Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
86., Nüzûl sıralamasına göre 36., Mufassal sûreler kısmının on birinci grubunun
ikinci sûresi olan Târık sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
17’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
1. “Göğe ve gece ortaya çıkana andolsun. 2. Gece
ortaya çıkanın ne olduğunu sen bilir misin? 3. O, ışığıyla karanlığı delen
yıldızdır. 4. Üzerinde gözetici olmayan kimse yoktur. 5. Öyleyse insan neden
yaratıldığına bir baksın. 6-7. O, erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasında
atıla gelen bir sudan yaratılmıştır. 8-9. Şüphesiz Allah, gizliliklerin ortaya
çıkacağı gün, insanı tekrar yaratmaya Kâdirdir. 10. O gün, insanın gücü de,
yardımcısı da olmaz. 11-12. Yağmurun dönüşünü sağlayan göğe ve yarılan yeryüzüne
andolsun ki.
13. Doğrusu bu Kur’an kesin bir sözdür. 14. O,
eğlence için değildir. 15. Gerçekten onlar düzen kuruyorlar. 16. Ben de bir
düzen kurmaktayım. 17. Ey Muhammed! Sen inkârcılara mehil ver; onlara mukabeleyi
biraz geri bırak.”
Bu haftaki tanıyacağımız sûre Târık
sûresi. Mekke’de nâzil ol-muş Mekkî sûrelerin
karakteristik özelliklerini taşıyan bir sûre. Kur'an-ı
Kerîm'in seksen altıncı sûresi. On yedi âyettir. Mekkî
sûrelerden olup, Beled sûresinden sonra nazil
olmuştur. Adını ilk ayetinden geçen "Târık" kelimesinden
almıştır.
Öteki Mekkî
sûreler gibi yine Rabbimiz yeminle söze başlıyor. Sinesinde sayısız Târık’ı,
milyarlarca parlak yıldızı barındıran semaya yeminle söze başlıyor. Hem semaya
ve onun süsü olan yıldızlara dik-kat çekiliyor hem de yeminlerden sonra gelecek
önemli konuya insan-ların zihinleri hazırlanıyor.
Semaya ve semanın ziynetlerine yemin e-dildikten sonra bu yeminlerin cevabı
olarak insanın başıboş olmadığı, sürekli kendisini kontrol eden muhafızların
bulunduğu, her anının tespit edildiği ortaya konuyor. Sonra yine âyetlere dikkat
çekiliyor.
Ama bu defaki âyetler öncekilerin aksine enfüsümüzden, ken-dimizden, kendi varlığımızdan, yaratılışımızdan âyetler.
Ondan sonra öldükten sonra dirilmeye, ölüm ötesi hayata dikkat çekiliyor. Bu
âyet-lerin sahibi olan Allah mutlaka ölümden sonra
sizleri diriltmeye de güç yetirendir buyurulduktan
sonra buna deliller arz edilir. İnsanı bir damla sudan yaratan, örneksiz
yaratan, buna muktedir olan Allah onu yeni-den diriltemez mi? İlk defa yaratan
ikinci defa yaratamaz mı? Buyuru-larak insanlar bu
konuda düşünmeye dâvet ediliyor.
Daha sonra diriliş sonrası
olacaklara dikkat çekiliyor. Tüm sır-ların, esrar
perdelerinin açılacağı, tüm sırların deşifre edileceği ve bu hengamede insanın
ne bir yardımcısı ne de destekçisinin olmayacağı vurgulanır. Ve en sonunda da bu
haberin dehşetiyle irkilen ve acaba ne yapmak lazım? Nasıl hareket edelim de bu
korkunç günde kendi-mizi kurtaralım? diyenlere de çare
gösterilir. Hayatın kendisiyle dü-zenleneceği, tüm problemlerin çözümleneceği hayat programı
olarak, hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayırıcı tek
çare olarak Kur’an ortaya konur.
Kur’an ile hareket ederseniz
kurtulursunuz, değilse siz bilirsi-niz. Unutmayın ki
Allah imhal eder ama asla ihmal etmez. Mühlet verir
ama asla ihmal etmez. Hem dünyada hem de âhirette
helâkinize ha-zır olun tehdidiyle sûre son bulur.
İnşallah sûrenin âyetleri üzerinde
hızlı bir gezinti yapıp âyetleri tanımaya geçelim.
Sûrede
Allah Teâlâ, Kur'an
ayetlerini yalanlayan kâfirlere, insanın güç açısından ne kadar önemsiz ve hakir
olduğunu haber vermekte, peşinden Kur'an'ın
vasıflarını açıklamakta, sonra da Resulullah (s.a.s)'e
inkârcılara mühlet vermesi emredilmektedir. İki bölümden oluşan sûrenin her iki
bölümü de kasem ile başlamaktadır. Birinci bölümün başlangıcında göğe ve gece
ortaya çıkana (Târık) ka-sem edilmektedir. İkinci
bölüm ise; "Dönüş yeri olan göğe" yemin edi-lerek başlamaktadır. İlk bölümdeki yeminden sonra insanı ve
amellerini koruyan meleklerin varlığı belirtilmekte; peşinden, insanın
yaratılışının ilk basamağı ikinci kasemden sonra ise, Kur'an'ın ciddi ve hak ile batılı birbirinden ayıran ilâhi bir kitap olduğu dile
getirilmektedir.
ilk
âyetlerde göğe ve gece ortaya çıkan bir yıldıza yemin edil-mekte ve gece ortaya çıkan şeyin ne olduğu açıklanmaktadır.
"Göğe ve gece ortaya çıkana (Târık) yemin olsun. Sen gece ortaya çıkanın ne
olduğunu nereden bileceksin? O, ışığıyla karanlıkları delen bir yıl-dızdır" (1-3).
Allah
Teâlâ göğe, oradaki yıldızlara yemin ederek, her
insanın üzerinde, O'nun emriyle hareket eden bir gözetleyicinin varlığını kesin
olarak vermektedir. Kaseme cevap olması acısından bu mana, te'kid edilmiş gerçeğin bildirilmesidir. Bütün insanlar,
Allah tarafından tayin edilmiş görevli melekler tarafından sürekli
gözetlenirler. Yapılan ve yapılması gerektiği halde yapılmayan her şeyi tespit
ve kaydederler. Bunun anlamı şudur: Kainatta olduğu gibi yeryüzünde de bir
başıboş-luk yoktur, yani insanlar kendi hallerinde
terkedilmiş değillerdir. Allah Teâlâ bu gerçeği; "Her
insanın üzerinde muhakkak bir murakabe edici vardır." (4) ifadesiyle tebliğ
etmektedir. Kasemle teyit edilen bu ayet, herkes için çok büyük ve dehşet verici
bir uyarıyı taşımaktadır. Bu gerçeği idrak eden kimse, hiç kimsenin görmediği
bir yerde dahi olsa, yaptığı şeylerin sürekli gözetildiğinin ve gelecekte
mükâfatlandırılmak veya cezalandırılmak için bütün işlerinin kaydedildiğinin
bilincinde olarak hareket edecektir.
Daha
sonra insanoğlunun bizzat kendi yaratılışına bakması, geldiği yeri ve şeklini
görerek ikinci yaratılışının hiç de zor bir şey ol-madığını idrak etmesi için yol gösterilmektedir. İnsan neden
yaratıldı-ğına bir baksın. O, bel kemiği ile göğüs
kemiği arasından çıkan taz-yikli bir sudan yaratılmıştır. Şüphesiz Allah, insanı
öldükten sonra di-riltmeye kadirdir"
(5-8).
Her
nefis için gözetleyici tayin eden Allah Teâlâ,
insanların gizli olarak işledikleri şeylerin kıyamet gününde tek tek ortaya çıkarılacağını ve o günde insanoğlunun güçsüz bir
şekilde teslim olmaktan başka bir şey yapamayacağını ve hiç kimseden de yardım
alamayacağını haber vermektedir: "Sırların ortaya döküleceği gün, insanın ne bir
gücü ne de bir yardımcısı vardır" (9-10).
Öldükten
sonra tekrar dirilmeyi ve sonrasındaki olayları kabul etmeyen veya bu konuda
şüphesi bulunan kimselere bu işte şek ve şüpheye yer olmadığı, ahiret hayatının kesin ve mutlak bir gerçek ol-duğu, göğe ve yere kasem edilerek bildirilmektedir. "Andolsun o dö-nüş yeri olan göğe ve yarılan yere ki, muhakkak o kesin bir
hüküm-dür. O bir eğlence değildir" (11-14).
Müşrikler,
Kur'an ayetlerinin insanlara ulaştırılmasını
engelle-mek için çeşitli yollara başvuruyorlar,
İslam'ın nurunu söndürmek ve insanları şüpheye düşürmek için akıl almaz
iftiralarla müslümanlara karşı karalama kampanyaları
tertipliyorlardı. Allah Teâlâ, onların bü-tün tertiplerinin boşa çıkarılacağını ve önüne geçmeye çalıştıkları İs-lâm davasının, her şeye rağmen
takdir edilmiş hedefine ulaşacağını ve kafirlerin kısa bir zaman sonra
kendilerine haber verilen sözle kar-şılaşacaklarını
bildirmektedir. "Onlar, tuzaklar kuruyorlar. Ben de bir düzen kurmaktayım. Ey
Muhammed! Sen o kâfirlere mühlet ver. On-lara az bir
zaman tanı" (15-17).
Evet bu kısa özetten sonra sûrenin
âyetlerini birer birer tanıya-lım inşallah:
1. “Göğe ve gece ortaya çıkana andolsun.”
Semâya ve Târık’a yemin olsun ki!
Gökyüzüne ve sabah yıldızına yemin olsun ki! Semâya ve geceleyin gelene yemin
olsun ki! Semâya ve geceleyin görünüp gündüzün kaybolan, gizlenen parlak
yıldızlara yemin olsun ki! Işıkları, aydınlıkları, karanlıkları delen, karanın
ve denizin karanlıklarından sizi kurtaran, yol bulmanızı sağlayan parlak
yıldızlara yemin olsun ki! Târık, yıldız demektir. Bir yıldız veya geceleyin
ortaya çıkan anlamına tüm yıldızların ismidir bu.
Rabbimiz iki âyeti üzerine yemin
ediyor. Semâ âyeti ve yıldız âyeti. Sonra Târık’ın önemine ve büyüklüğüne dikkat
çekmek için buyuruluyor ki:
2. “Gece ortaya çıkanın ne olduğunu sen
bilir misin?”
Peygamberim! Târık’ın ne olduğunu
sen bilir misin? Târık’ın ne olduğunu sen nerden bileceksin? Dinle öyleyse onu
sana ben anlatayım kalıbında bir âyet. Kur’an-ı
Kerîm’de “Vema yüdrîke” kalıbıyla gelen konunun Rabbimiz tarafından
anlatıldığını, ama
“Vema edrake”
kalıbıyla ortaya konulan konunun anlatılmadığını, bilinmez-liğini anlıyoruz. Bir de bu ifadenin konunun büyüklüğüne
delâletini anlıyoruz. Ama elbette bu tür konular bu varlıkların sahibi ve
yaratıcısından öğrenilecektir. Başka hiçbir kaynaktan öğrenme imkânımız yoktur.
Bakın Allah tanıtıyor Târık’ı:
3. “O, ışığıyla karanlığı delen
yıldızdır.”
O, sakıp bir Necm’dir. Aydınlığı,
ışığı çok uzaktan gelen, çok yüksek, karanlığı delen yıldızdır, yıldızlardır.
Evet Rabbimiz yıldızlara da yemin ediyor. Tıpkı Vakıa
sûresindeki:
“Hayır; yıldızların yerleri üzerine
yemin ederim ki bunun ne büyük bir yemin olduğunu bir bilseniz!”
(Vakıa
75,76)
Evet bu büyük yeminden ve bu yeminle
bizim dikkatlerimizi çektikten sonra Rabbimiz bakın söyleyeceğini şöylece
söylüyor. Yani bu yeminlerin cevabı bakın şuymuş:
4. “Üzerinde gözetici olmayan kimse
yoktur.”
Evet hiç kimse, hiçbir kul yoktur
ki onun başında onu koruyan, onun yaptıklarını tek tek
kaydeden, tespit eden, muhafaza eden bir melek olmasın. İnsan bir tek saniye
bile başıboş değildir. Sürekli kontrol altındadır. Sadece insan değil, büyük
küçük tüm varlıklar Allah’ın murâkabesi, koruması ve lütfu sayesinde hayatlarını sürdürmektedirler.
Yaratılışlarını da, yaratılış sonrası yaşayışlarını da sağlayan Allah’tır.
Gaf sûresinde de bu konu şöyle
anlatılır:
“Andolsun ki
insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona
şahdamarından daha yakınız. Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı
melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapt
ederler.”
(Kaf
16-18)
Allah, kuluna şah damarından daha
yakındır. İçinden geçirdiklerinin tümünü Allah bilmektedir. Hayatımızın tümünde
bizler Rab-bimizin kontrolü ve murâkabesi altındayız.
Tüm vücudumuza, tüm ha-yatımıza, tüm hareket ve eylemlerimize onun yasaları
hakimdir. Hayatımız, varlığımız, varlığımızı sürdürmemiz, yememiz, içmemiz,
üşüme-miz, acıkmamız, yatmamız, uyumamız, oturmamız,
kalkmamız, kalbi-mizin çalışması, kanımızın hareket
etmesi hep O’nun yasası gereğidir.
İnsan her şeyiyle Allah’ın
hâkimiyeti altındadır. İnsan her şeyiyle Allah’ın hâkimiyetine mahkumdur. Alıp
verdiği nefesler bile Onun kontrolü, izni ve hâkimiyetine tabidir. Her şey O’nun
gücü ve tasarru-fu altındadır. Her şey O’na boyun
eğmiştir. O Kahhâr olan, mutlak güç ve kuvvet sahibi
olan Allah sizin üzerinize koruyucular göndermektedir. Sizlerin yeryüzünde
yaşadığınız sürece işlediğiniz tüm amelleri tespit etsinler, sizi görüp
gözetsinler, sizin amellerinizi yazıp muhafaza etsinler ve de sizleri korusunlar
diye meleklerini göndermektedir. Ra’d sûresinde de bu
konu şöyle anlatılır:
“Onların her birini önünden ve
arkasından izleyen melekler vardır. Onu Allah’ın emriyle
korurlar.”
(Ra’d
11)
Bunlar Hadisin beyanıyla hafaza melekleridir ki, kulları onlara gelebilecek
kötülüklerden muhafaza ederler. Bir de Kirâmen Kâtibîn
melekleri vardır. İnsan yaşadığı sürece ne yapmışsa, ne söylemişse, ne yapmayı
ve ne söylemeyi niyet edip içinden geçirmişse tamamını yazıp kaydetmekle görevli
meleklerdir bunlar. Gâf sûresi de bunu anlatır:
“İnsan hiç bir söz söylemez ki yanı
başında onu zapteden bir melek bulunmasın.”
(Gâf 18)
İnfitâr’da da
şöyle buyurulur:
“Muhakkak ki üzerinizde koruyucu melekler vardır.
Şerefli yazıcılar her yaptığınızı bilmektedirler.”
(İnfitâr
10-12)
İşte bütün bunlar Allah’ın sizin
üzerinizde hâkimiyetini, Kahhâr oluşunu, sizi kendi
halinize bırakmayıp sürekli sizinle diyalog halinde oluşunu, sizin hayatınıza
karıştığını ve sizin her anınızı kontrol ettiğini gösterir. Hiç kimse bir tek
saniye bile kendi başına değildir. İnsanın her hareketini kontrol eden, her
nefesini sayan melekler vardır yanında. Zaten İslâm’daki melek inancının odak
noktası da budur işte. Yani öyle bir Allah’a inanacağız ki melekleri vasıtasıyla
sürekli bizimle diyalog halinde olan bir Allah’tır O.
Böyle kimilerinin iddia ettikleri
gibi dünyayı yaratmış, yorulmuş, köşesine çekilmiş, dünyayla ilgilenmeyen ve ne
haliniz varsa görün, bildiğiniz gibi yaşayın diyen bir Allah değil. Evet böyle
bir Allah’a inanacağız. Değilse nasıl yaşarsanız yaşayın beni ilgilendirmez!
Hukukunuz, ticaretiniz, kılık-kıyafetiniz, eğitiminiz, siyasal yapılanmanız,
kazanmanız, harcamanız nasıl bilirseniz öyle olsun, beni ilgilendirmez diyen bir
Allah değil. Melekleri olan ve bu melekleri vasıtasıyla yeryüzünde aranızdan
seçtiği kullarına vahiy gönderen, bununla bizi sorumlu tutan, ne yapacağımızı,
nasıl yaşayacağımızı, nasıl bir hayat programı takip edeceğimizi bize ulaştıran
bir Allah’a iman edeceğiz.
Bu âyetten anlıyoruz ki insan tüm
hayatı boyunca Allah’la beraberdir. Yaratıcısı, sürekli onunla beraberdir.
Sürekli onun üzerinde hakim ve gözetleyicidir. Yalnız değildir o. Yaratıcısının
kendisi adına seçtiği hayat programından habersiz bir hayat yaşayamaz.
Meleklerden de bu insan kesinlikle kendisini soyutlayamaz.
Bundan sonra Rabbimiz enfüsümüzdeki âyetlere dikkat çekecek. Rabbimiz bize hem
âfâkta hem de bizzat kendi içimizde delillerini
gösteriyor ki hem kendi gücünü, kudretini anlayalım, hem bu kitabın hak bir
kitap olduğunu anlayalım, hem de yaşadığımız bu hayatın so-nunda Rabbimizin bizi diriltip
hesaba çekeceğini anlayalım diye. Kur’-an-ı Kerîm’in çeşitli yerlerinde
Rabbimizin insanın bizzat kendi içinde, kendi vücudunda var olan âyetlerine
dikkat çektiğini görüyoruz. Dışımızdaki âyetlerine dikkat çektikten sonra
Rabbimiz şimdi de enfüsü-müzdeki, içimizdeki âyetlere dikkat çekecek. Bizi bizdeki
âyetleri üzerinde düşünmeye çağıracak:
5. “Öyleyse insan neden yaratıldığına
bir baksın. O, erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasında atıla gelen bir
sudan yaratılmıştır.”
İnsan neden yaratıldığına bakmıyor mu?
Hor, hakir bir damla sudan yaratıldığını bilmiyor mu bu nankör insan? Nasıl da
unutuyor bu nankör insan atılmış bir damla sudan yaratıldığını? Eline değdiği,
elbisesine bulaştığı zaman yıkama lüzumu duyacağı bir damla meniden meydana
gelmedi mi? Ananın ve babanın malum yerlerinden çı-kan
bir damla nutfeden, bir damla meniden yaratıldığını ne
çabuk u-nutuyor bu insan? Nasıl unutuyor da kendisini
bir şey zannedip Rab-bine kafa tutmaya kalkışıyor? Neyine güveniyor? Baba ihlilindeyken, ana rahmindeyken onu kim korudu? Ana rahmini
kim emin bir istikrar mahalli kıldı? Atılıp gitmekten, telef olup gitmekten kim
korudu onu? Veya aklı başında değilken, bebekken, acizken, güçsüzken, kendini
bile korumaktan acizken şimdi biz ona gücünü, bilgisini verirken bize karşı
gelsin diye mi veriyoruz bütün bunları ona? Bizim kendisine verdiklerimizi
nankörce bize düşmanlıkta mı kullanıyor? Sonra da onu in-san haline çevirmişiz,
üstelik tesviye de etmişiz; gözünü, kulağını, elini, ayağını, aklını, fikrini,
ferasetini vermişiz ona, sonra da onu
erkek ve dişi yapmışız.
Allah, insanı atılan bir damla kandan
yaratmıştır. İnsanın aslı budur. Bu su, sulb ve teraib arasından çıkmaktadır. Sulb, bel kemiği, teraib de
kaburga kemiğidir. Erkeğin ve kadının suları buradan gelmektedir. İnsanın
yaratıldığı bu maddeye dikkat çekilişini şöyle anlamaya çalışıyoruz: Allah
karşısında bilgi iddiasında bulunanlar, Allah karşısında güç iddiasında
bulunarak Allah’a kafa tutmaya kalkışanlar, yaratıcılarının yasalarını görmezden
gelenler, Rablerinin istediği ha-yatı yaşamayanlar, Rablerinin kitabına karşı
kayıtsız kalanlar şu ger-çeği hiçbir zaman
unutmamalıdır.
Sen ki basit bir varlıktın,
hiçbir şey bilmiyordun, akılsız, idraksiz elsiz ayaksız bir damla su idin! Ana
rahmine atılmış bir damla kan. Bu durumdayken seni orada koruyan, seni yaratan,
sana seni tanıtan, sana çevreni tanıtan, sana şuur ve bilgi veren, sana Allah’ı
tanıma im-kânı veren, seni adam eden Rabbini nasıl unutuyorsun? Nasıl oluyor da
o Rabıtan gelen bilgilerle bilgilenmeyi bırakıp ta başkalarının bilgilerini
bilgi kabul ediyorsun? O Rabbe karşı nasıl nankör davranabiliyorsun? Onun
kitabına karşı nasıl ilgisiz kalabiliyorsun? Düşünsene, basit bir kan pıhtısının
gücü ne ki? Bir damla basit kan parçasının gü-cü, değeri ne olabilir ki? Anlama, düşünme, söz söyleme gücü
yoktu.
İşte böyle bir varlığa Allah
kendi bilgisini nasip ediyor. Onu muhatap kabul ediyor ve vahyini gönderiyor.
Bundan daha büyük bir şeref olur mu? Sen, seni böyle bir damla sudan yaratan,
seni adam edeni inkâr mı ediyorsun? Kendi kendini yarattığını, kendi kendini
adam ettiğini mi zannediyorsun? Babanın sulbünden ana rahmine düştüğün,
atıldığın zamanı bir hatırlasana. Adam olacak hiçbir tarafın yoktu. Gücün,
kuvvetin, bilgin, görüşün yoktu. Elin, ayağın, çevren, fırsatın, imkânın yoktu.
Evin, barkın, paran, pulun, bağın, bahçen yoktu. Hiçbir şeyin yoktu. Şu anda sen
adamsan ve bütün bu imkânlara sahipsen unutma ki bütün bunları sana Allah verdi
ve seni adam eden de Allah’tır.
Eğer şu anda aklım var diyorsan
onu sana veren Allah’tır. Şu anda malım var diyorsan, onu sana veren O’dur.
Ekonomik gücüm, siyasal gücüm var diyorsan
bunları da sana veren O’dur. Sahip olduğun, benim dediğin neyin varsa
hepsini sana veren O’dur. Sen bütün bunları sana veren ve seni yoktan var eden
Rabbini nasıl inkâr ediyorsun? Nasıl oluyor da her şeyini kendisine borçlu
olduğun Rabbini diskalifiye ederek kendi tanrılığını iddia ediyorsun?! Utanmadan
nasıl oluyor da, “Kıyametin kopacağını zannetmiyorum, bu saltanatımın biteceğini
de ummuyorum” diyerek Allah’ın haberlerini inkâr ediyorsun? Nasıl oluyor da
“Ölümden sonra bir daha dirilme olmamalıdır, hesap-kitap olmamalıdır” diyerek
Allah’a akıl vermeye, Allah’a yol göstermeye ve O’na ortaklık iddia etmeye
kalkışıyorsun? Bunu nasıl yapabiliyorsun? Allah’ın yoktan var ettiği, Allah’ın
ana rahme atılan bir damla kandan çıkarıp adam ettiği bir varlık olarak nasıl
ona isyan edebiliyorsun? Kendini bir şey mi zannediyorsun? İnsanoğlu yeniden
diriltileceği konusunda neden hiç düşünmüyor? Onu dirilten öldürmeye, öldüren
diriltmeye Kâdir değil mi? Yaratırken bir damla sudan ya-ratmaya Kâdir de, yeniden
yaratmaya Kâdir değil mi?
8-9. “Şüphesiz Allah, gizliliklerin
ortaya çıkacağı gün, insanı tekrar yaratmaya
Kâdirdir.”
İnsanı bir damla sudan yaratan,
onu doğumundan ölümüne kadar koruyan, yaşatan, onu korumak ve hayatını
düzenlemek için meleklerini gönderen, sürekli onu kontrolü ve lütfu altında tutan Allah, elbette onu öldürdükten sonra da
yok olup gitmekten de korumaya muktedirdir.
Bu adamlar bakmıyorlar mı?
Görmüyorlar mı? Hiç düşünmü-yorlar mı? Gökleri ve yerleri yaratan, onları var etmekten
yorulmayan, aciz kalmayan, bıkıp usanmayan, yılgınlık göstermeyen, her şeyi
yaratan ve yarattıklarının tümünün hayatını, rızıklarını ve yaşam şartlarını hazırlayan ve bunları
yaparken de asla bir yorgunluk hissetmeyen Allah’ın ölüleri de diriltmeye Kâdir
olduğunu görmüyorlar mı? Bunu anlamıyorlar mı? Bunu bilen, bunu beceren, buna
güç yetiren bir Allah ölüleri diriltmeye güç yetiremez mi?
Burada insanın bir damla sudan
yaratılışına dikkat çeken Rab-bimiz Kur’an’ın başka yerlerinde başka delillerden de söz eder.
Meselâ insanın ölümünden sonra tekrar diriltilişinin göklerin ve yerin
yaratılışından daha zor olmadığı, kupkuru ölü bir toprağın emriyle
canlandırılışı gibi örnekler verir.
Meselâ bir çöl veya bir buzul
düşünün. O kupkuru toprağa gökten suyu indirildiği zaman o toprağın titrediğini,
kabardığını, toprağın canlanıp hayat için harekete geçtiğini görürsün. Şüphe yok ki ona hayat veren, onu
böylece ölü iken dirilten Allah, elbette ölüleri de işte böylece diriltir.
İndirdiği yağmurla ölü toprağı dirilten Allah, aynen bunun gibi indirdiği
vahiyle de ölü kalpleri diriltir. İndirdiği vahiyle Rabbimiz ölülerden diriler
çıkarır, kâfirlerden mü'minler oluşturur.
Ya da öldükten sonra kıyamet günü
sizleri öylece diriltip yeniden hayat verecektir. Şüphesiz ki o her şeye
Kâdirdir. Yani iradesini her neye tevcih buyurmuşsa, o, anında vücuda geliverir.
Allah için zor diye bir şey düşünülemez. O, “ol” der, her şey oluverir. Aslında
bu ây-et insanı düşünmeye dâvet ediyor. Şu kendini bir şey zannedip Rab-bine,
Rabbinin âyetlerine karşı mücâdeleye girişen insanı derin derin düşünmeye sevk ediyor. Sizi bir damla sudan yaratan,
sadece sizi değil, tüm bu varlıkları, gökleri ve yeri yaratan Allah sizi ikinci
defa ya-ratamaz mı? Bütün
bunlara güç yetiren, sizi ikinci defa yaratmaya güç yetiremez mi?
Allah ölümünüzden sonra hesap-kitap
için sizi tekrar diriltecek ve o gün:
O gün sırlar çözülecek. O gün gizliler
açığa çıkacak, saklılar deşifre edilecek. İyilik ya da
kötülük adına insan ne yapmışsa hepsi ortaya dökülecek. Kalplerdekiler,
sinelerdekiler devşirilecek, derlenip toparlanacak.
Göğüslerdeki tüm niyetler, düşünceler, arzular, hedefler, tutkular ortaya
dökülecek. İnsanların yaşadıkları hayatta kalplerin-de besledikleri, içlerinde
taşıdıkları, gönüllerinde gizledikleri her şey açığa çıkacak, ortaya
dökülecektir. İnsanın gizlediği, sakladığı tüm sırları deşifre edilecek, tüm
ayıpları ortaya dökülecektir. Yani kalplerin hâsılası devşirilecektir. Kim ne düşünmüş? Kim ne yapmış? Kim ne
yapmayı hedeflemiş? Yaptıklarını yaparken ne adına, kim adına yap-mış? Kimi razı etmek için yapmış? Yaptıklarının yaptırıcısı
kim miş? İşlediği ameli hangi niyetle işlemiş? Allah
için mi, toplum için mi işlemiş? Çevreyi memnun etmek için mi yapmış? Ya da âdetler böyle is-tiyor, âmir
böyle emrediyor diye mi? Bunun açığa çıkarılması için kalplerdekiler ortaya
dökülecek. Çünkü yaşadığımız bu hayatta insanın kalbinde taşıdığı niyetler çoğu
kez dışa vurulanların aksi olmaktadır. Ama orada gizlenenler açığa
çıkarılacaktır. Veya amel defterleri açığa çıkarılıp o defterlerde toplananlar
ortaya dökülecektir.
İnsan ne yapmışsa onlar hesap kitap
dönemi açığa çıkacaktır. Bir de anlıyoruz ki o gün ameller zâhirlerine göre
değerlendirilmeyecek, mücerret amellere bakılmayacak, o ameli işlerken kişinin
kalbinde taşıdığı niyetlerine bakılıp ona göre değerlendirilecektir. Kalplerin
ve işlediklerinin hâsılasından kastın bu olduğunu
anlıyoruz.
Rasûlullah
Efendimizin hadislerinin ortaya koyduğuna göre “Ameller niyetlere göredir.” Ameller
ancak niyetle sahih olur. Ameller ancak niyetle kabul görür, yani ameller ancak
niyetleriyle değerlendirilir. Veya niyetsiz amellere itibar edilmez. Ameller,
niyetsiz mücerret bir değer ifade etmezler. Amellerin mihenk taşı, değerlendirme
kıstası onları işlerken taşınan niyetlerdir. Hattâ Rasûlullah Efendimizin başka bir hadislerinden anladığımıza
göre bu değerlendirmede amellerin sonuna, neticesine itibar edilmektedir. Rasûlullah Efendimiz:
“Amellerin makbul ya da merdut oluşu onların sonuna göredir”
buyurmaktadır.
Bunu bilen, bundan haberdar olan da
sadece Allah’tır. Allah-tan başka hiç kimsenin insanların kalplerinden geçenleri
bilmesi ve amelleri değerlendirmesi mümkün değildir. İşte kıyamet günü dünyada
insanlara saklı kalan bu niyetler de açığa çıkarılacaktır.
10. “O gün, insanın gücü de, yardımcısı da
olmaz.”
İşte böyle her şeyin ortaya
döküldüğü bir hengamede insan ne kendi kendisine bir yardımda bulunabilir, ne de
kendisini bu sorgulamadan kurtaracak, o günün azabını kendisinden defedebilecek
bir yardımcı bulabilir.
Daha önce dünyaya ilk geldiğiniz zaman
nasıl âciz, güçsüz ve yalnızsanız, şu anda da Allah’ın huzurunda güçsüz ve
yalnızsınız. Dünyaya geldiğiniz günü bir düşünün. Yalnızdınız, yapayalnızdınız.
Gücünüz, kuvvetiniz imkânınız, saltanatınız, paranız, pulunuz, bilginiz,
çevreniz, krediniz, makamınız, mansıbınız, hiçbir şeyiniz yoktu. Âciz, güçsüz,
kuvvetsiz bir bebek olarak dünyaya gelmiştiniz. Bütün bu imkânları size veren
Rabbinizı unuttunuz da, O’na karşı tanrılık id-diasına kalkıştınız. Zannettiniz ki bütün bunları kendiniz
kazandınız? Zannettiniz ki hayatın sahibi sizlersiniz. Zannettiniz ki hayatın
sahibi kendinizsiniz. Zannettiniz ki size hiç ölüm gelmeyecek ve hesaba çe-kilmeyeceksiniz.
Hayır hayır! Aldandınız, hayatın da, ölümün de sahibi Allah’tı.
Bakın şimdi hayatınızı, gençliğinizi, güzelliğinizi, gücünüzü saltanatınızı,
çevrenizi, paranızı, pulunuzu, iktidarınızı arkanızda bırakıp geldiniz. Hani
nerede gücünüz? Nerede iktidarınız? Nerede mallarınız? Nerede koltuklarınız?
Nerede saltanatınız? Nerede tanrılığınız? Nerede peygamberliğiniz? Hani nerede
vahiyleriniz? Nerede kullarınız? Nerede size alkış tutan ve sizin kanunlarınıza
itaat eden gönüllü kullarınız? Nerede sizin o gönderdiğiniz vahiylerinizi halka
uygulatma kavgası veren gönüllü peygamberleriniz? Valileriniz, kaymakamlarınız,
hakimleriniz, savcılarınız nerede? Nerede güvendikleriniz, dayan-dıklarınız? Nerede size sadâkat yemini yapan
yardakçılarınız? Hani niye terk etti onlar sizi? Hani şu sizin şefaatçilerinizi
da göremiyoruz. Niye gelmiyorlar sizi bu durumdan kurtarmaya? Hani koltuklarının
al-tına girerek sizi kurtaracaklarına inandığınız için kendilerinden talimatlar
alıp uygulamaya çalıştığınız büyükleriniz nerede? Hani karşılarında sığınma
talebinde bulunduklarınız? Kendilerine dua edip imdadınıza çağırdıklarınız
nerede?
Hayır hayır! Orada ne kendi gücünüz, ne de
yarımcılarınız var. O gün sizi kurtaracak ne kendi gücünüz, ne de
yardımcılarınız var. O gün oğul babadan, baba oğuldan kaçacak. Kadın kocasından,
koca karısından kaçacaktır. Hiçbir kimseden fidye kabul edilmeyecek. Dün-ya kadar malınız, mülkünüz olsa bile, beş para etmeyecek.
Hiçbir kimseden para, pul kabul edilmeyecek. Hiçbir kimse de kimseye şefaat
edemeyecek. Herkes Rabbinin huzurunda bir hesabın beklentisi içinde olacaktır.
Hiç kimseye de yardım olunmayacaktır. O gün ne ba-banın evlâdına, ne evlâdın babasına, ne kocanın karısına,
ne âmirin memuruna sağlayabileceği bir şey yoktur. Herkes yardımcısız ve yalnız
olarak Allah’ın huzuruna gidecektir. Melikler yalnız, mâlikler yalnız,
hükümdarlar, krallar, hacılar, hocalar yalnız ve hattâ peygamberler bile yalnız.
Hepsi de çaresiz Allah’ın kendilerine vereceği hükme razı olacaklardır.
Öyleyse gelin ey insanlar, o günün
inancıyla, o günün hazırlığı içinde bir hayat yaşayın. Rabbinizin sizi yoktan
var edişini, hem de akıllara durgunluk verecek bir biçimde bir damla sudan var
edişini, imtihan için burada tutuşunu, sonra bu imtihanın bitiminde sizi tekrar
dirilteceğini anlayın da, Rabbinizin istediği biçimde bir hayat yaşamaya
yönelin. Rabbinizin Kitabına ve elçisinin sünnetine müracaat ederek yaşayın.
Eğer bu kadar uyarı sizi hâlâ harekete geçirmediyse, bir de Rabbinizin rubûbiyet ve ulûhiyetine tanıklık
eden şu âyetlerine kulak verin:
11-12. “Yağmurun dönüşünü sağlayan göğe
ve yarılan yeryüzüne andolsun
ki.”
Dönüşümlü olan semâya ve çatlayıp
yarılan yere yemin olsun ki! Eken semâya ve bitiren arza yemin olsun ki!
Rac’,
dönüşümlü semâ demektir. Yerdeki sular buharlaşıp gökyüzüne taşınır, sonra yine
yeryüzüne döner. Böyle dönüşümlü se-mâya yemin
ediliyor. Arzı sad’da bitki bitirmek için yarılan arz
demektir. Rabbimiz bizim ihtiyacımız olanları arzı yararak
çıkarmaktadır.
Gökyüzüne de, arza da bu görevi veren
Allah’tır. Her ikisinin de boynundaki kulluk ipinin ucu Allah’ın elindedir. Her
ikisini de bizim hizmetimize sunan Allah’tır. O Allah ki, gökten yere gireni,
semâdan yere ineni, ondan semâya çıkanı bilen ve takdir edendir. Semâdan ineni,
semâya çıkanı, arza bakanı, semâya nazar edeni, hepsini bilendir. Öyle bilir ki
Allah, toprak altındaki her bir taneyi, her bir yaprağı, her bir fidanı,
yeryüzüne düşen her bir damla yağmuru, gökyüzüne yükselen her bir gram bulutu,
buharı hepsini bilmektedir. Hepsi de Allah’ın bilgisi altındadır. Eğer tüm
bunları ihata edecek bilgisi olmasaydı, böylesine muazzam bir âlemin nizamının
kurulmasına imkân ve ihtimal olmazdı.
13. “Doğrusu bu Kur’an kesin bir sözdür. O, eğlence için
değildir.”
Muhakkak ki bu Kur’an fasl bir sözdür. Hakkı
bâtılı, iyiyi kö-tüyü, doğruyu yanlışı birbirinden
ayıran ve insanları Hakka ulaştıran bir sözdür bu
kitap.
Bu kitap, bilen insanlar, aklı başında
kimseler için her şeyi açık açık ortaya koymuştur. Hak
ve bâtıl, doğru ve yanlış fâsılalı fâsılalı
anlatılmıştır. Onda her konuya ait uygulayabileceğiniz hükümler vardır. Rabbimiz
bu kitabında anlattıklarını tekrar tekrar anlatmış.
Bir yerde anlatılan, başka bir yerde bir daha anlatılmış.
Meselâ âhireti anlatmış Rabbimiz, araya başka konular koymuş, sonra
dönüp aynı âhireti bir daha, tafsilatlı olarak
anlatmış. Hiçbir şüpheye ve tereddüde mahal bırakmayacak biçimde her şey
tafsilatlı olarak anlatılmıştır. İnsan yeryüzünde nasıl yaşamalıdır? Nasıl bir
hayat programı izlemelidir? Rabbi ile nasıl bir ilişki içinde bulunmalıdır?
Çevresiyle nasıl bir uyum sağlamalıdır? Diğer varlıklara karşı yeri ve görevleri
nelerdir? Hayatına nasıl bir program yapmalıdır? Nasıl mutlu olur? Nasıl
huzursuz olur? Rabbine karşı nasıl kulluk yapmalıdır? Hangi yol kendisini
dünyada felâkete, âhirette de cehenneme götürür? Nasıl
bir hayat programı kendisini dünyada saadete, âhirette
de cennete götürür? Bunların tamamı açık açık,
tafsilatlı olarak bu kitapta ortaya konmuştur. İnsanların şu konu bizim için bu
dünyada müphem kalmış, bu konuda nasıl davranacağımızı bilemiyoruz
diyebilecekleri hiçbir şey yoktur.
Tüm asırların, tüm zamanların ve
mekânların, tüm insanlığın ve tüm varlıkların ihtiyaçları, hareket tarzları,
hayat programları bu kitapta açık açık anlatılmıştır.
Ama unutulmamalıdır ki, bu kitapta her şeyin fâsılalı fâsılalı, tafsilatlı tafsilatlı
anlatılması insan olanlar, adam olanlar içindir. Yani akıllarını kullanıp bu
kitabı hidâyet rehberi bilip, bu kitabı hayat programı bilip ona müracaat
edenler içindir. Ben bunsuz mümkün değil yol bulamam, yolu yol bilene sormadan,
yol bilenin elinden tutmadan, yol bilenin gönderdiği haritayı ele almadan,
pusulaya müracaat etmeden mümkün değil ben yolumu bulamam diyen insanlar
içindir. Beni yaratan, beni bu dünyaya getiren, beni yaşatan, benim yaşamam için
yeryüzünde her türlü şartları hazırlayan ve sonunda da elimde olmadan beni
öldürüp hesaba çekecek olan Rabbim elbette benim nasıl bir hayat yaşamam
gerektiğini benden daha iyi bilir diyerek O’nun kitabına müracaat eden kişiler
içindir bütün bu âyetler.
Her dönemde insanlar yollarını
bulsunlar, hayatlarına onunla çeki-düzen versinler diye onlara böyle bir fasl olan, her şeyi açık açık
anlatan hayat programı göndermiştik. Hem öyle bir kitap ki, soru sor-malarına, şaşırıp kalmalarına mahal bırakmayacak biçimde,
başka hiçbir şeye muhtaç olmayacakları biçimde her şeyi açık açık onda an-latmıştır. Her şeyi
bir bilgiye göre tafsil etmiştir Rabbimiz. Her şeyin en ince teferruatına kadar
ayrıntısını vermiştir o kitapta. İnsanlara her konuda yol gösterecek, insanları
dünyada huzur ve saadete, hidâyete, kulluğa ve sonunda cennete ulaştıracak net
bilgiler vardır o kitaplarda.
Bir de Furkân’dır bu kitap. Furkân, fark
eden, ayıran anlamınadır. Kur’an’ın bir adı da Furkân’dır.
Yani hakkı bâtıldan, bâtılı haktan ayıran demektir.
Bir de fark ettiren anlamınadır Furkân. Kitap kişiye
yolunu fark ettirir, hayatını fark ettirir. Kitapla beraber olan kişi,
ha-yatındaki tüm bozuklukları, tüm şirkleri, tüm bozuk düzenlikleri fark
ediverir. Kitabın böyle fark ettirici ve ayırıcı bir
özelliği vardır.
Bu kitap kavlu’l-fasl’dır. Bu kitabı
tanımadan, bu kitapla tanışmadan bizim hak ve bâtılı tanıma imkânımız yoktur.
Furkân’a ulaşmadan bizim hakkı ve bâtılı tanıyıp,
Hakka tabi olup bâtıldan uzak bir hayata ulaşmamız kesinlikle mümkün değildir.
Bir de bu bize şunu hatırlatıyor ki değer yargısı olarak bizim Allah’tan,
Allah’ın kitabından başka birilerini kabul etme hakkımız yoktur. Yani bir şeye
iyi ya da kötü deme yetkimiz yoktur. Haram ya da helâl deme yetkimiz yoktur. Şu anda birilerine
sorsanız hepimiz ayrı ayrı bu iyi, şu kötü deriz. Öyle
değil, Allah’a soracağız, Allah iyi demişse iyidir, kötü demişse kötüdür. “Bana
göre bu iş böyledir!” Olmaz, sana göre olmaz. Bana göre de olmaz. Ya ne? Dikkat ederseniz şu anda demokratik bir hava içinde
insanlar herkese her şeyi soruyorlar da Allah’a sormuyorlar. Problemleri Allah’a
sormamanın sebebi de o probleme çözümü Allah’ça buldunuz mu, artık diğer
insanların hayat hakkı olamayacak da ondan. Çünkü hak ve bâtılı en iyi halleden
Allah’tır, onun Furkân olan kitabıdır.
Bu kitap eğlence de değildir. Eğlence
olsun diye, laf olsun diye göndermemiştir Allah bu kitabı. Hezl değil ciddi bir kitaptır bu.
Şaka,
alay, latife, kaba mizah ve hezeyan anlamında bir terim. Şaka, alay ve latife
kastiyle söylenen veya yazılan şeylerle ciddi bir eserin, aynı formda fakat
mîzâhî şekilde yazılmış benzeri de "hezl"in tanımı
içine girmektedir. Mizahla karışık alaycı sözlere; "hezl âmîz", "hezel" söyleyen,
şakacı kimselere; "hezl-gû"
ve hezel tarzında yazıl-mış alaycı eserlere
"hezeliyât" denir.
"Hezl", Arapça bir kelime olup, Arap dilbilgisinde, birinci,
ikinci ve dördüncü babların ortak masdarıdır. Bazı yerlerde, şaka ile "hezl" aynı manada kullanılmakla beraber, şaka; kapalı ve
ince nükteli, "hezl" ise daha çok açık-saçık ve az çok
edep dışı olur. "Hezl" keli-mesi, Kur’an-ı Kerîm'de tek bir
âyette, işte bu sûrenin bu âyetinde cid-dinin karşıtı
olan şaka, alay ya da hezeyân anlamında
kullanılmıştır.
Rabbimiz
göğe ve yıldıza kasem ettikten sonra, dikkatleri insanın ya-ratılışına çeviriyor.
Yaratılanlar içinde en karmaşık yapıya sahip olan insanı, görünüşte basit,
atılmış bir sudan gâyet kolaylıkla nasıl yarat-mış
olduğunu son derece vecîz bir şekilde ifade ettikten sonra, "giz-liliklerin ortaya çıkacağı gün onu tekrar yaratmaya kadir"
olduğunu hatırlatıyor. Sonra da buyuruyor ki: "Andolsun o dönüş yeri olan göğe ve yarılan yere ki, şüphesiz
o, kesin bir hükümdür. O, asla "hezl" (şa-ka, eğlence, hezeyân)
değildir."
Evet
böylece Rabbimiz yukarıdaki sözlerin bir şaka veya bir eğlence olmadığını, bunu
insanoğluna haber veren Kur’an'ın da aynı şekilde
"hezl" olmadığım yeminle te'yid ediyor. Rasulullah
(s.a.s)'dan rivâyet edilen bazı hadislerde de "hezl"
kelimesinin şaka manasında kullanıldığını görüyoruz. Nitekim Ebu Musa el-Eş'arî, Allah
Resûlünün şöyle dua ettiğini nakleder:
"Allah'ım hatamı, cehlimi,
işlerimde aşırılığımı ve senin benden daha iyi bildiğini mağfiret et! Allah'ım,
"hezlimi'; ciddimi, hatamı ve bilerek yaptıklarımı
affet! Bunların tümü bende mevcuttur"
(Buhârî, Daâvât, 60; Müslim, Zikr, 70).
Diğer
bir hadiste şöyle buyurulur:
"Dikkat! Yalancılıktan şiddetle
kaçının. Çünkü ne ciddi ne de "hezl" (şaka) yollu
yalancılık mübah değildir, müslümanın şanına yakışmaz"
(İbn Mace, Mukaddime, 7).
Buna
benzer bir hadis de Dârimî'nin "Sünen"i ile İbn Hanbel'in "Mûsned"inde kayıtlıdır:
"Ravilerin en kötüsü yalan rivâyet edenlerdir. Çünkü ne ciddi
ne de şaka olarak yalan mübah değildir"
(Dârimî, Rikak,
7).
Talâkla
ilgili meşhur bir hadiste:
"üç şey vardır ki, ciddisi de
ciddidir "hezl"i de ciddidir: Nikâh, talâk ve ric'at (ric'î boşamadan sonra
iddet içinde eşe dönme)" buyurulmaktadır.
(Ebû Dâvûd, Talak, 9; İbn Mâce, Talak,
13).
Yani
bir erkek, bir kadınla nikâhlanır veya nikâhlı karısını bo-şarsa, ya da bir iki talâkla
boşadığı hanımına iddet süresi henüz bit-meden dönüş yaptıktan sonra bu işlerden herhangi birini
ciddi yap-madığını şaka ettiğini iddia edemez. Böyle
bir iddia geçersizdir. Çün-kü bu işler şakaya gelmez.
"Hezl-hüzl" kelimesinin diğer bir
mânâsı da; zayıflamak, güç-süz ve takatsiz kalmaktır. Bir insana veya hayvana
eziyet ederek ya da yiyecek vermeyerek zayıf düşürmek
suretiyle ölümüne sebebiyet vermektir. Hz. Peygamber
(s.a.s)'den bu manaları ihtiva eden hadis-ler de
nakledilmiştir: Nitekim Ebu't-Tufeyl'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İbn Abbas'a; - Ne buyurursun,
Kâbeyi üç tavaf remel (koşar adım) ve dört tavaf (âdî
yürüyüş) meselesi sünnet midir? Kavmin bu-nun sünnet
olduğumu söylüyor, dedim. İbn Abbas; - Hem doğru söy-lemişler hem de yanlış! Cevabını verdi. Bu sözünüzün anlamı
nedir?
-
"Hem doğru söylemişler hem de yanlış" sözünün manası nedir? De-dim. İbn Abbas şöyle söyledi: - Rasulullah
(s.a.s) Mekke'ye gelince müşrikler; "gerçekten Muhammed ve ashabı zayıflıktan
Beyt'i tavaf edemiyorlar", dediler. O'na hased ediyorlardı. Bunun üzerine Rasulül-lah (s.a.s) ashabına üç
tur remel yapmalarını, dört tur da alelade yü-rümelerini emir buyurdu" (Müslim, Hac,
237).
Bir
diğer hadiste şöyle buyurulmaktadır:
"Bir kadın kedisi sebebiyle
cehenneme girmiştir. Onu bağlamış ne kendisi ona yiyecek vermiş ne de yerdeki
haşerelerden yemesine fırsat vermişti. Nihâyet hayvan zayıflıktan
öldü"
(Müslim,
Birr, 135).
Evet, bu kitap bir hezl değildir. Onda boş, bâtıl ve abes hiçbir şey yoktur. O
Hakîm olan Allah’tan gelme Hakîm bir kitaptır. Bu kitap insanların kitaplarına
benzemez. Yeryüzündeki tüm kitaplar, kitapçıklar, ister daha önce Allah’tan
gelmiş ama sonradan insanların tahrif ettikleri semavî kitaplar olsun, isterse
insanların kendi elleriyle Allah’ın indirdiği kitaplardan esinlenerek
yazdıkları, oluşturdukları kitaplar olsun fark etmez, beşerin elinin değdiği,
kaleminin işlediği hiçbir kitap bu kitabın yerine geçemez. Hiçbir kitap bu kitaptan öne alınamaz. Hiçbir
kitap, hiçbir yasa, hiçbir sistem bu kitabın yerine ikâme edile-mez.
Bu öyle büyük, öyle ciddi, öyle azîm
bir kitaptır ki, yarın mezara girilince de insanların tümü bu kitaptan hesaba
çekileceklerdir. “Kitabın nedir?” sualiyle bu kitabı tanıyıp tanımadığımızdan,
bununla ilgilenip ilgilenmediğimizden, bunu diğer beşer kitaplarının önüne
geçirip geçirmediğimizden, buna en üstün pâyeyi verip hayatımızı sadece buna
sorup sormadığımızdan, yani bununla amel edip etmediğimizden hesaba çekileceğiz.
Soru bu kitaptan çıkacak, hesap bu kitaptan verilecektir. Hayatınızın hesabını
bu kitaba göre vermek zorunda kalacaksınız.
Rabbimiz buyuruyor ki, “Bu kitap oyun
ve eğlence konusu de-ğildir.” Allah’ın âyetlerini oyun
konusu yapmaya kalkmayın. Allah’ın âyetlerini alaya almayın. Allah’ın âyetlerini
kendi zevklerinizi tatmine imkân verecek şekilde oyun ve eğlence yerine
koymayın, Allah’ın âyetleriyle dalga geçmeye
kalkmayın. Başkalarının kitaplarını, başkalarının yasalarını uygulamaya koymak
üzere sakın ha Allah’ın kitabını ikinci plana almayın. Dünyada da, âhirette de derbederliğinizi kendi ellerinizle hazırlamayın,
diyor Rabbimiz.
Ey Müslümanlar, bu konularda işi hafife
almaktan son derece sakının! Allah’ın âyetlerini oyun ve oyuncak haline
getirmeyin! Böyle bir kitap göndererek Allah’ın sizleri sorumluluk yüklenecek
konuma getirdiğini, size şereflerin en büyüğünü lütfettiğini asla unutmayın! O
size kitap vermiş, size hikmeti öğretmiş, sizi bütün milletlere önderler kılmış,
sizi yeryüzünün en âlimi, en hakimi yapmıştır. Sizi vasat ümmet yapmış, denge
unsuru yapmış, yani sapıkların sapıklık noktalarını sizin şahsınızda
görebilmeleri, bilebilmeleri için sizi denge unsuru bir ümmet yapmıştır. Bu
sebeple sizin bu kitaba dayalı örnek yaşayışlarınızla tüm dünya insanlığına
örnek olmanız gerekirken, böyle kendi kendinize kitabınızla diyaloglarınızı
keserek, vahiyden habersiz bir hayat yaşamanız, kitabı ciddiye almamanız size
asla yakışmaz, diyor Rabbimiz.
15-16. “Gerçekten onlar düzen kuruyorlar. Ben
de bir düzen kurmaktayım.”
Kâfirler, dinsizler Allah’ın
nûrunu söndürebilmek, Allah’ın dinini yok edebilmek için tuzaklar kuruyorlar,
Müslümanlara karşı komplolar hazırlıyorlar. Onların bir hesapları varsa, benim
de bir hesabım vardır, diyor Rabbimiz. A’raf sûresinde
de şöyle buyruluyor:
“Âyetlerimizi yalan sayanları,
bilmedikleri yönden, ağır ağır sonuçlarına
yaklaştıracağız. Onlara bilerek mühlet veririm, çünkü Benim düzenim
çetindir.”
(A’râf
182,183)
Sanki Rabbimiz şöyle diyor: “Ey
benim yeryüzünde az ama şerefli kullarım! Sizler hiç üzülmeyin! Sakın bu çoklar
karşısında ümitsizliğe düşmeyin! Sizler üzerinize düşen neyse sadece onu yapın.
Ben bu çoklara, bu hayvanlardan daha aşağı olanlara, bu kendilerine verdiğim
insanî melekelerini kullanmadıkları için âyetlerimizi yalan sa-yan, âyetlerimizi yok farz eden, âyetlerimizi boşa
çıkaran ve işlemez hale getirenlere mühlet vermekteyim. Onların yollarını
açmaktayım ve onları yavaş yavaş, hiç bilmedikleri
açılardan, hiç hesap edemedikleri noktalardan derecelendireceğim. Onları ağır
ağır derecelendireceğim.”
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu
derecelendirme işi onların küfürde, şirkte, nifakta ne olduklarının, ne kadar
ileri gittiklerinin ifadesi an-lamınadır. Çünkü onların her biri dünyada
gerçekleştirilen bu derece-lendirmenin karşılığı
olarak hak ettikleri cezaya çarptırılacaklardır. Herkesin hesabı amellerine göre
tutulacak ve belirlenecektir. Hani şu anda bu kâfirler de Müslümanları fişlemeye
çalışıyorlar ya, işte anlı-yoruz ki Allah da onları
dosyalamaktadır.
Kalem sûresinde de aynı konunun
anlatıldığını görüyoruz:
“Ey Muhammed! Kur’an’ı yalanlayanları Bana bırak; Biz onları bilmedikleri
yerden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız. Onlara mehil
veriyorum; doğrusu Benim tuzağım sağlamdır.”
(Kalem
44,45)
Burada da diyor ki Rabbimiz: “Ey
peygamberim! Sen o kâfirleri bana bırak! Endişe etme sen! Kafana takma onları!
Sen yoluna devam et! Onların ipleri benim elimdedir! Yakında göreceksin, ben,
benim dâvâma düşman olan, benim sistemime karşı savaş açan o kâfirleri
bilemeyecekleri, anlayamayacakları yönlerden, hesap edemeyecekleri biçimde yavaş
yavaş azaba, ikâba, cezaya
yaklaştırmaktayım. Şu anda onlar kuş beyinleriyle Müslümanları yalnız ve
korumasız zan-nediyorlar. Onların safında benim
olduğumu unutuyorlar. Onlar benimle savaştıklarının farkında
değiller.
Ben onların iplerini uzatıyorum. Onlara
mühlet veriyorum. Arzu ve istekleriyle onları baş başa bırakıyorum. Onun
başarılı olduklarını zannediyor ve aldanıyorlar. Aslında ben onları imhal ediyorum. Onlara zaman ve fırsat veren benim. Ama
bilesin ki ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, ben imhal ederim, zaman veririm ama asla ihmal etmem. Çünkü
benim fendim sağlamdır. Benim tuzağım, planım, tedbirim pek yamandır. Ben tuzak
kurdum mu, tedbir aldım mı, yakaladım mı onu kimse bozamaz, kimse ondan kaçıp
kurtula-maz.
O halde ey
peygamberim:
17. “Ey Muhammed! Sen inkârcılara mehil
ver; onlara mukabeleyi biraz geri bırak.”
Sen biraz mühlet ver onlara.
Biraz müsaade et, biraz bırakıver onları, şöyle biraz iplerini gevşetiver
peygamberim. Yani bu kâfirlerin defterlerinin dürülmesi, iplerinin çekilmesi,
helâklerinin hızlandırılması konusunda acele etme peygamberim. Ya Rabbi, hani ne oldu? Bu kâ-firleri hâlâ niye yaşatıyorsun?
diye acele etme. Biraz salıver onları, di-yor Rabbimiz. Dikkat ediyor musunuz
mânâya? Kim izin verecek? As-lında izni, mühleti,
güçlü, güçsüze verir değil mi? İslâm’ın ilk yıllarında gelen bu âyet, etrafında
kendisine iman etmiş on kişi bile yokken peygamberin güçlü, kâfirlerin de güçsüz
olduğunu haber veriyordu.
Demek ki safında Allah olan bir
toplum üç kişi de olsa, tüm dünyadan güçlüdür, bunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmayacağız. Unutmamalıyız ki biz Allah taraftarıyız ve bizim karşımızdaki
tüm kâfirler de Allah düşmanlarıdırlar. Onların ipleri Allah’ın elindedir. Bakın
Meryem sûresinde de Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Ey peygamberim, onların acele yok
olmalarını isteme, çünkü biz onların günlerini, nefeslerini saydıkça
sayıyoruz.”
Unutmayın ki onların nefeslerini bile
Allah saymaktadır. Nefes alış-verişleri bile Allah’ın kontrolündedir. Allah
onlara dünyada bir kısım şeyleri yapmaya ve zâhiren galipmiş gibi görünmeye izin
verir ama yakında onların işlerini bitirecektir.
Bu sûre de burada sona erdi. Rabbim
gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Sübhanekallahümme ve bihamdik.
Eşhedü en la ilahe illa ente, estağfiruke ve etûbü ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder