Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
85., Nüzûl sıralamasına göre 27., Mufassal sûreler kısmının on birinci grubunun
ilk sûresi olan Bürûc sûresi Mekke’de nâzil olmuştur.
Âyetlerinin sayısı 22’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1. “İçinde burçları bulunan göğe andolsun; 2. Söz verilen kıyâmet gününe andolsun; 3. Kıyâmet günü şâhitlik edene ve edilene andolsun ki, insanlar öldükten sonra diriltileceklerdir.
4-7. Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde
oturup, inanmış kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri
seyredenlerin canı çıksın! 8-9. Bu inkarcıların, inananlara kızmaları; onların
sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan ve övülmeğe lâyık ve
güçlü olan Allah’a inanmış olmalarındandır. Allah her şeye şahittir. 10. Ama
inanmış erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerinden çevirmeğe
uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara cehennem azabı vardır. Yakıcı azap da
onlaradır. 11. Şüphesiz inanıp yararlı işler işleyenlere, onlara, içlerinden
ırmaklar akan cennetler vardır. Bu, büyük kurtuluştur. 12. Doğrusu Rabbinin
yakalaması amansızdır. 13. Önce yaratıp sonra bunu tekrar eden O’dur. 14-15.
Yüce arşın sahibi, çok seven, bağışlayan O’dur. 16. Her dilediğini mutlaka
yapandır. 17-18. Ey Muhammed! Firavun ve Semûd
ordularının haberi sana geldi mi? 19. Doğrusu inkar edenler, hep yalanlaya
gelmişlerdir. 20. Oysa Allah onları artlarından çevirmiştir! 21-22. Ey Muhammed!
Doğrusu sana vahy edilen bu Kitap, Levh-i Mahfuz’da bulunan şanlı bir Kur’an’dır.
Mekke’de Rasulullah efendimize ve beraberindeki bir avuç i-nanmış Müslüman’a Mekke müşriklerinin düşmanlıklarının had
safha-ya ulaştığı bir dönemde inmiş bir sûreyle karşı
karşıyayız. Kulluk kita-bımızın 85. sırasına yerleştirilmiş olan sûrenin adı sûrenin
ilk âyetinde geçen bürûc kelimesinden alınmıştır.
Nüzul zamanı tam olarak bilin-memekle beraber az evvel
de ifade ettiğim gibi, muhtevadan da anla-şılıyor ki
dinlerinden döndürülmek için müşriklerin Mekke’deki bir avuç Müslümanın üzerine çullandıkları, her türlü zulüm ve
işkenceyi reva gördükleri bir dönemde geldiği anlaşılmaktadır. Başlarında
Allah’ın sevgilisi olduğu halde îmanlarından ötürü Müslümanların horlandık-ları, dışlandıkları her türlü hakaretlere maruz
bırakıldıkları bir dönem-de gelen sûre özetle şunları
anlatmaktadır:
Sûrede Müslümanlara Müslümanlıklarından
ötürü zulmeden zalim kâfirler, Müslümanlara yaptıkları zulüm ve işkencenin kötü
sonucu, sûi akıbetiyle uyarılırlarken Müslümanlara da
şöyle müjdelenmektedir: Ey Müslümanlar! Ey yeryüzünde tek suçları Müslümanlık
olan, Müslümanlıklarından başka suçları olmayan Müslümanlar! Ey yeryüzünde
Müslümanlıkları suç sayılmış, kâfirlerin gözünde potansiyel suçlu sayılan
Müslümanlar! Dikkat edin! Gözünüzü açıp iyi dinleyin! Tarihte sizin gibi
Müslümanlıkları suç sayılan insanlara zulmeden kâfirlere, zalimlere Allah ne
yaptı? Onları yerin dibine batırırken
dostlarını nasıl galip getirdi Rabbiniz? İyi anlayın! Şâyet sizler de dünkü
Müslümanlar gibi îmanınız sebebiyle maruz kaldığınız belâ ve işkencelere
sabrederseniz, dişinizi sıkar, yolunuzdan dönmez, Allah’a kulluğunuzdan
vazgeçmezseniz, kesinlikle bilesiniz ki sonunda Allah hem düşmanlarınızdan
intikamınızı alıverecek, hem de sizi cennetine koyuverecektir
denmektedir.
Sûrenin başında Ashab-ı Uhdûd’dan söz ediliyor.
Ashab-ı Uh-dûd hendek sahipleri, hendek ashabı demektir. İslâm'dan
önce, Allah'a iman etmiş mü’minleri sadece
imanlarından ötürü, ateşli hendeklere atarak cezalandıran, onlardan intikam alan
kâfir bir topluluktur uhdûd ashabı. Ashab-ı Uhdûd'un kimler olduğu ve
ne zaman nerede yaşadığı hakkında çok değişik rivâyetler vardır. Her bir
rivâyetin uzunca birer hikâyesi vardır.
Bu
rivâyetlere göre olay; Yemen, Necrân, Irak, Şam,
Habeş, Mecûsî veya Yahûdî kralları tarafından meydana getirilmiştir. Bu
rivâyetlerden herhangi birinin doğruluğu kesin değildir. Zaten Kur'an da bu olayı; yer, zaman ve faillerini belirtmeden
zikretmektedir. Allah'a inanmayan kâfir bir beldenin kralı, Allah'a inananları
dinlerinden çevirmek, tekrar kendi sapık dinine döndürmek için müminlere eziyet
eder, uzunlamasına ve derin hendekler, kanallar (Uhdûd) kazdırır. Bu hendeklerin içine büyük ateşler yakılır.
Allah'a inanmaktan başka hiçbir günahı olmayan müminler hendeğin başına
getirilir, Allah'a imanda ısrar edenler ateşe atılır, küfre dönenler ateşten
kurtarılır. Bütün bu zor durumlarına rağmen müminler imanından dönmez ve ateşe
atılırdı. Müminleri ateşe atan bu zalimler, hendeğin etrafına oturmuş olarak
yaptıkları bu zulmü zevkle seyrederlerdi. Fakat Cenâb-ı Allah o kâfirleri, aynı ateşle veya başka bir yolla
helak etmiştir. Çeşitli rivâyetlerin bildirdiğine göre, binlerce mümin bu
hendeklere atılmış, fakat Allahu Teâlâ müminlerin ruhunu, ateşe düşmeden önce kabzetmek suretiyle onları, ateşin azabından
kurtarmıştır.
Bu
hadisenin zamanı kesin olarak bilinmemekle beraber, İs-lâm'a yakın bir zamanda,
büyük bir ihtimalle de Hz. İsa'dan sonra ol-muş, Mekke
müşrikleri ve müslümanlar tarafından da bilinmekte
idi. Bu hadiseyi Kur'an'da anlatmak suretiyle Cenâb-ı Allah, Mekke'de çe-şitli eza ve cefaya uğrayan müslümanların mutlaka bundan kurtula-caklarını ve müslümanlara eziyet
eden Mekkeli müşriklerin, Ashab-ı Uhdûd gibi cezalandırılacağını dolaylı bir şekilde
açıklamaktadır. Şüp-hesiz ki
bu âyetler, sadece o zamanın insanlarına hitap etmemekte, geçmişte olduğu gibi
gelecekte de imana, dine ve inananlara yapıla-cak
kötülük ve zulümlerin mutlaka Allahu Teâlâ tarafından cezalan-dırılacağını ifade etmektedir. Bu durum, Kur'an kıssalarının en önemli özelliklerindendir.
Hâdise,
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle dile getirilmektedir:
"Hazırla-dıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle
doldurarak çevresinde oturup, inanmış kimselere, dinlerinden dönmeleri için
yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın. Bu inkârcıların inananlara
kızmaları; onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan,
övülmeye lâyık ve güçlü olan Allah'a inanmış olmalarındandır. Allah her şeye
şahittir. Fakat, inanmış erkek ve kadınlara işkence ederek onları din-lerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara
cehen-nem azabı vardır. Yakıcı olan azap da onlaradır.
Şüphesiz, inanıp ya-rarlı
işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan Cennetler vardır. Bu, büyük bir
kurtuluştur. Doğrusu Rabbi'nin yakalaması amansızdır.
Hendek
Türkçe’de kullanıldığı şekliyle arzda kazılan, arzda açılan uzun kanallara
hendek denir. Bir de hendek kamçılanan bir insanın vücudunda açılan kamçı
yaralarında dolan, meydana gelen kan izlerine, kan birikintilerine de hendek
denir.
Rabbimizin bu sûresinde anlatıldığına
göre tarihin bir dönemin-de Yemen’de, Bağdat’ta, Irak’ta, Şam’da, Habeşistan’da
veya Roma’-da, ya da tarihin değişik dönemlerinde,
değişik bölgelerinde kâfirler sırf îmanlarından ötürü, sırf Müslümanlıklarından
ötürü mü’minleri içi ateş dolu çukurlara, hendeklere
atarak diri diri yakmışlar, kebap yap-mışlar. Hangi dönemde ve nerede olmuş bu? Ne zaman ve hangi
coğrafyada olursa olsun fark etmez. Önemli olan insanlar var, inanan-lar var, mü'minler var ve kâfirler
var. Kâfirler mü’minlerin varlığına ta-hammül edemiyorlar, îmansızlar onlara eziyet ve işkence etme
adına onları içi ateş dolu hendeklere atıyorlar ve cayır, cayır, diri diri yakıyor-lar. Nerede? Her
yerde. Nerede olduğu önemli mi? Şimdi de farklı bi-çimleri görülüyor bunun. Dün kâfirler Müslümanları
dinlerinden dön-dürebilmek için upuzun hendekler kazıyorlar, içini alev, alev
ateşlerle dolduruyorlar ve diri diri onları toprağa
gömüyorlardı. Bugün de Müs-lümanların çocukları, Müslümanların kendileri ateşe
gömülüyor, ce-henneme
gömülüyor ne fark eder de?
İşte görüyoruz, bugünün kâfirleri de
Müslümanları dinlerinden döndürebilmek için, mü’minleri dinsizleştirebilmek için onların önüne farklı
hendekler kazıyorlar. Müslümanları dinsizleştirebilmek için günü-müz kâfirleri tarafından onların önüne kazılmış yığınlarla
hendek, yı-ğınlarla çukur
görüyoruz şu anda. Mal çukurları, makam çukurları, menfaat çukurları, zevk
çukurları, oyun eğlence çukurları, meyhane çukurları, moda çukurları, stadyum
çukurları, Televizyon çukurları, eğitim çukurları gibi yığın, yığın çukurların
kazıldığını ve insanların bu çukurlara gömüldüğünü görüyoruz
bugün.
Nice milyonlar gömüldü bu çukurlara
farkında olmadan. Mese-lâ stadyum çukurlarına,
televizyon ekranlarına gömülenleri bir düşü-nün. İspanya’nın devlet başkanı
Franko’ya sormuşlar: Yahu nasıl ya-pıyorsun? Bu koskoca ülkeyi
nasıl böyle kolay yönetiyorsun? diye de, adam der ki: Yahu çok kolay. Bundan
kolay ne var? Topladım avene-mi, benimle birlik olanları ve her bir şehre yüz
binlik beşikler yaptır-dım, halkı oralarda uyutuverdim
ve ben de kendi işime baktım der. El-bette sporu kıble edinen bir toplum böyle
yüz binlik beşiklerde uyu-tulmayı hak etmiştir. İşte
görüyoruz her bir şehirde kazılan bu hendek-lere
gömüldü yüz binler. Öldürüldü milyonlar.
Kavalı elinde bulunduran adam diyor ki:
Çarşambayı mutlaka spora ayırın! Derdi ne adamın? Bu
çukurlara gömülmedik bir tek insan kalmasın. Adam çarşambayı mutlaka spora ayırın diyor. Yahu za-ten
cumartesi pazar günleri maçlar yapılır. Ondan sonraki iki gün, yâni pazartesi ve
salı günleri bu maçların kritiği yapılır. Ondan önceki iki gün de, yâni perşembe
ve cuma günleri de maçların hazırlık dönemi-dir.
Geriye sadece çarşamba kalıyor ve adam bunun da spora ayrıl-masını istiyor. Yâni istiyor ki adam ekranlara, ya da stadyumlara, bu hendeklere gömülmedik bir tek insan
kalmasın. İnsanların Allah’ı, Al-lah’ın kitabını,
Resûlünün Sünnetini düşünebilecekleri bir tek saniyele-ri bile
kalmasın.
Evet uyudu yüz binler, gömüldü
milyonlar çukurlara. Ama işin acısı nedir biliyor musunuz? İşin kahredici yanı
dünkü kâfirler hendek-ler kazıyorlar, içini bizzat
ateşle dolduruyorlar ve bu hendeklere atılıp yananlar yandıklarının farkına
varıyorlardı. Lâkin günümüz kâfirlerinin insanları dinsizleştirebilmek için
onların önlerine kazdıkları bu çukurla-rın içinde
dünya ateşi yoktur. Bu çukurların içinde âhiret ateşi
vardır. Heyhat ki bu insanlar dünya ateşiyle yanmadıkları için, âhiret ateşiyle yandıkları için yandıklarının farkına bile
varamıyorlar. Nice ürpertici ceset kokuları geliyor ama ne yazık ki yananlar
yandıklarının farkında değiller. Cayır, cayır yananlar yarın anlayacaklar
yandıklarını.
Şu ümmet-i Muhammedi’n çocuklarını
dinsizleştirebilmek için onların önlerine kazılan eğitim çukurlarına bir bakın.
Dünkü kâfirlerin Müslümanların önlerine kazdıkları içi ateş dolu hendeklerden ne
farkı vardır? Allah için söyleyin. 5 yaşında 7 yaşında 10 yaşındaki tertemiz
körpe dimağlar nereye düşüyorlar bir düşünün? Hangi çukurlara gö-mülüyor bu yavrular? Bir
zamanlar kendilerine: Yavrum en çok kimi seviyorsun? diye sorulduğu zaman: En
çok Allah’ı seviyorum! En çok Rasulullah’ı seviyorum!
diyen, Allah bir diyen, en çok dinimi severim! Diyen bu körpe yavrular, körpe
dimağlar önlerine hazırlanmış çukur-lara, önlerine
kazılmış bu materyalist eğitim hendeklerine batıp çıktık-tan sonra, o sıralardan
geçtikten sonra ne hale geliyorlar bir bakın. Dünkü
hendeklerden bir farkı var mı? Bir tek farkı var demin de söyle-dim. Birisinde bizzat bildiğimiz dünya ateşi vardı, yanan
yandığının farkına varıyordu, yanan cennete gidiyordu, ama şimdiki çukurlarda
dünya ateşi değil de âhiret ateşi olduğundan yanan
yandığının farkına varamadığı gibi üstelik yanan cehenneme gidiyor Allah
korusun.
Veya şu anda Üniversite önlerinde zorla
başları açtırılarak ate-şe
sürüklenen Müslüman kızların durumunu düşünün. Şimdi tek tek saymaya gerek yok, öteki çukurları, barikatları siz
düşünün...
Evet bir zamanlar kâfirler çukurlar,
hendekler kazarak, barikat-lar kurarak, komplolar
düzenleyerek, yasalar tanzim ederek Müslü-manlara zulmettiler. Bu çukurların, bu hendeklerin, bu
yasaların içi a-teş doluydu. Bu ateş dolu çukurların,
tuzakların içine düşürdüler Müs-lümanları. İşte Rabbimiz bu olayı anlatır bize bu
sûrede.
Bu kıssada hem kâfirlerin hem de
Müslümanların almaları ge-reken hisseler, dersler vardır.
1: Sûrede anlatılan hisselerden
birincisi şudur: Ogün, bugün Müslümanlara sadece Müslümanlıklarından ötürü
işkence edenler, onları dinlerinden döndürebilmek için önlerine çukurlar
kazanlar, komplolar hazırlayanlar, yasalar tanzim edenler, onları diri diri yakan-lar, onları ateşe
yuvarlayanlar sûrede açık açık Allah tarafından
lânet-lenmişler ve azaba müstahak olmuşlardır. Dünkü
kâfirler nasıl Allah’ın lânetine uğramışlar ve yerin dibine batırılmışlarsa,
şimdi de Mekke’nin ileri gelenleri Mekke’deki bir avuç Müslüman’a karşı aynı
tavır, aynı tutum içindelerse, ya da şimdi şu anda
yirminci asrın kâfirleri, asrımı-zın müstekbirleri de suçları sadece Allah’a inanmak olan
Müslüman-lara onları dinlerinden döndürmek için türlü
hendekler hazırlamakla meşgullerse, öyleyse bilesiniz ki onlar da aynı sona,
aynı azaba ve helâke müstahak olacaklardır. Bundan hiç kimsenin zerre kadar bir
şüphesi olmasın diyor Rabbimiz.
2: İkincisi şudur: O zamanki
Müslümanlar nasıl ki ateşin içinde cayır cayır yanma
pahasına da olsa îmanlarından,
dinlerinden dön-meyi kabul etmemişlerse, nasıl ki diri diri, cayır, cayır yanarak Allah için hayatlarını, canlarını
seve seve fedadan çekinmemişlerse, öyley-se ey bugünün Müslümanları
sizler de sizin döneminiz kâfirleri karşı-sında aynı
sabrı, aynı metaneti göstermek zorundasınız. Aynı meta-neti Mekke’deki
Müslümanlar da göstermeli, biz de göstermeliyiz. Kâ-firlerin geçici ufak tefek
tehditleri ve işkenceleri karşısında yıkılıverme-meliyiz. Ufak tefek geçici dünya menfaatleri karşılığında
dinlerimizi satıvermemeliyiz. Döneklik yapmamalıyız. Kâfirlerin işkenceleri,
tuzakları ve komploları karşısında dişimizi sıkıp, sabredip karşımızdaki
kâfirlerin düşmanı olan Rabbimizin yardımının gelmesini beklemeliyiz. Hiç bir
hendek, hiçbir barikat, hiç bir zulüm ve işkence Müslümanları dinlerinden
vazgeçirmemelidir. Hiç bir lütuf, hiç bir diploma, hiç bir doktora, hiç bir
makam, hiç bir mevki bizi gevşetip zaafa düşürmeme-lidir. Çünkü biraz sonra anlatacak Rabbimiz diri diri ateşlere gömülmeleri bile onları dinlerinden
döndürememişti de Allah’ın yardımı gelmişti.
3: Üçüncüsü sûrede kıyâmete kadar
kâfirlerin değişmeyen bir karakteristik özelliği anlatılmaktadır. O da kâfirler,
sırf Allah’a îman et-tikleri için Müslümanlardan nefret etmektedir. Küfürle îman
ehli arasındaki savaş kıyâmete kadar sürecektir. Yeryüzünde küfür ve îman
taraftarı olduğu sürece bu savaş asla bitmeyecektir. Müslümanlar bu savaştan
çekilseler bile, hak bâtılla mücadeleye girmekten vaz
geçse bile bâtıl onları yok edinceye kadar bu savaşı sürdürecektir. Bilesiniz ki
ey Müslümanlar, küfürle îman geceyle gündüz gibidir. Biri diğerine düşmandır.
Birinin varlığı diğerinin yokluğuna bağlıdır. Öyleyse ey Müslümanlar, sakın ha
sakın küfrün size merhamet edeceğini, sizi ka-bulleneceğini zannedip gevşekliğe kapılmayın diyor
Rabbimiz.
4: Dördüncüsü iki grup ta bilmelidir ki
Allah her şeye kadirdir, Allah her şeye şâhittir. Kâfirlerin zulmünü de, mü'minlerin sabrını da görmektedir Allah. Şüphesiz ki
sonunda kâfirlerin gideceği yer cehen-nemdir, mü'minlerin gideceği yer de cennettir. Sonunda bu savaşta
galip gelecek olanlar Allah taraftarlarıdır, mağlup olacak olanlar da Al-lah düşmanlarıdır deniyor.
Evet Mü'minlerin Mekke’de hakarete maruz kaldıkları,
işkence-lerin birbirini takip ettiği, neticede tıpkı
Ashab-ı Uhdud’un yaptığı
gibi mü'minlerin zorla dinlerinden döndürülmek
istendiği bir dönemde gelen bu sûre Müslümanlara diyordu ki: Ey mü'minler! Ey müstaz’aflar! Ey
sadece suçları bana inanmak ve benim istediğim gibi yaşamak olan kullarım! Sakın
üzülmeyin! Sakın endişe etmeyin! İnanın
ki hayat bu hayat değildir! Hayat sadece yaşadığınız bu geçici dünya hayatın-dan
ibaret değildir! Gerçek hayat ebedî ve sermedi hayattır. Öyleyse gamlanıp
üzülmeyin! Allah için başımıza şunlar şunlar geldi
diye tasa-lanmayın! Kâfirlerin zulmüne maruz kaldık
diye yıkılmayın! Öncekiler de zulmediyordu. Semûd'da
zulmediyordu. Firavun da zulmediyordu. Nemrut da, Ashab-ı Uhdûd da zulmediyordu.
Onların karşılarında da mazlumlar vardı. Hem de bir avuç. Ne oldu sonuç? Allah
düşmanları-nın hepsi helâk olup gittiler. Hepsini
yerin kahrına batırdı Allah. Onları helâk edip defterlerini dürerken Rabbiniz
dostlarını galip getirdi. Göre-ceksiniz sizin
karşınızdakileri de yakında kahredecektir! deme adına işte kitabımızda bu sûre
geliyordu. Dün Mekke’li Müslümanlara, bu-gün bize,
yarın da kıyamete kadar gelecek Müslümanlara aynı müjde-yi vermek üzere
geliyordu bu sûre.
İnşallah bir de sûre üzerinde genel
gezinti yapalım. İsmini, bi-rinci ayetinde geçen "burûc"
(burçlar) kelimesinden almıştır: "Andol-sun içinde
burçları bulunan göğe!" (1) Burçlardan maksat, gökteki on iki burç olabileceği
gibi, gök cisimlerinin seyirleri esnasında birinden diğerine intikal edegeldikleri menzilleri de olabilir. Bilindiği gibi bu gök
cisimleri, seyirleri esnasında, yörüngelerinden asla sapmazlar. Bun-lara yemin edilmekle, dikkatler olayın önem ve büyüklüğüne
çekilmek istenmektedir. "Va'dolunan kıyamet gününe
andolsun!" (2) Burada da Cenâb-ı Allah, insanların dikkatini kıyamet gününe çekmekte
ve yer-yüzünde işlenen bütün fiillerden hesap soracağını hatırlatmakta ve
mazlumların hakkını zalimlerde bırakmayacağını, halledilmemiş dava-ları o büyük güne bıraktığını bildirmektedir. "Şahitlik
edecek ve hak-kında şahadet edileceklere andolsun!"
(3)
Sûre,
bu kasemle; kıyamet gününde, bütün mahlukatın hazır bulunacağı o dehşetli günde,
olacak her şeye herkesin şahit olacağını vurgulamaktadır. Kimi zalim, kimi
mazlum, kimi alacaklı, kimi borçlu olarak...
Bu
kısa sûre, iman hakikatlerinden ve imanla ilgili düşünce e-saslarından bahsetmekle birlikte, asıl konusunu "Ashab-ı Uhdûd" o-luşturuyor. İslâm'dan önce bir grup mümin zalim, gaddar ve
katı kalpli Allah düşmanlarınca inandıklarından vazgeçirilmek istenirler. Fakat
müminler karşı koyarlar, inançlarından asla taviz vermezler. Bunun üzerine,
inkârcılar, geniş hendekler kazdırarak içinde ateş yaktırırlar. Topladıkları
büyük kalabalıkların gözleri önünde bu müminleri ateşe atarlar. Eğlenmek
maksadıyla bu elîm sahneyi zevkle seyrederler. Halbuki yakılanlar kendileri gibi
insandırlar. Şu kadar var ki inançları uğruna yanmaktadırlar. Kur'an, bu olayı şöyle dile getirmektedir: "Ha-zırladıkları
hendekleri tutuşturulmuş ateşle doldurmak onun çevresin-de oturup, iman
edenlere, dinlerinden dönmeleri için yapılan işkenceyi seyredenlerin canı
çıksın. " (4-7)
Kimdir
müminleri ateşe atarak yakan bu zalimler? Yüce Rab-bimiz bunu bildirmiyor. Peki müminlerin suçu nedir? Niçin
ateş azabı gibi can yakıcı bir işkence ile öldürüldüler? "Bu inkarcıların iman
e-denleri ateş azabına uğratmaları, onların sadece,
göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan, Azîz ve Hamîd olan Allah'a iman et-miş
olmalarındandır. Allah her şeye şahittir. " (8-9)
"Firavun
ailesinden olup, imanını gizlemekte bulunan bir mü-min: Siz bir adamı, Rabbim Allah'tır, dediği için mi
öldüreceksiniz? Dedi."
(Mü'min,28)
Evet,
müminlerin bir tek suçu vardır. O da Allah'a iman etme-leridir. Tarih boyunca, münkirlerin müminlere işkence
etmeleri, onları can yakıcı eziyetlerle öldürmeleri hep aynı sebeptendir.
Geçmişin Fi-ravunları,. Nemrutları, Ebu Cehilleri ve günümüzdeki benzerleri, hep aynı sebepten
inananlara türlü türlü eziyetleri reva görüyorlar.
"Mu-hakkak ki iman etmiş erkek ve kadınları dinlerinden çevirmeye uğra-şanlar,
eğer tövbe etmezlerse, onlara Cehennem azabı vardır. Yakıcı azap da onlaradır."
(10) Zâlimler, müminlere yaptıklarından pişmanlık duyup tövbe etmez ve
zulümlerinde devam ederlerse, "Onlara Ce-hennem azabı vardır, can yakıcı azap da onlaradır". Dünyada
iken mü’minlere uyguladıkları azabın kat kat daha acısını tadacaklardır.
Sûre,
inkârcıları bu şekilde tehdit ettikten sonra, Allah'ın razı olduğu iyi ameller
işleyen müminlere Cennetler vereceğini şöyle açık-lamaktadır: "Şüphesiz yararlı işler işleyenlere, altlarından
ırmaklar a-kan Cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur." (11) Bu büyük müj-de, müminlerin kalplerine huzur vermesinin yanında;
tarih boyunca karşılaşacakları işkence ve zorluklara karşı dayanma gücü
kazandır-maktadır.
Surenin
bir diğer ayeti zalimlere şöyle seslenir: "Doğrusu Rab-bimin yakalaması amansızdır." (12) Yani sizin gücünüz
Allah'ın gücü-nün yanında hiçtir. Asıl şiddetli yakalayış, yerin ve göklerin
mâliki Cebbâr olan Allah'ın yakalayışıdır. Yine de: "Yüce arşın sahibi, çok
seven, bağışlayan O'dur." (14-15) Allah "Şedîdü'l-ikâb" (cezalandır-ması acı) olmakla birlikte sonsuz bir rahmet ve mağfiret
sahibidir. Eğer zalimler zulümlerini terk edip tövbe ederlerse bağışlayabilir
on-ları... "O her dilediğini mutlaka yapandır." (16)
Bazen dünyada zalim-lerin yakasına yapışır, bazen de
onları vâdolunan güne bırakır. Diledi-ğini bağışlar, dilediğini
cezalandırır.
"Firavun
ve Semûd ordularının haberi sana geldi mi?"
(17-18)
Bilindiği
gibi, Cenâb-ı Allah, Firavun'u da Semûd'u da ordularıyla bir-likte
helâk etmişti. Bu ayetle de benzerleri tüm zalimlere bir ültimatom vermektedir.
"Doğrusu kâfirler, hep (Allah'ın emir ve hükümlerini) ya-lanlama içindedirler. Halbuki
Allah onları artlarından, kuşatmıştır." (19-20) Zavallı kâfirler ise bunun
farkında değillerdir. Farkına varınca da iş işten geçmiş olacaktır. Sûre şöyle
sona ermektedir: "Ey Habî-bim! Doğrusu sana vahyedilen bu
kitap Levh-i Mahfûz'da sabit, Şanlı bir Kur'an'dır." (21-22) Allah kelâmı Kur'an, mahiyetini bilmediğimiz Levh-i Mahfûz'da olup her türlü tahriften ve tâhir olmayanların dokun-masından
korunmuştur.
Bu özetten sonra inşallah sûrenin
âyetlerini tanımaya çalışa-lım: Öteki Mekkî sûrelerde olduğu gibi yine sûreye yeminle başlıyor
Rabbimiz. Dikkatler daha bir çekilsin diye. İnsanlar Rabbimizin söz-lerini biraz daha dikkatlice dinlesinler diye. Bir yemin,
iki yemin, üç ye-min, dört yeminden sonra çok azîm,
çok büyük bir husus anlatılacak. Ben yemin etsem, ya
da içinizden çok yemin eden birisi yemin etse, geç ya
bu zaten onun özelliği der geçeriz. Ama Allah yemin ediyorsa işin ciddiyetini
anlamak zorundayız elbette.
1. “İçinde burçları bulunan göğe andolsun;”
İlk yemin semâya yapılıyor. Burçlar
sahibi olan semâya yemin olsun ki! Burç, yıldızlar demektir, ya da yıldızların mesken ve menzilleri, büyük yıldızlar,
büyük yıldızların oluşturdukları yıldız kümeleri veya yıldızların içinde deveran
ettikleri yörüngeleridir. Rabbimiz semâya ve semânın sinesinde barındırdığı
milyarlarca yıldıza ve bu yıldızların Rablerinin, yaratıcılarının kendileri
adına çizdiği hayat programı istikâmetinde, yani yörüngelerinde hareket
ettiklerini, Rablerinin yasasına boyun büktüklerini
anlatır.
Buradaki burçlardan maksat,
astrologların dediği gibi yengeç burcu, balık burcu gibi 12 burç sahibi olan
semâya yemin edilmektedir.
Ya da İbni Abbas, Mücahid, Katâde ve Hasan-ı Basrî gibi büyük müfessirlerin dedikleri gibi, bu burçlardan
kasıt birinci semâda bulunan, dünya semâsında bulunan, bu semânın kendileriyle
süslendiği yıldızlar ve gezegenlerdir. İşte Rabbimiz semâmızın simasını süsleyen
yıldızlar ve gezegenlere yemin ediyor. Yıldızlar ve gezegenler sahibi olan,
dünyamızdan milyonlarca daha büyük milyarlarca yıldızı sinesinde taşıyan,
barındıran semâya yemin olsun ki!
İkinci bir yemin
daha:
2. “Söz verilen kıyâmet gününe andolsun;”
Bir de Yevm-i
Mev'ûd’a yemin olsun ki! Mü’minlere vaadolun-muş, kâfirlere
ise vaîd olunmuş o kıyâmet gününe, o din gününe, ceza
gününe yemin olsun ki! İmtihan konumundaki semânın parça parça olacağı, yıldızların, burçların yerlerinden sökülüp
sağa sola atılacağı, dağların yerinden sökülüp yürütüleceği, hâsılı kâinatın
imtihan konumundan hesap-kitap konumuna geçirileceği güne yemin ediyor
Rabbimiz.
Yahudilerde “Arz-ı Mev’ûd” diye bir kavram var. Onlar gü-ya kendileri için vaadedilmiş, teklif edilmiş bir arza, bir toprak parçasına
koşarlar. Filan yer sizindir! Size vaadedilmiştir
derler ve ona sa’y eder, ona koşar, onu elde etme
adına çırpınırlar. Bugünkü Filistin toprakları ve çevresini de içine alan bir
toprak parçası için sa’y eder Yahudi. Yahudi’nin
kıblesi ve hedefi budur. Bütün plan ve programını bunun için yapar. Arz-ı Mev'ûd’u elde etme adına yeryüzünde hiçbir Yahudi kalmasa,
babamla bile evlenirim! der Yahudi kızı. Kur’an’ın
ifadesiyle “Ahlede ile’l arz” olmuştur Yahudiler. Yani toprakla bü-tünleşmişler, arza çakılıp kalmışlar, tüm plan ve
programlarını dünya adına yapan materyalist olmuşlardır.
Ama Yahudi’nin bu “Arz-ı Mev’ûd”una
mukabil Müslüman için “Yevm-i Mev’ûd” kavramı vardır. Müslümanın hedefi, Müs-lümanın kıblesi Yevm-i Mev'ûd’dur. Müslümanın kıblesi
öyle arzla, bü-yük topraklarla, dünyayla beraberlik
değil, Yevm-i Mev’ûd’la
beraberliktir. Müslüman, tüm plan ve programını dünya adına, dünyanın toprak
parçası adına, dünyada kalıcı şeyler adına değil, Yevm-i Mev’ûd adına, âhireti kazanma adına yapar. Müslüman, materyalist değildir.
Onun bütün hedefi Yevm-i Mev’ûd’u kazanmak, Yevm-i Mev’ûd’da mutluluğu elde etmektir. Müslüman, âhireti için çırpınır. Yaptıklarının neticesini sadece
burada değil Yevm-i Mev’ûd’da görmek ister. Bedir’de şehit olanlar zaferi
görmediler. Uhud’da şehit olanlar da Mekke’-nin fethini görmediler. Ama ne gam, onların derdi zaten
Yevm-i Mev’-ûd’du, cennetti.
Mü'minler
Yevm-i Mev’ûd için koşarlar.
Mü’minler hayatlarının her bir
döneminde:
“Kesinlikle bilesin ki âhir senin için
ûlâdan daha hayırlı
olacaktır.”
(Duha
4)
Hedefinin gerçekleşmesini isterler.
Rabbimizin âhiret, âhir, yani bir sonraki durumu senin
için ûlâ’dan, birinciden, bir sonraki durumundan daha
hayırlıdır. Ey peygamberim, senin için her gelecek bir öncekinden daha hayırlı
olacaktır. Bir önceki durumuna, bir önceki konumuna göre bir sonraki durumun
senin için daha güzel, daha hayırlı olacaktır. Baban sen doğmadan önce öldü,
senin için hayır oldu. Mekke’de işkence çektin, hakkında hayır oldu. Vatanından
sürüldün, hayır oldu. Medine’ye hicret ettin, hayır oldu, orada devletini kurdun
hayır oldu. Sonra Mekke’yi fethettin, hayır oldu. Sonra vefat edip Makam-ı Mahmud’a ulaştın hayır oldu, hayır oldu, hayır oldu… Sonu
hayırlı olan bir hayatın sahibisin sen, deniyordu Rasulullah Efendimize. İşte mü’minin hedefi budur. Hayırlı bir hayat yaşayarak, sonraki
her gün, sonraki her saat bir öncekinden daha hayırlı, daha güzel Müslümanlık
yaşayarak Yevm-i Mev’ûd’u
kazanıp, Allah’ın izniyle cennete ulaşmak. Bu hayatta mü’minin en büyük hedefi işte budur. Yahudi, Arz-ı Mev’ûd adına, dünya adına, dünyadaki bir toprak parçası
adına sa’y ederken, Müslüman bunun için sa’y eder.
“Gevşemeyin, üzülmeyin, inanmışsanız,
mutlaka siz en üstünsünüzdür.”
(Âl-i İmrân 139)
âyetinde anlatılan üstünlük de Yevm-i Mev’ûd’daki üstünlüktür.
Eğer mü’min iseniz gelecek günde, Yevm-i Mev’ûd’da mutlaka
üstünsünüz. Dünya da mağlup olsanız, dünyada kaybetseniz, dünyayı tümüyle
kaybetseniz bile üstün olan sizlersiniz. Bir peygamber gibi kav-miniz tarafından testereyle belinizden biçilseniz bile galip
olan sizsiniz. Çünkü şurasını hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız ki, kâr
ya da zarar dünya hesabına göre yapılmaz. Galibiyet
ya da mağlubiyet, üstünlük ya da alçaklık, kâr ya da zarar
dünya hesabına göre de-ğil, âhiret hesabına, cennet ve cehennem hesabına göre yapılır.
Öy-leyse ey Müslümanlar! Ey inananlar! Kârınızı,
zararınızı, üstünlüğünüzü, alçaklığınızı, galibiyetinizi, mağlubiyetinizi dünya
hesabına göre yapmayın. Dünyada mal, mülk sahibi olunca, dünyada zafere
ulaşınca, dünyada filan ya da falan makama gelince
kazandık zannetmeyin. Dünyayı kazanınca, arzla bütünleşince, arzdan bir parça
elde edince, çok paraya sahip olunca sakın kazandık zannetmeyin. Şunu kesinlikle
bilin ki, bir kişi dünyada neye sahip olursa olsun, hangi mülke, han-gi makama, hangi saltanata sahip olursa olsun, îman
etmemişse, âhi-ret adına sa’y edip cenneti
kazanmamışsa kesinlikle kaybetmiştir.
Öyle değil mi? Âhireti hayattan kaldırsanız neye yarar bu dünya? O halde
madem ki Rabbimiz din gününe, Yevm-i Mev’ûd’a, randevu gününe yemin ediyor, öyleyse din gününü,
din gününün hesabını, kitabını sürekli zihinlerimizde canlı tutmak, din gününe
hazırlık yapmak zorundayız. O gün vaadedilmiştir ve
mutlaka gelecektir. Allah asla vaadine ters düşmez. O gün mutlaka gelecek ve tüm
yaptıklarımızdan hesaba çekileceğiz. Kimi kabullenmişsek? Kimi reddetmişsek?
Neyi istemiş, neden kaçmışsak? Neye inanmış, nasıl bir hayat yaşamışsak? Ne
yapmış, ne etmişsek onu mutlaka o günde göreceğiz.
3. “Kıyâmet günü şâhitlik edene ve
edilene andol-sun;”
Üçüncü yemin de işte budur. Şâhit
ve meşhûda yemin olsun ki! Şehadet edene ve kendisine
şehadet edilene yemin olsun ki!
1. Şehadet
eden Allah’tır, kendisine şehadet edilen de yine
Allah’tır. Öyleyse şehadet eden ve şehadet edilen, yani kendi kendine şehadet eden Allah’a andolsun
ki.
“Allah kendisinden başka İlâh
olmadığına şehadet
ediyor.”
(Âl-i İmrân 18)
Demek ki şehadet eden Allah’tır, kendisine şehadet edilen de Allah’tır. Allah, şâhit ve meşhûd olan zâtına yemin ediyor.
2. Başka kim şehadet eder? Ben şehadet ederim.
Kime? Allah’a. Allah’tan başka İlâh olmadığına ben ve tüm yeryüzü Müslümanları
şehadet etmektedirler. Öyleyse Rabbimiz yeryüzünde
kendisine şâhit olan, şehadet getiren tüm Müslümanlara
ve onların şehadet ettikleri kendi zâtına yemin
ediyor.
3. Ya da
buradaki şâhit, yani şehadet edip şâhitlik yapan
varlık kıyâmet günüdür, haklarında şâhitlik yapılanlar da o gün orada hazır
bulunanlardır, yahut da o günde vukua gelecek hadiselerdir. Şâhit Yevm-i Mev’ûd, meşhud da kıyâmet gününün dehşetli
manzaralarıdır.
4. Veya şâhit bir yerde hazır
bulunanlardır, meşhûd da onları orada hazır
bulundurandır. Yani kıyâmet gününde hazır bulunan mevcudata ve onları orada
hazır bulundurana yemin olsun ki!
5. Veya şâhit melektir, meşhûd da insandır.
“Her can, kendisiyle beraber bir sürücü
ve şâhit bulunduğu halde gelir.”
(Kaf
21)
6. Veya şâhitle kastedilen,
ümmetlerine, toplumlarına şâhitlik edecek olan peygamberler, meşhûd da, yani kendileri hakkında şahitlikte bulunulacak
olanlar da onların toplumlarıdır. Nisâ sûresinin 41. âyeti bunu
anlatır:
“Her ümmete bir şâhit getirdiğimiz ve
ey Muhammed, seni de bunlara şâhit getirdiğimiz vakit durumları nasıl
olacak?”
(Nisâ 41)
7. Veya şâhit bu ümmettir, meşhûd da öteki ümmetlerdir. Bakara sûresi bunu şöyle
anlatır:
“Böylece sizi insanlara şâhitler
olasınız diye vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size şâhit ve
örnektir.”
(Bakara 143)
Müslüman ümmeti vasat bir ümmettir. Bir
de şâhit bir ümmettir. Sizi dünya üzerinde vasat ve şâhit bir ümmet yaptık.
Bu ümmet şâhit bir ümmettir. Bu görev
tıpkı peygamberin ashabına ve diğer insanlara kendisine vahyolunan dini anlatma ve yaşama konusunda şâhitlik etmesi
gibi bir görevdir. Çok şerefli, ama o nisbette de
sorumluluğu olan bir görevdir. Ümmeti içinde peygamberin görevi, sorumluluğu ve
şerefi neyse, diğer toplumlara karşı bizim de sorumluluğumuz ve şerefimiz odur.
Bizler de Müslümanlar olarak şu anda tıpkı peygamber gibi tüm insanlık önünde
İslâm’ın yaşanırlılığını, pratiğini göstermek zorundayız. Bu konuda peygamberin
ümmetine karşı şâhit olduğu gibi, biz de tüm insanlara şâhitler olmak
zorun-dayız. Peki nasıl şâhit olunur insanlara? Bütün insanlara bu dini götürür,
Kur’an âyetlerini bütün insanlara ulaştırır, dünya
üzerinde Allah-tan ve onun yeryüzünü düzenlemek üzere gönderdiği âyetlerinden,
cennetten, cehennemden haberdar edilmedik bir tek insan kalmayacak biçimde
herkesi haberdar ederiz, işte o zaman biz insanlara şâhitlik görevimizi yapmışız
demektir. Tıpkı Rasulullah’ın bu ümmet üzerine
şâhitlik yaptığı gibi.
Peş peşe üç yeminden sonra bakın
Rabbimiz Ashab-ı Uhdû-d’u anlatmaya başlayacak:
4-7. “Hazırladıkları hendekleri,
tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inanmış kimselere
dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı
çıksın!”
Allah belâsını versin o hendek
sahiplerinin! Allah kahretti o kahrolasıcaları! Bu
ifade sadece bir beddua değil, sadece Allah’ın lâ-netlemesi değil, aynı zamanda bir haber cümlesidir. Yani bu
belânın, bu bedduanın, bu lânetin ve helâkin gerçekleştiği haberi verilmektedir.
Allah belâlarını verdi o zalimlerin ki, o hendek sahipleri, o Müslümanlar için
hendekler kazıp, içini ateşle doldurup Müslümanlara şöyle di-yorlardı: “Ya dininizden
dönersiniz, ya da bu hendeğin içini boylarsınız.” İşte
o, Müslümanları ölümle küfür arasında tercihe zorlayanlar, geberesiceler, kahrolasıcalar,
kahrolup gittiler zaten.
Bu hendek sahipleri konusunda tefsir
kitaplarında bazı rivâyetler vardır:
İbn-i Cerir, Hz. Ali efendimizden İran
Kisrası ile alâkalı, onun mü’minleri öldürdüğüne dair bir rivâyet nakleder. Yine İbn-i Cerir, İbn-i Abbas efendimizden Babil kralının İsrail oğullarını dinlerinden döndürmek için
öldürdüğünü nakleder. Yine tarihçi İbn-i Hişam, Necran Hristiyanlarının dinlerinden döndürülmek için Yahudiler
tarafından yakıldıklarını anlatır. Zû Nüvas’ın, Hz. Îsâ’nın (as) yolunu
takip eden Necran Hristiyanlarının dinlerini değiştirip Yahudi yapmaya
zorladığı ve onlar da bunu kabul etmeyince hendekler kazarak 20.000 ile 40.000
arasında Hristiyanı öldürdüğü
nakledilir.
Gerçekten bu âyetleri içimize bir
sindirebilsek, bu âyetlerin muhtevasını bir anlayabilsek, bir anlatabilsek.
İnanın bunlar, bu âyetler bizim elimizden tutup, gözümüzü açıp bizi öyle bir
bölgeye öyle bir atmosfere götürecekler. Orada kazılmış upuzun hendekler var.
Kilometrelerce uzayıp giden hendekler var. Kâfir kral, zalim kral ve avâ-nesi
var. Orduları, askerleri, görevlileri var. Halk orada oturmuş, seyrediyor.
Hendeğin kenarında sıra sıra duran mü'minler, suçlular var. Potansiyel suçlular… Allah’a
inanmış suçlular... Hayatlarını Allah için yaşamak isteyen suçlular... Allah
yasalarını kralın yasalarından üstün tuttukları için suçlananlar… Allah’ın
hatırını egemen kralın hatırından üstün tutmuş, Allah’tan başka egemenlik sahibi
kabul etmeyen, Allah’a yetki sınırlaması getirilmesine, Allah’ın yetkilerinden
bir kısmını O’ndan alıp başkalarına vermeye razı olmayan suçlular. Suçlarının
bedeli olarak önlerinde kazılmış upuzun içi ateş dolu hendeğin önünde duruyorlar.
Onlardan birine deniyor ki: “Ya dininden dönersin, ya da bir
dakika sonra seni ateşe atacağız! Ya dininden,
yolundan vazgeçersin, ya da bu hendeğin içini
boylarsın! Bir dakika içinde kararını verip tercihini yap!” Bir dakikalık bir
sessizlik, bir sükut… Âdeta göklerde ve yerlerde ne varsa hepsi susmuş, o mü’minin kararını bekliyor, dinliyor. Bir dakikalık bir
sükut ve sonra canhıraş, acı bir feryat, yürek hoplatan bir çığlık ve âdeta
insanın burun direklerini sızlatan bir koku. Bir insan cesedi kokusu… Yanan bir
ceset kokusu… Yanı başındaki mü’min zaten o anda
ölüyor. Arkadaşının bu akıbetini görmesi zaten öldürüyor onu. Gözlerinin önünde
arkadaşının ölümü öldürüyor, şeytan geliyor bir daha öldürüyor, çoluk-çocuk,
kavim, kardeş gözünün önüne geliyor bir daha öldürüyor, gençliği, yaşama arzusu,
geleceğe ait hedefleri gözünün önüne geliyor bir daha öldürüyor. Defalarca
ölürken sonra ikinci sıradaki gidiyor, bir daha ölüyor. Sonra üçüncü sıradaki,
sonra onuncu sıradaki, sonra bininci sıradaki, sonra on bininci, yirmi bininci,
kırk bininci gidiyor. Hiçbirisi dininden dönmüyor ve tamamı öldürülüyor.
Hattâ Rasulullah Efendimizin ifadesine göre kucağında çocuğu
bulunan bir kadın getiriliyor, ona da dininden dönmesi teklif ediliyor. Mü’mine kadın kucağındaki çocuğundan ötürü bir tereddüt
geçiriyor. Kucağındaki çocuk dile gelip: “Anne! Sabret doğru yoldasın! Sakın
benim için dininden dönme!” deyince, kadın da “Dinimden dönmüyo-rum!” deme adına başını
kaldırınca, o da sırtına yediği bir tekmeyle hendeğin içini boyluyor. Çeşitli
rivâyetler var, 20 bin, 40 bin insan diri diri, cayır
cayır yakıldı deniliyor.
Attıkça atmışlar, attıkça atmışlar.
Sonra Mevlâ emir vermiş te ateş patlayıvermiş,
yayılıvermiş çevreye ve çevredeki tüm zalimler kendi yaktıkları ateşte yanıp
kahrolmuşlar diye rivâyetler var.
Bunu niye anlatıyor Rabbimiz? Yüz gram
altın karşılığında din-lerinden dönüverenler, yarım
dönüm arsa için Allah’ın mîras taksiminden dönüverenler, bir makam, bir koltuk
karşılığında dâvâlarından, yollarından vazgeçiverenler, dünyalık küçük bir
menfaat karşılığında yollarından dönüverenler, ufak tefek soruşturmalar,
kovuşturmalar karşısında geriye adım atıverenler. Yuh olsun size diye anlatıyor
Rab-bimiz bunu bize. Gençliklerini Allah adına tohum
gibi hendeklere gömenler, cayır cayır yanma pahasına
da olsa dinlerinden, yollarından vazgeçmeyenler karşısında durup düşünün ve
ibret alın diye anlatıyor. Şu anda onların halefleri olan çağdaş kâfirlerin
sizleri dinlerinizden döndürebilmek için tıpkı selefleri gibi sizin önlerinize
kazdıkları hendekleri, tasarladıkları komploları, çıkardıkları yasaları anlayın
da, sizler de tıpkı selefleriniz gibi davranın diye anlatıyor. Sırf
Müslümanlıklarından dolayı Müslümanlara zulmedenlerin akıbetlerinin nasıl
olduğunu görün de onlardan zerre kadar korkmayın diye anlatıyor bunu bize. Bakın
ne olmuş onların akıbetleri?
O vakit onlar o ateşin, o hendeğin
üzerine oturmuşlardı. Yani kendilerini yakacak ateşin üzerine, kendilerini
yutacak hendeğin üzerine oturmuşlardı. Kendi oturdukları dalı kesiyorlar, ya da kendilerini yakıp kavuracak ateşi yakıyorlardı. Kendi
altlarını oyuyorlar, kendi he-lâklerini hazırlıyorlardı zalimler. Ya da hendeğin kenarına oturmuşlar seyrediyorlardı. Zalim
kral ve askerleri, Müslümanlara yaptıkları bu in-sanlık dışı işkenceleri
ellerinde kadehleriyle kahkahalar içinde seyrediyorlardı. Mü’minlerin feryatları ney sesiydi
kulaklarında.
Ya da zalim
kral kendi tanrılığını reddeden, kendi egemenliğini reddeden, yasalarına karşı
gelen bu potansiyel suçluları cezalandırırken, Allah yasalarını reddederek
kralın yasalarına boyun bükmüş, susmayı tercih etmiş halk yığınları da bu
manzarayı seyrediyordu. Kardeşlerinin yakılışlarını seyrediyorlardı. Çok şükür
şu anda biz onların yerinde değiliz diye durumlarından memnun gözüküyorlardı.
Bizi sokmayan yılan bin yıl yaşasın mantığıyla yerlerine oturmuşlar, gerçek
mü’minleri, enayilikle suçladıkları insanları
seyrediyorlardı. Zalimlere şakşak tutuyorlar, “Yaşa! Varol!” diyorlardı. Tabi
işkence sırası kendilerine gelinceye kadar. Egemen tanrıların doyumsuzluğu had
safhaya ulaşıp ta, yasalar biraz daha sertleşip bu defa toplumda potansiyel
suçlular çoğalıncaya kadar. Meselâ toplumda tüm sakallıların, tüm
tesettürlülerin, tüm namaz kılanların, tüm oruç tutanların suçlu sayılacakları
ana kadar. Gerçek inanmış mü’minler geceleyin
evlerinden sökülüp götürülürken bunların ruhu bile duymaz. Hendeklerden işkence
sesleri gelirken bu Ashab-ı Uhdûd’lar da sadece seyrederler.
Bir kısım
kâfirler Çeçen’i, yahut Afgan kardeşini, yahut Filistinli can ciğer kardeşini
işkencelere tabi tutarken, bunlar beri tarafta zalimleri alkışlarlar. En ufak
bir tepkide bile bulunmazlar. Zalimlerle, kâfirlerle, işkencecilerle birlikte
aynı safta, aynı pislik çukurunun içinde kardeşlerine yapılanları seyreden çukur
ashabıdır bunlar. Ne değişmiştir söyleyin o günden bu güne? Kâfir hep aynı
kâfir, zalim hep aynı zalim, onlara yalakalık yapanlar da aynı kaypaklar değil
mi? Sıranın bir gün kendilerine geleceğini fark edemeden yaşayan lağım
çukurlarının insanları bugün de yok mu? Zalimlere ashap olanlar, zalimlere
koltuk değneği olanlar yok mu?
Bunlar az sonra sıra kendilerine
gelecek ateşin kenarında oturan insanlardır. Zalimlerin safında oturan
insanlardır.
Mü’minlere
yapılan işkencelere bakıp bakıp eğleniyorlardı.
Kendilerini kurtulmuş sayıyorlardı ama onlar aslında ateşin üzerine
oturmuşlardı. Az sonra kendilerini yakacak, kendilerine dönecek, ken-dilerini yok edecek ateşlerinin üzerine oturmuşlardı.
Ya da o gerçek mü’minlere yapılanlar kendi başlarına gelmiş, o azaba
kendileri de şâhit olmuşlardır.
Ya da mü’minlere yaptıkları bu korkunç işkenceyi bilerek
yapıyorlardı. Farkındaydılar yaptıkları bu işin. Buna şâhitlik yapabilecek
nitelikte, bir şuur içindeydiler. Yani ne yaptıklarının, niçin yaptıklarının,
kimi cezalandırdıklarının ve ne için cezalandırdıklarının farkında ve
şuurundaydı bu alçaklar. Bir hata, bir yanılgı sonucu değildi bu hendekler.
Meselâ bir fırıncı öldürme kastıyla
değil de bilmeden bir ateş yaktı, bir Müslüman da farkında olmadan gelip bu
ateşe düşüverdi ve yandı. Bu fırıncı şâhit değildir bu işe. Zira bilerek yakmadı
o ateşi. Ve-ya farz edin ki bir Müslüman ölümü hak
etmiş bir suçlu zannederek bir Müslümanı öldürdü. Bu
da buna şâhit değildir. Ama bu kâfirler ne yaptıklarının şuurundaydılar. Bu
Müslümanların ölümü hak edecek bir suçlarının olmadığını, tek suçlarının
Müslümanlık olduğunu ve Müslümanlıklarından ötürü onları öldürdüklerinin
şuurundaydılar.
Peki burada aklımıza bir soru geliyor.
Acaba bu kâfirler bu Müslümanları ne için yakmışlardı? Acaba neydi bu insanların
suçu ki bu işkenceye reva görülüyorlardı? Acaba bu Müslümanlar kâfirleri bu
derece kızdıracak ve onları bu korkunç intikama sevk edecek ne yap-mışlardı? Günahları, suçları neydi bu adamların? Bakın
bundan sonraki âyetinde Rabbimiz onu şöyle anlatır:
8-9. “Bu inkarcıların, inananlara
kızmaları; onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan ve
övülmeğe lâyık ve güçlü olan Allah’a inanmış olmalarındandır. Allah her şeye
şâhittir.”
Görüyor musunuz suçu? Neymiş suçları?
İşte Allah anlatıyor: Bunların bütün suçları Allah’a inanmak. İşte en büyük suç
budur kâfirin gözünde. Bugün de kâfirlerin gözünde en büyük suç budur: Allah’a
îman etmek. Ben Müslümanım diyen kişi, ben Allah’a
îman ediyorum, ben Allah’ın istediği biçimde yaşamak istiyorum diyen kişi
dünyanın en büyük suçlusudur. O mürtecîdir ve kesinlikle yok
edilmelidir.
Şu anda bizler de mü’miniz. Şu anda bizler de îman ediyoruz. Ama âyetin
ifadesine dikkat ederseniz onlar bizden farklı inanmış. Onlar, o mü’minler bizden farklı mü’minlermiş ki onun için yakılmışlar. Bizden çok farklı bir
îmanla inanmışlar da onun için hendeklere gömülmüşler. Kâfirlerin bu kadar gazaplanmalarının sebebi onların bizim gibi eksik inanç
sahibi olmamaları. Onlar Allah’a Allah’ın istediği gibi îman etmişler. Nasıl bir
Allah’a inanmışlar? Ya da inandıkları Allah’ın ne
sıfatları varmış? İnandıkları Allah’ı hangi sıfatlarla bilmişler? Hangi
sıfatların sahibi bilmişler? Bakın Allah diyor ki:
Bu Müslümanlar Azîz olan bir Allah’a
inanmışlar. Ya da inandıkları Allah’ı Azîz bilmişler
de onun için yakılmışlar. Eğer bugün kâfirler tarafından bizim karşımıza da bu
tür hendekler kazılıp diri diri yakılmıyorsak, eğer şu
anda kâfirleri bu kadar gazaplandırmıyorsak, eğer şu
anda kâfirler bizden rahatsız değillerse, eğer şu anda kâfirlerle kol kola bir
hayat yaşıyorsak, kesinlikle bilelim ki bizler eksik inanı-yoruz da ondan. Allah’a, Allah’ın istediği inanmıyoruz da
ondan. Eğer böyle olmasaydı, eğer bugün bizler de o mü’minler gibi inanmış olsaydık, o zaman bu kâfirler
karşısında bizim durumumuz da onlarınkinden farklı olmayacaktı. Çünkü tarih
boyunca kâfirler hiç değişmemiştir. Değişen onlar değil,
Müslümanlardır.
Bakın bu yakılan Müslümanlar farklı
inanmışlar. Allah’ı Azîz bil-mişler, onun için
kâfirleri gazaplandırmışlar. İnandıkları Allah Azîz
o-lan bir Allah’tı. Azîz, izzet sahibi demektir. Azîz,
mutlak güç ve kudret sahibi, mutlak egemenlik sahibi, izzetine kimsenin toz
konduramayacağı, sahasına kimsenin giremeyeceği, aldığı kararları kimsenin
gözden geçiremeyeceği, göklerde ve yerlerde tek hâkimiyet sahibi, tüm
varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, mutlak tasarruf
sahibi varlık demektir. Hayata hakim olan, herkesin arzularına boyun büktüğü
yenilmez ve yanılmaz varlık demektir. Sadece kendisine kulluk edilen, sadece
kendisi dinlenilen, sadece kendisinin yasaları uygulanan varlık demektir.
İşte bu
Müslümanlar böyle bir Allah’a inanmışlar. Kullarını ken-disinden başkalarına kulluk
etmeleri konusunda, kendisinden başkalarını dinlemeleri konusunda soğanın
dişisinden bile kıskanan bir Allah’a inanmışlar ve yakılmışlar. Hayatın her bir
alanında kendilerinden kulluk isteyen bir Allah’a inanmışlar. Hayatlarında
Allah’tan başkalarına karışma alanı bırakmamışlar da onun için sahte Rableri,
yapay tanrıları kızdırmışlar.
Eğer onlar şu anda bizim yaptığımız
gibi sadece Allah’a inanıp ta hayatlarına karıştırmasalardı, hayatlarının bazı
bölümlerine Allah’ı karıştırıp, öteki bölümlerine karışacak başka İlâhların
varlığını kabul etselerdi, inanın yakılmayacaklardı. Kâfirler tarafından
affedileceklerdi. Evet inanılan, ama hayata etkinliği olmayan, inanılan, ama
hayatına karışmayan, kılık-kıyafetlerine, eğitimlerine, hukuklarına,
ekonomilerine, yemelerine, içmelerine, kazanmalarına, harcamalarına,
okuma-yazmalarına, sofralarına, mutfaklarına, ev tefrişlerine karışmayan,
dünyadan el-etek çekmiş bir Allah’a inansalardı, inanın burunları bile
kanamayacaktı. Rahat bir hayat içinde yaşayıp gideceklerdi. Ya da Ebu Cehil’in inandığı gibi
yeryüzünde kendisine îmanla birlikte bir takım putların, bir takım
yardımcıların, bir takım sahte Rablerin, sahte efendilerin varlığına göz
yumacak, ses çıkarmayacak uyuşuk bir Allah’a inansalardı, kesinlikle
ölmeyecekler, öldürülmeyeceklerdi. Ama onlar böyle inanmamışlar, Allah’ı böyle
tanımamışlar. Allah’ı tek Rabb, tek İlâh bilmişler.
Allah’tan başka Rabb ve İlâh kabul etmemişler, tüm
sahte Rablerin rubûbiyetini
reddetmişler.
Azîz olan, güç, kuvvet, hâkimiyet,
otorite sahibi olan, yerde ve gökte yegâne söz sahibi, izzet sahibi bir Allah’a
inanmışlar. Hükmünde, gökleri ve yeri idaresi konusunda hiçbir ortağa rızası ve
ihtiyacı ol-mayan bir Allah, işte böyle bir Allah’a inanmışlar ve yakılmışlar.
Eğer bugün bizler de böyle bir îmanla kâfirlerin karşısına çıkabilsek, eğer
bugün bizler de tıpkı o mü’minler gibi Allah’ı böylece
kabullenip O’nun dışındaki sahte Rableri reddettiğimizi ilân edebilsek,
hayatımızda Allah’tan başkalarının söz sahibi olmadığını ortaya koyabilsek,
eminim kâfirler bize de tahammül edemeyecek ve aynı akıbetle bizler de karşı
karşıya geleceğiz.
Demek ki kişi Allah’a, Allah’ın
istediği gibi inanmıyorsa, bu îmana îman denmez. Allah’a, Allah’ın istediği
şekilde inanmayan kişi istediği kadar kendisinin Müslüman olduğunu iddia etsin,
bu iddia boştur.
Bu yakılan mü’minler Allah’ı Azîz bilmişler. İzzeti ve şerefi sadece
Allah’ta bilmişler. Allah’tan başkalarında izzet, şeref, güç kuvvet, otorite,
egemenlik, hâkimiyet görmemişler. İzzeti A.B.D’de,
Avrupa’da, malda, makamda, koltukta, rütbede, malda, parada değil, Allah’ta ve
Allah’a îmanda, Allah’a kullukta görmüşler.
Hendeğin başında egemenlik bizdedir
diyen zalimler soruyorlarmış: “Söyleyin bakalım, Allah mı üstün, kral mı?”
“Allah üstündür!” diyorlardı. Para mı güçlü? Hayır Allah! Makam mı güçlü? Hayır,
Allah! Polis mi güçlü? Hayır, Allah! Yasalar mı üstün? Hayır, Allah! Biz mi
üstünüz? Hayır, Allah! diyorlardı. Allah en güçlü, Allah en üstün, başka güçlü
ve üstün yoktur, diyorlardı. İşte Allah’ın istediği îman budur. İşte Allah’ın
kabullendiği Müslüman budur. İşte kâfirleri çileden çıkaran tavır budur. Meselâ
ben Müslüman olarak güçlüyüm. Çünkü ben güç kaynağıyla irtibat halindeyim. Benim
safımda Allah var. Bu îmanla, bu güçle gideceğim yeryüzünün en zalimlerinin
yanına ve onlara onların sahibinin dinini anlatacağım ve bu konuda zerre kadar
bir korkum ve endişem olmayacak. Çünkü Allah benimle beraber olunca, Rabbim bana
müzahir olunca, ben O’nun adına gidince elbette yeryüzünün en güçlüsü ben
olacağım. Ben güçlüyüm, hiç kimseden bir korkum da
olmayacak.
Bir de bu yakılan Müslümanlar Allah’ı
“El-Hamîd”
bilmişler, Hamîd olan bir Allah’a inanmışlar
da onun için yakılmışlar. Onlar Allah’ı Hamîd olarak
biliyorlar, tanıyorlar ve böylece inanıyorlardı. En çok övülmeye lâyık Allah’ı
görüyorlar, rızası kazanılacak, uğrunda ter-lenilecek,
yasaları uygulanacak, sözü dinlenecek yegâne varlık olarak Allah’ı
biliyorlardı.
Bir şey övülecekse, bir şey
methedilecek, kabullenilecek, sa-hiplenilenecek ve hamdedilecekse
Allah’la ilgisi kadarıyla övülecek ve hamdedilecektir.
Allah’ın övdüğü övülür, övmediği de asla övülmez. Çünkü Allah Hamîd’dir. Allah övülendir ve O’nun övdüğü, övülmesi
gerekendir. Allah’ın övmediğini bir mü’minin övmesi
düşünülemez. Allah’ın övmediği bir şeyi bir Müslümanın
sahiplenmesi düşünülemez.
Bir eğitim
sistemi ki, temeli materyalizme dayanıyor. Allah âyetlerinin kokusuna bile
müsaade etmiyor. Allah’ın övmediği böyle bir eğitim sistemini bir Müslümanın hamdetmesi, onu övmesi,
onu kabullenmesi, ona sahip çıkması mümkün değildir. Gerek kendisini, gerek
çocuklarını bu eğitimin kucağına teslim etmesi kesinlikle mümkün de-ğildir. Bir kılık-kıyafet anlayışı düşünün ki, Allah onu
övmüyor. Bir Müslümanın bunu sahiplenmesi, buna hamdetmesi, benimsemesi ke-sinlikle mümkün değildir. Allah’ın övmediği bir gelinlik
düşünün ki, Sri Lanka’dan getirtilmiş. Dünyada eşi benzeri yok. Ama Allah onu
övmü-yor. Allah onu helâl kılmamış. Bir Müslümanın böyle bir gelinliği övme-si, onu giymesi,
giydirmesi mümkün değildir. Bir düğün ki, onda din a-dına sadece mevlit okunmuş, bir Müslümanın buna hamdetmesi, övmesi
mümkün değildir. Bir sofra ki Allah ve Resûlü övmemiş. Bir kazanma ve harcama
modeli ki Allah övmemiş, bir eğitim modeli ki Allah övmemiş, bir hukuk, bir
miras taksimi anlayışı, bir hayat tarzı ki Allah övmemiş. Bunu bir Müslümanın övmesi ve sahiplenmesi mümkün de-ğildir.
İşte bu Müslümanlar Allah’ı Hamîd bilmişler. Sadece Allah’ı öv-müşler, sadece Allah’ın övdüklerini övüp sahiplenmişler,
Allah’ın övmediklerini asla övmemişler, reddetmişler de onun için yakılmışlar.
Meselâ egemen güçler tarafından karşılarına çıkarılan bir kılık-kıyafet modeli
eğer Allah’ın övmediği bir kılık-kıyafetse kesinlikle bunu reddetmişler.
Karşılarına çıkarılıp sunulan bir eğitim
modeli eğer Allah’ın övmediği bir eğitim modeliyse kesinlikle övmemişler,
reddetmişler, sa-hiplenmemişler de onun için yakılmışlar. Bugün sizler de
aynısını yapsanız, sizin durumunuz nasıl olur düşündünüz mü hiç?
Karşılarındaki kâfirler tehdit
ediyorlar. “Öldürürüz sizi!” diyorlar. Onların bu tehditleri karşısında o
Müslümanlar yine Allah’ın övdüğüne talip oluyorlar. Diyorlar ki: “Vallahi bu
bizim istediğimiz şeydir. Şehadet Allah’ın övdüğü bir
şeydir. Şehadet bizim için oğul balıdır, biz buna
dünden razıyız.” Bunu da övüp seviyorlar. “Biz zaten Allah’tan geldik, Ona
gidiyoruz. Üç gün evvel olmuş, beş gün sonra olmuş bizim için bunun önemi
yoktur.” Kâfirler, “Sizi aç bırakırız. Zeytin ekmekten başka bir şey vermeyiz
size!” diyorlardı. Onlar, “Eh zaten Allah’ın övdüğü de budur. Biz buna dünden
razıyız” diyorlardı. Öyle bir hayata taliplerdi ki, o hayatın her bir bölümünde, her bir kademesinde elhamdülillah’ı gerçekleştirmeyi hedeflemişlerdi.
Zaten hamd, hayatın İslâmlaşmasının adıydı. Mü’minlerin hedefi, hayatta elhamdülillah’ı gerçekleştirmekti. Her gün biraz daha
Müslümanlaşan hayatına elhamdülillah demeyi hak etmeliydi
Müslüman.
Bugün de içki içmedim elhamdülillah.
Bugün de zina etmedim elhamdülillah. Bugün de çevreme, çocuklarıma hakkı
anlattım elhamdülillah. Bugün de Allah için infakta bulunabildim elhamdülillah.
Bugün de Kitap ve Sünnetle diyalogumu kesmedim elhamdülillah. Bugün de zalime
dur diyebildim elhamdülillah. İşte Müslümanın hayatı
budur. Müslüman her gün biraz daha güzelleşen, her gün biraz daha Müslümanlaşan
hayatına elhamdülillah diyen, hamd eden
insandır.
İşte bu tavır küfrü çıldırtacak,
kâfirleri kızdırıp saldırtacak bir tavırdır. Bu tavrı sergileyen bir mü'mine saldırmaz da ne yapar kâfir?! Böyle bir mü’min karşısında delirmez de ne yapar
kâfir?!
İnandıkları Allah’ın üçüncü sıfatı
kıyâmeti koparıyor. İş burada düğümleniyor. Bakın bu Müslümanların inandıkları
Allah’ın üçüncü sıfatı şuymuş. Ya da bunlar Allah’ı
bir de şu sıfatın sahibi olarak kabul ediyorlardı:
Öyle bir Allah’a inanıyorlardı ki, semâvât ve
arzın mülkü O Allah’a aittir. Bunu dediniz mi her şey bitti. Kâfire ne kaldı ki?
Göklerin ve yerin mülkü Allah’ın olunca, göklerde ve yerde tek egemen Allah
kabul edilince kâfire ne söz hakkı kaldı ki? Benim evim, benim elim, benim
gözüm, benim param dediğimiz şeylerin tümü Allah’ındır.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun kuludur. Göklerde ve yerde,
görünür gö-rünmez, bilinir
bilinmez ne varsa hepsi O’nun mülkü ve kuludur. Her şey O’nun mülküdür. Herkes
ve her şey O’nun hükümranlığı, O’nun hâkimiyeti ve egemenliği altındadır.
Göklerde ve yerde O’ndan başka egemenlik sahibi varlık yoktur. Allah mâliktir ve
her şey O’nun mülküdür. Gerçek mâlik, gerçek sahip O’dur. Onun mülkünün yanında
başkasının mülkü yoktur.
Göklerde ve yerde olan tüm
varlıkların Allah’la ilişkisi mülkün sahibiyle ilişkisi gibidir. Kölelerin
efendiyle ilişkisi gibidir. Mülk Allah’ındır inancı, insan şuurundaki tüm şirk
unsurlarını siler. Mülk Allah’ındır inancı, insan şuurunda kendisinin sadece
mülkün gerçek sahibi tarafından tayin edilmiş bir halife olduğunu, bu hilafet ve
sahip olduğu her şeyin kendisine emaneten ve muvakkaten Allah tarafından
verildiğini, kısa bir süre sonra onların kendisinden geri alınacağı şuurunu
kazandıracaktır.
Mülk Allah’ındır demek, o mülkte söz
sahibi Allah’tır demektir. Elimi, ayağımı, gözümü, kulağımı, evimi, arabamı,
bedenimi, aklımı, bilgimi, zamanımı ve sahip olduğum her şeyimi veren Allah
olduğuna göre, bütün bunlar konusunda söz sahibi de Allah’tır. Göklerin ve
yeryüzünün mülkü Allah’ın olunca, göklerde ve yerde olanların tamamı Allah’ın
olunca, elbette göklerde ve yerde söz sahibi, kanun sahibi, egemenlik sahibi de
Allah’tır.
Bir mülkün bir varlığa izâfesi
demek, o mülkte o varlığın söz sahibi olduğunu kabul etmek demektir. Meselâ
sizler hepiniz ev sahibisiniz. Evlerinizin size izâfesi demek, o evlerinizde
sizin sözünüzün geçmesi demektir. Bir adam düşünün ki,
ona ait olan evinde onun sö-zü geçmiyor, o evde onun sözü
ciddiye alınmıyor, o evde o kişinin is-tediklerini
emretme, istediklerini yasaklama hakkı bulunmuyor, o eve girip çıkanlar ondan
izin almıyorsa, hiç o ev o adamındır denebilir mi? İçinizden hanginiz böyle bir
ev reisliğine razı olursunuz? Sizler böyle bir reisliğe razı olmazsınız da,
Allah’ı niye razı etmeye çalışıyorsunuz? Tamam ya
Rabbi! Gökleri sen yarattın! Yeryüzünü sen yarattın! Bizi ve şu anda sahip
olduğumuz her şeyi sen yarattın! Sen Âlîsin! Sen yücesin! Ama olduğun yerde kal!
Bizim hayatımıza karışma! Kanunlarımıza karışma! Kılık-kıyafetimize,
kazanmamıza, harcamamıza, hukukumuza, düğünümüze, derneğimize karışma!
Eğitimimize karışma! Bütün bu konularda biz kendimiz söz sahibiyiz! Bizim de
aklımız var! Bizim de bilgimiz var! Bizim de keyfimiz var! Biz de biliriz bütün
bunları! diyerek Allah’ı diskalifiye etmeye hakkımız
yoktur.
O mü’minler
Allah’ı Azîz bilmişler, Allah’ı Hamîd bilmişler,
Allah’ı mülkün sahibi kabul etmişler, Allah’tan başkalarında ne bir egemenlik,
ne bir söz hakkı kabul etmemişler de onun için yakılmışlar. Peki acaba şu anda
bizler böyle mi inanıyoruz? Allah’ı böyle mi kabul ediyoruz? Allah’tan başka söz
sahiplerini, egemenlik sahiplerini ret mi ediyoruz, yoksa kabul mü ediyoruz,
bunu bir düşünelim.
Çoğumuz öyle bir Allah’a inanıyoruz ki,
kazanmamıza, harcamamıza karışmaz o Allah. Bilmez bu konuları. Cahildir bu
konularda. Biz biliriz bunları. Biz O’ndan daha iyi biliriz. (!) Ya da bunları O’ndan daha iyi bilenlerin varlığına inanırız.
Nereden kazanıp nerelerde harcayacağımızı, hangi mesleği seçeceğimizi biz
kendimiz biliriz. Çoğumuz öyle bir Allah’a inanıyoruz ki, düğünümüze,
derneğimize karış-maz o Allah. Ne işi var Allah’ın
düğünle, dernekle yahu? İşte âdetler var, töreler var, düğüne, derneğe onlar
karışır. Çoğumuz öyle bir Allah’a inanıyoruz ki, ev tefrişlerimize karışmaz
Allah. Yememize-içme-mize, giyinmemize, kuşanmamıza,
okuma-yazmamıza, çocuklarımızın eğitimine, hukukumuza, ekonomimize, siyasal
yapılanmamıza ka-rışmaz
Allah. Bütün bunlara karışan bizim başka tanrılarımız vardır. Onlar bu işleri
Allah’tan daha iyi bilirler, Allah’tan daha güzel ayarlarlar. Allah korusun da
herkes kendi kafasında şekillendirip biçimlendirdiği bir Allah’a inandığını
iddia ediyor. Peki acaba Allah’a îman bu mu dur? Bu şekilde Allah’a inandığını
iddia eden insanlar acaba gerçekten mü’min
midir?
Bilelim ki Allah’a îman, Allah’ın
istediği biçimde bir îmandır. Al-lah’a îman, Allah
Kur’an’da kendini nasıl tarif ettiyse öylece bir
îmandır. Allah kitabında kendisini hangi sıfatlarla muttasıf olarak tanıtmışsa o sıfatların sahibi, hangi
sıfatlardan münezzeh olarak anlatmışsa o sıfatlardan münezzeh olarak bir Allah’a
imandır.
Kur’an’da kendisini bize tanıtan Allah,
dünya işini bilmeyen, dünya işine karışmayan, hukuku bilmeyen, eğitimden
anlamayan, ekonomiden habersiz olan, kullarının siyasal yapılanmalarını, hayat
programlarını bilmeyen, dünyayı yaratıp kendi köşesine çekilen ve ne haliniz
varsa görün, nasıl bilirseniz öylece yaşayın diyen bir Allah değildir. Veya
hayatın bazı bölümlerine karışan, ama öteki bölümlerinde yetkilerini birilerine
devreden bir Allah değildir. İbadet konularında kendini söz sahibi ilân edip,
muamelat konularında, hayatın öteki alanlarında başka tanrıların egemenliğini
yasallaştıran bir Allah değildir. Yeryüzünde kullarının hukukunu bilmeyip,
hukukla ilgilenmeyip, bu yetkiyi bir kısım hukuk tanrılarına devreden,
ekonominin prensiplerinden anlamayan ve ekonomiyi bir kısım yeryüzü ekonomi
tanrılarına devreden bir Allah değildir. Yeryüzünün idaresini bilmeyen ve
kullarının hayat programlarını, sosyal ve ekonomik yasalarını belirleme
konusunda bir kısım siyasal yeryüzü tanrılarına yetki veren bir Allah de-ğildir. Veya bir kadının elini sıkarken, tenhada bir suç
işlerken bizi gö-remeyecek
kadar âciz bir Allah değildir. Hayatımızın bazı bölümlerinde başkalarına kulluk
etmemize, başkalarının yasalarını uygulamamıza ses çıkarmayan uyuşuk bir Allah
değildir.
Kâfire sözümüz yok. Ama Allah’a inandım
diyen bir kişinin na-sıl bir
Allah’a inandığına dikkat etmesi şarttır. İnandım diyorsa, ben de Müslümanım diyorsa o zaman inandığı Allah’ı kendisi
belirleme hakkına sahip değildir. Allah kendini kitabında bize nasıl tanıtmışsa
öylece inanmadıkça, kişi mü’min sayılmayacaktır. Kur’an’da kendini tanıtan bir Allah’a değil de kendi
kafasında şekillendirdiği bir Allah’a inanan kişi, Allah’a îman etmiş değil de
kendi kendine tapınıyor demektir.
Halbuki Allah her şeye şâhittir. Her
şeyden haberdar olan, dün de, bugün de, yarın da sadece Allah’tır. Kâfirlerin
yaptıklarını da, mü’-minlerin durumlarını da
bilmektedir Allah. Kâfirlerin Müslümanlara yaptıkları işkencelere şâhit
olduklarını, bunu bilerek yaptıklarını anlatmıştı ya,
bakın Rabbimiz burada da kendisinin her şeye şahit olduğunu, onların
yaptıklarına da, mü’minlerin yaptıklarına da şâhit
olduğunu anlatıyor. Yani onlar her an Allah kontrolü altındadırlar. Onların her
şeylerini bilmektedir Allah. Onun içindir ki eğer onların bir hesabı varsa,
elbette Allah’ın da bir hesabı vardır. Öyleyse ey Müslümanlar bu konuda,
Allah’ın her şeyi bildiği, her şeyden haberdar olduğu, her şeyin O’nun kontrolü
ve tasarrufu altında olduğu konusunda zerre kadar bir endişeniz olmasın. Zerre
kadar bir endişeniz olmasın ki, Al-lah sizi de, onları
da görmektedir.
10. “Ama inanmış erkek ve kadınlara
işkence ederek onları dinlerinden çevirmeğe uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse,
onlara cehennem azabı vardır. Yakıcı azap da
onlaradır.”
Mü’minlere
eziyet edenler, inanmış erkeklere ve mü’mine kadınlara
onları dinlerinden döndürebilmek için fitneler, eziyetler, işkenceler yapanlar
var ya, azap onlaradır.
Fitne, küfür ve şirk demektir. Küfür ve
şirki empoze etmek de-mektir. Fitne, şiddete
başvurarak bir fikri, bir inancı ortadan kaldırmaya çalışmak demektir. Fitne,
yeryüzünde şirki, küfrü yaymaya çalışmak, Allah’ın dinini, Allah’ın yasaların
çiğnemek, mü’minleri zorla dinlerinden döndürüp onları
kâfirleştirmek için programlar yapmak, onların öldürülmelerinden daha beter ve
daha ağır suçlar işlemektir. İslâ-m’a girmiş insanları dinlerinden döndürebilmek için çeşitli
yollar, çeşitli işkenceler denemektir. Fitne, dine tecavüzdür, dinin tebliğini
yasaklamak demektir. Dinsizlik öğretimini teşvik ederek din eğitimini, din
hürriyetini yasaklamak demektir.
“Fitne kıtalden
beterdir”
buyurur Bakara sûresi. Fitne, adam öldürmekten daha beterdir. Çünkü öldürmenin
acısı çabuk geçer, ama fitnenin tesiri çok uzun süre devam eder. Öldürmek insanı
sadece dünyadan çıkarır, ama fitne insanı hem dinden, hem dünyadan eder. İnsanı
dininden, insanı vatanından çıkarmak gibi fitneler, belâ ve sıkıntılar gerçekten
öldürmekten çok daha beterdir. Ölümü temenni ettiren şeyler ölümden daha beter
şeylerdir. Kan dökmek çok kötü bir şey olmasına rağmen, insanları dinlerinden,
inançlarından zorla vazgeçirip ezerek, bellerini ve gururlarını kırarak onları
kendi inançlarını benimsemeye zorlamak bundan çok daha kötü bir şeydir.
İnsanları Allah yolundan alıkoymaları, İslâm eğitiminden mahrum bırakarak
insanları cehenneme doğru sevk etmeleri, gönlüyle ve kendi kıt kanaat
imkânlarıyla buldukları İslâm’dan onları küfre çevirmeye çalışmaları ölümden
daha beter bir suçtur. İşte böyle onları dinlerinden döndürebilmek için
insanlara işkence edenlere azap vardır. İnsanlara işkence denince, iki tür
işkence anlıyoruz:
1. Bizâtihi, resen, Müslüman’a
Müslümanlığı sebebiyle bedenine yapılan işkenceler. Başını örttün, sarık sardın,
şunları konuştun, şunları yaptın diye yapılan işkenceler. Şu anda
Müslümanlığından dolayı kodeslere tıkılanlar gibi.
2. Müslümanlıklarından ötürü
Müslümanlara yapılan bir başka işkence türü daha vardır. Görünmeyen işkence.
Hafi, gizli işkence. İnsanların farkına varamadıkları, ruhlarına, inançlarına
yapılan işkenceler. Eğer insanlara Müslümanlık verilmez, onlara vahiy sunulmaz,
Kur'an ve Sünnet bilgilerinden mahrum bırakılır da, o
insanlar da farkında olmadan işkenceye, cehenneme, ateşe doğru gidiyorlarsa işte
bu onlara yapılan en büyük işkencedir. Bu öyle korkunç bir işkencedir ki,
insanlar bunun farkına bile varamazlar. Yani öncekinde olduğu gibi bizâtihi
insanın bedenine işkence yapılmaz. Vücudunda yara bere yoktur, ama ona Kur’an’sız ve Sünnetsiz bir eğitim sunulur, dinsiz, îmansız
bir hayat programı sunulur ve bu şekilde ona işkence edilir. Onun Kur’an’la, Sünnetle, dinle, âhiretle münasebetini kesme adına ne gerekiyorsa yapılır.
Spordu, eğlenceydi, sinemaydı, televizyondu, kumardı, içkiydi, uyuşturucuydu her
şey hazırlanır ve dinden habersiz yetişen zavallı, farkında olmadan işkenceye,
cehenneme doğru yol alır. İşte şu anda dinini tanımadan, materyalist bir
eğitimin kurbanı olarak ümmet-i Muhammed’in çocuklarının süratlice işkenceye
doğru gittiklerini görüyoruz.
Zalimler Müslümanlara böylece işkence
ediyorlar. Kafa çalıştırıyorlar, şeytanlık yapıyorlar ve Allah’ın dinini,
âyetlerini örtmeye, örtbas etmeye çalışıyorlar. Allah kullarına Allah’ın
âyetlerini duyurmamaya çalışıyorlar. Allah’ın kullarını Allah yolundan
saptırmaya çalışıyorlar. Allah’ın dosdoğru dinini eğri büğrü göstermek sûretiyle
insanları dinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar.
Dünün kitap ehli de aynı şeyi
yapıyordu. Bugünün ehl-i kitapları da kendilerinin bu
dinin mensubu olduklarını söyleyen, ama dinle, diyanetle en küçük bir alâkaları
bulunmayan zalimler de aman bu insanlar dinleriyle tanışmasınlar, kitaplarıyla
buluşmasınlar diye ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Bütün propaganda
imkânlarını kullanıyorlar. Bakın dün de bugün de bu insanların yaptıkları şey
şudur:
1. Önce insanların dine girmemeleri
için, insanların kitaplarıyla tanışmamaları için ellerinden ne geliyorsa
yapıyorlar. Dinle insanların arasına engeller koyuyorlar. İnsanların dinlerine
ulaşma imkânlarını kaldırıyorlar. Her taraftan kapatıyorlar o yolu. Din
eğitimini yasaklı-yorlar. İnsanların dinleriyle
tanışma, Kitap ve Sünneti duyma yollarını kapatıyorlar. Böylece insanlara dini
duyurmayarak onları Allah yolundan alıkoymaya çalışıyorlar. İnsanları
dinlerinden kitaplarından uzaklaştırmaya çalışırlar. İlk planda yaptıkları
budur. Dine giden tüm yolları ve imkânları kapatmak.
2. Buna rağmen, bütün bu engellemelere
ve aleyhte propagandalara rağmen yine de insanlar bu barikatları aşarak dine
girmeye, kitaplarıyla tanışmaya muvaffak olmuşlarsa, bu sefer de bu adamlar
dinde eğrilik büğlülük meydana getirirler. Yani o insanların önüne öyle bozuk
bir din sunarlar ki, bu dinin İslâm’la uzak ve yakından hiçbir ilgisi yoktur.
Hayata karışmayan, hayatta hiçbir etkinliği olmayan, camiye veya vicdanlara
hapsedilmiş, sadece sözden ibaret bir din. Ya da
hayatın bazı bölümlerine karışan, ama öteki bölümlerine karışmayan, işte sadece
törenlerde hatırlanan, salonlarda konuşulan ama onun dışında hayatta hiçbir
geçerliliği olmayan bir din sunarlar. Hukuka, eğitime, kılık-kıyafete,
kazanmaya, harcamaya karışmayan, hayatta hiçbir etkinliği olmayan resmî bir din.
Özellikle kendilerince şekillendirip biçimlendirdikleri bu dini ders kitaplarına
koyarlar ve işte din budur diye insanlara bunu sunarlar. İnsanların kafalarını
allak bullak ederler. İnsanlar bu karmaşa içinde neyin Allah dini, neyin
başkalarının dini olduğunu anlayamaz hale gelirler. Böylece insanların dinlerini
eğri büğrü yaparak onları Allah dinine ulaşmaktan alı korlar. Bunun neticesi
olarak da insanlar öyle bir din yaşarlar ki, bu din Allah dini değil, resmî
ideolojinin şekillendirip biçimlendirdiği bir din olur. Evet şu anda acı acı bunu seyrediyoruz. İnsanlar bir din yaşıyorlar ama bu
din Allah’ın dini değil, resmî ideolojinin kendilerine dayattığı bir dindir. Ne
acıdır ki din yaşadığını zanneden bu insanlar işkenceye doğru
gidiyorlar.
Tabi sadece dışımızdakilere değil
kendimize de sormalıyız. Acaba bizler de insanlara, çevremize işkence edenlerden
miyiz? Eğer hanımlarımızı cehennemden, ateşten kurtarma adına bir gayretin içine
girmiyorsak, bilelim ki biz de onlara işkence ediyoruz demektir. Eğer
çocuklarımızı Kur’an ve Sünnetle tanıştırıp onların
cennet yollarını açmıyorsak, bilelim ki bizler de işkenceciyiz. Eğer
çevremizdeki Allah kullarına Allah dinini ulaştırarak onların cehennem yollarına
barikatlar koyma çabası içine girmiyorsak, onların ateşe gidişlerine göz
yumuyorsak, bilelim ki biz de onlara işkence ediyoruz
demektir.
İşte böyle Müslümanlara zulmedenler,
eziyet edenler, onları cehenneme götürmeye çalışanlar, cennete ulaştırma gayreti
içine girmeyenler var ya, eğer bu adamlar tövbe
etmezlerse, bu vaziyetlerini değiştirmezlerse, onlara cehennem azabı vardır,
diyor Allah.
Evet böyle yapanlar için cehennem
azabı, bir de “Harîk”
azabı vardır diyor Rabbimiz. Bunlar için bir de yanma, yangın azabı vardır. O
mü'min erkeklere ve mü’mine
hanımlara işkenceler yaparak onları dinlerinden döndürebilmek, onları namussuz
ve iffetsiz yapabilmek için zorla, ya da eğitim
yoluyla farkına varmadan başlarını açtıranlar, onları cehenneme, hendeklere
atanlar var ya yarın onlar cehenneme atılacaklar.
Onlar dünyada mü’minleri dünya ateşiyle yakmışlardı ya, kendileri de âhiret ateşiyle
yanacaklar. Onlar dünyada yaktıklarını ölünceye kadar yakmışlardı, ölünceye
kadar işkence etmişlerdi, ölünce iş bitmişti ama kendileri ölemeyecekler de.
Bundan iki sûre öncesinde anlatmıştı Rabbimiz. Orada ölüm isteyecekler ama
ölemeyecekler de. Yine bu zalimler dünyada yaktıklarını cennete göndermişlerdi,
ama kendileri cehenneme gidecekler. Öyleyse gelin ey zalimler insanlara
zulmetmeyin. Gelin vazgeçin insanlara işkence etmekten. Gelin kendi
küfürlerinizi, kendi şirklerinizi zorla insanlara empoze etmekten vazgeçin.
Kendinize acımıyorsanız bile bu insanlara acıyın da onları cehenneme postalama
çabalarınızdan vazgeçin. Gelin ey Müslümanlar çocuklarımızı yakmayalım. Gelin
onları dinsiz bırakarak cehenneme atmayalım. Gelin onları yanmaktan korumaya
çalışalım. Eğer eğitimsiz bırakarak bizzat kendimiz yakarsak onları, unutmayalım
ki biz de yanarız. Aklımızı başımıza alalım.
Dikkat ederseniz cehennem azabından
ayrı olarak bir de bunlar için bir başka azaptan söz ediliyor. “Azabu’l Harîk” Allahu âlem
psikolojik, yani ruhsal bir azap.
Cehennemde bedenlerine yapılacak
dayanılmaz bir azabın yanında, bir de onların ruhlarına yapılacak azap vardır,
diyor Rabbimiz. Hadislerde anlatıldığına göre cehennemde Rabbimiz bu zalimlere
cehennem azabından ayrı bir azap daha edecek. Şöyle bir husus anlatılır: Allah
cehennemin kapılarını açıp: “Ey kâfirler! Geçmiş olsun! Azabınız bitti! Çileniz
son buldu! Haydin çıkın!” buyuracak. Onlar Allah’ın bu müjdesini duyunca
sevinçten çılgına dönmüş bir biçimde cehennemin açılan kapılarına yönelecekler
ve tam çıkmak üzere ka-pıların önüne geldikleri zaman da Allah kapıları
kapatıverecek. Adam-ların ruhen yıkılışlarını bir
tasavvur edin. Neden böyle yapacak Rab-bimiz? Çünkü
onlar da dünyada mü’minlere aynısını yapmışlardı.
Ön-ce din ve vicdan hürriyeti var diyerek önlerini
açmışlar, daha sonra da ileri gidenleri teker teker
toparlamışlardı. Önce kapıları açmışlar sonra da kapatmaya çalışmışlardı. Allah
da aynısını yapacak onlara. Veya onlar dünyada Müslümanların hem bedenlerine hem
de ruhlarına iş-kence yapmışlardı, Allah da onların
hem bedenlerine hem de ruhla-rına böylece azap
edecektir.
11. “Şüphesiz inanıp yararlı işler
işleyenlere, onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler vardır. Bu, büyük
kurtuluştur.”
İnananlar ve îmanlarını amel haline
getirenler, îmanlarını yaşayanlar, hayatlarını îman kaynaklı yaşayanlar
altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirilecek. İmanın ve salih amelin sonucu işte budur. İnandık, iyi bir Müslüman
olduk. Ne olacak sonuç? Efendim iş-te huzur içinde,
kalkınmış müreffeh bir Türkiye’miz, müreffeh bir hayatımız olacak. Madem ki
inandık ve inancımızı yaşadık öyleyse herkese, her eve İslâmî yayın yapan bir TV. Herkese son model bir araba. Her
mü’mine şöyle geniş, yüksek bir villa. Hayır! İnancın, îmanın, a-melin sonu bu değil. İnanan ve inancını yaşayanlara bunlar
vaad edil-miyor. Peki ne
vardır inanan ve îmanını yaşayanlara? Cennet, cennetler… Altlarından,
zeminlerinden ırmaklar akan cennetler…
İlk Müslümanlar geldiler, Allah’ın
Resûlü’ne sordular: “Neye çağırıyorsun ey Muhammed? Bizi neye dâvet ediyorsun?”
Rasulullah: “Allah’a inanacaksınız, benim peygamber ve
örnek olduğumu kabulleneceksiniz, hırsızlık yapmayacak, zina etmeyeceksiniz vs.”
dedi. “Peki ne var karşılığında? Biz bunları yaparsak karşılığında bize ne var
ey Allah’ın Resûlü?” şeklindeki sorularına da Allah’ın Resûlü: “Zengin
olacaksınız, reis olacaksınız, devlet kuracaksınız, ülkelere hükmedeceksiniz,
ülkeler fethedeceksiniz, Yemen’e vali olacaksınız, Hindistan’a reis olacaksınız”
demedi. Bağlar, bahçeler, köşkler, saraylar, altınlar, gümüşler vaadetmedi. Ya ne dedi? “Cennet”
dedi Allah’ın Resûlü. “Karşılığında size cennetler var” dedi. Meselâ bir sahâbe
gelip Rasulullah’a teslim oldu, Müslüman oldu. Sonra
Allah’ın Resulü’ne sordu: “Ey Allah’ın Resûlü, geri evime mi döneyim İslâm’ı
öğrenmek için, yoksa sizinle savaşa mı gideyim?” Silahı hazırdı insanların.
Terk-i silah etmiş köleler değildi onlar bizim gibi. Silahı hazır, hemen savaşa
katılabilecek durumdaydı. Allah’ın Resûlü, “Bizimle gel!” deyince gitti, savaşa
katıldı, yarım saat sonra da orada şehit oldu. Şimdi bu adama cennet demeseydi
Allah’ın Resûlü de valilik deseydi, kaymakamlık, zengin, müreffeh bir hayat var
deseydi ne olacaktı bu adamın durumu? Sonra nerden bilecekti ki Allah’ın Resûlü
onun yaşayıp yaşamayacağını?
Evet inanıp inandığı gibi yaşayanlara
cennetler vardır.
İşte fevz-i
kebir budur. İşte en büyük kurtuluş budur. Öyleyse bizler de buna koşacağız.
Dünyadaki kurtuluşların hiçbirisi buna benzemez. En büyük kurtuluş cehenneme
gitmekten kurtuluş, cenneti kazanma kurtuluşudur. Bu büyük kurtuluşun yanında
öteki kurtuluşların ne önemi olur ki? Şükür borçları ödedim ve kurtuldum. Şükür
bugün şu kadar kazandım kurtuldum. Şükür eve vergici ve maliyeci gelmedi
kurtuldum. Şükür trafik beni atladı kurtuldum. Şükür mahkemede yırtıp ve
kurtuldum. O günkü kurtuluş bunların hiçbirisine ben-zemez. Gerçek kurtuluş o günkü kurtuluştur.
Çünkü:
12. “Doğrusu Rabbinin yakalaması
amansızdır.”
Zaten kelimenin altında da şiddet var.
Allah yakaladığını tam yakalar. Tutup azap ettiğine tam azap eder. Bazen bir
rüzgarla, bazen bir bulutla, bazen bir ses, bir sayha, bir çığlıkla, bazen bir
suyla, bazen bir sinekle, bazen bir denizle bazen de birkaç tane melekle ya-kalayıverir Allah. Tarih bunun
şâhitleriyle doludur. Allah’la savaşa tu-tuşan
zalimlerin hepsi de sonunda mağlup oldular. Hepsi de ellerindeki güç ve
kuvvetlerinin, imkân ve saltanatlarının hiçbir işe yaramadığını gördüler.
Hiçbirisi Allah’ın âyetlerini yalanlamalarının ve onlarla savaşa tutuşmalarının
karşılığı olarak Allah’ın kendilerine takdir buyurduğu azaptan kurtulamadılar.
13. “Önce yaratıp sonra bunu tekrar
eden O’dur.”
Evet O Allah hem Mübdî hem de Muîd’dir. İlk yaratan
da O'dur, tekrar yaratacak, tekrar diriltecek olan da O'dur. Yevmü’d dünyayı kuran da, Yevm-i
Mev’ûd’u getirecek de O’dur. Veya cehennemde
zalimleri, kâfirleri onlara azap ederek kömür gibi bitirecek, sonra da
azaplarının devamı için onlara yeniden deri giydirip yeni bir yaratışla onları
yaratacak olan da O’dur. Nisâ sûresinin 56. âyeti bunu
anlatır.
Sûrede anlatılan hendek ashabına
yaptığı gibi, zalimleri hem dünyada hem de âhirette de
cezalandırır Allah. Zalimlerin, kâfirlerin cezası, işkencesi sadece dünyayla
sınırlıdır ama Allah’ın cezası sadece dünya ile sınırlı
değildir.
14-15. “Yüce arşın sahibi, çok seven,
bağışlayan O’-dur.”
Allah’ın azabından, ikâbından korkup hepten ümitlerinizi de yi-tirmeye kalkmayın. Çünkü Allah affeder, bağışlar. Yeter ki
sizler yanlışlarınızdan dönmesini bilin. Yeter ki küfürlerinizden,
zulümlerinizden dönüp tövbe etmesini becerin. Allah affeder, yeter ki
yaptığımızı bize yaptıran O olsun. Yeter ki yönümüz, kıblemiz O olsun. Çünkü o
yüce arşın, övülmüş arşın sahibidir. Gökleri, yeri ve kürsîyi kuşatmış büyük arşın sahibidir Allah. Arşa hakimdir.
Sizin yaşadığınız dünyanızı noktanın, zerrenin trilyonda biri farz ettirecek
kadar yüce arşa hükmedendir Allah. Öyle ki:
16. “Her dilediğini mutlaka
yapandır.”
Dilediğini yapar. İstediğine hükmeder
Allah. O’nun kararını gözden geçirecek, O’nun hükmünü durduracak, O’nun hükmünün
üzerine hüküm verecek yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi konusunda hüküm
verecek ve verdiği hükmünü uygulamaya koyacak bir Allah’tır O. Kimse O’na hesap
soramaz. Meselâ bu gece yattık ve bizi öldürdü. Hiçbirimiz hesap soramayız O’na.
Tüm mahlukatını, tüm mülkünü öldürdü, kimse O’na hesap soramaz. Sonra bir sur
üfürdü, bir anons çağırdı ve hepimizi tekrar diriltti, yine hiç kimse hesap
sora-maz. “Ya Rabbi ne
olacaktı bu dirilme? Şöyle ne güzel yatıyorduk. Rahatımız iyiydi. Bu hesap kitap
ta nerden çıktı?” diye hiç kimse O’na itiraz edemez. Veya niye beni kadın
yarattın? Niye beni erkek yarattın? Niye beni esmer, niye beni kör yarattın?
diye hiç kimse O’nu sor-gulayamaz.
Biz mülküz,
Allah mâliktir. Biz onun mülküyüz. Binaenaleyh mülk olanın Mâlike hesap sorma
hakkı olamaz. Bizi hiç yaratmasaydı, hesap sorma hakkımız olacak mıydı? Olmayan
birinin hesap sorma hakkı olur mu? Öyleyse Mâlik, mülkünde dilediği gibi
tasarruf hakkına sahiptir. Böyle kafa tutamayız O’na. Ama şöyle kafa tutmuyorlar
mı şimdi Allah’a? Malım niye az? Çocuğum niye yok? Niye hesaba çe-kiliyoruz ki? Niye Felak ile, Nâs ile, Âl-i İmrân ile, Tekvîr ile, İnşikâk ile imtihan ediyorsun bizi? Niye böyle Bürûc diye bir sûre gönderdin, demiyor muyuz? Ama bilesiniz
ki Allah lâ yüs’eldir. Yaptıklarından he-saba çekilmeyendir. Öyleyse ey insanlar, itiraz etmeyin,
karşı gelmeyin Rabbinizin istediklerine. O’nun dediğini, istediğini yapın, O’na
teslim olun, O’nunkini tercih edin.
Bundan sonra insan olarak bizim
aczimiz, acziyetimiz gündeme geliyor. “Ee, ben şimdi Allah’ın dediğini yapar, Allah’ın
istediklerini tercih edersem, Allah’ın istediği biçimde bir Müslümanlığın yoluna
gi-dersem, Allah’ın istediği biçimde hareket edersem
ordular geliverir. Zalimler, tâğutlar üzerime
üşüşüverir. Kızıl ordu, Birleşmiş milletler, NATO orduları, falan ordu, filan
ordu üzerime geliverir. Beni mahvederler, beni öldürürler” diyorsanız, bakın
işte bu noktada Mevlâ diyor ki:
17-18. “Ey Muhammed! Firavun ve Semûd ordularının haberi sana geldi
mi?”
Evet o orduların haberi gelmedi mi
size? Firavun’un ordusunun, Semûd’un ordusunun haberi
gelmedi mi sana? Orduların güçlerinin, kuvvetlerinin bilgisi, haberi size
ulaşmadı mı? Hani onlar daha güçlüydü? Hani Firavun ve orduları güçtü, güçlüydü,
her şeydi? Hani karşısındakiler zayıftı, güçsüzdü, paryaydı, köleydi? Hani Mûsâ
(a.s) ve beraberindeki bir avuç Müslüman güçsüzdü, yalnız ve korumasızdı? Hani
ezip geçecekti Firavun’un düzenli ordusu bu mustaz’afları? Hani ne oldu? Ordular ne oldu? Tüm dünyanın
gözleri önünde nasıl bitip tükendi bu düzenli ordu? Nasıl kahroldu bu süper güç?
Bunu bilmiyor musunuz da korkuyorsunuz bu ordulardan? Ne çekiniyorsunuz? Allah’a
güvenmiyor musunuz?
19. “Doğrusu inkar edenler, hep
yalanlaya gelmişlerdir.”
Lâkin kâfirler yalan ve yalanma
içindedirler. Bütün bu âyetleri duydukları halde, Firavun ve ordularına Allah’ın
ne yaptığını gördükleri, bildikleri halde, Allah’ın gücünü, kudretini
tanıdıkları halde hâlâ yalandı, aslı yoktu diye bir bocalamanın içinde
yüzüyorlar kâfirler.
20. “Oysa Allah onları artlarından
çevirmiştir!”
Allah onları arkalarından kuşatmıştır.
Allah’tan kaçıp kurtulmaları asla mümkün değildir. Allah’ı acze düşürmeleri asla
mümkün değildir. Çünkü onlar Allah’ın avucu içindedirler.
Kafirler bize şöyle diyorlar ya: “Ey mü’minler, sizler hayatı
bil-miyorsunuz. Sizler yaşamayı bilmiyorsunuz.
Ağzınızın tadı yok sizlerin. Eğer bizler de sizin gibi Müslümanca bir hayat yaşarsak hayatımızın tadı kaçacak.
Allah’ın dediklerine tümüyle teslim olunca bazı zevkleri yapamıyoruz, bazı
lezzetlerden, hazlardan mahrum oluyoruz. İştahımız kaçıyor, dünyamız zindan
oluyor. Bak kâfirler alabildiğine fe-ruh ve fahur bir
hayat yaşayıp gidiyorlar.” Halbuki onların feruh fahur
gidişleri seni aldatmasın. Metaun kalîldir o hayat. Çok az bir zaman yaşıyorlar bu dünyada. En
fazla 60-70 sene. Varsa da yoksa da bu kadar bir hayatları var ve öldükleri
andan itibaren zaten cehenneme yuvarlanacaklar.
İnsan bu noktada kendi kendine şu
soruyu sormaya başlıyor: Peki madem ki zalimlerin, kâfirlerin durumu bu. Madem
ki Allah’la sa-vaşa
tutuşanlar, Allah’ın istediği gibi yaşamayanlar hem dünyada hem de âhirette korkunç azaplarla karşılaşacaklar. Madem ki Allah
tüm yaptıklarımıza şâhittir, madem ki göklerin ve yerin mülkü Allah’a aittir.
Madem ki bizler de Allah’ın mülküyüz, madem ki Allah’ın yakalaması pek çetindir.
Madem ki yeryüzünün en süper güçlerini yerin dibine ba-tırmış, madem ki Allah tarafından kuşatılmışız ve O’ndan
kaçıp kurtulmamız mümkün değildir. Madem ki azap edenlerin azapları, işkenceleri
yanlarına kâr kalmayacak. Madem ki iyilik, kötülük ne yaptıysak yarın onlarla
karşı karşıya kalacağız. Öyleyse ne yapsam acaba? Acaba ne yapmalı? Nereye
gitsem? Kime başvursam? Kimden bilgi alsam da kurtulanlardan olsam?
Elbette Mevlâ, adamı böyle sap gibi
ortada bırakma adına, çö-zümsüz, şaşkın bırakma adına din göndermez. Der ki bakın:
“Kullarım, sorup durmayın! Ona buna gitmeyin! Telaşa kapılıp durmayın! İş-te çare:
21-22. “Ey Muhammed! Doğrusu sana vahyedilen bu Kitap, Levh-i
Mahfuz’da bulunan şanlı bir Kur’an-dır.”
İşte şanlı bir Kur'an! İşte tüm bilmediklerinizi bildirecek, tüm
korktuklarınızdan sizi kurtaracak, tüm umduklarınıza sizi kavuşturacak bir
kitap. Hem de Mecîd olan Allah’tan gelme Mecîd bir kitap. Levh-i Mahfuz’da
olan, yani her türlü tahriften, her türlü bozulmadan, her tür-lü eksiklik ve fazlalıktan muhafaza edilmiş, Allah katında
sabitleştirilmiş, kıyâmete kadar insanları hakka, hidâyete, doğruya, cennete
ulaştıracak bir kitap.
Levh-i
Mahfuz; Arapça'da korunmuş levha demektir. İslâm'da olmuş ve olacak her şeyin
yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah'ın
bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan
Allah'ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmesinin
nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten,
bozulmaktan uzak olmasıdır. Kur'an'-da Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap),
Kitabun Mübîn (Apaçık
Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubîn (Apaçık İnen Kitap)
ve sadece kitap olarak da anılır. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva
ettiği için Kitabul-Kader (Kader Kitabı) da denir.
Levh-i
Mahfuz adı Kur'an'da yalnız bir âyette geçer. Bu
âyette Kur'an'ın Levh-i
Mahfuz'da bulunduğu bildirilir. Ancak hiçbir tanım ge-tirilmez. Buna karşılık birçok
âyette nitelikleri belirtilerek tanımlanır. Buna göre Levh-i Mahfuz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı
(En'-âm, 6/59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan
(Gâf, 50/4), yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı bulunduğu
(Hadîd, 57/22) her şeyin sayılıp tespit edildiği (Yâsîn, 36/12), gökte ve
yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (en-Neml, 27/75), temiz yaratılan melek-lerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş,
koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır.
Evet, işte
elinizde böyle korunmuş şanlı bir kitap durmaktadır. Öyleyse sağda solda
kurtuluş aramayın! Buna gelin! Bununla beraber olun ki kurtulasınız. Unutmayın
ki kitapsız kurtuluş mümkün değildir!”
Ve âhiru davana enilhamdü lillahi Rabbil’âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder