gökyüzünü
ele aldı, gökyüzünü mu-rad etti, gökyüzünü irade buyurdu. Yani iradesini
gökyüzüne doğru yöneltti. Gökyüzünü kastetti Allah ki, o duman halindeydi. Duman
ha-linde bulunan, gaz kütlesi durumunda olan semâya ve arza, ikisine birden
buyurdu ki: “İkiniz de ister istemez gelin!”
Tav'an yahut kerhen ikiniz birden Benim emrime boyun bükün! İkiniz
birden Bana teslim olarak vücuda gelin. İkiniz birden Benim arzuma uyarak yoktan
var olun! buyurdu. Onlar da, emredersin ya Rabbi! Emrin olur ya Rab-bi!
İsteyerek geldik! İsteyerek senin emrine boyun büküp var olduk, dediler.
Aslında burada her ikisinin de
Allah’a teslim oldukları anlatılıyor. Burada bize şöyle der Rabbimiz: “Ey insan
oğlu! Semâ, semâ ol-duğu halde itiraz edemez de, size ne oluyor? Siz kim, semâ
kim? Siz nerde, semâ nerede? Karnınızdaki belli, cürmünüz belli, gücünüz,
kuvvetiniz belli. Sizden çok daha büyük varlıklar bile Allah’ın emrine teslim
olup boyun bükmüşlerken size ne oluyor da O Allah’a teslim olmuyorsunuz? Siz
kime teslimsiniz? Siz kimi dinliyorsunuz? Siz kime itaat ediyor, kimin
arzularını yerine getiriyor, kimin adına bir hayat ya-şıyorsunuz?”
Âyetler bize ne fısıldıyor aslında?
Anlayabildiğimiz kadarıyla âyetler bize şunu söylüyor: “Bak ey insan! Aklını
başına al! Göklerde ve yerde ne varsa hepsi de Allah’a boyun büküp teslim
olmuşlardır. Gökler ve yerlerdeki tüm yasalar Allah’a aittir. Göklerde ve yerde
ne varsa hepsi Allah’ın yasalarına boyun bükmektedir. Tüm varlıklar Allah
yasalarına boyun bükmüştür. Hiçbir varlık Allah’ın yasalarının dışına çıkamaz.
İşte sizden ve sizin dünyanızdan çok daha büyük varlıklar Allah’a, Allah’ın hak
yasalarına boyun bükmüşken, her şey üzerinde Allah’ın hükmü ve iradesi hakimken,
tüm varlıklar Rablerine teslimken siz kime teslimsiniz? Ay, yıldızlar ve semâ,
gökyüzü, yeryüzü, her şey o büyüklüğüne, o yüceliğine, o azametine rağmen
Allah’ı dinliyor da size ne oluyor da Rabbinizi dinlemeye yanaşmıyorsunuz? Ay,
yıldız, güneş, ecram-ı semavîye denilen her şey Allah’a kulluk ya-parken,
Allah’ı dinlerken nasıl oluyor da yine Allah’ın yasaları gereği kendilerine
irade verilmiş olan insanlar Rablerinin emirlerine kafa tu-tarak kâfir
olabiliyorlar? Nasıl oluyor da bu insanlar Rablerinin yasalarını kabule
yanaşmıyorlar? Nasıl oluyor da Rablerinin hak yasalarını bırakıp başkalarının
yasalarına kulluk etmeye çalışıyorlar? O yasalarına kulluk etmeye çalıştıkları
varlıklar mı yaratmış bu gökleri ve yeri? Göklerde ve yerde işleyen yasaları,
kendi vücutlarına egemen olan yasaları onlar mı koymuşlar? Gökler ve yerlerde
egemen olan onlar mı?”
3-5. “Yer düzeltilip, içinde olanları
dışarı atarak boşaldığı zaman ve yer Rabbine boyun eğdiği zaman ki yer boyun
eğecektir (herkes yaptığının karşılığını
görecektir).”
Yer düzeltildiği, uzatıldığı zaman.
Dağlar, dereler, tepeler dümdüz düzeltildiğinde. Yeryüzünün uzatılması,
yayılması, genişle-tilmesi, uzatılması anlatılıyor. Türkçe’de bu kelimenin şöyle
bir türevi kullanılır: Temdit. Kur’an-ı Kerîm’de zaman için de, mekân için de
temditten söz edilir. Zaman için de, mekân için de bir uzatılma söz konusudur.
İşte bu âyette de mekânın uzatılmasından, yeryüzünün genişletilmesinden söz
ediliyor. Artık dağlar mı düzletilip arz genişletilecek? Yer mi eklenecek? Veya
Ay’dan, Merih’ten biraz toprak mı ge-tirilip ilâve edilecek, bunu bilemiyoruz.
Nasıl olacak, bunun keyfiyetini bilmiyoruz. Yani yerinden söküp getirdiği ayı mı
ekleyecek dünyaya, yıldızı mı, bilmiyoruz. Yoksa yüksekler düzleşince, çukurlar
dolunca mı uzayacak bilmiyoruz. Ama ne gerek var bunu bilmeye? Değil mi ki bunu
yapan bunun on mislini de yapar. “Ol” deyiverir, o kadar.
Peki biz nesini biliriz bunun? Bize
lâzım olan ne burada? Bize lâzım olan bu düzen değişecek, biz bunu biliyoruz,
bize bu lâzım. Bu düzen değişecek ama bu, bu düzenin bozulması manasına gelmez.
Bozuk düzeni düzeltecek Rabbimiz. Bizim bozduğumuz düzenleri de düzeltecek.
Rabbimiz, gökler ve yere önce bir komut vermiş. “İmtihan düzeni al!” demiş,
gökler ve yeryüzü bizim imtihanımız için imtihan konumu almışlar. Sonra imtihan
bitip de imtihan sonuçlarının ilânı dö-nemi gelince de, ikinci bir komutla hesap
konumu alın! diyecek Rab-bimiz, onlar da bu konumu
alacaklar.
Meselâ farz edin ki bir çocuk evde
dolabın içine yerleştirilmiş iki yüz kaseti oradan indirmiş, evin içinde onlarla
oyun oynuyor. Kasetlerle ev yapıyor, garaj yapıyor, yollar yapıyor, araba
yapıyor, çitlerle çevrili bahçe yapıyor. Sonra annesi geliyor ve: “Yaramaz
çocuk! Evin düzenini bozmuşsun” diye kasetleri toplayıp dolaba koyuyor. Şimdi
hangisi bozma, hangisi düzeltmedir bunun? Çocuğunki mi boz-ma, yoksa annenin
yaptığı mı? Çocuğa göre anneninki bozma, anneye sorsanız çocuğunki bozmadır,
değil mi? Yani bu iş anneye göre düzeltme, çocuğa göre bozmadır. İşte bu
kıyametle olup bitenler, belki bize göre bozmadır ama Allah’a göre düzeltmedir.
Allah önce dünyayı imtihan düzeninde
yaratmıştır. Dünyaya, semâya, toprağa, tuğlaya, suya, ateşe, havaya, aya,
yıldızlara, güneşe imtihan konumu alın demiş, onlar da konumlarını almışlar.
Yarın da hesap konumu alın diyecek, onlar da bu defa hesap konumu alacaklar.
Sonra:
Arz içindekileri, karnında ne varsa
hepsinini atacak. Ne var ar-zın karnında? Bazı şeyleri gömüyorsunuz ya toprağın
altına. Ne gömüyoruz? Ev, dükkan diye emeklerimizi, alın terlerinizi
gömüyorsunuz ya. Yeryüzü yiyeceklerinizi, kalbinize gömdüklerinizi, öğrenip de
çoluk-çocuğunuza, çevrenize anlatmayarak sır küpü gibi kafanızda toprağa
gömdüklerinizi, her şeyi dışarıya atacak. Tıpkı hamile bir kadının karnındakini
dışarıya atması gibi yeryüzü de hamlini boşaltıp sînesindekilerin tümünü
dışarıya atacak. Veya o gün yeryüzü esrarını keşfedecek, sırlarını açacak, esrar
perdesini kaldırıp lehte ve aleyhte şahadette bulunacak, bildiklerini,
gördüklerini anlatacak.
Yeryüzü Hz. Adem’den (a.s) bu yana
sînesine gömülmüş ölüleri kabirlerinden fırlatıp atacak. Sînesindeki tüm
cesetleri dışarıya atacak yeryüzü.
“Nasibindir gezdiren yer yer seni,
Önce besler sonra yer yer
seni”
Diyordu ya şairin biri. İşte önce
besliyor yeryüzü insanı, sonra da kendisi yiyor onu. Hoş aldı lokmayı ağzına,
aldı insanı sinesine ama hep orada kalsaydık ya diyor kimileri. “Madem aldı bizi
sinesine, bari bırakmasaydı ya, diyor kâfirler. Bir daha dirilme olmasaydı ya.
Unutulup gitseydik ya. Sümen altı olsaydık, unutulup gitseydik te bir daha hesap
kitap olmasaydı ya,” derler.
Bu âyeti duyan kimileri çocuklarına
vasiyet ediyorlarmış. “Ben öldüğüm zaman beni 150-200 metre toprağın derinliğine
gömün diye. Neden? Yarın yeryüzü sallanıp da bağrındakileri dışarıya attığında
kendisinin yerin altında kalıp dışarıya atılmaktan, tekrar dirilip
hesap-kitaptan kurtulmak, sümenaltı olmak için, kimileri de ben öldükten sonra
cesedimi yakın, Ganj’a, Fırat’a külümü atın” diyor. “Benim cesedimi parçalayıp
organlarımı isteyenlere dağıtın” diyenleri görüyoruz. Herhalde bizde de mezarın
üzerini beş on tonluk mermer yığınlarıyla kapatırken aynı endişeyle bu işi
yapıyorlar. Yarın yeryüzü sallandığında bu sarsıntıdan kurtulmak ve toprağın
altında kalmak için yapıyorlar. Ama kim ne yaparsa yapsın, arz o gün
bağrındakilerin tümünü dışarıya atacak ve bundan hiç kimse kurtulamayacaktır.
Bakın Nâziât sûresinde bunun hiç de zor olmadığını Rabbimiz şöyle
anlatır:
“Zor değil, bu olay bir tek haykırmaya,
bir anonsa bakmaktadır. Bir de bakmışsın ki hemen
uyanırlar.”
(Nâziât
13,14)
Bir de yeryüzünün sinesinden atılacak
olanlarla alâkalı yerin içindeki hazîneleri, defîneleri, altınları, gümüşleri
dışarıya atacağı da söylenmiş. İnsanların bir ömür boyu uğrunda çırpındıkları,
elde etmek için koşturdukları, bunsuz olmaz diyerek kıbleleştirdikleri,
tapındıkları şeylerin değersizliği ortaya konulacaktır. O hengamede insanlar
onlara yönünü dönüp bakmayacaklar ve bu değersiz şeyler uğrunda ne kötü bir ömür
tükettiklerini anlayacaklar. Müslim’de bu hususu anlatan bir hadis var. Ebu
Hureyre efendimizin rivâyet ettiği hadislerinde Allah’ın Resûlü bakın şöyle
buyurur:
“Yer içindeki ciğerparelerini, altın ve
gümüşlerini plaklar halinde dışarıya atar. Sonra katil gelip: “Ben işte şunun
için öldürmüştüm,” der. Akrabalarını terk eden, sılayı rahmi kesen kişi gelip:
“Ben işte bunun için akrabalarımı terk etmiştim,” der. Hırsız gelip: “İşte şunun
için benim elim kesilmişti,” der. Sonra onları terk ederler ve hiçbir şey de
almazlar.”
Bir gün gelecek, arz deşilip
içindekileri dışarıya atılacak. Arz gördüklerine, duyduklarına şahitlik edecek.
Kalplerdekiler, sinelerdekiler de devşirilecek, derlenip toparlanacak.
Göğüslerdeki tüm niyetler, düşünceler, arzular, hedefler, tutkular ortaya
dökülecek. İnsanların yaşadıkları hayatta kalplerinde besledikleri, içlerinde
taşıdıkları, gönüllerinde gizledikleri her şey açığa çıkacak, ortaya
dökülecektir. İnsanın gizlediği, sakladığı tüm sırları deşifre edilecek, tüm
ayıpları ortaya dökülecektir. Yani kalplerin hâsılası devşirilecektir.
Kim ne düşünmüş, ne yapmış? Ne
yapmayı hedeflemiş? Yaptıklarını yaparken ne adına, kim adına yapmış? Kimi razı
etmek için yapmış? Yaptıklarının yaptırıcısı kimmiş? İşlediği ameli hangi
niyetle işlemiş? Allah için mi, toplum için mi? Çevreyi memnun etmek için mi?
Âdetler böyle istiyor diye mi? Amir böyle emrediyor diye mi? Modayı memnun etmek
için mi? Gizliliklerin tamamı boşalacak. Arz, Rabbine kulak verecek ve bildiği
gördüğü her şeyi ortaya dökecek. Zaten ona yakışan da
budur.
İşte bu dünyanın sonu buna gidiştir. Şu
anda evler yapılıyor sağlam gibi, ama gide gide sonunda yarılmaya, yıkılmaya
gidiyor. Ba-kın Allah buyuruyor:
6. “Ey İnsanoğlu! Sen Rabbine
kavuşuncaya kadar çalışıp çabalarsın, sonunda O’na
kavuşacaksın.”
Öyleyse ey insan! Unutma ki sen Rabbine
doğru çabalıyorsun! Sen Rabbine kavuşuyorsun da sonunda zaten. Ey insan! Sen
hızla ölüme doğru koşmaktasın! Bir maraton gibi hızla Rabbine doğru gidiyorsun!
Ey insan! Senin dünyada tüm çaban, tüm gayretin, uğraşın, gitmen, gelmen,
yürümen, durman, yatman, uyuman, yemen, içmen hep Rabbine doğrudur. Her şeyin
Rabbine yöneliktir. Sonunda sen O’nunla karşı karşıya geleceksin. İnsanlar
dünyada bütün gayretlerini, bütün çabalarını Allah’ı bulmaya, Allah’la karşı
karşıya gelmeye harcarlar. Tüm gayretler buna yöneliktir.
Yani insan dünyada ne yaparlarsa
yapsınlar, ister kulluk, ister küfür, ister ibadet, ister isyan, ister itaat,
ister ret, ne yaparsa yapsın her yaptığıyla Allah’a yaklaşıyor demektir. Her
haliyle Allah’a doğru gidiyor demektir. Kişi her nefesi yaşama adına alır ama
her nefesiyle Allah’a yaklaşıyor. İnsanoğlu yaşamak için nefes alır ama her
nefesi onu ölüme biraz daha yaklaştırmaktadır. Nefes almasa ölecek, ama nefes
alsa yine ölecek. Hani acele giden ecele gider, yavaş gidenin de ecel arkasından
yetişir ya, işte insanoğlu her adımda mezardan kaçar ama, her adımda ona doğru
biraz daha yaklaşır.
Öyleyse unutmayalım ki bizim de
tüm çabalarımız, tüm uğraşlarımız mezara doğrudur. Biz şu anda mezar aramaya
çıkmışız. Belki şu anda içimizden birisi burada bulacak aradığı mezarını. Burada
öl-dük mü işte mezarımız burası. Şunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkar-mayalım
ki, şu anda üzerimizdeki elbisemiz ilk kefenimiz ve şu anda üzerinde oturduğumuz
mekân bizim ilk mezarımız olabilir. Her şey yokluğa, yok olmaya doğru gidiyor.
Semâ, arz, ay, güneş, yıldızlar, bitkiler, insan her şey yokluğa doğru gidiyor.
Hepsi gitsin ben kalırım, ben gitmek istemiyorum
diyemezsiniz.
Öyleyse bu inanca göre hareket edelim.
Hayatımızı bu inanca bina edelim. Her an Allah’la karşı karşıya geleceğimizin
şuurunda ola-lım. Ölümü hayatın içinde kabullenelim. Ölüm elde bir, ahiret elde
bir diyelim ve öyle yaşayalım. Kıyameti iki kaşımızın arasında bilelim. Öyle
miyiz acaba şu anda?
“Allah’a kavuşmayı (Allah’la
karşılaşmayı) yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir ki kıyamet saati ansızın
onlara geldiği zaman ağırlıklarını arkalarına yüklenip: “Dünyada işlediğimiz
büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize!” derler. Dikkat edin onların
yüklendikleri şeyler ne kötüdür!”
(En’âm 31)
Allah’la karşı karşıya gelmeyi
ummayanlar, Allah’a kavuşup O’nun sorgulamasıyla karşı karşıya geleceklerine
inanmayanlar, dünya hayatına razı olanlar, dünyayı tatminkar bulanlar, dünyanın
ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini duymayanlar, “Varsa da yoksa
da yaşadığımız şu hayat vardır. Burada kam almaya bakalım” diyenler. Yaşadıkları
hayatlarında ahiret inancının kokusu bile olmayanlar, işte hüsrana mahkum
olanlar bunlardır. İşte eli boşa çıkanlar, kaybedenler bunlardır. Hasret
çekenler bunlardır. “Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar olsun bize! Yuh olsun bize! Vah
orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bizim
hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah yapmamamız gerekirken yaptıklarımıza!
Eyvah yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza!” diyerek dövünecekler, kaybettikleri
fırsatlarından ötürü hasret çekecekler.
Dünya ile aldanmışlardır bunlar. Onu
kendilerinin sandılar, aldandılar. Onu ebedî zannettiler, aldandılar. Sanki
dünyayı hiç bitme-yecek, tükenmeyecek zannettiler, aldandılar. Dünyanın
içindekilere meylederek aldandılar. Dünyanın konumu onları aldattı, aldandılar.
Kuralları gereği dünyada Allah dokunmuyordu onlara. Dünyada imtihan gereği içki
içene de dokunmuyordu Allah. Namaz kılana da do-kunmuyordu, zina edene de
dokunmuyordu, dünyanın yönetimine Al-lah’ı karıştırmayanlara da dokunmuyordu.
Allah’a kulluk yapana da, âdetlerin, çevrenin, modanın, şeytanın, tâğutların,
nefislerinin kulu, kölesi olanlara da dokunmuyordu. İmtihan gereği işledikleri
suçlar yüzünden dünyada Allah’ı atlattıklarını zannediyorlardı. Aldandılar ve
kaybettiler.
Evet biz her an Allah’a doğru
gidiyoruz. Bütün yollar insanı Al-lah’a götürmektedir. Ama Allah’a götürücü
yollar ikidir.
a. İnsanı Allah’la cennette buluşturan
yollar,
b. İnsanı Allah’la cehennemde
buluşturan yollar.
Hani adamın biri öyle diyormuş: “Nârın
da hoş, nûrun da.” Ya Rabb cehennemin de hoş, cennetin de. Benim için nârı da
fark et-mez, nûru da. Ben Allah’ı istiyorum. Ben Allah’la buluşayım da gerisi
fark etmez. Ben Rabbimi bulayım da gerisi ne olursa olsun. Yanlış bir söz.
İnsanlar zaten Allah’a gidiyorlar. Herkes mecburen Allah’la buluşacak, ama
cennette buluşmayı isteyin diyor Rabbimiz. Çünkü cehennemlikler de buluşacaklar
Allah’la ama Cehennemde azabın içinde buluşacaklar, azabıyla buluşacaklar.
Öyleyse ben öyle demiyo-rum. Benim peygamberim ve selefim de öyle dememiş. Ben
de Allah-la buluşmayı istiyorum ama cennette buluşmayı istiyorum ve dua
ediyorum. Allah’ın nûrunu istiyorum, cehennemden de, nârından da Rabbime
sığınıyorum. Çünkü Rabbim kitabında benim istediğim yol budur, sizler bu yolla
beni bulun diyor. Öyleyse Rabbimizi O’nun dediği, O’nun gösterdiği yolda bulmak
zorundayız. Bu yoldan giderseniz benimle karşılaşırsınız, diyor
Allah.
İki yol var. Bakın bu iki yolun sonucu
neymiş?
7-9. “Amel defteri kendisine sağından
verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına
sevinçle döner.”
Defterini sağından almak isteyenlere,
dünyada böyle bir hayat yaşayanlara defterleri sağından verilecek. Solundan ya
da arkasından almak isteyenlere de sollarından verilecek. Bu insanın kendi
elindedir. Çünkü defterimizi yazan biziz. Yazan meleklerdir ama yazdıran biziz.
Öyle değil mi? Meselâ daktiloyla bir sayfa yazı yazsanız, sonra da “Bu yazıyı
kim yazdı? diye sorsalar, “Bunu daktilo yazdı” der misiniz? Veya “Bunu kalem
yazdı” der misiniz? Bunu ben yazdım dersiniz değil mi? Kalem yazdı ama siz
yazdınız. Daktilonun tuşlarına bastınız, daktilo da yazdı. İşte melekler
yazıyorlar amellerimizi ama biz yazıyoruz, biz yazdırıyoruz. Melekler tıpkı
elimizdeki kalem gibi, ya da daktilonun tuşları gibidir. Bir amel işliyoruz, o
ameli işleyen biziz ve meleklere diyoruz ki: “Yazın bunu, onlar da yazıyorlar.”
İşte dünyada yarın defterini sağından almak üzere ameller işleyenler,
hayatlarını buna göre yaşayanlar yarın defterlerini sağından alacaklar.
Defterlerini sollarından veya arkalarından almak isteyenler, hayatlarını buna
göre yaşayanlar da sollarından alacaklar. İşte kitabını sağından ve solundan
almayı böyle anlıyoruz.
İşte defterlerini sağlarından
alanlar:
Çok kolay bir hesap beklemektedir onu.
Kolay bir hesap, basit bir hesap, tartışmasız, sıkıştırmasız bir hesapla
karşılaşacak. Hesabı kolayca görülecek. Tamam bu güzel! Bunu iyi yapmışsın! Bu
da güzel! Şurada bir eksiğin var! Şunu hatalı yapmışsın ama haydi neyse
affettik! gibi böyle yüzeysel üç-beş maddelik bir hesapla işi bitirilecek.
Aslında Rasulullah Efendimizin beyanıyla bu hesaba çekilme değildir. Bu bir
arzdır. Yani kişiye dünyadayken yaptıklarının arzından ibarettir bu. Bakın
Buhârî’nin Hz. Ayşe annemizden rivâyet ettiği bir hadiste şöyle
buyurulur:
“Hesaba çekilmiş hiçbir kimse yoktur ki
helak edilmiş olmasın. Hz. Ayşe der ki: “Canım sana feda olsun ey Allah’ın
Resûlü! Rabbimiz kitabında: “Kitabı sağ elinden verilen kolay bir hesaba
çekilecek” buyurmadı mı? dedim. Allah’ın Resûlü de şöyle cevap verdi: “Ya Ayşe,
bu arzdır. Hesaba çekilen azaba uğratılır.”
(Buhârî, âyetin
tefsiri)
Demek ki bu, Rabbimizin kuluna
amellerini arzetmesidir. Bu bir hesaba çekme değildir. Kulum! İşte sen şunları
şunları yapmıştın! Dünyadayken nasıl bunları örtmüşsem şimdi de bunları
bağışlıyorum! buyurarak defteri sağından verilenler kolay hesapla
karşılaşacaklardır. Yani Cenab-ı Hak: “Bu cennettedir! Bu cennetliktir” dedi mi,
böyle hesap etti mi artık onun işi kolaydır. Yani yine hesap var, yine sorgulama
var ama bu hesap kolaydır. Kolay bir hesaptır. Ama Allah korusun da çorap söküğü
gibi, bunu niye yaptın? Bunu nasıl yaptın? gibi bir sorgulama başladı mı artık
onun işi bitiktir. Evet şunu niye yaptın? Bunu niye yapmadın? Niye anlamadın?
Niye okumadın? Niye tanımadın? Niye düşünmedin? Niye anlatmadın çocuklarına?
Niye duyurmadın hanımına? gibi hesabın teferruatına bir girdi mi, işi bitiktir o
adamın. Hani dünyada bir hesap defteri tutulur. Hesabın görüldüğü ortamda eğer
adam affedilecekse, işte şu kadar ödemişsin, şunu ver-mişsin, iki-üç bin daha
verdin mi, tamam bu iş biter filan denir. Ama adama ceza verilecekse, adam
cezaya çarptırılacaksa detaya girilir. Ayın ikisinde şöyle yaptın! Üçünde şunu
yapmadın! demeye başladı mı, işi bitiktir.
Kitabını sağından alanlar için kolay
bir hesap, detaya inilmeyen bir hesap ve sonra da:
Artık alnı açık, başarının sevinciyle,
yüzü güler, gönlü mesrur olarak ehline dönüyor. Haydi ehline, seni bekleyenlere,
bekleyenlerine, sevdiklerine dön denilir ona, o da sevinç içinde ehlinin yanına
dö-nüverir. Peki kimdir ehli? Kimdir onu bekleyenler? Hûrileri, zevceleri.
Yaratıldıkları günden beri her gün biraz daha güzelleşerek kendisini bekleyen
cennetteki sevgilileri. Veya cennete kendisinden önce girmiş sevdikleri,
dostları. Veya kendi evinde kendisi gibi olanlar, kendisi gibi inanlar.
Kendisiyle birlikte dünyada cennet kazanma kavgası verenler. Yani yeryüzünde bu
dini birlikte yaşama ve yaşatma kavgası veren babaları, anaları, zevceleri ve
çocuklarının yanına gidecekler.
Dikkat ederseniz burada ehlinin yanına
deniyor. Oğlunun yanına, kızının, karısının yanına denmiyor. Çünkü onların hepsi
ehil değildir. Nitekim Nuh’a (a.s), oğlu hakkında Rabbimiz, “O senin ehlin
değildir” buyurmuştu. Kenan Nuh’un (a.s) oğluydu ama ehli değildi. Oğlun değil
denmiyor, ehlin değil deniyordu. Demek ki evimizin içindekilerden bizimle
beraber olanlar, bizimle birlikte kulluk yapanlar, bizimle birlikte cennet
kazanma kavgası verenler bizim ehlimizdir.
Öyleyse evimizin içindekileri ehil hale
getirmek zorundayız. Evimize girip çıkanları da ehil hale getirmek, onları da
ehlileştirmek zorundayız. Yahu ne yapayım! Ben seçmedim ya, işte bacanak!
Mecburen akraba olmuşuz ve gelip gidiyor bizim eve! Hayır! Olmaz! Mâzeret
değildir bu. Ya ne yapacağız? Nedir bizim görevimiz? Madem ki bizim eve girip
çıkıyor, o halde ona dini anlatacağız. Ona İslâm’ı duyuracak ve hattâ ehlimiz
olduğu için duyurmanın da ötesinde uygulattıracağız. Bu bizim
sorumluluğumuzdadır unutmayalım. Yahut da Allah’a isyan olanı yok etmeye
çalışacağız, engellemeye çalışacağız. Yani ona emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l
münker yapacağız.
Evimize girip çıkan kimselere, yani
ehlimize dikkat edeceğiz. Bu kayınpederimiz, kayınvalidemiz de olsa. Aslında
bizler kadınlarımızın babasıyla, anasıyla görüşmelerini engelleyemeyiz. Buna
hakkımız yoktur. Ama kadınlarımızın babası, anası onun dünyasına girer de
kadınlarımızı kendileri gibi yapmaya, kendi dünyalarına çekmeye çalışırlarsa o
zaman kendi kontrolümüz altında görüşmelerini sağlarız. Zira baba, ana
Hıristiyan olabilirler. Budist, Şintoist, ateist, dinsiz olabilirler. Halbuki
ehil bizimle beraber olanlardır.
O kitabını sağından alanlar
hûrilerinin, zevcelerinin, ehillerinin, kendisiyle birlik olanların yanına,
cennete, bal ırmaklarının, hûrilerin, gılmanlarının yanına, makam-ı mahmud’un gölgesine giderlerken öbür
tarafta:
10-12. “Ama amel defteri kendisine
arkasından verilen kimse: “Mahvoldum” diye bağırır ve çılgın alevli ce-henneme
girer.”
Kitabını arkasından alanlar, kitabı
arkasından tutuşturulanlar. Yani dünyada ben kitabımı arkamdan almak istiyorum
diye bir hayat yaşayıp sonunda kitabı arkasından verilenler. Hakka sûresinde
“kitabı sol taraflarından verilenler” ifadesi vardır. Burada da arkasından
verilenler deniyor. Kitabını solundan alanlarla arkalarından alanlar birdir.
Anlayabildiğimiz kadarıyla kitapları sollarından verilenler bundan memnun
olmayıp, sollarından almamak için ellerini arkalarına atacaklar da arkalarından
verilecek. Çünkü sollarından verildi mi işlerinin bi-teceğini biliyorlar. Onun
için sollarından almak istemeyecekler de zor-la arkalarından kitapları
tutuşturulacak. Ne korkunç bir manzara değil mi?
Meselâ Müslümanların defteri, yani
sağdan verilen defterler yeşil ciltli, kâfirlerinki yani defterleri soldan
verilenler de kırmızı ciltli ol-sa, yahut Müslümanlarınki toprak ciltli, öbürü
de ateşten ciltli olsa, cil-dini, rengini uzaktan görür görmez onu kimse almak
istemez değil mi? Alınmayan da böyle arkadan verilir, tutuşturuluverir.
Hainler dünyadayken kitaplarını
arkalarına atmışlardı. Kitaplarıyla ilgilerini kesmişler, kitaptan habersiz bir
hayat yaşamışlardı. Allah’ın kitabının önüne başkalarının kitaplarını
geçirmişler, Allah’ın ki-tabını kenara almışlar, az bakılır hale getirmişlerdi.
Şimdi de kitapları arkalarından veriliyor.
Öyleyse unutmamak lâzımdır ki amel
defterleri şu sürekli elimizin altında
bulunan, bulunması gereken, elimizden hiç düşürülmemesi gereken kitabımıza göre
doldurulmalıdır. Amellerimiz konusunda sürekli beslendiğimiz, sürekli diyalog
halinde bulunduğumuz kitabımıza göre bu amel defterlerini doldurmak zorundayız.
Tüm amellerimizde kıstas bu kitap olmalıdır. Yaptığımız, söylediğimiz her şeyi,
verdiğimiz her kararı bu kitaba uygun olarak vermeliyiz. Kitabını sağından alan
mutlulardan olmak istiyorsak buna çok dikkat etmek, ki-tabı hiçbir zaman
elimizden düşürmemek zorundayız. Yine unutmayalım ki adamın kitabı neyse, hangi
kitapla sürekli beraberse, hangi ki-tabı elinden düşürmemeye çalışıyorsa,
kafasında kimin kitabının bilgileri canlıysa elbette ki amelleri de o kitap
kaynaklı olacaktır.
“Ya Rab bizi kitabını sağ elinden
verilenlerden eyle! Aman ya Rabbi arkalarından verilenlerden eyleme!”
Meselâ insan, belâlı dar bir sokağa
girse, yolun bir tarafı muttakilerle dolu, öbür tarafı da şakilerle dolu olsa.
Adam yolda giderken muttakiler sağından, şakiler de solundan tutsalar. Adam
sağından tu-tuldu mu kurtuldu, ama Allah korusun solundan tutuldu mu işi bitti.
İş-te bunun gibi solundan verildi mi defteri, işi bitik adamın. Yapabileceği
hiçbir şey yoktur. “Yahu iyi ama ben beş yıl namaz kılmıştım! Benim Orucum da
vardı! Turistik bir ziyaretim de olmuştu Suudi Arabistan’a!” Geçmiş olsun, işin
bitti. Ama bir de sağından verildi mi? “Yahu biraz günahım da vardı?” Hayır,
tamam seninki! Sen kurtuldun denilecek.
Kitabını arkasından
alanlar:
Ah! Ölüm nerdesin? Ne olur gel de bizi
bu durumdan kurtar di-yecekler. Ölümü çağıracaklar, ölüme dâvetiye çıkaracaklar,
ölümü te-menni edecekler ama ölemeyecekler. Ölüm acısını her yandan
hissedecekler ama ölemeyecekler. Hep ölümü yaşayacaklar ama bir tür-lü
ölmeyecekler.
Dikkat ediyor musunuz, zâlimler ölüm
istiyorlar. İstedikleri şey yok olmak, helak olup gitmek. Kendilerini biran
olsun içine gömüldükleri bu dayanılmaz azaptan, bu perişanlıktan kurtaracak bir
ölüm is-tiyorlar. Ölümle bu durumdan kurtulmak istiyorlar. Hayır hayır! Siz
böyle kalacaksınız! Siz cehennemde kalacaksınız! Siz azabın içinde
unutulacaksınız! Ölümle kurtuluş yok! Sizin için ölmek yoktur artık! Ölümü
temenni ettiren bir azabın içinde ebediyen kalacak ve unutulacaksınız! Sizin
için sizi bu azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni ettirecek
bu azabın içinde kalacaksınız. Çünkü sizler dünyadayken bunu istediniz! Biz
kitabımızı arkamızdan alacağız, biz cehenneme gitmek istiyoruz diye bir hayat
yaşadınız. Halbuki dünyada size hak gelmişti. Size Allah’ın âyetleri gelmişti.
Allah sizi bundan haberdar etmişti. Size Allah’ın elçileri, Allah’ın uyarıları
gelmişti. Size kitap, peygamber gelmişti. Siz haktan haberdar edilmiştiniz, ama
siz bu hakkı sevmiyordunuz. Siz Allah’tan gelen hakka burun kıvırıyordunuz.
İslâm’ı beğenmiyordunuz. Siz Allah’ın istediği hayatı değil, keyfinize göre bir
hayat yaşamayı yeğliyordunuz.
Eyvah! Vah! Tuh! derken, ölüm bekleyip
dururlarken arkaların-dan yedikleri tekmelerle görevliler onları içeri
kaktırıverecekler. Çılgın ateşe yaslayıverecekler,
sallayıverecekler.
13. “Çünkü o, dünyada, adamlarının
yanında iken zevk içindeydi.”
Hatırlayın ama o da bir vakitler onunla
bununla seviniyordu. Bir vakitler dünyada ehliyle, hanımı ve çoluk-çocuğuyla
mesrurdu. Kendi dünyasını kurmuş, işini tıkırına koymuştu. Beyefendinin keyfi
yerindeydi. Karısını kızını koluna takmış keyif çatıyordu. Kâm alıyordu
dün-yadan. Hayatının tadını çıkarıyordu. Dinle, diyanetle, namazla, ab-destle
ilgisi yoktu. Ehlinin, arkadaşlarının, cemaatının dinle, diyanetle ilgisi yoktu.
Çevresindekilerin, düşüp kalktıklarının Kitapla, Sünnetle ilgisi yoktu. Zevkinin
peşindeydi. Markının, dolarının hesabında, dükkanının, tezgahının derdindeydi.
Zira tekrar döneceğini hesap etmiyordu.
14. “Zira; o, bir daha dirilip
dönmeyeceğini sanmıştı.”
Ölümünden sonra diriltilmeyeceğini
zannediyordu. Hiç mi hiç, ebedîyen döndürülmeyeceğini zannediyordu. Hesabında
ölüm ve ölüm ötesi hayat yoktu.
15. “Bilin ki, Rabbi onu şüphesiz
görmekteydi.”
Hayır hayır, yanılıyordu. Çünkü o
başıboş değildi. Rabbi onu görüp gözetiyordu. Onu bir yaratan vardı ve sürekli
onu görüp gözetendi. Rabbi, onu tüm yaptıklarından hesaba çekecek olandı.
16. “Akşamın alaca karanlığına
andolsun; Geceye ve gecenin içinde olan şeylere andolsun; Dolunay halindeki Ay’a
andolsun ki: Ey İnsanlar! Şüphesiz siz bir durumdan diğerine uğratılacaksınız.
Onlara ne oluyor da inanmıyorlar?”
Bir baksanıza zamana, hiç duruyor mu?
Gündüz geceyi, gece gündüzü takip ediyor. Ay önce incecik, sonra biraz büyüyor,
sonra tekrar küçülüyor, yarım hale geliyor, sonra inceliyor ve kayboluyor. İşte
sizler de tıpkı bunun gibi yok olacaksınız.
İnsan da böyledir. Önce doğar.
Küçüktür, sonra biraz büyür, çocukluk dönemi, sonra gençlik dönemi, sonra
olgunluk dönemine ulaşır. Sonra tekrar küçülmeye başlar ve sonra bitiş gelip
çatar. İşte insan da tıpkı bu sayılanlar gibidir. Halden hale girerek bir ömrü
tüketir. Önce baba belindesiniz, anne karnındasınız, sonra kundakta çocuksunuz,
sonra apalıyor, emekliyorsunuz, sonra koşuyorsunuz, yü-rüyorsunuz ve sonra da
ölüp gidiyorsunuz. Öyleyse niye iman etmiyor bu insanlar? Rabbiniz bunca delille
size kendisini anlattığı halde niye hâlâ iman etmiyorsunuz? Üstelik Kur’an
okunduğu halde secde et-miyorlar.
21. “Onlara Kur’an okunduğu zaman neden secde
etmiyorlar?”
Allah karşısında bel bükün, boyun eğin!
Rabbinizi dinleyin! Onun emirlerine itaat edin, Allah karşısında ukalalık
etmeyin. Allah’ı dinleyin! Allah’a kulak verin! Allah’ın istediğini yaşayın!
Secde edin! Yani Allah karşısında ukalâlık etmeyin! Allah’a kafa tutmaya,
Allah’a akıl vermeye kalkmayın!
Meselâ örtünün! denilmişse, hemen bu
konuda secdeyi gerçekleştirin! Hemen Rabbinizin istediği biçimde örtünün
demektir bunun manası. Namaz kılın! Çocuklarınızı eğitin! Kitapla tanışın!
Sünnetle buluşun! Hayatınıza Allah’ın istediği biçimde program yapın!
De-nilmişse, hemen bütün bunları uygulamaya koymak üzere secde edin. Tüm bu
konuların secdesini, teslimiyetini gerçekleştirin demektir bunun
manası.
Secde, inkıyattır, Allah’ın emirlerine
boyun eğme, kabul etmedir. Allah’a, “Baş üstüne ya Rabbi! Anladım ya Rabbi!
Hemen gereğini yerine getiriyorum ya Rabbi” demektir. İtiraz etmemenin, yan
çizmemenin, savsaklamamanın, uygulamaya koymanın
beyanıdır.
Secde Kur’an okununca, Kur’an’da gelen
Rabbin emirlerine, yasaklarına, beyanlarına evet demek, inandım demek, ben buna
teslim oldum demektir. Öyleyse Kur’an âyetleri okununca aklı işin içine
karıştırmadan secde etmek zorundayız. Namaz kıl denince, iyi ama abdestim yok
demeden, itiraz etmeden, mâzeretlerin arkasına saklanmadan, aklı işin içine
karıştırmadan hemen namaza doğrulmak zo-rundayız. Tamam anladık da hele bir
çocukları büyüteyim, hele şu müşterileri bir savayım, hele şu okulu bir
bitireyim, ya iyi de elbisem temiz değil, şunları şunları bir bitireyim de ondan
sonra kılayım. Hayır, teslim olunmalıdır, hemen secde edilmelidir. Tıpkı “Asanı
taşa vur ey Mûsâ!” şeklindeki emir karşısında aklı işine karıştırmadan, ya acaba
suyla bunun ne ilgisi var? filan demeden Hz. Mûsâ’nın teslim olup emri
uyguladığı gibi, biz de Rabbimizin tüm emirlerini uygulayacak, hemen hiç
beklemeden secde edeceğiz.
22. “Aksine, inkarcılar
yalanlıyorlar.”
Lâkin kâfirler yalanlıyorlar, yalan
sayıyorlar. İnkar ediyorlar de-ğil, yalan sayıyorlar diyor Rabbimiz. Çünkü yalan
saymak, inkardan farklıdır. Adam duyuyor, anlıyor, hattâ inanıyor ama gereğini
yerine getirmiyor. Yani diliyle inandığını iddia ediyor ama hayatıyla, hayat
programıyla yalanlıyor.
Meselâ diyorsunuz ki adama: “Arkadaş
dışarı mı çıkıyorsun?” “Evet.” “Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var,
kar yağıyor! Aman pardösünü giymeden çıkma!” Adam dediğinizi anlıyor, inanıyor.
Kar nedir, soğuk nedir, biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor,
anlıyor ama yine de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa, işte bu yalan saymaktır. Yani
adamın namazın farz olduğunu, kılınması gerekti-ğini bilmesi ama yine de
kılmaması gibi. Müddessir sûresinin son bö-lümünde şöyle
anlatılır:
“Bizler din gününü yalan
sayanlardandık.”
(Müddessir:
46)
Dünyada mü'min görünen suçlular
anlatılıyordu. Yani dünyada mü'min zannedilen ama soluğu cehennemin kapısında
alan bu insanlara müslümanlar, cennete girenler şaşkınlık içinde şöyle
soruyorlardı:
“Hayrola ya! Niye geldiniz buraya? Bir
yanlışlık fi-lan mı oldu?”
Siz mü'min değil miydiniz? Ne işiniz
var sizin burada? Buy-rulunca, bunlar dört suç sayıyorlar: Bu suçlardan birisi
de şudur:
“Biz
din gününü yalan sayardık.”
Din gününü inkar ederdik değil, yalan
sayardık. Meselâ adama soruyorsunuz: “Arkadaş ölecek misin?” “Tamam.” “Dirilecek
misin?” “Tamam.” “Hesap-kitap var mı?” “Tamam.” “Peki Allah Kâdir mi? Ya-par mı bunu?” “Tamam.” Hepsine
inanıyor adam. Ama bakıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konulara aldırış
etmeden yaşıyor adam. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu bile görmek
mümkün değil. Öyle bir hayat programı var ki, adamın bu inancının hiç mi hiç
etkisi yok.
Yani imanının, inandım dediği şeyin
gereğini yapmıyor. Veya imanını amele dönüştürmüyor adam. Çok korkunç bir suç
değil mi bu? Namaz kılması gerektiğine inanıyor ama kılmıyor. Örtünmesi
ge-rektiğine inanıyor ama örtünmüyor. Kur’an’ı, Sünneti tanımadan Müslümanlık
olmayacağına inanıyor ama farklı yaşıyor. Çoluk-çocuğunu eğitmesi gerektiğine
inanıyor ama yanaşmıyor. İşte yalan saymak bu-dur ve çok büyük bir suçtur.
Kur’an okunur, anlatılır, adam dinler,
anlar, inanır. “Doğru ya, yapmak lâzım, etmek lâzım, vah, tüh!” der ama döner
gider eski haline. Hiç değişme olmaz hayatında. Unutur gider bu duyduklarını.
İşte yalan sayma budur.
23. “Oysa, Allah, onların
sakladıklarını çok iyi bilir.”
Allah onların kalplerindekini,
kalplerinde kendisine, kitabına, dinine ve Müslümanlara karşı gizlediklerini,
biriktirdiklerini bilmektedir. Allah, kalplerinde taşıdıkları kinleri,
düşmanlıkları bilmektedir.
24-25. “Ey Muhammed! Onlara can yakıcı
azabı müjde et. Yalnız inanıp yararlı işler işleyenlere, onlara, kesintisiz ecir
vardır. “
Peygamberim! Sen elim bir azapla, elem
verici, dayanılmaz bir azapla müjdele onları. Hepsini mi? Hayır, ancak inanıp
pişman olanlar var ya, inancını amel haline getirenler var ya onlar müstesna.
Zaten mü'minin her bir ameli imanın eseridir. Öyle olmalıdır. Mü'min, ha-yatının
her bir kademesinde mü’mindir. Namaz kılarken de, yatarken de, yerken içerken
de, ticaret yaparken de, evlenip boşanırken de. Her yaptığı işi müslümanca
yapar, müslüman olarak yapar. Namaz kılıyorsak buna inandığımız içindir. Bazen
de bir şeyi yapmıyoruz, bu da öyle. Bunu da müslüman olarak yapmıyoruz. Meselâ
ne gibi? Meselâ içki içmiyoruz, zina etmiyoruz. Bunu yapmazken de biz müslü-man
olarak yapmıyoruz. Gerek pozitif, gerekse negatif olarak ne yapıyor, ne
yapmıyorsak bunu müslüman olarak yapıyoruz. Yani bizler devamlı amel, kavil ve
fiille meşgulüz demektir.
Şimdi biz bunların tümünü bir
imanla, bir imanın gereği olarak yaptığımıza göre, öyleyse yaptığımız şeyleri
bir düşünelim. Acaba Mevlâ bizden bunları istedi diye mi yaptık? Yani bütün bu
yaptıklarımızı imanımız gereği mi yapıyoruz, yoksa bize bunları yaptıran başka
bir imanımız mı var? Veya bu yaptıklarımızı yaptıran başka Rablerimiz mi var?
Öyleyse ne kötü imandır ki, o bize bunları yaptırıyor. Bütün bunları Allah
istemediyse bizden, öyleyse niye yapıyoruz?
İnanan ve inancını yaşayan, inanan ve
imanını hayatında görüntüleyen, inanan ve inancını pratize eden, hayatını iman
kaynaklı yaşayan, hayatlarıyla imanları özdeş olan kimseler için ne
varmış?
Onlar için gayr-i memnun bir ecir, bir
ücret vardır. Minnet, başa kakmaktır. Gayr-i memnun ecir de minnetsiz, minnet
duyulmayacak tarzda, başa kakılmayacak biçimde bir ecirdir. Ameller karşılığı
bir ücrettir. Hani çalışan, alnının terini siler ve: “Ver arkadaş!” der ya, işte
aynen bunun gibi minnetsiz, amel karşılığı bir ücret verilecek onlara. Evet baş
kakıntısı olmayan bir ecir. Yani Allah, dünyadakilerin verdiği ücret gibi hadi
hadi hakketmediniz ama yine de size bunları veriyorum demeyecek, işte bunları
siz hak ettiniz, amellerinizle hak ettiğiniz mükafat işte budur
diyecek.
Bir de gayr-i memnun, memnuniyetin de
ötesinde bir ecir demektir bu. Yani, “Yeter ya Rabbi, ben ne yapacağım bu kadar
nimeti? Yeter ya Rabbi bu kadar hûriyi ben ne yapacağım? Ben bu kadar bü-yük bir
mülkü ne yapacağım?” dedikçe, Allah’ın daha fazlasını vereceği bir ecir, bir
ücret var onlar için. Memnun olmanın da ötesinde, memnuniyetin de ötesinde bir
ecir, bir mükafat verilecek o mü’min-lere.
Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Ve âhiru dâvana enil
hamdü lillahi Rabbil’ âlemîn.
- 84
-
İNŞİKAK SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
84., Nüzûl sıralamasına göre 83., Mufassal sûreler kısmının onuncu grubunun
ikinci ve son sûresi olan İnşi-kâk sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin
sayısı 25’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1-2. Gök yarılıp Rabbine boyun eğdiği
zaman ki gök boyun eğecektir. 3-5. Yer düzeltilip, içinde olanları dışarı atarak
boşaldığı zaman ve yer Rabbine boyun eğdiği zaman ki yer boyun eğecektir (herkes
yaptığının karşılığını görecektir). 6. Ey İnsanoğlu! Sen Rabbine kavuşuncaya
kadar çalışıp çabalarsın, sonunda O’na kavuşacaksın. 7-9. Amel defteri kendisine
sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının
yanına sevinçle döner. 10-12. Ama amel defteri kendisine arkasından verilen
kimse: “Mahvoldum” diye bağırır ve
çılgın alevli cehenneme girer. 13. Çünkü o, dünyada, adamlarının yanın-da iken
zevk içindeydi. 14. Zira; o, bir daha dirilip dönmeyeceğini sanmıştı. 15. Bilin
ki, Rabbi onu şüphesiz görmekteydi. 16. Akşamın alaca karanlığına andolsun; 17.
Geceye ve gecenin içinde olan şeylere andolsun; 18. Dolunay halindeki Ay’a
andolsun ki: 19. Ey İnsanlar! Şüphesiz siz bir durumdan diğerine
uğratılacaksınız. 20. Onlara ne oluyor da inanmıyorlar? 21. Onlara Kur’an
okunduğu za-man neden secde etmiyorlar? 22. Aksine, inkarcılar ya-lanlıyorlar.
23. Oysa, Allah, onların sakladıklarını çok iyi bilir. 24. Ey Muhammed! Onlara
can yakıcı azabı müjde et. 25. Yalnız
inanıp yararlı işler işleyenlere, onlara, kesintisiz ecir vardır.
Bir secde borcunuz var. Secdede aslolan
hemen duyar duy-maz, o durumla karşı karşıya gelir gelmez yerine getirmektir.
Hattâ abdestli olup olmadığına bakmadan, hattâ yerin temizliğine bakma-dan,
hattâ kıbleye dönüp dönmediğine bakmadan hemen secde et-mek, secdeyi
gerçekleştirmektir. Namazdaki secde değil tabii bu. Çünkü bakıyoruz Kur’an’da
namazla secde ayrı ayrı zikredilir.
Evet kıyametten, ahiretten, hesaptan,
kitaptan bahseden bir sûreyle karşı karşıyayız. Mekke’nin son günlerinde inen
bir sûre. Kı-yamet öncesi ve kıyamet sonrası olacakları gündeme getiren ve
in-sanları bu konuda hazırlığa dâvet eden bir sûre. Sûrede Allah’la bu-luşma,
Allah’ın sorgulamasıyla karşı karşıya gelme, amel defterleri ve bu defterlere
göre tespit edilecek yerleşim merkezleri son derece keskin ifadelerle anlatılır.
Mekke’de müslümanlar son günlerinde
imanları sebebiyle, yal-nızca müslüman olmaları sebebiyle horlanıyorlar,
dışlanıyorlar, işken-ce ve hakaretlere maruz kalıyorlar, evleri, malları
yağmalanıyordu. Evlerinden, yurtlarından ayrılmaya zorlandıkları bir anda bu
âyetler geliyordu. Tek suçları vardı Müslümanların. O da kâfirler gibi olma-mak,
onlar gibi düşünmemek, onlar gibi inanmamak, onlar yaşama-mak. İşte kâfirlerin
gözünde en büyük suç budur. Bu tür suçlulara kâ-firlerin tahammül etmeleri
mümkün değildir. Bakıyoruz şu anda da en büyük suç budur. İşte şu anda meselâ
koskoca bir okulda bin kızdan bir tanesi başını örtüyor, kızıyorlar ona.
Tahammül edemiyorlar bu kızcağıza. Niye? Onlar gibi de değil de ondan. Tarih
boyunca kâfir hiç değişmemiştir. Bugün eğer bizden rahatsız oluyorlarsa
kesinlikle bile-lim ki bu, onların değiştiklerinden değil, biz Allah’ın istediği
gibi müslü-manlar değiliz de ondan. Yâni değişen onlar değil biz
Müslümanlar-dır.
Allah’ın Resûlü kendileri gibi değil
diye kendisini suçlayanlara bu sûreyi okuyarak cevap veriyordu. Bizler de bugün
onlar bize ga-zaplanıp üzerimize çullandıkları zaman biz de onlara diyeceğiz ve
okuyacağız bunu. Ey kâfirler! Ey zâlimler! Ey müstekbirler! Elbette siz de bir
gün gelecek bu gücünüzü kaybedeceksiniz! Bu gücünüz de, bu iktidarınız da, bu
saltanatınız da, bu gününüz de yok olacak! Öyleyse gelin şimdiden aklınızı
başınıza alın! Eğer şimdiden akıllanır, kendi is-teğinizle Allah’a kulluğa
gidersiniz kazanırsınız diyeceğiz. Değilse siz bilirsiniz yarın öyle bir zaman
gelecek ki pişman olmanızın size hiçbir faydası
dokunmayacaktır.
İnşallah sûrenin âyetlerini tek tek
tanımaya başlamadan önce sûreye genel bir bakış yapalım. Sûre kıyametin
kopmasını anlatmak-tadır. İlk beş ayette kıyametin nasıl kopacağı dile
getirilir. İlk ayette göğün yarılıp parçalanışı "inşekka" kelimesi ile
anlatıldığı için sure el-İnşikâk (yarılama, parçalama) suresi adını almıştır.
6-19. ayetlerinde ise, insanların iki gruba ayrılacağı ve gruplardan birinin
amel defterle-rini sağ taraflarından alırken diğerlerinin arka taraflarından
alacakları anlatılır. Amel defterlerini arka taraftan alanlar, o anda tekrar
ölmeyi arzu edecekler ama bu istekleri gerçekleşmeyecek ve Cehenneme
sürüleceklerdir.
Sûre,
kâfirleri acıklı bir azabın beklediğini, müminlerin ise son-suz mükâfatlarla
mükâfatlandırılacaklarını haber vererek bitmektedir.
Sûrenin
meali şöyledir: "Gök yarıldığı, kendisine yaraştığı üzere Rab-bine kulak verip
boyun eğdiği zaman! Yer uzatılıp dümdüz yapıldığı, içinde olanları (dışarı) atıp
tamamen boşaldığı ve kendisine yarıştığı üzere Rabbine kulak verip boyun eğdiği
zaman! Ey insan, muhakkak sen Rabbine doğru (varan bir yol üzerinde) çabalayıp
durmaktasın, nihayet O'na varacaksın. (O zaman) kimin kitabı sağından verilirse,
o, kolay bir hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir. Ki-min
kitabı arkasından verilirse, o, ölümü çağıracak ve alevli ateşe gi-recektir.
Çünkü o, (dünyada) ailesi arasında (şımarık ve) sevinçli idi. O, hiç (Rabbine)
dönmeyeceğini sanmıştı. Hayır, muhakkak Rabbi o-nu görmekte idi. Hayır, yemin
olsun ki akşamın alaca karanlığına, ge-ceye ve (gecenin bağrında) toplayıp
ürettiği şeylere, dolunay şeklini alan aya ki, siz mutlaka tabakadan tabakaya
bineceksiniz. Onlara ne oluyor ki inanmıyorlar? Kendilerine Kur'an okunduğu
zaman secde etmiyorlar? Aksine o inkâr edenler (Hakk'ı) yalanlıyorlar. Allah
onların, içlerinde gizledikleri (küfür ve düşmanlığı) biliyor. Onlara acı bir
azabı müjdele. Ancak inanıp faydalı işler yapan kimseler için ardı arkası
ke-silmez bir mükâfat vardır"
Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.s)
İnşikâk ve Alâk surelerinde secde etti"
(Müslim
Kitâbu'l Mesâcid, 109).
Evet,
İnşikâk sûresinde; "Onlara Kur'an okunduğunda neden secde etmiyorlar" (21)
âyetinde tilavet secdesi yapılır. Bu kısa mukad-dimeden sonra inşallah sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya geçebiliriz.
1-2. “Gök yarılıp Rabbine boyun eğdiği
zaman ki gök boyun eğecektir.”
Sema yarıldığı, gök şaklandığı, gökyüzü
şak şak yarılıp parçalandığı zaman... Gün olacak, dönem gelecek, devran dönecek
ve gökyüzü şakk olacak. Semanın semalığı bitecek, fonksiyonu sona e-recek. Sahi
şu anda var mıydı semâ? Haberiniz var mı semânın var-lığından? Veya
fonksiyonundan? Şu şehir hayatı gerçekten semâmızı alıp götürmüş. Bizim semâyla
ilişkimizi kesmiş. Halbuki semâ sinesindeki binlerce Allah âyetiyle elimizden
tutup bizi Rabbimizin gücünü, kudretini anlamaya, tanımaya götürecekti. Ama
maalesef bugün ne semâyla, ne de ondaki Allah âyetleriyle ilişkimiz kalmadı.
Bugün ayın kaçı? Ya da gökyüzünde ay
var mı, yok mu? Hiç haberimiz yok değil mi? Ay’la da ilgimiz alâkamız yok,
semâyla da. Yani ay olmalı mı, olmamalı mı? Onu dahi bilemiyoruz belki. Öyle ya,
ay olsa ne olur, olmasa ne olur? Bize ne bundan? Halbuki Rasulullah ay için,
güneş için, sema için Allah’a götürücü âyetler olarak söz eder. Bunlar Allah’ın
âyetleridir. Bakın Rabbimiz bir âyetinde şöyle buyuruyor:
“Gece ile gündüz ve güneş ile ay
Allah’ın kudretinin delillerinden,
âyetlerindendir.”
(Fussilet
37)
Gece, gündüz, ay, güneş bunlar Allah’ın
âyetleridir. Bunlar Al-lah’ın varlığına şahadet eden yaratıklarıdır. Bunlar
Allah’ın varlığına, ulûhiyet ve rubûbiyetine deliller, alâmetler, işaretler,
âyetler ve nişanelerdir.
Semâ, ay ve güneş Allah’ın
âyetlerindendirler. Allah’ın âyetlerinden bu üç âyet, semâ, ay ve güneştir.
Bakara’daki iki âyeti, Al-i İm-rân’daki üç âyeti öğrenmesek olur mu? Bakara’yı
ve Al-i İmran’ı öğrenmesek olur mu? Bakara ha varmış ha yokmuş? Fussilet ha
varmış ha yokmuş? Yani ne fark eder ki? diye bir hayat yaşarsak sonuçta öy-le
olacaktır tabii. Cenâb-ı Hakk yarın: “Kullarım! Kur’an’larınızı alacağım artık!
Yeter artık bugüne kadar aranızdaydı, öğrendiyseniz öğren-diniz, tanıdıysanız
tanıdınız. Artık onu geri alıyorum. Geri çekiyorum artık!” dese. Bir de
bakmışınız ki Kur’an artık ortalıktan kaybolmuş. Yeryüzünden Kur’an kaldırılmış.
Sadece hayatınıza uygulayabileceğiniz, kendisiyle yol bulabileceğiniz kafanızda
kalan âyetlerden başkası yok. Ne yaparsınız? Yani artık ortada kitap kalmamış,
ne yaparsınız? Ne fark eder ki, zaten önceden de yoktu bizim için Kur’an
diyorsanız. Zaten önceden de bizim dinimiz üç Kulhü bir Elhamdı diyorsanız, o
zaman fark etmeyecektir. Gökteki âyetler var mı, yok mu, fark etmeyecektir. Veya
şu elimdeki kitabın âyetleri var mı, yok mu, fark
etmeyecektir.
Bugünkü gökyüzü de böyle. Meğer
parçalanacak bir gökyüzü varmış! Bizi ne ilgilendirirmiş ki bu? Bizim ne ilgimiz
varmış ki bununla, diyoruz sanki. Ne semâyla, ne semâdaki âyetlerle ilgimiz yok.
Eskiden adam bahçesine çıkınca, bahçesinde yatınca, veya hiç değilse gece abdest
almak için sokağına, bahçesine çıkınca semâyı, bulutları, rüzgarı, ayı,
yıldızları veya gündüz güneşi görebiliyormuş. Ama şimdi öyle bir iş mantığı,
öyle bir çarşı mantığı, öyle bir yeraltı kazanç merkezleri mantığı geliştirilmiş
ki, Allah’ın bu meşhut âyetleriyle ilgimizi alâkamızı
koparıvermiş.
Yaşadığımız hayatımızla, hayat
programımızla Allah’a da, Allah’ın yasalarına da kafa tutuyoruz âdeta. Ya Rabbi!
Sen akşam dinlence için güneşini batırıyorsan, paydos diyorsan da, bizim de
güneşlerimiz var! Biz de yakarız onları! Biz de yakarız ampullerimizi ve yine de
hayatımıza devam ederiz! diyoruz sanki. Sen bildiğini yap! Biz de bildiğimizi
yaparız! diyerek Allah’la yarışmaya kalkıyoruz âdeta. İstersek batırırız da onu!
diyoruz. Yeraltlarına inip batırıveriyoruz güneşi. Yani hayatta, hayatı Allah’a
kafa tutmaya vardıran bir anlayışımız var bizim Allah affetsin.
Bilmem o taraflarını ama şunu iyi
dinleyin: Gün olacakmış, dö-nem gelecekmiş, devran dönecekmiş ve gökyüzü şak şak
olacakmış. Kıyamet kopacak yani.
Gökyüzü Allah’a boyun eğecek, Allah’ı
dinleyecek, zaten ona yakışan da bu değil miydi? Yani gökyüzüne yakışan neydi
ki? Şu insan gibi Allah’a kafa tutmak mı? Ben de bilirim! demek mi? Asla, Allah
yarıl demişse yarılacak, birleş demişse birleşecek, dur demişse duracak, yürü
demişse yürüyecek. Ay da, yıldızlar da, güneş de, semâ da, arz da ve şu
çevremizdeki varlıkların tümü de Allah’ın dediğini dinleyecek. Zaten şu anda da
bu varlıkların tamamı Allah’ı dinlemektedirler. İnsanın dışındaki varlıkların
tamamının boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu Allah’ın elindedir. Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi de Allah’a boyun büküp teslim olmuşlardır. Bir an bile
Rablerine karşı gel-mezler onlar.
Öyle bir gün gelecek ki, semâ Allah’ı
dinleyecek ve yarılacak. Enbiyâ sûresinin haber verdiğine göre eskiden gökle yer
bitişikti ve bizim imtihanımız için onların ayrıldıkları
anlatılıyordu.
“İnkar edenler görmüyorlar mı ki gökler
ve yer bitişikti de biz onları ayırdık.”
(Enbiya 30)
İşte dünyadaki bizim imtihanımız için,
bizim imtihan salonumuzun oluşması için bir komutla bu ikisini ayıran, bu
ikisini imtihan konumuna getiren Allah, şimdi de imtihanın sona ermesiyle,
imtihan so-nuçlarının okunma döneminin gelmesiyle artık gökle yeri eski haline
döndürüveriyor. Yani daha önce bir komutla imtihan konumuna getirilen semâ ve
arz, bu defa da ikinci bir komutla hesap konumuna getiriliyor. Hesap-kitap
konumu alın! diyecek Rabbimiz ve semâ da, arz da eski hallerine
getirilecek.
Semâvât ve arz yeni bir şekil daha
alacak. Yani şu yıkılmaz görülen, kimseyi dinlemez görülen semâ var ya, muhkem
ve sarsıl-maz görülen semâ, gökyüzü var ya, Allah’ın emriyle yarılacak,
yıkılacak yarın. Rabbine boyun eğecek, dinleyecek, ona itaat edecek. Zira onun
zimamı Allah’ın elindedir.
“Sonra duman halinde bulunan gökyüzüne
yöneldi. Ona ve yeryüzüne: “İsteyerek veya istemeyerek buyuru-ğuma gelin!” Dedi.
Her ikisi de: “İsteyerek geldik!” dediler.”
(Fussilet 11)
Allah ilgisini göğe yöneltti, gökyüzünü
ele aldı, gökyüzünü mu-rad etti, gökyüzünü irade buyurdu. Yani iradesini
gökyüzüne doğru yöneltti. Gökyüzünü kastetti Allah ki, o duman halindeydi. Duman
ha-linde bulunan, gaz kütlesi durumunda olan semâya ve arza, ikisine birden
buyurdu ki: “İkiniz de ister istemez gelin!”
Tav'an yahut kerhen ikiniz birden Benim emrime boyun bükün! İkiniz
birden Bana teslim olarak vücuda gelin. İkiniz birden Benim arzuma uyarak yoktan
var olun! buyurdu. Onlar da, emredersin ya Rabbi! Emrin olur ya Rab-bi!
İsteyerek geldik! İsteyerek senin emrine boyun büküp var olduk, dediler.
Aslında burada her ikisinin de
Allah’a teslim oldukları anlatılıyor. Burada bize şöyle der Rabbimiz: “Ey insan
oğlu! Semâ, semâ ol-duğu halde itiraz edemez de, size ne oluyor? Siz kim, semâ
kim? Siz nerde, semâ nerede? Karnınızdaki belli, cürmünüz belli, gücünüz,
kuvvetiniz belli. Sizden çok daha büyük varlıklar bile Allah’ın emrine teslim
olup boyun bükmüşlerken size ne oluyor da O Allah’a teslim olmuyorsunuz? Siz
kime teslimsiniz? Siz kimi dinliyorsunuz? Siz kime itaat ediyor, kimin
arzularını yerine getiriyor, kimin adına bir hayat ya-şıyorsunuz?”
Âyetler bize ne fısıldıyor aslında?
Anlayabildiğimiz kadarıyla âyetler bize şunu söylüyor: “Bak ey insan! Aklını
başına al! Göklerde ve yerde ne varsa hepsi de Allah’a boyun büküp teslim
olmuşlardır. Gökler ve yerlerdeki tüm yasalar Allah’a aittir. Göklerde ve yerde
ne varsa hepsi Allah’ın yasalarına boyun bükmektedir. Tüm varlıklar Allah
yasalarına boyun bükmüştür. Hiçbir varlık Allah’ın yasalarının dışına çıkamaz.
İşte sizden ve sizin dünyanızdan çok daha büyük varlıklar Allah’a, Allah’ın hak
yasalarına boyun bükmüşken, her şey üzerinde Allah’ın hükmü ve iradesi hakimken,
tüm varlıklar Rablerine teslimken siz kime teslimsiniz? Ay, yıldızlar ve semâ,
gökyüzü, yeryüzü, her şey o büyüklüğüne, o yüceliğine, o azametine rağmen
Allah’ı dinliyor da size ne oluyor da Rabbinizi dinlemeye yanaşmıyorsunuz? Ay,
yıldız, güneş, ecram-ı semavîye denilen her şey Allah’a kulluk ya-parken,
Allah’ı dinlerken nasıl oluyor da yine Allah’ın yasaları gereği kendilerine
irade verilmiş olan insanlar Rablerinin emirlerine kafa tu-tarak kâfir
olabiliyorlar? Nasıl oluyor da bu insanlar Rablerinin yasalarını kabule
yanaşmıyorlar? Nasıl oluyor da Rablerinin hak yasalarını bırakıp başkalarının
yasalarına kulluk etmeye çalışıyorlar? O yasalarına kulluk etmeye çalıştıkları
varlıklar mı yaratmış bu gökleri ve yeri? Göklerde ve yerde işleyen yasaları,
kendi vücutlarına egemen olan yasaları onlar mı koymuşlar? Gökler ve yerlerde
egemen olan onlar mı?”
3-5. “Yer düzeltilip, içinde olanları
dışarı atarak boşaldığı zaman ve yer Rabbine boyun eğdiği zaman ki yer boyun
eğecektir (herkes yaptığının karşılığını
görecektir).”
Yer düzeltildiği, uzatıldığı zaman.
Dağlar, dereler, tepeler dümdüz düzeltildiğinde. Yeryüzünün uzatılması,
yayılması, genişle-tilmesi, uzatılması anlatılıyor. Türkçe’de bu kelimenin şöyle
bir türevi kullanılır: Temdit. Kur’an-ı Kerîm’de zaman için de, mekân için de
temditten söz edilir. Zaman için de, mekân için de bir uzatılma söz konusudur.
İşte bu âyette de mekânın uzatılmasından, yeryüzünün genişletilmesinden söz
ediliyor. Artık dağlar mı düzletilip arz genişletilecek? Yer mi eklenecek? Veya
Ay’dan, Merih’ten biraz toprak mı ge-tirilip ilâve edilecek, bunu bilemiyoruz.
Nasıl olacak, bunun keyfiyetini bilmiyoruz. Yani yerinden söküp getirdiği ayı mı
ekleyecek dünyaya, yıldızı mı, bilmiyoruz. Yoksa yüksekler düzleşince, çukurlar
dolunca mı uzayacak bilmiyoruz. Ama ne gerek var bunu bilmeye? Değil mi ki bunu
yapan bunun on mislini de yapar. “Ol” deyiverir, o kadar.
Peki biz nesini biliriz bunun? Bize
lâzım olan ne burada? Bize lâzım olan bu düzen değişecek, biz bunu biliyoruz,
bize bu lâzım. Bu düzen değişecek ama bu, bu düzenin bozulması manasına gelmez.
Bozuk düzeni düzeltecek Rabbimiz. Bizim bozduğumuz düzenleri de düzeltecek.
Rabbimiz, gökler ve yere önce bir komut vermiş. “İmtihan düzeni al!” demiş,
gökler ve yeryüzü bizim imtihanımız için imtihan konumu almışlar. Sonra imtihan
bitip de imtihan sonuçlarının ilânı dö-nemi gelince de, ikinci bir komutla hesap
konumu alın! diyecek Rab-bimiz, onlar da bu konumu
alacaklar.
Meselâ farz edin ki bir çocuk evde
dolabın içine yerleştirilmiş iki yüz kaseti oradan indirmiş, evin içinde onlarla
oyun oynuyor. Kasetlerle ev yapıyor, garaj yapıyor, yollar yapıyor, araba
yapıyor, çitlerle çevrili bahçe yapıyor. Sonra annesi geliyor ve: “Yaramaz
çocuk! Evin düzenini bozmuşsun” diye kasetleri toplayıp dolaba koyuyor. Şimdi
hangisi bozma, hangisi düzeltmedir bunun? Çocuğunki mi boz-ma, yoksa annenin
yaptığı mı? Çocuğa göre anneninki bozma, anneye sorsanız çocuğunki bozmadır,
değil mi? Yani bu iş anneye göre düzeltme, çocuğa göre bozmadır. İşte bu
kıyametle olup bitenler, belki bize göre bozmadır ama Allah’a göre düzeltmedir.
Allah önce dünyayı imtihan düzeninde
yaratmıştır. Dünyaya, semâya, toprağa, tuğlaya, suya, ateşe, havaya, aya,
yıldızlara, güneşe imtihan konumu alın demiş, onlar da konumlarını almışlar.
Yarın da hesap konumu alın diyecek, onlar da bu defa hesap konumu alacaklar.
Sonra:
Arz içindekileri, karnında ne varsa
hepsinini atacak. Ne var ar-zın karnında? Bazı şeyleri gömüyorsunuz ya toprağın
altına. Ne gömüyoruz? Ev, dükkan diye emeklerimizi, alın terlerinizi
gömüyorsunuz ya. Yeryüzü yiyeceklerinizi, kalbinize gömdüklerinizi, öğrenip de
çoluk-çocuğunuza, çevrenize anlatmayarak sır küpü gibi kafanızda toprağa
gömdüklerinizi, her şeyi dışarıya atacak. Tıpkı hamile bir kadının karnındakini
dışarıya atması gibi yeryüzü de hamlini boşaltıp sînesindekilerin tümünü
dışarıya atacak. Veya o gün yeryüzü esrarını keşfedecek, sırlarını açacak, esrar
perdesini kaldırıp lehte ve aleyhte şahadette bulunacak, bildiklerini,
gördüklerini anlatacak.
Yeryüzü Hz. Adem’den (a.s) bu yana
sînesine gömülmüş ölüleri kabirlerinden fırlatıp atacak. Sînesindeki tüm
cesetleri dışarıya atacak yeryüzü.
“Nasibindir gezdiren yer yer seni,
Önce besler sonra yer yer
seni”
Diyordu ya şairin biri. İşte önce
besliyor yeryüzü insanı, sonra da kendisi yiyor onu. Hoş aldı lokmayı ağzına,
aldı insanı sinesine ama hep orada kalsaydık ya diyor kimileri. “Madem aldı bizi
sinesine, bari bırakmasaydı ya, diyor kâfirler. Bir daha dirilme olmasaydı ya.
Unutulup gitseydik ya. Sümen altı olsaydık, unutulup gitseydik te bir daha hesap
kitap olmasaydı ya,” derler.
Bu âyeti duyan kimileri çocuklarına
vasiyet ediyorlarmış. “Ben öldüğüm zaman beni 150-200 metre toprağın derinliğine
gömün diye. Neden? Yarın yeryüzü sallanıp da bağrındakileri dışarıya attığında
kendisinin yerin altında kalıp dışarıya atılmaktan, tekrar dirilip
hesap-kitaptan kurtulmak, sümenaltı olmak için, kimileri de ben öldükten sonra
cesedimi yakın, Ganj’a, Fırat’a külümü atın” diyor. “Benim cesedimi parçalayıp
organlarımı isteyenlere dağıtın” diyenleri görüyoruz. Herhalde bizde de mezarın
üzerini beş on tonluk mermer yığınlarıyla kapatırken aynı endişeyle bu işi
yapıyorlar. Yarın yeryüzü sallandığında bu sarsıntıdan kurtulmak ve toprağın
altında kalmak için yapıyorlar. Ama kim ne yaparsa yapsın, arz o gün
bağrındakilerin tümünü dışarıya atacak ve bundan hiç kimse kurtulamayacaktır.
Bakın Nâziât sûresinde bunun hiç de zor olmadığını Rabbimiz şöyle
anlatır:
“Zor değil, bu olay bir tek haykırmaya,
bir anonsa bakmaktadır. Bir de bakmışsın ki hemen
uyanırlar.”
(Nâziât
13,14)
Bir de yeryüzünün sinesinden atılacak
olanlarla alâkalı yerin içindeki hazîneleri, defîneleri, altınları, gümüşleri
dışarıya atacağı da söylenmiş. İnsanların bir ömür boyu uğrunda çırpındıkları,
elde etmek için koşturdukları, bunsuz olmaz diyerek kıbleleştirdikleri,
tapındıkları şeylerin değersizliği ortaya konulacaktır. O hengamede insanlar
onlara yönünü dönüp bakmayacaklar ve bu değersiz şeyler uğrunda ne kötü bir ömür
tükettiklerini anlayacaklar. Müslim’de bu hususu anlatan bir hadis var. Ebu
Hureyre efendimizin rivâyet ettiği hadislerinde Allah’ın Resûlü bakın şöyle
buyurur:
“Yer içindeki ciğerparelerini, altın ve
gümüşlerini plaklar halinde dışarıya atar. Sonra katil gelip: “Ben işte şunun
için öldürmüştüm,” der. Akrabalarını terk eden, sılayı rahmi kesen kişi gelip:
“Ben işte bunun için akrabalarımı terk etmiştim,” der. Hırsız gelip: “İşte şunun
için benim elim kesilmişti,” der. Sonra onları terk ederler ve hiçbir şey de
almazlar.”
Bir gün gelecek, arz deşilip
içindekileri dışarıya atılacak. Arz gördüklerine, duyduklarına şahitlik edecek.
Kalplerdekiler, sinelerdekiler de devşirilecek, derlenip toparlanacak.
Göğüslerdeki tüm niyetler, düşünceler, arzular, hedefler, tutkular ortaya
dökülecek. İnsanların yaşadıkları hayatta kalplerinde besledikleri, içlerinde
taşıdıkları, gönüllerinde gizledikleri her şey açığa çıkacak, ortaya
dökülecektir. İnsanın gizlediği, sakladığı tüm sırları deşifre edilecek, tüm
ayıpları ortaya dökülecektir. Yani kalplerin hâsılası devşirilecektir.
Kim ne düşünmüş, ne yapmış? Ne
yapmayı hedeflemiş? Yaptıklarını yaparken ne adına, kim adına yapmış? Kimi razı
etmek için yapmış? Yaptıklarının yaptırıcısı kimmiş? İşlediği ameli hangi
niyetle işlemiş? Allah için mi, toplum için mi? Çevreyi memnun etmek için mi?
Âdetler böyle istiyor diye mi? Amir böyle emrediyor diye mi? Modayı memnun etmek
için mi? Gizliliklerin tamamı boşalacak. Arz, Rabbine kulak verecek ve bildiği
gördüğü her şeyi ortaya dökecek. Zaten ona yakışan da
budur.
İşte bu dünyanın sonu buna gidiştir. Şu
anda evler yapılıyor sağlam gibi, ama gide gide sonunda yarılmaya, yıkılmaya
gidiyor. Ba-kın Allah buyuruyor:
6. “Ey İnsanoğlu! Sen Rabbine
kavuşuncaya kadar çalışıp çabalarsın, sonunda O’na
kavuşacaksın.”
Öyleyse ey insan! Unutma ki sen Rabbine
doğru çabalıyorsun! Sen Rabbine kavuşuyorsun da sonunda zaten. Ey insan! Sen
hızla ölüme doğru koşmaktasın! Bir maraton gibi hızla Rabbine doğru gidiyorsun!
Ey insan! Senin dünyada tüm çaban, tüm gayretin, uğraşın, gitmen, gelmen,
yürümen, durman, yatman, uyuman, yemen, içmen hep Rabbine doğrudur. Her şeyin
Rabbine yöneliktir. Sonunda sen O’nunla karşı karşıya geleceksin. İnsanlar
dünyada bütün gayretlerini, bütün çabalarını Allah’ı bulmaya, Allah’la karşı
karşıya gelmeye harcarlar. Tüm gayretler buna yöneliktir.
Yani insan dünyada ne yaparlarsa
yapsınlar, ister kulluk, ister küfür, ister ibadet, ister isyan, ister itaat,
ister ret, ne yaparsa yapsın her yaptığıyla Allah’a yaklaşıyor demektir. Her
haliyle Allah’a doğru gidiyor demektir. Kişi her nefesi yaşama adına alır ama
her nefesiyle Allah’a yaklaşıyor. İnsanoğlu yaşamak için nefes alır ama her
nefesi onu ölüme biraz daha yaklaştırmaktadır. Nefes almasa ölecek, ama nefes
alsa yine ölecek. Hani acele giden ecele gider, yavaş gidenin de ecel arkasından
yetişir ya, işte insanoğlu her adımda mezardan kaçar ama, her adımda ona doğru
biraz daha yaklaşır.
Öyleyse unutmayalım ki bizim de
tüm çabalarımız, tüm uğraşlarımız mezara doğrudur. Biz şu anda mezar aramaya
çıkmışız. Belki şu anda içimizden birisi burada bulacak aradığı mezarını. Burada
öl-dük mü işte mezarımız burası. Şunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkar-mayalım
ki, şu anda üzerimizdeki elbisemiz ilk kefenimiz ve şu anda üzerinde oturduğumuz
mekân bizim ilk mezarımız olabilir. Her şey yokluğa, yok olmaya doğru gidiyor.
Semâ, arz, ay, güneş, yıldızlar, bitkiler, insan her şey yokluğa doğru gidiyor.
Hepsi gitsin ben kalırım, ben gitmek istemiyorum
diyemezsiniz.
Öyleyse bu inanca göre hareket edelim.
Hayatımızı bu inanca bina edelim. Her an Allah’la karşı karşıya geleceğimizin
şuurunda ola-lım. Ölümü hayatın içinde kabullenelim. Ölüm elde bir, ahiret elde
bir diyelim ve öyle yaşayalım. Kıyameti iki kaşımızın arasında bilelim. Öyle
miyiz acaba şu anda?
“Allah’a kavuşmayı (Allah’la
karşılaşmayı) yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir ki kıyamet saati ansızın
onlara geldiği zaman ağırlıklarını arkalarına yüklenip: “Dünyada işlediğimiz
büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize!” derler. Dikkat edin onların
yüklendikleri şeyler ne kötüdür!”
(En’âm 31)
Allah’la karşı karşıya gelmeyi
ummayanlar, Allah’a kavuşup O’nun sorgulamasıyla karşı karşıya geleceklerine
inanmayanlar, dünya hayatına razı olanlar, dünyayı tatminkar bulanlar, dünyanın
ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini duymayanlar, “Varsa da yoksa
da yaşadığımız şu hayat vardır. Burada kam almaya bakalım” diyenler. Yaşadıkları
hayatlarında ahiret inancının kokusu bile olmayanlar, işte hüsrana mahkum
olanlar bunlardır. İşte eli boşa çıkanlar, kaybedenler bunlardır. Hasret
çekenler bunlardır. “Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar olsun bize! Yuh olsun bize! Vah
orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bizim
hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah yapmamamız gerekirken yaptıklarımıza!
Eyvah yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza!” diyerek dövünecekler, kaybettikleri
fırsatlarından ötürü hasret çekecekler.
Dünya ile aldanmışlardır bunlar. Onu
kendilerinin sandılar, aldandılar. Onu ebedî zannettiler, aldandılar. Sanki
dünyayı hiç bitme-yecek, tükenmeyecek zannettiler, aldandılar. Dünyanın
içindekilere meylederek aldandılar. Dünyanın konumu onları aldattı, aldandılar.
Kuralları gereği dünyada Allah dokunmuyordu onlara. Dünyada imtihan gereği içki
içene de dokunmuyordu Allah. Namaz kılana da do-kunmuyordu, zina edene de
dokunmuyordu, dünyanın yönetimine Al-lah’ı karıştırmayanlara da dokunmuyordu.
Allah’a kulluk yapana da, âdetlerin, çevrenin, modanın, şeytanın, tâğutların,
nefislerinin kulu, kölesi olanlara da dokunmuyordu. İmtihan gereği işledikleri
suçlar yüzünden dünyada Allah’ı atlattıklarını zannediyorlardı. Aldandılar ve
kaybettiler.
Evet biz her an Allah’a doğru
gidiyoruz. Bütün yollar insanı Al-lah’a götürmektedir. Ama Allah’a götürücü
yollar ikidir.
a. İnsanı Allah’la cennette buluşturan
yollar,
b. İnsanı Allah’la cehennemde
buluşturan yollar.
Hani adamın biri öyle diyormuş: “Nârın
da hoş, nûrun da.” Ya Rabb cehennemin de hoş, cennetin de. Benim için nârı da
fark et-mez, nûru da. Ben Allah’ı istiyorum. Ben Allah’la buluşayım da gerisi
fark etmez. Ben Rabbimi bulayım da gerisi ne olursa olsun. Yanlış bir söz.
İnsanlar zaten Allah’a gidiyorlar. Herkes mecburen Allah’la buluşacak, ama
cennette buluşmayı isteyin diyor Rabbimiz. Çünkü cehennemlikler de buluşacaklar
Allah’la ama Cehennemde azabın içinde buluşacaklar, azabıyla buluşacaklar.
Öyleyse ben öyle demiyo-rum. Benim peygamberim ve selefim de öyle dememiş. Ben
de Allah-la buluşmayı istiyorum ama cennette buluşmayı istiyorum ve dua
ediyorum. Allah’ın nûrunu istiyorum, cehennemden de, nârından da Rabbime
sığınıyorum. Çünkü Rabbim kitabında benim istediğim yol budur, sizler bu yolla
beni bulun diyor. Öyleyse Rabbimizi O’nun dediği, O’nun gösterdiği yolda bulmak
zorundayız. Bu yoldan giderseniz benimle karşılaşırsınız, diyor
Allah.
İki yol var. Bakın bu iki yolun sonucu
neymiş?
7-9. “Amel defteri kendisine sağından
verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına
sevinçle döner.”
Defterini sağından almak isteyenlere,
dünyada böyle bir hayat yaşayanlara defterleri sağından verilecek. Solundan ya
da arkasından almak isteyenlere de sollarından verilecek. Bu insanın kendi
elindedir. Çünkü defterimizi yazan biziz. Yazan meleklerdir ama yazdıran biziz.
Öyle değil mi? Meselâ daktiloyla bir sayfa yazı yazsanız, sonra da “Bu yazıyı
kim yazdı? diye sorsalar, “Bunu daktilo yazdı” der misiniz? Veya “Bunu kalem
yazdı” der misiniz? Bunu ben yazdım dersiniz değil mi? Kalem yazdı ama siz
yazdınız. Daktilonun tuşlarına bastınız, daktilo da yazdı. İşte melekler
yazıyorlar amellerimizi ama biz yazıyoruz, biz yazdırıyoruz. Melekler tıpkı
elimizdeki kalem gibi, ya da daktilonun tuşları gibidir. Bir amel işliyoruz, o
ameli işleyen biziz ve meleklere diyoruz ki: “Yazın bunu, onlar da yazıyorlar.”
İşte dünyada yarın defterini sağından almak üzere ameller işleyenler,
hayatlarını buna göre yaşayanlar yarın defterlerini sağından alacaklar.
Defterlerini sollarından veya arkalarından almak isteyenler, hayatlarını buna
göre yaşayanlar da sollarından alacaklar. İşte kitabını sağından ve solundan
almayı böyle anlıyoruz.
İşte defterlerini sağlarından
alanlar:
Çok kolay bir hesap beklemektedir onu.
Kolay bir hesap, basit bir hesap, tartışmasız, sıkıştırmasız bir hesapla
karşılaşacak. Hesabı kolayca görülecek. Tamam bu güzel! Bunu iyi yapmışsın! Bu
da güzel! Şurada bir eksiğin var! Şunu hatalı yapmışsın ama haydi neyse
affettik! gibi böyle yüzeysel üç-beş maddelik bir hesapla işi bitirilecek.
Aslında Rasulullah Efendimizin beyanıyla bu hesaba çekilme değildir. Bu bir
arzdır. Yani kişiye dünyadayken yaptıklarının arzından ibarettir bu. Bakın
Buhârî’nin Hz. Ayşe annemizden rivâyet ettiği bir hadiste şöyle
buyurulur:
“Hesaba çekilmiş hiçbir kimse yoktur ki
helak edilmiş olmasın. Hz. Ayşe der ki: “Canım sana feda olsun ey Allah’ın
Resûlü! Rabbimiz kitabında: “Kitabı sağ elinden verilen kolay bir hesaba
çekilecek” buyurmadı mı? dedim. Allah’ın Resûlü de şöyle cevap verdi: “Ya Ayşe,
bu arzdır. Hesaba çekilen azaba uğratılır.”
(Buhârî, âyetin
tefsiri)
Demek ki bu, Rabbimizin kuluna
amellerini arzetmesidir. Bu bir hesaba çekme değildir. Kulum! İşte sen şunları
şunları yapmıştın! Dünyadayken nasıl bunları örtmüşsem şimdi de bunları
bağışlıyorum! buyurarak defteri sağından verilenler kolay hesapla
karşılaşacaklardır. Yani Cenab-ı Hak: “Bu cennettedir! Bu cennetliktir” dedi mi,
böyle hesap etti mi artık onun işi kolaydır. Yani yine hesap var, yine sorgulama
var ama bu hesap kolaydır. Kolay bir hesaptır. Ama Allah korusun da çorap söküğü
gibi, bunu niye yaptın? Bunu nasıl yaptın? gibi bir sorgulama başladı mı artık
onun işi bitiktir. Evet şunu niye yaptın? Bunu niye yapmadın? Niye anlamadın?
Niye okumadın? Niye tanımadın? Niye düşünmedin? Niye anlatmadın çocuklarına?
Niye duyurmadın hanımına? gibi hesabın teferruatına bir girdi mi, işi bitiktir o
adamın. Hani dünyada bir hesap defteri tutulur. Hesabın görüldüğü ortamda eğer
adam affedilecekse, işte şu kadar ödemişsin, şunu ver-mişsin, iki-üç bin daha
verdin mi, tamam bu iş biter filan denir. Ama adama ceza verilecekse, adam
cezaya çarptırılacaksa detaya girilir. Ayın ikisinde şöyle yaptın! Üçünde şunu
yapmadın! demeye başladı mı, işi bitiktir.
Kitabını sağından alanlar için kolay
bir hesap, detaya inilmeyen bir hesap ve sonra da:
Artık alnı açık, başarının sevinciyle,
yüzü güler, gönlü mesrur olarak ehline dönüyor. Haydi ehline, seni bekleyenlere,
bekleyenlerine, sevdiklerine dön denilir ona, o da sevinç içinde ehlinin yanına
dö-nüverir. Peki kimdir ehli? Kimdir onu bekleyenler? Hûrileri, zevceleri.
Yaratıldıkları günden beri her gün biraz daha güzelleşerek kendisini bekleyen
cennetteki sevgilileri. Veya cennete kendisinden önce girmiş sevdikleri,
dostları. Veya kendi evinde kendisi gibi olanlar, kendisi gibi inanlar.
Kendisiyle birlikte dünyada cennet kazanma kavgası verenler. Yani yeryüzünde bu
dini birlikte yaşama ve yaşatma kavgası veren babaları, anaları, zevceleri ve
çocuklarının yanına gidecekler.
Dikkat ederseniz burada ehlinin yanına
deniyor. Oğlunun yanına, kızının, karısının yanına denmiyor. Çünkü onların hepsi
ehil değildir. Nitekim Nuh’a (a.s), oğlu hakkında Rabbimiz, “O senin ehlin
değildir” buyurmuştu. Kenan Nuh’un (a.s) oğluydu ama ehli değildi. Oğlun değil
denmiyor, ehlin değil deniyordu. Demek ki evimizin içindekilerden bizimle
beraber olanlar, bizimle birlikte kulluk yapanlar, bizimle birlikte cennet
kazanma kavgası verenler bizim ehlimizdir.
Öyleyse evimizin içindekileri ehil hale
getirmek zorundayız. Evimize girip çıkanları da ehil hale getirmek, onları da
ehlileştirmek zorundayız. Yahu ne yapayım! Ben seçmedim ya, işte bacanak!
Mecburen akraba olmuşuz ve gelip gidiyor bizim eve! Hayır! Olmaz! Mâzeret
değildir bu. Ya ne yapacağız? Nedir bizim görevimiz? Madem ki bizim eve girip
çıkıyor, o halde ona dini anlatacağız. Ona İslâm’ı duyuracak ve hattâ ehlimiz
olduğu için duyurmanın da ötesinde uygulattıracağız. Bu bizim
sorumluluğumuzdadır unutmayalım. Yahut da Allah’a isyan olanı yok etmeye
çalışacağız, engellemeye çalışacağız. Yani ona emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l
münker yapacağız.
Evimize girip çıkan kimselere, yani
ehlimize dikkat edeceğiz. Bu kayınpederimiz, kayınvalidemiz de olsa. Aslında
bizler kadınlarımızın babasıyla, anasıyla görüşmelerini engelleyemeyiz. Buna
hakkımız yoktur. Ama kadınlarımızın babası, anası onun dünyasına girer de
kadınlarımızı kendileri gibi yapmaya, kendi dünyalarına çekmeye çalışırlarsa o
zaman kendi kontrolümüz altında görüşmelerini sağlarız. Zira baba, ana
Hıristiyan olabilirler. Budist, Şintoist, ateist, dinsiz olabilirler. Halbuki
ehil bizimle beraber olanlardır.
O kitabını sağından alanlar
hûrilerinin, zevcelerinin, ehillerinin, kendisiyle birlik olanların yanına,
cennete, bal ırmaklarının, hûrilerin, gılmanlarının yanına, makam-ı mahmud’un gölgesine giderlerken öbür
tarafta:
10-12. “Ama amel defteri kendisine
arkasından verilen kimse: “Mahvoldum” diye bağırır ve çılgın alevli ce-henneme
girer.”
Kitabını arkasından alanlar, kitabı
arkasından tutuşturulanlar. Yani dünyada ben kitabımı arkamdan almak istiyorum
diye bir hayat yaşayıp sonunda kitabı arkasından verilenler. Hakka sûresinde
“kitabı sol taraflarından verilenler” ifadesi vardır. Burada da arkasından
verilenler deniyor. Kitabını solundan alanlarla arkalarından alanlar birdir.
Anlayabildiğimiz kadarıyla kitapları sollarından verilenler bundan memnun
olmayıp, sollarından almamak için ellerini arkalarına atacaklar da arkalarından
verilecek. Çünkü sollarından verildi mi işlerinin bi-teceğini biliyorlar. Onun
için sollarından almak istemeyecekler de zor-la arkalarından kitapları
tutuşturulacak. Ne korkunç bir manzara değil mi?
Meselâ Müslümanların defteri, yani
sağdan verilen defterler yeşil ciltli, kâfirlerinki yani defterleri soldan
verilenler de kırmızı ciltli ol-sa, yahut Müslümanlarınki toprak ciltli, öbürü
de ateşten ciltli olsa, cil-dini, rengini uzaktan görür görmez onu kimse almak
istemez değil mi? Alınmayan da böyle arkadan verilir, tutuşturuluverir.
Hainler dünyadayken kitaplarını
arkalarına atmışlardı. Kitaplarıyla ilgilerini kesmişler, kitaptan habersiz bir
hayat yaşamışlardı. Allah’ın kitabının önüne başkalarının kitaplarını
geçirmişler, Allah’ın ki-tabını kenara almışlar, az bakılır hale getirmişlerdi.
Şimdi de kitapları arkalarından veriliyor.
Öyleyse unutmamak lâzımdır ki amel
defterleri şu sürekli elimizin altında
bulunan, bulunması gereken, elimizden hiç düşürülmemesi gereken kitabımıza göre
doldurulmalıdır. Amellerimiz konusunda sürekli beslendiğimiz, sürekli diyalog
halinde bulunduğumuz kitabımıza göre bu amel defterlerini doldurmak zorundayız.
Tüm amellerimizde kıstas bu kitap olmalıdır. Yaptığımız, söylediğimiz her şeyi,
verdiğimiz her kararı bu kitaba uygun olarak vermeliyiz. Kitabını sağından alan
mutlulardan olmak istiyorsak buna çok dikkat etmek, ki-tabı hiçbir zaman
elimizden düşürmemek zorundayız. Yine unutmayalım ki adamın kitabı neyse, hangi
kitapla sürekli beraberse, hangi ki-tabı elinden düşürmemeye çalışıyorsa,
kafasında kimin kitabının bilgileri canlıysa elbette ki amelleri de o kitap
kaynaklı olacaktır.
“Ya Rab bizi kitabını sağ elinden
verilenlerden eyle! Aman ya Rabbi arkalarından verilenlerden eyleme!”
Meselâ insan, belâlı dar bir sokağa
girse, yolun bir tarafı muttakilerle dolu, öbür tarafı da şakilerle dolu olsa.
Adam yolda giderken muttakiler sağından, şakiler de solundan tutsalar. Adam
sağından tu-tuldu mu kurtuldu, ama Allah korusun solundan tutuldu mu işi bitti.
İş-te bunun gibi solundan verildi mi defteri, işi bitik adamın. Yapabileceği
hiçbir şey yoktur. “Yahu iyi ama ben beş yıl namaz kılmıştım! Benim Orucum da
vardı! Turistik bir ziyaretim de olmuştu Suudi Arabistan’a!” Geçmiş olsun, işin
bitti. Ama bir de sağından verildi mi? “Yahu biraz günahım da vardı?” Hayır,
tamam seninki! Sen kurtuldun denilecek.
Kitabını arkasından
alanlar:
Ah! Ölüm nerdesin? Ne olur gel de bizi
bu durumdan kurtar di-yecekler. Ölümü çağıracaklar, ölüme dâvetiye çıkaracaklar,
ölümü te-menni edecekler ama ölemeyecekler. Ölüm acısını her yandan
hissedecekler ama ölemeyecekler. Hep ölümü yaşayacaklar ama bir tür-lü
ölmeyecekler.
Dikkat ediyor musunuz, zâlimler ölüm
istiyorlar. İstedikleri şey yok olmak, helak olup gitmek. Kendilerini biran
olsun içine gömüldükleri bu dayanılmaz azaptan, bu perişanlıktan kurtaracak bir
ölüm is-tiyorlar. Ölümle bu durumdan kurtulmak istiyorlar. Hayır hayır! Siz
böyle kalacaksınız! Siz cehennemde kalacaksınız! Siz azabın içinde
unutulacaksınız! Ölümle kurtuluş yok! Sizin için ölmek yoktur artık! Ölümü
temenni ettiren bir azabın içinde ebediyen kalacak ve unutulacaksınız! Sizin
için sizi bu azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni ettirecek
bu azabın içinde kalacaksınız. Çünkü sizler dünyadayken bunu istediniz! Biz
kitabımızı arkamızdan alacağız, biz cehenneme gitmek istiyoruz diye bir hayat
yaşadınız. Halbuki dünyada size hak gelmişti. Size Allah’ın âyetleri gelmişti.
Allah sizi bundan haberdar etmişti. Size Allah’ın elçileri, Allah’ın uyarıları
gelmişti. Size kitap, peygamber gelmişti. Siz haktan haberdar edilmiştiniz, ama
siz bu hakkı sevmiyordunuz. Siz Allah’tan gelen hakka burun kıvırıyordunuz.
İslâm’ı beğenmiyordunuz. Siz Allah’ın istediği hayatı değil, keyfinize göre bir
hayat yaşamayı yeğliyordunuz.
Eyvah! Vah! Tuh! derken, ölüm bekleyip
dururlarken arkaların-dan yedikleri tekmelerle görevliler onları içeri
kaktırıverecekler. Çılgın ateşe yaslayıverecekler,
sallayıverecekler.
13. “Çünkü o, dünyada, adamlarının
yanında iken zevk içindeydi.”
Hatırlayın ama o da bir vakitler onunla
bununla seviniyordu. Bir vakitler dünyada ehliyle, hanımı ve çoluk-çocuğuyla
mesrurdu. Kendi dünyasını kurmuş, işini tıkırına koymuştu. Beyefendinin keyfi
yerindeydi. Karısını kızını koluna takmış keyif çatıyordu. Kâm alıyordu
dün-yadan. Hayatının tadını çıkarıyordu. Dinle, diyanetle, namazla, ab-destle
ilgisi yoktu. Ehlinin, arkadaşlarının, cemaatının dinle, diyanetle ilgisi yoktu.
Çevresindekilerin, düşüp kalktıklarının Kitapla, Sünnetle ilgisi yoktu. Zevkinin
peşindeydi. Markının, dolarının hesabında, dükkanının, tezgahının derdindeydi.
Zira tekrar döneceğini hesap etmiyordu.
14. “Zira; o, bir daha dirilip
dönmeyeceğini sanmıştı.”
Ölümünden sonra diriltilmeyeceğini
zannediyordu. Hiç mi hiç, ebedîyen döndürülmeyeceğini zannediyordu. Hesabında
ölüm ve ölüm ötesi hayat yoktu.
15. “Bilin ki, Rabbi onu şüphesiz
görmekteydi.”
Hayır hayır, yanılıyordu. Çünkü o
başıboş değildi. Rabbi onu görüp gözetiyordu. Onu bir yaratan vardı ve sürekli
onu görüp gözetendi. Rabbi, onu tüm yaptıklarından hesaba çekecek olandı.
16. “Akşamın alaca karanlığına
andolsun; Geceye ve gecenin içinde olan şeylere andolsun; Dolunay halindeki Ay’a
andolsun ki: Ey İnsanlar! Şüphesiz siz bir durumdan diğerine uğratılacaksınız.
Onlara ne oluyor da inanmıyorlar?”
Bir baksanıza zamana, hiç duruyor mu?
Gündüz geceyi, gece gündüzü takip ediyor. Ay önce incecik, sonra biraz büyüyor,
sonra tekrar küçülüyor, yarım hale geliyor, sonra inceliyor ve kayboluyor. İşte
sizler de tıpkı bunun gibi yok olacaksınız.
İnsan da böyledir. Önce doğar.
Küçüktür, sonra biraz büyür, çocukluk dönemi, sonra gençlik dönemi, sonra
olgunluk dönemine ulaşır. Sonra tekrar küçülmeye başlar ve sonra bitiş gelip
çatar. İşte insan da tıpkı bu sayılanlar gibidir. Halden hale girerek bir ömrü
tüketir. Önce baba belindesiniz, anne karnındasınız, sonra kundakta çocuksunuz,
sonra apalıyor, emekliyorsunuz, sonra koşuyorsunuz, yü-rüyorsunuz ve sonra da
ölüp gidiyorsunuz. Öyleyse niye iman etmiyor bu insanlar? Rabbiniz bunca delille
size kendisini anlattığı halde niye hâlâ iman etmiyorsunuz? Üstelik Kur’an
okunduğu halde secde et-miyorlar.
21. “Onlara Kur’an okunduğu zaman neden secde
etmiyorlar?”
Allah karşısında bel bükün, boyun eğin!
Rabbinizi dinleyin! Onun emirlerine itaat edin, Allah karşısında ukalalık
etmeyin. Allah’ı dinleyin! Allah’a kulak verin! Allah’ın istediğini yaşayın!
Secde edin! Yani Allah karşısında ukalâlık etmeyin! Allah’a kafa tutmaya,
Allah’a akıl vermeye kalkmayın!
Meselâ örtünün! denilmişse, hemen bu
konuda secdeyi gerçekleştirin! Hemen Rabbinizin istediği biçimde örtünün
demektir bunun manası. Namaz kılın! Çocuklarınızı eğitin! Kitapla tanışın!
Sünnetle buluşun! Hayatınıza Allah’ın istediği biçimde program yapın!
De-nilmişse, hemen bütün bunları uygulamaya koymak üzere secde edin. Tüm bu
konuların secdesini, teslimiyetini gerçekleştirin demektir bunun
manası.
Secde, inkıyattır, Allah’ın emirlerine
boyun eğme, kabul etmedir. Allah’a, “Baş üstüne ya Rabbi! Anladım ya Rabbi!
Hemen gereğini yerine getiriyorum ya Rabbi” demektir. İtiraz etmemenin, yan
çizmemenin, savsaklamamanın, uygulamaya koymanın
beyanıdır.
Secde Kur’an okununca, Kur’an’da gelen
Rabbin emirlerine, yasaklarına, beyanlarına evet demek, inandım demek, ben buna
teslim oldum demektir. Öyleyse Kur’an âyetleri okununca aklı işin içine
karıştırmadan secde etmek zorundayız. Namaz kıl denince, iyi ama abdestim yok
demeden, itiraz etmeden, mâzeretlerin arkasına saklanmadan, aklı işin içine
karıştırmadan hemen namaza doğrulmak zo-rundayız. Tamam anladık da hele bir
çocukları büyüteyim, hele şu müşterileri bir savayım, hele şu okulu bir
bitireyim, ya iyi de elbisem temiz değil, şunları şunları bir bitireyim de ondan
sonra kılayım. Hayır, teslim olunmalıdır, hemen secde edilmelidir. Tıpkı “Asanı
taşa vur ey Mûsâ!” şeklindeki emir karşısında aklı işine karıştırmadan, ya acaba
suyla bunun ne ilgisi var? filan demeden Hz. Mûsâ’nın teslim olup emri
uyguladığı gibi, biz de Rabbimizin tüm emirlerini uygulayacak, hemen hiç
beklemeden secde edeceğiz.
22. “Aksine, inkarcılar
yalanlıyorlar.”
Lâkin kâfirler yalanlıyorlar, yalan
sayıyorlar. İnkar ediyorlar de-ğil, yalan sayıyorlar diyor Rabbimiz. Çünkü yalan
saymak, inkardan farklıdır. Adam duyuyor, anlıyor, hattâ inanıyor ama gereğini
yerine getirmiyor. Yani diliyle inandığını iddia ediyor ama hayatıyla, hayat
programıyla yalanlıyor.
Meselâ diyorsunuz ki adama: “Arkadaş
dışarı mı çıkıyorsun?” “Evet.” “Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var,
kar yağıyor! Aman pardösünü giymeden çıkma!” Adam dediğinizi anlıyor, inanıyor.
Kar nedir, soğuk nedir, biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor,
anlıyor ama yine de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa, işte bu yalan saymaktır. Yani
adamın namazın farz olduğunu, kılınması gerekti-ğini bilmesi ama yine de
kılmaması gibi. Müddessir sûresinin son bö-lümünde şöyle
anlatılır:
“Bizler din gününü yalan
sayanlardandık.”
(Müddessir:
46)
Dünyada mü'min görünen suçlular
anlatılıyordu. Yani dünyada mü'min zannedilen ama soluğu cehennemin kapısında
alan bu insanlara müslümanlar, cennete girenler şaşkınlık içinde şöyle
soruyorlardı:
“Hayrola ya! Niye geldiniz buraya? Bir
yanlışlık fi-lan mı oldu?”
Siz mü'min değil miydiniz? Ne işiniz
var sizin burada? Buy-rulunca, bunlar dört suç sayıyorlar: Bu suçlardan birisi
de şudur:
“Biz
din gününü yalan sayardık.”
Din gününü inkar ederdik değil, yalan
sayardık. Meselâ adama soruyorsunuz: “Arkadaş ölecek misin?” “Tamam.” “Dirilecek
misin?” “Tamam.” “Hesap-kitap var mı?” “Tamam.” “Peki Allah Kâdir mi? Ya-par mı bunu?” “Tamam.” Hepsine
inanıyor adam. Ama bakıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konulara aldırış
etmeden yaşıyor adam. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu bile görmek
mümkün değil. Öyle bir hayat programı var ki, adamın bu inancının hiç mi hiç
etkisi yok.
Yani imanının, inandım dediği şeyin
gereğini yapmıyor. Veya imanını amele dönüştürmüyor adam. Çok korkunç bir suç
değil mi bu? Namaz kılması gerektiğine inanıyor ama kılmıyor. Örtünmesi
ge-rektiğine inanıyor ama örtünmüyor. Kur’an’ı, Sünneti tanımadan Müslümanlık
olmayacağına inanıyor ama farklı yaşıyor. Çoluk-çocuğunu eğitmesi gerektiğine
inanıyor ama yanaşmıyor. İşte yalan saymak bu-dur ve çok büyük bir suçtur.
Kur’an okunur, anlatılır, adam dinler,
anlar, inanır. “Doğru ya, yapmak lâzım, etmek lâzım, vah, tüh!” der ama döner
gider eski haline. Hiç değişme olmaz hayatında. Unutur gider bu duyduklarını.
İşte yalan sayma budur.
23. “Oysa, Allah, onların
sakladıklarını çok iyi bilir.”
Allah onların kalplerindekini,
kalplerinde kendisine, kitabına, dinine ve Müslümanlara karşı gizlediklerini,
biriktirdiklerini bilmektedir. Allah, kalplerinde taşıdıkları kinleri,
düşmanlıkları bilmektedir.
24-25. “Ey Muhammed! Onlara can yakıcı
azabı müjde et. Yalnız inanıp yararlı işler işleyenlere, onlara, kesintisiz ecir
vardır. “
Peygamberim! Sen elim bir azapla, elem
verici, dayanılmaz bir azapla müjdele onları. Hepsini mi? Hayır, ancak inanıp
pişman olanlar var ya, inancını amel haline getirenler var ya onlar müstesna.
Zaten mü'minin her bir ameli imanın eseridir. Öyle olmalıdır. Mü'min, ha-yatının
her bir kademesinde mü’mindir. Namaz kılarken de, yatarken de, yerken içerken
de, ticaret yaparken de, evlenip boşanırken de. Her yaptığı işi müslümanca
yapar, müslüman olarak yapar. Namaz kılıyorsak buna inandığımız içindir. Bazen
de bir şeyi yapmıyoruz, bu da öyle. Bunu da müslüman olarak yapmıyoruz. Meselâ
ne gibi? Meselâ içki içmiyoruz, zina etmiyoruz. Bunu yapmazken de biz müslü-man
olarak yapmıyoruz. Gerek pozitif, gerekse negatif olarak ne yapıyor, ne
yapmıyorsak bunu müslüman olarak yapıyoruz. Yani bizler devamlı amel, kavil ve
fiille meşgulüz demektir.
Şimdi biz bunların tümünü bir
imanla, bir imanın gereği olarak yaptığımıza göre, öyleyse yaptığımız şeyleri
bir düşünelim. Acaba Mevlâ bizden bunları istedi diye mi yaptık? Yani bütün bu
yaptıklarımızı imanımız gereği mi yapıyoruz, yoksa bize bunları yaptıran başka
bir imanımız mı var? Veya bu yaptıklarımızı yaptıran başka Rablerimiz mi var?
Öyleyse ne kötü imandır ki, o bize bunları yaptırıyor. Bütün bunları Allah
istemediyse bizden, öyleyse niye yapıyoruz?
İnanan ve inancını yaşayan, inanan ve
imanını hayatında görüntüleyen, inanan ve inancını pratize eden, hayatını iman
kaynaklı yaşayan, hayatlarıyla imanları özdeş olan kimseler için ne
varmış?
Onlar için gayr-i memnun bir ecir, bir
ücret vardır. Minnet, başa kakmaktır. Gayr-i memnun ecir de minnetsiz, minnet
duyulmayacak tarzda, başa kakılmayacak biçimde bir ecirdir. Ameller karşılığı
bir ücrettir. Hani çalışan, alnının terini siler ve: “Ver arkadaş!” der ya, işte
aynen bunun gibi minnetsiz, amel karşılığı bir ücret verilecek onlara. Evet baş
kakıntısı olmayan bir ecir. Yani Allah, dünyadakilerin verdiği ücret gibi hadi
hadi hakketmediniz ama yine de size bunları veriyorum demeyecek, işte bunları
siz hak ettiniz, amellerinizle hak ettiğiniz mükafat işte budur
diyecek.
Bir de gayr-i memnun, memnuniyetin de
ötesinde bir ecir demektir bu. Yani, “Yeter ya Rabbi, ben ne yapacağım bu kadar
nimeti? Yeter ya Rabbi bu kadar hûriyi ben ne yapacağım? Ben bu kadar bü-yük bir
mülkü ne yapacağım?” dedikçe, Allah’ın daha fazlasını vereceği bir ecir, bir
ücret var onlar için. Memnun olmanın da ötesinde, memnuniyetin de ötesinde bir
ecir, bir mükafat verilecek o mü’min-lere.
Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Ve âhiru dâvana enil
hamdü lillahi Rabbil’ âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder