İNŞİKAK SURESİ


İNŞİKAK SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 84., Nüzûl sıralamasına göre 83., Mufassal sûreler kısmının onuncu grubunun ikinci ve son sûresi olan İnşi-kâk sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 25’dir.

“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-2. Gök yarılıp Rabbine boyun eğdiği zaman ki gök boyun eğecektir. 3-5. Yer düzeltilip, içinde olanları dışarı atarak boşaldığı zaman ve yer Rabbine boyun eğdiği zaman ki yer boyun eğecektir (herkes yaptığının karşılığını görecektir). 6. Ey İnsanoğlu! Sen Rabbine kavuşuncaya kadar çalışıp çabalarsın, sonunda O’na kavuşacaksın. 7-9. Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına sevinçle döner. 10-12. Ama amel defteri kendisine arkasından verilen kimse: “Mahvoldum” diye bağırır ve çılgın alevli cehenneme girer. 13. Çünkü o, dünyada, adamlarının yanın-da iken zevk içindeydi. 14. Zira; o, bir daha dirilip dönmeyeceğini sanmıştı. 15. Bilin ki, Rabbi onu şüphesiz görmekteydi. 16. Akşamın alaca karanlığına andolsun; 17. Geceye ve gecenin içinde olan şeylere andolsun; 18. Dolunay halindeki Ay’a andolsun ki: 19. Ey İnsanlar! Şüphesiz siz bir durumdan diğerine uğratılacaksınız. 20. Onlara ne oluyor da inanmıyorlar? 21. Onlara Kur’an okunduğu za-man neden secde etmiyorlar? 22. Aksine, inkarcılar ya-lanlıyorlar. 23. Oysa, Allah, onların sakladıklarını çok iyi bilir. 24. Ey Muhammed! Onlara can yakıcı azabı müjde et. 25. Yalnız inanıp yararlı işler işleyenlere, onlara, kesintisiz ecir vardır.
Bir secde borcunuz var. Secdede aslolan hemen duyar duy-maz, o durumla karşı karşıya gelir gelmez yerine getirmektir. Hattâ abdestli olup olmadığına bakmadan, hattâ yerin temizliğine bakma-dan, hattâ kıbleye dönüp dönmediğine bakmadan hemen secde et-mek, secdeyi gerçekleştirmektir. Namazdaki secde değil tabii bu. Çünkü bakıyoruz Kur’an’da namazla secde ayrı ayrı zikredilir.
Evet kıyametten, ahiretten, hesaptan, kitaptan bahseden bir sûreyle karşı karşıyayız. Mekke’nin son günlerinde inen bir sûre. Kı-yamet öncesi ve kıyamet sonrası olacakları gündeme getiren ve in-sanları bu konuda hazırlığa dâvet eden bir sûre. Sûrede Allah’la bu-luşma, Allah’ın sorgulamasıyla karşı karşıya gelme, amel defterleri ve bu defterlere göre tespit edilecek yerleşim merkezleri son derece keskin ifadelerle anlatılır.
Mekke’de müslümanlar son günlerinde imanları sebebiyle, yal-nızca müslüman olmaları sebebiyle horlanıyorlar, dışlanıyorlar, işken-ce ve hakaretlere maruz kalıyorlar, evleri, malları yağmalanıyordu. Evlerinden, yurtlarından ayrılmaya zorlandıkları bir anda bu âyetler geliyordu. Tek suçları vardı Müslümanların. O da kâfirler gibi olma-mak, onlar gibi düşünmemek, onlar gibi inanmamak, onlar yaşama-mak. İşte kâfirlerin gözünde en büyük suç budur. Bu tür suçlulara kâ-firlerin tahammül etmeleri mümkün değildir. Bakıyoruz şu anda da en büyük suç budur. İşte şu anda meselâ koskoca bir okulda bin kızdan bir tanesi başını örtüyor, kızıyorlar ona. Tahammül edemiyorlar bu kızcağıza. Niye? Onlar gibi de değil de ondan. Tarih boyunca kâfir hiç değişmemiştir. Bugün eğer bizden rahatsız oluyorlarsa kesinlikle bile-lim ki bu, onların değiştiklerinden değil, biz Allah’ın istediği gibi müslü-manlar değiliz de ondan. Yâni değişen onlar değil biz Müslümanlar-dır.
Allah’ın Resûlü kendileri gibi değil diye kendisini suçlayanlara bu sûreyi okuyarak cevap veriyordu. Bizler de bugün onlar bize ga-zaplanıp üzerimize çullandıkları zaman biz de onlara diyeceğiz ve okuyacağız bunu. Ey kâfirler! Ey zâlimler! Ey müstekbirler! Elbette siz de bir gün gelecek bu gücünüzü kaybedeceksiniz! Bu gücünüz de, bu iktidarınız da, bu saltanatınız da, bu gününüz de yok olacak! Öyleyse gelin şimdiden aklınızı başınıza alın! Eğer şimdiden akıllanır, kendi is-teğinizle Allah’a kulluğa gidersiniz kazanırsınız diyeceğiz. Değilse siz bilirsiniz yarın öyle bir zaman gelecek ki pişman olmanızın size hiçbir faydası dokunmayacaktır.
İnşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlamadan önce sûreye genel bir bakış yapalım. Sûre kıyametin kopmasını anlatmak-tadır. İlk beş ayette kıyametin nasıl kopacağı dile getirilir. İlk ayette göğün yarılıp parçalanışı "inşekka" kelimesi ile anlatıldığı için sure el-İnşikâk (yarılama, parçalama) suresi adını almıştır. 6-19. ayetlerinde ise, insanların iki gruba ayrılacağı ve gruplardan birinin amel defterle-rini sağ taraflarından alırken diğerlerinin arka taraflarından alacakları anlatılır. Amel defterlerini arka taraftan alanlar, o anda tekrar ölmeyi arzu edecekler ama bu istekleri gerçekleşmeyecek ve Cehenneme sürüleceklerdir.
Sûre, kâfirleri acıklı bir azabın beklediğini, müminlerin ise son-suz mükâfatlarla mükâfatlandırılacaklarını haber vererek bitmektedir.
Sûrenin meali şöyledir: "Gök yarıldığı, kendisine yaraştığı üzere Rab-bine kulak verip boyun eğdiği zaman! Yer uzatılıp dümdüz yapıldığı, içinde olanları (dışarı) atıp tamamen boşaldığı ve kendisine yarıştığı üzere Rabbine kulak verip boyun eğdiği zaman! Ey insan, muhakkak sen Rabbine doğru (varan bir yol üzerinde) çabalayıp durmaktasın, nihayet O'na varacaksın. (O zaman) kimin kitabı sağından verilirse, o, kolay bir hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir. Ki-min kitabı arkasından verilirse, o, ölümü çağıracak ve alevli ateşe gi-recektir. Çünkü o, (dünyada) ailesi arasında (şımarık ve) sevinçli idi. O, hiç (Rabbine) dönmeyeceğini sanmıştı. Hayır, muhakkak Rabbi o-nu görmekte idi. Hayır, yemin olsun ki akşamın alaca karanlığına, ge-ceye ve (gecenin bağrında) toplayıp ürettiği şeylere, dolunay şeklini alan aya ki, siz mutlaka tabakadan tabakaya bineceksiniz. Onlara ne oluyor ki inanmıyorlar? Kendilerine Kur'an okunduğu zaman secde etmiyorlar? Aksine o inkâr edenler (Hakk'ı) yalanlıyorlar. Allah onların, içlerinde gizledikleri (küfür ve düşmanlığı) biliyor. Onlara acı bir azabı müjdele. Ancak inanıp faydalı işler yapan kimseler için ardı arkası ke-silmez bir mükâfat vardır"
Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.s) İnşikâk ve Alâk surelerinde secde etti"
(Müslim Kitâbu'l Mesâcid, 109).
Evet, İnşikâk sûresinde; "Onlara Kur'an okunduğunda neden secde etmiyorlar" (21) âyetinde tilavet secdesi yapılır. Bu kısa mukad-dimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya geçebiliriz.
1-2. “Gök yarılıp Rabbine boyun eğdiği zaman ki gök boyun eğecektir.”
Sema yarıldığı, gök şaklandığı, gökyüzü şak şak yarılıp parçalandığı zaman... Gün olacak, dönem gelecek, devran dönecek ve gökyüzü şakk olacak. Semanın semalığı bitecek, fonksiyonu sona e-recek. Sahi şu anda var mıydı semâ? Haberiniz var mı semânın var-lığından? Veya fonksiyonundan? Şu şehir hayatı gerçekten semâmızı alıp götürmüş. Bizim semâyla ilişkimizi kesmiş. Halbuki semâ sinesindeki binlerce Allah âyetiyle elimizden tutup bizi Rabbimizin gücünü, kudretini anlamaya, tanımaya götürecekti. Ama maalesef bugün ne semâyla, ne de ondaki Allah âyetleriyle ilişkimiz kalmadı.
Bugün ayın kaçı? Ya da gökyüzünde ay var mı, yok mu? Hiç haberimiz yok değil mi? Ay’la da ilgimiz alâkamız yok, semâyla da. Yani ay olmalı mı, olmamalı mı? Onu dahi bilemiyoruz belki. Öyle ya, ay olsa ne olur, olmasa ne olur? Bize ne bundan? Halbuki Rasulullah ay için, güneş için, sema için Allah’a götürücü âyetler olarak söz eder. Bunlar Allah’ın âyetleridir. Bakın Rabbimiz bir âyetinde şöyle buyuruyor:
“Gece ile gündüz ve güneş ile ay Allah’ın kudretinin delillerinden, âyetlerindendir.”
(Fussilet 37)
Gece, gündüz, ay, güneş bunlar Allah’ın âyetleridir. Bunlar Al-lah’ın varlığına şahadet eden yaratıklarıdır. Bunlar Allah’ın varlığına, ulûhiyet ve rubûbiyetine deliller, alâmetler, işaretler, âyetler ve nişanelerdir.
Semâ, ay ve güneş Allah’ın âyetlerindendirler. Allah’ın âyetlerinden bu üç âyet, semâ, ay ve güneştir. Bakara’daki iki âyeti, Al-i İm-rân’daki üç âyeti öğrenmesek olur mu? Bakara’yı ve Al-i İmran’ı öğrenmesek olur mu? Bakara ha varmış ha yokmuş? Fussilet ha varmış ha yokmuş? Yani ne fark eder ki? diye bir hayat yaşarsak sonuçta öy-le olacaktır tabii. Cenâb-ı Hakk yarın: “Kullarım! Kur’an’larınızı alacağım artık! Yeter artık bugüne kadar aranızdaydı, öğrendiyseniz öğren-diniz, tanıdıysanız tanıdınız. Artık onu geri alıyorum. Geri çekiyorum artık!” dese. Bir de bakmışınız ki Kur’an artık ortalıktan kaybolmuş. Yeryüzünden Kur’an kaldırılmış. Sadece hayatınıza uygulayabileceğiniz, kendisiyle yol bulabileceğiniz kafanızda kalan âyetlerden başkası yok. Ne yaparsınız? Yani artık ortada kitap kalmamış, ne yaparsınız? Ne fark eder ki, zaten önceden de yoktu bizim için Kur’an diyorsanız. Zaten önceden de bizim dinimiz üç Kulhü bir Elhamdı diyorsanız, o zaman fark etmeyecektir. Gökteki âyetler var mı, yok mu, fark etmeyecektir. Veya şu elimdeki kitabın âyetleri var mı, yok mu, fark etmeyecektir.
Bugünkü gökyüzü de böyle. Meğer parçalanacak bir gökyüzü varmış! Bizi ne ilgilendirirmiş ki bu? Bizim ne ilgimiz varmış ki bununla, diyoruz sanki. Ne semâyla, ne semâdaki âyetlerle ilgimiz yok. Eskiden adam bahçesine çıkınca, bahçesinde yatınca, veya hiç değilse gece abdest almak için sokağına, bahçesine çıkınca semâyı, bulutları, rüzgarı, ayı, yıldızları veya gündüz güneşi görebiliyormuş. Ama şimdi öyle bir iş mantığı, öyle bir çarşı mantığı, öyle bir yeraltı kazanç merkezleri mantığı geliştirilmiş ki, Allah’ın bu meşhut âyetleriyle ilgimizi alâkamızı koparıvermiş.
Yaşadığımız hayatımızla, hayat programımızla Allah’a da, Allah’ın yasalarına da kafa tutuyoruz âdeta. Ya Rabbi! Sen akşam dinlence için güneşini batırıyorsan, paydos diyorsan da, bizim de güneşlerimiz var! Biz de yakarız onları! Biz de yakarız ampullerimizi ve yine de hayatımıza devam ederiz! diyoruz sanki. Sen bildiğini yap! Biz de bildiğimizi yaparız! diyerek Allah’la yarışmaya kalkıyoruz âdeta. İstersek batırırız da onu! diyoruz. Yeraltlarına inip batırıveriyoruz güneşi. Yani hayatta, hayatı Allah’a kafa tutmaya vardıran bir anlayışımız var bizim Allah affetsin.
Bilmem o taraflarını ama şunu iyi dinleyin: Gün olacakmış, dö-nem gelecekmiş, devran dönecekmiş ve gökyüzü şak şak olacakmış. Kıyamet kopacak yani.
Gökyüzü Allah’a boyun eğecek, Allah’ı dinleyecek, zaten ona yakışan da bu değil miydi? Yani gökyüzüne yakışan neydi ki? Şu insan gibi Allah’a kafa tutmak mı? Ben de bilirim! demek mi? Asla, Allah yarıl demişse yarılacak, birleş demişse birleşecek, dur demişse duracak, yürü demişse yürüyecek. Ay da, yıldızlar da, güneş de, semâ da, arz da ve şu çevremizdeki varlıkların tümü de Allah’ın dediğini dinleyecek. Zaten şu anda da bu varlıkların tamamı Allah’ı dinlemektedirler. İnsanın dışındaki varlıkların tamamının boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu Allah’ın elindedir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi de Allah’a boyun büküp teslim olmuşlardır. Bir an bile Rablerine karşı gel-mezler onlar.
Öyle bir gün gelecek ki, semâ Allah’ı dinleyecek ve yarılacak. Enbiyâ sûresinin haber verdiğine göre eskiden gökle yer bitişikti ve bizim imtihanımız için onların ayrıldıkları anlatılıyordu.
“İnkar edenler görmüyorlar mı ki gökler ve yer bitişikti de biz onları ayırdık.”
(Enbiya 30)
İşte dünyadaki bizim imtihanımız için, bizim imtihan salonumuzun oluşması için bir komutla bu ikisini ayıran, bu ikisini imtihan konumuna getiren Allah, şimdi de imtihanın sona ermesiyle, imtihan so-nuçlarının okunma döneminin gelmesiyle artık gökle yeri eski haline döndürüveriyor. Yani daha önce bir komutla imtihan konumuna getirilen semâ ve arz, bu defa da ikinci bir komutla hesap konumuna getiriliyor. Hesap-kitap konumu alın! diyecek Rabbimiz ve semâ da, arz da eski hallerine getirilecek.
Semâvât ve arz yeni bir şekil daha alacak. Yani şu yıkılmaz görülen, kimseyi dinlemez görülen semâ var ya, muhkem ve sarsıl-maz görülen semâ, gökyüzü var ya, Allah’ın emriyle yarılacak, yıkılacak yarın. Rabbine boyun eğecek, dinleyecek, ona itaat edecek. Zira onun zimamı Allah’ın elindedir.
“Sonra duman halinde bulunan gökyüzüne yöneldi. Ona ve yeryüzüne: “İsteyerek veya istemeyerek buyuru-ğuma gelin!” Dedi. Her ikisi de: “İsteyerek geldik!” dediler.”
(Fussilet 11)
Allah ilgisini göğe yöneltti, gökyüzünü ele aldı, gökyüzünü mu-rad etti, gökyüzünü irade buyurdu. Yani iradesini gökyüzüne doğru yöneltti. Gökyüzünü kastetti Allah ki, o duman halindeydi. Duman ha-linde bulunan, gaz kütlesi durumunda olan semâya ve arza, ikisine birden buyurdu ki: “İkiniz de ister istemez gelin!” Tav'an yahut kerhen ikiniz birden Benim emrime boyun bükün! İkiniz birden Bana teslim olarak vücuda gelin. İkiniz birden Benim arzuma uyarak yoktan var olun! buyurdu. Onlar da, emredersin ya Rabbi! Emrin olur ya Rab-bi! İsteyerek geldik! İsteyerek senin emrine boyun büküp var olduk, dediler.
Aslında burada her ikisinin de Allah’a teslim oldukları anlatılıyor. Burada bize şöyle der Rabbimiz: “Ey insan oğlu! Semâ, semâ ol-duğu halde itiraz edemez de, size ne oluyor? Siz kim, semâ kim? Siz nerde, semâ nerede? Karnınızdaki belli, cürmünüz belli, gücünüz, kuvvetiniz belli. Sizden çok daha büyük varlıklar bile Allah’ın emrine teslim olup boyun bükmüşlerken size ne oluyor da O Allah’a teslim olmuyorsunuz? Siz kime teslimsiniz? Siz kimi dinliyorsunuz? Siz kime itaat ediyor, kimin arzularını yerine getiriyor, kimin adına bir hayat ya-şıyorsunuz?”
Âyetler bize ne fısıldıyor aslında? Anlayabildiğimiz kadarıyla âyetler bize şunu söylüyor: “Bak ey insan! Aklını başına al! Göklerde ve yerde ne varsa hepsi de Allah’a boyun büküp teslim olmuşlardır. Gökler ve yerlerdeki tüm yasalar Allah’a aittir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın yasalarına boyun bükmektedir. Tüm varlıklar Allah yasalarına boyun bükmüştür. Hiçbir varlık Allah’ın yasalarının dışına çıkamaz. İşte sizden ve sizin dünyanızdan çok daha büyük varlıklar Allah’a, Allah’ın hak yasalarına boyun bükmüşken, her şey üzerinde Allah’ın hükmü ve iradesi hakimken, tüm varlıklar Rablerine teslimken siz kime teslimsiniz? Ay, yıldızlar ve semâ, gökyüzü, yeryüzü, her şey o büyüklüğüne, o yüceliğine, o azametine rağmen Allah’ı dinliyor da size ne oluyor da Rabbinizi dinlemeye yanaşmıyorsunuz? Ay, yıldız, güneş, ecram-ı semavîye denilen her şey Allah’a kulluk ya-parken, Allah’ı dinlerken nasıl oluyor da yine Allah’ın yasaları gereği kendilerine irade verilmiş olan insanlar Rablerinin emirlerine kafa tu-tarak kâfir olabiliyorlar? Nasıl oluyor da bu insanlar Rablerinin yasalarını kabule yanaşmıyorlar? Nasıl oluyor da Rablerinin hak yasalarını bırakıp başkalarının yasalarına kulluk etmeye çalışıyorlar? O yasalarına kulluk etmeye çalıştıkları varlıklar mı yaratmış bu gökleri ve yeri? Göklerde ve yerde işleyen yasaları, kendi vücutlarına egemen olan yasaları onlar mı koymuşlar? Gökler ve yerlerde egemen olan onlar mı?”
3-5. “Yer düzeltilip, içinde olanları dışarı atarak boşaldığı zaman ve yer Rabbine boyun eğdiği zaman ki yer boyun eğecektir (herkes yaptığının karşılığını görecektir).”
Yer düzeltildiği, uzatıldığı zaman. Dağlar, dereler, tepeler dümdüz düzeltildiğinde. Yeryüzünün uzatılması, yayılması, genişle-tilmesi, uzatılması anlatılıyor. Türkçe’de bu kelimenin şöyle bir türevi kullanılır: Temdit. Kur’an-ı Kerîm’de zaman için de, mekân için de temditten söz edilir. Zaman için de, mekân için de bir uzatılma söz konusudur. İşte bu âyette de mekânın uzatılmasından, yeryüzünün genişletilmesinden söz ediliyor. Artık dağlar mı düzletilip arz genişletilecek? Yer mi eklenecek? Veya Ay’dan, Merih’ten biraz toprak mı ge-tirilip ilâve edilecek, bunu bilemiyoruz. Nasıl olacak, bunun keyfiyetini bilmiyoruz. Yani yerinden söküp getirdiği ayı mı ekleyecek dünyaya, yıldızı mı, bilmiyoruz. Yoksa yüksekler düzleşince, çukurlar dolunca mı uzayacak bilmiyoruz. Ama ne gerek var bunu bilmeye? Değil mi ki bunu yapan bunun on mislini de yapar. “Ol” deyiverir, o kadar.
Peki biz nesini biliriz bunun? Bize lâzım olan ne burada? Bize lâzım olan bu düzen değişecek, biz bunu biliyoruz, bize bu lâzım. Bu düzen değişecek ama bu, bu düzenin bozulması manasına gelmez. Bozuk düzeni düzeltecek Rabbimiz. Bizim bozduğumuz düzenleri de düzeltecek. Rabbimiz, gökler ve yere önce bir komut vermiş. “İmtihan düzeni al!” demiş, gökler ve yeryüzü bizim imtihanımız için imtihan konumu almışlar. Sonra imtihan bitip de imtihan sonuçlarının ilânı dö-nemi gelince de, ikinci bir komutla hesap konumu alın! diyecek Rab-bimiz, onlar da bu konumu alacaklar.
Meselâ farz edin ki bir çocuk evde dolabın içine yerleştirilmiş iki yüz kaseti oradan indirmiş, evin içinde onlarla oyun oynuyor. Kasetlerle ev yapıyor, garaj yapıyor, yollar yapıyor, araba yapıyor, çitlerle çevrili bahçe yapıyor. Sonra annesi geliyor ve: “Yaramaz çocuk! Evin düzenini bozmuşsun” diye kasetleri toplayıp dolaba koyuyor. Şimdi hangisi bozma, hangisi düzeltmedir bunun? Çocuğunki mi boz-ma, yoksa annenin yaptığı mı? Çocuğa göre anneninki bozma, anneye sorsanız çocuğunki bozmadır, değil mi? Yani bu iş anneye göre düzeltme, çocuğa göre bozmadır. İşte bu kıyametle olup bitenler, belki bize göre bozmadır ama Allah’a göre düzeltmedir.
Allah önce dünyayı imtihan düzeninde yaratmıştır. Dünyaya, semâya, toprağa, tuğlaya, suya, ateşe, havaya, aya, yıldızlara, güneşe imtihan konumu alın demiş, onlar da konumlarını almışlar. Yarın da hesap konumu alın diyecek, onlar da bu defa hesap konumu alacaklar. Sonra:
Arz içindekileri, karnında ne varsa hepsinini atacak. Ne var ar-zın karnında? Bazı şeyleri gömüyorsunuz ya toprağın altına. Ne gömüyoruz? Ev, dükkan diye emeklerimizi, alın terlerinizi gömüyorsunuz ya. Yeryüzü yiyeceklerinizi, kalbinize gömdüklerinizi, öğrenip de çoluk-çocuğunuza, çevrenize anlatmayarak sır küpü gibi kafanızda toprağa gömdüklerinizi, her şeyi dışarıya atacak. Tıpkı hamile bir kadının karnındakini dışarıya atması gibi yeryüzü de hamlini boşaltıp sînesindekilerin tümünü dışarıya atacak. Veya o gün yeryüzü esrarını keşfedecek, sırlarını açacak, esrar perdesini kaldırıp lehte ve aleyhte şahadette bulunacak, bildiklerini, gördüklerini anlatacak.
Yeryüzü Hz. Adem’den (a.s) bu yana sînesine gömülmüş ölüleri kabirlerinden fırlatıp atacak. Sînesindeki tüm cesetleri dışarıya atacak yeryüzü.
“Nasibindir gezdiren yer yer seni,
Önce besler sonra yer yer seni”
Diyordu ya şairin biri. İşte önce besliyor yeryüzü insanı, sonra da kendisi yiyor onu. Hoş aldı lokmayı ağzına, aldı insanı sinesine ama hep orada kalsaydık ya diyor kimileri. “Madem aldı bizi sinesine, bari bırakmasaydı ya, diyor kâfirler. Bir daha dirilme olmasaydı ya. Unutulup gitseydik ya. Sümen altı olsaydık, unutulup gitseydik te bir daha hesap kitap olmasaydı ya,” derler.
Bu âyeti duyan kimileri çocuklarına vasiyet ediyorlarmış. “Ben öldüğüm zaman beni 150-200 metre toprağın derinliğine gömün diye. Neden? Yarın yeryüzü sallanıp da bağrındakileri dışarıya attığında kendisinin yerin altında kalıp dışarıya atılmaktan, tekrar dirilip hesap-kitaptan kurtulmak, sümenaltı olmak için, kimileri de ben öldükten sonra cesedimi yakın, Ganj’a, Fırat’a külümü atın” diyor. “Benim cesedimi parçalayıp organlarımı isteyenlere dağıtın” diyenleri görüyoruz. Herhalde bizde de mezarın üzerini beş on tonluk mermer yığınlarıyla kapatırken aynı endişeyle bu işi yapıyorlar. Yarın yeryüzü sallandığında bu sarsıntıdan kurtulmak ve toprağın altında kalmak için yapıyorlar. Ama kim ne yaparsa yapsın, arz o gün bağrındakilerin tümünü dışarıya atacak ve bundan hiç kimse kurtulamayacaktır. Bakın Nâziât sûresinde bunun hiç de zor olmadığını Rabbimiz şöyle anlatır:
“Zor değil, bu olay bir tek haykırmaya, bir anonsa bakmaktadır. Bir de bakmışsın ki hemen uyanırlar.”
(Nâziât 13,14)
Bir de yeryüzünün sinesinden atılacak olanlarla alâkalı yerin içindeki hazîneleri, defîneleri, altınları, gümüşleri dışarıya atacağı da söylenmiş. İnsanların bir ömür boyu uğrunda çırpındıkları, elde etmek için koşturdukları, bunsuz olmaz diyerek kıbleleştirdikleri, tapındıkları şeylerin değersizliği ortaya konulacaktır. O hengamede insanlar onlara yönünü dönüp bakmayacaklar ve bu değersiz şeyler uğrunda ne kötü bir ömür tükettiklerini anlayacaklar. Müslim’de bu hususu anlatan bir hadis var. Ebu Hureyre efendimizin rivâyet ettiği hadislerinde Allah’ın Resûlü bakın şöyle buyurur:
“Yer içindeki ciğerparelerini, altın ve gümüşlerini plaklar halinde dışarıya atar. Sonra katil gelip: “Ben işte şunun için öldürmüştüm,” der. Akrabalarını terk eden, sılayı rahmi kesen kişi gelip: “Ben işte bunun için akrabalarımı terk etmiştim,” der. Hırsız gelip: “İşte şunun için benim elim kesilmişti,” der. Sonra onları terk ederler ve hiçbir şey de almazlar.”
Bir gün gelecek, arz deşilip içindekileri dışarıya atılacak. Arz gördüklerine, duyduklarına şahitlik edecek. Kalplerdekiler, sinelerdekiler de devşirilecek, derlenip toparlanacak. Göğüslerdeki tüm niyetler, düşünceler, arzular, hedefler, tutkular ortaya dökülecek. İnsanların yaşadıkları hayatta kalplerinde besledikleri, içlerinde taşıdıkları, gönüllerinde gizledikleri her şey açığa çıkacak, ortaya dökülecektir. İnsanın gizlediği, sakladığı tüm sırları deşifre edilecek, tüm ayıpları ortaya dökülecektir. Yani kalplerin hâsılası devşirilecektir.
Kim ne düşünmüş, ne yapmış? Ne yapmayı hedeflemiş? Yaptıklarını yaparken ne adına, kim adına yapmış? Kimi razı etmek için yapmış? Yaptıklarının yaptırıcısı kimmiş? İşlediği ameli hangi niyetle işlemiş? Allah için mi, toplum için mi? Çevreyi memnun etmek için mi? Âdetler böyle istiyor diye mi? Amir böyle emrediyor diye mi? Modayı memnun etmek için mi? Gizliliklerin tamamı boşalacak. Arz, Rabbine kulak verecek ve bildiği gördüğü her şeyi ortaya dökecek. Zaten ona yakışan da budur.
İşte bu dünyanın sonu buna gidiştir. Şu anda evler yapılıyor sağlam gibi, ama gide gide sonunda yarılmaya, yıkılmaya gidiyor. Ba-kın Allah buyuruyor:
6. “Ey İnsanoğlu! Sen Rabbine kavuşuncaya kadar çalışıp çabalarsın, sonunda O’na kavuşacaksın.”
Öyleyse ey insan! Unutma ki sen Rabbine doğru çabalıyorsun! Sen Rabbine kavuşuyorsun da sonunda zaten. Ey insan! Sen hızla ölüme doğru koşmaktasın! Bir maraton gibi hızla Rabbine doğru gidiyorsun! Ey insan! Senin dünyada tüm çaban, tüm gayretin, uğraşın, gitmen, gelmen, yürümen, durman, yatman, uyuman, yemen, içmen hep Rabbine doğrudur. Her şeyin Rabbine yöneliktir. Sonunda sen O’nunla karşı karşıya geleceksin. İnsanlar dünyada bütün gayretlerini, bütün çabalarını Allah’ı bulmaya, Allah’la karşı karşıya gelmeye harcarlar. Tüm gayretler buna yöneliktir.
Yani insan dünyada ne yaparlarsa yapsınlar, ister kulluk, ister küfür, ister ibadet, ister isyan, ister itaat, ister ret, ne yaparsa yapsın her yaptığıyla Allah’a yaklaşıyor demektir. Her haliyle Allah’a doğru gidiyor demektir. Kişi her nefesi yaşama adına alır ama her nefesiyle Allah’a yaklaşıyor. İnsanoğlu yaşamak için nefes alır ama her nefesi onu ölüme biraz daha yaklaştırmaktadır. Nefes almasa ölecek, ama nefes alsa yine ölecek. Hani acele giden ecele gider, yavaş gidenin de ecel arkasından yetişir ya, işte insanoğlu her adımda mezardan kaçar ama, her adımda ona doğru biraz daha yaklaşır.
Öyleyse unutmayalım ki bizim de tüm çabalarımız, tüm uğraşlarımız mezara doğrudur. Biz şu anda mezar aramaya çıkmışız. Belki şu anda içimizden birisi burada bulacak aradığı mezarını. Burada öl-dük mü işte mezarımız burası. Şunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkar-mayalım ki, şu anda üzerimizdeki elbisemiz ilk kefenimiz ve şu anda üzerinde oturduğumuz mekân bizim ilk mezarımız olabilir. Her şey yokluğa, yok olmaya doğru gidiyor. Semâ, arz, ay, güneş, yıldızlar, bitkiler, insan her şey yokluğa doğru gidiyor. Hepsi gitsin ben kalırım, ben gitmek istemiyorum diyemezsiniz.
Öyleyse bu inanca göre hareket edelim. Hayatımızı bu inanca bina edelim. Her an Allah’la karşı karşıya geleceğimizin şuurunda ola-lım. Ölümü hayatın içinde kabullenelim. Ölüm elde bir, ahiret elde bir diyelim ve öyle yaşayalım. Kıyameti iki kaşımızın arasında bilelim. Öyle miyiz acaba şu anda?
“Allah’a kavuşmayı (Allah’la karşılaşmayı) yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir ki kıyamet saati ansızın onlara geldiği zaman ağırlıklarını arkalarına yüklenip: “Dünyada işlediğimiz büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize!” derler. Dikkat edin onların yüklendikleri şeyler ne kötüdür!”
(En’âm 31)
Allah’la karşı karşıya gelmeyi ummayanlar, Allah’a kavuşup O’nun sorgulamasıyla karşı karşıya geleceklerine inanmayanlar, dünya hayatına razı olanlar, dünyayı tatminkar bulanlar, dünyanın ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini duymayanlar, “Varsa da yoksa da yaşadığımız şu hayat vardır. Burada kam almaya bakalım” diyenler. Yaşadıkları hayatlarında ahiret inancının kokusu bile olmayanlar, işte hüsrana mahkum olanlar bunlardır. İşte eli boşa çıkanlar, kaybedenler bunlardır. Hasret çekenler bunlardır. “Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar olsun bize! Yuh olsun bize! Vah orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bizim hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah yapmamamız gerekirken yaptıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza!” diyerek dövünecekler, kaybettikleri fırsatlarından ötürü hasret çekecekler.
Dünya ile aldanmışlardır bunlar. Onu kendilerinin sandılar, aldandılar. Onu ebedî zannettiler, aldandılar. Sanki dünyayı hiç bitme-yecek, tükenmeyecek zannettiler, aldandılar. Dünyanın içindekilere meylederek aldandılar. Dünyanın konumu onları aldattı, aldandılar. Kuralları gereği dünyada Allah dokunmuyordu onlara. Dünyada imtihan gereği içki içene de dokunmuyordu Allah. Namaz kılana da do-kunmuyordu, zina edene de dokunmuyordu, dünyanın yönetimine Al-lah’ı karıştırmayanlara da dokunmuyordu. Allah’a kulluk yapana da, âdetlerin, çevrenin, modanın, şeytanın, tâğutların, nefislerinin kulu, kölesi olanlara da dokunmuyordu. İmtihan gereği işledikleri suçlar yüzünden dünyada Allah’ı atlattıklarını zannediyorlardı. Aldandılar ve kaybettiler.
Evet biz her an Allah’a doğru gidiyoruz. Bütün yollar insanı Al-lah’a götürmektedir. Ama Allah’a götürücü yollar ikidir.
a. İnsanı Allah’la cennette buluşturan yollar,
b. İnsanı Allah’la cehennemde buluşturan yollar.
Hani adamın biri öyle diyormuş: “Nârın da hoş, nûrun da.” Ya Rabb cehennemin de hoş, cennetin de. Benim için nârı da fark et-mez, nûru da. Ben Allah’ı istiyorum. Ben Allah’la buluşayım da gerisi fark etmez. Ben Rabbimi bulayım da gerisi ne olursa olsun. Yanlış bir söz. İnsanlar zaten Allah’a gidiyorlar. Herkes mecburen Allah’la buluşacak, ama cennette buluşmayı isteyin diyor Rabbimiz. Çünkü cehennemlikler de buluşacaklar Allah’la ama Cehennemde azabın içinde buluşacaklar, azabıyla buluşacaklar. Öyleyse ben öyle demiyo-rum. Benim peygamberim ve selefim de öyle dememiş. Ben de Allah-la buluşmayı istiyorum ama cennette buluşmayı istiyorum ve dua ediyorum. Allah’ın nûrunu istiyorum, cehennemden de, nârından da Rabbime sığınıyorum. Çünkü Rabbim kitabında benim istediğim yol budur, sizler bu yolla beni bulun diyor. Öyleyse Rabbimizi O’nun dediği, O’nun gösterdiği yolda bulmak zorundayız. Bu yoldan giderseniz benimle karşılaşırsınız, diyor Allah.
İki yol var. Bakın bu iki yolun sonucu neymiş?
7-9. “Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına sevinçle döner.”
Defterini sağından almak isteyenlere, dünyada böyle bir hayat yaşayanlara defterleri sağından verilecek. Solundan ya da arkasından almak isteyenlere de sollarından verilecek. Bu insanın kendi elindedir. Çünkü defterimizi yazan biziz. Yazan meleklerdir ama yazdıran biziz. Öyle değil mi? Meselâ daktiloyla bir sayfa yazı yazsanız, sonra da “Bu yazıyı kim yazdı? diye sorsalar, “Bunu daktilo yazdı” der misiniz? Veya “Bunu kalem yazdı” der misiniz? Bunu ben yazdım dersiniz değil mi? Kalem yazdı ama siz yazdınız. Daktilonun tuşlarına bastınız, daktilo da yazdı. İşte melekler yazıyorlar amellerimizi ama biz yazıyoruz, biz yazdırıyoruz. Melekler tıpkı elimizdeki kalem gibi, ya da daktilonun tuşları gibidir. Bir amel işliyoruz, o ameli işleyen biziz ve meleklere diyoruz ki: “Yazın bunu, onlar da yazıyorlar.” İşte dünyada yarın defterini sağından almak üzere ameller işleyenler, hayatlarını buna göre yaşayanlar yarın defterlerini sağından alacaklar. Defterlerini sollarından veya arkalarından almak isteyenler, hayatlarını buna göre yaşayanlar da sollarından alacaklar. İşte kitabını sağından ve solundan almayı böyle anlıyoruz.
İşte defterlerini sağlarından alanlar:
Çok kolay bir hesap beklemektedir onu. Kolay bir hesap, basit bir hesap, tartışmasız, sıkıştırmasız bir hesapla karşılaşacak. Hesabı kolayca görülecek. Tamam bu güzel! Bunu iyi yapmışsın! Bu da güzel! Şurada bir eksiğin var! Şunu hatalı yapmışsın ama haydi neyse affettik! gibi böyle yüzeysel üç-beş maddelik bir hesapla işi bitirilecek. Aslında Rasulullah Efendimizin beyanıyla bu hesaba çekilme değildir. Bu bir arzdır. Yani kişiye dünyadayken yaptıklarının arzından ibarettir bu. Bakın Buhârî’nin Hz. Ayşe annemizden rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyurulur:
“Hesaba çekilmiş hiçbir kimse yoktur ki helak edilmiş olmasın. Hz. Ayşe der ki: “Canım sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! Rabbimiz kitabında: “Kitabı sağ elinden verilen kolay bir hesaba çekilecek” buyurmadı mı? dedim. Allah’ın Resûlü de şöyle cevap verdi: “Ya Ayşe, bu arzdır. Hesaba çekilen azaba uğratılır.”
(Buhârî, âyetin tefsiri)
Demek ki bu, Rabbimizin kuluna amellerini arzetmesidir. Bu bir hesaba çekme değildir. Kulum! İşte sen şunları şunları yapmıştın! Dünyadayken nasıl bunları örtmüşsem şimdi de bunları bağışlıyorum! buyurarak defteri sağından verilenler kolay hesapla karşılaşacaklardır. Yani Cenab-ı Hak: “Bu cennettedir! Bu cennetliktir” dedi mi, böyle hesap etti mi artık onun işi kolaydır. Yani yine hesap var, yine sorgulama var ama bu hesap kolaydır. Kolay bir hesaptır. Ama Allah korusun da çorap söküğü gibi, bunu niye yaptın? Bunu nasıl yaptın? gibi bir sorgulama başladı mı artık onun işi bitiktir. Evet şunu niye yaptın? Bunu niye yapmadın? Niye anlamadın? Niye okumadın? Niye tanımadın? Niye düşünmedin? Niye anlatmadın çocuklarına? Niye duyurmadın hanımına? gibi hesabın teferruatına bir girdi mi, işi bitiktir o adamın. Hani dünyada bir hesap defteri tutulur. Hesabın görüldüğü ortamda eğer adam affedilecekse, işte şu kadar ödemişsin, şunu ver-mişsin, iki-üç bin daha verdin mi, tamam bu iş biter filan denir. Ama adama ceza verilecekse, adam cezaya çarptırılacaksa detaya girilir. Ayın ikisinde şöyle yaptın! Üçünde şunu yapmadın! demeye başladı mı, işi bitiktir.
Kitabını sağından alanlar için kolay bir hesap, detaya inilmeyen bir hesap ve sonra da:
Artık alnı açık, başarının sevinciyle, yüzü güler, gönlü mesrur olarak ehline dönüyor. Haydi ehline, seni bekleyenlere, bekleyenlerine, sevdiklerine dön denilir ona, o da sevinç içinde ehlinin yanına dö-nüverir. Peki kimdir ehli? Kimdir onu bekleyenler? Hûrileri, zevceleri. Yaratıldıkları günden beri her gün biraz daha güzelleşerek kendisini bekleyen cennetteki sevgilileri. Veya cennete kendisinden önce girmiş sevdikleri, dostları. Veya kendi evinde kendisi gibi olanlar, kendisi gibi inanlar. Kendisiyle birlikte dünyada cennet kazanma kavgası verenler. Yani yeryüzünde bu dini birlikte yaşama ve yaşatma kavgası veren babaları, anaları, zevceleri ve çocuklarının yanına gidecekler.
Dikkat ederseniz burada ehlinin yanına deniyor. Oğlunun yanına, kızının, karısının yanına denmiyor. Çünkü onların hepsi ehil değildir. Nitekim Nuh’a (a.s), oğlu hakkında Rabbimiz, “O senin ehlin değildir” buyurmuştu. Kenan Nuh’un (a.s) oğluydu ama ehli değildi. Oğlun değil denmiyor, ehlin değil deniyordu. Demek ki evimizin içindekilerden bizimle beraber olanlar, bizimle birlikte kulluk yapanlar, bizimle birlikte cennet kazanma kavgası verenler bizim ehlimizdir.
Öyleyse evimizin içindekileri ehil hale getirmek zorundayız. Evimize girip çıkanları da ehil hale getirmek, onları da ehlileştirmek zorundayız. Yahu ne yapayım! Ben seçmedim ya, işte bacanak! Mecburen akraba olmuşuz ve gelip gidiyor bizim eve! Hayır! Olmaz! Mâzeret değildir bu. Ya ne yapacağız? Nedir bizim görevimiz? Madem ki bizim eve girip çıkıyor, o halde ona dini anlatacağız. Ona İslâm’ı duyuracak ve hattâ ehlimiz olduğu için duyurmanın da ötesinde uygulattıracağız. Bu bizim sorumluluğumuzdadır unutmayalım. Yahut da Allah’a isyan olanı yok etmeye çalışacağız, engellemeye çalışacağız. Yani ona emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker yapacağız.
Evimize girip çıkan kimselere, yani ehlimize dikkat edeceğiz. Bu kayınpederimiz, kayınvalidemiz de olsa. Aslında bizler kadınlarımızın babasıyla, anasıyla görüşmelerini engelleyemeyiz. Buna hakkımız yoktur. Ama kadınlarımızın babası, anası onun dünyasına girer de kadınlarımızı kendileri gibi yapmaya, kendi dünyalarına çekmeye çalışırlarsa o zaman kendi kontrolümüz altında görüşmelerini sağlarız. Zira baba, ana Hıristiyan olabilirler. Budist, Şintoist, ateist, dinsiz olabilirler. Halbuki ehil bizimle beraber olanlardır.
O kitabını sağından alanlar hûrilerinin, zevcelerinin, ehillerinin, kendisiyle birlik olanların yanına, cennete, bal ırmaklarının, hûrilerin, gılmanlarının yanına, makam-ı mahmud’un gölgesine giderlerken öbür tarafta:
10-12. “Ama amel defteri kendisine arkasından verilen kimse: “Mahvoldum” diye bağırır ve çılgın alevli ce-henneme girer.”
Kitabını arkasından alanlar, kitabı arkasından tutuşturulanlar. Yani dünyada ben kitabımı arkamdan almak istiyorum diye bir hayat yaşayıp sonunda kitabı arkasından verilenler. Hakka sûresinde “kitabı sol taraflarından verilenler” ifadesi vardır. Burada da arkasından verilenler deniyor. Kitabını solundan alanlarla arkalarından alanlar birdir. Anlayabildiğimiz kadarıyla kitapları sollarından verilenler bundan memnun olmayıp, sollarından almamak için ellerini arkalarına atacaklar da arkalarından verilecek. Çünkü sollarından verildi mi işlerinin bi-teceğini biliyorlar. Onun için sollarından almak istemeyecekler de zor-la arkalarından kitapları tutuşturulacak. Ne korkunç bir manzara değil mi?
Meselâ Müslümanların defteri, yani sağdan verilen defterler yeşil ciltli, kâfirlerinki yani defterleri soldan verilenler de kırmızı ciltli ol-sa, yahut Müslümanlarınki toprak ciltli, öbürü de ateşten ciltli olsa, cil-dini, rengini uzaktan görür görmez onu kimse almak istemez değil mi? Alınmayan da böyle arkadan verilir, tutuşturuluverir.
Hainler dünyadayken kitaplarını arkalarına atmışlardı. Kitaplarıyla ilgilerini kesmişler, kitaptan habersiz bir hayat yaşamışlardı. Allah’ın kitabının önüne başkalarının kitaplarını geçirmişler, Allah’ın ki-tabını kenara almışlar, az bakılır hale getirmişlerdi. Şimdi de kitapları arkalarından veriliyor.
Öyleyse unutmamak lâzımdır ki amel defterleri şu sürekli elimizin altında bulunan, bulunması gereken, elimizden hiç düşürülmemesi gereken kitabımıza göre doldurulmalıdır. Amellerimiz konusunda sürekli beslendiğimiz, sürekli diyalog halinde bulunduğumuz kitabımıza göre bu amel defterlerini doldurmak zorundayız. Tüm amellerimizde kıstas bu kitap olmalıdır. Yaptığımız, söylediğimiz her şeyi, verdiğimiz her kararı bu kitaba uygun olarak vermeliyiz. Kitabını sağından alan mutlulardan olmak istiyorsak buna çok dikkat etmek, ki-tabı hiçbir zaman elimizden düşürmemek zorundayız. Yine unutmayalım ki adamın kitabı neyse, hangi kitapla sürekli beraberse, hangi ki-tabı elinden düşürmemeye çalışıyorsa, kafasında kimin kitabının bilgileri canlıysa elbette ki amelleri de o kitap kaynaklı olacaktır.
“Ya Rab bizi kitabını sağ elinden verilenlerden eyle! Aman ya Rabbi arkalarından verilenlerden eyleme!”
Meselâ insan, belâlı dar bir sokağa girse, yolun bir tarafı muttakilerle dolu, öbür tarafı da şakilerle dolu olsa. Adam yolda giderken muttakiler sağından, şakiler de solundan tutsalar. Adam sağından tu-tuldu mu kurtuldu, ama Allah korusun solundan tutuldu mu işi bitti. İş-te bunun gibi solundan verildi mi defteri, işi bitik adamın. Yapabileceği hiçbir şey yoktur. “Yahu iyi ama ben beş yıl namaz kılmıştım! Benim Orucum da vardı! Turistik bir ziyaretim de olmuştu Suudi Arabistan’a!” Geçmiş olsun, işin bitti. Ama bir de sağından verildi mi? “Yahu biraz günahım da vardı?” Hayır, tamam seninki! Sen kurtuldun denilecek.
Kitabını arkasından alanlar:
Ah! Ölüm nerdesin? Ne olur gel de bizi bu durumdan kurtar di-yecekler. Ölümü çağıracaklar, ölüme dâvetiye çıkaracaklar, ölümü te-menni edecekler ama ölemeyecekler. Ölüm acısını her yandan hissedecekler ama ölemeyecekler. Hep ölümü yaşayacaklar ama bir tür-lü ölmeyecekler.
Dikkat ediyor musunuz, zâlimler ölüm istiyorlar. İstedikleri şey yok olmak, helak olup gitmek. Kendilerini biran olsun içine gömüldükleri bu dayanılmaz azaptan, bu perişanlıktan kurtaracak bir ölüm is-tiyorlar. Ölümle bu durumdan kurtulmak istiyorlar. Hayır hayır! Siz böyle kalacaksınız! Siz cehennemde kalacaksınız! Siz azabın içinde unutulacaksınız! Ölümle kurtuluş yok! Sizin için ölmek yoktur artık! Ölümü temenni ettiren bir azabın içinde ebediyen kalacak ve unutulacaksınız! Sizin için sizi bu azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni ettirecek bu azabın içinde kalacaksınız. Çünkü sizler dünyadayken bunu istediniz! Biz kitabımızı arkamızdan alacağız, biz cehenneme gitmek istiyoruz diye bir hayat yaşadınız. Halbuki dünyada size hak gelmişti. Size Allah’ın âyetleri gelmişti. Allah sizi bundan haberdar etmişti. Size Allah’ın elçileri, Allah’ın uyarıları gelmişti. Size kitap, peygamber gelmişti. Siz haktan haberdar edilmiştiniz, ama siz bu hakkı sevmiyordunuz. Siz Allah’tan gelen hakka burun kıvırıyordunuz. İslâm’ı beğenmiyordunuz. Siz Allah’ın istediği hayatı değil, keyfinize göre bir hayat yaşamayı yeğliyordunuz.
Eyvah! Vah! Tuh! derken, ölüm bekleyip dururlarken arkaların-dan yedikleri tekmelerle görevliler onları içeri kaktırıverecekler. Çılgın ateşe yaslayıverecekler, sallayıverecekler.
13. “Çünkü o, dünyada, adamlarının yanında iken zevk içindeydi.”
Hatırlayın ama o da bir vakitler onunla bununla seviniyordu. Bir vakitler dünyada ehliyle, hanımı ve çoluk-çocuğuyla mesrurdu. Kendi dünyasını kurmuş, işini tıkırına koymuştu. Beyefendinin keyfi yerindeydi. Karısını kızını koluna takmış keyif çatıyordu. Kâm alıyordu dün-yadan. Hayatının tadını çıkarıyordu. Dinle, diyanetle, namazla, ab-destle ilgisi yoktu. Ehlinin, arkadaşlarının, cemaatının dinle, diyanetle ilgisi yoktu. Çevresindekilerin, düşüp kalktıklarının Kitapla, Sünnetle ilgisi yoktu. Zevkinin peşindeydi. Markının, dolarının hesabında, dükkanının, tezgahının derdindeydi. Zira tekrar döneceğini hesap etmiyordu.
14. “Zira; o, bir daha dirilip dönmeyeceğini sanmıştı.”
Ölümünden sonra diriltilmeyeceğini zannediyordu. Hiç mi hiç, ebedîyen döndürülmeyeceğini zannediyordu. Hesabında ölüm ve ölüm ötesi hayat yoktu.
15. “Bilin ki, Rabbi onu şüphesiz görmekteydi.”
Hayır hayır, yanılıyordu. Çünkü o başıboş değildi. Rabbi onu görüp gözetiyordu. Onu bir yaratan vardı ve sürekli onu görüp gözetendi. Rabbi, onu tüm yaptıklarından hesaba çekecek olandı.
16. “Akşamın alaca karanlığına andolsun; Geceye ve gecenin içinde olan şeylere andolsun; Dolunay halindeki Ay’a andolsun ki: Ey İnsanlar! Şüphesiz siz bir durumdan diğerine uğratılacaksınız. Onlara ne oluyor da inanmıyorlar?”
Bir baksanıza zamana, hiç duruyor mu? Gündüz geceyi, gece gündüzü takip ediyor. Ay önce incecik, sonra biraz büyüyor, sonra tekrar küçülüyor, yarım hale geliyor, sonra inceliyor ve kayboluyor. İşte sizler de tıpkı bunun gibi yok olacaksınız.
İnsan da böyledir. Önce doğar. Küçüktür, sonra biraz büyür, çocukluk dönemi, sonra gençlik dönemi, sonra olgunluk dönemine ulaşır. Sonra tekrar küçülmeye başlar ve sonra bitiş gelip çatar. İşte insan da tıpkı bu sayılanlar gibidir. Halden hale girerek bir ömrü tüketir. Önce baba belindesiniz, anne karnındasınız, sonra kundakta çocuksunuz, sonra apalıyor, emekliyorsunuz, sonra koşuyorsunuz, yü-rüyorsunuz ve sonra da ölüp gidiyorsunuz. Öyleyse niye iman etmiyor bu insanlar? Rabbiniz bunca delille size kendisini anlattığı halde niye hâlâ iman etmiyorsunuz? Üstelik Kur’an okunduğu halde secde et-miyorlar.
21. “Onlara Kur’an okunduğu zaman neden secde etmiyorlar?”
Allah karşısında bel bükün, boyun eğin! Rabbinizi dinleyin! Onun emirlerine itaat edin, Allah karşısında ukalalık etmeyin. Allah’ı dinleyin! Allah’a kulak verin! Allah’ın istediğini yaşayın! Secde edin! Yani Allah karşısında ukalâlık etmeyin! Allah’a kafa tutmaya, Allah’a akıl vermeye kalkmayın!
Meselâ örtünün! denilmişse, hemen bu konuda secdeyi gerçekleştirin! Hemen Rabbinizin istediği biçimde örtünün demektir bunun manası. Namaz kılın! Çocuklarınızı eğitin! Kitapla tanışın! Sünnetle buluşun! Hayatınıza Allah’ın istediği biçimde program yapın! De-nilmişse, hemen bütün bunları uygulamaya koymak üzere secde edin. Tüm bu konuların secdesini, teslimiyetini gerçekleştirin demektir bunun manası.
Secde, inkıyattır, Allah’ın emirlerine boyun eğme, kabul etmedir. Allah’a, “Baş üstüne ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! Hemen gereğini yerine getiriyorum ya Rabbi” demektir. İtiraz etmemenin, yan çizmemenin, savsaklamamanın, uygulamaya koymanın beyanıdır.
Secde Kur’an okununca, Kur’an’da gelen Rabbin emirlerine, yasaklarına, beyanlarına evet demek, inandım demek, ben buna teslim oldum demektir. Öyleyse Kur’an âyetleri okununca aklı işin içine karıştırmadan secde etmek zorundayız. Namaz kıl denince, iyi ama abdestim yok demeden, itiraz etmeden, mâzeretlerin arkasına saklanmadan, aklı işin içine karıştırmadan hemen namaza doğrulmak zo-rundayız. Tamam anladık da hele bir çocukları büyüteyim, hele şu müşterileri bir savayım, hele şu okulu bir bitireyim, ya iyi de elbisem temiz değil, şunları şunları bir bitireyim de ondan sonra kılayım. Hayır, teslim olunmalıdır, hemen secde edilmelidir. Tıpkı “Asanı taşa vur ey Mûsâ!” şeklindeki emir karşısında aklı işine karıştırmadan, ya acaba suyla bunun ne ilgisi var? filan demeden Hz. Mûsâ’nın teslim olup emri uyguladığı gibi, biz de Rabbimizin tüm emirlerini uygulayacak, hemen hiç beklemeden secde edeceğiz.
22. “Aksine, inkarcılar yalanlıyorlar.”
Lâkin kâfirler yalanlıyorlar, yalan sayıyorlar. İnkar ediyorlar de-ğil, yalan sayıyorlar diyor Rabbimiz. Çünkü yalan saymak, inkardan farklıdır. Adam duyuyor, anlıyor, hattâ inanıyor ama gereğini yerine getirmiyor. Yani diliyle inandığını iddia ediyor ama hayatıyla, hayat programıyla yalanlıyor.
Meselâ diyorsunuz ki adama: “Arkadaş dışarı mı çıkıyorsun?” “Evet.” “Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var, kar yağıyor! Aman pardösünü giymeden çıkma!” Adam dediğinizi anlıyor, inanıyor. Kar nedir, soğuk nedir, biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor, anlıyor ama yine de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa, işte bu yalan saymaktır. Yani adamın namazın farz olduğunu, kılınması gerekti-ğini bilmesi ama yine de kılmaması gibi. Müddessir sûresinin son bö-lümünde şöyle anlatılır:
“Bizler din gününü yalan sayanlardandık.”
(Müddessir: 46)
Dünyada mü'min görünen suçlular anlatılıyordu. Yani dünyada mü'min zannedilen ama soluğu cehennemin kapısında alan bu insanlara müslümanlar, cennete girenler şaşkınlık içinde şöyle soruyorlardı:
“Hayrola ya! Niye geldiniz buraya? Bir yanlışlık fi-lan mı oldu?”
Siz mü'min değil miydiniz? Ne işiniz var sizin burada? Buy-rulunca, bunlar dört suç sayıyorlar: Bu suçlardan birisi de şudur:
“Biz din gününü yalan sayardık.”
Din gününü inkar ederdik değil, yalan sayardık. Meselâ adama soruyorsunuz: “Arkadaş ölecek misin?” “Tamam.” “Dirilecek misin?” “Tamam.” “Hesap-kitap var mı?” “Tamam.” “Peki Allah Kâdir mi? Ya-par mı bunu?” “Tamam.” Hepsine inanıyor adam. Ama bakıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konulara aldırış etmeden yaşıyor adam. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu bile görmek mümkün değil. Öyle bir hayat programı var ki, adamın bu inancının hiç mi hiç etkisi yok.
Yani imanının, inandım dediği şeyin gereğini yapmıyor. Veya imanını amele dönüştürmüyor adam. Çok korkunç bir suç değil mi bu? Namaz kılması gerektiğine inanıyor ama kılmıyor. Örtünmesi ge-rektiğine inanıyor ama örtünmüyor. Kur’an’ı, Sünneti tanımadan Müslümanlık olmayacağına inanıyor ama farklı yaşıyor. Çoluk-çocuğunu eğitmesi gerektiğine inanıyor ama yanaşmıyor. İşte yalan saymak bu-dur ve çok büyük bir suçtur.
Kur’an okunur, anlatılır, adam dinler, anlar, inanır. “Doğru ya, yapmak lâzım, etmek lâzım, vah, tüh!” der ama döner gider eski haline. Hiç değişme olmaz hayatında. Unutur gider bu duyduklarını. İşte yalan sayma budur.
23. “Oysa, Allah, onların sakladıklarını çok iyi bilir.”
Allah onların kalplerindekini, kalplerinde kendisine, kitabına, dinine ve Müslümanlara karşı gizlediklerini, biriktirdiklerini bilmektedir. Allah, kalplerinde taşıdıkları kinleri, düşmanlıkları bilmektedir.
24-25. “Ey Muhammed! Onlara can yakıcı azabı müjde et. Yalnız inanıp yararlı işler işleyenlere, onlara, kesintisiz ecir vardır. “
Peygamberim! Sen elim bir azapla, elem verici, dayanılmaz bir azapla müjdele onları. Hepsini mi? Hayır, ancak inanıp pişman olanlar var ya, inancını amel haline getirenler var ya onlar müstesna. Zaten mü'minin her bir ameli imanın eseridir. Öyle olmalıdır. Mü'min, ha-yatının her bir kademesinde mü’mindir. Namaz kılarken de, yatarken de, yerken içerken de, ticaret yaparken de, evlenip boşanırken de. Her yaptığı işi müslümanca yapar, müslüman olarak yapar. Namaz kılıyorsak buna inandığımız içindir. Bazen de bir şeyi yapmıyoruz, bu da öyle. Bunu da müslüman olarak yapmıyoruz. Meselâ ne gibi? Meselâ içki içmiyoruz, zina etmiyoruz. Bunu yapmazken de biz müslü-man olarak yapmıyoruz. Gerek pozitif, gerekse negatif olarak ne yapıyor, ne yapmıyorsak bunu müslüman olarak yapıyoruz. Yani bizler devamlı amel, kavil ve fiille meşgulüz demektir.
Şimdi biz bunların tümünü bir imanla, bir imanın gereği olarak yaptığımıza göre, öyleyse yaptığımız şeyleri bir düşünelim. Acaba Mevlâ bizden bunları istedi diye mi yaptık? Yani bütün bu yaptıklarımızı imanımız gereği mi yapıyoruz, yoksa bize bunları yaptıran başka bir imanımız mı var? Veya bu yaptıklarımızı yaptıran başka Rablerimiz mi var? Öyleyse ne kötü imandır ki, o bize bunları yaptırıyor. Bütün bunları Allah istemediyse bizden, öyleyse niye yapıyoruz?
İnanan ve inancını yaşayan, inanan ve imanını hayatında görüntüleyen, inanan ve inancını pratize eden, hayatını iman kaynaklı yaşayan, hayatlarıyla imanları özdeş olan kimseler için ne varmış?
Onlar için gayr-i memnun bir ecir, bir ücret vardır. Minnet, başa kakmaktır. Gayr-i memnun ecir de minnetsiz, minnet duyulmayacak tarzda, başa kakılmayacak biçimde bir ecirdir. Ameller karşılığı bir ücrettir. Hani çalışan, alnının terini siler ve: “Ver arkadaş!” der ya, işte aynen bunun gibi minnetsiz, amel karşılığı bir ücret verilecek onlara. Evet baş kakıntısı olmayan bir ecir. Yani Allah, dünyadakilerin verdiği ücret gibi hadi hadi hakketmediniz ama yine de size bunları veriyorum demeyecek, işte bunları siz hak ettiniz, amellerinizle hak ettiğiniz mükafat işte budur diyecek.
Bir de gayr-i memnun, memnuniyetin de ötesinde bir ecir demektir bu. Yani, “Yeter ya Rabbi, ben ne yapacağım bu kadar nimeti? Yeter ya Rabbi bu kadar hûriyi ben ne yapacağım? Ben bu kadar bü-yük bir mülkü ne yapacağım?” dedikçe, Allah’ın daha fazlasını vereceği bir ecir, bir ücret var onlar için. Memnun olmanın da ötesinde, memnuniyetin de ötesinde bir ecir, bir mükafat verilecek o mü’min-lere.
Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz yeter. Rabbim gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Ve âhiru dâvana enil hamdü lillahi Rabbil’ âlemîn.

- 84 -

İNŞİKAK SÛRESİ

Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 84., Nüzûl sıralamasına göre 83., Mufassal sûreler kısmının onuncu grubunun ikinci ve son sûresi olan İnşi-kâk sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 25’dir.

“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-2. Gök yarılıp Rabbine boyun eğdiği zaman ki gök boyun eğecektir. 3-5. Yer düzeltilip, içinde olanları dışarı atarak boşaldığı zaman ve yer Rabbine boyun eğdiği zaman ki yer boyun eğecektir (herkes yaptığının karşılığını görecektir). 6. Ey İnsanoğlu! Sen Rabbine kavuşuncaya kadar çalışıp çabalarsın, sonunda O’na kavuşacaksın. 7-9. Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına sevinçle döner. 10-12. Ama amel defteri kendisine arkasından verilen kimse: “Mahvoldum” diye bağırır ve çılgın alevli cehenneme girer. 13. Çünkü o, dünyada, adamlarının yanın-da iken zevk içindeydi. 14. Zira; o, bir daha dirilip dönmeyeceğini sanmıştı. 15. Bilin ki, Rabbi onu şüphesiz görmekteydi. 16. Akşamın alaca karanlığına andolsun; 17. Geceye ve gecenin içinde olan şeylere andolsun; 18. Dolunay halindeki Ay’a andolsun ki: 19. Ey İnsanlar! Şüphesiz siz bir durumdan diğerine uğratılacaksınız. 20. Onlara ne oluyor da inanmıyorlar? 21. Onlara Kur’an okunduğu za-man neden secde etmiyorlar? 22. Aksine, inkarcılar ya-lanlıyorlar. 23. Oysa, Allah, onların sakladıklarını çok iyi bilir. 24. Ey Muhammed! Onlara can yakıcı azabı müjde et. 25. Yalnız inanıp yararlı işler işleyenlere, onlara, kesintisiz ecir vardır.
Bir secde borcunuz var. Secdede aslolan hemen duyar duy-maz, o durumla karşı karşıya gelir gelmez yerine getirmektir. Hattâ abdestli olup olmadığına bakmadan, hattâ yerin temizliğine bakma-dan, hattâ kıbleye dönüp dönmediğine bakmadan hemen secde et-mek, secdeyi gerçekleştirmektir. Namazdaki secde değil tabii bu. Çünkü bakıyoruz Kur’an’da namazla secde ayrı ayrı zikredilir.
Evet kıyametten, ahiretten, hesaptan, kitaptan bahseden bir sûreyle karşı karşıyayız. Mekke’nin son günlerinde inen bir sûre. Kı-yamet öncesi ve kıyamet sonrası olacakları gündeme getiren ve in-sanları bu konuda hazırlığa dâvet eden bir sûre. Sûrede Allah’la bu-luşma, Allah’ın sorgulamasıyla karşı karşıya gelme, amel defterleri ve bu defterlere göre tespit edilecek yerleşim merkezleri son derece keskin ifadelerle anlatılır.
Mekke’de müslümanlar son günlerinde imanları sebebiyle, yal-nızca müslüman olmaları sebebiyle horlanıyorlar, dışlanıyorlar, işken-ce ve hakaretlere maruz kalıyorlar, evleri, malları yağmalanıyordu. Evlerinden, yurtlarından ayrılmaya zorlandıkları bir anda bu âyetler geliyordu. Tek suçları vardı Müslümanların. O da kâfirler gibi olma-mak, onlar gibi düşünmemek, onlar gibi inanmamak, onlar yaşama-mak. İşte kâfirlerin gözünde en büyük suç budur. Bu tür suçlulara kâ-firlerin tahammül etmeleri mümkün değildir. Bakıyoruz şu anda da en büyük suç budur. İşte şu anda meselâ koskoca bir okulda bin kızdan bir tanesi başını örtüyor, kızıyorlar ona. Tahammül edemiyorlar bu kızcağıza. Niye? Onlar gibi de değil de ondan. Tarih boyunca kâfir hiç değişmemiştir. Bugün eğer bizden rahatsız oluyorlarsa kesinlikle bile-lim ki bu, onların değiştiklerinden değil, biz Allah’ın istediği gibi müslü-manlar değiliz de ondan. Yâni değişen onlar değil biz Müslümanlar-dır.
Allah’ın Resûlü kendileri gibi değil diye kendisini suçlayanlara bu sûreyi okuyarak cevap veriyordu. Bizler de bugün onlar bize ga-zaplanıp üzerimize çullandıkları zaman biz de onlara diyeceğiz ve okuyacağız bunu. Ey kâfirler! Ey zâlimler! Ey müstekbirler! Elbette siz de bir gün gelecek bu gücünüzü kaybedeceksiniz! Bu gücünüz de, bu iktidarınız da, bu saltanatınız da, bu gününüz de yok olacak! Öyleyse gelin şimdiden aklınızı başınıza alın! Eğer şimdiden akıllanır, kendi is-teğinizle Allah’a kulluğa gidersiniz kazanırsınız diyeceğiz. Değilse siz bilirsiniz yarın öyle bir zaman gelecek ki pişman olmanızın size hiçbir faydası dokunmayacaktır.
İnşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlamadan önce sûreye genel bir bakış yapalım. Sûre kıyametin kopmasını anlatmak-tadır. İlk beş ayette kıyametin nasıl kopacağı dile getirilir. İlk ayette göğün yarılıp parçalanışı "inşekka" kelimesi ile anlatıldığı için sure el-İnşikâk (yarılama, parçalama) suresi adını almıştır. 6-19. ayetlerinde ise, insanların iki gruba ayrılacağı ve gruplardan birinin amel defterle-rini sağ taraflarından alırken diğerlerinin arka taraflarından alacakları anlatılır. Amel defterlerini arka taraftan alanlar, o anda tekrar ölmeyi arzu edecekler ama bu istekleri gerçekleşmeyecek ve Cehenneme sürüleceklerdir.
Sûre, kâfirleri acıklı bir azabın beklediğini, müminlerin ise son-suz mükâfatlarla mükâfatlandırılacaklarını haber vererek bitmektedir.
Sûrenin meali şöyledir: "Gök yarıldığı, kendisine yaraştığı üzere Rab-bine kulak verip boyun eğdiği zaman! Yer uzatılıp dümdüz yapıldığı, içinde olanları (dışarı) atıp tamamen boşaldığı ve kendisine yarıştığı üzere Rabbine kulak verip boyun eğdiği zaman! Ey insan, muhakkak sen Rabbine doğru (varan bir yol üzerinde) çabalayıp durmaktasın, nihayet O'na varacaksın. (O zaman) kimin kitabı sağından verilirse, o, kolay bir hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir. Ki-min kitabı arkasından verilirse, o, ölümü çağıracak ve alevli ateşe gi-recektir. Çünkü o, (dünyada) ailesi arasında (şımarık ve) sevinçli idi. O, hiç (Rabbine) dönmeyeceğini sanmıştı. Hayır, muhakkak Rabbi o-nu görmekte idi. Hayır, yemin olsun ki akşamın alaca karanlığına, ge-ceye ve (gecenin bağrında) toplayıp ürettiği şeylere, dolunay şeklini alan aya ki, siz mutlaka tabakadan tabakaya bineceksiniz. Onlara ne oluyor ki inanmıyorlar? Kendilerine Kur'an okunduğu zaman secde etmiyorlar? Aksine o inkâr edenler (Hakk'ı) yalanlıyorlar. Allah onların, içlerinde gizledikleri (küfür ve düşmanlığı) biliyor. Onlara acı bir azabı müjdele. Ancak inanıp faydalı işler yapan kimseler için ardı arkası ke-silmez bir mükâfat vardır"
Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.s) İnşikâk ve Alâk surelerinde secde etti"
(Müslim Kitâbu'l Mesâcid, 109).
Evet, İnşikâk sûresinde; "Onlara Kur'an okunduğunda neden secde etmiyorlar" (21) âyetinde tilavet secdesi yapılır. Bu kısa mukad-dimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya geçebiliriz.
1-2. “Gök yarılıp Rabbine boyun eğdiği zaman ki gök boyun eğecektir.”
Sema yarıldığı, gök şaklandığı, gökyüzü şak şak yarılıp parçalandığı zaman... Gün olacak, dönem gelecek, devran dönecek ve gökyüzü şakk olacak. Semanın semalığı bitecek, fonksiyonu sona e-recek. Sahi şu anda var mıydı semâ? Haberiniz var mı semânın var-lığından? Veya fonksiyonundan? Şu şehir hayatı gerçekten semâmızı alıp götürmüş. Bizim semâyla ilişkimizi kesmiş. Halbuki semâ sinesindeki binlerce Allah âyetiyle elimizden tutup bizi Rabbimizin gücünü, kudretini anlamaya, tanımaya götürecekti. Ama maalesef bugün ne semâyla, ne de ondaki Allah âyetleriyle ilişkimiz kalmadı.
Bugün ayın kaçı? Ya da gökyüzünde ay var mı, yok mu? Hiç haberimiz yok değil mi? Ay’la da ilgimiz alâkamız yok, semâyla da. Yani ay olmalı mı, olmamalı mı? Onu dahi bilemiyoruz belki. Öyle ya, ay olsa ne olur, olmasa ne olur? Bize ne bundan? Halbuki Rasulullah ay için, güneş için, sema için Allah’a götürücü âyetler olarak söz eder. Bunlar Allah’ın âyetleridir. Bakın Rabbimiz bir âyetinde şöyle buyuruyor:
“Gece ile gündüz ve güneş ile ay Allah’ın kudretinin delillerinden, âyetlerindendir.”
(Fussilet 37)
Gece, gündüz, ay, güneş bunlar Allah’ın âyetleridir. Bunlar Al-lah’ın varlığına şahadet eden yaratıklarıdır. Bunlar Allah’ın varlığına, ulûhiyet ve rubûbiyetine deliller, alâmetler, işaretler, âyetler ve nişanelerdir.
Semâ, ay ve güneş Allah’ın âyetlerindendirler. Allah’ın âyetlerinden bu üç âyet, semâ, ay ve güneştir. Bakara’daki iki âyeti, Al-i İm-rân’daki üç âyeti öğrenmesek olur mu? Bakara’yı ve Al-i İmran’ı öğrenmesek olur mu? Bakara ha varmış ha yokmuş? Fussilet ha varmış ha yokmuş? Yani ne fark eder ki? diye bir hayat yaşarsak sonuçta öy-le olacaktır tabii. Cenâb-ı Hakk yarın: “Kullarım! Kur’an’larınızı alacağım artık! Yeter artık bugüne kadar aranızdaydı, öğrendiyseniz öğren-diniz, tanıdıysanız tanıdınız. Artık onu geri alıyorum. Geri çekiyorum artık!” dese. Bir de bakmışınız ki Kur’an artık ortalıktan kaybolmuş. Yeryüzünden Kur’an kaldırılmış. Sadece hayatınıza uygulayabileceğiniz, kendisiyle yol bulabileceğiniz kafanızda kalan âyetlerden başkası yok. Ne yaparsınız? Yani artık ortada kitap kalmamış, ne yaparsınız? Ne fark eder ki, zaten önceden de yoktu bizim için Kur’an diyorsanız. Zaten önceden de bizim dinimiz üç Kulhü bir Elhamdı diyorsanız, o zaman fark etmeyecektir. Gökteki âyetler var mı, yok mu, fark etmeyecektir. Veya şu elimdeki kitabın âyetleri var mı, yok mu, fark etmeyecektir.
Bugünkü gökyüzü de böyle. Meğer parçalanacak bir gökyüzü varmış! Bizi ne ilgilendirirmiş ki bu? Bizim ne ilgimiz varmış ki bununla, diyoruz sanki. Ne semâyla, ne semâdaki âyetlerle ilgimiz yok. Eskiden adam bahçesine çıkınca, bahçesinde yatınca, veya hiç değilse gece abdest almak için sokağına, bahçesine çıkınca semâyı, bulutları, rüzgarı, ayı, yıldızları veya gündüz güneşi görebiliyormuş. Ama şimdi öyle bir iş mantığı, öyle bir çarşı mantığı, öyle bir yeraltı kazanç merkezleri mantığı geliştirilmiş ki, Allah’ın bu meşhut âyetleriyle ilgimizi alâkamızı koparıvermiş.
Yaşadığımız hayatımızla, hayat programımızla Allah’a da, Allah’ın yasalarına da kafa tutuyoruz âdeta. Ya Rabbi! Sen akşam dinlence için güneşini batırıyorsan, paydos diyorsan da, bizim de güneşlerimiz var! Biz de yakarız onları! Biz de yakarız ampullerimizi ve yine de hayatımıza devam ederiz! diyoruz sanki. Sen bildiğini yap! Biz de bildiğimizi yaparız! diyerek Allah’la yarışmaya kalkıyoruz âdeta. İstersek batırırız da onu! diyoruz. Yeraltlarına inip batırıveriyoruz güneşi. Yani hayatta, hayatı Allah’a kafa tutmaya vardıran bir anlayışımız var bizim Allah affetsin.
Bilmem o taraflarını ama şunu iyi dinleyin: Gün olacakmış, dö-nem gelecekmiş, devran dönecekmiş ve gökyüzü şak şak olacakmış. Kıyamet kopacak yani.
Gökyüzü Allah’a boyun eğecek, Allah’ı dinleyecek, zaten ona yakışan da bu değil miydi? Yani gökyüzüne yakışan neydi ki? Şu insan gibi Allah’a kafa tutmak mı? Ben de bilirim! demek mi? Asla, Allah yarıl demişse yarılacak, birleş demişse birleşecek, dur demişse duracak, yürü demişse yürüyecek. Ay da, yıldızlar da, güneş de, semâ da, arz da ve şu çevremizdeki varlıkların tümü de Allah’ın dediğini dinleyecek. Zaten şu anda da bu varlıkların tamamı Allah’ı dinlemektedirler. İnsanın dışındaki varlıkların tamamının boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu Allah’ın elindedir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi de Allah’a boyun büküp teslim olmuşlardır. Bir an bile Rablerine karşı gel-mezler onlar.
Öyle bir gün gelecek ki, semâ Allah’ı dinleyecek ve yarılacak. Enbiyâ sûresinin haber verdiğine göre eskiden gökle yer bitişikti ve bizim imtihanımız için onların ayrıldıkları anlatılıyordu.
“İnkar edenler görmüyorlar mı ki gökler ve yer bitişikti de biz onları ayırdık.”
(Enbiya 30)
İşte dünyadaki bizim imtihanımız için, bizim imtihan salonumuzun oluşması için bir komutla bu ikisini ayıran, bu ikisini imtihan konumuna getiren Allah, şimdi de imtihanın sona ermesiyle, imtihan so-nuçlarının okunma döneminin gelmesiyle artık gökle yeri eski haline döndürüveriyor. Yani daha önce bir komutla imtihan konumuna getirilen semâ ve arz, bu defa da ikinci bir komutla hesap konumuna getiriliyor. Hesap-kitap konumu alın! diyecek Rabbimiz ve semâ da, arz da eski hallerine getirilecek.
Semâvât ve arz yeni bir şekil daha alacak. Yani şu yıkılmaz görülen, kimseyi dinlemez görülen semâ var ya, muhkem ve sarsıl-maz görülen semâ, gökyüzü var ya, Allah’ın emriyle yarılacak, yıkılacak yarın. Rabbine boyun eğecek, dinleyecek, ona itaat edecek. Zira onun zimamı Allah’ın elindedir.
“Sonra duman halinde bulunan gökyüzüne yöneldi. Ona ve yeryüzüne: “İsteyerek veya istemeyerek buyuru-ğuma gelin!” Dedi. Her ikisi de: “İsteyerek geldik!” dediler.”
(Fussilet 11)
Allah ilgisini göğe yöneltti, gökyüzünü ele aldı, gökyüzünü mu-rad etti, gökyüzünü irade buyurdu. Yani iradesini gökyüzüne doğru yöneltti. Gökyüzünü kastetti Allah ki, o duman halindeydi. Duman ha-linde bulunan, gaz kütlesi durumunda olan semâya ve arza, ikisine birden buyurdu ki: “İkiniz de ister istemez gelin!” Tav'an yahut kerhen ikiniz birden Benim emrime boyun bükün! İkiniz birden Bana teslim olarak vücuda gelin. İkiniz birden Benim arzuma uyarak yoktan var olun! buyurdu. Onlar da, emredersin ya Rabbi! Emrin olur ya Rab-bi! İsteyerek geldik! İsteyerek senin emrine boyun büküp var olduk, dediler.
Aslında burada her ikisinin de Allah’a teslim oldukları anlatılıyor. Burada bize şöyle der Rabbimiz: “Ey insan oğlu! Semâ, semâ ol-duğu halde itiraz edemez de, size ne oluyor? Siz kim, semâ kim? Siz nerde, semâ nerede? Karnınızdaki belli, cürmünüz belli, gücünüz, kuvvetiniz belli. Sizden çok daha büyük varlıklar bile Allah’ın emrine teslim olup boyun bükmüşlerken size ne oluyor da O Allah’a teslim olmuyorsunuz? Siz kime teslimsiniz? Siz kimi dinliyorsunuz? Siz kime itaat ediyor, kimin arzularını yerine getiriyor, kimin adına bir hayat ya-şıyorsunuz?”
Âyetler bize ne fısıldıyor aslında? Anlayabildiğimiz kadarıyla âyetler bize şunu söylüyor: “Bak ey insan! Aklını başına al! Göklerde ve yerde ne varsa hepsi de Allah’a boyun büküp teslim olmuşlardır. Gökler ve yerlerdeki tüm yasalar Allah’a aittir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın yasalarına boyun bükmektedir. Tüm varlıklar Allah yasalarına boyun bükmüştür. Hiçbir varlık Allah’ın yasalarının dışına çıkamaz. İşte sizden ve sizin dünyanızdan çok daha büyük varlıklar Allah’a, Allah’ın hak yasalarına boyun bükmüşken, her şey üzerinde Allah’ın hükmü ve iradesi hakimken, tüm varlıklar Rablerine teslimken siz kime teslimsiniz? Ay, yıldızlar ve semâ, gökyüzü, yeryüzü, her şey o büyüklüğüne, o yüceliğine, o azametine rağmen Allah’ı dinliyor da size ne oluyor da Rabbinizi dinlemeye yanaşmıyorsunuz? Ay, yıldız, güneş, ecram-ı semavîye denilen her şey Allah’a kulluk ya-parken, Allah’ı dinlerken nasıl oluyor da yine Allah’ın yasaları gereği kendilerine irade verilmiş olan insanlar Rablerinin emirlerine kafa tu-tarak kâfir olabiliyorlar? Nasıl oluyor da bu insanlar Rablerinin yasalarını kabule yanaşmıyorlar? Nasıl oluyor da Rablerinin hak yasalarını bırakıp başkalarının yasalarına kulluk etmeye çalışıyorlar? O yasalarına kulluk etmeye çalıştıkları varlıklar mı yaratmış bu gökleri ve yeri? Göklerde ve yerde işleyen yasaları, kendi vücutlarına egemen olan yasaları onlar mı koymuşlar? Gökler ve yerlerde egemen olan onlar mı?”
3-5. “Yer düzeltilip, içinde olanları dışarı atarak boşaldığı zaman ve yer Rabbine boyun eğdiği zaman ki yer boyun eğecektir (herkes yaptığının karşılığını görecektir).”
Yer düzeltildiği, uzatıldığı zaman. Dağlar, dereler, tepeler dümdüz düzeltildiğinde. Yeryüzünün uzatılması, yayılması, genişle-tilmesi, uzatılması anlatılıyor. Türkçe’de bu kelimenin şöyle bir türevi kullanılır: Temdit. Kur’an-ı Kerîm’de zaman için de, mekân için de temditten söz edilir. Zaman için de, mekân için de bir uzatılma söz konusudur. İşte bu âyette de mekânın uzatılmasından, yeryüzünün genişletilmesinden söz ediliyor. Artık dağlar mı düzletilip arz genişletilecek? Yer mi eklenecek? Veya Ay’dan, Merih’ten biraz toprak mı ge-tirilip ilâve edilecek, bunu bilemiyoruz. Nasıl olacak, bunun keyfiyetini bilmiyoruz. Yani yerinden söküp getirdiği ayı mı ekleyecek dünyaya, yıldızı mı, bilmiyoruz. Yoksa yüksekler düzleşince, çukurlar dolunca mı uzayacak bilmiyoruz. Ama ne gerek var bunu bilmeye? Değil mi ki bunu yapan bunun on mislini de yapar. “Ol” deyiverir, o kadar.
Peki biz nesini biliriz bunun? Bize lâzım olan ne burada? Bize lâzım olan bu düzen değişecek, biz bunu biliyoruz, bize bu lâzım. Bu düzen değişecek ama bu, bu düzenin bozulması manasına gelmez. Bozuk düzeni düzeltecek Rabbimiz. Bizim bozduğumuz düzenleri de düzeltecek. Rabbimiz, gökler ve yere önce bir komut vermiş. “İmtihan düzeni al!” demiş, gökler ve yeryüzü bizim imtihanımız için imtihan konumu almışlar. Sonra imtihan bitip de imtihan sonuçlarının ilânı dö-nemi gelince de, ikinci bir komutla hesap konumu alın! diyecek Rab-bimiz, onlar da bu konumu alacaklar.
Meselâ farz edin ki bir çocuk evde dolabın içine yerleştirilmiş iki yüz kaseti oradan indirmiş, evin içinde onlarla oyun oynuyor. Kasetlerle ev yapıyor, garaj yapıyor, yollar yapıyor, araba yapıyor, çitlerle çevrili bahçe yapıyor. Sonra annesi geliyor ve: “Yaramaz çocuk! Evin düzenini bozmuşsun” diye kasetleri toplayıp dolaba koyuyor. Şimdi hangisi bozma, hangisi düzeltmedir bunun? Çocuğunki mi boz-ma, yoksa annenin yaptığı mı? Çocuğa göre anneninki bozma, anneye sorsanız çocuğunki bozmadır, değil mi? Yani bu iş anneye göre düzeltme, çocuğa göre bozmadır. İşte bu kıyametle olup bitenler, belki bize göre bozmadır ama Allah’a göre düzeltmedir.
Allah önce dünyayı imtihan düzeninde yaratmıştır. Dünyaya, semâya, toprağa, tuğlaya, suya, ateşe, havaya, aya, yıldızlara, güneşe imtihan konumu alın demiş, onlar da konumlarını almışlar. Yarın da hesap konumu alın diyecek, onlar da bu defa hesap konumu alacaklar. Sonra:
Arz içindekileri, karnında ne varsa hepsinini atacak. Ne var ar-zın karnında? Bazı şeyleri gömüyorsunuz ya toprağın altına. Ne gömüyoruz? Ev, dükkan diye emeklerimizi, alın terlerinizi gömüyorsunuz ya. Yeryüzü yiyeceklerinizi, kalbinize gömdüklerinizi, öğrenip de çoluk-çocuğunuza, çevrenize anlatmayarak sır küpü gibi kafanızda toprağa gömdüklerinizi, her şeyi dışarıya atacak. Tıpkı hamile bir kadının karnındakini dışarıya atması gibi yeryüzü de hamlini boşaltıp sînesindekilerin tümünü dışarıya atacak. Veya o gün yeryüzü esrarını keşfedecek, sırlarını açacak, esrar perdesini kaldırıp lehte ve aleyhte şahadette bulunacak, bildiklerini, gördüklerini anlatacak.
Yeryüzü Hz. Adem’den (a.s) bu yana sînesine gömülmüş ölüleri kabirlerinden fırlatıp atacak. Sînesindeki tüm cesetleri dışarıya atacak yeryüzü.
“Nasibindir gezdiren yer yer seni,
Önce besler sonra yer yer seni”
Diyordu ya şairin biri. İşte önce besliyor yeryüzü insanı, sonra da kendisi yiyor onu. Hoş aldı lokmayı ağzına, aldı insanı sinesine ama hep orada kalsaydık ya diyor kimileri. “Madem aldı bizi sinesine, bari bırakmasaydı ya, diyor kâfirler. Bir daha dirilme olmasaydı ya. Unutulup gitseydik ya. Sümen altı olsaydık, unutulup gitseydik te bir daha hesap kitap olmasaydı ya,” derler.
Bu âyeti duyan kimileri çocuklarına vasiyet ediyorlarmış. “Ben öldüğüm zaman beni 150-200 metre toprağın derinliğine gömün diye. Neden? Yarın yeryüzü sallanıp da bağrındakileri dışarıya attığında kendisinin yerin altında kalıp dışarıya atılmaktan, tekrar dirilip hesap-kitaptan kurtulmak, sümenaltı olmak için, kimileri de ben öldükten sonra cesedimi yakın, Ganj’a, Fırat’a külümü atın” diyor. “Benim cesedimi parçalayıp organlarımı isteyenlere dağıtın” diyenleri görüyoruz. Herhalde bizde de mezarın üzerini beş on tonluk mermer yığınlarıyla kapatırken aynı endişeyle bu işi yapıyorlar. Yarın yeryüzü sallandığında bu sarsıntıdan kurtulmak ve toprağın altında kalmak için yapıyorlar. Ama kim ne yaparsa yapsın, arz o gün bağrındakilerin tümünü dışarıya atacak ve bundan hiç kimse kurtulamayacaktır. Bakın Nâziât sûresinde bunun hiç de zor olmadığını Rabbimiz şöyle anlatır:
“Zor değil, bu olay bir tek haykırmaya, bir anonsa bakmaktadır. Bir de bakmışsın ki hemen uyanırlar.”
(Nâziât 13,14)
Bir de yeryüzünün sinesinden atılacak olanlarla alâkalı yerin içindeki hazîneleri, defîneleri, altınları, gümüşleri dışarıya atacağı da söylenmiş. İnsanların bir ömür boyu uğrunda çırpındıkları, elde etmek için koşturdukları, bunsuz olmaz diyerek kıbleleştirdikleri, tapındıkları şeylerin değersizliği ortaya konulacaktır. O hengamede insanlar onlara yönünü dönüp bakmayacaklar ve bu değersiz şeyler uğrunda ne kötü bir ömür tükettiklerini anlayacaklar. Müslim’de bu hususu anlatan bir hadis var. Ebu Hureyre efendimizin rivâyet ettiği hadislerinde Allah’ın Resûlü bakın şöyle buyurur:
“Yer içindeki ciğerparelerini, altın ve gümüşlerini plaklar halinde dışarıya atar. Sonra katil gelip: “Ben işte şunun için öldürmüştüm,” der. Akrabalarını terk eden, sılayı rahmi kesen kişi gelip: “Ben işte bunun için akrabalarımı terk etmiştim,” der. Hırsız gelip: “İşte şunun için benim elim kesilmişti,” der. Sonra onları terk ederler ve hiçbir şey de almazlar.”
Bir gün gelecek, arz deşilip içindekileri dışarıya atılacak. Arz gördüklerine, duyduklarına şahitlik edecek. Kalplerdekiler, sinelerdekiler de devşirilecek, derlenip toparlanacak. Göğüslerdeki tüm niyetler, düşünceler, arzular, hedefler, tutkular ortaya dökülecek. İnsanların yaşadıkları hayatta kalplerinde besledikleri, içlerinde taşıdıkları, gönüllerinde gizledikleri her şey açığa çıkacak, ortaya dökülecektir. İnsanın gizlediği, sakladığı tüm sırları deşifre edilecek, tüm ayıpları ortaya dökülecektir. Yani kalplerin hâsılası devşirilecektir.
Kim ne düşünmüş, ne yapmış? Ne yapmayı hedeflemiş? Yaptıklarını yaparken ne adına, kim adına yapmış? Kimi razı etmek için yapmış? Yaptıklarının yaptırıcısı kimmiş? İşlediği ameli hangi niyetle işlemiş? Allah için mi, toplum için mi? Çevreyi memnun etmek için mi? Âdetler böyle istiyor diye mi? Amir böyle emrediyor diye mi? Modayı memnun etmek için mi? Gizliliklerin tamamı boşalacak. Arz, Rabbine kulak verecek ve bildiği gördüğü her şeyi ortaya dökecek. Zaten ona yakışan da budur.
İşte bu dünyanın sonu buna gidiştir. Şu anda evler yapılıyor sağlam gibi, ama gide gide sonunda yarılmaya, yıkılmaya gidiyor. Ba-kın Allah buyuruyor:
6. “Ey İnsanoğlu! Sen Rabbine kavuşuncaya kadar çalışıp çabalarsın, sonunda O’na kavuşacaksın.”
Öyleyse ey insan! Unutma ki sen Rabbine doğru çabalıyorsun! Sen Rabbine kavuşuyorsun da sonunda zaten. Ey insan! Sen hızla ölüme doğru koşmaktasın! Bir maraton gibi hızla Rabbine doğru gidiyorsun! Ey insan! Senin dünyada tüm çaban, tüm gayretin, uğraşın, gitmen, gelmen, yürümen, durman, yatman, uyuman, yemen, içmen hep Rabbine doğrudur. Her şeyin Rabbine yöneliktir. Sonunda sen O’nunla karşı karşıya geleceksin. İnsanlar dünyada bütün gayretlerini, bütün çabalarını Allah’ı bulmaya, Allah’la karşı karşıya gelmeye harcarlar. Tüm gayretler buna yöneliktir.
Yani insan dünyada ne yaparlarsa yapsınlar, ister kulluk, ister küfür, ister ibadet, ister isyan, ister itaat, ister ret, ne yaparsa yapsın her yaptığıyla Allah’a yaklaşıyor demektir. Her haliyle Allah’a doğru gidiyor demektir. Kişi her nefesi yaşama adına alır ama her nefesiyle Allah’a yaklaşıyor. İnsanoğlu yaşamak için nefes alır ama her nefesi onu ölüme biraz daha yaklaştırmaktadır. Nefes almasa ölecek, ama nefes alsa yine ölecek. Hani acele giden ecele gider, yavaş gidenin de ecel arkasından yetişir ya, işte insanoğlu her adımda mezardan kaçar ama, her adımda ona doğru biraz daha yaklaşır.
Öyleyse unutmayalım ki bizim de tüm çabalarımız, tüm uğraşlarımız mezara doğrudur. Biz şu anda mezar aramaya çıkmışız. Belki şu anda içimizden birisi burada bulacak aradığı mezarını. Burada öl-dük mü işte mezarımız burası. Şunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkar-mayalım ki, şu anda üzerimizdeki elbisemiz ilk kefenimiz ve şu anda üzerinde oturduğumuz mekân bizim ilk mezarımız olabilir. Her şey yokluğa, yok olmaya doğru gidiyor. Semâ, arz, ay, güneş, yıldızlar, bitkiler, insan her şey yokluğa doğru gidiyor. Hepsi gitsin ben kalırım, ben gitmek istemiyorum diyemezsiniz.
Öyleyse bu inanca göre hareket edelim. Hayatımızı bu inanca bina edelim. Her an Allah’la karşı karşıya geleceğimizin şuurunda ola-lım. Ölümü hayatın içinde kabullenelim. Ölüm elde bir, ahiret elde bir diyelim ve öyle yaşayalım. Kıyameti iki kaşımızın arasında bilelim. Öyle miyiz acaba şu anda?
“Allah’a kavuşmayı (Allah’la karşılaşmayı) yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir ki kıyamet saati ansızın onlara geldiği zaman ağırlıklarını arkalarına yüklenip: “Dünyada işlediğimiz büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize!” derler. Dikkat edin onların yüklendikleri şeyler ne kötüdür!”
(En’âm 31)
Allah’la karşı karşıya gelmeyi ummayanlar, Allah’a kavuşup O’nun sorgulamasıyla karşı karşıya geleceklerine inanmayanlar, dünya hayatına razı olanlar, dünyayı tatminkar bulanlar, dünyanın ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini duymayanlar, “Varsa da yoksa da yaşadığımız şu hayat vardır. Burada kam almaya bakalım” diyenler. Yaşadıkları hayatlarında ahiret inancının kokusu bile olmayanlar, işte hüsrana mahkum olanlar bunlardır. İşte eli boşa çıkanlar, kaybedenler bunlardır. Hasret çekenler bunlardır. “Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar olsun bize! Yuh olsun bize! Vah orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bizim hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah yapmamamız gerekirken yaptıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza!” diyerek dövünecekler, kaybettikleri fırsatlarından ötürü hasret çekecekler.
Dünya ile aldanmışlardır bunlar. Onu kendilerinin sandılar, aldandılar. Onu ebedî zannettiler, aldandılar. Sanki dünyayı hiç bitme-yecek, tükenmeyecek zannettiler, aldandılar. Dünyanın içindekilere meylederek aldandılar. Dünyanın konumu onları aldattı, aldandılar. Kuralları gereği dünyada Allah dokunmuyordu onlara. Dünyada imtihan gereği içki içene de dokunmuyordu Allah. Namaz kılana da do-kunmuyordu, zina edene de dokunmuyordu, dünyanın yönetimine Al-lah’ı karıştırmayanlara da dokunmuyordu. Allah’a kulluk yapana da, âdetlerin, çevrenin, modanın, şeytanın, tâğutların, nefislerinin kulu, kölesi olanlara da dokunmuyordu. İmtihan gereği işledikleri suçlar yüzünden dünyada Allah’ı atlattıklarını zannediyorlardı. Aldandılar ve kaybettiler.
Evet biz her an Allah’a doğru gidiyoruz. Bütün yollar insanı Al-lah’a götürmektedir. Ama Allah’a götürücü yollar ikidir.
a. İnsanı Allah’la cennette buluşturan yollar,
b. İnsanı Allah’la cehennemde buluşturan yollar.
Hani adamın biri öyle diyormuş: “Nârın da hoş, nûrun da.” Ya Rabb cehennemin de hoş, cennetin de. Benim için nârı da fark et-mez, nûru da. Ben Allah’ı istiyorum. Ben Allah’la buluşayım da gerisi fark etmez. Ben Rabbimi bulayım da gerisi ne olursa olsun. Yanlış bir söz. İnsanlar zaten Allah’a gidiyorlar. Herkes mecburen Allah’la buluşacak, ama cennette buluşmayı isteyin diyor Rabbimiz. Çünkü cehennemlikler de buluşacaklar Allah’la ama Cehennemde azabın içinde buluşacaklar, azabıyla buluşacaklar. Öyleyse ben öyle demiyo-rum. Benim peygamberim ve selefim de öyle dememiş. Ben de Allah-la buluşmayı istiyorum ama cennette buluşmayı istiyorum ve dua ediyorum. Allah’ın nûrunu istiyorum, cehennemden de, nârından da Rabbime sığınıyorum. Çünkü Rabbim kitabında benim istediğim yol budur, sizler bu yolla beni bulun diyor. Öyleyse Rabbimizi O’nun dediği, O’nun gösterdiği yolda bulmak zorundayız. Bu yoldan giderseniz benimle karşılaşırsınız, diyor Allah.
İki yol var. Bakın bu iki yolun sonucu neymiş?
7-9. “Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına sevinçle döner.”
Defterini sağından almak isteyenlere, dünyada böyle bir hayat yaşayanlara defterleri sağından verilecek. Solundan ya da arkasından almak isteyenlere de sollarından verilecek. Bu insanın kendi elindedir. Çünkü defterimizi yazan biziz. Yazan meleklerdir ama yazdıran biziz. Öyle değil mi? Meselâ daktiloyla bir sayfa yazı yazsanız, sonra da “Bu yazıyı kim yazdı? diye sorsalar, “Bunu daktilo yazdı” der misiniz? Veya “Bunu kalem yazdı” der misiniz? Bunu ben yazdım dersiniz değil mi? Kalem yazdı ama siz yazdınız. Daktilonun tuşlarına bastınız, daktilo da yazdı. İşte melekler yazıyorlar amellerimizi ama biz yazıyoruz, biz yazdırıyoruz. Melekler tıpkı elimizdeki kalem gibi, ya da daktilonun tuşları gibidir. Bir amel işliyoruz, o ameli işleyen biziz ve meleklere diyoruz ki: “Yazın bunu, onlar da yazıyorlar.” İşte dünyada yarın defterini sağından almak üzere ameller işleyenler, hayatlarını buna göre yaşayanlar yarın defterlerini sağından alacaklar. Defterlerini sollarından veya arkalarından almak isteyenler, hayatlarını buna göre yaşayanlar da sollarından alacaklar. İşte kitabını sağından ve solundan almayı böyle anlıyoruz.
İşte defterlerini sağlarından alanlar:
Çok kolay bir hesap beklemektedir onu. Kolay bir hesap, basit bir hesap, tartışmasız, sıkıştırmasız bir hesapla karşılaşacak. Hesabı kolayca görülecek. Tamam bu güzel! Bunu iyi yapmışsın! Bu da güzel! Şurada bir eksiğin var! Şunu hatalı yapmışsın ama haydi neyse affettik! gibi böyle yüzeysel üç-beş maddelik bir hesapla işi bitirilecek. Aslında Rasulullah Efendimizin beyanıyla bu hesaba çekilme değildir. Bu bir arzdır. Yani kişiye dünyadayken yaptıklarının arzından ibarettir bu. Bakın Buhârî’nin Hz. Ayşe annemizden rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyurulur:
“Hesaba çekilmiş hiçbir kimse yoktur ki helak edilmiş olmasın. Hz. Ayşe der ki: “Canım sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! Rabbimiz kitabında: “Kitabı sağ elinden verilen kolay bir hesaba çekilecek” buyurmadı mı? dedim. Allah’ın Resûlü de şöyle cevap verdi: “Ya Ayşe, bu arzdır. Hesaba çekilen azaba uğratılır.”
(Buhârî, âyetin tefsiri)
Demek ki bu, Rabbimizin kuluna amellerini arzetmesidir. Bu bir hesaba çekme değildir. Kulum! İşte sen şunları şunları yapmıştın! Dünyadayken nasıl bunları örtmüşsem şimdi de bunları bağışlıyorum! buyurarak defteri sağından verilenler kolay hesapla karşılaşacaklardır. Yani Cenab-ı Hak: “Bu cennettedir! Bu cennetliktir” dedi mi, böyle hesap etti mi artık onun işi kolaydır. Yani yine hesap var, yine sorgulama var ama bu hesap kolaydır. Kolay bir hesaptır. Ama Allah korusun da çorap söküğü gibi, bunu niye yaptın? Bunu nasıl yaptın? gibi bir sorgulama başladı mı artık onun işi bitiktir. Evet şunu niye yaptın? Bunu niye yapmadın? Niye anlamadın? Niye okumadın? Niye tanımadın? Niye düşünmedin? Niye anlatmadın çocuklarına? Niye duyurmadın hanımına? gibi hesabın teferruatına bir girdi mi, işi bitiktir o adamın. Hani dünyada bir hesap defteri tutulur. Hesabın görüldüğü ortamda eğer adam affedilecekse, işte şu kadar ödemişsin, şunu ver-mişsin, iki-üç bin daha verdin mi, tamam bu iş biter filan denir. Ama adama ceza verilecekse, adam cezaya çarptırılacaksa detaya girilir. Ayın ikisinde şöyle yaptın! Üçünde şunu yapmadın! demeye başladı mı, işi bitiktir.
Kitabını sağından alanlar için kolay bir hesap, detaya inilmeyen bir hesap ve sonra da:
Artık alnı açık, başarının sevinciyle, yüzü güler, gönlü mesrur olarak ehline dönüyor. Haydi ehline, seni bekleyenlere, bekleyenlerine, sevdiklerine dön denilir ona, o da sevinç içinde ehlinin yanına dö-nüverir. Peki kimdir ehli? Kimdir onu bekleyenler? Hûrileri, zevceleri. Yaratıldıkları günden beri her gün biraz daha güzelleşerek kendisini bekleyen cennetteki sevgilileri. Veya cennete kendisinden önce girmiş sevdikleri, dostları. Veya kendi evinde kendisi gibi olanlar, kendisi gibi inanlar. Kendisiyle birlikte dünyada cennet kazanma kavgası verenler. Yani yeryüzünde bu dini birlikte yaşama ve yaşatma kavgası veren babaları, anaları, zevceleri ve çocuklarının yanına gidecekler.
Dikkat ederseniz burada ehlinin yanına deniyor. Oğlunun yanına, kızının, karısının yanına denmiyor. Çünkü onların hepsi ehil değildir. Nitekim Nuh’a (a.s), oğlu hakkında Rabbimiz, “O senin ehlin değildir” buyurmuştu. Kenan Nuh’un (a.s) oğluydu ama ehli değildi. Oğlun değil denmiyor, ehlin değil deniyordu. Demek ki evimizin içindekilerden bizimle beraber olanlar, bizimle birlikte kulluk yapanlar, bizimle birlikte cennet kazanma kavgası verenler bizim ehlimizdir.
Öyleyse evimizin içindekileri ehil hale getirmek zorundayız. Evimize girip çıkanları da ehil hale getirmek, onları da ehlileştirmek zorundayız. Yahu ne yapayım! Ben seçmedim ya, işte bacanak! Mecburen akraba olmuşuz ve gelip gidiyor bizim eve! Hayır! Olmaz! Mâzeret değildir bu. Ya ne yapacağız? Nedir bizim görevimiz? Madem ki bizim eve girip çıkıyor, o halde ona dini anlatacağız. Ona İslâm’ı duyuracak ve hattâ ehlimiz olduğu için duyurmanın da ötesinde uygulattıracağız. Bu bizim sorumluluğumuzdadır unutmayalım. Yahut da Allah’a isyan olanı yok etmeye çalışacağız, engellemeye çalışacağız. Yani ona emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker yapacağız.
Evimize girip çıkan kimselere, yani ehlimize dikkat edeceğiz. Bu kayınpederimiz, kayınvalidemiz de olsa. Aslında bizler kadınlarımızın babasıyla, anasıyla görüşmelerini engelleyemeyiz. Buna hakkımız yoktur. Ama kadınlarımızın babası, anası onun dünyasına girer de kadınlarımızı kendileri gibi yapmaya, kendi dünyalarına çekmeye çalışırlarsa o zaman kendi kontrolümüz altında görüşmelerini sağlarız. Zira baba, ana Hıristiyan olabilirler. Budist, Şintoist, ateist, dinsiz olabilirler. Halbuki ehil bizimle beraber olanlardır.
O kitabını sağından alanlar hûrilerinin, zevcelerinin, ehillerinin, kendisiyle birlik olanların yanına, cennete, bal ırmaklarının, hûrilerin, gılmanlarının yanına, makam-ı mahmud’un gölgesine giderlerken öbür tarafta:
10-12. “Ama amel defteri kendisine arkasından verilen kimse: “Mahvoldum” diye bağırır ve çılgın alevli ce-henneme girer.”
Kitabını arkasından alanlar, kitabı arkasından tutuşturulanlar. Yani dünyada ben kitabımı arkamdan almak istiyorum diye bir hayat yaşayıp sonunda kitabı arkasından verilenler. Hakka sûresinde “kitabı sol taraflarından verilenler” ifadesi vardır. Burada da arkasından verilenler deniyor. Kitabını solundan alanlarla arkalarından alanlar birdir. Anlayabildiğimiz kadarıyla kitapları sollarından verilenler bundan memnun olmayıp, sollarından almamak için ellerini arkalarına atacaklar da arkalarından verilecek. Çünkü sollarından verildi mi işlerinin bi-teceğini biliyorlar. Onun için sollarından almak istemeyecekler de zor-la arkalarından kitapları tutuşturulacak. Ne korkunç bir manzara değil mi?
Meselâ Müslümanların defteri, yani sağdan verilen defterler yeşil ciltli, kâfirlerinki yani defterleri soldan verilenler de kırmızı ciltli ol-sa, yahut Müslümanlarınki toprak ciltli, öbürü de ateşten ciltli olsa, cil-dini, rengini uzaktan görür görmez onu kimse almak istemez değil mi? Alınmayan da böyle arkadan verilir, tutuşturuluverir.
Hainler dünyadayken kitaplarını arkalarına atmışlardı. Kitaplarıyla ilgilerini kesmişler, kitaptan habersiz bir hayat yaşamışlardı. Allah’ın kitabının önüne başkalarının kitaplarını geçirmişler, Allah’ın ki-tabını kenara almışlar, az bakılır hale getirmişlerdi. Şimdi de kitapları arkalarından veriliyor.
Öyleyse unutmamak lâzımdır ki amel defterleri şu sürekli elimizin altında bulunan, bulunması gereken, elimizden hiç düşürülmemesi gereken kitabımıza göre doldurulmalıdır. Amellerimiz konusunda sürekli beslendiğimiz, sürekli diyalog halinde bulunduğumuz kitabımıza göre bu amel defterlerini doldurmak zorundayız. Tüm amellerimizde kıstas bu kitap olmalıdır. Yaptığımız, söylediğimiz her şeyi, verdiğimiz her kararı bu kitaba uygun olarak vermeliyiz. Kitabını sağından alan mutlulardan olmak istiyorsak buna çok dikkat etmek, ki-tabı hiçbir zaman elimizden düşürmemek zorundayız. Yine unutmayalım ki adamın kitabı neyse, hangi kitapla sürekli beraberse, hangi ki-tabı elinden düşürmemeye çalışıyorsa, kafasında kimin kitabının bilgileri canlıysa elbette ki amelleri de o kitap kaynaklı olacaktır.
“Ya Rab bizi kitabını sağ elinden verilenlerden eyle! Aman ya Rabbi arkalarından verilenlerden eyleme!”
Meselâ insan, belâlı dar bir sokağa girse, yolun bir tarafı muttakilerle dolu, öbür tarafı da şakilerle dolu olsa. Adam yolda giderken muttakiler sağından, şakiler de solundan tutsalar. Adam sağından tu-tuldu mu kurtuldu, ama Allah korusun solundan tutuldu mu işi bitti. İş-te bunun gibi solundan verildi mi defteri, işi bitik adamın. Yapabileceği hiçbir şey yoktur. “Yahu iyi ama ben beş yıl namaz kılmıştım! Benim Orucum da vardı! Turistik bir ziyaretim de olmuştu Suudi Arabistan’a!” Geçmiş olsun, işin bitti. Ama bir de sağından verildi mi? “Yahu biraz günahım da vardı?” Hayır, tamam seninki! Sen kurtuldun denilecek.
Kitabını arkasından alanlar:
Ah! Ölüm nerdesin? Ne olur gel de bizi bu durumdan kurtar di-yecekler. Ölümü çağıracaklar, ölüme dâvetiye çıkaracaklar, ölümü te-menni edecekler ama ölemeyecekler. Ölüm acısını her yandan hissedecekler ama ölemeyecekler. Hep ölümü yaşayacaklar ama bir tür-lü ölmeyecekler.
Dikkat ediyor musunuz, zâlimler ölüm istiyorlar. İstedikleri şey yok olmak, helak olup gitmek. Kendilerini biran olsun içine gömüldükleri bu dayanılmaz azaptan, bu perişanlıktan kurtaracak bir ölüm is-tiyorlar. Ölümle bu durumdan kurtulmak istiyorlar. Hayır hayır! Siz böyle kalacaksınız! Siz cehennemde kalacaksınız! Siz azabın içinde unutulacaksınız! Ölümle kurtuluş yok! Sizin için ölmek yoktur artık! Ölümü temenni ettiren bir azabın içinde ebediyen kalacak ve unutulacaksınız! Sizin için sizi bu azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni ettirecek bu azabın içinde kalacaksınız. Çünkü sizler dünyadayken bunu istediniz! Biz kitabımızı arkamızdan alacağız, biz cehenneme gitmek istiyoruz diye bir hayat yaşadınız. Halbuki dünyada size hak gelmişti. Size Allah’ın âyetleri gelmişti. Allah sizi bundan haberdar etmişti. Size Allah’ın elçileri, Allah’ın uyarıları gelmişti. Size kitap, peygamber gelmişti. Siz haktan haberdar edilmiştiniz, ama siz bu hakkı sevmiyordunuz. Siz Allah’tan gelen hakka burun kıvırıyordunuz. İslâm’ı beğenmiyordunuz. Siz Allah’ın istediği hayatı değil, keyfinize göre bir hayat yaşamayı yeğliyordunuz.
Eyvah! Vah! Tuh! derken, ölüm bekleyip dururlarken arkaların-dan yedikleri tekmelerle görevliler onları içeri kaktırıverecekler. Çılgın ateşe yaslayıverecekler, sallayıverecekler.
13. “Çünkü o, dünyada, adamlarının yanında iken zevk içindeydi.”
Hatırlayın ama o da bir vakitler onunla bununla seviniyordu. Bir vakitler dünyada ehliyle, hanımı ve çoluk-çocuğuyla mesrurdu. Kendi dünyasını kurmuş, işini tıkırına koymuştu. Beyefendinin keyfi yerindeydi. Karısını kızını koluna takmış keyif çatıyordu. Kâm alıyordu dün-yadan. Hayatının tadını çıkarıyordu. Dinle, diyanetle, namazla, ab-destle ilgisi yoktu. Ehlinin, arkadaşlarının, cemaatının dinle, diyanetle ilgisi yoktu. Çevresindekilerin, düşüp kalktıklarının Kitapla, Sünnetle ilgisi yoktu. Zevkinin peşindeydi. Markının, dolarının hesabında, dükkanının, tezgahının derdindeydi. Zira tekrar döneceğini hesap etmiyordu.
14. “Zira; o, bir daha dirilip dönmeyeceğini sanmıştı.”
Ölümünden sonra diriltilmeyeceğini zannediyordu. Hiç mi hiç, ebedîyen döndürülmeyeceğini zannediyordu. Hesabında ölüm ve ölüm ötesi hayat yoktu.
15. “Bilin ki, Rabbi onu şüphesiz görmekteydi.”
Hayır hayır, yanılıyordu. Çünkü o başıboş değildi. Rabbi onu görüp gözetiyordu. Onu bir yaratan vardı ve sürekli onu görüp gözetendi. Rabbi, onu tüm yaptıklarından hesaba çekecek olandı.
16. “Akşamın alaca karanlığına andolsun; Geceye ve gecenin içinde olan şeylere andolsun; Dolunay halindeki Ay’a andolsun ki: Ey İnsanlar! Şüphesiz siz bir durumdan diğerine uğratılacaksınız. Onlara ne oluyor da inanmıyorlar?”
Bir baksanıza zamana, hiç duruyor mu? Gündüz geceyi, gece gündüzü takip ediyor. Ay önce incecik, sonra biraz büyüyor, sonra tekrar küçülüyor, yarım hale geliyor, sonra inceliyor ve kayboluyor. İşte sizler de tıpkı bunun gibi yok olacaksınız.
İnsan da böyledir. Önce doğar. Küçüktür, sonra biraz büyür, çocukluk dönemi, sonra gençlik dönemi, sonra olgunluk dönemine ulaşır. Sonra tekrar küçülmeye başlar ve sonra bitiş gelip çatar. İşte insan da tıpkı bu sayılanlar gibidir. Halden hale girerek bir ömrü tüketir. Önce baba belindesiniz, anne karnındasınız, sonra kundakta çocuksunuz, sonra apalıyor, emekliyorsunuz, sonra koşuyorsunuz, yü-rüyorsunuz ve sonra da ölüp gidiyorsunuz. Öyleyse niye iman etmiyor bu insanlar? Rabbiniz bunca delille size kendisini anlattığı halde niye hâlâ iman etmiyorsunuz? Üstelik Kur’an okunduğu halde secde et-miyorlar.
21. “Onlara Kur’an okunduğu zaman neden secde etmiyorlar?”
Allah karşısında bel bükün, boyun eğin! Rabbinizi dinleyin! Onun emirlerine itaat edin, Allah karşısında ukalalık etmeyin. Allah’ı dinleyin! Allah’a kulak verin! Allah’ın istediğini yaşayın! Secde edin! Yani Allah karşısında ukalâlık etmeyin! Allah’a kafa tutmaya, Allah’a akıl vermeye kalkmayın!
Meselâ örtünün! denilmişse, hemen bu konuda secdeyi gerçekleştirin! Hemen Rabbinizin istediği biçimde örtünün demektir bunun manası. Namaz kılın! Çocuklarınızı eğitin! Kitapla tanışın! Sünnetle buluşun! Hayatınıza Allah’ın istediği biçimde program yapın! De-nilmişse, hemen bütün bunları uygulamaya koymak üzere secde edin. Tüm bu konuların secdesini, teslimiyetini gerçekleştirin demektir bunun manası.
Secde, inkıyattır, Allah’ın emirlerine boyun eğme, kabul etmedir. Allah’a, “Baş üstüne ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! Hemen gereğini yerine getiriyorum ya Rabbi” demektir. İtiraz etmemenin, yan çizmemenin, savsaklamamanın, uygulamaya koymanın beyanıdır.
Secde Kur’an okununca, Kur’an’da gelen Rabbin emirlerine, yasaklarına, beyanlarına evet demek, inandım demek, ben buna teslim oldum demektir. Öyleyse Kur’an âyetleri okununca aklı işin içine karıştırmadan secde etmek zorundayız. Namaz kıl denince, iyi ama abdestim yok demeden, itiraz etmeden, mâzeretlerin arkasına saklanmadan, aklı işin içine karıştırmadan hemen namaza doğrulmak zo-rundayız. Tamam anladık da hele bir çocukları büyüteyim, hele şu müşterileri bir savayım, hele şu okulu bir bitireyim, ya iyi de elbisem temiz değil, şunları şunları bir bitireyim de ondan sonra kılayım. Hayır, teslim olunmalıdır, hemen secde edilmelidir. Tıpkı “Asanı taşa vur ey Mûsâ!” şeklindeki emir karşısında aklı işine karıştırmadan, ya acaba suyla bunun ne ilgisi var? filan demeden Hz. Mûsâ’nın teslim olup emri uyguladığı gibi, biz de Rabbimizin tüm emirlerini uygulayacak, hemen hiç beklemeden secde edeceğiz.
22. “Aksine, inkarcılar yalanlıyorlar.”
Lâkin kâfirler yalanlıyorlar, yalan sayıyorlar. İnkar ediyorlar de-ğil, yalan sayıyorlar diyor Rabbimiz. Çünkü yalan saymak, inkardan farklıdır. Adam duyuyor, anlıyor, hattâ inanıyor ama gereğini yerine getirmiyor. Yani diliyle inandığını iddia ediyor ama hayatıyla, hayat programıyla yalanlıyor.
Meselâ diyorsunuz ki adama: “Arkadaş dışarı mı çıkıyorsun?” “Evet.” “Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var, kar yağıyor! Aman pardösünü giymeden çıkma!” Adam dediğinizi anlıyor, inanıyor. Kar nedir, soğuk nedir, biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor, anlıyor ama yine de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa, işte bu yalan saymaktır. Yani adamın namazın farz olduğunu, kılınması gerekti-ğini bilmesi ama yine de kılmaması gibi. Müddessir sûresinin son bö-lümünde şöyle anlatılır:
“Bizler din gününü yalan sayanlardandık.”
(Müddessir: 46)
Dünyada mü'min görünen suçlular anlatılıyordu. Yani dünyada mü'min zannedilen ama soluğu cehennemin kapısında alan bu insanlara müslümanlar, cennete girenler şaşkınlık içinde şöyle soruyorlardı:
“Hayrola ya! Niye geldiniz buraya? Bir yanlışlık fi-lan mı oldu?”
Siz mü'min değil miydiniz? Ne işiniz var sizin burada? Buy-rulunca, bunlar dört suç sayıyorlar: Bu suçlardan birisi de şudur:
“Biz din gününü yalan sayardık.”
Din gününü inkar ederdik değil, yalan sayardık. Meselâ adama soruyorsunuz: “Arkadaş ölecek misin?” “Tamam.” “Dirilecek misin?” “Tamam.” “Hesap-kitap var mı?” “Tamam.” “Peki Allah Kâdir mi? Ya-par mı bunu?” “Tamam.” Hepsine inanıyor adam. Ama bakıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konulara aldırış etmeden yaşıyor adam. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu bile görmek mümkün değil. Öyle bir hayat programı var ki, adamın bu inancının hiç mi hiç etkisi yok.
Yani imanının, inandım dediği şeyin gereğini yapmıyor. Veya imanını amele dönüştürmüyor adam. Çok korkunç bir suç değil mi bu? Namaz kılması gerektiğine inanıyor ama kılmıyor. Örtünmesi ge-rektiğine inanıyor ama örtünmüyor. Kur’an’ı, Sünneti tanımadan Müslümanlık olmayacağına inanıyor ama farklı yaşıyor. Çoluk-çocuğunu eğitmesi gerektiğine inanıyor ama yanaşmıyor. İşte yalan saymak bu-dur ve çok büyük bir suçtur.
Kur’an okunur, anlatılır, adam dinler, anlar, inanır. “Doğru ya, yapmak lâzım, etmek lâzım, vah, tüh!” der ama döner gider eski haline. Hiç değişme olmaz hayatında. Unutur gider bu duyduklarını. İşte yalan sayma budur.
23. “Oysa, Allah, onların sakladıklarını çok iyi bilir.”
Allah onların kalplerindekini, kalplerinde kendisine, kitabına, dinine ve Müslümanlara karşı gizlediklerini, biriktirdiklerini bilmektedir. Allah, kalplerinde taşıdıkları kinleri, düşmanlıkları bilmektedir.
24-25. “Ey Muhammed! Onlara can yakıcı azabı müjde et. Yalnız inanıp yararlı işler işleyenlere, onlara, kesintisiz ecir vardır. “
Peygamberim! Sen elim bir azapla, elem verici, dayanılmaz bir azapla müjdele onları. Hepsini mi? Hayır, ancak inanıp pişman olanlar var ya, inancını amel haline getirenler var ya onlar müstesna. Zaten mü'minin her bir ameli imanın eseridir. Öyle olmalıdır. Mü'min, ha-yatının her bir kademesinde mü’mindir. Namaz kılarken de, yatarken de, yerken içerken de, ticaret yaparken de, evlenip boşanırken de. Her yaptığı işi müslümanca yapar, müslüman olarak yapar. Namaz kılıyorsak buna inandığımız içindir. Bazen de bir şeyi yapmıyoruz, bu da öyle. Bunu da müslüman olarak yapmıyoruz. Meselâ ne gibi? Meselâ içki içmiyoruz, zina etmiyoruz. Bunu yapmazken de biz müslü-man olarak yapmıyoruz. Gerek pozitif, gerekse negatif olarak ne yapıyor, ne yapmıyorsak bunu müslüman olarak yapıyoruz. Yani bizler devamlı amel, kavil ve fiille meşgulüz demektir.
Şimdi biz bunların tümünü bir imanla, bir imanın gereği olarak yaptığımıza göre, öyleyse yaptığımız şeyleri bir düşünelim. Acaba Mevlâ bizden bunları istedi diye mi yaptık? Yani bütün bu yaptıklarımızı imanımız gereği mi yapıyoruz, yoksa bize bunları yaptıran başka bir imanımız mı var? Veya bu yaptıklarımızı yaptıran başka Rablerimiz mi var? Öyleyse ne kötü imandır ki, o bize bunları yaptırıyor. Bütün bunları Allah istemediyse bizden, öyleyse niye yapıyoruz?
İnanan ve inancını yaşayan, inanan ve imanını hayatında görüntüleyen, inanan ve inancını pratize eden, hayatını iman kaynaklı yaşayan, hayatlarıyla imanları özdeş olan kimseler için ne varmış?
Onlar için gayr-i memnun bir ecir, bir ücret vardır. Minnet, başa kakmaktır. Gayr-i memnun ecir de minnetsiz, minnet duyulmayacak tarzda, başa kakılmayacak biçimde bir ecirdir. Ameller karşılığı bir ücrettir. Hani çalışan, alnının terini siler ve: “Ver arkadaş!” der ya, işte aynen bunun gibi minnetsiz, amel karşılığı bir ücret verilecek onlara. Evet baş kakıntısı olmayan bir ecir. Yani Allah, dünyadakilerin verdiği ücret gibi hadi hadi hakketmediniz ama yine de size bunları veriyorum demeyecek, işte bunları siz hak ettiniz, amellerinizle hak ettiğiniz mükafat işte budur diyecek.
Bir de gayr-i memnun, memnuniyetin de ötesinde bir ecir demektir bu. Yani, “Yeter ya Rabbi, ben ne yapacağım bu kadar nimeti? Yeter ya Rabbi bu kadar hûriyi ben ne yapacağım? Ben bu kadar bü-yük bir mülkü ne yapacağım?” dedikçe, Allah’ın daha fazlasını vereceği bir ecir, bir ücret var onlar için. Memnun olmanın da ötesinde, memnuniyetin de ötesinde bir ecir, bir mükafat verilecek o mü’min-lere.
Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz yeter. Rabbim gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Ve âhiru dâvana enil hamdü lillahi Rabbil’ âlemîn.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder